text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Marmara Üniversitesi, İstanbul'da bulunan bir devlet üniversitesidir. Türkiye'nin önde gelen yükseköğretim kurumlarından biridir. Üniversite bünyesinde 21 fakülte, 4 yüksekokul, 4 meslek yüksekokulu ve 12 enstitü bulunmaktadır. Akademik birimlerinde Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Arapça olmak üzere beş dilde eğitim verilmektedir.
Marmara Üniversitesi İstanbul'un Anadolu yakasına dağılmış 7 yerleşkede faaliyet göstermektedir. Bunlar Acıbadem, Anadoluhisarı, Bağlarbaşı, Başıbüyük, Göztepe, Kartal ve Dragos yerleşkeleridir.
Kadıköy'de bulunan üniversiteye toplu taşıma ve özel ulaşımın yanı sıra üniversite hizmetleriyle de kolayca ulaşılabilir. İstanbul Metrosunun M4 hattı üzerinde yer alan Göztepe Metro İstasyonu ve Marmaray Feneryolu İstasyonu üniversitenin ana kampüsüne ulaşılabilmektedir.
Tarihçe.
Marmara Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan Hamidiye Ticaret Mektebi, 1883 yılında Kanlıfırın’daki İzzet Efendi Konağında faaliyete geçmiş, 1890’da Beyazıt’taki Hakkı Bey Konağı’na taşınmıştır. Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte adı Ticaret Mekteb-i Âlisi olarak değişmiştir. İlk mezunlarını (13 kişi olarak) 1887’de vermiş olan kurum, 1924-1925 eğitim ve öğretim yılı başında Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi’ne dönüşmüş olup Türkiye'de kadın ve erkek öğrencilerin bir arada eğitim aldığı (karma eğitim) ilk eğitim kurumu olma özelliğini taşımaktadır. 1959 yılında İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi (İİTİA) adını almıştır. Akademi tarafından kullanılan Sultanahmet semtindeki bina, yapıldığı tarihten 1970’lere kadar geçen sürede bazı değişiklikler geçirmiştir. İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi 20 Temmuz 1982 tarih ve 17760 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan “Yüksek Öğretim Kurumları Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile Marmara Üniversitesi'ne dönüştürülmüştür. 1982 - 1983 eğitim ve öğretim yılında 9 fakülte, 1 yüksekokul, 1 enstitü ile yola çıkan üniversite, bugün 21 fakülte, 1 yüksekokul, 4 meslek yüksekokulu ve 12 enstitü ile faaliyetlerini sürdürmektedir.
Üniversitede halen aktif olan ön lisans ve lisans program sayısı 153’tür. Marmara Üniversitesi, Türkiye’nin bilimsel birikimine 3000’i aşan öğretim elemanı ve 70.000'i aşan öğrencisiyle katkıda bulunmaya çalışan önemli yükseköğretim kurumlarından biridir.
Yerleşkeler.
Marmara Üniversitesi, İstanbul'un Anadolu yakasına dağılmış 7 yerleşkede faaliyet göstermektedir. Bunlar Acıbadem, Anadoluhisarı, Bağlarbaşı, Başıbüyük, Göztepe, Kartal ve Dragos yerleşkeleridir. Toplam 2.985.627,97 m² olan yerleşkeler içinde alan itibarıyla en büyüğü 2.637.168,97 m² (181,7 dönüm) ile Başıbüyük Yerleşkesidir (Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi). Göztepe Yerleşkesi 164.636,00 m², Anadoluhisarı Yerleşkesi 121.991 m² büyüklüktedir. En küçük yerleşke olan Kartal Yerleşkesi ise 1.000 m² büyüklüktedir. Üniversitenin Haydarpaşa'daki yerleşkesi 2016 yılında Sağlık Bilimleri Üniversitesi'ne devredilmiştir, burada eğitim gören öğrenciler ise diğer yerleşkelere gönderilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8173",
"len_data": 2980,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.46
}
|
Frekans veya titreşim sayısı bir olayın birim zaman (genel olarak 1 saniye) içinde hangi sıklıkla, kaç defa tekrarlandığının ölçümüdür, matematiksel ifadeyle çarpmaya göre tersi ise periyot olarak adlandırılır.
Ölçümü.
Bir olayın frekansını ölçmek için o olayın belirli bir zaman aralığında kendini kaç kere tekrar ettiği sayılır, sonra bu sayı zaman aralığına bölünerek frekans elde edilir.
SI birim sisteminde frekans, hertz (Hz) ile gösterilir. Bir Hertz, bir olayın saniyede bir tekrarlandığı anlamına gelir. Olayın iki Hertzlik bir frekansa sahip olması ise, olayın saniyede kendini iki kere yinelediğini ifade eder. Frekansı ölçmenin başka bir yolu ise olayın kendini tekrar etmesi arasında geçen süreyi tayin etmektir zira frekans bu sürenin çarpmaya göre tersi olduğundan dolaylı olarak elde edilebilir. İki yineleme arasında geçen süreye periyot denir ve fizikte genellikle T ile gösterilir.
Dalganın frekansı.
Bir dalganın frekansı, dalga boyuyla ilişkilidir. Dalganın dalga boyuyla frekansının çarpımı, o dalganın hızını belirler. Dolayısıyla dalga boyu bilinen bir dalganın frekansı bu ilişki kullanılarak belirlenebilir.
Bu ifadede v hızı λ (landa) ise dalga boyunu temsil eder. Özel bir durum olarak elektromanyetik bir dalga olan ışık boşlukta ışık hızıyla hareket ettiği için bu denklem
ifadesine dönüşür. Dalgalar bir ortamdan başka fiziksel yoğunluğa sahip bir ortama geçtiklerinde frekansları değişmez ancak hızları ve dolayısıyla dalga boyları değişir. Doppler Etkisi dışında frekans hiçbir fiziksel olaydan etkilenmez dolayısıyla değişmez, diğer bir deyişle evrensel bir fiziksel değişmezdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8176",
"len_data": 1614,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.22
}
|
Flor (Fransızca: "fluor"), atom numarası 9, atom ağırlığı 19, yoğunluğu 1,265 olan, kokusu ozonu andıran, kahverengimsi sarı renkte, halojenler grubunun ilk elementidir (simgesi F). 1529 yılında Georgius Agricola, kalsiyum florür bileşiğini tanımlamıştır. İlk defa 1886 yılında Henri Moissan tarafından izole edilmiştir.
Özellikleri.
En önemli minerali "fluorit" veya "florspar" denilen CaF2 dir. Florun saf olarak eldesi (1:2) oranında sıcak erimiş KF, HF bileşiklerinin elektrolizi ile gerçekleşir.
Flor en reaktif element olup argon, neon ve helyum hariç tüm elementlerle tepkimeye girer. Fazla reaktif olmasının nedeni F-F bağının kolay kopması yani dissosiyasyon enerjisinin az olmasıdır. Sadece (-1) oksidasyon sayısına sahiptir, yani tek bağ yapabilir. Fakat ortaklanmamış elektronları sayesinde metallerle –F şeklinde köprülü bileşikler yapabilir. Bir içme suyunda 1 ppm'den fazla flor olursa dişlerde sarı plaklar olur. Ayrıca Flor asal gazlardan Ksenonla bile tepkimeye girmiştir.
Halojenler arasında en az polarize olabilen elementtir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8197",
"len_data": 1047,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.21
}
|
Dalga-parçacık ikililiği teorisi tüm maddelerin
yalnızca kütlesi olan bir parçacık değil aynı zamanda da enerji transferi yapan
bir dalga olduğunu gösterir. Kuantum mekaniğinin temel konsepti, kuantum
düzeyindeki objelerin davranışlarında ‘’parçaçık’’ ve ‘’dalga’' gibi klasik
konseptlerin yetersiz kalmasından dolayı bu teoriyi işaret eder. Standart
kuantum yorumları bu paradoksu evrenin temel özelliği olarak açıklarken,
alternatif yorumlar bu ikililiği gelişmekte olan, gözlemci üzerinde bulunan
çeşitli sınırlamalardan dolayı kaynaklanan ikinci dereceden bir sonuç olarak
açıklar. Bu yargı sıkça kullanılan, dalga-parçacık ikililiğinin
tamamlayıcılık görüşüne hizmet ettiğini, birinin bu fenomeni bir veya başka bir
yoldan görebileceğini ama ikisinin de aynı anda olamayacağını söyleyen Kopenhag yorumu ile açıklamayı hedefler.
Teorinin kökeni.
İkililik fikrinin temeli 17. Yüzyılda Christiaan
Huygens ve Isaac Newton arasında ışık ve maddenin doğası hakkındaki ışım hem dalgadan(Huygens)
hem de parçacıktan(Newton) oluşur tartışmalarına dayanır. Max Planck, Albert
Einstein, Louis de Broglie, Arthur Compton, Neils Bohr ve diğer birçok bilim
insanının çalışmaları sayesinde şu andaki bilimsel teori olan ışığın hem parçacık
hem de dalga (ya da tam tersi) olduğu teorisi geçerli. Bu olgu yalnız orta
boyuttaki parçacıklar için değil ayrıca atom ve moleküllerin temel bileşenleri
içinde geçerlidir. Gözle görülebilir parçacıklar için ise aşırı derecede kısa
dalga boylarından dolayı dalga özelliği saptanamıyor.
Dalga ve Parçacık Görüşlerinin Kısa Tarihi.
Aristoteles ışığın doğası hakkında hipotez kuran ilk
kişilerden biriydi ve ışığı havadaki elementlerin ayrışması olarak düşünüyordu
(dalga teorisi). Diğer bir yanda ise Demokritos ışık da dahil olmak üzere
evrendeki her şeyin daha küçük ayrılamaz parçalardan oluşması yargısına karşı
geldi. 11. Yüzyılın başlarında, Arap bilim insanı İbn-i Heysem optik üzerine;
kırılma, yansıma ve ufak boyuttaki mercekleri kullanarak ışınların çıkış
noktasından göze gelene kadarki yolunu anlatan konular hakkındaki ilk kapsamlı
tezi yazdı. Bu ışınların birleşik ışığı oluşturduğu iddiasında bulundu.
1630'da René Descartes'ın Işık Üzerine yazdığı tezindeki ters dalga tanımı,
ışığın davranışının dalga dağılımı modellemesiyle ışığın tekrar
yaratılabileceğini gösterdi. 1670'in başlarında ve 30 yıllın üzerindeki
çalışmayla Isaac Newton parçacık hipotezini sunarak ışığın yansımasının
gösterdiği düz çizgiyle sadece parçacıkların böyle bir düz çizgi üzerinde
gidebileceğini savundu. Işığın kırılmasını ise daha yoğun bir ortama geçen
ışığın hızlandığını varsayarak açıkladı. Yaklaşık olarak aynı zamanda,
Newton'un çağdaşları Robert Hooke ve Christiaan Huygens ve sonrasında
Augustin-Jean Fresnel matematiksel olarak dalga görüşünü farklı ortamlarda
farklı hızlarla giden ışığın kırılmasının ortama bağlı olduğunu gösterdi.
Huygens-Fresnel prensibinin sonuçları ışığın davranışını belirlemede oldukça
başarılıydı ve sonradan Thomas Young'un çift gişirim deneyiyle ise ışığın
parçacık olduğu görüşünün sonu başlamış oldu.
Parçacık teorisini son darbe James Clerk Maxwell'ın
daha önceden bulunmuş olan titreşen elektrik dalgaları ve manyetik alanlarla
ilgili dört basit denklemi birleştirdiğinde vurulmuş oldu. Titreşen bu elektromanyetik dalgaların yayılma hızı hesaplandığında ışık hızı açığa çıkmış oldu.
Görünür ışık, morötesi ışık ve kızıl ötesi ışığın çeşitli dalga boylarındaki
elektromanyetik dalgalar olduğu açığa kavuşmuş oldu. Dalga teorisi galip
geldi ya da öyle olduğu düşünüldü.
19. yuzyılın başlarındaki dalga teorisinin ışığı
tanımlamasındaki başarıları sırasında maddeyi tanımlayan atomic teori ortaya
çıkmaya başladı. 1789 yılında Antoine Lavoisier kimyayı simyadan kesin ve
tutarlı yöntemlerle ayırarak maddenin korunumunu ve birçok kimyasal element ve
bileşik buldu. Ancak bu temel kimyasal elementlerin doğası bilinmezliğini
korudu. 1799 yılında Joseph Louis Proust elementlerin sabit oranlarla
birleştiğini göstererek kimyayı atomik düzeyde ilerletmiş oldu. Bu gelişmeler
Jhon Dalton'u Democritus'un atom hakkındaki görüşlerini tekrar ortaya çıkardı,
elementleri görünmez bileşenler olarak tanımlaması oksijenin neden metal oksitlerin 1:2 oranında
başka bir oksijenle birleştiğini açıkladı. Ancak Dalton ve o zamanın diğer
kimyacıların göz önünde bulundurmadığı şey, bazı elementlerin tek atomlu (Helyum
gibi) ve diğerlerinin çift atomlu (Hidrojen gibi) ya da su gibi H2O yerine daha
basit ve sezgisel HO bu yüzden atomik ağırlık değişken ve çoğunlukla yanlış
olarak gösterildiğiydi. Ek olarak HO oluşumu iki parça hidrojen gazı ve bir
parça oksijen gazının ikiye bölünmesini gerektirmektedir. Bu
problem reaksiyona giren gazların hacimlerinin üzerinde sıvı ve katı gibi çalışan
Amedeo Avogadro tarafından çözüldü. Eşit hacimde element gazının eşit hacimde
atom içerdiğini öne sürerek H2O nun iki parça H2 ve bir parça O2 den meydana
geldiğini gösterdi. Çiftatomlu gazları bularak temel atom teorisini tamamlayan
Avogadro çokça bilinen bileşiklerin doğru moleküler formüllerini ortaya koyarak
daha düzenli bir şekilde olmasını sağladı. Klasik atom teorisine son darbe
Dimitri Mendeleyev elementleri gösteren sıralı ve simetrik bir tablo
oluşturmasıyla geldi. Ancak Mendeleyev'in tablosunda hiçbir elemental
doldurulamayacak boşluklarda vardı. Ancak bu boşluklar zamanla yeni
elementlerin oluşturulmasıyla giderildi. Periyodik tablodaki başarı atom
teorisine karşı olanlara yanıt olmuştu, ancak laboratuvarda herhangi bir tek
atom gözlemlenmemesine rağmen kimya bir atom bilimiydi.
20. yüzyılın bitmesiyle birlikte gelen paradigma değişimi.
Elektrik parçacıkları.
19. yüzyılın bitiminde, fizik yoluyla atomun
doğasına ve kimyasal reaksiyonların işleyişine karar vermek atom teorisinde
indirgemeciliğin atomun kendi içine ilerlemesini sağladı. İlk başta akışkan
sanan elektrik daha sonradan elektron ismi verilen parçacıklardan oluştuğu
anlaşıldı. İlk defa J. J. Thomson tarafından 1897 yılında katot ışın tüpü
kullanarak vakumlu ortamda elektrik yüklerinin hareketi gözlemlendi. Vakum
elektrik akışkanına hareket için ortam sağlamadığından dolayı bu buluş sadece
negatif yüklü parçacığın vakumlu ortamda hareketi sayesinde açıklanabilir.
Elektronlar yıllardır elektriği akışkan olarak gören klasik elektrodinamikle
karşı karşıya geldi. Daha da önemlisi, elektrik yükü ve elektromanyetizma
arasındaki yakın ilişki Michiael Faraday ve James Clerk Maxwell tarafından
belgelenmiş oldu. Elektromanyetizmanın değişen bir elektrik veya manyetik alan
tarafından oluşturulan bir dalga olarak bilinmesinden beri elektrik ve yükün
atomik/parçacık tanımı yersizdi. Dahası, klasik elektrodinamik tamamlanmayan
tek klasik teori değildi.
Radyasyon niceleme.
Bir objenin sıcaklığından dolayı kaynaklanan elektro
manyetik bir enerji yayılımı olan kara-cisim ışıması klasik yargılar tarafından
tek başına açıklanamazdı. Tüm klasik termodinamik teorilerin temeli olan klasik
mekaniğin eşbölüşümü teoremi, bir nesnenin enerjisinin nesnenin titreşim
modları arasında eşit olarak paylaştırıldığını belirtir. Bu teori titreşim
modlarını oluşturan atomların hızları olarak tanımlarken ve hız
dağıtımının eşitlikçi olarak dağıtarak
deneysel sonuçlarla eşleşti ve işe
yaradı. Kinetik enerjinin ikinci dereceden bir denklem olmasından dolayı
hız ortalama hızdan daha büyüktür ancak yüksek enerjili atomların sayısı
düştüğünde aynı zamanda düşüşte o kadar çok olacaktır ve hız atomlar arasında
eşit olarak dağıtılacaktır. Yavaş hız modlarında görünürde hız dağıtımı eşit
olacaktır, yavaş hız modları daha az enerji istediğinden 0 hız modu hiç enerji
harcamayacaktır ver sonsuz sayıda atoma dağıtılabilir. Ancak bu durum atomlar
arasındaki etkileşimin yokluğunda meydana gelebilir; atomlar arası çarpışması
olduğunda yavaş hız modu devreye girecektir. Ayrıca denge durumu hızın sıcaklığa
oranıyla da sağlanabilir.
Ama bu durumu elektromanyetik yayılımda olaylar
termal nesnelerde olduğu gibi değildir. Termal nesnelerin ışık yayılımı yaptığı
uzun süredir bilinmektedir. Sıcak metaller kırmızı renkte parlar ve eğer daha
fazla ısı alırlarsa renkleri beyaza döner. Işığın bir elektromanyetik dalga
olarak bilinmesinden dolayı fizikçiler bu ışımayı klasik yasalarla açıklamaya
çalışmıştır. Bu durum kara-cisim problem olarak bilinmektedir. Eşitdağılım
teorisi termal objelerin titreşim modları için kullanıldığından beri bu durumun
eşit olarak ışıması varsaymak önemsiz olacaktır. Ancak bu çıkarım ışığın
titreşim modları için kullanıldığında çabucak bir sorun ortaya çıktı. Bu sorunu
basitleştirmek için olabilecek en uzun dalgaboyu termal nesenin oyukları olarak
tanımlandı. Herhangi bir dengedeki elektromanyetik mod yalnızda bu oyuklarının
duvarlarını boğum noktası olarak kullanarak var olabilirdi. Böylece dalga boyu
oyuğun(L) iki katından büyük bir dalga olamadı.
İlk birkaç mod uygulanabilir olduğundan dalga boyları 2L, L, 2L/3, L/2 vs. Dalga
boyunda kısalma limiti olamamasına rağmen 2L uzunluğunu asla geçememektedir
darken kısadalga boyları dağıtımda üstünlük sağladı ve oyuk neredeyse tamamıyla
kısa dalga boylarıyla dolmaya başladı. Eğer her mod eşit enerji dağılımı almış
olsaydı kısa dalgaboy modları bu enerjinin hepsini özümserdi. Rayleigh-Jeans
yasasından sonra uzun dalgayı boyu ışımalarının yoğunluğu doğru olarak
öngörülürken, sonsuz enerjinin sonsuz sayıdaki kısa dalgaboylarıyla mümkün
olacağı düşünüldü. Bu durum morötesi felaketi olarak bilinmektedir.
Çözüm 1900 yılında Max Planck'ın kara cismin
tarafından yapılan ışık yayılımının frekansı bu yayılımı yapan osilatörün
frekansına bağlı olduğu ve bu osilatörün
enerjisinin ışıkla düz orantılı olarak arttığı hipoteziyle bulunmuştur(E =hv).
Görülebilir osilatörlerin aynı mantıkla çalışıtığı düşünülerek bu hipotezin
yanlış olduğu çıkarılamaz; aynı genlik ve farklı frekanstaki beş farklı
harmonik osilatör kullanılarak en fazla frekansa sahip olanın en çok enerjiyede
sahip olan olduğu görülmüştür. Buna dayanarak yüksek frekanslı ışık eşit
frekanstaki osilatörden yayılmış olmalıdır ve buna dayanarak bu osilatör düşük
frekanslılara göre daha fazla enerjiye sahiptir, böylece Plank herhangi bir
felakti önlemiş oldu, böylece eşit dağılıma göre yüksek frekanslı osilatörler
daha düşük frekanslı osilatörlerin birleşimiyle oluşabilir. Maxwell-Boltzmann
dağılımında olduğu gibi yüksek enerjili
ve yüksek frekanslı osilatörlerin baskısı altında kalan düşük frekanslı ve
düşük enerjili osilatörlerinde frekansı ve enerjisi artar. Planck'ın kara-cisim
ile ilgili yargısındaki en devrimsel parça termal dengedeki osilatörlerle
elektromanyetik alanların doğasının aynı tam sayıya dayanıyor olması. Bu
osilatörler tüm enerjilerini elektromanyetik alana verir ve elektromanyetik
alan tarafından uyarıldığı kadar bir ışık kuantumu oluşturur ve bu ışık
kuantumunun özümseyerek aynı frekansta osilasyona başlar. Planck istemli olarak
kara-cismin atomik teorisini oluşturmasına rağmen oluşturduğu ışığın atomik
teorisi istemsizdi.
Fotoelektrik olay aydınlanması.
Planck'ın morötesi felaketini atom ve kuantize
elektromanyetik alan kullanılarak çözmesinden sonra çoğu fizikçi çabukça
Plank'ın ‘’ışık kuantumu’' teorisinin kaçınılmaz açıkları olduğunu fark etti.
Kara-cisim ışıması için daha tamamlayıcı bilgi kuantizasyonsuz
tamamen sürekli, tamamen dalgasal elektromanyetik alan kullanılarak
oluşturuldu. 1905 yılında Albert Einstein Planck'ın kara-cisim modelini
kullanarak o zamanın çözülemeyen sorularından biri olan, enerji alan atomların
elektron yaymasıyla oluşan fotoelektrik olaya çözüm buldu.
1902 yılında Philipp Lenard atomdan çıkan
elektronların enerjisinin ışın yoğunluğu yerine frekansına bağlı olduğunu
buldu. Böylece bir atoma düşük frekanslı az parlaklıkta bir ışık tutulmasıyla
yine aynı frekanstaki parlak bir ışığın tutalmasında kopan elektronun enerjisi
eşik olduğu görüldü. Daha yüksek enerjiye sahip elektronlar için daha yüksek
frekanslı ışık tutulmalıdır. Ne kadar fazla ışık olursa o kadar elektron
koparılmış olur. Kara-cisim ışımasında olduğu gibi ışıma ve madde arasındaki
enerji transferinin başlaması teoride şanstı. Ancak maddenin kuantum mekaniği
doğasına rağmen hâlâ ışığın klasilik tanımı kullanılarak açıklanabilir.
Planck'ın kuantum enerjisini kullanan ve verilen
frekansta elektromanyetik radyasyon isteyen, sadece kuantum hv sinin tam
katları kadar enerjiyi maddeye transfer edebilir. Bundan sonra fotoelektrik etki
daha kolay açıklanabilir. Düşük frekanstaki ışık yalnızca düşük enerjili
elektronları koparır çünkü her bir elektron fotonların emilimiyle uyarılır.
Düşük frekanslı ışığın yoğunluğunun arttırılması, enerjileri yerine yalnızca
uyarılan atomların sayısını arttırır çünkü her bir fotonun enerjisi yine aynı
kalır. Yalnızca ışığın frekansı arttırılarak ve böylece fotonların enerjisini yükselterek
daha yüksek enerjili elektron koparılabilir. Planck sabiti h I kullanarak
fotonların frekansına bağlı olarak enerjisi bulunabilir, ayrıca koparılan
atomun enerjisi de frekansa bağlı olarak lineer artış gösterir; doğrunun eğimi
ise Planck sabitini gösterir. Bu sonuçlar Robert Andrews Milikan'ın 1915'te
elektron yükünü Einstein'ın tahminlerinin deneysel sonuçlarını kullanarak
bulmasına kadar onaylanmadı. Koparılan elektronun enerjisinin Planck sabitini
göstermesine rağmen fotonların varlığı foton antigruplaşması efektinin
bulunmasına kadar kesinleşmemişti. Bu fenomen yalnızca fotonlarla
açıklanabilirdi. Einstein 1921 yılında Nobel Ödülünü aldığında özel ve genel
görelelik teorisi matematiksel olarak zor olmamasına rağmen tamamen devrimci ve
ışığın kuantizasyonundan bahsediyordu. Einstein'ın ışık kuantası 1925 yılına
kadar foton olarak isimlendirilmedi ancak 1905'te bile mükemmel bir şekilde
dalga-parçacık ikililiğini örnekler nitelikteydi. Elektro manyetik ışımı linear
dalga denklemleri sağlamaktadır ancak yalnızca soyuk elementler tarafından
yayılabilir ya da emilebilir böylece hem dalga hem de parçacık özelliği gösterir.
Kilometre taşlarındaki değişim.
Huygens ve Newton.
İlk kapsamlı ışık teorilerinden biri ışığın dalga
teorisini öne sürüp dalgaların nasıl düzgün bir hat üzerinde girişim yaptığını
gösteren Christiaan Huygens'ten gelmişti. Ancak bu teori Isaac Newton'un ışığın
parçacık teorisi ile birlikte geride bırakılmış oldu. Newton bu teorisinde
ışığın ufak parçacıklardan oluştuğunu öne sürerek yansıma olgusunu kolayca
açıklayabilmişti. Oldukça zor olsa da ayrıca ışığın lensten kırılmasını ve güneş
ışığından gökkuşağı oluşumunu da açıklamıştı. Newton'un parçacı görüşüne
yüzyıldan uzun süre kimse meydan okuyamadı.
Young, Fresnel ve Maxwell.
19.yüzyılın başlarında Young ve Fresnel'in çift
yarık deneyi Huygens'in dalga teorisi için kaynak sağlar nitelikteydi. Çift
yarık deneyinde sisteme gönderilen ışıktan su dalgalarındakine benzer gibi
karakteristik bir girişim kalıbı gözlendi ve dalga boyu bu kalıplar
kullanılarak ölçüldü. Dalga görüşü parçacık ve ışın görüşlerinin yerini hemen
alamamasına rağmen 19. yüzyılın ortalarına doğru polarizasyon olgusuyla birlikte
bilimsel düşüncelerde baskınlık kurmaya başladı.
19.yüzyılın sonlarına doğru James Clerk Maxwell,
Maxwell denklemlerine göre ışığın elektromanyetik dalga yayılması olduğunu
açıkladı. Bu denklemler 1887'de Heinrich Hertz'in denklemleri tarafından
doğrulandı ve dalga teorisi Kabul edilmeye başlandı.
Planck’ın kara-cisim ışıması formülü.
1901 yılında Max Planck parlayan bir cismin yaydığı
ışığın gözlemlenen spektrumlarını yeniden oluşturmayı başaran analizini
yayınladı. Bunu başarmak için Plank radyasyon yayılımı yapan osilatörün
kuantize enerjisini ad hoc matematiksel varsayımını kullanarak buldu. Einstein
daha sonradan elektromanyetik radyasyonun kendisinin kuantize olduğunu ve
yayılan atomların enerjisi olmadığını öne sürdü.
Einstein’in fotoelektrik olay açıklaması.
1905 yılında Albert Einstein dalga teorisinin eksik
yönlerine fotoelektrik efekt deneyiyle açıklık getirdi. Bunu fotonun varlığını
ve ışık enerjisinin kuantasının parçacık özelliklerini varsayarak yaptı.
Fotoelektrik olayda bir metal üzerine düşürülen parlayan bir ışığın devrede
elektrik akımı oluşturduğu gözlemlendi. Bunun sebebinin ışığın elektronları
sökerek devrede bir akım oluşturduğundan dolayı olduğu düşünüldü. Örnek olarak
potasyumu kullanırken loş mavi ışığın yeterli akımı oluşturmasına rağmen en
güçlü ve en parlak kırmızı ışığın akım oluşturmadığı gözlemlenmiştir. Işık ve
maddenin klasik teorisine bakılarak, bir ışık dalgasının gücü ve büyüklüğü
parlaklığıyla orantılıdır: parlak ışık kolaylıkla yeterli akımı oluşturmalıdır.
Ancak o bilinenin aksine öyle değildi.
Einstein bu karışıklığı elektronların yalnızca
elektromanyetik alanlarla enerji alabilceğini var sayarak giderdi: enerjinin
miktarı E is ışığın frekansı f ile bağlantılıdır.
h Planck sabiti(6.626 × 10−34 J saniye). Yalnızca
yeterince yüksek frekansa sahip fotonlar elektrik koparabilirler. Örnek
olarak mavi ışık fotonları elektron koparmak için yeterli enerjiye sahipken
kırmızı ışık fotonları bu enerjiye sahip değildir. Gereken frekans eşiğini
geçtikten sonra ışık şiddetinin arttırılması koparılan elektron sayısını
arttırır. Bu yasayı çürütmek için henüz üretilmemiş yüksek yoğunluklu lazerler
gerekli.yoğunluğa bağımlılık fenomeni bu sıralar detaylı bir şekilde
araştırılıyor.
De Broglie’nin dalgaboyu.
1924 yılında, Louis-Victor de Broglie de Broglie
hipotezini formülleştirerek sadece ışık değil diğer tüm maddelerin dalga
yapısında olduğunu ve bir dalgaboyuyla(λ ile gösterilir), momentum(p şeklinde gösterilir) sahip
olduğunu gösterdi.
Einstein'ın denkleminin yukarıdaki genellenmiş hali
fotonun momentumunu "p" = formula_3 ve dalgaboyunu (vakumlu ortamda) "λ" = formula_4, şeklinde vakumlu
ortamdaki ışık hızına c diyerek göstermiştir.
De Broglie' in
formülü elektronlar için üç yıl sonra elektron kırınımının iki bağımsız deneyde
gözlemlenmesiyle onaylanmış oldu. Aberdeen Üniversitesinden
George Paget Thomson ince metal film içerisinden elektron geçirerek öngörülen
girişim kalıplarını gözlemdi. Bell Laboratuvarında
Clinton Davisson ve Lester Germer ışınlarını kristal bir
düzenek bir düzenek boyunca ilerletti. De Broglie 1929 yılında tezinden dolayı
Nobel Fizik Ödülünü
kazanmıştır. Thomson ve Davisson ise
1937 yılında deneysel
çalışmaları sonucunda Nobel Fizik Ödülünü paylaşmışlardır.
Heisenberg’ün belirsizlik ilkesi.
Wener Heisenberg'in kuantum mekaniğini
formülleştirmek için varsaydığı belirsizlik prensibinde
formula_5
formula_6 standard sapmayı, yayılımı ya da belirsizliği;
x
ve p parçacığın konumunu ve lineer
momentumunu.
"formula_7" düşürülmüş Planck sabiti (Planck sabitinin 2formula_8' bölümü)
Heisenberg temel olarak konumun ve momentumun aynı anda
tutarlı olarak ölçülemeyeceğini savunarak de Broglie hipotezine bağlı
örneklerle bu durumu açıklamıştır.
De Broglie-Bohm teorisi.
De Broglie dalga-parçacık ikililiğini gözlemlemek için
pilot dalga inşa etmiştir. Böylece
her bir parçacık iyi
tanımlanmış bir konum ve momentuma sahip olmuştur, ancak Schrödinger'in
denkleminden yaptığı çıkarımla doğru sonuca ulaşmıştır.
Pilot dalga teorisi
ilk başlarda birden çok
parçacık içeren sistemlere uygulandığında yersiz sonuçlar ortaya çıkardığından
dolayı reddedilmişti. Yersizlik kısa süre sonra kuantum teorisinin
integrali kullanılarak giderildi ve Dovid Bohm,
de Broglie
modelini genişleterek dahil etti. De Broglie-Bohm teorisi ya da Bohmian
mekaniği, dalga-parçacık ikililiğini maddenin özelliği
olarak değil, parçacığın hareketinden dolayı kuantum potansiyelinden
kaynaklandığını göstermiştir.
Büyük nesnelerdeki dalga davranışı.
Foton
ve elektronların dalga-parçacık özelliği göstermesi üzerine aynı deneyler
nötron ve protonlar üzerinde de uygulandı.
Bu deneyler arasında en ünlüleri
1929'da yapılan Estermann ve
Otto Stern dir. Birbirine benzer bu iki atom ve molekül kullanılarak
yapılan deneylerin yazarları bu büyük parçacıklarında dalga özelliği
gösterdiğini tanımlamıştır.
Yer
çekiminin dalga-parçacık ikililiği üzerindeki etkisinde karar kılmak için nötron
girişim sayacı kullanılarak bir dizi deneyler yapılmıştır.
Atom çekirdeğinin
parçalarından biri olan nötron, çekirdeğin kütlesinin
büyük kısmını oluşturduğundan dolayı sıradan madde olarak kullanılmıştır. Nötron girişimölçerde, yerçekimi kuvvetinden
etkilenen kuantum mekaniksel dalgalar gibi hareket ederler. Sonuçlar yerçekiminin her
şey üzerinde etki ettiği bilindiğinden dolayı şaşırtıcı değildi, Yerçekimsel alandaki
büyük çaptaki kuantum mekaniksel ferminyon dalgalarının kendi aralarındaki
girişimi daha önceden deneysel olarak onaylanmamıştı.
1999 yılında C60 fullreneleri
Vienna Üniversitesinde bulunan
araştırmacılar tarafından raporlandı. Oldukça büyük ve ağır
bir nesne olan fullreneler yaklaşık 720 u atomik kütlesine
sahiptir. 2.5pm olan De Broglie dalga boyu
1 nm olan molekülün yarı
çapından yaklaşık kat 400 küçüktür.
Modern kuantum mekaniğindeki işleyişi.
Dalga-parçacık
ikililiği kuantum mekaniğinin yapı taşlarından birini oluşturur. Teorinin
formülleştirilmesinde, parçacık hakkındaki tüm bilgi dalga
fonksiyonunda şifrelenmiştir, karmaşık değerli bir
fonksiyonun değeri yaklaşık olarak uzaydaki
her bir noktadaki
dalgaların büyüklüğü kadardır. Bu fonksiyon diferansiyel
denklemler sayesinde ortaya çıkar. Kütlesi olan parçacıklar için bu çözüm dalga
denklemi kullanılarak yapılabilir. Böyle dalgaların
yayılımı dalga fenomenindeki girişim ve kırınımlarla olur. Foton gibi kütlesiz
parçacıkların Schrödinger denkleminde çözümü yoktur.
Parçacık
davranışı kuantum mekaniğindeki ölçümlemelerde en çok karşımıza çıkar. Parçacığın konumunu
ölçerken belirsizlik ilkesinden dolayı parçacığın daha kesin bir konumu
olmasına zorlar. Kütleli parçalar için parçacığın yerini belirli
bir noktada saptamak için dalga fonksiyonunun o noktadaki büyüklüğünün
karesinin alınması yeterlidir.
Günümüzdeki
gelişmeler sayesinde kuantum alan teorisindeki belirsizlikler ortadan kalkmış
oldu. Alan dalga fonksiyonlarının dalga denklemleriyle çözülmesine olanak
sağlamıştır. Parçacık terimi
Lorentz grubunun parçalanamaz oluşunu
tanımlamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8198",
"len_data": 21953,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.2
}
|
Muhyiddin İbnü'l-Arabî (; 28 Temmuz 1165 - 10 Kasım 1240) ya da tam adıyla Muhyiddîn Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî el-Hâtimî et-Tâî (), ünlü İslam düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair. "Şeyhü'l Ekber" unvanı ile de bilinir.
Hayatı.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî, Muvahhidler döneminde, 28 Temmuz 1165'te Mursiye (Murcia), Endülüs'te doğdu. Bilinmeyen bir sebeple sekiz yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye'ye taşındı. Ailesi, Arap Tayy kabilesine mensuptu ve akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler bulunuyordu.
İsminin sonunda yer alan el-Hâtimî et-Tâî, onun cömertliği ve hayırseverliğiyle ün kazanmış olan Taî kabilesine mensup Adî b. Hâtim et-Taî'nin kardeşi Abdullah b. Hâtîm et-Taî'nin soyundan geldiğini göstermektedir. Bu kabilenin Arap olması sebebiyle İbn Arabî ve ataları "Arabî" (Arab) diye tanınmıştır.
Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra çıktığı seyahatte Şam, Bağdat ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüşmeler yaptı. Babası, kendisindeki değişikliği fark ederek, onunla görüşmek isteyen filozof İbn Rüşd'e bahsetmişti.
İbn Rüşd, gerçek bilginin akıl yoluyla elde edildiğini savunurken, İbnü'l-Arabî ise gerçek bilginin yalnızca akıldan doğmadığını, daha çok tasavvuf yoluyla elde edilebileceğini savunuyordu. Daha sonra Sufizmi benimsedi ve hayatını manevî yola adadı.
İbnü'l-Arabî, kendisine "Manevî annenim ve dünyevî annenin ışığıyım" diyen, 95 yaşından büyük Kordovalı Fatma adında bir kadına hizmet etti. Takvası ve tevekkülü ile bilinen bu kadın, onun üzerinde büyük bir etki bırakmıştır.
Seyahatleri.
İbnü'l-Arabî, ilk defa 36 yaşında İspanya'dan ayrıldı ve 1193'te Tunus'a geldi. Tunus'ta bir yıl geçirdikten sonra 1194'te Endülüs'e döndü. Babası, onun Sevilla'ya gelmesinden kısa bir süre sonra öldü. Annesi de birkaç ay sonra öldüğünde, İspanya'yı ikinci kez terk etti ve iki kız kardeşiyle 1195'te Fas'ın Fez kentine gitti.
1198'de İspanya'nın Córdoba şehrine döndü ve son kez 1200'de, Cebelitarık'tan geçerek İspanya'yı tamamen terk etti. Mağrip'te bazı yerleri ziyaret ettikten sonra 1201'de Tunus'tan ayrıldı ve 1202'de hac yaptı. Üç yıl Mekke'de yaşadı ve burada "el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye" () adlı eserini yazmaya başladı.
Mekke'de vakit geçirdikten sonra Suriye, Filistin, Irak ve Anadolu'ya seyahat etti.
1204 yılında İbnü'l-Arabî, Selçuklu döneminde büyük tanınmış şeyhlerinden Mecdüddin İshak ile buluştu. Bu kez kuzeye yöneldiler; önce Medine'yi ziyaret ettiler ve 1205'te Bağdat'a gittiler. Bu ziyaret, ona Şeyh Abdülkâdir Geylânî'nin doğrudan öğrencileriyle tanışma fırsatı sundu.
İbnü'l-Arabî, âlim Ali bin Abdullah bin Câmî'yi görmek için Musul'u ziyaret etmek istediği için Bağdat'ta sadece 12 gün kaldı. Orada Ramazan ayını geçirdi ve "et-Tenezzülâtü'l-Mevṣıliyye" ile "el-Celâl ve'l-Cemâl" adlı eserlerini yazdı.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve Ekberî Öğretisi.
Varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte, kendisinden sonra vahdet-i vücud görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber'e atıfla "Ekberî" sıfatı kullanılmıştır. Her ne kadar varlığın bir olduğunu kabul etmiş olsalar da, Ekberî sufiler bazı görüşlerinde farklılıklar sergilemişlerdir.
Mesela, Abdülkerim el-Cili ve Sadreddin Konevî, her ikisi de Ekberî olmakla birlikte, özgün görüşlere sahip olup başlı başına bir sufi metafiziği ve felsefesine sahip olan düşünürlerdir.
İbnü'l-Arabi'ye yönelik eleştiriler.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye, öğretisini benimseyenler tarafından Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar tarafından ise Şeyh-i Ekfer (en kâfir şeyh) gibi birbirine tamamen zıt lakaplar verilmiştir. Bu durum, İbnü'l-Arabî'nin İslâm tarihinde üzerine en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri olduğunun göstergesidir.
İbnü'l-Arabî'ye ait birçok görüş tartışılagelmiş, fakat üzerinde en çok durulan konu şüphesiz vahdet-i vücud düşüncesidir.
İbnü'l-Arabî, vahdet-i vücud (varlığın birliği) anlayışı dolayısıyla panteizmi savunduğu, yani varlığın Tanrı olduğunu söylediği iddiasıyla hem bazı fakihlerden hem de bazı sûfîlerden ılımlı ve sert eleştiriler almıştır.
Ancak Fusûsu'l-Hikem şârihlerinden Ahmed Avni Konuk, panteizmin vahdet-i vücud kavramından farklı olduğunu belirtir ve bu farkı 11 madde ile açıklar. Bu maddelerden ikisi şöyledir:
İbnü'l-Arabî'nin en sert eleştirmenlerinden biri, Hanbelî mezhebi geleneğinden gelen İbn Teymiyye'dir. İbn Teymiyye'ye göre vahdet-i vücud küfürdür, dolayısıyla onu savunanlar da kâfirdir.
Bazı tasavvuf ehilleri, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin ulaştığı idrak ve ilâhî anlayış seviyesinin, peygamberler hariç, insanlığın gelebileceği en yüksek seviye olduğunu savunmaktadır. Tasavvuf çevrelerindeki genel kanaat, onun gelmiş geçmiş en büyük birkaç şeyhten biri olduğu yönündedir; bu da "Şeyh-ül-Ekber" yakıştırması ile paraleldir.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin öğretisinin ve anlayışının ancak onun seviyesinde olanlar tarafından anlaşılabileceği, yani cüz'î iradenin tamamen devre dışı bırakılması ile mümkün olabileceği ifade edilmiştir. Aksi hâlde, cüz'î iradeden tamamen kopamayan ve ilâhî iradeyle bütünleşemeyen bir kişinin, İbnü'l-Arabî'nin bu yöndeki söylemlerini dillendirmesinin bir manada yalan beyan olacağı belirtilmiştir.
Eserleri.
Nefahat'a göre, Bağdat ulemasından birisi Muhyiddin İbnü'l-Arabî üzerine bir kitap telif etmiş ve bu kitapta onun eserlerinin 500'den fazla olduğunu belirtmiştir. İbnü'l-Arabî'nin eserlerinin sayısının kendisine de malum olmadığı söylenir. Hayatında, dostlarının isteği üzerine birkaç defa bunların fihristini çıkarmak istemiştir. Bu fihristler birbirinden ayrı üç yazma hâlinde günümüze ulaşmıştır.
Bugüne gelenlerin bazıları:
Popüler kültürde yeri.
2014-2019 yılları arasında [[TRT 1]]'de yayınlanan [[Diriliş Ertuğrul]] dizisinde İbnü'l-Arabî karakterini [[Osman Soykut]] canlandırmıştır.
Dış bağlantılar ve diğer İnternet sayfaları.
[[Kategori:İkiliksizlik]]
[[Kategori:Vahdet-i Vücud]]
[[Kategori:Mutasavvıflar]]
[[Kategori:Endülüslü bilim insanları]]
[[Kategori:Ekberi sufiler/filozoflar]]
[[Kategori:Kahinler]]
[[Kategori:1165 doğumlular]]
[[Kategori:1240'ta ölenler]]
[[Kategori:12. yüzyılda Araplar]]
[[Kategori:Osmanlı müderrisleri]]
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8200",
"len_data": 6175,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Servet-i Fünûn edebiyatı veya topluluğun kendini anarken kullandığı adıyla Edebiyat-ı Cedîde, II. Abdülhamid döneminde, "Servet-i Fünûn" adlı derginin çevresinde toplanan sanatçıların Batı etkisinde geliştirdikleri bir edebiyat hareketidir.
Servet-i Fünûn, Türk edebiyatında 1860'tan beri devam eden Doğu-Batı mücadelesinin kesin sonucunu –Batı edebiyatının lehine olarak– tayin eden sonuncu safhasıdır. Pek yoğun ve pek dinamik çalışmalarla geçen bu sıcak safhanın sonunda Türk edebiyatı, gerek zihniyet, gerek temalar ve gerekse teknik bakımlardan tamamıyla Avrupaî bir mahiyet kazanabilmiştir.
1895 sonlarında "Malumat" dergisinin başyazarı Mehmet Tahir Efendi ile Recaizade Mahmud Ekrem arasında kafiye konusunda çıkan bir tartışma, "Malumat" gazetesinin Recaizade'ye ait öyküsünü izinsiz yayımlamasıyla büyür. Recaizade, büyüyen bu tartışmalar karşısında öğrencisi Ahmet İhsan'ın çıkardığı "Servet-i Fünûn" dergisini araç olarak kullanmaya karar verip Tevfik Fikret'i söz konusu derginin yazı işleri müdürlüğüne getirir. Bu atamayla beraber "Servet-i Fünûn" dergisi bir edebiyat dergisi kimliğine bürünür ve aktif olduğu 5 yıl içerisinde Türk edebiyatı, zamanın başat akımları olan sembolizm ve parnasizm etkisinde yeni bir üsluba bürünür.
Dergi, 16 Ekim 1901 yılında Hüseyin Cahit Yalçın'ın Fransızcadan çevirdiği "Edebiyat ve Hukuk" başlıklı, Fransa'nın 1789 rejimini değerlendiren makalesi, dönemin sansür heyeti tarafından sakıncalı bulundu dergiye 6 haftalık zorunlu tatil verildi. Kapatılma, Servet-i Fünûn şairleri arasında halihazırda mevcut olan gerginliği tırmandırdı ve edebi çevre tamamen dergiden uzaklaştı.
Dergi, ceza bitiminde Ahmet İhsan'ın imtiyazı altında tekrar çıkmaya başlasa da edebi kimliğini tamamen yitirmiş ve bir bilim dergisi halini almıştır.
Servet-i Fünûn edebiyatının doğuşu.
Abes-Muktebes Tartışması.
Divan edebiyatında kafiye; iki mısrada bir, Arap elifbâsındaki harflerin tekrarıyla oluşturulur. Şiirin anlamı ve beyitlerin bütünlüğü bu kafiye sayesinde bütünleşir. Türk edebiyatında bu kural; Türkçe fonetiğine uygun biçimde düzenlenmemiş ve Türkçede aynı sesi karşılayan farklı harfler yerine Arap alfabesindeki aynı harflerin tekrarı esas alınmıştır. Ancak bu durum Tanzimat edebiyatının getirdiği şekilde ve içerikte yenileşme çabası içinde ufak adımlarla çözülmeye çalışılmıştır.
Şâ'ir Evlenmesi adlı tek perdelik piyesiyle meşhûr Şinâsî; Alphonse de Lamartine'in "Meditations" şiirinden dört kıtayı çevirirken yeni kafiye şekilleri arar. Bir sonraki adımda da Ethem Pertev Paşa'nın Sefiller yazarı Victor Hugo'dan tercüme ettiği "Tıfl-ı Naim" isimli şiirinin eski edebiyat ile ilgisi yoktur. Kafiyedeki yenilenme çabaları içerisinde Abdülhak Hamit Tarhan'ın Duhter-i Hindû piyesiyle yeni nazım şekilleri gelir. Bu hareketler, bize şiirde şekil değişikliğine yönelişi gösterir. Bu değişim çabalarının içerisinde Hasan Asaf isimli bir genç, 1895 tarihinde Ma'lûmât Gazetesi'nde "Bürhân-ı Kudret" isminde bir şiir yayımlar.
Bürhan-ı Kudret şiirindeki "Zerre-i nûrundan iken muktebes / Mihr ü mehe bakmak abes" beytindeki kafiye unsuru olan s; muktebes (مقتبس) sözcüğünde sin harfi ile abes (عبث) sözcüğünde ise peltek s harfi ile yazılmıştı. Bu basit olay, devam etmekte olan eski-yeni tartışmasını daha sistemli bir zemine oturmasına yardımcı olur ve yenilikçi grup Recaizade Mahmud Ekrem'in çağrısıyla Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanır. Böyle bir toplaşma, güçlerini birleştiren yenilikçi kanada, herkesin dikkate alacağı bir vizyon sağlar ve bu bağlamda Servet-i Fünûn dönemi başlamış olur.
Servet-i Fünûn edebiyatının dağılışı.
Ali Ekrem Bolayır, Servet-i Fünûn şiirinin kusurlarından bahseden "Şiirimiz" başlıklı yazısını dergiye gönderir. Tevfik Fikret yazıyı, bazı değişiklikler yaptıktan sonra yayımlar. Yazı tepkiyle karşılanır ve Ali Ekrem Bolayır da yazısının kısaltılmasından duyduğu rahatsızlıkla dergiden ayrılır. Halihazırda 1897'de Ali Ekrem'in Servet-i Fünûn'da yayımlanan Vasiyyet şiiri çok beğenilmiş ve Tevfik Fikret ile aralarında bir çekişme başlamıştı. Şiirimiz makalesi ile bu gerginlik büyüdü ve Ali Ekrem'in dergiden ayrılışını Ahmet Reşit Rey, Samipaşazade Sezai ve Menemenlizade Tahir Bey izledi. Tevfik Fikret de kısa bir süre sonra Ahmet İhsan Tokgöz ile aralarında çıkan bir tartışma sebebiyle dergiden ayrıldı ve yerine Hüseyin Cahit Yalçın geçti. Hüseyin Cahit Yalçın, 16 Ekim 1901 tarihli derginin 553. sayısında Fransızcadan çevirdiği "Edebiyyat ve Hukuk" makalesini yayımladı. Makale, II. Abdülhamid tarafından sakıncalı bulundu ve dergi altı haftalık kapatma cezası aldı. 5 Aralık 1901'de tekrar yayın hayatına başlamış olsa da dergi, ilk hali olan fen dergisi kimliğine dönmüş, bünyesindeki tüm edebiyatçılar dağılmıştı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8207",
"len_data": 4709,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.82
}
|
Mehmet Murat Kadri Belge (d. 16 Mart 1943, Ankara), Türk akademisyen, yazar, çevirmen, edebiyat eleştirmeni ve insan hakları savunucusu.
İletişim Yayınları'nın kurucusudur. Joyce, Dickens, Lawrence, Berger ve Faulkner gibi romancıların eserlerini ve Marx'ın yazılarını çevirmiştir. Sosyalizm, sol hareketler, militarizm, sivil toplum, demokrasi, edebiyat, tarih, popüler kültür ve kent kültürü üzerine çok sayıda çalışması yayımlanmıştır.
Hayatı.
1943 yılında Ankara'da doğdu. Babası gazeteci ve siyasetçi Burhan Asaf Belge'dir. Annesi bankacı Zeynep Cavide Hanım'dır. 1954 yılında Moda İlkokulu'ndan mezun oldu. İngiliz Erkek Lisesi'nde yatılı öğrenim gördü. AFS bursu ile Amerika'nın Massachusetts eyaletinde değişim öğrencisi olarak bulundu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1966 yılında lisans, 1969 yılında doktora derecesi aldı. Doktorası İngilizce edebiyatın sol eleştirisi üzerinedir. Genç yaşlarda yaptığı William Faulkner ve James Joyce çevirilerinin yanı sıra 1964'ten itibaren Yeni Dergi, Papirüs gibi dergilerde çıkan eleştirel yorum yazılarıyla tanındı. Namık Kemal, Behçet Necatigil gibi yazarlar üstüne incelemeler yaptı. 1969'da İngiltere'deki Sussex Üniversitesi'nde araştırmacı olarak bulundu.
Türkiye'ye döndükten sonra İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu ile birlikte "Halkın Dostları" dergisini kurarak yayın yönetmeni oldu (1969-1971). Sosyalist teoriye ve siyasete ilişkin yazılar yazdı. 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan darbe döneminde düşünce mahkûmu olarak iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974 af yasası ile üniversiteye döndü. Bu dönemde Veli Küçük'ün Ziverbey Köşkü'nde kendisine işkence yaptığını söylemiştir.
Berna Moran, Mina Urgan ve ile aynı üniversite ortamında görev yaptı. 1975'te Birikim dergisini kurdu. Marksist düşünürlerin eserlerini tanıtan yazıları ve günlük siyasi olaylar üzerine makaleleri bu dergide yayımladı. Aynı adı taşıyan yayınevinde Marksist kuram konusundaki araştırma kitaplarının yayın yönetmenliğini yaptı. 1980'de "Marksist Estetik:Christopher Caudwell Üzerine Bir İnceleme" adlı çalışmasıyla doçent oldu. 1981'de Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) yasasının çıkmasından sonra üniversiteden ayrıldı.
1980 sonrasında deneme türünde yazılarını Milliyet, Demokrat, Cumhuriyet gazetelerinde ve Milliyet Sanat dergisinde yayımladı. 1983'te İletişim Yayınları'nı kurdu. Bu yayınevinin 1986-1989 yılları arası onbeş günde bir çıkardığı siyasal yorum ve düşünce dergisi olan 'in genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Burada "Sadık Özben" mahlasıyla düzenli olarak mizah yazıları yazdı.
Ana Britannica Ansiklopedisi'nin editör kurulunda görev yaptı. İstanbul'un tarihi bölgelerine ve Boğaziçi'ne kültür turları düzenledi. Mutfak kültürü, gezi, popüler tarih üzerine kitaplar yazdı.
Helsinki Yurttaşlar Derneği Türkiye şubesinin kurulduğu 1991'den beri başkanlığını yapmaktadır. Uluslararası Helsinki Yurttaşlar Meclisi'ne eş başkanlık yaptı.
1995'ten bu yana İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. 1997'de profesör oldu. Aynı üniversitede 2003 yılından itibaren STK Eğitim ve Araştırma Birimi'nin eğitim ve sertifika programlarında Sivil Toplum üzerine seminerler vermektedir. Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi'nin yönetim kurulu üyesidir.
Kurulduğu günden itibaren "Radikal" gazetesinde köşe yazıları yayımlandı. 24 Mayıs 2008'de bu gazeteden ayrılarak "Taraf" gazetesinde yazmaya başladı. Açık Radyo'da ve NTV'de yayımlanan "Gerçek Orada Bir Yerde" programlarına katıldı. T24'te ve Birikim dergisinde düzenli olarak yazılar yazmaktadır.
İlk evliliğini çevirmen Taciser Ulaş ile yaptı. 2006 yılında sinema sanatçısı Hale Soygazi ile evlendi.
2018 yılında Oxford Üniversitesi'nde ders vermeye başladı.
Marksist estetikten militarizme, edebiyattan yemek kültürüne, Osmanlı ve İstanbul tarihine dek birçok farklı alanda kitabı ve çok sayıda makalesi yayımlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8209",
"len_data": 3906,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Titian ya da tam adıyla Tiziano Vecellio (1488/1490, Pieve di Cadore - 27 Ağustos 1576, Venedik), İtalyan ressam.
Genç yaşta önce Sebastiano Zuccato isimli bir ressam ve mozaikçinin, daha sonra da Gentile ve Giovanni Bellini kardeşlerin atölyesine girdi. ilk yapıtlarından olan Aziz Petrus'a takdim edilen Jacopo Pesaro'da Gentile'nin etkisi görülür. Burada uzun süre etkisinde kalacağı Giorgione ile tanıştı. Beraber 1508'de Alman ticaretinin Venedik'teki merkezi olan Fondaco dei Tedeschi'nin cephesini süslediler. Ancak nemli hava yüzünden bu yapıtlar yok olmuştur. Kısa sürede dengeli kutleler, yaygın ritimler ve yeni bir figür anlayışı getirerek kişiliğini buldu. 1510'da dostu Giorgione ölünce Tiziano Padova'ya gitti. Orada Scuola del Santo (1511) ile Scuola del Carmine fresklerini yaptı.
1513'te Venedik'e döndü. Palazzo Ducale'nin büyük toplantı salonu için kompozisyonu yaptı. 1516'da ustası Giovanni Bellini ölünce Venedik Cumhuriyeti'nin başressamı unvanını aldı. Ayrıca kendisi 10. Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın portresini çizmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8210",
"len_data": 1061,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.59
}
|
Tallinn, Estonya'nın başkenti ve ana liman kentidir. Estonya'nın kuzeyinde, Baltık Denizi'nin Finlandiya Koyu kıyısında, Finlandiya'nın başkenti Helsinki'nin 80 kilometre güneyinde yer alan Tallinn'in nüfusu 2022 itibarı ile 437.811'dir. Tallinn, aynı zamanda Estonya'nın temel finans, sanayi ve kültür merkezidir. Helsinki dışında yakın olduğu önemli şehirler, 300 kilometre güneyindeki Letonya başkenti Riga, 320 kilometre doğusundaki Rus şehri Sankt-Petersburg ve 380 kilometre batısındaki İsveç başkenti Stockholm'dur. 2023 yılının Yeşil Avrupa Başkenti seçilen Tallinn, ülkenin tek teknik üniversitesi olan Tallinn Teknoloji Üniversitesi'ne ev sahipliği yapmaktadır. Sosyal bilimler üzerine eğitim veren Tallinn Üniversitesi de bu şehirde yer almaktadır.
Tallinn, Avrupa Birliği içinde kişi başına en fazla şirket kurulan ve Skype, Wise, Bolt gibi birçok uluslararası firmanın temellerinin atıldığı şehirdir. Şehir, Avrupa Birliği'nin IT Genel Merkezi ve NATO'nun Siber Savunma Geliştirme Merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Tallinn, dünyanın en iyi 10 dijital şehri arasında gösterilmektedir.
İsmin kökeni.
Kentin tarihteki diğer isimleri Kolõvan, Lindanise, Lindanisa (Lindanäs) ve "Reval" türevleridir (Revalya, Revel, Revelin). Tallinn kelimesinin tam olarak nereden geldiği bilinmese de kelime kökeni olarak "Taani-linn" (Danimarkalılar'ın Kenti) veya "talu linn" (çiftçi kenti) olduğu muhtemeldir. Tallinn ismi, 1918 yılında Estonya bağımsızlığını kazandıktan sonra resmi olarak kabul edilmiştir. 1918 öncesi ise kentin adı Reval'di. Şehir, Turku ile birlikte 2011 Avrupa Kültür Başkenti seçilmiştir.
Tarihçe.
Tallinn'in tarihi yerleri üç bölüme ayrılır:
Tallinn'in tarihi sayısız işgaller ve saldırılarla doludur. En son II. Dünya Savaşı sırasında ağır bombardıman altında kalan kentin tarihi bölümü ayakta durmayı başarmıştır. Nazi Almanyası döneminde Stalag 381 burada inşa edilmiştir. Tallinn 1997'de Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından Dünya Mirası listesine eklenmiştir.
15. yüzyılda inşa edilen 159 metre yüksekliğindeki gotik mimarisiyle Aziz Olaf Kilisesi, Avrupa'daki uzun yapıydı. Yangınlar yüzünden, kilisenin tekrar restore edilmiş olmasına karşın, yapının bugünkü boyu 123 metreye inmiştir.
Eğitim.
Tallinn'deki üniversitesiter:
Spor.
1980 Olimpiyatları yelkenli kayık yarışmaları Tallinn'de yapıldı. Kent merkezinde birçok bina, olimpik otel, postane ve yelkencilik merkezi olimpiyatlar zamanında yapıldı.
Nüfus.
Tallinn nüfusu 2024 yılı sayımına göre 1.366.491'dir.
Nüfus değişimi
Ulaşım.
Kara Ulaşımı.
Tallinn garından Tartu, Pärnu, Narva, Riga, Moskova ve St. Petersburg'a tren hatları mevcuttur. Ayrıca otobüs ile ülkedeki diğer kentlere de ulaşım mümkündür. Tallinn, Baltica Otobanı ile Polonya'ya bağlanmıştır.
Deniz ulaşımı.
Tallinn'den yapılan başlıca feribot seferleri:
Coğrafya.
Tallinn Estonya'nın Harjumaa bölgesinde yer alır.
Tallinn'in en büyük gölü Ülemiste'dir. Bu göl aynı zamanda kentin içme suyu ihtiyacını karşılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8214",
"len_data": 2996,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.44
}
|
Sevgi Soysal (30 Eylül 1936, Bakırköy, İstanbul - 22 Kasım 1976, İstanbul) Türk yazardır.
Yaşamı.
1936 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Selanik göçmeni bir aileden gelen Ali Mithat Yenen, annesi Alman bir hanım olan Anneliesse Rup'tur (evlendikten sonra Aliye adını aldı). Sevgi Soysal, ailenin altı çocuğundan üçüncüsü idi. Ağabeyi Kaya Yenen, ablası Gönül Öney ve kardeşleri Duygu Aykal, İzzet Yenen ve Mine Kazmaoğlu'dur. 1935'te babası Stuttgart Teknik Üniversitesi Mimarî ve Şehircilik Bölümü'nden mezun olduktan sonra ailesi Türkiye'ye yerleşmişti. Çocukluğu Ankara'da Selanik Caddesi ile Yenişehir semtinde geçti. İki yaşından itibaren yaşamaya başladığı Ankara ve annesinin Alman kimliği onun yazarlık serüveni üzerinde çok büyük etkiler bıraktı.
Liseyi Ankara Kız Lisesinde okudu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF) Arkeoloji bölümünde okumaya başladı ve DTCF'den mezun olmadan önce burada tanıştığı Özdemir Nutku ile evlendi. Soysal'ın Özdemir Nutku ile evliliğinden Korkut isimli bir oğlu oldu.
İkinci evliliğini Başar Sabuncu ile; üçüncü ve son evliliğini Anayasa profesörü Mümtaz Soysal ile yaptı. Mümtaz Soysal ile evliliğinden Defne ve Funda isimlerinde iki kızı oldu.
1975 yılında meme kanseri tanısı kondu. 22 Kasım 1976'da öldü.
Kendisinin Ankara'daki evi, yine kendi eserlerinden biri olan Tante Rosa adıyla bir kafeye dönüştürülerek misafirlerini ağırlamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8215",
"len_data": 1425,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.42
}
|
Radyoaktivite, radyoaktiflik, ışınetkinlik veya nükleer bozunma; atom çekirdeğinin, daha küçük çekirdekler veya elektromanyetik ışımalar yayarak kendiliğinden parçalanmasıdır. Çekirdek tepkimesi sırasında veya çekirdeğin bozunması ile ortaya çıkar. En yaygın ışımalar alfa(α), beta(β) ve gamma(γ) ışımalarıdır. Bir maddenin radyoaktivitesi bekerel veya curie ile ölçülür.
"Radyoaktivite" kelimesi Fransızcadan Türkçeye girmiştir. Çevremizde her zaman için bir miktar radyasyon bulunur, fakat radyasyonun fazlası insan sağlığını tehdit ettiği gibi, daha ileri safhalarda ölüme yol açabilir. Doğal radyasyon uranyum gibi bazı kimyasal elementler ile uzay boşluğundaki yıldızlar ve bazı nesneler tarafından üretilir. Bazı nesneler bir saniyeden çok daha az süreyle radyoaktif kalabilirler, bazıları ise binlerce yıl radyoaktif özelliğini koruyabilir.
Radyasyon özel makineler sayesinde de üretilebilir, bu makinelere Siklotron (ivme makinesi), doğrusal hızlandırıcı veya parçacık hızlandırıcı adı verilir. Bazı bilim insanları bu makineleri üzerinde çalışabilecekleri radyasyonu üretebilmek için kullanırlar. Röntgen cihazları az miktarda üretilen (X ışınları) sayesinde insan vücudunun iç kısımlarının görüntülenmesini sağlar.
Nükleer silahlar (atom bombaları), yapıları tahrip etmek ve insanları öldürmek amacıyla çok hızlı bir şekilde çok yüksek miktarda radyasyon ortaya çıkarırlar. Bu konuda en büyük ve insanlığın hafızasına kazınmış en acı deneyim, Amerikan ordusunun II. Dünya Savaşı'nın sonunda (1945) Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı bombalardır. Öte yandan nükleer silahlar, II. Dünya Savaşı'ndan seksenli yılların sonuna kadar Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere, kapitalist ve sosyalist bloklar arasında meydana gelen Soğuk Savaş'ın temelini oluşturmuştur. Uzun yıllar boyunca devam eden karşılıklı nükleer tehditler, insanlık için korkutucu bir deneyim meydana getirmiştir.
Nükleer reaktörler elektrik üretmek için kullanılmaktadırlar. Bunlar da çok miktarda radyasyon meydana çıkarırlar, bu nedenle radyasyonun reaktörden dışarı sızmasını önleyecek şekilde dikkatlice inşa edilirler. Fakat birçok insan, reaktörlerde bir sorun oluşması durumunda radyasyonun çevreye yayılabileceğinden ve insanlara ve diğer canlılara zarar verebileceğinden endişe duymaktadır. 26 Nisan 1986'da Ukrayna'nın Çernobil şehrinde meydana gelen ve kanserojen etkileri Sovyetler Birliği, Avrupa ülkeleri ve Türkiye'yi de içine alan geniş bir alanda bugün dahi hissedilen büyük felaket, bu korkunun başlıca temelidir. Öte yandan, nükleer reaktörlerin parçaları ve atıkları büyük sorun oluşturmaktadır. Kimi parçalar, yüzlerce, hatta binlerce yıl boyunca radyoaktif kalabilmekte ve çevreye zarar verebilmektedir. Bu nedenle, bunların güvenli bir şekilde nasıl saklanması gerektiğine ilişkin tartışmalar, günümüzde bile canlılığından bir şey kaybetmiş değildir.
Tarih.
Bu olayı ilk kez 1 Mart 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel uranyum üzerinde ortaya çıkarmıştır ve Becquerel ışınları adını vermiştir. 1898 yılında Marie Curie ve Pierre Curie radyoaktivite ismini vermiştir.
Özellikleri.
Doğada kendiliğinden radyoaktif olan bazı elementler vardır, bunlar dört grupta ele alınır:
Radyoaktifliğin tipleri.
Bu serilerde radyoaktifliğin çeşitli tipleri ile karşılaşılır:
1 nötron; 1 protona dönüşürken 1 elektron ve 1 antielektron nötrinosu fırlatır. Buna Beta ışıması denir.Proton sayısı 1 artar. Nötron sayısı 1 azalır. Kütle numarası değişmez.
1 proton; 1 nötrona dönüşürken 1 pozitron ve 1 elektron nütrionusu fırlatır. Buna Pozitron ışıması denir. Proton sayısı 1 azalırken, nötron sayısı 1 artar. Kütle numarası değişmez.
Radyoaktif dönüşümler az veya çok hızlı olurlar. Göz önüne alınan element çekirdeğin yarısının parçalanması için gerekli süreye yarılanma süresi denir. Çekirdeğin yapısı, en önemli unsurdur. Bir saniyenin milyarda birinin binde biri (10-12) kadar süren periyotlar olduğu gibi 1017 yıla ulaşan periyotlar olduğu bilinmektedir. Nükleer tepkimelerde, doğada bulunmayan radyoaktif çekirdekler elde edilebilir. Bu olaya suni radyoaktiflik denir.
Yapay Çekirdek Reaksiyonları.
Çekirdeği kararsız, radyoaktif bir atomun hiçbir dış etkiye bağlı kalmaksızın, kendiliğinden ışımalar yaparak başka çekirdeklere dönüşmesi olayına doğal radyoaktiflik denir.
Doğal radyoaktif çekirdek tepkimeleri;
şeklindedir. Tepkimedeki X, doğal radyoaktif atomu, Y ise oluşan yeni atomu göstermektedir.
Radyoaktif olmayan bir atom çekirdeğinin, temel taneciklerle(alfa, nötron, proton...) bombardıman edilerek kararsız çekirdek haline dönüştürülmesi olayına yapay radyoaktiflik denir.
Yapay radyoaktif çekirdek tepkimeleri,
şeklindedir. Tepkimedeki X kararlı çekirdeği, a ise bombardıman taneciğini gösterir. X, bombardıman edilerek Y kararsız taneciğine dönüşürken bir de ışıma yapmaktadır. Oluşan Y çekirdeği, doğal radyoaktif bozunmaya uğrayarak başka çekirdeklere dönüşür.
Bombardıman etme işlemlerinde kullanılan en uygun tanecik nötrondur. Çünkü nötron yüksüz olduğu için çekirdek tarafından itilmez ve böylelikle kolayca etkileşime girilebilir.
Fisyon (Bölünme).
Fisyon, kütle numarası çok büyük bir atom çekirdeğinin parçalanarak kütle numarası küçük iki çekirdeğe dönüşmesi olayıdır. Fisyon reaksiyonlarında radyoaktif elementler kullanılır ve tepkimeler için bir ilk enerjiye (aktiflenme enerjisi) ihtiyaç vardır. Reaksiyon sonucunda kararsız çekirdekler ve nötron oluşur. Oluşan nötronların her biri yeni bir uranyum atomu ile tepkimeye girer. Bu esnada açığa çıkan nötronlar ortamdan uzaklaştırılmazsa tepkime zincirleme olarak devam eder.
Füzyon (Kaynaşma).
Nükleer füzyon, nükleer kaynaşma ya da kısaca füzyon; iki hafif elementin nükleer reaksiyonlar sonucu birleşerek daha ağır bir element oluşturmasıdır. Çekirdek tepkimesi olarak da bilinen bu tepkimenin sonucunda çok büyük miktarda enerji açığa çıkar. Bu işlemle oluşturulabilecek en ağır element demirdir.
Radyoaktifliğe Etki Eden faktörler.
Bir maddenin radyoaktifliğine etki eden en önemli faktör, maddenin atomlarının çekirdekleri ile ilgilidir. Nötron proton dengesizliği radyoaktiviteye neden olur.
Bunun dışında sıcaklık da radyoaktiviteyi etkiler. Sıcaklık arttıkça radyoaktif bozunma hızı azalır. Bunu veren formül de şu şekildedir;
formula_1
Bu ifadede;
Lambda, bozunma hızını
k, Boltzmann sabitini
T, sıcaklığı
m, kütleyi
c, ışık hızını temsil eder.
Buna göre, maddenin sıcaklığı arttıkça bozunma hızı azalır. Ancak bu formülle ilgili bir ayrıntı vardır. Formülün payda kısmındaki formula_2 ifadesi açılırsa; paydada kalan ifadede, sıcaklığın bağlı olduğu formula_3 değerinin, formula_4 ifadesi yanında hesaplamaya değer bir seviyeye ulaşabilmesi için sıcaklık çok fazla olmalıdır. Oda sıcaklığında maddenin kinetik enerjisi 0,05 eV kadarken ancak 11.000°K sıcaklıkta kinetik enerji 1 eV lik enerjiye ulaşır. Sıcaklığın, radyoaktiviteye gözle görülür bir etki yapması içinse kinetik enerji 1 GeV olmalıdır. Bu da milyarlarca kelvin dereceye eşittir. Güneşin çekirdeği bile ancak 13,600,000°K sıcaklığıa sahiptir. Yani sıcaklığın radyoaktiviteye etkisi, güneşin çekirdeğinde bile gözlemlenemeyecek kadar azdır. Gözlemleme ve deney yapma olanaksızlığı yüzünden çoğu yerde sıcaklığın radyoaktiviteye etkisi yok kabul edilse de, sıcaklık radyoaktiviteye etki eden bir unsurdur. Özellikle de dev yıldızlarda.
Radyoaktifliğin uygulamaları.
Radyoaktiflik hemen hemen bütün bilimsel ve teknik alanlarda geniş bir uygulama alanı bulur. Radyoaktif izotopların nükleer tepkimelerinden tekniğin birçok dalında kontrol aracı olarak faydalanılır. Bu kontrolde özellikle radyoaktif bir elementin radyoaktif olmayan bütün izotoplarıyla aynı özellikleri göstermesinden yararlanılır. Radyoaktif uygulamalardan bazı bilim dallarında şu şekilde yararlanılmıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8218",
"len_data": 7745,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.73
}
|
Thomas Young (13 Haziran 1773; Milverton, Summersetshire - 10 Mayıs 1829, Londra), İngiliz bilgin, fizikçi, fizyolog, filolog. Görme alanları, ışık, katı mekaniği, enerji, fizyoloji, dil, müzikal armoni ve Mısırbilim alanlarında önemli bilimsel katkılarda bulundu, "Özgün ve anlaşılır yenilikler" yaptı. Mısır hiyerogliflerinin, özellikle de Rosetta Taşı'nın deşifresindeki çalışmaları Jean-François Champollion'un çalışmalarının önünü açtı. William Herschel, Hermann von Helmholtz, James Clerk Maxwell ve Albert Einstein tarafından çalışmaları dile getirilen bir bilim adamıdır.
Yaşamı.
Young 1773 yılında on çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak Milverton, Somerset'de dünyaya geldi. Ailesi Quaker mezhebine mensuptu. 16 yaşına geldiğinde Latince ve Yunancayı öğrenmiş, Fransızca, İtalyanca, İbranice, Almanca, Keldanice, Süryanice, Sümerce, Arapça, Farsça, Türkçe ve diğer dillerle yakından ilgilenmişti.
Young, tıp okumak üzere 1792'de Londra'ya, 1794'te Edinburg'a gitti. 1795'te Almanya'nın Aşağı Saksonya bölgesindeki Göttingen Üniversitesine başladı ve bir yıl sonra fizik doktoru derecesini elde etti. 1797 yılında Cambridge Üniversitesine bağlı Emmanuel College’da çalışmaya başladı. Aynı yıl dayısı Richard Brocklesby’den miras olarak kalan emlak nedeniyle mali açıdan bağımsız hâle geldi ve 1799’da Londra’da hekim olarak çalışmak üzere kendi muayenehanesini açtı. İlk akademik makalelerini hekimlikle ilgili olarak yayınladı. 1801 yılında Kraliyet Enstitüsünde doğa felsefesi profesörü oldu; iki yıl içinde 91 ders verdi. 1802’de doğa bilimlerinin geliştirilmesi için kurulmuş olan Royal Society’de yabancılar sekreterliğine getirildi. Görevinin tıp çalışmalarına engel olacağı kaygısıyla 1803 yılında profesörlükten istifa etti. Üniversitede verdiği doğa felsefesi derslerinin notları 1807’de basıldı ve daha sonraki teorik çalışmaları için birer öngörü oldu. Young, 1811’de St. George Hastanesinde hekimlik yapmaya başladı ve 1814'te Londra'da gazla aydınlanan yerlerdeki tehlikelerle ilgili çalışan bir komitede hizmet verdi. 1818 yılında Boylam Kuruluna sekreter oldu. ardından HM Denizcilik Almanak Ofisi’nde yöneticiliğe getirildi.
Ölümünden birkaç yıl önce hayat sigortası ile ilgilenmeye başladı. 1827 yılında Fransız Bilimler Akademisi’ne seçilen sekizinci yabancı oldu. 1828 yılında İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nin fahri üyesi seçildi.
Thomas Young 10 Mayıs 1829 tarihinde Londra'da öldü ve Kent bölgesindeki Farnborough’da bulunan St Giles Kilisesi'nin mezarlığına defnedildi. Hudson Gurney tarafından Westminster Abbey Kilisesi’ne anısını yaşatmak için mermerden sembolik bir mezar taşı konuldu.
Young kendi alanındakilerce biliniyor olsa da toplum tarafından bilinen bir bilgin değildi. Sonradan gelen akademisyen ve bilim adamları Young’ın çalışmalarını övmüşlerdir. Çağdaşı Sir John Herschel "gerçekten orijinal deha" olduğunu vurgulamış, Albert Einstein, Newton’un 1931’de yeniden basımı yapılan ‘’“Opticks”’’ eseri için yazdığı önsözde Young’ı övmüştür. Fizikçi Lord Rayleigh ve Nobel ödüllü Philip Anderson, Young’ın hayranlarıdır. Thomas Young ismi, malzeme teorisi ve simülasyon yapan akademik araştırma gruplarının birliğine verilmiştir. Thomas Young Merkezi (Thomas Young Center), araştırma grupları arasında iş birliğini oluşturmak için lisans üstü çalışmalara kaynak sağlamaktadır.
Young'ın çalışmaları.
Işığın Dalga Teorisi.
Young’ın başarılarının en önemlisi Işığın Dalga Teorisi’ni kurmak olmuştur. 19. yüzyılın başlarında Young, 17. ve 18. yüzyılda ışığın yayılma modeli olarak kabul edilen, ışığın parçacık teorisini test ederek ışığın dalga teorisini oluşturan birtakım nedenleri ortaya koymak ve bu bakış açısını desteklemek için iki deney geliştirdi. Dalgalanma tankı ile su dalgalarının bağlamında girişim fikrini gösterdi. Çift yarık deneyi ile de dalga ışık bağlamında girişimi gösterdi. Deneylerindeki “girişim” sayesinde ışığın dalga boyunu ölçmüştür.
Young tarihî deneyini ve vardığı sonuçları 24 Kasım 1803'te Royal Society'de açıkladı. Konuşması ertesi yıl "Philosophical Transactions"’da yayınlandı. Günümüzdeki basımı okunacak bir klasiktir.
1804 yılında yayınlanan “Deneyler ve Fiziksel Optik Göreli Hesaplamalar” çalışmasında “Işık demeti” ile oynayarak yaptığı bir deneyi açıklar. Bu deney “ışık dalgalardan oluşmaktadır” savını destekler. Ayrıca lif ve uzun dar şeritler kullanarak iki önemli kırılma deneyi daha yapar. 1807'de “Doğal Felsefe ve Mekanik Sanatlar Teorisi” kursu verir. Sonraki on yılda Young çalışmalarını çoğaltmış ve daha sonra çalışmalar Fresnel tarafından devam ettirilmiştir.
Young katsayısı.
Young, 1807 yılında “Doğal Felsefe ve Mekanik Sanatlar Teorisi” kursunda zamanla Young modülü olarak bilinir hâle gelen çalışmasında elastisite karakterizasyonunu tarif etmektedir. Ancak kavramı ilk ele alan ve deneyleyen, 1782 yılında Giordano Riccati olmuştur. Dahası fikir Leonhard Euler tarafından 1727 yılında yayınlanan çalışmaya kadar geri izlenebilmektedir. Young katsayısı farklı zorlanmalara bağlı olarak değişen farklı gerilmelerin oranı olarak tanımlanır.
Görüş ve Renk Teorisi.
Young Fizyolojik optiğin kurucusu olarak da bilinir. 1793 yılında gözdeki lensin eğriliğindeki değişikliklere bağlı olarak farklı mesafelerde gözün aldığı durumu açıkladı. 1801 yılında ise astigmatizmayı ilk tanımlayan oldu ve sonradan Hermann von Helmholtz tarafından geliştirilen görme algısının retinadaki üç çeşit sinir lifinin varlığına bağlı olduğu hipotezini sundu.
Young-Laplace denklemi.
Young, 1804'te yüzey gerilimi ilkesinde kılcal fenomen teorisini geliştirdi. Ayrıca katı yüzey ile sıvının temas açısının sabitliğini de gözlemlemiştir. Kılcal eylem olgularını anlamak için bu iki ilkenin nasıl olduğunu gösterdi.
1805'te Fransız filozof Pierre-Simon Laplace kılcal hareket ile ilgili olarak bir tarafı içbükey diğeri dışbükey merceklerin yarıçaplarının önemini keşfetti.
1830'da Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss bu iki bilim adamının çalışmalarını birleştirerek iki statik akışkan arasındaki arabirimde sürekli kılcal basınç farkını açıklayan formülünü üretmek için Young-Laplace denklemini kullandı.
Young, modern anlamda enerji dönemini tanımlayan ilk kişi oldu.
Young denklemi ve Young-Dupré denklemi.
Young'ın denklemi, düz bir katı yüzey üzerinde bir sıvı damlanın temas açısı yüzey serbest enerjinin bir fonksiyonu gibi arayüzey serbest enerjisi ve sıvının yüzey gerilimini açıklar. Young'ın denklemi yaklaşık 60 yıl sonra Dupré tarafından termodinamik etkileri hesaba katarak daha da geliştirildi. Bu denklem Young-Dupré denklemi olarak bilinir.
Tıp.
1808 yılında "Kalp ve Damar Fonksiyonları" üzerine verdiği konferansta fizyolojide hemodinamikler için önemli bir katkı yaptı. Nabız dalgası hızı için bir formül üretti. “Tıp Literatürüne Bir Giriş”, "Pratik Burunoloji Sistemi" (1913) ve "Veremin Pratik ve Tarihsel Risalesi" (1915) adlı tıp yazıları vardır.
Young, çocuklarda ilaç dozu belirlemek için de pratik bir kural geliştirmiştir.
Dilbilim.
Göttingen Üniversitesinde verdiği tezin ekinde Fransızca ve İngilizce çekilen 16 "saf" ünlü sembollerini, burun ünlülerini, çeşitli ünsüzleri ve bunların örneklerini içeren evrensel bir fonetik alfabe öneren dört sayfa vardır. Britannica Ansiklopedisi’ne yazdığı "Diller" makalesinde Young, 400 dili gramer ve sözcük bakımından karşılaştırmıştır. 1813 yılında Hint-Avrupa Dilleri terimini tanıtmıştır.
Mısır hiyeroglifleri.
Young 1802 yılında Johan David Åkerblad tarafından düşünülen 29 harflik (14 tanesinin yanlış olduğu ortaya çıktı) bir demotik alfabe yardımıyla Mısır hiyerogliflerini deşifre etmeye çalışan ilk kişilerdendi. Rosetta taşındaki hiyeroglifleri tercüme etmeyi başardı. Sonrasında Mısır hiyeroglif alfabesi üzerinde çalıştıysa da başaramadı.
Fransız dilbilimci Jean-François Champollion 1822 yılında hiyerogliflerin çevirisi ve gramer sisteminin anahtarını yayınladığı zaman Young ve diğerleri çalışmaları övmüşlerdi. 1823'te Champollion'un sisteminin temel olarak tanınması için "Eski Mısır Eserleri ve Hiyeroglif Yazısındaki Yeni Keşiflerin Önemi"ni yayınladı. Young altı işaretin ses değerini bulduğunu, ancak dilin grameri ile ilgili sonuca varamadığını belirtti. Bulgularının çoğunu 1816’da yayınladığını ve Paris’e gönderdiğini açıkça belirtti. Champollion, paylaşma konusunda isteksizdi. Bunu takip eden o zamanın siyasi gerilimleri ile motive olan hizipleşmelerde İngilizlerin şampiyonu Young, Fransızların şampiyonu Champollion’du. Hiyeroglif grameri için ortaya koyduğu bakış Young tarafından yapılan hataların aynını göstermesine rağmen Champollion yalnızca kendisinin hiyeroglifleri deşifre ettiğini ileri sürüyordu. 1826’dan sonra Louvre Müzesi'nin müdürü de olan Champollion, Young’ın hiyeroglif el yazmalara erişimine izin vermedi.
Müzik.
Young, müzik aletlerinin ayarlanması için “Young akordu” adı verilen bir yöntem geliştirmiştir.
Bilim Dünyası Tarafından Tanınırlık.
Daha sonra bilim adamları, Young'ın çalışmalarını övdüler, ancak onu yalnızca kendi alanlarında elde ettiği başarılardan tanıyor olabilirler. Çağdaş Sir John Herschel ona "gerçekten orijinal bir dâhi" dedi. Albert Einstein, Isaac Newton'un "Opticks" adlı kitabının 1931 tarihli önsözünde onu övdü. Diğer hayranlar arasında fizikçi Lord Rayleigh ve Nobel ödüllü Philip Anderson bulunmaktadır.
Thomas Young'ın adı, malzemelerin teorisi ve simülasyonu ile uğraşan akademik araştırma gruplarının bir ittifakı olan Londra merkezli Thomas Young Center'ın adı olarak kabul edilmiştir.
William Scoresby (1789-1857) tarafından 1822 yılında, Grönland'da bulunan fiyortlardan birine Young onuruna Young Sound adı verildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8227",
"len_data": 9569,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.48
}
|
TCG "Yücetepe" (D-345), USS "Orleck" (DD-886), ABD ve Türk Deniz Kuvvetleri'nde hizmet vermiş Gearing sınıfı bir muhriptir. İlk ismini 9 Eylül 1943'te Salerno Körfezinde Luftwaffe saldırısında ölen "USS Nauset" gemisi kumanda subayı Teğmen Joseph Orleck'ten almıştır.
Gemi 28 Kasım 1944'te Teksas'ta inşasına başlandı ve USS "Orleck" (DD-886) adı ile ilk kez 12 Mayıs 1945'te denize indirildi 15 Eylül 1945'te göreve başladı. Vietnam ve Kore savaşlarında kullanıldı.
1 Ekim 1982'de hizmetten alındı ve Türk Deniz Kuvvetleri'ne verildi (ABD donanma kayıtlarından resmi olarak çıkartılış tarihi 6 Ağustos 1987'dir.), adı "D-345 TCG Yücetepe" olarak değiştirildi. 16 yıl daha hizmet verdikten sonra hizmetten alındı.
İzmir'de faydalı malzemesi söküldükten sonra, çekilerek ABD'ye götürüldü, orada müze gemi olarak kullanılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8230",
"len_data": 828,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.25
}
|
Prolog, yapay zekâ uygulamalarında kullanılan dördüncü nesil bilgisayar dili ailesinden olan bir mantık programlama dilidir.
1970'li yılların başlarında Fransa'nın Aix-Marseille Üniversitesi'nde Alain Colmerauer ve çalışma grubu tarafından icat edilmiştir. Fransızca "Programmation en Logique" kelimesinden gelmektir. Mantığın doğrudan doğruya bir bilgisayar dili olarak kullanılabilmesini sağlamak amacıyla yapılan çalışmalar da 1980 yıllarının başlarında da yoğunluk kazanmıştır. 1981 yılında Japonlar beşinci nesil bilgisayar projesini açıklamalarıyla da konuya olan ilgi büyük bir ölçüde artmıştır. Prolog üzerine çeşitli amaç ve seviyelerde birçok kitap yayınlanmış ve dilin bir standardı oluşmuştur.
Bilgisayarın belirli bir problemi çözebilmesi için kendisine problemle ve çözüm yoluyla ilgili bilgi verilmesi gereklidir. Programlama dilleri aracılığıyla insan bilgisayarlarla iletişim kurabilir. Prolog mantıksal ve sembolik düşünmeye uygun yapısıyla, problemin tanımlanması ve çözümü için gerekli yöntemlerin geliştirilmesi aşamalarında insanoğluna yardımcı olan bir araçtır.
Bir örnek verilecek olursa "Sokrates bir insandır" ve "Tüm insanlar ölümlüdür" cümlelerinden, "Sokrates ölümlüdür" sonucuna varılır. Bu basit mantık probleminin bir prolog programı olarak şöyle ifade edilebilebilir: Problem önce dilin iki öğesi olan, "gerçekler" ve "kurallar" aracılığıyla tanımlanır. Gerçekler, matematiksel aksiyomlar gibi, bir veya daha fazla nesne arasında bulunan bir ilişkiyi veya bir nesneyle ilgili bir özelliği, "deklare etmek" için yazılan Prolog tümceleridir. Prolog tümceleri mantıktaki Horn cümlelerini ifade eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8233",
"len_data": 1629,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4
}
|
GPRS (), mevcut 2G cep telefonu şebekesi üzerinden paket anahtarlamalı olarak veri iletimi sağlayan teknoloji. Genellikle cep telefonları ve internet arasında, küçük veri paketlerinin alışverişi amacıyla kullanılır.
Üçüncü nesil UMTS (3G) mobil iletişimden önce CSD GSM'e göre hızlı bağlantı imkânı tanıdığı için mobil teknolojilerde 2.5G ve 2.75G isimli ara nesiller oluşturmuştur. Pratikte saniyede 30-50 Kbit'e kadar veri akışı sağlayabilir.
Türkiye'de, GPRS'e ek olarak bu standardın daha da hızlandırıldığı EDGE teknolojisi kullanılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8236",
"len_data": 544,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.77
}
|
Edge, İngilizcede "kenar; cismin ince tarafı" anlamındaki sözcük. "Uç nokta" anlamında da kullanılmaktadır: örn. "Cutting edge of the technology". Şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8238",
"len_data": 170,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.31
}
|
UPnP, Universal Plug&Play'in kısaltması. Günümüzde var olan birçok aygıt ve program, Evrensel Tak ve Çalıştır (UPnP) protokolünü desteklemektedir. UPnP protokolü, Windows masaüstü makinelerinde bulunan tak ve çalıştır konseptini yerel ağa getirmek için 1999'un başlarında Microsoft tarafından ortaya atıldı.
UPnP'nin ardındaki fikir, bir kullanıcının bir aygıtı yerel ağa bağlamasını sağlamaktır ve aygıt ister yazıcı, tarayıcı, dosya sunucusu veya güvenlik duvarı olsun, basitçe çalışacaktır. Tüm yapılandırma kullanıcı için gizlidir ve bunun yerine aygıtlar ve programların kendileri tarafından otomatik olarak yapılır.
UPnP'nin ilk uygulamaları 2000 yılının ortalarında piyasaya sürüldü, Windows ME ve Intel'in Linux için açık kaynaklı UPnP SDK'sı ilk oldu. Windows XP ayrıca 2001 yılında piyasaya sürüldüğünden beri yerleşik UPnP desteğine sahiptir. Şu anda Windows, VxWorks, Linux ve FreeBSD gibi çeşitli işletim sistemleri için uygulamalar mevcuttur. UPnP protokol yığını, HTTP, XML ve SOAP gibi iyi tanımlanmış İnternet standartlarını kullanır.
UPnP’nin Kullanımı.
UPnP ağında aşağıdaki işlemler sırasıyla gerçekleştirilir:
Adresleme.
UPnP Ağı üzerindeki her cihaz kendisine otomatik IP adresi atayacak bir DHCP sunucusu arar. Bunu bulması halinde uygun IP adresini alıp ağa dâhil olur. Ağ üzerinde IP numarası sağlayacak herhangi bir DHCP sunucusu bulunmaması halinde ise cihaz kendine uygun olan otomatik bir IP adresi atar.
Cihaz Bulma.
UPnP ağı üzerinde bir ağın bulunması işlemi cihazın ağa bağlanması ile başlar. SSDP olarak tanımlanan protokole göre cihaz ağa bağlandığı anda üzerinde barındırdığı hizmetlerin bilgisini ağdaki denetleme birimlerine yayınlamaya başlar. Aynı zamanda ağa bir denetleme birimi bağlandığı anda SSDP, denetleme biriminin ağda kendisiyle ilgili cihazları aramasına olanak sağlar. SSDP protokolü her iki yönlü durum için birkaç cümlelik arama ve tanımlama bilgisi adresi mesajını kullanır.
Cihaz Özelliklerini Öğrenme.
Cihazın bulunmasının ardından denetim birimi hâlâ cihaz hakkında çok az bilgiye sahiptir. Ancak cihazın bulunduğu anda kendisine gelen yanıtın içinde cihazın tanımlama bilgisine ulaşılabilecek XML belgesinin adresi bulunmaktadır. Denetim birimi bu adresten ilgili belgeyi alarak cihazın özelliklerini öğrenir. Bu XML belgesi içinde cihazın üreticisi, markası, modeli, seri numarası, üretici internet siteleri gibi bilgiler verilir. Aynı zamanda cihaz üzerindeki tüm hizmetlerin listesi, denetim, olay ve sunum adresleri de bu belge de yer alır.
Denetim.
Cihaz özelliklerinin öğrenildiği esnada denetleme birimi denetleyebileceği hizmetlerin bilgisi alır ancak bu hizmetlerin izlenme ve ayarlanma detaylarını öğrenmek için yine her hizmetle ilgili XML formatında hazırlanmış belgelere başvurur. Denetim birimi bir cihazı denetlemek için cihazın hizmetine bir istek gönderir. Bu işlem, cihaz tanımlama belgesinde tanımlanan denetim adresine bir denetim mesajı göndererek sağlanır. Burada kullanılan mesajlar da yine SOAP adı verilen protokolle XML formatında oluşturulmuş mesajlardır. Gelen denetim mesajlarına cevap olarak hizmetler durum veya hata mesajları döndürürler.
Bilgilendirme.
Cihazlar üzerinde çalışan hizmetlerin durumlarını kayıtlı denetleme birimlerine periyodik olarak bildirirler. Bu bilgilendirme mesajları GENA adı verilen protokol ile yine XML formatında hazırlanan bir belge ile gerçekleştirilir. Ayrıca denetleme birimleri ağa ilk dâhil olduklarında özel bir bilgilendirme mesajı yayınlanır. Bu sayede bilgilenme için kayıt olan denetleme birimleri, hizmetlerin durum modelleri hakkında bilgi sahibi olurlar. Çoklu denetleme birimlerinin de beraber çalışabilmesi için olay bilgilendirme mesajları tüm kayıtlı denetim birimlerine iletilir.
Sunum.
Bazı UPnP destekli cihazlar üzerlerinde bir internet sayfası barındırarak denetleme birimlerinin izleme ve ayarlama işlemlerini bu sayfa aracılığıyla yapmasına olanak sağlar. Böyle bir sayfadan yapılabilecek ayarlar sayfanın ve cihazın kabiliyetlerine bağlı olarak değişiklikler göstermektedir.
Yukarıda da değinildiği gibi UPnP'de bazı temel haberleşme protokollerinin yanı sıra kendi ihtiyaç duyduğu birkaç özel protokolü daha kullanır.
AV Standartları.
UPnP AV mimarisi, UPnP'nin bir ses ve video uzantısıdır ve TV'ler, VCR'ler, CD/DVD oynatıcılar/müzik kutuları, set üstü kutuları, stereo sistemleri, MP3 oynatıcılar, hareketsiz görüntü kameraları, video kameralar, elektronik resim çerçeveleri (EPF'ler) ve kişisel bilgisayarlar gibi çeşitli chazları destekler. UPnP AV mimarisi, cihazların eğlence içeriği için MPEG2, MPEG4, JPEG, MP3, Windows Media Audio (WMA), bitmap'ler (BMP) ve NTSC, PAL veya ATSC formatları dahil olmak üzere farklı formatları desteklemesine olanak tanır. IEEE 1394, HTTP, RTP ve TCP/IP dahil olmak üzere çok sayıda aktarım protokolü desteklenir.
12 Temmuz 2006'da UPnP Forumu, yeni MediaServer (MS) sürüm 2.0 ve MediaRenderer (MR) sürüm 2.0 sınıfları ile UPnP Ses ve Video belirtimlerinin 2. sürümünün yayınlandığını duyurdu. Bu geliştirmeler, MediaServer ve MediaRenderer cihaz sınıflarına yetenekler eklenerek oluşturulur ve farklı üreticiler tarafından üretilen ürünler arasında daha yüksek bir birlikte çalışabilirlik düzeyi sağlar. Bu standartlara uyan ilk cihazlardan bazıları Philips tarafından Streamium markası altında pazarlandı.
2006'dan beri, UPnP ses ve video cihazı kontrol protokollerinin 3. ve 4. sürümleri yayınlanmaktadır. Mart 2013'te, güncellenmiş cihaz kontrol protokollerini içeren güncellenmiş bir UPnP AV mimarisi belirtimi yayınlandı.
AV Bileşenleri.
Medya Sunucusu.
Bir UPnP AV Medya Sunucusu, medya kitaplığı bilgilerini sağlayan ve medya verilerini (ses/video/resim/dosyalar gibi) ağdaki UPnP istemcilerine aktaran UPnP sunucusudur ("ana" cihaz). Fotoğraf, film, müzik gibi dijital ortamları depolayan ve bunları diğer cihazlarla paylaşan bir bilgisayar sistemi veya benzeri bir dijital cihazdır.
UPnP AV Medya Sunucuları, UPnP AV istemci cihazlarına, sunucunun medya içeriğini taramak için kontrol noktaları adı verilen bir hizmet sağlar ve medya sunucusundan oynatma için kontrol noktasına bir dosya göndermesini talep eder.
UPnP ortam sunucuları, çoğu işletim sistemi ve birçok donanım platformu için kullanılabilir. UPnP AV ortam sunucuları, yazılım tabanlı veya donanım tabanlı olarak kategorize edilebilir. Yazılım tabanlı UPnP AV medya sunucuları bir bilgisayarda çalıştırılabilir. Donanım tabanlı UPnP AV ortam sunucuları, herhangi bir NAS cihazında veya DVR gibi ortam sağlamak için herhangi bir özel donanımda çalışabilir. Mayıs 2008 itibarıyla, yazılım tabanlı UPnP AV ortam sunucuları donanım tabanlı sunuculardan daha fazlaydı.
NAT Geçişi.
NAT geçişi için İnternet Ağ Geçidi Aygıt Protokolü (IGD Protokolü) adı verilen bir çözüm, UPnP aracılığıyla uygulanır. Birçok yönlendirici ve güvenlik duvarı kendilerini İnternet Ağ Geçidi Aygıtları olarak gösterir ve herhangi bir yerel UPnP kontrol noktasının, aygıtın harici IP adresini alma, mevcut bağlantı noktası eşlemelerini numaralandırma ve bağlantı noktası eşlemelerini ekleme veya kaldırma dahil olmak üzere çeşitli eylemler gerçekleştirmesine izin verir. Bir bağlantı noktası eşlemesi ekleyerek, IGD'nin arkasındaki bir UPnP denetleyicisi, IGD'nin harici bir adresten dahili bir istemciye geçişini sağlayabilir.
SORUNLAR.
Kimlik doğrulama.
UPnP protokolü varsayılan olarak herhangi bir kimlik doğrulaması uygulamaz, bu nedenle UPnP cihaz uygulamalarının ek "Cihaz Koruma" hizmetini veya "Cihaz Güvenlik Hizmetini" uygulaması gerekir. Ayrıca, UPnP cihazları ve uygulamaları için kullanıcı kimlik doğrulaması ve yetkilendirme mekanizmalarına izin veren bir uzantı öneren UPnP-UP (Evrensel Tak ve Çalıştır - Kullanıcı Profili) adlı standart olmayan bir çözüm de mevcuttur. Birçok UPnP cihaz uygulamasında kimlik doğrulama mekanizmaları yoktur ve varsayılan olarak yerel sistemlerin ve kullanıcılarının tamamen güvenilir olduğunu varsayar.
Kimlik doğrulama mekanizmaları uygulanmadığında, UPnP IGD protokolünü çalıştıran yönlendiriciler ve güvenlik duvarları saldırılara açıktır. Örneğin, tarayıcının sanal alanının dışında çalışan Adobe Flash programları (örneğin, bu, Adobe Flash'ın kabul edilmiş güvenlik sorunları olan belirli bir sürümünü gerektirir), UPnP IGD protokolünü uygulayan bir yönlendiricinin aşağıdakiler tarafından kontrol edilmesini sağlayan belirli bir HTTP isteği türü oluşturabilir: UPnP özellikli bir yönlendiriciye sahip birisi bu web sitesini ziyaret ettiğinde kötü amaçlı bir web sitesi. Bu yalnızca UPnP'nin "güvenlik duvarı delme" özelliği için geçerlidir; IGD, UPnP'yi desteklemediğinde veya IGD'de UPnP devre dışı bırakıldığında geçerli değildir. Ayrıca, özelliklerin çoğu (LAN Ana Bilgisayar Yapılandırması dahil) UPnP özellikli yönlendiriciler için isteğe bağlı olduğundan, tüm yönlendiriciler UPnP tarafından değiştirilen DNS sunucusu ayarları gibi şeylere sahip olamaz. Sonuç olarak, bazı UPnP cihazları, bir güvenlik önlemi olarak UPnP varsayılan olarak kapalı olarak gönderilir.
İnternetten erişim.
2011'de araştırmacı Daniel Garcia, internetten UPnP isteklerine izin veren bazı UPnP IGD cihaz yığınlarındaki bir kusurdan yararlanmak için tasarlanmış bir araç geliştirdi. Araç, DEFCON 19'da herkese açık hale getirildi ve cihazdan harici IP adreslerine ve NAT'ın arkasındaki dahili IP adreslerine bağlantı noktası eşleştirme isteklerine izin veriyor. Sorun, aynı anda milyonlarca savunmasız cihazı gösteren taramalarla dünya çapında geniş çapta yayılıyor.
Ocak 2013'te, Boston'daki güvenlik şirketi Rapid7 altı aylık bir araştırma programı hakkında rapor verdi. Bir ekip, UPnP özellikli cihazlardan gelen ve internet bağlantısı için uygun olduklarını bildiren sinyalleri taradı. 81 milyon IP adresindeki 1500 şirketten yaklaşık 6900 ağa duyarlı ürün, taleplerine yanıt verdi. Cihazların %80'i ev yönlendiricisidir; diğerleri arasında yazıcılar, web kameraları ve güvenlik kameraları bulunur. UPnP protokolü kullanılarak, bu cihazların çoğuna erişilebilir ve/veya manipüle edilebilir.
Şubat 2013'te UPnP forumu, kullanılan UPnP yığınlarının daha yeni sürümlerini önererek ve bu tür sorunları daha fazla önlemek için kontrolleri içerecek şekilde sertifika programını iyileştirerek bir basın bülteninde yanıtını verdi.
IGMP gözetleme ve güvenilirlik.
UPnP, genellikle dijital ev ağlarında kullanılan tek önemli çok noktaya yayın uygulamasıdır; bu nedenle, çok noktaya yayın ağ yanlış yapılandırması veya diğer eksiklikler, altta yatan ağ sorunları yerine UPnP sorunları olarak görünebilir.
IGMP gözetleme bir anahtarda veya daha yaygın olarak bir kablosuz yönlendirici/anahtarda etkinleştirilirse, yanlış veya eksik yapılandırılmışsa (örn. etkin bir sorgulayıcı veya IGMP proxy'si olmadan) UPnP/DLNA cihaz keşfine (SSDP) müdahale ederek UPnP'nin güvenilmez görünmesine neden olur.
Gözlenen tipik senaryolar, güç açıldıktan sonra ortaya çıkan ve IGMP grup üyeliğinin sona ermesi nedeniyle birkaç dakika sonra (genellikle varsayılan yapılandırma olarak 30) kaybolan bir sunucu veya istemciyi (örn. akıllı TV) içerir.
Geri arama güvenlik açığı.
8 Haziran 2020'de, başka bir protokol tasarım kusuru daha duyuruldu. Keşfeden kişi tarafından "CallStranger" olarak adlandırılan bu sistem, bir saldırganın olay abonelik mekanizmasını alt üst etmesine ve çeşitli saldırılar gerçekleştirmesine izin verir: DDoS'ta kullanım isteklerinin güçlendirilmesi; numaralandırma; ve veri hırsızlığı.
OCF, Nisan 2020'de protokol spesifikasyonuna yönelik bir düzeltme yayınlamıştı, ancak UPnP çalıştıran birçok cihaz kolayca yükseltilemediğinden, CallStranger muhtemelen daha uzun süre bir tehdit olarak kalacak. CallStranger, tasarım ve uygulama güvenliğinde tekrarlanan başarısızlıklar nedeniyle son kullanıcılara UPnP'yi bırakma çağrılarını ateşledi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8239",
"len_data": 11716,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.58
}
|
Basit Ağ Yönetim Protokolü, (İngilizce: Simple Network Management Protocol) bilgisayar ağları büyüdükçe bu ağlar üzerindeki birimleri denetlemek amacıyla tasarlanmıştır. Cihaz üzerindeki sıcaklıktan, cihaza bağlı kullanıcılara, internet bağlantı hızından sistem çalışma süresine kadar çeşitli bilgiler SNMP'de tanımlanmış ağaç yapısı içinde tutulurlar.
SNMP, ağ cihazlarında yönetimsel bilgi alışverişinin sağlanması için oluşturulmuş bir uygulama katmanı protokolüdür. TCP/IP protokolünün bir parçası olan SNMP; ağ yöneticilerinin ağ performansını arttırması, ağ problemlerini bulup çözmesi ve ağlardaki genişleme için planlama yapabilmesine olanak sağlar. Günümüzde kullanımda olan 3 tane SNMP sürümü mevcuttur. 3. sürüm SNMP'ye pek çok güvenlik özelliği getirmiştir.
SNMP’yi oluşturan bileşenler.
SNMP'nin tipik kullanımlarında, ağdaki bir grup ana bilgisayar veya cihazı izleme veya yönetme görevi olan bir veya daha fazla yönetici adı verilen yönetici bilgisayarları bulunur. Her yönetilen sistem, yöneticiye SNMP aracılığıyla bilgi raporlayan bir yazılım bileşeni olan bir ajanı yürütür.
SNMP tarafından yönetilen bir ağ, üç temel bileşenden oluşur:
Yönetilen cihaz, düğüm özgü bilgilere tek yönlü (yalnızca okuma) veya iki yönlü (okuma ve yazma) erişim sağlayan bir SNMP arabirimini uygulayan bir ağ düğümüdür. Yönetilen cihazlar, NMS'lerle düğüm özgü bilgileri takas ederler. Ağ elemanları olarak da adlandırılan yönetilen cihazlar, yönlendiriciler, erişim sunucuları, anahtarlar, kablo modemleri, köprüler, hub'lar, IP telefonları, IP video kameraları, bilgisayar ana bilgisayarları ve yazıcılardan herhangi bir cihaz olabilir.
Bir ajan, yönetilen bir cihazda yer alan bir ağ yönetimi yazılım modülüdür. Bir ajan, yönetim bilgilerinin yerel bilgisine sahiptir ve bu bilgileri SNMP'ye özgü bir forma çevirir.
Bir ağ yönetim istasyonu, yönetilen cihazları izleyen ve kontrol eden uygulamaları yürütür. NMS'ler, ağ yönetimi için gereken işlem ve bellek kaynaklarının çoğunu sağlar. Yönetilen bir ağda bir veya daha fazla NMS olabilir.
SNMP yönetim bilgi birimleri (MIB).
MIB'ler hiyerarşik bir yapıda kayıtlı tutulan bilgi koleksiyonudur. SNMP'de belirli bir değişkenin değerine ulaşmak için evrensel olarak belirlenmiş bu koleksiyonun ilgili birimi kullanılır. Örneğin bir cihazın üreticisi tarafından atanan cihaz açıklaması için 1.3.6.1.2.1.2 birimindeki bilgiye ulaşmak gerekir. Ağaç yapısında bu rakamların karşılığı "iso.identified-organization.dod.internet.mgmt.mib-2.description" değerine karşılık gelmektedir.
SNMP'nin kullanımı.
SNMP istek gönderme ve cevap bekleme ile çalışan bir protokoldür. Ağ yönetim sistemi uygulaması ajan uygulama çalıştıran cihaza ihtiyaç duyduğu bilginin isteğini gönderir ve isteği alan cihaz yönetim uygulamasına ilgili değeri döndürür. Burada UDP ve IP gibi geçmişten günümüze sıklıkla kullanılan iletişim protokollerinden birisi kullanılabilir. SNMP'de yönetim ve izleme SNMPv1 adı verilen ilk sürümünde sadece 4 çeşit işlemle gerçekleştirilir:
SNMPv2 adı verilen ikinci sürüm ise ilk sürümün geliştirilmesi ile ortaya çıkarılmıştır. Örneğin iki yeni işlem ilave edilmiştir:
Bunun yanı sıra MIB'ler için kullanılan bilgi saklama değişkenlerinin kapasitesi arttırılmıştır. Örneğin 32 bitlik sayaçların yanı sıra 64 bitlik sayaçlar kullanılmaya başlanmıştır. Her ne kadar bir geliştirilme ile ortaya çıkarılsa da bu iki sürüm birbiriyle uyumlu değildir. Ancak her iki sürümü destekleyen sistemler de mevcuttur.
RESPONSE: Get komutu ile istenen verileri içeren bir yanıt gönderir.
Protokol sürümleri.
Uygulamada, SNMP uygulamaları genellikle birden fazla sürümü desteklerler: tipik olarak SNMPv1, SNMPv2c ve SNMPv3 olmak üzere 3 tanedir.
SNMPv1.
SNMP'nin ilk uygulaması olan SNMP sürüm 1 (SNMPv1), SNMP protokolünün tasarımı 1980'lerde bir grup işbirlikçi tarafından yapılmıştır. Resmi olarak desteklenen OSI/IETF/NSF (Ulusal Bilim Vakfı) çabası (HEMS/CMIS/CMIP) o dönemin bilgi işlem platformlarında uygulanamaz olduğu kadar potansiyel olarak işlevsiz olarak da görülmüştü. SNMP, internetin büyük ölçekli dağıtımı ve ticarileştirilmesine yönelik atılan adımlar için geçici bir protokol olarak kabul edildi.
SNMP'nin ilk İstek için Yorumlar (RFC'ler), şimdi SNMPv1 olarak bilinen, 1988'de ortaya çıktı:
1990 yılında, bu belgelerin yerini şunlar aldı:
1991 yılında, (MIB-1) daha sık kullanılan ile değiştirilmiştir:
SNMPv1, User Datagram Protocol (UDP), OSI Connectionless-mode Network Service (CLNS), AppleTalk Datagram Delivery Protocol (DDP) ve Novell Internetwork Packet Exchange (IPX) gibi taşıma katmanı protokolleri tarafından taşınabilir.
Sürüm 1, zayıf güvenliği nedeniyle eleştirildi. Spesifikasyon, aslında, özel kimlik doğrulamanın kullanılmasına izin verir, ancak yaygın olarak kullanılan uygulamalar, "yalnızca tüm SNMP mesajlarını gerçek SNMP mesajları olarak tanımlayan önemsiz bir kimlik doğrulama hizmetini destekler." Bu nedenle, mesajların güvenliği, mesajların gönderildiği kanalların güvenliğine bağlıdır. Örneğin, bir kuruluş, kendi iç ağının, SNMP mesajları için hiçbir şifreleme gerekmeyecek kadar güvenli olduğunu düşünebilir. Bu gibi durumlarda, açık metin olarak iletilen "topluluk adı", orijinal spesifikasyona rağmen fiili bir şifre olarak görülme eğilimindedir.
SNMPv2c.
ve tarafından tanımlanan SNMPv2, sürüm 1'i gözden geçirir ve performans, güvenlik ve yönetici-yönetici iletişimi alanlarında geliştirmeler içerir. Tek bir istekte büyük miktarda yönetim verisi almak için iteratif GetNextRequests'a alternatif olarak GetBulkRequest tanıtıldı. SNMPv2'de tanıtılan yeni parti tabanlı güvenlik sistemi, birçok kişi tarafından aşırı karmaşık olarak görüldüğü için yaygın olarak benimsenmedi. Bu SNMP sürümü, Önerilen Standart olgunluk seviyesine ulaştı, ancak daha sonraki sürümler tarafından kullanılmayacak şekilde eski olarak kabul edildi.
Topluluk Tabanlı Basit Ağ Yönetim Protokolü sürüm 2 veya SNMPv2c, - 'de tanımlanmıştır. SNMPv2c, tartışmalı yeni SNMP v2 güvenlik modeli olmadan SNMPv2'yi içerir ve yerine SNMPv1'in basit topluluk tabanlı güvenlik şemasını kullanır. Bu sürüm, IETF'nin Taslak Standart olgunluk seviyesini karşılayan nispeten az sayıda standarttan biridir ve yaygın olarak SNMPv2 standardı olarak kabul edilir. Daha sonra SNMPv3'ün bir parçası olarak yeniden belirtildi.
Kullanıcı Tabanlı Basit Ağ Yönetim Protokolü sürüm 2 veya SNMPv2u, - 'da tanımlanmıştır. Bu, SNMPv1'den daha büyük bir güvenlik sağlamaya çalışan, ancak SNMPv2'nin yüksek karmaşıklığını ortaya çıkarmadan bir uzlaşmadır. Bu varyant, SNMP v2 * olarak ticarileştirildi ve mekanizma nihayetinde SNMP v3'teki iki güvenlik çerçevesinden biri olarak benimsendi.
SNMPv3.
SNMPv3, şifreli güvenliğin eklenmesi dışında, protokolde herhangi bir değişiklik yapmaz; ancak yeni metinsel kurallar, kavramlar ve terimler nedeniyle çok farklı görünür. En dikkat çekici değişiklik, SNMP'nin güvenli bir sürümünü tanımlamak için, SNMP'ye güvenlik ve uzaktan yapılandırma geliştirmeleri ekleyerek gerçekleştirildi. Güvenlik yönü, gizlilik için hem güçlü kimlik doğrulama hem de veri şifrelemesi sunarak ele alınmıştır. Yönetim yönü için SNMPv3, bildirim kaynakları ve proxy yönlendiricileri olmak üzere iki bölüme odaklanmaktadır. Değişiklikler ayrıca, SNMP varlıklarının uzaktan yapılandırması ve yönetimi ile ilgili konuların yanı sıra, büyük ölçekli dağıtım, hesaplamalar ve hata yönetimi ile ilgili sorunları ele almayı kolaylaştırmaktadır.
Dahil edilen özellikler ve geliştirmeler:
SNMP'nin en büyük zayıflıklarından biri güvenlik, özellikle SNMP Sürümleri 1 ve 2'de kimlik doğrulama, yönetici ve ajan arasında açık metin olarak gönderilen bir paroladan (topluluk dizisi) ibarettir. Her SNMPv3 mesajı, oktet dizesi olarak kodlanan güvenlik parametreleri içerir. Bu güvenlik parametrelerinin anlamı, kullanılan güvenlik modeline bağlıdır. v3'teki güvenlik yaklaşımı aşağıdaki hedefleri hedefler:
v3 ayrıca, daha sonra SNMPv3'ün SSH üzerinden ve SNMPv3'ün TLS ve DTLS üzerinden desteklenmesini sağlayan bir taşıma güvenliği modeli (TSM) tarafından takip edilen USM ve VACM'yi tanımlar.
2004 yılı itibarıyla, IETF, - tarafından tanımlandığı şekliyle (aynı zamanda STD0062 olarak da bilinen) Basit Ağ Yönetim Protokolü sürüm 3'ü, mevcut standart sürüm olarak tanımaktadır. IETF, SNMPv3'ü tam bir İnternet standardı olarak belirlemiştir, RFC için en yüksek olgunluk seviyesidir. Daha önceki sürümleri, çeşitli şekillerde "Tarihi" veya "Eskimiş" olarak belirleyerek, eskimiş olarak kabul etmektedir.
Linux işletim sisteminde SNMP sürümlerini etkinleştirme.
, Guest Processes'i bulmak için SNMP'nin etkinleştirmesi ve yapılandırılması gerekir. Bu adımlar işletim sürümleri arasında farklılık gösterebilir. Genel adımlar şu şekildedir;
SNMPv2'yi etkinleştirmek.
1.Adım: Linux dağıtımınız ve sürümünüz için uygun SNMPv2c sunucu paketini edinin ve kurun. Çoğu paket yöneticisinde net-snmp şeklinde adlandırılır. Eğer paket içerisinde net-snmp-utils varsa bunu da kurun.
2.Adım: SNMP'yi yapılandırmak için /etc/snmp/snmpd.conf ve doğrulamak için snmp-conf -i komutu çalıştırılarak SNMPv2c etkinleştirilir ve ardından salt okunur bir topluluk adı ayarlanır. Bu topluluk adı tarafından sanal makinedeki SNMP aracıyla iletişim kurmak için kullanılır. Not:Seçeceğiniz topluluk adı sistemdeki tüm OID'lere en azından salt okunur erişime sahip olmalıdır.
3.Adım: Arka plan programını genel bir arabirimde dinleyecek şekilde yapılanmalıdır. Varsayılan kurumların çoğu yalnızca şu adresi tanır: 127.0.0.1
4.Adım: SNMP kurulumu doğrulanması gerekir.Topluluk dizesini ve IP adresini değiştirerek uzak bir makineden aşağıdaki komutu kullanarak SNMP kurulumunuzun başarılı olduğunu doğrulayın:
codice_1
Başarılı olursa, komut makinenin çekirdek sürümünü döndürecektir.
SNMPv3'ü etkinleştirmek.
1.Adım: Linux dağıtımınız ve sürümünüz için uygun SNMPv2c sunucu paketini edinin ve kurun. Aynı şekilde SNMPv2c sürümünde olduğu gibi genel olarak çoğu paket yöneticisinde net-snmp ile adlandırılır. Aşağıdaki 5. adımda yapılandırmanızı doğrulamak için paketi Turbonomiccodice_2 VM'ye de kurmalısınız.
2.Adım: SNMP hizmetini durdurun.
3.Adım: SNMPv3 kullanıcısını şu komutla oluşturun ;codice_3
Örnek komut:
codice_4
Aşağıdaki koda benzer bir çıktıyla sonuçlanır:
codice_5
codice_6
codice_7
4.Adım: Kurulumunuzu doğrulayın; Yapılandırmayı doğrulamak için Turbonomic VM üzerinde aşağıdaki komutu yürütebilirsiniz:
codice_1
SNMP'nin uygulama alanları.
SNMP büyük ve uzaktan yönetilme zorunluluğu doğan ağ cihazlarının tek bir merkezden gözlenmesi ve ayarlanmasına olanak sağlar. Sunucular, routerlar, modemler ve kişisel bilgisayarlar gibi ağı oluşturan tüm birimlerde birer SNMP ajanı bulunabilir. Bunlar Ağ Yönetim Sisteminin çalıştığı birime istek üzerine çalıştırdıkları hizmetlerle ilgili bilgileri sağlayabilecekleri gibi oluşan herhangi bir acil durumu da bu sisteme bildirip sorundan en hızlı şekilde haberdar edilmesini sağlayabilirler. Güvenlik açıklarından dolayı güvenliği sağlanmamış ağlarda kullanımı hâlâ bir tehdit olduğundan SNMP kişisel ağlarda pek fazla uygulama bulamamıştır. Her ne kadar üçüncü sürümde güvenliği sağlayıcı bazı önlemler alınmış olsa bile kullanımı artmamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8240",
"len_data": 11120,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Pi veya π, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8241",
"len_data": 41,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.2
}
|
Biyokimya, insan, bitki, hayvan ve mikroorganizma biçimindeki bütün canlıların yapısında yer alan kimyasal maddeleri ve canlının yaşamı boyunca sürüp giden kimyasal süreçleri inceleyen bilim dalıdır.
17. 18. yüzyıllarda Tıp doktorları tarafından bulunmuş olup (paracelsius) Öncelikle Tıp fakültelerinde kürsüleri kurulmuş daha sonra diğer canlılarla ilgilenen bölümlerde de biyoloji kimya eczacılık veteriner gibi fakültelerde de ders olarak işlenmiştir.
Biyokimyanın amacı her şeyden önce, hücrenin temel bileşenleri olan protein, karbonhidrat, lipit gibi organik bileşiklerin ve yaşamsal önem taşıyan kimyasal tepkimelerde en büyük rolü oynayan DNA nükleik asitlerin, vitaminlerin ve hormonların yapısal ve nicel çözümlemesini yapmaktır. Canlılardaki protein bileşimi, besinlerin enerjiye dönüşmesi, kalıtsal özelliklerin kimyasal mekanizmalarla iletilmesi gibi yaşam süreçlerinin araştırılması da yine biyokimyanın ilgi alanına girer
Canlılara ilişkin bilim dalları uğraşmakta olan her fakültede (tıp, eczacılık, biyoloji, ziraat, veteriner vs.) bir biyokimya kürsüsü de bulunur. İnsan sağlığıyla ilgili bilimler de iki alanda incelenir: 1. Temel biyokimya 2. Klinik biyokimya.
Klinik biyokimya laboratuvar uzmanlığı ise, klinik laboratuvar bilimi ve teknolojisinin hasta bakımı için kullanıldığı bir tıp disiplini olup, sağlık ve hastalıktaki biyokimyasal mekanizmaları, hastalıkların önlenmesi, tanı ve ayırıcı tanı, prognoz ve tedavinin izlenmesindeki testleri, laboratuvar sonuçlarının tıbbi yorumlarını, klinisyenlere konsültasyonunu ve laboratuvar tanıyı içeren, tıbba ve kliniğe özgün bir laboratuvar bilimi ve uzmanlık alanıdır.
21. yüzyılın biyolojik bilimler ve biyoteknoloji çağı olacağı kabul edilmektedir. Bilim ve teknolojinin amacı sağlıklı bir çevre ve sağlıklı bir yaşamdır. Bu nedenle bugün hayal bile edilemeyecek olanakların insanlığın hizmetine sunulmasında en büyük pay gelecekte bu meslek üyelerinin olacaktır. Son yılların Nobel bilim ödüllerinin büyük oranda biyokimyasal çalışmalara verilmiş olması bunun en güzel kanıtıdır. İş olanaklarının, biyokimya, biyoteknoloji ve gen teknolojisinde gözlenen gelişmelere paralel olarak yoğunlaşması gelişmiş ülkelerde yayınlanan bilimsel dergilerdeki iş ilanlarının büyük bir kısmının bu alanlara yönelik oluşu ile kanıtlanmaktadır
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8249",
"len_data": 2300,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.87
}
|
Megalit, bir yapı veya anıt oluşturmak amacıyla kullanılan büyük bir taştır. Bu yapılar bir veya birkaç megalitten oluşabilir. Megalitik sıfatı bu tür taşlardan yapılmış anlamını taşır, taşlar harçla değil birbirlerine geçmeli olarak bir arada dururlar. Sözcük, Yunanca μέγας megas (büyük) ve λίθος lithos (taş) sözcüklerinden türetilmiştir.
Megalitler başlıca iki grupta toplanabilir: Dayanak gerektirmeden ayakta duran taşlar; bunlar yalnızken menhir, bir doğru veya daire şeklinde dizilirse "Cromlech" (Kromlek) adını alırlar.
Paralel düzenlenmiş bir döşemeyi taşıyan taşlardan meydana getirilen odalara dolmen denir, bunlar mezar odalarıdır. Bu mezar odalarının üstü toprakla örtülürse, ortaya çıkan tepeciklere tümülüs veya höyük adı verilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8255",
"len_data": 747,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.7
}
|
Zeki Demirkubuz (d. 25 Temmuz 1964, Isparta), Türk film yönetmeni, senarist, yapımcı ve oyuncu.
Yaşam öyküsü.
Zeki Demirkubuz 1964 yılında Isparta'da doğdu. Ortaokulu Isparta'daki Gönen Öğretmen Okulunda bitirdikten sonra İstanbul'a yerleşti. Liseye İstanbul'da başladıysa da ilk sömestirden sonra okulu bırakarak fabrika ve atölyelerde çalışmaya başladı. 1980 darbesinden sonra tutuklanıp üç yıl hapis yattı, işkence gördü. Bu dönemde edebiyata ilgi duymaya başlayıp Dostoyevski'yi keşfetti. Özellikle "Suç ve Ceza"'nın Demirkubuz üzerindeki kalıcı etkileri o yıllarda oluştu. Tahliyesinden sonra Anadolu'nun çeşitli kentlerinde işportacılık yaptı. Askerliğini erteleyebilmek için okula dönmeye karar verdi ve liseyi dışarıdan bitirerek İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesine girdi.
Sinemaya 1986 yılında Zeki Ökten’in asistanlığını yaparak başladı. İlk uzun filmi "C Blok"'u çekene kadar çeşitli yönetmenlerin asistanlığını yaptı. "C Blok"’tan sonra Demirkubuz, kendi senaryolarını yazan bağımsız bir yönetmen olarak çalışmaya devam etti. Uluslararası eleştirmenler ve izleyiciler, Demirkubuz’u Venedik Film Festivali’nde gösterilen "Masumiyet" filmiyle tanıdı. Demirkubuz’un üçüncü filmi olan "Üçüncü Sayfa", Türkiye’deki film festivallerinin yanı sıra Locarno ve Rotterdam Film Festivalleri de dâhil olmak üzere Avrupa’da yapılan çok sayıda film festivalinde gösterildi. Bu dönemde Zeki Demirkubuz "Karanlık Üzerine Öyküler" adını verdiği üçlemesinin çalışmalarına başladı. Üçlemenin ilk iki filmi "Yazgı" ve "İtiraf", 2002 yılında Cannes Film Festivali'nin "Un Certain Regard" bölümünde gösterildi. Üçlemesini başrolünü de üstlendiği "Bekleme Odası" (2003) ile tamamlayan Demirkubuz, daha sonra "Masumiyet"’in başlangıç öyküsünü anlatan "Kader"’i çekti (2006). 2009 yılında "Kıskanmak", 2012 yılında "Yeraltı", 2015 yılında "Bulantı" ve 2016 yılında "Kor" filmleri gösterime girdi. Kemal Sunal'ın oynadığı 1986 yapımı "Yoksul" filminde ve "İşler Güçler" dizisinin final bölümünde rol aldı.
Beşiktaş taraftarı olan Demirkubuz'un en sevdiği futbolcu İlhan Mansız'dır. Bir röportajında Türk sinema tarihinde en sevdiği yönetmenin Yılmaz Güney olduğunu dile getirdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8263",
"len_data": 2171,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.44
}
|
Sir Richard Starkey veya sahne adıyla Ringo Starr (d. 7 Temmuz 1940, Liverpool), İngiliz müzisyen. The Beatles müzik grubu üyesi.
Gerçek ismi Richard Starkey olan İngiliz müzisyen Ringo Starr, 7 Temmuz 1940 tarihinde doğdu. 1962-1970 yılları arasında Beatles grubunun bateristiydi. Müzik hayatına Rory Storm and the Hurricanes adlı Liverpool'lu bir grubun bateristi olarak başladı; 1959 yılından 1962 yılına dek bu grupta çaldı. 16 Ağustos 1962 tarihinde The Beatles, baterist Pete Best ile yollarını ayırarak yerine Ringo Starr'ı gruba dahil etti. Starr’ın gruba katılması, The Beatles’ın klasik dörtlü kadrosunun (John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr) oluşmasını sağladı.
Ringo Beatles için 2 şarkı yazdı; Octopus's Garden ve Don't Pass Me By. 1968 yılında gruptan ayrılsa da, kısa bir süre içinde geri döndü. Beatles dağıldıktan sonra Ringo Starr, solo çalışmalara başladı. Ayrıca bazı filmlerde rol almıştır.
Ringo Starr, 7 Temmuz 2020'de, 80. yaşını, 2008'den bu yana olduğu gibi “barış ve sevgi” temalı bir konser vererek kutlayacağını duyurmuştur. Aynı zamanda, salgın sebebiyle konserin, YouTube üzerinden canlı olarak gerçekleşeceğini de belirtmiştir.
Diskografi.
Beatles'ın dağılmasından sonra, Starr 20 solo stüdyo albümü yayınlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8264",
"len_data": 1270,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.42
}
|
Fildişi Sahili ya da resmî adı ile Fildişi Sahili Cumhuriyeti(Fransızca: "Côte d’Ivoire", ), Afrika kıtasının batı kısmında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Mali, Burkina Faso, Gana, Liberya ve Gine oluşturmaktadır. Ülkenin güneyinde Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti Yamoussoukro'dur.
Ülke ismi.
Ülkenin kurulu olduğu bölgelerde sahip olduğu çok sayıda fil nedeniyle 16.yüzyılda Portekiz Krallığı tarafından fildişi elde edebilmek ve ticaretini gerçekleştirebilmek adına fil avı gerçekleştirilmiş ve birçok fil avcılar tarafından öldürülmüştür. Bu olay nedeniyle ülkenin ismi Fransızca "Fildişi Sahili" anlamına gelen "Côte d’Ivoire" olarak belirlenmiş, fildişi uzun yıllar ülkenin en önemli ihracat kaynaklarından birini oluşturmuştur. Ancak ülke isminin her bir dilde farklı versiyonlarda söylenmesi (Fildişi Sahili, Elfenbeinküste, Ivory Coast, Costa de Marfil vb.) ve uluslararası alanlarda karışıklıklara neden olması nedeniyle 1985 yılında dönemin devlet başkanı Félix Houphouët-Boigny aldığı karar ile ülke isminin bundan sonra sadece Fransızca hali ile kullanılabileceğini ve diğer dillere birebir çevrilemeyeceğini belirtmiştir.
Coğrafya.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 3.458 km sınırın 545 km'si Burkina Faso, 720 km'si Gana, 816 km'si Gine, 778 km'si Liberya ve 599 km'si Mali ile oluşurken, ülkenin ayrıca Gine Körfezi'nin batısında Atlas Okyanusu'na 515 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır.
Ülkenin yüzey şekilleri genel itibarıyla yassı bir görünüme sahip olmakla birlikte ülkenin yüzeyi çoğunlukla yayla ve ovalardan oluşmaktadır. Ülkenin sadece batı kesimleri deniz seviyesinden ortalama 1.000 m daha yüksekte yer almaktadır. Ülkenin en yüksek noktasının Gine sınırına yakın konumda bulunan 1.752 m yüksekliğe sahip olan Nimba Dağı oluşturmaktadır. Ülkenin kuzey kesimlerinin bir bölümü Yukarı Gine Yaylaları olarak adlandırılan oluşumun içerisinde yer almaktadır. Bunun dışında kalan bölgelerde ortalama yükseklik 200 m ila 350 m arasında yer almaktadır.
Ülkenin yüksek kesimlerinde yer alan yaylalar engebeli bir arazi yapısına sahip olup, zemin sert bir yapıdadır. Alçak kesimlerde yer alan bölgelerde zemin daha yumuşak bir yapıya sahip olup, daha düz bir arazi yapısı mevcuttur. Ülke içerisinde birçok akarsu bulunmaktadır. Bunlardan en önemli dört tanesi Cavallah Nehri (700 km), Sassandra Nehri (650 km), Bandama Nehri (1050 km) ve Comoé Nehri'dir (1160 km). Fildişi Sahilinin en önemli gölleri baraj yapımı sonucu ortaya çıkmış olup, Kossou Gölü, Buyo Gölü ve Ayamé Gölü bu göllere örnek olarak verilebilmektedir.
İklim.
Fildişi Sahili konum olarak 4° ve 10° kuzey enlemleri arasında yer almakta olup, Ekvator ülkenin güney sahiline 400 km uzaktadır. Ülkenin güney kesimlerinde bu yüzden nemli tropikal iklim gözlemlenmekte olup, ülkenin en kuzey bölgelerinde kurak bir iklim hakimdir. Ülke genelinde ortalama sıcaklık değerleri 28 °C düzeyinde yer alsa da, ülkenin kuzey kesimleri ile güney kesimleri arasında keskin sıcaklık değerleri gözlemlenebilmektedir.
Fildişi Sahili genelinde rüzgarlar iklim üzerinde önemli bir etkene sahiptir. Özellikle kuzeydoğu yönünde esen Alizeler ve güneybatı yönünde esen muson rüzgarları ülkede etkendir. Alizeler kış aylarında sıcak, kurak ve Sahra tozu içeren bir havanın hakim olmasına neden olmakta ve ülkede kuraklığa neden olabilmektedir. Ülkenin güney kesimlerinde ise Gine Körfezi'nden gelen Batı Afrika muson rüzgarının etkisi gözlemlenmekte olup, nemli ve sıcak bir ortamın oluşmasına neden olmaktadır. Bu rüzgarlar ülkenin güney kesimlerindeki iklimini belirlemekte olup, kuzey kesimlerinde yaz yağmurlarına neden olmaktadır.
Bitki örtüsü ve yaban hayat.
Fildişi Sahili bitki örtüsü ve yaban hayat çeşitlilik arz etmektedir. Ülke güneyde "Gine Bölgesi", kuzeyde ise "Sudan Bölgesi" olarak iki farklı bölgenin etkisi altındadır. Ülkenin güney kesimlerinde her daim yeşil olan yağmur ormanları ve mangrov ormanları yer alırken, kuzey kesimlerinde kurak dönemlerde yapraklarını döken ağaçları içeren ormanlar ve sahra yer almaktadır. Burada özellikle kurak ormanlar, yağmur ormanları ile sahra arasındaki geçişte arada yer almaktadır.
Ülke genelinde ağaç türü olarak Baobab ağaç türleri, dutgiller ailesine mensup ağaçlar, epifit ve salepgiller ailesine mensup ağaçlar sıklıkla gözlemlenebilmektedir.
Fildişi Sahili genelinde yaban hayatta çeşitlilik göstermektedir. Ülkeye ismini de veren fil bir dönem hem ormanlık alanlarda hem de sahrada yoğunlukla bulunmasına rağmen, yıllar içerisinde yaşanan kaçak avcılık ve yaşam alanlarının daraltılması gibi nedenlerde nüfusu azalmış, günümüzde de çoğunlukla oluşturulan rezerv alanlarda yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Ülke genelinde fil harici su aygırı, yaban domuzu, duiker, primat üyeleri, kemiriciler, peygamberdevesi ailesi üyeleri ile leopar gibi kedigiller üyesi, kuyruksürengiller ailesine mensup hayvanlar ile naja, kara mamba, şişen engerek, gabon engereği, çıngıraklı yılanlar, Afrika kaya pitonu gibi yılan türleri gözlemlenebilmektedir. Ayrıca ülkenin steplerinde asıl sırtlanlar ve çakallar, nehir gibi sulak alanlarda da timsah yaşamaktadır. Dünya genelinde az sayıda bulunan Cüce suaygırı da ülkenin güneybatı bölgelerinde yaşam sürdürmektedir. Ülke genelinde bulunan şempanze gibi birçok hayvan ya çok az görülmekte ya da nesli tükenmek üzere bir konumdadır.
Nüfus.
Fildişi Sahili'nde son olarak 2014 yılında gerçekleştirilen resmi nüfus sayım sonuçlarına göre 22.671.331 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2018 tahmini sayım sonuçlarına göre ülkede 26,260,582 nüfus yaşadığı tahmin edilmektedir.
Fildişi Sahili genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun %58,74'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,85'i 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %38.53 (erkek 5,311,971/kadın 5,276,219)
15-24 yaş: %20.21 (erkek 2,774,374/kadın 2,779,012)
25-54 yaş: %34.88 (erkek 4,866,957/kadın 4,719,286)
55-64 yaş: %3.53 (erkek 494,000/kadın 476,060)
65 yaş ve üzeri: %2.85 (erkek 349,822/kadın 433,385)
Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %52,7 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %2,19 düzeyindedir.
Etnik gruplar.
Fildişi Sahili genelinde yaklaşık olarak 60 etnik grup yaşamaktadır. Ülke genelinde etnik gruplar kültür ve dil açısından dört grupta toplanmaktadır:
Afrika kökenli etnik gruplarda çoğunluğu %77 düzeyinde Fildişi Sahili vatandaşı olarak yaşarken, %20 düzeyinde Liberya, Burkina Faso ve Gine gibi diğer Afrika ülkelerinden bu ülkeye çalışmak için gelen Afrikalı yaşamaktadır. Afrika kökenli topluluklar haricinde ülkede farklı kıtalardan da yabancılar yaşamaktadır. Bu topluluklar içerisinde çoğunluğu Fransa vatandaşları oluştururken ikinci büyük yabancı topluluğu Lübnan vatandaşları oluşturmaktadır. Bu iki topluluk haricinde Vietnamlı, İspanyol, Birleşik Devletler ve Kanada vatandaşları da Fildişi Sahili'nde yaşamaktadır.
Tüm bu veriler doğrultusunda ülkenin etnik grup dağılımı sırasıyla şu şekildedir:
Dil.
Ülkenin tek resmi dili Fransızcadır. Bu dilin haricinde ülke genelinde 77 farklı dil konuşulmaktadır. Bu diller arasında Baoulece ve Dioulaca en yaygın kullanılan dillerdir. Bunun dışında yerel etnik bazlı Senufoca, Yacoubaca, Anyice, Attiece, Kulangoca, Tagwanaca ve Lobice gibi farklı dillerde kullanılmaktadır.
Resmi dilin haricinde açık ara konuşulan diğer Dioulaca'dır. Ülke nüfusunun %61'i bu dili bilip konuşabilmektedir. Özellikle ülkenin kuzey kesimlerinde yaygın olan dil, aynı zamanda ticaret dili olarak da kullanılmaktadır. Ancak ülkenin Fransa kolonisi olmasından sonra ülkede resmi olarak kullanılan dil Fransızcadır.
Din.
2021 yılında yapılan nüfus sayımına göre Ülke genelinde nüfusun %43'ü İslam, %40'ı Hristiyan (Katolik %20, Protestan %20) inancına inanmaktadır. Yerel dinlere İnananlar %3 Hiçbir dine inanmayanlar %13 oranında kalmaktadır %1 ise İslam, Hristiyanlık ya da Geleneksel Afrika Dinleri haricinde herhangi bir dine mensup olduğunu beyan eden kişilerdir.
Ülkenin ilk devlet başkanı olan Félix Houphouët-Boigny doğum yeri olan ve ileride de başkent olarak ilan ettiği Yamoussoukro'da dünyanın en büyük bazilikası olan "" inşa ettirmiştir. Bu bazilika Vatikan'daki bazilikadan yedi kat daha büyük bir konumdadır.
Diaspora.
Ülke vatandaşı olan birçok kişi yurt dışında yaşamaktadır. Yurt dışında bulunan kişilerinden bir bölümü bulundukları ülkelere yasal olmayan yollardan girdikleri ve yaşadıkları için ülke dışında bulunan Fildişi Sahili vatandaşlarının tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte tahmini verilere göre 1,500,000 kişinin başka ülkelerde yaşadığı düşünülmektedir. Yurt dışına giden ülke vatandaşlarının ilk tercihleri arasında Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD ve Kanada gibi Amerika kıtası ülkeleri yer almaktadır. Bu ülkelerde yaşayanların ülkelerinde bulunan yakınlarına gönderdikleri paralar ile ekonomiye katkı sağlamakla birlikte, Fildişi Sahili'ne geri dönüşlerinde ülke piyasasında önemli yer edinebilmektedirler.
Sosyal durum.
Sağlık.
Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %81,9'u temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Ancak bu oran şehir merkezlerinden kırsal kesime ilerlendiğinde düşmektedir. Bunun yanı sıra nüfusun sadece %22,5'i tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabildiği ülkede, nüfusun %77,5'i ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde ishal, hepatit, sıtma, humma, tifo, kuduz ve menenjit çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2014 tahmini verilerine göre %3,46 düzeyindedir.
Eğitim.
Fildişi Sahili genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %43,1 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %53,1 iken, kadınlarda %32,5 seviyesindedir. Açıklanan bazı verilerde ülke nüfusunun %61,1'inin, kadın nüfusunda ise %73,6'sının hiçbir şekilde okuma yazma bilmediği ifade edilmektedir.
Zorunlu eğitimin olduğu ülkede ortalama okula gitme yılı dokuz yıl düzeyinde olup bu erkek çocuklarda on yıl, kız çocuklarında ise sekiz yıl düzeyindedir. Ülke genelinde eğitimler ücretsiz olarak verilmekte olup, kitap ve diğer kaynaklar için resmi bir ücret talep edilmemektedir.
Eğitim çağına girmek üzere olan ya da eğitim çağında olan 1,796,802 çocuğun çocuk işçi statüsünde çalıştığı bildirilmektedir. Bu veri ile 2015 tahminine göre ülkenin çocuk nüfusunun %35'i çocuk işçi olarak çalışmaktadır.
Kölelik.
Dünya genelinde en önemli kakao üreticilerinden biri konumunda olan Fildişi Sahili'nde insan hakları örgütleri 12.000 kadar çocuğun kakao plantasyonlarında köle olarak çalıştırıldığını ifade etmektedir.
Tarih.
Ön tarih.
Günümüzde ülkenin kurulu olduğu bölgelerin güney kesimlerinde kolonileşme dönemi öncesinde bir devlet yapısı oluşturulamamıştır. Buna karşılık ülkenin kuzey kesimleri 11. yüzyıl itibarıyla Sahra imparatorlukların etkisi altına girmiştir. Özellikle 13. yüzyıldan sonra Mali İmparatorluğu gibi imparatorlukların bu bölgelerde etkinlik sağlamıştır. Bu süreçte gerçekleştirilen ticari faaliyetler ile islam dini ile de tanışan bölgede, 17. yüzyılda bölgede güç haline gelen Kong Krallığı ile birlikte önemli islami öğretinin merkezlerden biri olan en güçlü krallıklardan biri kurulmuştur.
17. yüzyılda Fildişi Sahilinin günümüzde bulunduğu bölgenin tamamen içerisinde kurulan krallıklar arasında Abron Krallığı ilk sırada yer almıştır. Akanlar etnik grubuna mensup kişiler Ashanti Krallığı içerisinde yaşarken yaşanan sorunlar nedeniyle göç ederek söz konusu krallığı kurmuşlardır.
Koloni tarihi.
Ülkenin bulunduğu kıyı bölgelerinde yaşayanların Avrupalılar ile ilk teması 15. yüzyıldan itibaren gerçekleşmiş, bu dönemde bu bölgelere gelen Portekiz gemileri, yerel halk ile ticari faaliyetlerde bulunmuştur. Portekizli tüccarlar burada uzun yıllar ticari faaliyetlerde bulunmalarına rağmen Avrupalılar Altın Sahili gibi doğuda bulunan komşu diğer bölgelerde inşa edilen üsleri burada kurmamışlardır. 17. yüzyıldan itibaren bölgede bulunan Portekiz, Fransa tüccarlarının gelmesi ile birlikte bölgeden uzaklaştırılmıştır. Bölgede hakimiyet kurmaya çalışan Fransa, 1698 yılında ahşap da olsa ilk üs kurma girişiminde bulunmuş, Assinie'de St. Louis adında üs kurulsa da 1704 yılında kapatılmıştır. 19. yüzyılın ortalarına doğru yerel halk ile ilk kalıcı bağlantıları sağlayan Fransa, bölgeye yerleşmeye başlamıştır. 1839 yılında dayanan belgelerde Fransız amiral Louis Edouard Bouet-Willaumez'in bölge için kullandığı "Côte d’Ivoire" (Fildişi Sahili) ilk defa gözlemlenmiş olup, Bouet-Willaumez 1843 ve 1844 yıllarında kıyı kesiminde bulunan Grand-Bassam ve Assinie'deki yerel yöneticiler ile anlaşmalar yaparak bu bölgelerin Fransa himaye bölgesi olması konusunda adımlar atmıştır. Fransa ilerleyen dönemlerde Afrika kökenli askerlerin de yardımı ile bu bölgeden hareket ederek tüm Fildişi Sahili'ni kolonisi haline getirmiştir. Fransa-Prusya Savaşı'nda elde edilen mağlubiyet sonucu 1871 yılından itibaren ilerlemede hız kaybeden Fransa, 1885'te gerçekleştirilen Berlin Konferansı mutabakatı ile Afrika kıyılarını 1890 yılında itibaren de iç kısımların bölüşümü ile ilgili anlaşmalar neticesinde kolonileşme adına yeniden hız kazanmıştır. Gerçekleştirilen bu konferanslarda herhangi bir bölgenin koloni bölgesi olarak ilan edilmesi için o bölgenin gerçek anlamda o ülke kuvvetleri tarafından işgal ve idare ediliyor olması gerektiği karara bağlanmış, "sıradan seremoniler" ile herhangi bir bölgenin ele geçmiş olarak değerlendirilemeyeceği ifade edilmiştir. Konferansın gerçekleşmesinden sonra Avrupa ülkeleri arasında başlayan ve Afrika Talanı olarak adlandırılan süreç başlamış, bu sürecin bir etkisi olarak Fransa 1893 yılında Fildişi Sahili'ni resmi olarak kolonisi ilan etmiştir. Koloni bölgesinin ilk başkenti Grand-Bassam olarak ilan edilmiş, Bölgenin ilk valisi olarak atanan Louis-Gustave Binger bölgenin sınır komşuları olarak doğuda bulunan Britanya kolonisi Altın Sahili, batıda bulunan bağımsız Liberya ile sınır hatları konusunda anlaşmalar sağlamış ayrıca Kong Krallığı'nın Fransa tarafından himayesine yönelik antlaşmaları imzalamıştır. Burada gerçekleştirilen anlaşmalara rağmen kıyı kesimler ile en uç kuzey bölgelerde Samori Ture önderliğindeki birliklerin direnişi ile karşılaşan Fransa, 1891 ile 1918 yılları arasında ya ayaklanmalar ile meşgul olmuş ya da farklı topluluklar ile savaş içerisinde bulunmuştur. Burada en yoğun direnişi gösteren ve bu süreçte Kong Krallığı'nı da elen geçiren ve burada yeni bir imparatorluk oluşturan Ture ve birliklerine karşı mücadelede yoğun çaba harcayan Fransa, Ture'nin kendisine Ashanti Krallığı'nın ele geçirmesi nedeniyle komşu olan Britanya'ya, Fransa'ya karşı birleşme çağrısı yapmış ancak Britanya bu çağrıya karşılık vermemiştir. Bunun yanı sıra Fransa'nın bölgeyi hem batı, hem güney hem de kuzeyden abluka altına alarak saldırıda bulunmuş, bu süreçte Britanya'nın da doğu koridorunu kapatması ile arada kalan Ture ve birlikleri teslim olmak durumunda kalmıştır. Fransa bu süreçte önceleri kendisine doğduğu bölgelerde güvenli bir yaşam teklif etmiş, bu teklif de Ture tarafından kabul edilmiş olsa da, verilen söz tutulmamış ve Ture kısa bir süre sonra Fransa'ya ait başka bir koloni bölgesi olan ve 1900 yılında da hayatını kaybedeceği Gabon'a sürgün edilmiştir.
Ture ve birliklerinin bölgenin kuzey kesimlerinde gösterdiği direnişin bir benzerini kıyı kesimlerinde gösteren Akanlar etnik grubuna mensup Baouleler ve Agniler, 1891 yılından itibaren bu direnişi başlatmış, grupların merkezi bir yönetim ile direnişi gerçekleştirmemesinin bir nedeni olarak uzun yıllar süren ve gerilla savaşı olarak adlandırılan teknikler kullanılarak direniş taktiğini sürdürmüşlerdir. İlk dönemlerde himaye antlaşmaları ile korumaya alınan bölgelerde bulunan yerel şef seçimlerine Fransa'nın müdahale etmesi ve erkek nüfusun zorunlu olarak çalıştırılmak istenmesi gibi nedenlerle başlayan görüş ayrılıkları, Fransa'nın 1893 yılında başlattığı demiryolu hattı için erkek çalışan talebi ile hattın geçeceği yerleri ilhak etmesi ile had safhaya ulaşmıştır. 1908 yılına gelindiğinde kıyı kesiminde bulunan küçük bir bölgeyi gerçek anlamda hakimiyeti altında tutan Fransa, aynı yıl vali değişikliğine giderek bölgeye vali olarak Gabriel Angoulvant atamıştır. Yeni vali çözümü şiddetli askeri yöntemlerde aramış ve isyancıların yaşam alanlarını tahrip ederek, insanların daha kolay gözlemlenebileceği büyük yaşam alanlarında yaşamaya zorlamıştır. Birçok Afrikalı yerel lider sürgün edilmiş, zorunlu çalışma sistemi ile de isyancılar kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Tüm bu uygulamalar neticesinde 1915 yılında bölgede kontrolü yeniden ele alan Fransa, 1916 yılında çıkan kısa süreli bir isyanı da bundan önceki süreçteki gibi bastırabileceğini ifade etmesi sonrasında sonlandırmıştır.
1904 yılında Fransız Batı Afrikası koloni sisteminin bir parçası haline gelen Fildişi Sahili'nde yeni başkent Bingerville olmuştur.
Bölgenin kuzey kesimlerinde yaşayan ve bu bölgede toplumun üst kesimi konumunda olan kişiler kendilerine kıyı bölgelerinde bulunan şehirlere ulaşım imkânı sağladığı gerekçesiyle koloni güçleri ile işbirliği yapılması yönünde görüş belirtmekteydi. Koloni güçleri de yine aynı şekilde kendilerine bölgenin orta kesimlerinde bulunan ormanlık alanlarda ve kauçuk, palmiye yağı, kakao gibi plantasyonlarda çalışacak iş gücünü kuzey kesimlerinden temin etmekteydi. Burada bulunan iş gücünün güneye yönelmesi ile birlikte kuzey kesimlerinde ekonominin kalkınması açısından olumsuz bir durum yaratmıştır. Fransa kontrolü altına aldığı ve o güne kadar "devlet otoritesi" yaşanmayan bölgelerde belirledikleri yerel kişileri "geleneksel şef" düşüncesi ile yönetici konumuna getirmiş olsa da, bu kişiler yerel halk tarafından pek kabul görmemiştir. Bu süreçte katolik kilise de bölge genelinde ilkokullar açmış, söz konusu süreçte burada bulunan ve geleneksel Hristiyan dini ile yerel motifleri birleştiren, Afrika'da yaygın dini inanış olan "Harristen Kilisesi" kurucusu olan Liberyalı William Wadé Harris'ın sadece 1914 yılında 120.000 kişiyi Hristiyan yaptığı ifade edilmiştir. Ayrıca bölgede yaşayan çok küçük bir azınlık 1930 yılına kadar Fransız vatandaşlığına hak kazanırken, çoğunluk vatandaş dahi sayılmadan Fransa'nın sadece aynı yurtta yaşayan yurttaşları (Fr.:"sujet") olarak görülmekteydi.
Bu kişilerin yaşamları "Code de l’indigénat" adı verilen yönetmeliklere göre düzenlenmekteydi. Bu yönetmelikte yer alan düzenlemelere göre örneğin her bir yetişkin yerel erkek on gün boyunca herhangi bir ücret talep etmeden zorunlu işe tabi tutulabiliyordu, ancak bu kişilerin herhangi bir siyasi hakkı bulunmamaktaydı. Fransa'nın bir bölümünün 1940 yılında Almanya tarafından işgal edilmesi ile birlikte ülkeye bağlı koloni bölgelerinde de sıkıntılar yaşanmıştır. İşgal altında bulunmayan bölgelerde Vichy hükûmeti iktidarı ele alırken, Londra'da kurulan ve işgale karşı mücadele etmeyi ön gören sürgün hükûmeti olan Özgür Fransa hükûmeti de Charles de Gaulle önderliğinde Vichy hükûmetine karşı iktidar mücadelesine girmiştir. Bu süreçte Fransa'da yaşananlar neticesinde Fransa koloni bölgeleri de her iki hükûmet arasında seçim yapmak zorunda kalmış, Özgür Fransa hükûmetine desteğini açıklayan Fransız Ekvatoral Afrikası hariç Fildişi Sahilinin de içinde bulunduğu Fransız Batı Afrikası, Vichy hükûmetinin yanında yer almıştır. Vichy hükûmetinin desteklendiği Fransız Batı Afrikası'nda ırkçılık baş göstermeye başlamış, Nazi Almanyası'nda görülebilen ırkçı yasalar işleme alınarak ırk ayrımına gidilmiştir. Bu süreçte otellerde, kafelerde ve diğer benzeri toplu yaşam alanlarında "Sadece Beyazlara" yazan tabelalar asılmış, siyahi müşterilere ayrı bir noktada hizmet sunulmuştur. Siyahi yerel erkeklerin zorunlu çalışmasına sadece Fransız firmalarında izin verilmiş, beyazlardan elde edilen mahsule iki katı ücret ödenirken siyahilerden elde edilen mahsule bu uygulanmamıştır. Almanya'nın ve dolayısıyla Vichy hükûmetinin yenilgisi ile sonuçlanan savaş sonunda bu tür ırkçı yaklaşımlar da Fransa koloni sisteminden uzaklaştırılmış, Fildişi Sahili'nde 1943 yılında Vichy yanlısı Fransız Batı Afrikası koloni yönetiminin de teslimi ile bu tür ırkçı yasalardan kurtulabilmiştir.
Bağımsızlık öncesi dönem.
Özgür Fransa'nın galibiyeti ile sonuçlanan gelişmeler, Fransa'nın tüm koloni politikasında değişikliğe gitmesine neden olmuştur. Fransız Batı Afrikası'nın yanı sıra kısa bir süre Özgür Fransa'nın da başkentliğini gerçekleştirilen Brazzaville'de yapılan Brazzaville Konferansı'nda Özgür Fransa temsilcileri ile koloni yönetiminin üst yetkilileri bir araya gelmiş, koloni bölgelerinin savaş sonrası ülkenin yeniden inşası için çalışacak olan Fransa meclisinde temsil edilmesi gerektiği konusunda kararlar almışlardır. Aynı konferansta koloni bölgelerine özerklik verilmesi, siyahi yerliler ile beyazların aynı meclis içerisinde temsil edilmesi, Code de l'indigénat ile zorunlu çalıştırılmanın tamamen kaldırılması tavsiye edilmiştir. Bu gelişmeler neticesinde beyaz üreticelere öncelik tanınmaması adına yerli bitki üreticileri "Syndicat Agricole Africain" kurmuş, ilerleyen süreçte ülkenin ilk başkanı olarak görev alacak ve ülke siyasetini 40 yıl yönetecek olan ve o dönem varlıklı bir üretici konumunda olan Félix Houphouët-Boigny kurucu üye olarak bu oluşum içerisinde yer almıştır. Houphouët-Boigny, 1945 yılında bölge genelinde gerçekleştirilen ancak sadece belli bir kesimin katılabildiği ilk yerel seçimler sonucunda ülkeyi temsilen Paris meclisine gitmeye hak kazanmıştır. Aynı süreçte beyazlar da bir temsilciyi Fransa'ya göndermişlerdir.
1946 yılında zorunlu çalıştırılma tamamen yasaklanmış, bu adım Houphouët-Boigny bir başarısı olarak görülmüştür. 1946 yılında ülkenin ilk siyasi hareketi olarak ön plana çıkan Fildişi Sahili Demokratik Partisi ("Parti Democratique de la Côte d’Ivoire" - "PDCI"), Houphouët-Boigny liderliğinde kurulmuştur. Aynı yıl içerisinde PDCI, diğer Fransız koloni bölgesindeki partiler ile Rassemblement Démocratique Africain çatısı altında birleşmiştir. Houphouët-Boigny'nin başında olduğu RDA'nın amacı Fransa'nın koloni bölgelerinin bağımsızlığını sağlamak değil, bu bölgelerin Fransa'nın önderliğinde Fransa Birliği'ne dahil edilerek anavatan ile eşit haklara sahip olmaktı. Bu süreçte 1946 ile 1950 yılları arasında Fransız Komünist Partisi ile ittifak içerisine giren Houphouët-Boigny, 1947 yılına kadar Fransa'da hükûmet içerisinde yer alan bir parti ile hedeflere daha kolay ulaşılabileceğini düşünmekteydi. Aynı partiden koloni bölgesine vali atanmış, ancak komünist vali Georges Orselli 1948 yılında görevi bırakmak durumunda kalmıştır. Orselli'nin ardından valilik görevine getirilen Laurent Péchoux, Houphouët-Boigny ile partisi RDA'ya karşı sert yaptırımlar uygulamış, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında yaşanan olayları hatırlatacak şiddet olayları ise son dönemdeki gelişmeler neticesinde yerlilerin "kendinden emin" hareketleri nedeniyle rahatsızlık duyan bölgedeki Fransız vatandaşlarından destek görmüştür. Houphouët-Boigny destekçisi yerleşim yerlerinden ilave vergiler alınmış, birçok yerel kabile şefi görevinden uzaklaştırılmış ve RDA'nın toplantıları yasaklanmıştır. Houphouët-Boigny'nin cezaevine gönderilmek istenmesi sonrası kalabalık protesto gösterileri düzenlenmiş ve Avrupalı ürünler boykot edilmiştir. Houphouët-Boigny bu süreçte Hristiyan güney bölgesinin yanı sıra müslüman olan kuzey bölgelerde de destek bulmuştur. Yaşanan tüm bu olaylar neticesinde 1950 yılına ülkeyi terk eden Houphouët-Boigny, hayatından endişe ettiği için Paris'e gitmiştir. Bu süreçte Fransız Komünist Partisi ile olan ittifakını da sona erdiren Houphouët-Boigny, gelecekte Fransa devlet başkanı olacak François Mitterrand'ın partisi olan "Union démocratique et socialiste de la résistance" ile ittifak kurmuştur.
Bu ittifak ile yeniden "iktidarın" yanında yer alan bir parti konumuna geçen RDA, Pechoux'un koloni bölgesini terk etmesi ve Togo'ya tayin edilmesi sonrası ülkede Houphouët-Boigny ile koloni yönetimi arasında 180 derece değişen bir politika izlenmiştir. Son yıllarda cezaevine gönderilen birçok RDA yetkilisi serbest bırakılmış, koloni yönetimi RDA'yı açıkça destekler adımlar atmıştır.
Bağımsızlık.
1956 yılında özerk bir yapıya kavuşan ülkede Houphouët-Boigny 1957 yılına kadar birçok Fransa hükûmetlerinde yer almış ve aynı zamanda Fransız Batı Afrikası'nın başkanlığını da yürütmüştür. 1958 yılında Charles de Gaulle'ün tüm koloni bölgelerine "bağımsızlık ya da Fransa Birliği" arasında seçim yapmaları gerektiğini vurguladığında, Fildişi Sahili büyük çoğunlukla Fransa Birliği içerisinde kalmayı tercih etmiştir.
Fildişi Sahili'nde bu süreçte gerçekleştirilen kakao ve kahve ihracatı ile yaşanan olumlu ekonomik gelişmeler, Houphouët-Boigny'nin 1959 yılında Fransız Batı Afrikası'nın dağılmasına katkı vermesini sağlamıştır. Houphouët-Boigny ekonomide yaşanan bu olumlu havayı diğer Fransız Batı Afrikası ülkeleri ile paylaşmanın doğru olmayacağını düşünmekteydi.
1959 yılına kadar bağımsızlığı kesinlikle düşünmeyen Houphouët-Boigny, de Gaulle'ün bağımsızlık sonrası da Fransa'ya bağlı kalınabileceğini açıklamasından sonra resmen bağımsızlık talep etmiştir. Bu talep neticesinde imzalanan anlaşmalar sonucunda ülke "République de Côte d’Ivoire" ismi ile 7 Ağustos 1960 tarihinde bağımsızlığını elde etmiştir.
Bağımsızlık sonrası dönem.
Ülkenin 1960 yılında bağımsızlığını ilan etmesinden sonra iktidarı hem devlet başkanı hem de hükûmet başkanı (1990 yılına kadar) ele alan Houphouët-Boigny, bu görevi öldüğü 1993 yılına kadar sürdürmüştür. Ülkeyi tek parti düzeni ile yöneten Houphouët-Boigny, kurduğu "Parti Democratique de Côte d’Ivoire" partisi ile izlediği batı yanlısı politika ile piyasa ekonomisi merkezli icraatları ile Fildişi Sahili'ni batı Afrika'nın en zengin ülkelerinden biri haline getirmiş ve siyasi bir istikrar sağlamıştır. Birleşmiş Milletler 23 Ağustos 1960 tarihinde gerçekleştirdiği ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 160 sayılı kararını aldığı oturumda oy birliği ile ülkenin BM'nin yeni üyesi olduğunu kabul etmiştir.
1990 yılında yaşanan huzursuzluklar sonucunda çok partili siyasi hayata geçen ülkede, aynı zamanda başbakanlık makamının da oluşturulmasına neden olmuştur. Houphouët-Boigny 1993 yılında hayatını kaybetmesi sonrasında o dönemde meclis başkanı olan Henri Konan Bédié yasa gereği başkanlık makamına gelmiş, 1995 yılında gerçekleştirilen seçimlerle de ikinci bir dönem bu görevde kalmıştır. Bu süreçte gerçekleştirilen yasa değişikliği ile 1960 yılında bu yana en fazla beş yıl süren devlet başkanlığı süresi düzenleme ile yedi yıla çıkartılmıştır.
İç savaş ve bölünme.
1999 yılında özellikle kakao ücretlerinin düşmesi sonucu yaşanan ekonomik sıkıntılar, aynı yıl Bédié'ye karşı kansız bir darbe yapılmasına neden olmuştur. Robert Guéï önderliğinde gerçekleştirilen darbe ile görevden uzaklaştırılan Bédié'nin yerine Guéï kısa süreliğine tüm görevleri üstlenmiştir. Bu süreçte ülke genelinde baş gösteren yabancı düşmanlığı ve gerçek "Ivoirité" (Fildişi Sahilli) olup olmadığı tartışmaları ile özellikle ülkenin kuzey bölgelerinde yaşayan etnik gruplara karşı düşmanca eğilimlere ve ayrımcılığa neden olmuştur.
2000 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde muhalefetin adayı Alassane Ouattara'nın Burkina Fasolu olduğu gerekçesiyle izin verilmediği bir ortamda Laurent Gbagbo kazanarak devlet başkanlığı makamına seçilmiştir. Bu seçimlerde de baş gösteren kimin gerçekten Fildişi Sahilli olup olmadığı kavgası 2002 yılında günümüzde de devam eden iç savaşın yaşanmasına neden olmuştur. 2002 yılında ordunun bir kısmı "Forces Nouvelles" adı ile Gbagbo'ya karşı mücadeleye girişerek, ülkenin kuzeyini kontrolleri altına almışlardır.
Birleşmiş Milletler ülkenin kuzeyini ve güneyini birbirinden ayıran tampon bölgeye 6300 kişilik Birleşmiş Milletler Barış Gücü konuşlandırılmasını kararlaştırmış, bunun haricinde Fransa'da 4500 askerini bu bölgeye gönderme kararı almıştır. Fransa hazırladığı barış planı ile Gbagbo'ya bağlı FPI ile Forces Nouvelles isyancıları arasında güç bölüşümünü öngörmüş, bu plan dahilinde de savaşın sona erdiği açıklanmıştır. Ancak bu süreç Kasım 2004'te sona erdilmiş, bunun sebebi olarak da hükûmet güçlerinin 4 Kasım 2004'te kuzeyde hedefleri vurması gösterilmiştir. Aynı süreçte Abican'da muhalefet binaları ile bağımsızlı gazete binaları saldırıya uğramıştır. Ülkede yeniden alevlenen çatışmaların üçüncü gününde dokuz Fransız askerin bir hava saldırısı sonucu hayatını kaybetmesinin ardından Fransa bir gün içerisinde Fildişi Sahilinin sahip olduğu tüm hava kuvvetlerine ait uçak ve helikopterleri imha etmiştir.
Güney Afrika Cumhuriyeti'nin önderliğinde 9 Temmuz 2005 tarihinde gerçekleştirilen yeni bir barış sürecinde her iki tarafta silahsızlanmayı ve güç dağılımını kabul etmiş, 30 Ekim 2005 tarihinde devlet başkanlığı seçimlerinin yapılası konusunda anlaşmıştır. Bu anlaşma sonrasında her iki tarafta iç savaşın ikinci defa sona erdirildiğini açıklamıştır.
Ancak bu açıklamaların aksine ne silahsızlanma gerçekleştirilmiş ne de devlet başkanlığı seçimleri yapılmıştır. Birleşmiş Milletler bu olaylar neticesinde devlet başkanı Gbagbo'nun görev süresini bir yıl daha uzattığını açıklayarak, bağımsız olan Charles Konan Banny'yi başbakan olarak atadığını bildirmiştir.
Uzun görüşmeler neticesinde 4 Mart 2007 tarihinde Burkina Faso devlet başkanı Blaise Compaoré önderliğinde yeniden buluşan taraflar, birkez daha anlaşmaya vararak Ouagadougou Antlaşması'nı imzalamışlardır. Anlaşmadan kısa süre sonra tampon bölge kaldırılmaya başlanmış, devlet başkanı Gbagbo beş yıllık bir aradan sonra ülkenin kuzey kesimlerine ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretlerin birinde resmi bir seremoniye katılarak birçok Afrika ülkesi liderinin katılımında silahlar yakılarak gömülmüştür.
Anlaşmalar kapsamında 2010 yılında yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde mevcut devlet başkanı Gbagbo elde ettiği %38 oy ve muhalefetin adayı Alassane Ouattara %32 oy ile ikinci tura kalan adaylar olmuş, ikinci tur sonucunda da Ouattara oyların %54'ünü alarak seçim komisyonunun da açıklamalarına göre de seçimlerin galibi olmuştur. Ancak Anayasa Konseyi daha sonra yaptığı açıklamada dört bölgede elde edilen oyların geçersiz olduğunu bildirmiş ve bu sonuca göre Gbagbo'nun seçimleri kazandığını açıklamıştır. Birleşmiş Milletler yaptığı incelemelerde seçim komisyonunun açıklamasının doğruluğunu teyit ederek Ouattara'nın seçim galibiyetinin doğru olduğunu ifade etmiştir. Tüm bu gelişmeler neticesinde her iki aday da görev yemini ederek göreve başladıklarını ifade etmişlerdir. Bu süreçte BM, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri Gbagbo'nun başkanlığını tanımadıklarını açıklamış, Uluslararası Para Fonu ülkeyi boykot etmekle tehdit etmiştir. Gbagbo'nun 11 Nisan 2011 tarihinde tutuklanmasına kadar devam eden belirsizlik bu olay sonrasında sona ermiş ve Ouattara tek yetkili devlet başkanı olarak makamda kalmıştır. Gbagbo daha sonra Kasım 2011'de Uluslararası Adalet Divanı'na teslim edilerek yargılanması sağlanmıştır.
Siyaset.
Fildişi Sahili anayasa ile yönetilen bir cumhuriyettir. Günümüzde yürürlükte olan anayasa 23 Temmuz 2000 yılında yapılan referandum sonucunda kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Ülke çok partili bir siyasi sisteme sahip olup, başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Fildişi Sahili devlet başkanı devletin en üst noktasında görev yapmakta olup aynı zamanda Fildişi Sahili silahlı kuvvetlerin de başkomutanı konumundadır. Fildişi Sahili devlet başkanı beş yıllık bir süreç için seçilmekte olup, seçilen devlet başkanı en fazla iki dönem üst üste bu göreve seçilebilme imkânına sahiptir. Söz konusu makam için gerçekleştirilen seçimlerden adaylarnda bir tanesi ilk turda çoğunluğu elde edemediği takdirde gerçekleştirilen ikinci tur seçimlerinde bir önceki turda en çok oyu alan ilk iki sıradaki aday tekrar yarışmaktadır. Devlet başkanının öldüğü, istifa ettiği ya da görevden alındığı durumlarda ulusal meclis başkanı bu göreve vekaleten olmak üzere en fazla 90 günlük bir süre için atanmaktadır.
Ülkede hükûmetin başkanı olan başbakanı, devlet başkanı atanmakta olup, yine aynı devlet başkanlığı makamı tarafından görevden uzaklaştırılabilmektedir. Fildişi Sahili devlet başkanının ülkede bulunmadığı durumlarda bu görevi vekaleten yürüten başbakanın mecliste çoğunluğu bulunan partiden seçilme zorunluluğu bulunmamaktadır.
Fildişi Sahili parlamentosu tek kanattan oluşmakta olup, bu ulusal meclistir. Ulusal mecliste bulunan 255 sandalye için beş yılda bir gerçekleştirilen seçimlerde vekiller seçilmektedir.
Başkent.
Ülkenin 1933 ile 1983 yılları arasında başkentliğini yapan Abidjan'ın, ülkenin ilk devlet başkanı olan Félix Houphouët-Boigny tarafından değiştirilmiştir. Yamoussoukro, Fildişi Sahilinin yüz yıllık bir süre içerisinde dördüncü başkenti olarak ön plana çıkmıştır. Bu yüz yıllık süreçte Grand-Bassam (1893-1900), Bingerville (1900-1933) ve Abidjan'dan (1933-1983) sonra bu görevi üstlenen Yamoussoukro, Félix Houphouët-Boigny'nin doğduğu yer olarak ön plana çıkmaktadır. Şehir 1983 yılından bu yana başkent olmasına rağmen ülkenin ticari ve idari merkezi olarak Abidjan günümüzde de merkezi bir konumda olmaya devam etmektedir. Günümüzde önemli kamu binaları da hâlâ Abidjan'da bulunmaktadır.
Ordu.
Ülkenin silahlı gücü olan Fildişi Sahili Silahlı Kuvvetleri ("Forces armées de Côte d’Ivoire (FACI)") Fildişi Sahili Cumhuriyeti'nin ordusunu oluşturmaktadır. FACI toplamda dört farklı kuvvetlerden oluşmakta olup, bunlar Kara Kuvvetleri ("L’Armée de terre"), Deniz Kuvvetleri ("La Marine nationale"), Hava Kuvvetleri ("L’Armée de l’air") ve Jandarma ("La Gendarmerie nationale") kuvvetleridir.
Silahlı kuvvetlerde Aralık 2010 verilerine göre 12.000 yedek personel olarak 60.000 personel bulunmaktadır. Ülkenin ilk devlet başkanı Félix Houphouët-Boigny ülkenin genel olarak düşük bir ordu personeline sahip olmasının nedenini olası bir darbe girişiminin önüne geçmek olarak açıklamıştır.
İdari yapılanma.
Ülke 28 Eylül 2011 tarihinden bu yana 12 ilçe ile 2 özerk şehirden oluşan toplamda 14 ilçeden oluşmaktadır. Bu tarihten önce 19 tane bölge en üst idari yapıyı oluşturmaktaydı. Yeni oluşturulan ilçeler kendi içerisinde 31 bölgeye, bölgeler ise 107 departmana, departmanlar ise 197 belediyeye ayrılmaktadır. Yeni idari yapılanma neticesinde ortaya çıkan iller şu şekildedir:
Fildişi Sahili 2011 yılındaki yeni idari yapılanma kabul edilene kadar "régions" olarak adlandırılan 19 bölgeden oluşmaktaydı. 2011 yılına kadar geçerli olan idari yapılanma şu şekildeydi:
Şehir.
Fildişi Sahilinin en büyük şehri Abidjan'dır. 1933 ile 1983 yılları arasında ülkenin başkenti konumunda olan şehirde 2014 verilerine göre 4,395,243 kişi yaşamaktadır. Ülkenin 1983 yılından bu yana başkenti olan Yamoussoukro'da ise aynı yılın verilerine göre 281,735 kişi yaşamaktadır.
Ekonomi.
Fildişi Sahili "En Az Gelişmiş Ülke" statüsünde olmayan on dört Sahra güneyi Afrika ülkesinden biri konumundadır. Zengin doğal kaynakları ve yabancı yatırımlarıyla Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği (UEMOA) toplam GSYİH'nin %40'ını oluşturan Fildişi Sahili'nde, 1999 askeri darbeyle başlayan ve 2011 yılında sona eren siyasi ve askeri kriz ekonomiye büyük zarar verdiği ifade edilmektedir. Bu süreçte ülke içerisinde yaşanan şiddet olayları ve kuzey ve güney olarak fiili bölünme ekonomide hasara yol açmasına rağmen UEMOA bölgesinin hâlâ en gelişmiş ekonomisine sahiptir. Ülke Batı Afrika genelinde de Nijerya'dan sonra en büyük ikinci ekonomisi konumundadır. Batı Afrika kıyılarının en büyük limanı konumunda olan Abidjan limanı bölgenin doğrudan denize çıkışı olmayan kara ülkelerine de hizmet veren bir liman durumundadır.
Fildişi Sahili'nde tarımsal faaliyetler de en önemli ekonomi dallarından biri konumundadır. Ülke genelinde faaliyet gösteren işçilerin üçte ikisi bu sektörde faaliyet göstermektedir. Tarımsal ürünlerden elde edilen ihracat gelirleri %70 düzeyindedir. Tarım sektöründe üretilen ürünlerde kahve, kakao çekirdeği, muz, palmiye çekirdeği, mısır, pirinç, manyok, tatlı patates, şeker ve pamuk önde gelmektedir. Bunun haricinde doğal ortamda çok sık bulunan kauçuk ve kereste de önemli ihracat kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Bir zamanlar Batı Afrika'nın en geniş ormanlarına sahip olan Fildişi Sahili'nde kereste üretimini karşılamak için ormanlık alanlarda bulunan ağaçlar kesilmekte, kereste üretimi ile birlikte ülke Brezilya'dan bile fazla ihracat yapmaktadır. Ülke genelinde tarım yapılabilir alanlar %10 düzeyinde olup, bu oran bağımsızlığın kazanıldığı 1960'lı yıllarda %5 düzeyinde gözlemlenmekteydi.
Dünyanın en büyük kakao çekirdeği üreticisi olan Fildişi Sahili'nde yılda 1,5 milyon ton üretim gerçekleştirilmektedir. Son on yılda ise yıllık ortalama 1,2 ile 1,4 milyon ton arasında üretim gerçekleştirilmektedir. Fildişi Sahili bunun haricinde tatlı patates ve kaju fıstığında dünyanın üçüncü büyük üreticisi konumundadır. Ayrıca dünyadaki en iyi on beş kahve üreticisi içinde yer alan Fildişi Sahili, palm yağında da dünyada yedinci büyük üretici durumundadır.
Yeraltı madenleri.
Zengin demir cevheri ve bakır madenlerine sahip olan ülkede, son dönemlerde geniş nikel, fosfat, boksit ve kobalt rezervlerinin olduğu saptanmıştır. Bunun haricinde ülke önemli petrol üreticilerinden biri konumundadır. Günde 32,900 varil petrol üreten Fildişi Sahilinin toplam 220 milyon varil petrol rezervine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca 2021 yılının ortalarında ülkede 2 milyar varillik petrol ve doğalgaz rezervi keşfedilmiştir. Bunların haricinde doğalgaz, elmas, mangan, altın, tantal, silisli toprak, kil, önemli madenleri oluşturmaktadır.
İhracat.
Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini kakao, kahve, kereste, petrol, pamuk, muz, palmiye yağı ve balık gibi ürünler oluşturmaktadır. Ülkenin 2014 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir:
Gana %9.1 <br> A.B.D. %8.5 <br> Nijerya %7.9 <br> Hollanda %7.4 <br> Gabon %5.4 <br> Almanya %5 <br> Fransa %5 <br> Belçika %4.3
İthalat.
Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makine ve ulaştırma ekipmanları, yakıt, tekstil ve gıda maddeleri oluşturmaktadır. Ülkenin 2014 verilerine göre ithalat yaptığı ilk dört ülke şu şekildedir:
Nijerya %21.8 <br> Fransa %11.7 <br> Çin %11 <br> Bahamalar %6.2
Ulaşım.
Ülke genelinde inşa edilmiş olan 35 havaalanının 7 tanesi asfalt pistlere sahiptir.
Kültür.
Spor.
Ülke genelinde en çok sevilen spor türü futboldur. Fildişi Sahili millî futbol takımı Afrika kıtasının en başarılı on takımından biri konumundadır. Fildişi Sahili millî futbol takımının uluslararası şampiyonalarda en büyük başarıları 1992 ile 2015 yıllarında elde edilen Afrika Uluslar Kupası şampiyonlukları olmuştur. Bunun haricinde aynı şampiyonada 2006 ile 2012 yılları arasında elde edilen ikincilik ile 1992 yılında düzenlenen ve FIFA Konfederasyonlar Kupası'nın ilki olarak gerçekleştirilen Kral Fehd Kupası'nda elde edilen dördüncülükleri vardı. Fildişi Sahili millî futbol takımı bunların haricinde 2006, 2010 ve 2014 FIFA Dünya Kupası'nda yer almış ancak her üç şampiyonada da grupları aşamayarak ilk turda elenmiştir.
Ülkede futbol 1960 yılında kurulan Fildişi Sahili Futbol Federasyonu ("Fédération ivoirienne de football") tarafından yönetilmektedir. Ülkede on dört takımın katıldığı ve Ligue 1 olarak adlandırılan ulusal bir lig düzenlenmektedir. Ülkenin en başarılı futbol kulübü elde ettiği 24 şampiyonluk ile ASEC Mimosas takımıdır.
Fildişi Sahili millî futbol takımı Mayıs 2016'da açıklanan FIFA sıralamasında 34. sırada yer almakta olup, en yüksek sıralamasını 2012 yılında 14. olarak elde etmiştir.
Dans.
Her Guro köyünde, cenaze törenleri ve kutlamalar sırasında sahne alan yerel bir Zaouli dansçısı vardır. Dansçı her zaman erkektir. Dansın, yapıldığı köyün üretkenliğini artırdığına inanılmakta ve Guro topluluğu ve tüm ülke için bir birlik aracı olarak görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8269",
"len_data": 40009,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.52
}
|
Kelebek etkisi bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumu ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir. Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir. Kelebek etkisini tam olarak anlayabilmek için kaos teorisini anlamak gerekir. Aralarındaki ilişkiyi bir analoji ile açıklayabiliriz; eğer kaos teorisini yan yana dizilmiş domino taşları olarak düşünürsek, kelebek etkisi birinci taşa dokunulmasıdır. Kaos teorisi, sürprizlerin, doğrusal olmayan ve öngörülemeyenlerin bilimidir. Doğal bilimlerin çoğu fiziksel ve kimyasal reaksiyonlar gibi tahmin edilebilecek olaylarla uğraşırken; kaos teorisi, türbülans, hava durumu, borsa gibi önceden tahmin edilemeyen ve kontrol etmenin imkansız olduğu doğrusal olmayan olaylarla ilgilenir. Kaos teorisi fraktal geometri ile açıklanabilir çünkü temellerinde yatan mantık aynıdır. Fraktal geometri, doğanın geometrisidir. Doğayı daha iyi anlayabilmemizi sağlar. 20. yüzyıla kadar Öklid geometrisi kullanılmıştır. Doğrusal şekiller, üçgenler, dikdörtgenler ve karelerle doğayı açıklamamız mümkün olmayınca fraktal geometri doğmuştur. Doğadaki ağaçlar, nehirler, bulutlar vs. fraktal şekiller oluştururlar ve doğadaki olaylar kaotik davranışlar sergiler. Doğayı anlayabilmek için fraktal geometriyi ve kaos teorisini anlamak gerekir. Fraktal terimi ilk defa Polonya asıllı matematikçi Benoit Mandelbrot (1924-2010) tarafından 1975 yılında ortaya atılmıştır. Fraktallar, büyükten küçüğe birbirine benzeyen birçok geometrik şeklin oluşturduğu, sonsuzluğa doğru giden, kompleks ve göz kamaştırıcı şekillerdir. Mandelbrot'un geliştirdiği Mandelbrot kümesi, sanal karmaşık sayıların kullanılmasıyla elde edilen fonksiyonları bilgisayar ortamında muhteşem fraktallara dönüştürülebilen kümedir.
Sonuç olarak kelebek etkisi fikri tüm insanlığı etkisi altına alan bir kavram olmuştur. İnsanlar kelebek etkisi analojisini sadece hava durumu gibi bilimsel olaylarda değil, aynı zamanda ekonomi, psikoloji, felsefe ve politika gibi başka alanlarda da kullanmaya başlamıştır. En çok kullanılan örneklerden biri de şudur:
Örneğin atmosferdeki karbondioksit (CO2) miktarının çok az miktarda artması bile büyük etkiler yaratacaktır çünkü karbondioksit gazı bir sera gazı olduğu için Dünya'nın ortalama yüzey sıcaklığının artmasına yani küresel ısınmaya sebep olmaktadır.
Kriptografide kelebek etkisi.
Kriptografik öz işlevleri, girdinin boyutundan bağımsız olarak sabit değerli özler üretecek biçimde hazırlanırlar ve veri bütünlüğünün güvence altına alınmasında kullanılırlar. Bundan ötürü, verideki en küçük değişiklik, sonuç değerinin yarısından fazlasının değişmesine neden olur. Bu etkiye kriptografide "çığ etkisi" adı verilir.
Örnek olarak MD5 algoritmasının verinin bir harfinin değişmesine olan tepkisi şöyle özetlenebilir:
MD5("vikipedi")
= 4b09635281e148f0163b041e3582ec74
Değişkenin baş harfini değiştirdiğimizde
MD5("Vikipedi")
= 490678766826cc5a898d231a928464aa
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8274",
"len_data": 3248,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.01
}
|
Liberal Demokrat Parti, 26 Temmuz 1994 tarihinde Besim Tibuk liderliğinde kurulan ve Türkiye'de faaliyet gösteren bir siyasi partidir. Parti tüzüğüne göre resmî kısaltması "LDP" şeklindedir. Simgesi yunustur. Genel başkanı Gültekin Tırpancı'dır. Ocak 2025'te yayınlanan verilere göre partinin 3.492 üyesi bulunmaktadır.
Sivil özgürlükleri ve serbest piyasayı destekleyen klasik liberal bir partidir. Bazı güncel politik görüşleri arasında devlet harcamaları ile vergi sayısının azaltılması ve vergi oranlarının düşürülmesi, devlet bürokrasisinin azaltılması, zorunlu Genel Sağlık Sigortası'nın kaldırılarak gönüllü özel sağlık sigortası sistemine geçiş, zorunlu askerliğin sonlandırılması ve profesyonel askerliğe geçiş yapılması bulunmaktadır. Eski Genel Sekreter Yardımcısı Tarık Beyhan, marihuananın yasallaştırılması gerektiğini savundu. Bu sayede Türkiye'de marihuananın yasallaştırılması gerektiğini söyleyen ilk parti oldu.
Önceden gençlik kolları bulunan parti, yönetimde yaş ve cinsiyet ayrımı yapmama ilkeleri nedeniyle sonraki yıllarda partide gençlik kolları ve kadın kolları bulunmadığını açıklamıştır. Ancak "Genç Yunuslar" adındaki gençlik grubu, partiyi destekleyen gençler tarafından resmî bir kuruluş olmasa bile varlığını sürdürmektedir. Parti, resmî Twitter hesaplarında alışılmışın dışında mizahi bir dil kullanmaktadır.
Tarihçe.
Parti, Besim Tibuk başkanlığında, ilk olarak "Liberal Parti" adıyla kurulmuştur. Partinin kurucusu ve ilk genel başkanı Besim Tibuk, 25 Kasım 2002 tarihinde genel başkanlık görevinden istifa etmiştir. Tibuk'tan sonra sırasıyla Nizam Kağıtçıbaşı, Ercan Çalı, Emin Şirin ve Hakan Çizem kısa süre genel başkanlık yapmıştır. 2003'te AK Parti'den istifa edip Liberal Demokrat Parti'ye katılan 22'nci dönem İstanbul milletvekili Emin Şirin, genel başkanlığa seçilmiştir. Daha sonra Emin Şirin de parti ile olan görüş ayrılıkları sebebiyle 13 Şubat 2004'te genel başkanlık görevinden ve parti üyeliğinden istifa ettiğini açıklamış ve böylelikle 14 Aralık 2003-13 Şubat 2004 tarihleri arasında parti tarihinde ilk ve son kez Türkiye Büyük Millet Meclisinde temsil edilmiştir. 29 Ocak 2017'de yapılan 8. Olağan Kongre'de Cem Toker, 20 Haziran 2005'ten beri yürüttüğü Genel Başkanlık görevini Gültekin Tırpancı'ya devretmiştir. Parti'nin kurucuları arasında eski sosyalistlerden Sabahattin Sakman da bulunmaktaydı.
Parti medyada kendisine yer ayrılmadığı gerekçesiyle 2010 yılında LDP TV adlı İnternet medya televizyonu kurarak video ve görsel propaganda işlemlerini kurdukları bu internet sitesi aracılığıyla sürdürmektedir. 2012 yılının başlarında tanıtım etkinlikleri hızlanmıştır. Eski Genel Başkan Cem Toker sıklıkla üniversiteleri ziyaret etmekte ve çeşitli konferanslar vermektedir. LDP, ayrıca halka kendini anlatabilmek ve halkın sorunlarını dinlemek için Halk Toplantıları düzenlemektedir. Liberal Demokrat Parti, 14 Temmuz gününü "Vergiden Kurtuluş Günü" olarak kutlamaktadır.
Logo.
2015 yılında Genel Başkan Cem Toker'e parti sembolünün neden yunus olduğunun sorulması üzerine, "Parti kurulurken logosu, toplumun farklı renklerini bir arada barındırdığı mesajını vermek için renkli kuyruğu olan bir tavus kuşu olarak belirlenmişti. Ancak daha sonra bu renklerin ABD'de LGBT sembolü olduğu fark edilince yeni bir logo arayışına girildi. Yapılan çalışmada yunusların; zeki, sempatik, sevecen ve denizde kaybolanlara yolunu gösterdiği mesajını verdiği için partinin logosu olarak belirlendi." şeklinde yanıtladı.
Bazı politikaları.
Başkanlık sistemi.
Parlamenter sistemin Türkiye'ye siyasi istikrarsızlık getirdiğini savunarak ABD tipi tam kuvvetler ayrılığına dayalı ve devlet başkanının parti üyesi olabildiği ama parti başkanı olamadığı bir başkanlık sistemini savunmaktadır. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine de kuvvetler ayrılığına uymadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. 2017 Anayasa değişikliği referandumunda da "Hayır" oyunu desteklemiştir.
RTÜK.
RTÜK yerine, basına bakan mahkemeler veya benzeri ihtisas mahkemeleri kurularak yapılan şikâyetlerin hızla sonuçlandırılmasına gidilecektir. Örneğin, radyo ve televizyon yayınlarına ilişkin bir şikayet üzerine ilgili kaset derhal bilirkişiler tarafından incelenecek ve bir hafta gibi bir süre içinde konuya bakmakla ilgili mahkeme kararını verecektir. Davaya ilişkin tüm masraflar kaybeden tarafa yüklenecektir.
Kobiler.
LDP'nin ekonomi, dolayısı ile KOBİ'ler açısından en önemli projesi vergi reformudur. LDP iktidarında şu anda bütün işletmeleri iflas ettiren yüzlerce farklı vergi, harç ve fon kaldırılacak, sadece üç çeşit vergi tahsis edilecektir: Sadece 5 kişiden fazla işçi çalıştıran işletmelerden alınacak gelir vergisi, KDV aksine sadece son tüketiciden tahsil edilecek tüketim vergisi ve belediye masraflarını finanse edecek olan emlâk vergisi. Gelir vergisinde tavan %10 olmakla beraber bazı kilit sektörler tamamen vergi muafiyeti kazanacaklardır. Bu sektörler finans, ulaşım, medya, kültür ve sanat, eğitim ve sağlık sektörleridir. Tüketim vergisi illerin zenginliklerine göre farklı oranlarda olacak, il bazında yapılacak düzenlemelerle zengin iller nispeten daha yüksek (ki bu oran %18'i geçmeyecektir) fakir iller ise nispeten daha az tüketim vergisi oranlarına sahip olacaklardır. Emlak vergileri de illerin gelişmişliklerine göre, dolayısı ile belediyelerin maddi ihtiyaçlarına göre şekillendirilecektir.
LDP, DPT gibi devlet kurumları kapatılmasını desteklemektedir ve KOBİ'lerin izin, ruhsat ve imza peşinde koşması sonlandırılacaktır. Şirket kurma ve kapama işlemleri basitleştirilecek, Merkez Bankası payı adı altında kesilen harçlar dâhil bütün vergi ve harçlar kaldırılacaktır. LDP, sanayi ve ticaret odalarına mecburi üyeliğin kaldırılmasını desteklemektedir.
Profesyonel ordu.
Liberal Demokrat Parti "profesyonel ordu"yu savunmaktadır. Oluşturulması gereken profesyonel orduda askerlik mesleğini seçmek isteyen, bu işe istekli kişiler yer alacaktır.
Düşük vergi.
LDP, iktidarı döneminde sadece üç çeşit vergi olacağını duyurmaktadır. Bunlar; emlak vergisi, gelir vergisi ve tüketim vergisidir. Emlak vergisi sadece belediyelerin giderlerini karşılayacak ve illere göre farklı oranlarda olacaktır. Belediye hizmetleri bir şehre değerini veren en önemli faktörlerden biri olacağından, yaratılan değer yine vergi verenlere geri dönecektir. Gelir vergisini sadece kurumlar ödeyecek ve oran %10'u geçmeyecektir. Bu vergiden 5 kişiye kadar işçi çalıştıran küçük esnaf, finans (bankalar, borsa aracı kurumları, sigorta şirketleri, vs), ulaşım (Otobüs işletmeleri, havayolları, mal taşıma şirketleri vs), kültür ve sanat (Plastik sanatlar, sinema. tiyatro, vs), medya (Televizyonlar, gazeteler, radyo, internet, vs), sağlık (hastahaneler, klinikler, vs) ve eğitim (tüm okullar, kurslar, vs) sektörleri muaf tutulacaktır. Tüketim vergisi ise KDV'den farklı olarak, ürün ve hizmet her el değiştirdiğinde değil, sadece son tüketiciye satıldığında tahsil edilecektir. Tüketim vergisi oranları illerin gelişmişliklerine göre farklılık gösterecektir.
Hukukun üstünlüğü.
Liberal Demokrat Parti'nin anlayışına göre devletin asli görevi, bireyin mal ve can güvenliğini sağlamaktır; hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkede devlet, temel birey haklarını korumak dışında keyfi kurallar, uygulamalar ve yasaklar getiremez. Parti, en temel haklarını kullanan ve cezalandırılan kişilerin cezaevlerinden çıkarılacağını ve ellerinden alınan hakları iade edeceğini söylemektedir.
Kılık kıyafet özgürlüğü.
Parti, politik veya dini gerekçelerle bireylere yönelik kıyafet kısıtlamalarına karşıdır. Kişiler siyasi amaçla bir kıyafet giyiyorlarsa bunun fikir ve ifade özgürlüğünün, dini inançları gereği bir kıyafet giyiyorlarsa bunun din ve vicdan özgürlüğünün dahilinde olduğunu kabul eder ve devletin bu özgürlükleri kısıtlama yetkisine sahip olmadığını savunur.
Kadın hakları.
Parti, kadınlara yönelik şiddet olaylarına karşı cezaların artırılması ve kadın haklarına yönelik eğitim veren sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışların vergiden muaf tutulmasını desteklemektedir.
LGBT hakları.
LGBT hakları bireysel özgürlükler kapsamına girdiğinden dolayı lezbiyen, gay, biseksüel ve trans bireylere yönelik ayrımcılık uygulanamayacağını belirten parti, LGBT haklarına yönelik eğitim veren sivil toplum kuruluşlarına yapılan bağışların vergiden muaf tutulması ve LGBT bireylere yönelik şiddet olaylarına karşı cezaların artırılmasını savunmaktadır.
Genel başkanları.
26 Temmuz 1994'te açılan Liberal Demokrat Parti'nin bugüne kadar genel başkanlığı yapan kişilerin listesi.
Seçimler.
Genel seçimler.
Besim Tibuk, 2002 Kasım seçimlerinde LDP için Tansu Çiller tarafından 7-8 milletvekili teklifinde bulunulduğunu ancak reddettiğini açıklamıştır.
Yerel seçimler.
LDP, yerel seçimler tarihindeki ilk belediye başkanlığını 2014 yılında Muş'un Malazgirt ilçesinin Konakkuran beldesinde kazanmıştır. Seçimi kazanan Bülent Ateş, liberal ideolojiye inanmadığını ve sadece amblemi hatırda kalıcı bir parti olduğu için LDP'den aday olduğunu belirterek daha sonra 5 meclis üyesiyle birlikte Demokratik Bölgeler Partisine geçmiştir. 12 Meclis üyeliğinden 5'i Bülent Ateş ile birlikte Demokratik Bölgeler Partisine geçtikten sonra, Ağrı Patnos'ta bir meclis üyesi de Adalet ve Kalkınma Partisine geçti.
LDP, 11 Şubat 2024 tarihinde yaptığı açıklama ile 31 Mart İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimlerine bağımsız aday ile gireceklerini ve adaylarının Merve Karataş olduğunu açıkladı.
2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri.
Liberal Demokrat Partinin resmi duruşunu yansıtmak için Başkanlık Divanında Ekmeleddin İhsanoğlu'nu destekleme kararı alınmış, aday belirleme süreci çoğulcu olmadığı için üyeleri ve seçmenine hür iradeleriyle istedikleri kişiye oy vermeleri çağrısında bulunmuştur.
2023 cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri.
2023 seçimleri için Liberal Demokrat Parti, "Ekonomik görüşlerimiz her ne kadar uyuşmasa da mevcut şartlar ve söylemler çerçevesinde hukuka saygı, çağdaş laik demokrasi ve şeffaf bir meclis için desteğimizin Millet İttifakı'ndan yana olduğunu kamuoyuna açıklarız" açıklamasını yaptı.
Seçimlere girememesi.
Liberal Demokrat Parti 2015 genel seçimleri sonrasındaki süreçte Yüksek Seçim Kurulu tarafından bir bildiri aldığını belirterek seçimlere katılamayacağını ifade etmiştir. YSK bunun sebebinin kanunun artık farklı yorumlandığını ve teşkilat yapısının yeni kanun yorumuna uymadığını söyleyerek ifade etmiştir. Parti 2023 genel seçimleri sonrası tekrar teşkilatlanma kararı almıştır ve bunun üzerine parti Kocaeli Körfez ve İstanbul Kartal ilçelerinde başkanlıklar kurmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8277",
"len_data": 10501,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.22
}
|
Arjantin, resmî adıyla Arjantin Cumhuriyeti (), topraklarının büyük bölümü Güney Amerika kıtasının güneyini kaplayan Güney Konisi’nde yer alan ülke. Arjantin 'lik toplam yüzölçümü ile Güney Amerika'da ikinci, dünyada ise en büyük sekizinci ülkedir. Kuzeyde Bolivya ve Paraguay, kuzeydoğuda Brezilya, batıda Şili, doğuda ise Uruguay komşusudur. Güneyini Drake Boğazı, batısını And Dağları ve doğusunu Atlas Okyanusu çevreler.
Arjantin 1870’li yıllardan itibaren zengin yer altı kaynakları ve tarımsal faaliyetlere elverişliliği sayesinde dünyanın en zengin devletlerinden biri olmuştur. Ülkedeki ekonomik refah Arjantin'i özellikle 1870 ve 1930 yılları arasında bir göç merkezi hâline getirmiştir. Bu dönemde ülkeye gelen İtalyan ve İspanyol göçmenler 2020 yılında nüfusu olan ülkenin yaklaşık %90'ını oluşturur.
Arjantin, başkanlık sistemiyle yönetilen demokratik, laik ve federal bir anayasal cumhuriyettir. Fiilen resmî dili, nüfusun %97’sinin anadili olan İspanyolcadır.
Gelişmekte olan ülke olarak sınıflandırılan Arjantin, İnsani Gelişme Endeksi'ne göre dünyada ., Latin Amerika'da ise Şili'den sonra 2. sırada yer alır. Güney Amerika'nın 2., Latin Amerika'nın 3. en büyük ekonomisine ev sahipliği yapar. Mercosur, Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu (CELAC), Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) ve G-20 topluluklarına üye olan Arjantin, bilimsel kapasitesi ve büyük ekonomisi sayesinde bölgesel güç olarak kabul edilmektedir.
Etimoloji.
Arjantin ismi, Latince gümüş anlamındaki “argentum” () kelimesine dayanır. Bölgeye gelen ilk Avrupalılar olan İspanyollar, ülke topraklarının büyük gümüş rezervlerine sahip olduğuna inandıklarından buraya "la Plata" ismini verdiler.
Tarih.
1536'da İspanyol denizci Pedro de Mendoza günümüzde Buenos Aires'in bulunduğu yerde bir İspanyol kolonisi kurdu. Yerliler yüzünden geri çekilen İspanyollar daha sonra 1580'de Buenos Aires'i yeniden inşa ettiler.
Buenos Aires ve çevresi 18. yüzyılın sonlarına kadar İspanyollar’ın Peru genel valiliğine bağlı olarak yönetildi.
18. yüzyıldaki İspanyol Bourbon monarşisi tarafından Aydınlanma Çağı’ndan ilham alan Bourbon reformlarıyla beraber 1776’da günümüzdeki çoğunlukla Arjantin'i oluşturan alan Peru genel valiliğinden ayrılıp yeni kurduğu Rio de la Plata genel valiliğine bağlandı. Buenos Aires bu valiliğin başkenti oldu.
Kolomb öncesi Arjantin.
Arjantin topraklarındaki ilk insan izleri MÖ 10.000’li yıllara kadar uzanmakla birlikte, bilinen ilk yerleşim yerlerinin kuruluşu 9. yüzyılda gerçekleşmiştir.
Bu dönemdeki Arjantin yerli halkları Patagonya, Pampa ve Chaco'da yaşayan avcılar ve toplayıcılar; Cuyo, Mezopotamya ve Córdoba'da yaşayan çiftçiler olarak iki gruba ayrılır.
Tarımla ilgilenen bu ikinci grubun yaşadığı bölge 1480 yılı itibaren İnka imparatorluğu tarafından fethedildi. Bu dönemden başlıca kalan anıtlar Pucará de Tilcara ve İnka yoludur.
En zengin, en birleşik ve dinamik Colombus öncesi devleti 1500’lü yıllarda İnka devletiydi. Kuzeyden güneye 4.000 kilometre ilerledi ve 8 milyonluk bir nüfusa sahipti. Başarılı bir totaliter devlet olarak kaynaklarını verimli biçimde ve kamu yararı anlayışıyla kullandı. 1531’de Pizarro sahneye çıktığında, İnkaların askeri yetenekleri, nakliye (tekerleği kullanmamalarına rağmen) ve iletişimi, mühendislik, taş ve metal işçiliği, mimarisi, tıp ve cerrahlığı, tekstil ününleri ve seramikleri çok gelişmiş düzeydeydi. Ekonomi, siyaset bilimi ve sanatı da aynı şekilde gelişmişti. Bir yazı sistemine sahip olmamaları onların etkin bir yönetim oluşturmalarını önlemedi. Quipu (düğümlenmiş şeritlerden yapılan uzun ipler) ile kullanışlı bic hesaplama sistemi elde ettiler. Mutlak teokrasi ile yönetilen İnkalar, egemenliklerini fethettikleri her yerde uyguladılar. Peru'daki başkent Cuzco'dan başlayarak ortak dili kullanarak uzak noktalara ulaşan alanlarında farklı insanları bir araya getirdiler. Tek dil, tek soylu sınıfı ve tek imparator anlayışına sahiptiler.
İspanyol İmparatorluğu Dönemi.
Amerika’nın Columbus tarafından "keşfedilmesinden" bir yıl sonra 1493'te, Borgia ailesinden Papa VI. Alexander bildiriyle Amerika kıtasını İspanya ve Portekiz arasında bölüştürdü. İspanya, Arjantin'in de bulunduğu Güney Konisi'nin büyük bir bölümünü elde ettiği Papalık bildirisi Tordesillas Antlaşması'yla resmîleştirildi.
İspanyol asıllı denizci Juan de Solís'in 1516 yılında ayak bastığı Arjantin'de 1580 yılında ilk İspanyol kolonisi kurulmuş olup diğer bölge ülkelerinden daha geç gelişmesi, o dönemde değerli metaller açısından fakir olduğunun zannedilmesine bağlanmaktadır.
1536'da Pedro de Mendoza, Santa María del Buen Ayre Limanı'nı kurdu. Ancak, kıtlık ve yerli kabilelerle çatışmalar nedeniyle yerleşim başarısız oldu. Nüfusun yiyecekten mahrum bırakılan ve yerel yerli halk tarafından kuşatılan bazı sakinleri yamyamlığa sürüklendi. Şehir terk edildi ve sakinleri, bölgedeki İspanyol operasyon merkezi haline gelen Asunción'a yerleşti.
Bu Arjantin birkaç yıldır sadece Santa Fe vardı ve Arjantin denen ilk yerleşimcilerin yaşadığı yer orasıdır. Martín del Barco Centenera, 1602'de yayınlanan tarihi şiiri () da bunun bir hesabını veriyor.
1580'de, Asunción şehrinden başlayarak ve Santa Fe'ye ulaştıktan sonra Juan de Garay, zamanla sadece Buenos Aires olarak bilinen Trinidad ve Puerto de Santa María de los Buenos Aires Şehri'ni yeniden kurdu. Bu şehir, Lima merkezli Peru Kral Vekilliği içinde Yeni Endülüs'in bir parçasıydı.
1531'de Francisco Pizarro İnka idaresindeki ve Arjantin'in kuzeyini de kapsayan Peru'ya ulaştı. Bölgedeki İspanyollar tarafından kurulan ilk yerleşim olan Buenos Aires 1580 yılında Juan de Garay tarafından (Pedro de Mendoza'nın 1536 yılındaki başarısız girişiminden sonra) kurularak Peru Kral Vekilliği'ne bağlandı.
Cizvit dönemi (1585-1767).
1585'te Arjantin'e ulaşan Cizvitler () ülkede ilahiyat, diplomasi, eğitim, araştırma, tarım, bilim ve sanatta nüfuz sahibi bir tarikat oldular. 1587'de ulaştıkları Córdoba şehrini Peru Kral Vekilliği'nde İspanyol imparatoru tarafından tarikata tahsis edilen Paraguay Cizvit eyaletinin merkezi olarak inşa ettiler: 1588'de ilk Guaraní misyonlarını () kurduktan sonra 1599 yılında öğretime başladıkları Córdoba Cizvit Bloğu () ve 1613'te günümüzün Ulusal Córdoba Üniversitesi'ni kurdular.
Cizvitler Córdoba şehrindeki merkezlerinden 1608'de Buenos Aires'e gelerek aynı yılda Colegio de San Ignacio ve 1675'te Real Colegio de San Carlos'u kurdular. 1654'te Buenos Aires'in yönetiminden sorumlu Buenos Aires Cabildosu şehirdeki gençlerin eğitimini Cizvitlere emanet etti.
Yüzyıldan fazla ülkedeki eğitimden sorumlu olan Cizvitlerin gücü 1767 yılında İspanyol İmparatorluğu'ndan ihraç edilmeleriyle sona erdi. Bu ihraç kararının ardında Cizvitlerin İspanyol İmparatorluğu'nun yerel halklarını savunması ve ayrıca Arjantin'de gelişen laiklik, milliyetçilik ve zamanın politik mutlakıyet anlayışı bulunuyordu.
Bourbon dönemi (1767-1806).
Latin Amerika'nın diğer bölgelerine kıyasla kölelik, Arjantin ekonomisinin gelişmesinde göreceli olarak küçük bir rol oynadı, esas olarak muazzam miktarda köle işçiliği gerektirecek olan metalik madenlerin ve şeker kamışı tarlalarının olmaması nedeniyle. 17. ve 18. yüzyıllarda tahminen 100.000 Afrikalı köle Buenos Aires limanına geldi; Bunların büyük çoğunluğu Paraguay, Şili ve Bolivya'ya gönderilmişti. Yukarı Peru pazarı, Santiago del Estero'da pamuğun ekilmesini ve keçi ile birlikte pamuğun yapıldığı yeni başlayan bir tekstil endüstrisinin kurulmasını kolaylaştırdı.
O zamana kadar Peru Kral Vekilliği'ne bağlı bölgeleri bir araya getirdi ve başkenti olan şehre tekil bir önem verdi. O zamana kadar pek önemi olmayan Buenos Aires'in
1776'da İspanyollar, diğer yeni idari bölgeler arasında Río de la Plata Kral Vekilliği'ni kurarak Peru Kral Vekilliği'ni ayırdı. Peru Kral Vekilliği'nin kapsadığı muazzam alan, hükûmet görevlerini zorlaştırdı, bu da bölünmesinin güçlü bir nedeniydi. Buenos Aires, ticari bir merkez olarak artan önemi ve kıtanın iç kısmına giriş olarak Río de la Plata'nın halicinin değeri nedeniyle başkent olarak kuruldu.
Bu vekillik, bugün Arjantin, Uruguay ve Paraguay ile birlikte bugünkü Bolivya'nın çoğunu kapsıyordu. Carlos III tarafından emredilen nüfus sayımına göre, 1778'de genel valinin nüfusu 186.526 kişiydi. Córdoba 44.506, Buenos Aires şehri 37.679, Mendoza çeyrek 8765 idi. Afro-Arjantin nüfusu önemliydi, Santiago del Estero ve Catamarca'da %50'yi aştı.33
İlk başta, Buenos Aires şehri, dış ticaret İspanya tarafından tekelleştirildiği ve Peru'da büyük miktarlarda altın ve gümüş çıkarıldığı için Lima limanına öncelik verdiği için Buenos Aires çevresinde temel malların tedarikinde ciddi sorunlar yaşadı. Sonuç olarak, güçlü bir kaçakçılık gelişmesi yaşandı. O zamanlar Buenos Aires'teki ana üretim deriydi.
Tüm kuvvetler arasında Latin Amerikalı bağımsızlıktan ticari ve mali açıdan en çok kazanç sağlamaya devam edenler Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri oldu. Amerika Birleşik Devletleri'nin göz yummasıyla Birleşik Krallık, en çok İspanyol ve Portekiz'in imparatorluk meselelerine karıştı. Napolyon savaşlarından sonra, Avrupa'da imparatorluğu eski haline getirmeye istekli olsa da, Birleşik Krallık, Yeni Dünya'da İberli kralların yeniden tahta geçmesine tereddütsüz karşı çıkıyordu. Birleşik Krallık, 1800'lerin başında İspanyol Amerika'da ortalığı karıştırmak için radikal Francisco de Miranda'yı (1750-1816) mali açıdan güçlendirdi. Ayrıca Venezuela'da bağımsızlık için savaşan cumhuriyetçi Simón Bolívar'ı (1783-1830), Arjantin, Şili ve Peru'yu özgürlüğüne kavuşturan monarşist José de San Martín'i (1778-1850) de açık bir şekilde destekliyordu. 1820'li yıllarda Peru, Uruguay, Paraguay, Kolombiya, Venezuela, Arjantin ve Bolivya'nın hepsi kendilerini İber egemenliğinden kurtarmıştı. 1815'te İspanyol egemenliğini yeniden elde etmek için İspanya'nın gönderdiği güçlü deniz kuvveti, devrimci korsanlar ile Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından sağlanan önemli askeri desteği bir araya getiremedi.
Bolívar ve San Martín'in Latin Amerika'nın yeni özgürleştirilmiş sömürgeleri arasında kazanmaya çalıştığı birlik hiç gerçekleştirilemedi. Kuzey Amerikalı sömürgecilerin sahip olduğu gibi bir özerklik geleneğinden yoksun ve Portekiz ve İspanya'nın uygulamaya koyduğu merkezcilikten bıkmış olan Latin Amerika'nın yarı feodal aristokrasileri, birleşik kontrolden ziyade politik bağımsızlığı tercih ettiler.
1776'da Buenos Aires'te Rio de la Plata genel valiliğinin kurulması ve İspanyol İmparatorluğu tarafından uygulanmaya başlanan Bourbon reformları sayesinde bölge ekonomik olarak gelişmeye başladı.
Onsekizinci yüzyılın sonunda İspanyol İmparatorluğu'nun Amerika'daki topraklarında dört önemli bölüm vardı: (Meksiko'da 1535'te kurulan) Yeni İspanya, (Lima'da 1542'de kurulan) Peru, (Bogotá'da 1739'da kurulan) Yeni Granada ve (Buenos Aires’te 1776’da kurulan) Río de la Plata idi.
Napolyon savaşları sırasında 1806-1807’de, Birleşik Krallık Arjantin’i işgal amacıyla Buenos Aires’e yaptıkları iki ayrı askeri çıkartma başarısız olmuştur.
Mayıs Devrimi ve Bağımsızlık Savaşı dönemi (1810-1814).
Arjantin’de de bağımsızlık hareketleri Amerikan ve Fransız devrimlerinden etkilenerek ve Napolyon’un 1808'de İber Yarımadası'nı istilasını ve 1808-1811 fırsat bilerek baş göstermiştir.
Bağımsızlık hareketi 25 Mayıs 1810'da Birleşik Eyaletleri'nin ilk hükûmeti olan Birinci Cunta'nın kuruluşuna yol açarak Tucumán Kongresi'nin kurulmasıyla sonuçlandı.
Río de la Plata Birleşik Eyaletleri Yüksek Direktörlüğü (1814-1820).
24 Mart 1816'da Arjantin'in Tucumán şehrinde başlayan Tucumán Kongresi'ne Birleşik Eyaletleri oluşturan Buenos Aires eyaleti ve Arjantin'in kuzeybatı ve orta-batısında bulunan eyaletler davet edilirken, Federal Birlik oluşturan eyaletler davet edilmedi. Tucumán şehrinde 16 Ocak 1817'ye kadar devam eden kongrede Santa Fe, Entre Ríos, Corrientes, Misiones ve günümüzde Uruguay'ı teşkil eden Doğu Uruguay Devletinden 33 milletvekili ile 9 Temmuz 1816'da bugün hâlâ Arjantin Cumhuriyeti'nin yasal isimlerinden biri olan Río de la Plata Birleşik Eyaletleri'nin bağımsızlığını ilan ettiler.
Bağımsızlık ilan edildikten sonra, yeni kurulan ülkenin anayasasını hazırlamak için Buenos Aires'te 12 Mayıs 1817'den 11 Şubat 1820'ye kadar toplanmıştı. 1817'de Buenos Aires’te yeni bir anayasa taslağı çıkarmak için bir araya gelenl Federalistlerin endişesi, özgürlüğün genişletilmesi değil fakat çoğunluğun gücünün nasıl sınırlanacağıydı. Sonuçta bir sınır toplumunun dengeleyici şartları ve Avrupalıların aristokrat geleneklerinini dikkate alan bir uzlaşma ile hazırlanan 1819 Arjantin Anayasası 25 Mayıs 1819'da Kongre ve Birlikçiler tarafından kabul edilse de Federalistlerin reddetmesiyle 1819 Anayasası yürürlüğe girmedi.
11 Şubat 1820'de son Río de la Plata Birleşik Eyaletleri Yüksek Müdürü José Rondeau'nun istifası ile Kongre faaliyetlerine son verdi.
Birlikçi Cumhuriyet – Birinci Başkanlık Hükümeti (1826-1827).
1825 ve 1828 arasında Brezilya Arjantin ile savaştı.
Arjantin Konfederasyonu (1827-1862).
1852'ye kadar ulusal hükûmeti olmayan Arjantin’deki iktidar mücadelesi ülkeyi iç savaş ortamına sürükledi. İktidar mücadelesindeki taraflar merkezi idareyi destekleyen Birlikçiler ve mahalli idareyi destekleyen Federalistlerdi.
Federalistlerin başını bu dönemde Buenos Aires eyalet valisi ve 1835-1852 arasında Arjantin Konfederasyonu’nun ana lideri olan diktatör Juan Manuel de Rosas çekiyordu.
1852 yılında Rosas'a karşı Brezilya, Uruguay, Arjantin'in Entre Ríos, Corrientes ve Santa Fe eyaletleri bir ittifak kurdu. 1852 Caseros Savaşı’nda Entre Ríos valisi Justo José de Urquiza yönetimindeki ittifak ordusu Ejército Grande, Rosas'ın komutanlığındaki Arjantin Konfederasyonu'nu malup etti. Bu yenilgi Rosas'ın Buenos Aires valiliğinden istifası ve Büyük Britanya'ya sürgün edilmesiyle sonuçlandı.
1852 yılında Federalist Rosas’ın dikta rejiminin yıkılması sonucu ülkede, yeni bir kurucu meclisi kuruldu. Buenos Aires eyaleti bu meclise katılmayı reddedip Buenos Aires Devleti olarak Arjantin Konfederasyonu’ndan bağımsızlığını ilan etti.
Buenos Aires dışındaki bütün eyaletleri içeren yeni meclis 1853’te Arjantin'in ilk anayasasını kabul ederek başkenti Paraná’ya taşıdı.
Arjantin Konfederasyonu ve Buenos Aires Devleti arasında artan gerilim 1859 yılında Buenos Aires Devleti'nin yenilgisiyle sonuçlanan Cepeda Savaşı'na yol açtı. Savaş sonrası San José de Flores Anlaşmasını imzalamaya zorlanan Buenos Aires Devleti, tekrar Arjantin Konfederasyonu'na katıldı.
Nihai yeniden birleşme, Bartolomé Mitre'nin Buenos Aires Devlet Başkanlığı sırasında Buenos Aires'in zaferiyle sonuçlanan Pavón Savaşı'ndan (1861) sonra Buenos Aires yönetiminde gerkçekleşti. 1862 yılında Arjantin Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olarak Buenos Aires belediye başkanı Bartolomé Mitre seçilmiş ve başkent Buenos Aires’e geri taşınmıştır.
Organización Nacional (1862-1880).
1865'te Arjantin, Paraguay'ın Corrientes şehrini işgal ederek karşılık verdiği Uruguay'da bir iç savaşa tekrar karıştı. Brezilya ve Uruguay ile bir Üçlü İttifak imzaladıktan sonra Arjantin, Paraguay'a karşı beş yıl süren ve 10.000 Arjantinli askerin katılımını gerektiren Üçlü İttifak Savaşı'na () katıldı. Paraguay, 1870'te sonunda mağlup oldu ve büyük bir bölümünü geride bıraktı. erkek nüfusu tamamen harap oldu ve öldü. Muazzam ekonomik maliyetine ve insan hayatına rağmen, Arjantin'de iç savaşların devam etmesine neden olan bu ülke, sınırın kuzeydoğuya sabitlenmesi nedeniyle kuzeydoğudaki sınırlarını pekiştirmeyi başardı. Pilcomayo, Paraguay ve Paraná nehirleri.
Mitre'nin ve özellikle Sarmiento ve Avellaneda'nın başkanlıkları sırasında Arjantin, geniş bir demiryolu ağı ve eğitim sisteminin ilerlemesiyle desteklenen tarımsal ihracatçı bir ülke olarak dünya ekonomisine dahil edildi. 1874 ve 1880'deki iki kanlı devrimden sonra, geçen yıl Buenos Aires şehri federalize edildi ve vilayetler ile başkent arasında kalıcı bir denge kuruldu.
Buenos Aires valisi olan Bartolomé Mitre 1862'de yeni ülkenin ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi.
1868-1874 yılları arasında Arjantin Devlet Başkanlığını yürüten Sarmiento, birtakım yenilikler gerçekleştirmesinin yanı sıra, Avrupa ülkelerinden göçmenlerin gelişini de teşvik etmiştir. Arjantin'de iç sorunlar, 1880 yılında genç bir Albay olan Julio Roca'nın Pampa ve Güney'deki yerli halkı tümüyle yok ederek yönetimi de ele geçirmesi sonucunda ortadan kalkmış ve ülkenin birliği bu olaylar akabinde kurulabilmiştir. 1880-1886'da ve 1898-1904 yılları arasında iki dönem Devlet Başkanlığı yapan Roca, Patagonya'yı da Arjantin'e bağlamıştır.
1868-1874 yılları arasında Arjantin Cumhurbaşkanlığını yürüten Domingo Faustino Sarmiento modern, ilerici ve laik bir ulus devlet yaratmak için politik, ekonomik ve kültürel alanlarda sekülarist ve milliyetçi karakterde reformlar gerçekleştirmiştir. Cumhurbaşkanığı dönemi sırasında 800 yeni okul inşa edip seküler ve bilimsel ilköğretim ücretsiz ve zorunlu hale getirdi. "La Ley de Subvenciones de 1871" ile yabancı okullar ve kiliseye bağlı okullar devlet denetimine alındı. Bu ilerlemelerin yanı sıra, Avrupa ülkelerinden göçmenlerin gelişini de teşvik etmiştir.
80 Jenerasyonu – Muhafazakar Dönem (1880-1916).
Arjantin'de iç sorunlar, 1880 yılında genç bir Albay olan Julio Roca'nın Pampa ve Güney'deki yerli halkı tümüyle yok ederek yönetimi de ele geçirmesi sonucunda ortadan kalkmış ve ülkenin birliği bu olaylar akabinde kurulabilmiştir. 1880-1886'da ve 1898-1904 yılları arasında iki dönem Cumhurbaşkanlığı yapan Roca, Patagonya'yı da Arjantin'e bağlamıştır.
İki yıl süren ciddi bir ekonomik kriz nedeniyle Arjantin'de yükselen işsizlik ve Arjantin İşçi Hareketi'nin bitmeyen grevleri yüzünden 1899'da Arjantin kargaşa içindeydi. General Roca'nın 1880-1886 cumhurbaşkanlığı sona erdiğinde yerine gelen Miguel Juárez Celman'ın cumhurbaşkanlığı döneminde ve muhalefet tarafından Unicato olarak adlandırılan hükûmet yolsuzluk ve otoriterlikte suçlanmaktaydı.
1 Eylül 1889'da bir grup genç, rejim karşıtlarını bir çatı altında toplamak için Buenos Aires şehrinin Florida bahçesinde büyük bir toplantı düzenleyerek Yurttaş Gençlik Birliği'ni kurdular.
Yurttaş Gençlik Birliği, muhalefetten Leandro N. Alem, Bartolomé Mitre gibi politikacılar Yurttaş Gençlik Birliği'ne desteğiyle 13 Nisan 1890'da Yurttaş Birliği siyasi bir parti olarak kuruldu.
Leandro N. Alem ve Bartolomé Mitre liderliğindeki Yurttaş Birliği sempatizanları, 26 Temmuz 1890'da, Cumhurbaşkanı Juárez Celman'ın istifasına yol açan Park Devrimi adı verilen silahlı ayaklanmasında rol aldılar.
Yurttaş Birliği ülke çapında örgütlense de Bartolomé Mitre ve Alem'in arasındaki anlaşmazlık nedeniyle Alem'i destekleyen Radikal Yurttaş Birliği ve Mitre'yi destekleyen Ulusal Yurttaş Birliği olarak ikiye ayrıldı. O zamandan beri Ulusal Yurttaş Birliği destekçileri "sivil" adıyla ve Radikal Yurttaş Birliği destekçileri "radikaller" olarak tanınmaya başlandı.
1889'da Arjantin kargaşa içindeydi: İki yıl süren ciddi bir ekonomik kriz, ücretlerde keskin bir düşüşe, işsizliğe ve daha önce hiç görülmemiş bir grev patikasına neden oldu. General Julio Argentino Roca'nın (1880-1886) başkanlığını, hükûmeti yolsuzluk ve otoriterlik raporları ile karakterize edilen kayınbiraderi Miguel Juárez Celman'ın başkanlığı aldı; rakipleri bu yönetimi Unicato olarak adlandırdı.
1 Eylül 1889'da bir grup genç, Buenos Aires şehrinin Florida bahçesinde büyük bir toplantı düzenledi ve rejim karşıtlarının geniş yelpazesini bir araya getirmek için Yurttaş Gençlik Birliği olarak kuruldu. İktidardaki Ulusal Özerklik Partisi tarafından desteklenen Miguel Juárez Celman tarafından. Partiye, bu gençlerin doğal lideri olarak görünen Francisco A. Barroetaveña başkanlığında, Emilio Gouchón, Juan B. Justo, Martín Torino, Marcelo Torcuato de Alvear, Tomás Le Breton gibi diğer genç liderler eşlik etti., Manuel A. Montes de Oca ve diğerleri. Yurttaş Gençlik Birliği, muhalefetin etkili liderleriyle, özellikle Leandro Alem, Aristóbulo del Valle, Bartolomé Mitre, Pedro Goyena, Vicente Fidel López, Bernardo de Irigoyen ve diğerleri ile fahri bir ilişki kurdu. Yurttaş Gençlik Birliği, 1877'de Alem y del Valle tarafından kurulan Cumhuriyetçi Parti'yi anımsatan bir programı onayladı ve kendini dar görüşlü sivil kulüpler halinde örgütledi.
Kısa bir süre sonra, 13 Nisan 1890'da, gençlik partisi, Yurttaş Birliği adında yeni bir partinin kurulduğu Frontón Buenos Aires'te büyük bir eylemle konsolide edildi. Başkan olarak Leandro N. Alem seçildi ve etkili eski cumhurbaşkanı ve genel Bartolomé Mitre, Yüksek Mahkeme eski başkanı José Benjamín Gorostiaga, mevcut Katolik José Manuel Estrada ve Pedro Goyena liderleri gibi farklı eğilimlerin liderlerini içeriyordu. Aristóbulo del Valle, Bernardo de Irigoyen, Juan B. Justo (Sosyalist Parti'nin gelecekteki kurucusu), Lisandro de la Torre (İlerici Demokrat Parti'nin gelecekteki kurucusu) ve Francisco A. Barroetaveña, diğerleri arasında. Aynı 1890 yılında, Leandro Alem ve Bartolomé Mitre liderliğindeki Yurttaş Birliği sempatizanları, 26 Temmuz'da, Başkan Juárez Celman'ın düşmesine ve yerine geçmesine neden olan silahlı bir ayaklanma olan sözde Park Devrimi veya 90 Devrimi'nde rol aldı. başkan yardımcısı Carlos Pellegrini tarafından.
Yurttaş Birliği ülke çapında örgütlendi ve Bartolomé Mitre ve Bernardo de Irigoyen'den oluşan 1891 başkanlık seçimleri için bir formül oluşturdu. Ancak iktidardaki Ulusal Özerklik Partisi'nin (PAN) tartışmasız lideri Julio Argentino Roca, Mitre'nin kendinin önderliğinde iki parti arasındaki ulusal birliğin formülü konusunda Mitre ile hemfikir. Anlaşmanın 16 Nisan'da öğrenilmesi üzerine, Leandro Alem kategorik olarak buna karşı çıktı ve bu da Yurttaş Birliği'nin parçalanmasına ve ardından Mitre'nin adaylığının geri çekilmesine neden oldu.
26 Haziran 1891'de, Alem'in takipçileri resmen Radikal Yurttaş Birliği'ni oluşturdular. Mitre'nin takipçileri ise Ulusal Yurttaş Birliği'ni kurdular. O zamandan beri bunlar "sivil" adıyla bilinirken, "radikaller" adıyla biliniyordu.
Üyeleri arasında, Juan B. Justo, 1896'da Sosyalist Parti'nin kurucusu olacak ve Lisandro de la Torre, Radikal Yurttaş Birliği'ne katıldıktan sonra, 1908'de İlerici Demokrat Parti'yi (Güney Birliği) kuracak.
Yeni gizli oylama yasasıyla ilk başkanlık seçimleri 1916'da yapıldı. UCR, Yrigoyen-Martínez formülüne göre büyük bir farkla kazandı. Yeni cumhurbaşkanı özel olarak Savaş Bakanı teklif edildi, ancak Alvear bunu reddetti. Daha sonra, kabul ettiği ve 1922'ye kadar tuttuğu bir görev olan Fransa'nın büyükelçisi olmayı teklif etti. Birinci Dünya Savaşı'nın sürdüğü dört yıl boyunca, Alvear, Paris'teki Müttefikler'e yardım etmek için görevler yaptı, karısı Regina Pacini ile birlikte bir savaş hastanesi bağışladı ve Pacini'nin yaralılarla ilgilenmekten sorumlu olduğu bir kan bankası. Bunun için fon, Alvear'ın sahip olduğu bağlantılar sayesinde elde edildi. Örneğin, Fransız askeri subayı Joseph Joffre, Arjantin büyükelçisine, üniversite şehri Paris'te bir Arjantin pavyonu kurmasını önerdiğinde, Alvear, Otto Bemberg'ın katkıları sayesinde işin bedelini ödeyebildi. Büyük Savaş sırasında Müttefikler'e mahsul satışı için görüşmeler yaptı. Burada, Alvear ile Yrigoyen arasındaki ilk farklılıklar ortaya çıktı: ikincisi, Arjantin'in tarafsız bir pozisyonu sürdürmesi gerektiğini savunduğunda, Alvear, kendini Üçlü İtilaf'ın yanında ilan eden ülkenin yanındaydı.
20 Ocak 1920'de, Versailles Antlaşması'nın imzalanmasından kısa bir süre sonra, Milletler Cemiyeti Yüksek Konseyi Başkanı Georges Clemenceau, Başkan Hipólito Yrigoyen'e Arjantin'i davet eden bir telgraf gönderdi. Milletler Cemiyeti Sözleşmesi. Böylelikle icra kolu, Honorio Pueyrredón, Marcelo T. de Alvear, Felipe Pérez, Roberto Levillier ve Daniel Antokoletz'den oluşan heyeti atadı. Arjantin cumhurbaşkanı tarafından gönderilen temel talimatlar, gelecekte bu Topluluğun parçası olan Devletler için savaşan ve tarafsız milletler arasında hiçbir ayrım yapılmaması gerektiği ve Arjantin'in fetih savaşını desteklemeyeceği, bu nedenle toprakların el konulmasını reddedeceği şeklindeydi. denizlerin özgürlüğüne ve halkların kendi kaderini tayin etme ilkesine saygı duymanın yanı sıra, diğer hususların yanı sıra.
Pueyrredón, Paris'teki takım arkadaşlarıyla bu puanları yükselttiğinde, tutarsızlıklar vardı. Arjantin komisyonunun önerilerini açıklamak zorunda olduğu an geldiğinde, Pérez ve Alvear tüm Lig ülkelerine katılmayı savunmayı reddettiler. Pueyrredón, Yrigoyen'in pozisyonunu savunmaya çalıştı, ancak yoldaşlarından etkilenerek, Topluluğun, ısrar etmeye gerek kalmadan mağlup ülkeleri kabul edebileceğini düşündü. Üç gün sonra, Buenos Aires'ten Yrigoyen tarafından yazılmış bir telgraf geldi ve bu pozisyon devam ederse komisyonun görevini sonlandırması gerektiğini söyledi. Alvear, pozisyonunu teyit eden bir telgrafla cevap verdi, ancak bu sefer yanıt gelmedi. Ertesi gün, Pérez ve Alvear, tüm tutarsızlıklarını tekrar ortaya çıkardıkları ancak bir cevap almadıkları başka bir telgraf yayınladılar.45 Delegasyon, o yılın 6 Aralık'ta Cenevre'den ayrıldı.
Bu olay nedeniyle Alvear görevinden ayrılmak üzereydi ama Yrigoyen ona fikrini değiştiren bir telgraf gönderdi. Cumhurbaşkanı Yrigoyen'in gönderdiği telgraflardan birinde şöyle dedi: "Her ne olursa olsun, her ne olursa olsun, çevre ve çevre üzerinde ruhunuzu yükseltmek için her şeyde ve sonuna kadar radikal olmalısınız, her zaman Arjantin'in yapmadığını ... Kongre'nin belirleyici özelliğine dair kalıcı önermelerle değilse de tanımlanmalıdır ". Mesaj Pueyrredón'a gönderilmiş olmasına rağmen, zımnen Alvear'a gönderilmişti.
Arjantin 19. yüzyılın sonlarına doğru dünyanın en büyük 10. ticaret ülkesi ve kişi başına gelirde 6. ülkesi haline gelmiştir. Ekonomik zenginleşmeye paralel olarak modern toplumlara özgü ekonomik sınıflar da şekillenmeye başlamıştır. Giderek güçlenen orta sınıfın partisi olarak 1891'de kurulan Radikal Yurttaş Birliği 1916 seçimlerinde aslında resmi bir parti olmaktan ziyade toprak sahiplerini temsil eden ve ülkenin ilk siyasi hareketlerinden biri olan Partido Conservador'u devirip iktidarı ele geçirmiştir.
1880'lerden sonra İtalyanlar, İspanyollar, Portekizliler, Yunanlar, Avusturya-Macaristanlılar, Türkler (daha doğrusu Türkiye'de yaşayan azınlık grupları), Polonyalılar ve Ruslar (pek çok etnik Yahudi içeren) katıldı.
Yirminci yüzyıl başlaında Latin ve Slav göçmenler, Anglo-Saxonlan sayıca geride bıraktı. Hareketin zirve noktasına yüzyılın ilk on yılı içinde ulaşıldı. Avrupa'dan gelen yıllık akış 1909 ve 1914 yıllan arasında yaklaşık 1,5 milyon göçmendi.
Bu hareketi destekleyen ana faktörlerden birisi de nüfusun hızla büyümesiydi. 1730 ve 1780 arasında Britanya ve Prusya nüfusunu yüzde 100, Fransa yüzde 50 artırdı. 1750-1850 arasında Avrupa nüfusu yüzde 80'lik bir artış yaşadı. 1850-1910 arasında nüfus 270 milyondan 460 milyona çıkmıştı. Avrupa'nın şansı varmış ki, en hızlı nüfus artışının yaşandığı dönemde yerel nüfusu önemli ölçüde azalan, yeni geniş bir dünya, sömürgecilik için elverişli hale gelmişti. 1800 ile 1900 arasında Avrupalı yerleşimin olduğu alanların (Avrupa'da ve dünyada) nüfusu, dünya nüfusunun yüzde 24'ünden 36'sına yükselmişti.
Birinci Dünya Savaşı'na kadar büyük ölçekli Avrupa göçü, esasen, tarım işçilerinin, arazinin az olduğu bölgelerden bol arazili bölgelere transferlerinden oluşuyordu. Genel olarak, Avrupalıların hareketi kişisel istek, kişisel umut, kişisel karar, kişisel teşebbüs ve kişisel acının simgesi oldu.
Britanya'nın 1900 ve 1914 arasındaki toplam yatırımı, 2,5 milyar dolardan 3,7 milyar dolara çıktı; Arjantin ve Brezilya toplamın yüzde 60'ını ve Şili, Peru, Meksika ve Uruguay kalanın büyük kısmını aldı. 1914'te batı yarıküredeki İngiliz yatırımları yaklaşık olarak eşit bir şekilde bölünmüştü; toplamın yüzde 20'si Latin Amerika'ya, yüzde 20'si Birleşik Devletler'e. 1860'lı yıllardan beri büyük bir kaynak olan Fransız yatırımları, 1914'te üçe katlanarak 1,2 milyar dolara çıktı. Özellikle Arjantin, Brezilya, Şili ve Meksika'ya yapılan Alman yatırımları, 1914'te 900 milyon dolar civarındaydı. Britanya gibi, Alman sermayesi de, kıtanın kuzey ve güney yansına bölündü.
Küçük çaptaki bölgesel ticaretle ve Avrupa'nın toplam ticarette düşen payı ile, 1920'lere gelindiğinde Kuzey Amerika ile ticaret pek çok Latin Amerika ülkesi için çok önemli bir hale geldi. Ekonomik -kaderleri, dışında oldukları ve üzerlerinde çok az bir etkiye sahip oldukları Kuzey Amerika ve Avrupa'daki değişikliklere dayanıyordu. Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili, Uruguay ve diğerleri tarafından benimsenen ve bölgenin ilk sanayileşmesine (bilhassa Brezilya'da) ön ayak olan ithalatın yerine kullanılacak savaş dönemi politikası, bunu değiştirmede pek etkili olmadı.
Latin Amerika, Birinci Dünya Savaşı'ndan yeni bir bağımsızlık ruhu ve yeni bir dünya sorumluluğu anlayışıyla çıktı. Belli sayıda cumhuriyet, sadece dünya sahnesinde daha büyük bir rol oynamak için değil, Birleşik Devletler'in giderek artan sömürgecilik hırsları olarak düşündüklerine bir karşılık sağlamak için Milletler Birliği'ne (Birleşik Devletler Kongresi daha önce üyeliğini ilan etmişti) katıldılar. Atlantik'teki Alman tehdidi 1919 Paris Barış Konferansı'nda yok olmuş, Britanya ve Japonya'dan gelebilecek tehditler de 1921-22 Washington Donanma Konferansı'yla saf dışı bırakılmıştı. Bu durum, Birleşik Devletler'e neredeyse hiç zarar görmez bir yapı kazandırdı. Brezilya, Latin Amerika'daki Birleşik Devletler hegemonyasına bir başkaldırıyı yönetecek kadar büyüklü, fakat Birleşik Devletler'in kahve pazarına yönelik bağımlılığı bu tür bir hareketi kabul etmiyordu. Arjantin Birleşik Devletler'e muhalifti fakat komşularından destek sağlayamıyordu. Milletler Birliği'nin ender müdahaleleri dışında, batı yarıkürede Birleşik Devletler'in gücüne eşit şekilde karşı koyacak başka bir güç yoktu.
Radikal Yurttaş Birliği dönemi (1916-1930).
19. yüzyılın sonlarında Avrupalılar'ın Arjantin'in tarımsal kaynaklarına olan yatırımlarıyla Arjantin Cumhuriyeti büyük ekonomik büyüme gösterdi. 1920'lerin sonunda dünyanın yedinci en zengin ülkesi olan Arjantin 1870 ile 1920 yılları arası yarısı İtalyan ve üçte biri İspanyol olan 6,2 milyon göçmene ev sahipliği etmeye başladı. Bu dönemde Pampaların büyük tarımsal zenginliğine dayanarak gelişen Buenos Aires Avrupa tarzı geniş bulvarlarıyla “Güney Amerika’nın Paris’i” olarak adlandırılmaya başladı.
20. yüzyılın ortalarına kadar Federalistler ile Üniteryenler ve sivil ile askerî gruplar arasında siyasi çatışmalar ülke gündemine hakim oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem, Peroncu popülizm ve ordunun daha sonraki yönetimlere doğrudan veya dolaylı müdahalesiyle geçti. Bu dönem 1976’daki askerî darbeyle sonuçlandı.
Cunta, 1983 sonunda seçime giderek idareyi sivillere geri verince ülkede demokratik yönetime dönülmüş oldu. Arjantin’de 2001-2002 yıllarında patlak veren ekonomik kriz, ülkede geniş katılımlı protestolara ve ekonominin iflas etmesine yol açtı.
Arjantin, İngiltere’nin denetimindeki Falkland Adaları, Güney Georgia, Güney Sandwich Adaları üzerinde egemenlik hakkı iddia ediyor. 1982’de iktidara gelen askeri yönetimin Falkland Adalarını işgal etmesinin ardından çıkan savaşta İngilizlere yenilen Arjantin, 1995’te adalar üzerinde bir daha güç kullanarak hak iddia etmeme konusunda taahhütte bulundu. Arjantin’in Antarktika’daki toprak iddiaları da İngiltere ve Şili’ninkilerle çatışıyor.
Perón Döneminde Sosyalizm ve Ekonomik Çöküş.
1943’te başkan Ramon Castillo yönetimine karşı bir darbe yapıldı ve darbenin lideri Juan Domingo Perón iktidara geldi. Perón ilki Şubat 1946’da, ikincisi anayasanın değiştiği 1951’de olmak üzere iki defa devlet başkanı seçildi. Fakat otoriter siyaseti yüzünden ülkede karışıklıklar çıkınca 1955’te ikinci bir darbe ile devrildi. Uzun yıllar sürgünde yaşayan Perón 1973’te ülkesine döndüğünde tekrar devlet başkanı seçildi. Onun bir yıl sonra ölümü üzerine karısı İsabel Perón devlet başkanlığına getirildi. Ancak o da ülkenin birlik ve beraberliğini sağlayamadı ve 1976’da ordu tarafından uzaklaştırıldı. 1976-1982 yılları arasında Arjantin’i yöneten darbeci generaller zamanında “Ulusal Uzlaşma Süreci” adı verilen ve hapsedilenler dışında 30.000 kişinin ortadan kaybolduğu bir dönem yaşandı.
Askerler 1983 yılı sonlarında seçime giderek idareyi sivillere teslim etti. 1989'da Suriye kökenli Carlos Menem on yıl süreyle devlet başkanlığına seçildi. Arjantin'in 1990'lı yılları pek çok ülke için başarılı bir model olarak görülmesine rağmen ülke 2000'li yılların başında ekonomik sıkıntı içine düştü. Menem'den sonraki üç yıllık ara dönemden sonra 2002'de devlet başkanlığına seçilen Eduardo Duhalde ülkenin içine düştüğü ekonomik krizle mücadele etmeye çalıştı.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Arjantin hükûmetlerinin gizli ve kamufle edilmiş Nazi taraftarı tutumları, Amerika Birleşik Devletleri ve batı yarım küresinin diğer ülkeleri ile münasebetlerinin gerginleşmesine ve Arjantin'in Panamerikan Konseyinden çıkarılmasına sebep oldu. Resmiyette bütün harp esnasında tarafsız kalan Arjantin, 1945 ilkbaharında Müttefikler tarafına girdi. Geniş ölçüde ABD'nin desteği sebebiyle o sene sonuna doğru Birleşmiş Milletler üyesi oldu ve teşkilatın meselelerinde önemli bir rol oynadı.
Harpten sonra general olan Juan Domingo Peron kendine kuvvetli bir pozisyon hazırlamayı başarmış ve 1946 Şubat'ında Arjantin Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Eşi Eva Peron'un yardımıyla enerjik ve sert bir idare kurmayı başararak, zamanında, siyasi desteğini silahlı kuvvetlerden almaya çalışan sınıflara sözünü geçirmesini bilmiştir. Basını bir devlet organı haline getirmiş ve totaliter bir rejimin başkanı olarak kendine daha büyük yetki vermesi için anayasayı değiştirmiştir.
Uzun Bastonların Gecesi, 29 Temmuz 1966'da Arjantin Federal Polisi Şehir Düzeni Genel Müdürlüğü'nün, Arjantin'deki Buenos Aires Üniversitesi'nin (UBA) beş fakültesinin öğrenciler tarafından işgal edilen tahliyesi oldu. fiili hükûmetin üniversitelere müdahale etme ve hükûmet rejimini iptal etme kararına karşı, profesörler ve mezunlar.
Gerçek UBA'nın Kesin, Fizik ve Doğa Bilimleri Fakültesi girişlerinden birinin dış kapısı (Calle Perú 222). Geçen ay, 28 Haziran 1966, Korgeneral Juan Carlos Onganía, Arjantin Devrimi adı verilen diktatörlüğü başlatarak Arturo Illia'nın demokratik hükûmetini devirmişti. Arjantin devlet üniversiteleri daha sonra, üniversitenin siyasi iktidar özerkliğini ve öğrencilerin, öğretmenlerin ve mezunların üçlü eş yönetimini oluşturan Üniversite Reformu ilkelerine göre düzenlendi.
Baskı, özellikle Buenos Aires Üniversitesi'nin Kesin ve Doğa Bilimleri ve Felsefe ve Edebiyat Fakülteleri'nde şiddetliydi. Juan Carlos Onganía, 28 Haziran 1966 ile 8 Haziran 1970 arasında Arjantin'e fiilen başkanlık etmiş bir subay. 28 Haziran 1966'dan beri askeri müdahale altında bulunan Arjantin Federal Polisi, sert bir şekilde bastırma emri aldı.
Olay adı, polis memurlarının gözaltına alındıktan sonra binalardan çıkarken çift çizgiden geçmeleri istendiğinde üniversite yetkililerini, öğrencileri, öğretmenleri ve mezunları ağır şekilde dövmek için kullandıkları uzun coplardan geliyor. Kesin Bilimler Fakültesi'ne müdahale durumunda, o dönemin dekanı Rolando Garcia, polisler içeri girdiğinde dekan yardımcısı Manuel Sadosky ile birlikteydi ve operasyona liderlik eden memura şunları söyledi: Bu öfkeyi yapmaya nasıl cüret edersin? hâlâ bu okulun dekanıyım. İri yapılı bir bekçi daha sonra bastonuyla kafasına vurdu. Dekan yüzünde kanla ayağa kalktı ve sözlerini tekrarladı: iri adam her yanıt için bastonunu tekrarladı. Toplam 400 kişi tutuklandı ve üniversite laboratuvarları ve kütüphaneleri tahrip edildi.
Öğretmenlerin ve araştırmacıların istifaları, işten çıkarmaları ve göçü Sonraki aylarda yüzlerce profesör işten atıldı, sandalyelerinden istifa etti veya ülkeyi terk etti. Toplamda, 301 üniversite profesörü göç etti; bunların 215'i bilim insanıydı; Latin Amerika üniversitelerine, temelde Şili ve Venezuela'ya 166 yerleştirildi; 94 kişi Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Porto Riko'daki üniversitelere gitti; kalan 41 kişi Avrupa'ya yerleşti. Bazı durumlarda tüm ekipman söküldü. Latin Amerika'daki ilk bilgisayar olan ve Ferranti (İngiltere'den) tarafından inşa edilen Clementina'da olan buydu. Çalıştığı Tam Bilimler Hesaplama Enstitüsü'nün 70 üyesi istifa etti ve göç etti. Aynısı, sökülen Kozmik Radyasyon Enstitüsü'nde de oldu. Etkilenen profesör ve araştırmacılardan bazıları alfabetik sıraya göre:
Peron, işçi sınıfı arasında çok sevilmiş ve hatta kahraman olarak tanınmıştır. Fakat askeri bir darbe ile 1955'te devrilmiş, uzun seneler sürgünde yaşamış ve bilahare dönerek 1973'te devlet başkanı olmuştur. Bir yıl sonra ölmesi üzerine İsabel Peron olarak tanınan üçüncü karısı devlet başkanı oldu. Ülkenin birlik ve beraberliğini sağlıyamayınca 1976'da ordu tarafından devrildi.
Arjantin'in eski devlet başkanlarından General Galtier İngiltere'ye ait, fakat kendilerine çok yakın olan Falkland adalarını Nisan 1982'de Rosairo operasyonuyla ele geçirdi. İngiltere ile olan savaşı Arjantin kaybetti ve adaları İngilizler tekrar geri aldılar. Gerek yapılan savaş ve gerekse bu durumda bazı devletlerin uyguladıkları ekonomik ambargo, Arjantin'in iktisadi durumunu çok sarstı. Bu durumda askeri idare 1983 yılı sonlarında seçime giderek idareyi sivillere teslim etti. Böylece yedi sene süren askeri idareden sonra normal idare tekrar tesis edildi.
1930'dan bu yana Arjantin'de hiçbir sivil idare 6 seneden fazla iktidarda kalamamıştır. 1819 yılından bu yana 46 devlet başkanından sadece ikisi, askerî darbesiz seçimle görevini devir-teslim etmiştir. 1989'da Raúl Alfonsín'in yerine Carlos Menem (El Turco) seçilmiştir.
Kirchnerismo ve macrismo dönemi.
Ekonomik kriz sırasında Kongre, Adolfo Rodriguez Saa'yı geçici Devlet Başkanı olarak seçtiyse de Saa'nın Başkanlığı bir hafta sürmüştür. Yerine seçilen Eduardo Duhalde, 2003 Mayıs ayındaki seçimlere kadar ülkede düzeni sağlamayı başarmıştır. Mayıs 2003 dönemine kadar geçen süre içerisinde Arjantin ekonomisindeki küçülme önce yavaşlamış, 2003 yılı ile birlikte ise ekonomide büyüme başlamıştır. 2003'te Peronist hareketin bir kolu olarak kurulan Zafer Cephesi adayı olan Néstor Kirchner Devlet Başkanlığına seçilmiştir. Kirchner dönemi ekonominin hızla toparlandığı, Başkanlık yetkilerinin arttığı, kurumsal yapılanmanın güç kaybettiği, 1980'lerdeki af yasasının kaldırılarak kirli savaş zamanında suça karıştığı ileri sürülen birçok asker ve polisin emekli edildiği veya yargılandığı bir dönem olmuştur.
2003-2007 yılı Ekim ayına kadar ülkeyi yöneten Néstor Kirchner'in yerine eşi Cristina Fernández de Kirchner, 28 Ekim 2007 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde Devlet Başkanı seçilmiş ve 10 Aralık 2007 tarihinde görevine resmi olarak başlamıştır. 23 Ekim 2011 tarihinde yapılan yeni Başkanlık seçimlerinde, Cristina Fernández de Kirchner oyların %54,11'ini alarak seçimi ikinci kez kazanmış, partisi Zafer Cephesi ise oyların %52,19'unu alarak Kongre’de 87 sandalyenin sahibi olmuştur.
Diğer taraftan, 27 Ekim 2013 tarihinde yapılan kısmi ara seçimlerde Temsilciler Meclisi’nin 1/2’si ile Senato’nun 1/3’ü yenilenmiştir. Halen yönetimde bulunan Zafer Cephesi partisi, seçimden birinci parti olarak çıkmakla birlikte büyük bir oy kaybına uğramış ve oyların %32’sinden daha azını alabilmiştir.
FVP partisi, 2013 seçimlerindeki yüksek oy kaybına rağmen, 2011 seçimlerinde elde ettiği başarıdan dolayı, hem Temsilciler Meclisi’nde (257 sandalyenin 130’u), hem de Kongre’de (72 sandalyenin 40’ı) hâlâ çoğunluğu korumaktadır.
Siyaset.
1994 yılında önemli değişikliklere uğrayan 1853 tarihli Arjantin Anayasası’na göre Arjantin, temsil esasına dayalı bir Federal Cumhuriyettir. 23 eyalet ve Buenos Aires Özerk Şehri'nden () oluşan Arjantin, ABD Anayasası'nı örnek alıp, devlet sistemi olarak federalizmi, hükûmet sistemi olarak başkanlık sistemini benimsemiştir.
Kuvvetler ayrılığı ilkesiyle anayasada devleti oluşturan üç ana kuvvet yasama, yürütme ve yargı olarak belirlenmiştir.
Yürütme kuvvetinin başında Devlet başkanı () bulunmaktadır.
Yasama gücünden Temsilciler Meclisi () ve Senato ()’dan oluşan iki kamaralı Kongre () sorumludur. Kongre'nin birincil işlevi kanun yapımı, ikincil işleviyse hükûmetin denetimidir.
Yargıyı ise anayasa mahkemesi görevini de yerine getiren Yüksek Mahkeme (), temyiz mercileri niteliğinde yüksek yargı organları ve ilk derece mahkemeleri oluşturmaktadır.
Yürütmenin baskın olduğu Arjantin’de yasamanın (Kongre’nin) ve yargının yürütmeyi dengeleyici rolü eksiktir.
Yasama.
Arjantin Ulusal Kongresi () merkezi Buenos Aires'teki Kongre Sarayı olan çift meclisli federal yasama organıdır. Olağan yasama dönemi 1 Mart ile 30 Kasım arasında federal yasaların oluşturulmasından ve yürürlüğe girmesinden sorumludur. Anayasa'nın 75. madde ve 32. fıkrasına göre Kongre aynı zamanda hükûmetin denetiminden sorumludur. Daha belirgin olarak, önceden hazırlanan hükûmet plan ve programlarını içeren ve başbakan tarafından her ay Kongre'ye sunulan raporları inceler.
Kongre 72 üyelik Senato () ve 257 üyelik Temsilciler Meclisi ()'nden oluşur. Başkan Yardımcısı aynı zamanda Senato'ya başkanlık eder. 10 Aralık 2023'ten beri Senato Başkanlığını Başkan Yardımcısı Victoria Villarruel ve Temsilciler Meclisi Başkanlığını'nı Bartolomé Abdala yapmaktadır.
Arjantin Temsilciler Meclisi üyeleri doğrudan orantılı temsil sistemiyle (D'Hondt sistemi) seçilir. Her 23 eyalet ve Buenos Aires Özerk Şehri bir seçim bölgesini oluşturur; her seçim bölgesi kendi nüfusuna bağlı değişken sayıda ve en az üç milletvekili seçer.
Milletvekilleri dört yıl için seçilirler; her seçim bölgesi her iki yılda bir karşılık gelen vekillerinin yaklaşık yarısını seçerek Meclisin yaklaşık yarısı yenilenir.
2021 yılı itibarıyla toplam milletvekili sayısı 257'dir. Anayasa milletvekili sayısının her 10 yılda bir yapılan nüfus sayımlarıyla yeniden belirlenme şartını koşsa da, son 30 yılda milletvekili sayısı yeniden belirlenmemiştir. Bu yüzden millet vekili sayısı 1980 yılı nüfus sayımını yansıtır.
Arjantin Senatosu 1853 Anayasası'nın 46. ve 54. maddeleri uyarınca 29 Temmuz 1854 tarihinde kurulmuştur. Nüfusa bakılmaksızın her seçim bölgesine (23 eyalet ve Buenos Aires Özerk Şehri) üç temsilci düşecek şekilde toplam 72 temsilciden oluşur. Seçim bölgesinde en çok oyu alan parti iki; sonraki parti bir senatör kazanır. 1994 yılında yapılan değişiklik öncesi her seçim bölgesine iki temsilci düşmekte ve sadece en çok oyu alan parti senatör kazanmaktaydı.
14 Mayıs 1995'ten beri Devlet Başkan Yardımcısı aynı zamanda Senato'nun da başkanlığını yapar.
Arjantin Ulusal Kongresi teknik yardım için özerk bir anayasal organa sahiptir: Arjantin Ulusunun Genel Denetçisi () kamu idaresinin tüm faaliyetlerinin yasallığının kontrolü, yönetimi ve denetiminden sorumludur. Ayrıca, sahada Arjantin Milleti Ombudsmanı (), Arjantin Ulusal Kongresi'nde, herhangi bir otoriteden talimat almadan bağımsız bir organ olarak işlev görür. Amacı, insan haklarını ve İdare tarafından etkilenebilecek anayasal ve yasal hakları savunmaktır.
ABD'ye benzer bir şekilde Arjantin'de de 1994 yılında yapılan değişiklikle başkan yardımcısına, yasama erki içerisinde görev verilmiş ve Senato'nun başkanı konumuna getirilmiştir. Başkan Yardımcısı tıpkı ABD'deki gibi Senato'da yalnızca oy eşitliği halinde herhangi bir tıkanıklığa yol açılmaması için oy hakkına sahiptir. 1994 Arjantin Anayasası 58'inci maddeye göre, Senato kendine geçici bir başkan atayacak, başkan yardımcısının yokluğunda veya başkanlık görevini yürüttüğü sırada bu görevi yürütecektir.
yürütmede görev alan bir kişinin yasama faaliyetlerine katılması söz konusu olduğundan, sert kuvvetler ayrılığına aykırı bir durum oluşması da söz konusu olmaktadır
Yürütme.
Yürütme gücünü devlet başkanına () devreden Arjantin Anayasası’na göre başkan (ve yardımcısı) dört yıl için doğrudan halk tarafından seçilmektedir. Anayasa’nın 87-98. maddelerine göre başkan art arda iki kere ve araya en az bir dönem girdikten sonra tekrar seçilmesi mümkündür.
Seçimler mevcut başkanın görev süresinin bitimine iki ay kala yapılır. Seçim sonucunda en çok oy alan aday %40’ın altında oy alırsa en çok oy alan iki aday ikinci turda yarışır. En çok oy alan aday %40,45 arası oy almışsa ve ikinci sıradakiyle arasında 10 puan fark varsa ikinci seçime gidilmez. Öndeki aday %45’ten fazla oy alırsa doğrudan başkan seçilmiş olur.
10 Aralık 2023 itibarıyla, yürütme gücünü Özgürlük Gelişmeleri Partisi üyesi olan başkan Javier Milei kontrol etmektedir. 1983'te anayasal düzenin geri gelişinden beri seçilen 10. başkandır.
Devlet başkanı, hem devletin hem hükûmetin başıdır. Başkan bakanlar kurulu, başbakan ve yargıçlar ve birçok üst düzey kamu görevlisini parlamentonun onayı olmaksızın atayabilmektedir.
1994 Arjantin Anayasası da ABD benzeri bir şekilde başkanlık makamının boşalması durumunda yeni seçim yoluna gitmemekte, başkanlık görevi otomatikman başkan yardımcısına geçmekte ve makamını boşaltan başkanın kalan süresi başkan yardımcısınca tamamlanmaktadır.
1994 Arjantin Anayasası, başkana süreyle sınırlı olmak üzere, kararname çıkarabilme yetkisi tanımıştır. Bu konudaki en önemli uygulamalardan biri tıpkı Brezilya’daki MP benzeri “gerekli ve ivedi kararnameler” dir (Decretos de Necesidad y Urgencia (DNU). Anayasal olarak, kriz durumlarında başkan öncesinde meclis tarafından yetkilendirilmeye gereksinim duymaksızın DNU çıkarabilmekteydi. Bu kararnameler anayasal hükûmetlerin meydana gelişinden bu yana uygulama alanı bulmuş olsalar da 1990'larda kullanım alanı bir hayli artış göstermiştir. Anlaşmaların değiştirilmesi, dış borçların yeniden müzakere edilmesi ve banka teminatlarının dondurulması gibi önemli konularda yüzlerce DNU çıkarılmıştır. 1994 yılında yapılan Anayasa değişikleri ile gelen birtakım önemli sınırlamalara rağmen yine de bu hükmün üç temel problemi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, DNU' nun reddi için her iki meclisin de oyu gerekirken, kabulü için tek meclisin pozitif oyu yeterli olmaktadır. Böylelikle Anayasal olarak DNU' nun reddi kabulüne göre daha zordur. Bir diğer problem ise, 1994 Arjantin Anayasası 99'uncu madde 7'inci bendine göre başkan, Yüksek Mahkeme Yargıçları, büyükelçiler ve ataşelerin atanmasında Senato'nun onayına bağlı olup, diğer atamalarda serbesttir. Arjantin Başkanları, hem kamu hizmetlerine hem de politik görevlere atma yapma konusunda oldukça güçlüdürler. Başkanın atama konusunda en güçlü olduğu yer ise merkezi idaredir. Ayrıca bunun dışında kimi bağımsız kuruluşlara, mahkemelere yapılan atamalarda da etkisi büyüktür. Arjantin başkanı kamu hizmetleri haricinde ulusal idareye dair yaptığı atamaları Senato'nun tavsiye ve onayına gerek olmaksızın tek başına yapar. Başkan kabine şefini, bakanları, sekreterlerini, konsolosluk çalışanlarını, anayasada aksi belirtilmediği koşullarda kendi atayıp görevden alabilir.
Arjantin'de, anayasaca başkanın özel olarak görevlendirilmediği durumlarda da, başkan yürütme organının başı olması sıfatı ile, idareye atmalar yapma hakkına sahiptir. Pratikte genellikle üst düzey yöneticiler bizzat başkan tarafından atanırken, daha alt kadro
Bakanlar Kurulu.
Arjantin'de üniversite öncesi eğitim Millî Eğitim Bakanlığı'nın denetimindedir. 2019 itibarıyla yetişkin nüfusunun %98,1'i okuryazar olan Arjantin'de 4 yıl ilkokul, 4 yıl ortaokul ve 4 yıl lise olmak üzere toplam 12 yıllık eğitim zorunludur. OECD raporlarına göre ülkede liseyi tamamlamayan 25-34 yaş grubuna dahil kişiler, liseyi tamamlayan aynı yaş grubundan iş arkadaşlarının elde ettiği gelirin ortalama olarak sadece %80'ini almaktadırlar.
Ülkenin temel eğitim seviyesi diğer OECD ülkelerinin altında kabul edilir. Arjantin, OECD'nin PISA programında 78 ülke arasında matematikte 72., bilimde 66. ve okuma-anlamada da 64. sırada yer alır.
2019 itibarıyla Arjantin'deki üniversite sayısı 55'tir. Dünyanın en iyi üniversitelerinin sıralandığı 2021 Times Higher Education World University Rankings'de ilk 500'e Arjantin'den beş üniversite dahil olmuştur. Listede Buenos Aires Üniversitesi (UBA) 66. sırada, Arjantin Papalık Katolik Üniversitesi 326. sırada, Palermo Üniversitesi 377. sırada, Austral Üniversitesi 443. sırada, Belgrano Üniversitesi 465. sırada yer almıştır.
Ekonomi.
Arjantin, GSYİH (SAGP) sıralamasında 28. sırada ve GSYİH (nominal) sıralamasında 31. sırada yer almaktadır. G-20 büyük ekonomileri topluluğunun kurucu üyelerinden biridir.
Arjantin'in 2019'te ihracatı $65,1 milyar oldu. En fazla ihracat yapılan yapılan ülkeler ise Brezilya, Çin, Amerika Birleşik Devletleri ve Şili olarak belirlendi. Aynı yıl ithalat $49,2 milyarı buldu. 2019'te Arjantin, en fazla Brezilya'dan ithalat yaptı. Bu ülkeyi sırasıyla Çin, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya takip etti.
Arjantin ekonomisinin diğer önemli bölümlerini ise bankacılık, inşaat, ev aletleri, elektronik, tekstil, petrol arıtma, petrokimya ürünleri, gıda, madencilik, demir-çelik ve makine sanayi oluşturmaktadır. 2015 verilerine göre Arjantin'deki sektörel GSYİH dağılım %6 tarım, %17,2 sanayi ve %88,8 hizmet şeklinde olmuştur.
Ekonominin Sektörel Yapısı.
Arjantin ekonomisi genelde tarım ve tarıma dayalı sanayi ağırlıklı bir yapıya sahiptir. Ortalama olarak GSYH'nin %10'u tarım, %30'u sanayi ve geri kalanı da hizmetlerden oluşmaktadır. Hızla artan tarım ürünleri fiyatları Arjantin ekonomisi için önemli bir büyüme kaynağı haline gelmiştir. Ülkenin %9,2'si tarıma elverişlidir.
Daha önce koruma duvarları arkasında gelişen ülke sanayisi 1990'lı yıllardaki liberalleşme politikalarıyla birlikte yabancı firmalarla rekabet edemez hale gelmiştir. Bu dönemde, özellikle doğal kaynaklara ve tarıma dayalı olarak faaliyet sürdüren mevcut birçok firma yabancılar tarafından satın alınmış, küçük ve orta ölçekli işletmeler hızla güç kaybetmeye başlamıştır. 1990'lı yıllarda yabancı sermaye ağırlıklı olarak büyüyen sanayi 1998 yılından itibaren durgunluğa ve krize girmeye başlamıştır. Gıda ve içecek, kimya ve petrokimya, otomotiv ve metal sanayii ülkenin en büyük sanayi kolları durumundadır.
Madencilik.
Arjantin zengin maden yataklarına sahiptir. Maden taraması açısından sadece beşte birinin araştırılmış durumda olduğu belirtilen ülkede kurşun, çinko, kalay, bakır, demir, altın, manganez, petrol ve doğalgaz ile uranyum yatakları bulunmaktadır. Maden yataklarının önemli bir kısmı ülkenin batısında bulunan And Dağları bölgesinde yer almaktadır.
Catamarca ve San Juan eyaletleri bakır ve altın açısından oldukça zengindir. Mendoza'da uranyum, Jujuy'da çinko yatakları bulunmaktadır. 2003 yılında çıkarılan bir yasa ile madencilik ürünleri ihracatının vergiden muaf tutulması ve döviz gelirinin iç piyasada satış zorunluluğunun kaldırılması bu sektörü yabancı yatırımlar için cazip hale getirmiştir. Ancak, 2011 yılının ikinci yarısında ülkedeki döviz sıkıntısı söz konusu muafiyetin kaldırılmasına neden olmuştur. Mevcut uygulamalara göre madencilik ihracatından elde edilen dövizin de ülkeye getirilmesi zorunlu hale gelmiştir. Arjantin, toplam maden üretiminin üçte ikisinden fazlasını ihraç etmektedir.
Bununla birlikte Hükûmetin uyguladığı döviz ve ekonomi politikaları ve resmi istatistik kurumunun gerçeği yansıtmayan enflasyon verileri nedeniyle yatırım hesaplarını sürekli olarak gözden geçirmek durumunda kalan yabancı yatırımcıların 2013 yılında Arjantin'deki yatırımlarını askıya aldıkları görülmüştür.
Hizmetler.
Başta toptan ve perakende ticaret, otel ve lokantacılık ile ulaşım ve iletişim sektörleri olmak üzere hizmetler sektörü de 2003'ten sonraki yıllarda çift haneli büyüme oranlarına ulaşmıştır. 1990'lı yıllarda hızla gelişen finans kesiminin ise kriz sırasında aldığı ağır darbe nedeniyle toparlanması oldukça uzun sürmüştür. Son yıllarda bankacılık ve finans sektörünün ekonomi içindeki ağırlığı tekrar artmaya başlamıştır.
Tarım Sektörü.
Arjantin, ekilebilir araziye sahiptir. Kurak bölgelerden, subtropikal ormanlara yayılan çeşitli mikro iklimlere ve ekosistemlere sahip Arjantin'de çok çeşitli ürünler yetiştirilebilmektedir. Toprağın düşük maliyeti ormancılık için çok uygundur ve yüksek orandaki ağaç sayısı bu alanda önemli yatırımların yapılması ile sonuçlanmıştır.
Soya, ayçiçeği, mısır, buğday, arpa, yulaf, pirinç, aspir, pamuk, fasulye, çay, tütün, şekerkamışı, üzüm, narenciye, elma, armut ülkede yetiştirilen en önemli meyve ve sebzelerdir. Ülkenin farklı bölgelerinde çeşitlilik gösteren iklim koşulları sayesinde Arjantin, çok farklı iklim gerektiren ürünlerin üretimine müsaittir. Hububat ve yağlı tohumlar üretimi Arjantin ekonomisi ve ihracatının lokomotif ürünleri arasında yer almaktadır.
Yaklaşık 51 milyon baş hayvana sahip olan Arjantin dünyanın en önemli et üreticileri arasında yer almaktadır. Ancak, son yıllarda yanlış tarım politikaları nedeniyle kasaplık sığır sayısının ciddi bir şekilde azalması ve 2009 yılı sonlarından itibaren et fiyatlarının hızla yükselmesi üzerine Arjantin Hükûmeti et ihracatına zaman zaman kısıtlama getirmek zorunda kalmış ve dünya et ihracatında Arjantin gerilere düşmüştür. Et ihracatında 2009 yılında üçüncü sırada yer alan Arjantin sonraki yıllarda sürekli gerileyerek 2012 yılı itibarıyla onuncu sıraya düşmüştür. 2012 yılı et ihracat değeri ülkenin son 50 yılındaki en düşük ikinci ihracat değerine tekabül etmektedir. İhracat miktarı 2013 yılında 200 bin tonun üzerine çıksa da önceki yılların seviyesine kıyasla hâlâ çok geridedir. 2013 yılında Arjantin'in dünya et ihracatçısı ülkeler arasındaki yeri, Meksika ve Yeni Zelanda’nın da gerisinde kalarak, 11. sıraya gerilemiştir.
Enerji.
Arjantin geleneksel olarak petrol, petrol yağ ve yakıtları, doğal gaz ve elektrik üreticisi ve net petrol ve doğalgaz ihracatçısı konumundayken hükûmet YPF'ye el koyduktan sonra enerji dış ticaret açığı oluşmuştur.
Ülkenin 2,5 milyar varil geleneksel petrol rezervi bulunmaktadır. Söz konusu rezervlerin yaklaşık %60'ı Golfo San Jorge bölgesinde (Chubut ve Santa Cruz eyaletlerinde), %25'i de Neuquén bölgesinde yer almaktadır. 2011 yılında YPF tarafından Neuquén Eyaleti'ndeki Vaca Muerta yataklarında keşfedilenlerle birlikte ülkenin kaya petrolü rezervi 741 milyon varile ulaşmıştır. Belirtilen bölgede yeni kaya petrolü ve kaya gazı yatakları keşfedilmeye devam etmektedir. Arjantin doğalgaz açısından da zengin bir ülkedir. Ülkenin 27 trilyon kübik feet geleneksel doğalgaz rezervi bulunmaktadır. Toplam rezervlerin %42'si Neuquén'de ve %30'u Austral bölgesinde yer almaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bilgi İdaresi verilerine göre, 774 trilyon kübik feet kaya gazı rezervine sahip olan Arjantin, bu alanda ÇHC ardından dünyada ikinci sırada yer almaktadır. Kaya gazı rezervlerinin yaklaşık yarısı Neuquén bölgesinde bulunmaktadır. Söz konusu bölgedeki Vaca Muerta yataklarında 2011 yılında 4,5 trilyon kübik feet kaya gazı keşfedilmiştir. Son yıllarda hükûmet YPF'ye el koyduktan sonra petrol ve doğalgaz üretiminde düşüş yaşanmaktadır.
Konuyla ilgili olarak ABD Enerji Bakanlığı tarafından yapılan çalışmalara göre, Arjantin'in sahip olduğu kaya gazı rezervleri, tüm Avrupa kıtasının sahip olduğu kaya gazı rezervlerinden daha fazla miktardadır.
Tarih.
İlk kez 1810'da ulusal hükûmete kavuşan Arjantin, 1816'da İspanya'dan bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlıktan sonra Arjantin'deki bölgeler arasında yaşanan iç savaş sonunda 1853'te kabul edilen anayasa ile ülke federal bir devlete dönüştü. 1853'ten başlayarak yaklaşık 70 yıl boyunca siyasi istikrara sahip olan ülkede yaşanan hızlı ekonomik gelişmeyle beraber Arjantin kişi başına düşen millî gelir itibarıyla 1920'de dünyanın yedinci en zengin ülkesiydi.
Arjantin ekonomisi 1920'lerde kişi başına millî gelir sıralamasında dünya ekonomileri içinde ilk 10 ülke arasında yer alırken, takip eden 60 yıl içinde sürekli gerileyen bir performans göstermiştir. 1940'larda uygulanan politikalar büyük kamu açıklarını, enflasyonda artışı ve ekonomik durgunluğu beraberinde getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden dönemde, Arjantin kronik enflasyonun etkisi altında kalmıştır. Enflasyonu dünya ülkeleri seviyesine çekmek amacıyla birçok kez döviz kurunun nominal çapa olarak kabul edildişi istikrar programları uygulamaya geçirilmiş, ancak bu programların hepsi para krizleri ile sonuçlanmıştır. 1970'lerin ortalarına gelindiğinde ülkenin uzun dönem büyümesinin fark edilir derecede düştüğünü ve 1980'lerin ikinci yarısında ülkenin süregelen bir durgunluğun içinde olduğunu söylemek mümkündür. Tasarruf ve yatırım oranlarında 1970-1989 döneminde ciddi bir azalma gözlemlenmektedir. Arjantinliler makroekonomik istikrarın uzun yıllar boyunca sağlanamaması nedeniyle tasarruf ve yatırımlarını yurtdışına kaydırmışlardır. Üretimde verimlilik düşmüş ve yoksulluk günden güne artmıştır.
Yakın zamana kadar Brezilya ve Meksika'nın ardından Latin Amerika'nın üçüncü büyük ekonomisi olan Arjantin, bu unvanını 2014 yılından beri Kolombiya'ya kaptırmış bulunmaktadır.
Bölgede Venezuela'nın ardından ikinci en yüksek enflasyon oranı, Peso'nun 2014 Ocak ayında Dolar karşısında %23 oranında değer kaybetmesi ve düşük düzeydeki GSYİH büyüme oranı nedeniyle Arjantin, bir sıra gerileyerek bölgenin dördüncü büyük ekonomisi olmuştur. Bununla birlikte, ödemeler dengesine ilişkin öngörüler dikkate alındığında, Arjantin'in daha da geri sıralara düşmesinin yüksek bir ihtimal olduğu değerlendirilmektedir.
Latin Amerika’nın dördüncü büyük nüfusuna sahip olan Arjantin, zengin yer altı ve yer üstü kaynakları, yetişmiş insan gücü, şehirleşme ve teknolojik gelişimi, kişi başına alım gücünün yüksekliği sayesinde ekonomik potansiyeli çok yüksek olan ülkelerden biridir. Ancak, politik belirsizlik ve kurumsal yetersizlik gibi unsurlar ekonomik büyümenin potansiyelini yakalamasını engellemektedir.
Arjantin’de dönemler itibarıyla keskin politika değişiklikleri olmakla birlikte tarihsel olarak önemli bir müdahaleci ekonomi geleneği bulunmaktadır. Mevcut iktidar, devlet kontrolünün olmadığı 1990’lı yıllardaki serbest piyasa modelinin bir sonucu olarak ülkenin 2001-2002 dönemi krizini yaşadığından hareket ederek müdahaleci bir politika izlemektedir.
1990’lı yıllardaki liberalleşme, özelleştirme ve deregülasyon politikaları sayesinde yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi haline gelen Arjantin’de 2001 sonu ve 2002 başındaki kriz ve kriz sonrası uygulamaya konulan politikalar yabancı sermaye için olumsuz bir ortam yaratmıştır. 2002 yılından sonraki dönemde mevcut yabancı sermayenin bir kısmı ülkeyi terk etmiştir. 2003 yılından itibaren iktidarda olan yeni Peronist yönetim yerli sermayeye daha çok önem vermekte ve kamu ihalelerinde yerli şirketler lehine ayrımcılık yapmaktadır.
Menem’den sonra yeniden Radikal cepheden seçilen başkan Fernando de la Rua (1999-2001) ekonomik bunalımla birlikte yayılan kitlesel hareketlere boyun eğerek istifa etti. 2001-2003 yılları arasında derin siyasi-ekonomik bunalım dönemi yaşandı. De la Rua’nın yarım bıraktığı başkanlık süresini tamamlamak için görevlendirilen dört geçici başkan bu süreyi tamamlayamayarak istifa etmek zorunda kaldı.
2003’te Peronist cepheden Nestor Kirchner başkanlığa seçildi. Kirchner demokratik bazı adımlar attı, Carlos Menem’in Yüksek Mahkemeye atadığı “yandaş” üyeleri değiştirdi, siyasi istikrar sağladı. Ancak uyguladığı ekonomik politikalar belli bir iyileşme sağlasa da gelir dağılımı dengesizliği devam etti. Kirchner yeniden seçilmek için uygun olan siyasi atmosfere rağmen kendi yerine eşini aday gösterdi. Böylece eşinden sonra iki dönem daha başkan seçilme hesabı yaptı.
Orta sınıfın yoksullaşması ve yoksul sınıfın genişlemesi, 2000'den itibaren popülizmin yeniden güçlenmesini ve geniş taban bulmasını sağlamıştır. 2001 sonundan 2003 ortasına kadarki dönem siyasi bunalımın doruğa çıktığı dönemdir ve bu dönemin ilk bir ayında protestolar ve kamuoyu baskısıyla üç geçici başkan değiştirilmiştir (Frederico Ramon Puerta, Adolfo Rodriguez Saa ve Eduardo Oscar Camano) Kongre 2002'nin başında Peronist Eduardo Duhalde'yi geçici başkan olarak seçmiştir. Duhalde de ekonomik gidişatı değiştiremeyince 2002'nin yazında bir yıl içinde (olağan görev süresi dolmadan) görevi bırakacağını ilan etmek zorunda kalmıştır.
2003 Mayıs'ında Nestor Kirchner başkan olarak seçilmiştir. Ekonomide Menem döneminde başlatılan liberal politikaları sınırlayan Kirchner döneminde önemli gelişmeler sağlanmıştır. Görev süresi boyunca ekonomi her yıl %9 büyümüş, yaşam standartları yükselmiş, işsizlik %20'den %9'a düşerken, yoksulluk %50'den %27'ye gerilemiştir. Ancak gelir dağılımında bir iyileşme sağlanamamıştır.
2007'de yapılan başkanlık seçimlerinde Nestor Kirchner'in eşi başkan seçildi. Yeni başkan Cristina Fernandez de Kirchner eşinin başlatmış olduğu görece istikrarlı yönetimin devam etmesini sağladı. 2011'de yapılan son başkanlık seçiminde Bayan Kirchner yeniden başkanlık koltuğuna oturdu. Kasım 2015'te yapılan son seçimlerde ise çoğu Peronist olmayan partilerden oluşan Cambiemos (Değişim) ittifakı adına yarışan Mauricio Macri, Arjantin'in yeni başkanı olarak seçildi.
Ulaşım.
Arjantin, coğrafi olarak oldukça büyük bir alanı kaplamakla birlikte, ulaşım ağı açısından Latin Amerika ülkeleri içinde en ileri düzeyde bulunmaktadır.
31902 km’lik kullanılabilir ve toplam 40245 km demiryolu Latin Amerika’nın en uzun demiryolu ağıdır.
Toplam 231374 km’lik karayolunun yaklaşık 70000 km’lik kısmı asfaltlanmıştır.
Ülkenin dış ticaretinin %90’ı deniz yoluyla, La Plata, Paraná, Paraguay ve Uruguay nehirlerinin su yolu ağını kullanarak yapılmaktadır. Büyük bir deniz kıyısı uzunluğuna sahip olan Arjantin’de çok sayıda liman bulunmaktadır. Bunlardan en büyükleri Zárate ve Campana limanlarıdır.
2 Mart 2015 tarihi itibarıyla Arjantin Hükümeti’nin ülkenin demiryollarını kamulaştırdığı duyurmuştur.
Bilim ve Teknoloji.
Arjantin'deki bilim ve teknoloji tarihi, bilimsel politikaların yörüngesini ve bu ülkede yapılan keşifleri ve gelişmeleri anlatıyor.
Arjantin, İspanyol altın yüzyılının genel valilik üniversiteleri ve 16. ve 17. yüzyılların Cizvit bilim adamlarıyla başlayan, Florentino Ameghino gibi 19. yüzyılın gök bilimcileri ve doğa bilimcileriyle devam eden uzun bir bilimsel araştırma geleneğine sahiptir. Ve ulusal üniversitelerin ortaya çıkmasıyla, bilimsel çalışmayı sistemleştirme ve resmîleştirmeye yönelik ilk çabalar başlamış, böylece Córdoba (1613'te kurulmuş ve 1854'te kamulaştırılmış), Buenos Aires (1821), del Litoral (1889), La Plata (1897) ve Tucumán (1914) ulusal üniversiteleri ortaya çıkmıştır.
Savaş sonrası dönemde, ulusal bilim sisteminde bir dönüşüm gerçekleşti. Büyük ölçüde, bilimsel araştırmalar için gerekli insan kaynaklarını (burs sahipleri ve araştırmacılar) finanse etmekten sorumlu Fransız CNRS'nin imajında ve benzerliğinde oluşturulan bir organ olan CONICET'in yaratılması nedeniyle. Bu dönemde, tarımsal teknoloji (INTA), endüstriyel (INTI), nükleer (CNEA), savunma (CITIDEF) ve uzay (CNIE, şimdi CONAE) araştırmaları için özel kuruluşlar da oluşturuldu. Bölgesel düzeyde, Buenos Aires eyaletinin Bilimsel Araştırma Komisyonu'nun (CIC) oluşturulması göze çarpmaktadır. Arjantin, ülkeye üç Nobel Ödülü veren uzun bir biyomedikal araştırma geleneğine sahiptir: Bernardo Houssay (1947, ilk Latin Amerika'dan), Luis Federico Leloir (1970) ve César Milstein (1984).
Bilimsel sistemin bu gelişim dönemi, 1966'da, gelişmiş ülkelere beyin göçüne neden olan Uzun Köpekler Gecesi olarak bilinen bir olayla aniden sona erer. Siyasi ve ideolojik zulüm, 1983'teki son askeri diktatörlüğün sonuna kadar devam edecekti.
Demokrasinin geri dönüşü ile bilim ve teknoloji kuruluşlarındaki kurumsal durum normalleşir, bu da yine sivil ellere geçer, ancak sektörün bütçesi kıttır. Carlos Menem hükûmeti (1989-1999), CONICET'in o ana kadar sahip olduğu sübvansiyon ve kredi sağlama işlevini üstlenen ANPCyT'nin (1997) oluşturulmasıyla Arjantin bilimsel sisteminde yeni değişiklikler üretti. Bu dönem boyunca, bilimsel sistemdeki boşluklar neredeyse sıfırdı ve ekonomik kriz faktörünün eklendiği De la Rúa hükûmeti (1999-2001) sırasında devam edecek olan yeni bir beyin göçüne yol açtı.
Néstor Kirchner (2003-2007) ve Cristina Fernández de Kirchner (2007-2015) hükûmetleri, CONICET'teki yeni araştırmacılar ve bursiyerler için çağrıların yeniden açılmasını ve Raíces Programı aracılığıyla araştırmacıların ülkelerine geri gönderilmesini gerçekleştirdi. 2007 yılında, İlk kez Bilim, Teknoloji ve Üretken Yenilik Bakanlığı (MinCyT), alanın planlanması ve koordinasyonuna adadı. O zamana kadar, sadece Bilim ve Teknoloji Sekreteri, alt statüye sahipti. Bölgenin bütçesi, sonraki Mauricio Macri (2015-2019) hükûmeti sırasında, bilim ve teknolojideki eylemini Bilim, Teknoloji ve Üretken Yenilik Bakanlığı'nın kaldırılması ve sekreterlik düzeyine indirilmesiyle tamamlayan önemli kesintilere maruz kalıyor. Genç araştırmacılar için CONICET'e erişim yeniden azaldı ve bu da yeni bir beyin göçüne neden oldu. Alberto Fernández'in ilk yılında (2019-), Bilim, Teknoloji ve Üretken Yenilik Bakanlığı yeniden oluşturulur, ancak önemli bütçe açıklarından mustarip olmaya devam eder.
21. yüzyıldaki ana başarılar, yeni transgenik çeşitlerin geliştirilmesiyle biyoteknolojide olmuştur; ülkenin devlet şirketi INVAP aracılığıyla farklı ülkelere nükleer reaktör ihraç ettiği nükleer teknoloji ve uydu teknolojisi. uydular tasarlandı ve üretildi: SAC-D / Aquarius (2011), 14 Arsat-1 (2014), 15 SAOCOM 1-A (2018) ve 1B (2020). Bilişim, nanoteknoloji ve biyoteknoloji gibi ulusal devlet tarafından stratejik kabul edilen alanlarda da tanıtım programları geliştirilmektedir.
Arjantin'de bilim ve teknoloji, devlet, ulusal üniversiteler ve enstitüler, şirketler ve diğer ulusal ve uluslararası örgütler ve araştırma, geliştirme ve yeniliğe (I + D + i) yönelik dernekler tarafından yürütülen bir dizi politika, plan ve programdan oluşur. Arjantin, bilimsel ve teknolojik altyapı ve tesislerin yanı sıra. Ülke, 2018 verilerine göre GSYİH'sının %0,49'unu araştırma ve geliştirmeye yatırıyor ve bu yatırımın %67'si devlet tarafından yapılıyor.437
Kamu bilimsel-teknolojik faaliyeti, diğer bakanlıklarda araştırma kuruluşları ve kuruluşları bulunabilmesine rağmen, esas olarak Bilim, Teknoloji ve Yenilik Bakanlığı (MinCyT) tarafından koordine edilmekte ve planlanmaktadır. MinCyT, yönergelerini Arjantin Innovadora 2020 gibi stratejik planlar aracılığıyla çizer. 21. yüzyılın ilk on yıllarında ana politikalarından biri, 1000'den fazla bilim insanının ülkelerine geri gönderilmesine izin veren Kökler Programıdır, 438 var olan beyin göçü eğilimini tersine çevirmiştir. Arjantin'de.439 Ülkenin bilimsel faaliyeti esas olarak CONICET ve ulusal üniversitelerde yoğunlaşırken, teknolojik üretim diğerlerinin yanı sıra CNEA, INTA, INTI ve CONAE gibi çeşitli sektörel devlet kurumlarına odaklanmıştır.
Arjantin'deki ana bilimsel araştırma organı Ulusal Bilimsel ve Teknik Araştırma Konseyi'dir (CONICET). Tüm bilgi alanlarını kapsayan ve Amerika'nın en prestijli kurumlarından biri olarak kabul edilen MinCYT'ye bağlı bir kurumdur.440 CONICET, tematik ve bilimsel özerkliğe sahip enstitüler halinde düzenlenmiştir ve personeli, araştırmacılar, profesyoneller, teknisyenler arasında 20.000 kişiyi aşmaktadır. ve doktora ve doktora sonrası araştırmacılar.441
Arjantin biyotıp, fizik ve tarım bilimleri alanlarında sağlam bir araştırma geleneği geliştirdi. Biyotıp araştırmaları ülkeye üç Nobel Ödülü verdi: Bernardo Houssay (1947, Latin Amerika'da bir ilk), Luis Federico Leloir (1970) ve César Milstein (1984). Nobel Barış Ödülü sahipleri dahil edilirse, Arjantin 442'si en çok ödül alan Latin Amerika ülkesi olmak üzere toplam beş Nobel Ödülü sahibine ulaşıyor. 2007 yılında İklim Değişikliği Konusunda Hükûmetlerarası Uzmanlar Grubu'nun bir üyesi olarak Nobel Barış Ödülü'nü alan biyolog Sandra Myrna Díaz'a eklenebilirler.443 444 445 Fizik alanında Juan Martín Maldacena, 2008 yılında Fundamental Physics'ten Yuri Milner ödülünü aldı. 2012.446
Bilişim, nanoteknoloji ve biyoteknoloji gibi çabaları yoğunlaştırma ve geliştirilen kapasitelere anlam verme eğiliminde olan konularda iyi yapılandırılmış programlar geliştirilmektedir.447 Biyoteknolojide, klonlanmış ineklerde hormon üretimi448 449 ve yeni ineklerde hormon üretimi gibi kilometre taşları448 449 zirai kimyasallara veya strese toleranslı transgenik hububat ve baklagiller çeşitleri.450 451 Bilgisayarda, Yazılım Yasası'nın ve onun halefi Bilgi Ekonomisi Yasası'nın yürürlüğe girmesinden sonra yazılım şirketlerinin sayısında sürekli bir artış oldu.
Arjantin, Latin Amerika'da öncü olarak nükleer ve uydu teknolojisinde önemli yeteneklere sahiptir.452 Amerika kıtasında - Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte - uydu üreten ve ihraç eden tek ülkedir.453 Nükleer konularda, tam döngüyü üretir. ve çeşitli ülkelere, ülkede tasarlanan ve üretilen nükleer reaktörler sağlar. Her iki alanda da ana aktörler Ulusal Atom Enerjisi Komisyonu (CNEA), Ulusal Uzay Faaliyetleri Komisyonu (CONAE) ve halka açık şirket INVAP'dir. Konuyla ilgili en önemli eğitim merkezi, ülkenin ve bölgenin en prestijli bilim kurumlarından biri olarak kabul edilen Balseiro Enstitüsü'dür.454 455
Silah geliştirme alanındaki en önemli gelişmelerden bazıları, CITEFA'nın en son gelişmelerinden biri olan ve hava-deniz ve hava-su versiyonlarında sunulacak olan AS-25K füzesidir. Ayrıca hava trafik kontrolü ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele için helikopterler, uçaklar ve askeri ve sivil radarlar inşa ediyor.
Kültür.
Tango dansı, pembe dizileri, futboldaki başarısıyla öne çıkan ülkenin, Jorge Luis Borges, Domingo Liotta ve Rene Favaloro gibi dünyaca ünlü edebiyatçılar ile bilim adamlarını yetiştirdiği biliniyor.
Arjantin, Adolfo Bioy Casares (1914-1999), Alberto Manguel (d. 1948), Eugenio Cambaceres (1843-1888), Julio Cortázar (1914-1984), Jorge Luis Borges (1899-1986), Manuel Puig (1932-1990), Ernesto Sabato (1911-2011), Ezequiel Martinez Estrada (1895-1964) gibi çok yetkin yazarların yanı sıra resim alanında Antonio Berni (1905-1981), (d. 1929), Xul Solar (1887-1963) ve Anselmo Piccoli (1915-1992) şiir alanında (d. 1930), heykel sanatında Oscar Agustín Alejandro, Schulz Solari (1887-1963) gibi isimleri de yetiştirmiştir.
1957'de ürettiği teknolojiyle Latin Amerika'da ilk nükleer araştırma reaktörünü tasarlayan ve inşa eden ülke konumundaki Arjantin, 1983'te nükleer silah üretebilecek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum kapasitesine sahip olduğunu açıkladı. Ülke, nükleer gücünü sadece barışcıl amaçlar için kullanma sözü verdi.
Dünya'nın en geniş bulvarı Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te yer alıyor. Bulvarın ismi "9 Temmuz Bulvarı"dır. 9 Temmuz denmesinin nedeni ise Arjantin'in bağımsızlık gününü simgeliyor olmasıdır.
Çizgi Roman.
Dünya çapındaki en önemli çizgi roman geleneklerinden birine sahip olan Arjantin, çizgi roman üretiminde 1940'lar ile 1960'lar arasında "altın çağını" yaşamıştır. Arjantin çizerler arasında dört büyükler () olarak tanınan Hugo Pratt, José Luis Salinas, Arturo Pérez del Castillo ve Walter Ciocca öne çıkar.
Çizgi romanlar tür olarak incelendiğinde, aksiyon türünde Oscar Masotta Héctor Oesterheld ve Hugo Pratt; komedi türünde Guillermo Divito ve Joaquín Salvador Lavado Tejón; folklor türünde ise Walter Ciocca dünyaca bir üne kavuşmuştur.
Ülkenin en tanınan çizgi roman serileri İtalyancaya Umberto Eco tarafından çevrilen Mafalda'dır. Çizgi romanının ana karakteri Mafalda Arjantinli orta sınıfı ve ilerici gençliği yansıtır: 6 yaşında bir kız olmasına rağmen Mafalda insanlık ve dünya barışından endişe duyup dünya sorunlara karşı masum ama ciddi bir tavra sahiptir. 1964'ten 1973'e kadar yayınlanan çizgi roman başta Latin Amerika, Avrupa, Quebec ve Asya olmak üzere dünyaca üne kavuşmuş ve hatta 1976 yılında Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni desteklemek için UNICEF tarafından kullanılmıştır.
Edebiyat.
Arjantin edebiyatı, İspanyolca olarak üretilmiş sözlü ve yazılı metinlerdir. İspanyolca dilinin, Arjantin topraklarında gelişen ilk ürünleri 16. yüzyılın sonuna aittir. 19. yüzyıla kadar İspanyol medeniyeti çerçevesinde gelişti. Arjantinli yazarların ürettiği edebi eserler, İspanyol ve evrensel edebiyatta önemli bir yer tutar.
19. yüzyılda görülen refahı izleyen İtalyan, İspanyol, Fransız, Polonyalı, Rus, Yahudi ve Alman göç dalgalarıyla beraber Arjantin edebiyatına öncülük eden '80 Kuşağı () ve özellikle , , , ile , Arjantin geleneklerinin göç dalgalarıyla kaybolmasından önemli ölçüde etkilendiler.
'80 Kuşağı sosyal gerçekliğe önem vererek yurt sorunlarıyla yakından ilgilenerek, yurt, ulus sevgisi gibi konuları işleseler de eslerinde Buenos Aires'in Avrupai özelliklerini ve kültürel üstünlüğünü vurguladılar.
Arjantin edebiyatına 20. yüzyılın başına damgasına vuran Grupo de Florida ve Grupo de Boedo arasındaki kutuplaşmaydı.
Grupo de Florida, Buenos Aires'teki Florida Caddesi'ndeki Confitería Richmond'da buluşan ve Avangart akımından etkilenmiş olan Jorge Luis Borges, , , Victoria Ocampo ve Oliverio Girondo gibi yazarlardan oluşur.
Emek hareketinden etkilenen Grupo de Boeda Boedo semtindeki Café El Japonés'de buluşup Claridad Yayınevi'nde yazan Roberto Arlt, Leónidas Barletta, Álvaro Yunque gibi yazarlardan oluşur.
Arjantin edebiyatının bu dönemden diğer önemli yazarları arasında El Gaucho Martín Fierro'nun yazarı olan José Hernández, Adolfo Bioy Casares, Ernesto Sabato, Alejandra Pizarnik, Juan Gelman, Julio Cortázar, Eduarda Mansilla, Alfonsina Storni, Roberto Arlt, Silvina Ocampo, Sara Gallardo, Manuel Puig, Hebe Uhart, Antonio Di Benedetto, Rodolfo Walsh, Ezequiel Martínez Estrada, Leopoldo Lugones ve Olga Orozco bulunur.
Gastronomi.
Arjantin'de insanlar "Alfajores" adını verdikleri karemelli çikolataların tutkunlarıdır.
Dünyanın en çok sığır eti tüketilen ülkesi olan Arjantin'in en ünlü yemeği sığır etinden yapılan Criolla'dır. “Éparillas” ya da “Asados” olarak adlandırılan büyük barbekülerde pişirilen bir tür ızgara çeşididir. Bir diğer ünlü yemekleri olan Humitas mısırdan yapılmış bir çeşit köftedir. Mısır mamullerini sıklıkla kullanan Arjantinlilerin Tamales adı verilen ve mısır unundan yapılmış bir ekmek türünün içine et doldurulmasıyla hazırlanan yemeği meşhur Arjantin mutfağın bir parçasıdır. Unlu mamulleri sıklıkla kullanan Arjantin Mutfağında sevilen yiyeceklerden biri olan Empanadas, türlü iç harçlarla hazırlanabilen bir börektir. Dulce de leche diğer Latin Amerika mutfaklarında da tanıdığımız süt ve şekerle yapılan bir tatlıdır. Mate çayı ve özellikle And dağları bölgesinde çok meşhur olan Mendoza şarapları da en çok tüketilen içeceklerdir.
Arjantin'in gastronomisi, mısır, patates, tatlı patates, domates ve mate tüketimiyle yerel ve on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyılın başlarında gelen kitlesel göçün bir sonucu olarak İspanyol ve İtalyan etkilerini yansıtır.
Gastronomisi için belirleyici bir faktör, Arjantin'in, nispeten düşük fiyatlarla her türden çok çeşitli gıdalar ile gezegendeki en büyük tarım üreticilerinden biri haline gelmesidir. Tipik bir Arjantin yemeği, empanadalara ek olarak asado veya barbeküdür (ızgarada pişirilmiş inek eti ve bağırsakları) et ve diğer tatlarla doldurulmuş kek çeşitleri), tamales, humita, locro, pataca ve calapurca. Sütün üretimi ve tüketimi çok önemlidir ve kişi başına yılda yaklaşık 240 litre tüketilir.578 Sütün bol miktarda bulunması, peynirler gibi türetilmiş gıdaların yüksek oranda tüketilmesine neden olmuştur (ülkenin kendi peynirleri vardır) ve diğerleri arasında dulce de leche.
Tatlılar arasında alfajor, çok sayıda bölgesel değişkenle üretilen ve yaygın olarak tüketilen bir üründür.
Arjantin'in diğer komşu ülkelerle paylaştığı karakteristik içecek, mate denilen yerba mate yapraklarından (Güney Amerika'ya özgü bir bitki) hazırlanan, Kolomb öncesi Guarani kökenli bir infüzyondur. Mate ayrıca çay olarak da hazırlanabilir, bu durumda cocido mate olarak adlandırılır. İspanyol sömürgeciliği, sömürge dönemlerinde "kafeler" buluşma yerleri olarak genelleştiğinden beri kitlesel hale gelen kahve tüketimini başlattı. Ayrıca, İngiliz göçünün etkisiyle ortaya çıkan klasik çeşitlerinden veya boldo ve peperina gibi eski Kolomb öncesi geleneklerden gelen sindirim otlarından oluşan geniş bir çay tüketimi de var.
Klasik kahvaltı, kahve, süt ve sonunda mate eşliğinde tereyağlı ve tatlı ekmektir; ikincisi genellikle kahvaltının yerini alır. Akşam yemeği genellikle saat 9: 00'dan sonra yapılır. Aile toplantılarında veya arkadaşlarla Pazar öğle yemeğini barbekü veya makarnaya ayırma geleneği vardır.
Arjantin'de Avrupalı nüfus yoğunluğu nedeniyle başta İtalya ve Fransa olmak üzere Avrupa mutfağı, bunun yanında Meksika ve Brezilya mutfağı etkileri var.
Arjantin Lokumu: Asado
Arjantin bifteği olarak da bilinen Asado, kaburga etinin chimichurri adı verilen, safranlı bir sosla özel bir marinasyon işlemi gördükten sonra barbekü üzerinde pişirilmesiyle hazırlanıyor. Uzun süre pişen ve ardından kemikten kolayca sıyrılıp lokum kıvamına gelen et, sadece tuz ile buluşup başka hiçbir baharat olmadan servis ediliyor.
Birçok yemek et içerir, ancak farklı şekillerde hazırlanır. En sevilen ana yemek, karışık ızgara biftek ve diğer dana eti parçalarını içeren parrillada dır. Izgara bifteğe churrasco, açık ateşte pişirilmiş dana rostoya Asado, yumurta ve ekmek kırıntılara batırılıp yağda kızartılan dana etine milanesa denir.
Birçok Arjantinli 1800'lerin sonunda Arjantin'e gelen İtalyan göçmenlerin soyundan geldiğinden, ülke genelinde İtalyan yemekleri bulunur. En sevilen İtalyan yemeklerinden bazıları pizza ve her çeşit makarna (spagetti ve mantı gibi) ve et ve domates sosuyla servis edilen ñoquis (bilinen adıyla gnocchi-patates köfteleri).
Arjantin mutfak kültürü tüm Latin Amerika'da hatırı sayılır bir yere sahip. Kırmızı etin başkenti Arjantin dünyada en çok sığır eti üreten ülke (kişi başı yaklaşık 100 kilo)
Güney Amerika'ya özgü, pipetle içilen mate çayı ile sabah kahvaltılarında ve öğleden sonra çaylarında tüketilen facturas, medialuna benzeyen, tatlı ve yumuşak bir çörek çeşidi. Arjantin'de acıktığınızda ya da sabahları lezzetli bir atıştırmalık istediğinizde bu çöreğin tadına bakabilirsiniz.
Güney Amerika’nın en meşhur içeceği mate Çayı.
mate konuyor ve üzerine sıcak su ekleniyor. Bombilla adı verilen pipetle de içiliyor.
Müzik.
Arjantin müziği ülkedeki kültürel çeşitliliğe bağlı olarak tangodan rock müziğine kadar geniş bir repertuvara sahiptir.
Tango, Buenos Aires'in fakir banliyölerinde başlayan ve dünyaya yayılan bir dans ve müzik türüdür. Tango müzik türünde öne çıkan sanatçılar arasında Tango Kralı () olarak kabul edilen Carlos Gardel, Tango Kraliçesi () olarak tanınan Mercedes Simone, dünyaca ünlü Mar del Platalı Ástor Piazzolla ve La Gata Varela bulunur.
Arjantin ulusal rock, 1960'ların sonlarından bu yana Latin Amerika'da İspanyolca olarak söylenen İbero-Amerikan rock üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Rock türünde öne çıkan gruplar arasında Los Gatos, Almendra, Manal, Sui Generis, Patricio Rey y sus Redonditos de Ricota ve Soda Stereo; şarkıcılar arasında Litto Nebbia, Luis Alberto Spinetta, Charly García, Andrés Calamaro, Patricia Sosa, Fabiana Cantilo, Gabriela Martínez ve Indio Solari bulunur.
() ve Teatro Colón’un yardımıyla ülkede güçlü bir klasik müzik ve dans eğitimi geliştirilmiştir. Klasik müzikte Alberto Ginastera ve Pía Sebastiani gibi besteciler, Martha Argerich gibi yorumcular ve Daniel Barenboim gibi şefler öne çıkmaktadır. Klasik dansta ise Jorge Donn, Maximiliano Guerra, Paloma Herrera, , Iñaki Urlezaga ve Julio Bocca öne çıkıyor.
Sinema.
Latin Amerika'nın en gelişmiş film endüstrisine sahip olan Arjantin, Latin Amerika genelinde en çok sinema salonu ve perdesi barındıran ülke konumundadır.
İlk sessiz ve sesli animasyon filmleri Quirino Cristiani tarafından yapıldı. Luis Puenzo'nun yönettiği "La historia oficial" (1985) ve Juan José Campanella'nın "El secreto de sus ojos" (2009) yabancı dilde en iyi film Oscar'ı kazanmıştır.
INCAA istatistiklerine göre Arjantin sinema tarihinde en çok izlenen Arjantin yapımı sinema filmleri Damián Szifron'un "Relatos salvajes" (3,9 milyon), Pablo Trapero'nun "El Clan" (2,6 milyon), Juan José Campanella'nın "El secreto de sus ojos" (2,4 milyon) ve "Metegol" (2,1 milyon), Ariel Winograd'ın "El robo del siglo" (2 milyon)'dur.
Notlar.
Onsekizinci yüzyılın sonunda İspanyol İmparatorluğu'nun Amerika'daki topraklarında dört önemli bölüm vardı: (Meksiko'da 1535'te kurulan) Yeni İspanya, (Lima'da 1542'de kurulan) Peru, (Bogotá'da 1739'da kurulan) Yeni Granada ve (Buenos Aires'te 1776'da kurulan) Rio de la Plata idi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8283",
"len_data": 80047,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
Erwin Johannes Eugen Rommel (15 Kasım 1891, Stuttgart – 14 Ekim 1944, Ulm), II. Dünya Savaşı sırasında Alman Afrika Kolordusu komutanlığını da yapmış olan Alman mareşal. Kuzey Afrika'da İngiliz birliklerine karşı kazandığı başarılar nedeniyle "Çöl Tilkisi" ("Wüstenfuchs", ) lakabıyla bilinir ve sadece askeri başarılarıyla değil rakiplerine karşı olan şövalyevari tutumuyla da hatırlanır.
Yaşamı.
İlk Yılları.
Rommel, Ulm'un 33 km kuzeyindeki Heidenheim kentinde doğdu. On dört yaşındayken bir arkadaşıyla birlikte tam ölçekte bir planör yapmayı başardılar. Genç Erwin'in mühendis olma düşüncesine karşın 1910 yılında babasının ısrarıyla 124. Württemberg Piyade Alayına subay adayı olarak katıldı ve kısa süre sonra da Danzig'deki Subay Hazırlama Okuluna gönderildi. Kasım 1911'de okuldan mezun olarak Ocak 1912'de Teğmenliğe atandı.
II. Dünya Savaşı Öncesi.
Savaş öncesinde Rommel tabur komutanlıklarında bulundu ve 1929-1933 arasında Dresden Piyade Okulunda ve 1935-1939 arasında da Potsdam Savaş Akademisinde öğreticilik yaptı. Rommel'in savaş hatıratı Piyade Hücumu (Infanterie greift an) 1937'de yayınlandıktan sonra bir askeri başvuru kaynağı olarak ilgi gördü ve aynı zamanda Adolf Hitler'in de ilgisini çekerek Hitler Gençliğinin (Hitlerjugend) eğitiminden sorumlu komutan görevine getirilmesine neden oldu.
1938'de artık albay olan Rommel Wiener Neustadt'taki Savaş Akademisi komutanlığına atandı. Burada, Piyade Hücumu'nun devamı olan Tank Hücumu'nu (Panzer greift an) yazmaya başladı. Ancak bir süre sonra görevden alındı fakat Hitler'in özel koruma taburunun (LSSAH Führer-Begleitbattalion) komutanlığına getirildi.
II. Dünya Savaşı.
Polonya 1939.
Rommel, 23 Ağustos 1939'da Generalliğe terfi etti ve 1 Eylül'de başlayan Polonya işgali sırasında Hitler'i ve saha karargahını korumakla görevli Führer-Begleit-Bataillon'un komutanı olarak atandı. Hitler genellikle karargah treniyle cepheye yaklaşırdı. Rommel, Hitler'in günlük savaş brifinglerine katıldı ve ona her yerde eşlik ederek, tankların ve diğer motorlu birimlerin kullanımını ilk elden gözlemleme fırsatını verdi. 26 Eylül'de Rommel, Reich Şansölyeliğindeki birimi için yeni bir karargah kurmak üzere Berlin'e döndü. Rommel, Alman zafer yürüyüşüne hazırlanmak için 5 Ekim'de kısa bir süre işgal altındaki Varşova'ya döndü.
Fransa 1940.
Panzer tümeni komutanı.
Polonya'daki başarılarından ardından Rommel, Almanya'nın panzer tümenlerinden birinin komutanlığı için lobi yapmaya başladı ve bu tümenlerden o zamanlar sadece on tane vardı. Rommel'in 1.Dünya Savaşı'ndaki başarıları, yeni panzer birimlerinin ideal olarak uygun olduğu iki öğe olan şaşkınlık ve manevraya dayanıyordu. Rommel, daha kıdemli subayların önünde Hitler'den bir general rütbesine terfi aldı. Rommel, daha önce ordunun personel dairesi tarafından reddedilmesine ve kendisine bir dağ tümeninin komutanlığını teklif etmesine rağmen, istediği emri aldı.
Askeri protokole aykırı olan bu terfi, Rommel'in Hitler'in tercih edilen komutanlarından biri olarak artan itibarına katkıda bulundu. 7. Panzer Tümeni kısa bir süre önce üç taburda 218 tanktan oluşan bir zırhlı tümene (böylece standart bir panzer tümenine atanan iki tank yerine bir tank alayı) iki tüfek alayı, bir motosiklet taburu ile dönüştürülmüştü. 10 Şubat 1940'ta komutayı aldıktan sonra Rommel, birimini hızla yaklaşan tehlikeye karşı ihtiyaç duyacakları manevraları uygulamaya başladı.
1940'ta Fransa'nın işgalinin başlamasından sadece üç ay önce 7. Panzer Tümeni'nin komutanlığına atanmıştı. Bu tümen daha sonra "Hayalet Tümen" ("Gespenster-Division") olarak bilinecektir. O kadar süratli ve şaşırtıcı hareket ediyordu ki Alman yüksek komutası bile zaman zaman tümenin konumunu haritalar üzerinde işaretleyemiyor, tümenle iletişim kuramıyordu.
Bu, Rommel'in ilk zırhlı birliği deneyimiydi fakat bu görevde ne kadar yetenekli olduğunu gösterdi ve Arras'ta, İngiliz Yurtdışı Sefer Kuvveti'nin karşı saldırısını başarılı bir şekilde püskürttü. Meuse Nehri'ni geçen ilk birlik Rommel'in birliğiydi. 7. Panzer Tümeni Manş Denizi'ne ilk ulaşan Alman birliklerinden biriydi (10 Haziran'da) ve hayati öneme haiz Cherbourg limanını ele geçirdi (19 Haziran). Ödül olarak Rommel terfi ettirildi ve 5. Hafif Tümen (daha sonra 21. Panzer Tümenine dönüştürüldü) ve 15. Panzer Tümeni'nin komutanlığına atandı ki bu tümen 1941 başlarında yenik ve demoralize İtalyanlar'a yardım etmek için Libya'ya konuşlandırıldı ve Alman Afrika Kolordusu ("Deutsches Afrika Korps") oluşturdu. Afrika, Rommel'in komutan olarak en büyük ününü kazandığı yer oldu.
Afrika 1941-1943.
Rommel, 1941 yılının büyük kısmını kendi organizasyonunu oluşturmak ve Tuğgeneral Richard O'Connor komutasındaki İngiliz kuvvetlerine karşı bir dizi mağlubiyet alarak dağılmış olan İtalyan birliklerini toparlamakla geçirdi. Aslen buradaki savunmaya yardım amacıyla gönderilen Rommel kendinden birkaç kat üstün İngiliz kuvvetleri önüne katmış ve El Alamein'e kadar kovalamıştır. Kendisine ünlü Çöl Tilkisi ("Desert Fox") lakabı da bu yaptıklarından sonra takılmıştır.
Pek çok şaşırtmaca kullanmıştır. Bunlardan bazıları; tankların ve araçların arkasına çalı çırpı bağlatarak tozu dumana katmasıdır ki bunu gören İngilizler çok büyük bir gücün kendilerine saldırdığını sanarak geri çekilmişlerdir. 88'lik topların yarısını toprağa gömdürmüş, yaklaşan İngilizlere acı bir sürpriz yaşatmıştır. Mayın dedektörlerini yanıltmak için her mayının yanına konserve kutuları gömdürmüştür. Bazen araçları tahtadan tank haline getirip, şaşırtmaca da kullanmıştır.
Başarılı bir saldırıyla İngiliz birlikleri Libya'nın dışına çıkarıldı ancak Mısır'a az bir mesafede saldırı tükendi ve çok önemli Tobruk limanı kuşatılmış olduğu hâlde Avustralyalı general Leslie Morshead komutasındaki Müttefik kuvvetlerinin elinde kaldı. Müttefik Kuvvetler Komutanı General Archibald Wavell'in kuşatmayı kırmak amacıyla yaptığı iki saldırı (Brevity Harekatı ve Savaş Baltası Harekatı) başarısızlıkla sonuçlandı.
Pahalıya malolan Savaş Baltası Harekâtı'nın (Battleaxe Harekâtı) başarısızlığı sonrası Wavell'ın yerine Hindistan İngiliz Birlikleri Komutanı General Claude Auchinleck atandı. Auchinleck, Tobruk'u kurtarmak için 18 Kasım 1941 tarihinde büyük bir taarruz başlattı ("Haçlı Harekatı") ve başarılı da oldu.
Crusader, Rommel için bir bozgun olmuştur, 7 Aralık 1941 günü tüm birliklerine geri çekilme emri verecektir. Alman ve İtalyan birliklerinin Tobruk civarından çekilmekte olduklarını gören Auchinleck, başarıyı genişletmek amacıyla bu birlikleri izlemeye karar verecektir. Birlikleri düzenli bir biçimde çekilmekte olan Rommel, 20 Ocak 1942 tarihinde birliklerini geri çevirerek kendilerini izleyen müttefik kuvvetlerine bir karşı taarruz düzenler. İngiliz kuvvetleri, bu beklenmedik saldırı karşısında Tobruk'a geri çekilerek savunma pozisyonu almak zorunda kalmışlardır.
Klasik bir Yıldırım savaşı taktiği ile Rommel, 24 Mayıs 1942 günü taarruza geçerek, Gazzala'da İngiliz kuvvetlerini kanadının dışından dolanan bir çevirme harekâtına girişmiştir. Bu çevirme harekâtı, Bir-Hakem'deki kuvvetli birliklerini, pozisyonlarını savunamayacak duruma düşürmüştür. Bunun üzerine İngiliz birlikleri, kaçınılmaz görünen kuşatmadan kurtulabilmek için hızla geri çekilmek zorunda kaldılar.
Rommel'in bu saldırısı sonucunda Tobruk, kuşatılmış bir vaziyette Afrika Kuvvetleriyle Mısır arasındaki tek engel olarak kaldı.
Ocak 1942'de Rommel'in direktifi ile bir haber el altından, Rommel'in karargâhından İtalyan Kuzey Afrika baş komutanlığına doğru sinsice yayıldı: 'Rommel çekilmeye hazırlanıyor'. İtalyan komutanlar ve kurmay subayları hayretler içinde kalmıştı.18 Ocak'ta Kahire'de duyulan bu haber hayret uyandırmakla beraber İngiliz Baş komutanı Auchinleck buna pek de inanmamıştı. Auchinleck ısrarla Londra'dan daha fazla bilgi istiyor, herkes merakla cevabı bekliyordu. Acaba Berlin ne biliyordu? Ajanlar ufacık bir bilgiyi bile havada kapacak konumda bekliyorlardı. Herkes bu soruları sorarken 21 Ocak günü Rommel emrini orduya dağıttı. Düşmanı imha maksadıyla taarruza geçilecekti. 21 Ocak 1942 günü Merselbrega'daki İngiliz İleri Karakolları saat 08.30'da Alman tanklarının olanca hızıyla kendilerine doğru geldiğini görünce hayretten ağızları açık kalmıştı.
21 Haziran 1942'de hızlı, koordine ve başarılı bir kombine saldırı ile Tobruk, 33.000 askerle birlikte teslim oldu. Daha önce sadece Singapur'un düşüşünde bu büyüklükte bir İngiliz askerî birliği teslim olmuştu. Müttefikler tartışmasız bir şekilde yenilmişti ve haftalar içinde Mısır'a kadar çekilmek zorunda kaldılar. Rommel'in, İngilizlerin "Çöl fareleri", 'Desert rats' olarak bilinen bu Afrika ordusu karşısındaki keskin başarıları onu yaşayan bir efsane haline getirerek Desert Fox (Çöl Tilkisi) lakabını kazandırdı ve Afrika savaşları boyunca bu isimle anıldı.
Rommel'in saldırısı, Kahire'ye 90 km mesafedeki El-Alameyn'de durdu. Birinci El-Alemeyn Savaşı, bazı ikmal problemleri ve müttefiklerin inşa ettiği mevziler nedeniyle Rommel'in aleyhine sonuçlandı. Müttefikler, arkalarını duvara yaslamış, destek hatlarına çok yakın olduklarından sürekli ikmal yapabiliyor ve yeni birliklerle mevzilerini güçlendirebiliyorlardı. Auchinleck'in zayıf İtalyan birliklerine sürekli ve tekrarlayan saldırıları Rommel'i Alman Afrika Birliklerini ("Deutsches Afrika Korps") bir tür ilk yardım ekibi gibi kullanmak zorunda bıraktı. Bu da inisiyatifi Müttefiklere verdi. Rommel'in Alam Halfa Savaşında Müttefik hatlarını kırma girişimi Afrika'ya yeni gönderilen Tümgeneral Bernard Montgomery tarafından kararlı bir şekilde püskürtüldü. Bunun nedeni bölgenin haritasını çıkarmaya çalışan Alman keşif kollarının çölde aslen İngilizler tarafından patlatılmış bir keşif aracının içinde buldukları ve gerçek haritaların basıldığı İngiltere'de bir karargahta basılan haritaydı. Harita o kadar gerçekti ki üzerinde seri numarası bile vardı. Ancak Rommel yine de karamsar davrandıysa da kurmaylarının ısrarıyla buna inandı ve belki de tüm savaş boyunca en büyük hatasını yapmış oldu. Harita öylesine ustaca yapılmıştı ki bütün yollar Almanları İngilizlerin olduğu yöne doğru sevkediyordu. Yolların yerinde kum tepeleri, düzlüklerin yerinde de yükseltiler mevcuttu. Haritaya göre geçilmesi mümkün olmayan yerlerde düzgün yollar ve patikalar bulunuyordu.
Almanlar bunu ancak saldırıya başladıkları 30 Ağustos günü fark edebilmişlerdi ancak çok geçti. Bunun sonucunda kendilerini piyade tümenleri yerine tanksavar tümenlerinin, İngiliz tanklarının karşısında bulan Alman panzerleri hedeflerine ulaşamamıştır. Tanklar mayınlar yüzünden çok yavaş ilerliyor ve yoğun düşman ateşi altında kalıyordu. Rommel en sonunda 1 Eylül'de yenilgiyi kabul etti ve ilk başlangıç noktasına çekildi.
İkmal hatlarının Malta üzerinden sürekli baltalanması ve çölde katetmek zorunda kaldıkları uzun mesafeler nedeniyle Rommel'in El-Alameyn'i uzun süre elinde tutması mümkün değildi. Yine de Rommel'in kuvvetlerini geri çekilmeye zorlamak için İkinci El-Alameyn Muharebesi gibi büyük çaplı bir operasyon gerekti. Hitler ve Mussolini'nin bütün baskılarına rağmen Rommel'in kuvvetleri Tunus'a girene kadar bir daha durup savaşmadı. O zaman bile İngiliz Sekizinci Ordusuyla değil Amerikan 2. Kolordusuyla savaştılar. Rommel, Kasarin Geçidi Savaşında Amerikan birliklerine ağır bir darbe indirdi. Kendisi 1.000 asker ve 20 tank kaybederken Amerikalılara 6.000 asker, 183 tank ve 200 top gibi ağır bir kayıp verdirdi.
Rommel birliklerini Tunus'a kadar geri çekerek Hitler'in Tobruk zaferinden daha büyük zaferler elde etme hayaline darbe vurmuş olsa da, Stalingrad'da Hitler'in emirlerine uyup ordusunun yok olmasına neden olan Friedrich Paulus'un aksine o, birliklerini kurtarmış oldu.
Rommel'in Kuzey Afrika'daki başarılarından sonra, 1942 yılında Winston Churchill Avam Kamarasında yaptığı konuşmada şöyle demiştir: "Singapuru kaybettik, doğudaki topraklarımız elden gidiyor, ama savaşın tüm karışıklığına rağmen şunu diyebilirim ki, en azından karşımızda (Rommel'i kast ederek) çok cesur ve yetenekli bir general var."
Fransa 1943-1944.
Almanya'ya dönünce Rommel bir süreliğine "işsiz" kaldı. Ancak savaşın gidişatı Almanya'nın aleyhine dönmeye başlayınca Hitler onu olası bir Müttefik işgaline karşı Fransa sahilini korumak üzere Ordu Grubu B'nin başına getirdi. Bulduğu durum karşısında rahatsız olan ve çıkartmanın sadece bir-iki ay ötede olduğunu fark eden Rommel kontrolü ele aldı ve onun direktifleriyle kısa sürede milyonlarca mayın ve binlerce tank tuzağı ve engeli sahil boyunca döşendi.
Afrika'daki savaşlarından sonra Rommel, ezici Müttefik hava üstünlüğü nedeniyle herhangi bir saldırı planının işe yaramayacağı sonucuna vardı. Tank birliklerinin küçük gruplar halinde sahile yakın iyi korunaklı yerlerde konuşlandırılarak çıkartma anında hızla çatışma bölgesine gelmeleri gerektiğini öne sürdü. İşgalin daha sahildeyken durdurulması gerektiğini savunuyordu. Ancak komutanı olan Gerd von Rundstedt hava kuvvetleri kadar üstün ateş gücüne sahip Kraliyet Donanması nedeniyle işgalin sahilde durdurulmasının imkânsız olduğunu düşünüyordu. Ona göre tank birlikleri büyük gruplar halinde oldukça içeride, Paris yakınlarında konuşlandırılarak Müttefiklerin içlere doğru yayılmasına izin verip arkaları sarılarak ikmal yolları kesilmeliydi. İki plan da Hitler'e sunulduğunda Hitler, tankları ortada bir yere yerleştirerek hem Rommel'in hem de von Rundstedt'in planlarını işe yaramaz hale getirdi.
Çıkartma günü bazı tank birlikleri, özellikle 12. SS Panzer Tümeni "Hitlerjugend" sahile yeterince yakındılar ve ciddi zorluk çıkardılar. Ancak Müttefiklerin ezici sayısal üstünlüğü ve Hitler'in yedek birlikleri zamanında serbest bırakmaması sonucu köprübaşı elde edildi.
Hitler'e Suikast.
17 Haziran 1944'te Rommel'in makam aracı Kraliyet Hava Kuvvetlerine ait bir Spitfire tarafından saldırıya uğradı ve Rommel başından ciddi yaralar aldı. Bu arada 20 Temmuz'daki başarısız Hitler suikastı sonrasında Wehrmacht (Alman Ordusu) içinde sıkı bir soruşturma başlatılmıştı. Soruşturmalar, Rommel'in en yakın yardımcılarının komployla direkt bağlantısı olduğu yolunda sonuçlar gösteriyordu. Aynı anda yerel Nazi görevlileri de Rommel'in hastanedeyken Nazi liderliğini aşırı bir şekilde eleştirdiğini rapor ediyordu. Bormann, Rommel'in harekete dahil olduğundan emindi, Goebbels ise emin olamıyordu.
Rommel'in gerçekte suikast girişimiyle ne kadar ilintili olduğu veya ne kadar bilgi sahibi olduğu hâlâ belirsizdir. Savaş sonrasında karısının ifadelerine göre Rommel, gelecek nesil Almanlara savaşın bir arkadan bıçaklama ("Dolchstosslegende" I. Dünya Savaşının kaybedilmesinin nedeni olarak içerideki Alman olmayan unsurların arkadan vurduğu inancı) yüzünden kaybedildiği düşüncesinin hakim olmaması için suikaste karşı idi. Rommel'e göre Hitler bir darbeyle yakalanmalı ve halkın önünde hesap vermeliydi. Tarihçi Richard J. Evans, Rommel'in bir darbeden haberdar olduğu, ancak karışmadığı sonucuna varmıştır.
Ölümü.
General Carl-Heinrich von Stülpnagel, başarısızlığa uğrayan intihar teşebbüsünden sonra, Verdun Hastanesi'nde gözleri kör ve kendini bilmez bir durumda yatarken Rommel'in adını ağzından kaçırmıştı. Sonradan da Albay Caesar von Hofacker, Berlin'de Prinz Albrechtstrasse'deki Gestapo zindanlarında yapılan işkenceler sırasında çözülmüş ve Rommel'in komplodaki rolünü anlatmıştı. Rommel'in, "Berlin'dekilere (komploculara) söyleyin, bana güvenebilirler" dediğini açıklamıştı. Bu söz Hitler'in kulağına gider gitmez çarpılmış ve Almanya'da halkın en çok tuttuğu generalin ölmesi gerektiğine karar vermişti.
Rommel o sırada kafatasında, şakaklarında ve elmacık kemiklerinde derin çatlaklar, sol gözünde ağır bir yara, başı mermi parçalarıyla delik deşik, Bernay'daki Sahra hastanesinde yatıyordu. Müttefikler ilerleyince ele geçmemesi için hemen St. Germain'e nakledildi. Oradan da 8 Ağustos'ta, Ulm yakınlarında Herrlingen'deki evine götürüldü. Eski Kurmay Başkanı General Hans Speidel'in kendisini Herrlingen'de ziyaret ettiğinin ertesi günü yani 7 Eylül'de yakalanınca Rommel başına geleceklerini o zaman anladı.
Rommel, SD'lerin evini gözetlediğinin farkındaydı. Uçaksavar bataryasından izinli gelen 15 yaşındaki oğlu Manfred Rommel (1928 - 2013) ile yakınlarındaki ormanda gezinirken ikisi de tabanca taşıyorlardı. Hitler o sırada Rastenburg'daki karargahında Albay Hofacker'in Rommel'i ele veren ifadesinin bir suretini okumuştu. Hemen fakat çok özel bir şekilde öldürülmesini emretti. Wilhelm Keitel'in sonradan, Nürnberg Mahkemeleri'ndeki sorgusu sırasında söylediğine göre, Hitler "Alman halkının en çok sevdiği ünlü bir Feldmareşalin yakalanmasını ve Halk Mahkemesi önüne çıkarılmasının Almanya'da büyük bir skandal yaratmasından korkuyordu". Bunun üzerine, Hitler'le Keitel, aleyhine verilen ifadelerin Rommel'e anlatılmasına, intihar ya da Roland Freisler'in meşhur Halk Mahkemesi önüne çıkarılma yollarından birini seçmesinin kendisine bırakılmasına karar verdiler. Eğer birinci yolu seçecek olursa kendisine büyük bir askeri cenaze töreni yapılacak ve ailesine dokunulmayacaktı.
Bundan sonra Hitler'in karargahından iki general 14 Ekim 1944 günü öğleden sonra Rommel'in evine geldiler. Bu sırada evin etrafı beş zırhlı otomobille takviyeli SS kuvvetlerince çevrilmiş bulunuyordu. Gelen generallerinden biri Wilhelm Burgdorf idi. Yanındaki yardımcısı da Ordu Personel Dairesinde çalışan Ernst Maisel adında bir generaldi. Rommel'e haber göndererek, "kendisine bundan sonra verilecek görevi" görüşmek üzere bizzat Hitler tarafından gönderildiklerini bildirdiler.
Wilhelm Keitel Nürnberg'deki yargılanması sırasında "Burgdorf'a yanına bir zehir almasını, gerekirse zehiri Rommel'e vermesini söyledim" demiştir.
Burgdorf ile Meisel'in, Rommel'e yeni verilecek görevi görüşmek için gelmedikleri hemen anlaşıldı. Feld-Mareşal Rommel ile yalnız başlarına görüşmek istediler. Sonra Rommel'le birlikte çalışma odasına çekildiler.
Rommel Afrika'da kullandığı deri ceketini giydi ve eline Feld-Mareşallik asasını aldı. İki generalle birlikte otomobile bindi. Araba bir ormanın kenarındaki şosede üç kilometre gitti. Sonra durdu. General Maisel ile SS şoför otomobilden atladılar. Rommel ile General Burgdorf'u arkada yalnız bıraktılar. İki adam bir dakika sonra otomobile döndüler. Rommel arabanın arkasında kendisini salıvermişti. Ölmüştü. Rommel'in karısıyla vedalaşmasından on beş dakika sonra beklenen telefon geldi: Başhekim, iki generalin Rommel'in cesedini getirdiklerini, belki de kafatasındaki çatlaklardan ötürü beyin kanamasından ölmüş olabileceğini söyledi. Burgdorf otopsi yapılmamasını emretmişti. "Cesede dokunmayın, Berlin'de her şey hazır" diye bağırmıştı. Berlin'de her şey hazırdı.
Walter Model, Feld-Mareşal Rommel'in 17 Temmuz'da almış olduğu yaralardan öldüğünü bir günlük emirle bildirdi ve "ulusumuzun en büyük komutanlarından birini kaybettik" dedi.
Hitler de Rommel'in karısına bir telgraf çekti. Telgrafta: "Kocanızın ölümüyle uğradığınız büyük felaket karşısında duyduğum içten yakınlığı lütfen kabul ediniz. Rommel'in adı Kuzey Afrika'daki kahramanca savaşlardan hiçbir zaman ayrılmayacaktır". Hermann Göring de gönderdiği telgrafla sessiz acısını bildiriyordu.
Hitler millî bir cenaze töreni yapılmasını emretti ve Rommel'in onurlu bir şekilde askeri törenle gömülmesine izin verildi.
Savaş sonrasında Rommel'in anıları "Rommel Belgeleri" adıyla yayımlandı. Adına ve kariyerine adanmış bir müze olan tek 3. Reich üyesi odur. 1960'ta bir Alman savaş gemisine adı verildi.
Liderlik tarzı ve kişiliği.
Birçok yazar Rommel'in savaş sırasında, insancıl ve profesyonel bir subay olarak ün yaptığını ve hem kendi birliklerinin hem de düşmanlarının saygısını kazandığını anlatır. Rommel II. Dünya Savaşı sırasında hem cephelerde çatıştı hem de başarısız olmasını uman Almanya'daki muhalifleriyle uğraşmak zorunda kaldı. Adolf Hitler ile arası iyi olmasına rağmen Hitler'in yakın çevresiyle arası iyi değildi. Heinrich Himmler, Martin Bormann gibi Nazi elitleri Rommel'in hızlı yükselişinden çok rahatsız olmuşlardı ve onun Başkomutan olmasından korkuyorlardı. Rommel, diğer "Wehrmacht" subayları gibi, Nazilerin iktidara yükselişini memnuniyetle karşılamıştı.
Rommel, Oradour-sur-Glane katliamını protesto eden komutanlardan biriydi.
Rommel, Joseph Goebbels liderliğindeki Nazi propagandası sonucu halk kahramanına dönüştü. Tarihçiler, Rommel'in makamını, kahraman statüsünü ve diğer terfilerini Hitler'in desteğine borçlu olduğunu söylüyorlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8286",
"len_data": 20324,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Mutlu Tönbekici (1970, İsviçre), Türk köşe yazarı.
1970 İsviçre doğumlu olan Mutlu Tönbekici 9 yaşında Türkiye'ye döndü. İlk, orta ve lise eğitimini Bursa'da tamamladı, üniversite eğitimi için İstanbul'a geldi. Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Politik Bilimler bölümünü tamamladıktan sonra, gazeteciliğe başladı. ATV, Hürriyet ve Show TV'de muhabirlik yaptı, Ahmet Utlu ile belgesel yapımı, Sabah ve Vatan gazetelerinde köşe yazarlığı görevlerini aldı. 2007'den bu yana ablası Müjde Tönbekici ile, 1997'den bu yana çıkmakta olan, Türkiye'nin en sevilen seyahat rehberleri arasında olan Küçük Oteller Kitabı'nı yayımlamaktadır.
Takma adı: Tuğçe Baran.
"Tuğçe Baran", yazarın Vatan gazetesindeki yazıları için kullandığı müstear isimdir. 16 Mayıs 2008 itibarıyla bu ismi kullanmaya son verdiğini açıklamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8293",
"len_data": 821,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.13
}
|
Volker Beck (d. 12 Aralık 1960, Stuttgart), Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi milletvekili ve LGBT hakları aktivistidir. Yeşiller Partisi Meclis Grup Başkanı ve Yeşiller Partisi Federal Meclis Sözcüsüdür.
Alman Yeşiller Partisi'nin Federal Meclis Grubu Başkanı Volker Beck, Rusya'da aşırı sağcı bir grubun saldırısına uğradı. Moskova'da eşcinsellerin sorunlarının ele alındığı bir konferansa katılan Beck, 20 kadar aşırı sağcı tarafından dövüldü. Eşcinsellerin düzenlediği konferansı sabote etmeye çalışan aşırı sağcıların gösterilerinde 120 kişi gözaltına alındı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8304",
"len_data": 563,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.25
}
|
Duman, bir maddenin yanması ile çıkan ve içinde katı zerrelerle buğu bulunan kara veya esmer renkli gazdır.
Duman ile sis birbirine çok benzeyen, ancak aynı olmayan şeylerdir. Eğer gaz içinde ince sıvı damlacıkları yayılmış ise bu sistir. Duman ise katı, sıvı ve gazların karışımıdır. Bacadan çıkan dumanda kül, yanmamış kömür, karbon (is), yoğunlaşmış su damlacıkları ve katran tanecikleri bulunur. Duman yukarıya doğru yükselirken hava tabakalarına çarpar ve kendine uygun bir yol bulur. Kendisinde bulunan enerji zamanla kaybolur, rüzgâr varsa duman hemen havaya karışır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8308",
"len_data": 574,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
Âlem (Latince: Regnum), taksonomide organizmaların bilimsel sınıflandırmasında kullanılan en üst sınıflandırma taksonudur.
Modern sınıflandırmanın temeli Carolus Linnaeus'a kadar uzanır. O zamandan bu yana çeşitli sınıflandırma yöntemleri önerilmiştir. Bunlar;
Günümüzde Whittaker'in beş âlemden oluşan sistemi, genel olarak değişmemiş olmakla birlikte sürekli iyileştirilmiş olduğundan yaygın olarak kullanılmaktadır.
Whittaker'ın sınıflandırması.
Canlıların hepsi hücrelerden oluşmuştur. Hücrenin ilkelliğine göre Prokaryotik (ilkel) ve Eukaryotik (Ökaryotik) (gelişmiş) canlılar olmak üzere ikiye ayrılırlar.
İlk zamanlar sınıflandırma şöyle yapılmıştır; öncelikle canlılar "bitkiler" ve "hayvanlar" diye ikiye ayrılmaktaydı. Sonradan bakteriler gibi tek hücreli canlılar keşfedilip ne bitki ne hayvan özellikleri gösterdikleri fark edilince üçüncü grup olarak "tek hücreliler" grubu ortaya çıktı (Haeckel 1894). Sonradan fark edilen ise bu tek hücrelilerin de prokaryotlar ve ökaryotlar olmak üzere iki çeşitli olduklarıydı. Dolayısıyla tek hücreliler grubu "monera" (prokaryotik) ve "Protista" (ökaryotik) olmak üzere ikiye bölündü. En son olarak da, daha önceden bitkiler grubunda yer alan mantarların aslında fotosentez yapamadıkları fark edildi; bitki sayılamayacakları düşünülerek onlara da ayrı bir grup açıldı (Whittaker 1959) ve bugünkü sınıflandırma sistemi elde edilmiş oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8310",
"len_data": 1389,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.32
}
|
Tartu (Almanca: Dorpat), Estonya'nın en büyük ikinci kentidir. 38,8 kilometre karelik yüzölçümü olan kentin nüfusu 2020 sayımına göre 92.972'dir. Tartu ile ilgili ilk yazılı belgeler 1030'a kadar dayanmaktadır.
Estonya'nın finansal ve siyasi başkenti olan Tallinn'den farklı olarak Tartu entelektüel ve kültürel merkez olarak ön plana çıkar. Ülkenin en eski ve en prestijli üniversitesi olan Tartu Üniversitesi de bu kenttedir. Tallinn'in 180 kilometre güneyinde olan kent, aynı zamanda Güney Estonya'nın merkezi konumundadır. Estonya'nın en büyük iki gölünü birbirine bağlayan Emajõgi, Tartu'dan da geçmektedir.
Tarihçe.
Eski dönem.
Toome Tepesi'nin (Toomemägi) doğusuna, MS 600 yılında Estonlar bölgeye ilk defa Tarbatu Kalesi'ni inşa etmişlerdir.
Tartu hakkında ilk yazılı belge ise 1030 yılına dayanmaktadır. Kiev Prensi I. Yaroslav Tarbatu Kalesi'ni alıp buraya "Yuryev" adındaki kendi kalesini dikmiştir.
Dorpat'taki Almanlar.
Tartu Orta Çağ'ın ileri dönemlerinde bölgede hatrı sayılır bir ticaret merkezi ve Dorpat Piskoposluğu'nun merkeziydi. Bugünkü bütün Estonya ve Letonya topraklarında olduğu gibi, Tartu da MS 12. yüzyılda Alman Kılıç Kardeşliği himayesi altına girdi.
20. yüzyıla kadar, kent, Almanlar'ın kültürel, dini, mimari ve siyasi yapısından yoğun bir şekilde etkilendi. Örneğin zamanında Darpot meydanı olarak bilinen yer Alman kenti Rostock'lular tarafından inşa edildi. Kentteki ana üniversite ise yine Almanlar tarafından yapıldı.
16. yüzyılda, Livonya ve Tartu birlikte Polonya yönetimi altına girdi ve burada dini Cizvit gramer okulu 1583'te yapıldı. Buna ek olarak, Tartu'da papaz okulu da faaliyetlere başladı.
Papaz okulu ve gramer okulu 1601'deki Polonya-İsveç savaşı sırasında kapatıldı. Savaşın ardından Tartu İsveçliler tarafından alındı. 1632 yılında İsveç Kralı II. Gustav Adolf, üniversiteyi kontrolü altına aldı. 1721 yılında kent Rus İmparatorluğu ele geçirildi ve 1918 yılına kadar imparatorluğun sınırları içinde kaldı.
I. Dünya Savaşı sonrasındaki iç savaş sırasında, Sovyet Rusya hükûmeti ile Estonya arasında 2 Şubat 1920'de Tartu'da yapılan antlaşmada Estonya Sovyetler Birliği'ne katıldı.
II. Dünya Savaşı sırasında, kentin aralarında Rus Kraliçesi II. Katerina'nın yaptırdığı tarihi "Kivisild"'in de (taş köprü) bulunduğu büyük bir bölümü Sovyet orduları tarafından yok edildi.
Bağımsızlık.
1990 yılında Estonya'nın bağımsızlığını ilan etmesiyle Tartu bu ülkeye bağlandı.
Eğitim ve kültür.
Kent, 1632'de İsveç Kıralı II. Gustaf Adolf'un yaptırdığı Tartu Üniversitesi ile ünlüdür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8314",
"len_data": 2526,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Şumnu ( Şumen), Bulgaristan'ın kuzeydoğusunda, Deliorman bölgesinde bulunan il (oblast) ve bu ilin merkezi olan şehirdir.
Şumnu adının kökeni hakkında pek çok rivayet vardır, değişik kaynaklarda değişik teoriler ileri sürülmektedir. Bunlardan birisi 7. yüzyılda bu bölgede yaşayan "Şu" adlı bir Türkmen derebeyinin buraya kendi adını verdiğidir. Bir diğeri, Bulgar Hanı Simeon'un şehre bu adı verdiği; bir diğeri de Bulgar Hanı'nın şehrin kurulduğu yerin zengin doğal yapısından meydana gelen orman ve hayvan gürültüsünden dolayı şehre Bulgarca'da "gürültülü" anlamına gelen "Şumen" adını verdiğidir.
Osmanlı Devleti zamanında, ordu karargahlarının bulunduğu, büyük stratejik önemi olan bölgenin en önemli şehirlerinden olan Şumnu, zamanla Türklerin Türkiye'ye göçmesiyle nüfusunun çok büyük kısmını kaybetmiştir. Yeşil bir dağ yamacının eteğinde kurulan Şumnu'nun sosyalizm döneminde büyük zarar gören eski mahallelerinde hâlâ bazı tarihi binalar ve evler korunmaktadır. Çömlekçi, Kılyak (Grivica) mahallelerin yakınında olan eski şehir merkezi de sonradan biraz güneye kaydırılmıştır. Eski merkezinde hâlâ çok sayıda Türk oturmaktadır, köylerden göç eden Türkler de genellikle bu mahallelere yakın yerleşmektedir. Ayrıca eski Ermeni mahallesi, eski Yahudi mahallesi de bu bölgededir.
Tarihi.
Şumnu, 1389 yılında Çandarlı Ali Paşa tarafından Osmanlı toprağına katılan, stratejik önemi olan ve Osmanlı İmparatorluğu'na askeri üs ve doğal kale görevi yapmış bir şehirdir. 1810 yılında Osmanlı-Rus savaşlarında Ruslar 50.000 ölü vererek savaşı kaybetmişlerdir. Şehirde tarihi Tombul bir diğer adıyla Şerif Halil Paşa camisi de bulunmaktadır. Bu cami Balkanlar yarımadasında Hristiyan bir ülkedeki en büyük ikinci camidir. Dilimize de yerleşmiş olan, babanın oğluna "Ben sana vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim" deyimi bu caminin önünde yaşanan bir olaydan kalmıştır.
Tarihi eserleri.
Osmanlı döneminde 63'ü şehir merkezinde olmak üzere, tarihi belgelere baktığımızda Şumnu'nun genelinde 229 Osmanlı eseri bulunuyordu. Şehirde Osmanlı'dan bugüne kalan en belirgin mekân 1741 yılında Şerif Halil Paşa tarafından yaptırılan Tombul Camii'dir. Şerif Halil Paşa camii ve medresesi, Türkçede sık kullanılan bir deyiş olan “Ben sana paşa değil, adam olamazsın dedim” diyen babayı memnun etmek için yapılan camidir. Yine Şerif Halil Paşa tarafından yaptırılan Kurşun çeşmesi. Ayrıca Şumnu Saat Kulesi, Mehmet Doducuoğlu tarafından yapılmış. 1740 yılından beri her 15 dakikada bir Çan sesi ile Şumnu'yu çınlatıyor.
Osmanlı haberleşme tarihindeki ilk telgraf görüşmesi 1855 yılında Şumnu-İstanbul arasında yapılmıştır. İstanbul-Edirne, İstanbul-Şumnu hattının tamamlanmasıyla ilk telgraf Şumnu'dan İstanbul'a gönderildi. Kırım Savaşı'ndan bilgi veren telgrafta, "Müttefik askerleri Sivastopol'a girmişlerdir." yazılıydı. Osmanlı birlikleri de müttefikler arasındaydı. 1922 yılında tamir gören tarihî Bedesten 17. yüzyıl Osmanlı eseridir. Bedestenin yanı başındaki Köprübaşı hamamı 1990'larda terk edilmiştir. 1749 yılında yapılan Kalak Camii ve 1851 yılında Rıfat Paşa tarafından yaptırılan Rıfat Paşa Tatar Camii ve medresesi hâlâ ibadete açıktır. 1654 yılında yapılan Ravna çeşmesi kurumuş, oluk ve kürünü parçalanmıştır.
Şerif Halil Paşa Camii karşısında Erkek İmam Hatip Lisesi başka bir adla Nüvap okulu bulunur. Şumnu'da şehre hakim bir tepe üzerinde bir Osmanlı eseri vardır. Geçmişte zindan olan bu eser bir süre lokanta olarak kullanılmıştır. Zindanın karşısındaki kale Osmanlı döneminde çok az kullanılmasına rağmen tahminen 3.000 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Efsanevi güreşçi Koca Yusuf ve yine Osmanlı'nın başpehlivanlarından Katrancı Mehmet Pehlivan Türk politikacı Ahmet Fikri Tüzer'in de doğum yeridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8315",
"len_data": 3714,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Ceviz, Juglandaceae (cevizgiller) familyasının "Juglans" cinsinden, tek tüysü yaprakları karşılıklı dizilmiş ve aromatik kokulu ağaç türlerinin ve bu ağaçların meyvelerinin ortak adı.
Kışın yaprağını döken ağaçlardır. Genç sürgünlerin özü bölmelidir. Tomurcuklar az sayıda pullarla örtülmüştür. Yaprakçıkların kenarları bazı türlerde ince dişli, bazıları ise düzdür (tam kenarlı). Yaprakçık sayısı türlere göre (3) 5-23 arasında değişir.
Çiçekler bir evciklidir. Erkek çiçekler bir önceki yılın sürgünlerinde yan durumlu, aşağıya sarkan kedicik halinde kurul oluşturur. Kurullar dallanmamıştır. Her bir erkek çiçeğin 1 brahte, 2 brahtecik ile 3-4 loplu bir çevre yaprağı (çanak) vardır. Etamin sayısı 7-105'tir. Dişi çiçekler ise yeni sürgünlerin ucunda terminal (tepede) durumlu dik duran 2-8 çiçekli fakir kurullar oluşturur. Dişi çiçeğinde 1 brahte, 2 brahtecik, 4 loplu çevre yaprağı vardır. Bunlar ovaryumla kaynaşmıştır, yalnız uçları serbesttir. Ovaryum alt durumludur; etli kalın 2 stigması oldukça gelişmiştir.
Sonbaharda olgunlaşan büyük çekirdekli sulu meyvenin iç kısmı 2 bölmeye ayrılmıştır. Tohum 2 loplu ve yağlıdır.
Odununun özü koyu, dış kısmı açık renkli, ağır ve güzel cila kabul eden odunları vardır.
Ekolojik Özellikleri.
Ceviz ağacı pH değeri 5 ile 8 arasında olan ve süzek topraklarda yetişir.
Üretim.
2017 yılında dünya ceviz üretimi (kabuklu) 3,8 milyon ton idi ve dünya toplamının yarısını (tablo) üreten Çin liderdi. Diğer büyük üreticiler ABD (%15) ve İran (%9) idi.
Besin bilgisi.
Yenilebilir ham ceviz tohumu %4 su, %14 karbonhidrat, %15 protein ve %65 yağ içerir. 100 gramı 654 kalori sağlar ve protein, lif, B vitaminleri, niyasin, vitamin B6, folik asit ve bazı mineraller açısından zengindir.
Ceviz yağı çoğunlukla çoklu doymamış yağ asitlerinden özellikle alfa-linolenik asitten ve linoleik asitten oluşur, oleik asit, tekli doymamış yağ içermesine rağmen toplam yağın %31'i doymuş yağdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8321",
"len_data": 1924,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.66
}
|
Yerel alan ağı (İngilizcesi: "local area network"), ev, okul, laboratuvar, iş binaları gibi sınırlı coğrafi alanda bilgisayarları ve araçları birbirine bağlayan bir bilgisayar ağıdır.
LAN'ların özellikleri ise WAN'ların (Türkçesi: "Geniş alan ağı", İngilizcesi: "Wide area network") aksine daha yüksek veri aktarımı, daha küçük bir alan ve daimi bağlantıyı sağlamak için aylık kira karşılığı bir ara elemana (İngilizcesi: "Leased telecomminication lines") gerek olmamasıdır. ARCNET, Token Ring ve diğer teknolojik uygulamalar geçmişte kullanıldı, fakat günümüzde elektromanyetik paraziti önleyen kablolamanın (İngilizcesi, "twisted pair") da bulunmasıyla ethernet ve kablosuz internet yaygınlaşmıştır.
Tarihçe.
Büyükçe olan ve "Octopus" ağlarının büyümesini detaylandıran 1970 tarihli bir rapor bu durumun iyi bir göstergesidir.
Cambridge Ring, 1974 yılında Cambridge'de geliştirilmiş fakat hiçbir zaman başarılı bir ticari ürün haline dönüştürülmemiştir.
Ethernet 1973-1975 yıllarında Xerox PARC'ta geliştirilmiş ve 4,063,220. Amerikan patenti olarak dosyalanmıştır. 1976 yılında, sistem PARC'ta kurulduktan sonra, Metcalve ve Boggs şekillendirici makalelerini yayınladılar: "Ethernet: Distributed Packet-Switching for Local Computer Networks".
ARCNET, Datapoint şirketi tarafından 1976'da geliştirildi ve 1977'de duyuruldu.
Standartların gelişimi.
1970'lerin sonunda CP/M tabanlı, 1981'de DOS tabanlı kişisel bilgisayarların gelişmesi ve artması, bir tek yerde düzineler ve hatta yüzlerce bilgisayar bulunması demekti. Bunları ağ haline getirmenin ilk cazibesi, o zamanlar her ikisi de pahalı olan disk yerini ve lazer yazıcıları paylaşmaktı. Bu kavrama çok ilgi vardı ve yıllarca, 1983'ten itibaren, bilgisayar sektörü uzmanları düzenli olarak gelecek yılı “LAN yılı” olarak ilan ederlerdi.
Pratikte uyumlu olmayan fiziksel tabaka ve ağ protokol uygulamalarının artmasıyla ve kaynak paylaşım yöntemlerinin fazlalığıyla bu kavram bozuldu. Tipik olarak, her sunucunun kendine has ağ kartı, kablolaması, protokolü ve ağ işletim sistemi bulunurdu. Onlarca kart/kablo çeşitleri için tarafsız destek ve çoğu rakiplerinden çok daha sofistike işletim sistemi sunan Novell NetWare'in başlamasıyla çözüm oluştu. Netware, 1983 yılında kuruluşundan 1990'ların ortalarında Microsoft'un Windows NT gelişmiş sunucu ve Windows for Workgroups piyasaya sunmasına kadar kişisel bilgisayar LAN piyasasına hakim oldu.
NetWare'in rakipleri arasında, yalnızca Banyan Vines'ın benzer teknik gücü vardı fakat Banyan hiçbir zaman güvenli bir tabana sahip olmadı. Microsoft ve 3Com basit bir ağ iletişim sistemi yaratmak için birlikte çalıştılar. Bu da 3Com's 3+Share, Microsoft'un LAN Yöneticisi ve IBM'in LAN sunucusu'nun temelini oluştursa da bunların hiçbiri özellikle başarılı olamadı. Aynı dönemde, Sun Microsystems, Hewlett-Packard, Silicaon Graphics, Intergraph, NeXT ve Apollo gibi sunuculardan oluşan Unix bilgisayar iş istasyonları TCP/IP tabanlı ağ oluşumu kullanıyorlardı. Bu pazar segmenti şimdilerde çok daha küçülmüş olsa da, bu alanda geliştirilmiş olan teknolojiler hem Internet hem de Linux ve Apple Mac OS X ağ oluşumları üzrinde etkili olmaya devam etmekteler. Şimdilerde ise, IPX, AppleTalk, NBF ve en başlarda PC LANlarda kullanılan diğer protokollerin yerini neredeyse tamamen TCP/IP protokolü almış durumda.
Access Methods (erişim metodları).
Erişim metodu, ağda bulunan bilgisayarların iletişim ortamını nasıl paylaşacağını yöneten kurallar kümesidir. 3 önemli erişim metodu vardır.
Contention: Contention-based sistemlerde, ağdaki bilgisayarlar iletişim ortamını kullanmak için sürekli bir yarış içerisindedir ve her zaman veri gönderebilirler.
CSMA (Carrier Sense, Multiple Access / Collision Detection): Bu teknikte paket gönderilmeden önce kablo kontrol edilir. Diğer bir iletişimin oluşturduğu trafik yoksa iletişime izin verilir. İki bilgisayarın birden kabloyu kullanmaya çalışması collision yani çatışma olarak adlandırılır ve böyle bir durumda ikisinin de trafiği kaybolur.
Ağ topolojileri.
En yaygın olan ve en çok kullanılan topolojiler BUS, Ring, Star ve Mesh topolojileridir.
BUS (doğrusal) topolojisi.
Bus topolojisinde ağdaki tüm bilgisayarlar aynı kabloya bağlıdır. Ethernet buna iyi bir örnek olarak verilebilir.
Ring (halka) topolojisi.
Ring topolojisinde bilgisayarlar birbirlerine dairesel bir şekilde bağlanır. Her bir bilgisayar komşusu olan diğer bilgisayara bağlıdır ve veri daire etrafında sadece bir yöndedir.
Star (yıldız) topolojisi.
Tüm bilgisayarların merkezi bir sunucuya doğrudan bağlanması esasına dayanır. Şu an ek çok kullanılan ağ topolojisidir. ADSL modem bu topolojiyi kullanır. En büyük avantajı bir kabloda oluşan problemin sadece o kabloya bağlı bilgisayarı etkilemesidir.
Mesh topolojisi.
Tüm bilgisayarlar birbirlerine ayrı kablolar ile bağlıdır. İki bilgisayar arasındaki sorun diğer bilgisayarları etkilemez. Sisteme yeni bilgisayar eklenince aradaki kablo sayısı katlanarak arttığı için gerçek hayatta çok özel durumlarda ve az sayıdaki bilgisayarlar arasında kullanılır.
Network Architectures (ağ mimarileri) ya da LAN teknolojileri.
Ethernet: Ethernet ve türevleri olan Fast Ethernet, Gigabit Ethernet CSMA/CD(Carrier Sense, Multiple Access/Collision Detection) erişim metodunu esas almış çok popüler bir ağ mimarisidir. Günümüzde 10Mbps, 100Mbps, 1000Mbps hızlarında çalışan türevleri geliştirilmiştir.
Ethernet teknolojisine dayalı ürünler desteklediği kablo türüne göre sınıflanırlar.
C10BASE2: İnce (Thinnet) koaksiyel kablo
10BASE5: Kalın (Thicknet) koaksiyel kablo
10BASE-T: UTP (Unshielded twisted-pair [Korumasız Çiftbükümlü Kablo]), STP (Shielded twisted-pair [Korumalı Çiftbükümlü Kablo])
10BASE-F: Fiber Optik (Fiber Optic) kablo
Aşağıdaki şekillerde koaksiyel kablo ve UTP kablo uygulamaları görülmektedir. Koaksiyel kablo uygulaması düşük hızlarda kaldığı için günümüzde pek tercih edilmemektedir.
Token Ring.
Jetonlu halkada düğümler birbirine halka biçiminde bağlandığından her düğüm fiziksel olarak komşu iki düğüme bağlıdır. Jetonlu halka ağının kurulması için MAU ya da MSAU (MultiStation Access Unit) olarak adlandırılan ve üzerinde uç sistemlerin bağlanması için birden çok Token Ring potru bulunan cihazlar kullanılır. MAU cihazlarına bağlanacak bilgisayarlar üzerinde 4,16 veya 100 Mbps hızında Token Ring NIC'ler olmalıdır. Bunlar adaptör kablolarla MAU cihazlarına bağlanırlar.
Jetonlu halkada, biri veri aktarımı, diğeri jeton aktarımı için iki tür çerçeve kullanılır. Veri çerçevesi, bir düğümden diğerine bilgi aktarılan çerçevedir; Jeton çerçevesi ise halkaya veri çerçevesi çıkarmak isteyen düğüme o hakkı vermeyi sağlayan özel bir kısa çerçevedir.
Token Ring mimarisi daha çok endüstriyel uygulamalarda kullanılır. Bunun en önemli nedeni, çatışma olmaması ve bir düğümün yolu belli bir zaman dilimi içerisinde ele geçirme garantisinin olmasıdır.
ATM ağlar için UNI (User-to-Network Interface) ve NNI (Network-to-Network Interface) olarak adlandırılan iki çeşit bağlantı arayüzü tanımlanmıştır. UNI ATM portu olan cihazın ATM ağa bağlanması için kullanılırken, NNI ise ATM bulutu oluşturan anahtar cihazların birbirlerine bağlanması için kullanılır.
ATM ağda hücre aktarımı için, önceden ilgili iki düğüm arasında sanal bir devre kurulmuş olmalıdır. Sanal devrelerin oluşturulmasında biri SVC (Switched Virtual Circuit), diğeri PVC (Permanent Virtual Circuit) olarak adlandırılan iki farklı yöntem vardır. SVC anahtarlamalı, PVC kalıcı sanal devre ortamı sağlar. SVC yöntem olarak dial-up bağlantıyı andırırken, PVC kiralık hat uygulamasını andırır.
ATM tabanlı bir ağ, Ethernet, Jetonlu halka, FDDI gibi diğer ağ teknolojileriyle bütünleştirilebilir. Bu amaçla kısaca LANE diye adlandırılan LAN emülasyonu kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8325",
"len_data": 7703,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.63
}
|
Vakıf, gerçek ve tüzel kişi veya kişilerin, belirli bir mülk ve hakla belirli ve sürekli bir amaca tahsis edilmesi ile oluşan müessesedir. Geleneksel olarak, bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmi bir yolla ayrılarak bir kimse tarafından bırakılan mülk veya paraya "vakfiye" denir. Bu geleneksel yapının Türkiye Cumhuriyeti Anayasası kurumsallaştırılması ile oluşmuştur. Anayasaya göre "Dernekler ve vakıflar kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler." Yani belirli bir amaç için kurulur ve bunun dışında etkinlik gösteremezler. Türkiye'de vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından denetlenirler.
Anayasa Mahkemesinin 17/04/2008 tarihli ve E.:2005/14, K.:2008/92 sayılı Kararı ile, Vakıflarda üyelik olmaz maddesi iptal edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8326",
"len_data": 796,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.62
}
|
DNS (İngilizce: "Domain Name System", Türkçe: Alan Adı Sistemi), internet uzayını bölümlemeye, bölümleri adlandırmaya ve bölümler arası iletişimi organize etmeye yarayan, bilgisayar, servis, internet veya özel bir ağa bağlı herhangi bir kaynak için hiyerarşik dağıtılmış bir adlandırma sistemidir.
İnternet ağını oluşturan her birim sadece kendine ait bir IP adresine sahiptir. Bu IP adresleri kullanıcıların kullanımı için www.site_ismi.com gibi kolay hatırlanır adreslere karşılık düşürülür. DNS sunucuları, internet adreslerinin IP adresi karşılığını kayıtlı tutmaktadır.
Katılımcı kuruluşların her birine atanmış alan adları çeşitli bilgileri ilişkilendirir. En belirgin olarak, insanlar tarafından kolayca ezberlenebilen alan adlarını, dünya çapında bilgisayar servisleri ve cihazlar için gerekli sayısal IP adreslerine çevirir (dönüştürür). DNS, çoğu internet servisinin işlevselliği için temel bir bileşendir, çünkü Internetin temel yönetici servisidir.
Alan Adı Sistemi DNS her alan için yetkili ad sunucuları atayarak alan adlarını atama ve bu adların IP adreslerine haritalanması sorumluluğunu verir. Yetkili ad sunucuları desteklenen alanları için sorumlu olmakla görevlidirler ve diğer ad sunucuları yerine alt alanlara yetki (otorite) verebilirler. Bu mekanizma dağıtılmış ve arızaya toleranslı servis sağlar ve tek bir merkezi veritabanına ihtiyacı önlemek için tasarlanmıştır.
DNS aynı zamanda özünde (çekirdekte) bulunan veritabanı servisinin teknik işlevselliğini de belirtir. DNS protokolünü – DNS'de kullanılan veri yapılarının ve veri iletişim alışverişinin (değiş tokuş) detaylı tanımlaması- İnternet Protocol Suite'in bir parçası olarak tanımlar. Tarihsel olarak DNS' den önceki yönetici servisleri orijinal olarak metin dosyalarına ve belirgin bir şekilde HOSTS.TXT çözücüsüne dayandığı için büyük veya küresel yöneticilere göre ölçeklenebilir değildi. DNS 1980'den bu yana yaygın olarak kullanılır olmuştur.
İnternet hiyerarşi alan adı ve İnternet Protokol (IP) adres boşluğu olmak üzere iki ana ad boşluğunu sağlar. DNS sistemi alan adı hiyerarşisi sağlar ve onunla adres boşluğu arasında çeviri servisi sağlar. İnternet adı sunucuları ve iletişim protokolü Domain Name Sistemini etkin kılar. Bir DNS ad sunucusu, alan DNS kayıtlarını alan adı için depolayan bir sunucudur; DNS ad sunucusu veritabanına karşı sorulara cevaplarla karşılık verir.
DNS veritabanında depolanan en yaygın kayıt türleri; DNS bölgesinin yetkisi otoritesi (SOA), IP adresleri (A ve AAAA), SMTP posta değiştiriciler (MX), ad sunucuları (NS), ters DNS aramaları için işaretçiler (PTR) ve alan adı takma isimleridir (CNAME).
Genel amaçlı bir veritabanı olmak için tasarlanmamasına rağmen, DNS diğer veri türleri için DNSSEC kayıtları gibi şeyler için otomatik makine aramalarını ya da Sorumlu kişi (RP) kayıtları gibi insan sorularını da depolayabilir. DNS kayıt türlerinin tam listesi için, DNS kayıt türlerinin listesine bakın. Genel amaçlı veritabanı olarak, DNS veritabanında saklanan gerçek zamanlı kara delik listesi kullanılarak istenmeyen e-posta (Spam) ile mücadelede kullanımında da DNS görülebilir. İnternet adlandırma için veya genel amaçlı kullanımlar için olsun, DNS veritabanı, yapılandırılmış bölge dosyasında geleneksel olarak depolanır.
Amaçları.
İnternette bulunan her nesnenin, etkileşime giren her sunucu ve ucun bir internet sitesi olması gerekir. Bu adres, protokol seviyesinin IPv4 ve IPv6 olmasına göre 32 bit ya da 128 bit uzunluğundadır. Alan adı, bu 32 ya da 128 bit uzunluğundaki sayı yerine insanların anlayacağı, akılda tutacağı, kurumsal kimlik ve marka ile özdeşleştirebileceği isimlerin kullanılmasını sağlar. Örneğin tr.wikipedia.org alan adı ile 207.142.131.210 şeklindeki IP nosu arasındaki bağlantıyı Alan Adı Sistemi sağlar. Sırayla; org, wikipedia.org ve tr.wikipedia.org iç içe geçmiş İnternet alanları ya da bölmeleridir.
İnsan dostu bilgisayar sistem adlarını IP adreslerine çevirerek İnternet için telefon rehberi hizmeti sunan sitem, DNS'i tanımlamak için sıkça kullanılan bir benzetmedir. Mesela, alan adı www.example.com, 93.184.216.119 (IPv4) ve 2606:2800:220:6d:26bf:1447:1097:aa7 (IPv6) adreslerine çevrilir. Bir telefon rehberi aksine DNS aynı ana bilgisayar adını kullanmaya devam eden son kullanıcıları etkilemeden ağdaki servisin konumunun değişmesine izin vererek çabuk bir şekilde güncellenebilir. Kullanıcılar anlamlı bir Değişmeyen Kaynak Konum Belirleyici (URL) ve bilgisayarın servisleri nasıl yerleştirdiğini bilmek zorunda kalmadan e-mail adresi kullandıklarında bundan avantaj sağlarlar.
Alan Adı Sistemi'nin yarattığı ilişkiler birebir ilişki olmak zorunda değildir. Bir alan adına birden fazla IP adresi atanabilir. Bu yoğun talep olan hallerde geçerlidir. Wikipedia.org, yahoo.com, google.com gibi adreslerde bu çok olur. Ama daha yaygını, birçok alan adı tek bir IP'ye atanabilir. Buna da "Sanal Evsahipliği" (Virtual Hosting) denir.
Alan Adı Sistemi hiyerarşik bir yapı gösterir. En üste .com, .org, .net, .int, .edu, .info, .biz, .aero, .travel, .jobs, .gov, .mil gibi "jenerik" üst düzey alanlarla (gTLD) .tr, .us, .de, .uk, .jp, .az gibi ülke alanlarından (CcTLD) oluşur. Buna son olarak .eu ve .asia gibi bölgesel birkaç üst düzey alan adı daha eklenmiştir.
DNS’in Tarihçesi.
Bilgisayar ağları üzerindeki isimlendirme sorunu ilk olarak internetin babası sayılan Arpanet zamanında ortaya çıkmıştır. 1970'lerde ArpaNet günümüz ağları ile karşılaştırılamayacak kadar küçük durumdaydı ve yalnızca birkaç yüz ile ifade edilebilen sisteme hizmet veriyordu. Bu tarihlerde isimlendirme için tek noktada tutulan bir dosyanın bulunması ve diğer tüm sistemlerin bu dosyayı belli aralıklarla kendi taraflarında güncellemesi isimlendirme sorununu çözmüştü.
Adres-isim tanımlamalarını içeren HOSTS.TXT dosyası SRI tarafından SRI-NIC (Stanford Research Institute – Network Information Center) adında bir bilgisayar üzerinde tutulmaktaydı. Bu dosya her adrese bir isim karşılık gelecek şekilde düzenlenmişti. Arpanet üzerindeki yeni isim tanımlamaları ve değişiklikleri SRI'ya gönderilen e-postalar arcılığı ile yapılıyor ve HOSTS.TXT'in kopyası File Transfer Protocol ile alınıyordu.
Arpanet üzerinde TCP/IP kullanımına paralel olarak ortaya çıkan bağlantı patlaması, isim çözümü için birçok sunucuda ve her bilgisayara özgün bir isim atanmasında problemler yaşanmaktaydı. Ayrıca yalnızca isim çözümlenmesi için oldukça yüksek miktarda bant genişliği harcanmaktaydı. Buna rağmen kullanılan isim veritabanlarının uyumlu olması her zaman sağlanamamaktaydı.
Bu durumun ortaya çıkmasından sonra Arpanet daha ölçeklenebilir bir isim çözümleme yapısı için araştırmalara başladı. Paul Mockapetris bu işle görevlendirildi. Mockapetris 1984 yılında Domain Name System (DNS)’i tanımlayan RFC 882 ve RFC 883’ü yayınladı. Bunlar daha sonra hâlen geçerli olan RFC 1034 ve RFC 1035 tarafından güncellendiler.
DNS'in Yapısı.
Alan Adı Sistemi (DNS), internet üzerindeki kaynakları adlandırmak ve bulmak için hiyerarşik ve dağıtık bir yapıya sahiptir. Bu yapı, genellikle kökü en tepede olan ters bir ağaç (tree) modeline benzetilir ve internetin devasa alan adı boşluğunu yönetilebilir parçalara (bölgelere veya "zone"lara) ayırır. Her bir bölge, kendi yetkili isim sunucuları (authoritative name servers) tarafından yönetilir ve bu sunucular, o bölgeye ait kaynak kayıtlarını (resource records) tutar. Hiyerarşi şu temel seviyelerden oluşur:
DNS Çalışma Mekanizması.
Genel ve Özel DNS kullanımı arasında ayrım yapmak önemlidir.
Çoğu durumda kullanıcılar, ana bilgisayar adlarını IP adreslerine dönüştürürken genel DNS'ye güvenir. İşte bu sürecin nasıl çalıştığına dair üst düzey genel bir bakış açısı şu şekildedir:
DNS, İnternet'in temel işlevleri için kritik hale geldi ve kullanıcıların kaynak kayıtları yoluyla bir IP adresleri denizinde kolayca gezinmesine yardımcı oldu. Bu temel süreçler olmadan, günlük olarak kullandığımız tüm özellikleri çevrimiçi olarak desteklemek neredeyse imkansız olurdu ve posta hizmetleri, web sitesi yönlendirmeleri veya karmaşık IPv4 ve IPv6 web adreslerini tanıma söz konusu olduğunda yeteneklerimizi sınırlardı. Ancak DNS aramalarını bu kadar harika yapan şey, süreç ne kadar karmaşık olursa olsun, tüm arama sorgularının ve sunucu yönlendirmelerinin istemci tarafını etkilemeden yalnızca milisaniyeler içinde gerçekleşmesidir.
Web Uygulamalarının DNS Trafiği ile Yönlendirilmesi
DNS Mesaj Formatı.
İki tür DNS mesajıyla gerçekleştirilir:
Format, her iki mesaj türü için de benzerdir. Bilgiler, DNS mesaj biçiminin en fazla beş farklı bölümünde tutulur. Sorgu mesajı, başlık ve soru kayıtları olmak üzere iki bölüme sahiptir.
Yanıt mesajı beş bölümden oluşur:
Sorgu mesajları iki alana ayrılmıştır, bu alanlar:
Bayraklar alanının her bir alt alanının açıklaması şu şekildedir:
-İşlem kodu alt alanının değeri 0 ise standart bir sorgudur.
-1 değeri, alan adını IP Adresinden bulmayı ima eden sorgunun tersine karşılık gelir.
-2 değeri, sunucu durumu talebini ifade eder. 3 değeri, rezerve edilen ve dolayısıyla kullanılmayan durumu belirtir.
-rKod'un 0 değeri hata olmadığını gösterir.
-1 değeri, biçim belirtimiyle ilgili bir sorun olduğunu gösterir.
-Değer 2, sunucu arızasını gösterir.
-Değer 3, sorgu tarafından verilen adın etki alanında bulunmadığını ima eden Ad Hatasını ifade eder.
-4 değeri, istek türünün sunucu tarafından desteklenmediğini gösterir.
-5 değeri, politika nedenlerinden dolayı sorguların sunucu tarafından yürütülmemesini ifade eder.
Kaynak Kayıtları.
DNS kaynak kayıtları, bir alan adının DNS sunucusunda depolanan ve alan adının isminin bir IP adresine çevrilmesinde kullanılan kayıtlardır. Bu kaynak kayıtları, bir alan adının doğru bir şekilde yönlendirilmesini ve düzgün bir şekilde çalışmasını sağlamak için önemlidir. DNS kaynak kayıtlarının yanlış yapılandırılması, web sitelerinin düzgün çalışmasını engelleyebilir veya e-posta gönderim sorunlarına neden olabilir.
En Yaygın DNS Kaynak Kayıtları Şunlardır.
DNS kaynak kayıtlarının toplam sayısı, zaman içinde değişebilir.
Protokol Uzantıları.
Avi Vantage, sorguda ECS seçeneği yoksa bir DNS sorgusuna ECS seçeneğinin eklenmesini destekler. DNS sorgusunda halihazırda bir ECS seçeneği varsa, ECS seçeneğinin güncellenmesini destekler. Avi Vantage, sorguda ECS seçeneği yoksa bir DNS sorgusuna ECS seçeneğinin eklenmesini destekler. DNS sorgusunda halihazırda bir ECS seçeneği varsa, ECS seçeneğinin güncellenmesini destekler.
Alan Adı Sistemi ilk geliştirildiğinden beri gerekli geliştirmelere sahiptir. Temel DNS protokolünde bulunan çeşitli bayrak alanlarının, dönüş kodlarının ve etiket türlerinin boyutundaki kısıtlamalar, yeni bayraklara ve yanıt kodlarına izin vermek ve daha uzun yanıtlar için destek sağlamak için DNS'yi geriye dönük uyumlu bir şekilde genişletmeyi motive etti. 1999'dan bu yana, DNS için uzantı mekanizmaları (EDNS) bu zorluğun üstesinden gelmek için benimsenen yaklaşım olmuştur.
Dinamik Bölge Güncellemeleri.
DNS dinamik bölge güncellemeleri, bir DNS sunucusundaki kayıtların otomatik olarak güncellenmesine izin verir. Bu özellik, ağdaki cihazlar (örneğin, bilgisayarlar, telefonlar, yazıcılar vb.) IP adreslerini değiştirdiğinde veya yeni cihazlar eklendiğinde, DNS kayıtlarını güncellemek için kullanılır. Bu sayede ağ yöneticileri, her bir cihazın IP adresi değiştiğinde manuel olarak DNS kayıtlarını güncellemek zorunda kalmazlar. Bu işlem otomatik olarak gerçekleştirildiği için, ağ yöneticileri zamanlarını daha verimli bir şekilde kullanabilirler.
Dinamik DNS Güncellemelerini Destekleyen İstemci Uygulamaları
Dinamik DNS Güncellemelerinin Güvenliğini Artırmak İçin Yapabileceğiniz İşlemler
Yapılandırma Aşağıdaki Genel Adımlardan Oluşur
Taşıma Protokolleri.
Bir DNS Sağlayıcısından Diğerine Geçiş Yapma Yöntemi
DNS hizmeti, web sitenize web ziyaretçileri tarafından erişilebilmesini sağlayan temel araçlardan biridir. Düzgün çalışan bir DNS hizmeti olmadan, web sitenizin internetteki varlığını bilmeden kapatma riski çok yüksektir. Ve bu endişe DNS geçişi sırasında daha da kritik hale geliyor. DNS geçişi, mevcut bir DNS bölgesini bir DNS sağlayıcısından diğerine aktarma işlemidir.
DNS, web sitenizin internet varlığını koruyan yapıştırıcıdır, bu nedenle büyük değişikliklerin her zaman dikkatli bir şekilde yürütülmesi gerekir. Yukarıdaki genel adımları izleyerek, DNS bölgenizi yeni DNS sağlayıcınıza başarıyla geçirebilir ve aynı zamanda kesinti sürelerini veya işinizde herhangi bir aksaklığı önleyebilirsiniz.
Not: Farklı DNS sağlayıcılarının, ad sunucularının kayıt şirketinden nasıl düzenleneceği konusunda farklı önerileri vardır. Daha sorunsuz bir geçiş için belirtilen adımlarını izlemeniz önerilir. Bunu yapmanın başka bir yolu da, NS kaydının ttl(yaşama süresi)'sini ayarladıktan sonra veya yeni kayıt şirketi kaydının yürürlüğe girmesinden SONRA yalnızca geçerli DNS sağlayıcınızın eski ad sunucularını silerken, yeni ad sunucularını yeni DNS sağlayıcınızdan eklemektir. Bu, bazen DNS sunucularının eski ad sunucularına sahip DNS verilerini önbelleğe alabileceği, dolayısıyla istekleri eski ad sunucusuna yönlendirebileceği yaygın bir DNS hizmeti sorununu önlemek için yapılır. Eski ad sunucuları kayıt şirketinden zaten silinmişse, bölge dosyalarınız artık orada olmadığı için DNS isteği başarısız olur.
DNS Aktarım Protokolü
DNS, DNS sorgularını sunmak için 53 numaralı bağlantı noktasında Kullanıcı Datagram Protokolü'nü (UDP) kullanır. UDP, hızlı ve yükü düşük olduğu için tercih edilir. DNS sorgusu, DNS istemcisinden gelen tek bir UDP isteği ve ardından sunucudan gelen tek bir UDP yanıtıdır.
Bir DNS yanıtı 512 bayttan büyükse veya bir DNS sunucusu bölge aktarımları (DNS kayıtlarını birincilden ikincil DNS sunucusuna aktarma) gibi görevleri yönetiyorsa, veri bütünlüğü kontrollerini etkinleştirmek için UDP yerine İletim Kontrol Protokolü (TCP) kullanılır.
Güvenlik Sorunları.
DNS güvenliği, hızı ve güvenilirliği korumak ve siber saldırıların feci etkilerini önlemek amacıyla DNS altyapısını siber tehditlerden korumak için oluşturulan tüm prosedürleri ifade eder.
En yaygın DNS saldırı türleri
DNS Güvenlik Uzantıları (DNSSEC )
DNS protokol standartlarından sorumlu kuruluş olan İnternet Mühendisliği Görev Gücü'ndeki'ndeki (IETF ) mühendisler, DNS'de daha güçlü kimlik doğrulamasının olmamasının bir sorun olduğunu uzun süredir fark ettiler. Çözüm üzerindeki çalışmalar 1990'larda başladı ve sonuç DNSSEC Güvenlik Uzantıları (DNSSEC ) oldu.
DNSSEC, ortak anahtar şifrelemesine dayalı dijital imzalar kullanarak DNS'de kimlik doğrulamasını güçlendirir. DNSSEC ile, kriptografik olarak imzalanan DNS sorguları ve yanıtları değil, verilerin sahibi tarafından imzalanan DNS verileridir.
Her DNS bölgesinin bir genel/özel anahtar çifti vardır. Bölge sahibi, bölgedeki DNS verilerini imzalamak ve bu veriler üzerinden dijital imzalar oluşturmak için bölgenin özel anahtarını kullanır. "Özel anahtar" adından da anlaşılacağı gibi, bu anahtar materyal bölge sahibi tarafından gizli tutulur. Bununla birlikte, bölgenin genel anahtarı herkesin alması için bölgenin kendisinde yayınlanır. Bölgedeki verileri arayan herhangi bir özyinelemeli çözümleyici, DNS verilerinin gerçekliğini doğrulamak için kullandığı bölgenin ortak anahtarını da alır. Çözümleyici, aldığı DNS verileri üzerinden dijital imzanın geçerli olduğunu onaylar. Eğer öyleyse, DNS veriler yasaldır ve kullanıcıya iade edilir. İmza doğrulanmazsa, çözümleyici bir saldırı varsayar, verileri atar ve kullanıcıya bir hata döndürür.
DNSSEC, DNS protokolüne iki önemli özellik ekler
Gizlilik ve İzleme Sorunları.
Etki Alanı Adı Sistemi (DNS), orijinal olarak kullanıcı gizliliği dikkate alınmadan geliştirilmiştir ve bu nedenle, belirli ağ etkinliğiyle (ör. kullanılan uygulamalar, ziyaret edilen web siteleri, iletişim kurulan kişiler vb.) ilişkilendirilebilecek DNS sorguları ve yanıtları hakkında bilgi sızdırabilir). Kapsamlı izleme, protokol geliştirmede önemli bir endişe haline geldiğinden, önemli İnternet protokollerinin gizlilik özelliklerini iyileştirmeyi amaçlayan bir dizi çaba gösterilmiştir. “DNS Gizliliği”, Alan Adı Sisteminde son zamanlarda yapılan gizlilik iyileştirmelerini ifade eder.
DNS Gizliliğinin Etkileri
Trafiğinizin HTTPS üzerinden aktığı durumlarda bile, DNS sorgunuz gözlemlenebilir ve kolayca okunabilir. Saldırganlar, DNS trafiğini gözlemleyerek, ziyaret ettiğiniz web sitelerine dayalı olarak, bu web sitelerindeki eylemleriniz şifrelenmiş olsa bile, sizin hakkınızda önemli bilgiler elde edebilir. İSS'ler, DNS trafiğinizi gözlemleme yeteneğine sahiptir ve İSS'nizin DNS sunucusunu varsayılan DNS sunucunuz olarak kullanırsanız hatalı davranış riski daha da artar. Gözlemlenebilir sorgu içerikleri, hükûmetin içeriği birçok nedenden dolayı sansürlemesine neden olabilir.
DNS Güvenliğini Çözme – DNSSEC Genel Bakış
Etki Alanı Adı Sistemi Güvenlik Uzantıları (DNSSEC), geriye dönük uyumluluğu korurken özgünlük ve bütünlük sağlamayı amaçlar. DNSSEC uyumlu sunucuların yanıtları her düzeyde (root, TLD vb.) dijital olarak imzalanır. Cevapları inceleyerek ve imzaları doğrulayarak bir güven zinciri kurulabilir. Kimlik doğrulama zincirini tamamlamak için, DNS dışındaki bir kaynaktan, örneğin işletim sistemi veya başka yollarla elde edilen bir güven çapası gerekir. DNSSEC'nin çalışması için çözüm yolundaki her DNS sunucusunun doğru şekilde yapılandırılması gerekir. Bu, yanıtın dijital imzasını içeren RRSIG gibi yeni DNS kayıt türlerinin kullanılmasını gerektirir. İmzaların eklenmesi, sunucuların anahtarları (Bölge İmzalama Anahtarı ve Anahtar İmzalama Anahtarı) işlemesi gerektiği anlamına gelir ve ekstra görevler, sunucunun kendisinde ek yük anlamına gelir. internetsociety.org'da birden fazla DNSSEC istatistiği mevcuttur, bunlar size DNSSEC'nin şu anda ne kadar yaygın olduğu hakkında bir fikir vermelidir.
Gizliliği Çözme – TLS Üzerinden DNS
DNS over TLS (DoT), şifrelenmiş DNS trafiğini kullanarak gizlilikle ilgili kaygıları ortadan kaldırmayı amaçlar. Bağlantı iyi bilinen bir bağlantı noktası (RFC7858'e göre varsayılan olarak 853 bağlantı noktası) üzerinden kurulur, istemciler ve sunucular birbirlerinin bir TLS oturumu üzerinde anlaşmasını bekler ve ardından gelen trafik şifrelenir. Doğal olarak, DNS sunucusuna güven tesis edilmelidir. Sunucunun TLS sertifikası, istemci tarafından, örneğin, saklanan bir değere karşı sertifikanın hash'ini kontrol ederek doğrulanmalıdır. DoT'nin piyasaya sürülmesi kademelidir, bazı isim sunucuları henüz bunları desteklememektedir. DoT'nin ayrı bir bağlantı noktası kullandığından, belirli ortamlarda bayraklara neden olabilecek DNS sorguları için kullandığınız açık olacaktır.
Son yıllarda IETF, DNS gizliliğini iyileştirmek için şifreleme ve kimlik doğrulama için üç protokol üretti:
DoT: TLS üzerinden DNS, şifreleme yoluyla gizlilik sağlamak için DoT kullanımını belirten, RFC (yorum talebi) 7858'de tanımlanan standartları takip eden bir protokoldür.
DoD: RFC 8094'te tanımlanan deneysel bir protokol, Datagram Aktarım Katmanı Güvenliği üzerinden DNS, TLS'nin TCP trafiğini koruma yöntemine benzer şekilde, Kullanıcı Datagram Protokolü trafiğini korumak için DTLS protokolüne dayanır.
DoH: RFC 8484'te tanımlanan başka bir standart izleme protokolü olan HTTPS üzerinden DNS, TLS üzerinden HTTP trafiği gönderme protokolünü tanımlayan HTTP Güvenli protokolü üzerinden DNS sorguları ve yanıtları göndermek için bir mekanizma sağlar.
DNS Sorgulama.
DNS; mail sunucuları, domain isimleri ve IP adresleri gibi bilgileri tutan hiyerarşik bir yapıdır. Bir DNS istemcisi, ad çözümlemesi yapmak için DNS sunucularını sorgular. DNS hizmetleri; kullanıcının girdiği bir DNS adını çözüp, IP adresi gibi o ad ile ilişkili bilgileri oluşturur.
DNS sorgulaması yapmadan önce yapılan bir tarama sonucunda, DNS bilgileri 'name servers(NS)' ya da 'domain servers' olarak görülür. Bu bilgilerin erişiminden sonra DNS sorgulamasıyla daha fazla bilgiye ulaşılır.
Yanlış yapılandırılmış bir DNS sunucusu sonucunda 'Bölge Transferi(Zone Transfer)' olarak bilinen atak yapılabilir. Bölge transferi ile DNS sorgusu yapılan hedefle ilgili birçok bilgiye ulaşılabilir. Bölge transferi; DNS sunucusunun çalıştığı domain ile ilgili bütün verileri içerir. Bu önemli bilgilerin içinde e-posta sunucusunun ismi, IP adresi, kullanılan işletim sistemi ile ilgili bilgiler vardır.
Bölge transferlerine karşı bir önlem olarak güvenlik duvarında(firewall) veya ağ geçitlerindeki yönlendiricilerde 53 numaralı TCP portu gelen tüm yetkisiz bağlantılara karşı kapalı tutulmalıdır.
DNS sorgulamasından bir korunma yöntemi olarak alan adı bir domain değilse, -.tr uzantısı ile sonlanmıyorsa 'private domain' haline getirmek bazı tehlikelerden korur. Private domain olan alan adlarında kişisel bilgiler 'Private' halini alır. Yani gerçek bilgiler gizlenir. Ama private domain her domain sağlayıcıda yoktur.
DNS Sorgulamalarına Karşı Alınacak Önlemler.
Bu isimlere yakın zaman önce biz gibi uzantılar da eklenmiştir. Alan isimleri, ağaç yapısı denilen ve belli bir kurala göre dallanan bir yapıda kullanılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri haricinde, internete bağlı olan tüm ülkelerdeki adresler, o ülkenin ISO3166 ülkekodu ile bitmektedir. Türkiye'deki tüm alt alan adresleri, .tr ile bitmektedir. Örneğin; marine.ulakbim.gov.tr adresinde;
Alan Adı Kaydı.
Bir alan adı kayıt kuruluşu, alan adlarının rezervasyonunu ve bu alan adları için IP adreslerinin atanmasını yöneten bir işletmedir. Alan adları, web sitelerine erişmek için kullanılan alfasayısal takma adlardır; örneğin, Cloudflare'nin alan adı 'cloudflare.com'dur ve IP adresi 192.0.2.1 gibi bir şey olabilir (yalnızca bir örnek). Alan adları, alfanümerik IP adreslerini ezberlemek ve girmek zorunda kalmadan web sitelerine erişmeyi kolaylaştırır.
Kayıt şirketlerinin alan adlarını fiilen yönetmediği ve korumadığına dikkat edilmelidir; bu kısım bir alan adı kaydı tarafından yapılır.
Kayıt Yaptırıcısı (Registrar) ve Kayıt Defteri (Registry) Arasındaki Fark
Registries, 'com' ve 'net' gibi üst düzey alan adlarının (TLD'ler) kayıtlarını, hangi bireysel alan adlarının, hangi kişilere ve kuruluşlara ait olduğunu tutarak yöneten kuruluşlardır. Bu kayıtlar, İnternet'in temel işlevlerini destekleyen çeşitli işlemler ve veritabanlarını koordine eden küresel bir organizasyon olan Internet Corporation for Assigned Names and Numbers (ICANN) bünyesinde bir departman olan Internet Assigned Numbers Authority (IANA) tarafından yönetilir.
Registries, alan adı kayıt işlemlerinin ticari satışını registrar'lara devreder. Örneğin, bir registrar bir kullanıcıya ('registrant') '.com' alan adı kaydı satarsa, registrar bu durumu 'com' alan adlarının registry'si olan VeriSign'e bildirmek zorundadır. Registrar, VeriSign'e bir ücret ödemek zorundadır ve bu ücret, registrar'ın son kullanıcıya fiyatlandırdığı fiyata dahil edilir.
Bu düzenleme, bir araba satış bayisi ile benzer şekilde çalışır. Bir araba satın almak isteyen bir müşteri, showroom'u ziyaret eder ve mevcut arabaları deneyimli bir satış temsilcisi tarafından gösterilir. Müşteri bir araba satın almayı seçerse (bu örnekte stokta olan bir araba değilse), satıcı daha sonra aracı üreticiden sipariş etmek zorundadır. Müşteri sonunda arabayı alır ve satıcıdan müşteri hizmeti alır.
Bir registrar, alan adları için bir bayi gibi davranırken, registry ise üreticiye benzer bir rol oynar. Registrar işlemleri kolaylaştırır ve destek hizmetleri sağlarken, registry mal üretmekten ve teslim etmekten sorumludur. Bir alan adı kaydetmenin bir araba satın almadan farklı olarak, arabalar tüketici tarafından sahiplenilebilirken, alan adları teknik olarak yalnızca kiralanabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8328",
"len_data": 23525,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Atom veya ögecik, bilinen evrendeki tüm maddenin kimyasal ve fiziksel niteliklerini taşıyan en küçük yapı taşıdır. Atom Yunancada "bölünemez" anlamına gelen "atomos"tan türemiştir. Atomus sözcüğünü ortaya atan ilk kişi MÖ 440'lı yıllarda yaşamış Demokritos'tur. Gözle görülmesi imkânsız, çok küçük bir parçacıktır ve sadece taramalı tünelleme mikroskobu (atomik kuvvet mikroskobu) vb. ile incelenebilir. Bir atomda, çekirdeği saran negatif yüklü bir elektron bulutu vardır. Çekirdek ise pozitif yüklü protonlar ve yüksüz nötronlardan oluşur. Atomdaki proton sayısı elektron sayısına eşit olduğunda atom elektriksel olarak yüksüzdür. Elektron ve proton sayıları eşit değilse bu parçacık iyon olarak adlandırılır. İyonlar oldukça kararsız yapılardır ve yüksek enerjilerinden kurtulmak için ortamdaki başka iyon ve atomlarla etkileşime girerler.
Bir atom, sahip olduğu proton ve nötron sayısına göre sınıflandırılır: atomdaki proton sayısı kimyasal elementi tanımlarken, nötron sayısı da bu elementin izotopunu tanımlar. Her elementin radyoaktif bozunma veren en az bir izotopu vardır.
Elektronlar belirli enerji seviyelerinde bulunur ve foton salınımı veya emilimi yaparak farklı seviyeler arasında geçişlerde bulunabilirler. Elektron, elementin kimyasal özelliklerini belirlemesinin yanı sıra atomun manyetik özellikleri üzerinde de oldukça etkilidir.
Tarihi.
Felsefi temelleri.
Maddenin görünmeyen, küçük boyutlu parçacıklardan oluştuğu fikri antik dönemde ortaya çıksa da modern atom teorisi, bu anlayışları temel almaz.
Modern atom teorisinin ortaya çıkışı.
1803 yılında John Dalton, kimyasal reaksiyonlarda maddenin tam sayılarla belirlenen oranlarda tepkimeye girdiğini gösterdi ve dolayısıyla, maddelerin atom denen sayılabilir ama bölünemez parçalardan oluştuğunu ifade etti. Buna ek olarak, atomların kütlelerini ortaya koyan bir tablo hazırladı.
1869 yılında Dmitri Mendeleyev o zaman için bilinen elementleri düzenleyen bir periyodik tablo geliştirdi. J. J. Thomson 1897 yılında elektronu keşfetti. 1911 yılında Ernest Rutherford günümüz atom modelinin temelini teşkil eden yapıyı ortaya koydu: atomun, kütlesinin büyük bir kısmını oluşturan bir çekirdek ve bu çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşmaktadır. Rutherford çekirdeği oluşturan pozitif yüklü parçacığa proton adını verdi.
1932 yılında James Chadwick nötronu (adı, elektrik yükü 0 olduğundan, yani nötr olduğundan, nötron olmuştur) buldu. Daha sonra kuantum teorisi doğrultusunda Niels Bohr, Bohr atom modelini ortaya attı ve elektronların belli yörüngelerde bulunabildiğini ve bunun Planck sabiti ile ilgili olduğunu ifade etti. Bohr'un modelinin üzerinde, daha sonraki deneylerde bulunanlarla örtüşmesi için birçok ekleme ve çıkarma yapıldı. Bohr modelinin "yamalı bohça" lakabını alması bundan ileri modelini yapmıştır.
Yapısı.
Niels Bohr'un modeli ise modern atom teorisine en yakın modellerinden biridir. Bohr'a göre elektronlar çekirdeğin çevresinde rastgele yerlerde değil, çekirdekten belirli uzaklıklarda bulunan katmanlarda döner.
Atomun yapısını açıklayan ve bugün için kabul edilen son teori Kuantum Atom Teorisi'dir. Kuantum Atom Teorisi'ne göre atom modeli Bohr atom modelinden farklıdır. Bohr Atom Modeli'ne göre atomun merkezindeki çekirdeğin etrafında elektronlar çember şeklindeki yörüngelerde dolanmaktadırlar. Her bir çember yörünge belli enerji seviyesine sahiptir. Yörüngeler arası elektronik geçişler atomun renkli görünmesine neden olur. Ancak belli bir zaman sonra Bohr atom modelinin birçok spektrumu açıklayamadığından yetersizliği ortaya çıkmıştır.
Kuantum Atom Modeli'ne göre ise atomun merkezinde bulunan çekirdeğin etrafındaki elektronlar belli bölgelerde yani orbitallerde bulunurlar. Belli enerji seviyelerine sahip orbitaller atomu oluşturan küresel katmanlarda bulunur. Portakal kabuğu şeklinde iç içe geçmiş küresel katmanlardaki orbitallerin belli şekilleri ve açıları (yönelmeleri) mevcuttur. Orbitallerin bulunduğu katmanların enerji seviyelerinin başkuantum sayısı belirler. n = 1,2,3. . .gibi tam sayılarla ifade edilir. Orbitallerin şeklini ise l yan kuantum sayıları belirler. l = 0(s), 1(p), 2(d). .(n-1) e kadar değerler alır. Orbitallerin doğrultularını (açılarını) veren ml yan kuantum sayısı ml=-l. . .0. .+l değerlerini alır. Elektronların spini gösteren ms kuantum sayısı da +1/2 veya -1/2 değerlerini alabilir.
Bir atomun çapı, elektron bulutu da dâhil olmak üzere yaklaşık formula_1 cm civarındadır. Atom çekirdeğinin çapı ise formula_2 cm kadardır. Atomlar, boyutlarının görünür ışığın dalga boyundan çok küçük olması sebebiyle optik mikroskoplarla görüntülenemezler. Atomların pozisyonlarını belirleyebilmek için elektron mikroskobu, x ışını mikroskobu, nükleer manyetik rezonans (NMR) spektroskopisi gibi araç ve yöntemler kullanılır.
Yalnız elektronlar çekirdek çevresinde ancak belirli enerji seviyelerine sahip yörüngelerde dönerler, konumları ancak bir olasılık fonksiyonu ile ifade edilebilir. Elektronlar çekirdeğin etrafında buluta benzer bir şekildedir.
Atomaltı parçacıklar.
Nötron barındırmayan hidrojen-1 ile elektron barındırmayan hidrojen katyonu dışındaki tüm elementlerin atomlarında elektron, proton ve nötron bulunur. Negatif elektrik yüküne sahip elektron, 'lik kütlesiyle bu parçacıklar arasında en hafifi olup mevcut teknikler kullanılarak boyutunun ölçümü mümkün değildir. Pozitif yüklü protonun kütlesi , yani elektronun kütlesinin 1836 katı kadardır. Bir atomdaki proton sayısı, atom numarası olarak adlandırılır. Normal koşullarda elektronlar, zıt elektrik yüklerinin oluşturduğu çekim kuvveti sayesinde, pozitif yüklü çekirdeğe bağlıdırlar. Eğer bir atom, atom numarasından daha çok ya da az elektrona sahipse, sırasıyla negatif ya da pozitif yüklü bir iyon hâline gelir. 'lik kütlesiyle elektronun 1839 katı kütleye sahip nötron ise yüksüz bir parçacıktır.
Standart Model'e göre elektronlar temel parçacıkken proton ve nötronlar, kuark adı verilen temel parçacıklardan oluşurlar. Kuarklar bir çeşit fermiyondur ve leptonlarla birlikte maddenin iki temel bileşeninden biridir. Protonlar, her biri + elektrik yüküne sahip iki yukarı kuark ile - elektrik yüküne sahip bir aşağı kuarktan; nötronlar ise iki aşağı kuark ile bir yukarı kuarktan meydana gelir. Bileşimlerindeki bu farklılık, yüklerinin yanı sıra kütlelerinin de birbirinden farklı olmasına neden olur. Kuarklar, gluonların aracılığıyla oluşturulan güçlü etkileşimlerle bir arada kalır. Proton ve nötronlar ise nükleer kuvvet aracılığıyla birbirine bağlanırlar.
Çekirdek.
Bir atomdaki tüm proton ve nötronlar, atomun çekirdeğinde yer alır. Bu iki parçacık birlikte nükleon olarak adlandırılır. Bir çekirdeğin yarıçapı, nükleon sayısı formula_3 olan bir atomda yaklaşık formula_4 femtometre kadardır. Nükleonlar, "residual strong force" adı verilen kısa menzilli bir çekici güç bir arada tutar. Bu kuvvet 2,5 fm'den daha kısa uzaklıklarda, pozitif yüklü protonların birbirlerini itmelerine neden olan elektrostatik güçten çok daha güçlü bir kuvvettir.
Bir elementin tüm atomlarındaki proton sayısı aynıdır ve bu değer atom numarası olarak adlandırılır. Bir elementin atomlarındaki nötron sayıları farklılık gösterebilirken farklı nötron sayılarına sahip aynı element atomlarına izotop denir. Proton ve nötronların toplam sayısı, nüklidi belirler. Farklı sayıda proton ve nötrona sahip bir çekirdek, radyoaktif bozunmaya uğrayıp daha düşük bir enerji seviyesine geçerek proton ve nötron sayılarını birbirine yakınlaştırabilir. Bu bağlamda, proton ve nötron sayıları birbirine yaklaştıkça atomun radyoaktif bozunmaya karşı daha kararlılığı artar. Ancak atom numarası arttıkça, protonların birbirlerine uyguladıkları elektrostatik itme kuvvetleri artacağından, protonlar arasına girerek bu itmeleri azaltan nötron sayısı giderek çoğalır. Bunun sonucunda atom numarası 20'nin üzerinde (20, kalsiyumun atom numarasıdır) proton ve nötron sayıları eşit kararlı çekirdekler bulunmaz. Atom numarası arttıkça, kararlı bir çekirdek için gerekli olan nötron-proton oranı 1,5'e doğru kayar.
Proton, elektron ve nötronlar fermiyon olarak sınıflandırılırlar. Fermiyonlar için de geçerli olan Pauli dışarlama ilkesine göre özdeş iki parçacık, aynı anda aynı kuantum durumunda bulunamaz. Bundan ötürü çekirdekteki her bir proton ile nötron, kendi grubundaki diğer parçacıklardan farklı bir kuantum durumunda bulunmalıdır.
Atom çekirdeğindeki proton ve nötron sayıları, güçlü etkileşim nedeniyle büyük bir enerji gereken bir şekilde değiştirilebilir. Bu olay sonucunda, çekirdeğin değişmesi için emilen enerjiden daha fazla enerji dışarı salınır. Birden fazla çekirdeğin birleşerek daha ağır bir çekirdek oluşturmasına nükleer füzyon, çekirdeğin daha az sayıda nükleon içeren çekirdeklere bölünmesine ise nükleer fisyon denir. Nükleer füzyon için gereken ya da sonrasında ortaya çıkan enerji, nükleer füzyon için gereken ya da sonrasında ortaya çıkandan fazladır. Çekirdeğin yüksek enerjili atomaltı parçacık ya da fotonlarla bombardımana uğratılması sonucunda proton sayısı değişirse, atom başka bir element olacak şekilde değişir.
Bir füzyon reaksiyonu sonrasındaki çekirdek kütlesi ayrı parçacıkların toplam kütlesinden az olduğu durumlarda bu iki değer arasındaki fark, kütle-enerji eşdeğerliği formülü olan "e=mc2" (buradaki "m" kütle kaybı, "c" ise ışık hızıdır) sonucu ortaya çıkan değere sahip gama ışını ya da bir beta parçacığının kinetik enerjisi gibi kullanılabilir bir tür enerji olarak salınabilir. Yeni çekirdeğin bağlanma enerjisinin bir parçası olan bu enerji; birleşen parçacıkların bir arada kalması için gereken enerjinin geri döndürülemeyen kaybıdır.
İki çekirdeğin, demir ile nikelinkinden daha düşük atom numarasına sahip bir çekirdek oluşturacak şekilde gerçekleştirdiği füzyon, genellikle ekzotermiktir. Daha ağır çekirdeklerde, nükleon başına bağlanma enerjisi düşmeye başlar. Bu bağlamda, 26 dolaylarından yüksek atom numarası ile 60 dolaylarından daha yüksek kütle numarasına sahip sahip çekirdek üretimiyle sonuçlanan bir füzyon ise endotermiktir.
Elektron bulutu.
Bir atomdaki elektronlar, çekirdekteki protonlara elektromanyetik kuvvetle bağlanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8331",
"len_data": 10075,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.23
}
|
Lise, başta Avrupa olmak üzere birçok ülkenin eğitim sistemi içinde tanımlanan bir eğitim kurumu kategorisidir. Genellikle bir tür orta dereceli okul olarak kabul edilir. Türk eğitim sistemine göre, sekiz yıllık ilkokul ve ortaokulu bitirmiş olan 14-18 yaşlarındaki öğrencileri, en az dört yıllık bir eğitimle yükseköğretime hazırlayan ortaöğretim kurumudur. Türkiye'de lise eğitimi, 2012-2013 eğitim öğretim döneminden beri zorunludur.
Lise sözcüğü, Türkçeye Fransızca olan "lycée" sözcüğünden geçmiştir.
Türkiye'de lise türleri.
Eğitime devam etmeyen Liseler
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8333",
"len_data": 560,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.02
}
|
Mustafa Fahir Atakoğlu (28 Ocak 1963, İstanbul), Türk besteci ve piyanisttir. Senfonik eserler, film müziği ve caz alanlarında tanınır. Eserleri Avrupa ve ABD'de çeşitli müzik festivallerinde yer almış ve uluslararası ödüller kazanmıştır.
Müzik Eğitimi.
7-8 yaşlarında piyano çalmaya başlayan Atakoğlu, 15 yaşında Işık Lisesi'nde okuduğu sırada müzik öğretmeni Muzaffer Uz tarafından Cemal Reşit Rey ile tanıştırıldı. 1977-1980 yılları arasında Rey'den özel ders aldı. Ardından İstanbul Devlet Konservatuvarı'na giren Atakoğlu 1980'de Londra'ya giderek Croydon College'da eğitim aldı.
Profesyonel Müzik Yaşamı.
1983'te Türkiye'ye geri dönerek reklam müzikleri üzerinde çalışmaya başladı. 90'lı yıllarda ise belgesel müziklerine imza atmaya başladı. Bunun dışında Türkiye'deki çeşitli sanatçılar ile beraber müzik yaptı. Bunların başında Mazhar-Fuat-Özkan, Sertab Erener ve Sezen Aksu gelmektedir. Yurt dışında beraber çalıştığı kişiler arasında ise Yunan şarkıcı Notis Sfakinakis gelmektedir. Yunanistan'da oldukça ses getiren Telos-Dios-Telos şarkısı 480.000 adet satmıştır.
Cumhuriyet, Sarı Zeybek ve Demir Kırat gibi Türkiye'nin yakın tarihini anlatan üç önemli belgeselin müzikleriyle belgesel müzikleri alanındaki başarısını kanıtladı. 1994'te kendi adını taşıyan ilk solo albümünü çıkardı. 2008 yılında yayımladığı "İz" albümüyle müzikseverler tarafından geniş ilgi görmüş bestecinin kariyeri boyunca bestelediği şarkılarını bu albümünde Sezen Aksu, Nilüfer, Tarkan, Sertab Erener ve Levent Yüksel gibi sanatçılar yorumladı.
Yaşamını Amerika'da sürdüren sanatçı, 25. sanat yılında 2008 yılında “Istanbul In Blue” albümü ile Grammy ödüllerine 3 dalda aday gösterildi. "Istanbul in Blue" albümünde Atakoğlu'yla birlikte çalışan Grammy ödüllü vurmalı çalgılar virtüözü Horacio "El Negro" Hernandez ve Kanadalı basçı Alain Caron birlikte Türkiye'ye gelerek 10 Mayıs 2011'de Beyoğlu'nda bulunan Indigo Kulüp'te konser verdi. Dünyaca ünlü Kodak Tiyatrosu ve Carnegie Hall da dahil olmak üzere Avrupa ve ABD'de pek çok konser verdi.
1995, 1996 ve 1997 yıllarında en iyi jingle dalında Kristal Elma ödülü kazandı. 2000 yılında müziklerini bestelediği "Büyükada'da Sürgün", Milano Film Festivali'nde belgesel dalında birinci oldu. 2014'te Turk of America Dergisi tarafından Amerika'da yaşayan en etkili 50 Türk arasında gösterildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8334",
"len_data": 2328,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.27
}
|
Fatih şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8335",
"len_data": 29,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.25
}
|
Neşter, genel olarak tıbbi amaçla cerrahide ve kimi zaman çeşitli sanat ve zanaatlerde kesim yapmak için kullanılan çok keskin ufak bıçak.
Cerrahi neşter.
Cerrahide kullanılan bıçaklar gamma ışınları ile sterilize edilmişlerdir. Gamma ışın dalgaları, çok sert cisimlere (çelik vs.) girebilen ve gözle görülemeyen bakteri, virüs gibi zararlı canlıları yok edebilen bir ışın dalgasıdır. Cerrahide kullanılan neşterlerin ağızları lazer ile inceltilir ve keskinleştirilir.
Özellikleri.
Santimetrenin %1'i kalınlığındadır. Genel olarak karbon çeliğinden imal edilirler. 11, 13, 17, 21, 22 santimetre gibi değişik boyutluları vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8336",
"len_data": 627,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.4
}
|
Kan, atardamar, toplardamar ve kılcal damarlardan oluşan damar ağının içinde dolaşan; akıcı plazma ve hücrelerden (alyuvar, akyuvar ve kan pulcukları) meydana gelmiş kırmızı renkli hayati sıvıdır.
Kana; latincede hema, kanı inceleyen bilim dalına ise hematoloji denir. Bu sözcükler eski Yunancada kan sözcüğünü karşılayan "haima"dan türetilmiştir. Kan, kolloit bir madde olup homojen görünse bile, heterojen bir karışımdır. Normal bir erişkinin vücut ağırlığının ortalama 1/13'ünü oluşturmaktadır.
Kan sürekli hareket halinde olan sıvı bir yapıdadır ve kan hücrelerinden oluşur. Bu kan hücreleri, çeşitli şekillerden ve plazmalardan oluşmaktadır. Dış bölümde kalan plazma, kanın hacminin %55'ini oluşturmaktadır. Plazmanın bazı kaynaklara göre %92'lik kısmı, bazı kaynaklara göre ise %90'ı sudan oluşur ve geriye kalan bölümü organik ve inorganik maddeler olan plazma proteinleri, aminoasitler, karbonhidratlar, yağlar, hormonlar, üre, ürik asit, laktik asit, enzimler, antikorlar, sodyum, potasyum, iyot, demir, bikarbonat gibi elementlerden oluşmaktadır. Bunlara NPN bileşikleri de denilir. Plazmanın asıl amacı, kanın dokuların ilgili bölümüne taşınmasını sağlamaktır. Plazmada bulunan katı maddelerin büyük miktarının proteinlerden oluştuğu da bilinmektedir. Plazma yalnızca kanın vücutta dolaşmasına yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda, atık ürünlerin de hücrelerden alınmasını sağlar. Plazmanın bileşenleri sürekli olarak yenilenmektedir. Hücrelerin beslenmesine ve atıklarının alınmasına yardımcı olan plazmalar, bağışıklık sistemi hücrelerini de içinde barındırırlar. Kan plazması kendisini 48 saatte bir yenilemektedir.
Plazma proteinleri.
Plazmadan alınan gıdaların metabolizma ürünleri olan ürik asit, kreatinin, amino asitler gibi bir grup organik moleküller de bulunmaktadır. Diğer organik maddeler ise glikoz, yağlar ve kolesteroldür. Plazmanın ana inorganik bileşenleri elektrolitlerdir. Bunlar; sodyum (Na+), klor (Cl-), kalsiyum (Ca++), fosfat (PO 4-3), sulfat (SO 4) -2 ve magnezyumdur (Mg++).
Kan hücreleri.
Eritrositlerin 1 mm3 oranındaki kanda bulunan sayısı erişkin erkekte 4,5- 6 milyon, erişkin bir
kadında ise 4- 5 milyondur. Eritrosit sayısının normalden fazla olmasına polisitemi (poliglobuli) adı verilir. Eritrosit sayısının veya hemoglobin miktarının normalden düşük olmasına ise Anemi (kansızlık) denmektedir.
Kanın görevleri.
Kanın koruma, taşıma, savunma ve düzenleme görevleri bulunmaktadır.
Koruma görevi: Vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen yaralanma sonucunda açılan yaradan akan kan oksijenle temas ettiğinde kurur ve yaranın kapanmasına sebebiyet verir. Trombositler oksijenle temas ettiklerinde pıhtılaşma diğer manasıyla kanın kuruması gerçekleşerek vücudun kan kaybı engellenir.
Taşıma görevi: Kan, sindirim sisteminin parçaladığı besinleri hücrelere taşır. Akciğerlerden vücuda alınan oksijeni dokulara, metabolizma sonucu oluşan karbondioksiti ise akciğerlere taşır.
Savunma görevi: Vücuda giren yabancı maddeler (virüs, bakteri) kan tarafından fagosite edilerek zararsız bir duruma getirilir. Ayrıca vücuda giren yabancı maddeler için antikor yapımını da sağlar.
Düzenleme görevi: Metabolizma ile oluşan ısıyı bütün vücuda dağıtıp vücut ısısını dengede tutar. Vücut sıvılarının ise pH dengesini ayarlar.
Kan grupları.
İnsanlardaki kanın özelliklerini belirtmek amacıyla, antikorlara ve antijenlere bakılarak belirlenmiş olan sınıflandırma sistemine denmektedir. Alyuvarların üzerinde, kan proteinlerine göre oluşan gruplar bulunmaktadır. Bu proteinler, A, B ve RH proteinleri olmak üzere 3 çeşide ayrılırlar ve aralarında 8 adet kan grubu oluştururlar. Bağışıklık sisteminin ürettiği antikorlar da kanda bulunmaktadır. Bunlar da A, B ve RH antikoru olarak adlandırılır. Bilinen hiçbir kanın yapısında antikorlar ve protein yan yana bulunmaz. Eğer birlikte olursa, birbirlerini tutarak katılaşır ve çökelirler. Kişiler arasında kan transfüzyonu yapılabilmesi için, alıcı ve vericilerin kanlarındaki protein ve antikorların incelenmesi gerekmektedir. Farklı gruplara sahip kişiler arasında kan alışverişi yapılamaz. Sadece AB grubu içerisinde bulunanlar "genel alıcı" (A, B ve 0 gruplarından kan alabilir, yani evrensel alıcıdır), 0 grubu içinde olanlar ise "genel verici"dir (diğer kan gruplarının hepsine verebilir, fakat yalnız 0 grubundan kan alabilir).
Kan doku.
Kan doku, kırmızı kan hücreleri ve beyaz kan hücrelerini ve kanın hücresel olmayan sıvı kısmını içine alır. Bu sıvıya plazma denir. Bazen bu doku bağ doku içinde de sınıflandırılır çünkü benzer hücrelerden köken alır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8337",
"len_data": 4538,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.55
}
|
Kan grubu (veya kan sınıfı), eritrositlerin yüzeyindeki kalıtsal antijenler ile plazmadaki ilgili antikorların varlığı ya da yokluğuna dayanarak Kanın özelliğini belirtmek için oluşturulmuş sınıflandırma sistemidir. İnsanlarda A, B, AB ve 0 türleri vardır. Bundan bağımsız olarak, Rh değeri + ya da - değerinde olabilir. Bu üç sistemin birleşiminden 8'li kan grubu tablosu oluşmuştur. Türkiye'de iki sistem yan yana yazılarak belirtilir. Örneğin; A türü kanda Rh değeri negatif ise, o kan için A Rh (-) grubu denir. Türkiye'de Kızılay'ın verilerine göre en çok bulunan ve en çok gereksinilen grup A Rh (+)'dir. RH etkeni, Hint şebeğinin () kanındaki antikorların var olup olmaması anlamına gelir.
Kan grubu uyumu.
Her ne kadar aşağıdaki tablo genel olarak doğruysa da uzun dönem kan aktarımı gerektiren kişilere kendi kan gruplarının aynısının verilmesi zorunludur. Çok ama çok acil durumlarda RH (-), RH (+)'ye kan verebilir.
Kan Gruplarının görevi.
Kan grubunu belirleyen A ve B genleri, kanda bulunan alyuvarların zarlarında A ve B türü proteinlerden hangisinin yer alacağını belirlerler. Birinin kan grubu A ise, alyuvarlarının zarında yalnızca A türü protein; B ise, yalnızca B türü protein, AB ise her ikisinden de vardır demektir. 0 ise alyuvarların zarında her ikisi de yoktur demektir. Alyuvar çeperinde bulunan ve kan grubunu belirleyen bu proteinlere aglütinojen denir. Ancak kanda, kendinizinkinden ayrı bir kan grubuna ait alyuvar hücrelerinin vücudunuza girmemesini sağlayarak sizi koruyan aglütinin adlı antikorlar bulunur. Protein yapısında olan aglütininler de tıpkı aglütinojenler gibi A ve B türümde olurlar.
Tarihi.
Kan aktarımlarının, kan grupları konusunda hiçbir bilginin olmadığı halde önceleri başarıyla sürdürülebilmesi dikkat çekicidir. Landois 1875'te köpek kanının başka bir cinsin kanı ile karıştırıldığında 2 dakika içerisinde sürekli lizise (hücre parçalanması) neden olduğunu bildirmiştir. Bu çalışmayı bilen Karl Landsteiner, 22 kişide yaptığı çalışmada alyuvar ve serum arasındaki tepkimeleri tanımlayarak 1901'de sonuçlarını yayınlamıştır. Landsteiner önceleri A, B, C olmak üzere üç kan grubu tanımladı. Sonraki yıl öğrencileri olan DeCastello ve Sturli 155 kişiyi kapsayan daha geniş bir çalışma ile kan grup sistemini A, B, O, AB olarak tanımladılar (1902). 1922'de Amerika Birleşik Devletleri'ne göç eden Landsteiner 1930 yılında Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'ne layık görülmüştür.
Diğer kan grup sistemleri tanımlanmadan neredeyse yarım yüzyıllık bir zaman geçmiş ve 1939'da Philip Levine tarafından sunulan bir olgu ile Rhesus (Rh etkeninin bulunduğu maymunun adı) etkeninin varlığına dikkat çekilmiştir. Sonraki birkaç yıl içerisinde yapılan benzer çalışmalarla yeni antijen sistemleri tanımlanmıştır.
Genetik.
İnsanlardaki ABO kan grubu sistemlerinin kalıtımsal açıklaması şu şekildedir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8338",
"len_data": 2832,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.95
}
|
Ateroskleroz, atardamarları (arterleri) etkileyen bir hastalıktır. Yaygın olarak "damar sertleşmesi" olarak adlandırılan arteriosklerozun bir türüdür. Orta boy ve büyük arterlerde görülen "aterom" veya "plak" olarak adlandırılan yapısal bozukluklardan (lezyonlardan) oluşur. Aterom, hangi safhada olduğuna bağlı olarak çeşitli yapılar barındırabilir:
Aterom, damarın yüzey tabakası kalınlaşmış büyük bir alanının ortasında bulunan, yumru gibi, yumuşak sarımsı bir birikimdir. Arter lümenine yakın noktalarda makrofajlardan oluşur. Bunun altında bazen kolesterol kristalleri ve ilerlemiş lezyonların tabanında kireçlenme (kalsifikasyon), hatta bazen kemikleşme de olabilir. "Ateroskleroz", ateromların, içi yumuşak, dışı sert yapısından dolayı Yunanca "athero-" (lapa) ve "-sclerosis" (sertleşme) sözcüklerinden türetilmiştir.
Ateroskleroz iki patolojik sorun oluşturur. Birincisi, aterom zaman içinde yırtılabilir ve içinden çıkan parçalar akıntıyla gidip daha dar damarları tıkayabilir (tromboz). İkincisi, aterom yırtılmasa da büyümesi sonucunda damarın daralmasına (stenoz) yol açabilir. Her iki durumda da damar tarafından beslenen organa yetersiz kan gitmiş olur. Hastalığın izleyebileceği alternatif bir yol ise anevrizma olarak adlandırılır; bu durumda ateromun kalınlaşmasının telafisi için damar genişler ama bunun sonucunda damar duvarı zayıflar, en zayıf noktasından balon gibi şişip patlar ve iç kanamaya varır.
En yaygın görülen süreç, hassas plak olarak adlandırılan yumuşak plakların yırtılmasıdır. Bunun sonucunda oluşan kan pıhtısı, kanı 5 dakika gibi kısa bir sürede yavaşlatır veya durdurur ve ölüme yol açabilir. Bu olaya enfarktüs denir. Bunun en yaygın senaryosu kalp krizidir, yani trombozun bir koroner arterin içinde meydana geldiği miyokardiyal enfarktüstür. İlerlemiş aterosklerozda görülen başka bir yaygın senaryo ise kladikasyon olarak adlandırılır, bu durumda stenoz ve anevrizmanın birleşimi sonucu bacaklara yeterli kan gitmez ve bunun sonucu hasta topallar. Böbrek, bağırsak ve diğer organlardaki arterler de aterosklerozdan etkilenebilir.
Semptomlar.
Ateroskleroz genelde erken ergenlik çağında başlar, çoğu büyük arterde bulunur ancak kendini belli etmez ve çoğu tıbbi tanı yöntemiyle de fark edilmez. Kalbi besleyen koroner dolaşıma veya beyni besleyen serebral dolaşıma etki ettiği zaman hastalık ciddi anlamda ortaya çıkar. Kalp krizi, akut inme, kalp yetmezliği ve genel olarak çoğu kalp hastalığının altında yatan neden aterosklerozdur. Kol ve bacak arterlerinde ateromlar yüzünden dolaşım yetmezliğine periferik tıkayıcı arter hastalığı denir.
ABD 2004 yılı verilerine göre erkeklerin %65'i ve kadınların %47'sinde aterosklerotik kardiyovasküler hastalığın ilk belirtisi bir kalp krizi veya ani kardiyak ölüm (ilk belirtilerden sonraki bir saat içinde ölüm) olmuştur.
Arterde kan akışını bozan olayların çoğu lümen tıkanmasının %50'den az olduğu yerlerde olur. Bu olaylarda ortalama stenoz oranı %20'dir. Dolaşım sorunlarını test etmek için kullanılan en yaygın test olan Kardiak stres testi ancak %50'den fazla tıkanmayı algılayabilmektedir.
Aterojenez.
"Aterojenez", aterom plaklarının gelişme sürecidir.
Aterosklerozun mikroskop altında görülebilen ilk aşaması "yağ çizgileri" oluşumudur. Bunlar endotelin altında bulunan, içi lipit dolu hücre topluluklarıdır; yağ çizgileri gelip geçici olabilir. Arter damarlarında hücrelerin (özellikle monosit türevi makrofaj gibi lökositler) ve değişime uğramış lipoprotein birikmesine paralel olarak arter yapısı değişime uğrar. Bunu izleyen yangı (enflamasyon), arterin "intima" tabakasında aterom plaklarının oluşumuna yol açar. İntima, damarda endotel ile media ve adventitia arasındaki kısımdır. Bu plaklar aşırı yağ, hücreler, kollajen ve elastinden oluşur. Lümen diye adlandırılan arter boşluğunda başlangıçta herhangi bir daralma (stenoz) oluşturmazlar.
Aterosklerozun nasıl başladığına dair iki hipotez vardır. Bu iki hipotezi de destekleyen bulguların varlığına bakılırsa muhtemelen ikisi de en azından kısmen doğrudur.
Lipit hipotezi.
Kan plazmasında bulunan LDL endotelin içine sızıp yükseltgendiği (oksitlendiği) zaman kalp hastalığı için risk oluşturur. LDL oksidasyonuna etki eden karmaşık biyokimyasal reaksiyonlar zinciri vardır, bunlar en çok, endotelde bulunan serbest radikallerden kaynaklanır.
Damar duvarının hasar görmesi, bir yangı tepkisi doğurur. Bir akyuvar türü olan monositler kandan gelip arter duvarının içine girer, ayrıca trombositler de duvara yapışır. Ardından, monositler değişime uğrayıp makrofaj olur, bunlar da oksitlenmiş LDL'yi içlerine alarak zamanla "köpük hücre"lere dönüşür. Böyle adlandırılmalarının nedeni sitoplazmaların içinde çok sayıda kesecik (vezikül) ve yüksek miktarda lipit birikmesidir. Mikroskop altında lezyon artık bir yağ çizgisi olarak görünür. Köpük hücreler sonunda ölür ve bu yangı sürecini daha da yaygınlaştırır.
Ateromdaki kolesterolün kaynağı LDL'dir. Dokulardaki kolesterolü karaciğere geri taşıyan HDL miktarı az ise bu LDL birikiminin başlattığı süreç daha da hızlanır. Köpük hücreleri ölünce içlerindeki kolesterol ve diğer lipitler ateromda birikmeye başlar.
Köpük hücreleri ve trombositler düz kas hücrelerinin hareketini ve çoğalmasını teşvik eder; düz kas hücrelerinin yerine kollajen gelir ve bu hücreler de köpük hücrelerine dönüşür. Lipit birikintileri ile damarın intima tabakası arasında koruyucu bir fibröz örtü oluşur.
Kronik endotel hasar hipotezi.
Russell Ross ve John Glomset tarafından öne sürülen (İngilizce "Response to Injury" olarak adlandırılmış olan) bu hipoteze göre endotel tabakaya hasar veren herhangi bir etmen, trombositlerin endotel altına girip yapışmasına neden olur, ardından monosit ve T lenfositler gelir, bu hücrelerin salgıladığı büyüme faktörleri düz kas hücrelerinin mediadan intimaya geçip orada çoğalmasına, bağ dokusu ve proteoglikan imal etmesine ve fibröz plak oluşturmasına neden olur.
Bu iki hipotez birbirini dışlamaz. Oksitlenmiş LDL endotel hücrelerine toksik olduğu için bir hasar unsuru sayılabilir. Ayrıca yenilenen endotel hücreler tamamen normal olmaz ve plazmanın LDL'nin endotel tabakada alıkonmasına neden olabilir. Ancak kronik endotel hasar hipotezi lipit kökenli olmayan (örneğin enfeksiyon sonucu) aterom oluşumlarına açıklama getirir.
Yeniden yapılanma ve kalsifikasyon.
Yukarıda belirtilen süreçte damardaki düz kas tabakasında, özellikle ateromun hemen yanındaki düz kas hücrelerinde, mikroskopik kireçlenmeler (kalsifikasyonlar) başlar. Zaman içinde bu hücreler kas tabakası ile ateromun dış kısımları arasında kalsiyum birikimleri meydana gelir.
Bu örtülü yağ birikintileri (bu aşamada artık aterom olarak adlandırılırlar) arterin zaman içinde genişlemesine neden olan enzimler salgılarlar. Arterin genişlemesi ateromun fazladan kalınlığını telafi ettikçe damar boşluğunda bir daralma (stenoz) olmaz. Arterin kesiti yumurta şekilli olarak genişlemeye devam eder. Ancak eğer bu genişleme aterom kalınlığıyla orantısız olursa bir anevrizma meydana gelir.
Görünür özellikler.
Mikroskopla bakıldığında iki plak türü ayırt edilebilir:
Damarın kas tabakası ateromu tutmaya yetecek büyüklükte küçük anevrizmalar oluşturur. Aterom plağının varlığını telafi edecek şekilde yapısını değiştirmesine rağmen kas tabakası genelde dayanıklılığını sürdürür.
Ancak, damar duvarının içindeki ateromlar yumuşak ve yırtılmaya müsaittir, fazla bir esneklikleri yoktur. Arterler kalp atışlarıyla sürekli genişleyip büzülürler, yani nabız atarlar. Ayrıca ateromun dış kısmıyla kas duvarı arasındaki kireçlenme de, aterom ilerledikçe esneklik kaybına ve damarın sertleşmesine yol açar.
Kireç birikimleri yeterince ilerlediğinde bilgisayarlı tomografi (BT) veya elektron demet tomografisi ("electron beam tomography") ile koroner arterlerde görüntülenebilir. Bu yöntemlerle bakıldığında kalsifikasyonlar ateromları çevreleyen yüksek radyografik yoğunluklu halkalar olarak görünür. BT tekniği ile Hounsfield skalasında 130 birimden fazla (bazılarınca 90 birimden fazla) bir radyografik yoğunluk, arterlerde açıkça kalsifikasyon olduğunun bir belirtisi sayılır. Anjiyografi veya intravasküler ultrasonla bakılıp arter lümeninde bir daralma görülmese dahi bu kalsifikasyonlar hastalığın, üstelik ileri bir aşamada olduğunun tartışmasız delili sayılırlar.
Yırtılma ve stenoz.
Hastalık onlarca yıl yavaşça ilerlemesine rağmen, arterin bir aterom tarafından tıkanmasına kadar fark edilmez. Tipik olarak şöyle meydana gelir: Aterom yırtılması, yırtığın üzerinde pıhtılaşma ve fibröz yapılanma ve bundan kaynaklanan stenoz. Bu süreç bir kere veya tekrar tekrar olabilir. Stenoz yavaş ilerleyebilir, buna karşılık plak yırtılması ani bir olaydır. Yırtılma, ince ve zayıf fibröz örtülü "hassas" ateromlarda olur.
Lümenin tamamen tıkanmasına neden olmayan ama yinelenen plak yırtılmalarının üzerindeki pıhtı örtüsü ve pıhtıyı sabitleştirici fizyolojik tepki, çoğu stenozu meydana getiren süreçtir. Stenozlu bölgelerde akış hızının yüksek olmasına rağmen bunlar sağlamdır, genelde parçalanmazlar. Kan akışını durduran yırtılma olayları genellikle az daralma yapmış büyük plaklarda meydana gelir.
Klinik araştırmalarda, yırtıldıktan sonra arterin tamamen tıkanmasına neden olan plaklardaki stenoz miktarının ortalama %20 oranında olduğu bulunmuştur. Yüksek oranda stenoz oluşturmuş plaklar çoğunlukla ciddi sonuçlar doğurmaz. Klinik araştırmalarda, %75'ten fazla oranda daralma olan plakların yalnızca %14'ünün kalp krizine neden olduğu bulunmuştur.
Eğer yumuşak ateromu kandan ayıran fibröz örtü yırtılırsa, alttaki doku parçaları kanın içine saçılır, kan ateromun içine girer ve bunun sonucunda ateromun hacminde ani bir büyüme meydana gelebilir. Doku parçalarında kollajen ve doku faktörü bulunduğu için trombositleri uyarıp kan pıhtılaşma sistemini harekete geçirirler. Sonuç, ateromu kaplayan ve kan akışını ileri derecede engelleyen bir kan pıhtısı, yani "trombus"dur. Kan akışının engellenmesiyle daralma noktasının ötesindeki dokular oksijen ve gıdadan mahrum kalır. Eğer bu doku kalp kası (miyokardiyum) ise göğüs ağrısı (anjina) veya kalp krizi (miyokardiyal enfarktüs) meydana gelir.
Plakla ilintili hastalık tanısı.
Kalp hastalıkları için kullanılan anjiyografi ve kardiak stres testi teknikleri damarlarda ciddi daralma (stenoz) noktalarını belirlemeyi amaçlar. Bu teknikler aterosklerozu doğrudan fark etmeye yaramaz. Oysa klinik çalışmalar, ciddi olayların meydana geldiği yerlerin büyük plaklı ama az daralmalı olduğunu göstermiştir. Plak yırtılması saniyelerle dakikalar arasında bir sürede arter lümeninin tıkanmasına ve potansiyel olarak hastanın daimi sakatlanmasına veya ölümüne yol açabilir. Bu yüzden 1990'lardan beri tedavinin hedefi olarak daha ölümcül olan "hassas plak"lara odaklanılmıştır.
Vücuttaki her arterde plak oluşabilse de, hayatî organları besleyen arterlerdeki tıkanmalar özellikle fark edilir. Kalp kaslarını besleyen damarların tıkanması kalp krizine, beyni besleyen damarların tıkanması inmeye yol açar. Bu dokular zarar gördüğü zaman sadece %2 oranında yenilendikleri için meydana gelen hasarların sonucu hastayı öldürmese dahi kalıcı bir etki bırakır.
Risk arttırıcı faktörler.
Aterosklerozla ilişkili çeşitli anatomik, fizyolojik ve davranışsal risk faktörleri bilinmektedir:
Yukarıdaki listede '+' işaretli maddeler "metabolik sendrom"un belirtisi sayılır.
Tedavi.
Eğer ateroskleroz semptom gösterirse semptomlar (örneğin anjina pektoris) tedavi edilebilir. Önce sigrayı bırakmak veya düzenli egzersiz gibi ilaçsız tedavi yöntemleri denenir. Bu yöntemler fayda etmezse kardiyovasküler hastalıkların tedavisinde ilaç kullanımına geçilir. Yeni ilaçlar keşfedildikçe bu yaklaşım daha etkili olmaktadır. Ancak ilaçlar patent kontrolünde, pahalı ve bazen de yan etkili olmalarından dolayı eleştirilmektedir.
Klinik araştırmalarda yararlı olduğu bulunan tedavi hedefleri şunlardır: lipoprotein dengesizlikleri, yüksek kan şekeri (yani diyabet), yüksek kan basıncı, homosistein, sigara terki, pıhtı faktörlerini hedefleyen pıhtıönler (antikoagulan) almak, tuzlu su kaynaklı balık eti yiyerek Omega-3 yağlar almak, egzersiz yaparak kilo kaybetmek. Hedef serum kolesterol düzeyi 4 mmol/L'nin altıdır (trigliseritler için de 2 mmol/L'nin altı).
Statinler olarak adlandırılan ilaç grubu, aterosklerotik hastalıkla ilişkili olayların önüne geçmekte çok başarılı olmuştur. Ancak fizyolojik risk faktörlerinde önemli bir azalma elde etmek için birden fazla ilacı birlikte kullanmak ve gündelik ve süresiz olarak almak gerekmektedir. Karmaşık ve etkili tedavi rejimleri izleyen hastaların fizyolojik özelliklerinin damarlarda yağ çizgilerinin görülmesinden evvelki çocukluk dönemine benzediği gözlemlenmiştir.
LDL'nin bir kalıtsal çeşidi olan Lipoprotein küçük a'nın azaltılması gündelik yüksek vitamin B3 (niasin) dozları almakla mümkündür. Niasin aynı zamanda LDL taneciklerin daha büyük olmasını ve HDL işlevinin artmasını sağlar. Statinlerle niasin'in, bağırsak kolesterol emilme inhibitörleri ("ezetimibe" ve daha az etkili olan "fibrat"ların) hastanın dislipipidemik özelliklerini iyileştirdiği ve klinik olayların tekrarını azalttığı bulunmuştur. Koruyucu tedavide kolesterol azaltıcı ilaçların ölüm oranlarını azaltmıştır (örneğin AFCAPS/TexCAPS denemesinde). Aynı sonuçlara ulaşmak için beslenme değişikliği yapmak genelde ilaç tedavisinden çok daha az etkili olmuş ve kişilerin sağlıklı bir diyeti sürdürme başarıları düşük olmuştur.
Halen aterosklerozu olmayan diyabetli kişilerin aterosklerozlu diyabetsizlere kıyasla uzun vadede aterosklerozdan çok daha kötü etkilendikleri bulunmuştur. Bu yüzden diyabet, ileri ateroskleroz dengi olarak görülmektedir.
Homosistein seviyelerinin normal düzeye düşürülmesi, özellikle bunun beslenmede Omega-3 yağ kullanımı ile yapılmasının koruyucu etkileri olduğu altı klinik çalışma tarafından gösterilmiştir.
Aerobik egzersiz, kilo kaybı ve beslenme değişiklikleri de faydalı olmakla birlikte genelde daha az etkilidir ve çoğu kişi için uzun süre devam ettirilmesi sorunludur.
Tibbi tedaviler genelde semptomlara odaklıdır. Ancak uzun dönemde hastalığın nedeni olan süreçleri düzeltme yönündeki tedavilerin daha etkili olduğu gösterilmiştir.
Kısa dönemde yararlı olan cerrahi müdahaleler arasında, daralmış damarları genişletmek için anjiyoplasti ve daralmış damarların etrafından yeni bağlantılar oluşturan baypas ameliyatı sayılabilir.
Antioksidan korumayı artırmak amacıyla yüksek dozlu E veya C vitamini kullanımının bir faydası olduğu çift kör bir klinik çalışmada gösterilememiştir. Ancak bu çalışmalar, etkili olduğu iddia edilenden daha düşük dozlar kullanılarak yapılmıştır.
Statin ilaçlarının başarısının arkasında yatan, kullananların ölüm oranlarında gözlemlenen azalmalardır. Bu ilk olarak "4S" olarak adlandırılan, kalp krizi geçirmiş ve ilerlemiş hastalığı olan kişilerde yapılmış olan ilk geniş çaplı, plasebo kontrollü, randomize klinik denemede gösterilmiştir. 4S'de statin kullananların mortalite oranı plasebo alanlara kıyasla %30 daha düşük olmuştur. Bu çalışmaya katılanlar arasında dıyabetli olan bir alt grup için statin ile plasebo arasındaki mortalite farkı %54 olmuştur. 4S'den sonra yapılan diğer klinik denemelerde mortalite oranında daha da büyük düşüşler bulunmuştur. ASTEROID denemesinde (ref. 3) plak hacminde gerileme görülmüştür.
Özetle, hastalığın en etkili tedavisi için, çok yönlü ve sinsi yönlerini anlayıp bir veya birkaç tedavi yöntemi yerine birçok ve
farklı tedavi stratejisini birleştirmek etkili olmaktadır. Kan lipitlerinin lipoproteinler tarafından taşınma özelliklerini değiştirmek gibi başarılı olmuş yaklaşımlarda, semptomlardan hem önce hem de hemen sonra saldırgan tedavi kombinezonları kullanmak daha iyi sonuç vermiştir. Aterosklerozla ilişkin risk taşıyan hastalara koruyucu olarak düşük doz aspirin ve bir statin verme uygulaması yaygınlaşmaktadır. Ancak, semptomsuz kişilerin tedavi edilmesi tıp camiasında tartışmalıdır.
Ateroskleroz ve Anevrizma: Ölümcül olabilen sonuçlar.
Aorta aterosklerozu ve anevrizması
"A.carotis interna" aterosklerozu
Vertebrobaziler sistem aterosklerozu
Koroner arterlerin aterosklerozu
"A.mesenterica" aterosklerozu
"A.renalis" aterosklerozu
"A.iliaca" ve "A.femoralis" aterosklerozu
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8343",
"len_data": 16129,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4.01
}
|
Korzo sözcük olarak eski Yugoslavya ulus ve halklarının ortak bir geleneğidir. Her ne kadar genç erkeklerin ya da kızların kendilerine eş arama, tanışma ve flört etme gibi birtakım sosyal ilişkilerini temel alıyorsa da, aslında korzo değişik ulus ve halkları, çalışma yaşamları dışında da kaynaştırmaya yönelik hümanist bir gelenektir. Ancak uygulamada bunu görmek mümkün değildir. Kosova'da ve Makedonya'da çeşitli ulus ve halklara mensup insanların kentin en büyük ve tarihi caddesinde bir sıra halinde yürüyerek ortak bir sorunu tartışmaları beklenirken, uygulamada ise, insanlar kendi gruplarını oluşturmakta ve kendi dilleriyle, kendi ortak sorunlarını tartışmaktadırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8345",
"len_data": 676,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.82
}
|
Pîrî Reis ( 1465/70, Gelibolu - 1554, Kahire), Türk denizci ve kartograf. Asıl adı Muhyiddin Pîrî Bey'dir. Künyesi Ahmed ibn-i el-Hac Mehmed El Karamanî'dir. Amerika'yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınmıştır. Ayrıca Hadikat'ül Bahriye, Bilad-ül Aminat ve Eşkalname gibi eserleri de bulunmaktadır.
Hayatı.
İlk yılları.
Pîrî Reis'in memleketiyle ilgili bazı görüşler bulunmaktadır. 19. yüzyıl Osmanlı bibliyografya ve biyografi yazarı Mehmed Tahir Bey'in "Osmanlı Müellifleri" adlı eserinde kullanılan "Ahmed İbn-i Ali El-Hac Mehmed Karamanî Lârendevî" künyesinden yola çıkarak Karamanlı bir ailenin çocuğu olarak belirtilmektedir. Pîrî Reis'in babası Karamanlı Hacı Mehmed, amcası ise ünlü denizci Kemal Reis'tir. Kemal Reis'le bizzat tanışmış olan Osmanlı tarihçisi Kemalpaşazâde onun Gelibolulu olduğunu belirtmiştir. Buradan yola çıkarak Ahmed Muhyiddin Pîrî'nin ailesinin Fatih Sultan Mehmed devrinde padişahın emri ile Karaman'dan İstanbul'a göç ettirilen ailelerden olduğu, ailenin bir süre İstanbul'da yaşadıktan sonra Gelibolu'ya göç ettiği kabul edilmektedir. 1500 yılında Modon civarında yaşanan deniz muharebesinde 30-35 yaşlarında bir gemi reisi olan Piri Reis, 1465-1470 yılları arasında bir tarihte doğmuştur.
Denizciliğe adım.
Pîrî Reis tarafından yazılan Kitâb-ı Bahriye adlı eserden yola çıkarak, onun amcası Kemal Reis'le birlikte Eğriboz dolaylarında birlikte bulunduğu ve Kemal Reis'in Eğriboz'dan ayrılmasıyla da onunla birlikte Cerbe Adası'na yerleşerek korsanlık yaptığı anlaşılmaktadır. Kemal Reis ile birlikte İspanya'daki Müslümanların yardımına gitti. Sicilya, Korsika, Sardinya ve Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldılar.
Venedik üzerine sefer hazırlığına girişen II. Bayezid'in Akdeniz'de korsanlık yapan denizcileri Osmanlı donanmasına katılmaya çağırması üzerine 1494'te amcası ile birlikte İstanbul'da padişahın huzuruna çıktı ve birlikte donanmanın resmî hizmetine girdiler.
Endülüs'te Müslümanların hâkimiyetindeki son şehir olan Gırnata'da katliama uğrayan Müslümanlar Osmanlı Devleti'nden yardım isteyince o yıllarda denizaşırı sefere çıkacak donanması bulunmayan Osmanlı Devleti, Kemal Reis'i Osmanlı Bayrağı altında İspanya'ya gönderdi. Bu sefere katılan Pîrî Reis, amcası ile birlikte Müslümanları İspanya'dan Kuzey Afrika'ya taşıdı.
Denizcilik kariyeri ve haritacılık.
Piri Reis, amcası ve daha sonra Barbaros Hayreddin'in komutası altında Osmanlı Donanması'nda yelken açtı. İmparatorluğun donanmasını güçlendirmek için Osmanlı Sultanı II. Bayezid, Piri ve Kemal de dahil olmak üzere Berberi ve Ege korsanlarını işe aldı. Barbaros donanmayı yeniden düzenlemeden önce, padişahlar genellikle eski korsanları işe alıyordu. Deneyimli korsanların eklenmesi, Osmanlı Donanması'nın açık deniz muharebesindeki yeteneğini ve Akdeniz bilgisini artırdı.
1495'te Kemal Reis korsanlık nedeniyle Eğriboz'da hapsedildi ve başkent Konstantinopolis'e getirildi. Mahkûm edilmek yerine donanmada bir makam verildi. Piri Reis bu süreçte amcasının yanındaydı ve daha sonra bunu "Kitab-ı Bahriye" 'de belgeledi. İmparatorluğun donanmasında Kemal ve Piri, Mora'nın kıyı kalelerini ve küçük ama stratejik açıdan değerli Rodos adasını almayı savundular. Piri Reis, "Kitab-ı Bahriye" 'sinde amcasının Sultan II. Bayezid'e "Venedik'in iki gözü var: Sol gözü Modon [liman] kalesidir. Sağ gözü Korfu'dur." dediğini aktarır.
Piri Reis, Birinci Lepanto Muharebesi (Zonchio Muharebesi) ve İkinci Lepanto Muharebesi (Modon Muharebesi) dahil olmak üzere Osmanlı-Venedik savaşlarına katıldı. 1500'lerin başında Kemal Reis, Balear Adaları'na ve Batı Akdeniz'deki Korsika'ya akınlar düzenledi.
Osmanlı donanması, Venedik filosunu Morea'da yendi ve Doğu Akdeniz'in kontrolünü ele geçirmeye başladı.
Bir deniz savaşında Piri Reis ve amcası, Kolomb'un seferlerine katılmış bir İspanyol'u esir aldılar ve muhtemelen Piri Reis'in haritaları için kaynak olarak kullanacağı Amerika'nın erken bir haritasına sahipti.
Pîrî Reis, 1495-1510 yıllarında İnebahtı Sancağı, Modon, Koron, Navarin, Midilli, Rodos gibi deniz seferlerinde görev aldı. Akdeniz'de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla anılacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti.
Amcası 1511'de Akdeniz'de bir gemi kazasında öldüğünde, Piri Reis seyir çalışmaları yapmak üzere Gelibolu'ya döndü. İlk dünya haritasının tamamlanmış el yazması, Hicrî takvim 919 H.'de Muharrem ayına, yani MS 1513'e denk geliyordu. Bu çalışma, yakın zamanda keşfedilen Afrika ve Amerika kıyılarını içeriyordu.
Atlantik'te hiç yelken açmamış olmasına rağmen, Arap, İspanyol, Portekiz ve Çin, Hint ve eski Yunan kökenlerini döneminin bilinen dünyasının kapsamlı bir temsiline dönüştürüyordu.
Barbaros Kardeşler'in idaresi altındaki donanmada Halaoğlu Muhiddin Reis ile Akdeniz'de bazı seferlere çıktıysa da daha çok Gelibolu'da kalıp haritaları ve kitabı üzerinde çalıştı. Bu haritalardan ve kendi gözlemlerinden yararlanarak 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizdi.
Atlas Okyanusu, İber Yarımadası, Afrika'nın batısı ile yeni dünya Amerika'nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, bu haritanın günümüzde elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, günümüze kalmamış olan, Kristof Kolomb'un Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olması rivayetidir.
Osmanlı zaferinden sonra Piri Reis, 1513 dünya haritasını Sultan I. Selim'e (h. 1512-1520) sundu. Selim'in haritayı nasıl kullandığı bilinmiyor, eğer kullandıysa, yüzyıllar sonra yeniden keşfedilene kadar tarihten silindi.
Barbaros Kardeşler, 1515 yılında dünyanın en büyük deniz güçlerinden birisini oluşturmuş ve Kuzey Afrika'da fetihler yapmışlardı.
Pîrî Reis, Oruç Reis'in kaptanlarından birisi olarak hediye sunmak üzere yardımını bekledikleri Yavuz Sultan Selim'e gönderildiğinde Yavuz'un yardım olarak verdiği iki savaş gemisi ile geri döndü.
1516'da Piri Reis, Osmanlı donanmasında bir kadırganın kaptanı olarak donanmaya geri döndü, Derya Beyi (Deniz Albayı) rütbesini aldı ve 1516-17 Osmanlı Mısır fethine katıldı. İskenderiye'yi ablukaya alan Türk donanmasının komutanıydı.
Donanmanın bir kısmı ile Kahire'ye geçip Nil Irmağı'nın haritasını çizme fırsatı buldu.
Pîrî Reis, İskenderiye'nin ele geçirilmesinde gösterdiği başarılar ile padişahın övgüsünü kazandı ve sefer sırasında haritasını padişaha sundu. Günümüzde bu haritanın bir parçası mevcuttur, diğer parçası kayıptır. Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve ""Dünya ne kadar küçük..." demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve "biz doğu tarafını elimizde tutacağız..."" demiştir. Padişah, daha sonra 1929'da bulunacak olan diğer yarıyı atmıştır. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu'nun ve onun Baharat Yolu'nun kontrolünü ele geçirmek için padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir.
Pîrî Reis seferden sonra, tuttuğu notlardan bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu'ya döndü. Derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan Kitab-ı Bahriye'de bir araya getirdi.
Venedik belgelerine göre Piri Reis, 1518'de artık Osmanlı donanmasında değildi ve Ege Denizi'nde korsanlık yapıyordu.
Kanûnî Sultan Süleyman'ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Piri Reis, 1522 Rodos Kuşatması'na katıldı. Kanuni Sultan Süleyman'a armağan edilen ve ona ithaf edilen bir deniz atlası olan "Kitab-ı Bahriye" 'nin ilk versiyonu, Rodos'un fethi hakkında tavsiyeler içeriyordu. Rodos adası güvenli bir limana sahipti ve Anadolu'ya 20 km uzaklıktaydı. Bir düşman tarafından kontrol edildiğinde, imparatorluğun başkenti ile Akdeniz limanları arasındaki deniz iletişimini tehdit edebilirdi. St. John Şövalyeleri adaya hakim oldu, Müslümanları esir aldı ve Hristiyan korsanlara barınak sağladı. Kuşatma sırasında, Şövalyelerin on gemiden oluşan filosu daha büyük Osmanlı gücüyle yüzleşmek yerine limanda kaldı. Osmanlı Donanması, küçük adaya birçok asker taşıyan amfibi bir harekât yaptı ve ada 25 Aralık 1522'de teslim oldu. St. John Şövalyeleri daha sonra Malta'ya taşındı.
"Kitab-ı Bahriye" 'nin daha uzun olan ikinci versiyonu imparatorluğun sadrazamı ile yapılan bir sohbetin sonucuydu. Süleyman'ın saltanatı, imparatorluğun sadrazamı olan Süleyman'ın çocukluk arkadaşı Pargalı İbrahim Paşa da dahil olmak üzere vezirler, danışmanlar, valiler ve hükümdar ailesi üyelerinden oluşan bir grupta güç yoğunlaşmasına doğru bir değişimin başlangıcıydı. İbrahim, Mısır'daki Hain Ahmed Paşa'nın 1524 isyanını bastırırken, Piri Reis komutasındaki donanmanın amiral gemisine bindi. Piri Reis, İbrahim'in kendisine gemide danışılan haritalar ve çizelgeler hakkında soru sormasının ardından kartografya hakkında konuştuklarını söyledi. İbrahim, Piri Reis'e "Kitab-ı Bahriye" 'nin genişletilmiş bir versiyonunu yazmasını emretti. Kitabı bitirdi ve 1526'da gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye'sini İbrahim Paşa aracılığıyla Kanuni'ye hediye etti. Daha sonraki yüzyıllarda, kitabın her iki versiyonunun da birçok kopyası yapıldı.
Venedik, 1530'larda Piri Reis'i Orta Doğu'daki amaçlarına karşı bir düşman ve engel olarak görüyordu. 1532'de Adriyatik'te Dalmaçyalı korsanlarla savaştı. 1533'te Venedik'in elindeki Koron kalesine saldırdı, 1536'da bir Venedik kadırgasını ele geçirdi ve Venedik gemilerini doğu Akdeniz'den kovdu.
Pîrî Reis'in 1526'ya kadar olan yaşamı Kitab-ı Bahriye'den izlenebilir.
Piri Reis, 1528 veya 1529'da ilkinden daha ayrıntılı ikinci dünya haritasını çizdi. Sevin Tekeli'ye göre, ilk dünya haritasındaki değişiklikler, Piri Reis'in Avrupa'nın keşif yolculuklarını aktif olarak takip ettiğini gösterir.
1533 yılında Barbaros Hayreddin Paşa kaptan-ı derya olunca Pîrî Reis de Derya Sancak Beyi (Tümamiral) unvanı aldı.
Hint Okyanusu Filosunun Büyük Amirali.
Sinan Reis 1546'da öldükten sonra, Piri Reis "Hind Kapudan-ı Derya" veya Hint Okyanusu'ndaki Osmanlı Filosu'nun büyük amirali ve Mısır'daki filonun amirali olarak görev aldı. Portekiz gemileri Kızıldeniz'i Süveyş'e kadar yağmalamış ve Yemen'deki Aden liman şehrini ele geçirmişti. Portekiz donanması, seyrüsefer yeteneğine sahip yelkenli gemiler kullanmıştır ve açık denizlerde savaşırken, Osmanlı donanması kıyılarda daha etkili olan kadırgalara güveniyordu. Bu, Osmanlı deniz savaşını Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Arabistan çevresindeki dar boğazlarla sınırladı. İmparatorluk, vergi geliri, tarım ve insan gücü için yeni alanlara kara tabanlı genişlemeyi sürdürmek için donanmasını kullanmaya odaklandı.
Mısır'ın Süveyş kentinde konuşlanmış kadırga filosunu kullanan Piri Reis, Kızıldeniz ve Basra Körfezi'nde seferler düzenledi. 26 Şubat 1548'de Aden'i Portekizlilerden geri aldı. Piri Reis, 1547'de Basra'nın yerel Bedevi yöneticilerini bastırdı ve Basra Körfez filosu kurmaya başladı. Filo daha sonra bazı yerel yöneticiler Portekizlilerle ittifak kurmaya başlasa bile Hint Okyanusu'nda yıllık genişlemelere başladı.
Sultan, Piri Reis'e Hürmüz Boğazı'ndaki körfezin ağzında bulunan Portekiz kontrolündeki Hürmüz Adası'nı almasını emretti. 1550'lerde Piri Reis, Süveyş'ten 25 kadırga, 5 gemi ve 850 askerle ayrıldı. 1552'de Türk filosu bir aylık kuşatmanın ardından Maskat'ı aldı. Sefer, Yemen, Umman ve Arabistan'daki kıyı topraklarının kontrolünü ele geçirdi. Portekizliler, Hürmüz'ün çoğunu boşaltarak saldırıya hazırlandılar. Zengin sakinler yakındaki Keşm adasına sığındı ve askerler ile kraliyet ailesi kaleye çekildi. Türk askerleri Hürmüz Şehri'ni aldı ancak kaleyi alamadı. Osmanlı filosu adayı haftalarca kuşattı ancak geri çekildi. Şehri ve Keşm'i yağmaladılar ve bir milyondan fazla altınla körfeze çekildiler.
Pîrî Reis, sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalıştı. Barbaros'un 1546'da ölümünün ardından Mısır Kaptanlığı (Hint Denizleri Kaptanlığı da denilirdi) yaptı, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'ndeki deniz görevlerinde yaşlandı.
Piri Reis, 80'li yaşlarında Hürmüz'deki geri çekilmesinin ardından idam edildi. Seferin başarısızlığından sonra, Basra valisi Kubad Paşa, Piri Reis'e kadırgaları için kürekçi vermeyi reddetti. Piri Reis, 1552'de sadece altınla dolu iki gemiyle Mısır'a döndü. Ertesi yıl, padişah onu idam ettirdi. Konstantinopolis'teki diplomatların Venedik'e yazdığı 15 Kasım 1553 tarihli bir mektupta, "Hürmüz kalesinin kuşatmasını kaldırmakla suçlandığı" yazıyordu.
Osmanlı donanmasında yaptığı son görev idamıyla sonuçlanan Mısır Kaptanlığı oldu.
Ölümü.
Pîrî Reis, Kanûnî devrinde Portekiz ile sürekli savaş hâlindeydi. 80 yaşındayken Aden şehrindeki Arap isyanını bastırmakta başarılı olduğu için kendisine yeni bir görev verildi. Süveyş'ten donanma ile Basra'ya gidip buradaki 15.000 askeri ve diğer gemileri de yanına alarak Hürmüz Adası'nı ele geçirmesi istendi. Bu adaya mümkün olduğunca Portekizlilere bulaşmadan ulaşması isteniyordu. Hint Okyanusu'na otuz civarı gemi ile açılan Pîrî Reis, kendisinden sayıca iki kat fazla Portekiz gemisini burada yenmeyi başardı. Savaştan kurtulup kaçan kimi Portekizliler Hürmüz Adası'ndaki kaleye sığındı. Kale kuşatıldı, ancak buradaki Portekiz garnizonu hazırlıklı olduğu için işgal edilemedi. Kuşatma kaldırıldı. Bazı tarihçiler bu kuşatmanın kaldırılma nedeninin Pîrî Reis'in Portekizlilerden rüşvet alması olduğunu iddia ederler. Bölge halkının Portekizlilere yardımı üzerine kızan Pîrî Reis, burayı yağmaladı.
Bu yağma onu idam sürecine götüren olayı başlattı. Basra valisi Ramazanoğlu Kubad Paşa'dan yardım istedi. Fakat vali onu bu yağmadan dolayı tutuklamak ve mallarına el koymak istedi. Portekiz donanmasının geniş bir kuvvetle Basra körfezini kapatmak üzere yola çıktığını haber aldı. Pîrî Reis'in donanması bakım ve onarım yaptırıyordu. Portekizlilerin ablukasına maruz kalmamak için askerlerini bırakarak 3 gemi ganimet ile Süveyş'teki donanma merkez tersanesine geri döndü. Basra valisinin şikâyeti Mısır valisine ulaştı. Pîrî Reis tutuklandı. Mısır valisinden divana iletilen konuda Pîrî Reis kuşatmayı kaldırmak ve donanmayı bırakmak suçlarından yargılandı. Kendisi bakımsız donanma ile denize açılmasının sakıncalarını dile getirdiyse de suçlu bulunmasına engel olamadı. Kanûnî Sultan Süleyman'ın fermanı üzerine 1554'te Kahire'de boynu vurularak îdam edildi. İdam edildiğinde 80 yaşının üzerinde olan Pîrî Reis'in terekesine devletçe el konuldu.
Popüler kültürdeki yeri.
Ubisoft'un yapımcılığını üstlendiği "" adlı oyunda Pîrî Reis, donanma için çalışan ve suikastçı birliğinin üyesi olan önemli bir karakter olarak oyuna eklenmişti. Ayrıca Pîrî Reis, bu oyunda bomba yapımında usta biri olarak dünyaya tanıtılmıştı.
Ayrıca TRT 1'de yayımlanmış olan ' dizisinde Emir Benderlioğlu tarafından "Piri" adıyla ve ' dizisinde Erman Saban tarafından canlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8353",
"len_data": 14660,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.38
}
|
Hıdırellez ya da Hıdrellez, Orta Asya, Orta Doğu, Anadolu ve Balkanlar'da kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir. "Ruz-ı Hızır" (Hızır Günü) olarak adlandırılan Hıdırellez Günü, dünyada darda kalanların yardımcısı olduğu düşünülen Hızır ile denizlerin hâkimi olduğuna inanılan İlyas'ın yeryüzünde buluştukları gün olarak düşünülür ve kutlanır.
Gregoryen takvimine (miladi takvim) göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Jülyen takvimine göre 23 Nisan Hıdırellez günüdür. 6 Mayıs'tan başlayıp 7 Kasım'a kadar olan süre "Hızır Günleri" adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım'dan 5 Mayıs'a kadar olan süre ise "Kasım Günleri" adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 5 Mayıs günü gecesi kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelmektedir. Türkiye'de Hıdrellez Bayramı 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece kutlanır. Bugün Hıristiyanlarca da baharın ve doğanın uyanmasının ilk günü olarak kabul edilir; bu günü Rum Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler "Aziz George" günü olarak kutlamaktadırlar.""
Hıdırellez'in UNESCO'nun Somut Olmayan Kültürel Miraslar Listesine alınması amacıyla 2010 yılında başlayan çalışmalar sonucunda 2017 yılında listeye alınmıştır..
Kökeni.
Hıdırellez'in kökeni hakkında çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları Hıdırellez'in Orta Asya, Orta Doğu ile Anadolu kültürlerine ait olduğu, bazıları ise İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yönündedir. Eski Türkler 21 Haziran'da baharın gelişini kutlardı. Günümüzde de Anadolu'da dilek dilenmiş kâğıdı ağaca asma, ateşten atlama gibi eski Türk ritüelleri devam etmektedir. Yine de Hıdırellez'i tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk Çağ'dan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Osmanlı itibarıyla Balkanlar ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle belli başlı sevinç kutlamaları yapılmaktadır. Kimi yazılı eserler bu tipteki en eski ritüellerin milattan önce Mezopotamya'da Ur şehrinde yapıldığını göstermektedir. Kışın bitişiyle "Tammuz" ismi altında kutlanan bu ritüeller Mezopotamya ovasını sulayan Fırat ve Dicle nehirlerinin uyaran gücünü temsil etmektedir.
Hızır inancı.
Hızır’ın abıhayatı (bengi su) içerek ölümsüzlüğe ulaşmış; özellikle de baharda insanlar arasında dolanarak bolluk ve sağlık dağıtan ayrıca darda kalıp başı sıkışanlara yardım eden bir ermiş (veli) veya peygamber olduğuna inanılır. Hüviyeti tam olarak bilinmese de halk arasında ve İslam mitolojisinde bir Hızır geleneği vardır. Hızır’ın bir isim değil, bir lakap olduğu genel olarak kabul gören bir düşüncedir. Ancak çeşitli kaynaklarda adı ve soyu hakkında muhtelif fikirler öne sürülmüştür. Bazıları Hızır ile İlyas peygamberin aynı kişi olduklarını öne sürmüştür.
Halkın, Hızır hakkında kanaat ve inanışı onun ölümsüz olduğu ve baharda tabiatın uyanmasını sağladığı yönündedir. Anadolu'dan başka Kafkasya, Trakya, Kırım, Azerbaycan ve Suriye’nin birçok yerinde makamları vardır; bu da onun İslam âleminin hemen hemen her yerinde varlığına inanılan ancak belirli bir hüviyete bürünmemiş bir sembolden ibaret olduğuna delalet eder. Hızır tabii bir durumu, baharla vücut bulan yaşamın tazelenmesini simgeler.
Halk arasında Hızır'ın sahip olduğuna inanılan vasıflar insanlara şifa, sağlık, uğur getirdiği tabiattaki diriliş, uyanış ve canlılığın insana yansıması şeklinde ortaya çıkar. İslamiyet öncesi "Gök Sakallı, Ak Sakallı Kocalar" gibi medet umulan, yardım istenen, akıl danışılan, kılavuzluk etmesi beklenen, barış, mutluluk, sağlık, refah getirdiğine inanılan bir kurtarıcı güç olarak düşünülür.
Kuran'da Hızır.
Kur'an'da Kehf Suresi'nde (60-82) Musa ve bir gencin kıssası anlatılmaktadır. Kehf Suresi'de dahil olmak üzere hiçbir yerde Hızır ismi geçmemektedir ancak çeşitli hadislerde bu şekilde anılmaktadır. Olayın yaşandığı yer için "iki denizin birleştiği yer" denilmektedir. Uzun bir yolculuk yapan Musa ile yanındaki gencin beraberlerinde, yemek için getirdikleri balığın kaçması ile başlayan olay sonrasında, 65. ayette "Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik." denilerek gönderme yapılan Hızır'dan söz edilir.
Anadolu'da Hıdırellez gelenekleri.
Halk huzura kavuşmak ve türlü dileklerde bulunmak için kışın sona erdiği tabiatın uyandığı Hıdırellez gününde çeşitli çarelere başvurur. Anadolu'da halk, gün doğumu öncesi tercihen beyaz elbiseler giyerek yeşil ve bol sulu kırlara gider ve eğlenir. Kutlamalar yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Bu gibi yerlere bu nedenle "Hıdırlık" denildiği de olur. Hızır'ın gezdiği kabul edilen yeşil yerlerde dolaşıp çiçek toplanır, oyunlar oynanır, baharın ilk kuzusu kesilerek yenilir. Toplanan çiçekler kaynatılıp içilirse hastalıklara iyi geleceği, bu su ile kırk gün yıkanan kişinin gençleşip güzelleşeceğine inanılır. "Hızır Hakkı" için kuzu kesmek, Hızır geleneğinin yayıldığı her yerde görülen bir âdettir. Diyarbakır'da "Ciğaret" adıyla ayrı bir tören yapılır. Baharın bu taze kuzusunu yemekle bedenlerin sağlık ve canlılık kazanacağı inanışı vardır.
Hızır'ın eli değen şeylerin dolup taştığı rivayeti nedeniyle Hızır günü arifesinde yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağzı açık bırakılır. Ev, bağ, bahçe isteyenler herhangi bir yere istediklerinin küçük bir modelini yaparak; altın ve benzeri ziynet eşyası isteyenler ağaç yapraklarını kollarına veya boyunlarına takarak isteklerine kavuşacaklarına inanır.
Anadolu'nun bazı yerlerinde Hıdrellez Günü yapılan duaların ve isteklerin kabul olması için sadaka verme, oruç tutma ve kurban kesme âdeti vardır. Kurban ve adaklar "Hızır hakkı” için olmalıdır çünkü tüm bu hazırlıklar Hızır'a rastlamaya yöneliktir.
Hızır sopası.
Bazı yerlerde hastalıklar, ağrılar için şifa olduğuna inanılan "Hızır Sopası" geleneği vardır. Bu sopa ağrı-sızı olan yerlere vurulursa ağrıların geçeceğine inanılır.
Baht açma törenleri.
Hıdrellezde baht açma törenleri oldukça yaygın olarak uygulanır. Talih ve kısmet açtırmak isteyen genç kız ve kadınlardan yüzük, küpe gibi eşyalarını çömleğe atmaları istenir ve çömleğin üzerine su eklenerek ağzı kapatılır. Kapalı çömlek bir gece boyunca bir gül ağacının dibinde bekletilir. Ertesi günü bir araya toplanan kadınlar, çömleği ortaya koyarak maniler eşliğinde eşyaları çıkarmaya başlarlar. Bu törene İstanbul ve çevresinde “"baht açma"”, Denizli ve çevresinde “"bahtiyar"”, Yörük ve Türkmenlerde “"mantıfar"”, Balıkesir ve çevresinde “"dağarayüzük atma"”, Edirne ve çevresinde “"niyet çıkarma"”, Erzurum’da “"mani çekme"” adı verilir.
Yoğurt mayalama geleneği.
Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Yörük köylerinde bir yıllık yoğurt mayası, Hıdırellez ve bu günü takip eden 2 gün süresince sabah ezanı ile tan ağarması arasındaki sürede doğadaki bitkilerin üzerinden toplanan çiy tanelerinden sağlanır.
Trabzon-Şalpazarı ilçesinde maya katılmadan yoğurt yapılır. Mayalama sıcaklığındaki sütün içine besmeleyle bir tahta kaşık konur. Bu şekilde elde edilen maya bir yıl kullanılır ve gelecek yıl tekrar değiştirilir.
Gagavuz Türklerinde "Hederlez" bayramı.
Gagavuz halk takvimi yaz ve kış olmak üzere iki döneme ayrılır. Yaz başındaki halk bayramı "Hederlez" 6 Mayıs'a denk gelir ve bu ay, Georgy gününde başlar. Kış ayı ise Dmitriy'in günü olan 8 Kasım'da başlar ve "Kasım" tatilinde kutlanır. Bu iki bayram, Moldova'nın 23 Aralık 1994'te Gagavuzya'ya tanıdığı özel statü kapsamında resmi tatil olarak kabul edilmiştir.
Gagavuz Türklerinde Hederlez (Ay Georgiy), yılın en önemli bayramlarından biri olarak kabul edilir ve üç gün sürer. Bu bayramlarda yaz aylarında hayvancılık, otların döndürülmesi ve sürülerin meralara götürülmesi çalışmaları başlar. Bu günde çobanlarla birlikte parasal ve diğer anma törenleri yapılır. Festivalin önemli olaylarından biri de kuzu kurban edip, bulgur veya pilavla doldurup fırında pişirmektir. Hederlez'de, Georgiy adına, yakında cenazesi olmuş bir akrabanın şahsına ya da birinin sağlığına kavuşması, askerden dönmesi için ve yeni evlenecekler muhteşem bir düğün için “kurban” keserler.
Hederlez Bayramı her Gagavuz ayında evde veya bahçede sofra kurularak kutlanır. Hazırlanan bu sofraya komşular, akrabalar, akrabalar ve misafirler davet edilir ve onlara adet olduğu üzere şarap ikram edilir. Arnaut, Gagavuz ve Bulgarların yaşadığı Karakurt köyünde (Ukrayna'nın Odessa bölgesinin Bolgrad ilçesi), festival tüm sokaklarda kutlanır. Sokaklarda uzun masalar kurulur, herkes "kurbanını", şarap ve evde hazırlanan yiyeceklerini getirir.
Ay Georgiy adını taşıyan kiliselerin bulunduğu yerlerde, kilisenin başında tüm halkın katılımıyla kurban bayramı düzenlenir. Gagavuzların "Tanrısallık" dediği kurban tosunları bir yıl önceden hazırlanır.
Hederlez Bayramında ayrıca, tüm çocukların katıldığı at yarışları, spor oyunları ve güreşler düzenlenmektedir. Çevre ülkelerden gelen pehlivanlar klarnet, kemençe ya da gayda sesleri eşliğinde serbest güreş yaparlar. Kazananlara pahalı ödüller verilir. En önemli ödül, boynuna kırmızı kurdele takılan bir koyundur. Şampiyon “pelivan” koyunları omuzlarında taşır ve diğer pelivanların etrafında üç kez tur atar. "Pelivan" olan kişiye saygı duyulur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8355",
"len_data": 9168,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.53
}
|
Atasözü geçmişten günümüze gelen, uzun deneyimlerden yararlanarak kısa ve özlü öğütler veren, toplum tarafından benimsenerek ortak olarak kullanılan kalıplaşmış sözlerdir. Türkçede "sav" ve "irsal-i mesel, darb-ı mesel" olarak da adlandırılır.
Atasözleri bir toplumun duygu, düşünce, inanç ve kültür yapısını yansıtır. Atasözleri, kim tarafından ne zaman söylendiği bilinmediğinden anonimdir. Bu sözler topluma mâl olmuş, toplum tarafından benimsenmiş ve yüzyılların düşünce ve mantık isteminden geçerek günümüze ulaşmış kısa ve özlü sözlerdir. Atasözleri, bir düşünce açıklanırken ya da savunulurken tanık olarak da gösterilirler.
Atasözleri, halkın yalnızca ortak duygu ve düşüncelerini değil ortak dil zevkini de yansıtır.
Türkçede Atasözünün Filolojik Tarihi.
Geniş bir sözlü kültüre sahip konar-göçer topluluklardan biri olan Türklerde, atasözü köklü ve geniş bir yer tutmaktadır.
Hun Dönemi'nde Atasözü.
Kayıtlara geçmiş bilinen ilk Türk atasözüne Çin tarihlerinde rastlanılır. Han Hanedanlığı Dönemi'nde Han Wu-di'nin yayınladığı Luntai Fermanı'nda yer almıştır. Daha sonra bu atasözü Luntai Fermanı'na atıfta bulunarak Shiji ve Zizhi Tongjian adlı eserlerde de yer almıştır. Hunların kendini kurda, düşman Çinlileri ise koyuna benzettiği bu atasözü şu şekildedir:
Göktürk Yazıtları'nda Atasözleri.
Türkçe olarak yazılmış ilk atasözleri Orhun Yazıtları'nda yer almaktadır:
Kutadgu Bilig'de Atasözleri.
İslami Dönem Türk edebiyatının ilk yazılı kaynağı olan Kutadgu Bilig'de çok sayıda atasözü yer almaktadır. Atasözleri, bu eserde Arapça "mesel" sözcüğü ile ifade edilmiştir. Eserde yer alan bazı atasözleri şunlardır:
Divanu Lügati't-Türk'te Atasözleri.
Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılan "Divanu Lügati't-Türk" adlı eserde Türkçesi verilen sözcüklerin cümle içinde kullanımını göstermek için Türkçe örnekler verilirken çok sayıda atasözü de kullanılmıştır. Atasözleri, bu eserde "sav" sözcüğü ile ifade edilmiştir. Eserde yer alan bazı atasözleri şunlardır:
Türkçede Atasözünün Özellikleri.
Türkçede atasözleri biçim ve anlam özelliklerine göre şu şekilde sınıflandırılır:
Biçim Özellikleri.
Atasözleri, biçim yönünden diğer yazı türlerine göre daha farklı özellikler gösterir. Öykü, roman, şiir ve deneme gibi yazı türleri pek çok tümcenin bir araya gelmesi ve anlam yönünden bütünleşmesiyle oluşur. Buna karşın atasözleri genellikle bir, en fazla iki tümceden oluşur. Bütün duygu ve düşünceler, bu tek tümceye sığdırılır. Bu tümceler kişiden kişiye değişmez veya değiştirilemez. Halkın ortak malıdır ve halkın tamamı tarafından aynı biçimde kullanılır. Atasözlerinde biçim özellikleri şu başlıklar altında toplanabilir:
Atasözlerinde Kalıplaşma.
Atasözleri, bir toplumun ortak kullandığı kalıplaşmış sözlerdir. Bu nedenle herhangi bir kimse, atasözlerindeki sözcükleri ya da sözcüklerin sırasını değiştiremez. Örneğin "Dikensiz gül olmaz." atasözü "Gül dikensiz olmaz." şeklinde söylenemez. Bu tümcedeki 'kaz' sözcüğü yerine 'ördek' veya 'horoz' denmez. Bunun nedeni, atasözlerinin bir kişinin değil, bütün toplumun ortak malı olması ve o toplumun düşünce ve dil zevkini yansıtmasıdır.
Ancak, bazı atasözleri tarihsel süreç içinde değişikliğe uğramıştır. Örnek: "Ayağını yorganına göre köskıl" → "Ayağını yorganına göre uzat." Bu atasözündeki 'köskıl' sözcüğünün yerine günümüzde 'uzat' sözcüğü kullanılmaktadır. Tarih boyunca dilde ve kültürde oluşan değişmeler atasözlerine de yansımıştır.
Kalıplaşmanın bir istisnası da bir atasözünün farklı bölgelerde değişik şekillerde söylenmesidir.
Örnek: "Mum dibine ışık vermez" → "Çıra dibi karanlık olur", "Er ekmeği er kursağında kalmaz" → "Er lokması er kursağında kalmaz"
Örneklerdeki gibi bazı atasözlerinde, hem sözcüklerin sırası hem de sözcükler değişebilmektedir. Ancak, bu değişiklik kişiden kişiye değil bölgeden bölgeyedir. Bu durum, atasözlerinin tarihsel süreç içinde ve farklı bölgelerde değişikliğe uğrayabildiğini gösterir.
Cümle Türlerine Göre Atasözleri.
Türkçede bulunan bütün tümce türlerine atasözlerinde de rastlanır. Atasözleri kısa ve özlü sözler olduğu için genelde bir veya iki cümleden oluşur. Daha uzun cümlelerden oluşan Türk atasözlerinin sayısı azdır. Atasözlerinde kullanılan cümle türleri şu şekilde sıralanabilir:
Yalın Cümle.
Atasözlerinin çoğu yalın cümle biçimindedir. İçinde yalnızca bir yargı bulunan atasözleri genellikle yalın cümleler biçiminde anlatılır. Örneğin; "Ağaç kökünden yıkılır", "Aç köpek fırın duvarını deler" ve "Vakit nakittir".
Birleşik Cümle.
İçinde iki yargı bulunan atasözleri genelde birleşik cümle biçiminde kurulur. Örneğin, "Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden aşar", "Erkek aslan aslan da, dişi aslan aslan değil mi?", "Elin ağzı torba değil ki büzesin".
Devrik Cümle.
Atasözlerinde şiirsel bir anlatıma özen gösterildiğinden pek çok atasözü devrik cümlelerle kurulmuştur. Örneğin, "Gülme komşuna, gelir başına", "Besle kargayı, oysun gözünü", "Sık gidersen dostuna, yatar arka üstüne".
Ad Tümceleriyle Kurulan Atasözleri.
Ad cümleleriyle kurulan atasözlerinde yüklem ad ya da ad soylu sözcüklerden oluşur. Örneğin, "Almak kolay, ödemek "güçtür"", "Akıl için yol "birdir"", "İki el bir baş "içindir"".
Ad tümceleriyle kurulan atasözlerinde "var", "yok" sözcükleri ek eylem alarak yüklem olur. Örneğin, "Kalpten kalbe yol "vardır"", "Ölümen öte köye köy "yoktur"".
Ad tümceleriyle kurulan atasözlerinin çoğunda ek eylem "-dır" söylenmez. Bu durumda genellikle herhangi bir anlam kaybı söz konusu olmaz. Örneğin, "Can tümceden aziz", "Hizmetçi kırarsa suç, hanım kırarsa kaza".
Eylem Tümceleriyle Kurulan Atasözleri.
Eylem tümceleriyle kurulan atasözlerinde yüklem eylem olur. Eylem tümcesiyle kurulan atasözlerinin sayısı ad tümcesiyle kurulanlara nazaran daha çoktur. Örneğin, "Can boğazdan "gelir"", "Zorla güzellik "olmaz"", "İki at bir kazığa "bağlanamaz."".
Bazı atasözlerinde eylem söylenemez. Anlam kendiliğinden ortaya çıkar. Örneğin, "Ata arpa, yiğide pilav", "Bakarsan bağ, olur bakmazsan dağ olur".
Atasözleri.
Bazı atasözleri ek eylemle kurulurlar. Örneğin, "Akıl için yol bir"dir"", "Yiğidin malı arsıza kalmaz".
Atasözlerinde Kipler.
Atasözleri, uzun tarihî bir süreçte oluştuğu ve çağlar boyu geçerli olduğu için genellikle geniş zaman kipiyle kurulmuştur. Doğrudan öğüt veren atasözlerinde emir kipinin kullanıldığı görülmektedir. öyküleme ya da rivayet biçiminde söylenen atasözlerinde belirsiz geçmiş zaman kipinin kullanıldığı görülür. Belirli geçmiş zaman ve şimdiki zaman kipleriyle kurulmuş atasözü sayısı oldukça azdır.
Atasözlerinin Anlam Özellikleri.
Atasözleri belli bir toplumun ve/veya bütün insanlığın yaşam felsefesidir. İnsanlarda bulunan sevgi, kıskançlık, bencillik, dostluk, düşmanlık gibi duygular evrenseldir. Bu nedenle bu duyguları yansıtan atasözleri de evrensel olarak kabul edilmektedir. Dünyada pek çok ulusun kullandığı atasözleri karşılaştırıldığında, bu atasözlerinin pek çoğunun aynı ya da benzer olduğu görülmüştür. Atasözleri evrensel değerler yanında bir ulusa özgü kültürel değerleri de yansıtır. Örneğin "Gözden ırak olan, gönülden ırak olur", "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur", "Vakit nakittir" gibi atasözleri evrenseldir. Bunlara benzer atasözlerini bütün dillerde bulmak mümkündür. "Osmanlı, tavşanı araba ile avlar", "Türk'ün aklı aldadır" gibi atasözleri ise ulusaldır. Bunlara benzeyen atasözleri bir ulusun kültürünü yansıtır.
Atasözlerinin konulara çoğu zaman kullanıldıkları bölgeye ve ülkeye göre değişiklikler gösterir. Türk toplumunda tarih boyunca askerlik ve çiftçilik önemli olduğu için at, it, kurt, koyun, silah ve yiğitlik konusunda Türkçede pek çok atasözü vardır. Buna karşın Alman atasözlerinde daha çok ayı, kartal gibi Almanya'nın sembolü haline gelmiş konulara yer verilir. Bu nedenlerle, atasözlerinde evrensel ve toplumsal düzen ile bu düzendeki iyi, kötü bütün özellikler görülür.
Atasözlerinde Anlam Aktarması ve Somutlaştırma.
Atasözlerinin çoğunda sözcükler kendi anlamlarında kullanılmaz. Tümceler kurulurken genelde konular somutlaştırılır. Kısa ve özlü bir anlatımla konu daha güzel, etkili ve çarpıcı biçimde sunulur. Genellikle sözcükler benzetme, örnekleme yoluyla başka anlamlarda kullanılarak anlatıma şiirsel bir güzellik katılır. Bazı atasözlerinin dizeler ve beyitler biçiminde oluşu, halkın atasözlerinde şiirsel anlatıma verdiği önemi gösterir.
Örnekler:
"Sakla samanı, gelir zamanı" atasözünde saman sözcüğü gerçek anlamında kullanılmamıştır. Bu atasözünde, en değersiz şeylerin bile saklandığı zaman günün birinde işe yarayabileceği belirtilmektedir.
"Yuvayı dişi kuş yapar" atasözünde ev düzeni ile ilgilenen kadın, yuvayı yapan dişi kuşa benzetilmiştir. Dolayısıyla dişi kuş sözcük öbeği kadın sözcüğünün yerine kullanılmıştır.
"Koyun can derdinde, kasap et derdinde" atasözünde koyun sözcüğü büyük sıkıntılar içinde çırpınan insanı, kasap sözcüğü bu insanın düştüğü kötü durumdan yararlanmak isteyen ya da yalnızca kendi çıkarını düşünen kimseleri temsil etmektedir.
"Aç köpek fırın duvarını deler" atasözünde aç bir insanın neler yapabileceği etkili biçimde anlatılmaktadır.
Konularına Göre Atasözleri.
Atasözlerini birkaç konuyla sınırlandırmak olanaklı değildir. İnsan yaşamında yer alan doğum, ölüm, evlilik, arkadaşlık, dostluk, düşmanlık, hırsızlık, gelin,
Atasözlerinin genel konusu yaşamın temel kuralları ve toplumda uyulması gereken temel ilkelerdir. Bu kural ve ilkelere uymayan kimselerin zarar gördüklerine inanılır. Atasözleri başarılı, sağlıklı ve mutlu bir yaşam için insanlara genel uyarılarda bulunur; verdikleri öğütlerle yaşamın temel kural ve ilkelerinin bilinmesine yardımcı olurlar.
Birbirleriyle Çelişkili Atasözleri.
Evrendeki her şeyin zıddıyla var olduğu olgusu atasözlerine de yansımıştır. Olumlu öğütlerin yanı sıra, yalnızca çıkara yönelik olumsuz öğütler veren atasözleri de vardır. "Devletin malı deniz, yemeyen keriz." atasözü bunun örneklerinden birisidir. Çelişkili atasözleri, ayrıca, toplumda ayrı düşünen grupları ve bu gruplar arasındaki ayrılıkları/çelişkileri ortaya koymaktadır. Örnekler:
Atasözleri ve Deyimler.
Atasözleri ve deyimlerin birbirleriyle ortak ve birbirinden ayrılan bazı özellikleri vardır. Birbirleriyle ortak olan en önemli özellikleri, her ikisinin de toplum tarafından ortak olarak benimsenen ve kullanılan kalıplaşmış sözler olmalarıdır. Genellikle bu ortak özelliklerinden dolayı atasözleri ve deyimler birbirine karıştırılır. Oysa her ikisini birbirinden ayıran bazı önemli özellikler vardır:
Öğüt ve Yargı.
Deyimler bir anlatım biçimidir. Bir kavramı en güzel, en etkili biçimde anlatmayı amaçlar. Bu nedenle de deyimlerde, atasözlerinde olduğu gibi bir öğüt verme ya da bilgece sözler söyleme çabası yoktur. Attan inip eşeğe binmek, etekleri zil çalmak, ok yaydan çıkmak, bin dereden su getirmek gibi deyimlerde herhangi bir öğüt veya yargı yoktur. Ancak, "Ağaç yaşken eğilir", "Ne ekersen onu biçersin" gibi atasözlerinde yargı bulunmaz. Atasözleri ile deyimleri birbirinden ayıran en önemli özellik budur.
Tümce Biçimindeki Atasözleri ve Deyimler.
Bazı deyimler tümce biçimindedir. Tümce biçiminde olan bu deyimlerde yargı vardır. Bu nedenle atasözleri ile karıştırılabilir. Dağ fare doğurdu. / Delik büyük, yama küçük./ Yorgan gitti, kavga bitti. / Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. gibi deyimlerde de yargı vardır, ama öğüt yoktur. Atasözleri ve deyimler arasındaki bir fark da deyimlerin "öğüt" vermemesidir.
Atasözlerini Deyim Olarak Kullanma.
Birçok atasözü deyim olarak da kullanılır. Ancak deyimler genelde atasözü olarak kullanılmazlar. "Ne ekersen onu biçersin." atasözü bir konuşma ya da yazıda ""Hamdi" ektiğini biçti." şeklinde kullanıldığında deyim haline dönüşür. Örnek:
"Ayağını yorganına göre uzat" (atasözü) → "Ayağını yorganına göre uzatmak" (deyim)
"Doğmadık çocuğa don biçilmez" (atasözü) → "Doğmadık çocuğa don biçmek" (deyim)
"İtle yatan, bitle kalkar" (atasözü) → "İtle yatıp bitle kalkmak" (deyim)
"Aman diyene kılıç kalkmaz" (atasözü) → "Aman diyene kılıç kaldırmak" (deyim)
Atasözlerinin çoğu bir anlatım biçimine dönüştüğü zaman deyim olur. Örnek:
Recep, "ayağını yorganına göre uzatmadığı" için iflas etti.
"Otu çekip, köküne bakmadan", yani adamın ailesini iyice araştırmadan evlenirsen pişman olabilirsin.
Hem Atasözü Hem Deyim Olarak Kullanılan Sözler.
Bazı sözler hem atasözü hem de deyim özelliği taşır. Ancak bunların sayıları oldukça azdır. Aşağıda örnek olarak verilen sözler öğüt olarak kullanıldıklarında atasözü, konuşma biçimi olarak kullanıldıklarında deyim olur: "Üzümünü ye, bağını sorma", "Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?",
"Çamsakızı çoban armağanı" "Atın ölümü arpadan olsun".
Atasözü ve Deyimlerde Eylem Çekimi.
Deyimler genellikle büyük eylem çekimlerine girer. Bu bakımdan atasözlerine nazaran çok daha fazla esneklik gösterirler. Oysa atasözlerinde bu esneklik yoktur. Atasözleri genellikle şimdiki zaman, belirli geçmiş zaman ve gelecek zaman kipiyle kurulurlar. İşte sizlere düşündürücü atasözlerinden bazıları;
Anlamları Yanlış Bilinen (Yanlış Kullanılan) Atasözleri.
Atasözlerinin bir kısmında zaman içerisinde ses değişiklikleri yaşanmıştır. Fonetik ya da morfolojik bu değişiklikler neticesinde bugünkü kullanımlarında değişiklikler olmuştur. Yanlış kullanılan atasözlerinden bazıları ve özgün halleri şöyledir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8359",
"len_data": 13181,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.58
}
|
Deyim, dilbilimde, kavramları, durumları hoşa giden bir anlatımla ya da özel bir yapı veya sözdizim içinde belirten ve çoğunlukla gerçek anlamlarından ayrı anlamlara gelen sözcüklerden oluşan kalıplaşmış sözcük topluluğu ya da cümledir. İki veya daha çok sözcükten kurulu bir çeşit dil ifadesi olan deyimler, duygu ve düşünceleri dikkati çekecek biçimde anlatan ad, önad, belirteç, yalın ve birleşik eylem görünüşlü dilsel yapılardır. Ya tam bir tümcedirler ya da bir söz öbeğidirler.
Etimoloji.
"Deyim" sözcüğü Türkiye Türkçesinde ortaya çıkmıştır. Bu sözcükten önce onun yerine Arapça kökenli "tabir" sözcüğü kullanılmaktaydı. Öz Türkçe kökten gelen "deyim" sözcüğü, "demek" eyleminin "de-" kökünden, eylemden ad türeten "-im" yapım eki kullanılarak; "y" kaynaştırma harfi yardımıyla türetilmesiyle oluşmuştur. Terim anlamı dışındaki en yalın haliyle deyim "denen şey", "denmiş şey" anlamlarındadır.
Diller arası çeviri.
Çoğunlukla gerçek anlamları dışında kendilerine özgü anlamlara gelen deyimler, karşılık gelen sözcükler ve aynı dil bilgisi biçimleriyle başka dillere çevrilemezler. Gerçek anlamındaki deyimler ise çevrilebilir. İki durumda da genellikle çeviri diğer dilde bir anlam ifade etmez. Çünkü, dillerdeki her deyim bir kültür birikiminin sonucunda oluşmuştur. Aynı anlamı verilebilse bile, diğer dilde deyimin hoşa gitme, çekicilik özellikleri sağlanamaz.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8360",
"len_data": 1371,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.94
}
|
Helva, Türkiye'de, Balkan ülkelerinde ve pek çok Orta Doğu ülkesinde yaygın bir tatlı. Temel malzemeleri un ya da irmik, yağ, şeker, süt, kaymaktır. Türk mutfağında özellikle un helvası, irmik helvası ve tahin helvası yaygındır. Hindistan ve Bangladeş'te bezelye ve havuçtan mamul koyu kıvamlı bir akıcı tatlı olarak da yapılmaktadır. Türkiye gelenek ve göreneklerine göre doğumlarda, ölümlerde, askere giderken, hac dönüşünde, okula başlayan çocuklar için, yeni bir eve sahip olunca, okul bitince, yağmur dualarında, kuzunun sütten kesilme günü olan "yoğurt bayramı"nda, "çiğdem düğünü"nde (ilk çiğdemin görüldüğü gün) çeşitli helvalardan biri yapılır ve eşe dosta dağıtılır. İslam kültüründe, "3 Aylar" diye bilinen (Hicrî Recep, Şaban, Ramazan) aylarının ilk gününde ev helvası yapılarak küçük kaseler içerisine konularak kapı atlamadan her komşuya dağıtılır.
Helvalar temel olarak 4 çeşittir:
1) Unsuz olanlar,
2) Un, nişasta veya irmik içerenler
3) Malzemesi ve yapılışı belirsiz olan veya hakkında çok az bilgi olanlar
4) Doğadan toplanan bazı tatlı maddelerle veya görünüş olarak helvaya benzetilen fakat kimisi yenmeyen maddelerle yapılanlar
Türk, Arap ve Yahudi toplumlarının yaşadıkları bölgelerde yaygındır. Bilinen ilk helvanın, Ortaçağ Arap toplumunda kutsal bir meyve olarak kabul görmüş taze hurma ve sütün ezilmesi sonucu elde edildiği, daha sonraki dönemlerde yağ, un, safran gibi malzemelerin helva yapımında kullanıldığı iddia edilmektedir. 13. yüzyıla ait Arapça bir yemek kitabında (Kitab al-Tabikh) 7 çeşit helva tarifi görülmektedir. Aynı yüzyılda İspanya'da basılmış bir başka el yazması yemek kitabında da helva tarifi verilmiştir. Tarife göre helva, kaynayan suya şeker, bal, susam yağı katıp içine yavaş yavaş un ekleyip karıştırararak yapılır ve ardından üzerine gül suyu, öğütülmüş fıstık serpilir ve en sonra da üçgen biçimlerde kesilerek şerbete yatırılır.
Osmanlılarda Kanuni Döneminde Topkapı Sarayın'nda tatlıların, şerbetlerin, ilaçların hazırlandığı mekana “Helvahane” denilmiştir. Saray aşçılarından tatlı yapanlar için kullanılan genel tanımlama “Helvaciyan-ı hassa” şeklindedir.
Son yıllarda tahin helva sanayinde şeker yerine glikoz oranı yüksek fruktoz oranı düşük mısır şurupları, yağ ve proteini bağlayıcı çeşitli katkılar (konsantre soya proteinleri ve bitkisel lifler) kullanılmaktadır.
Etimoloji.
Helva kelimesi Arapçada tatlı, güzel anlamına gelen hulv'den (hulviyyat) kelimesinden türemiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi ve Osmanlı mutfak kültürünü aktaran kaynaklara bakıldığında “her çeşit unlu/nişastalı, yağlı, ballı ya da şekerli tatlı” için “helva” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8362",
"len_data": 2642,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.83
}
|
Yağlı güreş, geleneksel bir Türk sporudur. Güreşçiler vücutlarına yağ sürerek güreştikleri için bu şekilde adlandırılır. Müsabakalar “Er Meydanı” denilen alanlarda yapılır. Güreşçilerin vücutlarının yağlanması nedeni ile birbirlerini tutmaları zorlaştığından, büyük güç ve ustalık gerektiren bir spordur.
Bugün resmî müsâbakalarda yer alan Serbest ve Greko-Romen güreş türlerinin dışında, Türk millî gelenekleri arasında yer alan yağlı güreş ise, Türklerin Anadolu'dan Rumeli'ye geçtikleri tarihten beri yapılagelen bir güreş türüdür. Bugün, Türkiye'de yağlı güreş, düğünlerin, panayırların, mola veren askerî birliklerin en önemli eğlencelerinden biridir. Her yıl, Edirne'nin Sarayiçi mevkiinde yapılan tarihî Kırkpınar güreşleri, Süleyman Paşa komutasında, bir gece Çanakkale Boğazı'nı geçerek, Gelibolu'ya çıkan ve Rumeli fetihlerine katılan Müslüman kırk Türk'ün hatırasını anmak amacıyla yapılmaktadır.
Osmanlı Devleti zamanında saray dışında yapılan güreş müsabakaları; panayırlarda, düğünlerde, bir hayır kurumu yararına veya bu işi meslek edinmiş kişilerin özel yer ve salonlarında yapılırdı. Ayrıca düğün ve Ramazan güreşleri adı altında düzenlenen etkinlikler de yapılmıştır. Buna örnek: Koca Yusuf, Büyük Cemre, vb.
Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali, 2010 yılında UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Miras Temsili Listesine Türkiye tarafından kaydettirilmek suretiyle tüm dünyaya duyurulmuştur.
Güreşlerin Gelenek ve Kuralları.
Boy ve Kategorileri.
Geleneksel organizasyonlarda boylar aşağıdaki gibi düzenlenir:
Sporcular ve turnuvalar çeşitli kategorilere ayrılır.
Organizasyonlar küçükten büyüğe doğru olmak üzere: Bayram şenlik ve düğün güreşleri; mahalli (piyasa) güreşleri; birinci sınıf güreşler ve geleneksel güreşler gibi farklı seviyelerde düzenlenir.
Yağlı Güreş Oyunları.
Yağlı Güreşlerdeki oyunlar; ayakta yapılan oyunlar ve yerde yapılan oyunlar olarak maksatlarına göre, Elense, İç tırpan, dış tırpan, kazkanadı, ayakta güreşi bağlama, budama, paça, kazık, kepçe, ters kepçe, kılıç atma, payanda, kemane, kemane çekme, kol bastı, tilkikuyruğu, köpek kuyruğu, yerde sürüme, köstek, künde (oturak kündesi, ayak kündesi, şark kündesi, bel kündesi), boyunduruk, kurt kapanı, yanbaş ve kombine oyunlar paça kazık, ellerin kenetlenmesi, sarma, cezayir sarması gibi sıralanabilir.
Müsabaka Süresi Ve Kazanma Şartları.
Yağlı güreşte müsabaka süresi genelde 40 dakikadır.Bu sürede galip gelen belli olmadığı takdirde süresiz olarak uzatmaya gidilir. İlk puanı alan güreşçi galip gelmiş olur.
Altın Kemer.
Kırkpınar ve Elmalı'da dereceye girenlere madalya ve kupa verilir. Baş kategorisi birincisine ise madalya ve kupaya ek olarak altın kemer takılır. Başpehlivanlık unvanı olarak gelecek yıla kadar taşıması için emanet edilir. Kırkpınar'da ilk kemer uygulaması, Kurtdereli Mehmet Pehlivan'ın vefatı üzerine, 1939 yılında Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü'nün başpehlivanlığı kazanacak olan güreşçiye bir sene kalmak üzere bir “Kurtdereli kemeri” uygulaması ile başlamıştır. Kemerin halkalarına zincirlerle asılı on yazısız madalya mevcut olup bunlara her sene kazanan başpehlivanın adı yazılacaktır. Bu kemer on sene sonra en az üç defa ismini yazdırmağa muvaffak olan başpehlivana hediye edilmesi kararlaştırılmıştır. Bu kemeri 1939, 1940 ve 1941 yıllarında başpehlivan olan Tekirdağlı Hüseyin Alkaya almıştır. Ancak bu kemer altın dan değildir.
Geleneksel Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşlerinin en büyük ödülü olan Altın Kemer uygulaması ilk defa 1960 yılında Edirne Belediyesi tarafından hazırlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Altın kemer bir pehlivanın güreş hayatının zirve noktasıdır. Kırkpınar yağlı güreş festivali için özel hazırlanmıştır. 22 ayar altından olup, yaklaşık 1,400 gr ağırlığındadır.
Üç yıl üst üste Türkiye'nin Başpehlivanlığı unvanını alan Başpehlivan Edirne Belediye Başkanlığının ortaya koyduğu yaklaşık 1.400 gr ağırlığındaki altın kemerin sahibi olmaktadır. Altın kemer ilk defa 1960 yılı başpehlivanı İbrahim Karabacak'a takılmıştır. Bugüne kadar bu kemere 1966, 1967 ve 1968 yılları başpehlivanı Ordulu Mustafa Bük, 1976 1977, 1978 yılları başpehlivanı Karamürselli Aydın Demir, 1982, 1983, 1984 yılları başpehlivanı Denizlili Hüseyin Çokal sahip olmuştur. Karamürselli Başpehlivan Ahmet Taşçı'da, 1990, 1991, 1992 ile 1995, 1996 ve 1997 yılları arasında üst üste iki dönem Başpehlivan olduğundan Altın Kemer'in iki defa daimi sahibi olmuştur.
Kıspet.
Kıspet sözcüğü Arapça “kisvet” kelimesinden gelmekte olup belden aşağı giyilen giysi anlamına gelmektedir. Yağlı güreşe çıkan her pehlivanın güreş malzemesinin başında “Kıspet” gelir. Manda, dana, malak, keçi, sığır gibi hayvanların derisinden yapılan, bel kısmı dört parmak genişliğinde ve kalın olan bir alt giysisidir.
Kıspet, kasnak, hazne, arka, oyluk, paça, şiraze, ayna bölümlerinden oluşmaktadır.
El sanatları alanında yaratıcılığın önemli bir simgesi olarak pehlivanların güreşlerde giydiği kispet; sağlıklı hayvanların derilerinden yapılan, belden diz altına kadar uzanan, dar paçalı kıyafetlerdir. Festivalde pehlivanlar tarafından özel olarak giyilen bu kıyafet, az sayıda ustanın el sanatı alanındaki inceliklerini sergilemektedir. Kispet yapımında derin bir bilgi ve beceriye sahip olan İrfan Şahin, 2012 yılında gerçekleştirilen ödül töreniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “Yaşayan İnsan Hazinesi” ilan edilmiştir.
Geleneksel el sanatlarımız içinde yer alan kispet ve kispet ustalığı yağlı güreşlerin çok önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Türkiye’nin meşhur kispet ustaları arasında en eski olanı Nazif Usta’dır. Ondan sonra Yeşil Hafız, Telaşeli Mehmet Usta, Balıkesirli Hidayet Başsaraç ve çırağı Bigalı İrfan Şahin, İrfan Usta, Bigalı Mehmet Derse ve Samsunlu Uğur Kesen yer almaktadır.
Kırmızı Dipli Mum.
Kırkpınar’ın davet simgesi Kırmızı Dipli Mum’dur. Kitle iletişim araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde Kırkpınar Ağası tarafından kırmızı dipli mum Mart ayından itibaren kasaba ve köylere, pehlivanlara ve tanınmış kişilere gönderilir ve bu kişiler Kırkpınar'a davet edilirdi. Halk arasında sıkça kullanılan “kırmızı dipli mumla çağırmak” deyimi de buradan gelmektedir. Kırkpınar'ın olmazsa olmazlarındandır. Bugün sembol olarak kullanılmaktadır.
Günümüzde Edirne Belediye Başkanı, Edirne Valisi ve Kırkpınar Ağası ile birlikte devlet protokolünü Ankara'da makamlarında ziyaret ederek, kendilerini kırmızı dipli mum ile Kırkpınar Yağlı Güreşlerine davet etmektedir.
Kent esnafıda davul-zurna eşliğinde ziyaret edilerek kırmızıdipli mum ile Kırkpınar Yağlı Güreşlerine davet edilmektedir.
Zembil.
Zembil, sadece kispet taşımak için kamıştan ve özel bir tezgâhta el ile yapılan çanta biçimli geleneksel bir el sanatı ürünüdür. Farsça bir kelimedir. “Küçük Sepet” anlamına gelmektedir. Güreş terminolojisinde “kındıra veya saz gibi su bitkilerinden pehlivanların kispetlerini taşımak ve muhafaza etmek için kullandığı çanta” demektir. Zembilcilerin piri, zembil örüp emeği ile geçinen Hz.Süleyman'dır.
Cazgır.
Güreş terminolojisinde Cazgır; Güreşten iyi anlayan, oyunların sonuçlarını önceden tahmin edebilen, pehlivanların özelliklerini, yaptıkları oyunları, daha önce aldıkları başarıları bilen ve dua okuma kabiliyetine sahip görgülü kimseye denir.
“Salavatçı” da denilen “Cazgır”, yağlı güreşlerdeki tüm pehlivanları adları, şanları, güreş oyunlarındaki hünerleri ile birlikte seyircilere uygun mısra ve dualarla tanıtan, izleyicileri coşturan, onları güreşe davet eden ve güreşleri başlatan kişidir.
Salavat, Yağlı güreşlerde cazgırın pehlivanları meydana salmadan söylediği manzum övgü ve ikaz dolu sözlere denir.
Cazgırın bütün pehlivanları yakından tanıması, eşleştirme (her bir güreşçinin rakibinin belirlenmesi) yaptığı sırasında dualarını okurken pehlivanların kuvvetli yönlerini söyleyerek rakibini uyarması, nasihat etmesi gerekir. Sesinin gür olması, dua kurallarına uygun mısralar düzmesi özelliklerinden başta gelenleridir.
Cazgır, meydanda birliği sağlamaya çalışır, pehlivanları ortak bir ruh etrafında tutmaya gayret eder. Konuşmaları, heyecan verici ve uyarıcı bir etki yapar. Cazgır, salavat denilen duaları müzikal bir biçimde seslendirerek pehlivanlar ve izleyiciler üzerinde coşturucu rol oynamaktadır. Cazgırlık bir meslek olarak görülür ve mutlaka usta - çırak ilişkisi ile cazgır olunur. Cazgırların da geleneksel giysileri vardır.
Yağcı.
Kırkpınar güreşlerini diğer güreşlerinden ayıran, pehlivanların yağlanarak güreş yapıyor olmasıdır. Yağsız Kırkpınar düşünülemez. Yağlı güreşte rakibi tutmak ve kavramak için daha fazla güç sarf etmek gerekir. Dolayısıyla Yağlı güreşte başlıca unsur kaba kuvvet olmaktan çıkar, ustalık ve motivasyon önemli unsurlar olarak ön plana çıkar. Kırkpınar'da pehlivanların yağlanma işi, onlara yağ veren Yağcılar aracılığıyla yapılır.
Bezci.
Yağlı güreşler esnasında, kızgın güneş altında gözlere yağ kaçması, pehlivanlar için zor bir durumdur. Çünkü gözleri yanan pehlivanlar, güreşe devam edemezler. İşte bu sırada alan çevresinde bekleyen "Bezciler", güreşçilerin imdadına yetişirler. Bunun için de bezcilerden bez istenir, önce tülbentlerden almak için de yine güreşmekte olduğu rakibin izni gerekir. Aksi yapıldığı takdirde bez alarak gözünü silmekte olan bir güreşçiye rakibi dalıp yere indirebilir. Hatta gücü yetiyorsa yenebilir ki, bu galibiyet geçerlidir.
Yağlı güreş turnuvaları.
Türkiye Başpehlivanının belirlendiği güreş:
Türkiye Yağlı Güreş Ligi kapsamında düzenlenen güreşler (2025 yılı):
Düzenlenen diğer turnuvalar:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8365",
"len_data": 9422,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.44
}
|
Boğa güreşi (), iki boğanın çeşitli amaçlarla güreştirilmesini ya da matador adı verilen bir insanın boğayı gittikçe yorup öldürmesini esas alan eğlence ve yarışma biçimi. Çaresiz bir hayvanın korunaklı insanlar tarafından silahlar eşliğinde yavaş yavaş öldürülmesi hak savunucuları tarafından şiddetli şekilde protesto edilmekte, hayvanlara karşı işlenen bir suç olarak görülmektedir.
Tarih.
Eski Çağ'da Girit halkı, bir takım törenler ile boğalarla güreşirlerdi. Tesalya bölgesinde (Taurocatapsia isminde bir çeşit boğa güreşinde), boğa at ile kovalanır, daha sonra boynuzlarıdan yakalanarak yere yıldırılırdı. 18. yüzyıl'a kadar İspanya ve Portekiz'de boğa ile güreş, daima at sırtında yapılıdı. Bu karşılaşmaların yıldızı, ata binen kişi olurdu ("Caballero en plaza" veya "Rejoneador"). Ancak zaman içinde, atın sırtında dövüşmek yerine yerde dövüş ön plana geçti ve Pedro Romero, Joaquin Rodriguez, Jose Delgado, yetenekleri ile bu yeni biçimin öncüleri olmuşlardı. 1830 yılında 7. Fernando'nun Sevilla bölgesinde bununla ilgili bir okul açıp, yönetime Pedro Romero'yu atamasıyla, güreşçilerin hareketleri ve gerçekleştirdiği oyunlar, "resmen" denetim altına girdi.
Gösteri.
Birçok matadorun güreştiği ve birçok boğanın öldürüldüğü gösteriye "corrida de toros" denmektedir. Bu yarışma, arenada baş bölümde oturan bir görevlinin denetiminde, kurallara tabii yapılır. Her boğa için karşılaşma, "tercio" isminde üç bölüme ayrılır: birinci tercio mızraklama, ikincisi şişleme ve üçüncüsü öldürmedir. Tercio'lararası geçiş, görevli başkan tarafından belirlenir. (Geçiş, boru öttürülerek bildirilir.) Boğa da, geçitten "arena"ya çıktığında, matadorun "cuadrilla"sı arenada yerini alır. "Peon"lar ise "muletara"rıyla hayvanı üstlerine çekerek matadorun karşılaşma şartlarını saptaması için öncelikle boğayı düz çizgi boyunca koştururlar. Boğayı mızraklamakla görevli iki "picador", arenada kendilerine özel yerde beklerler. Hayvana önce, deneme amaçlı "muleta"yı sallayarak, matador yaklaşır. Bu deneme hareketlerinden sonra, mızraklamaya sıra gelir.
Türkiye'de boğa güreşi.
Artvin'de Kafkasör boğa güreşi.
Artvin Kafkasör boğa güreşleri ile nefes kesen görüntülerin sergilendiği bir ildir. Her yılın Haziran ayının üçüncü haftası boyunca geleneksel olarak düzenlenen festivalin ilginç yanı boğa güreşleridir. İlin her yanından getirilen boğalar boyun kalınlığına ve kilolarına göre sınıflandırılıp güreştirilir.
Bu güreşler yapıldığı tarihten itibaren, boğaların zarar görmemesi ve herhangi bir şekilde eziyete uğramamaları için dikkat edilmekte, belirli kurallar uygulanmaktadır. Güreş sırasında güçsüz görülen boğanın çekilmesi halinde yenik kabul edilir ve güreş meydanında ayrılan bölümden ilgililerce boğa alandan uzaklaştırılırlar. İlgililer ellerindeki uzun sopalarla gerektiğinde güç kullanmaktadırlar. Böylece, Kafkasör boğa güreşleri, kendi kuralları içinde güç gösterisi olarak bir spor ve şenlik ortamına dönüşür.
Karakucak güreşleri ve folklor gösterilerinin de yapıldığı festivalde, çevre ilçe ve köylerinden gelen halk şairlerinin atışmaları ilgiyle izlenir.
İspanyol boğa güreşi.
İspanya'da yoğun olarak düzenlenen boğa güreşlerinde matador olarak adlandırılan kişi önceden yorulmuş ve kan kaybetmesine yol açacak şekilde yaralanmış boğayı öldürür.
Katalonya Otonom Bölge Parlamentosunda alınan karara göre 2012 yılından sonra boğa güreşi Katalonya'da yasaklanmıştır.
Fransız boğa güreşi.
Güney Fransa'nın Provence bölgesinde bulunan Camargue'da boğa güreşlerinin kansız versiyonu olarak bilinen "Course camarguaise" düzenlenmektedir. Bu boğa güreşindeki temel amaç, boğalara zarar vermekten ziyade, boğaların arenaya alındığı 15 dakika içerisinde onların boynuzlarına sarılmış olan iplikleri çözmek yahut halkaları alarak kaçmaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8366",
"len_data": 3748,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.18
}
|
Meddah (Arapça: مداح, "meddâh"), kıssahan veya şehnâmehân. Meddahın sözcük anlamı çok öven olup ilk başlarda İslam Peygamberi Muhammed zamanını öven kişileri ifade ederken zamanla topluluk önünde halk hikâyesi anlatan kişi anlamına dönüşmüştür. Araplarda bu kimselere “kāss” (çoğulu: kussâs), “kassâs, İranlılarda ve Osmanlı Türklerinde ise “kıssahân” ve “şehnâmehân” denmiştir.
Tarihçe.
Meddah, Arapça مدخ kökünden türetilmiş bir mübalağalı ism-i faildir, çok öven (kişi) anlamına gelir. İlk kullanımının İslam peygamberi Muhammed'i savunan şiirler yazmış Hassan bin Sabit'e hitaben kullanıldığı kaydedilmiştir.
Mekan ve kostüm.
Kişiler, anlatılarını Osmanlı sarayında, şehir ve kasabalarda ve kahvehanelerde aktarırlardı. Özel bir anlatım yeri yoktur ve çoğunlukla kahvehanelerde anlatırlar.
Meddah olayları canlandırırken seyircinin rahatça görebileceği şano türü yüksek bir yere oturur. Bir eline değnek alırdı. Bu değnekle dinleyicilerin dikkatini toplar, at, eşek vb. hayvanların anlatımı sırasında kullanır. Mendili taklit yaparken sesini farklılaştırmak için kullanır. Omzunda büyükçe bir mendil ya da makrame bulunur ve bunu kadın taklidi yaparken başörtüsü olarak örter.
Sözel anlatı.
Meddahın anlatısını, günlük yaşamdaki olaylar, masallar, destanlar, öyküler ve efsaneler oluşturur. Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Arzu ile Kamber başlıcası olmak halk hikâyelerini, gerçek olayları, duyumlarını tekrar kurgulayarak aktarır. En heyecanlı yerinde anlatıya ara verip izleyicilerden para toplar.
Oyunun başlangıcında ve bitişinde kalıplara başvurur. Örneğin; Başlarken şu kalıp kullanılır: Karakterler tanıtılıp şu uyarıda bulunulur: Sonda da şu kalıp kullanılır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8367",
"len_data": 1675,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.75
}
|
Kukla, tek aktörlü, üç boyutlu, taklit ve söze, karşılıklı konuşmaya dayalı geleneksel seyirlik oyunu.
Türkçe oyuncak bebek anlamına gelen ve bugün Anadolu'da yaşayan korçak, kudurcuk, kaburcuk, koğurcak, kavırçak, lubet, ninik gibi isimlerle yaşayan kukla seyirlik oyunların en eskilerindendir. "Korkolçak", "Çadır hayal" (ipli kukla) adı ile yaşayan kukla Orta Asya'da da aynı isimle yaşatılmakta ve Orta Asya'dan getirildiği sanılmaktadır.
Birçok Türk boyunda kendine özgü basit teknik içinde görülen ve 17. yüzyıldan beri Türkiye'de şehirlerde kukla adı ile bilinen oyun Anadolu'da köylüler arasında "bebek, çömce gelin, karaçör" gibi isimlerle yaygındır. Konusunu günlük yaşamdan ve edebi hikâyelerden alan kukla bir hareket ve hacim oyunudur. 14. yüzyıldan bu yana oynatıldığı bilinmektedir. Bu oyunun baş kahramanı "İbiş" ve ihtiyardır. İbiş kurnaz ve hazırcevaptır. İhtiyar ise varlıklı bir kişidir.
El kuklacısı, küçük bir sahnenin ardından iki eliyle kuklaları karşılıklı konuşturur, oynatır. İpli kuklada ise sahnenin üstünden iplerle kuklaları hareket ettirir. Sahnenin üstünde kukla köprüsü denilen bir yerde vardır kuklacı buraya çıkarak kendisi gözükmeden kuklasını oynatır. Sözlü veya sözsüz kukla olabilir. Eğer kukla oyunu sözlüyse perdenin arkasında seslendirilir.
Bir dönem kuklalar politik amaçlı kullanılmıştır. Ayrıca Hristiyan kiliselerinde dini konular kuklalar oynatılarak insanlara anlatılmaya çalışılmıştır.
Türkiye'de ipli kukla, el kuklası, araba kuklası, iskemle kuklası, yer kuklası, ayak kuklası, baş kuklası gibi türlerle bilinen kukla sanatı 19. yüzyıl sonlarında önemini kaybetmeye başlamıştır. Cumhuriyet döneminde sınırlı sayıda sanatçı yaşatmaya çalışmıştır. Türkiye'de en çok bilinen Karagöz ve Hacivat kuklaları gölge oyunu kategorisinde yer alır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8368",
"len_data": 1788,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.65
}
|
Koç katımı, hayvan yavrularının, kışın soğuğa ve açlığa dayanıksız oluşlarından dolayı, yavrulama zamanlarının denetim altına alınması amacıyla sürülerden ayrılan erkek hayvanların sürüye geri salındığı zamandır. Bir tür mevsimlik bayram niteliğindedir.Koç katımı genellikle Ekim ile Kasım ayları arasında olur. Gündönümünde (21Haziran) bir köyün bütün koçları sürüden ayrılıp ayrı bir otlakta koçları çobanın gütmesine verilir. Sürülerde ortalama 25-30 koyun için bir koç beslenir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8370",
"len_data": 482,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.5
}
|
Gravür, bir baskı tekniği olarak matbaacılıkta ve sanat ürünlerinin yaratımında kullanılan bir kazıma şekli, çukurbaskı veya oyma baskı olarak adlandırılabilir. Baskı yapılacak görüntü ahşap, metal veya taş levha üzerine çeşitli yöntemler (elle kazıyarak veya asite yedirme) aktarıldıktan sonra levha mürekkep ile sıvanır. Levhanın yüzeyi temizlenince mürekkep yalnız çukur yerlerde kalır ve levhanın üzerindeki görüntü baskı uygulanarak kağıda aktarılır.
15. yüzyıldan sonra ortaya çıkışından itibaren gravür, günümüze kadar sanatçıları tarafından yaygın bir biçimde kullanılmış ve geliştirilmiştir. Günümüzde birçok sanatçı gravür baskı tekniğinden sanat baskılarının üretilmesinde yararlanmaktadır. Matbaacılıkta ise 19. yüzyılın sonlarına kadar basımı yapılan kitaplarda yer alan resimlerin kaliteli reprodüksiyonu için kullanılan gravür, bir baskı tekniği olarak günümüzde fotogravür ya da tifdruk baskı (rotagravür) biçiminde kullanılmaktadır.
Genel olarak gezi eserleri içine serpiştirilen gravürler kimi eserlerde ayrı bir ciltte albüm ya da taşbaskılarını albüm şeklinde yayınlamıştır.
Dergiler ve yıllıklar.
Batı dünyasında yayınlanan kaliteli dergilerde Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili daha çok haber niteliğindeki yazılar gravürlerle süslenerek zenginleştirilmiştir. 1854-1856 Kırım Savaşı ve 1877-1878 Türk-Rus savaşı sırasında başta İstanbul Ve İstanbul'da günlük yaşam olmak üzere, İmparatorluğun diğer kentlerinin görüntüleri bu dergilerde oldukça çoktur. Bu dergilere örnek olarak Paris'te yayınlanan "L'Illustration", Londra'da yayınlanan "The Illustrated London News" ve "The Graphic" gösterilebilir. Bunun yanı sıra İstanbul ile ilgili gravürler içeren Leipzig'de yayınlanan “Hesperos”ta ve Londra’da yayınlanan “He brettanikos aster” adlarında kaliteli iki Rumca dergi vardır. İstanbul'da çıkan "Servet-i Fünûn" da gravür ve taşbaskı resimleriyle yayınlanan dergilerden biridir.
Özel konularda yazılmış eserler.
Bu tür eserlerin başında Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili tarihi ve sosyal içerikli yayınlar gelir. Mouradgea d'Ohsson'un “Tableau général de l’Empire Othoman”, Dimitri Kantemir’in “The history of the growth and decay of the Ottoman Empire”, 1877-1878 Türk-Rus savaşı kaleme alınan “Cassell’s illustrated history of the Russo-Turkish war” ve "Russed et Turcs: la guerre d’Orient” adlı eserleri örnek olarak gösterebiliriz.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8372",
"len_data": 2356,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
Dokuma, atkı ve çözgü ipliklerinin dikey açı yapacak şekilde, birbirinin altından, üstünden geçirilmesiyle ortaya çıkan düz yüzeyli üründür.
Dokuma tezgâhlarında çözgü denilen yan yana duran ipliklerin gücü nire denilen araçlarla bir kısmının yukarı kaldırılması, diğer kısmının aşağı çekilmesi suretiyle açılan aralıktan ki bu aralığa ağızlık denir, mekik yardımıyla atkı denilen iplikle yapılır.
Dokumacılık.
Dokuma, atkı ve çözgü ipliklerinin dikey açı yapacak şekilde, birbirinin altından, üstünden geçirilmesiyle ortaya çıkan düz yüzeyli üründür.
Dokuma tezgâhlarında çözgü denilen yan yana duran ipliklerin gücü nire denilen araçlarla bir kısmının yukarı kaldırılması, diğer kısmının aşağı çekilmesi suretiyle açılan aralıktan ki bu aralığa ağızlık denir, mekik yardımıyla atkı denilen iplikle yapılır.
Dokumacılık türleri.
Dokumacılık, yapım teknikleri ve kullanılan araçlara göre üç grup altında incelenir.
Mekikli Dokumalar.
Gücüler yardımıyla gruplar halindeki çözgüler arasında oluşturulan aralıktan, atkı ipinin mekikle geçirilmesi sonunda elde edilen düz yüzeyli dokumalardır.
Çeşitli kumaş dokumaları, Siirt battaniyesi, kolanlar ve grup içinde yer almaktadır. Siirt battaniyesi düz bez ayağı dokumalardandır.
Geleneksel Türk dokumaları, ev, çarşı, saray dokumaları olarak sınıflandırılabilir. Kadınlar tarafından evlere yün, ipek, keten veya pamuk kullanılarak yapılan bu dokumalar el sanatı örneklerindendir. Kumaş, çevre, peşkir, yağlık gibi çeşitlilik göstermektedir.
Kirkitli Halı Dokumalar.
Dokuma yapılan tezgâhları kullanım biçimleri ve tiplerine göre şu şekilde sınıflandırılabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8373",
"len_data": 1605,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.19
}
|
Hat şu anlamlarda olabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8374",
"len_data": 27,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 1.77
}
|
İslam (, ), İslamiyet veya Müslümanlık, tek Tanrı inancına dayalı en yaygın İbrahimî dinlerden birisidir.
Allah'ın resulü ve son peygamber olduğuna inanılan Muhammed tarafından 610 yılında, Arabistan'ın Mekke şehrinde kurulmuş ve yayılmıştır. Takipçilerine, "iman etmiş" veya "inanan" anlamlarına gelen "mümin" veya "Allah'a teslimiyet gösteren" anlamına gelen "Müslüman" denir. Günümüzde İslam, 2 milyarı aşkın takipçi sayısıyla yeryüzünün Hristiyanlıktan sonraki en kalabalık dinidir.
İslam inancına göre İslam'ın kutsal kitabı olan Kur'an'ı oluşturan ayetler ve sureler, Cebrâil adlı melek aracılığıyla, ilki 610 yılında olmak üzere sözlü olarak Muhammed'e vahyedilmiştir. İslam'ın temelinde, "tek ilah olarak Allah'a, O'nun eşi ve benzerinin olmadığına inanmak" anlamına gelen "tevhit" inancı yatmaktadır. İslam'ın ana kaynağı olan Kur'an'ın dışında Muhammed'in hayatı, davranış tarzı (sünnet) ve sözleri (hadis) de çoğu Müslüman için bağlayıcı bir öneme sahiptir.
Müslümanlar, İslam'ın Âdem, İbrahim, Musa ve İsa gibi peygamberler aracılığıyla daha önce de birçok kez vahyedilmiş olan eksiksiz ve evrensel bir din olduğuna inanırlar. Müslümanlar, dili Arapça olan Kur'an'ı Allah'ın değiştirilmemiş son vahyi olarak kabul ederler. Diğer İbrahimî dinlerde olduğu gibi, İslam'da da doğruların cennette ödüllendirileceği ve haksızların cehennemde cezalandırılacağı inancı vardır. Namaz, oruç ve maddi duruma göre zekat ve hac, İslam dininin başlıca ibadetleri arasında yer alır. İslam, Tanrı'nın (Allah) bir ve tek olduğunu, her şeye gücünün yettiğini, merhametli olduğunu, doğmayıp doğurmadığını ve eşi ile benzerinin olmadığını öğretir. Mekke, Medine ve Kudüs şehirleri, İslam'ın en kutsal mekanlarına ev sahipliği yapmaktadır.
İslam dini, yaklaşık 610 yılında Mekke'de ortaya çıktı. Muhammed, İslam dinini yaymasının yanı sıra, siyasi ve askeri bir yapılanmaya da gitti ve Medine'de İslam Devleti'ni kurdu. Muhammed'in ölümünden sonra, halife denilen hükümdarlar bu devletin ardılı olma iddiasıyla egemenlik sürdüler ve hanedanlarca yönetilen imparatorluklar kurdular; Emevî ve Abbâsî hanedan topraklarının zamanla bölünmesiyle yeni ve farklı Müslüman devletler ortaya çıktı. 8. yüzyıla gelindiğinde İslam inancı, batıda İber Yarımadası'ndan doğuda İndus Nehri'ne kadar uzanıyordu. Daha sonraları İslam'ın Altın Çağı, yani 8. yüzyıl ortalarında başlayan ve 13. yüzyıl sonlarına kadar devam eden, Müslüman dünyasının çoğunun bilimsel, ekonomik ve kültürel yönden zirvede olduğu tarihsel dönem yaşandı. 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sömürgeleştirilen Müslüman çoğunluklu çeşitli bölgeler, II. Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlıklarını kazandılar. İslam, Orta Çağ'daki Haçlı Seferleri'nden ve Batı'nın sömürgeci egemenliğinden sonra hem ideolojik hem de siyasal olarak Hristiyan dünyasıyla çatışmaya girdi. Yakın zamanda yaşanan bazı gerilimler, bazı köktendinci Müslümanların cihadı köktenci bir biçimde yorumlayıp inançlarını çatışmayla savunmayı dini bir görev saymasına yol açtı ve bunun sonucunda İslamofobi adı verilen kavram dünyaya yayıldı.
Siyasî ve teolojik kavramlarla birbirinden ayrılan Sünnilik ve Şiilik, İslam mezheplerinin başlıcalarıdır. Fakat İslam toplumlarında, kelâm ve fıkıh konuları ile ilgili olarak çok sayıda mezhep bulunur. Günümüzde geleneksel mezheplerin dışında modernist, Kur'ancı veya tarihselci olarak adlandırılan çeşitli görüşler ve yaklaşımlar da mevcuttur.
Dünya nüfusunun yaklaşık %25'ini (yani dörtte birini) kapsayan İslam dini, en büyük dinlerden biri olarak varlığını sürdürüyor. Müslümanların %80-90'ı Sünni, %10-20'si de Şii'dir. Yaklaşık 50 ülkenin nüfusunun çoğunluğu Müslüman'dır. Müslümanların çoğunluk nüfusta bulunduğu ülkelerin bir kısmı dine dayalı şeriat yönetimlerini benimsemekte, bir kısmı şeriatı belirli alanlarda uygulamakta, bir kısmı şeriatı esas almayıp İslam'ı sadece resmî devlet dini kabul etmekte, geriye kalan diğer ülkeler ise şeriatı devre dışı bırakan laik sistemlerle yönetilmektedir. Endonezya, en büyük Müslüman nüfusa sahip ülkedir; Müslümanların yaklaşık %13'ü (231 milyon) orada yaşamaktadır. Onu sırayla Pakistan, Hindistan ve Bangladeş izlemektedir. Hindistan, sayısal açıdan dünyanın en büyük Müslüman azınlık nüfusunun (195 milyon) yaşadığı ülkedir. Genel olarak Müslümanların yarısından fazlası Asya'da, %25'i Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da yaşar; ama dünyanın neredeyse her ülkesinde Müslüman topluluklar vardır.
Etimoloji.
İslam, Arapçada "س ل م" (sin, lam, mim)" "kökünden oluşup bu kökten türeyen "teslimiyet" anlamına gelmektedir. Sonuç olarak İslam, "teslimiyet" anlamına gelirken, Müslüman da "teslim olan" anlamına gelir. Burada teslim olunan, tek Tanrı olduğu kabul edilen Allah'tır. Sözlükte ""kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak, barış yapmak" anlamlarındaki "selm" kökünden türemiştir. İbn Kuteybe, kelimeyi "boyun eğmek ve itaat etmek" anlamında açıklar. Sonraki kaynaklarda genellikle bu açıklamalar tekrar edilmiş ve "sulh, selâmet, boyun eğmek, tâbî ve teslim olmak"" manaları öne çıkarılmıştır.""
"Müslüman" kelimesi, Arapça "müslim" kelimesine Farsça çoğul eki takılarak elde edilmiş bir kelimedir. Ancak Türkçede tekil gibi kullanılır ve çoğul için "Müslümanlar" denir.
İnanç esasları ve inançlar.
Sünnilikte (Ehl-i Sünnet).
Sünnilikte inanç esasları, amentü ("İmanın Şartları") olarak adlandırılır. Klasik kelâm mezhepleri, imanın şartlarından birini kabul etmeyen kişiyi kâfir veya mürted olarak sayarlar. Kur'an'dan alınarak özetlenen iman esasları şunlardan oluşur:
Allah'a, meleklere, kutsal kitaplara, peygamberlere, kıyamete, ölümden sonra dirilmeye ve ahiret hayatına iman etmek, kaza ve kadere iman etmek
Allah.
İslam'daki iman esaslarının birincisi ve temeli Allah'a, onun varlığına, yaratıcı olarak ibadet edilmeyi hak eden tek Tanrı olduğuna, onun dışında tapınılan her şeyin batıl olduğuna inanmak, yani tevhiddir. İslam'a göre içerisindeki her şeyle birlikte evrenin yaratıcısı, doğma ve doğurma sıfatlarından münezzeh ve tek Tanrı olan Allah'tır. Onun varlığı ezeli ve ebedidir. Her şeye gücü yeter.
"Allah" kelimesi, İslam öncesi dönemde çok tanrılı inanca sahip olan Arap toplumunda "Tanrı" anlamına gelen bir sıfat veya baş Tanrı kabul edilen Hubal için kullanılan bir isimdi. El-Lât, El-Uzzâ ve El-Menât gibi putlar, baş Tanrı olan Hubal'in şefaatçileri ve kızları olarak inanılırdı. İslam ile birlikte, Arap toplumundaki çok tanrılı inanç tek bir Tanrıya indirgenmiş ve ilahların sembolü olan putlar kaldırılmıştır.
İslam toplumunda "Allah" ismi, Tanrı'nın özel adı olarak kullanılmakla birlikte, Allah için kullanılan birçok başka isimler de vardır. Bu isimlerden derlenen 99 tanesi özel bir şekilde ele alınır ve birçoğu Kur'an'da Allah için kullanılan ifadelerden köken alan bu isimlere topluca "güzel isimler" anlamına gelen "Esma'ül Hüsna" denir.
Öte yandan Allah'ın birliğini ifade eden tevhid öğretisi, İslam'daki en büyük günahın, yani tevhidin ihlali olan bağışlanamaz şirk koşma günahının temelini de oluşturur. Allah'a ortak koşmak, ya birden çok Tanrı'ya inanmaya ya da Allah'ın tam olarak kusursuz olmadığına ve bir ortağa ihtiyaç duyduğuna inanmaya işaret eder.
İslam, Allah'ın insan idrakının ötesinde olduğunu öğretir. Bu durum, Müslümanların Allah'ı düşünmelerine; kim olduğu, ne olduğu ve nasıl olduğu konularına kafa yormalarına herhangi bir engel teşkil etmez; ama asla Allah'ın niteliklerini ya da işlerini anlama beklentisiyle bunu yapmamalılar. Çünkü İslam'a göre insan aklı ve bilinci sınırlı olduğu için, Allah'ı idrak etmeleri de mümkün değildir.
Kelam, İslam inanç felsefesini oluşturan bilim dalının adıdır. Tanrı benzetmesi hakkında antropomorfik bir dil kullanılıp kullanılamayacağı konusunda Yahudi, Hristiyan ve İslam düşünce tarihinde oldukça yoğun tartışmalar olmuştur. Kutsal kitaplarda Tanrı'yı hem teşbih eden hem de tenzih denilen olumsuzlama örneklerine rastlanmaktadır. Üç İbrahimi dinin de bu konuya yaklaşımını incelediğimizde, hem Kur’an’ın hem de Kitab-ı Mukaddes’in olumsuz nitelemeler yanında olumlu nitelemeleri çok daha fazla kullanıldığı görülecektir; yani vahiyde tenzihten çok teşbih vardır.
Allah inancı ve diğer inanç sorunları üzerinde kelamcılar ve imamlar tarafından yürütülen tartışmalar sonucunda birçok kelam ekol ve mezheplerinin ortaya çıktığı görülür:
Ruhaniler (Melek, Cin ve Şeytan).
İslam inancında melekler, Allah'ın kendine ibadet ve emirlerini yerine getirsinler diye nurdan yarattığı üstün, ruhanî varlıklardır. Fatır Suresi'ne göre melekler iki, üç veya dört kanatlı elçilerdir.
Baş melek Cebrail, Allah'tan peygamberlere vahiy getirir; Mikâil, doğa olaylarıyla; İsrafil, Kıyamet ve yeniden diriliş günü Sûr üflemekle; Azrail ise canlıların hayatını sona erdirmekle görevlidir. Bunların dışında, insanların sevap ve günahlarını yazan Kirâmen Kâtibîn, insanları kabirde sorguya çeken Münker ve Nekir ve Allah'ın tahtını taşıyan Hamele-i Arş melekleri de vardır.
İslam kültüründe melekler dışında, iyi ve kötülerinin bulunduğuna ve değişik kılıklara girebildiklerine inanılan cinler bulunur. Kur'an'ın 72. suresi Cin Suresi'dir ve birçok Kur'an ayetinde de onlardan bahsedilir. Buna göre cinler, tıpkı insanlar gibi akıl sahibidirler, iyi (müslüman) ve kötü karakterli olanları vardır, yerler, içerler ve çoğalırlar. Cinci ekoller ve Mitolojik anlatımlarda onlar insanlarla ilişkiye girer.
Şeytanlar ve İblis değişik ayetlerde geçer. Müslümanlar, Kur'an okumaya başlarken Euzü Besmele çekerek kovulmuş ve lanetli şeytanın şerrinden Allah'a sığınırlar. İnanca göre Allah Adem'i topraktan yarattığında İblis, diğer meleklerin ve cinlerin aksine Adem'e secde etmemiş; onun topraktan ve kendinin de ateşten yaratıldığını ve dolayısıyla da kendini daha üstün gördüğünü dile getirdiği için Allah tarafından lanetlenmiş ve kovulmuştur. O günden sonra da İblis, kıyamet gününe değin Adem'in soyundan gelen insanları kötülüğe teşvik edeceğine dair yemin etmiştir. Bu olay, Kur'an'ın belli başlı ayetlerinde de geçmektedir.
Peygamberler.
İslam'da, diğer Semavi dinlerin de zaman zaman "İslam" olarak adlandırıldığı, yoldan çıkan ve sapıtan insanları Allah'a çağırmak için bazılarının adı Kur'an'da anılmış olan peygamberler gönderildiğine inanılır. Hristiyanlık ve Musevilikte aziz, din büyüğü, ata ya da siyasi şahsiyetler olarak kabul edilen bazılarından da peygamber olarak bahsedilir ve onlara dair kıssalar büyük benzerlikler gösterir.
İslam'a göre insanın ve peygamberlerin tarihi, ilk insan ve peygamber sayılan Âdem ile başlar. Son peygamber ise Muhammed'dir. Kökü ise, inancı açıklamaya gönderilen peygamberler silsilesinin ilk peygamberi İbrahim'e dayanır. Musa ve İsa gibi birçok peygamberin de içinde olduğu bir silsiledir bu. Kur'an'da ise peygamberlerin sayısına dair kesinlik addeden bir ifade bulunmaz ve yalnızca 25 peygamber, ismen anılır.""
Hadislerde ise peygamberlerin sayılarıyla ilgili çokluk ifade eden rakamlar verilir. Bu sayılar, genellikle 124.000 olarak verilir.
İslam'da peygamberlerin birtakım üstün sıfatlar (zekâ, anlayış, doğruluk, günahsızlık vb.) ile donatıldıklarına, mucizeler göstererek insanları doğruya çağırdıklarına, son peygamber olan Muhammed'in geleceğini ve kıyameti haber verdiklerine inanılır. Bunlardan Adem, ilk peygamber olmasıyla; Nuh, "Tufan" adı verilen olayıyla; İbrahim, tevhid mücadelesi ve Nemrud tarafından ateşe atılması olayıyla; Yusuf, kendi adını taşıyan kıssasıyla; Musa, Davud, İsa ve Muhammed ise getirdikleri şeriat ve kitaplarıyla öne çıkarlar. Musa'ya Tevrat, Davud'a Zebur, İsa'ya İncil ve Muhammed'e Kur'an'ın indirildiğine inanılır.
İslam inanışına göre, Kur'an'da adı geçen veya geçmemiş olmasına rağmen daha önceden gelmiş olup da sayıları tam kesin bilinmeyen peygamberden birine bile inanmayan kişi, tam anlamıyla Müslüman olamaz.
İslam'da peygamberlik misyonu iki kategoride değerlendirilir: nebîler ve resuller. Buna göre resuller, kendileriyle birlikte yeni bir şeriat (dinî hükümler, kutsal kitaplar) gönderilen, "Allah'ın elçileri" olarak tanımlanırlar. Her resulün bir nebî olduğu, buna karşılık her nebînin bir resul olmadığı söylenir. Nebîler, şeriat getirmedikleri için kendilerinden önceki son resulün şeriatına uyarlar. Bu anlayışta Muhammed bir resuldür ve İslam şeriatı da son ve geçerli sayılan tek şeriattır. Bunun yanı sıra bazı İslam alimleri, bazı peygamberleri "ülü'l azm", yani kelime anlamıyla "sabırlı, gayretli ve kararlı kimseler" olarak sınıflandırmışlardır. Bu peygamberler, inanca göre diğer peygamberlere nazaran daha fazla sıkıntılı, zorluklu ve çileli hayatlar yaşamışlardır. Kur'an'da Ahkaf Suresi'nin 35. ayetinden yola çıkarak İslam alimleri, bu peygamberlerin Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed olduklarını söylemişlerdir.
Muhammed.
Muhammed bin Abdullah, İslam'a göre son peygamberdir ve kendine Allah tarafından Kur'an'ın vahyedildiğine inanılır. Resul bir peygamber olarak ortaya koyduğu şeriat, Müslümanlar tarafından uymakla yükümlü olduklarına inanılan son şeriat sayılır. Mekke'de 570 ya da 571 yılında doğmuş, 610 yılında Mekke'ye 5 km uzaklıkta olan Hira Mağarası'nda ilk vahyi almış, Mekkelilerce hakaretlere ve şiddetlere maruz kalmış, bunun için de 622'de Medine'ye göç etmiş, aralıklarla Mekkeli paganlarla savaşmış, 630'da Mekke'yi fethetmiş ve 632'de, Veda Hutbesi'nden sonra Medine'de ölmüştür.
İslam inancında diğer din mensuplarının, önceki peygamberlerin getirdiği dini tahrif etmelerinden dolayı Muhammed'in Allah tarafından aynı mesajın bazı tamamlayıcı değişikliklerle ve mükemmel bir din olarak yeniden gönderildiğine inanılır. Müslümanlar tarafından Muhammed, son peygamber veya ahir zaman peygamberi olarak tanımlanır:
"Muhammed yalnızca bir elçi ve peygamberlerin sonuncusudur. (Ahzâb Suresi: 40)"
Muhammed'in söz ve fiilleri (hadis ve sünnet), Kur'an'ın yanında ikinci derecede kaynak kabul edilir ve İslam hukukunun iki temel kaynağından biri sayılır.
Kaynaklara göre yaklaşık MS 570 civarında Arabistan'ın Mekke şehrinde, o zamanlar ticaret, bilim, sanat ve kültür merkezlerinin çok uzağında olan, dünyanın geri kalmış bir yerinde doğan Muhammed, hayatının ilk yıllarında hem öksüz hem yetim kalınca, amcası Ebu Talib'in koruması ve gözetimi altında büyüdü. 25 yaşında, Mekke'nin zengin ve dul kadınlarından biri olan Hatice isminde birisiyle evlendi. Kırk yaşında, düzenli olarak bazı geceler inzivaya çekildiği Hira Mağarası'nda iken, Cebrail'in kendine gelerek Allah'ın ilk vahyini ilettiğini duyurdu. Aldığını söylediği vahiylerle birlikte üç yıl sonra, "tevhit" inancını açıkça ilan ederek insanları, İslam inancına göre diğer peygamberlerin de daha önceden öğrettiği şekilde İslam'a davet etmeye başladı. İslami kaynaklar, okuma ve yazmasının olmadığını söylerler.
Başlarda Muhammed kendine az sayıda destekçi buldu ve kimi Mekkeli kabilelerin ve hatta akrabalarının düşmanlıklarıyla karşı karşıya kaldı. Kendisine ve kendi inancını benimseyenlere yapılan eziyetten kaçmak için ilk önce bazı Müslümanları 615 yılında Habeşistan'a gönderdi, ardından 622'de destekçileriyle birlikte Medine'ye göç etti. Hicret adı verilen bu olay, daha sonradan Hicrî takvim olarak da bilinen İslami takvimin başlangıcı kabul edildi.
Medine'ye geldiğinde Muhammed, Medine Sözleşmesi ile birlikte kabileleri tek bir çatı altında topladı, bir devlet sistemi oluşturdu ve İslam'ı buradan yaymaya devam etti. Mekkeli kabileler ile aralıklarla sekiz yıl süren çatışmaların ardından, büyük bir Müslüman ordusu kurarak 630'da kansız bir şekilde Mekke'nin kontrolünü eline geçirdi. Ayrıca yaşamının son dönemlerinde Habeşistan Krallığı, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu, Mısır, Çin ve Sasani İmparatorluğu başta olmak üzere birçok devletin hükümdarlarına elçiler aracılığıyla İslam'a davet mektupları gönderdi. Muhammed 632'de Medine'de öldüğünde, Arap Yarımadası'nın tamamını fethetmiş ve bölgenin yine neredeyse tamamı İslam'ı benimsemişti.
Kutsal metinler.
Müslümanlar, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla içinde doğru yolu, iyiliği ve kurtuluşu gösteren ayetler ve sözler bulunduğuna inandıkları dini metinlere inanırlar. Bunlar Adem, Şit, İdris ve İbrahim'in sahifeleri (suhuf) ile Musa, Davud, İsa ve Muhammed’in Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an ismi verilen kutsal kitaplardır.
Kur'an.
Kur'an, İslam peygamberi Muhammed'e Allah tarafından melek Cebrail aracılığıyla gönderildiğine inanılan kutsal kitaptır. Müslümanlar, "Hiç şüphe yok ki, bu kitabı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr: 9)" ayetine dayanarak Kur'an'ın orijinal olduğuna, değiştirilmediğine inanırlar.
İslam'a göre, Allah'ın son elçisi olarak seçtiği Muhammed'e 22 yılda vahiyle bildirilen Kur'an, Allah'ın son sözünü ve iradesini içerir. İçinde, Allah'ın isteklerini ve emirlerini dünyaya bildiren "ayetler" vardır. Arapça bir sözcük olan Kur'an, "okumak, ezbere okumak" anlamlarına gelir. Müslümanlara göre Kur'an, Allah'ın insanoğluna göndermiş olduğu harfi harfine sözüdür.
İslam geleneğine göre Muhammed, bir gece Mekke'ye yukarıdan bakan Hira Mağarası'nda tefekküre dalmış iken, Cebrail ona görünüp onu peygamberliğe davet etti ve "Oku!" dedi. Bunu, Kur'an'ın ilk vahyi olan, Alak Suresi'nin ilk beş ayeti izledi. Kur'an'ın tamamı, uzun bir dönem boyunca Muhammed'e indirildi; bu yüzden kademeli olarak başkalarına okuyabildi. Çoğunu Muhammed'in vecit halindeyken aldığı vahiyler, 610'da gelmeye başladı ve 22 yıl sürdü. Başlangıçta Muhammed, bu vahiyleri ezberledi ve sözlü olarak aktardı. Sonrasında takipçileri bunları ezberledi. Fakat sonunda vahiyler, Muhammed'in kendi izni ve kontrolü dahilinde, bazen Muhammed'in katipleri tarafından, bazen de takipçileri tarafından yazıya geçirildi.
İslam öncesi Araplar, ağaçlar, kuyular ve dağlara ilişkin kıssa ve mitolojiler kurgulamış; Safa, Merve, Ebû Kubeys, Arafat, Mina ve Müzdelife'de bulunan kaya ve dağlara ilişkin kültler oluşturmuşlardı. Kur'an, bir kısım çoktanrılı tapınmaları kaldırmasına rağmen, kökleşmiş Arap mukaddesatıyla çatışmamış, aksine büyük oranda bu ritüelleri devam ettirmiştir. Kur'an'da dini emir (farz) ve yasaklar (haram), sosyal düzenlemeler, nasihatler, teşvik ve korkutmalar ile önceki peygamberlerin hikâyeleri içerik olarak önemli yer tutar. İslam inançları ve şeriatın ana kaynağı Kur'an'dır.
Kur'an ayetleri, "sure" adı verilen bölümleri oluşturur. Kur'an'da toplam 114 sure bulunmaktadır. Kronolojik olarak Kur'an'ın ilk yazılan ayetinin Alak Suresi'nin birinci ayeti olduğuna inanılır; son ayet ise Maide Suresi'nin 3. ayetidir.
"...Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı seçtim... (Maide: 3)"
Kur'an'ı oluşturan sureler ve ayetler, kronolojik olarak ya da konuya göre değil, genel olarak uzunluğuna göre düzenlenmiştir. Uzun sureler Kur'an'ın başında bulunurken, daha kısa olanlar sona doğru düzenlenmiştir. Bir bütün olarak sureler, çeşitli konuları ele alırlar; ibadetler, siyaset, evlilik, aile yaşamı, muhtaçlara yardım, hijyen, ekonomi konularında yol gösterir. Kur'an'daki bazı sureler, Muhammed'in Mekke'de veya Medine'de bulunma dönemlerine bakılarak "Mekke sureleri" veya "Medine sureleri" olarak adlandırılır. Bunun yanı sıra, hem Mekke'de hem Medine'de belirli ayetleri inen sureler de bulunmaktadır. Kur'an'da bazı ayetler çok ritmiktir ve mecazla doludur. Hatta birçoğu yeminlerle başlar.
Kur'an ayetlerinin ne şekilde anlaşılması ve yorumlanması gerektiği ile ilgili mezheplerin değişik görüşleri olmuştur:
Kıyamet ve ahiret.
İsrafil (), İslam inancına göre dört büyük melekten birisidir ve kıyametin başlangıcı için Sûr adı verilen boruyu üfler. Buna göre İsrafilin ilk üflediğinde kıyamet kopacak, ikinci üfleyişinde ise diriliş ve ahiret yaşamı başlayacaktır.
İslam'a göre kıyametin vaktini istisnasız sadece Allah bilir denir. Ancak aynı zamanda Muhammed bir Ahir zaman peygamberi olarak bilinir ve İslamda Kıyametin her zaman çok yakın olduğuna inanılmıştır.
Kur'an'ın pek çok ayetinde kıyamet gününden, o gün gerçekleşecek olan yıkıcı ve korkutucu doğa olaylarından bahsedilir ve hatta "Kıyamet" adında bir sure de bulunur.
Dünyanın sonu olan Kıyamet gününe, yeniden dirilişe ve hesaba çekilme zamanı olan ahirete iman etmek, İslam'ın temel inançlarındandır. Ahiret günü, Allah'ın insanları yeniden diriltip bir arada toplayacağı gündür. O gün insanlardan bazıları, nimetleri bol olan Cennet’e ya da elem verici bir azabın olduğu Cehennem'e gireceklerdir. Kur'an'da ahirete iman, çeşitli ayetlerde vurgulanmış, Bakara Suresi'nin 62. ayetinde ise Allah'a inançla birlikte insanların kurtuluşa erecekleri belirtilmiştir:
İslam görüşlerine göre İslam, kendinden önceki İbrahimî dinlerin hükmünü kaldırmış ve hangi dine mensup olunursa olunsun, insanların tümü İslam'a girmekle yükümlüdürler. İslam gelmeden önceki semavî dinlere mensup olanlardan Allah'a ve ahirete inanıp iyi işler yapan insanların, tıpkı İslam'da olduğu gibi kurtuluşa erecekleri belirtilmektedir. İslam bilginleri, Bakara Suresi'nin 62. ayetini de böyle yorumlamışlardır. Zira inanca göre, İslam geldikten sonra dahi İslam'ı kabul etmeyip kendi ölçüleri çerçevesinde Allah'a ve ahirete inananlar kurtuluşa eremezler. İslam'da kurtuluşa ermenin birincil yolu, Allah'a ve onun son elçisi olarak inanılan Muhammed'e iman etmektir. İslam'daki bu birincil iman ve kurtuluş yolu, "kelime-i şehadet" adı verilen sözde toplanmıştır. Dolayısıyla Kur'an'ın bazı ayetlerinde, "ehl-i kitap" olarak adlandırılan Yahudilerin ve Hristiyanların İslam'a dönmedikleri sürece kurtuluşa ermeyecekleri söylenir:
Kader.
Kadere iman; hayır veya şer olsun, her işin Allah'ın irade, takdir ve yaratmasıyla olduğuna inanma şeklinde tarif edilir. Sünni İslam ilahiyatında, Allah'ın ezelî ve ebedî ilmi ve bilgeliğinin gereği olarak her şeyin onun bilgisi dâhilinde olduğuna ve bu bilgilerin miktar, ölçü anlamında bir deyim olarak Kur'an'da da geçen, “Levh-i Mahfûz”da yazılı kader olduğuna, zamanı geldiğinde de bu bilgilerin tasarımdan fiile çıktığına (kaza) inanılır.
Kader, Kur'an'da imanın bir unsuru ve parçası olarak geçmez. Bununla birlikte, Cibril Hadisi'nin bazı sürümlerinde, Muhammed imanı tanımlarken kader de geçmektedir. Kadere iman, Sünni İslam âlimleri tarafından imanın şartlarından birisi olarak görülür iken, Şiilikte iman esaslarından değildir.
Kader, kelamcılar arasında en çok tartışılan konulardandır. Kaderin iman tanımı içerisinde geçip geçmemesi gerektiği yanında, kadere karşı insan iradesinin gücü, kaderin değişip değişmeyeceği ve kader karşısında insanın sorumluluğu gibi konular uzun tartışmalara sebep olmuştur.
Mutezile ve Kaderiyye mezhepleri, katı kaderci Cebriyye mezhebinin tam karşısında yer almış ve kaderi reddetmişlerdir. Sünni mezhepleri ise kadere inanmayı esas almakla birlikte, kelamcı gelenek, bu inanışı insanın iradesi ile dengelemeye çalışan açıklamalara yer vermişlerdir.
Şiilikte (Şîa).
Şiilik, Muhammed'in ölümünden sonra devlet idaresinin Ali'ye ve onun soyundan gelenlere ait olduğuna inanan mezheptir.Şiilikte inanç esasları, usul-i din olarak adlandırılır ve genellikle beş unsur ile tanımlanır:
Bunların dışında "şart" olarak sıralanmasa da Şiilerde meleklere ve kutsal kitaplara inanılır.
İbadetler (kulluk, tapınma).
Klasik anlayış İslamın ibadet ve giyim gibi şekli unsurlarını ön plana çıkarmakla birlikte, bu unsurları kısmen veya tamamen reddeden batıni toplululuklar da sosyolojik olarak İslam toplumu içerisinde var olagelen gruplardandır.
Sünnilikte.
İslam'da, inanan insanların Allah'a ibadet etme ile ilgili birtakım dini yükümlülüklerin bulunduğuna inanılır. Bununla beraber bu yükümlülükler, mezhepten mezhebe değişir. Namaz, oruç, hac ve kurban kesme gibi bazı ibadetler, İslam öncesi Araplarda veya diğer toplumlarda da bulunmaktaydı. İslamiyet bu tapınmaların çoğunu korumuş, bazılarını yeniden düzenlemiş, bazılarını ise kaldırmıştır.
Sünni İslam anlayışına yol gösteren bir hadise göre, İslam'ın beş şartı bulunur ve inananlar için bunları yerine getirmek farzdır, yani zorunludur. Bu yükümlülükleri terkedenler, İslam'da büyük günah işlemiş olurlar ve bazı durumlarda cezalandırılırlar. Örneğin, Sünni İslam'ın dört fıkhi mezhebine göre de "namaz" ibadetini terk eden Müslümanlar cezalandırılırlar. Bu yükümlülüklerin buluğ (ergenlik) çağı veya reşit olma ile başladığına inanılır.
Abdullah bin Ömer'in rivayet ettiği 'Cibril Hadisi'nde melek Cebrail, sahabelerden birinin kılığına bürünerek Peygamber ve arkadaşlarını ziyaret eder ve Muhammed'e çeşitli sorular sorar:
Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin zamanları ve miktarları, İslam mezheplerinde bazı farklılıklar gösterir. Kişi, yaptığı her ibadetle sevap kazanırken, farz olmasına rağmen yapmadığı ibadetlerle günaha girer.
Bu değerlendirmelerin pratik uygulamada karşılıkları da bulunabilir. Buna göre İslam'da namaz, oruç veya zekat gibi ibadetlerin terki durumunda uygulanacak şer’i ceza işlemleri ve kişinin cezaen öldürülmesi sonrasında, bu kişilerin cenazelerine yapılacak işlemleri de şekillenir. Şöyle ki bu kişiler, mürted kabul edildiklerinde cenaze namazları kılınmaz, Müslüman mezarlığına gömülemez, miras bıraktıkları devlet hazinesine kalırlar. Fıkıhçılar ve İslam alimleri, İslam'ın beş şartını kabul etmesine rağmen, maddi imkanlar sebebiyle zekat veremeyen ve hac görevini yerine getiremeyen Müslümanların günahkar olmadıklarını söylemektedir.
Hanefilere göre İslam'ın uygulanmasına dair ihmal veya ret içeren eylemlerde, kişinin kanatılıncaya kadar dövülmesi veya ölünceye kadar hapsedilmesini de içeren tazir cezaları ile cezalandırılması gerekir. Ayrıca öldüklerinde cenazelerine Müslüman cenazesi muamelesi yapılır.
Şafii ve Maliki mezheplerine göre ise namazı terk etmek, ceza miktarı ve şekli Kur'an ve sünnetle belirlenen suçlardandır ve terk eden, “had” uygulanarak öldürülür. Ancak cenazelerine Müslüman cenazesi muamelesi yapılır, miras bıraktıysa mirasçılarına paylaştırılır.
Hanbeli mezhebinde ise namazı terk eden ve bunda ısrarcı olan kişiler, mürted kabul edilerek mürtedlere kılıçla öldürme şeklinde uygulanan “had cezası” tatbik edilir, cenaze namazı kılınmaz ve ceset, Müslüman mezarlığına gömülmez.
Kelime-i şehadet.
İslam'ın ilk şartı, Tanrı olarak sadece Allah'ın varlığına ve Muhammed'in de onun elçisi olduğuna tanıklık (şahitlik) etmek anlamına gelen kelime-i şehadeti dile getirmektir.
Namaz.
Namaz (Arapça: صلاة, "Salah"), İslam'ın her inanana farz kıldığı bir ibadettir. İslam'ın en önemli, en temel ve olmazsa olmaz ibadeti olarak kabul edilir. Kur'an'da günün belli vakitlerinde, abdestle birlikte duaya (salat) kalkılması ifadesi bulunur. Kur'an'a göre namaz, Allah'ı anarak teslimiyetin gösterildiği bir arınma biçimi ve İbrahim Peygamber'e öğretilen bir ibadet şeklidir.
Farz, fıkıh dilinde Kur'an'ın açık olan ve yoruma dayanmayan emirlerine denir. Günlük 5 vakit namazın farz olduğu inancı, Kur'an ayetlerinin yorumu ve hadislere dayanan Sünni İslam toplumlarınca benimsenen bir uygulamadır. Buna göre İslam dünyasının çoğunluğunu oluşturan Sünniler, günde sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere 5 vakit namaz kılarlar.
Sünni mezhebine göre günlük 5 vakit namaz, Miraç olayında bizzat Allah tarafından Muhammed'e ve onun ümmetine emredilmiştir. Dolayısıyla bu gruptaki Müslümanlar, 5 vakit namazın Cebrail aracılığıyla değil de bizzat Allah'ın kendi tarafından bildirildiğine inandıkları için namaza çok önem verirler.
Şiiler ve Kur'ancılar ise (hadislerin dini referans olmasını reddeden grup), günde 3 vakit namaz kılarlar. Ancak bu üç vakit namazın hangileri olduğu konusu da çok açık değildir. Örneğin bu üç vakitte bir anlayışına göre öğle-ikindi, akşam-yatsı ve sabah olarak; bir başka uygulamada ise akşam, yatsı ve sabah olarak rastlamak olasıdır. Prof. Dr. Süleyman Ateş'e göre Kur'an'da geçen namazlar sabah, akşam ve gece namazından (teheccüd) ibarettir. Alevilikte ise namaz reddedilmemekle birlikte, herhangi bir şart (vakit, şekil, kıble, vb.) belirtilmemiştir.
İlk olarak, camilerde ezan okunması ile Müslümanlar namaza davet edilir. Müslümanlar, dilerlerse namaz kılmak için bir camide toplanır; ama isterlerse tek başına ya da grup halinde herhangi bir temiz yerde de kılabilirler. Namazdan önce abdest alınır. Abdest alınmadan namaz kılınamaz. Abdest ile eller, ağız, burun, yüz, kolların dirseklere kadar olan bölümü, başın (veya saçın) belli bir kısmı, ayaklar ve topuklar yıkanır ve böylelikle temizlenilir. Bu ritüelin şekli ve uygulanışı mezheplere göre bazı değişkenlikler gösterebilir. Abdest alındıktan sonra Müslümanlar, yüzlerini İslam'ın en kutsal kenti olan Mekke'deki Kabe'ye çevirip namazlarını kılmaya başlarlar. Bu yön, camilerde mihrap olarak bilinen süslü bir yapıyla gösterilir. Cami dışındaki Müslümanlar ise, genellikle bir seccade üzerinde namaz kılarlar ve bu da, namazın temiz bir yerde kılındığının bir işaretidir.
Oruç.
Oruç, niyet edip imsak vaktinden (alacakaranlık) akşam günbatımına dek, bir şey yiyip içmemek ve her türlü cinsel aktiviteden uzak durmak olarak tanımlanır. Oruç tutmak, sadece Ramazan ayı boyunca farz kılınmış, bayram günleri haricinde de faziletli ve sevaplı olarak görülmüştür. Kur'an'da oruç, Bakara Suresi'nin şu ayetleri ile emredilmiştir:
Hicri takvime göre Ramazan ayında Müslümanlar, mazeret olmadığı sürece, farz olan oruç tutma ibadetlerini gerçekleştirirler. Şafaktan gün batımına kadar oruç tutmak; akut veya kronik hastalığı olan, seyahat eden, aşırı yaşlı, emziren, hamile, şeker hastası ve ergenliğe girmemiş olan kişiler dışında tüm Müslümanlar için farzdır (zorunludur). Şafak öncesi yemeğe "sahur", orucun bozulduğu akşam yemeğine ise "iftar" denir.
Orucun manevi mükafatlarının (sevap) Ramazan ayında katlanarak arttığına inanılır. Bu inanca göre Müslümanlar, sadece yiyecek ve içecekten değil, aynı zamanda tütün ürünlerinden, cinsel ilişkilerden ve günahkar davranışlardan da kaçınırlar; bunun yerine kendilerini daha çok namaza ve Kur'an okumaya adarlar.
Müslümanlar, Kur'an'ın Ramazan ayında (Kadir Gecesi) inmeye başladığına inandıkları için bu aya çok değer verirler. Bu ay süresince her gün şafak sökmeden önce toplanıp "sahur" adı verilen bir yemek tüketilir. Sahur zorunlu bir uygulama değildir; ancak Muhammed'in bir sünneti olduğu için ve sahur hakkında da bazı hadisleri bulunduğu için, Müslümanların çoğu da bu sünnete uyarak sahur yaparlar. Akşam karanlık çöktükten sonra da, "iftar" adı verilen daha büyük bir yemekle oruçlar açılır. Bunların yanı sıra, Ramazan'da teravih namazı kılmak, Kur'an'ı baştan sona okumak gibi bazı dini ritüeller de vardır.
Ramazan, "Şeker Bayramı" ya da "Ramazan Bayramı" denilen özel bir bayramla sona erer. Bayram, bir ay boyunca sürmüş olan oruç tutma ibadetinin sonudur ve bayramın 1. günü oruç tutulmaz; kimilerine göre mekruh, kimilerine göre ise haramdır. Bayram, bir mükafat niteliği taşımaktadır.
Zekât.
Zekât, dini terminolojide "asli ihtiyaçlar" dışında nisap miktarı mala sahip olan ve zengin sayılan her Müslümanın, bu zenginliği üzerinden 1 tam yıl geçtiğinde vereceği, şartları ve oranları belirlenmiş zorunlu bir ödemeyi ifade eder. Ayrıca ödenmesi mecburi olmayan, belirli şartlarla kısıtlanmayan bağışlar için de sadaka ifadesi kullanılır. Kur'an'ın Tevbe Suresi 60. ayetinde zekatın verileceği sayılırken, kullanılan kelime ise bu anlayışın aksine sadakadır.
Fıkıhta kişinin zengin sayılması için ev, bina, elbise, ev eşyaları, bir yıllık yiyecekleri gibi asli ihtiyaçları dışında sahip olması gereken 80 gr altın veya eşdeğer mal miktarına "nisap" denir. Asli ihtiyaçlar kişinin yaşadığı zaman, mekan, sosyal çevre ve anlayışa göre değişkenlik gösterir.
Müslümanlar arasında zekat bir vergi midir, yoksa bir ibadet midir tartışması bulunur. Zekatın bir vergi olduğu anlayışına göre, şeriat yönetimi altında bulunmayan Müslümanların, yaşadıkları ülkenin vergi yasalarına göre vergi ödedikleri için dini açıdan ayrıca zekat ödemelerine gerek bulunmamakta, ibadet olarak değerlendirilmesi durumunda ise ödemeleri gerekmektedir. Zekatın şartları ve miktarı belirli, zorunlu bir ödeme türü olması onun "bir çeşit vergi" olarak anlaşılmasının temel dayanağıdır.
Hac.
İslam'da hac, Hicri takvime göre Zilhicce ayında Arafat Dağı'nda dua edilmesi, Kabe'nin ziyaret edilmesi, şeytan taşlama ve kurban kesilmesi gibi bazı uygulamaların belirli kurallar içinde ve bir arada yapıldığı, ayrıca yalnızca zengin olan Müslümanlara farz olan bir ibadettir. Şeriat hukukunda namaz, oruç, zekat gibi farz kabul edilen dini hükümleri yapmayanlar veya terk edenler için belirli cezalar öngörülür iken, maddi durum yetersizliği nedeniyle hac yapmayanlar için benzer yaptırımlardan söz edilmez. Kur'an'da şu ayetler ile hac emredilmiştir:
Hac, Kâbe'nin yanı sıra diğer bazı kutsal yerlerin birlikte ziyaret edilmesi iken; umre ise sadece Kâbe ziyareti olarak tanımlanır.
Mîkât; hacca başlarken ihram (hac yaparken giyilen dikişsiz beyaz örtü) giyilen, bitişinde de çıkartılan yere denir. Hacda Kâbe ziyaret edilir, tavaf yapılır, Safa ile Merve arasında gidip gelinerek sa'y yapılır, Arafat Dağı'nda vakfe yapılır, Minâ denilen yerde şeytan taşlanır ve ardından kurban kesilir. İslam dünyasının hac günü, Hicri takvime göre Kurban Bayramı'na denk gelen 10 Zilhicce’dir.
Şiilikte İslam'ın şartları.
Şiilikte "Füru-ı Din" denilen dini emirler, Sünnilikte farz olan namaz, oruç, hac ve zekâta ilave olarak Hums, Cihat, Emr-i bi'l ma'rûf ve Nehy-i anil münker, Tevella ve Teberra olarak sıralanır.
Hums.
Şiîlikte sahip olunan eşyanın veya kârın beşte birlik değerine denk gelen bir vergidir. Dayanağı Enfal Suresi'nin 41. ayetidir:
Sünnilikte hums, "ganimet malı" olarak savaşta el konulan malların Beyt-ül mal denilen devlet hazinesine devredilmesinden ibarettir. Nereye harcanacağına da emir sahipleri olan yöneticiler karar verir. Şii inancında ise bu vergi, Muhammed'in bir yakını veya soyundan gelen bir kimse, yetimler, ihtiyaç sahipleri veya yurdundan ayrı düşmüş ve yurduna dönecek maddi imkânı bulunmayan kişilerin hakkı olarak tanımlanır.
Ayette geçen "ganimet" sözcüğü, Şiilerde genel bir "kâr"ı ifade eder ve bu sebeple kârın söz konusu olduğu her durumda beşte birlik bir kısım vergi olarak ayette belirtilen yerlere verilmelidir.
Emr-i bi'l ma'rûf ve Nehy-i anil münker.
İyiliği emretmek ve kötülükten menetmek veya ""' (Arapça: الأمر بالمعروف و النهي عن المنكر) Kur'an kökenli bir ifadedir. Dini jargonda dince iyi ve kötü olarak tanımlanan fiillere atfen kullanılır.
Ayetler etimolojik ve literal anlamda "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırma" anlamlarına gelmez. Maruf bilinen, aşina olunan anlamındadır ve 30 ayette kullanım amacı aynı kökten gelen örf'ü ifade etmektir. Münker ise belirsiz, tekil veya tuhaf anlamındaki nekr, nekre kelimelerinden marufun zıddı olarak türetilmiş ve olasılıkla günümüzde bid'at (gelenekte olmayan, tuhaf, yeni icatlar, sünnette yer almayan dini uygulamalar) olarak ifade edilenin aynısıdır.
İyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek cihadın bir türü olarak kabul edilir, bu sebeple bazı İslami ekollere göre İslam'ın temel farzlarından biridir. Ayrıca İslami anlayışta "iyilik" ve "kötülük" kavramlarının göreceliği, yani kastedilen iyiliğin İslam'a göre iyi, kötülüğün ise İslam'a göre kötü olan olduğu göz önüne alınmalıdır. (Ayrıca bakınız: Göreceli ahlak)
İlke cihatçı kökten dincilerle reformist İslamcılar arasında tartışma konusudur. Ana akım İslamcılar görevin hükûmetlere ait olduğunu, kişilerin teker teker bu görevi yapmaya kalkmaları halinde anarşiye yol açılacağını savunurlar. Cihatçı kökten dincilikte ise “iyiliğin emredilip kötülüğün yasaklanması” farz-ı kifâye hükmünde bir vecibedir. Şayet siyasi otorite dinin münker gördüğü hususları ortadan kaldırma konusunda harekete geçmezse bu görev, gücü yetebilen her bir ferdin sorumluluğuna geçmiş olur. İlke Mu'tezile'ye göre "farz-ı ayn"dır.
Tevella.
Ehl-i beyt ve takipçilerini sevmek olarak yorumlanır. Şiilikte imamet/hilâfet inanç esasları arasında yer alır ve Muhammed sonrasında Ali üzerinden 12 imam denilen Muhammed'in soyu devam eder. Şiilikte bunları, takipçilerini, sevenlerini sevmek (veli-dost edinmek) şarttır. Şura Suresi'nin 23. ayetine dayandırılır:
Şiiler, ayette geçen "yakınlar" sözcüğünü ehl-i beyt ve soy anlamında anlamışlardır.
Teberra.
Ehl-i beytin düşmanı olan kişileri sevmemek, inananların ehl-i beyti sevmeyenleri sevmemeleri, ehl-i beyt düşmanlarına düşman olmaları anlamına gelir ve Şiilikte önemli bir yere sahiptir.
Bu anlayış sebebiyle Şiiler, Sünnilikte sahabe olarak bir çeşit kutsallık atfedilen ilk Müslümanlardan bazılarına karşı nefret olarak tanımlanabilecek bazı antipatik duygular gösterirler. Anlayışın etkileri hadis gibi dini referanslarda görülebileceği gibi günlük yaşamda da, örneğin çocukların isimlendirilmesi gibi hususlarda da net olarak görülür. Yine bu sebeple Şii ve Alevi inancına mensup olan Müslümanlar, geleneksel olarak Allah ve Muhammed adının yanında, ilk halifeler olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın adlarının da süsleme olarak duvarlarına asıldığı Sünni ibadethanelerine gitmezler.
Toplumsal yapıyla ilgili düzenlemeler (Şeriat).
Şeriat (Arapça: شريعة), "İslam hukuku" anlamında olup, İslam dinindeki ibadetler, muameleler ve cezaları içerisine alan, dini hukuka ait tüm kavram ve kurallara verilen isimdir.
Klasik anlayışta Şeriatta Kur’an temel kaynaktır ve Kur'an'da geçen emir ve yasaklar temelinde kararlar alınır. Şeriatın ikinci kaynağını hadisler oluşturur. Bazı İslam hukuku ekolleri, Kur'an'da geçmemekle birlikte Kur'an'da geçen bir başka emir veya yasakla aynı illete (sebebe) dayanan konularda da Kur'an'daki emir veya yasağa kıyas yoluyla karar verirler. Özel durumlar dışında haram ve helal yiyeceklerin belirlenmesinde, Şafiî ve İbn Kudame gibi bazı fakihler haram ve helalliğin kriterini "Arabın tabiatına uygunluk ve aykırılık" ile sınırlamışlardır.
Şeriat bir hukuk sistemi olarak tanımlansa da burada günümüz anlamında olgunlaşmış, alan, kural ve sınırları belli olan, bireysel haklar temelinde bir hukuktan bahsetmek olası değildir. Günümüzde hukuk, etik, gelenek, inanç ve ibadet, sınırları ayrımlaşmış ve birbirlerinin alanına girmemesine özen gösterilen kavramlardır. Hukuk etik, örf, inanç veya ibadetle ilgilenmez. Ancak Şeriatte bu kavramlar iç içe geçer ve, örneğin günümüzde sadece bir tercih meselesi olan -içmemek veya yetişkinlerin karşılıklı rızaya dayalı cinsel eylemleri veya buna atıf yapılarak gerçekleştirilen konuşmalar (kazf, bu yöresel anlayışlara göre etik bir sorun olabilir) veya inanç veya ibadetlerin terki (irtidat, bu dini bir sorundur) büyük cezai yaptırımlarla karşılanır. Cezalarda suçun ağırlığına göre derecelendirme bulunmaz, Kur'an ve hadiste cinsel suçlarda mütecaviz-mağdur, öldürme-yaralama suçlarında da iki Müslüman arasında olabilecek öldürme dışında (Nisa; 92) diğer geleneklerde olduğu gibi kasıtlı-kasıtsız ayrımı getirilmemiştir. Tâzir olarak sınıflandırılan birçok suçta yasal dayanak (kanunilik ilkesi) olmadığı gibi yargılayanlar açısından suçun kanıtlanması veya ceza alan kişiler arasında aynı suça aynı cezanın verilmesi gibi zorunluluklar da bulunmuyor.
Patricia Crone, şeriat hukukunun Muhammed'in gelenekleri üzerine değil, İskender döneminde geliştirilen Yakın Doğu'nun yasası üzerine kurulduğunu iddia eder. Ona göre Müslümanlar, bu yasayı Allah adına eleyip sistemleştirmiş ve kendi imajlarıyla damgalamıştı. Genel olarak Emevi hilafeti ve özellikle Muaviye'nin kullandığı bu eyalet yasası, ulema tarafından uzun bir uyarlama döneminden sonra, şimdi "şeriat" dediğimiz uygulama haline geldi.
Günümüzde İslam İşbirliği Teşkilatı'na üye olan ülkeler arasında şeriatı hiçbir şekilde uygulamayan, kısmen veya tamamen uygulayan veya bölgesel farklılıklarla birlikte uygulayan ülkeler bulunur. Şeriat uygulayan ülkeler, uluslararası örgütlerden insan hakları, eşitlikler, kadın hakları, çocukların korunması, bireysel tercihler ve kişi hak ve özgürlüklerinin korunmaması gibi konularda şiddetli eleştirilerle karşılaşmaktadırlar. Şeriat ile Batı hukuk anlayışı arasında İslam'ın bireysel haklar ve özgürlükler kavramına yer vermeyişi, önemli bir çatışma kaynağı olarak öne çıkmaktadır.
Klasik şeriat uygulamalarından bir kısmı, insan haklarına karşı ciddi ihlaller içermektedir. Bunlar, insanların ilhad, irtidat veya fasıklık gibi tanımlamalar ile etiketlenerek suçlu ilan edilmeleri ve bunlara verilen öldürme ve diğer cezalar ile kadının sosyal statüsünü aşağıya çeken, kadınların evlerinden dışarıya izinsiz çıkışlarının ve sosyal hayata katılımlarının yasaklanmasını da içine alan "tesettür-hicap" uygulamalarıdır.
Din savaşları başlatma ve organize etme ve bunun sonucunda da savaş ganimeti olarak değerlendirilen sivillerin, cinsel fiillere açık şekilde köle ve cariye olarak kullanılması -ki bu efendilerin doğal hakkı olarak görülürdü- gibi eylemlerin birer savaş suçu, sistematik olarak uygulandıklarında da insanlığa karşı suçlar kapsamında değerlendirilmesi mümkündür.
Klasik şeriat uygulamaları, farz sayılan ibadetlerin terkini dinden çıkma sayıp onlar için ölüme varan şiddetli cezalar öngörmekte iken, insan hakları kavramının gelişmesi ile İslam ülkelerinde ibadetlerin mükafat veya cezasının uhrevi olarak değerlendirildiği, daha seküler veya kısmi şeriat uygulamaları ön plana çıkmaktadır.
Etiketler ve sosyal sınıflar.
Tanımlamalar tanımlamanın kaynağı veya kaynaklık eden ifadenin anlam ve kapsamına dönük yorumlar mezhepler ve anlayışlara göre değişebilmektedir. Örneğin balık dışı deniz ürünleri, mut'a nikâhı, tesettürde haram sayılan bölgeler vb., fıkıh, Kur'an ve hadisten türetilen anlayış ve yorumların toplamıdır ve bir bakıma şeriatın ne olduğunu fıkıhçılar belirler. Ulema, değişik İslam ülkelerinde müftü, kadı, fakih, şeyhulislam, imam, molla gibi isimler alır ve İslami emir, yasak ve yasaları belirleme, kıyas yoluyla yeni kurallar koyma veya muhtelif konuları etiketleme yetkisine sahip olurlar.
Fıkıhta insan davranışları (Ef'âl-i mükellefîn) için geliştirilen etiketler şunlardır: Farz (mutlak zorunluluk ifade eden eylemler ve ibadetler), vacip (farz kadar kesin olmasa da gerekli ve bir alt derece zorunluluk), sünnet (Muhammed'in yaşamı, davranışları ve eylemleri), müstehap (sevilen işler), helal (uygun işler), mekruh (çirkin karşılanan, çok çirkin veya az çirkin) ve haram (kesinlikle yasak). Bu değerlendirmeler fıkıh, mezhep, meşrep ve kişisel anlayışa göre şekillenir ve farklı toplumlarda yerleri de değişebilir.
Bu eylemlerin şeriat anlayışında maddi ya da manevi karşılıkları bulunur. Farz, vacip ve sünnet olarak nitelendirilen eylemlerin terki ile mekruh ve haram olarak nitelendirilen eylemlerin yapılması cezai (had veya tâzir cezaları olarak) karşılık görür. Örneğin, namaz kılmayanların dövülmesi, hapsedilmesi ve kılmamakta ısrar edenlerin öldürülmesi, bu kapsamda ele alınabilir. Bu eylemler tazir cezalarının konusudur ve belli bir sınır ve ölçü olmaksızın hâkimin takdiri ile cezalandırılır. Tazir cezalarında suçun şahitlik veya benzeri mekanizmalarla ispat (Kanunilik ilkesi) zorunluluğu yoktur.
İslam felsefecileri olan Kelamcılar, bir şeyin kötü olduğu için mi yasaklandığı, yoksa yasaklandığı için mi kötü kabul edilmesi gerektiğini de tartışmışlardır. Akılcılara göre dinde bir şeyin yasak olmasının bir sebebi bulunmalıdır ve bu tespit edildiğinde, aynı sebepler çerçevesinde dini yasakların kapsamı genişletilebilmektedir. Örneğin içki yasağına kıyas edilerek, sarhoşluk etkisi veren her şeyin haram olduğuna karar verilebilir. Ancak bir şey yasak olduğu için kötüdür inancına sahip olanlara göre böyle bir kıyaslama kabul edilemez. Onlara göre Allah, eğer yasaklamak isteseydi, içki gibi diğer zararlı veya sarhoş eden şeyleri (uyuşturucu, sigara vb.) yasaklardı.
Sosyal sınıflar.
Şeriat anlayışında insanlar değişik ve eşitsiz sınıflara ayrılır.
Bu ayrım şahitliğin reddi veya daha değersiz sayılması gibi hafif, savaş ya da yakarak öldürme (mülhid ve mürtedlerin yakılması) gibi ağır sonuçlar doğurabilir ve miras, ölüm tazminatı, kısas, yönetici (hakim, nakib-ül eşraf) veya yargıç atamaları gibi birçok alanda ayrıcalık veya mahrumiyet olarak kendini gösterebilir. Yasal hak ve sorumluluklar kişinin akil-baliğ olması ile başlar.
Fıkıhta farz ve haram denilen hükümler Kur'an'a dayandırılır. Hanefi fıkhında, diğer mezheplerde bulunmayan bir kavram olan vacip, Kur'an'da geçen, ancak farzlar gibi kesinlik göstermeyen (kurban kesme gibi) dini emirleri ifade etmede kullanılan bir tanımlamadır.
İslam toplumunda hem ibadet (namaz, oruç, vb.) hem de sosyal alanda (selamlaşma, erkek çocukların sünnet edilmesi, cenaze namazı, domuz eti yememe, alkol yasağı, hayvan keserken besmele çekilmesi gibi) bazı genel kurallar bulunur.
Kadın ve evlilik.
İslam'da nikâh ile gerçekleştirilen meşru ilişki dışında cinsel yaşam men edilmiş ve zina olarak tanımlanmıştır. Nikâh, İslam hukukunda bir sözleşmedir. Fıkıhta geçerli sayılması için nikâhın şahitlerin huzurunda yapılması, icap ve kabul, erkeğin gayrimüslim olmaması, mehir ve sözleşmenin ilanı gibi bazı şartlar ileri sürülmüştür. Şii mezhebinde ise mut'a, geçerli ve meşru bir ilişki tarzıdır. Sünni mezhebine göre ise mut'a nikâhı önceleri serbest iken, daha sonra yasaklanmıştır ve ilgili Kur'an ayeti neshedilmiştir. Mut'a, Sünni mezheplerde zina olarak tanımlanır ve haram kabul edilir. İslam'da zina ve eşcinsel ilişkiler için cezai yaptırımlar öngörülmüştür. Erkekler 4 kadınla nikahlanabilirken, kadınlar tek erkekle nikahlanabilirler. Boşanma hakkı ağırlıklı olarak erkeklere verilmiştir ama kadın şiddete uğrarsa ya da aldatılırsa boşanma davası açabilir. Bunun yanı sıra, erkeklerin cariye, yani kadın köle hakkı sınırsızdır.
İslam'a göre nikah akdinin gerçekleşebilmesi için şahitlik şarttır. Nikah şahitleri Müslüman olmalı ve nikahın geçerliliği için 2 erkek veya 1 erkek ile 2 kadın şahitlik etmelidir.
İslam'da ve Kur'an'da kadının yeri konusunda Müslümanlar arasında birbirinin tam aksi iki farklı eğilim görülür. Bunlardan birisi, İslam'ın kadını en yüksek mertebeye oturttuğu, kadınlara bütün haklarını verdiği şeklinde iken; diğeri ise Kur'an'ı ataerkil Arap toplumunun önyargılarını yansıtan, kadınları ikinci sınıf bir konuma hapseden bir metin olarak algılayanların tutumudur.İslam toplumlarında kadının durumunu İslam dininin kurallarının yanı sıra sosyal ve siyasi çevre, etnik yapı ve İslam öncesinden gelen kültür mirası belirlemiştir. Bu sebeple, İslam dünyasında kadının her yerde ve her dönemde aynı konumda olduğunu söylemek mümkün değildir. Ayrıca şeriat hukukunda erkeklerde olduğu gibi, esir veya cariye kadınların giyim kuralları, dini ve toplumsal hakları ve sorumlulukları hür kadınlardan tamamen farklıdır.Hanefî ile Maliki mezheblerine göre; yüz ve el müstesna bütün vücud avrettir. Aynı zamanda kadının mahkemede ifâde vermesi için erkek hakim veya alışveriş için müşteri veya satıcı erkeklere görünmesinde beis yoktur.
Kur'an'da kadın giyimi ile ilgili emir kipi ile ifade edilen cümlelerde kadın giyimi ile ilgili net bir çerçeve çizilmemesi, İslam'da kadın giyiminin yüzyıllar boyunca tartışılan, bir uçta sadece avret olarak tanımlanan edep yerlerinin (cinsel organlarını) örtülmesini yeterli gören, diğer uçta kadının el ve yüzler dahil bütün bedeninin örtülmesini zorlayan anlayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aralarında bazı küçük farklılıklar olmakla birlikte, İslam mezhepleri kadın vücudunun örtülmesi gerektiğini (tesettür) ifade etmişler, ancak zaruri durumlarda geçerli olmak üzere, kendi yakınları ile sınırlı belirli bölgelerin açılabilmesine izin vermişlerdir. Bunun yanında, Hanefi ve Maliki mezheplerinde kadının el ve yüzünün "fitneye yer vermeyecek şekilde" açılabilmesine müsaade edilmiştir.
Otokratik yönetimler; şeriat ve itaat kültürünün ön planda olduğu, bireysel özgürlük ve değerler anlayışının gelişmediği toplumlarda, Kur'an'ın mutlak bir inançla Allah'ın emir ve yasaklarından oluştuğu anlayışının sürekli olarak toplumsal belleğe işlenmesi, tesettür ve zorunlu ibadet kurallarına aykırı davranan bireylere karşı dinsel zorbalığın ve kadına yönelik şiddetin İslam coğrafyasında yaygın olarak görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Günümüzde kadın eğitimine ve onun sosyal hayata katılımına değişik rivayetler ve birkaç ayet -muhtemelen tarihsel bağlamından kopartılarak yapılan tercümeleri- ile desteklenen çıkarımlarla şiddetle karşı çıkan bazı köktendinci terör örgütleri İslam dünyasında varlığını sürdürmekte ve eğitim kurumlarına ve özellikle kız öğrencilere karşı saldırılar düzenlemektedirler. (Bakınız: Taliban, Boko Haram, Malala Yusufzay)
Ekonomi.
KKTC'deki Yakın Doğu Üniversitesi'nin (YDÜ) İlahiyat Fakültesinde yapılan bir çalışmada, Cahiliye Dönemi'ne ait vergilerle ilgili veriler ve bunların Kur'an’daki malî yükümlülüklerle ilişkisi araştırılmış ve Kur’an’ın söz konusu vergilerinin İslam öncesi Güney, Kuzey ve Hicaz Araplarında, hatta daha eski toplumlarda yer alan düzenlemelerin aynısı olduğu sonucuna varılmıştır.
Diğer dinlere bakış.
İslam'da dinler İslam, Yahudilik, Hristiyanlık ve putperestlik olarak formüle edilir. İslam inancına göre Allah yanında tek din İslam'dır ve Muhammed'in getirdiği din, yeni bir din değildir. O, sadece daha önceki peygamberlerin mesajını tekrar açıklamış ve tamamlamıştır ve gönderilmiş peygamberlerin sonuncusudur. İslam'da İbrahimî dinlerin peygamber veya kutsal kişi kabul ettiği kimseler (Nuh, İbrahim, Musa, İsa) birer peygamber; Tevrat, Zebur ve İncil ise tahrif edilerek hükümsüz kalmış kutsal kitaplar olarak kabul edilir.
İslam görüşlerine göre İslam, kendinden önceki İbrahimî dinlerin hükmünü kaldırmış ve hangi dine mensup olunursa olunsun, insanların tümü İslam'a girmekle yükümlüdürler. İslam gelmeden önceki semavî dinlere mensup olanlardan Allah'a ve ahirete inanıp iyi işler yapan insanların, tıpkı İslam'da olduğu gibi kurtuluşa erecekleri belirtilmektedir. İslam bilginleri, Bakara Suresi'nin 62. ayetinden yola çıkarak, İslam geldikten sonra dahi İslam'ı kabul etmeyip kendi ölçüleri çerçevesinde Allah'a ve ahirete inananların kurtuluşa eremeyeceklerini belirtmektedirler. Ayrıca İslam ve bazı Kur'an ayetleri, daha önce kendilerine bir kutsal kitapla bir peygamberin geldiğini kabul eden Yahudiler ve Hristiyanları "ehl-i kitap" olarak adlandırmaktadır.
Ayrıca Kur'an'da İsa'dan bir peygamber ve "Allah'ın ruhu" (ruhullah) olarak bahsedilir; dolayısıyla Hristiyanlıktaki Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan oluşan teslis inancı, şirk gerekçesiyle şiddetle reddedilir.
Cihat.
İslam peygamberi Muhammed, yaklaşık 10 yıl süren Medine döneminde savaş, baskın, savunma ve seriyye gibi çatışma içeren veya içermeyen 100'e yakın askerî harekât düzenlemiştir ve bunların 27 tanesinde bizzat komutan olarak bulunmuştur. Muhammed'in bizzat ordu başında bulunduğu seferlere İslam literatüründe "gazve" adı verilir. Örneğin Bedir, Uhud ve Hendek muharebeleri birer gazve iken; Mute ve 1. Sifülbahr muharebeleri gazve değildir.
İslam'ın bir unsuru olan cihat, Kur'an ve hadislerde her ne kadar Allah adına İslam'ı yaymak amacıyla savaşmak anlamına gelse de, bazı İslami yorumlara göre ise her zaman fiziki bir savaşı tanımlamaz. Zira Arapça kökenli bir sözcük olan "cihat", Arapçada "savaş" değil, "mücadele, çaba, gayret" gibi anlamlara gelmektedir. Bundan ötürü, kişinin İslam adına yaptığı farklı emek ve çabalar da cihat tanımı içerisinde değerlendirilmiştir.
Kur'an'da değişik cihat ayetleri bulunur:
İslam tefsir geleneği, Bizans (Hristiyan) hakimiyetinde olan Suriye bölgesinde ve bu yol üzerindeki gerek Hristiyan gerekse Yahudi topluluklar ile Müslümanlar arasındaki gerginliklerin varlığını koruduğu gerekçesiyle Tevbe Suresi 29. ayetin indiğini kabul etseler de, bu görüş hakkında başka zayıf rivayetler de bulunmaktadır.
Kökenleri Hariciler'e dayanan Radikal İslamcılar, İslam fıkhının aşırı yorumlarına sahip bir İslam devleti ve bu tür bir şeriata uygun toplum yapısı kurma ve bunu diğer insanlara da uygulatmayı amaç edinen, çoğunlukla bu amaçla terörist yöntemlere de başvuran gruplardır. Radikal İslamcılar, kendileri dışındaki mezheplerin Müslümanlarını bidat, küfür ve şirk ile itham etmekte ve onları Müslüman kabul etmediklerinden, onları cihadın bir parçası olarak görüp öldürülmelerinde bir beis görmemektedirler. Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD), El-Kaide, Hizbullah, Taliban gibi örgütler, Radikal İslam'ın günümüz yaklaşımlarını temsil etmektedir.
Tarihi.
İslamın çıkış coğrafyası.
Muhammed'in hayatı, kıble ve Kur'an'ın ilk yazım yeri olarak Mekke 1970'li yıllardan bu yana tartışılır olmuştur. Mekke'nin, arkeolojik araştırmalarda İslam öncesine gitmeyen yeni bir şehir olarak ortaya çıkışı, tarihi kaynaklar ve haritalarda adının 8. yüzyıl öncesinde geçmemesi, ticaret yolları üzerinde olmaması yanında toprağının tarıma uygunsuzluğu, ayrıca erken İslam tarihi hakkında ipuçları veren Kur'an ve hadis rivayetlerinde tanımlanan bazı yer isimleri ve özellikleri ile uyuşmazlıklar gibi nedenlerle Revizyonist İslam Araştırmaları Okulu olarak adlandırılan tarihçiler Muhammed'in kurgusal (veya Patricia Crone, Michael Cook gibi diğerleri ise O'nun gerçek ama daha kuzeyde yaşamış) bir kişilik olabileceğine inandılar. Kur'an'da 16 kere anılan Mescid-i Haram onlara göre Kuzeybatı Arap Yarımadası'ndaydı. Bunun yanında Taifte bulunan bir taş yazıt geleneksel bilgiye aykırı olarak Mescid'i Haram inşa tarihini 78 olarak veriyor.
İslam'ın çıkış yıllarında Arabistan'da çok sayıda bölgesel dil ve alfabe kullanılmaktaydı. Kur'an yazımında kullanılan dil ve alfabenin kuzeyde gelişen, Suriye ve Kufeye kadar uzanan Nebati-Aramaik Arapça dil olduğu ifade ediliyor.
Muaviye'nin sonrasında çıkan karışıklıklarda Yezid askerlerince yıkılan, Kabe'nin aslına uygun olarak yeniden yapılmasının İslam dünyasında uzun süre tartışıldığı ancak bunun gerçekleştirilemediği geleneksel tarih kitaplarında da ifade edilen bir konudur. Kıble üzerinden yapılan bazı araştırmalar İslamın ilk kuruluş yeri olarak Petrayı öne çıkarmıştır.
Kanadalı yazar Dan Gibson "Quranic Geography" ismiyle kitaplaştırdığı araştırmalarında, en eski camilerin mihrap yönlerinin Petra'yı gösterdiklerini, ayet, hadis ve siyer geçen ipuçlarının da Muhammed'in Petra'da yaşadığını ve buradan Medine'ye göç etmiş olduğunun işaretlerini verdiğini söyler.
Bu yapı Müslümanların İkinci Fitne olarak niteledikleri Abdullah bin Zübeyr ayaklanmasında yıkılmış, İbni Zübeyr karataşı diğer kutsal eşyalarla birlikte alarak Mekke'ye taşımış, yeni tapınağı burada inşa etmişti. Emevilere karşı Abbasilerin desteğini kazanan yeni mekan "birkaç yüzyıllık bir geçiş dönemi" sonunda tamamen benimsenmiş, yeni yapılan camilerin yönü Mekke'ye dönük olarak inşa edilmeye başlanmıştı. Ancak Emevi etkisinde kalan Kuzey Afrika ve Endülüs camileri yönlerini bambaşka bir yöne, Güney Afrika'ya çevirerek yeni kıbleye karşı çıkmaya devam etmişlerdi.
Konu ile ilgili ortaya atılan bir diğer iddia ise “bekke”nin bekaa ile bağlantılı olarak ele alınan Kudüs kenti olduğu yönündedir.
Bu sonuçlara, ilk Müslümanlar Kâbe'nin yerini doğru hesaplayamadılar, Abdullah bin Zübeyr olayı ile ilgili 7.ve 8. yy. yazarları John bar Penkaye ve Teofanis Petra'dan değil Mekke'den bahsetmişlerdi, gibi savlarla karşı çıkıldı.
Hicaz bölgesinde Arapçanın kullanıldığını gösteren belge ise, Ömer tarafından Mekke valisi olarak atanan Halid bin Velid'in oğlu Abdurrahman'a ait MS 660'lara tarihlenen taş yazıttır.
Batlamyus (MS 100-170) Arabistan'da aralarında "Macoraba" isimli bir yerleşimi de saydığı 50 yerleşimin listesini yayınlamıştı. Geçmişte Macoraba'nın gerçek Mekke olduğu konusunda genel bir fikir birliği olmasına rağmen, bazı bilim adamları bu sonucu sorguladılar. Modern veriler kullanarak Mekke ile çağrışım yapan antik yer isimlerini Mekke ile eşleştirme eğiliminde çalışmalar ve bu tutumu yanlışlayan araştırmalar günümüzde de devam etmektedir.
Öte yandan haritalı Coğrafya'nın en eski el yazmalarının Batlamyustan 1000 yıl sonra, 12. yüzyıl sonlarında Bizans'ta başladığı biliniyor. Batlamyus'un kendi haritalarını çizdiğine dair somut bir kanıt yoktur. Ancak başlangıç meridyenini sağlam bir şekilde belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar da hatalıdır. Bu haritaların Batlamyusa referans veren çok daha sonraki yüzyıllara ait sürümlerinde Macoraba ve diğer yerleşimlerden bahsedilmektedir.
İslamın erken tarihlerinde yazılan eserler konum belirlemekten uzaktır; Süryani yazar John bar Penkaye ve John Damascene Mekke'den çölde bir yer olarak bahseder. Ayrıca Arapların küp şeklinde yapılan ve İslam öncesi Arabistanda oldukça yaygın olan put evlerine Kabe adını verdikleri biliniyor. Bu yapıların İslamlaşma döneminde tahrip edilmesiyle Müslümanlar arasında başlangıçtan bu yana sadece tek bir tane Kabe'nin, Mekke'de var olduğu algısı da yerleşmiştir. Rivayet kültürüne dayalı eserlerin dışında tarih bilimi açısından İslamın erken tarihi, ne zaman ortaya çıktığı, hangi coğrafyada doğup dünyaya yayıldığı konusu günümüzde belirsizliğini korumakta, bu konuda farklı coğrafyalara işaret eden çalışmalarla Muhammed'in hayat hikâyesinin belki de birden fazla kişinin hikâyelerinin birleşimi olabileceği kanaatlerinin ileri sürülmesine yol açan bulgular ortaya konmuştur.
İslam Öncesi Arap Yarımadası.
İslam öncesi Arabistan'da her bir aşiret, kendi tanrı ve tanrıçalarını koruyucu olarak görür, bu tanrı ve tanrıçaların ruhları kutsal ağaçlar, taşlar, su kaynakları ve kuyularla ilişkilendirilirdi. Arap mitolojisinde putlar, sembolize ettikleri tanrı veya tanrıçalar nedeniyle kutsal sayılmaktaydılar ve en önemli tapınım aracıydılar. İslam öncesinde, Arap Yarımadası'nda çok sayıda kutsal mekan ve buralarda inşa edilen kübik ilah evleri (Kâbe) bulunduğu, kutsal kabul edilen mekanlar ve ilah evlerinin Araplarca haram aylar boyunca ziyaret edilerek buralarda değişik tapınmaların gerçekleştirildiği bilinmektedir.
Mekke'deki Kâbe, aşiretlerin koruyucu tanrılarının 160 tane put heykeline ev sahipliği yapıyordu. Kâbe'deki El-Manât, El-Lât ve El-Uzzâ ismindeki üç tanrıçanın Allah'ın kızları olduğuna inanılıyordu. Buna karşılık Hristiyanlar ve Yahudiler dahil olmak üzere Arabistan'da tek tanrı inancına sahip çeşitli topluluklar da vardı. Yerli Araplardan olan Hanifler de bunlardan birisiydi ve bazen yanlış bir şekilde Hristiyanlar ve Yahudiler arasında sınıflandırılıyorlardı. Müslüman inancına göre, Muhammed de bir Hanif idi ve İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan gelmekteydi.
İslamî literatürde, Arap toplumunun İslam öncesi dönemine "Cahiliye Dönemi" adı verilmektedir. Bu terim, Kur'an ve hadislerde Arapların İslam'dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslami dönemden ayırt etmek veya benimsetmek için kullanılır. Fuhuş, zina, hırsızlık, putlara tapılması, adaletsizlik ve köleliğin olağan görülmesi, bu dönemin özelliklerinden olarak görülür.
İslam tarihçiliğine göre, Cahiliye Dönemi'nde kadınlar alt tabaka insanı olarak görülmüş, üst sınırı olmayan çok eşli evlilik pek yaygındı. Fuhuş bir meslekti ve köle sahipleri kölelerini bu işe zorlamaktaydı. Kadınlar, babalarının veya eşlerinin miraslarından pay alma hakkına sahip değildi. Evlatlar isterlerse, babalarının ölümünün ardından üvey anneleriyle evlenebilirdi. Boşanma hakkı da erkeğe ait ve sınırsızdı. Soylular, kız çocukları olduğunda bunu bir utanç kaynağı olarak görüp onları öldürebilmekteydi. Bu dönemde kızların diri diri toprağa gömüldüğü yönündeki rivayetler de önemli bir yer tutar. Kurban sunma veya diğer nedenlerle yapılan çocuk katliamları konusunda Arapların diğer milletlerden çok da farklı olmadıkları, ifade edilen bir diğer noktadır.
Muhammed Dönemi (y. 610-632).
İslam, 7. yüzyılın başlarında Muhammed aracılığıyla Arap Yarımadası'nda bir din olarak ortaya çıkmıştır. İslam inancına göre, yaklaşık MS 610 civarında Arabistan'ın Mekke kenti yakınlarındaki Hira Mağarası'nda tefekkür halinde olan Muhammed'e Cebrail meleği aracılığıyla ilk vahiy gönderildi. İlk üç sene boyunca sadece ailesini ve akrabalarını uyaran Muhammed, inen bazı ayetlerden sonra insanları apaçık ve toplu bir şekilde İslam'a davet etmeye başladı. Bu süreçte, başta bazı akrabaları ve yakınları olmak üzere birçok Mekkeli kavmin düşmanlıklarına ve eziyetlerine maruz kaldı. Fakat bunun yanı sıra, memleketi Mekke'de birçok Yahudi, Hristiyan ve çoktanrıcı, mesajına inandı. Mekkelilerin bu şiddetli muhalif tutumu karşısında Muhammed, 615 yılında bazı Müslümanları Habeşistan'daki Aksum Krallığı'na gönderdi. Yapılan eziyetlerin dozu iyice artınca da, kendine inananlarla birlikte topluca Medine'ye göç etti. "Hicret" olarak anılan bu olay, İslam tarihinin dönüm noktası olmuştur. Çünkü bu sayede Muhammed Medine'de hiçbir baskı altında bulunmayarak İslam'ı hızlı bir şekilde yaymaya devam etmiştir.
Medine'de otoritesini iyice sağlamlaştıran Muhammed, Müslüman orduları kurarak aralıklarla Mekkeli paganlarla savaştı ve çoğunlukla onlara galip geldi. Muhammed, döneminde Bizans, Sasani, Çin ve Habeşistan başta olmak üzere birçok büyük devletin hükümdarlarına elçiler aracılığıyla İslam'a davet mektubu gönderdi ve bu şekilde adının geniş bir kesimde duyulmasını sağladı. 630 yılında, büyük bir Müslüman ordusu kurarak Mekke'yi fethetti ve Kabe'yi putlardan temizledi. Bu fetih, Arap Yarımadası'nda İslam'ın yayılışını daha da hızlandırdı.
Muhammed, 632'de, Veda Haccı'nı tamamladıktan ve Arafat Dağı'nda yaklaşık 124.000 Müslümana Veda Hutbesi ile son kez seslendikten birkaç ay sonra hastalandı ve Medine'de öldü. Ölümünden önce Arabistan'ın büyük bir kısmının İslam'ı benimseme süreci tamamlanmıştı.
Dört Halife Dönemi (632-661).
Muhammed'in ölümünden sonra İslam Devleti'nin başına Dört Halife olarak bilinen, sırasıyla Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali geçmiştir. Dinin Arap Yarımadası'nda yayılma süreci de bu dönemde tamamlanmıştır. Ali'nin ölümünden sonra kısa süreliğine Müslümanların biatıyla oğlu Hasan halife olmuş, fakat daha sonra elindeki gücü kullanarak Muaviye hilafeti eline geçirmiş ve iktidar olmuştur. Muhammed'in ölümünden sonra iktidara gelen ilk dört halifeye Sünnî edebiyatında sıkça "Hulefâ-i Râşidîn" (Râşidîn Halifeliği), yani "doğruluk üzere bulunan halifeler" denmiş ve bazen bunlara Hasan bin Ali de eklenmiştir. Bununla birlikte Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifelikleri genel olarak Şiî ve Alevîler tarafından tanınmaz. Haricîlerin bugün hâlâ devam eden bir kolu olan İbadiyye ise, sadece ilk iki halife olan Ebu Bekir ve Ömer'i kabul eder ve onları "doğruluk üzere halifeler" olarak görür.
Ebu Bekir döneminde, öncelikle Muhammed'in ölümü sonrası Arap Yarımadası'nda başlayan kargaşalar giderilmiş ve zaman içinde Sasani İmparatorluğu ve Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'na doğru ilerlenmiştir. Ömer'in hilâfeti sırasında İslam Devleti sınırları büyük ölçüde genişlemiş, Mezopotamya fethedilip ele geçirilmiş; Mısır, İran, Irak, Filistin, Suriye, Kuzey Afrika ve Ermenistan'ın çeşitli bölümleri ele geçirilmiştir. Daha sonra üçüncü halife olarak seçilen Osman'ın hilâfeti sırasında İran'ın tamamı, Kuzey Afrika'nın tamamına yakını, Kafkaslar ve Kıbrıs ele geçirilmiş ve İslam Devleti topraklarına katılmıştır. Bununla birlikte, kendi zamanında bazı yakınlarının önemli görevlere tayini ve diğer bazı iç sorunlar sebebiyle Osman öldürülmüştür. Osman'ın öldürülüşü ve ortaya çıkan iç savaş ortamı sebebiyle Ali'nin döneminde hilâfet iç meselelere yönelmiş, çıkan iç savaşla uğraşılmıştır. İç savaş ve iç gerilimler sonucunda Ali de öldürülmüş, kendinden sonra halife olan oğlu Hasan ise hilâfeti Muaviye'ye teslim etmek zorunda kalmıştır.
Emevîler Dönemi (661-750).
Muaviye, İslam Devleti'nin başkentini Şam'a taşımış, imparatorluk benzeri bir yapının temellerini atmış ve kendinden sonra oğlu Yezid'i bu makama tayin ederek İslam siyasi tarihinde saltanatı başlatmıştır. Bu harekâta karşı ayaklanan İslam Peygamberi'nin torunu ve dördüncü halife Ali'nin oğlu Hüseyin ise, Yezid tarafından gönderilen askerlerce Kerbela'da taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür. Nitekim bu noktadan sonra daha katı bir Şiî ayrılması söz konusu olmuştur. Muaviye ile birlikte başlayan yeni döneme "Emevîler Dönemi" denmiştir.
Emevîler Dönemi'nde büyük bölgeler zapt edilmiş, İslam Devleti Asya'nın içlerinden İber Yarımadası'na kadar ilerlemiştir. Her ne kadar siyasi yayılma yükselişe geçmiş olsa da, aynı şey dinî yayılma için söylenemez; nitekim bu dönemde dinî yayılmanın devletin gayrimüslimlerden aldığı vergi göz önünde bulundurularak pek teşvik edilmediği de öne sürülmüştür.
Abbasîler Dönemi (750-1258).
Emevîlerden sonra miladî 750 yılı civarında kurulan Abbasî Hanedanlığı, Emevî Hanedanlığı'nın kontrolünü ve Endülüs (İber Yarımadası'ndaki kısım) haricindeki bütün topraklarını ele geçirmiştir. Abbasîlerin iktidara gelişiyle Abbasiler Dönemi başlamış ve Abbasilerin hilâfeti, 750 yılından 1258 yılına kadar, yani Moğolların Bağdat'ı işgal etmelerine kadar sürmüştür. Abbasiler zamanında hilafet başkenti tekrar değişmiş, Şam'dan Bağdat'a alınmıştır.
Abbasiler döneminde, 8. yüzyılın ortalarında Bağdat'ta Beyt'ül Hikmet adında büyük bir bilim merkezinin kurulması ile İslam’ın Altın Çağı adı verilen dönem başladı. Bilimsel, teknolojik, kültürel ve sanatsal işlevlerin hız kazandığı bu dönemin, Moğolların 1258'de Bağdat'ı kuşatıp yağmalaması ve Abbasi Halifeliği'nin yıkılması ile son bulduğu şeklinde genel bir kabul vardır. Ancak bazı kaynaklarda bu dönemin 14. yüzyıla kadar, bazı kaynaklarda da 15. yüzyıla, hatta 16. yüzyıla kadar sürdüğü ifade edilir. Kindi, Farabi, Hârizmî, İbn-i Sina, İbn-i Heysem, Birûni, İbn Rüşd, El-Cezeri, Gazzali, İbn Battuta, İbn Haldun, Uluğ Bey ve daha birçok ünlü İslam bilginleri bu döneme damgalarını vurdu.
İslam'ın Altın Çağı'nda, Hindistan'dan Endülüs'e kadar geniş coğrafyada bilimsel çalışmalar yapılmakla birlikte tıp, felsefe, teoloji, matematik, astronomi, İslam hukuku gibi geniş yelpazede çalışmalar da yapılıyordu. Bu dönemde, başta Antik Yunan olmak üzere geçmiş uygarlıkların ürettiği bilgi ve düşünceler, tercümelerle İslam dünyasına ve Endülüs kanalıyla Avrupa'ya aktarıldı. Çinlilerle yaptığı savaşlar ve diğer ilişkiler sırasında Araplar, kağıt üretim tekniklerini öğrendiler ve parşömen yerine kağıt kullanımı sayesinde yazılı eserler de daha kolay yayıldı. Matematik alanında ise Hintlerden alınan sıfır ve onlu sayı sisteminin keşfi sayesinde matematiğe olan ilgi ve rağbet arttı ve aritmetik, sıradan insanların dahi anlayabileceği ve günlük yaşamda kullanabileceği bir duruma geldi. Matematik ve aritmetiğin yanı sıra trigonometri de gelişti. Gözlemevleri inşa edildi; optik bilimi ve kimya gelişti.
Sonraki dönemler.
Emevîler ve Abbasîler döneminde yapılan fetihler sonucu ele geçirilen yeni topraklardaki halklar, aynı zamanda İslam diniyle de tanışmış oluyorlardı. Bunun sonucu olarak zaman içinde birçok bölgeye İslam dini yayıldı. Önce yakın bölgelerde yaşayan İranlılarda, 10. yüzyılda ise kitleler hâlinde Türkler arasında İslam yayılmaya başladı. Tüccarlar aracılığıyla Müslümanlıkla tanışan ve Müslümanlığı kabul eden İdil Bulgarları, ilk Müslüman Türk devleti oldu. Karluk, Yağma ve Çiğil Türkleri, Orta Asya'daki ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti'ni (840), Oğuzlar ise Büyük Selçuklu Devleti'ni (1038) kurdular.
909 yılından 1171 yılına kadar Mağrip ve Mısır'daki çeşitli bölgelere Fatimîler isimli bir Arap Şiî (İsmailî) hanedanlığı hükmetmiştir. Hanedanlığın başındaki halife, Şiî İsmailî imamıydı ve bu sebeple seküler gücünün yanı sıra, İsmailî imamet anlayışında da önemli bir yere ve tarihî öneme sahip olmuşlardır. Fatımîler Devleti, 1171 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından devrilmiş ve devletin sahip oldukları Mısır, Suriye, Yemen ve Hicaz gibi bölgelerde Eyyûbî Hanedanlığı başa geçmiştir. Zengi Devleti'nin komutanı olan Selahaddin'in bu hamlesi, hem Mısır'da bağımsız bir Eyyûbî Devleti'ni kurmuş oldu, hem de İslam dünyasının çift başlı halifelik sorunu çözülerek halifelik, tekrar Bağdat merkezli Sünni Abbasi Hanedanlığı'na bağlanmış oldu. Haçlıların 1099'da kutsal şehir Kudüs'ü ele geçirmeleri sonucunda, 12. yüzyıl ortalarında, çoğunluğunu Zengilerin yönettiği ve ağırlıklı olarak Arap-Kürt-Türk karışımı ordularla Hristiyan devletlerle çatışmalara girildi; fakat olumlu bir netice alınamadı. 1187 yılında Müslüman Kürt komutan Selahaddin Eyyubi, Hıttin Muharebesi ile Lüzinyanlı Guy'ın ordusunun tamamını yok edip Kudüs'ü Haçlılardan geri alarak şehri 88 yıl aranın ardından tekrar Müslüman dünyasına kattı. Bu olay üzerine Avrupalılar, Kudüs'ü tekrar ele geçirebilmek için III. Haçlı Seferi'ni düzenlediler. Ancak başarılı olunamadı ve şehir Müslümanların hakimiyetinde kaldı.
Abbasî Hanedanlığı'nın sonu ise, 1258'de Bağdat'ın Moğol istilacıları tarafından yağmalanmasıyla son bulmuştur. Endülüs'teki Emevî kontrolü de 13. yüzyılda düşüşe geçmiş ve bölgedeki en son İslam hükümdarlığı olan Gırnata Emirliği 1492'de düşmüştür.
1250 yılında Eyyubiler Devleti'nin ardılı olarak Mısır'da Memlûk Sultanlığı başlamış, Memlûkların buradaki hâkimiyeti 1517 yılına kadar devam etmiş, 1517 yılında I. Selim komutasındaki Osmanlılar Mısır'ı ele geçirmiştir ve bu fetihten sonra Osmanlılar, hilafeti kendi iktidarları olarak kabul edip ilan etmişler ve Osmanlı padişahları aynı zamanda halife unvanını taşımışlardır. 1517 yılında Osmanlıların Memlûklardan ele geçirdiği halifelik, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışının ardından, yaklaşık dört ay boyunca Türkiye Cumhuriyeti'nde uygulanmış, ancak 3 Mart 1924'te Osmanlı'nın mirasçısı durumundaki Türkiye Cumhuriyeti'nin meclisinin (TBMM) aldığı bir kararla feshedilmiş ve yönetim sistemi değişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu tarafından yapılan fetihlerle Anadolu'nun neredeyse tamamı ve Balkanlar'da Müslüman nüfus artmış, İslam dini yayılmıştır.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra İslam ülkeleri sömürgeleştirildi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra da bağımsızlıklarını kazandılar.
Mezhepler ve eğilimler.
Mezhepler, dini önderlerin veya toplulukların din algılarıdır. Ayrıca İslam'da siyasi etkenler gibi değişik sebeplere dayanan mezhepsel bölünmeler de olmuştur. Bunlardan Babilik ve Bahailik gibi derin inançsal ayrılık gösteren bazıları, İslam orijinli bağımsız dinler olarak değerlendirilebilirler. Bunun dışında, dini önderlerin yerleşik hale gelmiş farklı anlayış ve yorumlarından kaynaklanan mezhepler vardır.
Geleneksel Sünni-Şii mezhepleri dışında İslam dünyasında etkinliğini devam ettiren başlıca akımlar; Batıni-Sufi eğilimler, Selefi-Vahhabi akımı, Ahmedîlik, Kur'ancılık, Yezdanilik gibi akımlardır.
İslam alimi Muhammed Ebu Zehra, daha sonra klasikleşen "Mezhepler Tarihi" adlı kitabında İslam dini mezheplerini üç kategori altında işlemektedir: Siyasi mezhepler, itikadi mezhepler ve fıkhi mezhepler.
Siyasi mezhepler.
Siyasi mezhepler kategorisi içerisinde Sünnilik (Ehl-i sünnet), Şiilik (Şia) ve Haricilik mezhepleri bulunur. Bu mezheplerin ortaya çıkması ve ayrışması, İslam tarihi açısından önemli bir olaydır ve siyasi etkileri başta olmak üzere birçok çeşitli etkileri olmuştur.
İslam peygamberi Muhammed öldükten sonra ortaya çıkan devletin liderliği sorununda belirli bir ayrışma gerçekleşmiştir. Bazı kişiler devletin lideri olarak, imam konumunda olan Ali'yi görmek istemişlerdir. Nitekim Şiilik inancına göre imamet Ali'nin hakkıdır ve Muhammed bunu yaşarken ima etmiştir. Sünniler, Ali'nin de imamete uygun olduğunu kabul etmekle birlikte, Muhammed'in yaşarken kendinden sonra Ali'nin imam (halife) olması gerektiğini ima ettiğine inanmazlar. Nitekim Şiilerin büyük çoğunluğu Ali öncesindeki 3 halifeyi (Ebu Bekir, Ömer, Osman) kabul etmezken, Sünniler kabul eder. Şiilik ve Sünnilik arasındaki tartışma bu şekilde siyasi bir tartışma ile (kimin imam olması gerektiği) başlamış, zaman içinde iki grup ibadetler ve çeşitli akide konuları açısından da ayrışmışlardır. Üçüncü siyasi grup olan Hariciler ise, başta Ali taraftarı kişilerdi. Bununla birlikte, Sıffin Savaşı sonunda hakem tayin edilmesi olayına sonradan karşı çıkmış, bu hakemliğin küfür olduğunu öne sürmüş ve ayrı bir grup olarak ortaya çıkmışlardır.
Sünnilik.
Dünyadaki en yaygın itikadî İslam mezhebi Sünniliktir ve günümüzdeki Müslüman topluluğun %80-85'i Sünni'dir. Sünniler, Şiilikten farklı olarak Muhammed'in ölümünden sonra halife olan ilk dört halifenin (Hulefa-i Raşidin) hepsini tanır ve dört halifeyi "doğruluk üzere olan halifeler" ve "dört seçilmiş dost" (çehâr-ı yâr-i güzîn) olarak saygı ve sevgiyle anarlar. Sünnilikte farklı alimler farklı imamet/hilafet tanımları yapsalar da, ortak noktada herhangi bir kimsenin soyunun imameti hak ettiği fikri bulunmaz ve bu da genel olarak Şia ile arasındaki en büyük ayrılıklardandır. Nitekim imamet ve halife makamı Sünnilikte önemli olsa da, Şia'nın çoğu mezhebinde olduğu gibi itikatta bir yere sahip değildir. Aynı şekilde Muhammed'in torunu Hüseyin'in Kerbelâ'da öldürülmesi hadisesi genel olarak üzücü bir olay olarak kabul edilip olayın sorumlusu olan Yezid, Sünni cemaat içerisinde sıklıkla yerilse ve Sünnilikte isim olarak neredeyse hiç kullanılmasa da, Şia'dakine benzer bir şekilde Kerbelâ Olayı her yıl törenlerle anılmaz. Şiâ'daki çeşitli mezheplerde bulunana benzer bir Mehdi inanışı olmadığı gibi, imamet anlayışının farklılığı sebebiyle herhangi bir imamet silsilesi de bulunmamaktadır. Ek olarak, Şia'da birçok mezhebin kabul ettiği imamların üstün akli kabiliyeti, bilgi ve hikmeti olduğu, günahsız ve hatasız oldukları gibi fikirleri Sünnilikte bulunmaz. Ayrıca Şia'da çoğunluk imamların sözlerini de hadis külliyatından sayarken, Sünnilikte hadis külliyatı sadece Muhammed'in sözlerini ve eylemlerini kapsar.
Sünnilerin takip ettikleri akide (inanç) mezhepleri üç tanedir: Matüridilik, Eş'arilik ve Selefilik. Matüridilik ve Eş'arilik arasında teorik fıkıhta yirmi kadar noktada farklılık olsa da birbirlerine çok benzerler. Bu iki mezhebin dışında, Sünnilerin takip ettiği ve her ne kadar her daim bir itikat mezhebi olarak anılmasa da, inanç ile ilgili kararlar veren bir başka mezhep de Selefiliktir. Gerek Matüridilik gerekse Eş'arilik, itikadi meselelerde müteşabih ayetleri yorumlarken akla başvursa da, Selefilik bunu doğru bulmaz ve bunun yerine müteşabih ayetleri olduğu gibi kabul eder. Ayrıca iman tanımı, Matüridilik ve Eş'arilikte büyük oranda benzer iken, Selefilikte daha farklıdır. Örneğin Matüridilikte imanda artma veya azalma mümkün değilken ve ibadet farz olsa da imanın bir parçası sayılmazken, Selefiliğe göre ise imanda artma ve azalma mevcut olduğu gibi ibadet de imanın bir parçasıdır. Sahabeleri hayırla anarlar.
Sünni inancında dört büyük yaygın fıkıh mezhebi bulunur. Bunlar: Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîliktir. Bu mezheplerin arasında Hanefilik ve Şafiilik, sıklıkla Matüridilik ve Eşarilik bazlı itikadi görüşlere sıcak bakarken; Hanbelîlik ise Eş'arilik ve Selefilik bazlı görüşlere sıcak bakmıştır ve Hanbeliliğin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel, genel olarak bir Selef âlimi sayılır.
Sünni fıkıh uygulamalarında temel kaynaklar iki tanedir: Kur'an ve Sünnet. Bu temel fikir, dört büyük fıkıh mezhebi tarafından da kabul edilmiştir.
Sünni mezhebinde mensupları tanımlamak için "Ehl-i Sünnet" ibaresi de sıklıkla kullanılır. Ehl-i Sünnet'e Matüridi, Eş'ari ve Selefiler dâhil edilir. Bunun dışındakilerin Ehl-i Sünnet'ten sayılıp sayılmadığı farklı âlimlerce farklı yorumlanmıştır. Örneğin İslam alimi Abdulkadir el-Bağdadî'ye göre şeriata bağlı Sufiler ve "ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri" de Ehl-i Sünnet'e dâhildir. Gerek Ehl-i Sünnet'te yaygın olan dört büyük fıkıh mezhebinin kurucusu sayılan âlimler, gerekse yaygın itikadi mezheplerin kurucuları, önde gelen Ehl-i Sünnet âlimlerindendirler.
Şiilik.
Şiîlik, Sünnilikten sonra dünyada en yaygın ikinci itikadî İslam mezhebidir. İslam dünyasının yaklaşık %10-20'si Şiîdir. Sünnilikten farklı olarak imamet ve hilafet makamı Şiîlikte çok önemlidir ve sıklıkla itikatta geçer. Her ne kadar Şia içindeki farklı mezhepler, özellikle imamet hususunda farklı inanç ve görüşlere sahip olsalar da, Şiîler genel olarak Sünnilerden farklı olarak Osman bin Affan'ın halifeliğini kabul etmez, büyük çoğunluğu Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab'ın da halifeliklerini kabul etmezler. Ayrıca büyük bir kısmı imameti tanrısal bir makam olarak görür ve imamlara peygamberlerinkine benzer ek özellikler atfederler. Ayrıca Allah'ın adaletinin bir özelliği olduğuna inanılır ve ehl-i beytten çıkan imamlar desteklenir. Şiîler, genellikle Ali taraftarı olmayan sahabeleri benimsemezler.
Şiâ, kendi içerisinde birçok alt mezhebe, fırkaya bölünmüştür. Bu mezheplerin en büyüğü, "Onikiciler" olarak da adlandırılan İsnâaşeriyye'dir. Türkiye'deki Şiiler de bu fıkhı esas alır. İsimlerini 12 tane imamı kabul etmelerinden alırlar. İsnaaşeriyye inanışına göre, on birinci imam olan Hasan el-Askerî'nin bir oğlu bulunmaktaydı, fakat on ikinci imam olacak bu çocuk gayba karışmış, Allah tarafından insanların çoğunluğundan saklanmıştır. İnanışa göre daha sonra Mehdî olarak zuhur edecek kişi bu imamdır ve bu sebeple "Muhammed el-Mehdî" olarak da anılır. Bu kola bazen İmamiyye veya Ca'feriyye de dendiği olur. Nitekim Ali Zeynelabidin'in oğlu Muhammed el-Bakır'ın oğlu olan Cafer es-Sadık'ın mezhepte önemli bir yeri vardır ve İsnaaşeriyye'nin kurucusu gibi görüldüğü de olmuştur. Nitekim Muhammed el-Bakır ve oğlu Cafer es-Sadık'la birlikte İsnaaşeriyye'nin temel öğretilerinden birkaçı ortaya atılmıştır. Örneğin, imamların ilâhî bir şekilde seçildiğine, Ali'nin hakkından sonra imam olması gerekenlerin Hasan bin Ali ve Hüseyin bin Ali olduğuna, onlardan sonra ise sırasıyla soydan gelen bir sonraki oğula aktarılmasına ve böylece babadan oğula geçerek devam etmesine inanılmıştır. Ek olarak, imamların masum, yani günahsız ve hatasız olduğuna inanılmıştır.
Aynı zamanda yoğun bir Mehdi inancı bulunmaktadır: Buna göre son imam kaybolmuştur, gayba karışmıştır ve Mehdi olarak çok uzun bir zaman sonra gelecek ve kurtuluşu getirecektir. Bu temelden de kaynaklanarak, Cafer es-Sadık kendi taraftarlarına sabretmeleri, isyan ve ayaklanmalardan uzak durmaları hususunda telkinde bulunmuştur. Bazı İslam tarihçilerine göre Şia'da yaygın olan "takiyye," yani kişinin Şii olduğunu ve Şiilikle ilgili özelliklerini toplumdan saklayarak gizli bir biçimde yürütmesi prensibi, Cafer es-Sadık'a dayanır. 1501'de Şah İsmail tarafından kurulan Şii Safevî Devleti, İsnaaşeriyye tarihinde önemli bir rol oynamıştır. İran'da kurulan bu Türk devletinin dini resmen İsnaaşeriyye Şia'sı olmuştur ve İsnaaşeriyye bu dönemde gelişme ve yayılma fırsatı bulmuştur. Daha sonraları Safevi Devleti'ne komşu durumunda olan Osmanlı Devleti'nin halifeliği ilan etmesi, hilafet bazlı Sünni-Şii gerilimi tarihte önemlidir.
Bir diğer Şia kolu olan Zeydiyye'nin ise kurucusu ve isim babası Ali bin Ebu Talib'in oğlu, peygamberin torunu Hüseyin'in soyundan gelen ve bir fıkıh alimi olan Zeyd bin Ali'dir. Zeyd bin Zeynelabidin olarak da anılan Zeyd, ayrıca Hüseyin'den sonra, Hüseyin'in soyundan gelip de Emevîler'e karşı direniş başlatan ilk kişidir. Zeydiyye mezhebi ilk Şii mezheplerindendir. Bununla birlikte görüş olarak Zeydiyye Ehl-i Sünnet'e diğer Şii mezheplerine oranla daha yakındır. Örneğin Zeydiyye'de imamın ehl-i beytten çıkması bir zorunluluk değildir, fakat ehl-i beytten çıkan imam mutlaka desteklenir. İmamette önemli olanın halk desteği olduğuna, soya bağlı bir sıralamaya inanılır. Yine İsnaaşeriyye'den farklı olarak Zeydiyye'de imamların hatasız ve günahsız olduklarına inancı bulunmaz. Ek olarak Zeyd bin Zeynelabidin Ebu Bekir ve Ömer'in imamlıklarını, Ali'ye tercih etmemekle birlikte, kabul etmiştir ve bu onun direnişine başta destek veren birçok kişinin ondan kopmasına ve Cafer es-Sadık'a yaklaşmasına da sebebiyet vermiştir. Zeydiyye'nin bir önemli noktası da İsnaaşeriyye'den farklı olarak imametin sağlanmasında aktif bir yol seçilmesidir. Her ne kadar her zaman bir imam olacağı görüşü olmasa da bir imam olduğu takdirde imametin sağlanması için aktif bir yol seçilir ki Zeyd kendi zamanında direnişe geçmiştir. Bugün özellikle Yemen'de hâkim olan bir Şii koludur.
Bunların dışında bir diğer büyük Şiî mezhebi de İsmailîliktir ve bugünkü Şiî nüfusunun İsnaaşeriyye'den sonraki en büyük ve önemli bölümünü oluştururlar. Diğer Şiâ ve Sünni mezheplerine oranla İslam'ın bâtınî bir yönü olduğu inancı ve bu yönünün araştırılması, tecrübe edilmesine büyük önem verirler. Bu sebeple Şiîliğin daha ezoterik bir şeklini benimsedikleri söylenebilir. Özellikle ilk dönem İsmailîlikte dinî metinlerin zâhirî ve bâtınî olarak iki anlamlı sayılması ve bâtınî tarafının incelenmesi çok büyük önem arz etmiştir. İsmailîler, adlarını Ca'fer es-Sâdık'ın büyük oğlu İsmail bin Ca'fer es-Sâdık'den alırlar. Bazen, İsmailîliğin Mustâlîlik ve Nizârîlik kolları da yediden fazla imâma sahip olmalarına rağmen "Yediciler" olarak adlandırılmaktadırlar. 909 yılında kurulan ve varlığını 1171'e kadar sürdüren Fâtımî devleti; İsmailîler tarafından kurulmuştur. Bu dönem İsmailîlerin altın çağı olarak da adlandırılmıştır; zira bu dönemde İsmailî kültür oldukça gelişmiş, İslam medeniyetine İsmailîlerin katkısı oldukça artmıştır. İsmailîler kendi içlerinde ayrı kollara ayrılırlar. Bu kollardan en büyük ikisi Nizârî İsmailîlik ve Da'vûdî İsmailîliktir. Nizârî İsmailîlikte imamet hâlâ devam etmektedir ve 2014 yılı itibarıyla, 49. imamları olan Kerim Şah'a (IV. Ağa Han) bağlıdırlar. İsmailîlikte dönüm noktasını oluşturan ve Nizârî mezhebinin kurulmasına yol açan ayrışma 1409'da Fâtımî sultanı ve (onsekizinci) İsmailî imamı olan el-Müstansır-billâh el-Fâtımî'nin ölümüyle başlamıştır. Tahta geçmesi düşünülen halef olan oğul Nizâr yerine tahta diğer oğul el-Musta'lî'nin geçmesiyle birlikte İsmailîlikte ayrışma baş göstermiş, İsmaili topluluğun bir kısmı, özellikle İran bölgesinde yaşayanlar ki bunların büyük bir kısmı o zaman Hasan Sabbah yönetimindeydi, Nizâr'ın imametini takip etmişlerdir. Diğer bölgelerde, özellikle Kahire ve Yemen'de, kalan İsmailîler ise el-Müsta'lî'yi desteklemişlerdir. Nizârî İsmâ'îlîlik özellikle İran'da Hasan Sabbah önderliğinde yükselişe geçmiş, önce İran'da daha sonraları ise Hindistan ve Asya'nın farklı bölgelerinde yayılmış ve İsmailî halk yüzyıllarca zaman zaman isyan ederek zaman zaman mutasavvıf veya İsnaaşerî Şiiler kılığına bürünerek varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Müsta'liyye kolu ise daha sonraları Hâfızî ve Tayyibî isimli iki kola ayrılmıştır. Bu ayrışmanın sebebi Fâtımî sultanlarından ve İsmailî imamlarından olan el-Âmir'in ölümü üzerine gerçekleşmiştir ki daha sonra tahta geçen sultanların imametini takip eden grup olan Hâfızîler; Fâtımîler hükümdarlığının çöküşüyle birlikte yavaşça yok olmuşlardır. Daha sonra Tayyibî kolu da "Da'vudî İsmailîlik" ve "Süleymanî İsmailîlik" olarak ikiye ayrılmıştır.
Ali'nin çocukları ve İmamette ikinci ve üçüncü imam olan Hasan bin Ali ve Hüseyin bin Ali, Şiâ'da büyük rol oynar. Bunların dışında altıncı imam olan İmam Ca'fer-i Sâdık da birçok hadisin kaynağı olduğundan çok önemlidir.
Haricilik.
Hariciler, Ali bin Ebu Talib'in grubundan ayrılarak ne onu, ne de Osman bin Affan'ı halife olarak kabul etmişlerdir. İslam'ın en radikal gruplarını oluşturan bu mezhep grubunun çoğunluğu çeşitli günahları işleyen kişilerin kâfir olduğuna ve katledilmeleri gerektiğine inanmıştır. En "aşırı"ları, yalnızca kendi mezheplerinden olan Haricileri kabul etmiş, diğer Haricilerin de katlinin farz olduğuna inanmışlardır. Tabiatıyla kendileri Abbasiler devrinde öldürülmüşlerdir. Bugün bu mezhep grubuna bağlı kimselerden sadece Umman'daki İbadiler kalmıştır; fakat bu grup, Haricilerin en ılıman olan grubunu oluşturur.
Sıffin Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Hariciler bir dönem sık sık isyan ederek Emevi Devleti için tehlike oluşturmuşlardır. Sıffin Savaşı'nda önce Ali'nin hakem ile tayini kabul etmesi sebebiyle bir grup ayrılmış ve Haruri olarak anılan ilk Haricileri oluşturmuştur. Sıffin Savaşı ve hemen sonrasında hakemlik fikrine sıcak bakanların bir kısmı da daha sonra hakeme gitmenin dinden çıkaran bir tür günah olduğu kararına varıp, tövbe etmiş ve Haricilerin saflarına katılmışlardır. İsyan amacı gütmeyen ve ayaklanmayan bu ilk grup sadece Ali bin Ebu Talib taraftarları ve Muaviye taraflarından ayrılan, üçüncü bir grup oluşturan ayrılıkçı bir gruptur. İlk dönemdeki Haricilere "el-Şurat" da denmekteydi. "Satan" anlamına gelen sözcük genelde Haricilerin kendileri için kullandıkları bir isimdi ve Allah'a ve Allah'ın yoluna ruhlarını sattıkları, verdikleri anlamını ima etmekteydi. Bu ilk dönem Haricilerinin büyük çoğunluğu Bedevilerden oluşmaktaydı. Muaviye'ye karşıt eylem hazırlığında olan Ali Haricileri kendiyle birlikte savaşmaya çağırmış fakat olumsuz yanıt almıştır. Nitekim daha sonra gerçekleşen Nahrevan Savaşı'nda Ali taraftarları ve Hariciler savaşmıştır. Bu savaşta Hariciler ezici bir yenilgiyle karşılaşmış ve büyük kayıplar vermişlerdir. Nitekim bu savaş sonucunda Ali'nin taraftarları ile Hariciler arasındaki ayrılık iyice keskinleşmiştir ki Ali'nin ölümü de bir Harici olan Abdurrahman İbn-i Mülcem'in onu katletmesi sonucu gerçekleşmiştir. Hariciler, Ali'nin ve Ali taraftarlarının yenilgisinden sonra başa geçen Emevilere karşı büyük saldırılar gerçekleştirmişler, zaman zaman belirli bölgelerin kontrollerini ele geçirmişler hatta kısa bir süreliğine Mekke ve Medine'yi de ele geçirmişler, zaman içinde geniş ordulara sahip olmuşlardır. Bu dönemlerde en yaygın ve geniş kitle Ezarika ve İbadiyye idi; özellikle Emevilerin çöküşe geçtiği dönemde Harici saldırıları güçlenmiş ve sıklaşmış, İbadiyye kolu bu saldırılarda başı çekmiştir. Devletin başına Abbasiler geçtikten sonra da Harici isyan ve saldırıları devam etmiştir.
Hariciler kendi içlerinde birçok kola bölünmüşlerdir. Bu kollardan bir dönem en büyük çoğunluğa da sahip olan ve en aşırısı sayılan Ezarika, Harici tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu kolun isim babası ve taraftarlarının takipçisi olduğu kişi Nafi bin el-Ezrak'tır. Ezarika kolundan olan Hariciler, Harici olmayan tüm Müslümanları, çocuklar dâhil, katletmenin helal olduğuna inanırlardı. Diğer büyük Harici kolu sayılan ve bugüne kadar varlığını kitlesel bir şekilde sürdürebilmiş tek Harici kolu olan İbadiyye ise Ezarika'ya oranla daha ılımlı olduğu gibi Ehl-i Sünnet'e de diğer kollara oranla daha yakındır. Bugün İbadiyye özellikle Umman'da yoğun olarak bulunmaktadırlar. Umman dışında, Kuzey Afrika ve Zengibar'da da bulunmaktadırlar.
Harici inanışı itikadî meselelerde Sünni ve Şia'ya oranla farklılıklar içerir. Örneğin Harici inanışında şeriatın bir emrine uymamak veya şeriatta yeniliğe gitmek büyük bir günah sayıldığı gibi bu günah sebebiyle kişinin küfre girdiğine ve tövbe etmesi gerektiğine yoksa bir kâfir olarak ölmüş olacağına ve (birçok Harici mezhebine göre) katlinin helal olacağına inanılır. Buradan hareketle üçüncü halife Osman bin Affan'ın katillerini temiz görmüşler, Ebu Bekir ve Ömer ibn Hattab'in ise hilafetlerini kabul etmişlerdir. Şeriatı sıkı bir şekilde takip etmeye çalışıp, ibadete büyük önem verirler. İlk itikat mezhepleri arasında ihtilafın yaşanmasına konu olan kader konusunda her ne kadar kadere inanmış olsalar da, Eş'ariyye'nin kurucusu el-Eş'ari, Mu'tezile'nin görüşünü benimsediklerini rivayet etmiştir. Kader konusu özellikle İbadiyye mezhebi arasında tartışma konusu olmuştur. Ebu Ubeyde'nin imam olduğu dönemde, İbadiyye mezhebinde kader konusu tartışılmış, Ebu Ubeyde Allah'ın her şeyi bildiği her şeye gücünün yettiğini fakat kişilerin eylemlerini ve olayları belirleyen olmadığını, kişilerin bunları kendi iradeleriyle belirlediğini ilan etmiştir.
İnanç mezhepleri.
İnanç mezhepleri veya "İtikadi mezhepler" kategorisi, diğerlerine oranla daha geniş olmakla birlikte, bir mezhep olarak tanımlanabilecek kadar gelişmiş olan beş mezhep, genelde bu kategoride zikredilir. Bunlar: Mürcie, Mutezile, Eş'ârîlik, Mâtûridîlik ve Selefîliktir. Bunların dışında Kaderiyye, Cebriyye, Müşebbihe ve Mücessime gibi mezhepler de bulunur; bununla birlikte bu mezhepler diğerlerine göre çok daha küçüktür ve son üçü bugün varlığını koruyan temel siyasi mezhepler olan, Sünnilik ve Şia tarafından İslam dışı kabul edilir.
Bu mezheplerden ilki sayılan Mürcie diğer gruplar tarafından, imanlı kişinin günahının önemli olmadığını öne sürmesi başta olmak üzere çeşitli itikadi görüşleri sebebiyle Müslümanların çoğunluğu ve diğer mezheplerce İslam dışı kabul edilir. Mürcie isminin kökeni "ertelemek", "umut vermek" anlamlarına gelen irca köküdür. Nitekim bu hareket ilk kez Osman'ın halifeliği sırasında, iç çekişmeler ve gerilimler yaşanmaya başlayınca çıkmış ve dünyada kişilerin yaptıkları kötülüklerin veya büyük günah işleyenlerin hesabını öteki dünyaya (ahirete) bırakma, "erteleme" fikrinden köken almıştır. Ayrıca Mürcie mezhebinin ana görüşü olan imanlı kişinin hangi günahı işlerse işlesin azap görmeyeceği ve günahlarının imanının yanında bir etkisinin olmadığı inancı da isimlerinin kökeni olan "irca"nın "umut vermek" anlamıyla ilişkilendirilebilir. Başlarda Mürcie mezhebi Osman ve Ali gibi kişilerin Hariciler tarafından kâfir olarak görülmesine karşı bir tepki olarak doğmuştu ve günahın etkisiz olduğu fikrine sahip değildi; sadece müminler için sonsuz azap olduğunu reddetmekteydiler ki bu Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun da görüşüydü. Bununla birlikte zaman içinde Mürcie bu hususta daha uç bir noktaya gitmiş ve imanlı kişinin günahlarının tamamen önemsiz olduğu fikrini ortaya atmışlardır. Genel olarak Mürcie mezhebi Haricî mezhebinin tam diğer uçtaki aşırı dengi olarak görülmektedir.
Mutezile mezhebi bu mezheplerin arasında en akılcı olandır ve genel olarak Ehl-i Sünnet içerisinde hoş karşılanmaz; tekfir edildiği de olmuştur. Mutezile mezhebi her ne kadar bugün pek yaygın olmasa da, özellikle Abbasiler döneminde güçlenmiştir. Mutezile'de akıl ile nass (örneğin bir ayet) çelişkili durduğunda nass akla uygun olacak şekilde tevil edilir (yorumlanır). Mutezile'nin bu tutumu özellikle gelenekçi akımlardan büyük eleştiri almıştır. Mutezile mezhebine bağlı kişilerin inandıkları belirli esaslar bulunmaktadır, bunların başlıcaları şu beşidir: Tevhid, adalet, söz ve tehdit ("el-Va'd ve el-Va'id"), iki konum arasındaki bir konum ("El Menzile beyne'l-menzileteyn") ve iyiliği emretmek-kötülükten menetmek ("Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker"). Bu beş esasa "usûlü'l-hamse" denir. Tevhid esası Allah'ın varlığı ve birliği anlamındayken adalet esası kader tartışmasıyla ilgili ve Cebriyye'ye bir tepki olarak doğmuş bir esastır. Buna göre insan fiilerinde tamamen hürdür ve fiilerini, Allah'ın ona bahşettiği bir güçten yararlanarak, kendi yaratır. Mutezile argümanlarına göre eğer kişinin durumu bu olmasaydı da Allah onun fiilerini yaratmış olsaydı, kişi davranışlarında hür olmasaydı, Allah'ın kişiyi davranışlarından, fiilerinden dolayı cezalandırması adil olmazdı. Oysaki İslam anlayışına göre Allah adaletin kaynağıdır. Nitekim bu esasın ismi de buradan doğmuştur. "Söz ve tehdit" yani Arapça özgün tabiri ile "el-Va'd ve el-Va'id" ise Mürcie mezhebine tepki olarak ortaya çıkmıştır ve Allah'ın sevap işleyenlere söz verdiği (vadettiği) iyiliğin, günah işleyenlere ise tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğini kasdetmektedir. Mutezile mezhebinin bu husustaki mantığı Mürcie mezhebinin tam zıddıdır ve şöyle ilerler: Eğer kişinin imanı yanında günahları etkisiz olsaydı Allah'ın günahlara karşı insanları azap ile korkutması anlamsız olurdu; bu sebeple Allah'ın vadettiği iyilik de ceza da kaçınılmazdır. "İki konum arasındaki bir konum" esası ise "söz ve tehdit" esasıyla ilişkilidir; buna göre büyük günah işleyen Mümin tövbe etmeden ölürse azap görür. Bununla birlikte bu kişinin (büyük günah işlemiş Müminin) konumu kâfirlik değildir; bu kişiye fasık denir ve iman ile küfür arasında bir konum olduğuna inanılır ve nitekim esasta ismini bundan almıştır. "Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker" yani "iyiliği emretmekten ve kötülükten menetmek" ise Mu'tezile'de önemli bir yere sahip bir esastır. İnananların birbirlerine iyiliği tavsiye etmeleri, emretmeleri, kötülükten ise alıkoymaları, men etmeleri anlamına gelmektedir. Mu'tezile'nin bu beş ana esasını ilk ortaya atanın Mutezili düşünür Ebu'l-Huzeyl olduğu düşünülmektedir. Her ne kadar Mutezile bugün ayrı bir itikadi mezhep olarak yaygın olmasa da, önemli Şia kolları, Zeydiyye ve İsnaaşeriyye, Mutezili görüşlerin çoğunluğunu kabul etmiştirler ve bu sebeple itikadda Mutezili bir tavırları vardır. Mutezililerin birçoğu fıkıh mezhebi olarak (yani amelde) Hanefi mezhebine bağlıdır.
Akla itikadi konularda verilen değer ve akıl bazlı bir metodolojinin itikadi yorumlama ve kararlar için kullanılması hususunda, Selefilik Mutezile'nin tam zıddı konumda bulunan bir itikat mezhebidir. Selefiliğe göre nakillerin zahirî (görünen, sözlük veya terim anlamı) ele alınır ve hiçbir nas tevil edilmez. Takdis, tasdik, aczini itiraf etmek, sükût, imsak, keff ve marifetin ehlini teslim Selefîliğin başlıca esaslarıdır.
Aklın itikaddaki yeri hususunda Matüridilik ile Eşarilik bu iki mezhebin ortasında bir konumda yer alsalar da, Matüridilik akla Eşariliğe oranla daha fazla yer ve ağırlık verir. Ehl-i Sünnet'te en yaygın ve başlıca itikadi mezhepler Matüridilik ve Eşariliktir. Matüridilik özellikle Ebu Hanife'nin itikadi konulardaki görüşlerinden etkilendiği için bazı bilim insanları bu mezhebi Hanefiliğin itikadi açıdan devamı saymışlardır. Kurucusu, mezhebe ismini veren, Ebu Mansur el-Matüridî'dir. Eşariyye veya Eşarilik ise ismini kurucusu olan Ebu Hasan Eş'ari'den almaktadır ve özellikle Mutezileye karşıt bir tepki olarak doğmuştur. Nitekim bu tepki daha sonraları, İslam filozoflarına da kaymış, Eşari kelamcıları ile İslam filozofları arasında önemli tartışmalar yaşanmıştır. Her ne kadar Eşarilik ile Matüridilik birbirlerine benzeseler ve çok yakın olsalar da, özellikle ayrıntılarda ve çeşitli hususlarda birbirlerinden ayrılmıştırlar. Amelde Maliki ve Şafii olanların çoğunluğu Eşariyken Hanbeli ve Hanefi olanların küçük bir kısmı Eşaridir.
Fıkıh mezhepleri.
Fıkıh mezhepleri, İslam hukuku olan fıkhın farklı yorumlanması nedeniyle oluşmuş mezheplerdir. Bunlar temelde itikadî konularla yani inanç esaslarıyla ilgilenmeseler de, İslam hukukunda kullandıkları metodolojiye yakın bir metodolojiyi kullanan çeşitli itikadî mezheplerle yakınlaşmışlar, belirli itikadî fikirleri savunmuşlardır. Nitekim zaman zaman fıkıh âlimleri itikadî eserler de vermiştir; örneğin bir Sünni fıkıh mezhebi olan Hanefîliğin kurucusu konumundaki Ebu Hanife'nin çeşitli itikadî fikirleri bulunmaktadır ve kendinden sonra gelen bazı itikat, kelam alimleri bu fikirleri kullanmışlardır.
Sünni fıkhi mezheplerinin başlıcaları: Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik mezhepleridir. Başlıca Şii fıkıh mezhebi ise İsnaaşeriyye'den olan Caferîliktir. Bunların dışında bugün kitlesel anlamda varlığını sürdürmeyen fakat fıkıh meselelerinde tesiri olmuş, tarihî açıdan önemli fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir.
Caferilik ismini Ali bin Ebu Talib'in torunlarından olan fıkıh alimi Cafer-i Sadık'tan almaktadır. Her ne kadar mezhep genel olarak bir Şii ya da Alevi mezhebi sayılsa da Cafer-i Sadık Sünnilerce önem verilen bir âlimdir. Nitekim kendi, Sünnilikte önemli bir yere sahip, kendi adlarına ekol bulunan çeşitli fıkıh alimlerine, örneğin Hanefiliğin isim babası Ebu Hanife ondan ilmî açıdan yararlanmıştır. Fıkhî açıdan Caferîlik (veya İsnaaşeriyye) Sünni fıkıh mezhepleriyle benzer kaynaklara ve metodolojilere dayanır. Bununla birlikte özellikle fakihlerin (fıkıh bilginlerinin) ağırlıkları ve önemleri, Sünni mezheplere oranla çok daha önemli bir etki ve yere sahip olmuş, Sünni mezheplerden farklı olarak önemli bir hiyerarşik yapıyı ortaya çıkarmıştır.
Sünnî fıkıh okullarından olan Hanefîlik ismini, temel aldığı alim olan Ebu Hanife'den alır ve bugün dünya çapında en yaygın olan fıkıh mezhebidir. Ebu Hanife'nin metodu akılcı bir yaklaşım izler ve Sünnî fıkıh mezhepleri arasında bir fıkhî yol olarak kıyasa en çok değer veren mezheptir. Ayrıca fıkıh mezhepleri arasındaki en liberal mezhep olduğu görüşürü yaygındır. Her ne kadar mezhebin kurucusu olarak Ebu Hanife ismi zikredilse de, mezhebin gelişiminde Ebu Hanife'nin iki öğrencisi Ebu Yusuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybanî'nin rolleri büyüktür ve bu iki imama birlikte "imameyn" lakabı takılmıştır. Nitekim Hanefîlikte daha sonraları, imameynin ortak görüş belirttiği ve görüşlerinin Ebu Hanife'den farklı olduğu durumlarda, imameynin görüşleri kabul görmüştür. Orta Asya ülkelerinde, Hindistan, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerdeki Sünni nüfusta yaygın olan Hanefilik, ayrıca Orta Doğu'da Türkiye ve Irak gibi ülkelerde de oldukça yaygındır.
Malikîlik ismini fıkıh alimi ve hadis alimi ("muhaddis") olan Malik bin Enes'den alan bir Sünni fıkıh mezhebidir. Temel fıkıh kaynaklarına yaklaşımı Ebu Hanife'ninkine benzemektedir. Her ne kadar re'y ve kıyasla hiç hükmetmediği iddiaları doğru olmasa da, re'y ve kıyası sık kullanmamıştır. Malik icmayı diğer alimlerden daha sık kullanmıştır ve Malikîlikte icma diğer mezheplere oranla daha sık kullanılagelmiştir. Ayrıca sahabe kavli, sahabelerin icraatları ve maslahatlar Malikî mezhebinde diğer mezheplere oranla daha önemli bir kaynak teşkil eder ve daha önemli bir yere sahiptirler. Bugün dört mezhepten üçüncü en büyüğü olan Malikîlik özellikle Kuzey Afrika ve Batı Afrika'da yaygındır.
Şafiîlik ismini el-Şafiî (Muhammed bin İdris Kureyşî) isimli fıkıh alimden alan bir Sünnî fıkıh okuludur. Gerek Ebu Hanife gerekse Malik'ten (Malik bin Enes) oldukça etkilenmiş olan el-Şafiî aynı zamanda "Usûl'ül-Fıkıh" yani Fıkıh Usûlü ilminin de kurucusudur. İtikadda Şafiîler Eşariliği takip ederler. Bugün Şafiilik Mısır, Somali, Yemen, Hicaz, Endonezya, Malezya ve Etiyopya gibi birçok ülkede yaygındır. Ayrıca Hindistan'ın bazı bölgelerinde de Sünnî Müslümanlar arasında yaygın bir mezheptir.
Sünnî fıkıh mezheplerinden Hanbelîlik adını fıkıh âlimi ve muhaddis Ahmed bin Hanbel'den almaktadır. Ahmed bin Hanbel aynı zamanda Selefîlik ekolü içinde önemli bir yere sahiptir. Hanbelîlik mantıkî metodolojilere en düşük önemi veren fıkıh mezhebi sayılabilir; nitekim özellikle ilk dönemlerde çoğu akılcı metot ve fikri reddetmişlerdir. Eğer bir hususta Kur'an'da ve sahih hadislerde bir karar bulunmuyorsa sahabe kavline, eğer sahabe arasında bir ihtilaf varsa Kur'an ve Sünnet yönünden en güçlü olan tarafın kararına uyulur. Eğer bunların hiçbiri mümkün değilse fakat zayıf bir hadisin varlığı mümkünse, zayıf hadisi takip edilir. Eğer bu da mümkün değilse, en son çare olarak kıyasa başvurulur. Bugün özellikle Arap yarımadasında yaygın olan mezhep aynı zamanda tarih boyunca farklı ekolleri etkilemiştir. Örneğin çağdaş Vahhabilik hareketi Hanbelîlikten büyük ölçüde etkilenmiştir.
Bugün müntesibi bulunmayan fakat birçok konuda hâlâ etkilerini sürdüren bir başka fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir. Bazen belirli tarihî dönemler için Sünnî gelenek içerisindeki beşinci fıkıh mezhebi olarak anıldığı da olur. Kurucusu Davûd el-Isbehânî olan mezhep, fıkıhta aklî metodların çoğunluğunu reddetmesi ve nassların (ayet ve hadislerin) görünen anlamlarını (zahirî anlamlarını) temel alması sebebiyle "Zâhîrîyye" olarak adlandırılmıştır. Mezhebin gelişiminde büyük rol oynamış ve özellikle Endülüs'te yayılmasına sebep olan başlıca alim ise Ebû Muhammed İbn Hazm'dır. Her ne kadar etkisini yitirse ve zaman içinde kitlesel varlığını kaybetse de, 20. yüzyılda da çeşitli fıkhî eserlerinde Zahirî etkisi ve fıkıh anlayışı devam etmiştir.
Diğer grup ve mezhepler.
Çeşitli mezhep ve gruplar, bazı âlimlerce mezhep, bazılarınca ayrı bir din bazılarınca ise dinî farklılıklardan ziyade etnik farklılıklarla ayrışmış gruplar olarak kabul edilirler. Zaman zaman bir mezhep olarak ortaya çıkan ayrı gruplar, zaman içinde gelişerek yeni bir din olmuşlar ve İslam'dan ayrılmışlardır.
Etnik unsurların ve kültürün mezheplerle ve İslam ile kaynaşması sonucu oluşan gruplara bir örnek bugün Türkiye sınırları içerisinde kalan, Anadolu'daki, Alevîlerdir. Anadolu Alevîleri, İran'daki Alevîler farklı olduğundan İran'dakiler, Şiîliğin bir mezhebi sayılırken Türkiye'deki Alevîlerin ayrı din olarak görenler de vardır ve ayrı bir din mi yoksa bir mezhep mi olduğu tartışma konusudur. Zaman zaman Anadolu ve Balkan Alevîlerinin Şia'nın İsnaaşeriyye kolunun Türkî bir yorumu olarak kabul edildiği iddia edilir.
Anadolu Alevîliği.
Alevîlik, Sünnîlikten sonra Türkiye'de en yaygın ikinci mezheptir. Sıklıkla ansiklopedilerde ve bilimsel kaynaklarda Şiiliğin Türkiye'deki bir mezhebi olarak tanımlanır. Çıkış noktası İsnaaşeriyye Şiiliği olmasına rağmen uygulamada ve anlayışta oldukça büyük farklılıklar içerdiği gibi Türk kültür ve geleneklerinden büyük oranda etkilenmiştir; özellikle Alevi büyükleri antik Türk inançlarından, örneğin kamcılıktan, Aleviliğin büyük ölçüde etkilendiği ve çeşitli unsurlar barındırdığını ortaya atmışlardır. Nitekim Batılı kaynaklarda Alevilik, "Türk veya Osmanlı Şiiliği" olarak adlandırılır. "Alevî" sözcüğünün kökeni Ali bin Ebu Talib'in taraftarı anlamına dayanır ki Şiilikte peygamber sonrası ilâhî bir şekilde seçilmiş olan halifenin Ali olduğu inancı Alevilikte mevcuttur. Bununla birlikte kendine has özelliklerinden ötürü, diğer bazı Alevi olarak adlandırılan gruplar gibi (örneğin, Dürziler ve Nusayriler), Şiilik ve Sünnilik dışı ayrı bir mezhep olarak da görüldüğü olmuştur. Ek olarak Alevîlik Türk (Orta Asya ve Anadolu) Sufî gelenekleri ve tasavvuf akımlarından büyük oranda etkilenmiş, Şii unsurların çoğunluğu tasavvufî kavram ve unsurlarla bütünleşmiştir. Bunların dışında çeşitli Türk ve İslam kültürleri dışı etkilerin ve kökenlerin de olduğu bilim insanlarınca öne sürülmüştür: Gnostikler, Zerdüştlük, Manihaizm (Mani dini) ve panteizm gibi. Aleviliğin tanımlamasında son yıllarda Aleviliği ayrı bir din (veya İslam dışı) gibi görme tartışmaları ortaya çıkmış olduğu gibi, bazı bilim insanları Alevileri bir dinî azınlıktan ziyade etnik bir azınlık olarak görmüş ve tanımlamıştırlar. Aleviliğin Türk kültürüyle sık sık bağdaştırılması ve zaman zaman "Türk İslamı" olarak yorumlanmasının, özellikle Kürt-Alevi etnik grubu bazlı ayrılıkçı hareketlere karşı geliştirildiğini savunan bilim insanları da olmuştur.
Alevilik özellikle Bektaşilik ile büyük ölçüde paraleldir ve bugün iki isim sıklıkla birbiri yerine kullanılır. Bununla birlikte Bektaşilik daha ziyade bir tasavvuf tarikatıdır ve temel nitelikleri, özellikleri de tasavvufîdir. Nitekim Aleviliğin Bektaşilikle iç içeliği sonucu birçok tasavvufî öğe, Bektaşî geleneği Aleviliğe dâhil olmuştur. Cem ayinleri, dede, pir ve mürşitlerin eğitiminde kurtuluşa erecek Sufî yolun takip edilmesi, her ne kadar her Alevi tarafından sıkıca takip edilmese de, Bektaşilik ile Aleviliğin paylaştığı temel unsurlardandır. Bektaşî-Alevî geleneğinde, tasavvufî unsurlarla bütünleşmiş yolu benimseyenlerle, etnik olarak ilgili gelenekten olanlar arasında ayrım yapılır: Hacı Bektaş'ın yolunu takip eden Bektaşi-Alevilere Yol Evladı tabiri kullanılırken, etnik olarak gelenekten olanlara Bel Evladı tabiri tercih edilir.
Alevîler'in ibadet yeri cemevidir. Aslen Bektaşî geleneğinde bir tür inisiyasyon ritüeli olan cem ayini (ayin-i cem) Alevi ibadetinde çok önemli bir yer tutar ki nitekim liturji açısından İsnaaşeriyye ile Alevilik arasındaki büyük farklılıkların bir göstergesidir. Cem ayinlerinde birçok Şii temelli sembol bulunur: Kötü bir sonla karşılaşan imamlar Hüseyin ve Hasan'a atfen on iki mum söndürülür, özellikle On İki İmam, Kerbela gibi şeyleri konu edinen "nefes"ler söylenir ve semah yapılır. Şii ve Sünnilerin genelinden farklı olarak Ramazan ayında oruç tutmazlar. Kendileri Muharrem ayının 10'unda, üçüncü imam Hüseyin'in Kerbela'da öldürüldüğü günü oruç tutarak geçirirler. Nitekim Şiiler ve Sünnilerce uygulanan ve Sünnilere ve her iki grup tarafından da İslam'ın şartlarından kabul edilen hac da Aleviler tarafından uygulanmaz. Alevilikteki davranışsal temel ise ünlü bir Alevi deyişiyle şöyle tanımlanmıştır: "eline, diline, beline sahip ol".
Türkiye'de bulunan Şiilerin ve dolayısıyla Alevilerin nüfusunun kaçta kaçını oluşturduğu net olarak bilinmemektedir; bununla birlikte Caferilerin ve Alevilerin toplamda nüfusun %7 ile %30 arasında bir kısmını oluşturduğuna yönelik tahminler ve çalışmalar bulunmaktadır. Bir AB raporuna göre Türkiye'de 15-20 milyon Alevi bulunmaktadır. Birçok Alevi yazara göre de Türkiye'deki Alevi nüfusu, Türkiye toplam nüfusunun üçte biri kadardır ki bu yaklaşık 20 milyon veya üzeri bir rakama işaret eder. Bununla birlikte daha düşük tahminler de yapılmış. Bu tahminlere göre Alevi nüfus daha ziyade 10 veya 12 milyon civarıdır; bununla birlikte nüfusa oranı %10'un altına düşüren, net sayıyı 5 milyon civarında tespit eden başka tahminler de vardır. Alevilik tanımının göreceli yönlerinin bulunmasından dolayı tüm tahminlerin doğruluk payı olduğu fikrini ortaya atan bilim insanları da olmuştur.
Tasavvuf.
Tasavvuf veya "Sufizm" bir mezhep olmamakla birlikte, kendine birçok farklı mezhepte yer bulmuş, çileci, zaman zaman ezoterik, monistik veya panteistik yönleri de olan tarikat ya da İslam akımıdır. Tasavvuf veya Sufi kelimelerinin kökeni konusunda ihtilaf olduğu gibi ortaya çıkışı hususunda da ihtilaf vardır. Din bilimleri açısından tasavvuf akımının hicrî ikinci yüzyıldan itibaren başladığı özellikle İslam'ın yaygınlaşması ve yeni toprakların İslam devletine katılmasıyla birlikte yaygınlaştığı bilinmektedir. Cabir bin Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî birçok araştırmacı tarafından ilk mutasavvıflardan sayılmışlardır. Tasavvuf akımı kendinden önce ve sonra ortaya çıkan farklı dini veya mistik akımlardan büyük ölçüde etkilenerek ortaya çıkmıştır. Nitekim tasavvuf tarihçelerinde, Antik Çağ'dan tanınmış bazı âlim ve düşünürler, özellikle Hindistan ve Mısır'daki gizemci bazı mezhepler ve felsefeler övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiş bu felsefelerin tasavvufî düşünceyle ortak bir paydada buluştuğu ifade edilmiştir; Örneğin, batı mistiklerinden Pisagor, birçok mutasavvıf ve eser tarafından sıklıkla övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiştir. Oryantalist De Lacy O'Leary tasavvufun üzerinde oturduğu temel eylemler, davranışlar ve kavramların İslam'da bulunmadığını ve dışarıdan İslam kültürüne geldiğini iddia etmiştir. Bu fikirler mutasavvıflar arasında bazen kabul görüp, bazen görmemektir. Genelde mutasavvıflar tasavvufî görüşlerin ve kavramların Kur'an temelli olduğunu ve peygamber ile sahabe zamanında olduğuna inanırlar. Tasavvufî düşünce kendi içinde birçok gruba ayrılır ve bu grupların her birine "tarikat" denir. Tarikatlar, geçmişlerinin peygamberin zamanında yaşayan Müslümanlardan birine kadar gittiğini iddia ederler ve o zamandan günümüze kadar düşüncesel anlamda önderlik etmiş şahısların bir silsilesini oluştururlar. Bazı din bilimciler Batı'daki panteistik düşüncelerle tasavvuftaki ontolojik düşüncelerin benzerliğini savunsa da, birçok mutasavvıf bunu reddetmiştir. Nitekim tasavvufta ontolojik yapı tarikatlar arası farklılık göstermektedir.
Tasavvufun temelinde sıklıkla, Allah'ın tek olduğu, sadece tanrısal anlamda değil varlıksal anlamda da tek olduğu, onun dışında hiçbir varlık bulunmadığı, evrenin ve içindeki canlı cansız her şeyin Allah'ın varlığının bir yansıması olduğu fikri yatar (Vahdet-i Vücut, Panteizm). Bu noktada ontolojik anlayış çoğu tasavvufî akımda benzer olsa da, ayrıntılarda farklar görülür. Tasavvufta Kur'an'da hayatın her alanında zahirî (görünen) şeylerin ardında kalan daha derin bir anlam olduğu fikri egemendir. Bunun dışında özel bir zühd kavramı vardır ve mutasavvıflar hayata dair zevklerden ruhanî zevklere ulaşabilmek için kaçınmalıdırlar. Yoğun bir çilecilik anlayışı mevcuttur fakat bu çileciliğin tezahürleri tarikattan tarikata farklılaşabilir. Tasavvufta farz ve nafile ibadetlerin dışında uzun toplu veya bireysel zikir önemli bir ibadettir. Ayrıca tasavvufta, kişinin kendini tasavvufî anlamda geliştirmesi için, bir şeyhe bağlanması şarttır. Tasavvufa göre kişi tasavvufta ilerledikçe çeşitli varlıksal mertebelerden geçer ve sonunda kemâle erer. Ayrıca beden ve nefis doğaları gereği kötü ve hakir görülür, nefse ve bedensel ihtiyaçlara sıklıkla yenilecek bir düşman, aşılacak bir engel olarak bakılır. Buna göre Allah'ın bir parçası olan ruhun, onun varlığında farkındalığına kavuşması için bunlar şarttır. Nitekim bu da çileciliğin tasavvuftaki yerinin sebeplerindendir. Ayrıca tasavvufta Allah'a karşı duyulan ve önemli bir yeri olan aşk kavramı mevcuttur. Nitekim sıklıkla yapılan ibadetlerin cennet arzusu veya cehennem korkusu yerine bu aşk uğruna yapılması gerektiği vurgulanır. Bu aşk kavramı tasavvuf edebiyatında da kendine önemli bir yer bulmuştur ve gerek Allah'tan gerekse Muhammed'den tasavvuf edebiyatında sıklıkla sevgili olarak söz edilmiştir.
Tasavvuf, özellikle şeyh-mürid ilişkisi ve barındırdığı çeşitli ontolojik fikirler (örneğin vahdet-i vücud) sebebiyle zaman zaman çeşitli din âlimlerince kınanmış ve hatta tekfir edilmiştir. Bu âlimlere bir örnek İbn Teymiye'dir. Gazali gibi bazı İslam âlimleriyse tasavvufî görüşe hak vermiş ve İslam dairesi içinde, saf ve hakikî bir yol olduğunu savunmuş, tasavvufun gelişimine katkılarda bulunmuştur.
Tasavvufun İslam kültüründeki yeri büyüktür ve gerek Sünnî gerekse Şii topluluklarda önemli bir yer tutar. Tasavvuf edebiyatı ve musikîsi İslam kültüründe önemli bir rol oynamıştır. Tarih boyunca birçok tanınmış mutasavvıf şair vardır ve gerek tasavvuf edebiyatı gerekse Doğu edebiyatında önemli bir yere sahiptirler. Bunlara Celaleddin-i Rumî, Şeyh Galib, Feridüddin Attar, Hâfız, Sadi Şirazi, İbn Ferid ve Yunus Emre gibi isimler örnek olarak verilebilir.
Dünyada Müslümanlar.
Demografi.
İslam dini, 2 milyarı aşan inananıyla Hristiyanlıktan sonra dünyanın en yaygın ikinci dinidir.
Dünyadaki Müslümanların çoğu Orta Doğu'da, Afrika'nın ortasında ve kuzeyinde, Asya'nın batısında ve güneydoğusunda ve Balkanlar'da yaşamaktadır. Ayrıca Avrupa, Avustralya ve Amerika gibi diğer kıtalarda da on milyonlarca Müslüman yaşamaktadır. Müslümanların yarısından fazlası Asya'da, %25'i Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da yaşar; ama bugün dünyanın neredeyse her ülkesinde Müslüman topluluklar vardır.
Dünya nüfusunun yaklaşık %25'ini kapsayan İslam dini, en büyük dinlerden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Müslümanların %80-90'ı Sünni, %10-20'si de Şii'dir. Yaklaşık 50 ülkenin nüfusunun çoğunluğu Müslüman'dır. Bunların Suudi Arabistan, Afganistan, Pakistan ve İran'ı kapsayan bir avuç kadarı şeriatı temel alan İslam devleti olarak kabul edilir. Diğer ülkelerin çoğu, büyük bölümü Orta Doğu'da olmak üzere, İslam'ı sadece resmi devlet dini kabul eder (Irak, Cezayir, Fas, Mısır...). Bazılarının ise ağırlıklı olarak Müslüman bir nüfusu ama laik yönetimleri vardır (Arnavutluk, Türkiye, Senegal, Bosna-Hersek...).
Endonezya, dünyada en büyük Müslüman nüfusa sahip ülkedir; Müslümanların yaklaşık %13'ü (231 milyon) orada yaşamaktadır. Onu sırasıyla Pakistan, Hindistan ve Bangladeş izlemektedir. Nüfusunun %100'üne yakını Müslüman olan Suudi Arabistan, Müslüman nüfusun tüm nüfusa oranı bakımından dünya birincisidir. Hindistan ise, sayısal açıdan dünyanın en büyük Müslüman azınlık nüfusunun (yaklaşık 195 milyon) yaşadığı ülkedir.
Gelecek yıllarda Müslümanlar.
İslam, dünyada en hızlı büyüyen dindir. ABD'li araştırma şirketi Pew Research Center'ın 2017'de yapmış olduğu bir araştırmaya göre İslam dini, en çok 2070 yılında Hristiyanlığı geçip dünyanın en kalabalık dini olacak, yaklaşık 2.9 milyarlık bir nüfusa ulaşacak ve Kuzey Amerika ile Avrupa kıtalarında Müslüman nüfusu artacaktır. Bazı öngörülere göre ise, bu demografik değişimin 2050 yılına kadar gerçekleşmesi beklenmektedir.
Kültür.
Sanat.
İslamî sanatlar, İslam kültürünün büyük bir bölümünü oluştururlar. İslamî sanat(lar) terimi, görece yeni bir terimdir ve genel olarak modern bir kavram olarak ele alınabilir. Terim ile kastedilen, İslam topraklarında üretilen, İslam kültürünün izini taşıyan sanat eserleridir. Eserlerin illâki Müslüman için veya Müslümanlar tarafından yapılmış olması gerekmez. Nitekim birçok Hindu, Hristiyan ve Yahudi sanatçılar İslamî sanat eserleri verdikleri gibi, Müslümanlar tarafından yapılan bazı sanat eserlerinin alıcıları da gayrimüslimdir.
Zaman zaman tarihi İslamî sanat eserleri ve sanatçılar, çağdaş zamanlarda dinîden ziyade millî sanat açısından değerlendirilmiştirler; bununla birlikte bu, genelde yanlış bulunur, zira İslamî sanatlarda tarih boyunca ortak olan değer ve vurgu İslam'dır ve sanatlar birçok etnik grubun katkısının sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Nitekim o dönemlerde İslam topraklarında bulunan vatandaşların da ayırıcı özelliği, etnik gruplarından ziyade dini inançlarıydı ve bu sebeple de bugün birçok tarihî İslamî sanatçının yaşadığı coğrafyaya bakarak etnik kökenini bilmek çok zordur.İslam itikadındaki Tanrı (Allah) inancında antropomorfizme yer verilmemesi, buna kesin bir şekilde karşı çıkışı ve Allah'ın sureti olmadığı için betimlenemeyecek olduğu inancı, Hristiyanlıktakine benzer bir ikona ve dinî resim geleneğinin oluşmasını engellemiştir. Ayrıca İslam'da peygamberlere tanrısal özelliklerin izafe edilmemesi, peygamberlerin de betimlenmesini dinî anlamda büyük ölçüde gereksiz kılmıştır. Ek olarak, İslam'ın putperestliğe karşı oluşu ve Kur'an'da putperestliğin şiddetli bir şekilde reddedilmesi, özellikle heykel gibi sanatlara Müslümanların, özellikle de aktif pagan putperestliğinin devam ettiği çağlarda, mesafeli durmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte Kur'an'da heykel sanatına veya insan (peygamberler dahil) suretlerinin betimlenmesine; tapınmak için, yani putperestlik için yapılmadıkları sürece, herhangi karşıt bir ayet bulunmaz. Nitekim sonraki yüzyıllarda, özellikle yeni fethedilen topraklarda var olan sanat gelenekleri ile İslam'daki kavram ve sembollerin kaynaşması sonucu, özellikle İran bölgesinde, gerek Muhammed gerekse diğer peygamberleri betimleyen görsel eserler, nadir de olsalar yapılmışlardır ve figüratif betimleme, 7. yüzyılın ilk dönemlerine kadar pek de sorunsal olmamıştır. Bununla birlikte, özellikle peygamberin betimlemeleri dinî bir bağlamda değil de tarihî bir bağlamda yapılmıştır.
Batı'da sanatın önder türleri resim ve heykel iken, İslam'da bu formlar yukarıda belirtilen sebeplerin de etkisiyle pek benimsenememiştir. Bunun yerine ahşap, metal işlemeciliği, dekoratif sanatlar, seramik ve cam sanatları ile ciltleme ve hat sanatı büyük yer ve öneme sahip olmuştur. Süsleme sanatlarında özellikle geometrik ve simetrik motifler sıklıkla yer almıştır.
Genellikle gerçekçi suret betimlemesinden uzak duran İslam sanatı, bu nedenle daha hayalci bir tarza sahip olan minyatür sanatını geliştirmiştir. Açı ve özgün stilleriyle minyatür sanatı farklı bir görsel sanat dalıdır ve İslam sanatında büyük yer tutar, hatta başlıca figüratif sanattır. Buna ek olarak, İslam'da önemli bir yer tutan ve güzel yazıyı baz alan "hüsn-ü hat" sanatı (diğer adıyla hat sanatı veya kaligrafi), İslam toplumundaki suret karşıtlığından da yararlanarak büyük ölçüde gelişmiştir. Hat sanatında birçok tarz ve üstat geliştiği gibi, farklı İslam devletlerinde, Arap alfabesini kullanan farklı dillerde daha farklılaşmış stiller ortaya çıkmıştır. Hat sanatı, gelişiminde zaman zaman soyut da olsa figüratif özellikler de kazanmıştır; örneğin zoomorfik hat eserlerine sıklıkla rastlanır. Özellikle hat sanatıyla birlikte anılan tezhip sanatı, dekoratif bir sanat olarak öne çıkmış ve özellikle Kur'an nüshalarının oluşturulmasında hat ile birlikte dekoratif ve estetik açıdan önemli bir yere sahip olmuştur. Gerek ciltçilik gerekse süsleme açısından en güzel örnekleri sunan Kur'an nüshaları olmuştur. Kur'an nüshalarında hat ve tezhibe sıklıkla rastlanırken, figüratif dekorasyonlara ve betimlemelere ise rastlanmaz. Bunun yerine minyatür gibi figüratif betimlemeler, destan ve manzum hikâyelerin nüshalarında sıklıkla kullanılmıştır.
Bunlara ek olarak, İslam sanatında mimari de önemli bir yere sahiptir. İlk dönemlerde (gerek İslam öncesi ve İslam'ın ortaya çıktığı dönemlerde) İslam'ın geliştiği merkezler olan Mekke ve Medine de mimari açıdan gelişmemiş şehirlerdi. Özellikle İslam Devleti'nin yönetiminin saltanata geçişinden sonra, yapılan fetihlerle mimariye olan ilgi artmış, zaman içinde farklı toprakların mimarisinden de etkilenerek farklı mimari stillerde camiler, mescitler, medreseler, saraylar, köprüler ve kervansaraylar yapılmaya başlanmıştır. İslam'a has ibadet yeri olan camilerin mimarisi, özellikle İslam mimarisi içerisinde önemli bir rol oynamıştır. İlk fethedilen topraklarda, özellikle Suriye'de, kiliseler camilere çevrilmişken, daha sonra fethedilen yeni topraklarda ve kurulan yeni şehirlerde Müslüman camiler inşa etmeye başlamışlardır. Farklı iklimlerden ve etnik kültürlerden etkilenerek cami mimarisi bölgeden bölgeye farklılık gösterir. Bu tip dinî mekânların mimarisinde suret betimlemesine pek yer verilmez, bunun yerine dekoratif, sık sık geometrik ve arabesk türde süslemeler mevcuttur. Bununla birlikte, dinî olmayan seküler mekânların mimarisinde suret betimlemelerine yer verilmiştir; örneğin özellikle eski hamamlarda ve saraylarda buna rastlanır. Bununla birlikte seküler mekânlar zaman içinde dinî mekânlar kadar iyi korunmamıştır.
Tekstil bazlı sanatlar da İslami sanatlar açısından önemli bir yere sahiptirler. Ticari açıdan da büyük bir gelir kapısı oluşturan tekstil üretimi çok gelişmişti ve çok çeşitli ham maddeler kullanmaktaydı. Halılardan çok amaçlı kumaşlara, tülbentlere kadar birçok farklı tekstil ürünü farklı tarz ve tekniklerle dokunarak hazırlanır, önemli bir kısmı ithal edilirdi. Nitekim Orta Çağ'da kiliselerde azizlerin kemiklerinin sarılıp saklandığı işlemeli kumaşların çoğunluğu İslam topraklarından gelmekteydi ve bugün varlığını sürdüren bu kumaşlar, o dönemlerdeki İslam kumaş sanatlarının güzel örneklerini oluşturmaktadır.
Bilim.
İslam ve bilim, tarihte uzun bir dönem boyunca iç içe olmuşlardır. İslam'ın yoğun bir şekilde yayıldığı ve İslam devletlerinin her bakımdan yükselişte olduğu İslam'ın altın çağlarında, İslam topraklarında birçok bilim insanı yetişmiş ve bilimsel faaliyetler çok yoğunlaşmıştır. "Bilim" anlamına gelen ve İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan özgün terim ilm'dir. Bu sözcük Türkçede de "bilim" anlamında, ilim şeklinde, eskimiş olsa da yer almaktadır. "İlm" terimi aslında "bilgi" anlamında da kullanılır. Her iki anlamı da İslam ile bütünleşmiştir.
İslam'ın yoğun bir şekilde yayıldığı ve İslam devletlerinin yükselişte olduğu Orta Çağ'da, 8 ilâ 15. yüzyıllarda İslam topraklarında birçok bilim insanı yetişmiş, pek çok bilimsel faaliyetler yapılmış ve İslam dünyası bilim, teknoloji, kültür ve sanat gibi birçok alanda dünyanın diğer devletlerini ve bölgelerini geride bırakmıştır. Bu döneme İslam'ın Altın Çağı denmektedir.
İslam devletlerinde ortaya çıkan bilimsel anlayışlara, bulgulara ve bilim insanlarının bütününe zaman zaman "İslamî bilimler" dendiği olur. Bununla tam olarak neyin kastedildiği zaman zaman tartışma konusu olmuş olsa da, genel olarak Müslümanlar tarafından yapılan bilimsel çalışmaların bütünü anlamındadır. İslamî bilimsel çalışmalar ve bilim insanları, Arap bilimsel çalışmaları ve bilim insanları olarak görülmemelidir; çünkü her ne kadar ortak dilleri Arapça olsa da, bu dönemdeki bilimsel çalışmaları yapan kişiler birçok farklı etnik gruptan gelmekteydi ve ortak noktaları, etnisiteden ziyade İslam devletlerinde yaşayan Müslümanlar olmalarıydı.
Abbasiler devrinde, Harun Reşid tarafından Bağdat'ta Beyt'ül Hikmet (Bilgelik Evi) adında bir bilim merkezinin kurulması ile başlayan "İslam'ın Altın Çağı"nın, Moğolların 1258'de Bağdat'ı kuşatıp yağmalaması ve Abbasi Halifeliği'nin yıkılması ile son bulduğu şeklinde genel bir kabul vardır. Ancak bazı kaynaklarda bu dönemin 14. yüzyıla kadar, bazı kaynaklarda da 15. yüzyıla, hatta 16. yüzyıla kadar sürdüğü ifade edilir. Bu dönemde Kindi, Farabi, Hârizmî, Câbir bin Hayyân, İbn-i Sina, İbn-i Heysem, Birûni, İbn Rüşd, El-Cezeri, Gazzali, İbn Haldun, İbn-i Battuta, Uluğ Bey ve daha birçok ünlü İslam bilgini çok önemli çalışmalar yaptı. Bu çağda, Hindistan'dan Endülüs'e kadar geniş coğrafyada bilimsel çalışmalar yapılmakla birlikte tıp, felsefe, teoloji, matematik, geometri, astronomi, İslam hukuku gibi geniş yelpazede çalışmalar da yapılıyordu. Bu dönemde, başta Antik Yunan olmak üzere geçmiş uygarlıkların ürettiği bilgi ve düşünceler, tercümelerle İslam dünyasına ve Endülüs kanalıyla Avrupa'ya aktarıldı. Çinlilerle yaptığı savaşlar ve diğer ilişkiler sırasında Araplar, kağıt üretim tekniklerini öğrendiler ve parşömen yerine kağıt kullanımı sayesinde yazılı eserler de daha kolay yayıldı. Matematik alanında ise Hintlerden alınan sıfır ve onlu sayı sisteminin keşfi sayesinde matematiğe olan ilgi ve rağbet arttı ve aritmetik, sıradan insanların dahi anlayabileceği ve günlük yaşamda kullanabileceği bir duruma geldi. Matematik ve aritmetiğin yanı sıra trigonometri de gelişti. Gözlemevleri inşa edildi; optik bilimi ve kimya gelişti.
İslamî bilimsel gelişmelerde ve bilim tarihinde, Antik Yunan filozoflarının eserlerinin İslam kültürüne girişi ve çevrilmesi önemli bir yer tutar ve bu da 8. yüzyılın ortalarında gerçekleşmiştir. Nitekim daha sonradan Batılı kaynaklar, bu filozofların birçoğunun unutulmuş veya kaybolmuş eserlerini İslam devletlerinde bu eserlerin varlıklarını sürdürmeleri sayesinde keşfetmiş olduğu gibi, Müslüman bilim insanlarınca bu bilgiler ışığında ortaya konan bilimsel yenilik ve keşifleri de tanıma fırsatı bulmuşlardır. Ayrıca Yunan filozoflarının eserlerinden büyük ölçüde etkilenen ve diğer bazı dış faktörlerden de beslenen bir İslam felsefesi ve bilimleri geleneği oluşmuştur. Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd, en tanınmış ve önemli İslam filozoflarındandır.
İslam felsefesi içinde birçok akım oluşmuştur, bunların bazısı İslam'ın ana hatlarını kabul ederken, bir kısmı reddetmiştir. Örneğin materyalist bir felsefeyi savunan "Maddeciler" veya diğer adıyla "Dehriyyûn", Tanrı'nın varlığını reddederlerdi. Bununla birlikte, İslam felsefesi içinde oluşan akımların büyük bir kısmı İslamî temelleri benimsemiş, İslam ile Yunan filozoflarının görüşlerini kaynaştırmaya ve uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu açıdan çıkan en büyük ve en çok tartışma yaratan meselelerden bazıları, ahiretin salt ruhanî mi yoksa bedensel de mi olacağı, evrenin ezelî olup olmadığı ve dolayısıyla da Tanrı'nın yoktan var etmesi gibi meselelerdir. Akılcı ve dış etkilerden etkilenen bir başka akım da kelam, yani İslam teolojisidir. Bununla birlikte zaman içinde İslam filozofları ve kelam âlimleri ayrışmış ve sıklıkla tartışmalarda karşıt taraflarda bulunmuşlardır. İslam filozofları, Yunan filozoflarının eserlerini ve görüşlerini İslamî bir temelde ele alıp, çeşitli kesinlikleri tevil ederken; kelam âlimleri daha geleneksel bir yolu edinmiş, Yunan filozoflarının görüşlerini ikinci plana itmişlerdir. Özellikle Eşari kelamcıları bu konuda ileriye gitmiş ve bilimsel nedenselliği reddetmiştir.
Gerek Kur'an'da bilimsel konuları işlediği söylenilen ve insanlara çoğu zaman düşünmeyi ve sorgulamayı nasihat eden ayetlerin bulunması, gerekse ilmi öven hadislerin bulunması (bunlardan en meşhuru, ""İlim, Çin'de dahi olsa gidip alınız."" hadisidir), ayrıca İslam'da genel olarak akıl ile dinin birbiriyle karşıt olmadığı fikri, fetihlerin ardından zenginleşen ve yayılan İslam devletlerinde bilimsel gelişme buluşlarının artmasına neden olmuştur. Bu sebeple, Orta Çağ başta olmak üzere çeşitli dönemlerde İslam devletlerinde önemli bilim insanları yetişmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: İbn-i Heysem, Biruni, İbn Nefis, İbn Bace, İbn Tufeyl, Harizmi, Cabir bin Hayyan, Battani, Ömer Hayyam, Cezeri, İbn Haldun, Nasîrüddin Tûsî, Takiyüddin. Batı bilim tarihinde bu bilim insanlarının birçoğunun buluşları daha sonradan tanınmıştır ve sonraki çağlarda çalışmalar yapan Batılı bilim insanlarının çalışmalarına ilham olmuşlardır. Bu Müslüman bilim insanlarının buluşları ve çalışmaları çok çeşitliydi ve felsefeden matematiğe, matematikten tıbba, tıptan hukuka, hukuktan astronomiye, astronomiden sosyolojiye kadar çok çeşitli ve geniş bir alanda, birçok farklı bilim dalını kapsayacak şekildeydi.
Edebiyat.
İslam'da dil ve edebiyat, çoğunlukla Arap, Fars, Hint, Kürt ve Türk edebiyatları ile oluşmuş ve gelişmiştir.
İslam edebiyatında en bilinen edebi eser, Orta Çağ'da kaleme alınmış olan, Orta Doğu kökenli olan, çerçeve anlatı tekniğiyle efsanevi Pers Prensesi Şehrazad'ın anlattıklarına dayanan "Binbir Gece Masalları"'dır. Eser, 10. yüzyılda şekillendi, 14. yüzyıla kadar son halini aldı. Bu derleme, Batı'da 18. yüzyılda, ilk olarak Antoine Galland tarafından tercüme edildiğinden bu yana pek etkili olmuştur. Özellikle Fransa'da birçok taklidi yazılmıştır. "Alaaddin'in Sihirli Lambası", "Ali Baba ve Kırk Haramiler" ve "Denizci Sinbad", en bilindik masalların başında gelmektedir.
Arap edebiyatı, Arap dilinde müellifler tarafından üretilen, hem düzyazı hem de şiir yazısıdır. Edebiyat için kullanılan Arapça sözcük; görgü kurallarından türetilen, nezaket, kültür ve zenginliği ifade eden "Edeb"tir. Arap edebiyatı 5. yüzyılda ortaya çıktı ve bundan önce sadece yazı dilinin parçaları bulunuyordu. İnsanlar tarafından Arap dilinde en müthiş eser olarak kabul edilen Kur'an, Arap kültürü ve edebiyatı üzerinde en büyük kalıcı etkiye sahip olmuştur. Arap edebiyatı, İslam'ın Altın Çağı boyunca gelişti ve Arap dünyasının yanı sıra, dünyanın geri kalanındaki şairler ve nesir yazarları ile günümüze kadar canlı kaldı.
Fars edebiyatı, Fars dilinde sözlü kompozisyonlar ve yazılı metinlerden oluşur. 2.5 bin yılı aşkın bir süreyle dünyanın en eski edebiyatlarından birisidir. Kaynakları, bugünkü İran, Irak, Suriye, Afganistan, Kafkaslar ve Türkiye dahil olmak üzere Antik İran'da, Orta Asya bölgelerinde (Tacikistan gibi) ve Farsçanın tarihsel olarak ana veya resmi dil olduğu Güney Asya'da bulunmaktadır. Örneğin, Fars edebiyatının merkezlerinden biri olan Belh'de (günümüz Afganistan'ında) doğan ve ünlü Fars şairlerinden biri olan Mevlana Celaleddin-i Rumi, eserlerini Farsça yazdı ve Anadolu Selçuklularının başkenti Konya'da yaşadı. Gazneliler, Orta ve Güney Asya'da geniş bölgeleri fethettiler ve saray dili olarak Farsçayı kabul ettiler. Yine günümüz İran topraklarında hüküm süren Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Türk boylarından kurulmuş olmasına rağmen Türk-Fars geleneğini bünyelerinde barındırdılar ve zamanla İranlılaştılar. Bazıları, Yunanca ve Arapça gibi diğer dillerden Persler tarafından yazılmış eserlerin dahil edildiğini düşündüğünden, tüm Fars edebiyatı Farsça yazılmamıştır. Aynı zamanda, Farsça yazılmış tüm eserler, Persler veya İranlılar tarafından yazılmamıştır; çünkü Türk, Kafkas ve Hint şairleri ve yazarları da Fars kültür ortamında Farsça dilini kullanmışlardır. Firdevsi, Sadi-i Şirazi, Hafız-ı Şirazi, Feridüddin Attar, Nizami-i Gencevi, Mevlana ve Ömer Hayyam gibi Fars şairleri, Batı'da da tanınmaktadır ve birçok ülkenin edebiyatını etkilemiştir.
Kürt edebiyatı, Kürtçe ile yaratılmış sözlü ve yazılı edebi eserleri kapsayan edebiyattır. İslam öncesi Kürt edebiyatına dair hiçbir bilimsel bulgu ve bilgi yoktur. Kürt anlatılarının büyük bir kısmı sözlü şekilde yayılmış ve bu sözlü edebiyat bugün de sürmektedir. 20. yüzyılın başına kadar olan yazılı edebiyat ise şiir şeklindedir. Nesirin gelişmesi ise daha çok politik ve sosyal gelişmeler sayesinde olmuştur. Kürt edebiyatı 20. yüzyılda on yıllar süren sınırlamalar ve yasaklamalarla karşılaşmıştır. Bilinen ilk Kürt şairleri Abdussamed Babek, Ali Hariri, Melayê Batê, Molla Ahmed-i Cezirî, Faki Tayran ve Ahmed-i Hani'dir. A. Babek 10. yüzyıl, A. Hariri 11. yüzyıl, diğerleri ise 15. ve 17. yüzyıllar arasında yaşamış ve Kürtçenin Kurmanci lehçesiyle yazmışlardır. Bu dönemde Kürtlerin edebi merkezi Botan Emirliği ve başkenti de Cizre idi. Özellikle Ahmed-i Hani tarafından yazılan "Mem û Zîn", en bilinen romantik Kürt eserlerindendir. En iyi bilinen ve yaygın destanlar, Meme Alan'ın türküleri ve epik şiirleri ile "Siyabend ile Xecê" destanıdır.
Hindistan'ın Gazneliler tarafından ele geçirilmesinden bu yana, 1000 yıl boyunca İslam dünyasının doğu yarısının Fars-İslam kültürü Hint kültürünü etkilemeye başladı. Farsça dili; Gazneliler, Delhi Sultanlığı, Bengal Sultanlığı, Dekkan Sultanlığı (Kutbşahlar gibi) ve Babür İmparatorluğu gibi çoğu Hint imparatorluğunun resmi dili oldu. Edebiyat ve gazeller gibi şiirdeki Farsça sanatsal formlar, Urduca ve diğer Hint edebiyatını önemli ölçüde etkiledi.
11. yüzyıldan itibaren Türk edebiyatında ve Türk dillerinde büyüyen bir İslami edebiyat topluluğu vardı. Anadolu'ya Selçukluların gelişiyle birlikte Farsçanın bölgedeki uygulaması ve kullanımı güçlü bir şekilde canlandı. Selçukluların bir kolu olan Anadolu Selçuklu Devleti, Fars dilini, sanatını ve edebiyatını Anadolu'ya taşıdı. Fars dilini imparatorluğun resmi dili olarak kabul ettiler. Halefleri olarak görülen Osmanlılar, bu geleneği devraldı. Farsça, imparatorluğun edebiyat diliydi. Türk dilinin ve edebiyatının Türkiye topraklarında gelişen ilk ürünleri ise, 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başlarına aittir. 19. yüzyıla kadar Fars-İslam geleneği çevresinde gelişen Türk yazınının ürünleri, Halk edebiyatı ve Divan edebiyatı olarak birbirinden farklı yanları olan iki kolda gelişti. Osmanlı sarayı çevresinde; Fars edebiyatının etkisiyle üretilen, "klasik edebiyat" denilen divan edebiyatı ağır basarken, halk arasında sözlü gelenek uzun bir zaman devam etti. 19. yüzyılda Tanzimat Dönemi ile beraber Türk yazınında Doğu etkisi azalmaya başladı ve yerini Batı kökenli edebiyat unsurları almaya başladı. Bu dönemde Türk yazıncılar özellikle Fransız edebiyatından önemli ölçüde etkilendiler.
Tiyatro, sinema ve müzik.
İslam tiyatroya izin verirken; Allah'ın, Muhammed'in, peygamberlerin, sahabelerin veya meleklerin tasvir edilmesine izin vermez.
Orta Çağ İslam dünyasında en popüler tiyatro biçimleri, kukla tiyatrosu ve oyuncuların İslam tarihinin bölümlerini yeniden canlandırdığı, "ta'ziye" olarak bilinen canlı oyunlardır. Özellikle Şii İslami oyunlar, Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin'in şehitliği etrafında dönüyordu. Kukla tiyatrosunun en eski ve kalıcı biçimlerinden biri, Endonezya'daki Wayang'tır. Öncelikle İslam öncesi efsaneleri anlatsa da, aynı zamanda Emir Hamza'nın maceraları gibi İslami destanlar için de önemli bir aşamadır. Aynı zamanda Türk gölge tiyatrosu Karagöz ve Hacivat, bölgede kuklacılığı büyük ölçüde etkilemiştir.
İslam çok kültürlü bir din olduğu için, taraftarlarının müzikal ifadeleri de çeşitlidir. Anadolu topraklarını (şimdiki Türkiye'yi) fetheden ve Osmanlıların öncülü durumundaki Selçuklu Türkleri, İslam müziği üzerinde önemli bir etkiye sahipti. Sahra Altı Afrika, Hindistan ve Malay Takımadaları da büyük Müslüman nüfusa sahiptir; ancak bu bölgeler İslam müziğinin çeşitli gelenekleri üzerindeki merkezden daha az etkiye sahiptir. Özellikle Müslüman mutasavvıfların birliği olan Sufiler, müziklerini çok uzaklara yaydılar.
Türetilmiş dinler.
Dürzi, Berghouata ve Ha-Mim gibi bazı hareketler ya İslam'dan ortaya çıktı ya da İslam'la belirli inançları paylaşmaya geldi veya her biri ayrı bir din mi yoksa İslam'ın bir mezhebi bazen tartışmalıdır. Yezdânizm, 12. yüzyılda Adiyy bin Müsafir tarafından Kürtlere tanıtılan yerel Kürt inançları ile İslami Sufi doktrininin bir karışımı olarak görülüyor. Bábilik, On iki Şii'den kaynaklanıyor ve takipçilerinden biri olan Mirza Hüseyin 'Ali Nuri Baha'u'llah iken Seyyid Ali Muhammed i-Shirazi al-Bab'dan geçti. Guru Nanak tarafından on beşinci yüzyılın sonlarında Pencap'ta kurulan Sihizm, bazı İslami etkilerle birlikte öncelikle Hinduizmin özelliklerini de içerir.
İslam eleştirisi ve mitolojiler.
İslam'ın eleştirisi değişik şekillerde yapılmıştır. Bunlar sadece Kur'an'ı temel alarak "geleneksel İslam"ın eleştirisini yapan, İslam'ın içinden grup kişilerin eleştirileri, Muhammed eleştirisi, Kur'an eleştirisi, Hadis eleştirisi, Şeriat eleştirisi gibi başlıklarda toplanabilir.
Mitolojiler.
İslam'da inanılan birçok inanç, uygulama ve kavramın kaynakları Arap ve Orta Doğu mitolojilerinde, Zerdüştlükte, Yahudi-Hristiyan kültürlerinde, Sümer-Mezopotamya bölgesi ve Hint kültürleri gibi Orta Doğu'ya komşu bölgelerin inançlarında bulunabilir. Bu kavramların kısmen veya tamamen söyleyiş ve içerik değişimlerine uğrayarak İslami literatür içerisine yerleşmiş oldukları düşünülmektedir.
İslam'da ve diğer Orta Doğu dinlerindeki büyük oranda Sümer kaynaklı olan Evren'in ve Âdem'in yaratılışı ile Tufan olayı aynen paylaşılır. Kur'an'da Allah'ın evreni 6 günde yaratıp sonra da Arş'a çekildiği anlatılır. Âdem ve eşi Havva, cennette çamurdan tek bir nefisten yaratılır ve onlara Allah kendi ruhundan üfler. Âdem ile Havva, İblis'in kandırması ile nefislerine yenik düşerler ve yasak meyveyi yedikleri için cennetten çıkarılarak Yahudi inancındakine benzer şekilde 7000 yıl önce olduğuna inanılan bir zaman diliminde dünyaya gönderilirler. Ancak herhangi bir süre veya zaman dilimi telkin eden bu ve benzeri söylemler Kur'an'da geçmez; bu ifadelerin genel dayanağı ise, Kur'an'ın bir parçası olmayan ve Muhammed'e isnat edilen hadislerdir.
İslam mitolojisinde bulunan, kimisi Kur'an'da direkt geçen, kimisi de hadislerle veya başka yollarla geleneğe girmiş olan İslami söylence örneklerinden bazıları şunlardır:
Siyer hikâyeleri.
Siyer hikâyeleri, geleneksel İslami literatürde Muhammed'in biyografilerine verilen isimdir. Kur'an ve hadislere ek olarak, Muhammed'in hayatı ve İslam'ın ilk dönemi hakkındaki çoğu tarihi bilginin kaynağıdırlar. Siyerler, içlerinde birçok mucizeyi ve ders alınması istenen olay ve korkutmaları barındırır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Ruhaniler ve tılsımlar.
Harut ve Marut, ruhlar, Malik, melekler, cinler, İfrit, Zebaniler, İblis, şeytanlar, huriler, gılmanlar, Esma'ül Hüsna, Cevşen, Celcelutiye, nazar ve büyü duaları vb...
Mitolojik veya yarı mitolojik kişi, topluluk, yer, nesne ve hayvanlar.
Muallak taşı, Hacerü'l-Esved, Levh-i Mahfûz, Arş, Sidret'ül münteha, gök katları, Âdem ve Havva, Nuh, İbrahim, Süleyman, Belkıs, Hızır ile İlyas, Lokman, İsa, Meryem, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Yemen kralı Ebrehe, Burak bineği, Ali, Fatıma...
Eskatoloji ve korku içerikli.
Dabbetü'l-arz, Kıyamet, Ahir zaman, İsrafil'in borusu (sûr'a), Yecüc ve Mecüc, Mehdi, Mesih, Kıyamet savaşı, Deccal, Süfyani, kabir azabı, Zebaniler, Malik, sırât köprüsü, Kevser havuzu, Araf...
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8381",
"len_data": 133489,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.78
}
|
Demir Demirkan (12 Ağustos 1972, Adana), Türk gitarist, şarkıcı-şarkı yazarı ve albüm yapımcısıdır. Bilkent Üniversitesinde okuduğu sırada Pentagram grubundan Tarkan Gözübüyük ile tanıştı ve onun vasıtasıyla 1990 yılında gruba gitarist olarak katıldı. Demir Demirkan 1992 yılında Pentagram ile "Trail Blazer" albümünü kaydettikten sonra Los Angeles'a taşınarak 1992'de Musicians Institute'ta eğitime başladı. 1996'da eğitimini tamamlayıp İstanbul'a döndükten sonra Türk rock müziği için çok önemli iki albüm olan Şebnem Ferah'ın "Kadın" albümünün prodüktörlüğünü üstlendi ve Pentagram ile de 1997 yılında "Anatolia" albümünü yaptı. Aynı yıl Sertab Erener'in "Sertab Gibi" albümünün prodüksiyonunu gerçekleştirdi.
Prodüktörlük tarafı ağır bastığı için Pentagram grubundan ayrıldı ve 1999 yılında Şebnem Ferah'ın "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" ve Sertab Erener'in kendi adını taşıyan "Sertab Erener" albümünü hazırladı. 1999 yılında Sony Müzik Türkiye ile anlaşma imzaladı ve ilk solo albümü "Demir Demirkan" adıyla 2000 yılının Mayıs ayında yayımlandı. 2003 yılında Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'ye birincilik getiren "Everyway That I Can" adlı şarkının sözlerini yazdı ve Sertab Erener ile birlikte besteledi. Birçok dizi ve film müziği çalışması bulunan Demir Demirkan 2009 yılında Devrim Arabaları film müziği ile SİYAD En İyi Film Müziği Ödülü'nü kazandı. 2011 yılında Model grubunun Diğer Masallar albümünün prodüktörlüğünü yaptı. 2017'de Pentagram'ın 30. yılı nedeniyle Akustik adlı albümde gruba eşlik etti ve grubun 30. yılı için verdiği akustik konserlere katılarak gruba yeniden dâhil oldu.
Yaşamı.
Demir Demirkan 12 Ağustos 1972 tarihinde Adana'da doğdu. İlköğrenimini Çankaya İlkokulu ve TED Ankara Kolejinde tamamladıktan sonra İzmir Özel Çamlaraltı Lisesinde ortaokul ve liseyi bitirdi. Bilkent Üniversitesi İngilizce ve İngiliz Edebiyatı Bölümünü okuduktan sonra Los Angeles'taki Musicians Institute Hollywood'da müzik öğrenimini tamamladı. 1990 yılında üniversite yıllarında olan Demir, Pentagram grubuna gitarist olarak katıldı.
Pentagram grubu ile "Trail Blazer" albümünü tamamladıktan sonra Los Angeles'a taşınarak 1992'de Musicians Institute'ta eğitime başladı. Paul Hanson, Scott Henderson, Frank Gambale gibi birçok müzisyenle beraber çalıştı. Mezuniyetinden sonra da Los Angeles'ta kalarak pop, caz, afro, Latin ve rock gibi birçok müzik tarzında kayıtlarda bulundu, gitar çaldı ve şarkı sözü yazdı.
1996'da İstanbul'a döndü. Dönüşünde Pentagram grubu ile "Anatolia" albümünün kayıtlarını yaptı ve Şebnem Ferah'ın "Kadın" albümünün yapımcılığını üstlendi. Aynı yıl Sertab Erener'in "Sertab Gibi" albümünün prodüksiyonunu gerçekleştirdi (1997). Yapımcılık tarafı ağır bastığı için Pentagram grubundan ayrıldı. 1999 yılında Şebnem Ferah'ın "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" ve Sertab Erener'in kendi adını taşıyan "Sertab Erener" albümünü hazırladı. Ricky Martin ve Sertab Erener'in düet yaptığı, yapımcılığını Desmond Child'ın üstlendiği "Private Emotions" adlı şarkının kayıtlarında bulundu ve bu versiyon Orta Doğu ülkelerinde yayımlandı.
1999 yılında Sony Müzik Türkiye ile anlaşma imzaladı. İlk solo albümü "Demir Demirkan" adıyla 2000 yılının Mayıs ayında yayımlandı. İki televizyon filminde yardımcı rol olarak oynadı. 2000 yılının sonunda Sertab Erener'in "Turuncu" albümü için tekrar stüdyoya girdi. 2002 yılının Mart ayında ikinci solo albümü "Dünya Benim"'i yayımladı. Demir Demirkan, 2002'nin Ekim ayından itibaren Show TV'de yayımlanmaya başlayan "5'i Bir Yerde" adlı dizinin başrolünde yer aldı. Jenerik şarkısı ve müziklerini yazan Demirkan, "Hayat Sensiz Olmuyor" adlı şarkıya diziden alınan görüntülerin de bulunduğu bir klip çekti. 2003 yılında Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'ye birincilik getiren "Everyway That I Can" adlı şarkının sözlerini yazdı ve Sertab Erener ile birlikte besteledi.
2004 yılında üçüncü solo albümü "İstanbul 2004"ü, 2007 yılında dördüncü solo albümü "Ateş Yağmurunda Çırılçıplak"ı yayımladı. 2008'de "Yolun Yarısı" adlı beşinci solo albümünü yayımladı. "Öfkem ve Ben"i 2010 yılında yayımladı. 2012'de "2000-2012"yi yayımladı. Aynı yıl sonunda "Hatırla"yı yayımladı. Daha sonra 2014'te altıncı solosu "Tam Ölmek de Değil"i, 2015'te "Günahı Boynuma" teklisini yayımladı.
2011 yılında "Muhteşem Yüzyıl" adlı dizide konuk oyuncu olarak yer aldı.
Demir Demirkan 18 yıllık sevgilisi Sertab Erener'den Eylül 2014'te ayrılarak, lise aşkı Seda İnce ile Aralık 2015'te evlendi ve 2016'dan beri hayatını çoğunlukla ABD'de sürdüren Demirkan, zaman zaman kısa süreli de olsa Türkiye'ye gelmekte ve orada konserlerine devam etmektedir. 2017'de Pentagram'ın 30. yılı nedeni ile Akustik adlı albümde gruba eşlik etmiş ve gruba yeniden dâhil olmuştur. "WAR 3" adlı rock/metal üçlemesinin ilk bölümü olan ve tamamı İngilizce parçalardan oluşan "WAR 3 - Awakening" EP'sini Şubat 2018'de yayımladı. 2019 yılında ikinci İngilizce sözlü albümü olan Elysium in Ashes'ı çıkarmıştır.
Üniversite yıllarından beri kısa hikâyeler yazan Demir Demirkan, Sandık Hikâyeleri serisinin ilk romanı olan Zamanda Saklı'ı 17 Ekim 2024'te Karakarga Yayınevi'nden çıkardı.Kitabın içindeki bölümlerini şarkı olarak ta paylaşmayı planlayan Demirkan bu kitabın ilk bölümüne ait olan Yüreğime Vur Kadehi isimli şarkı 21 Şubat 2025 tarihinde, yine bu romanın diğer bölümlerine ilgili olarak enstrümantal bir parça olan 8 Nisan'da İki Dünya Arasında ve 11 Nisan'da ise Suçlusun adlı adlı şarkılar dijital platformlarda yayınlanmıştır.
Son olarak Demir Demirkan bu romandan bağımsız olarak Türkiye'nin gündemi ve kaotik ortamıyla ilgili olarak 16 Mayıs 2025'te Bizi Affetme isimli şarkıyı dijital ortamlarda yayınlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8392",
"len_data": 5654,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.18
}
|
Lens, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8404",
"len_data": 36,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.14
}
|
Tekel veya monopol, bir pazarda belirli bir ürün için üretici ya da dağıtımcı olarak tek bir firmanın bulunması durumudur. Bir monopol, rakip firmaların daha düşük fiyat koyması korkusu olmadan kendi fiyatını belirleme gücüne sahiptir. Monopoli, serbest rekabeti ortadan kaldırarak kaynakların verimli kullanımını önleyen bir durum yaratır.
Tekelleşmenin sebepleri.
Pazarın durumu nasıl olursa olsun, bir sektördeki her firmanın amacı karlarını maksimum seviyeye çıkarmaktır. Serbest rekabet ortamında firmaların pazara girişinde veya çıkışında herhangi bir engel olmazken, bu durum her zaman geçerli olmayabilir. Bazı durumlarda firmalar pazara girmek istese bile birtakım engellerden dolayı girmekten vazgeçebilirler. Tekeller de bu tür engellerin varlığında ortaya çıkarlar.
Birinci olarak, pazardaki Batık maliyetlerin yüksek olması durumunda firmalar, pazara girmekten vazgeçebilir ya da bu maliyetleri karşılayabilecek pazarda tek bir firma olabilir. Bu durumda bu sektöre girmek isteyen firmaların sermaye ve mali yapısının güçlü olması gerekliliği, firmalar için bir engel teşkil eder.
İkinci olarak, bir şirketin sadece belli bir ürünün üretimini bilmesi ya da o ürünü pazardaki diğer firmalardan daha ucuza üretebilecek bilgiye sahip olması durumunda bile, pazarda tekel durumuna gelebilir. Bir firma, başkalarının taklit edemediği yeni veya daha iyi bir ürün üretebilmeye imkân sağlayan özel bir bilgiye ya da teknolojiye sahip olabilir. Firma bu bilgiyi sır olarak saklayıp rakip firmaların bu ürünü taklit etmesine engel olabilir. Bu durum, firmayı bu pazarda tekel durumuna getirir.
Tekellerin bir diğer çıkış noktası ise, devlettir. Devlet, bazı firmalara bazı ürünleri üretmesi için ayrıcalıklı ve o firmaya özel yasal haklar verebilir. Bu durumda bu firmanın dışındaki diğer firmalar bu yasal hakka sahip olmadıklarından, pazara giremezler. Patentler de bu duruma dahildir. Örneğin devlet, bazı ilaçların patentini ve üretim hakkını sadece belli başlı firmalara verebilir. Bu da ilaç sektöründe her bir ilaç için pazarın tekelleşmesine sebep olur.
Eğer bir sektör halihazırda zaten tekelleşmişse ve bu tekel firma da belli bir tarihe ve üne sahipse, konumunu tekel olarak korumaya devam edebilir. Tekel firmanın ününden ve pazardaki tanınmışlığından dolayı, yeni firmalar pazara girmekte zorlanabilir ve bu da pazardaki tekelin devamına sebep olur.
Tekellerin özellikleri.
Serbest rekabet ortamında firmaların ürünleri için belirlediği fiyat, marjinal maliyete eşittir. Serbest rekabet ortamında fiyatlar sabit, talep eğrisi de düzdür. (eğimi yoktur) Tekellerde ise durum daha farklıdır. Tekellerde, negatif eğimli bir talep eğrisi görülür ve bu durum, tekele kendi isteğine göre bir fiyat belirleme olanağı verir. Elbette tekelin de amacı karlarını maksimize etmektir. Tekel, karını maksimize edecek bir şekilde fiyat ve miktar belirler. Bunu da yaparken marjinal maliyeti, marjinal gelire eşitler çünkü firma fiyatlarını, fazladan üretilecek her bir üründen elde edeceği gelir (marjinal gelir), fazladan üretilecek her bir ürünün maliyetine(marjinal maliyet) eşit olana kadar arttıracaktır. Sonuçta bir tekelin belirlediği fiyat, serbest rekabet ortamındaki bir firmanın koymuş olduğu fiyattan daha fazla olacaktır. Bu durumda da tekel, serbest rekabet ortamındaki bir firmanın edeceği kardan daha çok kar edecektir. Ama tekelin daha yüksek fiyat koyuyor olması, tekelin her zaman pozitif kar edeceği anlamına da gelmez çünkü maliyetler hâlâ elde edilen geliri aşıyor olabilir.
Tekelleşmenin getirdikleri.
Daha önceden de değinildiği gibi, tekeller serbest rekabet ortamında oluşan pazar fiyatının üstünde bir fiyat belirlerler. Bu durumda tüketici, aldığı malı serbest rekabet ortamındakine göre daha pahalı bir fiyata satın almış olur. Tüketici, tekelin olduğu bir pazarda zararda olan taraftır. Tekel ise serbest rekabet ortamındaki fiyattan daha yüksek bir fiyata ürünlerini sattığı için kazançlı olan taraftır. Bunun yanı sıra her iki tarafın da bir kazancı olmadığı boşa giden bir miktar da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tekeller, serbest rekabet ortamı ile karşılaştırıldığında toplum refahını azaltıcı etki gösterirler.
Tekel bir firma, kendi sektöründe tek olduğu için verimli bir şekilde çalışmak zorunda değildir. Serbest rekabet ortamında tüm firmalar birbirlerinin hareketlerini izleyebildiklerinden ve her firmanın kendisi için en iyisini yaptığını bildiklerinden verimlilik daha fazladır. Dolayısı ile tekel firmaların tam verimle yönetilme olasılığı genel olarak serbest rekabet ortamındaki bir firmaya göre daha azdır. Bu da firmanın kendini geliştirme ve böylece topluma katkıda bulunması açısından olumsuz bir özelliktir.
Toplum refahına olan olumsuz etkisini tekeller, araştırma-geliştirme(AR-GE) faaliyetleri ile kapatmaya çalışırlar. Tekelin elde ettiği yüksek miktarlardaki kar oranı, firmanın ARGE çalışmaları için gerekli olan sermayeyi elde etmesine olanak verir. Firma böylece yeni ürünler geliştirebilir, ürünlerini yenileyebilir ya da daha düşük maliyetli imalat yöntemleri geliştirebilir.
Tekelleşmeye Karşı Alınan Tavır.
Tekelleşme, serbest rekabeti ortadan kaldırdığı için, ürünlerin ya da verilen hizmetin fiyatının yükselmesine sebep olur. Bu da tüketicinin zararınadır. Tekelleşme durumda en kazançlı olan tekel firmanın kendisidir. Pek çok hükûmet, tüketicinin kazancını ve sektörün verimliliğini artırmak amacı ile piyasalardaki tekelleşme eğilimlerini giderici düzenlemelerle önlem almaktadırlar.
Tekelleşmeye karşı alınan önlemlerden birkaçı olarak şunlar sıralanabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8410",
"len_data": 5530,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.88
}
|
Haksöz, 1991 yılından bu yana Türkiye, İstanbul merkezli olarak yayın yapmakta olan aylık dergi ve aynı adla anılan harekettir. Hareket kendisini daha ziyade bir İslami uyanış hareketi olarak tanımlar.
1991 yılında İstanbul'da yayın yapmaya başlayan "Haksöz" dergisi kendisini çağdaş İslami ihya ve öze dönüş hareketinin bir parçası olarak görmekte ve metodolojik olarak Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Reşid Rıza, Muhammed İkbal gibi öze dönüş ve uyanış yanlısı düşünür ve yazarların izinden gitmektedir.
Haksöz hareketinin çekirdeğini "Haksöz" dergisi oluşturmuştur. Dünya'da ve Türkiye'de cereyan eden dini ve siyasi olayları yorumlayarak halka istikamet veren bir yayın takip etmiştir. Yaptığı dini, felsefi, edebi içerikli yayınlarla hem halkı bilinçlendirmiş, hem de zamanla okurlarının teşkil ettiği bir topluluğun oluşmasını sağlamıştır.
Haksöz hareketi 2007 yılı itibarı ile yaygın anlamda Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (ÖZGÜR-DER) çerçevesinde faaliyet yürütmektedir. Özgür-Der 28 Şubat darbesinden sonra okullarına alınmayan üniversiteli başörtülü bazı öğrencilerin öncülüğü ve Müslüman önderlerin girişimleri sonucu kurulmuştur.
Hareketin "Haksöz" yanında katkı yaptığı ve editörlüğünü sürdürdüğü "Kudüs" dergisi gibi yarı akademik nitelikli bir üç aylık periyodik yayını ve Türkiye solunun Özgür-Üniversite deneyimine benzeyen alternatif yaygın eğitim faaliyetleri bulunmaktadır. Hareket Türk bölgelerinde olduğu kadar Türkiye'deki Kürt bölgelerinde de yaygınlaşmaktadır. 90'lı yıllarda çıkan ancak şu an yayın yapmayan yarı akademik nitelikli "Dünya ve İslam" dergisi de hareketin üretim faaliyetlerinden biridir. Hareket Ekin Yayınları ile İslami uyanış sürecine dair eserleri yayınlamakta ve çeşitli akademik ve yarı-akademik platformlarda varlık göstermektedir. İslam Dünyası Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi (İDKAM) ve bazı vakıf ve derneklerde örgütlenmektedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8412",
"len_data": 1928,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.72
}
|
Fotoğrafçılık, Kullanılacak düzene göre farklı sistemleri içermekle beraber, görüntü sensörü (fotoğraf makinesi, video kamera vs), film, karanlık oda, lens ve ışık kullanarak, gözle görebildiğimiz cisim ve şekilleri, film ya da dijital ortam üzerine kaydederek görüntü oluşturma işidir. İşlevsel uygulamaları nedeniyle bir zanaat olduğu gibi, estetik yönüyle bir sanat olarak kabul edilir.
Fotoğrafçılık ile uğraşan kişi Fotoğrafçı olarak tabir edilir. Alanlarında uzmanlaşmış fotoğrafçılar ise, ilgilendiği ve/veya meslek olarak icra ettiği fotoğraf türüne göre bir veya daha fazla unvan alabilir. (Ör; foto muhabiri, fotoğraf sanatçısı, belgesel fotoğrafçısı...vs)
Bilim, imalat (örneğin fotolitografi) ve iş dünyasının birçok alanında, ayrıca gazetecilik, sanat, sinematografi, videografi ve video üretimi, eğlence amaçlı, hobi ve kitle iletişimi için kullanılmaktadır.
Tipik olarak, nesnelerden yansıyan veya yayılan ışığı, zamanlanmış bir pozlandırma sırasında bir kameranın içindeki ışığa duyarlı yüzey üzerinde gerçek bir görüntüye odaklamak için lens kullanılır. Elektronik görüntü sensörü ile bu, her pikselde elektronik olarak işlenen ve sonraki görüntüleme veya işleme için dijital bir görüntü dosyasında saklanan bir elektrik yükü üretir. Fotoğrafik emülsiyonla elde edilen sonuç, görünmez bir gizli görüntüdür. Bu, daha sonra, fotoğrafik malzemenin amacına ve işleme yöntemine bağlı olarak, negatif ya da pozitiv, görünür bir görüntüye kimyasal olarak "geliştirilir". Film üzerindeki negatif bir görüntü, bir agrandisör kullanarak veya kontakt baskı ile kağıt tabanı üzerinde fotoğrafik olarak pozitif bir görüntü oluşturmak için kullanılır.
Etimoloji.
Bildiğimiz kadarıyla Mart 14 1839'da Sir John Herschel Royal Society of London'da bir dersinde fotoğrafçılık (photography) kelimesini dünyaya tanıtmıştır. Ancak aynı senenin 25 Şubat'ında Vossische Zeitung adında bir gazetede Johann Heinrich von Mädler bu kelimeyi kullanmıştır. Fotoğrafçılık (photography)kelimesi Yunancadan gelmektedir; φωτός (phōtos).
Tarihçe.
Fotoğrafçılık birkaç teknik buluşun bir araya gelmesi sonucu oluşmuştur. İlk fotoğraflar yapılmadan uzun zaman önce Çinli filozof Mo Di ve Yunan matematikçiler Aristoteles ve Öklid M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda bir iğne deliği kamerasından bahsetmişlerdir. MS 2. yüzyılda Bizanslı matematikçi Anthemius deneylerinde bir tür karanlık oda kullanmıştır. Ünlü optik bilimci İbn-i Heysem'in (965-1040) karanlık odalar ve iğne deliği kamerası hakkında araştırmaları vardır. Albertus Magnus (1193-1280) gümüş nitratı (AgNO3) keşfetti ve Georges Fabricius (1516-1571) gümüş klorürü (AgCl) keşfetti. Wilhelm Homberg 1694 yılında bazı kimyasalları ışığın nasıl kararttığını (fotokimyasal etki) açıklamıştır. Fransız yazar Tiphaigne de la Roche'nin 1760 senesinde yayınlanan Giphantie adlı romanında fotoğrafçılığın ne anlama geldiği hakkında önemli yorumlar yapmıştır.
19. yüzyılın ilk on senesinde icat edilen fotoğrafın (kamera yolu ile) resim ve heykel gibi geleneksel sanatlardan daha fazla bilgi ve ayrıntı yakaladığı görülmüştür. 1820 senesinde kimyasal fotoğrafçılığın keşfedilmesi modern fotoğrafçılığın önemli dönüm noktalarında biri olmuştur. İlk kalıcı iz bırakan fotoğraf (photoetching) Fransız mucit Nicéphore Niepce tarafından 1822 senesinde üretilmiştir. Ancak Niepce fotoğrafı çoğaltmak isterken tahrip etmiştir. 1825 senesinde ise Niepce yeniden başarılı olmuştur. İlk kalıcı doğa fotoğrafını karanlık oda ile 1826 senesinde yapmıştır. Ancak fotoğraları çok uzun sürede (8 saat) çekim yapabildiği için yeni sistemler üzerinde çalışmıştır. Louis Daguerre ile birlikte, 1816'da Johann Heinrich Schultz tarafından keşfedilen gümüş ve kireç karışımlarının ışığa maruz kaldığında kararmasının sonucu olarak gümüş bileşimlerle çalışmışlardır. Niépce 1833 yılında öldü, fakat Daguerre çalışmalarına devam etti. Daguerre, 1838'de, Paris sokaklarının dagerotipni çekerken bir yaya ayakkabısını boyatıyordu (pozlamada görülebilecek kadar uzun bir süre-birkaç dakika) ve bu fotoğraf dünyanın ilk insan fotoğrafı olarak kabul edilmiştir. En sonunda Fransa 1839 yılında Daguerre'in buluşunu tüm dünyaya Fransa'nın hediyesi olarak tanıtma sözü karşılığında (ki bunu gerçekleştirmiştir) Daguerre'e emekli aylığı ödemeyi kabul etmiştir.
Bu arada, Hercules Floransa ve İngiliz mucit William Fox Talbot zaten 1832 yılında Brazilya'da Photographie olarak adlandırdığı çok benzer bir işlemle daha önceden gümüş işleme resmi düzeltebilmişlerdir ancak bunu gizli tutmuşlardır. Talbot, Louis Daguerre'nin icadını duyduktan sonra insanların kolayca portre fotoğraflar çektirebilmeleri için kendi işlemini saflaştırmıştır.
1840'ta Talbot negatif görüntüler oluşturan kalotip işlemini icat etmiştir. Talbot'un 1835 basımlı "Oriel window in Lacock Abbey" adlı fotoğrafı bilinen en eski negatiftir. John Herschel'in birçok yeni yönteme önemli katkıları olmuştur. Herschel "cyanotype" işlemini icat etmiştir, bugünkü ozalit (mavi baskı). Herschel "fotoğrafçılık", "pozitif", "negatif" gibi terimleri kullanan ilk kişidir.
19. yüzyıl boyunca fotoğrafik cam levhalar ve baskı alanında birçok gelişmeler yaşanmıştır. 1884 senesinde Kodak kurucusu George Eastman fotoğrafik levhaların yerini alacak olan filmi icat etmiştir. 1908 senesinde Gabriel Lippmann, Lippmann levhası olarak da bilinen girişim fenomenine dayalı ışığın fotoğrafik olarak yeniden çoğalması metoduyla fizik alanında Nobel Ödülü'nü kazanmıştır.
Terimler.
Siyah-Beyaz.
Tüm fotoğraflar aslında monokromdu yani siyah-beyazdı. Renkli film kullanılabilir hale getirildiği zaman dahi siyah-beyaz filmler hem düşük maliyeti hem de fotoğraflar "klasik" görünüm verdiği için uzun seneler renkli filmlere karşı baskınlığını korumuştur. Şunu da belirtmek lazım ki tüm siyah beyaz resimler sadece siyah ve beyaz değildir, işlemelere bağlı olarak başka renkler de barındırırlar. Bazı tam renkli dijital fotoğraflar çeşitli teknikler kullanıp işleyerek siyah-beyaz hale getirilebilir. Hatta bazı üretici firmalar sadece monokrom fotoğraf çekebilen dijital makineler üretmiştir.
Renkli.
Renkli Fotoğraf 19. yüzyılın ortalarından itibaren icat edilmiş ve geliştirilmiştir. Renkli fotoğraflar üzerinde yapılan ilk deneyler son derece uzun pozlamalar gerektirmiş (saatler hatta bazen günler) ve beyaz ışığa maruz kalan renkli fotoğraflar kısa sürede solmuştur.
İlk kalıcı renkli fotoğraf, fizikçi James Clerk Maxwell'in üç renk ayrımı ilkesine dayanarak 1861 senesinde çekilmiştir. Kağıda renkli baskı, 1860'ların sonlarında Louis Arthur Ducos du Hauron tarafından öncülük edilen eksiltici bir renk üretimi yöntemi olan çıkarmalı renklerde yapılan üç görüntünün karbon baskılarının üst üste bindirilmesiyle üretilebilir. Rus fotoğrafçı Sergey Prokudin-Gorski, bu renk ayırma tekniğini kapsamlı bir şekilde kullandı. İlk ticari olarak başarılı renk işlemi olan otokrom, 1907'de Auguste ve Louis Lumière kardeşler tarafından tanıtıldı.
Dijital Fotoğrafçılık.
İlk dijital fotoğraf makinesi 1975 yılında Kodak'ta mühendis olarak çalışan Steven Sasson ve bir grup teknisyen tarafından yapıldı.Kitlesel pazara sunulan ilk renkli dijital fotoğraf makinesi ise 1994 yılında Apple tarafından ABD'de piyasaya sürüldü.
İşlev.
Kamera görüntüyü oluşturan cihazdır ve fotoğraf filmi ya da elektronik sensör algılayıcı ortamdır. Fotoğrafçılar kamerayı ve lensi kontrol ederek, ışık kaydeden maddeye (mesela film) gerekli ışığı pozlayarak "gizli resim" (filmde) veya "raw" (dijital makinelerde) dosyalarının bazı işlemler sonucu oluşmasını sağlarlar. Dijital kameralar ışığa duyarlı elektronik görüntü sensörü kullanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8413",
"len_data": 7555,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.73
}
|
Kurt Donald Cobain (d. 20 Şubat 1967, Aberdeen, Washington - ö. 5 Nisan 1994, Seattle, Washington), Amerikalı şarkıcı-söz yazarı, müzisyen ve sanatçı. Nirvana grubunun vokalisti, ritim, solo gitaristi ve ana söz yazarıydı. Cobain'in besteleri, kaygıyla beslenen şarkı yazarlığı ve düzen karşıtı kişiliği sayesinde ana akım rock müziğinin tematik geleneklerini genişletti. Sıklıkla X Kuşağının sözcüsü olarak ilan edildi ve alternatif rock tarihindeki en etkili müzisyenlerden biri olarak kabul edildi.
Cobain, 1987'de Krist Novoselic ve Aaron Burckhard ile Nirvana grubunu kurdu ve daha sonra grunge olarak bilinen Seattle müzik sahnesinin bir parçası olarak kurdu. 'Bleach' isimli ilk albümlerini bağımsız olan plak şirketi Sub Pop'dan 1989 yılında çıkartmışlardır. DGC Records ile imzalanan anlaşma sonrasında, grubun ikinci albümü 'Nevermind' 1991 senesinde yayınlandı ve "Smells Like Teen Spirit" ile çığır açan bir başarı yakaladılar. 'Nevermind'ın başarısının ardından Nirvana, X Kuşağı'nın 'bayrağı önde götüren grubu' olarak etiketlendi ve Cobain 'bir neslin sözcüsü' olarak nitelendirildi. Ancak Cobain'in kendi kişisel sorunlarının sık sık medyanın ilgisini çekmesi ve onun mesajının kamuoyu tarafından yanlış yorumlanması yüzünden sık sık rahatsızlandı ve sinirlendi. Nirvana, son stüdyo albümü 'In Utero' (1993) ile dinleyicilere meydan okudu.
Hayatının son yıllarında Cobain uyuşturucu bağımlılığı, ünü ve imajının yanı sıra kendisi ve eşi Courtney Love'ı çevreleyen baskılar ile mücadele etti. Ayrıca hastalığı ve mide ağrıları da son yıllarında mücadele ettiği diğer faktörlerdi. 8 Nisan 1994 tarihinde Cobain, Seattle'daki evinde ölü bulundu. Resmî açıklamada kendisini av tüfeğiyle kafasından vurduğu açıklandı. Öldüğü zaman içinde bulunduğu koşullar halk tarafından sıkça tartışılan bir konu haline gelmiştir. Nirvana, sadece ABD sınırları içinde 25 milyon albüm sattı, dünya çapında ise bu sayı 50 milyonu geçti.
Hayatı.
Wendy ve Donald Cobain'in oğlu olarak Aberdeen'de doğdu ve orada büyüdü.
Kurt 8 yaşındayken anne ve babası boşandı. Annesine göre Kurt'un bunalım günlerinin başlangıcıydı bu olay. 9 yaşına kadar sadece Beatles dinleyen Kurt, babasının bir plak şirketine üye olmasıyla Led Zeppelin, Black Sabbath ve Kiss gibi grupları dinlemeye başladı. Daha sert ama melodik şeyler arıyordu aslında. 12 yaşında Aberdeen‘da çalan The Melvins grubuna takılmaya başladı, gitar çalmayı öğrendi. Bu arada annesi onu evden kovdu. Nedeni okulu bitirmek için yeterli sayıda krediyi toplayamamış olmasıydı. Okulu bıraktıktan sonra bir askeri denizcilik okulundan burs kazandı. Fakat bursu kabul etmeyerek dağınık yaşantısını sürdürmeye devam etti.
1985 yılında The Melvins davulcusu Dale Crover ile birlikte Fecal Matter adında bir grup kurdu ve ilk demosunu kaydetti.
Çeşitli gruplarda çaldıktan sonra 1987 yılında başka bir isimle ve Krist Novoselic'le beraber bir grup kurdu, çeşitli konserler verdi. Grup 1988 yılında Sub Pop Records adlı küçük plak şirketine bağlanıp ilk single'ı "Love Buzz/Big Cheese"i çıkarana dek çeşitli davulcularla çalıştı. Bu boşluğu Chad Channing doldurdu. Ertesi sene ise 606 dolara kaydettikleri ilk albümleri Bleach'i yayınladılar. Hatta bu albümün ücreti, yeterli miktara sahip olmadıkları için grubun davulcusu tarafından karşılanmıştır.
Daha sonra Guns N’ Roses ve Cher’in de plak şirketi olan DGC ile anlaşma yaptılar. Bu anlaşmadan sonra da, gruba Dave Grohl davulcu olarak katıldı.
1992 yılında Nirvana, MTV Video Müzik Ödülleri'nde en iyi yeni grup ve en iyi alternatif klip ödülüne aday gösterilerek tırmanışa geçti. İkinci albümleri "Nevermind"ın satışı sadece ABD sınırları içinde 5 milyonu aştı. Nirvana, diğer underground müzikler yapan gruplar içinde parlasa da, yine de bu akımın bir parçasıydı ve punk müziğin gelişmesinde büyük rol oynamıştı. Cobain; “"Bunu o zaman itiraf etmedim. Sadece bunun bizimle sona ermeyeceğini umut ediyorum. Umarım bunu sürdürecek diğer gruplar da çıkar".” diyordu.
“"Müziğimin çoğu hayat tecrübelerim ve duygularım kadar özel. Ama şu şarkı sözlerinin çoğu bu derece kişisel değil. Daha çok TV’den,"
"kitaplardan veya arkadaşlardan öğrenilmiş hikâyeler. Ancak verilen duygu ve his kesinlikle bana ait”"
Gitar çalmak, söz yazmak, şarkı söylemek harikaydı ama Kurt ünlü olmak istemiyordu. İnsanların aşırı ilgisi onu rahatsız ediyor ve saçma geliyordu. Bu nedenle hayranlarına bazen kötü davrandığı bile oluyordu. Bir süre sonra Kurt'un sorunlarına bir yenisi eklendi: Mide ağrıları. Bu dayanılmaz ağrılardan kurtulabilmek için eroine başvurdu. Aynı zamanda nedeni belli olmayan sırt ağrıları ve bazen sahne arkasında bile uyuyakalmasına neden olan narkolepsi hastalığı vardı.
"Yıllarca uyuşturucu bağımlısı olmakla suçlandım. Oysa yıllardır berbat mide ağrılarını çekiyorum ve bu ağrılar turneleri çok zor bir duruma sokuyor. İnsanlar beni bir köşede tek başıma hasta ve ümitsiz bir halde oturmuş görüyorlardı. Bu durum, mide ağrılarımla cebelleşiyor olmamdandı; yediklerimi kusmamaya çalışıyordum. İnsanlarsa bana baktığında keş olduğumu düşünüyorlardı. Üç hafta boyunca eroin kullandım. Sonra bir temizlenme programından geçtim, kendime yeniden çeki düzen vermek için. Bu gerçekten uzun bir zaman aldı, yaklaşık bir ay."
1989’da, yorucu bir Avrupa turnesinin sonlarına doğru, Roma’daki bir gösteride sahnede bir sinir krizi geçirdi. 4 ya da 5 şarkı sonra çalmayı bıraktı ve hoparlör sisteminin tepesine aşağı atlamak üzere tırmandı. Korumalar paniğe kapılmıştı ve herkes aşağı inmesi için ona yalvarıyordu. Ve Cobain’in tek söylediği şuydu: “Hayır hayır, sadece bir dalış yapacağım”. Belli ki gerçekten de dayanma sınırını aşmıştı. İnsanlar epey korkmuştu. Nihayet Cobain aşağı inmeye ikna edildi.
Kurt dayanılmaz mide ağrıları yüzünden eroin kullanıyordu. Krist ve Dave ise eroine karşı olduklarından bu konuda onu desteklemiyorlardı. Bu konu grup içinde bir huzursuzluğa da neden olmuştu. Kurt Cobain mide ağrıları çekiyordu ve acısı arttıkça daha çok eroin kullanıyordu.
“"Şarkı söyleme tarzımın yoğunluğu genelde karnımın üst kısmında toplanır; burası benim haykırdığım, hissettiğim, içimdeki her şeyin dışarı döküldüğü yerdi"r.”
Johan Swinburne, Kurt Donald Cobain hakkında yaptığı bir röportajda: "Kurt Cobain'i bedenimi hissetmeye başladığım günden bu yana çok seviyorum. Annem, bir ya da iki yaşlarımdayken ağladığımda Nirvana grubunun Smells Like Teen Spirit şarkısını açtığını ve benim şarkı bitmeden önce uyuduğumu söyler. Oysaki ben o günlerde Kurt Cobain'in kim olduğu hakkında en küçük bir fikre bile sahip değildim. Bu yaşımda ona nasıl bu kadar bağlı olabiliyorum, bunu ben bile bilmiyorum"."" dedi.
Nirvana, 1992 yılı sonunda beklenen albüm “Incesticide”ı çıkardı. Ama pek beklendiği gibi bir çıkış yapamadı. Çünkü bir önceki Nevermind albümünün gölgesinde kalmıştı. Herkesin dilinde hâlen 'Smells Like Teen Spirit' parçası vardı. Belki Nevermind çok üstündü, belki de yeni albümde bir şeyler eksikti.
Bu arada medyada bir dedikodu hakimdi. Cobain'in, Nirvana gibi müzik yapan Hole adlı grubun lideri Courtney Love ile beraber olduğu duyulmuştu. Bir süre sonra da, Courtney Love’ın hamile olduğu öğrenildi.
24 Şubat 1992 tarihinde, Kurt Waikiki şehrinin ıssız bir bölgesinde, hiçbir mezhebe ait olmayan bir bayan rahip ve şahit olarak da bir yolcu eşliğinde Love ile evlendi. Bir süre sonra Cobain eroin tedavisi için kliniğe yattı.
“"Mideme dokunduğunu gördüğüm için artık kullanmıyorum. Vücudum ben istesem de uyuşturucu almama izin vermiyor, çünkü çok zayıfım. Tüm uyuşturucular zaman kaybıdır. Hafızanı, kendine olan saygını ve öz saygının getirdiği her şeyi yok ederler. Bunun zararları hakkında sağda solda vaaz verecek değilim. Bu sizin seçiminize bağlı bir şey, ama kendi deneyimlerime dayanarak bunun zaman kaybı olduğunu düşünüyorum".”
Fakat bu işe yaramadı. Uyuşturucuya devam etti ve ancak bebekleri doğmak üzere iken bir kür tedavisini kabul etti. 1992 Ağustos’unun başında bir Los Angeles hastanesine yattı. Courtney de bu hastanenin başka bir bölümünde doğum yapmak üzere bulunuyordu.
18 Ağustos 1992 günü kızı Frances Bean dünyaya geldi. Kurt o zaman hayatıyla oyun oynamayı bıraktı, temizlendi. Birkaç ay sonra bir doktor, mide ağrısının kapanmış omurga sinirlerinden kaynaklanabileceğini söyledi ve bundan sonra uygulanan bakım ve egzersizler acısını hafifletti. Hayranları bebeğin hayatında olumlu etkisi olduğuna inanıyorlardı. Böylece Kurt sağlıklı bir durumda, bir sonraki albümlerinin kayıtlarına başladı.
Bütün dünya "Nevermind" benzeri bir albüm beklerken grup stüdyoya, The Pixies ve The Breeders gibi grupları yaratan prodüktör Steve Albini ile girdi. Albini'nin kayıt stili, Nirvana'nın Nevermind'da düzleştirip güzelleştirdiklerini hissettikleri sesin özünü ele geçirmek için ümit ettikleriyle uyuşuyordu ve In Utero ortaya çıktı.
“"Bazıları albümü beğenmedi ve bize bunu söylediler. Bazıları ise çok sevdi. Ne yönden bakarsak bakalım, biz istediğimizi yaptık. Çünkü kontratımız bize yüzde yüz sanatsal kontrol vermişti. Stüdyodan aldığımız kasetleri evde dinlediğimizde, gerçekten kulağa çok hoş geliyordu.” “Bu albümde ötekilerden daha belirgin noktalar var. ‘Scentless Apprentice’ okumaktan bıkmayacağım bir kitap hakkında; Patrick Süskind’ın Koku’su. ‘Rape Me' ise, cesur bir şekilde, tecavüze karşı bir şarkı yazmaya çalıştım. Şunu fark ettim ki, eğer bir şey anlatmaya çalışıyorsanız, açık ve net olmalısınız. Çoğu insan şarkıların böyle olmasını istiyor. Şarkıların, suratlarının ortasına fırlatılması gerek"
Daha sonra her şey yeniden başladı. Turneler, dedikodular ve eroin. İnsanlar Kurt'un yorulmuş olduğunu düşünüyorlardı. Belki de haklıydılar.
"“Hayatta kalmak için son zamanlarda gruptan oldukça çekildim. Tek ihtiyaç duyduğum, bir süre ara vermek; böylece stresim sona erecek. Konserlerden sonraki partilere katılmıyorum. Doğruca oteldeki odama gidip uyuyorum ve sabahleyin bir şeyler yemeye konsantre oluyorum. Bu gibi şeylerle uğraşmayı tercih ediyorum. Gruptaki arkadaşlığımız bu yüzden tehlikeye girmiyor, ancak bu son turne kesinlikle hayatımızdan birkaç yıl götürdü. Değişiklikler yapmayı planlıyorum. Tekrar sağlığıma kavuşup yeniden başlayacağım.”"
Grohl ve Novoselic, bu sözlere saygı duydular ve grup kısa bir ara verdi.
Nirvana, New York'taki Roseland dans salonunda kısa bir şov ile sahnelere döndü. Bir saat boyunca "In Utero" ve "Nevermind"dan seçmeler çaldılar. Böylece onları izlemeye gelen kalabalık coştu.
9 Nisan 1993'te, Bosna'da tecavüze uğrayanlar için bir konser verdiler. Ekim'de de gruba gitarist Pat Smear katıldı. Smear, Kurt'e biraz olsun moral veriyordu. Kurt Cobain'in yaşamındaki bir başka önemli olay da, kızı Frances'tı. 3 aylık bir Kuzey Amerika turnesinden sonra MTV kanalı için New York'ta bir Unplugged konser verdiler. Bu konserde Kurt cover parçalar söyledi. Seçtiği şarkılar genelde ölüm ve şöhret hakkında idi. 1994 yılı başındaki Avrupa turnesinden sonra, grup elemanları Amerika'ya dönerken, Kurt Roma'ya gitti. 4 Mart 1994 günü, kaldığı otel odasında Rolphnol adlı çok güçlü ama yasal bir uyku ilacını ve şampanyayı aşırı dozda birbirine karıştırarak komaya girdi. Tesadüf budur ki Courtney Love kocasını görmek istemiş ve Kurt ölümden kıl payı kurtulmuştur. Bu olaydan sonra Nirvana'nın menajerleri, Cobain'in aşırı dozda uyuşturucu ve alkol almasının bir kaza olduğunu belirten bir bildiri yayınladılar.
Bu olayın ardından tekrar uyuşturucu tedavisi gördü. Gerçi uzun süredir uyuşturucu ile olan mücadelesini sürdürüyordu ama üstün gelmeyi başaramamıştı. Hastaneden çıkınca Seattle'a döndü ve kendini av tüfeğiyle birlikte bir odaya kilitledi. 18 Mart akşamı Courtney Love eve çağırdığı polislere, Cobain'in kendisini bir odaya kilitlediğini ve intihar edeceğini söyleyip, odada bir tüfeğin olduğunu da ekledi. Cobain ise polislere, kendisini karısından uzak kalmak için kilitlediğini ve kendini öldürmeye de bir niyeti olmadığını söyledi. Belli ki karısıyla kavga etmişti. Polisler karısını sorguya çektiklerinde ise, Courtney onlara Kurt'u aslında silahla görmediğini ve kocasının ona intihar edeceğini söylemediğini belirtti. Polis evde yaptığı aramada 4 tüfek, 25 kutu mermi, 38 kalibrelik bir el tabancası, birkaç tane kalibresi bilinmeyen Taurus marka altı-patlar ve bir adet Colt AR-15 yarı otomatik tüfek ve çeşitli haplar buldu. Kurt karısıyla birlikte Los Angeles'ta bir uyuşturucu tedavi merkezine gitti ama orada sadece 48 saat geçirdikten sonra merkezi terk etti.
Kurt'un annesi Wendy O’Connor, oğlunun 6 gündür kayıp olduğundan şüphelenmiş ve ölü bulunacağından korktuğunu söylemişti. Bu ihbarla Cobain yeniden polis raporlarına geçti. Zaten raporlarda, Cobain'in polisle son bağlantısının 2 Nisan'da olduğu yazıyordu. Cobain gerçekten de 6 gündür kayıptı.
8 Nisan 1994'te Kurt'un cesedi, Seattle'daki evinin garajının üzerindeki odada, alarm sistemi yerleştirmek için gelen bir elektrikçi tarafından bulundu. Kotunu, gömleğini ve ayakkabılarını giymiş olan Kurt, göğsünün üzerinde bir pompalı silah ile sırt üstü uzanmış durumdaydı. Tek bir kurşun ile suratını dağıtmıştı. Cesedin yanında birtakım kişisel eşyalarla birlikte 'To Boddah' diye başlayan bir de intihar mektubu bulundu. Ama zamanla ortaya çıkan deliller ölümünün intihar olup olmadığı konusunda kafa karıştırdı. Örneğin Cobain'ın kanında yaklaşık 1,52 mg eroin bulundu. Bu yaklaşık 3 tane iğneyi peş peşe vurmaya denkti ve bu imkânsız olarak bilinir. Ayrıca kendini vurduğu zannedilen tüfeği vücuduna aldığı bu kadar fazla uyuşturucu ile kaldırıp, yüzüne doğrultarak tetiği çekmesi imkânsızdır ve kendini vurduğu zannedilen tüfekte öldüğü gün elleri çıplak halde olmasına rağmen parmak izine rastlanmamıştır. Bu yüzden ölümünün cinayet mi yoksa intihar mı olduğu tam olarak kanıtlanmamıştır. İntihar olgusuna Cobain ailesinin geçmişinde çok sık rastlanılmaktadır. Burle Cobain adında bir akraba, kendini karnından vuruyor, bundan beş yıl sonra da Burle'in kardeşi Kenneth kafasına sıktığı tek kurşunla ölüyordu. Aslında bu tür ölüm Aberdeen'da oldukça yaygındı.
Olayın ardından Courtney Love, dikkatleri üzerinden atmak için ısrarla Kurt Cobain'in ailesindeki intiharlardan bahsetti ve bunun için "Cobain Laneti" yorumunu yaptı. Ve olay olduğunda şehir dışında olduğunu söyledi.
The Mentors'un davulcusu ve solisti Eldon Hoke, 1997 yılında kendisiyle yapılan röportajda Courtney Love'un, Kurt'u öldürmesi için kendisine 50.000 dolar teklif ettiğini iddia etti. Bu röportajdan 8 gün sonra bir trenin altında kalarak hayatını kaybetmiştir.
KNBC-TV'yle yaptığı bir röportajda elektrikçi, Cobain'in intihar mektubunun saksıdaki bir bitkiden gelen çamurla kirlenmiş olduğunu ve "sizi seviyorum, sizi seviyorum" sözcükleriyle sona erdiğini belirtiyordu.
Cesedin bulunmasından iki gün sonra yakma töreni düzenlendi. Törenden sonra on bin Kurt Cobain hayranı Seattle'da toplandı. Kasetten Courtney Love, Kurt Cobain'in son notundan bölümler okudu.
"Boddah", Kurt Cobain'in çocukluktaki hayalî arkadaşı. Kurt Cobain intihar mektubuna "Boddah'a" diyerek başlamıştı. Bu mektubun son dört satırının ve 'Boddah'a' yazısının sonradan eklendiğine ilişkin iddialar ve araştırmalar yapıldı.
Annesi Wendy Cobain'in dediğine göre Kurt, Boddah'ın gerçekten var olduğuna inanıyordu. Boddah ile yaptığı sohbetler ilerlediğinde annesi Kurt'un dayısından yardım istemiş, dayısı da o sırada Vietnam'a askere çağırılınca Kurt'e "Boddah askere gitti" denilmişti.
Nirvana ile Sub Pop arasında imzalanan ilk sözleşmenin üst köşesinde de 'Boddah' yazar.
Ölümünün Ardından.
Courtney Love, ölümünden sonra ona yardım etmek için daha fazla ne yapması gerektiğini bilemediğini söyledi. Hiçbir şey işe yaramamıştı. Ne gerçek aşk, ne güçlü sevgi, ne kızları Frances Bean, ne rehabilitasyon, ne tedavi, ne de dualar. Love, Cobain'in intiharını engelleyecek hiçbir şey yapamadığını düşünüyordu.
Kurt Cobain'in ölümüyle, Nirvana grubu dağıldı. Dave Grohl, Foo Fighters adlı grubu kurdu. Krist Novoselic de Sweet 75 adlı gruba katıldı.
1993 sonu kaydettikleri "MTV Unplugged In New York" ve canlı performanslarından oluşan "From the Muddy Banks of the Wishkah" albümleri grubun hayranlarına buruk elvedası oldu.
12 Kasım 2002 tarihinde, içinde daha önce yayınlanmamış parçaların da yer aldığı bir Best Of Nirvana albümü piyasaya çıktı, müzik marketlerindeki yerini aldı. Courtney Love, 10 yıl önce intihar eden eşinin küllerinin gömüldüğü arazinin el değiştirmesi nedeniyle Kurt'a yeni bir mezar arıyor. Kurt'un küllerinin havaya serpilmesini arzuladığını dile getiren Love "Bana kalsa Kurt'u rüzgara bırakırım gider ama hayranları çok sevdikleri idollerini ziyaret edecekleri bir yer olsun istiyor. Bunun için uğraşıyorum” diyor. Courtney Love, Kurt'u kurtarmak istediği uyuşturucu yüzünden kızı Frances'in velayetini 2 kez kaybetti. Geçtiğimiz günlerde tedavi olan Love'a mahkeme kızını tekrar verdi. Usta yönetmen Gus Van Saint Kurt Cobain'in son günlerini anlatan “Last Days” filmini yaptı. Film, Cannes Film Festivali'nde gösterildi. Türkiye'de gösterime girmedi. , Max Wallace ve Ian Halperin'in kitabı. Özel dedektifler, gazeteciler, Cobain'in kimi arkadaşları o dönemde ısrarla bunun bir cinayet olduğunu savunsalar da konu kapanmıştı bir kere. Başta polisler ve adli tabip olmak üzere kimse işini baştan savma yaptığını kabul etmek istemiyordu. Cobain'in ölümünün göründüğünden daha karışık olduğunu iddia eden birçok gazeteci vardı ama Wallace ve Halperin'in hazırladığı Cobain dosyası dikkat çekiyordu çünkü bir araştırmacı gazetecilik örneğiydi. Aşk ve Ölüm'deki temel iddia Kurt Cobain'in intihar etmiş olamayacağı, çünkü kanında kafasına kurşun sıkmasına izin vermeyecek ölçüde yüksek miktarda uyuşturucu bulunmuş olduğu.
4 Mayıs 2015 tarihinde Kurt Cobain'in hayatını belgesel olarak anlatan Montage of Heck filmi ABD'de vizyona girdi. Filmin yapımcılığını Cobain'in kızı Frances Bean üstlendi. Filmde Nirvana'nın hafızalara kazınan şarkılarının yanı sıra hikâyeleri, Cobain'in günlükleri, bilinmeyen demoları ve 200 saatlik hiç yayınlanmamış müzik kayıtları da yer aldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8417",
"len_data": 17927,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.27
}
|
Atina (Yunanca: Αθήνα "Athína", Grekçe: Ἀθῆναι "Athênai"), Yunanistan'ın başkenti ve yaklaşık 4 milyon kişilik nüfusuyla en büyük, Avrupa Birliği'nin yedinci büyük şehri. Attika'ya hakim bir konumda olan Atina, aynı zamanda bu idari birimin yönetim merkezidir. 3.400 yıllık yazılı tarihi ve MÖ 7. ile 11. arasındaki binyıllara uzanan insan varlığıyla dünyanın en eski şehirlerinden biridir. Şehir adını Antik Yunan bilgelik tanrıçasından almıştır.
Klasik Atina çok güçlü bir şehir devletiydi. Bir sanat, öğrenim ve felsefe merkezi olmasının yanı sıra Platon'un akademisine ve Aristoteles'in Lykeion'una ev sahipliği yapmıştı. Avrupa kıtası -özellikle Antik Roma- üzerindeki kültürel ve siyasi etkisi nedeniyle yaygın olarak Batı medeniyetinin beşiği ve demokrasinin doğum yeri olarak kabul edilir. Modern zamanlarda Atina, büyük bir kozmopolit metropoldür ve Yunanistan'daki ekonomik, finansal, endüstriyel, denizcilik, siyasi ve kültürel yaşamın merkezidir. 2023 yılı itibarıyla, Atina metropoliten alanı ve çevresindeki belediyelerin nüfusu yaklaşık 3,8 milyondur.
Atina, Küreselleşme ve Dünya Şehirleri Araştırma Ağı'na göre Beta statüsünde bir küresel şehirdir ve Güneydoğu Avrupa'daki en büyük ekonomik merkezlerden biridir. Aynı zamanda büyük bir finans sektörüne sahiptir ve limanı Pire, hem Avrupa'nın en işlek 3. yolcu limanı, hem de dünyanın en büyük 26. konteyner limanıdır. Kentin yüzölçümü 39 km², metropoliten alanın yüzölçümü ise 427 km²'dir. Şehir tepelerle çevrilidir ve yalnız batı kısmı açıktır. Aynı zamanda Atina, Kıta Avrupası'nın en güneyindeki başkenttir.
Klasik dönemin mirası, antik anıtlar ve en ünlüsü erken Batı kültürünün önemli bir simgesi olarak kabul edilen Partenon olmak üzere, sanat eserleriyle temsil edilen kentte hâlâ belirgindir. Şehir aynı zamanda Roma, Bizans ve daha az sayıda Osmanlı anıtını da muhafaza ederken, tarihi kentsel çekirdeği binlerce yıllık tarihi boyunca süreklilik gösteren unsurlara sahiptir. Atina, iki UNESCO Dünya Mirası Alanı'na ev sahipliği yapmaktadır: Atina Akropolisi ve Orta Çağ'dan kalma Dafni Manastırı. Atina'nın 1834 yılında bağımsız Yunan devletinin başkenti olarak kurulmasına kadar uzanan modern dönemin simge yapıları arasında Yunanistan Parlamentosu ve Yunanistan Millî Kütüphanesi, Atina Ulusal ve Kapodistrian Üniversitesi ve Atina Akademisi'nden oluşan Atina Mimari Üçlemesi yer almaktadır. Atina aynı zamanda dünyanın en büyük antik Yunan eserleri koleksiyonuna sahip Ulusal Arkeoloji Müzesi, Akropolis Müzesi, Kiklad Sanat Müzesi, Benaki Müzesi ve Bizans ve Hristiyan Müzesi gibi çeşitli müze ve kültür kurumlarına da ev sahipliği yapmaktadır. Atina, 1896 yılında ilk modern Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapmış, 108 yıl sonra da 2004 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yaparak Olimpiyatlara birden fazla kez ev sahipliği yapan az sayıdaki şehirden biri olmuştur. 2016 yılında Atina, UNESCO Öğrenen Şehirler Küresel Ağına katılmıştır.
Etimoloji.
Şehrin Grekçe adı Ἀθῆναι ("Athênai") çoğul bir addı. Yunancanın erken lehçelerinde ise Ἀθήνη ("Athḗnē") şeklinde tekil bir addı. Şehrin adının Θῆβαι ("Thêbai") ve Μυκῆναι ("Μukênai") adlarında olduğu gibi muhtemelen daha sonra çoğul hâle getirildiği düşünülmektedir. Sözcüğün kökü olasılıkla Grekçe veya Hint-Avrupa kökenli değildir ve Attika'nın Yunan öncesi alt tabakasının bir kalıntısıdır. Antik çağda Atina'nın adını koruyucu tanrıçası Athena'dan mı yoksa Athena'nın adını şehirden mi aldığı tartışılırdı. Günümüzde bilim insanlarının geneli tanrıçanın adını şehirden aldığı konusunda hemfikirdir, çünkü -"ene" eki yer adlarında yaygınken kişi adları için nadiren kullanılır.
Mitolojide Atina şehrine ismin verilmesi tanrılar arasındaki müsabaka sonucu olmuştur. Denizler tanrısı Poseidon şehre sahip olabilmek için üç dişli yabasını kayaya vurmuş ve vurduğu yerden at ortaya çıkmış, bazı söylencelere göre de su kaynağı fışkırmıştır. Bunun üzerine Zekâ tanrıçası Athena, yaldızlı mızrağını yavaşça yere dokundurmuş, oradan dalları pıtrak gibi olgun meyvelerle dolu gümüş yapraklı güzel bir zeytin ağacı bitmiştir. İnsanlar zeytin ağacını daha yararlı bulup beğendiklerinden şehir Atina adını alıp Athena'nın olmuştur.
Osmanlıcada آتينا "Ātīnā" olarak adlandırılan şehir "Medinetü'l Hükema" adıyla da anılırdı.
Modern Yunan devletinin kuruluşunun ardından ve kısmen de yazı dilinin tutuculuğundan dolayı, Ἀθῆναι yeniden şehrin resmî adı oldu. 1970'lerde Katarevusa'nın terk edilmesi ile birlikte Αθήνα ("Athína") resmî ad kabul edildi. Günümüzde şehir için sıklıkla kısaca η πρωτεύουσα ("ī protévousa" ; 'başkent') ifadesi kullanılır.
Tarihçe.
İlk dönem.
Atina Neolitik Çağdan bu yana bir yerleşim alanıdır. En eski yapıların tarihi Son Tunç Çağına değin uzanır. O dönemde, kale işlevi gören Akropolis'in doruğuna kiklop (büyük boyutlu) taşlardan örülmüş dev bir duvar çevreliyordu. Duvarlarının sağlamlığından ya da coğrafi konumundan dolayı Atina, Son Tunç ve İlk Demir çağlarının karışık dönemlerini büyük yıkıma uğramadan atlattı. Ele geçen çanak çömlek üsluplarından Atina'daki uygarlığın kesintiye uğramadan geliştiği anlaşılmaktadır. Milattan Önce (MÖ) 1000'lerde kent kuzeybatı yönünde yayılmaya başladı. MÖ 6. yüzyılda, özellikle Peisistratos ve oğullarının egemenliği döneminde (MÖ y. 560-510) olağanüstü bir gelişme gösterdi. MÖ 580'de bugün Parthenon'un bulunduğu yere Hekatompedon olarak bilinen bir Athena Tapınağı yapıldı. MÖ 566'da Peisistratos, Athena'nın onuruna dört yılda bir yapılmak üzere Panathenaia Oyunları'nı yeniden düzenledi. MÖ 530'da Akropolis'te Athena Polias için büyük bir tapınak daha inşa edildi. Akropolis böylece kaleden çok, bir kutsal yer işlevi görmeye başladı. Kentin hızlı gelişmesi karşısında eski agora yetersiz kalınca Akropolis'in kuzeybatısındaki evler yıkılarak burada yeni bir agora düzenlendi. Burası siyasal, hukuksal, dinsel ve ticari amaçlı bir toplanma alanıydı. Ayrı bir tiyatronun inşa edilmesinden önce de oyun yarışmaları düzenlenirdi. Alanın çevresinde çeşitli kamu yapıları ve kutsal yapılar yer alırdı. MÖ 480'de Atina'yı ele geçiren Persler kenti yakıp yıktılar. Akropolis'teki yapılar ve yamaçlardaki pek çok ev yerle bir oldu.
Milattan Önce 479'da kenti geri alan Atinalılar daha büyük surlar yaptılar. Bu tarihten 20 yıl kadar sonra kenti, limanı Pire'ye bağlayan yolun iki yanında ünlü Uzun Duvarlar örüldü. Pers istilasından sonraki 30 yılda Atinalılar yalnızca surlar, agorada Stoa Poikile ve kent meclisi yürütme kurulunun toplantı salonu gibi kamusal yapılar inşa ettiler. MÖ 449'da Perslerle varılan anlaşmadan sonra Atina yeni bir kalkınma dönemine girdi. Güney Attika'daki zengin Laurium (Lavrion) gümüş madenleri de yeniden işletilmeye başladı. Perikles, Perslere karşı Atina önderliğinde kurulan Delos Birliği'ni oluşturan kent devletlerinden para almayı savaştan sonra da sürdürdü. Bu kaynaklarla kent tarihinin en büyük yeniden inşa hareketi başlatıldı. Kırk yıl içinde Akropolis baştan aşağı yeniden yapıldı.
Yapımına MÖ 447'de başlanan Parthenon, MÖ 438'de bitirildi. Tapınağın yapımında Kallikrates, İktinos, Phidias gibi mimarlar görev aldılar. MÖ 431'de Peloponnesos Savaşı patlak verdiğinde Akropolis'in anıtsal kapısı Propylaion'un yapımı bitmek üzereydi. Nikias Barışı (MÖ 421) döneminde Erekhtheion Tapınağı'nın yapımına başlandı. Sicilya'ya düzenlenen sefer yüzünden (MÖ 415-413) Erekhtheion ancak MÖ 406'da tamamlanabildi. Atina'nın Peloponnesos Savaşı'ndan yenik çıkması üzerine tüm yapım etkinlikleri bir süre için durdu. MÖ 394'te Knidos açıklarında Spartalılara karşı bir deniz zaferi kazanan Konon, 10 yıl önce Spartalıların yıkmış olduğu Uzun Duvarlar'ı yeniden yaptırdı. MÖ 338-322 arasında devletin mali kaynaklarının denetlenmesinde görev yapan hatip Lykurgos yeni bir bayındırlık hareketi başlattı. Pnyks Tepesinde büyük bir toplantı salonu yapılırken, Dionysos Tiyatrosu yeniden inşa edildi. Panathenaia Stadionu da bu dönemde gerçekleştirilen yapılar arasındaydı. Bu dönemde Atina'daki mimarlık atılımlarının yanı sıra, felsefe okulları ortaya çıktı. Platon (MÖ 428/427-348/347) Akademia'da, Aristoteles ve yandaşları Lykeieon'da, Antisthenes ve Kynikler, Kynosarges gymnasion'unda felsefe okulları oluşturdular. Zenon agoradaki Stoa Poikile'de ders verirken, Epikuros ve izleyicileri kent içindeki bahçeli bir evde toplanıyorlardı. Ama görkemli tapınaklar, kamu yapıları ve caddeler dışında kentin pek etkileyici bir görünümü yoktu. Su sıkıntısı çekiliyordu. Sokaklar dar ve dolambaçlı, sokağa bakan evler de penceresiz, çirkin yapılardı.
Helenistik dönem ve Roma dönemi.
Helenistik ve Roma dönemlerinde yabancı hükümdarlar da Atina'nın gelişmesine katkıda bulundular. Bunlar arasında en önemlileri Pergamonlu Attalos hanedanından II. Eumenes (hükümdarlığı MÖ 197-159) ile II. Attalos'tu (hükümdarlığı MÖ 159-138). İkisi de Akropolis yakınlarında ikişer katlı birer stoa yaptırdılar. MÖ 86'da kenti kanlı bir biçimde ele geçiren Romalı general Sulla, pek çok evi yıktırdı. Perikles Odeionu da savunma sırasında yandı, ama birkaç yıl içinde yeniden yapıldı. Roma döneminde eski agoranın doğusunda bir pazar yeri, gene agorada bir konser salonu, bir kütüphane, Akropolis'te İmparator Augustus ile Tanrıça Roma için bir tapınak yapıldı.
İmparator Hadrianus (hükümdarlığı Milattan Sonra 117-138) yapımına 600 yıl önce başlanan büyük Zeus Olympia Tapınağı'nı tamamladı. Ayrıca bugün Zappion Parkı'ndaki ünlü Hadrianus Kapısı'nı, bir kütüphane, bir gymnasion ve bir pantheion ile bugün hâlâ kullanılan sukemerlerini yaptırdı. Yıkılmış olan Atina kent surları, Valerianus döneminde (Milattan Sonra 253-260) yeniden yapıldı. Ama MS 267'de bir Cermen kavmi olan Heruli istilası sırasında surlar bir kez daha yıkıldı. Kentin aşağı bölümü yağmalandı, agoranın tüm yapıları yakılıp yıkıldı. Probus döneminde (267-282) yıkılan evlerin taşlarından yeni bir duvar örüldü. 4 ve 5. yüzyıllarda Atina, Yunan dünyasının kültür merkezi olmayı sürdürdü. Ama 529'da İmparator Justinianus'un felsefe okullarını kapatması, kentin kültür yaşamını söndürdü. Bu dönemden sonra Atina Bizans İmparatorluğu'nun merkezi Konstantinopolis'in yanında bir taşra kasabası görünümüne büründü.
Bizans dönemi.
Milattan Sonra 51'de Aziz Paulus'un Atina'ya gelmesi küçük bir Hristiyan topluluğun doğmasına yol açmıştı. 4-6. yüzyıllarda Hristiyanlığın resmen tanınması ve putperestliğin yasaklanmasından sonra kiliseler yapılmaya başladı. 11 ve 12. yüzyıllarda Atina bir ölçüde eski zengin yaşamına döndü. Kapnikaria, Aziz Theodoros gibi Bizans üslubunda, taş ve tuğla almaşık duvarlı küçük kiliseler bu dönemin beğenisini yansıtır.
Latin istilası dönemi.
IV. Haçlı Seferi sırasında istilaya uğrayan kent, 1204'ten sonraki 250 yıl boyunca Latin boyunduruğu altında kaldı; bu dönemde fazla değişikliğe uğramadı.
Osmanlı dönemi.
1458'de Osmanlılar Atina'yı ele geçirdiler. Latinler tarafından Katolik kilisesine çevrilen Parthenon, cami haline getirildi. Kentin alt bölümlerinde de camiler inşa edildi. Evliya Çelebi 1667-1670 arasında yöreyi ziyaret etmiş ve kentte dört cami, yedi mescit, bir medrese, üç mektep, iki han ve üç hamam olduğunu yazmıştı. Kentte ilk inşa edilen camilerden Fethiye Camisi, bugün müze deposu olarak kullanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan sekiz camiden pek azı bugün ayaktadır. Hamamlar ise hâlen kullanılmaktadır. Barutun kuşatmalarda kullanılması ile birlikte kentin klasik mimarisi değişti. 17. yüzyılın ortalarına değin ayakta kalabilen Akropolis, kuşatmalar sırasında top atışıyla tahrip oldu.
Osmanlı hâkimiyeti devrinde Atina iktisadî yönden gelişme gösterdi ve özellikle şarap, zeytinyağı ve bal üretimi ile koyun yetiştiriciliği başlıca ekonomik faaliyetleri teşkil etti.
Modern Yunanistan.
1821'de Yunan başkaldırısının başlamasıyla ayaklanmacılar Atina'yı ele geçirdi. 1826'da Osmanlılar kenti geri aldı. Akropolis top ateşine tutulduktan sonra ele geçti. Bu sırada Erekhtheion hasar gördü. Yunan Ordusu 25 Mart 1833'te Atina önlerine gelerek şehrin derhal kendilerine teslimini istedi ve dış mahalleleri işgal etmeye başladı. Bunun üzerine tahliye edilen şehirdeki son Osmanlı askerinin de 31 Mart 1833'te ayrılmasıyla birlikte Atina'da 350 yıldan fazla süren Türk egemenliği de sona ermiş oluyordu. 1834'te Atina, yeni devletin başkenti oldu. I. Dünya Savaşı'nda Atina, Kral Konstantinos'un tahttan indirilmesine yol açan 1916-17 olaylarına sahne oldu. II. Dünya Savaşı'nda Alman birlikleri kenti işgal etti.
Atina'nın düzenli gelişimi 1920'lerde Türkiye'yle Yunanistan arasındaki Ahali Mübadelesi'yle altüst oldu. 1 milyonu aşkın Rum Anadolu'dan Yunanistan'a göç etti. Yeni gelenler Atina ve Pire'nin çevresinde gecekondu bölgeleri oluşturdular. Nüfusu 473 binden 718 bine çıkan kent güneyde Pire'ye, kuzeyde Kifisia köyüne doğru büyümeye başladı. 1940'larda Alman işgali sırasında kent bakımsız ve harap kaldı. Atina'da 1941-1942 ve 1942-1943 yılının kış ayında 100.000'den fazla insan açlıktan öldü. İşgalin sona ermesiyle başlayan iç savaş boyunca da kentin bu durumu sürdü. Yunanistan'da 1944-1949 yılında İç Savaş başkenti sarstı. 3 Aralık 1944'te polis tarafından Syntagma Meydanı'na kitlesel bir gösteri oldu. ELAS birimleri polis karakolları saldırıya uğradı ve İngiliz kuvvetleri sokak savaşlarında savaştı.
1950'lerde Atina'da bir inşaat patlaması baş gösterdi. Rastgele yapılan apartmanlar kentin görünümünü önemli ölçüde değiştirdi. Bir anayol şebekesi düzenlendi, açık alanlar neredeyse tümüyle ortadan kalktı. Eskiden kentin dışında kalan Likavittos Tepesi, kentin bir parçası oldu. Kent deniz yönüne doğru büyüyerek Pire'yle birleşti. Nazım plan, büyüme hızına uygun olarak birkaç kez genişletildi ve kent merkezindeki arsa fiyatlarında büyük artışlar oldu. Trafik sıkışıklığı önemli ölçüde arttı. Marathon'daki yapay göl kentin su gereksinimini karşılamaya yetmeyince, Mornos Nehrine bir baraj yapıldı. Atina'nın hızlı değişimine karşın, 1931-60 arasında bütünüyle onarılan antik Agora ile çevresindeki caddelerde ve Akropolis'in kuzeyinde yer alan Plaka'da hâlâ eski kentten izler bulmak olasıdır.
Coğrafya.
Yunanistan'ın tarihsel başkenti olan Atina, Ege Denizine açılan ve artık kentle birleşmiş olan Pire limanının bulunduğu Faliron Körfezinden 8 km içeride, kuzey-güney doğrultusunda bir dizi tepeyle kesilen kurak bir havzada yer alır. Yazları kuruyan Kifisos Nehri kentin batı yarısından, genellikle kuru olan Ilisos Nehri de doğu yarısından geçerek denize dökülür. Kenti Parnita (1,413 m), Pendeli (1,096 m), İmittos (1,026 m), Aigaleon (468 m) dağları kuşatır.
İklim.
Atina, Köppen iklim sınıflandırmasına göre yarı kurak bir iklime sahiptir. Atina'nın iklimi yumuşaktır. Kışları kar çok az yağar, don ender görülür (sıcaklık 0 °C'nin altına pek inmez). Yazları sıcak (ortalama en yüksek 34 °C) ve kurudur. Yazın çoğu zaman gün boyunca poyraz eser, geceler serindir. Atina ikliminin bütün bu özellikleri kentte açık hava etkinliklerinin yaygınlaşmasını sağlamış, mimarlık üslubu, toplumsal yaşam ve siyasal kurumlar üstünde önemli belirleyici etkiler yapmıştır.
Nüfus.
Atina'nın nüfusu 1830'lardan sonra gözle görülür biçimde arttı. Atina, Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında tümüyle boşaltılmıştı. 1833'te yalnızca Akropolis'in kuzeyindeki küçük, dağınık evlerde 4 bin dolayında Atinalı vardı. Nüfusu 1907'de 167,479 oldu. 1920'lerde Anadolu'dan gelen göçmenler, daha sonra da II. Dünya Savaşı ile 1946-49 arasındaki iç savaş sırasında kırsal bölgelerden kente akın, bu artışı hızlandırdı. 1960'lara gelindiğinde Atina büyük ve kozmopolit bir kent görünümüne bürünmüştü. Halkın çoğunluğu Ortodoks mezhebine bağlıdır.
2001 itibarıyla kent nüfusu 745.514'tü. Atina, çevresiyle birlikte 3,761.810'a ulaşan nüfusuyla tüm ülke nüfusunun yaklaşık üçte birini barındırır. 1896 ve 2001 yılları arasında şehir nüfusu tablodaki gibidir.
Ekonomi.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra Atina bir iç ve dış ticaret merkezi oldu. Bugün Pire'yle birlikte ülkenin en önemli sanayi kentidir. Başlıca sanayi dalları pamuklu dokuma, içki, çömlekçilik, sabun, kimyasal maddeler, halıcılık ve tabakçılıktır. Atina'dan zeytinyağı, domates ürünleri, şarap, çimento, dokuma ürünleri ihraç edilir. Yayımcılık da önemli bir etkinlik alanıdır. 1980'lerden itibaren hava kirliliğinin büyük ölçüde artması yüzünden kentteki sanayi tesislerinin çoğalmaması ve başka yörelere kaydırılması için çeşitli önlemler alınmıştır.
Denizcilik.
Yunanistan'daki otomobil, traktör ve otobüslerin yarısından çoğu Atina'da bulunur. 1960'ların sonunda hükûmet, Yunan gemi sahiplerine yabancı bandıralı gemilerini Yunanistan'a getirmeleri için bir çağrıda bulundu. Bunun ardından Yunan bandıralı gemileri sayısında önemli bir artış oldu. Ticaret gemilerinin büyük çoğunluğu ülkenin en büyük limanı ve deniz taşımacılığının önemli merkezlerinden Pire'ye kayıtlıdır.
Kültür.
Atina'daki ruhani meclisçe yönetilen Yunan Ortodoks Kilisesi, Yunan dilinin, geleneklerinin ve edebiyatının canlı tutulmasında başlıca rolü oynayan kurumlardan biridir.
Tarihsel yapılar.
Akropolis.
Atina'nın tam merkezinde ve deniz düzeyinden 150 m yükseklikte yer alan Akropolis, eski dönemlerden beri kale ve tapınak olarak kullanılıyordu. Buradaki yapıların en ünlüsü Parthenon'dur. Eski Yunan'da kentin koruyucusu sayılan Tanrıça Athena'nın baş tapınağı olarak inşa edilen, dev sütunlarla çevrili, dikdörtgen biçimindeki Parthenon, tarihin çeşitli dönemlerinde kilise ve cami olarak da kullanıldı. 26 Eylül 1687'de Osmanlılara saldıran Venedik topçusunun ateşi sonucunda içerideki barut deposu isabet aldı ve buradaki cami ile binanın iç bölümleri yıkıldı. 1801'de Büyük Britanya büyükelçisi Lord Elgin, Akropolis'teki Türk evlerinin yıkılıp heykel kalıntılarının aranması için Padişah III. Selim'den izin alarak Atina'ya gitti. Parthenon'dan geriye kalan heykellerin çoğunu ve başka bazı kalıntıları Londra'ya götürüp British Museum'a sattı. Elgin Mermerleri olarak bilinen ve sökülüp götürülmesi büyük eleştirilere konu olan bu paha biçilmez koleksiyon, hâlen bu müzede sergilenmektedir.
Akropolis'teki öbür tapınaklardan Erekktheion MÖ 5. yüzyılda Tanrıça Athena ve Tanrı Poseidon için yapıldı, Bizans döneminde kilise, Osmanlı döneminde de konut olarak kullanıldı. Akropolis'in özenli giriş kapısı Propylaion, surların tek açık yeriydi. Frank dükleri Orta Çağda Propylaion'un kuzey kanadında da iki katlı bir yapı inşa ettiler. 12. yüzyılda da Rum Ortodoks piskoposları burada oturdular. Propylaion'un sağındaki Athena-Nike Tapınağı'nın taşları Venedik saldırısı sırasında sökülerek kale tahkiminde kullanıldı. Tapınak 1836'da kötü bir onarım gördü. 1936'da ise yeniden onarıldı.
Atinalı heykelci ve mimar Phidias'ın Milattan Önce 5. yüzyılda yaptığı ve Propylaion'un arkasındaki açıklıkta durduğu sanılan 9 m boyundaki Tanrıça Athena Promakhos heykeli ile Parthenon'daki gene Phidias'ın yapıtı olan fildişi ve altından Athena heykelini Bizans imparatoru Justinianus, Konstantinopolis'e (İstanbul) götürdü. Bu yapıtlar 1204'te Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması sırasında kayboldu.
Başka önemli yapılar.
Zengin bir Romalı olan Herodes Atticus MS 161'de Akropolis'in güney yamacında bin kişilik bir tiyatro yaptırdı. Sonraları onarılan bu yapı günümüzde de müze olarak ve tiyatro festivallerinde kullanılmaktadır. Milattan Önce 5. yüzyılda yapılmış olan Dionysos Tiyatrosu'nda da Şarap ve Eğlence Tanrısı Dionysos için bahar şenlikleri düzenlenirdi. Roma dönemindeki onarımlardan sonra bugünkü görünümünü alan 13 bin kişilik bu tiyatroya Yunanistan'ın birçok yöresinden, ayrıca İtalya ve Anadolu'dan izleyiciler gelirdi. Düzenlenen yarışmalarda birinci gelen koronun onuruna bir anıt dikilirdi. Bunlardan günümüze kadar kalabilen Lysikrates Anıtı MÖ 334 tarihlidir. Tiyatronun doğu yönünde Perikles Odeionu ile Asklepieion kutsal yeri kalıntıları (MÖ 420) ve Akropolis'in güneybatısındaki Nymphalar Tepesinde MS 2. yüzyılda Roma konsülü olan Suriyeli Philopappus'a adanmış mermer anıtın kalıntıları yer alır. Pnyks Tepesindeki ekklesia'da (meclis) Atinalı hatipler dinlenmek için 18 bin Atinalı bir araya gelirdi. Ares Tepesinin kuzeyinde kalan Agora'nın yakınında en iyi korunmuş Yunan tapınağı olan Theseion vardır (MÖ 5. yüzyıl). Bir başka önemli anıt sekizgen biçiminde ve 13 m yüksekliğindeki antik saat kulesi Horologion'dur. Bu anıt Sokrates ve Platon'un mezarı olduğu inancıyla Osmanlılar zamanında korunmuştur. Bizans dönemi yaptlarından üç kilise de günümüze değin kalabilmiştir.
Atina'nın tarihsel ve anıtsal yapıları uzun süre bakımsız ve yıkık halde kaldıktan sonra Kral Otto'nun gelmesiyle yeniden ele alındı. Otto bu kalıntıları incelemeleri ve eski yapıtları ortaya çıkarmaları için bilim adamlarını görevlendirdi. Klasik dönem sonrası yapılarını ortadan kaldırtarak, anıtların eski durumlarına getirilmesi için çalıştı.
Spor.
Atina, Yaz Olimpiyat Oyunları'na 1896 ve 2004'te ev sahipliği yaptı. 1994 ve 2007'deki UEFA Şampiyonlar Ligi finalleri Olimpiyat Stadyumu'nda oynandı.
Yönetim.
Atına'nın mevcut belediye başkanı Kostas Bakoyannis'tir. Atina metropol bölgesi Merkezi Atina, Batı Atina, Kuzey Atina, Güney Atina ve Pire bölgesel birimlerini kapsamaktadır.
Eğitim.
Atina Üniversitesi, Yunanistan Millî Kütüphanesi, Atina Akademisi Batı Attika Üniversitesi, Atina Ekonomi ve İşletme Üniversitesi, Panteion Üniversitesi, Atina Ziraat Üniversitesi, Pire Üniversitesi, Atina Güzel Sanatlar Okulu, Atina Ulusal Teknik Üniversitesi, Harokopio Üniversitesi şehirde bulunmaktadır.
Altyapı.
Ulaşım.
Kentin toplu taşıma sistemi elektrikli tren, otobüs ve tramvaydan oluşur. Elektrikli tren hattı güneydeki Pire'yi kuzeydeki Kifisia banliyösüne, başlıca demiryolu istasyonu olan Larissa da Atina'yı ülkenin öbür bölgelerine ve Avrupa'ya bağlar. 2000 yılında hizmete giren Atina metrosu toplam 47 km uzunluğunda 2 hattan oluşur. 2001'de hizmete giren Atina Eleftherios Venizelos Uluslararası Havalimanı şehrin doğusundadır. Havalimanı ile Kiato şehri arasında Proastiakos banliyö hattı hizmet vermektedir.
Atina Uluslararası Havalimanı.
Atina Uluslararası Havaalanı, Atina merkezinin 35 km doğusundaki doğu Messoghia ovasındaki Spata kasabası yakınlarındadır.
Havaalanına, Atina Metrosu, banliyö treni, Pire limanına giden otobüsler, Atina Şehir Merkezi, Liosion ve Kifisos Şehirlerarası otobüs istasyonları ve Elliniko metrosunun hat 2 güney terminali ve ayrıca taksilerle hizmet verilir.
Havalimanı, 24 kişilik biniş köprüsü, 144 check-in kontuarı ve ticari alanı, kafeleri, gümrüksüz mağazaları, ve küçük bir müzesi olan ana terminali ile saatte 65 uçak iniş ve kalkışa ev sahipliği yapar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8422",
"len_data": 22412,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Selanik (, Romanizasyon: Thessaloníki, ), metropol alanında bir milyondan fazla nüfusu ile Yunanistan'ın en büyük ikinci şehri ve Makedonya coğrafi bölgesinin, Orta Makedonya idari bölgesinin ve Makedonya ve Trakya Merkezi Olmayan İdaresi'nin başkentidir. Yunancada η Συμπρωτεύούσα (), kelimenin tam anlamıyla "ortak başkent" olarak da bilinir. Συμβασιλεύουσα veya Konstantinopolis ile birlikte Bizans İmparatorluğu'na "birlikte hükmeden" şehir olarak tarihsel statüsüne atıfta bulunulur.
Selanik, Termaikos Körfezi'nde, Ege Denizi'nin kuzeybatı köşesinde yer almaktadır. Batıda Vardar'ın deltası ile sınırlandırılmıştır. Tarihî merkez olan Selanik Belediyesi 2021 yılında 319.045 nüfusa sahipken, Selanik metropol alanı 2021 yılında 1.091.424 nüfusa sahipti. Şehir, Yunanistan'ın ikinci büyük ekonomik, endüstriyel, ticari ve politik merkezidir ve özellikle limanı sebebiyle hem Yunanistan hem de Güneydoğu Avrupa için önemli bir ulaşım merkezidir. Şehir; festivalleri, etkinlikleri ve genel olarak canlı kültürel yaşamı ile ünlüdür ve Yunanistan'ın kültürel başkenti olarak kabul edilir. Selanik Uluslararası Fuarı ve Selanik Uluslararası Film Festivali gibi etkinlikler her yıl düzenlenirken, şehir aynı zamanda Yunan diasporasının iki yılda bir düzenlenen en büyük toplantısına da ev sahipliği yapıyor. Selanik, 2014 Avrupa Gençlik Başkentiydi. Şehrin ana üniversitesi olan Aristoteles Üniversitesi, Balkanlar'daki en büyük üniversitesidir.
Şehir, MÖ 315 yılında Makedonyalı Kassandros tarafından kuruldu ve adını Makedonyalı II. Filip'in kızı ve Büyük İskender'in kız kardeşi olan karısı Thessaloniki'den aldı. Roma döneminde önemli bir metropol olan Selanik, Bizans İmparatorluğu'nun ikinci en büyük ve zengin şehriydi. 1430'da Osmanlılar tarafından ele geçirilen şehir yaklaşık beş yüzyıllık Türk egemenliği boyunca önemli bir liman ve çok kültürlü bir metropol olarak kaldı ve 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Avrupa'daki tek Yahudi çoğunluklu şehirdi. 8 Kasım 1912'de şehrin hâkimiyeti Osmanlı İmparatorluğu'ndan Yunanistan Krallığı'na geçti. Selanik, çok sayıda Erken Hristiyan ve Bizans anıtları, bir Dünya Mirası Alanı ve birkaç Roma, Osmanlı ve Sefarad Yahudi yapısı da dâhil olmak üzere Bizans mimarisini sergiliyor.
Selanik, Yunanistan'da popüler bir turizm merkezidir. 2013 yılında "National Geographic Dergisi", Selanik'i dünya çapındaki en iyi turistik yerlerine dâhil ederken, 2014 yılında "Financial Times" FDI dergisi (Doğrudan Yabancı Yatırımlar) Selanik'i insan sermayesi ve yaşam tarzı açısından geleceğin en iyi orta ölçekli Avrupa şehri olarak ilan etti.<ref name="European Cities and Regions of the Future 2014/15"></ref>
İsimler ve etimoloji.
Şehrin orijinal adı idi. Adını "Teselya zaferi" anlamına gelen, Büyük İskender'in üvey kız kardeşi Makedonyalı Thessaloniki'den almıştır.
Şehrin farklı isimleri de bulunmaktadır, örneğin , , .
adı ilk olarak "Mora Kroniği"'nde (14. yüzyıl) Yunanca olarak tasdik edilmiş ve halk şarkılarında da yaygın olarak kullanılmış olsa da bu ismin daha önceki bir dönemde ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Çünkü 12. yüzyılda İdrîsî de burayı "Salunik" olarak adlandırmıştır. Şehrin adının bu şekilde olduğu başka diller de bulunmaktadır: , (19. yüzyıldan önce שאלוניקי), , Arnavutça: Selenik, , , , , ve .
Selanik, 1912'de Balkan Savaşları sırasında Yunanistan Krallığı'na katıldığında şehrin resmî adı Thessaloniki olarak yeniden değiştirildi. Yerel konuşmada, şehrin adı tipik olarak, modern Makedon Yunanca ağzının özelliği olan koyu ve derin bir "L" ile telaffuz edilir. Şehrin ismi bazen Θεσ/νίκη olarak kısaltılmaktadır.
Tarihi.
Kent, MÖ 315 yılında Makedonya kralı Kassandros tarafından bugünkü Thermi'de kurulmuştur. Kassandros, Makedonya tahtında hak iddia edebilmek için evlendiği Büyük İskender'in kız kardeşi Thessalonike'nin adını bu şehre verdi. "Thessalonike" adı aynı zamanda Teselya'nın Makedonlar tarafından fethedilmesini de hatırlatır.
Makedonya Krallığı'nın yıkılmasından sonra, Milattan önce 168 yılında Roma Cumhuriyeti'nin egemenliği altına giren şehirde Milattan sonra 50 yılında Aziz Pavlus bir Hristiyan cemaat oluşturdu ve Hristiyanlığı yaymaya başladı. 4. yüzyılın son on yıllarına doğru İmparator I. Theodosius tarafından şehrin etrafı surlarla çevrildi. Selanik 550-750 yılları arasında Makedonya'nın Slav ve Avar işgallerine uğraması sırasında en önemlisi 607 yılında olmak üzere dört defa kuşatıldı, fakat alınamadı ve Ortodoks Hristiyanlığının “bir kalkanı” olarak kalmayı başardı. 620'de büyük yıkım getiren bir deprem şehrin en eski yapılarını ve sütunlu sokaklarını yerle bir etti; böylece antik yerleşim yeri bütünüyle ortadan kalktı. Bundan sonra Selanik dar, eğri büğrü sokakları, binalar arasında bahçeleri ve yeşilliğiyle Orta Çağ Bizans modeline uygun biçimde yeniden inşa edildi.
904 yılı yazında Girit'ten gelen bir Arap donanması şehri ele geçirdi, on gün süren yağmanın ardından 22.000 esir alarak Girit'e döndü. 10 ve 11. yüzyılların başında Bulgar çarları Büyük Simeon ve Samuel'in şehri alma teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı. Şehir 1204 yılında, başkent Konstantinopolis Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilince Bizans'ın elinden çıktı ve Latin Selanik Krallığı'nın merkezi hâline geldi. Aziz Dimitrios, Aya Sofya gibi birçok önemli Ortodoks kilisesi yerel halkı rencide edecek biçimde Roma Katolik kilisesine dönüştürüldü. Şehir 1246 yılında Bizans tarafından tekrar geri alınmıştır.
Osmanlı Dönemi.
Selanik ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından 1387 baharında Çandarlı Hayreddin Paşa ve Gazi Evrenos kumandasındaki birlikler tarafından uzun süren bir abluka neticesinde ele geçirildi. Yıldırım Bayezid, Selanik karşısındaki bir tepeye Türk garnizonunun varlığını belirten bir burç ya da kale yaptırdı. 1402 Ankara bozgunundan sonra Bizans İmparatoru II. Manuil, Selanik'i alıp kaleyi de yıktırdı. Emir Süleyman Çelebi ile Bizanslılar arasında Gelibolu'da yapılan antlaşma uyarınca Selanik 1403'te resmen Bizans idaresine geçti ve Çelebi Mehmed dönemi boyunca bu şekilde kaldı.
II. Murad tahta geçince Selanik'i abluka altına aldı. Bizanslılar da koruyamadıkları Selanik'i 1423'te Venedik'e sattı. Osmanlılar buna itiraz etti ve Venedik'e karşı savaş açtı. Konstantin Jireček ya da Apostolos Bakalopoulos gibi tarihçiler, Venedik idaresini şehrin tarihinde görülen en kederli dönem diye nitelemiştir. Venedikliler büyük bir donanma göndermemiş, yeterli miktarda asker yollamamış ve şehir halkına karşı zorbaca davranmıştır. Bir zamanların canlı, zengin ve nüfusu kalabalık tüccar şehrinde bu dönemde açlık ve sefalet hüküm sürdü; halkın çoğu şehri terk etti. II. Murad savaşmadan teslim olmaları hâlinde şehir halkına imtiyazlı bir statü sağlamayı teklif etti, Rum halk bu teklife olumlu yaklaştıysa da Venedik yönetimi II. Murad'ın teklifini reddetti. 29 Mart 1430'da bir ay süren şiddetli bir kuşatmanın ardından bizzat II. Murad önderliğindeki Osmanlı birlikleri surları aştı. Johannes Anagnostos'un anlatımına göre kanlı bir çatışma vuku buldu ve halktan birçok kişi esir edildi. Ancak daha sonra II. Murad fidye karşılığı esirleri serbest bıraktı. II. Murad, Venedikliler döneminde şehri terk edenlere geri dönmeleri çağrısında bulundu ve bunlara önceden edindikleri mal ve mülklerini iade etti. Aynı zamanda civardaki Osmanlı merkezi olan Yenice-i Vardar'dan 1000 kadar Türk'ü Selanik'e yerleştirdi.
1492'de İspanya'dan kovulan Yahudilerin bir bölümü başta Selanik olmak üzere Osmanlı topraklarına yerleştirildi. İspanya'dan kovulan Yahudiler Selanik'in sur içi kısmına yerleştirilmişti. Burada küçük çaplı dokuma sanayi kuruldu. Yahudiler, yerleştikten pek az bir zaman sonra kayda değer bir bilimsel etkinlik içerisine girerek hukuk ve İbrânî bilgini Rabbi Samuel de Medina'nın liderliğinde zengin kütüphanesi olan bir bilim akademisi oluşturdular. 16. yüzyılın başında Selanik'te kitap basımını tanıttılar. Selanik bu dönemden itibaren çeşit çeşit Hristiyan, Yahudi ve Müslüman toplumların hep birlikte uyum içinde yaşadığı önemli bir kültür ve ekonomi merkezi hâline geldi.
17. yüzyılda, Selanik, İzmirli bir Yahudi olan Sabetay Sevi'nin Sabetaycılık hareketiyle de adından çok söz ettirmiştir. Sabetay Sevi, Yahudi nüfusunun yoğunluğundan dolayı Selanik'te oldukça rağbet gördü. Sabetay Sevi, 1666'da Edirne Sarayı'nda mahkemeye çıkarıldı, kerhen Müslüman oldu. İnananların çoğu peşini bıraktı fakat Sabetay İslam'a geçtiğinde Selanikli birçok Yahudi onu izledi ve kendilerini diğer Yahudi ve Müslüman topluluklardan ayırdı (Sabetayist). Bunlar dış görünüşte Müslüman gerçekte Kabbala Musevi inancına sahip günümüze kadar gelen bir cemaat idi. Osmanlı idaresinin son yıllarına kadar bu grup kentin iktisadî hayatında ve uluslararası ticaretinde nüfuz sahibi olmayı sürdürdü.
Rumeli'de 1826 itibarıyla farklı bir teşkilatlanmaya gidildi. Bu tarihte Selanik'in bağlı olduğu Rumeli Eyaleti lağvedilip onun sınırları içerisinde, Manastır, Selanik, Yanya Eyaletleri kurulmuştur. 1839'da Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra Selanik, ticaret ve kültür alanında büyük bir gelişme gösterdiği gibi Batı'daki Rönesans ve Fransız İhtilali’nden sonra gelişen fikir akımlarından da en yoğun etkilenen şehirlerden biri oldu. 1850 yılında bir kız lisesi açıldı. Yahudilerin okullarının yanı sıra Türklere ait modern okulların sayısı da oldukça fazla idi. Mithat Paşa tarafından yaptırılan bir sanat okulu Selanik Askeri Rüştiyesi ve 1879’da açılan Selanik Askeri İdadisi de bunlar arasında idi. 1863 yılından itibaren atlı tramvay işletilmeye başlanmıştır. Sultan Abdülaziz döneminde Rumeli Demir Yolları projesi kapsamında 1871’de Selanik’ten Vardar Vadisi boyunca demiryolu döşenmeye başlandı ve bu hat Üsküp’e bağlandı. Bu hat 1890’da Manastır’a kadar uzatıldı. 1896’da ise İstanbul’a bağlandı. 1897-1903 yılları arasında yeni liman tesisleri yapıldı. Selanik Sultan II. Abdülhamid devrinde ülkedeki diğer şehirlere göre her konuda büyük gelişme göstermiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Selanik’teki hızlı nüfus artışı, dış dünya ile yapılan yoğun ticaret ve büyük ölçüde Rumeli demir yollarının yapımıyla ilgilidir. Selanik modern ulaşım olanaklarına sahip Osmanlı kentlerinin başında gelmekte idi. 1907’de elektrikli tramvay şehre geldiğinde İstanbul’da bile elektrikli tramvay yoktu.
Selanik, Osmanlı modernleşmesinin merkezi konumunda olması Jöntürk hareketinin gelişmesine ev sahipliği yapması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi olması nedeniyle de ayrı bir önem taşımaktadır. Selanik özellikle Sultan II. Abdülhamid istibdadının baskısından İstanbul’a nazaran uzak kalması nedeniyle özgürlükçü fikirlerin gelişip kök saldığı bir yer hâline gelmiştir. Osmanlı Devletinin son dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti bu kentte örgütlendiğinden dolayı ve cemiyetin askeri kanadından Selanik merkezli 3. Ordu subaylardan bir kısmı isyan bayrağını kaldırarak 27 Temmuz 1908’de Rumeli’de hürriyet ilan edip Sultan II. Abdülhamid’e Meşrutiyeti yeniden ilan ettirmelerinden dolayı İttihat ve Terakki taraftarları buraya “Kabe-i Hürriyet” “Mehdi-i Hürriyet” gibi adlar vermişlerdir. 1909'da 31 Mart Vakasını takiben isyanı bastırmaya İstanbul'a gelen Hareket Ordusunun Selanik'ten yola çıkmış, Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirildikten sonra Selanik'e sürgüne gönderilmiştir. Fakat Selanik 3 yıl sonra Balkan Savaşları sırasında Yunanların eline geçince İstanbul'a geri gönderilmek zorunda kaldı.
Osmanlı Devleti'nin İstanbul'dan sonra 2. büyük kenti olan Selanik, Balkan Savaşları sırasında, 9 Kasım 1912'de merkezden destek alamayan ve panik içinde dağılan Osmanlı Ordusu'nun direnişinin mümkün olmayacağını düşünen garnizon komutanı Tahsin Paşa Yunan Ordusu'na hiçbir direniş göstermeden şehri teslim etmiştir. Şehirde bulunan 25.000 kişilik Osmanlı Ordusu'nun direniş göstermeden teslim olması halkta büyük bir şaşkınlık ve panik ortaya çıkarmış ve binlerce Müslüman Osmanlı vatandaşı Yunanlar tarafından katledilmiştir.
1800'lü yılların sonları ve 1900'lü yılların başlarında Selanik şehrin etnik yapısı:
Yunanistan Dönemi.
9 Kasım 1912'de Balkan Savaşları sonunda 25.000 kişilik Osmanlı Ordusunun direniş göstermeksizin teslim olması neticesinde şehir Yunanistan yönetimine geçti. Osmanlı orduları, şehri Yunan çetelerine savaşmadan, ancak şehirdeki Türklerin can güvenliğinin sağlanması ve Tütün Reji imtiyazının devamı koşuluyla bıraktılar. Osmanlı Ordusu'nun Selanik'te bulunan kuvvetleri de silahlarını Yunan çetelerine teslim ettiler. Ancak Yunan çeteleri şehri teslim aldıkları günün gecesi kentte yaşayan pek çok Türkü, aralarında Osmanlı askerleri de bulunmak üzere katletmişlerdir. Şehrin simgesi olan Osmanlıların inşa ettiği Beyaz Kule sembolik bir vaftiz işleminden geçerek beyaza boyandı. O günden beri Beyaz Kule adıyla anılan bu yapının beyaz boyaları zamanla aşınıma uğradı ve eski rengini tekrar kazandı.
1917 yılında çıkan büyük bir yangın şehrin Türk bölgesini neredeyse tamamen yok etti. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi sonunda şehirde geride kalan bütün Türkler Türkiye'ye göç etmek zorunda bırakıldı ve Anadolu'dan gelen Rum göçmenler giden Türklerin yerini aldı. Kısa bir süre içinde şehrin nüfus yapısı tamamen değişti. Yunanlar Selanik'te azınlıktayken kısa bir süre içinde ezici çoğunluk hâline geldiler. Böylece Selanik'in Osmanlı-Türk kültüründe oynadığı rol son bulmuş oldu.
Kısa bir süre içinde camilerin minareleri yıkıldı. Bazı cami ve sinagoglar kiliseye çevrildi. Eski Osmanlı evleri bakımsızlıktan yok oldu. Kentin geçmişiyle bağlantısı kesilerek bir Avrupa şehri hâline getirildi.
II. Dünya Savaşı'nda neredeyse tüm Sefarad Yahudi cemaati (50.000 kişi) Alman işgalciler tarafından toplama kamplarına yollanıp öldürüldü. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalma son eski ve köklü bir cemaat yok edilmiş oldu.
Selanik, 1997'de Avrupa kültür başkenti seçildi.
İklim.
Selanik Akdeniz iklimine sahiptir. Şehrin kuzeyi karasal iklim etkisi altında kaldığı için kışlar daha soğuk geçer ve kar yağışı da görülür.
Kardeş şehirler.
Selanik'in diğer kardeş şehirleri şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8423",
"len_data": 13969,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Akdeniz (Osmanlı Türkçesi: بحر سفيد "Bahr-i Sefīd", آق دڭيز "Akdeñiz" ya da بحر متوسط, "Bahr-i Mutavassıt"), Atlas Okyanusu'na bağlı, kuzeyinde Avrupa, güneyinde Afrika, doğusunda Asya kıtaları bulunan denizdir. 2,5 milyon km² civarında alanı kaplayan deniz, Cebelitarık Boğazı ile Atlas Okyanusu'ndan, Çanakkale Boğazı ile Marmara Denizi'nden ve Süveyş Kanalı ile Kızıldeniz'den ayrılır. Akdeniz'in tuzluluk oranı ‰38 (binde 38) olup tuz oranı fazla olan denizler grubunda değerlendirilir.
Etimoloji.
İngilizce de "Mediterranean Sea" denilir. Bu da Latincedeki "Mediterraneus"tan ("Medi": Orta + "terra": Toprak, yer) gelmektedir. Yunancada "Mesogeios" denir. Arapçadaki karşılığı البحر الأبيض المتوسط (El Bahre-l Ebyedu'l-Mutavassit) “'ortada yer alan beyaz deniz'” anlamındadır. Farsçada Akdeniz için kullanılan "Bahr-i Sefid" ismi Osmanlı dönemi haritalarında da gözükmektedir. Romalılar da "Mare Nostrum" olarak tanımlanmaktaydı, anlamı ise "Bizim Deniz"'di.
“Akdeniz” isminin kaynağıyla ilgili inanılan iddialardan bir diğeri de eski Türklerde "sarı" rengin merkezin, “yeşil” rengin doğunun ve gökün, “ak” rengin batının, “kırmızı” rengin güneyin ve “kara” rengin kuzeyin sembolü olarak kullanılmış olmasıdır. Bu iddiaya göre Akdeniz adlandırmasını ortaya koyan dil bilincinde Ege ve Akdeniz'i tek bir deniz olarak gören yaklaşım vardır. Bu yaklaşıma göre Türkiye'nin kuzeyindeki denize Karadeniz adının verilmesinin sebebi de budur.
Coğrafya.
Dünyanın en büyük iç denizidir. Derin bir denizdir ve en derin noktası İyon Denizi'nde bulunan ve yaklaşık 5267 metre olan Kalipso Çukuru'dur. Doğu Akdeniz Havzası, Batı Akdeniz Havzası'ndan daha derindir. Özellikle Doğu Akdeniz olmak üzere tuzluluk oranı yüksektir. Kıbrıs ile Mısır arasındaki kısımda tuzluluk oranı binde 39'a ulaşır. Akdeniz'e kıyısı olan 22 ülke vardır.
Kaynakça.
5. https://web.archive.org/web/20130915012011/http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=21&soru_id=4891
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8424",
"len_data": 1974,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.8
}
|
Dobriç (Bulgarca: Добрич / "Dobrich", ), Osmanlı Devleti zamanında ve bölgede yaşayan Türkler arasında Hacıoğlu Pazarcık olarak adlandırılan, Bulgaristan'ın kuzeydoğusunda, Tuna düzlüğünün doğusunda, Dobruca platosunun güneyinde 43˚34' kuzey enlemi 27˚50' doğu boylamında bir şehirdir. Aynı adı taşıyan eyaletin (oblast) merkezidir. Sahil şeridinde önemli turistik merkezler bulunmaktadır.
Tarihi.
Bu eski yerlesiminin ikinci kez iskânı 16. yüzyılda Hacıoğlu isimli bir Türk taciri tarafından kurulmuştur. Bulgaristan'da Türkçe ismi "Pazarcık" kelimesini içeren başka yerleşimler de bulunduğundan Tatarpazarcık gibi "Hacıoğlu Pazarcık" şeklinde anılmıştır.
93 Harbi sırasında 27 Ocak 1878'de Osmanlı yönetiminden çıkmış ve 19 Şubat 1882'de adı "Dobriç" olarak değiştirilmiştir.
10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması ve 27 Kasım 1919 tarihli Neuilly Antlaşmasıyla Romanya'ya verilmiş ve adı Güney Dobruca'nın diğer kısımları gibi Bazargic olarak değiştirilmiştir.
II. Dünya Savaşı sırasında 7 Eylül 1940 tarihinde imzalanan Craiova Anlaşması gereği 25 Eylül'de Bulgaristan'a geri verilmiş ve adı tekrar "Dobriç" olmuştur.
Komünist döneminde, II. Dünya Savaşı'nda Bulgaristan'ı "kurtaran" Kızıl Ordu Mareşali Fyodor İvanoviç Tolbuhin'in anısına Tolbuhin (Толбухин)olarak değiştirilmiştir.
10 Kasım 1989'da Todor Jivkov yönetimi devrildikten sonra 19 Eylül 1990'da devlet başkanının emriyle tekrar "Dobriç" olarak değiştirilmiştir.
Etnik yapısı.
2001 Bulgaristan Nüfus Sayımı verilerine göre Dobriç ili nüfusu 215.200 kişidir. Etnik kökenini 164.200 kişi Bulgar, 28.200 kişi Türk, 18.200 kişi Roman olarak beyan etmiş, yaklaşık 3.500 kişi de başka etnik gruplara mensup olduğunu belirtmiş veya bu konuda bildirimde bulunmamıştır. Anadil söz konusu olduğundan Romanların sayısından Türklerin sayısına yaklaşık 5.000 kişilik bir kayma olmakta, 33.600 kişi Türkçeyi anadili olarak beyan ederken, anadili Romanca olanların sayısı 13.800'e inmektedir. Diğer gruplardaki sayılar aşağı yukarı aynı kalmaktadır. Dini aidiyet konusunda yaklaşık 7.000 kişi için bu bilgi açıklanmamış iken, Müslümanlar'ın 44.200 kişilik bir topluluk oluşturdukları görülmektedir.
Obroçişte (eski adı Tekke) köyünde, Bektaşi babası Akyazılı Baba'nın türbesi bulunmaktadır.
Rositsa (еski adı Saraca) köyünde Saraca Şah Veli Baba Türbesi bulunmaktadır. Kendisi 15.-16.yy.da İran'dan göç etmiş bir Türkmen'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8437",
"len_data": 2381,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Silistre ( Silistra, ), Bulgaristan'ın kuzeydoğu kesiminde, Romanya sınırında, Tuna kıyısındaki şehir. Aynı adlı Silistre ilinin idari merkezi olan Silistre, tarihî Güney Dobruca bölgesindeki en önemli şehirlerden biridir.
Geçmişi.
Şehrin güneyinde ve güneydoğusunda eski kalelerin kalıntıları vardır. MS 2. yüzyılın başlarında Romalıların müstahkem bir kışla kurduğu Durostorum (Orta Çağ'da Dristra, Bizans döneminde Dorostolon, Bulgarca Drster ya da Drustur) daha sonradan Moesia bölgesinin önemli kentlerinden biri olmuştur.
Roma İmparatorluğu ikiye bölündükten sonra (395) Bizans devletinin (Doğu Roma) payına düşen Silistre, sırasıyla Avarların (584), Kiev Knezliği'nin (977), yeniden Bizanslıların (981) ve Bulgarların (1197) eline geçti.
I. Murat döneminde Bulgaristan üzerine yürüyen sadrazam Çandarlı Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirilen kent (1388) Rumeli Eyaleti'ne bağlı bir sancak hâline getirildi. İlk sancakbeyliğine atanan Mihaloğlu Firuz Bey, Eflak voyvodası Mircea'nın düzenlediği saldırılara başarıyla karşı koydu; şehir Mircea'nın eline geçtiyse de (1392) yine aynı yıl Mircea'yı tutsak alan Osmanlı kuvvetlerince ele geçirildi.
Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan Bulgar kralı İvan Şişman'ın bir ara denetimi altına aldığı kent, Yıldırım Bayezid'in Bulgaristan'ı Osmanlı topraklarına katmakla görevlendirdiği büyük oğlu şehzade Süleyman Çelebi tarafından üçüncü kez ele geçirildi ve Rumeli Eyaleti'nin Rusçuk Sancağı'na bağlı bir kaza merkezi yapıldı (1393). Ankara Savaşı'ndan sonra başlayan Fetret Devri'nde (1402-13) otorite boşluğundan yararlanan Eflak voyvodası Mircea'nın eline geçtiyse de Şeyh Bedrettin Ayaklanmasının bastırılması sırasında I. Mehmet tarafından geri alınarak Rumeli Eyaleti'ne bağlı bir sancak merkezi durumuna getirildi (1420).
Osmanlılar'a karşı oluşturulan Kutsal İttifak'a katılarak Silistre'ye saldıran ve kenti yağmalayan Eflaklılar, sancakbeyi Mustafa Bey tarafından püskürtüldüler (1595). III. Mehmet döneminde bir eyalet merkezi durumuna getirilen Silistre'yi Kırım hanı Gazi Giray'a arpalık olarak vermek isteyen eski serdarıekrem Satırcı Mehmet Paşa, bu yüzden Belgrad'da idam edildi (1599).
Zamanla bir ticaret merkezi ve önemli bir Osmanlı kalesi durumuna gelen Silistre, Osmanlı-Rus savaşlarında (1768-74, 1806-12, 1828-29, 1853-56 ve 1877-78) birçok çarpışmaya sahne oldu. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, ordusuyla Tuna'nın güney yakasına geçen mareşal Romanzov, Silistre üzerine yürüdü. Ancak, kenti ve kalesini savunan Osmanlı kuvvetleri karşısında yenilgiye uğrayarak Tuna'nın kuzey kıyısına çekilmek zorunda kaldı (1773).
Osmanlı yönetimine karşı ayaklanarak Silistre'ye saldıran Pazvantoğlu Osman'ı yenen serasker Küçük Hüseyin Paşa, böylece kenti ayaklanmacıların istilasından kurtardı (1797). 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Silistre valisi Alemdar Mustafa Paşa kent üzerine yürüyen düşman kuvvetlerini bozarak (1807) Rus saldırısının hızını bir süre için kestiyse de Silistre'yi daha sonra kuşatmadan kurtaran Baba Paşa tutsak düşünce, kent kalesiyle birlikte Ruslar'a teslim oldu (1810). Bükreş Antlaşması'yla (1812) yeniden Osmanlı yönetimine giren Silistre, 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı'nda ikinci kez Rusların eline geçti. Edirne Antlaşması (1829) gereğince Osmanlılar'da kalması kararlaştırılan Silistre, ancak 1836'da Ruslar tarafından boşaltılarak Osmanlı Devleti'ne geri verildi. Kırım Savaşı'nda (1853-56 Osmanlı-Rus Savaşı) Rus ordusu kenti kuşattıysa da başarılı olamadı (Silistre Kuşatması).
1864'te Tuna Vilayeti'nin kurulması üzerine bu vilayete bağlı bir sancak merkezine dönüştürüldü. 93 Harbi'nde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) yeniden Rusların eline geçti ve Berlin Antlaşması'yla (1878) Bulgaristan'a bırakıldı. II. Balkan Savaşı'ndan (1913) sonra bütün Güney Dobruca (Romencesi "Cadrilater") gibi Romanya topraklarında kaldıysa da 1940'ta yeniden Bulgaristan'a verildi.
Günümüzde modern bir kent olan Silistre'de mobilya, tuğla, kiremit, hasır örgü ve paketleme malzemesi üretimi ile dokumacılık gelişmiştir. Nehir limanı tahıl taşımacılığı bakımından önem taşır. Kentin Rusçuk-Varna hattıyla demiryolu, Romanya ile karayolu bağlantısı vardır.
Coğrafya.
Silistre, Bulgaristan'ın kuzeydoğu kesiminde, Tuna Nehri'nin güney kıyısında yer alır. Silistre Belediyesi şehir merkezi ve kapsadığı 18 köyle birlikte 516 km²'lik bir alanı, yerleşim yerleri dışındaki bölgelerle birlikte 27.159 km²'lik alanı kaplar. Romanya sınırında bulunan Silistre başkent Sofya'ya 431 km, Varna'ya 141 km ve Rusçuk'a 119 km uzaklıktadır.
Nüfus.
2012 yılı itibarıyla Silistre şehir merkezinin nüfusu 35.230 kişi, Silistre Belediyesi'nin nüfusu 50.780'dir. 2011 yılına ait etnik dağılıma göre Silistre sakinlerinin kendi beyanlarına göre yapılan dağılıma göre nüfusun yüzde %88,3'ü Bulgar, %10,3'ü Türk, %0,4'ü Çingene'dir.
Yapılar.
Silistre'de, Romalıların kurduğu ve Osmanlı döneminde de birkaç kez elden geçirilen kalenin surlarından bir bölümü günümüzde de sağlamdır. XIX. yüzyıl başlarında kale onarılırken valilerin oturması için Paşa sarayı inşa edilmiştir. Ayrıca Tuna Nehri üzerine büyük bir köprü yaptırılmıştır (XIX. yüzyılın ikinci yarısı). Kentteki önemli Osmanlı camilerinin çoğu (Sinan Paşa'nın yaptırdığı Kurşunlu Cami, I. Bayezid'in yaptırdığı Kale Camisi vd) Osmanlı-Rus savaşları sırasında yıkılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8439",
"len_data": 5314,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Java EE (Java Enterprise Edition, eski adıyla J2EE), özellikle büyük çaplı projelerin ihtiyaçları için geliştirilmiş Java teknolojilerinin bütünün oluşturduğu çerçevenin ve standardın ismidir. Java EE servislerini sunan yazılımlara uygulama sunucusu denir. Java EE'yi oluşturan teknolojilerin bir kısmı aşağıda sıralanmıştır:
Son zamanlarda özellikle EJB'lere yönelen eleştiri okları Hibernate ve Spring gibi açık kodlu projelerin popülerleşmesine ve alanlarında de-facto standart haline gelmesine yol açmıştır. Buna ek olarak, Java EE sunucularının bileşenleri ve kendileri arasındaki senkronizasyonu sağlamak için de JGroups gibi teknolojiler de kullanılmaktadır.
Sun, kendi yazdığı Java EE sunucusuna ek olarak başka Java EE sunucularına "Java EE uyumluluk sertifikası" verir. Bu sayede, sunucuların belli bir kalitede olduğu rahatça görülebilir. En popüler Java EE sunucuları şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8449",
"len_data": 890,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.48
}
|
Kahve, kökboyasıgiller ("Rubiaceae") familyasının "Coffea" cinsinde yer alan bir ağaç ve bu ağacın meyve çekirdeklerinin kavrulup öğütülmesi ile elde edilen tozun su ya da süt ile karıştırılmasıyla yapılan içecektir. Günlük tüketimi 2024'te 2 milyar fincan olarak tahmin edilmiştir.
Niteliği.
Kahve bitkisinin kökeninin Afrika'ya dayandığı, içecek olarak kullanımının ise ilk kez Güney Arabistan'da gerçekleştirildiği düşünülmektedir. Kahve kültürünün gelişimi Arap dünyasında gerçekleştiğinden, günümüzde tüm dünyada yaygınlık kazanmış olan bu kültürün başlangıcına inmek için genellikle Arap edebiyatına müracaat edilmektedir.
17. yüzyılda Venedikli tüccarlar yolu ile Avrupa'ya taşınan kahve, kısa zamanda kıtaya yayılmıştır. Amerika, Asya ve Afrika kıtalarında gerçekleştirilmiş Avrupa koloniciliği sonucunda dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurulmuş, kahve dünyada geniş çapta tüketilen bir içecek halini almıştır. Kahvenin günümüzde Brezilya, Vietnam ve Kolombiya başta olmak üzere tropikal iklimli ve yükseltili bölgelerde ağırlıklı olarak tarımı yapılmaktadır.
Kahve bir içecek olarak toz haline getirilmiş kahve tanelerinin demlenmesi ile oluşturulur, ancak filtreleme, öğütme boyutu, demleme süresi, su sıcaklığı ve miktarı gibi değişik faktörler farklı içecekler oluşturur. Günümüzde bir çeşit filtrelenmiş kahve olan Espresso ve türevleri başta olmak üzere dünyada pek çok kahve çeşidi tüketilmektedir. Kahve içerdiği kafein maddesinin uyarıcı niteliği yüzünden dikkat artırıcı ve uyanık tutucu özelliğe sahiptir.
Etimoloji.
Kahve sözcüğü, Türkçeye Arapçadaki "kahve" (قهوة) sözcüğünden geçmiştir. Öte yandan bu tabirin Arapçada ilk kez hangi tarihte kullanıldığı hâlen bilinmemektedir. Arapçadaki bu sözcüğün etimolojisi şüphelidir. Büyük olasılıkla bu kelime Arapçada "iştahı kesildi" anlamındaki "kahiye" fiilinden türetilmiştir. Bu anlam, kahve sözcüğünün Arapçada ilk kez, içenlerin iştahını kesen bir tür şarapla ilişkilendirilmesiyle alakalıdır. Arapçadaki bu kök, "dumansı" ve "mat" gibi anlamlara sahip olan İbranice "k-h-h" (כהה) köküyle de kökteştir>. Ayrıca kahve kelimesinin etimolojisi, Etiyopya'daki "Kaffa" (ከፋ) bölgesi ile de ilişkilendirilmektedir.
Kahve sözcüğü bugünkü anlamını muhtemelen 14. yüzyılda kazanmaya başlamıştır. Arapça "kahve" sözcüğü; Türkçede "kahve" sözcüğüne dönüşmüş, Avrupa'da ise "café", "caffe", "koffie", "coffee", "koffie", "kaffee" sözcükleriyle adlandırılmıştır.
Tarihçe.
Kahvenin ilk kullanımına dair efsaneler.
Kahvenin ilk kullanımına dair çok çeşitli efsaneler bulunmaktadır. Bunlardan en meşhuru, Kaldi yahut Halid adındaki Etiyopyalı bir keçi çobanı hakkındadır. Bu efsane, Batı edebiyatlarında fazlaca ilgi gördüğü için son derece popülerdir. Söz konusu hikâye miladi 800 yılına kadar uzanmaktadır. Rivayet edildiğine göre, Kaldi yahut Halid adındaki bu keçi çobanı, meçhul bir bitkinin meyvelerini tüketen keçilerinde bir takım uyarıcı tesirlerin meydana geldiğini ve keçilerin son derece enerjik olduğunu fark etmiştir. Kendisi de bu meyveleri denediğinde, aynı durumu yaşamıştır. Durumu bölgesindeki bir din adamına bildirmiş ve söz konusu meçhul meyveler hususundaki birkaç denemeden sonra bugünkü kahve içeceği keşfedilmiştir.
Etiyopyalı bir Arap olan Şeyh Şazili 14. yüzyıl sonlarında yaşamış olması muhtemel bir Sufi Şeyhi'dir. Kahveyi ilk içtiği rivayet edilen kişilerden biridir. Gece ibadetinde dinç ve uyanık kalabilmek için özellikle geceleri kahve içtiği ve kahveyi ilk kullanan sufilerden biri olduğu belirtilmiştir.
16. yüzyılın Arap yazarı Ceziri'ye göre kahveyi ilk içen kişi ez-Zebhani olarak bilinen Yemenli Cemalleddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Said'dir. Bir olay yüzünden Aden'i terk ederek Etiyopya’ya giden Zebhani orada kahve içen insanlarla karşılaşmış; Aden’e döndüğünde hastalanmış ve aklına kahve içmek gelmiş. Kahve onu iyileştirmiş. Kahve’nin yorgunluk ve uyuşukluk giderme, canlılık ve dinçlik kazandırma özelliklerini keşfetmiş.
Bazı rivayetler, ilk kahve tüketimini Süleyman'a nispet etmektedir. Bu rivayete göre, Süleyman bir yolcuğunda ahalisinin bilinmeyen bir hastalığa yakalandığı bir kente uğramıştır. Bu sorunu nasıl çözeceği kendisine Cebrail tarafından bildirilmiştir. Bunun üzerine Yemen'den gelen kahve çekirdeklerini kavurmuş ve yeni bir tür içecek keşfetmiştir. Bu içecekten içen hastalar tekrar sıhhatlerine kavuşmuştur.
Kahve uzun süre sadece Araplar tarafından kullanıldıktan bir yüzyıl sonra Suriye, Mısır, İran ve Hindistan'a yayılmıştır.
Tarihi kökenler.
Kahve’nin anavatanı olan Etiyopya’nın yüksek yaylaları, yabani kahve bitkisinin doğal olarak yetiştiği bölgelerde yerli halk bu bitkinin tanelerini un hâline getirip bir çeşit ekmek yapıyordu. Meyveleri kaynatıldıktan sonra suyu içilmek suretiyle tıbbi amaçlı kullanılıyor ve "sihirli meyve" olarak adlandırılıyordu. Kahve, ünüyle birlikte hızla Arap Yarımadası'na yayıldı ve 300 yıl boyunca Habeşistan'da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edildi. 14. yüzyılda ise yepyeni bir keşif ile ateşte kavrulan kahve çekirdekleri, ezildikten sonra kaynatılarak içime sunuldu. Kahve'yi ilk olarak işleyip içmeye başlayan Yemen'deki Sufi tarikatıdır. Buradan 1470'li yıllarda Aden’de, 1510’da Kahire’de 1511’de Mekke’de görülmüştür.
Osmanlı'da kahve.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) Yemen Valisi Özdemir Paşa, Yemen'de içtiği ve çok sevdiği kahveyi İstanbul'a getirmiştir. Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini aldı ve büyük ilgi gördü. Saray görevleri arasına "kahvecibaşı" adında bir de rütbe eklendi. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan kahvecibaşı, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilirdi. Osmanlı tarihinde kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenlere bile rastlandı.Saraydan konaklara ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet hâline geldi. Satın alınan çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulup, dibeklerde dövüldükten sonra cezvelerde pişiriliyordu.
1554 yılında İstanbul’da Tahtakale’de iki Suriyeli Arap ilk kahvehaneyi açmışlardır. O zamanlar kahvenin faydalı olup olmadığı tartışma konusudur. Kendinden önceki şeyhülislamların aksine Bostanzade Mehmet Efendi kahvenin haram olmadığını, hatta faydalı olduğuna dair fetva vermiştir.
Osmanlı tarihinde kahve dört dönem yasaklanmıştır. Bunlardan birincisi Kanuni Sultan Süleyman'ın kahveyi yasakladığı dönemdir. Kahveyi yasaklamasının amacı kahvehanelerin dedikodu ortamlarına dönüşmesinin önüne geçmektir. Şeyhülislam Bostanzade Mehmet Efendi'nin fetvasıyla yasak kaldırılmıştır. İkinci kahve yasağı III. Murad döneminde gerçekleştirilmiştir. Fakat bu yasak kahve tüketimini azaltamamış çünkü III. Murad’ın kararıyla kahvehaneler kapansa da kaçak kahvehaneler açılmıştır. Durumun devlet büyükleri tarafından fark edilmesinin ardından da din bilginleri bunun kaldırılmasını rica etmiş ve yasaklar padişah tarafından 1587 yılında kaldırılmıştır. Bu dönemde kahve henüz her eve girecek kadar yaygın olmasa da belirli merkezlerde sevilerek tüketilen bir içecek hâline gelmişti. Bu nedenle yasakların kalkmasıyla kahvehane sayıları da artmıştır.
1606 yılından 1611 yılına kadar I. Ahmed döneminde kahve ile birlikte keyif verici maddeler yasaklanmıştır. Hatta kahve uyuşturucu madde olarak sayılmış ve içilmesinin caiz olmadığı söylenmiştir. Osmanlı Dönemi’ndeki en caydırıcı ve katı kahve yasağı IV. Murad döneminde getirilmiştir. Bu dönemde sadece kahve değil; tütün, şarap, afyon benzeri keyif verici tüm maddeler yasaklanmıştır. Kahvehaneleri kapatan padişah neden olarak da kahvehanelerin İstanbul’da büyük yangınlara sebep olmasını göstermiştir. Bu yasakların en katı tarafı ise, uymayanların idam edilmesiydi.
Kahve yasaklarının bir miktar hafiflemesi ise IV. Mehmed döneminde olmuştur. Âlimler “Kömürleşmemiş oranda kahve haram değildir.” şeklinde fetva verdikten sonra, kahve tüketimi yeniden yaygınlaşmıştır. 1826 yılında, Yeniçeri Ocakları'nın kapatılması sırasında kahvehaneler de kapatılmış fakat kahve içilmeye devam edilmiştir. Son yasaklar da yeni yasa çıkarılarak 1830 yılında kaldırılmış ve kahve özgür bir şekilde tüketilmeye başlanmıştır.
Dünyaya yayılış.
İstanbul'a gelen Venedikli tacirler, çok sevdikleri bu içeceği Venedik'e taşıdı. Böylece Avrupalılar kahveyle ilk kez 1615'te tanışmış oldu. Önceleri limonata satıcıları tarafından sokaklarda satılan kahve, 1645'te açılan İtalya'nın ilk kahvehanesinde yerini aldı. Kısa zamanda sayıları hızla çoğalan bu kahvehaneler de diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler oldu. Kahve Paris'e 1643, Londra'ya 1651'de ulaştı.
Avrupalılar dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurdular. Endonezya'nın Cava adasında 1712 yılında kahve tarımı başladı. Hollanda Cava ve Doğu Hint Adaları’nda, Fransa Antiller'de kahve yetiştirdi.
Kahve ağacı.
Kahve, beyaz ve kokulu çiçeklerle sahip, kirazı andıran kırmızı meyvesinin içinde iki çekirdek bulunan, dikildikten yaklaşık 3 yıl sonra meyve vermeye başlayan ve 30-40 yıl boyunca aralıksız meyve veren bir ağaç türüdür. Doğal haline bırakıldığında 8-10 metreye kadar uzayan ağaç, meyvelerin kolay toplanabilmesi için sürekli budanarak 4-5 metre uzunluğunda bir çalı boyutunda tutulur. Kahvenin defne yaprağına benzer derimsi ve kenarları dalgalı kışın dökülmeyen koyu, parlak ve sivri uçlu yaprakları vardır.
Kahve ağaçları bol yağış alan, ortalama sıcaklığın 18-24°C arasında bulunduğu ve don olayının görülmediği, ekvatorun 25 Kuzey'i-30 Güney'i arasındaki kuşakta yetişir. Soğukta ağaç ölür, ayrıca ani ısı değişiklikleri de ağaca zarar verir. Nemli ortamı sevdiğinden, kahve ağacının düzenli yağışın olduğu tropik bölgelerde yetiştirilmesi gerekir. Doğada pek çok yetişen türü olmasına rağmen yalnızca "Coffea arabica" ve "Coffea robusta" adındaki türlerin tarımı yapılmaktadır.
Çiçekler.
Bol yağışların ardından kahve ağacı, yılda iki ya da üç kez beyaz çiçekler açar. Güçlü ve keskin kokuları kimi zaman yasemini kimi zaman portakal ağacının çiçeğini andırır. Yeni çiçek vermeye başlamış bir ağaç, dallarında bir yılda toplam 20-30 bin çiçek taşır. Kahve çiçekleri açtıktan birkaç saat sonra solmaya başlar ve yavaşça meyve olmak için hazırlanırlar.
Meyve ve çekirdek.
Kahve meyvesi; büyüklüğü, şekli ve rengindeki benzerlikler nedeniyle "kahve kirazı" olarak da adlandırılmaktadır. İçinde ince iki çekirdek bulunur. Çekirdeklerin birbirine bakan tarafı düz, dış tarafı yuvarlaktır. Her çekirdeğin içinde aynı biçimde bir tohum (kahve tanesi) vardır. Tanenin düz yüzeyinde, içi sert bir besi dokusu ile dolu olan, derin bir çizgi yer alır, Besi dokusunun dış tabakası ince bir zarla kaplıdır. Zarın dışında ise daha sert bir kabuk vardır. Eğer kahve çekirdeği daha sonra tohum olarak kullanılacaksa çekirdek kabuktan ayrılmaz.
Bazı kahve ağaçlarının meyvesinden iki yerine bir tane çekirdek çıkar. Bu çekirdek (peaberry), diğerlerine göre çok daha yuvarlak bir şekle sahiptir. Tek olarak çıkan çekirdekler, diğerlerinden ayrılarak üretim sürecinden geçirilir. Genellikle fiyatları da normal kahveye göre çok daha pahalıdır.
Kahve meyvelerinin çok düzenli kontrol edilmeleri gerekir çünkü olgunlaştıktan sonra 14 gün içinde çürümeye başlarlar.
Tarım.
Kahvenin, Yengeç ve Oğlak dönencesi arasında tropikal iklimli bölgelerde ağırlıklı olarak tarımı yapılmaktadır. Toprak, aldığı su, güneşlenme zamanı, nem gibi faktörler kahvenin tadını ve aromasını değiştirmektedir. Eğer kahve yanardağın eteğinde yetiştiriliyorsa kül kokmaktadır. Muz ağaçlarının gölgesinde yetişiyorsa daha aromatik bir tadı olur. Brezilya kahve üretiminde dünya birincisidir. Onu Vietnam ve Kolombiya ülkeleri takip eder.
Kahve çeşitleri.
"Coffea Arabica" (Arabika).
Etiyopya'da keşfedilen ilk kahve bitkisinden türemiş olan "Coffea Arabica", daha çok yüksekliği 800-2000 metre arasında olan dağlık platolarda veya volkanik yamaçlarda yetişir. Her yağmurlu dönemin ardından çiçek açar ve meyvelerinin olgunlaşması için yaklaşık 9 ay gerekir. Tipik bir arabica ağacı, bir yılda yaklaşık 5 kg meyve verir ve bu meyvelerden 1 kg kahve çekirdeği elde edilir. Yeşilimsi sarı renkteki oval arabica çekirdeklerinden üretilen kahve, Robusta'ya göre daha az kafein içerir. Ayrıca daha tatlı bir aromaya sahiptir. Arabica kahvesi dünya kahve üretiminin %70'ini oluşturur. Ancak hastalıklara ve iklim koşullarına çok dirençli olmadığından yetiştirilmesi daha zordur ve daha pahalıdır. En çok bilinen çeşitleri; Brezilya, Orta-Doğu Afrika, Hindistan, Endonezya'da yetişen "Bourbon" ve Latin Amerika'da yetişen "Typica"dır. Bunları Tico, Blue Mountain, Mundo Novo, Caturra ve San Ramon izler. Arabica türünün asit oranı Robusta'ya göre daha az ve aromalıdır. Bu yüzden damak tadı için en çok bu türü tercih edilir. Türkiye'de ise yalnızca Mersin ve Anamur'da deneme dikimleri iyi sonuç vermiştir. Hâlihazırda 850 hektar alanda kahve tarımı yapılmaktadır.
"Coffea Canephora" (Robusta).
Bilinen adıyla "Coffea robusta", 0-600 metre arasında yetişir. Arabica'nın tersine düzensiz olarak çiçek açar ve meyvelerinin olgunlaşması için yaklaşık 10-11 ay gerekir. Sarımsı kahverengindeki yuvarlak Robusta çekirdeklerinden üretilen kahve, Arabica'ya göre yaklaşık iki kat daha fazla kafein içerir. Robusta kahvesi dünya kahve üretiminin yaklaşık %30'unu oluşturur. Hastalıklara ve iklim koşullarına çok dirençli olduğundan yetiştirilmesi çok daha kolay ve ucuzdur. En çok bilinen çeşitleri ise Java-Ineac, Nana, Kouliou ve Congensis'tir.
Yörelerine göre.
Kahve tarımı aynı cins kahvelerden yapılsa bile yetiştirilen bölgenin toprak, iklim yapısı ve o bölgedeki geleneklerden gelen işleme yöntemleri kahvenin aromasında değişiklikler meydana getirebilir. Etiyopya'da şarabımsı buruk tada sahip "Yirgacheff" ile yoğun egzotik meyve ve turunç tatları içeren "Sidamo" kahveleri bulunmaktadır. "AA", Özellikle Kenya'da kahve hasatları bir arada toplanıp boyutlarına göre ayıklandıktan sonra en büyük boyutlara sahip çekirdeğe verilen bir unvandır.
"Santos" ismini Brezilya'da kahve yetiştirilmeyen bir limandan almıştır, "Rio Minas" ise genellikle Türkiye'de ve Balkanlar'da Türk kahvesi için sıkça kullanılan ekonomik bir Brezilya kahvesi türüdür. "Supremo," Kolombiya'da en kaliteli kahve kategorisine verilen addır, "Excelso" ise "Supremo"'ya göre daha küçük boyutlara sahip kahve çekirdeğidir ve filtre kahve harmanlarında sıkça kullanılan şekerli tatlara sahiptir. "Antigua," Guatemala'nın Antigua ovasında yetişen çikolatamsı ve baharatlı lezzetleriyle ön plana çıkan kaliteli bir kahvedir. "Tarrazu" Kosta Rika kökenlidir ve dünyanın en prestijli ve dengeli kahvelerini üretmektedir. Bu kahve; fındıksı, çikolatamsı tatlar içerir ve "finca" adı verilen çiftliklerde yetiştirilip işlenir.
"Sumatran" düşük asit dengesine sahip bir Endonezya kahvesi olup, ismini Sumatra adasından almıştır ve isli kokusu ile topraksı karamelimsi tadı ile karakterize edilir.
Ticaret.
Dünyada petrolden sonra en büyük ticaret alanını oluşturan ürün kahvedir. Bu nedenle kahvenin dünya ticaretinde büyük önemi vardır.
Türkiye'deki ticareti.
İlk kez 1727 yılında Brezilya'dan kahve ithal edilmeye başlanmıştır. Türkiye'deki en eski kahveci 1871 yılında kurulmuş Kurukahveci Mehmet Efendi'dir. Anadolu'da kahve ekimi ile ilgili çalışmalar yapılmış fakat başarılı olunamamıştır. 2.Dünya Savaşı sırasında Tekel kapsamına alınmıştır. 1980'li yıllarda Nestlé firması Nescafé'yi piyasaya sürmüştür. 2004'ten beri Türkiye'de sadece Mersin Antalya ve Anamur'da 16 hektarlık bir alanda kahve tarımı yapılmaktadır.
Tıbbi etkileri.
Kahve içerdiği kafein maddesinin uyarıcı niteliği yüzünden dikkat artırıcı ve stimülan özelliğe sahiptir. Ağrı kesicilerin etkisini %40 artırmaktadır.
Kahve hazırlama.
Demleme yöntemleri.
Bir içecek oluşturulabilmesi için kahve tanelerinin toz hâline getirilmesi ve demlenmesi gerekmektedir. Neredeyse tüm kahve demleme yöntemleri öğütülmüş kahve ve sıcak su kullanarak gerçekleştirilir, ancak kullanılan filtre, öğütülmüş kahvenin boyutu, demleme süresi, su sıcaklığı ve miktarı gibi değişik faktörler farklı içeceklere yol açabilir.
Dünya'da kahve genellikle telvesi filtre edilerek tüketilir. Filtre kahve, orta kalınlıkla çekilmiş kahvenin genellikle bir kâğıt filtre yardımıyla filtre edilerek demlenmesi ile elde edilen kahve çeşididir. French Press ise kalın çekilmiş kahve kullanır ve aynı ada sahip bir demleme kapında suyla karıştırılıp ucunda metal bir süzgeç olan pistonla filtre edilerek hazırlama yöntemidir. Orta Doğu ve Balkanlar'da hazırlanan Türk kahvesinde içecek telvesi ile servis yapılır. (Türk kahvesi hazırlanışından dolayı adını almıştır. Türkiye'de üretilmediğinden dolayı hâlâ ithal edilmektedir.) Mırra ise Şanlıurfa'ya özgü, birkaç kez demlenerek hazırlanan acı bir kahvedir.
Kahve makineleri, genellikle yerçekimi yardımı ile çalışır ve filtre üzerine konan kahvenin üzerinden kaynar su geçirilmesine dayanırlar. Perkolatörler ise suyun buharlaşması, kahve üzerinde yoğuşması ve yeniden buharlaştığı yere dönmesi prensibi ile işler. Bu bir döngü oluşturur ve öğütülmüş kahveye sadece buharlaşan su değer. İtalya'ya özgü bir koyu kavrulmuş kahve türü olan Espresso için özel makine kullanımı gereklidir. Bu makineler basınçlı ve sıcak su buharını kahveden geçirerek çok yoğun bir kahve özütü elde edilmesine olanak sağlar.
Sıcak demleme yöntemleri sırasıyla kâğıt filtre, metal filtre, frenchpress, aeropress, moka pot, Hario v60 ve espressodur. Bu demleme yöntemlerinin gerçekleştirilebilmesi için, o demleme yöntemine ait öğütme ve kavurma seçeneklerinin seçilmesi gerekir. Dripper demleme yöntemini kullanabilmek için Hario V60 için öğütülmüş, orta kavrulmuş çekirdek kahveye ihtiyaç duyulur.
Bu demleme yöntemlerinin maliyetleri de ekipman açısından birbirinden farklıdır. Hario V60 ve French Press demleme yöntemi nispeten daha ucuzken, aeropress ve kâğıt filtreli kahve makinesi diğer yöntemlere göre daha maliyetlidir.
Cold Brew olarak da adlandırılan soğuk suda demlenen kahve türeleri de bulunmakta, genellikle daha düşük asit oranları içermektedir. Bu yöntem kullanıldığında öğütülmüş kahvenin suda birkaç saat bekletilmesi gereklidir. Son yıllarda ortaya çıkan nitro brew kahve ise soğuk suda demlenen kahvenin nitrojen ile köpürtülmesi yoluyla yapılır.
Kahve bazlı içecekler.
Kahve içecekleri pek çok ek madde içerebilirler. Bu ek maddelerden en yaygın olanları, su, süt, krema, şeker, kahve beyazlatıcısı, tatlandırıclar ve çeşitli baharatlardır. Eklenen bu maddelere ve kullanılan kahvenin demlenme şekline göre pek çok farklı kahve bazlı içecek bulunmaktadır.
Türk kahvesi genellikle sade ile az, orta veya çok şekerli olacak şekilde, şeker içeriğine göre sınıflandırılır. Türk kahvesinin sert tadını yumuşatmak için kahve süt ile de pişirilebilir. Klasik Türk kahvesinin aksine cezveye su yerine süt konulur ve bu içeceğe sütlü Türk kahvesi denir. Adıyaman'a özgü Kervansaray kahvesinde ise kahveye ek olarak, çikolata, damla sakızı, keçiboynuzu, krema, menengiç kahvesi ve sahlep bulunur.
Günümüzde filtre kahve, özellikle de Espresso bazlı filtre kahve içeceklerinin tüketimi yaygındır. Caffe Lungo, Espresso'nun büyük boyudur ve kahvenin makinada daha uzun süre filtrelenmesiyle elde edilir. Caffe Americano, Espresso'nun sıcak su eklenerek yumuşatılmış şeklini oluşturur. Cappuccino, Espresso'ya su buharı ile köpük hâline getirilmiş sütten yaklaşık 2 santim kadar eklenmesi ile üretilen bir içecektir. Caffe Latte, 25- 30 ml Espresso'nun üzerine 65°-76° derecelik sıcak sütün ilave edilmesi ve sütün üzerinde 2 cm kremamsı süt köpüğünün ilave edilmesi ile oluşur. Latte oran olarak %10-15 kahve ile %90-85 sütten oluşur. Latte Macchiato, sıcak süt ve süt köpüğünün üzerine espresso eklenerek yapılır. Temelde diğer tüm sütlü kahvelerden en büyük farkı sütün kahveye değil, kahvenin sütün üzerine eklenerek yapılmasıdır. Caffe Macchiato, Espresso'ya süt köpüğü eklenerek hazırlanan kahvedir. Mocha, Latte'ye çikolata tozu veya şeker eklenmesiyle yapılır. Viennese, Espresso'ya çikolata ve krema katılarak hazırlanan Viyana usulü kahvedir. Cafe au lait, Fransızların sütlü filtre kahvesi. Sütü kahvesinden daha fazladır. 1/3 kahve 2/3 sıcak süt.
Kahve aynı zamanda alkollü içecekler ile karıştırılarak da tüketilebilir. İrlanda kökenli İrlanda kahvesi, krema, viski, şeker ve sıcak kahveden oluşmaktadır. Ayrıca Kahlua gibi çeşitli kahve likörleri de kokteyl yapımında kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8450",
"len_data": 20384,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.35
}
|
Gheorghe Hagi (d. 5 Şubat 1965, Săcele), Rumen profesyonel futbol menajeri ve eski futbolcudur. Liga I kulübü Farul Constanța'nın sahibi ve yöneticisidir. Hücum orta saha oyuncusu olarak görev yapan Hagi, 1980'ler ve 90'larda dünyanın en iyi oyuncularından biri olarak kabul ediliyordu ve birçok kişi tarafından tüm zamanların en iyi Rumen futbolcusu olarak kabul ediliyor. Hagi'nin kariyerini sonlandırdığı Galatasaray kulübünün taraftarları ona "Komutan" lakabını takarken, Rumen taraftarları ise Hagi'yi "Kral" olarak tanıyordu. "Karpatların Maradonası" lakaplı, top sürme, teknik, vizyon, pas ve şutlarıyla tanınan yaratıcı, ileri seviye bir oyun kurucuydu.
Kariyerine Romanya'da, Farul Constanța ile başladıktan ve daha sonra FC Sportul Studențesc Bucureşti ve FCSB'de oynadıktan sonra İspanya'da Real Madrid ve Barcelona ile İtalya'da Brescia ve Galatasaray ile Türkiye liginde oynadı; Hagi İspanyol rakip kulüplerden hem Real Madrid hem de Barcelona'da oynamış az sayıdaki futbolcudan birisidir.
Kulüp kariyeri boyunca dört farklı ülkede oynarken çok sayıda şampiyonluk kazandı: üç Romanya Ligi şampiyonluğu, iki Cupa României şampiyonluğu ve Steaua București ile Avrupa Süper Kupasını kazandı - ayrıca bu takımla 1988–89 Avrupa Kupası finaline ulaştı. Real Madrid ile Supercopa de España, Brescia ile Anglo-İtalya Kupası, Barcelona ile başka bir Supercopa de España kupası ve Türkiye'de Galatasaray forması altında dört Süper Lig şampiyonluğu, iki Türkiye Kupası, UEFA Kupası ve UEFA Süper Kupasını kazandı.
Hagi, ülkesinde ve Türkiye'de bir kahraman olarak kabul edilir. Yedi kez rekor Yılın Romen Futbolcusu seçildi ve neslinin en iyi futbolcularından biri olarak kabul edildi. Kasım 2003'te UEFA'nın Jübile'sini kutlamak için, Hagi, Romanya Futbol Federasyonu tarafından son 50 yılın en seçkin oyuncusu olarak Romanya'nın Altın Oyuncusu seçildi. 2004 yılında Pelé tarafından FIFA Ödülleri Töreninde En Büyük 125 Yaşayan Futbolcudan biri seçildi. 1999 yılında Dünya Futbol Dergisi'nin 20. yüzyılın en iyi 100 oyuncusu listesinde 25. sıraya yükseldi.
2001 yılında emekli olduktan sonra Hagi, Romanya millî takımının yanı sıra Romanya ve Türkiye'deki kulüplere, Bursaspor, Galatasaray, Politehnica Timișoara, FCSB ve FC Viitorul Constanța'ya teknik direktörlük yaparak yöneticilik kariyerine devam etti. 2009'da 2014'ten beri koçluk yaptığı Romanya kulübü Viitorul Constanța'yı kurdu; şu anda kulübün hem sahibi hem de yöneticisidir. Hagi ayrıca Güneydoğu Avrupa'nın en büyük futbol akademilerinden biri olan Gheorghe Hagi Futbol Akademisi'ni kurdu.
Kulüp kariyeri.
Farul Constanta.
Hagi, 1982-1983 Romanya Liga I'de Farul Constanţa forması giydi, 18 maçta 7 gol attı ve çok sayıda asist yaptı. Buradaki performansı ile Sportul Studențesc kulübünün dikkatini çekmeyi başardı.
Sportul Studentesc.
1983-1984 sezonunda 18 yaşında Romanya'nın Sportul Studențesc kulübüne transfer oldu. 3 sezonda 92 maçta oynadı ve bu maçlarda orta sahada olmasına rağmen 53 gol attı ve çok sayıda asist yaptı. Sportul takımının lideri oldu ve kulübe tarihindeki en parlak dönemini yaşattı, bu dönemde Sportul iki lig 3.'lüğü ve Hagi'nin son senesinde kulüp tarihindeki en yüksek lig derecesi olan lig 2.'liğini kazanmıştır, ayrıca kulüp bu dönemde bir kere de Romanya Kupası 3.'lüğü yaşamıştır. Hagi bu dönemde Sportul Studenţesc forması ile iki kere gol kralı oldu ve bir kere de Yılın futbolcusu seçildi. Futbolcuyu takibe alan Romanya'nın dünya çapında takımlarından Steaua București 1986-1987 sezonunda Hagi'yi transfer etti. Gheorghe Hagi'nin takımdan ayrılması takımı çok ciddi bir biçimde etkiledi zira sonraki sezon Sportul ligi ancak 8. tamamlayabildi.
Steaua Bükreş.
Çoğu spor yazarı ve kendisine göre Steaua Bükreş'te oynadığı dönem, kariyerinde en üstün performans gösterdiği dönemdir. Hagi bu dönemde çoğunlukla forvet arkası bazen ise orta sahanın solunda görev almasınana rağmen dört sezonda çıktğı 97 maçta 76 gol attı ve pek çok asist yaptı. O yıllarda asist sayımı yapılmaya başlanmadığından kaç asist yaptığı tam olarak bilinmemektedir. Steaua, Hagi'nin oynadığı dört yıl içerisinde 4 Romanya Lig Şampiyonluğu ve 3 Romanya Kupası'nın yanı sıra 1 Avrupa Süper Kupası, 1 UEFA Şampiyonlar Ligi finali, 1 UEFA Şampiyonlar Ligi Yarı finali ve 1 FIFA Kulüpler Dünya Kupası Finali oynama başarısı göstermiştir. Steau'da oynadığı dönemde Juventus, Liverpool, Chelsea ve özellikle Milan tarafından defalarca istenmesine rağmen dönemin komünist rejimi nedeniyle transfer gerçekleşememiştir. 1990-1991 sezonunda komünist rejimin değişmesinin ardından Hagi 25 yaşında İspanya'nın dünyaca ünlü kulübü Real Madrid'in çabaları sayesinde, Romanya'da dönemin bonservis bedeli rekorunu kırarak bu kulübe transfer oldu.
Real Madrid.
Büyük beklentilerle transfer edilen Hagi ilk senesinde istenilen performansı sergileyemediği için kulüpten gönderilmesi gündeme geldi. Takımdan ayrılmak istemeyen Hagi bir şans daha istedi ve kulüp yönetimi oyuncuyu satmaktan vazgeçti. Real Madrid'deki 2. sezonunda Hagi beklenmedik bir şekilde takımın liderliğini üstlendi ve istenilen performansa ulaştı. Ancak şampiyonluk, Hagi'nin 1 gol, 1 asist ile oynadığı, son haftadaki Tenerife maçının 3-2 kaybedilmesi ile Barcelona'nın oldu. Bunun üzerine sözleşmesi sona eren "Gica" İspanya'da mutsuz olduğunu gerekçe göstererek Madrid'in yeni sözleşme teklifini reddetti ve beklenmeyen bir karar vererek Lucescu'nun teklifi ile Real Madrid'de geçirdiği 2 sezonun ardından 1992-1993 sezonunda İtalya'nın Brescia takımına transfer oldu. Hagi Real Madrid forması ile 64 maça çıktı ve 15 gol atıp 42 asist yaptı.
Brescia Calcio.
Hagi Real Madrid'de geçirdiği iki sezonun ardından İtalya'nın Brescia takımına transfer oldu, takımdaki 2. sezonunda kaptanlığı üstlendi. Kulüpteki 2.yılında, Brescia Calcio tarihindeki en önemli başarılardan biri olan Anglo-İtalyan Kupası'nı kazandı.
Barcelona.
Brescia'da geçirdiği 2 yılın ardından Hagi, 1994 yılında Amerika'da yapılan Dünya Kupasında Romanya millî takımı ile yüksek performans göstererek Barcelona'nın Hollandalı teknik adamı Johan Cruyff'u etkiledi. Cruyff bir açıklamasında "bu sene dünyanın en iyi futbolcusu tartışmasız Gheorghe Hagi'dir" demiştir. 1994-1995 sezonunda Cruyff'un çabaları ile Hagi tekrar İspanya'ya döndü ve iki sezon Barcelona forması giydi. Hagi Barcelona'da geçirdiği iki sezonda kimi zaman maçlara yedek başlamasını ve Cruyff ile sık sık tartışmasına rağmen 51 maça çıktı(36 lig, 6 kupa, 2 İspanya süper kupası, 7 Avrupa kupası) ve 11 gol atıp 10 asist yaptı. Johan Cruyff'la yıldızı barışmayan Hagi, 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası sonrası Fatih Terim'in ısrarlarıyla 31 yaşında Galatasaray ile sözleşme imzaladı.
Galatasaray.
Hagi'nin transferi Türk basınında eleştiriler aldı. Hagi'nin yaşının 31 değil 35 olduğu iddia edildi. Hagi eleştirilere sahada karşılık vereceğini söyledi ve Galatasaray'daki ilk üç lig maçında galibiyeti getiren golleri attı. Daha sonraki yıllarda ise, Hagi takımın gizli lideri oldu. Takıma kazandırdığı kupaların yanı sıra oynadığı 132 maçta 110 gol attı ve attırdı (59 gol, 51 asist).
Hagi'nin en çok forma giydiği takım 5 sezon ile Galatasaray oldu. Ünlü "10 numara", çektiği sert, isabetli şutları ve frikikten attığı gollerle Galatasaray seyircisinin unutulmazları arasına girmeyi başardı. Attığı goller sonrasında Galatasaray tribünleri "I Love You Hagi" şeklinde tezahürat yaparak Hagi'ye olan sevgilerini gösterdiler.
Jübile ve sonrası.
Gheorghe Hagi 2000-2001 sezonu sonunda dünya çapında yıldızların oynadığı bir jübile maçı ile Galatasaray'da taşıdığı 10 numaralı formasıyla 36 yaşında yeşil sahalara veda etti. Veda ettiği sezon sonunda futbolu bıraktığını açıklamasına rağmen İtalya'nın Internazionale ve İspanya'nın Real Madrid kulüplerinden futbola dönmesi için teklif aldığı İnter ve Madrid yöneticileri tarafından doğrulandı. Fakat Hagi, tekliflere teşekkür ederek Galatasaray'da mutlu olduğunu ve futbola burada veda edeceğini söyledi. Galatasaray Kulübü Hagi'nin taşıdığı 10 numaralı formayı 2002 yılına kadar müzeye kaldırdı. 2002-2003 sezonunda Fatih Terim'in gelişiyle Brezilyalı Jorge Felipe 10 numaralı formayı giydi. 2003-2004 sezonunda Galatasaray'a geri dönen Hakan Şükür 10 numarayı bir sezon giydi. Hakan Şükür formasının arkasına Hakan Şükür değil, H. Şükür (Hagi'nin "H" si) yazdırarak 10 numaralı formayı ondan daha fazla hak etmediğini ve saygısını göstermek istemiştir.
Hagi, bir orta saha oyuncusu olmasına rağmen futbol yaşamında %50 (485 maçta 242 gol) gol oranı ile oynamıştır. Kariyeri boyunca kaç asist yaptığı ise tam olarak bilinmemektedir (Galatasaray hariç (51 asist)) ancak kulüp takımlarında 200 ila 250, millî takımda ise 20 ila 30 arasındaki bir sayıda asist yaptığı tahmin edilmektedir.
Futbolu bıraktıktan sonra Hagi çeşitli ödüller almaya devam etmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: 2004'te UEFA Jübile Ödülü almıştır, yine 2004 yılında Pele nin düzenlediği FIFA 100 listesine girmiştir, 2007 yılında Romanya'nın en büyük futbol efsanesi ilan edilmiştir, 2005 yılında ise Hagi World Soccer tarafından Dünya'nın gelmiş geçmiş en iyi 25. futbolcusu seçilmiştir. Hagi son olarak 2010 yılında Dünya Kupaları tarihinin en değerli 100 futbolcusu arasına seçilmiştir.
Hagi ülkesi Romanya'da kariyeri boyunca 7 kez yılın futbolcusu ve son olarak da yüzyılın futbolcusu seçildi. Hagi bu ödül dalında ayrıca 6 kere ikinci, 2 kere üçüncü, 1 kere de beşinci olmuştur. (Yılın Romanyalı futbolcusu ödülleri))
Millî takım kariyeri.
İlk olarak 1983 yılında 18 yaşında yer aldığı Romanya millî futbol takımının formasını 17 yıl boyunca 3 Avrupa Futbol Şampiyonası ve 3 FIFA Dünya Kupası da dahil olmak üzere toplamda 125 kere giymiş ve millî maçlarda 35 gol atmıştır. Hagi daha 18 yaşında iken A millî takım formasını giymeye başladı ve yaklaşık iki yıl sonra 20 yaşında millî takımın kaptanı oldu. Sonraki yıllarda Romanya millî takımı ile 3 Avrupa Şampiyonası ve 3 FIFA Dünya Kupasına katılarak Romanya millî takımı ile en çok uluslararası turnuvaya katılan futbolcu oldu. Ayrıca Hagi'nin 1994 FIFA Dünya Kupası'nda, taç çizgisi kenarından, kaleye yaklaşık 45 metre uzaklıktan Kolombiya'ya attığı gol, hâlen Dünya Kupaları tarihinin en güzel 10 golü arasında gösteriliyor. Hagi hâlen (Adrian Mutu ile birlikte) 35 golle Romanya millî futbol takımının tarihindeki en çok gol atan futbolcusudur.
Teknik direktörlük kariyeri.
Hagi, futbolu bırakır bırakmaz Romanya millî takım teknik direktörlüğüne getirildi ancak başarılı olamadı. Daha sonra çalıştırdığı diğer bir takım Süper Lig ekiplerinden Bursaspor oldu. Bursaspor'da istenilen ortamı sağlayamaması sebebi ile sezon bitmeden ayrıldı ve birkaç ay sonra Fatih Terim'in istifası ile Galatasaray teknik direktörlüğüne getirildi. Birkaç yıl önce oyuncu olarak yer aldığı takıma bu sefer hoca olarak gelen Hagi, Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi finalde 5-1 gibi bir skorla yenip Türkiye Kupası'nı kazandığı maçta takımın teknik direktörü idi. Galatasaray'dan sonra, Romanya'nın Politehnica Timişoara ve sonra da Steaua București takımlarını çalıştırdı. Ardından teknik direktörlüğü bırakarak kendi ismiyle açılan futbol okulunun başına geçti.
21 Ekim 2010 tarihinde Frank Rijkaard'ın ayrılmasının ardından Galatasaray'ın teknik direktörlüğüne yeniden getirildi. 22 Ekim 2010'da Florya Metin Oktay Tesislerinde 1,5 yıllık sözleşme imzaladı. 25 Mart 2011 tarihinde sözleşmesi feshedildi.
Viitorul Köstence.
Eylül 2014'te Hagi, kulübün sahibi ve başkanı olmasının yanı sıra FC Viitorul Constanța'nın yöneticiliğini de üstlendi. İlk sezonunda başarıyla küme düşmekten kaçınan Viitorul, 2015-16 sezonunda sezonun harikası olmaya devam etti ve normal sezonun ilk yarısını 3. sırada tamamladı. Sonunda Viitorul sezonu 4. sırada bitirdi ve play-off'larda mücadele etmeyi hak kazandı. Viitorul elemeleri 5. sırada tamamladı; ancak bunu UEFA Avrupa Ligi üçüncü eleme turunda Dinamo București'nin yenilmesinden dolayı hak kazandı. İlk Avrupa maçında Viitorul, Gent ile Ghelamco Arena'da 5-0 mağlup oldu ve rövanşta evinde 0-0 berabere kalarak turnuvaya veda etti.
Viitorul ilk lig şampiyonluğunu 2016-17 sezonunda Liga 1'de CFR Cluj'u 1-0 yenerek elde etti; maçı FCSB ile aynı olan 44 sayı ile tamamladı. Sonuç olarak, Hagi ikinci Romanya Yılın Koçu ödülünü kazandı.
Özel hayatı.
Gheorghe Hagi, annesi Chirata Hagi ve babası Iancu Hagi'nin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hagi'nin büyükbabası, Yunanistan'dan Romanya'ya kaçan 40.000 etnik Arumen'den biriydi. Karadeniz kıyısındaki Köstence yakınlarındaki Săcele köyüne yerleşti. Hagi'nin, birçok Arumen gibi çoban olan dedesiyle ilgili güzel anıları bulunmaktadır. Gheorghe Hagi'nin dediğine göre "Dedemle peynir ve domates yemeyi çok severdim ve bugün hâlâ en sevdiğim yemek bu." Ayrıca "Hırs Arumenlerin ana niteliğidir" dedi.
Hagi'nin babası 1997'de ölmüştür.
Hagi, iki evlilik yapmıştır. İlk evliliği Leni Celnicu iledir. Celnicu ile 1990 yılında evlenmiş ve 1995'te ayrılmıştır. 1995'te ilk eşinden ayrıldıktan sonra Marilena Hagi ile evlenmiştir ve bu evlilikten 2 çocuğu olmuştur. İlk çocuğu Kira Hagi, 1995 yılında, Hagi Barcelona'da oynarken doğmuştur, oyunculuk yapmaktadır. İkinci çocuğu Ianis Hagi, 1998'de İstanbul'da doğmuştur. Ianis babası gibi futbolcudur ve şu anda Rangers'da oynamaktadır.
Eşi Marilena'nın kardeşi Luminița Popescu, Gheorghe Popescu'nun eşidir.
Hagi'nin çocuğu Ianis Hagi İstanbul'da doğduğu için Hagi ailesi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.
Hagi, Doğal Kahramanlar isimli animasyon filminde "Dagda" karakterini Romanyalı olarak seslendirmek için seçildi.
İstatistikler.
Kulüp istatistikleri.
1
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8463",
"len_data": 13527,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.47
}
|
Metin Oktay (2 Şubat 1936, Karşıyaka - 13 Eylül 1991, İstanbul), Türk millî futbolcu ve teknik direktör. Golcülüğü ve yaşadığı gol krallıkları sayesinde "Taçsız Kral" lakabıyla da anılmaktadır.
Futbol kariyerine 1952 yılında, İzmir'in yerel takımlarından Damlacıkspor'da başladı. 1953-1954 sezonunda Yün Mensucat'ta oynamasının ardından 1954-55 sezonu öncesinde İzmirspor'a transfer olarak profesyonel kariyerine başladı. Buradaki tek sezonunda İzmir Profesyonel Ligi şampiyonluğu ve gol krallığı yaşadı. 1955'te Galatasaray ile anlaştı. 1955-56 ve 1957-58 sezonlarında İstanbul Profesyonel Ligi şampiyonlukları yaşarken; ligde attığı gollerle üç sezon üst üste gol kralı oldu. 1959'da kurulan Millî Lig'de de gol krallıkları yaşamaya devam etti ve ligin ilk üç sezonunda gol kralı unvanını korudu. 1961 yılında Serie A'da mücadele eden Palermo ile sözleşme imzaladı. Burada bir sezona yakın top koşturduktan sonra ertesi yıl Galatasaray'a döndü. Sarı-kırmızılı takımdaki ikinci döneminde üç lig, dört Türkiye Kupası ve iki Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonluğu yaşadı. Öte yandan 1962-63, 1964-65 ve 1968-69 sezonlarında üç gol krallığı daha elde etti. 1962-63 sezonunda attığı 38 gol, onu Süper Lig tarihinin bir sezonda en çok gol atan oyuncusu yapsa da bu rekor 1987-88 sezonunda 39 gol atan Tanju Çolak tarafından kırıldı, 1996-97 sezonunda ise Hakan Şükür tarafından egale edildi. Ancak o sezon ligde tutturduğu maç başına 1,46 gol ortalamasıyla lig tarihinin bir sezondaki en verimli golcüsü oldu. Galatasaray formasıyla toplamda 324 lig maçına çıkan Oktay, attığı 294 golle hem Galatasaray'ın hem de Türk futbolunun en çok gol atan oyuncuları arasına girdi.
İlk kez 1955 yılında giydiği Türkiye millî futbol takımı forması altında 36 maça çıktı ve 19 gol atmayı başardı. Oktay; Hakan Şükür (51), Tuncay Şanlı (22) ve Lefter Küçükandonyadis (21)'in ardından, Cemil Turan, Nihat Kahveci ve Burak Yılmaz ile birlikte millî takım tarihindeki en golcü dördüncü oyuncu konumundadır.
Futbolculuk kariyerini sonlandırdıktan hemen sonra, 1969-70 sezonunda Galatasaray teknik direktörü Tomislav Kaloperović'in yardımcılığına getirildi; fakat sezon sonunda takımın teknik direktöründe değişikliğe gidilince görevinden ayrıldı. 1972-73 sezonu başında, bu kez Bursaspor'un teknik direktörlüğünü yapan Kaloperović'in yardımcısı oldu. Sezon ortasında Kaloperović'in görevden ayrılmasıyla Bursaspor'un teknik direktörlüğüne getirildi ve 1973 yılının sonuna kadar görevini sürdürdü. Sonrasında ise Galatasaray'da yöneticilik ve çeşitli gazetelerde spor yazarlığı yaptı. 13 Eylül 1991'de, Boğaziçi Köprüsü çıkışında geçirdiği trafik kazası sonucu 55 yaşında öldü.
İlk yılları.
2 Şubat 1936 tarihinde, İzmir'in Karşıyaka ilçesinin Çiftefırınlar mahallesinde, daha önce sekiz kız çocuğu olan; ancak beşi ölen üç kız çocuklu ailenin dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası fabrikada makine işçisi olarak çalışan Hasan Oktay, annesi ev hanımı Fatma Oktay'dı. Kardeşlerinin adları ise Adviye, Nermin ve Münevver idi.
Metin Oktay, öğrenim hayatına Karşıyaka Soğukkuyu İlkokulu'nda başladı. Ailesiyle birlikte Alsancak'a taşınmasının ardından, ilkokul ikinci sınıftan itibaren Gazi İlkokulu'nda okudu. Sonrasında ise İzmir İnönü Lisesi ve Mithatpaşa Erkek Sanat Enstitüsü Mobilya Bölümünde öğrenim gördü. Oktay, Mithatpaşa'nın okul futbol takımının kadrosunda da yer aldı.
Futbolculuk kariyeri.
Altyapı kariyeri.
Oktay futbol kariyerine 1952 yılında, doğduğu il olan İzmir'in amatör takımlarından Damlacıkspor'un altyapısında başladı. Futbolcu Sait Altınordu'ya olan hayranlığından ötürü burada 8 numaralı formayla mücadele etti. Çeşme'nin Alaçatı beldesinde oynanan ve 4-1 kazanılan hazırlık maçında 2 gol atan Oktay'a teknik direktör Arif Hantal tarafından verilen 2,5 lira, kendisinin futboldan kazandığı ilk paraydı. 1952'de, Adnan Süvari'nin futbolcu-teknik direktör olarak görev yaptığı Yün Mensucat ile aylık 300 lira maaşla anlaştı. Bu dönemde genç millî takımda yer aldı ve büyük kulüplerin dikkatini çekti. Beşiktaş ve Adalet ile yapılan transfer görüşmeleri olumsuz sonuçlandı. 1954'te, 5.000 lira transfer bedeli ve aylık 500 liralık maaş karşılığında İzmir Profesyonel Ligi'nde mücadele eden İzmirspor ile profesyonel sözleşme imzaladı.
İzmirspor.
İzmirspor formasıyla İzmir Profesyonel Ligi'nin 1954-55 sezonunda çıktığı 18 maçta 17 gol atarak gol krallığı yaşadı. Takım ise ligi şampiyonlukla tamamlamıştı. 7 Mayıs 1955'te Beşiktaş ile oynanan ve 1-0 kaybedilen Atatürk Kupası maçında ilk kez, denenme amaçlı Galatasaray forması giydi. 1 Temmuz 1955'te ise, Gündüz Kılıç'ın teknik direktörlüğünü yaptığı Galatasaray ile 5 yıllık sözleşme imzaladı. Oktay'a, imzaladığı sözleşme karşılığında taksi plakalı Chevrolet marka bir otomobil verildi.
Galatasaray (1. dönem).
28 Ağustos 1955'te Beyoğluspor ile oynanan ve 3-0 kazanılan hazırlık maçında yeni takımıyla imzaladığı sözleşmenin ardından ilk maçına çıkarken, ilk golünü de bu maçta attı. 9 Ekim 1955'te, İstanbulspor ile oynanan İstanbul Profesyonel Ligi maçında Galatasaray formasını resmî bir maçta ilk kez giydi. 3-0 Galatasaray'ın üstünlüğüyle sona eren maçta takımının üçüncü golünü attı. 16 Ekim günü Fenerbahçe karşısında oynayarak iki takım arasındaki ilk derbi maçına çıktı. 6 Kasım'da oynanan ve 5-4 kazanılan maçta ise ilk kez bir Beşiktaş derbisinde oynarken, iki de gol kaydetti. 11 Nisan 1956'da, İstanbul'daki Mithatpaşa Stadyumu'nda Brezilya'nın Vasco de Gama takımıyla yapılan ve 1-0 kaybedilen maçta ilk kez yabancı bir takıma karşı forma giymiş oldu. İlk sezonunda ligde oynadığı 17 maçta attığı 19 golle gol krallığı yaşadı. Galatasaray'ın ligde sezonu şampiyon olarak tamamlamasıyla takımındaki ilk sezonunda şampiyonluğa ulaşırken; Galatasaray da 1956-57 sezonu için Şampiyon Kulüpler Kupası'na 1. turdan katılmaya hak kazandı.
26 Ağustos 1956'da, deplasmanda Dinamo București ile oynanan ve Galatasaray'ın 3-1 kaybettiği Şampiyon Kulüpler Kupası ön eleme maçı, Türk takımlarının Avrupa kupalarındaki ilk maçı olarak tarihe geçti. Bu maçta takımının tek golünü kaydeden Metin Oktay ise Avrupa kupalarında gol atan ilk Türk oyuncu oldu. 16 Eylül'de, kulübün kuruluşunun 50. yılı kutlamaları için yapılan etkinlikler kapsamında Dinamo Sofya ile oynanan ve 2-1 kaybedilen hazırlık maçında sakatlanması sebebiyle, 19 Eylül günü Emniyet ile oynanacak olan İstanbul Profesyonel Ligi'nin 1956-57 sezonunun açılış maçında forma giyemedi. Galatasaray, 30 Eylül'de Dinamo București ile yapılan Şampiyon Kulüpler Kupası rövanş maçından 2-1'lik galibiyetle ayrılsa da kupadan elenmekten kurtulamadı. Bu maçta takımın ilk golü Kadri Aytaç'tan gelirken, galibiyeti getiren golü Metin Oktay atmıştı. 13 Ekim'deki Galatasaray'ın 5-2'lik üstünlüğüyle sona eren kendi açısından ligin ilk maçı olan Beyoğluspor mücadelesinde penaltıdan bir gol atarak lige de golle başladı. 23 Mart 1957'deki 6-1 kazanılan Kasımpaşa maçında attığı dört golle gol atarak takımdaki ilk kez hat trick yaptı. Bu sezonda attığı 17 golle ligde ikinci kez gol kralı olurken; Fenerbahçe ile aynı puana sahip olan Galatasaray, averaj hesabı sonucunda şampiyonluğu rakibi Fenerbahçe'ye kaptırdı. O sezon lige ek olarak, Şampiyon Kulüpler Kupası'na gidecek takımı belirlemek amacıyla Federasyon Kupası da düzenlenmişti. Oktay'ın toplamda dört gol attığı turnuvanın final grubunu lider tamamlayan Beşiktaş, sonraki sezonda Şampiyon Kulüpler Kupası'nda mücadele etme şansını elde eden taraf oldu.
1957-58 sezonuna gollerle başlayarak oynadığı ilk üç lig maçında dört gol attı. 28 Ekim 1957'deki 6-1'lik ligin ilk yarısının kapanış mücadelesi olan Beyoğluspor maçında üç gol kaydetti. İkinci kez düzenlenen Federasyon Kupası'ndaki ilk maçı olan ve 16 Kasım 1957'de oynanan 10-0'lık Anadolu maçında beş gol atarak, o ana kadar oynadığı resmî maçlar içinde ilk defa bir maçta beş gol atmış oldu. Kasımpaşa ile oynanan ligin ikinci yarısının açılış maçında Kadri Aytaç ile birlikte hat-trick yaparak maçın 8-1 sonuçlanmasında önemli rol oynadı. Sezon genelinde 17 lig maçına çıkıp 19 gol kaydederek İstanbul Profesyonel Ligi'nde üçüncü kez gol kralı olurken, takımı Galatasaray ligi şampiyon olarak tamamladı. Federasyon Kupası'nda da 10 gol kaydeden Oktay, Lefter Küçükandonyadis ile birlikte turnuvanın en golcü oyuncusu oldu. İstanbul Profesyonel Ligi'nin son sezonu olan 1958-59 sezonuna ise geçen sezona göre gol bakımından tutuk bir başlangıç yaptı ve oynadığı ilk beş maçta gol atma başarısını gösteremedi. 8 Ekim 1958'deki Kasımpaşa maçında rakip filelere bıraktığı iki gollü maçla başlayan bir gol serisi yakaladı ve oynadığı beş lig maçında 14 gollük bir performans sergiledi. 15 Kasım'daki 4-0'lık Adalet maçında tüm goller Oktay'dan gelirken; 29 Kasım'daki 3-2'lik Karagümrük maçında üç, 27 Aralık'taki 6-0'lık Beykoz maçında ise dört gol kaydetmişti. Bu serinin ardından üç maç boyunca gol atamayan Oktay, ligin son üç maçında 8 gol atmayı başardı. 8 Şubat 1959'daki 6-0'lık Adalet maçında ise dört gol birden atmıştı. 1958-59 sezonunda attığı 22 golle, İstanbul Profesyonel Ligi'nde üst üste dördüncü kez gol kralı olma başarısını gösterdi. 8 sezon düzenlenen ligde toplamda 66 maça çıkıp 77 gol kaydeden Oktay, lig tarihinin de en golcü oyuncusu oldu.
Millî Lig dönemi.
1959 yılında, Millî Lig adı altında ulusal bir lig kuruldu. Ligdeki ilk maçına 21 Şubat 1959'da, Demirspor karşısında çıktı ve 2-0 sonuçlanan maçtaki iki gol de kendisinden geldi. 22 Mart'taki 5-0 sonuçlanan Göztepe maçında ise üç gol atan Oktay, 13 maç oynadığı ligin ilk aşamasını 10 golle tamamladı. İki grup hâlinde düzenlenen ligin ilk aşamasında kendi grubunu birinci sırada tamamlayan Galatasaray ile diğer grubun birincisi Fenerbahçe arasında iki ayaklı bir final düzenlendi. İlk maç 10 Haziran 1959'da, Mithatpaşa Stadyumu'nda oynandı. Maçın 13. dakikasında yaşanan olayların ardından Yugoslav hakem Marković, Metin Oktay'a kırmızı kart göstererek onu oyundan attı. Bu kararın ardından saha karıştı, sonrasında ise hakem kararını geri alarak Oktay'ın tekrar oyuna girmesini sağladı. 37. dakikada sol kanattan ilerleyen Oktay'ın çektiği şut golle sonuçlanırken, kalenin ağlarını da deldi. Önce aut kararı verilse de sonrasında karar, gol olarak değiştirildi. Bu golle Galatasaray, maçı 1-0 kazandı. 19 Haziran'da oynanan ikinci maçı ise 4-0'lık skorla kazanan Fenerbahçe, 1959 sezonunun şampiyonu oldu. Toplamda 11 gol atmayı başaran Metin Oktay ise Millî Lig'in ilk sezonunu gol kralı olarak tamamladı.
1959-60 sezonunda, 1959 sezonundaki sistemden farklı olarak 20 takımın yer aldığı lig, tek aşamalı olarak düzenlendi. 26 Ağustos 1959'da, Beykoz karşında çıktığı ilk maçta gol atmayı başaran Oktay, 30 Eylül'deki Karagümrük maçının birinci dakikasında sağ ayak bileğinden yaşadığı sakatlık sebebiyle bir süre takımdan ayrı kaldı. 24 Ekim 1959'daki 8-0'lık Altınordu maçıyla sakatlık sonrası ilk kez forma giyen Oktay, bu maçta attığı beş golle kariyerinde ikinci kez bir maçta beş gol atma başarısını gösterdi. 3 Şubat 1960'taki 5-1'lik Vefa ve hemen ardından 6 Şubat'taki 4-0'lık Kasımpaşa maçlarında üçer gol kaydetti. Sezonu, ligde oynadığı 33 maçta attığı 33 golle tamamlayan Oktay, maç başına 1 gol ortalaması yakalayarak tekrar ligde gol kralı oldu. Galatasaray ise, Beşiktaş'ın şampiyon olduğu sezonu üçüncü sırada tamamlamıştı.
1960-61 sezonuna, Vefa ve Feriköy ile art arda oynadığı ilk iki lig maçında attığı birer gollerle başlangıç yaptı. 15 Eylül günü, askerliğini sekiz gün eksik yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. 45 günlük hapis cezasının ardından, 28 Ekim günü serbest bırakıldı. Hapisten çıktığı günün hemen sonrasında, 29 Ekim 1960'ta oynanan ve 3-0 kazanılan Karagümrük maçında iki gol kaydetti. 3 Aralık'taki PTT deplasmanında yaptığı hat-trick ile takımına 3-1'lik galibiyeti getiren isim oldu. Hemen ertesi gün oynanan Şekerhilâl maçında hat-trick yapma başarısını göstererek alınan 6-0'lık galibiyetin önemli isimlerinden oldu. Ertesi hafta oynanan ve maçın tek golünü attığı 1-0'lık Göztepe deplasmanında sakatlanmasına rağmen, 18 Aralık günü oynanan ve 5-0 kazanılan Fenerbahçe derbisinde forma giydi ve maçta dört gol kaydetti. Bu sayede Galatasaraylı Celal İbrahim ve Fenerbahçeli Zeki Rıza Sporel'in ardından iki takım arasında oynanan maçlar içinde bir maçta dört gol birden atan üçüncü oyuncu oldu. 15 Nisan 1961'deki 5-0'lık Beykoz ve 23 Nisan'daki 4-0'lık Altay maçlarında da üçer gol atan Oktay, 30 lig maçında attığı 36 golle üçüncü kez düzenlenen Millî Lig'de üçüncü gol krallığını yaşadı. Takımı Galatasaray ise, Fenerbahçe'nin ardından ligde ikinci sırayı elde etti.
10 Temmuz 1961'de, 300.000'i Galatasaray'a ödenen 675.000 Türk lirası karşılığında, 1959 ile 1961 yılları arasında Galatasaray'ı çalıştıran Leandro Remondini'nin teknik direktörlüğünü yaptığı ve o sezon Serie A'ya yükselen İtalya'nın Palermo takımıyla 2 yıllık sözleşme imzaladı. Aylık maaşı ise 250.000 İtalyan lirası (3.750 Türk lirası) olarak belirlendi. Böylece Metin Oktay; Şükrü Gülesin, Bülent Esel, Bülent Eken ve Lefter Küçükandonyadis'ten sonra İtalya'da top koşturan beşinci Türk futbolcu oldu.
Palermo.
Palermo formasıyla ilk maçına 13 Ağustos 1961'de, Sporting ile yapılan hazırlık maçında çıktı. 2-0'lık Palermo galibiyetiyle sonuçlanan maçın iki golü de Oktay'dan geldi. 3 Eylül'de, SPAL karşısında ilk Serie A maçına çıktı. Aynı zamanda ligdeki ilk golünü attığı karşılaşmayı Palermo 3-1'lik skorla kaybetti. Ligin dördüncü haftasındaki Roma deplasmanında alınan 5-2'lik mağlubiyette bir röveşata golü attı. Sonrasında yaşadığı sakatlık sebebiyle yaklaşık üç hafta takımdan ayrı kaldı. Sakatlığı atlatmasının ardından ilk maçına 8 Ekim'de, 0-0'lık Juventus karşısında çıktı. millî takım maçları sebebiyle Türkiye'ye gelen Oktay, Galatasaray'ın 1 Kasım'da Gençlerbirliği ile oynadığı ve 2-1 kazandığı hazırlık maçında forma giyme şansı elde ederken, takımının ikinci golünü attı. İtalya'ya dönmesinden birkaç gün sonra, 19 Kasım'da oynadığı Calcio Lecco 1912 maçının ardından sağ ayak bileğinden bir sakatlık yaşadı. 7 Ocak'taki Milan maçının son dakikalarında oyuna dahil oldu ve sakatlık sonrası ilk kez forma giydi. 4 Şubat'ta, Palermo'nun kendi sahasında aldığı 3-1'lik Sampdoria galibiyette son gol Oktay'dan geldi. Kısa bir süre sonra ayak sakatlığının nüksetmesinin ardından kadroda yer bulamayan ve B takımda oynayan Oktay hakkında basında sık sık Galatasaray'a döneceği yönünde haberler yer almaya başladı. 3 Nisan 1962'de Palermo, Galatasaray ile İstanbul'da bir hazırlık maçı yaptı. Metin Oktay'ın Galatasaray formasıyla mücadele ettiği maç 2-1'lik Galatasaray galibiyetiyle sonuçlandı. Bu tarihten sonra herhangi bir resmî maçta oynamayan Oktay'ın, 25 Temmuz 1962 tarihinde Galatasaray'a transferi gerçekleşti ve kulüple iki yıllık sözleşme imzaladı.
Metin Oktay, yaklaşık bir sene süren Palermo kariyerinde tamamı ligde olmak üzere 12 resmî maça çıkarken, 3 gol atmayı başardı.
Galatasaray (2. dönem).
1962-63 sezonuna Galatasaray, hazırlık turnuvası niteliğindeki Türkiye Spor Yazarları Derneği Kupası'nı kazanarak başladı. Bir önceki sezonu şampiyon tamamlaması sebebiyle 1 turdan katıldığı Şampiyon Kulüpler Kupası'ndaki ilk maçını 9 Eylül 1962'de, Dinamo București ile oynanan ve takımının tek golünü kaydeden Oktay, deplasmandan 1-1'lik beraberlikle dönülmesini sağladı. 16 Eylül'deki ikinci maçta da rakip filelere bir gol göndermeyi başarırken maçı 3-0 kazanan ekip, bir üst tura yükseldi. Öte yandan lig, 1962-63 sezonunda iki aşamalı olarak düzenlendi. Oktay, Galatasaray'ın yer aldığı kırmızı gruptaki sezonun ilk maçına 22 Eylül 1962'de Göztepe karşısında çıkarken, İtalya dönüşünde oynadığı ilk lig maçında attığı golle takımına 1-0'lık galibiyeti getirdi. 7 Kasım 1962 tarihindeki 4-1 sonuçlanan Polonia Bytom maçında attığı 3 golle, Avrupa kupalarında hat-trick yapan ilk Türk futbolcu oldu. Bu sezon 28'i lig olmak üzere 39 maça çıkan ve 38'i ligde olmak üzere 47 gol atmayı başaran Oktay, en verimli sezonunu geçirdiği ligde gol kralı olmasının yanı sıra 1,46'lık maç başına gol ortalaması tutturarak Süper Lig tarihinin bu alanda en başarılı ismi oldu. Galatasaray, 1962-63 sezonunda hem ligde hem de Türkiye Kupası'nda şampiyonluğa ulaştı.
1963-64 sezonunda ligde oynanan 34 maçın 32'sinde oynadı ve 18 gol attı. Attığı 19 golle gol kralı olan Güven Önüt'ün gerisinde kalan Oktay, Türkiye'deki profesyonel kariyeri boyunca ilk kez gol kralı olmayı başaramadı. Galatasaray ise ligde, şampiyonluğa ulaşan Beşiktaş'ın 11 puan gerisinde, üçüncü sırada yer aldı. Öte yandan takım, sezonu Türkiye Kupası şampiyonluğuyla tamamladı. Ertesi sezon Galatasaray ligi yine üçüncü sırada bitirirken, üst üste üçüncü kez Türkiye Kupası'nın sahibi oldu. İki ayaklı olarak oynanan finaldeki tek gol, ikinci maçta Oktay'ın ayağından gelmişti. Bu sezon ligde 17 gol atmayı başaran Oktay, tekrar gol kralı oldu.
Metin Oktay, 1968-69 sezonu sonunda, 23 Ağustos 1969 tarihinde Mithatpaşa Stadyumu'nda Galatasaray ile Fenerbahçe arasında oynanan ve 1-1 sonuçlanan jübile maçıyla futbolculuk kariyerini noktaladı. Maçın son kısımlarında Fenerbahçe oyuncusu Can Bartu ile formalarını değiştirdi ve bu iki oyuncu kalan dakikaları karşı takımlarda oynandı. Daha sonrasında Oktay için, doğduğu il olan İzmir'deki Alsancak Stadı'nda da bir jübile maçı yapıldı. Göztepe ile Galatasaray arasında oynanan maç, Göztepe'nin 1-0'lık galibiyetiyle sonuçlandı.
Millî takım kariyeri.
11 Nisan 1954'te, Batı Almanya'nın Leverkusen şehrinde Türkiye 18 yaş altı millî takımının Belçika'yı 4-0 yendiği ve kendisinin iki gol attığı 1954 Dünya Gençler Şampiyonası maçında ilk kez millî formayı giydi.
Türkiye formasıyla ilk maçına 18 Aralık 1955'te, Portekiz ile oynanan hazırlık karşılaşmasında çıktı. Bu maçı 3-1 kazanan Türkiye'nin ikinci golü Oktay'dan geldi. 25 Aralık'ta, Fransa B takımıyla oynanan ve 3-1'lik skorla kaybedilen Akdeniz Kupası maçında da takımın tek golünü kaydetti. 1950'li yıllarda oynadığı maçlarla dikkat çeken, "Altın Takım" olarak adlandırılan ve aldığı 46 galibiyet, 6 beraberlikle son 52 maçında yenilmeyen Macaristan karşısında Türkiye'nin 19 Şubat 1956'da, Mithatpaşa Stadyumu'nda aldığı 3-1'lik galibiyette attığı golle pay sahibi oldu. 1957 yılında oynadığı dört maçı da golsüz geçti. 4 Mayıs 1958'de, Amsterdam'daki hazırlık maçında Hollanda karşısında attığı iki golle takımına 2-1'lik galibiyeti getirdi.
1962 FIFA Dünya Kupası elemelerinde oynadığı dört maçta üç gol atsa da Türkiye, üç takımdan oluşan grubunu Sovyetler Birliği'nin ardından ikinci sırada tamamlayarak kupaya katılma şansı elde edemedi. 10 Ekim 1962'de, Etiyopya ile oynanan yılın ilk millî maçında üç gol birden atarak hat trick yapma başarısını gösterdi. Sonrasındaki dört maçında sessiz kalsa da 27 Eylül 1964'teki Polonya maçında bir, Turgay Şeren'in yokluğunda ilk kez takım kaptanı olarak sahaya çıktığı 1 Kasım 1964'teki Mısır maçında iki gol birden atmayı başardı. Sonrasındaki beş maça da kaptan olarak sahaya çıktı ve bu maçların sadece birinde, 9 Mayıs 1965'teki Bulgaristan mücadelesinde gol atmayı başardı. Turgay Şeren'in takım kaptanı olduğu 30 Mayıs 1966'daki Danimarka maçının ardından yaklaşık 2,5 yıl süreyle millî formadan uzak kaldı.
11 Aralık 1968'de, 1970 FIFA Dünya Kupası elemeleri kapsamında Kuzey İrlanda ile oynanan ve takım kaptanı olarak yer aldığı maçta son kez millî formayı giydi. Toplamda 36 A millî maçta forma giyen Oktay, 19 gol atmayı başardı.
Başarıları.
Türkiye Ligi'nde attığı 217 golle bir rekora imza atan Oktay, 1962-63 sezonunda 26 maçta attığı 38 golle bir sezonda en fazla gol rekorunu kırdı. Bu rekor 1988'de 39 golle Tanju Çolak tarafından kırıldı, 1997'de ise Hakan Şükür tarafından egale edildi.
Futbol dışı ve sonrası.
1959 yapımı "Gönül Kimi Severse" adlı filmde küçük bir rolde, kendisi olarak yer aldı. Yine bu filmde Millî Lig'in 1959 sezonunun final maçlarının görüntüleri de yer almaktadır. 1965 yılında, senaryosu kendi yaşamı üzerine kurulan, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı "Taçsız Kral" filminde Ajda Pekkan, Ayten Gökçer ve Gönül Yazar ile başrol oynadı.
Metin Oktay, futbolu bıraktıktan sonra yine futbolla ilgili çeşitli işler yaptı. 1969-70 sezonunda Galatasaray teknik direktörü Tomislav Kaloperović'in yardımcılığını üstlendi. Sezon sonunda Kaloperović'in takımdan gönderilmesiyle Oktay da görevinden ayrıldı. Galatasaray'ın 7. sırada tamamladığı sezonun ardından, Haziran ayında düzenlenen 1970 FIFA Dünya Kupası için Meksika'ya, basın görevlisi olarak gitti.
1972 yılında, 5.000 lira maaşla Bursaspor teknik direktörü Kaloperović'in yardımcılığına getirildi. 11 Şubat 1973'teki 1-0'lık Giresunspor mağlubiyetinin ardından istifa eden Kaloperović'in yerine takımın başına geçti. 1972-73 sezonunun geri kalanında görev aldığı Bursaspor, Türkiye 1. Futbol Ligi'ni 10. sırada tamamladı. Bir sonraki sezona da takımın başında giren Oktay'ın, 2 Aralık 1973'teki 3-1'lik Giresunspor mağlubiyetinin ardından sunduğu istifası, 4 Aralık'ta yapılan yönetim kurulu toplantısında kabul edildi. Teknik direktörlüğün yanında 1984 ile 1986 yılları arasında, Galatasaray başkanı Ali Uras'ın son döneminde kulübün futbol şubesinin başında görev yaptı.
Öte yandan Oktay, "Tercüman", "Güneş" ve "Milliyet" gazetelerinde spor yazarlığı yaptı. Hayatının son yıllarında kaleme almaya başladığı otobiyografisi ise, Oktay'ın vefatı üzerine manevi oğlu Rıfat Pala tarafından tamamlandı ve ölümünden iki yıl kadar sonra, 1994 yılının şubat ayında "Top ve Ben" adıyla yayımlandı.
Kişisel yaşamı.
29 Ocak 1959 tarihinde, İzmir'de Oya Sarı ile evlendi. Aynı yıl içerisinde eski takımı İzmirspor'dan gelen transfer teklifini reddederek İstanbul'daki kulübü Galatasaray'da kalması sebebiyle eşinden ayrıldı. İkinci evliliğini 12 Mayıs 1965'te, İstanbul'da Servet Kardıçalı ile yaşadı. 9 Şubat 1966'da, çiftin Zeynep adını verdikleri bir kız çocuğu dünyaya gelse de doğumundan birkaç saat sonra öldü. Cenazesi ise Şişli Camii'nde kılınan namazın ardından Edirnekapı'da toprağa verildi. Daha sonraları çift, Rıfat Halil Pala adlı çocuk evlat edindi.
Babası Hasan Oktay, 22 Haziran 1959 tarihinde öldü.
Tutuklanması.
Gazeteci Halit Çapın'ın 10 Eylül 1960'taki İstanbulspor maçının ertesi günü "Milliyet" gazetesinde yazdığı bir haberde Metin Oktay'ın askerlik sırasında işlediği bir suçtan ötürü 2,5 aylık bir hapse mahkûm edildiği, cezasının infazı için polis tarafından bir müddet önce yakalandığı; fakat araya girenler vasıtasıyla savcılıktan 6 Eylül'e kadar izin istediği ve bu izin süresinin bitmesine rağmen Oktay'ın hâlen yakalanmadığı iddiası yer aldı. Birkaç gün sonra, 14 Eylül günü tutuklanan Oktay, Toptaşı Cezaevi'ne konuldu. Askerliğini sekiz gün eksik yaptığı gerekçesiyle 2,5 aylık hapis cezasına çarptırıldı. Fakat Galatasaray yöneticilerinin teşebbüsüyle yeniden gözden geçirilen davada eksik gün sayısının 8 değil, 6 olduğu belirlendi. 28 Ekim günü çıkarılan kısmî af kanununun ardından, 45 günlük ceza sonrasında hapishaneden çıktı.
Ölümü.
13 Eylül 1991 günü, sabah saat 4.15 sularında, Boğaziçi Köprüsü çıkışında geçirdiği trafik kazasından sonra kaldırıldığı Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde öldü. Otomobili takla atan Oktay'ın çenesinin kırıldığı, sol kolunda kırıklar olduğu ve dalağının parçalanması sonucu iç kanama geçirerek öldüğü belirlendi. Cenazesi Ali Sami Yen Stadyumu ile "Milliyet" gazetesinin binasının önünde düzenlenen törenlerin ve Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Topkapı'daki Kozlu Mezarlığı'na defnedildi.
Mirası ve popüler kültüre etkileri.
Metin Oktay'ın ismi ölümünden birkaç ay sonra, Galatasaray'ın Florya'daki tesislerine verildi. Sarıyer'in Tarabya semtinde bulunan ve Ekim 1990'da hizmet vermeye başlayan Tarabya Spor Kompleksi, Oktay'ın ölümünden sonra Tarabya Metin Oktay Spor Kompleksi ismini aldı. Yine İstanbul'un Küçükçekmece ilçesinde yer alan Küçükçekmece Stadyumu'nun ismi, ilçe belediyesi tarafından Küçükçekmece Metin Oktay Stadyumu olarak değiştirildi. Öte yandan vefatının 1. yıldönümünde, dönemin Kadıköy Belediye Başkanı Cengiz Özyalçın tarafından Kadıköy'deki Kalamış Parkı'na dikilen Metin Oktay heykelinin açılışı yapıldı.
Galatasaray taraftar grubu ultrAslan'ın girişimleri sonucunda Ankara'nın Çankaya ilçesinde bulunan ve 2002-2003 döneminde açılan ilköğretim okula Metin Oktay İlköğretim Okulu adı verildi. 8 Ocak 2011'de, Hakkâri'nin merkez ilçesine bağlı Çimenli köyünde yer alan İMKB İlköğretim Okulu'nda kurulan ve Metin Oktay'ın adı verilen kütüphanede yer alan 2500'ün üzerindeki kitap, okulda vekil öğretmen olarak görev yapan İsa Kurt ve Tekyumruk isimli Galatasaray taraftar grubunun internet üzerinden başlattığı kampanyayla birlikte toplandı. Öte yandan İzmir'in Karabağlar ilçesinde ve Ankara'nın Çankaya ilçesinde Metin Oktay ismini taşıyan birer mahalle bulunmaktadır. Galatasaray Müzesi'nde ise Oktay'ın balmumundan yapılan bir heykeli sergilenmektedir. İzmir Büyükşehir Belediyesine ait "Metin Oktay" adlı bir yolcu vapuru vardır.
1966 yılında çıkan bir plağın A yüzünde sözlerini Halit Kıvanç'ın yazdığı, bestesini ve yorumunu ise Şevket Uğurluer'in yaptığı "Metin Geliyor, Metin" adlı şarkı; B yüzünde ise "Kral'ın Golleri" adı altında Halit Kıvanç'ın yaptığı maç anlatımları yer aldı.
1969'daki jübilesinin için "Metin" adında, Oktay'ın hayatını anlatan bir kitap hazırlandı. Eylül 2011'de, vefatının 20. yılında ise Ahmet Çakır tarafından yazılan ve oyuncunun hayatını konu alan "Taçlı Kral: Metin Oktay" isimli kitap yayımlandı.
Oktay, Turkcell'in 2019 yılında hazırladığı bir reklam filminde canlandırıldı. Araç kullanırken cep telefonu kullanmanın tehlikelerine dikkat çekilen ve Oktay'ın 1991 yılında trafik kazasında hayatını kaybettiği hatırlatılan filmde dönemin Galatasaray futbolcularından Emre Akbaba da rol aldı.
Metin Oktay her yıl mezarı başında, Galatasaray kulübünden de gelen temsilcilerin katıldığı bir törenle anılmaktadır. Yine kulüp tarafından hazırlanan ve Galatasaray Store'da satışa sunulan Metin Oktay temalı çeşitli tişört, forma, atkı gibi ürünler yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8464",
"len_data": 25868,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.5
}
|
Mıknatıssal veya manyetik alan, bir mıknatısın mıknatıssal özelliklerini gösterebildiği alandır. Mıknatısın çevresinde oluşan çizgilere de, mıknatısın o bölgede oluşturduğu manyetik alan çizgileri denir. Manyetik alan çizgilerinin yönü kuzeyden (N) güneye (S) doğrudur. Manyetik alan hareket eden elektrik yükleri tarafından, zamanla değişen elektrik alanlardan veya temel parçacıklar tarafından içsel olarak üretilir. Manyetik alan vektörel bir büyüklüktür. Yani herhangi bir noktada yönü ve şiddeti ile tanımlanır. Manyetik alan B harfiyle temsil edilir. SI birimi Sırp bilim insanı Nikola Tesla'nın soyadı Tesladır. Manyetik alan Lorentz kuvveti kullanılarak ölçüldüğü için birimi "coulumb-metre/saniye başına Newton"dur. Saniye başına coulomba bir amper dendiği için "T=N(Am)-1" olarak da geçer. Tesla günlük olaylar için çok büyük bir birim olduğundan pratikte, gauss (G) kullanılmaktadır. 1 T=104 G
Manyetik alan en genel şekilde hareket eden elektrik yüküne etki eden Lorentz kuvveti ile tanımlanır.
Manyetik alan, elektrik alanı, akım ve onları yaratan yükler arasındaki bağlantı Maxwell denklemleri ile açıklanır. Özel görelilik kuramı'nda elektrik ve manyetik alan bir nesnenin birbiriyle alakalı iki özelliğidir. Kuantum fiziğinde ise elektromanyetik etkileşimler foton değişimi sonucunda oluşur.
Manyetik alanın birçok kullanımı vardır. Dünya kendi manyetik alanını üretir ve bu manyetik alan pusulanın temel çalışma prensibini oluşturur. Dönen manyetik alan elektrik motorlarında ve jeneratörlerde kullanılır. Manyetik kuvvetler bir malzeme içerisindeki yük taşıyıcılarının sayısı hakkında bilgi verir.
Manyetik maddelerin sınıflandırılması.
Michael Faraday, araştırmaları neticesinde maddelerin, manyetik alana tepki verdiğini ve bu tepki sonucunda etkileşimin olduğunu ortaya koydu. Verdikleri tepkiye göre
maddeleri üç grupta toplanabildiğini gösterdi:
Tarihi.
MÖ 13. asırda Çin'de pusula kullanılmaktaydı. Yunanların MÖ 800 yıllarında manyetizma hakkında bilgileri vardı. Manyetit taşının (Fe3O4) demir parçalarını çektiğini keşfettiler. Efsaneye göre Manyetit adı, sürüsünü otlatırken ayakkabısının çivileri ve sopasının ucu büyük manyetit parçalarına yapışıp kalan Magnes adlı çobandan gelmektedir.
1269'da Pierre de Maricourt, doğal küresel bir mıknatıs yüzeyinin çeşitli noktalarına bir iğne yerleştirerek iğnenin aldığı yönlerin haritasını elde etti. Yönlerin, kürenin çap boyunca karşılıklı iki noktasından geçen ve küreyi kuşatan çizgiler oluşturduklarını gördü. Bu noktalara mıknatısın kutupları adını verdi. Daha sonraki deneyler, şekli ne olursa olsun her mıknatısın kuzey ve güney kutup denen iki kutbu olduğunu gösterdi. Bu kutuplar, elektrik yükleri gibi birbirleri üzerine kuvvet etki ettirirler.
Elektrik ve manyetizma arasındaki ilişki, 1819'da Danimarkalı bilim insanı Hans Christian Oersted'in bir gösteri deneyi sırasında akım taşıyan telin yakınında duran pusulayı saptırdığını bulmasıyla keşfedildi. Bundan kısa bir süre sonra Andre Ampere akım taşıyan iletkenin diğerine uyguladığı manyetik kuvveti hesaplamak için gerekli nicel yasaları elde etti. 1820'lerde Michael Faraday ve ondan bağımsız olarak Joseph Henry elektrik akımı ile manyetizma arasındaki başka ilişkileri de gösterdiler. En sonunda Maxwell tüm bu çalışmaları ve elektrik ile manyetizmayı birleştiren Maxwell denklemlerini yayınladı.
Manyetik akı yoğunluğu.
Birim yüzeydeki manyetik alan miktarıdır. Buna göre, manyetik alan birimi Tesla olduğu için manyetik alan yoğunluğunun birimi de Tesla/m2 dir.
Alternatif tanım.
Kimi mühendislik kitaplarında manyetik alan için farklı bir tanım vardır. H simgesiyle gösterilen bu tanımın birimi de amper/metredir. Boşlukta B ve H birbirleriyle orantılıdır.
Ancak manyetik maddelerin içinde bu ilişki farklıdır:
Burada M manyetikleşme alanıdır.
Manyetik kutuplar.
Bir mıknatısı kütle merkezinden astığımızda bir ucunun kuzeyi diğer ucunun güneyi gösterdiğini gözleriz. Kuzeyi gösteren uca mıknatısın kuzey kutbu (N), güneyi gösteren uca ise mıknatısın güney kutbu (S) denir.Mıknatısın aynı kutupları birbirini iter, zıt kutupları ise birbirini çeker.
Pusula bir noktadaki manyetik alanın yönünü gösterir. Pusula ince bir mıknatısın bir iğne üzerinde serbestçe dönebilmesiyle oluşur. Bir mıknatıs pusulaya yaklaştırıldığında pusula iğnesi sapma yapar.
Bir mıknatısta,
Manyetik alan çizgileri.
Manyetik alan çizgilerinin N kutbundan S kutbuna doğru olduğu kabul edilir. Bir pusulayı manyetik alanın içine koyarsak pusula manyetik alan yönünde uzanır. (N'den S'ye) Manyetik alan vektörü, bu çizgilere teğet durumdadır. Çizgilerin sık geçtiği yerlerde manyetik alanın şiddeti fazladır.
Elektrik akımı ve manyetik alan.
Hareket eden elektrik yükleri (akım), manyetik alan oluşturur ve etraftaki manyetik alanlardan etkilenir.
Hareketli yükler tarafından oluşturulan manyetik alan.
Hareket eden yüklü parçacıklar (örn. elektron) bir manyetik alan oluşturur. Oluşan bu manyetik alan yükün etrafını dairesel olarak sarar, bunu matematiksel olarak açıklayan kişilerJean-Baptiste Biot ve Félix Savart'ın onuruna Biot-Savart yasası olarak adlandırılan yasa, manyetik alanın şiddetinin yükten uzaklaştıkça azaldığını gösterir ve sağ el kuralıyla manyetik alanın yönünü kolayca bulmamızı sağlar.
Akım taşıyan tel kıvrılırsa, oluşturduğu manyetik alan yoğunlaşmaya başlar. Kıvrımların sayısı arttırılarak manyetik alanın yoğunluğu arttırılabilir ve doğal bir mıknatıstan çok daha güçlü çekim kuvvetleri oluşturulabilir.
Bu amaçla solenoitlerin içine demir çekirdek yerleştirilerek elektromıknatıs elde edilir. Akımı arttırıp azaltarak çekim kuvvetinin ayarlanabilmesi sebebiyle elektromıknatıslar günümüzde hayatımızın her alanında kullanılmaktadır.
Elektrik akımına ve hareketli yüklere etkiyen manyetik kuvvet.
Yüklü parçacığa etkiyen kuvvet.
B manyetik alanında, v hızıyla hareket eden q yüklü parçacığa etki eden manyetik kuvvet Lorentz kuvveti olarak bilinir:
Lorentz kuvveti; manyetik alan vektörüne ve parçacığın hız vektörüne diktir. v ve B arasındaki vektörel çarpımdan dolayı, parçacık manyetik alana paralel hareket ederse etkiyen kuvvet sıfırdır. İki vektör birbirine dik olduğunda Lorentz kuvveti en büyük değerini alır.
Manyetik kuvvet, parçacığın hızına daima dik olduğu için hızı büyüklüğünü değiştiremez yalnızca yönünü değiştirebilir. Bu yüzden hızı ve yükü olan bir parçacık manyetik alanda dairesel hareketler yapmaya başlar ve manyetik kuvvet bu dairesel harekette merkezcil kuvvet görevi görür.
Akım taşıyan tele etkiyen manyetik kuvvet.
Akım taşıyan teldeki her bir elektrik yüküne "qv x B" kuvveti etki eder, parçacık sayısıyla kuvvet çarpılarak toplam kuvvet bulunur. Kesit alanı "A", uzunluğu L olan bir tel parçasındaki parçacıkların sayısı "nAL" dir. ("n" burada birim hacimdeki yük sayısı). Dolayısıyla kuvvetin "büyüklüğü" "F=qvBnAL" olur. Akımın I=nqvA tanımı kullanılılrsa
Burada L akım yönünde, büyüklüğü telin boyuna eşit vektördür.
Manyetik kuvvetin yönü sağ el kuralıyla bulunur.
Manyetik alan örnekleri ve bazı önemli uygulamaları.
Yerin manyetik alanı.
Yerin manyetik alanı, dünyanın sıvı dış çekirdeğindeki konveksiyon akımları ile oluşur. Dış çekirdekteki konveksiyon hareketleri, zaman içinde manyetik alanı oluşturur. Bu konveksiyon hareketlerinin dünyanın oluşumundan beri meydana geldiği düşünülmektedir. Yeryüzü çekirdeğinin içi katı, dışı sıvı demir termal hareketlerle kendi manyetik alanlarını oluşturur. Atomların yeterli bir güçle ve düzenli bir şekilde yer değiştirmesi ve yönlendirmesi kalıcı mıknatıslanmaya neden olduğundan dünyanın kabuğunda kalıcı mıknatıslanma yaratır. Dünyayı, etrafı manyetik alanla çevrelenmiş büyük küresel bir mıknatıs gibi düşünebiliriz.
Dünya manyetik alanı, kuzey ve güney kutupları olan, merkezde yerleşmiş bir dipol mıknatıs çubuk olarak da tanımlanır. Dünyanın dönüş ekseni ile dipolün ekseni arasında yaklaşık olarak 11 derece fark vardır. Bu kuzey ve güney coğrafi kutuplarla, manyetik kutupların üst üste gelmediğini gösterir. Herhangi bir noktadaki yer mıknatıssal alanı, ölçülen bileşen ve yön ile belirtilir. Yerin içindeki dev mıknatıs Coğrafi kuzey-güney doğrultusuyla yaklaşık 11-15 derece lik bir açı yapacak şekilde konumlandığından pusulanın gösterdiği yön tam olarak coğrafi kuzey yönü olmayıp 11-15 derece arasında sapma yapar.
Dönen manyetik alan.
Dönen manyetik alan, manyetik alanın yönünün, belirli bir açısal hıza sürekli değiştiği durumdur. Bu durum, Alternatif akım motorunun temel çalışma prensibidir.
Hall etkisi.
Akım taşıyan bir iletken, bir manyetik alan içine yerleştirildiğinde, hem akıma hem de manyetik alana dik yönde bir potansiyel farkı üretilir. Bu olay ilk kez 1879'da Edwin Hall tarafından gözlendi. Olay, yük taşıyıcılarının manyetik alandan ötürü gördükleri manyetik kuvvet nedeniyle, iletkenin bir tarafına doğru sapmalarından kaynaklarnır. Hall etkisi, yük taşıyıcıların işareti ve yoğunluğu hakkında bilgi verir ve manyetik alanların büyüklüklerini ölçmek için de kullanılabilir.
Manyetik alanın ortamdan geçişi.
Buna karşılık olarak;;
-273+500 oC derece üzerinde manyetik özellik kaybolmaktadır. Ve dünyanın manyetik alanı uydusu olan Ay'ın gelgit çekimlerinden etkilenerek tersi yönünde dönen dünya sayesinde oluşmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8470",
"len_data": 9182,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
III. Mehmed (), divan edebiyatındaki mahlasıyla Adlî (26 Mayıs 1566, Manisa – 21 Aralık 1603, İstanbul), 13. Osmanlı padişahı ve 92. İslam halifesidir. Sancağa giden son, I. Süleyman'dan 30 yıl sonra sefere çıkan ilk padişahtır ve bu nedenle de Avusturya’ya karşı kazanılan Eğri Kuşatması’nda ordunun başında olması nedeniyle kendisine "Eğri Fatihi" unvanı verilmiştir. Döneminde gerçekleşmiş olan Haçova Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarında kazandığı son büyük zaferidir. Sancak düzenini kaldırmış ve kendisinden önceki hükümdarlar dönemlerinde de süren Celali İsyanları’nı 1595-1603 yılları arasında kanlı şekilde bastırmıştır.
Padişahlık öncesi.
III. Murad ile Osmanlı denizcileri tarafından kaçırılıp köle edilmeden önceki adıyla Sofia Baffo olan aslen Venedikli Safiye Sultan'ın oğludur. İsmi, II. Mehmed'e benzemesi için, büyük dedesi I. Süleyman tarafından konmuştur. Şehzadeliğinde İbrahim Cafer Efendi ve Pir Mehmed Azmi Efendi gibi devrin tanınmış alimlerinden tahsil ve terbiye görmüştür. 1583'te Manisa sancağı valiliğine tayin edilmiş, 1595'te babası III. Murad'ın vefatı üzerine Osmanlı tahtına çıkmıştır.
Saltanatı.
Kardeş katli meselesi.
Sultan Mehmet'in tahta çıkar çıkmaz ilk işi 19 kardeşini boğdurtmak olmuştur. Bu olay Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birisidir, çünkü öldürülenlerin çoğu bebektir. Halkın bu olaydan sonra III. Mehmed'e kin beslediği ve onu sevmediği rivayet edilir.
35. Padişah Mehmed Reşad kılıç kuşanma merasiminin ardından dedelerinin kabirlerini ziyaret ederken III. Mehmed'in kabrini ziyaret etmez ve "Ben çocuk katilinin kabrini ziyaret etmek istemiyorum." der. Bu olay Osmanlı Hanedanı'nın da bu meseleden rahatsızlık duyduğuna örnek olarak gösterilir.
Avusturya ve Eflak Seferleri.
Sultan III. Mehmed, babası Sultan III. Murad döneminde başlayan Osmanlı-Avusturya Savaşı devam ederken tahta geçmiştir. Sultan III. Mehmed tahta çıkar çıkmaz Avusturya ve Eflak sorunlarıyla ilgilenmiştir. 1595 yılında Avusturya kuvvetleri Estergon Kalesi'ni kuşatmışlar, 40 km uzakta olan Mehmed Paşa Estergon Kalesi'ne yardıma gitmemiştir. Hiçbir yardım alamayan Estergon Kalesi kahramanca direnmesine rağmen, sayıca üstün olan Avusturyalılara teslim olmak zorunda kalmıştır (2 Eylül 1595).
Sinan Paşa, Eflak Prensi Mihai Viteazul üzerine seferler düzenlemiştir. Osmanlı kuvvetleri Bükreş ve Tırgovişte'yi ele geçirmişler fakat çok geçmeden Mihai karşı saldırıya geçmiş ve Osmanlı kuvvetleri geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu sırada bataklıklara düşen Osmanlı askerlerinin büyük bir kısmı ölür. Daha sonra Tuna'dan karşı kıyıya geçilirken gerekli önlemlerin alınmamasından dolayı yeni bir saldırıya maruz kalan Osmanlı akıncıları çok büyük kayıplar vermiştir.
Estergon Kalesi'nin düşmesinden sonra Tuna kıyısındaki Vişegrad da düşmanın eline geçmiştir. Birçok önemli kale ve şehirlerin kaybedilmesi İstanbul'da devlet erkanı ve yeniçerilerin tepkisine neden oldu. Yeniçeriler de sultanın sefere çıkmasını istiyorlardı.
Eğri Kalesi'nin fethi.
Durumun kötüye gittiğini anlayan Sultan III. Mehmed'in, devlet büyüklerini toplayıp "Ceddimiz, devletimizin kurucusu Osman Gazi Hazretleri'nden, büyük dedemiz Kanuni Sultan Süleyman'a kadar bütün padişahlar askerin önünde sefere çıkmışlardır. Dedemiz Sultan II. Selim'le cennetmekan pederimiz Sultan III. Murad bu usulü bozdular. Biz dahi, başlangıçta seferi paşalarımıza ısmarlamakla hataya düştük. Asker evlatlarımız bizi başlarında görmek isterler. Kararımız odur ki yakında sefere çıkacağız. Hazırlıklar tamamlansın. Küffara haddini bildirmeye gitmek gerekir." dediği; kendisine karşı çıkan annesi Safiye Sultan'ı da "Valide, biz Sultan oğlu sultanız, kullanmayacaksak Eyüp Sultan Camii'nde bu kılıcı niçin kuşandık? Kararımız karardır, sefere çıkacağız. Taht uğruna devleti feda etmeyiz" şeklinde cevapladığı ve bunun üzerine 20 Haziran'da ordunun hareket ederek, kuşatılan Eğri Kalesi'nin 12 Ekim 1596'da padişaha teslim edildiği anlatılıyor.
Haçova Muharebesi.
Eğri Kalesi'nin fethinden sonra Osmanlı birlikleri ilerleyerek 15 Ekim 1596 günü Haçova'da büyük bir Avrupa ordusuyla karşılaştı. Bu ordu da Avusturyalı, Alman, Erdelli, Macar, İtalyan, İspanyol, Fransız, Hollandalı, Belçikalı, Çek, Hırvat, Sırp, Slovak ve Leh kuvvetleri vardı. Böylece Haçlı Ordusundaki asker sayısı 300 bini bulmuştu. Osmanlı Ordusu ise 140 bin askerden ibaretti. Avusturya Arşidükü III. Maximilian komutasındaki düşman kuvvetleri ile yapılan Haçova Savaşı'nda Osmanlı birlikleri, düşman birliklerinin tüfek atışlarına maruz kaldı. Pek çok Osmanlı askeri öldü.
Osmanlı cephesinde ordu merkezinin ele geçirilip padişahın ayrıldığı haberinin yayılması üzerine yeniçerilerin çoğu geri çekildi ve Haçlı ordusu zafer kazandığını düşünerek yağmaya başladı. Bu sırada ordunun geri hizmetlileri olan oduncular, çadırcılar, uşaklar, deveciler ve aşçılar ellerine geçirdikleri kazma, odun yarması, balta, tırpanı kazan ve kepçeleri ile düşmana karşı saldırmaya başladılar. Haçlı ordusu yağmaya katıldığından düzeni bozulmuştu ve bu ani saldırı da bir paniğe yol açtı. Düşmanın gerilemesi üzerine akıncılar, yeniçeriler tekrar toparlanarak Haçlı ordusunun üstüne saldırınca da beklenmeyen bir zafer kazanıldı ve Osmanlılara Viyana yolu açıldı (26 Ekim 1596). Bu savaşı kazanılmasında geri hizmetlilerin katkısı olduğundan bu savaş literatürde "Kepçe Kazan Savaşı" olarak da bilinir.
Haçova Savaşı'ndan sonra Sultan III. Mehmed İstanbul'a döndü. Avusturya cephesine Satırcı Mehmed Paşa atanmıştı. Tata Kalesi'ni geri almayı başaran Satırcı Mehmed Paşa, Budin'in kuzeyindeki Vaç bölgesinde düşman kuvvetleri karşısında başarılı olamadı. Bu arada Avusturya temsilcileri ile bir barış antlaşması yapılmaya çalışıldıysa da, olumlu bir sonuç alınamadı. Bir süre sonra Avusturya kuvvetleri 1594 yılında fethedilen Yanıkkale'yi ele geçirdiler (1598).
Kanije Kalesi'nin Fethi ve Kanije Savunması.
Satırcı Mehmed Paşa iki yıldır hiçbir askeri başarı kazanamamıştı. Bu süre içinde bazı Osmanlı kaleleri Avusturyalıların eline geçmişti. Mehmed Paşa'nın idamı üzerine, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ordunun başına geçti ve Belgrad'a geldi. Bu sırada Avusturya barış istemişti. Avusturyalılar daha önce geri aldıkları Eğri'yi ve Hatvan'ı Osmanlılara vermeyi önerdiler. Bu öneriye karşılık, Osmanlı temsilcileri Estergon, Novigrad, Filek ve Yanıkkale'yi istediler. Antlaşma yapılamadı.
Belgrad'da kışı geçiren Damat İbrahim Paşa, Kanije Kalesini kuşatıp sıkıştırmaya başladı. Kuşatma devam ederken kale içinde esir olan Osmanlı askerleri canlarını feda etmek uğruna havaya uçurdukları barut deposu kalenin harap olmasına yol açtı. Ancak yine de teslim olmayan Kanije Kalesi'nin yardımına bu seferde Philippe Emmanuel komutasındaki 20.000 kişilik bir ordu geldi. İki ateş arasında kalan Osmanlı ordusu savaşmaya devam etti. Yardıma gelen düşman ordusunun geri çekilmesi üzerine, 40 gün süren bir kuşatmadan sonra Kanije teslim oldu.
Beylerbeyliğin merkezi Kanije'ye alındı, Kanije Beylerbeyliği Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi. Sultan III. Mehmed bu başarısından dolayı Damat İbrahim Paşa'ya kendisi padişah olarak yaşadığı sürece sadrazamlıkta kalacağı vaadinde bulundu (10 Eylül 1601). Kanije kalesini geri almaya çalışan Arşidük Ferdinand, Kanije'yi büyük bir orduyla kuşattı. Tiryaki Hasan Paşa komutasındaki az sayıda asker kaleyi iki aydan fazla süre başarıyla korudu. Yiyecek içecek malzemesi ve cephanesi tükenmeye başlayan Osmanlı kuvvetleri beklenmedik bir çıkışla kendisinden kat kat üstün görünen düşman ordusunu Kanije Kalesi önünde yendi (18 Kasım 1601). Bu zaferden sonra 1603'te İstolni-Belgrad ve Estergon da geri alındı.
Diplomatik ilişkiler.
Safevîler ile ilişkiler.
Safevîler, 1590 yılında imzalanan ve 13 yıl süren antlaşmayı bozmuştu. Şah I. Abbas, Osmanlı Devleti'nin Avusturya ile savaş halinde olmasını fırsat bildi. Ferhat Paşa Antlaşması'yla kaybettiği toprakları geri almaya çalışan Safevîler, Osmanlı Devleti'nin Anadolu'da çıkan Celali İsyanları'ndan uğraşmasıyla zayıf düşmesinden de yararlanarak 25 Ağustos 1603'te Osmanlılara savaş açtılar. Şah Abbas Tebriz ve Revan'ı aldı. Safevi Devleti yeniden güçlenmişti. Safevîler ile savaş devam ederken III. Mehmed 37 yaşında öldü. Kabri, Ayasofya'da, kendi adına yapılmış III. Mehmed Türbesindedir.
Mimarî çalışmalar.
İmar konusunda çalışmalar yaptıran Sultan III. Mehmed, süt annesi Halime Hatun adına Gölmarmara Halime Hatun Camii ve Külliyesi'ni, ayrıca validesi Safiye Sultan adına da Yeni Valide Camii ve Külliyesi'ni yaptırdı. Bundan başka birçok camiyi tamir ettiren Sultan III. Mehmed, Yeni Camii'nin de temelini attırdı.
Ölümü.
20 Aralık 1603'te 37 yaşında ölen III. Mehmed'in ölümüne dair farklı kaynaklarda farklı bilgiler yer alır. Sağlığının Tebriz'in düşmesi başta olmak üzere doğu cephesinden gelen kayıp haberleriyle sarsıldığı, rahatsızlığının gitgide kötüleştiği ve 18 Aralık'ta iyice kötüleştikten sonra 20 Aralık'ta öldüğü belirtilmiştir. Mehmed bin Mehmed er-Rûmî bu hastalığı şişmanlık kaynaklı mide rahatsızlığı olarak aktarır. Bununla beraber, başka kaynaklarda kalp krizi veya kalp durmasından öldüğü yazılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8476",
"len_data": 9065,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.31
}
|
Renk ya da tüs, ışığın gözün ağ katmanına değişik biçimde ulaşması ile ortaya çıkan bir algılamadır. Bu algılama, ışığın maddeler üzerine çarpması ve kısmen soğurulup kısmen yansıması nedeniyle çeşitlilik gösterir ki bunlar renk tonu veya renk olarak adlandırılır. Tüm dalgaboyları birden aynı anda göze ulaşırsa bu ak, hiç ışık ulaşmazsa kara olarak algılanır. İnsan gözü 380 nm ile 780 nm arasındaki dalga boylarını algılayabilir. Bu sebepten elektromanyetik spektrumun bu bölümüne görünür ışık denir. Renkler için genelde kulak ile duyulan ince ve kalın ses analojisi yapılsa da, ses algısının aksine aynı anda gelen ışık frekansları değişik kanallardan algılanamaz (başka bir deyişle göz "frekans analizi" yapamaz), dolayısıyla aynı anda ince ve kalın sesleri birbirine karıştırmadan duyulmasına karşın göz için bu "çok seslilik" söz konusu olmadığından, değişik ışık frekanslarının sadece kombinasyonları algılanabilir. Bu prensibi açıklamak veya pratik uygulamalarda kullanmak için çeşitli renk modelleri geliştirilmiştir.
Renk çeşitleri.
Renk modelleri toplamsal ve çıkarımsal renk sistemleri olarak iki ayrı prensibe dayanır. Toplamsal ile kastedilen değişik ışık frekanslarının birleşerek gözümüze ulaşmasıdır.
Renklerin algıya etkisi.
İki ana rengin karışımıyla ortaya çıkan ara renk, karışıma katılmayan ana rengin tamamlayıcısı olur. Kırmızı için yeşil, mavi için turuncu, sarı içinse mor tamamlayıcı renk işlevi görür. Aynı zamanda birbirlerine karşıt olan bu renkler birlikte kullanıldıklarında da denge oluştururlar.
Sarı: En parlak renk. Dikkat çeker; bu yüzden uyarı ışıklarında sarı tercih edilir. Ayrıca dikkat çekiciliğinden dolayı dünyada taksiler sarıdır.
Kırmızı: En uzun dalga boyuna sahip olan kızıl renk, özellikle de koyu bir arka plan ile birlikte kullanıldığında öyle şiddetlidir ki, bir görüntüde yer alan küçücük kızıl bir leke bile görüntünün her yerini etkiler. Bu renk canlılık ve dinamizmle ilgili bir renktir. Mutluluğu temsil eder. Kızıl renk, fiziksel olarak; ataklığı, canlılığı ve duygusal bağlamda; bir işi sonuna kadar götüren azmi ve kararlılığı gösterir. İştah açar. O yüzden dünyadaki gıda firmalarının çoğu logosunda kızılı kullanır. Kırmızı tansiyonu yükseltir, kan akışını hızlandırır.
Pembe: Kırmızı ile beyazın birleşmesi ile elde edilen pembe renk, kırmızı gibi canlılık verir ama daha yumuşaktır.
Mavi: Dünyanın hâkim rengi olan mavi çekingen bir renk; dinlendiriciliği ve edilgenliği anlatır. Koyu tonlarda ya da yoğun olarak kullanıldığında moral bozan, kasvet veren, açık tonlarda ya da beyazla karışık kullanıldığında, yatıştırıcı ve güven veren bir etki yaratır. Vücudumuzda boğaz bölgesini yansıtan bir renktir. Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların, denizin simgesidir. Sınırsızlığı ve uzak bakışlılığı simgeler. Huzuru temsil eder ve sakinleştirir. Araplar mavinin kan akışını yavaşlattığına inanır, nazar boncuğu o yüzden mavidir. Batıda intiharları azaltmak için köprü ayaklarını maviye boyarlar.
Yeşil: Doğanın ve baharın rengidir. Güven veren renktir. O yüzden bankaların logolarında hâkim renktir. Hastanelerde de yeşil rahatlatıcı özelliği nedeniyle kullanılır.
Mor: En kısa dalga boyuna sahip olan mor, geleneksel olarak asaletle ilişkilendirilir. Yakınlık ve güzelliğe de işaret eder. Eskiden beri ihtişam ve lüksün son basamağı olarak düşünülür. Tarih, yüksek sınıfların, saray mensuplarının daima morla bezendiklerini kaydeder.
Nötr renkler, beyaz, siyah ve kurşuni gibi tarafsız renklerdir. Bunlar belli başlı bir renk özelliğinden ziyade, çeşitli renklerin elde edilmesine yardımcı olurlar. Nötr renkler, dinlendiricidir; doyurucu manalı ve olgun bir etkileri vardır. Bunlardan siyah renk, derinlik ve karanlık beyaz ise aydınlık, temizlik ve yakınlık hissi yaratır.
Renklerin özelliklerine göre, meydana getirdiği ve aksettirdiği değişik havadan, insan ruhu çeşitli şekillerde etkilenir. Yerine göre bir huzur, ferahlık ve sakinlik verebileceği gibi tersine kötümserliğe de neden olabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8490",
"len_data": 3966,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.57
}
|
Göztepe şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8502",
"len_data": 31,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.16
}
|
Steven Paul Jobs (; 24 Şubat 1955 - 5 Ekim 2011), Apple Computer, Inc.'ın kurucu ortaklarından biridir. Ölümünden 5 hafta öncesine kadar yeni adıyla Apple Inc.'de CEO olarak görev yapmıştır. Bilgisayar endüstrisinin önderlerinden olarak kabul edilir. Next Computer ve Pixar Animasyon Stüdyoları'nı da kurmuş ve yönetim kurulu başkanlığını yapmıştır. 2004 yılında pankreas kanserine yakalanmış, 7 yıl içinde 56 yaşında ölmüştür.
1970'lerin sonunda, diğer kurucu ortak Steve Wozniak'la birlikte, ticari başarı sağlayan ilk kişisel bilgisayarlardan birini tasarladı. Jobs, 1980'lerin başında, fare (mouse) ile kullanılan GUI (Grafik Kullanıcı Arayüzü)'n ticari potansiyelini fark edenlerin arasında yer alır. 1985'te yönetim kurulunda kaybettiği güç mücadelesinin ardından Jobs Apple Yönetim Kurulundan çıkartıldı; yükseköğrenim ve iş dünyası için bilgisayar platformu üretmeyi hedefleyen NeXT bilgisayar şirketini kurdu. 1986 yılında da Lucasfilm firmasından Pixar'ı satın aldı. 1997 yılında Apple Computer şirketinin NeXT'i satın almasıyla Jobs kurucusu olduğu şirkete geri döndü. O zamandan itibaren icra kurulu başkanı (CEO) olarak çalıştı. Fortune dergisi 2007 yılında Steve Jobs'u En Güçlü İş insanı olarak göstermiştir.
Jobs, önceden Lucasfilm şirketinin bilgisayar grafiği bölümü olan Pixar Animasyon Stüdyoları'nı 1986 yılında satın alır. 2006 yılında Walt Disney Şirketi tarafından satın alınıncaya kadar şirketin CEO'su ve en büyük hissedarıydı. Jobs hayata gözlerini yumana kadar Walt Disney Şirketi'nin en büyük gerçek kişi hissedarı ve yönetim kurulu üyesi olmuştur.
Jobs'un iş dünyasındaki geçmişi, alışılmışın dışındaki bireysel Silikon Vadisi girişimcisi kişiliğinin yarattığı söylentilerle doludur. Estetiğin toplumsal ilgi odağı oluşturmadaki rolünü iyi bilerek tasarımın önemini vurgular. İşlevsel ve zarif olan ürünler geliştirmesi sayesinde sadık bir hayran kitlesi edinmiştir.
İlk yılları.
San Francisco, Kaliforniya'da, Amerikalı Joanne Carole Schieble ve Suriye asıllı politik bilim profesörü olan Abdulfattah John Jandali'nin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Mountain View, Kaliforniya'dan Paul Jobs ve Clara Jobs-Hakobian çifti tarafından evlat edinilmiştir. Öz kız kardeşi roman yazarı Mona Simpson'dır.
1972 yılında Steve Jobs, Cupertino, Kaliforniya'da bulunan Homestead High School'dan mezun olmasının ardından Portland, Oregon'daki Reed College'e başvurmuştur; fakat bir dönem sonra oradan ayrılmıştır.
1974 yılının sonbaharında, Steve Jobs Kaliforniya'ya geri dönerek "Homebrew Computer Club"un toplantılarına Steve Wozniak ile katılmaya başlamıştır. O ve Wozniak, Atari Inc.'de, o zamanların ünlü bilgisayar oyun üreticilerinden de, iş bularak oyun tasarımcısı olarak çalışmaya başladı. O zamanlarda ABD'de, satılan Cap'n Crunch'ların içinden çıkan düdükler, üzerlerinde ufak değişiklikler yapılınca AT&T tarafından uzun mesafeli aramaların denetleme frekansı olan 2600 Hz'i sesini verebiliyorlardı. Kısa bir süre zarfında Jobs ve Wozniak 1974 yılında iş hayatına atılarak pahalı uzun mesafe görüşmelerini bedava yapabilmek için "blue box'lar" üretmeye başladılar.
1976 yılında Jobs 21, Wozniak da 26 yaşındayken Apple Computer Co.'yu Jobs ailesinin garajında kurdu. İlk olarak piyasaya sürdükleri ev bilgisayarı Apple I'dı ve onu 666.66$'a satıyorlardı.
1977 yılında Jobs ve Wozniak, Apple II'yu piyasaya sundular, o zamanlar Apple II ev piyasasında önemli bir yer elde etmişti ve Apple'ın bilgisayar piyasasındaki yerini sağlamlaştırmıştı. Aralık 1980 yılında Apple Computer halka açılmıştı ve çok iyi değerlerle piyasaya girmişti. Aynı yıl Apple Computer Apple III'i piyasaya sürdü, fakat bu model bir önceki modelinin yerini alamadı.
Apple büyümeye devam ederken, şirketin genişlemesini sağlayabilecek bir yönetici aranıyordu. 1983 yılında Jobs, John Sculley'i (o zaman Pepsi-Cola'nın CEO'su) ayartarak ve "Ömrünün sonuna kadar sadece şekerli su mu satmak istiyorsun yoksa dünyayı mı değiştirmek istiyorsun ?" şeklinde meydan okuyarak Apple'ın yeni CEO'su haline getirdi. Aynı sene Apple teknolojik olarak gelişmiş fakat ticari olarak başarısız olan Apple Lisa'yı piyasaya sundu.
1984 yılında Macintosh piyasaya sunuldu, piyasada ticari bir başarı yaşamış ilk GUI'lu bilgisayar. Mac'in geliştirilmesi Jef Raskin tarafından başlatılmıştı ve Xerox PARC'da geliştirilmiş olan, fakat ticarileştirilmemiş teknolojilerden esinlenilmişti. Macintosh'un başarısı Apple'in Apple II serisini kaldırıp onun yerine Mac ürünleri sunması ile devam etmiştir ve bugüne kadar da devam etmektedir.
Apple'dan ayrılışı.
Steve Jobs, Apple için ikna edici ve karizmatik bir savunucuydu, eleştirilere de bakılırsa aynı zamanda düzensiz ve hırslı bir yöneticiydi. 1985 yılında şirket içinde oluşan bir kavga sonucu Jobs, Sculley tarafından görevlerinden çekilmiştir ve dışarı atılmıştır. Ama ölümünden 5 hafta öncesine kadar Jobs'un Apple Computer'in başkanı olduğunu da not düşmekte fayda vardır.
Apple'ı bıraktıktan sonra Jobs, NeXT Computer adında başka bir bilgisayar şirketi kurdu. NeXT, Lisa gibi teknolojik olarak çok gelişmişti; fakat hiçbir zaman, bilimsel çalışma alanları hariç, tanınır olamamıştı. Örneklemek gerekirse Tim Berners-Lee özgün World Wide Web sistemini CERN'de bir NeXT bilgisayarında geliştirmiştir. Ne kadar tanınır olmasa da, Object Oriented Programming (nesneye dayalı yazılımlama), PostScript gösterme ve magneto-optical sürücü teknolojilerinin gelişmesinde yardımcı olmuştur. NeXT'deki bir sürü yenilik 2000'li yıllarının başlangıcında Mac OS X'de görülecektir. NextStep ve onun halefi OpenStep, x86 mimarisi ve o zaman PowerPC mimarisi üzerinde çalışıyordu.
Apple'a dönüş.
1996 yılında Apple şirketi, Jobs'ı kurduğu şirkete geri getirmek için NeXT'i 429 milyon dolar karşılığında satın aldı. Dikkatli bir planlama ve şirketi içi hamle ile o zamanki CEO Gil Amelio'nun işine son verilir. Steve Jobs 1997 yılında Apple'ın geçici CEO'su seçilir.
NeXT'in satın alınması sonucu birçok teknolojisi Apple ürünlerinde kullanılmaya başlandı. Bunların arasında en belirgin olan örnek, NeXTSTEP'in geliştirilerek Mac OS X'in yazılması gösterilebilir. Jobs'un yönetiminde Apple, iMac'i piyasaya sunmasıyla inanılmaz bir şekilde satışları artırdı. O zamandan beri ortaya konan ürünler göz alıcı tasarımları ve marka kuvvetlendirilmeleriyle Apple şirketine büyük yararlar sağladı.
Jobs şirketi geçmiş yıllarda kişisel bilgisayarlara kısıtlı kalan ürün yelpazesinin ötesine taşıdı. iPod taşınabilir müzik çalarının piyasaya sunulmasıyla birlikte, iTunes dijital müzik yazılımı diğer işletim platformlarına uygun halde piyasaya sürerek ve iTunes online müzik dükkânını açarak kişisel elektronik ürünleri ve çevrimiçi müzik piyasalarına el attı.
Jobs çalışanlarını yenilikçi olmaları için teşvik ederken, "real artists ship" (gerçek sanatçılar ürün gönderimi yapar), gibi iletilerle, bir ürünün zamanında sunulmasının, yenilikçilik ve sıra dışı tasarımlar kadar önemli olduğunu belirtmektedir.
Jobs, Apple'da yılda 1 dolar karşılığında birkaç sene boyunca çalıştı, bu ona aynı zamanda Guiness Dünya Rekorları listesinde "En Düşük Maaşlı CEO" unvanını kazandırdı. Apple kazançları artığında ve şirket eksiler yerine artılar bölgesinde gezinmeye başladığında, şirket unvanından 'geçici' ibaresini kaldırdı. 1999 yılında 90 milyon $ değerinde bir jet ve sınırlı hisselerden yaklaşık 30 milyon $'lık bir pay şirket tarafından hediye edildi.
Pixar.
1986 yılında Jobs ve Edwin Catmull ortaklaşa, Emeryville, Kaliforniya'da animasyon stüdyosu olan Pixar'ı kurdular. Şirket aslında Lucasfilm'in bilgisayar grafikleri bölümü üzerine kuruldu. Jobs Lucasfilm'den bu bölümü 10 milyon $'a (istenilen miktarın üçte-birine !) sahibi George Lucas'dan almıştır. Şirket neredeyse 10 yıl sonra patlamalarını Oyuncak Hikayesi "(Toy Story)" ile yapmışlardır. Ondan beri 1998 yılında Bir Böceğin Yaşamı "(A Bug's Life)", 1999'da Oyuncak Hikayesi 2 "(Toy Story 2)", Sevimli Canavarlar "(Monsters, Inc.)", 2003'te Kayıp Balık Nemo "(Finding Nemo)" ve 2004 yılında İnanılmaz Aile "(The Incredibles)" filmleri ödüllere layık görülmüştür. 2006 yılında Cars, iki dalda Oscar'a aday gösterilmiş, 2007 yılında da Ratatouille, en iyi animasyon dalında Oscar kazanmıştır.
Kayıp Balık Nemo ve İnanılmaz Aile, Akademi Ödüllerinde en iyi animasyon film dalında ödül kazanmıştır.
Apple'dan istifası.
Apple Computer'daki CEO'luk görevinden 25 Ağustos 2011 tarihinde sağlık sorunları nedeniyle ayrıldı ve yerini Tim Cook'a bıraktı. Ölümüne kadar Apple Computer'da yönetim kurulu başkanı olarak devam etti.
Özel hayatı ve ölümü.
Steve Jobs 18 Mart 1991 günü Laurene Powell ile evlendi. Bu evliliğinden üç çocuğu oldu. Aynı zamanda 1978 yılında evlilik dışı doğmuş Lisa Jobs adında bir kızı vardır. Jobs pesketaryendi.
31 Temmuz 2004'te Jobs, pankreasında bulunan kanser tümörünü aldırtmak için ameliyata girdi. Jobs'da bilimsel adı "Islet Hücresi Neurodocrine Tümöru" olan nadir bir pankreas kanserine rastlanmıştı. Jobs'da bulunan bu kanser tipinde kemoterapi veya radyasyon terapisine ihtiyaç duyulmadı. Yokluğu sırasında dünya satışları ve yönetimleri departmanının başkanı Tim Cook, Apple'ı yönetti.
Jobs 2004'te kanser tedavisi görmeye başladı; 2009 yılında kendisine bir karaciğer nakli yapıldı. 2011 yılının Ocak ayında son yıllarda üçüncü kez sağlık sorunlarını gerekçe göstererek izne ayrılan Jobs, 24 Ağustos 2011'de şirketin yönetim kurulu başkanlığından ayrıldığını açıkladı ve görevi Tim Cook'a bıraktı. Ancak 5 Ekim 2011 tarihinde ailesi tarafından yayınlanan bir bildiride "Steve Jobs aile üyeleri başucunda ve sükunet içinde öldü." açıklaması yapıldı. Tim Cook haberi büyük bir üzüntüyle öğrendiklerini söyledi. Cook, "Apple, vizyon sahibi bir kişiyi ve bir yaratıcı dehayı; dünya inanılmaz bir insanı kaybetti." dedi.
Kardeşi Steve Jobs'ın son sözlerinin "Oh wow. Oh wow. Oh wow" olduğunu söylemiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8504",
"len_data": 9806,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Kavak, söğütgiller (Salicaceae) familyasından "Populus" cinsini oluşturan hemen bütün taksonları ağaç halinde bulunan, iki evcikli odunsu bitkiler.
Morfolojik özellikleri.
Terminal tomurcuklu ender olarak pseudoterminal tomurcukludurlar ve sürgünlere çok sıralı sarmal dizilmişlerdir. Tomurcuklar eşit büyüklükte olmayan çok sayıda pullarla örtülmüştür ve ayrıca bazı taksonları, yapışkan bir madde ile sıvanmıştır. Uzun ve kısa sürgünler belirgindir. Sürgünlerin beş kollu yıldız şeklinde özü vardır.
Çoğunlukla uzun saplı olan yaprakları üçgen, elips, yumurta-yürek biçiminde loplu veya dar şerit halinde olmak üzere değişik formlarda ve boyuttadır. Yaprak ayasının kenarları tam, kaba veya ince dişlidir veya dilimli dişlidir. Kulakçıklar dikkati çekecek şekilde büyüktür. Yaprak sapları yandan basık, dört köşe veya silindiriktir.
Ekolojik özellikleri.
Kavaklar tohumla üretilebilirlerse de, çimlenme özelliklerini çabuk yitirdiklerinden, bunlar da söğütler gibi vejetatif olarak çelik yoluyla çoğaltılırlar. Sürgün verme özellikleri fazladır. Işık ağaçlarıdır, hızlı büyürler; akarsu kenarlarında ve dolma arazide iyi gelişirler. Durgun sulu yerlerde, ağır topraklarda iyi gelişme gösteremezler. Genelde sığ bir kök sistemi yaparlar.
Odununun kullanım alanları.
Kalın çaplı kavaklar genellikle kaplama ve kontrplak endüstrisinde değerlendirilmektedir. Kibrit yapımında kavak odunu kullanılmaktadır. Ayrıca tersimat masaları, ambalaj sandıkları, kuru maddeler için fıçılar ile sunta ve yonga-lif levhalarının yapımında kavak odunları geniş ölçüde kullanılmaktadır.
Türkiye'de ekilen araziler.
Kavak ekimi ve üretimi Türkiye'de hemen hemen her bölgede yapılmaktadır. Her bölgenin doğal koşullarına bağlı kavak çeşitliliği vardır.
Türkiye'nin en büyük kavak ormanları Samsun ili, Terme ilçesindedir. Kanada'dan sonra dünyada ikinci yerdedir. Yeşilırmak ovasında, yaşayan halkın geçim kaynaklarından en önemlisi kavak yetiştiriciliğidir. Terme'den bütün Türkiye'ye ve yurt dışına kavak ihracatı yapılmaktadır.
Türleri.
Türkiye'de doğal olarak biri melez olmak üzere 5 tür yayılış gösterir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8509",
"len_data": 2090,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Çam, Pinaceae (çamgiller) familyasından "Pinus" cinsinden orman ağaçlarını içeren iğne yapraklı türlere verilen ad.
Morfolojik özellikleri.
Yaprak dökmeyen, aromatik ağaç veya çalılardır. Taç gençken genellikle konik, yaşla birlikte genellikle yuvarlak veya düz tepelidir. Daha eski gövdelerin kabuğu, çeşitli şekilde oluklanmış, plakalar ve/veya katmanlı veya pullu sırtlar halinde kaplanmıştır. Uzun sürgünler ve bodur sürgünler ile iki biçimli sürgünler görülür.
Büyük ağaç.
Pinaceae'deki iki cins, "Pseudotsuga" ve "Picea", daha büyük ağaçlar içerir. Gövde hacmi ve çapı açısından en büyük ve ikinci en uzun çam türü "Pinus lambertiana"'dır. En uzun ve ikinci en büyük çam türü "Pinus ponderosa" (subsp. "benthamiana"), üçüncü en büyük tür ise "Pinus jeffreyi"'dir. Bu çamların üçü de en büyük boyutlarına Kaliforniya'nın Sierra Nevada dağlarının ve Güneybatı Oregon'un Siskiyou Dağları'nın karışık kozalaklı ormanlarında ulaşır. 2 metreden büyük çaplara ve orantılı yüksekliklere ulaştığı bilinen diğer türler arasında "Pinus brutia", "Pinus canariensis" (Eski Dünyanın en büyük çamı) ve "Pinus radiata" bulunur.
Buna karşılık, dünyanın en küçük çamı, son derece besin açısından fakir topraklarda yetişen ve sadece 20 cm boyunda kozalakları taşıdığı bilinen "Pinus contorta" subsp."contorta" var. "bolanderi"'dir. Ağaç olarak nitelendirilemeyecek kadar küçük olan diğer çamlar arasında "Pinus culminicola", "Pinus pumila" ve "Pinus mugo" bulunur. Çok çeşitli başka türler de, alpin kereste hattında yetiştiği tespit edildiğinde bir metreden daha kısa olabilir.
Dağılım ve Ekoloji.
Başta kuzey, ılıman veya dağlık tropik bölgelerde olmak üzere kuzey yarımkürenin tüm kıtalarına ve bazı okyanus adalarına özgüdür; güneydoğu Asya'da Ekvator'un en güneydeki dağılımına ulaşır (Sumatra; "P. merkusii"). Güney yarımkürenin çoğunda süs ve kereste ağaçları olarak tanıtılmıştır.
Çoğu çam, yangına uyarlanmıştır, yani yangının tekrarlaması, çamların, çam olmayanların hakimiyetine yol açan orman dizilerinde baskın bir rol sürdürmesine izin verir. Bu yangına adaptasyonun kesin doğası, bazı çamların sık sık düşük yoğunluklu yangınlara tolerans göstermesi ve diğerlerinin, meşcereleri yok eden yangınlara izin veren yüksek yakıt birikimleri üretme eğiliminde olması ve ardından çamların hızla yenilenmesiyle büyük ölçüde değişir. Ateşin seyrek olduğu veya hiç olmadığı habitatlarda, çam ağaçları serpantin çorakları, litosoller veya bataklıklar gibi besin açısından fakir yerlerde bulunma eğilimindedir. Düşük gölge toleransları tipik olarak kapalı bir orman gölgesinin altında büyümeyi engeller. Birçok tür çok kuraklığa toleranslıdır.
"Pinus" birçok alanda ormanın hakim türüdür. Bazı türlerin bir "çim aşaması" vardır, yani, genç fidenin gövdesi ilk birkaç yıl boyunca çok az uzar (bu arada büyük bir kazıkkök geliştirir) ve çok sayıda uzun, kavisli yaprak taşır, bitki daha sonra bir demet çimene benzer. Diğer türlerin uzun süre kalıcı olan ve kapalı kalan, yalnızca orman yangını ile ısıtıldığında açılan kozalakları vardır (bu tür kozalaklar serotinöz olarak adlandırılır); Ateş söndükten hemen sonra tohumlar serbest bırakılır.
En eski.
Kuşkusuz, en eski çam, 4.000 yaşın üzerindeki birçok kişinin bildiği "Pinus longaeva"'dır. Hastalık ve meşcereyi yok eden rahatsızlıkların nadir olduğu bazı çok soğuk ve kuru ortamlarda ortaya çıkmaları nedeniyle, çamlar topluca en uzun ömürlü kozalaklı ağaçlardır. Batı Kuzey Amerika'ya özgü türler olan "P. albicaulis", "P. aristata", "P. balfouriana", "P. flexilis" ve "P. longaeva"'da 1.000 yıldan fazla yaşlara rastlanmıştır. Karşılaştırılabilir yaşlar, çöl, arktik ve alpin bölgelerine özgü birkaç eski dünya türünde ortaya çıkabilir, ancak kanıtlanmamıştır. En güçlü aday muhtemelen "P. holdreichii" var. "leucodermis", onaylanmış yaşı 963'tür.
Dendrokronoloji.
Dendrokronoloji bilimi, astronom Andrew Ellicott Douglass'ın 1904 yılında kuzey Arizona'ya yaptığı seyahatler sırasında "Pinus ponderosa" halkalarını gözlemlemesiyle ortaya çıktı. O zamandan beri, dendrokronoloji için çamlar tercih edilen konular olmuştur. Douglass, Güneybatı Amerika'daki Anasazi harabelerinin inşasını tarihlendirmek için ağaç halkaları kullandı, birçok işçi geçmişteki iklim değişikliklerini yeniden yapılandırmak için çok sayıda farklı çam ağacı kullandı, jeokronologlar geçmişte atmosferik karbon-14 üretim oranındaki değişiklikleri belirlemek için çamları kullandılar. 7.000 yıl ve çam halkaları çok çeşitli diğer teknik sorunları ele almak için kullanıldı; örneğin, bir çam tahtasındaki ağaç halkası deseni, 1923'te kaçırılan Lindberg bebeğinin katilini mahkûm etmeye yardımcı olan çok önemli bir kanıt olduğunu kanıtladı.
Etnobotanik.
Çam ağaçları, kerestesi, küspesi, katranı ve terebentin için ekonomik açıdan önemlidir. Dünya yelkenle birbirine bağlandığında, çamlar genellikle donanma depoları olarak stratejik öneme sahipti ve böylece Batı sömürgeciliğinin modellerini etkiledi. Kuzey Amerika'nın çoğunda sömürülen ilk kereste kaynağıydılar. Yakacak odun, inşaat ve ahşap işleri de dahil olmak üzere her türlü amaç için uzun zamandır temel bir kereste kaynağı olmuştur. İngiltere ("P. contorta", "P. nigra"), Yeni Zelanda ("P. radiata") ve Brezilya'daki ("P. elliottii") plantasyonlara hakim olarak, tarımsal ormancılık üretiminde lider olmaya devam etmektedir.
Fıstık çamları ("P. armandii", "P. gerardiana", "P. pinea" ve Cembroides alt bölümündeki türler), yerli halklar tarafından (ve bazen ticari olarak) toplanan ve genellikle önemli bir mevsimsel besin kaynağı içeren yenilebilir bir tohuma sahiptir. Birçok rivayete göre, onlar aynı zamanda bir afrodizyaktır.
Terebentin, yarı sıvı, sarı veya kahverengimsi bir reçine (oleoresin) üretmek için birçok çam kullanılmıştır. "Bir yara açıldıktan sonra çam reçinesi, yarayı patojenik mikroorganizmalara karşı kapatan ve özsu kaybını önleyen koruyucu bir tabaka oluşturmak için bir ağacın dış yüzeyinde akar. Reçine damlaları kova veya torbalarda toplanır. Çam reçinesinin başlıca ürünleri reçine ve terebentin yağıdır. Ticari açıdan en önemli sert reçine, çam reçinesinin damıtılmasıyla elde edilir. Kağıt tutkalında reçine kullanılır ve sabun imalatı, verniklerin ve boyaların bir bileşeni olarak ve telli müzik aletlerinin yaylarını kaplamak için terebentin yağı da çam reçinesi damıtma ile üretilir ve boya ve verniği inceltmek ve eritmek, ayrıca ayakkabı cilası ve mühürlemek için kullanılır. Ayrıca tıbbi özelliklere sahiptir ve uyarıcı, spazm giderici, büzücü, idrar söktürücü ve patojenik olarak kullanılabilir. Geçmişte ham çam reçinesi ambalaj malzemesi olarak ve su yalıtımı için" yelkenli gemilerde kullanılırdı.
Çamlar, özellikle birçok dayanıklı türün bulunduğu ılıman ve soğuk iklimlerde, süs kozalaklı ağaçlarının en popülerleri arasındadır. Çoğu tür, çok az veya hiç süs kullanımı görmese de, yapanların kataloğu uzundur. Bunun nedeni, birçok çamın yavaş büyümesi ve bahçıvanları memnun eden çarpık biçimler geliştirmesi olabilir. Türün örnekleri arasında "Pinus sylvestris", "P. mugo", "P. densiflora" ve "P. contorta" bulunur. Diğerleri, hızla görkemli peyzaj ağaçlarına dönüşerek tam tersi bir eğilim gösterir. Örnekler arasında "P. strobus" ve "P. armandii" gibi beyaz çamlar ve "P. ponderosa", "P. coulteri", "P. montezumae", "P. ponderosa" "P. pinaster", "P. brutia" ve "P. canariensis" gibi birçok çam sayılabilir. Bu popüler süs türlerinin çoğu için, büyüme formu ve yapraklardaki farklılıkları vurgulamak için çeşitler geliştirilmiştir.
Taksonlar.
"Pinus" subgenus "Pinus": <br>
Melez türler:
"Pinus" subgenus "Strobus": <br>
Melez türler:
Paleotürler: †
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8510",
"len_data": 7585,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Kızılağaç, huşgiller (Betulaceae) familyasının "Alnus" cinsinden ağaç türlerine verilen ad.
Türkiye'de doğal olarak adi kızılağaç ("Alnus glutinosa") ve doğu kızılağacı ("Alnus orientalis") olmak üzere 2 tür ve adi kızılağacın da 4 alt türü bulunmaktadır.
Trakya, Marmara çevresi, Batı Karadeniz ve Doğu Karadeniz'de saf ve karışık olarak yayılış gösteren kızılağaç, boyu 20 m'yi aşabilen, esmer kabuklu, seyrek dallı bir ağaçtır. Daha çok serin bölgelerde ve nemli dere yataklarının bulunduğu yerlerde görülür. Türkiye'de 66.357 hektar koru, 297 hektar baltalık kızılağaç ormanı bulunmaktadır. Uzunluğu 4-9, cm genişliği 3–7 cm arasında değişen ters yumurta biçimli ve testere dişli yaprakları vardır. Köklerinde bulunan, havanın serbest azotunu bağlayan yumrular nedeniyle toprakları azotça zenginleştirir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8511",
"len_data": 808,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.73
}
|
Ağaç, botanik biliminde çoğu türünde dalları ve yaprakları destekleyen uzun bir sürgüne ya da gövdeye sahip çok yıllık bir bitkidir. Ağaç tanımı, bazı durumlarda sadece ikincil büyüme gösteren odunsu bitkileri, kereste olarak kullanılabilen bitkileri ya da belirli bir yüksekliğin üzerindeki bitkileri kapsayacak şekilde daha dar olabilir. Daha geniş tanımlarda ise uzun palmiyeler, eğrelti ağaçları, muz ağaçları ve bambular da birer ağaç olarak değerlendirilir. Ağaçlar taksonomik bir grup değildir ancak güneş ışığı için rekabet etmek adına diğer bitkilerden daha fazla yükseğe çıkmanın bir yolu olarak birbirinden bağımsız şekilde evrimleşip gövde ve dalları olan çeşitli bitki türlerini içermektedir. Ağaçlar uzun ömürlü olma eğilimindedir ve bazıları birkaç bin yıl yaşar. Ağaçlar 370 milyon yıldır dünya üzerindeki varlığını sürdürmektedir. Dünyada yaklaşık üç trilyon olgunluğa erişmiş ağacın olduğu tahmin edilmektedir.
Aynı zamanda ağaçlar uçurum kenarlarına ve benzeri dikildikleri yerlere göre heyelan, toprak kayması, sel gibi doğal afetleri önleme konusunda önemli rol oynar.
Tanım.
"Ağaç" terimi genel bir deyiş olarak kullanılıyor olsa da ağaçla ilgili ne botanik biliminde ne de ortak dilde evrensel olarak kabul görmüş kesin bir tanım yoktur. En geniş anlamıyla ağaç, fotosentetik yapraklarını veya dallarını yerden belirli bir mesafe üzerinde destekleyen, genel olarak uzun bir sürgüne ya da gövdeye sahip bir bitkidir. Genellikle yükseklikleriyle tanımlanır. 0,5 ila 5 m arasındaki bitkiler çalı olarak adlandırıldığından, ağaçların minimum yüksekliği sadece kabaca tanımlanmaktadır. Papaya ve muz ağacı gibi büyük otsu bitkiler bu geniş anlam dahilinde birer ağaç olarak kabul edilirler.
Fizyoloji.
Bir ağacın gövdesinden enine bir kesit alındığında, çeşitli yapısal katmanlar gözlemlenir. En dışta kabuk bulunur. Kabuk, ağacın dış koruyucu tabakasıdır ve ağacı fiziksel zararlar ile hastalıklardan korur. Kabuk tabakasının hemen altında, yıllık halkaları oluşturan hücre tabakaları yer alır. Bu halkalar, ağacın yıllık büyüme süreçlerini yansıtır. En içte ise, ağacın merkezi olan öz kısmı bulunur.
Bir ağacın gerçekten canlı olan biricik kısmı, kabuğun altında odunun yüzeyindeki ince bir hücre tabakasıdır. Buna "katman doku tabakası" (kambiyum, soymuk) denir. Bu tabaka ağacı geliştiren ve büyümesini sağlayan tabakadır. Genç bir ağaca çivi çakıldığında veya ağaç bir dal verdiğinde, çivinin ve dalın yerden yüksekliği hiç değişmez.
Ağaçların boyları ve yükseklikleri değişiklik gösterir. Boyları 3 metreden 140 metreye kadar, yaşları 30-40 yıldan 5000 yıla kadar olan ağaçlara rastlanmaktadır. Dünyanın en yaşlı ve yüksek ağaçlarından olan ve ABD'de Sierra Nevada Dağlarında bulunan sekoyalar ("Sequoia") 110 m yüksekliğe ve 7 m çapa erişebilir. Bunların yaşları da 4000 yılı bulmaktadır. Avustralya'da yüksek boylu ormanlar meydana getiren okaliptüs ağaçları da 100 metreyi bulmaktadır. Ağaçların yaşı farklılık göstermektedir. Yaşı doğrulanmış ve canlı en yaşlı ağaç 4855 yıllık Metuşelah ağacıdır.
Yapraklar.
Her yaprak, kendini dışarıya karşı koruyacak çok etkili bir tabaka ile sıkı sıkıya örtülüdür. Hava, yaprakların altındaki çok küçük deliklerden stomaya girebilir. Suyun buharlaşması da, yine bu deliklerden (por) sağlanır. Yaprak ihtiyaca göre bu delikleri açar veya kapatır. Ağaç kabuğu çok etkili bir su geçirmez zırhtır. Bir ağaç, su buharının dışarı sızmasına karşı baştan aşağı bu tabaka ile örtülüdür.
Bütün canlı varlıklar gibi ağacın da dokularının arasında devamlı bir su dolaşımı olur. Bu su dolaşımının sağlanabilmesi için ağacın devamlı ve yeterli miktarda suya ihtiyacı vardır.
Suyun yükselimi ve terleme.
Bazı büyük ağaç türleri, ihtiyacı olan suyu 50 metrenin üzerinde bir yüksekliğe çıkarmak mecburiyetindedir. Bu olayda önemli olan birinci kuvvet kılcallık olayıdır. Odun boruları demetlerinde 20 metreye kadar etkilidir. İkinci kuvvet ise, kök basıncıdır. Bu basınç ile ağaçta su 30 metreye kadar yüksekliğe çıkarılabilmektedir. Bir diğer önemli kuvvet de yapraklardan suyun buharlaşması (terleme) ile meydana gelen emme kuvvetidir. Buna kohezyon gerilimi de denir. Terlemenin (transpirasyon) büyük kısmı gözeneklerle, az bir kısmı da diğer yüzeylerle sağlanır. Kohezyon kuvveti su moleküllerini birbirine bağlar. Bu gerilim, suyun kopmayan bir sütun hâlinde yükselmesini sağlar. Sekoya gibi yüksekliği 100 metreyi bulan dev ağaçlarda su, tepelere kadar kohezyon kuvvetiyle yükselir.
Yaşam döngüsü.
Toprağa düşen tohumdan en önce fide meydana gelir. Fide bir yıl sonra fidan halini alır. Hücrelerinin çoğalmasıyla dal ve yapraklar, gövde ve kök olarak üç parçadan ibaret bir ağacın küçük bir modeli olur. Her yıl ağacın dallarında ve köklerinde yeni sürgünler çıkarken, gövdede de bir tane yıllık halka meydana gelir. Bu halkalar, ağacın enine büyüyerek yaptığı odun tabakasıdır. Yağışı bol yıllarda, geniş bir halka; kurak geçen yıllarda ise, ince ve küçük bir halka meydana gelir. Bu sayede ağaç türlerinin yaşı, halka sayısı sayılarak hesaplanabilmektedir.
Kullanım alanları.
Ağaçlar günlük hayatta çeşitli alanlarda yaygın olarak kullanılırlar. Kâğıt yapımından mobilya yapımına, meyvelerinin besin olarak kullanımından süs ağaçlarına ve keresteye kadar, sayısız kullanım alanı vardır. Ormanlar ise, bir memleketin iklimini ve ekonomisini etkileyecek kadar önemlidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8515",
"len_data": 5326,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.67
}
|
İçimdeki Deniz (İspanyolca: Mar Adentro), Alejandro Amenábar'ın yazıp yönettiği, aynı zamanda yapımcılığını, müziklerini ve kurgusunu üstlendiği 2004 çıkış tarihli İspanyol psikolojik dram filmidir. Film, bir dalış kazasının ardından felç olan Ramón Sampedro'nun (Javier Bardem tarafından canlandırılan) gerçek yaşam öyküsüne ve 28 yıl boyunca ötanazi ile yaşamına son verme hakkını desteklemek için yürüttüğü kampanyaya dayanmaktadır. Film, Yabancı Dilde En İyi Film dalında Akademi Ödülü kazandı.
Konusu.
Ramon Sampedro, denize ve yüzmeye tutkuyla bağlı genç bir adamken geçirdiği bir kaza sonucu yıllardır boyundan aşağısı felçli olarak yatağa mahkûm bir yaşam sürdürmektedir. Bu şekilde yaşamın bir işkence olduğunu düşündüğünden ötanazi istemektedir. Ona göre ölmek, bu durumdaki biri için yeniden özgür olmanın tek yoludur. Oysa, ülkesinin yasaları ötanaziye karşıdır. Sampedro'ya âşık olan Rosa, sevdiği adama istediği özgürlüğü verecektir.
Film, insanın "yaşam hakkı" kadar "ölüm hakkı"na da sahip olması gerektiği üzerinde durur.
"Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8519",
"len_data": 1252,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.53
}
|
Batı Azerbaycan (Farsça: استان آذربایجان غربی, okunuşu: "Ostan-e Āzarbāijān-e Gharbī"), İran'ın 31 eyaletinden birisidir. Tarihi ve coğrafi Güney Azerbaycan bölgesinde yer almaktadır. Ülkenin kuzeybatısında bulunan eyaletin batısında Türkiye ve Irak, kuzeyinde Nahçıvan, doğusunda Doğu Azerbaycan ve Zencan ile güneyinde Kürdistan eyaletleri bulunur.
Eyaletin yüzölçümü 39.487 km² (Urmiye Gölü ile birlikte 43.66 km²), 2006 yılı itibarıyla nüfusu ise 3.015.361 olarak tespit edildi. Eyaletin idare merkezi, Urmiye şehridir.
Eyalet sınırları içinde bulunan önemli yerleşimler Urmiye, Hoy, Miyanduab, Bukan, Mahabad, Salmas, Maku, Nekede, Piranşehr, Serdeşt, Şahindej, Takab, Uşnu, Siyahçeşme ve Şot şehirleridir.
Tarihi.
Azerbaycan hanlıklarından Urmiye Hanlığı'na 1797 yılına kadar başkentlik yapmıştır.
Etnik yapı.
Eyaletin nüfusu ağırlıklı olarak Azerbaycan Türkler'den, kısmen Kürtler'den oluşur.
Eyalet genelinde Azerice ve Kürtçe, en büyük şehri olan Urmiye'de ise ilave olarak Farsça, Ermenice ve Yeni Arami dili konuşulmaktadır. Eyalette az sayıda ülkenin diğer bölgelerinden gelen göçmenler de yaşamaktadır.
Halkın çoğunluğu ağırlıklı olarak İslam dinine mensuptur. Diğer azınlık dinleri Hristiyanlık ve Yahudiliktir. Bölgede tarihi kilise kalıntıları bulunur.
Coğrafya ve iklim.
Batı Azerbaycan, ülkenin geneliyle karşılaştırılırsa dağlık bir yapıya sahiptir. Bunun yanında tarıma elverişli büyük ovalarıda vardır (örneğin, kuzeydeki Çaldıran Ovası). Ayrıca Urmiye Gölü kıyısında bulunması nedeniyle oldukça ilgi çekici yaban hayatı ve doğa manzaralarına sahiptir.
Batı Azerbaycan, Urmiye Gölü kıyısında olması nedeniyle ılıman bir iklime sahip olsa da, yükseltisinin fazla olması -özellikle güney bölgesinde- ve kuzeyden gelen soğuk hava akımları nedeniyle oldukça soğuk kışlar geçirir. Yazları ise ılık geçer. Eyalet içindeki ortalama sıcaklıklar şu şekildedir: 9.4 °C (Piranşehr), 11.6 °C (Mahabad), 9.8 °C (Urmiye), 10.8 °C (Hoy). Eyalet içinde, Temmuz ayı en yüksek sıcaklık 34 °C iken, Ocak ayı en düşük sıcaklık –16 °C derece olarak ölçülmüştür. Yazları 4 °C, kışları 15 °C 'ye varan sıcaklık farkları oluşur.
İdari yapı.
Batı Azerbaycan Eyaleti (ostan), kendi içinde 17 şehristan ve 38 bahşa ayrılmıştır. Eyaletin bu alt idari yapısı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8525",
"len_data": 2284,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
"Sultan II. Bayezıd Külliyesi Sağlık Müzesi", "Edirne Sağlık Müzesi", Edirne'de, İkinci Beyazıt Külliyesi'nin Darüşşifa ve Tıp medresesi yapıları içinde hizmet veren, Trakya Üniversitesi bünyesindeki müze.
Külliye içinde 1488'den beri yer alan darüşşifa (hastane), 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'na kadar aralıksız 400 yıl boyunca önceleri her türlü hastaya; sonraları sadece ruh ve akıl hastalarına hizmet vermiş bir sağlık kuruluşudur. Geçmişte hastalarının müzik, su sesi ve güzel kokularla tedavi edildikleri bu tarihi mekân, 1997 yılından bu yana Trakya Üniversitesi tarafından sağlık müzesi olarak düzenlenmiş, 2000 yılında Darüşşifa'nın Şifahane kısmı Ruh Hastalarını Readaptasyon Derneği'nin katkılarıyla Psikiyatri Tarihi Müzesi haline getirilmiştir. Ayrıca Külliyenin bir parçası olan ve darüşşifanın yanında yer alan tıp medresesi de 2008 yılında müzenin 15. yüzyılda tıp eğitimini sergileyen bir bölümü olarak hizmete açılmıştır.
Müzede, hekimliğin gelişmesi ve değişik sağlık hizmetleri hakkında geniş bilgiler içeren pavyonlar bulunur. Şehrin turizm hayatına önemli bir katkısı vardır, Selimiye Camii'nin ardından Edirne'de en çok ziyaret edilen ikinci mekândır. 2018 yılında 270 bin 669 kişi tarafından ziyaret edildi.
2004 yılında Avrupa Konseyi "Avrupa Müze Ödülü"nü, 2007 yılında ise Avrupa Kültür Mirası - Mükemmellik Kulübü "En yi Sunum Ödülü"nü kazanmıştır.
Darüşşifa ve Tıp Medresesi hakkında.
Darüşşifa ve bitişiğindeki Tıp Medresesi, II. Beyazıt'in 1484 yılında Akkirman seferlerinden elde ettiği ganimet gelirleri ile 1484-1488 yılları arasında yaptırılan külliyenin birer parçasıydı. Darüşşifa'da tedavi hizmeti ücretsiz verilmekteydi. Medresede okuyan öğrenciler, darüşşifadaki uzman hekimler yanında yetiştirilmekteydi.
1850'li yıllardan sonra darüşşifa, sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline geldi. 1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşı'nde Edirne işgale uğradığında içindeki hastalar İstanbul'a gönderildi. 1896 yılında şifahane onarım gördü ve bir süre daha ruh hastalarının tecrit edilmesinde kullanıldı. 1916'ya kadar hizmet vermeyi sürdürdü.
Darüşşifanın, Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesi'ne dönüştürülmesi çalışmaları 1993 yılında başladı. Yapılan çalışmalar neticesinde Trakya Üniversitesi II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi 23 Nisan 1997 günü düzenlenen törenle ziyarete açıldı. Ruh Hastalarını Readaptasyon Derneği'nin katkılarıyla 2000 yılında Şifahane kısmı, Psikiyatri Tarihi Bölümü olarak düzenlenmiştir
Tıp Medresesi, Uluslararası Rotary 2420. Bölge Guvarnörlüğü işbirliği ile müzenin bir parçası olarak düzenlenerek 2008 yılında hizmete girdi. Bu bölümde, 15. Yüzyıl tıp eğitimi mankenlerle canlandırılmaktadır.
Müzeyi oluşturan yapılardan darüşşifa, iki avlu ve şifahane olmak üzere üç bölümden oluşur:
Tıp Medresesi, 18 öğrenci odası, bir dershane ve bunların açıldığı bir orta avludan oluşur. Bu bölüm bekçi odası, öğrenci odaları, uygulamalı eğitim odası, müderris odası, dershane ve kütüphane olarak mankenlerle canlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8527",
"len_data": 3011,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Optik Karakter Tanıma ya da kısaca OKT (İngilizce: ', kısaca '), bilgisayar ortamında bulunmayan yazılı dokümanların özel tarayıcılar veya normal olarak taranmış resimlerinin FineReader ve OmniPage gibi bazı özel programlar arayıcılığıyla bilgisayar ortamına düzenlenebilecek sayısal halde aktarılmasıdır. Okunmuş resim veya doküman metin dosyası olarak saklanabilir.
Uygulamalarından biri otomatik plaka tanımadır. Yoldan geçen araçların plaka fotoğrafları çekilir ve anında OKT uygulamasından geçirilerek sisteme girilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8529",
"len_data": 523,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.48
}
|
Göktürk Kağanlığı (Göktürkçe: 𐱅𐰇𐰼𐰜; "Türük," 𐰚𐰇𐰜:𐱅𐰇𐰼𐰜; "Kök Türük," veya 𐱅𐰇𐰼𐰚; "Türk," Çince: 突厥汗國; pinyin "Tūjué hánguó"), asıl ismiyle Türk Kağanlığı Göktürkler tarafından kurulmuş ve 552-744 yılları arasında Orta ve İç Asya'da hükümdarlık sürdürmüş bir Türk imparatorluğudur ve bozkırların ilk model devletidir. Asya Hun İmparatorluğu'ndan sonra 2. Büyük Devlet lakabını almıştır.
Devletin kurucusu ve ilk önderi Bumin Kağan'dır. Bumin Kağan'ın kardeşi İstemi Yabgu ülkenin batı kanadını yönetirdi. Göktürkler komşuları olan Çin, Sasani (İran) ve Bizans İmparatorluğu ile askerî, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdular.
Göktürkler (MS 552-744), gerek ilk kez Türk adını kurdukları siyasi birliklere vermeleri ve gerekse de; bir Türk diline ait bilinen en eski yazılı kaynaklarını vermeleri bakımından, Türk kültür ve edebiyat tarihi açısından önemli bir yere sahiptir.
Adlandırma.
Türk adı bugün kullanılan şekli ile ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları'nda geçmektedir. "Türk" adıyla kurulmuş ve Türk adını resmî devlet adı olarak kullanan ilk devlettir.
Göktürkler, Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında kendilerinden 𐱅𐰇𐰼𐰜 ( "Türük") veya 𐰜𐰇𐰚:𐱅𐰇𐰼𐰜 ( "Kök Türük" ya da azınlık görüşüne göre "Ökük Türük") olarak bahsetmiştir. Tonyukuk Yazıtı'nda ise Göktürkler 𐱅𐰇𐰼𐰚 ( "Türk") olarak geçmektedir. Çince kaynaklar kavmi 突厥 (Pinyin: Tūjué; Wade-Giles: T'u-chüeh, Guangyun: dʰuət-kĭwɐt) olarak kaydetmiştir. Devlet ve halk Türk tarihyazımında bazen Kök Türkler olarak da adlandırılmaktadır.
Tarihi.
Göktürkler, 542'ye kadar Altay Dağları'nın güney eteklerinde yaşamışlardır. Çin kaynakları, ittifakla Göktürklerin Hunlardan geldiğini ifade etmektedir. Göktürkler, "Aşina" adını taşıyan ve kelime anlamı olarak kurt neslini ifade eden bir Hun ailesine mensupturlar. Kurt, Oğuz Kağan Destanı'nda yol gösterici olarak ifade edilmektedir. Göktürk Kağanlığı 552-745 yılları arasında varlığını sürdürdü. Çin'in Siyenpi (Sien-pi) kökenli Kuzey Zhou, Kuzey Qi, Sui ve Tang hanedanları ile uzun süre savaşmıştı. Kardeş kavgaları, diğer Türk halklarıyla arasında yapılan savaşlar, iç savaşlar ve Çinliler ile olan uzun savaşlar devletin yıkılmasına neden oldu.
Kağanlık kurulmadan önce.
Aşina ailesi, "Chou Kitabı" ve "Kuzey Hanedanlar Tarihi" 'ne göre, Hiung-nu'nun ayrı bir kolu ve "Sui Kitabı" ve "T'ung-tien" e göre, Ping-liang'ın "Karışık yabancı" ( / 杂胡, Pinyin: záhú, Wade-Giles: tsa-hu)larındandır. "Sui Kitabı" 'nın aktardığına göre, Sonraki Vey (Kuzey Vey) imparatoru T'ai-wu (T'o-pa Ch'ou, Fu-li, Büri)'nun Chü-ch'ü'yü yok ettiğinde (18 Ekim 439 tarihinde), Aşina'nın 500 hanesi Cücenlerlere koşup Chin-shanlara (Altay dağları) yerleştiler. Altay dağlarının kuzeyinde demir işleri yaparak Cücenlerin egemenliğinde yaşadılar. Çin tarihsel kaynakları Cücen kağanı Anagui'nin, kızıyla evlenmek isteyen Göktürk kağanı Bumin'e “"Senin gibi demirci bir kölem benim kızımı hangi cesaret ve cür'etle nasıl isteyebilir?”" dediğini kaydetmiştir. Anagui'nin bu ifadesi üzerine kimi araştırmacılar Göktürkler'in Cücenlerin egemenliği altında çalışan "demirci köleler" (, Pinyin: duànnú, Wade-Giles: tuan-nu) olduklarını iddia etmiştir. Bunun Cücen toplumuna has 'vassallık' sistemi olabileceğini iddia eden araştırmacılar da bulunur. Ancak Denis Sinor'a göre, Anagui'nin bu ifadesi Türklerin demircilik sanatlarında uzmanlaşmış olduğunun bir kanıtıdır.
İlk Göktürk Kağanlığı (552-588).
Göktürk Kağanlığı (552–581), 6. yüzyılın ortasında, Asya'nın doğusunda Çin devletinin, batısında Sasani-İran devletinin sınırladığı İç Asya bozkırlarında, doğuda Avarlar, batıda Eftalit/Ak Hunlar ile yapılan mücadeleler sonucunda ortaya çıktı. İlk Kağanları doğu kanadını yöneten Bumin Kağan, batı kanadını yöneten kardeşi İstemi Yabgu'dur. Bu Orhun yazıtlarında şöyle anlatılmaktadır:
"İli derleyen" anlamında "İliğ Kağan" diye de adlandırılan Bumin Kağan (Aşina Tumen)'in ölümünden sonra, yerine oğlu İssik Kağan (Aşina Kolo, 552-553) geçtiyse de iktidarı fazla sürmedi. Bir yıl sonra Mukan Kağan (Aşina Yandou ya da "İrkin", 553-572) Moğol soylu Kitanları yenerek hükümdarlık tahtına oturdu. Kendisi için çok büyük bir Yuğ (matem) töreni düzenlendi, bu törene çeşitli devletlerden pek çok ileri gelen katıldı. Mukan Kağan zamanında devlet muazzam bir genişliğe ulaşmıştı.
Mukan Kağan döneminde imparatorluk gittikçe yükselerek ihtişamlı ve heybetli bir hale geldi. Mukan Kağan Çin kaynaklarında sert, heybetli ve kudretli görünüşü ve başarılı devlet adamlığı ile anlatılmaktadır. Kızını Çin imparatoru ile evlendirerek Çin imparatoriçesi yapmıştır. Bu evliliği iyi kullanarak Çin'in tüm zenginliklerinin kendi ülkesine akmasını sağlamıştır. Mukan'dan sonra tahta kardeşi Taspar Kağan (572-581) geçti. Taspar Kağan, Budizmi kabul eden ve Çin'i baskı altında tutan yönleriyle sivrildi. Taspar'ın yerine İşbara Kağan (Aşina Şetu, 581-587) geçti.
Bumin Kağan'ın ilk yılları ve saltanatı.
Bumin Kağan Aşina soyuna mensuptu. Aşina soyu Bumin'in idaresi altında ticaret maksadıyla Çin'e doğru ilerledi. Bu dönemde bölgede önemli askeri-siyasi güç olan Topa devleti zayıflamış, birbiri ile düşmanlık eden Doğu Topa ve Batı Topa olmak üzere bölünmüştü. Batı Topa düşmanı olduğu Doğu Topa ve Cücenlerin baskıları sebebiyle Aşina soyu ile yakınlaşmaya çalışıyordu. Bumin, 546 yılında ticari ilişkilerini geliştirmek maksadıyla Batı Topa'ya elçi gönderdi. Bumin Kağan aynı yıl Tiele boyunun Cücenlere karşı isyanından yararlanmaya karar verdi. O, Cücen Hanı Anahuan'ın yanına elçi gönderip hatun kızı ile evlenmek istediğini bildirdi. O, önceden biliyordu ki Cücen Hanı kendi vasalına kızını vermeyecek ve onu cezalandırma fikrine düşecekti. Böyle de olmuş ve Anahuan elçiye "Siz benim demir eritenimsiniz, böyle bir şeye nasıl cüret edersiniz ?" şeklinde cevap vermişti. Bundan sonra Bumin Batı Topa devleti hükümdarının kızı ile evlenmek istedi. Çetin durumda olan Batı Topa devletinin hükümdarı Bumin'in bu teklifini kabul etti. 552 yılında Bumin, Batı Topa ile kuvvetlerini birleştirdikten sonra Cücenlerin üzerine hücum ederek onları mağlup etmişti. Bu hadiseden sonra o, kendi devletini ilan eder ve bu Göktürk Kağanlığı'nın kurulma tarihi olarak kabul olunur. Bumin Kağan 552 yılında öldü. Ondan sonra devletin batı koluna oğlu İssik Kağan ve doğu koluna ise İstemi Yabgu (553-576) önderlik etmiştir. İstemi Yabgu fiilî hâkimiyete sahip olsa da kendisini kağan ilan etmedi.
Kara İssik Kağan'ın saltanatı (552-553).
Kara İssik Kağan'ın hâkimiyeti kısa süreli idi. Bu kısa müddet sırasında Cücen Devleti'nin dağılmasıyla toprakları Göktürk Kağanlığı'na tabi oldu. Cücenlerin bir kısmı Topa Devleti çöllerine bir kısmı ise batıya ilerleyerek bölgedeki devletlere sığındılar. Göktürkler ve Topa Devleti arasındaki antlaşmaya göre oraya sığınan Cücenler geri iade edildi ve 555 yılında öldürüldüler. Bundan sonra Göktürklerin hücum istikameti günümüz Tibet ve Moğolistan civarına yöneldi. Ancak Kara İssik Kağan daha fazla ilerleyemedi ve öldü.
Mukan Kağan'ın saltanatı (553-572).
Mukan Kağan'ın hâkimiyeti uzun müddet devam etti. Onun hâkimiyeti yılları Göktürk Kağanlığı'nın yükseliş devridir. Mukan Kağan döneminde Göktürkler, Batı Topa devleti ile ittifaklarını sürdürerek topraklarını genişletti. Batı Topa devleti 557 yılında dağıldıktan sonra toprakları Göktürk Kağanlığı'na katıldı.
Mukan Kağan güçlenmeye çalışan Cücenler üzerine hücum etti. Mağlup olan Cücenler, Çin'e sığındı ama Göktürkler ve Çin arasında olan ilişkiler sebebiyle Cücenler geri iade edildi. Göktürkler, Cücenlere tamamen son verdi. Mukan Kağan Cücenlerden sonra Batı Hitayları da mağlup ederek topraklarını genişletti ve Hitaylar Kore'ye göç etmek zorunda kaldılar. Mukan Kağan, daha sonra güneyde yaşayan Kırgızlar ve diğer dağınık halde yaşayan boyları da kendine tabi kıldıktan sonra bozkırlarda hâkimiyetini güçlendirdi.
Mukan Kağan devletin doğu kısmını yönetiyordu. Doğudaki yükselme ile birlikte İstemi Yabgu idaresi altında olan batı da hızlıca yükselerek topraklarını genişletti. İstemi Yabgu, Altay Dağları'nın batısını, Issık Göl ve Tanrı Dağları'na kadar olan toprakları kendisine tabi kılmıştı. İstemi Yabgu'nun batıda topraklarını genişletmesi sebebiyle Sasaniler ve Doğu Roma ile ilişkiler başlamıştı. İpek Yolu'nu gözetim altında tutmak için Göktürkler, Sasanilerle iyi ilişkiler kurmuştu. İstemi Yabgu, Sasaniler ile ittifak kurarak diğer bir Türk devleti olan Ak Hunlar'ı mağlup etti. Ak Hun devletinin toprakları Göktürkler ve Sasaniler arasında bölüştürüldü.
Sasaniler ile olan ilişkiler İpek Yolu üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesi sebebiyle kötüleşmeye başladı. İstemi Yabgu Sasanilere karşı Doğu Roma ile ilişkiler kurmaya başladı. Doğu Roma, İpek Yolu ticaretinin Sasaniler gözetiminde yürütülmesinden memnun olmaması sebebiyle İstemi Yabgu ile ittifak kurdu. Bu ittifaktan sonra 19 yıl sürecek olan Doğu Roma-Sasani Savaşı başladı. Doğu Roma ve Sasaniler arasındaki savaşlar Sasanilere ağır darbe indirdi ve daha sonraları Arapların Sasanileri ele geçirmesini kolaylaştırdı.
Mukan Kağan devrinde Çin'de iç savaşlar şiddetlenmişti. İç savaşlar sebebiyle zayıflayan Çin, Göktürklerin desteğini kazanmak ve Göktürklerin Çin'e yaptığı akınları durdurmak sebebiyle Mukan Kağan'a elçilerle hediyeler göndermişti. Bundan sonra Mukan Kağan sık sık Çin'e elçiler gönderdi. Elçilerin Çin'den hediyelerle dönmeleri bir gelenek haline geldi.
Mukan Kağan, 572 yılında öldü ve yerine ağabeyi Taspar Kağan geçti.
Taspar Kağan'ın saltanatı (572-581).
Taspar Kağan kardeşi Mukan Kağan gibi Çin'le iyi ilişkiler kurmaya ve Çin'deki iç karışıklıktan yararlanmaya çalıştı. Çin'den gelen hediyelerden sonra iki devlet arasındaki ticari ilişkiler gelişmeye başladı. Ticari ilişkilerin gelişmesi ve rahat hayat tarzına uyum Türk toplulukları arasında Çin kültürünün yayılmasına sebep oldu. Hatta Çinli misyonerlerin faaliyetleri dolayısıyla Taspar Kağan Budizm'e girmişti. Taspar Kağan ikiye bölünmüş Çin'in devletleri ile (batıda Qi; doğuda Zou) denge siyaseti yürütmeye çalışsa da başarılı olamamıştır. 557 yılında Zou ve Qi arasında savaş başladı. Nihayetinde Zou, Qi'yi mağlup ederek topraklarını ele geçirdi. Bundan sonra Göktürk Kağanlığı ve Zou arasındaki ilişkiler bozuldu. Taspar Kağan ordusuyla Çin'e ilerleyerek Pekin ve çevresine akın etti.
Taspar Kağan da devletin doğu kolunu yönetiyordu. Batı kolunu yöneten İstemi Yabgu esasen Taspar Kağan'a bağlı olsa da bağımsız hareket ediyordu. İstemi Yabgu 576 yılında öldükten sonra yerine oğlu Tardu Kağan geçti. Bundan sonra Taspar Kağan'ın hâkimiyeti zayıflamaya başladı. Taspar Kağan Çinle iyi ilişkiler kurmayı başaramadı ve Göktürk Kağanlığı zayıflamaya başladı. Taspar Kağan, yönetimde olduğu devletin doğu kolunu da ikiye bölerek kendisine bağlı olmak şartıyla kardeşi İssik Kağan'ın oğlu İşbara'yı doğuya, kardeşi Jutan'ın oğlu Börü'yü ise batıya tayin etti.
Taspar Kağan ile Çin arasındaki anlaşmazlıklar her iki devletin dış ilişkilerini de büyük ölçüde etkiledi. Sui hanedanı fırsattan istifade ederek Çin'de hâkimiyeti ele geçirdi. Bundan sonra Çin'de siyasi birlik sağlandı.
581 yılında Taspar Kağan öldü. Onun ölümünden sonra kimin Kağan olacağı uğrunda Göktürk İç Savaşı başladı. Taspar Kağan, ölümünden önce Mukan Kağan'ın oğlu Apa'nın kağan olmasını vasiyet etse de kurultay Apa'nın hakkı olmadığını öne sürerek Taspar Kağan'ın oğlu Amrak'ı kağan ilan etti. Buna rağmen aynı yıl Amrak, İşbara Kağan'ın lehine hâkimiyetten feragat etti.
İşbara Kağan'ın saltanatı (581-582).
İşbara Kağan'ın başa geçtiği dönemde Göktürk Kağanlığı'nda iç savaş şiddetlenmiş ve devlet zayıflamıştı. Devletin batı kolunu yöneten Tardu artık doğunun hâkimiyetini kabul etmeyerek bağımsız siyaset yürütmeye çalışıyordu. Çin'deki Sui hanedanı devletin doğu ve batı kolundaki anlaşmazlıklardan istifade ederek Tardu'ya elçiler gönderdi. Çin, Türk tüccarlarını ülkesinden çıkardı. Bu olay Göktürk Kağanlığı'nın doğu kolunun durumunu daha da kötüleştirdi. Kıtlık ve yoksulluk ortaya çıktı. Bu nedenle doğuda yaşayan boyların bir kısmı batıya göç etti.
Sui hanedanının da desteği sonucunda Tardu, İşbara Kağan'ın hâkimiyetini tanımadığını ilan etti. Bu olaydan sonra Göktürk Kağanlığı fiilen Doğu Göktürk ve Batı Göktürk kağanlıklarına bölündü. İşbara Kağan'ın yönetiminde devletin yalnızca doğu toprakları kaldı.
Birinci Doğu Göktürk Kağanlığı (581-630).
Göktürk Kağanlığı'nın bölünmesinden sonra ortaya çıkan Doğu Göktürk Kağanlığı, Türk tarihinde önemli bir yere sahiptir. Kültürel ve sosyal açıdan Hun dönemine göre daha hızlı gelişen Türk toplulukları, fethettikleri geniş topraklara yayılmış ve daha sonra kurulacak Türk devletlerinin temellerini atmıştır. Doğu Göktürk Kağanlığı'nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan Türk devletleri, Türklerin varlığını ve kültürünü Avrupa'ya yaymıştır. Birinci Göktürk Kağanlığı'nın bölünmesine ve Çin baskısına rağmen Doğu Göktürk Kağanlığı ayakta kalmaya çalışmıştır.
Birinci Doğu Göktürk Kağanlığı, Baga Kağan (587-588), Tulan Kağan (588-599), Yami Kağan (599-609), Şipi Kağan (609-619), Çula Kağan (619-620), İllig Kağan (620-630) tarafından yönetildi.
İşbara Kağan'ın saltanatı (581-587).
585 yılında artan isyanlar ve dış baskılar sonucunda İşbara Kağan, Çin hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalmış ve Çin'den yardım istemiştir. Doğu Göktürk Kağanlığı'nı hakimiyet altına alan Çin'in asıl amacı Çin için tehlike olan Türkler de dahil olmak üzere bütün Türkistan halklarını Çinlileştirmekti. Bu nedenle Çin, Doğu Göktürkleri Çince konuşmaya, Çinliler gibi giyinmeye ve Çin adetlerini kabul etmeye mecbur etmiştir. Bu nedenle İşbara Kağan, bu mesele hakkında 585 yılında Çin imparatoruna mektup yazmıştır. İşbara Kağan, Çin imparatoruna yazdığı mektupta şöyle demektedir : "Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, uzun saçlarımızı kestiremem, halkıma Çin elbiseleri giydiremem. Adetlerinizi, kanunlarınızı almama imkan yoktur. Çünkü bu bakımdan bütün milletim hassasiyetle çarpan tek yürektir"
Tardu'ya karşı savaşamayacağını gören İşbara Kağan, İmparator Yang Jian'ın bir vasalı olmayı kabul etti. Yönetimi kardeşi Baga Kağan'a bırakarak tahttan feragat etti. Aynı yıl öldü.
Baga Kağan'ın saltanatı (587-589).
Baga Kağan'ın saltanatı iki yıl sürmüştür. İşbara Kağan'ın döneminde olan sorunların devamı olarak durum daha da kötüleşti. Bu nedenle Türk boyları isyana başladı. Baga Kağan'ın tek güç kaynağı olan Türk toplulukları, birbirini izleyen göçlerle daha da zayıfladı. Baga Kağan'dan sonra iktidara Tulan Kağan geldi.
Tulan Kağan'ın saltanatı (589-600).
Tulan Kağan döneminde sorunlar daha da kötüleşti. İktidarda olduğu süre boyunca ülkeyi bu sorunlardan kurtaramadı. Tulan Kağan, Batı Göktürk Kağanı Tardu ile ittifak kurdu ve Çin'e karşı sefere çıktı. Çin onları yendi ve Tulan Kağan öldürüldü. Yerine kardeşi Yami geçti. Yami Kağan, Çin'e bağlılığı kabul etmek zorunda kaldı. Tulan Kağan'ın ölümüyle Göktürk Kağanlığı'nın bölünmesi tamamen resmiyet kazandı.
Yami Kağan'ın saltanatı (600-609).
Yami Kağan Göktürk Kağanlığı'nın resmi olarak bölünmesinden sonra iktidara gelen ilk kağan oldu. Onun hükümdarlığı döneminde Çin'in Doğu ve Batı Göktürk kağanlıkları üzerindeki baskısı daha da arttı. Çin, Göktürk teginleri arasındaki muhalefeti kızıştırarak etki alanını artırmaya çalıştı. Yami Kağan'ın karısı Çinli Sui hanedanından Prenses An idi.
Batı Göktürk Kağanı Tardu başlangıçta Çin ile iyi ilişkilere sahipti. Tardu Kağan, Doğu Göktürk Kağanlığı'nı da hâkimiyeti altına almaya çalıştıktan sonra Çin ile arasındaki ilişkiler bozuldu. Çin, Yami Kağan'ı Tardu Kağan'a karşı kullanmaya çalıştı. Yami Kağan Çin'e bağlılığı kabul etti ve hatta İşbara Kağan'ın kabul etmediği kültürel Çinlileşmeye göz yumdu. Yami Kağan döneminde Doğu Göktürk Kağanlığı zayıfladı. Yami Kağan'ın 609 yılında ölümünden sonra yerine oğlu Şipi geçti.
Şipi Kağan'ın saltanatı (609-619).
Şipi Kağan Doğu Göktürk Kağanlığı'nın çöküşünü durdurmayı başardı. Babası gibi bir Çinli prensesle evliydi ancak Çin'in beşinci kol faaliyetlerine izin vermedi. Hükümdarlığının ilk yıllarında iç savaşlara odaklanmış ve onları engellemiştir. Kısa sürede batıda Tibet'ten doğuda Amur'a kadar olan bölgeyi kendisine tabi kıldı.
Şipi Kağan, Çin ile iyi ilişkiler kurmaya çalışmadı. Bölgedeki varlığını sürdürmek için Çin'e karşı mücadele etme politikası izlemiştir. Batı Göktürk Kağanı Taman, Çin ile yakınlaştı ve Çin'e yerleşti. Şipi Kağan, Taman'ın Çin ile yakın ilişkilerinden memnun değildi. Şipi Kağan araya girerek Taman'ı Çin'in elinden aldı ve öldürdü.
Çin, Doğu Göktürk Kağanlığı'nın güçlenmesinden memnun değildi. Daha önce Çin, Göktürk teginleri arasında bir ihtilaf yaratarak kağanlığı zayıflatmayı başarmıştı. Bu kez, Şipi Kağan'ın kardeşi Çiki Şad'a kağanlık teklif edildi. Ancak Çiki Şad teklifi kabul etmedi ve onunla evlenmek üzere gönderilen Çinli prensesi geri yolladı. Bu başarısızlıktan sonra Çin, Şipi Kağan'ın komutanlarından birini öldürdü. Çin, komutanın cesedini Göktürklere göndererek Çin ile temas kurmaya çalıştığını ancak Göktürklerle dostane ilişkileri nedeniyle öldürüldüğünü söyledi. Bu şekilde Şipi Kağan'ın komutanlarına olan güvenini sarsmaya çalışan Çin yine de başarısız oldu. Şipi Kağan, Çin'e gönderilen haracı kesti ve savaş hazırlıklarına başladı.
Şipi Kağan, Çin imparatorunun ülkenin kuzeyine gideceği haberini aldıktan sonra onu yakalamak için harekete geçti. 11 Eylül 615 tarihinde Şipi Kağan'ın ordusu Sui imparatoru Yang'ı Yen-Men'de kuşattı. Bu dönemde Çin'de iç savaş şiddetlenmişti. 616 yılına kadar süren iç savaş sonuçsuz kaldı. 617'de Çin İmparatorluğu çöktü. Şibi Kağan, Çin'e karşı sefere çıkarken hastalandı ve öldü. Li Yuan bu durumdan yararlandı ve Tang Hanedanlığı'nı kurdu.
Şipi Kağan'ın 619 yılında ölümünden sonra yerine kardeşi Çula geçti.
Çula Kağan'ın saltanatı (619-621).
Çula Kağan hükümdarlığı yıllarında kardeşi Şipi Kağan'ın politikasını sürdürdü. Çula Kağan'ın hükümdarlığı sırasında Çin'de bir iç savaş patlak verdi. Sui hanedanının taht taliplerini Tang hanedanından Li Yuan'a karşı destekledi. Bu politikayı izleyerek Çin'deki iç karışıklığı artırmaya çalıştı. Çula Kağan da bir Çinli prensesle evliydi. Onun yönetimi uzun sürmedi. Çula Kağan 621'de hastalandı ve öldü. Daha sonra kardeşi İllig iktidara geldi.
İl Kağan'ın saltanatı (621-630).
İl Kağan da Şipi Kağan ve Çula Kağan'ın Çin'e karşı sert politikasını sürdürdü. Her ne kadar hücum politikası izlemesine rağmen ülke en zayıf dönemine girdi. 626 yılında İl Kağan Hsüan Kapısı Olayı'ndan istifade ederek Çangan'a doğru hızla ilerledi. 23 Eylül 626 tarihinde İl Kağan ve onun demir süvarileri Pien Köprüsü'nün kuzeyinde Vey Nehri'ne ulaştılar. 25 Eylül 626 tarihinde köprünün ortasında beyaz atın kesilmesiyle T'ai-tsung ile İl Kağan arasında "ittifak" gerçekleştirildi. Tang tazminatını ödedi ve daha da haraç vermeye söz verdi. Bunun karşılığı olarak İl Kağan süvarilerin geri çekilmesine razı oldu (Vey Nehri Sözleşmesi veya Pian Köprüsü Sözleşmesi).
Ancak, Ekim 627'den önce Moğol ovasında yaşanan sert iklimler, ağır kar yağışı fırtınası toprakları birkaç metre derinliğe kadar örttü. Göçebelerin hayvanların otlatmaları önlendi ve bu nedenle hayvanların büyük çoğunluğu öldü. "Yeni Tang Kitabı" 'nın aktardığına göre, 628 yılında T'ai-tsung şöyle konuştu: "Göktürk elinde yaz ortasında kırağı görüldü. Güneş beş gündür aynı yerden doğdu. Ay üç gündür aynı parlaklıktaydı. Bozkır kırmızı renkli hava (Kum fırtınası) ile dolduruldu." Böylece Göktürk ile Tang arasındaki güç dengesi drastik bir şekilde değişti.
İl Kağan, Çin'e karşı yürüttüğü düzensiz savaşlarda başarılı olamadı ve hâkimiyeti gittikçe zayıfladı. Göktürklere tabi olan halklar bu zayıflamadan istifade etmeye çalışarak ayaklandı. Seyanto Hanı Yinçü liderliğindeki isyan Tang hanedanı karşısında onu çaresiz bıraktı.
27 Mart 630 tarihinde meydana gelen Yinşan Muharebesi'nde Li Çing komutasındaki Tang ordusu İl Kağan komutasındaki Göktürkleri yendi. İl Kağan İşbara Şad'ın yanına kaçtı. Fakat 2 Mayıs 630 tarihinde Tang ordusu İşbara Şad'ın çadırına ilerledi. İl Kağan esir alınıp Çangan'a gönderildi. Böylece Doğu Göktürk Kağanlığı çöktü ve Tang'ın Çi-mi sistemine girdi. T'ai Tsung, "Vey Nehri'ndeki ayıbımı kapatmak için bana yeter." dedi.
Tahakküm dönemi (630-681).
İl Kağan'ın ölümünden sonra Doğu Göktürk Kağanlığı çöktü ve Doğu Göktürkler Çin egemenliğine girerek bölgeye dağıldılar. Çin İmparatoru T'ai-tsung kendisini Türklerin Gök Kağanı ilan ediyordu. Hakanlığa bağlı Türk ve diğer boylar etrafa dağılmaya başladılar, bunlardan bir kısmı ise Çin'e sığındı. Göktürk teginlerine Çin'de makamlar verilerek onları asimile etmeye çalıştılar. Aşina Cieşeşuay, Doğu Göktürk Kağanı Şipi Kağan'ın oğluydu ve Çin'de yüksek bir askeri göreve terfi ettirildi. 639'da Aşina Cieşeşuay, Çin imparatorunu esir almak için bir plan yaptı. Kardeşi Tölis Kağan'ın oğlu Aşina Holoku ve 40 eski astından oluşan bir grupla bu planı gerçekleştirmeye çalıştı. Planın hayata geçirileceği gün fırtına çıktığından imparator saraydan ayrılmadı. 19 Mayıs 639 tarihinde "Kür Şad"'ın esin kaynağı olan Aşina Cieşeşuay yanına topladığı 40 eski astı ile T'ai-tsung'ın yaz sarayı olan Chiu-ch'eng Sarayına saldırdı. Uzun süre savaşmalarına rağmen başarılı olamadılar ve saray atlarını kaçırıp Vey Nehri'ni geçtiler. Çoğu Çin ordusu tarafından öldürüldü.
Aşina Cieşeşuay'ın isyanından sonra Göktürklerin Sarı Irmak'ın güneyinde bulunmalarının iyi olmadığını dile getirenler çoğaldı. T'ai-tsung da Göktürk siyasetini değiştirmeye karar verdi. 13 Ağustos 639 tarihinde T'ai-tsung, Li Simo (Aşina Simo)'yu Çelebi Kağan olarak atadı ve çeşitli eyaletlerde oturan Göktürk ve etnik azınlıkları Sarı Irmak'ın kuzeyine götürmesine ve orada surlar inşa ederek uzun süre sınır kalelerini muhafaza etmesine dair ferman çıkardı. Ancak Çelebi Kağan Seyantolardan korkarak kaleden çıkmak istemeyince T'ai-tsung, Tarım Bakanı Kuo Sipen'i Seyontolara yollayarak, Göktürklerle savaşmaması talimatını verdi.
28 Şubat 641 tarihinde Çelebi Kağan ilk defa nehri geçerek eskiden Dingxiang Kalesinin bulunmuş olduğu yerde çadırı kurdu. 30.000 hanelik halkı, 40.000 sağlam askerî ve 90.000 atı vardı. Kağan, imparator T'ai-tsung'a “"Bendeniz haddim olmadığı halde merhametiniz sayesinde kabilenin başı oldum. Kabul olunursa nesillerimiz boyunca devletin bir bekçi köpeği olarak kuzey kapıyı koruyayım. Eğer Seyantolar istila ederse ailemin Çin Seddinin içine girmesine izin veriniz.” "dedi. T'ai-tsung kararnameyi çıkarıp buna izin verdi.
679 yılında Şanyu Genel Valiliği'nin Göktürk liderlerinden Aşide Wenfu ve Aşide Fengzhi, Aşina Nişufu'yu kağan yaparak Tang'a karşı isyan ettiler. 680 yılında, Tang ordusu Aşina Nişufu ve onun ordusunu yendi. Aşina Nişufu kendi adamları tarafından öldürüldü. Aşide Wenfu, Aşina Funian kağan yaparak yine Tang'a karşı isyan etti. Aşide Wenfu ve Aşina Funian Tang ordusuna teslim oldu. 5 Aralık 681 tarihinde Aşide Wenfu ve Aşina Funian da dahil olmak üzere 54 Göktürk Çangan'ın Doğu Pazarında halka açık bir alanda idam edildi. 682 yılında Kutluk, Funian'ın adamlarının kalıntısı ile birlikte isyan etti ve Heişa Kalesi'ni fethetti.
Batı Göktürk Kağanlığı (581–657).
Doğuda bunlar olup biterken batıdaki sınırlarını Kırım'a kadar genişleten İstemi Yabgu öldü. Yerine oğlu Tardu Kağan geçti. Tardu, 603 yılına kadar hükümdarlığını sürdürdü.
Doğuda Ta-po'nun ölümü üzerine tahta çıkan To-lo-pien (ya da sonraki adıyla Apa Kağan) toyda / kurultayda yapılan kengeş'te (müzakere) onaylanmadı. Yerine Ta-po'nun yeğeni Şa-po-lio / İşbara Kağan ilan edildi. Çin politikalarının da tesiriyle batı kağanı Tardu, To-lo-pien'i destekledi. İşbara'nın Apa'nın annesini öldürtmesi doğu ile batı arasındaki ilişkileri bir daha düzelmemek üzere bozdu. İki budun artık birbirlerine düşman hale geldi.
Tardu'nun ölümünden sonra Batı Göktürkler, güçlerinin zayıfladığının bir göstergesi olan, yabguluk ve şadlık adları altında Aşina ailesine mensup kişilerce yönetildikten sonra 630 yılında Çin egemenliğine girdi. Bundan sonra On Oklar adını alarak Türgiş boyunun önderliğindeki boylar federasyonu şeklinde yüzyılın sonuna kadar Çin hakimiyetinde kaldılar.
Batı kağanlığının 658'de yıkılmasıyla I Göktürk Kağanlığı yıkılmış oldu.
Tardu Kağan'ın ilk yılları ve saltanatı.
Tardu Kağan bağımsızlığını ilan ettikten sonra kendisine tabi olan toprakları genişleterek hâkimiyetini güçlendirdi. Batı Göktürk Kağanlığı'nın sınırları doğuda Tibet'ten batıda Kırım'a değin uzanıyordu. Doğu Roma ile yapılan savaşlarda zayıf düşen Sasaniler ile mücadelesi sonucunda Tardu Kağan Sasani devletinin iç işlerine dahi müdahale edebilmiştir. Tardu Kağan'ın asıl amacı gücünü pekiştirdikten sonra Doğu Göktürk Kağanlığı'na boyun eğdirmek ve Çin'i baskı altında tutmaktı. Tardu Kağan amacına ulaşmak için Çin'e karşı bir sefere çıktı ancak yenildi. Bu yenilgiden sonra Tardu Kağan'ın hâkimiyeti zayıfladı. Tardu Kağan'ın ölümünden sonra oğlu Taman Kağan iktidara geldi.
Taman Kağan'ın saltanatı (603 - 611).
Tardu Kağan'dan sonra Arslan Taman Kağan iktidara geldi. Taman Kağan, Tardu Kağan'ın aksine Çin ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Taman Kağan erken yaşta kağan oldu ve onun küçüklüğünden istifade eden Teleütler isyan ederek ordularını bozguna uğrattı. Daha sonra 610'da Taman Kağan'a karşı bir isyan çıktı. Yangsu Tigin'in oğlu Şikoey yeni kağan ilan edildi. Taman Kağan Çin'e kaçtı. Bu durumdan endişe duyan Doğu Göktürk Kağanlığı'nın hükümdarı Şipi Kağan, Taman Kağan'ı Çin'den alıp öldürmüştür. Taman Kağan'ın saltanat yılları Batı Göktürk Kağanlığı'nın zayıflamaya ve parçalanmaya başladığı dönemin başlangıcı olarak kabul edilir.
Şikoey Kağan'ın saltanatı (611 - 618).
Şikoey Kağan, Taman Kağan'dan sonra iktidara geldi ancak iktidarı ciddi bir olayla anılmamaktadır. Taman Kağan'ın kısa yönetimi sırasında artan Çin etkisinden kurtulamasa da Çin ile ilişkilerden uzak durmaya çalıştı. Saltanatı sırasında Şipi Kağan ile savaşlar yaptı. Şikoey Kağan 618'de öldü.
Tong Yabgu Kağan'ın saltanatı (618 - 628).
Tong Yabgu Kağan, Tardu Kağan'ın küçük torunu idi. Tong Yabgu Kağan'ın saltanatı yıllarında Batı Göktürk Kağanlığı, Çin'de patlak veren iç karışıklıklar neticesinde bağımsız siyaset yürütmeye başlamıştır. Tong Yabgu Kağan'ın saltanatı Batı Göktürk Kağanlığı'nın en güçlü dönemi kabul edilir. O, ordudaki düzensizlikleri sonlandırarak Tiele boylarının isyanını bastırdı. Onun hâkimiyeti yıllarında Tang hanedanı ile de iyi ilişkiler kurulmuştu. Tong Yabgu Kağan Tang hanedanından bir prenses ile evlenmişti. O, Sasanilere karşı Doğu Roma ile müttefik oldu. Müttefik kuvvetlerinin saldırıları sonucunda Sasanilere karşı önemli zaferler elde edildi. Tong Yabgu Kağan'ın 628 yılında ölümünden sonra Batı Göktürk Kağanlığı zayıfladı ve bir çöküş dönemine girdi.
Tong Yabgu Kağan, Hazar Kağanlığı'nın kurulmasında rol oynamıştır. Hükümdarlığı sırasında Kafkasya şadı, yabgusu ve tudunu olan Böri Şad, Tong Yabgu Kağan'ın ölümünden sonra bağımsız bir politika izlemeye başlamış ve Hazar Kağanlığı'nın temellerini atmıştır.
Se Yabgu Kağan'ın saltanatı (631 - 633).
Se Yabgu Kağan, Tong Yabgu Kağan'ın oğluydu. Nuşibi kolunun desteğiyle iktidara geldi. Onun saltanatı sırasında Batı Göktürk Kağanlığı zayıfladı ve Çin'in ülkedeki etkisi yeniden arttı. Ancak Batı Göktürk Kağanlığı'nın birliğinin babasının zamanındaki gibi yeniden sağlanmasını talep eden Nuşibi kolunun isteklerini karşılayamayınca tahttan indirilmiş ve yerine Bağaşa Tulu Kağan geçirilmiştir. Se Yabgu Kağan Kanglılar'a kaçtı ve Belh'te öldü.
Batı Göktürk Kağanlığı'nın gerilemesi ve çöküşü.
Se Yabgu Kağan'ın ölümü ve Doğu Göktürk Kağanlığı'nın düşüşünden sonra Batı Göktürk Kağanlığı Çin'in hedefi haline geldi. Se Yabgu Kağan'dan sonra başa Bağaşa Tulu Kağan gelmesine rağmen bir yıl sonra hastalandı ve öldü. Bağaşa Tulu Kağan'dan sonra kardeşi İşbara Teriş Kağan iktidara geldi. Saltanatı sırasında Çin'in etkisi arttı ve boylar isyan etti. Bu karışıklığı fırsat bilen Çin ordusu kağanı öldürdü. İşbara Teriş Kağan'ın ölümünden sonra doğuda Nuşibi kolunun desteklediği İl-Kullıg İşbara Kağan ve batıda ise Tulu kolu tarafından desteklenen Doğu Göktürk Kağanlığı'ndan İl Kağan'ın oğlu Yukuk Şad başa geldi. Birkaç yıl sonra Hazar Kağanı Ériş Kül Kağan da kendisini Batı Göktürk Kağanı ilan etti. İl-Kullıg İşbara Kağan ile Yukuk Şad arasındaki mücadelenin ardından 638 yılında İli Nehri Antlaşması imzalandı. Bu barışa göre İli Nehri'nin kuzeyi Yukuk Şad ve ona destek olan Tulu boylarına güneyi ise İl-Kullıg İşbara Kağan ve onu destekleyen Nuşibi boylarına verildi. Ancak bu barış uzun sürmedi. 642'de Tulu boyları Yukuk Şad'ı desteklemeyi bıraktı ve Nuşibiler bundan yararlanarak Yukuk Şad'ı yendi. Yukuk Kağan Kunduz şehrine kaçtı ve orada öldü. Bazı tarihçiler tarafından ilk Hazar kağanı olduğu iddia edilen Eriş Kül Kağan da kağanlıkta hak iddia etti ancak 650'de İl-Kullıg İşbara Kağan tarafından öldürüldü. İl-Kullıg Kağan, 657 yılına kadar saltanatına devam edebildi. Hükümdarlığı sırasında Çin ile savaşmaya çalıştı. Türgiş ve Karlukları birleştirmeyi başarsa da Çin ile savaşta zafer kazanamadı. İl-Kullıg İşbara Kağan esir düşerek Çangan'da tutsak edildi ve böylece Batı Göktürk Kağanlığı yıkılmış oldu.
İkinci Doğu Göktürk (Kutluk) Kağanlığı (682-744).
681 yılında Asena (ya da Aşina) ailesinden Kutluk Kağan, Çin'in kuzeyine yerleşmiş Türk boylarını yeniden toparlamayı başardı. Çin, Kitan ve Dokuz Oğuzlar (Uygurlar) ile yapılan savaşlar sonucunda Ötüken ormanında Göktürk Kağanlığı yeniden güçlendi. Kutluk, ili (devleti/ulusu) yeniden derlediği için İlteriş adını aldı.
692'de ölen İlteriş'in yerine kardeşi Kapgan kağan oldu. Devlet kurulduğundan beri kağanlık danışmanı olan Tonyukuk'un da bulunduğu Kitan'a Tatabılara, Basmillara, Çiklere, Azlara, Bayırkulara, Türgişlere/On Oklara (Batı Göktürk budunu, Kitabelerde sürekli Türgiş Kağanı Türküm, budunum idi ifadeleri bununla ilgilidir), Kırgız ve Dokuz Oğuzlara yapılan seferlerle II. Göktürk Kağanlığı'nın sınırları Okyanus'tan Mâveraünnehir'deki Temir Kapığ (Demirkapı)'ya kadar ulaştı. İpek Yolu'nun büyük bir kısmı denetim altına alınmış oldu.
Kapgan'ın, Bayırkuların kurduğu bir pusuda öldürülmesi üzerine Göktürk Kağanlığı'nın başına oğlu İnel (ya da Ünal) geçti. Ancak Kutluk'un oğlu Bilge'yi, İnel'in kağanlığını kabul etmedi. Boy begleri (beyleri) Bilge'yi kağan ilan etti. İnel kabul etmese bile öldürüldü. Yeni kağan başa geçince kardeşi Kül Tigin'e ordunun komutanlığını verirken, Tonyukuka vezirlik görevini verdi. Onun dönemi de amcası dönemindeki gibi devletin egemenliğindeki boyların başkaldırılarıyla geçti. Çin'in desteklediği Uygur-Karluk-Basmıl bağlaşmasının Ötüken'e yönelik sürekli saldırıları, İpek Yolu'nun kilit noktası olan Çungarya'nın Çin'in denetimine geçmesi ve batıda On Ok budunu hakimiyetine alan Türgişler'in gün geçtikçe güçlenmesi neticesinde II. Göktürk Kağanlığı çöküşe sürüklendi. Bilge Kağan'ın, danışmanı Tonyukuk'u ve küçük kardeşi Kül Tigin'i kaybetmesinden sonra zehirlenerek öldürülmesi üzerine yerine geçen Tengri Kağan çocuk yaştaydı. Onun kağanlığına karşı gelen Ozmış da ülkeyi toparlayacak güçte değildi. Uygurlar, 744'te Ötüken'e girerek Göktürk Kağanlığı'na son verdiler.
İlteriş Kağan'ın saltanatı (682 - 691).
680 yılında Aşina soyundan gelen Kutluk Kağan, Çin'e isyan ederek İkinci Göktürk Kağanlığı'nı kurdu. Kısa süre içinde Ötüken'i kağanlığın başkenti yaparak ülkeye düzen getirdi. Daha sonra ordusunu güçlendirdi, yeni politika ve stratejiler belirledi. Bu nedenle ülkeyi birleştiren, düzenleyen manasına gelen İlteriş lakabını aldı. Onun hâkimiyet yıllarında uzun müddet esaret altında kalan Türk toplulukları yeniden bir bayrak altında birleşti. İlteriş Kağan'ın ordularının baskısı Çin'e ağır darbeler vurdu. Çin'e yaptığı bir sefer sırasında 23 şehri ele geçirerek okyanus kıyılarına ulaştığı Çin tarihi kayıtlarına geçmiştir. İlteriş Kağan'ın ölümünden sonra yerine kardeşi Kapgan Kağan başa geçti.
Kapgan Kağan'ın saltanatı (691 - 716).
Kapgan Kağan da kardeşi İlteriş Kağan'ın politikasına yakın bir politika izledi. Kapgan Kağan, İlteriş Kağan'ın Çin'e olan baskısını daha da artırarak defalarca Çin üzerine hücum etti. Seferlerinde başarılı olan Kapgan Kağan devletin gücünü artırarak etki alanını genişletti. İlteriş Kağan döneminde başlayan Türkleri yeniden tek bir bayrak altında birleştirme siyaseti Kapgan Kağan'ın döneminde başarılı bir şekilde sonuç verdi. Onun hakimiyet yıllarında Kırgızlar, Türgişler, Basmiller de kağanlığa katıldı. Daha sonra Oğuzlar ve Karlukların da kağanlığa katılması ile tek devlet politikası sağlamlaşmış oldu.
Kapgan Kağan döneminde gerçekleştirilen tarım reformları ve askeri başarılar sonucunda Türk toplumunun refah düzeyi yükselmiştir. Onun döneminde gerçekleştirilen tohum reformu ve Çin yöntemlerinin kullanılması sonucunda bu alanda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
Kapgan Kağan'ın 25 yıllık saltanatı boyunca Türk toplulukları hem ekonomik hem de kültürel olarak gelişmiştir. 716 yılında ölümünden sonra yerine İnel Kağan geçmiş ancak Kül Tigin tarafından esir alınıp öldürülmüştür.
Bilge Kağan'ın saltanatı (716 – 734).
Bilge Kağan'ın esas adı Bögü idi. Otağa çıktıktan sonra Bilge ismini aldı. İlteriş ve Kapgan Kağan döneminde bastırılan isyanlar Bilge Kağan döneminde yeniden başladı. O, bu isyanları kontrol altına almayı başardı ve devletin düzeninin bozulmasının önüne geçti. Bu ayaklanmalar sırasında kağanlığa bağlı olmaya karşı çıkan Karluklar ve Uygurlar yeniden kağanlığa bağlandı. Bu ayaklanmalarda Göktürk Kağanlığı'nın artan baskısını azaltmak isteyen Çin'in etkisi söz konusu idi. Bu nedenle Çin'i cezalandırmak için Tonyukuk komutasındaki Göktürk ordusu Çin'e sefere çıktı. Yuan Chen komutasındaki 300.000 kişilik Çin ordusunun bozguna uğratılması Çin'e ağır bir darbe indirdi. 722'den sonra Çin'in mukavemetinin kırılmasının sonucunda Çin ile barış görüşmeleri yapıldı.
Bilge Kağan döneminde Türk toplulukları kültürel olarak daha da gelişmiş hale geldi. Bilge Kağan yerleşik yaşama geçme fikri ve Taoizm ve Budizm'e olan ilgisinden veziri Tonyukuk'un tavsiyeleri üzerine vazgeçmiştir.
731 yılında Bilge Kağan'ın kardeşi Kül Tigin öldü. Onun ölümünden sonra Çin ile ilişkiler yeniden bozuldu. 733 yılında yapılan savaşta Çin ordusu bozguna uğratıldı. 734 yılında Bilge Kağan, bakanı Buyruk Çor tarafından zehirlendi. Ölmeden önce Buyruk Çor ve ailesini cezalandırdı.
İkinci Göktürk Kağanlığı'nın gerilemesi ve dağılması.
Bilge Kağan'ın ölümünden sonra devlette karışıklık ve isyanlar baş gösterdi. Bilge Kağan'ın ölümünden Göktürk Kağanlığı'nın dağılışına kadar geçen 11 yıl boyunca Yollıg Tigin, Bilge Kutluk Tengri Kağan, Ozmış Kağan ve Kulun Beg hüküm sürdü. Hükümdarlıkları sırasında kağanlıkta Çin etkisi ve iç savaş yeniden arttı ve Göktürklere tabi olan Basmil, Karluk ve Uygur boyları bağlılıklarını bozdular. Son Göktürk kağanı Ozmış Kağan, Basmillere karşı yapılan mücadelede yenildi ve esir alınarak öldürüldü. Basmillerin lideri "İrteriş Kağan" adı altında hükümdar ilan edildi. Böylece 744'te Basmil Kağanlığı, Göktürk Kağanlığı'na son verdi. Ancak Basmil devletinin de ömrü uzun sürmedi ve başka bir Türk devleti olan Uygur Kağanlığı tarafından yıkıldı.
Devlet teşkilatı.
Yönetim.
Devleti "Kağan" unvanlı hükümdar yönetirdi. Kağan'da "bilgelik", "alplık" ve "erdemlilik" özellikleri aranırdı. İl denilen ülkeyi bilgili, kahraman, özü sözü doğru, erdemli devlet başkanı yönetirdi. Kağan'ın vazifeleri arasında savaş gücüyle devleti kurma ve düzene koyma, yeni alınan yerlere iskân, "töre" yani kanunları düzenlemek, halkı doyurup giydirmek vardı. Ülke geniş bölge teşkilatı gereğince Doğu ve Batı olmak üzere ikili devlet sistemine göre idâre edilirdi. Hükümdarlık hakkı tanrıdandır. Tanrı hükümdar olmasını istediği kişilere “kut” verir. Bilge Kağan ve atalarına da kut vermiştir. Metinlerde birçok defa tanrı adı zikredilir. Kağan, hakan, kam, kan sözcüklerinin ve tengri, umay, yer- su gibi tanrı ve tanrıçaların kullanımı ve alakaları da devlet anlayışında tanrısal öğeleri tasvir eder. Hükmün ilahi temeli diğer krallık ve yönetimlerde de görülebilir ancak burada ilgi çekici olan tanrının yansıması olan kağanın halktan kopmamış olmasıdır.
Kağan ve kağanın eşi Kağatun'nın dışında toplam 28 unvan vardı. Önceleri sayısı bir olan Yabgu'ya, toprağı genişledikçe ihtiyaç çoğalmıştır. Şehzadelere Tegin veya Tigin adı verilirdi. Tiginler, genel valilik, başkomutanlık gibi önemli memuriyetleri yaparlardı.
Göktürk Kağanlığı çatısı altında 12 budun toplanmıştır. Göktürk Yazıtları'ndaki budun adları şunlardır:
Tüm budunlara genel isim olarak “Köktürk” adı da kullanılmış, Çinliler de "Tukyu" kelimesini kullanmıştır.
Göktürk İmparatorluğu'nun 193 yıllık dönemi içinde egemenliği altında şu devlet kuruluşları bulunmuştur:
Hükümet.
Orhun Yazıtları'nda geçtiği üzere, Göktürklerde hükûmetin karşılığı "ayukı" tabiri idi. Hükûmet meseleleri devlet meclisi toyda görüşülüyordu. Ancak, coğrafi şartlar ve ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle toy her zaman toplanamıyordu. Memleket işlerinin asıl görüşülmesi gerektiği anlarda ayukı (hükûmet) devreye giriyor, bütün asıl meseleler, o an için ayukıda konuşuluyordu. Ayukının en önemli görevi toyun verdiği kararların ülke çapında uygulanmasını sağlamak, icraatleri takip etmekti. Ayukı buyruklardan (bakanlardan) oluşan bir hükûmetti. Buyruk adı verilen bakanların başında bir nevi sadrazamın, başbakanın karşılığı olan "aygucı" bulunurdu. Aygucılar hükümdar adına ordu komutanlığı yapan, diplomatik ilişkileri yürüten, geniş yetki ve sorumluluk sahibi olan kişilerdiler. Çin kaynaklarına göre Göktürk hükûmeti 9 bakanlıktan oluşuyordu. Bakanların yazıtlardaki karşılığı ise "buyruk" idi.
Hükûmet üyelerinin taşıdıkları unvanlarından ve yazıtlardaki ifadelerden gayet önemli kişiler oldukları anlaşılmaktadır (çor, ilteber, buyruk-çor vb.). Kimi hükûmet üyelerinin merkezin dışındaki bölgelerde özellikle askerî vali durumunda oldukları, bazılarının tudunluk (vergi memurluğu) yaparak, vergi toplama işleriyle meşgul oldukları bilinmektedir.
Hükûmetin başında ise hanedandan olmayan aygucılar veya ügeler bulunurdu. Bunlara ilaveten devlet merkezinde ayrıca tamgacı ve bitikçiler bulunurdu. Tamgacılar, katip ve mühürdar, bitikçiler ise haberleşmelerden sorumlu katip idiler.
Görüldüğü gibi Göktürk Kağanlığı'nın devlet teşkilatında; devlet başkanlığı, yasama kurulu toy ve hükûmet birbirlerinden ayrı kurumlar idi. Yani ayrı işlevleri vardı. Ancak, hükümdarlığı şahsında temsil eden kağan (devlet başkanı) ülkeden birinci derecede sorumlu olduğu için bütün yönetimi elinde bulunduruyordu. Başbakanların atamasını yapıyor, töre değişikliklerini toya öneriyor, devlet mahkemesine (yargu) başkanlık ediyordu. Çünkü Tanrı'nın siyasi iktidar ile donattığı tek kişi kağan idi. Diğer eski Türk devletlerinde olduğu gibi, Göktürklerde de milletin hemen her şeyi kağandan beklemesi (doymak, giyinmek, çoğalmak, huzur ve güvenlik) tam otoriteyi doğuruyordu.
Göktürk Kağanlığı devlet sisteminde Çin kaynaklarının ifadesi ile 28'den fazla unvan olduğu gibi, bu unvanları taşıyan kişilerin birer makama da sahip olmaları gayet doğaldır. Göktürk yazıtları da unvanlar ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. Yazıtlara göre devlet hiyerarşisi şöyle sıralanmaktadır: kağan, kağan ailesi, budun (millet), şadapıt beyler, tarhanlar, buyruk beyler (bakanlar), Dokuz Oğuz beyleri vb. Çin kaynakları ise kağan ve hatunu söyledikten sonra en büyük unvan olarak yabgu sonra şad, tegin, tudun, ilteber, erkinden söz etmektedir.
Ordu.
Göktürk ordusu, devletin daimi savunma gücüydü ve paralı değildi. Ordunun çoğunluğunu süvariler oluştururdu. Yaya birlikler savaştan ziyade yardım kollarında görev alırdı. Eski Türk ordusunda en büyük kuvvet 10 bin kişilik askerî birlik idi. Bu birliğe "tümen" adı verilirdi. Bütün yerleşik kavimlerde görülen, hareketsiz kütle muharebesi usulüne göre yetiştirilmiş, ağır teçhizatlı orduların (piyade) aksine, hafif silahlı ve oynak süvarilerden kurulu Türk ordularının uyguladığı strateji süratli, ani ve şaşırtıcı hücumlara dayanan, dağınık muharebe sistemiydi. 10'lu sistem sosyal ve idari bakımlardan da mühim iki fonksiyon getirmişti: Biri, devlet güçlerinin tümünün kabile, soy vb. ayrılıklarına bakılmaksızın 10'lu sisteme göre bölünerek, merkezden tayin edilen kumandanlar aracılığı ile en üstte tek idareye bağlanması. Böylece herkesin birbirine yardımcı olduğu bir birliği meydana getiriyordu. İkinci olarak da, bütün idari görev sahipleri aynı zamanda "asker" olduklarından, ordunun vazife ciddiyeti her türlü sivil, idari ünitelere yansıdığı için devlet mekanizmasının askerî disiplin içinde çalışması temin ediliyordu.
Yazıtların birçok yerinde, Göktürkler'in hâkim güç olmasına sık sık değinilir. Özellikle; Bilge Kağan'ın ağzından yazılan, Kül Tigin abidesinde, Bilge Kağan sık sık, "Dizliye diz çöktürdük, başlıya baş çöktürdük." diyerek Göktürkler'in görkemli gücünü zikreder.
Göktürklerin başkenti Ötüken'dir. Burası Orhun Irmağı ile Selenge Irmağı'nın Tarım kolu arasında, ormanlar içinde bitki örtüsü ve suyu bol bir şehirdi. Ötüken'den başka Barshan, Çargelen-Çumgal, Çaldıvar, Atbaş, Şirdakbeg, Nanageldi, Fergana, Yassıkugart, Çikircik başlıca Göktürk'ün şehirleridir.
Göktürklerde karar, seçim, insan ve hayvan sayımı için ziyafetli devlet meclisi mahiyetinde Kengeş Meclisi toplanırlardı.
Meclis.
Göktürk Kağanlığı'nda bir meclisin var olduğu, Çin kaynaklarından ve Orhun Yazıtları'ndan anlaşılmaktadır. Göktürklerde meclis sözünün karşılığı toy idi. Bu meclisin üyelerine toygun (Çince: 忽里勒台) denirdi.
Göktürk kağanları toyun doğal başkanı oluyorlardı. Kağan olmadığı zaman toya, hanedana mensup olmayan aygucı başkanlık ederdi. Bu kişiler ayrıca "başbakan" konumunda idiler. Göktürkler hakkında ilk bilgileri veren Çin kaynağı Chou Shu'nun 50. bölümünde, Göktürklerin henüz devlet olarak kurulmadıkları döneme ait bilgileri verirken, bazı rivayetlerden bahsedilmektedir. Bu rivayetlerden sonra esas tarihi bölüme geçilirken, doğruluğu belli olmayan bir öyküden söz edilmektedir:
"Daha boy aşamasında olan Göktürkler, kendi aralarında bir önder seçmek için hepsi bir araya toplanmış, ağaçlık bir yerde yükseğe sıçrama yarışması düzenlemişlerdi. Sonuçta en yükseğe sıçrayan önder olarak seçilmiştir. 545 yılında ilk Çin elçisi An-no-p'an-t'uo, Göktürk merkezine vardığında, Göktürkler, kağanları Bumin Kağan ile birlikte sevinmişler ve:
"Şimdi büyük ülkenin elçisi geldi, bundan dolayı ülkemiz gelecekte yükselecektir." diyerek birbirlerini tebrik etmişlerdi. Bu kayıtlar ile Göktürklerin henüz devlet haline gelmeden bile meclis veya ona benzer işlevi gören bir yapıya sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Toyun kağan seçiminde oynadığı rolü gösteren en iyi kanıt ise 582'de taht değişikliği sırasında meydana gelen olaylardır. Taspar Kağan'ın ölümünden sonra, onun ölmeden önce kağan olarak tayin ve vasiyet ettiği Ta-lo-pien toy tarafından kağan olarak tanınmadı. Çünkü Ta-lo-pien'in annesi Türk kökenli değildi ve bir Çin prensesiydi. Bu yüzden toy tarafından İşbara daha layık görülerek kağan seçildi. Bu tarihi olay Göktürk kağanlarının, meclisin onayını almadan tahta geçemediğini ve Göktürklerin gelişmiş bir hukuk yapısına sahip olduklarını göstermektedir.
593 yılında gerçekleşen bir diğer olay da; Tou-lan Kağan'ın Çin asıllı eşi Çin'de kendi sülalesini yıkıp iş başına gelen Sui Hanedanı'na karşı bazı Çinliler ve Soğdlar ile iletişim kurarak, birtakım gizli etkinliklerde bulunuyordu. Bunu öğrenen Sui Hanedanı durumu kağana bildirdi. Kağan önce bunlara karışmak istemedi ise de, Çin elçisi Göktürk toygunlarından (milletvekili) birine rüşvet vererek, kağanın hatununun kurduğu gizli planı ortaya çıkartınca devlet meclisi üyelerinin hepsi, bu gizli plandan dolayı kağanla alay ettiler. Zor durumda kalan kağan, bunun üzerine Çinliler'i (asi olanları) ve Soğdları cezalandırdı. Bir diğer olay da Bilge Kağan'ın 723 yılında, şehirlerin surlarla çevrilmesi ve Budizm ve Taoizm'in kabul edilmesi için ileri sürdüğü önerilerin Göktürk toyunda kabul edilmemesidir.
Diğer taraftan halkın tahta çıkma töreninde kağanı bir keçe üzerine koyarak, havaya kaldırması, kağanın seçimine, halkın katılımı olarak düşünülmüştür. Toylara başta kağan olmak üzere katılan sivil veya askerî devlet erkanı şunlardı: hatun, aygucı veya üge (başbakan), tegin (şehzade, prens), kül-çor, apa, erkin, tudun (vergi memuru), il-teber (yüksek devlet memuru, idareci), tarhan, buyruklar, şadapıt gibi unvanlar taşıyanlar. Toylarda önce dini, millî törenler yapılır, devletin bütün sorunları görüşülür, sonra ziyafetler verilirdi.
Hukuk.
"Ana Madde: Göktürk Hukuku"
Göktürk Devleti'ni diğer kabilevi devletlerden ayıran en önemli özellik kamu hukukunun olmasıdır. Göktürk Devleti'nde yüksek devlet mahkemesine "yargu" denirdi. Adliye (könilik) müessesesi mevcuttur. Göktürk Devleti'nde halk (kün) şahsi hukukla donatılmış, iktisaden hür ve özel mülkiyete sahiptir. Tarım ve arazisi üzerinde de özel mülkiyet geçerli oluyordu.
Mahkemelerin (Yarguların) vazifeleri töreyi ve örfi hukuku uygulamaktı. Göktürk devlet adamı Tonyukuk, mahkeme başkanlığı (yarganlık) görevini yapmıştır. Hükümdarlar da mahkeme başkanlığı (yarganlık) yaparlardı.
Ekonomi.
Göktürk Kağanlığı'nın ekonomik yapısı kendi kendine yetme esasına dayanan aile ekonomisi ve devlet ekonomisi olmak üzere iki başlık altında incelenir. Orta Asya'nın iklim koşulları gereği ekonominin temeli hayvancılık olmuştur. Bunun yanında savaş ganimetleri, vergiler, tarımsal etkinlikler, avcılık, el sanatları ile ticaret de diğer ekonomik öğeler arasında yer almıştır.
Aile ekonomisi.
Orta Asya'nın doğa ve iklim koşullarının gereği olarak kendi kendine yeterli olma zorunluluğu üzerine kurulan aile ekonomisinde Göktürkler gereksinimlerini kendi kaynaklarından sağlamışlardır. Geçim kaynaklarının en önemlisi hayvancılık olmuştur. Göktürkler, ekonomik getirisi fazla olan at ve koyun başta olmak üzere deve, keçi ve sığır sürüleri de yetiştirmişlerdir. Sürülerin fazlalığı gücün ve zenginliğin göstergesi sayılmıştır. Yetiştirilen hayvanlar genellikle canlı iken satılmış, bunun yanında gereksinim fazlası olan hayvansal ürünler, etler, konserveler, deri, yün ve yünlü ürünler de satılan hayvansal ürünlerin arasında yer almıştır. Ayrıca avlanan sansar, kakım, kunduz, sincap, tilki, kaplan, pars, panter gibi hayvanlar ve bu hayvanların ürünleri de önemli ekonomik kaynaklardan olmuştur. Böylece Göktürkler en önemli geçim kaynakları olan atlara ve koyunlara dokunmadan hem et gereksinimlerini karşılamış hem de bu hayvanların kürklerini işlenmiş ya da işlenmemiş olarak satıp gelir elde etmişlerdir. Ülke içerisinde ekonomi değiş-tokuş esasına dayanırken, Göktürkler gereksinim duyduğu eşyaları ya çevreden ya da belirli aralıklarla ülkeye gelen tüccarlardan elde etmişlerdir. Göktürk Kağanlığı'nda üretim tarzları, sahip olunan yer altı ve yerüstü kaynaklar, yaşam koşulları ve askerlikle ilgili gereksinim, toplum içerisinde çeşitli mesleklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Göktürk Kağanlığı'nda başlıca meslek demircilik ve madencilik olmuştur. Bu madenci ve demirciler Altaylar Bölgesi'nde demir, Tanrı Dağları'nda, Kaşgar-Kuçar bölgesinde altın, gümüş, kurşun, kükürt gibi madenleri işlemişlerdir. Madenci ve demirciler dışında halıcılar, kilimciler, keçeciler, debbağlar, çizmeciler, çorapçılar, börkçüler, dokumacılar, terziler, marangozlar ve tahta oymacıları da bu meslek gruplarına örnek olarak verilebilir. Göktürk Kağanlığı'nda oldukça kalabalık bir halde bulunan bu meslek grupları üye oldukları esnaf ve zanaatkar kollarına göre kılıç, kalkan, kargı, mızrak, ok temrenleri, insan ve atlar için zırhlar, tolgalar, at teçhizatı, eyer ve koşum takımları, kazanlar, ibrikler, kovalar, çadır ve otağlar, arabalar, tabaklar, maşrapalar, ince bronz işlemeli tasvirlerle süslenerek yapılan kömür mangalları, heykeller, ok kutuları, kılıç kapsarları, kemer tokaları, katış uçları yapmışlardır. Bu eşyalara sahip olmak bir güç ve zenginlik göstergesi sayılmıştır.
Devlet ekonomisi.
Göktürk Kağanlığı'nın devlet ekonomisi devletlerarası ticarete dayanmıştır. Bunun yanında yenik ve Göktürklere bağlı ülkelerden alınan vergiler, armağanlar ile İpek Yolu'ndan elde edilen gelir, ganimetler, yağmalar, askerî yardımlar, savaşlarda alınan tutsaklar için ödenen kurtuluş fidyeleri ile savaş tazminatları devlet ekonomisini oluşturan öğeler arasında yer almıştır. Göktürk Kağanlığı ülke içerisinde kendi toplumundan, gücü oranında ve uğraş alanına göre vergi toplamıştır. Bu vergiler evlerden alındığı gibi, her bir boydan ya da boy üyelerinin durumuna göre toplu olarak da alınmıştır. Göktürk Kağanlığı'nda iktisadi ve mali işlerle tudun denilen ekonomi bakanı ilgilenmiştir. Vergiler tudunlara bağlı olan "amga / imga" denilen devlet hazinedarları tarafından toplanmıştır. Göktürkler para da darp ettirmişlerdir. Göktürkler darp ettirilen ve şekil olarak diske benzeyen bu Göktürk parasına "satir" demişlerdir. Göktürklerin ekonomik tutumu, aynı zamanda askerî stratejilerini ve dış politikalarını büyük ölçüde etkilemiştir. Göktürk Kağanlığı, Çin başta olmak üzere Bizans, Sasani ve Hindistan ile ticari alışverişte bulunmuştur. Özellikle Göktürk Kağanlığı'nın dış alım ve satımlarında ilk sırada Çin yer almıştır. Göktürk Kağanlığı ile Çin arasında sürekli devam eden bir elçilik ve kervan akışı olmuştur. Çin İmparatoru Kao-tsu 622 yılında Göktürkler'in Çin sınırına saldırıda bulunmaları üzerine Göktürk kağanına bir elçi göndererek şu isteklerde bulunmuştur: "Sayı bakımından Çin İmparatorluğu ile Göktürk Kağanlığı aynı değildir. Göktürkler Çin topraklarını ele geçirse bile buralarda yaşayamazlar. Üstelik elde ettiğiniz ganimetlerin hepsi milletinizin eline geçti. Size ne kaldı? Siz en iyisi ordunuzla birlikte geri dönün ve Tang İmparatorluğu'ndan gelen altın paraların ve ipekli kumaşların hepsi cebinize girsin." Göktürkler Çin imparatorunun bu önerisini kabul edip geri dönmüşlerdir. Bu tarihi kayıt Göktürklerin, Çin'i ele geçirmekten çok, askerî güçleri sayesinde denetim altında tutarak ekonomik gereksinimlerini elde etmek amacını güttüklerini göstermektedir. Göktürk ekonomisinde, pazar kimliğinde olan kervanlar, önemli bir yer tutmuştur. Sasani ile Çin başta olmak üzere birçok ülkeden, Göktürk ülkesine kervan gelmiştir. Göktürkler uzak yerlerden gelen kervanlara "arkış" demişlerdir. Yabancı ülkelerden gelen bu kervanlar genellikle Göktürk kağanlarının karargâhını yani orduyu takip etmişlerdir. Göktürkler ticaret ile uğraşan kişilere "satıkçı" demişlerdir. Göktürk tüccarları ise genellikle hayvan sürülerinin ticareti ile ilgilenmekteydi. Nitekim 584 yılında Göktürk kağanı İşbara Kağan Çin sarayına mektup yazarak koyun ve atlarla ipek değiştirilmesini istemiş, bunun üzerine bin at Çin tarafından satın alınmıştır. Yine 588 yılında yaşanan bir diğer tarihi olay da Tu-li Kağan'ın Çin imparatoruna bir elçi göndererek 10 bin at, 20 bin koyun, 500 deve, 500 sığır sunarak bir pazaryeri kurulmasını istemesidir. Bu iki tarihi kayıt Göktürk ekonomisinde hayvancılığın yerini göstermesi bakımından önemlidir. Bunun dışında Göktürk tüccarları Bizans İmparatorluğu'na işlenmiş ya da işlenmemiş demir satmaktaydı. Bizans imparatorunun izniyle Göktürk tüccarları ile birlikte Soğdlu tüccarlar da Konstantinopolis'de ticaret merkezi kurmuşlardı. Göktürkler, demir ile at başta olmak üzere koyun, et, konserve, yün, yağ, bal, yünlü kumaş, ipekli giysi, zamk, boynuz, kılıç, zırh, kalkan, topuz, eyer, ham ya da işlenmiş madenler ihraç etmişlerdir. Ayrıca Göktürkler tilki, samur, sincap, sansar, kakum, kunduz, kaplan gibi av hayvanlarının kürklerini de ihraç etmişlerdir. Bunun yanında Göktürkler, dış ülkelerden ise ipek başta olmak üzere hububat, pirinç, ipekli işlemeler, işlenmiş cam ve gümüşler, çeşitli süs eşyaları ile yerleşik toplumların yaptıkları ürünleri ithal etmişlerdir. Göktürkler batıda İpek Yolu için Çin ve Sasani gibi devletlerle savaşmaktan kaçınmamıştır. Göktürkler armağanlar, yağmalar ve ticaret sayesinde elde ettikleri ipekleri Soğd şehir devletlerindeki tüccarlar sayesinde batıya satıp ticari üstünlüğü ele geçirmeye çalışmışlardır. Göktürk-Bizans ittifakı ile iki yönden saldırıya uğrayan Sasani İmparatorluğu 579 yılına kadar düzenli olarak Göktürklere yıllık 40000 altın ödemiştir. İstemi Yabgu'nun ölümünden sonra Türk Şad'ın vergi miktarını arttırması üzerine Sasaniler, Göktürkler ile karşı karşıya gelmiş ve yenilgiye uğramışlardır. Yine Göktürk-Bizans ittifakının bozulması üzerine Göktürkler 576 yılında Kerç Kuşatması ile Ukrayna'daki Kerç Kalesi'ni fethetmiş, bunun üzerine Bizans İmparatorluğu Göktürk Kağanlığı'na yıllık vergi vermeyi kabul etmiştir. Bu tarihi kayıtlar Göktürklerin yaptıkları savaşlarda, fetihlerde ve çıktıkları seferlerde ekonomik etkenlerin en az diğer etkenler kadar değer taşıdığını göstermektedir. Sahip olunan ekonomik güç ve olanaklar, Göktürklerin otoritesini ve egemenliğini pekiştirmiştir.
Tarım.
Orta Asya'nın iklim koşulları Göktürkleri tarım yapmaktan alıkoymasına rağmen, kışlaklarda, hayvancılık gereği yapılan göç güzergahlarında ve ele geçirilen ülkelerdeki ekime uygun topraklarda az da olsa tarım yapıldığı bilinmektedir. Göktürkler, buğday, arpa, darı, çavdar ve at yemi olarak burçak ve yulaf ekmişlerdir. Göktürkler çiftçilere "tarıgçı / tarıdacı", ekilen tarlaya da "tarıglag" demişlerdir. Göktürk kağanı Kapgan Kağan, 696 yılında Çin ile yaptığı antlaşmanın bir maddesinde, Çin'in Göktürkler'e 3000 adet tarım aleti ile yaklaşık 1250 ton tohumluk darı vermesi koşulunu getirmiştir. Göktürkler döneminden kalan sulama kanallarına da rastlanmıştır. Göktürkler döneminde yapılan ve yüksek teknik bilgiye dayanan Tötö Kanalı'nın boyu 10 km'ye yakındır. Bütün bu tarihi kayıtlar Göktürklerin azımsanamayacak ölçüde tarım ile uğraştığını göstermektedir.
Kültür.
İnanç ve kuruluş mitolojisi.
Göktürkler inanç ve düşünce yapılarına göre Gök tanrı (Tanrı veya Tengri) tarafından devlet kurma görevinin kendilerine verildiğine inanır ve bu doğrultuda hareket ederlerdi. Bu yüzden kendilerini Göktürk olarak tanımlamışlardır. Gök rengi, yani mavi kutsaldı. Yine ibadetler göğe en yakın yerlerde, yükseklerde yapılırdı. Bugün hâlen Anadolu'daki Türkmenler, belli kutlamalar için yüksek dağlara, tepelere çıkmaktadırlar.
Göktürklerde hükümdar soyunun adı yazılı Çin kaynaklarına ve Türk sözlü geleneğine göre Asen (Asena, Zena, Aşena, Aşina 阿史那) dir. Bu kaynaklarda Göktürk Kağanlığı'nı kuran bu ailesi kendi tanımlamada dişi bir kurdun soyundan geldiği anlatılmaktadır.
Kurt başlı tuğ.
Doğu Göktürk kağanlarından Şipi Kağan (609~619), Suy Hanedanın son ve Tang Hanedanı'nın ilk yıllarından Çin'in iç siyasetine müdahale etmiştir. 617 yılında Çin otoritesine karşı isyan eden Çinli general Liang Shidu'ya kendi askerlerini komuta ettirmiş ve Tadu Bilge Kağan unvanı ve kurt başlı tuğu armağan vermiştir. Aynı şekilde Liu Wuzhou'ya Dayan Kağan (定楊可汗) unvanı ve kurt başlı tuğu vermiştir.
Mutfak.
Nevin Halıcı'ya göre ayran, MS 1000 tarihinden önce göçer Türkler tarafından tüketilen geleneksel bir Türk içeceğidir. Celalettin Koçak ve Yahya Kemal Avşar'a (Mustafa Kemal Üniversitesi Gıda Mühendisliği Profesörü) göre ayran, ilk kez binlerce yıl önce acı yoğurdu suyla seyrelterek lezzetini arttıran Göktürkler tarafından üretildi.
Sanat ve edebiyat.
Orta Asya'da yapılan araştırma ve kazılarda GökTürkçe yazılı eserler bulunmuştur. Para, taş ve ağaç üzerine yazılan metinlerden, para ve taşlar üzerine yazılanlar günümüze kadar gelmiştir.
İlk Türk abidelerinde yazılara altıncı yüzyılda rastlanmıştır. Bunlar kısa metinlerdir. Elde kalan Bengü Anıtları, Orhun Yazıtları veya 'Türük Bengü Taşları' da denen üç büyük yazıttır. Taşların üzeri oyulmak suretiyle yazılmıştır. Bu yazıtlar; Göktürk Kağan'ı Bilge Kağan, Kül Tigin ve Vezir Bilge Tonyukuk adlarına yazılıp, dikilmiştir. Yazıtlar kireç taşına yontularak yazıldığından zaman ve açık havanın tahribatına maruz kalıp, bozulmuştur. Bu yüzden bazı satırları ve birçok kelimeleri okunamaz durumdadır. Kül Tigin kitabesi, içlerinde en az tahribata uğrayanıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8533",
"len_data": 55753,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.66
}
|
Horus ("Heru", "Hor", "Her", "Har"), Antik Mısır mitolojisinde gök tanrısıdır. Osiris ve İsis'in oğludur. Horus, şahin başlı tasvir edilir, bazı tasvirlerde firavunlar İsis'in kucağında sembolize edilmiştir. Bunun sebebi firavunların dünya üzerindeki Horus olduğuna inanılmasındandır. Firavunlar kendilerini Horus'un yeryüzündeki cisimleşmiş hâlleri olarak gördükleri için Horus, Antik Mısır'ın en önemli tanrılarından biridir. Firavunlar, Horus'un ismini kendi isimlerinden biri olarak alırlardı. Aynı zamanda Firavunlar Ra'nın takipçisiydiler, bu yüzden Horus aynı zamanda Güneş ile de ilişkilendirilirdi. Güneş tanrısı olarak gösterilmesi yanında Osiris'in oğluydu. Mısır'ın farklı bölgelerinde farklı Horus varyasyonları konusundaki ihtilafı çözmek için en az on beş farklı Horus formu kullanılmıştır. Bu formlar ait oldukları soy ağacına bağlı olarak güneş ve Osiris tipi olmak üzere iki kategoriye ayrılabilir. Eğer İsis'in oğlu olduğu söyleniyorsa, Osiris tipi; yoksa güneş tipi kabul edilmektedir. Güneş tipi Horus, Atum, Ra, Geb ya da Nut çeşitli tanrıların oğlu olarak adlandırılırdı.
Doğumu.
"Harsiesis" (İsis'in oğlu), Horus'a, Isis'in büyüleri ile babası Osiris'in öldürülmesinden sonra gebe kalınmıştır. Annesi tarafından Buto'ya yakın yüzen ada Chemmis'te büyütülmüştür. O, şeytani amcası Set'in daimi düşmanıydı, fakat annesi onu korudu ve yaşattı.
Çocukluğu, "Harpokrates" olarak bilinir, bu kelime bebek Horus anlamına gelir ve İsis tarafından emzirilen bir bebek olarak betimlenir. Daha sonraki zamanlarda yeni doğan güneş ile ilişkilendirilmiştir. Harpokrates, saçları yandan lüleli ve başparmağını emerken de resmedilmiştir. Mısır sanatında, Harpokrates bir timsahın üzerinde ayakta duran, bir elinde akrep, diğerinde yılan tutan bir çocuk olarak da betimlenmiştir.
"Harmakhis" (Ufuktaki Horus), "doğan güneş" olarak kişileştirilmiştir ve dirilişin ve sonsuz hayatın sembolü Khepera ile simgelenmiştir. Giza platosundaki Büyük Sfenks, Horus'un görünümlerinden biridir.
"Haroeris" (Yetişkin Horus), Horus'un erken formlarında Yukarı (Güney) Mısır'ın lider tanrısıydı. Hathor'un oğlu ya da bazen de kocası olarak metinlerde geçer. Aynı zamanda Osiris ve Set'in erkek kardeşiydi. Set'in ülkesi Aşağı Mısır'ı yaklaşık MÖ 3000 yıllarında fethetmiş ve her iki krallığı birleştirmiştir.
Yetişkin Horus'un çok sayıda karısı ve çocuğu vardır. Dört erkek evladı bir gruplandırılır, İsis'ten olma olduklarına inanılır. Bunların isimleri; Duamutef, Imsety, Hapi ve Qebehsenuef'tir. Lotus çiçeğinden doğmuşlar ve yaratılış ile ilişkilendirilen güneş tanrılarıydılar. Nun'ın suyunu, Ra'nın emri ile yeniden getirmişlerdir. Anubis, onlara cenaze törenlerinde mumyalama, 'Ağız açma', Osiris'i ve tüm erkeklerin gömülmesi ödevlerini verdiğine inanılır. Horus onları daha sonra dört ana yönün koruyucusu yaptı. Ma'at'ın ölüleri yargılaması sırasında lotus çiçeğinin üzerinde Osiris'in önünde otururlar. Diğer taraftan, çok yaygın olarak ölünün iç organlarını koruyucusu olarak hatırlanırlar.
"Behdetli Horus", yetişkin Horus'un bir başka formu olup, Behdet'in batı deltasında tapınılırdı.
Sembolizmde Horus.
“Horus” adı, bu ilahın Grekçe'deki adıdır, Mısır dilindeki asıl adı “Hor”dur. Antik Mısır eserlerinde Horus, sık sık bir gözle, şahin kafasıyla veya atmaca kanatlı bir yıldız diskiyle tasvir edilir. Çocuk başıyla ya da genç bir insan başıyla temsil edildiğinde parmağı kelam organı olan ağzında ya da ağzını işaret eder tarzda tasvir edilir.
Popüler kültüre etkileri.
2007 yapımı belgesel filminde Hristiyanlığın Horus ve benzeri Antik Mısır inançlarından köken alan figürleri anlatılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8534",
"len_data": 3598,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Fizik mühendisliğinin konusu, doğadaki maddelerin yapısını ve aralarındaki etkileşimi inceleyen fizik bilimi bulgularının uygulama alanına dönüştürülmesi ile ilgilidir.
Burada etkileşimi söz konusu olan iki temel unsur; 1 - Materyal ortam (malzeme) 2 - Enerji'dir. Malzeme atomik ve moleküler gaz, sıvı ya da katı çeşitliliği sergilerken, enerjinin ise hız, ışık, atomik, nükleer, elektrik, termal formları vardır.Bu iki temel unsur arasındaki etkileşim için olası 3 durum şöyle olmak durumundadır;
Fizik mühendisliği her şeye bu sistematik mekanizma ile bakar. Malzemenin nükleeraltı dünyasına kadar detaylı bilgisini ve enerjinin kuantum mertebesinde detaylı bilgisini fizikten aldıktan sonra bunlar üzerindeki kontrolünü kurabilir duruma gelir ve mühendisliğe uygulamak üzere makinelerini yapar. Fizik mühendisliği için enerji ile karşı karşıya bırakılacak olan malzemenin ne olduğunun çok fazla anlamı yoktur, malzeme canlı sistemlere (et, kemik gibi) ait olabileceği gibi demir ya da PVC de olabilirdir. Çünkü yukarıda vurgulanan sistematik mekanizma içinde malzemenin bu türlü farklılıkları parametre olamamaktadır.
Eğitim.
Türkiye'de sadece beş üniversitede Fizik Mühendisliği eğitimi verilmektedir. İlki, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi altında 1954 yılında kurulmuştur (2001 yılı Nisan ayında Mühendislik Fakültesi kurulmasıyla çalışmaları burada devam etmektedir). Ayrıca, Hacettepe Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Gaziantep Üniversitesi ve Gümüşhane Üniversitesi'nde de Fizik mühendisliği bölümleri yer almaktadır. Gaziantep programının eğitim öğretim dili İngilizcedir. Gümüşhane Üniversitesi senatosunun aldığı karar ile birlikte Mühendislik Fakültesi bünyesindeki Fizik Mühendisliği bölümü 2012-2013 eğitim öğretim yılından itibaren Fizik Mühendisliği lisans programı olarak öğrenci alacaktır.
Fizik mühendisliği bölümlerinde eğitim süresi 4 yıldır.Nükleer fizik, atom-molekül fiziği, katı hal fiziği, kuantum mekaniği ve elektromanyetik gibi kuramsal ve temel konuların yanı sıra teknik çizim, elektronik, bilgisayar programlama, makine elemanları, malzeme, dalgalar-titreşimler, termodinamik, spektroskopi, kristalografi, medikal fizik (görüntüleme sistemleri), radyoizotop teknikleri, enstrümantasyon (termal + optik + fotonik + elektronik), uygulamalı optik, ince film, lazer gibi kendi içinde gerekli olan mühendislik konuları işlenir.
Anabilim dalları.
İlgi alanlarının genel olarak ne oldukları ve ne olmadıkları konusunda sınırlayıcı-tarif edici tarafları anabilim dallarıdır. Tüm dünyada fizik mühendisliği için konvansiyonel olarak kabul edilmiş anabilim dalları ise şöyledir;
Bilim ile mühendislik arasındaki köprü görevini üstlenmiş olmasının getirdiği diğer çoğu disipline makine, cihaz, sistem ve bilgi verme durumu, fizik mühendisliğinin bir disiplinler arası alan olduğu yanlış algılanmasını getirebilmektedir. Örneğin bir taraftan kimyaya spektroskopi verirken diğer taraftan da tıp dünyasına görüntüleme sistemleri vermektedir. Buradan hareketle bu her iki alan insanları, fizik mühendisliğinde hem elektronik hem kimya hem de canlı sistemlere ait eğitimlerin "dış disiplinlerden alınarak" verildiğini düşünebilmektedir. Ancak aksine, yukarıdaki anabilim dallarına bakıldığında ne kimyanın ne de elektroniğin fizik mühendisliğini oluşturan unsurlardan olmadığı görülmektedir. Diğer gerçek ise, hem spektroskopide hem de medikal görüntüleme sistemlerinde kullanılıyor olan asıl şeyin ne kimya ne de tıp olmadığıdır, kimya ve tıp (veya biyoloji) bu uygulamalardan faydalanan alanlar olarak kalmakta ve söz konusu makineleri geliştiren-yön veren alanlar olamamaktadırlar.Burada örnek olarak kullanılan tıp ve kimyanın enerji-madde etkileşimini bir birlerinden habersiz şekilde kullanmaları, fizik mühendisliği ve esasi bakış açısından spektroskopi ve medikal görüntüleme cihazlarını farklı disiplinler kılmaya yetememektedir.
Sonuçta fizik mühendisliği her iki makineyi yaparken sadece kendine ait olan atom-molekül fiziği, radyasyon tür ve özellikleri, ileri optik, materyal malzemelerin enerji türlerine karşı verdikleri tepki bilgileri ve enerji-madde etkileşimi bilgilerini kullanmaktadır.
Çalışma alanları.
Fizik mühendisleri; modern teknoloji kullanan kamu ve özel sektördeki kurum ve kuruluşlarda görev alabilmektedirler. Bilgisayar ve elektronik malzeme üretiminde, kalite kontrol birimlerinde, enerji santrallerinde, sanayi kuruluşlarında, araştırma-geliştirme (ArGe) birim ve laboratuvarlarında, sağlık fizikçisi olarak hastanelerde çalışabilmektedirler. Alan ve/veya sektörlerden detaylı örnekler vermek gerekirse şunlar yazılabilirdir;
Adli fizik.
Fizik mühendisliği programını bitirenlerden Ortaöğretim Alan Öğretmenliği Tezsiz Yüksek Lisans Programını veya Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) işbirliği ile açılan/açılacak pedagojik formasyon programını başarı ile tamamlayanlar fizik öğretmeni olarak da çalışabilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8546",
"len_data": 4947,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.77
}
|
IEEE (Açılımı: "Institute of Electrical and Electronics Engineers", Türkçe: "Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü"), elektrik, elektronik, bilgisayar, otomasyon, telekomünikasyon ve diğer birçok alanda mühendislik teori ve uygulamalarının gelişimi için çalışan, kâr amacı olmayan, dünyanın önde gelen teknik organizasyonudur.
IEEE'nin temelleri, 1884 yılında Alexander Graham Bell ve Thomas Edison gibi dönemin bilinen bilim insanlarınca atılmıştır.
Aralık 2021 itibarıyla 160 ülkede 409.000'i aşkın üyesi (125.000'den fazlası öğrenci) ile IEEE; 39 teknik komitesi, tüm dünyaya yayılmış 10 alt bölgesi, 343 yerel bölgesi ve 3.565'ten fazla öğrenci koluyla çalışmalarını sürdürmektedir. Dünyada elektrik, elektronik mühendisliği, bilgisayar ve otomasyon teknolojilerindeki yayınların %30'unu yayınlar.
Yaklaşık 200 adet düzenli bilimsel yayını, 1.800'den fazla konferansı ve bu yayınlarda/organizasyonlarda yer alan makalelerin yayımlandığı IEEE "Xplore" kütüphanesinde de 5 milyondan fazla belge bulunmaktadır.
Türkiye'nin de içinde bulunduğu 8. Bölge'de (Avrupa, Ortadoğu ve Afrika) 5000'i öğrenci üye olmak üzere 26.000 üyesi vardır.
IEEE Türkiye Şubesi.
IEEE'nin 8. bölgesinin bir parçası olan IEEE Türkiye Şubesi, Türkiye'deki IEEE topluluğunu güçlendirmek ve kariyerlerini güçlendirmek amacıyla 18 Ağustos 1989 yılında kurulmuştur.
Türkiye Şubesi, öğrenci faaliyetleri açısından IEEE'nin en önde gelen coğrafi birimlerinden biridir. Türkiye genelinde 104 üniversitede IEEE Öğrenci Kolu bulunmaktadır.
IEEE Türkiye Yöneticileri.
2022-23 dönemi için Aralık 2021'de yapılan seçim sonucunda; Hasan Fatih Uğurdağ başkan, Tunçer Baykaş başkan yardımcısı, Çağatay Edemen sayman ve Simay Akar sekreter olarak seçilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8556",
"len_data": 1728,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.47
}
|
Masonluk, kökenleri 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başlarında taş ustalarının yeterliliklerini ve yetkililer ile müşterilerle ilişkilerini düzenleyen yerel localara dayanan, kendi tanımına göre "kardeşlik" üzerine kurulu kurum. Tarih boyunca birçok komplo teorisine konu olmuştur.
Türkçeye Fransızcadan geçen mason sözcüğü, İngilizcedeki "freemason" sözcüğünden türemiştir ve "özgür duvar işçisi" demektir. Masonluk, çeşitli biçimlerde mevcut olup üyelerinin tek ruhsal ve doğaötesi ülküleri paylaşması ile ayırt edilir. Bunlardan ilki "Yüce Varlık"a olan inançtır. Masonlar, bu varlığın adlandırılmasında "Evrenin Ulu Mimarı" sözünü kullanırlar.
Kökleri her ne kadar 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başlarına kadar dayanıyor olsa da, 24 Haziran 1717 tarihinde Londra'da bir araya gelen dört locanın girişimiyle Londra Büyük Locası kurulmuştur. Masonlara göre masonluk akılcılık, bilimsellik ve insanlığın oluşumundan bu yana ortaya çıkarak, insanlığın gelişimine ve bilgi birikimlerine katkıda bulunmuş bir kültür ve düşün üst yapı kurumudur. İçrek ve sadece üyelerine açık olan örgüttür. Dünyanın birçok ülkesinde 5 milyon üyesi ile değişik biçimlerde mevcuttur. Sadece İngiltere, İskoçya ve İrlanda'da 480.000; Amerika Birleşik Devletleri'nde ise 2 milyonu aşkın üyesi bulunmaktadır. Çeşitli ülkelerdeki mason örgütleri ortak amaç ve ülküde birleşme bakımından evrensel, kendi yurtlarındaki yönetsel kuruluşlarında ise tümüyle bağımsız ve ulusal birer kurumdurlar.
Tarihi.
Masonluğun ilk dönemlerdeki gelişimi biraz tartışmalı bir konudur ve öngörülere dayanmaktadır. İskoçya'da ilk Mason localarının 16. yüzyıl başlarında var olduğunu söyleyebilmek için kanıtlar bulunmaktadır. Bununla birlikte İngiltere'de 17. yüzyılın ortalarında var olduklarına dair kesin kaynaklar mevcuttur. "Masonik Elyazması" isimli şiir yaklaşık 1390 yılına tarihlenmiştir ve en eski masonik belge olarak bilinmektedir.
24 Haziran 1717'de İngiltere'de 4 loca bir araya gelerek, ilk Büyük Loca'yı, İngiltere Büyük Locası'nı kurdular. Kısa zaman içinde İngiltere'deki diğer locaların da katılması ile genişlemiş ve 1723 yılında Büyük Loca, geleneksel ve eski yasalarını derleme görevini Protestan bir rahip olan James Anderson'a vererek ilk yazılı anayasasını oluşturdu ve Masonluğun, ara vermeden sürdürülecek olan, yazılı tarihi ve ilk yazılı yasaları böylece yasal olarak başlamış oldu. Anderson Anayasası (ya da Anderson Yasaları) adı verilen bu kuralların ana hatlarına, bugün hâlen dünya düzenli Masonluğu'nca uyulmaktadır. Her ne kadar Anderson Anayasası kısa süreli bir anlaşmazlığa yol açmış ve York Locası'nın önderliğinde bir grup İngiltere Büyük Locası'ndan ayrılarak ayrı bir Büyük Loca kurmuş olsa da 1813 yılında bu iki Büyük Loca tekrar bir araya gelerek, bugün varlığını hâlen sürdüren ve düzenli Masonluğun ilk Büyük Locası olarak kabul edilen İngiltere Birleşik Büyük Locası'nı oluşturmuşlardır. Geleneksel olarak, günümüzde de sürdürüldüğü şekliyle, İngiltere Birleşik Büyük Locası Büyük Üstatları kraliyet ailesi ile soylu dük veya lordlar arasından seçilir.
İrlanda ve İskoçya'nın Büyük Locası 1725 ve 1736 yıllarında peş peşe kuruldu. Masonluk 1730'lu yıllarda "Gelenekçiler" ve "Modernler" tarafından Kuzey Amerika'daki İngiliz kolonilerine ihraç edildi. Ayrıca, İrlanda ve İskoçya Büyük Locaları pek çok bölgesel büyük localar altında örgütlenen kardeş localar kurdu. Amerikan Devrimi'nden sonra eyaletlerde bağımsız ABD Büyük Locaları oluştu.
Felsefe ve ülkü.
Masonlar arasında ortak bir felsefi tutum ve insanlık ülküsünden söz edilebilir. Masonlara göre masonluk, bütün insanlar için ortak koşulan insanlık ülküsü noktasında insanlar arasında sevgi, saygı, hoşgörü, hak eşitliği, evrensel kardeşlik ve bilimsel gelişmenin gerekliliğini kabul eder. Yine masonlara göre masonluk, bütün insanlar arasında, sevgi, hoşgörü ve kardeşliğin kurulmasını hedefleyen ve çalışmalarını gerçeğin araştırılması yolunda yoğunlaştırmış bir düşün üst yapı kurumudur.
Masonlara göre, bir masonun amacı her bakımdan gelişmiş, ülküsel bir insan olmaktır. Bu doğrultuda masonik felsefe, daha iyi bir birey olmaya odaklanmıştır. Öyle ki masonlukta, kötü bir bireyi iyi bir birey hâline getirme uğraşı söz konusu değildir. Gerçekten masonlara göre, masonluk bir evrim sürecidir. Masonlar kendi aralarında kardeşliklerini ve bağlılıklarını dile getirmek amaçlı, birbirlerine karşı birader ya da kardeş olarak hitap ederler. Bununla birlikte yine kendi aralarında ileti niteliği taşıyan birtakım özdeyişler de kullanırlar. Bunlardan biri olan ve "Audi, vide, tace" yani "Dinle, gör ve ağzı sıkı ol" anlamına gelen Latince özdeyiş, masonların genel yaşamlarını biçimlendiren tavrı özetlemektedir. Masonlar arasında; dinlemek, görmek yolunda bir adım olarak kabul edilmekte ve bu eylem sonucunda kişi yaşam üzerine düşünüp gerçeği kendi içinde aramaya başlamasının gerekliliği vurgulanmaktadır. Masonlar arasında sık kullanılan bir diğer özdeyiş olan "V.i.t.r.i.o.l."de ise yine aynı şekilde insanın kendi içine bir yolculuğa çıkıp kendini evren üzerine derin bir düşünceye yollaması gerektiği anlatılmaktadır. Masonlar benzer bir düşünce sevkini, aralarına yeni katılan adayı sadece bir mumun yandığı ve bir kitap ile kuru kafanın bulunduğu karanlık bir odada ölüm ve yaşam üzerine düşündürmek amacıyla yalnız bıraktıkları mason adayına karşı gerçekleştirirler.
Masonlukta genel olarak tanrıya "Evrenin Ulu Mimarı" denmesi, evrenin sistemli ve düzenli bir şekilde ilerlediğini belirtmeyi amaçlar. Ancak Skoç Riti masonlarının aksine Fransız Riti'nden olan Özgür Masonlar bir tanrı arayışını ve dogmatik gördükleri birtakım görüşleri kabul etmez ve sadece bilimselliğin ışığında yaşadıklarını söylerler. Masonların aralarında sıkça kullandıkları ışık sözcüğü ise farkındalığa aracı olan aydınlığın asıl kaynağı olarak ele alınır. Sonuç olarak masonlar, masonluğu dogmatiklikten uzak, akıl ve bilimin öncülüğünde belirli erdem değerleri ile ülküsel insana giden evrim yolu ve yetkinleşme sanatı olarak tanımlamaktadırlar.
İşlevsel Masonluk.
Masonluk, Orta Çağ'daki ve Rönesans'taki zanaat örgütünün değişik bir biçimde devamı olarak ortaya çıkmaktadır. Operatif masonluk, duvarcılık mesleğini beden çalışmasıyla ve elle yapılan zanaatkarların kurmuş olduğu meslek birliklerinden ortaya çıkmıştır. Orta Çağ'da katedral ve kiliseleri inşa eden duvar ustalarına mason diye hitap edilmiştir. Bu zanaatkarların mesleki sırları saklamaları için aralarında kullandıkları sembolik anlamlar taşıyan kelimeler ve rumuzlar olmuştur. Aynı zamanda Tanrı'nın evini inşa ettikleri için halk ve din görevlileri arasında masonlar yani duvar işçileri kutsal olarak kabul edilmişlerdir. Operatif masonlar toplandıkları loncalarda çalışmalar yapıyorlardı. Aralarında Çırak, Kalfa ve Usta olarak belirlenmiş, becerilerine ve bilgi birikimlerine göre şekillenen bir derece sistemi mevcut olmuştur.
Şövalye kökeni.
Masonluğun kökleri ile ilgili bir başka çokça tartışılan ve öne sürülen konu ise, Masonların, şövalye kökenli bir topluluk olması ile alakalıdır. Tapınak Şövalyeleri'ne 1307 yılında Vatikan ve Fransa başta olmak üzere çoğu Avrupa krallığı tarafından açılan açık savaşın ardından 1314 yılında İskoçya'nın İngiltere'ye karşı kazandığı Bannockburn zaferinde Tapınak Şövalyeleri'nin kendi kıyafet ve kılıçları ile İskoç kralı Robert Bruce'un yanında savaştıkları, tüm tarih kitaplarında yerini almış bir gerçektir. Rosslyn Şapeli başta olmak üzere Tapınak Şövalyeleri tarafından yapıldığı bugün net olarak bilinen nice kilise ve kale de, bahsekonu şövalyelerin bu dönemlerde Britanya'daki varlıklarını açıkça göstermektedir.
Yoğunlukla, Avrupa ve ABD'de çalışmalarını sürdüren çok sayıda Masonik rit ise Şövalye Masonluğu denen bir janrı kabul etmişler ve çalışmalarını Masonluğun şövalye kökenleri üzerine sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Şövalye Masonluğu doğrultusunda çalışmayan ritlerin bile hemen hemen tamamı şövalyeliğe mutlaka bir atıf yaparlar. Örneğin, Türkiye'de de uygulanan, dünyanın en yaygın riti Skoç Riti'nin yüksek derecelerinin çoğunluğu şövalyelik üzerinedir ve şövalye isimleri taşır. İkinci en yaygın rit olan ve özellikle ABD'de yoğun olarak izlenen York Riti'nin en yüksek derecesinin adı Tapınak Şövalyesi'dir.
Masonların kullandıkları pek çok sembolün şövalyelerden gelmiş olması bir sır değildir. Örneğin, Masonların bazı törenlerinde kullandıkları kılıçlar, gerek şekilleri gerek anlamlarıyla bu geleneği yansıtmakta olan şövalye kılıçlarıdır.
Masonluğun köklerini şövalyelere dayandıran görüşlere göre, kimlikleri ortaya çıkan Tapınakçılar, kendilerine -daha önce kıta Avrupasında olduğu gibi- yönelebilecek saldırılardan korunmak için, duvarcı loncaları kimliğine bürünmüş, sembollerini ve çalışmalarını eski duvarcıların sembolleri ile birleştirmiş ve eski sembollerine bu yönlü anlamlar da yüklemiş, duvarcı kimliği ile kendilerini tanıtmışlar, fakat çalışmalarını ve esas yüzlerini her zaman, hatta sonradan aralarına kabul edilen ve henüz belli bir dereceye gelmemiş olan üyelerinden bile gizli tutmuşlardır. Belki bu yüzdendir ki, günümüzde hâlen izlenilmeye devam edilen Masonik ritlerde de şövalyeliği esas alan dereceler hep yukarılarda yer alır.
Masonluğun kökenleri ile ilgili konular bugün Masonların dahi kesin olarak görüş birliğine varabildikleri bir konu değildir. Farklı obediyans ve ritler, farklı görüşleri öne sürerler. Bugünkünden çok daha gizli olan geçmişlerinde herhangi bir yazılı kayıt tutulmamış olması bunun en önemli sebebidir. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın da dahil olduğu dünya Masonluğu da, Özgür Masonlar Büyük Locası'nın dahil olduğu obediyanslar da, ritüellerinde Masonluğun köklerini Operatif Masonlara dayandırır, ilk 3 derece ritüellerinde -şövalye yaşam tarzı denebilecek bir anlayışa atıfları saymazsak- şövalyelikten, ismen, bahis açmazlar. Şövalyelik kökleri ile ilgili konular yüksek derecelerde işlenilir.
Masonluktaki dereceler.
Geleneksel dünya düzenli Masonluğu Büyük Locaları, Çırak, Kalfa ve Üstat olmak üzere Masonluğun üç remzi derecesinde çalışırlar. Üstat derecesi, Masonluğun en üst derecesi olarak kabul görür ve localarda Üstat derecesinin üzerinde herhangi bir derece ne konuşulur ne de bulunur.
Genel olarak 33 dereceli bir sistemin çeşitli tarikat ve cemiyetlere bağlı kimseleri aynı localarda çalıştırmak amacı ile Elias Ashmole'nin düşündüğü kabul edilir. Ashmole, bu sistem içinde, insan düşüncesinin çeşitli dereceleriyle ilgili bilgileri bir gelişim içinde anlatmak, uygulamak amacını gütmüştür. Fakat 33 dereceli sistemi Ashmole'den önce Fransız Masonlarının düşündüğü ve Dante'nin, düşüncelerinden yararlanarak hazırladığı da Jean Palou gibi bazı masonluk tarihini inceleyenler tarafından ileri sürülmektedir. Derecenin bulucusu kim olursa olsun, gerçek olan bugün için 33 derecenin geniş ölçüde kabul edilmiş olması ve belirli görüşleri ve öğretilere işaret etmesidir. Yalnız Ashmole'nin önerdiği 33 derecenin gruplandırılması ile şimdiki gruplandırma arasında fark vardır. Ashmole, 33 dereceyi dört gruba ayırmıştır. Birinci grup 1-3. dereceleri içerir. Operatif Masonluğun çırak-kalfa-usta derecelerine gelmektedir, ikinci grup, 15 dereceli olacaktır ve geçmişe ait bütün ananeler parça parça açıklanacaktır. Esası Rose-Croixlardan alınmıştır. Üçüncü grup 13 derecelidir ve Templier Şövalyelerinin geleneklerini yansıtmaktadır. Sonuncusu dördüncü grup, Simyagerlerden alınmıştır ve bütün derecelerin sentezini belirtmektedir. Ashmole'nin bu ayrımına karşılık, şimdiki 33 derece 7 kısma ayrılmaktadır.
Türkiye'deki Mason Localarının da kabul ettiği İskoç Ritüeline göre masonluk 33 derece üzerine düzenlenmiş bulunmaktadır. Her derece belirli bir öğretinin temelini oluşturmaktadır ve kendine özgü sembolleri, kutsal kelimeleri, ritüeli ve ikaf töreni vardır.
Masonlukta 33 derece her zaman kabul edilmiş değildir. Eski Operatif masonlar, yalnız çıraklık ve kalfalık arkadaşlık sınıflarını kabul etmişlerdir. Ustalık ise bir derece olmayıp, yalnızca bir yöneticiliktir. Bu yöneticilik, liyakat ve ehliyet esaslarına dayanmıştır. Masonluğun fikri çalışmalar durumunu almasından, Londra Büyük Mahfilinin kuruluşundan sonra da, iki derece kabul edilmiştir. Buna karşılık Ramsayın reformcu davranışları ve mükemmel üstatlar mahfili kurmak isteği, dördüncü dereceyi ortaya çıkartmıştır. Bu arada, masonluğun yalnız Hristiyanlık etkisinde kalmadığını göstermek için, o çağda (XVII. yy.) var olan bütün dini ve fikri temayülleri masonluk içinde temsil ettirme endişesi, birdenbire dereceleri 91'e kadar çıkartmıştır. 1758 yılında, II.Frederick (1712-1786), 33'lüler Süprem Konseyi kurmayı ve İskoç ritinin muntazam bir dereceler sistemine kavuşmasını istedi. Sonunda, 1800 yılında, ilk defa bir 33'ler konseyi Charleston'da kuruldu. Bu konseyden yetki alan masonlar, 1804 yılında Fransa'da, 1805'te İtalya'da, 1813 yılında Kuzey Amerika'da, 1817'de Belçika'da, 1824'te de İrlanda'da, 1829'de İskoçya'da ve 1861'de Türkiye'de, 33'ler konseyi kurmuş ve 33 derece hemen hemen ortak bir derece sistemi olmuştur. Buna rağmen günümüzde, yalnız dört dereceyi uygulayan bazı Alman Ritleri vardır.
Farklı bir dernek hüviyeti altında ve farklı bir yerde toplantılarını gerçekleştiren, 3. derecesinin üzerindeki dereceler için "rit" adı verilen Masonik yollar ve öğretiler izlenir. Bu ritlere katılmak veya katılmamak Üstat derecesine sahip Masonların kendi isteklerine kalmış bir seçimdir, zorunlu veya yapılması gereken bir yükümlülük değildir. Bu derecelerin çalışmaları, Masonluğun ilk üç derecesinde verilen öğretilerin gizlerine ve sırlarına daha vakıf olabilmek için yapılan araştırmaların yanı sıra yüksek felsefi ve spiritüel çalışmaları da içinde barındırır.
Türkiye'de de takip edilen 33 dereceli Skoç Riti dünya üzerinde en fazla üyeye sahip olan ve bu yönüyle en fazla tercih edilen felsefi dereceler ritidir. Onu, özellikle ABD'de geniş bir kesimce benimsenen York Riti takip etmektedir.
Dünya üzerinde var olan çeşitli ritler içerisinde 99 dereceli Memfis-Misraim Riti gibi yoğun bir çalışma gerçekleştirenleri var olduğu gibi, tek dereceden oluşan bazı ritler de vardır.
Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca'ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanı sıra bu ana Loca ile ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer. Ayrıca bu localarda sadece erkekler ve akraba olmayanlar bulunmaktadır.
1. Derece: Çırak
2. Derece: Kalfa
3. Derece: Üstat
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8558",
"len_data": 14583,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Satürn'ün doğal uyduları, sadece onlarca metre çapındaki minik uydulardan, Merkür gezegeninden daha büyük olan muazzam Titan'a kadar çok sayıda ve çeşitlidir. Satürn, halkalarında gömülü olmayan ve yörüngeleri doğrulanmış 274 uyduya sahiptir (bunlardan sadece 13'ünün çapı 50 kilometreden fazladır) ve ayrıca milyonlarca gömülü küçük uydu ve daha küçük sayısız halka taneciklerini içeren yoğun halkaları vardır. Yedi Satürn uydusu, elips şekline sahip olabilecek kadar büyüktür, ancak bunlardan sadece Titan ve muhtemelen Rhea şu anda hidrostatik dengededir. Satürn'ün uyduları arasında özellikle dikkat çekici olanlar; azot bakımından zengin, Dünya benzeri bir atmosfere, kurumuş nehir ağları ve hidrokarbon göllerinden oluşan bir manzaraya sahip, Güneş Sistemi'ndeki (Jüpiter'in uydusu Ganymede'den sonra) ikinci en büyük uydu olan Titan, güney kutup bölgesinden gaz ve toz jetleri çıkan Enceladus ve tezat oluşturan siyah ve beyaz yarım küreleriyle İapetus'dur.
Satürn'ün uyduları, yörüngeleri, boyut ve fiziksel özellikleri ve bu verilere göre tahmin edilebilecek oluşum mekanizmaları ve yaşam öyküleri açısından büyük bir çeşitlilik gösterirler. Satürn‘ün halkaları ve uyduları arasındaki karmaşık ilişki aydınlatılması gereken birçok ilginç noktayı barındırmaktadır.
Yörünge özellikleri.
Satürn'ün uyduları, yarı büyük ekseni 134.000 ile 23 milyon km. arasında değişen çok geniş bir yörünge yelpazesine dağılmış durumdadırlar. Gezegene bilinen en yakın uydu 2,21 RS (Satürn yarıçapı) uzaklıktaki yörüngedeki Metis'tir. Bilinen en uzak uydu ise, 383 RS uzaklıktaki yörüngesi ile Ymir adlı küçük uydudur.
Satürn'ün tüm büyük uyduları ile halkalar arasında yer alan iç yörüngelerde bulunan birkaç küçük uydu, gezegenin ekvator düzlemine göre eğikliği yok denecek kadar az ve aynı şekilde dışmerkezlik oranı çok küçük olan yörüngeler çizmeleri nedeniyle 'düzenli uydular' olarak adlandırılır ve bu özellikleri uyduların Satürn'ün oluşumu sırasında meydana geldiklerini düşündürür. Yüksek eğiklik ve dışmerkezliğe sahip yörüngelerde ve bazıları da ters yönde hareket eden 'düzensiz uydular'ın ise kendi içlerinde benzer yörünge özelliklerine sahip birkaç grup içinde toplanmaları dikkati çeker. Bu uyduların içinde yer aldıkları gruplara göre değişen ortak ve büyük olasılıkla Satürn dışı kökenleri olduğu düşünülür. Satürn uydu sistemine özgü bir özellik 'eş-yörüngeli uydu' gruplarının varlığıdır.
İç yörüngeleri işgal eden uydular Satürn‘ün halkaları ile yoğun etkileşim halindedirler. Çekim etkileri ile halkaların dağılım ve yoğunluklarını belirledikleri, halkalar arasındaki boşluklara neden oldukları için bu uydulara 'çoban' takma adı verilmiştir. Bu uyduları halkalar sisteminin dinamik bileşenleri olarak kabul etmek gerekir. Pan adlı uydu Encke bölümü'nün, 2005 yılında Cassini sondası tarafından gönderilen görüntüler yardımıyla keşfedilen Daphnis ise Keeler aralığı'nın açık kalmasından sorumludur ve bu boşluklar içinde yol alırlar. Atlas A halkasının dış sınırını belirler. Prometheus ve Pandora F halkasını iç ve dıştan aralarına alarak dar bir alana sıkıştırırlar.
Epimetheus ve Janus aynı yörüngeyi paylaşırlar. Bu yörünge boyunca belli aralıklarla hız değiştirerek birbirlerinin ilerisine ve gerisine geçmeleri Güneş Sistemi içinde başka örneğine rastlanmayan bir eş-yörünge ilişkisi oluşturur.
Mimas A ve B halkalarını ayıran Cassini Bölümünün varlığından sorumludur.
Enceladus, Dione ile 1:2 oranında bir rezonans içinde hareket eder.
Tethys ile aynı yörüngede, bu uydunun 60o ilerisinde ve 60o gerisinde yol alan iki 'Truvalı uydu' bulunur: Telesto ve Calypso. Aynı şekilde Dione ile aynı yörüngeyi paylaşan Truvalı uydular Helene ve Polydeuces'dir. Bunlar da değişik bir eş-yörünge ilişkisine örnektir.
Düzenli yörüngeye sahip uydulardan yalnızca dört tanesi halkaların dışında yer alır: Rhea, Titan, Hyperion ve İapetus.
Hyperion dışındaki bütün düzenli uydular kendi eksenleri etrafındaki dönüşlerini Satürn çevresindeki dolanmalarına eş sürede tamamlarlar, yani gezegenle çekimsel olarak kilitlenmiş dönüş periyotları vardır. Bu nedenle Satürn'e hep aynı yüzleri dönük kalır. Hyperion'un ise kendi etrafında dönüş ekseni sürekli yer değiştirdiği için kaotik bir dönüş biçimi vardır. Bunda uydunun yörüngesinin Titan'ınki ile 3:4 rezonans içinde olmasının payı bulunabilir. Düzensiz yörüngeli uydular ise dışmerkezlik derecesi yüksek yörüngeler izledikleri ve bu nedenle yörünge boyunca sürekli değişen hızlarla ilerledikleri için dönüş periyotlarının dolanma periyotları ile kilitlenmesi mümkün olmamıştır.
Yeni keşfedilen ve henüz resmi ad almamış uyduların büyük çoğunluğu yeterli gözlem süresini geçirmedikleri için yörüngelerine ait bilgiler kesinleşmemiş durumdadır. Tabloda yer alan bu uydulara ait bilgilerin ve gruplandırmanın kesin olmadığını gözönünde tutmak gerekmektedir.
Fiziksel özellikler.
Uyduların boyut ve biçimleri.
Satürn'ün uyduları boyutları açısından da büyük bir çeşitlilik gösterirler. Güneş Sistemi'ndeki ikinci büyük uydu olan Titan, gezegenlerden Merkür ve Plüton'u çap açısından geride bırakır. Tethys, Dione, Rhea ve İapetus'un çapları 1000 km. yi aşar. Bu uydular büyük kütleleri ve kuvvetli yerçekimi nedeniyle tam bir küreye yakın biçimler almıştır. Güneş sistemi içinde bulunan çeşitli gök cisimleri üzerinde yapılan gözlemlerden öğrenildiği kadarıyla, 1000 km. civarında bir çap, bir gök cisminin oluşumu sırasında yoğunlaşan maddelerin açığa çıkardığı enerji nedeniyle ısınıp eriyerek tabakalar halinde farklılaşması ve kabaca küresel bir şekil ortaya çıkması için yeterli olmaktadır. Kuramsal hesaplamalar da buna yakın sonuçlar vermektedir. Ortalama çapı 100 km. -1000 km. arasında olan 7 uydu daha sayılabilir. Bunların arasında biçimi kusursuz bir küreye çok yakın olan Enceladus ile çok düzensiz bir görünüme sahip Phoebe, farklı köken ve yaşam öykülerinin uyduların fiziksel özelliklerine nasıl yansıdığına örnek oluştururlar.
Çapları 100 kilometreyi geçmeyen çok sayıda uydu, düzensiz şekillere sahip 'kaya' veya 'buz' parçaları olarak kabul edilir. Bugün için yeryüzünden gözlenebilirlik alt sınırı 3 km. kadar olduğundan, Satürn'ün henüz saptanamamış çok sayıda daha küçük uydusu olması mantıklı görünmektedir.
Dış görünüm ve yüzey özellikleri.
Satürn sisteminin çeşitli üyelerinin kolaylıkla gözlenebilen temel özellikleri farklı köken ve geçmişlerini ele verir niteliktedir. Titan, gezegenlerle karşılaştırılabilecek büyüklüğünün yanı sıra, kendine özgü yüzey özelliklerini şekillendiren ve aynı zamanda gözlemlenmesini güçleştiren yoğun atmosferi ile kuşkusuz bu ailenin en ilginç ve sırlarla dolu üyesidir. Sürekli şekil değiştiren bulutlar ve yoğun bir pus tabakası yüzünden görünür tayfta gözlemler sınırlı bilgi sağlar. 0,22 düzeyinde bir yansıtabilirlik (albedo) derecesi ile uydu üzerine düşen güneş ışığının büyük kısmını soğuran bu atmosfer Titan yüzeyinde 95K civarında bir sıcaklık sağlar. Radar ve kızılötesi incelemelerde çarpma krateri olduğu düşünülen oluşumların seyrekliği, büyük yükselti farklarının bulunmayışı, Titan'ın hızla değişen dinamik bir yüzey yapısına sahip olduğu izlenimi verir. Tektonik etkinlik ve yanardağ etkinliği lehinde yorumlanabilecek özelliklerin yanında, sıvı aşındırması sonucunda ortaya çıktığı düşünülen yapılara rastlanmaktadır. Yoğunluğu yer atmosferinin 1,5 katı kadar olan ve yoğun bulutluluğu ile yüzey şekillerinin büyükçe bir kısmını gizleyen Titan atmosferinin uydu yüzeyine yağmur ya da kar şeklinde yağış düşmesine neden olduğu ve bu akışkanların açtığı nehir veya sel yatakları ve depolandığı göller bulunabileceği düşünülmektedir.
Bir atmosferi olduğu kanıtlanan ikinci Satürn uydusu Enceladus'tur. Sürekli bir atmosfer barındırmasına yeterli kütlesi olmadığı hesaplanan bu uyduda, düşük çekim gücü nedeniyle hızla uzaya kaçırılan gazların ancak güçlü bir yanardağ ya da gayzer etkinliği ile açıklanabilmesi olasıdır. Bu uydu gibi, diğer büyük uyduların tümünde de değişen derecelerde yüzey hareketliliğine ilişkin belirtiler gözlenmiştir: yüksek albedo dereceleri (Enceladus için 0,9; Tethys için 0,8; Rhea için 0,65; Dione için 0,55), krater yoğunluğunun değiştiği alanlar, kırıklar, sırtlar. İapetus iki yarıküresi arasında 10 katı aşan bir yansıtabilirlik farkı gösterir: uydunun hareketi yönündeki yarıküre için 0,04' e karşılık arka yarıkürede 0,5. Bunun yanı sıra, bu uyduyu ekvatoru boyunca çepeçevre dolanan en az10 km yüksekliğinde ve 20 km. eninde kemer şeklinde bir yükselti bulunmaktadır. Bu özelliklerin nedenleri aydınlatılamamıştır.
Phoebe ve düzensiz yörüngeye sahip diğer küçük uyduların çoğu oldukça düşük yansıtabilirlik derecelerine sahiptir. Bu özellikleri yörünge özellikleri ile birleştirildiğinde, bu uyduların Satürn sistemi dışı kökenli olabilecekleri görüşü güç kazanmaktadır.
İç yapılar.
Satürn uydularının çeşitli uzay araçları tarafından elde edilen yüzey görüntüleri, kütle ve yoğunluklarına ilişkin ölçümler ve kısmen de tayfölçüm verileri sayesinde iç yapıları hakkında bazı varsayımlarda bulunmak mümkün olmuştur. Büyük uyduların 1,2 g/cm3 ile 1,5 g/cm3 arasında değişen yoğunlukları 1/3 oranında kaya ve 2/3 oranında buzdan oluşan bir yapı ile uyumludur. En azından 1000 km. çap sınırının üzerindeki uyduların geçmişinde bu bileşenlerin eriyerek tabakalanmasına izin verecek yüksek sıcaklıkların söz konusu olduğu bir dönem varsayılabilir. Büyük uyduların tümünde az ya da çok yakın tarihli jeolojik etkinliğin varlığını düşündüren yüzey yapılarının gözlenmesi, günümüzde de bazı uydularda sıvı halde iç katmanlar bulunabileceğine işaret eder. Özellikle Enceladus küçük kütlesine karşın önemli volkanik etkinlik belirtileri vererek oldukça aktif bir jeolojiye ve hareketli bir iç yapıya sahip görünür. Bunun nedeni Dione ile rezonans halindeki yörüngesinden kaynaklanan gel-git etkileri ile ısınma olabilir. Titan 1,8 g/cm3 ile tüm uydular içinde yoğunluğu en yüksek olanıdır. Bu uydunun büyük kütlesinden kaynaklanan nispeten önemli çekim gücünün yol açtığı sıkışma da hesaba alındığında yine diğer uydulardaki buz-kaya oranına ulaşılır. Phoebe'nin yarı yarıya buz-kaya dağılımına sahip olması ise yine düzenli uydulardan farklı bir kökeni olduğunu doğrular niteliktedir.
Satürn uydu sisteminin oluşumu ve evrimi.
Güneş bulutsusu olarak adlandırılan gaz ve toz kütlesi 4,6 milyar yıl önce bilinmeyen bir nedenle yoğunlaşarak bugünkü şekliyle Güneş Sistemi'ni oluşturmaya başladığında, Satürn ve diğer gaz devlerinin 10.000 yıl gibi kısa bir süre içinde bugünkü kütlelerine yakın boyutlara ulaştıkları sanılmaktadır. Satürn'ün en azından düzenli uydularının da, Satürn'ü oluşturan diskin gezegen üzerinde yoğunlaşamamış kalıntılarından bu dönem içinde ortaya çıktıklarına kesin gözüyle bakılır. Bu uyduların dışmerkezlik veeğiklik oranları çok düşük yörüngeleri bu düşünceyi destekler.
İç yörüngelerdeki uydular, Satürn‘ün halkaları ve Satürn arasında önemli etkileşimler vardır ve bunlar halkalar ve iç uyduların bugün sahip oldukları özelliklerin bazılarından sorumludurlar. Halkaların içindeki yörüngelerde yer alan uydular halkaların bugün bilinen şekillerini korumasında etkilidir ve bu nedenle 'çoban uydular' olarak da adlandırılırlar. Halkaları oluşturan materyalin en azından bir kısmının kaynağı olarak da görülen bu uyduların tanımı konusunda yakın gelecekte yeni bir belirsizlik ortaya çıkması olasıdır. Halkaların aslında sayısız halkacıktan oluşan kesintili yapısı belirginleştikçe, halkacıklar arasında bu yapıyı düzenleyen ancak günümüzün olanaklarıyla saptanamayacak küçüklükte sayısız uydunun varlığından kuşkulanılmaktadır. Halkaları oluşturan toz ve buz taneciklerinin her birinin teknik olarak Satürn'ün birer uydusu olduğu göz önünde tutulduğunda, hangi yapılara uydu adı verilmesi gerektiği tartışılır hale gelmektedir.
Düzensiz yörüngeye sahip, özellikle de ters hareketli uyduların ise Satürn'ün çekim alanına yakalanarak sonradan uydusu haline gelmiş asteroid ya da belki de kuyrukluyıldız parçaları oldukları düşünülür. Yakalanma mekanizması, daha önceden Güneş çevresinde Satürn yörüngesi ile kesişen bir yörünge üzerinde yol alan bir gökcisminin bir nedenle hız değiştirmesini gerektirir. Bu nedenler günümüzde, bilinen asteroid ve kuyrukluyıldız yörüngelerinde yeterli değişikliği yaratabilecek güçte değildir. Bu nedenle düzensiz yörüngeli uyduların da Satürn tarafından yakalanmalarının Güneş Sistemi'nin çok erken dönemlerinde gerçekleşmiş olduğu sanılmaktadır.
Satürn.
Geniş bir alana yayılan Satürn'ün halkaları, yansıttıkları güneş ışınları nedeniyle gezegenin Yer'den izlenen parlaklığını kat kat arttırırlar ve Satürn'ün uydularının gözlenmesini güçleştirirler. Bu nedenle Satürn'ün uydularının bulunması genellikle Yer'in halka düzlemi geçişlerine denk gelmiştir. Satürn'ün 30 yıl süren her dolanım dönemi içinde iki kez gerçekleşen bu konum, halkaların tutulum ile aynı düzleme gelmeleri nedeniyle Yer'den görünmez olmalarını sağlar.
Cassini-Huygens programının ikinci bileşeni olan Cassini yörünge aracı Satürn çevresinde değişen yörüngeler izleyerek gezegen ve uyduları ile ilgili gözlemlerine başladı. 2004 yılında üç (Methone, Pallene ve Polydeuces), 2005 yılında 1 yeni uydu buldu. Aracın 2004 yılı içinde çektiği fotoğraflarda varlığından kuşkulanılan 3 yeni uydu ise henüz doğrulanmadı. Bu sonda Phoebe, Titan, İapetus ve Enceladus yakın geçişlerinde uyduların yüksek çözünürlüklü görüntülerini elde etti ve bilimsel gözlemler gerçekleştirdi. Elde edilen ilk bilgiler arasında Titan atmosferinin yapısı, bileşimi, hareketleri; uydu yüzeyinin radar gözlemleri ile elde edilen topoğrafik özellikleri; Phoebe'nin yüzey ayrıntıları, iç yapısı ve büyük olasılıkla Kuiper kuşağı ile bağlantılanan geçmişi; Enceladus'un daha önceden bilinmeyen atmosferi ve çevresinde yüksek yoğunluklu toz parçacıklarının saptanması sayılabilir.
Cassini programının birincil aşamasının 2008 yılına dek sürdürülmesi planlanmaktadır.
Yörünge hesaplamaları henüz kesinleşmediği için adlandırılmamış olan yeni uydular, geçici kodları ile bilinmektedirler.
Adlandırma.
Huygens, Titan'ı keşfettiğinde ona bir ad vermemişti. Gezegenin bilinen tek uydusu olarak kaldığı sürece, 'Satürn'ün ayı' adıyla anıldı. Cassini kendi bulduğu dört uyduya kral XIV. Louis onuruna 'Louis'nin yıldızları' adını verdi, bu dönemde henüz adı olmayan Titan ise 'Huygens ayı' olarak bilindi. William Herschel'in bugün Mimas ve Enceladus olarak bilinen uyduları bulmasından yarım yüzyıl sonra oğlu John Herschel Satürn'ün tüm uydularının Yunan mitolojisi'nde Kronos'un (Roma mitolojisi'ndeki Satürn'ün eşdeğeri) kardeşleri olarak geçen Titan'ların adlarını taşımasını önerdi ve o tarihte bilinmekte olan yedi uyduya bugün taşıdıkları adları verdi. Bu gelenek, 1980'lerde Titan'ların soyundan gelenlerin adlarını da kapsayacak şekilde genişletilerek günümüze dek gelmiştir. 2000 yılından bu yana bulunan düzensiz uydulara ise bulundukları yörünge grubuna göre İnuit, İskandinav ve Galya mitolojisinde yer alan devlerin adları verilmektedir.
Satürn uydularının gözlenmesi.
En büyük uydu Titan, 8. kadir derecesindeki parlaklığı ile çıplak gözle görülme sınırının altında kalır, ancak küçük bir dürbün ya da amatör teleskopla Satürn'ün yanında kolaylıkla görülür. Diğer büyük uyduların orta büyütmeli bir teleskopla görülmeleri mümkündür. Satürn'ün önemli uyduları tutulum düzlemine oldukça eğik olan Satürn ekvator düzleminde yol aldıkları için, Jüpiter uydularında gözlenen örtülme ve tutulma olayları, 30 yılda iki kez gerçekleşen Satürn ekvator düzlemi geçişleri dışında görülmez. Ancak gezegenin halkaları büyüm boyut ve parlaklıklarıyla özellikle iç yörüngelerdeki uyduların çoğunun gözlenmesini zorlaştırırlar. Bu nedenle ekvator düzlemi geçişleri uyduların rahatça izlenmesi için bir fırsat olarak kabul edilir.
Liste.
Doğrulanmış.
Burada Satürn'ün uyduları, en kısadan en uzuna doğru yörünge periyoduna (veya yarı büyük eksene) göre listelenmiştir. Yüzeyleri küremsi olacak kadar büyük olan uydular koyu renkle vurgulanıp mavi bir arka planda belirtilirken, düzensiz uydular; kırmızı, turuncu ve gri arka planda listelenmiştir. Düzensiz uyduların yörüngeleri ve ortalama uzaklıkları sık sık gezegensel ve güneşsel tedirginlikler nedeniyle kısa zaman aralığında oldukça değişkendir, bu nedenle tüm düzensiz uyduların listelenmiş yörünge öğelerinin ortalaması 300 yıllık sayısal integrasyon üzerinden alınır. Yörünge öğelerinin tümü, 1 Ocak 2000 Karasal Zaman dönemine dayanmaktadır.
Doğrulanmamış.
Aşağıdaki nesneler ("Cassini" tarafından gözlemlenmiştir) katı cisimler olarak onaylanmamıştır. Bunların gerçek uydular mı yoksa F Halkası içindeki kalıcı yığınlar mı olduğu henüz belli değil.
Varsayımsal.
Farklı gök bilimciler tarafından iki uydunun keşfedildiği iddia edildi, ancak bir daha asla görülmedi. Her iki uydunun da Titan ve Hyperion arasında yörüngede döndüğü söylenmişti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8561",
"len_data": 16750,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.07
}
|
Öncelikle bir insanın öldüğünü gösteren patolojik belirtiler şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8565",
"len_data": 71,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 2.93
}
|
The Beatles, 1960 yılında Birleşik Krallık'ın Liverpool kentinde kurulmuş bir rock grubudur. Ağustos 1962'den dağılışına kadar John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr dörtlüsünden oluşan The Beatles, kültürel ve ekonomik açıdan müzik tarihinin en etkili gruplarından biri olarak kabul edilmektedir. Birçok satış rekoru kırmış ve elliden fazla şarkısıyla "Billboard" listelerinde yer almıştır. 1964 yılında ABD'ye gelerek Britanya Müziği'nin Amerika'da popülerleşmesine neden olmuştur. Grup ayrıca 2004'te "Rolling Stone" dergisi tarafından son elli yılın en önemli ve etkili rock müzik sanatçıları arasında birinci sırada gösterilmiştir.
"The Beatles: Get Back" 2021 yılında yayınlanan, Peter Jackson tarafından yönetilen bir belgesel dizisidir. Üç bölümden oluşan bu yapım, The Beatles'ın 1969'da "Let It Be" albümünü kaydederken yaşadıklarını konu alır. Belgesel, grubun dinamiklerini, yaratıcılık sürecini ve tarihteki son canlı performansları olan Apple Corps binasının çatısındaki ikonik konseri detaylıca gösterir. 60 saatlik çekim ve 150 saatlik ses kaydı arasından seçilen materyallerle hazırlanmıştır. Disney+ üzerinden yayınlanmıştır ve The Beatles'ın müzikal mirasına yeni bir bakış sunar.
"Now and Then," The Beatles'ın son şarkısı olarak 2023 yılında yayımlandı. Şarkının hikâyesi, 1970'lerin sonlarında John Lennon tarafından yazılıp kaydedilen bir demo ile başlıyor. 1995'te, The Beatles Anthology projesi için Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr bu demoyu kullanarak şarkıyı geliştirmeye başladılar. Ancak, Harrison şarkının tam olarak bitirilemeyecek kadar eksik olduğunu düşündü ve proje bir kenara bırakıldı.
Yıllar sonra, Peter Jackson'ın Get Back belgeselinde kullandığı yeni ses teknolojileri sayesinde, Lennon'ın ses kaydını izole edebilmek mümkün oldu. Bu teknolojiyle, Lennon'ın 1970'lerdeki vokalleri kullanılabildi ve McCartney ile Starr, şarkıyı tamamladılar. "Now and Then" şarkısının son hali, 2023'te yayımlandı ve hem The Beatles'ın tarihini tamamlayan bir anlam taşıdı, hem de grubun müzik kariyerine yeni bir kapı araladı.
Şarkı, "Love Me Do" ile birlikte yayımlandı ve bu çift A taraflı single, The Beatles'ın müzikal yolculuğunun başlangıcını ve sonunu simgeliyor. "Now and Then," grubun geçmişiyle bir "tamamlama" anlamı taşıyor. Şarkıyla ilgili özel bir belgesel de 1 Kasım 2023'te yayımlandı.
Grubun temelleri ve Almanya günleri.
Grubun temelleri.
John Lennon 1950'lerde Elvis Presley gibi sanatçılar sayesinde Rock'n Roll'la ilgilenmeye başlamıştı. Sanatçı, arkadaşı Pete Shotton ile birlikte 1956'da The Quarrymen adlı bir grup kurar. Daha sonra gruba Bill Smith katılır. Gruptaki elemanlar enstrümanlarında yetersiz oldukları için sürekli değişmektedir. 6 Temmuz 1957'de bir partide John Lennon, Paul McCartney ile tanışır. Kısa süre sonra Lennon'dan gruba katılması için teklif alır ve bunu kabul eder. Grupta eleman değişiklikleri devam ederken 1958'de gruba genç gitarist George Harrison katılır. Grup 1958'de bir deneme kaydeder. Demoda "That'll Be the Day" adlı bir cover parça, bir tane de McCartney / Harrison bestesi "In Spite of All the Danger" vardır. The Quarrymen 1959 Eylül'ünde dağılır. Harrison başka bir gruba gider, McCartney ve Lennon beraber çalmaya devam ederler. 1960'ta tekrar bir araya gelen üçlü, yanlarına Lennon'ın çocukluk arkadaşı Stuart Sutcliffe'i alır. Grup daha sonra The Sickless adıyla çalmaya devam etmek isterken Paul McCartney'nin önerisiyle ritim anlamına gelen "beat" sözcüğüne gönderme olsun diye grup The Beatles adını alır.
Almanya günleri.
Grup daha sonra davula Pete Best'i alır ve bir süre Almanya'da çalarlar. Önce Harrison yaşı hakkında yalan söylediği için sınır dışı edilir. Daha sonra bir yangın dolayısıyla Best ve McCartney sınır dışı edilir. Grup şarkıcı Tony Sheridan tarafından teklif alır ve onunla çalmaya başlar. Tony Sheridan and the Beat Brothers olarak Almanya'da listelere girerler ve tekrar Almanya'da çalmaya başlarlar. Hamburg'da verilen son Almanya konseri sonrası Sutcliffe, Almanya'da kalmaya karar verir ve dörtlü İngiltere'ye döner. Böylece basgitara Paul McCartney geçer.
Brian Epstein İle Tanışmaları.
1961'in sonlarında, Brian Epstein, Liverpool'da ailesinin sahibi olduğu NEMS (North End Music Stores) adlı müzik mağazasında çalışıyordu. O dönemde Epstein, yerel gruplara dair haberlere de ilgi gösteriyordu. The Beatles'ın adı, Liverpool'un Cavern Club'ında düzenli olarak sahne aldıkları için şehirde hızla yayılmaya başlamıştı. Epstein, grubun adını ilk kez "Mersey Beat" adlı bir yerel müzik gazetesinde görmüştü.
Müşterilerinden biri, Epstein'a The Beatles'ın bir plak kaydı olan "My Bonnie" şarkısını sormuştu. Bu kayıt, grup Hamburg'da Tony Sheridan ile birlikte çalışırken yapılmıştı. Bu olay, Epstein'ın dikkatini Beatles'a çekti ve onları canlı izlemeye karar verdi.
Cavern Club'da İlk İzlenim
Epstein, 9 Kasım 1961'de Cavern Club'a giderek The Beatles'ı ilk kez canlı izledi. John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve o dönemdeki davulcu Pete Best'in enerjik performansı, Epstein'ı derinden etkiledi. Grubun kaba ama samimi tarzı, onun profesyonel vizyonuyla tezat oluşturuyordu. Ancak Epstein, The Beatles'ın potansiyelini hemen fark etti.
Epstein, kısa bir süre sonra The Beatles'a menajerlik teklif etti. Grup üyeleri başlangıçta kararsız olsalar da, Epstein'ın kendilerine sunduğu profesyonellik ve planlama vaatlerinden etkilendiler. 24 Ocak 1962'de resmi bir menajerlik sözleşmesi imzaladılar, ancak Epstein'ın sözüne bağlı olarak anlaşma hiçbir zaman yasal zorunluluk haline getirilmedi.
Epstein, The Beatles'ı sahnede daha profesyonel göstermeye yönelik birkaç değişiklik önerdi. Bunlar arasında daha temiz giyinmeleri, aynı anda eğilerek selam vermeleri gibi küçük ama etkili detaylar vardı.
Epstein, 1967'deki trajik ölümüne kadar The Beatles'ın menajeri olarak kaldı. Onun liderliği, grubun yerel bir Liverpool grubundan dünya çapında bir fenomene dönüşmesinde kritik bir rol oynadı.
İlk kayıtlar ve baterist problemi.
Grup Elemanları, 1962'de eski üyeleri ve arkadaşları Stuart Sutcliffe'in beyin kanamasından ölüm haberini alır. Grup ve Epstein birçok firmaya giderler ama müziklerinin modası geçmiş olduğu iddiasıyla kimse tarafından kabul edilmezler. En sonunda EMI yetkilisi George Martin Beatles ile bir senelik anlaşma imzalar. Gerçekten Martin onların müziklerinden çok kişiliklerini beğenmiştir. Pete Best ise hem Epstein hem Martin tarafından beğenilmemişti. Davulcunun klasik Beatles saç şeklini kabul etmemesi ve hastalık yüzünden bazı konserlere katılamaması sorun olmuştu. En sonunda Beatles üyeleri onun ayrılmasına karar verdi. Daha sonra Beatles üyelerinin yakından tanıdığı Ringo Starr,grubun bateristi olarak kadroya katıldı.
İngiltere'de Beatlemania.
Beatles ilk single'ı "Love Me Do"yu 1962'de çıkardı ve listelerde 17. sıraya yükseldi. İkinci single Please, Please Me ise ikinciliğe kadar çıktı. İlk albüm Please Please Me Mart 1963'te çıktı. Böylece "Beatlemania" adı verilen Beatles çılgınlığı Birleşik Krallık'ta başladı. From Me To You teklisi ise Beatles'ın ilk bir numara hiti olmuştu.
2 Şubat 1963'te grup ilk turnesine çıktı. Dört haftalık şovda, turneye çıktığı isimler arasında en küçüğü The Beatles olsa da turne sonunda herkesten rol çalmışlardı. Üç hafta süren ikinci turnede grup iki Amerikan şarkıcıyla sahneyi paylaşmış ve Amerikalı şarkıcılardan daha çok ilgi çeken ilk İngiliz grubu olmuştu. 1963 sonuna dek iki turne yapan Beatles'ın ünlü logosu da bu dönemde hazırlandı.
Amerika günleri.
1963 sonlarında Beatles'ın önceki teklileri ve yeni şarkıları She Loves You, Amerika'da yayınlandı. Ancak Epstein'ın isteği ile I Want to Hold Your Hand şarkısının üzerinde yoğunlaşıldı ve klibi tüm Amerika'da gösterilmeye başlandı. Radyolar bu şarkıyı çalmaya başladı ve iki ay içinde bir milyon kopya satmayı başardı.
The Beatles, Amerika'ya ilk kez 7 Şubat 1964'te geldiğinde, New York'taki John F. Kennedy Uluslararası Havaalanı'nda yaklaşık 3.000 hayranı onları karşılamak için toplanmıştı. İngiltere'de büyük bir hayran kitlesine sahip olan grup, "I Want to Hold Your Hand" adlı hit şarkılarının ABD listelerinde bir numaraya yükselmesiyle Amerika'da da büyük bir ilgi görmeye başlamıştı.
Grup, Amerika'da televizyon programlarına da çıkmaya başladı. 9 Şubat'ta Ed Sullivan Show'da ilk Amerikan televizyon performansını sergiledi ve yaklaşık 74 milyon kişi bu yayını izledi.
Amerika'daki ilk canlı programa George Harrison, hastalığı yüzünden çıkamamıştı.
Ayrıca bu ziyarette Washington, D.C. ve Miami gibi şehirlerde konserler verdiler.
Beatles'ın ilk albümü birkaç değişiklikle "Introducing... The Beatles" ve "Meet The Beatles!" olarak yayınlandı. 1964'te A Hard Day's Night adlı ilk Beatles filmi yayınlandı. Beatles üyelerinin oynadığı bu komedi filmi; En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Özgün Müzik Ödülü dallarında olmak üzere 2 Oscar Ödülü Oscar kazandı. Film şarkıları da aynı isimli albümde yayınlandı.
4 Nisan 1964 Tarihinde The Beatles, "Billboard Hot 100" tarihinde, ilk beş sırayı aynı anda elde eden ilk grup oldu.
Grup 19 Ağustos 1964'te ikinci kez geldi ve Bu ziyaret, grubun Kuzey Amerika'daki ilk büyük turnesinin başlangıcıydı. Turne, San Francisco'daki Cow Palace konseriyle başladı ve bu etkinlik, yaklaşık 17.000 kişinin katılımıyla gerçekleşti. Turne boyunca grup, ABD ve Kanada'da birçok şehirde 32 konser verdi. Bu konserler, The Beatles'ın Amerika'daki popülerliğini zirveye taşıyan önemli bir dönemeç oldu. Her konsere 10-20 bin kişi katıldı ve Beatles bilet satışlarından bir milyon dolar gelir elde etti.
The Beatles'ın Amerika'ya üçüncü gidişi, 15 Ağustos 1965 tarihinde başladı. Bu ziyaret, grubun 1965 Kuzey Amerika turnesinin bir parçasıydı. Turne, 15 Ağustos'ta New York'taki Shea Stadyumu'nda verdikleri ikonik konserle başladı. Bu konser, 55.000 kişilik rekor bir izleyici kitlesine sahipti ve tarihteki ilk büyük stadyum konseri olarak kabul edilir.
1965'te de ikinci film Help! yayınlandı. Bu filmin de şarkıları aynı isimli albümde yayınlandı. Bu film çekimleri sırasında da Beatles uyuşturucu kullanımına devam etmişti.
Problemler.
Grup 1965'te Rubber Soul ardından 1966'de Revolver albümünü yaptı ve büyük bir müzikal değişim gösterdi. Artık rock sound'u daha öne çıkıyordu. Özellikle "Tomorrow Never Knows" ve "Yellow Submarine" gibi şarkılarda bulunan ses efektleriyle The Beatles Psychedelic müzik yapmaya başlamıştı. Albüm sonrası dünya turnesine başladılar. Grubun 1966 Asya turnesi çok sorunlu başladı. Japonya konserlerinin Nippon Budokan'da verilecek olması sağ görüşlü Japonlar tarafından orasının bir dövüş sanatları merkezi olması nedeniyle protesto edildi. Bu yüzden konserler yoğun bir polis koruması altında gerçekleştirildi.
Mart 1966'da, Amerika'da yapılan bir röportaj sırasında John Lennon, konu kitaplara ve dinlere geldiğinde bu sözleri söyledi:Hristiyanlık gidecek. Tarihe karışacak ve küçülecek. Bunun üzerine tartışmaya gerek yok; ben haklıyım ve haklı çıkacağım. Artık İsa’dan daha popüleriz ama hangisinin önce gideceğini bilmiyorum; rock ‘n’ roll mu yoksa Hristiyanlık mı ? İsa iyiydi ama müritleri kalın kafalı ve sıradandı. Onların bu işi bu kadar çarpıtması Hristiyanlığı mahvediyor.Şaka amaçlı söylenen bu sözler İngiltere'de Lennon'ın esprili açıklamalarına alışkın olduklarından problem olmadı ancak Amerika'da büyük sorun oldu ve Beatles plakları yakılmaya başladı. John Lennon daha sonra özür dilediğini söylediyse de öfke dinmedi. 2008'de Vatikan, John Lennon'ı sözlerinden dolayı bağışladığını açıkladı.
Haziran 1966'da Filipinler'e giden grup, devlet başkanının eşi tarafından kahvaltıya çağrıldı. Ancak Epstein, grubun böyle resmi davetleri kabul etmediğini söyledi. Bu karar televizyon kanallarında yayınlanınca ülkede büyük bir öfke uyandırdı. Beatles ülkeden ayrılırken, koruma için polis verilmedi ve grup saldırıya uğradı.
11 Ağustos 1966'da Amerika'daki son turneye çıktılar. Candlestick Park'ta yaptıkları son konser ile sona eren turne sonrası John Lennon, "How I Won the War" filminde rol aldı ve Yoko Ono ile tanıştı, Paul McCartney "The Family Way" filminin müziklerini yaptı, George Harrison Hindistan'a gidip sitar dersleri almaya başladı.
Saykodelik dönem.
Bu zamandan sonra grup stüdyo albümlerini kaydetmeye odaklandı. Revolver'dan 7 ay sonra Abbey Road stüdyolarında 129 gün sürecek albüm kayıtlarına başladılar. 1967'de ise Beatles'ın en iyi işi olarak görülen Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümü yayınlandı. Albümde Revolver'da kullandıkları ses tekniklerini yeni buldukları yöntemlerle zenginleştiriyorlardı. Albümün sözlerindeki uyuşturucu etkileşimli sözler de dikkat çekmekteydi.
24 Ağustos 1967'de Beatles Maharishi Mahesh Yogi ile tanıştı. Birkaç gün sonra Galler'de ilk toplantılarına başladılar. 27 Ağustos 1967'de grubun menajeri Brian Epstein 32 yaşında uyuşturucudan öldü. Grubun lideri konumundaki John Lennon, Epstein ile en yakın ilişkisi olan kişiydi ve onun ölümüyle birlikte grup liderliği ve yönetimindeki çabasını yitirdi. Lennon'ın bu isteksizliğine karşı McCartney ise grubu devam ettirme için çabalamaya başladı.
26 Aralık 1967'de grup üyelerinin oynadığı film Magical Mystery Tour yayınlandı. Renk karmaşası içindeki film iyi eleştiriler toplamadı. Grup filmdeki şarkıları aynı isimli albümde yayınladı.
1968'de grup üyeleri Hindistan, Rishikesh'e gitti ve Maharishi ile uzun süre meditasyon hakkında çalışmalar yaptı. Bu dönemde Lennon, McCartney ve Harrison sonraki iki albümde bulunacak bestelerini yapmaya başladılar. Döndüklerinde Lennon ve McCartney Apple prodüksiyon şirketini kurduklarını açıkladılar. Ancak grup, Epstein'ın ölümü ve grubun işletme konusundaki tecrübesizliği nedeniyle iş konusunda sorunlar yaşadılar ve bu grubun müzikal birlikteliğini de olumsuz yönde etkiledi. Aynı sene Yellow Submarine çizgi filmi de yayınlandı. Bu film de bundan önceki filmleri gibi iyi eleştiriler toplamadı.
The Beatles albümü.
Amerika'ya döndüklerinde The Beatles adındaki The White Album olarak da bilinen albüm için çalışmalara başladılar. Ancak bu çalışmalar yanında birçok kavga getiriyordu. Ringo Starr 4 şarkının kayıtlarına girmedi ve Paul McCartney onun yerini doldurdu. John Lennon'un eşi Yoko Ono'nun da stüdyonun her aşamasında grupla olması sorun oluyordu. 1966'da tanışan ikili 1968'de çıkarttıkları Unfinished Music #1: Two Virgins albümünden sonra birbirlerinden hiç kopmamaya başlamıştı. Daha önce grup kayıtlarına kız arkadaş ve eşlerin getirilmemesi kararını alan grup üyelerinden John Lennon, Yoko Ono'yu kayıtlara getirerek bunu bozdu. Yoko Ono'nun gruba tavsiyeler vermesi, Ono ve Lennon dışındaki grup elemanları arasında tansiyonu yükseltiyordu. Bir diğer problemi de artık müzikal anlamda kendini geliştiren George Harrison'ın bestelerine yeteri kadar yer vermemeleriydi.
İki disklik bu albüm de ötekileri kadar büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu albümün diğerlerinden farkı, grubun her üyesinin kendine has tarzlarını kendi şarkılarında yansıtmaları oldu. Rolling Stone, albümü "Bir çatı altında 4 solo albüm" olarak tanımladı. Albüm sonrası grup hiç birlikte röportaj vermeyip, televizyona çıkmamaya başladı.
Ayrılık.
Grup üyeleri ile Paul McCartney arasında yeni menajer sorunu yaşandı. McCartney o zamanki eşinin babası Lee Eastman'i isterken diğer grup elemanları Allen Klein'ı istiyordu. Klein en sonunda menajer olarak seçildi ancak 1971'de gruptan para çaldığı fark edildi. Grup en son konserini 1969'da izinsiz olarak bir çatıda verdi. Polis tarafından indirildikleri görüntüler Let It Be filmlerine de kondu. Grup 1969'da yine stüdyoda problemler yaşadıkları Abbey Road albümünü kaydetti. Aynı anda da Let It Be albümü kayıtları devam ediyordu. 20 Eylül 1969'da Lennon grup elemanlarına ayrıldığını söyledi ancak basına bir açıklama yapılmadı. 3 Ocak 1970'te George Harrison bestesi I Me Mine kaydedilmiş son Beatles şarkısı oldu ancak John Lennon bu kayıtlarda yoktu. Aynı yıl ilk adı Get Back olarak karar verilen ancak mix'i beğenilmemiş albüm en sonunda Let It Be olarak yayınlandı. Ancak bu grubun dağılmasını engelleyemedi. 10 Nisan 1970'te McCartney basın toplantısı ile grubun dağıldığını açıkladı.
"Paul Öldü" İddiaları.
Müzik tarihinin efsanevi dedikodularından biri olarak tarihe geçen "Paul Is Dead" vakası; iddialara göre Paul McCartney 1966 yılında stüdyodan sinirli bir şekilde çıkar, trafik ışıklarını görmez ve bir arabanın altında can verir. Plak satışlarından endişe eden plak şirketi ise olayı örtbas etmeye çalışır. Paul'a benzeyen solak bir gitarist bulan şirket adamı yerine geçirir.
Bu olayı sindiremeyen grup üyeleri albüm kapaklarına ve şarkılara gizli şifreler koyar.
Bunlardan bazıları:
Abbey Road albümünün kapağında Paul'un ayakkabı giymemesi. çıplak ayak, Hint kültüründe ölüleri simgelemektedir.
Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümünün kapağında yer alan mezarın üstünde Paul yazdığı iddiası.
"I'm So Tired" adlı şarkının sonundaki konuşma tersten çalındığında ise "Paul is a dead man miss him miss him (Paul ölü bir adam, onu özlüyoruz)" mesajı çıkıyor.
Çatı Konseri (Rooftop Concert).
30 Ocak 1969 günü son konserini vermek için Apple binasının çatı katına çıkan grup üyeleri hiçbir izin almadan ve kimsenin haberi olmadan birden Get Back şarkısıyla başladığı ve yine Get Back ile bitirdiği konserdir. Bu konseri izin almadıklarından dolayı polis bitirir. Çatı Konserinden (Rooftop Concert)'den sonra da The Beatles bir daha konser vermemiştir.
Beatles sonrası.
1970: Tüm Beatles üyelerinin solo albümleri yayınlanmıştı.
1973: Ringo adlı Ringo Starr albümünün bir parçasında üç Beatles üyesi, Starr, Harrison ve Lennon bir araya gelmişti. Albümde başka şarkılarda McCartney de yer almaktaydı. Bu albüm sonrası Beatles'ın yeniden bir araya geleceği dedikoduları başlamıştı.
1974: Lennon ve McCartney stüdyoda kendileri için kayıt yaptılar ancak bir daha hiç buluşmadılar, bu kayıtlar da resmi olarak hiçbir zaman yayınlanmadı.
1980: 8 Aralık akşamı John Lennon New York Central Park karşısında yaşadığı apartmanın girişinde akıl hastası bir hayranı tarafından vurularak öldürüldü.
1981: Yaşayan diğer 3 Beatles elemanı, All Those Years Ago adlı George Harrison şarkısında tekrar bir araya geldiler. Şarkı, Lennon'ın anısına yazılmıştı.
1988: Grup,Rock and Roll Hall of Fame'e girmeye hak kazandı. Starr, Harrison ve Yoko Ono orada bulunmasına karşın Paul McCartney yaşanan problemler yüzünden oraya gitmeyi reddetti.
1995-1996: Beatles'ın gizli kalmış kayıtları "Anthology 1,2,3" olarak yayınlandı. Ayrıca iki Lennon bestesi Free As A Bird ve Real Love, Beatles'ın üç elemanı tarafından kaydedildi.Now and Then ise proje kapsamında tamamlanmaya çalışılmış, ancak teknik zorluklar nedeniyle rafa kaldırılmıştır. (2023 yılında, yapay zeka teknolojisi kullanılarak şarkı tamamlanmış ve 2 Kasım 2023'te yayımlanmıştır.)
1997: Boynunda çıkan bir şişlik sonrası doktora giden Harrison'un gırtlak kanseri olduğu ortaya çıkmıştır.
1999: George Harrison, 30 Aralık'ta, eşi Olivia Harrison ile birlikte evlerinde bir saldırıya uğramıştır. 34 yaşındaki paranoid şizofreni Michael Abram, Harrison'ın evine girerek kendisini bıçaklamıştır.
2001: George Harrison akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetti.
2006: George Martin ve oğlu Giles Martin, Cirque de Soleil'in "Love" gösterisi için orijinal Beatles kayıtlarını yeniden düzenledi.
2007: McCartney, Starr, Lennon'ın eşi Yoko Ono ve Harrison'un eşi Olivia Harrison televizyonda bir araya geldiler.
2010: Beatles'ın tüm diskografisi iTunes'a eklendi.
2015: Beatles müzikleri tüm büyük dijital platformlarda yer almaya başladı.
2021: Peter Jackson'ın yönettiği "The Beatles: Get Back Belgeseli" yayımlandı.
2023: "Now and Then" adlı Lennon'ın demosundan üretilen son Beatles şarkısı yayımlandı.
2024: Beatles Belgeseli; Beatles'64, 29 Kasım tarihinde Disney Plus'ta gösterime girdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8569",
"len_data": 19736,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.43
}
|
Bruce Frederick Joseph Springsteen (d. 23 Eylül 1949, New Jersey), Amerikalı şarkıcı, gitarist ve şarkı yazarı.
Bruce Springsteen 1960'lı yıllarda müzik hayatına başlayarak çeşitli gruplarla çalan folk ve rock'ı harmanlayan bir müzisyendir. E Street Band adlı grubu, Basçı Gary Tallent, saksafoncu Clarence Clemons, gitarist Steven Van Zandt, klavyeci Danny Federici, piyanist Roy Bittan ve baterist Max Weinberg'den oluşmaktadır. 1982 yılında Steven Van Zandt, solo çalışmalar yapmak için gruptan ayrılınca yerine Nils Lofgren geldi. 1989 yılında grubundan ayrılmış ve solo çalışmalara yönelmiştir. En ünlü albümleri, 'Born to Run' ve 'Born in the USA'dir.
Hayatı.
Springsteen Freehold'da, babasının işçi olarak çalıştığı bir geçimini değirmenlerden kazanan insanların yaşadığı kasabada büyüdü. Asi ve sanatçı tarafı O'nu yakın bir Jersey kıyısına sürükledi. Burada rock gruplarıyla tanıştı ve pek iyi sayılmayacak bir hayatla tanıştı. Orta-Atlantik kıyısında bar gruplarında kendini geliştirirken, 1972'de solo sarkıcı-söz yazarı oldu ve John Hammond, Sr. ile görüştü ve bir anda Columbia Records'la anlaşma yaptı. İlk iki albümünü 1973'te yayınladı, bu albümlerde folk-rock, soul ve rhythm and blues etkileşimleri bulunmaktadır, bilhassa da Van Morrison, Bob Dylan ve Stax/Volt Lp'lerinden etkilenmeler olmuştur. Springsteen'in sesini, işlenmemiş bariton, yüksek tempolu şarkılarda bağırırken ve yavaş şarkılarına daha fazla duygu vermek için bu albümlerde kullandı. Fakat göz alıcı gitar tekniği, yoğun güç efektlerinden 1950'lerin rock and roll'una uzanan, yumuşatılmalıydı ki sarkıcı-söz yazarı formatına uysun.
Üçüncü albümü, Born to Run (1975) ile Springsteen, Phil Spector ve Roy Orbison'a çok şey borçlu olan tam bir rock and rollera, dönüştü. Bir günlük Şarkı döngüsüne sahip bu albüm çıkmadan sansasyon oldu. Columbia'nın halkla ilişkiler harekâtı, albümün ilk çıktığı hafta Time ve Newsweek'e kapak olmasını sağladı. Ama albüm sadece ortalama satış yaptı ve üç yıl sonra da devamı niteliğinde, daha karanlık, kaba Darkness on the Edge of Town geldi. The River(1980)’den “Hungry Heart” ile Ulusal bir hit single oluşturdu.
O zamana kadar ise, sahne gösterileriyle tanınmaktaydı, 3 ya da 4 saat suren E Street Band'iyle çaldığı rock, folk ve soulu dramatik yoğunluk ve coşkun mizahla karıştırdığı şovlarla. Grubu, karışık stereotipler: rock and roll haydutlarından, cool müzik profesyonellerine oluşmaktaydı.- sanki müziksel bir olgudan çok bir çeteydi. Görünüşte de birlikteliklerini sağlayan liderlerine olan inançtan daha fazla bir şeyle bir arada durmaktaydılar. Springsteen ve saksafoncusu Clarence Clemons, büyük siyahi adam, bazen sanki Huckleberry Finn’den sahne oynuyor gibilerdi, sahne ise onların salıydı. Springsteen’in, Born to Run’dan sonraki, record firmasının halkla ilişkileriyle ve pazarlama yöntemleriyle savaşması ve ayrıca zorluklarla yapılan kayıtları ve gözalıcı sahne şovları, sadece bir performer değil ama prensip sahibi, güçlü ve popüler biri olduğunu kanıtladı. Bu zaman kadar Springsteen, bir ihtimalle Doğu Deniz kısmının, Boston’dan Virginia’ya uzanan belgesinde bir kahramandı. Şarkıları ve tavırları belirli bir rock and roll yasam tarzını yansıtmaktaydı ki bu O’nu ulusal bir figür veya uluslararası bir başarı yapmıyordu.
Nebraska (1982), sade akustik şarkılardan oluşuyordu ve çoğu bir şekilde ölümle ilgiliydi, olağandışı bir araydı. Born in the U.S.A. (1984) ve devamı niteliğindeki 18 aylık dünya turu Springsteen’in başarılı yazar-performer kimliğini gözler önüne serdi. 7 hit single çıkan albümde, bilhassa da Born in the USA sarkısı, sempatik şekilde yazılmış Vietnam Gazileri portresidir ve yanlış anlaşılmıştır. (Vatansever bir şarkı sanılmıştır). Springsteen’in perspektifi bariz bir şekilde işçi sınıfı olmuştur. Bu tarafı açıkça The Ghost of Tom Joad (1995) albümünde vurgulanmıştır. The Ghost of Tom Joad, kendisini Amerika’nın ekonomik ve ruhsal yoksunluğu ile ilişkilendirmiştir. Ve 1994 hit single’ı, AIDS konulu, “Streets of Philadelphia” (Philadelphia filminden), hem Müzik Oscar'ı hem de Grammy ödülü kazanmıştır.
Springsteen'in diğer yönü ise Tunnel of Love (1987) ile baslayan albümlerinde görülmektedir ve Human Touch ve Lucky Town (aynı anda 1992'de çıkmışlardır). Bu albümlerdeki şarkılar, yakın insani ilişkiler üzerine yoğun kişisel yansımalar taşır. Ama popüler olabildikleri söylenemez.
Bruce Springsteen and the E Band Live 1975-1985 (1986) seti bu sanatçının bu aşamaları arasında bir köprüdür ki O'nun canlı, görsel sahne şovunu ne kadar sese döküp kaydedebilirseniz ancak bu kadar yakın olabilirsiniz. (Müzik video çalışması çok daha az iyidir). E Street Band'in 1989'da dağılması ve popüler müziğe kayışlar, Springsteen'in popülaritesini frenlemiştir. 1998'de Springsteen, bir box set çıkardı, Tracks, orijinal albümlerinde yer vermediği şarkıları bu sete koydu. Gözalıcılığı, O'nu çoğu benzerinden ayırmıştır. Tracks satışları Live'dan çok düşük kalmıştır. 1998'de E Streetb Band'le reunion turuna cıktı. Bir sonraki sene ise Rock and Roll Hall of Fame'e alındı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8586",
"len_data": 5042,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.37
}
|
Can Yücel (21 Ağustos 1926, İstanbul - 12 Ağustos 1999, İzmir), modern Türk şair ve çevirmendir. Kullandığı kaba ama samimi dil ve bariton sesiyle okuduğu şiirlerle Türk Edebiyatı'nda farklı bir tarz yaratmıştır. 7 yıl süreyle Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Âli Yücel'in oğludur.
Hayatı.
1943 yılında, yakın dostu ve Ankara Atatürk Lisesi’nden sınıf arkadaşı Gazi Yaşargil ile birlikte yurt dışı eğitim bursu kazandığı halde, babası, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel "Bakan, kendi oğluna torpil yaptı derler" diyerek karşı çıktığı söylendi. Gazi Yaşargil, bu bilginin doğru olmadığını, ikisinin de ailelerinin imkânlarıyla yurt dışına gittiklerini açıkladı. Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı. Askerliğini Kore’de yaptı. 1958’de Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Bodrum ve Marmaris’te turist rehberi olarak çalıştı. Ardından bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını İstanbul’da sürdürdü. 1956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı (Güzel ve Su) ve bir oğlu (Hasan) oldu.
Son yıllarında Eski Datça’ya yerleşti ve her hafta Leman, her ay Öküz dergilerinde yazıları ve şiirleri yayımlandı. 1996 yılında kurulan Emek Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Şairin "Hava döndü" şiiri EMEP'in parti marşı olarak kullanılmaktadır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten de yargılanan Yücel, 1999 Türkiye genel seçimleri’nde Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin İzmir 1. sıra milletvekili adayı oldu. 12 Ağustos 1999 gecesi ölen şair, çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanarak Datça’ya defnedildi.
Sanat hayatı.
Can Yücel, 1945-1965 yılları arasında "Yenilikler", "Beraber", "Seçilmiş Hikayeler", "Dost", "Sosyal Adalet", "Şiir Sanatı", "Dönem", "Ant", "İmece" ve "Papirüs" adlı dergilerde yazdı. Daha sonraları "Yeni Dergi", "Birikim", "Sanat Emeği", "Yazko Edebiyat" ve "Yeni Düşün" dergilerinde yayımladığı şiir, yazı ve çeviri şiirleri ile tanınan Yücel, 1965'ten sonra siyasal konularda da ürün verdi. 12 Mart 1971 döneminde Che Guevara ve Mao'dan çeviriler yaptığı gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkûm oldu. 1974'te çıkarılan genel afla dışarı çıktı. Dışarı çıkışının ardından hapiste yazdığı "Bir Siyasinin Şiirleri" adlı kitabını yayımladı. 12 Eylül 1980 sonrasında müstehcen olduğu iddiasıyla "Rengahenk" adlı kitabı toplatıldı.
1962'de İngiltere'deyken, 1709 yılından kalma, Latin harfleriyle taş baskısı olarak basılmış bir Türkçe dilbilgisi kitabı bulması geniş yankı uyandırdı.
Can Yücel, taşlama ve toplumsal duyarlılığın ağır bastığı şiirlerinde, yalın dili ve buluşları ile dikkati çekti. Can Yücel'in ilham kaynakları ve şiirlerinin konuları; doğa, insanlar, olaylar, kavramlar, heyecanlar, duyumlar ve duygulardır. Şiirlerinin çoğunda sevdiği insanlar vardır. Şairin kitaplarından birine koyduğu bir isim de “Maaile” olmuştur. Can Yücel için ailesi çok önemlidir: eşi, çocukları torunları, babası... Bu insanlarla olan sevgi dolu yaşamı şiirlerine yansımıştır. “Küçük Kızım Su'ya”, “Güzel'e”, “Yeni Hasan'a Yolluk”, “Hayatta Ben En çok Babamı Sevdim” bu sevgi şiirlerinden bazılarıdır.
Can Yücel ayrıca Lorca, Shakespeare, Brecht ve Wilde gibi önemli yazarların oyunlarından çeviriler yaptı. Shakespeare çevirileri ("Hamlet", "Fırtına" ve "Bir Yaz Gecesi Rüyası") aslına bağlı kalmayan, eserleri topluma aktarma amacıyla yaptığı çevirilerdir. Shakespeare'in ünlü 'to be or not to be' sözünü 'bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin' şeklinde Türkçeleştirmiştir. 1959'da ilk baskısı yayımlanan 'Her Boydan' adlı kitabında dünya şairlerinin şiirlerini serbest ama çok başarılı bir biçimde Türkçeye çevirmiştir.
12 Ağustos 1999 tarihinde ölen Yücel'in cenazesi dönemin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'nın katkıları ile Datça'ya getirildi ve 17 Ağustos 1999 tarihinde 1999 Gölcük depreminin meydana geldiği tarihte defnedildi. Ölüm yıldönümlerinde anma törenleri, "şarap" içiliyor gerekçesi ile Datça Belediyesi tarafından yapılmadı. "Mekanım Datça Olsun" isimli bir kitap yazması ve yayınlaması nedeniyle, Datça'ya defnedilen Yücel'in mezarı, Datça'da adına tören düzenlenmemesi ve başka yerlerde yapılan törenler nedeniyle yıkıma uğratıldı ve mezar taşı parçalandı. Mezarı yakınında bulunan "Can Evi" isimli alan ise, bu yıkımın ardından kapatıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8588",
"len_data": 4336,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.4
}
|
Elektrik, elektrik yüklerinin akışına dayanan bir dizi fiziksel olaya verilen isimdir. Elektrik sözcüğü Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. Elektriğin Türkçe eş anlamlısı çıngı sözcüğüdür. Ayrıca Anadolu ağızlarında "elektrik" anlamında yaldırayık sözcüğü tespit edilmiştir. Elektrik, pek çok farklı şekillerde var olabilir. Örneğin, yıldırımlar, durgun elektrik, elektromanyetik indüksiyon ve elektrik akımı gibi. Ek olarak, elektriğin elektromanyetik radyasyon, radyo dalgaları gibi oluşumları olduğu bilinmektedir.
Elektrikte, elektrik yükleri diğerleri ile de etkileşime giren Elektromanyetik alanlar yaratır. Elektrik, pek çok fiziksel durumdan dolayı var olabilir:
Elektrik mühendisliğinde, elektrik şunlar için kullanılır;
Elektrik olayı, antik çağlardan beri araştırılmaktadır, teorik anlaşılması ise yaklaşık on yedinci ve on sekizinci yüzyıla kadar uzamıştır. Hatta bundan sonra bile, pratik uygulamalar çok az miktarda kalmıştır ve elektriğin endüstride ve yaygın kullanımı için uygun hale gelmesi ancak on dokuzuncu yüzyılda olmuştur. Elektriğin akıl almaz bir yaygınlığı vardır yani diğer bir deyişle ulaşım, ısıtma, aydınlatma, iletişim ve teknolojik aletlerde elektrik yaygın olarak kullanılmaktadır. Elektriksel güç ise, şu anda endüstrinin kırılmaz kemiklerinden bir tanesidir.
Tarih.
Elektriğin var oluşu ile ilgili insanlar en ufak bir bilgi sahibi değilken bile, elektrikli yılan balığının şok etkisinin farkındaydılar. Antik Mısır'da MÖ 2.750 de yazılmış bir yazı bu balığı Nil'in fırtınası olarak tanımlamıştı. Bu balık aynı zamanda diğer balıkların koruyucusu olarak görülüyordu. Elektrikli balıklar, binlerce yıl sonra eski Yunan, Roma ve Arap doğa bilimcileri ve doktorları tarafından yeniden bahsedildi. Yaşlı Plinius ve Scribonius Largus gibi bazı eski yazarlar, elektrikli yayın balığı ve elektrik vatozlarılarının yaptığı elektrik çarpmasının uyuşturucu etkisini doğruladılar ve bu tür şokların iletken nesnelerde ilerleyebileceğini biliyorlardı.
Gut veya baş ağrısı gibi rahatsızlıkları olan hastalar, güçlü sarsıntının onları iyileştirebileceği umuduyla elektrikli balığa dokunmaya yönlendirildi.
Akdeniz çevresindeki eski kültürler, kehribar çubukları gibi belirli nesnelerin, tüy gibi hafif nesneleri çekmek için kedi kürküne sürtülebileceğini biliyordu. Miletli Thales, MÖ 600 civarında statik elektrik üzerine bir dizi gözlem yaptı. Thales, bu gözlemlerden, sürtünmenin kehribarı manyetik hale getirdiğine, manyetit gibi sürtünmeye gerek duymayan minerallerin aksine olduğuna inandı.
Thales, çekimin manyetik bir etkiden kaynaklandığına inanmakta yanılıyordu, ancak daha sonraları (19. yüzyıl) bilim manyetizma ve elektrik arasında bir bağlantı olduğu kanıtlanacaktı. Tartışmaya açık bir kurama göre, 1936'da galvanik bir pile benzeyen Bağdat pili'nın keşfine dayanarak Partlar'ın elektrokaplama bilgisine sahip olabileceği düşünülse de, eserin doğası gereği elektriksel olup olmadığı belirsizdir.
Antik Yunanlar kürk ile sürtünmesi sonrasında kehribarın küçük nesneleri çektiğini fark ettiler. Bu olay, şimşekle birlikte insanlığın elektrikle kayıtlara geçmiş ilk deneyimiydi. William Gilbert, 1600'de yayımlanan "De Magnete" adlı eserinde, Latincede kehribar anlamına gelen ve Yunancada da aynı anlamı taşıyan ἤλεκτρον ("elektron") "electrum" kelimesinden esinlenerek oluşturulan, sürtülünce küçük nesneleri çekme özelliğini tanımlayan Yeni Latince "electricus" kelimesini türetti. Thomas Browne'un 1646'da yayımlanan "Pesudoxia Epidemica" adlı eserinde, yine aynı kelimeler esas alınarak ilk defa İngilizcedeki "electricity" ifadesi kullanıldı. Elektrik kelimesi Türkçeye, Fransızcada da aynı anlama gelen "électrique" kelimesinden geçti.
İlerleyen çalışmalar, Otto von Guericke, Robert Boyle, Stephen Gray ve C.F. du Fay tarafından yapıldı. On sekizinci yüzyılda Benjamin Franklin, elektrik hakkında çok geniş bir çalışma yaptı. Haziran 1752'de fırtınalı bir günde, uçurtma ipine bağladığı metal bir anahtarla deney yaptı ve uçurtmaya yıldırım düşmesini umdu. Anahtardan eline zıplayan kıvılcımlardan, yıldırımın da elektriksel bir doğa olayı olduğunu kanıtlamış oldu. Aynı zamanda, paradoks bir olay olarak Leyden kavanozunu da elektriğin hem artı hem eksi yükler içerdiğini kanıtlayarak açıklamış oldu.
1771'de, Luigi Galvani, biyoelektrik üzerine olan keşfini yayınladı ve elektriğin sinir hücreleri denen hücreler ile kaslara sinyaller yolladığını gösterdi. Alessandro Volta’nın bataryası, ya da Volta pili, 1800'lerde bakır ve çinko ile yaptığı deneyle, daha güvenilebilir bir bakış açısı yakalanmış oldu. Elektromanyetizmanın bulunması, elektrik ve manyetizmanın birleşmesi olayı, Hans Christian Ørsted ve Andre Marie Ampere tarafından 1819-1820 yıllarında oldu. Michael Faraday elektrik motorunu 1821'de buldu.
Georg Ohm, matematiksel olarak elektriksel devrelerini 1827 yılında açıkladı. Elektrik ve manyetizmanın birleştirilmesi, James Clerk Maxwell ile tamamlandı.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında, elektrikte ani bir gelişim meydana geldi ve on dokuzuncu yüzyılın sonunda, elektrik mühendisliğinin en büyük keşifleri yapıldı. Alexander Graham Bell, Ottó Bláthy, Thomas Edison, Galileo Ferraris, Oliver Heaviside, Ányos Jedlik, Lord Kelvin, Sir Charles Parsons, Ernst Werner von Siemens, Joseph Swan, Nikola Tesla ve George Westinghouse elektriği inanılmaz bir bilimsel meraka çevirdi ve bunu modern hayata uyguladılar. Bu uygulamalar, ikinci endüstri devrimini tetikledi.
1887’de, Heinrich Hertz elektrotların, morötesi ışıklar ile yaratılan elektrik kıvılcımları ile daha kolay aydınlatıldığını keşfetti. 1905’te Albert Einstein, elektriğin kuantlar halinde küçük paketler olarak taşındığını açıkladığı Fotoelektrik olayın deneysel verilerini incelediği bir kâğıt yayınladı. Bu keşif, kuantum devrimine ön ayak oldu. Einstein, 1921 yılında ‘fotoelektrik yasasını keşfi” nedeniyle, Nobel Ödülü'nü kazandı. Fotoelektrik olayı halen güneş panellerindeki foto hücreler tarafından, elektriksel durumlarda çokça kullanılır
İlk katı cihaz, kedi fısıltısı detektörü idi. İlk olarak 1900'lerde radyo alıcısı olarak kullanıldı. Katı bir kristale temas eden kablo, radyo sinyallerini belirleme amacına hizmet ediyordu. Akımın aktığını iki şekilde anlayabiliriz. Negatif yüklenmiş elektronlar ve pozitif yüklü elektron eksikliklerine delik denir. Bu yükler ve delikler kuantum fiziğince açıklanır. Yapıda kullanılan nesne genelde, yarı iletken bir kristaldir.
Bu katı hal aletleri, daha sonraları transistörlerin başlı başınca keşif malzemesi olmuştur (1947). Yaygın katı hal cihazlarından bazıları transistörler, mikroproses çipleri ve RAM'lerdir. RAM'in özel bir türü, flaş belleklerdir. Genelde ek bellek olarak kullanılırlar. Katı hal sürücüleri, mekanik olarak sabit diskleri döndüren parçalar yerine de kullanılır. Bu cihazlar 1950'lerde ve 1960'larda transistörlerin vakum tüplerinden yarı iletkenlere değişimi, diyotlar, transistörler, LEDler ve toplu akım için önem arz etmiştir.
Kavramlar.
Elektrik yükü.
Elektrik yüklerinin varlığı, elektrostatik kuvvetin oluşmasını sağlamıştır: yükler birbirlerine bir kuvvet uygularlar ve bu etki (tamamen anlaşıldığı düşünülmüyor) antik çağlarda da biliniyordu. Bir cam top, kıyafete sürülerek ya da bir çubuk yardımı ile oynatılabiliyordu. Eğer aynı top, cam çubuk ile yüklenirse, önce birbirlerini çektikleri, ardından ittiği gözlemlendi. Fakat, eğer bir top cam çubukla diğeri plastik çubukla yüklenirse, iki topun birbirini çektiği gözlemlendi. Bu olay on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Charles-Augustin de Coulomb tarafından incelendiğinde hepimizin çok iyi bildiği bir sonuca ulaştı: Aynı yükler birbirlerini iterken zıt olanlar birbirlerini çeker.
Yüklü parçacıkların kendileri üzerine de kuvvet uygular, bu nedenle yük kendisini herhangi bir iletken yüzey üzerine ulaştırmak ister. Bu elektromanyetik kuvvetin büyüklüğü yüklerin çarpımının, uzaklığın karesine bölümü ile doğru orantılı bir bağlantısı vardır. Elektromanyetik kuvvet, çok güçlüdür, kuvvetli etkileşimler içerisinde ikinci sıradadır ancak uzaklıksal olarak kıyaslanamaz. Kendisinden çok daha zayıf kütleçekim kuvveti ile kıyaslandığında, elektromanyetik kuvvet elektronları 10^42 kez daha uzağa itebilir.
Çalışmalar belli atom altı parçacıkların, elektrik yükleri gibi davranabildiğini gösterdi. Elektrik yükleri, elektromanyetik kuvvetle etkileşir ve bu doğanın dört temel kuvvetinden Bizim en aşina olduğumuz elektrik taşıyıcıları proton ve elektrondur. Deneyler, yükün korunan bir nicelik olduğunu göstermiştir diğer bir deyişle, izole edilmiş bir sistemde yük miktarı aynı kalmak zorundadır. Sistem içerisinde yük, direkt temas yoluyla veya bir iletken yardımıyla, kablo gibi, bir nesneden diğerine geçebilir. Durgun elektrik terimi bir yükün bir nesnede bulunuşu anlamına gelir.
Elektron ve Protonun işaretleri zıttır bu nedenle de enerjinin miktarı pozitif ya da negatif olarak ifade edilir. Varsayımla, elektronların taşıdığı yük negatif, protonlar ise pozitif kabul edilmiştir. Sahip olunan yük miktarı Q ile gösterilir ve Coulomb ile ifade edilir, her elektron yaklaşık −1.6022×10−19 coulomb yük taşır. Proton da buna eşit miktarda fakat ters işaretli yük taşır. Yük sadece madde tarafından oluşturulmaz. Aynı zamanda anti madde, anti parçacık da birbirlerine göre eşit miktarda fakat ters işaret taşımaktadır.
Yük, pek çok çeşit yolla ölçülebilir. En erken ölçümlerden biri ise altın yapraktır ve bazen sınıflarda gösterim amaçlı kullanılabilmektedir.
Kütle gibi, elektriksel yük de soyut bir özellik olup, fizikçiler tarafından maddenin davranışlarını tanımlamak için kullanılır. Bir diğer deyişle, hiç kimse doğrudan bir elektriksel yük görmemiştir, ancak bazı parçacıkları inceleyerek benzerliklerin varlığı saptanmıştır.
Kütlenin tersine, biri diğerinin tersi davranışlar sergileyen iki tür elektriksel yükten söz edilir ve uzlaşımsal (konvansiyonel) olarak, artı (veya "pozitif") ve eksi (veya "negatif") diye adlandırılırlar.
Eşit miktarda artı ve eksi yüke sahip parçacıklar ise, biri diğerini elediğinden, yüksüz veya nötr olarak adlandırılırlar. Parçacıklar arasındaki bu gücün nicel değerlendirilmesi ise Coulomb yasası ile hesaplanmaktadır.
Elektrik akımı.
Elektrik yüklerinin hareketi, elektrik akımı olarak bilinir ve niceliği genelde Amper ile ifade edilir. Akım, hareket eden herhangi bir yük yardımı ile sağlanabilir fakat bunların en yaygını elektrondur. Ancak hareket halindeki herhangi bir yük, akım yaratmaya yeter.
Tarihsel varsayım ile, pozitif akım sahip olduğu artı yüklerin akış yönünde ilerleyen akım olarak ya da devrede en artı yerden en eksi yere akan akıştır. Bu davranışa sahip akıma, varsayımsal akım denir. Elektrik devresindeki negatif yüklü elektronların hareketi ki bu akımın en yaygın şeklidir, elektronların akış yönünün tersi yönde olunca pozitif kabul edilir. Fakat, şartlara bağlı olarak, bir elektrik akımı iki yönde hatta ve hatta bir anda iki yönde birden olabilir. Bahsettiğimiz varsayım, bu tarz bir durumu basitleştirmek için kullanılmaktadır.
Elektrik akımının bir metalden diğerine iletilmesi olayına elektrik iletimi denir ve bu olayın doğası yüklü parçacığa ve bu parçacığı ileten malzemenin cinsine bağlıdır. Metalik iletkenlik ve elektroliz elektrik akımının bu ilerleyişine örnektir. Her ne kadar parçacıklar aslında yavaş bir hızla hareket etse de, bazen ortalama bir dönme hızı sayesinde elektrik alan içerisinde ışık hızına yakın bir hıza ulaşırlar ve bu nedenle uzun kablolar boyunca sinyalleri oldukça kısa zamanda taşıyabilirler.
Elektrik akımı, tarihte de kendi varlığının farkına varılmasını sağlayan pek çok gözlemlenebilir etkiye sahiptir. Örneğin su, elektrik akımı ile galvanik pillerin 1800 yılında Nicholson ve Carlisle tarafından bulunmasını sağlamıştır. Bu olaya elektroliz adı verilir. Bu girişim, 1833 yılında Michael Faraday tarafından bayağı ilerletilmiştir. Üzerinden akım geçen bir direnç tarafından üretilen elektrik 1840 yılında James Prescott Joule tarafından matematiksel olarak ispat edilmiştir. Elektrik akımı ile ilgili en önemli keşiflerden bir tanesi 1820 yılında Hans Christian Orsted tarafından kazara yapılmıştır. Dersi için hazırlanırken, içinden akım geçen bir telin, bir iğne üzerindeki etkisini gözlemlemiştir. Bu olayla, elektrik ve manyetizma arasındaki etkileşimleri açıklayan temel bir olay olan elektromanyetizmayı keşfetmiştir.
Mühendislikte veya gündelik hayatın uygulamalarında akım doğrudan akım veya alternatif akım olarak ikiye ayrılır. Bu kavramlar, akımın zaman içerisindeki değişimine göre yapılır. Örneğin doğrudan akım, bir batarya tarafından üretilir ve pek çok elektrik devresince kullanılır. Doğrudan akımın bir yönü yoktur ve devrenin pozitif tarafından negatif tarafına doğru akar. Genel tanıma göre elektronlar tarafından taşınır, elektronlar akıma zıt yönde hareket eder. Alternatif akım ise doğrultusunu belli aralıklarla değiştiren ve neredeyse bir Sinüs fonksiyonu gibi davranır. Dolayısı ile Alternatif akım, bir iletkende, net yükü değiştirmeden ve net bir uzaklık kat etmeden ileri ve geriye doğru gider. Alternatif akımın zaman ortalaması değeri sıfırdır, ancak bu akım enerjiyi ilk önce bir doğrultuda sonra diğer doğrultuda yayar. Alternatif akım, durgun akım altında gözlemlenemeyen, Kapasitör ve İndüktör gibi elektrik niceliklerinden etkilenir. Fakat bu nicelikler, transistorler söz konusu olduğunda önem kazanır.
Elektrik alan.
Elektrik alan konsepti Michael Faraday tarafından oluşturuldu ve tanıtıldı. Bir elektrik alan, kendini çevreleyen uzayda yüklü bir parçacık tarafından yaratılır ve alandaki diğer yüklü parçacıklara bir kuvvet uygular. Bir elektrik alan iki kütle arasında, kütleçekim etkisine benzer bir şekilde oluşur. Aynı bunun gibi, sonsuza kadar gidebilir ve uzaklığın karesi ile ters orantılıdır. Ancak aralarında önemli bir fark vardır. Kütleçekimi her zaman çekim etkisi üzerine çalışır, iki kütleyi birbirine çeker, ancak elektrik alan aynı zamanda itim etkisi de yaratabilir. Genelde büyük kütleler net bir yüke sahip olmadıklarından, elektrik alan bu uzaklıklarda sıfırdır. Bu nedenle evrende kütleçekim kuvveti elektrik alan kuvvetinden daha zayıf olmasına rağmen baskın olan kuvvettir
Elektrik alan, genelde uzayda değişkenlik gösterir ve büyüklüğü bir noktada bulunan birim yüke uyguladığı kuvvet olarak ölçülür. Konsept yükü ya da diğer bir deyiş ile test yükü, kendi alanı ana alanı tahrip etmeyecek kadar küçük ve aynı zamanda manyetik alanın etkisinden kurtulabilecek kadar da durağan olmalıdır. Elektrik alan kuvvet kavramı ile ifade edildiği ve kuvvet bir vektör büyüklüğü olduğu için elektrik alan da vektörel bir niceliktir. Yani hem büyüklüğü hem de yönü vardır. Özelleştirirsek, vektör alanıdır.
Durağan elektrik yükleri ile ilgilenen çalışma alanına elektrostatik. Bu alan, diğer alanlarla aynı hayali çizgileri olan bir dizi gibi hayal edilebilir. Bu konsept Faraday tarafından tanıtılmış ve "kuvvet çizgileri" terimi hâlâ bazen hâlâ kullanılmaktadır. Alan çizgileri terimi, pozitif yükü o yönde hareket ettiren patikalar olarak düşünülebilir. Ancak bu konseptler hayal ürünüdür ve fiziksel bir varlıkları yoktur. Bu alan çizgilerinin belli başlı özellikleri vardır. Öncelikle bu alan çizgileri pozitif yükten başlar ve negatif yükte biter. İkincisi, bu alan çizgileri iyi bir iletkene doksan derece ile girmelidir. Son olarak bu çizgiler asla birbirlerini kesmezler veya kendi üzerlerine kapanmazlar.
İçi boş bir iletken, bütün yüklerini dış yüzeyinde taşır. Bu nedenle iletkenin içindeki elektrik alan sıfırdır. Bu prensip Faraday kafesi olarak adlandırılır ve buna göre metal bir iletken kendi içini, dış etkilerden izole eder.
Yüksek voltajlı ekipmanları tasarlarken, elektrostatiğin prensipleri önemli olmaktadır. Her elektrik alanın kendine göre sonlu bir limiti vardır. Bu limitin ötesi elektrik kırılma elektriği olarak yorumlanır. Uzun boşluklarda, bu değer hâlâ küçüktür. Bu durumun doğada en kolay gözlemlenebilir hali yıldırımlardır ve bu durum bulutlar arasındaki elektrik alanın, havanın kaldırabileceği seviyeyi aşmasıyla oluşur. Yıldırımların yaklaşık değeri 100MV a kadar ulaşabilir
Alan kuvveti, etrafındaki nesnelerden çok etkilenir özellikle köşeli noktasal objeler tarafından bükülmeye zorlandığında, örneğin, yıldırımların sivri yerlere düşmesinin nedeni budur.
Elektrik potansiyeli.
Elektrik potansiyeli konsepti, elektrik alan ile çok yakından alakalıdır. Elektrik alan içerisine yerleştirilen yüklü bir parçacık bir kuvvet hisseder. Bu nedenle, parçacığın yerini değiştirebilmek için hissedilen kuvvete karşı koyulabilmesi gerekir ve bu bir iş yapılmasını gerektirir. Herhangi bir noktanın elektrik potansiyeli, bu test yükünü sonsuz uzaklıkta belirli bir noktaya getirmek için yapılması için gereken enerji miktarıdır. Genelde bu nicelik, voltla ölçülür. Bir Volt, bir coulomb yükü sonsuzdan getirmek için yapılması gereken bir joul iş yapma miktarıdır. Bu potansiyel tanımı, daha pratik bir uygulama olarak ve daha kullanışlı bir tanı olarak elektrik potansiyel fark olarak da kullanılır ve bu yükü iki nokta arasında hareket ettirmek için gereken enerjidir. Elektrik alan "korunur" olması ile özel bir karaktere sahiptir. Yani bir test yükünün hangi yol üzerinde taşındığı önemli değildir. İki nokta arasında yer alan bütün yollar aynı anlama gelir aynı enerjiyi gerektirir. Bu nedenle potansiyel fark tek bir değerdir. Volt doğru bir kullanım olmasına rağmen genellikle voltaj elektrik potansiyelini açıklamak ve ölçmek için kullanılır.
Daha pratik olması amacıyla, potansiyelin ifade edilebilmesi ve karşılaştırılabilmesi için ortak bir referans noktası seçmek gereklidir. Bu sonsuzluk da olabilirken, daha kullanışlı bir referans Dünya'nın ta kendisidir. Dünya'da her yerde potansiyel aynı kabul edilir. Bu referans noktası Dünyada yeryüzü olarak kabul edilir. Dünya, sonsuz miktarda artı ve eksi yükler barındırıyor olarak kabul edilir bu nedenle elektriksel olarak yüksüzdür veyahut yüklenemez.
Elektrik potansiyeli skaler bir niceliktir. Sadece büyüklüğü vardır, herhangi bir yöne sahip değildir. Yükseklikle analog olarak görünebilir; aynı objeleri yüksekten kütleçekim alanına bırakırsak, düşecektir aynı elektrik alanda voltajdan kaynaklanan farkta olduğu gibi. Aynı haritalarda eşit yükseklikte olan noktaların işaretlendiği gibi, elektrik potansiyelinde de aynı potansiyele sahip yüzeyler işaretlenebilir bunlara da eş potansiyel yüzeyler denir. Eş potansiyel çizgileri ile elektrik alan çizgileri birbirlerine diktir. Aynı zamanda bir iletkenin yüzeyine de paralel olmaları gerekir. Aksi halde, bu durum yükleri hatta eş potansiyel yüzeyleri dahi hareket ettirecek bir kuvvete neden olur.
Elektrik alan, resmi olarak birim yüke uygulanan kuvvet olarak tanımlansa da potansiyel konsepti daha kullanışlı ve geçerli bir tanım yapma olanağı sağlar.
Elektromıknatıslar.
Ørsted, 1821'de akım taşıyan bir telin etrafında manyetik alanın var olduğunu bulmuştur. Böylece elektrik ile manyetizma arasında direkt bir ilişki olduğu keşfedildi. Dahası, bu etkileşim doğada bilinen iki temel kuvvetten, elektrostatik kuvvetlerden ve kütleçekim kuvvetlerinden farklıydı. Bu kuvvet bir iğneyi, 90 derece ile itiyordu.
Ørsted keşfettiği şeyi tam olarak anlamamıştı ancak gözlemlediği etki karşılıklıdır. Akım magnetlere, manyetik alanlar da akım üzerine kuvvet uygulayabiliyordu. Bu olay daha sonra Andre Marie Ampere tarafından incelendi. Ampere akım taşıyan iki paralel telin birbirine kuvvet uyguladığını, akım paralelse birbirlerini çektikleri, akımlar zıt yöndeyse birbirlerini ittiklerini keşfetti. Bu etkileşim, ardından, uluslararası olarak Amper tanımı diye bilinir.
Manyetik alan ve akım arasındaki ilişki çok önemlidir. Michael Faraday 1821 yılında bu ilişkiyi kullanarak elektrik motorunu icat etmiştir. Bu tek kutuplu motor içinde permanant bir magnet vardır ve cıva havuzunun iki ucuna yerleştirilmiştir. Magnete kablo tarafından tanjant bir kuvvet uygulanır. Magnet, akım var olduğu müddetçe bir çember çizmeye devam eder.
1832 yılında Faraday yapılan deneylerde, kablo, uçları tarafından oluşturulan potansiyel farka paralel olarak hareket eder. Daha sonraları yapılan analizler, Elektromanyetik indüksiyon olarak bilinir, bu prensibi oluşturmasına imkân tanımıştır. Bu prensip bugün Faraday İndüksiyon Yasası olarak bilinir kapalı devredeki potansiyel fark, bu devrede değişen manyetik akıyla orantılıdır. Bu keşif, 1831 yılında ilk elektrik jeneratörünün yapılmasına olanak sağlamıştır. Bu jeneratörde bir bakır disk mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çevirir. Faraday diski pratik bir jeneratör oluşturmak için elverişli değildi. Fakat bu durum, manyetizmayı kullanarak elektrik gücü üretmenin mümkün olduğunu gösterdi
Elektrokimya.
Kimyasal reaksiyonların elektrik üretebilmesi çok geniş kullanım alanlarına sahiptir.
Elektrokimya, elektriğin her zaman önemli bir parçası olmuştur. Galvanik pillerin ilk icadından itibaren, elektrokimya hücreleri de pek çok farklı bataryaları var etmiştir. Alüminyum bu yolda çok farlı nicelikler oluşturmuştur ve elektrik gücü ile çalışan, tekrar şarj edilebilen hücreler üretilmiştir.
Elektrik devreleri.
Elektrik akımı, elektrik bileşenleri arasında elektrik yükleri akışı tarafından oluşturulan bir bağlantıdır, kapalı bir devrede oluşur. Genellikle, çok yararlı işler için kullanılmaya elverişlidir.
Elektrik devresinin bileşenleri pek çok farklı şekillerdedir örneğin bu bileşenlerden bazıları transistorler, dirençler, Kapasitörler, düğmelerdir. Elektrik devreleri, bazı aktif bileşenler de içerir, yarı iletkenler buna örnektir. En basit devre elemanları pasif ve doğrusal olarak nitelendirilir.
Direnç, pasif devre elemanları içinde belki de en basit olanıdır. Adından da anlaşıldığı gibi, geçen akıma direnir. Enerjiyi, ısı olarak açığa çıkartır. Direnç, yüklerin hareketinin bir sonucudur örneğin metallerde direnç elektronlar ve iyonlar arasında meydana gelen çarpışmaların sonucudur. Ohm yasası, devre teorisinin basit bir yasasıdır. Bu yasa, direncin üzerinden geçen akımın, potansiyel farkla direkt alakalı olduğunu söyler. Pek çok maddenin direnci, büyük bir sıcaklık aralığında ve belli bir akımda sabittir. Bu tarz maddelere, ohmik maddeler denir. Ohm, direncin birimi olarak George Ohm'un anısına verilmiştir. Bir ohm, bir amp akımla bir volta karşılık gelecek potansiyel farka eşittir.
Kapasitör, Leyden şişesinin bir gelişimidir. Bu şişe, yükleri depolayabilir. Arada bir dielektrik madde ile iki iletken levhadan oluşur. Böylece, birim hacimdeki alan arttırılmış olur ya da kapasite oluşturulur bu da kapasitörü oluşturur. Kapasitörün birimi Farad'dır. Michael Faraday'ın hatırasına verilmiştir. Sembol olarak F ile gösterilir. Bir Farad, bir coulomb yükle yüklenmiş bir kapasitörün bir voltluk potansiyel fark üretebildiği değerdir. Kapasitör, bir güç kaynağına bağlandığı anda yük depolamaya başlar, kapasitör zamanla doldukça bu akım da zamanla azalır. Kapasitörün olduğu bir devrede bu nedenle sabit bir akım olmaz.
İndikatör de bir iletkendir. Genelde bir bobine satılı tellerden oluşur ve üzerinden geçen akıma karşılık olarak manyetik alanda enerji depolar. Akım değiştiğinde, manyetik alan da değişir böylece iletkenin uçları arasında bir gerilim indüklenir. İndüksiyon gerilimi, akımda zamanla meydana gelen değişimle orantılıdır. Bu sabit oran indüktans olarak adlandırılır. Birimi Henry'dir ve Joseph Henry'nin adına ithaf edilmiştir. Henry, Faraday'ın çağdaşıdır. İndüktansta bir Henry, eğer akım saniyede bir amper değişiyorsa bir volttur.
Elektrik Gücü.
Elektrik gücü, elektrik devresi tarafından transfer edilen elektrik enerjisinin miktarıdır. Gücün SI birimi, watt'tır ve saniyedeki joule miktarıdır.
Elektrik gücü, mekanik güç gibi, yapılan iş miktarıdır. Watt olarak ölçülür ve P harfi ile gösterilir. Wattage terimi, "bir watt'daki elektrik gücü" anlamına gelir. Bu güç, bir elektrik devresi tarafından, elektrik potansiyeli (voltaj) üzerinden her t saniyede Q yükü geçiriyorsa
Elektrik üretimi genelde elektrik jeneratörleri tarafından yapılsa da, bazı kimyasal kaynaklar tarafından mesela elektrik bataryaları tarafından sağlanabilir. Elektrik gücü genelde iş ve evler için, elektrik santrallerince sağlanır. Elektrik genelde kilowatt saat olarak satılır, yani bir saatte üretilen kilowatt cinsinden güçtür. Fosil yakıtlardan farklı olarak, elektrik düşük bir entropidir. Yüksek verimlilik ile harekete çevrilebilir.
Elektronik.
Elektronik, elektrik devreleri ile uğraşır ve aktif elektrik bileşenleri ile beraber olur örneğin transistorler ve Diyotlar gibi. Aktif bileşenlerin lineer olmayan davranışları, elektronların akışını kontrol edebilmeyi sağlar. Bilgi sistemlerinde, telekomünikasyonda ve sinyal sistemlerinde kullanılır. Elektronik cihazların aç, kapa özellikleri dijital bilgiler sağlar.
Günümüzde, çoğu elektronik cihazlarda, elektriğin kontrolünü sağlamak için yarı iletken bileşenler kullanılır. Yarı iletken cihazlar ve bunlarla alakalı teknolojinin branşları Katı hâl fiziği olarak geçer.
Elektromanyetik dalga.
Faraday'ın ve Amper'in yasası, zamanla değişen bir manyetik alanın, bir elektrik alan oluşturabileceğini gösterdi. Bu nedenle, iki alan da zamanla değiştiğinde, bir alan diğerini indüklemiş olmak zorundadır. Bu olay dalga özelliğidir ve doğal olarak elektromanyetik dalgaya karşılık gelir. Elektromanyetik dalgalar, teorik olarak James Clerk Maxwell tarafından 1864 analiz edilmiştir. Maxwell elektrik alan ve manyetik alan arasındaki ilişkiyi bir dizi denklemle ifade etmiştir. Hatta bu tarz dalgaların ışık hızında hareket etmesi gerektiğini de kanıtlamıştır. Bu nedenle, ışık kendisi bir elektromanyetik radyasyondur. Maxwell Yasası bunu söyler. Bu fiziğin dönüm taşlarından birisidir.
Üretim ve kullanım.
Üretim ve iletim.
İsa'dan önce 6. yüzyılda ünlü Yunan düşünür Thales, amber çubukla yaptığı deneyler, elektrik enerjisi hakkındaki ilk çalışmalardır. Bu yöntem sürtünme ile elektriklenme olarak bilinir ve hafif objeleri kaldırabilir ve sparklar yaratabilir. Çok verimsizdir. 18. yüzyıla kadar galvanik piller icat edilemedi ve bu tarihten sonra elektrik kullanılabilir hale geldi. Galvanik piller, elektrik bataryalarını oluşturdu ve enerji kimyasal olarak depolandı. Bataryalar, pek çok ortak çalışmaya uyum sağlayabilir. Ancak, barındırabileceği enerji miktarı sınırlıdır. Bir kez boşaldığında, tekrar yüklenmesi gerekir. Çok büyük elektrik gereklilikleri için, elektrik enerjileri transit olarak yaratılmalı ve iletken olarak devam etmelidir.
Elektriksel güç genelde elektro-mekanik jeneratörler tarafından fosil yakıtlarla üretilir. Ya da nükleer reaksiyonlar sonucu oluşan ısı kullanılır. Diğer bir şekilde de, rüzgâr ya da suyun kinetik enerjisi kullanılarak üretilebilir. Modern buhar türbini Sir Charles Algernon Parsons tarafından 1884'te icat edildi ve bugün dünyada kullanılan elektik gücünün yaklaşık yüzde 80'ini üretiyor. Bu tarz jeneratörler, Faraday'ın 1831 yılında ürettiği disk jeneratörünün prensipleri ile hiç alakası yoktur ancak bu cihazların prensipleri hâlâ elektromanyetik bilgilere dayanır. On dokuzuncu yüzyılda transformatörlerin icadı, elektrik gücünün daha verimli ve daha yüksek voltajla fakat daha düşük akımla taşınabilmesine imkân tanıdı. Verimli bir elektrik transmisyonu, yerleşik güç istasyonlarında yaratılabilir. Ekonomik boyutta bu kazançlıdır. Aynı zamanda ihtiyaç duyulduğunda çok uzaktaki yerlere de taşınabilir.
Elektrik enerjisi uluslararası ihtiyacı karşılayabilecek kadar büyük boyutlarda kolayca depolanamadığı için, her zaman ihtiyacı karşılayacak kadarının üretilmesi gerekiyor. Bu nedenle elektriği kamuya sunan kuruluşların birikimle ilgili doğru öngörüler yapabilmesi, güç istasyonlarında koordinasyonu sürdürmeleri gerekir
Uluslar modernleştikçe ve ekonomi geliştikçe, elektriğe olan talep de artmaya başladı. Yirminci yüzyılın ilk üç on yılında, Amerika Birleşik Devletlerinde her yıl elektriğe duyulan ihtiyaç yüzde 12 arttı. Bu artış şu anda da ekonomisi gelişmekte olan Çin ve Hindistan gibi ülkelerde deneyimleniyor. Tarihsel olarak, elektriğe duyulan ihtiyacın artışı diğer enerjilere duyulan ihtiyaçtan daha fazladır.
Elektrik üretimi ile ilgili endişeler, yenilenebilir enerji kaynaklarına duyulan ilginin artmasına neden oldu; özellikle rüzgâr enerjisi ve hidrolik santraller. Elektrik üretiminin çevreye olan etkisi üzerine yapılan tartışmalar devam etse de, son durum eskisine nazaran oldukça temizdir.
Uygulamalar.
Elektrik, enerjiyi aktarmanın çok uygun bir yoludur ve giderek artan sayıda kullanıma uyarlanmıştır. 1870'lerde pratik akkor ampulün icadı, aydınlatmanın halka açık ilk elektrik gücü uygulamalarından biri olmasına yol açtı. Her ne kadar elektrifikasyon kendi tehlikelerini de beraberinde getirse de, gazlı aydınlatmanın çıplak alevlerinin değiştirilmesi, evlerde ve fabrikalarda yangın tehlikesini büyük ölçüde azalttı. Pek çok şehirde, gelişen elektrikli aydınlatma pazarını hedef alan kamu hizmetleri kuruldu. 20. yüzyılın sonlarında ve modern zamanlarda, elektrik enerjisi sektöründe kuralsızlaştırma yönünde bir eğilim başlamıştır.
Filamanlı ampullerde kullanılan dirençli Joule ısıtma etkisi, elektrikli ısıtmada da daha doğrudan kullanıma sahiptir. Bu çok yönlü ve kontrol edilebilir olsa da, çoğu elektrik üretimi zaten bir elektrik santralinde ısı üretimini gerektirdiğinden israf olarak görülebilir. Danimarka gibi bazı ülkeler, yeni binalarda dirençli elektrikli ısıtmanın kullanımını kısıtlayan veya yasaklayan yasalar çıkarmıştır. Ancak elektrik, ısıtma ve soğutma için hala son derece pratik bir enerji kaynağıdır, klima/ısı pompaları, ısıtma ve soğutma için elektrik talebi açısından büyüyen bir sektörü temsil etmekte ve elektrik kuruluşlarının etkilerine giderek daha fazla uyum sağlamak zorunda kalmaktadır. Elektrifikasyonun, ulaşım (elektrikli araçlar kullanılarak) ve ısıtma (ısı pompaları kullanılarak) gibi doğrudan fosil yakıt kullanımına dayalı sektörlerin karbonsuzlaştırılmasında önemli bir rol oynaması beklenmektedir.
Elektromanyetizmanın etkileri en görünür biçimde, temiz ve etkili bir hareket gücü sağlayan elektrik motorunda görülür. Vinç gibi sabit bir motora kolayca güç kaynağı sağlanır ancak uygulanmasıyla birlikte hareket eden motor, elektrikli bir araç gibi, ya pil gibi bir güç kaynağını yanında taşımak ya da pantograf gibi kayan bir kontaktan akım toplamak zorundadır. Elektrikli otobüsler ve trenler gibi toplu taşıma araçlarında elektrikle çalışan araçlar kullanılır ve özel mülkiyette giderek artan sayıda batarya ile çalışan elektrikli arabalar kullanılmaktadır.
Elektrik, telekomünikasyonda kullanılır ve aslında 1837'de Cooke ve Wheatstone tarafından ticari olarak tanıtılan elektrikli telgraf, bunun en eski uygulamalarındandı. 1860'larda önce kıtalararası, sonra da transatlantik telgraf sistemlerinin inşasıyla elektrik, dünya çapında dakikalar içinde iletişimi mümkün kılmıştı. Optik fiber ve uydu iletişimi, iletişim sistemleri pazarından pay aldı ancak elektriğin sürecin önemli bir parçası olarak kalması beklenebilir.
Elektronik cihazlar, belki de yirminci yüzyılın en önemli icatlarından biri olan ve tüm modern devrelerin temel yapı taşı olan transistörden yararlanır. Modern bir entegre devre, yalnızca birkaç santimetrekarelik alanda milyarlarca minyatürleştirilmiş transistör içerebilir.
Elektrik ve doğal dünya.
Fizyolojik etkileri.
İnsan vücuduna uygulanan voltaj dokularda bir elektrik akımına neden olur ve ilişki doğrusal olmamasına rağmen voltaj ne kadar yüksek olursa akım da o kadar büyük olur. Algılama eşiği, besleme frekansına ve akımın yoluna göre değişir, ancak şebeke frekansı elektriği için yaklaşık 0,1 mA ila 1 mA arasındadır, ancak mikroamper kadar düşük bir akım, belirli koşullar altında bir elektrovibrasyon etkisi olarak tespit edilebilir. Akım yeterince yüksekse kas kasılmasına, kalpte fibrilasyona ve doku yanıklarına neden olur. Bir iletkenin elektriklendiğine dair görünür bir işaretin bulunmaması, elektriği özel bir tehlike haline getirir. Elektrik çarpmasının neden olduğu acı yoğun olabilir ve elektriğin zaman zaman bir işkence yöntemi olarak kullanılmasına yol açabilir. Elektrik çarpmasından kaynaklanan ölüm, bazı ABD eyaletlerinde hâlâ adli infaz için kullanılmaktadır ancak kullanımı 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde çok nadir hale gelmişti.
Doğada elektrik olayları.
Elektrik, insanoğlunun icadı değildir ve doğada da pek çok farklı şekilde gözlemlenebilir. Önemli bir olay olan yıldırımlar buna örnektir. Makro boyutta, dokunma, sürtünme ve kimyasal bağlar, elektrik alanların atomik boyutlardaki etkileşimlerinden kaynaklanır. Dünya'nın manyetik alanı doğal bir dinamodur. Gezegenin çekirdeğinde meydana gelen çembersel akımdan kaynaklanır. Belli kristaller, kuartzlar ve hatta şeker bile dış baskıya maruz kaldığında, yüzleri arasında fark oluşturur. Piezoelektrik, 1880 yılında Pierre ve Jacques Curie tarafından keşfedilmiştir. Etki karşılıklıdır ve piezoelektrik madde, elektrik alana maruz kalan maddedir ve fiziksel boyuttaki ufak değişimler yer alır
Köpekbalığı gibi bazı organizmalar, elektrik alandaki değişimleri algılayabilirler bu olay elektro perspektif olarak bilinir. Bu tarz organizmalar, kendilerini yırtıcı olarak ya da savunma silahı olarak voltaj yaratabilirler. Bütün hayvanlar, hücreleri arasında bilgi taşımak için elektrikten yararlanır ve böylece sinir sistemlerinde nöronlar ve kaslar arasında bilgi taşıyabilirler. Bir elektrik şoku bu sistemi uyarır ve kaslar kasılmasına neden olur. Bazı bitkilerde de bu döngü, hareketlerin oluşumunda görev alır.
Kültürel algı.
1850 yılında William Ewart Gladstone, bilim insanı Faraday'a "Elektrik neden bu kadar değerli?" diye sordu. Faraday da "Bir gün efendim, bunu ödeyebilirsiniz" demiştir.
On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başlarında, elektrik günlük hayatın bir parçası değildi. Hatta endüstriyel Batı bile buna sahip değildi. Popüler kültür, ilk zamanlarda bunu gizemli ve sihirli bir olay, yaşama ve ölüme karar veren bir mekanizma olarak görerek doğanın bir yasası olduğuna karar verdi. Bu tutum 1771 yılında Luigi Galvani'nin yaptığı deneylerle başladı. Bu deneyde Galvani, ölmüş kurbağaların bacaklarındaki oynamaları keşfetmesi ile oldu. Revitalizasyon veya ölmüş ya da boğulmuş insanların dirilme hikâyeleri Galvani'nin çalışmalarından sonra başladı. Bunlardan biri Mary Shelley'in Frankenstein(1819) isimli eseridir. Halbuki bu kitapta, yazar yaratığın diriliş yönteminden bahsetmemiştir. Daha sonraları, yaratıkların diriltilme hikâyeleri, korku filmlerinin ana öğelerinden biri haline geldi.
Elektrikle birlikle gelen durmadan yenilenme ve elektriğin gündelik hayatın vazgeçilmez bir bütünü olması yirminci yüzyılın yarısına kadar uzadı. Popüler kültür tarafından sadece akışı durduğu zaman dikkat çekti hatta genelde felaket sinyali olarak yorumlandı. Bu akışı sağlayan kişiler, Jimmy Webb'in, Wichita Lineman (1968) şarkısındaki gibi, kahraman ve büyücü gibi figürler olarak düşünülür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8590",
"len_data": 34756,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.93
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.