text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Led Zeppelin, 1968 yılında Londra'da kurulan İngiliz rock grubudur. Led Zeppelin, gitarda Jimmy Page, davulda John Bonham, bas gitarda John Paul Jones ve vokalist olarak da Robert Plant tarafından dört kişilik bir grup olarak kurulmuştur.
Grup daha çok Heavy Metal müzik tarzının öncülerinden biri olarak tanınsa da yaptığı müzikle Blues, Rockabilly de dahil olmak üzere birçok farklı popüler müzik türünü aynı potada eritti. Popüler ve kolay erişilebilir kalmakla beraber istikrarlı bir şekilde yenilikçi olunabileceğini de kanıtlamışlardır. 1980 yılında John Bonham'ın ölümüyle dağılan grup hâlâ Rock müzik tarihindeki etkileri nedeniyle saygı görmeye devam etmektedir.
Grup, bugüne kadar 111 milyonu Amerika'da olmak üzere dünya genelinde toplam 300 milyonun üzerinde albüm satışına ulaşmıştır (Amerika'da satış sıralamasında The Beatles'ın ardından ikinci sıradadır).
Led Zeppelin, Rolling Stone dergisi tarafından "tartışmasız rock tarihinin en uzun soluklu gruplarından biri" olarak tanımlanmıştır.
"Stairway to Heaven"ın yanı sıra en popüler parçalarından bazıları:
"All My Love", "Thank You", Babe I'm Gonna Leave You", Rock and Roll", "Black Dog", "Heartbreaker",
"Living Loving Maid", "Immigrant Song", "Kashmir","Since I've Been Lovin' You",
"Dazed and Confused", "Misty Mountain Hop",
"Whole Lotta Love", "Communication Breakdown",
"Achilles Last Stand", "Fool in the Rain",
"Moby Dick", "When the Levee Breaks", "No Quarter",
"Good Times, Bad Times", "The Song Remains The Same" ve "In My Time Of Dying"
Led Zeppelin'in adı bulunmayan dördüncü albümünün kapağında grup elemanlarının imza olarak kullandığı dört mistik şekil bulunmaktadır: John Bonham birbirine bağlı üç çemberden oluşan şekli; John Paul Jones özgüven ve ustalığı tasvir eden Kelt şeklini; Robert Plant Mu uygarlığının bir şeklini; ve Jimmy Page de “Zoso” olarak söylenen gizemli şekli. Sözleri İngiliz mistik edebiyatının ünlü kadın yazarlarından Lewis Spence’in “The Magic Arts in Celtic Brain” adlı kitabından etkilenen Robert Plant tarafından yazılan ve elinde mistik güçleri bulunan doğaüstü bir kadının ruhsal arayışlarını içeren ve tüm zamanların en büyük rock şarkılarından biri olarak nitelenen "Stairway to Heaven" şarkısı bu albümde yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8597",
"len_data": 2239,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.5
}
|
Berlin, Almanya'nın başkenti ve hem yüzölçümü hem de nüfus bakımından en büyük şehridir. 3,7 milyonluk nüfusuyla, Avrupa Birliği'ndeki herhangi bir şehrin sınırları içerisindeki en yüksek nüfusa sahiptir. Şehir ayrıca Almanya'nın eyaletlerinden biridir ve yüzölçümü bakımından ülkenin üçüncü en küçük eyaletidir. Berlin, Brandenburg eyaleti ile çevrilidir ve Brandenburg'un başkenti Potsdam şehrin 35 km yakınındadır.
Tarihçe.
Kentin ortasından akan Spree Nehrinin, iki kıyısında, Cölln ve Berlin adlı iki balıkçı köyü iken ilk kez 1307 yılında birleşti. Brandenburg'un (daha sonra ise Prusya'nın) başkentliğini yapan Berlin, 18. yüzyıla kadar önem arz eden bir şehir değildi. Ancak Prusya'nın güçlenmesi sürecinde öncelikle Kuzey Almanya'nın ve sonrasında da Avrupa'nın siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda önemli merkezlerinden biri haline geldi. 1871 yılında kurulan Alman İmparatorluğu'na başkentlik yapan Berlin, 1933 yılından itibaren Nazi Almanyası'nın da başkentiydi. II. Dünya Savaşı'nda harabeye döndü, müttefik devletler tarafından işgal edildi.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra şehir dört sektöre bölündü ve tüm Almanya'da olduğu gibi Berlin de ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve SSCB'nin kontrolüne girdi. Batılı ülkelerle Sovyetler Birliği arasında hızla gelişen siyasi farklılık ülkeyi olduğu gibi kenti de doğu ve batı olmak üzere ikiye böldü. 12 Ağustos 1961 tarihinde Berlin Duvarı'nın yapımına başlandı ve Berlinlilerin doğudan batıya geçişi en katı yöntemlerle engellendi. Zamanın imparatorluk merkezi Mitte ile birlikte, Berlin'i inşa eden mimar Karl Friedrich Schinkel'in tasarladığı binalar, büyükelçilikler, saraylar, müzeler tamamen kentin doğu kesiminde kaldı. Türkiye'den kaçak yollarla getirilen Bergama Sunağı'nın sergilendiği dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Bergama Müzesi, Cölln ile Berlin'i birleştiren anlaşmanın yapıldığı St. Nicholas Kilisesi de tıpkı diğer önemli yapılar gibi Doğu Berlin'de kaldı.
1989'da duvarın yıkılması ve 3 Ekim 1990'da iki Almanya'nın resmen birleşmesiyle Berlin eyalet şehir olarak eski bütünlüğüne kavuştu ve birleşik Almanya Federal Cumhuriyeti'nin başkenti oldu.
Şehrin kuruluşu ve Ortaçağ.
Cölln şehri (çift kent Berlin-Cölln Spree adasında) ilk defa 1237'de resmi olarak kayıtlara geçti ve 1244'te ilk defa Berlin adında anıldı. Berlin, Spree nehrinin kuzey kısmında yer alıyordu. 1307'de iki şehirde beraber kullandıkları bir belediye binasına sahip oldular. Berlin'in adının armasındaki ayı (Almanca: Bär) ile ilgisi yoktur. Daha çok Slav dilinden gelen "Berl" kelimesinden olduğu düşünülüyor. Berl Slav dilinde "Bataklık" anlamına geliyor. Spandau ve Köpenick, Berlin'den önce kuruldu. Berlin şehri tarihin geçen kısmında 1157'de Mark Brandenburg'a ait oldu.
1415'te "I. Friedrich" Mark Brandenburg'un elektörü oldu ve 1440'a kadar da elektör olarak kaldı. Hohenzollern Hanedanı Berlin'e 1918'e kadar hükümdarlık etti.
Yeniçağ'ın başlarında Berlin.
Otuz Yıl Savaşları 1618'den 1648'e kadar sürdüğü sırada belki en çok Berlin'i vurdu. Evlerin üçte biri hasar gördü ve nüfusun yarısı azaldı. Friedrich Wilhelm 1640'ta hükümdarlığı babasından aldı ve Berlin'e Avrupa'nın çeşitli yerlerinden insanları davet etti. Dinlere karşı da hoşgörülüydü kendi. 1671'de 50 tane Yahudi ailesine Berlin'e Avusturya'dan taşınma izini verildi. 1685'te Friedrich Wilhelm Fransız Huguenotları Mark Brandenburg'a davet etti. 15.000'nin üzerinde gelen Huguenotların 6000'ini Berlin'e yerleşti. 1700'de Berlin'in nüfusunun yüzde 30'si Fransızlardan oluşuyordu. Huguenotların Berlinlilere kültürel etkisi yoğundu. Ayrıca Bohemya, Polonya ve Salzburg'danda çok göçmen Berlin'e geldi.
Prusya ve Almanya İmparatorluğu.
1871'de Berlin Almanya İmparatorluğunun başkenti oldu ve 1701'de Birinci Friedrich'in taçı Berlin'de takıldığı için Prusya'nın başkenti oldu. 1 Ocak 1710'da Berlin, Cölln, Friedrichswerder, Dorotheenstadt ve Friedrichstadt birleşip bir şehir oldu. 1861'de Wedding, Moabit, Tempelhof, Schöneberg ve Spandau da Berlin ile birleşti.
Weimar Cumhuriyeti ve Nazi Almanyası.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra 1918'de Berlin'de Weimar Cumhuriyeti kuruldu. 1920'de komşu şehirlerle ve belediyelerle Berlin yeniden birleşince başkentin nüfusu 4 milyon oldu.
Nazi Partisi iktidara gelince 1933'te Berlin Nazi Almanyası'nın başkenti oldu. Naziler 1936'da Berlin'de yapılan Olimpiyat Oyunlarını da propaganda için kullandı. Sonrasında Adolf Hitler ve mimar Albert Speer Berlin'in yapısını değiştirip dev yapıların Roma stilinde yapılmasına karar verdi.
Naziler Berlinli Yahudileri toplumdan soyutlayıp toplama kamplarına gönderdi, birkaç yıl sonra da katlettiler. 1933'te başkentte 160.000 Yahudi yaşıyordu. 1938'de Kristal Gece olarak bilinen geceden sonra Yahudilere yapılan saldırı ve tacizler artarak devam etti. II. Dünya Savaşı'nda Berlin yoğun bombardımana tutuldu ve Berlin'deki evler ve yapılar hasar görüp yıkıldı. Eğer Hitler savaşı kazansaydı Berlin'i Büyük Alman İmparatorluğu'nun başkenti yapmayı ve adını "Germania" olarak değiştirmeyi planlıyordu.
Şehrin bölünüşü ve birleşimi.
Berlin Kızıl Ordu tarafından ele geçirilince, kent 8 Mayıs 1945'te kapitülasyona uğradı. Londra Antlaşmasına göre de bütün Almanya 4 sektöre bölünecekti. Bunun yanı sıra Berlin'in de 4 sektöre bölünmesi kararlaştırıldı. Batılı Müttefikler (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) şehrin batısını işgal ederken Sovyetler de kentin doğusunda söz sahibi oldular.
Batılı Müttefiklerinin ve Sovyetlerin ideolojileri pek uyuşmadığından, Sovyetler 1948/49'da Batı-Berlin'ne ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Bundan yılmayan Batılı Müttefikler Batı Berlin'e havadan destek vermeye başladı (Luftbrücke).
Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Almanya'nın batısında kurulması üzerine Almanya'nın doğusunda Doğu Almanya(DDR) 1949'da ilan edildi, böylece Soğuk Savaşın etkisi Berlin'e de yansıdı. Federal Cumhuriyeti başkentini Bonn olarak ilan edince, Doğu Almanlar Doğu-Berlin'i başkent ilan etti. Batı ve Doğu arasındaki ayrılık daha da büyüdü ve 13 Ağustos 1961 Berlin Duvarı'nın yapılmaya başlamasıyla bu ayrılık en yüksek düzeye ulaştı.
Batı Berlin de facto Almanya Federal Cumhuriyetine aitti ve bu yüzden Batı Berlin'e özel haklar tanındı. Doğu Berlin de Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nin bir parçasıydı. Berlin'in doğusu ve batısı tamamen birbirinden ayrıydı. Geçişler sadece belirli kontrol noktalarından olabilirdi. Almanya Demokratik Cumhuriyetin'den Berlin'in batısına geçiş tamamen yasaktı ve sınır bölgelerine keskin nişancılar konulmuştu.
1989'da Berlin Duvarı yıkıldı ve iki ülke Almanya Federal Cumhuriyeti adı altında tekrar birleşti. Bir süre sonra Berlin, Birleşik Almanya'nın başkenti oldu. 1991'de verilen kararla başkent Bonn'daki bakanlıkların, yasama ve yönetim birimlerinin büyük bir kısmının Berlin'e taşınması kararlaştırıldı. Hükûmet ve Federal Meclis 1 Eylül 1999 tarihinde Berlin'de işine başladı.
Coğrafya.
Berlin'in doğudan-batıya uzunluğu 45 km'dir ve güneyden kuzeye ise 38 km'dir. Şehrin yüzölçümü 892 km²'yi bulur. Berlin eyaleti, tek komşusu Brandenburg eyaletiyle çevrilidir. Polonya sınırına sadece 70 km uzaklıktadır.
Berlin'in coğrafi oluşumu buzul çağının etkisiyle belirlenmiştir. Almanya'nın başkenti, Teltow ve Barnim yaylaları arasında kalır. 20 bin yıl önce Berlin'in etrafı dev buzullarla çevriliydi, bunların 18 bin yıl önce erimesiyle Berlin'in coğrafyası oluşmuştur.
Berlin'den iki önemli ırmak geçmektedir. Bunlar Spree ve Havel'dir. Spree ırmağı doğudan batıya doğru akmaktadır. Irmak daha sonra, batıdaki Spandau ilçesindeki Havel ırmağıyla birleşir. Havel ırmağı ise güneyden kuzeye Tegeler See ve Großer Wannsee göllerinden geçerek akar.
Berlin'deki en yüksek doğal tepe Großer Müggelberg'dir (115,4 m). Bu tepe Treptow-Köpenick ilçesindedir. Geriye kalan iki tepe II. Dünya Savaşından kalan hafriyat ya da çöplerle oluşmuş tepelerdir. Teufelsberg (114,7 m) Charlottenburg-Wilmersdorf ilçesinde yer alır. Ahrensfelder Berge (112,1 m) ise Marzahn-Hellersdorf ilçesindedir.
İlçeleri.
10 Haziran 1998 tarihinde çıkan yasa ile birlikte ilçe sayısı 23 olan Berlin, tasarruf ve yönetilebilirliği kolaylaştırmak amacıyla 12 idari bölgeye ayrılmıştır. 1 Ocak 2001 tarihinden itibaren uygulama şu şekildedir:
İklim.
Şehirde senelik ortalama sıcaklık 8,9 derecedir. Ortalama Yıllık Yağış Toplamı 581 mm'dır. En sıcak aylar ise Temmuz ve Ağustos aylarıdır ortalama 18,5 ve 17,7 derece ile. En soğuk aylar ise Ocak ve Şubat ayları ortalama -0,6 ve -0,3 derece ile. En çok yağış Temmuz ayında olur 70 mm ile ve an az yağış ise Mart ayında 31 mm ile.
Nüfus.
Berlin'in toplam nüfusu 3,6 milyondur ve böylece Almanya'nın en kalabalık şehridir. 17. yüzyıla kadar Berlin yöresinde çok az insan yaşıyordu ve 30 Yıl Savaşları sayesinde de bu nüfus yarı yarıya inmişti. 1640 yılında hükümdarlığı babasından alan Friedrich Wilhelm Fransa'dan Berlin'e ve yöresine çok sayıda Huguenot yerleştirmiştir. Böylece 1648'de 6 bin nüfuslu olan şehirde 1709 yılında nüfus 57 bine çıkmıştır. 1875'te şehrin nüfusu bir milyonu aşmıştır.
1920'de Berlin'in etrafındaki şehir ve belediyelerle birleşmesi sonucu bu sayı neredeyse 4 milyona ulaştı. II. Dünya Savaşı sonucu bu sayı düştü ve şehrin nüfusu bundan sonra 3,1 veya 3,6 milyon arasında hep aynı düzeyde kaldı.
Berlin her zaman göçe uğramış olan bir şehirdir. 17. yüzyılda Huguenotlar Berlin'e yerleşti. 19. yüzyılın ortasından sonra pek çok Slav Berlin'e göç etti. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Güney Avrupa'dan ve Türkiye'den göç olmuştur. Doğu Berlin'de ise Vietnamlılar Doğu Almanya'nın konuk işçileri olarak buraya göç etti. 1980'lerde Alman asıllı Ruslar Berlin'e gelmeye başladı.
Etnik gruplar.
Berlin, etnik olarak dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biridir. Berlin'da yaklaşık 200 farklı dil konuşulmaktadır. Şu an Berlin'de yaklaşık 200.000 civarında Türk yaşamaktadır. Bu, Türkiye dışında yaşayan en kalabalık Türk, aynı zamanda Berlin'deki en kalabalık yabancı nüfusunu oluşturur. Berlin'de en yoğun Türk nüfusu Kreuzberg semtinde ('Kroytsberg' diye okunur) bulunmaktadır. 149.884 nüfusa sahip Kreuzberg'de yaklaşık 50 bin yabancı kökenli yaşamaktadır.
Din.
Berlin'in 3,4 milyon nüfusunun yüzde 59'u ateist veya agnostik, yüzde 22,3'ü Protestan, yüzde 9,1'i Katolik, yüzde 6,2'si Müslüman, yüzde 2,7'si diğer Hristiyan ve yüzde 0,6'si diğer dinlere mensuptur (2010).
Berlin'de yaşayan Müslümanların çoğu Türk'tür.
Berlin'de 11 sinagog, 76 cami ve 2 Budist tapınağı var.
Ekonomi.
2021 senesinde Berlin eyaleti'nin gayri safi yurt içi hasıla'sı 163 milyar Euro'du. Bu Berlin eyaleti için yüzde 5 bir büyüme. 2020, Brandenburg eyaletinde ise bu rakam 73 milyar Euro'du.
Berlin eyalet ticarethanelerinin yüzde 85'i hizmet sektöründe bulunuyor. Hizmet sektörü şehir için en önemli hizmetlerden biri, çünkü nüfusun yüzde 45'i (800.000 çalışanlar) bu branş'da çalışıyor (2020).
Berlin'in geleceği için bilim, teknik, teknoloji ve bilgisayar gibi alanları geliştirme çalışmaları sürmektedir.
Berlin, Almanya'nin diğer eyaletlerine göre çok yüksek bir işsizlik sayısına sahiptir. 2018 senesinin Eylül ayında işsizlik oranı yüzde 7,9'ydi.
Medya.
Berlin eyaleti'nin medyası hem Berlin bölgesine hem Almanya'nın geneline yayın yapar. Welt, Tv.Berlin ve rbb gibi birçok televizyon istasyonunun stüdyoları Berlin'dedir. Ayrıca birçok radyo kanalı da vardır. Bunların arasında DeutschlandRadio, KissFM ve Türkçe yayın yapan MetropolFM de bulunur. Berlin'in başkent olmasıyla ARD, ZDF ya da RTL gibi ulusal kanalların, Berlin'de stüdyoları açılmıştır.
Almanya'da en çok gazete Berlin'de yayımlanıyor. Bunların en tanınları arasında Der Tagesspiegel, Berliner Zeitung ve Berliner Morgenpost yer alır. Ayrıca, B.Z., Bild Berlin ve Berliner Kurier gibi sadece Berlin için yayım yapan gazeteler de vardır.
Springer Science+Business Media, 2015'ten beri Springer Nature'ın bir parçası olan bilim, beşeri bilimler, teknik ve tıbbi (STM) yayımcılık alanında kitaplar, e-kitaplar ve hakemli dergilerde yayın yapan küresel bir yayıncılık şirketidir.
Ticaret.
IFA Berlin Almanya'nın en eski endüstriyel sergilerinden biridir. 2005 yılından beri Eylül ayında tekrarlanan yıllık bir olay oldu.
Tarihi boyunca, sergide ilk kez çok sayıda dünya yeniliği görüldü. IFA, 2015 yılı itibarıyla "Avrupa'nın en büyük teknoloji gösterisi" dir. IFA 2018'e 245.000 ziyaretçi ve 1.814 katılımcı katıldı.
Turizm.
2017 yılında kente 13 milyon bin turist gelmiştir. Turistler arasında en büyük pay Almanlara aittir. Almanları İngilizler, Hollandalılar, İtalyanlar, Amerikalılar, Polonyalılar ve İspanyollar izler. 5 yıldızlı zincir otellerden, butik aile işletmesi otellere kadar 800'den fazla otel bulunmaktadır.
Europa-Center Charlottenburg-Wilmersdorf'un Charlottenburg semtinde bulunan alişveriş ve iş merkezi kompleksidir. Kompleks'ten ayrıca üzerinde Mercedes amblemi bulunan küçük bir gökdelen yükseliyor.
Friedrichstraße, Berlin'in merkezindeki başlıca kültür ve alışveriş caddelerinden biridir.
Ulaşım.
Berlin Brandenburg Havalimanı (Flughafen Berlin-Brandenburg "Willy Brandt"), Berlin şehrinin güneydoğusunda Brandenburg sınırındaki uluslararası havalimanı. Havalimanının tüm işlevleriyle 31 Ekim 2020'de devreye girmiştir.
Berlin Merkez Tren İstasyonu (Berlin Hauptbahnhof), Almanya'nın başkenti Berlin'de bulunan bir tren istasyonudur. İstasyon 26 Mayıs 2006 tarihinde açılmış olup tarihi Lehrter Bahnhof arazisinde yer almaktadır.
A10 Otoyolu (Bundesautobahn 10), Almanya'nın otoyollarından biridir. Otoyol, 196 km uzunluğunda olup başkent Berlin'i çevrelemektedir ve Avrupa'nın en uzun çevre yoludur.
Berlin S-Bahn banliyölara ulaşımı sağlayan S-Bahn adında bir demiryolu sistemi. Toplam 340 kilometre uzunluğunda bir ray sisteminde hizmet veren Berlin S-Bahn'ın toplam 15 hattı ve Berlin içinde 168 tane durağı bulunuyor (2021). 36 durak Brandenburg eyaletinde bulunuyor. Berlin S-Bahn'ın işletmecisi Deutsche Bahn AG.
Berlin U-Bahn, Almanya'nın başkenti Berlin'deki hızlı bir metrodur ve şehrin toplu ulaşım sisteminin önemli bir parçasıdır. 1902'de açılan metro ağı, %80'i yer altında olan 155 kilometrelik demir yolu uzunluğuyla, 9 ayrı hatta 175 istasyona hizmet vermektedir. Ağın tamamı, genellikle BVG olarak bilinen "Berliner Verkehrsbetriebe" tarafından korunmakta ve işletilmektedir.
Berlin tramvay hattı, Almanya'nın başkenti Berlin'de bulunan bir tramvay hattıdır. Sistem 190 km uzunlukta olup 22 hat ve 803 durağa sahiptir. Berlin tramvayı 1865 yılında açılmış ve 1895 yılında elektriklendirilmiş olup Melbourne ve Sankt Petersburg tramvaylarından sonra dünyanın üçüncü büyük tramvay hattıdır.
Yönetim.
Başkent.
1991'de Almanya Federal Meclisinin birleşmesinden sonra yaptığı ilk oturumda Berlin'in başkent olması ve hükûmet ile Almanya Federal Meclisinin bundan böyle Berlin'de olması kararlaştırıldı. 1994'ten beri Almanya'nın Cumhurbaşkanı da Berlin'de bulunmaktadır ve 1999'da hükûmetin de çoğu eski başkent Bonn'dan Berlin'e taşındı. Ancak bakanlıkların bir kısmı hâlâ Bonn'da ya da Almanya'nın diğer şehirlerindedir.
Berlin eyaleti.
Berlin 3 Ekim 1990'dan sonra Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Doğu Almanya ve Batı Almanya'nın birleşmesiyle oluşan tek eyalet oldu. 1 Ocak 2001 yılından itibaren mali ve bürokratik anlamda tasarruf için Berlin'deki 23 ilçeden bazıları birleştirilerek bu sayı 12'ye indirildi. Berlin eyalet parlamentosunda şu an SPD, CDU, Die Linke, Birlik 90/Yeşiller ve Piraten (Korsanlar) partilerinin senatörleri ve bağımsız vekiller mevcuttur. SPD ile CDU partileri Kasım 2011'den bu yana Berlin koalisyon hükûmetini oluşturmaktadır. Berlin'in Yürütme'si Berlin Senatosu'ndadır ve belediye başkanının (Michael Müller, SPD) yanı sıra on senatörden oluşur. Berlin belediye başkanı aynı zamanda Berlin Eyaleti'nin de en üst düzeydeki resmi temsilcisidir.
Berlin eyaletinin 2006 bütçesi 20,5 milyar Euro'ydu. Bu bütçede 3,2 milyar € diğer eyaletlerden alınan yardımlardı ("Länderfinanzausgleich"). Berlin, yıllık bütçesi için 1,8 milyar € kredi aldı. Şehrin 61 milyar € borcu var ve her yıl bu borca 2,4 milyar € ekleniyor.
İlk defa başkent 2007 senesinde 80 milyon Euro kâr yapabildi. Böylece Berlin eyaleti ilk defa daha çok para aldı daha çok para sarf etmekdense. Bu kâr hemen borçların bir kısmını kapatmak için harcandı. Finanzsenatörü Thilo Sarrazin'e göre bu kâr daha çok vergilerin daha düzenli ve daha doğru alınmasından kaynaklandı. Çünkü Berlin eyaleti önceki seneye nazaran yüzde on daha çok vergi almıştı. 2008 ve 2009 senesindede Berlin eyaleti'nin daha çok kâr yapacağı tahmin ediliyor.
Bayrak ve arma.
Berlin eyaleti'nin sembolü bir ayıdır (Berliner Bär). Arma gri ya da beyaz renktedir ve üzerinde bir siyah ayı vardır. Bu ayının dili ve tırnakları kırmızıdır. Bu armanın üzerinde beş ağaç yaprağından oluşan altın bir taç yer alır. Taç aynı zamanda bir kale olarak da algılanabilmektedir. Bu kalenin kapısı armanın tam ortasındadır. Berlin ayısının neden Berlin'in simgesi olduğunu açıklayabilecek kayıt veya belge yoktur. Ama onun yerine birçok kuram vardır. Bunlardan biri Berlin'lilerin Mark Brandenburg'un kurucusu "Albrecht der Bär'in (Albrecht ayısı) takma adı Bär'den (ayı) simge olarak aldıkları. Diğer kuram ise Berlin'in adından geldiği yönündedir (Ber(lin) = Bär). Ayı ilk defa 1280'de bir mühürde görülmektedir. Yüzyıllar boyu Berlin ayısı kenti işaret eden mühürlerde, armalarda ve bayraklarda yerini Prusya ve Brandenburg'un kartalı ile paylaşmak zorunda kaldı. İlk defa 20. yüzyılda ayı tek başına mühürlerde, armalarda ve bayraklarda yer aldı.
Berlin eyaletinin bayrağında da bir ayı vardır. Böylece, Berliner Bär beyaz zemin üzerindedir, alttan ve üstten birer kırmızı çizgi geçer. Çok az değişime uğrayan bu bayrak ilk kez 1911'de kullanıldı ve ilk kez 1913'te Rotes Rathaus'ta dalgalandı. Daha önceden Berlin için siyah-kırmızı-beyaz renkli bir bayrak kullanılıyordu. Bu bayrak, Alman İmparatorluğu'nun bayrağına çok benzediğinden ve yanıltıcı olduğundan daha sonra Berlin ayısı bayrağı ile değiştirildi.
Eyalet sembolü ise bir gri armanın üzerinde olan bir ayı. Bu armada taç yoktur, sadece üç renk kullanılmaktadır. Berlin içişleri ve spor senatosu tarafından kullanılmaktadır ve belirli kişilerin, şirketlerin ve yüksek dairelerin Berlin'e ait olduklarını gösterir. Berlin'in ilçelerinde de kendilerine ait armalar vardır. Bu armalarda Berlin'e ait olduklarını gösteren bir kale vardır.
Kardeş şehirler.
Berlin'in toplam 18 tane kardeş şehri var:
Kültür.
Müzeler Adası, Kültür Forumu ve Dahlem'deki müze ve koleksiyonlar dünya çapında önem taşıyor. Berlin, sanat alanında da dünyanın en önemli şehirleri arasında. Üç opera, filarmoni, birçok tiyatro, konser salonu ve kütüphanenin yanı sıra; Berlin Film Festivali, festival haftaları ve tiyatro günleri, tüm sanatseverleri Berlin'e çekiyor.
Mimarlık.
Berlin, Almanya'nın sadece siyasi değil, aynı zamanda da kültür başkentidir. Berlin'de birçok müze bulunmaktadır. Özellikle kentin doğusunda yer alan Müzeler Adası (Museumsinsel) içinde Pergamon (Bergama) Müzesi de dahil, birçok müzeyi barındırmaktadır. Ayrıca kentte çok sayıda sanat galerileri, tiyatrolar vardır. Şehir turizminde ziyaretçi açısından Berlin ön sıralarda yer alır. Sadece günübirlik turist sayısı yılda 100 binin üzerindedir. Başlıca müzeleri ve turistik yerleri:
Mutfak.
Berlin'in mutfağı ve mutfak sunumları büyük farklılıklar gösterir. Berlin'deki 23 restoran, 2021 Michelin Rehberi'nde bir veya daha fazla Michelin yıldızına layık görüldü ve bu da şehri Almanya'da bu ayrıcalığa sahip restoran sayısı bakımından zirveye taşır.
Berlin, vejetaryen ve vegan mutfağıyla ünlüdür ve kozmopolit lezzetleri, yerel ve sürdürülebilir malzemeleri, anlık sokak yemeği pazarlarını, akşam yemeği kulüplerini ve Berlin Yemek Haftası gibi yemek festivallerini teşvik eden yenilikçi bir girişimci yemek sahnesine ev sahipliği yapmaktadır.
Birçok yerel yiyecek, kuzey Alman mutfak geleneklerinden kaynaklanır ve domuz eti, kaz, balık, bezelye, fasulye, salatalık veya patates içeren rustik ve doyurucu yemekleri içerir. Tipik Berlin yemekleri arasında Currywurst (savaş sonrası inşaat işçilerinin şehri yeniden inşa etmesiyle popülerlik kazanmıştır), Buletten ve Berlin'de Pfannkuchen olarak bilinen Berliner donut gibi popüler sokak yemekleri bulunur.
Çeşitli ekmekler ve pastalar sunan Alman fırınları yaygındır. Avrupa'nın en büyük şarküteri pazarlarından biri KaDeWe'de bulunur ve dünyanın en büyük çikolata mağazalarından biri "Rausch" 'tur.
Berlin ayrıca şehrin göçmen tarihini yansıtan çeşitli bir gastronomi sahnesine ev sahipliği yapar. Türk ve Arap göçmenler, yaygın fast food temel gıdaları haline gelen lahmacun ve falafel gibi mutfak geleneklerini şehre getirmişlerdir. 1970'lerde Berlin'de ortaya çıkan döner kebap sandviçinin modern fast-food versiyonu, o zamandan beri Almanya'da ve dünyanın diğer yerlerinde favori bir yemek haline gelmiştir. Şehrin birçok yerinde Çin, Vietnam, Tayland, Hint, Kore ve Japon gibi Asya mutfağı restoranları, İspanyol tapas barları, İtalyan ve Yunan mutfağından lezzetler bulmak mümkündür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8598",
"len_data": 20899,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.54
}
|
Balıklıgöl (Ayn-i Zeliha ve Halil-Ür Rahman Gölleri), Şanlıurfa şehir merkezinin güneybatısında yer alan ve İbrahim peygamberin ateşe atıldığına inanılan bu iki göl, İslam alemi için kutsal sayılan balıkları "(sazangiller)" ve çevrelerindeki tarihî eserler ile Şanlıurfa'nın en çok ziyaret edilen tarihî mekanlarındandır.
Tarihsel ve bilimsel verilere göre Balıklıgöl havuzları, yarı kadın yarı balık olan tanrıça "Atargatis" için yapılmış birer antik pagan (putperest) tapınaklarıdır. MÖ 1000-300 yılları arasında net olmayan bir tarihte yapıldığı tahmin edilmektedir. Günümüzde İsrail, Lübnan, Suriye'de de tanrıça Atargatis'e adanan içindeki balıklara dokunmanın ve yemenin yasak olduğu balıklı havuzlar vardır.
İslam dışında Balıklıgöl platosunda ayrıca Yahudi ve Hristiyan inanışları de mevcuttur.
1970'lere kadar göllerde yüzülüp yüzme yarışmaları düzenlenirken, 1970'lerden sonra göle kutsal aidiyet verilip göllerde yüzmek ve balıklarını yemek yasaklanmıştır. Günümüzde birçok İslam araştırmacısı Balıklıgöl'e ait İslam inancının hurafe olup havuzların antik pagan tapınaklarına ait olduğunu kesin bir dille kabul etmiştir.
Halk arasında içindeki balıkların kutsal olup balıkları yiyenlerin hastalandığı söylenir. Gölde bıyıklı sazan türü bulunmaktadır. Bu türün havyarı zehirli olduğundan yenmesi insan sağlığı açısından sakıncalıdır.
Bugünkü görünümünü Mimar Behruz Çinici danışmanlığında Mimar Merih Karaaslan'ın tasarladığı "'Dergâh ve Balıklıgöl Çevre Düzenleme Projesi"' restorasyonu ile elde etmiştir. Proje 1992'de başlayıp büyük kısmı 2000 yılında tamamlandı. Günümüzde de aynı proje adı altında kısmi restorasyonlar geçirmektedir.
Dini Tarihçesi.
İslam.
İbrahim peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut (Babil hükümdarı) ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca Nemrut tarafından bugünkü Urfa Kalesi'nin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol" emri verilir. Bu emir üzerine ateş suya, odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içerisine sağ olarak düşer. İbrahim'in düştüğü yer Halilü'r-Rahman Gölü'dür. Rivayete göre Nemrut'un kızı Zeliha da İbrahim'e inandığından onun peşinden atlar. Zeliha'nın düştüğü yerde ise Ayn-i Zeliha Gölü oluşmuştur.
Kur'an ve Hadis kitaplarında bu olayla ilgili ayet veya hadis yoktur. 1900-1960 arası yakın tarihte Urfa halkı tarafından Yahudilikten İslama eklentiler yapılarak ortaya çıkmış bir anlatıdır. Yahudilikte sadece İbrahim'in Urfa'da ateşten kurtulduğunu söyler. Urfalı Müslümanlar tarafından bu olayın Balıklıgöl'de yaşandığı ve mite kale sütunları (mancınık), havuz ve balıklar da eklenmiştir. Ek olarak İbrahim'in Balıklıgöl platosundaki bir mağarada (İbrahim Mağarası) doğduğunu iddia etmektedir. İslamdaki anlatılar farklı tarihlerdeki 5 farklı devletle çakışıp büyük tarihi çelişkiler barındırmaktadır.
Yahudilik.
Yabancı kaynaklar Balıklıgöl efsanesinin aslında Yahudi dini kaynaklarına ait bir mitoloji olup zamanla İslama evrildiğini söylemektedir. İslam araştırmacıları Kuran'da İbrahim'in ateşten kurtulduğuna dair ayetlerin olduğunu söyler. Ancak ilgili olayın Balıklıgöl anlatısı ile alakası olmadığını söyleyip havuzların antik pagan dinlerine ait tapınakları olduğunu kabul ederler.
MS 1. yüzyılda İncil anlatıları İbraniceden Latinceye çevrilirken İbrahim Peygamber olan kısımlarında bazı kelimelerin yanlış çevrilmesiyle İbrahim ile ilgili olan anlatılar ateş kelimesine ve Urfa'ya bağlandı. Anlatılara göre Nemrut, İbrahim'in putlara tapınmasını ve Babil Kulesinin inşasını reddetmesine öfkelenir. Nemrut, İbrahim'i ateşe atıp diri diri yakmak ister. Dil bilimciler orijinal anlatılardaki tarihi Ur kentinin iki defa yanlış çevrilmesiyle olay ateşe ve Urfa'ya bağlanmıştır. Ur kelimesi İbranicede ateş(אש-Ar) kelimesi ile benzer harfleri taşır. Bu kelimelerin yanlış çevrilmesi üzerine; "İbrahim mucizevi bir şekilde Ur şehrinden canlı kurtuldu" yerine, "İbrahim mucizevi bir şekilde ateşten canlı kurtuldu" olarak çevrildi. Bu anlatı hahamlar tarafından Yahudi kaynaklarına da geçti. Ancak Yahudi hahamlar bu anlatıda yanlış çeviri olduğunu, Ur'un ateş değil bir şehir olduğunu farkına vardılar. Çeviride ikinci defa yanlış yapıp Irak'taki Ur şehri yerine o zamanlar Roma şehri olan Urhay (Urfa) sandılar. Günümüzde Yahudiler dini kaynaklardaki Ur şehrinin Urfa değil Irak'taki antik Ur şehri olduğunu söylemektedir artık.
1960'lardan önce Urfa bölgesinde Yahudi topluluklar bulunmaktaydı. Köken olarak antik çağlarda yaşanan Babil Sürgünü olayında günümüz Türkiye'sinin güneydoğu bölgesine yerleşmişlerdir. Cumhuriyet döneminden sonra büyük kısmı Urfa'yı terk edip yeni kurulan İsrail'e yerleşiyordu. Bazıları da Urfa'yı terk etmeyip sonradan Müslüman oldu. 1947'de Urfa'da Yahudi bir aile Müslüman olduğu için aileden 7 kişi katledilmiştir. Balıklıgöl mitolojisinin sonradan Müslüman olan bu Yahudi topluluklar aracılığı ile evrildiği düşünülmektedir.
Hristiyanlık.
Balıklıgöl günümüzde her ne kadar İslam ile özdeşleşse de, Hristiyanlık tarihi de Balıklıgöl bölgesi ile ilgili iki farklı anlatıya sahiptir. Ancak mucizeler İbrahim ile değil İsa ile alakalıdır. M.S. 4. yüzyılda yaşamış Galyalı veya İspanyol olduğu tahmin edilen bir kadın seyyah olan Egaria, dönemin kutsal bölgelerini ziyaret edip bu bölgedeki tarihi olayları, kişilikleri ve mucizeleri kaleme almıştır.
Kudüs'ü ziyaret ettikten sonra bir sonraki durağı Edessa (Urfa) olan Egeria, dönemin balıklıgöl bölgesinde Hristiyanlık hakkındaki bir takım verileri günümüze ulaştırmıştır. İsa Mesih'in havarilerinden olan Aziz Thomas'ın martyriumunu görmek isteyen Egeria, Edessa şehrinin piskoposundan dinleyerek anlatıları kalem almıştır.
Şehrin piskoposunun anlatılanlara göre İsa ile aynı dönemde var olan Osroene Krallığında MS 13-50 yılları arasında hüküm süren V. Abgar cüzzam hastalığına yakalanmıştır. Kral Abgar İsa'nın hastaları iyileştirdiğini duymuştur ancak hasta olduğu için İsa'nın yaşadığı şehri Kudüs'ü ziyaret edememiştir. Kral, Hannah adındaki bir yardımcısını Kudüs'e gönderterek İsa'yı Edessa'ya davet etmiştir. Hannah aynı zamanda bir ressamdır. Kuddüs'e varan Hannah İsa'ya resmetmeye çalışsa da zorlanmıştır. Bunun farkına varan İsa, yüzünü yıkayıp bir mendili yüzüne sürmüştür. İsa'nın yüzü mucizevi bir şekilde mendile işlenmiştir. Hannah bu mendil (kutsal mendil) ve mektupla Edessa'ya geri dönmüştür. Mendili yüzüne süren Kral Abgar mucizevi bir şekilde iyileşmiştir.Diğer hikâye ise şöyledir; Kral Abgar iyileştikten sonra Persler şehri kuşatmıştır. Kral Abgar İsa'nın kendine verdiği mektubu şehrin kapısına götürüp dua etmiştir. Dua ettikten sonra gökyüzü kararmıştır, Persler karanlıktan dolayı şehri kuşatmakta zorlanmıştır. Çözüm olarak balıklıgöl platosuna giden akarsu kaynaklarının yönünü değiştirip şehri sussuz bırakmak istemişlerdir. Ancak mucizevi bir şekilde Balıklıgöl platosu içinde oluklardan sular akmıştır. Perslerin yönünü değiştirdiği akarsu kaynakları ise kurumuştur. Karanlıktan dolayı şehrin kapılarına ulaşamayan Persler kuşatmadan vazgeçip şehri terk etmişlerdir. Olay üzerine Hristiyanlar, her kuşatma esnasında mektubu şehrin kapısına asmışlardır.
Hristiyanlık ve İslamın ortak paydada buluştuğu yer şudur; Edessa piskoposunun seyyah Egaria'ya anlattığına göre, Perslerin akarsu yataklarına müdahale etmesinden sonra plato içinde mucizevi şekilde oluklardan sular çıkmıştır. Piskopos Balıklıgöl havuzlarının da böyle oluştuğunu Egaria'ya söylemiştir. Kral Abgar bu su oluklarının bazılarına müdahale etmeyip üzerine oğlu Magnus için saray yaptırmıştır. Bahsedilen yerin bugün plato içerisinde İbrahim Mağarası adlı mekanın olduğu düşünülmektedir. Mağara içinde sular bulunup, su olmayan kısmında ibadetler yapılmaktadır.
Hristiyanlıkta Osroene Krallığının Pagan dini inançlarından türediği de düşünülmektedir. Çünkü Tanrıça Atargatis'in koruyucu görevi de vardır. Bazı heykel betimlemelerinde koruyuculuk görevine atfen kafasında duvar tacı vardır. Kral Abgar'ın istilalar esnasında İsa'nın mektubu ile şehir kapılarında dua etmesi Hristiyanlığa evrilmiştir.
Bilimsel tarihçesi.
Şanlıurfa, Anadolu'da en eski yerleşim yerlerine sahip bir kenttir. 12.000 yıllık bir tarihi olan Urfa topraklarında Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit, Arami, Asur, Pers, Makedonya, Osroene, Roma, Bizans, Emevi, Abbasi, Akkoyunlu ve Osmanlı devlet ve imparatorlukları hüküm sürmüştür.
"Balıklıgöl Platosu" olarak adlandırılan bölgenin de 12.000 yıllık bir tarihi vardır. Platoya dair en eski tarihi bulgu, balıklıgöl civarında yapılan kazıda bulunan Urfa Adamı adlı heykeldir. Heykelin MÖ 9.000 - 10.000 öncesine ait olduğu tespit edilmiştir. Platodaki en eski yapılaşmalar ise MÖ 132 - MS 242 yılları arasında bölgede hüküm Osroene Krallığına aittir. Krallığa ait tapınak, saray ve önemli yapılar yer almıştır. Osroene Krallığından sonra bölge uzun süre Roma ve Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Yaklaşık 600 yıl Roma ve Bizans hakimiyetinde kalan bölgede önemli su yapıları yapıldı.
Roma ve Bizans hakimiyeti zamanlarında Şanlıurfa'da büyük sel taşkınları yaşanmıştır. Sele neden olan akarsu yatakları günümüzde hâlâ Balıklıgöl'ün beslendiği akarsu yataklarıdır. Bu akarsu yatakları Eosen dönemi kalkerlerinden oluşmaktadır. Zamanla bu kaynakların etrafı antik devletler tarafından pagan dinlerine adak olarak havuzlara dönüştürülmüştür.
MS 6. yüzyılda kuvvetli yağmurlardan toplanan sular bölgedeki akarsularla birleşerek balıklıgöl havzasına dökülmekteydi. 525 yılında yaşanan büyük sel sonucu Balıklıgöl havzası büyük su toplayıp platodaki sarayları ve diğer yapıları yıkmıştır. Binlerce insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. 527 yılında Bizans İmparatorluğu tahtına oturan I. Justinianus, o zamanki adı Edessa olan Urfa'ya mühendisler göndermiştir. Bu mühendisler halen günümüzde de var olan taşkın önlem yapıları yapmıştır. Akarsulardan toplanan suların yönü değiştirilerek balıklıgöl platosu büyük taşkınlardan kurtulmuştur. Yöre halkı I. Justinianus'un yardımlarından ötürü şehre "Justinianopolis" adını vermiştir.
1970'lere kadar da göletlerde yüzülüp, yüzme yarışları düzenlenirdi. 1970'lerden sonra göletlere kutsal aidiyet verilip gölde yüzmek ve balıklarını yemek yasaklandı. 1950'li yıllarda Urfa'yı ziyaret eden Fenerbahçeli futbolcu Lefter'e ait bir fotoğrafta halkın göletlerde yüzdüğü görülmektedir.
Havuzların yapılış tarihi.
Balıklıgöl platosunda günümüzde arkeolojik kazı ve araştırma yapma imkanı kısıtlı olduğu için havuzların tam olarak hangi devletin ne zaman yaptığı net olarak bilinmemektedir. Büyük İskender MÖ 331'de günümüz Urfa bölgesini Perslerden aldığında bölgede Tanrıça Atargatis merkezli Pagan dini inancı yaygındı. Kuzey Suriye, İsrail ve Lübnan bölgelerinde de Atargatis'e adanmış balıklı havuz tapınakları vardı. Bu yerlerde de havuzdaki balıklar kutsaldı ve yenmesi yasaktı. Büyük İskender şehri fethettikten sonra Büyük İskender'in komutanı I. Seleukus tarafından şehrin adı "'Suyu Bol"' anlamına gelen Edessa adı verildi. Büyük İskender'in ölümünden sonra Urfa bölgesinde Osroene Krallığı kuruldu. Tarihi belgelere bakıldığında Osroene Krallığının da Atargatis merkezli pagan dinini sürdüğü görülmektedir.
MÖ 5. yy. ve MS 2 yüzyılda bulunan iki adet Roma ve Süryani metinlerine göre Antik Yunan'da ve Antik Urfa bölgelerinde Pagan rahipler Tanrıça Atargatis'e tapıp kendilerini hadım edip, balık kuyruklu kadın suretinde dini hizmetler ederlerdi. MS 300'lü yıllarda bulunan Süryani belgesinde; Hristiyan olduktan sonra Osroene Kralı V. Abgar kendini hadım eden erkeklerin ellerini kesmesini emretti. Olaydan sonra pagan rahipler kendilerini hadım etmeyi bıraktı.
Tanrıça Atargatis.
Balıklıgöl havuzları milattan önce 1000-300 arasında arasında tanrıça Atargatis için yapılmış antik pagan tapınaklarıdır. Atargatis, Klasik Antik Çağ'da dönemin Kuzey Suriye'sinin baş tanrıçasıydı. Tüccarlar sayesinde antik Suriye'den antik Yunanistan'a kadar yayılmış bir pagan dininin figürüdür. Romalılar tanrıçaya Derketo, Dea Syria, Deasura adını vermişlerdir. Tanrıça Atargatis'in eşi de bir antik tanrı olup adı Hadad'tır. Bu iki tanrının merkezi tapınakları günümüz Kuzey Suriye'nin Menbic şehrindedir. Avrupa ve Ortadoğu'da birçok antik devlette Atargatis'e adanan heykel ve sikkeler bulunmuştur.
Atargatis'in mitolojik teması sudaki yaşamların bereketi, aşk, cinsellik ve doğurkanlıktır. Dolayısıyla balık ve güvercinlerle özdeşleşmiş bir tanrıçadır. Var olan heykeller incelendiğinde ekseriyetle Balık Tanrıçası veya Deniz Kızı formunda betimlendiği görülmüştür. Tanrıçanın kökeni Tunç Çağına kadar geriye gitmektedir. Ugarit antik devletinde ortaya çıkıp sonraki devletlerin dini kültürüne evrilmiştir.
Tarihçi Diodoros (MÖ 1. yy) ve Ktesias'a (MÖ 5. yy) göre tanrıça Atargatis efsanesi şöyledir; Atargatis yasak bir aşk yaşayıp bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Atargatis bu olaydan utanıp kendini bir göle atmıştır. Bedeni göl içinde balıklara dönüşmüştür. Kızını ise güvercinler beslemiştir. Antik Yunan tarihçi Athenaeus (MS 2. yy) kitabında, Suriye'liler güvercinlere tapar ve balık yemezler. Çünkü Atargatis balık yemeyi yasaklamıştır.
Günümüz İsrail sınırları içindeki tarihi Aşkelon'da, Suriye Menbic'te ve Lübnan'da da içindeki balıklara dokunmanın yasak olduğu balıklı havuzlar vardır. Balıklıgöl balıklı havuzları ile bilinse de plato içindeki camii avlularında çokça güvercin de bulunmaktadır. Bu güvercinlere de en az balıklar kadar kutsal aidiyet biçilmiştir. Cami avlularında bu güvercinler için havuzcuklar bulunup, güvercinlerin beslenip su içmesi için özel korunaklı alanlar vardır.
Kültürel olarak günümüzde Urfa ve Suriye'de halk içinde hâlâ güvercin besiciliği yapılmaktadır.
Bilgi kirliliği ve tarihi çelişkiler.
İslami inancın halk dilinde yayılması, Şanlıurfa'daki kültür vakıfları ve belediye kurumları bu anlatıyı turizm nedeniyle birebir alıp anlatılara ön ayak olması, "Tarihî Balıklıgöl Platosunun" kültürel tarihi hakkında bilgi kirliliğine neden olmuştur. Belediye günümüzde hâlâ 7-14 yaş arasındaki çocuklara mitolojiyi öğretip Balıklıgöl'ü ziyaret eden yerli ve yabancı turistlere dini anlatmalarına izin vermektedir. Çocuklar para karşılığında turistlere inancı anlatmaktadır.
Tarihi çelişkiler.
İslami anlatılara göre Balıklıgöl mucizesi 5 farklı antik devletle yolu çakışmaktadır.
Ayn-i Zeliha gölü.
Ayn-i Zeliha Balıklıgöl platosunda bulundan iki havuzdan biridir. Diğerinin adı Halilü'r-Rahman'dır. Hiçbir semavi dinlerine ait kaynaklarda Balıklıgöl ile ilişkilendiren Zeliha figürü yoktur. Var olan tek figür Züleyha/Zeliha'dır. Bu kişi de dini anlatılara göre Antik Mısır zamanında yaşayıp Yusuf ile ilgili anlatılarda adı geçmektedir.
Diyarbakır'daki Anzele gölü (Ayn-i Zelal).
Şanlıurfa'nın komşu ili Diyarbakır'da Anzele Suyu adında bir akarsu bulunmaktadır. Bu suyun eteklerinde de balıklıgöle benzer tarihi kalıntılar bulunmaktadır. 1970'lere kadar suyun içinde balıkların bulunduğu tarihi havuzlar vardı. Havuzlar 1970'lerde yıkılmıştır. 2004'te yapılan tamiratlarda havuzlara ait kalıntılar tekrar gün yüzüne çıkartılmıştır. Günümüzde balıklıgöldeki balıklar kadar sayıları çok olmasa da Anzele Gölü'nde de balıklar bulunmaktadır.
İslamî kaynaklar.
Alparslan Kuytul Kuran ve Hadislerde balıklıgöl ile bir anlatı olmadığını, Balıklıgöl hikâyesinin turizm amaçlı oluşturulduğunu öne sürmektedir. İslamî ilimler araştırmacısı Serkan Tekin ise Balıklıgöl hikâyesinin uydurma ve hurafe olduğunu söylemiştir.
İlahiyat Profesörü Şinasi Gündüz "Anadolu Paganizmi" adını verdiği kitabında havuzların İbrahim'le alakasının olmadığını tanrıça Atargatis adına yaptırıldığını söylemektedir.
Modern sit, imar, restorasyon ve yenileme geçmişi.
Balıklıgöl Platosu.
"Tarihî Balıklıgöl Platosunda" balıklıgöl ile beraber; birbirine bitişik olarak inşa edilmiş 8 tarihî cami ve mescit (Rızvaniye Camii, Hasan Paşa Camii, Narıncı Camii, Toktemur Mescidi, Sakıbiye Camii, Mevlid-i Halil Mescidi, Yeni Dergah Camii, Halil-ür rahman Camii) 6 medrese (Sakıbiye, Tahtamor, Hasan Paşa, Rahimiye, Halil-ür Rahman, Rızvaniye) 2 tekke (Sakıbiye Tekkesi, İbrahim Halil Tekkesi) 1 zaviye (Halil-ür Rahman Mevlevi Zaviyesi) bulunmaktadır.
Plato, 1924-1928 arasında Urfa'da vali olarak görevlendirilen Fuat Bey(Fuat Baturay) tarafından büyük tahribatlara uğramıştır. Dini yapılar da olmak üzere Urfa'da birçok tarihî yapı yıktırılmıştır. Fuat Bey, Ayn-Zeliha gölünün bulunduğu yerlerde düzenlemeler yapıp platoya "Urfa Cumhuriyet Parkı" adını vermiştir. Bugün Ayn-i Zeliha gölünün merkezinde bulunan fıskiye Fuat Bey döneminde eklenmiştir.
1960'lı yıllarda "Hz.ibrahim Halilullah Kültür ve Eğitim Vakfı" kurulup ilk defa bu tarihlerde platoda koruma ve düzenleme projeleri üretilmiştir.
1970-1971 yıllarında Urfalı da olan Turizm ve Tanıtma Bakanı Necmettin Cevheri platoda, cumhuriyet döneminde yapılan garajları yıkıp ağaçlar ekerek platoyu parka çevirmiştir.
Dergâh ve Balıklıgöl Çevre Düzenleme Projesi (1992).
1990-1996 arası Urfa'da vali görevini yürüten Ziyaeddin Akbulut, plato için büyük ölçekli restorasyon projeleri üzerinde çalışma yaptı. 1992'de Urfa'daki yerel dernek ve vakıfların görüşü üzerine iki mimara proje siparişi verilmiştir. Yapılan toplantılarda mimar Merih Karaaslan'ın projesi uygun görülmüştür. Ancak dönemin bakanı Necmettin Cevheri, Merih Karaaslan'ın projesine ret verip Urfalı peyzaj mimari Selami Sözer'e yeni bir proje siparişi verdi. Proje uygulamaya koyulup restorasyon işlemi başladı. Platodaki bir şadırvanın inşaat temeli açılışına Süleyman Demirel de katılmıştır.
Projenin başlangıç safhasında vali Ziyaeddin Akbulut ile bakan Necmettin Cevheri arasında anlaşmazlık çıkıp, inşaat durduruldu. Anlaşmazlık çözüme varamayınca konu dönemin başbakanı Süleyman Demirel'e intikal etti. Demirel de Selami Sözer'in projesine ret verip tekrar Merih Karaaslan'ın projesinin uygulanmasına karar verdi. Ancak Karaaslan'ın projesinde bazı değişiklikler önerip dönemin ünlü mimari Behruz Çinici danışmanlığında revize edilmesini önerdi. Dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın vefat etmesinden dolayı proje aksadı. 3 yıl boyunca projelendirme üzerinde yoğun tartışmalar yaşanıp nihayetinde 1995'te başbakan Tansu Çiller ve cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in emriyle proje onay aldı.
Eleştiriler.
Proje aşamasında camiler büyük bir restorasyondan geçti. Camilerin eski fotoğraflarına bakılınca işlemin bir restorasyondan ziyade bir yenileme olduğu görülmektedir. Camiiler eski dokularından uzaklaştırılıp yenileme işlemine maruz kalmıştır. Minare taşları eskimiş denilip yeni kesme taşlarla onarılmıştır. Tarihi ahşap minberler kaldırılıp yerine yeni taş minberler konulmuştur.
Platoda bulunan kale de restorasyondan geçmiştir. Uzun yıllardır toprakla tıkalı olan 96 metre uzunluğundaki gizli geçit görevi gören kale tüneli açılmıştır. Tünelin orijinal merdivenleri yürümeye müsait olmadığı gerekçesiyle yenilenmiştir.
Günümüzde platoda bulunan tüm yürüyüş yolları bu proje kapsamında eklenmiştir. Yürüyüş yollarının genişlemesi için havuzların orijinal boyutları değiştirilmiştir. Ayn-i Zeliha gölü etrafına restoranlar inşa edilmiştir.
Restorasyon aşamasında yapılan kazılarda platoda islami dönem öncesi heykel veya kabartmalar bulunup bulunmadığına dair veri bulunmamaktadır. Çalışma tamamen islami değerler statüsünde ilerlemiştir.
Modern Sit.
Balıklıgöl günümüzde Halil-ür Raman ve Ayn-i Zeliha gölleri ve etrafındaki dini yapılarla önem arzedip büyük ziyaretçi çekmektedir. Özellikle dini bayramlarda büyük ilgi toplamaktadır. Halil-ür Rahman gölünün ölçüleri 150m x 30m ebatlarında, Ayn-i Zeliha gölü ise 20m x 50m ebatlarındadır. Göllerdeki derinlik 3-5 metre arasındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8599",
"len_data": 19552,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.57
}
|
Enformasyon (malumat) en genel anlamda belirli ve görece dar kapsamlı bir konuya (bağlama) ilişkin, derlenmiş bilgi parçasıdır. Derleme süreci ölçüm, deney, gözlem, araştırma ya da haber toplama (istihbarat) bulgularının özetlenmesi biçimini almaktadır. Bulgular, onların biçimlendirilmesi ve sunulmasında kullanılan sembollerin genel olarak kabul görmüş bir yaklaşımla yorumu ile anlamlandırılmaktadır.
Belirli bir konuda zamanla biriken enformasyon, ayıklanıp sınıflandıktan ve düzenlendikten sonra, genelliği ölçüsünde bilgiye dönüşmektedir. Bu açıdan, enformasyon özel bir konunun anlaşılmasına ya da özel bir problemin çözümüne hizmet ederken, bilgi görece daha genel bir konunun anlaşılması veya belirli türden problemlerin tümünün çözülmesi için kullanılmaktadır.
Enformasyon kavramının kullanım alanları.
İstatistikte enformasyon.
İstatistikte enformasyon sözcüğü belirli bir popülasyona ilişkin olarak toplanmış veriler ve bunların sayısal ya da görsel olarak sunulmuş özetlerine işaret etmektedir. Bir popülasyona ilişkin parametreler ve istatistikler, o popülasyona ait enformasyonu teşkil etmekte; popülasyonun anlaşılmasına, betimlenmesine, giderek popülasyona ilişkin çıkarımlarda bulunulmasına yardımcı olmaktadır.
Bilişim biliminde enformasyon.
Bilişim biliminde enformasyon sözcüğü bir bilişim sistemi tarafından kayıt, depolama, sorgulama, düzenleme ve özetleme işlemlerinden geçirilerek biçimlendirilmiş ve anlamlandırılmış veriler anlamında kullanılmaktadır. Veriler tek başlarına herhangi bir anlam taşımamaktadır. İşlenerek enformasyona dönüştürüldükten sonra elde edildikleri bağlam içerisinde problem çözme ya da karar verme amacı ile kullanılabilmektedir.
İşletme yönetiminde ve işletmecilikte enformasyon.
İşletme yönetiminde enformasyon problem çözme, karar verme, öngörme ve planlama amaçları için kullanılmaktadır. İşletme yöneticilerinin bu amaçlar için gereksindikleri enformasyonun ne olduğunun bilincinde olmalarına enformasyon okur-yazarlığı adı verilmektedir. Enformasyon okur-yazarlığı:
İşletmecilikte enformasyon yalnızca yöneticiler tarafından kullanılmamaktadır. İşletmelerin müşteriler, tedarikçiler, çalışanlar, hissedarlar, finansörler veya kamu kurumları gibi belli başlı paydaşları da, işletmenin pazara sunduğu mal ve hizmetler, bu mal ve hizmetleri üretmekte kullandığı süreçler, işletmenin mali performansı gibi alanlarda enformasyona gereksinme duymaktadır.
Turizmde enformasyon.
Turizmde enformasyon, turistik bir ilgi odağına ilişkin bilgi anlamında kullanılmaktadır. Bu bilgi, ilgi odağı olan noktaya nasıl ulaşılabileceğinden başlayarak, odak noktasının fiziksel, toplumsal, kültürel ya da tarihsel özelliklerine dek farklı konuları kapsayabilmektedir.
Telekomünikasyonda enformasyon.
Telekomünikasyonda enformasyon, bir veri kitlesinin anlamından bağımsız olarak, o kitleye dair sayısal bilgi demektir. İletilen ya da depolanan veri kitlesi, o verilerin kullanıcısı tarafından anlamlı kabul edilirken, veri kitlesine ilişkin veriler iletişim ve depolama süreçlerini çalıştırmakta, kullanıcıya ise herhangi bir şey ifade etmemektedir.
Enformasyonun ölçüm birimi entropidir. Entropi analog ya da rakamsal (dijital) bir sembolün depolanması ya da iletilmesi için gereken ortalama veri miktarıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8606",
"len_data": 3246,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.43
}
|
Perde hızı veya enstantane, fotoğrafçılıkta diyaframdan geçen ışınların ne kadar süreyle sensörde kalacağını kontrol eden sisteme denilmektedir.
Fransızca anlık, ansızın anlamındaki "instantané" kelimesinden gelir.
Objektif ile sensör (eski 'dijital olmayan' makinelerde film) arasındaki perde diye ifade edilen aygıtın açılıp kapanma süresini ifade eden birimdir.
Fotoğrafçılıkta fotoğraf makinesinde, ışıklama süresini belirlemek için kullanılan Işık Düzeneği; Obtüratörün açılması ile kapanması arasında geçen zaman; yani, ışığa duyarlı alanın ışık aldığı süre. B (bulp ın kısaltılmışıdır ve sınırsız anlamına gelir) ile 1/10000 saniye arasındaki değerlerde ayarlanır ve otomatik pozlama veya tam otomatik işletimi olan fotoğraf makinelerinde, önceden yapılmış olan pozlama ölçümü doğrultusunda, gerçekleştirilir.
1 saniyeden daha hızlı pozlarda kullanılan 1EV büyüklüğündeki değerler şöyledir:
Sayılara '1/' ekleyiniz (örnek: 15, 1/15 olmalı, yani saniyenin 15'te biri)
2, 4, 8, 15, 30, 60, 125, 250, 500, 1000, 2000, 4000, 8000...
1 saniyenin üzerinde pozlamalar için,
2, 4, 8, 15, 30 saniye mevcuttur.
Yukarıdaki değerlerlerin aralığı her fotoğraf makinesinde farklılık gösterir. Genelde profesyonel ve yarı profesyonel makinelerde enstantane aralığı geniştir. Ancak amatör, kompakt makinelerde ise enstantane değeri ayarlanamaz ve sabittir.
Enstantane ile diyafram açıklığı fotoğraf filminin üzerine düşen ışık miktarını belirler. Bu iki değişkenin alacağı farklı değerler fotoğrafta değişik efektlere yol açar.
Bu değerlerin her bir atlayışı, diyafram, ISO/ASA (hassasiyet) gibi şartlar aynıyken, iki kat ışık pozlamak demektir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8608",
"len_data": 1636,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.77
}
|
Rötuş, bir şey üzerindeki kusurları düzeltmek amacı ile yapılan iyileştirme işlemi. Yaygın olarak bir fotoğrafçılık terimi olarak kullanılan rötuş, klasik fotoğrafçılıkta bir fotoğraf üzerinde bulunan çizik, toz ve benzeri kusurları kapatmak için yapılan işleme denir. Dijital fotoğrafçılığın yaygınlaşması ile günümüzde kavram genişleyerek renk değiştirme, kusur kapatma, kesme gibi daha farklı manipülasyon işlemleri için de kullanılır olmuştur.
Günümüzde rötuş elektronik ortamda bilgisayarlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bilgisayar ortamında rötuş yapmak için kullanılan en yaygın programlardan birisi Adobe firmasının bir ürünü olan Adobe Photoshop'tur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8610",
"len_data": 667,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.72
}
|
Diyafram şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8613",
"len_data": 32,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.39
}
|
Diyafram (İngilizceː "diaphragm" veya "diyafram açıklığı"nın karşılığı olarak "aperture") fotoğraf makinelerinde, objektif içinden geçen ışığın, yeğinliğini ayarlamak için kullanılan ve çoğunlukla objektif içine yerleştirilmiş olan metal düzenek.
Diyafram, özü itibarıyla objektif içinden geçen ışığın, ışık aralığını dolayısı ile netlik derinliğini ayarlamak için geliştirilmiştir. Çünkü resmin göze net gibi görünen kısmı, ışık düzengeci yardımı ile ayarlanan ışık aralığı ile belirlenir.
Eğer fotoğrafçılıkta kullanılan objektif bir göze benzetilecek olursa diyafram da gözbebeğine benzetilebilir. Bu düzenek, objektif içinden geçerek film/sensör üzerine düşen ışığın yeğinliğini (miktarını/şiddetini) düzenlemek için kullanılır. Ancak gözbebeği gibi, ışığı otomatik olarak ayarlayamaz. Işık aralığı denilen, bu aralığın kullanıcı tarafından belirlenmesi gerekir.
Işık aralığı ayarı, kullanılan film/sensör duyarlığına ve seçilen ışıklama süresine bağlı olarak, objektif bileziği üzerine kazınmış olan değerlerden biri seçilerek ya da fotoğraf makinesinin gövdesi üzerinden belirlenir.
Objektif bileziği üzerinde bulunan ve ilk bakışta pek de simetrik görünmeyen ışık aralığı değerleri bir basamak şeklinde düzenlenmiştir. Basamak oluşturan değerlerden her biri, bir sonraki (ya da bir önceki) sayısal değerin tam iki katı ışık aralığına işaret eder ve objektifin odak uzaklığının, ışık aralığının çapına bölünmesi ile elde edilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8614",
"len_data": 1434,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.97
}
|
Bir müzik albümü, aslen içinde müzikal kayıt bulunduran plak ve uzunçalar biçimindeki çalışmalardır. Zamanla gelişerek kaset, compact disc ve MP3 olarak dijital biçimleri de ortaya çıkmıştır. Müzik albümleri fiziksel olarak genellikle dekoratif kapakları (albüm kapağı) ve albüm notları ile satışa sunulur. Albüm notları; müzik ve kayıt hakkındaki ekleri, arka plan bilgilerini, kaydın analizini, şarkı sözleri ile librettoları, sanatçı fotoğrafları ile diğer görüntüleri ve metinleri, buna ek olarak iş birliğine katılanlara teşekkür yazısını içerebilir. Compact disc formatının ortaya çıkmasından sonra albüm notları, CD kitapçığı olarak da anılmaya başlandı.
Stüdyo albümü.
Stüdyo albümü, bir kayıt stüdyosunda kaydedilen parçalardan oluşan albüm. Bir stüdyo albümü, yeni yazılmış ve kaydedilmiş ya da daha önce yayımlanmamış şarkılar ile remikslerden oluşur. Kendisini daha önceden kaydedilen parçalar içermemesi sayesinde derleme albümlerden ayırt ettirir. Bir stüdyo albümünün yapımı genellikle önceden planlanarak gerçekleştirilir, tamamlanması birkaç gün veya birkaç yıl sürebilir. Bu albümler bazen bir veya birden çok cover kaydı ya da konserlerde yapılmış canlı ses kaydı içerebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8617",
"len_data": 1194,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.66
}
|
Fotoğraf (Eski Yunanca (fos), (fotos)), “ışık (gök cisimlerinin)“, “aydınlık“ ve (grafein), “çizmek“, “kazımak“, “resim yapmak“, "yazmak" kelimeleri birleştirilerek türetilmiş bir isimdir. Kelime anlamı, ışık yardımı ile iz bırakmaktır. Osmanlı döneminde fotoğraftan bahsedilirken ilk olarak "ateş yazması" şeklinde bir tanımla adlandırıldığı belirtilmektedir. Halk dilinde fotoğraf anlamında kılık sözcüğü tespit edilmiştir. Fotoğraf anlamında yaygın bir kullanımı bulunmamakla birlikte yaçın sözcüğü de mevcuttur. Fotoğraf, cisimlerden yansıyan elektromanyetik radyasyonun toplanıp odaklanmasıyla oluşturulur. En yaygın rastlanan fotoğraflar insan gözünün görebileceği kalıcı görüntüler meydana getiren dalga boylarıyla olan fotoğraflardır.
Fotoğrafta en önemli unsur ışıktır. Işık üzerine vurduğu nesneleri görülebilir kıldığı gibi, fotoğraf oluşumunu da sağlar. Bu yüzden fotoğrafı çekecek makinedeki objektif de önem arz etmektedir. Objektifin diyafram değeri ne kadar küçükse içeriye giren ışık miktarı da o kadar çok olacağından fotoğraf çekiminde daha yüksek enstantaneler kullanılabilecektir. Diyafram'ın 1, olması objektife gelen ışığın tamamının sensöre düşmesidir. Üst düzey lenslerin diyafram değerleri genel olarak 1.4 derecesinden itibaren başlamaktadır.
Fotoğrafın çekilebilmesi için ışık şarttır. Işık herhangi bir kaynaktan cisme gelir. Cisimden yansıyan ışık bir algılayıcıya yani göze ya da filme ya da sensöre geldiği zaman görünür olur ve renkleri konusunda bilgi verir. Cisimlerin renkleri üzerine gelen ışığın ışık ısısı ve ne kadarını absorbe edip ne kadarını hangi dalga boyunda yansıttığına göre algılanır. Örneğin beyaz duvar sarı ışık ile aydınlatıldığında sarı, mavi ışık ile aydınlatıldığında ise mavi renk olarak görünür. Ancak kırmızı renkli cisim yeşil ışık ile aydınlatıldığında siyah gözükebilir.
Objektifler ilk kamera sayılan "camera obscura"dan bu yana gelişme göstererek optik kusurları neredeyse tamamen giderilmiş hale gelmişlerdir. Geniş açı, normal odaklı ve tele objektif olarak kabaca 3 gruba toplanabilir. Aynı zamanda sabit odaklı ve değiştirilebilir odaklı(zoom) objektifler olarak iki ayrı grupta da toplanabilir.
Çoğu fotoğraf, ışığı fotoğraf filmine, CCD’ye ya da CMOS görüntü algılayıcısına odaklayan fotoğraf makinesiyle çekilir. Nesneler ışığa duyarlı kağıdın yerleştirilip, ışığa maruz bırakılarak (fotogram) ya da bir tarayıcının üzerine konularak da fotoğraf elde edilebilir. İyi fotoğrafın ne olduğu her zaman tartışma konusu olmuştur.
Dijital fotoğraf bilgisayar ortamında çeşitli dosya formatlarından oluşur. Bu formatlardan en popüler olanı sıkıştırılmış JPEG'dir. Diğer formatlar ise TIFF ve RAW formatlarıdır.
Tarihçe.
Görüntüyü görünür kılma kimyasal bazı işlemler gerektirir. "Gümüş ışıkla etkileştiğinde kararır" bilgisinden doğan sonuçları karanlık kutu (Camera Obscura) ile aynı anda, ilk kez deneyen Thomas Wedgwood'un kuramsal çıkarımları doğrudur. Ancak denemelerindeki ışıklama süresinin çok uzun olması, oluşan görüntüdeki kararmayı durduramaması, üstelik oldukça genç sayılacak yaştaki ölümü 1840'ta, Sir John Herscel'in Yunancada türeterek "ışıkla yazmak" anlamında adlandırdığı "fotoğraf"ın mucidi olmasını engeller. Fransa'dan Joseph Nicéphore Niépce, Louis Jacques Mande Daguerre, Hippolyte Bayard ve İngiltere'den William Henry Fox Talbot bu başarıya ulaşırlar. 1826 veya 1827'de Joseph Nicéphore Niépce ışığa duyarlı bir levha üzerinde, kalıcı görüntüler elde etmeyi başarır. Niépce'in görüntüsü sekiz saat boyunca ışıklanır. 1829'da benzer çalışmalar yapan Louis-Jacques-Mande Daguerre'la ortaklık kurar. Niépce, çalışmaları bir yönteme dönüşemeden vefat eder. 1835 yılına gelindiğinde, bir gün Daguerre ışıklanmış bir levhayı içinde kimyasalların bulunduğu bir kaba yanlışlıkla koyar. Birkaç gün sonra levhayı fark ettiğinde, elde ettiği sonuçtan kendi adını vereceği yöntemi bulur. "Daguerrotype" adını verdiği bu buluş, 1839'de Fransız Bilimler Akademisi'nce resmileştirilir.
Bu gelişme, halk arasında ilgi uyanmasına ve fotoğrafın yaygınlaşmasına yarar. Ayna görüntüsünün tersinin elde edildiği bu yöntemde; bir gümüş levha, iyot buharına tutulur, yüzeyinde gümüş iyodürden oluşan bir tabaka elde edilir, bu yüzey, karanlık kutu yeterince ışıklandıktan sonra cıva buharıyla yıkanır. Benzer çalışmaları İngiltere'de sürdüren William Henry Fox Talbot 1839'da karanlık kutu ile edinilen ilk kalıcı görüntüyü kendisinin bulduğunu ileri sürse de ilgi ve kabul görmedi. Çalışmalarını sonraki yıllarda da sürdüren Talbot negatif/pozitif işlemlerini içeren "Calotype" adını verdiği yönteminde; gümüş tuzlarına batırılmış bir kâğıt kullanarak elde edilen negatif görüntülerden, yine aynı teknikle hazırlanmış kâğıtlara istenilen sayıda pozitif fotoğraf basmayı başarır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8618",
"len_data": 4746,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Yedigöller Millî Parkı, Karadeniz Bölgesi'nde Bolu ilinde bir millî parktır.
Parkın özellikleri.
Batı Karadeniz Bölgesinin oldukça engebeli bir yöresinde bulunan millî parkta heyelanın oluşturduğu göller "Orman Denizi"ni andıran zengin bitki örtüsü göllerde yaşayan alabalıklar ve bu değerlerin yarattığı rekreasyon kullanım potansiyeli ana kaynakları oluştururlar. Genellikle yer yapısı serpantinlerden ve volkanik kayaçlardan oluşan sahada zaman zaman göçük yer hareketleri sürüklenmeye hazır arazi yapısı, göllerin meydana gelmesini hazırlayan başlıca faktörlerdir. Göller, kayan kitlelerin, vadilerin önlerini kapaması sonucu arkada suların biriktiği set gölleridir. Bunlardan bazıları dip kaçakları ile birbirine bağlantılıdır. Park alanında 1488m ile Eğrikiriş Tepesi en yüksek, 465m ile Kirazçatı ise en alçak noktadır.
Türkiye'de ilk kültür alabalığı üretme istasyonu 1969 yılında bu millî parkta kurulmuştur. Dolayısıyla rekreasyonel açıdan olta balıkçılığına kaynak olmuştur. Balıkçıların Abant'tan getirdikleri Alabalık türü, Yedigöller'in doğal alabalık çeşitlerinin yumurtalarını yiyerek yok olma noktasına getirmiştir. Ayrıca kampçılık, günübirlik piknik, tabiat içerisinde yürüyüş, fotoğrafçılık ziyaretçilerin uğraşlarıdır.
Yedigöller Millî Parkı içerisindeki Kapankaya manzara seyir yerine çıkıldığında gölleri ve peyzaj güzelliklerini görmek mümkün olduğu gibi, bu güzergâh üzerinde anıt ağaç levhasını da görmek mümkündür. Yol kenarındaki levhanın bulunduğu yerden patika takip edildiğinde anıt ağaç görülebilir. Geyik üretim alanı ziyaret edilebilir.
Mevcut hizmetler ve konaklama.
Millî park içinde kampçılık, günübirlik piknik, yürüyüş, fotoğraf çekimi gibi rekreaktif faaliyetler yapılırken konaklama ve yiyecek ihtiyaçları da tesis edilen dinlenme evleri, kır gazinosu ve kantinden karşılanabilir.
Millî parkta çadırla konaklanabildiği gibi misafirhane ve bungalovlardan da faydalanılabilir.
Flora ve fauna.
Park içinde bulunan bitki türleri arasında "Sambucus ebulus", "Sambucus nigra", "Heracleum sphondylium ternatum", "Brummitt devesil", "Chaerophyllum aureum", "Lemna minor", "Lapsana communis", "Petasites hybridus", "Alnus glutinosa glutinosa", "Carpinus betulus", "Alliaria petiolata", "Carex remota", "Carex pendula", "Scirpus sylvaticus", "Dryopteris caucasica", "Equisetum telmateia", "Rhododendron ponticum", "Melilotus officinalis", "Fagus orientalis", "Geranium robertianum", "Juncus effusus", "Circaea lutetiana", "Cephalanthera rubra", "Abies nordmanniana equi-trojani", "Callitriche brutia", "Veronica anagallis-aquatica", "Veronica beccabunga", "Rumex obtusifolius subalpinus", "Lysimachia verticillaris", "Ranunculus peltatus", "Geum urbanum", "Rubus hirtus", "Rosa canina", "Sorbus torminalis", "Salix alba", "Populus tremula", "Acer pseudoplatanus", "Saxifraga cymbalaria", "Urtica dioica", "Alisma plantago-aquatica", "Lemna minor", "Eleocharis palustris", "Veronica anagallis-aquatica", "Veronica gentianoides", "Potamogeton natans", "Ranunculus peltatus", "Ranunculus repens", "Alisma plantago-aquatica", "Anthriscus nemorosa", "Lemna minor", "Cyanus triumfettii", "Hieracium oblongum", "Myosotis ramosissima ramosissima", "Carex nigra nigra", "Carex acuta", "Carex spicata", "Carex pseudocyperus", "Equisetum arvense", "Elodea nuttallii", "Elodea canadensis ", "Iris pseudacorus", "Ranunculus illyricus illyricus", "Alchemilla compactilis", "Geum rivale" ve "Galium palustre" türlerini barındırır.
Park içinde "Sciurus anomalus", "Canis lupus", "Vulpes vulpes", "Ursus arctos", "Martes foina", "Meles meles", "Felis sylvestris", "Sus scrofa", "Capreolus capreolus" ve "Cervus elaphus" gibi memeli hayvanlar ve yakın zamanda tanımlanan "Ecdyonurus starmachi", "Paraleptophlebia cincta", "Caenis martae" ve "Baetis lapponicus" türleri de bulunur.
Ulaşım.
Bolu ilinin Mengen ilçesinden ulaşım mümkündür. Ayrıca Ankara-İstanbul karayolunun 152'nci km'sinden Yeniçağa ve 190 km'sindeki Bolu ilinden kuzeye ayrılan yollarla ulaşılır. Kışın Bolu-Yedigöller güzergâhı karla kapalı olduğundan ulaşım sadece Yeniçağa-Mengen-Yazıcık üzerinden yapılır. Her iki yolun da yaklaşık 30 km'lik bölümü stabilizedir. 2015'in sonbahar aylarında Bolu ilinden kuzeye ayrılan yol yapım tadilatının ilk etabı bitirilmiş, yol ulaşıma açılmıştır. Bu yolu kullanan sürücülerin dikkatli olması gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8623",
"len_data": 4329,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.48
}
|
Oberon Pascal dilinin mucidi Niklaus Wirth ve Martin Gutknecht tarafından, 1985-1988 yılları arasında, Zürih'te Eidgenossische Technische Hochschule'de (ETH) geliştirilmiştir.
Nesneye yönelik yapıda bir dildir. Aynı zamanda yordamsal ve blok-yapısal bir dildir. Bilgisayar bilimi eğitiminde kullanılmak amacıyla geliştirilmesine rağmen uygulama geliştirme amacı ile de kullanılabilecek genel maksatlı dil niteliğindedir.
Oberon'un yazımı Pascal diline benzemektedir fakat semantiği Pascal'dan çok daha zengindir. Pascal gibi her değişkenin kullanılmadan önce bildirilmesi zorunluluğunu getirmektedir. İşleçlerin üst üste bindirilmesi, çoklu kalıt alma gibi özellikleri desteklememektedir. Soyut arayüzler ve yansıtma dilin diğer özellikleridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8624",
"len_data": 744,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.9
}
|
String Oriented Symbolic Language (Karakter Zincirlerine Yönelik Sembolik Dil, kısaca SNOBOL), 1962 ve 1967 yılları arasında AT&T Bell Laboratuvarları'nda David J. Farber, Ralph E. Griswold ve Ivan P. Polonsky tarafından geliştirilen ve SNOBOL4 ile doruklanan bilgisayar programlama dillerinin soysal (jenerik) adıdır.
SNOBOL dili, çok güçlü fakat eksantrik bir programlama dili olarak nitelendirilmiştir; çünkü çok özel bir alan için, yani karakter zinciri (string) işlemleri için tasarlanmıştır. SNOBOL'da klasik dillerdeki gibi aritmetiksel değişkenler ve atama deyimleri de mevcuttur, fakat ağırlık karakter zinciri işleme fonksiyonlarına verilmiştir.
Dilin sözdizimi (sentaksı), inanılmaz derecede güçlü karakter zinciri tanıma ve işleme olanakları sağlamaktadır. Kontrol akışı, genellikle karakter zinciri eşleme işlemlerindeki başarı ya da başarısızlık durumuna göre tasarlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8625",
"len_data": 893,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.87
}
|
Midge Ure (aslı; James Ure doğum; 10 Ekim 1953, Lanarkshire, İskoçya); 1970 ve 1980'lerde büyük başarılara imza atmış; rock'n roll gitaristi, şarkıcısı ve şarkı sözü yazarı. Sahne adı Midge'i, gerçek adı olan Jim'in fonetik olarak ters çevrilmesiyle oluşturmuştur.
Müzik kariyerine pop-rock grubu olan Slik'de başlamıştır. Daha sonra The Rich Kids ve Thin Lizzy'de çalmıştır. 1984 yılında Bob Geldof ile bir The Band Aid hiti olan "Do They Know It's Christmas?"i yazmıştır. 1985 yılında "If I Was" adlı single'ini ve "The Gift" adlı albümünü çıkarmıştır. Solo kariyeri 1990'lara dek sürmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8630",
"len_data": 593,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.48
}
|
Anamur, Mersin ilinin Antalya sınırında yer alan en batısındaki ilçesidir. İsmi, Yunanca "yel değirmeni" sözcüğünden türeyen Anemourion (Ανεμούριον), "rüzgarlı burun" anlamına gelmektedir. Anemurium Antik Kenti, Anamur burnuna çok yakın ve sürekli rüzgâr alan bir noktada kurulmuştur.
Tarihçe.
Geçmişi antik çağlara uzanan ve sırasıyla Kizzuvatnalılar, Hititler, Asurlular ve Persler'in egemenliği altına giren Anamur, MÖ 333'te Büyük İskender’in doğu seferi sırasında Makedonya Krallığı’na bağlanmış, bu dönemden sonra kentin adı "Anemurium" olarak anılmaya başlanılmıştır. Anemurium, antik kaynaklara göre “Rüzgârlı Burun” anlamına gelmektedir. MÖ 1. yüzyılda Roma, sonra Bizans egemenliğine giren Anamur, Bizanslılar zamanında yeniden inşa edilmiştir. Daha sonra sırasıyla Arapların, Bizanslar'ın, Anadolu Selçukluların, yeniden Bizans'ın ve Kilikya Ermeni Krallığı'nın eline geçen Anamur, Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat'ın, Ertokuş Bey'i kıyı şehirlerinin alınmasıyla görevlendirmesi sonucu, 1228'de Selçuklu Hanedanı'nın, 1243'te yeniden Kilikya Ermeni Krallığı'nın, daha sonra 1275'te Karamanoğlu Beyliği'nin ve 1471'de Osmanlı İmparatorluğu yönetimine geçmiştir.
Anamur 1869 yılında ilçe olmuştur. 1867'de Konya vilayetine bağlı İçel Sancağı'nın bir kazası olan Anamur, 1877'de İçel Sancağı Adana Vilayeti'ne bağlanınca, Adana vilayeti İçel Sancağı'nın bir kazası durumuna gelmiştir. Eski kaza merkezi bugünkü Ören beldesinin Nasrettin ve Ortaköy mahalleleridir. Burada yıkık durumdaki eski bir devlet binası hâlâ görülebilir. Sonraları daha iç ve yüksekçe bir bölge olan Çorak, ilçe merkezi olmuş, adı "Anamur" olarak değiştirilerek, devlet daireleri ve birçok aile Çorak'a taşınmıştır. 1930 yılında eski hükûmet konağı binası Rum Ortodoks kilisesi yıkılarak yerine inşa edilmiştir. Mimarı Ermeni bir ustadır.
Coğrafya.
Kumsalları, nesli tükenmek üzere olan deniz kaplumbağalarının ("Caretta caretta") yumurtlama alanıdır. Ayrıca deniz kıyısının ıssız ve kayalık olan kesimlerinde Akdeniz fokları yaşamaktadır.
Ormanlık alanları özellikle çam, meşe, kavak, çınar, maun gibi ağaçlar ile defne, keçiboynuzu (harnup), pırnal, mersin (murt), zakkum gibi maki grubu bitkilerle kaplıdır. Ormanlarında yaban keçisi, keklik, tavşan, kaplumbağa, kelebek gibi çeşitli yabanıl hayvanlar özgürce yaşamaktadır.
Kıyıda İskele, Kale, Melleç, Ören plajları; iç kesimlere doğru Pullu Mesire yeri, Köşekbükü Mağarası yukarı kesimlerde ise yaylalar, ormanlık alanlar, görülmeye değer yerlerdir.
Coğrafi konum.
Anamur, Mersin'e bağlı bir ilçe olup, Türkiye'nin güneyinde bulunur. Anamur Türkiye'de muz, yer fıstığı narenciye ve çilek ile ünlü bir ilçedir. Güneyinde Akdeniz, batısında Antalya'nın Gazipaşa, kuzeyinde Karaman'ın Ermenek, kuzeydoğusunda Gülnar ve doğusunda Bozyazı ilçeleri vardır.
Mersin il merkezine uzaklığı 239 km olup, Türkiye'de il merkezine en uzak ilçe konumunda bulunmaktadır.
İklim ve bitki örtüsü.
Anamur'da tropika iklim hüküm sürdüğünden maki ve tropikal iklim bitkilerinin hemen hepsi yetişmektedir. Yıllık sıcaklık ortalaması ise 20 ile 24 derece arasında değişmektedir.
Anamur ormanlarının özellikle çam, meşe, kavak, çınar, maun gibi ağaçlar ile defne, keçiboynuzu (harnup), pırnal, mersin (murt), zakkum gibi maki grubu bitkilerle kaplıdır.
Nüfus.
İlçe nüfusu 66.994'tür. Anamur halkı büyük çoğunlukla Türk kökenlidir. Yerleşik Türklerin çoğunluğu Ermenek'ten gelerek ilçeye yerleşmiştir. Osmanlı döneminde ise beş altı kadar zanaatkar aile İstanbul'dan getirilerek yörenin Osmanlılaşması ve Karamanoğlu kültüründen kurtulması için yerleştirilmişlerdir. Toroslarda yaşayan göçebe yörük Türkler ise zaman içinde gerek ilçe merkezinde gerekse kırsaldaki köylerde yerleşik hayata geçmişlerdir. İlçenin kırsal kesimindeki köylerde hâlâ Türkmen obaları yaşamaktadır. Anamur'un bazı köyleri Tahtacıdır. Tahtacılar geçimlerini orman ürünleri ve kerestecilikle kazanan ve Alevi inancına sahip Türkmenlerdir. Tahtacı köyleri folklorik yapısında semah dansları ve farklı düğün ve cenaze törenleri gelenekleri görülebilir. İlçe merkezinde güney batıya doğru Abdal mahallesi bulunur. Abdallar ise yine Alevi inancına sahip bir topluluktur. Abdallar düğünlerde müzisyenlik yaparak ya da çeşitli hizmet sektöründe çalışmaktadır. (Örneğin: Sünnetçilik, müzisyenlik, balıkçılık vs)
Diğer yandan Göçmen diye adlandırılan mahallede ise Arnavutluk'tan 1930'lu yıllarda gelen Arnavut göçmenler ile 1960'lı ve 70'li yıllarda Kıbrıs'tan gelen göçmenler yaşamaktadırlar. İskele mahallesinde ise Mısır'dan zamanında gelip yerleşmiş balıkçılıkla uğraşan aileler vardır.
İstiklal Savaşı sonrası imzalanan Lozan Antlaşması gereği, nüfus mübadelesi ile yöredeki Rum Ortodoks ve Karamanlılar Kıbrıs üzerinden Yunanistan'da Atina'nın Nea Ionia semtine göç ederek yerleşmişlerdir. Göç edenlerin kaç tanesi Rum kaç tanesi Ortodoks inancına sahip oldukları bilinmemektedir. Ama görgü tanıkları yaşlı insanların anlattıklarına bakılırsa, 500 kadar Ortodoks Hristiyan, iskeleden sandal ve teknelere binerek Kıbrıs'a doğu açılmışlardır. O yıllarda Anamur nüfusunun toplam 3.000'i bile bulmadığı düşünülürse Rum nüfus %25 kadar olmalıdır.
Anamur dışarıdan çok fazla göç almamakla birlikte çevre illerden gelip yerleşenler ya da yazlıkçılardan yerleşenler bulunmaktadır. İlçede ikamet eden nüfusun 54.000'i Mersin nüfusuna kayıtlıdır. 504 kişi Adana nüfusuna, 406 kişi Antalya nüfusuna, 763 kişi Konya nüfusuna, 1.146 kişi ise Karaman nüfusuna kayıtlıdır.
Ekonomik yapı.
Muz üretimini genel olarak seralarda sağlayan Anamur'da seracılık 1995'ten sonra yaygınlaşmaya başlamıştır. Türkiye'nin çilek ihtiyacının %40 gibi büyük bir kısmı da Anamur'dan karşılanır. Yetersiz ulaşım koşulları nedeniyle yabancı turistler tarafından çok fazla ilgi çekmeyen Anamur, yerli turizm açısından gelişmiştir. İlçenin birçok bölgesinde yerli turistlerin yılın belli aylarında ikamet ettiği siteler bulunmaktadır. Yaz aylarında Anamur'da Ankara ve Konya'dan gelen birçok yerli turist görülebilir.
Son yıllarda özellikle tarımda kendini yenilemiş, avokado, papaya, ejder meyvesi gibi sonradan popüler olan ürünleri yetiştirmeye başlamıştır.
Özellikle Gazipaşa Havalimanı açıldıktan sonra, bölgeye ilgi çok artmış otel, restoran, kafe gibi yerler çoğalmıştır. Yaz mevsiminin uzun olması, deniz sıcaklığının kış ayına kadar düşmemesi ve el değmemiş doğası birçok insan için yeni tatil destinasyonudur.
Kültür.
Tarihi yerler.
Mamure Kalesi, Anemurium Antik Kenti ve Titiopolis Antik Kenti, Ala Köprü, Ak Camii, Köşekbuku Mağarası, Anamur ilçe merkezi ve Ören beldesindeki tarihi evler, Azıtepe ve Anamur Müzesi Anamur'da gezilmesi gereken önemli yerlerdir.
Yaylalar.
Anamur halkı, yazın 40-45 dereceyi bulan sıcaklardan kaçmak için Toroslar'ın yüksek kesimlerinde kurdukları küçük yayla köylerine çıkarlar. Yaklaşık 3 ay kalınan bu köyler, sahile göre yükseklikleri nedeniyle oldukça serindir. Yakın zamana kadar birçoğunda içme suyu, elektrik, telefon ve kanalizasyon olmayan bu yayla köyleri yayla turizminin ön plana çıkmasıyla alt ve üst yapısı hızla tamamlanmaktadır. Yayla köylerinde modern evlerin yanı sıra hâlâ geleneksel mimariye uygun olarak taştan toprak damlı, tek gözlü, içinde ateş yakma yeri (ocaklık) ve baca bulunan, bir ya da iki pencereli olarak da yapılmaktadır. Yörede bu evlere evcik denmektedir. Modern yapılar inşa edilirken eski evler tamamıyla yıkılmamış, toprak damlara beton dökülerek, pencerelere de demir panjurlar eklenmiştir. Anamur'un en kalabalık yaylası Abanoz'dur. Diğer bilinen yaylaları ise Kaş, Akpınar, Barcın, Halkalı, Kozağacı, Elbalak, Bodrum, Çandır, Çamurlu yaylalarıdır.
Anamur yöresi yemekleri.
Anamur Yöresi Yemekleri genelde sebze ağırlıklı, zeytinyağlı, bazen etli ve sıcak ama çoğunlukla soğuk da tüketilen kendine has lezzetlerdir. Anamur mutfağı Yörük geleneği ve lezzetleriyle beraber, Kıbrıs ve Adana mutfağından da etkilenmiş, çeşitli kebaplar da yöreye has özellik kazanmıştır. Anamur mutfağı tek başına değil Alanya, Ermenek, Kıbrıs ve aslında genel anlamda Taşeli mutfağıyla birlikte ele alınıp değerlendirilmelidir. En yaygın bilinen batırık ve kısır, Anamur yöresinde, özellikle hanımların ikindi oturmalarında, çayla birlikte aldıkları özel bir yiyecektir. Bunun dışında yörede gölevez olarak adlandırılan bir çeşit etli yemek de yapılmaktadır. Diğer lezzetler ise tuzlu olarak; bişi (pişi), kapama, bazlama, yoğurtlu patates, bakla yoğurtlama, yaprak sarması, domates dolması, biber ve kabak dolması, patates dolması, erişte, kabak kavurması, börülce, gölevezli kuru fasulye, nohutlu pilav, kulak çorbası, maş çorbası, pirinç çorbası, keşkek, dövme pilav, yahni, kaburga dolması (boş); tatlı olarak ise palize, samsıra, karsambaç ve cevizli baklavadır.
Garnitür olarak çok çeşitli salata ve mezeler hazırlanır. Bunlar, semizotu ve roka salatası, çoban salata, marul salatası, lahana salatası, ıspanak salatası, kaya koruğu, tarator, yoğurtlu zeytin ezmesi, patates salatası, soğan piyazı, biber kızartması, fava, acılı ezme ve balık çeşitleridir.
Anamur ağzı (aksanı).
Türkî diller içinde Oğuz Türkçesinin Taşeli Yöresinde konuşulan bir ağzıdır. Kıbrıs ağzıyla çok büyük benzerlikler gösterir. Genelde ÖzTürkçe yaratıcı sözcükler hakimdir. Değişik bir vurgu yapısı vardır. Genizden söylenen ñ harfi vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8637",
"len_data": 9238,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.45
}
|
Uranüs, Güneş'e yakınlık bakımından yedinci gezegendir. Gazlı, camgöbeği renginde bir buz devidir. Gezegenin büyük bir kısmı, astronominin "buz" ya da uçucu maddeler olarak adlandırdığı maddenin süperkritik fazındaki su, amonyak ve metandan oluşur. Gezegenin atmosferi karmaşık katmanlı bir bulut yapısına sahiptir ve tüm Güneş Sistemi gezegenleri arasında ile en düşük minimum sıcaklığa sahiptir. Gezegenin 82,23°'lik belirgin bir eksenel eğimi ve 17 saat 14 dakikalık bir geriye dönüş periyodu vardır. Bu, Güneş etrafındaki 84 Dünya yıllık bir yörünge döneminde kutuplarının yaklaşık 42 yıl sürekli güneş ışığı aldığı ve ardından 42 yıl sürekli karanlık olduğu anlamına gelir.
Uranüs, Güneş Sistemi gezegenleri arasında en büyük üçüncü çapa ve en büyük dördüncü kütleye sahiptir. Mevcut modellere göre, uçucu manto tabakasının içinde kayalık bir çekirdek ve onu çevreleyen kalın bir hidrojen ve helyum atmosferi bulunmaktadır. Üst atmosferinde eser miktarda hidrokarbon ve karbonmonoksit ile birlikte karbondioksit tespit edildi. Uranüs'ün atmosferinde en yüksek rüzgâr hızı, kutup örtüsündeki değişimler ve düzensiz bulut oluşumu gibi açıklanamayan birçok iklim olayı vardır. Gezegen ayrıca diğer dev gezegenlere kıyasla çok düşük iç ısıya sahiptir ve bunun nedeni belirsizliğini korumaktadır.
Diğer dev gezegenler gibi Uranüs'ün de bir halka sistemi, bir manyetosferi ve birçok doğal uydusu vardır. Son derece karanlık olan halka sistemi, gelen ışığın yalnızca yaklaşık %2'sini yansıtır. Uranüs'ün 28 doğal uydusu, 13'ü küçük iç uydular olmak üzere bilinen 18 normal uyduyu içerir. Daha uzakta gezegenin daha büyük beş büyük uydusu vardır: Miranda, Ariel, Umbriel, Titania ve Oberon. Uranüs'ten çok daha uzakta yörüngede dönen dokuz düzensiz uydu vardır. Gezegenin manyetosferi oldukça asimetriktir ve halkalarının ve uydularının kararmasının nedeni olabilecek birçok yüklü parçacığa sahiptir.
Uranüs çıplak gözle görülebilir, ancak çok sönüktür ve William Herschel tarafından ilk kez gözlemlendiği 1781 yılına kadar bir gezegen olarak sınıflandırılmadı. Keşfinden yaklaşık yetmiş yıl sonra, gezegene Yunan ilkel tanrılarından biri olan Yunan tanrısı Uranüs'ün (Ouranos) adının verilmesi konusunda fikir birliğine varıldı. 2024 yılı itibarıyla, 1986 yılında "Voyager 2" sondası gezegenin yanından geçtiğinde sadece bir kez yakından ziyaret edildi. Günümüzde teleskoplarla çözülebilmesine ve gözlemlenebilmesine rağmen, Gezegen Bilimi Decadal Araştırması'nın önerilen Uranüs Yörünge ve Sondası görevini 2023-2032 araştırmasında en yüksek öncelik haline getirme kararının ve CNSA'nın "Tianwen-4"'ün bir alt sondasıyla gezegenin yanından geçme önerisinin gösterdiği gibi, gezegeni yeniden ziyaret etme arzusu çok fazladır.
Tarihi.
Klasik gezegenler gibi Uranüs de çıplak gözle görülebilir, ancak sönüklüğü ve yavaş yörüngesi nedeniyle eski gözlemciler tarafından hiçbir zaman bir gezegen olarak kabul edilmedi. Sir William Herschel, Uranüs'ü ilk kez 13 Mart 1781'de gözlemledi ve Uranüs'ün bir gezegen olarak keşfedilmesine yol açarak tarihte ilk kez Güneş Sistemi'nin bilinen sınırlarını genişletti ve Uranüs'ü bir teleskop yardımıyla bu şekilde sınıflandırılan ilk gezegen haline getirdi. Uranüs'ün keşfi aynı zamanda bilinen Güneş Sistemi'nin boyutunu da iki katına çıkardı çünkü Uranüs, Satürn gezegeninin Güneş'e olan uzaklığının yaklaşık iki katıdır.
Keşif.
Bir gezegen olarak tanınmasından önce Uranüs, genellikle bir yıldız olarak yanlış tanımlansa da, birçok kez gözlemlendi. Bilinen en eski gözlem Hipparkos tarafından yapıldı; Hipparkos, MÖ 128 yılında, daha sonra Batlamyus'un "Almagest"'ine dahil edilecek olan yıldız kataloğu için onu bir yıldız olarak kaydetti. En erken kesin gözlem, 1690 yılında John Flamsteed tarafından yapıldı ve Flamsteed en az altı kez gözlemleyerek, 34 Tauri olarak katalogladı. Fransız gökbilimci Pierre Charles Le Monnier, Uranüs'ü 1750 ile 1769 yılları arasında dört gece üst üste olmak üzere en az on iki kez gözlemledi.
Sir William Herschel, 13 Mart 1781'de Bath, Somerset, İngiltere'deki New King Street 19 numaradaki evinin bahçesinden (şimdi Herschel Astronomi Müzesi) Uranüs'ü gözlemledi ve 26 Nisan 1781'de kuyruklu yıldız olarak rapor etti. Herschel, ev yapımı 6,2 inçlik yansıtıcı bir teleskopla "sabit yıldızların paralaksı üzerine bir dizi gözlem yaptı."
William Herschel, Uranüs'ü günlüğüne kuyruklu yıldız olarak kaydetti ve keşfini Kraliyet Cemiyeti'ne sunduğunda da bu iddiasında diretti ancak yine de üstü kapalı olarak onu bir gezegenle karşılaştırdı. Keşfini Kraliyet Astronomu Nevil Maskelyne'ye bildirdi ve ondan 23 Nisan 1781'de şu şaşkın cevabı aldı: "Buna ne ad vereceğimi bilemiyorum. Güneş'e neredeyse dairesel bir yörüngede hareket eden düzenli bir gezegen olması kadar, çok eksantrik bir elips içinde hareket eden bir Kuyruklu Yıldız olması da muhtemel. Henüz herhangi bir koma ya da kuyruk görmedim."
Herschel yeni cismi bir kuyruklu yıldız olarak tanımlamaya devam etse de, diğer gökbilimciler aksinden şüphelenmeye başladılar. Rusya'da çalışan Fin-İsveçli astronom Anders Johan Lexell, yeni cismin yörüngesini hesaplayan ilk kişi oldu. Neredeyse dairesel olan yörüngesi onu bu cismin bir kuyruklu yıldızdan ziyade bir gezegen olduğu sonucuna götürdü. Berlinli astronom Johann Elert Bode, Herschel'in keşfini "Satürn'ün yörüngesinin ötesinde dolaşan, şimdiye kadar bilinmeyen gezegen benzeri bir nesne olarak kabul edilebilecek hareketli bir yıldız" olarak tanımladı. Bode, yıldızın neredeyse dairesel olan yörüngesinin bir kuyruklu yıldızdan çok bir gezegene benzediği sonucuna vardı.
Cisim kısa sürede evrensel olarak yeni bir gezegen olarak kabul edildi. Herschel, 1783'te bunu Kraliyet Cemiyeti başkanı Joseph Banks'e bildirdi: "Avrupa'nın en seçkin Astronomlarının gözlemlerine göre, Mart 1781'de onlara gösterme onuruna eriştiğim yeni yıldızın Güneş Sistemimizin Birincil Gezegeni olduğu anlaşılıyor." Bu başarısından dolayı Kral III. George, Herschel'e, Kraliyet Ailesi'nin teleskoplarına bakabilmesi için Windsor'a taşınması şartıyla yıllık 200 sterlin (2023'te 30.000 sterline eşdeğer) maaş bağladı.
İsim.
Uranüs adı, Roma mitolojisinde Caelus olarak bilinen, Kronos'un (Satürn) babası, Zeus'un (Jüpiter) büyükbabası ve Ares'in (Mars) büyük büyükbabası olan ve Latince'de Uranüs olarak çevrilen antik Yunan gökyüzü tanrısı Uranüs'e () atıfta bulunmaktadır. Sekiz gezegen arasında İngilizce adı Yunan mitolojisindeki bir figürden türeyen tek gezegendir. Astronomlar arasında tercih edilen Uranüs isminin telaffuzu şeklindedir, İngilizcedeki uzun "u" ve Latince Uranüs'te olduğu gibi ilk hecedeki vurgu ile, 'in aksine, ikinci hecede vurgu ve uzun bir a ile, ancak her ikisi de kabul edilebilir olarak kabul edilir.
Yörünge ve dönüş.
Uranüs her 84 yılda bir Güneş'in etrafında döner. Yıldızların arka planına bakıldığında, gezegen 1781'de keşfedildiğinden bu yana, Mart 1865 ve Mart 1949'da olmak üzere iki kez ikili yıldız Zeta Tauri'nin kuzeydoğusunda keşfedildiği noktaya geri dönmüştür ve Nisan 2033'te tekrar bu konuma geri dönecektir.
Güneş'ten ortalama uzaklığı kabaca 'dur. Güneş'e olan minimum ve maksimum uzaklığı arasındaki fark 1,8 AU olup, cüce gezegen Plüton'unki kadar olmasa da diğer gezegenlerden daha büyüktür. Güneş ışığının yoğunluğu uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak değişir - Uranüs'te (Dünya'ya kıyasla Güneş'ten yaklaşık 20 kat uzakta), Dünya'daki ışık yoğunluğunun yaklaşık 1/400'ü kadardır.
Uranüs'ün yörünge elemanları ilk olarak 1783 yılında Pierre-Simon Laplace tarafından hesaplandı. Zamanla, tahmin edilen ve gözlemlenen yörüngeler arasında tutarsızlıklar ortaya çıkmaya başladı ve 1841'de John Couch Adams ilk olarak farklılıkların görünmeyen bir gezegenin yerçekimsel çekiminden kaynaklanabileceğini öne sürdü. 1845 yılında Urbain Le Verrier, Uranüs'ün yörüngesi üzerine kendi bağımsız araştırmasına başladı. Johann Gottfried Galle, 23 Eylül 1846'da, Le Verrier'nin öngördüğü konuma yakın bir yerde, daha sonra Neptün adını alacak olan yeni bir gezegen tespit etti.
Uranüs'ün iç kısmının dönme periyodu 17 saat 14 dakikadır. Tüm dev gezegenlerde olduğu gibi, üst atmosferi dönüş yönünde güçlü rüzgarlara maruz kalır. Yaklaşık 60 derece güney gibi bazı enlemlerde, atmosferin görünür özellikleri çok daha hızlı hareket eder ve 14 saat gibi kısa bir sürede tam bir dönüş yapar.
Eksen eğikliği.
Uranüs'ün dönme ekseni Güneş Sistemi düzlemine neredeyse paraleldir ve 82,23°'lik bir eksen eğikliğine sahiptir. Hangi kutbun kuzey kabul edildiğine bağlı olarak eğiklik 82,23° veya 97,8° olarak tanımlanabilir. Birinci tanım, Uluslararası Astronomi Birliği'nin kuzey kutbunu Güneş Sistemi'nin değişmeyen düzleminin Dünya'nın kuzey tarafında kalan kutup olarak tanımlayan görüşünü esas alır. Bu tanıma göre Uranüs ters yönlü (retrograd) bir dönüşe sahiptir. Alternatif olarak, cismin dönüş yönüne sağ el kuralı uygulanarak kuzey ve güney kutupları belirlenebilir ve Uranüs'ün eksen eğikliği 97,8° olarak da hesaplanabilir; böylece hangi kutbun kuzey, hangisinin güney olduğu kabulü değişir ve gezegenin dönüşü ileri yönlü (prograd) olarak değerlendirilir. Bu durum, Uranüs'e diğer gezegenlerden tamamen farklı mevsimsel değişimler sağlar. Gündönümü civarında bir kutup sürekli olarak Güneş'e bakarken, diğer kutup karanlıktadır ve yalnızca ekvator çevresindeki dar bir şerit Güneş ufuk çizgisine yakınken hızlı bir gündüz-gece döngüsü yaşar. Uranüs'ün yörüngesinin diğer tarafında ise kutupların Güneş'e olan yönü tersine döner. Her bir kutup yaklaşık 42 yıl boyunca kesintisiz güneş ışığı alır ve ardından 42 yıl karanlıkta kalır. Ekinoks dönemlerinde ise Güneş, Uranüs'ün ekvatoruna bakar ve diğer gezegenlerde görülenlere benzer gündüz-gece döngüleri yaşanır.
Bu eksen eğikliğinin bir sonucu olarak kutup bölgeleri, Uranüs yılı boyunca ekvator bölgelerine kıyasla ortalama olarak Güneş'ten daha fazla enerji alır. Buna rağmen Uranüs'ün ekvatoru kutuplarından daha sıcaktır. Bu duruma sebep olan mekanizma ise bilinmemektedir. Uranüs'ün bu alışılmadık eksen eğikliğinin sebebi de tam olarak bilinmemekle birlikte yaygın spekülasyon, Güneş Sistemi'nin oluşumu sırasında Dünya büyüklüğünde bir öngezegenin Uranüs ile çarpışarak bu eğikliği oluşturduğudur. Durham Üniversitesi'nden Jacob Kegerreis'in araştırmaları, eğikliğin 3 ila 4 milyar yıl önce Dünya'dan daha büyük bir gök cisminin gezegene çarpmasıyla oluştuğunu öne sürmektedir. "Voyager 2"nin 1986'daki geçişi sırasında Uranüs'ün güney kutbu neredeyse doğrudan Güneş'e bakıyordu.
Uydular.
Uranüs'ün bilinen 28 doğal uydusu vardır. Bu uyduların isimleri Shakespeare ve Alexander Pope'un eserlerindeki karakterlerden seçildi. Beş ana uydu Miranda, Ariel, Umbriel, Titania ve Oberon'dur. Uranüs uydu sistemi dev gezegenler arasında en az kütleye sahip olanıdır; beş ana uydunun toplam kütlesi tek başına Triton'un (Neptün'ün en büyük uydusu) kütlesinin yarısından daha azdır. Uranüs'ün uydularının en büyüğü olan Titania'nın yarıçapı sadece , yani Ay'ın yarısından daha azdır, ancak Satürn'ün ikinci en büyük uydusu olan Rhea'dan biraz daha fazladır ve bu da Titania'yı Güneş Sistemi'ndeki en büyük sekizinci uydu yapar. Uranüs'ün uydularının albedosu nispeten düşüktür; Umbriel için 0,20 ile Ariel (yeşil ışıkta) için 0,35 arasında değişir. Kabaca %50 buz ve %50 kayadan oluşan buz-kaya konglomeralarıdır. Buz, amonyak ve karbondioksit içerebilir.
Uranya uyduları arasında Ariel en genç yüzeye, en az çarpma kraterine ve Umbriel en yaşlı yüzeye sahip gibi görünmektedir. Miranda'da derinliğinde fay kanyonları, teraslanmış katmanlar ve yüzey yaşları ve özelliklerinde kaotik bir çeşitlilik vardır. Miranda'nın geçmiş jeolojik aktivitesinin, yörüngesinin şimdikinden daha eksantrik olduğu bir zamanda, muhtemelen Umbriel ile eski 3:1 yörünge rezonansının bir sonucu olarak gelgit ısınması tarafından yönlendirildiği düşünülmektedir. Miranda'nın 'yarış pisti' benzeri koronalarının kökeni, yukarı doğru şişen diyapirlerle ilişkili genişleme süreçleridir. Ariel'in bir zamanlar Titania ile 4:1 rezonansa sahip olduğu düşünülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8640",
"len_data": 11997,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.9
}
|
Fenomen (') veya görüngü, duyularla algılanabilen şey. Fenomen kelimesi, bazılarınca sadece şaşırtıcı şeyler için kullanılsa da, genel kullanımda böyle bir anlamı bulunmamaktadır.
Felsefî anlamı.
Felsefede farklı filozoflar tarafından farklı anlamlarda kullanılmış olsa da genel olarak; somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesne kavramları altına alınabilir. Örneğin Platon için fenomen mükemmel ve ebedi olan formların (idea) geçici, bozuk kopyaları, gerçekte "hakikat" olmayandır. Kant, fenomeni; duyularla algılanamayan, insanın bilme yetisi dışında ve nedenselliğe tabi olamayan anlamında kullandığı numen (kendinde şey) terimine karşıt olarak, duyularla algılanabilen ve nedenselliğe tabi olan için kullanmıştır. Edmund Husserl'e göre ise fenomen, geri dönülmesi gereken özdür ve fenomenolojinin ele aldığı konu, algısal ve deneysel nesneler dünyası değil, nesnelerin özüdür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8645",
"len_data": 888,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 4.29
}
|
İsmet Özel (d. 19 Eylül 1944, Kayseri), Türk şair, yazar ve deneme yazarı.
1944'te Kayseri'de doğdu. İlk ve ortaöğrenimini sırasıyla Kastamonu, Çankırı ve Ankara'da tamamladı, 1962'de mezun oldu. 1963'te Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okumaya başladı. Bu yıllarda komünizmi benimsedi, Türkiye İşçi Partisi'nde çeşitli görevler üstlendi. 1972'de Hacettepe Üniversitesi'nde Fransız Dili ve Edebiyatı okumaya başladı, 1977'de mezun oldu. 12 Mart Muhtırası sonrası Müslüman dünya görüşüne bağlandı. Bu dönemde, bağlandığı bu dünya görüşü doğrultusunda çeşitli gazetelerde yazdı. 2007'de İstiklal Marşı Derneği'ni kurdu. 2013 itibarıyla şiire veda ettiğini duyurdu.
Yaşamı.
Çocukluğu ve eğitimi.
İsmet Özel, 19 Eylül 1944'te Kayseri, Düvenönü'nde dünyaya geldi. Sıdıka Hanım ve Sökeli bir polis memuru olan Ahmet Özel'in altıncı çocuğudur. Kardeşleri; Ali Rıza, Hüseyin, Şükrü, Gülseren ve Aysel'dir. Babasının memuriyeti dolayısıyla birçok şehri dolaşmıştır. Özel ailesi 1947'de Kastamonu'ya taşınmış, İsmet Özel 1950'de Kastamonu'da Abdülhak Hamit İlkokuluna başlamıştır. 1955'te ilkokuludan mezun olmuştur.
Ahmet Özel'in 1955'te emekliliği ile Özel ailesi, ailedeki kız çocuklarının lise tahsilleri dolayısıyla Çankırı'ya taşınmıştır. Ortaokulu ve lise birinci sınıfı Çankırı Lisesinde okumuştur. Çankırı'da dört yıl kalan aile, Ankara'ya taşınmıştır. İsmet Özel, lise öğrenimine Ankara Gazi Lisesinde devam etmiştir. Üç yıllık lise eğitiminin son sınıfında matematik dersinden geçememiş ve liseyi dördüncü yılın sonunda, 1962'de bitirmiştir. 1963'te Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde okumaya başlamıştır. Fakülte öğrencileri tarafından kurulan Fikir Kulübü'nün yönetim kurulunda önce sekreterlik, daha sonra ast başkanlık yapmıştır.
Üniversite ve TİP yılları.
Eylül 1963'te ilk şiiri "Yorgun", "Yelken" dergisinde yayımlandı. 7 Aralık 1963'te Türkiye İşçi Partisi'ne katıldı. 1964'te Bakırköy Halkevi'nin düzenlediği şiir yarışmasına katıldı, üçüncülük ödülünü kazandı. 1965 genel seçimlerinde TİP adına görevler üstlendi. 1966'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden bir grup arkadaşıyla birlikte "Dönüşüm" dergisinin caddelerde satılması etkinliklerine katıldı. Aynı zamanda sendikalarda çalışmalarda bulundu. 1966'da ilk şiir kitabı "Geceleyin Bir Koşu" yayımlandı. 1966'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden ayrıldı. 1967-1969 yılları arasında Sivas, Konya, Elazığ ve Muş'ta toplam yirmi dört ay askerlik yaptı.
İsmet Özel, 10 Ekim 1969'da terhis oldu ve çalışmak için İstanbul'a geldi. İlk olarak, bir ay Meydan Larousse Ansiklopedisinde çalıştı. Ardından "Eros Cinsel Bilgiler Ansiklopedisi"'nin teknik sekreterliğini yaptı, bu dergide üç ay çalıştıktan sonra Ankara'ya döndü. "Mühendislik Haber" dergisinde teknik sekreter olarak çalışmaya başladı (1970-1972). 12 Mart 1971'de ilan edilen sıkıyönetimde derginin diğer yöneticileri tutuklanınca tüm sorumluluk İsmet Özel'e kaldı. 1972 yılına kadar bu dergide görev yapmaya devam etti. Kısa süre bir eczanede kalfa olarak çalıştı.
1969'da "Evet, İsyan" şiiri "Şiir Sanatı" dergisinde yayımlandı. 1969'un sonunda "Ant" dergisi için Osman Saffet Arolat'ın yönettiği "Devrimci Genç Şairler Savaş Açıyor" başlıklı bir oturuma katıldı. 1970'te Ataol Behramoğlu ve Murat Belge ile birlikte devrimci sanatı savunan şair ve yazarların ürünlerinin yayımlandığı "Halkın Dostları" dergisini çıkardı. 18 sayı yayımlanan dergi, sıkıyönetim bildirisiyle kapatıldı.
Müslüman oluşu ve sonrası.
"Halkın Dostları" dergisinin Sıkıyönetim Komutanlığı'nca kapatıldığı ve yazarlarının tutuklandığı 12 Mart 1971'deki askerî müdahaleyi izleyen dönem, İsmet Özel için bir arayış ve değerlendirme dönemi olur; düşüncelerini ve inançlarını gözden geçirme gereği duyar. 1972'nin sonunda Hacettepe Üniversitesinde Fransız Dili ve Edebiyatı okumaya başlar. 1974'te Sezai Karakoç'un çıkardığı "Diriliş" dergisinde "Amentü" adlı şiirini yayımlayarak İslamcı dünya görüşüne bağlandığını belirtir.
15 Ocak 1976'da Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden sınıf arkadaşı Necla Aslandoğdu ile evlenir. 25 Ekim 1976'da ilk çocukları dünyaya gelir. Aynı yıl Ticaret Bakanlığında çalışmaya başlayan Özel, Müsteşarlık Kaleminin basın bürosundaki Fransızca yazışmaları yapar. 1977'de üniversiteden mezun olur. Mezun olduktan sonra, "Yeni Devir" gazetesinde yazı yazmak üzere Ticaret Bakanlığından istifa eder. 24 Ekim 1978'de ikinci çocukları dünyaya gelir. 27 Haziran 1979'a kadar "Yeni Devir"'de yazı yazmaya devam eder, Abdullah Çıdam takma adıyla sayfa hazırlar. 1981'de Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Konservatuvarı'nda Fransızca okutmanı olarak çalışır. "Yeni Devir"'de 21 Ağustos 1981'den 3 Ağustos 1982'ye kadar ikinci bir dönem daha yazar. 9 Mart 1983'te üçüncü çocukları dünyaya gelir. 1982'de bıraktığı gazete yazarlığına 2 Mayıs 1985'te "Millî Gazete" ile tekrar döner. 1985'te "Taşları Yemek Yasak" kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülü'nü kazanır. 18 Ağustos 1986'da son çocuğu dünyaya gelir.
1988-1994 yılları arasında Orhan Karabul ile birlikte Çıdam Yayınlarını kurar ve yönetir. 1991'de XII. Dünya Şairler Kongresi'nce verilen Uluslararası Yunus Emre Ödülü'nü kazanır. 1996'da Şilili şair Gabriela Mistral'ın Nobel Edebiyat Ödülü alışı sebebiyle her yıl bir ülkeden bir şaire verilen Gabriela Mistral Nişanı ödülünün de sahibi olur. 1998'de Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'ndaki Fransızca Okutmanlığından emekliye ayrılır. Aynı sene Bilgi Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak çalışmaya başlar ve burada şiir üzerine dersler verir.
90'larda kurulup gelişen özel televizyon ve radyo yayınlarına da katılır. Ocak 1995'ten Eylül 1997'ye kadar üç yıl sürecek, Kanal 7'de yayımlanan İsmail Kara'nın hazırladığı ve sunduğu "İsmet Özel'le Baş Başa" adlı programı yapar. Aynı zamanda, 6 Şubat 1996'da başlayıp 2001 yılına dek sürecek "Yeni Şafak" gazetesinde haftada üç gün yazılar da yazmaya başlar. 4 Ağustos 2003 tarihinde "Millî Gazete"'de yayımlanan "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı…" başlıklı yazısıyla "Gerçek Hayat" dergisindeki mektuplarına son verir ve bu tarihten itibaren hiçbir süreli yayında yer almaz.
İsmet Özel, 2005'te Türkiye Yazarlar Birliği tarafından verilen Üstün Hizmet Ödülü'nü alır. 2007'de İstiklal Marşı Derneği'ni kurar. Temmuz 2013'te İstiklal Marşı Derneği'nin resmî internet sitesinden "Sesli Gemi" adlı son şiiriyle şiir yazmayı bıraktığını ilan eder. İsmet Özel, hâlâ İstiklal Marşı Derneği'nin fahri genel başkanlık görevini yürütmektedir. İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve İtalyanca bilmektedir. 9 şiir, 22 deneme, söyleşi, mektup ve 5 çeviri kitabına imza atmıştır.
Sanat hayatı.
İlk dönem şiirleri.
Özel'in siyasi yönelimleri ilk şiir kitabı yayımlandıktan sonra (1966) daha belirgin bir hâle gelir. 1960'lı yılların ortalarından itibaren toplumcu gerçekçi bir şiire yönelir. Ancak, toplumcu gerçekçiliğe bağlı şiirlerinde, diğer toplumcu gerçekçi şairlerden farklı olarak, iç dünyasını zengin bir şekilde şiirine yansıtır. Bu dönemde "halk", şiirleri için belirgin bir tema olduğu kadar toplumun güncel siyasi hayatı da şiirlerinde belirgin bir temadır. 12 Mart 1965'te Zonguldak Kozlu'da gerçekleşen maden işçilerinin eylemleri, şairin "Kan Kalesi" şiirine yansır. Olaylara sosyalist bir bakış açısıyla yaklaşırken şiirsel yeteneklerini korumaya çaba gösteren Özel, "Evet, İsyan" (1969) ve "Cinayetler Kitabı" (1975) gibi eserlerinde görüldüğü üzere, siyasi söyleme dayandığında da şiir estetiğinden ödün vermeyen bir tutum geliştirir. Özel'in toplumcu gerçekçi şiirlerinde, şairin halkına yönelik sevgisi açık bir şekilde belirgindir ancak bu sevginin kaynağı ve gücü şairin kendi içindedir. Bu nedenle, sevgide belirleyici olan şairdir. Özel, devrimci şairlerin içinden çıktıkları toplumdan hem ilham aldıklarını hem de bu toplumun sınırlamalarıyla mücadele ettiklerini belirtir. Ona göre, devrimi düşüncede başlatmak önemlidir. Zira yazacakları şiir de toplumsal gerçeklikle sıkı bir bağ içindedir. Bu bağlamda, sosyolojinin şiirin temelini oluşturduğunu ve şairin dünyayı değiştirme amacının, toplumsal dönüşümle iç içe geçtiğini vurgular:
Şiirini bir "iş" olarak niteleyen Özel, bu "iş"in toplumsal dönüşümle iç içe geçtiğini belitrir. Halka yönelirken duygu ve düşüncelerini kullanmanın, bu "iş"ini gerçekleştirmenin coşkusunu yaşar. Özel, halka bakışında kendi benliğinin önemli bir yer tuttuğunu vurgular. Toplumun duygularının, beğenilerinin ve ahlaki görüşlerinin "sanıldığı kadar büyük bir zenginlik" taşımadığını ifade eder:
İsmet Özel, Ataol Behramoğlu'na 1968 yılında yazdığı bir mektupta, "Beynim hep yaratılacak Büyük Türk Halkı ile meşgul." ifadesini kullanmıştır. Ancak, sosyalist bir devrimin gerçekleşmesi için halkta siyasi ve sosyal hazırlık gerektiğine inandığı belirtilmiştir. 1969'da askerden döndüğünde karşılaştığı sosyalist çevreden hoşnut olmaz. Bu dönemlerde, "Türkiye'de sosyalist olmanın sosyalistliğe yakışır bir gerekçesinin bulunmadığı" düşüncesi zihninde olgunlaşmaya başlar. Şiirinde "cebimdeki adreslerden umut kalmamıştır." dizesi ile ifade ettiği bu değişikliği 1967'de "güllerin bin yıllık mezarı bendedir." dizesinin 1970'te "tez kızaran güllerden kendini sakın" dizesine dönüşmesi de bu değişikliğin göstergesidir. Ancak İsmet Özel'in fikir dünyası özellikle 12 Mart Muhtırası sonrasında temel değişikliklere uğrar.
İkinci dönem şiirleri.
12 Mart Muhtırası'na maruz kalmamış olmasına rağmen askerî darbe atmosferinin etkisiyle, ilk kitabı "Geceleyin Bir Koşu"'nun atmosferine dönüş yapar. Bu dönüşle birlikte şiirlerinde romantik bir sevgiyle, tutkuyla yaklaşılan "halk" görünmez olur. Yaşama olan bağlılık da benzer şekilde arka plana düşer ve şairin ilk şiirlerindeki kendini yüceltme arzusu tekrar belirginlik kazanır. Muhtıra sonrası dönemde ontolojik bir sorgulamaya girişir, düşünsel "inziva"ya çekilir. "Amentü"ye kadar sürecek bu uzun sorgulama, şairin "ihtida" etmesi ile sonuçlanır.
İsmet Özel, 1970-1974 yılları boyunca yaşadığı "ihtida" süreci ve sonrasında da şiirlerinde siyasi hadiseleri farklı şekillerde çağrıştırmaya devam eder. Ancak önceki döneminde olduğu gibi siyasi olaylara doğrudan gönderme yapmaz, metaforlar yoluyla hissettirir. Dramatik şiir türüne has unsurlarıyla öne çıkan "Amentü", İsmet Özel'in sosyalist döneminde yazdığı diğer eserlerinden biçim ve üslup açısından ayrılan, aynı zamanda halka bakışını farklılaştıran bir yapıya sahiptir. Şair, baba figürü üzerinden, artık "halk" terimini kullanamayacağı, sosyalist bir temas yerine din, tarih ve dil bağlarıyla kaynaşabileceği daha geniş bir kitleye yönelir. Ataol Behramoğlu, "Amentü" şiirinin yayımlanmasından kısa bir süre sonra "Militan" dergisinde "İsmet Özel Üzerine" (1975) başlıklı uzun bir yazı kaleme alır. Özel'in ilk şiirlerinden başlayarak şiirlerindeki metafizik eğilimi tespit etmeye çalışır:
İsmet Özel, "Şiir Okuma Kılavuzu"'nda (1980) şairin niteliğini ele alır. Gerçek şairin dünya düzeniyle çatışan bir birey olduğunu ve dünyanın kapitalizm yüzünden olması gerekenden oldukça farklı ve sapkın bir dünyaya evrildiğini, insanların (Müslümanlar da dâhil olmak üzere) bu yanlışlığın peşinden koşarak kendi özüne yabancılaştıklarını söyler. Aynı zamanda bu tema, tüm şiirlerinde güçlü bir şekilde belirgindir. 1983 yılı şiirlerinden "Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Resmin Arkasındaki Satırlar" şiiri de, Özel'de tanıdık bir izlek olan, kendilik arayışının toplumsal olanın körleştirici etkisi ile sınanması teması ile biçimlenmiştir.
Siyasi görüşleri.
İsmet Özel'in bugün kendini İslamcı, sağcı ya da muhafazakâr kitlelerle aynı yerde duruyor gibi anlaşılması karşısında onlardan olmadığını ısrarla belirtme gereksinimi, onun sürekli yer değiştiren biri olduğunun iddia edilmesine yol açmıştır. Ancak Özel, değişimlerini doğal bir süreç olarak yorumlar: "Sadece ben, üzerinde yaşadığım toprakların ve birlikte yaşadığım insanların akıbeti konusunda endişelendiğim için şöyle veya böyle davrandım." ifadesini kullanır. Müslüman oluşunu ise sosyalizme bağlar:
Dünya sistemine bakışı.
İsmet Özel, "Üç Zor Mesele" adlı kitabında, "neyim, ne yapıyorum, ne ile yapıyorum diye sorulduğunda karşınıza çıkan şeyin yabancılaşma, medeniyet ve teknoloji" olduğunu ifade eder:
Özel, "İnsanlar hayal aracılığıyla kendi hayatlarına girmiş olan kuvvetleri tanrılaştırıyor, sonra onları tecessüm ettiriyor ve nihayet onlara tapıyorlar." ifadesini kullanır. Ardından, insanların artık Ay'a Güneş'e veya putlara değil; devlet adamlarına, piyasaya, makinelere, teşkilatlara, teorilere taptığını ifade eder. Bu tapınmanın sebebinin "tapılan nesnede mevcut olduğunu farz ettiği kuvvete sığınarak güvenliğini sağlama" olduğunu belirtir. Bir çeşit morfin olarak niteler:
Bu düzenin Orta Çağ'da da geçerli olduğunu hatta günümüz sisteminin Orta Çağ'daki sistemin değişmiş bir versiyonu olduğunu, burjuvazinin "her şeyin aynı kalması için her şeyi değiştirdiğini" söyler:
Günümüz dünyasının "sermayedar, teknokrat ve bürokrat" üçlüsünü aynı cephede ele alır ve bu kişilerin hizmet ettikleri düzenin dünyanın neresinde ve hangi biçime girmiş olursa olsun "insanın insana kulluğunun en canlı şekilde hayatta kalmasına yönelik" olduğunu iddia eder. Günümüz dünyasındaki "insanın insana kulluğunun", burjuva ya da bürokrat (kapitalist-sosyalist) biçimlerinin çerçeveyi karışık bir hâle getirmelerinden haraketle, düzenin bazı özelliklerinin bile ancak felsefe, iktisat veya herhangi bir insani disiplin yönünden dikkatle bakıldığında anlaşılabildiğini söyler. İnsanın çok çeşitli avunma ve mistifikasyon nesneleri ile sarılmış olduğunu, "insanın insana kulluk edebilmesi için birçok usullerle sarhoş edildiğini" ifade eder. Orta Çağ'ın günümüz dünyası karşısında olduğundan daha kötü gösterilmesinin sebebini günümüzün dünyasını yüceltme amaçlı olduğunu; günümüzün bir Orta Çağ olduğunu, bu Orta Çağ'ın belirgin özelliklerinin "düş krıklığı ve insan ruhunun tıkanıklığı" olduğunu belirtir:
Eserleri.
Şiir kitapları
Çeviri
Deneme, söyleşi, mektup
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8647",
"len_data": 13898,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 2.89
}
|
Masaüstü yayımcılık veya masaüstü yayıncılık, kitap, dergi gibi yayınları masa başında, bilgisayar destekli olarak, baskı ya da yayına hazırlama işidir. "Masa başında yayıncılık" anlamına gelmesine rağmen dilimize kelime çevirisi yapılarak masaüstü yayıncılık olarak girmiştir.
İlk kez 1985 yılında Adobe, Aldus, Apple, Linotype ve Quark (1987) adlı firmalar tarafından kullanılan bu terim, matbaacılık sektörüne getirdiği yeniliklerle Gutenberg tarafından bulunan ve 500 yıllık geçmişe sahip olan matbaacılığı kökten ve devrim niteliğinde değiştirmiştir.
Buna göre Adobe tarafından geliştirilen ilk PostScript sayfa tanımlama dili, Aldus tarafından geliştirilen ilk sayfa düzenleme programı ("") ve Apple tarafından geliştirilen grafik tabanlı işletim sistemi ile desteklenmiş ve postscript belgeleri basabilen postscript yazıcılar (LaserWriter) ve Linotype tarafından geliştirilen postscript yazı karakterleri ile postscript film çıkış aygıtının piyasaya sürülmesi ile birlikte daha önce ancak bir ekip tarafından yapılabilen işler, özellikle 1992'den sonra masa başında bir ya da birkaç kişi ile yapılabilir hâle gelmiştir.
Günümüzde gerek baskı ile ilgili ön hazırlık çalışmaları, gerek fotoğrafçılık tekniklerinin tamamı masa başında (masa üstü yayıncılık) yolu ile yapılmaktadır. İkisi de bilgisayar destekli olarak ve elektronik ortamda yapılmasına rağmen masaüstü yayıncılık ile elektronik yayıncılığın birbirine karıştırılmaması gerekir.
En çok tercih edilen programlar Adobe'nin ürettiği InDesign ve QuarkXPress'tir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8652",
"len_data": 1526,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.9
}
|
Yayımcı, sanat, edebiyat, müzik eserlerini çoğaltarak, tek tek ya da toptan satan kişi ya da kuruluş.
Yayıncı olan kişi ya da kuruluş, yazılmış, çizilmiş ya da bestelenmiş olan herhangi bir eserin, yayınlama hakkını, eser sahibinden satın alarak, eserin basım, yayın, dağıtımını üstlenen kişi ya da kuruluştur. Eserin, baskıya hazırlanması, değişik kanallardan pazara sürülmesi ve eserin tanıtım ile ilgili faaliyetler de, yine, geleneksel olarak, yayıncı kişi ya da kuruluş tarafından yürütülür.
Yayıncılar genellikle, ana çalışma alanlarına göre gruplandırılır. Buna göre, kitap yayıncılığı, sanat yayıcılığı, müzik yayıncılığı, gazete yayıncılığı, dergi yayıncılığı, harita yayıncılığı ve kırtasiye yayıncılığı olmak üzere birçok yayın ve yayıncılık türü vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8653",
"len_data": 765,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.38
}
|
Birden fazla kavramın kısaltması günümüz Türkçesinde DTP olarak kullanılmaktadır.
DTP kısaltmasının kullanıldığı yerler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8654",
"len_data": 120,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 2.3
}
|
Zeki Müren (6 Aralık 1931, Bursa - 24 Eylül 1996, İzmir), Türk şarkıcı, besteci, söz yazarı, oyuncu ve şair. "Sanat Güneşi" ve "Paşa" olarak anılan Müren, klasik Türk müziğinin en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilir. Sanata olan katkılarından dolayı 1991'de "Devlet Sanatçısı" ünvanıyla ödüllendirilmiştir. Türkiye'de verilmeye başlanan Altın Plak Ödülü'nün de ilk sahibi olan sanatçı, müzik yaşantısı boyunca altı yüzü aşkın plak ve kaset doldurmuş, üç yüzü aşkın şarkı bestelemiştir.
Yaşamı.
Çocukluğu ve eğitimi.
Bursa'nın Hisar semtinde, Ortapazar Caddesi'ndeki 30 numaralı ahşap evde Kaya ve Hayriye Müren çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi Üsküp'ten Bursa'ya göç etmişti. Babası kereste tüccarıydı.
İlkokulu Bursa Osmangazi İlkokulunda (sonradan Tophane İlkokulu ve Alkıncı İlkokulu) okudu. Henüz ilkokuldayken yeteneği öğretmenleri tarafından keşfedildi ve müzikli okul müsamerelerinde başrolleri oynamaya başladı. Hayatındaki ilk rolü, bu müsamerelerden birindeki çoban rolüdür.
Ortaokulu yine Bursa'da, Tahtakale'deki 2. Ortaokulda tamamladı. Ortaokulu bitirdikten sonra babasına İstanbul'a gitme arzusunda olduğunu açıkladı ve onun da onayıyla İstanbul Boğaziçi Lisesine yazıldı. Bu okulu birincilikle bitirdi. Olgunluk imtihanlarını pekiyi dereceyle verip İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisine (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) girdi. Yüksek Süsleme Bölümü Sabih Gözen Atölyesinden mezun oldu. Desen çalışmalarını öğrencilik yıllarından başlayarak pek çok kez sergiledi.
Müzik kariyeri.
Zeki Müren, Bursa'da tamburi İzzet Gerçeker'den aldığı solfej ve usul dersleriyle musiki bilgileri öğrenmeye başladı. 1949'da, Boğaziçi Lisesi'nde okurken sinema yönetmeni ve yazar Arşavir Alyanak'ın babası Agopos Efendi ile birbaşka hocası Udi Krikor'dan aldığı derslerle de musiki eğitimini sürdürdü. Daha sonra fasıl musikisini iyi bilen ve geniş bir repertuvarı olan Şerif İçli'den çeşitli eserleri seslendirdi; Refik Fersan'dan, Sadi Işılay'dan, Kadri Şençalar'dan faydalandı.
1950 yılında henüz üniversite öğrencisiyken TRT İstanbul Radyosunun açtığı ve 186 adayın katıldığı solist sınavını birincilikle kazandı. 1 Ocak 1951'de, İstanbul Radyosunda canlı olarak yayımlanan bir programda ilk radyo konserini verdi ve bu konseri çok beğenildi. Bu konserde kendine eşlik eden saz ekibi Hakkı Derman, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Refik Fersan ve Necdet Gezen'den oluşuyordu. Konserden sonra Hamiyet Yüceses stüdyoyu arayarak kendini tebrik etti. O yıllarda TRT Ankara Radyosu Anadolu'da en çok dinlenen radyo idi ve İstanbul Radyosu Anadolu'dan net olarak dinlenemiyordu. Aynı hafta klarnet sanatçısı Şükrü Tunar Müren'i Yeşilköy'deki kendine ait plak fabrikasına götürerek yine kendi eseri olan "Muhabbet Kuşu" şarkısını plağa doldurttu. Bu plak sayesinde Müren tüm Anadolu'da tanındı.
Zeki Müren, bu başarılı ilk konserden ve plak çalışmasından sonra Türkiye radyolarında düzenli olarak eserler seslendirmeye başladı. Radyo programları on beş yıl sürdü, bunların çoğu canlı yayın programlarıydı. Müren bundan sonra kendini daha çok sahne ve plak çalışmalarına verdi. İlk sahne konserini 26 Mayıs 1955 tarihinde verdi. Genellikle kendi dizayn ettiği sahne kıyafetlerini giyiyordu. Saz heyetine tek tip kıyafet giydirmek ve T podyum kullanmak gibi çeşitli yenilikler getirdi.
Maksim Gazinosu sahnelerinde aralıksız 11 yıl Behiye Aksoy ile dönüşümlü olarak sahne aldı. 1976'da Londra'daki Royal Albert Hall'da konser vererek bu mekânda sahne alan ilk Türk sanatçı oldu.
Zeki Müren 600'ü aşkın plak ve kaset doldurdu. Plağa okuduğu ilk şarkı Şükrü Tunar'ın "Bir Muhabbet Kuşu" güfteli şarkısıdır. Müren 1955'te "Manolyam" adlı şarkısıyla Türkiye'de ilk kez verilen Altın Plak Ödülü'nü kazandı. 1991 yılında Devlet Sanatçısı seçildi.
On yedi yaşındayken bestelediği "Zehretme hayatı bana cânânım" mısrasıyla başlayan acemkürdi şarkı bestelediği ilk şarkıdır. "Şimdi Uzaklardasın" (suzinâk), "Manolyam" (kürdilihicazkâr), "Bir Demet Yasemen", "Gözlerinin İçine Başka Hayal Girmesin" (nihavend) güfteli, "Elbet Bir Gün Buluşacağız" gibi şarkıları sık sık okunan, en sevilen şarkılarıdır. Zeki Müren bu şarkıları plaklara da okumuştur.
Müzik piyasası için en önemli kurumlar olan MESAM ve MSG'nin veritabanlarında kayıtlı toplam 180 eser'de "Besteci" veya "Besteci Söz Yazarı" olarak ismi geçmektedir. 2008 yılında Aykut Işıklar kaleme aldığı yazısında, 70'li yıllarda Hürriyet binasına gelen Şükrü Tunar'ın oğlunun kendisini ziyaret ettiğini ve babası kendi bestelerini Zeki Müren'e sattığını belirtiğini kaleme almıştır. 2024 yılında ise aynı konu "Dünya Güzellerim Masada" programında tekrar gündeme gelmiştir. Bülent Ersoy, Zeki Müren'e ait hiçbir bestenin olmadığını belirtmiştir. Yine aynı programda Şükrü Tunar'ın Zeki Müren'in sahnesinde ölmesinden dolayı, Müren'i sorumlu tutmuştur. Ersoy tarafından yine aynı programda sanatçının "Edirne'den öteye gitmediği" yani yurtdışında hiç konser veya ödülünün olmadığı iddiası ortaya atıldı.
Sinema kariyeri.
Zeki Müren 1953 yılında "Beklenen Şarkı" adlı filmde sinema oyunculuğuna başladı. Büyük bir ticarî başarı kazanan bu filmden sonra, şarkılarının çoğunu kendisinin bestelediği 18 filmde daha oynadı. 1965'te de Arena Tiyatrosu'nca sahneye koyulan "Çay ve Sempati" adlı oyunda baş rolü oynadı
Diğer uğraşları.
Zeki Müren, başarılı yorumculuk ve oyunculuk kariyerlerinin yanı sıra yüksek eğitimini aldığı desen tasarımına da devam etti. Sahne kıyafetlerinin pek çoğunu kendi tasarladı. Resimle de uğraşan Müren öğrencilik yıllarından itibaren gerek desenlerini gerekse resimlerini pek çok ilde sergiledi.<ref>
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8671",
"len_data": 5589,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.45
}
|
Suriye, resmî adıyla Suriye Arap Cumhuriyeti, Doğu Akdeniz ve Levant'ta yer alan bir Batı Asya ülkesidir. Batıda Akdeniz, kuzeyde Türkiye, doğu ve güneydoğuda Irak, güneyde Ürdün ve güneybatıda İsrail ve Lübnan ile sınırlanan ve 14 vilayetten oluşan üniter bir cumhuriyettir. Şam, Suriye'nin başkenti ve en büyük şehridir. Suriye, 24,8 milyonluk nüfusuyla dünyanın en kalabalık 57. ve Arap dünyasının ise en kalabalık 8. ülkesidir. Suriye 185.180 kilometrekarelik bir alana yayılmıştır ve bu da onu dünyanın 87. büyük ülkesi yapmaktadır.
"Suriye" adı tarihsel olarak daha geniş bir bölgeyi ifade etmekteydi, geniş anlamda Levant ile eş anlamlıydı ve Arapçada "eş-Şam" olarak bilinmekteydi. Modern devlet, MÖ 3. binyılın Ebla uygarlığı da dahil olmak üzere birçok antik krallık ve imparatorluk alanını kapsamaktadır. İslami dönemde Şam, Emevi Halifeliği'nin merkezi ve Mısır'daki Memlük Sultanlığı'nın bir vilayet başkentiydi. Modern Suriye devleti, yüzyıllar süren Osmanlı yönetiminin ardından 20. yüzyılın ortalarında kuruldu. Bir süre Fransız Mandası olarak kaldıktan sonra (1923-1946), yeni kurulan devlet, eskiden Osmanlı yönetiminde olan Suriye vilayetlerinden çıkan en büyük Arap devletini temsil ediyordu. Suriye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi olarak 24 Ekim 1945'te demokratik parlamenter cumhuriyet olarak "de jure" bağımsızlığını kazandı. Bu hareket, eski Fransız Mandası'nı yasal olarak sona erdirdi, ancak Fransız birlikleri Nisan 1946'ya kadar ülkeyi terk etmedi.
Bağımsızlık sonrası dönem, 1949 ve 1971 yılları arasında ülkeyi etkileyen çok sayıda askerî darbe ve darbe girişimi ile çalkantılı geçti. Suriye 1958'de Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyeti adı verilen kısa süreli bir birlik kurdu ve bu birlik 1961 Suriye askerî darbesi ile sona erdi. Cumhuriyet, 1 Aralık'ta yapılan anayasa referandumunun ardından 1961 yılının sonlarında Suriye Arap Cumhuriyeti olarak yeniden adlandırıldı. Arap Sosyalist Baas Partisinin askeri komitesi tarafından gerçekleştirilen ve tek partili bir devlet kuran 1963 Darbesi önemli bir olaydı. Suriye, 1963'ten 2011'e kadar Olağanüstü Hal Yasası altında kaldı ve vatandaşlar için anayasal korumaları etkin bir şekilde askıya alındı. Neo-Baasçı gruplar arasındaki iç iktidar mücadeleleri 1966 ve 1970'te yeni darbelere neden oldu ve nihayetinde Hafız Esad'ın iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlandı. Ailesi içindeki gücü pekiştirmek için etkili bir Alevi azınlık yönetimi kurdu. Hafız Esad'ın ölümünden sonra oğlu Beşşar Esad 2000 yılında devlet başkanlığını devraldı.
Suriye 2011'den bu yana iç savaştadır ve bu durum 6 milyondan fazla insanın ülkeyi terk etmek zorunda kaldığı bir mülteci krizine yol açmıştır. Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) militan grubu 2014-2015 yıllarında Suriye'nin birçok şehrini ele geçirmiş, bunun üzerine ABD uluslararası bir koalisyon kurarak IŞİD'i Suriye'de toprak olarak yenilgiye uğratmıştır. Daha sonra, Suriye topraklarında Esad yönetimine meydan okumak için üç siyasi oluşum - Suriye Geçici Hükümeti, Suriye Kurtuluş Hükümeti ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi - ortaya çıktı. Aralık 2024'te muhaliflerden oluşan bir koalisyon Şam da dahil olmak üzere büyük şehirleri ele geçirdi ve Esad rejiminin devrilmesine yol açtı. 2025 yılına gelindiğinde, savaş, daha sonra hafifletilen yıllarca süren uluslararası yaptırımların ardından Suriye ekonomisini kötü bir duruma düşürmüştü.
Verimli ovalar, yüksek dağlar ve çöllerden oluşan bir ülke olan Suriye, çoğunluğu Suriyeli Araplar, Kürtler, Türkmenler, Süryaniler, Ermeniler, Çerkesler, Arnavutlar ve Rumlar olmak üzere çeşitli etnik ve dinî gruplara ev sahipliği yapmaktadır. Dinî gruplar arasında Sünniler, Hristiyanlar, Aleviler, Dürziler ve Yezidiler bulunmaktadır. Suriye'nin başkenti ve en büyük şehri Şam'dır. Araplar en büyük etnik gruptur ve Sünniler en büyük dinî gruptur.
Etimoloji.
Çeşitli kaynaklar Suriye adının MÖ 8. yüzyılda Luvi dilinde kullanılan "Sura/i" teriminden ve Antik Yunanca Σύριοι, Sýrioi veya Σύροι, Sýroi isimlerinden türetildiğini ve her ikisinin de aslen Kuzey Mezopotamya'daki (bugünkü Irak) Aššūrāyu'dan (Asurlular) geldiğini göstermektedir. Ancak Seleukos İmparatorluğu'ndan (MÖ 323-150) itibaren bu terim Levant'a da uygulandı ve bu noktadan sonra Yunanlar bu terimi Mezopotamya'daki Süryaniler ile Levant'taki Aramiler arasında ayrım yapmadan kullandılar. Ana akım modern akademik görüş, Yunanca sözcüğün, nihayetinde Akadca "Aššur"'dan türetilen Ἀσσυρία, "Assyria" ile ilişkili olduğu argümanını güçlü bir şekilde desteklemektedir. Yunanca isim, MÖ 8. yüzyıl Çineköy yazıtında kaydedilen Fenikece ʾšr "Assur", ʾšrym "Asurlular"a karşılık geliyor gibi görünmektedir.
Bu kelimeyle ifade edilen bölge zaman içinde değişmiştir. Klasik olarak Suriye, Akdeniz'in doğu ucunda, güneyde Arabistan ve kuzeyde Anadolu arasında yer alır, Irak'ın bazı kısımlarını içerecek şekilde iç kesimlere uzanır ve Yaşlı Plinius'un batıdan doğuya Kommagene, Sophene ve Adiabene'yi içerecek şekilde tanımladığı kuzeydoğuda belirsiz bir sınıra sahiptir.
Ancak Plinius'un zamanında bu büyük Suriye, Roma İmparatorluğu'na bağlı (ancak siyasi olarak birbirinden bağımsız) bir dizi eyalete bölünmüştü: Daha sonra MS 135'te Filistin olarak yeniden adlandırılan Yahudiye (günümüz İsrail, Filistin Toprakları ve Ürdün'e karşılık gelen bölge); en güneybatıda modern Lübnan, Şam ve Humus bölgelerine karşılık gelen Phoenice (MS 194'te kuruldu); Coele-Syria (ya da "İçi Boş Suriye") ve Eleutheris Nehri'nin güneyi.
Tarih.
Antik Çağ.
Natufian kültürü, MÖ 12000 civarında yerleşik hayata geçen ilk kültürdür. Suriye, yaklaşık MÖ 10.000 yılından bu yana, tarım ve hayvancılığın ilk kez görülmeye başladığı Neolitik kültürün (Çanak Çömlek Öncesi Neolitik A olarak bilinir) merkezlerinden biriydi. Halep ilinde bulunan Tell Karamel'de MÖ 10650 yılına tarihlenen birkaç yuvarlak taş kule bulunmaktadır ve bu da onları dünyadaki bu türden en eski yapılar haline getirmektedir. Neolitik dönem (PPNB), Mureybet kültürünün dikdörtgen evleri ile temsil edilmektedir. Çanak çömlek öncesi Neolitik dönemde insanlar taş, alçı ve yanmış kireçten (Vaisselle blanche) yapılmış kaplar kullandılar. Anadolu'dan gelen obsidyen aletlerin keşfi erken ticaretin kanıtıdır. Hamoukar ve Emar antik kentleri geç Neolitik ve Tunç Çağı'nda önemli bir rol oynadı. Arkeologlar Suriye'deki uygarlığın dünyanın en eski uygarlıklarından biri olduğunu, belki de sadece Mezopotamya'dakinden önce geldiğini gösterdi.
Bölgede kayıtlara geçen en eski yerli uygarlık, Suriye'nin kuzeyinde, bugünkü İdlib yakınlarındaki Ebla Krallığı'dır. Ebla'nın MÖ 3500 civarında kurulduğu ve Mezopotamya devletleri Sümer, Asur ve Akad'ın yanı sıra kuzeybatıda, Anadolu'daki Hurriler ve Hattiler ile ticaret yaparak servetini kademeli olarak artırdığı anlaşılmaktadır. Kazılar sırasında bulunan Firavun hediyeleri Ebla'nın Mısır'la temasını doğrulamaktadır.
Suriye'den gelen en eski yazılı metinlerden biri, Ebla Veziri İbrium ile Abarsal adlı belirsiz bir krallık arasında MÖ 2300'lerde yapılan bir ticaret anlaşmasıdır. Akademisyenler Ebla dilinin Akadcadan sonra bilinen en eski yazılı Sami dillerinden biri olduğuna inanmaktadırlar. Ebla dilinin son sınıflandırmaları, bu dilin Akadca ile yakından ilişkili bir Doğu Sami dili olduğunu gösterdi. Ebla, Mari ile yapılan uzun bir savaşla zayıfladı ve Akadlı Sargon ve torunu Naram-Sin'in fetihlerinin MÖ 23. yüzyılın ilk yarısında Suriye üzerindeki Eblan egemenliğine son vermesinin ardından tüm Suriye Mezopotamya Akad İmparatorluğu'nun bir parçası haline geldi.
MÖ 21. yüzyıla gelindiğinde, Hurriler Suriye'nin kuzey doğu bölgelerine yerleşirken, bölgenin geri kalanı Amorilerin hâkimiyetindeydi. Suriye, Asur-Babilli komşuları tarafından Amurruların (Amoriler) Ülkesi olarak adlandırıldı. Amorilerin Kuzeybatı Sami dili, Kenan dilleri arasında en erken kanıtlanan dildir. Mari bu dönemde yeniden ortaya çıkmış ve Babilli Hammurabi tarafından fethedilene kadar yeniden refaha kavuştu. Ugarit de bu dönemde, MÖ 1800 civarında, modern Lazkiye yakınlarında ortaya çıktı. Ugaritçe, Kenan dilleriyle gevşek bir şekilde ilişkili bir Sami diliydi ve dünyanın bilinen en eski alfabesi olarak kabul edilen Ugarit alfabesine sahipti. Ugarit Krallığı, MÖ 12. yüzyılda yağmacı Hint-Avrupalı Deniz Halkları tarafından yıkılıncaya kadar ayakta kaldı ve Geç Bronz Çağı Çöküşü olarak bilinen dönemde benzer krallıklar ve devletler Deniz Halkları tarafından aynı yıkıma uğradı.Halep ve başkent Şam, dünyada sürekli yerleşim bulunan en eski şehirler arasında yer almaktadır. Yamhad (modern Halep) iki yüzyıl boyunca Kuzey Suriye'ye hakim oldu, ancak Doğu Suriye MÖ 19. ve 18. yüzyıllarda I. Şamşi-Ahad'ın Amori Hanedanı tarafından yönetilen Eski Asur İmparatorluğu ve Amoriler tarafından kurulan Babil İmparatorluğu tarafından işgal edildi. Yamhad, Mari tabletlerinde yakın doğunun en güçlü devleti ve Babilli Hammurabi'den daha fazla tebaaya sahip olarak tanımlandı. Yamhad otoritesini Aççana, Katna, Hurri devletleri ve Fırat Vadisi üzerinde Babil sınırlarına kadar dayattı. Yamhad'ın ordusu Elam (modern İran) sınırındaki Der'e kadar sefere çıktı. Yamhad, Ebla ile birlikte MÖ 1600 dolaylarında Anadolu'dan gelen Hint-Avrupalı Hititler tarafından fethedildi ve yok edildi. Bu zamandan itibaren Suriye, Hitit İmparatorluğu, Mitanni İmparatorluğu, Mısır İmparatorluğu, Orta Asur İmparatorluğu ve daha az derecede Babil olmak üzere çeşitli yabancı imparatorlukların savaş alanı haline geldi. Mısırlılar başlangıçta güneyin büyük bölümünü, Hititler ve Mitanniler ise kuzeyin büyük bölümünü işgal ettiler. Ancak Asurlular sonunda üstünlüğü ele geçirerek Mitanni İmparatorluğu'nu yıktılar ve daha önce Hitit ve Babil'in elinde bulunan geniş toprakları ilhak ettiler.
MÖ 14. yüzyıl civarında, doğuda Babil ile başarısız bir çatışmaya giren yarı göçebe Sutealılar ve daha önceki Amorilerin yerini alan Batı Sami dilinde konuşan Aramiler gibi çeşitli Sami halklar bölgede ortaya çıktılar. Onlar da Asurular ve Hititler tarafından yüzyıllar boyunca boyunduruk altında tutulmuşlardı. Mısırlılar Batı Suriye'nin kontrolü için Hititlerle savaştı; bu savaş MÖ 1274'te Kadeş Muharebesi ile doruk noktasına ulaştı. Batı, MÖ 1200'lerde yıkılana kadar Hitit İmparatorluğu'nun bir parçası olarak kalırken, Doğu Suriye büyük ölçüde, MÖ 1114-1076 yılları arasında I. Tiglat-Pileser döneminde batının büyük bölümünü de ilhak eden Orta Asur İmparatorluğu'nun bir parçası oldu. MÖ 11. yüzyılın sonlarında Hititlerin yıkılması ve Asur'un gerilemesiyle birlikte Arami kabileleri iç bölgelerin çoğunda kontrolü ele geçirerek Bit Bahiani, Aram-Şam, Hama, Aram-Rehob, Aram-Naharaim ve Luhuti gibi devletler kurdular. Bu noktadan sonra bölge Aramea ya da Aram olarak anılmaya başlandı. Sami Aramiler ile Hint-Avrupa kökenli Hititlerin kalıntıları arasında da bir sentez yaşandı ve Kuzeyorta Aram (Suriye) ve Güneyorta Anadolu (modern Türkiye) merkezli, Palistin, Karkamış ve Sam'al gibi bir dizi Geç Hitit devleti kuruldu.
Fenikeliler olarak bilinen Kenanlı bir grup MÖ 13. yüzyıldan itibaren Suriye kıyılarına (ve ayrıca Lübnan ve kuzey Filistin'e) hakim oldular ve Amrit, Simyra, Arvad, Paltos, Ramitha ve Şuksi gibi şehir devletleri kurdular. Bu kıyı bölgelerinden, Malta, Sicilya, İber Yarımadası (modern İspanya ve Portekiz) ve Kuzey Afrika kıyılarında koloniler kurmak ve en önemlisi, MÖ 9. yüzyılda büyük bir şehir devleti olan Kartaca'yı (modern Tunus'ta) kurmak da dahil olmak üzere, etkilerini Akdeniz'e yaydılar ve çok daha sonra Roma İmparatorluğu'na rakip olan büyük bir imparatorluğun merkezi haline geldiler.
Suriye ve Yakın Doğu'nun batı yarısı daha sonra büyük Yeni Asur İmparatorluğu'nun (MÖ 911 - MÖ 605) eline geçti. Asurlular, İmparatorluk Aramicesini imparatorluklarının ortak dili olarak tanıttılar. Bu dil, MS 7. ve 8. yüzyıllardaki Arap İslam fethine kadar Suriye'de ve tüm Yakın Doğu'da baskın olarak kalacak ve Hristiyanlığın yayılması için bir araç olacaktı. Asurlular, Suriye ve Lübnan'daki kolonilerine Eber-Nari adını verdiler. Asur egemenliği, Asurluların bir dizi acımasız iç savaşta kendilerini büyük ölçüde zayıflatmalarının ardından Medler, Babilliler, Keldaniler, Persler, İskitler ve Kimmerlerin saldırılarıyla sona erdi. Asur'un düşüşü sırasında İskitler Suriye'nin büyük bir bölümünü yakıp yıktı ve yağmaladılar. Asur ordusunun son direnişi MÖ 605 yılında kuzey Suriye'deki Karkamış'ta oldu. Asur İmparatorluğu'nu Yeni Babil İmparatorluğu (MÖ 605 - MÖ 539) izledi. Bu dönemde Suriye, Babil ile bir başka eski Asur kolonisi olan Mısır arasında bir savaş alanı haline geldi. Babilliler, Asurlu akrabaları gibi, Mısır'a karşı zafer kazandılar.
Klasik Antik Çağ.
Günümüz Suriye'sini oluşturan topraklar Yeni Babil İmparatorluğu'nun bir parçasıydı ve MÖ 539 yılında Ahameniş İmparatorluğu tarafından ilhak edildi. Büyük Kiros liderliğindeki Ahameniş Persleri, İmparatorluk Aramicesini imparatorluklarının diplomatik dillerinden biri olarak (MÖ 539 - MÖ 330) ve Aram/Suriye'nin yeni satraplığı Eber-Nari'nin Süryanice adını korudular. Suriye daha sonra Büyük İskender tarafından yönetilen Yunan Makedon İmparatorluğu tarafından MÖ 330 civarında fethedildi ve sonuç olarak Yunan Seleukos İmparatorluğu'nun (MÖ 323 - MÖ 64) Koele-Suriye eyaleti oldu, Seleukos kralları kendilerini 'Suriye Kralı' olarak adlandırdılar ve Antakya şehri 240 yılından itibaren başkent oldu. Böylece bölgeye "Suriye" adını verenler Yunanlar oldu. Aslen Mezopotamya'nın (Irak) kuzeyindeki "Asur" kelimesinin Hint-Avrupa dilindeki bozulmuş hali olan bu terimi Yunanlar sadece Asur'un kendini değil, aynı zamanda yüzyıllar boyunca Asur egemenliği altında kalmış olan batıdaki toprakları tanımlamak için de kullandılar. Böylece Greko-Romen dünyasında hem Suriye'deki Aramiler hem de doğudaki Mezopotamya'daki (günümüz Irak'ı) Asurlular, kendi başlarına farklı halklar olmalarına rağmen "Suriyeliler" ya da "Süryaniler" olarak anıldılar ki bu karışıklık modern dünyada da devam edecekti. Nihayetinde güney Seleukos Suriyesi'nin bazı kısımları Helenistik İmparatorluk'un yavaş yavaş dağılmasıyla birlikte Yahudiye Haşmonayimleri tarafından ele geçirildi.Suriye, Suriye halkı tarafından Seleukoslar ve Romalılardan kurtarıcı olarak karşılanan Ermeni kralı Büyük Tigran'ın fetihleriyle MÖ 83'ten itibaren kısa bir süre Ermeni kontrolü altına girdi. Ancak Roma İmparatorluğu'nun generallerinden Büyük Pompeius Suriye'ye giderek başkent Antakya'yı ele geçirdi ve MÖ 64 yılında Suriye'yi bir Roma eyaleti haline getirerek bölgede yirmi yıl süren Ermeni kontrolüne son verdi. Roma yönetimi altında zenginleşen Suriye, İpek Yolu üzerinde stratejik bir konuma sahip olduğundan büyük bir zenginlik ve önem kazandı, bu da onu rakip Romalılar ve Farslar için bir savaş alanı haline getirdi.
Palmira, 2. yüzyılda Suriye'nin kuzeyinde Aramice konuşan zengin ve bazen de güçlü bir krallık olarak ortaya çıktı. Palmira, şehri Roma imparatorluğunun en zenginlerinden biri haline getiren bir ticaret ağı kurdu. Nihayetinde, MS 3. yüzyılın sonlarında Palmira Kralı Odaenathus Sasani İmparatoru I. Şapur'u yenerek Roma'nın doğusunun tamamını kontrol ederken, halefi ve dul eşi Zenobia, MS 273'te Roma kontrolü altına girmeden önce kısa bir süre Mısır, Suriye, Filistin, Anadolu'nun büyük bir kısmı, Yehuda ve Lübnan'ı fetheden Palmira İmparatorluğu'nu kurdu.
Kuzey Mezopotamya Asur krallığı Adiabene, Roma tarafından fethedilmeden önce MS 10 ile MS 117 yılları arasında Kuzeydoğu Suriye bölgelerini kontrol etti. Aramice dili, Antik Britanya'daki Hadrian Duvarı'na kadar çok uzaklarda, Arbeia Kalesi'nde bir Palmira göçmeni tarafından yazılmış bir yazıtla bulundu. Suriye'nin kontrolü, Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesiyle birlikte Romalılardan Bizanslılara geçti. Bizans İmparatorluğu'nun en parlak döneminde Suriye'nin büyük ölçüde Aramice konuşan nüfusu muhtemelen 19. yüzyıla kadar bir daha aşılamadı. MS 7. yüzyıldaki Arap İslam Fethi'nden önce nüfusun büyük bir kısmı Arami'ydi, ancak Suriye aynı zamanda Yunan ve Roma yönetici sınıflarına da ev sahipliği yapıyordu, Süryaniler hâlâ kuzey doğuda, Fenikeliler kıyılarda yaşıyordu ve Yahudi ve Ermeni toplulukları da büyük şehirlerde mevcuttu, Nabatiler ve Lahmiler ve Gassaniler gibi İslam öncesi Araplar Güney Suriye çöllerinde yaşıyorlardı. Süryani Hristiyanlığı ana din olarak benimsenmişti, ancak diğerleri hâlâ Yahudilik, Mitraizm, Maniheizm, Greko-Romen dini, Kenan dini ve Mezopotamya dinini takip ediyorlardı. Suriye'nin büyük ve müreffeh nüfusu, özellikle MS 2. ve 3. yüzyıllarda Suriye'yi Roma ve Bizans eyaletlerinin en önemlilerinden biri haline getirdi.
Suriyeliler Severan Hanedanı döneminde önemli ölçüde güç sahibi oldular. Ailenin reisi ve İmparator Septimius Severus'un eşi olarak Roma imparatoriçesi, ailesi tanrı El-Gabal'ın rahipliği üzerinde kalıtsal haklara sahip olan Emesa (günümüzde Humus) şehrinden bir Suriyeli olan Julia Domna'ydı. Kendisi gibi Suriyeli Arap olan büyük yeğenleri de Roma imparatoru olacaktı; bunlardan ilki Elagabalus, ikincisi ise kuzeni Alexander Severus'tu. Suriyeli olan bir başka Roma imparatoru da Roma Arabistanı'nda doğan Arap Philip'ti (Marcus Julius Philippus). 244'ten 249'a kadar imparatorluk yaptı ve Üçüncü Yüzyıl Krizi sırasında kısa bir süre hüküm sürdü. Hükümdarlığı sırasında memleketi Philippopolis'e (günümüzde Şahba) odaklandı ve şehri geliştirmek için çoğu ölümünden sonra durdurulan birçok inşaat projesi başlattı.
Suriye, Hristiyanlık tarihinde önemli bir yere sahiptir; Havari Pavlus olarak bilinen Tarsuslu Saulus, Şam Yolu'nda din değiştirmiş ve misyonerlik seyahatlerinin çoğunu gerçekleştirdiği antik Suriye'deki Antakya'da Hristiyan Kilisesi'nin önemli bir figürü olarak ortaya çıkmıştır.
Orta Çağ.
Muhammed'in Suriye halkı ve kabileleriyle ilk etkileşimi, Temmuz 626'da Dumet-ül Cendel'in İstilası sırasında oldu ve takipçilerine Duma'yı istila etmelerini emretti, çünkü Muhammed oradaki bazı kabilelerin kervan soygununa karıştığı ve Medine'ye saldırmaya hazırlandığı istihbaratını aldı. William Montgomery Watt, birincil kaynaklarda çok az yer almasına rağmen bunun Muhammed'in o dönemde düzenlediği en önemli sefer olduğunu iddia etmektedir. Dumet-ül Cendel, Medine'ye 800 kilometre uzaklıktaydı ve Watt, Suriye ile iletişiminin ve Medine'ye ikmalinin kesintiye uğraması olasılığı dışında Muhammed için acil bir tehdit olmadığını söylemektedir. Watt, "Muhammed'in ölümünden sonra meydana gelen genişlemenin bir kısmını zaten öngördüğünü varsaymak caziptir" der ve birliklerinin hızlı yürüyüşünün "bunu duyan herkesi etkilemiş" olması gerektiğini söyler. William Muir de bu seferin, Muhammed'in 1000 adamıyla birlikte Suriye sınırlarına ulaşması, uzak kabilelerin artık Muhammed'in adını öğrenmesi ve Muhammed'in siyasi ufkunun genişlemesi açısından önemli olduğuna inanmaktadır.
MS 640 yılına gelindiğinde Suriye, Halid bin Velid liderliğindeki Arap Raşidin ordusu tarafından fethedildi. Yedinci yüzyılın ortalarında, o zamanlar imparatorluğun hükümdarı olan Emevi Hanedanı, İmparatorluk'un başkentini Şam'a taşıdı. Ülkenin gücü, Emevi hanedanının son dönemlerinde totaliter rejim, yolsuzluk ve bunun sonucunda çıkan devrimler nedeniyle zayıfladı. Emevi Hanedanı 750 yılında Abbasiler tarafından devrildi ve İmparatorluk'un başkenti Bağdat'a taşındı. Emevi yönetimi altında resmîleşen Arapça, Bizans dönemindeki Yunanca ve Aramice'nin yerini alarak baskın dil haline geldi. 887 yılında Mısır kökenli Tolunoğulları Suriye'yi Abbasilerden aldı ve daha sonra yerlerini önce Mısır kökenli İhşidiler ve daha sonra da Seyfü'd Devle tarafından kurulan Halep kökenli Hamdaniler aldı.
Suriye'nin bazı bölümleri, Haçlı Seferleri sırasında MS 1098 ve 1189 yılları arasında Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman derebeyleri tarafından ele geçirildi ve aralarında Suriye'deki başlıca Antakya Prensliği'nin de bulunduğu Haçlı devletleri olarak biliniyordu. Kıyıdaki dağlık bölge, Haçlı Devletleri ile aralıklı olarak çatışmalar ve ateşkesler yaşayan ve Haşhaşiler olarak adlandırılan Nizari İsmailileri tarafından da kısmen işgal edildi. Tarihin ilerleyen dönemlerinde "Nizariler yenilenen Frank düşmanlıklarıyla karşılaştıklarında, Eyyubilerden zamanında yardım aldılar."
Bir yüzyıl süren Selçuklu egemenliğinden sonra Suriye, Mısır'daki Eyyubi Hanedanı'nın kurucusu Kürt Selahaddin tarafından büyük ölçüde fethedildi (1175-1185). Halep Ocak 1260'ta, Şam ise Mart ayında Hülagu'nun Moğollarının eline geçti, ancak Hülagu bir veraset anlaşmazlığıyla uğraşmak üzere Çin'e dönmek için saldırısını durdurmak zorunda kaldı.
Birkaç ay sonra Memlükler Mısır'dan bir orduyla geldi ve Celile'deki Ayn Calut Muharebesi'nde Moğolları yendi. Memlük lideri Baybars, Şam'ı vilayet başkenti yaptı. O öldüğünde, iktidar Kalavun tarafından ele geçirildi. Bu arada Sungur el-Eşkar adında bir emir kendini Şam'ın hükümdarı ilan etmeye çalışmış, ancak 21 Haziran 1280'de Kalavun tarafından yenilgiye uğratılmış ve Kuzey Suriye'ye kaçmıştır. Moğol bir kadınla evlenmiş olan el-Eşkar, Moğollardan yardım istedi. İlhanlı Moğolları Ekim 1280'de Halep'i aldılar, ancak Kalavun el-Eşkar'ı kendine katılmaya ikna etti ve 29 Ekim 1281'de Memlükler tarafından kazanılan İkinci Humus Muharebesi'nde Moğollara karşı savaştılar.
1400 yılında Müslüman Türk-Moğol fatihi Timurlenk, Halep'i yağmalayarak Suriye'yi istila etti ve Memlük ordusunu yendikten sonra Şam'ı ele geçirdi. Semerkant'a sürülen zanaatkârlar dışında kent sakinleri katledildi. Timur ayrıca Arami ve Süryani Hristiyan nüfusa yönelik özel katliamlar gerçekleştirerek sayılarını büyük ölçüde azalttı. 15. yüzyılın sonunda, Avrupa'dan Uzak Doğu'ya giden bir deniz yolunun keşfedilmesi, Suriye üzerinden geçen bir kara ticaret yoluna olan ihtiyacı sona erdirdi.
Osmanlı Suriyesi.
1516 yılında Osmanlı İmparatorluğu, Mısır Memlük Sultanlığı'nı istila ederek Suriye'yi fethetti ve İmparatorluk'a dahil etti. Osmanlı sistemi Suriyeliler için külfetli değildi çünkü Türkler Kur'an'ın dili olarak Arapçaya saygı duyuyor ve inancın savunuculuğunu kabul ediyorlardı. Şam, Mekke'nin başlıca antreposu haline getirildi ve bu nedenle, Mekke'ye hacca giden sayısız hacı adayının yararlı sonuçları sayesinde Müslümanlar için kutsal bir nitelik kazandı.
Osmanlı yönetimi barış içinde bir arada yaşamayı sağlayan bir sistem izlemiştir. Her etnik-dinsel azınlık - Arap Şii Müslüman, Arap Sünni Müslüman, Arami-Süryani Ortodoks, Rum Ortodoks, Maruni Hristiyanlar, Süryani Hristiyanlar, Ermeniler, Kürtler ve Yahudiler - bir millet oluşturuyordu. Her cemaatin dini lideri tüm kişisel statü yasalarını yönetiyor ve bazı sivil işlevleri de yerine getiriyordu. 1831'de Mısırlı İbrahim Paşa İmparatorluk'a olan sadakatinden vazgeçerek Osmanlı Suriyesi'ni istila etti ve Şam'ı ele geçirdi. Kısa süreli yönetimi sırasında bölgenin demografik ve sosyal yapısını değiştirmeye çalıştı: Güney Suriye ovalarını doldurmak için binlerce Mısırlı köylüyü getirdi, Yafa'yı yeniden inşa etti ve burayı bölgesel bir başkente dönüştürmeyi amaçlayan deneyimli Mısırlı askerlerle doldurdu, köylü ve Dürzi isyanlarını bastırdı ve sadık olmayan aşiret üyelerini sürgün etti. Ancak 1840 yılına gelindiğinde bölgeyi Osmanlılara geri teslim etmek zorunda kaldı.
1864'ten itibaren Osmanlı Suriyesi'nde Tanzimat reformları uygulanarak Halep, Deyr-i Zor, Beyrut ve Şam vilayetleri oluşturuldu; Cebel-i Lübnan Sancağı kuruldu ve kısa bir süre sonra Kudüs Sancağı'na ayrı bir statü verildi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yanında savaşa girdi. Nihayetinde yenilgiye uğradı ve tüm Yakın Doğu'nun kontrolünü Britanya İmparatorluğu ve Fransa İmparatorluğu'na kaptırdı Çatışma sırasında, Osmanlılar ve müttefikleri tarafından yerli Hristiyan halklara karşı Ermeni Kırımı ve Süryani Kırımı uygulandı; Osmanlı Suriyesi'ndeki Deyrizor bu ölüm yürüyüşlerinin son noktasıydı. Birinci Dünya Savaşı'nın ortasında, iki İtilaf Devleti diplomatı (Fransız François Georges-Picot ve İngiliz Mark Sykes), 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş sonrası kendi nüfuz bölgelerine bölünmesi konusunda gizlice anlaştı. Başlangıçta iki bölge, Ürdün'den İran'a kadar neredeyse düz bir çizgi halinde uzanan bir sınırla ayrılmıştı. Ancak savaşın bitiminden hemen önce Musul bölgesinde petrol bulunması, 1918'de Fransa ile bu bölgenin Irak'a dönüşecek olan İngiliz nüfuz bölgesine bırakılması için bir kez daha müzakere edilmesine yol açtı. Ara vilayet Deyrizor'un kaderi belirsiz kaldı; Arap milliyetçileri tarafından işgal edilmesi Suriye'ye bağlanmasıyla sonuçlandı. Bu sınır, Suriye 1920'de Milletler Cemiyeti mandası olduğunda uluslararası alanda tanındı ve bugüne kadar değişmedi.
Fransız Mandası.
1920'de Haşimi ailesinden I. Faysal yönetiminde kısa ömürlü bağımsız bir Suriye Krallığı kuruldu. Ancak Faysal'ın Suriye üzerindeki hakimiyeti sadece birkaç ay sonra, Meyselun Muharebesi'nin ardından sona erdi. San Remo Konferansı'nda Milletler Cemiyetinin Suriye'nin bir Fransız mandası altına alınmasını önermesinin ardından Fransız birlikleri aynı yıl Suriye'yi işgal etti. Sekreteri de Caix'e göre General Gouraud'nun önünde iki seçenek vardı: "Ya var olmayan bir Suriye ulusu inşa etmek... onu hâlâ bölen uçurumları yumuşatmak" ya da "bu bölünmelerin verdiği hakemliğimizi gerektiren tüm olguları geliştirmek ve sürdürmek". De Caix "sadece ikinci seçeneğin beni ilgilendirdiğini söylemeliyim" diye ekledi. Gouraud'nun yaptığı da buydu.
1925 yılında Sultan el-Atraş, Dürzi Dağı'nda patlak veren ve tüm Suriye ile Lübnan'ın bazı bölgelerine yayılan bir isyana önderlik etti. El-Atraş, Fransızlara karşı 21 Temmuz 1925'teki El-Kufr Muharebesi, 2-3 Ağustos 1925'teki El-Mezra Muharebesi ve Salkhad, El-Musayfire ve Süveyda muharebeleri başta olmak üzere birçok muharebe kazandı. Fransa, Fas ve Senegal'den binlerce asker göndererek birçok şehrin Fransızlar tarafından geri alınmasını sağladı, ancak direniş 1927 baharına kadar sürdü. Fransızlar Sultan el-Atraş'ı idama mahkûm etti, ancak isyancılarla birlikte Transürdün'e kaçtı ve sonunda affedildi. Suriye-Fransa Antlaşması'nın imzalanmasının ardından 1937'de Suriye'ye döndü.
Suriye ve Fransa Eylül 1936'da bir bağımsızlık antlaşması müzakere etti ve Haşim el-Etasi, modern Suriye Cumhuriyeti'nin ilk cisimleşmesi altında seçilen ilk devlet başkanı oldu. Ancak Fransız Yasama Meclisi antlaşmayı onaylamayı reddettiği için antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. İkinci Dünya Savaşı sırasında 1940 yılında Fransa'nın düşmesiyle birlikte Suriye, İngilizler ve Özgür Fransa Temmuz 1941'de Suriye-Lübnan Savaşı'nda ülkeyi işgal edene kadar Vichy Fransası'nın kontrolü altına girdi. Suriyeli milliyetçilerin ve İngilizlerin devam eden baskısı, Fransızları Nisan 1946'da birliklerini tahliye etmeye zorladı ve ülkeyi manda sırasında kurulan cumhuriyetçi bir hükûmetin eline bıraktı.
Bağımsız Suriye Cumhuriyeti.
Bağımsızlıktan 1960'ların sonuna kadar Suriye siyasetine çalkantılar hakim oldu. Mayıs 1948'de Suriye kuvvetleri diğer Arap devletleriyle birlikte Filistin'i istila etti ve Yahudi yerleşimlerine saldırdı. Devlet Başkanı Şükri el-Kuvvetli cephedeki birliklerine "Siyonistleri yok etmeleri" talimatını verdi. İstilanın amacı İsrail Devleti'nin kurulmasını engellemekti. Bu amaçla Suriye hükûmeti, silahlı kuvvetlerini ve askeri istihbarat yeteneklerini geliştirmek için aralarında Schutzstaffel'in eski üyelerinin de bulunduğu eski Nazileri aktif bir şekilde işe alma sürecine girdi. Bu savaştaki yenilgi, Mart 1949'da Albay Hüsnü Zaim tarafından gerçekleştirilen ve İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcından bu yana Arap dünyasındaki ilk askeri darbe olarak tanımlanan Suriye Darbesini tetikleyen faktörlerden biriydi. Bunu kısa süre sonra Albay Sami el-Hinnavi'nin bir başka darbesi izledi ve kendi de aynı yıl içinde Albay Edib Çiçekli tarafından görevden alındı.Çiçekli sonunda çok partililiği tamamen ortadan kaldırdı, ancak kendi de 1954 Darbesi'yle devrildi ve parlamenter sistem yeniden kuruldu. Ancak bu zamana kadar güç giderek artan bir şekilde ordu ve güvenlik kurumlarında yoğunlaşmıştı. Parlamenter kurumların zayıflığı ve ekonominin kötü yönetimi huzursuzluğa ve Nasırcılık ve diğer ideolojilerin yükselişine yol açtı. Toplumun hoşnutsuz unsurlarını temsil eden çeşitli Arap milliyetçisi, Suriye milliyetçisi ve sosyalist hareketler için verimli bir zemin vardı. Bunların arasında radikal reform talep eden dini azınlıklar da vardı.
Kasım 1956'da, Süveyş Krizi'nin doğrudan bir sonucu olarak Suriye, Sovyetler Birliği ile bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma, askeri teçhizat karşılığında hükûmet içinde komünist etkiye bir dayanak sağladı. Bunun üzerine Türkiye, Suriye'nin askeri teknolojisindeki bu güç artışından endişe duymaya başladı, zira Suriye'nin İskenderun'u geri alma girişiminde bulunması mümkün görünüyordu. Sadece Birleşmiş Milletlerdeki hararetli tartışmalar savaş tehdidini azalttı.
1 Şubat 1958'de Suriye Devlet Başkanı Şükri el-Kuvvetli ve Mısır lideri Nasır, Mısır ve Suriye'nin birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni kurduklarını açıkladılar ve Suriye'deki tüm siyasi partiler ve komünistler açık faaliyetlerini durdurdular. Bu arada, partinin zayıf konumu ve birliğin giderek kırılganlaşmasından endişe duyan bir grup Suriyeli Baasçı subay gizli bir Askeri Komite kurmaya karar verdi; ilk üyeleri Yarbay Muhammed Ümran, Binbaşı Salah Cedid ve Yüzbaşı Hafız Esad'dı. Suriye, bir darbenin ardından 28 Eylül 1961'de Mısır ile olan birlikten ayrıldı.
Baasçı Suriye.
1961'deki darbenin ardından gelen istikrarsızlık 8 Mart 1963'teki Baas Darbesi'yle doruğa ulaştı. İktidar, Mişel Eflak ve Selahaddin el-Bitar liderliğindeki Arap Sosyalist Baas Partisi üyeleri tarafından ele geçirildi. Yeni Suriye kabinesi Baas üyelerinin hakimiyetindeydi. Baas Partisi, 1963'te Askeri Komitenin iktidarı ele geçirmesinden bu yana Suriye'yi totaliter bir devlet olarak yönetmektedir. Baasçılar ülkenin siyasetini, eğitimini, kültürünü, dinini kontrol altına aldılar ve güçlü "Muhaberat"'ı (gizli polis) aracılığıyla sivil toplumun tüm yönlerini gözetlediler. Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri ve gizli polisi, geleneksel sivil ve askeri elitlerin yeni rejim tarafından tasfiye edilmesinin ardından Baas partisi aygıtıyla bütünleşti.
1963 Baas Darbesi modern Suriye tarihinde "radikal bir kırılmaya" işaret etmiş, ardından Baas Partisi ülkede iktidarı tekeline alarak tek partili bir devlet kurmuş ve kendi devlet ideolojisini dayatarak yeni bir sosyo-politik düzen şekillendirmiştir. 23 Şubat 1966'da neo-Baasçı Askeri Komite, Baasçı tutucu üyelere (Eflak ve Bitar) karşı parti içi bir isyan gerçekleştirdi, Başkan Emin el-Hafız'i hapse attı ve 1 Mart'ta bölgeselci, sivil bir Baas hükûmeti atadı. Nureddin el-Etasi resmi devlet başkanı olmasına rağmen, Salah Cedid 1966'dan Kasım 1970'te o sırada savunma bakanı olan Hafız Esad tarafından görevden alınana kadar Suriye'nin etkin yöneticisi oldu.
1966 Darbesi, orijinal pan-Arap Baas Partisi içinde bir bölünmeye yol açtı: Irak liderliğinde bir Baas hareketi (1968'den 2003'e kadar Irak'ı yönetti) ve Suriye liderliğinde bir Baas hareketi kuruldu. 1967'nin ilk yarısında Suriye ve İsrail arasında düşük yoğunluklu bir savaş durumu vardı. İsrail'in Askerden Arındırılmış Bölge'de toprak işlemesi konusundaki anlaşmazlık, İsrail ve Suriye arasında 7 Nisan'da savaş öncesi hava çatışmalarına yol açtı. Mısır ve İsrail arasında Altı Gün Savaşı patlak verdiğinde Suriye de savaşa katıldı ve İsrail'e saldırdı. Savaşın son günlerinde İsrail dikkatini Suriye'ye çevirdi ve 48 saatten kısa bir süre içinde Golan Tepeleri'nin üçte ikisini ele geçirdi. Bu yenilgi, Cedid ve Esad arasında bundan sonra atılacak adımlar konusunda bir bölünmeye neden oldu.
Parti aygıtını kontrol eden Cedid ile orduyu kontrol eden Esad arasında anlaşmazlık ortaya çıktı. Ürdün'le yaşanan "Kara Eylül" çatışmaları sırasında FKÖ'ye yardım için gönderilen Suriye güçlerinin 1970'te geri çekilmesi bu anlaşmazlığı yansıtıyordu. İktidar mücadelesi, Hafız Esad'ın hükûmetin güçlü adamı olmasını sağlayan kansız bir askeri darbe olan Kasım 1970 Suriye Düzeltici Devrimi ile doruğa ulaştı.
General Hafız Esad, Baasçı bir parti devletini, parti, silahlı kuvvetler, gizli polis, medya, eğitim sektörü, dini ve kültürel alanlar ve sivil toplumun tüm yönleri üzerindeki yaygın hakimiyetinin damgasını vurduğu totaliter bir diktatörlüğe dönüştürdü. Askeri kuvvetlerde, bürokraside, istihbaratta ve yönetici elitte kilit görevlere Alevi yandaşlarını atadı. Hafız ve ailesi etrafında dönen bir kişilik kültü, Esad ailesinin ebediyen hüküm süreceğini savunan Baas ideolojisinin temel ilkesi haline geldi.
6 Ekim 1973'te Suriye ve Mısır, İsrail'e karşı Yom Kippur Savaşı'nı başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri, Suriye'nin ilk kazanımlarını tersine çevirdi ve Suriye topraklarının derinliklerine doğru ilerledi. Kuneytire köyü İsrail ordusu tarafından büyük ölçüde tahrip edildi. 1970'lerin sonunda Müslüman Kardeşlerin başlattığı İslamcı ayaklanma hükûmete karşı yöneldi. İslamcılar sivillere ve görevde olmayan askerî personele saldırarak güvenlik güçlerinin de misilleme saldırılarında sivilleri öldürmesine yol açtı. Ayaklanma, Suriye askerî birlikleri ve Baasçı paramiliter güçler tarafından 40.000'den fazla insanın öldürüldüğü 1982 Hama Katliamı'nda doruk noktasına ulaştı. Bu katliam, modern Arap tarihinde herhangi bir devletin kendi halkına uyguladığı "en ölümcül şiddet eylemi" olarak tanımlanır.
Suriye, hem diğer Arap devletleri hem de Batı dünyası ile ilişkilerinde önemli bir değişiklik yaparak Saddam Hüseyin'e karşı ABD liderliğindeki Körfez Savaşı'na katıldı. Suriye 1991'deki çok taraflı Madrid Konferansı'na katıldı ve 1990'larda İsrail ile müzakerelere girişti. Bu müzakereler başarısızlıkla sonuçlandı ve Devlet Başkanı Hafız Esad'ın Mart 2000'de dönemin ABD Başkanı Bill Clinton ile Cenevre'de yaptığı görüşmeden bu yana başka doğrudan Suriye-İsrail görüşmesi yapılmadı.
21. yüzyıl, iç savaş ve Baas rejiminin çöküşü.
Hafız Esad 10 Haziran 2000 tarihinde öldü. Oğlu Beşşar Esad rakipsiz girdiği bir seçimde devlet başkanı seçildi. Onun seçilmesi Şam Baharı'nın ve reform umutlarının doğuşuna tanıklık etti, ancak 2001 sonbaharında yetkililer hareketi bastırdı ve önde gelen entelektüellerinden bazılarını hapsetti. Bunun yerine reformlar bazı piyasa reformlarıyla sınırlı kaldı. 5 Ekim 2003'te İsrail, İslami Cihad üyeleri için terörist eğitim tesisi olduğu iddiasıyla Şam yakınlarındaki bir bölgeyi bombaladı. Mart 2004'te Suriyeli Kürtler ve Araplar kuzeydoğudaki Kamışlı kentinde çatıştılar. Kamışlı ve Hasake şehirlerinde ayaklanma belirtileri görüldü. 2005 yılında Suriye, Lübnan'daki askeri varlığına son verdi. 6 Eylül 2007'de, İsrailli olduğundan şüphelenilen yabancı savaş uçaklarının, Kuzey Koreli teknisyenler tarafından inşa edilmekte olan şüpheli bir nükleer reaktöre karşı Orchard Operasyonu'nu gerçekleştirdiği bildirildi.
Suriye İç Savaşı, Suriye'de devam eden şiddetli bir iç çatışmadır. Arap dünyası genelinde bir ayaklanma dalgası olan daha geniş kapsamlı Arap Baharı'nın bir parçasıdır. Suriye'deki halk gösterileri 26 Ocak 2011 tarihinde başlamış ve ülke çapında bir ayaklanmaya dönüşmüştür. Protestocular Devlet Başkanı Beşar Esad'ın istifasını, hükûmetinin devrilmesini ve yaklaşık elli yıllık Baas Partisi iktidarına son verilmesini talep etti. Suriye hükûmeti 2011 baharından bu yana ayaklanmayı bastırmak için Suriye Ordusunu görevlendirdi ve birçok şehir kuşatıldı, ancak huzursuzluk devam etti. Bazı tanıklara göre sivillere ateş açmayı reddeden askerler Suriye Ordusu tarafından infaz edildi. Suriye hükûmeti firar haberlerini yalanladı ve silahlı çeteleri sorun çıkarmakla suçladı. 2011 sonbaharının başlarından itibaren siviller ve ordudan ayrılanlar, Suriye Ordusuna karşı bir isyan kampanyası başlatan savaş birimleri oluşturmaya başladı. Muhalifler Özgür Suriye Ordusu bayrağı altında birleşti ve giderek daha organize bir şekilde savaştı; ancak silahlı muhalefetin sivil bileşeni organize bir liderlikten yoksundu.
Ayaklanmanın mezhepsel tonları olsa da çatışmadaki her iki taraf da mezhepçiliğin önemli bir rol oynadığını açıklamamıştır. Muhalefet Sünni Müslümanların hakimiyetindeyken, hükûmetin önde gelen isimleri Şii İslam'a bağlı Alevilerden oluşuyordu. Sonuç olarak muhalefet Sünni Müslüman devletlerin desteğini kazanırken, hükûmet Şii ağırlıklı İran ve Lübnan Hizbullahı tarafından alenen desteklendi. Birleşmiş Milletler de dahil olmak üzere çeşitli kaynaklara göre, yaklaşık yarısı sivil olmak üzere 13.470-19.220 kişi öldürüldü, ancak her iki taraftan 6.035-6.570 silahlı savaşçı ve 1.400 kadar muhalif protestocu da dahil. Çok daha fazlası yaralandı ve on binlerce protestocu hapsedildi. Suriye hükûmetine göre, 3.430'u güvenlik güçleri mensubu, 2.805-3.140'ı muhalif ve 3.600'e yakını sivil olmak üzere 9.815-10.146 kişi "silahlı terörist gruplar" olarak nitelendirdikleri gruplarla girdikleri çatışmalarda öldürüldü. Şiddetten kaçmak için on binlerce Suriyeli mülteci komşu Ürdün, Irak ve Lübnan'ın yanı sıra Türkiye'ye kaçtı. O dönemde Suriyeli mültecilerin toplam BM resmi sayısı 42.000'e ulaşırken, gayri resmi sayı 130.000'e kadar çıkmıştır.
UNICEF Şubat 2012'ye kadar geçen 11 aylık sürede 500'den fazla çocuğun öldürüldüğünü, 400 çocuğun da tutuklandığını ve Suriye hapishanelerinde işkence gördüğünü bildirmiştir. Her iki iddia da Suriye hükûmeti tarafından reddedilmiştir. Ayrıca 600'den fazla tutuklu ve siyasi mahkûm işkence altında hayatını kaybetti. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), hükûmeti ve Şebbiha'yı muhaliflerin elindeki bölgelere ilerlerken sivilleri canlı kalkan olarak kullanmakla suçladı. Hükûmet karşıtı muhalifler işkence, adam kaçırma, hukuksuz gözaltı ve sivillerin, Şabbiha ve askerlerin infazı da dahil olmak üzere insan hakları ihlalleriyle de suçlanmaktadır. HRW ayrıca İran vatandaşlarının kaçırılmasından duyduğu endişeyi de dile getirdi. BM Soruşturma Komisyonu da Şubat 2012 tarihli raporunda bu tür ihlalleri belgelemiş olup, raporda muhalif güçlerin sivillerin yerlerinden edilmesinden sorumlu olduğuna dair belgelere de yer verilmiştir.
2024 Küresel Barış Endeksi'nde sondan 8. sırada, 2024 Kırılgan Devletler Endeksi'nde ise en kötü 4. sırada yer alan Suriye, gazeteciler için en tehlikeli yerlerden biridir. Basın özgürlüğü son derece sınırlıdır ve ülke 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde en kötü 2. sırada yer almaktadır. Suriye, Orta Doğu'daki en yozlaşmış ülkedir ve 2023 Yolsuzluk Algısı Endeksi'nde küresel olarak en düşük 2. sıradadır. Ülke aynı zamanda dünyanın en büyüğü olan devlet destekli milyarlarca dolarlık yasa dışı uyuşturucu kartelinin de merkezi haline geldi. İç Savaş 600.000'den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanmış olup, Esad yanlısı güçler toplam sivil kayıpların %90'ından fazlasına neden olmuştur. Savaş, tahminen 7,6 milyon ülke içinde yerinden edilmiş insan (Temmuz 2015 UNHCR sayısı) ve 5 milyondan fazla mülteci (Temmuz 2017 UNHCR kaydı) ile büyük bir mülteci krizine yol açtı. Savaş ekonomik koşulları da kötüleştirmiş, nüfusun %90'ından fazlası yoksulluk içinde yaşarken %80'i gıda güvensizliği ile karşı karşıya kalmıştır.
Arap Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ülkeleri, Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri ve diğer ülkeler protestoculara karşı şiddet kullanılmasını kınadı. Çin ve Rusya, bu tür yöntemlerin dış müdahaleye dönüşebileceğini söyleyerek hükûmeti kınamaktan ya da yaptırım uygulamaktan kaçındı. Ancak askeri müdahale çoğu ülke tarafından reddedildi. Arap Birliği, hükûmetin krize verdiği tepki nedeniyle Suriye'nin üyeliğini askıya aldı ancak Aralık 2011'de krizin barışçıl yollarla çözülmesi önerisinin bir parçası olarak bir gözlemci heyeti gönderdi. Krizi çözmeye yönelik son girişimler, Kofi Annan'ın Orta Doğu'daki Suriye krizini çözmek üzere özel temsilci olarak atanması yoluyla yapıldı. Ancak bazı analistler bölgenin Sünni doğu, Kürt kuzey ve Şii/Alevi batı olarak bölünmesini önerdiler.
Aralık 2024'te ABD, Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık, şiddetin yeniden alevlendiği Suriye'de gerilimin azaltılması çağrısında bulundu. İslamcı grup Hey'etu Tahrîri'ş-Şâm (HTŞ) liderliğindeki muhalif gruplar Halep'in kontrolünü ele geçirdi, bu da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın Rusya'nın desteğiyle misilleme hava saldırıları düzenlemesine yol açtı. Beyaz Baretliler kurtarma grubuna göre, muhaliflerin elindeki İdlib kentinde nüfus merkezlerini ve birkaç hastaneyi hedef alan saldırılar en az 25 kişinin ölümüyle sonuçlandı. NATO ülkeleri ortak bir açıklama yayınlayarak daha fazla yerinden edilmenin önlenmesi ve insani erişimin sağlanması için sivillerin ve kritik altyapının korunması çağrısında bulundu. Suriye hükûmeti ile muhalif güçler arasında diyaloğu savunan BM Güvenlik Konseyi'nin 2254 sayılı kararı uyarınca, Suriye'nin öncülüğünde bir siyasi çözüme acilen ihtiyaç duyulduğunu vurguladılar. Halep'in ele geçirilmesinin ardından 27 Kasım 2024 tarihinde başlayan muhalif taarruzu Hama vilayetine doğru ilerlemeye devam etti.
4 Aralık 2024 tarihinde, Suriye ordusunun muhaliflerin kilit öneme sahip Hama kentine ilerleyişini durdurmak amacıyla onlarla çatışmaya girmesiyle Hama vilayetinde şiddetli çatışmalar patlak verdi. Hükûmet güçleri hava desteğiyle bir karşı saldırı başlatarak aralarında Hey'etu Tahrîri'ş-Şâm'ın (HTŞ) da bulunduğu muhalif gruplar şehrin yaklaşık altı mil uzağına kadar geri püskürttüğünü iddia etti. Ancak takviye güçlere rağmen muhalifler 5 Aralık'ta şehri ele geçirdi. Çatışmalar geniş çaplı yerinden edilmelere yol açmış, yaklaşık 50.000 kişi bölgeden kaçmış ve 104'ü sivil olmak üzere 600'den fazla can kaybı rapor edilmiştir.
8 Aralık 2024'te muhalif güçler başkent Şam'ı ele geçirerek Beşşar Esad hükûmetini devirdi ve Esad ailesinin ülke üzerindeki 53 yıllık iktidarına son verdi.
Baas sonrası Suriye.
Esad rejiminin düşmesinin ardından, Esad'ın dokuzuncu ve son başbakanı Muhammed Gazi el-Celali, muhalefetin ve Ebu Muhammed el-Cevlani'nin desteğiyle, geçiş hükümeti kurulana kadar geçici bir hükûmete liderlik ediyor. El-Celali, Suriye halkının yeni liderlerini seçebilmesi için yeni seçimler yapılması çağrısında bulundu.
Coğrafya.
Suriye, 32° ve 38° K enlemleri ile 35° ve 43° D boylamları arasında yer alır. İklim, nemli Akdeniz kıyısından yarı kurak bozkır bölgesine ve doğuda kurak çöle kadar değişiklik gösterir. Akdeniz'i çevreleyen kuzeybatı kısmı oldukça yeşil olmasına rağmen ülke çoğunlukla kurak platolardan oluşmaktadır. Kuzeydoğudaki El-Cezire ve güneydeki Havran önemli tarım alanlarıdır. Suriye'nin en önemli nehri olan Fırat, ülkenin doğusundan geçmektedir. Suriye, "uygarlığın beşiği" olarak adlandırılan bölgeyi oluşturan on beş devletten biridir. Toprakları "Arap levhasının kuzeybatısında" yer almaktadır.
Ticari miktarlarda petrol ilk olarak 1956 yılında kuzeydoğuda keşfedildi. En önemli petrol sahaları es-Süveydiye, Karaçok, Haseke yakınlarındaki Rimelan ve Deyrizor yakınlarındaki el-Ömer ve et-Taym sahalarıdır. Bu sahalar Irak'ın Musul ve Kerkük sahalarının doğal bir uzantısıdır. Petrol, 1974'ten sonra Suriye'nin önde gelen doğal kaynağı ve başlıca ihraç ürünü haline geldi. Doğal gaz 1940 yılında Jbessa sahasında keşfedildi.
Biyoçeşitlilik.
Suriye'de dört karasal ekolojik bölge bulunmaktadır: Suriye kserik otlakları ve çalılıkları, Doğu Akdeniz kozalaklı-sklerofilli-geniş yapraklı ormanları, Güney Anadolu dağlık kozalaklı ve yaprak döken ormanları ve Mezopotamya çalılık çölü. Ülkenin 2019 Orman Peyzaj Bütünlüğü Endeksi ortalama puanı 3,64/10 olup, 172 ülke arasında dünya genelinde 144. sırada yer almaktadır.
Siyaset ve hükûmet.
Baas sonrası Suriye (2024-günümüz).
Suriye, 8 Aralık 2024'te Esad rejiminin düşüşünün ardından siyasi bir geçiş sürecinden geçmektedir. Ülkeyi yönetmek üzere Muhammed el-Beşir liderliğindeki bir geçici hükümet kurulmuştur. 29 Ocak 2025 tarihinde, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda düzenlenen Suriye Devrimi Zafer Konferansı'nda, Suriye Genel Komutanlığı, Esad rejiminin düşüşünün ardından fiili liderlik görevini üstlenen Ahmed eş-Şara'yı geçiş dönemi cumhurbaşkanı olarak atamıştır.
13 Mart 2025'te eş-Şara, beş yıl geçerli olacak geçici anayasayı onayladı. Anayasa, başbakanlık makamı olmaksızın başkanlık sistemini getiriyor. Halk Meclisi, beş yıllık geçiş döneminde geçici parlamento olarak görev yapmak ve yeni kalıcı anayasanın hazırlanmasını denetlemek üzere kuruldu. 29 Mart 2025'te, eş-Şara, Şam'daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda düzenlenen bir törenle İkinci Suriye Geçiş Hükûmetini açıkladı. Törende yeni bakanlar yemin ettiler ve gündemlerini özetleyen konuşmalar yaptılar. Hükümet, 8 Aralık 2024'te Esad rejiminin düşüşünün ardından kurulan Birinci Suriye Geçiş Hükümetinin yerini aldı.
Askerîye.
Suriye devlet başkanı, seferberlik halinde yaklaşık 400.000 askerden oluşan Suriye Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanıdır. Ordu zorunlu askerliğe sahip bir güçtür; erkekler 18 yaşına geldiklerinde askere alınırlar. Zorunlu askerlik süresi 2005 yılında iki buçuk yıldan iki yıla, 2008 yılında 21 aya ve 2011 yılında bir buçuk yıla indirildi. Suriye'nin son askerlerinin otuz yıl sonra ülkeyi terk ettiği 27 Nisan 2005 tarihine kadar yaklaşık 20.000 Suriyeli asker Lübnan'da konuşlandırılmıştı.
Suriye güçlerinin başlıca eğitim, malzeme ve kredi kaynağı olan Sovyetler Birliği'nin dağılması, Suriye'nin modern askeri teçhizat edinme kabiliyetini yavaşlatmış olabilir. Suriye, karadan karaya füzelerden oluşan bir cephaneliğe sahiptir. Zisser'e göre 1990'ların başında Kuzey Kore'den 500 kilometre menzilli Scud-C füzeleri tedarik edildi ve 700 kilometreye kadar menzili olan Scud-D'nin Suriye tarafından Kuzey Kore ve İran'ın yardımıyla geliştirildiği iddia ediliyor.
Suriye, Körfez Savaşı'na katılmasının bir sonucu olarak Basra Körfezi'ndeki Arap devletlerinden önemli miktarda mali yardım aldı ve bu fonların önemli bir kısmı askeri harcamalara ayrıldı.
Dış ilişkiler.
Ulusal güvenliğin sağlanması, Arap komşuları arasında nüfuzun artırılması ve Golan Tepeleri'nin geri alınmasının güvence altına alınması Suriye'nin dış politikasının temel hedefleri oldu. Suriye, tarihinin birçok noktasında Türkiye, İsrail, Irak ve Lübnan gibi coğrafi olarak kültürel komşularıyla şiddetli gerginlikler yaşadı. Suriye, 21. yüzyılda Arap Baharı ve Suriye İç Savaşı öncesinde bölgesindeki bazı devletlerle ilişkilerinde bir iyileşme yaşadı.
2011'de başlayan iç savaş ve buna bağlı olarak yaşanan ölümler ve insan hakları ihlallerinden bu yana Suriye, bölge ülkelerinden ve daha geniş anlamda uluslararası toplumdan giderek daha fazla izole edilmektedir. Aralarında İngiltere, Kanada, Fransa, İtalya, Almanya, Tunus, Mısır, Libya, Amerika Birleşik Devletleri, Belçika, İspanya ve Basra Körfezi'ndeki Arap devletlerinin de bulunduğu birçok ülke ile diplomatik ilişkiler kesilmiştir.
Suriye Arap Birliği'nden Cezayir, Mısır, Irak, Lübnan, Sudan ve Yemen ile diplomatik ilişkilerini sürdürmeye devam etmektedir. Suriye'nin sivillere yönelik şiddeti 2012 yılında Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı'ndan uzaklaştırılmasına neden oldu. Suriye, geleneksel müttefikleri İran ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmeye devam etmektedir; bu iki ülke Suriye hükûmetini Suriyeli muhaliflerle olan çatışmalarında destekleyen az sayıdaki ülke arasındadır.
Suriye, AB ile komşularını yakınlaştırmayı amaçlayan Avrupa Birliği'nin Avrupa Komşuluk Politikası (ENP) kapsamındadır.
Uluslararası anlaşmazlıklar.
1939 yılında, Suriye hâlâ bir Fransız mandasıyken, Fransızlar İskenderun Sancağı'nın İkinci Dünya Savaşı'nda bir dostluk antlaşmasının parçası olarak Türkiye'ye katılmasına ilişkin bir plebisite izin verdi. Bu sayede Türkiye'nin Hatay ili kuruldu. Fransızların bu hamlesi Suriye'de çok tartışıldı ve sadece beş yıl sonra Suriye bağımsız oldu. Türkiye'nin İskenderun Sancağı'nı ilhak etmesine rağmen Suriye hükûmeti, 1949'daki kısa bir dönem hariç, bağımsızlıktan bu yana bölge üzerindeki Türk egemenliğini tanımayı reddetti.
Suriye'nin Golan Tepeleri bölgesinin batıdaki üçte ikisi 1967'den beri İsrail'in işgali altındadır ve 1981'de İsrail tarafından fiilen ilhak edildi; doğudaki üçte birlik kısım ise Suriye'nin kontrolündedir ve UNDOF, Mor Hat ateşkesini uygulamak için arada bir tampon bölge oluşturmaktadır. İsrail'in 1981 tarihli Golan ilhak yasası uluslararası hukukta tanınmamaktadır. BM Güvenlik Konseyi 497 (1981) sayılı kararıyla bu yasayı "hükümsüz ve geçersiz ve uluslararası hukuki etkisi olmayan" bir yasa olarak kınadı. O tarihten bu yana Genel Kurulun "İşgal Altındaki Suriye Golan'ı" ile ilgili kararları İsrail işgali ve ilhakının gayrimeşruluğunu teyit etmektedir. Suriye hükûmeti bu toprakların geri verilmesini talep etmeye devam etmektedir. Suriye'nin Golan'da elinde kalan tek toprak, terk edilmiş Kuneytire şehrini, vilayetin fiili başkenti Madinat el-Baas'ı ve Beer Ajam ve Hader gibi çoğunlukla Çerkeslerin yaşadığı birçok küçük köyü içeren bir şerittir. Mart 2019'da ABD Başkanı Donald Trump, ABD'nin İsrail'in Golan Tepeleri'ni ilhakını tanıyacağını açıkladı.
1976 yılının başlarında Suriye Lübnan'a girerek yirmi dokuz yıllık askeri varlığını başlattı. Suriye, Filistinli milislere karşı Lübnanlı Hristiyan milislere yardım etmek üzere dönemin Maruni Hristiyan Cumhurbaşkanı Süleyman Franjieh'in daveti üzerine Lübnan'a girdi. Takip eden 15 yıllık iç savaş boyunca Suriye, Lübnan'ı kontrol etmek için savaştı. Suriye Ordusu, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri'nin öldürülmesinin ardından iç ve dış baskılara yanıt olarak 26 Nisan 2005 tarihine kadar Lübnan'da kaldı.
Bir diğer ihtilaflı bölge ise Lübnan-Suriye sınırı ile İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri'nin kesiştiği noktada yer alan Şebaa çiftlikleridir. Yaklaşık 11 km uzunluğunda ve 3 km genişliğindeki çiftlikler, 1981 yılında Golan Tepeleri'nin geri kalanıyla birlikte İsrail tarafından işgal edildi. Ancak Suriye ordusunun ilerleyişinin ardından İsrail işgali sona erdi ve Suriye çiftlikler üzerinde fiili egemen güç haline geldi. Ancak İsrail'in 2000 yılında Lübnan'dan çekilmesinin ardından Hizbullah çekilmenin tamamlanmadığını çünkü Şebaa'nın Suriye değil Lübnan topraklarında olduğunu iddia etti. Birleşmiş Milletler, 81 farklı haritayı inceledikten sonra, terk edilmiş tarım arazilerinin Lübnan'a ait olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığı sonucuna vardı. Bununla birlikte, Lübnan bölgenin kendine ait olduğunu iddia etmeye devam etti.
İnsan hakları.
Suriye'deki insan hakları durumu, 2010 yılında ülkenin sicilini "dünyanın en kötüleri arasında" olarak nitelendiren İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi bağımsız kuruluşlar arasında uzun zamandır önemli bir endişe kaynağı olmuştur. ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından finanse edilen Freedom House, yıllık Dünya Özgürlük araştırmasında Suriye'yi "Özgür Değil" olarak derecelendirmiştir.
Yetkililer, demokrasi ve insan hakları aktivistlerini tutuklamak, internet sitelerini sansürlemek, blog yazarlarını gözaltına almak ve seyahat yasağı uygulamakla suçlanıyor. Keyfi gözaltılar, işkence ve kayıplar yaygındır. Suriye anayasası cinsiyet eşitliğini garanti altına alsa da eleştirmenler kişisel kanunların ve ceza kanununun kadınlara ve kız çocuklarına karşı ayrımcılık yaptığını söylüyorlar. Ayrıca, sözde 'namus cinayetleri' için de hoşgörü tanınmaktadır. Birleşmiş Milletler, 9 Kasım 2011 itibarıyla Devlet Başkanı Beşşar Esad'a karşı ayaklanma sırasında ölen 3500'den fazla kişinin 250'den fazlasının iki yaşından küçük çocuklar olduğunu ve 11 yaşından küçük erkek çocuklarının güvenlik güçleri tarafından toplu tecavüze uğradığını bildirdi. Başkan Esad yönetimine muhalif kişiler, 12 Temmuz 2012 tarihinde Hama'da hükûmet güçleri tarafından gerçekleştirilen bombardımanda çoğu sivil 200'den fazla kişinin katledildiğini ve yaklaşık 300 kişinin yaralandığını iddia etmektedirler.
Ağustos 2013'te hükûmetin sivillere karşı kimyasal silah kullandığından şüpheleniliyordu. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, ülkede kimyasal silah kullanıldığının "inkar edilemez" olduğunu ve Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın güçlerinin kendi halkına karşı "ahlaki bir müstehcenlik" işlediğini söyledi. Kerry, "Hata yapmayın, Başkan Obama, dünyanın en savunmasız insanlarına karşı dünyanın en iğrenç silahını kullananların hesap vermesi gerektiğine inanmaktadır. Bugün hiçbir şey bundan daha ciddi değildir ve hiçbir şey bundan daha ciddi bir incelemeye tabi tutulmamaktadır." dedi.
Çoğu anayasal korumayı fiilen askıya alan Olağanüstü Hal Kanunu 1963 yılından 21 Nisan 2011 tarihine kadar yürürlükte kaldı. Hükûmet bu kanunu Golan Tepeleri konusunda İsrail ile devam eden savaş sebebiyle gerekçelendirmişti.
Ağustos 2014'te BM İnsan Hakları Şefi Navi Pillay, uluslararası toplumu, 30 Nisan 2014 itibarıyla 191.369 kişinin ölümüyle sonuçlanan ve Pillay'a göre çatışmanın tüm taraflarının cezasız kaldığı savaş suçlarının işlendiği 3 yılı aşkın süredir devam eden iç savaşla mücadelede "felç" olmakla eleştirdi. Azınlık Nusayriler ve Hristiyanlar, İslamcılar ve Suriye İç Savaşı'nda savaşan diğer gruplar tarafından giderek daha fazla hedef alınmaktadır. Nisan 2017'de ABD Donanması, ABD hükûmetine göre Suriyeli sivillere yönelik kimyasal silah saldırısında kullanıldığı iddia edilen bir Suriye hava üssüne füze saldırısı düzenledi.
Kasım 2021'de ABD Merkez Komutanlığı 2019 yılında Suriye'de sivillerin ölümüne neden olan bir hava saldırısını "meşru" olarak nitelendirdi. Bu kabul, New York Times'ın bir soruşturmasında ordunun onlarca sivilin ölümünü gizlediğinin ortaya çıkmasının ardından geldi.
İdari bölümler.
Suriye 14 ile, bunlar da 61 ilçeye ve bunlar da kendi içlerinde nahiyelere bölünmüştür.
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi.
Rojava olarak da bilinen Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (KDSÖY), Suriye'nin kuzeydoğusunda yer alan de facto bir özerk bölgedir. Afrin, Cezire, Fırat, Rakka, Tabka, Menbic ve Deyrizor bölgelerinde kendi kendini yöneten alt bölgelerden oluşmaktadır. Bölge 2012 yılında, devam eden Rojava çatışması ve resmi askerî gücü Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) de yer aldığı daha geniş Suriye İç Savaşı bağlamında fiili özerkliğini kazandı.
Bazı dış ilişkilere sahip olmakla birlikte, bölge Katalonya Parlamentosu dışında Suriye hükûmeti de dahil olmak üzere herhangi bir devlet tarafından resmi olarak özerk olarak tanınmamaktadır. KDSÖY, diğer parti ve örgütlerle diyaloglarında evrensel demokratik, sürdürülebilir, özerk çoğulcu, eşit ve feminist politikaları için yaygın bir desteğe sahiptir. Kuzeydoğu Suriye çok etnikli bir bölgedir ve büyük etnik Kürt, Arap ve Süryani nüfusu ile daha küçük etnik Türkmen, Ermeni, Çerkes ve Yezidi topluluklarına ev sahipliği yapmaktadır.
Bölge yönetiminin destekçileri, adem-i merkeziyetçiliği, toplumsal cinsiyet eşitliğini, çevresel sürdürülebilirliği, sosyal ekolojiyi ve dini, kültürel ve siyasi çeşitliliğe çoğulcu hoşgörüyü teşvik eden anarşist, feminist ve özgürlükçü sosyalist bir ideolojiye dayanan doğrudan demokratik hedefleri olan resmi olarak laik bir yönetim olduğunu ve bu değerlerin anayasasına, toplumuna ve siyasetine yansıdığını belirtmekte ve bunun doğrudan bağımsızlıktan ziyade bir bütün olarak federalleşmiş bir Suriye için bir model olduğunu ifade etmektedirler. Bölge yönetimi ayrıca bazı partizan ve partizan olmayan kaynaklar tarafından otoriterlik, Suriye hükûmetine destek, Kürtleştirme ve yerinden etme ile suçlandı.
13 Ekim 2019'da SDG, Türkiye ve Türkiye destekli Suriyeli muhaliflerin sınır ötesi saldırısının bir parçası olarak Türkiye'nin bu şehirlere yönelik bir saldırısını caydırmak amacıyla Suriye Ordusu ile SDG'nin elindeki Menbic ve Kobani şehirlerine girmesine izin veren bir anlaşmaya vardığını duyurdu. Suriye Ordusu ayrıca SDG ile birlikte Suriye'nin kuzeyinde Suriye-Türkiye sınırı boyunca konuşlandı ve Ayn İsa ve Tel Tamer gibi SDG'nin elindeki bazı şehirlere girdi. İkinci Kuzey Suriye Tampon Bölgesi'nin oluşturulmasının ardından SDG, Suriye hükûmeti ile SDG arasında siyasi bir çözüme ulaşılması halinde Suriye Ordusu ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu açıkladı.
Tarım reformu.
Suriye'de birbiriyle ilişkili üç programdan oluşan tarım reformu tedbirleri uygulamaya konuldu: Tarım işçileri ile toprak sahipleri arasındaki ilişkileri düzenleyen mevzuat; özel ve devlet arazilerinin mülkiyetini ve kullanımını düzenleyen ve köylülerin ekonomik örgütlenmesini yönlendiren mevzuat ve tarımsal üretimi devlet kontrolü altında yeniden düzenleyen tedbirler. Toprak mülkiyetindeki yüksek eşitsizlik seviyelerine rağmen bu reformlar, 1958'den 1961'e kadar toprağın yeniden dağıtımında, bağımsızlıktan bu yana Suriye tarihindeki diğer tüm reformlardan daha fazla ilerleme kaydedilmesini sağladı.
İlk yasa (134 sayılı kanun; 4 Eylül 1958'de kabul edildi) köylülerin mobilizasyonu ve köylü haklarının genişletilmesi konusundaki endişelere yanıt olarak çıkarıldı. Bu yasa, ortakçıların ve tarım işçilerinin toprak sahipleri karşısındaki konumlarını güçlendirmek için tasarlanmıştı. Bu yasa, özellikle kadınlar ve gençler için çalışma koşullarının düzenlenmesine, çalışma saatlerinin belirlenmesine ve ücretli işçiler için asgari ücret ilkesi ile ortakçılar için hasadın adil bir şekilde paylaştırılmasına olanak tanıyacak yeni yasaların uygulanacağını duyuran Çalışma ve Sosyal İşler Bakanlığının kurulmasına yol açtı. Ayrıca, ev sahiplerini hem yazılı hem de sözlü sözleşmelere uymakla yükümlü kılmış, toplu pazarlığı tesis etmiş, işçi tazminatı, sağlık, barınma ve istihdam hizmetleri için hükümler içermiştir. 134 sayılı Kanun sadece işçileri korumak için tasarlanmamıştı. Aynı zamanda toprak sahiplerinin kendi sendikalarını kurma haklarını da kabul ediyordu.
İnternet ve telekomünikasyon.
Suriye'de telekomünikasyon İletişim ve Teknoloji Bakanlığı tarafından denetlenmektedir. Buna ek olarak, Syrian Telecom devlet internet erişiminin dağıtımında ayrılmaz bir rol oynamaktadır. Suriye Elektronik Ordusu siber uzayda hükûmet yanlısı askeri bir grup olarak hizmet vermektedir ve uzun süredir hacktivist grup Anonymous'un düşmanı olarak kabul edilmektedir. İnternet sansürü yasaları nedeniyle Mart 2011 ile Ağustos 2012 arasında 13.000 internet aktivisti tutuklandı.
Ekonomi.
2015 itibarıyla Suriye ekonomisi, azalan gümrük ve gelir vergileri gibi doğası gereği güvenilmez gelir kaynaklarına dayanmakta ve bu kaynaklar büyük ölçüde İran'dan alınan kredilerle desteklenmektedir. İran'ın Suriye İç Savaşı sırasında Suriye'ye yılda 6 milyar ile 20 milyar ABD doları arasında harcama yaptığına inanılıyor. Suriye ekonomisi %60 daraldı ve Suriye lirası %80 değer kaybetti; ekonomi kısmen devlete ait, kısmen de savaş ekonomisi haline geldi. Devam etmekte olan Suriye İç Savaşı'nın başlangıcında Suriye, Dünya Bankası tarafından "alt orta gelirli ülke" olarak sınıflandırılmıştı. 2010 yılında Suriye petrol ve tarım sektörlerine bağımlı kaldı. Petrol sektörü ihracat gelirlerinin yaklaşık %40'ını sağlıyordu. Kanıtlanmış açık deniz sondajları, Suriye ve Kıbrıs arasındaki Akdeniz tabanında büyük miktarda petrol bulunduğunu gösterdi. Tarım sektörü GSYH'nin yaklaşık %20'sine ve istihdamın %20'sine katkıda bulunmaktadır. Petrol rezervlerinin önümüzdeki yıllarda azalması beklenmektedir ve Suriye şimdiden net petrol ithalatçısı haline gelmiştir. İç savaşın başlamasından bu yana ekonomi %35 oranında küçüldü ve Suriye lirası savaş öncesi değerinin altıda birine düştü. Hükûmet İran, Rusya ve Çin'den gelen kredilere giderek daha fazla bel bağlamaktadır.
Ekonomi, protestocuları yatıştırmak ve döviz rezervlerini korumak için sübvansiyonları artıran ve ticaret kontrollerini sıkılaştıran hükûmet tarafından büyük ölçüde düzenlenmektedir. Uzun vadeli ekonomik kısıtlamalar arasında dış ticaret engelleri, azalan petrol üretimi, yüksek işsizlik, artan bütçe açıkları ve tarımda yoğun kullanım, hızlı nüfus artışı, endüstriyel genişleme ve su kirliliği nedeniyle su kaynakları üzerinde artan baskı yer almaktadır. UNDP 2005 yılında Suriye nüfusunun %30'unun yoksulluk içinde yaşadığını ve %11,4'ünün geçim seviyesinin altında yaşadığını açıkladı.
Suriye'nin küresel ihracattaki payı 2001 yılından bu yana kademeli olarak azaldı. Kişi başına reel GSYİH büyümesi 2000-2008 döneminde yılda sadece %2,5 oldu. İşsizlik oranı %10'un üzerinde seyretmektedir. Yoksulluk oranları 2004'te %11'den 2007'de %12,3'e yükseldi. 2007 yılında Suriye'nin başlıca ihracat kalemleri arasında fenetilin hapları (captagon olarak bilinen yasadışı bir uyuşturucu), ham petrol, rafine ürünler, ham pamuk, giysi, meyve ve tahıl yer almaktadır. Suriye'nin ithalatının büyük bölümünü sanayi için gerekli hammaddeler, taşıtlar, tarım ekipmanları ve ağır makineler oluşturmaktadır. Petrol ihracatından elde edilen gelirler ve Suriyeli işçilerden gelen işçi dövizleri hükûmetin en önemli döviz kaynaklarıdır.
Siyasi istikrarsızlık gelecekteki ekonomik kalkınma için önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Yabancı yatırımlar; şiddet, hükûmet kısıtlamaları, ekonomik yaptırımlar ve uluslararası izolasyon nedeniyle kısıtlanmaktadır. Suriye ekonomisi ayrıca devlet bürokrasisi, düşen petrol üretimi, artan bütçe açıkları ve enflasyon nedeniyle de sekteye uğramaktadır.
2011'deki iç savaştan önce hükûmet, ekonomisini çeşitlendirmek ve petrol ile tarıma olan bağımlılığını azaltmak için turizm, doğal gaz ve hizmet sektörlerine yeni yatırımlar çekmeyi umuyordu. Hükûmet çoğu piyasayı liberalleştirmeyi amaçlayan ekonomik reformlar yapmaya başladı, ancak bu reformlar yavaş ve geçici oldu ve 2011'de çatışmaların patlak vermesinden bu yana tamamen tersine döndü.
Suriye'de devam eden iç savaş nedeniyle 2012 yılı itibarıyla Suriye'nin toplam ihracatı üçte iki oranında azaldı, 2010 yılındaki 12 milyar ABD xoları değerinden 2012 yılında sadece 4 milyar ABD doları değerine düştü. Suriye'nin GSYİH'si 2011 yılında %3'ün üzerinde azaldı ve 2012 yılında da %20 oranında azalması beklenmekteydi.
2012 yılı itibarıyla, Suriye'nin özellikle petrol ve turizm sektörleri harap oldu, devam eden iç savaş nedeniyle 5 milyar ABD doları kaybedildi. Devam eden iç savaş nedeniyle ihtiyaç duyulan yeniden yapılanma 10 milyar ABD dolarına mal olacaktır. Yaptırımlar hükûmetin mali kaynaklarını tüketmiştir. ABD ve Avrupa Birliğinin 2012 yılında yürürlüğe giren petrol ithalatı yasaklarının Suriye'ye ayda yaklaşık 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmektedir.
Turizmden elde edilen gelirler dramatik bir şekilde düştü, savaştan önce %90 olan otel doluluk oranları Mayıs 2012'de %15'in altına indi. Turizm sektöründe çalışanların yaklaşık %40'ı savaşın başlangıcından bu yana işlerini kaybetmiştir.
Mayıs 2015'te IŞİD, Suriye hükûmetinin son önemli gelir kaynaklarından biri olan fosfat madenlerini ele geçirdi. Bir sonraki ay IŞİD Şam'a giden ve Şam ve Humus'ta ısınma ve elektrik üretiminde kullanılan bir doğalgaz boru hattını havaya uçurdu; bir analist "IŞİD'in şu an için oyununun adı rejimin kilit kaynaklarını engellemek" dedi. Buna ek olarak, IŞİD Şaer gaz sahasına ve bölgedeki diğer üç tesise -Hayan, Cihar ve Ebla- yaklaşıyordu; bu batı gaz sahalarının kaybı İran'ın Suriye hükûmetini daha fazla sübvanse etmesine neden olma potansiyeline sahipti.
Suriye, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın ortakları ve akrabaları tarafından yönetilen ve giderek büyüyen bir yasadışı uyuşturucu endüstrisine ev sahipliği yapıyor. Bu sektörde ağırlıklı olarak Arap dünyasında popüler olan ve bağımlılık yapan bir amfetamin olan captagon üretiliyor. 2021 yılı itibarıyla yasadışı uyuşturucu ihracatı ülkenin yasal ihracatını gölgede bırakarak New York Times'ın Suriye'yi "dünyanın en yeni narko-devleti" olarak adlandırmasına yol açtı. Uyuşturucu ihracatı Suriye hükûmetinin döviz kazanmasına ve Batı yaptırımlarını aşmasına olanak sağlıyor.
Petrol endüstrisi.
Suriye'nin petrol endüstrisi keskin bir düşüşe maruz kaldı. Eylül 2014'te IŞİD 80.000 varil/gün (13.000 m3/gün) ile hükûmetin 17.000 varil/gün (2.700 m3/gün) üretimine kıyasla daha fazla petrol üretiyordu ve Suriye Petrol Bakanlığı 2014'ün sonunda petrol üretiminin 9.329 varil/gün'e (1.483,2 m3/gün) düştüğünü açıkladı; IŞİD o tarihten bu yana bir petrol sahasını daha ele geçirdi ve petrol üretiminin 6.829 varil/gün (1.085,7 m3/gün) olacağı tahmin edildi. Suriye İç Savaşı'nın üçüncü yılında Ekonomi Bakan Yardımcısı Selman Hayan, Suriye'nin iki ana petrol rafinerisinin %10'dan daha az kapasiteyle çalıştığını belirtti.
Tarihsel olarak ülke, 1960'ların sonlarından beri kuzeydoğuda bulunan sahalardan ağır dereceli petrol üretmiştir. 1980'lerin başında, Suriye'nin doğusundaki Deyrizor yakınlarında hafif dereceli, düşük sülfürlü petrol keşfedildi. Suriye'nin petrol üretim oranı 1995'te günde 600.000 varile (95.000 m3/gün) (bpd) yakın bir zirveden 2012'de 182.500 varil/gün'ün (29.020 m3/gün) altına düşerek dramatik bir şekilde azalmıştır. 2012 yılından bu yana üretim daha da düşerek 2014 yılında günlük 32.000 varile (5.100 m3/gün) (bpd) ulaşmıştır. Resmi rakamlar 2015 yılı üretimini günlük 27,000 varil (4,300m³/gün) olarak vermektedir ancak bu rakamlar ihtiyatla karşılanmalıdır çünkü isyancıların elindeki bölgelerde şu anda üretilen petrol miktarını tahmin etmek zordur.
Ayaklanmadan önce Suriye'nin petrol ihracatının %90'ından fazlası AB ülkelerine, geri kalanı ise Türkiye'ye yapılıyordu. Petrol ve gaz gelirleri 2012 yılında toplam GSYH'nin yaklaşık %20'sini ve toplam hükûmet gelirlerinin %25'ini oluşturdu.
Ulaşım.
Suriye'de dört uluslararası havalimanı (Şam, Halep, Lazkiye ve Kamışlı) bulunmakta olup, bunlar Syrian Air için merkez görevi görmekte ve çeşitli yabancı taşıyıcılar tarafından da hizmet verilmektedir.
Suriye'deki yüklerin büyük bir kısmı, Türkiye'deki muadili olan Devlet Demiryolları ile bağlantılı olan Suriye Demiryolları tarafından taşınmaktadır. Nispeten az gelişmiş bir ülke için, Suriye'nin demiryolu altyapısı birçok ekspres servis ve modern trenlerle iyi korunmaktadır.
Suriye'deki karayolu ağı 69.873 kilometre uzunluğunda olup, 1103 kilometresi otoyollardan oluşmaktadır. Ülkede ayrıca 900 kilometrelik gezilebilir ancak ekonomik açıdan önemli olmayan su yolları bulunmaktadır.
Su temini ve sanitasyon.
Suriye, kıt su kaynaklarına sahip yarı kurak bir ülkedir. Suriye'de en fazla su tüketen sektör tarımdır. Evsel su kullanımı toplam su kullanımının sadece %9'u kadardır. İç savaştan önce Suriye için büyük bir zorluk, kentsel ve endüstriyel su talebinin hızla artmasına yol açan yüksek nüfus artışıydı (2006 yılında büyüme oranı %2,7 idi).
Demografi.
İnsanların çoğu Fırat Nehri vadisinde ve kıyı dağları ile çöl arasında verimli bir şerit olan kıyı ovası boyunca yaşamaktadır. İç savaştan önce Suriye'deki genel nüfus yoğunluğu kilometre kare başına yaklaşık 99 idi. ABD Mülteciler ve Göçmenler Komitesi tarafından yayınlanan 2008 Dünya Mülteci Araştırması'na göre, Suriye yaklaşık 1.852.300 kişilik bir mülteci ve sığınmacı nüfusuna ev sahipliği yapıyordu. Bu nüfusun büyük çoğunluğu Irak'tan (1.300.000) gelmekteydi, ancak Filistin (543.400) ve Somali'den (5.200) gelen büyük nüfuslar da ülkede yaşamaktaydı.
BM'nin "çağımızın en büyük insani acil durumu" olarak tanımladığı Suriye İç Savaşı'nın patlak verdiği Mart 2011'den bu yana, 2014 itibarıyla nüfusun yarısını oluşturan yaklaşık 9,5 milyon Suriyeli yerinden edildi; 4 milyonu ise mülteci olarak ülke dışında kaldı. BM, 2020 yılı itibarıyla 5,5 milyondan fazla Suriyelinin bölgede mülteci olarak yaşadığını ve 6,1 milyon kişinin de ülke içinde yerinden edildiğini tahmin etmektedir.
Etnik gruplar.
Suriyeliler, Lübnanlılar, Filistinliler, Ürdünlüler ve Yahudiler gibi yakın komşularıyla yakın akraba olan genel olarak yerli bir Levanten halkıdır. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu'na göre Suriye'nin nüfusu 2024 yılı itibarıyla yaklaşık 24.300.000 kişidir.
Kürtler.
Suriye'deki en büyük ikinci etnik grup Kürtlerdir. Nüfusun yaklaşık %9 ile %10'unu ya da yaklaşık 1.5 milyon ile 2 milyon kişiyi (40.000 Yezidi dahil) oluşturmaktadırlar. Kürtlerin çoğu Suriye'nin kuzeydoğusunda yaşamakta ve çoğu Kürtçenin Kurmançça varyantını konuşmaktadır.
Türkmenler.
Üçüncü en büyük etnik grup ise Türkçe konuşan Suriye Türkmenleridir. Toplam nüfusları hakkında güvenilir tahminler bulunmamakla birlikte, tahminler birkaç yüz bin ile 3,5 milyon arasında değişmektedir.
Süryaniler.
Dördüncü en büyük etnik grup Süryanilerdir (%3-4).. Yerli Süryaniler ve Batı Aramice konuşanların sayısı yaklaşık 400.000 kişidir; Batı Aramice konuşanlar çoğunlukla Malule, Jubb'adin ve Bakh'a köylerinde yaşarken, Süryaniler çoğunlukla kuzey ve kuzeydoğuda (Humus, Halep, Kamışlı, Haseke) ikamet etmektedir. Birçoğu (özellikle Süryani grubu) konuşma ve yazı dili olarak birkaç Neo-Arami lehçesini hâlâ korumaktadır.
Diğer.
Beşinci büyük grup olarak Çerkesler (%1,5) ardından Ermeniler (%1) gelmektedir; bunların çoğu Ermeni Kırımı sırasında Suriye'ye gelen mültecilerin torunlarıdır. Suriye, dünyadaki en büyük 7. Ermeni nüfusuna sahiptir. Ağırlıklı olarak Halep, Kamışlı, Şam ve Keseb'de bulunurlar.
Arnavutlar, Bosnalılar, Gürcüler, Yunanlar, Farslar, Peştunlar ve Ruslar gibi daha küçük etnik azınlık grupları da bulunmaktadır. Ancak bu etnik azınlıkların çoğu, özellikle de İslam inancını benimseyenler bir dereceye kadar Araplaşmıştır.
Suriye diasporasının Arap dünyası dışındaki en büyük yoğunluğu, milyonlarca Arap ve diğer Yakın Doğu kökenli insanın yaşadığı Brezilya'da bulunmaktadır. Brezilya, Amerika kıtasında Suriyeli mültecilere insani vize veren ilk ülkedir. Arjantinli Arapların çoğunluğu Lübnan ya da Suriye kökenlidir.
Din.
Sünni Müslümanlar Suriye nüfusunun yaklaşık %74'ünü oluştururken Sünni Araplar nüfusun %59-60'ını oluşturmaktadır. Kürtlerin çoğu (%8,5) ve Türkmenlerin çoğu (%3) Sünni olup Sünniler ve Sünni Araplar arasındaki farkı oluştururken, Suriyelilerin %13'ü Şii Müslümanlar (özellikle Nusayriler, İsmaililer ve Onikiciler, ancak Araplar, Kürtler ve Türkmenler de var), %10'u Hristiyanlar (çoğunluğu Antakya Rum Ortodoks, geri kalanı Süryani Ortodoks, Rum Katolik ve diğer Katolik Ritler, Ermeni Ortodoks, Doğu Süryani Kilisesi, Protestanlar ve diğer mezhepler) ve %3'ü Dürzilerdir. Dürzilerin sayısı 500.000 civarındadır ve çoğunlukla Cebel el-Dürzi'nin güney bölgesinde yoğunlaşmaktadırlar.
Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın ailesi Nusayri'dir ve Nusayriler, Suriye hükûmetine hakimdir ve kilit askeri pozisyonları ellerinde tutmaktadırlar. Mayıs 2013'te SOHR, Suriye İç Savaşı sırasında öldürülen 94.000 kişiden en az 41.000'inin Nusayri olduğunu belirtti.
Önemli bir kısmı Suriye'nin Filistinli ve Iraklı mülteci nüfusu arasında bulunan Hristiyanlar (1,2 milyon) çeşitli mezheplere bölünmüştür: Rum Ortodokslar Hristiyan nüfusun %45,7'sini; Süryani Ortodokslar %22,4'ünü; Ermeni Ortodokslar %10,9'unu; Katolikler (Rum Katolik, Süryani Katolik, Ermeni Katolik, Maruni, Keldani Katolik ve Latin dahil) %16,2'sini; Doğu Süryani Kilisesi ve birkaç küçük Hristiyan mezhebi geri kalanını oluşturmaktadır. Çok sayıda Hristiyan manastırı da mevcuttur. Birçok Hristiyan Suriyeli yüksek sosyo-ekonomik sınıfa mensuptur.
Suriye bir zamanlar Şam, Halep ve Kamışlı'daki büyük cemaatleriyle önemli bir Yahudi nüfusuna ev sahipliği yapıyordu. Suriye'deki zulüm ve başka yerlerdeki fırsatların birleşimi nedeniyle, Yahudiler 19. yüzyılın ikinci yarısında Büyük Britanya, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'e göç etmeye başladılar. Bu süreç 1948 yılında İsrail Devleti'nin kurulmasıyla tamamlandı. 2021 yılında Suriye'de hiç Yahudi kalmamıştı.
Diller.
Arapça ülkenin resmi dilidir. Günlük hayatta, özellikle batıda Levanten ve kuzeydoğuda Mezopotamya olmak üzere çeşitli modern Arapça lehçeleri kullanılmaktadır. The "Encyclopedia of Arabic Language and Linguistics"'e göre, ülkede Arapçanın yanı sıra, konuşmacı sayısına göre sırayla şu diller de konuşulmaktadır: Kürtçe, Türkçe, Neo-Aramice (dört lehçe), Çerkesçe, Çeçence, Ermenice ve son olarak Yunanca. Ancak bu azınlık dillerinin hiçbiri resmi statüye sahip değildir.
Aramice, Arapçanın ortaya çıkışından önce bölgenin geçer diliydi ve hâlâ Süryaniler arasında konuşulmaktadır ve Klasik Süryanice hâlâ çeşitli Süryani Hristiyan mezheplerinin ayin dili olarak kullanılmaktadır. En dikkat çekici olanı, Şam'ın 56 km kuzeydoğusundaki Malule köyünde ve iki komşu köyde Batı Neo-Aramicesinin hâlâ konuşuluyor olmasıdır.
İngilizce ve Fransızca yaygın olarak ikinci dil olarak konuşulmaktadır, ancak İngilizce daha sık kullanılmaktadır.
Eğitim.
Eğitim 6 ile 12 yaş arasında ücretsiz ve zorunludur. Okul eğitimi 6 yıllık ilköğretimin ardından 3 yıllık genel veya mesleki eğitim dönemi ve 3 yıllık akademik veya mesleki programdan oluşmaktadır. İkinci 3 yıllık akademik eğitim dönemi üniversiteye giriş için gereklidir. Lise sonrası okullara toplam kayıt 150.000'in üzerindedir. Okuma yazma oranı 15 yaş ve üzeri Suriyelilerde erkeklerde %90,7, kadınlarda ise %82,2'dir.
1967'den bu yana tüm okullar, kolejler ve üniversiteler Baas Partisi tarafından yakın hükûmet denetimi altında tutulmaktadır.
Suriye'de 6 devlet üniversitesi ve 15 özel üniversite bulunmaktadır. En iyi iki devlet üniversitesi Şam Üniversitesi (2014 itibarıyla 210.000 öğrenci) ve Halep Üniversitesidir. Suriye'deki en iyi özel üniversiteler şunlardır: Suriye Özel Üniversitesi, Uluslararası Arap Üniversitesi, Kalemun Üniversitesi ve Uluslararası Bilim ve Teknoloji Üniversitesi. Suriye'de ayrıca işletme alanında lisans ve lisansüstü programlar sunan Yüksek İşletme Enstitüsü gibi birçok yüksek enstitü bulunmaktadır.
Webometrics Dünya Üniversiteleri Sıralaması'na göre, ülkedeki en üst düzey üniversiteler Şam Üniversitesi (dünya çapında 3540.), Halep Üniversitesi (7176.) ve Tişrin Üniversitesidir (7968.).
Sağlık.
2010 yılında sağlık harcamaları ülkenin GSYH'sinin %3,4'ünü oluşturdu. 2008 yılında her 10.000 kişiye 14,9 doktor ve 18,5 hemşire düşmekteydi. Doğuşta beklenen yaşam süresi 2010 yılında 75,7 yıl ya da erkekler için 74,2 yıl ve kadınlar için 77,3 yıldı.
Kültür.
Suriye uzun bir kültürel geçmişe sahip geleneksel bir toplumdur. Aileye, dine, eğitime, öz disipline ve saygıya önem verilir. Suriyelilerin geleneksel sanatlara olan düşkünlüğü es-Samah, tüm çeşitleriyle Dabke ve kılıç dansı gibi danslarda kendini gösterir. Evlilik törenleri ve çocuk doğumları, halk geleneklerinin canlı bir şekilde sergilenmesine vesile olur.
Edebiyat.
Suriye edebiyatı Arap edebiyatına katkıda bulunmuş ve gurur verici bir sözlü ve yazılı şiir geleneğine sahip olmuştur. Birçoğu Mısır'a göç eden Suriyeli yazarlar, 19. yüzyıldaki nahda ya da Arap edebi ve kültürel uyanışında önemli bir rol oynamıştır. Önde gelen çağdaş Suriyeli yazarlar arasında Adonis, Muhammed el-Maghut, Haydar Haydar, Gada es-Samman, Nizar Kabbani ve Zekeriya Tamer bulunmaktadır.
Baas Partisi yönetimi, 1966 Darbesi'nden bu yana sansürü yeniden gündeme getirmiştir. Bu bağlamda, Nabil Süleyman, Fevvaz Haddad, Hayri ed-Dahabi ve Nihad Siris'in öncülük ettiği tarihi roman türü, bazen muhalefeti ifade etmenin bir aracı olarak kullanılmakta ve geçmişin tasviri yoluyla bugünü eleştirmektedir. Suriye folklorü, tarihsel kurgunun bir alt türü olarak büyülü gerçekçilikle doludur ve aynı zamanda şimdiki zamana yönelik örtülü bir eleştiri aracı olarak da kullanılır. İsveç'te yaşayan Suriyeli bir göçmen olan Selim Bereket, bu türün önde gelen isimlerinden biridir. Çağdaş Suriye edebiyatı aynı zamanda bilimkurgu ve fütüristik ütopyaları (Nuhad Şerif, Talib Ümran) da kapsar ve bunlar muhalefet aracı olarak da kullanılabilir.
Müzik.
Suriye müzik sahnesi, özellikle de Şam müzik sahnesi, özellikle klasik Arap müziği alanında uzun zamandır Arap dünyasının en önemli sahneleri arasında yer almaktadır. Suriye, aralarında Esmahan, Ferid el-Atraş ve şarkıcı Lena Şamamyan'ın da bulunduğu birçok pan-Arap yıldızı yetiştirmiştir. Halep şehri, Sabri Mudallal tarafından popülerleştirilen Endülüs şiirinin bir formu olan muvaşşah ve Sabah Fahri gibi popüler yıldızlarıyla tanınmaktadır.
Medya.
Televizyon Suriye ve Mısır'a 1960 yılında, her ikisi de Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin bir parçasıyken girdi. Televizyon 1976 yılına kadar siyah beyaz yayın yaptı. Suriye pembe dizileri Doğu Arap dünyasında önemli bir pazar penetrasyonuna sahiptir.
Suriye'deki medya kuruluşlarının neredeyse tamamı devlete aittir ve Baas Partisi neredeyse tüm gazeteleri kontrol etmektedir. Yetkililer, aralarında Askerî İstihbarat Direktörlüğünde bulunduğu çok sayıda istihbarat teşkilatı işletmektedir. Suriye İç Savaşı sırasında Suriye'nin birçok sanatçısı, şairi, yazarı ve aktivisti hapsedildi ve ünlü karikatürist Ekrem Raslam da dahil olmak üzere bazıları öldürüldü.
Spor.
Suriye'de en popüler sporlar futbol, basketbol, yüzme ve tenistir. Şam beşinci ve yedinci Pan Arap Oyunlarına ev sahipliği yaptı.
Mutfak.
Suriye mutfağı, belirli bir yemeğin ortaya çıktığı Suriye bölgeleriyle bağlantılı olarak zengin ve çeşitli malzemelere sahiptir. Suriye yemekleri çoğunlukla Güney Akdeniz, Yunan ve Güneybatı Asya yemeklerinden oluşur. Bazı Suriye yemekleri de Türk ve Fransız mutfağından evrimleşmiştir: şiş kebap, kabak/kabak dolması ve dolma gibi yemekler.
Suriye mutfağını oluşturan başlıca yemekler içli köfte, humus, tabbule, fettuş, şavurma, müceddere, sürke, pastırma, sucuk ve baklavadır. Baklava, içi kıyılmış fındıkla doldurulmuş ve balla ıslatılmış yufkadan yapılır. Suriyeliler genellikle ana yemekten önce meze olarak bilinen aperatiflerden oluşan seçenekler sunarlar. Zahter, kıyma ve peynirli menakiş popüler ordövrlerdir. Arap gözlemesi khubz her zaman meze ile birlikte yenir.
Suriye'de içecekler günün saatine ve duruma göre değişiklik gösterir. Arap kahvesi en bilinen sıcak içecektir ve genellikle sabahları kahvaltıda ya da akşamları hazırlanır. Genellikle misafirler için veya yemekten sonra servis edilir. Alkollü bir içecek olan arak, çoğunlukla özel günlerde servis edilen iyi bilinen bir içecektir. Diğer Suriye içecekleri arasında ayran, jallab, beyaz kahve ve "eş-Şark" adında yerel olarak üretilen bir bira bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8673",
"len_data": 77363,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Sarıkaya, Yozgat ilinin bir ilçesidir. İl merkezine 79 km uzaklıktadır.
Tarihi.
Hitit devri.
Sarıkaya, Anadolu'da ilk siyasi birliği kurmuş olan Hitit İmparatorluğu'nun kuruluş alanı içerisinde bulunmaktadır. Bu devrin vesikası olan höyüklere Sarıkaya'nın köylerinde çokça rastlanmaktadır. Hititlerden sonra bu bölge Asurilerin ve ardından da İskender'in işgaline uğramış ve tahminen MÖ 1. yüzyılda Romalılarca alınmıştır.
Roma devri.
Sarıkaya'da Roma devrine ait tarihi kalıntılar ve eserlerin yanında çok sayıda yazılı vesikalara da rastlanmaktadır. Sarıkaya Roma devrinde 7000 haneli Opel adında bir şehirdi. Kaplıcalarıyla ünlü ilçede bulunan Roma devrine ait kaplıca kalıntısının Roma Krallarından birinin kızı için yapıldığı söylenmektedir. Sarıkaya'da Romalılardan kalma büyük taşlarla örülü duvar kalıntılarına, şehri çevreleyen surların temellerine, sütunlara ve sütün başlıklarına yapılan kazılarda sık sık rastlanmaktadır.
Selçuklular ve Osmanlılar devri.
1071 Malazgirt Zaferi'nden sonraki yıllarda, bölgenin Selçuklu hakimiyeti altına girdiği ve Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlıların hakimiyetine geçtiği sanılmaktadır. Günümüzde, ilçe sınırları içerisinde Selçuklu ve Osmanlı devirlerinden kalma az sayıda yerleşik Türkmen köylerine rastlanmakla birlikte, 1878 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) nedeniyle Doğu Anadolu Bölgesi'nden göç eden ve 'Kars Muhaciri' diye adlandırılan halkın yerleştiği köyler de bulunmaktadır.
Cumhuriyet devri.
Cumhuriyet döneminden itibaren, Sarıkaya'ya 1924-1936 yıllarında Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya SFC'den gelen, 1951 yılından itibaren de Bulgaristan'dan zaman zaman göç eden Türk vatandaşları yerleştirilmiştir.
Sarıkaya ilçesi, 1935 yılına kadar Akdağmadeni ilçesinin bir köyü iken, dönemin Valisi Bekir Sami Baran tarafından bucak merkezi haline getirilmiş ve o zamana kadar bucak merkezi olan Aşağısarıkaya köyünden bucak teşkilatı tamamen alınarak, Terzili Hamamı veya Hamam köyü diye anılan şimdiki ilçe merkezine getirildiği için, ilçenin adı Sarıkaya olarak anılmaya devam etmiştir. Daha sonra 1957 yılında aynı adla ilçe merkezi olmuştur. Sarıkaya ve Saraykent, haritada görüldüğü gibi, Yozgat'ın il sınırlarına bağlı olmayan tek ilçesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8677",
"len_data": 2200,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Disket, bilgisayardaki bilgiyi taşımak için kullanılan, üzerine demir oksit kaplanmış bir plastik diskin yine plastik bir kap içerisine yerleştirilmesiyle oluşturulmuş manyetik veri saklama ortamı.
Plastik diskin esnek olması nedeniyle İngilizcede "floppy" adı verilir. Türkçede flopi disk ya da disket olarak okunur. Genellikle küçük boyutlardaki program ya da verilerin saklanması ve bir bilgisayardan diğerine aktarılması için bilgisayarların okuyucu gözüne yerleştirilerek kullanılan plak biçiminde manyetik özellikli bir araçtır. Disketlerden, bilgisayar kasası üzerinde bulunan disket sürücü ile bilgi alışverişi yapılır. Bilgiler silinerek disket içindeki manyetik bellek tekrar tekrar kullanılabilir. Disketlerin üzerinde, kullanıcılara disketin içindeki veri üzerine bilgi veren kâğıt etiketler de yapıştırılabilir. USB sürücüler çıktıktan sonra artık disketlerin bilgisayarlardaki önemi azalmıştır.
Tarihçe.
İlk disket, 1960'ların sonunda icat edildi. İlk zamanlar bir ismi yoktu. İlk disketin çapı 8 inç (200 mm)'ydi. 1960'ların sonlarında icat edilse de disket ancak 1971 yılında ticari olarak kullanılabilir hale geldi. İlk ticari disketi IBM firması geliştirdi. Daha sonraları Memorex, Shugart Associates ve Burroughs Corporation gibi şirketler disket üreticisi halini aldı. Disket terimi 1970 yılında konuşulmaya başlandı. 1980'lerde disketlere bir takım yenilikler getirildi. Bir disket en fazla 5 inç inceliğine gelmişti. O zamana kadar orijinal disketler 8 inç boyutundalardı ve çok büyüklerdi. 1990'lı yıllara gelindiğinde ise artık disketler 2 inç küçülüp 3 inç olmuşlardı. Ve disketler ilk o zamanlar plastik malzemelerden üretilmeye başlandı.
Disket türleri.
Disketler, farklı ebat ve hacimlere sahiptirler. Bir disketin fiziksel büyüklüğü bir kenarının inç olarak uzunluğuyla anılır. Günümüz piyasasında kullanımı en yaygın olan disket türü 3,5 inçlik (3.5") diskettir. Geçmişte 5,25 inçlik ve 8 inçlik olanları da kullanılmıştır.
Disketler veri saklama kapasitesine göre de sınıflara ayrılır. Disketin kapasitesi sağ üst köşesinde yazan DD ve HD harflerinden anlaşılır. DD (Double Density) disketler 720 KB, HD (Hight Density) disketler 1,44 MB'lık veri saklama kapasitesine sahiptir.
Kişisel bilgisayarlarda kullanılmakta olan disket türleri aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Bunların haricinde Amiga Bilgisayarları DD Disketlere 880 KB, HD Disketlere de 1.76 MB veri yazılmaktadır.
Disketin yapısı.
Disketlerin sağ ve sol alt köşelerinde kare biçiminde iki delik bulunmaktadır. Disketlerin üzerindeki bu deliklerden biri protect (koruma) penceresidir. Disketlerin sağ tarafındaki delik (kayıt koruma penceresi) üzerinde bir kapak bulunmaktadır. Bu koruma kapağı açıksa diskete bilgi kaydedilebilir, disketten bilgi silinebilir, diskete virüs bulaşabilir. Koruma kapağı kapalı ise disket salt okunurdur. Disketteki bilgiler değiştirilemez, silinemez, diskete virüs bulaşmaz. Disketteki bilgileri korumak için disket korumaya alınır (protect'lenir). İçinde önemli bilgiler olan disketlerin silinmemesi ve disketlere virüs bulaşmaması için koruma penceresinin kapatılması gerekir.
Disket kabının üzerinde bulunan metal (okuma penceresi kapağı) diski dış etkilerden (toz, güneş ışığı, vb.) korumak amacıyla yapılmıştır. Disket sürücü içerisine girince bu kapak açılır ve okuma kafası diski okumak için diskin içindeki manyetik disk üzerine konumlanır. Bu kapağın açılarak içerideki manyetik diske dokunulması disketin bozulmasına sebep olabilir.
Dezavantajları.
Disketler, verileri yavaş bir şekilde kaydeder ve çabuk bozulma özelliğine sahiptir. Hiç kullanılmadan bozulanları bile bulunmaktadır. Çarpma, ısı gibi etkenler, bozulmayı hızlandırır. Plastik türü malzemeden imal edilmiş olması, bir başka dezavantaj olup, kırılma meydana gelmeden hasar, yani, kullanım dışı olmayı gerçekleştirir. Minik, kare bir düğme şeklindeki güvenlik konumlaması bulunmakla beraber, günümüzde kullanılan taşınabilir diskler gibi, çeşitli şifreleme söz konusu olmadığından, her an, her şekilde, herkes tarafından, her türlü bilgisayar, ortamda kolaylıkla kullanılabilir. Ancak ucuz olması sebebi ile kullanımı, asgari düzeyde olsa bile devam etmektedir.
Kapasitesi sınırlı olduğu için, resim, grafik, tablo vb. yüklü dosyaların aktarımı konusunda yetersizdir. Daha sonraları, zipli disketler (renkli) kullanıma sunulmuştur ama onlar içinde işlemci üzerinde bu kullanıma uygun yuva gerekli olmuştur. Kapasite artmış ama her işlemcide bu tip disketlerin kullanımına uygun yuvalar olmadığı için yine yetersiz olmuştur.
Bir başka dezavantaj ise, yüklenen verilerin zaman zaman, bir kısmında hasar meydana gelebilmektedir. Ayrıca, zaman aşımı ile iyi korunsa bile kendiliğinden bozulma söz konusu olabilmektedir.
Avantajları.
Tüm bu dezavantajlara rağmen disketler; iş yerlerinde belgelerin (*.doc, *.txt, *.ppt gibi dosya türlerinin) saklanmasında, BIOS güncellemede, bazı SONY dijital kameralarda, bilgileri yedeklemede, anlık dosya aktarımı, bazı disket sürücüsü barındıran orglardaki melodilerin saklanmasında, bazı otomatlarda ve eski işletim sistemlerinin kurulumunda kullanılır (*.img).
Üretiminin durdurulması.
İlk disketi üreten ve 90'lı yılların sona kadar piyasanın en büyük hakimi olan Sony, 4 Şubat 2013 tarihi itibarıyla disket üretiminin durdurulduğunu açıklamıştır. Şirket benzer bir kararı 2004 yılında da almak istemiş; ancak özellikle ses mühendislerinin ve müzisyenlerin şarkı kaydetmek için kullandıkları ekipmanların çoğunun hâlen disket girişli olması nedeniyle MiniDisk operasyonlarına kısarak devam etme kararı almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8688",
"len_data": 5543,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.5
}
|
Bağlantı noktası, yuva ya da port, bir bilgisayarla dış aygıtlar arasındaki kablo ile iletişimi sağlayan veri kanalı. Portlar, seri (COM) ve paralel (LPT) olmak üzere iki temel kısımda incelenir. SCSI, USB, PCMCIA gibi aynı anda birden fazla dış aygıtın bilgisayara bağlanabilmesine olanak tanıyan portlar da bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8689",
"len_data": 323,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.61
}
|
Jeton, gişelerde, telefon ve türlü oyunlarda para yerine kullanılan küçük, metal veya plastik nesnedir. Madenî para yerine kullanılırlar. Madenî paradan farklı olarak, madenî para devlet tarafından basılıp her türlü ürünün satın alınmasında kullanılabilirken, jetonun daha sınırlı bir kullanım alanı vardır ve çoğunlukla bir şirket, grup, dernek ya da şahıs tarafından dağıtılırlar.
Geçmişte ülkelerdeki enflasyona göre kullanımı değişiklik göstermiştir. Para birimi istikrarlı olan ülkelerde ankesörlü telefonlarda genellikle doğrudan madenî para kullanılırken, paranın değerinin istikrarsız olduğu yerlerde umumi telefonlar için jeton kullanımı tercih edilmiştir. Metro sistemlerinde de jeton kullanımı yaygın olmuştur. Teknolojinin gelişmesiyle, pek çok yerde jetonun yerini manyetik ya da akıllı kartlar almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8690",
"len_data": 817,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.53
}
|
Ludwig van Beethoven (vaftiz: 17 Aralık 1770, ölüm: 26 Mart 1827), Klasik dönemden Romantik döneme geçiş sürecine büyük katkı sağlamış ve gelmiş geçmiş en ünlü ve en etkileyici bestecilerden biri olarak kabul edilen Alman piyanist ve bestecidir. 9 senfonisi, 5 piyano konçertosu, 32 piyano sonatı, 16 yaylı dörtlüsü ve hayatı boyunca yazdığı tek opera olan Fidelio en çok bilinen eserlerindendir.
Çocukluğu.
Beethoven'ın kendisiyle aynı adı taşıyan dedesi Ludwig Van Beethoven (1712-1773) Belçika'nın Mechelen kentinde doğduktan sonra 20 yaşında Almanya'nın Bonn kentine taşınır ve bir sarayda bas koristi olarak iş bulmasının ardından 1761 yılında o sarayın Kapellmeisterı olarak atanır ve Bonn'un seçkin müzisyenleri arasına girer. Ludwig'in tek çocuğu olan Johann van Beethoven (1740-1792) babası gibi Bonn'da aynı sarayda tenor olarak çalışır ve ayrıca klavye ve keman dersleri verir. 1767'de Johann Heinrich Keverich (1701-1751)'in kızı olan Maria Magdalena Keverich (1746-1787) ile evlendi.
Beethoven Bonn'da gerçekleşen bu evlilikten sonra dünyaya gelen yedi çocuktan ikincisidir. Bu evlilikten doğan yedi çocuktan sadece Beethoven ve diğer iki kardeşi Kaspar Anton Karl van Beethoven (1774-1815), Nikolaus Johann van Beethoven (1776-1848) hayatta kalır. Beethoven'ın gerçek doğum günü hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen vaftiz ediliş tarihi kilise kayıtlarına 17 Aralık 1770 olarak geçmiştir. O dönemlerde yeni doğan bebekler doğdukları günden bir gün sonra vaftiz edilirler ve bu yüzden Beethoven'ın doğum günü ailesi ve öğretmeni Johann Albrechtsberger (1736-1809) tarafından 16 Aralık'ta kutlanır.
Beethoven'ın ilk müzik öğretmeni babasıdır. Daha sonra Gilles van den Eeden'den organ ve aile dostu olan Tobias Friedrich Pfeiffer'den klavye dersleri alır. Aynı zamanda Franz Rovantini'den keman ve viyola dersleri alır. Beethoven 5 yaşından itibaren çok yoğun müzik dersleri almaya başlar klavye öğretmeni Pfeiffer bazen onu gece yatağından kaldırarak zorla dersler verir. Johann van Beethoven Mozart'ın babası olan Leopold Mozart'ın oğlu ile birlikte çıktığı turnelerden ve başarılarından haberdardır. Bu onlarla aynı yolu izlemeye başlar Beethoven ilk halka açık konserini 1778 yılında henüz yedi yaşında iken verir. 1779 yılında Beethoven Christian Gottlob Neefe'den ilk bestecilik dersleri almaya başlar. 1783 yılında Christian Gottlob Neefe'nin yardımıyla Beethoven ilk bestesini yayınlar (WoO 63 klavye varyasyonları) daha sonra Beethoveen Neefe'nin asistanı olarak çalışır. 1784 yılından itibaren ilk parasını asistanlıktan kazanmaya başlar. İlk 3 piyano sonatı (Kurfürst) 1783 yılında yayınlanır. Beethoven'ın bu muazzam yeteneği başpiskopos Maximilian Friedrich tarafından fark edilerek maddi ve manevi yönden desteklenir.
O sıralarda baş gösteren aydınlanma çağı ve masonluk Beethoven'ı derinden etkiler Neefe ve Beethoven'ın çevresindekilerin çoğu aydınlanmışlar (Order of the Illuminati) üyesidir. 1787 yılında Beethoven, Mozart'la çalışmak umuduyla Viyana'ya gider fakat varışından 2 hafta sonra annesinin hastalığını öğrenir ve geri döner. Beethoven aynı yıl içinde annesini kaybeder ve babası alkolik olur. Bunun sonucunda Beethoven küçük kardeşlerinin sorumluluğunu almak zorunda kalır ve 5 yıl boyunca Bonn'da kalmaya karar verir. Bu sıralarda Franz Wegeler ile tanışır ve onun sayesinde o zamanın seçkin ailelerinden olan von Breuning ailesi ile tanışır. Beethoven sıkça von Breuning ailesinin evine ziyaretlere gider ve çocuklarına müzik dersleri verir. Bu sıralarda Almanya'nın soylularından Count Ferdinand von Waldstein ile tanışır ve ondan maddi destek görür. Daha sonra Beethoven onun adına bir sonat yazacaktır. Beethoven 1789 yılında babasının alkolizm bataklığına düşmesinin ardından yasal yollara başvurarak babasının maaşının yarısının kendine ödenmesini sağlar bu sayede ailesine destek olabilecektir. Aynı zamanda seçkin sarayların orkestralarında viyola çalarak ailesine maddi katkı sağlamaya devam eder, Bu sayede Mozart'ın operalarıyla tanışır ve ünlü flüt virtüözü Anton Reicha ile arkadaşlık kurar.
Viyana Kariyeri.
1792 yılında Viyana'ya giden Beethoven klasik müziğin ünlü bestecisi Joseph Haydn'ın yanında çalışmaya başladı. Joseph Haydn kısa sürede Beethoven'ın üstün yeteneğini fark etti ve her konuda ona destek oldu. Beethoven, başlarda besteci olarak değil piyanist olarak adını duyurdu. Daha sonra yaptığı bestelerle klasik müziğin 19. yüzyılın sonuna kadar yaşayan tüm müzisyenleri etkiledi.
Beethoven'ın dokuz senfonisi, beş piyano konçertosu, bir keman konçertosu, bir piyano, keman ve çello için üçlü konçerto, otuz iki piyano sonatı ve birçok oda müziği eseri bulunmaktadır. Sadece bir opera (Fidelio) bestelemiştir. İlk senfonisini 1800 yılında yapmıştır. Eroica olarak da bilinen 3. senfonisini, Avrupa'ya demokrasi getirdiği için Napolyon’a adamıştır. Ancak daha sonra Napolyon kendini İmparator ilan ettiğinde bu adamayı geri almıştır. 9. senfoni ise en çok bilinen ve bugün Avrupa Birliği marşı da olan en çarpıcı senfonisidir.
Beethoven çok titiz çalışan bir müzisyendi. Müziği, ifade gücü ve teknik olarak çok üst seviyedeydi. Beethoven, Haydn ve Mozart’tan devraldığı prensipleri geliştirdi, daha uzun besteler yazdı ve daha tutkulu, dramatik eserler oluşturdu. Özellikle Op. 109 piyano sonatıyla Klasik müziğin Romantik Dönemi'ni başlatmıştır.
Yaşamı boyunca sağlık problemleri çeken Beethoven 1801’de işitme problemleri yaşamaya başlamış ve 1817’de tamamen sağır olmuştur. Bu dönemden sonra sağırlığı müzik yaşamını hiçbir şekilde etkilememiştir. 9. senfoniyi sağırlık döneminde bestelemiştir.
1827 yılında 56 yaşındayken dünyaca tanınan bir besteci olarak siroz hastalığı nedeniyle ölmüştür ve cenazesine otuz bine yakın insan katılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8691",
"len_data": 5718,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Johann Sebastian Bach (Almanca telaffuzu: [ˈyoːhan seˈbastian ˈbahh] d. 21 Mart 1685, Eisenach - ö. 28 Temmuz 1750, Leipzig), Alman barok müzik bestecisi ve orgcudur.
Bach, köklü Alman stillerini özellikle İtalya ve Fransa gibi dış ülkelerden aldığı ritimlerin, formların ve yapıların adaptasyonu ve kontrpuan, armoni, müzikal motiflerin organizasyonundaki ustalığıyla geliştirmiştir. Bach'ın besteleri, Brandenburg Konçertoları, Goldberg Varyasyonları, Si minör missa, 2 Passion ve 200 tanesi günümüze kadar ulaşmış 300'den fazla kantatı kapsamaktadır.
Bach'ın müziğine, sanatçının müzik üzerindeki teknik hakimiyeti, eserlerinin estetik güzelliği ve manevi derinliği nedeniyle büyük saygı duyulmuştur. Bach, 19. yüzyılda müziğinin tekrar çalınmaya başlaması ve bestelerine olan ilginin tekrar canlanmasına kadar kendi döneminde büyük bir besteci olarak bilinmemiş, hatta zamanında demode bulunmuş, ancak sanatçı hayattayken kendisine bir orgcu olarak büyük saygı duyulmuştur. Johann Sebastian Bach 19. yüzyıldan beri dünyanın en büyük bestecilerden biri olarak kabul edilir.
"Hayatı".
Bach ailesi.
Hemen hemen bütün bireyleri müzisyen olarak yetişmiş ve yüzyıllarca sürmüş uzun bir sülalenin en yüksek doruğunu oluşturan Johann Sebastian Bach yalnızca soyadı ile 'Bach' olarak anılabilir; çünkü bu büyük ailenin diğer üyeleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir sanatçı olmuştur. Bach ailesi, 16. ve 17. yüzyıllar boyunca ailenin doğan her ferdini müzisyen olarak yetiştirmiş ve eğitmiştir. Dededen toruna her birey birbirine müzikle bağlanmıştır denilebilir.
Ailenin, yaşamı hakkında bilgi edinilebilen ilk üyesi Veit (Vitus) Bach (c. 1550-c. 1619), değirmencilik ve fırıncılık yaparak hayatını kazanan bir zanaatkârdı. Protestanlığın Alman topraklarında yayılmasının önüne geçilmesine çalışıldığı bir dönemde yaşadığı için bir süreliğine doğduğu toprakları terk edip Macaristan'a sığınmış, ardından yeniden Gotha yakınlarındaki Wechmar kasabasına dönerek mesleğini sürdürmüştü.
Veit Bach'ın oğlu Hans Bach, aşağı yukarı 1580'de doğup 1626'da vebaya tutularak ölmüştür. Halıcı ustasıydı. Aynı zamanda köy çalgıcılığı yapardı. Şen, neşeli bir adamdı. Oğullarından biri olan Christoph Bach (1613-1661) Erfurt ile Arnstadt'da müzisyendi. Hans'ın ikiz oğullarından Johann Ambrosius (1645-1695) Erfurt ile Eisenach'da kemancıydı. Johann Sebastian Bach ise Johann Ambrosius'un oğludur. Bach ailesi o kadar çok müzisyen yetiştirmiştir ki “Bach” demek sanki müzisyen demek olmuştu. Bach ailesi aralarında sık sık toplanır ve müzik toplantıları yaparlardı. Bu toplantılara Bach ailesinden 120 kadar birey geldiği olurdu.
Eisenach (1685-1695), (1695-1700) ve Lüneburg (1700-1702) yılları.
Johann Sebastian Bach, 21 Mart 1685'te doğdu, dokuz yaşındayken annesini, on yaşındayken de babasını kaybetti. Bunun üzerine abisi olan orgcu Johann Christoph Bach, öksüz kalan kardeşini büyütme görevini üstlendi. Johann S. Bach, Lüneburg'daki Mattehaus Kilisesi'ne soprano olarak girdiğinde henüz 15 yaşındaydı. O sırada besteci Lüneburg'da Johannes Kilisesi'nin orgculuğunu yapıyordu. J.S.Bach bu ustadan çok yararlandı. Bach'ın org için yazdığı ilk eserlerde Böhm'ün etkileri görülür.
J. S. Bach bilgisini arttırmaya o kadar hevesliydi ki Lüneburg'da bulduğu olanaklarla yetinemeyerek büyük bestecilerin eserlerini dinlemek için Hamburg'a kadar yürüyerek yolculuk yapmayı göze aldı ve orada Brunckhorst'un yönettiği saray müzisyenlerini dinleyerek sanat gereksinimini karşılamaya çalıştı.
Weimar (1703), Arnstadt (1703-1707), Mühlhausen (1707-1708).
Bach'ın üstlendiği ilk ciddi görev Saksonya-Weimar dükünün orkestrasında kemancılık görevidir. Bu orkestradaki müzisyenler Macar kıyafetleri giyerlerdi. Elbet Bach da öyle yaptı. Bu görevinden aynı yıl çıktı ve Arnstadt'da orgcu oldu. Bu görevde orgu kendi kişisel biçimine göre çalışı kilise yönetiminin hoşuna gitmiyordu ve “Cemaati şaşkına döndürüyorsunuz” şeklinde eleştiriler alıyordu. 1705/1706'da, tanınmış orgcu Buxtehude'yi dinlemek ve her türlü müzik etkinliklerinden haberdar olmak için Lübeck'e gitti. Ancak bu yolculuğunda izin süresini geçirdiği için Arnstadt'daki efendiler onu şiddetle kınadılar. Bununla birlikte belki de dehasını biraz sezmiş olduklarından pek ileri varmayı göze alamadılar.
Oysa Bach, 1707'de onları yüzüstü bırakıp Mühlhausen'deki nin orgculuğunu yapmak için Arnstadt'ı terk etti ve burada kaldığı sıralarda kendi akrabası olan ile evlendi.
Weimar (1708–1717).
Bach, 1708 yılında Weimar Sarayı orgculuğu ile oda müzikçiliği görevine, 1714'te saray orkestrasının birinci kemancılığına atandı. O zamanlar orkestrayı ya baş kemancılar ya da klavsenciler yönetirdi.
1714'te usta bir orgcu olarak açılıp birçok kente gitti ve bu yolculuk sırasında Prusya'nın Kassel kentinde bir dinleti verirken bir eserinin pedal melodisini olağanüstü çaldığından dinletide bulunan ve bir süre İsveç Kralı olan Hessen Dükü Friedrich kendinden geçercesine coşarak parmağındaki değerli yüzüğü çıkarıp Bach'a hediye etmiştir.
Bach Weimar'da iken adında Parisli bir usta orgcu ve klavsenci Almanya'da bir dizi dinletiler veriyordu. Bu kişi fazlaca övünen ve parlak çalmak haricinde yüzeysel bir çalış biçimi olan biriydi. Dresden'de saraylılar önünde bir klavsen dinletisi vererek o denli büyük başarı kazanmıştı ki yüksek bir ücretle sarayda tutulması istenmişti. Saray görevlilerinden Volumier adında bir Belçikalı Bach'ın üstünlüğüne inandığından Parisli ustayla boy ölçüşmek üzere Bach'ı çağırttı. İki usta arasında yarışma yapılacağı halka duyuruldu. Fakat Bach yarışma yerine geldiğinde rakibi Marchland'ı orada göremedi. Çünkü rakibi başına gelecekleri önceden değerlendirip yarışmaya katılmamıştı. Bu olaydan sonra Bach'ın onuru ve ünü bir kat arttı. Ama kendisi her türlü gösteriş eğiliminden uzak, alçak gönüllü bir insan olduğundan bu olaya önem vermedi. Hatta bu olaydan söz ederek kendisini kışkırtmaya çalışanlar olduğunda Bach hemen sözü başka konuya kaydırır, Marchand olayını kapatırdı.
Bach 1717'de Samuel Drese'den açılan Weimar sarayı kapel ustalığına kendisinin getirilmeyişine çok sinirlendi ve öfkesini o kadar şiddetle açığa vurdu ki Weimar dükü onu dört hafta hapsetti.
Köthen (1717-1723).
Bundan sonra Bach yine 1717 yılında Anhalt dükü Leopold'un Köthen'deki sarayında oda müziği şefi oldu. Köthen'de org bulunmadığı gibi koro da yoktu. Yalnız orkestra ile oda müziği grupları vardı. Bundan dolayı Bach yalnız orkestra ve oda müziği eserleri bestelemeye başladı. Zaten yaşamı boyunca aldığı çeşitli görevler hep onun müzik yaratıcılığını etkilemiş ve kendisi hangi görevde bulunuyorsa orada eline geçen olanaklara göre eserler bestelemiştir. İşte Bach'ın en önemli eserleri arasında kabul edilen Brandenburg Konçertoları bu sıralarda yazılmış eserlerdir.
Bach, Georg Friedrich Händel'i çok beğeniyor ve onunla buluşmayı çok istiyordu. Ama hayatı boyunca bunu başaramadı. 1719'da Händel, Londra'daki Haymarket Operası için eserler yazmak üzere Almanya ve İtalya'yı dolaşmaya çıkmıştı. Bach bu dolaşmalar sırasında Händel'in Halle'ye uğradığını haber alınca sadece onu görmek için Halle'ye gitti. Fakat Bach oraya ulaştığında Händel'in kentten ayrıldığını öğrendi ve boş boş dönmek zorunda kaldı.
Händel 1729'da yeniden Halle'ye gelmişti. Fakat Bach o sıralarda yolculuğa çıkamayacak kadar hasta olduğundan dolayı en büyük oğluyla bir haber gönderdi ve Händel'i Leipzig'e davet etti. Fakat ne yazık ki Händel bu davete uyamadı. Händel'in son yolculuğu Bach'ın ölümüyle sonuçlanan 1750 yılına rastlar.
1720'de Köthen Dükü, Bach ile birlikte Karlsbad'da dek bir yolculuk yaptı ve bu yolculuktan geri döndüklerinde Bach karısının ölmüş ve toprağa verilmiş olduğunu öğrendi.
Artık Köthen'de kalmak istemiyordu çünkü o güne dek müziğe büyük önem veren ve Bach'a derin bir saygı besleyen dük 1721'de Anhalt - Bernburg soyundan genç bir prensesle evlenmiş ve Bach'ın söylediğine göre bu prenses kocasını müzikten uzaklaştırmış ve başka konulara yöneltmişti. Bundan dolayı Bach Köthen'de sıkılmaya başladı.
Bununla birlikte karısının ölümünden bir buçuk yıl kadar sonra ve dükün evlenmesinden bir hafta önce değerli bir şarkıcı olan ve henüz 20 yaşında olan Anna Magdelena Wilcke ile evlenmişti. Bach'ın Köthen'den ayrılışının nedeni yalnızca dükün müziğe olan ilgisizliği değildi. Köthen halkının çoğu Kalvinist olduğundan kentteki en iyi okul da Kalvinist okuluydu. Bach Luther'ci olduğundan dolayı en büyüğü 12 yaşında olan çocuklarını Kalvinistler okuluna göndermek istemiyordu.
Leipzig (1723-1750).
Leipzig'deki Thomas Okulu ve kilisesinin kantoru ya da başka bir deyişle koro şefi ve öğretmeni olan 1722'de öldü. Açılan kantorluk için başvuran altı kişi arasında Georg Philipp Telemann kilise yönetim kurulunca ötekilere yeğlenerek oybirliği ile seçildi. Fakat Telemann bu görevi kabul etmedi. O zaman Bach'ın adı ileri sürüldü. Ama kurul ölen Kuhnau'nun öğrencilerinden 'in atanmasını uygun gördü. Gaupner, Darmstadt dükünün sarayında müzik yöneticisiydi. Dük, onun ayrılmasına kesinlikle izin vermeyince Thomas kilisesi ile okulun arasında bir yarışma yapıldı. Bu yarışmada Bach başarı gösterdiyse de yönetim kurulu Gaupner'den ümidi kesmediğinden birkaç ay daha beklemeyi yeğledi. Sonunda Gaupner'den kesin ret yanıtı geldi. Bunun üzerine kurul “en iyi müzisyenleri elde etmeye olanak bulamadığından dolayı orta nitelikli müzisyenlerden seçmek zorunda kaldığını” belirterek Bach'ın atanmasını onayladı.
Oysa Bach da Thomas kilisesinin kantorluğuna pek istekli değildi. Dostlarından Georg Erdmann'a yazdığı bir mektupta, daha yüksek bir konumu olan kapel ustalığından kantorluğa geçmenin pek hoş bir şey olmadığını yazıyor. Bu konuda etken olan neden çocuklarının öğrenimi idi.
Bach'ın Thomas Kilisesi kantorluğuna atanması sırasında bu kilise yangında yanmış olan eski St. Bonifaz Kilisesi'nin yerine yapılmış yeni bir yapı idi. Elbet orgu da yeniydi. (Şu anda yaklaşık 300 yıllık olan bu org kullanılmamaktadır. Yalnız bazı parçaları anı olarak saklanmaktadır).
St. Bonifaz Okulu 1212 yılında kurulmuştu. Bu okulun yönetimi 1543'te kent yönetim kuruluna geçmiştir. Bach'ın kantorluğa atanması sırasında yönetim kurulu, rektör, rektör yardımcısı kantor ile beş kişiden oluşuyordu. Rektör ile kantorun konutları okul içindeydi. Kantor dört sınıfın öğrencisi ile ilgilenirdi. Bu dört sınıfta 55 öğrenci vardı.
Bach, Thomas Okulu'ndaki öğrencilere Perşembe dışında her gün toplu olarak koro dersi verirdi. Perşembe günü ise öğrenciyle birlikte kiliseye giderdi.
Leipzig'deki kiliselerin koridorlarına Thomas Okulu koro sağlardı. Bundan başka Thomas ile Nikolai kiliselerinde orkestra eşlikli dinleti geleneği vardı. Her iki kilisenin birer orgcusu bulunuyordu. Thomas kilisesindeki koro ve orkestrayı kantor yönetirdi. Olağan Pazar günleri mutlaka iki kiliseden birinde kantat seslendirilirdi.
Bach kantorluk görevinden başka bir de Thomas Okulu'nun dördüncü ve üçüncü sınıflarına Latince dersi vermekle yükümlüydü. Ayrıca üniversitenin resmi törenlerine akademik müzik şefi olarak katılmak, okulun belli öğrencilerine olağan koro dersi dışında org, klavsen, keman öğretmek de onun görevleri arasındaydı. Bunca çalışmaya karşın eline geçen para çok azdı.
Sanatçı 28 Ekim 1730 günü Georg Erdmann'a yazdığı bir mektupta şöyle diyor:
Son yılları ve ölümü (1747-1750).
Leipzig'e döndükten sonra Sebastian Bach'ın gittikçe artan hastalıkları kendisini de yakınlarını da endişelendirmeye başlamıştı. Özüne karşı pek sert davranan Bach ilk sıralarda bu rahatsızlıkları iki kat etkinlikle alt etmeye uğraştı. Fakat bu sefer ilaçlar yetersiz kalıyordu. Gözlerinden çok rahatsızdı. Eskiden beri miyop olan gözleri fazla çalışmaktan ve notaları kopyalamaktan yorulmuş, yavaş yavaş görmez olmaya başlamıştı. 1749'da gözlerine yapılan ameliyat başarısızlıkla sonuçlanarak tamamen kör olmasına yol açtı.
Bach'ın körlüğü cesaretini, sabrını ve dinsel inancını hiç sarsmadı. O yine çalışmalarını sürdürüyordu. Gözlerinden dolayı karanlık bir odada kalmaya mahkûm olmasına karşın damadı ve öğrencisi Johann Christoph Altnickol'a son koral'ini söyleyip yazdırıyordu. Bu koral "“En büyük sıkıntılara düştüğümüzde"” "(Wenn wir in höchsten Nöthen sein BWV 641)" sözleri ile başlıyordu. Bach ölümünün yaklaştığını hissedince o koralin başına "“Tanrım işte katına çıktım”" tümcesini yazdırmıştır.
Ölümünden yaklaşık on gün önce gözleri yeniden görmeye başladıysa da bu iyileşme pek geçici kaldı. Sonunda yüksek ateşle bir inme geldi ve yapılan sağaltım yarar sağlamayarak 28 Temmuz 1750 akşamı saat dokuza çeyrek kala 65 yaşında hayatını kaybetti.
Stili.
Bach, erken yaşlardan itibaren Barok döneminin müzikal çağdaşlarının ve önceki nesillerin eserlerini incelemiş ve bu etkiler müziğine yansımıştır. [98] Çağdaşları Händel, Telemann ve Vivaldi gibi Bach da konçertolar, süitler, reçitatifler, da capo aryalar ve dört sesli koro müziği besteledi ve sürekli bas üzerine çalıştı. Bach'ın müziği, çoğu zaman tek bir eserde armonik olasılıkları kapsamlı bir şekilde araştırarak, şaşırtıcı derecede disonans akorlar ve geliştirmeler kullanır.
Bach'ın yarattığı yüzlerce dinsel eser genellikle sadece zanaatını değil, aynı zamanda Tanrı ile gerçekten dindar bir ilişkiyi gösterir. Bach'ın inancı Alman Lüteryen Pietizm'inin etkisindeydi, bu inancı Tanrı ve bilim arasında bağlantı kurmasına kucak açıyordu. Bach, opera dışında zamanının hemen hemen her türünde sanatsal ve teknik olasılıkları araştıran birçok eser yazdı veya dikkatle derledi. Örneğin, İyi Düzenlenmiş Klavye, her biri Majör ve minör anahtarlarda bir prelüd ve füg sunan, baş döndürücü bir çeşitlilik gösteren yapısal, kontrapuntal ve fügal teknikleri gösteren iki ciltten oluşur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8692",
"len_data": 13595,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.48
}
|
Peano aksiyomları, doğal sayılar kümesinin tanımını vermekte kullanılan, Giuseppe Peano ve Julius Wilhelm Richard Dedekind tarafından ortaya konmuş dört temel ve bir yardımcı aksiyomdur. Bu aksiyomlar:
a. Verilen küme boş değildir. 1 adı verilen bir nesne içerir.
formula_1
b. Her doğal sayı için onun ardılı denilen başka bir doğal sayı ve yalnızca bir doğal sayı vardır.
c. Ardılı 1 olan hiçbir doğal sayı yoktur.
d. İki doğal sayının ardılları eşitse, bu iki doğal sayı da eşittir.
e. Eğer herhangi bir doğal sayı topluluğu 1'i içeriyorsa ve herhangi bir doğal sayıyı içerdiğinde o doğal sayının ardılını da içerme özelliği varsa, o zaman bu topluluk gerçekte bütün doğal sayıları içerir.
Matematikçiler arasında doğal sayıların hâlâ sıfır ile mi yoksa bir ile mi başlaması gerektiği konusu tartışılmaktadır.
Karşılaştırınız: doğal sayılar, sayma sayıları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8697",
"len_data": 858,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
En çok kullanılan matematiksel sabitler pi sayısı (formula_1), "e" sayısı (doğal logaritma tabanı) ve "i" sayısıdır.
pi sayısı bir çemberin çevresinin çapına oranı ya da bir dairenin alanının yarıçap karesine oranı olarak ifade edilir.
"e" sayısı, Leonhard Euler'in isminden gelir ve kabaca tanımı formula_2 fonksiyonunun eğrisi altında bir birim karelik alan sınırlanabilmesi için formula_3 doğrusunun sağında seçilecek doğrunun formula_4 eksenini kestiği noktadır. Yani doğru formula_5 olarak seçilirse altta kalan şekil bir birim kare olacaktır. Bu eşitlik integral ile:
formula_6 şeklinde ifade edilir.
e sayısının başka bir tanımıysa bir dizi limiti tarafından verilir (integral Riemann toplamına açıldığında aslında iki tanımın özdeş olduğu ortaya çıkar.)
formula_7
"Pi" ve "e" sayıları reel sayılardır.
"i" sayısı ise karmaşık sayıların tanımlanmasında kullanılan bir sabittir ve formula_8 olarak tanımlıdır.
Bunlar temel sabitler olup, bunların haricinde pek çok sabit bulunmaktadır.
Bazı matematiksel sabitler.
Kullanılan kısaltmalar:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8699",
"len_data": 1043,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
Mathcad yazılımı, bir kelime işlemcisi gibi (örneğin Microsoft Word) belgeler oluştururken aynı anda matematik işlemler yapabilmenize olanak tanır. Mathcad yazılımı, Microsoft Excel'e benzer şekilde, sayfa içinde yaptığınız değişiklikleri anında bütün hesaplamalara yansıtır. Mathcad yazılımının bir diğer önemli özelliği ise, işlemlerde birim kullanımına izin vermesidir. Böylece, hesaplamalarınızda boyutsal homojenliği kontrol edebilir ve sonuçlarınızı istediğiniz birimlerle gösterebilirsiniz.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8700",
"len_data": 497,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.64
}
|
Mantıkta, doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olmak zorunda olan ifadelere önerme denir. Kesin olan cümleler yanlış veya doğru da olsa önermedir; yani cümlenin yanlış veya doğru olduğunun bilinmesi gerekmez, doğrulanabilir olduğunun bilinmesi yeterlidir. Soru tümceleri önerme olamaz çünkü bir soru doğruluk ifade etmez.
Mantığın önermelerle ilgilenen dalı önermeler mantığıdır ve matematiğin konusudur.
Örnekler.
Tanımdan anlaşılacağı gibi, aynı önerme olmaları için ifadelerin aynı şekilde dile getirilmesi gerekmez. Aşağıdaki önermelerin hepsi aynı önermedir ve değerleri aynıdır (hepsi doğrudur).
Tartışmalı noktalar.
Örnek 2: "KKTC'nin başkenti Lefkoşa'dır" cümlesi de görecelidir. Çünkü KKTC çoğu ülke tarafından tanınmaz ve çoğu ülke vatandaşına göre başkenti de yoktur. Yani bu cümle Türkiye dışındaki dünyada genel olarak yanlış kabul edilirken, Türkiye'de doğru kabul edilir. Ama bu durum bu cümlenin önerme olmasını değiştirmez.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8702",
"len_data": 941,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.01
}
|
Sembolik Mantık, önermeler ve bu önermeler arasındaki mantıksal ilişkileri semboller aracılığıyla ifade eden bir disiplindir. Sembolik mantığın temel yapı taşlarından biri olan önermeler doğru ya da yanlış olabilen ifadelerdir. Bir önermenin doğruluk değeri belirli bir mantıksal sistem çerçevesinde incelenir ve analiz edilir.
Sembolik Mantık'ın anlaşılması için ilk olarak önerme kavramının açıklaması gerekir.
"Önerme"; Bir yargı belirten, doğru veya yanlış olan cümlelere denir. Örneğin; "Ankara, Türkiye'nin güneyindedir." cümlesi bir önermedir ve bu önerme yanlıştır. "1 Ocak, yeni bir yılın başlangıcıdır." önermesi ise doğru bir önermedir.
Önermeler mantığında basit önermeler p, q, r, s, t, v, z... gibi önerme
sembolleriyle gösterilir.
Önerme eklemlerinin sembolik mantıkta kullanımı aşağıdaki tablodaki gibidir.
Değilleme eklemi:
Olumlu bir ifadeyi olumsuz hale, olumsuz bir ifadeyi ise olumlu hale getirir.
Önerme iki defa değillenirse tekrar kendine döner. Yani ~[~(p)]=p
Ve eklemi:
İki basit önermenin "ve eklemi" ile bağlanmasıyla oluşan bileşik önermeye "Tümel evetleme önermesi" denir.Tümel evetleme önermesinde bileşik önermenin doğruluğu, bu bileşik
önermeyi oluşturan bütün bileşenlerin aynı anda doğru olmasına bağlıdır.
Veya eklemi:
İki basit önermenin "veya eklemi" ile bağlanmasıyla oluşan önermeye "tikel evetleme önermesi" denir. Bu önermenin doğru olabilmesi için, önermelerden yalnızca birtanesinin doğru olması gerekli ve yeterdir.
İse eklemi:
İki basit önermenin "ise eklemi" ile bağlanmasıyla oluşan ekleme "koşul önermesi" denir.Koşul önermesinde ön bileşen doğru, sonraki bileşen yanlış değer almışsa bileşik
önerme yanlış değer alır. Diğer durumlarda önerme doğru değer alır.
Ancak ve Ancak Eklemi:
İki basit önerme "ancak ve ancak...ise" ile birleştirilmişse, ortaya çıkan bileşik önermeye
karşılıklı koşul önermesi adı verilir. Bu önerme türünde, bileşenlerin hepsi de aynı
değeri almışsa önerme doğru, diğer hallerde yanlıştır. Dolayısıyla, karşılıklı koşul
ekleminin doğru olabilmesi için, bileşenlerden ikisi de doğru ya da ikisi de yanlış
olmalıdır.
Önermelerin doğruluk değeri D ve Y harfleri ile belirtilir. Önerme doğru ise doğruluk değeri D, yanlış ise doğruluk değeri Y olur. Bu önerme çeşileri tek yargı belirttiği için basit önermedir. Bileşik önermeler iki veya daha çok yargıyı birleştiren önermelerdir. Bu önermelerdeki yargılar mantık eklemleri -ise, ve, veya, ancak ve ancak- ile birbirine bağlanır. Örneğin; " Ali öğretmen veya öğrencidir." Bu cümlede " Ali öğretmendir." ifadesi ile "Ali öğrencidir." önermeleri "veya" eklemi ile birbirine bağlanmıştır.
Yanlış bilgi..
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8703",
"len_data": 2624,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.73
}
|
Açık önerme, doğruluk değeri değişkenlere bağlı olarak değişen önermelerdir.
Örnek olarak:
P(x) ≡ x < 3 (Önerme tek değişkenli bir açık önermedir, x in tanım kümesi Doğal Sayılar olması durumunda;
x = 0, x = 1 ve x = 2 değerleri icin P(0) ın, P(1) in ve P(2) nin değeri doğru diğer x değerleri için yanlıştır)
Q(x, y) ≡ x + 2 = y (İki değişkenli açık önerme, y lerin x ten farkı iki oldugu her x, y değeri için Q(x, y) doğru önermedir)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8704",
"len_data": 438,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.05
}
|
Pi sayısı (), bir dairenin çevresinin çapına bölümü ile elde edilen irrasyonel matematik sabitidir. İsmini, Yunanca "περίμετρον" "(çevre)" sözcüğünün ilk harfi olan harfinden alır. Pi sayısı, Arşimet sabiti ve Ludolph sayısı olarak da bilinir. Aynı zamanda ismini yunancada pie anlamına gelen πίτα' dan alır.
(; "pi" olarak yazılır) sayısı bir matematik sabitidir; çemberin çevresinin çapına oranıdır ve yaklaşık olarak 3,14159'a eşittir. sayısı matematik ve fizikteki birçok formülde görünür. Bu bir irrasyonel sayıdır yani tam olarak iki tam sayının oranı olarak ifade edilemez ancak formula_1 gibi kesirler genellikle yaklaşık değer olarak kullanılır. Sonuç olarak, ondalık gösterimi hiçbir zaman bitmez ve kalıcı olarak tekrarlanan bir düzene girmez. Bu bir aşkın sayıdır yani yalnızca toplamları, çarpımları, üsleri ve tam sayıları içeren bir denklemin çözümü olamaz. 'nin aşkınlığı, eski daireyi kareleştirme problemine meydan okumasını bir pergel ve çizgilik (Pergel ve çizgilik çizimleri) ile çözmenin imkansız olduğunu ima eder. 'nin ondalık basamakları rastgele dağıtılmış gibi görünüyor, ancak bu varsayımın kanıtı bulunamadı.
Binlerce yıldır matematikçiler, bazen değerini yüksek bir doğruluk derecesine göre hesaplayarak hakkındaki anlayışlarını genişletmeye çalıştılar. Mısırlılar ve Babilliler de dahil olmak üzere eski uygarlıklar, pratik hesaplamalar için oldukça doğru yaklaşımları gerektiriyordu. MÖ 250 civarında, Yunan matematikçi Arşimet keyfi doğrulukla 'ye yaklaşmak için bir algoritma yarattı. MS 5. yüzyılda, her ikisi de geometrik teknikler kullanarak, Çinli matematikçiler 'yi yedi basamağa yaklaştırırken, Hint matematikçiler beş basamaklı bir tahmin yaptı. için sonsuz seri'ye dayanan ilk hesaplama formülü, bin yıl sonra keşfedildi. Bir dairenin çevresinin çapına oranını temsil etmek için Yunanca π harfinin bilinen en eski kullanımı 1706'da Galli matematikçi William Jones tarafından yapılmıştır.
Kalkülüs'ün icadı kısa sürede 'nin yüzlerce basamağının hesaplanmasına yol açtı, bu tüm pratik bilimsel hesaplamalar için yeterliydi. Bununla birlikte, 20. ve 21. yüzyıllarda matematikçiler ve bilgisayar bilimcileri, artan hesaplama gücüyle birleştiğinde 'nin ondalık gösterimini trilyonlarca basamağa genişleten yeni yaklaşımlar izlediler. Bu hesaplamalar, sayısal serileri hesaplamak için verimli algoritmaların geliştirilmesinin yanı sıra insanın rekor kırma arayışıyla motive edilir. Kapsamlı hesaplamalar, süperbilgisayarları test etmek için de kullanılmıştır.
Tanımı daire ile ilgili olduğu için , trigonometri ve geometri'deki birçok formülde, özellikle daireler, elipsler ve kürelerle ilgili olanlarda bulunur. Ayrıca kozmoloji, fraktals, termodinamik, mekanik ve elektromanyetizma gibi bilimdeki diğer konulardaki formüllerde de bulunur. Modern matematiksel analizde, bunun yerine genellikle geometriye herhangi bir referans olmaksızın tanımlanır; bu nedenle, sayı teorisi ve istatistik gibi geometri ile çok az ilgisi olan alanlarda da görünür. 'nin her yerde bulunması, onu bilimin içinde ve dışında en çok bilinen matematiksel sabitlerden biri yapar. 'ye adanmış birkaç kitap yayınlandı ve 'nin rakamlarının rekor kıran hesaplamaları genellikle haber manşetleriyle sonuçlanıyor.
Temel bilgiler.
İsim.
Matematikçiler tarafından bir çemberin çevresinin çapına oranını temsil etmek için kullanılan sembol küçük harf Yunanca harf'dir ve bazen "pi" olarak yazılır. İngilizcede , "pay" olarak telaffuz edilir ( ). Matematiksel kullanımda, küçük harf , bir dizinin çarpımı anlamına gelen büyük harfli ve büyütülmüş karşılığı, ( gibi toplam anlamına gelen) 'dan ayırt edilir.
sembolünün seçimi "" sembolünün benimsenmesi bölümünde tartışılmaktadır.
Tanım.
genellikle bir daire'nin çevresi ile çapı ) arasındaki oran olarak tanımlanır :
formula_2
Dairenin boyutuna bakılmaksızın oranı sabittir. Örneğin, bir dairenin çapı başka bir dairenin iki katıysa, oranını koruyarak çevresi de iki katına sahip olacaktır. Bu tanımı dolaylı olarak düz (Öklid) geometrisi kullanır; daire kavramı herhangi bir eğri (Öklid dışı) geometri'ye genişletilebilse de, bu yeni daireler artık karşılamayacaktır.
Burada, bir dairenin çevresi, dairenin çevre etrafındaki yay uzunluğu'dur; limit(kalkülüste bir kavram) kullanılarak geometriden bağımsız olarak resmi olarak tanımlanabilen bir niceliktir. Örneğin, birim çemberin üst yarısının yay uzunluğu Kartezyen koordinatlar'da denklemiyle doğrudan hesaplanabilir, integral olarak:
formula_3
Bunun gibi bir integral, onu 1841'de doğrudan bir integral olarak tanımlayan Karl Weierstrass tarafından 'nin tanımı olarak benimsendi.
Artık integral ilk analitik tanımda yaygın olarak kullanılmaz, çünkü, 'nin açıkladığı gibi, diferansiyel kalkülüs üniversite müfredatında tipik olarak integral hesabından önce gelir, dolayısıyla ikincisine dayanmayan bir bir tanımının olması arzu edilir. Richard Baltzer'e dayanan ve Edmund Landau tarafından yaygınlaştırılan böyle bir tanım şöyledir: , kosinüs fonksiyonunun 0'a eşit olduğu en küçük pozitif sayının iki katıdır. ayrıca sinüs fonksiyonunun sıfıra eşit olduğu en küçük pozitif sayı ve sinüs fonksiyonunun ardışık sıfırları arasındaki farktır. Kosinüs ve sinüs, geometriden bağımsız olarak bir kuvvet serisi veya bir diferansiyel denklem
çözümü olarak tanımlanabilir.
Benzer şekilde, , bir karmaşık değişkeninin, karmaşık üsteli nin özellikleri kullanılarak tanımlanabilir. Kosinüs gibi, karmaşık üstel de birkaç yoldan biriyle tanımlanabilir.
'nin bire eşit olduğu karmaşık sayılar kümesi, şu şekilde (hayali) bir aritmetik ilerlemedir:
formula_4
ve bu özelliğe sahip benzersiz bir pozitif gerçek sayı, vardır.
Topoloji ve cebir gibi karmaşık matematiksel kavramlardan yararlanan aynı fikrin bir varyasyonu aşağıdaki teoremdir: Toplama modulo tam sayıları altındaki reel sayıların R/Z grubundan (çember grubu), mutlak değeri bir olan karmaşık sayıların çarpımsal grubuna, benzersiz (otomorfizma) bir sürekli izomorfizma vardır. sayısı, bu homomorfizmin türevinin büyüklüğünün yarısı olarak tanımlanır.
İrrasyonellik ve normallik.
bir irrasyonel sayı'dır, yani iki tam sayının oranı olarak yazılamaz. ve gibi kesirler genellikle 'ye yaklaşmak için kullanılır, ancak hiçbir bayağı kesir (tam sayıların oranı) tam değeri olamaz. irrasyonel olduğundan, ondalık gösterimi içinde sonsuz sayıda basamak vardır ve sonsuz örüntü basamaklara yerleşmez. }'nin irrasyonel olduğunun birkaç kanıtı vardır; genellikle cebir gerektirirler ve "reductio ad absurdum" tekniğini kullanılır. 'nin rasyonel sayılar ile yaklaşık olarak hesaplanabileceği derece kesin olarak bilinmiyor; tahminler, irrasyonalite ölçüsünün veya ölçüsünden büyük ama Liouville sayısı ölçüsünden küçük olduğunu ortaya koymuştur.
rakamlarının görünür bir örüntüsü yoktur ve normallik testleri dahil olmak üzere istatistiksel rastgelelik testlerini geçmiştir; tüm olası basamak dizileri (herhangi bir uzunluktaki) eşit sıklıkta göründüğünde, sonsuz uzunlukta bir sayı normal olarak adlandırılır. 'nin normal olduğu varsayımı kanıtlanmadı veya çürütülmedi.
Bilgisayarların icadından bu yana, üzerinde istatistiksel analiz yapmak için çok sayıda basamağı mevcuttu. Yasumasa Kanada, 'nin ondalık basamakları üzerinde ayrıntılı istatistiksel analizler yaptı ve bunları normallikle tutarlı buldu; örneğin, 0 ila 9 arasındaki on hanenin ne kadar sıklıkta olduğu istatistiksel anlamlılık testlerine tabi tutuldu ve bir örüntüye dair hiçbir kanıt bulunamadı. Herhangi bir rastgele basamak dizisi, sonsuz maymun teoremi ile rastgele olmayan görünen uzun alt diziler içerir. Bu nedenle, 'nin rakam dizisi rastgelelik için istatistiksel testlerden geçtiğinden, ondalık gösteriminin 762. ondalık basamağından başlayan, altı ardışık 9'lu dizi gibi rastgele görünmeyebilecek bazı rakam dizileri içerir. Bu, matematiksel folklor'da Richard Feynman'a atfen "Feynman noktası" olarak da adlandırılır ancak Feynman ile hiçbir bağlantısı bilinmemektedir.
Aşkınlık.
irrasyonel olmasının yanı sıra bir aşkın sayı'dır, bu da gibi rasyonel katsayılı herhangi bir sabit olmayan polinom denklemi'nin çözümü olamayacağı anlamına gelir.
aşkınlığının iki önemli sonucu vardır: İlk olarak, , rasyonel sayılar ve kareköklerin veya "n"-inci köklerin ( veya gibi) herhangi bir sonlu kombinasyonu kullanılarak ifade edilemez. İkincisi, hiçbir aşkın sayı pergel ve cetvel ile oluşturulamadığından, "daireyi kareleştirme" mümkün değildir. Başka bir deyişle, yalnızca pergel ve cetvel kullanarak, alanı belirli bir dairenin alanına tam olarak eşit olan bir kare oluşturmak imkansızdır.
Bir daireyi kareleştirmek, klasik antik çağın önemli geometri problemlerinden biriydi. Modern zamanların amatör matematikçileri, matematiksel olarak imkansız olmasına rağmen, bazen daireyi kareleştirme ve başarı iddiasında bulunmaya çalıştılar.
Sonsuza giden kesirler.
İrrasyonel bir sayı olarak , bayağı kesir olarak gösterilemez. Ancak dahil her sayı, sonsuza giden kesir adı verilen, sonsuz bir iç içe geçmiş kesirler serisi ile temsil edilebilir:
formula_5
Sürekli kesrin herhangi bir noktada kesilmesi, için rasyonel bir yaklaşım verir; bunlardan ilk dördü , , ve tür. Bu sayılar, sabitin en iyi bilinen ve en çok kullanılan tarihsel yaklaşımları arasındadır. Bu şekilde üretilen her yaklaşım, en iyi rasyonel yaklaşımdır; yani, her biri aynı veya daha küçük paydaya sahip herhangi bir diğer kesirden 'ye daha yakındır. aşkın olduğundan, tanım gereği cebirsel değildir ve bu nedenle ikinci dereceden irrasyonel olamaz. Bu nedenle, bir periyodik sonsuza giden kesir içeremez. için basit sonsuza giden kesir (yukarıda gösterilmiştir) başka herhangi bir bariz örüntü sergilemese de, birkaç genelleştirilmiş sonsuza giden kesir sergiler, örneğin:
formula_6
Yaklaşık değer ve basamaklar.
Bazı "pi" yaklaşımları şunları içerir:
(Liste, ve 'den seçilen terimlerdir.)
Diğer sayı sistemlerindeki rakamlar
Karmaşık sayılar ve Euler özdeşliği.
Herhangi bir karmaşık sayı, örneğin , bir çift reel sayı kullanılarak ifade edilebilir.
Kutupsal koordinat sisteminde, bir sayı (yarıçap veya "r"), z'nin karmaşık düzlemin sıfır noktasından olan mesafesini ve diğeri, (açı veya ) pozitif reel eksenden, saat yönünün tersine dönüşü temsil etmek için kullanılır:
formula_7
burada , = −1'i sağlayan hayali birimdir. Karmaşık analizde 'nin sık görülmesi, Euler formülüyle tanımlandığı gibi, karmaşık bir değişkenin üstel fonksiyonunun davranışıyla ilgili olabilir:
formula_8
burada sabiti, doğal logaritmanın tabanıdır. Bu formül,'nin hayali üsleri ile, karmaşık düzlemin sıfır noktası merkezli birim çember üzerindeki noktalar arasında, bir karşılık olma ilişkisi kurar. Euler formülünde = eşitliği, beş önemli matematiksel sabit içerdiği için matematikte önemsenen Euler özdeşliği ile sonuçlanır:
formula_9
eşitliğini sağlayan sayıda farklı karmaşık sayı vardır ve bunlara "birliğin 'inci kökleri" denir ve aşağıdaki formülle verilir:
formula_10
Geçmiş.
Antik Çağ.
Milattan önceye tarihlenen için en iyi bilinen yaklaşımlar, iki ondalık basamağa kadar doğruydu; bu, özellikle birinci bin yılın ortalarında, Çin matematiği'nde yedi ondalık basamak doğruluğuna kadar geliştirildi.
Bundan sonra, geç Orta Çağ dönemine kadar daha fazla ilerleme kaydedilmedi.
'nin en eski yazılı tahminleri, Babil ve Mısır'da bulunur, her ikisi de gerçek değerin yüzde biri dahilindedir. Babil'de, MÖ 1900-1600 tarihli bir kil tablet, ima yoluyla 'yi şu şekilde ele alan geometrik bir ifadeye sahiptir: =3.125. Mısır'da, MÖ 1650 dolaylarına tarihlenen ancak MÖ 1850 tarihli bir belgeden kopyalanan Rhind Papirüsü, 'yi 3.16. olarak ele alan bir dairenin alanı için bir formüle sahiptir. Flinders Petrie gibi bazı piramidologlar, Büyük Giza Piramidi'nin ile ilgili oranlarla inşa edildiğini teorileştirmiş olsalar da, bu teori bilim adamları tarafından geniş çapta kabul görmemektedir.
MÖ birinci veya ikinci binyıldan sözlü bir geleneğe tarihlenen Hint matematiği'nin Shulba Sutraları'nda, yaklaşık 3.08831, 3.08833, 3.004, 3 veya 3.125 olarak çeşitli şekillerde yorumlanan yaklaşık değerler verilmiştir.
Çokgen yaklaşım dönemi.
değerini titizlikle hesaplamak için kaydedilen ilk algoritma, Yunan matematikçi Arşimet tarafından MÖ 250 civarında tasarlanan çokgenleri kullanan geometrik bir yaklaşımdı. Bu çokgen algoritma 1.000 yılı aşkın bir süre hakim oldu ve sonuç olarak bazen Arşimet sabiti olarak anılır. Arşimet, bir dairenin içine ve dışına düzgün bir altıgen çizerek ve 96 kenarlı bir düzgün çokgene ulaşana kadar kenar sayısını art arda ikiye katlayarak 'nin üst ve alt sınırlarını hesapladı. Bu poligonların çevresini hesaplayarak (yani ) olduğunu kanıtladı. Arşimet'in üst sınırı, 'nin 'ye eşit olduğuna dair yaygın bir popüler inanca yol açmış olabilir. MS 150 civarında, Yunan-Roma bilim adamı Batlamyus, Almagest'inde, Arşimet'ten veya Apollonios'tan almış olabileceği 3.1416'lık bir değeri verdi. Çokgen algoritmaları kullanan matematikçiler 1630'da 'nin 39 basamağına ulaştılar, bu rekor yalnızca 1699'da sonsuz seriler kullanıldığında 71 basamağa ulaştığı zaman kırıldı.
Eski Çin'de, değerleri 3,1547 (MS 1 civarında), (MS 100, yaklaşık 3,1623) ve }}'i (3. yüzyıl, yaklaşık 3.1556) içeriyordu. MS 265 civarında, Wei Krallığı matematikçisi Liu Hui, çokgen tabanlı yinelemeli bir algoritma oluşturdu ve bunu 3.1416'lık bir π değeri elde etmek için 3.072 kenarlı bir çokgenle kullandı. MS 265 civarında, Wei Hanedanı matematikçisi Liu Hui bir çokgen tabanlı yinelemeli algoritma oluşturdu ve 'nin 3.1416 değerini elde etmek için bunu 3.072-kenarlı bir çokgenle kullandı. Liu daha sonra 'yi hesaplamak için daha hızlı bir yöntem icat etti ve ardışık çokgenlerin alanındaki farklılıkların 4 katsayılı bir geometrik seri oluşturmasından yararlanarak 96 kenarlı bir çokgenle 3.14 değerini elde etti. Çinli matematikçi Zu Chongzhi, MS 480 civarında, olduğunu hesapladı ve 12.288 kenarlı bir çokgene uygulanan Liu Hui'nin algoritması kullanarak = 3,14159292035... ve = 3.142857142857..., yaklaşımlarını önerdi. Bunları sırasıyla "Milü" ("yakın oran") ve "Yuelü" ("yaklaşık oran") olarak adlandırdı. İlk yedi ondalık basamağı için doğru bir değerle, bu değer, sonraki 800 yıl boyunca mevcut olan en doğru π yaklaşımı olarak kaldı.
Hint astronom Aryabhata "Āryabhaṭīya" (MS 499) adlı eserinde 3.1416 değerini kullanmıştır. MÖ 1220'de Fibonacci, Arşimet'ten bağımsız olarak çokgen bir yöntem kullanarak 3.1418'i hesapladı. İtalyan yazar Dante görünüşe göre değerini kullandı.
İranlı astronom Jamshīd al-Kāshī 1424'te 3×228 kenarlı bir çokgen kullanarak kabaca 16 ondalık basamağa eşdeğer olan 9 altmışlık basamak üretti ve bu değer yaklaşık 180 yıl dünya rekoru olarak kaldı. 1579'da Fransız matematikçi François Viète, 3×217 kenarlı bir çokgenle 9 basamak elde etti. Flaman matematikçi Adriaan van Roomen 1593'te 15 ondalık basamağa ulaştı. 1596'da Hollandalı matematikçi Ludolph van Ceulen 20 haneye ulaştı, daha sonra bu rekoru 35 haneye çıkardı (sonuç olarak , 20. yüzyılın başlarına kadar Almanya'da "Ludolphian sayısı" olarak adlandırılıyordu). Hollandalı bilim adamı Willebrord Snellius 1621'de 34 haneye ulaştı, ve Avusturyalı gök bilimci Christoph Grienberger, 1040 kenar kullanarak 1630'da 38 haneye ulaştı.. Christiaan Huygens was able to arrive at 10 decimal places in 1654 using a slightly different method equivalent to Richardson extrapolation.
Sonsuz dizi.
hesaplamasında, 16. ve 17. yüzyıllarda sonsuz seriler tekniklerinin geliştirilmesiyle devrim yaratıldı. Sonsuz bir seri, sonsuz bir dizi terimlerinin toplamıdır. Sonsuz seriler, matematikçilerin 'yi Arşimet ve geometrik teknikler kullanan diğerlerinden çok daha yüksek bir hassasiyetle hesaplamasına izin verdi. Sonsuz seriler için James Gregory ve Gottfried Wilhelm Leibniz gibi Avrupalı matematikçiler tarafından kullanılmasına rağmen, yaklaşım 14. veya 15. yüzyılda bir zaman Kerala astronomi ve matematik okulunda ortaya çıktı. MS 1500 civarında, Nilakantha Somayaji tarafından Tantrasamgraha'daki Sanskrit ayette 'yi hesaplamak için kullanılabilecek sonsuz bir dizinin yazılı bir açıklaması ortaya kondu. Seriler kanıt olmadan sunulur, ancak kanıtlar MS 1530 civarında daha sonraki bir çalışma olan "Yuktibhāṣā" da sunulur. Sinüs (Nilakantha'nın Madhava'ya atfettiği), kosinüs ve artık bazen Madhava serisi olarak anılan arktanjant serileri dahil olmak üzere birkaç sonsuz seri açıklanmıştır. Arktanjant serisine bazen Gregory serisi veya Gregory-Leibniz serisi denir. Madhava, 'yi 1400 yılı civarında 11 haneye kadar tahmin etmek için sonsuz seriler kullandı.
1593'te François Viète, şimdi Viète'nin formülü olarak bilinen, sonsuz bir çarpım olan (daha tipik olarak π hesaplamalarında kullanılan sonsuz bir toplam yerine) aşağıdaki formülü yayınladı:
formula_11
1655'te John Wallis, aynı şekilde sonsuz bir çarpım olan, şimdi Wallis çarpımı olarak bilinen aşağıdaki formülü yayınladı:
formula_12
1660'larda İngiliz bilim adamı Isaac Newton ve Alman matematikçi Gottfried Wilhelm Leibniz, 'ye yaklaşmak için birçok sonsuz serinin geliştirilmesine yol açan kalkülüs'ü keşfetti. Newton'un kendisi, 1665 veya 1666'da 'nin 15 basamaklı bir yaklaşımını hesaplamak için bir arksinüs serisi kullandı, daha sonra bununla ilgili olarak "O zamanlar başka bir işim olmadığı için, bu hesaplamaları kaç rakama kadar yaptığımı size söylemeye utanıyorum" yazdı.
1671'de James Gregory bağımsız olarak, 1673'te Leibniz'te, arktanjant için Taylor serisi genişletmesini keşfetti:
formula_13
Bazen Gregory–Leibniz serisi olarak adlandırılan bu dizi, ile değerlendirildiğinde 'e eşittir. Ancak için pratik olmayacak şekilde yavaş yakınsar (yani, cevaba çok yavaş yaklaşır) ve her ek basamağı hesaplamak için yaklaşık on kat daha fazla terim gerekir.
1699'da İngiliz matematikçi Abraham Sharp, 'yi 71 haneye kadar hesaplamak için formula_14 eşitliği ile Gregory–Leibniz serisini kullandı ve çokgen bir algoritma ile belirlenen 39 haneli önceki rekoru kırdı.
1706'da John Machin, çok daha hızlı yakınsayan bir algoritma üretmek için Gregory-Leibniz serisini kullandı:
formula_15
Machin bu formülle 'nin 100 basamağına ulaştı. Diğer matematikçiler, basamaklarını hesaplamada birkaç ardışık rekor için kullanılan, şimdi Machin benzeri formül olarak bilinen varyantlar yarattı.
Isaac Newton, 1684'te Gregory-Leibniz serisinin yakınsamasını hızlandırdı (yayınlanmamış bir çalışmada; diğerleri sonucu bağımsız olarak keşfetti).
Leonhard Euler bu seriyi 1755 diferansiyel hesabı ders kitabında popüler hale getirdi ve daha sonra bunu Machin benzeri formüllerle kullandı, örneğin formula_17 ile bir saatte 'nin 20 basamağını hesapladı.
Machin benzeri formüller, bilgisayar çağına kadar 'yi hesaplamak için en iyi bilinen yöntem olarak kaldı ve 250 yıl boyunca rekorlar kırmak için kullanıldı ve 1946'da Daniel Ferguson tarafından 620 basamaklı bir yaklaşımla sonuçlandı. (bir hesaplama cihazının yardımı olmadan elde edilen en iyi yaklaşım).
1844'te, Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss'un kontrolünde kafasında 'nin 200 ondalığını hesaplamak için bir Machin benzeri formül kullanan Zacharias Dase tarafından bir rekor kırıldı.
1853'te İngiliz matematikçi William Shanks, 'yi 607 basamak olarak hesapladı, ancak 528. basamakta bir hata yaparak sonraki tüm basamakların yanlış olmasına yol açtı. 1873'te ek 100 basamak hesaplayarak toplamı 707'ye çıkarsa da, önceki hatası tüm yeni basamakların da yanlış hesaplanmasına yol açtı.
Yakınsama oranı.
için bazı sonsuz seriler diğerlerinden daha hızlı yakınsar. Given the choice of two infinite series for , mathematicians will generally use the one that converges more rapidly because faster convergence reduces the amount of computation needed to calculate to any given accuracy. için basit bir sonsuz seri Gregory–Leibniz serisidir:
formula_18
Bu sonsuz dizinin tek tek terimleri toplama eklendikçe, toplam kademeli olarak 'ye yaklaşır ve istenildiği kadar 'ye yaklaşabilir (yeterli sayıda terim ile). Yine de oldukça yavaş yakınsar - 500.000 terimden sonra, 'nin yalnızca beş doğru ondalık basamağını üretir.
için (15. yüzyılda Nilakantha tarafından yayınlanan) Gregory-Leibniz serisinden daha hızlı yakınsayan sonsuz bir seri:
formula_19
Aşağıdaki tablo, bu iki serinin yakınsama oranlarını karşılaştırmaktadır:
Beş terimden sonra, Gregory-Leibniz serisinin toplamı, 'nin doğru değerinin 0,2'si içindeyken, Nilakantha'nın serisinin toplamı doğru değerinin 0,002'si içindedir. Nilakantha'nın serisi daha hızlı yakınsar ve 'nin basamaklarını hesaplamak için daha kullanışlıdır. Daha da hızlı yakınsayan seriler arasında Machin'in serisi ve Chudnovsky'nin serisi yer alır, ikincisi terim başına 14 doğru ondalık basamak üretir.
İrrasyonellik ve aşkınlık.
ile ilgili tüm matematiksel gelişmeler, tahminlerin doğruluğunu artırmayı amaçlamadı. Euler 1735'te Basel problemini ters karelerin toplamının tam değerini bularak çözdüğünde, ile asal sayılar arasında bir bağlantı kurdu ve bu daha sonra Riemann zeta işlevi çalışmasını geliştirmeye katkıda bulundu.
formula_20
İsviçreli bilim adamı Johann Heinrich Lambert 1768'de 'nin irrasyonel olduğunu, yani herhangi iki tam sayının bölümüne eşit olmadığını kanıtladı. Lambert'in ispatı, tanjant fonksiyonunun sürekli kesir temsilinden yararlandı. Fransız matematikçi Adrien-Marie Legendre, 1794'te 2'nin de irrasyonel olduğunu kanıtladı. 1882'de Alman matematikçi Ferdinand von Lindemann, 'nin aşkın olduğunu kanıtladı ve hem Legendre hem de Euler tarafından yapılan bir varsayımı doğruladı. Hardy ve Wright, "kanıtların daha sonra Hilbert, Hurwitz ve diğer yazarlar tarafından değiştirilip basitleştirildiğini" belirtir.
sembolünün benimsenmesi.
İlk kullanımlarda, Yunan harfi, bir dairenin yarıçevresini (Latincede "semiperipheria") ifade etmek için kullanılmıştır. ve daire sabitlerini oluşturmak için (çap veya yarı çap için) veya (yarıçap için) ile oranlarda birleştirildi. (O zamandan önce, matematikçiler bunun yerine bazen veya gibi harfleri kullanıyorlardı.) Kaydedilen ilk kullanım Oughtred's şeklindedir ve 'nin 1647 ve sonraki baskılarında çevre ve çap oranını ifade etmek için kullanmıştır. Barrow sabitini temsil etmek için aynı şekilde kullandı. Gregory bunun yerine 'yi 'i temsil etmek için kullandı.
Bir çemberin çevresinin çapına oranını temsil etmek için tek başına Yunanca harfinin bilinen en eski kullanımı Galli matematikçi William Jones'un 1706 tarihli " adlı çalışmasında yapılmıştır; veya Matematiğe Yeni Bir Giriş." Yunan harfi s. 243 te, "Çevre (), yarıçapı 1 olan bir daire için hesaplanmıştır." ifadesinde kullanılmıştır. Ancak Jones, için denklemlerinin "gerçekten dahiyane Bay John Machin'in hazır kaleminden" olduğunu yazar ve bu da Machin'in Jones'tan önce Yunanca harfi kullanmış olabileceği yönünde spekülasyonlara yol açar. Jones'un gösterimi diğer matematikçiler tarafından hemen benimsenmedi, kesir gösterimi 1767'ye kadar hâlâ kullanılıyordu.
Euler, 1727 tarihli "Havanın Özelliklerini Açıklayan Deneme" ile başlayarak tek harfli formu kullanmaya başladı, ancak, bu ve sonraki bazı yazılarda çevrenin yarıçapa oranı olan kullanmıştı. Euler 'ü ilk olarak 1736 tarihli "Mechanica" adlı çalışmasında kullandı ve geniş çapta okunan 1748 tarihli adlı çalışmasında devam etti (şöyle yazdı: "Kısa olması adına bu sayıyı olarak yazacağız; böylece şuna eşittir: yarıçapı olan bir dairenin çevresinin yarısı"). Euler, Avrupa'daki diğer matematikçilerle yoğun bir şekilde yazıştığı için, Yunan harfinin kullanımı hızla yayıldı ve uygulama bundan sonra Batı dünyasında evrensel olarak benimsendi, ancak tanım 1761 gibi geç bir tarihe kadar hâlâ ve arasında değişiyordu.
Daha fazla basamak için modern arayış.
Bilgisayar çağı ve yinelemeli algoritmalar.
20. yüzyılın ortalarında bilgisayarların gelişimi, rakamlarının aranmasında yeniden devrim yarattı. Matematikçiler John Wrench ve Levi Smith, 1949'da bir masa hesap makinesi kullanarak 1.120 haneye ulaştı. George Reitwiesner ve John von Neumann liderliğindeki bir ekip ters teğet (arctan) sonsuz serisini kullanarak aynı yıl ENIAC bilgisayar üzerinde 70 saatlik bilgisayar çalışması gerektiren bir hesaplamayla 2.037 basamak elde etti. Her zaman bir arctan serisine dayanan rekor, 1973'te 1 milyon haneye ulaşılana kadar art arda kırıldı (1957'de 7.480 hane; 1958'de 10.000 hane; 1961'de 100.000 hane).
1980 civarında iki ek gelişme, 'yi hesaplama yeteneğini bir kez daha hızlandırdı. Birincisi, sonsuz serilerden çok daha hızlı olan hesaplaması için yeni yinelemeli algoritmaların keşfi; ve ikincisi, büyük sayıları çok hızlı bir şekilde çarpabilen hızlı çarpma algoritmalarının icadı.
Birincisi, hesaplaması için sonsuz serilerden çok daha hızlı olan yeni iteratif algoritmaların keşfi; ve ikincisi, büyük sayıları çok hızlı bir şekilde çarpabilen hızlı çarpma algoritmaları'nın icadı. Bu tür algoritmalar modern hesaplamalarında özellikle önemlidir çünkü bilgisayarın zamanının çoğu çarpmaya ayrılmıştır. Bunlar arasında Karatsuba algoritması, Toom-Cook çarpması ve Fourier dönüşümü tabanlı yöntemler bulunur.
Yinelemeli algoritmalar, 1975-1976'da fizikçi Eugene Salamin ve bilim adamı Richard Brent tarafından bağımsız olarak yayınlandı. Bunlar sonsuz serilere güvenmekten kaçınır. Yinelemeli bir algoritma, her yinelemede önceki adımların çıktılarını girdi olarak kullanarak belirli bir hesaplamayı tekrarlar ve her adımda istenen değere yaklaşan bir sonuç üretir. Yaklaşım aslında 160 yılı aşkın bir süre önce Carl Friedrich Gauss tarafından şu anda aritmetik-geometrik ortalama yöntemi (AGM yöntemi) veya Gauss–Legendre algoritması olarak adlandırılan yöntemle icat edildi. Salamin ve Brent tarafından değiştirildiği şekliyle, Brent-Salamin algoritması olarak da anılır.
Yinelemeli algoritmalar, sonsuz dizi algoritmalarından daha hızlı oldukları için 1980'den sonra yaygın olarak kullanıldı: sonsuz diziler tipik olarak birbirini izleyen terimlerde doğru basamak sayısını artırırken, yinelemeli algoritmalar genellikle her adımda doğru basamak sayısını "çarpar". Örneğin, Brent-Salamin algoritması, her yinelemede basamak sayısını ikiye katlar.
1984'te John ve Peter Borwein kardeşler, her adımdaki basamak sayısını dört katına çıkaran yinelemeli bir algoritma ürettiler; ve 1987'de, her adımda basamak sayısını beş kat artıran bir algoritma. Yinelemeli yöntemler, Japon matematikçi Yasumasa Kanada tarafından 1995 ve 2002 yılları arasında hesaplaması için çeşitli rekorlar kırmak için kullanıldı. Bu hızlı yakınsamanın bir bedeli var: yinelemeli algoritmalar, sonsuz serilerden önemli ölçüde daha fazla bellek gerektirir.
sayısını hesaplama nedenleri.
içeren çoğu sayısal hesaplama için, bir avuç rakam yeterli kesinlik sağlar. Jörg Arndt ve Christoph Haenel'e göre, çoğu kozmolojik hesaplamayı yapmak için otuz dokuz basamak yeterlidir, çünkü gözlemlenebilir evrenin çevresini bir atom hassasiyetiyle hesaplamak için gereken doğruluk budur. Hesaplamalı yuvarlama hatalarını telafi etmek için gereken ek basamakları hesaba katan Arndt, herhangi bir bilimsel uygulama için birkaç yüz basamağın yeterli olacağı sonucuna varır. Buna rağmen, insanlar 'yi binlerce ve milyonlarca basamaklı olarak hesaplamak için yoğun bir şekilde çalıştılar. Bu çaba kısmen insanların rekor kırma dürtüsüne atfedilebilir ve ile elde edilen bu tür başarılar genellikle dünya çapında manşetlere konu olur. Süper bilgisayarları test etme, sayısal analiz algoritmalarını test etme (yüksek hassasiyetli çarpma algoritmaları dahil); ve saf matematiğin kendisinde, 'nin rakamlarının rastgeleliğini değerlendirmek için veri sağlar.
Hızlı yakınsak seriler.
Modern hesap makineleri, yalnızca yinelemeli algoritmalar kullanmaz. 1980'lerde ve 1990'larda yinelemeli algoritmalar kadar hızlı ancak daha basit ve daha az bellek kullanan yeni sonsuz seriler keşfedildi. Hızlı yinelemeli algoritmalar, 1914'te Hint matematikçi Srinivasa Ramanujan için zarafetleri, matematiksel derinlikleri ve hızlı yakınsamalarıyla dikkat çeken düzinelerce yenilikçi yeni formül yayınladığında öngörülmüştü.Modüler denklemlere dayanan formüllerinden biri,
formula_21
Bu seri, Machin'in formülü de dahil olmak üzere çoğu arctan serisinden çok daha hızlı yakınsar. Bill Gosper, 1985'te 17 milyon basamaklı bir rekor kırarak hesaplamasındaki ilerlemeler için bunu ilk kullanan kişiydi. Ramanujan'ın formülleri, Borwein kardeşler (Jonathan ve Peter) ve Chudnovsky kardeşler tarafından geliştirilen modern algoritmaları öngörüyordu. 1987'de geliştirilen Chudnovsky formülü,
formula_22
Terim başına yaklaşık 14 basamak üretir ve birkaç kayıt ayarı hesaplaması için kullanılmıştır. Bunlar arasında 1989'da Chudnovsky kardeşler tarafından 1 milyar (109) haneyi aşan ilk rakamlar, 2011'de Alexander Yee ve Shigeru Kondo tarafından 10 trilyon (1013) hane ve 2022'de Emma Haruka Iwao tarafından 100 trilyon hane yer alıyor. Benzer formüller için ayrıca bkz. Ramanujan–Sato serisi
2006'da matematikçi Simon Plouffe, aşağıdaki şablona uygun olarak için birkaç yeni formül oluşturmak için tamsayı ilişki algoritması PSLQ'yu kullandı:
formula_23
burada eşittir (Gelfond sabiti), tek sayıdır ve Plouffe'un hesapladığı belirli rasyonel sayılardır.
Monte Carlo yöntemleri.
Birden fazla rastgele denemenin sonuçlarını değerlendiren Monte Carlo yöntemleri, 'nin yaklaşık değerlerini oluşturmak için kullanılabilir. Buffon'un iğnesi böyle bir tekniktir: uzunluğundaki bir iğne, birim aralıklarla paralel çizgilerin çizildiği bir yüzey üzerine kez düşürülürse ve bu seferlerin tanesi bir çizgiyi geçerek durursa (x > 0), o zaman sayımlara göre yaklaşık olarak hesaplanabilir:
formula_24
'yi hesaplamak için başka bir Monte Carlo yöntemi, kare içine çizilmiş bir daire çizmek ve kareye rastgele noktalar yerleştirmektir. Daire içindeki noktaların toplam nokta sayısına oranı yaklaşık olarak olacaktır.
Olasılığı kullanarak 'yi hesaplamanın başka bir yolu, bir dizi (adil) yazı tura atmasıyla oluşturulan rastgele bir yürüyüşle başlamaktır: eşit olasılıklarla olacak şekilde bağımsız rassal değişkenler . İlişkili rastgele yürüyüş
formula_25
böylece her için, , kaydırılmış ve ölçeklendirilmiş bir binom dağılımı'ndan çizilir. değiştikçe, (ayrık) bir stokastik süreci tanımlar. O zaman şu şekilde hesaplanabilir:
formula_26
Bu Monte Carlo yöntemi, çemberlerle herhangi bir ilişkiden bağımsızdır ve aşağıda tartışılan merkezî limit teoremi'nin bir sonucudur.
'ye yaklaşmak için bu Monte Carlo yöntemleri, diğer yöntemlere kıyasla çok yavaştır ve elde edilen tam basamak sayısı hakkında herhangi bir bilgi sağlamaz. Bu nedenle, hız veya doğruluk istendiğinde asla 'ye yaklaşmak için kullanılmazlar.
Spigot algoritmaları.
1995'te 'ye yeni araştırma yolları açan iki algoritma keşfedildi. Musluktan damlayan su gibi, hesaplandıktan sonra tekrar kullanılmayan 'nin tek basamaklarını ürettikleri için musluk algoritmaları olarak adlandırılırlar. Bu, nihai sonuç üretilene kadar tüm ara basamakları tutan ve kullanan sonsuz seri veya yinelemeli algoritmaların tersidir.
Matematikçiler Stan Wagon ve Stanley Rabinowitz 1995'te basit bir musluk algoritması ürettiler. Hızı, arctan algoritmalarıyla karşılaştırılabilir, ancak yinelemeli algoritmalar kadar hızlı değildir.
Başka bir musluk algoritması olan BBP rakam çıkarma algoritması, 1995 yılında Simon Plouffe tarafından keşfedildi:
formula_27
Bu formül, kendisinden önceki diğerlerinin aksine, önceki tüm basamakları hesaplamadan 'nin herhangi bir onaltılık basamağını üretebilir. Bireysel ikili basamaklar, bireysel onaltılık basamaklardan çıkarılabilir ve sekizlik basamaklar, bir veya iki onaltılık basamaktan çıkarılabilir. Algoritmanın varyasyonları keşfedildi, ancak ondalık basamakları hızla üreten hiçbir basamak çıkarma algoritması henüz bulunamadı. Rakam çıkarma algoritmalarının önemli bir uygulaması, kayıt hesaplamalarının yeni iddialarını doğrulamaktır: Yeni bir kayıt talep edildikten sonra, ondalık sonuç onaltılığa dönüştürülür ve ardından sona yakın birkaç rastgele onaltılık basamağı hesaplamak için bir basamak çıkarma algoritması kullanılır; eşleşirlerse, bu, tüm hesaplamanın doğru olduğuna dair bir güven ölçüsü sağlar.
1998 ve 2000 yılları arasında, dağıtılmış bilgi işlem projesi PiHex, 0 olduğu ortaya çıkan π'nin katrilyonuncu (1015th) bitini hesaplamak için Bellard'ın formülünü (BBP algoritmasının bir modifikasyonu) kullandı. Eylül 2010'da bir Yahoo! çalışanı şirketin Hadoop uygulamasını 23 günlük bir süre boyunca bin bilgisayarda iki katrilyonuncu (2×1015th) bitte 256 bit 'yi hesaplamak için kullandı ki bu yine sıfırdır.
Matematikteki rol ve karakterizasyonlar.
daire ile yakından ilişkili olduğu için geometri ve trigonometri alanlarındaki birçok formülde, özellikle daireler, küreler veya elipslerle ilgili olanlarda bulunur. İstatistik, fizik, Fourier analizi ve sayı teorisi gibi diğer bilim dalları da bazı önemli formüllerinde 'yi içerir.
Geometri ve trigonometri.
, elips, küre, koni ve simit (geometri) gibi dairelere dayalı geometrik şekillerin alan ve hacim formüllerinde görünür. içeren daha yaygın formüllerden bazıları aşağıdadır.
Yukarıdaki formüllerden bazıları, aşağıda verilen n-boyutlu topun hacminin ve onun sınırı olan (n-1)-boyutlu kürenin yüzey alanının özel durumlarıdır.
Dairelerin dışında, sabit genişlikte başka eğriler de vardır. Barbier teoremine göre, sabit genişliğe sahip her eğrinin çevresi, genişliğinin katıdır. Reuleaux üçgeni (üç dairenin yarıçapları olarak bir eşkenar üçgenin kenarlarıyla kesişmesinden oluşur) genişliği için mümkün olan en küçük alana ve daire en büyüğüne sahiptir. Dairesel olmayan pürüzsüz ve hatta sabit genişlikte cebirsel eğriler de vardır.
Daireler tarafından oluşturulan şekillerin çevresini, alanını veya hacmini tanımlayan Belirli integraller, tipik olarak içeren değerlere sahiptir. Örneğin, 1 yarıçaplı bir çemberin alanının yarısını belirten bir integral şu şekilde verilir:
formula_28
Bu integralde, işlevi bir yarım dairenin formula_29 ekseni üzerindeki yüksekliği temsil eder (karekök, Pisagor teoreminin bir sonucudur) ve integral, yarım daire'nin altındaki alanı hesaplar.
Açı birimleri.
Trigonometrik fonksiyonlar açılara dayanır ve matematikçiler genellikle ölçüm birimi olarak radyan kullanır. , tam bir daire 2 radyanlık bir açıyı kaplayacak şekilde tanımlanan radyan cinsinden ölçülen açılarda önemli bir rol oynar. 180°'nin açı ölçüsü radyan ve 1° = /180 radyan'a eşittir.
Yaygın trigonometrik fonksiyonlar, 'nin katları olan periyotlara sahiptir; örneğin, sinüs ve kosinüsün periyodu 2'dir, dolayısıyla herhangi bir açısı ve herhangi bir tam sayısı için,
formula_30
Yaklaşık değeri.
Pi sayısının bazı yaklaşık değerleri şu şekildedir:
Pi () formülleri.
Pi () formüllerinden başlıcaları şunlardır:
Nilakantha Somayaji:
Franciscus Vieta:
Gregory–Leibniz:
Isaac Newton:
Leonhard Euler:
Bailey-Borwein-Plouffe:
Fabrice Bellard:
Adamchik-Wagon:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8707",
"len_data": 34549,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.02
}
|
Fonksiyon, matematikte değişken sayıları girdi olarak kabul edip bunlardan bir çıktı sayısı oluşmasını sağlayan kurallardır. Fonksiyon, 17. yüzyılda matematiğin kavramlarından biri olmuştur. Fizik, mühendislik, mimarlık ve birçok alanda kullanılmaktadır. Galile, Kepler ve Newton hareketlerin araştırılmasında, zaman ve mesafe arasındaki durumu incelemek için fonksiyonlardan faydalanmıştır. Dört işlemden sonra gelen bir işlem türüdür.
Matematiksel tanım.
Fonksiyonun matematiksel yani biçimsel ve kuramsal tanımı şu şekildedir:
formula_1 ve formula_2 iki küme olmak üzere ve formula_3, formula_4 kartezyen çarpımının şu özelliğini sağlayan bir alt kümesi olmak üzere:
Bu durumda formula_8 üçlüsüne "fonksiyon" adı verilir. formula_1, formula_8 fonksiyonunun tanım kümesidir, formula_2 ise varış (görüntü) kümesidir.
formula_8 fonksiyonuna formula_13 adı verilirse, verilen bir formula_5 için formula_2'nin formula_16 ilişkisini sağlayan tek formula_17 elemanı formula_18 olarak gösterilir. Kimi zaman formula_18 yerine formula_20 yazıldığı da olur. Yani her formula_21 için formula_22 olur. Ayrıca formula_3 kümesine formula_13 fonksiyonunun grafiği adı verilir.
Fonksiyonu matematiksel olarak tanımlamak için bir kural zorunluluğu yoktur. Ama formula_3'nin bir küme olma zorunluluğu vardır.
Eğer formula_26 ise formula_8 üçlüsünün bir fonksiyon olabilmesi için formula_3'nin boş küme olması gerektiği açıktır, bu durumda bu formula_29 üçlüsü boş fonksiyondur. Çizgileri düşey doğruları hepsi grafiği yalnız bir noktada kestiği için f (x) fonksiyondur.
Örnekler.
formula_1 ve formula_2 iki küme ise, formula_1'nın her elemanını bir şekilde formula_2'nin bir ve bir tek elemanıyla ilişkilendirilmiştir. Mesela formula_34 (gerçel sayılar kümesi), formula_2 de -3'ten büyük gerçel sayılar kümesi olsun, yani formula_36 olsun. İlişkilendirme de şöyle yapılmalı: formula_1'nın her elemanını (yani her gerçel sayıyı), o elemanın karesiyle ilişkilendirilmiş olsun. Böylece ilişkilendirmeyi bir formülle tanımlamış olduk. Bu örnekteki ilişkilendirmeyi formula_38 olarak yazarız, her sayı karesiyle ilişkilendirilmiştir, mesela -3 sayısı 9'la, formula_39 sayısı 2'yle ilişkilendirilmiştir. İşte formula_1'dan formula_2'ye giden fonksiyon böyle bir şeydir. Fonksiyon formula_13 sembolüyle ifade edilir. Verilen örnek için formula_43 yazılır.
formula_1 yaşamış ya da şu anda yaşayan insanlar kümesi olsun. formula_13 fonksiyonu her insanı annesine götürsün. Matematiksel olmasa da bu, formula_1'dan formula_1'ya giden bir fonksiyondur, çünkü her insanın bir annesi vardır. Ama her insanı kardeşine götüren bir fonksiyon yoktur çünkü bazı insanların kardeşi olmadığı gibi bazı insanların birden çok kardeşi vardır. Öte yandan, her insanı en büyük kardeşine götüren kural, kardeşi olan insanlar kümesinden formula_1 kümesine giden bir fonksiyondur.
formula_1'dan formula_2'ye giden bir formula_51 fonksiyonu, formula_1 kümesinin her elemanını formula_2'nin bir ve bir tek elemanına götüren/elemanıyla ilişkilendiren bir "kural"dır. (Burada biraz yalan var, ama pek önemli değil: Kuralın ne demek olduğunu söylemediğimiz gibi, bir fonksiyonun tanımlanması için herhangi bir kurala da aslında gerek yoktur! İleride, yazının sonunda, fonksiyonun gerçek matematiksel tanımını verdiğimizde bu pembe yalana ihtiyacımız kalmayacak.)
Özet olarak, verilmiş bir formula_51 fonksiyonu, formula_1'nın her elemanını bir şekilde formula_2'nin bir ve bir tek elemanına götürür/elemanıyla ilişkilendirir.
Yukarıdaki örnekte, kural, formula_43 olarak verilmiştir. Ama bir fonksiyon bir formül ya da bir kuraldan öte bir şeydir. Bir fonksiyon, sadece bir kural değildir; bir fonksiyonu tanımlamak için, kural dışında, bir de ayrıca formula_1 ve formula_2 kümeleri de gerekmektedir. Formül ya da kural aynı kalsa bile formula_1 ve formula_2 kümeleri değişirse fonksiyon da değişir. Yukarıdaki örnek üzerinden gidelim:
Yukarıda formula_62 R ve formula_63 almış ve fonksiyonu formula_64 kuralıyla tanımlanmıştı. Şimdi formula_1 yerine formula_66 alırsak ve formülü ve formula_2 kümesini aynı tutarsak, o zaman elde edilen formula_68 fonksiyonunu gene formula_13 ile göstermek yanlış olur, çünkü bu iki fonksiyon değişik fonksiyonlardır. formula_70'den formula_2'ye giden ve kare alma kuralıyla tanımlanan fonksiyonu mesela formula_72 ile gösterilebilir.
Bunun gibi, formula_2 kümesi değişirse, o zaman fonksiyon da değişir; mesela formula_74 ise, kare alma kuralı formula_1'dan formula_76'e giden bir fonksiyon tanımlar ve bu fonksiyon, yukarıdakilerle karışmasın diye, formula_13 ya da formula_72 ile değil, bir başka sembolle, mesela formula_79 ile gösterilir.
Aynı şekilde formula_70'den formula_76'e giden bir fonksiyon, formula_82 ya da formula_79 ile değil, mesela formula_84 ile gösterilmelidir.
Yukarıda koyu renkle yazılı kelimeler şu nedenle önemlidir: Bir formula_51 fonksiyonu, formula_1 kümesinin her elemanını formula_2'nin bir elemanına götürür, yani formula_1'nın bazı elemanlarını unutmuş olamaz. Mesela, karekök alma kuralı, gerçel sayılar kümesi formula_89'den formula_89'ye giden bir fonksiyon tanımlamaz, çünkü negatif sayıların gerçel sayılarda karekökü yoktur. Ya da formula_91 (doğal sayılar kümesi) ise, formula_92 kuralı, formula_1'dan formula_2'ye giden bir fonksiyon tanımlamaz çünkü formula_95'dir ve formula_96 olmasına karşın formula_97 sayısı formula_2'de değildir. Öte yandan bu formula_92 kuralı, formula_100'den tam sayılar kümesi formula_101'ye giden bir fonksiyon tanımlar.
İkinci koyu renkli kısmın önemi ise şu şekildedir: Bir formula_51 fonksiyonu, formula_1'nın her elemanını formula_2'nin bir ve bir tek elemanına götürür, yani formula_1'nın aynı elemanı formula_2'nin iki ayrı elemanına gidemez. (Yukarıda verilen kardeş misali hatırlanmalı.) Mesela formula_107 ise, formula_1'nin bir formula_109 elemanını formula_110 denkleminin formula_17 çözümlerine götüremez, çünkü eğer formula_112 değilse, bu denklemin R'de iki değişik formula_17 çözümü vardır, nitekim formula_110 denkleminin çözümleri formula_115 ve formula_116'tir. Burada, formula_17'nin formula_109'e mi yoksa formula_119'e mi gideceği belirtilmemiştir ve bu, bir fonksiyon yaratmada sorun teşkil eder. Bir formula_51 fonksiyonunda, formula_1'nın her elemanını formula_2'nin bir ve bir tek elemanına gitmelidir, iki ya da daha fazla elemana gidemez. (Birkaç yüzyıl önce bu tür fonksiyonlar kabul ediliyordu ama bugün bunlara fonksiyon denmiyor.)
Tanım kümesi ve değer kümesi.
Bir formula_51 fonksiyonunda, formula_1'ya tanım kümesi ya da kalkış kümesi denir. formula_2'ye de değer kümesi ya da varış kümesi denir.
Görüntü.
Eğer formula_5 ise formula_18'e formula_109'in formula_13 altında görüntüsü adı verilir. formula_2'nin
altkümesi formula_132 olarak gösterilir ve bu kümeye formula_13'nin görüntü kümesi adı verilir. (Kimi formula_132 yerine formula_2'ye görüntü kümesi demeyi yeğliyor ama her zaman görüntü kümesi değer kümesine eşit olmak zorunda değildir.)
Mesela formula_43 kuralıyla tanımlanan formula_137 (-3,5) formula_138 R fonksiyonunun görüntü kümesi formula_139 aralığıdır.
Fonksiyon eşitliği.
formula_13 ve formula_72 fonksiyonlarının birbirine eşit olması için, 1) tanım kümelerinin eşit olması, 2) değer kümelerinin eşit olması ve 3) tanım kümesindeki her formula_109 için formula_143 olması gerekmektedir. Bu üç şarttan biri eksikse fonksiyonlar eşit olmaz. (Genellikle liselerde sadece üçüncü şart üzerinde durulur.) Gene de eşitlikte en önemli şart (3) şartıdır. Ardından (1) şartı gelir. (2) şartının gözden kaçtığı olur.
Durağan (sabit) fonksiyonlar.
formula_1 ve formula_2 iki küme olsun ve formula_146 olsun. formula_1'nın her elemanını formula_2'nin bu formula_149 elemanına götüren fonksiyona sabit fonksiyon adı verilir. formula_149 değerini alan sabit fonksiyonu formula_151 olarak gösterirsek, o zaman formula_152 fonksiyonu, her formula_5 için formula_154 kuralıyla tanımlanır. Not: formula_1 ve formula_2 kümelerinin önemini ortaya çıkarmak istiyorsak, formula_151 yerine formula_158 yazmak gerekebilir. Bu fonksiyona "sabit formula_149 fonksiyonu" adı verilir.
Bileşke mümkün olduğunda formula_160'dir. Ama formula_161'dir.
Eğer formula_1 ya da formula_2'nin tek bir elemanı varsa, o zaman formula_1'dan formula_2'ye giden her fonksiyon sabit olmak zorundadır.
Boş fonksiyon.
Eğer formula_166 ve formula_167 ise, formula_168formula_2'ye giden bir fonksiyon yoktur.
Eğer formula_26 ise, formula_2 hangi küme olursa olsun, formula_1'dan formula_2'ye giden bir ve tek fonksiyon vardır: boş fonksiyon. Pek de önemli olmayan bu olgu, birazdan, fonksiyonun matematiksel tanımı verdiğimizde bariz olacak.
Özdeşlik fonksiyonu.
Eğer formula_1 bir kümeyse, her formula_5 için Idformula_176 kuralıyla tanımlanan Idformula_177 fonksiyonuna formula_1'nın özdeşlik fonksiyonu adı verilir. Özdeşlik fonksiyonu bileşkenin sağdan ve soldan etkisiz elemanıdır.
Bir fonksiyonun kısıtlanışı.
Eğer formula_51 bir fonksiyonsa ve formula_180, formula_1'nın bir altkümesiyse, o zaman formula_13 fonksiyonunu formula_70 altkümesine kısıtlayabiliriz, yani formula_13'nin sadece formula_70 kümesinin elemanlarında alacağı değerlerle ilgilenilebilir. Bu yeni fonksiyon
olarak yazılır ve bu fonksiyona formula_13'nin formula_70'e kısıtlanmışı adı verilir. Elbette eğer formula_189 ise formula_190 eşitliği geçerlidir.
Varış kümesini değiştirmek.
Bir fonksiyonun varış kümesini de değiştirilebilir: formula_51 bir fonksiyon olsun. formula_76, formula_13'nin görüntü kümesi formula_132'yı altküme olarak içeren herhangi bir küme olsun. O zaman formula_1 tanım kümesini ve formula_13 kuralını değiştirmeden yeni bir formula_197 fonksiyonu elde edilebilir. Bu fonksiyon - daha önceki paragraftaki gibi - özel bir sembolle gösterilmez.
Fonksiyonların yapıştırılması ya da birleşimi.
formula_198 ve formula_199 iki fonksiyon olsun. formula_1 üzerinde formula_13 olan, formula_2 üzerinde formula_72 olan ve formula_204'den formula_205'ye giden bir formula_206 fonksiyonu tanımlamak istiyoruz. Eğer formula_207 ise formula_208 olmalı. Eğer formula_209 ise formula_210 olmalı. Ama formula_211 olduğunda, formula_212 için formula_18 ya da formula_214 arasında bir seçim yapmalıyız, özellikle eğer formula_215 ise... Bu durumda hangi seçimi yapılırsa yapılsın istediğimiz iki şarttan birini çiğnemek zorunda kalacağız. Ama diyelim ki, her formula_211 için formula_143, yani formula_13 ve formula_72 fonksiyonları formula_220 kesişiminde aldıkları değer aynı, bir başka deyişle formula_221. O zaman formula_222 fonksiyonunu herhangi bir seçime gerek kalmadan şöyle tanimlayabiliriz:
Bu fonksiyona formula_13 ve formula_72 fonksiyonlarının birleşimi ya da yapıştırılması adı verilir ve yukarıda gösterildiği gibi bu fonksiyon formula_206 olarak yazılır.
Mesela formula_230 fonksiyonu formula_231 olarak tanımlanmışsa ve formula_232 fonksiyonu formula_233 olarak tanımlanmışsa, o zaman formula_234 fonksiyonu aynen mutlak değer fonksiyonudur: formula_235.
Elbette formula_236 ve formula_237.
Gene doğal olarak formula_206 diye bir fonksiyon varsa formula_239 diye bir fonksiyon de vardır ve bu iki fonksiyon birbirine eşittir.
Yukarıdaki yapıştırmayı yapabilmemiz için formula_13 ve formula_72 fonksiyonlarının varış kümeleri aynı olmak zorunda değildi. Nitekim, eğer formula_242 ve formula_199 iki fonksiyon ise ve bu fonksiyonların formula_220 kümesinde aldıkları değer eşitse, o zaman formula_1 üzerinde formula_13 olan, formula_2 üzerinde formula_72 olan bir formula_249 fonksiyonunu gene tanımlayabiliriz.
İkiden çok, hatta sonsuz tane fonksiyonu da yapıştırabiliriz eğer gerekli şartlar sağlanıyorsa: formula_250 bir fonksiyon ailesi olsun. Ayrıca her formula_251 göstergeçleri (endisleri) için formula_252 ve formula_253 fonksiyonlarının formula_254 kesişiminde aldıkları değerler eşit olsun. O zaman her formula_255 ve her formula_256 için formula_257 eşitliğini sağlayan bir formula_258 fonksiyonu,
kuralıyla tanımlanabilir. Bu tür yapıştırmalar topolojide ve analizde sık sık kullanılır.
Bir fonksiyonun altkümeler kümesinde neden olduğu fonksiyon. formula_261 bir fonksiyon olsun. formula_1'nın her formula_263 altkümesi için, formula_2'nin formula_265 altkümesi şöyle tanımlanır:
Bu formula_265 yazılımı ender de olsa soruna yol açabilir, çünkü formula_1'nın formula_263 altkümesi bal gibi de aynı zamanda formula_1'nın bir elemanı olabilir, o zaman formula_265 ifadesinin formula_51 fonksiyonunun formula_263'te aldığı değer mi olduğu, yoksa yukarıdaki gibi formula_2' nin altkümesi olarak mı tanımlandığı anlaşılamaz. Mesela, formula_275 olsun. formula_276 olsun. formula_261 fonksiyonu, formula_278, formula_279 olarak tanımlansın. Ve son olarak formula_280 olsun. formula_263, hem formula_1'nın bir elemanı hem de bir alt kümesidir. formula_263 eleman olarak görüldüğünde formula_284 olur ama altküme olarak görüldüğünde formula_285 olur. Belki bu yüzden
tanımı yerine,
tanımını yapmak daha yerinde olur.
Eğer formula_288, formula_263'in alt kümeleri kümesiyse, yukarıdaki formula_290 kuralı, formula_288'ten formula_292'ye giden bir fonksiyon tanımlar. Bu formula_290 fonksiyonu altküme olma ilişkisine saygı duyar.
Tanım.
A'dan B'ye tanımlı bir gönderme (f), (A, B, F) şeklinde gösterilebilen bir üçlüdür. Burada F, aşağıdaki özelliklere sahip sıralı ikili kümesidir.
formula_299
formula_300
Başka bir deyişle, bir bağıntının gönderme olabilmesi için, A kümesindeki herhangi bir ögenin B kümesinden en fazla bir ögeyle eşleşmesi gerekmektedir.
Gönderme, daha soyut matematiksel anlamda bir kümedir ve tanımı şu şekildedir:
formula_301 göndermesi için,
formula_302
Yukarıdaki resmi tanımlama, her zaman kullanışlı olmadığından genelde göndermeler farklı tanımlanır.
En yaygın tanımlama biçimi, örneklerde görüldüğü gibi sağ tarafı girdilere (parametrelere) dayalı formül, sol tarafı göndermenin ve bağımsız girdilerin belirtildiği bir eşitliktir.
Göndermeler aşağıda örnekte görüldüğü gibi parçalı şekilde de tanımlanabilir.
formula_304
Tümevarımla yakın ilişkisi olan ilginç bir tanımlama biçimi de yinelgedir. Mesela Fibonacci Serisi'nin üretici göndermesi şu şekilde tanımlanabilir.
formula_305
Böylece formula_100'den formula_100'ye giden bir formula_308 fonksiyonu tanımlanır.
Göndermelerin kümesel özellikleri.
formula_309 şeklinde tanımlı bir gönderme,
Matematiksel olarak; her y € B için en az bir x€A vardır öyle ki; f(x)=y'dir.
Bilgisayar bilimi ve göndermeler.
Bilgisayarda göndermelere Türkçede genellikle fonksiyon adı verilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8708",
"len_data": 14422,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.98
}
|
Matematikte, Riemann toplamı genellikle fonksiyon eğrisinin altında kalan bölgenin yaklaşık alanıdır. Bu toplama, Alman matematikçi Bernhard Riemann'ın soyadı verilmiştir.
Toplama işlemi, bölgenin farklı şekillere bölünüp (dikdörtgenler ya da yamuklar) birlikte, fonksiyonun ölçülen bölgesine benzer bir alan çıkartılması, ardından da her bir şeklin alanının hesaplanması ve son olarak bütün bu küçük alanların toplanmasından oluşur. Böyle bir uzlaşım belirli integrallerin sayısal hesaplanmasında kullanılabilir. Ayrıca hesabın temel teoremi kapalı tür integral yazımına izin vermediği zaman da kullanılabilir.
Küçük şekillerle doldurulmuş bölgenin alanı tam olarak, ölçülmek istenen alana eşit olmadığı için Riemann toplamı gerçek alandan daha farklı çıkar. Bu hata, bölgeyi daha da küçük şekillere bölmekle giderilebilir. Şekiller küçüldükçe toplam, Riemann integraline yaklaşır.
Tanım.
"f" : "D" → R fonksiyonunu reel sayılar, R, kümesinin "D" altkümesinde tanımlayalım. "I" = ["a", "b"] ise "D" altkümesinde tanımlı kapalı bir aralık olsun ve
olarak "I" aralığının bir kesiti olsun ve de
"f" fonksiyonun "I" altkümesindeki "P" kesiti Riemann toplamı şöyle tanımlanır:
Burada şuna dikkat edilmelidir ki, formula_4 değeri, formula_5 aralığında isteğe bağlı bir değerdir, yani herhangi bir "f" fonksiyonu için farklı Riemann toplamları üretilebilir, yeter ki formula_6 şartı sağlansın.
Örnek: formula_4nin değişik seçimleri, farklı Riemann toplamları verir:
Verilen bir kesitteki herhangi bir Riemann toplamı (yani, formula_4 için formula_17 ve formula_18 aralığındaki istenilen değeri) üstten ve alttan Rieman toplamlarının arasında kalır. "Riemann integrallenmesi" için kesit daraldıkça alttan ve üstten Riemann toplamlarının birbirine hep yaklaşması gerekir. Bu bilgi sayısal integral hesabı için kullanılabilir.
Yöntemler.
Riemann toplamının dört ana yöntemi, eşit kesit boyutları kullanılarak daha iyi anlaşılabilir. Yani, ["a", "b"] aralığı "n" alt aralığa bölünür ve her bir aralığın uzunluğu
bağıntısıyla bulunur.
Kesitlerdeki noktalar da
ile gösterilir.
Sol Riemann Toplamı.
Sol toplam, dikdörtgenlerin sol uç noktalarının kullanılması ve Δ"x" taban uzunluğu ile "f"("a" + "i"Δ"x") dikdörtgen uzunluğu kullanılmasıyla hesaplanır. Bunu "i" = 0, 1, ..., "n" − 1 için yapıp çıkan alanları toplamak şu sonucu verir:
Eğer "f" fonksiyonu bu aralıkta monoton azalan bir şekildeyse sol Riemann toplamı gerçek değerden fazla bir sonuca götürür, fakat monoton artan ise gerçek değerden daha düşük bir sonuç çıkartır.
Sağ Riemann Toplamı.
Burada "f" fonksiyonun sağ sınır noktaları kullanılır. Bu da tabanı Δ"x" olan ve yüksekliği "f"("a" + "i"Δ"x") olan dikdörtgenler verir. Bu işlemi bütün "i" = 1, ..., "n" değerleri için yapmak ve çıkan sonuçları toplamak şunu verir
Eğer "f" fonksiyonu monoton azalansa sağ Riemann toplamı gerçek değerden daha düşük bir sonuç verir, eğer monoton artansa da gerçek değerden daha büyük bir değer verir.
Bu formüldeki hata şöyle bulunur
burada formula_24, formula_25 fonksiyonun mutlak değerinin o aralıktaki maksimum değeridir.
Orta Değer Riemann Toplamı.
"f" fonksiyonunu, aralığın orta noktalarını kullanarak, boyları, birinci aralık için "f"("a" + "Q"/2), ikincisi için "f"("a" + 3"Q"/2) olan ve "f"("b" − "Q"/2) kadar giden dikdörtgenler verir. Bunların alan toplamları şöyledir
Bu formülün hatası şöyledir
burada formula_28, formula_29 fonksiyonun mutlak değerinin o aralıktaki maksimum değeridir.
Yamuklu Toplama Kuralı.
Bu yöntemde ise, "f" fonksiyonunun aralıktaki değerleri sol ve sağ sınır noktalarının ortalamasına denkleştirilir. Yukarıdakilerle aynı olarak, yamuk için alan formülünü kullanarak
"b"1, "b"2 paralel kenarlı ve "h" yükseklikli yamukların alanını hesaplayıp şu formülle bütün bu alanları toplamak mümkün olur
Bu formüldeki hata şöyle hesaplanır
burada da formula_28, formula_29 fonksiyonun mutlak değerinin o aralıktaki maksimum değeridir.
Yamuk yöntemiyle hesaplanan olası alan değeri sağ ve sol toplamların ortalamasına eşittir.
Örnek.
Örnek olarak, "y" = "x"2 fonksiyonunun 0 ile 2 arasındaki eğri altında kalan alanı Riemann toplamı kullanılarak algoritmik bir şekilde hesaplanabilir.
İlk önce, [0, 2] aralığı "n" parçaya bölünür ve her birinin genişliği formula_35 kadardır; bunlar Riemann dikdörtgenlerinin (bu noktadan sonra "kutu" denilecek) enleridir. Sağ Riemann toplamı kullanılacağı için, kutuların x koordinatları dizisi formula_36 şeklinde olur. Aynı şekilde, kutuların uzunluk dizisi de formula_37 olur. formula_38, formula_39 eşitliklerini göz önünde bulundurmak önemlidir.
Her kutunun alanı formula_40 olur ve de "n"inci sağ Riemann toplamı:
olur.
Eğer "n" → ∞ iken, yukarıdaki toplama formülünün limiti alınırsa, artan kutuların alan toplamı değerinin, grafiğin altında kalan bölgenin gerçek alanına yaklaştığı fark edilir. Dolayısıyla:
Bu yöntem daha farklı yollarla hesaplanan belirli integral ile de uyuşmaktadır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8709",
"len_data": 4899,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.14
}
|
İntegral veya tümlev, toplama işleminin sürekli bir aralıkta alınan hâlidir. Türev ile birlikte kalkülüsün temelini oluşturan iki işlemden birisidir. Kalkülüsün temel teoremi sayesinde aynı zamanda türevin ters işlemidir.
Belirsiz integral, türev alma işleminin tersine tekabül eden işlemdir. Belirli integraller ise, belirsiz integraller kullanılarak hesaplanır. Kalkülüsün temel teoremi sayesinde bir fonksiyonun bir aralıkta belirli integralini hesaplamak için önce o fonksiyonun belirsiz integrali hesaplanır, sonra bu fonksiyonun iki uç noktasındaki değerleri çıkarılarak belirli integral elde edilir. Belirli integraller; alan, hacim ve bunların çok boyutlu karşılıklarını hesaplamak için gereklidir. Tek değişkenli fonksiyonlarda, belirli bir aralıkta alınan integral, o aralık boyunca fonksiyonun grafiğinin altında kalan alanı verir. İntegraller aynı zamanda diferansiyel denklemlerin çözümlerinde vazgeçilmezdir.
Tanım.
İntegral, verilen bir "f(x)" fonksiyonunu türev kabul eden "F(x)" fonksiyonunun bulunması olarak yapılabilir. "F(x)" fonksiyonuna "f(x)" fonksiyonunun integrali veya ilkeli denir. İntegral, Latince toplam kelimesinin ("ſumma", "summa") baş harfi s'nin biraz evrim geçirmiş ∫ işareti ile gösterilir. Bu işaret Gottfried Wilhelm Leibniz tarafından tanımlanmıştır.
"c" bir sabiti gösterir ve integralin bir sabit farkı ile bulunabileceğine işaret eder.
Bir eksen takımında gösterilen "f(x)" göndermesinin altında kalan "a < x < b" aralığındaki alan, integral yardımıyla hesaplanabilir. Bu amaçla alan küçük dikdörtgenlere bölünerek, bunların alanı hesap edilip toplanır. Dikdörtgen sayısı arttıkça toplam eğri altındaki alan, alanın değerine yaklaşır ve integralin tam değeri bulunmuş olur.
Bu toplama Riemann toplamı denir. İntegralin Riemann anlamındaki tanımı Riemann toplamındaki bölüntü sayısı olan "n" nin bir limit içerisinde sonsuza götürülmesiyle elde edilir.
Bu şekildeki integral belirli sınırlar arasında hesaplandığı için, belirli İntegral olarak isimlendirilir. Sınırlar göz önüne alınmadan hesaplanan integrale ise belirsiz integral denir. Bazı durumlarda "f(x)" göndermesinin integrali "F(x)" bulunamaz. Bu durumda belirli integral sayısal olarak hesaplanır.
Uzunluk, alan ve hacimlerin hesaplanmasında integral hesabın önemli yeri vardır. Birden fazla değişkene bağlı fonksiyonlarda integral kavramı genişletilebilir ve bu durumda katlı integraller ortaya çıkar.
Riemann'dan sonra soyut kümelerin de integrallenebilmesi amacıyla Lebesgue integrali
geliştirilmiştir.
İntegral alma yöntemleri.
Değişken değiştirme.
Değişken değiştirme, karmaşık problemleri basitleştirmek için kullanılan değişken değiştirme yöntemidir. Bu yöntemde ham (eski) değişken yerine yeni (daha basit) değişken kullanılır. Problem çözüldükten sonra yeni değişken ile elde edilen sonuç, eski değişkende yerine konur.
Basit örnek.
Aşağıdaki 6.dereceden bir polinomu ilkel fonksiyon kullanarak çözmek neredeyse imkânsızdır. Bunun için değişken değiştirme yöntemini kullanalım:
Bu denklemde "x"3 = "u" değişken değişimini uygulanırsa aşağıdaki denklem elde edilir:
Böylece denklem ikinci dereceden denklem biçimine dönüştü. Bu denklemin kökleri;
Bu yeni değişkenin sonuçlarını, ham değişkende yerine koyalım:
Kısmi integral.
Eğer integral formula_7 şeklinde verilmiş ve formula_8 veya formula_9 birbirleri cinsinden yazılamıyorsa kısmi integrasyon yöntemi uygulanır. Bu indirgeme sırasıyla logaritma, ters trigonometrik fonksiyonlar, polinomlar, trigonometrik fonksiyonlar ve son olarak üstel fonksiyonlara uygulanır. Bazı eğitmenler bu fonksiyonların baş harflerini ("LAPTÜ") bir kolay hatırlama yöntemi olarak kullanır.
formula_10
integralinde formula_11 yukarıdaki sıralamada önce geliyorsa, formula_12 değişken değiştirmesi yapılır ve geri kalan ifadeler ile formula_13 denklemi kurulur. Bunu takiben, formula_14, formula_15 denliklerine ulaşılır. Burada formula_16, formula_17'in integrali alınmış halidir.
Sonuç olarak verilen integral formula_18, formula_19 ve formula_20 cinsinden yazılabilir:
formula_21 = formula_22
Örnek 1.
formula_23 integrali değişken değiştirme yöntemiyle integrallenemez bu yüzden kısmi integrasyon uygulamak gerekir. Yukarıdaki indirgeme sırasında logaritma (formula_24) önceliklidir, dolayısıyla:
formula_25, formula_26
formula_27, formula_28
Burada belirsiz integralin keyfi sabiti formula_29 henüz eklenmemiştir. Bu sabit en son integralde eklenecektir. Kısmi integrasyon formülü uygulandığında,
formula_30 formula_31 halini alır. İntegraldeki formula_32'ler sadeleşir. Sonuç bulunur:
formula_33 formula_34
Örnek 2.
formula_35 integrali için de kısmi integral uygulanmalıdır. Yukarıdaki indirgeme önceliğine göre polinom (formula_32) üstel fonksiyondan (formula_37) önce gelir:
formula_38, formula_39
formula_40, formula_41
Bunu takiben,
formula_42 formula_43
işlemleri yapılarak sonuç bulunur:
formula_44formula_34
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8711",
"len_data": 4871,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.87
}
|
Doğru, matematikte mantıksal bir değerdir. Matematik'te ne olduğu belli olmayan (tanımsız) değerlerden biridir.
Ayrıca geometride doğru ifadesi aynı doğrultuda olan ve her iki yönden de sonsuza kadar giden noktalar kümesi diye de tanımlanır. Bir doğru üzerinde en az 2 nokta, dışında da en az 1 nokta mevcuttur.
Tanım.
Matematikte doğrunun değişik ifadeleri vardır:
Örnekler.
burada:
Üç boyutluda, bir doğru genellikle parametrik eşitlikler olarak ifade edilir:
burada:
Geleneksel tanım.
R2de, tüm doğrular "L" ile tanımlanır.
Genişlemeleri.
Işın.
Bir ucu sınırlı olan doğrudur. Diğer bir deyişle, bir başlangıç noktası olan ve o noktadan sonsuza doğru uzanan noktalar kümesidir. Bir doğrunun üzerinde bir nokta alıp, doğruyu o noktadan ikiye ayırdığımızda iki adet ışın elde ederiz.
Soldaki örnekte; A ucundan sınırlanmış B, C doğrultusunda, C noktasından sonsuza doğru giden bir ışındır. A ve B noktaları açık, C noktası kapalıdır. Bunun anlamı A ve B noktaları ışına dahil değildir. Işın o noktaları kapsamamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8712",
"len_data": 1020,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.37
}
|
Aksiyom, belit veya postulat, diğer önermelerin temeli ve ön dayanağı niteliğindeki önermelerdir. Belitlerin başka bir önermeye götürülmeye ve kanıtlanmaya gereksinimi yoktur. Bu yüzden de kendiliğinden apaçıktırlar. Ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Belitlere dayanan bir felsefe, belitlerin yanlışlığı meydana çıkınca çöker.
Köken.
"belli/açık olan", "usa uygun", "Akla, mantığa uygun düşen", "mantıken açık olan", "koyut" gibi anlamlara gelir. "belge" ve "belir(mek)" sözcüğükleriyle aynı kökten, Eski Türkçe "bel-" kökünden gelir. Muhtemelen, "bel-" sözcüğü "bil-" sözcüğünün bir çeşitlemesi durumundadır. Aksiyom
Latincedeki "axioma" sözcüğü "axiom" olarak İngilizceye geçmiş ve oradan Türkçeye yerleşmiştir. Sözcüğün kaynağı Yunancada "yetke", "değerli veya uygun olduğu düşünülen" anlamlarına gelir. "değerli, ağır, uygun" anlamına gelen αξιος ("axios") sözcüğünden türer. Kökü olan "ag-" sözcüğü; "çekmek" (ağırlık çekmek gibi), "sürmek", "devinmek" gibi anlamlara gelir.
Dekartçı felsefe.
Descartes ve başta Spinoza olmak üzere izdaşları felsefelerini belitlere dayarlar. Örneğin Descartes, felsefesini "düşünüyorum, öyleyse varım" belitinden çıkarak kurmuştur. Spinoza da ünlü Etika'sında örneğin, "başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir" gibi belitlerden yola çıkar. Ne var ki, ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Bundan başka, bu belitler, "parçalarının toplamı bütüne eşittir" gibi belitler gücünde değildirler. Daha açık bir deyişle, Dekartçıların belitleri öznel, kendilerince belit sayılmış belitlerdir. Nitekim Cogito'nun yüzlerce yıl önceki biçimini çürütmek için, "bin altın düşünüyorum, öyleyse bin altınım var" önermesi ileri sürülmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8713",
"len_data": 1748,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.05
}
|
Fatih veya tarihî yarımada, İstanbul şehrinin kurulup geliştiği bölgenin tamamını kaplayan ve şu anda İstanbul ilinin merkez ilçesidir. Valilik, büyükşehir belediye başkanlığı, emniyet müdürlüğü ve şehrin vergi dairesi gibi kurumların yer alıyor olması sebebiyle İstanbul'un merkezi sayılır. Güneybatıdan Zeytinburnu, kuzeybatıdan Eyüpsultan ilçeleri; kuzeyden Haliç, doğudan İstanbul Boğazı ve güneyden Marmara Denizi ile çevrilidir.
İlçe, 1930'dan 2009'a kadar Eminönü'yle beraber tarihî yarımadadaki iki ilçeden biri olmuştur. 2009'da Eminönü ilçesinin lağvedilip Fatih ilçesine katılmasından beri tekrar tüm tarihî yarımada üzerindeki tek ilçe hâline gelmiştir. Kırsal yerleşimi olmayan ve 15,62 km²lik (1562 hektar) bir alanı kaplayan Fatih ilçesi 57 mahalleden oluşmaktadır.
Adı.
Konstantinopolis 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildiğinde Ortodoks Patrikhanesi, Ayasofya'nın hemen yanında yer almaktaydı. Patrikhane fethi izleyen günlerde önce Havariyyun Kilisesi'ne (Havariler Kilisesi) daha sonra da Fener'e taşındı.
Fatih Sultan Mehmet fethin onuncu yılında yıktırdığı Havariyyun Kilisesi'nin yerine kendi adıyla anılan büyük bir külliye yaptırdı. Fatih Külliyesi'nin çevresinde zamanla bir Müslüman mahallesi ortaya çıktı. Külliyenin adıyla anılmaya başlayan bu mahalle hızla klasik bir Osmanlı şehri halini almış, Fatih semtine ve ilçesine adını vermiştir.
Coğrafi durumu.
Fatih ilçesi, kuzeybatıda Eyüpsultan ilçesi, kuzeyde Haliç, güneyde Marmara Denizi, batıda Zeytinburnu ilçesiyle komşudur. İlçenin yüzölçümü 15,62 km²dir (1562 hektar). İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 60 m'dir. İstanbul'un geleneksel tarım alanı Yedikule Bostanları bir vakitler Fatih'te yer almış olsa da artık şehirleşme ile beraber yok seviyesine düşmüş, ilçedeki durum tarım arazisi yoktur şeklinde açıklanabilir hâle gelmiştir. Tarihî yarımada 7 tepe üzerine kurulmuştur, şiirlere konu olan İstanbul'un yedi tepesi, Fatih sınırları içinde kalır.
Fatih'in sınırlarını tarihi surlar ile Haliç ve Marmara Denizi belirler. Haliç Ayvansaray'dan Yedikule'ye kadar uzanan surların bir bölümü tamir görmüştür ve Fatih'i Eyüp ve Zeytinburnu ilçelerinden ayırır. Haliç ve Marmara kıyılarındaki deniz surları büyük ölçüde tahrip olduğu için günümüze kadar ulaşamamıştır. Kıyılarının toplam uzunluğu 14 km'dir.
İdari yapı.
İlçenin tümü İstanbul kentinin tarihsel çekirdeği olan Suriçi'nde yer alır. 21 Mayıs 1930 tarihli ve 1499 sayılı resmi gazetede yayımlanarak 1 Eylül 1930 tarihinde yürürlüğe giren 1612 numaralı kanun ile İstanbul İli Merkez İlçesi Eminönü ve Fatih ilçeleri kurularak ikiye bölündü. Fatih ve Eminönü ilçeleri 1984'e değin İstanbul Belediyesi'ne bağlı bir şubeyken, yapılan bir düzenlemeyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde ilçe belediyeleri durumuna getirildiler. 29 Mart 2009 tarihinde yürürlüğe giren 5757 sayılı kanunla, tarihî yarımadanın iki ilçesi (Fatih ve Eminönü), "Fatih" adı altında tek bir ilçeye dönüştürülmüştür. Bu birleştirme öncesi 2008'de Fatih'teki mahalle sayısı 69'dan 24'e düşürülmüş, birleştirme sonrası Eminönü'ndeki mahallelerin eklenmesiyle mahalle sayısı 57'ye çıkmıştır.
Mahalleler.
Fatih ilçesi bugün 57 mahalleden oluşmaktadır:
Yapılar.
Marmaray kazıları neticesinde 8500 yıllık bir tarihe sahip olduğu anlaşılan İstanbul şehrinin en eski yerleşim alanlarından biri olan Fatih İlçesi, tarihsel yapılar açısından oldukça zengindir. Tarihî yarımada Fatih, Roma İmparatorluğu'nun en önemli merkezlerinden biri olma özelliğine sahip bir yer olmasının yanında 1058 yıl Bizans'a, 469 yıl Osmanlı Devleti'ne başkentlik yapmıştır. Bu özelliği dolayısıyla tarihî yarımadada bu üç önemli medeniyete ait çok önemli eserleri bir arada görmek mümkündür. Tarihî yarımada, üzerinde yer alan Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma eserlerle adeta bir açık hava müzesi görünümündedir.
İstanbul Surları.
İstanbul ilinin çevresinde bulunan, Bizans zamanında yapılmış şehir duvarlarıdır. İstanbul'un etrafını çeviren surlar tarihte 5. yüzyıldan başlayarak inşa edilmiş, yıkılmalar ve yeniden yapmalarla dört defa elden geçmiştir. Son yapımı MS 408'den sonradır. II. Theodosius (408-450) zamanında İstanbul surları Sarayburnu'ndan Haliç kıyısı boyunca Ayvansaray'a bu taraftan ve Marmara kıyısı boyunca Yedikule'ye, Yedikule'den Topkapı'ya, Topkapı'dan Ayvansaray'a uzanıyordu.
Fatih ilçesi bugün yalnızca kuzey ve batıdan tarihi surlarla çevrilidir. Haliç kıyısındaki Ayvansaray’dan Marmara kıyısındaki Yedikule’ye kadar uzanan bir bölümü tamir gören bu surlar Fatih İlçesini Eyüp ve Zeytinburnu ilçelerinden ayırır. Haliç ve Marmara kıyılarındaki deniz surları büyük ölçüde tahrip olduğu, zarar gördüğü için günümüze kadar ulaşmamıştır.
Ayasofya.
Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından M.S. 532 - 537 yılları arasında İstanbul ilinin tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup, 1453 yılında İstanbul'un Türkler tarafından alınmasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş, 1934 yılından 2020 yılına kadar müze olarak hizmet vermiş, 2020 yılında ise tekrar camiye çevrilmiştir. Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.
Topkapı Sarayı.
Topkapı Sarayı Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478'de yaptırılmış, Abdülmecid'in Dolmabahçe Sarayı'nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene boyunca devletin idare merkezi ve Osmanlı padişahlarının resmî ikametgâhı olmuştur. Kuruluş yıllarında yaklaşık 700.000 m²lik bir alanda yer alan sarayın bugünkü alanı 80.000 m²dir.
Sultanahmet Camii.
1609-1616 yılları arasında sultan I. Ahmed tarafından tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana cami konumuna ulaşmıştır.
Aslında Sultan Ahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul'daki en büyük yapı komplekslerinden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
Mısır Çarşısı.
Eminönü'nde Yeni Camii'nin arkasında ve Çiçek Pazarı'nın yanındadır. İstanbul ilinin en eski kapalı çarşılarından olan Mısır Çarşısı, 1660 yılında Turhan Sultan tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Kazım Ağa'dır. Çarşı son olarak 1940-1943 yılları arasında İstanbul Belediyesi tarafından restore edilmiştir.
Camiler.
Fatih İlçesindeki en önemli dini anıtsal yapılardan biri olan Fatih Camii yine Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Fatih cami bu bölgedeki en fazla ziyaret edilen cami durumundadır. Fatih Camii'nin Osmanlı Tarihi açısından bir diğer önemi de açılan ilk medreselerin bu caminin bünyesinde olmasıdır. Şu anda hâlâ bu medreseler üniversite öğrencileri tarafından kullanılmaktadır. Tarihi değere sahip Zeyrek Camii kiliseden camiye çevrilmiştir. İskender Paşa Camii, Hırka-i Şerif Camii, Vefa Camii yine bölgedeki en önemli anıtsal yapılardır.
Fatih İlçesi sınırları içindeki tarihsel nitelikli camilerden bazıları;
Diğer tarihsel yapılar ve mekanlar.
Fatih'i Beyazıt'a bağlayan ana cadde olan Fevzi Paşa Caddesi Roma döneminden beri aynı işlevini sürdürmektedir. Yine çok önemli bir yapı olan tarihi Bozdoğan (Valens) Kemeri aynı bölgede bulunmaktadır.
Fatih semti oldukça yüksek bir yerde kurulmuştur. Çeşitli manzara noktalarından Haliç ve İstanbul Boğazı rahatlıkla izlenebilir.
Şehrin en eski yerleşim alanlarından bazılarının bulunduğu Fatih ilçesi, tarihsel yapılar açısından oldukça zengindir. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde cazibesinden hiçbir şey kaybetmemiştir ve sınırları içinde çok önemli tarihi ve turistik eserler barındırır. Sadece Türkiye'de değil dünyada da eşine az rastlanan bu eserlerden bazıları şunlardır:
Müzeler.
Fatih ilçesindeki başlıca müzeler şunlardır:
Eğitim.
Fatih ilçesi eğitim kurumları açısından oldukça zengindir. 2020 yılı itibarıyla ilçe sınırları içinde 45 adet ilköğretim ve dengi eğitim kurumu bulunur. Ayrıca aralarında İstanbul Lisesi, Davutpaşa Lisesi, Pertevniyal Anadolu Lisesi, Vefa Lisesi, Cağaloğlu Anadolu Lisesi, Çapa Fen Lisesi ve Fener Rum Erkek Lisesi gibi pek çok köklü ortaöğrenim kurumunun bulunduğu 76 lise barındırır.
Yükseköğretim kurumları arasında İstanbul Üniversitesi önemli bir yer tutar. İstanbul Üniversitesi'nin merkez binası ve Tıp (Çapa), Diş Hekimliği, Cerrahpaşa Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen, İktisat, Eczacılık, Hasan Ali Yücel Eğitim, İlahiyat, Su Ürünleri, İletişim ve Siyasal Bilgiler fakülteleri gib birçok fakültesi bu ilçede yer almaktadır.
İstanbul Üniversitesi'nin dışında, Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi, Biruni Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi Merkez Kampüsü, İstanbul Ticaret Üniversitesi Eminönü Kampüsü ve Marmara Üniversitesi Rektörlüğü, tarihî yarımada içindeki diğer yükseköğretim kurumlarıdır.
Ulaşım.
Fatih ilçesi, hem kara, hem deniz hem de raylı sistemleriyle İstanbul'un ulaşımı en kolay ilçelerden birisidir.
Karayolu.
Atatürk (Unkapanı) Köprüsü'nden itibaren başlayan Atatürk Bulvarı ve daha güneydeki Gazi Mustafa Kemal Paşa Caddesi, 2008'e kadar Eminönü ve Fatih ilçeleri arasında sınır oluşturuyordu. İstanbul kent içi ulaşım bağlantılarından bazıları Fatih ilçesinden geçer. Bunlardan başlıcaları Saraçhanebaşı'ndan Edirnekapı'ya uzanan Macar Kardeşler ve Fevzi Paşa caddeleri, Aksaray'ı Topkapı-Edirnekapı Caddesi'ne bağlayan Vatan Caddesi ile yine Aksaray'ı Topkapı'ya bağlayan Millet Caddesi'dir. Haliç kıyısı boyunca Ayvansaray, Mürsel Paşa, Abdülezel Paşa, Kadir Has ve Ragıp Gümüşpala caddeleri yer alır. Bu caddelerle Haliç arasında yeşil alanlar yer alır. İlçenin Marmara kıyısından Sirkeci'yi Bakırköy'e bağlayan "sahil yolu" da denen Kennedy Caddesi geçer. Atatürk (Unkapanı) ve Galata köprüleri tarihî yarımadayı Beyoğlu yakasına bağlar.
Raylı sistemler.
2013 yılında tren seferlerine kapatılan Sirkeci Garı'ndan başlayıp İstanbul'u Avrupa'ya bağlayan ve kentin Avrupa Yakasındaki banliyö ulaşımını sağlayan çift hatlı demiryolu da yer yer sahil yoluna paralel olarak uzanırdı.
1992'de hizmete giren T1 (Bağcılar - Kabataş) Tramvay Hattı Millet Caddesi, Ordu Caddesi, Divan Yolu güzergâhını izleyerek Sirkeci'ye ulaştıktan sonra Galata Köprüsü üzerinden Karaköy ve Kabataş'a ulaşır. 2021 yılında Cibali ile Alibeyköy Cep Otogarı arasında hizmete giren T5 Tramvay Hattı, 2023'te Eminönü'ne uzatılmıştır.
Yenikapı Aktarma Merkezi TCDD'ye ait hemzemin ve yer altı tren istasyonu, Metro İstanbul'a ait yer altı metro istasyonu ve İETT otobüslerine hizmet veren otobüs duraklarından oluşan bir terminaldir. İstasyon, TCDD Taşımacılık tarafından işletilen Marmaray (Halkalı - Gebze & Ataköy - Pendik) Banliyö Trenleri'ne hizmet vermektedir. Yenikapı Aktarma Merkezi'nden başlayan M1 metro hattı Atatürk Havalimanı'nda, M1ʙ hattı Kirazlı'da, M2 metro hattı Hacıosman'nda noktalanır.
Denizyolu.
Fatih ilçesi bir yarımada olarak suyolu ulaşımında oldukça avantajlı bir konumdadır; Sirkeci - Harem arasında feribot, Eminönü iskelesinden ise Kadıköy, Üsküdar ve İstanbul Boğazı'na şehir hatları seferleri düzenlenir.
İDO Yenikapı İskelesi'nden ise Bakırköy, Bostancı ve Kadıköy'e deniz otobüsü seferleri düzenlenir. Haliç kıyısındaki Ayvansaray, Balat ve Fener iskelelerinden ulaşımdan çok gezinti amaçlı Haliç seferleri düzenlenir.
Nüfus.
Fatih ilçesinin nüfus gelişimi İstanbul'un diğer ilçelerinden farklı olmuştur. Eski Eminönü ilçesinde 1960'larda başlayan nüfustaki gerileme 1990'lı yıllarda da eski Fatih ilçesinde başlamıştır. Bugün de ilçe nüfusu gerilemektedir. Bunun başlıca nedenleri gelişim alanlarının daralması, ekonomik olanakları gelişenlerin başka ilçelere taşınması ve önemli bölgelerin konut alanı olmaktan çıkıp iş alanı niteliği kazanmasıdır.
Sağlık.
Fatih ilçesi ülkenin dört bir yanından gelen hasta ve hasta yakınlarını ağırlamaktadır. Bunun nedeni ise ilçede birçok hastane bulunmasıdır. Genellikle Çapa Tıp Fakültesi'nin adı geçse de ilçede ayrıca Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Vakıf Gureba Hastanesi, Haseki Hastanesi, İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi gibi birçok büyük hastanenin yanı sıra özel hastaneler ve poliklinikler de bulunmaktadır.
Ekonomi.
İlçenin ekonomik, özellikle de ticari fonksiyonu dışında diğer önemli fonksiyonları turizm, idari ve eğitimsel fonksiyonlardır. Tarihî yarımada üzerinde yer alan Roma, Bizans ve Osmanlı eserleri ilçede turizm fonksiyonuna giderek önem kazandırmaktadır; özellikle yarımadanın eski Eminönü İlçesi içinde kalan kısmındaki işyerleri giderek turizme dönük işletmelere dönüşmektedir. İstanbul Valiliği'nin burada bulunması, İstanbul ilinin birçok önemli resmî dairesinin de burada yer almasına yol açmıştır.
Çapa semtinde eczaneler ve sağlık ekipmanları satan işletmeler yoğunlaşmıştır. Laleli semtinde, ağırlıklı olarak Bağımsız Devletler Topluluğu ve Orta Doğu ülkelerine dönük satış yapan konfeksiyon mağazaları yoğunlaşmıştır.
Spor.
İlçenin profesyonel futbol liglerindeki en büyük temsilcisi İstanbulspor olmuştur. 1926'da İstanbul Lisesi öğrencileri tarafından kurulan İstanbulspor uzun aralıklarla da olsa 2000'li yılların ortalarına kadar Süper Lig'de mücadele etmiş, ancak daha sonra içine düştüğü mali ve idari kriz nedeniyle 2. Lig'e gerilemiştir. Fatih Karagümrük, İstanbulspor kadar başarılı olamamışsa da taraftar olarak ilçenin en güçlü kulübü olmuştur. Kırmızı-Siyahlı renklere sahip olan takım, 1958-1963 ve 1983-84 yılları arasında 1. Lig'de (Süper Lig) mücadele etmiştir ve 2020-21 sezonundan itibaren de bu ligde yer alır. Kulüp yakın zamanda tesisleşme konusunda bir hayli mesafe kaydetmiştir. Bir diğer ünlü spor kulübü ise Vefa Spor Kulübü'dür. Süper Lig'in kuruluşundan 1970'lerin ortalarına kadar aralıklı da olsa bu ligde mücadele eden Vefa, daha sonra düşüşe geçerek amatör lige kadar geriledi. Yeşildirek 1960'ların başında Süper Lig'de oynayıp hâlen amatör ligde mücadele eden bir başka Fatih İlçesi kulübüdür. İstanbul Güreş İhtisas Kulübü güreş branşında Türkiye'nin önde gelen kulüplerindendir. Başlıca spor tesisleri Vefa Stadı ile Vefa Spor Salonu'dur.
Kültürel yapı.
İlçede yaşayan nüfusun büyük kısmının anadili Türkçedir. Bazı bölgelerde Kürtçe, Rumca, Gürcüce, Ermenice, İbranice konuşan nüfus yaşar. Zira Rumlar, Gürcüler ile Ermeni ve Museviler kendi ana lisanlarına, örf ve adetlerine bağlıdırlar. İstanbul'un fethinden sonra Kumkapı bölgesine yerleştirilen Ermeniler hâlâ burada yoğun biçimde yaşarlar. İlçenin güneybatısında yer alan ve İstanbul'un en büyük Çingene mahallesinden biri olan Sulukule, 2005 yılında başlatılan "Sulukule Kentsel Yenileme Projesi" ile büyük ölçüde eski kültürel dokusunu kaybetmiştir. Muhafazakâr yaşam tarzının sınırlarda yaşandığı Çarşamba, "kabadayılar semti" olarak adlandırılan Karagümrük ve meyhaneleriyle ünlü Kumkapı semtleri Fatih'in kozmopolit yapısını gösterir.
Tiyatrolar.
Çevre Tiyatrosu, Fatih Reşat Nuri Sahnesi, Fatih Belediyesi Zübeyde Hanım Kültür Merkezi, gibi modern dönemde yapılmış gösteri mekanlarının yanı sıra Aya İrini gibi tarihsel mekanlar da performanalara ev sahipliği yapar. Ayrıca birçok kütüphanesi bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8726",
"len_data": 15395,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Bayrampaşa, (1978'e kadar Sağmalcılar) İstanbul ilinin bir ilçesidir. Kuzeyde Gaziosmanpaşa, doğuda Eyüpsultan, güneyde Zeytinburnu, batıda Esenler ile çevrilidir. 1970 yılında İstanbul nüfusunun %4,11'ini oluşturan Bayrampaşa, 2000 yılında %2,44'lük bir paya sahiptir. Bayrampaşa ilçesi, nüfus yoğunluğu açısından, yıllara göre artan değerlere sahiptir. İstanbul ilinin en yüksek yoğunluk değerine sahip ilçelerinden birisidir. 1970 yılında yoğunluğu 130 ki/ha iken 2000 yılında 259 ki/ha yoğunluk değerine ulaşmıştır.
Tarihçe.
1927'de Bulgaristan'ın Filibe şehrinden göç eden ve yöreye ilk yerleşen göçmen grubuna tarım için ayrılan bölgede bağcılık yapılmış, sağmal inekler yetiştirilmek üzere Velibey (Demirkapı), Ferhatpaşa ve Cicoz adlı çiftlikler kurulmuştur.
İstanbul halkının 1950'lere kadar mesire yeri olan ve gelenlerin istedikleri kadar üzüm yedikleri, ancak dışarıya çıkartamadıkları meşhur Numunebağları, Abdi İpekçi Caddesi ile O-1 Karayolu arasındaydı. (Anılan bağlardan geriye "Numunebağ Caddesi" adı kalmıştır.) Bugünkü Bayrampaşa'nın ilk çekirdeğini oluşturan ve 1954'te köy statüsüne getirilen Sağmalcılar, Rami Bucağı sınırları içindeydi ve Maltepe Askeri Kışlası nedeniyle "Kışla Arkası" olarak da anılıyordu.
1927'den itibaren gruplar halinde Bulgaristan ve Yugoslavya'dan gelen göçmenlere ilaveten 1955'te İstanbul'un iki büyük caddesi olan Vatan ve Millet Caddeleri yapılırken evleri istimlake uğrayan vatandaşların çoğunun Sağmalcılar Köyü'ne yerleşmesi, nüfusun artışına neden oldu. Ayrıca, 1950'den itibaren bölgede yapılan fabrikalar, ilçeyi sanayi bölgesi haline getirdi. Bu yüzden göçmen semti olarak bilinir.
Sağmalcılar Köyü, 3 Nisan 1962'de belde belediyesine dönüştürüldü. Mimar Sinan tarafından İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak amacıyla döşenen ve o sırada hâlâ faal durumda bulunan su kanallarına, inşa edilen binaların atık su ve tuvalet tesisatlarının yanlış bağlanması ve bu su kanallarına bağlı çeşme sularının bölge halkı tarafından kullanılması sonucunda semtte kolera salgını çıktı. Salgın çok kişinin hayatına mal oldu. Sağmalcılar adını zihinlere kolera sözcüğüyle birlikte yerleştiği düşünülerek ve IV. Murad'ın sadrazamlarından Bayram Paşa'nın burada bir çiftlik sahibi olmasından esinlenilerek Sağmalcılar adı Bayrampaşa olarak değiştirildi.
Eyüp ilçesinin bir semti olarak gelişmesini sürdüren Bayrampaşa Mayıs 1990 tarihinde ilçe statüsüne yükseltildi. Böylece Eyüp Belediyesi'nden ayrılarak müstakil belediye teşkilatına kavuşturuldu. Bayrampaşa, cadde ve sokakları ile oldukça planlı bir şehir görünümündedir. Semt merkezi Orta, Vatan ve Yenidoğan Mahallelerini içine almaktadır. Diğer mahalleleri: Altıntepsi, Cevatpaşa, İsmetpaşa, Kartaltepe, Kocatepe, Terazidere, Yıldırım ve Muratpaşa'dır.
Büyük İstanbul Otogarı, sebze hali, metro merkezi, otobüs terminali, PTT santrali, Bayrampaşa Devlet Hastanesi, Sağlık Ocağı ve Dispanseri başlıca kamu kuruluşlarıdır. Kızılay, Türk Hava Kurumu, Bayrampaşa Vakfı, Sosyal Doku Vakfı, Anadolu Gençlik Derneği, Göz Nuru Vakfı ilçedeki sosyal yardım kuruluşlarıdır. İlçede 2 adet anaokulu, 15 adet ilkokul, 14 adet ortaokul, 13 adet lise dengi okul, çok sayıda özel öğretim kurumu ve çeşitli üniversitelerin fakülteleri bulunmaktadır. Cami sayısı 30'u aşmıştır. Bunlardan Bayrampaşa Merkez Camii, belediye başkanlığı binası karşısındadır. Osmanlı klasik mimarisinin izlerini taşımaktadır. Kubbe ve şerefeleri Edirne Selimiye Camii'nin tarzını andırır. Caminin alanı 860 m²yi bulmaktadır. 2 stadyum ve 4 kapalı spor salonu ve içinde 2 adet yüzme havuzu bulunan Hidayet Türkoğlu spor merkezi Bayrampaşa'nın önemli spor tesisleridir. Semt folkloru çeşitlilikler göstermektedir. Türkiye'nin her yöresinden ve yurt dışından gelen insanlar, geldikleri bölgenin ve ilin farklı oyun, türkü ve geleneklerini getirmişlerdir. Bulgaristan'dan gelen göçmenlerin kurdukları Balkan Oyunları, Folklor Derneği ilçe folkloruna canlılık kazandırmaktadır.
Tarihî eserler bakımından önemli bir yeri olan Maltepe Askeri Hastanesi, 1827'de yaptırılmıştır. Bina dört cephelidir. Orta yerinde büyük bir avlusu vardır. Ön cephesi tek, öteki yönleri ikişer katlıdır. Tavanları yüksek, odaları ve koğuşları geniştir. Giriş kapısı Türk-rokoko tarzında mermerden inşa edilmiştir. Nizamiye Kapısının üzerinde Haşim imzalı "Tuğra-i Hümayun" ve çok uzaktan okunabilen besmele ile "Fih-i Şifa-ün'lin nas" ayetini içeren altın suyu ile celi yazı, altında ve kapının iki tarafında Yesarizade Mustafa İzzet Efendi'nin yeşile boyanmış ta'lik yazısı ile "Çaresaz-ı derdimendan Hazret-i Mahmüd Han" (Dertlerin dermanı olan sultan II. Mahmud) dizesi ile başlayan ve "Cism-i Han Mahmud ola asattan daim masun" (Tanrı Sultan Mahmud'u daima kötülüklerden korusun) dizesi ile sona eren 32 beyitlik bir kitabe bulunmaktadır. 1922'de lağvedilen hastane bir müddet askeri okul ve daha sonra kışla haline getirilerek 66. Tümen'in karargahı olarak kullanılmıştır. Bugün Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'ne hizmet binası olarak ayrılmıştır. I. Süleyman'ın (Kanuni) emriyle Koca Sinan tarafından yapılan su terazilerinden ve su maslaklarından pek az iz kalmıştır. Belediye Parkı'ndaki Atatürk Anıtı ilçede yeni anıtlardır. Bayrampaşa'da bulunan kapalı ceza ve tevkifevinin yapımına 1955'te başlanmış, 1968'de tamamlanarak hizmete sokulmuştur. Sultanahmet Ceza ve Tevkifevi buraya taşınmıştır. 120.000 m²lik bir alanı kaplamaktadır. 30.000 m²lik bölümü hücre kısmına ayrılmıştır. Kadın ve çocuk koğuşları ayrıdır. Bünyesinde 100 yataklı bir hastane vardır. Bayrampaşa Cezaevi 2009 yılında Silivri'ye taşınmış ve cezaevi kapatılmıştır.
Ekonomi.
1970 öncesi tarıma dayanan bir ekonomisi olan Bayrampaşa, 1970 sonrası hızlı kentleşme ve yoğun göç sonucunda ekonomisi sanayi ve ticaret ağırlıklı bir ilçe oldu. İlçede yaşayanların bir kısmı ilçe dışında çalışırken, bir kısmı da esnaflık yapmakta ve sanayi kuruluşlarında çalışmaktadır. Ağır bir sanayisi olmayan Bayrampaşa'da, sanayi, yedek parça, otomobil tamiri, kalıpçılık, elektrik elektronik parça üretimi, hırdavat alet üretimi, plastik döküm, soğuk demir işlemesi, talaşlı üretim, tekstil gibi alanlara yönelmiştir. Tarımsal alan yoktur.
İlçe eski hantal görüntüsünden modern bir görüntüye geçiş aşamasındadır. Otogar'ın arkasına açılmış olan Carrefoursa ve Bauhaus, merkezde belediyenin yanında açılan Turkuazoo ilçenin ticari hayatını canlandırmıştır. Demirkapı Caddesi, Bayrampaşa'nın ticaret merkezi sayılabilir. Ayrıca yeni açılan IKEA semtin tanınmasına sebep olmuştur. 2009 yılının sonlarına doğru yapımı tamamlanan Forum İstanbul AVM hizmete açılmıştır.
Ayrıca İstanbul'un en büyük ulaşım noktası olan Büyük İstanbul Otogarı bu ilçededir.
Mahalleler.
Bayrampaşa ilçesi 11 mahalleden oluşmaktadır.
Ulaşım.
M1A ve M1B metro hatları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8728",
"len_data": 6731,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Metre (Fransızca birim "mètre ve Yunancadaki" ölçüm anlamındaki μετρούν isminden gelir), Uluslararası Birimler Sistemi'nce uzunluğun temel birimi olarak belirlenmiştir. Genellikle kısaltması olan m harfi ile gösterilir.
1 metre, ışığın vakumlu bir ortamda formula_1 saniyede aldığı yol olarak tanımlanmıştır.
Metre, ilk kez 1793 yılında, (büyük çember çizgisi üzerinde) ekvatordan kuzey kutbuna kadar olan mesafenin (dünyanın çevresinin dörtte biri) on milyonda biri olarak tanımlanmıştır ki o yıllarda dünyanın çevresinin uzunluğu yaklaşık 40.000 km olarak biliniyordu. 1799 yılında, metre prototip çubuk baz alınarak yeniden tanımlanmıştır (Günümüzde kullanılan metre 1899 yılında değiştirilmiştir). 1960 yılında metre tanımı, krypton-86 elementinin belirli bir elektromanyetik radyasyon dalgasının (salım çizgisi), belirli sayıdaki dalgalarının toplam uzunluğu temel alınarak yeniden tanımlanmıştır. 1983 yılında günümüzde kullanılagelen tanım kabul edilmiştir.
Dönüşümler.
1 metre aşağıdaki büyüklüklere eşittir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8731",
"len_data": 1016,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (kısaca TEGV), Türkiye'de devlet tarafından verilen temel eğitime katkıda bulunmak amacıyla İstanbul'da kurulmuş eğitim vakfıdır.
Oluşturduğu özgün eğitim programlarını ilköğretim okullarında ve ülke genelinde kurduğu Eğitim Parkları, Öğrenim Birimleri, Ateşböceği Öğrenim Birimleri gönüllüleri aracılığı ile hayata geçirir. Kamu yararına çalışan Vakıf statüsündedir. Vakıf, başta Suna Kıraç olmak üzere bir grup sanayici, yönetici ve akademisyenin girişimi ile 23 Ocak 1995 tarihinde kurulmuştur.
Amacı.
TEGV amacını “"7-14 yaş arası çocuklarımızın Cumhuriyetimizin temel ilke ve değerlerine bağlı, akılcı, sağduyulu, özgüven sahibi, düşünen, sorgulayan, kendi iç yaratıcılığını harekete geçirebilen, barışçı, farklı düşünce ve inançlara saygılı, insan ilişkilerinde cinsiyet, ırk, din, dil farkı gözetmeyen bireyler olarak yetişmesine katkıda bulunacak eğitim programları ile etkinlikler oluşturmak ve uygulamak"” olarak ortaya koymuştur.
Bu amaçla özgün eğitim programları geliştirir ve bu programları ülkenin çeşitli yerlerinde kurduğu “"Eğitim Parkları"”, “"Öğrenim Birimleri"”, “"Ateşböceği Öğrenim Birimleri' ile “"Sosyal Etkinliklere Destek Protokolü"” kapsamında ilköğretim okullarında, gönüllüleri aracılığı ile hayata geçirir.
Çalışma Modeli.
TEGV modelinin üç bileşeni bulunur:
Gönüllülük için 18 yaşını bitirmiş olmak ve lise mezunu olmak, çocuklarla bir araya gelmeden önce kurumun vereceği eğitimlerden geçmek, belli bir süre gönüllü çalışma taahhüt etmek şartları aranır. 2012 yılı Gönüllülük Araştırması'na göre kuruluşundan itibaren 50binden fazla büyük çoğunluğu genç, %70'i üniversite öğrencisi birey TEGV için gönüllülük yapmıştır.
Çalışmaları.
İlk Eğitim Parkı, İstanbul'un Fatih ilçesinde 20 Nisan 1996 günü açılışı gerçekleştirilen Çukurbostan Eğitim Parkı; ilk öğrenim birimleri ise; İstanbul Beykoz, Yeniköy ve Zeyrek Öğrenim Birimleri'dir.
İstanbul dışında yapılan ilk Eğitim Parkı, "Van Feyyaz Tokar Eğitim Parkı"'dır.
17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin ardından "Hayat Mahalleleri Projesi"'ni yaşama geçirilmiş ve Marmara Bölgesi'nde toplam 6 Hayat Mahallesi kurulmuştur.
2000 yılı sonunda "Öğrenim Birimleri" ülke çapında yaygınlaşarak sayıları 49'a ulaşmıştır.
İlk Gezici Öğrenim Birimi "Ateş Böceği" de 2000 yılında park ve birimlerin bulunmadığı bölgelerde çocuklara eğitim desteği vermek üzere Anadolu yollarına çıkmıştır.
2001 yılında; Eğitim Gönüllüleri kamuoyu nezdinde tanınırlığını artıracak iki büyük etkinlik gerçekleştirmiştir: 23 Nisan 2001 tarihinde bir televizyon kanalında üç gün süren "Bir Milyon Çocuk Eğitim Kampanyası" ile bağışçı ve gönüllü sayısı arttırılmış; hemen arkasından Haziran 2001 tarihinde gerçekleşen futbolcu Mehmet Özdilek'in jübilesi ve jübile gelirinin vakfa bağışlanması ile tüm Türkiye'de vakfın bilinirliği sağlanmıştır.
2001 yılı sonunda öğrenim birimleri sayısı 63'e ve gezici öğrenim birimi sayısı 5'e ulaşmıştır.
2002 yılında Samsun ve Diyarbakır'la birlikte Eğitim Parkları sayısı 8'e, Öğrenim Birimlerimizin sayısı 64'e ve Gezici Öğrenim Birimleri sayısı ise 13'e ulaşmıştır.
2003 yılında 12 Eğitim Parkı, 58 Öğrenim Birimi ve 17 Ateş Böceği ile ülkenin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşu olmuştur.
2006 yılında faaliyetlerini yaygınlaştırmak, yerel talepleri karşılamak ve TEGV etkinlik noktasının bulunmadığı yerlerde ulaşamadığı çocuklara da eğitim desteği verebilmek amacıyla “İl Temsilciliği” uygulamasını başlatmıştır.
2011 yılında 10 Eğitim Parkı, 52 Öğrenim Birimi, 3 İl Temsilciliği ve 21 Ateş Böceği ile 36 ilde faaliyetlerini sürdürmüştür.
2012 yılında 10 Eğitim Parkı, 54 Öğrenim Birimi, 3 İl Temsilciliği ve 21 Ateş Böceği ile 39 ilde faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedir.
Kaynak Geliştirme.
Kurumsal destekçilerinin yanında Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı kurumun sürdürebilirliği için bireysel bağışlara büyük önem vermektedir. Başlıca kaynak geliştirme araçları:
- Online tek seferlik ve düzenli bağışlar
- Adım Adım ve Fonzip üzerinden açılan bireysel bağış kampanyaları (İstanbul Maratonu bu aktivitelere dahildir)
- Ürün satış ve marka işbirlikleri
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8732",
"len_data": 4117,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.51
}
|
Marmara Denizi ya da Klasik Antik Çağ'ında Propontis, Karadeniz'i, Ege Denizi ve Akdeniz'e bağlayan bir iç denizdir. Karadeniz'e İstanbul Boğazı, Ege Denizi'ne Çanakkale Boğazı ile bağlanır. Türkiye'nin Asya ve Avrupa kısımlarını da birbirinden ayırır. Marmara Adasında bol miktarda mermer bulunması yüzünden adaya ve denize, Yunanca mermer anlamına gelen "Marmaros" denmiştir. Denizin bir diğer eski adı da '"Propontis"'tir. Türkiye'nin en büyük şehirlerinden İstanbul ve Kocaeli bu denizin kıyısında, diğer bir büyük şehri Bursa ise hızla deniz kıyısına doğru genişlemektedir.
Coğrafya.
Yaklaşık olarak 240 km uzunluğa ve 70 km genişliğe, 11,500 km2 yüzölçümüne sahip ve en derin yeri -1.270 metre olan Marmara Denizi'nde, görülen akıntı tipi, normal deniz ve okyanuslardaki dairesel tip yerine, doğu batı yönünde bir akıntıdır. Denizin yüzeyi Karadeniz kökenli, dibi ise Ege-Akdeniz kökenli tuz, sıcaklık ve oksijen oranları bakımından farklı su kütlelerinden oluşur.
Marmara'daki adalar.
Marmara Denizi'ndeki adalar; İmralı Adası, Marmara Adaları ve Prens Adaları olarak gruplandırılır. Yüzölçümlerine göre en büyük üç ada şu sıradadır;
Marmara'ya dökülen akarsular.
Marmara Denizine dökülen başlıca akarsular şunlardır.
Çukurlar.
Marmara Denizi'nin kuzeyinde yer alan bu derin noktalar doğudan batıya şunlardır:
Jeoloji.
Denizin Oluşumu.
Marmara Denizi, jeolojik dönemler içinde özellikle Buzul Çağ dönemlerinde göle, kimi zaman da denize dönüşerek sürekli bir değişim yaşamıştır. Örneğin Miyosen döneminde (20 milyon yıl kadar önce) Marmara Denizi; Karadeniz, Hazar denizi ve Macaristan'a kadar uzanan bir iç denizle birlikte daha büyük bir denizin parçasıdır. Denizin yakın jeolojik dönemi incelendiğinde 12 bin yıl öncesinde deniz seviyesinin -85 m olduğu ve Marmara'nın bir göl olduğu anlaşılır. Marmaranın son kez denize dönüştüğü dönem 6500-7000 yıl öncesine tarihlenir. Bu dönemde İstanbul Boğazı'nın suyla dolması sonucu oluşan Karadeniz Tufanı ile Marmara Denizi, göl olan Karadeniz'de su seviyesinin yükselmesine ve denize dönüşmesine aracılık etmiştir.
Jeolojik Değişimler.
Marmara Denizi'nde jeolojik olarak çok yakın döneme denk gelen başlıca değişimler şunlardır;
Kapıdağ Yarımadası: Tarihsel olarak adayken ve yüzölçümü düşünüldüğünde Marmara Denizi'nin en büyük adasıyken karayla birleşerek (Tombolo) yarımadaya dönüşmüştür.
Büyükçekmece ve Küçükçekmece Gölleri: Her iki göl, akarsuların aşındırdığı birer vadi iken deniz seviyesinin yükselmesi sonucunda koya dönüşmüştür. Zamanla koyun ağzında biriken alüvyonlar, deniz kulağı adı verilen alüvyon setleri oluşturarak koyun ağzını daraltıp ya da kapatıp koyun göle dönüşmesine neden olmuştur.
Vordonisi Adası: Battığı düşünülen Prens Adalarından biri. Günümüzde Manastır kayalıkları olarak adlandıran bölgenin, MS 1000 yılı Nizam döneminde gerçekleşen bir deprem neticesinde battığı düşünülmektedir. Yapılan dalışlarda bulunan MS 500 yılına ait manastır kalıntısı bölgenin geçmişte bir ada olduğunu kanıtlamaktadır.
Faylar ve Depremler.
Marmara Denizi altında Marmara fayı ya da fayları olarak da bilinen, Kuzey Anadolu Fay hatının batısında yer alan sismik olarak harketli bir fay bölgesi vardır. Tarih boyunca ürettiği depremlerle büyük yıkıma yol açan bu faylar 1509 Büyük İstanbul Depremi ve 1999 Gölcük Depremi gibi depremlerin sorumlusudur. Ayrıca günümüzde bu denizde tsunami olma riski vardır. Bunun için denize bir tsunami uyarı sistemi kurulmuştur.
Tarih.
Boğazlar dışarıda bırakılırsa Marmara Denizi ile ilgili tarihsel olarak bahsedilecek ilk şey Argonotlar Seferidir. İason önderliğinde Altın Post'u aramak için Karadeniz'e doğru yol alan bu denizcilerin mitolojik öyküsünde, denizciler Marmara kıyılarınada uğrar. Helenistik dönemde boğazlar ve Marmara Denizi, balık göç yolları üzerinde olduğu için kıyı kentlerinde balıkçılık ön plana çıkar. Byzantion gibi kentlere ait sikkelerde balık motifinin kullanımı buna örnektir.
Moby Dick romanın yazarı Melville, İstanbul'da yaşamış Bizanslı tarihçi Prokopius'un MS 10. yüzyılda Marmara Denizi'nde gemilere saldıran bir balinadan söz ettiğini anlatır. Bir başka tarihî yazar Ahmet Midhat Efendi "Sayyadane Bir Cevelan" adlı kitabında, İstanbul Surları'na asılmış balina kemiklerinden bahseder. Kaldırılan kemikler nedeniyle denizin bereketi kaçınca Padişahın, kemiklerin bulunup yerine asılmasının emreden bir fetva yayınladığından bahseder.
Marmara Denizi, tarihsel batıklar açısında zengin bir denizdir. Marmaray kazıları sırasında keşfedilen Bizans'ın en büyük limanı olan Theodosius Limanı ve liman batıklarının dışında, denizin farklı bölgelerinde 6. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar dayanan birçok başka batıkta bulunmaktadır. Bunlar dışında I. Dünya Savaşına tarihlenen Osmanlı ve yabancı ülkelere ait batıklar ise Marmara denizinde yaşanan çarpışmalarını göstermesi sebebiyle deniz tarihi açısından önemlidir.
Osmanlı döneminde Marmara'da batan bazı askerî ve sivil deniz araçları şunlardır:
Egemenlik.
Marmara Denizi'nin ilginç bir özelliği de orta kesimlerinin kıyıdan uzaklığının 12 deniz milinden daha fazla olmasıdır. Böylece uluslararası deniz hukukuna göre bu orta kesimler Türk karasularının dışında kalmaktadır. Fakat başka herhangi bir kıyıdaş devlet bulunmadığından ve her yönde Türkiye karasuları ile kuşatılmış olduğundan dolayı Marmara Denizi'nin tamamı Türk karasuları durumundadır. Bunun esas sebebi Türkiye'nin uluslararası hukukça tanınan "kadim hak" olarak Marmara Denizi'ne iç deniz olarak sahip olmasıdır. Açık denizler için öngörülen münhasır ekonomik bölge, devletin karasularındaki tam egemenliği düşünüldüğünde Marmara Denizi için mümkün değildir.
Yerleşim.
Marmara kıyısındaki idari birimler;
İstanbul
Balıkesir
Bursa
Çanakkale (il)
Kocaeli
Tekirdağ
Yalova (il)
Direy.
Bunların dışında zaman zaman yakalanan köpekbalıkları ve İstanbul kıyılarında da gözlenebilen çeşitli yunus türleri Marmara direyinin diğer parçalarıdır.
Ekonomi.
Marmara denizinde antik çağlardan beri balıkçılık önemli bir uğraştır. 2010 yılında denizde avlanan balıklık, Türkiye balıkçılığın %8,36'sini oluşturur. Fakat günümüzde aşırı avlanma, kirlilik gibi kimi faktörler Marmara'daki balık stoklarını tehdit etmektedir. Ticari değere sahip olan tür sayısı ve avlanan balık miktarı düşüş eğilimindedir. TÜİK verilerine göre 2004'te Marmara'da avlanan 68 bin ton balığa karşı, 2009'da 31 bin ton balık avlanmıştır.
Madencilik konusunda Türkiye denizlerindeki ilk doğal gaz yatağı, TPAO tarafında Kuzey Marmara sahasında 1,200 m derinlikte Kuzey Marmara-1 kuyusunun 1988 yılındaki sondajı ile bulunmuştur. Saha, Silivri'nin 5 km batısında sahilden 2.5 km uzaklıkta bulunmaktadır. Kuzey Marmara sahasında doğal gaz üretimine 1997 yılında geçilmiştir.
Deniz turizm açısında Silivri, Marmaraereğlisi, Yalova kıyıları ve Avşa adası bölge içinde ön plana çıkmıştır.
Tehditler.
Kirlilik, Marmara denizin başlıca sorunlarındandır. Özellikle denizin kuzeydoğusundaki İstanbul ve İzmit gibi yoğun nüfuslu şehirlerin atıkları ile İzmit Körfezi etrefındaki ağır sanayi tesisleri, denizi kirliliğin nedenleridir. Günde yaklaşık olarak 0,3 milyon metreküp sanayi, 2,1 milyon metreküp evsel atık bırakılmaktadır. Denizdeki yoğun denizanası popülasyonu bu kirliliğin işareti olarak kabul edilir.
Küresel Isınma ile değişen deniz yapısı ve istilacı türler Marmara Denizine yönelik yeni tehditlerdir. Zehirli denizanaları ve balon balığı Marmara'daki örnek istilacı türlerdendir.
1990'lı yılların başında ilk defa görülen ve 2021'den itibaren bir çevre felaketine dönüşen Marmara Denizi deniz salyası felaketi, deniz kirliliğin nedenlerinden biri olarak görülüyor.
Denizin ilk 30 metresi hariç oksijen azlığı içerisinde olduğu açıklanmıştır. Sıcaklık, oksijensizleşme ve kirliliğin birbirini besleyen döngüler olduğu tespit edilmiştir. Mevcut şartların değişmemesi halinde, dipte biriken hidrojen sülfürlü suların yukarı doğru çıkarak ve bir koku oluşturarak kıyıya vurması beklenmektedir. Bu durumun halk sağlığı, balıkçılık ve turizm faaliyetlerine yönelik sorunlar da oluşturacağı öngörülmektedir.
Kazalar.
Boğazlar dışında sadece Marmara Denizi'nde gerçekleşen ölümle ya da büyük çapta kirlilikle sonuçlanan kazalar şunlardır;
Ulaşım.
İDO tarafında İstanbul, Yenikapı İskelesi en büyük merkez olmak üzere, İstanbul kıyılarına ve adalarına, Yalova, Mudanya, Bandırma ve Marmara Adalarına seferler vardır. İzmit Körfezi'nde yapılan Eskihisar-Topçular feribot seferleri ise diğer bir ulaşım türüdür. Yük taşımacılığı amaçlı Bandırma, İstanbul arası roro seferleri ise Marmara denizindeki son önemli ulaşım türüdür.
Ayrıca BUDO Bursa Büyükşehir Belediyesi Deniz Otobüsü Bursa-İstanbul arasında seferlerine başlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8736",
"len_data": 8632,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.69
}
|
Işık veya görünür ışık, elektromanyetik spektrumun insan gözü tarafından algılanabilen kısmı içindeki elektromanyetik radyasyon. Görünür ışık genellikle 400-700 nanometre (nm) aralığında ya da kızılötesi ve morötesi arasında 4.00 × 10−7 ile 7.00 × 10−7 m dalga boyları olarak tanımlanır. Bu dalga boyu yaklaşık 430-750 terahertz (THz) frekans aralığı anlamına gelir.
Işığın özellikleri arasında şiddeti, yayılma yönü, frekansı, kutuplanması ve vakumda 299,792,458 m/s olan hızı yer alır.
Işık da diğer elektromanyetik ışınımlar (EMI) gibi foton adı verilen "paketlerden" oluşur. Fotonlar dalgaların ve parçacıkların özelliklerini gösterir. Bu, fizikte dalga parçacık ikiliği olarak adlandırılır. Işığı inceleyen fiziğin alt dalı optiktir. Optik, modern fiziğin önemli bir araştırma alanıdır.
Işık hızı.
Işığın boşluktaki hızı yaklaşık 300,000 km/s'dir. (Tam olarak 299,792,458 m/s'dir).Tüm elektromanyetik dalgaların boşluktaki hızı da budur. Işık saydam maddelerin içinde boşluktaki hızından daha yavaş yayılır. Işığın bir madde içindeki yayılma hızı, o maddenin kırıcılık indisini belirler.
Elektromanyetik tayf ve görünür ışık.
Elektromanyetik dalgalar birbirine dik olarak salınan elektrik alan ve manyetik alandan oluşur. Bu EM dalgalar frekanslarına (aynı zamanda dalgaboyuna; "dalgaboyuyla frekans arasında c=λf ilişkisi vardır") göre çeşitli isimler alırlar. Bu isimler yandaki görselde görülebilir. İnsan gözü bu tayfın küçük bir bölümü olan görünür ışık kısmını görür.
Işık emisyonu.
Enerji farkının o enerji farkına denk dalga boyundaki ışığın yayılması olayıdır. Bir atom tarafından soğurulan ışık ile düşük enerji seviyesindeki elektron daha yüksek enerjili bir seviyeye çıkar. Bir atom için bu durum kararsız bir haldir. Elektron burada belirli bir süre kalır ve ardından daha kararlı olan temel hale döner. Elektronun temel hale dönme sürelerine göre floresans ve fosforesans olayları gerçekleşir.
Renkler.
Işık, dalga boyuna göre göze farklı renklerde gözükür. Temel ışık renkleri, kırmızı, yeşil ve mavidir. Diğer renkler bu üç rengin karışımıyla elde edilir. Üç rengin birlikte varlığı beyazı oluşturur. Hiçbir ışığın olmaması durumundaysa siyah oluşur.
Işığı renklerine ayırmak.
Güneş ışığı tüm renklerin birleşiminden oluşur. Bu ışık, bir prizmadan geçirildiğinde her renk farklı miktarlarda kırılır ve ortaya gökkuşağı gibi bir tayf çıkar. Bu olayı ilk kez Isaac Newton, Opticks isimli kitabında açıklamıştır. Bu deneyin ardından, tayftaki tek bir rengi tekrar prizmadan geçiren Newton, tek rengin herhangi bir değişikliğe uğramadan kırıldığını gözlemlemiş ve renklerin prizma tarafından üretilmediği, Güneş ışığının tüm renkleri içinde barındırdığı sonucuna ulaşmıştır.
Renkleri birbirine eklemek.
Renkli ışıklar birbirlerinin üzerine düşürüldüğünde buna "Toplama usulü karıştırma " denilir. Buna göre;
Ancak bu sistem boyaların karıştırması farklı bir yöntemdir. Boyaların karıştırılmasına "Çıkarma usulü karıştırma" denilir.
Optik.
Işığı ve ışığın maddeyle etkileşimini inceleyen fiziğin alt dalına optik denir. Gökkuşağı, kuzey ışıkları gibi ışıkla ilgili olaylar optik olaylar olarak adlandırılır. Işığın doğasından kaynaklanan birtakım olaylar vardır:
Yansıma.
Yansıma ışığın bir yüzeye çarptıktan sonra geri dönmesidir. Her cisim ışığı yansıtır ve biz yansıyan ışıklar sayesinde cisimleri görürüz. Işığı en çok yansıtan cisimler ise aynalardır. Yansıma olayı ilk kez Öklid tarafından açıklanmıştır. 1100'lü yıllarda İbn-i Heysem yansıma yasalarını ortaya koymuştur.
Kırılma.
Kırılma ışığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken yönünün değişmesidir. Sudaki cisimlerin gerçektekinden daha yakında görünmesinin sebebi budur. Kırılma açısı 1621 yılında Willebord Snell tarafından hesaplanmıştır ve Snell Yasası olarak bilinir.
Kutuplanma.
Kutuplanma, elektrik alan ve manyetik alandan oluşan ışığın pek çok düzlemde ilerleyen elektrik alanının tek bir düzlemle sınırlandırılmasıdır. Bu kutuplanmayı sağlayan filtreler güneş gözlüklerinde ve fotoğrafçılıkta kullanılır.
Işık kaynakları.
Güneş'in ışık yayması şu prensiple alakalıdır; dört helyum atomu füzyon (nükleer kaynaşma) aşamasında açığa bir enerji çıkarır bu da şu an güneşin çekirdeğinde gerçekleşen bir olgudur. Bir nevi maddenin kendine uygulanan kuvvete şiddetle direnç göstermesidir. Madde enerjiye karşı koymaya devam ettikten bir süre sonra ısı yaymaya başlar ve sonrasında maddeyi oluşturan elektronlar yeterli enerjiye sahip olduklarında bağlı oldukları atom'un yörüngesinden kaçacak gücü bulurlar. Elektronlar yörüngelerinden koparken ortaya bir enerji boşalması çıkar. Bu "ışık" olarak nitelenir.
Standart ampulün çalışma mantığı da budur. Neon gazı ile doldurulmuş bir cam küre içine iki kutup arasına tungsten metali gerdirilir. Tungsten, üzerinden geçen elektrik enerjisi sonucu enerjiye tepki göstererek ışıma yapar. Tungstenin kaynama noktası çok yüksek bir metal olduğu için bu kuvvete karşı koyabilmektedir. Aksi halde metal erir ve ışıma sona erer. Şu an kullanılan tasarruflu lambalarda aynı mantıkla çalışır. Dairesel bir tüp içerisine xenon veya neon gazı sıkıştırılır (gazlar sıkıştırıldıklarında atomlar arasındaki fiziksel mesafe daralır bu da daha sağlıklı bir ışıma demektir). İki kutup arasında belli mesafede bir yol oluşturulmuş olur. Elektrik verildiğinde elektronlar bir kutuptan diğer kutba ksenon gazı yardımı ile akarlar bu esnada gaz bu etkiye tepki gösterir ve ışır.
Işığın algılanması.
İnsan tarafından renklerin algılanması; ışığa, ışığın cisimler tarafından yansıtılışına ve nesnenin gözyardımıyla beyne iletilmesi sayesinde gerçekleşir. Bize ışık kaynağından gelen ışınlar gözümüze yansır ve bu ışınların sayesinde karşımızdakini rahatlıkla görebiliriz.
Göz tarafından algılanan ışık, retinada sinirsel sinyallere dönüştürülüp, optik sinir aracılığıyla beyine iletilir. Göz, üç temel birleştirici renk olan; kırmızı, mavi ve yeşile tepki verir ve beyin, diğer renkleri bu üç rengin farklı kombinasyonları olarak algılar. Renklerin algılanışı dış koşullara bağlı olarak değişir. Aynı renk güneş ışığında ve mum ışığında farklı algılanacaktır. Fakat, insanın görme duyusu ışığın kaynağına uyum sağlayarak, bizim her iki koşuldakinin de aynı renk olduğunu algılamamızı sağlar.
Tat alma, duyma, dokunma ve diğer duyularımızda da olduğu gibi, renklerin algılanışı da özneldir. Bir renk sıcak, soğuk, ağır, hafif, yumuşak, kuvvetli, heyecan verici, rahatlatıcı, parlak veya sakin olarak algılanabilir. Ancak bu tanımlama, kişinin, kültür, dil, cinsiyet, yaş, çevre veya deneyimlerinden kaynaklanır. Kısaca, herhangi bir renk, iki ayrı insanda aynı duyguları uyandırmayacaktır. İnsanları gama ışınına duyarlılıklarıyla da birbirlerinden ayırmak mümkündür.
Doğrudan alınan güneş ışığı; %47 kızılötesi, %46 görünür ışık ve %7 morötesi ışınımdan oluşur.
Işıkla ilgili kuramların tarihi.
Keşfedilen ilk görünmez ışın, 1800 yılında William Herschel tarafından rastlantıyla bulunan kızılötesi ışınımdır. Herschel, güneş ışığını bir prizmadan geçirerek tayf renkleri olarak adlandırılan kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renkleri incelerken çok ilginç bir şeyle karşılaşır. Her rengin sıcaklığını ayrı ayrı termometreyle ölçerken, kırmızı rengin ötesinde termometrenin yükseldiğini görür. Bu şekilde yayılan ısının da kırmızı ışık gibi bir ışık türü olduğunu, ama insan gözüyle görülmediğini istemeden de olsa göstermiş olur. William bu keşfine kızılötesi ışınım adını verir. Bu keşiften sonra tayfın diğer ucunda yer alan ve morötesi ışık olarak adlandırılan, görünmez ışık da fotoğraf kartı üzerindeki etkisi sayesinde keşfedilir.
Karanlık bir yerde göremeyiz; tıpkı Albert Einsteinin dediği gibi "Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık ışığın yokluğudur". Işık kaynakları olmadan ışık da olamaz ve ışık kaynakları bize kendiliklerinden gözükürler. Onun için fizik dilinde ışık kaynağı denir. Onlardan kaynaklanan ışığın aracılığıyla gördüğümüz cisimlere de karanlık cisimler adını veririz. Karanlık cisimler, ışık kaynağından çıkan ışınların yansıması sonucu bize
gözükür. Işık kaynağı ile karanlık cisimlerin arasına koyduğumuz cam, su gibi cisimler, bu karanlık cisimleri görmemizi engellemez.
Işık bizim görebilmemizin ana nedenidir. Eğer ışık olmasaydı hiçbir şey göremezdik. Çünkü görme işleminde ışık kaynağından çıkan ışınlar etrafımızdaki cisimlere çarparak gözümüze ulaşırlar da o narin göz bebeğimiz onları birer birer içeri buyur edip retinada ağırlar. Daha sonra retinaya körü körüne bağlı sinirler aracılığı ile burada oluşan görüntü, işlenmesi ve yorumlanması için beyine yollanır. Fakat 1600'lü yıllarda ışık ışınlarının gözümüzden çıkıp diğer cisimlere çarpıp geri geldiğine ve böylece görebildiğimize inanılırdı.
Işık; foton denilen kütlesiz (ağırlıksız değil, kütlesiz) ve yüksüz atom-altı parçacıklardan oluşur. Tüm parçacıklar gibi fotonlar da dalga özelliği gösterirler. Yani bir dalga boyları ve bir frekansları vardır. Işık ışınları da fotonların ilerlerken aldıkları yoldan başka bir şey değildirler. Fotonlar kaynaklarından çıktıktan sonra -eğer önlerinde hiçbir engel yoksa- düz doğrultuda ve hiç sapmadan yayılırlar. Herhangi bir cisme çarpınca da cismin şeffaf olup olmamasına göre yansır veya kırılırlar.
Günümüzde ışığın hareketi, dual (ikili, çift) model denilen dalga ve parçacık teorilerinin birleşmesinden oluşmuş bir teori ile açıklanmakta. Açıklama kısaca şöyle: Işık dalga özelliği gösteren fotonlardan oluşmuştur. Ve yayılırken iki özelliği de gösterebilir. Ama kesinlikle ikisini bir arada değil! Bazen dalga bazen de parçacık olarak yayılır ışık. Ama hangi hallerde parçacık hangi hallerde dalga olarak yayıldığı konusunda hiçbir bilgimiz yok. Ama şunu biliyoruz ki biz onu dalga olarak görmek istiyorsak dalga, parçacık olarak görmek istiyorsak parçacık olarak davranır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8746",
"len_data": 9744,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.99
}
|
Dilbilim, dil bilimi, lengüistik ya da lisaniyat; dilleri dilbilgisi, sözdizim (sentaks), ses bilgisi (fonetik), sesbilim (fonoloji), biçimbilim (morfoloji) ve edimbilim (pragmatik) gibi çeşitli yönlerden yapısal, anlamsal ve bildirişimin çıkış bağlamını temel alarak sözlerin gönderimlerini ve iletişimde dilin yaptırım gücünü inceleyen bilim dalıdır.
Genel dilbilim (ya da kuramsal dilbilim), dillerin yapılarını (dilbilgisi) ve anlamlarını (anlambilim) inceler. Dilbilgisinin incelenmesi, biçimbilimi (kelimelerin oluşumu ve değişimi) ve sözdizimi (sözlerin kelime öbeği veya cümle oluşturmak için bir araya getirilmesi ile ilgili kurallar) kapsar. Dili sesler aracılığıyla ifade etmek için kullanılan sistem olan sesbilim de dilbilimin bir alt dalıdır. Dilbilim, genelgeçer dil niteliklerini bulmak ve gelişimleri ile kökenlerini açıklamak için dilleri karşılaştırır (karşılaştırmalı dilbilim) ve dillerin tarihleri üzerinde araştırma yapar (tarihsel dilbilim). Sesbilim, dilbilimin bir dalı olarak, seslerin üretilişi, hareketi ve algılanışını inceler. Sosyal bir bilim olan dilbilim ile doğa bilimlerinden fiziğin ilişkilendirilebileceği bir nokta, sesbilimdir. Uygulamalı dilbilim, dilbilimsel teorileri, yabancı dil öğretimi, konuşma terapisi, çeviri ve konuşma bozukluğu gibi alanlarda uygulamaya geçirir.
Tarihçe.
Antik Çağ'ın başlarında Hindistan'da dinî metinlerin yorumlanması ve Yunanistan'da filolojiye hazırlık gibi farklı amaçlardan dolayı dille ilgilenilmiştir. Dilbilim tarihi, Antik Çağ başlarındaki halinden, çok sayıda alt alana sahip modern ve bağımsız bir bilim olan günümüz dilbilimine kadarki süreyi kapsar. Bu süreç içerisinde; son zamanlarda gerçekleşen özellikle 19. yüzyılda Hint-Avrupa dil ailesinin tespit edilmesi, 20. yüzyılda Ferdinand de Saussure tarafından yapısalcılığın kurulması ve 20. yüzyılın ortalarından bu yana Noam Chomsky sayesinde üretici dilbilgisinin geliştirilmesi en önemli dilbilimsel gelişmeler arasında sayılabilir.
Modern dilbilim olarak da bilinen dilbilim, insan dilini farklı yaklaşım biçimlerinde araştıran ve birçok bilim alanından yararlanan bir bilimdir. Dili bir sistem olarak gören dilbilimsel araştırmaların genel içeriği; dilin ögeleri, dilin birimleri ve bunların anlamlarıdır. Dilbilim; dilin oluşumu, kökeni ve tarihi gelişimiyle; dilin yazılı ve sözlü iletişimdeki çok yönlü kullanımıyla; dilin algılanması, öğrenilmesi ve telaffuzuyla, ayrıca olası ortaya çıkabilecek dil bozukluklarıyla ilgilenir.
Batı dillerinde bu bilim sahasının ismi "dil, lisan" anlamındaki Latince "lingua" kelimesine dayanır. Almancada "Linguistik", Fransızcada "linguistique", İngilizcede "linguistics" terimleri 18.-19. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Bu terim, dil incelemelerindeki yeni bir yaklaşımı geleneksel filolojiden ayırmak için ele alınmıştır. Filoloji öncelikle dilin yazılı metinlere yansıyan tarihsel gelişimiyle ilgilenir. Çalışma alanı kültür ve edebiyattır. Dilbilim de yazılı metinlerle ve dilin zaman içindeki değişimiyle ilgilenmekle birlikte, konuşulan dillere öncelik tanır, dilin belli bir tarihsel andaki yapısını çözümler.
Cenevreli dilbilimci ve göstergebilimci Ferdinand de Saussure (1857–1913) "dil" kavramına ilişkin köklü ve uzun süredir dilbilimi etkileyen bir görüşe sahiptir. Bunun nedeni biçimsel yapı olarak dil – Saussure bunu "langue" (yapı/sistem) olarak adlandırır – ve somut kullanılan dil arasında – bunu da "parole" (söz) olarak adlandırır – yapmış olduğu ayrımdır. "Langue", bir dil topluluğuna ait konuşmacının kafasında mevcut olan teorik, anlaşmalı bir sistemdir. "Parole" ise özel zamanlarda konuşmacılar tarafından güncellenmiş dildir. Bunun yanında dilsel ögeler her kullanım durumuna göre farklı bir anlam kazanabilir. Bu sebeple "parole" dilin içeriği, "langue" ise dilin biçimi olarak ayrılır.
De Saussure, dilde iki yönlülük fikrini ortaya atan ilk kişi değildir. Daha önce Hermann Paul de aynı şekilde "Dil Tarihi Prensipleri" kitabında bunu ifade etmiştir. Paul kitabında bir kelimenin normal anlamından, yani alışılagelmiş kendi anlamından bir de nedensel anlamından, yani her bir dilin olasılıklarından kaynaklanabilecek anlamlarından söz etmektedir. Hem tarihçi ve dilbilimci olan Paul, hem de yapısalcı Saussure nedensel, başka bir deyişle durumsal olarak ortaya çıkan dilin normal anlamı, yani "langue"a ait teorik dil sistemini etkilediğini ve böylece değişikliklerin meydana gelebileceğini ve bunun da dil değişimlerine açıklık getirdiğini tespit etmişlerdir.
Dille ilgili bu ikilemli görüş üretici dilbilgisi modelinde ve özellikle de Noam Chomsky (1928) tarafından kurulan dönüşümsel dilbilgisinde ortaya koyulmuştur. Chomsky'nin modelinin farkı, Paul'unki gibi tek tek kelimeler ya da Saussure'ünki gibi dilsel sistemi esas almamasındadır. Chomsky daha çok biyolojik nedenlerle ilgilenir ve "dil yetisi" ("linguistic competence") ve "dil edimi" ("linguistic performance") ayrımını ön plana çıkarır. Dil yetisi, özel bir dil sistemine sahip olabilmek için ana dil edinimi ("language acquisition") sürecinde kazanılmış yeteneklerdir. Bu yeteneklerin edinimini biyolojik faktörler belirler. Küçük çocukların dil gelişimi esnasında her bir dile göre ayrılan temel, dilsel parametreler doğuştandır. Bir konuşmacının dil yetisi, bir insanın dil edinimi sonrasında sahip olabileceği ideal bir dil sistemidir. Dil edimi ise konuşma sürecindeyken dilin hatalarla dolu somut kullanımını betimler. Böylece Saussure'ün söz ("parole") kavramıyla hemen hemen özdeştir. Dil ("langue"), sabit bir model ve kurallar sistemi olarak görülür. Dil yetisi ise sınırlı sayıda kurallar ve dilsel ögelere yer verip daha çok sınırsız dil ifadelerinin oluşmasına izin verdiği için dinamik bir model olarak anlaşılır. Bu yönden dil yetisi ve dil birbirinden ayrılır (ama uygulamada bir dilde kurallar doğrultusunda oluşan bütün kelime birleşimleri aynı ölçüde ifade edilmez; aksine belli kelimeler aynı zamanda başka belli kelimelerle karşılanır. Bu derlem dilbilime bağlı bir durumdur).
Chomsky, bunu yaklaşık yirmi yıl sonra 1965'te oluşturduğu bir modelle değiştirmiştir. Dilde bulunan hatalardan dolayı konuşulan dil biyolojik olan dilsel yapıların incelenmesine uygun değildir. Bu duruma bağlı olarak Chomsky dil yetisini sırf zihinsel ve büyük ölçüde bilinçsizce oluşturulan yapı olarak görür ve iç dilden () söz eder. Bu da iç dil sınırlarına girmeyen durumları içeren biçimsel dili () oluşturur. Bir başka deyişle, sadece bir anda gerçekleşen konuşma değil, bir konuşucu topluluğu içinde üzerinde uzlaşı olan bir dilin ayrıntılı özellikleri söz konusudur. Bundan dolayı bir dilin bir lehçesi, dil yetisinin ya da dilin bir bölümü olarak değil de biçimsel dilin üst başlığının bir bölümü olarak görülür. Doğal bir dilin sadece biyolojik olan nedenlerle gelişen alt sistemiyle ilgili değildir. Aksine doğuştan olan dil özelliklerine bağlı olmayan değişken dil alışkanlıklarını gösteren bir sistemdir. Genel dilbilimde, dil sistemi ve dil kullanımının ayrılmış modelini aşacak az sayıda araştırma vardır. Derlem dilbilim bu konuyu ele alır. Derlem dilbilim, kullanılan dilin temsili malzeme bütünü yardımıyla bir dil sisteminin (Almanca, İngilizce gibi) yapısal özelliklerini (sözdizim gibi) ve alt sistemlerini (Almanca söz konusu ise, Avusturya Almancası ve İsviçre Almancası gibi) araştırır. Aynı zamanda derlem dilbilim, belli gruplara ait metinlerin (belli bir sosyal gruba özgü dil, siyasi metinler ve gazete metinleri gibi) özelliklerini, kullanımdaki dilin özellikleri ve dil kullanımı nedenleri gibi dil materyallerini saptar (doğuştan olan dilbilgisine ilişkin araştırmalara da önemli katkılar sağlayan, çocukların erken yaşlardaki dil edinimine ilişkin gözlemler, kaydedilen çocuk dili materyalleri ve veritabanları aracılığı ile yapılır).
Bilim dalları arasındaki yeri.
Dil kavramının farklı şekillerde yorumlanmasından ve dilin çok farklı yönlerinin incelenmesinden dolayı dilbilim için herhangi bir bilim dalına aittir demek mümkün değildir. "Linguistik"; dilsel sistemin bilimi, çoğu kişi tarafından da göstergebilimin bir alt alanı ya da göstergelerin bilimi olarak görülmektedir. Bu yüzden linguistik, yapısal bilimler ya da formal bilim grubuna dâhil edilir.
Ancak kişisel dil edinimi ve dil kullanımı psikolojik ya da klinik bir durum olarak değerlendirildiğinde dilbilimin bu alt alanı doğa bilimleri grubunda sayılabilir. Dil, toplumsal ve kültürel bir kavram olarak incelendiğinde ise kültürbilim ya da psikoloji kategorisinde değerlendirilebilir. Dilbilimin sosyal bilimlere ait budun dilbilimi, siyaset dilbilimi ya da toplum dilbilimi gibi alt alanları da vardır.
Dilin yapısı.
Yapı yönünden, bugüne kadar yapılmış dil incelemelerinde dil, öğelerine ayrılarak analiz edilir. Birbirinden ayrılan bu öğelerin türleri ve işlevleri tespit edilir. Dilin varsayılan durumu olarak ses dili kabul edilir. Ayrı seslerden oluşan her ses sırası, sesbilim düzleminde işlevsel öğeler olan ses ve hece öğelerini oluşturur. Bunun üst düzleminde (biçim bilgisinde) bu parçalar, biçimbirimleri ve kelimeleri oluştururlar. Bunun da üstündeki düzlemde, dilsel bir ifadenin temel birimi olan ve belli sözdizimsel kurallara göre oluşturulan cümle vardır.
Bir cümlenin (tümcenin) öğeleri farklı açılardan belirlenebilir. Parçaların (temel cümle, yancümle) yanı sıra cümle içerisinde az ya da çok sayıda olabilen kapsamlı kelime bileşimleri de cümle kurucu birimler olarak belirlenebilir. Dönüşümlük dilbilgisiyle birlikte "cümle" kavramı yeniden tanımlanmıştır. Böylece kökleri bir isim ya da bir fiil gibi belirli kelime türlerinden oluşan ve diğer öğelere (bağlı kelimelere) bağlı olan, birbirini tamamlayan cümle öğeleri tanımlanır. Bu tür cümleler genelde bir cümle içinde bütünüyle değiştirilerek görülebilir. Bu yaklaşım, olumsuz cümleler gibi soyut yapıdaki cümlelerin tanımlanmasına da izin verir. Cümlelerin biçimlenişinin, çok sayıda cümlelerin karşılıklı etkileşimine bağlı olduğu yönündeki görüş benimsenene kadar, cümle uzun yıllar en üst dilbilimsel analiz düzlemi olarak görülmekteydi. Cümle üstündeki analiz düzleminde, metin vardır. Metinler belirli biçimde yapılandırılabilir. Metinler tipolojik olarak sınıflandırılır. Bu sınıflandırma, metin işlevlerine veya belirli metin türlerine (yapısalcı sınıflandırma) aittir. Analiz yapılan en üst düzlemde, bir süredir, birden fazla metinden oluşan bir topluluğun topluluktaki metinleri etkileyişi ve şekillendirişi dikkate alınarak yapılan analiz vardır. Dilbilimle ilişki içindeki diğer bilimlerde de kullanılan "söylem" kavramı bu analiz düzleminde ele alınmaktadır. "Söylem" kavramı ile bir konuşmadan başlayıp bir konuşmacı topluluğundaki herkesin yaptığı konuşmaların tamamının bir bütün içinde incelenmesine kadar geniş bir kapsama ulaşılabilir.
Dilin işlevi.
Dil, insanların kullandığı en önemli ve en etkili iletişim aracı olarak görülmektedir. Buna bağlı olarak dilin her bir işlevini esas alan birçok model vardır. Bu en köklü modellerden biri Karl Bühler'e ait olan Organon Modeli'dir. Diğer taraftan dili, yeteneğe yatkın biçimde bir biyolojik nesne olarak gören Noam Chomsky Okulu için dilin iletişimsel işlevi ikinci plandadır ve araştırmalarının öncelikli içeriği değildir. Dil sisteminin parçalarının (sesler, kelimeler, farklı işlevsel birimler) tanımlanması, işlevleri ve anlamları, ayrıca onların bir araya gelme örnekleri ve olasılıkları (ses birleşimleri, ifadeler, cümleler, metinler) genel dilbilimin görev alanıdır. Farklı dil bilgisi modellerinin ifade edilmesi de genel dilbilimin görevlerindendir. Bu bakımdan istenilen evrensel dilbilgisi araştırmaları; yani bütün dillerde ortak olan biyolojik, belirlenmiş, temel dilbilgisel bir yapı büyük önem kazanmıştır. Genel dilbilim ve diğerleri genel dil teorilerinin ifade edilmesiyle de ilgilenir.
Dilbilimin alt dalları.
Bilimsel alanların adlandırılmasında farklılıklar yaşanmasına ilaveten dilbilimin kendisi de birbirlerini sınırlayan alt alanlara kesin bir şekilde ayrılmada sorun yaşamaktadır. Bilhassa bütün bilimsel alanların birbirlerinden yararlanan alanlar olma özelliğinden ileri gelen böyle bir sınıflandırma genellikle tartışmalıdır. Karşılaştırmalı dilbilim ya da tarihsel dilbilim, genel dilbilim ve uygulamalı dilbilim; birçok araştırma; bu üç büyük dilbilimsel uzmanlık alanının halihazırdaki sınırlandırılmasını ya yapay ya da uygunsuz bulmaktadır. Tek tek araştırma alanlarının hangi alana ait olduğu konusunda kısmen farklı sınıflandırmalarla karşılaşılabilir. Bu nedenle örneğin sosyal dilbilimin genel dilbilimin bir bölümü mü yoksa uygulamalı dilbilimin bir bölümü mü olduğu konusunda genel bir yargı söz konusu değildir.
Ayrı ayrı dilleri hem dilbilimsel, hem de edebiyatbilimsel ve kültürbilimsel açıdan inceleyen filoloji (betikbilim), modern dilbilimin bir bölümü olarak değerlendirilmez. Aksine filoloji, dili ve tarihi gelişimini yazılı belgelerden inceleyen, kendine özgü bir bilim dalıdır. Türkiye'de üniversite yapılanmalarında bu iki bilim dalı farklı bölümler altında ifade edilmektedir. Dilbilim bölümü ile dil ve edebiyat (Türk dili ve edebiyatı, Alman dili ve edebiyatı, Japon dili ve edebiyatı vs.) bölümleri adı altında eğitim verilmektedir. Dilbilimsel alt alanların aşağıdaki sınıflandırılmaları konusunda büyük ölçüde fikir birliği sağlanmıştır.
Dilbilimin hangi hiyerarşi içinde alt dallara ayrılacağı hususunda ve bu alt dalların adlarının ne olacağı hususunda sorun yaşanmaktadır. Bunun bir sebebi, bütün bilim dallarının birbirleriyle şöyle ya da böyle bir etkileşim içerisinde olmalarıdır. Birçok araştırma dilbilimin şu üç alt dala ayrılmasını yapay ya da uygunsuz bulmaktadır; genel dilbilim, tarihsel dilbilim, uygulamalı dilbilim. Tek tek alt dalların birbirlerine karşı hiyerarşik sınıflandırmasında farklı görüşlere rastlanabilir, örneğin sosyal dilbilimin genel dilbilimin bir bölümü mü yoksa uygulamalı dilbilimin bir bölümü mü olduğu konusunda genel bir yargı yoktur. Ayrı ayrı dilleri hem dilbilimsel hem de edebiyatbilimsel ve kültürbilimsel açıdan inceleyen filoloji (betikbilim), modern dilbilimin bir alt dalı olarak değerlendirilmez. Aksine filoloji, dili ve onun tarihi gelişimini yazılı belgelerden yola çıkarak inceleyen, kendine özgü, dilbilimden ayrı bir bilim dalıdır.
Dilbilim genel olarak üç alt dala ayrılır. Genel dilbilim ve uygulamalı dilbilim, dilbilimin iki alt dalı iken, üçüncü olarak karşılaştırmalı dilbilimin mi yoksa tarihsel dilbilimin mi dilbilimin bir alt dalı olduğu hususunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hem içerik olarak hem de yöntem olarak farklı parçalardan oluşan ve diğer bilimlerin çoğuyla bağlantılı olan çok sayıda kapsamlı veya küçük dilbilim dalları ortaya çıkmıştır. Dillerin karşılaştırılmasıyla ilgilenen bütün bu alanlar bir araştırma kurumunun (çoğunlukla bir üniversitenin) görüş ve yönelimlerine göre genel dilbilimini tamamlayıcı bilim dalları olarak işlev görür.
Genel dilbilim.
Genel dilbilim (ya da kuramsal dilbilgisi), dilbilimin temel alanlarından biridir. Uygulamalı dilbilim ve tarihsel dilbilim, genel dilbilimi sınırlandırır. Bu iki alan ile genel dilbilim arasındaki sınır sıkça farklı şekilde çizilmektedir. Bu yüzden, bazen uygulamalı dilbilim ve tarihsel dilbilimin parçası sayılan hususlar, bazı görüşlerde genel dilbilimin içinde kabul edilebilir. Genel dilbilim öncelikle doğal bir sistem olarak insan diliyle ilgilenir, temel olarak da tek tek dillerle değil de, dilin genel özellikleri ve işleviyle uğraşır. Genel dilbilim, dilbilimin teorik temelleriyle, mesela dil ve dil kullanımı için bütün bireylerde aynı olan biyolojik ve psikolojik, yani bilişsel koşullarla (dil edinimi, dilsel açıdan olası sorunlu durumlar, dil üretiminde sinirlerle ilgili süreç, dilin biyolojik kökeni gibi) ilgilenen bir alan olarak tanımlanabilir. İnsan dilinin yapısı bakımından soyut modelinin çıkarılması, genel dil dışı ortak yönlerin tanımlanması ve açıklanması ile dil kullanımının genel özellikleri de genel dilbilimin inceleme alanı içerisindedir. Genel dilbilim ayrıca konuşulan dilin sosyal, sosyodemografik ve kültürel nedenlere (siyasi ve toplumsal kurumlarda kullanılan dil, cinsiyete özgü dil kullanımı, gençlere özgü dil, yaşlılıktaki dil kullanımı, kültürel koşul ve durumlara bağlı dil kullanımı gibi) bağlı ortak nitelikleriyle ilgilenen bir bilim dalı olarak da görülebilir. Dilin biyolojik kökeni ve dil ile dil kullanımının biyolojik esaslarının araştırılması da genel dilbilime dâhil edilebilir. Zaman zaman genel dilbilimin alt alanı olarak teorik dilbilim (teori linguistik) de sayılmaktadır.
Genel dilbilimin birçok alt dalı vardır. Bunlar:
Dilbilgisel özellikleri yardımıyla her bir dilin ya da dil grubunun betimsel araştırmalarının yapılması da genel dilbilim alanına dâhildir. Ayrıca; aşağıda sıralanan araştırma alanları da genel dilbilim alanı içerisine girmektedir. Genel dilbilim, şu araştırma alanları ile etkileşim içindedir:
Uygulamalı dilbilim.
Uygulamalı dilbilim, genel dilbilimin bir alanıdır, dil öğrenimi araştırmaları, dil betimlemesi (sözlük bilgisi), ayrıca dilbilimsel görüş altında doğa bilimleri, kültür bilimi, bilgi bilimi, hukuk ve psikolojideki sorunlarla disiplinlerarası olarak ilgilenmektedir. Diğer alanlardaki dille ilgili problemlerin çözümlenmesinde dilbilimsel teori, metot ve bilgilerin kullanımı da bu alanın konusunu oluşturmaktadır. Araştırma nesnesi olarak dille ilgili çok farklı görüşler ile farklı yaklaşımlar ve dilbilimin başka bilimlerden yararlanma özelliğinden dolayı genel dilbilim ve uygulamalı dilbilim arasında genel belirlenmiş bir sınırlama yoktur. "Uygulamalı dilbilim" kavramı altında ne anlaşıldığı tam olarak net değildir. Bir taraftan (dilsel sistemin teorik yapısının, gramer modelinin ve benzeri şeylerin tersine) gerçek uygulamalı dilleri araştıran bir alt alan olarak anlaşılırken diğer taraftan uygulama sonunda elde edilen araştırma sonuçlarının kullanılmasıyla ilgili bir alt alan olarak anlaşılmaktadır. Genel/teorik ve uygulamalı dilbilim arasındaki bu özel durum sorun yaratmaktadır.
Tarihsel dilbilim.
Dil ailelerini açıkça göstermek ve bir veya birden çok dilin gelişim sürecini ve sesbilim, biçimbilim, sözdizim, anlambilim ve anlatım bilgisindeki değişiklikleri göstermek amacıyla dilleri artsüremli olarak karşılaştırır. Ayrıca dildeki değişmelerle her bakımdan ilgilenir. Genel dilbilim ve tarihsel dilbilim arasında kısmen belirgin olmayan sınırlandırmalar oluşmuştur. Genel dilbilim zaman içerisinde oluşan dilsel değişikliklerin genel prensiplerini, kurallarını ve yasal durumlarını betimleyen bir uzmanlık alanı olarak anlaşılabilir. Genelde tarihsel dilbilime ait sayılan alanlar genel dilbilimin de alanları olarak görülebilir. Tarihsel dilbilimin alt alanları:
Karşılaştırmalı dilbilim.
Karşılaştırmalı dilbilim (veya tarihsel-karşılaştırmalı dilbilim) her bir dilin karşılaştırılmasıyla ilgilenen disiplinlere yönelik bir üst kavramdır. Mesela bütün dillerde ortak olan dil yapısının nitelikleri gibi bütün doğal dillerde bulunan özellikler karşılaştırmalı dilbilimin araştırma konusudur. Karşılaştırmalı dilbilimin araştırma alanları şunlardır:
Karşılaştırmalı dilbilim art ve eşzamanlı (diyakronik ve senkronik) araştırma yöntemlerine göre farklı dallara ayrılabilir. Genel karşılaştırmalı alanlar, genel dilbilimin ve tarihsel dilbilimin karşılaştırmalı alanlarına da dahil olarak görülebilir. Karşılaştırmalı dilbilim, genel dilbilimin yanında bağımsız dilbilimsel bir ana disiplin olarak anlaşılabilir. Ayrıca bu alanlarda ortak dilsel özelliklerin tanımlanması sadece teorik değildir; bu tanımlama var olan her bir dil araştırması esas alınarak yapılır. Bu sebepten dolayı bu alanlar genel dilbilime ait alanlar olarak görülmez:
Dilbilimsel araştırma sonuçlarının kullanımını içeren ve tıp, bilişim, didaktik gibi diğer bilimsel uzmanlık alanlarıyla bağlantılı olan bu dilbilimsel disiplinler uygulamalı dilbilim adı altında da toplanabilir.
Karşılaştırmalı dilbilim, şu alanlar ile etkileşim içindedir:
Kuralcı – betimsel.
Betimsel dilbilim gerçekten kullanılan olguları ortaya koymaya çalışan bir bilim dalıdır. Bu dilbilime karşıt olarak da kuralcı kavramı bir dilde zorunlu olarak ortaya çıkan yeni biçimleri, ülküsel ve donmuş bir örnek uğruna yadsıyan, "bir kavram olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda iyi kullanım"ı, "güzel kullanım"ı, "yanlış" diye nitelendiren biçimlere karşı savunan, sorunları yanlış-doğru karşıtlığı içinde ele alan geleneksel dil bilgisi ni nitelemek için kullanılan bir terimdir. Betimsel dilbilim ise dil olgularını betimlemeye yönelen, salt gerçekleşmiş ögelerden oluşan bir bütünü ele alarak incelemeye verilen isimdir.
Yukarıda bahsedilen karşıtlıktan dolayı kuralcı odaklı çalışmalar uygulamalı dilbilim olarak anlaşılır ama akademik alanlarda çok az yer alır. Kuralcı çıkarımlarla ilgili olarak çok tartışmalı görüşler yaygındır. Misalen genel olarak, ne ölçüde dil eleştirileri (her dilin dilsel araçlarının ve ifade gücünün eleştirel değerlendirilmesi) dilbilimsel araştırmaların konusu olabilir ya da olmalıdır. Çünkü dil eleştirileri ya kolayca dil kullanımına ilişkin kayda değer kurallarla birlikte anılıyor ya da sıkça toplum eleştirileri olarak da gösterilmektedir. Kuralcı çalışmalar – belirli gelişim normlarına uygun olarak çocuğun dil durumunu belirleyen dil gelişim testleri gibi birkaç istisna durum dışında- akademik araştırma ve eğitimlerde yer almazken aksine daha çok bilimsel ve özel taraflarda yapılır.
Aynı alanlardaki kuralcı ve betimsel çalışmaların karşılaştırılması aşağıdaki tablodaki gibidir:
Art Zamanlı – Eşzamanlı.
Olguların süre içinde geçirdikleri evrim açısından ele alınmaları artzamanlılık, olguların evrim dışında ve süreden bağımsız olarak bir dizge biçiminde ele alınması ise eşzamanlılıktır.
Bu görüşler dilsel olgunun zaman içindeki (artzamanlı) ya da belirli bir zaman dilimindeki (eşzaman) gelişiminin betimlenip betimlenemeyeceğini belirler. Çoğu dilsel olgu tarihi boyutta da değerlendirilebilmesine rağmen, art zamanlı bilimsel araştırmaların konusu olarak belirli bilim alanları akademik modern dilbilimde yer edinmiştir. Mesela, bu yüzden toplum dilbilimsel konular ya da sözdizimsel olgular tarihi açıdan çok az ele alınırlarken, kelimelerin ses ve anlam değişiklikleri ya da bir dilin söz dağarcığındaki değişiklikler çok uzun zamandır tarihi araştırmaların merkezi olarak gösterilmektedir. Artzamanlılık esas alınarak hazırlanan araştırma sorularının kapsamı ve seçimi anlaşılabileceği gibi daha çok mevcut kaynakların varlığına bağlıdır.
Artzamanlı ve eşzamanlı çalışmaların aynı alanlardaki karşılaştırmalarına örnekler aşağıdaki tabloda verilmiştir:
Doğabilimsel (makro) – sosyobilimsel (mikro).
Bu bağlamda ifade biçimi olarak dilin doğabilimsel bir durumdan mı, yoksa toplumbilimsel bir durumdan mı ortaya çıktığı araştırılır. Dile göre; doğabilimsel durum söz konusu olabiliyorsa, ifade biçimi olarak dilin kültürbilimsel ya da filolojik de olması mümkündür. Birçok dilsel olgu hem art zamanlı, hem de eşzamanlı olgu olarak yorumlanabilirken; betimsel ve kuralcı olgu gibi durumlarda bilimsel araştırmaların doğabilimsel ve sosyalbilimsel boyutlarında kesinlikle ikisinden birinin tercih edilmesi gerekir. Olası bakış açılarından birine kesin karar verilmesiyle birlikte belirli bir araştırma yönteminin seçimi gündeme gelir. Ama derlem dilbilim bir istisna oluşturur. Çünkü ölçme ve sayma yöntemleri hem dilsel bir sistemin nicel araştırmaları için kullanılabilir, hem de dil kullanımının nicel tanımlaması için kullanılabilir.
Aynı alanlardaki doğabilimsel ve toplumbilimsel çalışmaların karşılaştırılması aşağıdaki tablodaki gibidir:
Söylem çözümlemesi.
Söylem Çözümlemesi ifadesi ilk olarak Zellig Harris'in 1944 yılındaki bir çalışmasında geçer. Ne var ki bu dönemi söylem çözümlemesinin praadigmatik temellerinin atılması için gerekli olan sosyo-kültürel kuramların henüz gelişmediği bir dönemdir. Yaygın anlamda söylem çözümlemesi, 1970'li yıllarda konuşma çözümlemesi çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır ve konuşulan dilin çözümlemesi ile uğraşır. Söylem çözümlemesi, modern dilbilimin bağımsız bir araştırma alanıdır. Ancak metindilbilim ve Söz-Eylem Kuramı ile sıkı bağlantıları vardır. Söylem çözümlemesinin amacı, bir toplumdaki bireylerin iletişim kurarken kullandıkları farklı söz edimlerini araştırmaktır.
Söylem çözümlemesinin araştırma nesnesi.
Söylem çözümlemesi, "insanlar nasıl konuşur?" konusu üzerinde araştırma yapar, konuşmadaki söz edimlerin yardımıyla karışlıklı sözel eyleme katılanların/konuşucuların (interaktant) nasıl sağlandığını ve nasıl meydana geldiğini tanımlamaya çalışır ve bunların ilkeleri üzerinde yoğunlaşır. Burada yalnızca doğal konuşmalar değil, ses yapılarına göre yazılıp başka bir yazı şekline dönüştürülen yapay durumlar da söz konusudur. Söylem çözümlemesinde, konuşmacının özelliklerine yönelik açıkça söylenip yazılmayan bir anlaşma vardır. Söylem çözümlemesi, katılımcıların aktifliğini sağlar, zamana bağlı yapılardır, birbiriyle ilgili olan yazılardan oluşur. Söylem çözümlemesinin amacı, katılımcıları konuşmanın amacına yöneltir.
Yazı bilgisi.
Yazı bilgisinin araştırma nesnesi.
Modern dilbilim alanları, bir dilin yazılı açıklamalarında var olan olağan dil olgusunu inceler, bu dil olguları ise bir dildeki imlanın gelişmesi ve sabitleştirilmesine yöneliktir. Birimlerin anlam ayırt edici işlevi ve bu birimlerin dilin seslerle ilgili yapılarıyla olan ilişkileri bakımından belli bir yazı sisteminin birimlerini araştırır. Yazı bilgisi araştırmaları, geçerli yazım kurallarına ve tarihsel metinlerin çözümlenmesi ya da dilbilimsel bilgi işlemi dahil, işleyen sistemdeki yazı düzeneğinin değiştirilmesine hizmet eder. Bir dildeki yazı sisteminde anlam ayırt edici en küçük birimlere grafem ya da graf denir. Graf yazı sistemindeki en küçük birimdir, grafem ise anlam ayırt edici en küçük birimdir. Fonoloji ve fonetik kavramlarına benzer olarak, yazılı dilin sadece duyusal (maddesel) yanının araştırma alanı da Grafetik olarak tanımlanır.
Yazılı dilin işlevsel bir birimi olan grafem; somut, el ile yazılmış ya da tipografik şeklinden, yani graftan bağımsızdır. Bir grafemin kaç graftan -örneğin Almancadaki –sch ("ş" olarak telaffuz edilir), -ch (gırtlak sesi, Türkçedeki "h" grafının söz içindeki telaffuzuna denk gelen graf'tır) ya da –ie (uzun i olarak okunur) gibi iki ya da üç graftan- oluşabileceği grafemik içerisinde tartışmalı bir konudur. Bazı kuramlara göre, bir grafem birden fazla graftan oluşabilir; bazı eski kuramlara göre ise /ʃ/ fonemi için –sch grafeminin kullanılması örneğinde olduğu gibi, bir grafem fonemin temsili olarak tanımlanır veya ses dağılımı nedeniyle, yani grafo-birimsel nedenlerden ötürü bir graf dizini bir birim olarak kabul edilir. Ama böyle harf birleşimlerinin birçok grafemin birleşiminden de olacağı görüşü çok yaygındır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8759",
"len_data": 26669,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.96
}
|
Devekayası, Kütahya ilinin Tavşanlı ilçesine bağlı bir köydür.
Tarihçe.
Köy, 1921 yılından beri aynı adı taşımaktadır.
Coğrafya.
Köy, Kütahya il merkezine 34 km, Tavşanlı ilçe merkezine 12 km uzaklıktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8763",
"len_data": 205,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 2.22
}
|
Halüsinasyon veya varsanı, bir duyu organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın, kişinin sadece kendisinin duyabildiği, görebildiği, dokunabildiği ve koklayabildiği, gerçek olmayan duyuların algılanmasına veya sanıların alınmasına verilen isimdir. Halüsinasyonlar, benzer fenomenlerden ayrı tanımlanmaktadır. Örneğin rüya görmek uyanık olma hali barındırmaz; psödohalüsinasyonda istemsiz duyusal algıların gerçek olmadığı kişi tarafından bilinir; yanılsamalar saptırılmış ve yanlış yorumlanmış gerçek duyusal algılar barındırır; zihinsel imge (hayal kurma) kişinin istemi kontrolü altındadır gibi. Ruh hastalıklarında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Beş duyunun da varsanısı olabilir; görme, işitme, dokunma, koklama ve tat duyusu. Halüsinasyonlarda kişi, bir hastalığının olduğunu bilmeden, gördüğü, işittiği ve hissettiğine bütünüyle inanır. Gözlerinde bozukluk olan kişide veya migrende görülen ışık parıltıları varsanı içine girmez. Bunlarda hasta, olayın nedenini bilmektedir.
Hastanın düşünce ve fikirlerinin dışarıya aktarıldığını sanması, düşüncelerinin bir başkası tarafından biliniyormuş hissine kapılması, yabancı fikirlerin kafasına direkt olarak sokulduğunu zannetme gibi çeşitli ruhsal halüsinasyonlar da vardır.
Normal kişilerde aşırı fiziksel ve ruhsal yorgunluk, ihtiyarlık zamanında uykuya dalarken ve uyanırken görülen geometrik şekiller, gri veya renkli nesnelerin görülmesi normal olarak kabul edilir.
Ruh hastalıklarından şizofreni, psikozlar, psikonevrozlar, kısa sürede gelişen iç sıkıntısı hallerinde halüsinasyonlar sık görülür.
Parkinson hastalarında da halüsinasyon görme vakaları mevcuttur. Hastalar önceleri bunun hayali olduğunun farkında olsa da, hastalığın ilerleyen dönemlerinde gördüklerini gerçekle ayırt edemez duruma gelir.
Beynin bir kısmını veya tamamını ilgilendiren tahribatlarda, tifo, menenjit, aşırı alkol kullanımı gibi durumlarda da çeşitli halüsinasyonlar ortaya çıkabilir.
Doğal veya sentetik bileşenler olan liserjik asit dietilamid (LSD), liserjik asit amin (LSA), meskalin, psilosibin, psilobin, dimetil triptamin (DMT), salvinorum gibi maddeler halüsinasyona yol açabilmektedir. Bu maddeler bu özelliklerinden dolayı halüsinojenlerdendir.
Sınıflandırma.
Halüsinasyonlar pek çok formda ortaya çıkabilir.
Optik (görsel) halüsinasyonlar.
Çoğunlukla aslında var olmayan küçük ve hareket halindeki nesnelerin görünmesi durumunda var olur (ör. deliryum).
Akustik (işitsel) halüsinasyonlar.
Genellikle şizofrenlerde yaşanmakla beraber çoğunlukla kendilerine hakaret eden, yorum getiren veya emirler veren seslerin duyulması şeklindedir.
Gustatorik halüsinasyon.
Tat ile ilgili çeşitleri bulunmaktadır.
Diğer halüsinasyonlar.
Olfaktorik (koku ile ilgili) ve Somatik (iç organlarda hissedilen yanma veya ağrı) halüsinasyon da bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8772",
"len_data": 2797,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.62
}
|
Meteoroit, dış uzayda bulunan küçük bir kaya veya metal cisimdir. Meteoroitler, "asteroitler"den önemli ölçüde daha küçük ve boyutları taneciklerden bir metreye kadar değişen nesneler olarak ayırt edilirler. Meteoroitlerden daha küçük nesneler, "mikrometeoroit" veya "uzay tozu" olarak sınıflandırılır. Pek çoğu kuyruklu yıldızlardan veya asteroitlerden gelen parçalardır, diğerleri ise Ay veya Mars gibi gök cisimlerinden çarpma etkisiyle fırlatılmış olan uzay enkazıdır.
Meteor veya yıldız kayması (akan yıldız), bir meteoroitin, kuyruklu yıldızın veya asteroitin Dünya'nın atmosferine girişinin görünür geçişi olarak tanımlanır. Genellikle üzerinde bir hızla hareket eden nesnenin aerodinamik ısınması hem parlayan cisimden, hem de ardında bıraktığı parçacıkların izinden bir ışık şeridi oluşturur. Meteorlar genellikle deniz seviyesinin yaklaşık üzerinde görünür hale gelir. Birkaç saniye veya dakika arayla ortaya çıkan ve gökyüzünde aynı sabit noktadan geliyormuş gibi görünen meteor dizisine meteor yağmuru denir.
Tahminen 25 milyon meteoroit, mikrometeoroit ve diğer uzay enkazı her gün Dünya'nın atmosferine girer, bu da her yıl atmosfere 15.000 ton malzemenin girdiği anlamına gelir.
Orijinal nesne (meteoroit) atmosfere girdiğinde, sürtünme, basınç ve atmosferik gazlarla kimyasal etkileşimler gibi çeşitli faktörler cismin ısınmasına ve enerji yaymasına neden olur. Daha sonra bu cisim bir meteor haline gelir ve kayan yıldız olarak da bilinen bir ateş topu oluşturur. Gök bilimciler en parlak meteor örneklerini "bolitler" olarak adlandırır. Yüzeye çarptığında ise cisim bir "meteorit" haline gelir. Meteoritlerin boyutları büyük farklılıklar göstermektedir. Jeologlar için bolit, bir çarpma krateri oluşturacak kadar büyük bir meteorittir.
Atmosferden geçerken ve Dünya'ya çarparken gözlemlendikten sonra hâlâ bütünlüğünü koruyan göktaşları meteorit düşüşü olarak adlandırılır. Kalıntıları ise meteorit buluntusu olarak bilinir.
Meteoritler;
olmak üzere üç geniş kategoriye ayrılmıştır. Modern sınıflandırma şemaları meteoritleri yapılarına, kimyasal ve izotopik bileşimlerine ve mineralojilerine göre gruplara ayırır. Çapı ~1 mm'den küçük "göktaşları" "mikrometeorit" olarak sınıflandırılır, ancak mikrometeoritler tipik olarak atmosferde tamamen erimeleri ve Dünya'ya söndürülmüş damlacıklar olarak düşmeleri bakımından meteoritlerden farklıdır. Dünya dışı meteoritler Ay'da ve Mars'ta da bulunmuştur.
Meteor kelimesinin kökü Yunanca "meteōros"'tan gelir ve "havada yüksek" anlamına gelmektedir.
Bir meteor Dünya'dan birkaç bin km uzakta gibi görünse de, meteor oluşumu tipik olarak mezosfer katmanında, 76 ila 100 km (250.000 ila 330.000 ft) yükseklikte meydana gelmektedir.
Meteoroitler.
Meteoroitler uzayda küçük boyuttaki kayaç veya metalik yapıdaki cisimlerdir.
Meteoritler küçük taneciklerden bir metre genişliğe kadar olan ve genellikle asteroitlerden daha küçük boyuttaki cisimler olarak tanımlanmaktadır. Bundan daha küçük olan nesneler ise mikrometeoritler ve kozmik toz olarak sınıflandırılmaktadır. Birçoğu asteroitlerin veya kuyruklu yıldızların parçaları olup, bazıları da Ay veya Mars gibi cisimlerden çarpma etkisiyle fırlamış parçacıklardır.
Bir göktaşı, kuyruklu yıldız veya asteroit Dünya atmosferine tipik olarak aşan bir hızla girdiğinde, o nesnenin aerodinamik ısınması, hem parıldayan nesneden hem de göktaşının ardında bıraktığı parıldayan parçacıkların izinden bir ışık huzmesi üretir. Bu fenomene meteor veya "kayan yıldız" denir. Meteorlar genellikle deniz seviyesinden yaklaşık 100 km yükseklikteyken görünür hale gelir. Birkaç saniye veya dakika arayla ve gökyüzündeki aynı sabit noktadan geliyormuş gibi görünen birçok meteor dizisine meteor yağmuru denir. Bir meteorit, bir meteor olarak atmosferden geçişi sırasında yüzey malzemesinin aşınmasından arta kalan ve yere çarpan bir meteor kalıntısıdır.
Her gün tahminen 25 milyon göktaşı, mikrometeoroit ve diğer uzay molozları Dünya atmosferine girmektedir. Bu atmosfere tahmini olarak her yıl 15.000 ton malzemenin girmesi anlamına gelmektedir.
1961'de Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), meteoroiti "gezegenler arası uzayda hareket eden, bir asteroitten çok daha küçük ve bir atomdan çok daha büyük olan katı bir nesne" olarak tanımladı. 1995'te, Quarterly Journal of the Royal Astronomical Society'de yazan Beech and Steel, bir meteoroitin 100 µm ile 10 m (33 ft) arasında olacağı yeni bir tanım önerdi. 2010 yılında, 10 m'nin altındaki asteroitlerin keşfedilmesinin ardından, Rubin ve Grossman, ayrımı korumak için önceki meteoroit tanımının 10 µm ile bir metre (3 ft 3 inç) arasındaki nesnelere yönelik bir revizyonunu önerdiler. Rubin ve Grossman'a göre, bir asteroitin minimum boyutu, Dünya'ya bağlı teleskoplardan keşfedilebileceklerle verilir, bu nedenle meteoroit ve asteroit arasındaki ayrım belirsizdir. Keşfedilen en küçük asteroitlerden bazıları (H mutlak parlaklığa göre), "H" = 33,57 ile () ve "H =" 33,2 ile () olup, her ikisinin de tahmini boyutu bir metre civarındadır. Nisan 2017'de IAU, tanımının resmi bir revizyonunu kabul ederek boyutu 30 µm ile bir metre çap arasında sınırladı, ancak meteora neden olan herhangi bir nesne için bu boyutlardan sapmaya izin verdi.
Meteoroitlerden daha küçük nesneler, mikrometeoroitler ve gezegenler arası toz olarak sınıflandırılır. Küçük Gezegen Merkezi, "meteoroit" terimini kullanmamaktadır.
Bileşenleri.
Hemen hemen tüm meteoroitler dünya dışı nikel ve demir içerir. Üç ana sınıflandırmaya sahiptirler: demir, taş ve taş-demir. Bazı taş meteoroitler kondrül olarak bilinen tane benzeri kapanımlar içerir ve kondrit olarak adlandırılır. Bu özelliklere sahip olmayan taşlı meteoroitlere ise "akondrit" adı verilir ve tipik olarak dünya dışı magmatik faaliyetlerden oluşurlar; bunlar çok az dünya dışı demir içerirler veya hiç içermezler. Meteoroitlerin bileşimi, Dünya atmosferinden geçerken yörüngelerinden ve ortaya çıkan meteorun ışık spektrumundan çıkarılabilir. Radyo sinyalleri üzerindeki etkileri de bilgi verir, özellikle de başka türlü gözlemlenmesi çok zor olan gündüz meteorları için yararlıdır. Bu yörünge ölçümlerinden, meteoroitlerin birçok farklı yörüngeye sahip olduğu, bazılarının genellikle bir ana kuyruklu yıldızla ilişkili akışlar halinde kümelendiği (bkz. meteor yağmurları), diğerlerinin ise görünüşte düzensiz olduğu bulunmuştur. Meteoroit akışlarından gelen enkaz sonunda başka yörüngelere dağılabilir. Işık spektrumları, yörünge ve ışık eğrisi ölçümleriyle birlikte, yoğunluğu buzun dörtte biri kadar olan kırılgan kartopu benzeri nesnelerden nikel-demir bakımından zengin yoğun kayalara kadar çeşitli bileşim ve yoğunlukları ortaya çıkarmıştır. Meteoritlerin incelenmesi, geçici olmayan meteoroitlerin bileşimi hakkında da fikir vermektedir.
Güneş Sisteminde.
Çoğu meteoroit, gezegenlerin yerçekimsel etkilerinden etkilenen asteroit kuşağından gelir, ancak bazıları meteor yağmurlarına yol açan kuyruklu yıldızlardan gelen parçacıklardır. Bazı meteoroitler ise Mars ya da Ay gibi cisimlerden gelen ve bir çarpma sonucu uzaya fırlayan parçalardır.
Meteoroitler Güneş'in etrafında çeşitli yörüngelerde ve çeşitli hızlarda hareket ederler. En hızlıları, Dünya'nın yörüngesi civarındaki uzayda yaklaşık hızla hareket eder. Bu Güneş'ten kurtulma hızıdır, Dünya'nın hızının iki katının kareköküne eşittir ve yıldızlararası uzaydan gelmedikleri sürece Dünya çevresindeki nesnelerin üst hız sınırıdır. Dünya yaklaşık hızla hareket eder, bu nedenle meteoroitler atmosferle kafa kafaya karşılaştığında (bu yalnızca meteorlar, retrograd Halley Kuyruklu Yıldızı ile ilişkili olan Eta Aquariids gibi retrograd bir yörüngede olduğunda meydana gelir) birleşik hız yaklaşık 71 km/s'ye (160.000 mph) ulaşabilir. Dünya'nın yörüngesinde hareket eden meteoroitler ortalama hızındadır.
17 Ocak 2013'te, TSİ 05:21'de, Oort bulutundan bir metre büyüklüğünde bir kuyruklu yıldız Kaliforniya ve Nevada üzerinden Dünya atmosferine girdi. Cisim, enberisi 0,98 ± 0,03 AU olan retrograd bir yörüngeye sahipti. Başak takımyıldızı yönünden (o sırada güneyde ufkun yaklaşık 50° üzerindeydi) yaklaştı ve hızla Dünya atmosferiyle kafa kafaya çarpışarak birkaç saniye içinde yerden 'den fazla yükseklikte buharlaştı.
Dünya atmosferi ile çarpışma.
Meteoroitler geceleri Dünya atmosferiyle kesiştiklerinde, meteor olarak görünür hale gelmeleri muhtemeldir. Eğer meteorlar atmosfere girdikten sonra hayatta kalır ve Dünya yüzeyine ulaşırlarsa meteorit olarak adlandırılırlar. Meteoritler, giriş ısısı ve çarpma kuvveti ile yapı ve kimya bakımından dönüşüme uğrarlar. adlı 4 metrelik (13 ft) bir asteroit, 6 Ekim 2008'de Dünya ile çarpışma rotasında uzayda gözlemlenmiş ve ertesi gün Dünya'nın atmosferine girerek kuzey Sudan'ın uzak bir bölgesine düşmüştür. İlk defa bir meteoroit uzayda gözlemlenmiş ve Dünya'ya çarpmadan önce takip edilmiştir. NASA, ABD hükûmeti sensörleri tarafından toplanan verilerden 1994-2013 yılları arasında Dünya ve atmosferi ile en önemli asteroid çarpışmalarını gösteren bir harita hazırlamıştır.
Meteorlar.
Dünya atmosferinde her gün milyonlarca meteor meydana gelmektedir. Bunların çoğu yaklaşık bir kum tanesi büyüklüğündedir, yani genellikle milimetre boyutunda veya daha küçüktürler. Meteorların boyutları, cismin kütle ve yoğunluğundan hesaplanabilmektedir ki bu da üst atmosferde gözlemlenen cismin yörüngesinden tahmin edilebilir. Dünya'nın bir kuyruklu yıldızın bıraktığı enkaz akıntısının içinden geçmesiyle ortaya çıkan sağanaklar halinde (meteor yağmuru) veya belirli bir uzay enkazı akıntısıyla ilişkili olmayan "rastgele"-"düzensiz" halde meteorlar oluşabilir. Büyük ölçüde halk tarafından ve çoğunlukla tesadüfen, göktaşlarının yörüngelerinin hesaplanmasına yetecek kadar detaylı bir şekilde bir dizi spesifik meteor gözlemlenebilmiştir. Meteorların atmosferik hızları Dünya'nın Güneş etrafındaki yaklaşık 30 km/s (67,000 mph)'lik hareketinden, göktaşı yörünge hızlarından ve Dünya'nın yerçekimi kuvvetinden kaynaklanmaktadır.
Meteorlar Dünya'dan yaklaşık 75 ila 120 km (250.000 ila 390.000 ft) yükseklikte görünür hale gelirler. Genellikle 50 ila 95 km (160.000 ila 310.000 ft) yükseklikte parçalanırlar. Meteorların Dünya ile gün ışığında (veya gün ışığına yakın) çarpışma olasılığı kabaca yüzde ellidir. Ancak çoğu meteor, karanlığın daha sönük cisimlerin fark edilmesini sağladığı geceleri gözlemlenir. Boyut ölçeği 10 cm'den (3,9 inç) birkaç metreye kadar olan cisimler için meteor görünürlüğü, meteoroiti ısıtan atmosferik koç basıncından (sürtünmeden değil) kaynaklanır, böylece parlar ve gazlardan ve erimiş meteoroit parçacıklarından oluşan parlak bir iz oluşturur. Gazlar buharlaşmış meteoroit maddesini ve meteoroit atmosferden geçerken ısınan atmosferik gazları içerir. Çoğu meteor yaklaşık bir saniye boyunca parlar.
Tarih.
Meteorlar çok eski zamanlardan beri bilinmelerine rağmen, on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar astronomik bir fenomen oldukları bilinmiyordu. Bundan önce, Batı'da şimşek gibi bir hava olayı olarak görülüyorlardı ve gökten düşen taşlarla ilgili garip hikâyelerle bağlantılı değillerdi. 1807 yılında Yale Üniversitesi kimya profesörü Benjamin Silliman, Connecticut, Weston'a düşen bir meteoru incelemiştir. Silliman meteorun kozmik bir kökeni olduğuna inanmıştır, ancak meteorlar Kasım 1833'teki muhteşem meteor fırtınasına kadar astronomların pek ilgisini çekmemiştir. Bu olayda Amerika Birleşik Devletleri'nin doğusundaki insanlar gökyüzünde tek bir noktadan yayılan binlerce meteor görmüştür. Dikkatli gözlemciler, şimdi nokta olarak adlandırılan ışımanın yıldızlarla birlikte hareket ettiğini ve Aslan takımyıldızında kaldığını fark ettiler.
Astronom Denison Olmsted bu fırtına üzerinde kapsamlı bir çalışma yapmış ve fırtınanın kozmik bir kökeni olduğu sonucuna varmıştır. Heinrich Wilhelm Matthias Olbers, tarihi kayıtları inceledikten sonra fırtınanın 1867'de geri döneceğini öngörmüş ve bu da diğer astronomların dikkatini bu fenomene çekmiştir. Hubert A. Newton'un daha kapsamlı tarihsel çalışması, 1866'da doğru olduğu kanıtlanan daha rafine bir tahmine yol açmıştır. Giovanni Schiaparelli'nin Leonidleri (şimdiki adıyla) Tempel-Tuttle kuyruklu yıldızıyla ilişkilendirmedeki başarısıyla, göktaşlarının kozmik kökeni artık kesin olarak belirlenmiştir. Yine de atmosferik bir fenomen olarak kalmaya devam ettiler ve Yunanca "atmosferik" anlamına gelen "meteor" adını korudular.
Ateş topu.
Ateş topu, deniz seviyesinden yaklaşık 100 km yükseklikte görünür hale gelen, normalden daha parlak bir meteordur. Uluslararası Astronomi Birliği (IAU) bir ateş topunu "gezegenlerin herhangi birinden daha parlak bir meteor" olarak tanımlar (görünür parlaklık -4 veya daha büyük). Uluslararası Meteor Örgütü (meteorları inceleyen amatör bir kuruluş) daha katı bir tanıma sahiptir. Ateş topunu, zirve noktasında görüldüğünde -3 veya daha parlak bir parlaklığa sahip olacak bir meteor olarak tanımlar. Bu tanım, bir gözlemci ile ufka yakın bir meteor arasındaki daha büyük mesafeyi düzeltir. Örneğin, ufuktan 5 derece yukarıda -1 parlaklığında bir meteor ateş topu olarak sınıflandırılacaktır çünkü gözlemci meteorun tam altında olsaydı, meteor -6 parlaklığında görünür.
Görünür parlaklığı -14 veya daha parlak olan ateş toplarına bolit denir. IAU'nun "bolit" için resmi bir tanımı yoktur ve genellikle bu terimi "ateş topu" ile eş anlamlı olarak kabul eder. Gök bilimciler "bolit" sözcüğünü genellikle olağanüstü parlak bir ateş topunu, özellikle de meteor patlaması şeklinde patlayan bir ateş topunu tanımlamak için kullanırlar. Bunlara bazen patlayan ateş topları da denir. Ayrıca duyulabilir sesler çıkaran bir ateş topu anlamında da kullanılabilir. Yirminci yüzyılın sonlarında bolit, bileşimine bakılmaksızın (asteroid veya kuyruklu yıldız) Dünya'ya çarpan ve patlayan herhangi bir nesne anlamına da gelmeye başlamıştır. Bolit kelimesi Yunanca βολίς (bolis) kelimesinden gelmektedir ve füze veya parlama anlamına da gelebilir. Bir bolit'in büyüklüğü -17 veya daha parlaksa süper bolit olarak bilinir. Ateş toplarının nispeten küçük bir yüzdesi Dünya atmosferine çarpar ve sonra tekrar dışarı çıkar: bunlar Dünya'yı saran ateş topları olarak adlandırılır. Böyle bir olay 1972 yılında Kuzey Amerika üzerinde güpegündüz meydana gelmiştir. Nadir görülen bir başka olgu da meteorun Dünya yüzeyine neredeyse paralel hareket eden birkaç ateş topuna ayrıldığı meteor alayıdır.
Amerikan Meteor Derneği'nde her yıl giderek artan sayıda ateş topu kaydedilmektedir. Muhtemelen yılda 500.000'den fazla ateş topu vardır, ancak çoğu okyanus üzerinde ve yarısı gündüz meydana geldiği için çoğu fark edilmemektedir. Bir Avrupa Ateş Topu Ağı ve bir NASA Tüm Gökyüzü Ateş Topu Ağı birçok ateş topunu tespit etmekte ve izlemektedir.
Atmosfer üzerindeki etkisi.
Meteoroitlerin Dünya atmosferine girişi atmosferik moleküllerin iyonlaşması, meteoroitin döktüğü toz ve geçiş sesi olmak üzere üç ana etki yaratır. Bir meteoroit veya asteroidin üst atmosfere girişi sırasında, meteorun geçişi ile hava moleküllerinin iyonize olduğu bir iyonizasyon izi oluşur. Bu tür iyonizasyon izleri bir seferde 45 dakikaya kadar sürebilir.
Küçük, kum tanesi büyüklüğündeki meteorlar atmosfere sürekli olarak, esasen atmosferin herhangi bir bölgesinde her birkaç saniyede bir girmektedir ve bu nedenle iyonlaşma izleri üst atmosferde aşağı yukarı sürekli olarak bulunabilir. Radyo dalgalarının bu izlerden sektirilmesine meteor patlaması iletişimi denir. Meteor radarları, bir meteor izinin bozunma hızını ve Doppler kaymasını ölçerek atmosferik yoğunluğu ve rüzgarları ölçebilir. Meteorların çoğu atmosfere girdiklerinde yanarlar. Geriye kalan enkaza meteorik toz ya da sadece meteor tozu denir. Meteor tozu parçacıkları atmosferde birkaç aya kadar kalabilir. Bu parçacıklar hem elektromanyetik radyasyonu saçarak hem de üst atmosferdeki kimyasal reaksiyonları katalize ederek iklimi etkileyebilir. Meteoroitler veya parçaları terminal hıza yavaşladıktan sonra karanlık uçuşa ulaşır. Karanlık uçuş yaklaşık 2–4 km/s (4,500-8,900 mph) hıza yavaşladıklarında başlar. Daha büyük parçalar saçılma alanının daha aşağısına düşer.
Renkler.
Bir meteor tarafından üretilen görünür ışık, meteoroitin kimyasal bileşimine ve atmosferdeki hareket hızına bağlı olarak çeşitli tonlar alabilir. Meteoroitin katmanları aşındıkça ve iyonlaştıkça, yayılan ışığın rengi mineral katmanlarına göre değişebilir. Meteorların renkleri, meteoroitin metalik içeriği ile geçişinin yol açtığı aşırı ısınmış hava plazmasının göreceli etkisine bağlıdır:
Akustik belirtiler.
Üst atmosferde bir meteor tarafından üretilen ses, örneğin sonik patlama, tipik olarak bir meteordan gelen görsel ışığın kaybolmasından saniyeler sonra ortaya çıkar. Nadiren, 2001 Leonid meteor yağmurunda olduğu gibi, bir meteor patlamasıyla aynı anda meydana gelen "çatırdama", "sallanma" veya "tıslama" sesleri rapor edilmiştir. Benzer sesler Dünya'nın auroralarının yoğun gösterileri sırasında da rapor edilmiştir[50][51][52][53].
Bu seslerin oluşumuna ilişkin teoriler sesleri kısmen açıklayabilir. Örneğin, NASA'daki bilim insanları bir meteorun çalkantılı iyonize izinin Dünya'nın manyetik alanıyla etkileşime girerek radyo dalgası darbeleri oluşturduğunu öne sürmüşlerdir. İz dağılırken, megawattlarca elektromanyetik güç açığa çıkabilir ve güç spektrumunda ses frekanslarında bir tepe noktası olabilir. Elektromanyetik darbelerin neden olduğu fiziksel titreşimler, otları, bitkileri, gözlük çerçevelerini, dinleyicinin kendi vücudunu (bkz. mikrodalga işitsel etkisi) ve diğer iletken malzemeleri titreştirecek kadar güçlüyse duyulabilir. Önerilen bu mekanizma, laboratuvar çalışmalarıyla makul olduğu kanıtlanmış olsa da, sahadaki ilgili ölçümlerle desteklenmemektedir. Moğolistan'da 1998 yılında kontrollü koşullar altında yapılan ses kayıtları, seslerin gerçek olduğu iddiasını desteklemektedir.
Meteor yağmuru.
Bir meteor yağmuru, örneğin Dünya gibi bir gezegen ile bir kuyruklu yıldızdan veya başka bir kaynaktan gelen enkaz akıntıları arasındaki etkileşimin sonucudur. Dünya'nın kuyruklu yıldızlardan ve diğer kaynaklardan gelen kozmik enkazın içinden geçmesi birçok durumda tekrarlanan bir olaydır. Kuyruklu yıldızlar, Fred Whipple tarafından 1951 yılında gösterildiği gibi, su buharı sürüklemesi ve parçalanma yoluyla enkaz üretebilir. Bir kuyruklu yıldız yörüngesinde Güneş'in yanından her geçişinde, buzunun bir kısmı buharlaşır ve belirli miktarda meteoroit dökülür. Meteoroitler kuyruklu yıldızın tüm yörüngesi boyunca yayılarak "toz izi" olarak da bilinen bir meteoroit akımı oluştururlar. Bu durum kuyruklu yıldızın güneş radyasyonu basıncıyla hızla savrulan çok küçük parçacıkların neden olduğu "toz kuyruğu"ndan farklıdır.
Ateş topu gözlemlerinin sıklığı ilkbahar ekinoksu haftalarında yaklaşık %10-30 oranında artar. Hatta göktaşı düşmeleri kuzey yarımkürenin ilkbahar mevsiminde daha yaygındır. Bu olgu uzunca bir süredir bilinmesine rağmen, anomalinin arkasındaki neden bilim insanları tarafından tam olarak anlaşılamamıştır. Bazı araştırmacılar bu durumu, Dünya'nın yörüngesi boyunca meteoroit popülasyonundaki içsel bir değişime bağlamakta ve büyük ateş topu üreten enkazların ilkbahar ve yaz başlarında zirve yaptığını belirtmektedirler. Diğerleri ise bu dönemde ekliptiğin (kuzey yarımkürede) öğleden sonra ve akşamın erken saatlerinde gökyüzünde yüksekte olduğuna dikkat çekmiştir. Bu, asteroidal kaynaklı ateş topu radyantlarının, meteoroitlerin Dünya'ya "yetiştiği" anda gökyüzünde yüksekte olduğu (nispeten yüksek hızları kolaylaştırdığı) ve Dünya ile aynı yönde arkadan geldiği anlamına gelir. Bu durum nispeten düşük bağıl hızlara ve dolayısıyla meteorların hayatta kalmasını kolaylaştıran düşük giriş hızlarına neden olur. Ayrıca akşamın erken saatlerinde meydana gelen yüksek ateş topu oranları görgü tanığı raporlarının şansını artırır. Bu durum mevsimsel değişimin tamamını olmasa da bir kısmını açıklamaktadır. Bu fenomeni daha iyi anlayabilmek için meteorların yörüngelerini haritalandırmaya yönelik araştırmalar devam etmektedir.
Meteoritler.
Meteorit, bir meteoroitin veya asteroidin atmosferden geçerken geride kalan ve yok olmadan yere çarpan kısmıdır. Meteoritler her zaman olmasa da bazen hiper hızlı çarpma kraterleriyle birlikte bulunur; enerjik çarpışmalar sırasında çarpan cismin tamamı buharlaşarak geriye meteorit bırakmayabilir. Jeologlar "bolit" terimini astronomlardan farklı bir anlamda, çok büyük bir çarpıştırıcıyı belirtmek için kullanırlar. Örneğin, USGS bu terimi "çarpan cismin kesin doğasını bilmediğimizi ima etmek için... örneğin kayalık veya metalik bir asteroit mi yoksa buzlu bir kuyruklu yıldız mı olduğunu bilmediğimizi ima etmek için" genel bir büyük krater oluşturan çok hızlı cisim anlamında kullanmaktadır.
Meteoroitler Güneş Sistemi'ndeki diğer cisimlere de çarpmaktadır. Ay ya da Mars gibi atmosferi olmayan ya da çok az olan cisimlerde de kalıcı kraterler bırakırlar.
Etkilerin sıklığı.
Herhangi bir günde Dünya'ya çarpacak en büyük cismin çapının yaklaşık 40 santimetre (16 inç), belirli bir yılda yaklaşık dört metre (13 ft) ve belirli bir yüzyılda yaklaşık 20 m (66 ft) olması muhtemeldir. Bu istatistikler aşağıdaki şekilde elde edilir:
En azından beş santimetreden (2,0 inç) kabaca 300 metreye (980 fit) kadar olan aralıkta, Dünya'nın göktaşlarını alma oranı aşağıdaki gibi bir güç yasası dağılımına uyar:
Burada "N (>D)", bir yıl içinde Dünya'ya çarpması beklenen D metre çapından daha büyük nesnelerin sayısıdır. Bu, yerden ve uzaydan görülen parlak göktaşlarının gözlemlerine ve Dünya'ya yakın asteroitlerin araştırmalarına dayanmaktadır. Tahmin edilen oran çapın üzerinde biraz daha yüksektir; güç yasası ekstrapolasyonunun öngördüğünden yaklaşık 10 kat daha sık olmak üzere her birkaç milyon yılda bir iki kilometre (1,2 mil) asteroid (bir teraton TNT eşdeğeri) dünyaya çarpmaktadır.
Çarpma krateri.
Ay, Merkür, Callisto, Ganymede ve çoğu küçük uydu ve asteroit dahil olmak üzere katı Güneş Sistemi nesneleriyle meteoroit çarpışmaları, bu nesnelerin çoğunun baskın coğrafi özellikleri olan çarpma kraterlerini oluşturur. Dünya, Venüs, Mars, Europa, Io ve Titan gibi aktif yüzey jeolojik süreçlerine sahip diğer gezegen ve uydularda, görünür çarpma kraterleri zaman içinde aşınabilir, gömülebilir veya tektonik tarafından dönüştürülebilir. Erken literatürde, çarpma kraterlerinin önemi yaygın olarak kabul edilmeden önce, kripto patlama veya kriptovolkanik yapı terimleri, şu anda Dünya'da çarpma ile ilgili özellikler olarak kabul edilenleri tanımlamak için sıklıkla kullanılmıştır. Bir meteor çarpma kraterinden fırlatılan erimiş karasal malzeme soğuyabilir ve tektit olarak bilinen bir nesne şeklinde katılaşabilir. Bunlar genellikle meteoritlerle karıştırılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8773",
"len_data": 22585,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.91
}
|
Geronimo (Meskalero-Çirikavaca Goyaałé "esneyen", 16 Haziran 1829 – 17 Şubat 1909), Kızılderili lideri. Beyazlara karşı mücadele veren kahraman ve son Kızılderili olarak tanınmıştır. Kendi adı öz dilinde Gokhlayeh (Esneyen adam) olarak biliniyor.
Geronimo veya diğer adıyla Goyathlay, günümüzde Yeni Meksika olarak adlandırılan bölgede doğmuştu. Şef Mahko'nun torunu olan Geronimo, bir Bedonkohe Apaçi yerlisiydi. Meksikalı askerler ona Geronimo, İspanyollar ise "Jerome" derlerdi. İsmi bu nedenle, sonradan Geronimo olarak bilinecekti.
Sonora-Arispe'deki Apaçi yerlileri için, aslında o bir lider olarak görülüyordu. Geronimo'nun savaş kariyeri bir Chiricahua (Apaçiler arasında en çok saygı duyulan apaçiler) ve aynı zamanda şefi olan kayınbiraderiyle de bağlantılıydı. Juh adındaki bu şefin sözcüsü olarak beyazlarla ilişki kurmuştu. Geronimo Amerikan hükûmetine karşı savaşan son liderlerden biriydi. Apaçiler arasında ise son savaşçıydı. O sıralar Amerikalı yerleşimcilerin yanı sıra İspanyollarda bu bölgeye akın etmeye başlamıştı. Geronimo'nun hayatındaki en kötü anı da bu dönemde gerçekleşti. 1858 yılında bir gün eve döndüğünde, eşi, annesi ve 3 çocuğunu İspanyollar tarafından öldürülmüş olarak buldu.
Anlatılanlara göre Geronimo, beyaz olan herkese karşı nefret duymuş ve elinden geldiği kadar beyaz öldürmeye çalışmıştı. Onun bu intikam ateşi Apaçiler arasında bir üne sahip olmasını sağlamıştı. Arizona ve New Mexico’da yaşayan beyaz yerleşimcilere suratındaki agresif ifadesi ve vücudundaki Apaçi kanından dolayı hep korku saçacaktı. Geronimo, aslında bir şef değildi; bir şamandı (şaman: tıp adamı – şifacı – büyücü) ve bu yönü diğer özellikleri ile birleşmiş, sonuçta ruhsal ve entelektüel bir lider olmasını sağlamıştı.
Apaçi şeflerinin hepsi, onun görüşlerine ve gücüne saygı duydu. 1870'te rezervasyon bölgesine (San Carlos) yerleştirilen Geronimo, buradan kaçmaya çalışacak; fakat tutuklanıp bölgeye geri gönderilecekti. Üç kez daha kaçmayı deneyen Geronimo, dördüncü kaçışında başarılı oldu ve yakalanamayınca, 500 izci ve 3000 Meksikalı asker onun peşine düştü. İzciler sonunda onu buldu ve rezervasyon bölgesine geri götürüldü. Ancak özgür ruhlu Geronimo bir yıl sonra 35 savaşçı, 109 kadın, çocuk ve gençle bu bölgeden de kaçmayı başardı. 1885'teki bu kaçışından 1894 yılına kadar Geronimo bulunamadı.
Bir keresinde 24 adamı ile 5000 süvariden kaçan Geronimo Dumanlı Dağlar'a sığınmış ve dağları didik, didik arayan süvariler ilginçtir ki Geronimo'nun izine bile rastlayamamıştı. Geronimo’yu yakalayamayan süvariler köylere saldırıp kadın ve çocukları öldürmeye başlamışlardı. Bunu duyan Geronimo sonunda dayanamadı ve halkına zarar gelmemesi için teslim oldu ve Oklahoma’daki Fort Sill’e yerleştirildi. Geronimo teslim olduğunda yanında en son 16 savaşçı 12 kadın ve 6 çocuk kalmıştı. Lawton’daki okul müdürü S.M. Barrett’a yerli bir çevirmen aracılığı ile hayatını kaydettirdi.
Geronimo bir savaş suçlusu olduğundan müdür Barrett, dönemin başkanı Theodore Roosevelt’e varıncaya dek, her makama yazarak “Sürgündeki Kızılderili’nin sözlerini kaydetmek için izin istemişti. Geronimo anılarını anlatmaya Apaçilerin yeryüzüne geliş hikâyesinden başlamıştı. İlk söyleşinin sonuna gelip, Barrett bir soru sorduğunda alacağı cevap şu oluyordu, “Ne söylüyorsam onu yaz.” Ölümünden önce son günlerini geçirmek için Arizona'daki evine dönmek istemiş ancak izin verilmemişti. Ve 1909 yılında bir savaş mahkûmu olarak Oklahoma'da öldü. Kimilerine göre Geronimo işkence yapılarak öldürülmüştü. Öldükten sonra Geronimo rezervasyon bölgesinin arka tarafına gömülmüştü. Fakat -ilginçtir ki- ertesi gün Geronimo gömüldüğü yerde değildi.
Geronimo'nun sembolik mezarı Fort Sill – Oklahoma bölgesindedir. Apaçilere göre Geronimo kutsal topraklar olan dumanlı dağlardadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8775",
"len_data": 3777,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Meteor şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8779",
"len_data": 30,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 1.08
}
|
Osmanlı Hanedanı'nın hükümdarları, yükselme döneminden dağılma dönemine dek kıtalararası geniş bir imparatorluğa hükmetmiştir. Osmanlı İmparatorluğu zirvedeyken, kuzeyde Macaristan, güneyde Somali, batıda Cezayir ve doğuda Irak'a kadar uzanmıştır. İlk başlarda İmparatorluk Bursa'dan yönetilirken, 1365'te Edirne başkent oldu. Son olarak da Bizans İmparatorluğu'ndan alınan İstanbul başkent yapıldı. İmparatorluğun ilk yıllarının anlatımında efsane ve gerçeği ayırmanın zor olması nedeniyle değişen konular olmuştur; buna rağmen çoğu çağdaş tarihçi, imparatorluğun aşağı yukarı 1299 yılında ortaya çıktığını ve kurucusunun Oğuz Türklerinin Kayı boyundan gelen Osman Gazi olduğunu kabul eder. Osmanlı Hanedanlığı, 36 sultanla 6 yüzyıl boyunca var oldu. Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı'nda müttefik olduğu İttifak Devletleri'nin yenilgiye uğraması sonucuyla tarih sahnesinden silindi. İmparatorluk'un İtilaf Devletleri tarafından bölünmesi ve ardından gelen Kurtuluş Savaşı Türkiye Cumhuriyeti'nin doğmasına yol açtı.
Osmanlı devlet teşkilatı.
Osmanlı İmparatorluğu var olduğu süre boyunca monarşi ile yönetilmiştir. Sultan, hiyerarşik Osmanlı sisteminde, siyasi, askerî, hukuki, sosyal ve çeşitli başlıklarda en üstteydi. Teorik olarak sadece Allah'a ve yerine getirmesi gereken "Allah'ın yasaları"na (İslam'daki şeriat) karşı sorumluydu. Onun ilahi görevi İran-İslam başlıklarına yansıtılan "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" (zill Allah fi'l-âlem) ve "yeryüzünün halifesi" (halife-i ru-yi zemin) olmaktı. Tüm devlet dairesi onun hükmündeydi ve verdiği her karar ferman adı verilen kararnamede yayımlanırdı. Başkomutandı ve tüm yurttaki resmî unvanıydı. 1453'te İstanbul'un Fethi'nden sonra kendilerini Roma İmparatorluğu'nun vârisi olarak görürlerdi bu nedenle ara sıra Kayser ve İmparator unvanını kullanırlardı. 1517'de Mısır'ın Fethi'nden sonra I. Selim halife unvanını da benimsedi. Böylece evrensel Müslüman hükümdarı olduğunu iddia etti. Yakın zamanlarda Osmanlı hükümdarları tahta çıkmada Avrupa hükümdarlarının taç giyme törenine eşdeğer olarak Osman'ın Kılıcı ile kuşatılırdı. Kuşatılmayan sultanın çocukları verasete uygun değildi.
Teoride ve ilkelerde teokratik ve salt olmasına rağmen, uygulamada padişahın yetkileri sınırlıydı. Siyasi kararlarda hanedanın önemli üyelerinin görüş ve tutumlarını dikkate alırdı, bürokratik ve askerî kuruluşlarda aynı zamanda dinî liderlerdi. 17. yüzyıldan bu yana, imparatorluk uzun süren durgunluk dönemine girdi, bu dönemde sultanlar çok güçsüzleştiler. Birçoğu güçlü Yeniçeri Ocağı tarafından tahttan indirildi. Tahta geçmesi yasaklı olmasına rağmen Harem - özellikle hükümdarın annesi (Valide Sultan olarak da bilinir) - sahne arkası önemli politik rollerde kadınlar saltanatı dönemi boyunca etkili oldu.
Sultanların azalan güçleri ilk sultanların ve sonrakilerin saltanat uzunluklarının farklılığından dolayı kanıtlandı. I. Süleyman, imparatorluğu 16. yüzyılda doruk noktasına çıkaran ve 46 yıllık saltanatıyla Osmanlı tarihinin en uzun süre tahtta kalan padişahıydı. V. Murad, 19. yüzyıl gerileme döneminde kayıtlardaki en kısa tahtta kalan padişahtı. Saltanatı sadece 93 gün sürdü. Parlamenter monarşi V. Murad'ın varisi II. Abdülhamid, imparatorluğun son mutlak ve ilk anayasal monarşi hükümdarı, zamanında resmileşti. Günümüzde Osmanlı hanedan reisi Harun Osmanoğlu'dur.
Padişahların listesi.
Aşağıdaki tablo Osmanlı sultanlarını ve son Osmanlı halifesini tarihe göre sıralanmış olarak listeler. Tuğralar kaligrafik mühür ya da Osmanlı sultanları tarafından kullanılan imzalardır. Tuğralar tüm resmî belgelerde, sikkelerde ve daha önemlisi padişahın portresinin belirlenmesinde kullanılırdı. "Notlar" sütunu padişahların ebeveynlerini ve kaderlerini içerir. Padişahın saltanatının sonu doğal ölümle bitmediği zaman nedeni kalın gösterilir. İlk hükümdarlar için genellikle saltanatının sonu ve varîsinin tahta çıkması arasında bir zaman vardır. Bunun nedeni tarihçi Quataert'e göre bu dönemde Osmanlı'da uygulanan en yaşlı olan erkeğin değil en uygun olan oğlun tahta geçmesidir. Sultan öldüğünde, bir galip çıkana kadar tüm oğulları savaşmak zorundaydı. Bundan dolayı iç çatışma meydana gelmiş ve kardeş katli gerçekleşmiştir. Sultanın ölüm tarihi bu nedenle her zaman varîsin tahta geçmesiyle aynı tarihte değildir. 1617'de şehzade sistemi, en uygun olan oğlanın tahta geçmesi yerine yaşça en büyük olan erkeğin tahta geçtiği sistemle (ekberiyet) değişmiştir. Bu sistemle birlikte, tahta ailenin en büyük erkeği geçmiştir. Bu da 17. yüzyıldan bu yana, neden ölen sultanın yerine nadiren kendi oğlunun, genellikle amca ya da kardeşinin geçtiğini açıklar. En büyük olan erkeğin tahta geçtiği sistem (ekberiyet), 19. yüzyılda alınan başarısız sonuçlara rağmen saltanatın sonuna kadar sürmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8780",
"len_data": 4752,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.83
}
|
I. Süleyman ( "Sultân Süleymân-ı Evvel", divan edebiyatındaki mahlasıyla "Muhibbi"; 6 Kasım 1494, Trabzon - 7 Eylül 1566, Zigetvar), Osmanlı İmparatorluğu'nun onuncu padişahı ve 89. İslam halifesidir. Batı'da Muhteşem Süleyman, Doğu'da ise adaletli yönetimine atfen Kanûnî Sultan Süleyman () olarak da bilinmektedir. 1520'den 1566'daki ölümüne kadar, yaklaşık 46 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na hükmetti. Toplamda 13 kez sefere çıktı ve saltanatının 10 yıl, 1 ayını seferlerde geçirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda en uzun süre hüküm süren, en çok sefere çıkan ve en uzun süre sefer yapan padişahtır.
Süleyman, 30 Eylül 1520'de babası I. Selim'in yerine padişah oldu ve saltanatına Orta Avrupa ve Akdeniz'deki Hristiyan güçlere karşı seferler düzenleyerek başladı. 1521'de Belgrad'ı ve 1522-1523'te Rodos Adası'nı fethetti. Ağustos 1526'da Mohaç Muharebesi'nde Macaristan'ın askerî gücünü kırdı ve büyük bir kısmını topraklarına kattı. Süleyman, Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik, askeri ve siyasi gücünün zirvesine hükmederek, 16. yüzyıl Avrupası'nın önde gelen hükümdarlarından biri haline geldi. Süleyman, 1529'daki Viyana Kuşatması'nda fetihleri kontrol altına alınmadan önce, Hristiyanların kaleleri olan Belgrad ve Rodos'un yanı sıra Macaristan'ın büyük bölümünün fethedilmesinde Osmanlı ordularına bizzat liderlik etti. Safevîlerle olan çatışmasında Orta Doğu'nun büyük bir bölümünü ve Cezayir'e kadar Kuzey Afrika'nın geniş alanlarını ilhak etti. Onun yönetimi altında Osmanlı donanması, Akdeniz'den Kızıldeniz'e ve Basra Körfezi'ne kadar denizlere hâkim oldu. Zigetvar Kuşatması'nın sonlanmasından bir gün önce, 7 Eylül 1566'da 71 yaşındayken öldü.
Genişleyen bir imparatorluğun başında bulunan Süleyman, toplum, eğitim, vergi ve ceza hukuku ile ilgili önemli hukuki değişiklikleri bizzat başlattı. Onun reformları, imparatorluğun baş kadısı Ebussuud Efendi ile birlikte yürütülerek Osmanlı hukukunun iki biçimi olan sultani ve dini hukuk arasındaki ilişkiyi uyumlu hale getirdi. Süleyman, aynı zamanda seçkin bir şair ve kuyumcuydu; Osmanlı İmparatorluğu'nun sanatsal, edebi ve mimari gelişiminde "Altın Çağ"ını yöneten büyük bir kültür hamisi oldu.
Süleyman, Osmanlı geleneğini bozarak, hareminden bir kadın olan, Sünni İslam'a geçen ve kızıl saçları nedeniyle Batı Avrupa'da Roxelana adıyla ünlenen Rutenya kökenli bir Ortodoks Hristiyan olan Hürrem Sultan ile evlendi. Süleyman'ın 46 yıllık iktidarının ardından, 1566'da ölümünün ardından yerine oğlu II. Selim geçti. Süleyman'ın diğer potansiyel varislerinden Mehmed ve Mustafa öldüler; Mehmed 1543'te çiçek hastalığından öldü, Mustafa ise 1553'te sultanın emriyle boğularak öldürüldü. Diğer oğlu Bayezid ise bir isyanın ardından dört oğluyla birlikte 1561'de Süleyman'ın emriyle idam edildi. Her ne kadar akademisyenler onun ölümünden sonraki dönemi basit bir gerilemeden ziyade bir kriz ve adaptasyon dönemi olarak görseler de, Süleyman'ın saltanatının sonu Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası oldu. Süleyman'dan sonraki on yıllarda imparatorluk, genellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun Dönüşümü olarak adlandırılan önemli siyasi, kurumsal ve ekonomik değişimler yaşamaya başladı.
İlk yılları.
6 Kasım 1494 tarihinde, Trabzon'da doğdu. Babası, Süleyman doğduğu zaman Trabzon valisi olan ve 1512 yılında padişah olarak tahta çıkan I. Selim, annesi ise Ayşe Hafsa Valide sultandı. Çocukluk yıllarını, süt kardeşi Yahya Efendi ile birlikte Trabzon'da geçirdi. 7 yaşındayken; bilim, tarih, edebiyat, din ve askeriye alanlarında eğitim almak için İstanbul'a, Topkapı Sarayı'ndaki Enderûn'a gönderildi.
1508 yılında Şarkî Karahisar Sancak Beyi olarak atandı ancak babası Selim'in kardeşi, Amasya Sancak Beyi Ahmed'in itirazı sonrasında Bolu'ya atandı. Ahmed'in buna da itiraz etmesi sebebiyle atandığı Kefe sancağına 1509 Temmuz'unda çıktı. Babası I. Selim'in 1512'de tahta çıkmasından sonra İstanbul ve Edirne'de oturdu. 1513 yılında Saruhan sancak beyliğine atandı. Burada, sonraları başdanışmanlarından biri olacak olan Pargalı İbrahim ile yakın bir arkadaşlık kurdu. Yaklaşık yedi yıllık Saruhan sancak beyliğinin ardından, 1520 yılının 21 Eylül'ü 22 Eylül'e bağlayan gecesi babası I. Selim'in ölümü üzerine İstanbul'a hareket etti ve tahtta hak iddia edecek başka biri olmadığından herhangi bir mücadele vermeden 30 Eylül 1520 tarihinde onuncu Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. Tahta geçişinden birkaç hafta sonra Venedik Elçisi Bartolomeo Contarini, Süleyman'ı "Yirmi altı yaşında, uzun fakat sırım gibi ve kibar görünüşlü. Boynu biraz fazla uzun, yüzü zayıf, burnu kartal gagası gibi kıvrık. Gölge gibi bıyığı ve küçük bir sakalı var. Cildi biraz soluk olsa da yüzü oldukça hoş. Derisi solgunluğa meyilli. Akıllı bir hükümdar olduğu söyleniyor ve herkes onun saltanatının hayırlı olacağını umuyor." şeklinde tanımlamıştır.
Dönemindeki askerî ve siyasî gelişmeler.
1520-1529.
I. Süleyman'ın tahta geçmesinden kısa bir süre sonra Şam Beylerbeyi Canberdi Gazâlî, Süleyman'ın padişahlığını tanımadı ve kendi hükümdarlığını ilan ederek isyan başlattı. Merkezden gönderilen Ferhad Paşa komutasındaki birlikler, Zülkadriye Eyaleti'nde bulunan kuvvetler ve Şam'daki kuvvetlerin etkinlikleri sonucunda Şam yakınlarında 27 Ocak 1521 tarihinde yapılan Mastaba Muharebesi sonucunda Gazali'nin yenilmesi ve öldürülmesiyle isyan bastırıldı. Gazali'nin yerine Şam Beylerbeyliği'ne Ayas Mehmed Paşa atandı. Aynı yılın sonunda ise doğu cephesinin merkezi halinde bulunan Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’nın vefatı üzerine yerine Divane Hüsrev Paşa tayin edildi.
Süleyman ilk seferini 18 Mayıs 1521'de, Macaristan Krallığı'nın yönetimindeki Belgrad (o dönemdeki adı Nándorfehérvár) üzerine yaptı. Çevresindeki Böğürdelen, Zemun ve Salankamen şehirlerinin alınmasının ardından 1 Ağustos günü kuşatılan şehir, 29 Ağustos 1521 tarihinde teslim oldu. Avrupa'da gerçekleştirilebilecek fetih ve seferler için önemli bir merkez olan Belgrad'ın fethi hakkında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun İstanbul elçisi "Belgrad'ın ele geçirilmesi, Macaristan Krallığı'nın çöküşüne sebep olan olayların başlangıcıydı. II. Lajos'un ölümü, Budin'in ele geçirilişi ve Erdel'in işgaliyle devam eden süreçte Macaristan İmparatorluğu yıkılmış ve diğer ülkeleri de benzer sonu yaşayacağına dair bir korku sarmıştı." ifadelerini kullanmıştı.
Ertesi yıl Süleyman, Hospitalier Şövalyeleri'nin bulunduğu Akdeniz'deki Rodos adasına karadan sefer düzenledi. Kuşatmaya katılacak olan Osmanlı donanması ise Haziran 1522'de adanın "Cem Bahçesi" körfezine demir attı. Süleyman'ın da arasında olduğu kara kuvvetleri, Marmaris'ten gemi yoluyla 28 Temmuz günü adaya geçti. Yaklaşık 100.000 kişi ve 400 gemiden oluşan Osmanlı ordusu, 6 aydan fazla süren kuşatma, 26 Aralık 1522'de şövalyelerin başı Philippe Villiers de L'Isle-Adam'ın teslim koşullarını kabul etmesi ve adanın hakimiyetinin Osmanlı İmparatorluğu'nun eline geçmesiyle sona erdi. Adada Hristiyan kimliğiyle yaşayan Cem Sultan'ın oğlu Murad ve Murad'ın oğulları boğduruldu, eşi ve iki kızı İstanbul'a gönderildi. Rodos'un alınmasının ardından şövalyelerin elinde bulunan Bodrum, Tahtalı ve Aydos kaleleri ile İstanköy ve Sömbeki adaları da alındı.
Şubat 1523'te İstanbul'a dönüşünün ardından Süleyman, saltanatının ilk üç yılında görev yapan Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa'yı emekliye ayırdı. 27 Haziran 1523 günü ise daha önce görülmemiş bir biçimde has odabaşısı İbrahim Ağa'yı sadrazam olarak atadı. Sadrazamlığa ek olarak kendisine Rumeli Eyaleti'nin yönetimini de verdi. Sadrazamlık yetkisinin kendisine verilmesini bekleyen ikinci vezir Ahmed Paşa, vali olarak atandığı Mısır'da 1524 yılı başlarında isyan çıkararak bağımsızlığını ilan etti. Ahmed Paşa'nın öldürülmesiyle isyan bastırıldı ve Sadrazam İbrahim Paşa, Mısır'ı düzene sokmakla görevlendirildi.
Mart 1525'te, Süleyman Kâğıthane'de avlandığı sırada yeniçeriler şehirde ayaklanma başlattılar. Kısa sürede bastırılan ayaklanma sonrasında Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa, kâhyası Kıran Bali ile reîsü'l-küttâb Haydar idam edildi. Mısır'ı düzene koyan İbrahim Paşa ise 6 Eylül 1525 günü İstanbul'a döndü. Bu dönemde İstanbul'a gelen Fransa elçisi Jean Frangipani, 24 Şubat 1525'teki Pavia Muharebesi sonrası Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na esir düşen Kral I. François için, kralın annesi Louise de Savoie'un ricası üzerine Süleyman'dan yardım istedi. Yazdığı mektupla yardım sözü veren Süleyman, iki devlet arasında anlaşma sağlanıp François serbest bırakılsa da Macaristan üzerine sefer gerçekleştirme kararı aldı. Macaristan üzerine önce Sadrazam İbrahim Paşa'yı gönderdi, 23 Nisan 1526'da ise Süleyman'ın önderliğindeki ordu Macaristan'a hareket etti. İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetler, Petrovaradin ve İyluk şehirleriyle on bir kale ele geçirdikten sonra, Özek kalesini de aldı. Bosna beyleri de Sirem bölgesindeki bazı kaleleri ele geçirmişti. Macaristan Kralı II. Lajos'un liderliğindeki ordu ile Tuna kıyısındaki Mohaç düzlüğünde karşılaşan Osmanlı ordusu, 29 Ağustos 1526 günü yapılan muharebeyi kazanarak Doğu Avrupa'daki Macar direncini kırdı. Lajos ise muharebeden kaçan bazı askerlerle birlikte bataklıkta boğularak öldü. Osmanlı ordusu yürüyüşüne devam ederek, 20 Eylül günü Budin'e girdi. Şehrin anahtarını alan ve yaklaşık on dört gün boyunca kral sarayında kalan Süleyman, dönüşte Segedin ve bazı şehirleri de alarak 21 Eylül'de Peşte'ye geçti ve Macaristan'ın başına Erdel Voyvodası János Zápolya'yı getirdi. Macaristan'ın Osmanlı İmparatorluğu'na bağlanması ve Fransa-Osmanlı ittifakıyla 5 Ekim 1526 tarihinde sona eren yedi aylık sefer sonrasında, 13 Kasım 1526 tarihinde İstanbul'da zafer alayı düzenlendi. Osmanlı ordusunun Macaristan'da olduğu 1526 Ağustos'unda, Safevîlerin desteğiyle Bozok'ta Baba Zünnûn İsyanı baş gösterdi. Çevredeki bölgelere yayılmasının ardından 1527'de Diyarbekir Beylerbeyi Hüsrev Paşa ve Adana Sancak Beyi Pîrî Bey tarafından bastırıldı. 1527'de orta Anadolu'da yine Safevîlerin desteğiyle Kalender Çelebi İsyanı çıktı. Çevresindeki sancak beyleri ile eyalet beylerini mağlup etmesinin ardından isyanı bastırmak için Sadrazam İbrahim Paşa görevlendirildi. 1527'de Elbistan civarında yenilgiye uğratılan Kalender Çelebi, başı kesilerek idam edildi. Birkaç ay sonra İranlı Molla Kâbız, vaazlarında İsa'nın bütün peygamberlerden üstün olduğu fikrini dile getirdiğinden Sünni ulemanın tepkisini çekti ve bu sebeple Kasım 1527'de dîvânda yargılandı. Ancak fikirlerinden vazgeçmeyen Molla Kâbız idam edildi.
Kutsal Roma İmparatoru V. Karl'ın kardeşi Avusturya Arşidükü Ferdinand, János Zápolya'nın krallığını tanımayarak kendini Macaristan kralı ilan etti. János Zápolya'nın kuvvetlerini yenilgiye uğratmasının ardından 20 Ağustos 1527 günü Budin'e girerken, Osmanlı İmparatorluğu'na vergi ödemesi karşılığında kendisinin Macaristan Kralı olarak tanınmasını istedi. Ancak bunu reddeden Süleyman 10 Mayıs 1529'da yeni bir sefere çıkarken, Sadrazam İbrahim Paşa'ya da serasker unvanı verdi. 3 Eylül 1529'da Budin'e varan Osmanlı kuvvetleri şehri kuşattı. 7 Eylül günü Budin teslim oldu ve yönetimi tekrar János Zápolya'ya verildi. Hemen ardından Estergon'u almayı başaran Osmanlı ordusu, 23 Eylül 1529'da Avusturya topraklarına girmesinin ardından 27 Eylül günü Viyana'yı kuşattı. Ancak hava şartlarının elverişsizliği ve mühimmat bakımından kuşatma için hazırlıksız olunması sebepleriyle 16 Ekim günü kuşatma kaldırıldı ve ordu, 16 Aralık 1529'da İstanbul'a döndü.
1530-1539.
Osmanlı açısından başarısızlıkla sonuçlanan Viyana kuşatmasının ardından Ferdinand tarafından gönderilen ve Macaristan Krallığı'nın kendisine verilmesi gerektiğini bildiren ikinci elçi de Süleyman'dan ret cevabı aldı. Bunun üzerine Estergon, Vişegrad ve Vaç şehirlerini Osmanlı'dan alan Ferdinand, Budin şehrine bir saldırı düzenlese de bu saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. 17 Ekim 1530'da, Avusturya elçileri Nicolas Jurischitz ile Joseph von Lamberg İstanbul'a geldi. 17 Kasım günü padişah Süleyman ile yaptıkları görüşmelerde bir anlaşma sağlanamayınca Avusturya üzerine sefere çıkılması kararlaştırıldı. 25 Nisan 1532'de, Süleyman ve İbrahim Paşa'nın önderliğindeki ordu İstanbul'dan ayrıldı. Bosna Beyi Gazi Hüsrev Bey, Bâli Beyoğlu Mehmed Bey, Kırım Hanı I. Sahib Giray ve eyalet beylerbeyleri kaleler fethederken, akıncı kolları Almanya'nın içlerine kadar ilerledi. Osmanlı ordusu 11 Eylül günü Slovenya'ya girdi, bir süre sonra da Habsburg Hanedanı'nın elindeki Güns şehri kuşatılarak Karl'ın gelmesi beklendi. Üç hafta kadar süren kuşatma boyunca Karl'ın gelmemesi üzerine 30 Ağustos 1532'de şehir ele geçirdi. İbrahim Paşa birkaç kale daha ele geçirirken; Süleyman'ın gerçekleştirdiği Alman Seferi, 21 Kasım 1532'de İstanbul'a dönülmesiyle sona erdi. Birkaç ay sonra, 22 Haziran 1533 tarihinde Avusturya Arşidüklüğü ile Osmanlı İmparatorluğu arasında İstanbul Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Macaristan'ın batısındaki küçük bir bölgenin kendisine kaldığı Ferdinand, Macaristan üzerindeki hak iddiasını sonlandırırken, János Zápolya'nın Macaristan hükümdarlığını tanıdı ve Osmanlı İmparatorluğu'na yıllık 30.000 altın vergi vermeyi kabul etti. Öte yandan sefer sırasında Sikloş, Papoçe, Sopron, Gradcaş, Pojega, Zaçesne, Nemçe ve Podgrad kaleleri ele geçirilirken; Podgogonce ve Zagreb beyleri de kalelerinin anahtarlarını Süleyman'a göndererek bağlılıklarını bildirdi. Alman Seferi sırasında Andrea Doria tarafından alınarak Habsburgların eline geçen Koron, 1534'ün Mart ayında Mora Sancak Beyi Bâli Beyzâde Mehmed Bey tarafından geri alındı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde bulunan Bitlis Sancak Beyi Şeref Han 1531'de Safevî Şahı I. Tahmasb'a bağlandığını ilan etti. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında doğmasının ardından Safevîlere sığınan, sonrasında tekrar Osmanlı'ya dönen Ulama Han, Şeref Han'ın yerine Bitlis'e gönderildi. Ancak burada Şeref Han'ın kuvvetleriyle karşılaşılmasının ardından Sadrazam İbrahim Paşa, İran üzerine yapılacak sefer için Ekim 1533'te bölgeye hareket etti. İbrahim Paşa bölgeye ulaşmadan önce Ulama Han, Şeref Han ile yaptığı mücadeleden galip ayrılarak Şeref Han'ı öldürdü. Diğer taraftan Bağdat Hanı Zülfikâr Han Süleyman yanlısı bir tutum sergileyerek şehri gizlice Süleyman'a vermesi; ancak olayın Tahmasb tarafından duyulmasının ardından Zülfikâr Han'ın öldürülmesi ve şehrin Safevî Devleti'nde kalması da İbrahim Paşa önderliğindeki kuvvetlerin bölgeye sevk edilmesinin nedenlerindendi. Kış zamanı Halep'e varan İbrahim Paşa, Safevîlerin elindeki Adilcevaz, Erciş, Van ve Ahlat'ı ele geçirmesinin ardından ilkbaharda Halep'ten ayrıldı. Herhangi bir direniş göstermeyen Tebriz, 13 Temmuz 1534 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı. Kışı İstanbul'da geçirmesinin ardından 11 Haziran 1534'te altıncı seferi için hareket eden Süleyman, Eylül ayında Tebriz yakınlarında İbrahim Paşa tarafından karşılandı. Bir müddet sonra buradan ayrılan ordu, 31 Aralık 1534 günü teslim olan Bağdat'ı ele geçirdi. Kışın Bağdat'ta geçirilmesinin ardından 8 Ocak 1536'da İstanbul'a dönüldü. Öte yandan 27 Aralık 1533 günü Cezayir hükümdarı Hızır Reis (Barbaros), filosuyla birlikte İstanbul'a geldi. Kendisine çeşitli hediyeler sunan ve Cezayir'i Osmanlı topraklarına katan Hızır Reis'e "Hayreddin" unvanı veren Süleyman, Hayreddin'i Cezayir Beylerbeyi olarak atadı. İbrahim Paşa ile görüşmek için Halep'e gidip dönen Barbaros Hayreddin Paşa, 1534 yılında kaptan-ı derya oldu. 1534 Mayıs'ında ilk seferini yaptı. Güney İtalya sahillerine çeşitli saldırılar düzenledikten sonra Tunus'a geldi. Küçük çaplı direnişlere rağmen Mevlây Hasan'ın hükümdarlığındaki Tunus, 1534 Ağustos'unda alındı. Mevlây Hasan'ın yardım istemesi üzerine V. Karl, Andrea Doria komutasında çeşitli devletlerin kuvvetlerinden oluşan bir donanma hazırladı ve 1535 yazında saldırdığı Tunus'u ele geçirdi.
Fransa elçisi Jean de La Forêt'nin girişimleri sonucunda 18 Şubat 1536 günü Süleyman, Fransa ile kapitülasyon anlaşması imzaladı. Anlaşmayla birlikte Fransızlara ticari ve hukuki alanlarda birtakım ayrıcalıklar tanındı. 14 Mart'ı 15 Mart'a bağlayan gece Topkapı Sarayı'nda konuk olan Sadrazam İbrahim Paşa, Süleyman'ın emriyle boğularak öldürüldü. Ertesi gün sadrazamlığa Ayas Mehmed Paşa getirildi.
Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması, 1536 baharında Akdeniz'deki yabancı limanları vurdu. Donanmanın Avlonya kıyılarında olduğu vakit Süleyman, 17 Mayıs 1537'de İstanbul'dan ayrılarak "Sefer-i Pulya" denen Adriyatik seferine çıktı. Fransız-Osmanlı ittifakı gereğince Fransa'nın İtalya'ya kuzeyden, Osmanlı donanmasının ise güneyden saldırması kararlaştırıldı. Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki askerler, 1537 Temmuz'unda Puglia bölgesinde yer alan Castro şehrinde konuşlandı. Otranto civarında yaklaşık iki hafta kalan askerler, daha sonra ele geçirdikleri esirlerle birlikte buradan ayrıldı. Öte yandan Fransa, İtalya'ya saldırmaktan vazgeçerek askerlerini Hollanda üzerine göndermişti. İtalya'dan ayrılan Osmanlı donanması, Ağustos ayında Venedik Cumhuriyeti'nin elindeki Korfu adasını kuşattı. Ancak kışın gelmesiyle kuşatma kaldırıldı. Barbaros Hayreddin Paşa, Venedik'e ait Şira, Patmos, Naksos gibi adalar alındı; Naksos ile diğer beş ada Osmanlı İmparatorluğu'na vergi vermek üzere yeniden eski dükalığa bırakıldı. Padişah ile donanma, 22 Kasım 1537'de İstanbul'a döndü.
Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olan Boğdan Voyvodası Petru Rareș'in vergi ödememesi üzerine Süleyman, Barbaros Hayreddin Paşa'nın donanmayla birlikte denize açılmasından bir-iki gün sonra, 9 Temmuz 1538 tarihinde saltanatındaki sekizinci seferine çıktı. Başkent Yaş da dahil olmak üzere Boğdan'ın büyük kısmı ile Suceava ve Besarabya Osmanlı egemenliğine girdi. Petru Rareș Erdel'e sürülürken, Boğdan'ın başına III. Ştefan getirildi. Bu sıralarda Akdeniz'de olan Barbaros Hayreddin Paşa yönetimindeki donanma, 22 Eylül 1538'de Venedik Cumhuriyeti, İspanyol İmparatorluğu, Papalık Devleti, Ceneviz Cumhuriyeti ve Malta Şövalyeleri'nden oluşan ve Andrea Doria'nın önderlik ettiği Kutsal İttifak donanmasının Korfu'da olduğunu öğrendi. 28 Eylül 1538'de, Preveze açıklarında gerçekleşen Preveze Deniz Muharebesi'nden Barbaros Hayreddin Paşa zaferle ayrıldı. Andrea Doria geri çekilirken Kastelnova'yı alsa da 1539 ilkbaharında denizden Barbaros Hayreddin Paşa, karadan ise Gazi Hüsrev Bey'in saldırıları sonucu ada geri alındı. 1540 Ekim'inde Venedik ile Osmanlı arasında imzalanan antlaşmaya göre Mora ve Dalmaçya kıyılarındaki kaleler ve adalar Osmanlı İmparatorluğu'na bırakılırken, Venedik'in Osmanlı'ya yıllık 300.000 altın tazminat vermesi kararlaştırıldı. Öte yandan 15 Temmuz 1539'da Ayas Mehmed Paşa'nın ölümüyle boşalan sadrazamlığa Lütfi Paşa getirildi.
1535 yılında Gucerat Sultanı Bahadır Şah'ın gönderdiği elçi ve mektup aracılığıyla Portekiz İmparatorluğu'na karşı gerçekleştirdiği mücadele için yardım istemesi üzerine Süleyman, Hint Okyanusu üzerine gönderilecek gemiler için Hadım Süleyman Paşa'yı görevlendirdi. 13 Haziran 1538'de Süveyş'ten yola çıkan Hadım Süleyman Paşa, ilk olarak geldiği ve Portekizlilerin elinde bulunan Aden'i aldı. 19 Ağustos günü Aden'den ayrılan donanma, 4 Eylül'de Diu'ya ulaştı. Ancak Bahadır Şah 1537'de ölmüş ve Portekiz'in desteğiyle yerine gelen yeğeni III. Mahmud Şah, 1538 Eylül'ünde şehre yapılan kuşatmada Portekiz tarafında yer almıştı. Ancak kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı ve 25 Aralık günü Aden'e dönüldü. Bir müddet sonra ise başkent San'a'da dahil olmak üzere tüm Yemen'i Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı.
1540-1552.
Nisan 1541'de, padişahın kızkardeşi olan, karısı Şahhuban Sultan'a tokat atması sebebiyle Lütfi Paşa; Sultan Süleyman tarafından Dimetoka'ya sürülürken, yerine Hadım Süleyman Paşa getirildi.
János Zápolya'nın 22 Temmuz 1540'ta ölmesinin ardından eşi Izabela Jagiellonka, Szapolyai'nin ölümünden birkaç gün önce doğan oğlu János Zsigmond Zápolya adına Macaristan'ın başına geçmek için Süleyman'dan onay aldı. Yaşananları duyan Ferdinand, 1541 Ağustos'unda Budin'i kuşattı. Önce Rumeli beylerbeyi, ardından ise üçüncü vezir Sokollu Mehmed Paşa komutasındaki kuvvetleri Budin'e gönderen Süleyman, 23 Haziran 1541'de orduyla birlikte sefere çıktı ve Budin'deki Ferdinand'ın kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Budin'in kurtarılmasından sonra kurulan Budin Eyaleti'yle Macaristan doğrudan Osmanlı topraklarına bağlanırken, Izabela Jagiellonka ve oğlu Sigismund Zapolya Erdel'e gönderildi. Kardeşi Ferdinand'ın 8 Eylül'de Cenova'e ulaşmasıyla yaşananları öğrenen V. Karl, 1541 sonbaharında Osmanlı İmparatorluğu'nun elindeki Cezayir üzerine bir sefer düzenledi. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, İspanyol İmparatorluğu, Napoli Krallığı, Sicilya Krallığı, Malta Şövalyeleri, Ceneviz Cumhuriyeti ve Papalık Devleti kuvvetlerinden oluşan Andrea Doria'nın komutanlığındaki donanma, 19 Ekim'de Cezayir'e geldi. Aynı zamanda Cezayir Beylerbeyi de olan kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın yokluğunda Cezayir'i savunan Hasan Ağa komutasındaki askerler, dört ay kadar süren çatışmalar sonunda V. Karl'ın kuvvetleri karşısında zafer elde etti. Süleyman ise ordu ile birlikte 27 Kasım 1541'de İstanbul'a döndü.
1542'de Ferdinand'ın tekrar Budin ve Peşte'ye yaptığı kuşatmalar üzerine, 17 Kasım 1542'de yeni bir sefer hazırlığı için gittiği Edirne'de bir müddet kalan Süleyman, 23 Nisan 1543'te Macaristan üzerine bir kez daha sefere çıktı. 8 Ağustos'ta, iki hafta süren kuşatma sonucunda Estergon Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. Birkaç hafta içerisinde ise Siklós, Székesfehérvár ve Szeged şehirleri de alındı. 19 Haziran 1547'de, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ilk yazılı antlaşma olma niteliği taşıyan İstanbul Antlaşması ile Ferdinand ve V. Karl, Macaristan'ın Osmanlı İmparatorluğu kontrolünde olduğunu kabul ederken, Habsburg Hanedanı'nın elinde bulundurduğu batı ve kuzey Macaristan için Osmanlı İmparatorluğu'na yıllık 30.000 altın florin vermeyi kabul etti.
1542-1546 İtalya Savaşı esnasında Süleyman ile I. François, V. Karl ile İngiltere Kralı VIII. Henry'e karşı bir ittifak oluşturdu. 29 Mayıs 1543'te İstanbul'dan yola çıkan Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması, Ağustos ayında Marsilya'ya ulaştı. 6 Ağustos günü, Osmanlı ve Fransa kuvvetlerinden oluşan donanma, Savoie Dükü III. Charles'ın yönetimindeki Nice şehrini kuşattı. 22 Ağustos'ta Nice ele geçirilirken, kaledeki direnişin devam etmesi sebebiyle kuşatma 8 Eylül'e kadar sürdü. İleride düzenlenecek saldırılarda Fransa'ya daha kolay yardım edebilmesi için François, Osmanlı donanmasının kışı Toulon'da geçirmesini sağladı. Yaklaşık sekiz ay süren konaklama sonrası, 1544 Mayıs'ında donanma İstanbul'a dönüş için yola çıktı.
Kasım 1544'te, Sadrazam Hadım Süleyman Paşa ile Divane Hüsrev Paşa'nın divanda kavga etmesi üzerine ikisi de görevlerinden alındı ve sadrazamlığa Damat Rüstem Paşa getirildi. 4 Temmuz 1546'da kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın vefat etmesiyle de yeni kaptan-ı derya Sokollu Mehmed Paşa oldu.
1547'de Safevî Şahı I. Tahmasb'a karşı isyan başlatan kardeşi Elkas Mirza da İstanbul'a geldi. Eşi Hürrem Sultan ile birlikte 1544, 1545 ve 1546 yıllarını Edirne'de geçiren Süleyman, İstanbul'a döndükten sonra Elkas Mirza'yı doğuya gönderdi ve 29 Mart 1548'de İran üzerine sefere çıktı. Süleyman yönetimindeki ordu tarafından Van'a yapılan kuşatmayı Ulama Paşa devralırken, kısa bir süre sonra şehir ele geçirildi. 1534'te Osmanlı egemenliğine girse de sonradan tekrar Safevî Devleti'nin eline geçen Tebriz, Süleyman komutasındaki kuvvetler tarafından tekrar alındı. Kışı Halep'te geçiren ordu, 1549'da Diyarbakır'a geldi ve İkinci vezir Kara Ahmed Paşa'yı Gürcistan taraflarına yolladı. Bir buçuk ay içerisinde, başta Tortum ve Akçakale olmak üzere yirmi kadar şehri ele geçiren ve Şirvanşahlar Devleti Osmanlı İmparatorluğu'na bağlayan Kara Ahmed Paşa, ordu ile birlikte 21 Aralık 1549'da İstanbul'a döndü.
31 Mart 1547'de ölen I. François'nın yerine Fransa kralı olan II. Henri, Akdeniz'de Habsburglarla mücadele için Süleyman ile anlaşma yaptı. Bunun üzerine Andrea Doria komutasındaki donanma, 8 Ekim 1550'de V. Karl adına Mehdiye'yi ele geçirdi. Buna karşın Osmanlı ve Fransa kuvvetlerinden oluşan donanma Fransa'nın güneyini savundu. Sokollu Mehmed Paşa'dan sonraki kaptan-ı derya Sinan Paşa yönetiminde olan ve Salih Reis ile Turgut Reis'in eşlik ettiği donanmanın, Temmuz 1551'de Gozo adasını ele geçirdikten sonra, 18 Temmuz günü Malta adasına yaptığı saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. Kısa bir süre sonra donanma, Malta Şövalyeleri'nin kontrolündeki Trablus'u kuşattı. 14-15 Ağustos günlerinde ise şehir ele geçirildi. Trablus'un alınmasıyla 1551-1559 İtalya Savaşı'nın zemini hazırlanmış oldu. 1552'de, Fransa'ya yardım etmek amacıyla yola çıkan Fransa ve Osmanlı gemilerinden oluşan donanma İtalya'nın güneyindeki Reggio Calabria'yı ele geçirdi. 5 Ağustos 1552 günü, Ponza açıklarında Andrea Doria komutasındaki donanmayla karşılaşan Fransa-Osmanlı donanması, yapılan deniz muharebesinden zaferle ayrıldı. 1553'te ise bu donanma, Ceneviz Cumhuriyeti'nin elindeki Korsika'nın büyük bir kısmını ele geçirdi.
1551 yılında, Avusturya kuvvetlerinin Erdel'e girmesinin ardından Süleyman, Rumeli Beylerbeyi Sokollu Mehmed Paşa'yı Erdel üzerine gönderdi. 10 Temmuz 1551'de Sofya'dan hareket eden Sokollu, 7 Eylül'de Slankamen'den ayrılarak Beçe önlerine geldi ve yaklaşık 16 kaleyi ele geçirdi. Temmuz 1552'de Lipve'yi de ele geçirdikten sonra, Temeşvar'ı kuşatsa da hava şartlarının müsait olmaması üzerine Belgrad'a döndü. Sokollu Mehmed Paşa'nın çekilmesi üzerine Avusturya kuvvetleri Erdel'e girerek Lipve'yi geri aldı ve Segedin'i kuşatsa da bu kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı. Lipve'yi geri almak amacıyla 26 Temmuz 1552'de hareket eden Kara Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, 35 gün kadar süren kuşatma sonrasında Temeşvar'ı ele geçirdi. Kısa bir süre sonra da Lipve'nin geri alınırken, Vesprim ile Solnok da ele geçirildi. Eğri'ye yapılan kuşatma ise kış mevsiminin gelmesi sebebiyle kaldırıldı.
Öte yandan 1548'de, ikinci kez Hint seferine gönderilen donanmanın başında Pîrî Reis vardı. Pîrî Reis, Osmanlı İmparatorluğu'na dahil olduğu halde Portekiz egemenliğine giren Aden'i, 26 Şubat 1548 tarihinde geri aldı. Ağustos 1552'de ise Portekiz İmparatorluğu'nun kontrolündeki Maskat'ı ele geçirdi. Sonrasında ise Arap Yarımadası'nın sahil kısımlarını ele geçirerek Basra Körfezi'ne kadar geldi ve Katar ile Bahreyn'i Osmanlı İmparatorluğu topraklarına kattı. Ancak ilerleyişine devam etmeyen Pîrî Reis, donanmayı Barsa'da bırakarak Süveyş'e döndü. Bu yüzden bir süre hapsedildi, 1554'te ise Süleyman tarafından idam edildi. Hint Okyanusu üzerine yapılacak olan üçüncü sefer için Koca Murat Reis görevlendirildi. Açık denizde Dom Diogo de Noronha komutasındaki Portekiz Donanması'yla yapılan çarpışmalardan Koca Murat Reis zaferle ayrılsa da rüzgârın aksi istikamette olması sebebiyle Basra'ya dönmek zorunda kaldı. Başarıyla sonuçlanmayan bu seferin ardından Seydi Ali Reis'in önderliğinde dördüncü ve son sefer 1553 yılında yapıldı. Portekiz gemileriyle yapılan çatışmalar ve yakalanılan fırtınalar sebebiyle zayıflayan ve sayısı azalan Osmanlı gemileri Surat'a ulaşarak, kalan teçhizat ve topları Gucerat sultanının valisi Recep Han'a bıraktı. Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasındaki ilişkilerin iyi olmaması sebebiyle bir süre burada kalan Seydi Ali Reis, 1555'te imzalanan Amasya Antlaşması'nın ardından hareket ettiği İstanbul'a 1557 yılında vardı.
1553-1561.
Şah Tahmasp'ın Erciş, Adilcevaz, Bargiri ve Ahlat'ı; oğlu İsmail Mirza'nın ise Erzurum'u alması üzerine Damat Rüstem Paşa komutasındaki kuvvetler İran üzerine yollandı. Ancak sonraları bu kuvvetler geri çağrıldı ve 28 Ağustos 1553'te Süleyman komutasındaki ordu sefere çıktı. Süleyman, tahta geçmek istediği yönünde söylentiler olan oğlu Mustafa'yı 6 Ekim'de, Konya Ereğlisi'nde boğdurdu. Aynı gün Rüstem Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine Kara Ahmed Paşa getirildi. Öte yandan kışı Halep'te geçiren, ilkbaharda ise Nahçıvan'a kadar ilerleyen Osmanlı ordusu, Şah Tahmasp'ın çekilmesi üzerine Nahçıvan, Revan ve Karabağ taraflarını ele geçirdi. Amasya'ya döndü ve kışı burada geçirdi. 29 Mayıs 1555'te, iki devlet arasında imzalanan Amasya Antlaşması ile sınır belirlenirken; Bağdat dahil Irak'ın büyük kısmı, Gürcistan'ın batısı (İmereti, Megrelya, Guria), Fırat ile Dicle nehirleri arasındaki bölge (Azerbaycan'ın batısı ve Tebriz) Osmanlı İmparatorluğu'nda, Azerbaycan, Irak'ın ve Gürcistan'ın doğusu (Mesheti, Kaheti, Kartli) ise Safevîlerde kaldı. 31 Temmuz 1555'te İstanbul'a dönen Süleyman, 29 Eylül'de Sadrazam Kara Ahmed Paşa'yı idam ettirdi ve yerine tekrar Damat Rüstem Paşa'yı getirdi.
Habsburglarla Fransa arasında 1551 yılından beri süregelen savaş esnasında Fransa Kralı II. Henri, 30 Aralık 1557 tarihinde Süleyman'a mektup yazarak kendisinden yardım istedi. Fransa'ya yardım amacıyla Nisan 1558'de İstanbul'dan ayrılan Turgut Reis ve Piyale Paşa komutasındaki Osmanlı donanması, 13 Haziran 1558'de İtalya'ya vardı. Temmuz ayında İspanyol İmparatorluğu'nun elindeki Balear Adaları'na, başarıyla sonuçlanan saldırılar düzenlenmeye başlandı. Bunun üzerine İspanya Kralı II. Felipe, Osmanlı İmparatorluğu'nun elindeki Trablus'u geri almak amacıyla Papa IV. Paulus'tan yardım istedi. İspanyol İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Papalık Devletleri, Ceneviz Cumhuriyeti, Savoie Dükalığı ve Malta Şövalyeleri'nden oluşan donanma, 10 Şubat 1560'ta Trablus'a doğru yola çıktı. 7 Mart'ta Cerbe adasını ele geçiren donanma, burada bir kale inşasına başladı. Piyale Paşa komutasındaki Osmanlı donanması ise 11 Mayıs'ta Cerbe'ye ulaştı. Yapılan deniz muharebesinden Osmanlı donanması zaferle ayrıldı.
Oğulları Şehzade Bayezid ile Şehzade Selim arasında yaşanan Konya Muharebesi'nde büyük oğlu Şehzade Selim'in taraftarı oldu. İran'a sığınan Bayezid ve oğullarını, Şah Tahmasb ile yaptığı mektuplaşmanın sonunda, 25 Eylül 1561'de, Kazvin'de boğdurttu.
1562-1566.
10 Temmuz 1561'de Sadrazam Rüstem Paşa öldü, yerine Semiz Ali Paşa atandı. 1562 yılında İstanbul'a gelen elçi Ogier Ghislain de Busbecq aracılığıyla Habsburglarla Osmanlı İmparatorluğu arasında sekiz yıllık bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre Ferdinand, Erdel'in Osmanlı'da kaldığını ve 1547'deki antlaşmada olduğu gibi yıllık 30.000 altın vergi vermeyi kabul etti.
Turgut Reis ve Piyale Paşa'nın komutasındaki Osmanlı donanması, 18 Mayıs 1565 tarihinde Malta Şövalyeleri'nin elindeki Malta adasını bir kez daha kuşattı. Malta Şövalyeleri'nin yanında İspanyol İmparatorluğu, Sicilya Krallığı ve Maltalı siviller de adanın savunmasına destek oldu. 11 Eylül'de başarısızlıkla sonuçlanan kuşatma sonrasında Turgut Reis de çarpışmalar esnasında aldığı darbe ile öldü. Ancak 1565 yılında I. Süleyman'ın vefatına az kala Piyale Paşa komutasındaki gemiler Sakız adasını Osmanlı topraklarına katmışlardır.
Osmanlı hükûmeti, 1562'deki antlaşmada yer alan koşullara göre yıllık vergisini ödemeyen Ferdinand'ın 1564 yılındaki ölümünün ardından Kutsal Roma İmparatoru olan II. Maximilian'dan hem eski borçların ödenmesini hem de kalan altı yıl için vergilerin ödenmesi teminatını istedi. Maximilian, İstanbul'a gönderdiği elçiyle bu koşulları yerine getirdi. Ancak karşılıklı sınır ihlalleri sonrasında, Semiz Ali Paşa'nın 28 Haziran 1565'teki ölümünün ardından sadrazamlığa gelen Sokollu Mehmed Paşa'nın tutumu üzerine Süleyman; 1 Mayıs 1566'da, yaklaşık 13 yıl aradan sonra, 72 yaşında 13. seferine çıktı. 27 Haziran'da Belgrad'a varan ve burada Sigismund Zapolya'nın kuvvetlerinin de katıldığı Osmanlı Ordusu, 2 Ağustos'ta Zigetvar'a vardı. Süleyman ise kuşatma yerine 5 Ağustos'ta varmış ve kuşatmanın görülebileceği bir tepede yer alan çadırına yerleşmişti. 7 Eylül 1566 gecesi, Zigetvar'ın alınmasından bir gün önce, kaynaklara göre gut, dizanteri, felç veya anjin sebebiyle öldü. Öte yandan Zigetvar'ın yanında Göle, Yanva, Lügos ve diğer bazı kaleler de ele geçirilmişti. Süleyman'ın ölümü 48 gün boyunca, 21 Ekim günü ordunun Zigetvar'dan ayrılışına kadar saklandı. Cenazesi, 28 Kasım'da Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin kıldırdığı namazın ardından Süleymaniye Camii'nde toprağa verildi. Süleyman'ın vefatının ardından yerine oğlu II. Selim geçti.
Hukuki ve siyasi reformlar.
Sultan Süleyman Batı'da "Muhteşem" olarak bilinirken, Osmanlı tebaasında "Kanunî" () olarak bilinirdi. Kendisinden önceki dokuz Osmanlı Padişahı tarafından verilen tüm kararları topladı. Yinelemeleri ortadan kaldırdıktan ve çelişkili ifadeler arasında seçim yaptıktan sonra, İslam'ın temel yasalarını ihlal etmeyecek şekilde tek bir kanunname yayınladı. Süleyman bu çerçevede, mevzuatta reform yapmaya çalıştı ve bu reformlar, Şeyhülislamı Ebussuud Efendi tarafından desteklendi. Kanun yasaları nihai halini aldığında "Kanun‐i Osmânî" () olarak bilindi. Süleyman'ın kanunnamesi üç yüz yıldan fazla devam etti.
Kültür ve sanat alanındaki gelişmeler.
Mimari gelişmeler.
I. Süleyman'ın padişahlığı döneminde, I. François tarafından İstanbul'a yollanan Fransız elçi Pierre Gilles'in yazdıklarına göre şehirde Bizans İmparatorluğu döneminden fazla yapı kalmamıştı. Döneminde birden fazla sultan külliye yaptıran Süleyman döneminde ilk olarak, babası I. Selim döneminde yapımına başlanılan I. Selim Külliyesi'nin yapımı tamamlanırken; oğlu Mehmed için Şehzadebaşı Külliyesi ve kendisi için, Osmanlı mimarisinin en önemli örneklerinden biri olarak kabul edilen Süleymaniye Külliyesi yapıldı. Yine padişahın yakınlarının külliyeleri; Rüstem Paşa Külliyesi, Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi, Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Haseki Külliyesi ve Mihrimah Sultan külliyeleri (Üsküdar ve Edirnekapı'da olmak üzere iki tane), Hadım İbrahim Paşa Külliyesi, Kara Ahmed Paşa Külliyesi de bu dönemde inşa edildi. Öte yandan nüfus artışına bağlı olarak İstanbul'da çekilen su sıkıntısının önüne geçmek amacıyla su tesisleri yenilendi ve Kırkçeşme su sistemi kuruldu.
Bu imar faaliyetlerinde başı çeken kurum, saraya bağlı olarak çalışan ve devlet sınırlarındaki her türlü resmî inşaat işlerini yürüten Hassa Mimarlar Ocağı ile başındaki hassa mimarbaşı idi. Süleyman tahta çıktığı dönemde hassa mimarbaşı, I. Selim döneminde göreve gelen Acem Ali'ydi. 1538 veya 1539 yılında ölen Acem Ali'nin ardından yerine gelen ve Süleyman döneminde yapılan mimari eserlerin çoğunda imzası bulunan Mimar Sinan, Osmanlı döneminin en büyük mimarlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Sanatsal gelişmeler.
I. Süleyman'ın saltanatı döneminde yetişen başlıca şairler arasında Fuzûlî, Bâki, Pîr Sultan Abdal ve Bağdatlı Ruhi gösterilmektedir. Matrakçı Nasuh ise dönemin önemli ressam, tarihçi ve minyatür sanatçılarındandı. Yine bu çağda yaşayan ve "Süleymanname"yi yazan şehnameci Arifî, nakkaş Nigarî ve hattat Ahmed Karahisarî de dönemin önde gelen sanatçıları arasında yer almaktadır.
Sultan Süleyman döneminde ayrıca sadrazam Pargalı Makbul İbrahim Paşa, Mohaç Meydan Savaşı sonrasında Budin'den İstanbul'a "Üç Güzeller" olarak anılan mitolojik heykeller getirmiş ve At Meydanında bulunan sarayına dikmiştir. Bu heykeller her ne kadar ilgi uyandırsa da bazı çevreler tarafından put olarak görülüp hoş karşılanmadığı için kalıcı olamamıştır. Bu heykellerin yanı sıra, Budin'den bazı Doğu ve Batı düşünürlerinin eserleri İstanbul'a getirilmiş ve kütüphane oluşturulmuştur. Bu eserler Macar kralı Matthias Corvinus'un kurduğu geniş kütüphaneden savaş ganimeti olarak elde edilmiştir. Süleyman bu yönüyle Osmanlı kütüphane kültüründe etkili ve önemli bir padişah olarak yer alır. Aynı zamanda Kanuni 1532 yılında Osmanlı-Habsburg rekabeti sırasında üstünlüğünü her alanda göstermek istemesi sebebiyle Venedikli tüccarlara, İtalyan baş hazinedar Alvise Gritti aracılığı ve Makbul İbrahim Paşa'nın teşvikiyle dört katlı bir tacı 115.000 Dukaya yaptırdı, tacın dört katı o dönem bilinen dört kıtayı temsil ederken aynı zamanda Papanın ünlü üç katlı tacına gönderme olarak yapıldığı da bilinmekte. Tacın Süleyman sonrası eritildiği tahmin edilse de Avrupa'daki efsanesi bitmedi ve Avrupalı ressamlar tarafından sık sık IV. Mehmed ve I. Ahmed gibi Osmanlı Padişahlarının başlarında tasvir edildi.
Eğitim.
Sultan Süleyman döneminde çok sayıda medrese kurulmuştur. Bu dönemde sarayda kurulan kütüphanelerden çok, medrese ve külliyelerde kurulan kütüphanelerin ön planda olduğu görülmektedir. Bu da devletin halkın eğitimini daha ön planda tutmaya başladığının göstergesi olarak görülebilir.
I. Süleyman döneminde kurulan ve Osmanlı Devleti'nin ikinci büyük eğitim kurumu olan Süleymaniye Medreseleri açmış olduğu farklı bilim dalları nedeniyle (özellikle tıp, matematik ve diğer akli bilimler) yeniden bir sınıflamaya gidilmiştir. Sultan Süleyman döneminde yapılan düzenlemeyle Osmanlı medreselerinde eğitim Dahil medreselerinden sonra iki aşamaya ayrılmıştır. Birincisi Sahn-ı Seman medreselerinde hukuk, ilâhiyat ve edebiyat dallarında yapılan eğitim, ikincisi ise Süleymaniye Medreselerinde matematik ve tıp alanlarında yapılan eğitimdir.
Özel hayatı.
Saruhan Sancak Beyi olduğu sıralarda hareme giren ve gerçek ismi bilinmediğinden Fülane Hatun olarak geçen kadın, çoğu tarihçi tarafından Süleyman'ın ilk eşi olarak gösterilmektedir. Tarihçi Çağatay Uluçay; Süleyman'ın Hürrem Sultan, Mahidevran Sultan ve Gülfem Hatun olmak üzere üç eşi olduğunu ve başka eşlerinin de olabileceğini söyler. Öte yandan Mahidevran Sultan'dan dünyaya gelen Mahmud; Mahidevran Sultan'dan dünyaya gelen Şehzade Mustafa; Hürrem Sultan'dan dünyaya gelen Şehzade Mehmed, Mihrimah Sultan, Şehzade Abdullah, Şehzade Selim, Şehzade Bayezid, Şehzade Cihangir ve annesinin Gülfem Hatun olduğu yönünde görüşler olan Şehzade Murad olmak üzere Süleyman'ın toplamda sekiz erkek ile iki kız çocuğunun olduğu kesin olarak bilinmektedir. Bunlara ek olarak Yılmaz Öztuna; Şehzade Orhan, Şehzade Osman, Şehzade Abdullah, Şehzade Mehmed, Şehzade Mehmed, Şehzade Orhan'ı da Süleyman'ın oğlu olarak göstererek bu sayının on beş olduğunu belirtir ve Fatma Sultan adında bir kızı daha olduğunu söyler.
Edebî kimliği.
"Muhibbî" mahlasıyla şiirler yazan Süleyman'ın bir de divanı vardır.
Nadiren de olsa Muhib, I. Süleyman, Meftûnî, Âcizî mahlaslarını kullandığı hacimli divanında tam 2.779 adet gazel bulunmaktadır ki divan şairleri arasında oldukça fazla gazel yazmış olan Zâtî'nin bile ulaştığı gazel sayısı 1.825'tir. Kanuni böylece divan edebiyatının gazel rekorunu kırmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8786",
"len_data": 38186,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Mimar Sinan veya Koca Mi'mâr Sinân Ağa (doğum adıyla Sinaneddin Yusuf veya Abdulmennan oğlu Sinan; Osmanlı Türkçesi: قوجه معمار سنان آغا; – 17 Temmuz 1588), Osmanlı İmparatorluğu'nun 16. yüzyılda görevli başmimarı ve inşaat mühendisidir. Kariyerinde önemli eserler veren ve Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murad dönemlerinde başmimar olarak görev yapan Mimar Sinan, yapıtlarıyla geçmişte ve günümüzde dünyaca tanınmıştır. Başyapıtı, "ustalık eserim" olarak tanımladığı, Edirne'deki Selimiye Camii'dir.
Yaşamı.
Kökeni ve devşirilmesi.
Sinaneddin Yusuf, Kayseri'nin Agrianos (günümüzdeki Ağırnas) köyünde Ermeni veya Rum ya da Hristiyan Türk, olarak doğduğu düşünülmektedir. 1511'de Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul'a gelmiş Yeniçeri Ocağına alınmıştır.
Yeniçerilik dönemi.
Abdulmennan oğlu Sinan, Mimar olarak Yavuz Sultan Selim'in 1514 Çaldıran Savaşı, 1517 Mısır seferine katıldı. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Belgrad Seferine Yeniçeri olarak katıldı. 1522'de Rodos Seferine Atlı Sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç Meydan Muharebesi'nden sonra, gösterdiği yararlılıklar sebebiyle takdir edilerek Acemi Oğlanlar Yayabaşılığına (Bölük Komutanı) terfi ettirildi. Sonraları Zemberekçibaşı ve Başteknisyen oldu.
1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın İran Seferi sırasında Van Gölü'nde karşı sahile gitmek için Mimar Sinan iki haftada üç adet kadırga yapıp donatarak büyük itibar kazandı. İran Seferinden dönüşte, Yeniçeri Ocağı'nda itibarı yüksek olan Hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Moldova seferlerine katıldı. 1538 yılındaki Karaboğdan Seferinde ordunun Prut Nehri'ni geçmesi için köprü gerekmiş bataklık alanda günlerce uğraşılmasına karşın köprü kurulamamış görev Kanuni'nin veziri Damat Çelebi Lütfi Paşa'nın emriyle Abdulmennan oğlu Sinan'a verilmiştir.
Köprünün yapımından sonra Abdulmennan oğlu Sinan 17 yıllık yeniçerilik hayatından sonra 49 yaşında Başmimarlık görevine atanır.
Başmimarlık dönemi.
1538 yılında Hassa başmimarı olan Sinan, başmimarlık görevini Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat zamanında 49 yıl süre ile yapmış Mimar Sinan'ın, mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar: Halep'te Husreviye Külliyesi, Gebze'de Çoban Mustafa Külliyesi ve İstanbul'da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesidir. Halep'teki Hüsreviye Külliyesinde, tek kubbeli cami tarzı ile, bu kubbenin köşelerine birer kubbe ilave edilerek yan mekânlı cami tarzı birleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarlarının İznik ve Bursa'daki eserlerine uyulmuştur. Külliyede ayrıca, avlu, medrese, hamam, imaret ve misafirhane gibi kısımlar bulunmaktadır. Gebze'deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesinde renkli taş kakmalar ve süslemeler görülür. Külliyede cami, türbe ve diğer unsurlar ahenkli bir tarzda yerleştirilmiştir. Mimar Sinan'ın İstanbul'daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, devrindeki bütün mimari unsurları taşımaktadır. Cami, medrese, sübyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşmeden oluşan külliyede cami, diğer kısımlardan tamamen ayrıdır, Mimar Sinan'ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Bunların ilki İstanbul'daki Şehzade Camii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa edilen Şehzade Camii, daha sonra yapılan bütün camilere örnek teşkil etmiştir. Süleymaniye Camii, Mimar Sinan'ın İstanbul'daki en muhteşem eseridir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır.
Mimar Sinan'ın en büyük eseri ise, 86 yaşında yaptığı ve "ustalık eserim" diye takdim ettiği, Edirne'deki Selimiye Camiidir (1575). Mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eskileri restore etti. Bu konudaki en büyük çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573'te Ayasofya'nın kubbesini onararak çevresine, takviyeli duvarlar yaptı ve eserin bu günlere sağlam olarak gelmesini sağladı. Eski eserlerle abidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Camii ve Rumeli Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkânların yıkımını sağladı. İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususta ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul'un kaldırımlarıyla bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir. Büyükçekmece Köprüsü üzerinde kazılı olan mührü, onun aynı zamanda mütevazı kişiliğini de yansıtmaktadır. Mühür şöyledir:
Eserlerinin bir kısmı İstanbul'dadır. 1588'de İstanbul'da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camii'nin yanında kendi yaptığı sade türbeye defnedilmiştir.
Mimar Sinan Türbesi, İstanbul Müftülüğünün sütunlu kapısından çıkınca hemen solda, iki caddenin kesiştiği noktada Fetva Yokuşu başında sağda, Süleymaniye Camii'nin Haliç duvarının önünde, beyaz taşlı sade bir türbedir. Mezarı 1935 yılında Türk Tarihini Araştırma Kurumu üyeleri tarafından kazılmış ve kafatası incelenmek üzere alınmış ancak sonraki restorasyon kazısında kafatasının yerinde olmadığı görülmüştür.
1976'da Uluslararası Astronomi Birliği'nin aldığı kararla Merkür'deki bir krater Sinan Krateri olarak isimlendirilmiştir.
Eserleri.
Mimar Sinan 81 cami, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır. Ayrıca, Edirne ilindeki Selimiye Camisi Dünya Kültür Mirası listesindedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8788",
"len_data": 5550,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Kanuni aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8791",
"len_data": 37,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 1.81
}
|
Kuşadası Türkiye'nin Aydın ilinin bir ilçesidir. İlçenin kuzeyinde İzmir ilinin Selçuk ilçesi, doğusunda ve güneyinde Söke ilçesi, batısında Ege Denizi bulunmaktadır. İlçede turizm gelişmiştir. 2024 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre ilçede 137.015 kişi yaşamaktadır.
Tarihçe.
Erken tarih.
Kuşadası'nın ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekle beraber, Efes'e bağlı Neopolis ismi ile İyonlar tarafından kurulduğu sanılmaktadır.
Şehir daha önce, Pilavtepe eteklerinde, Andızkulesi denilen yerde kurulmuştur. Bir müddet sonra Bizanslılara ait olan bu kıyılara Venedik ve Cenevizliler, ekonomik bakımdan egemen olmuşlardır. Ulaşım güçlükleri nedeni ile Kuşadası; Andızkulesi mevkiinden alınarak bugünkü yerinde Yeni İskele ("Scala Nuova") adı ile kurulmuştur.
Kuşadası'nın adını verdiği Kuşadası Körfezi ve yakın çevresi, sanat ve kültür merkezleri olarak bilinmektedir ve ilk çağlardan beri birçok farklı medeniyeti barındırmıştır.
MÖ 3000 yıllarında Lelegler, MÖ 11. yüzyılda Aioller, MÖ 9. yüzyılda İyonlar bölgede hâkim olmuşlardır. Büyük Menderes ve Gediz ırmakları arasında kalan alan, antik çağlarda İyonya adını alır. Tüccar ve denizci olan İyonlar denizaşırı ticaret sayesinde kısa zamanda zenginleşmişler ve üstün bir politik güce sahip olmuşlardır. Tarihte "İyon Kolonileri" adını alan 12 şehir kurmuşlardır.
Kuşadası, antik çağlarda Anadolu'nun Akdeniz'e açılan başlıca limanlarından biri idi. O devirde Neopolis adı ile anılıyordu. MÖ 7. yüzyılda başkentleri Sardes olan Lidyalılar yöreye hâkim olmuşlardır.
MÖ 546'da başlayan Pers hâkimiyeti, MÖ 334'te Büyük İskender'in tüm Anadolu'yu ele geçirmesine kadar devam eder. Bundan sonra Anadolu'da Grek medeniyeti ile yerli Anadolu medeniyetinin sentezi olarak yepyeni bir çağ, yepyeni bir sanat ve kültür anlayışı hâkim olur ve bu çağ "Helenistik Çağ" adı ile anılır. Efes, Milet, Priene ve Didim bu devrin en ünlü şehirleridir.
MÖ 2. yüzyılda Romalılar yöreye egemen oldular. Hristiyanlığın ilk yıllarında, Meryem Ana'nın ve havarilerinden St. Jean'ın Efes'e gelip yerleşmesiyle burası bir dini merkez hâline gelir. Miletus da Hristiyanlık çağında Piskoposluk merkezidir. Bizans Çağında "Ania" adı ile anılır. Kuşadası, Orta Çağ'da korsanlar tarafından kullanılan bir liman olmuştur. 15. yüzyılda, Venedikliler ve Cenevizliler zamanında şehir "Scala Nuova" adını alır.
Selçuklu Devleti.
1086'da I. Süleyman Şah'ın bölgeyi Selçuklu Devleti'ne katmasıyla Türk egemenliği başlar. Bölge, bu devirde kervan yollarının Ege'ye açılan bir ihraç kapısı olmuştur. Ancak Selçuklu Devleti'nin egemenliği 1. Haçlı Seferleri nedeniyle kısa sürdü ve yeniden Bizans'ın eline geçti. 1280'lerin sonunda Menteşeoğulları, 1397-1402 arasında Osmanlıların egemenliğine girdi. 1402-1425 arası yeniden Aydınoğulları'nın eline geçtiyse de 1425'te Osmanlılar bölgeyi kesinlikle ele geçirir.
Osmanlı İmparatorluğu.
Kuşadası, 1413 yılında I. Mehmed (Çelebi) tarafından Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine katılmıştır. Bu tarihten sonra, şehir tamamen Türklerin elinde kalmış ve Türklerin yaptığı eserlerle dolmaya başlamıştır. Bunlardan bugünkü Kervansaray ve Kuşadası'nı çeviren surlar, Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Surlarla çevrili şehre o zaman ancak üç kapıdan girilebilmekteydi. Bu kapılardan bir tanesi, Barbaros Hayreddin Paşa Caddesi ile Kahramanlar Caddesi'ni birbirinden ayırmakta ve üst kısmı önceden Şehiriçi Trafik Bölge Amirliği olarak kullanılmıştır, fakat şimdi Olay Yeri İnceleme Büro Amirliği olarak kullanılmaktadır. Diğer kapılar bugün mevcut değildir.
Küçükada (Güvercinada), Bizanslılar için önemli bir askeri üs görevini yapan önemli bir yerdi, 1834 yılında büyük bir yenilenme görmüş ve ünlü kalesi yapılmıştır. "Kuşadası" adı bu kaleden gelmektedir.
1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Kuşadası'nda yaşayan kişi sayısı 15.047 kişidir. Bunların çoğunluğu (%58,6) Türklerden oluşmaktadır (8.822 kişi). Kuşadası'ndaki Rum nüfusu ise 6.121 kişidir (%40,7).
Kuşadası, Kurtuluş Savaşı'nda 1919-1921 yılları arasında İtalya'nın, onların çekilmesiyle Yunanistan'ın işgaline girdi ve 7 Eylül 1922'de düşman işgalinden kurtuldu.
Cumhuriyet dönemi.
Kuşadası, 1957 yılında İzmir ilinden ayrılarak Aydın iline bağlanmıştır.
Coğrafya.
İlçenin kuzeyinde İzmir'in Selçuk ilçesi, doğusunda ve güneyinde Söke ilçesi, batısında Ege Denizi bulunmaktadır. Yüzölçümü 265 km²dir. Deniz seviyesinden 25 m yüksektir. İlin kuzeybatısında bulunan Aydın merkez ilçe olan Efeler'e 71 km uzaklıktadır. İzmir iline uzaklığı 95 km, Selçuk ilçesine 21 km, Söke ilçesine 22 km, Bodrum ve Çeşme ilçelerine 157 km uzaklıktadır. Kuşadası'nın batısında deniz; kuzeyinde, güneyinde ve doğusunda dağlar ve tepeler vardır.
Ekonomi.
Kuşadası Türkiye'nin ilk turizm merkezlerindendir, turizm tarihi 1960'lara dayanır ve ilk kruvaziyer gemi turizmi burada başlamıştır. Özellikle yazları yerli ve yabancı turist sayısı ile 110 bin civarı olan yerli nüfus zaman zaman 2 milyona dayanmaktadır. İzmir Adnan Menderes Havalimanı'na 65 km uzaklıktadır. Kuşadası Limanı Türkiye'nin en büyük 3. limanıdır. Ayrıca Kuşadası sınırları arasında bulunan Dilek Yarımadası Millî Parkı da önemli noktalardandır, evcil domuzlar dünyada tek burada bulunur. 2016'da büyük yolcu uçağı Kuşadası Körfezi'ne batırılmış ve dalış turizminde büyük pay sahibidir. Avrupa'nın en büyük golf sahası ve mavi bayraklı plajlarıyla Kuşadası önemli turizm merkezlerindendir. 2013 yılında yapılan kongre salonu da Avrupa'nın en büyüğü konumundadır. Büyük fuar ve toplantılara tanıklık etmektedir.
Medya.
İlçede; Ajans Kuşadası, Kuşadası Haber, Son Nokta, Denge, Aktüel Ada, Gazete Yerel, Ada Meclisi, Ekspres Aydın, Yeni Haber, Aydın Telgraf, Kuşa Haber, Kuşadası Olay adlarında 12 yerel gazete ve Ada'da Yaşam adını taşıyan bir dergi bulunmaktadır.
Anadolu ve İhlas Haber Ajansları'nın temsilcileri, Kuşadası 105 FM, Kuşadası Radyo Net ve Radyo Ada adlarında 3 yerel radyo bulunurken Aydın'dan yayın yapan fakat Kuşadası'ndan da dinlenebilen Flash FM, Aydın N Radyo, Maraton FM gibi birçok yerel radyo da bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8795",
"len_data": 6031,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.6
}
|
Michel Foucault (; doğum adı Paul-Michel Foucault) (d. 15 Ekim 1926, Poiters, Fransa - ö. 25 Haziran 1984, Paris, Fransa), Fransız filozof, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog, psikolog ve sosyolog.
Bilginin iktidar olduğunu iddia eden Foucault, modern öznelik deneyimini bir tahakküm mekanizması olarak reddetmiş, "insanın" iki yüzyıllık tarihi olan kurgusal bir şey olduğunu söylemiş, 18. yüzyıldan önce "cinselliğin" ya da "eşcinselliğin" var olmadığını iddia etmiş, "hakikatin" söylemsel oluşumlar ve iktidar tertibatı adını verdiği toplumsal ilişkiler içerisinde gelişen tarihsel süreçte üretildiğini ortaya koymuştur.
"Deliliğin Tarihi", "Kliniğin Doğuşu", "Kelimeler ve Şeyler", "Bilginin Arkeolojisi", "Hapishanenin Doğuşu", "Cinselliğin Tarihi" kitaplarının yazarı olan Foucault, aynı zamanda Collège de France'da verdiği ve ölümünden sonra yayımlanan derslerinde modern toplum, iktidar, özne, politika, bilgi gibi pek çok alanda felsefe ve sosyal bilimler alanlarında oldukça etkili olmuş ve hâlâ da etkili olmaya devam eden düşünceler ortaya atmıştır.
Hayatı.
15 Ekim 1926'da Poitiers'de doğdu. Babası, oğlunun kendi kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris'teki 4. Henry Lisesi'ne girdi. 1946'da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale Supérieure’e kabul edilen dördüncü öğrenciydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Poitiers, Alman ordularının işgali altında kaldı.
Maurice Merleau-Ponty ile felsefe çalıştı. 1948’de felsefe diplomasını, 1950’de psikoloji diplomasını aldı ve 1952’de psikopatoloji diplomasıyla ödüllendirildi. 1950-1953 yılları arasında Fransa Komünist Partisi'nde yer almıştır. Partiye girişi Louis Althusser aracılığıyla olmuştur. Ancak Stalin'in Sovyetler Birliği'nde izlediği politikalar onu partiden soğutmuş ve bir süre sonra partiden ayrılmıştır.
1954’ten itibaren dört yıl İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde doktora tezini yazdı. Zamanın Uppsala Üniversitesinin pozitivist damarı Foucault'un tezini bilimsel bulmayıp kabul etmedi. Birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti. 1960'ta Fransa’ya Clermont-Ferrand Üniversitesine felsefe bölüm başkanı olarak döndü. "Deliliğin tarihi" ("Folie et déraison. Histoire de la folie à l'âge classique") kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. Aynı yıl Foucault, kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert’la tanıştı. Defert’ın politik aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault, Defert’la aralarındaki ilişki için çok sonraları bunun zaman zaman da aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu söyledi.
Foucault’nun ikinci önemli eseri "Kelimeler ve Şeyler" ("Les mots et les choses") 1966’da yayımlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok satan bu kitap Foucault’nun adının tanınmasında büyük rol oynadı.
1966-1968 arasında Defert’la birlikte Tunus’a gitti ve birlikte tekrar Paris’e döndüler. Foucault, Vicennes’deki Paris-VIII Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı oldu, Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden oldukça etkilendiler. Aynı yıl Foucault başka aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu (Groupe d'information sur les prisons) kurdu.
1969’da "Bilginin Arkeolojisi"’ni (Archéologie du savoir) yayımladı. 1970'te en önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’ne Düşünce Sistemleri Tarihi profesörü olarak seçildi. 1975’te belki de en etkili kitabı olan "Hapishanenin Doğuşu"’nu (La naissance de la prison) yayımladı.
Ömrünün kalan yıllarında kendini "Cinselliğin Tarihi" (Histoire de la sexualité) çalışmasına adadı. 1976’da ilk cildini yayımladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da ikinci ve üçüncü ciltler 1984’teki ölümünden hemen sonra yayımlandı.
1978'li yıllarda İran'da Şah karşıtı gösteriler ayyuka çıktığında Foucault, Corriere della Sera ve Le Nouvel Observateur dergilerine muhabirlik yapmış, İran'ı ziyaret etmiştir. Paris'te Ayetullah Humeyni ile görüşmüş, İran'daki muhalefet liderleri ve gösteriye katılan insanlarla mülakatlar gerçekleştirmiştir. İran'a ilişkin "Ruhsuz dünyanın ruhu" gibi yazdığı makaleler ve kullandığı "siyasi ruhanilik" kavramı ilginçtir. Bu makaleler İngilizceye çok sonradan tercüme edilmiş, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından ilgi görmüş; siyasal İslam, İran-Batı ilişkileri bağlamında incelenen metinler olmuştur.
Michel Foucault, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozoftu. Nietzsche ve Heidegger'in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud'un fikirleriyle mücadele etti. Hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalıştı. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurdu. Öte yandan Gerard Raul'a verdiği röportajda post-modernist yahut post-yapısalcı olarak tasnif edilmeyi reddettiğini söylemiştir.
25 Haziran 1984'te Paris'te yakalandığı AIDS hastalığı nedeniyle ölmüştür.
Foucault toplumdaki daimi doğruların oluşum sürecini modernist bir bakış açısı olarak görür ve kökten reddeder. Postmodernite kendini genelgeçer doğruların aksine hareket eden bireylerde ve düşünüşlerde bulur. Bu nedenledir ki Foucault deliler üzerinde araştırmalar yapmıştır. Deliler ona göre toplumun daimi doğrularına uygun hareket edemeyen bireylerdir. Toplumun genelini bir oda içerisinde gören Foucault bütün düşüncelerin, hareketlerin bu daimi doğrular çerçevesinde yahut kıskacı altında ortaya çıktığını iddia eder. Gay, lezbiyen, transseksüel, biseksüel oryantasyonlar daimi doğrulardan ayrı doğrular çerçevesinde oluştukları için postmodernitenin varoluşunu ve moderniteden çıkıldığını gösterir (modernite bu kavramları asla kabul edemezdi). Foucault kendi çalışmalarının bile genelgeçer daimi doğrulardan olmaması gerektiğine inanır ve çalışmalarının kullanıldıktan sonra atılmasını öğütler.
Felsefi temelleri.
Foucault kendi zamanında herkes için temel teşkil eden üç akımın Marxism, fenomenoloji ve varoluşçuluk olduğunu söyler, üçünden de etkilenmiş olsa da üçüne de karşı çıkmıştır. Bu listeye Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i de dahil edebiliriz, her ne kadar Foucault’un episteme ve iktidar kavramlarına yaklaşımı Hegel’in tin anlayışını hatırlatıyor olsa da, Foucault’nun temel amaçlarından birisi diyalektiğe dayanmayan bir tarih yorumu ve hakikat incelemesi geliştirmektir. Ayrıca Karl Marx’ın ekonomi-politik analizini de benimsemeyen Foucault, üretim biçimini politik süreçleri ve toplumsal sınıfları açıklayan bir neden olarak kabul etmez ve politika incelemesini güç ilişkileri ağı içerisinde şekillenen iktidarın kendine ait süreçlerinde temellendirir. Fenomenolojinin insan deneyimini inceleme ve bu sayede onda örtülü kalan anlamları ortaya çıkarmaya yönelik bakış açısını bir anlamda benimsese de, temelde “aşkın özneyi” varsaydığını düşündüğü için fenomenolojiye karşıdır. Varoluşçluğu ise ki dönemin en ünlü isimleri Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile uzun tartışmalara girmiştir, özgürlüğü insan doğasında mutlak olarak verili varsaydığı ve dolayısıyla Hümanist temeller üzerine kurulu olduğu için eleştirir.
“Nietzsche, Soykütük, Tarih” makalesinde açıkça görülebileceği üzere Foucault'nun temel çıkış noktası Friedrich Nietzsche ve onun “soykütük” anlayışıdır. Nietzsche “Ahlakın Soykütüğü” ve diğer kitaplarında kullandığı haliyle soykütük kavramını ahlaki değerlere dair bir inceleme ve yorumlama metodu olarak geliştirir. Ahlakın Soykütüğü kitabında, ahlaki kavramların ortaya çıkışı ve tarihsel süreç içerisinde geçirdikleri değişimler ve dönüşümleri inceleyen Nietzsche, ahlaki değerlerin “doğal” ya da değişmez olmadığını gösterir. Halihazırda yerleşmiş olarak bulunan ahlaki değerlerin tarihsel süreç içerisinde üretilme koşullarını açığa çıkararak, onların ötesine geçmeyi ve yeni ahlaki değerler üretmeyi amaçlar. Bu metodu hakikat kavramına uygulayarak genişleten Foucault, aynı biçimde hakikat anlayışımızı oluşturan toplumsal ağların, süreçlerin ve ilişkilerin tarih içerisinde ortaya çıkışlarını ve değişimlerini konu edinerek hakikat olarak bildiklerimizin aslında tarihte belirli bir dönemde ve belirli bir toplumda ortaya çıkmış, olumsal, yani zorunlu olmayan yorumlar olduklarını göstermeye çalışır. Nietzsche'nin “özne”ye varlık atfetmeyi reddeden, gerçekliği olaylar ve eylemlerin zemininde anlayan düşüncesine dayanarak bir özne eleştirisi geliştiren Foucault, ayrıca güç ilişkilerinin düzeninde temellendirdiği iktidar analizinde de, Nietzsche’nin yaşam, güç istenci ve kendini aşma kavramlarından yola çıkmıştır.
Foucault’ya göre soykütük bir anlamda özgürlüğün koşuludur, çünkü ancak içine doğduğumuz toplumda yerleşik halde bulunan hakikat anlayışının zorunlu olmadığını ortaya çıkararak onu değiştirme ihtimalini ortaya çıkarabileceğimizi ve onun ötesinde yeni bir hakikat anlayışı üretebileceğimizi düşünmektedir. Ancak hiçbir zaman bu yeni hakikat anlayışının ya da özgürlüğün ne olduğuyla ilgili bir şey söylememiştir ve bu nedenle eleştirilmiştir.
Tarihsel olarak toplumda belirli bir hakikat yorumuna bağlı olarak ortaya çıkan bilgi ve bu hakikatin sınırlarının belirlenmesi ve ötesine geçilmesi olarak gerçekleştirilen özgürlük, Foucault’nun Martin Heidegger’den ve onun Varlık ve Zaman kitabından ne kadar temelden etkilendiğini göstermektedir. Ayrıca ömrünün son dönemlerine doğru geliştirmeye başladığı “kendilik kaygısı” ya da “öznenin yorumbilimi” gibi kavramlar ve analizler de Heidegger'in düşüncesi ve onun Antik Yunan felsefesi yorumuyla derinden ilişkilidir.
Foucault'nun dil ve söylem anlayışı, ayrıca hakikatin söylemsel oluşumlar dahilinde ortaya çıkışını inceleme biçimi pek çok açıdan, kendisi de Heidegger'den oldukça etkilenen, psikanalist Jacques Lacan’ın teorilerine dayanmaktadır. Dil içerisinde ortaya çıkan özne, dilin analizinden yola çıkarak bilinçdışının temel biçimlenme süreçlerini inceleme, toplum içerisinde şekillenen semboller ve imgeler arası ilişkiler sonucu geliştirilen gerçeklik anlayışı gibi fikirler Lacan’n psikanalizin temel yorumlarıdır.
Heidegger ve Lacan’ın yanı sıra, Foucault bazılarının öğrencisi olduğu ya da yakın ilişkiler kurduğu kendisinden bir önceki jenerasyonun ünlü filozofları Georges Canguilhem, Gaston Bachelard, Jules Vuillemin, Georges Dumézil, Jean Hyppolite gibi isimlerden oldukça etkilendiğini, özellikle de tarihsellik ve “hakikatin tarihini yazma” fikirleri konusunda onlardan ilham aldığını belirtir. Buna ek olarak Antonin Artaud, Georges Bataille, Samuel Beckett gibi yazarların yapıtlarının özne eleştirisi geliştirmesinde temel teşkil ettiğini, çünkü toplumda “anormal” ya da “marjinal” olarak görülenleri inceleyerek “normal” olanın analizini yapma fikrini bu yazarların edebi eserlerinden yola çıkarak geliştirdiğini söyler. Foucault felsefi yaşamı boyunca 18. yüzyılı bir kırılma noktası olarak alıp modern anlamda delilik, akıl, insan doğası, anormallik, sağlık, iktidar ve cinsellik gibi kavramların ortaya çıkışının, değişim ve dönüşümlerin tarihsel analizi ile “modern öznelik deneyimini” oluşturan temel süreçleri açığa çıkarmaya ve böylece yeni özgürlük alanları bulmamızı sağlayacak bir felsefe geliştirmeye çalışmıştır.
Söylem.
Foucault, “Aydınlanma Nedir?” isimli Kant'ın aynı başlıklı ünlü metnine atden adlandırdığı makalesinde bu sorunun artık “modern felsefe nedir?” sorusuna denk geldiğini ve cevabın kendi anladığı haliyle “arkeoloji” ve “soykütük” olduğunu söyler. Arkeoloji terimine dair teorisini sunduğu Bilginin Arkeolojisi kitabı tamamı teorik bir metot geliştirmeye adanmış tek kitabıdır. Burada önceki üç kitabında (Deliliğin Tarihi, Kliniğin Doğuşu, Kelimeler ve Şeyler) yaptığı analizlerin hedefinde olan teorilerini sunar. Buna göre arkeoloji, belirli bir tarihsellik içerisinde bir toplumda bilgi olarak kabul gören ifadelerin ortaya çıkmasını sağlayan temel süreci belirten "epistemenin" analizidir.
Antik Yunanca bilgi, bilim gibi anlamlara gelen episteme kavramı ile Foucault söylemsel pratikleri oluşturan toplumsal ilişkiler bütününü kasteder. Söylem, ağzımızdan çıkan her söz ya da cümle demek değildir. Foucault'nun söylem kavramı söyleyeceğimiz bir sözün doğruluk değeri kazanarak hakikati üretmesini sağlayan kurallar, süreçler, ilişkiler bütününü belirtir. Söylemsel oluşumlar nesnelerin, ifade biçimlerinin, kavramların ve stratejilerin oluşmasıyla kurulur. Söylemsel pratikler işaret ettikleri nesnelerin dağılımını oluşturan farklılaşma ağlarını, ifadelerinin biçimsel dizilimini oluşturan özne konumlarını, kavramsal bütünlükleri ve ilişkileri üreten birlikte varoluş imkanlarını ve strajetik kurulumları ve mekanizmaları yönlendiren arzular ve amaçları belirleyerek işlev gösterirler. Belirli bir söylemsel oluşum en nihayetinde söylemsel pratiklerin ürettiği kurallar bütünüdür. Bu kurallara göre ortaya çıkan ifadeler pozitiflik, yani bir doğruluk değeri edinirken ifade ettikleri şey bilgi olma olanağı kazanır. Söylemsel oluşum tutarlılık ve özerkliğini geliştirdikçe epistemolojik olarak kendi alanını kurabilir, bilimsellik seviyesine oluşabilir ve kendi biçimselliğini geliştirebilir. Bu açıdan Foucault'nun söylem terimiyle Antik Yunan felsefesinin logos kavramını kastettiğini ve yorumladığını düşünebiliriz, çünkü logos hem mantık, hem dil, hem akıl, hem de hakikatin söz ile açığa çıkarılması anlamlarını taşımaktadır ki, Foucault için söylemsel oluşum bir anlamda hakikati sadece açığa çıkaran değil, aynı zamanda onu üreten ve belirleyen tarihsel süreçtir.
Foucault'nun tekrar tekrar vurguladığı nokta söylemsel oluşumların tarihselliğidir. Söylemler oluşturdukları belirli bir ağ içerisinde belirli bir dönemde ve toplumda bilginin ve hakikatin üretilme imkanlarını sağlarlar. Tarihsel süreçte episteme çeşitli söylemsel oluşumların sürekliliği ve süreksizliği içerisinde değişiklikler gösterir, ancak bu tarihsel sürecin tamamını kapsayan ve bilginin ilerleme yönünü tayin eden temel bir neden, yapı ya da mekanizma yoktur. Bir yandan Hegelci veya Marxist, öbür yandan pozitivist tarih ve hakikat anlayışlarına karşı çıkan Foucault, belirli bir bilgi sisteminden sonra başka bir bilgi sisteminin yeni bir kurallar bütünü ile gelebileceğini, fakat bu farklı hakikat anlayışlarını “bir ilerlemenin basamakları” olarak belirleyen hiçbir şeyin olmadığını, birinden sonra diğerinin gelmesini önceden belirleyen a priori bir nedenselliğin var olmadığını iddia eder.
Deliliğin Tarihi’nde delilik kavramının Rönesans’tan modern döneme kadar nasıl evrim geçirdiğini incelerken, Orta Çağ’da ve Rönesans’ta delilik ile akıl arasında hiyerarşik bir güç ilişkisi olmadığını, fakat aralarında bir diyalog olduğunu söyleyen Foucault, modern dönemle birlikte önce delilerin binalara kapatılması, sonra da delilik hakkında üretilen söylemsel pratiklarin deliliği bir akıl hastalığı olarak belirlemesi ile delilik üzerindeki iktidarın kurulduğunu söyler. Bu anlamda bir yandan delilik hakkında üretilen bilgi ve hakikat söylemsel pratiklerin bir sonucu iken, aynı zamanda güç ilişkilerinin de bir ürünüdür ve bir baskı ve iktidar sürecinde temellenir. Modern anlamda “akıl” dediğimiz şeyin bu söylem ve iktidar sürecinde deliliği baskı altında tutması gereken ve bunun için deliliği akıl üzerinden “akıl hastalığı” olarak anlaması gereken, dolayısıyla da her şeyin aklın kendisi üzerinden belirlenmek zorunda kaldığı bir süreç üzerine kurulu olduğunu söyler. Bununla ilişkili olarak Kliniğin Doğuşunda ise modern tıbbın nasıl 18. yüzyılın sonundaki hastene pratikleriyle ortaya çıkan, bedeni nesneleştiren bir inceleme ve sorgulama süreci olarak “tıbbi bakış” ve doktora atfedilen otorite ile geliştiğini inceler.
Kelimeler ve Şeyler kitabında ise 18. yüzyılda modern haliyle ortaya çıkan ekonomi, dilbilim ve biyoloji alanlarının doğuşunu inceleyerek, her ne kadar bu bilimler birbirlerinden bağımsızmış gibi görünse de üçünde de ortak varsayımların, düşünme biçimlerinin, söylemsel oluşumların ve hakikat anlayışının bulunduğunu iddia eden Foucault, bu değişimi, modern insan bilimlerinin ve dolayısıyla modern “insan” anlayışının temelini oluşturan söylemsel pratikleri belirleyen episteme değişimi olarak göstermeye çalışır. Dil alanında sözdiziminden dilbilme, canlılar alanında doğal tarihten biyolojiye, para alanında zenginliklerden ekonomiye geçişi, söylemsel oluşumlar açısından Klasik Çağda (14-17. yüzyıl) temsil, sıralama, özdeşlik ve farklılıklar üzerine kurulu sınıflandırma ve kategorileme süreçleri ile belirlenen bir hakikat anlayışından, Modern Çağda (18. yüzyıl ve sonrası) dilde kurularak ortaya çıkan ve kendini ifade eden bir özne anlayışı ile yeni üretilen bir “insan” tanımı üzerine kurulu bir hakikat anlayışına geçiş olarak belirler. Bu anlamda Foucault, “insanın” bu süreçte üretildiğini ve iki yüzyıllık bir tarihi olduğunu iddia eder.
İktidar.
1970'lere kadar incelemeleri temelde “söylemlerin analizi” temasına odaklanan Foucault 70'lerden sonra yazdığı kitaplar ve verdiği derslerle birlikte inceleme alanını politik yönde genişletmiştir. Hapishanenin Doğuşu ile ortaya attığı iktidar teorisi ve Cinselliğin Tarihi'nin birinci cildinde sunduğu "biyoiktidar" kavramı, Foucault'nun sosyal bilimlerde en çok etkili olmuş ve etkisini günümüzde de sürdürmekte olan fikirleridir. Bu alanlara yönelip teorilerini geliştirmesinde, bir yandan 68 olayları ve sonrasında ortaya çıkan toplumsal hareketler, bir yandan da 68 olayları sonrası benimsediği “politik aktivist olarak ünlü Fransız entelektüeli” karakteri içerisinde dahil olduğu pek çok direniş, kampanya ve gösterinin etkili olduğu söylenebilir. Hapishanenin Doğuşunun ilk bölümünün sonunda kitabı yazmasınının nedeninin 70'lerin başında mahkûmların Fransa'daki hapishane koşullarına karşı yaptığı eylemler olduğunu söyleyen Foucault, aynı dönemde hapishanelerdeki kötü koşulları ortaya çıkarmak ve mahkûmlara kendilerini ifade etme imkanı sağlamak amacıyla kurulan "Groupe d'Information sur les Prisons" (GIP, yani hapishaneler hakkında bilgilendirme grubu) eş kurucularındandır.
Foucault, Cinselliğin Tarihinin birinci cildinin “Yöntem” bölümünde iktidar analizinin güç ilişkileri üzerine temellendirilmesi gerektiğini söyler. Buna göre iktidar, birbirleriyle karşılaşan güç ilişkileri çokluğu içerisinde bu ilişkileri kuran, örgütleyen, dönüştüren, sağlamlaştıran, tersine çeviren hareket; güç ilişkilerini birbirine bağlayan sistemler ile birbirinden ayıran farklılıklar ve karşıtlıkları oluşturan dayanak noktaları; ve en nihayetinde bu ilişkilerin etkili oldukları kurumsal saydamlaşmanın gerçekleştiği devlet aygıtlarında, hukuki sisteminin ve yasaların düzenlenmesinde ve toplumsal hegemonyada gelişen stratejiler sonucu oluşur. İktidar bir “şey” ya da bir “neden” değildir, toplumsal ilişkiler içerisinde bu ilişkilerin faaliyet gösterdiği güç ağlarının düzenlenme biçimidir. Bu her an her alanda gerçekleşen karşılaşmalar ile ortaya çıkan iktidar “micropolitka” düzeyinde işler, hegemonya ile temellenir ve toplumun yasal ve idari kurumlarında işlev gösteren mekanizmasını bulur. İktidar her yerdedir çünkü her yerden gelir, toplumsal ilişkiler içerisinde ortaya çıkan en küçüğünden en büyüğüne güç karşılaşmaları iktidarı belirleyen ilişkilerin ortaya çıktığı ve gerçekleştiği yerdir.
Hapishanenin Doğuşu kitabı bu anlamda modern iktidar rejiminin ortaya çıkışını 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında değişim geçiren hapishane sisteminden yola çıkarak belirleme amacındadır. Foucault'ya göre 18. yüzyıl ve öncesinin temel iktidar rejimi “hükümdarın iktidarı” üzerine kuludur. Antik Roma'ya kadar giden bu iktidar biçiminde hükümdar “yaşamı elinden alma ya da yaşamaya izin verme” yetkisine sahip olan kişidir. Bedenin üzerine kurulu olan bu iktidar kendisini yine beden üzerinden gösterir ve kurgular. Bir yanda tarihçi Alfred Kantorowicz'in ifade ettiği “Kral’ın bedeni” yani kral etrafında düzenlenmiş bütün bir politik-sembolik sistem vardır, diğer yanda ise Foucault'nun “mahkumun bedeni” dediği iktidarın varlığını topluma göstermek amacıyla herkesin önünde uzun uzun işkence ettiği, sorguladığı, günahını çıkarttığı, parçaladığı, darağacında astığı, kafasını kopardığı ve böylece iktidarının gücünü kanıtladığı beden vardır.
Modern iktidarın biçimine ise Foucault biyoiktidar adını verir. İlk olarak Hapishanenin Doğuşu kitabında ve sonrasında “Biyopolikanın Doğuşu” gibi derslerinde kavramsallaştırdığı biyoiktidar modern toplumda iktidar temel işleme biçimini ifade eder. Buna göre biyoiktidar beden değil ruh üzerine kuruludur, insanın yaşamını düzenleme, organize etme, belirleme, bilgisi üretme, yönlendirme ve kontrol etme gibi süreçlerle işleyen biyoiktidar üretkendir, yani yalnızca insanın içinde yaşadığı toplumsal ilişkiler bütününün düzenini değil, aynı zamanda bu ilişkiler içerisinde iktidara tabi olan bireylerin özneliklerini de üreterek işlev gösterir.
Hapishanenin Doğuşunun “Disiplin” bölümü ve özellikle son kısmındaki “panoptikon” incelemesi Foucault'nun metinleri içerisinde bir yandan en popüler, öbür taraftansa en açık ve sade anlatıma sahip olan kısımlarıdır. Panoptikon, İngiliz filozof, hukukçu, reformcu ve modern “faydacılık” felsefesinin kurucularından Jeremy Bentham'ın ortaya attığı bir hapishane modelidir. Ortada bir gözetleme kulesi ve etrafına dairesel biçimde sıralanmış hücrelerden oluşan bu basit hapishane düzeni Foucault'ya göre biyoiktidarın paradikmatik ve idea bir örneğini sunar. Bütün mahkûmlar aynı hücrelere yerleştirilmişlerdir, parmaklıklar haricinde hiçbir zincir, gardiyan ya da baskı unsuru yoktur ki zaten Bentham panoptikonu daha “insancıl” bir hapishane sistemi geliştirebilmek için ortaya atmıştır. Panoptikonun temel mantığı bütün mahkûmların içerisini göremedikleri gözetleme kulesine her zaman görünür halde olmaları üzerine kurulur, böylece kulede onları izleyen birisi olsa da olmasa da mahkûmlar kendi davranışlarını düzenlem zorunda kalacaklardır. Modern iktidar biçimi olarak biyoiktidar rejimi tam da insanın kendi kendisini kontrol etme ve kendi özneliğini oluşturma sürecine müdahale ederek dahil olmakta ve insanın bütün bireyselliğini dışsallaştırıp yaşamsal faaliyetlerini olabildiğince toplumsal süreçlerde işlev gösterebilecek birer kuvvet haline getirme çabasındadır.
Foucault'nun bu analizinin temelinde yatan temel iddia ise bu iktidar biçiminin sadece hapishanelere özgü olmadığı, fakat modern iktidarın kendisini gerçekleştirdiği her alanda benzer mantığa sahip süreçlerle işlev gösterdiğidir. Panoptikonu yalnızca bir hapishane olarak değil, bir işyeri, okul, hastane, akıl hastanesi veya ordu kışlası olarak da düşünebileceğimizi söyleyen Foucault modern disiplin anlayışının bu kurumlarının modern işleyiş süreçlerinde ortaya çıktığını iddia eder. Modern hapishane, okul, işyeri, hastane, askeriye gibi kurumların hepsinin “değiştirilebilir, dolayısıyla eğitilebilir, düzenlenebilir ve “iyileştirilebilir” bir insan doğası" düşüncesine dayanarak şekillendiğini düşünen Foucault, bedensel davranışların ve faaliyetlerin çeşitli işlevleri yerine getirme kapasitesine sahip kuvvetler olarak anlaşıldığı ve yönetildiği bu kurumlarda, en temelinde gözetleme, sınava tabbii tutma, derecelendirme, sınama, sorgulama, teşhis etme, kimliğini saptama, gibi yöntemlerle belirli bir bireyselliğin inşa edildiğini ve bu sürecin modern anlamda özne olma dediğimiz şeyi inşa ettiğini savunur.
Öznelik deneyimi.
Nietzsche Ahlak'ın Soykütüğünde, özne dediğimiz şeyin, güçsüz oldukları için bir eylemde bulunamayan insanların kendi güçsüzlüklerini gizlemek için aslında zorunda kalarak yaptıkları şeylerden bunu sanki onlar yapmış gibi bir öznenin faaliyeti olarak bahsetmesi sonucu ortaya çıktığını söyler. Bu durum dilin kullanımına yerleştiğinde, örneğin “şimşek çaktı” dediğimizde aslında gerçekte sadece bir olay olduğu halde biz bu olayın sanki onu gerçekleştiren bir faili olarak “şimşek” diye bir özne varmış gibi konuşmaya başlarız. Oysa Nietzsche, David Hume ile oldukça paralel biçimde, gerçekte yalnızca olayların ve eylemlerin olduğunu, özne diye bir şeyin gerçekte olmadığını, fakat bizim gerçeklik hakkında konuştuğumuz dil içerisinde üretildiğini söyler.
Foucault'nun temel özne analizi bu görüşe, yani öznenin toplumsal ilişkiler ve pratikler içerisinde gelişen bir anlamlandırma sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan üretilmiş, inşa edilmiş bir ürün olduğu fikrine dayanır. Heidegger Varlık ve Zaman'da insanın var olduğu dünyanın her zaman belirli bir ortalama “herkes” için bir yorumu olduğunu ve dünyayı bu açıdan anlamlı kıldığını fakat bu hakikat yorumunun özgün ve insanın kendi varlığına dair olmadığını, hakikatin üstünü örtüp onu gizlediğini söyler. Bu anlamda Heidegger için özgün bir varlık yorumuna ulaşmanın birincil koşulu bu “herkes” bakış açısının içinin boşluğunu, anlamsızlığını, hiçliğini fark etmek ve ondan koparak “kendine gelmek” ve özgün bir kendini anlamlandırma ve var etme çabasına girişmektir. Fakat bu eylemlilik her halükarda toplumsal ortalamaya tekrar “düşecektir”. Bu anlamda Foucault, özne analizini her zaman bu açıdan, yani toplum tarafından “herkes” için üretilmiş ve herkesi belirli bir ortalama normallik seviyesine indirgeyen bir özne inşaası olarak ortaya koyar.
Heidegger'den yola çıkan ve Sigmund Freud’un psikanaliz teorilerini Ferdinand de Saussure’ün dil üzerine geliştirdiği teoriler ışığında yorumlayan Lacan, içine doğduğumuz halihazırda anlamlandırılmış dünyayı “dil” olarak yorumlar. Dilin birbirlerine çeşitli zincirler ve ağlar ile bağlı işaretler ya da “gösterenler” ile kurulan sembolik düzleminde üretilen “anlamlar”, içinde yaşadığımız toplumsal gerçekliği, “herkes” için hakikat yorumunu, oluşturmaktadır. Lacan'ın en önemli tezlerinden birisi bilinçdışının da dil gibi yapılandığıdır, dolayısıyla Lacan bilinçdışını dilin yapısal analiziyle ulaşılabilen ve yorumlanabilen bir süreç olarak belirler. Lacan'a göre burada iki adet özne konumu vardır, birincisi dili kullanan ve konuşmayı yapan özne iken diğeri ise dilde ifade edilen ve sembolik düzlem içinde kurgulanarak ortaya çıkan öznedir. İşte bu ikinci anlamıyla, yani dil içerisinde kurgulanarak ortaya çıkan ve inşa edilmiş halde var olan özne Foucault'un analizinin hedefidir.
Foucault'ya göre özne her zaman toplumsal ilişkiler ağı içerisinde ve dilin sembolik düzleminde ortaya çıkar, dolayısıyla analizlerinde hiçbir zaman bir özneye faillik atfetmez ve dolayısıyla da bir nedensellik sunmaz. Nedenselliği ve failliği reddeden Foucault öznenin söylemsel oluşumlar içerisindeki bir konum olduğunu ve esas olarak söylemsel pratikler ve iktidar ilişkileri tarafından üretildiğini savunur. Foucault'ya göre panoptikon gözetleme kulesi ile hücre arasındaki ilişkidir ve gözetleyen de, mahkûm da bu iktidar ilişkisine tabii olarak kendi özneliğini bu süreç içerisinde üretir. Bu süreci belirlemek için Foucault “assujettissement” terimini kullanır ki bu terim Fransızcada hem “özneleştirme” hem de “tebaalaştırma” anlamına gelir. Öznelik deneyimi, iktidar ilişkileri içerisinde bireyi iktidara tabi kılmak için kurgulanır, dolayısıyla özne olmak iktidarın tebaası haline gelmektir.
Burada önemli olan iktidara tabi olanların her zaman pasif değil çoğu zaman katif rol oynadığı, iktidarın ise yalnızca kısıtlayıcı ve baskılayıcı değil aynı zamanda üretken olduğudur. Söylemsel pratikler ve iktidar ilişkileri içerisinde üretilen “hakikat” içerisine doğan insanlar aynı zamanda “kendi hakikatlerini” de bu yolla bulmakta ve kendilerini bu yolla anlamaktadırlar. Aslında Heidegger'in dediği üzere öznenin “kendi hakikati” toplum tarafından belirlenmiş bir konum olduğu için bir "hiçtir", ve Nietzsche'nin dediği üzere hakikat ancak bir onu kendimiz üstlenip ürettiğimiz ve ortaya koyduğumuz sürece vardır. Öznelik deneyimi bu anlamda dinamik bir süreçtir, bireyler kendilerini, toplum içerisindeki konumlarını ve gücün ilişkilenme biçimlerini sürekli olarak anlamlandırmakta, yorumlamakta ve eleştirmektedirler ve iktidar ilişkilerinin kendisi de bu süreçlerin tamamına bağlıdır. Bu nedenle kendi varlığını sürdürebilmek için iktidar her zaman belirli bir normalleştirme süreci olarak işlev göstermek zorundadır, bu da toplumsal açıdan normal, “herkese dair”, olanın “kabul gören” olarak belirlenmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan “anormalliklerin” düzenlenmesi ve olabildiğince iktidar için işlevli hale getirilmesi çabasını doğurur. Bu anlamda örneğin deliler önceden toplum içerisinde yaşayan, kabul gören, günlük hayatın bir parçası olan insanlarken, modern dönemde toplumdan soyutlanmış, kapatılmış ve delilik hakkında üretilen bütün bir tıbbi müdahale prosedürleriyle “hayata dönmeleri” yani bir işte çalışabilir ve dolayısıyla “toplum için faydalı olabilir” hale gelmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Biyoiktidar tam da bu sürecin adıdır.
Cinsellik.
Foucault'nun 7 kitap olarak planladığı fakat ölmeden önce ancak ilk üçünü yayımlayabildiği ve dördüncüsünün yarım kaldığı Cinselliğin Tarihinin ilk kitabında, 19. yüzyılda cinsellik hakkında üretilen söylemler ve pratikler üzerinden modern cinsellik kavramının ortaya çıkışını incelerken bir yandan da bu süreci biyoiktidar teorisi zemininde temellendirir. Bilgi üretiminin koşulunun iktidar rejiminin baskı ve tahakkum mekanizmaları olduğunu savunan Foucault, cinsellik hakkındaki bilginin de cinselliğin baskı altına alınması sonucu ortaya çıktığını ve tahakküm altına alma olarak bilgi üretme sürecinin Freud ve psikanaliz ile nihai noktasına ulaştığını savunur. “Batılı” ve “doğulu” ayrımı üzerinden “doğuyu” tahakküm altına alan ve onun bilgisini “oryantalizm çalışmaları” olarak üretirken bir yandan da ona karşı kendisini tanımlayan “batı”, kendisini deliliği tahakkum altına alarak “akıl”, kadını tahakküm altına alarak “erkek”, “vahşiliği” tahakküm altına altına alarak “uygar” gibi kavramlar üzerinden tanımlayarak anlamlandırmaktadır ve Foucault'ya göre cinselliğin tahakküm altına alınması da bu sürecin geldiği son noktadır.
Biyolojik cinayetin doğasından kaynaklanan dürtüler dolayısıyla ortaya çıkan arzuların bir sonucu olarak seks, tam da iktidarın özneyi inşa etme sürecinde bireyin kişiliğini, kimliğini, arzularını, cinsel yönelimlerini ve cinsiyetini belirleme, düzenleme, tahakküm altına alma süreci olarak biyopolitikanın bireyi “bilmesi”, yani biyoiktidarın özneyi üreterek onu tebaalaştırmasıdır. Modern biyoiktidar rejiminde ortaya çıkan “normal”, biyolojik olarak ya penise ya da vajinaya sahip olan ve bu organlara göre ayrıştırılmış olarak belirlenmiş davranış biçimleri, giyiniş tarzı, toplumsal roller benimseyen insanların karşı cinsiyete cinsel arzu duymasıdır. Dolayısıyla bu “normal” tanımının dışında kalan herkes “anormal” olarak tanımlanır ve çeşitli biçimlerde normal olana entegre edilmeye, onun tahakkümü altında tutulmaya çalışılır. Burada önemli olan nokta nasıl ki "heteronormatif" cinsellik bu iktidar rejimi içerisinde üretilmişse, aynı şekilde "eşcinsellik" de biyoiktidarın mekanizmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıldan önce “cinsellik” gibi bir kelime bile olmadığı gibi “eşcinsel” gibi bir kelime olmadığına da dikkat çeken Foucault'nun analizine göre, eşcinselliği hastalık olarak ya da transseksüelliği kişilik bozukluğu olarak tanımlamak tam da biyoiktidarın tahakküm, baskı ve özneleştirme mekanizmaların işleyişinin bir sonucudur.
Bu analiziyle Foucault queer teorisi ve toplumsal cinsiyet eleştiri yönündeki çalışmaların öncüsü olsa da, kendi zamanındaki “cinsel özgürlük” tartışmalarına oldukça eleştirel yaklaşmıştır, çünkü belirli bir toplumsal iktidar rejiminin mekanizması olmadan toplumun da olmayacağını düşünen Foucault, iktidar süreçlerinden “özgürleşmek” diye bir şeyin de olmadığını savunur. Yapılabilecek olan, bir iktidar mekanizmasını bir başkasıyla değiştirerek tahakküme karşı direnmek ve kendi bireysel deneyimde kendini yaratma ve anlamlandırma alanı açmaya çalışmaktır. Burada önemli olan herhangi bir şekilde “insan doğası” olarak belirlenen hiçbir şeyin tahakkümden, baskılamadan ve iktidardan bağımsız olamayacağıdır.
Cinselliğin Tarihinin ilk ciltten yıllar sonra yayımlanan ikinci ve üçüncü ciltlerindeki değişim, Foucault'un bu özgürlük problemine bir çözüm üretme çabası olarak da görülebilir çünkü o zamana kadar söylemsel oluşumların ve iktidar pratiklerinin modern özneyi belirleyen süreçleri nasıl ürettiğini inceleyen Foucault, 80'lerle beraber Antik Çağdan başlayan yeni bir analiz biçimi geliştirmeye çalışarak “kendilik” üzerine farklı bir düşünce üretme çabasına girmiştir. 2. cildi Antik Yunan, 3. cildi milattan sonra 1. ve 2. yüzyıllardaki Roma hakkında olan bu kitaplarda, kendilik üzerine düşünmek ve kendiliği kurgulamak üzerinden kendini üretmeye dair farklı analizlere girişmiştir. Platon'un Alkibiadis diyaloğunda Sokrates'in bahsettiği "epimeleia heautou" (ἐπιμέλεια ἑαυτοῦ) "kendilik kayıgısı" kavramından yola çıkan Foucault, kendilikle ilişkinin “bilmek” üzerinden kurgulanışının modern iktidar rejiminin tahakküm mekanizmasına hizmet ettiğini iddia ederek Antik Çağın kendilik hakkında kaygı duymak, kendilikle ilgilenmek, özen göstermek üzerine kurulu benlik düşüncesini incelemeye girişmiştir. Her ne kadar Antik Çağın felsefe, yaşam, hakikat, etik gibi düşünceleri hakkında oldukça özgün ve Heideggerci yorumlar geliştirse de, Foucault Orta Çağ Hristiyanlığı hakkındaki 4. cildi yazarken öldüğü için böyle bir bakış açısından nasıl yeni bir deneyim ve özgürleşme imkanı çıktığı herkes için açık değildir. Ancak her halükarda analizleri günümüzde yaygın biçimde tabulaştırılan, ötekileştirilen ve ayrımcılığa uğrayan kadınlar, LGBTİ+ bireyler, çocuklar, yaşlılar, sakatlar, akıl hastaları gibi farklı yaşam biçimleri altında tahakküm altına alınmış insanların politik haklarını savunabilmek için pek çok düşünüre, politikacıya, sosyal bilimcilere ve aktivistlere ilham vermiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8805",
"len_data": 33713,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.76
}
|
Sapanca Gölü, Türkiye'nin Sakarya ve Kocaeli illerinde yer alan bir göldür. Arifiye, Sapanca, Serdivan ve Kartepe ilçelerinin sınırları içerisindedir.
Sapanca Gölü, Doğu Marmara Bölgesi'nde, Sakarya il merkezinin 12 km batısında, İzmit ilçesinin ise 27 km doğusundaki tektonik kökenli bir tatlı su gölüdür.
Doğu-batı uzanımlı olan gölün doğu kesimi Sakarya ilinin sınırları içerisindeyken, batı kesimi ise Kocaeli ilinin sınırları içinde yer alır.
Gölün içinde bulunduğu bölge, güneyde Samanlı Dağları, kuzeyde ise Kocaeli Penepleni olarak adlandırılan morfotektonik yapılar arasında yer alan ve Kuzey Anadolu Fayı'nın kuzey koluna ait segmentlerce sınırlandırılmış olan İzmit-Sapanca Koridoru üzerindedir. Bu koridor Neotektonik dönemde bir çek-ayır havza niteliğinde gelişmiştir. 17 Ağustos 1999 depremi yüzey kırığı Sapanca Gölü'ne güneydoğu sınırından girmiş ve göl içerisinde ~600 m sağ yönlü bir sıçrama yaptıktan sonra gölün kuzeybatı sınırından çıkmıştır. Bu sıçrama uzun dönem içinde gölün çökmesini kontrol etmiştir.
Fiziksel özellikleri.
Uzunluğu.
Doğusunda yer alan Sakarya Nehri ve batısındaki İzmit Körfezi arasında, deniz seviyesinden 33 m yükseklikte yer alan gölün uzunluğu, doğu-batı doğrultusunda 16 km, eni ise kuzey-güney doğrultusunda 5 km'dir
Yüzölçümü.
Gölün uzun dönem ortalama yüzölçümü 46,9 km²'dir ve su havzasının alanı da 296 km² olarak hesaplanmıştır.
Derinliği.
Gölün derinliği en çok 61 m'dir. Göl merkezinde 40–50 m derinliğinde bir düzlük bulunur. 50 m ve 60 m izobatları dar alan kaplar. Göl tabanı kuzeydoğu ve batıda yükselir. Göl tabanı kuzeyden, güneyden ve güneydoğudan fay kontrollü sarp çanak duvarları ile çevrilidir.
Hacmi.
Sapanca Gölü'nün hacmi 1,7 km³dür. Ortalama derinlik 36 m'dir. Çanağın en çukur yeri deniz seviyesinden 28 m daha aşağıdadır. Göl seviyesinin değişiminde depremlerinde etkisinin bulunduğu tespit edilmiştir. En büyük seviye değişimi 1967 Mudurnu Depremi sonrası hesaplanmıştır.
Gölün fazla suları doğu ucundaki gideğenle Çark Suyu'nu oluşturur. Çark Deresi Ferizli Seyifler köyü civarında Sakarya nehri ile birleşir. Sapanca'nın suları bir kapakla kontrol edilerek Çark Suyu'na bırakılır, su kotu 29,90 m ile 31,50 m arasında tutulması hesaplanmıştır.
Gölü besleyen akarsular.
Sapanca Gölü, dağlardan inen küçük derelerin dibindeki kaynaklardan beslenmektedir. Sapanca Gölü'nün güney kıyısındaki dereler, doğudan batıya doğru; Arifiye, Keçi (Kuruçeşme), İstanbul, Mahmudiye, Kurtköy, Yanık, Kuruçay ile kuzey kısmındaki dereler ise Cehennem, Aygır, Altıkuruş, Çakalöldü Maden, Kuru, Liman, Eşme, Fındık, Tuzla, Çiftepınar, Balıkhane dereleridir. Yüksek debili derelerin kaba taneli çökelleri taşıması nedeniyle bu dereler üzerindede göl yatağının dolmasını önlemek amacıyla DSİ tarafından tersip bentleri yapılmıştır. Bu derelerden başka göl içerisinde mevcut olan kaynaklar da gölü devamlı olarak beslemektedirler.
Bölgede Devlet Su İşleri (DSİ) ve Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) tarafından açılan gözlem istasyonları ile gölün su seviyesi değişimi ve akımı denetlenebilmektedir.
EİEİ tarafından yapılan ölçmelere göre, gölün suyu kış ve ilkbahar aylarında yükselmekte, sonbahara doğru ise alçalmaktadır. İki seviye arasında 70–90 cm, bazen 120–130 cm fark görülür.
E-5 Karayolu gölün kuzey kıyısından, TEM Otoyolu ve demiryolu ise güney kıyısından geçmektedir.
Doğal yaşam.
Göl çevresinde yıl boyunca yapılan gözlemlerde 12 takımdan 28 familyaya 69 kuş türü belirlenmiştir. Bu türlerden 29'u tüm mevsimlerde görülen yerli tür, 23'ü yazın görülen yaz göçmeni, 12'si kış göçmeni, 5'i bir defa rastlanan transit göçmendir. En çok tür 42 ile Nisan ayında, en az tür 26 ile Mart ayında sayılmıştır. Alanda görülen Pasbaş patka NT (neredeyse tehdit altında) koruma statüsünde, Dikkuyruk EN (doğal hayatta soyu tükenme tehlikesi çok büyük) statüsündedir. Kalan türler asgari endişe içerir (LC) grubuna dahildir. Gölde bulunan türler incelendiğinde alanın önemli bir sucul ekosistem olduğu kabul edilmektedir. En yüksek tür sayısı yazın, kışın ise en yüksek birey sayısı gözlenmiştir.
Göç yolunda olması, çok fazla tür ve bireyin burada barınması ve üremesi "Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar" listesine alınmasını gerektirmektedir.
Göl kıyılarında gözlemlenen türler
Sorunlar.
Sakarya şehrinin içme suyunun %90'nını karşılayan Kocaeli'nin içme suyu, Tüpraş'ın sanayi suyu temin ettiği göl çeşitli kirleticilerin etkisindedir. Kuzeyinden geçen D-100, güneyini çevreleyen TEM ile demiryolunun kirliliği yağış sularıyla göle taşınmaktadır. 1997 yılında yapılan çalışmayla karayollarından yağışlı havalarda göle ağır metaller, katı madde ile gres- yağ taşındığı tespit edilmiştir. Yollardan gelen kirliliğin arıtılması için doğal arıtma yöntemi olan "Yağmursuyu Sulak Alanları" kurulması tavsiye edilmektedir. Havzadaki tarımsal kimyasallar, turistik tesisler ve NATO'ya ait petrol boru hattı diğer muhtemel kirletici unsurlardandır.
Göl çevresinde bulunan yerleşmelerin ve son yıllarda artan yazlık konutların evsel kirli suları arıtılmaktadır. Gölden su kullanan kurumların ve aldıkları suyun miktarının belirsiz olması planlama yapmayı zorlaştırmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8814",
"len_data": 5128,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.52
}
|
Biyogaz terimi temel olarak organik atıklardan kullanılabilir gaz üretilmesini ifade eder. Diğer bir ifade ile Oksijensiz ortamda mikrobiyolojik floranın etkisi altında organik maddenin karbondioksit ve metan gazına dönüştürülmesidir. Biyogaz elde edinimi temel olarak organik maddelerin ayrıştırılmasına dayandığı için temel madde olarak bitkisel atıklar ya da hayvansal gübreler kullanılabilmektedir. Kullanılan hayvansal gübrelerin biyogaza dönüşüm sırasında fermante olarak daha yarayışlı hale geçmesi sebebiyle dünyada temel materyal olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda tavuk gübrelerinden de oldukça verimli biyogaz üretimi sağlanabilmektedir. Tavuk gübresinin kullanımı tarım için önemlidir. çünkü bu gübre topraklarda verim amaçlı kullanılamaz. Topraklarda tuzluluğa sebep olurlar. Kullanılamayan bu gübre biyogaza dönüştürüldüğünde yarayışlı bir hal almış olur. Günümüzde biyogaz üretimi çok çeşitli çaplarda; tek bir evin ısıtma ve mutfak giderlerini karşılamaktan, jeneratörlerle elektrik üretimine kadar yapılmaktadır.
Biyogazın oluşumu.
Biyogaz üç evrede oluşur Bunlar,
Birinci aşama atığın mikroorganizmaların salgıladıkları enzimler ile çözünür hale dönüştürülmesidir. Bu aşamada polisakkaritler monosakkaritlere, proteinler peptidlere ve aminoasitlere dönüşür. Bundan sonraki aşamada asit oluşturucu bakteriler devreye girerek bu maddeleri asetik asit gibi küçük yapılı maddelere dönüştürürler. Asit oluşumu üretim esnasında pH'nın düşmesine neden olabilir bu durum metan oluşumunu sağlayacak bakteriler üzerinde olumsuz etki yaratabilir. Son aşamada ise bu maddeleri metan oluşturucu bakteriler biyogaza dönüştürürler. Görüldüğü gibi biyogaz oluşumu mikrobiyolojik etmenler ile gerçekleşmekte ve doğal olarak bu mikrobiyolojik organizmaların etkileneceği her türlü koşul biyogaz üretimini de etkilemektedir.
Hidroliz aşaması: İlk aşamada mikroorganizmaların salgıladıkları selular enzimler ile çözünür halde bulunmayan maddeler çamur içerisinde çözünür hale dönüşürler. Uzun zincirli kompleks karbonhidratları, proteinleri yağları ve lipidleri kısa zincirli yapılara dönüştürürler. Bu basit organiklere dönüşüm sonucunda birinci aşama olan hidroliz tamamlanmış olur.
Asit oluşturma aşaması: Çözünür hale dönüşmüş organik maddeleri asetik asit, uçucu yağ asitleri, hidrojen ve karbondioksit gibi küçük yapılı maddelere dönüşür. Bu aşama anaerobik bakteriler ile gerçekleştirilir. Bu bakteriler metan oluşturucu bakterilere uygun ortam oluştururlar.
Metan oluşumu: Bakterilerin asetik asidi parçalayarak veya hidrojen ile karbondioksit sentezi sonucunda biyogaza dönüştürülmesi işlemdir. Metan üretimi diğer süreçlere göre daha yavaş bir süreçtir. Metan oluşumundaki etkili bakteriler çevre koşullarından oldukça fazla etkilenirler.
Biyogaz üretiminde kullanılan materyaller.
Biyogaz üretimi için kullanılan materyaller, hayvansal gübreler, organik atıklar ve endüstriyel atıklar olarak üç başlık altında incelenebilir. Bu bağlamda kullanılan materyaller,
Biyogaz üretimi tarımsal atıklardan yararlanılarak yapılabileceği gibi endüstriyel atıklardan yararlanılarak da yapılabilmektedir. Kentsel atıkların ayrı ayrı toplanılması ve kanalizasyon atıklarının arıtma tesislerinde toplanılmasıyla önemli ölçüde biyogaz üretim imkânı vardır. Bu çerçevede Türkiye'de İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin Büyük Kanal Projesi çerçevesinde yaptığı bazı çalışmalar bulunmaktadır.
Biyogaz üretimini etkileyen faktörler.
Genel olarak biyogaz oluşumuna etki eden mikrobiyolojik bakterilerin etkileneceği her faktör biyogaz üretimini de etkiler. Bir bakterinin yaşamsal faaliyetlerini devam ettirebilmesi için belirli sıcaklık ve pH değerlerine ihtiyacı vardır. Aynı zamanda toksisite de bakterilerin faaliyetlerini direkt olarak etkiler. C/N oranı (Karbon / Azot) bir bakterinin ayrıştırma hızına etkisi bulunduğu için önemlidir. C/N oranın dar olması bakterilerin o atığı daha hızlı ayrıştırması anlamına gelir. Son olarak da biyogaz üretiminin yapıldığı reaktörde organik yükleme hızı ve hidrolik bekleme süresi de biyogaz üretimine direkt olarak etkiler.
Sıcaklığın biyogaz üretimine etkileri:
Metanojenik bakteriler çok yüksek ve çok düşük sıcaklık değerlerinde aktif olmamaktadır. Bu yüzden biyogaz üretiminin gerçekleşeceği reaktör sıcaklığı biyogazın üretimine veya hızına direkt olarak etki etmektedir. Bu bakteriler sıcaklık değişimlerine karşı da oldukça hassastırlar. Reaktörün içerisindeki sıcaklık bekleme süresini ve reaktör hacmini de belirler. Sıcaklığın düzeyine göre sınıflandırılması üç şekilde yapılabilir.
pH'nın biyogaz üretimine etkileri:
Metan oluşturucu bakteriler için en uygun pH değerleri nötr veya hafif alkali değerlerdir. Anaerobik şartlarda fermantasyon işlemi devam ederken 7-7.5 arasında değişir. pH değerinin 6.7 düzeylerine düşmesi durumunda bakteriler üzerinde toksit etki yapar. Asit oluşturucu bakterilerin ise sayısı artarak pH'nın düşmesine ve metan oluşumunun durmasına sebep olabilirler. Bu gibi durumlarda reaktöre organik madde yüklenmesi kesilerek asit oranının düşmesi sağlanır. pH'nın kararlı bir hale gelebilmesi için kimyasal da kullanılabilmektedir. Bu kimyasallardan bir tanesi sönmüş kireç olarak bilinen kalsiyum hidrooksittir.
Toksisite'nin biyogaz üretimine etkileri:
Mineral iyonları, ağır metaller ile deterjan gibi maddeler bakterilerin gelişimi üzerinde olumsuz etkiler oluştururlar. Bu maddelerin biyoreaktörlere sızması ile üretimin yavaşlaması veya durması söz konusu olabilmektedir. Tavuk yetiştiriciliğinde yemlere antibiyotik katılması, gaz üretiminde tavuk gübrelerinin kullanıldığı sistemlerde toksisite etkisi yapmaktadır. Bu şekildeki yemlerle beslenen tavukların gübrelerinde de antibiyotikler bulunmakta ve bu antibiyotikler metan oluşturucu bakteriler üzerinde olumsuz etki yapmaktadır.
C/N oranı'nin biyogaz üretimine etkileri:
Anaerobik bakteriler karbonu enerji elde edebilmek için kullanmaktadırlar. Azot ise bakterilerin büyümesi ve çoğalması için gerekli olan diğer maddedir. C/N oranı biyogaz elde edilecek olan atık için uygun değerlerde olmalıdır. Oran 23/1 düzeyinden fazla ve 10/1 oranından az olmamalıdır. Azot oranının fazla olması amonyak oluşumu sebebiyle biyogaz üretimini olumsuz etkilemektedir.
Organik yükleme hızı'nın biyogaz üretimine etkileri:
Organik yükleme hızı, birim hacim(m³) bioreaktörlere günlük olarak beslenen organik madde miktarıdır. Organik yükleme hızının mümkün oldukça optimumda tutulması gereklidir Aksi halde pH seviyesi düşerek gaz oluşumunu tamamen durabilmektedir.
Mesofilik şartlarda çalışan reaktörler için optimum organik yükleme hızı.
Biyoreaktörler.
Biyogazın üretimi için tasarlanmış yapıların genel ismidir. Küçük hacimli ve büyük hacimli olarak ikiye ayrılabilir. Küçük hacimli reaktörler hacim olarak 3 ton a kadar olabilmektedir. Ancak yapılan araştırmalarda 10 tonun altında istenilen verimlilikte olmamaktadır. Biyoreaktörün tasarımında üretimin kesik kesik mi yoksa sürekli mi olacağı da belirleyici bir unsurdur. Dünyada biyoreaktörü ve biyogazı en çok kullanan ülke Çin dir. Bu ülkenin kendine has küçük kapasiteli reaktörleri de vardır. Son dönemlerde ucuz maliyeti nedeniyle torba tipi ya da balon tipi reaktör modelleri de yaygınlaşmaktadır. Ancak bu model reaktörlerin verimli hizmet süreleri takriben 2 - 3 yıl kadardır. Biyogaz üretiminde ise kullanılan en yaygın üç reaktör aşağıdaki gibidir,
Türkiye'de biyogaz.
1980 - 86 yılları arasında Türkiye'de Toprak-Su araştırma enstitüleri tarafından yoğun olarak araştırılmıştır. Daha sonra ise bu konudaki araştırmalar üniversiteler bünyesinde bireysel olarak devam etmiştir. Biyogaz üretimi herkesin kendi başına yapabileceği bir şey değildir. Bu üretim için eğitimli ve gerekli donanımı olan kişiler tarafından desteklenmesi gerekmektedir. Türkiye'de bu konuda yeterli bilgiye sahip kişilerin bulunması hususunda sorunlar bulunmaktadır.
Türkiye'deki pilot uygulamalardan birisi Tübitak destekli Kocaeli Belediyesinin iştiraki olan İzaydaş bünyesinde kurulmuş olan biyogaz tesisidir. (www.biyogaz.org.tr) 2400 metre küplük 2 ana fermanterden oluşan tesis 350 kW kapasitesindedir.
Dünya'da biyogaz.
Dünyada biyogaz üretim ve kullanımı giderek gelişmektedir. Hayvan gübresinden elde edilen biyogazın tesis oranları dikkate alınırsa dünyadaki tesislerin %80'i Çin'de %10'u Hindistanda, Nepal ve Tayland'ta bulunmaktadır. Tesis sayısına göre ise ülkelerin sıralaması yanda tabloda verilmiştir.
Avrupa'nın hayvan gübresi ile elde ettiği biyogaza ve tesis sayısına bakılacak olursa bu noktada Almanya 2,200 tesis ile en fazla üretim yapan ülke konumundadır. Bu ülkeyi 70 tesis ile İtalya takip etmektedir. Almanya'da biyogaz tesislerinin yapımı 1993 yılından itibaren artmış ve yine aynı yıldan günümüze kadar 139 tesisten 2,200 tesise kadar artmıştır.
Biyogazın kullanım alanları.
Biyogaz doğalgazın kullanım alanlarıyla paralel olarak kullanılabilen bir enerji kaynağıdır.
Biyogaz kullanım alanları aşağıdaki gibi sıralanabilir,
Tüm bu kullanım alanlarının yanı sıra biyogaz çevreye karşı duyarlı bir enerji kaynağıdır. Bu yüzden gelişen koşullarda çevre kirliliğinin önlenmesinde yeşil yakıt olarak bilinen organik madde kökenli biyogaz kullanımı daha önemlidir. Biyogaz üretimi için kullanılan ham maddeler tarımsal arazilerde üretildiği için, tarımsal işletmelerde gerek seraların ve iskan yapılarının ısıtılmasında gerekse traktörlerin yakıtı olarak kullanılmasında önemli bir fayda sağlayabilmektedir. Bu şekilde kullanılan biyogaz işletme maliyetlerini önemli ölçüde azaltmaktadır.
Diğer yenilenebilir enerji sistemlerine göre farkı.
Biyogaz, diğer yenilenebilir enerjiler ile karşılaştırıldığında birçok boyutta avantajlara sahiptir.
Çevresel Boyut.
Hayvan gübresinin herhangi bir işleme tabi tutulmaksızın doğaya salıverilmesi halinde yaratmış olduğu kirlilik oldukça yüksek seviyededir. 80 inekli bir çiftlikten çıkan gübre kaynaklı oluşan CH₄ emisyonu yılda 110 ton CO₂ (sürekli yolda olan 110 aracın oluşturduğu karbon emisyonu)'e eşittir. Böyle bir çiftliğe biyogaz tesisi kurulması ile bu zarar çiftlikte kullanılabilecek bir yeşil enerjiye dönüştürülebilir.
İşlenmemiş hayvan gübresinin toprağa verilmesi ile birlikte toprağın tuzluluk oranı artar, gübrenin içinde bulunan zararlılar ekilen toprağa karışır ve yeraltı sularının kirlenmesine neden olur.
Ekonomik Boyut.
1MW güce sahip bir Rüzgâr tribünü yılda ortalama 3066MWh elektrik üretebilir; 1MW güce sahip bir güneş enerji santrali yalnızca ışıma saat aralığında yani yılda ortalama 2300 saat çalışarak 2300MWh elektrik üretebilir. 1MW güce sahip bir biyogaz tesisi yılda 8200 saat elektrik üretimi gerçekleştirebilir.
Elektrik üretiminin yanı sıra kojenerasyon tesisinin çalışması esnasında ortaya çıkan termal enerji birçok alanda kullanılabilir.
Fermentasyon sonrası elde edilen atık iyi bir toprak şartlandırıcısıdır, zenginleştirilerek biyogübre olarak kullanıma sunulabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8818",
"len_data": 10828,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Amiga, 1980'lerin ortasından 1990'ların ortasına kadar Commodore şirketi tarafından üretilmiş ve özellikle ufak boyutlu modelleri olan A500 ve A1200 ile döneminin en popüleri olan kişisel bilgisayar sistemlerinin ortak adı.
"Amiga" sözcüğü İspanyolcada "kız arkadaş" anlamına gelir. Elektronikçi Jay Miner tarafından üretilmiştir ve ilk adı "Lorraine" dir. İlk defa Carl Sassenrath tarafından geliştirilen dinamik kütüphaneler (Windows'ta dll olarak bilinirler) Amiga işletim sisteminde kullanılmıştır.
Bugün bile unutulmayan ve tüm zamanların en çok satan bilgisayar modeli olan Commodore 64, bilgisayar dünyasında bir döneme damgasını vuran en önemli yapıtaşlarından biridir. Üretildiği döneme göre şaşırtıcı derecede güçlü multimedya ve multitasking (çokluişlem) özelliklerine sahiptir.
Amiga'ların çoğu tümleşik ve sabit diski olmayan bilgisayarlardır. Motorola 68000 ailesi işlemci ve Amiga Workbench işletim sistemine sahiptirler.
A500 ve A1200 modelleri genişletilebilir hafıza soketleri, yüksek çözünürlüklü ekran, fm ses üreteci, dahili disket sürücü harici sabit disk bağlantısı içermektedir. Bu bilgisayarların performansları, günümüzdeki GPU'larla özdeşleştirilebilecek grafik çiplerinden gelir. Agnus serisi çipler, bit blit işlemi yapabilir, çok büyük Bob (Blitter Object) çizimlerine izin verirler. Bu sayede oyunlardaki spritelar büyütülebilmiş, çok büyük karakterler ile oyun oynamak mümkün olmuştur.
Amiga'lar SD (Standart Definition) video sinyalini, ister NTSC isterse PAL olarak verebildiklerinden, evlerde analog RGB olarak Scart arabirimi ile TV bağlantısı yapılarak kullanılma imkânları vardır. Ancak Commodore 1084 monitörler o dönemdeki birçok ev TV'sinden daha iyi sonuç vermekte olduğundan, bütçesi uygun olanların tercih ettikleri monitörlerdi. Sonradan çıkan A1200 modeli ile, VGA monitörleri kullanmakta mümkün olmuştur.
İşlemci olarak Motorola 68000 ailesi kullanılmıştır. İlk kullanılan işlemciler 68000 ve 68010 idi. Bunların fiziksel veriyol genişliği 16 bittir ama 32-bitlik komut ve veri mimarisine sahiptir. Amiga'nın işletim sistemi bu 32 bitlik adresleme ve veri modeli etrafında oluşturulmuştur. Ailenin ileriki 68020, 68030 ve 68040 modelleri 32 bit genişliğinde veriyollarına sahiptir. Commodore'un iflasından sonra Amiga'ya desteği sürdüren donanım üreticileri tarafından PowerPC işlemci kartları da üretilmiştir.
Video.
A2000, A3000 ve A4000 modellerinde, bir video slotuna sahip olan Amiga'ya, ilave grafik kartı takmak mümkün hale gelmiştir. Ayrıca uyumlu genlock cihazları olduğundan yerel televizyon kanalları için de çok ekonomik bir çözümdü, günümüzde bu amaçla kullanımı hâlâ devam etmektedir.
Depolama birimi.
Amigalar ilk çıktıklarında disket sürücüleri ile birlikteydiler. İleriki modellerinde, önce ST506, ardından sırası ile SCSI ve ATA "sabitdisk" (ve optik okuyucu) arabirimine uyumlu hale gelmişlerdir.
Diğer.
Bunun dışında Amiga için fare, joystick, yazıcı, renkli ve siyah beyaz monitör gibi çok sayıda donanım üretilmiştir. Teorik olarak 2 Mb'a kadar RAM destekleyebilmesine rağmen, yeterince büyük modüller üretilmediği için pratikte en fazla 1024 Kb (4x256) belleğe sahip olabilmiştir.
Yazılım.
Sadece donanım olarak değil, yazılım olarak da, üretildiği dönemin ilerisinde özelliklere sahiptir. Örnegin [[PnP (tak ve kullan), Installer (yazılım yükleyici), çoklu görev gibi özelliklere, [[Windows 95]]'ten 10 sene önce sahip olabilmiştir.
İşletim Sistemi.
[[AmigaOS]] isletim sistemi, [[Unix]]'e benzer modüler yapıda bir işletim sistemidir. İşletim sistemi 2 parçadan oluşur; kickstart ROM ve workbench disketi.
Yeni bir workbench sürümüne terfi etmek için kickstart ROM çipini de değiştirmek gerekir. Kickstart bilgisinin diskette veya [[Sabit disk sürücüsü|sabit disktte]] saklandığı Amiga modelleri de vardır. AmigaOS bugün hâlâ geliştirilmektedir. Son sürümü 4.1 Final Edition Update 2. Sam460ex ve AmigaOne X1000 sistemlerinde çalışmaktadır.
Kültürel etkileri.
Amiga üzerinde demo grupları birçok [[demo]] çıkarmıştır, [[C64]] ile birlikte Amiga democuların en önemli platformlarından biri olmuştur.
Bugün bilişim sektöründe uzmanlaşmış kişilerin çoğunun mutlaka Amiga geçmişi vardır.
Amiga geliştirilebilirliği ve yüksek yaratıcılık özelliklerine yıllar öncesinden sahipti. Animasyon ve resim işleme programı [[Deluxe Paint]] ([[Adobe Photoshop]] gibi), [[Protracker]] ve Octamed gibi [[MIDI]] ve tracker müzik programlarını kullanarak kendisini ve yaratıcılıklarını geliştiren kişiler bu kişilerden ilham alarak kendini yaratıcılığa ve onun ayrılmaz parçası olan sanata yönelenler olmuştur. Bu katkısı ile Amiga günümüz bilgisayarlarından farklı olarak bir ruha sahiptir.
Modelleri.
[[Dosya:Amiga 1000 system with sidecar.jpg|küçükresim|upright=0.86|Amiga 1000]]
[[Dosya:Amiga 1200.jpg|küçükresim|upright=0.86|Amiga 1200]]
Amiga modelleri şunlardır:
Dış bağlantılar.
[[Kategori:Amiga| ]]
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8824",
"len_data": 4860,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
openSUSE ( ), eskiden SUSE Linux, ana destekçisi SUSE olan bir GNU/Linux dağıtımıdır. "Leap" sürümü, ticari amaçlı geliştirilen SUSE Linux Enterprise Server ve SUSE Linux Enterprise Desktop için bir taban ve deneme ortamı oluşturur. Leap, ticari SUSE Linux ürünlerine doğrudan yükseltme imkanı sunar. En popüler dağıtımlardan biridir. Geliştirilmesinin odak noktası, kullanıcı dostu bir masaüstü ve zengin özellikli sunucu ortamı sağlarken, yazılım geliştiriciler ve sistem yöneticileri için kullanılabilir açık kaynaklı araçlar sunmaktır.
Topluluk projesinin ilk sürümü, SUSE Linux 10.0'ın beta sürümüydü. Mevcut kararlı sabit sürüm openSUSE Leap 15.2'dir. Topluluk projesi, openSUSE Tumbleweed adlı yuvarlanan bir sürüm sürümü de sunar. Bu sürüm, "Fabrika" adı verilen sürekli geliştirme kodu tabanına dayanır. OpenSUSE projesi ile ilgili diğer araçları ve uygulamaları YaST, Open Build Service, openQA, Snapper, Makine, Portus ve KIWI olarak listelenebilir.
Novell, SUSE'yi 4 Kasım 2003'te 210 milyon dolara satın aldıktan sonra openSUSE projesini başlattı. Daha sonrasında Attachmate Group, Novell'i satın aldı ve Novell ve SUSE'yi iki özerk şirket olarak faaliyet gösterecek şekilde böldü. Attachmate Group'un Kasım 2014'te Micro Focus ile birleşmesinden sonra, SUSE kendi özerk iş birimi haline geldi. 18 Mart 2019'da EQT Partners, SUSE'yi yaklaşık 2.5 milyar dolara satın aldı.
Genel bakış.
SUSE, ARM, B1-Systems, Tuxedo Computers ve diğerleri tarafından desteklenen openSUSE Project topluluğu, Linux tabanlı çeşitli dağıtımlar geliştirir ve bunların bakımını sağlar.
Dağıtımların ve araçların ötesinde, openSUSE Projesi topluluk katılımı için bir web portalı sağlar. Topluluk, Open Build Service, openQA, dokümantasyon yazma, sanat eserleri tasarlama, açık posta listeleri ve Internet Relay Chat kanallarında tartışmaları teşvik etme ve wiki arayüzü aracılığıyla projeye katkı sağlayarak kurumsal destekçilerle işbirliği içinde openSUSE'yi geliştirir. openSUSE Leap, bir uzun vade destek sürümü çekirdek üzerine geliştirilir, kararlılık odaklıdır ve ticari SLE ürünleri için bir deneme ortamı ve taban oluşturur. Daha güncel ve ücretsiz yazılımı tercih eden kullanıcılar, yuvarlanan sürüm dağıtımı Tumbleweed'i kullanabilir. Kullanıcılar ayrıca Open Build Service de kullanabilir. Dahası, openSUSE'nin esnekliği, bir web veya posta sunucusu çalıştırmak gibi belirli amaçlar için yeniden yapılandırmayı oldukça kolay hale getirir.
Çoğu Linux dağıtımında olduğu gibi, openSUSE hem varsayılan bir grafik kullanıcı arabirimi (GUI) hem de bir komut satırı arabirimi seçeneği sunar. OpenSUSE kullanıcıları, GNOME, KDE, Cinnamon, MATE, LXQt, Xfce gibi çeşitli masaüstü ortamlarını kullanabilirler. openSUSE, tüm özgür yazılım / açık kaynak geliştirme yelpazesinden binlerce yazılım paketini destekler.
İşletim sistemi, ARM tabanlı tek kartlı bilgisayarlar dahil olmak üzere çok sayıda komut seti ve donanımla uyumludur. Desteklenen mimariler arasında Raspberry Pi 3 ve Pine64 ile ARMv8 olarak da bilinen aarch64, Banana Pi ve BeagleBoard ile ARMv7 komut seti ve Raspberry Pi ile ARMv6 ISA. RISC-V, PowerPC (PPC64 ve PPC64le) ve S390 da bulunur.
OpenSUSE Projesinin Tarihçesi.
OpenSuSE, ilk olarak bir elektronik posta ile duyuruldu, proje kısa bir süre sonra kendi sitesine kavuştu. Bu sayfa birkaç gün sonra kullanıma sunuldu. Bir gün sonra topluluk projesinin lansmanı resmi olarak yapıldı.
Doğru yazım hakkında tartışmalar (OpenSUSE, OPENSUSE, OpenSuSE ...) kısa sürede kendini gösterdi, bununla birlikte openSUSE yaygın olarak doğru yazım olarak kabul edildi.
Kendi anlayışına göre openSUSE, Linux ve özgür yazılım kullanımını mümkün olan her yerde yaymayı amaçlayan bir topluluktur. Linux tabanlı bir dağıtımın yanı sıra Open Build Service, openQA, Kiwi, YaST, OSEM vb. Araçlar geliştirir ve onları dağıtır. İşbirliği herkese açıktır ve katılımı teşvik eder.
Yapılanma.
Bir süredir vakıf kurulması düşünülmesine rağmen proje yasal bir yapı olmadan kendi kendine organize edilmeye devam ediyor.
Ana sponsor olarak SUSE bir etkiye sahiptir, ancak proje yasal olarak SUSE'den bağımsızdır. openSUSE, işi yapanların ne olacağına (karar verenler) karar verdiği bir "do-ocracy" sistemiyle yönetilir. Bu, temel paketlerin kaynakları Leap geliştirme modeline geçişten bu yana SLE'den geldiği için öncelikle masaüstü ve uygulama geliştirmeye odaklanmaktadır. Tabanı daha da birleştirmek için, openSUSE Leap 15.3'ün tamamen SLE'nin ikili paketlerine dayalı hale gelmesini sağlayacak 'Closing-the-Leap-Gap' projesi mevcut beta süreci sona erdiğinde hayata geçecek.
Yapılanma birimleri.
Üç ana organizasyon birimi vardır:
Ürün geçmişi.
Geçmişte SUSE Linux şirketi, perakende mağazalarında satışa sunulan kapsamlı basılı belgeleri içeren SUSE Linux Personal ve SUSE Linux Professional kutu setlerini yayınlamaya odaklanmıştı. Şirketin açık kaynaklı bir ürün satma yeteneği, büyük ölçüde kullanılan kapalı kaynak geliştirme sürecinden kaynaklanıyordu. SUSE Linux her zaman GNU Genel Kamu Lisansı (GNU GPL) ile lisanslanmış ücretsiz bir yazılım ürünü olmasına karşın, bir sürümün kaynak kodlarına erişebilmek ancak bir sonraki sürümün çıkışından 2 ay sonra mümkün olabiliyordu. SUSE Linux'un stratejisi, geliştirici olarak çalışan çok sayıda mühendisle, kullanıcıların perakende mağazalardaki dağıtımları için ödeme yapmaya istekli olmasını sağlayacak teknik olarak üstün bir Linux dağıtımı oluşturmaktı.
2003 yılında Novell tarafından satın alınmasından ve openSUSE'nin ortaya çıkmasından bu yana, bu durum tersine döndü: sürüm 9.2'den başlayarak, SUSE Professional'ın desteklenmeyen bir DVD ISO görüntüsü herkes için indirilebilir şekilde yayımlandı. FTP sunucusu, kullanıcıların yalnızca ihtiyaç duyduğunu hissettiği paketleri indirmesine izin veren "kolaylaştırılmış" kurulum avantajını sunar. ISO, kolay kurulum paketi, kullanıcının ağ kartı "kutudan çıkar çıkmaz" çalışmasa bile çalışma yeteneği ve daha az deneyim gerektirmesi gibi avantajlara sahiptir (yani deneyimsiz bir Linux kullanıcısı kurup kurmayacağını bilemezse) belirli bir paket ve ISO önceden seçilmiş birkaç paket kümesi sunar. Bu kolaylaştırmalar, dağıtımın son kullanıcıya hitap edebilmesini amaçlar.
OpenSUSE Projesi'nin ilk kararlı sürümü olan SUSE Linux 10.0, SUSE Linux 10.0'ın ticari sürümünün yayımlanmasının hemen öncesinde sunuldu. Ek olarak, Novell; Personal versiyonunu durduruldu, Professional versiyonunu sadece "SUSE Linux" olarak yeniden adlandırdı ve "SUSE Linux"u eski Personal versiyonla hemen hemen aynı olacak şekilde yeniden fiyatlandırdı. 2006 yılında 10.2 sürümüyle birlikte, SUSE Linux "dağıtımı resmi olarak "açık kaynak" " ile benzer şekilde telaffuz edildiği için openSUSE olarak yeniden adlandırıldı. 13.2 sürümüne kadar, SLE'den ayrı bakım akışlarına sahip kararlı sabit sürümler projenin iskeletini oluşturuyordu. 2015'in sonlarından itibaren, openSUSE iki ana sürüme ayrıldı: SLE'ye dayalı daha kararlı ve muhafazakar sabit sürüm Leap dağıtımı ve yuvarlanan sürüm dağıtımı Tumbleweed. Tumbleweed "her şeyi" en güncel şekilde sunmaya odaklandı.
Yıllar geçtikçe, SuSE Linux kısıtlayıcı, gecikmiş yayınlar içeren bir dağıtım statüsünden ve kapalı bir geliştirme modelinden, herkes için anında ve ücretsiz kullanılabilirlik ve şeffaf ve açık geliştirme ile ücretsiz dağıtım sunan bir iş modeline geçti.
27 Nisan 2011'de Attachmate, Novell'i satın alma işlemini tamamladı. Attachmate, Novell'i iki özerk iş birimine, bunlarNovell ve SUSE olmak üzere ayırdı. Attachmate, SUSE (eski adıyla Novell) ve openSUSE projesi arasındaki ilişkide hiçbir değişiklik yapmadı. 2014 Attachmate Group'un Micro Focus ile birleşmesinden sonra, SUSE openSUSE taahhüdünü yeniden teyit etti.
EQT Partners, 2 Temmuz 2018'de SUSE'yi satın alma niyetlerini açıkladı. Bunun üzerine SUSE ile openSUSE arasındaki ilişkide herhangi bir değişiklik gerçekleşmedi. Bu satın alım, openSUSE Projesi'nin kuruluşundan bu yana SUSE Linux'un üçüncü satın alınışıdır ve 15 Mart 2019'da tamamlanmıştır.
Mevcut Varyasyonlar.
openSUSE Tumbleweed.
"Tumbleweed", openSUSE Projesi'nin amiral gemisidir. Her gün yeni yazılım güncellemeleri alan ve temelde kırılmaz olan, kararlı ve test edilmiş bir "yuvarlanan sürüm": Sistem güncellemelerinin bir sonucu olarak bir arıza meydana gelirse, bir anlık görüntü işlevi, kullanıcıların önceki bir sistem durumuna geri dönmesine olanak tanır. Tumbleweed masaüstü sistemi olarak openSUSE kullanıcıları tarafından tercih edilmektedir.
Eski geliştirme modelinde, her yeni openSUSE sürümüyle (13.0, 13.1, ...), sürekli yeni paketleri alan yeni bir yuvarlanan dağıtım oluşturulurdu. Yeni sürüm yayımlanmak üzereyken ve Tumbleweed bu sürümle birlikte yeniden sıfırlandığında, sıfırlama öncesi sürüm birçok paket için daha yeni kalıyordu ve bu sorunlara yol açtı.
Leap'e geçişle birlikte geliştirme modeli tamamen değiştirildi: "Factory First" politikasına göre, tüm yazılım paketlerinin bir dağıtıma dahil edilmeden önce Factory'ye gönderilmesi gerekiyordu. Fabrika Dışında, openQA'da günlük anlık görüntü alınır ve test edilir. Testleri başarıyla geçen yansılar, bir sonraki Tumbleweed yansısı olarak yayımlandır. Diğer yuvarlanan salım dağıtımlarından farklı olarak, Tumbleweed, kararlılığı önemli ölçüde artıran "test edilmiş bir yuvarlanma sürümü modeliyle yayımlanır."
Teknik olarak Tumbleweed, MicroOS ve Kubic'in temelidir.
openSUSE Leap.
Leap, her yıl yeni bir sürüme geçilecek şekilde yayımlanır. Bu yayımlar arasında düzenli olarak hata düzeltmeleri ve güvenlikle ilgili güncelleştirmeler alır. Bu, Leap'i bir sunucu işletim sistemi olarak çok çekici kılar, aynı zamanda yönetimi için çok az efor sarf edilmesi gerektirir. Bu durumda çevrimiçi sürüm yükseltmeleri çoğunlukla o kadar sıradan ve sorunsuzdur ki, mizahi bir üslupla topluluk tarafından yer yer "sıkıcı" olarak yeniden adlandırılması önerilir.
2015 sonbaharında yayınlanan sürüm için geliştirme ekibi, 42.1 sürüm numarasıyla "openSUSE Leap adını aldı." S.u.S.E Linux olarak adlandırılan, Mayıs 1996 tarihli openSUSE sürüm 4.2'de olduğu gibi Otostopçunun Galaksi Rehberi kitap serisindeki "yaşam, evren ve her şey" hakkındaki soruyu ifade eden 42 sayısına bir gönderme yapmaktadır. Bundan sonra, temel paketler SUSE Linux Enterprise'dan, uygulamalar ve masaüstleri ise Tumbleweed'den alınacak şekilde yayımlanmaya başlandı.
2016 yılında Nürnberg'de düzenlenen openSUSE konferansında istatistikler, openSUSE Leap 42.1 ile proje modelinin değişmesinden bu yana artan kullanıcı sayılarının kaydedildiği açıklandı.<ref name="pro-linux.de">
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8834",
"len_data": 10492,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.36
}
|
Lezbiyen, başka bir kadına fiziksel ve/veya duygusal çekim hisseden kadındır. Lezbiyen, eşcinsel kadın anlamına gelmektedir. Hem kadınlara hem de erkeklere çekim hisseden kadınlar ise biseksüeldirler. Kişinin kendini tanımlaması veya kendine biçtiği cinsel kimlik, davranışlarıyla örtüşmüyor olabilir.
Tarihçe.
Kadınlar arası aşka değinen bilinen en eski yazılı kaynaklar Antik Yunan'a dayanmaktadır. Lesvos (Midilli) adasında yaşayan Sapfo, başka kadınlara yönelik cinsel çekimini açıkça ortaya koyan şiirler yazmıştır. Buna karşın, yine bazı antik kaynaklar Sapfo'nun erkeklerle de aşk ilişkisi yaşadığını dile getirmektedir. Hatta, Tyreli Maximus Sapfo'nun kendi okulundaki kızlarla olan ilişkilerinin platonik olduğunu iddia etmiştir. Modern bilim Antik Yunan'da oğlancılık ile Sapfo ve öğrencilerin ilişkisi arasında bir paralellik kurmakta ve her ikisinde de pedagojinin rol oynamış olabileceğini öne sürmektedir.
Yazılı kaynaklar.
Lezbiyen ilişkilere dair erken dönem ilk yazılı kaynaklara, Antik Sparta'da rastlanmaktadır. Lacedaemonians hakkında yazan Plutarch "...aşk aralarında o kadar hürmet görmektedir ki kızlar aynı zamanda soylu kadınların erotik nesneleri haline gelmiştir." ifadesini kullanmıştır.
Asya.
Antik Çin şiiri ve hikâyelerinde de lezbiyen ilişkilere rastlanmakta, ancak, erkek eşcinselliğine değinen edebi eserlerdeki detaylara yer verilmemektedir. Antropolog Liza Dalby, ağırlıklı olarak kadınların birbirine verdiği erotik şiirlere dayanan araştırmasında, Heian Dönemi Japonya'sında lezbiyen ilişkilerin yaygın olduğunu ve toplumsal açıdan kabul gördüğünü iddia etmektedir.
Orta Çağ Arabistanı'nda, haremlerde kadınlar arası ilişkiler yaşandığına dair duyumlar bulunmaktadır. Haremlerdeki ilişkiler genellikle baskıyla karşılaşmaktadır. Örneğin Musa Peygamber, aşk yaparken yakalanan iki kızın boynunun vurulmasını emretmiştir.
Avrupa.
Avrupa'da 12. yüzyılda yaşamış olan yazar Etienne de Fougères, kadınlar üzerine yaptığı araştırma olan "Livre des manières"de (yaklaşık M.S. 1170 yılında yazılmıştır) lezbiyenlerle alay etmiş ve lezbiyenleri horozlar gibi davranmaya çalışan tavuklara benzetmiştir. Etienne de Fougères'in bu yaklaşımı, Avrupa'da dönemin önde gelen (hem laik hem de dini) çevrelerinin kadının erkek olmadan düzgün bir cinsellik yaşayamayacağı yönündeki genel kanısını yansıtmaktadır.
Etimoloji.
"Lezbiyen" kelimesinin Sapfo'nun yaşadığı adanın ismi olan "Lesbos" kelimesinden geldiği varsayılır.
Kamu politikaları.
Batı toplumlarında, kadının eşcinsel davranışlarına yönelik açık yasaklamalar, erkeğin eşcinsel davranışına oranla çok daha zayıftır.
Birleşik Krallık'ta, lezbiyenlik hiçbir zaman yasadışı olmamıştır. Buna karşın, erkekler arası cinsel ilişki İngiltere ve Galler'de 1967 yılına kadar yasal kabul edilmemiştir. Kraliçe Victoria'nın kadınlar arası cinsel ilişkinin mümkün olamayacağına inanması sebebiyle lezbiyenliğin İngiliz Ceza Yasası'nda 1885 yılında yapılan değişiklik kapsamına alınmadığı söylenmekle birlikte bu hikâyenin sonradan uydurulmuş olabileceği de ifade edilmektedir. İngiliz parlamenter Frederick Macquisten tarafından 1921 yılında ortaya atılan ve lezbiyenliğin suç sayılmasını öngören yasa teklifi Lordlar Kamarası tarafından reddedilmiştir. Tartışmalar sırasında Lord Birkenhead ve ardından dönemin Büyük Britanya Başbakanı bin kadından 999'unun "bu tarz deneyimlere ilişkin bir fısıltı dahi duymadığını" savunmuşlardır. 1928 yılında, lezbiyen içerikli bir roman olan The Well of Loneliness kamunun büyük ilgisini çeken bir dava sonucu "müstehcenlik" nedeniyle yasaklanmıştır. Kitaba karşı dava açılmasının nedeni kitapta herhangi bir şekilde açık cinsel içerik bulunması değil, "kabul görme" savını ortaya atmasıdır. The Well of Loneliness yasaklanırken lezbiyen temalı ancak siyasi içerik taşımayan romanlar serbestçe satılmaya ve yayımlanmaya devam etmiştir.
Yahudi dini öğretileri, erkek eşcinsel davranışını kınasa da lezbiyen davranışlar hakkında çok az şey söylemektedir. Buna karşın, nüfusunun büyük çoğunluğu laik olan modern İsrail Devleti, eşcinsel yönelimleri yasadışı ilan etmeyen ve eşcinsellere baskı uygulamayan bir yaklaşım sergilemektedir. İsrail'de eşcinsel evliliğe izin verilmemekte buna karşın örfi hukukun uygulandığı bu ülkede eşcinsel kişinin çocuğunun, partneri tarafından evlat edinilmesine izin veren ve daha sonraki davalarda örnek teşkil eden mahkeme kararları bulunmaktadır. Tel-Aviv'de her yıl geleneksel olarak "eşcinsel onur yürüyüşü" yapılmaktadır.
Eşcinsellik İslam dini öğretilerinde (Kur'an ve Hadisler'de) yasaklanmıştır. Suudi Arabistan ve Yemen'de eşcinsellik hapis, kırbaç ve ölümle cezalandırılmaktadır. İran'da lezbiyen davranışları yasaklayan yasa hâlâ yürürlükte bulunmaktadır.
Asya'da Türkiye'de genelde eşcinselliği özelde ise lezbiyenliği yasaklayan herhangi bir yasa bulunmamaktadır. Türk Medeni Kanunu'nda ise eşcinsellik boşanma sebebi olarak kabul edilmektedir. Eşcinsel olan eşin sırf bu gerekçeyle evlilik içerisinde kusurlu sayılması kabul edilmiştir. Yasal durumun elverişliliğine karşın, Ümit Oğuztan'ın Rüya Eser takma adıyla 1990 yılında Yaprak Yayınları'ndan yayımlanan "Lezbiyen" isimli belgesel romanı kısa sürede toplatılmış, "müstehcen" olduğu gerekçesiyle yargılanmış ve mahkeme kararıyla yakılarak imha edilmiştir. Türk toplumunun büyük bir kısmı, bir takım geleneklere bağlılıklar nedeniyle erkek eşcinselliğine önyargılı yaklaşan bir toplumdur. Buna karşın, lezbiyenlik yine toplumun çoğunluğu tarafından göz ardı edilmekte ve bu nedenle erkek eşcinselliği kadar tepki çekmemektedir. Türkiye'de Lambdaistanbul ve Kaos GL gey, lezbiyen, biseksüel, transseksüel ve travesti haklarını koruma ve bu gruplar arasında dayanışmayı sağlamaya yönelik olarak çalışmaktadır.
Üreme ve Ebeveynlik Hakları.
Birçok lezbiyen çift, evlat edinme yöntemiyle çocuk sahibi olmayı denemektedir. Ancak, lezbiyen çiftlerin evlat edinmesi her ülkede yasal değildir.
Lezbiyenler, son dönemde, tüp bebek başta olmak üzere desteklenmiş doğum teknolojilerine de yönelmektedirler. Bazı ülkelerde, lezbiyenlerin desteklenmiş doğum teknolojilerine erişimi konusu tartışılmaktadır. Örneğin, Avustralya'da Yüksek Mahkeme, Roma Katolik Kilisesi'nin lezbiyen ve bekar kadınların tüp bebek sahibi olmasının yasaklanması girişimini reddetmiştir. Ancak, Yüksek Mahkeme'nin bu kararının hemen ardından Başbakan John Howard lezbiyenler ve bekar kadınların tüp bebek sahibi olmasını engellemek amacıyla konuya ilişkin yasada bir düzenlemeye gitmiş ve Roma Katolik Kilisesi'ne desteğini ortaya koyarak Yüksek Mahkeme'nin kararını göz ardı etmiştir. Bu durum Avustralya'daki gey ve lezbiyen toplumunun yanı sıra bekar kadınların da tepkisini çekmiştir.
Feminizm.
Tarih boyunca birçok lezbiyen, kadın hakları mücadelesine dahil olmuştur. 19. yüzyılın sonlarında, Boston evliliği terimi beraber yaşayan kadınlar arasındaki romantik birlikteliği anlatmak için kullanılmasının yanı sıra kadınların oy hakkı mücadelesine de katkıda bulunmuştur.
Feminist hareketler.
1970'ler ve 1980'ler boyunca, modern feminizm ve radikal feminizm gibi hareketlerin ortaya çıkmasıyla, lezbiyen ayrılıkçılığı popüler hale gelmiş ve lezbiyen kadın grupları komünler halinde yaşamak üzere bir araya gelmeye başlamıştır. Kathy Rudy, "Radical Feminism, Lesbian Separatism, and Queer Theory" isimli çalışmasında, yaşadığı lezbiyen komününde sterotiplerin ve hiyerarşik bir yapının ortaya çıktığını ve bu nedenle gruptan ayrıldığını ifade etmiştir.
1990'larda ise lezbiyen görünürlüğünü artırmak ve lezbiyen haklarını geliştirmek üzere birçok "lezbiyen intikam tugayı" kurulmuşsa da bu grupların etkisi sınırlı kalmıştır. Yine feminist mücadele çerçevesinde yürütülen kampanyaların da etkisiyle günümüzde Hollanda, İspanya, Belçika, Kanada, Arjantin ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nde eşcinsel evlilikler yasal hale gelmiştir. Buna karşın, eşcinsel evliliklere hâlen birçok ülkede izin verilmemektedir. 2004 yılında ABD'nin Massachusetts Eyaleti, eşcinsel evliliklere izin veren ilk Amerikan eyaleti olma unvanını kazanmıştır. 26 06 2015 tarihinde Amerika'da eşcinsel evlilik mahkeme kararı ile yasal ilan edilmiştir.
Cinsellik.
Kadınlar arasındaki cinsel aktivite heteroseksüeller ya da eşcinsel erkekler arasındaki seks kadar çeşitlilik gösterir. Her türlü kişilerarası ilişkide olduğu gibi lezbiyenlikte de cinsel dışavurum ilişkinin kapsamı ile yakından alakalıdır.
Kendi cinsi ile ilişkiye giren kadınların bir kısmı, kendilerini "lezbiyen" olarak nitelendirmek yerine biseksüel ya da queer gibi farklı etiketlerle tanımlamayı tercih ederler.
Batı ve diğer bazı toplumlarda son dönemde gözlenen kültürel değişiklikler, lezbiyenlerin kendi cinselliklerini daha serbestçe ifade etmelerine olanak tanımıştır. Bu durum, kadın cinselliğinin doğası hakkında birçok araştırma yapılmasını sağlamıştır. Örneğin, 2002 yılında ABD Hükûmeti tarafından yaptırılan, 2005 yılında yayımlanan "Cinsel Davranış ve Seçilmiş Sağlık Önlemleri: 15-44 Yaşlarındaki Erkekler ve Kadınlar, ABD, 2002" (Sexual Behavior and Selected Health Measures: Men and Women 15-44 Years of Age, United States, 2002) başlıklı araştırma yaşları 15-44 arasında değişen kadınların % 4.4'ünün son 12 aylık dönemde başka bir kadınla cinsel ilişkiye girdiğini ortaya koymaktadır. Üzerinde araştırma yapılan kadınlara "Hiç başka bir kadınla cinsel ilişki yaşadınız mı?" sorusu yöneltildiğinde ise deneklerin % 11'i "Evet" yanıtını vermiştir.
Son dönemde, lezbiyen cinselliği üzerine birçok araştırma ve yazın yayımlanmaya başlamıştır. Bu durum, kadınların kendi cinsel yaşamları üzerindeki kontrolü, kadın cinsel hazzının yeniden tanımlanması ve negatif cinsel sterotiplere/kanılara ilişkin yanlışların çürütülmesi hususlarında bir takım tartışmalara yol açmıştır. Negatif cinsel sterotip/kanılara ilişkin olarak, seks üzerine araştırmalar yapan Pepper Schwartz tarafından yaratılan ve uzun süreli lezbiyen ilişkilerde cinsel ihtirasın eninde sonunda azalacağını iddia eden lezbiyen yatak ölümü (lesbian bed death) terimi örnek gösterilebilir. Schwartz'ın bu iddiası, tüm ilişkilerde zamanla ihtirasın azaldığını dile getiren birçok lezbiyen tarafından reddedilmektedir. Yine birçok lezbiyen bu teze karşı olarak mutlu ve doyurucu bir seks yaşamları olduğunu beyan etmektedirler.
Kültür.
Edebiyat.
1890'lardan beri, yeraltı klasiği Bilitis'in Şarkıları (The Songs of Bilitis), lezbiyen kültürü ve edebiyatı üzerinde etkili olmuştur. Bu kitap, ABD'deki ilk lezbiyen mücadele ve kültürel örgütü olan Bilitis'in Kızları'na (Daughters of Bilitis) da esin kaynağı olmuştur.
1950'lerde ve 1960'larda ABD ve Birleşik Krallık'ta birçok lezbiyen "ucuz roman" yayımlanmıştır. Bu kitaplar genellikle "Odd Girl Out", "The Evil Friendship" (Vin Packer), "The Beebo Brinker Chronicles" (Ann Bannon) gibi şifreli isimlerle piyasaya çıkmıştır. İngiliz okul hikâyeleri de şifreli, zaman zaman da sarih lezbiyen edebiyatına bir barınak sağlamıştır.
1970'lerdeki ikinci dönem feminist dalga sırasında lezbiyen romanları daha çok politika odaklı hale gelmiştir. Bu dönemdeki eserler, genellikle, ayrılıkçı feminizmin açık ideolojik mesajlarına yer vermiş ve edebiyattaki bu eğilim lezbiyen sanatın diğer dallarına da sıçramıştır. Rita Mae Brown'ın ilk romanı olan Rubyfruit Jungle, bu dönemin "dönüm noktası" olma özelliğini taşımaktadır.
1972'de Berkeley, California'da yayımlanmakta olan lezbiyen dergisi Libera "Kadınlarda Heteroseksüellik: Nedenleri ve Tedavisi" (Heterosexuality in Women: its Causes and Cure) isimli bir makale çıkarmıştır. Kendinden önceki, kadınlarda eşcinsellik üzerine olan psikiyatri makaleleri ile paralellik gösteren bu makalede yer alan "normal-anormal" tartışması büyük ilgi çekmiş ve özellikle lezbiyen feministler tarafından kabul görmüştür. Bu makale, 1970'ler lezbiyen edebiyatı ve sanatı üzerinde de etkili olmuştur.
1990'ların başında lezbiyen kültürü "Feminist Seks Savaşları"nda yer almayan daha genç bir kuşağın etkisi altına girmiştir. Bu durum post-feminist ve queer teorilerinin şekillenmesine de yardımcı olmuştur.
2000'li yıllarda lezbiyen cinselliği edebi eserlerde yer almaya başlamıştır. Günümüzde Pat Califia, Jeanette Winterson, Sarah Waters ve Stella Duffy önde gelen lezbiyen edebiyatı yazarları arasında kabul edilmektedir. Tanınan ve muhalif akademik yazarlardan Camille Paglia ve Germaine Greer gibi bazıları da lezbiyenlikle özdeşleştirilmektedir.
Türk edebiyatında genelde eşcinsel özelde ise lezbiyen olgunun varlığı gereğince irdelenmemiştir. Attilâ İlhan'ın Haco Hanım ve Fena Halde Leman romanlarında bu konu detaylı şekilde irdelenmiştir. Osman Çallı'nın Düş Gezginleri adlı hikâyesi, Perihan Mağden'in İki Genç Kızın Romanı isimli eseri lezbiyen temalı Türk edebiyatı içerisinde kabul edilmektedir. Ümit Oğuztan'ın Rüya Eser takma adıyla 1990 yılında Yaprak Yayınları'ndan yayımlanan "Lezbiyen" isimli belgesel romanı ise kısa sürede toplatılmış, "müstehcen" olduğu gerekçesiyle yargılanmış ve mahkeme kararıyla yakılarak imha edilmiştir.
Tiyatro.
Oyun yazarı Lillian Hellman'ın 1934 yılında yayımlanan ilk oyunu The Children's Hour Broadway'de sergilenmiştir. Özel bir yatılı kız okulunda geçen oyunda okul müdürü ve bir öğretmenin ruh sağlığı bozuk bir öğrenci tarafından çıkartılan zararlı bir dedikodu kampanyasının kurbanı olmaları anlatılmaktadır. Müdür ve öğretmen sonunda lezbiyen ilişki yaşadıklarına ilişkin suçlamalarla karşılaşacaklardır. Oyun, Pulitzer Ödülü'ne aday olmasına karşın Londra, Boston ve Chicago'da yasaklanmıştır. The Children's Hour ayrıca New York'ta 691 kere ve aralıksız olarak sergilenmiştir. Bu rakam, o dönem için bir rekor sayılmaktadır.
Sinema.
İlk lezbiyen temalı film 1931 yılı yapımı, Christa Winsloe'nun romanından uyarlanan ve Leontine Sagan tarafından yönetilen "Mädchen in Uniform"'dur. Filmde, öğrenci Manuela von Meinhardis'in öğretmeni Fräulein von Nordeck zur Nidden'e duyduğu ihtiraslı aşk anlatılmaktadır. Filmin senaryosu bir kadın tarafından yazılmış ve filmin yapım ekibinde genellikle kadınlar görev almıştır. Filmin Alman lezbiyen kültürü üzerindeki etkileri 1930 yılında çekilen Mavi Melek adlı filmin ardından gelmesi nedeniyle sınırlı kalmıştır.
1990'ların başına kadar filmlerdeki her türlü lezbiyen aşk teması üstü kapalı olarak verilmiş ve seyircilerden hemen her zaman gerekli sonucu çıkartmaları beklenmiştir. Greta Garbo'nun da rol aldığı 1933 yapımı Kraliçe Christina, konusu lezbiyenlerle ilgili olmamasına karşın lezbiyen estetiğinin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Alfred Hitchcock'un Rebecca isimli 1940 yapımı, Daphne du Maurier'in romanından uyarlanan filmi oldukça açık bir biçimde lezbiyenliğe vurgu yapmıştır. Ancak, bu filmdeki karakterler olumlu olarak yansıtılmamıştır. Filmdeki Bayan Danvers takıntılı, nörotik ve cinayet eğilimli; filmde hiç gözükmeyen Rebecca ise bencil, kindar ve ölüme mahkûm şekilde tasvir edilmiştir. 1950 yapımı Eve Hakkında Her şey'in ana karakteri senaryoda ilk başta lezbiyen olarak yer almış buna karşın filmin son halinde ana karakterin lezbiyenliğine izleyenlere gerekli ipucu ve mesajları vermek kaydıyla hafifçe değinilmiştir.
1961 yapımı, Lillian Hellman'ın aynı adlı oyunundan uyarlanan The Children's Hour isimli filmde Audrey Hepburn ve Shirley MacLaine başrolleri paylaşmıştır. Film, oyunda yer alan derin karanlık temaları ve lezbiyen alt mesajları yansıtmayı başarmıştır.
Açık lezbiyen temalı, sempatik lezbiyen karakterlere sahip olan ve lezbiyenlerin başrollerde olduğu filmler 1990'lardan itibaren çekilmeye başlanmıştır. 2000'li yıllar itibarıyla, bazı filmler lezbiyenliğe cinsel arzudan öte daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşmaya başlamış ve karakterlerin cinsel yönelimlerinden çok kendilerini keşfetmelerine değinmişlerdir.
Bound" (1996), "Chasing Amy" (1997), "Jessica Stein'ı Öpmek" (2001), "Mulholland Çıkmazı" (2001), "Cani" (2003), "D.E.B.S" (2004), "Aşk Yazım" (2004), "Sevgiyi Ararken" (2004), "Rent" (2005), "Imagine Me & You" (2005), "Loving Annabelle" (2006) ve Mavi En Sıcak Renktir (2013) film ve başrol oyuncuları Altın Palmiye ödülüne layık görüldü. 1990 sonrası Hollywood tarafından çekilen lezbiyen temalı/içerikli filmlere örnek gösterilebilir."
Hollywood dışında da 1990 sonrası birçok lezbiyen temalı ve İngilizce olmayan film çekilmiştir. "Ateş" (Hindistan, 1996), "Fucking Åmål" (İsveç, 1998), "Mavi" (Japonya, 2002) ve "Blue Gate Crossing" (Tayvan, 2004) bu filmlere örnek olarak verilebilir.
Türk sinemasında ise lezbiyen temalı filmlerin sayısı sınırlı kalmıştır. 1985 yapımı, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı, başrollerini Müjde Ar ile Nur Sürer'in paylaştığı Dul Bir Kadın ile yönetmenliğini yine Atıf Yılmaz'ın yaptığı ve başrollerini Lale Mansur ile Meral Oğuz'un paylaştığı 1992 yılı yapımı Düş Gezginleri isimli filmler lezbiyenlik temasına açıkça vurgu yapmıştır. Perihan Mağden'in romanından uyarlanan 2005 yılı yapımı İki Genç Kız da Türk sinemasındaki lezbiyen temalı filmlere örnek olarak verilebilir.
Televizyon.
Lezbiyen karakterlerin televizyonda yer alması 1980'lerden sonra, ABD ve Batı Avrupa'da eşcinselliğe bakışın değişmeye başlamasıyla, hız kazanmıştır. 1980'lerin televizyon dizisi L.A. Law, 1990'ların lezbiyen televizyon karakterlerine oranla çok daha canlı bir lezbiyen ilişkiyi bünyesine almıştır. 1989 BBC yapımı Tek Meyve Portakal Değildir kendisi de lezbiyen olan yazar Jeanette Winterson'ın aynı adlı romanından uyarlanmıştır.
Aktris ve komedyen Ellen DeGeneres 1997 yılında lezbiyen olduğunu açıklamıştır ve bu açıklamanın ardından DeGeneres'in Ellen isimli dizide canlandırdığı karakter de 5. sezonun hemen başında eşcinsel olduğunu belirtmiştir. Dizinin bu bölümü Emmy Ödülü kazanmıştır. 2000 yılında ABC'de gündüz yayınlanan Bütün Çocuklarım adlı drama dizisindeki Bianca Montgomery (Eden Riegel) karakterinin lezbiyen olduğu ortaya çıkmıştır. Bir kısım izleyici bu karakterin hikâyesini gerçekçi bulurken diğer bir kısım izleyici ise Bianca'nın başka bir kadınla uzun süreli ilişki kuramamasını eleştirmiştir.
Rus pop ikilisi t.A.T.u ise 2000'lerin başında şarkılarına çektikleri kliplerin televizyonda yayınlanmasının ardından Avrupa'da popüler olmuşlardır. t.A. T.u üyeleri, biseksüel oldukları halde kamuoyuna "lezbiyen" şeklinde lanse edilmişlerdir.
Simpsonlar'ın 2005 yılı bölümlerinden "There's Something About Marrying"de Marge'ın kızkardeşlerinden Patty lezbiyen olduğunu açıklamıştır. Yine 2005 yılında Law & Order isimli dizinin karakterlerinden Serena Southerlyn de lezbiyen olduğunu açıklamıştır.
Birçok bilimkurgu dizisi de lezbiyen karakterlere yer vermiştir. Babylon 5'in bir bölümünde Talia Winters ve Kumandan Susan Ivanova arasında lezbiyen bir ilişki olduğu ima edilmiştir. 'un birçok bölümünde lezbiyen unsurlara yer verilmiş ve Uzay Yolu'nun 24. yüzyılında bu tarz ilişkilerin kabul gördüğü açıkça ifade edilmiştir.
2000'li yıllardan ise ana karakterlerini tamamen lezbiyenlerin oluşturduğu diziler çekilmeye başlanmıştır. 2004 yılında yayın hayatına başlayan ve Los Angeles'ta yaşayan bir grup lezbiyenin hayatını konu alan The L Word, 2005 yılında yayınlanmaya başlayan ve iki genç lezbiyenin hayatını dizinin merkezine oturtan South of Nowhere ve yine 2005 yılında yayın hayatına başlayan İngiliz dizisi Sugar Rush ana karakterlerini lezbiyenlerin oluşturduğu dizilere örnek olarak verilebilir.
Televizyonda yer alan önemli lezbiyen karakterlerine örnek olarak şunlar verilebilir:
Çizgi Roman ve Manga.
1989 yılına kadar ABD'nin çizgi romanlardan sorumlu kurumu Comics Code Authority tarafından ABD'de satışa çıkan çizgi romanlar üzerinde de facto bir sansür uygulanmış ve eşcinselliğin çizgi romanlarda yer alması engellenmiştir. Açık lezbiyen temalara ilk olarak yeraltı ve Comics Code Authority'nin onayını gerektirmeyen alternatif çizgi romanlarda rastlanmıştır. Lezbiyen bir karaktere sahip olan ilk çizgi roman Trina Robbins'in "Sandy Comes Out"dur. 1972 tarihli bu çizgi roman Wimmen's Comix isimli antolojinin birinci sayısında yayımlanmıştır. 1980 yılında yayıma başlayan "Gay Comix" lezbiyenler ile ilgili hikâyelere yer vermiş ve 1985 yılında Love and Rockets başlıklı hikâyede iki ana karakter Maggie ve Hopey arasındaki lezbiyen ilişki açıkça ortaya konmuştur.
Alternatif ve yeraltı çizgi romanlarında lezbiyen ilişkilere yer verilirken ABD'deki ana çizgi roman yayımcıları bu konuda uzunca bir süre suskun kalmışlardır. Kadın Marvel Comics karakterlerinden Mystique ve Destiny arasındaki ilişki önceleri yalnızca ima edilmiş, 1990 yılında ise bir eski İngilizce kelimesi olan ve sevgili anlamına gelen "leman" sözcüğünün kullanımıyla şifreli olarak doğrulanmıştır. 2001 yılında ise Destiny'nin Mystique'in sevgilisi olduğu sarih bir İngilizce ile beyan edilmiştir. 2006 yılında DC Comics, önemli karakterlerinden Yarasakadın'ın bir lezbiyen olarak yeniden doğduğunu açıklamış ve bu durum medyanın ilgisini toplamıştır. Yine DC Comics karakterlerinden Gotham Şehri polis memuru Renee Montoya'nın da lezbiyen olduğu çizgi romanlarda açıklanmıştır.
2006 yılında, Alison Bechdel'in Fun Home: A Family Tragicomic isimli lezbiyen ilişkilere yer veren çizgi romanı ABD'deki birçok medya kuruluşu tarafından yılın en iyi kitapları arasında sayılmıştır. Bechdel, Dykes to Watch Out For isimli en iyi tanınan ve en uzun soluklu lezbiyen çizgi romanının da yazarıdır.
Bazı yazarlar, araştırmacılar ve sanatçılar (örneğin Saturday Night Live'dan Chris Rock) Peanuts karakteri Peppermint Patty'nin lezbiyen olduğunu iddia etmişlerdir. (Peppermint Patties İngilizcede lezbiyenler için kullanılan aşağılayıcı argo bir terimdir) Bu iddia, çizgi roman serisinde hiçbir zaman doğrulanmamıştır.
Mangalarda lezbiyen içerik shoujo-ai (kız aşkı), lezbiyen cinselliği ise yuri terimleriyle ifade edilmektedir. Bu terimler animeler için de geçerlidir. Mangalardaki lezbiyen ilişkilere örnek olarak bir Japon manga karakteri olan Yokohama Kaidashi Kikō'nun Alpha ve Kokone'ye romantik duygular beslemesi verilebilir.
Anime.
Anime dizisi Sailor Moon'un üçüncü sezonu iki kadın kahraman Sailor Uranus ve Sailor Neptune arasındaki lezbiyen ilişkiye yer vermektedir. Ancak, dizinin üçüncü sezonu ABD'de dublajlanırken ve gösterilirken sansüre uğramıştır. Lezbiyen ilişkiye yer veren birçok sahne kesilmiş ve bahsekonu iki karakter "kuzen" olarak lanse edilmiştir. Bu durumun Amerikalı izleyiciler tarafından fark edilmesi ise birçok çelişkinin doğmasına yol açmıştır.
Mangaka gruplarının çoğunda örneğin Miyuki-chan in Wonderland" veya "Card Captor Sakura'da bazı karakterler alenen lezbiyenken bazı karakterlerin ise lezbiyen oldukları varsayılmaktadır. Örneğin "Miyuki-chan in Wonderland"da Miyuki sürekli olarak kadın hayranlarının ilgisinden kurtulmaya çalışmaktadır. Card Captor Sakura'daki Tomoyo ise, ana karakter Sakura ile temelde masum buna karşın şüphe çeken "kıyafet değiştirme" oyunu oynama takıntısı ile ünlüdür.
Bilgisayar Oyunları.
Lezbiyen ilişkiler bilgisayar ve PlayStation oyunlarında da yer almaya başlamıştır. Squaresoft PlayStation oyunu SaGa Frontier Asellus isimli bir lezbiyen karaktere sahiptir. Oyundaki diğer bir karakter olan Gina, Asellus'un kıyafetlerini diken genç bir terzidir. Gina, sürekli olarak Asellus'a karşı hissettiği çekimden bahseder ve oyunun birçok farklı sonunda Asellus ile evlenir. (Oyunun İngilizce versiyonundan lezbiyenlikle ilgili birçok diyalog ve içerik çıkartılmıştır.) PlayStation oyunu 'de ana karakterlerden Hana Tsu Vachel Rain Qin isimli bir başka kadın karakterle cinsel ilişkiye girmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8837",
"len_data": 23344,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.26
}
|
Gey (), eşcinsel anlamında bir sıfat, terim ve isim. Genellikle eşcinsel erkekleri belirtmek üzere kullanılan terim, aynı zamanda eşcinsel kadınları tanımlamak için de kullanılmaktadır. Türkçeye İngilizcedeki "gay" kelimesinden; İngilizceye ise Eski Fransızcadaki "gai" kökeninden geçmiştir. Aslen "neşeli, umursamaz" ve "canlı renkli, gösterişli" anlamlarına gelen gey terimi ilk olarak 1960'lı yıllardan itibaren erkek eşcinseller tarafından kendilerini tanımlamak amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. İngilizcedeki "gay" kelimesinin diğer anlamlarında kullanımı da zamanla yok olmaya yüz tutmuştur. Kadın eşcinsel anlamına gelen "lezbiyen" kelimesi ise 1800'lü yıllardan beri kullanılmaktadır.
Tarihi.
20. yüzyıldan önceki dönemlerde eşcinsel bireyleri temsilen hiçbir kavramın olmaması bu bireyleri yasal güvenceden mahrum bırakmaktaydı. Bireylere çeşitli halk etimolojilerine ait kavramlarla hitap edilmekte ve eşcinsel ilişkiler ciddi bir suç faaliyeti, toplum aleyhine bir saldırı kabul edilmekte, homofobi bir suç teşkil etmekteydi. 1960'lı yılların ortalarında başlayan cinsel devrim ve gelişen süreç eşcinsel bireylere yasal güvencede tanınma hakkı vermiştir.
Terminolojisi.
Cinsel devrimlerden önce sadece "queer" gibi tuhaf anlamlara gelen sözcüklerle tanımlanan bireyler devrimlerin ardından, 20. yüzyıldan önceki dönemlerde eşcinsel bireyleri temsilen hiçbir kavramın olmaması bu bireyleri yasal güvenceden mahrum bırakmaktaydı. Bireylere çeşitli halk etimolojilerine ait rencide edici kavramlarla hitap edilmekte ve eşcinsel ilişkiler ciddi bir suç faaliyeti, toplum aleyhine bir saldırı kabul edilmekte, homofobi bir suç teşkil etmekteydi. 20. yüzyılın ortalarında, 1960'lı yılların ortalarında başlayan cinsel devrimler ve gelişen süreç eşcinsel bireylere yasal güvencede tanınma hakkı vermiştir.
Cinsel devrimden önce "mutlu, sevinçli" anlamına gelen "gey" in kullanım yaygın olmamakla birlikte farklı sözcüklerle tanımlanan eşcinseller devrimin ardından "LGBT" gibi değişen kimlik, yönelimlerine göre adlandırılmış, genel anlamda kimlikleriyle adlandırılmış, ayrımcılığı önlemek için tanımlanabilecek cinsel kimlik adları kazanmışlardır. Günümüzde erkek eşcinseller için en yaygın kullanım "gey" terimidir.
Ayrımcılık.
Günümüzde Batı dünyasında kimlik, eşcinsel evlilik, sığınma, evlat edinme hakkı verilmesi gibi büyük değişimler yaşanırken, bunun aksine Doğu dünyasındaki 75 ülkede erkek erkeğe seks yasa dışı kabul edilmekte olup, ağırlıklı olarak, erkek eşcinsel bireylere; İran, Uganda ve Nijerya'da ölüm cezası uygulanmaktadır. Türkiye'de ise kanuni haklarda tanınma olmamakla birlikte eşcinsel bireylerin yasal güvence hakkı yoktur.
"Gey"; erkek eşcinselleri tanımlamak için bir terim olsa da farklı anlamlara gelecek şekilde hakaret, aşağılama ve dışlamaya varacak söz ve sözcüklerle de kullanılabilmekte olup eşcinsel bireylere karşı homofobik tutum sergileyenlerce "gey" kelimesinin aşağılayıcı kullanımı 1970'lerin sonlarında başlamış, 1980'lerde ve özellikle 1990'ların sonlarında aşağılama odaklı yaygınlaşan kullanımı, genel bir hakaret olarak özellik gençler arasında yaygınlaşmıştır. Örneğin; Türkiye'de "Atatürk gey mi?" sorusunu sormak ya da Mustafa Kemal Atatürk'ün gey olduğunu iddia etmek bir hakaret olarak kabul edilmiş, Youtube'de anonim bir kullanıcı tarafından yüklenen filmde eşcinsel tanımlamasının Türkler ve Atatürk için yapılması yasa dışı kabul edilmiş ve Türkiye geneli erişim engellemesine tabi tutulmuştur.
Yine bir homofobik tutum ve gerekçe olarak 2011 yılında Av Mevsimi sinema filmi yayınlandığı televizyon kanalında filmdeki bir karakterin, "ben geyim" sözleri sansürlemiş, sosyal medyada tepki almasının ardından ilgili sansüre gerekçe olarak yayın öncesi sorumlusu, "Gey kelimesi, bir kitleyi temsil ediyor ve küfür sayılıyor. O yüzden sansürlenmiştir" demiştir.
Heteroseksist toplumlarda "gey" veya diğer eşcinsel cinsel kimlik ve yönelim adlandırmalarının heteroseksüel bireyler arasında hakaret düşüncesiyle kullanılması da ilgili adlandırmaların hakaret olarak algılanmasına neden olmaktadır.
Gey topluluğu.
Cinsellik ve cinsiyet kimliği temelli kültüre (LGBT kültürü) dayanan eşcinsel bireylerin farklı kültür ve yapı aynı cinsel kimlik bütünlüğüyle hareket eden gey topluluğu yönelimi "gey, lezbiyen ve biseksüel", bazen de "transseksüel"i içine almakta olup amaç LGBT bireyler arasında birliktelik sağlamaktır. Topluluk genellikle sosyal ağ, internet, gey bar, gey kafe kültürü içerisinde olmaktadır. Ancak toplulukla aynı kültür ve yönelimde olup kırsal yerlerde yaşayan cinsel kimliğini saklayan veya izole eden eşcinsel bireylerde bulunmaktadır. LGBT topluluğu oluşumunun temelinde kimlik ve duyarlılık yaratmak, bilinçlendirmeye yönelik çalışmalar yapmak ve bu anlayışla topluluk amacı ve topluluk kurmaktır. Eşcinsel dernekler, lise ve üniversite içerisinde yer alan kulüpler, lobiler topluluğun parçası olarak görülebilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8838",
"len_data": 4901,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 2.95
}
|
Mikrodenetleyici (mikrodenetleyiciye İngilizcede kısaca MCU, MC, UC veya μC de denir) bir VLSI entegre devre çipinde küçük bir bilgisayar'dır. Mikrodenetleyici, bellek ve programlanabilir giriş/çıkış çevre birimleri ile birlikte bir veya daha fazla CPU (işlemci çekirdeği'ni) kapsar.
Çipte genellikle Ferroelektrik RAM, NOR flaş veya OTP ROM biçiminde program belleği ve ayrıca biraz da RAM bellek vardır. Mikrodenetleyiciler kişisel bilgisayarlarda kullanılan mikroişlemcilerin veya çeşitli ayrı ayrı çiplerden oluşan diğer genel amaçlı uygulamaların aksine gömülü uygulamalar için tasarlanır.
Kısıtlı miktarda olmakla birlikte, yeterince hafıza birimlerine ve giriş – çıkış uçlarına sahip olmaları sayesinde tek başlarına çalışabildikleri gibi, donanımı oluşturan diğer elektronik devrelerle irtibat kurabilir, uygulamanın gerektirdiği fonksiyonları gerçekleştirebilirler. Üzerlerinde analog-dijital çevirici gibi tümleşik devreler barındırmaları sayesinde algılayıcılardan her türlü verinin toplanması ve işlenmesinde kullanılabilmektedirler. Ufak ve düşük maliyetli olmaları gömülü uygulamalarda tercih edilmelerini sağlamaktadır. Mikrodenetleyiciler sıradan mikroişlemcilere nazaran aşağıda listelenen 4 temel avantajları sayesinde elektronik sanayinde günümüzde oldukça büyük bir uygulama alanına sahiptirler:
Örneğin en basit elektronik saatlerden otomatik çamaşır makinelerine, robotlardan fotoğraf makinelerine, LCD monitörlerden biyomedikal cihazlara ve endüstriyel otomasyondan elektronik bilet uygulamalarına kadar pek çok elektronik uygulamada mikrodenetleyiciler kullanım alanı bulmuşlardır.
Gömülü tasarım.
Mikrodenetleyici işlemci, bellek ve çevre birimleri ile bağımsız bir sistemdir ve gömülü sistem olarak kullanılabilir. Günümüzdeki mikrodenetleyicilerin çoğu otomobil, telefon, çeşitli cihazlar ve bilgisayar sistemleri için çevre birimleri gibi diğer makinelerde gömülüdür.
Bazı gömülü sistemler çok karmaşık olsa da birçoğunun bellek ve program uzunluğuna minimum gereksinimi vardır, işletim sistemi yoktur ve yazılımı nispeten sadedir. Tipik giriş ve çıkış cihazları arasında elektrik anahtarları, röle'ler, solenoid'ler, LED'ler, küçük veya özel sıvı kristal ekran'lar, radyo frekans cihazları ve sıcaklık, nem, ışık seviyesi vb. veri sensörleri bulunur. Gömülü sistemlerde genellikle klavye, ekran, disk, yazıcı veya kişisel bilgisayar gibi diğer tanınabilir I/O cihazlar yoktur ve insanla etkileşimli her türlü cihaz da olmayabilir.
Kesintiler.
Mikrodenetleyiciler, kontrol ettikleri gömülü sistemdeki olaylara gerçek zamanlı (öngörülebilir ama illa hızlı olmasa da) tepki vermelidir. Belirli olaylar olduğunda kesme sistemi, işlemciye mevcut komut dizisini işlemeyi durdurmasını ve asıl komut dizisine dönmeden önce kesme kaynağında kesme hizmeti rutinini (ISR veya "kesme işleyicisi") başlatması için sinyal verebilir. Olası kesme kaynakları cihaza bağlıdır ve genellikle dahili zamanlayıcı taşması, analogdan dijitale dönüştürmenin tamamlanması, bir düğmeye basılması gibi girişte mantık düzeyindeki bir değişiklik ve iletişim bağlantısında alınan veri gibi olayları içerir. Batarya cihazlarında olduğu gibi güç tüketiminin önemli olduğu yerlerde, kesintiler ayrıca bir mikro denetleyiciyi, işlemcinin çevresel bir olay tarafından bir şey yapması gerekene kadar durdurulduğu az güçlü uyku durumundan uyandırabilir.
Programlar.
Harici, genişletilebilir bellekli bir sistemi sağlamak pahalı olacağından, genellikle mikrodenetleyici programları çipin belleğine sığmalıdır. Derleyiciler ve birleştiriciler, hem yüksek seviye hem de assembly dil kodlarını mikrodenetleyicinin belleğine depolamak için küçük bir makine kodu'na dönüştürmede kullanılır. Cihaza bağlı olarak, program belleği kalıcı olabilir, yalnızca fabrikada programlanabilen sadece okunur bellek veya sahada değiştirilebilir flaş bellek veya silinebilir salt okunur bellek olabilir.
Üreticiler, hedef sistemin donanımına ve yazılım geliştirmesine yardımcı olmak için genellikle mikro denetleyicilerinin özel çeşitlerini ürettiler. Başlangıçta bunlar cihazın üstünde program belleğinin ultraviyole ışıkla silinebildiği programlama ("yakma") ve test döngüsünden sonra yeniden programlamaya hazır "pencere"li EPROM sürümleriydi. 1998'den beri EPROM sürümleri nadirdir ve yerini kullanımı daha kolay (elektronik olarak silinebilir) ve üretimi daha ucuz olan EEPROM ve flaş ile değiştirdi.
ROM'a dahili bellek yerine harici bir cihaz olarak erişilen diğer sürümler de var olabilir ama bunlar ucuz mikrodenetleyici programcılarının yaygın bulunduğundan nadir hale gelmektedir.
Mikrodenetleyicide sahada programlanabilir cihazların kullanılması, donanım yazılımının sahada güncellenmesine veya monte edilmiş ancak henüz sevk edilmemiş ürünlerde geç fabrika revizyonlarına imkan verebilir. Programlanabilir bellek yeni bir ürünün devreye alınması için gereken hazırlık süresini de azaltır.
Yüzbinlerce aynı cihazın gerekli olduğu durumlarda, üretim sırasında programlanmış parçaların kullanılması ekonomik olabilir. Bu "maske programlanmış" parçalar aynı zamanda çipin mantığıyla aynı şekilde ortaya konan programa sahiptir.
Özelleştirilmiş bir mikrodenetleyici, uygulamanın gereksinimlerine uyarlanmış çevre birimleri ve arayüzleri için kişiselleştirilebilen bir dijital mantık bloku içerir. Buna bir örnek, Atmel firmasının AT91CAP'idir.
Diğer mikrodenetleyici özellikleri.
Mikrodenetleyicilerin genellikle birkaç ila düzinelerce genel amaçlı giriş/çıkış pini (GPIO) vardır. GPIO pinleri giriş veya çıkış durumuna göre yapılandırılabilen yazılımlardır. GPIO pinleri giriş durumuna yapılandırıldığında genellikle sensörleri veya harici sinyalleri okumak için kullanılır. Çıkış durumuna göre yapılandırılan GPIO pinleri LED veya motor gibi harici cihazları harici güç elektronik devresi aracılığıyla dolaylı olarak çalıştırırır.
Birçok gömülü sistemin analog sinyal veren sensörleri okuması gerekir. Analog dijital dönüştürücü'nün (ADC) amacı budur. İşlemciler 1 ve 0 gibi dijital verileri yorumlamak ve işlemek için yapıldığından kendisine cihaz tarafından gönderilebilecek analog sinyallerle hiçbir şey yapamazlar. Böylece analog dijital dönüştürücü gelen veriyi işlemcinin tanıyabileceği şekle dönüştürmek için kullanılır. Bazı mikrodenetleyicilerde işlemcinin analog sinyal veya voltajı vermesini sağlayan Dijital Analog Dönüştürücü (DAC) vardır.
Dönüştürücülere ek olarak, birçok gömülü mikroişlemci, çeşitli zamanlayıcıları da içerir. En yaygın zamanlayıcı türlerinden biri (PIT) Programlanabilir Aralıklı Zamanlayıcıdır. PIT ya bir değerden sıfıra kadar geri sayım ya da sıfıra taşarak sayım kaydının kapasitesine kadar sayım yapar. Sıfıra ulaştığında, işlemciye sayımın bittiğini belirten bir kesme gönderir. Bu özellik, klimayı, ısıtıcıyı vb. açmaları gerekip gerekmediğini görmek için çevresindeki sıcaklığı periyodik olarak kontrol eden termostat gibi cihazlar için kullanışlıdır.
Özel Darbe Genişlik Modülasyon (PWM) bloku CPU'nun kısa zamanlayıcı döngülerinde CPU kaynağını kullanmadan CPU'nun güç dönüştürücüleri, direnç yükünü, motorları vb. kumanda etmesini mümkün kılar.
Evrensel Asenkron Alıcı/Verici (UART) bloku, CPU üzerinde çok az yük ile seri hat üzerinden veri alıp iletmeyi mümkün kılar. Adanmış çip üstü donanımı, Inter-Integrated Circuit (I²C), Seri Çevre Birimi Arayüzü (SPI), Evrensel Seri Veriyolu (USB) ve Ethernet gibi dijital biçimlerde diğer cihazlarla (yongalar) iletişim kurma yeteneklerini de kapsar.
Daha çok entegrasyon.
Mikrodenetleyiciler, CPU ile aynı çipte RAM ve kalıcı olmayan belleği birleştikleri için harici bir adres veya veriyolu uygulayamayabilirler. Daha az pin kullanılarak çip çok daha küçük ve daha ucuz bir pakete yerleştirilebilir.
Belleği ve diğer çevre birimlerini tek bir çipde tümleştirmek ve bunları bir birim olarak denemek o çipin maliyetini artırır ama genellikle bütün olarak gömülü sistemin net maliyetinin düşmesine neden olur. Entegre çevre birimli bir CPU'nun maliyeti, bir CPU ve harici çevre birimlerinin maliyetinden biraz daha fazla olsa bile, daha az çipe sahip olmak daha küçük ve daha ucuz devre kartına yol açar ve bitmiş montaj için hata oranını düşürme eğiliminin yanı sıra devre kartını takmak ve denemek için gereken işçiliği azaltır.
Mikrodenetleyici, genellikle aşağıdaki özellikleri olan tek bir entegre devre'dir:
Bu entegrasyon, ayrı çipler kullanarak eşdeğer sistemler üretmek için gerekli olacak çip sayısını ve kablolama miktarını ve devre kart alanını çok azaltır. Ayrıca, özellikle az pinli cihazlarda, her bir pin, yazılım tarafından seçilen pin işlevi ile birkaç dahili çevre birimine arayüz oluşturabilir. Bu, bir parçanın, pimlerin özel işlevlere sahip olmasına göre daha geniş bir uygulama yelpazesinde kullanılmasına imkan verir.
Mikrodenetleyiciler, 1970'lerde piyasaya sürüldüklerinden bu yana gömülü sistemlerde oldukça popüler olduklarını kanıtladılar.
Bazı mikrodenetleyiciler Harvard mimarisi kullanır: talimatlar ve veriler için ayrı bellek veriyolları, erişimlerin eşzamanlı olarak gerçekleşmesine izin verir. Harvard mimarisinin kullanıldığı durumlarda, işlemci için talimat sözcükleri, dahili bellek ve yazmaçların uzunluğundan farklı bir bit boyutunda olabilir; örneğin: 8 bitlik veri kayıtları ile kullanılan 12 bitlik komutlar.
Hangi çevre biriminin entegre edileceğine karar vermek genellikle zordur. Mikrodenetleyici satıcıları genellikle müşterilerinin pazara sunma süresi gereksinimlerine ve genel olarak daha az sistem maliyetine karşı çalışma frekanslarını ve sistem tasarım esnekliğini takas eder. Üreticiler, çip boyutunu en aza indirme ihtiyacını ek işlevsellik ile dengelemek zorundadır.
Mikrodenetleyici mimarileri çok çeşitlidir. Bazı tasarımlar, pakete entegre edilmiş bir veya daha çok ROM, RAM veya I/O işlevli genel amaçlı mikroişlemci çekirdekleri içerir. Diğer tasarımlar, kontrol uygulamaları amacına yöneliktir. Bir mikro denetleyici talimat setinde genellikle, kontrol programlarını daha küçültmek için bit manipülasyonu (bit tabanlı işlemler) için tasarlanmış birçok talimat bulunur. Örneğin genel amaçlı bir işlemci, mikrodenetleyicinin yaygın olarak gerekli işlevi sağlamak için tek bir yönergeye sahip olabileceği durumda, bit ayarlanmışsa bir kayıtta ve dalda bir biti test etmek için birkaç talimat gerektirebilir.
Mikrodenetleyicilerin geleneksel olarak bir matematik yardımcı işlemcisi yoktur, bu nedenle kayan nokta aritmetiği yazılım tarafından gerçekleştirilir. Ancak, bazı yeni tasarımlar bir FPU ve DSP için optimize edilmiş özellikler içerir. Microchip'in PIC32 MIPS tabanlı hattı buna bir örnek olabilir.
Programlama ortamları.
Mikrodenetleyiciler orijinal olarak yalnızca Assembly dili ile programlanmıştır ama C, Python ve JavaScript gibi çeşitli yüksek seviyeli programlama dilleri de şimdi mikrodenetleyicileri ve gömülü sistemleri hedeflemek için yaygın kullanılmaktadır.
Genel amaçlı diller için Derleyiciler, mikrodenetleyicilerin benzersiz özelliklerini daha iyi desteklemek için bazı kısıtlamalara ve geliştirmelere sahiptir. Bazı mikrodenetleyiciler, belirli uygulama türlerinin geliştirilmesine yardımcı olacak ortamlara sahiptir. Mikrodenetleyici satıcıları, donanımlarını benimsemeyi kolaylaştırmak için bu araçları genellikle ücretsiz olarak sunar.
Özel donanıma sahip mikrodenetleyiciler, donanım özellikleriyle ilgisi olmayan kodlar için bile standart araçların (kod kitaplıkları veya statik analiz araçları gibi) kullanılmasını engelleyen Small Device C Compiler(8051 için SDCC) gibi kendi standart olmayan C lehçelerine ihtiyaç duyabilir.
CircuitPython çatalı, donanım bağımlılıklarını kitaplıklara taşımaya ve dili daha CPython standardına uygun hale getirmeye çalışsa da yorumlayıcılar, MicroPython gibi standart olmayan özellikler de içerebilir.
Bazı mikrodenetleyiciler için tercüman sabit yazılımı da mevcuttur. Örneğin, ilk mikrodenetleyicilerde Intel 8051 BASIC; Zilog Z8'de BASIC ve FORTH yanı sıra bazı modern cihazlardaki gibi. Genellikle bu tercümanlar etkileşimli programlamayı destekler.
Simülatörler, bazı mikrodenetleyiciler için mevcuttur. Bunlar, geliştiricinin, gerçek kısmı kullanıyorlarsa mikrodenetleyicinin ve programlarının davranışının ne olması gerektiğini analiz etmesine olanak tanır. Bir simülatör dahili işlemci durumunu ve ayrıca çıkışların durumunu gösterecek ve ayrıca giriş sinyallerinin üretilmesine izin verir. Bir yandan çoğu simülatör, sistemdeki diğer pek çok donanımı simüle edememekle sınırlı olacak olsa da, aksi takdirde fiziksel uygulamada istendiğinde yeniden üretilmesi zor olabilecek koşulları uygulayabilir ve hata ayıklama ve problemleri analiz etmenin en hızlı yolu olabilir.
Yeni mikrodenetleyiciler genellikle, bir devre içi emulator (ICE) tarafından JTAG aracılığıyla erişildiğinde, bir hata ayıklayıcı ile sabit yazılımın hata ayıklamasına imkan veren çip üzerinde Hata ayıklama devresi ile entegre edilmiştir. Gerçek zamanlı bir ICE, çalışırken dahili durumların görüntülenmesine ve/veya değiştirilmesine izin verebilir. Bir izleyici ICE, bir tetikleme noktasından önce/sonra yürütülen programı ve MCU durumlarını kaydedebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8851",
"len_data": 13029,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.85
}
|
8051 mikrodenetleyicileri ilk olarak Intel tarafından 1980 yılında üretilmiştir. Eski bir ürün olmasına rağmen, hem kendisi, hem de yapısı temel alınarak üretilmiş diğer işlemciler bugün geniş bir kullanım alanına sahiptir. Harvard bilgisayar mimarisine sahiptir.
İlk olarak Intel tarafından üretilmesine rağmen bugün aralarında Intel'e ek olarak Atmel (microchip), Dallas Semiconductors ve Philips’in de bulunduğu onlarca üretici firma tarafından da üretilmektedir; kısaca çok kaynaklı bir mikrodenetleyicidir.Geniş bir yelpazeye sahiptir ve de Microchip(PIC) firmasının karşısındaki bir mimari yapının adıdır. Dünyaca kabul görmüş bir yapıttır.
Zamanla üzerindeki geliştirme çalışmalarının sonucu tek bir mikrodenetleyici olmaktan çıkıp bir 8051 ailesi olarak anılan bir mikrodenetleyici ailesi haline gelmiştir. Bu aileye 8031, 8032, 8051, 8052, 80151, 80251 ve XA serileri dahildir. Yukarıda da bahsedildiği gibi çok kaynaklı bir denetleyici olmasından ötürü, ona kaynak sağlayan firmalar tarafından bu aile elemanları da üretilmektedir.
Yapısal Özellikleri.
8 bitlik veri işleme yeteneğine sahip olan 8051’in diğer teknik özellikleri kısaca
aşağıdaki gibidir.
32 adet Giriş/Çıkış kanalı
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8852",
"len_data": 1191,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.71
}
|
Nem, havada bulunan su buharıdır.
Nem ölçümlerinde; mutlak nem, bağıl nem ve spesifik nem gibi türler hesaplanır.
İngilizcede "moisture", bir katının aldığı ya da verdiği sıvı miktarını tanımlar. Türkçede tam bir karşılığı olmamakla birlikte "rutubet" olarak adlandırılabilir.
Çiğ noktası sıcaklığında, yüzey üzerindeki bağıl nem %100 olur. Bu, havanın (ya da ilgili gazın) suya doymuş olduğu anlamına gelir; sıcaklık biraz daha düşerse yüzey üzerinde yoğunlaşma başlar ve su damlacıkları oluşur.
İnsan sağlığı açısından uzun süreli ideal bağıl nem oranı %40–60 aralığında olmalıdır. Ev ortamında, özellikle bebekler ve yetişkinler için sağlıklı ideal nem oranı yaklaşık %55 civarındadır.
Sıcak havalarda nem oranı yüksek olduğunda hissedilen sıcaklık da artar. Örneğin hava sıcaklığı 32 °C olduğunda:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8853",
"len_data": 801,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
Boyabat, Sinop iline bağlı bir ilçedir. Sinop il merkezine 82 km uzaklıktadır. Doğuda Durağan, kuzeyde Ayancık, Gerze ve Erfelek, güneyde Saraydüzü ilçeleriyle komşudur.
Etimoloji.
Boyabat, boy ve abat sözcüklerinden oluşmuş bir sözcüktür. Boy, uzunluk ya da kabile, soy, aşiret; abat, mağrur, imar edilmiş anlamına gelmektedir.
Tarih.
İlçenin MÖ 600 yıllarında kurulduğu sanılmaktadır. İlçeyi ilk kuranların Kaşkalar olduğu tahmin edilmektedir. Sonrasında ise Hitit, Paflagonya, Lidya, Pers, Makedonya, Pontus, Roma, Bizans egemenliklerine girmiştir.
MÖ 300 ve MÖ 60 arası Pontus Krallığı'nın batı sınırını oluşturmuştur. Fakat sonrasında farklı Yunan ve Makedon devletlerinin ve daha sonra Roma İmparatorluğu'nun batı sınırı olarak hizmet gören ve şehre hakim büyük bir kayalık tepe üzerine o dönemde inşa edildiği tahmin edilen, Boyabat Kalesi zaman içinde şehrin öneminin artmasına ve gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.
Boyabat Türklerin eline ilk defa Malazgirt Savaşı'ndan sonra geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun himayesine girmesi ise Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon Rum İmparatorluğu'nu fethetmesiyle gerçekleşmiştir. İlçe, Osmanlı zamanında Kastamonu sancağına bağlı bir kadılıktı. Tanzimat Dönemi'nde nahiyeye çevrilmiş, 1868 yılında da kazaya dönüştürülmüştür. 1924 yılında il olan Sinop'a bağlanarak şehrin en büyük ilçesi konumuna gelmiştir. İlçede Osmanlı Devleti'nden kalma birçok eser vardır: Akmescit Camii, şu anda harabe halinde olan Çay Mahallesi'ndeki medrese, Daylı Türbesi, Aşıklı Tekke Türbesi, Büyük Cami, Bekir Paşa Su Kanalı.
Cumhuriyet döneminde Sinop iline bağlı bir ilçeye dönüşürken gelişmesini de hızla sürdürmektedir.
Jeomorfoloji.
Arazi Mezozoik, Senozoik ve Kuvarterner zamanlarda oluşmuştur. Arazi, yüksek dağ dizilerinden meydana gelir. Çöküntüler ve sel yarıntıları da dikkati çekmektedir. İlçeden Kızılırmak Nehri'nin kolu olan Gökırmak geçmektedir.
Ekonomi.
İlçe ekonomisi, sanayi, tarım, hayvancılık ve orman ürünlerinden oluşmaktadır. Tuğla toprağı açısından zengin olduğu için ilçe ekonomisi genel olarak toprak sanayisine dayanmaktadır. İlçede çok sayıda tuğla ve kiremit üreticisi bulunmaktadır. İlçede öne çıkan diğer bir sektör ormancılıktır.
Tarım ve hayvancılık.
İlçede, 30.450 hektar tarım arazisi mevcut olup, bunun %50'si tarla bitkileridir. Başlıca tarım ürünleri olarak tahıllardan buğday, arpa ve çeltik, baklagillerden dane fiğ, endüstriyel bitkilerden şeker pancarı, yumru bitkilerden hayvan pancarı ve yem bitkilerinden yeşil ot fiğ ve silajlık mısır üretimi öne çıkmaktadır.
Coğrafi İşaret.
Boyabat'ın Mehreç İşareti tescilli ürünleri:
Boyabat'ın Menşe Adı tescilli ürünleri:
Mimari.
Boyabat Kalesi.
İlçenin kurulduğu Gökırmak Vadisi'nde karşılıklı sarp iki kayalık tepeden biri üzerinde kurulmuştur. Bu yapıda Geç Roma, Erken Bizans dönemine ait buluntuların da sergilenmektedir.
Saat kulesi.
Boyabat Kalesi karşısındaki park içerisinde bulunan kule 1982 ile 1983 yıllarında inşa edilmiş çokgen gövdeli ve minare görünümündedir.
Büyük Cami (Bayezid Cami).
Yıldırım Beyazıt vakfiyesi olan esas cami yıkılmış 1856 tarihinde moloz taştan dikdörtgen planda inşa edilmiştir. Tek minarelidir.
Kaya Cami.
Adını üzerine inşa edildiği kayadan alan caminin 1782 yılında yapıldığı düşünülmektedir. Moloz taş ve tuğladan yapılmıştır. Minaresi ahşap ve çinkodan yapılmış olup yöresel özellik taşımaktadır.
Orta Çarşı.
Arasta tipi bir Osmanlı Çarşısı görümümünde olan Orta Çarşı 1925 yılında çıkan bir yangın nedeniyle tamamen yanmıştır. Yerine dikdörtgen ve kare planlı, çoğunlukla 2 katlı yapılardan oluşan günümüz Orta Çarşısı inşa edilmiştir. Çarşıda geleneksel meslekler olan bakırcılık, kalaycılık, dericilik, ayakkabıcılık, yorgancılık, semercilik, sepetçilik, tuzculuk ve fırıncılık gibi meslekler yapılmış olup bir kısmı günümüzde de varlığını sürdürmektedir. 2022 yılında başlayan bir restorasyon sürecinden geçmiştir.
Nüfus ve demografi.
Şehir nüfusunun çoğunu zamanında köylerden veya şehir merkezinden göç eden ve emeklilik sonrası geri dönen kesim oluşturur.
Not 2: 1954 yılında Durağan ilçesinin kurulması ile nüfus azalmıştır.
Sağlık.
İlçede 1950 yılında 20 yataklı sağlık merkezi olarak faaliyetine başlayan, günümüzde B hizmet sınıfı kriterlerini karşılayan, 145 yataklı bir adet devlet hastanesi bulunmaktadır. Hastane Mahallesi'ndeki yerinden Çamlıca Mahallesi'ne 1998 yılında taşınmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8856",
"len_data": 4359,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
DVD, CD-ROM görünümünde elektronik kayıt ortamıdır. İngilizce "Digital Versatile Disc" ('Çok Amaçlı Sayısal Disk') sözcüklerinin akronimidir. CD'ye göre, çok daha yüksek kayıt kapasitesine sahiptir. DVD-Video, DVD-Audio, DVD-ROM, DVD-RAM, DVD-R ve DVD-RW gibi çeşitleri vardır. Gündelik yaşamda, teknik tanımı dikkate alınmadan ve sözcüğün açılımı düşünülmeden, yaygın olarak, DVD üzerine kaydedilmiş, film ya da video anlamında kullanılır.
Yaygınlaşması ve tarihçe.
CD ("Compact Disc", Taşınabilir Disk) denilen kayıt ortamları ilk kez, 1990'lı yılların başında kullanılmaya başlandı ve gerek üretici firmalar, gerekse, kullanıcılar tarafından büyük kabul gördü. Bunun uzantısı olarak kullanımı bilişim, müzik ve sinema endüstrisi alanlarında hızla yaygınlaştı.
1990'lı yıllarda asıl amaç, kayıt süresi açısından, ihtiyaca cevap veremeyen, VideoCD'den (VCD) daha fazla kayıt kapasitesine sahip uygun bir kayıt ortamı geliştirmekti. Bunun uzantısı olarak, daha fazla kayıt imkânı sağlayan yeni bir kayıt ortamı üzerinde çalışılmaya başlandı.
İlk etapta, Sony ve Philips tarafından geliştirilen MultiMedia CD (MMCD) ile Toshiba ve Time Warner tarafından desteklenen Super Density CD'lerin (SD) bu ihtiyacı karşılayacağı düşünüldü ise de, bu gerçekleşmedi. Sonunda birbirinden ayrı olarak çalışan bu gruplar, film endüstrisinin de baskılarıyla, 1995 yılında, ortak bir standart üzerinde çalışmaya karar verdi.
İlk başta, sadece, video görüntüler için düşünülen DVD kısaltması, "Digital Video Disc" anlamında kullanılmakta iken, daha sonra, başka alanlarda da kullanılabileceği düşünülerek, "Digital Versatile Disc" (ing. "versatile", alm. "vielseitig", çok amaçlı) anlamında kullanılmaya başlandı.
Günümüzde büyük bir DVD pazarı oluşmuş olsa bile (Almanya'daki verilere göre, 2001 yılında sinema filmi olarak satılan DVD sayısı VHS video kaset satışlarını geride bırakmış olmasına rağmen) daha yoğun kayıt imkânı sunan, yeni kayıt ortamları üzerine yapılan çalışmalar devam etmektedir.
Bunlar içinde en çok dikkat çeken çalışmalar, Blu-ray Disc (kısaca Blu-Ray) ve High Definition DVD (HD-DVD) üzerinde yapılan çalışmalardır..
Teknik bilgiler ve DVD türleri.
DVD'ler 0.6 mm kalınlığında plastik kaplı polikarbonattan,iki disk in birleşmesinden ve çok daha ince yansıtıcı bir alüminyum ya da altın tabakadan oluşur. Bu iki disk birbirine yapıştırılarak 1.2 mm'lik bir disk oluştururlar. Oluşan disk iki yüzünden ya da tek yüzünden okunabilecek şekilde tasarlanabilir. Tabakaların bir CD'nin yarısı kalınlığında olmasının nedeni daha yüksek numerik aparatı olan bir lensle okunabilmeyi ve daha küçük ve dar çukurlarla bilgi yazabilmeyi sağlamasıdır.
Tek katmanlı bir DVD, standart bir CD'nin yedi katı olan 4.7 GB bilgiyi saklayabilir. 650 nm dalga boyundaki kırmızı bir lazer (CD için bu değer 780 nm'dir) ve 0.6'lık bir numerik aparatla (CD için 0.45), okuma çözünürlüğü 1.65 kat artmıştır. Bunun iki boyutta olduğunu da düşünürsek fiziksel veri saklama boyutunun 3.5 kat arttığını görebiliriz. DVD, fiziksel tabakada daha verimli bir kodlama yöntemi kullanır. CD'nin hata düzeltme sistemi CIRC, yerini daha güçlü Reed-Solomon ürün koduna bırakmıştır, RS-PC; aynı şekilde Yediye Ondört Modülasyonu (EFM) de yerini, sekize on altı modülasyonu kullanan EFMPlus'a bırakmıştır. CD'deki gibi altkod yoktur. Sonuç olarak, DVD biçimi, üçüncül hata düzeltme tabakası kullanan CD-ROM biçiminden yüzde 47 oranında daha verimlidir.
DVD'nin çeşitli uygulama alanları vardır:
Disk ortamı şunlar olabilir:
Diskin bir ya da iki tarafı olabilir ve her taraf için bir ya da iki katmanı olabilir; taraf ve katmanlar diskin boyutunu belirler.
DVD kodları.
DVD kodları, DVD'lerdeki bilgilerin okuyucular tarafından algılanmasını sağlar, ancak usta ellerde yazılabilen bu kodlar günümüzde bilgisayarlar aracılığıyla da yazılabilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8858",
"len_data": 3814,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.6
}
|
Amhrán na bhFiann (, "Askerin şarkısı"), 1907 yılında Peadar Kearney tarafından yazıldı. Peadar Kearney ve Patrick Heeney tarafından bestelendi.
İrlanda ulusal marşı (Askerin şarkısı).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8860",
"len_data": 184,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.93
}
|
Gölbaşı, Adıyaman ilinin bir ilçesidir.
Adıyaman'ın batısında yer alır. Kuzeyinde Malatya, doğusunda Besni ve Tut ilçeleri, güneyinde Gaziantep, batısında Kahramanmaraş ili ile çevrilidir. Deniz seviyesinden yüksekliği 860 metre civarındadır.
Gölbaşı ilçesi Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgesi'ni, Akdeniz'e bağlayan Devlet Karayolu ile DD'nin geçtiği bir güzergahta kurulduğundan, Malatya, Adıyaman, Gaziantep ve Kahramanmaraş illerini birbirine bağlayan bir kavşak konumundadır.
Bu yönüyle doğu ile batı arasında köprü konumundadır. Programda olan Kapıdere Yolu açıldığında Şanlıurfa ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin Ankara'ya olan uzaklığı 183 km daha azalacaktır. 30 köyü, 3 beldesi olan Gölbaşı, adını Gölün Başı kelimesinden almaktadır. Biri ilçe merkezinde, ikisi çevre köylerde bulunan toplam 3 göl vardır. İlçe merkezinde bulunan göl çevresinde turizme yönelik tesisler, geniş ormanlık ve yeşil alan ile ilçe kenarından geçen Göksu Çayı bu cazibeyi artırmaktadır. Bu yönüyle de bölgenin mesire alanı durumundadır. Zaten GAP İdaresi de ilçeyi GAP Mesire Alanı ilan etmiştir. GAP Projesinin bir parçası olan Çetin Tepe Barajı'nın etüt çalışmaları devam etmektedir. Göksu Çayı'ndan pompalanarak göle akıtılan su Gaziantep'e içme suyu olarak verilmektedir.
Tarihçe.
Gölbaşı, 1958 yılına kadar Besni ilçesine bağlı olan “Karaçalık” isimli mevkide bulunan bir köy olarak Besni ile beraber 1933 yılına kadar Gaziantep'e, 1933 yılından 1954 yılına kadar ise Malatya iline bağlı kalmıştır. (Kurulduğunda Çataltepe Köyü'ne bağlı olduğundan; Pazarcık ilçesi aracılığıyla Kahramanmaraş'a da bağlı kalmıştır.) 1958 yılında ilçe olmuştur.
Adıyaman'ın 1954 yılında il olmasının ardından 1958 yılında "Gölbaşı" ilçe yapılarak, Adıyaman iline bağlanmıştır.
6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen 2023 Kahramanmaraş depremleri esnasında yıkıma uğrayan Gölbaşı ilçesinde yeni inşa edilecek şehir merkezi, ilçenin birkaç kilometre uzağında sağlam zeminde kurulacaktır. İlçenin 4'te 3'ü zemini sebebiyle imara kapatılmıştır. Zemin etütleri sonrası yeni yerleşim yerleri belirlenecektir.
Nüfus ve demografik yapı.
Gölbaşı ilçesinde, Sünni ve Alevi nüfus bulunmaktadır.
İlçe nüfusunu ekseriyetle Türkler oluştursa da Kürt nüfusu da bulunmaktadır.
Spor.
İlçede ilk resmî kulüp, 1974 yılında "GÖLBAŞI SPOR KULÜBÜ" adıyla kurulmuştur. Renkleri kırmızı-beyaz olan kulüp Adıyaman Amatör kümede mücadele etmeye başlamıştır. İlçede 500 kişilik portatif tribünlü stad ve 500 kişilik de Kapalı Spor salonu bulunmaktadır. 1996 yılında adını "GÖLBAŞI BELEDİYE SPOR KULÜBÜ" olarak değiştirmiştir. Kulüp; futbol, voleybol, yüzme, karate ve kick boks dallarında faaliyetlerini sürdürmektedir. Halen, 70 civarında lisanslı sporcusu mevcuttur. Şu an kulüp bünyesinde sadece futbol bulunmaktadır. Takımın A ve B takımı bulunmaktadır. Özellikle son beş yıla bakıldığında takımda büyük bir gençleştirme başlamıştır.
Ekonomi.
İlçe ekonomisi, ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Tarımsal ürünler arasında özellikle üzüm, ceviz ve incir üretimi ve kurutularak satışı yaygındır. Özellikle Besni üzümü olarak bilinen kurutmalık üzüm, bölge ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bunun yanı sıra ilçede Kömür İşletmesi, Tekstil İşletmesi, Yem Fabrikası, Poşet Fabrikası, Un Fabrikası gibi sanayi kuruluşları da bulunmaktadır.
Doğası ve iklim özellikleri.
Gölbaşı ilçesi; Gölbaşı Gölü, İnekli Gölü ve Azaplı Gölü'nü de kapsayan 1687 hektarlık bir alana sahip olup, Milli Parklar Kanunu uyarınca, 2008 yılında Tabiat Parkı olarak tescil edilmiş olup, bu park alanı içinde bir hizmet binası ve kuş gözlem kulesi bulunmaktadır.
İlçenin %29,66'lık alanı, işlenebilir tarım arazisi statüsündedir.
İlçenin kuzeyinde Güneydoğu Torosların bir parçası olan sıra dağlar uzanmaktadır. En yüksek nokta ise, 2320 metre yüksekliği olan Boruk Dağı'nın tepesidir. Gölbaşı ayrıca Savran Yaylası ve Sırıklı Yaylası Platolarına sahiptir. Tek akarsuyu Göksu Çayı olan ilçe, yer altı suları bakımından zengindir.
İlçeyi çevreleyen dağların yazları güneyden ve kuzeyden gelen sıcak havayı engellemesi sebebiyle Gölbaşı ilçesi, yazları çok sıcak geçirmezken; kışın, genellikle soğuk havanın meydana getirdiği yüksek basınç hakim olur.
Fay hattı.
Gölbaşı, Doğu Anadolu Fay Zonu'nun iki segmentinden birini oluşturmaktadır.
Tarihi yerler.
Günümüze gelen eserler arasında, Köristan (Yaylacık) Köyü'ne 16 km uzaklıktaki Göksu çayı üzerindeki Vijne Köprüsü ve Altınlı Köprü bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8862",
"len_data": 4434,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.41
}
|
İbnülemin Mahmut Kemal İnal (17 Kasım 1871 - 24 Mayıs 1957), Türk yazar, tarihçi, edebiyat tarihçisi, müzeci ve mutasavvıf.
Osmanlı Devleti'ne 33 yıl boyunca çeşitli görevlerde hizmet eden İbnülemin, II. Abdülhamit devrinde Yıldız Sarayı arşivinde görev yapmış ve cumhuriyet devrinde ise arşivin tasnif edilerek Başbakanlığa devredilmesine başkanlık etmişti.
1913 yılında Süleymaniye Camii külliyesinde “"Evkaf-ı İslâmiye Müzesi"” adıyla kurulan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin kurucusudur. Benzer bir kurumu Kahire’de de kurmuştur.
Toplumsal hayatta çok hızlı ve büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemde yaşaması ve pek çok tanınmış kimse ile şahsen bir arada bulunması onu biyografi alanında pek çok eser vermeye yöneltti. Son dönem Osmanlı şairleri, müzisyenleri, sadrazamları, hattatları hakkındaki eserleri ile bu kişilerin unutulmalarını önlemeye çalıştı. Şiir, roman, hikâye gibi alanlarda da eser verdi.
Yaşamı boyunca konağındaki düzenli toplantılarda ilim ve sanat dünyasından kimseleri ağırlayarak kültür hayatına hizmet etti.
Yaşamı.
1871 yılında İstanbul’un Beyazıt semtinde dünyaya geldi. Babası Mühürdar Mehmed Emin Paşa, annesi Hamide Nergis Hanım’dır. Babası uzun yıllar sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın mühürdarlığını yapmıştı. Çocukluk yıllarının çoğu zamanını Yusuf Kamil Paşa’nın eşi Zeynep Kâmil Hanım’ın konağında geçti.
1885 yılında Şehzade Rüşdiyesi'ni bitirdikten sonra bir süre Mülkiye ve Hukuk Mekteplerine devam etti ancak rahatsızlığı sebebiyle buraları bitiremeden ayrıldı ve özel hocalar ile medrese derslerine devam ederek kendini yetiştirdi. Özel ders aldığı hocalar arasında Mehmet Akif’in babası İpekli Mehmet Tahir Efendi vardı.
1889 yılında Sadaret Mektubî Kaleminde başladığı otuz üç yıllık memuriyet hayatına Teftiş-i Islahat Komisyonu Başkitabeti'yle devam etti.
1909 senesinde Sultan II. Abdülhamit'in hal'inden sonra saraya verilmiş olan jurnalleri tasnif ve imha ile görevlendirilen komisyonun başına getirilmiş ve bu sıfatla Yıldız Sarayı evrakını inceleme imkânını buldu.
1914'te “"Evkaf-ı İslamiye Müzesi"”’ni (şimdiki adıyla Türk ve İslam Eserleri Müzesi) kurmakla görevlendirildi. Sanatla da ilgili olan İbnülemin, hat sanatını yaşatma amacıyla “"Medresetü’l Hattatin"” adlı okulun kurulmasında emeği geçti.
1916'da Şura-yı Devlet azalığına, 1921'de Osmanlı devletinin resmi yayın organı olan Takvim-i Vekâyi gazetesi müdürlüğüne, 1922'de Divan-ı Hümayun Beylikçiliği'ne atandı. 1 Kasım 1922 Saltanatın İlgası kanunu mucibince Osmanlı Devleti'nin varlığına son verilip İstanbul Hükümeti yıkılınca Bab-ı Alî'deki görevi sona erdi.
1923'te Tarih-i Osmanî Encümeni azalığına seçildi, Mayıs 1924'te Vesaik-i Tarihiye Tasnif Encümeni'nin başına getirildi. İbnülemin Mahmud Kemal İnal'ın başmemur unvanıyla başkanlığında tasnif başladı ve Mayıs 1926 senesine kadar devam etti. Bugün Osmanlı Arşivi'nde İbnülemin'in kendi adıyla zikredilen katalog 29 ciltten oluşur ve orijinal haliyle araştırmaya açıktır. Hazine-i Evrak 1927'de Başvekâlet Osmanlı Arşivi'ne devredilince Tasnif Heyeti lağvedilmiş, İbnülemin'in buradaki görevi de sona ermiştir.
Tasnif Heyeti’nin lağvedildiği 1927’de İbnülemin, kurucularından olduğu İslam Eserleri Müzesi'nin Müdürlüğü’ne tayin edildi. 1935'te emekli oluncaya kadar bu görevde kaldı.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, bu görevlerin yanı sıra Kütüphaneler Tasnif İşleri Müşavirliği ile İslam Ansiklopedisi Müşavirliklerinde de bulundu. 1939 sonunda Mısır Veliahdı Prens Mehmed Ali Tevfik’in daveti üzerine İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ne benzer bir kurumun düzenlenmesi ve sergilenecek eserlerin seçimi için Reîsülhattâtîn Kâmil Akdik ile birlikte Kahire’ye gitti. Bu görevi yerine getirerek 19 Şubat 1940'ta İstanbul’a döndü.
Yaşamının son dönemlerinde Vefa'daki evi muhafazakâr fikir adamları ve şairler için bir tür meclis niteliğini kazandı; İbnülemin'in son devir Osmanlı erkân ve ricali hakkındaki olağanüstü geniş bilgisi ve kendine özgü fikirleri kendisinden genç kuşakları tarafından da takdir edildi.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey, çevresindeki sosyal değişim ve geçmişe duyduğu ilgiyle biyografi ve tarih yazımına yönelmiştir. Bu alandaki ilk çalışması, 1891'de yayımladığı Eser-i Kâmil Paşa adlı eserdir. 1897’de oluşturduğu Hutût-ı Meşâhîr Mecmuası ile, devrinin tanınmış şahsiyetlerinden el yazıları ve fikirlerini toplamaya başlamıştır.
1898’de yayımladığı Meşâhîr-i Osmâniyye makalesinde, biyografi yazımının önemini vurgulamış, toplumda bu alandaki eksikliğe dikkat çekmiştir. Bu makale, ileride yapacağı biyografi çalışmalarının ana çerçevesini oluşturmuştur.
İbnülemin’in biyografi anlayışında "eslâf" (atalar) ve "ahlâf" (sonrakiler) kavramları merkezi yer tutar. Ona göre biyografi yazımı, geçmişteki bilgi ve erdem sahiplerinin unutulmamasını sağlamak, eserlerini ve hizmetlerini yeni nesillere aktarmak amacı taşır. Ayrıca, toplumun değerli şahsiyetlerine gösterdiği kadirşinaslık, bir medeniyet ölçüsü olarak değerlendirilmiştir.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey, biyografi yazımı konusunda dönemin eksiklerini tespit etmiş ve bu alanda bir zihniyet değişikliği gerektiğini savunmuştur. Ona göre, geçmişte bazı müellifler ulemâ, meşâyih, şairler, hattatlar, vezirler ve kaptan-ı deryâlar gibi şahsiyetlerin biyografilerini derlemişse de, bu eserler mevcut şahsiyetlerin tam bir listesini sunamamış, birçok önemli isim hal tercümesi yazılmadığı için unutulmuştur. Bu durum, "meşâhîr-i mechûle" kavramı ile ifade edilmiştir.
Eski biyografi eserlerinde, bireylerin karakterleri ve hizmetlerinin niteliği gibi temel bilgilerin ihmal edildiğini, bunun yerine lafız sanatlarına ve memuriyet kayıtlarına ağırlık verildiğini belirtmiştir. Bu eleştirilerinin amacı, geçmiş müellifleri küçümsemek değil, gelecekte yazılacak eserlerin daha dikkatli ve kapsamlı olması gerektiğine dikkat çekmektir.
İbnülemin ayrıca, geçmişte başlatılan biyografi çalışmalarının devam ettirilmemesinin kültürel bir eksiklik oluşturduğunu belirtmiştir. Bu eksiklik, onu bireysel bir sorumluluk üstlenmeye ve kendi zamanının seçkin şahsiyetlerini kayıt altına almaya sevk etmiştir. Ona göre, bilgi ve sanat sahiplerini tanıtmak bir vatan görevi niteliğindedir. Bu düşüncesini "marifet ve ehline kadirnâşinaslık göstermek, vatan sevgisi ile bağdaşmaz" sözleriyle ifade etmiştir.
İbnülemin, yetiştiği dönemin tanıklığıyla ve sahip olduğu tarihî imkânlarla, kendi kuşağının son tanığı olarak hareket etmiş ve geçmişin seçkin şahsiyetlerini tanıtmayı millî bir görev olarak benimsemiştir. Kendi ifadesiyle, "Ben yazmazsam kimse yazmayacak" düşüncesiyle çalışmıştır.
1898'de yayımladığı "Meşâhîr-i Osmâniyye" makalesiyle biyografi alanına giriş yapan İbnülemin, 1902-1903 yıllarında yoğun bir araştırma sürecine girmiştir. Güvenilir bilgilere ulaşmak amacıyla Anadolu ve Hicaz'a kadar uzanan yazışmalar yapmış, çok sayıda kaynağa ulaşmaya çalışmıştır. Başlangıçta bireysel biyografilerle yetinirken, zamanla belirli meslek gruplarına ait kolektif biyografi eserleri hazırlamıştır. Yakından tanıdığı kişilere dair yazdığı monografiler de bulunmaktadır.
İbnülemin'in önemli eserlerinden biri Hersekli Arif Hikmet Bey'in hayatını konu alan çalışmasıdır. Bu eser, Ârif Hikmet Bey'in sağlığında yazarak kendisine gösterdiği metnin genişletilmesiyle oluşturulmuş, ölümünden sonra tamamlanmış ve Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde tefrika edildikten sonra Kemâlü’l-Hikmet adıyla kitap olarak yayımlanmıştır (İstanbul 1327). Eser, Hersekli Ârif Hikmet hakkında temel kaynaklardan biri olarak kabul edilmektedir.
1930'da ""Son Asır Türk Şairleri" adlı eserini yayınladı. Bu eserde son dönem Osmanlı entelijensiyası hakkında zengin gözlem ve anekdotlara yer verdi.
1940-1953 arasında son 37 Osmanlı sadrazamının ayrıntılı terceme-i hallerini içeren 14 ciltlik "Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar" adlı eseri yayınlandı. Kullandığı ağdalı Osmanlıca, eserlerinin etkisini ve yaygınlığını kısıtladı.
1953 yılında, hayatı boyunca topladığı kitap, yazı ve levha koleksiyonunu ve yirmi dosya kadar tutan vesikalarını İstanbul Üniversitesine bağışladı. Konağını ise İslami ilimlerde öğrenim görenleri barındıracak bir yurt olarak kendi adını taşıyan vakfa bağışladı.
1957'de İstanbul'da hayatını kaybeden İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Merkezefendi Mezarlığı'na defnedildi.
Edebi Yaşamı.
İbnülemin, yazın hayatına şiir ile girdi. Çoğunlukla gazel tarzında manzumeler yazdı. “"Nalani"” mahlasını kullandı. Bazı manzumeleri bestelendi. Şiirlerini “"Mevzun Sözler"” adıyla bir araya getirdi ama bastıramadı.
1890’da Tarik gazetesinde bir makale yayımlayarak basın hayatına girdi. Gazete yazılarına devrin önemli basın organlarında devam etti. Gazete yazılarını “"Sa’y-i Beşer"” adıyla bir araya getirdi ama bastıramadı.
Namık Kemal’in Cezmi adlı eserini örnek alarak “"Sabîh Târihe Müstenid Hikâye"” adlı tarihi roman yazdı. Bu alandaki çalışmalarına tefrika olarak yayımlanan üç eseri ile devam etti (Bir Yetimin Sergüzeşti, Rahşan,Yetîm-i Alîl).
1895-1900 arasındaki çeşitli gazete ve dergilerde yayımladığı yazılarıyla İslam’ın gelişmeye engel olduğu yolundaki görüşlere karşı çıktı.
1891 yılında "Eser-i Kamil Paşa" adlı küçük kitabı yayımlayarak biyografi alanında ilk çalışmasını yapan İbnülemin, daha sonra bu alanda pek çok eser verdi. Şair Hersekli Arif Hikmet Bey, Sadrazam Yusuf Kamil Paşa, Yusufpaşazade Nuri Bey, baba-dostu Ferid Paşazade Ahmet İzzeddin, tarihçi Fındıklı İsmet Efendi, Şair Mustafa Saffet, bilim adamı İsmail Gelenbevi, Şeyhülislam Yahyâ, Leskofçalı Galip Bey, Müstakimzâde Süleyman Efendi onun biyografilerini yazdığı kişilerdendir. Ayrıca 566 şairi bir araya getiren “"Son Asır Türk Şairleri"”, 37 sadrazamı içeren “"Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar"”, 329 hattatı konu edinen “"Son Hattatlar"”, ölümüyle yarım kaldığı için Mevlevî Avnî Aktuç’un tamamladığı "Hoş Sadâ"" (Son Asır Türk Musikişinasları) adlı eserleri ortaya çıkardı.
"Eserlerinin listesi":
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8863",
"len_data": 9823,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Video Compact Disk (VCD ya da VideoCD biçiminde kısaltılır) video görüntülerinin CD üzerine kaydedilmesi için kullanılan bir kayıt standardıdır.
Terim, bazen kısaltmanın anlamına ve kaydın teknik tanıma uygunluğuna bakılmaksızın, CD üzerine kaydedilmiş olan video görüntüler (sinema filmleri) için kullanılır.
Teknik özellikleri.
Video CD (ya da VCD), video görüntüleri, belli bir teknik kurala uyarak, CD üzerine kaydetmeyi tanımlayan bir kayıt standardıdır. Elektronik üreticilerinin standartları tanımlamak için kullandığı Beyaz Kitaba (White Book) ilk girişi, bir Japon elektronik firması kanalı ile, 1993 yılında olmuştur. Özü itibarı ile, video görüntülerin, CD üzerine MPEG1-1 standartlarına uygun olarak, PAL televizyon sistemi için nasıl, NTSC televizyon sistemi için nasıl kaydedileceğini belirtir.
Buna göre, video görüntüler, 4:3, 16:9 orantısında ve PAL televizyon sistemi için, saniyede 25 kare/saniye olarak, 352 × 288 resim elemanı (piksel) ile; NTSC televizyon sistemi için ise, 352 × 240 resim elemanı ile 23,976 kare/saniye ile kaydedilir. Sesler, çift kanal ses sistemi (stereo) ile kaydedilir. VCD oynatıcı aygıtların mekaniği normal CD sürücülerin mekaniği ile büyük çapta aynıdır.
Görüntü kalitesi.
Video CD'lerin görüntü kalitesi yaklaşık olarak, VHS Video ile aynı, ancak, profesyonel olarak üretilmiş olan bir VHS videodan biraz daha düşüktür. Kayıt süresi ise 74 veya 79 dakikadır. Bu nedenle, kayıt süresi açısından, sinema filmlerinin kaydı için, pek uygun değildir.
Bu nedenle, farklı ve daha uzun kayıt yapmaya izin veren, KVCD, AVCD ve MVCD denilen birçok VCD kayıt biçimi geliştirilmiş, ancak DVD kalite ve kayıt süresine erişilemediği için, yaygınlaşmamamıştır. Bunlar içinde en çok yaygınlaşan, bir anlamda VCD'nin devamı ve daha geliştirilmiş bir biçimi olan ve MPEG-2 sıkıştırma sistemi ile çalışan SVCD'dir. Bu kayıt biçimi VCD'den daha kaliteli bir resim kalitesi sunmakta ve DVD aygıtlarının çoğu tarafından desteklenmektedir.
VCD aygıtları ve kullanımı, gün geçtikçe yerini DVD aygıtlarına, kayıt biçimi ise DVD kayıtlarına bırakmaktadır. Ancak hâlâ, gerek ham CD-ROM maliyeti, hem de DVD yazma aygıtlarının daha pahalı olması nedeniyle, özellikle, bilgisayar kullanıcıları tarafından, yaygın olarak kullanılmaktadır.
VCD ya da SVCD kaydı yapmak için, yaklaşık her bilgisayarda bulunan, normal bir CD yazıcı aygıtı yeterliyken, DVD biçiminde kayıt yapabilmek için, DVD yazıcı kullanılması gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8865",
"len_data": 2444,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.85
}
|
Nadire Mater (d. 1949, Söke), Türk gazeteci ve yazar.
Sosyal Hizmetler Akademisi'ni bitirdikten sonra devlet memurluğu yaptı. 1981'den beri gazetecilik yapıyor. İzmir'de yayınlanan bölgesel "Yeni Asır" gazetesi, "Nokta", "Tempo" ve "Sokak" haber dergilerinde çalıştı. 1991'den 2000'e dek Interpress Service'in (IPS) temsilciliğini ve muhabirliğini yaptı. Bağımsız İletişim Ağı bianet.org kurucusu ve danışmanı. Tayfun Mater'le evli.
"Mehmedin Kitabı" isimli kitabı nedeniyle açılan davada yargılandı ve beraat etti.
2000 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. "Mehmedin Kitabı" adlı eseri; İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fince ve Yunancaya çevrildi.
"Sokak Güzeldir / 68'de ne oldu" kitabı Metis yayınlarınca 2009'da yayımlandı.
Her yıl 4 Aralık'ta verilen Mülkiye Büyük Ödülü 2012 yılında; insan hakları ve demokrasi savunucusu olduğu, halk odaklı haberciliğin ve Türkiye alternatif medyasının gelişimine büyük katkı sunduğu, 30 yılı aşkın gazetecilik hayatında onurlu bir gazetecilik anlayışı ve pratiği ortaya koyduğu gerekçesiyle Nadire Mater'e verildi. Mater, bu ödülü alan ilk kadın oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8882",
"len_data": 1101,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 3.29
}
|
Fuat Başar Sabuncu (9 Eylül 1943, İstanbul - 17 Haziran 2015, İstanbul), Türk oyun ve senaryo yazarı, tiyatro ve sinema yönetmeni, çevirmen, sahne tasarımcısı, oyuncu.
1960'lı yıllardan itibaren Türkiye'deki toplumsal sorunları dile getiren tiyatro yapıtları üretti. 1960'lı yıllarda absürt tiyatro, 1980'lerde müzikal eserler verdi. Türk tiyatrosunun en önemli müzikli oyun örneklerinden biri olarak kabul edilen Kaldırım Serçesi eserleri arasındadır. Şener Şen’in oynadığı Çıplak Vatandaş, Zengin Mutfağı çevirdiği önemli filmlerdendir.
Hayatı.
1943 yılında İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğreniminin tamamladıktan sonra yatılı olarak Saint Joseph Lisesi'ni okudu. İlk amatör tiyatro oyunculuğu deneyimlerini lisede yaşadı. Liseden mezun olduktan sonra eğitimine bir süre Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi, ardından İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde devam etti. Ekonomik nedenlerle yüksek öğrenimini yarıda bıraktı.
Asıl çalışmak istediği alan alan oyun yazarlığı ve yönetmenliğine odaklandı. 19 yaşında üniversitede öğrenci iken yazdığı ilk oyunu "Kargalar", 1962'de Devlet Tiyatrosu'nda Haldun Marlalı yönetiminde tek perdelik bir eser olarak sahnelendi. Oyun aynı yıl, "Değişim" dergisi tarafından basıldı. İkinci oyunu Şerefiye ise 1969 yılında “Yılın En İyi Yerli Oyunu” seçildi; İngilizce ve Fransızca‘ya çevirtilerek on dört ülkenin katıldığı Eurotheatre yarışmasında şeref mansiyonu kazandı. 1969 yılında yazdığı üç perdelik "Çark" adlı eseri Ankara Devlet Tiyatrosu'nda, iki perdelik "Zemberek," Dostlar Tiyatrosu'nda sahnelendi.
Sabuncu, 1964-1969 yılları arasında TRT Ankara Radyosu tiyatro bölümünde görev aldı; aralarında "İlyada", "Don Kişot", "Goriot Baba" gibi başyapıtların da bulunduğu 18 yapıtı radyo için oyunlaştırdı; ve seslendirme kadrosunda yer aldı. Yüzden fazla radyo oyun dizisini yönetti.
Aynı dönemde yıl Meydan Sahnesi'nde çalışmaya başladı. Arena Tiyatrosu ve Dormen Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunlarda da roller aldı. Geçimini sağlamak için radyo oyunları yazdı; Racine, Marivaux, Brecht, Genet, Kovaçeviç dahil pek çok yazarın oyunlarını Türkçeleştirdi. Meydan Sahnesi'nde oyunculuk yaparken tanıştığı Sevgi Yenen ile 1965'te evlendi. Evlilikleri 1971'de boşanma ile sonlandı.
12 Mart Muhtırası'ndan sonra, bir süre yurt dışında yaşadı. Fransa'da iki yıl tiyatro araştırmalarının ardından, Türkiye'ye dönüşünde, Muhsin Ertuğrul'un çağrısı üzerine, 1974'te yönetmen olarak İstanbul Şehir Tiyatroları'na katıldı. Kurumda yerinden yönetim anlayışının uygulanmasına öncülük etti. Üsküdar ve Fatih sahnelerinin sanat yönetmenliği görevlerini üstlendi. Uzun yıllar sonra yeniden bir Nâzım Hikmet oyununun Şehir Tiyatrosu'nda sahneledi. 1975 yılında Şehir Tiyatroları oyuncusu Sevil Candan ile evlendi.
"Mutemet Ali Rıza Bey’in Yaşanmış Hayat Hikâyesi" (1972) en bilinen eserlerinden birisi oldu. Sabuncu, yazıldığı zaman Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen ve Almanca'ya çevrilen bu oyunu, 1974'te İstanbul Şehir Tiyatrolarında kendi yönetiminde sahneledi. 1975'te Brecht'in "Puntila Ağa ile Uşağı Matti" oyununu "İşçi Babası’ Ömer Ağa ile Küçükhanımın Şoförü Recep" adıyla yeniden kaleme aldı. Epik tiyatronun Türkiye'de tanınıp yer edinmesine katkı sağladı.
12 Eylül 1980 darbesi"nden sonra 1402 sayılı yasa uyarınca Şehir Tiyatrosu'ndaki görevine son verildi. Bir süre Almanya'ya yaşadı. 1977 yılında yazmış olduğu "İşgal" adlı oyununu Berlin'de, Schaubühne Tiyatrosu'nda sahneledi.
1982-1983 yıllarında Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nda, "Kaldırım Serçesi" oyununu, Şan Tiyatrosu'nda Brecht düzenlemesi "Şvayk Hitler'e Karşı" ve Prosper Mérimée uyarlaması "Kan ve Gül" ("Karmen") müzikli oyunlarını sahneledi. 12 Eylül darbesine karşı 1300 aydının imzaladığı 15 Mayıs 1984 tarihli "Aydınlar Dilekçesi" kapsamında, askeri mahkemede yargılandı.
Sonraki yıllarda sinema çalışmalarına ağırlık verdi. İlk beş senaryosu başka yönetmenlerce perdeye taşındı. 1985'ten başlayarak, kendi senaryolarından, altı film gerçekleştirdi. Çok sayıda uluslararası şenlikte Türkiye sinemasını temsil etti. 1988'de Londra'da British Film Institute; 1991'de Paris'te Fransız Sinematek'i; 1992'de Montpellier Festivali tarafından, adına tüm filmlerinin gösterildiği saygı haftaları düzenlendi.
1988'de, uzun bir yasal savaşımın ardından, Şehir Tiyatroları'na döndü. Yeniden Şehir Tiyatroları'nda göreve başladıktan sonra bu kurumda ve Devlet Tiyatroları ile özel tiyatrolarda otuzu aşkın tiyatro yapıtının yönetmenliğini üstlendi.
1996 yılından itibaren kendi özgün metinlerini yazmaya ara verdi; dünya edebiyatının çeşitli yazarlarının öykülerini birleştirip yeniden yazım tekniğiyle oyunlar kaleme aldı.Racine, Marivaux, Brecht, Genet, Kovačević'in kimi oyunlarını Türkçeye çevirdi.
İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun İstanbul Belediyesi karşısındaki "sanatsal bağımsızlığı" konusunda, yönetimle ilkesel anlaşmazlık nedeniyle, 2004'te emeklilik yaşını beklemeden, kurumdan ayrıldı.
Tiyatro ve sinema alanlarındaki çalışmaları - tiyatro yazarlığı, tiyatro yönetmenliği, senaryo yazarlığı, film yönetmenliği çevirmenlik, sahne tasarımı olmak üzere - 6 farklı dalda -3'ü uluslararası- (Londra 1969, Bastia 1989, Ohrid 1997) çok sayıda ödülle değerlendirildi.
17 Haziran 2015 tarihinde ödlü. Cenazesi, Edirnekapı Mezarlığı'na defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8886",
"len_data": 5273,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.37
}
|
Besim Tibuk (d. 14 Nisan 1946, Fındıklı), Türk turizmci, iş insanı ve eski siyasetçidir. Net Holding yönetim kurulu başkanı ve Liberal Demokrat Partinin (LDP) kurucusu, eski genel başkanı ve onursal başkanıdır.
Hayatı.
İlk yılları.
1946 yılında Rize'nin Fındıklı ilçesine bağlı Arılı köyünde Laz bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlköğrenimini Murgul'da, ortaöğrenimini Kars, Artvin ve İzmit'te tamamladı. 1962-1963 AFS bursu ile ABD'ye gitti. Liseyi ABD'de bitirdi. 1968'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Diplomasi ve Dış Münasebetler Bölümünü (günümüzdeki adıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü) bitirdi. 1964-1967 yılları arasında Devlet İstatistik Enstitüsünde çalıştı. 1971-1972'de İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü'nde işletmecilik ihtisas programında yüksek lisans (MBA) yaptı. Ayrıca bir dönem İşletme İktisadı Enstitüsü Mezunlar Derneğinin (İMED) başkanlığını yapmıştır. 8. cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ölümüne kadar kendisine danışmanlık yapmıştır.
İş hayatı.
Besim Tibuk, 1964 yılında tercüman rehber olarak turizm sektörüne girdi. Sonra seyahat acenteleri müdürlüklerinde bulundu. 1974'te tercüman rehberleri örgütleyerek Net Holding'in nüvesi olan Net Turizm'i kurdu. Net Grubu'nu büyüterek kısa zamanda turizm sektörünün en büyük kuruluşlarından biri hâline getirdi. Ticarette ara verdiği çalışmalarına devam etmek üzere Net Holding'i kurdu.
Siyasi hayatı.
Siyasetle aktif olarak ilgilenmeye başlayan Tibuk, ilk önce demokratik kültüre hizmet etmek amacıyla DEM yayınevini kurdu. Demokrat Parti'nin (DP) tekrar kuruluşunda görev aldı ve bir süre İstanbul il başkanlığı yaptı. 26 Temmuz 1994'te arkadaşlarıyla bu partiden ayrılarak Liberal Demokrat Parti'yi (LDP) kurdu. Tibuk, 1999 ve 2002 seçimlerinde LDP'nin düşük oy alması sebebiyle 25 Kasım 2002'de genel başkanlıktan istifa ederek aktif siyaseti bıraktı. Makamını vekâleten Nizam Kağıtçıbaşı'na devretti.
2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Liberal Demokrat Parti tarafından çatı aday olarak önerildi ancak aday gösterilmek için gereken 20 milletvekili desteğini alamadı.
Kendisi hâlen LDP Onursal Başkanı'dır.
Tibuk, Türkiye'de 1923'te kurulan cumhuriyet rejimini demokrasiden uzak olmasından dolayı eleştirmiş, "Cumhuriyet içinde demokrasi yoksa işe yaramaz. ... Cumhuriyet iyidir ama içinde demokrasi olursa iyidir. Demokrasi yoksa sadece bir aldatmacadır." demiştir. Ayrıca kuvvetler ayrılığında yargı bağımsızlığının ancak krallıkta mümkün olduğunu ve anayasal monarşinin cumhuriyetten çok daha demokratik olduğunu savunmuştur.
Tibuk, 2002 Kasım seçimlerinde LDP için Tansu Çiller tarafından 7-8 milletvekili teklifinde bulunulduğunu ancak reddettiğini açıklamıştır.
Yakın hayatı.
Besim Tibuk, günümüzde Kuzey Kıbrıs'ta yaşamakta olup YouTube'da "Kanal Serbesti" isimli kanalda Türkiye'de yeni gelişen kuşakların sorularını cevaplayıp tecrübelerini ve görüşlerini paylaşmaktadır.
1992 Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü ve 2025 Türk Demokrasi Vakfı - 27 Mayıs Demokrasi Ödülü sahibidir.
Özel hayatı.
Tibuk, dört çocuk babasıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8887",
"len_data": 3092,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.32
}
|
Fatih Akın (d. 25 Ağustos 1973, Hamburg), Türk-Alman yönetmen, senarist, yapımcı ve oyuncudur.
Hayatı ve kariyeri.
Fatih Akın, 25 Ağustos 1973'te Hamburg'da Türk, göçmen bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Aslen Zonguldak'ın Çaycuma ilçesindendir. Babası ve annesi fabrikada işçi olarak çalışıyordu. Ebeveynleri işteyken ağabeyi Cem Akın ve Fatih Akın'a Alman komşuları Lutz ve Bayan Meyer baktı.
Fatih Akın, henüz 12 yaşında kendi parasını kazanmaya başlar. Babası Mustafa Enver Akın'ın çalıştığı temizlik firmasında başlayan çalışma serüveni, 16 yaşına kadar çeşitli üretim bantlarında aldığı görevlerle devam eder. Lise yıllarında iyi denilebilecek bir öğrenci olmasa da yine de okulla ve Almancayla arası hep iyidir. Annesi Hadiye Akın'ın yazdırdığı halk oyunları kursu onun hayatında siyasi farkındalık yaratır. Burada çeşitli kavramlarla tanışır: Annem tamamen apolitikti ve "Pazar günleri folklor kursları varmış, 14 yaşındaki oğlumu oraya yazdırayım bari" diye düşünmüştü. Birden Sünni, tutucu bir Müslüman olarak kendimi, yaşları 14 ile 20 arasında değişen, tamamı solcu olan, Kürt, Alevi, Şii Müslümanların arasında buluverdim. Aleviliğin ne olduğundan haberim bile yoktu. “Bir yerlere ‘ait olmak’ gerektiğine” inanan Akın, "Türk Boys" çetesine kabul edilir. Tüm çete üyelerinin gerçek suçlara karışmasıyla Akın, bir başka çeteye, "Home Boys"’a katılır. Çetelerden ağabeyi Cem Akın sayesinde kurtulan Fatih Akın, bu dönemde sigara ve esrar içmeye başlar. Liseyi annesinin zoruyla bitirir. Bir metot oyuncusu olmak isteyen Akın, okulun tiyatro kolu aracılıyla Thalia Tiyatrosunun bir gençlik projesi olan Thalia Buluşmaları’na katılır. Çeşitli film ve dizilerde rol alır. 1994 yılında girdiği Hamburg Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Görsel İletişim Bölümünden 2000 yılında mezun olur. Hamburg Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim gördüğü sıralarda Wüste Film şirketiyle çalışmaya başlar, 1995’de ilk kısa filmi “"Sensin"”i yazıp yönetir. Bu filmle Hamburg Uluslararası Kısa Film Festivali’nde izleyici ödülünü kazanır. Bunu takiben, ikinci kısa metraj filmi ise 1996 yılında Türkiye’de çektiği “"Ot"”("Getürkt") olur. 17 Mart 1997’de Lünen Sinema Festivali’nde gösterilen film, birincilik ödülünü kazanır. Fatih Akın, 1998 yapımı ilk uzun metraj filmine “"Kısa ve Acısız"” ("Kurz und Schmerzlos") adını verir.
Fatih Akın, 12 Şubat 2004’te Berlin Film Festivali’ndeki ilk gösterimi yapılan “"Duvara Karşı"” filmi ile dünya çapında bilinirlik kazandı. Akın, bu filmle Metin Erksan’ın “"Susuz Yaz"” filminden tam 40 yıl sonra “Altın Ayı” ödülünü kazanan ikinci Türk yönetmen olarak tarihe geçti. Mayıs 2005’te Cannes Film Festivali’nde jüri üyesi olarak yer aldı. Ekim 2005’te, öğrenim gördüğü Hamburg Güzel Sanatlar Yüksekokulunda konuk profesör oldu. 20 Temmuz 2006 günü Bremen’de “"Yaşamın Kıyısında"” filminin çekimlerine başladı. 23 Mayıs 2007’de Cannes’da filmin ilk gösterimi gerçekleştirildi. 4 Nisan 2008’de Aachen’da “Karl Madalyası”nı da kazandı. 15 Şubat 2010’da Fransız kültür bakanı “"Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Ödülü"”nü verdi. Eylül 2010’da Venedik Film Festivali’nde jüri üyeliği yaptı. 4 Ekim 2010’da Christian Wulff tarafından “"Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı"”nı aldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8893",
"len_data": 3227,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.54
}
|
Tunç Başaran (1 Ekim 1938, İstanbul - 18 Aralık 2019, İstanbul), Türk yönetmen.
İlk yılları.
Babası marangoz Fikri Başaran, annesi yazar Pakize Başaran, kızı Zeynep Göksu'dur. Çocukluğu ve gençliği İstanbul'un Fatih semtinde geçmiştir. Yaşamını değiştiren yerin, eskiden Direklerarası adı verilen Şehzadebaşı olduğunu söyler; çünkü orada yedi sekiz sinema vardır. Altı yaşından itibaren o sinemalarda oynayan filmlerle haşır neşir olur. Yazar İslam Çupi’yle Fatih Kaymakamlığı karşısındaki Hava Şehitleri Parkı’nın parmaklıklarına oturur, seyrettikleri filmleri tartışırlar. Ona John Ford lâkabını takan da Çupi’dir. 17 yaşındayken evden kaçar. Amacı kaçak olarak bir şilebe binip Amerika’ya gitmektir. Sinemacı olacaktır ve Charlton Heston’u görecektir her nedense. Ancak Adapazarı’nda yakalanır.
Kariyeri.
Edebiyat Fakültesi’nde okurken yönetmen Memduh Ün’le tanışır. Yazdığı bir senaryoyu okuyan Ün kendisine asistanlık teklif eder. Dört sene Ün’ün yanında çalışır. “Ne öğrendiysem ondan öğrendim” der Başaran. O arada Lütfi Akad, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Ertem Göreç gibi ünlü yönetmenlerin yanında da asistanlık yapar.
1964 yılında ilk filminde, “Borusunu Öttüren” adlı oyunu senaryo haline getiren Orhan Kemal’le çalışır. Sonra “Kara Memet” ve Orhan Kemal'in “Bekçi Murtaza”sını çeker. 1966’da askere gider. Sinemadan kopmaz, çok trajik bulduğu Adnan Menderes’in hayatını film yapmak ister, araştırmalara başlar.
Askerlik görevinin ardından yine setlere döner. 70'li yılların başında Yeşilçam’daki seks filmleri furyası ve gerçek film yapımcılarının piyasadan çekilmesinden dolayı yönetmenliği bırakıp bir gecede evini şehir dışına taşır. Bir yıl kadar hiçbir iş yapmaz. Menderes’le ilgili araştırmalarına devam etmektedir.
Reklam sektörüne geçer ve reklam filmleri çekmeye başlar. Bir süre sonra bu alanda bir numara olur. On beş yıl aradan sonra yeniden sinema filmi yapma zamanı geldiğine inanır. Kazandığı bütün parayı senaryosunu da kendi yazdığı “Biri ve Diğerleri” adlı filme yatırır. Film kendisine 1987 Antalya Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü, ardından 1988’de İstanbul Film Festivali’nde (o günlerdeki adıyla İstanbul Sinema Günleri) En İyi Türk Filmi Ödülü’nü getirir. Sonra “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı (1989) yapar. Başta 8. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde kazandığı “Yılın En İyi Türk Filmi” ödülü olmak üzere, yurt içi ve yurt dışında En İyi Film, En İyi Yönetmen dallarında birçok ödül alan bu film “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar aday adayı olur. Arkasından “Piano Piano Bacaksız” (1991) filmi gelir. O da “Uçurtmayı Vurmasınlar”ın başarısını yakalar. “Uzun İnce Bir Yol” (1993), “Sen de Gitme” (1996), “Kaçıklık Diploması”(1998), “Abuzer Kadayıf” (2000) Başaran’ın uluslararası sinema tarihinde yerini almış filmleridir. Uzun süre boyunca Adnan Menderes konulu belgesel çalışmalarını aralıklarla sürdürmüştür.
Ölümü.
Tunç Başaran 18 Aralık 2019'da İstanbul'da yumuşak doku kanseri tedavisi gördüğü bir hastanede 81 yaşında ölmüştür. Naaşı Karacaahmet Şakirin Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra, Balıkesirin Bandırma ilçesinde defnedilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8895",
"len_data": 3088,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.43
}
|
Nuri Bilge Ceylan (d. 26 Ocak 1959, İstanbul), Türk yönetmen, senarist ve fotoğrafçı.
1997 yılından itibaren çektiği uzun metrajlı filmler ile birçok ödül kazanmış ve uluslararası alanda tanınmıştır. "Kış Uykusu" filmi 2014 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü kazanmış ve sinema tarihinde bu ödülü kazanan ikinci Türk filmi olmuştur. Yönetmenin beş filmi En İyi Uluslararası Film Akademi Ödülü için Türkiye'nin adayı olarak seçilmiştir.
İlk yılları.
Ceylan, 26 Ocak 1959'da İstanbul, Bakırköy'de doğdu. Annesi Fatma Ceylan (1925-2023), babası ziraat mühendisi Mehmet Emin Ceylan'dır. Çocukluk yıllarının büyük bölümü babasının memleketi olan Çanakkale'nin Yenice ilçesinde geçti. İlköğrenimini Yenice'de tamamladı, ortaokul ve liseyi İstanbul'da tamamladı. Yükseköğrenimine 1976 yılında, İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünde başladı. 1978 yılında Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümüne geçti.
Boğaziçi Üniversitesindeki eğitimi sırasında üniversitenin fotoğrafçılık (BÜFOK), dağcılık ve mağaracılık kulüplerine katılarak doğa etkinlikleri ile ilgilendi. Adı fotoğrafçılıkta duyulmaya başladı. 1982 yılında "Milliyet Sanat" dergisinin "Türk Fotoğraf Sanatında Gençler" başlıklı sayısında Ceylan'a yer verildi. 1980'lerde kimi portföyleri, "Gergedan" gibi kültür ve sanat dergilerinde yayımlandı. 1989'da "Çıplak ve Deniz" adlı fotoğraf dizisi Kodak'ın düzenlediği yarışmada birinci seçildi ve uluslararası yarışmada Türkiye'yi temsil etme hakkı kazandı. 1985 yılında mezun olduktan sonra Londra ve Katmandu'ya seyahat etti.
Türkiye'ye döndükten sonra Ankara'nın Mamak ilçesinde askerlik hizmetini yaptığı sırada sinemacı olmaya karar verdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde iki yıl sinema eğitimi gördü. 1993'te Mehmet Eryılmaz'ın "Seviyorum Ergo Sum" adlı kısa filminde oyunculuk yaptı ve çekimlerde kamera arkasında bulunarak teknik bilgisini geliştirdi."" Kendi kısa filmini çekmek için "Seviyorum Ergo Sum"'un çekildiği kamerayı satın aldı ve ilk kısa filmini 1993 yılında çekti. Yönetmeni, senaryo yazarı ve yapımcısı olduğu "Koza" adlı film ile Cannes Film Festivali'ne katıldı. "Koza", yarışmaya seçilen ilk Türk kısa filmi oldu.
Kariyeri.
Ceylan, İlk uzun metrajlı filmi olan "Kasabayı 1997 yılında çekti. "Koza"'nın devamı sayılabilecek, otobiyografik ve pastoral bir film olan "Kasaba", aralarında Berlin Uluslararası Film Festivali'nin de olduğu pek çok dünya festivalinde gösterildi. "Kasaba", kimilerinin "taşra üçlemesi" diye nitelendirdiği üç filmin ilkiydi. Üçlemenin diğer filmleri 1999 yılında çektiği "Mayıs Sıkıntısı" ve 2002 yapımlı "Uzaktı. Bu filmlerinde Ceylan, akrabalarını ve ailesini oyuncu olarak kullandı ve görüntü yönetmenliğinden senaryo ve kurguya kadar hemen her işi kendisi gördü"."
"Mayıs Sıkıntısı", Berlin Film Festivali'nin yarışmalı bölümünde gösterildi. "Uzak" ise 56. Cannes Film Festivali’nde yarıştı ve favori filmler arasında gösterildi. Film, festivalin ikinci önemli ödülü olan Büyük Jüri Ödülü’nü ("Grand Prix") aldı. Filmin başrol oyuncuları, Muzaffer Özdemir ve film tamamlandıktan hemen sonra bir trafik kazasında ölen Mehmet Emin Toprak, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü paylaştı. Ceylan, "Uzak" filminin 2003 Cannes Film Festivali'nde Büyük Jüri Ödülü'nü alması ile uluslararası alanda tanınan bir isim oldu. "Uzak" filminin senaryosu 2004 yılında kitap olarak yayımlandı. Ceylan, bu eser ile edebî bir kimlik kazandı.
Dördüncü uzun metrajlı filmi olan "İklimler", görüntü yönetmenliğini Ceylan'ın kendisinin üstlenmediği ilk filmdi. Bu film ile birlikte Ceylan'ın filmlerinin yönetmenliğini Gökhan Tiryaki yapmaya başladı. Filmin yapımcılığını da ilk defa kendisi değil, Zeynep Özbatur Atakan üstlendi. Ceylan, "İklimler"'de eşi Ebru Ceylan ile başrolleri paylaştı. Film, 2006 Cannes Film Festivali'nin yarışma bölümüne kabul edildi. Ceylan, "İklimler" filminin mekân aramaları sırasında fotoğraf sanatına döndü ve sinemanın yanı sıra fotoğrafçılığı da sürdürmeye başladı.
Ceylan, küçük zaafların büyük yalanları doğurmasıyla parçalanan bir ailenin, gerçeklerin üzerini örterek bir arada kalma çabasını anlatan "Üç Maymun" filminde ilk kez profesyonel oyuncular ile çalıştı. Bu film ile 2008 Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü'nü aldı. Ödülü aldıktan sonra yaptığı teşekkür konuşmasında, "Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum." sözleri uzun süre Türkiye gündeminde kaldı ve tartışıldı. Film, Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adaylığında ilk 9'a kalan ilk Türk filmi oldu.
Ceylan, 2009 Cannes Film Festivali'nde jüri üyesi olarak yer aldı. 2011 Cannes Film Festivali'nde "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmiyle Büyük Jüri Ödülü'ne layık görüldü. Yönetmenliğini yaptığı "Kış Uykusu", 2014 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'ye layık görüldü. Böylece Şerif Gören ve Yılmaz Güney'in "Yol" filminin ardından ikinci kez bir Türk filmi bu ödülü kazanmış oldu.
2018 yapımı "Ahlat Ağacı", yönetmenin en çok izlenen ikinci filmi oldu. Film, 2018 Cannes Film Festivali'ne katıldı ve 91. Akademi Ödülleri'nde En İyi Uluslararası Film Akademi Ödülü'ne aday gösterildi. Ceylan ile yapılan söyleşileri içeren bir seçki, Mehmet Eryılmaz tarafından hazırlanıp "Söyleşiler" (2012) adlı kitap olarak yayımlandı. Ceylan'ın "Kuru Otlar Üstüne" isimli, başrollerinde Deniz Celiloğlu ve Merve Dizdar'ın yer aldığı filminin çekimlerine 2021 yılında başlandı. Filmin prömiyeri 2023 Cannes Film Festivalinde 19 Mayıs'ta ana yarışma bölümünde yapıldı. Merve Dizdar, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü kazandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8896",
"len_data": 5524,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.38
}
|
Sinan Çetin (d. 1 Mart 1953, Van), Türk film yönetmeni, yapımcı. Plato Film adlı bir sinema ve televizyon yapım şirketinin kurucusudur.
Hayatı.
Van'da doğan Sinan Çetin'in babası gümrük muhafaza memuru Mehdi Bey ile Şevket Hanım'ın oğludur. Anne tarafından Azeri, baba tarafından Gürcü asıllıdır. İlkokulu Aşkale’de okudu. Ailenin sekiz çocuğundan biri olan Çetin, ailesinin Ankara'ya taşınmasıyla Altındağ'ın Samanpazarı semtinde bulunan Sakalar İlkokulu'nda öğrenim hayatına başlamış daha sonra Gazi Lisesi'ne devam etmiştir. Liseden sonra bir süre Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde sanat tarihi ve yine aynı üniversite eczacılık okumuştur.
Kariyeri.
1970'li yıllarda resim ve fotoğraf alanında amatör çalışmalar yaparak sanat kariyerine başlayan Sinan Çetin, sinemaya 1975 yılında Zeki Ökten'in çektiği "Hanzo" adlı filmde yönetmen yardımcılığı yaparak başladı. Daha sonra yönetmen Şerif Gören ve Atıf Yılmaz ile birlikte çalıştı. 1977 yılında Hacettepe Üniversitesi sanat tarihi bölümünden mezun oldu. Aynı yıl "Baskın" ve ardından "Halı Türküsü" adlı belgesel filmleri yönetti. 1980 yılında ilk uzun metrajlı filmi başrollerinde Nur Sürer ve Fikret Hakan'ın oynadığı "Bir Günün Hikayesi"ni çekti ve bu film 1982 Antalya Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülüne layık görüldü.
Kariyerinde dönüm noktası olan "Çiçek Abbas", "14 Numara", "Çirkinler de Sever", "Berlin in Berlin" gibi ödüllü filmleri yönetti. Bu arada reklam filmleri ve müzik klipleri de yöneten Sinan Çetin, bireysel eleştirisini dile getirdiği "Propaganda", "Komiser Şekspir" gibi liberteryen filmler ile büyük bir gişe hasılatı sağladı.
Çetin, 2000’li yılların başında Karl Popper, Ayn Rand, Milton Friedman, Robert Mckee ve Arthur Koestler gibi isimlerin eserlerinin Türkçe tercümelerini neşretti. Yayın evi yaklaşık 50 kitap yayımladıktan sonra faaliyetlerine son verdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8897",
"len_data": 1858,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.47
}
|
Nesli Çölgeçen (d. 1955, Manisa), sinema yönetmeni, senarist, belgesel film yönetmeni.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulunu 1976 yılında bitirdikten sonra film üretiminde çalışmaya başladı. 1979 yılında yönetmenliğe belgeseller ile başladı. İlk belgesel filmi 30 dakikalık Çatı'yı 1980 yılında çekti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8898",
"len_data": 337,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.27
}
|
İsmail Metin Erksan (1 Ocak 1929, Çanakkale - 4 Ağustos 2012, İstanbul), Türk film yönetmeni, senarist, öğretim görevlisi, Onursal Profesör.
Hayatı.
Soyu Nafi Baba Alevi Bektaşi Tekkesine dayanır. Pertevniyal Lisesinde okumuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin Sanat Tarihi Bölümü'nden mezun oldu. 1947'den başlayarak çeşitli dergi ve gazetelerde sinema yazıları yazdı. Üniversite yıllarında sinemayla ilgilenen Erksan, 1950'de Atlas Film için Yusuf Ziya Ortaç'ın "Binnaz" adlı oyununu sinemaya uyarlayarak sektöre adım attı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'nden 1952'de mezun olan Erksan, aynı yıl "Dünya" gazetesinde film eleştirileri yazdı. 1952'de senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun yazdığı "Karanlık Dünya" (diğer ismiyle "Âşık Veysel'in Hayatı"), ilk filmi oldu. "Dünya Havacıları Türkiye'de" (1958), "Büyük Menderes Vadisi" (1959) adlı iki belgesel film yaptı.
Edebiyat uyarlamalarına yönelerek kırsal kesim insanlarının sorunlarını işlediği filmlerle başarı kazandı. "Susuz Yaz", 1964 Berlin Film Şenliği'nde Altın Ayı Büyük Ödülü'nü, "Yılanların Öcü" (1961), 1966 Kartaca Film Festivali'nde birincilik kazandı. "Kuyu" filmi (1968) 1. Adana Film Şenliği'nde birinci oldu. Halit Refiğ ile birlikte "Ulusal Sinema" anlayışının temsilcisi oldu.
1970 yılından sonra ticari filmler yönetti. 1974-1975'te TV için çağdaş beş Türk öyküsünü ("Sabahattin Ali'nin "Hanende Melek", Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Geçmiş Zaman Elbiseleri", Samet Ağaoğlu'nun "Bir İntihar", Sait Faik Abasıyanık'ın Müthiş Bir Tren" "ve Kenan Hulusi Koray'ın "Sazlık"") kısa metrajlı filmler durumuna getirdi.
İDGSA İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Sinema-TV Enstitüsünde, sonradan Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Bölümü adını alan okulda öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ayrıca İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde ve Işık Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümünde dersler verdi. Tarih, sinema ve edebiyat eserlerinden oluşan 10 bin kitaplık arşivini Işık Üniversitesine bağışladı.
2004'te Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in elinden aldı.
Ölümü.
Metin Erksan, 4 Ağustos 2012 tarihinde böbrek yetmezliği sebebiyle Medical Park Hastanesinde 83 yaşında öldü. Boğaziçi Üniversitesi Kampüsü içinde yer alan Nafi Baba Türbesi'ndeki aile mezarlığına defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8900",
"len_data": 2354,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.28
}
|
Muhsin Ertuğrul (28 Şubat 1892, İstanbul - 29 Nisan 1979, İzmir), Türk tiyatro sanatçısı, yönetmen, oyuncu ve yapımcı.
Türk tiyatrosunun batılı anlamda kurucusu olarak kabul edilen Muhsin Ertuğrul, sinema alanında da Türkiye'de ilk önemli katkıları gerçekleştirmiş; 1922-1939 yılları arasında Türkiye'de film yapan tek kişi olmuştur.
Yaşam öyküsü.
1892 yılında İstanbul'da doğdu. İlkokulu Tefeyyüz Mektebi'nde okuduktan sonra Topbaşı Rüştiyesi'nde, Mercan İdadisi'nde okudu. Tefeyyüz Mektebi'nde okurken tiyatroya ilgi duydu ve aktör olmaya karar verdi. 1909'da Erenköy'deki Burhanettin Tiyatrosu'nda Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes oyununda 'Bob' rolüyle ilk kez sahneye çıktı. Bu toplulukla birçok oyunda rol aldı. Ailesi, sahneye çıkmasına karşı çıktığı için baba evinden ayrıldı ve tiyatro eğitimi için 1911'de Paris'e gitti. Orada Comédie Française ve birçok Rus tiyatro topluluğunun oyununu izledi.
1912'de İstanbul'a dönünce yönetmen ve oyuncu olarak çalışmaya başladı. İlk kez Shakespeare’in Hamlet oyununu sahneye koydu ve Hamlet rolünü oynadı. 1913'te Bursa'da "Millet Tiyatrosu" adıyla İsmail Galip Arcan, Behzad Butak ve Kemal Emin Bara ile kurduğu Yeni Turan Temsil Heyeti’nde çok sayıda yabancı oyunu sahneledi ve bu oyunlarda oynadı. Aynı yıl Şehzadebaşı'nda Ertuğrul Sineması'nı açtı. Burada film gösterileri yanı sıra "Karanlık İçinde Buse", "Fener Bekçileri" gibi oyunlar da sunuldu. Sinemada film öncesi kısa gösteriler sundu.
1913 sonunda karıştığı bir siyasi olay nedeniyle sınır dışı edilince tekrar Fransa’ya gitti. Paris konservatuvarına tüm uğraşmalarına karşın giremedi, ancak oradaki tiyatrolar ve sinema stüdyolarında gözlemler yaptı; Jacques Copeau ve Andre Antoine'ın "Odeon Tiyatrosu"’"ndaki" çalışmalarını izledi.
I. Dünya Savaşı yılları.
İstanbul'a döndüğünde “"Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları"” topluluğunu kuran sanatçı, 1914'te "Darülbedayi Osmani" adıyla kurulan (daha sonra İstanbul Şehir Tiyatroları adını alacak olan kurum) müzik ve tiyatro okulunun kuruluş çalışmalarında Reşat Rıdvan Bey ile André Antoine'a yardımcı oldu. Aynı yıl açılan sınavla Darülbedayi'ye öğrenci olarak giren sanatçı kısa süre sonra yardımcı öğretmen olarak atandı, 1915 yılında devamlı temsil kadrosuna atandı, çeşitli oyunlarda rol aldı. I. Dünya Savaşı başlayınca Darülbedayi, tiyatro okulu olmaktan çıkıp bir tiyatro topluluğuna dönüşmüştü. Bu sırada kurumdan izin alan Muhsin Ertuğrul Berlin'e gitti, sinema ve tiyatro incelemelerinde bulundu.
Berlin'e ilk gidişinde “"Karanlıkta Işık"” filminde rol alan Muhsin Ertuğrul, İstanbul'a dönüp Tahsin Nahit'in ""Bir Çiçek İki Böcek" adlı uyarlamasını, H. Kistemaeckers'ten uyarladığı "Uçurum"u ve Halit Fahri Ozansoy’un “"Baykuş"” piyesini sahneledi (1917). Baykuş piyesinde başrolde ihtiyar bir köylüyü oynayan Ertuğrul, henüz 25 yaşındaydı. Kısa bir süre sonra tekrar Berlin’e gitti ve “"Brenaien Düşesi"” filminde ihtilalci bir subay rolünü oynadı. Berlin'de kendi adına İstanbul Film adlı bir film şirketi kuran sanatçı, Üstat Film'in de ortağı ve yönetmeni oldu. "Samson", "Kara Lale Bayramı" ve "Şeytana Tapanlar" adlı filmleri çekti.
1918’de İstanbul’a döndü. Edebî Tiyatro Heyeti adında özel bir topluluk kurdu, Ramazan ayı boyunca temsiller verdiler. Kısa bir süre için Darülbedayi'de yeniden çalıştıysa da oyun seçimindeki anlaşmazlıklar ve yönetimdeki karışıklıklar nedeniyle kurumdan ayrıldı.
Kemal Film.
Muhsin Ertuğrul, 1921'de Darülbedayi'ye yönetmen olarak yeniden girdi. Ancak kurumda yönetim kurulunun ve diğer birimlerin sanatçılardan oluşması için girişimlerde bulununca kısa süre sonra arkadaşlarıyla birlikte işten çıkarıldı. Bu sırada sinema ile ilgilendi ve Türkiye'nin ilk özel film şirketi olan Kemal Film'in yerli film yapımına başlaması için yardımcı oldu. 1921-1924 yılları arasında bu şirket adına 6 film çekti. Türkiye'de çektiği ilk film, "İstanbul'da Bir Facia-i Aşk"" oldu. Kemal Film için çektiği filmler arasında Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk belgesel filmi kabul edilen “"Zafer Yolları"” da vardır. Ayrıca Halide Edip Adıvar’ın aynı adı taşıyan romanından uyarladığı "Ateşten Gömlek (film, 1923) ", Türk Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ilk film olarak sinema tarihine geçti. Bu filmde başrolü oynayan Neyyire Neyir ile evlendi.
Ferah Tiyatrosu.
Sanatçı, 1924-1925 tiyatro sezonunda tekrar ""Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları" adlı bir topluluk kurdu. Bu toplulukla İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda çeşitli oyunlar sahneye koydu. Türkiye’de ilk defa öğrenciler için indirimli matineler bu dönemde düzenlendi, tiyatro bilgisi veren ücretsiz broşürler dağıtıldı. Tiyatroda yerli yazarlara, takım oyunculuğuna, iş bölümüne önem verilen örnek bir çalışma düzeni gerçekleştirildi. Muhsin Ertuğrul, parasızlık yüzünden 5 ay sonra kapanmak zorunda kalan toplulukla bu süre içinde 23 oyun sahneledi.
Sovyetler Birliği ve Nazım Hikmet.
Muhsin Ertuğrul 1925 yılında tiyatrosu kapandıktan sonra Sovyetler Birliği’ne gitti, İstanbul'dan Sovyetler Birliği'ne dönerek Moskova'da tiyatro çalışmalarına başlamış olan Nâzım Hikmet'e katıldı. Onun sayesinde sinema dünyasından pek çok kişi ile tanışma ve çalışma fırsatı buldu. "Tamilla" (1925), "Spartaküs" (1926), "Beş Dakika" (1926) filmlerini çekti. Ayrıca Moskova'da bütün tiyatrolara girme izni alarak Stanislavski, Nemiroviç-Dançenko, Aleksandır Yakovleviç Tayrov, Vsevolod Meyerhold, Ayzenştayn ve Sergey Mihayloviç Tretyakov’la tanıştı; çalışmalarına katıldı.
Darülbedayi'de Sanat Yönetmenliği.
1927 Şubat'ında İstanbul’a dönen Muhsin Ertuğrul, Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın önerisiyle Darülbedayi’de sanat yönetmeni oldu. 1949'da Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne getirilinceye kadar sürdürdüğü çalışmalarla kuruma bir şehir tiyatrosu kimliği kazandırdı. Sahne çalışmalarını düzen altına alan yönetmelikler hazırladı ve uygulamaya koydu. 1928’de Darülbedayi sanatçılarıyla başarılı bir Kahire turnesi yaptı.
Bu dönemde İstanbul Şehir Tiyatrosunda Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Akın" piyesinde başrolde oynamış, Atatürk katıldığı bu prömiyerde Ertuğrul'un başarılı oyunundan etkilenerek ağlamıştır.
İpek Film.
Muhsin Ertuğrul, 1928'de Türkiye'nin ikinci büyük yapım şirketi olan İpek Film'in kurulmasına öncülük etti. "Ankara Postası"" adlı filmin büyük ticari başarı kazanmasının ardından İpek Film'de 1928-1941 arasında yönetmen olarak 20 film çekti. 10 yılı aşkın süre ile ülkenin tek film yapım şirketi olarak kalan şirket, çağdaş teknolojinin kullanımı için kendisine her türlü harcama yetkisini vermişti. Böylece Muhsin Ertuğrul, ilk sesli Türk filmlerini çekti; Mısır-Yunan iş birliğiyle 1931'de çekilen “"İstanbul Sokaklarında"” ve ertesi sene çektiği “"Bir Millet Uyanıyor", ilk sesli Türk filmleri oldu.
Nijat Özön, Ertuğrul'un sinemayla ilişkisini şöyle aktarır: "Muhsin Ertuğrul 50. sanat yılında, sineması için 'Bilseydim daha iyisini yapmaya çalışırdım' der.""
Tiyatro Meslek Okulu ve Darülbedayi Çocuk Tiyatrosu.
1931'de belediyeye bağlı bir tiyatro meslek okulu açılmasına öncülük etti. 1933 yılında İstanbul'a çağrılan Viyana Müzik ve Tiyatro Akademisi Başkanı Joseph Marx, Belediye Konservatuvarının öncüsü sayılabilecek bu okulu yeni baştan düzenledi ve Muhsin Ertuğrul bu kurumda dersler verdi.
Muhsin Ertuğrul, Moskova'da çocuk tiyatrosu üstüne incelemeler yaptıktan sonra 1935-1936 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Türkiye’deki ilk düzenli çocuk oyunlarını başlattı. Darülbedayi Çocuk Tiyatrosu ilk oyun olarak M. Kemal Küçük'ün düzenlediği "Çocuklara İlk Tiyatro Dersi" adlı yapıtı, ikinci oyun olarak yine M. Kemal Küçük'ün "Gülmeyen Çocuk" adlı oyununu, üçüncü olarak Afif Obay'ın "Fatmacık" adlı oyununu sahneledi.
Tiyatro alanında verdiği hizmetler nedeniyle 1932'de "Goethe Madalyası" ile ödüllendirildi.
1936'da kurulan Ankara Devlet Konservatuvarı’nda tiyatro öğretmeni olarak göreve başladıysa da konservatuvarın kurucusu Carl Ebert ile anlaşmazlığa düşerek 1938'de bu görevden ayrıldı. 1941'de yeniden konservatuvarda ders vermeye başladı. Aynı yıl eşiyle birlikte "Perde ve Sahne" adlı bir dergi çıkarmaya başlayan Muhsin Ertuğrul, eşini 1943 yılında kaybetti.
Devlet Tiyatrosu'nun Kuruluşu.
1947'de kurulmakta olan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünü yönetmek üzere Ankara Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi'nin başına getirilen Muhsin Ertuğrul, artık sinemadan uzaklaşmaya ve tiyatro alanında çalışmalarını yoğunlaştırmaya başladı. Çeşitli aralıklarla Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve İstanbul Şehir Tiyatroları Başrejisörlüğü görevini sürdürdü.
1947'de Ankara'da "Küçük Tiyatro", 1948'de "Büyük Tiyatro"'yu kurdu. "Bir Komiser Geldi" oyunundaki müfettiş rolüyle oyuncu olarak son kez sahnede görünen sanatçı, 1950’de Büyük Tiyatro’da balo yapılmasına karşı çıkınca Demokrat Parti iktidarının tepkisini çekti ve görevinden istifa etti. Sanatçı o yıl, Handan Ertuğrul ile ikinci evliliğini yaptı.
Devlet Tiyatrosu'ndan istifasının ardından Yapı Kredi Bankası'nın çağrısı üzerine İstanbul'a gitti; "Küçük Sahne'"yi kurup genç sanatçılarla oyunlar yönetti. 1953 yılında Türk sinemasının ilk renkli filmlerinden biri olan “"Halıcı Kız"”ı çekti. Büyük başarısızlıkla sonuçlanan bu film, Muhsin Ertuğrul'un son sinema çalışması oldu. 1954'te ikinci kez Devlet Tiyatrosu genel müdürlüğüne getirilince "Küçük Tiyatro" ve "Oda Tiyatrosu"'nu açtı (1955). İzmir ve Bursa'da Devlet Tiyatrosu, Adana'da şehir tiyatrosu açılmasında emeği geçti (1957). 1958'de görevinden alındı; İstanbul Şehir Tiyatrosu'na başyönetmen olarak atandı.
İstanbul Şehir Tiyatrosu Baş yönetmenliği.
Muhsin Ertuğrul, 1958-1966 yıllarında İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndaki baş yönetmenlik görevini sürdürdü. Bu dönemde çoğu yurt dışında eğitim görmüş yeni kuşak tiyatrocularla yeni bir dönem başlattı; "Üsküdar Tiyatrosu'"nu ve "Kadıköy Tiyatrosunu açtı (1960-61); Rumelihisar temsillerini başlattı; "Zeytinburnu Tiyatrosunu açtı (1965). 1964'te Türkiye'de ilk kez Brecht’in bir oyununu ve Shakespeare’in 400. doğum yıl dönümü nedeniyle beş sahnede beş Shakespeare oyununu sahneletti. Bu çalışmaları nedeniyle bazı eleştirilere hedef oldu. 1966’da İstanbul Belediye Meclisinin kararıyla başrejisörlük kadrosu kaldırıldı. Kamuoyunda, mecliste ve medyada büyük tepkilere yol açan "Muhsin Ertuğrul olayı", Türk tiyatrosuna indirilen bir darbe olarak yorumlandı.
Şehir Tiyatrosu'nda baş yönetmenlik kadrosunun kaldırılmasıyla açıkta kalan Muhsin Ertuğrul, Federal Almanya ve İspanya'daki tiyatro eğitim yöntemlerini incelemeye gitti. 1967'de LCC Tiyatro Okulu'nda sahne dersleri, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nde tiyatro eleştirisi dersleri verdi.
23 Aralık - 12 Ocak 1970 arasında 60. sanat yılını büyük programlarla kutlayan Muhsin Ertuğrul'a, 23 Ekim 1971'de Kültür Bakanı Talât Halman'ın çabasıyla Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sanatçıya verilen Devlet Kültür Armağanı takdim edildi. 1974 yılında 82 yaşındaki Muhsin Ertuğrul, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliğine atandı. Semt tiyatrosu, öğle tiyatrosu, gezici tiyatro gibi çeşitli uygulamalarla yeni bir tiyatro seferberliği başlattı; "Gültepe Tiyatrosu"'nu ve "Bayrampaşa Tiyatrosu'"nu açtı (1974-75), "Deneme Sahnesi'"ni kurdurdu. Ne var ki iç çekişmeler üzerine 1976'da görevi bıraktı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazılarını sürdürdü.
Ölümü.
Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul'a 23 Nisan 1979'da Ege Üniversitesince fahri doktor payesi verildi. Sanatçı, unvanını almak ve sanat yaşamının 70. yıl kutlamalarına katılmak üzere gittiği İzmir'de 29 Nisan günü kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Cenazesi, İstanbul'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Ayrıca bakınız.
Afife Tiyatro Ödülleri kapsamında, ödüllerin başlatıldığı 1997 yılından bu yana verilmekte olan özel ödüldür. Muhsin Ertuğrul anısına koyulan bu ödül, her sene yaşamı boyunca tiyatro dalında başarılı çizgisini sürdürmüş ya da tiyatro sanatına katkıda bulunmuş kişi açıklamasıyla verilir. Diğer özel ödüllerde olduğu gibi, bu ödülde de adaylık açıklanmaz. Bunun yerine, seçici kurul o sene ödüle layık görülen kişiyi, tüm özel ödül sahipleri ve diğer kategorilerdeki adaylarla birlikte, ödül töreni öncesinde açıklar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8901",
"len_data": 12071,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.52
}
|
Şerif Gören (, "Seríf Gkiorén"; 1 Temmuz 1944, İskeçe - 8 Aralık 2024, İstanbul), Türk film yönetmeni ve senarist.
Hayatı ve kariyeri.
Şerif Gören, 1 Temmuz 1944 tarihinde Yunanistan'ın İskeçe şehrinde doğdu. Çocukluğunun ilk yılları İskeçe'de geçti. 1956 yılında dönemin cumhurbaşkanı Celâl Bayar adına verilen bir bursu kazanarak Türkiye'ye geldi ve İstanbul Erkek Lisesi'nde okula başladı. Daha sonra bir tanıdık vasıtasıyla, Hürrem Erman'ın sahibi olduğu Erman Film Stüdyosu'nda kurgucu olarak iş buldu. Sinemayla ilişkisi 18 yaşında, 1962 yılındaki bu tesadüfle başladı.
Gören, 1966'dan itibaren Yılmaz Güney ile çalışmaya başladı. Bu dönemden itibaren Güney ile birlikte senaryo denemelerine başladı ve uzun bir süre Güney'in asistanı olarak çalıştı. 1970 yılında Yılmaz Güney'in çevirdiği "Canlı Hedef" filminde yardımcı yönetmenlik yaptı. 1971 yılında "İbret", "Kaçaklar", "Vurguncular" gibi Yılmaz Güney yapımı olan filmlerin yönetmenliğini üstlendi. Gören'in yönetmen olarak imza attığı ilk önemli film ise, 1974 yılında senaryosunu Yılmaz Güney'in yazdığı "Endişe" filmi oldu. Bu film 1975 yılında 12. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film seçildi ve Gören'e En İyi Yönetmen, Yılmaz Güney'e ise En İyi Senaryo ödülünü getirdi.
Daha sonraki yıllarda Gören; "Köprü" (1975), "Deprem" (1976) ve "Nehir" (1977) gibi filmler çekti. 1981 yılında çekilen, senaryosunu Yılmaz Güney'in hapishanede yazdığı ve Gören'in Güney ile birlikte, onun direktifleri doğrultusunda yönettiği "Yol" filmi, 1982'deki Cannes Film Festivali'nde "En İyi Film" seçilip Altın Palmiye kazandı ve bu ödülü kazanan ilk Türk filmi oldu. Tarık Akan, Şerif Sezer, Halil Ergün, Necmettin Çobanoğlu, Meral Orhonsay gibi önemli oyuncularla çalıştığı politik dram türündeki bu film, anlatımı ve konusuyla hâlen Türk sinemasının en önemli filmlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Gören, "Yol" filminden sonra yeni çalışmalar yaptı. Sinema hayatının son döneminde "Tomruk" (1982), "Derman" (1983), "Kurbağalar" (1985), "Yılanların Öcü" (1985), "Sen Türkülerini Söyle" (1986) gibi önemli filmler çekti. 1988'de çektiği "Polizei" ve 1990'da çektiği "Abuk Sabuk 1 Film" filmlerinin başrolünde Kemal Sunal vardı. 1993 yılında çektiği "Amerikalı" filminden sonra bir daha film çekmeyeceğini açıkladı. Neden olarak da bu filmin yeterince ilgi görmemesi olarak gösteren Gören, sinema dilinin toplumla uyuşmadığını belirtti.
"Amerikalı" filminden sonra sinemadan uzak kalsa da, son dönemlerde "Serseri Aşıklar" (2003), "Kırık Ayna" (2002-03) ve "Ahh İstanbul" (2006) adlı dizileri yönetti. 2008 yılında, babasına ithaf ettiği "İskeçe 1955" adlı bir kısa film çekti; ancak filmin tamamlanmasından kısa bir süre önce babasının vefat etmesiyle bu filmi babasına izletemedi.
Gören, 2011 yılında çektiği "Ay Büyürken Uyuyamam" filmiyle uzun bir aradan sonra sinemaya döndü. Senaryosunu da yazdığı bu film, kariyerinin son filmi oldu. Son filmi genel olarak olumsuz eleştiriler aldı ve beğenilmedi. Hatta bazılarınca 2011'in en kötü filmlerinden birisi olarak görüldü.
Şerif Gören'in yaşamı ve sineması, Ali Karadoğan'ın 2005 yılında Phoenix Yayınları'ndan çıkan "Film Çeviriyorum Abi: Şerif Gören Sinemasında Öykü Söylem ve Tematik Yapı" adlı kitabında incelendi.
Bir dönem Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin jüri başkanlığı yapan Gören, festivalin gitgide film şirketleri egemenliğine girdiği ve özgünlüğünü yitirdiği gerekçesiyle 2007 yılında bu görevinden istifa etti.
Sanat hayatı.
Şerif Gören, 1980 öncesi Türk sinemasını önemli ölçüde etkileyen, Metin Erksan ve Ömer Lütfü Akad'ın başlattığı, Yılmaz Güney'in ise altın çağını yaşattığı toplumsal gerçekçilik akımının ikinci kuşağını oluşturan başlıca yönetmenlerdendir. Kendisinin de her fırsatta dile getirdiği gibi, Yılmaz Güney ile olan dostlukları ve işbirlikleri sayesinde deneyimlerinden ve yaratıcılığından daha etkin bir şekilde yararlanma ve bunları çalışmalarında daha iyi bir şekilde kullanma fırsatı bulmuştur. Uzun bir süre boyunca Yılmaz Güney'in asistanlığını yapan Gören, bu süreçte Güney'den pek çok şey öğrenmiştir ve "Yol" filmiyle de bunu doruğa çıkarmıştır.
Gören, sinema sektöründe pek çok farklı işte çalışmıştır. Yönetmenlik çalışmalarının dışında senaryo, kurgu, post-prodüksiyon, müzik direktörlüğü ve oyunculuk deneyimleri de yaşamıştır.
Filmlerindeki karakterlerin genelde sistem tarafından yok edilmeye çalışılan ya da sisteme uyum sağlayamayan güçlü karakterler olması, Şerif Gören sinemasının en temel ve ayırıcı özelliklerinden biridir. Gören, sinemasında işlediği konuları kendi zamanındaki güncel sorunlardan alır. Kişinin yaşadığı dünya ile olan psikolojik savaşı, toplumdaki düzensizlikten kaynaklanan ağır yaşam koşulları, göçlerin sebep olduğu kimlik bunalımları ve kentleşmeden kaynaklanan yabancılık duygusu, Şerif Gören'in sıklıkla işlediği konular arasındadır. Gören, sinemanın sanatsal gücünü kullanarak alt tabakanın kendi içinde yaşadığı hayata eğilmiş ve pek çok yer altı hikâyesini sinemayı kullanarak gün yüzüne çıkartmıştır. Kent, göç, kimlik, var oluş ve gelenekler gibi ana temeller üzerinden eserler vermiştir.
Döneminin önde gelen oyuncuları ile çalışan Gören, genelde ara rollerde bulunan ve izleyicinin dikkat etmediği pek çok oyuncuya alışmışın dışında roller vererek izleyicinin dikkatini çekmiş, bu yönüyle de sinemasına oyuncu ve karakter zenginliği katmıştır.
Gören, dönemin teknik zorluklarına rağmen filmlerinde kullandığı efektler ile Türk sinemasına birçok yenilik katmıştır. Ayrıca 1977 yapımı "İstasyon" filminin çekimlerinde bir köpeğin, 1981 yapımı "Yol" filminin çekimlerinde ise bir atın gerçekten canlarına kıyılmıştır.
Ölümü.
22 Kasım 2024 tarihinde evinde bulunan merdivenden düşerek başını çarpması sonucu Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kaldırıldı ve entübe edildi. 8 Aralık 2024 tarihinde tedavi gördüğü hastanede 80 yaşında öldü. 9 Aralık 2024'te ilk olarak Beyoğlu Atlas Sinemasında anma töreni düzenlendi, daha sonra Hüseyin Ağa Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrası Kozlu Mezarlığına defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8902",
"len_data": 6017,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.42
}
|
Ömer Celâl Kavur (18 Haziran 1944, Ankara - 12 Mayıs 2005, İstanbul), Türk film yönetmeni, yapımcısı ve senaristtir.
Eğitimi.
1944'te Ankara'da orta üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğan Ömer Kavur, ilkokulu İstanbul Kızıltoprak'ta bitirdi. Orta okulu Robert Kolej'de, liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde okuduktan sonra üniversite eğitimi için Paris'e gitti. Conservatoire Libre du Cinéma Français'de sinema, Sorbonne Haute École du Journalisme'de gazetecilik okudu. Teknik-pratik sinema eğitimini Paris Üniversitesi'nde gerçekleştirdiği sinema tarihi yüksek lisansıyla bütünleyen Kavur, bu dönemde çektiği kısa filmlerle ilgi çekti ve çeşitli ödüller kazandı. Fransa yıllarında Alain Robbe-Grillet'nin yardımcılığını yapan Kavur, Türkiye'ye döndükten sonra "Boğaziçi Köprüsü" ile ilgili bir belgesel çekti.
Sinemaya girişi.
1974'te, bir teklifle Refik Halit Karay'ın aynı adlı eserinden uyarlama "Yatık Emine"'yi Necla Nazır'la filme çekti. Sansür baskısından kaçamamış, farklı ve başarılı bu ilk film, Kavur'un Türk sinemasındaki kendine özgü kariyerinin habercisi olduysa da sanatçı ikinci filmini çekebilmek için beş yıl beklemek durumunda kaldı.
1979'da çektiği "Yusuf ile Kenan," dönemin standart "toplumcu-gerçekçi" filmlerine alternatif oluşturan bir eserdi. Onat Kutlar ve Kavur'un etkileyici senaryosu üzerine kurulu, Kavur'un toplumun itilmişleri arasından çekip çıkardığı iki çocuğun hikâyesini yalın ve etkili bir sinema diliyle anlattığı bu eser uluslararası arenada da kabul gördü (Milan Film Festivali büyük ödülü).
Kavur'un üçüncü filmi, roman ve hikâye yazarı Firuzan’ın Kuşatma adlı öykü kitabındaki hikâyesinden aynı adla filme uyarladığı "Ah Güzel İstanbul'dur." Film "fahişe" rolünü kabul eden Müjde Ar'ı gündeme taşıyacak ve onun seksenlerde sürdüreceği parlak kariyerini başlatacaktı. Kavur, "Göl" filmiyle, daha sonra sıklıkla ele alacağı türden psikolojik motiflere eğilmeye başladı.
1985'te çektiği "Amansız Yol," Kavur'un sinemasının ana motiflerinden "yolculuk" temasının en belirgin olduğu ilk dönem filmidir. "Körebe" ise, "Göl"'e benzer psikolojik bir gerilimi ele alır.
1987'de ise Kavur'un ilk başyapıtı Venedik Film Festivali'nde ses getirdi: Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli"'ni Macit Koper ve Serra Yılmaz'ın da yer aldığı bir kadroyla sinemaya aktardı.Paris’te sinema eğitimi yaparken üç yıl bir otelde çalıştım, gece bekçiliği yaptım. Tabii Zebercet’in duygularıyla kendi duygularım arasında bir örtüşme söz konusu değil. Ama ben beklemek nedir, gelen müşteriyle ilgili tahminler kurmak nedir bilirdim. Hayal kurmanın ne olduğunu bilirdim. Yusuf beyin yazdığı ile benim düşündüklerim, duyumsadıklarım iyice örtüştü.Bir yıl sonra Kayaköy'de çektiği ve "yolculuk" temasına bu kez hem içsel hem de dışsal anlamda geri döndüğü "Gece Yolculuğu", Cannes Film Festivali'nde gösterilmiş ve beğenilmişti.
1991'de Orhan Pamuk'un "Kara Kitap" romanındaki öykülerden birinden hareketle çekilen "Gizli Yüz," Kavur'un ve Türk sinemasının başyapıtlarından biri kabul edilir. Kavur'un esrarlı, içe dönen yolculuk arayışının, yolculuğunun doruğu olan bu filmi, 1996'da Kavur'un "kendini tekrarladığı" eleştirilerini aldığı "Akrebin Yolculuğu" izledi. Bu film de Cannes Film Festivali'nin "Un certain regard" adlı bölümüne kabul edildi. Kavur'un sinema kariyeri bu filmden sonra durakladı.
2000'de "Melekler Evi", 2003'te "Karşılaşma" filmlerini yönetti.
Kavur, genellikle uluslararası yapımlar gerçekleştiren Alfa Film'in kurucusu ve sahibiydi. Uzun süre Lenfoma kanseri sebebiyle tedavi gören Ömer Kavur, 12 Mayıs 2005'te Teşvikiye'deki evinde öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8904",
"len_data": 3572,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.52
}
|
Tunç Okan ya da doğum adıyla Mehmet Celal Kulen (18 Ağustos 1942, İstanbul), Türk sinema yönetmeni, oyuncu ve diş hekimi.
Asıl adı Mehmet Celal Kulen'dir. Haydarpaşa Lisesi'nde okudu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nde eğitim gördü.
Sinema kariyeri.
Yassıada'da teğmen rütbesiyle diş hekimi olarak askerlik yaparken, Ses Dergisi'nin kapak yıldızı yarışmasına katılarak 1. oldu. Yarışmanın ardından ismini Tunç Okan olarak değiştirdi.
1965 yılında Ülkü Erakalın'ın yönettiği Veda Busesi filmiyle oyunculuğa adımını attı. Daha önce hiç oyunculuk deneyimi ve eğitimi olmadığı halde bu filmde Türkan Şoray ile başrol oynadı. 1966'da Hülya Koçyiğit ile birlikte, Memduh Ün'ün Vahşi Sevda filminde başrol oynadıktan sonra Türkiye'deki oyunculuk kariyerini bırakarak Almanya'ya gitti.
1974 yılında "Otobüs" filmiyle yönetmenliğe başladı. Türkiye'de uzun süre yasaklı kalan film pek çok uluslararası sinema festivalinde ödül kazandı. Okan'ın başrolünü, Björn Gedda ve Tuncel Kurtiz'le paylaştığı film uzun yıllar sonra, özel televizyon kanallarının yayına başlamasıyla Türk izleyiciler tarafından görülebildi.
Otobüs'ten 10 yıl sonra, 1984'te ikinci filmi Cumartesi Cumartesi'ni çekti. Onu 1992'de "Fikrimin İnce Gülü - Sarı Mercedes" ve 2013'te son filmi "Umut Üzümleri" izledi.
Tunç Okan, halen Fransa'nın Nice kentinde yaşamaktadır.
Ödülleri.
Otobüs filmiyle:
Fikrimin İnce Gülü filmiyle:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8905",
"len_data": 1409,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.19
}
|
Kazım Öz, (d. 1973, Tunceli), Kürt asıllı Türk sinema yönetmeni, senaryo yazarı.
Yıldız Teknik Üniversitesinde İnşaat Mühendisliği eğitimi gördü. Daha sonra Marmara Üniversitesi'nde Sinema Yüksek Lisans eğitimi gördü. 1992 yılında Teatra Jiyana Nu da bir süre yönetmen olarak çalıştı. Daha sonra Yapım 13&Mezopotamya Sinema'ın kurucularından biri oldu ve uzun yıllar orada çalıştı. Yönetmenliğin yanı sıra senaristlik ve yapımcılık da yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8906",
"len_data": 451,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.89
}
|
Ferzan Özpetek (d. 3 Şubat 1959, İstanbul), Türk-İtalyan yönetmen, senarist, yazardır.
Kariyeri.
1976 yılında İtalya'da önce Perugia Yabancılar Üniversitesi'ne giderek bir yıl boyunca İtalyanca öğrendikten sonra sinema eğitimi almak için Roma La Sapienza Üniversitesi'e geçiş yaptı. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra sanat tarihi, kostüm ve tiyatro yönetmenliği eğitimi için Accademia Navona ve Accademia d'Arte Drammatica okullarına giderek Silvio D'Amico'dan dersler aldı. Bu dönemde Julien Beck ile The Living Teather'ın Avrupa turnesinde çeşitli görevlerde çalıştıktan sonra, 1982 yılında Scusate il Ritardo filminde Massimo Troisi'nin, daha sonra sokak sanatçısı rolüyle de ilk oyunculuk deneyimini yaşadığı Son Contento filminde Maurizio Ponzi'nin yönetmen yardımcılığını üstlendi. Ferzan Özpetek, yönetmen yardımcısı olarak yaklaşık 15 yıl, Ricky Tognazzi, Lamberto Bava, Francesco Nuti, Sergio Citti, Giovanni Veronesi ve Marco Risi gibi farklı yönetmenlerle çalıştı.
Amerikalı şarkıcı Madonna, bir televizyon programına verdiği röportajda Ferzan Özpetek'in "bir dahi" olduğunu belirtti. Özpetek, 2009 yılında çektiği Serseri Mayınlar isimli filminin Los Angeles Film Festivali açılışındaki gösteriminden sonra John Travolta, Andy Garcia gibi isimlerden de tebrik almıştır.
Ferzan Özpetek, 2005 yılında gerçekleştirilen 42. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, oyuncular Hülya Koçyiğit, Zuhal Olcay, Aytaç Arman, Kenan Işık ve yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın bulunduğu kurula jüri başkanlığı yapmıştır. 2007 yılında ise 75. Venedik Film Festivali'nde jüri üyeliği yapmıştır.
Özel hayatı.
3 Şubat 1959'da İstanbul'da doğan Ferzan Özpetek, 2001 yılından itibaren birlikte olduğu sevgilisi Simone Pontesilli ile İtalya'da eşcinsel birlikteliklerin hukuki olarak tanınmasını sağlayan "medeni birliktelik yasası"nın Mayıs 2016 tarihinde mecliste kabul edilmesinden sonra evlendi. Özpetek, 2015 yılında yayınladığı kitabı Sen Benim Hayatımsın'ı Simone Pontesilli'ye adamıştı.
Filmleri.
15 yıl boyunca yaptığı yardımcı yönetmenlik görevinden sonra ilk defa 1997 yılında "Hamam" filminde yönetmenlik yaptı.
Hamam.
İspanya, İtalya ve Türkiye arasında bir ortak yapım olan ve yapımcılığını Maurizio Tedesco ile birlikte üstlendiği ilk filmi ‘Il Bagno Turco - Hamam’ eleştirmenler tarafından beğenildi ve hem İtalya’da hem de diğer ülkelerdeki festivallerde izlendi. 1997 yılının Mayıs ayında İtalyan sinema salonlarında gösterime giren Hamam filmi aynı zamanda Cannes Film Festivalinin bir bölümü olan Quinzaine des Réalisateurs'de yer aldı. 1996-1997 yıllarında düzenli olarak İtalyan sinema salonlarında gösterimde olan film, video kaset olarak çıktığı 1998 yılının Şubat ayına kadar (39 hafta) gösterimde kaldı. Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere 21 ülkeye filmin satışı yapıldı. Türkiye, Norveç, İsveç gibi ülkelerde gişe hasılat rekoru kırdı.
Harem Suare.
1999 yılında Tilde Corsi ve Gianni Romoli, Marie Gillain ve Alex Descas ile Ferzan Özpetek’in ikinci filmi Harem Suare’nin yapımcılığını üstlendiler. Hikayesini Gianni Romoli ile birlikte kaleme aldığı filmin konusu, yönetmenin doğduğu şehir İstanbul’da geçer ve Osmanlı İmparatoru Sultan Abdülhamit döneminde harem ağası Nadir ile sultanın en gözde cariyesi Safiye arasındaki aşk hikayesini anlatır. Film hem eleştirmenler hem de seyirci tarafından beğenildi ve aynı yıl Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard kategorisinde gösterime girdi. Ardından Londra Film Festivali ve Toronto Film Festivaline davet edildi.
Cahil Periler.
Stefano Accorsi ve Margherita Buy’ın başrollerini paylaştıkları, Ferzan Özpetek’in üçüncü filmi ‘Le Fate İgnoranti - Cahil Periler’, eleştirmenlerden aldığı övgüler ve elde ettiği gişe hasılatı ile 2001 sinema sezonunun en önemli filmi oldu. Film, 3 Globi d'Oro ve 4 Nastri d'Argento gibi ödüllerin sahibi oldu.
Karşı Pencere.
Giovanna Mezzogiorno, Massimo Girotti, Raoul Bova ve Filippo Nigro'nun başrollerini paylaştığı filmi ‘La Finestra di Fronte - Karşı Pencere’ de 2003 yılında uluslararası bir başarı elde etti. 5 David di Donatello, 4 Ciak d'Oro e 3 Globi d'Oro gibi ödüller alan filmin dağıtımını Amerika Birleşik Devletleri'nden Sony Classic üstlendi.
Kutsal Yürek.
2005 yılında yapımcılığını Gianni Romoli ve Tilde Corsi'nin üstlendiği, başrolde Barbara Bobulova'nın yer aldığı Ferzan Özpetek'in beşinci filmi Kutsal Yürek, 12 farklı dalda kazandığı David di Donatello ödülleri gibi başarılar elde etti.
Bir Ömür Yetmez.
Yönetmenin 2007 yılında gösterime giren filmi ‘Saturno Contro – ‘Bir Ömür Yetmez’, Stefano Accorsi ve Margherita Buy, Pierfrancesco Favino Serra Yılmaz, Ennio Fantastichini, Ambra Angiolini, Luca Argenter, Lunetta Savino Luigi Di Berti ve Isabella Ferrari gibi oyuncu kadrosunu bir araya getirdi. ‘Bir Ömür Yetmez’, uluslararası bir başarı elde etti ve çeşitli ödüller aldı. 64. Uluslararası Venedik Film Festivali'nin resmi jürisinde yer alan Ferzan Özpetek aynı yıl, İsabella Ferrari'nin oynadığı, İtalyan Kanser Araştırma Derneği ‘AIRC’ için bir reklam filmi çekti.
Ferzan Özpetek, ilk kez kendi senaryosu olmayan fakat Melania Gaia Mazzucco'nun büyük romanından sinemaya uyarlanan bir anonim film çekti. Gianni Romoli ve Tilde Corsi, Fandango'dan Domenico Procacci ile sanatsal işbirliği yaptığı, Isabella Ferrari ve Valerio Mastandrea'nın başrollerini paylaştığı ‘Un Giorno Perfetto – Mükemmel Bir Gün’ filmi, 65. Uluslararası Venedik Film Festivali’nde 3 milyon ciroluk gişe hasılatı elde etti.
Serseri Mayınlar.
Ferzan Özpetek, 2009 yılında Ivan Cotroneo ile birlikte kaleme aldığı, Riccardio Scamarcio, Alessandro Preziosi, Nicole Grimaudo, Ennio Fantastichini gibi önemli oyuncuların kadroda olduğu ‘Mine Vaganti – Serseri Mayınlar’ filminin çekimlerini Güney İtalya'nın Lecce şehrinde gerçekleştirdi. Bir aile komedisi olan Serseri Mayınlar 11 Şubat - 21 Şubat 2010 tarihlerinde 70. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Panorama bölümünde dünya gösterimini yaptı ve 2010 yılının Mart ayında İtalya’da sinema salonlarında vizyona girdi. Ferzan Özpetek bu filmin elde ettiği başarı sonucunda Lecce şehri tarafından fahri vatandaşlık ile ödüllendirildi.
4 Aralık – 12 Aralık 2008 tarihleri arasında Museum of Modern Art (MoMa) yönetmenin yedi filmi için özel gösterim organize etti.
2009 yılında İtalya’nın Aquilla kentinde meydana gelen depremin hatırasına hayata geçirilen ‘Molozların Altında 5 Yönetmen’ projesi için ‘Nonostante tutto è Pasqua – Her şeye Rağmen Paskalya’ isimli kısa metraj bir film çekti. Ferzan Özpetek bu filmini, şarkıcı olmak isteyen fakat depremde evinin yıkılmasıyla molozların altında kalarak ölen Allessandra Cora'ya adamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8907",
"len_data": 6661,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.32
}
|
Halit Refik Refiğ (5 Mart 1934, İzmir - 11 Ekim 2009, İstanbul), Türk sinema yönetmeni, senarist, yazar, öğretim görevlisi, onursal profesördür.
Hayatı.
1934'te İzmir'de dünyaya geldi. Annesiyle babasının aileleri 1913'te Balkan Savaşı sonrasında Selanik'ten İstanbul'a göç etmiştir. Halit Refiğ'in dedesinin adı Refik'tir. Halit Refiğ'in aile büyükleri Soyadı Kanunu çıkınca Halit Refiğ'in Refik dedesinin adındaki 'k' harfinin yerine 'ğ' harfini kullanırlar.
Halit Refiğ'in büyük amcalarından biri; Dişçi Ruhi Bey'dir. Ruhi Bey'in Taksim meydanındaki muayenehanesi Cumhuriyet öncesi siyasilerin toplanma yeridir. Dişçi Ruhi Bey'in kızı Celile Hanım'dır, torunu ise ünlü hikâyeci Tomris Uyar'dır.
İlk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesinde tamamladı. Robert Kolej Mühendislik Bölümünde okudu. Sinema alanında çalışma fırsatını şöyle anlatıyor: "O zamanlar Tünel (Beyoğlu) civarında Necip Erses adlı bir zatın “Ses Stüdyosu” vardı. Bu stüdyoda genelde yabancı filmlerin dublajı yapılıyordu ve çok az sayıda da bazı yerli filmlerin işleri yapılmaktaydı. Robert College'de mühendislik eğitimi görmekteyken 1952 yazında ben o stüdyoyu buldum, gittim ve dedim ki 'Ben bu stüdyoda çalışmak istiyorum ve hiçbir ücret talep etmiyorum.' Tabii ücretsiz çalışma teklifi olduğunda bu kolay kolay reddedilen bir şey değil. Beni işe aldılar. Bir yaz boyunca ben orada Türkiye'de sinemanın teknik altyapısını öğrenmeye çalıştım."
1953 yazında gittiği İngiltere'de sinema ilgisine devam ederken şu kararı alır: ""4 ay kaldığım İngiltere'de o zaman benim bu işe çekirdekten başlamamın tek çare olduğunu düşündüm. Eğitimden umudu kestim ve bir an önce Türkiye'ye dönüp askerliğimi yapıp doğrudan doğruya sinemada çalışma imkânı aramaya karar verdim."
2 yıllık okul bittikten sonra askerliğe başvurur, Eskişehir Polatlı'da Yedek Subay Topçu Okuluna alınır. İngilizce bilenlerden Kore'ye gitmek isteyenlerin müracaat etmeleri istenince gönüllü olur. Refiğ gönüllü olmasını "Çünkü bu bana çok merak ettiğim Doğu dünyasını görme imkânı da veriyordu." diye açıklıyor. 1954'te Kore'ye gittiğinde ateşkes imzalanmıştı. Bu sırada amatörce 8mm filmler çekti. O süreci sinemada kendini yetiştirme şansı olarak değerlendirir. Orada çektiği belge filmleri daha sonra oluşan Türk Film Arşivi'ne verir.
4 Şubat 1956'da Akis dergisinde ilk sinema yazısını yazar. Haftalık devam ettiği yazıları için Refiğ "Ukalalık seviyesi oldukça yüksek, oldukça yukarıdan atan bir ifade vardı. İlk yazılarımda, Akis'in diğer sayfalarında da büyük ölçüde olduğu gibi, imza yoktu ama ilgi uyandırmakta gecikmediler."" diyor.
1956'dan yönetmenliğe başladığı 1960'a kadar haftalık Akis dergisi, aylık Sinema dergisi, Yeni Sabah gazetesi ve Akşam gazetesinde sinema yazıları yazar. Nijat Özön, Giovanni Scognamillo ile arkadaşlığı başlar.
Atıf Yılmaz'ın "Yaşamak Hakkımdır" isimli filminin asistanlığını yaparak sinema alanındaki ilk çalışmasını gerçekleştirdi. 1960'ta ilk filmi olan “Yasak Aşk”ı çekti. 1963'te "Şehirdeki Yabancı", 1964'te "Gurbet Kuşları", "Haremde Dört Kadın" ve "Bir Türk'e Gönül Verdim" filmlerini çekti ve bu filmlerle Moskova, Yeni Delhi ve Sorrento Film Festivallerinde çeşitli ödüller kazandı. 1964 yılında Gurbet Kuşları ile Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü'nü aldı.
70'li yıllarda Türk sinemasının bunalıma girmesiyle televizyon filmlerine yöneldi. 1974'te Türkiye'de ilk defa İDGSA Film Arşivi tarafından başlatılan eğitim çalışmalarına katıldı ve Sinema Kursları'nda öğretmen olarak görev aldı. 1975'ten itibaren İDGSA Sinema-TV Enstitüsünde (sonradan Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Bölümü) öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı.
1975'te TRT Kurumu adına çektiği "Aşk-ı Memnu" ile TV dizilerine öncü oldu ve dikkatleri üzerine çekti. TRT'de danışman kurulunda görev aldı. TRT Kurumu adına 1981 yılında gerçekleştirdiği, Kemal Tahir'in aynı adlı romanından uyarladığı "Yorgun Savaşçı" adlı TV dizisinin yakıldığı ilan edildi. 1993'te HBB özel TV kanalı için Tunca Yönder, Kemal Tahir'in romanı Yorgun Savaşçı'yı yeniden dizi olarak çekince, TRT de rekabete kapıldı. Negatifleri yakılmadan önce videoya aktarılmış bir kopyası arşivden çıkarılarak Halit Refiğ'in çektiği dizi yayına sokuldu.
Halit Refiğ şöyle anlatmış: "Yorgun Savaşçı gibi bir olay... ortaya çıkması beş sene sürüyor: 1978-1983. Yapılmasına karar verilen tarih 14 Ekim 1978. Tamamlanıp kuruma teslim edilişi Nisan 1983. Evet. Ve yakıldığı hikâyesi on yıl konuşuluyor. 83'ten 93'e kadar. 93'te de iki tane Yorgun Savaşçı birden gösteriliyor. Birisi HBB televizyonunda yeniden yapılanı. Diğeri de aynı gün aynı saatte TRT'de. Nev'i şahsına münhasır bir olay."
1976'da ABD'de Wisconsin Üniversitesinde, 1984 yılında Ohio Denison Üniversitesinde eğitim çalışmalarına katıldı. Öğrencileri ile birlikte "The Intercessors", "In the Wilderness" adlı filmleri gerçekleştirdi. Olgunluk döneminde daha çok düşünsel yanı ağır basan ürünler verdi. "Teyzem", "Hanım", "Karılar Koğuşu", "İki Yabancı", "Köpekler Adası" gibi filmleriyle yurt içinde ve dışında birçok ödül kazandı. Yurt dışındaki festivallerde filmleri için özel bölümler ayrıldı, çeşitli konferans, seminer vb. toplantılara konuşmacı olarak katıldı. Yaşamı ve eserleri Ahmet Toklu'nun "Bir Yorgun Savaşçı Halit Refiğ" kitabına konu olmuştur. Ayrıca, hayatı ve filmleri üzerine detaylı söyleşilerin yer aldığı "Düşlerden Düşüncelere" adlı bir kitap vardır (İbrahim Türk, Kabalcı Yayınları, 2001).
Refiğ 2008'de katıldığı ""Yeşilçam'a Yeniden Bakmak" panelinde, son çektiği filmin, Nebil Özgentürk'ün "Türkiye'nin Hatıra Defteri" adlı belgesel dizisinin 2. bölümü için, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun eserinden hareketle çektiği 8,5 dakikalık "Zoraki Diplomat"" adlı kısa film olduğunu belirtmişti.
Safra kanalında tümör tedavisi gördüğü hastanede 11 Ekim 2009'da 75 yaşında İstanbul'da öldü. İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Refiğ, Türk sinemasının; Memduh Ün, Natuk Baytan, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez ve Osman F. Seden ile beraber çıkardığı en iyi ve en başarılı yönetmenlerinden biridir.
2024 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görüldü.
Ulusal Sinema kavgası.
Halit Refiğ 1965 sonrası "Ulusal Sinema" teorisini oluşturmaya çalışan, bu konuda örnek filmler yapan bir sinemacıdır. Arkadaşları Metin Erksan, Lütfi Akad, Duygu Sağıroğlu, Sami Şekeroğlu bu teori üzerine yazılar yazmış, tartışmalara katılmışlardır. O yıllarda tartışma daha çok Onat Kutlar'ın başında bulunduğu Sinematek ile olmuştur.
Refiğ 1968 tarihli Ulusal Sinema dergisinde tartışmaya şöyle değinmiş: ""'Türkiye'de bugüne kadar hiç film yapılmadı' demek iyi film yapmak için yeterli bir dayanak değildir. İnkârcılık iyi sanatın değil beceriksiz blöfçülüğün bir yoludur. Türkiye'de sinema üzerine düşünme sevdasında kişiler, bazı şeyleri yeniden keşfetmek, daha önce söylenenleri gereksiz tekrarlamak istemiyorlarsa bu alanda yaşadıkları ana kadar neler yapıldığını, nerelere varıldığını bilmek zorundadırlar. Türkiye'de sinema sanatını bugüne kadar en ileri götüren kişilerden biri Lütfi Akad, öbürü de Metin Erksan'dır. Ulusal Türk Sineması ancak onların ve belli başlı öbür sinemacıların eserlerinin tam bir araştırılması ve değerlendirilmesi yapılarak geliştirilebilir. Yoksa, Amerika'daki ustalar ne yaptı, Avrupa'daki gençler ne etti diyerek "bayıldım, bittim" hayranlık kasideleri döktürmekle hiçbir iş görülmez."
Bu teori üstüne hazırladığı kitap 1971 ve 2009'da yayımlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8908",
"len_data": 7453,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Yavuz Turgul (d. 5 Nisan 1946, İstanbul), Türk sinema filmi yönetmeni, senarist ve gazetecidir.
Senaryosunu yazdığı "Tosun Paşa, Davaro, Çiçek Abbas, Fahriye Abla, Züğürt Ağa" filmleri geniş kitlelerin beğenisini kazandı. 1984 yılında "Fahriye Abla" filmi ile yönetmenliğe baş"ladı." Karakter üzerine yoğunlaşan, Türkiye'nin geçirdiği değişimleri aktaran, mizahla hüznü bir arada barındıran filmler çekti. On yıl arayla çektiği Muhsin Bey (1986) ve Eşkıya (1996) filmlerinin gerek özellikleri gerek elde ettiği gişe başarısı, 1980 sonrasında izleyici kaybına uğrayan Türk sineması için bir umut olarak görüldü ve Türk sinemasının geleceğine ilişkin tartışmalar başlattı.
Yaşamı.
1946 yılında İstanbul'da doğdu. Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü'nde tamamladı. Uzun süre "Ses" dergisinde muhabir olarak çalıştı. Röportaj ve haberler nedeniyle gittiği film setlerinde gözlem yapma ve çeşitli yönetmenlerle tanışma fırsatı buldu. "Ses" dergisinin yazı işleri müdürü olarak görev yaptı.
1976'da Ertem Eğilmez'in desteğiyle Arzu Film'e senaryo yazmaya başladı. Arzu Film, genellikle İstanbul'un kenar semtlerinde geçen ve aynı oyuncu kadrosuna dayanan, halka sıcak gelen tiplemeleri ile ilgi gören komedi filmleri çekmekteydi. Turgul, bu anlayışa uygun olarak Tosun Paşa (1976), "Sultan" (1978), Hababam Sınıfı (1981) "Çiçek Abbas" (1982) filmlerinin senaryolarını yazdı.
Sinema sektörünün krize girmesi üzerine 1980 yılında reklam sektörüne metin yazarlığı da yapmaya başlayan Turgul, reklamcılık ile sinemacılığı birlikte yürüttü. Manajans firmasında yaratıcı yazarlığa kadar yükseldi. 1993 yılında buradan ayrılarak Jeffi Medina'yla birlikte Medina - Turgul adlı reklam ajansını kurdu.
Turgul, 1984 yılında Ahmet Muhip Dranas'ın "Fahriye Abla" şiirinin uyarlaması olan "Fahriye Abla" filmini çekti. Bu, yönetmenliğini üstlendiği ilk filmdi. 1985 yılında yönetmenliğini Nesli Çölgeçen'in yaptığı, başrolü Şener Şen'in üstlendiği Züğürt Ağa filminin senaryosunu yazdı. Turgul, bu filmden itibaren çektiği tüm filmlerde ve birkaçı hariç senaryosunu yazdığı tüm filmlerde başrolü Şener Şen'e verdi. 1986 yılında "Muhsin Bey", 1990 yılında Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni ve "Gölge Oyunu" filmlerini çekti.
1996 yılında "Eşkıya" filmini çekti. Eşkıya, Türk sinemasının o güne kadar en yüksek gişe hasılatı yapan filmi oldu ve sinema tarihi çalışmalarında birçok sinema yazarı ve akademisyen tarafından Eşkıya'sını Türk sinemasında bir dönemin başlangıcı olarak kabul edildi. Yurtiçinde ve yurt dışında birçok ödüle değer görülen Eşkiya, o yıl En İyi Yabancı Film dalında Türkiye'den Oscar'a aday gösterildi.
Turgul, 1999 yılında televizyon için İkinci Bahar adlı diziyi çekti. Dizi, Türk televizyonculuk tarihinin o güne kadar çekilmiş en iyi dizilerinden biri olarak değerlendirildi.
Senaristliğinin ve yönetmenliğini üslendiği "Gönül Yarası" adlı film 2005 yılında vizyona girdi ve Yabancı Film dalında Türkiye'den Oscar adayı olarak gösterildi.
Yönetmenliğini Ömer Vargı'nın yaptığı 2007 yapımı Kabadayı filminin senaryosunu yazdı. "Kabadayı" filmi 2007'de 36 hafta boyunca vizyonda kalarak 2.002.631 kişi tarafından izlendi.
2010 yılında vizyona giren Av Mevsimi filmini yönetti Av Mevsimi filmi, 2.116.192 seyirci ile büyük gişe hasılatı elde etti.
Ailesi.
1979 yılına oyuncu Itır Esen ile yaptığı evlilik 2006 yılında boşanma ile sonlandı. Turgul, bu evlilikten iki çocuk sahibidir.
Dış bağlantılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8910",
"len_data": 3449,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.35
}
|
Yeşim Ustaoğlu (18 Kasım 1960; Sarıkamış, Kars) Türk sinemacı, film yönetmeni, senarist, yapımcı.
Hayatı ve kariyeri.
Yeşim Ustaoğlu, Sarıkamış'ta dünyaya geldi. Babasının tayini nedeniyle 2 yaşındayken ailesiyle birlikte Trabzon'a taşındı ve çocukluğu burada geçti. Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini 1985 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde restorasyon alanında tamamladı. Bir dönem sanat dergilerinde sinema teorisi ve çağdaş sinema üzerine yazılar yazdı. 1985’te ilk kısa filmi "Bir Anı Yakalamak"ı çekti. Bu film, IFSAK 6. Uluslararası Kısa Film Festivali’nde başarı ve film ödülleri kazandı. 1986’da "Magnafantanga" adlı kısa filmi çekti. Bu film, bir yıl sonra Oberhausen 9. Uluslararası Çocuk Filmleri Festivali’nde yer aldı ve 6. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. Ustaoğlu, kısa film çalışmalarına devam etti ve 1990’da 35 mm formatında "Düet" adlı kısa filmi çekti. Bu film, 1991 Yunus Nadi Kısa Film Yarışması’nda birincilik ödülü getirdi. 1991’de yine 35 mm formatında "Otel" adlı filmi yaptı. "Otel", Paris Pompideu Modern Sanatlar Müzesi tarafından satın alındı ve 14. Akdeniz Montpellier Film Festivali’nde büyük ödül kazandı. Ayrıca bu film, 8. Hamburg No - Budget Kısa Film Festivali, 3. Sao Paulo (Brezilya) Kısa Film Festivali ve 2. Brüksel Akdeniz Film Festivali’nde gösterildi.
Yeşim Ustaoğlu, sinema kariyerine ödüllü kısa filmlerle başladıktan sonra ilk uzun metraj filmi "İz"'i 1994’te çekti. Bu film, İstanbul, Köln ve Nürnberg film festivallerinde en iyi film ödülleri aldı. 1999’da "Güneşe Yolculuk" filmini çekti. "Güneşe Yolculuk", Berlin Film Festivali’nde En İyi Avrupa Filmi – Mavi Melek ve Heinrick Böll Barış Ödülleri’ni kazandı. Ayrıca İstanbul Film Festivali ve Ankara Film Festivali gibi ulusal ve uluslararası festivallerde çok sayıda ödül aldı. 2003’te uzun metrajlı film ve belgesel yapımları gerçekleştirmek ve uluslararası projelere line prodüksiyon hizmeti sunmak amacıyla Ustaoğlu Film’i kurdu. 2004’te "Bulutları Beklerken" filmini çekti. Bu film, DAAD senaryo geliştirme bursu ile başlayan sürecini NHK Uluslararası Film Yapımcıları Ödülü, İstanbul Film Festivali Jüri Özel Ödülü ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülü gibi ödüllerle sürdürdü. 2006’da Selanik Film Festivali’nde “Crossroad – En İyi Proje Ödülü”nü alan "Pandora’nın Kutusu" adlı filmi 2008’de tamamladı. Film, San Sebastián Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film “Altın İstiridye” ve En İyi Kadın Oyuncu “Gümüş İstiridye” ödüllerini kazandı. Ayrıca birçok uluslararası festivalde ödüller aldı ve çeşitli ülkelerde vizyona girdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8911",
"len_data": 2608,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.41
}
|
Atıf Yılmaz Batıbeki (9 Aralık 1926, Mersin - 5 Mayıs 2006, İstanbul) Türk film yönetmeni, yapımcı, senarist ve akademisyendir.
Ailesi.
Elazığ'ın Palu ilçesinden göçmüş Kürt bir ailenin üyesi olarak Mersin'de doğdu. Ortaokulda kendisine "Rejisör" lakabı takılmasını "Mersin ortaokulunun ikinci sınıfındayım. Kim hangi nedenle uygun gördü hatırlamıyorum şimdi. Bana 'rejisör' lakabı takıldı. Herhalde sınıfta bir Yılmaz daha vardı. Ondan ayırmak için olmalı. Ama hâlâ kendime sorarım. Neden rejisör? Bana bu ismi yakıştıran arkadaş, şimdi ünlü bir falcı olmalı. Bu lakabın meslek seçimimde önemli bir payı olmuştur sanırım." diye anlattı.
Eğitimi ve mesleği.
Liseye İstanbul Işık Lisesi'nde yatılı olarak başladı, ardından Adana Erkek Lisesi'ne kaydoldu. Mersin'den Adana'ya okulu için yarım dönem her gün trenle gidip geldi. İstanbul Kabataş Lisesi'nde ve kısa bir süre Haydarpaşa Lisesi'nde okudu. Mersin'de lise açılmasıyla birlikte şehre geri döndü, Mersin Lisesi'ni bitirdi. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde ve İDGSA İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde bir süre eğitim aldı.
1951 yılında "Kanlı Feryat" filmi ile yönetmenliğe başlamadan önce iki kez yardımcı yönetmenlik ve ayrıca film eleştirmenliği ve senaryo yazarlığı da yaptı. Orhan Günşiray'la birlikte Yerli Film adındaki prodüksiyon firmasını kurduktan sonra film çalışmalarına hız veren Yılmaz, çeşitli sinema derneklerinde ve sendikalarında da görev aldı. Yerli Film kapandıktan sonra 1980'de Ömer Kavur ve Yavuz Özkan ile birlikte ADAF'ı kuran Yılmaz, bu şirket dağıldıktan sonra, kendi adına Yeşilçam Filmcilik yapımevini açtı. Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Aktif olduğu dönem boyunca 110'dan fazla film yönetti. 2004 yılında gösterime giren "Eğreti Gelin" filmi yönettiği son film oldu.
Özel hayatı ve ölümü.
Atıf Yılmaz'ın üç evliliği oldu. Oyuncu Nurhan Nur ve senarist Ayşe Şasa'dan sonra oyuncu Deniz Türkali ile Türkan Şoray'ın da şahit olduğu bir nikâhla 1974'te evlendi.
5 Mayıs 2006 akşamı İstanbul'daki evinde mide kanserinden öldü.
Filmografisi.
Tabloda Atıf Yılmaz'ın yönettiği, senaryosunu yazdığı ve yapımcılığını yaptığı filmler gösterildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8912",
"len_data": 2199,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.29
}
|
Derviş Zaimağaoğlu (d. 1964), Kıbrıs Türkü film yönetmeni ve yapımcısıdır.
Hayatı.
Boğaziçi Üniversitesinde işletme okumuş (1988), Birleşik Krallık Warwick Üniversitesinde "kültürel çalışmalar" dalında master yapmıştır (1994). Zaim, İstanbul'da yaşamakta ve çeşitli üniversitelerde sinema konusunda ders vermektedir.
Kariyeri.
Edebi kariyeri.
TV yönetmenliği ve yazarlığı deneyimine sahip olan Derviş Zaim'in yayımlanmış bir romanı (Ares "Harikalar Diyarında" (1995)), bulunmaktadır. İlk filmi olan "Tabutta Rövaşata (1996)" ile yurt içinde ve yurt dışında birçok ödül kazanmıştır. 1995'te ilk romanı "Ares Harikalar Diyarında" ile Türkiye'de Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı.
Yönetmenlik.
"Cenneti Beklerken", yönetmenin planladığı bir üçlemenin ilk filmidir. Geleneksel el sanatlarını temel aldığı bu üçlemede Derviş Zaim, bu sanatların çekim estetiğini sinema estetiği ile harmanlamaya çalışmaktadır. "Nokta" filmi ise üçlemenin ikinci filmidir. Ancak Derviş Zaim film çalışmalarına 1991'de deneysel filmi "Kamerayı As" ile başlamış, ardından bir TV belgeseli olan "Caminin Etrafındaki Taş"ı yönetmiştir. Derviş Zaim, ayrıca Londra’da Hollywood Film Enstitüsü tarafından organize edilen bağımsız film yapımcılığı ile ilgili bir kursa katılmıştır.
1992 ve 1995 yılları arasında TV yönetmenliği ve yazarlığı yapan Derviş Zaim, birçok televizyon programı da yönetti.
Derviş Zaim’in uzun metrajlı filmleri ve belgeselleri birçok ödülle döndüğü yerli ve uluslararası film festivallerinde gösterildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8913",
"len_data": 1498,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.39
}
|
Mevduat, bankalara ve benzeri kredi kurumlarına istenildiğinde ya da belli bir vade ya da ihbar süresi sonunda çekilmek üzere yatırılan paraya denir. Mevduatın izlendiği hesaplara yerine veya türüne göre, "mevduat hesapları", "alacaklı câri hesaplar", "küçük câri hesaplar" gibi adlar verilmektedir. Aynı zamanda "altın vadeli hesabı" gibi hesaplar da bulunmaktadır. Mevduat hesapları banka için borç olduğundan, pasifte gösterilir.
Mevduat yalnızca belli bir paranın hesaba nakit olarak yatırılması suretiyle yapılmaz; başka bir hesaba keşide edilen çekin alacak kaydı, herhangi bir hesaptan aktarma yapılması, havale kabul edilmesi gibi nakit hareketi gerekmeden de mevduat oluşturulabilir.
Vadeler.
Mevduat, vade yönünden üçe ayrılır:
Günlük ve aylık faiz arasındaki fark nedir?
Kimi mevduat hesapları 32 günlük zaman diliminden başlayan bir biçimde vade kapsamına alınarak faiz olanağından faydalanabilmektedir. Kimisi ise günlük olarak faiz almakta ve fark vadeli hesaba yansıtılmaktadır. Günlük faizin işlediği sistemlerdeki mevduat hesaplarına daha çok birikimli mevduat hesabı denmektedir. Daha az kazandırsa dahi vade sorunu olmadığı için para her an işleme alınabilmektedir. Bu türdeki farklılıkları görmek için var olan hesaplama formüllerini çevrimiçi hizmet veren bazı sitelerden edinmek mümkündür.
İşlevleri.
Mevduat, ticaret bankalarının en önemli kaynağıdır. Bu bankalar halktan topladıkları küçük tutarda paraları firmalara kredi olarak vermek, şirketler kurmak, bunların sermayelerine katılmak gibi yollardan ekonomiye aktarırlar. Böylelikle büyük fonları yönetmek durumunda olduklarından, hükûmetler, mevduatın sahiplerine zamanında geri verilebilmesini sağlamak üzere, mevduat kabul edilmesini izne bağlamışlar ve bankaların faaliyetlerine müdahale ederek bunların belirli kurullara uymalarını zorunlu kılmışlardır.
Düzenlemeler.
Mevduat türleri.
Bankalarımız, mevduatı hesaplarında "resmi", "ticari", "tasarruf", "bankalar" ve "diğer mevduat" grupları altında ve ayrıca vadeli-vadesiz olarak tasnif etmek zorundadırlar. Bu tasnif, mevduat türlerinin tabi oldukları farklı hükümlerin uygulanabilmesi ve istatistik açılarından yapılır. Bunlara ek olarak Altın Vadeli Hesabı, Birikim Hesabı gibi türler de mevcuttur.
Mevduatı çekme hakkı.
Bankalar Kanunumuza göre, mevduat sahiplerinin mevduatlarını diledikleri anda çekme hakları -rehin ve alacağın temliki hükümleri, diğer yasaların verdiği yetkiler ve koyduğu yükümlülükler saklı kalmak üzere- hiçbir şekilde kayıtlandırılamaz, sınırlandırılamaz. Ancak banka ile mudi arasında belli bir vade kararlaştırılmış ise, banka kabul ettiği takdirde bu hesaptan para çekilebilir.
Mevduat kabul etme yetkililer.
Memleketimizde mevduat, Bankalar Kanununa ve özel yasalarına göre mevduat kabulüne yetkili bankalar ve kuruluşlar tarafından kabul edilebilir.
Bankalar dışında, bugüne kadar uygulaması görülmemiş olmakla birlikte, izin almaları kaydıyla tarım kredi kooperatifleri ile bunların birlikleri mevduat toplayabilirler. PTT de posta çeki hesabı ile mevduat hakkına sahiptir. Diğer taraftan resmi ve özel daire ve kuruluşlar ile ortalıklar nezdinde, buralarda çalışanlar tarafından, emeklilik, sağlık ve yardımlaşma amacıyle kurulan sandıklar izin almaksızın yalnızca kendi üyelerinden mevduat kabul edebilirler.
Zaman aşımı.
Mevduat hesapları, son istem veya işlem tarihinden itibaren on yıl geçtiği halde sahiplerince aranmamış ise faizleri ile birlikte Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu emrine Merkez Bankasına devredilir.
Sözleşme tipleri.
Mevduat, türüne veya vadesine göre hukuki açıdan belli sözleşme tiplerine girer. Vadesiz mevduat, Borçlar Kanunumuzun "vedia sözleşmesi"nin "usulsüz tevdi" tipine girer. Vadesiz hesap banka ile müşteri arasında cari hesap sözleşmesi yapılarak açılmış ise, bu takdirde cari hesap söz konusudur. Hukuken cari hesabın borçlu veya alacaklı bakiye vermesi mümkün olmakla birlikte, bankacılığımızda geleneksel şekilde mevduat alacaklı cari hesap adıyla ve yalnızca alacak bakiyesi vermek üzere çalıştırılmaktadır. Vadeli veya ihbarlı mevduat Borçlar Kanunumuzdaki "karz" sözleşmesi ile açıklanabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8916",
"len_data": 4101,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.56
}
|
Foucault ismi aşağıdaki maddelerle ilgilidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8920",
"len_data": 45,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 2.55
}
|
Captain sınıfı, Kraliyet Donanması'nda fırkateyn olarak hizmet eden Amerikan yapımı refakat muhribi. Lend-Lease ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından 32 Evarts sınıfı ile 46 Buckley sınıfı olmak üzere toplam 78 refakat muhribi Kraliyet Donanması'na ödünç verilmiştir.
Evarts sınıfı.
1943 ile 1944 yılları arasında Massachusetts eyaleti Boston kentindeki Boston Donanma Tersanesi'nde inşa edilen 32 adet Amerikan Evarts sınıfı refakat muhribi (DE-Destroyer Escort) ödünç verme (Lend-Lease) programı dahilinde Birleşik Krallık'a transfer edildi. İlk grup Captain sınıfı fırkateynler olarak tanımlanan gemilerin silah donanımı Amerikan Evarts sınıfı muhriplerden farklıdır. II. Dünya Savaşı sonunda altı adet gemi hariç diğer tüm fırkateynler Amerikan Donanması'na geri döndü. Tekrar refakat muhribi (DE) tanımlaması alan teknelerin bir kısmına Amerikan isimleri de verilmişti.
Kraliyet Donanması'na transfer edilen ilk parti Captain sınıfı fırkateynler aşağıdaki gibidir:
Buckley sınıfı.
Kraliyet Donanması'na transfer edilen ikinci parti Captain sınıfı fırkateynler aşağıdaki gibidir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8922",
"len_data": 1088,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Kapital şu anlamlara gelebilir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8929",
"len_data": 31,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 1.27
}
|
İstatistik veya sayım bilimi, belirli bir amaç için veri toplama, tablo ve grafiklerle özetleme, sonuçları yorumlama, sonuçların güven derecelerini açıklama, örneklerden elde edilen sonuçları kitle için genelleme, özellikler arasındaki ilişkiyi araştırma, çeşitli konularda geleceğe ilişkin tahmin yapma, deney düzenleme ve gözlem ilkelerini kapsayan bir bilimdir.
Belirli bir amaç için verilerin toplanması, sınıflandırılması, çözümlenmesi ve sonuçlarının yorumlanması esasına dayanır. Bu çerçevede yapılan işlemlerin tümüne sayımlama denir.
İstatistik doğa bilimlerinden sosyal bilimlere kadar geniş bir alanda uygulanabilmektedir. Aynı zamanda iş dünyası ve hükûmetle ilişkili tüm alanlarda karar almak amacıyla kullanılır. "İstatistik" yukarıdaki anlamıyla tekildir. Sözcüğün çoğul anlamı, "sistemli bir şekilde toplanan sayısal bilgiler"dir. Örnek olarak nüfus istatistikleri, çevre istatistikleri, spor istatistikleri, millî eğitim istatistikleri verilebilir.
İstatistiği öğrenmedeki amaç, bir araştırmada, elde edilen verilerin hangi istatistiksel yöntemler kullanılarak yorumlanacağını bilmektir.
İstatistiksel yöntemler, toplanmış verilerin özetlenmesi veya açıklanması amacıyla kullanılır. Bu tür bir yaklaşım betimsel istatistik adını alır. Buna ek olarak verilerdeki örtüşmelerin (kalıplar veya örüntüler), gözlemlerdeki rassallığı ve belirsizliği göze alacak şekilde, üzerinde çalışılan anakütle veya süreç hakkında sonuç çıkarma amacıyla modellenmesi, çıkarımsal istatistik adını alır. Hem betimsel istatistik hem de tahminsel istatistik, uygulamalı istatistiğin parçaları olarak sayılabilir. Matematiksel istatistik adı verilen disiplin ise konunun teorik matematiksel altyapısını inceleyen disiplindir.
İstatistiğin diğer bölümlerle olan ilişkilerinden doğan kavramlar şu şekilde gösterilebilir:
Ekonomi+İstatistik = Ekonometri, Psikoloji+İstatistik = Psikometri, Tıp+İstatistik = Biyoistatistik, Sosyoloji+İstatistik = Sosyometri, Tarih+İstatistik=Kliometri.
İstatistiğin tarihçesi.
İstatistik kelimesi Modern Latincedeki "statisticum collegium" (devlet konseyi) ve İtalyancadaki "statista" (devlet adamı, politikacı) kelimelerinden türemiştir. Kelime ilk olarak Almancada Gottfried Achenwall tarafından devlete ait verilerin sunulduğu "Statistik" (1749) adlı eserde devlet bilimi anlamında kullanılmıştır. Bu tanımı içeren İngilizce terim ise o dönemde "political arithmetic" (siyasi aritmetik) olarak geçmekteydi. İstatistik kelimesi veri toplama ve sınıflandırma anlamını ise yaklaşık olarak 19. yüzyılın başlarında kazandı. Terim İngilizceye Sir John Sinclair tarafından aktarıldı.
"Statistik" adlı eserin temel amacı hükûmet tarafından ve yönetimsel organlar tarafından kullanılacak veriler sunmaktı. Eyaletler ve yerel bölgeler hakkında bilgi toplama işi ulusal ve uluslararası istatistik kurumları tarafından sürdürülmektedir. Daha dar anlamda nüfus hakkında düzenli bilgiler ise nüfus sayımları ile elde edilir.20. yüzyıl boyunca kamu sağlığı ile ilgili konularda (epidemiyoloji, biyoistatistik), ekonomik ve sosyal (işsizlik, ekonometri gibi) alanlarda daha titiz araçlara ihtiyaç duyulması istatistiksel uygulamalarda ilerlemeyi zorunlu kılmıştır. Bu ihtiyaç özellikle I. Dünya Savaşı sonucu gelişen, nüfusları hakkında derin bilgi sahibi olmak isteyen refah devletlerinde daha belirgin olmuştur. Bu anlamda "toplum yönetimi adına bilgi toplama isteği" filozof Michel Foucault tarafından biyogüç olarak nitelendirilmiştir, bu terim daha sonra pek çok yazar tarafından da kullanılmıştır.
İstatistiğin matematiksel temelleri Pierre Fermat ve Blaise Pascal'ın 1654 yılına kadar giden olasılık kuramı hakkındaki yazışmalarına dayanır. Christiaan Huygens (1657) konunun bilinen ilk bilimsel uygulamasını sunmuştur.
Jakob Bernoulli'nin "Ars Conjectandi" (posthumous, 1713) ve Abraham de Moivre'nin Doctrine of Chances (1718) adlı eserleri konuya matematiğin bir dalı olarak yaklaşmıştır.
Hata teorisi Roger Cotes'nin "Opera Miscellanea" (posthumous, 1722) adlı eserine dayanır, fakat teorinin gözlem hatalarına uygulanmasının ilk örneği Thomas Simpson tarafından 1755'te yazılan (basım: 1756) bir bildiride bulunur. Bu bildirinin 1757 yılındaki tekrar basımı pozitif ve negatif hataların eşit derecede olasılıklı olduğu aksiyomunu kabul ederken, bütün hataları içinde bulunduracağını varsayabileceğimiz belirli tanımlanabilir limitlerin varlığından söz ederek "sürekli hatalar"ı ve bir olasılık eğrisini sunar.
Pierre-Simon Laplace, olasılık teorisinin ilkelerine dayanarak gözlem kombinasyonları için bir kural geliştirmeye çalıştı (1774). Hata olasılıkları kanununu bir eğri ile gösterdi.
Quetelett; biyoloji, tıp ve sosyoloji'de istatistik metotlarını kullanmıştır.
Galton; kalıtım, varyasyon, regresyon ve korelasyon konularını incelemiştir.
Pearson ve Fisher biyoistatiksel genetik ve populasyon genetiği alanında çalışmışlardır.
Kavramsal Bakış.
İstatistiğin bilimsel, endüstriyel veya toplumsal bir probleme uygulanmasında önce üzerinde çalışılan süreç veya anakütle ele alınır. Bu anakütle bir ülkedeki insanların nüfusu, kayadaki kristal miktarı veya belirli bir fabrikanın belirli bir dönemde ürettiği mallar olabilir. Bunun yerine farklı zamanlarda gözlenen bir süreç de olabilir; bu şekilde toplanan veri zaman serisi adını alır.
Pratik nedenlerden ötürü, bütün bir anakütle hakkında veri toplamak yerine genelde anakütleden seçilen bir altküme (örnek veya örneklem) üzerinde çalışılır. Örnek hakkındaki veri deney veya gözlem yoluyla elde edilir. Bundan sonra veri istatistiksel analize tâbi tutulur. Bunun iki amacı vardır: açıklama (betimleme) ve sonuç çıkartma.
Burada özellikle korelasyon konusu ele almaya değerdir. Bir veri kümesinin analizi iki değişkenin beraber hareket ettiğini (yani ele alınan ana kütlenin iki özelliğinin benzerlik gösterdiğini) ortaya çıkarabilir. Örneğin yıllık gelirle yaşam süresini ele alan bir çalışma fakir insanların varlıklı insanlardan daha kısa bir yaşam süresine sahip olduğunu bulabilir. Burada gelirle yaşam süresi arasında bir korelasyon olduğu söylenebilir. Fakat buradan asla gelir yaşam süresinin sebebidir veya sonucudur anlamı çıkarılmamalıdır.
Eğer örneklem, anakütleyi temsil etme yeterliliğine sahipse, örnekten elde edilen sonuçlar ve çıkarımlar bir bütün olarak anakütle hakkında bilgi verebilir. Burada asıl problem seçilen örneklemin anakütleyi temsil kabiliyetine sahip olup olmamasıdır. İstatistik, örneklemde ve veri toplama sürecinde ortaya çıkan hataları gideren, örneklemin rassal olmasını sağlayan araçlar sunar. Aynı zamanda güvenilir deneysel sonuçların elde edilmesini sağlayan yöntemler de sunar.
Bu şekilde bir rassallığın anlaşılmasını sağlayan temel matematiksel kavram olasılıktır. Matematiksel İstatistik (İstatistik kuramı), İstatistiğin Matematiksel altyapısını incelemek için Olasılık kuramı ve Matematiksel Analizden faydalanan Uygulamalı Matematik dalıdır.
İstatistiksel yöntemler.
Deneye ve gözleme dayalı çalışmalar.
İstatistiksel araştırmaların ortak amaçlarından biri nedenselliği incelemek ve özelde tahmin edicilerdeki veya bağımsız değişkenlerdeki bir değişimin bağımlı değişken üzerindeki etkisini incelemektir. Nedenselliği ele alan temelde iki tür istatistiksel yöntem bulunur: deneysel çalışmalar ve gözleme dayalı çalışmalar. İki çalışma türünde de bağımsız değişken veya değişkenlerdeki farklılıkların gözlenen bağımlı değişken üzerindeki etkisi incelenir. Bu çalışma türlerinde oluşan fark ise yöntemin uygulanma biçimidir. Yöntemlerin ikisi de verimli sonuçlar ortaya koyabilir.
Deneysel yöntemde çalışılan sistem üzerinde bir takım ölçümler yapılır, sistem üzerinde oynamalar yapılır ve bu oynamaların sistem üzerinde etkisi olup olmadığını anlamak için tekrar ölçüm yapılır. Gözleme dayalı yöntemde ise sisteme müdahale olmaz, bunun yerine veri toplanır ve tahmin edicilerle (bağımsız değişkenler) tepki değişkenleri(bağımlı değişkenler) arasındaki örüntüler araştırılır.
Deneysel çalışmaya örnek olarak Western Elektrik Şirketi'nde aydınlatmanın çalışanlar üzerindeki etkisini araştıran Hawthorne deneyi verilebilir. Deneyde önce santraldeki üretim ölçülmüş, daha sonra kayan bant etrafında çalışan işçilerin aydınlatma koşulları değiştirilmiştir.
Bütün deney sonuçları aydınlatmanın verimliliği arttırdığını göstermiştir. Ne var ki bu çalışmanın sonuçları deneysel yöntemdeki hatalar sebebiyle ciddi eleştiriler almıştır. Örneğin çalışmada kontrol grubu kullanılmamıştır.
Gözleme dayalı çalışmaya örnek olarak sigara kullanımı ve akciğer kanseri arasındaki bağınıtıyı inceleyen bir araştırma gösterilebilir. Bu tür çalışmada ilgi alanları hakkında bilgi toplamak için anket yöntemini kullanır ve sonra bilgiler istatistiksel analiz altında incelenir. Bu örnekte araştırmacılar sigara içen ve sigara içmeyen gruplardan bilgi toplar ve her iki gruptaki kanser vakası sayısı ele alınarak karşılaştırılır.
Bir deneyin temel adımları:
1. Araştırmanın planlanması, bilgi kaynaklarının, araştırmanın konusunun belirlenmesi, öne sürülen yöntemdeki ahlaki yönlerin ele alınması.
2. Sistemin modellenmesi, bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki ilişkiye odaklanma.
3. Bir gözlem grubunu ortak yönlerini ele alacak şekilde özetlemek.
4. Gözlemlediğimiz dünya hakkında sayıların bize neler söylediğini açıklamak.
5. Çalışmanın sonuçlarını belgelemek ve sunmak.
Ölçülme ölçekleri.
İstatistik verileri sayılar halinde olup bu sayılar için dört çeşit ölçülme ölçeği şeklinde elde edilme olabilirliği vardır. Bu verilerin dört çeşit ölçülme ölçeği olabileceğini ilk defa 1946'da Amerikan istatistikçi Stanley Stevens ortaya atmıştır. Stevens'in dört ölçülme ölçeği şunlardır: isimsel, sırasal, aralıksal ve oransal. Her bir değişik ölçülme ölçeğine göre elde edilen istatistiksel veriler değişik matematiksel güçte olup her biri için kullanılabilecek matematik işlemler ve betimleyici ve çıkarımsal istatistiksel işlemler ve analizler değişiktir.
İsimsel ölçekte verilerde sayılar sadece birbirinden karşılıklı ayrılık gösteren kategorilere verilen adlardır ve bu isim/sayı sırası ve aralığı veya orijini için hiçbir matematiksel özellik yoktur. Bu çeşit ölçekte verilere ancak çok zayıf istatistik betimleyici ölçüler ve çıkarımsal analizler uygulanabilir.
Sırasal ölçek verilerdeki sayılar birbirinden karşılıklı ayrantılı kategorilere isim verdiği gibi, bu kategoriler arasındaki rütbe ve sıralı düzeni de açıklarlar. Sayı değerleri arasındaki sırasal düzen değiştirilemeden her kategoriye atıf edilen gerçek sayı değiştirilebilir (yani monotonik dönüşüm uygulanabilir.) Sayılar arasında büyüklük farkı önemli olmadığı için değişik kategori sayıları üzerinde uygulanan bir basit aritmetik işlem (toplama, çıkarma, çarpma veya bölme) anlamsız sonuçlar verebilir.
Aralıksal ölçekte veri sayıları gerçekten sayı olup aralarındaki değişikler basit aritmetik işlem için bile anlamlıdır. Ancak aralıksal ölçekde veri değerleri için sayıların başlama orijini (yani 0 değer) keyfidir. Örneğin ısı derecesi olarak elde edilen veriler aralıksaldır. Ölçüm ölçeği santigrad olabilir; ancak değişik 0 orijin değerleri olan fahrenhayt da olabilirler.
Oransal ölçekte veriler hem değişik ölçümler arasında farklar anlamlıdır ve hem de bunlar için gerçek bir 0 başlangıç noktası mevcuttur. Yine ısı derecesi örneği verilirse Kelvin derecesi oransal ölçektedir; çünkü orijin (-273 °C mutlak sıfır) 0°Kelvin olur; bu bir gerçek) noktasıdır ve bu ısı derecesi altında ısı olamaz.
İsimsel veya sırasal ölçekle ölçülen değişkenler için veriler birlikte "kategorik değişkenler" olarak anılmakta ve aralıksal veya oransal ölçekte olan veriler "kantitatif niceliksel değişkenler" olarak adlandırılmaktadır.
Bilgisayar ile istatistiksel araştırma.
20. yüzyılın ikinci yarısında bilgisayarların hesaplama gücü ve hızının inanılamayacak bir şekilde artması ve bilgisayar kullanımı yaygın bir hale gelmesi istatistik biliminin pratik uygulaması ve hatta teorik gelişmesi üzerine çok büyük
etki yapmıştır. Pratik istatistik hesaplamanın çok zor olması dolayısıyla veri analizi devamlı olarak hesaplamanın kolaylaştırılması üzerine odaklanıp daha çok doğrusal modellere dayanmıştır. Çok yaygın kullanılan ve çok güçlü bilgisayarların kullanılmaya başlanılması ve sayısal algoritmaların geliştirilip bilgisayar yazılımları geliştirilmesi ile yeni doğrusal olmayan modeller (örneğin doğrusal olmayan regresyon, genelleştirilmiş doğrusal modeller, çok-seviyeli model gibi) pratikte kullanılmaya başlanmıştır.
Bilgisayar devrimi tekrar örnekleme yöntemi, özyükleme yöntemleri, Gibbs örneklemesi, permütasyon testleri gibi çok bilgisayara dayanan teknikler kullanılmaya başlamıştır. Diğer taraftan istatistik gibi temeli ileri matematiğe bağlı olmayan ve büyük bilgisayar gücüne dayanan (yapay sinir ağları veya veri madenciliği gibi) araştırma ve pratik veri inceleme yöntemleri gelişmiştir.
İstatistik biliminin geleceği 20. yüzyıl başındaki teorik gelişmelerden sonra, daha "empirik" ve "pratik" bir yaklaşım haline gelmektedir. Bu yaklaşımda genel hesaplama yazılım ve paketlere istatistik yöntemlerinin eklenmeleri (örneğin kutuzzilim programlarının istatistiksel bölümleri) ve özel şekil de hazırlanmış istatistiksel paketlerinin yaygın şekilde kullanılabilmesi büyük bir rol oynayacağı şüphesizdir.
İstatistiğin yanlış kullanılması.
İstatistiğin yanlış kullanılması güç fark edilen ama çok ciddi tanımlama ve açıklama hataları ortaya çıkarabilir. Bu hatalar ciddidir çünkü ortaya yıkıcı hatalı kararlar çıkabilir. Örneğin sosyal siyaset, doktorluk ve tıp uygulamaları, köprüler gibi yapılar için yapısal güvenilirlik için veriler hep istatistiğin hatasız uygun şekilde kullanılmasına dayanır.
İstatistik doğru olarak uygulansa bile bu konu üzerinde pek az bilgi ve tecrübesi olanların istatistiksel sonuç çıkarımlarını yorumlayıp açıklaması çok zor olabilir. Veri setindeki bir trendin istatistiksel anlamlılığının (yani trendin bir örneklemde her ne kadar rastgele değişim tarafından ortaya çıkacağını açıklanabileceğinin) incelenmesi, bu anlamlılık kavramının sezgi yoluyla ortaya çıkmasıyla aynı olabildiği gibi, çok kere de değişiktir. Bu demektir ki sezgiye dayanan çıkarımlar uygun olmayan kararlara yol açabilir. Kişilerin istatistiksel cahilliğinden ayrılıp
günlük yaşamlarında veriler ve enformasyon ile uygun şeklide uğraşmaları için yeterli derecede istatistiksel beceriye sahip olmaları (ve yeter derecede kuşkulu olmaları) için hiç olmazsa düşük bir seviyede istatistik eğitiminden geçmeleri ve istatistiksel okur-yazarlık niteliği kazanmaları gerekir.
İstatistik bilgisinin hatalı ve yanlış kullanıldığına dair epeyce geniş bir algı bulunmaktadır. Bu yetmezmiş gibi, çok kere yapılan hataların ve yanlış kullanılmanın bilinçli ve kasıtlı yapıldığı
hissi doğmaktadır. Hatalı analiz sonucu alınan kararın istatistiksel sonuçları sunan kişiye yarar sağlayabilmesi imkânı olduğu bilinmektedir. Bir 19. yüzyıl İngiliz başbakanı olan Benjamin Disraeli'ye atıf edilen "Üç türlü yalan bulunmaktadır: yalanlar, lanetli yalanlar ve istatistikler." cümlesi nerede ise atasözü gibi kullanılmaktadır. Amerikan Harvard Üniversitesi Başkanı "Lawrence Lovell" 1909'da istatistik "börek gibidir ve ancak kimin tarafından yapıldığı bilinirse ve içindekilerden insan emin olabilirse o zaman tatmin edicidir" sözleri de bu kasıtlı bilinçli istatistik hatası yapma algısına biraz daha açıklama katar.
İstatiksel değerlendirme.
İstatistiksel değerlendirme temelde 4 farklı metot uygulanır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8949",
"len_data": 15378,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.89
}
|
Kızılçam ,Türk Çamı veya Anadolu Çamı ("Pinus brutia"), Çamgiller (Pinaceae) familyasından Doğu Akdeniz Havzasına özgü, elverişli yetişme ortamlarında 25 metreye kadar uzayabilen bir çam türüdür. Akdeniz ikliminin müşir türlerinden olup tipik bir ışık ağacıdır. Kurak koşullara son derece dayanıklı, çok farklı toprak koşullarında başarıyla yetişen ve yetiştirilen, Türkiye'nin de en önemli hızlı gelişen ağaç türüdür. Sadece Türk ormancılığında değil, yabancı kaynaklarda da son dönemde Türk kızılçamı (Türk çamı) olarak kullanımı yaygınlaşmaktadır. Deniz seviyesinden 1300–1550 m yüksekliğe kadar meşcere kuruluşu yaparak yayılış gösterir. Dikey yayılışında 1650 metreye kadar çıkar. Kumsallarda, zayıf kayalık kireçli yerlerde yetişebilir. Ortalama 80-90 yıl ömürleri vardır. Kıbrıs'da 300 yaşını aşkın örneği görülmüştür.
Morfolojik özellikleri.
Genç sürgünleri kalın ve kızıl renktedir. Kabuk genç bireylerde düzgün boz renkte iken yaşlılarda derince yarılır, esmer kırmızımsı renkte ve kalın kabuk durumunda görülür. İğne yapraklar 10–16 cm uzunluğunda kalın sert ve koyu yeşil renktedir. Kozalak 6–11 cm boyunda, parlak açık kahverengi olup topaç biçimindedir. Çok kısa saplı kozalak sürgünlere dik oturur ya da yan durumlu olarak çoğunlukla 2-6 adedi bir arada çevrel olarak bulunur.
Doğal yayılışı.
- Genel coğrafi yayılışı Doğu Akdeniz Havzası ve özellikle Türkiye topraklarıdır. Yayılışı Yunanistan'ın kuzeyinden Rodop Dağlarından (Batı Trakya'dan) doğuya doğru ilerler ve dünyada en geniş ve zengin yayılışını Türkiye'de yapar.
- Türkiye’de en doğudaki yayılışı ise, Dicle Nehrinin de doğusunda ve Cizre Orman İşletme Şefliği sınırları içindedir. Fındık B Serisinin 150 numaralı bölmesinde ve 31,8 hektar genişliğinde bir sahada ve yakın çevrede yayılış gösterir. Yayılış sahası, Şırnak-Güçlükonak ilçesi Kırkağaç (Benate) köyünde, güneye doğru Dicle’ye inen "Geli Benate" havzasındadır. Şırnak iline bağlı Güçlükonak’dan kuş uçuşu 7,8 km doğuda, 940–600 m rakım aralığında, Kırkağaç köyünün mülki hudutları içinde ve köyün batısındadır. UTM WGS84 projeksiyonunda ortalama koordinatı; X: 4153108,467 ve Y: 234969,912’dir.
- Toros dağ silsilelerini takip ederek Cizre Orman İşletmesindeki yayılışından sonra Türkiye sınırlarını aşar ve güneyde Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün ile güneydoğuda yayılışının en doğu boylamı olan Irak’ta (Zavita-Atruş yöresi) doğal yayılış yapar. Karadeniz’in kuzeyinde, Akdeniz ikliminin baskın olduğu Kırım Yarımadası'nda da yayılış gösterir. Yayılışının en batı boylamı ise, İtalya’nın Kalabriya Yarımadasıdır. Bu nedenle bazı eski İngilizce adlandırmalarında “Calabrian cluster pine” şeklinde bu yarımadanın adı ile de anılır. Ancak bilimsel açıdan en doğru adlandırma "Turkish pine" veya "Turkish red pine" şeklindedir.
- Türkiye'de en geniş yayılışını Akdeniz, Ege ve Marmara Bölgelerinde yapmaktadır. Ayrıca Karadeniz sahilleri boyunca örneğin Sinop Çam gölü yöresinde küçük adacıklar halinde de doğal yayılışı bulunur. Yine Karadeniz'e dökülen (Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya vb.) ırmakların ve kollarının vadileri boyunca, oldukça içerilere kadar, İç Anadolu'ya doğru sarkan yayılışları bulunur (Ankara-Beypazarı, Eskişehir-Sarıcakaya, Tokat-Turhal, Amasya-Göynücek ve Amasya-Aydınca vb. örneklerde olduğu gibi). Girit ve Kıbrıs adaları ile Ege adalarının tamamında da yaygın yayılışı bulunur (Dağdaş, 1998, s. 269-270). Sert karasal koşulların belirleyici olduğu Akdeniz Ardı orman ekosistemlerinden Konya-Beyşehir Gölünün batı yakasında ve güneyinde de meşcere kurduğu doğal yayılış alanları ortaya çıkarılmıştır (Dağdaş ve ark., 2016, s. 24-31). Beyşehir Gölü Kapalı Havzası yanındaki 1241 – 1387 m rakımlardaki yayılışı yanında, Eskişehir-Mihalıççık Orman İşletme Müdürlüğü-Değirmendere Orman İşletme Şefliği'nin 178 numaralı bölmesinde, 990 m rakımda Ağaçhisar köyü yakınlarında Kızılçamın yeni bir doğal yayılışı daha tespit edilmiştir (Dağdaş ve ark, 2016b, s. 25-28). İstanbul Adaları'ndaki ormanları oluşturan kızılçamların ortaya çıkışının doğal olup olmadığı süregelen bir tartışma konusudur. Adalardaki kızılçam oluşumunun doğal olmadığını ve dikimle gerçekleştiğini iddia eden bir kısım bilim insanına karşı diğer bir grup bilim insanı, bölgenin iklim koşullarının kızılçam formasyonuna elverişli olduğunu ve bölgede var olan diğer bitki örtülerinin kızılçam ile organik bir ilişki içerisinde olduklarının altını çizerek muhalefet etmiştir. Örneğin, Yaltırık'a göre (1993) adalardaki kızılçamların oluşma sebebi, ihtiyar ağaçların tabii yollarla saçtığı tohumlardır. Adaların tarihine bakılıp arşivler incelendiğinde de ne Osmanlı ne de Cumhuriyet dönemlerinde, yangın ıslahı dışında, adaların ağaçlandırmasına ilişkin bir kayıt bulunmaktadır. Aksine, Efesli bilgin Artemidorus'un notlarından edinilen bilgiler, kendisinin İstanbul Adaları'na Pitiuso (Çamlı ada) ismini taktığını göstermekte ve kızılçamların tarihinin aslında ne kadar eskilere uzandığına ışık tutmaktadır. Adalar'da bulunan 260 yaşından fazla olan bir kızılçam anıt ağaç olarak tescillenmiştir. 10 metre boya 101 santimetre çapa sahiptir.
- Dünyada en geniş ve verimli yayılış sahaları Türkiye topraklarında bulunan kızılçam, bu özelliğinden dolayı yerli ve yabancı İngilizce yayınlarda son dönemde genel olarak Türk kızılçamı (Turkish red pine) olarak adlandırılmaktadır. Son envanter verileri ışığında Türkiye'de 3.207.914 ha'ı verimli, 2.646.759 ha'ı verimsiz orman olmak üzere toplam 5.854.673 hektara ulaşan doğal yayılışı bulunmaktadır (OGM - Türkiye Orman Varlığı - 2012).
Yapılan çalışmalarda ağaçlandırma yapılan alanlarda Lübnan Sediri ile karşılaştırıldığında Sedire göre daha yüksek hızda büyüdüğü fakat yaşama oranının sedire göre daha az olduğu görülmüştür.
Kaynakça.
Özel
Genel
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8955",
"len_data": 5725,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.