text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Very high data rate DSL, çok yüksek hızlar vadeden gelişen bir teknolojidir. ADSLe çok benzeyen bu DSL teknolojisi, Telefon ve ISDN servislerinin yanında geliş yönünde 55.2 Mbps, gidiş yönünde 19.2 kbps-2.3 Mbps arası hızlarda çoğul ortam trafiği geçirebilmektedir. VDSL, ADSL'de olduğu gibi frekans bölmeli çoğullama uygulamakta, transmisyon hızları aynı ise simetrik olarak da çalışabilmektedir. VDSL'in ADSL den en belirgin farkı iletim mesafesinin azlığındadır. 13 Mbps hız için 1.5 km, 55.2 Mbps için 300 m lik mesafelerden daha öteye erişememektedir. VDSL'in temel bir kullanım alanı, FTTN (Fiber to The Neighborhood) uygulamalarında görülmektedir. Santraldan gelen fiber hattının sonlandığı bir optik ağ ünitesi (ONU) ile ev ya da işyerine bağlı olan tek bir bakır hat arasında uygulanan VDSL, binanın yakınlarına kadar gelen fiber hattını, evlere eski ya da yeni döşenen bakır hatlar üzerinden bağlamaktadır. Ya da bir gökdelenin bütün katlarına VDSL ile katlararası kısa mesafeli hatlarla ulaşılabilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9294", "len_data": 1017, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.71 }
ISDN, Integrated Services Digital Network sözcüklerinin baş harflerinden oluşmuştur ve "Bütünleştirilmiş sayısal ağ hizmetleri" olarak Türkçeleştirilmiştir. ISDN, mevcut analog telefon şebekesinin sayısal alternatifidir. Normal bir telefon hattı gibi bir telefon numarası çevirip hem sayısal, hem de analog hatlara ulaşım sağlanabilir. ISDN teknolojisini alışılmış analog hatlardan ayıran en önemli özellik tamamen sayısal temiz bir ses kanalı sağlamasının yanında, aynı anda veri (data) iletişimine de izin verebilmesidir. Ses, görüntü veri gibi her türlü bilginin sayısal bir ortamda birleştirilip aynı hat üzerinden iletilmesinin sağlandığı bir haberleşme ağıdır. ISDN aynı anda ses veri, resim ve görüntü aktarma olanağı veren ve temelde bulut teknolojisine dayanan sayısal bir ağ sistemidir; "Tümleşik Hizmetler Sayısal Şebekesi" olarak adlandırılan bu teknoloji ile kullanıcılara çevrimli sayısal bağlantı kurma olanağı sunulur. Telefon şebekesinde olduğu gibi, ISDN'de de numarası bilinen başka bir aboneye, iletişimden önce çağrı yapılarak bağlantı kurulur ve iletişim gerçekleştirildikten sonra bağlantı koparılır. Birisi BRI, diğeri PRI olarak adlandırılan iki çeşit ISDN hizmeti vardır. Daha küçük band genişliğine sahip olan BRI hizmeti küçük ofis ve ev kullanıcıları için uygun olurken daha yüksek band genişliğine sahip PRI, kurumsal çözümlerde kullanılmaktadır. Sayısal yapısı ve sunduğu hizmet türleri açısından ISDN hem WAN bağlantılarında ana hat veya yedek bağlantı olarak kullanılabilir; hem de küçük ofis/ev kullanıcıları için çevrimli uzak bağlantı olanağı sağlar. ISDN esnek, başarımı yüksek ve kaliteli bir bağlantı ortamı sunmaktadır. ISDN hizmetleriyle kurumsal çözümlerde ses ve veri aktarım gereksinimleri tek bir bağlantı aracılığıyla karşılanabilmektedir; ve tek bir bağlantı ile birden çok kanala sahip iletişimler kotarılabilir. Yaklaşık 2 Mbps band genişliğine sahip PRI hizmeti, Avrupa standardında (E1 PRI) 30 tane 64 Kbps'lik kanala sahiptir ve her bir kanal bağımsız olarak kullanılabilir. Daha az kanala sahip olan BRI hizmetinde ise 2 tane 64 Kbps'lik veri kanalı, 1 tane de 16 Kbps'lik D olarak adlandırılan kanal vardır. D kanalı daha çok kontrol amaçlı kullanılmaktadır. ISDN hizmetlerinde birden çok kanallar aynı anda farklı gereksinimler için kullanılabilirler. Örneğin E1 PRI hizmetinde 30 tane telefon konuşması yapılabilir veya aynı anda kanallardan bir kısmı ses, bir kısmı veri aktarımı için kullanılabilir. ISDN ağ, analog telefon şebekesi, GSM şebekesi ve X.25 arayüzlü paket anahtarlamalı ağ ile bütünleşik yapıda kurulur. Böylece farklı teknolojilerdeki ağ kullanıcıları ile ISDN arasında geçiş sağlanır. ISDN ağa doğrudan bağlantı yapılabilmesi için sistemlerin, ISDN arayüzlere sahip olmaları gereklidir. Bir bilgisayarın ISDN ağa bağlanması için ona ISDN kart takılmalıdır. Evde veya işyerindeki bilgisayar, faks, telefonun hepsi aynı hat üzerinden kullanılabilir. Ayrıca ISDN sayesinde görüntülü telefon, arayan numarayı görme, görüşme süresi, kontör sayısını öğrenme, video konferans vb. özelliklerden yararlanılabilir, Internete hızlı bir şekilde bağlanılabilir. ISDN hatlarında kullanılan hat teknolojilerinin adı PRI ve BRI olarak geçmektedir. BRI hatlarda 2 adet 64Kbps veri veya ses kanalının tek bir fiziksel kanal üzerinden iletilmesini sağlar. PRI hatlarda 30 adet 64 Kbps veri veya ses kanalı bant genişliği 2048 Kbps olan tek bir fiziksel kanal içerisinden taşınır. Veri iletimi senkron ve simetriktir. Veri iletiminin simetrik olmasından dolayı uzak mesafelere taşınması gereken PRI hatlar fiber kablolar üzerinden SONET, SDH veya PDH devreleri ile taşınır, bakır kablo üzerinden taşınacak PRI hatlar SHDSL modemler üzerinden taşınır. ISDN Kanalları ISDN'de her birinin kullanım amacı ve band genişliği farklı 3 iletişim kanalı vardır: B, D ve H olarak adlandırılan bu kanallar ISDN abonesine uçtan uca sayısal iletişim ortamı sunar; her birinin farklı kullanım amacı vardır: B Kanalı; ses veri ve görüntü bilgisi gibi kullanıcı verisi aktarımı için kullanılır; iletişimin kotarılması için gerekli işaretleşme ve senkronizasyon bilgilerin aktarılmasında kullanılmaz. Tam-çift yönlü modda, senkron olarak 64 Kbps band genişliğine sahiptir. B kanalı, kullanıcı verisini taşınması için saydam bir yol sunar; bu nedenle IP, IPX gibi protokol paketleri giydirilerek bu ortamdan aktarılabilir. Hata sezme, yeniden gönderme gibi işlevlere sahip değildir. Eğer iletimde hata olursa üst katmanlarda sezilmeli ve düzeltilmelidir. B kanalı üzerinden devre anahtarlamalı, paket anahtarlamalı ve yarı-sabit bağlantı olarak adlandırılan üç farklı şekilde oturum kurulabilir. D Kanalı; iletişimin sağlıklı bir şekilde kotarılması için gerekli işaretleşme ve senkronizasyonun sağlanması ve iletişimden önce yapılan çağrıların yönetimi için kullanılır. Tam-çift yönlü modda 16 Kbps veya 64 Kbps band genişliğine sahiptir. İki ISDN abonesi arasında bir bağlantı kurulmadan önce, birisi bağlantı için çağrı gönderir ve karşı taraf bu çağrıyı kabul ederse, aktarım için gerekli oturum kurulur; böylesi tüm haberleşmeler D kanalı üzerinden yapılır. H Kanalı; B kanalından daha büyük band genişliğine sahip ve B kanalı gibi gerçek bilginin taşınmasında saydam bir yol sağlar; H0, H1, H2 ve H4 olarak adlandırılan 4 farklı türde H kanalı vardır. Bunlardan H0, 384 Kbps (6 tane B kanalı); H1, 1.920 Mbps (30 tane B kanalı); H2, 44.164 Mbps (690 tane B kanalı) ve H4, 135 Mbps düzeyinde band genişliklerine sahiptirler. Tam çift yönlü modda çalışır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9295", "len_data": 5496, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.67 }
Sultan Ahmet Camii veya Sultânahmed Camiî, 1609-1617 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami; mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ile büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için Avrupalılar tarafından "Mavi Camii (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1935 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır. Aslında Sultanahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul'daki en büyük eserlerden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır. Yapının mimari ve sanatsal açıdan dikkate şayan en önemli yanı, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir. Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir. Mimari. Sultan Ahmet Camii'nin tasarımı Osmanlı cami mimarisi ile Bizans kilise mimarisinin 200 yıllık sentezinin zirvesini oluşturur. Komşusu olan Ayasofya'dan bazı Bizans esintileri içermesinin yanı sıra geleneksel İslami mimari de ağır basar ve klasik dönemin son büyük camisi olarak görülür. Caminin mimarı, Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'nın "boyutta büyüklük, heybet ve ihtişam" fikirlerini yansıtmada başarılı olmuştur. Dış. Köşe kubbelerin üstündeki küçük kulelerin eklenmesi dışında, geniş ön avlunun cephesi Süleymaniye Camii'nin cephesiyle aynı tarzda yapılmıştır. Avlu neredeyse caminin kendisi kadar geniştir ve kesintisiz bir kemeraltıyla çevrilmiştir. Her iki tarafında abdesthaneler vardır. Ortadaki büyük altıgen fıskiye avlunun boyutları göz önüne alındığında küçük kalır. Avluya doğru açılan dar anıtsal geçit kemeraltından mimari olarak farklı durur. Yarım kubbesi kendinden daha küçük çıkıntılı bir kubbe ile taçlandırılmış ve ince sarkıt bir yapıya sahiptir. İç. Her katında alçak düzeyde olmak üzere, caminin içi İznik'te 50 farklı lale deseninden üretilmiş 20 binden fazla çini ile bezenmiştir. Alt seviyelerdeki çiniler gelenekselken, galerideki çinilerin desenleri çiçekler, meyveler ve servilerle gösterişli ve ihtişamlıdır. 20 binden fazla çini İznik'te çini ustası Kasap Hacı ve Kapadokyalı Barış Efendi'nin yönetiminde üretilmiştir. Her çini başına ödenecek tutar sultanın emriyle düzenlense de çini fiyatı zamanla artmış, bunun sonucunda kullanılan çinilerin kalitesi zamanla azalmıştır. Renkleri solmuş ve cilaları sönükleşmiştir. Arka balkon duvarındaki çiniler 1574'teki yangında zarar gören Topkapı Sarayı'nın hareminden geri dönüştürülen çinilerdir. İç kısmın daha yükseklerine mavi boya hakimdir, fakat düşük kalitelidir. 200'den fazla karışık leke desenli cam doğal ışığı geçirir, bugün avizelerle desteklenmişlerdir. Avizelerde deve kuşu yumurtası kullanımının örümcekleri uzak tuttuğunun keşfedilmesi örümcek ağlarının oluşumunu engellemiştir. Kur'an'dan sözler içeren hat dekorasyonlarının çoğu, Seyid Kasım Gubari tarafından yapılmıştır. Yerler yardımsever insanlarca eskidikçe yenilenen halılarla kaplıdır. Pek çok büyük pencere geniş ve ferah bir ortam hissi vermektedir. Zemin kattaki açılır pencereler "opus sectile" adı verilen bir döşeme şekliyle dekore edilmiştir. Her kavisli bölüm bazıları ışık geçirmeyen 5 pencereye sahiptir. Her yarım kubbe 14 pencereye ve merkez kubbe 4'ü kör olmak üzere 28 pencereye sahiptir. Pencereler için renkli camlar Venedik sinyorundan sultana hediyedir. Bu renkli camların çoğu bugün sanatsal değeri olmayan modern versiyonlarıyla değiştirilmiştir. Caminin içindeki en önemli unsur ince işçilikle oyulmuş ve yontulmuş mermerden yapılma mihraptır. Bitişik duvarlar seramik çinilerle kaplanmıştır. Fakat çevresindeki çok sayıda pencere onu daha az ihtişamlı gösterir. Mihrabın sağında zengin dekore edilmiş minber bulunur. Cami en kalabalık halinde dahi olsa herkesin imamı duyabileceği şekilde tasarlanmıştır. Sultan mahfili güneydoğu köşesindedir. Bir platform, iki küçük dinlenme odası ve sundurmadan oluşur ve padişahın güneydoğu üst galerideki locasına geçişi bulunur. Bu dinlenme odaları 1826'da yeniçerilerin ayaklanması sırasında veziriazamın yönetim merkezi oldu. Hünkar Mahfili 10 adet mermer sütunla desteklenmiştir. Zümrüt, gül ve yaldızlarla süslenmiş ve yaldızlarla 100 adet Kuran işlenmiş kendi mihrabı vardır. Caminin içindeki birçok lamba zamanında altın ve diğer değerli taşlarla ve içinde devekuşu yumurtası ya da kristal toplar bulunabilecek cam kaselerle kaplıydı. Bu dekorların tümü ya kaldırıldı ya da yağmalandı. Duvarlardaki büyük tabletlerde halifelerin isimleri ve Kur'an'dan parçalar yazılıdır. Bunları orijinal haliyle 17. yüzyılın büyük hat sanatçısı Diyarbakırlı Kasım Gubari yapmıştır, fakat yakın zamanda restore edilmek için kaldırılmışlardır. Sultan Ahmet Camii tarihin en büyük kapsamlı restorasyonunu 2017 yılında Starwood Orman Ürünleri A.Ş üstlenmiştir. Minareler. Sultan Ahmet Camii Türkiye'de 6 minaresi olan 5 camiden biridir. Diğer 4 tanesi ise İstanbul Çamlıca Camii, İstanbul Arnavutköy'de Taşoluk Yeşil Camii, Adana'daki Sabancı Camii ve Mersin'deki Muğdat Camii'dir. Minarelerin sayısı ortaya çıkınca sultan küstahlıkla suçlanmıştır çünkü o zamanlarda, Mekke'deki Kâbe'de de 6 minare bulunmaktadır. Sultan bu problemi Mekkede olan (Mescidi Haram) camiye yedinci minareyi yaptırarak çözer. 4 minare caminin köşelerindedir. Kalem şeklindeki bu minarelerin her birinin 3 şerefesi vardır. Ön avludaki diğer iki minare ise ikişer şerefelidir. Yakın zamana kadar müezzin günde 5 kere dar sarmal merdivenleri çıkmak zorunda kalıyordu, bugün ise toplu dağıtım sistemi uygulanıyor ve diğer camilerce de yankılanan ezan şehrin eski bölümlerinde de duyuluyor. Türklerin ve turistlerin oluşturduğu kalabalık gün batımı vaktinde, güneş batarken ve cami renkli projektörlerle parlak bir şekilde aydınlatılmaya başlarken parkta toplanıp yüzünü camiye vererek akşam ezanını dinliyorlar. Cami inşa edildiği dönemlerde uzunca bir süre cuma günleri Topkapı Sarayı'ndakilerin ibadetlerini gerçekleştirdiği mekân olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9303", "len_data": 6570, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.45 }
I. Bayezid veya Yıldırım Bayezid (Osmanlıca: بايزيد اول) (1354, Edirne – 8 Mart 1403, Akşehir), dördüncü Osmanlı padişahı. 1389'dan 1402 yılına kadar hükümdarlık yapmıştır. Babası Sultan I. Murad, annesi ise Gülçiçek Hatun'dur. Padişahlık öncesi yaşamı. Babası Sultan I. Murad, annesi Rum asıllı olan Gülçiçek Hatun'du. Bazı kaynaklara göre doğum tarihi 1360, bazı kaynaklara göre ise 1354'tür; türbesinde doğum tarihinin 1354 olduğu yazmaktadır. Adı babaannesinin babası Türkmenlerin Şeyh Edebali diye andığı Ebâ Yezîd'in adından gelir. Küçük yaştan itibaren zamanın seçkin âlimlerinden genel İslam eğitimi ve değerli kumandanlardan askerlik, sevk ve idare dersleri aldı. Osmanlı tarihlerinde kendisinden ilk olarak söz edilmesi, 1381'de Germiyanoğulları Beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Sultan/Hatun'la evlenişi nedeniyledir. Bu evlilik babası I. Murat'ın Germiyan topraklarının neredeyse tamamını "gelin çeyizi" olarak sınırlarına katmak politikasının sonucuydu. 1381 yılında evlenişinin takip eden yıllarda devlet idaresinde yetişmesi için Sultanönü, Eskişehir ve sonra Germiyan ili Kütahya sancakları beyliğine atandı. Sancaklarının askeriyle Anadolu ve Rumeli yakalarında savaşlarda babasının safında yer aldı. 1385'te kardeşi Şehzade Savcı Bey'in, Bizans veliahdı Andronikos Paleologos ile birlikte hareket ederek ayaklanmasının bastırılışı ve Şehzade Savcı'nın gözlerine mil çekilmesi sonucu öldürülmesi olayları ile de Osmanlı tarihlerinde bahsi geçmektedir. 1389'da Sırpların çoğunluğunu oluşturduğu Haçlı ordusu ile yapılan Birinci Kosova Muharebesi'ne katıldı. Osmanlı ordusunun sağ kanadının komutanlığını yaptı; savaşta büyük kahramanlık gösterdi ve savaşın Osmanlılar tarafından kazanılmasında komutası altında bulunan Osmanlı sağ kanadının Sırplara bir karşı taarruz ile Sırp ordusunu çökertmesi çok önemli katkı sağladı. Babası Sultan I. Murad, bu savaş sonunda bir Sırp soylusu olan Milos Obilic tarafından öldürülünce, devlet ileri gelenlerinin ortaklaşa kararı ile Osmanlı tahtına geçti. Saltanatı. Yakup Bey'in öldürülmesi. I. Bayezid, I. Kosova Muharebesi'nin son saatlerinde babasının suikasta uğrayıp öldürülmesi üzerine, öldürülen Sırp prensi Lazar Hrebeljanović'ın eşi Milica ve küçük oğlu Stefan Lazarevic savaş alanından çağrılarak kendisine biat ettirildi. Bu biat töreni biter bitmez kaçan düşman askerlerinin peşinde olan kardeşi Yakup Çelebi çağırtılarak çadırda boğduruldu. Böylece Bayezid, tahtın tek varisi konumuna ulaştı. Zamanının tarihçisi Âşıkpaşazâde, Yâkub'un öldürülmesi “"o gece askeri iztiraba düşürdü"” demektedir. Rumeli sorunları ve seferleri. 1389'da ilk olarak I. Bayezid, Anadolu işlerini bir köşeye koyup Rumeli sorunları ile ilgilendi. Sırbistan işlerini yoluna koymak için çaba verdi. Kosova Savaşı'nda öldürülen Sırp Kralı Lazar'ın ardılı olan İstvan Lazaroviç'le yeni bir anlaşma yapılarak Sırplar için yıllık vergi ödenmesi tayin edildi ve yeni kralın kız kardeşi Mara Despina'nın I. Bayezid ile evlenmesi için anlaşma yapıldı. Yeni bir Hristiyan ittifakını önlemek amacıyla Vidin, Eflak ve Bosna yörelerine Paşa Yiğit, Hoca Firuz ve diğer akıncı beyleri komutasında akıncı birlikleri sevk edildi. Yoğun bir Türkmen grubunun Üsküp ve civarına yerleştirilmesi sağlandı. Padişah kışı Edirne'de geçirdi. Edirne'nin imar edilmesi için uğraştı. Hükümdarlığını kutlamaya gelen elçileri kabul etti. Venedik Cumhuriyeti elçisi Francesko Kuirini'ye Venedik ticari kolonilerine tanınan imtiyazların devam etmesi için güvence sağlandı. 1391 ilkbaharında Anadolu'da Kastamonu seferi yapmaktayken Eflak Voyvodası Mirce, Tuna Nehri'ni geçip Karinabad'a kadar ilerledi. Bunun üzerine I. Bayezid hızla Rumeli'ye Mirce üzerine yöneldi. Arkus Ovası Muharebesi'nde Mirce komutasındaki Eflak ordusuna karşı çıktı. Savaşı Osmanlı ordusu kazanıp Eflak Voyvodası Mirce esir alındı. Mirce ile yapılan anlaşmaya göre Mirce çok yüksek bir kurtuluş akçesi ödemek zorunda kalıp ülkesine dönebildi. Eflak Voyvodalığı da Osmanlı Devleti'ne bağımlı bir vasal devlet statüsüne girdi. 1393'te de I. Bayezid Anadolu'da Amasya ve civarında iken Macarların saldırıları üzerine Rumeli'ye döndü. Bulgarların başkenti olan Tırnova'yı ele geçirdi. Macar-Bulgar karışık orduları işgaline uğrayan Tuna boyu kaleleri olan Silistre, Niğbolu ve Vidin'i tekrar Osmanlı egemenliğine aldı. Niğbolu kalesine kapanmış Bulgar Kralı Şişman ve oğlu Aleksander kısa bir kuşatma sonunda bu kalede I. Bayezid eline esir düştüler. 1394'te Selanik ve Yenişehir'i (Mora Yarımadası) alan Osmanlı orduları, Teselya ve Arnavutluk'a kadar ilerlediler. 1395'te Bizans İmparatoru ve prenslerinin Serez'de görüşmeleri başarısız kalınca I. Bayezid komutasında Osmanlı ordusu güneye Yunanistan üzerine hücuma geçip Tırhala, Domacia, Patras ve Farsala şehirlerini eline geçirdi. Sonra tarihî Termopylae Geçidi'nden geçerek Atika Yarımadası bölgesine girdi. Yunanistan'daki başarısından sonra I. Bayezid yine o yaz sonu Anadolu'ya Kastamonu'ya yöneldi. 23 Eylül 1396 tarihinde Rumeli'de ilerlemekte olan Haçlı Ordusu'nu Niğbolu Muharebesi ile mağlubiyete uğrattı. Haçlı Ordusu tamamen dağıldı. 1397'de Balkanlardaki akıncı grupları Evrenos Bey, Murtaza Bey ve Yakup Paşa komutalarında Venedik'e bağlı olan Koron ve Modon kaleleri ile Mora'ya akınlar tertip ettiler. Bu akınlar yıldırma ve yağma toplama hedefliydi; bu kaleler ve arazileri fethetmeleri ve arazilerine yeni Türkmen aileleri yerleştirilmeleri ön görülmemekteydi. Tam aksine Rumeli'nin bu yörelerinin bazı yerlerinde bulunan halk toplu olarak Anadolu'ya göç ettirilmişti. Anadolu sorunları ve seferleri. 1389'da I. Bayezid'e yönelik daha büyük bir tepki Anadolu Türkmen beyliklerinden gelmişti. Yakup Çelebi'nin öcünü almak üzere, Germiyanlı, Aydınlı, Saruhanlı, Menteşeli, Hamitli beylikleri ve hatta Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin eyleme geçmişlerdi. Amaçları giderek büyüyen Osmanlı devletinin gücünü kırmak ve kaybettikleri topraklar varsa bunları geri almaktı. 1390 baharında I. Bayezid yanına vasal devletlerden katkılar olarak Sırp Kralı İstvan Lazaroviç ile Bizans İmparatorunun oğlu ve veliahtı Manuil'i alarak olağanüstü başarılar sağlayan bir Anadolu seferi gerçekleştirdi. Hızla hareket ederek Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Hamitoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı. Saruhan beyleri Hızırşah ve Orhan Bey'in Bursa'da, Germiyanlı Yakup Bey'in İpsala'da ve Aydınlı İsa Bey'in ise Tire'de oturmaları emredildi. Antalya'ya kadar indi. Bu arada Bizans'ın elinde bulunan Anadolu içinde dört tarafı Osmanlı arazisi ile çevrili bir enklav şeklindeki Filedelfiya (şimdiki Alaşehir) kalesini vasalı olan Manuil'e zaptettirdi. O yıl sonbaharda Karamanoğlu Alâeddin Bey, Candaroğulları BeyiSüleyman ve Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin arasındaki ittifakı yıkmak için Konya'yı kuşattı. Yıldırım'ın eniştesi olan Karamanoğlu Alâeddin Bey barış imzalayarak Çarşamba Suyu'na kadar topraklarını Osmanlılara bırakmak zorunda kaldı. 1391-92 kışını Bursa'da geçiren I. Bayezid 1392 baharında Kastamonu üzerine yürüyerek, Candaroğlu topraklarını ele geçirdi. Kadı Burhaneddin üzerine gönderilen öncü Osmanlı birlikleri önce Osmancık Kalesi'ni aldılar. Fakat Kadı Burhaneddin ordularına karşı yapılan Kırkdilim Muharebesi'nde yenilip bu ordunun komutanı olan, I. Bayezid'in büyük oğlu Şehzade Ertuğrul Çelebi bu savaşta şehit düştü. Kadı Burhaneddin'in Moğol asıllı akıncıları Anadolu Osmanlı topraklarına yayıldı. I. Bayezid ise Macar ordularının Rumeli'de yaptıkları hücumları önlemek amacıyla Rumeli'ye dönmek zorunda kaldı. 1393 baharında Anadolu büyük bir savaş ortamı hâlini alıp I. Bayezid müttefikleri ile Kadı Burhaneddin müttefikleri arasında yer yer patlak veren savaşlara sahne oldu. Anadolu'da sefere çıkan I. Bayezid bu defa Amasya ve yöresine yöneldi. I. Bayezid'in yerel müttefiki Niksar merkezli Canik bölgesi yerleşikli Taceddinoğullarıydı. Bunun sefer sonucunda Amasya, Merzifon, Turhal ve Tokat kaleleri Osmanlılar eline geçmiştir. I. Bayezid bu stratejik önemi çok büyük sınır bölgesini yeni bir Osmanlı eyaleti olarak organize etmiş ve eyalet valiliğine oğlu Mehmet Çelebi'yi atamıştır. O yıl yazı da I. Bayezid Rumeli'ye dönüp Bulgar ve Macarların Tuna kalelerini işgali sorunu ile uğraşmak zorunda kaldı. 1394'te Timur, Dicle'yi geçip Anadolu'ya girmişti. Anadolu'da ve Suriye'de yerel egemenliğini yitirmiş veya yitirme tehlikesi altında olduğu görünen beyler, Timur'a yanaştılar. Buna karşılık I. Bayezid güney Anadolu'da egemenlik gösteren Mısır merkezli Memlûklülerle dostane ilişki kurmak niyetiyle Mısır'a bir elçi gönderdi. 1395'te Rumeli'de Yunanistan üzerine bir seferden sonra, o yazın da yine ivedilikle Anadolu'ya döndü ve Candaroğullarına bağlı Sinop Kalesi'ni kuşattı. Candaroğlu İsfendiyar Bey bir barış teklif etti ve kendisi anlaşma ile bir bağımlı vasal devlet statüsüne girdi. I. Bayezid kışı Bursa'da geçirdi. 1396'da en önemli olay Niğbolu Muharebesi oldu. Büyük bir Haçlı ordusuna karşı çok önemli bir zafer kazanan I. Bayezid bu savaştan büyük ganimetle kışı geçirmek için Anadolu'daki Bursa başkentine döndü. Savaş ganimetlerini Bursa'nın imarına sarf etmeye başladı. Bursa Ulu Camii bu ganimetlerin kullanıldığı eserlerin başında gelir. Ayrıca Bursa'da bir hastane, bir darûlhayr, Ebu İshakane ve iki medrese de yaptırılmıştır. 1397'de I. Bayezid'in eniştesi olan Karamanoğulları Beyi Alâeddin Bey, Oğuz boyları Türkmenlerinden büyük bir ordu oluşturmuştu ve 1390'da Osmanlılara kaybetmiş olduğu arazileri almaya hazırlanmaktaydı. I. Bayezid İstanbul kuşatmasını bırakarak bir ordu ile Karamanoğulları karşına gitti. Karamanlılar ve Osmanlılar arasında yapılan Akçay Ovası Savaşı I. Bayezid'in kesin galibiyeti ile bitti. Karamanoğlu Ahmet Bey savaş meydanından kaçıp Konya Kalesi'ne sığındı. I. Bayezid tarafından kısa bir kuşatmayla alınan Konya'da Alâeddin Bey yakalanıp idam ettirildi. Osmanlılar Karaman (Larende) Kalesi'ni de aldılar. I. Bayezid, Karamanlı Alâeddin Bey'in karısı olan kız kardeşi Nefise Melek Hatun'u ve yeğenleri Mehmed ve Bengi Ali'yi Bursa'ya gönderdi. 1398'de ilkbaharda I. Bayezid, Samsun ve çevresinden oluşan Canik yöresine bir sefer yaptı. Bu yörede bulunan küçük beylerin egemenliklerine son verdi ve yaz başında tekrar Bursa'ya geri döndü. Fakat o yaz başında Kadı Burhaneddin, Akkoyunlu Hükümdarı Kara Yülük Osman Bey ile savaşa girişmiş; bu savaşı kaybedip esir düşüp Akkoyunlular tarafından öldürülmüştü. Kadı Burhaneddin'in ümerası I. Bayezid'e çağrı gönderip bu devlet arazilerinin Osmanlıların eline geçmesini istediler. Bu nedenle 1398 yaz sonu I. Bayezid yeni bir Anadolu seferine çıkmak zorunda kaldı. Bu sefer de Kırşehir'den Sivas'a kadar uzanan bir büyük yöreyi Osmanlı sınırlarına katıp yine Bursa'ya geri döndü. 1399'da ise tekrar bir Anadolu seferi düzenleyen I. Bayezid bu sefer Mısırlı Memlûk Devleti elinde bulunan güney ve güneydoğu Anadolu yörelerine yürüdü. Bu suretle Memlûklülerle yıllar süren barışı sağlayan karşılıklı anlaşmalar ihlal edilmiş olmaktaydı. Fakat I. Bayezid, Mısır Memlûk Sultanı Berkuk'un ölmesi nedeniyle Osmanlılar ve Memlûklüler arasındaki anlaşmanın da yürürlüğü kalmadığı tezini ortaya atıp bu mütecaviz olan askerî harekâtını savunmaya çalıştı. Mısır'ın sınır kaleleri olan Malatya, Darende ve Divriği kalelerini eline geçirdi. Dulkadiroğulları topraklarına girdi. O yıl Uygur asıllı Erzincan Emiri Mutahharten'in teşviki ile Timur bir öncü Anadolu seferi yaptı. Yörelerini Osmanlılara yitirmiş olan Anadolu beyleri de Mutahharren vasıtasıyla Timur'a sığınmışlardı. Buna karşılık Karakoyunlu Kara Yusuf Bey ve Sultan Ahmed Jelayir, Osmanlılara sığınmıştı. 1400'ün ilk aylarında I. Bayezid yine İstanbul kuşatması ile ilgiliyken Timur'un Sivas'ı aldığı, Kayseri yakınlarında bir Osmanlı Anadolu eyaletleri ordusunu mağlup edip dağıttığı ve Malatya'ya inip bu kaleyi ele geçirdiği haberlerini aldı. Ağustos'ta İstanbul kuşatmasından ayrılmakla beraber, I. Bayezid o yıl Anadolu'ya sefer yapmadı. 1401'de ise Timur'un Bağdat'a yöneldiği haberi geldi. I. Bayezid o yaz Erzincan Emiri Mutahharten üzerine bir sefer başlattı. Osmanlılar ve Timur arasında sıkışan Mutahharren Osmanlılara bağlılığını sundu. Ancak Timur'un Sivas'ı almasına yardımcı olduğunu bilen ve ona güvenmeyen I. Bayezid, Erzincan'ı ve Kemah'ı ele geçirerek Erzincanlılar'ın isteği üzerine Mutahharten'in, kendisine bağlı olmak kaydıyla hükümdarlığını tanıdı. Buna rağmen Mutahharten, Timur ile olan ilişkisini sürdürmüş ve I. Bayezid'in eline geçmiş Kemah Kalesi'ni geri almak için destek sağlama girişiminde bulunmuştu. Timur o yıl Karabağ'da kışlağa çekilmişti. Timur diğer Anadolu beyliklerinin de yasal hükümdarlarına geri verilmesini I. Bayezid'den istiyordu. O yıl iki hükümdar arasında birbirini tahrik etmek için karşılıklı hakaretlerle dolu bir mektup diplomasisi başladı. Timur bir taraftan Fransa, Cenova ve Bizans ile ilişkilere başlamıştı; diğer taraftan da I. Bayezid'e gönderdiği mektuplarla sözde uzlaşmacı bir yaklaşımla I. Bayezid'i çileden çıkaracak isteklerde bulunmaktaydı. I. Bayezid Mısır Memlûklüleri ile dayanışma için diplomatik girişimlerde bulunduysa da bunda başarı sağlanmadı. 1402'de Timur büyük bir ordu ile Anadolu seferi başlattı. O yıl baharında Kemah Kalesi'ni kuşatıp aldı ve Sivas üzerine yürüdü. I. Bayezid ise ordusu ile Tokat'a gelmiş ve orada ordugâh kurmuştu. Her iki taraf da bu yörede savaşa razı olmayarak biri kuzeyden diğeri güneyden Kızılırmak'ı takip ederek Ankara'ya geldiler. Burada 22 Temmuz 1402'de Ankara Savaşı başladı. Timur Ankara Savaşın'da büyük başarı kazandı. Yıldırım Bayezid yıldan yıla askerî sefere geçerek Anadolu Türk siyasi birliğini kuran ilk Osmanlı hükümdarı oldu. Bu faaliyetleri üzerine Yıldırım Bayezid, Abbasi halifesinden Sultan-ı İklim-i Rum (Anadolu ülkesi sultanı) unvanını aldı. Bu da bir anlamda Bayezid'in icraatını meşrulaştırıyordu. Bizans sorunları ve İstanbul kuşatması. I. Bayezid padişahlığının ilk yılı olan 1389'da Bizans İmparatorluğu'ndaki saltanat çekişmesi sorunlarına da önem verdi. V. İoannis tahtta bulunuyordu; ama yeğeni VII. İoannis Kosova Savaşı sırasında Ceneviz'de bulunup amcası aleyhine bir darbe hazırlamaktaydı. I. Bayezid'in de yardımını sağlayıp 11 Nisan 1390'da Yıldırım'ın sağladığı bir Türk birliği desteği ile amcası V. İoannis'i ikinci defa tahttan indirmeyi başardı. Fakat VII. İoannis şimdiki Yedikule yerinde olan Altın Kapı hisarında kendini savunmaya başladı ve oğlu Manuil'i Midilli adasından çağırdı. Midilli'den Rodos Sen Jan Şövalyeleri gemileri ile gelen Manuil ve babası 3 hafta süren bir şehir iç savaşı sonunda tekrar V. İoannis'i Bizans İmparatorluğu tahtına getirdiler. Destek verdiği kişinin tahttan indirilmesinden hoşlanmayan I. Bayezid ise Osmanlılara yıllık tazminat ve askerî yardım sağlamakla yükümlü olan bir vasal devlet olan Bizans'tan 1390'da çıktığı Anadolu seferi için yardım istedi ve Manuil, Yıldırım'ın Anadolu seferine katılmak zorunda kaldı. 1390'da Bizans İmparatoru V. İoannis, Bayezid'in Anadolu'da olmasından yararlanarak İstanbul şehri surlarının şimdi Yedikule içinde kalan tören kapısı olan Altın Kapı civarını, şehrin içinde ve etrafında bulunan, kullanılmayan ve yıkık kiliselerden alınan taşlar ve mermerlerle pekiştirmişti. Bu projeye kızan I. Bayezid bu yeni yapıları yıkmasını ve bu yıkım yapılmazsa iki devlet arasında savaş başlayacağını ve Yıldırım'ın yanında bulunan İmparator'un oğlu ve vârisi Manuil'in gözlerinin kör edileceğini söyleyerek tehdit etti. Çaresiz kalan V. İoannis, Sultan'ın bu isteklerini yerine getirmek zorunda kaldı ve bu yeni sur tamirlerini yıktırdı. Bunu çok utandırıcı bulan V. İoannis bu nedenle sinir buhranları geçirdi; 16 Şubat 1391'de öldü ve yerine oğlu II. Manuil geçti. II. Manuil, Yıldırım'ın şehirde bir Türk mahallesi kurulması, bir cami yapılması ve yıllık verginin artırılması isteklerini kabul etmeyince Yıldırım (aralıklı olarak 1391 ile 1400 dönemlerinde) İstanbul'u karadan kuşatıp kara ablukası uygulamaya başladı. 1391'de İstanbul, karadan ve denizden kuşatıldı. Bizans'a gözdağı vermek için yapılan ve 7 ay süren kuşatma sonunda Bizanslılardan bazı imtiyazlar elde edildi. 1395'te Yıldırım Bayezid, uzun süre abluka altında tuttuğu İstanbul'u ikinci kez kuşattı. Kış mevsiminin yaklaşması üzerine kuşatmaya son verildi. 1396'da Yıldırım Bayezid, İstanbul'u üçüncü kez kuşattı, ancak sonuç alamadı. 1400'de Bizans imparatorunun Avrupa ülkelerini yeni bir haçlı seferi için örgütlemeye çalışması üzerine Yıldırım Bayezid, İstanbul'u dördüncü kez kuşattı. Timur'un Anadolu'ya girmesi üzerine kuşatma kaldırıldı. Niğbolu Muharebesi. Yıldırım Bayezid'in 1395'te İstanbul'u ikinci defa kuşatmaktayken yeni bir Haçlı ordusu hakkında haberi oldu. Osmanlı istihbaratı iyi çalışmıştı. Esasen İstanbul Boğazı'ndan geçen ve Haçlı donanmasına iştirak edecek olan gemiler görülmekteydi. Ayrıca Bizans İmparatoru II. Manuil'in Macar kralına gönderdiği, Yıldırım'ın Haçlı ordusundan haberdar olduğuna dair mesaj da Osmanlıların eline geçmişti. Haçlı ordusu Buda'ya eriştiği zaman Yıldırım, İstanbul kuşatmasını çoktan bırakmış bulunuyordu. Gazi Evrenos Bey komutasındaki akıncılar hemen ilerlemişler ve Osmanlı ordusunun güzergâhı için keşif yapmaya başlamışlardı. Bayezid İstanbul'un ablukası için az sayıda birliği geri bıraktı ve bu yüzden Bizanslılar donanmalarını Tuna'ya gönderemediler. Yıldırım Bayezid, Rumeli eyaleti ordularının düşmana hücum etmemesini ve Osmanlı ordusunun Edirne ve Filibe arasında toplanması emrini vermişti. Tecrübeli Sadrazam Kara Timurtaş Paşa tarafından organize edilen Rumeli ve Anadolu eyalet orduları büyük bir hızla burada toplanmaya başladılar ve Meriç kıyısına hemen hasıl oldular. Vasal devletlerden de önemli katkı sağlayanlar oldu. Özellikle Sırplar Stefan Lazarević komutasında Filibe'ye geldi ve ana Osmanlı ordusu ile Sıpka Geçidi güneyinde birleşti. Ana Osmanlı ordusu ise toplanma mevkiinden Ağustos sonunda hızla yola çıkıp 20 Eylül'de Sıpka Geçidi'nden geçip 21-22 Eylül'de Tırnova'ya vardı. Burada ilk defa bir Haçlı keşif birliği ile karşılaştılar. Osmanlı keşif birlikleri ise Niğbolu'ya yetişip Haçlı ordularının kale önünde ordugâhta olduğunu gördü. 24 Eylül'de Yıldırım Bayezid ve ana Osmanlı ordusu Niğbolu'nun birkaç kilometre güneyine geldi ve Yıldırım'ın otağı burada bir tepe üzerine kuruldu. Yıldırım Bayezid, Edirne'den Tuna Nehri kıyısında bulunan Niğbolu Kalesi'ne 24 saat gibi kısa bir sürede ordusuyla beraber ulaştı. Adına yaraşır bir süratle gelen Sultan Yıldırım Bayezid, Divanı toplayarak durum değerlendirmesi yaptı. 25 Eylül 1396 günü kendinden aşırı emin Haçlı birlikleri Osmanlı süvarilerinin amansız akını karşısında bozguna uğramış âdeta bir baskın yemişlerdir. Savaşın başlarında tepeden tırnağa zırhlı seçkin Hospitalier Şövalyeleri Osmanlıların öncü birliklerine kayıplar verdirmiş, onları kovalamak için ilerledikçe Türk askerlerinin daha önceden yerlere sapladıkları kazıkların olduğu bölgeye gelmişler ve atlarla ilerlemenin mümkün olmadığını görünce atlarından inmişlerdir. Haçlı ordusunun, geçtiği yerde Müslümanları ve hatta Ortodoksları katlettiğini öğrenen Yıldırım Bayezid çok öfkelendi. Soylular bir kenara ayrıldıktan sonra yere bir kazık çakıldı ve boyu bu kazıktan uzun olan tüm diğer esirler idam edildi. Niğbolu Savaşı, Osmanlı'nın ilk zamanlarında esirlerin öldürüldüğü tek savaştır. Ancak çocuk yaştaki Haçlı askerlerinin canı bağışlandı ve onlar da Müslüman olarak yetiştirilmek üzere Türk ailelerine gönderildi. Timur ve Ankara Muharebesi. I. Bayezid'in 1398'de Karaman ve 1399'da Dulkadirli topraklarına girmesinden sonra topraklarını kaybeden Anadolu beyleri bu sırada Hindistan seferinden dönen Timur'a sığınarak onu Osmanlı sultanına karşı kışkırttılar. Bu arada Timur'dan kaçan Karakoyunlu ve Celayirli beyleri de I. Bayezid'i Timur'a karşı tahrik ediyorlardı. Bu kışkırtmalar bir yana, Osmanlı için büyük bir tehdit oluşturan Timur ordusu Anadolu'ya ilerlemeye başlamıştı. Timur'un Osmanlılara ait Sivas'ı alması, Osmanlı ve Timur'un ordularının Ankara'da karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurdu. I. Bayezid Çubuk Ovası'nda, Timur'un ordusunu konaklarken buldu, bunun üzerine tüm vezirleri, paşaları ve oğulları hemen saldırmayı önermesine rağmen, mertlik üzere Timur'a toparlanma fırsatı verdi ve konakladı. Daha önce Timur ile anlaşmış olan Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları beyleri ve kuvvetleri, ihanet ederek karşı tarafa geçtiler. I. Bayezid'in vezirleri de büyük oğlu Emir Süleyman'ı, Osmanlı Devleti'nin devamı için savaş alanından kaçırdılar. Bu olayı gören Mehmet Çelebi ve Mustafa Çelebi de savaş alanını taht mücadelesi için terk etti. Osmanlı ordusunda yer alan Kara Tatarlar da Timur saflarına geçti. Daha savaşmadan yaşanılan bu bozguna rağmen I. Beyazıt elinde kalan en sadık 10 bin kişilik askeriyle saldırdı. Timur-Tatar ordusuna müthiş zararlar verdirdi. Ordusundan kaçanları savaş alanına geri getirebilmek için, merkezinde bulunduğu kuvvetinin, yanındaki paşalarının "Çıkmayınız akşama kadar dayanırız, gece olunca da geri çekiliriz" uyarılarına rağmen çıktı ve Tatar askerlerine yakalandı, esir düştü (28 Temmuz 1402). Sonuçları: Ölüm. Timur'un fetihnamesine göre Ankara Savaşı'nın bitiminde Bayezid bir gürz darbesiyle atından düşürülüp yakalanmış ve "Ben Sultan Bayezid'im. Beni sağ olarak hükümdarınıza götürünüz" demesi üzerine elleri bağlı olarak Timur'un çadırına götürülmüştür. Timur tarafından şahsen Bayezid'in iyi karşılandığı belirtilmiştir. Yıldırım'ın oğulları Mustafa Çelebi ve Musa Çelebi de aynı savaşta tutsak düşmüşlerdir. Timur ve tümenleri Bursa ve İznik'i ve sonra İzmir'i ele geçirmişler; talan edip yakıp yıkmışlardır. Timur bu seferlerinde ve Anadolu'da bulunduğu sıralarda Bayezid'i devamlı olarak yakınında tutup ayrılmasına izin vermemiştir. Bayezid'i kaçırmak için birkaç girişim ortaya çıkartılınca Bayezid ve eşi Sırp Prensesi Olivera (veya Maria Despina) ile birlikte tutsak alarak demir kafeste tutuldukları da söylenmiştir. Yıldırım Bayezid 8 Mart 1403'te 43 yaşındayken Akşehir'de nedeni hâlâ bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüştür. Dönemin Timur vakanüvisleri hastalanarak öldüğü belirtse de Timur vakanüvislerinin bu konuda esas alınamayacağı açıktır. Bu olayları Bayezidin ölümüne kadar yanında bulunmuş olan Koca Naib isimli bir solağından aktardığını belirten Aşıkpaşazade, Bayezidin intihar ettiğini belirtir. Ord. Prof. Fuad Köprülü'nün böyle bir iddiası ise Türk tarih kurumunda kendi yazdığı makalesinde bu durumu açıkladı ve zehir içme vb. bir durumun gerçeklik ile bağlantısı olmadığı bizlere göstermektedir. Yıldırım naaşı geçici olarak Akşehir'de Seyyid Mahmud Hayrani'nin türbesine defnedilmiştir. Ancak Semerkand'a dönerken Timur'a kendisini beğendirmiş olan Musa Çelebi'ye babası Yıldırım'ın naaşını alıp Bursa'ya birlikte götürmesi buyruğu verilmiştir. Bazı kaynaklara göre cenaze Musa Çelebi tarafından Bursa'ya getirilmiş ve Yıldırım Camii yanındaki türbesine gömülmüştür. Diğer kaynaklar ise Musa Çelebi'nin babasının naaşını mumyalanmış olarak Germiyanoğlu Yakup Bey'e Kütahya'ya getirdiğini; burada naaşın saklandığını ve 1404'te Çelebi Mehmed tarafından Bursa'ya getirilerek türbesine gömüldüğü yazılıdır. Yıldırım lakabı. I. Bayezid, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu. "Yıldırım" lakabını nasıl edindiği konusunda çeşitli rivayetler vardır: İlk üç iddianın yanlış olması çok olasıdır çünkü Sultan Murat, 1386 (hicri 788) yılında Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey'e karşı kazandığı başarı üzerine Ahmed Celâyir'e gönderdiği mektupta oğlu için Yıldırım lakabını kullanmıştır. O tarihte ne Kosova savaşı ne de Niğbolu savaşı söz konusudur. Bu durum, lakabın Konya Ovası savaşında verildiği tezini destekler. Batı Avrupa kültürel alanında Bayezid. Bayezid'in Timur'a yenilgisi çok sonradan Batı Avrupa'da efsanevi bir şekilde oyun yazarları, opera bestecileri ve ressamlar tarafından ele alınmıştır. Bütün bu Batı Avrupa kültürel eserleri gerçeklerden uzak ve gizemli Oryantalist fantezi olmaktan ileri gidememişlerdir. Bunların önemlilerinin listesi şöyledir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9309", "len_data": 23987, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
I. Mehmed veya Çelebi Mehmed (Osmanlı Türkçesi: چلبی محمد - Çelebi Mehmed; 1386, Edirne - 26 Mayıs 1421, Edirne), beşinci Osmanlı padişahı. Tarihî kaynaklarda ismi; Mehmed isimli diğer padişahlarınki gibi Muhammed şeklinde geçer. Babası I. Bayezid, annesi cariye olan Devlet Hatun'dur. Doğum tarihini 1379, 1382, 1383, 1387, 1390, 1391 gösteren kaynaklar da bulunmaktadır; ama tarihçiler doğumu için kesin kaynakla tarih bulunmadığını kabul ederler. Arap ve Bizans tarihlerinde "Kirişçi" veya "Kirî" olarak lakap verilmiştir. İnalcık'a göre ise bu adlandırma Yunanca "Kyrtzes" "genç efendi" sözünden gelmektedir. Bunların çeşitli kaynaklarda değişik açıklamaları bulunur. Yay yapma özellikle yayın tutturulduğu ve çekildiği sert ipten kiriş yapma sanatını öğrenmiş olması, gençliğinde güreşçilik yapması, gençliğinde kendinin öldürülmesinden korkup bir kirişçinin yanında çıraklık yapması, gençliğinde yay kirişi ile boğulmak istenmesi şeklinde açıklamalar yapılmıştır. Sanlarının başında gelen Çelebi sözcüğü ise; Eski Türkçe ve Osmanlı İmparatorluğu’nun neredeyse tüm dönemlerinde kullanılan bir unvan olarak, Osmanlıların ilk yıllarında şehzadeler için kullanılmış olunup, ilerleyen dönemlerde ise çoğu kişi tarafından “"asil, görgülü, okumuş, bilgili"” kimseler anlamında da ayrıca kullanılmıştır. Dönemin Bizans kaynaklarına göre; Eski Türkçe kökenli olan "Çelebi" sanı; “"beyefendi"", "iyi huylu" ya da "nazik" anlamına gelen bir unvandır. Çelebi, erken dönem Türk kaynaklarında; Eski Türkçe’de "Tanrı" adlarından birisi olan ve “"Çalab”" sözcüğünden türediği için "Tanrı adamı" anlamına da gelir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetimsel ve otorite bakımından karmaşa içerisinde olduğu ve ülke yönetiminde açıkça bölünmelerin bulunduğu Fetret Devri’nde, kardeşleri Süleyman Çelebi 1402-1411 yılları arasında Edirne’de, Musa Çelebi ise 1411-1413 Edirne’nin bir kısmından başlayarak Rumeli topraklarını kontrol ederken, kendisi ise; 1402-1413 yılları arasında Anadolu’da; Tokat, Amasya ve Bursa’ya hâkim olmuştur. 1403-1404 ile 1410-1413 yıllarında Batı Anadolu’nun tümü ve devletin başkenti olan Bursa’yı hâkimiyeti altına almış, kendi hükümdarlığı döneminde de Osmanlı İmparatorluğu’nun, bu iki parçasını da birleştirmeyi başararak, İmparatorluğun tekrar tarih sahnesinde boy göstermesini sağlamıştır. Bu bakımdan da kimi tarihçi çevrelerce I. Mehmed, Osmanlı İmparatorluğu’nun “ikinci kurucusu” olarak adlandırılmıştır. Yaşamı. Ankara Savaşı'ndan önceki yaşamı. Annesi Devlet Hatun tarafından soyu Mevlana’ya dayandığı için diğer kardeşleri gibi "Çelebi" unvanı ile anılmıştır. Eğitimini Bursa ve Edirne Sarayı'nda tamamladı. Hocaları Amasyalı Sofi Bayezid ile Tokatlı Bicaroğlu Hamza idi. Padişah Yıldırım Bayezid, 1391'de Canik Seferi'nde oğullarını da yanında götürmüş ve bunlar arasında Çelebi Mehmed de bulunmuştur. Bu sefer sırasında Sivas Sultanı olan Kadı Burhaneddin, saldırılara fazla karşı koyamayacağını anlamış ve Amasya kentini, Osmanlılar'a terk etmiştir. Kenti teslim almak için Yıldırım Bayezid, oğlu Mehmed Çelebi komutasındaki bir orduyu, Amasya'ya gönderdi. Bu genç şehzade, çok yetenekli ve olgun bir şekilde kent yönetimini eline alarak asayişi sağladı. Bu başarısından dolayı babası onu Amasya sancakbeyi olarak atadı. 1391 ile 1402 arasında bu görevde bulundu ve bu sırada devlet işlerini öğrendi. Amasya o dönemki Osmanlı Devleti'nin doğu sınırında uç Rumiye-i Suğra eyaleti (Amasya-Tokat-Sivas bölgesi) merkezi olarak, çok önem görüyordu. Bu görevi sırasında babasının Anadolu seferlerine sancak beyi olarak eyalet askeri ile katıldı. Bu seferlerde çok kere Çelebi Mehmed Osmanlı ordusunun artçı/yedek güçleri komutanlığını da yüklendi. 28 Temmuz 1402'de Yıldırım Bayezid'in, Timur'a karşı başlattığı seferine de böylece katılmış ve Ankara Savaşı'nda yine artçı güçler komutanlığını üstlenmiştir. Bu görev nedeni ile Ankara Savaşı bozgunundan az kayıpla ve ilk önce kurtulanlar arasındaydı. Fetret Devri. 28 Temmuz 1402'de başlatılan Ankara Savaşı sonucu babası Yıldırım Bayezid, Timur'a yenik ve esir düştükten sonra Osmanlı Devleti, 11 yıl süren bir Fetret Dönemi geçirdi. Bu devirde Yıldırım Bayezid'in oğulları Emir Süleyman, İsa Çelebi, Musa Çelebi ve Çelebi Mehmet, taht savaşlarına giriştiler. Çelebi Mehmet 1403 ile 1413 arasında Timur egemenliği altında Amasya da, Amasya-Tokat-Sivas bölgesi (Rumiye-i Suğra) emirliğini yaptı. Kardeşler arasında gerçekleşen İnceğiz Muharebesi gibi çeşitli savaşların sonucunda ise; 5 Temmuz 1413'te Çelebi Mehmet, kardeşi Musa Çelebi'yi Vize Savaşı ve Çamurlu Derbent Savaşı'nda yenerek tek başına Osmanlı Devleti yönetimini ele alarak, Fetret Devri'ni kapatmış ve Osmanlı Devleti'nin birleşmesini sağlamıştır. Kardeşi Musa Çelebi ile savaşırken; bu arada Karamanoğlu Mehmet Bey de, Bursa'yı kuşatmış, Bursa şehri büyük bir yangın geçirmiş fakat Bursa Subaşısı İvaz Paşa, kazdırılan lağımları ateşe vererek kuşatmayı kırmıştı. Tek padişah olarak saltanatı. 5 Temmuz 1413'ten sonra tek padişah olarak hüküm sürdü. Sultan Mehmet Çelebi, Fetret Devrini bitiren ve Osmanlı devletini tekrar eski gücüne kavuşturan kişi olduğundan Osmanlı Devleti'nin ikinci kurucusu olarak da anılmaktadır. Tek padişah olarak Sultan Mehmet Çelebi önce, Musa Çelebi tarafından etrafına büyük duvarlar inşa ettirilmiş olan, Edirne Sarayı'nda kaldı. Burada kendini kutlamaya gelen yabancı elçileri kabul etti ve devletin üst kademelerine kendi görüşüne uygun atamalarda bulundu. Şeyh Bedreddin şeyhülislamlıktan atılıp ailesiyle İznik'e sürüldü ve yerine Sünni ulemanın seçtiği bir kişi getirildi. Mihaloğlu Mehmet Bey de Anadolu'ya sürgüne gönderildi. Musa Çelebi tarafından Bizans'tan alınan Selanik ve Konstantinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans'a geri verildi. Sonra Anadolu seferine çıktı. Önce yangın ve kuşatmadan kurtulmuş olan devletin birinci başkenti Bursa'ya uğradı. Sonra Ege sahillerine yürüdü. Ayaklanan İzmiroğlu Cüneyd Bey'i sindirerek Ayasuluk (şimdi Selçuk) kalesini aldı. İzmir kalesini orada bulunan St. Jean (Senjan) şövalyeleriyle yaptığı görüşmeler sonunda Osmanlı devletine kattı. Senjan Şövalyelerine Bodrum'da yeni bir kale yapmak için izin verdi. Menteşe Beyliği arazilerinin çoğunu tekrar Osmanlı devletine kattı.1414 ve 1415'te Göller Bölgesi'ne yöneldi. Karamanoğulları'nın eline geçmiş olan eski Hamitoğulları beyliği bölgelerini (Eğirdir, Akşehir, Beyşehir) ve arazilerini Osmanlı devletine kattı. Sonra 1413'te 2 yıl önce Bursa'ya yürümüş olan kendi kuzeni olan Karamanoğlu Mehmet Bey üzerine giderek Karamanoğulları ordusuyla Konya Ovası'nda savaştı, savaştan Sultan Çelebi Mehmet galip ayrıldı ve Konya'yı kuşattı. Karamanoğlu Mehmet Bey'in oğlu Mustafa Çelebi'yi esir aldı. Yine de onların canlarını bağışladı. Kuzeni olan Karamanoğlu Mehmet Bey ile bir barış imzaladı. Sonradan Karamanoğlu kurnazlığını göstermek için yapılan karşı propagandalara göre Mehmed Bey barış yemini verirken elini elbisesi içinde sakladığı bir canlı güvercin üzerine koymuş ve sonradan bu kuşu azat ederek yaptığı yemini geçersiz saymış olduğu hikâyesi tarihlere geçmiştir. Bu barışla birlikte Karamanoğlu'na Eskişehir, Kırşehir, Beyşehir, Sivrihisar ve Niğde'yi verip, hilat giydirip, sancak verdi. Karaman seferinden dönerken Sultan Mehmet Çelebi Ankara'da rahatsızlık geçirdi ve Germiyanoğlu Yakup Bey'in hekimi Mevlana Sinan (şair Şeyhi) tarafından tedavi edildi ve Şeyh'i ödüllendirdi. Şeyhî`nin bu tedavinin ve ödüllendirmenin sonuçları olarak başından geçenleri Harname adındaki ünlü mesnevisinde değiştirerek hikâye ettiği bilinmektedir. Sultan Mehmet Çelebi buradan Edirne'ye geri döndü. 1416'da Rumeli seferine çıktı. Arnavutluk'taki soylular Fetret döneminde orada bulunan Osmanlı birliklerini bölgelerinden çıkartmışlardı. Mehmet oradaki Osmanlılar'ın durumunu sahilde Avlonya (şimdi Vlorë) ve denizden içerilerde Akçahisar (şimdi Krujë) kalelerini eline geçirerek güçlendirdi. Mora'ya akıncılar gönderdi. Musa Çelebi'ye destek sağlamış olan Eflak Prensi Mircea (1386-1418) üzerine gitti. Tuna Nehri'ni aşarak Orta Macaristan yollarını kontrol eden ve Osmanlılar tarafından Yergöğü adıyla anılan Eflak şehrinde (şimdiki adı Giurgiu) çok korunaklı bir hisar yaptırdı. Bu sefer sonunda Eflak Prensi Mircea, yine Yıldırım Beyazid zamanında olduğu gibi, Eflak'ın Osmanlı'lara bağımlı bir devleti olmayı kabul etti. Dobruca'nın tamamen Osmanlı eline geçmesini sağladı. Buralara gözünü dikmiş olan Macar Kralı'na gözdağı vermek için Erdel (Transilvanya) ve Macaristan'a akıncılar gönderdi. Bosna'ya her yıl akıncı gönderdi ve böylece oradaki toprak sahipleri Osmanlı etkisine girdi ve sonunda Bosna kralı II. Tvrtko Osmanlılar'a bağımlı devlet olmayı resmen kabul etti. Buradan tekrar Anadolu'ya geçip Samsun üzerine yürüdü. İsfendiyaroğulları Timur'dan Kastamonu, Safranbolu ve etrafındaki bölgeleri almışlar ve Karamanoğulları ile Osmanlılar aleyhine müttefiklik kurmuşlardı. Mehmet bu bölgeleri ve Samsun'u tekrar Osmanlı yönetimi altına aldı. Bu havalide oturan, Timur'dan kalan Tatarlar'ı ve Türkmenleri Rumeli'de Filibe civarına Tatar Pazarı merkezli bir bölgeye sürdü. Sultan Mehmet Çelebi'nin padişahlık döneminde Gelibolu'da ilk defa Osmanlı donanması kuruldu. Bu ufak donanma Çalı Bey komutasında 1416 ilkbaharında Ege Denizi'nde Osmanlı ticaret gemilerine devamlı hücum eden Hristiyan Naksos Dükü'ne karşı gönderildi. Fakat filo birden rota değiştirip Trabzon'dan emtia ile geri dönmekte olan Venedik ticaret gemilerini takibe girişti. Ticaret gemileri Venedik'in Ege'de üssü olan Negroponte (Eğriboz)'a kaçmayı başardılar. Osmanlı donanması bu limana hücum ettiyse de sonuç alamadı. Bu sırada Petro Loredan komutasındaki Venedik donanması yakınlarda bulunmaktaydı ve bu filo Çalı Bey'in filosunu Gelibolu'ya kadar takibe geçti. 29 Mayıs sabahı Osmanlı donanması ile Venedik donanması Çanakkale önünde iki devlet arasındaki ilk deniz savaşını başlattılar. Bu savaş 14.00 kadar sürdü ve Venediklilerin galibiyeti ile sona erdi. Venedik donanması yeni Osmanlı Donanması'nın bütün gemilerini tahrip etti; yalnız altı kadırga ve dokuz kalyota Venediklilere teslim olmuştu. Venedikliler Çalı Bey ve tüm gemi reisleri dahil bütün denizcileri (Müslüman Hristiyan ayrımı yapmadan, esirler dahil) öldürmüşlerdir. Venedikliler'in hunhar tutumlarına rağmen Osmanlı Devleti'nin Ege Denizi üzerinde Venedik tekelini ortadan kaldırması korkuları ve bunu önleme çabaları olmuştur. Gelibolu Muharebesi sonucunda Osmanlı ve Venedik devleti arasında ilk barış antlaşması yapılmıştır. 1417'de Sultan Mehmet Çelebi'nin bu anlaşmayı resmen imzalamak için Venedik'e gönderdiği elçisi ve maiyetinin Venedik'te masrafını devletin çektiği çok şaşaalı ve büyük bir törenle karşılanıp ağırlandıkları Venedik tarihlerine geçmiştir. 1418-1419'da Sultan Mehmet Çelebi'yi uğraştıran sorun eski Simavna kadısı ve Musa Çelebi'nin Edirne'de hükümdarlığı sırasında Şeyhülislamlık yapmış olan Şeyh Bedreddin'in ve yardımcılarının isyanı olmuştur. Şeyh Bedreddin ailesiyle İznik'e sürülmüştü. 1418'de buradan kaçıp önce Samsun'a gitti; ama burada fikirleri benimsenmedi. Sinop-Kırım-Eflak üzerinden Dobruca'da Deliorman'a gitti. Eflak Prensi Mircea'nin yerine geçen oğlu Mihail'in para ve asker desteğini sağladı. Burada yerleştirilmiş olan çoğu Alevî olan ve kendi radikal doktrinlerine fikirleri uyan Yörükler'den bir ordu toplamaya başladı ve isyan bayrağını açtı. Bu sırada Şeyh Bedreddin'in Anadolu'da halife olarak geride bıraktığı Börklüce Mustafa İzmir yakınlarındaki Karaburun Yarımadası'nda, Torlak Kemal ise Manisa'da asker toplayıp isyana başladı. Vezirazam Amasyalı Bayezid Paşa ve Manisa'da sancak bey olan Şehzade Murat bunlar üzerine gönderildi. Amasyalı Bayezid Paşa Karaburun'da gayet güçlü direniş gösteren Börklüce'yi mağlup etti.Şehzade Murat ise Torlak Kemal'in hakkından geldi. Bu iki isyancı da asılarak idam edildiler. Fakat bu yörelerde Şeyh Bedreddin'in fikir ve önerilerine devamlı inanan insanlar bulunmaya devam etti. Oradan Rumeli'ye geçen vezir-i Azam Amasyalı Bayezid Paşa Şeyh Bedreddin üzerine gitti ve isyancılar çok direniş gösteremeden Şeyh Bedreddin'i ele geçirdi. Serez'de yapılan bir yargılama sonucunda Şeyh Bedreddin Serez'de idam edildi. Sultan Mehmet yeniden Anadolu'ya yöneldi. Saruhan (1415) ve Menteşe (1416) beylikleri daha önceden ortadan kaldırılmıştı. Sıra güneydeki Tekeoğullarına gelmişti ve buradaki beyliği de ortadan kaldırdı. Batı Anadolu'da sadece Osmanlılara her zaman yardım etmiş olan Germiyanoğulları kaldı ama bu beyliğe ait Afyonkarahisar ve Kütahya şehirleri Osmanlı idaresine verildi. Sultan Mehmet Çelebi'yi son ilgilendiren sorun ise Ankara Savaşı sonunda kaybolmuş olan kardeşi Mustafa Çelebi olduğunu iddia eden kişinin 18 yıl sonra ortaya çıkmasıydı. Birçok tarihçinin gerçek Mustafa Çelebi olduğunu kabul ettiği, ama sonradan Osmanlı propagandası ile Düzmece Mustafa adı verilen bu kişi 1418'de Venedikliler'in yardımı ile Teselya ve Selanik'te kendini Osmanlı sultanı olarak ilan etti. Sultan Mehmet Çelebi Anadolu'da bulunduğundan ve Sadrazam ise Şeyh Bedrettin ile uğraşmaktayken Edirne'ye doğru yürüme imkânı buldu. Fakat Sultan Mehmet Çelebi hemen Trakya'ya geçip Mustafa üzerine yürümeye başladı ve Mustafa'nın ordusu bozulup eridi. Mustafa ise Bizanslılara sığınmak zorunda kaldı. Ölüm. Çelebi Mehmed 24 savaşa girip kırka yakın yara almış ve bu yaralar yüzünden erken ölmüştür. 26 Mayıs 1421'de Edirne'de bir sürek avı sırasında at sırtında felç oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Veziriazam Amasyalı Bayezid Paşa, veziri İvaz Paşa ve Çandarlı İbrahim Paşa'yı çağırıp En çok Selanik'te bulunan Düzmece Mustafa'dan çekinilerek, Amasya'da vali olan Murat'ın Bursa'ya ulaşmasına kadar 42 gün ölüm haberi gizlendi. Osmanlı padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah Sultan Mehmed Çelebi oldu. Durumundan kuşkuya düşen ve ayaklanmaları güçlükle önlenen askerleri yatıştırmak için geçit töreni yaptırılıp, bu sırada mumyalanmış cesedine kaftan giydirilip, başına sarık konulup pencere önüne oturtulduğu kollarının oynatıldığı rivayet edilir. II. Murat Bursa'ya gelip tahta çıkmasından sonra cenazesi Edirne'den Bursa'ya götürülerek Yeşil Türbe'ye defnedildi. Karakteri. Orta boylu, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, açık alınlı, kırmızı yanaklı, kara gözlü, çatık kaşlı, sık sakallı, geniş omuzlu olarak betimlenmiştir. Kuvvetli bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu. Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişlerini bile çekebilirdi. Yumuşaklığı, tatlı dili, sabrı ve iyilikseverliği anlatılmaktadır. Başında kullanmış olduğu sarık, altın işlemeli kavuğu ile gayet güzel görünürdü. İçi kürklü ve yakası dik olan bir kaftan ve kızıl atlas üzerine altın bezekli diba giyinirdi. O dönemin Osmanlı saraylarının bünyesi ve idare şekilleri onun uygulamalarına dayanmaktadır. Sarayın haremine odalıklar, cariyeler alınması; ak ve kara hadımlara saray idaresinin verilmesi; kilerci, odabaşı, haznedar ve kapı ağası görevlerinin ilk uygulaması ve içoğlanlarına takke ve elbise giydirilmesi Sultan Mehmed Çelebi döneminde başlatılmıştır. Padişahlığı süresince bizzat 24 savaşa katılan Mehmed Çelebi, bu savaşlarda 42'ye yakın kılıç, ok ve mızrak yarası aldı. Sultan Mehmed Çelebi Müslümanlara karşı göstermiş olduğu adaleti, aynı zamanda Hristiyan topluluklara karşı da gösterirdi. İyi bir idareci ve politikacıydı. Bizans İmparatorluğu ile yakından ilişkiler kurmuştu. Fetret Devri'nden sonra Anadolu'daki beylikleri tekrar bir araya toplamayı başaran Sultan Mehmed Çelebi'ye Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci kurucusu gözüyle de bakılır. Ailesi. Erkek çocukları. Erkek çocuklarının sayısının on sekiz kadar olduğu bildirilmektedir. Adları bilinenler şunlardır: Kız çocukları. On iki kızından adları bilinenleri şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9310", "len_data": 15653, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.4 }
II. Bayezid veya II. Beyazıt ( "Bayezīd-i Sānī", divan edebiyatındaki mahlasıyla "Adlî"; 3 Aralık 1447 Dimetoka – 26 Mayıs 1512 Havsa), Osmanlı İmparatorluğu'nun sekizinci padişahı. Babası Fatih Sultan Mehmed, annesi Emine Gülbahar Hatûn'dur. Yavuz Sultan Selim'in babasıdır. Tahta geçtiğinde 511.000 km²si Asya'da, 1.703.000 km²si Avrupa'da olmak üzere toplam 2.214.000 km² olan imparatorluk toprakları ölümünde yaklaşık 2.375.000 km²ydi. Alternatif adları ve unvanları. II. Bayezid'in ismi Latin harfli Türkçe metinlerde "Beyazıt", "Beyazıd", "Bayezit", "Bayezıd" gibi değişik imlâlar ile yazılsa da sultanın adı; bütün Osmanlıca yazıtlarda "Bâyezid" (بايزيد) olarak geçmektedir. Türk Dil Kurumu, günümüzde Beyazıt, Bayezit şeklindeki yazımları benimsemiştir. Modon fetihnamesinde, "Emîru'l-Mü'minîn Sultânu'l-Guzât ve'l-Mücâhidîn Nâsiru's-Seriat ve'l-Milleti ve'd-Dîn Giyâsu'l-İslâm ve Mu'înu'l-Müslimîn Sultân Bâyezîd" diye anılmıştır. Padişahlık öncesi. II. Bayezid'in doğum tarihi tarihçiler arasında tartışmaya yol açmaktadır. Güvenilir bir Osmanlı bibliyografya ansiklopedisi doğum tarihinde bu tartışmayı karşılamak amacı ile bu tarihi Aralık 1447/Ocak 1448 olarak vermektedir. Bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan, Osmanlı zamanında ise Edirne'ye bağlı bir kaza merkezi olan Dimetoka'daki Dimetoka Sarayı'nda dünyaya geldi. İstanbul'un Fethi'nden sonra, 7 yaşlarındayken Hadım Ali Paşa danışmanlığında Amasya valisi oldu. Burada o dönemin en ünlü âlimlerinden dersler aldı ve padişah olacak şekilde yetiştirildi. O günlerde Amasya kenti bir eğitim ve kültür merkeziydi. Devrin meşhur âlimlerinden dersler aldı, İslami ilimlerin pek çoğunu öğrendi. İslam ilmi alanında ders aldığı hocalarından birisi de Şeyh Yavsi olarak bilinen Bayrami tarikat şeyhi de olan Şeyh Yavsî olmuştur. İslami ilmin yanı sıra matematik ve felsefe tahsili de aldı. Ayrıca Şeyh Hamdullah'tan da hat dersleri aldı. Arapça ve Farsça'nın yanı sıra; Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini de öğrendi. Şehzade Bayezid sancakbeyi olarak 27 yıl Amasya'da oturdu. Bu görevde iken 1473'te Otlukbeli Savaşı'nda sağ kol kumandanı olarak görev aldı. Ayrıca 1479'da İran'dan gelen tüccarların mallarının yağmalanması üzerine, Şehzade Bayezid'in vali olarak gönderdiği kuvvetler Torul ve çevresini Osmanlı topraklarına kattı. Fakat genellikle Amasya sarayında mistik, yarı şairane bir yaşam sürdüğü ve bu dönemde afyon kullandığına dair iddialar da vardır. Tahta çıkışı. Fatih Sultan Mehmed'in 3 Mayıs 1481'de Gebze yakınlarında beklenmedik bir şekilde vefat etmesi üzerine Sadrazam Karamanî Mehmed Paşa, Bayezid ve Bayezid'in kardeşi Cem Sultan'a ulaklar gönderdi. Ancak Cem Sultan, kendisine gönderilen haberci yolda, II. Bayezid'in damadı olan Anadolu Beylerbeyi Güveği Sinan Paşa tarafından yakalanarak alıkonduğu için babasının ölüm haberini geç öğrendi. Bu arada Bayezid'in tarafını tutan yeniçeriler İstanbul'da isyan ederek Cem Sultan taraftarı Karamanlı Mehmed Paşa'yı 4 Mayıs 1481'de öldürdüler ve Bayezid'in oğlu Şehzade Korkut'u babasına vekâleten tahta çıkardılar. Babasının vefatını öğrenen ve devlet büyüklerinin acele başkente gelmesi hakkında gönderdikleri mektupları alan II. Bayezid maiyetinde 4 bin kişi olduğu halde Amasya'dan yola çıkıp 9 günde Üsküdar'a geldi. Ertesi gün oğlu Şehzade Korkut'tan saltanatı resmen teslim alıp 22 Mayıs 1481'de Osmanlı tahtına çıktı. II. Bayezid ilk olarak kapıkullarına üçer bin akçe cülus bahşişi dağıttı. Yeniçerileri ulufelerini günlük 5 akçeye çıkarttı. Cem Sultan meselesi. Cem Sultan ağabeyi II. Bayezid'in padişahlığını kabul etmedi. Böylece Osmanlı devleti II. Bayezid ile Cem Sultan arasında uzun süren ve en sonunda Avrupa'nın da içine karıştığı bir taht kavgasına sahne oldu. II. Bayezid İstanbul'da tahta çıkmış olmasına rağmen Cem Sultan 4 bin askeriyle İnegöl önlerinde Bayezid'in henüz hazır olmayan Ayas Paşa idaresindeki ordusu ile savaştı. Bu savaşı kazanan Cem Sultan Bursa'da kendi adına hutbe okutmak ve para bastırmak suretiyle hükümdarlığını ilan etti. Bursa'da 18 gün saltanat süren Cem Sultan civardaki şehir ve kasabalara da hâkimiyetini kabul ettirdi ve II. Bayezid'e İmparatorluğu eşit olarak paylaşma teklifinde bulundu. Buna göre İmparatorluğun Anadolu toprakları Cem Sultan'a verilecekti. Ancak devletin ikiye bölünmesi anlamına gelen bu teklif, sadece Bayezid tarafından değil tüm devlet ileri gelenleri tarafından dehşetle karşılandı. Osmanlı Devleti'nin bölünmesini kendi çıkarlarına uygun gören Avrupalılar ve Memluklular bu konuda Cem Sultan'ı desteklediler. 1481 Haziran'ında II. Bayezid'in ordusuyla Yenişehir Muharebesi'nde yenilen Cem Sultan önce Konya'ya çekildi. Konya'da yeterince destek bulamayan Cem Sultan Tarsus'a geçti. Daha sonra da Memluk sultanından aldığı davet üzerine Kahire'ye gitti. Kahire'de büyük ilgi gören Cem Sultan orada kaldığı süre içerisinde Mekke'ye giderek hac vazifesini yerine getirdi. Bu dönemde, ağabeyi II. Bayezid kendisine padişahlıktan vazgeçmesi halinde 1 milyon akçe vermeyi teklif etti. Ama Cem Sultan bu teklifi reddetti. Benzeri teklifler tekrar yapıldıysa da, bunlar da sonuç vermedi. Memlûkler'in ve eski Karaman Beylerinin yardımıyla tekrar bir ordu toplayan Cem Sultan, 27 Mayıs 1482'de Konya'yı kuşattı. Ancak Osmanlı Ordusu'nun Konya'ya hareket etmesi üzerine kuşatma kaldırıldı. İki taraf Akşehir'de karşılaştı. Savaşı kaybeden Cem Sultan Ankara'ya geçti. Ankara'da da kaçışına devam eden Cem Sultan 1482 yazında otuz kadar adamıyla birlikte Rodos'a gitti. Cem Sultan 29 Temmuz 1482'de Rodos Şövalyeleri'nin Büyük Üstadı Pierre d'Aubusson tarafından büyük bir törenle karşılandı. Cem Sultan'ın amacı Rumeli'ye geçerek mücadelesini sürdürmekti. Ancak bundan sonra bir daha hayattayken vatanına dönemedi. Artık, Cem Sultan için Avrupa'da maceralı bir esaret hayatı başladı. Cem Sultan Rodos'a çıkmasından sonra Papa VIII. Innocentius'in isteği üzerine Fransa'ya gönderildi. Bu gelişmeden sonra önceleri Osmanlı Devleti'nin bir iç meselesi olan taht mücadelesi, böylelikle milletlerarası bir mesele hâline geldi. Bu olaydan çıkar sağlamak isteyen Papa VIII. Innocentius'un, Cem Sultan'a, Hristiyan olması hâlinde onu Osmanlı Devleti'nin başına geçirebileceğini teklif ettiği söylenir.Osmanlı Devleti'ne karşı yeni bir Haçlı seferi gerçekleştirmek için Cem Sultan'ı kullanmayı düşünen Papa VIII. Innocentius 1492'de öldü. Böylece Cem Sultan daha serbest bir hayata kavuştu. Fakat bu defa Fransa Kralı, Cem Sultanı kendi siyasi emelleri için bir koz olarak kullanmak istedi. Bu amaçla hareket eden Fransa Kralı VIII. Charles Roma üzerine yürüyerek 26 Ocak 1495'te Cem Sultan'ı Papa'dan teslim aldı. Fransız Ordusu ile beraber yola çıkan Cem Sultan, 25 Şubat 1495'te öldü. Bazı kaynaklar, Cem Sultan'ın elindeki kıymetli rehineyi bırakmak zorunda kaldığı için Papa tarafından zehirletildiğini ifade etmektedir. Cem Sultan'ın ölümünü öğrenen II. Bayezid Osmanlı ülkesinde 3 gün yas ilan etti. Ülkedeki camilerde Cem Sultan için gıyabi cenaze namazı kılındı. Ayrıca II. Bayezid kardeşinin günahlarının bağışlanması için fakirlere 100 bin akçe sadaka dağıttı. İtalya'da toprağa verilen Cem Sultan'ın cenazesi de pazarlık konusu oldu. Uzun süren bir mücadelenin ardından Cem Sultan'ın cenazesi, vefatından 4 yıl sonra 1499'da Osmanlı topraklarına getirildi. Mudanya'da karaya çıkarılan cenaze Bursa'da Muradiye Camii'nin haziresinde kardeşi Şehzade Mustafa'nın da mezarının içinde bulunduğu türbe'ye gömüldü. Yahudi ve Müslüman göçü. Cem Sultan Avrupa'dayken, İspanyollar karşısında yenilgiye uğrayan Endülüs'teki Müslümanlar Osmanlı Devleti'nden yardım istediler. II. Bayezid kardeşi Cem Sultan'ın Avrupa'da esir olması sebebiyle gerekli yardımı tam anlamıyla yapamadıysa da Kemal Reis'i İspanya'ya gönderdi. Kemal Reis İspanya'daki Müslümanları Kuzey Afrika'ya, Yahudileri de Safed, Selanik, İstanbul ve bazı Rumeli şehirlerine yerleştirdi. 1492 yılında Müslümanlar'ın yanı sıra 100 - 150 bin kadar Yahudi de Osmanlı topraklarına yerleştirildi. İtalya'dan geri çekilme. 1480 yılında Fatih Sultan Mehmet hayatta iken Osmanlılar İtalya'nın ele geçirilmesi için ilk adım teşkil etmek üzere yarımadanın güneydoğusunda (çizmenin topuğu) yer alan Otranto kalesini ele geçirmişlerdi. Fatih'in ölümü ve Şehzade Cem'le II. Bayezid arasındaki taht mücadelesi, İtalya'nın fethi projesinin bir müddet daha ele alınmamasına neden oldu. Bir sene sonra Osmanlı hâkimiyetindeki Otranto kalesi elden çıktı. Napoli Krallığı, elindeki kuvvetlerle Osmanlı ile başedemeyeceğinin farkındaydı. Ayrıca Osmanlıların İtalya'da bulunmasının krallığın geleceği için iyi olmadığını da biliyordu. O nedenle Napoli Kralı, damadı Macaristan Kralı Matthias Corvinus'tan ve aynı hanedana mensup bulunduğu, o zamanlar Aragon olarak adlandırılan Kuzey İspanya kralından acele yardım istedi. Macaristan kralının gönderdiği 2 bin atlı ve diğer İtalyan devletlerinden aldığı yardımcı kuvvetlerle Otranto kalesi önlerine geldi. Bu orduyu denizden Napoli, Papalık ve İspanya gemilerinden müteşekkil bir donanma destekliyordu. Fatih Sultan Mehmet'in ölüm haberi buraya da ulaşmış ve Osmanlı askerleri arasında büyük bir isteksizlik ortaya çıkmıştı. Tam bu sırada komutan Gedik Ahmed Paşa, yanına aldığı bir miktar asker ve donanma ile ani bir şekilde Otranto'yu terk etti. Bir rivayete göre bunu kendi kararıyla, bir diğerine göre ise Sultan Bayezid'in isteği ile gerçekleştirmiştir. Gedik Ahmed Paşa Otranto'da 8 bin kadar asker ve asker için 1,5 yıllık mühimmat bıraktı. Bu kadar kuvvet ile büyük bir orduya karşı konulması da mümkün değildi. Mukavemet edip 8 bin askeri heba etmek yerine kalenin teslim edilmesine karar verildi. Osmanlı kuvvetleri, askerlerin tüm silah ve cephanelerini yanlarına alarak çekilmesine izin verilmesi hâlinde, kaleyi teslim edeceklerini taahhüt ettiler. Kaleye yardım gelmesinden korkan Napoli Kralı bu anlaşmayı kabul etti. Böylece 8 bin Osmanlı askeri tüm mühimmatları ile gemilere binip, Otranto Boğazı'nı geçerek Arnavutluk'ta Osmanlı topraklarına çıktı. Napoli Kralı, Türkler'in yeniden İtalya'ya çıkmaması için II. Bayezid'in elçisi ile görüştü ve Türkler'in İtalya'ya bir daha sefer düzenlememesi vaadine karşılık Napoli, götürülemeyen Türk toplarını, Napoli Krallığı içerisindeki bütün Türk ve Müslüman esirleri Osmanlı Devleti'ne geri verdi. Ayrıca dostça olmak şartıyla Osmanlı donanmasına, Adriyatik ve Yunan Denizi'nde serbestçe dolaşma hakkı tanıdı. Nihayetinde Osmanlı Devleti'nin, İtalya'daki tek kalesi olan Otranto ele geçirilmesinden 13 ay sonra, 10 Eylül 1481'de kaybedildi. Böylece, Fatih Sultan Mehmet tarafından başlatılan İtalya seferi Osmanlı Devleti'nin iç problemleri sebebiyle durduruldu. Yaptığı savaşlar. Cem Sultan Olayı ve bu olay sebebiyle Avrupalıların İstanbul'u geri alma ümitleri yeniden gündeme gelince II. Bayezid çok dikkatli ve barışçı bir dış siyaset takip etmek mecburiyetinde kaldı. Bununla birlikte kendisi gerektiğinde savaştan çekinmedi ve Osmanlı Devleti'nin sınırlarını genişletti. II. Bayezid'in tahtta kaldığı süre, hemen hemen babası Fatih Sultan Mehmet ile eşitti. Fatih bazen 2 yılda bir sefere çıktığı halde, oğlu Bayezid yalnız 5 kere sefere çıktı. Padişahların bizzat başkumandanlık ettiği bu seferlere Osmanlılar tarafından sefer-i hümayun adı verilmiştir. Birinci Sefer-i Hümayun. Sultan Bayezid 1483 baharında Edirne, Filibe ve Sofya üzerinden Sırbistan'a geldi. Morava Nehri kıyılarında yol alan padişah, Belgrad yakınlarına kadar sokuldu. Bu çevredeki tüm kaleleri onarttı. Kasım 1483'te İstanbul'a döndü. Bu ilk sefer yaklaşık 7 ay sürdü. Padişahın bu seferi, Macaristan'ı telaşlandırdı. Osmanlı ile bir savaşı göze alamayan kral Matthias, 1483 sonlarında Osmanlı Devleti ile bir barış imzaladı. Sefer sonucunda Hersek Düklüğü da ilhak edilerek Bosna Eyaleti'ne katıldı. İkinci Sefer-i Hümayun (Boğdan seferi). Boğdan Voyvodasının yıllık vergisini ödememesi, Boğdan'ın daha sıkı bir şekilde Osmanlı Devleti'ne bağlanması ve Karadeniz kıyısındaki topraklarının alınıp, bu beyliğin denizle olan bağlantısını kesme gibi amaçlarla, II. Bayezid, birinci sefer-i hümayunundan bir yıl sonra tekrar sefere çıktı. 1 Mayıs 1484'te İstanbul'dan ayrıldı. Boğdan üzerine giden Sultan Bayezid, babasının aynı ülkeye yapmış olduğu seferden 8 yıl sonra tekrar Boğdan'a sefere çıkmış oluyordu. Eflak Voyvodasının da 20 bin askerle Osmanlılar'ın tarafında katıldığı bu seferin sonunda Osmanlı Devleti bütün hedeflerine ulaştı ve Karadeniz bir Türk gölü haline geldi. Ayrıca Kırım'a karadan bağlantı sağlandı. İstanbul'a yola çıkışından 2 ay sonra 6 Temmuz'da Osmanlı Ordusu, Tuna Nehri'nin kuzey sahilinde Kili önüne geldi. 9 gün içerisinde kale Osmanlılar'ın eline geçti ve Kili teslim oldu. 24 Temmuz'da Dinyester'in Karadeniz'e döküldüğü koyun güneyinde bulunan Akkerman kuşatma altına alındı ve 16 gün sonra 9 Ağustos'ta ele geçirildi. Bu kuşatmaya Kırım Hanı I. Mengli Giray da ordusuyla katıldı. Böylece ilk defa bir Kırım Hanı Osmanlı Ordusu'nda görev almış oluyordu. 1419, 1454, 1474 yıllarında devrin padişahları Çelebi Mehmet ve Fatih tarafından 3 kez kuşatılıp da alınamayan bu kalenin fethi üzerine Uzun Hasan'ın oğlu Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakup, Fas Sultanı, hatta Macaristan Kralı Matthias gibi birçok hükümdarlar elçilerini göndererek II. Bayezid'i tebrik ettiler. Necati Bey'in diye başlayan bir kasidesi bulunmaktadır. Böylece Boğdan'ın Karadeniz'e kıyısı kalmadı. Doğrudan İstanbul'dan yönetilen Dobruca ile Kırım Hanlığı'na ait topraklar birleşti. II. Bayezid bu seferden sonra İstanbul'a dönmedi. Kışı Edirne'de geçirdi. Yazın Filibe'ye kadar gitti (1485) ve bu çevreyi kontrol etti. Ertesi kış yine Edirne'deydi. 1486 yılının başında Macar Kralının elçilerini burada kabul etti. İstanbul'a ancak 1486 yılında döndü. İkinci Bayezid Külliyesi'nin inşaatı. Boğdan seferine çıkarken Edirne'ye gelen Bayezid, Tunca Nehri kenarında adını taşıyacak külliyenin temelini attı. Seferden aldığı ganimet malını külliyenin yapımı için harcadı. İnşaat, 1488'de tamamlandı. Osmanlı-Memlük savaşları. Yakın Doğu'nun iki büyük Türk devleti olan Osmanlı ile Memlûk arasındaki sınırı Fırat Nehri ve Toros Dağları belirliyordu. Bir zamanlar Orta Anadolu'ya kadar varan Memlûk nüfuzu, artık Toroslar'ın gerisine itilmişti. Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı ve Çukurova'yı elinde tutan Ramazanoğulları Memlüklüler'in hâkimiyetinde, buna karşılık Dulkadiroğulları ise Osmanlılar'ın hakimiyetindeydi. Memlüklüler ile Osmanlılar'ın ilişkileri başlangıçta dostçaydı. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki zaferleri Memluk başkenti Kahire'de resmî şenliklerle kutlanıyordu. Ama Memluklular Osmanlılar'ın Çukurova bölgesindeki varlıklarından hoşnut değillerdi. Osmanlılar'ın bölgeye yaptığı akınlar iki ülkenin arasını bozdu. Türkler tarafından yönetilen bu iki ülkenin aralarının bozulmasındaki bir başka sebep ise prestij meselesiydi. Devrin en büyük devleti konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda da devrin en büyük İslam ülkesiydi. Halifeliğin, Kutsal Emanetler'in ve mukaddes şehirlerin Memluk Devleti'nin elinde olması Osmanlı'nın kabul edemeyeceği bir durumdu. Fatih'in Hicaz Su Yolları ve Türk hacılar için bazı düzenlemeler yapmak istemesini Memlüklüler iç işlerine müdahale saydı ve reddetti. Memlüklüler coğrafi koşullara çok güveniyor ve hiçbir ordunun Mısır'a giremeyeceğini düşünüyorlardı. İlk Osmanlı-Memluk savaşı 1485'te patlak verdi ve 6 yıl sürdü. Savaşın görünürdeki sebebi 1485 yılında Osmanlı ülkesinden giden hacılara saldırılması ve İstanbul'a gönderilen Behmeni hediyelerine geçici olarak el konulmasıydı. 2 Mart 1482'de Behmeni tahtına babasının yerine oturan Mahmut Şah Behmeni, Sultan Bayezid'e içlerinde değerli mücevherler bulunan hediyeler göndermişti. Mısır gümrük idaresi, sonradan göndermelerine rağmen ilk önce bu hediyelere el koydu. Armağanlar İstanbul'a gönderilmek üzere yola çıktığında Osmanlı Devleti Memlüklüler'e savaş açmıştı bile. Savaşın diğer sebebi ise, her yıl Osmanlı topraklarından Hicaz'a giden hacıların, Bedevi Araplar tarafından saldırıya ve yağmaya uğramaları idi. İstanbul, Kahire'ye, Hac yollarının güvenliğini sağlaması için notalar göndermiş, fakat Memlüklüler geçim kaynağı yağma olan Bedevilere bir türlü ciddi bir şekilde engel olmamışlardı. Bu sebeplere II. Bayezid'in o zamanlar Avrupa'da bulunan kardeşi Cem Sultan'ın Kahire'de kalan ailesinin iadesini istemesi ve bu talebin Memlükler tarafından reddedilmesi de eklenebilir. Savaş 1485 yılının Mayıs ayında başladı. Fatih'in vefatından 4 yıl sonra başlayan savaş hiçbir zaman topyekûn bir muharebe şeklinde gerçekleşmedi. İki imparatorluk hiçbir zaman tüm ordularıyla karşı karşıya gelmedi. Ne Osmanlılar ne de Memlüklüler birbirlerinin topraklarını ilhak etme niyetinde değildiler. Harp iki ülke toprakları arasında tampon bölge mahiyetindeki Çukurova ve Dulkadiroğulları'nın toprakları üzerinde gerçekleşen vuruşmalar seviyesinde kaldı. Savaş Karagöz Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu'nun taarruzu ile fiilen başladı. Karagöz Mehmet Paşa Gülek Boğazı'nı geçerek Çukurova'ya girdi. Böylece Osmanlılar ilk defa Adana'yı işgal etmiş oldular. Karagöz Mehmet Paşa güneye yönelerek Tarsus'u da aldı. Akdeniz sahiline kadar inince Çukurova'nın da Osmanlı hâkimiyetine geçtiği sanıldı. Zaten burası Memlüklüler'in kendilerine ait topraklar değildi. Onların idaresindeki Ramazanoğulları Beyliği'ne bağlıydı. Sonra Karagöz Mehmet Paşa İstanbul'a döndü ve sancak beyi oldu. Bu arada Memluk ordusu Çukurova'ya doğru yola çıkmıştı. Memlüklüler önce Osmanlılara tabi Dulkadir Beyliği'nin topraklarına girdi. II. Bayezid'in kayınpederi olan Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey damadından acil yardım istedi. Kayseri Sancak beyi Yakup Bey ordusu ile yardıma geldi ve Memluk ordusunu yendi. O dönemlerde Memluk idaresinde bulunan Malatya önlerine kadar gelen Yakup Bey'i Memluk Başkumandanı Özbek Bey pusuya düşürdü ve Osmanlı birliğini imha etti. Karşı koyacak bir ordu olmaması nedeniyle Özbek Bey rahatlıkla Çukurova'ya girdi. Adana ve Tarsus sancak beylerinin öldürülünceye kadar mukavemet göstermelerine rağmen Memlüklüler Osmanlılar'ı Toroslar'ın gerisine atmayı başardı. 1486 yılı Ocak ayında Anadolu Beylerbeyi Hersekzade Ahmet Paşa, Çukurova'yı tekrar almak için Gülek Boğazı'nı geçerek Memlüklüler'in önüne çıktı. Fakat yenilerek esir düştü. 1 yıllık esaret hayatından sonra serbest bırakılan paşa İstanbul'a döndü. Memluk sultanı Kayıtbay savaşın sona ermesi için barış teklifi yapsa da kaybetmeye alışık olmayan Osmanlı devlet adamları barışa razı olmadılar. 1487'de bu sefer bizzat Sadrazam Koca Davut Paşa Çukurova için Memlüklüler'in üzerine yürüdü. Kendisi İçel'e geçerken Rumeli Beylerbeyi Hadım Ali Paşa'yı Tarsus'un üzerine gönderdi. Denge savaşı böyle devam ederken II. Bayezid Memlükler'le olan savaş döneminde Venedik'e Osmanlı donanmasının o zamanlar Venedik'e bağlı olan Kıbrıs'ın Mağusa limanında demirleme isteğini bildirdi. Memlükler'le savaşı göze alamayan Venedik bu isteği nazikçe geri çevirdi. 1488 yazının müthiş sıcağında Osmanlı Ordusu Vezir Hadım Ali Paşa kumandasında yine Çukurova'daydı. Adana, Tarsus, Kozan başta olmak üzere Çukurova'yı ele geçirdi. Memlük başkumandanı Özbek Bey yine yetişti ve 16 Ağustos 1488'de Ağaçayırı Muharebesi'nde Osmanlı'yı yendi. Yine Çukurova'yı Osmanlılar'dan temizlemeye çalışan Özbek Bey 7 aylık kuşatma neticesinde Adana'ya girdi. Bu savaşa katılan paşalar bozgundaki mesuliyetleri nedeni ile azledildiler. Bu olaylar olurken Osmanlılar'dan ümidini kesen II. Bayezid'in kayınpederi Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey Memlükler'e yanaştı. Bunun üzerine azledilen Bozkurt Bey'in yerine kardeşi Şah Budak Bey tayin edildi. Elbistan yakınlarında ağabeyi ile yaptığı savaşı kaybeden Şah Budak Bey esir düştü. Kahire'ye gönderilerek idam edildi. 1490'da Kayseri'yi kuşatan ve Karaman'a kadar Osmanlı toprakları içinde ilerleyen Özbek Bey'in üzerine yine Hersekzade Ahmet Paşa gönderildi. Kayseri yakınlarında Osmanlı Ordusu'nu bir kere daha yenen Özbek Bey, Ahmet Paşa'yı yine esir alarak Kahire'ye gönderdi. Savaşlar daha çok Memlükler'in lehine geçse de, iki devlet de tam bir sonuç alamamıştı. Memluk komutanı Özbek Bey büyük ün kazanmış ve adı Kahire'deki "Özbekiye" semtine verilmiştir. Bu son yenilgi üzerine Sultan Bayezid bir sefer-i hümayun başlatmayı düşündü ve bu Sultan Kayıtbay'ı çok endişelendirdi. Zira o zamana kadar topyekûn bir savaşta Osmanlı Devleti'ni sadece Timur yenebilmişti. Bunun üzerine barışa razı oldu. Fakat bizzat barış istemeyi gururuna yediremeyen ve böyle bir barışın imzalanması halinde Osmanlı'nın aşırı isteklerinden korkan Memlük Sultanı başka bir Müslüman ülke olan Tunus hükümdarını araya soktu ve iki ülke savaşın başındaki hale dönülmeyi kabul ettiler. İki ülke de aldıkları toprakları iade ettiler. Böylece 6 yıl boyunca birkaç kez ele geçirdiği halde Çukurova'yı elde edemeyen Osmanlı Devleti 1491 yılında Memlüklülerle barış imzaladı. Bir süre sonra II. Bayezid kardeşi Cem Sultan'ın kızı ile yeni Memlük sultanı Sultan Nasır Muhammed'i evlendirmek suretiyle barışı güçlendirdi. Ancak bu savaş sonucu yıllardır dost, dindaş ve soydaş olarak barış içinde yaşamış bu iki ülke arasında bir çatışma süreci başlamıştı. Üçüncü Sefer-i Hümayun. Sultan II. Bayezid 10 Mart 1492'de Belgrad'ın fethi amacıyla İstanbul'dan sefere çıktı. Sultan Sofya'ya kadar geldi. Burada karar değiştiren Bayezid bu görevi Uzun Süleyman Paşa'ya bırakıp, kendisi Arnavutluk üzerine gitti. Güneybatı yönünde hareket ederek Manastır üzerinden Arnavut topraklarına geldi ve Tepedelen'de durdu. Temmuz sonlarında bu güzergâhta ilerlerken bir Şii fedai tarafından yapılan suikast girişiminden kurtulan Sultan, 1492'nin son günlerinde İstanbul'a döndü. Takriben 9,5 ay süren bu seferde Osmanlı topraklarından çıkılmadığı için herhangi bir çatışma olmadı. Belgrad'a ulaşarak kaleyi kuşatan Süleyman Paşa Osmanlı tarihinde II. Murat ve Fatih'ten sonra kaleyi kuşatan üçüncü kişi olmuştur. Kuşatma devam ederken Macarları yıldırmak amacıyla Erdel'e giren Süleyman Paşa burada yenilmiştir. Bu yenilgi ile başarı ihtimali kalmadığını düşünerek kuşatma kaldırıldı ve Kanuni Sultan Süleyman'a kadar bu şehir alınamadı. Adbina zaferi. Bosna sancakbeyi ve aynı zamanda akıncı komutanı olan şair Yakup Paşa, Sultan Bayezid Amasya'da şehzade iken babası Fatih'in temsilcisi olarak Sultan'ın yanında bulunmuştu. Bayezid tahta geçince Yakup Paşa'yı, önce oğlu Şehzade Alemşah'a atabey, sonra da Bosna beyliğine tayin etti. Akıncıların 1492'de Avusturya'nın kapısı konumunda olan Slovenya'nın Celje şehrini kuşatmaları, Macarlar kadar Almanlar'ı da endişelendirmişti. 1493'te Yakup Paşa, 8 bin akıncı ile İstirya'ya girdi. Fakat geri dönüşünde önüne çıkan düzenli Macar ordusu tarafından Hırvatistan'da yolu kesildi. Her akıncıya 5 asker düşmesine rağmen, üstün bir gayretle Macarlar bozguna uğratıldı. Sonunda 5 bin 700 ölü, 25 bin esir veren Macarlardan bazı asiller de Osmanlılara esir düştü. Bu zaferden sonra Yakup Paşa Rumeli Beylerbeyliği'ne getirildi. Aynı zamanda da şair olan Yakup Paşa uzun manzumesinin sonunda şöyle demiştir: Osmanlı-Lehistan savaşı. Lehistan'ın 1498 yılı başlarında Osmanlı himayesinde bulunan Boğdan Prensliği'ne tecavüzü üzerine Osmanlı-Lehistan savaşı başladı. Öncelikle Rumeli Beylerbeyi Yakup Paşa ve hatta Vezir Mesih Paşa bu savaşa tayin edildi. Lakin Lehistan Kralının Türk-Boğdan birliklerine karşı yürüttüğü savaşta büyük bir yenilgiye uğrayıp, ancak bin atlı ile hayatını kurtarabilmesi ve 20 bin araba dolusu ganimetin Osmanlı'nın eline geçmesi üzerine, buna gerek olmadığı anlaşıldı ve savaşın yönetimi Silistre sancak beyi akıncı kumandanı Malkoçoğlu Bali Bey'e verildi. Bali Bey Lehistan üzerine iki sefer yaptı ve 40 bin akıncının katıldığı bu sefer Osmanlı tarihinin en büyük akıncı seferlerinden biridir. Ordunun sağ kanadını Bali Bey'in büyük oğlu Ali Bey, sol kanadı ise Mustafa Bey yönetiyordu. Türk atlıları önce Prut Nehri'ni, ardından Dinyester nehrini geçti. Mustafa Bey önce Galiçya'ya girdi. Kuzeybatı istikametinde ilerledi. Lviv şehrinin 100 km kuzeybatısındaki Jarosław şehrini aldı. Burası Varşova'ya 260, Baltık Denizi'ne ise 500 km uzaklıktadır. Balı Bey ise kuvvetleri ile Lviv şehrini aldı. Bütün Galiçya'yı geçerek Varşova şehrine girdi. Böylece ilk defa Türk akıncıları bu kadar kuzeye ulaşmış oluyorlardı. Bu birinci seferden sonra 10 bin seçkin esir ile Akkerman'a döndü. Yaklaşık 3 ay sonra Osmanlı ordusu tekrar Lehistan'daydı. Bu sefer Podolya ve Galiçya üzerine gidildi fakat şiddetli soğuk yüzünden sefer uzun sürmedi. Bu büyük başarı ile Bali Bey sancak beyliğinden beylerbeyliğine yükseltildi. Yeni bir savaşa doğru. Avrupa'da yeni bir savaşın emareleri görülmeye başlamıştı. Cem Sultan'ın vefatı ile Osmanlı Devleti daha etkin bir politika izlemeye başlamış, akıncıların yaptıkları büyük çaptaki akınlarla bunu ispat etmişti. Böyle bir savaşta Osmanlı'nın birinci rakibi, Almanya ve Macaristan tarafından desteklenen Venedik olacaktı. 1500'de Osmanlı, yeryüzündeki son Sırp topraklarını da ele geçirerek mahalli Sırp derebeyliğine son verdi. Osmanlı donanması 1496'da Kemal Reis komutasında Rodos donanmasını yok etti. Bu suretle Venedik'le yapılacak savaşta gelecek Rodos yardımının da önüne geçilmiş oldu. 1499 Eylül'ünde İskender Paşa, Udine şehrini işgal etmişti. Osmanlıların kendilerinden bu kadar uzak yerlerde hâkimiyet kurması Avrupa'yı telaşlandırıyordu. Hatta Osmanlılar bölgedeki İtalyanca coğrafya isimlerine Türkçe adlar takmaya başlamış, Tagliemento'ya "Aksu", Isonza'ya "Doline" adını vermişlerdi. Almanya'da da "Gemeiner Pfennig" adı verilen ve Türklere karşı harp etmek için kullanılacak özel bir vergi çeşidi bile başlamıştı. Ayrıca Papa'nın Almanya'dan topladığı dinî vergileri de Osmanlı'ya karşı kullanılması için Almanya'ya iadesini talep etmişlerdi. Dördüncü Sefer-i Hümayun. Fatih devrinde alınmaya çalışılmasına rağmen ele geçirilemeyen Güney Mora'daki önemli Venedik deniz üslerinin fethi ve Osmanlı tarihinin ilk açık deniz meydan savaşındaki zafer Osmanlılar için 16. yüzyılın başındaki güzel haberlerdi. Venedik'e ağır bir darbe vurmak isteğinde olan II. Bayezid denge politikası güdüyordu. Macaristan'la iyi geçinmeye çalışırken, aynı zamanda o zamanlar ayrı şehir devletleri hâlinde olan İtalya'nın zaten Venedik'le arası iyi olmayan diğer şehir devletlerinin de Venedik'in yanında yer almaması için çaba sarf ediyordu. Bu sıralarda Venedik'in Mora'da yer alan deniz üsleri İnebahtı'nın üzerinde Güney Mora'nın üç yarımadasının en batısında yer alan Modon, Koron ve Navarin limanları idi. Sultan II. Bayezid, Venedik seferine çıkmak üzere, 31 Mayıs 1499 günü İstanbul'dan ayrıldı. Donanmayı o sıralarda Venedik hâkimiyetinde olan Kıbrıs Adası'nın üzerine göndermek suretiyle, Kıbrıs'ın tehdit altında olduğu izlenimini verdirerek Venedikliler'in kuvvetlerini dağıtmayı başarmıştı. Amiral Melchior Trevisano, Mora'daki Venedik üslerinin başkumandanı tayin edildi ve hummalı bir savunma hazırlığına başlandı. Sultan Vardar Yenicesi'ne geldi. Burada Rumeli Beylerbeyi Koca Mustafa Paşa, Venediklerin elindeki İnebahtı üzerine gönderildi. 1493'ten beri Kaptan-ı Deryalık görevinde bulunan Küçük Davut Paşa Mora sularındaydı. 200 parçalık büyük Venedik Donanması Osmanlı donanması'nı Mora sularından uzaklaştırmak maksadıyla Modon açıklarına gelmişti. Donanmanın başında Amiral Antonio Grimaldi vardı. Mora'nın güneybatı ucundaki Gallo Burnu'nun açıklarında iki dev Donanma karşı karşıya geldi. Osmanlı donanması'nı Kemal Reis idare ediyordu. Sağ cenahın kumandanı Burak Reis amiral gemisini düşman gemilerinin arasına sürdü. Onlarca Venedik gemisi bu gemiyi indirmek için çalışıyorlardı. Düşman gemilerinin en yoğun olduğu bölgeye girip, gemideki barut deposunu ateşe veren Barak Reis, büyük bir patlamaya ve onlarca Venedik gemisinin infilakına neden oldu. Lakin kendisi ile birlikte 500 levent de ölenler arasındaydı. Bu hadisenin ardından taarruza geçen Osmanlı Donanması Venedikliler'i perişan etti. Sapienza Deniz Savaşı ismi ile tarihe geçen bu savaş Osmanlılar'ın tarihte kazandıkları ilk açık deniz savaşıdır. Büyük kahramanlıklarından dolayı Sapienza Adasına Barak Reis adası adı verildi. Venedik Elçisi Alvise Manenti devletine gönderdiği raporda Osmanlı sadrazamının elçiye "Sen Sinyoria hükümetine söyle, artık deniz ile evlenmesini bıraksınlar; artık sıra bize gelmiştir." dediğini bildirmiştir. Bu zaferin ardından Venedik üslerini koruyacak bir kuvvet mevcut değildi. Beşinci Sefer-i Hümayun. 30 Ağustos 1499'da, Sapienza Deniz Savaşı'ndan 33 gün sonra İnebahtı kalesi de Osmanlı'nın olmuştu. Bölgedeki büyük Venedik Amirali'nin donanması ile geri çekilmesi kaledekilerin maneviyatını bozmuş, kale komutanı kaleyi teslim etmişti. Osmanlı Ordusu için sıra, Mora'daki 3 büyük Venedik üssü olan Koron, Modon ve Navarin'e gelmişti. Ancak bu sıralarda 1479'dan bu yana Osmanlı hâkimiyetinde olan Kefalonya adasına Venedik asker çıkarıp işgal etmişti. Ardından önceleri kendi hâkimiyetlerinde olan Preveze'deki Osmanlı tersanelerini basıp, kızaktaki gemileri yakmışlar fakat geri püskürtülmüşlerdi. 1499 yılının sonlarında Edirne'ye dönen II. Bayezid birkaç aylık bir dinlenmeden sonra 7 Nisan 1500'de Edirne'den ayrıldı. Bu hareketinden dolayı bu sefer, "5. Sefer-i Hümayun" olarak değerlendirilmiştir. 7 Temmuz'da donanmanın geldiği Modon'a ardından bizzat padişah komutasındaki ordu gelerek kaleyi kuşatmıştır. 24 Temmuz'da Venedik donanması muhasaranın kaldırılması maksadıyla hücuma geçse de Kemal Reis tarafından geri püskürtülmüşlerdi. Kale Venedikliler'e mahsus olan bir şekilde savunulmuş, lakin 10 Ağustos 1500'de düşmüştü. Modon'un çetin mukavemetine rağmen düşürülmesi, bu kalenin yakınlarında bulunan Koron ve Navarin kalelerinin de sonunu gösteriyordu. Fetihten 2 gün sonra, yani 12 Ağustos'ta Navarin, etrafındaki Milona ve Fener kaleleri ile teslim olmuştu. Venedikliler Osmanlılar'ın izniyle bütün asker ve mühimmatları ile Venedik'e dönmüşlerdi. 16 Ağustos'ta ise Koron'nun yine karşı koymadan teslim olması ile Venedik'in Yunanistan ile hiçbir bağlantısı kalmamıştı. 3 Aralık 1500 günü Venedik donanması Navarin önlerine geldi. Venediklilerce ele geçirilen bir Hristiyan Arnavut kale kapısını onlara açtı. Venedikliler böylece Navarin'i ele geçirdiklerini zannederken Kemal Reis 30 savaş gemisi ile limana girdi ve 8 Venedik gemisini ele geçirdi. Fransızlar'ın Midilli kuşatması. Papa'nın teşviki ile Fransa da, Venedik'in müttefiki olarak Osmanlı'ya karşı savaş açmıştı. 1501 yılının Eylül ayında Ege Denizi'ne giren Fransız donanması 10.000 piyade taşıyordu. Eylül ortalarında da Midilli muhasarası başladı. Bunun üzerine Sultan Bayezid'in Manisa sancak beyi olan ikinci oğlu Şehzade Korkut, şimdiki Ayvalık'a gelerek 800 kişilik yardımcı kuvveti adaya geçirmişti. Ekim sonlarında Osmanlı Donanması'nın Çanakkale Boğazı'ndan çıktığını öğrenen Fransızlar 6 haftadan beri devam ettirdikleri kuşatmayı kaldırmış ve Mora'nın güneyindeki Çuha Adası açıklarına gelmişlerdi. Burada müthiş bir fırtınaya kapılan donanmadan yalnızca yüzlerce kişi kurtulabilmişti. Fransız donanması geri çekilirken, İspanyollar hazırladıkları donanma ile Ege'ye girmiş fakat Fransızlarla birleşemediklerinden dolayı hiçbir şey yapamadan geri dönmüşlerdir. Osmanlı-Venedik barışı. Venedik, Osmanlı Devleti ile artık baş edemiyordu. Özellikle Osmanlı akıncılarının yapmış olduğu her akın Venedik için büyük bir tehlike idi. Zira Osmanlılar'ın her an için Venedik şehrini dahi istila etme ihtimali mevcuttu. Mora'dan tamamıyla atılan Venedik, denizlerde de faaliyet gösteremiyor, Kemal Reis başta olmak üzere Türk denizcileri Venedik'e göz açtırmıyorlardı. Kefalonya gibi Aya Mavri adasını da işgal eden Venedik, 1502 yılının başlarında adayı ele geçirdi. Adayı korumakla görevli küçük yeniçeri müfrezesi vuruşmadan kaleyi teslim etmiş ve akabinde silahları ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Sultan Bayezid düşmana karşı silah atmadan kaleyi teslim eden bu askerleri idam ettirdi. Birkaç ay sonra adaya gelen Kemal Reis 30 Ağustos 1502 tarihinde Venedikliler'i adadan çıkardı. 13 Ağustos 1502 tarihinde Venedik'in Arnavutluk'ta bulunan son üssü Dıraç'ın da Osmanlı'ya geçmesi ile Venedik'in Yunanistan gibi Arnavutluk'la da bir bağlantısı kalmadı. Mora ve Arnavutluk'taki büyük üslerini ve denizlerdeki üstünlüğünü kaybeden Venedik için barıştan başka çözüm yolu kalmamıştı. 27 Eylül 1502'de kalabalık bir ekiple İstanbul'a gelen Venediklilerle 14 Aralık 1502'de 31 maddelik "Osmanlı - Venedik Barış Antlaşması" imzalandı. Yalnız Kefalonya adası Venedik'e bırakılmış, bunun dışındaki tüm fetihleri Venedik tanımıştı Karamanoğulları'nın son taht teşebbüsü. Osmanlılar, Venedik'e karşı savaşırken Karamanoğlu Mustafa Bey, Karamanoğulları'nın tarihteki son ayaklanmasını çıkardı. Akkoyunlular'ın misafiri olarak Tebriz'de büyüyen Mustafa Bey 1500 yılında II. Bayezid Mora'dayken Mersin'e geldi. Burada etrafına topladığı Türkmenlerle Karaman'ı kuşattı. Osmanlılar'ın fazla önem vermedikleri bu olay üzerine Konya'da bulunan Bayezid'in dördüncü oğlu Şehzade Şehenşah, Karamanoğlu Mustafa Bey'in üzerine bizzat gitmemiş, Beyşehir sancak beyi olan oğlunu göndermişti. Vuruşmayı göze alamayan Karamanoğlu Mustafa Bey, İçel'e çekildi. 1500 yılı sonlarında Şehzade Şehenşah bizzat İçel'e gelmiş fakat Karamanoğlu Mustafa Bey'i yakalayamamıştı. 1501 baharında vezir-i azam Hacı Mesih Paşa da İçel'e geldi. Bunun üzerine Tarsus'tan gemiye binip Suriye'ye kaçan Karamanoğlu Mustafa Bey, Memlüklülere sığındı. Osmanlılar'la yeni bir anlaşmazlığa düşmek istemeyen Memluk Sultanı da Karamanoğlu Mustafa Bey'i öldürttü. Safeviler'in İran'da başa geçmeleri. 1502'de Akkoyunlular'ın Tebriz'i kaybetmesinden sonra İran tahtına başka bir Türk hanedanı olan Safeviler geçti. Olayı önemli kılan ise Safevilerin Şii mezhebine mensup olmalarıydı. Akkoyunlu ve Trabzon Rum Devleti ile akrabalık ilişkileri kuran Safeviler böylece siyasi hayata atılmışlardı. Şiirlerini Farsçadan çok Türkçe olarak söyleyen Safeviler'in lideri Şah İsmail Osmanlı Devleti'ne doğudan gelen tehlikelerin üçüncüsü ve sonuncusudur (Daha önceden Timur ve Akkoyunlular). Sultan Bayezid daha önceden bölgede dengeyi koruma amaçlı önlemler almış ve hem Akkoyunlular'ın hem de Memlüklüler'in hanedanları ile akrabalık bağları kurmuştu. 1507'de Kemal Reis Mısır'a bir dostluk ziyaretinde bulundu ve Sultan Kansu tarafından büyük bir törenle karşılandı. Safeviler'in başa geçmesi Osmanlılar'la Memlüklüler'i birbirine yaklaştırdı. Şah İsmail, Akkoyunlular'ı haritadan silmek amacındaydı. Bu arada Trabzon'da sancak beyi olan Şehzade Selim Erzincan'ı ele geçirmiş, Safeviler'e bağlı olan Gürcü prenslikleri yenip onları vergiye bağlamıştı. Şah İsmail'in tahta çıkışı Avrupa'da büyük yankı uyandırdı. Zira kendilerinin Osmanlı ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden başka bir Türk devletinin onu yenmesi ile Müslümanların tıpkı Endülüs'deki gibi Avrupa'dan atılabileceğini düşünüyorlardı. Şah İsmail büyük gücün Osmanlı Devleti olduğunu bildiğinden Memlüklüler'e Osmanlılar'a karşı birleşmeyi önermiş fakat Osmanlılar'dan sonra sıranın kendilerine geleceğini bilen Memlüklüler tarafından bu teklif reddedilmişti. Venedikliler'e de aynı teklifte bulunan Şah İsmail'in elçileri Venedik'ten yardım cevabı aldılar. Fakat Venedik, Osmanlı Devleti ile doğrudan bir savaşı göze alamayıp, yapılacak bir savaşta destek vermeyi kabul etti. Deniz gücü olmayan ve tamamıyla bir kara devleti olan Safeviler Venedik'in deniz gücünden yararlanmak istiyorlardı. Bunlara karşılık II. Bayezid Mısır'a Kemal Reis ile birlikte büyük miktarda top, stratejik harp malzemesi ve bahriye levazımı gönderdi. Memlüklüler Safevilerden, Osmanlılardan daha çok çekiniyorlardı. Zira daha önce Şii Fatımi hanedanı uzun süre Mısır'da hüküm sürmüş ve ancak Memlüklüler tarafından yıkılmıştı. Ayrıca Mısır'da Osmanlı ülkesinin tersine halk ve saray erkanı Türkmen asıllı değildi. Büyük bir Arap çoğunluğu azınlıktaki Türkler tarafından yönetiliyordu. Şah İsmail daha önceden Fatımiler'in yapamadığını yapmak, tüm İslam dünyasını Şii mezhebi altında birleştirmek istiyordu ve önündeki Osmanlı barajı yıkılırsa onu ne Memlüklüler ne de Türkistan'daki Türk devletleri durdurabilirdi. Şah İsmail'in Dulkadir seferi. Safevi Şah'ı İsmail 1507 yılında hem İstanbul'un hem de Kahire'nin göstereceği tepkiyi görmek amacıyla Dulkadiroğulları Beyliği'nin üzerine yürüdü. Asıl sebebi bu olmamakla beraber görünüşteki sebep, Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey'in Şii olan Şah'a kızını vermek istememesiydi. Şah İsmail Osmanlı topraklarından geçerek Kayseri üzerinden Dulkadir topraklarına girdi. Savaşta yenilen Alaüddevle Bozkurt Bey kaçtı ve Şah İsmail, Bozkurt Bey'in bir oğlu ile iki torununu ele geçirerek öldürttü. Bunun üzerine Maraş'a ve Elbistan'a giren Şah İsmail Dulkadir Hanedanı'nın mezarlarını yaktırdı. Sonradan da Osmanlı Devleti'ne bir mektup yazıp topraklarını çiğnediğinden dolayı da özür diledi. Yıllardan beri Dulkadiroğulları Beyliği'nin kendilerine bağlı olduğunu iddia eden Memluklular ve Osmanlılar bu hareketi cevapsız bıraktılar. Bu da Şah İsmail'in Anadolu'daki prestijini artırdı. Memlüklüler tamamıyla sessiz kalsa da Osmanlıların sessiz kalmaları mümkün değildi. Zira Trabzon sancak beyi Şehzade Selim, anne tarafından Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey ile akrabaydı. Şehzade Selim ve Şehzade Korkut Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı olan aynı anneden dünyaya gelmişti. Bir dayısına ve iki dayı oğluna yapılan bu harekete karşı Şehzade Selim Azerbaycan'a kadar Safevi topraklarına girerek Safevi Hanedanı'na mensup bazı kişileri esir alıp Trabzon'a getirerek dayısına yapılanın intikamını aldı. Babası Bayezid bile hiçbir şey yapmamışken Şehzade Selim'in bu hareketi gözlerin ona çevrilmesine neden oldu. Bu arada II. Bayezid Şah İsmail'in herhangi bir seferine karşı Orta Anadolu'ya asker yığdı. Bu nedenle Şah İsmail Anadolu'nun içlerine girmekten çekinmiştir. Sayısı 115 bini bulan bu orduyu gözüne kestiremeyen Şah, II. Bayezid'e "Şanlı büyük babam" diye hitap ettiği bir mektup yazarak 1508 yıllarının ilk aylarında Diyarbakır'a çekildi. Küçük Kıyamet (1509 İstanbul depremi). 10 Eylül 1509'da "Memalik-i Rum" adı verilen Amasya, Tokat, Sivas, Çorum ve çevresinden başlayıp 45 gün şiddetle devam eden depremde halk, 2 ay kadar çadırlarda yaşadı. Bu deprem, aynı şiddette İstanbul ve Edirne'de de meydana geldi. 14 Eylül 1509'da İstanbul, Osmanlı tarihinin kaydettiği en şiddetli depreme maruz kaldı. Küçük kıyamet ("Kıyamet-i Suğra") denilen bu depremde İstanbul'da 109 cami ve mescit ile bin 70 ev kullanılamaz hâle geldi. Halktan da 5 bin kadar insan öldü. Binlerce insan yıkıntılar altında gömülü kaldı. Köpürmüş ve azgın bir hal almış olan deniz dalgaları, İstanbul ve Galata surlarını aşarak sokaklarda tufan meydana getirdi. Bu arada eski su bentleri de yıkıldı. Sultan II. Bayezid, sarayının duvarlarına güvenemediğinden bahçesinde gayet hafif ve tehlikesiz bir çadır kurdurarak orada 10 gün kadar ikamet etti. 45 gün kadar, aralıklarla devam eden bu deprem, İstanbul sakinlerini sürekli bir heyecan içinde yaşattı. Çorum halkının 3'te 2'si, şehirlerindeki toprak kaymaları yüzünden yarılıp açılan topraklar içinde öldü. Yine bu esnada Gelibolu istihkâmları da yıkıldı. Sultan II. Bayezid'in doğduğu şehir olan Dimetoka bir toprak yığını halini aldı. Sultan Bayezid, bu deprem nedeniyle devletin ikinci başkenti olan Edirne'ye gittiyse de İstanbul depreminden 15 gün sonra Edirne'de İstanbul'dakinin benzeri olan ve aynı şiddette bir deprem daha meydana geldi. Mimar Hayreddin, 15 gün içinde Padişah için Edirne'de ahşap bir ev yaptı. Padişah, bu ahşap evde ikamete başladı. Aynı sene Edirne'de yine benzer şiddette bir deprem daha oldu. Tunca Nehri taşarak ve yatağını da aşarak depremin yıkıntılarını kapladı. 3 gün geçit vermeyen Tunca'nın taşmasıyla da birçok insan öldü. Bundan sonra II. Bayezid İstanbul'un yeniden imarı için neler yapılması gerektiği konusunda ilgililerle bizzat toplantılarda bulundu. Toplantılar sonunda İstanbul'da yıkılan yerleri yeniden yapmak veya tamir etmek için 20 evden bir kişi ve ev başına 22'şer akçe toplandı. Bu şekilde Anadolu'dan 37 bin, Rumeli'den de 29 bin cerahor (ücretli amele) çıkarılıp 3 bin kadar mimar ve marangoz getirildi. Bunlardan başka "Yaya"lardan 8 bin, müsellemlerden de 3 bin kişi kireç yakmakla görevlendirildi. 29 Mart 1510'da başlayan imar faaliyetleri 65 günde sona erdi. Bu inşaat ve tamiratta, İstanbul surlarından başka Galata'daki mahzenler, Galata Kulesi, Kız Kulesi, Rumeli ve Anadolu hisarları ve fenerlikleri, Çekmece köprüleri ile Silivri kalesi gibi önemli yerler de vardı. Sultan II. Bayezid'in bu çabaları üzerine İstanbul kısa bir sürede adeta yeniden inşa edilmiş oldu. Bu inşaat, bütünüyle Mimar Hayreddin'in nezareti altında yapıldı. İnşaatın tamamlanmasından sonra hükümdarın emri üzerine 3 gün ve gece, fakirlere yemek dağıtıldı. Şahkulu isyanı. Şah İsmail'in Anadolu'da Şii propagandası yapmakla görevlendirdiği kişi, "Şahkulu" adı verilen biriydi. Şehzadeler arasındaki huzursuzluğun ortaya çıktığı dönemde Şahkulu önderliğindeki Kızılbaşlar isyan etti. İsyancılar; Antalya, Kızılcakaya, Korkuteli, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu yerleşimlerine baskın yaptıktan sonra Kütahya önlerine geldi. Kendi üzerine gönderilen Anadolu Beylerbeyi Karagöz Ahmed Paşa yönetimindeki Osmanlı kuvvetlerini mağlup edilerek paşa esir alınsa da şehir ele geçirilememiştir. Şahkulu isyanının büyümesi üzerine Vezir-i azam Hadım Ali Paşa isyanı bastırmakla görevlendirildi. Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa'yı öldürdükten sonra kuzeye ilerleyen Şahkulu, Altıntaş mevkiinde Şehzade Ahmed ile Hadım Ali Paşa'nın kuvvetlerince kuşatıldı. Bu sırada Şehzade Ahmed ile yeniçeriler arasında yaşanan anlaşmazlıktan faydalanan Şahkulu kuşatmadan kurtulmayı başardı. İsyancıları takip eden Hadım Ali Paşa Sivas civarındaki Çubukova ya da Gökçay mevkiinde Şahkulu kuvvetlerine yetişti ve Temmuz 1511'de yapılan çarpışma sonucunda Şahkulu ve kuvvetleri yenilgiye uğratıldı. Bu çarpışmada Şahkulu öldürülürken, Hadım Ali Paşa'da aldığı yaralar sebebiyle bir süre sonra öldü. İsyan esnasında Şehzade Ahmed'in en büyük destekçisi Vezir-i azam Hadım Ali Paşa'nın ölmesinin yanı sıra Şehzade Ahmed ile yeniçeriler arasında yaşanan anlaşmazlık ileriki yıllarda şehzadeler arasında yaşanan taht mücadelesinde belirleyici olmuş ve yeniçeriler Şehzade Selim'i desteklemişlerdir. Oğulları arasındaki taht kavgaları. Oğulları. II. Bayezid'in, Mahmut, Ahmed, Şehinşah, Selim, Mehmed, Korkut, Abdullah ve Alemşah isimli 8 oğlu ve pek çok da kızı olmuştu. Oğullarının en büyüğü babasının tahta geçmesinden kısa bir süre sonra öldü. Padişah'ın 6., 7., 8. oğulları olan Mahmut, Mehmet, Alemşah ise 1507'den önce öldüler. Hayatta sadece yaş sırası ile Şehzade Ahmed, Şehzade Korkut, Şehzade Selim ve Şehinşah kalmıştı. Hepsi de olgun yaşlara gelmiş, ya 40 yaşını geçmiş veya yaklaşmışlardı. Şehzade Korkut ile Şehzade Selim Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı olan Ayşe Hatun'un çocuklarıydılar. Şehzade Ahmed Amasya'da valiyken, Korkut Manisa'da, Şehzade Selim ise Trabzon'da vali olarak görevliydi. En küçük şehzade Şehenşah'ın annesi Karamanoğlu sülalesindendi ve bu nedenle Konya valiliğini yürütüyordu. Şehzade Korkut. II. Bayezid'in hayatta kalan oğullarından Şehzade Korkut dışındakilerin hepsinin şehzadeleri vardı; yani hepsi kendisinden sonra tahta geçebilecek erkek çocuklara sahiptiler. Yalnız Şehzade Korkut'un pek çok kızı olmasına rağmen erkek çocuğu yoktu. 1509 yılında 40 yaşındaki Şehzade Korkut Manisa sancak beyiyken Antalya sancak beyliğine gönderilmişti. Vezir-i azam Hadım Ali Paşa'nın kardeşi Şehzade Ahmed'i tuttuğunu bilen Şehzade Korkut bu tayinle tahttan uzaklaştırıldığının farkındaydı. Babasının ani ölümü halinde kardeşi Ahmed Amasya'da olduğundan İstanbul'a Antalya'dan daha çabuk varabilirdi. Bu nedenle kendisinin tekrar Manisa'ya tayinini istedi, fakat kabul edilmedi. Bunun üzerine babasının gözünü korkutmak isteyen Şehzade Korkut tıpkı amcası Cem Sultan gibi hacca gideceğini söyleyip, 137 kişilik maiyeti ve 8 gemi ile 1509 yılında Antalya'dan yola çıktı. Aslında Şehzade Korkut'un denizciler üzerinde büyük bir tesiri vardı. Zaten denizcileri himaye etmesi ile ün kazanmıştı. Pek çok Osmanlı esirini fidyelerini cebinden verip kurtarmıştı. Bunun yanında denizcilik yapanları, reisleri korur, himaye ederdi. Şehzade Korkut 29 Mayıs'ta Sultan Kansu tarafından Kahire'de muhteşem bir şekilde karşılandı. Bu arada devlet adamları bu olayın aynen Cem Sultan'ın hikâyesine benzediğinden kuşkulanmışlardı. Fakat Şehzadenin tek hedefi babasının ve Hadım Ali Paşa'nın gözünü korkutmaktı. Tüm çabalarına rağmen ataması yapılmadı ve Antalya'da kaldı. Şehzade Selim. Aynı dönemde Şehzade Selim yaptıkları ile takdir topluyordu. Safeviler'e karşı yapmış olduğu akın ve Gürcü kralları vergiye bağlaması gözleri ona çevirmişti. Şehzade Korkut ise daha yumuşak huylu ve mutedildi. Yalnız erkek çocuğunun olamayışı nedeniyle fazla taraftar toplayamamıştı. Esasen tahta Şehzade Ahmed geçecekti. Zira meşru veliaht, büyük şehzadeydi. Şehzade Selim İstanbul'a çok uzak olan Trabzon sancak beyiydi. Ağabeylerinden Ahmed Amasya'da, Korkut Manisa'da, küçük kardeşi Şehzade Şehinşah ise Konya'daydı. Bu durumda tahta en uzak şehirde olan kendisiydi. Bir defa tahta oturan şehzadeyi oradan atmak neredeyse imkânsızdı. Bu dönemde oğlu Şehzade Süleyman 14 yaşına gelmişti. Buluğ çağına gelen şehzadelere sancak verilmesi kanundu. Babası da oğlu Süleyman için Bolu sancağını istedi. Şehzade Süleyman Trabzon'a bağlı Şebinkarahisar sancak beyiydi. Bolu ise ayrı müstakil bir sancaktı. Selim'in isteği oldu ve Şehzade Süleyman Bolu'ya nakledildi. Tabii bu olaya Amasya Sancak beyi Şehzade Ahmed karşı çıktı. Çünkü Bolu Amasya ile İstanbul arasında bir noktaydı. Bu da kendisi için tehlikeli olabilirdi. Şehzade Ahmed'in çabaları ile Şehzade Süleyman Bolu'dan ayrılacakken, Şehzade Selim bu sefer oğlu için Kefe sancağını istedi. Kefe Kırım'da bir liman şehriydi. Kırım Hanlığı'na bağlı olmayan şehir doğrudan doğruya İstanbul'a bağlıydı. Şehzade Selim'in düşüncesi kayınpederi olan Kırım Hanı I.Mengli Giray'a yakın bulunabilmekti. Zira I. Mengli Giray da damadını destekliyordu. Bunun üzerine Şehzade Süleyman 1504 yılında ölen amcası Şehzade Mehmet yerine Kefe sancak beyi oldu. 1511 yılında Şehzade Selim büyük bir maiyet ile Trabzon'dan gemi ile Kırım'a gitti. Güya oğlu Süleyman'ı ve kayınpederini ziyaret edecekti. Asıl amacı kayınpederi ile sıkı bir işbirliği yapmak ve oğlu Süleyman'a talimat vermekti. Veliaht Şehzade Ahmed, Kırım Hanı'na bir mektup gönderdi ve kardeşi Selim'e yardımdan vazgeçmediği takdirde, padişah olduğu zaman Kırım tahtından ümit kesmesini açıkça söylüyordu. I. Mengli Giray buna kulak asmadıysa da, kayınpederini zor durumda bırakmak istemeyen Şehzade Selim Kırım'dan ayrıldı. Kardeşi Ahmed babasına baskı yaparak kayınpederini azlettirebilirdi. Selim Kırım'dan Trabzon'a dönmek yerine Rumeli'ye geçti ve artık Trabzon'a dönmeyeceğini ve kendisine Rumeli'de bir sancak verilmesini istedi. Şehzadelere Rumeli'den sancak verilmesi yasalara aykırı olmasına rağmen ordu tarafından sevilen Şehzade Selim'e Semendire ve Vidin sancakları verildi. Bu arada Şehzade Korkut babasının üzerindeki baskısını arttırarak tekrar Manisa sancağına atandı. 2 Temmuz 1511'de Konya sancak beyi Şehzade Şehinşah'ın 40 yaşında eceli ile vefatı üzerine taht adaylarının sayısı üçe indi. 1511 Temmuz'unda Şehzade Selim Vidin'den Edirne'ye geldi. Bu şehri işgal ettikten sonra Çorlu'ya geldi. Ancak 3 Ağustos günü babası II. Bayezid tarafından karşılandı. Birkaç dakikalık vuruşmadan sonra Şehzade mağlup oldu. Kaçmak zorunda kalan Şehzade ihtiyatı elden bırakmamıştı. Bulgaristan sahillerinde gemiler şehzadeyi bekliyordu. Bu olaydan sonra tekrar sancağına dönemezdi. Oğlunun yanına, Kefe'ye gelen şehzade orduyu elde etmeden taht yolunun zor olduğunu böylece anladı. Şehzade Ahmed. 21 Ağustos 1511 günü II. Bayezid büyük oğlu Ahmed'i tahta geçirmek üzere İstanbul'a çağırdı. Veliaht Şehzade Ahmed'in Maltepe'ye kadar gelmesi üzerine Şehzade Selim'i destekleyen birlikler ayaklandı. Bunun üzerine Şehzade Ahmed İstanbul'a giremedi ve Maltepe'den geri dönmek zorunda kaldı. Amasya'ya döneceği yerde Konya'ya geçen Şehzade Ahmed burada padişahlığını ilan ederek babasının orduya söz geçiremediğini iddia etti. Şehzade Ahmed'in açıkça müddei sıfatını takınması üzerine ulema yüzünü Ahmed'den çevirdi. Bu arada Şehzade Korkut'un ansızın İstanbul'a gelmesi işleri iyice karıştırdı. Ağabeyinin bu tavrı üzerine umuda kapılan Korkut babası ve paşalarla görüşmüş ve büyük saygı görmüştü fakat babasının hayatta olması nedeniyle paşalar Korkut'u desteklemediler. 1512 yılının ilk günlerinde Kızılbaşlar Amasya, Tokat bölgesinde tekrar ayaklandılar. Şehzade Ahmed'in orayı bırakması bölgede büyük bir boşluk oluşturmuştu. Bu olay üzerine 6 Mart günü İstanbul'da Kapıkulu Ocakları isyan çıkardı. Bu olaylar üzerine Şehzade Ahmed'i desteklemekten vazgeçen Sultan küçük oğlu Selim lehine bir name yazarak onu İstanbul'a davet etti. Tahttan feragatı ve ölümü. Şehzade Selim 19 Nisan'da İstanbul'a ulaştı. Babasını tahttan uzaklaştırıp sürgüne yolladı. 24 Nisan 1512'de II. Bayezid oğlu Selim namına tahtan feragat ettiğini açıkladı. Böylece babasının vefatından sonra yeniçerilerin desteği ile tahta çıkan II. Bayezid uzun bir saltanatın sonunda oğlunun baskısıyla tahttan çekilmiş oldu. II. Bayezid tahtını oğluna bırakırken şu sözleri söyler: Yeni sultan Selim'e Dimetoka'da çekilmek istediğini söyleyen sabık sultan, oğlunun cülusundan 11 gün sonra kalabalık bir maiyet ile İstanbul'dan Dimetoka'ya doğru yola çıktı. Yola çıktığında da çok bitkin olan sultan ata binemedi ve ancak tahtırevan ile seyahate devam edebildi. Dimetoka'ya ulaşmaya ömrü vefa etmeyen II. Bayezid, yola çıkışından 32 gün sonra 26 Mayıs 1512'de Edirne'nin güneydoğusundaki Havsa ilçesinin Abalar köyünde şüpheli bir şekilde öldü. İddialara göre oğlu I. Selim tarafından zehirlenerek öldürüldü. II. Bayezid'in cenazesi İstanbul'a getirildi, Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra kendi yaptırdığı Bayezid Camii'ndeki türbesine defnedildi. 64 yaşında ölen II. Bayezid'in padişahlık süresi 31 yıldan 9 gün eksikti. Ölümü tüm İslam aleminde üzüntü ile karşılandı. Kahire'de ölümü duyulunca başta Sultan Kansu olmak üzere çok sayıda kişinin katıldığı gıyabi cenaze namazı kılındı. Ayrıca İslam dünyasının başka yerlerinde de gıyabi cenaze namazları kılındı. Hakkındaki anlatılar. Kristof Kolomb, seyahat planını 1484'te Portekiz kralına sundu ama gerekli desteği bulamayınca aynı yıl II. Bayezid'e bir papaz eşliğinde başvurdu. Bu isteği Osmanlı kayıtlarına "II. Bayezid'den sultanın adına yeni ülkeler keşfedebilmek için emrine gemiler vermesi istedi." şeklinde geçti. Sultan, Kolomb'u ciddiye almadı ve talebini reddetti. İlerleyen yıllarda Kolomb ile 3 kez Amerika'ya gitmiş bir İspanyol, bir savaş sonrasında Piri Reis'in amcası Kemal Reis'e esir düştü ve Kolomb'un keşfettiği Amerika kıyılarının haritasını amcasına verdi. Piri Reis bu haritadaki bilgilerden yola çıkarak 1513'te kendi Dünya haritasını çizdi. 1502 yılında Leonardo da Vinci, II. Bayezid'a, Haliç üzerine yapılması için 240 metre uzunluğunda bir köprü projesi sundu ancak kabul edilmedi ve projedeki köprünün bir benzeri 2001'de Norveç'te yapıldı. Andrea Gritti, 1503'te Venedik Cumhuriyeti'ne gönderdiği mektupta Bayezid'i, "Uzun boylu, karayağız, zihnen daima meşgul izlemini verdiğini ve tasalı göründüğünü; felsefeyle ilgilenmekle beraber kozmografya konularını çok iyi bildiğini, az yemek yediğini, içki içmediğini, camilere gittiğini ve bol sadaka dağıttığını ata binmekten hoşlandığını, nikris (gut) yüzünden sık sık avlanmadığı" biçiminde andı. Evliya Çelebi, 1481'in bir kış gününde şunu yaşadığını yazdı: Galata sırtlarında avlanırken son derece bakımlı ve güllerle süslü bir bahçe ve içinde köhnemiş küçük bir kulübe gördü. Kulübede mola veren Sultan, buranın sahibi Gül Baba ile tanıştı ve onu, bahçeye gösterdiği özenden dolayı ödüllendirmek istediğini söyledi. Gül Baba, Bayezid'e bir sarı ve bir kırmızı iki adet gül vererek bu bahçeye bir okul ve hastane yaptırmasını istedi. Galata Sarayı Ocağı (günümüzde Galatasaray Lisesi) böylece kuruldu ve Yavuz Sultan Selim'in oğlu Kanuni Sultan Süleyman da dahil olmak üzere tüm şehzadeler, şehzadelerin çocukları ve üst düzey devlet görevlileri ilk ve orta eğitimlerini burada aldılar. İstanbul'da kendi adına yaptırdığı Bayezid Camii'nin inşası bitince ikindi ve yatsı namazlarının sünneti eksiksiz kıldıysa cuma namazını kıldırmasını istediği ancak kendisi dışında kimse çıkmayınca imamlık yaptığı rivayet edilir. Eğitim ve kültür. Gördüğü ve okuduğu eserlerin ilk sayfasıyla son sayfasına kendi mührünü vurmuş, iç sayfasına kitabın adıyla yazarını yazmıştır. Günümüzde kitaplığının bir kısmı Edirne Selimiye Kütüphanesi'nde diğer kısımları da İstanbul'daki çeşitli kütüphanelerde bulunmaktadır. Müzikle ilgilenmiştir ve günümüze ulaşmış müzik eserleri şunlardır: "Adlî" mahlası kullanarak Türkçe ve Farsça şiirler yazdı. II. Bayezid'in yazdığı şiirlerden meydana gelen küçük hacimli bir divan Rumi 1308 tarihinde İstanbul'da basıldı. Ayrıca hattatlık da yapmıştır Ailesi. Bostanzade Yahya Efendi, "Târih-i Saf Tuhfetu'l-Ahbab" isimli eserinde "Kırk" kadar cariyesinin olduğunu rivayet ediyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9312", "len_data": 53104, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
I. Selim () veya bilinen adıyla Yavuz Sultan Selim (d. 10 Ekim 1470 - ö. 22 Eylül 1520), Osmanlı İmparatorluğu'nun 9. padişahı ve 88. İslam hâlifesidir. "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn" (iki kutsal caminin hizmetkârı) unvanına ve divan edebiyatındaki "Selîmî" mahlasına sahiptir. Babası sekizinci Osmanlı padişahı II. Bayezid, annesi II. Gülbahar Sultan'dır. 1512-1520 yılları arasında süren yalnızca 8 yıllık saltanatında imparatorluğu muazzam bir hızla genişletti ve özellikle 1516 ile 1517 yılları arasında düzenlediği sefer ile tüm Doğu Akdeniz ile Mısır dahil önemli Orta Doğu bölgelerini ele geçirdi. Padişahlığı döneminde Anadolu'da birlik sağlandı ve Mısır'da hüküm süren Memlûk Devleti'ne son verildi. Devrin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu'nu da ele geçiren Osmanlılar, bu sayede doğu ticaret yollarını da tamamen kontrolleri altına aldılar. 10 Ekim 1470 tarihinde Amasya'da doğan ve şehzadeliğini Trabzon'da geçiren I. Selim, Osmanlı tahtına babası Sultan II. Bayezid'e karşı darbe yaparak çıktı. Şehzade Selim'e kızı Ayşe Hatun'u vermiş olan Kırım Hanı Mengli Giray, ona askeri destek sağlayarak tahta geçmesine yardım etti. 1512'de tahta çıkan Sultan Selim, babasının son dönemlerinde doğuda ortaya çıkan Şii Safevî tehlikesine karşı mücadeleye girişti. İki sene sonra İran'a yaptığı seferde Safevî hükümdarı Şah İsmail'i Çaldıran Muharebesi ile mağlup etti, ülkenin başkenti Tebriz'e kadar ilerledi ve bundan sonra "Yavuz" lakabıyla anılmaya başladı. 1515'te, Sadrazam Hadım Sinan Paşa öncülüğünde gerçekleşen Turnadağ Muharebesi ile Dulkadiroğulları Beyliği'ni ortadan kaldırdı ve Anadolu'daki Türk siyasi birliğini tam anlamıyla sağladı. İran seferinden sonra Memlûk Devleti'ne karşı harekete geçen I. Selim, "Büyük Mısır Seferi" olarak bilinen seferde yapılan Mercidâbık, Gazze, Ridâniye ve Kahire muharebeleri ile Memlûkleri yıkarak Suriye, Filistin, Levant, Mısır ve Hicaz gibi stratejik bölgeleri devletin topraklarına kattı. Seferden sonra İslam peygamberi Muhammed'in Kutsal Emanetler olarak kabul edilen eşyalarını İstanbul'a getirtti. 1520'de Batı'ya doğru yola çıkan Sultan Selim, 22 Eylül 1520 tarihinde Çorlu'da bulunan ordugâhında, sırtında çıkmış olan büyük bir çıban yüzünden 49 yaşındayken öldü ve yerine oğlu Süleyman geçti. Türbesi İstanbul'un Fatih ilçesindeki Yavuz Selim Camii'nde yer almaktadır. 1520'deki ölümü sırasında Osmanlı İmparatorluğu, Selim'in 8 yıllık hükümdarlığı sırasında yüzde yetmiş kadar büyüyerek yaklaşık 3,4 milyon kilometrekareye yayıldı. Selim'in Orta Doğu'yu ve özellikle İslam dünyasının kalbi olan bölgeleri fethetmesi ve Mekke ve Medine şehirlerine giden hac yollarının kontrolünü üstlenmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nu önde gelen Müslüman devletlerden biri yaptı. I. Selim'in fetihleri, imparatorluğun coğrafi ve kültürel ağırlık merkezini önemli ölçüde Balkanlar'dan Orta Doğu'ya kaydırdı. İlk yılları. Sert mizacı ve cesaretinden dolayı "Yavuz" olarak anılan ve Osmanlı belgelerinde adı "Selim Şah" olarak geçen I. Selim, 10 Ekim 1470 tarihinde babası Şehzade Bayezid'in sancakbeyi olduğu Amasya'da dünyaya geldi. Annesi, kimi kaynaklara göre Dulkadiroğulları beyi Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı Gülbahar Hatun, bazılarına göre ise Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı Ayşe Hatun'dur. Tarihçi Feridun Emecen, annesinin adının Gülbahar diye gösterilmesinin bir yakıştırmadan ibaret olduğunu, annesinin "Ayşe Hatun" olduğu bilgisinin 16. yüzyıl tarihçilerinden Cenâbî tarafından açık şekilde zikredildiğini aktarmıştır. Bu durum Selim'in annesinin adının kronolojik analizler çerçevesinde Ayşe Hatun da olabileceğini göstermektedir. Kaynaklarda daha küçük yaşta iyi bir eğitim gördüğü ve babası Bayezid'in kendine özel hoca tayin ettiği belirtilir. Meşhur bir rivayete göre, on yaşlarında iken dedesi Fatih Sultan Mehmed tarafından kardeşleri Ahmed, Korkut, Mahmud, Âlemşah ve amcası Cem'in oğlu Oğuz Han ile birlikte İstanbul'a çağrıldı. Fatih torunlarına büyük ilgi gösterdi, onları sünnet ettirdi ve bir ay süren şenlikler düzenlendi. Bu, muhtemelen Selim'in dedesi Fatih'i ilk ve son görüşü oldu, ancak bu olay onun hâfızasında önemli bir yer kazandı. Daha sonraki bir rivayete göre, sonraları kendine Fatih Sultan Mehmed'in bir resmi gösterildiğinde çocukluğunda onun dizlerinde büyüdüğünü, yüzünün şeklinin hayalinden silinmediğini belirtmiş, nakkaşın resmi dedesine tam olarak benzetemediğini söylemiştir. Trabzon sancakbeyliği dönemi. Osmanlı Devleti'nin, devlet tecrübesi kazanmaları için şehzadeleri küçük yaşlarda sancaklara gönderme usulü gereği Şehzade Selim de Trabzon'a vali olarak atandı. Fatih Sultan Mehmed zamanında, Sivas vilâyetinin Amasya Sancağı'nda büyük oğlu Şehzade Bayezid sancakbeyi iken; yine Sivas vilayetine bağlı Trabzon Sancağı'nda da sancakbeyi olarak Bayezid'in en büyük oğlu Abdullah bulunmaktaydı. Trabzon'da, İçkale Camii'nin şadırvanında bulunan ve Abdullah'ın Hicrî 875 (1470) yılına ait olan kitâbesinden hareketle Şehzade Abdullah'ın Trabzon sancakbeyi olarak 1481 yılına kadar bu görevde kaldığı anlaşılmaktadır. Şehzade Abdullah'tan sonra Trabzon sancakbeyi olan ikinci ve son şehzade Yavuz Sultan Selim'dir. Fatih Sultan Mehmed'in vefatından sonra padişah ilan edilen II. Bayezid, Şehzade Selim'i Trabzon'a sancakbeyi olarak tayin etti. Buraya tayin tarihi bazı arşiv belgelerine göre Hicrî 892 (1487) olmalıdır. Şehzade Selim, 1487-1510 yılları arasında yaklaşık 23 yıl boyunca Trabzon'da valilik yaptı. Selim, valiliği sırasında devlet işleri yanında ilimle de uğraştı ve âlim Abdülhalim Efendi'nin derslerini takip etti. Daha o zamanlarda Selim, devletin bel kemiği olan Türkmenlerin devletten duyduğu memnuniyetsizliği ve İran'daki Safevî Devleti'ne yönelmelerini fark etti. Bundan dolayı Şehzade Selim, Türkmenleri devlete bağlamak için İstanbul yönetiminden izin almaksızın Gürcüler üzerine seferler yaptı ve bunların en önemlisi olan 1508 yılındaki Kutaisi seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeri ile birçok yeri fethederek buraları Osmanlı topraklarına kattı; bu nedenle babası tarafından takdir edildi. Hatta devlet töresine göre elde edilen ganimetin beşte birini devletin hazinesine katması gerekirken, onu da mücahit Türkmenlere bıraktı. II. Bayezid'in son seneleri ve şehzadeler meselesi. Sultan II. Bayezid'in 8 oğlu olmuştu. Bunlar yaş sırası ile Abdullah, Şehinşah, Âlemşah, Ahmed, Korkut, Selim, Mehmed ve Mahmud'dur. Ahmed, Korkut ve Selim dışındakiler babalarının sağlığında ölmüşlerdi. Selim Trabzon, Korkut Saruhan, Ahmed ise Amasya illerinde görev yapıyordu. Selim'in oğlu Süleyman, Kefe'de sancakbeyi iken; Ahmed'in oğlu ise Bolu sancakbeyi olarak görev yapıyordu. Karaman valisi Şehzade Şehinşah'ın 1511 yılındaki ölümü üzerine, Beyşehir'de bulunan oğlu Mehmed, Konya'ya tayin edildi. Şehzade Âlemşah'ın oğlu Osman ise Çankırı sancakbeyi olarak görevdeydi. Şehzade Mahmud'un oğlu Orhan, babasının Manisa'ya (Saruhan) nakli ile Kastamonu'ya atanmış, Mahmud'un diğer oğlu Musa ise Sinop'un sancakbeyi olmuştu. Şehzade Mahmud'un en küçük oğlu Emirhan'ın ataması ise çok küçük olduğundan henüz yapılmamıştı. Şehzade Selim, Trabzon valiliği sırasında askeri başarılardan dolayı yeniçerilerin desteğini arkasına almıştı. Ancak Osmanlı bürokrasisi, Şehzade Ahmed'in tahta çıkmasını desteklemekteydi. Manisa vilayetinde bulunan Şehzade Korkut'un erkek çocuğu olmadığından tahta çıkma şansı az olarak görülmekteydi. Konya'daki Şehzade Şehinşah ise, 2 Temmuz 1511'de babasından 6 ay evvel öldüğünden taht kavgasına dahil olmamıştı. Şehzade Selim, uzun zamandır kötü giden devlet işlerinden ötürü babasının hükümdar olarak gücünün giderek zayıfladığını, özellikle Amasya'da bulunan ağabeyi Ahmed'in taht için en başta gelen aday sıfatıyla öne çıktığını fark etti ve bu durumu kabullenmedi. Böylece bir taraftan kardeşleri, diğer taraftan ise babasıyla taht için zorlu bir mücadeleyi göze almaktan çekinmedi. Fatih Kanunnâmesi'ne göre, hükümdar olan kişi devletin selâmeti için diğer kardeşlerini öldürecekti. Bunun için kardeşleri Korkut ve Ahmed'i yakından takip ediyordu. Diğer taraftan Selim'in Trabzon'da kazandığı başarıları her tarafta duyulmuş, lehine propagandalar yapılmaya başlanmıştı. Saltanatı ele geçirmek için kardeşleri gibi Selim de hazırlık yaptı ve kendi askerlerine ek olarak Kırım Hanlığı kuvvetlerinden de istifade etti. Rumeli'ye geçtiğinde yanında Kırım Hanı'nın küçük oğlunun komutasında 350 kadar asker de vardı. Ayrıca taraftarları sayesinde Yeniçeri Ocağı'nın desteğini de elde etmişti. Selim, kendine Trabzon'a ilaveten Kefe verildi ise de bunu kabul etmedi. Bunun üzerine kendine nasihat vermesi amacıyla ulemadan kişiler yollansa da Selim bunları geri çevirdi. Anadolu'da nereyi istersen verelim önerisi gelse de, istediği gibi bir cevap alamayınca derhal Kırım Hanı'ndan aldığı kuvvetle Silistre yoluyla Rumeli'ye geldi. Ulemalar tekrar yollansa da, Selim buna da kesin olarak ret cevabı verdi. Ayrıca Selim'in bu hareketinden önce, Şehzade Korkut da babasından izin almaksızın Antalya'dan kalkıp Manisa'ya gitmişti. Bu hareketleri doğru bulmayan Şehzade Ahmed, babası Bayezid'den Korkut ve Selim'i öldürtmek için izin istedi, ancak Bayezid bunu kabul etmedi. Şehzade Selim'in Rumeli'ye geçişi İstanbul'da duyulunca, Selim üzerine asker sevk edilmesi konusu gündeme geldi. Bunu haber alan Selim asi olmadığını, babasına saygılarını arz etmek için geldiğini beyan etti ve kendine nasihat için babası tarafından yollanan elçiye itibar etti. Bunun üzerine İstanbul'a dönen elçi, Selim'in babasının elini öpmek için geldiğini söyledi. Selim karşıtları bu oyunu kabul etmeyerek Selim'in üzerine Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa'yı gönderdiler, ancak Hasan Paşa savaşmaksızın Edirne'ye döndü. Bunun üzerine Sultan II. Bayezid, bizzat oğlu Selim'e karşı harekete geçti. II. Bayezid yaşlı olduğundan ötürü arabayla hareket etti ve Çukurçayır denilen yerde Selim'in ordugâhının karşısına geldi. Selim karşı taraftan taarruz olmadıkça kesinlikle saldırılmamasını emretti. Bayezid, binmiş olduğu arabanın penceresinden elini öpmeye gelen oğlunun kuvvetleri gösterilince duygulandı ve Rumeli akıncıları ve sancakbeylerinin de etkisiyle herhangi bir çatışmadan vazgeçerek taraflar arasında bir anlaşma yaptı. Anlaşma sonucunda II. Bayezid, veliaht yapılacağı dedikoduları olan Şehzade Ahmed'in veliaht yapılmayacağını temin etti ve hayatta bulunduğu müddetçe şehzadelerden herhangi birini saltanat makamına geçirmeyeceğine dair söz verdi. Ayrıca Şehzade Selim'e Rumeli'den istediği Semendire Sancağı verildi ve bununla beraber bu sancağa Alacahisar ve İzvorvik sancakları da eklendi. Yaşanan bu gelişmeler üzerine Şehzade Ahmed, babasına yazdığı mektupta, Selim'in askeriyle babasının üzerine yürümesine rağmen kendine üç sancak ve buna ek olarak beş yüz bin akçe verilmesini eleştirdi ve sadece üç sancak da olsa bunun Rumeli'nin tamamen verilmesi demek olduğunu, hükümdarlığına sadece bir hutbe ve bir de sikke kaldığını, hâlbuki kendinin babasını asla incitmediğini belirtti. Ayrıca babası sağ oldukça saltanatta kesinlikle gözü olmadığını, ancak asi kardeşi üzerine gitmesine izin verilmesini istedi. Böylece veliaht tayini işini de önleyen Selim, komutasındaki askerlerle Semendire'ye gitmeyip Eski Zağra ve Filibe taraflarında kaldı ve Semendire'ye bir vekil gönderdi. Tahta çıkışı. Baba-oğul mücadelesi. Şehzade Selim, Semendire'ye gitmeyip yolda oyalanırken ve merkezden sancağa gitmesi emredilirken; kendi Şahkulu meselesinin sonuçlanmasını beklediğini arz ediyordu. 1511 yılının Nisan ayında, Safevî hükümdarı Şah İsmail'i kurtarıcı olarak kabul eden Şahkulu önderliğindeki Kızılbaşlar tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı gerçekleştirilen Şahkulu İsyanı'nda Şahkulu ile savaşıldı ve çıkan savaşta Sadrazam Hadım Ali Paşa öldürüldü. Şehzade Ahmed ise asileri takip etmek yerine Amasya'ya döndü, bu yüzden askerlerin Ahmed'e desteği azaldı. Hadım Ali Paşa'nın öldüğünü öğrenen Sultan Bayezid, yine aynı zamanlarda Karaman valisi olan oğlu Şehzade Şehinşah'ın da ölüm haberini alınca, saltanattan kati surette çekilmeye karar verdi. Devletin ileri gelenlerini davet edip görüştü. Çoğunluk, Şehzade Ahmed'in hükümdar olmasını destekledi. Hadım Ali Paşa'nın yerine sadrazam olan Hersekzâde Ahmed Paşa ise bu karara katılmadı; padişahın çekilmemesi, Şehzade Selim'in Semendire'de kalması, Şehzade Ahmed'in ise Karaman eyaletine nakledilmesi gerektiğini savunsa da başta II. Bayezid olmak üzere çoğunluk Şehzade Ahmed'in hükümdar olmasını istediğinden kendine haber gönderildi. Karar verildikten sonra Bayezid, Rumeli beylerini çağırarak onlardan Ahmed'e itiraz etmeyeceklerine dair söz aldı. Ancak Selim'i destekleyen yeniçeriler ise Ahmed'in hükümdar olmasını önlemek için "Senin sağlığında biz başkasını padişah istemeyiz" diye teminat verdiler. Filibe'de bulunan Selim ise tüm bunları adamları vasıtasıyla öğrenmekteydi. II. Bayezid'in yaptığı anlaşmaya uymadığını anlayan Şehzade Selim, 40 bin kişilik kuvvetle Çorlu'da babasının kuvvetlerinin olduğu ovaya girdi. Ağustos 1511'de vuku bulan savaş sonunda Selim kuvvetleri yenildi. Şehzade takip edenlerin elinden zorla kurtularak Karadeniz sahiline geldi ve kendine katılanlarla İğneada'dan gemiyle Kefe'ye gitti. Selim'in bu mağlubiyeti üzerine, Ahmed'e derhal İstanbul'a gelmesi yazıldı. Vezîr-i âzam Hersekzâde Ahmed Paşa, daha önce Sultan II. Bayezid'in verilen ahidnâmeye sadık kalınmasını, hiçbirinin bir diğerine tercih edilmemesini savundu. Ayrıca askerin Şehzade Selim'in tarafını tuttuğunu, kapıkulu ocaklarını oğlu Ahmed'in tarafına çevirdikten sonra saltanatı terk etmesini ve Ahmed'i İstanbul'a getirtmeyerek Karaman'da alıkoymasını padişaha arz ettiyse de bu sözü dinlenmedi. Şehzade Ahmed, İstanbul'a vardığının ertesi günü padişah ilan edildi. Yeniçerilerin ayaklanması ve Selim'in cülûsu. Şehzade Ahmed'in hükümdarlığını tanımayan yeniçeriler, bununla kalmayıp içlerinde devletin ileri gelenlerinin evlerinin de olduğu birçok evi talan etti. Yeniçeriler, Selim'e sadakat göstererek onun gelmesi ve veliaht olması gerektiğinde ısrar etti. Bunu haber alan Ahmed, Anadolu'ya döndü. Selim karşıtları bunun üzerine Şehzade Korkut'u hükümdar yapma düşüncesiyle kendini acele İstanbul'a davet ettiklerine dair haber yolladılar. Bunun üzerine İstanbul'a gelen Korkut'a yeniçeriler hürmet gösterse de, Şehzade Selim'den başkasını istemediklerini söylediler. Bunun üzerine zor duruma düşen ve artık hükmü ve nüfuzu kalmayan Sultan II. Bayezid, Selim'i İstanbul'a davet etti. Selim süratle İstanbul'a geldi ve taraftarlarınca sevinçle karşılandı. Bayezid başlangıçta saltanattan çekilmeye yanaşmayarak Selim'i Şah İsmail üzerine yapılacak sefere serdar tayin etmeyi teklif etse de, Selim ordunun başında hükümdarın bulunması gerektiğini söyleyerek bu teklifi reddetti. Bayezid oğlunun hükümdar olma isteği ve asker ile bazı devlet adamlarının Selim'den taraf olduğunu görünce saltanatı Selim'e terk etmeye mecbur oldu (7 Safer 918 / 24 Nisan 1512); bir bakıma tahttan indirildi. Böylece I. Selim, dokuzuncu Osmanlı hükümdarı olarak tahta çıktı. Selim'in cülûs töreni de 23 Mayıs'ta gerçekleştirildi. Bayezid tahttan çekilip istirahat edeceği Dimetoka'ya gitmek üzere İstanbul'dan yola çıktı, ancak Dimetoka'ya varamadan Havsa civarındaki Abalar denilen bir köyde fenalaşıp ansızın öldü (21 Mayıs 1512). Bu konuda kayıtlar II. Bayezid'in yolda giderken hastalandığından ya da ihtiyarlığından ötürü eceliyle öldüğünü söylese de, Hoca Sâdeddin'in "Tâcü't-Tevârih" eserinde zehirlenmek suretiyle öldüğünden bahsedilmektedir. Ayrıca Şehzade Ahmed, Memlûk Sultanı'na yazdığı mektupta babası Bayezid'in hastalanarak öldüğü duyurulduktan sonra halk arasında vefatının oğlu Selim tarafından yapıldığı görüşünün yaygın olduğunu yazmıştır. Bayezid'in şüpheli ölümünün zehirlenme olduğu iddiaları bazı yerli kaynakların dışında özellikle Batı kaynaklarında da görülür. Ancak Bayezid'in Selim tarafından zehirlendiği iddiası hiçbir birincil Osmanlı kaynağında bulunmamaktadır. Babasının ölümü ise kardeşleriyle ileride yapacağı mücadelede Selim'in durumuna kuvvet katmıştır. Kardeşlerin ortadan kaldırılması. Yavuz Sultan Selim, saltanatını ilan ettikten sonra ilk iş olarak iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştı. Tahta ortak olabilecek kardeşleri Ahmed ve Korkut'un bertaraf edilmesi konusuna öncelik verdi. Nisan 1512'de Anadolu'da hükümdarlığını ilan eden Ahmed'in oğlu Şehzade Alaâddin, Bursa'yı ele geçirerek babası adına hutbe okuttu. Ancak I. Selim'in üzerine kuvvet yollaması üzerine Bursa'dan kaçarak Memlûklere sığındı. Şehzade Ahmed, üzerine kuvvet yollanması üzerine Malatya'ya çekildi. I. Selim tarafından bazı devlet adamlarına yazdırılan sahte mektuplarla, bu kişilerin gelecek olursa ilk savaşta kendi tarafına katılacağına inanan Şehzade Ahmed, Malatya'dan ayrılarak Amasya'ya geçti ve topladığı kuvvetlerle Konya'ya ve oradan Bursa üzerine harekete geçti. Nisan 1513'te cereyan eden Yenişehir Muharebesi'nde, mektupların yalan olduğunu anlamasına rağmen çekilmeye imkân olmamasından dolayı savaşa devam etti. Kuvvetleri bozulan Şehzade Ahmed yakalandı ve Sultan Selim'in emri ile kapıcıbaşı Sinan Ağa tarafından boğularak öldürüldü. Devlete isyan suçunun cezası olarak idam edilen Şehzade Ahmed, böylece 38 gün önce idam edilen kardeşi Şehzade Korkut'la aynı kaderi paylaştı. Korkut, yeniçerilerden padişahlık için desteği bulamayınca, babasının yerine geçen kardeşi Yavuz Sultan Selim'in padişahlığını tanıdı. Saruhan Sancakbeyliği'ne tayin edildi. Yavuz Sultan Selim, ağabeyinin fikrini öğrenmek için, bazı devlet adamlarının ağzından padişah olmasını arzu eder tarzda mektuplar yazdırdı. Şehzade Korkut'un mektuplara müspet cevaplar vermesi üzerine Manisa kuşatıldı. Mart 1513'te Bergama yakınlarında yakalanan Korkut, Bursa'ya götürüldüğü sırada, Emet yakınlarındaki Eğrigöz kasabasında, kapıcıbaşı Sinan Ağa tarafından boğularak öldürüldü. Bu gelişmeler üzerine Selim, Ocak 1514'e gelindiğinde tahtın tek hâkimi konumuna geldi. Sadece Şehzade Ahmed'in Kasım adındaki oğlu Memlûklere iltica etti ve Murad adındaki diğer oğlu ise Safevî Şahı İsmail'in yanında İran'da bir süre kaldı. Murad, İran'da sancakbeyi derecesinde bir hizmetteyken öldü. İran Seferi. Osmanlı-Safevî ilişkileri. Osmanlı İmparatorluğu ve Safevî Tarikatı arasında bulunan husumet Selim'den çok öncesine dayanmaktaydı. Osmanlı padişahı II. Bayezid, Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın ölüm (1488) haberini duyunca, "Haydar'ın ölümünü işitmiş olmak sevincimi kat kat artırdı." demişti. Şeyh Haydar'ın takipçileri olan ve "Kızılbaşlar" olarak bilinen kişilere ise "Haydar'ın yolunu şaşırmış sürüsü, Allah onlara lânet etsin!" demişti. Safevîlere bağlı olan şeyhlerin Anadolu'da çok sayıda müritleri olduğu, bu müritlerin sıkça şeyhlerini ziyaret ettikleri, beraberinde hediyeler götürdükleri ve şeyhlerinden eğitim almak için İran'a gittikleri bilinmekteydi. Osmanlı Devleti; Şah İsmail'in Kızılbaş inanışına sahip olmasını, Anadolu'da büyük bir taraftar kitlesine sahip olmasını ve üstelik komşu topraklarda yükselmesini büyük bir tehdit olarak görmekteydi. Şah İsmail ve Safevî Devleti'nin mensubu olduğu Şii mezhebi, Osmanlılar tarafından sapkınlık olarak görülmüştür. II. Bayezid, 1502'de bu sebepten dolayı birçok Kızılbaşı Anadolu'dan Mora'ya sürmüştür. Ayrıca II. Bayezid, 1501'de Safevî Devleti'nin kurulmasının ardından Kızılbaşların İran'a gitmesini engellemeye çalışmış ve İran'a gittiği tespit edilen bütün Kızılbaşların idam edilmesini emretmiştir. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın torunu olarak 1487'de Erdebil'de doğan İsmail, 1501 yılında, henüz 14 yaşındayken, Tebriz'e girerek tahta oturdu ve kendini şah ilan etti. Ardından Oniki İmam Şiîliğini devletin resmî mezhebi ilan etti, hutbelerde Ebû Bekir, Ömer bin Hattab ve Osman'a lânet okunmasını emretti. Şah İsmail, 1504'te Fîrûzkûh'a yürüdü ve bölgenin önemli kalelerini ele geçirdi. Bu zaferin ardından Mâzenderan, Lâhîcân ve Cürcân hâkimleri İsmail'e gelip ona biat ettiler. Böylece Safevîlerin sınırları Hazar Denizi kıyılarına ulaştı. Aynı yıl Horasan da hâkimiyet altına alındı. 1507 yılında ise Şah İsmail, bu sefer Erzincan'a yöneldi. Osmanlı topraklarına girerek Kayseri'den Maraş'a ulaştı. Dulkadiroğulları Beyliği herhangi bir karşılık göstermeyince Maraş ve Elbistan'ı tahrip ederek Tebriz'e döndü. Böylece Diyarbekir ve çevresi Safevîlere bağlanmış oldu. 1508'de de Bağdat hâkimiyet altına alındı. Şah İsmail'in 1501 yılında Tebriz'i aldıktan sonra bir ordu gönderip Erzincan'ı da ele geçirmesi ve bu bölge Osmanlı topraklarına dahil olmadığı hâlde Şah İsmail'in eline geçmesi, o dönemde Trabzon sancakbeyi olan Şehzade Selim'i fena kızdırdı. Ardından Şehzade Selim, 1503 ve 1507-1508 yıllarında iki defa Erzincan'ı ele geçirmeye çalışarak Safevî topraklarına saldırdı. Şehzade Selim'in son saldırısında, Şah İsmail'in silahları ve hazineleri de ele geçirilir. Bu olay üzerine Şah İsmail, Selim'e bir elçi gönderir; ama Şehzade Selim ele geçirdiklerinin iade edilmesini reddeder. İsmail bu sefer II. Bayezid'e elçi gönderir. Elçinin barış ve dostluk içeren ifadelerle, Selim'in düşmanca olan tutumunu şikayet eder ve ele geçirilen silah ve hazinelerin iadesini talep eder. Osmanlı yönetimi elçiye hürmetle davranır ama şikayetini görmezden gelir. Şehzade Selim sadece Safevîlerin topraklarına saldırmakla değil, Şah İsmail'in Anadolu'daki müritleriyle olan ilişkilerini de kısıtlamaya çalışır ve karşılaştığı Safevî Tarikatı müritleri olan Kızılbaşlara eziyet edip onları katleder. Yaşanan bu hadiseler, iki devlet arasındaki husumeti ve düşmanlığı günden güne artırır. Yavuz Sultan Selim 1512'de tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli sorunu, doğudaki Şii Safevî Devleti olarak kabul edilmekteydi. Zira bir sene önce Şah İsmail taraftarları olan Kızılbaşlar tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı gerçekleştirilen Şahkulu İsyanı, bu kabulü desteklemekteydi. Osmanlı Devleti, Safevîlerin ortadan kalkmasıyla Anadolu'daki Osmanlı ve Sünni egemenliğinin sağlamlaşacağını ve doğudan gelebilecek mezhepsel ve askerî tehditlere karşı dağlık Doğu Anadolu savunmasının güçleneceğini düşünüyordu. Ayrıca Yavuz Sultan Selim'in bir başka amacı da, doğudaki bütün İslam devletlerini tek bir devlet çatısı altında birleştirmekti. Yavuz Sultan Selim, Safevî meselesinde babası Bayezid tarafından yarı resmî olarak desteklenmişti. Şimdi de, bazı destekçilerinin Peygamber soyundan geldiğine inandıkları Şii Safevîlerin lideri Şah İsmail'in lehine halkı kendi yönetimine karşı kışkırtacaklarından korkuyordu. Bu tür nedenlerle Sultan I. Selim, Şah İsmail'i ve Kızılbaşları "kâfirler ve sapkınlar" olarak tanımlayan bir hukukçu görüşü elde etti ve ülkeyi yatıştırmak için aşırı önlemler aldı. Selim, İsmail'i imandan sapmakla suçladı. Çaldıran Muharebesi. Böyle bir vaziyet karmaşası içinde tahta geçmiş olan Yavuz Sultan Selim, her şeyden önce Safevî meselesini kesin olarak çözmeye karar verdi. Şii İranlılarla savaşmak için İstanbul müftüsü Sarıgörez Nûreddin Efendi ve din âlimi Kemalpaşazâde'den fetvalar aldı. I. Selim, Safevîler ile girilebilecek bir savaşa karşı hazırlıklar ve çalışmalar yapmaya başladı. Şah İsmail de aynı dönemde Osmanlılara karşı bazı hazırlıklar sürdürüyordu. İsmail, yanında bulunan Şehzade Ahmed'in oğlu Murad'ı Osmanlı tahtının vârisi ilan etti ve Osmanlılara karşı gireceği savaşta yardım etmesi için Memlûk sultanı Kansu Gavri'ye bir elçilik heyeti gönderdi. Bu arada Şah'ın taraftarları da Anadolu'da Şii halkı isyana teşvik ediyorlardı. Bu durum karşısında Sultan Selim, Edirne'de toplanan olağanüstü divanda alınan savaş kararı üzerine 1514 yılının baharında ordusuyla birlikte İran seferine yola çıktı ve bunu bir mektupla Şah İsmail'e bildirdi. Oğlu Süleyman'ı da 50 bin kadar kuvvetle Anadolu'da emniyet olarak bıraktı. I. Selim'in üzerine geldiğini öğrenen İsmail, çeşitli önlemler almaya başladı. Osmanlı ordusunun geçeceği yerleri yakıp yıkmaya başladı. Böylece orduda iaşe sıkıntısının ortaya çıkacağını ve harap yerlerde ilerlemekten bıkan askerlerin İstanbul'a dönmek isteyeceğini amaçladı. Osmanlı ordusunun geçeceği yerlerdeki mahsul, otlak ve meskenlerin Şah İsmail'in emriyle yakılması yüzünden ordu sıkıntı içinde ilerledi. Osmanlı ordusu yaklaşık 140.000 kişiden oluşuyordu. Sultan Selim, muhtemel bir Şii ayaklanmasına karşı Sivas-Kayseri arasında hasta ve zayıflardan 40.000 kişilik bir ihtiyat kuvveti bıraktı ve yoluna 100.000 kişilik orduyla devam etti. Sefer yolculuğu uzun sürmüş, ancak Safevî ve Osmanlı orduları henüz karşılaşamamıştı. Erzincan'a varan Selim, burada Şah'a ikinci bir mektup göndererek onu tekrar savaşa davet etti. Bir süre sonra Şah'tan bir mektup ile içi afyon dolu bir kutu geldi. Şah İsmail bu şekilde karışıklık çıkmasını istemediğini, aksi hâlde kendinin de savaşa hazır olduğunu bildiriyordu. Selim sonrasında Çermük'e geldi, fakat Safevî ordusu hâlâ ortalıkta görünmemişti. Sultan Selim buradan Şah İsmail'e bir mektup daha gönderdi. Bu mektupta günlerdir ülkesinde yürüdüğü hâlde ortaya çıkmadığını yazıyordu. Bu arada, Osmanlı ordusunda bazı güçlükler ve kıtlıklar baş göstermeye başlamıştı. Orduda seferden geri dönme düşüncesinde olanlar da vardı. Yaşanan bazı olayları ve dillendirilen bazı rahatsızlıkları fark eden I. Selim, atına binerek askerlerine cesaret veren ve meydan okuyan bir konuşma yaptı. Geri dönmeye niyeti olmadığını söyleyen Selim, askerlerin söylediklerine uyan ve geri dönüş için kendi ile görüşen Hemdem Paşa'yı çocukluğundan beri tanıyor olmasına rağmen ölümle cezalandırdı. Cesedi gömülmesi için yeniçerilere verdirdi. Osmanlı ve Safevî orduları 2 Recep 920 (23 Ağustos 1514) tarihinde İran'ın batı ucundaki Çaldıran Ovası'nda karşılaştı. Her iki ordu da Türk ve Müslümanlardan oluşuyordu. Osmanlı ordusunun yaya kuvvetleri daha çok olmasına karşın, Safevî ordusunun süvarileri fazlaydı. Ancak Safevî ordusunda top yoktu; buna karşın Osmanlı'da topçu kuvvetleri bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde hazırlanmış olan Şükrî-i Bitlisî'nin "Selimnâme" adlı eserinde Safevî askerleri, kırmızı çubuğa dolanmış sarıklar, miğfer ve zırhla; Osmanlı ordusu ise önde tüfek ve mızraklı dört yeniçeriyle zırhsız ve miğfersiz olarak resmedilmiştir. Savaş, 23 Ağustos günü Şah İsmail'in emrindeki 40.000 seçkin süvarinin saldırısıyla başladı. Savaşın sonunda Osmanlı kuvvetleri zafer kazanırken, Safevîler bozguna uğradı. Savaşın kazanılmasında Osmanlı ordusunda ateşli silahların olması belirleyici olmuştur. Bu durum, Safevîler ile sürekli mücadele halinde olan Özbeklerin de menfaatlerine olmuştur. Zaten daha önce Özbekler ile Osmanlılar arasında siyasi ilişkiler güçlenmiş ve ortak düşman olan Safevîlere karşı müttefiklik kurulmuştu.Muharebede bir tüfek kurşunu ile yaralanan ve atından düşen Şah İsmail, askerlerinden birinin atını ona vermesi ile savaş alanından kaçtı ve önce Tebriz'e, buradan da Dergezîn'e gitti. Zaferden sonra Safevî ordugâhı, Şah İsmail'in hazineleri, hanımları ve emirleri Osmanlıların eline geçti. Yavuz Sultan Selim, savaş sonrasında yoluna devam ederek 6 Eylül 1514'te Tebriz'e girdi. Selim, Şah'ın hazinelerine el koydu ve şehirde bulunan birçok sanatçı ve ilim adamını İstanbul'a gönderdi. Yaşadığı ağır yenilginin ardından Şah İsmail ruhsal bir çöküntüye girdi ve kendini içkiye verdi. Savaştan uzak durmaya çalışırken ülke ile ilgili işlere pek önem vermemeye başladı, devlet işlerini daha çok emirlerine havale etti. 1514'ten öldüğü 1524'e kadar Şah İsmail, şahsen hiçbir savaşa girmedi. Çaldıran Muharebesi'nden sonra Doğu Anadolu'da Osmanlılar için herhangi bir tehlike kalmadı ve birçok Doğu Anadolu şehri Osmanlıların eline geçti. Bıyıklı Mehmed Paşa Diyarbekir Beylerbeyliği'ne getirilirken, Kürt asıllı siyasetçi ve tarihçi İdris-i Bitlisî de onun yanına vekil verildi. İdris-i Bitlisî'nin gayretleriyle Harput, Silvan, Bitlis, Urfa, Mardin, Cezire ve Rakka'ya kadar Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Musul dolayları Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresine geçti. Şii inancının yayılması büyük ölçüde durduruldu ve geçici de olsa Safevî tehlikesi ortadan kalktı. 15 Eylül 1514'te Tebriz'den Karabağ'a hareket eden Yavuz, kışı orada geçirip baharda İran'ı tümüyle almayı amaçlasa da şartlar müsait olmadığı için Amasya'ya gitti. Bu olay sırasında Sultan Selim, askerlerin etraftaki bazı köy evlerini yağmalaması üzerine Sadrazam Hersekzâde Ahmed Paşa ile vezir Dukakinzâde Ahmed Paşa'yı azletti, ancak kısa süre sonra Dukakinzâde'ye makamını iade etti. Selim, kışı Amasya'da geçirdi. İlkbaharda tekrar İran seferine çıkmayı amaçlayan Yavuz Sultan Selim, top ve cephaneyi Şarkı Karahisar'da bıraktı. Selim; Amasya'da oturduğu sırada Dukakinzâde Ahmed Paşa'yı vezîriâzam ve defterdar, Pîrî Mehmed Paşa'yı da üçüncü vezir ilan etti. Ancak Dukakinzâde'nin vezîriâzam olmasından iki ay sonra, yine devlet adamlarının kışkırtmasıyla Şubat 1515'te yeniçeri ayaklanması oldu. Yeniçeriler İstanbul'a dönmek için baskı yapmaya başladılar ve divanda ileri geri konuştular. Bunun üzerine oldukça sinirlenen Yavuz Sultan Selim ayaklanma sebebini araştırdı ve sonuçta askeri ayaklanmaya teşvik ettiği ve ayrıca Dulkadiroğlu beyi Alâüddevle Bozkurt Bey ile mektuplaştığı yolunda aleyhine duyumlar olan Sadrazam Dukakinzâde Ahmed Paşa'yı idam ettirdi. Bu olay üzerine Sultan Selim, bir süre vezîriâzamlığa kimseyi tayin etmedi. Sultan Selim, kış aylarını Amasya'da geçirdikten sonra, 19 Nisan 1515'te Safevîlerin elinde olan Kemah'a yürüdü. 19 Mayıs'ta burayı ele geçirip ardından Sivas'a hareket etti. I. Selim'in hedefi, daha önce Şah İsmail ile iş birliği içinde olduğuna inandığı ve Memlûkler ile de aralarında önemli bir çekişme konusu olan Dulkadiroğlu beyi Alâüddevle Bozkurt idi. Anne tarafından dedesi olan Alâüddevle üzerine Rumeli beylerbeyi Hadım Sinan Paşa'yı yolladı. Kendi de yaklaşan Mısır Seferi yüzünden 11 Temmuz'da İstanbul'a döndü. Turnadağ Muharebesi. Çaldıran Muharebesi'nden sonra I. Selim, Kemah'ı alıp Sivas'a gelmişti. Emrindeki Rumeli Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa'yı 42.000 kişilik bir kuvvetle Dulkadiroğulları Beyliği üzerine gönderdi. Hadım Sinan Paşa'nın karşısına çıkan Alaüddevle Bozkurt Bey yenildi. Muharebe sonrasında Dulkadiroğulları Beyliği yıkıldı. Böylece Memlûk Devleti'ne sefere gidilecekti. I. Selim'in dedesi de olan son Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey savaştan sonra yakalanarak idam edildi ve Elbistan'a defnedildi. Fırat-Dicle Seferi. Sultan Selim Han öncelikle Kemah Kuşatması ile işe başlamıştır. Ardından İran Seferi sırasında, Şah'a karşı savaşa katılması istenen, buna karşın Safevi ve Mısır Memlûklerine yardımda bulunan, ayrıca kendine bağlı bazı aşiret reisleri de Osmanlı zahire kollarını vurduran Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey'nin üzerine gidilmesine karar vermiştir. Dulkadiroğulları Beyliği'nin üzerine Şehsüvaroğlu Ali Bey yollanmış, 12 Haziran 1515'te kazanılan Turnadağ zaferi ile de beylik toprakları Osmanlı'ya geçmiştir. Safevi Devleti'nin batı sınırındaki şehir ve kalelerden en önemlilerinden biri olan Diyarbakır'ın da alınmasına karar veren Sultan Selim, doğudaki cepheyi yeniden açarak serdarlığa da Bıyıklı Mehmed Paşa'yı getirmiştir. Osmanlı Devleti'ne gelmiş olan bilim insanı İdris-i Bitlisi'nin de yardımlarıyla harekete geçen serdar paşa, gerçekleştirdiği bir dizi çarpışmanın sonuncusu olan Koçhisar Muharebesi ile Safevi ordusunu imha etmiştir. Mardin de kuşatma sonucu Osmanlı topraklarına katılmıştır. Böylelikle Urmiye, İtak, İmadiye, Siirt, Eğil, Hasankeyf, Palu, Bitlis, Hizran, Silvan ve Cizre; Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Bu tarihlerde Memlûk Devleti'ne tabi olan Ramazanoğulları Beyliği'nin başında Mahmud Bey bulunuyordu. Bu zaferlerden sonra Osmanlı'yla yakınlaşan Mahmud Bey'i Memlûk Devleti azletmiş, bunun üzerine Mahmud Bey de Yavuz Sultan Selim'e tabiiyetini resmen arz etmiştir. Ramazanoğulları Beyliği kendiliğinden teslim olup Osmanlı'ya tabii olmasıyla Anadolu'da birlik sağlanmıştır. Büyük Mısır Seferi. Büyük Mısır Seferi, Osmanlı İmparatorluğu ile Memlûk Devleti arasında Ağustos 1516 ile 22 Ocak 1517 tarihleri arasında Orta Doğu'da gerçekleşmiş olan bir dizi savaştır. Safevîler için Doğu Cephesi'ndeki Bıyıklı Mehmed Paşa'ya yardım için yola çıkan Osmanlı padişahı I. Selim, henüz yoldayken Koçhisar Muharebesi'nde Safevî ordusunun bozulması ve Memlûklerin Kuzey Suriye'de yığınak yapmaya başlaması üzerine güneye yönelerek, yaklaşık beş ay kadar süren bu savaşı başlatan taraf olmuştur. Bu sefer sırasında meydana gelen Mercidâbık, Gazze, Ridâniye ve son olarak Kahire muharebelerinde bozguna uğrayan Memlûk Devleti, ardından tamamen Osmanlılar tarafından ilhak edilmiş; Suriye, Filistin, Hicaz ve Mısır toprakları ele geçirilmiştir. Mercidâbık Muharebesi (1516). Osmanlılar ile Memlûklüler arasında, Fatih Sultan Mehmet devrinden beri süregelen anlaşmazlıklar bulunsa da İran Seferi, Memlûk ve Safevilerin ittifak yapmalarına neden olmuştur. Ayrıca Yavuz'un Safevilere karşı sefere çıktığını haber alan Memlûk Sultanı ordusunu Osmanlı sınırına kaydırmıştı. Yavuz Sultan Selim döneminde, Dulkadiroğlu Beyliği'ne son verilmesi, Osmanlılar ile Memlûklüler arasındaki mevcut gerginliği daha da artırdı. 1516 yılında Sadrazam Hadım Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun Suriye'den geçmesine Memlûklerin izin vermemesi üzerine, Yavuz Sultan Selim 5 Haziran 1516'da Mısır seferine çıkmış, 27 Temmuz günü Osmanlı Ordusu Mısır sınırına dayanmıştır. Memlûk Sultanlığı'na bağlı Antep (18 Ağustos 1516) ve Besni (19 Ağustos 1516) kaleleri birer gün arayla teslim olmuştur. Ancak, asıl savaş 24 Ağustos 1516'da Halep yakınlarında Mercidabık'ta gerçekleşmiş, Memlûk Ordusu Osmanlıların ezici top ateşi karşısında fazla dayanamamıştır. Savaş sonunda yaşlı Memlûk Sultanı Kansu Gavri atından düşerek ölmüştür. Bu sefer sonucunda Osmanlı'nın sınırları 5.200.000 kmye çıkmıştır. Ridâniye Muharebesi (1517). 28 Ağustos 1516'da Halep'e giren Yavuz Sultan Selim hiçbir direnmeyle karşılaşmadan şehri teslim almıştır. Hama (19 Eylül 1516), Humus (21 Eylül 1516) ve Şam (27 Eylül 1516) aynı şekilde teslim olurken, Lübnan emirleri de Osmanlı hakimiyetini kabul etmiştir. 21 Aralık, 1516'da Sadrazam Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Han Yunus Savaşı'nda Canberdi Gazali'yi yenmiş, böylece Filistin yolu açılmıştır. Yoluna devam eden Yavuz 30 Aralık 1516'da Kudüs'e girmiş ve Kudüs'teki kutsal yerleri ziyaret etmiştir. Osmanlı ordusu 2 Ocak 1517'de Gazze'ye girmiştir. Mercidabık Savaşı'ndan sonra Memlûk Devleti'nin başına geçen II.Tomanbay; Osmanlı hakimiyetini kabul etmediği gibi barış teklifi için gelen Osmanlı elçisini de öldürmüştür. Tomanbay, Venediklilerden top ve silah alarak Ridaniye'de kuvvetli bir savunma hattı kurmuştur. Yavuz Sultan Selim, ordusuyla birlikte Sina Çölü'nü 5 gün içinde şimdiki tank hızıyla (11 Ocak-16 Ocak) geçerek, Ridaniye'de Memlûk Ordusu ile karşılaşmıştır. Hemen sahil yolunu bırakıp güneye Sina Çölü'ne doğru yönelip, hızla yol alıp Memlûk Ordusu'na, El-Mukaddam Dağı'nın etrafını dolaşarak güneyden saldıran Yavuz Sultan Selim, bu manevra sayesinde Memlûk Ordusu'nun yönleri sabit olan toplarını etkisiz hale getirmiştir. Memlûk Sultanı Tomanbay çok büyük çabalarla yaptığı savaş hazırlıklarına rağmen 22 Ocak günü Ridaniye Savaşı'nı kaybetmekte olduğunu anlayınca en cesur askerleri ile bir birlik kurup Osmanlı komut merkezine bir baskın düzenledi. Sultan Selim'in otağı sandığı veziriazamın çadırına girdi ve Veziriazam Hadım Sinan Paşa öldürüldü. Bu suikast baskınında istenen hedefi bulamaması sonucu, Tomanbay savaş alanından kaçtı. Böylece 22 Ocak 1517'de Ridaniye Zaferi kazanılmış oldu. Fakat bu savaş çok zayiatla geçmiş ve her iki taraf da 25 bin kadar asker kaybetmiştir. 24 Ocak 1517'de Kahire alınmıştır. 4 Şubat 1517'de Yavuz törenle Kahire'ye girmiş ve Mısır Memlûklerine bağlı Abbasi halifeliğine son vermiştir. Kahire'yi hiç zayiat ve şehrin sosyal ve ekonomik hayatına zarar vermeden eline geçirmek niyetiyle 25 Ocak'ta Sultan Selim direniş göstermeden teslim olan bütün Memlûklülerin affedileceğini ilan etti. Fakat Tomanbay ve ona yakın Memlûklü komutanları gerilla tipi direniş organize etmeye başladılar ve bu nedenle Kahire ancak 3 gün süren çok şiddetli savaştan sonra ele geçti ve şehir kısmen yıkıldı ve binlerce kişi öldü. 4 Şubat 1517'de Yavuz törenle Kahire'ye girdi ve "Yusuf Nebi Tahtı"na oturdu. Memlûklüler Nil deltasında ve Yukarı Mısır'da direnişe devam ettiler. Fakat fazla zaman geçmeden Osmanlı güçleri bu direniş merkezlerini elimine edip Tomanbay'ı yakalamayı başardılar. 13 Nisan 1517'de Tomanbay Kahire kale kapısında asılarak idam edildi. Bu zaferle birlikte Memlûk Devleti yıkılmış, toprakları Osmanlı egemenliğine girmiştir.Bu seferde çok büyük ganimet elde edilmişti ve Mısır'daki Osmanlı ordusu erzak ve mühimmat gerektiriyordu. Sultan Selim İstanbul'a gemi ile haber göndererek "80 parça kadar gemi ve 20 parça kadırga"dan oluşan bir filonun İstanbul'dan acele gönderilmesini istedi. Bu sırada İstanbul çok şiddetli bir kış geçirmekteydi; Haliç donmuştu ve İstanbul kaymakamı Piri Paşa hemen istenilen filoyu gönderemedi. Hâlbuki tersanede çok sayıda yeni gemi, özellikle 6 top gemisi ve 5 at gemisi yapılmış hazır bekliyordu. Top gemileri o zamana kadar Tersanede yapılan gemilerin en büyüklerinden olup her birine "yirmi yedişer vukiyye demür atar" darbezen topları yerleştirilmişti. Destek filosu ancak 26 Mart'ta İstanbul'dan yol almaya başladı. İskenderiye limanına ulaşan filo orada Sultan Selim için çok görkemli bir donanma gösterisi sergilediler. Ele geçen hazineler ve ganimet malları bu filoya yüklenerek 15 Temmuz'da İstanbul'a gönderildi. Mısır Seferi sonunda Suriye, Filistin ve Mısır, Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Ayrıca Hicaz ve yöresi de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Doğu ticaret yolları tamamen Osmanlıların eline geçmiştir. Elde edilen ganimetler ve alınan vergilerle Osmanlı hazinesi dolmuştur. 6 Temmuz 1517'de Kutsal Emanetler Osmanlı eline geçmiştir. Ayrıca Kıbrıs'taki Venedikliler Memluklere verdikleri vergiyi Osmanlılara ödemeye başlamıştır. Mısır'ın alınmasıyla Baharat Yolu da Osmanlı kontrolüne geçmiştir. Devrin en önemli iki ticaret yolu İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçiren Osmanlı bu sayede Avrupa ülkeleri, ekonomik yönden Osmanlılara bağımlı duruma gelmiştir. Ancak Ümit Burnu'nun keşfi nedeniyle bu avantaj uzun sürmemiştir. Bunlara ek olarak, Mısır'ın Osmanlı hakimiyetine girmesi ve Tomanbay'ın ölümünden sonra; Yavuz Sultan Selim, Kansu Gavri'nin kendine rakip olarak çıkardığı kardeşi Ahmed'in oğlu Kasım'ı ele geçirtmiş ve öldürtmüştür. Şah İsmail'in elçi göndermesi. Sultan Selim askerin yorgun olması nedeniyle Şah İsmail'in üzerine gitmedi; bununla beraber Şah İsmail'den gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı tedbir almayı da ihmal etmemiştir. Yavuz, dönüş yolunda Mercidabık mevkiine geldiğinde Veziriazam Pîrî Mehmed Paşa'yı 2 bin yeniçeri ve bir hayli eyalet askeri ile Diyarbakır tarafına yolladı, kendi de İstanbul'a hareket etti. Pîrî Mehmed Paşa bir süre Fırat Nehri kenarında kaldı; Şah İsmail'in hiçbir harekette bulunmaması üzerine verilen emir ile Edirne'de bulunan padişahın yanına geldi. Kızılbaş Celal Ayaklanması. Bozok Türkmenlerinden ve Amasya'nın Turhal kasabası halkından Celal isminde tımarlı bir kızılbaş ayaklanarak 20 bin kişi toplayıp Tokat'a gelmişti. Bu hadisenin bastırılması için Rumeli Beylerbeyi Ferhad Paşa görevlendirilmişti. Aynı zamanda Şehsüvaroğlu Ali Bey de olaydan haberdar edilmişti. Ferhad Paşa gelmeden önce; Ali Bey, Kızılbaş Celal'in üzerine yürümüş ve Celal'i mağlup etmiştir (924/1518). Batı Seferi hazırlığı. Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi'nden döndükten sonra donanmaya önem vermiş, hazırlık yapmaya başlamıştı. Bu hazırlığın ne tarafa olacağı henüz bilinmediğinden Venedikliler telaşlanmış, Kıbrıs adasına ait vergiyi vermekle beraber her ihtimale karşı adayı da askeri yönden takviye etmişler, ayrıca Avrupa'da müttefik aramaya başlamışlardı. Bununla beraber seferin ne tarafa gerçekleştirileceği muğlaktır. Ayrıca Papa X. Leo'nun Osmanlılara karşı sefer yapılması amacıyla çalışmaları olduğu da bilinmektedir. Papa, Osmanlı'ya karşı ittifak yapma amacıyla İspanya, Avusturya, Fransa ve İngiltere devletleriyle görüşmekteydi. Donanmadaki hazırlığın esasen, olası bir Haçlı Seferi'ne karşı denizde de üstün olmak amacıyla yapılmış olması olasıdır. Bir kısım devlet ileri geleni de Rodos'un fethi konusunda Sultan Selim'i teşvik ediyordu. Ancak Selim adanın zaptı için hazır bulunan dört aylık levazımı yeterli bulmamıştı. Daha önce Fatih Sultan Mehmed tarafından da kuşatılan Rodos'un, fethedilmesinde yine başarısız olunmasını istemediğinden dolayıdır ki Sultan Selim çok daha iyi hazırlanılması emretmiştir. Yavuz Sultan Selim, donanma faaliyetleriyle beraber yapacağı seferin yönü hakkında kesin kararı vermeden önce Edirne'ye gitmeye karar vermiştir. Mısır Seferi'nde sonra Batı Seferi'ne başlamak amacıyla Veziriazam'ı Kapıkulu askerleriyle Edirne'ye göndermiş, sonra kendi de 2 Şaban 926/Ağustos 1520'de Edirne'ye doğru yola çıkmıştır. Ölümü. Yavuz Sultan Selim'in saltanatı kısa sürmüş olsa da, Osmanlı İmparatorluğu'nun oğlu Süleyman döneminde altın çağını yaşamasına zemin hazırlamıştır. Sultan Selim, babasından devraldığı boş hazineyi ağzına kadar doldurmuştur. Yaygın bir efsaneye göre; hazinenin kapısını mühürledikten sonra, şöyle vasiyet etmiştir: "Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayun benim mührümle mühürlensin." Bu vasiyet tutulmuş, o tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı Osmanlı'nın yaklaşık 400 yıl sonraki iflasına kadar Yavuz'un mührüyle mühürlenmiştir. Sultan Selim, Mısır Seferi'nden sonra Batı Seferi'ne başlamak amacıyla Veziriazam'ı Kapıkulu askerleriyle Edirne'ye göndermiş, sonra kendi de 2 Şaban 926/Ağustos 1520'de Edirne'ye doğru yola çıkmıştır. Ancak Selim, sırtında bir çıban çıkmasından ötürü rahatsızlanmıştır. Halk arasında "yanıkara" olarak da isimlendirilen bu çıban, Şirpençe ya da "Aslan Pençesi" ismiyle bilinmektedir. Hoca Sadeddin Efendi, yazılarında Yavuz Sultan Selim'in ölümüne sebep olan çıban hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir ve bundan ötürü günümüzde kaynak olarak genelde onun yazılarına başvurulmaktadır. Yazılarına göre; Yavuz Sultan Selim, Edirne'ye harekete karar verdikten sonra bir gün musahibi Hasan Can'a sırtına bir şeyin battığını söylemiş, bunun üzerine Hasan Can, elini hükümdarın sırtına sokmuş fakat bir şey bulamamıştır. Ancak ikinci sefer yine aynı şeyden şikâyet edince o zaman Hasan Can, Sultan Selim'in sırtına bakmış ve henüz baş vermiş, etrafı kızarmış ve tam olgunlaşmamış sert bir çıban görmüştür. Bunu Sultan Selim'e söyleyince, Sultan çıbanı sıkmasını istemişse de Hasan Can: "Pâdişahım, büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak caiz değildir, bir münasip merhem koyalım" demiş, bunun üzerine Sultan Selim "Biz Çelebi değiliz ki, bir çıban için cerrahlara müracaat edelim" cevabını vermiştir. O geceyi ıstırap içinde geçiren Hünkâr, ertesi gün hamama giderek orada çıbanı sıktırıp zedeletmiş, fakat bu da ızdırabını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bunun üzerine Hasan Can'a "Seni dinlemedik amma kendimizi helâk ettik" deyip çıbanın macerasını anlatınca Hasan Can "neredeyse aklım başımdan gidiyordu" diyecektir. Bütün bu sıkıntılara rağmen Yavuz, sefer daha önce kararlaştırıldığı için geri dönmeyerek hasta olduğu halde 2 Şaban 926/Ağustos 1520 tarihinde Edirne'ye doğru yola çıkmıştır. Yavuz, Çorlu'da 40 gün Başhekim Ahmed Çelebi tarafından tedavi edilmiş fakat yara yine de büyüyüp açılmıştır. Hareket edemeyecek kadar yorgun düşen Yavuz, tedaviden ümidini kesince Edirne'de bulunan Veziriazam Pîrî Mehmed Paşa ile vezir Çoban Mustafa Paşa'yı ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa'yı acele yanına çağırtmış ve vasiyetini belirtmiştir. Ayrıca acele edip yetişmesi için Manisa Valisi olan oğlu Şehzade Süleyman'a haber göndermiş ancak oğlu gelmeden 926/1520 yılında 8 Şevval'i 9'una/21 Eylül'ü 22'sine bağlayan gece Çorlu karargahının bulunduğu köyde ölmüştür. Sultan Selim'in vefatı, tek oğlu olan Manisa Valisi Şehzade Süleyman gelinceye kadar gizli tutulmuştur. Süleyman'ın 11 Şevval tarihinde İstanbul tarafına gelip kadırga ile saraya indiği haber alındıktan sonra, Selim'in vefatı ve yeni padişahın İstanbul'a geldiği ilan edilmiştir. Devlet erkânı, derhal İstanbul'a gelip yeni Padişah'ı tebrik ettikten sonra Selim'in naaşı, bütün ilgililer tarafından Edirnekapı haricinde, bağlar ucunda karşılanıp, hazırlanmış bulunan tabuta konmuştur. Fâtih Sultan Mehmed Câmii'nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o tarihlerde Mirza Sarayı denilen günümüzdeki Sultan Selim Câmii yanındaki mahalleye defnedilmiştir. Türbesi, oğlu Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Yavuz Sultan Selim; 22 Eylül 1520'de "Aslan Pençesi" ("Şirpençe") denilen bir çıban yüzünden öldüğünde oğluna, dolu bir hazine, güçlü bir ordu ve iç karışıklıklara son verilmiş bir devlet bırakmıştır. Kanunî Sultan Süleyman, Fatih Camii'nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirmiştir. Osmanlı âlimi ve yazarı Bostanzade Yahya Efendi, Yavuz Sultan Selim için "O; Arap, İran, Kürdistan, Deylem ülkelerinin fatihi, Türklerin hakanı, sultanların en yücesi ve şehinşahların en başta gelenidir." der. Hâlifelik. Mısır Seferi sonucunda kutsal topraklar Osmanlı hakimiyetine girmişti. 6 Temmuz 1517'de Kutsal Emanetler (Emanet-i Mukaddese) denilen ve aralarında Muhammed'in hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı da bulunan eşyaları, Hicaz'dan Yavuz Sultan Selim'e gönderilmiştir. Yavuz Sultan Selim'in, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Memlûk halifesi III. Mütevekkil'den halifeliği devraldığı Yavuz Sultan Selim dönemindeki eserlerde yer almadığı ve daha sonra 18. yüzyılın sonlarında kaleme alınan bir yabancı eserde yer aldığı ve buradan diğer eserlere geçtiği söylenir. Bazı tarihçiler ilk halife olmadığını, daha önceki padişahların da halife unvanını kullandıklarını ve Ayasofya Camii'nde merasim yapılmadığını söylemişlerdir. Kutsal toprakları aldığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı "Hakimü'l-Haremeyn" (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini "Hadimü'l-Haremeyn" (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilan etmiş, Kendi deyimiyle "Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn" (Haremeyn-i Şerifeyn), yani Mekke ve Medine'nin hizmetkarı unvanını devralmıştır. O dönemde halife olan III. Mütevekkil İstanbul'a taşınmış ve ömrünün sonuna kadar orada Osmanlı koruyuculuğunda, siyasi yetkiye sahip olmadan yaşamıştır. Her ne kadar Hilâfet Osmanlı sultanlarına geçse de, halife sıfatı Osmanlı belgelerinde sıkça kullanılmış değildir. Hatta şaşaalı bir elkap kullanan Kanuni Sultan Süleyman gibi bir sultanda dahi halife unvanına rastlanmaz. Resmi olarak ilk kez Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Padişahı, halife olarak Rus idaresine giren Kırım Müslümanlarının koruyucusu olarak gösterilmektedir. Osmanlı'da hilafet iddialarının kurumsallaşıp oturması ancak Sultan Abdülmecid ile başlayacak ve Sultan II. Abdülhamid ile gelişecektir. Bazı araştırmacılar Yavuz'un kulağına küpe taktığı ve bunun Mısır Seferi zamanına dayandığını iddia etmektedir. Ancak bu konuda çeşitli görüşler vardır. Bazı tarihçiler Sünni mezhebinin İslam Hukukunda erkeklere caiz olmayan küpeyi ilk Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim'in takmasına ihtimal bile vermezken, bazı tarihçiler ise bunun gerçek olduğu ve bazı sebeplere dayandığını iddia etmektedir. Yavuz'un kulağına küpe taktığına inanan tarihçilerden çoğu bunun İslami bir gönderme olduğunu savunmaktadır. Bunu şöyle ifade ederler: "Yavuz, Kahire Camisi'ne girdiğinde Kahireliler ona Hakimü'l-Haremeyn sıfatını verirler ama o bu sıfatı kabul etmez ve "'Ben olsam olsam Hadimü'l-Haremeyn olabilirim" der. Bu olay üzerine o dönemde hademelerin taktığı küpeyi ister ve kulağına bu işareti, hademelerin taktığı küpeyi geçirir." Diğer bir görüşe göre ise Mısır Seferi'nde kulaklarında küpesi olan insanları görüp "Bu insanlar neden küpe takıyor?" diye sormuş ve "köle (kul) oldukları için" cevabını almış ve bunun üzerine "Biz de Allah'ın kuluyuz!" diyerek küpe takmaya başlamıştır. Bunu şöyle açıklarlar: "Taktığı küpe o dönemde köleler tarafından takılan cinstendi, o da kendisini Allah'ın kölesi, kulu olarak görüyordu bunu da kölelerin taktığı küpelerden takarak ifade etmiş oluyordu." Bu görüşe katılmayan tarihçiler ise Yavuz'un küpe takmadığını, böyle resimlerin Yavuz döneminden uzun süre sonra yapıldığını ve gerçeklik değerinin olmadığını savunmaktadır. Zira Yavuz, Mısır Seferi dönüşünde oğlu Süleyman'ın süslü elbiselerini görünce, "Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?" dediğini biliyor ve onun şahsî hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Yavuz, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişahtır. Doğru olan resimlerinde, pala bıyıklar vardır; ancak küpe yoktur." Yine aynı görüşe sahip bazı tarihçilere göre ise bu küpeli resim Şah İsmail'e aittir. Bu görüşün nedenini ise şöyle ifade ediyorlar: "Başında Şii mezhebinin alâmeti olan kızıl börk ve bunun üzerinde İran şahlarına mahsus taç vardır. Ayrıca küpe de Şî’a mezhebinde câiz görülmektedir." Islahat çalışmaları. Askeri alanda ıslahatlar. Dulkadiroğlu Beyliği'nin ilhakından sonra İstanbul'a dönen Sultan Selim, gerek Çaldıran öncesi, gerekse Amasya'da asker tarafından yapılan yağma, serkeşlik ve isyan hareketleri üzerine bazı tedbirler alıp derhal uygulamaya koyma zaruretini duymuştur. Askeri tam bir disiplin altına alıp Yeniçeri Ocağı'nı ıslâh etmek amacıyla, Ocak üzerinde an'ane gereğince büyük bir nüfuzu bulunan Ocak ihtiyarlarını huzuruna çağırarak Amasya'daki itaatsizliğin müsebbiblerinin kimler olduğunu sormuştur. Bunlar, yine Ocak anlayış ve yardımlaşması gereği olarak "Cümlemüz mücrimüz, devletlû Hüdâvendigâr'dan afvumuzu reca eylerüz" diye cevap vermişlerdir. Padişahın devlet ricalini bu yolla sorguya çekmesi sonucu ortaya bir takım isimler çıkarmış; bunlardan Kadıasker Tacizade Cafer Çelebi, ikinci vezir İskender Paşa ve Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa'nın da dahil olduğu devlet adamları isyan teşvikçileri olduklarından idam edilmiştir. Bunu müteakip Sultan Selim, Yeniçeri Ocağı'nın ıslahı için, ihtiyarlarla anlaşıp bazı tedbirler almıştır. Buna göre, bundan böyle Yeniçeri Ağası saray tarafından, Ocak Erkân-ı Harbiyesi de saltanat makamınca tayin edilecekti. Bu suretle, yüksek kumanda heyetini, daha sıkı bağlarla saltanat makamına bağlamıştır. Donanma faaliyetleri. İstanbul'un fethinden beri orada hala esaslı bir tersane yapılmamıştı. Bizans İmparatorluğu zamanından kalma, bir kadırga tersanesi ve Haliç'te küçük bir tersane olsa da; kadırga tersanesi bakımsızlıktan kullanılmayacak durumda, Haliç'teki ise ihtiyacı karşılayamayacak kadar küçüktü. Osmanlı Donanması'nı geliştirmek isteyen Yavuz Sultan Selim, Ağustos 1518'de Edirne'ye gitmeden bu doğrultuda İstanbul'da Frenklerin tersanesine eş bir tersane yapılmasını emretmiştir. Bunun için Haliç'te önceden Bizans tersanesi olan yerde yapılması uygun görüldü. Ancak burası uzun zamandır terk edildiğinden, mezarlık olmuştu. Bu mezarlıktan tersane olacak kadar bir yer ayrıldıktan sonra çıkarılan ölü kafaları ve kemikleri uzun hendekler kazılarak oraya gömüldü. Ayrıca hendeklerin başına mezar olduğunu belirtmek için baş ve ayak uçlarına işaret konulmuştu. Böylece tersane gözleri 160'a çıkartıldı. Selim tersaneyi daha da büyüterek, Galata'dan Kâğıthane deresine kadar büyüterek 300 kadar inşaat tezgâhı yapmayı amaçlasa da bu amacını gerçekleştiremeden ölmüştür. Yavuz Sultan Selim zamanında devlet merkezinde kurulan Haliç Tersanesi Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna kadar kullanılmaya devam etmiştir. Donanma geliştirilmesi için hazırlıklar da aynı zamanda devam etti. Her biri 700 tonluk 150 gemi için Arap kürekçiler getirtildi. Memlûklülerin Kızıldeniz donanmasının komutanı olan Selman Reis İstanbul'a çağrıldı. Kısa zamanda İstanbul ve Gelibolu tersanelerinde 250 gemilik bir donanma hazırlandı. Rodos Sen Jan Şövalyeleri'nin reisi bu hazırlıkların Rodos'a yönelik olmasından korkarak savunma önlemlerini artırdı. Fakat bu donanmayı bir sefer için kullanmaya Sultan Selim'in ömrü yetmedi. İmar faaliyetleri. Yavuz Sultan Selim, dedesi Fatih Sultan Mehmed zamanında kullanılan Haliç Tersanesi'ni kapasite olarak arttırmıştır. Konya'da Mevlevi Tekkesi'ne su getirtmiştir. Medreselerin yanında, sosyal ve ticari alanda hizmet verecek birçok bina inşa ettirmiştir. Hayatı yoğun savaşlarla geçen Yavuz Sultan Selim, Diyarbakır Fatih Paşa ve Elbistan Ulu Camii'ni inşa ettirmiştir. Ayrıca Şam Salihiye'de Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye camii ve imaret inşa ettirmiş, ayrıca Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin türbesini de bulup yaptırmıştır. I. Selim, 1516'da Şam'a Selimiye Camii'sini yaptırmıştır. Ayrıca Mısır Seferi sırasında Hind ve Çin haritalarını da yaptıran Selim'e, Pîrî Reis tarafından 1513 yılında tamamlanan harita 1517 yılında Mısır'da Pîrî Reis'in kendi tarafından sunulmuştur. Temelini attırdığı İstanbul Sultan Selim Camii'ni bitirmeye ömrü yetmemiş; bu eser oğlu Kanunî Sultan Süleyman tarafından tamamlanmıştır. Sultan Selim bunlara ek olarak 1514 yılında İstanbul'da "Yavuz Sultan Selim Cüzzamhanesi"ni yaptırmıştır. Edebi eserleri. Arapça ve bilhassa Farsça'ya çok hakim olan Selim'in, kendi el yazısı ile "Selimî" mahlasıyla yazılmış olan Farsça manzumeleri günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi'nde bulunmaktadır. Farsçanın yanında Türkçe şiirleri de bulunan Selim'in, Farsça olan Divân'ı 1306 yılında İstanbul'da basılmış olup, 1904 tarihinde de Alman İmparatoru II. Wilhelm'in emri ile Paul Horn tarafından Berlin'de yeniden neşredilmiştir. Şah İsmail ile ilginç diyalogları. Yavuz Sultan Selim, İran Seferi'ne çıkmak için 19 Mart 1514 tarihinde Edirne'den İstanbul'a hareket etmişti. Bir ay sonra Üsküdar'a geldiğinde, Şah İsmail'in halifelerinden olan Kılıç adında biri vasıtası ile Şah'a Farsça name gönderdi. Sultan Selim, İzmit'ten gönderdiği hicri takvime göre 920 Safer tarihli mektubunda: Şah'ın Müslümanlığa uygun olmayan hareketlerinden, mezaliminden bahis ile kendinin Müslümanlığı takviye ve mezalimi kaldırmak için faaliyete geçtiğini, yaptığı işler nedeniyle katline fetva verildiğini ve kılıçtan evvel İslamiyet'i kabul etmesi lazım geldiğini ve atlarının Safer ayında İstanbul'dan hareket ettiğini ve bizzat muharebeye hazır olacağını bildirmişti. Yavuz mektubunda şöyle diyordu: "Fitneler çıkardınız, İslam büyüklerine küfürler ediyorsunuz, bunun cezası katlidir, üzerinize geliyorum, işgal ettiğiniz Osmanlı memleketlerini geri veriniz." Elçi Kılıç, Şah İsmail'i Hemedan'da bularak mektubu vermiş, o da muharebeye hazır olduğunu bildirmiştir. Şah'ın bu cevabı Osmanlı ordusu Erzincan'a geldiği sırada alınmıştır. Lütfi Paşa tarihine göre Şah İsmail mektubu getiren Kılıç'ı öldürtmüştür. Şah İsmail, muharebeye hazır olduğunu belirten mektubunda: "Er isen meydana gelsin, biz de intizardan kurtuluruz" demiş ve Yavuz'a bir kadın elbisesiyle, yaşmak yollamıştır. Yavuz bu mektuba cevabını 920 Cemaziyelevvel sonunda Erzincan'dan yollamıştır. Yavuz bu mektubunda Şah İsmail er meydanına davet ediliyor ve hala kendinden bir eser olmadığı beyan ediliyordu. Şah İsmail bu mektuba cevap olarak; gerek II. Bayezid zamanındaki ve gerek kendinin Trabzon valiliğindeki dostluklarından bahsederek aradaki düşmanlığın neden ileri geldiğinin bilinmediğini, Osmanlı Hanedanı'yla kadim dostluklarından ötürü Timur zamanındaki gibi fena bir neticenin olmasını istemediğini beyan etmektedir. Ayrıca Yavuz'un mektubunda hakaretvari tabirlerden şikayet ile mektup yazan kâtiplerin yazılarını afyon tesiriyle yazdıkları için bir altın hokka ile afyon macunu yolladığını da mektubunda belirtmiştir. Şah İsmail'in afyon macunu yollaması yoluyla, II. Bayezid'ın afyonkeşliği sebebiyle oğlunun da babası gibi olduğu ima edilmektedir. Yavuz Sultan Selim bu ağır mektuba ağır cevap vermiştir: "Davete icabet edip uzun yolları kat ile memleketine girdik; fakat sen meydanda görünmüyorsun. Padişahların ellerindeki memleket onların nikahlısı gibidir; erkek ve yiğit olanlar kendinden başkasının ona elini dokundurtmazlar; hâlbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hala senden bir haber yok. Seni korkutmamak için askerimden 40 bin kişiyi ayırıp Sivas ile Kayseri arasında bıraktım; hasma mürüvvet ancak bu kadar olur. Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf ihtiyar eyleyip serdarlık ve şahlık sevdasından vazgeçesin." Yavuz bu mektubuyla beraber Şah İsmail'in gönderdiklerine karşılık kendinin kökenini telmihen hırka, şal, asa, misvak ve şedden (kuşak) ibaret tarikat levazımı yollamıştır. Böylece Yavuz, Şah İsmail'in dervişlikten geldiğine gönderme yapmıştır. Alevi katliamı iddiası. Bir iddiaya göre Yavuz Sultan Selim'in talimatıyla Anadolu'da bir Kızılbaş katliamı yapılmıştır. Bazı kaynaklar bu katliamda öldürülen insanların sayısının 40 bin olduğunu ifade eder. Alevilerin öldürüldüğü görüşünü destekleyenler Yavuz Sultan Selim döneminin şeyhülislamı olan Müftü El Hamza'nın 1512 tarihli Kızılbaşlarla ilgili bir fetvasını yapılan katliamların izni olduğuna inanmaktadır. Bu fetvada, kızılbaşlar kâfir ve dinsiz olarak tanımlanmış, onları öldürmenin vacip olduğu söylenmiştir. Bazı akademisyenler ise bu iddianın gerçeklikten uzak olduğuna inanır. Tarihçi Mustafa Akdağ, "Yavuz Sultan Selim'in o zaman, Kızılbaş mezhepli 40 bin kişi öldürttüğü hakkında tarihlere geçmiş bir rivayet vardır… Ancak, biz bunu pek şişirilmiş bir sayı bulmaktayız. Çünkü, bu Padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunluydu." diyerek bu iddiaların gerçekçi olmadığını ifade etmektedir. Sayıyı abartılı bulan bir diğer akademisyen tarihçi Robert Mantran şöyle ifade eder: "Göründüğü kadarıyla, bu "büyücü avı", özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514'te olan 40 bin Alevi'nin öldürülmesi efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde; sayılar karşısında doğulu baş dönmesiyle alabildiğine damgalı görünüyor bu." Konu hakkında akademisyen tarihçi Feridun Emecen ise şunu ifade etmektedir: “40 bin rakamının abartılı olduğu veya bir hacmi belirtmek üzere yuvarlak bir sayıyı işaret ettiği söylenebilir. Bu gibi rakamları gerçek addedip ona göre yorumlarda bulunmak doğru bir yaklaşım olmaz.” Emecen'e göre bu rakamlar doğru bile olsa o devrin imkânlarıyla bir yıl gibi kısa bir sürede ve geniş bir alanda 40 bin küsur kişinin sayımının yapılıp merkeze gönderilmesi, yargılanmaları, ardından da suçlu bulunanların defterlerinin tekrar ilgililere (hakimlere) yollanarak isimleri yazılı olanların katlinin gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmemektedir. Emecen mahkeme kayıtlarından yola çıkarak şu sonucu çıkarmıştır: “Şah İsmail’in mektuplarıyla yakalanan Safevi halifeleri, bunlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde temas kurdukları tarikat şeyhlerinin bazıları ve âsi elebaşları şiddet uygulanarak katledilmiştir, fakat bunun sistemli bir “Kızılbaş Temizliğine” dönüştüğünü söylemek büyük bir yanılgıdır.” Akademisyen tarihçi Erhan Afyoncu'ya göre ise, Yavuz Sultan Selim'in 1514 İran Seferi boyunca infazlar gerçekleştirdiği doğrudur; ancak bu infazlarda II. Bayezid döneminde etkileri yeteri kadar anlaşılamayan ve çoğalan Safevi propagandacıları ve ajanları öldürülmüştür. Bu dönemde göçebe Türkmen nüfusu karizmatik ve ilahi güçlere sahip olduğuna inanılan Şah İsmail'in vaatleriyle cezbedilmekteydi. Anadolu'da tersine bir göç hareketi başlıyor ve İç Doğu Anadolu bölgesi sınır ötesine, İran'a kayıyordu. Bu kabul edilemezdi. Göçebe Türkmenleri yerleşik hayata geçmeye zorlayan Osmanlı devlet politikasına karşılık Şah İsmail, göçebelerin başına buyruk yaşaması gerektiğini ve vergi alınamayacağını iddia ediyordu. İslamiyet'i yaşam tarzları nedeniyle yeteri kadar yaşayamayan ve yerleşik hayatı kendilerince tehdit olarak algılayan göçebe Türkmen nüfusu Şiiliğin esnek yapısını kendilerine daha uygun buluyor, propaganda böyle yapılıyordu. Ayrıca Safevilerin Şiilik'e direnen Sünnileri öldürdüğü iddiaları da İstanbul'u rahatsız ediyordu. Anadolu'daki Sünni birlik artan Şii sempatizanlarıyla büyük bir risk altındaydı. Yavuz Sultan Selim'in hedefi bu propagandayı yapanlardı ve mesele bir devlet güvenlik meselesiydi. Afyoncu'ya göre ölümler hiçbir zaman bu abartılı sayılara ulaşamazdı ve ulaşmamıştır da. 40 bin kişinin ölümü binlerce köyün ortadan kaldırılması demektir ki bu, Anadolu'nun sosyo-ekonomik ve demografik yapısının altüst olması anlamına gelir ve gizlenemezdi. Bu katliamı da sadece bir ordu yapabilirdi. Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi kayıtlarında ordunun ilerleyişi tüm ayrıntılarıyla görülmektedir. Ayrıca Yavuz Sultan Selim'in tahta çıkışı ve Çaldıran Savaşı arasında geçen süre de böyle bir katliam için yetersiz bir süredir. Kaynakların hiçbirisinde böyle ağır bir tahribata rastlanmamaktadır. Sayılar mantıksız ve gerçek dışıdır. Ailesi. Eşleri. "Not:" I. Selim'in dört eşi olduğu belirtilmektedir. Erkek çocukları. "Not:" I. Selim'in, küçük yaşta ölen oğullarının olduğu bazı kaynaklarda belirtilirken, bazıları bu çocukların varlığından bahsetmemektedir. Bu konuda muhtelif görüşler vardır. Kız çocukları. "Not:" Kız çocuklarının sayısının 9 olduğu söylenmektedir. Selimnâmeler. Osmanlı devleti döneminde Türk edebiyatında "Selimname" adı verilen I. Selim döneminin tarihini anlatan şiir ve nesir eserleri hazırlanmıştır. Selimnamelerin bazıları bu padişahın doğumundan ölümüne kadar hayatını anlatmakta, diğerleri ise sınırlı olarak hayatının belirlenmiş bir dönemini anlatmaktadırlar. Selimnameler Türkçe, Arapça ve Farsça olarak yazılmışlardır. Burada bu Selimnamelerin bir bibliyografyası verilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9313", "len_data": 61559, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
Eobiont veya protobiont, yeryüzünde yaşamın başlangıcı olduğu varsayılan ilk yaşam biçimidir. Yeryüzünün ilk zamanlarındaki denizlerde ortaya çıkan, serbest hareket edebilen moleküller ile gerçek canlılar arasında bir geçiş aşamasıdır. Üreyebilen ve enerji alışverişi yapabilen tek bir birim halinde örgütlenmiş çok büyük molekül sistemleridir. İngiliz biokimyacı Norman Wingate Pirie tarafından ortaya atılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9317", "len_data": 414, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.89 }
Stockholm () ya da Stokholm, Stockholm ilinin merkezi ve İsveç'in başkentidir. 2008 verilerine göre Stockholm metropol alanı, tüm İsveç nüfusunun %21'inin yaşadığı ve tüm İsveç'in sanayisinin %35'inin bulunduğu bir merkezdir. Stockholm 810.120'lik kent nüfusu, 1,3 milyonluk çevre nüfusu ve toplamda 2 milyonluk nüfusuyla İsveç'in en büyük kentidir. Stockholm, 13. yüzyıldan beri bir İskandinavya kültür, siyaset, medya ve ekonomi merkezidir. Kent, anakara dışında on dört adaya ve Mälaren Gölü'nün denizle birleştiği kanala sahiptir. Stockholm Takımadaları tarihsel olarak da önemlidir. Kentin adalara ve kanallara yayılmış olması, ona "Kuzeyin Venediği" sıfatını kazandırmıştır. Stockholm; yapıları, parkları, tarihî merkezleri, yeşil alanları ve eğitim merkezleriyle oldukça ileri bir Avrupa şehridir. Euromonitor'e göre Stockholm, yıllık 1 milyonun üzerindeki turist sayısıyla İskandinavya'da en çok ziyaretçi alan şehirdir. Tarihi. Kentin kurulduğu alan tarihte Agnafit gibi Norveç sagalarında geçmektedir. Bölgenin efsanevî kralı Agne de bu sagalarda bulunmaktadır. Yazılı kaynaklarda bilinen ilk Stockholm tarifi ise 1252'ye kadar uzanmaktadır. Bu tarih, Stockholm'ün yakınlarındaki Bergslagen kentinde yapılan demir madenciliği ile yakın zamana denk gelmektedir. Kentin adı İsveççe "kütük", Eski Almanca "sağlamlaştırma" anlamına gelen "Stock" ve "adacık" anlamına gelen "holm" kelimelerinden türemiştir. Kentin Birger Jarl tarafından, İsveç'i yabancı düşman donanmalarından kurtarmak için kurulduğu düşünülmektedir. Stockholm'ün merkezi olan ve günümüzde Eski Kent olarak bilinen Gamla Stan, Helgeandsholmen'in yanındaki merkez adada 1300'lerden 1500'lere kadar kent olarak kalmıştır. Kent bu süreçte bir Baltık ticaret ortaklığı olan Hansa Birliği'nin ilgisini çekti. Kent bu dönemde Lübeck, Hamburg, Danzig, Visby, Reval (Tallinn) ve Riga ile yakın ilişkiler kurdu. 1296 ve 1478 yılları arasında kent meclisi 24 üyeye sahipti. Bunların yarısı ise Hansa Birliği'nin temsilcisiydi. Stratejik ve ekonomik önemi, kenti kısa sürede Danimarka krallarının ve 15. yüzyıldaki bağımsızlık çalışmalarının bir ilgi merkezi yaptı. Danimarka kralı II. Christian kente 1520 yılında girdi. 8 Kasım 1520'de kent bir kan gölüne döndü. Bu katliam Kalmar Birliği adındaki bir diğer örgütü de yıktı. İsveç kralı Gustav Vasa'ın 1523'te kente yeniden girişiyle beraber kraliyet gücü yükseldi ve kent hızla büyümeye başladı. Bu sayede Stockholm 1600 yılında 10,000'lik nüfusu geçti. 17. yüzyılda şehir Avrupa ortalamalarına göre çok daha hızlı büyüdü. 1610'dan 1680'e kadar nüfus altı kat arttı. 1634'te Stockholm, İsveç İmparatorluğu'nun resmî başkenti oldu. Ticaret ise kenti önemli kılmaya başladı. 1710'da kentte veba salgınları yayılmaya başladı. Bu salgının bir de Büyük Kuzey Savaşı'nın ardından yaşanınca, kent birden durakladı. Nüfus artışı dururken, ekonomik büyüme yavaşladı. Ancak zamanla III. Gustav'ın katkılarıyla kent hızla toparlandı. Kraliyet Operası ise bu dönemin ünlü bir mimarî yapısıdır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kent ekonomik rolünü iyice etkinleştirdi. Yeni sanayi dallarına destek verilirken kent baştan sona bir ticaret ve hizmet merkezi oldu. Kent nüfusu göçler ve sık doğumlar sayesinde ivmeli olarak arttı. Yüzyılın sonlarına doğru ülkede doğanların %40'ından biraz daha azı Stockholm doğumluydu. Yine kentteki bu hızlı büyüme, ek olarak şehri de genişletti. 19. yüzyılda kentte birçok sanayi ve bilim merkezi açıldı. Üniversiteler ve güzel sanatlar okulları bunların başında yer alır. 20. yüzyıla gelindiğinde kent tamamen çağdaş, teknolojik donanımlı ve etnik farklılıklara sahip bir kent oldu. Birçok tarihî bina yıkılarak yeni gereksinimleri karşılayan çağdaş binalar yapıldı. Bu yüzyıl boyunca tüm sanayi alanları ve organize sanayi bölgeleri kent dışına taşındı. Kent nüfusça gelişimini sürdürdü ve bu nedenle yeni bölgeler yerleşime açıldı. Bu yeni yerleşmelerin arasında Rinkeby ve Tensta da yer almaktadır. Coğrafya. Konum. Stockholm, İsveç'in orta-güneydoğu kuşağında, Mälaren Gölü'nün Baltık Denizi ile birleştiği bölgede kuruludur. Kent merkezi Stockholm takımadalarını takip eden on dört adayı kapsar. Coğrafî kent merkezi su üzerinde olup Riddiarfjärden Körfezi'nde yer almaktadır. Şehrin alanının onda üçü su yollarıyla kaplı olduğu gibi, bir diğer onda üçlük kısmı parklar ve yeşil alanlarla örülüdür. Bu yeşil alanlar sayesinde Stockholm, Avrupa başkentleri arasında en temiz havaya sahip şehirlerden biridir. Stockholm belediyeleriyle bilinen bir kenttir. Kentin kuzeyinde Järfälla, Solna, Täby, Sollentuna, Lidingö, Upplands Väsby, Österåker, Sigtuna, Sundbyberg, Danderyd, Vallentuna, Ekerö, Upplands-Bro, Vaxholm ve Norrtälje bulunmaktadır. Güney Stockholm'de ise Huddinge, Nacka, Botkyrka, Haninge, Tyresö, Värmdö, Södertälje, Salem, Nykvarn ve Nynäshamn bulunmaktadır. Stockholm Belediyesi. Stockholm Belediyesi, net coğrafî sınırlarla çevrili bir yönetim birimidir. Belediyenin bir diğer yarı resmî adı "Stockholm kenti" (İsveççe: "Stockholms stad") şeklindedir. Bir belediye olarak Stockholm, bölgelere ayrılmış durumdadır. Bu alt birimler eğitimden, toplumsal yaşamdan ve kültürel hizmetlerden sorumludurlar. Belediye çoğunlukla üç bölge altında incelenir: İklim. Stockholm, nemli kıta iklimine sahiptir. Kentin çok kuzeyde yer alması gündüzlerin yazın 18, kışın 6 saat yaşanmasına neden olmaktadır. Ancak konumuna rağmen kent, yıl boyunca ılık ve yumuşak bir iklime sahiptir. Bu ılımlı iklimin sebebi Gulf Stream adlı sıcak su akıntılarıdır. Kent yılda ortalama 1.981 saat güneş görmektedir. Kent yazları bir kuzey ülkesine göre sıcaktır. Bu mevsimde şehir en fazla 20 - 23 °C, en az 15 °C değerlerine ulaşır. Ancak kimi sıcak rüzgârlar kenti 25 °C+ üzerine çıkarabilmektedir. Kışları ise kent soğuktur. Bu mevsimde sıcaklıklar en fazla -3 ilâ 1 °C, en düşük −10 °C değerlerindedir. Bahar mevsimleri ise genelde serin ile ılık arasındadır. Yıllık yağış 539 mm kadardır. Yıl boyunca kentte ortalama 164 yağışlı gün bulunmaktadır. Yağışlar baharda ve yazın yağmur olarak düşerken, kışın genelde kar şeklindedir. Siyaset ve yönetim. Belediyeler, yönetimin istediği görevleri yapmakla yükümlüdür. Yine mecliste alınan kararlar tüm belediyeleri ilgilendirmektedir. Kentin belediye başkanı Nisan 2008 itibarıyla Ilımlılar'dan Sten Nordin'dir. 2010 yılındaki yerel seçimlerde aşağıdaki partiler çoğunluklu oyları almıştır: Ekonomi. Stockholm'de işçi halkının onda sekizinden fazlası hizmet sektöründe çalışmaktadır. Sanayi merkezlerinin kent dışında olması kenti temiz bir başkent yapmaktadır. Özellikle, son yıllarda kentteki sanayi merkezlerinin hemen hemen hepsi yüksek teknolojiye sahip, temiz fabrikalardan ibarettir. Kentte sanayi merkezlerinde yer alan en büyük şirketler IBM, Ericsson ve Electrolux'tür. Stockholm İsveç'in finans merkezidir. Merkez İsveç bankaları olan Swedbank, Handelsbanken ve Skandinaviska Enskilda Banken gibi bankaların merkezi Stockholm'dedir. Yine büyük sigorta şirketleri olan Skandia ve Trygg-Hansa buradadır. Stockholm Borsası ("Stockholmsbörsen"), Avrupa'nın en önemli borsalarından biridir. Ünlü H&M adlı giyim şirketinin de merkezi Stockholm'de yer almaktadır. Son yıllarda şehirde turizm de önemli bir yer tutmaktadır. 1991–2004 yılları arasında yıllık turistik ziyaret sayısı 4 milyondan 7.7 milyona yükselmiştir. İşçi sayısının fazlalığına göre kentteki en büyük şirketler aşağıdaki gibidir. Eğitim. Stockholm'de deneye ve ileri düzey bilime dayanan eğitim atılımları 18. yüzyılda başladı. Stockholm Gözlemevi de bunlardan biridir. Kent ilk defa 1811'de "Karolinska Institutet" adlı enstitünün kurulmasıyla tıp eğitimine başladı. Kraliyet Teknik Üniversitesi ("Kungliga Tekniska Högskolan" veya "KTH") ise 1827 yılında kurulmuş olup, 13.000 öğrencisiyle İskandinavya'nın en büyük eğitim merkezidir. 1878 yılında kurulan Stockholm Üniversitesi, 1960'ta resmî üniversite olarak tanındı. Bu eğitim kurumunda 2008 yılı verilerine göre 52,000 öğrenci öğrenim görmektedir. Güzel sanatlar alanında Stockholm'de en kayda değer eğitim kurumlarından biri de Kraliyet Müzik Fakültesi'dir. Bu fakültenin geçmişi 1771 yılına kadar uzanmaktadır. Kentte bunların yanında Kraliyet Pandomim ve Oyunculuk Akademisi ve Greta Garbo tarafından kurulan Kraliyet Dramatik Tiyatrosu yer almaktadır. 1844 yılında kurulan Konstfack adlı okul ve Opera Okulu da kentin önemli eğitim yapılarındandır. Diğer yüksek eğitim kurumları aşağıdaki gibidir: Nüfus. Stockholm bölgesi, İsveç'in toplam nüfusunun beşte birinden fazlasının yaşadığı bir bölgedir. Aynı şekilde toplam ülke sanayisinin onda üçünden fazlası Stockholm'dedir. Coğrafî olarak sürekli yeri başka yerlere kayan Stockholm, 19. yüzyılda bugünkü merkezinin bulunduğu yere doğru gelişmeye başladı. Peşi sıra gelen yıllarda ise Brännkyrka ve Spånga gibi belediyelerle birleşerek nüfusunu artırdı. Günümüz belediye sınırları ise 1971 yılında belirlenmiştir. 2004 yılı verilerine bakıldığında 765,044'lük nüfusun 370,482 kadarı erkek, 394,562 kadarı kadındır. Ortalama yaş 39.8 olup, nüfusun %40.5 kadarı 20 ve 44 yaş arasındadır. 15 yaş üstü nüfusun onda dördü evli değilken, onda üçü evlidir. Aynı şekilde bu nüfusun onda biri de boşanmış insanlardan oluşmaktadır. Kent halkının %28'i Stockholm'lü değildir. Kentte en çok konuşulan diller İsveççe, İngilizce, Arapça, Türkçe, Kürtçe, Fince, Farsça, İspanyolca ve Sırpçadır. Tarihte nüfus. Aşağıda 1570 yılından günümüze, kentin nüfus verileri bulunmaktadır: 2007 verilerine göre Stockholm kentsel bölgesinin 1,252,020'lik bir nüfusu vardır. Bu nüfusa oranla, Huddinge'nin 90,182; Järfälla'nın 62,342; Solna'nın 61,717; Sollentuna'nın 77,553; Botkyrka'nın 77,553; Haninge'nin 72,956; Tyresö'nün 41,476; Sundbyberg'in 33,868; Nacka'nın 82,421; Danderyd'in 30,492'lik nüfusları vardır. Tüm Stockholm kentsel bölgesinde ve 26 belediyesinde nüfus 2 milyonu aşmaktadır. Kültür. Stockholm, diğer birçok kültürel merkezden uzak oluşuyla ve bir ülkenin başkenti oluşuyla birçok kültürel ögeyi içinde barındırmaktadır. 1998 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilen Stockholm'de UNESCO tarafından korumaya alınan iki bölge vardır: Edebiyat. Stockholm, İsveç Edebiyatı'nın önemli yazarlarını yetiştiren bir kenttir. Bunlardan birkaçı şair Carl Michael Bellman (1740-1795), roman yazarı August Strindberg (1849-1912) ve yazar Hjalmar Söderberg (1869-1941)'dir. Diğer önemli edebiyatçılar ise Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Eyvind Johnson (1900-1976) ve şair/besteci Evert Taube (1890-1976) gibi önemli isimlerdir. Roman yazarı Per Anders Fogelström (1917-1998) da kentten çıkan önemli bir başka yazardır. Mimarî. Kentin eski merkezi olan Gamla Stan, günümüzde hâlen bulunmaktadır ve Orta Çağ'ın tüm İskandinav mimarîsinin izlerini taşımaktadır. Alman Kilisesi ("Tyska kyrkan"), Riddiarhuset, Bonde Sarayı, Tessin Sarayı ve Oxenstierna Sarayı, buradaki birkaç önemli yapıdır. Kentteki en eski yapı ise Riddiarholmskyrkan adlı kilisedir. Bu kilise de 13. yüzyıldan kalmadır. 1697'deki bir yangında özgün kent kalesi yıkıldı. Ancak yerine barok tarzda Stockholm Sarayı inşa edildi. 15. yüzyıl başlarında kent, o zamanki sınırlarının dışına taşmaya başladı. Södermalm adlı yerde, bu dönemden kalma eski yapılar hâlen bulunmaktadır. 19. yüzyılda kentte yükselen sanayi, mimarîde de kendini gösterdi. Bu yeni binalar, Avrupa'nın diğer büyük başkentleri olan Berlin ve Viyana'dan esinlenerek tasarlandı. Kraliyet Opera Binası bu dönemin en önemli eseridir. 20. yüzyılda milliyetçi bir akım belirdi. Bu dönemde İsveç mimarî örnekleri çok ileri düzeye çıktı. 1930'larda çağdaşlaşma sayesinde yeni alanlar konuta çevrildi. Sanayi merkezleri yapıldı. Stockholm metrosu da bu yıllarda yapıldı. Yeni yüksek binalar yapılmaya başlandığında birçok kesim tarafından eleştirildi. Büyüme sürerken birçok eski bina yıkılarak veya yeniden düzenlenerek çağdaş hâle getirildi. Bunların arasında Norrmalmsregleringen ve Sergels Torg bulunmaktadır. 1980'lerde özellikle çağdaş kent tasarımı gündeme geldi ve sanayi merkezleri şehir dışına alındı. Bacalı fabrikalar, yerini temiz yüksek teknolojili fabrikalara bıraktı. Müzeler. Stockholm, dünyanın en büyük müze-kentlerinden biridir. Kentte yılda 1 milyon insan tarafından ziyaret edilen 100 kadar müze yer almaktadır. En bilinen müze ise 30,000 el sanatı eserinin ve 16,000 tablonun bulunduğu "Nationalmuseum" adlı ulusal müzedir. Müzelerin temelleri de yine 16. yüzyılda Gustav Vasa tarafından atıldı. O dönemde Rembrandt ve Antoine Watteau gibi sanatçıların eserleri toplanarak sergileniyordu. Çağdaş Sanatlar Müzesi veya İsveççe adıyla "Moderna Museet", İsveç'in ulusal sanat müzesidir. Bu müzede Picasso ve Salvador Dalí gibi isimlerin çalışmaları yer almaktadır. Diğer kayda değer müzeler: Varoşlar. Stockholm varoşları ve mahalleleri farklı kültürlerin bir sentezidir. İçte yer alan varoşların büyük bir kısmı göçlerle ülkeye gelen halklar tarafından kurulmuştur. Kente yerleşen yabancı kökenli halkların büyük kısmı Orta Doğu ve Avrasya'dan gelen göçmenlerdir. En bilinen göçmenler ise Suriyeliler, Türkler, Kürtler ve Sırplardır. Ancak kentte Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika'dan gelen insanlar da mevcuttur. Tiyatrolar. Stockholm tiyatrolarıyla da ünlü bir kenttir. Şehirdeki Kraliyet Dramatik Tiyatrosu ("Kungliga Dramatiska Teatern") Avrupa'nın en bilinen tiyatroları arasındadır. Yine Kraliyet İsveç Operası da 1773 yılında açılan eski bir opera binasıdır. "Stockholms stadsteater", "Folkoperan", "Moderna dansteatern", "Chinateatern", "Göta Lejon", "Mosebacke" ve "Oscarsteatern " diğer kayda değer tiyatrolardır. Eğlence merkezleri. "Gröna Lund", Djurgården adasının üzerinde kurulmuş olan bir eğlence merkezidir. Bu merkezde otuzdan fazla parkur ve lokanta mevcuttur. Bu merkeze her gün binlerce insan gelmektedir. Nisandan eylüle kadar açık olan park, Noel zamanı da mağazalarla açıktır. Gröna Lunda ayrıca bir konser merkezidir. Medya. Stockholm İsveç'in medya merkezidir. Kentte dört ulusal günlük gazete yayımlanmaktadır. Ayrıca kentte yer alan SR, İsveç'in ulusal radyo kanalıdır. Yine SVT adlı televizyon kanalı, İsveç'in ulusal televizyonudur. Bunların dışında kentte özel birtakım kanallar mevcuttur. TV3, TV4, TV5, TV6 bunların başında gelir. İsveç'te yayımlanan başlıca dergilerin büyük bir kısmı da burada basılır. Bonnier adlı basımevi buradadır. Spor. Kentte en çok izleyiciye sahip spor dalları futbol ve buz hokeyidir. Kentin üç büyükleri AIK, Djurgårdens IF ve Hammarby adlı takımlardır. Tarihsel olarak kent, 1912 Yaz Olimpiyatları'nın ev sahibidir. O günlerdeki Stockholm Olimpiyat Stadyumu, defalarca geliştirildi ve birçok karşılaşmaya ev sahipliği yaptı. Råsunda Stadyumu, Ulusal Stadyum ve ünlü Ericsson Globe da kentteki bir diğer stadyumlardır. Kent yine İskandinav oyunlarına da ev sahipliği yapmıştır. Mutfak. Stockholm, mutfağıyla da ünlüdür. Göçler nedeniyle birçok mutfağı çatısı altında birleştiren kent, farklı lokantalarıyla bilinmektedir. Her ne kadar Amerikan hazır besin sanayisi çok revaçtaysa da, kentte Asya, İtalya, Fransa, Türk, Yunan, İskandinavya, İspanyol ve Orta Doğu mutfaklarından örnekler mevcuttur. Kafeteryalar ise kentin herhangi bir yerinde bulunabilmektedir. Ulaşım. Genel ulaşım. Stockholm, geniş bir genel ulaşım hattına sahiptir. Bu hatta Stockholm metrosu ("Tunnelbana"), iki demiryolu hattı olan Roslagsbanan ve Saltsjöbanan, üç hafif demir yolu hattı olan Nockebybanan, Lidingöbanan ve Tvärbanan'ı içermektedir. Bunların dışında otobüs hatları, şehir içi bot hatları ve geniş bir kara yolu ağı kentin ulaşımında önemli yerlere sahiptir. Kentte havalimanına giden otobüsler hariç tüm otobüs hatları SL tarafından, yine bot trafiği Waxholmsbolaget tarafından yönetilmektedir. SL, tüm Stockholm'de bilindik bir bilet sistemine sahiptir. Kentteki biletler seyahat kartları ve tek bilet olarak ikiye ayrılmaktadır. 1 Nisan 2007'den başlayarak yeni bir bölgede de tekli bilet geçmektedir. Biletlerin satıldığı birçok farklı nokta mevcuttur. Kentte toplu ulaşım yaygındır. Stockholm'de geçerli olan 30 günlük kartlar 790 İsveç Kronu (73 Euro; 115 Amerikan doları) ücretindedir. Biletler 20 yaş altı ve 65 yaş üstü kullanıcılar için indirimlidir. Yollar. Stockholm, Avrupa karayolu hatlarının önemli bir merkezidir. E4, E18 ve E20 hatları buradan geçmektedir. Kentin tüm çevresinde geniş ve güvenli karayolu hatları mevcuttur. Özellikle kentin batısında ve güneyinde ulaşım daha çok karayolu hattıyla sağlanmaktadır. Trafik sıkışıklığı cezası. Stockholm'de trafik sıkışıklığı cezası adı verilen bir sistem bulunmaktadır. Bu sistem 1 Ağustos 2007 tarihinden beri uygulanmaktadır. Stockholm merkezinde de bu uygulama yapılmaktadır. Tüm kent noktalarında ve kapılarda plaka tanıyan ve sıkışıklığı kontrol eden bir sistem bulunmaktadır. Sıkışıklık tespit edilen bir bölgeye giren her araç günün saatine göre 10–20 SEK (1.09–2.18 Euro, 1.49–2.98 Amerikan doları) ödemek zorundadır. Ödemeler kontrol noktalarına yapılabilmektedir. Feribotlar. Stockholm'den Finlandiya'daki Helsinki ve Turku'ya, Estonya'daki Tallinn'e, Letonya'daki Riga'ya ve Åland'a düzenli feribot seferleri mevcuttur. Ancak 1998'den beri eskiden olduğu gibi bu kentten Rusya'daki St. Petersburg'a direkt ulaşım sağlanamamaktadır. Bunun için Helsinki'de aktarma yapılması zorunludur. Havalimanları. Stockholm-Arlanda Havalimanı, 2007 itibarıyla taşıdığı 18 milyon yolcuyla İsveç'in en büyük havalimanıdır. Bu havalimanı kentin 40 km kuzeyindedir. Şehir içi demiryolu. Stockholm Merkez İstasyonu, İsveç'in hemen hemen tüm şehirlerine, Oslo'ya ve Kopenhag'a düzenli demiryolu ulaşımı fırsatı tanımaktadır. Ünlü X 2000 hizmeti sayesinde Göteborg kentine üç saatte ulaşılabilmektedir. SJ AB ise kentteki trenleri yöneten kurumdur. Uluslararası dereceler. Stockholm birçok defa uluslararası olarak derecelerde gösterilmektedir. Bazıları aşağıdaki gibidir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9319", "len_data": 17773, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Kore, Doğu Asya'da bir bölge. 1945'ten beri iki ayrı bağımsız devlete bölünmüş durumdadır: Kuzey Kore (resmen "Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti") ve Güney Kore (resmen "Kore Cumhuriyeti"). Tarihçe. Efsaneler. Kore'nin ilk krallığının (Gojoseon = "Eski Joseon") MÖ 2333 yılında Dangun Wanggeom (ya da Tan'gun Wanggŏm; Korece: 단군왕검, Hanja: 檀君王儉) tarafından kurulduğu ve onun ardından Çin'in Shang Hanedanı'ndan gelen Gija(Çince:Jizi) tarafından Gija Joseon (ya da Kija Josŏn; 기자조선, 箕子朝鮮)'nun kurulduğuna dair efsaneler aktarılmaktadır. Wiman Joseon. Arkeolojik açıdan varlığı ispatlanmış olan ilk krallık Wiman Joseon (ya da Wiman Chosŏn; 위만조선, 衛滿朝鮮; MÖ 194 - MÖ 108) Çin'in Yan'ndan gelen Wiman tarafından kurulmuştur. MÖ 108'de Han İmparatoru Wu tarafından yok edilmiş ve yerine başta Lelang ilçesi (樂浪郡 / 乐浪郡) olmak üzere Han'ın dört ilçesi kurulmuştur. Proto Üç Krallık Dönemi. Jinhan, Mahan ve Byeonhan devletleri; zamanla bu devletlerin ortadan kalkmasıyla Mahan toprakları üzerinde "Baekje", Byeonhan (Byeonjin) toprakları üzerinde "Gaya" ve Jinhan toprakları üzerinde "Silla" devletleri kuruldu. Üç Krallık Dönemi. Bu kabileler arasında Amnokyang ırmağı kıyısına yerleşen ve daha sonra krallık haline gelen ilk kabile Goguryeo (ya da Koguryŏ; 고구려, 高句麗; MÖ 37 - MS 668) çevresindeki kabileleri himayesi altına aldıktan sonra Çin'in Lolang bölgesini de 313 yılında ele geçirdiler. Koguryo, Çin ile uğraşırken ülkenin güneyinde çevresindeki kabileleri ele geçiren Baekje (ya da Paekche; 백제, 百濟; MÖ 18 - MS 660) güçlendi ve topraklarını genişletti. Kral Kınçago (346-375) döneminde merkezileşmiş ve güçlü bir devlet haline gelmişti. Gaya (가야, 加耶 veya 伽倻; MS 42 – MS 562), yarımadanın en güneyine yerleşmiş küçük ülkelerin konfederasyonuydu. Silla (신라, 新羅; MÖ 57 - MS 995) ise yarımadanın güneydoğusuna yerleşmiş ve üç krallıktan uzak az gelişmiş ve zayıftı. Birleşik Silla. Silla Krallığı güçlenmeye başladıktan sonra ilk olarak komşusu Gaya Krallığı'nı himayesi altına almıştır. Silla diğer iki krallık olan Koguryo ve Pekçe'yi ele geçirmek için de Çin ile işbirliği yapmış; fakat Çin'de bu toprakları ele geçirmek isteyince onlarla da savaşmak zorunda kalmıştır. Silla, Çin'le olan bu savaşında başarılı olmuştur. Silla Krallığı ise 8. yüzyılın ortalarında en güçlü dönemini yaşamıştır. Budacı olan bu krallıkta ayrıca Kore tarihinin önemli yapıtlarından biri olan Bulguksa tapınağı da yapılmıştır. Zamanla Buda Kültürü devlet üzerinde çok etkili olmaya başladı Kralların lüks yaşama isteğiyle hevesiyle yozlaştı ve krallık yönetiminde de çatlaklara neden oldu. Bu devirde güçlenen Goryeo hanedanına boyun eğmek zorunda kaldı. Silla'da kadınlarla erkekler aynı haklara sahiptiler ve Silla tarihinde 3 kadın hükümdar vardır. Bunlardan ilki de Seon Duk'tur. Goryeo Hanedanı ve Moğollaşma. 1231'de Moğollar istila etmeye başladı ve 1232'de Goryeo Hanedanının sığındığı Ganghwa-do (Ganghwa Adası) dışında bütün Kore yarımadasını işgal etti. 1258'da Ganghwa-do'da direnişe devam eden Kral Gojong Moğol İmparatorluğuna teslim oldu ve oğlu veliahtını (sonra Kral Wonjong olarak tahtta geçecek) Moğollar'a emanet etti. Wonjong'un oğlu Chungnyeol Kubilay Han'ın kızıyla evlendi ve Japonya'ya saldırmasında ısrar etti. Nihayet Japonya Seferleri 1274 ve 1281 yıllarında gerçekleştirildi. Ancak her ikisinde Moğollar ve Koreliler yenildiler. 1298'de Moğollar yanlı siyasetinden dolayı tahttan indirildiyse de aynı yıl Moğollar tarafından tekrar tahta geçirildi. Chungnyeol'un oğlu Chungseon (Moğolca ismi: Ijirbuga) yarı moğol yarı koreli olan bir melez ve bundan sonraki kralların da hep Moğolca isimlerine de sahipti. 27. Kralı (Moğolca ismi: Aratotosili), 28. Kralı Chunghye (Moğolca ismi: Botapsilli), 29. Kralı Chungmok (Moğolca ismi: Palsamanaeisa), 30. Kralı Chungjeong (Moğolca ismi: Misagamtaaji), 31. Gongmin (Moğolca ismi: Bayan Timur). Joseon Krallığı. Goryeo Krallığının sonuna doğru 1389 yılında politik ve askeri açıdan güçlü olan General Lee Seongye Kral Chang'ı (1388-1389) yılında tahttan indirdi ve yerine Kral Gongyang'ı (1389-1392) getirdi. Bununla da kalmayıp ülkede önemli reformlar yapmaya başladı. Goryeo monarşisi ve soylu sınıfına karşı krallığın temel felsefesi olarak Konfüçyüsçülüğü benimsediler. 1392 yılında kurulan bu krallık yönetim konusunda oldukça dengeli bir siyaset sistemi kullandılar. Devletin çeşitli kademelerinde görevlendirecekleri kişileri belirli bir sınav sistemi ile almaya başladılar, toplumsal gelişim ve düşünsel açıdan Konfüçyüs'a dayanan bir toplum yaratmaya çalıştılar. Fakat bu oluşun sırasında aynı dikkat ve özen ticarete ve üretime yansımadı. Dördüncü Kral Sejong'un hükümdarlığı döneminde (1418-1450) büyük bir kültür ve sanat gelişmesi yaşandı. Kralın desteğiyle krallığın önde gelen bilginleri Kore alfabesi Hangul'u hazırladılar. Kral Sejong'un aynı zamanda gökbilime de büyük ilgisi vardı. Yine bu dönemde önemli bilim adamları güneş saatleri, su saatleri, göksel küreler ve gök bilimsel haritalar yaptılar. Kral daha sonra yerini oğlu Munjong'a (1450-1452) bıraktı fakat onun ani ölümüyle 11 yaşındaki veliaht Danjong başa geldi. Genç kralın tahtta olduğu dönemde monarşinin gücü ortadan kayboldu ve bunu fırsat bilen amcası tahtı zorla elinden aldı. Kral Sejo (1455-1468) Konfüçyüsçülüğü destekleyerek krallığın layık olduğu yere tekrar çıkarmak için çalıştı ve onun vermiş olduğu uğraşlar bugün Kore yaşam biçiminin de temelini oluşturdu. Imjin Savaşı ve Jeongyu Savaşı. 1592 yılında Japonya'nın Toyotomi Hideyoshi hükûmeti Çin'e yapacağı akınlara yol açmak için Joseon Krallığını istila etti. Bu savaş döneminde Güney Kore resmî tarihinin önemli isimlerinden biri Amiral Yi Sunsin (1545-1598) Japonlara karşı koymak için Gobukson (kaplumbağa gemi) denilen zırhlı savaş gemilerini yaptırdı. Japonlar tüm yarımadanın güçlü savunması ve son olarak hükümdarı Toyotomi Hideyoshi'nin ölümü üzerine Busan'a çekilmeye karar vermişlerdir. Amiral Yi, Japonların geri çekilmesini önleyerek imha etmeye çalıştıysa da 16 Aralık 1598'de Noryang Deniz Muharebesi'nde yenilmiş ve orada ölmüştür. Bu savaş 1598'de sona erdi fakat Joseon Krallığında oldukça büyük etkiler bıraktı. Ülkenin önde gelen sanatçıları, bilim adamları Japonya'ya zorla götürülmüş, Japon sanat ve bilim alanlarında katkıda bulunmuşlardı. Savaş sonrası. Savaştan sonra 17. yüzyılda Joseon Krallığı büyük sosyal ve ekonomik değişikliklere tanık oldu. Bu, Krallığın maddi nedenlerden dolayı birçok reform yapmasına neden oldu. Tarım ve sanayide yenilikler yönetimde de birçok reforma gidildi. Kral Yeongjo (1724-1776) ve Kral Jeongjo'nun (1776-1800) benimsedikleri yansızlık politikası ve siyasi istikrar bu dönemde güçsüz olan yönetim otoritesinin kuvvetlenmesine ve ülkenin istikrarlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır. Yine bu dönemde bilginler için okullar kurulmuş ve bilimde önemli mesafeler kat edilmiştir. Bu bilim adamları tarım ve sanayi de önemli reformlar yapmayı uygun bulmuşlar fakat yönetim bunların birçoğuna gereken önemi vermemiştir. 18. yüzyılda ise yarımada sıkıntılı zamanlar yaşadı. Sel baskınları, kuraklık nedeniyle iyi hasat alınamadı ve bu açlığı, hastalıkları, kıtlığı beraberinde getirdi. Aşırı vergi alınması ülkede işçi sınıfının oluşmasına neden oldu. Bu zıt doğa ve sosyal terslikler ayaklanmalara ve ülkede karışıklıklara neden oldu, ancak ordunun devreye girmesiyle bu ayaklanmalar bastırılabildi. Daewongun ve Kraliçe Min. Doğu Asya dünyası tarih boyunca Çin imparatorlarına itaat eden kraliyetlerden ibaretti. Tek istisna olan Japon İmparatorluğu dışında Kore, Vietnam ve Moğolistan gibi ülkeler Çin imparatorluğunun üstünlüğünü tanıyordu. Dönemin Kore Kraliyeti Joseon Hanedanı (Yi ailesi) de Qing Hanedanı (Mançularından Aisin Gioro ailesi)’na bağımlıydı. 1868’de Meiji Devrimi ile yeniden kurulan Japon İmparatorluğu 13 Eylül 1871’de Çing-Japon Dostluk Anlaşmasına imzalayarak Çing ile eşit ilişkisini tekrar kanıtladı ve Kore’ye de diplomatik heyeti göndererek dışarıya açmasını önerdi. Fakat dışarıya kapalı politikasını izleyen Kral Gojong’un babası Heungseon Daewongun bunu reddetti. Yeni Japon İmparatorluğunda Saigō Takamori ve Itagaki Taisuke başta olmak üzere bazı siyasetçiler ‘Sei Kan Ron (Kore Fethi Tezi)’ savunup Kore'nin yurtdışına açmasını istediler ve Saigô'nun heyeti olarak Kore'ye yollanması kararlaştırıldı. Ancak sonra geri çevirilince Saigō, Itagaki ve benzerleri sine-i millete döndü. 1873'te Gojong'un eşi Kraliçe Min (vefatından sonra 1897'de ‘İmparatoriçe Myeogseong’ unvanı verildi) Heungseon Daewongun’u kovarak akrabalarla birlikte ülkeyi yönetmeye başladı ve dışarıya açık siyasetini takip etti. 1875'te Japonya donanmasını yollayarak Ganghwa-do’da bulunan müstahkem mevkileri topa tutup deniz piyadesini karaya çıkardı. (Ganghwa-do Olayı) 1876’de Ganghwa Antlaşması’yla 3 limanı açtı. Minlere karşı Darbeler. 1882’de Daewon-gun darbe girişiminde bulunduysa Kore’de konuşlandırılan Çin ordusu’nun komutanı Yuan Shikai’nin yardımıyla Kraliçe Min kazandı ve Kral Gojong yakalanarak Çin’e götürüldü. Bu olaydan sonra Kraliçe Min Japonya’dan uzaklaşarak Çin’e yanaştı. 1884’te ‘aydın’ siyasetçi Kim Okgyun Japonya'nın yardımıyla darbe girişiminde bulundu. Kim Okgyun 1894'te Kraliçe Min'in yolladığı kiralık katili Hong Jongu tarafından öldürüldü ve ölü Kore'ye getirilerek parçalandı.) Çin-Japon Savaşı (1894-95) sırasında Japon Ordusu Kraliçe Min'i iktidardan uzaklaştırmayı başardı. Ancak Kraliçe Min bu sefer Rus İmparatorluğu elçiliği ve Rus yardımlarıyla tekrar iktidara geçti. Çin-Japon Savaşında Japon İmparatorluğu'nun zaferiyle 17 Nisan 1895'te Shimonoseki Antlaşması imzalanmış ve antlaşma gereğince, Kore Krallığı Çing'e olan bağımlılığını bitirerek tam bağımsızlığına kavuşmuştur. Fakat 8 Ekim 1895'te Daewongun'un adamları Kraliçe Min'i öldürüp cesedini yaktılar. (Eulmi Hadisesi, 을미사변 / 乙未事變, Eulmi sabyeon). Kore hükûmeti 19 Ekim 1895'te başta Yi Johoe (이주회 / 李周會), Bak Seon (박선 / 朴銑), Yun Seogu (윤석우 / 尹錫禹) olmak üzere üç sanık ve onların aile fertlerini idam etmiştir. Fakat 25 Ekim 1896'da Bak ve Yun olmak üzere iki kişinin suçsuz olduğu açıklanmış ve tazminat ödenmiştir. Elçi Miura Gorō (三浦梧楼)'nun Yarbay Kusunose Yukihiko (楠瀬幸彦), gazeteci Adachi Kenzō (安達謙蔵) 'nun yardımlarıyla olayı yönettiğinden şüphelenen Japon hükûmeti ise Miura ve arkadaşları Hiroşima'da hapsetmiştir. Ancak Ocak ayında askerî mahkemede kanıtlanmayıp beraat etmişlerdir. Gojong, 11 Şubat 1896'da Rusya Elçiliğine sığınmış ve 20 Şubat 1897'ye kadar elçilikten ülkeyi yönetmiştir (아관파천 / 露館播遷). 12 Ekim 1897'de Kore Kralı Gojong Kore tarihinde ilk kez İmparatoru olmuş ve 14 Ekim'de ülkenin adını Kore İmparatorluğu olarak değiştirmiştir. Rus - Japon Savaşı ve Kore'nin Japonya'yla birleşmesi. Rus-Japon Savaşı (1904-05) sırasında 23 Şubat 1904'te Japon-Kore Temel Protokolü (Birinci Japon Kore Antlaşması)’nın imzalanmasıyla Kore hükûmeti Japonya’nın tavsiye ettiği maliye ve savunma danışmanlarını kabul etmek zorunda kaldı. Savaş bitikten sonra 17 Kasım 1905'te Eulsa Antlaşması (Kore Himaye Antlaşması ya da İkinci Japon Kore Antlaşması)’nın imzalanmasıyla Kore dış siyaset yetkilerini kaybederek fiilen Japonya’nın himayesi altına girmiştir. 21 Aralik 1905'te Japonya, Tōkan Fu (Kore Müfettişliği) kurmuş ve Itō Hirobumi'yi ilk müfettiş olarak atamıştır. 1907’de Kral Gojong’in Lahey'e Japonya'yı şikayet eden heyetini gizlice gönderdiği ortaya çıkınca, Üçüncü Japon Kore Antlaşması imzalattırıldı ve bu sefer Japonya Kore’nin yüksek tabakalı memurlarının atama hakkını elde etti. 1909’da Kore vatanperver teröristi An Junggeun (Hristiyan ismi: Doma=Thomas, günümüz Güney Kore’sinde millî kahraman, Kuzey’deyse hatalı davranan vatanperver) Mançurya’nın Harbin kentini ziyaret eden eski Kore Müfettişi ve dönemin Japon Senatosu Başkanı Itō Hirobumi’yi vurup öldürdü. Ancak Itō Kore’nin ilhakına karşı çıkanlardandı. O yüzden Kore’nin Japonya’ya ilhakını isteyen Korelilerden oluşan Terakki Fırkası (Iljinhoe)’nın komplosu olduğu da söylendi. 1910’da Kore’nin İlhakına dair Antlaşma’nın imzalanmasıyla Kore Japonya'nın bir bölgesi olmuştur. Koreliler de Kore asıllı Japon vatandaşı oldu ve merkez yönetim kuruluşu olarak "Kore Genel Valiliği" (Japonca: Chōsen Sōtoku Fu) kuruldu. 1 Mart Hareketi (1919). 1918'de Japonya'da okuyan Kore asıllı bir takım öğrenciler Woodrow Wilson'un Öz belirtim ilkesinden etkileyerek Tokyo’da toplandı ve Bağımsızlık İlanı'nın metnini yazdılar. 33 din adamı 21 Ocak 1919’da vefat eden Kore’nin son imparatoru Gojong’un 3 Mart’ta yapılacak olan cenaze töreninde protesto eylemleri düzenlemeyi planlayarak devlet memurları ve öğrencilere çağırdı. Ancak devlet memurlarından yardım alamadı. O yüzden 33 din adamı 1 Mart’ta Seul’de Pagoda Park (günümüzün Tapgol Park)’ta Bağımsızlık İlanı açıklamaya kararlaştıysa da yakalandılar. Kore halkı Pagoda Park ve yurdun dört tarafında "Mansei (Yaşasın)" diye bağırarak polis karakolları, Japon Ordusu yazhaneleri ve postanelere hücum ettiler. Resmî açıklamaya göre bu protestolarda 357 Koreli ve 8 polis ve jandarma ölmüştü (söylentiye göre 7.509 Koreli ölmüş). Mesozist Misyonerlerin kurduğu Ewha Kız Mektebi’nde yatlı olarak okuyan 17 yaşındaki bayan öğrenci Yu Gwansun yakalanarak hapiste Japonlar tarafından öldürüldü. Olaydan sonra 12.668 kişi yakalanıp bunlardan 6.417 kişi yargılandı ve 3.967 kişi çeşitli cezalara çarptırıldı. 1 Mart, günümüzde Güney Kore'de "1 Mart Bağımsız Hareketi günü", Kuzey Kore'de ise "Halk Ayaklanmasını Anma Günü" olarak anılmaktadır. 1 Mart Bağımsız Hareketi Joseon'a bağımsızlığını geri kazandıramadı ancak, tüm dünyaya, Joseonluların Japon egemenliği altında ezildiklerini, özgürlük ve bağımsızlık istediklerini duyurdu. Japon İmparatorluğu yönetimi. 1 Mart Olayı'ndan sonra Çin'in Shangai kentinde Amerika'nın kuklası Seungman Rhee (Yi Sungman) ve 1896'da cinayeti işleyen Kim Gu gibiler tarafından Kore geçici hükûmeti kuruldu ve Mançurya'da Japonya'ya Direniş Birleşik Ordusu adlı bir örgütü kuruldu. Fakat Kore yarımadasında ciddi bağımsızlık hareketleri meydana gelmedi. Bunun sebebi Japon yönteminin faydalı taraflarından kaynaklanıyordu. Japonya'nın yaptığı yatırım ve demiryolu hatlarıyla, öğrettiği disiplinli çalışma tarzı ile Kore'de sanayi kalkınma gerçekleştirildi. Kore Genel Valiliği Hangıl'un kullanılmasına teşvik etmiş ve ulusal kimliğin oluşmasını sağlayacaktır. Kore Genel Valiliği, Kore asıllı Japonların Japonca soy ismini almalarını sınırlandırıyordu ve 1939'da bütün Korelilere Japonca ismi alma ve kullanma hakkını verildi. Esasen Kore asıllı Japonlar askerlikten muaftı. 1938'de gönüllü asker olarak kabul edildi ve buna 300.000'den fazla Kore asıllı Japonlar başvurdular. Ekonomik sebepler ve memleketini savunma duygularının yanı sıra ileride bağımsızlık mücadelesinde askerî bilgiler ve tecrübelerinin faydalı olacağı düşünceleri de söz konusuydu. 1944'te Kore asıllı Japonlara da zorunlu askerlik uygulanmıştır. Ayrıca Japonya'da yüksek eğitimi görme fırsatı sağlandı. Kara Harp Okulu'nda okuyanlar, Japon İmparatorluk Ordusunda subay ve general olmuşlardır. Kore'nin bölünmesi. Japonya'nın yönetimi 15 Ağustos 1945'te Japonya'nın II. Dünya Savaşını kaybetmesiyle sona erdi. Fakat bu durum Korelilere tam bağımsızlık getirmedi. Soğuk Savaş'ın başlamasıyla ülke ikiye bölündü. Ülkenin güney kısmı ABD tarafından kuzey kısmı ise Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi. Bu iki politik-ideolojik düşünce 38. paralelin kuzeyinde ve güneyinde yine iki farklı politik ideolojiye sahip Kore ortaya çıkardı. 15 Aralık 1945'te ABD, Sovyetler Birliği ve Birleşik Krallık, Moskova'da buluştu ve ülke 4 güç (ABD, SSCB, Birleşik Krallık ve Çin Cumhuriyeti) tarafından geçici olarak birleştirildi. Kasım 1947'de Birleşmiş Milletler ülkede bir komisyon nezaretinde seçim yapılmasına karar verdi. Sovyetler Birliği bu karara uymayarak Kore'nin kuzey bölgesine BM Komisyonunu almadı. BM vermiş olduğu kararı değiştirdi ve sadece girebildiği bölgelerde seçim yapılmasını sağladı. 10 Mayıs 1948'de 38. paralelin güneyinde ilk genel seçimler yapıldı. Bu seçimin sonunda Syngman Rhee başkan seçildi. Yine bu zamanda 38. paralelin kuzeyinde Kim II-Sung'a komünist bir rejimi kurdurdu. Kore Savaşı. 25 Haziran 1950'de Kuzey Kore 38. paralelin güneyine indi ve Güney Kore'yi işgal etti. Bu işgal için ortaya herhangi bir neden konmadı. Komünistler SSCB yapımı T-34/85 tanklarıyla Daegu yakınlarındaki Nakdong-gang nehrine kadar ilerledi. Güney Kore bu durum karşısında BM'den yardım istedi. 27 Haziran 1953'te sona eren savaş arkasında harabeye dönmüş bir yarımada bıraktı. Kuzey Kore. Kuzey Kore, resmî adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Korece: 조선민주주의인민공화국; hanja: 朝鮮民主主義人民共和國; Chosŏn Minjujuŭi Inmin Konghwaguk), Doğu Asya'da Kore Yarımadası'nın 120.540 km²'sine sahip olan devlettir. Kore II. Dünya Savaşı'ndan sonra, 1910-1945 yılları arasında yaşanan Japon işgalinin sona ermesinin ardından ülkeye Sovyetler Birliği ve ABD silahlı kuvvetlerinin ayrı bölgelerden çıkartma yapması ve sonucunda kuzeyin komünist rejimi benimseyip güneyin de kapitalizmi benimsemesinin ardından, özellikle de Kore Savaşı sonucunda Kuzey ve Güney Kore olmak üzere ikiye bölündü. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti 1948 yılında otoriter ve sosyalist bir hükûmet kurmuştu. 1994 yılında Kuzey Kore'nin ilk lideri olan Kim Il Sung'un ölümünden sonra, ülkeyi oğlu Kim Jong-il yönetmeye başlamıştır. 17 Aralık 2011 tarihinde ülkenin 70 yaşındaki lideri Kim Jong-il öldüğünde yönetim halka oğlu ve liderin varisi Kim Jong-un etrafında toplanma çağrısı yapmıştır. Kuzey Kore diğer komünist ülkelere göre daha kapalı bir rejim görünümündedir. Ülkenin güneyinde Güney Kore, kuzeyinde Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya, doğusunda ise Japon Denizi bulunur. Güney Kore. Güney Kore, resmî adıyla Kore Cumhuriyeti (Korece: 대한민국 Daehan Minguk; Hanja: 大韓民國; kısaca: 한국, 韓國 Hanguk) bazen sırf Kore,Doğu Asya'da Kore Yarımadası'nın güneyinde kalan bir devlet. Güney Kore'nin komşu devletleri; batısında Çin Halk Cumhuriyeti, doğusunda Japonya ve kuzeyinde Kuzey Kore'dir. Ülke'nin başkenti Seul'dur. Güney Kore ılıman iklim kuşağında kalıyor ve ülke arazisi dağlık topraklardan oluşuyor. Güney Kore sınırları 99,392 km²'lik bir alanı kaplar ve ortalama 50 milyon gibi bir nüfusa sahiptir. Arkeolojik buluntular Kore Yarımadasının Alt Paleolitik çağında insanlar tarafından ikamet edildiğini gösteriyor. Kore tarihi MÖ 2333 yılında Gojoseon'un efsanevi Dan-gun tarafından kurulmasıyla başlıyor. Silla altında MÖ 668'de Kore'deki Üç Krallığı'nın birleşmesinden sonra Kore bir devlet olarak Goryeo hanedanında ve Joseon hanedanında var olmaya devam etti, ta ki 1910'a kadar Kore İmparatorluğu Japonya tarafından ilhak edilene kadar. Kore II. Dünya Savaşının ardından Sovyet ve ABD'nin askerî güçlerinden kurtuluşu ve işgalinden sonra, Kuzey Kore ve Güney Kore'ye bölündü. Güney Kore ikinci bir demokrasi olarak 1948 yılında kuruldu. 25 Haziran 1950'de Güney Kore, Kuzey Kore'nin askerî güçleri tarafından işgale uğradı, iki Kore arasında çıkan savaş zor bir ateşkes sonrasında durdu ve iki ülke arasındaki sınır bugünlerde en çok güçlendirilmiş müstahkem mevki. Savaş'tan sonra, Güney Kore ekonomisi önemli ölçüde büyüdü ve gelişmiş bir ekonomiye ve tam demokrasiye sahip oldu. Ayrıca ülke Doğu Asya'da bölgesel güç konumundadır. Güney Kore başkanlık sistemine göre yönetilen ve on altı idari bölüm içeren bir cumhuriyet, ayrıca ülkedeki yaşam standartları çok yüksektir ve Güney Kore gelişmiş ülke statüsüne sahiptir. Ülke Asya'nın en büyük dördüncü ekonomisine ve dünya'nın en büyük 15'inci (GSYİH) veya 12'nci (SAGP) ekonomisine sahip. Ülke'nin ekonomisi ihracata dayalı, özellikle elektronik endüstrisi, otomotiv endüstrisi, gemi yapımı, makine endüstrisi, petrokimya ve robotik gibi sektörlerde üretim güçlüdür. Güney Kore Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve G20 gibi örgütlere üyedir. Ayrıca APEC ve Doğu Asya Zirvesi'nin kurucu üyelerinden biridir. Kore sanatı. Resim. Kore resim sanatı, Üç Krallık döneminden (MÖ 57 - MS 668) günümüze kadar olan süreçte oldukça büyük değişim ve gelişim gösterdi. Üç Krallık döneminin en güzel örnekleri Koguryo mezarlarının duvarlarında ve tavanlarında olan yapıtlardır. Koguryo'nun hareketli ve ritmik resimlerine karşın, Silla'nın daha çok düşünceye yönelik ve titiz eserleri vardır. Silla'nın resim sanatı ise 7. yüzyıldan itibaren oldukça gelişim göstermiştir. Kore resim sanatının altın çağının başlangıcı diyebileceğimiz bölüm ise Koryo (918-1392) dönemidir. Bu dönemin sanatçıları tapınaklara yaptıkları resimleri oldukça gelişmiştir ve Budacıların bez üzerine yaptıkları resimler ise Kore Budacılığının gelişimini sağlamıştır. Çosan dönemi boyunca ise, önemli ressamlar zengin ailelerin istekleri doğrultusunda doğa resimleri yapmaya başladılar. 18. yüzyılın sonlarında ise sanatçılar gündelik yaşama yöneldiler. Dini duygular içermeyen resimler yapan bu sanatçılar "tür resmi" denen yeni bir akım başlattılar. Sanatçılar daha sonraki süreçte halktan alınan ilham ve görüntülerle tablolarının renklendirmesi, tablolarına sıradan insanların yaşantısına, umut ve düşüncelerine yer vermesi resim sanatının geleneksel sınırlardan kendisini kurtarmasına ve daha çok ilgi görmesine olanak tanımıştır. 1910'da Japonya ile birleşmesiyle birlikte ise batının yağlı boya resim tekniklerinin etkinliğini artırması, geleneksel Kore resim sanatının canlılığını yitirmesine yol açmıştır. 1945'te bu Japon yönetimini kalkması geleneksel Kore resminin yeniden canlanmasını sağlamıştır. Avrupa ve Birleşik Devletlerde eğitim görmüş birçok Koreli sanatçı bu çağdaş sanatın kendi ülkelerinde tanıtımında önemli rol oynamıştır. 1950'lerde kurulmuş olan ve bir hükûmet kuruluşu olan Ulusal Sergi Salonu Kore sanatının gelişiminde önemli bir rol oynadı. Bu sergi salonunda eserlerini yayınlamak isteyen sanatçılar daha çok modern sanat eserleri ortaya koydular. Geometrik soyutlamalar ön plana çıktı. 1980'lere gelindiğinde ise sanatın toplumsal sorunlarla ilgili mesajlar vermesi gerektiği düşüncesi hakim olmaya başlamıştı. 1995 yılında yapılan Uluslararası Kvangcu Bienali, Kore Sanatçılarını uluslararası sanat dünyasının önde gelen sanatçılarıyla bir araya getirdi. Günümüz Kore'sinde ise hem geleneksel alanda hem de modern resim alanında çalışan birçok sanatçı kendilerine dünya sanat literatüründe önemli yer edinmişlerdir. Müzik ve dans. Müzik ve dans Kore halkı için 3 krallık devrinden başlayan süreç boyunca daha çok bir dinsel tapınma aracı olarak kullanılmıştır. Üç Krallık dönemi 30'dan fazla müzik aletinin kullanıldığı bir dönemdir. Bunların en önemlilerinden biri o zamanlar Çin'de bulunan Jin Hanedanlığında kullanılan yedi çengelli zither'e alternatif olarak yapılan ve Koguryo Hanedanlığından Wang San-Ak tarafından yapılan Hyeonhakgeum (Siyah Uzun Zither)'dur. Bir diğeri ise 42-562 yılları arasında Gaya hanedanlığında kullanılan ve daha sonra Ureuk tarafından Silla hanedanlığında kullanılan 12 telli gayageum (Gaya Zither'i)'dur. Günümüz Kore'sinde hala kullanılmaktadır. Koryo hanedanlığının müzik kültürü ise kuruluşundan sonra bir süre Silla'nın devamı olarak sürdü fakat zamanla bunu çeşitlendirdiler. Bu hanedanlıkta zamanla 3 farklı müzik kültürü oluştu. Bunlardan ilki Çinde bulunan Tang Hanedanlığı müziği anlamına gelen Goryeo-Dangak, köy müziği olan Hyangak ve saray müziği olan Akk. Çosan Hanedanlığından kalan Koryo'nun da kullandığı bazı müzikler günümüz Kore seremonilerinde hala atalarına olan saygının bir simgesi olarak kullanılmaktadır. Müzikte olduğu gibi Koryo hanedanlığı geleneksel dansını da 3 krallık döneminden almıştır. Bununla birlikte özellikle Çin'de bulunan Song Hanedanlığından da aldığı birçok dini ve saray halkına hitap eden dansı da bu kültüre eklemiştir. Çosan hanedanlığı sırasında, müzik özellikle dini törenlerde önemli bir yer tutmuştur. Bu doğrultuda konusu müzik olan iki bölüm kurulmuş ve müzik metinlerinin bir düzene koyulması için çalışmalar yapılmıştır. Tüm bunların doğrultusunda 1493 yılında müziğin kanunu olarak adlandırılan Akhakvebım yazıldı. Bu kitapta sarayda çalınacak müzik üçe ayrılıyordu: tören müziği, Çin müziği ve halk şarkıları. Özellikle Kral Second döneminde birçok çalgı geliştirildi. Saray müziğinin yanı sıra din dışı, geleneksel müzikler; dangak ve hyangak'ta varlılarını sürdürdü. Halk dansları arasında yer alan çiftçi dansı, şaman dansı, keşiş dansı, özellikle Sandaenori olarak bilinen maskeli dans ve kukla dansı Çosan hanedanlığının ileri dönemlerinde halk tarafından çok sevildi. Müziği, dansı ve öyküyü bir araya getiren maskeli dans, şamanistik öğelerde içerdiğinden halkın her kesimi tarafından ilgiyle karşılanıyordu. Ayrıca sahnede zengin kısmın alay konusu olarak alınması halkın buna olan ilgisini biraz daha artırıyordu. Kore'nin geleneksel halk danslarında, Konfüçyüs ve Budacı etkiler oldukça ön plandadır. Konfüçyüs etkisi baskıcı bir eğilim gösterir. Budacı etkilerin ise saray ve şaman danslarında görüldüğü üzere daha ılımlı bir hava vardır. Bu geleneksel dansların büyük bir bölümü 1960 ve 1970'li yıllarda hızlı sanayileşme ve kentleşme sürecinde unutulmuştur. 1980'li yıllarda ise halk bu eski gelenekleri canlandırmak için birçok çalışma yapmaya başlamıştır. Yaklaşık 56 tane olan bu eski saray danslarından günümüzde sadece birkaç tanesi bilinmektedir. Bu canlandırmayı desteklemek için devlette bir takım çalışmalar yapmıştır. Bu danslardan Silla döneminden, Cheoyongmu (maske dansı), Koryo döneminden Hakmu (turna kuşu dansı), Çosan döneminden, Chunaegjeon (Baharda öten bülbül dansı) varlıklarını devam ettirebilmek için devlet tarafından " Dokunulmaz Kültürel Miras" olarak adlandırılmış ve bunu günümüze taşıyan sanatçılara da geleneksel sanatlar ve el sanatı ustalarına verilen en önemli ödül olan "insanlığın kültürel değerleri" unvanı verilmiştir. Modern dansın ülkede gelişiminin ilk adımları ise Japon sömürge yönetimi esnasında da bu çalışmaları yapan Jo Taek-Won ve Choe Seung-Hi tarafından atılmıştır. Bağımsız Kore'nin kurulmasından sonra kurulan Seul Bale Topluluğu (1950) bale ve modern dans sergileyen ilk topluluk oldu. Kore batı müziğiyle ilk olarak 1893 yılında Hristiyan ilahisiyle tanıştı ve bu 1904 yılından itibaren okullarda öğretilmeye başlandı. Daha sonraları ise batı melodileriyle söylenen Changga (Çanga) ülkenin her yanına yayıldı. Kore'nin bağımsızlığına kavuştuktan sonra kurulan ilk batı tarzındaki orkestra Kore Filarmoni Orkestrası Derneği oldu. Günümüz Kore'sinde Seul ve diğer illerde yaklaşık 30 orkestra vardır. Bu müzik gelişimi Koreli müzisyenlerin de dünyada birçok yerde adlarını duyurabilmelerini sağlamıştır. Bunlar arasında en çok dikkati çekenler Chung üçlüsü, şef piyanist Chung Myung-Whun, viyolonsel sanatçısı Chung Myun-Wha ve kemancı Chung Kyung-Wha'dır. Şarkıcılar arasında ise sopranolar Jo Su-Mi, Shin young-Ok ve ong Hye-Gyong uluslararası müzik dünyasında önemli yer edinmişler, New York'taki Metropolitan Operasında baş rollerde oynamışlar ve dünyaca ünlü müzik şirketleri tarafından plakları yapılmıştır. Kore'nin geleneksel müzik ve sanatını korumak ve geliştirmek için 1951 yılında Kore Geleneksel Sahne Sanatları Merkezi kuruldu ve 1993 yılında Seul Güzel Sanatlar Merkezinde kurulan Kore Ulusan Sanatlar Enstitüsü Müzik Okulu ise de batı biçimi bir konservatuvar olarak eğitim vermeye başlamıştır. Tiyatro. Kore tiyatrosu ise tarih öncesi dönemin dinsel törenlerinin etkisi altında kalmış, müziğin ve dansın içi içe olduğu bir yapıya sahiptir. Geleneksel tiyatro türünün en önemli örneği dans, şarkı, öykü, yergi ve gülmece içeren maskeli bir dans olan Sandenori ya da Talçum'dur. Bunların yanında halk sanatçılarının ortaya koyduğu kukla oyunları Pansori'ler oldukça ilgi görürdü ve bunlar pek sık olmasa da günümüzde de gösterilmektedir. Maskeli dans ve öteki tiyatro sanatlarından farklı olan Sin-geuk ise 1092 yılından itibaren sergilenmeye başlandı. Batı türü bir tiyatroya ise ilk kez 1908 yılında Seul ev sahipliği yaptı. Daha incelemesi yaparak yurda dönenlerin oluşturduğu "Hiokşindan" ve Munsusong" tiyatro toplulukları yeni akım estirmeye başladılar. Sinpa isimli bu oyunlar askeri, siyasi sonraları ise polisiye konular sahnelediler. 1920'li yıllarda tiyatro sanatının önde gelen kişilerinin kurduğu Tovolhoe, tiyatro sanatına öncülük edip 1930'lara kadar adından çok söz ettirdi. 1940 ve 1950'lere gelindiğinde ise toplumsal ve siyasal karışıklığın etkisi ve yine sinema ve televizyonun gelişimi bu sanatın etkisini zayıflattı. 1970'lere gelindiğinde ise bazı genç sanatçılar maskeli dans oyunları, şaman törenleri ve pansori'ler gibi eski geleneksel tiyatronun biçimlerini inceleyip bunu günümüze taşımaya gayret göstermişlerdir. Günümüzde Seul'ün merkezinde bulunan Tehangno Caddesindeki tiyatrolarda bu tür gösteriler sergilenmektedir. Sinema. Kore film yaşamı 1919 yılında başladı. Haklı İntikam adlı film bir dramaydı. 1923 yılında yapılan ilk konulu film ise Ayın Altındaki Yemin'di. 1920'lerde Japon zulmüne karşı yapılan Arirang filmi halk tarafından oldukça sevildi. Kore savaşının 1953 yılında bitmesinden sonra film endüstrisi gelişmeye başladı, fakat yaklaşık 10 yıl kadar devam eden bu gelişim televizyonun hızlı yükselişi nedeniyle durma noktasına geldi. Bu süreç 1980'lerin başına kadar devam etti. Genç ve yetenekli yönetmenlerin başını çektiği bir grup bu dönemde film endüstrisine oldukça önemli katkılar yaptı. Hazırlanan filmler Londra, Venedik, Berlin, Tokyo ve daha birçok film şenliklerinde gösterilip tanındı ve önemli ödüllere layık görüldü. Cannes Film festivalinde gösterilen ilk Kore Filmi ise 2000 yılında yarışan İm Kvon-Tek'in yönettiği Cunhgyangcon (Çunhyang'ın Öyküsü) oldu. Bakhasatang (Naneli Şeker) Filmi de 35. Carlo Bivari Film Şenliğinde üç ödül aldı. Günümüz Kore sinemasının parlayan yıldızı Kim Ki Duk olarak kabul edilmektedir. Kim Ki Duk, Berlin Film Festivalinde Samartian Girl isimli filmiyle Altın Ayı ödülünü kazanmıştır. Kore'de Halkın yoğun ilgisi ve bazı film şirketlerinin etkisiyle burada da film şenliklerinin düzenlenmesine başlanmıştır. Bunların arasında Pusan Uluslararası Film Şenliği ile Puçın Uluslararası Fantastik Filmler Şenliğidir. 200'den fazla şirketin bu endüstride olduğu yapılan çalışmalar hala daha yeterli düzeye ulaşmamıştır. Bazı ünlü Kore dizileri arasında Saraydaki Mücevher (Dae Jang Geum), Efsane Prens (Jumong), Denizler İmparatoru (Hae-shin veya Emperor of The Sea), Sarayın Rüzgarı, Düşlerimin Prensi (Goong), Zoraki Prens (Goong S), Ölümüne Aşk (A Love to Kill), Muhteşem Kraliçe (Seondeok Yeowang, Queen Seon Deok veya The Great Queen Seondeok), Kadın Polis (Damo), Rüzgarın Krallığı Jumong'un Torunları (The Kingdom of the Winds veya Country of Wind veya The Land of Wind), Demir Prenses (Empress Cheonchu veya Empress Chun Chu), Büyük Kral Jo Young, Tacir (Sangdo), Sarayın İncisi (Dong Yi), Kral Sejong (Dae Wang Sejong, King Sejong, The Great Sejong, The Great King Sejong veya Sejong the Great), The Princess' Man, Coffee Prince, My Princess ve Yaban Çiçeği (Boys Over Flowers veya Boys Before Flowers) vardır. Artistleri arasında en ünlüleri Lee Young-ae, Song Il-gook, Song Ji Hyo, RAIN (Bi), Wonk Ji Joon, Han Hye Jin, Lee Yo-won, Yoon Eun Hye, Kang Ji Hwan, Park Shin Hye, Jang Geun Suk, Hyun Bin, Lee Min Ho, Lee Hong Ki, Ha Ji Won, Jung İl Woo, Kim Jeong Hoon, Yoona ve başka pek çok yıldızları vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9323", "len_data": 31193, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.34 }
Esrar, marihuana veya yaygın adıyla ot, kenevir bitkisinden elde edilen bir uyuşturucudur. Orta ve Güney Asya'ya özgü olan kenevir, yüzyıllardır hem eğlence hem de entojenik amaçlarla ve çeşitli geleneksel ilaçlarda uyuşturucu olarak kullanılmaktadır. Tetrahidrokannabinol (THC) esrarın ana psikoaktif bileşenidir ve kannabidiol (CBD) gibi en az 65 diğer kannabinoid de dâhil olmak üzere bitkideki bilinen 483 bileşikten biridir. Kenevir tüttürülerek, buharlaştırılarak, gıda içinde veya özüt olarak tüketilebilir. Esrarın öfori, değişik şuur hâlleri ve zaman algısı, konsantrasyon güçlüğü, kısa süreli hafıza kaybı, vücut hareketlerinde bozulma (denge ve ince psikomotor kontrol), gevşeme ve iştah artışı gibi çeşitli zihinsel ve fiziksel etkileri bulunmaktadır. Etkilerin başlangıcı tüttürüldüğünde dakikalar içinde hissedilir, ancak yenildiğinde ağızdan tüketilen ilaçların sindirilmesi ve emilmesi gerektiğinden 90 dakikaya kadar sürebilir. Etkiler kullanılan miktara bağlı olarak iki ila altı saat sürer. Yüksek dozlarda, zihinsel etkiler arasında anksiyete, sanrılar (referans fikirleri dâhil), halüsinasyon, panik, paranoya ve psikoz yer alabilir. Esrar kullanımı ile psikoz riski arasında güçlü bir ilişki vardır, ancak nedenselliğin yönü tartışmalıdır. Anneleri hamilelik sırasında esrar kullanan çocuklarda fiziksel etkiler arasında kalp atış hızında artış, nefes almada zorluk, mide bulantısı ve davranış sorunları yer almaktadır; kısa vadeli yan etkiler arasında ağız kuruluğu ve kırmızı gözler de yer alabilir. Uzun vadeli yan etkiler arasında bağımlılık, ergenlik çağında düzenli kullanıma başlayanlarda zihinsel yeteneklerde azalma, kronik öksürük, solunum yolu enfeksiyonlarına yatkınlık ve kannabinoid hiperemezis sendromu sayılabilir. Esrar çoğunlukla eğlence amaçlı veya tıbbi bir ilaç olarak kullanılmakla birlikte ruhani amaçlarla da kullanılabilmektedir. 2013 yılında 128 ila 232 milyon kişi esrar kullanmıştır (15 ila 65 yaş arasındaki küresel nüfusun %2,7 ila %4,9'u). Zambiya, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Kanada ve Nijerya'da yetişkinler arasında en yüksek kullanım oranına sahip olan esrar, dünyada en yaygın kullanılan büyük ölçüde yasa dışı uyuşturucudur. 1970'lerden bu yana yasa dışı esrarın gücü artmış, THC seviyeleri yükselmiş ve CBD seviyeleri düşmüştür. Kenevir bitkisi en azından M.Ö. 3. binyıldan beri yetiştirilmektedir ve Orta Asya'daki Pamir Dağları'nda M.Ö. 500 civarında psikoaktif etkileri için içildiğine dair kanıtlar vardır. 14. yüzyıldan beri esrar yasal kısıtlamalara tabidir. Esrarın bulundurulması, kullanımı ve ekimi 20. yüzyıldan beri çoğu ülkede yasa dışıdır. 2013 yılında Uruguay, esrarın eğlence amaçlı kullanımını yasallaştıran ilk ülke olmuştur. Bunu yapan diğer ülkeler Kanada, Gürcistan, Almanya, Lüksemburg, Malta, Güney Afrika ve Tayland'dır. ABD'de esrarın eğlence amaçlı kullanımı 24 eyalette, 3 bölgede ve Columbia Bölgesi'nde yasallaştırılmıştır, ancak uyuşturucu federal olarak yasa dışı olmaya devam etmektedir. Avustralya'da ise yalnızca Avustralya Başkent Bölgesi'nde yasallaştırılmıştır. Etimoloji. Esrar kelimesi Arapça sır anlamındaki "srr" kökünden gelen أسرار ("asrār") sözcüğünden alıntıdır. Türkçede ""sır", "gizlenen şey""' anlamında kullanımı 14. yüzyılda görülmek ile birlikte, bir psikoaktif madde olarak esrar kelimesinin kullanımına 17. yüzyılın sonlarında rastlanmaktadır. Esrar, farklı bölgelerde farklı isimlerle adlandırılmaktadır. Kuzey Amerika'da esrara "marijuana" ("marihuana") denir. Bu İspanyolca adı taşımasının nedeni Amerika Birleşik Devletleri'ne Meksika'dan gelmiş olmasıdır. Türkçede de "marihuana" veya "marijuana" adı iki yazımıyla da 1951'den beri kullanılmaktadır. Fransızcada ise "cannabis" olarak bilinir. Ayrıca Jamaika'daki genel adı da "ganja"dır. Türkçede halk ağzında "ot", "cigaralık", "derman", "tek/çift kâğıtlı", "gogo", "üçlü" gibi adlarla anılmaktadır. Ancak bu tanımlamaların bazıları, esasında kenevirin tercümesidir ve bu yüzden kenevir ve esrar Türkçede hep birbirine karıştırılır. Eldesi. Esrar, Hint keneviri bitkisinin "Cannabis sativa," "C." "indica" ve "C. ruderalis" türlerinin dişi eşeyli bitkilerinin tohum yataklarının (sömek) işlenmesiyle elde edilir. Bitkinin yapraklarının kurutulup bastırılması suretiyle hazırlanan ve aktif maddesini bu kısımlardan salgılanan reçine içindeki kannabinoidlerin() oluşturduğu bir maddedir. Kannabinoidlerin içinde esrarda en fazla bulunan ve esrarın farmakolojik etkilerinden sorumlu olan etkin ana madde Δ9-THC /Δ9-Tetrahidrokannabinol'dür. Dişi kenevir bitkisinin yüksek oranda THC içeren kısımları gölgede kurutulur, daha sonra ufalanıp elenir. Bu eleme sonucu elde edilen ince toz halindeki maddeye "toz esrar", bu tozun ısıtılıp kalıplaştırılmasıyla elde edilen plaka şeklindeki haline de "takoz esrar" denir. En ince toz ipek elekten geçirilince altta kalan esrar birinci kalite esrardır. Buna esrar piyasasında kubar ismi verilir. Artık eleme işleminde zaman kazanmak için tek elek tipi kullanılması (üreticilerin kendi kullanımı için olan üretim hariç) genelde tek kalite toz esrar üretimine sebep olmaktadır Tarihçe. Keyif verici ve sarhoş edici etkisinden başka, onlarca sektörde hammadde olarak kullanılır. Modern dönemde genellikle psikiyatrik hastalıkların tedavisinde kullanılan tıbbi ilaçların bileşenlerinden biri olarak yer alırdı. Keyif verici etkisi nedeniyle kullanımı çok yaygındır. 1920'lerden sonra Amerika'nın pamuk üretimi artmış, kendi pamuğunu dünyaya satmak için pamuğun karşısındaki en güçlü rakibi olan kenevir ve esrara bu tarihten sonra ABD'nin öncülüğünde küresel bir yasak getirilmiştir. 1937'de çıkan "Marihuana Vergi Yasası" ile önce marihuana ticaretinin resmen sadece bir vergi pulu ile yapılabilmesi kararlaştırılıp sonra ise hiç vergi pulu bastırmayıp zaten olmayan pulu bulundurmayan tüccarları cezalandırmak ve üstlerinde marihuana bulunan Meksikalı kaçak işçileri sınır dışı etmek ve genellikle siyahi toplumu cezalandırmak için sebep göstererek ABD'de esrar ticareti pamuk lobisinin yalana dayalı faaliyetleri vasıtasıyla mutlak biçimde yasaklanmıştır, önceleri Muggles (marijuana) isimli bir parça besteleyen Louis Armstrong bu yasaktan sonra Kasım 1930'da Kaliforniya Culver City'deki Cotton Club'ın dışında esrar içerken tutuklanmıştır. İkinci dünya savaşı sırasında pamuk, kıyafet ve ilaç yetersizliği yüzünden, ABD hükûmeti kenevir üretme yasağını bir süreliğine kaldırmış ve hatta üretimini finanse ve stimule etmiştir. Fakat 1948'de yasa yeniden yürürlüğe girmiştir ve birçok eyalette hâlâ yürürlüktedir. Nepal'de ise 1962-1973 yılları arasında esrarın satış ve kullanımı yasal olup hippilerin cenneti olarak kabul edilmekteydi. Ancak 31 Ocak 1972 tarihinde Nepal Krallığı'nın 10. kralı olarak tahtına çıkan Birendra 1973'te yasakladı. Divan edebiyatında birçok şair esrar ile ilgili rubailer, şiirler yazmışlardır. Esrar ürünleri. Ot. Ot, dişi esrar bitkisinin kurutulmuş çiçeklerini (sömeklerini) tanımlamak için kullanılır. Esrarın en yaygın tüketilen formu olan ot, yaklaşık %3 ila %20 (en yüksek %33) oranlarında THC içerir. Ot aynı zamanda diğer esrar ürünlerinin de ana hammaddesini oluşturur. Toz esrar. Toz esrar, esrar bitkisinin çiçeklerinin veya yapraklarının ince bir elekten geçirilmesiyle elde edilen trikom yönünden zengin bir tozdur. Toz esrar genellikle ya bu haliye tüketilir ya da preslenerek kubar kalıpları haline getirilir. Kubar. Kubar, el veya makineler yardımıyla toz esrarın preslenmesi ile eldilen bir maddedir. Renksel açıdan tür ve saflığına bağlı olarak siyah, kahverengi veya altın renginde olabilir. Yenilerek, tüttürülerek veya vaporize edilerek tüketilir. Yurtdışında "rosin hash" olarak adlandırılan kubar türü ise toz esrara ısı ve baskı uygulayarak yağlarının ekstre edilmesi ile elde edilir. Tentür. Ot hammaddesinde bulunan yağ ve kannabinoidler yüksek konsantrasyonda alkol içeren çözücüler kullanarak bitki maddesinden ayrıştırılabilir. Alkol içinde çözülmüş bu esrar karışımına "tentür" denir ve bazen "yeşil ejderha" olarak adlandırılır. Kubar yağı. Kubar yağı, kenevir bitkisinin reçinesinin çeşitli çözücü maddeler yardımı ile ekstre edildikten sonra çözücünün reçineden uzaklaştırılmasıyla elde edilen yapışkan maddeyi tanımlar. Temel esrar ürünleri içinde kubar yağı, en etkili ve en yüksek THC konsantrasyonuna sahip olan üründür. Bütan ve süperkritik karbondioksit kullanılarak üretilen kubar yağı son birkaç yıldır popülerleşmeye başlamış ürünlerdir. Esrarlı yağ. Kubar yağının aksine kenevir bitkisinde bulunan kannabinoidlerin uçucu olmayan bitkisel ve hayvansal yağlar ile ekstre edilmesini içerir. Ürün, bitki maddesinin gliserin, tereyağ veya kakao ve hindistan cevizi yağları içinde bekletildikten sonra yağın bitkiden uzaklaştırılmasıyla elde edilir ve oluşan kannabinoidli yağ daha sonra esrar içeren yemeklerin yapımında kullanılabilir veya cilde sürülebilir. Etkileri. İngiltere'de "The Lancet" medikal dergisinin yayınladığı bir araştırmaya göre esrar, tütünden ve alkolden daha az zararlı maddeler arasındadır. Anksiyete, paranoya, huzursuzluk, öfori, gevşeme hali, uyku isteği, aşırı derecede gülme hissi ve buna bağlı olarak elmacık kemiklerinde ağrı, gözlerde kararma, denge bozukluğu, sersemlik, unutkanlık, ânı sorgulama, açık yakalamaya çalışma, umursamazlık, kendini zeki hissetmek, bakılan/izlenen kişiyi birine benzetmek, iştah problemleri ve susuzluk, salivasyonda (tükürük bezi salgılaması) azalma ve buna bağlı olarak şeker-çikolata vb. gıdalar tüketmek, nefesini boğazında hissetmek (kullanılan doza göre bu his değişiklik gösterir), aşırı odaklanma (bir nesne veya düşünce üzerine), zamanın yavaş geçtiği düşüncesi, vücuttaki sıvıların akışını hissedebilmek (damarda dolaşan kan, mideye inen içecek gibi), mideye inen katı maddelerin/yiyeceklerin akışını hissedebilmek, yenilen yemeğin ve içilen sıvının normalden aşırı derecede güzel ve tatlı gelmesi, tansiyon yükselmesi, analjezi, illüzyon, psikotik eksitasyon, depresyon, panik atak, göz tansiyonunda azalma ve flash-back (geçmişe dair halisülasyonlar) gibi etkiler görülebilir. Esrar, anlık bilgilerin hipokampusa girişini ve burada derlenmesini baskılar. Böylece öğrenme, hafıza ve anlık bilgilerin duygulanım/motivasyonla entegre olmasını sağlayan sistem etkilenir. Buna bağlı olarak öğrenilmiş davranışlarda bozulma görülür. Yasal statü. "(Tıpta kullanımı: Tıbbi esrar") Hollanda. Hollanda, 1970'lerden 1 Ocak 2014'e kadarki süre içerisinde esrarın keyif amaçlı alınabileceği tek ülkeydi. Hollandalı yetkililer 1970'li yıllardan bu yana esrar kullanımına bağlı olarak yaptıkları tutuklamaları durdurmuşlardır. Esrar'ın yasal durumu tam yasal değildir ancak suç da değildir. Bu, esrarı yasaklayan veya serbest kılan bir yasa bulunmadığı anlamına gelir. Özellikle Amsterdam'da bulunan esrar kafeler ülkeye gelen ve egzotik esrar tatmak isteyen turistlere ev sahipliği yapmaktadır. Buna karşın bazı sınırlamalar mevcuttur. Örneğin bir kafe dükkânında günde en fazla 500 gram esrar işleme tabi tutulabilir. Bir müşteriye günde en fazla 5 gram esrar satılabilir. Bu dükkânların hiçbirinde 18 yaşını doldurmamış kimseye hizmet verilemez. Bu kurallara uyulmaması kafe dükkânının kapatılacağı anlamına gelmektedir. Ayrıca büyük miktarlarda alım ve satım yasa dışı olduğundan çoğu kafe sahibi ya kendi ürünlerini yetiştirmelidir ya da yasal olmayan üreticilere kendilerine yetiştirmeleri için tohum sağlamak zorundadırlar. GreenHouse adlı firma bugün yasal olan en büyük üretim şirketidir. Amerika. ABD'nin Colorado eyaleti 1 Ocak 2014'ten beri düşük miktarda esrar satışına izin vermektedir. Eyalette turizm kısa sürede patlama yapmıştır. Ayrıca Oregon eyletinde de Esrar'ın üretim, satış ve tüketimi serbesttir. Devlet başkanı Barack Obama esrarın, en fazla alkol kadar zararlı olduğunu gençken kendisinin de esrar içtiğini ama asla esrar içmeyi kimseye tavsiye etmediğini belirtmiştir. Özellikle kızlarına bunun gereksiz ve sağlıksız olduğunu da tembih ettiğini belirtmiştir. Bazı ekonomistler ve Obama karşıtları Colorado'daki yasallaşmayı ve Obama'nın bu konudaki tavrını 'ABD eyaletleri parasızlıktan esrar satıyor' şeklinde yorumlamışlardır. Ekim 2018 itibari ile 9 eyalet esrarın keyfi kullanılmasına, 31 eyalette tıbbi olarak kullanılmasına izin veriyor. Fakat esrar federal yasalarca yasaklanmış bir maddedir. Uruguay. Uruguay, Aralık 2013'te esrarı tamamen yasallaştıran ilk ülke oldu. Şahıslara 6 kenevir bitkisi yetiştirme izni verildi. Kanada. Kanada, Temmuz 2001'de esrarın tıbbi olarak kullanılmasına izin verdi. Kanada Senatosu 7 Haziran 2018'de kenevir bitkisinin yetiştirilmesini, işlenmesini, dağıtımını, satışını ve (keyfi / sanayi / tıbbi) kullanımını yasallaştırdı. Yasa 17 Ekim 2018'de yürürlüğe girdi. Yasanın uygulamaya girmesiyle birlikte Kanada esrarı tamamen yasallaştıran ikinci ülke oldu. Bu yasa kapsamında 18 yaşından büyüklere 30 grama kadar esrar ve esrar ürünlerini taşıma ve kullanma yetkisi, aynı zamanda 4 kenevir bitkisini yetiştirme izni verildi. Esrarın kamu içerisinde kullanım şartları eyaletten eyalete değişmektedir. Şahıslar bulundukları eyaletteki hükûmete ait internet sitesi yoluyla veya eyalet birimlerinin izin verdigi satış noktalarından alabilirler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9334", "len_data": 13152, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.84 }
Gökkuşağı bayrağı, bir gökkuşağının renklerinde olan şeritler içeren rengârenk bir bayraktır. Birçok gökkuşağı bayrağının tasarımı "geleneksel" (kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, çivit mavisi ve menekşe) renk düzenini takip etmektedir. Gökkuşağı bayraklarının kullanımı çok eski bir gelenektir; dünya çapında birçok kültürde çeşitlilik, içericilik, umut ve arzunun bir simgesi olarak gösteriliyor. Günümüzde birbiriyle bağlantısı olmayan bir sürü gökküşağı bayrağı kullanılmaktadır. Bunların belki en çok bilinen örneklerinden gay pride'i simgeleyen "gurur bayrağı"dır. Barış bayrağı da özellikle İtalya'da çok yaygın ve kooperatif bayrağı, uluslararası dayanışmayı simgeliyor. Gökkuşağı bayrağı, İnka İmparatorluğu'nun mirasını ve And halkı hareketlerini temsil etmek için de Andlılar tarafından kullanılır. Şu andaki gökkuşağı bayrağı"Altı çizgili (1979–hâlen)" "Yedi çizgili (1978–1979)" "Sekiz çizgili (1978)" Tarihçe. Gökkuşağı bayrağının eşcinsel toplum tarafından ilk kullanımı 1978 yılında San Francisco Gay ve Lezbiyen Özgürlük Günü Yürüyüşü sırasında oldu. Hippi hareketlerinni zenci yurttaşlık hareketlerinni simgeselliğinden esinlenen San Franciscolu sanatçı Gilbert Baker, eşcinseller tarafından her yıl kullanılabilecek bir simge arayışı içinde gökkuşağı bayrağını tasarladı. Baker ve 30 gönüllü, yürüyüş için iki dev prototip bayrağı elle dikip boyadılar. Bayrakların her biri farklı renkte olmak üzere sekiz şeridi vardı ve her bir renk eşcinsel toplumun farklı bir bileşenini temsil ediyordu: kırmızı yaşamı, turuncu iyileşmeyi ve gelişmeyi, sarı güneşi, yeşil doğayı, çivit mavisi uyumu, mor maneviyatı, cam göbeği sanatı ve cart pembe cinselliği. Bir sonraki yıl Baker, 1979 yılındaki yürüyüşte kullanılmak üzere seri üretimi için San Francisco Paramount Bayrak Şirketi'ne başvurdu. Üretimdeki bazı kısıtlamalar yüzünden (cart pembe boyanın piyasada fazla bulunmaması gibi) pembe ve cam göbeği tasarımdan çıkarıldı. Altı renkli bu yeni tasarım, San Francisco'dan diğer kentlere de sıçrada ve kısa süre içinde eşcinsel bilincin ve çeşitliliğin dünyaca tanınan simgesi haline geldi. Hatta, Uluslararası Bayrak Yapımcıları Kongresi tarafından da resmen tanındı. 1994 yılında, 9 metre eninde 1,5 kilometre boyunda devasa bir gökkuşağı bayrağı New York Stonewall 25. yürüyüşünde 10 bin kişi tarafından taşındı. Gökkuşağı bayrağı benzeri simgelerin yaratılmasına da yol açtı: özgürlük yüzükleri ve iğneler gibi. Bayrağın birçok farklı uyarlaması da yapıldı. Bunlar arasında ABD bayrağını andıran yıldızlı bir uyarlama ve diğer eşcinsel simgelerin eklendiği çeşitli tasarımlar sayılabilir. San Francisco kaynaklı eşcinsel bir grubun önerisiyle, gökkuşağı bayrağının en altına siyah bir şerit eklenmesiyle AIDS'e karşı zafer bayrağı oluşturulmuştur. Siyah şerit, eşcinsellerin AIDS'e kurban verdiklerinin anısını simgeler. AIDS yüzünden ölmekte olan Vietnam Gazisi Amerikalı Çavuş Leonard Matlovich(), AIDS'e kalıcı bir tedavi bulunduğunda, siyah şeritlerin tüm bayraklardan çıkartılarak Washington'da bir törenle gömülmesini önermiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9357", "len_data": 3051, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.55 }
Karaciğer, sadece omurgalılarda bulunan, detoksifikasyon, protein sentezi ve sindirim için gerekli olan enzimlerin üretimi de dahil olmak üzere pek çok işleve sahip bir organdır. İnsanlarda karaciğer karın bölgesinde, diyaframın altında bulunur. Karaciğerle ilgili terimler, tıbbi literatürde genellikle Grekçe karaciğer anlamına gelen "ἧπᾰρ" (hêpar) sözcüğünden türeyen "hepat-" kökü ile başlar. Karaciğer yaşam için gerekli olan hayati bir organdır. Karaciğer yokluğunda veya işlev yitiminde, diyalizle kısa bir süre fonksiyonları devam ettirilebilir fakat karaciğerin fonksiyonunun uzun süreli yokluğunda tek tedavi karaciğer naklidir. Etimoloji. Türkçede karaciğer ve ciğer kelimeleri, Farsça kökenli "karaciğer" anlamına gelen "cigar" veya "cīgar" (جگر/جيگر) sözcüklerinden alıntıdır. Orta Farsça'da yer alan "yakar" veya "cagar" kelimesinden evrilmiş bu sözcük aynı zamanda Avestaca "yākarə," Sanskritçe "yákr̥t" (यकृत्) ile kökteştir. Tıbbi literatürde çoğunlukla kullanılan hepar (ἡπαρ) ve hepato terimleri Grekçe kökenli olup bu dilde de karaciğer anlamına gelir. Tüm bu kelimelerin ortak atasının Proto-Hint-Avrupa dilinde bulunduğu tahmin edilen "*Hi̯ékʷr̥ (*i̯ékʷr̥)" kelimesi olduğu varsayılır. Embriyoloji. Embriyolojik olarak karaciğer, germ tabakalarından biri olan endodermden gelişen ön bağırsak ile mezenşimden gelişir. İnsan embriyosunda hepatik divertikül ön bağırsağın mezenşime genişlemiş endodermal bir tüpü olup dallanarak karaciğerin temellerini oluşturur. Bu divertikülün sindirim tüplerine yakın kısmı da dallanarak safra kesesini oluşturur. Hepatoblastların bölgeye varması ile safra kanalcıkları ve karaciğer sinüsoidleri oluşarak karaciğerin ilkel mimarisi gelişmeye başlar. Karaciğer tomurcuğu kendi içinde loblara ayrılır ve umbilikal ven ductus venosus'a, vitelin ven ise portal vene dönüşür. Bunu hepatoblastların hepatositler ile safra sistemini oluşturacak epitel hücrelere farklılaşması takip eder. Doğumda karaciğer toplam vücut ağırlığının yaklaşık %4'üne tekabül eder ve ortalama olarak 120 g ağırlığındadır. Erişkinlik döneminde karaciğer, doğumdakinin 12 ile 13 katı ağırlığına ulaşır, tekabül ettiği bu ağırlık toplam vücut ağırlığının yaklaşık %2.5 - %3,5'unu oluşturur. İşlev. Karaciğer metabolizmada önemli bir rol oynar. Glikojen depolanması, kırmızı kan hücrelerinin üretimi, plazma ve protein sentezi, hormon üretimi ve detoksifikasyon da dahil olmak üzere vücutta daha birçok alanda işlevi vardır. Karaciğer ayrıca yağ sindirimine yardımcı alkali bir sıvı olan safrayı ve safra asitlerini üretir ve bu salgıyı hepatik kanallar yoluyla safra kesesi ve oniki parmak bağırsağına yollar. Bu yüzden bu organ safra sisteminin bir parçası kabul edilir. Organ ayrıca doku sentezi ve normal yaşamsal işlevler için gerekli olan küçük ve karmaşık moleküller de dahil olmak üzere yüksek hacimli biyokimyasal reaksiyonları düzenleyen hepatositleri içinde barındırır. Sayı farklı kaynaklarda çeşitlilik gösterse de, karaciğerin yaklaşık 500 tane işlevi olduğu düşünülmektedir.<ref>
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9361", "len_data": 3024, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.85 }
VI. Mehmed veya Mehmed Vahideddin (Osmanlı Türkçesi: وحيد الدين, Vahîdüddîn, Mehmed-i Sadis; 4 Ocak 1861, İstanbul - 16 Mayıs 1926, San Remo), Osmanlı İmparatorluğu'nun 36. ve son padişahı ve 115. İslam halifesidir. Saltanatı döneminde, Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak I. Dünya Savaşı'ndan yenik ayrıldı, İstanbul'un İşgali yaşandı ve İngilizlerin baskısı üzerine Meclis-i Mebûsan kapatıldı. 1 Kasım 1922 tarihinde, saltanat hilafetten ayrılarak TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahideddin, 17 Kasım 1922'de ülkeden ayrılarak Malta'ya gitmiştir. 18 Kasım'da ise TBMM, Millî Mücadele'ye ve Ankara Hükûmeti'ne sıcak bakmış olan veliaht Abdülmecid Efendi'yi halife ilan etmiştir. Şehzadeliği. Vahideddin, 4 Ocak 1861 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'da doğdu. Sultan Abdülmecid'in sekizinci oğlu ve kendisinden önce tahta geçen V. Murad, II. Abdülhamid ve V. Mehmed'in küçük kardeşidir. Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybetti. Sultan Abdülmecid'in ikballerinden Şayeste Hanım tarafından büyütüldü. Tahta geçiş sıralamasında çok aşağılarda olduğu için gözden uzak bir yaşam sürdü. Gençlik yıllarında gizlice medrese derslerini takip etmiş, bu özelliği ile tahta çıktıktan sonra kendisine arz edilen şer'i konulara müdahale edebilecek derecede yetkinleşmiştir. Hat, musiki ve edebiyat sanatlarıyla ileri seviyede uğraşmıştır. İlk evliliğini bu dönemde, ablası Cemile Sultan'ın sarayında görüp beğendiği Emine Nazikeda Hanım ile yapmıştır. Cemile Sultan, çok sevdiği Nazikeda üzerine başka bir eş almaması şartı ile Vahideddin'in talebini kabul edeceğini bildirdiğinde ablasının şartını kabul etmesine rağmen, bu evlilikten Sabiha Sultan ve Fatma Ulviye Sultan dünyaya geldikten sonra doktorların tıbben bir daha doğum yapamayacağı bildirilmesi üzerine eşinin de rızasını alarak başka evlilikler yaptı. 1912'de tek oğlu Mehmed Ertuğrul dünyaya geldi. Ağabeyi II. Abdülhamid'in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy'de mimar Alexandre Vallaury'ye yaptırdığı köşkünde münzevi bir hayat yaşadı. Diğer şehzadeler hakkında padişaha jurnal yazmakla suçlandı. V. Mehmed tahta geçtiğinde, Sultan Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht oldu. Yusuf İzzeddin'in 1 Şubat 1916'da bir yurt dışı seyahatine çıkacağı gün henüz aydınlatılamayan bir şekilde ölümü üzerine, Vahideddin veliahtlık makamına yükseldi. 1917 Aralık ayında Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa eşliğinde Almanya seyahatine çıktı. Bad Kreuznach, Strazburg, Colmar, Essen ve Berlin'de bulundu. 4 Ocak 1918 tarihinde Almanya seyahatinden geri döndü. Saltanatı. 3 Temmuz 1918'de abisi V. Mehmed'in ölümü üzerine VI. Mehmed unvanıyla 57 yaşında tahta çıktı. Cülûs töreni 4 Temmuz'da gerçekleşti. Tahta çıkışından kısa bir süre sonra şöyle dediği anlatılır:"Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.". Vahideddin, zamanında Giuseppe Donizetti'nin II. Mahmud için bestelediği marşı, “Madem, Avrupa'da hükümdarlar değişse de millî marşlar değişmiyor, Osmanlıların neden bir millî marşı olmasın?” diyerek, bir fermanla Osmanlı marşını kabul ettirdi. 1918 yazında Ordu ve Donanma'ya bir Hatt-ı Hümâyun göndererek Başkomutanlığı üzerine aldığını bildirdi. VI. Mehmed unvanıyla tahta çıkarıldığı halde halk tarafından Sultan Vahideddin olarak adlandırıldı. Devlet yönetiminde aktif bir rol alacağının işaretlerini vermişti ancak iki büyük sorunla karşı karşıya idi: bir yandan, bir felakete dönüşen I. Dünya Savaşı'nı en az hasarla sona erdirmek; öbür yandan, 1913'ten beri imparatorluğa egemen olan İttihat ve Terakkî rejimine karşı bir siyasi alternatif oluşturmak. Tahta geçer geçmez, İttihat ve Terakkî önderliğine muhalefetiyle tanınan Mustafa Kemal Paşa'yı Suriye Cephesi Komutanlığı'na atadı. 8 Ekim 1918'de savaşın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine Talat Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakkî Kabinesi istifa etti. Yerine Ahmed İzzet Paşa başkanlığında bir kabine kuruldu ve bu kabine savaşı bitiren Mondros Mütarekesi'ni 30 Ekim 1918'de imzalandı. Ahmed İzzet Paşa'nın "artçı" kabinesinin de sadece 25 gün süren iktidardan sonra istifası üzerine Padişah, diplomat Ahmed Tevfik Paşa'yı 13 Kasım'da Sadrazamlığa getirdi. Kurtuluş Savaşı 9 Eylül 1922'de İzmir'in Kurtuluşu ve 13 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi ile sona erdi. Bu sırada İstanbul henüz İtilaf Devletleri'nin askeri işgali altındaydı. 6 Ekim'de TBMM ordusunu temsilen Refet Bele komutasındaki bir askeri birlik İstanbul'a girdi. Bu günlerde basın organları Vahideddin'in aleyhinde geniş çaplı ve kamuoyunda etki yapan yayınlarda bulundular. Padişah Vahideddin'in Mustafa Kemal Paşa ve dostları hakkında ölüm fermanı imzalamasının ve Millî Mücadele karşıtı davranışlarının, son padişahın vatan haini olduğunu açıkça göstermekte olduğunu düşünen halk arasında bazı gruplarca hakaret ve tehdit içeren gösteriler yapıldı. Vahideddin'in 11 Nisan 1920 tarihli kararname ile başlayan girişimleri, "isyan" kavramının da ötesinde "iç savaş" girişimi olarak kabul edilmiştir. Türkiye'den ayrılışı, sürgün yılları ve ölümü. Kurtuluş Savaşı zafer ile sonuçlandıktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti 1 Kasım 1922'de hilâfet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını iki maddelik bir yasa ile ilan etti. Vahideddin'in adı hutbelerden kaldırıldı. 4 Kasım'da son Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa istifa etti. 5 Kasım'da Refet Paşa, Bâbıâlî'deki bakanlıklara gönderdiği bir genelgeyle işlerine son verildiğini tebliğ etti. 17 Kasım sabahı Vahideddin, küçük oğlu Mehmed Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayı'ndan bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS "Malaya" adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya gitti. İngilizler Vahideddin'in İngiltere'ye gelmesini kabul etmediği için bir süre Malta'da kaldı. Bu süre zarfında, TBMM tarafından seçilen Abdülmecid Efendi'yi halife olarak kabul etmemiş, "Saltanatsız hilâfet, hilâfetsiz de saltanat olmaz." demiştir. ve çeşitli siyasi arayışlar içerisinde bulunmuştur. Hicaz Kralı Melik Hüseyin'in daveti üzerine Mekke'ye ve oradan da İtalya'daki San Remo şehrine giderek bu şehirde ikamet etti. 20 Nisan 1923'e dek Hicaz'da kaldı. İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrıldı. Bir süre İtalya'nın Cenova kentinde yaşamasının ardından 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasında kiralanan bir villaya taşındı. Bu dönemde başlangıç bölümünü kendi el yazısıyla yazdığı, kalan bölümlerini yakınlarına dikte ettirdiği anılarını kayda geçirdi. Vahideddin, hilâfetin kaldırılması ve hanedan üyelerinin sürgünü üzerine 13 Mart 1924'te ABD Başkanına şu mektubu yazdı: "Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablarına Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum. Bu süresiz uzaklaşmamın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilâfet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki; İslam hilafetinin Osmanlı saltanatından soyutlanması ve ayrılması ve hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır. Hanedanın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanın bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir. Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükûmetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim." 13 Mart 1924 Mehmed Vahideddin Vahideddin, 16 Mayıs 1926'da San Remo'da öldü. Cenazesi Türkiye hükûmeti tarafından kabul edilmedi ve Şam'a getirilerek Süleymaniye Külliyesi kabristanına defnedildi. Yapılan otopside, Vahideddin'in bir kalp damarının tıkanması sonucu öldüğü ortaya çıktı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9364", "len_data": 8886, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.38 }
Göknar ya da köknar ("Abies"), çamgiller (Pinaceae) familyasının "Abies" cinsinden iğne yapraklı ağaç türlerine verilen ad. 40m'ye kadar boylanabilen göknarlar, kendine özgü formu, gövde kabuğu iğne yaprakları ve hatta kokusu ile Çamgiller familyasının diğer türlerinden ayırt edilebilir. Yapraklarının alt yüzeyinde beyaz çizgiler vardır.Kozalaklar sonbaharda olgunlaşınca pulları dökülür. Türkiye'de 213.652 hektar saf göknar ormanı bulunmaktadır 300 yıldan fazla yaşayabilirler. Morfolojik özellikleri. Yaz-kış yeşil, boylu orman ağaçlarıdır. Piramidal veya dar konik bir şekilde gelişme gösterir. Gövde genel olarak çatallanma göstermez, dallar gövdeye çevrel olarak dizilmiştir. Kozalakları yukarıya doğru dik olarak durur. Bu özelliği ile kozalakları aşağıya bakan ladinlerde ayrılır. Kökleri kuvvetli ve kazık köktür. Ekolojik istekleri. Göknar türleri genellikle yarı gölge ortamlarda iyi gelişme gösterir. Nemli ve verimli orman topraklarını tercih ederler. Ancak nemli, kumlu veya killi topraklarda da iyi gelişirler. Kireçli topraklardan hoşlanmazlar hava nisibi nemini yüksek, yaz aylarını yağışlı ve serin olmasını isterler. Dağılımı. Kuzey yarımkürede mutedil (ılıman) iklim bölgelerinin, yüksek dağlık kesimlerinde ve Kuzey Afrika, Kuzey Amerika, Himalayalar ve Türkiye'de doğal olarak yetişir. Sınıflandırma. Seksiyon Abies Seksiyon Balsamea Seksiyon Grandis Seksiyon Piceaster Seksiyon Momi Seksiyon Amabilis Seksiyon Pseudopicea Seksiyon Oiamel Seksiyon Nobilis Seksiyon Bracteata
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9366", "len_data": 1508, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.54 }
V. Mehmed ya da Mehmed Reşad () (2 Kasım 1844, İstanbul – 3 Temmuz 1918, İstanbul), Osmanlı İmparatorluğu'nun 35. padişahı ve 114. İslam halifesi. Saltanattan önceki yaşamı. II. Mahmud'un torunudur. 8 oğlu ve 24 kızı olan Sultan Abdülmecid'in yaş sırasına göre üçüncü oğluydu. Annesi Gülcemal Kadın Efendi'dir. Eski Çırağan Sahilsarayı'nda doğdu. Annesi Gülcemal Kadın Efendi veremden öldüğü zaman Mehmed Reşat 7 yaşındaydı. Çocukluğu, padişah olan babasının yanında geçti. Eğitimine fazla önem verilmedi. Babası ve amcası Sultan Abdülaziz saltanat yıllarında özgür ve rahat bir şehzadelik yaptı. 1872'de başkadını olan Kamures ile izdivaç yaparak aile kuran Osmanlı şehzadeleri arasına girdi. 1876-1909 ağabeyi II. Abdülhamid döneminde, veliahtlık yapmasına rağmen, Dolmabahçe Sarayı'nın Veliahtlık Dairesinde kapalı hayat yaşamak zorunda kaldı. Veliaht olduğu için devamlı kontrol altında tutuluyordu. Seyrek olarak Balmumcu Çiftliği'ne gitmesine izin verilmekteydi. Ama başkalarıyla görüşmesi ve İstanbul'da gezinmesi yasaklanmıştı. Gözlerinin mavi olduğu Mehmed Reşat'ın kendine nazar değdireceğinden korkan ağabeyi II. Abdülhamid onunla karşı karşıya görüşmekten kaçınmış olduğu belirtilmektedir. Günlerini haremde geçirir; Dürr-i And, Mihr-engiz adlı kadınefendileri ve Ziyaeddin, Necmeddin, Ömer Hilmi adlı şehzadeleriyle ilgilenip eğlenirdi. Fars edebiyatına, Mevlevilik konularına ve özellikle Mesnevi'ye yakın ilgisi vardı. Şiir ve diğer kitapları da okurdu. 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra veliaht olarak protokole göre "Devletû Necabetû Veliahd-ı Saltanat Reşat Efendi Hazretleri" şeref adını kullanarak törenlere iştirak etmeye başladı. Halk arasında güler yüzü ve sıcak bakışı ile sempati topladı. Onun bu makam teşebbüsünden hoşlanmayan ve oyuna geldiğini fark eden ağabeyi II. Abdülhamid'in verdiği bir Yıldız Sarayı davetinde onun yakasından tutup "Bu işler senin başının altından çıkıyor" dediği belgelenmiştir. Saltanatı. Başlangıç yılları. 31 Mart Olayı ardından 1909'da II. Abdülhamid, Meclis-i Mebûsan tarafından tahttan indirildi ve 65 yaşında olan Veliaht Reşad Efendi İttihat ve Terakkî Cemiyeti'nin desteğiyle tahta çıkartıldı. Saltanat adı olarak, asıl adı olan "Reşad" değil, "Mehmed" adının kullanması kararlaştırıldı. Bu isim değişikliği ayandan Ferik Sami Paşa önerisiyle yapıldı ve gerekçesinin Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'a ordusuyla girişi ile Hareket Ordusu'nun İstanbul'a gelişi arasında bir bağlantı kurmak olduğu belirtilmektedir. Beşinci Mehmed unvanıyla tahta çıkarıldığı halde halk tarafından Sultan Reşad olarak adlandırıldı. Padişahlığa Meclis-i Mebûsan kararıyla gelmesine rağmen, Osmanlı Hanedanı'nın "ekber evladı" olması ile de padişahlığı hakkı bulunmaktaydı. Cülûs töreni Beyazıt'ta bulunan Harbiye Nezareti binasında yapıldı. Bu tören için yeni padişah Dolmabahçe Sarayı'nda Sirkeci'ye kadar "İhsaniye" istimbotuna binip gitti. Bu deniz yolculuğu sırasında donanma gemilerinden yapılan şeref top atışları onu korkuttu. Sirkeci'den Beyazıt'a saltanat arabası ile çıkarken yolun iki tarafında dizili İstanbullular tarafından coşkunlukla alkışlandı. Biat duasından sonra yaptığı konuşmada "Hürriyetin ilk padişahı benim ve bunda müftehirim" demiş ve bundan sonra "Meşrutiyet Padişahı" olarak anılmaya başlanmıştır. V. Mehmed, Osmanlı padişahları arasında tahta çıkan en yaşlı padişahtı. 5 Mayıs 1909'da II. Abdülhamid'in son sadrazamı olan Ahmed Tevfik Paşa İttihad ve Terakki Cemiyeti üyelerinin zorlamaları ile istifa etti ve yeni hükûmet Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığı altında kuruldu. 10 Mayıs 1909 günü, V. Mehmed için Eyüp'te kılıç alayı yapıldı. Padişah, Dolmabahçe Sarayı önünden "Söğütlü" yatına bindi ve Boğaz ile Haliç üzerinden Eyüp'e gitti. Eyüp Türbesi'nde Şeyhülislam Sahip Efendi ve Konya Mevlevi Dergâhı Postnişini Abdülhalim Efendi tarafından, imparatorluğun kurucu babası olan Sultan Osman'ın kılıcını kuşandı. Sonra saltanat arabasına binen V. Mehmed, Fatih Camii'nde Fatih türbesini ziyaret etti. Sonra yine saltanat arabası ile Dolmabahçe Sarayı'na döndü. Özellikle II. Abdülhamid'in uzun saltanat yıllarında İstanbul'un sokaklarında padişahın görünmemesi dolayısıyla yeni padişahın şehir içinde araba seyahati ve herkesi güler bir yüz ile selamlaması, yadırganmakla beraber, İstanbul halkı arasında büyük heyecan yarattı. Padişah olarak ilk icraatlarının başında ikamet sarayının ve Cuma alaylarının değiştirilmesi oldu. II. Abdülhamid'in ikamet konutu olan Yıldız Sarayı'ndan ayrıldı ve Dolmabahçe Sarayı'na yerleşti. Ancak, Dolmabahçe Sarayı artık eski ve bakımsızdı. Saray çok ayrıntılı onarımdan geçirildi; saraydaki bütün odalar, bodrum katı dahil olmak üzere onarılıp, uygun bir duruma getirildi ve elektrik ve kalorifer tesisleri yapıldı. Fakat Sultan Mehmed Reşat, gaz lambasını elektriğe ve soba ile ısınmayı kalorifere tercih ettiği için kurulan yeni tesisat kullanılmadı. Haftalık Cuma alayı semtin değişik camilerinde yapılmaya başlandı. Bu nedenle II. Abdülhamid döneminde kullanılmaması dolayısıyla İstabl-i Amire'de çürüyen landolar ve saltanat arabaları onarıldı; şehir yollarına alışık yeni atlar satın alındı; seyis ve arabacılara yeni sırmalı üniformalar hazırlandı. Kortej protokolü sorunlarına çare olarak bu alaylarda padişahın yanına en kıdemli asker Gazi Ahmed Muhtar Paşa oturtulmaya başlandı. Sultan II. Abdülhamid'in padişahlığı sırasında hapis hayatı yaşadığı için devlet işlerinde deneyim edinememişti ve yaşı da 65'e gelmişti. Zaten yumuşak huylu ve zayıf iradeliydi. Bu nedenlerle padişahlığı sırasında devlet yönetimi daha çok İttihat ve Terakki Partisi'nin genç ve dinamik ileri gelenlerinden Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa'nın elinde kaldı. Bu liderlerin yeni padişahı çok sevdikleri gösterileri yapılmaktaydı. Piyasaya onun adını taşıyan "Reşat Altını" sürüldü. Birçok İstanbul semtine, Anadolu kasaba ve köylerine "Reşadiye" adı verildi. V. Mehmed'in ilk saltanat günlerinde adi suçluların ve özellikle 31 Mart Olayı ile ilişkili ve İttihat ve Terakki Partisi aleyhtarı siyasi suçluların kentin meydanlarında asılmalarına onay vermeyeceğini mabeyn üyelerine ısrarla bildirmesine rağmen sonunda iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Fırkası yöneticilerinin ısrarlarına karşı gelemeyip bunlara onay vermek zorunda kaldı. Şehir halkı meydanlarda kurulan darağaçlarda asılan suçluların cesetleri İstanbul'da olağan görüntüler haline geldi. Bu icraat, Mehmed Reşad'ın saltanat döneminde gayet çok sayıda yasa, kararname ve irade-i saniyeye hiçbir itiraz şerhi koymadan ve hatta farkına varmaksızın onay vermesinin baş örneklerinden biri oldu. Sultan Mehmed Reşad; saltanat dönemi boyunca devlet işleyişine ve güncel siyasete pek karışmadığından ötürü, Osmanlı bürokrasisi ve ahalisi tarafından "''Dolmabahçe Defterdarı"," günümüzdeki tanımıyla "'Dolmabahçe Noteri"" olarak adlandırılırdı. 29 Aralık 1909'da devlet idaresini yüklenen ama İttihat ve Terakki Fırkası'nın üyelerinin bu devlet işlerine devamlı karışmalarından hiç hoşlanmayan Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa istifa etti. Yerine Roma Sefiri olan İbrâhim Hakkı Paşa göreve atandı ve 12 Ocak 1910'da yeni hükûmetini kurdu. Bu hükûmetin daha serbest olacağı beklenmekteydi; ama çok geçmeden kabine İttihat ve Terakki Fırkası liderleri, ordu ve Harp Nazırı olan Mahmud Şevket Paşa'nın etkisi altına girdi. 1910 yılında bir sıra kayda değer olay ortaya çıktı. 19 Ocak 1910 günü o zaman Meclis-i Mebusan binası olan Çırağan Sahilsarayı, çatı katındaki kalorifer bacasından çıkan bir yangından sonra 5 saat içinde dört duvar haline dönüştü. Amcası Abdülaziz tarafından yaptırıldığı için V. Mehmed'in bu sarayı sevmediği ve içinde oturmak istemediği ve bu nedenle bu yangına üzülmediği bildirilmiştir. Aynı yıl, Arnavut İsyanı çıktı ve bu ayaklanma 1 Ocak 1911'de üzerine gönderilen Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa komutasındaki güçler tarafından bastırıldı. 1908'de Girit Parlamentosu üyeleri, başbakanın tatilde olmasını ve Osmanlı İmparatorluğu'nda İkinci Meşruriyet düzeninin kurulmasını fırsat bilerek Yunanistan'la birleşme oyu vermelerinden sonra, 1910'da Yunan kralına bağlılık yemini vermeleri Osmanlı devletine ve V. Mehmed'e bağlı olmaları gerekmesi sorununu yeniden depreştirdi. Kozmopolit Efendi'nin sahibi ve Ahmed Samim Bey'in başyazarı olarak çıkarılan "Sada-yı Millet" gazetesinin Patrikhane lehine çalıştığı söylentileri yayılması üzerine, 9 Haziran 1910'da Ahmed Samim Bey bir suikaste hedef olarak Bahçekapı'da vurulup öldürüldü. Mayıs ve Haziran ayları boyunca devlet erkanı; meclis ve ayan üyeleri; yabancı elçilerle ile alafranga tertipli ve müzikli bir seri (örneğin Tokatlıyan Oteli, Beylerbeyi Sarayı, Dolmabahçe Sarayı'nda) ziyafet ve şölene katıldı. 6 Şubat 1911'de devlet idaresinin merkezi olan Bâb-ı Âli'de yangın çıktı, Sadrazamlık ile Hariciye Nezareti daireleri kurtulup. Şura-yı Devlet, Dahiliye Nezareti, Mektübcu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadaret Kalemi daireleri ile Vak'anüvis daireleri tamamen yandı. Çırağan Sarayı yangına üzülmeyen V. Mehmed'in bu yangına çok fazla üzüldüğü belirtilmektedir. 1911 yılı içinde V. Mehmed eski Fransız imparatoriçesi olan Eugenie'nin ve yazar Pierre Loti'nin ziyaretlerini kabul etti. 5 Haziran 1911 günü Sultan V. Mehmet denizden "Barbaros" zırhlısı ile Rumeli gezisine başladı. Selanik, Üsküp ve Priştina'yı ziyaret etti. Kosova'da bulunan ceddi I. Murad'ın türbesi olan Meşhed-i Hüdevandigar'da 100.000 kişinin katıldığı bir cemaatle cuma namazı kıldı. 26 Haziran'da İstanbul'a döndü. Trablusgarp Savaşı. Siyasi birliğini sağlamakta diğer Avrupa ülkelerine göre geç kalan İtalya, sömürgecilik yarışına katılarak Kuzey Afrika'da Osmanlılara ait olan Trablusgarp'i ele geçirmek istedi. Avrupalı devletlerin de desteğini alan İtalya, Osmanlı Devleti'ne bir ültimatom vererek, Trablusgarp'in kendisine bırakılmasını istedi. İtalyanların bu isteği reddedilince Trablusgarp ve Bingazi işgal edildi (1911). 29 Eylül 1911'de Trablusgarp'in İtalyanlarca işgali üzerine sadrazam İbrâhim Hakkı Paşa hükûmeti istifa etti. Ortaya çıkan kabine krizinde, Meclisteki İttihat ve Terakki Partisi grubunun desteğiyle sekizinci kez Küçük Said Paşa sadrazamlığa getirildi. Ama İbrahim Hakkı Paşa ve kabinesi üyelerinin Divan-ı Ali'de yargılanmaları sorunu Meclis-i Mebusan'ı karıştırdı. İttihat-ı Terakki Partisi bu yargılamayı istememekteydi. Hükûmet ile Meclis arasında anlaşmazlık çıktı. Mehmet Said Paşa hükûmeti 30 Aralık'ta istifa edip yeniden sadrazam tayin edilip hükûmetini yeniledi. İttihat ve Terakki Partisi bu anlaşmazlığı çözmek yolu olarak Kanun-i Esası'nın padişaha verdiği Meclis'-i Mebusan'ı kapatması yetkisini kullanmaya V. Mehmed'i zorladı ve 18 Ocak 1912'de Meclis-i Mebusan kapatıldı ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi. Temmuz 1912'de İtalya Osmanlı Devleti'ni barışa zorlamak için Çanakkale'de Osmanlı istihkamlarını denizden topa tuttular. Ayrıca Ege Denizi'ndeki 12 adaya asker çıkardılar. Mustafa Kemal ve Enver Paşa Trablusgarp'a geçerek Derne ve Tobruk'ta önemli direniş hatları oluşturdular. Balkan Savaşlarının başlaması üzerine İtalyanlarla barış imzalandı ve Trablusgarp Savaşı sona erdi. Yapılan Uşi Antlaşması'na göre Trablusgarp ve Bingazi İtalya'ya verildi. 12 ada Yunanistan'ın işgal etmemesi için geri verilmek üzere İtalya'da bırakıldı. 1912 Arnavutluk Ayaklanması, "Halâskâr Zâbitân" ve 1912 hükûmet buhranı. 18 Ocak 1912'de kapatılan Meclis-i Mebusan için yapılan seçimler ve Nisan 1912'de seçilen mebuslar İttihat ve Terakki Partisi aleyhtarları tarafından tenkit edildi ve "Sopalı Seçim" olarak isimlendirildi. Partinin orduyu kullanarak bazı bölgelerde halkın tepkisine karşı geldiği iddia edildi. Hükûmet, İtalya'nın Arnavutluk'a da gözlerini diktiğini bildiği için Arnavutluk'a yeni ordu birlikleri göndermişti. Arnavutluk'ta ordu komutanı olan İsmail Fazıl Paşa komutasındaki birliklerden şikayetler gelmeye başladı. Arnavutlukta Priştineli Hasan ve diğer bir iki adayın mebus çıkarılmaması için yapılan müdahalelerin 1912 Arnavutluk Ayaklanması'na sebep olduğu ifade edilmiştir. Bunu bahane bulan muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın önemli üyesi Dr. Rıza Nur'un Arnavutluk'ta bir yeni ayaklanma çıkması için isyanın liderlerinden olan ve Sinop'ta sürgünde bulunan Yakovalı Rıza ile anlaşmış ve kışkırtıcılık yapmış olduğu belirtilmektedir. İsyancı Arnavutların liderleri Priştineli Hasan, Yakovalı Rıza, Necip Dirağa ve İsa Bolatin idi ve İstanbul ile irtibatı Rıza Nur sağlıyordu. Bu isyancılar yayınladıkları bir beyaname ile istediklerini yeni kabinenin düşürülmesi, Meclis-i Mebusan'ın tekrar feshi ve seçimlerin yenilenmesi, askerî hizmetlerin mahalli olması, memurların Arnavutçayı bilmeleri veya Arnavutlardan tayini olarak ilan ettiler. Bu Arnavutluk'ta hükûmetin otoritesini sarstı. 22 Haziran 1912'de isyan devam etmekte iken yüzbaşı rütbeli Tayyar Bey ve Mümtaz Bey; teğmen rütbeli Tahsin Bey, Celâl Bey, Kasım Bey, Melek Fraseri Bey, Nafiz Yey ve Hamza Bey, 1909'da II. Meşrutiyet'in ilanı sırasında Resneli Niyazi'nin dağa çıkmasının benzeri olarak, Manastır'da dağa çıktılar. Hükûmet olayların yatıştırılması ve bastırılması için tedbirler almaya çalıştı. İttihat ve Terraki Partisi genel kâtibi Eyüp Sabri Bey ve Ömer Naci Bey bu dağa çıkma olay yerine gitti ama ekstradan Şehabettin Bey komutası da bir askerî birlik de gönderildi. Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın bu olayları askerî tedbirlerle bastırma isteği olmadığı dağa çıkan isyancılara anlatılıp onları isyan yerine politik yollar kullanılmaları inandırıldı. Arnavut isyan sırasında, İstanbul'daki siyasi muhalefetle ve ordu içinde "Halâskâr Zâbitân" adı verilen bir grup arasındaki ilişkiler ortaya çıkmıştı. Bu muhalif ordu grubu Selanik'te Galip Paşa ve İtalya'ya karşı İzmir'de toplanan birlikler içinde bir tabur kumandanı olan Hüseyin Avni Bey'in öncülükleri altında idi. Böylece, Balkanlar ve özellikle Arnavutluk'ta ve İzmir'de yığılmış olan kıtaların subayları, İttihat ve Terakki Partisi aleyhinde siyasi baskıya giriştiler. "Halâskâr Zâbitân" adına Bostancı'da bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Ferid Paşa, Suphi Paşa ve Zeki Paşa güya aracı olarak katıldı. Melamiler Şeyhi Terlikçi Salih Efendi gibi Hürriyet ve İtilaf Partisi elemanları da toplantıda bulundular. Bu toplantı Halâskâran Grubu bir beyanname yayımladı. Bu beyannamede hükûmetin istifası istenmekteydi. Ama ayrıca Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey'in evine hükûmetin düşmesini sağlaması için bir gizli tehdit mektup da gönderildi. Hükûmette bulunan Harbiye Nazırı ve Bahriye Nazırı'nın istifaları üzerine 16 Temmuz 1912'de Küçük Said Paşa sadrazamlıktan istifa etti. Yerine en kıdemli müşir ve çok saygın bir asker olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa "Büyük Kabine" adı verilen yeni bir hükûmet oluşturdu. Bu kabine içinde eski sadrazamlardan Kıbrıslı Kâmil Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa, Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa bulunmakta ve Bahriye Nazırı olarak da sadrazamın oğlu olan Mahmud Muhtar Paşa bulunmaktaydı. Bu hükûmet partiler ve siyasal görüşler üstü bir politika uygulamayı hedeflenmişti. Ama Balkan Savaşı çıkması dolayasıyla bu hedefine yetişmede başarılı olamadı. Balkan Savaşları'nın çıkması üzerine Ahmed Muhtar Paşa'nın önerisiyle 5 Ağustos 1912'de 4. Meclis-i Mebusan dağıtıldı. Sıkıyönetim ilan edildi. 29 Ekim 1912'de de Ahmed Muhtar Paşa sadrazamlık görevinden istifa etti. Yerine dördüncü kez Kıbrıslı Kâmil Paşa sadrazamlığa getirildi. Balkan Savaşları. I. Balkan Savaşı. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Osmanlı Devleti'ni Balkanlardan çıkarmak isteyen Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Trablusgarp Savaşı'yla uğraşan Osmanlı Devleti'ne savaş açtılar. Rusya'nın saldırmama garantisine güvenen Osmanlı İmparatorluğu ordularını terhis etmişti. I. Balkan Savaşı sırasında birçok cephede birden savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti ağır yenilgiler aldı. Bulgarlar Çatalca'ya kadar ilerlediler, Yunanlar Selanik'i işgal etti. Bu olaylardan faydalanan Arnavutluk da bağımsızlığını ilan etti. II. Balkan Savaşı. Osmanlı Devleti'nden aldıkları toprakların kendi aralarında paylaşırken anlaşmazlık içerisine girdiler. Sırbistan, Yunanistan ve Romanya, Bulgaristan'a karşı savaşa başladı. Osmanlı Devleti bu fırsattan yararlanarak Bulgaristan'a savaş ilan etti. Osmanlı ordusu tarihi şehir Edirne'yi kurtardıktan sonra Meriç'e kadar ilerledi ancak, Avrupalı devletlerin müdahalesi ihtimaline karşı daha fazla ileri gitmedi. II. Balkan Savaşı sonunda yapılan İstanbul Antlaşması ile Edirne ve Kırklareli Osmanlı Devleti'ne geri verildi. Kavala ve Dedeağaç ise Yunanistan'da kaldı. İki devlet arasında Meriç nehri sınır oldu. 1913'te siyasi gelişmeler. 23 Ocak 1913'te İttihat ve Terakkî Cemiyeti ileri gelen ismi olan Enver Paşa öncülüğündeki Yakup Cemil ve adamlarından bir İttihat ve Terakki Partisi fedai grubu Bâb-ı Âli'de bakanlar kurulu toplantısını bastı. Bu baskın sırasında Harbiye Nazırı Nâzım Paşa öldürüldü. Daha sonra Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşa makamına giden baskıncılar, onun başına tabanca dayayarak istifaya zorladılar. Yerine İttihat ve Terakki Partisi'nin baş adamı olan Mahmut Şevket Paşa sadrazam oldu. Bâb-ı Âli Baskını olarak anılan bu olaydan sonra muhalefet şiddetli polis baskısıyla etkisiz hale getirildi. Kâmil Paşa hükûmetinin maliye ve dahiliye nazırları tutuklandı. En büyük muhalafet partisi olan Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin liderlerinin birçoğu yurt dışına kaçtılar. Muhalefet gazeteleri kapatıldı. Mart 1913 Ahrar Partisi lideri olan Prens Sabahaddin'e yakın bazı kişilerin içinde yer aldığı bir hükûmet darbesi girişimi de ortaya çıkartıldı. Bu olay üzerine Ahrar Partisi liderleri Prens Sabahaddin ve Dr. Nihat Reşat'ta yurt dışına kaçtılar. 11 Haziran 1913'te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın Beyazıt Meydanı'nda makam otomobilinin içindeyken uğradığı silahlı suikast sonucunda ölmesi, İttihat ve Terakki Partisi'ne muhalefetin tamamen ezilmesine vesile oldu. Yurt dışında bulunan muhalefet liderlerinin çoğu gıyaben idama mahkûm edildi. Basın ve siyaset dünyasında İttihat ve Terakki Partisi aleyhtarı olarak tanınan 322 kişi Sinop'a sürüldüler. I. Dünya Savaşı. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında katıldı. V. Mehmed 14 Kasım 1914'te Halife olarak İtilaf Devletleri'ne karşı cihat ilan etti. Cihat ilan edilmesi İslam ülkelerinden beklenen yardımın gelmemesiyle sonuçlandı. Hatta bazı Araplar 1916'da Arap Ayaklanması ile Osmanlılara karşı İngiliz kuvvetlerine katıldı. Çanakkale Savaşı'nda önemli bir direniş gösteren Osmanlı Devleti, tüm olumsuz şartlara rağmen, düşman donanmasının boğazlardan geçmesine izin vermedi. Osmanlı birliklerinin kazandığı yerel başarılar sonuca etki etmedi. Ölümü. Mehmed Reşat'ın saltanatı 9 yıl sürdü. 3 Temmuz 1918 Çarşamba günü kalp yetmezliğinden 73 yaşında öldü. Sağlığında mimar Kemalettin Bey'e Eyüpsultan'da, sahile yakın bir konumda inşa ettirdiği Mehmed Reşad Türbesi'nde medfundur. Cenaze törenine kardeşi ve ondan bir sonraki padişah olan VI.Mehmed de katılmıştır. Tarih yazarı Salâhi R. Sonyel, kitabında Sultan Reşad 'ın ölüm nedeninin "İspanyol Gribi" olduğunu belirtmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9367", "len_data": 18937, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.22 }
King, 4 kişiyle oynanan bir iskambil oyunudur. Tarihçe. King, Fransa'da 20. yüzyıl başlarında üniversite öğrencileri arasında oldukça yaygın olarak oynanan Barbu (Le Barbu) oyunun değişik bir versiyonudur. "Le Barbu" ("Barbü" olarak okunur), "Sakallı (adam)" manasına gelir ve iskambil kartları içinde kupa papazını simgeler. Bu kart, oyunun Türkiye'de oynanan versiyonu olan King de Rıfkı'ya karşılık gelir. Kupa papazının alınmaması gereken ceza oyunun ismi de oyunun ismi gibi Barbu'dır. Oynama biçimleri. Oyunun birçok oynama biçimi olmasına rağmen en yaygın oynanan biçimi dejeneredir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9370", "len_data": 590, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.13 }
V. Murad (; 21 Eylül 1840, İstanbul - 29 Ağustos 1904, İstanbul), 33. Osmanlı padişahı ve 112. İslam halifesidir. 93 gün tahtta kalmıştır. Babası, Padişah Abdülmecid, annesi Megrel asıllı Şevkefza Kadınefendi'dir. Önceki Osmanlı padişahı Abdülaziz'in yeğeni ve kendinden sonraki Osmanlı padişahları olan (sırasıyla) II. Abdülhamid, V. Mehmed ve Vahdettin'in ağabeyidir. Padişah Abdülaziz'in bir saray darbesi sonucu tahttan indirilişinden sonra onun yerine tahta geçmiş ve 93 gün boyunca tahtta kaldıktan sonra, akli dengesinin bozulduğu gerekçe gösterilerek 31 Ağustos 1876'da padişahlık makamından indirilmiştir. Osmanlı tarihi boyunca en az süre yönetimde kalmış olan padişahtır. Tahttan indirildikten sonra birçok siyasi grup tarafından yeniden yönetime getirilmeye çalışılmış olmasına rağmen, bu girişimlerin hiçbiri başarılı olmamıştır. Padişah olmadan önceki yaşamı. 21 Eylül 1840'ta Mehmed Murad adıyla başkent İstanbul'da doğdu. 31. Osmanlı padişahı Abdülmecid ile Şevkefza Kadın Efendi'nin büyük oğullarıydı. Babası padişah Abdülmecid tarafından çok sevilmekte ve bu nedenle onun tarafından veliaht ilan edilmek istenmekteydi. Öğrenim Yaşamı. Babasının ilk erkek çocuğu olması dolayısıyla öğrenimi ve eğitimine büyük özen gösterilen V. Murad, döneminin en ünlü bilginlerinden Doğu kültürü ve fen alanında ders aldı. Önce Ethem Paşa'dan, sonra ise Kemal Paşa ile Gardet adlı bir Fransız'dan ders alarak 14 yaşında öğrenmeye başladığı Fransızcasını ilerletti. Muzika-i Hümâyun komutanı Guatelli Paşa ve Augusto Lombardi adlı bir diğer İtalyan'dan aldığı piyano dersleriyle batı musiki alanında ilerleme kaydetti ve kendi kendine birçok şarkı besteledi. Veliahtlık dönemi. Sultan Abdülaziz ile beraber çıktığı Avrupa gezisi sırasında Avrupa'yı yakından görüp hayranlık duymuş, bu gezi sırasında İngiltere'de tanıştığı VII. Edward ile yakın bir dostluk kurmuştu. Amcasının tanıdığı serbestlik sayesinde, Kurbağalıdere'deki köşkünde (Şu anki Marmara Üniversitesi Göztepe Yerleşkesi) ailesi ve maiyeti ile birlikte rahat bir yaşam sürdü. Kendisini, Avrupalı prenslerden farklı görmeyen ve alafranga yaşama biçimini seçen Murad Efendi, dairesinin ve köşklerinin konuklarla dolup taşmasını istediğinden; Jön Türkler, hürriyetperverler, yabancı ve İstanbullu aydınlar velîahtı ziyarete geliyor ve ağırlanıyorlardı. Veliaht Murad, bu dönemlerde meşrutî rejimi savunan Yeni Osmanlılar'la temas kurdu. Sık görüştüğü Şinasi, Namık Kemal ve Ziya beylerle meşrutiyet, demokrasi ve hürriyet konusunda fikir alışverişinde bulunuyordu. Fikir alışverişi yaptıkları bölgeye bu buluşmalardan dolayı bölgeye Fikirtepe adı verildi. Tahta çıkışı ve hükümdarlığı. Veliaht Mehmed Murad efendi tahttan indirilen amcası Sultan Abdülaziz'in yerine 30 Mayıs 1876'da Sultan Beşinci Murad unvanıyla padişah oldu. ""Talebe-i ulûm" ya da "softalar ayaklanması" adı verilen gösteriler, 10 Mayıs 1876'da başlamıştı. "Erkân-ı erbaa"" adı verilen bu grup, iktidar koltuğuna oturduktan sonra Abdülaziz’in hal‘i konusunda anlaşarak, durumu veliaht Murad Efendi'ye bildirdiler. Hal' işinin 31 Mayıs'ta yapılması kararlaştırıldığı halde bazı gelişmeler yüzünden 29-30 Mayıs gecesine alındı. Cülus ve biat tarihinin kararlaştırılan günden bir gün önceye alındığı kendisine bildirilmediği için dairesine gelen askerler tarafından tutuklanacağı vehmine kapılarak depresyona girdi. Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın arabasına binerken Paşa arabadan inmeyerek büyük bir protokol rezaletine imza atmakla beraber, belinden çıkardığı silahı korku içindeki V. Murad'a uzatmış ve korkusu bir kat daha artmıştır. Rıhtımdan çatanaya bindirileceği sırada denizin fırtınadan dolayı kabarması üzerine korkuya kapılarak binmek istememiş müdahale edilerek bindirilmiş, Sarayburnu'na geçilerek bir arabayla Beyazıt'taki Seraskerlik binasına (bugünkü İÜ Merkez Kampüsü) gidilerek orada biat törenine başlanmıştır. Sultan Abdülaziz'in Topkapı Sarayı'na nakledildiği haberi gelince acele ile Dolmabahçe Sarayı'na gidilerek törene orada devam edilmiştir. Kısa süre içinde yaşadığı olayların etkisiyle artan korkusu yüzünden, törenin kısa kesilmesi kararlaştırılmış, toplu halde huzura alınan gayr-i müslim cemaat ruhanileri kendilerine mahsus kıyafetleriyle üzerine yürüyünce kaçmaya çalışmıştır. Seraskerlikte ve saraydaki tören sırasında geleneksel taht Topkapı Sarayı'ndan getirilememiş ve atalarının tahtına oturamamıştır. Padişahların törenle Cuma namazına gittikleri Cuma Selamlığı sırasında kendini sarayın havuzuna atmaya çalışması yüzünden bu törene bir daha cesaret edilememiş, daha da önemlisi saltanatının meşruiyetinin tasdiki anlamına gelen kılıç alayı yapılamamıştır. Birkaç gün sonra Sultan Abdülaziz'in ölüm haberinin gelmesi ve ardından Hüseyin Avni Paşa'nın Çerkes Hasan adlı genç subay tarafından öldürülmesi olayları üzerine kendini tamamen kaybederek yatağında gözleri havaya dikilmiş halde hareketsiz kalakalmıştır. Hususi doktoru olan Dr. Kapolyon'un bir küvetin içine yatırarak elli sülük ile kan almak gibi son derece hatalı tedavi yöntemleriyle durumu daha da fenalaşmış ve adeta kendisinden ümit kesilmişti. Artık iyileşme ümidi kalmadığı için devlet adamlarının kararıyla 93 gün kaldığı Osmanlı tahtından 31 Ağustos 1876 tarihinde indirildi. Sonraki yaşamı. II. Abdülhamid tarafından ailesi ile birlikte zorunlu ikamete mecbur edildi. Taraftarları onun sağlığının iyi olduğu ve haksız yere hal'edildiği propagandasını yayıyorlardı. Bunun üzerine II. Abdülhamid, onu yerli ve yabancı doktorlardan oluşan bir kurula muayene ettirerek hastalığının sürdüğüne ve tedavisinin olanaksız olduğuna yönelik rapor aldı.Onu yeniden padişah yapmak isteyenler tarafından üç defa tahta çıkarma girişimi düzenlenmiştir. İlki, tahttan indirilişinden üç ay sonra gerçekleşti. İkisi Türk, ikisi yabancı olan dört kişilik bir komite, V. Murad'ı Avrupa'ya kaçırmak ve hükümdarlığını kabul ettirmek için kadın kılığında Çırağan Sarayı'na girmeye çalışırken yakalandı. İkinci kaçırma girişimi Cleanti Scalieri-Aziz Bey mason komitesi tarafından düzenlendi. Scalieri vasıtasıyla mason örgütlerine mensubiyeti bulunan Beşinci Murat, Fransız Obediyanslarına bağlı "Terakki (Proodos) Locası"'nda yer almıştı. Bu localarda ilkeler, ""…vicdanlarda hürriyet, adalette eşitlik, ilişkilerde kardeşlik…" olarak tanımlanıyordu. Çeşitli dinler, çeşitli milliyetler ve çeşitli mezheplerin zenginliğinde bölünmüş imparatorluk yapısı, özgürlük, eşitlik, kardeşlik kavramlarıyla bir arada tutulmaya çalışılıyor, bu yapıyı kaynaştıracak söylemler loca içerisinde yüksek seslerle dillendiriliyordu. V. Murad, imparatorluğun yeni değerlere geçişi olarak görülmüştü, bu yüzden onu yeniden tahta çıkarmayı denediler. Murad'ı kaçırarak bir camide biat edip yeniden padişah ilân etmeyi tasarlayan komite üyeleri içlerinden birinin ihbarı üzerine harekete geçmeden yakalandı. 20 Mayıs 1878 günü gerçekleşen üçüncü girişim Çırağan Baskını olarak bilinir. Baskını düzenleyen Ali Suavi'nin öldürülmesi ile sonuçlanmıştır. Ali Suavi vakasından sonra eski padişah ailesiyle beraber Çırağan'ın bugün Beşiktaş Anadolu Lisesi olarak kullanılan harem binasına nakledildi. Bu olaya kadar tanınan birtakım serbestlikler tamamen kaldırılmış ve eski padişah ailesi ile beraber pek çok mahrumiyetlere maruz kalmıştır. Akıl sağlığına tekrar kavuştuğu yönündeki söylentilerin maiyetindeki bazı kalfalar tarafından ortalığa yayılması bu tedbirlerin alınmasında etkili olmuştur. Çırağan'ın dışarı ile tamamen irtibatının kesilmesi ve sıkı bir tarassut altına alınması bu dönemdedir. Ailesi ve maiyetindekilerle beraber kalabalık bir grubu oluşturmuşlar ve bu zümreye "Çırağanlılar" adı verilmiştir. Akıl sağlığına kavuşan sabık padişah günlerini piyano çalarak, torunlarına ithaf ettiği besteler yaparak ve onların müzik yönünde eğitimleriyle ilgilenerek geçirdi. 28 yıl süren bu uzun mahrumiyet yıllarında ailesi genişlemekle beraber kayıplar da yaşanmıştır. Çırağan yıllarında iki kızı, sekiz torunu ve 1903 yılında da; Şehzade Ahmed Nihat Efendi'nin oğlu olan, torun çocuğu Şehzade Ali Vasıb Efendi dünyaya gelmişlerdir. Bununla beraber kızı Fehime Sultan'ın annesi Meyliservet Kadınefendi, kızı Aliye Sultan, torunu Celile Sultan, Selahaddin Efendi'nin ölü doğan iki oğlu ve üç gelini vefat etmiş, bu kayıplar eski padişahı derinden sarsmıştır. Özellikle büyük bir sevgiyle bağlı olduğu annesi Şevkefza Valide Sultan'ın ölümünden sonra ise, günlerce kimseyle görüşmemiş, yemek yemeyi bile reddederek kederini uzun zaman yaşamış, eski günlerindeki hayata bağlı halinden eser kalmamıştır. Ölümü. V. Murad; kızı Hatice Sultan'ın, II. Abdülhamid'in damatlarından Kemaleddin Paşa ile giriştiği bir gönül ilişkisinin açığa çıkması üzerine şeker hastalığına yakalanmış ve bu rahatsızlığına eşlik eden kanlı basurun da etkisiyle 29 Ağustos 1904'te ölmüştür. Vasiyet ettiği türbeye gömülmesine II. Abdülhamid izin vermedi. Sessiz sedasız ve gösterişsiz şekilde Yeni Cami Türbesi'nde, annesinin yanına defnedilmesi emredildi. Cenazesi, Topkapı Sarayı'na nakledilmiş, padişahlara mahsus şekilde Hırka-i Saadet Dairesi'nde gasledilerek teçhiz ve tekfini yapıldıktan sonra cenaze namazı için Sirkeci'ye getirilmiştir. Burada halkın dikkatini çekmemek ve herhangi bir taşkınlığı engellemek için askerî birlikler kordon oluşturarak sıkı tedbir almalarına rağmen, bazı gruplar kordonu aşarak tabuta ulaşmışlar ve eski padişaha duydukları saygıyı göstermişlerdir. Yeni Cami haziresinde Turhan Valide Sultan Türbesi'ne ek olarak inşa edilen Cedid Havatin Türbesi'nde annesinin yanına defnedildi. Kişiliği ve kişisel hayatı. Çocukluğunda iyi bir eğitim alan Sultan V. Murad, iyi derecede Fransızca öğrendi. Okumaya ve edebiyata oldukça düşkündü. Fırsat buldukça Fransa'dan getirttiği kitapları, yabancı gazeteleri uzun uzun okur, veliahtlık döneminde Ziya Paşa, Namık Kemal gibi o devrin birçok şairi ile sohbetlerde bulunurdu. Müziğe de meraklı olan Sultan V. Murad, hem piyano çalar hem de Batı müziği dalında besteler yapardı. Schottich ve Valse bilinen eserleridir. Sultan Vahideddin'in: Biraderi (V. Murad'ı) terazinin bir tarafına, biz diğer yedi biraderi öbür tarafına koysalar birader ağır basardı. dediği kaynaklarda belirtilmiştir. Besteciliği ve eserleri. V. Murad, eserlerinde Türk müziği formlarını kullanmamış, batı formunda eserler vermiştir. Tahttan indirildikten sonra Çırağan Sarayı'nda bestelediği büyük ciltlerde toplanmış notları kalmış, bu ciltler önce İstanbul Üniversitesi kütüphanesine alınmış; daha sonra araştırmacı sanatçı Vedat Kosal'a hediye edilmiştir. Vedat Kosal; Ethem Eldem ve Kıyameddin Barlas'la birlikte incelenip eski Türkçeden Latin harflerine geçirilmiştir. "Aydın Hevâsı" başlığıyla armonize ettiği Zeybek, müzik tarihinde bir Türk halk türküsünün piyano için çok seslendirildiği ilk eser olarak değerlendirilir. Popüler kültürdeki yeri. Hayatını anlatan ve kendi bestelerine de yer verilen V. Murad Balesi'nin dünya prömiyeri 3 Mayıs 2012'de Ankara Devlet Opera ve Balesinde yapılmıştır. 2012 yılında TRT 1'de yayınlanan Kirli Oyunlar isimli dizide Sezgin Erdemir tarafından canlandırılmıştır. 2014 yılında TRT 1'de yayınlanan Filinta dizisinde Uğur Uludağ tarafından canlandırılmıştır. 2017 yılında TRT 1'de yayınlanan Payitaht Abdülhamid dizisinde yaşlılığı Nevzat Yılmaz tarafından canlandırılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9375", "len_data": 11238, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.39 }
I. Abdülmecid (, 25 Nisan 1823, İstanbul – 26 Haziran 1861, İstanbul), 31. Osmanlı padişahı ve 110. İslam halifesidir. II. Mahmud'un, Bezmialem Sultan'dan olan oğludur. Döneminde Tanzimat Fermanı'nı ilan ettirmesiyle ünlüdür. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dört padişahının babası olarak, en çok sayıda oğlu padişahlık yapmış Osmanlı hükümdarı olan Abdülmecid, babası II. Mahmud gibi vereme yakalanmıştı. Ihlamur Kasrı'nda öldüğünde 38 yaşındaydı. Fatih'in Sultan Selim semtinde, Yavuz Selim Camii Haziresi'ne defnedildi ve bugün adı verilen bir türbesi bulunmaktadır. Yaşamı. Batı kültürüyle yetiştirilmiştir. İyi Fransızca konuşur ve batı müziğini severdi. Babası II. Mahmud gibi yenilik yanlısıydı. Babasının ölümü üzerine tahta çıktı. Abdülmecid'in tahta çıkışı sevinç uyandırmıştı. Talihi, Mustafa Reşit, Mehmet Emin Ali Paşa, Fuat Paşa gibi devlet adamlarına rastlamasıydı. Saltanatı sırasında en çok tutucuların muhalefetiyle karşılaştı. 1840'lı yıllarda İrlanda'da ortaya çıkan ve milyonu aşkın insanın ölümüyle sonuçlanan kıtlık esnasında, İrlandalı bir doktor ziyaretçisinin kendi ailesini de bu kıtlığa kurban verdiğini söylemesi üzerine gemiyle bu ülkeye gıda yardımı yapılmasını sağlamıştır. Bu davranış hâlen İrlanda halkı tarafından takdir edilmektedir. Saltanatı. 1 Temmuz'da (1839) tahta çıktığında; Mısır sorunu Nizip yenilgisiyle (24 Haziran 1839) çıkmaza girmiş durumdaydı. Babasının cenaze töreni sırasında başvekil Mehmet Emin Rauf Paşa'dan padişahın mührünü zorla alan, Meclisi Valayı Ahkâmı Adliye Reisi Koca Mehmet Hüsrev Paşa, kendisini sadrazam ilan ettirdi (2 Temmuz 1839). Henüz Nizip bozgunundan haberi olmayan padişah, sorunu çözmek için orduya ve donanmaya harekâtı durdurmaları için emir gönderdi. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bağışladığını ve anlaşmak istediğini bildirmek üzere Köse Akif Efendi'yi Mısır'a yolladı. Bu arada düşman saydığı Hüsrev Paşa'nın sadarete gelmesinden korkan Kaptan-ı Derya Ahmet Fevzi Paşa, donanmayı Mısır'a götürüp, Mehmet Ali Paşa'ya teslim etti (3 Temmuz 1839). Nizip yenilgisinin haberi İstanbul'a ulaştı. Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya, verdikleri ortak bir notayla Mısır sorununun kendilerine danışılmadan çözülmemesini istediler (27 Temmuz 1839). Bu nota kabul edildi. Böylece Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin bir tür güdümü altına girmiş oldu. Tanzimat Fermanı. Londra ve Paris'te, Osmanlı devletindeki ıslahat hazırlıkları konusunda görüşmelerde bulunan hariciye nazırı Mustafa Reşit Paşa, bir ıslahat programının gerekliliğine padişahı inandırdı. Hazırlanan Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Hatt-ı Şerif ya da Tanzimat Fermanı da denir) Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım'da Gülhane'de okundu. Tanzimat dönemini açan bu belgeyle, yargılamasız kimsenin cezalandırılamayacağı, mal ve mülkünün zorla alımına gidilemeyeceği ilkesi getiriliyor, devletle birey arasındaki ilişkileri düzenleyecek yasaların çıkarılacağı açıklanıyordu. Tanzimat Fermanı'nın uyandırdığı olumlu hava Mısır sorununun çözümünü kolaylaştırdı. Birleşik Krallık'ın önerisiyle, beş büyük devlet Londra'da bir araya geldiler. Mısır valisini destekleyen Fransa dışlanarak, 15 Temmuz 1840'ta Birleşik Krallık, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Antlaşması imzalandı. Mısır valiliği veraset yoluyla Mehmet Ali Paşa'ya bırakılarak, ele geçirdiği topraklar ve Osmanlı donanması geri alındı. Aynı devletler, aralarına Osmanlı Devletiyle Fransa'yı da alarak imzaladıkları Boğazlar Sözleşmesi ile (13 Temmuz 1841) Osmanlı Devleti'nin boğazlar üzerindeki egemenliği tanındı ve boğazlar yabancı savaş gemilerine kapatıldı. Tanzimatın öngördüğü ilkeleri uygulamak için Meclis-i Âli-i Tanzimat kuruldu (1853). Her eyaletten, yörelerinin gereksinmelerini bildirmek üzere ikişer temsilci İstanbul'da toplantıya çağrıldı. Merkezden her bölgeye gönderilen imar meclisleri çalışmaya başladı. Mâliye, Fransa'daki örgütlenme temel alınarak düzenlendi. Mâli yetkililer, idare amirlerinden alınarak defterdarlara verildi. Vergilerin saptanması vilâyet meclislerine, toplanması da muhassıl adı verilen vergi memurlarına bırakıldı. İltizam yöntemi kaldırıldı. Aşar, her yerde eşit olarak alınmaya başladı. Hristiyanlardan alınan vergilerin toplanmasında patrikhanelerin aracılığı kabul edildi. Ticaret meclisleri kuruldu. Fransız ceza kanunu çevrilerek uygulamaya konuldu. Meclis-i Maarif-i Umumiye toplandı (1845). İlk idâdiler açıldı. 1847'de Maârif-i Umûmiye Nezâreti kuruldu. 1848'de ilk muallim mektebi, aynı yıl Harbiye'de kurmay sınıfı, 1850'de Darülmaarif adı verilen lise, 1851'de ilk bilim akademisi sayılan Encümen-i Daniş açıldı. 1846'da Darülfünun binasının temeli atıldı. Askerlik yasası çıkarılarak (6 Eylül 1843) kura yöntemi benimsendi, askerlik süresi 4-5 yıl olarak sınırlandı. Abdülmecid, Tanzimat'ın uygulanmasında karşılaşılan zorlukları yerinde görmek amacıyla yurt gezilerine çıktı. 1844'te İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu, Çanakkale, Limni, Midilli, Sakız'ı ziyaret etti; 1846'da Silistre'ye kadar uzanan bir Rumeli gezisi yaptı. Her yıl Meclisi Vâlâyı Ahkâmı Adliye'yi bir nutukla açması, onun milletvekili düzenine yakın olduğu görüşünü destekler. Tanzimat sonrası gelişmeler ve Kırım Savaşı. Devletin bütün kurumlarında başlatılan yenileşme çabaları, karşılaşılan tepkiler dolayısıyla istenilen sonucu vermedi. Abdülmecid zaman zaman tutucuları görevlendirmek zorunda kaldı. İmkansızlıklar nedeniyle yeniden iltizam yöntemine dönüldü. 1840'ta kâime-i mutebere adıyla ilk kâğıt para çıkarıldı. Devlet ıslahat işleriyle uğraştığı sırada Birleşik Krallık ve Fransa'nın çıkar çatışmaları ve kışkırtmalarıyla Suriye ve Lübnan'da Dürziler ile Maruniler arasında olaylar çıktı (1845). 1848 ihtilâlleri sırasında Avusturya'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Macar yurtseverleri Türkiye'ye sığındı. Bab-ı Âli'nin, Avusturya ve Rusya'nın baskı ve tehditlerine karşın sığınanları geri vermemesi Avrupa'da Osmanlı Devleti'nin saygınlığını yükseltti. Eflak ve Boğdan'a da yansıyan ayaklanma, İngilizlerle yapılan Baltalimanı Antlaşmasıyla (1 Mayıs 1849) geçici olarak sonuca bağlandı. Bir süre sonra ortaya çıkan kutsal yerler sorunu, Osmanlı Devleti ile Rusya'yı savaşa sürükledi. Kudüs'teki katolikleri korumak için başvuran Fransa'ya karşı, Rusya da ortodoksların haklarını korumak için harekete geçti. Bab-ı Âli'ye verdiği bir nota ile ortodokslara geniş haklar tanınmasını, bunların koruyuculuk hakkının da kendisine verilmesini istedi. Osmanlı hükûmeti bunu kabul etmeyince de Eflâk ve Boğdan'ı işgal etti. Bunun üzerine Abdülmecid, Rusya'ya savaş açtı (4 Ekim 1853). Osmanlı Devleti, müttefikleri Birleşik Krallık, Fransa, Piyemonte ile birlikte Kırım Savaşı'nı kazandı. Yalnız, Paris'te imzalanacak barış antlaşmasından önce padişah, Tanzimat Fermanı'nı tamamlayan Islahat Fermanı'nı ilân etmek zorunda bırakıldı (18 Şubat 1856). Azınlıklara, savaştan önce Rusların istediğinden daha fazla haklar veren bu belge, Paris Antlaşması'nı (30 Mart 1856)'da imzalayan Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve Piyemonte tarafından senet kabul edildi. Böylece, bir iç sorun olan ıslahat konusunda yabancılara müdahale hakkı tanınmış oldu. Buna karşılık Osmanlı Devleti imzacı devletlerin güvencesi altında bütünlüğünü koruyor ve Avrupa devletleriyle eşit haklara sahip sayılıyordu.Siyasi buhranları bu şekilde atlatan Abdülmecid, yeniden ıslahat işlerine döndü. 1856'da askerlik teşkilâtı yedi ordu esası üzerine kuruldu ve Hristiyanlar da askere alınmaya başlandı. Maarif-i Umumiye nezareti kuruldu (28 Nisan 1857). Avrupa'ya öğrenci gönderildi (1857). Mülkiye Mahreç Mektebi (1859), Telgraf Mektebi (1860) gibi bazı meslek okulları açıldı. Yeni toprak kanunu (Arazi kanunnamesi) yayınlandı (1857). Devletin gelir ve giderleri bir bütçeye bağlandı. Tersane yeniden düzenlendi. Abdülmecid, çeşitli toplulukları eşitlik ilkesi içinde ve Osmanlılık düşüncesi çevresinde birleştirmeye çalıştı. Fakat, özellikle Gayrimüslimlerde uyanan ve batılı devletlerce desteklenen ulusçuluk duyguları böyle bir birliğin kurulmasını olanaksızlaştırıyordu. 1856 Islahat Fermanı'yla Gayrimüslimlere verilen geniş ayrıcalıklar, Müslümanların tepkisine yol açtığı gibi, Gayrimüslimler de askere alınma kararına karşı çıktılar. Osmanlı toplumu yeniden huzursuz bir ortama sürüklendi. Cidde'de (1857), Karadağ'da (1858) olaylar çıktı. Avrupa devletleri olayların bir Avrupa kurulunca denetlenmesini istediler. Avrupa devletlerinin devletin içişlerine karışmasından hoşlanmayanlar, padişahı ve hükûmet erkânını öldürüp Abdülaziz'i tahta çıkarmak için örgütlendiler. Kuleli Vakası olarak bilinen bu örgütlenme, bir ihbar üzerine dağıtıldı (14 Eylül 1859), önderleri cezalandırıldı. Bu sırada mâli durum da çıkmaza girmişti. Savaş giderlerini karşılamak üzere ağır koşullarla alınan dış borçların hazineye büyük yükü yanında padişahın ve sarayın sorumsuz harcamaları da durumu gittikçe ağırlaştırıyordu. Devlet, Kırım Savaşı sırasında ilk kez dışarıdan borç almak zorunda kalmıştı (24 Ağustos 1854). Bunu ikinci (1855), üçüncü (1858), dördüncü (1860), borçlanmaları izledi. Beyoğlu sarraflarından alınan borçlar da 80 milyon altın lirayı aştı. Bunlar için rehin verilen mücevherlerle borç senetlerinin bir bölümü yabancı tüccar ve bankerlerin eline geçti. Durumu sert biçimde eleştiren sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa azledildi (18 Ekim 1859). Birleşik Krallık, Fransa, Avusturya, Prusya ve Rusya Bab-ı Âli'ye bir nota vererek, Islahat Fermanı'nda söz konusu edilen ıslahatların gerçekleştirilmesini istediler (Ekim 1859). Bunların sağlanması için ayrı ayrı müdahalede bulunacaklarını da belirttiler. Nitekim Rusya ilk adımı atarak, Bosna-Hersek ve Bulgaristan'daki Hristiyanların durumunu uluslararası bir kurulun incelemesini istedi. Bu sorun çözülmeden, Lübnan olayları yeniden alevlendi (1860). Ardından Şam olayı patlak verdi. Hollanda ve Amerikan konsolosları bu karışıklıklar sırasında öldürüldü (1860). Hariciye nazırı Fuat Paşa, olağanüstü yetkili olarak Lübnan'a yollandı. Fransa, Beyrut'a asker çıkardı. 9 Haziran 1868'de Lübnan ayrıcalıklı sancak durumuna getirildi. Mimari çalışmalar. Sultan Abdülmecid, dışarıdan aldığı borçların bir kısmıyla saray ve köşkler yaptırdı. Dolmabahçe Sarayı (1853), Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857), Edirne Meriç Köprüsü (1847), Büyük Mecidiye Camii (Ortaköy Camii) (1853) Küçük Mecidiye Camii (1849), Teşvikiye Camii (1854) Hırka-i Şerif Camii (1851), döneminin başlıca yapıtlarıdır. Bezmiâlem Valide Sultan Gureba Hastanesi'ni yaptırdı (1845-1846). Yeni Galata Köprüsü de aynı tarihte hizmete girdi. Yine İstanbul'daki Mecidiyeköy semti adını ondan almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9376", "len_data": 10560, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.24 }
II. Mahmud (Osmanlı Türkçesi: محمود ثانى "Mahmud-u sānī", محمود عدلى "Mahmud-u Âdlî"; d. 20 Temmuz 1785, İstanbul – ö. 1 Temmuz 1839, İstanbul), 30. Osmanlı padişahı ve 109. İslam halifesidir. Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den sonra Osmanlı Hanedanı'nın üçüncü ve son soy atasıdır. Son altı Osmanlı padişahından ikisi onun oğlu, dördü ise torunudur. Tahtta kaldığı 31 yıl, Osmanlı tarihinin siyasi açıdan en bunalımlı dönemlerinden biridir. Balkanlar'da imparatorluğun dağılma sürecini başlatan Sırp ve Yunan isyanları; Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının Navarin'de Osmanlı donanmasını imha etmesi ve asi ilan ettiği Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordularının Suriye ve Anadolu'yu geçerek Kütahya'ya kadar gelmeleri gibi olaylar ile karşı karşıya kalan Sultan II. Mahmud, bir diğer taraftan gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini değiştirerek Osmanlı modernleşmesinin temellerini atmış, ölümünden dört ay sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı'na giden yolun hazırlayıcısı olmuştur. Hükümdarlığı dönemindeki icraatları nedeniyle bazıları kendini devleti tekrar ihya etmek üzere her yüzyılda bir gelmesi beklenen "müceddid" olarak kabul edip ""büyük" sıfatıyla yâd etmiş; muhalifleri ise yaptığı reformlardan dolayı "gâvur padişah" olarak nitelendirmişlerdir. Siyaseten (yargılamasız) idam yetkisini kullanan son padişahtır. Şehzadelik yılları. Sultan II. Mahmud, 20 Temmuz 1785'te Topkapı Sarayı'nda dünyaya geldi. Babası, Sultan I. Abdülhamid; annesi ise I. Abdülhamid'in sekizinci hanımı olan Nakşidil Sultan'dır. Bütün hayatı boyunca kullanacağı "Adlî"" mahlası, kendine doğduğu zaman verilmiştir. Şehzade Mahmud, peder-i âlileri öldüğünde henüz 4 yaşındaydı. Sultan I. Abdülhamid'in ardından 1789'da tahta çıkan III. Selim kısır olduğu için Şehzade Mahmud ile çocuğu gibi ilgilenmişti. Şehzade Mahmud'un kendinden 6 yaş büyük olan ağabeyi Şehzade Mustafa ile birlikte ikisinin de eğitimlerine önem vermiş hatta onlara dönemin koşullarının elverdiği ölçüde özgürlük de tanımıştır. Şehzade Mahmud, Topkapı Sarayı'nda Şehzadegan Mektebi'ne devam edip, geleneksel tarzda bir eğitim alırken; diğer taraftan Sultan Selim onu sık sık yanına çağırıp siyasal ve diplomatik sorunlar üzerine sohbetler ederdi. Şehzade Mahmud reformların gerekliliği ile Sultan Selim'in bir dizi reform çabası içerisinde geçen saltanatı sırasında tanışmıştır. Büyük bir müzisyen olan III. Selim, dönemin musikî üstatlarını toplayarak Topkapı Sarayı'nda fasıl heyeti düzenlerdi. Sultan II. Mahmud'un şehzadeliğinde bu musiki ortamından etkilendiği çok açıktır ki kendi de tambur çalar ve ney üflerdi. Mûsikî sevgisi, onun da tüm hayatına damgasını vurmuştur ve kuzenine yakın seviyede büyük bir bestekâr olmuştur. III. Selim, sık sık Galata Mevlevihanesi'ne giderek Şeyh Gâlib'i ziyaret eder, burada ney üfleyip semâ âyinlerine katılır, şiir sohbetleri yapardı. Bu toplantılar, aynı sıklıkla sarayda da tekrarlanırdı. Mahmud'un hat sanatı ile olan ilgisi de şehzadelik yıllarında başlamış ve iyi bir hattat olarak yetiştirilmişti. Sarayın hat hocalarından Kebecizâde Mehmet Vasfî Efendi'den sülûs, nesih dersleri almış; şehzadeliğinin son yıllarında 1807'de bir hilye yazarak icâzet almaya hak kazanmıştı. Mahmud, şehzadeliği sırasında topçuluk alanında kendini geliştirerek topçulukla ilgili bir risâle de yazmıştı. Ayrıca Sadabad'da bulunan kendi adına yazılmış bir dikilitaşta, Mahmud'un buradan karşı tepelere top atış talimleri yapmasının anısına o taşın dikildiği belirtilir. Tahta çıkışı. Şehzade Mahmud, ağabeyi Sultan IV. Mustafa'nın 14 aylık saltanatı boyunca korku dolu günler geçirdi. İstanbul'dan sağ kurtulup kaçabilen Nizam-ı Cedidciler Rumelide yenilikçi ve III. Selim yanlısı olan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa'nın yanına sığınmışlardı. Tarihe Rusçuk ayanı diye geçen bu kişiler, III. Selim'i tekrar tahta çıkarmaya karar vermişlerdi. Alemdar Mustafa Paşa 28 Temmuz 1808'de 15 bin kişilik ordusu ile Sultan III. Selim'i tahta çıkarmak için Topkapı Sarayına dayandığında tahtta bulunan Sultan IV. Mustafa, Sultan III. Selim ve kardeşi Şehzade Mahmud'un ölüm emrini verdi. Haremdeki dairesinde feci şekilde öldürülen Sultan Selim'in cesedi Arz Odası'nın önünde bırakıldı ve Alemdar Mustafa Paşa, sarayın Babüssade kapısını kırdığında tahta çıkarmak için geldiği Sultan III. Selim'in cesedi ile karşılaştı. Bunun üzerine Şehzade Mahmud'un derhal bulunup getirilmesini emretti. O sırada haremde Şehzade Mahmud'u katletmek için cellatlar ile Şehzadenin hizmetkarları arasında çatışmalar yaşanıyordu. Şehzadenin maiyetindeki cariyelerden Cevri Kalfa'nın hamam külhanından aldığı bir kase külü katillerin yüzüne avuç avuç atmasıyla kazanılan zamanla ağalar Şehzade Mahmud'u damdan kaçırmayı akıl ettiler. Haremden Kuşhane'nin damına geçen şehzade, kuşaklarla birbirine bağlanan iki merdivenle Başimam Hafız Ahmet Efendi ve arkadaşları tarafından Enderun avlusuna indirildi ve Alemdar Mustafa Paşa'nın bulunduğu yere getirildi. Oradan Hırka-i Saadet dairesine geçilerek Sultan II. Mahmud'a biat edildi. Sultan II. Mahmud tahtı borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Tahta çıktığı ilk gün Sultan III. Selim'in ölümüne sebep olanlar birer birer idam edildi ve o gün sarayın kapısında 33 kesik baş sergilendi. Ancak Sultan II. Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'nın ısrarına rağmen ağabeyi Sultan IV. Mustafa'yı öldürtmedi. Buna karşın Sultan IV. Mustafa, daha sonraları, 17 Kasım 1808'de, yeniçeriler ile beraber tekrar tahta geçme planları yaptığı gerekçesiyle şeyhülislam fetvası ile boğdurtulmuştur. Sultan II. Mahmud, hayatının kurtulmasını sağlayan Cevri kalfayı ise Hazinedarbaşılığına getirdi ve ona Çamlıca'da geniş arazi vererek bir de köşk yaptırdı. İstanbul'daki karışıklıklar ve güvensizlik nedeniyle Sultan Mahmud'un kılıç alayı uzun bir gecikmeden sonra 13 Eylül 1808'de yapıldı. O gün, Topkapı Sarayı'ndan çıkılarak Seyf-i Nebevi'yi Silahdar Ağa alayın önünde taşırken Enderun müezzinleri tekbir getiriyor; Alemdarın seğmenleri de muhafızlık ediyordu. Sultan Mahmud, Eyüp Sultan'da Muhammed'in halifesi olduğu için ona izafe edilen kılıcı sağ tarafına; atası Osman Gazi'nin kılıcını ise Osman oğullarının soy atası olması umut edildiği için sol tarafına kuşandı. Saltanatı dönemindeki önemli siyasi olaylar. Sened-i İttifak ve Alemdar Vakası. Sultan Mahmud, ilk olarak tahta geçmesine yardımcı olan Alemdar Mustafa Paşa'ya geniş yetkiler vererek iç karışıklıklara ve devletin otoritesinin zayıflamasına neden olan ayanlar meselesinin çözülmesini istedi. Bunun üzerine 29 Eylül 1808'de İstanbul'da toplanan ayanlar ile hükûmetin emirlerini yerine getireceklerine dair Sened-i İttifak'ı imzaladı. Bu olay padişahın ayanlar karşısında çaresiz durumda görülmesine yol açtığı için bu belgeler kısa bir süre sonra yok edildi. Amcasının oğlu III. Selim'in yolundan ilerleyen Sultan Mahmud, Nizam-ı Cedid ordusunu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden düzenledi. Sekban-ı Cedid'in giderek güçlenmesi ve aylıklarının fazla olması nedeniyle rahatsız olan Yeniçeriler ayaklandılar. Bu ayaklanmada Alemdar Mustafa Paşa öldü. İstanbul'da birçok yangının ve yağmanın başlaması üzerine 18 Kasım 1808'de Sekban-ı Cedid ocağı kaldırıldı. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı ve Bükreş Antlaşması. Sultan Mahmud padişah olduğunda Ruslarla sınır muharebeleri devam ediyordu. 1810‘da Ruslar ikinci defa Silistre kalesini kuşatmışlardı. 1811‘de Napolyon Ruslara savaş açınca Osmanlı sınırındaki Rus baskısı azaldı, bir rahatlama oldu. Bu sıralarda Napolyon, Rusya seferine çıkmak üzereydi. Osmanlıya da Rusya'ya yürümesini teklif etti. Fakat İngiltere ve Osmanlı dışında bütün Avrupa'yı işgal etmiş olan Napolyon'a güvenilip müttefik olarak kabul edilemedi, Sultan Mahmud teklifi reddetti. Ruslarla 28 Mayıs 1812'de Bükreş Anlaşması yapıldı. 8 Eylül 1812 tarihinde imzalanan Bükreş Antlaşması ile Rusya, Eflak ve Boğdan'dan ile birlikte işgal ettiği topraklardan çekilecek, Besarabya bölgesi ise Ruslar'da kalacaktı. Sırp İsyanının Bastırılması ve Ayanlara Karşı Mücadele. Sırp meselesini halletmek Sultan Mahmud için en hayati meselelerden biriydi. Sırplar 9 yıldır isyan halindeydi. Bu isyanlar bir türlü bastırılamamıştı. Rumelideki 3. Ordu bunun için görevlendirildi. Hurşit Ahmet Paşa, tertip ettiği 80 bin kişilik ordusuyla Niş'ten yürüyüşe geçerek Sırpların üzerine yürüdü. 30 Ekim 1813'te Hurşit Ahmet Paşa Belgrad'a girdi. Sırplar'ın eline geçen kaleler ve şehirlerin geri alınmasıyla isyan sona erdi. İsyanın lideri Kara Yorgi Avusturya'ya kaçmak zorunda kaldı. Sultan II. Mahmud, Bükreş Antlaşması'nın getirdiği barış ortamını fırsat bilerek tahta geçer geçmez imzalamak zorunda kaldığı Sened-i İttifak'ı, devlete başkaldıran ayanları ortadan kaldırmak için bir delil kabul etti. Alemdar'ın öldürülmesinden sonra Rumeli'de ve Anadolu'da ayanlar, başkenti hiçe sayarak hareketlerine devam ettiler. Sultan Mahmud Otoritesini imparatorluğun her tarafında geçirmek için bu ayanlara karşı esaslı bir harekete geçti. Bu doğrultuda yapılan çalışmalarla ayanlardan bir kısmı öldürüldü. Bazıları da sürüldü. Bütün bu ayaklanmalara ve iç harplere rağmen Rumeli'de ve Anadolu'da devlet otoritesini kurmak mümkün oldu. 1821-1823 Osmanlı-İran Savaşı. 1813 yılındaki Gülistan Antlaşması ile Azerbaycan ve Kafkaslar'da Ruslara büyük ölçüde toprak kaptıran İran'daki Kaçar Hanedanı, bu toprak kayıplarını Osmanlılar'dan toprak alarak telafi etmek istediği için Avrupalıların da kışkırtmalarıyla Bağdat ve Şehrizor bölgelerine saldırılar düzenledi. Sınır olaylarının ve saldırıların yoğunlaşması üzerine II. Mahmud, İran'a savaş ilan etti (1820). İran orduları, Osmanlı idaresinden memnun olmayan Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki bazı İran (Kaçar) yanlısı aşiretlerin de yardımıyla Doğubeyazıt ve Bitlis'i aldıktan sonra Erzurum ve Diyarbakır'a doğru iki koldan ilerlediler. Savaş, Osmanlıların aleyhine devam ederken İran Ordusunda büyük bir kolera salgını başladı. İran Ordusu'nun ağır kayıplar vermesi üzerine Kaçar hükümdarı Feth Ali Şah barış istedi ve Erzurum Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmayla İran ele geçirdiği yerleri geri vererek eski sınırlarına çekilmeyi kabul etti. Yunan İsyanı ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı. 1821 yılında Yunan âsilerin Mora'daki sivil Türkler'i kılıçtan geçirmeleri üzerine II. Mahmud, isyanın başlıca tahrikçisi olan İstanbul'daki Ortodoks Patriğini astırdı. Romanya'da da Rusya'nın tahrikiyle bir isyan çıktı. Türk ordusu, bu isyanı kolayca bastırdı. Fakat Mora isyanı bastırılamadı. Zira bir Fransız kolordusu başta olmak üzere bütün Avrupa'dan yardım alıyordu. Yalnız Avusturya Osmanlı'yı tutuyordu. Prusya, İngiltere ve İspanya tarafsızdı. Rusya ile Fransa, Yunanistan'a bağımsızlık verilmesini şiddetle istiyorlardı. Lord Cochrane ve Sir Richard Church gibi İngiliz generallerinin komutasındaki Yunanlar, tamamen ezilmişler; isyan Mısır ordusu tarafından tamamen bastırılmıştı ki 20 Ekim 1827'de Navarin faciası oldu. Türk donanması, Mora'nın güneybatısındaki bu limanda bulunuyordu. İngiliz – Fransız – Rus müttefik donanması, savaş bayrağı çekmek usulden olduğu halde bunu yapmaksızın limana girdi, böyle bir hareket beklemeyen Osmanlı donanmasına birdenbire ateş açıp imha etti. Navarin faciasının hemen akabinde 1828'de Rusya da Yunanistan ile ilgili istekleri kabul ettirmek için Osmanlı Devletine savaş açtı. Bir sene önce donanması Navarin'de yok olan, Yeniçeriler'i de kanlı bir katliamla ortadan kaldıran, yeni modern ordusu henüz çekirdek halinde bulunan II. Mahmud, Avrupa'nın baskısına karşı koyamadı. Rus ordusunun Balkanlar'ı geçip Edirne'ye kadar gelmesi üzerine Rusya ile Edirne Antlaşması imzalandı. Ruslar, bütün Osmanlı topraklarından çekildi. Ancak Yunanistan'a bağımsızlık koparmakla yetindi, böylece Balkanlar'daki Ortodokslar arasında koruyucu rolüne sahip çıkmayı umuyordu. Mora ve Attika yarımadaları ile Eğriboz ve Kiklad adalarından ibaret küçücük 49.414 km² bir Yunan Krallığı kuruldu. Fransa'nın Cezayir'i İşgali. 1797 yılında Yeniçeriler'in Cezayir'in yönetimi için seçtiği İzmirli Hüseyin Paşa, Fransa için borç para vermişti ancak Fransa borcu ödemeyince Hüseyin Paşa'nın hakaretlerinden dolayı iki ülke arasında gerginlik oluştu. Bu sırada, düşmek üzere olduğu için halkı dış meselelerle oyalamak istiyen Fransa Kralı X. Charles de 1830 yılında da Cezayir'i işgal etti. Ancak o sırada Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın isyanının başlaması üzerine Cezayir meselesi sonuçsuz kaldı. Buna rağmen bazı Türk sancakbeyleri, bilhassa İstanbul sancakbeyi Ahmet Paşa, Fransızları yıllarca uğraştırdı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mora'da büyük güçler karşısındaki kayıplarını tazmin için Sultan Mahmud'dan zengin insan ve doğa kaynakları olan Suriye eyaletinin valiliğini istedi. Sultan Mahmud ona, bunun yerine Girit valiliğini verdi ama adada düzen sağlamanın kendi için büyük mali yük getireceğinin farkında olduğundan Mehmet Ali Paşa bunu reddetti. 1831'de Suriye'ye karşı karadan ve denizden bir sefere girişti. Yeniden canlandırılan Mısır ordusuna komuta eden oğlu İbrahim Paşa, Akka, Şam, Hama ve Humus'u alarak Toroslar'ı aştı. Anadolu'da yerel nüfustan heyecanlı bir karşılama gördü. Sultan Mahmud, böylesine açık bir isyana tahammül gösteremezdi. Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa asi ilan edilip üzerlerine Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasında bir ordu gönderildi. İki ordu Konya'da karşılaştığında Osmanlı ordusu yenildi ve sadrazam esir alındı. Kütahya Anlaşması. Mehmet Ali Paşa, Sultan Mahmud'tan af dilemek ve kazandığı toprakları elinde tutmayı talep etmek üzere bir mektup yazarken, İbrahim Paşa babasına kendi adına hutbe okutup, sikke kestirip bağımsızlık ilan etmesi için baskı yapıyordu. Ocak 1833'te İbrahim Paşa, Bursa'ya bir adımlık mesafedeki Kütahya'ya varmıştı. Mısırlıların ilerlemesi, İstanbul'un tedarik hatlarını kısmen kesmiş kentte açlık tehlikesi baş göstermişti. Ne İngiltere ne de Fransa'da kesin yardım vaadi alamayan Sultan Mahmud yardım için Çar Nikolay'a başvurmak zorunda kaldı. Mehmet Ali Paşa'nın başarıları herkesten çok Rusya'da kuşku uyandırmıştı. Çünkü Mehmet Ali Paşa'nın İstanbul'da yerleşmesi ve Osmanlı yönetimine el koyarak Rusya dibinde zayıf Osmanlı İmparatorluğu yerine diri ve kuvvetli bir imparatorluk kurması demekti. Bu ise Rusya'nın 200 yıldır sürdürdüğü politikasının sonu demekti. Bu düşünceler nedeni ile Rusya Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğü prensibini kabul ettiği gibi bunun için derhal harekete geçti. Rus Çarı, generallerinden Muraviyef'i Rus görüşünü bildirmek üzere İstanbul'a ve Kahire'ye gönderdi. Çar, Sultan Mahmud'a yardım; Mehmet Ali Paşa'ya da derhal muharebeyi durdurmasını teklif ediyordu. Şubat 1833'te Visamiral Lazarev komutasındaki 9 harp gemisinden oluşan bir Rus filosu İstanbul boğazına girerek Büyükdere önlerinde demirledi. Bu olay Fransa ve İngiltere'yi o vakte kadar içlerine gömüldükleri uyuşukluktan uyandırdı. Fransa elçisi, Rus donanmasının İstanbul'dan uzaklaşmasının Sultan Mahmud ile Mehmet Ali Paşanın anlaşmalarına bağlı olduğuna inanıyordu. Bunun üzerine Sultan Mahmud'un onaması ile Mehmet Ali Paşa'ya Kudüs, Akka, Trablusşam ve Nablus sancaklarını kabul ettirerek padişahla barış yapmasını teklif etti. Teklifi kabul etmediği takdirde Fransa'nın da kendine silahla karşılık vereceğini belirtti. Mehmet Ali Paşa, teklifi kabul etmemekle birlikte Beriyettüşşam ve Adana sancağının da kendine bırakılması için Sultan Mahmud'a ültimatom verdi. Bu ültimatoma müspet cevap verilmediği takdirde İbrahim Paşa'yı Üsküdar üzerine yürümekle görevlendiriyordu. Bu sıralar Mehmet Ali Paşa'nın entrikaları ile Anadolu'da padişaha karşı yer yer isyanlar çıkmış bulunuyordu. Kastamonu'da Tahmiscioğlu, İzmir'de Mehmet Ağa isminde biri padişahın memurlarını atarak Mehmet Ali Paşa'nın idaresini kurmaya yeltendiler. Sultan Mahmud bu durum karşısında başkentin güvenliğini bile tehlikede görüyordu. Ulemanın ve halkın homurdanmalarına 15 bin kişilik bir Rus kuvveti 5 Nisan 1833'te Boğaziçinin Anadolu yakasına çıktı. Bu olay Fransız ve İngiliz elçilerine dehşet saldı. Rusların İstanbul'dan uzaklaşmaları Mehmet Ali Paşa'nın Anadolu'yu boşaltması ile mümkündü. Elçiler Sultan Mahmud'u Mehmet Ali Paşa ile anlaşma yapması için zorlamaya başladı. Sultan Mahmud, yeni barış teşebbüslerinde bulunmayı kabul etti. Amedci Reşit Bey, Fransız elçisi Varenne ile İbrahim Paşa'nın ordugahına barış tekliflerini götürdü. Uzun boylu tartışmalar neticesinde nihayet Mehmet Ali Paşa ile Sultan Mahmud arasında 14 Mayıs 1833'te Kütahya Barış Anlaşması imzalandı. Bu barışa göre Mehmet Ali Paşa'ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak Şam; İbrahim Paşa'ya ise Cidde valiliğine ek olarak Adana valiliği verildi. Bundan başka Anadolu'da Mehmet Ali tarafını tutmuş olanlar için de genel af ilan edildi. Kütahya barışından sonra İbrahim Paşa kuvvetleri Anadolu'yu boşalttı. Hünkar İskelesi Anlaşması ve Boğazlar sorunu. İngiltere ve Fransa, Mehmet Ali Paşa ile padişahın arasını bulayım derken daha çok Mehmet Ali Paşa'nın çıkarlarını kollayan bir barış ortaya çıkmıştı. Rusya ise Mısır isyanının ilk gününden beri dostluk göstermişti. Yakınlığı sebebi ile Rusya en kısa zamanda yardım için donanma ve asker gönderebilirdi. Sultan Mahmud bu durumu Rus elçisine açtı. Rusya ile saldırmazlık ve savunma ittifakı için Çar'a müracaatta bulundu. Çar, ittifak düşüncesini onayladı. 8 Temmuz 1833'te ise Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Hünkar İskelesi Anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti boğazlara hiçbir yabancı harp gemisinin girmesine izin vermeyecek, Rusya ile Batılı devletler arasında bir savaş olursa Osmanlı boğazları Rusya ile harp halinde olan devlete kapayacaktı. Buna karşılık Rus gemileri boğazlardan her iki istikamette gidip gelebileceklerdi. Anlaşmanın imzalandığını öğrenir öğrenmez Paris ve Londra'da kıyametler koptu. Fransa ve İngiltere Akdeniz'deki filolarını çoğalttılar. Bir İngiliz filosu İzmir önlerinde görüldü. Bir ara boğazların zorlanması ve Karadeniz'deki Rus filosunun batırılması bile düşünüldü. Fakat daha sonra Avusturya ve Prusya'nın da Rusya'dan yana tavır almaları üzerine Hünkar İskelesi Anlaşmasının yürürlüğe girmemesini temin etmek için yeni bir müdahale durumu olmaması adına Kahire ve İstanbul'a tavsiyelerde bulunmaya başladılar. Rusya, Batı ile savaşa girdiği anda Osmanlıların, boğazları Batılılara kapatacağı hususu, Rusya'nın bu dönemde rekabet içinde olduğu Birleşik Krallık ve Fransa'ya karşı konması ile Boğazlar sorunu ortaya çıkmıştır. Baltalimanı Ticaret Anlaşması. Kütahya Barışı ne Sultan Mahmud'u ne de Mehmet Ali Paşa'yı memnun etmişti. Sultan Mahmud çok şey kaybettiğini, Mehmet Ali Paşa ise az kazandığını düşünüyordu. Sultan Mahmud için Mehmet Ali Paşa, vücudu er geç ortadan kaldırılması gereken bir asi idi. Bu yoldaki düşüncesi o kadar genişti ki bir gün İstanbul'un mukadderi ile kendini ilgilendirmek isteyenlere “İmparatorluğun ve İstanbul'un ne önemi var, Mehmet Ali'nin başını getirecek olana İmparatorluğu da İstanbul’u da bağışlamaya hazırım.” demesi meşhurdur. İlk anlaşmazlık Mısır'ın İstanbul'a göndereceği para yüzünden çıktı. Mehmet Ali, 32 bin kese altın göndermek isteyince Sultan Mahmud vilayetlere göre bu paranın yetersiz olduğunu ileri sürdü fakat fazlasını elde edemedi. İbrahim Paşa, halifeliği İstanbul'dan Kahireye çekmeyi düşünüyordu. Çünkü kutsal şehirler Mekke ve Medine, Kavalalıların elindeydi. Mısır, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrıldığı vakit padişah kendini hutbede "Hadim-ül Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hizmetkarı) olarak gösteremeyecekti. Kaldı ki Osmanlıların halifelik iddiası Mısır'ı ele geçirmelerinden sonra güçlenerek artmıştı. İşte bu ortamda hem İngilizlerin yardımını sağlamak hem de Mehmet Ali'ye bir darbe vurmak üzere 16 Ağustos 1838'de İngilizler ile bir ticaret anlaşması imzalandı. Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa'nın Boğaziçi'ndeki Baltalimanı'nda bulunan konağında paşa ile İngiliz elçisi Ponsonby arasında imzalanan anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu, kendi ihtiyaç duyduğu yerli ham maddelerin yabancı tüccarlar tarafından yurt dışına çıkarılmasını önleyen yed-i vahid (tekel) usulü kaldırılıyordu. Mısır'ın kapitalist gelişmesinde stratejik bir rol oynayan dış ticaret tekeli bu anlaşmaya dayanarak yıkılmıştır. Bu hüküm, Mısır kalkınmasının can damarı olan mekanizmayı tahrip edip Mısır'ı çökertmek için konmuştu. Fakat ülkenin başka bölgelerinde de geçerli olacaktı. Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile İngiltere'ye çok daha önce verilmiş olan bazı imtiyazlar yeniden onaylanıp önemli ölçüde genişletilmiştir. İngiliz tüccarlar, iç ticarette en imtiyazlı yerli tüccardan daha fazla vergi ödemeyecekti. İngiliz gemileriyle gelen İngiliz malları için bir defa gümrük ödendikten sonra mallar alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. İngiliz ticaret gemileri boğazlardan serbestçe geçebilecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden diğerine aktarma yapabilecek ve transit ticaretten alınan vergi resmi kaldırılacaktı. Örneğin Selanik'ten İstanbul'a mal gönderen Müslüman yerli tüccar devlete transit gümrük vergisi ödediği halde İngiliz tüccar bu vergiden muaf olmuştur. İngiliz tüccarlar sadece İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü malı ülkenin her yerinde serbestçe alıp satabileceklerdi. Anlaşma 8 Ekim 1838'de Kraliçe Viktorya, bir ay sonra da Sultan II. Mahmud tarafından onaylandı. 1830'larda Avrupa'da gümrük duvarlarının yükselip birtakım mallara yasaklamalar getirilmesi sonucu İngilizler yeni pazarlar bulmak üzere Ortadoğu ve Uzakdoğu'ya yönelmişlerdi. İngilizler, Mısır'ın kalkınmasını sağlayan ticaretine darbe vurmak üzere hem de Osmanlı İmparatorluğu'nda İngilizlerin serbest ticaret yapabilmeleri için yed-i vahid usulünün kaldırılmasında ısrar etmişlerdi. İngilizler'in Ortadoğu ticaretine ilgilerinin artması Sultan Mahmud'un İngiltere politikasına olan güvensizliğini de ortadan kaldırıyordu. Nizip Savaşı. İngiltere ile yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile İngiltere'nin siyasi desteği sağlanmıştı. Zaten Osmanlı ordusundaki reform çalışmaları ciddi anlamda devam etmekte ve yeniden düzenleme sağlanmaktaydı. Mehmet Ali Paşa etrafında örülmekte olan çemberden kurtulmak ümidi ile elinde bulunan yerlerin babadan oğula geçmek üzere kalıtsal valiliğini istedi. Bunun dışında İstanbul'a göndermek zorunda olduğu vergiyi göndermemekle birlikte bağımsızlığını ilan etti. Sultan Mahmud, Mehmet Ali Paşa'ya karşı savaşa girişilmesi için 21 Nisan 1839'da emir verdi. İki ordu Fırat nehrinin ötesinde Nizip'te karşılaştı. Osmanlı ordusunun başında orduyu modernleştirme çabaları içerisinde Avrupa'dan getirtilen Prusyalı 3 subay bulunuyordu. Bir cuma günü Prusyalı subaylar, Osmanlı ordusu Mısır ordusunu yenecek bir durumdayken hemen muharebeye girilmesi için başkomutan Hafız Paşa'ya tavsiyede bulundular. Fakat orada bulunan ulema, Cuma günü harp yapılmasının şer'an caiz olmadığını ileri sürdüler. Ertesi gün Prusyalı subaylar bir gece baskını yapılmasını tavsiye ettiler. Ulema bu seferde ansızın gece haydut gibi baskın yapılmasının padişahın askerlerinin şanına yakışmayacağını ileri sürdüler. Bu esnada İbrahim Paşa ordusu Osmanlı ordusunu kuşatacak bir konum kazandı. 29 Haziran'da başlayan Mısır ordusu saldırısı sonucu Osmanlı ordusu 4 saat içinde perişan oldu. Harp meydanında binlerce ölü on binlerce esir ve 160 parça top bırakıldı. Bir defa daha İbrahim Paşa kuvvetlerine Anadolu ve İstanbul kapıları açılmıştı. Sultan Mahmud, 1 Temmuz 1839'da mağlubiyet haberinin İstanbul'a varmasından birkaç gün önce öldü. Saltanatı döneminde gerçekleştirdiği reformlar. Sultan II. Mahmud dönemi, Osmanlı tarihinde Batılılaşma süreci içerisinde büyük öneme sahiptir. Sultan II. Mahmud, Osmanlı Devleti'ne yeniden bir düzen verilmesi amacıyla bütün işlerinde Batı teknik ve kültüründen faydalanma yolunu tuttu. Tarihlere "Vaka-i Hayriye" olarak geçen Yeniçeri Ocağının kanlı bir şekilde kaldırılması hadisesinden sonra kurduğu Avrupai tarzda eğitim gören "Asakir-i Mansure-i Muhammediyye" (Türkçe: Muhammed'in zafer kazanmış orduları) ordusu ile modern Türk ordusunun temellerini attı. 1828 yılında yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile sarık, kavuk ve biniş giyilmesini yasaklayıp ceket, pantolon, fes giyilmesi kuralını getirdi ve kendi de sakalını kısa keserek modern kıyafetler ile halkın içine çıktı. Portrelerini yaptırarak devlet dairelerine astırdı. Devlet ve saray teşkilatında geniş ölçüde değişiklik yaparak Tımar Sistemi, Enderun ve Divan-ı Hümayun’u lağvedip çeşitli bakanlıklar ve meclisler kurdu. 1831 yılında modern anlamda ilk nüfus sayımını gerçekleştirdi, ilk posta teşkilatını kurdurdu ve Osmanlı tarihindeki ilk resmi Türkçe gazete olan "Takvim-i Vekayi" onun döneminde yayımlandı. Sultan II. Mahmud, yapmakta olduğu reformların kalıcılığını bunların manasını kavrayacak nesillerin yetiştirilmesi ile mümkün görüyordu. Bunun için de eğitime çok önem verdi. İlköğretimi zorunlu hale getirerek bugünkü ilkokula denk rüşdiye okullarını kurdu. Avrupai tarzda eğitim vermek amacıyla İstanbul'da, Türkiye'nin ilk modern tıp okulu olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve modern anlamda ilk harp okulu olan Mekteb-i Harbiyeyi kurdu. Sultan Mahmud’dan önce yapılan yeni düzen çalışmaları daha çok orduda ve cemiyetin bazı müesseselerinde yapılmış fakat hükûmet kurumlarının yapısına ve şekillerine dokunulmamıştı. Bu itibarla Sultan Mahmud’un hükûmet kurumlarında yaptığı düzen, Batılılaşma yolunda yapılan çalışmaların önemli bir merhalesidir. Sultan Mahmud, devletin içte ve dışta karşılaştığı son derece ciddî ve hayatî tehlikelerle karşı karşıya gelmesine rağmen giriştiği ıslahat etkinliklerinde yılmadan, usanmadan cesaretle büyük çabalar gösterdi. Özellikle 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapattıktan sonra kendini daha güçlü hisseden Sultan Mahmud ömrünün son yıllarında merkezî idare ve hükûmet teşkilatında büyük düzenlemelere giderek “modern” bir devlet teşkilatı ve bürokrasisi kurmaya çalıştı. Bu doğrultudaki çalışmalarıyla Avrupa tarzında bir hükûmet teşkilinin ilk örneklerini verdi. Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Topkapı Sarayı'nda Yeniçerilerin maaşlarının verildiği 3 ayda bir gerçekleşen ulufe merasimleri de tarihe karışmıştı. Ulufe merasimlerinde ve elçilerin kabulünde Divan-ı Hümayun'un toplanması geleneklerinin de tarihe karışmasının ardından Sultan II. Mahmud 1834 yılında Divan-ı Hümayunu lağvetti. Onun yerine Meclis-i Vâlâ ve Meclis-i Vükela'yı kurdu ve birçok bakanlıklar teşkil edildi. Sadaret kethüdağlığı dahiliye nezaretine, reisülküttaplık hariciye nezaretine, defterdarlık maliye nezaretine çevrildi. Sadrazamlık unvanı başvekile çevrildi. Sadrazam, padişahın mutlak vekili olmaktan çıktı. Bu sıfatla yetkiler nazırlara (bakanlara) geçti. Başvekilliğe ilk defa olarak Rauf Paşa getirildi. Modern manada bakanlıkların kurulmasındaki amaç Avrupa'daki gibi kabine sistemine geçişin alt yapısını hazırlamaktı. Şeyhülislamlık hükûmet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakılmıştır. Sultan Mahmud, şeyhülislamlığı Müslüman olmayan halkların millet örgütlerinin din başkanlığı anlamına benzer bir şekilde bir çeşit İslam milletinin din görevlisi haline getirdi. Sadrazamlık kaldırılınca eskiden iki kazasker aracılığı ile o makama bağlı olan kadılıklar ve şeriat mahkemeleri de şeyhülislamlığa bağlandı. Böylece şeyhülislamlık dinsel hukuk genel direktörlüğü diyebileceğimiz bir niteliğe girdi. Eski totaliter din-devlet bileşiminde ilk çatlama, ilk ikilenme bu şekilde başladı. Meclis-i Vâlâ, adalet işlerinden yüksek düzeyde sorumlu bir meclisti. 24 Mart 1838'de Gülhane'de kurulmuştur. Memurların muhakemesi, hükûmet ile halk arasındaki davaların görüşülmesi gibi mühim meseleler ile ilgilenen bu meclis, Danıştay ve Yargıtay yetkilerine sahip en önemli organ olarak kuruldu. Başkanlığına eski seraskerler Koca Hüsrev Paşa'nın getirildiği meclis beş üyeden oluşmaktaydı. Başkan ve üyeleri, vezirler ve yüksek rütbe sahipleri arasından seçilirlerdi. Kararlar çoğunluğa göre verilirdi. Oyların eşitliği halinde son söz padişahın olurdu. II. Mahmud devrinin sonlarında, 1838'de bakanlıkların teşkil edilmesiyle modern anlamda bir hükûmet şekline doğru yönelme olmuştu. Divan-ı Hümayun'un yerini bakanların teşkil ettiği Meclis-i Vükela veya diğer adı ile Meclis-i Has almaya başlamıştı. Bu meclise Sultan'ın Bakanlar Meclisi anlamında “Meclis-i Has-ı Vükela” da denir. Nazırların toplandığı padişahın hususi danışma kurulu olarak faaliyet gösteren meclistir. Meclis-i Vükela, başvekilin başkanlığında toplanıp önemli devlet işlerini görüşür ve icra işlerinde nezaretler arasında koordinasyonu sağlardı. Nazırların her biri nezaretlerinin görev alanına giren işlerden sorumluydu. Meclis, gerekli gördüğü veya alt kademedeki diğer meclislerin hazırladığı tasarıları ve meseleleri tartışıp gerekli düzeltmeleri yapar, daha sonra sadrazam bunları bir tezkereyle padişahın onayına sunardı. II. Mahmud özel mülkiyete aykırı olduğu gerekçesiyle Müsadere'yi kaldırmıştır. Ölümü. Vereme yakalanmış olan Sultan Mahmud, 1839 yazında rahatsızlığı iyice artınca sıcak yaz günlerinde Çamlıca havasının kendine iyi geleceğini ümit ederek bunaltıcı bir yaz gününde Beşiktaş Sarayı'ndan birkaç yakınının eşliğinde saltanat kayığına binerek Üsküdar'a geçti, oradan da Çamlıca'ya geçerek eşi Bezmialem Sultan ve oğlu Abdülmecit ile birlikte kardeşi Esma Sultan'ın buradaki köşküne yerleşti. Sultan Mahmud'un hastalığının ağırlaştığı günlerde, Meclis-i Vala Reisi Koca Hüsrev Paşa, güvendiği saray adamları aracılığıyla padişahın durumunun dışarıdan duyulmaması için önlemler aldırmış, kendi de hasta padişahın yattığı Çamlıca Kasrı'nın bir odasına yerleşmişti. Amacı ölümden, herkesten önce haberdar olmak ve padişahlık müjdesini de yine herkesten önce Şehzade Abdülmecit'e ulaştırarak bulunduğu görevden sadrazamlığa atanmaktı. Şehzade Abdülmecit ve annesi Bezmialem Sultan da ölüm haberini bekliyorlardı. Sultan Mahmud'dan umut kesildiği sırada sözde devleti ve milleti düşünen kimi devlet adamları ve Hüsrev Paşa, koma halindeki padişahın tahttan indirilmesine fetva alıp oğlu Şehzade Abdülmecit'i bir an evvel tahta oturtmak düşüncesindeydiler. Buna karşılık Sultan Mahmud'a çok bağlı bir grup saray erkanı ise hekimlerin padişahı kasten tedavi etmedikleri, şayet oğlu Şehzade Abdülmecit ortadan kaldırılırsa mecbur kalıp iyileştirecekleri inancıyla daha korkunç, tehlikeli ve duygusal çareler peşindeydiler. Bunların başında da Hüsrev Paşa'nın siyasi rakibi Kaptan-ı Derya Müşir Ahmet Fevzi Paşa vardı. Hüsrev Paşa, olasılıkla kendi uydurması olan bu suikast ihtimalinden genç şehzadeyi ve annesi Bezmialem Sultan'ı gizlice bilgilendirerek onları kendine minnettar kalmayı gözetmişti. Bu gizli hesapları komadaki padişah sezmiş ya da ona acımayarak kulağına fısıldayanlar olmuş olmalı ki ölümün beklendiği o günlerde Sultan Mahmud oğlu Şehzade Abdülmecit'e ve annesi Bezmialem Sultan'a küskündü. Ölüm döşeğindeyken Şehzade Abdülmecit babasını son kez görmek isteğiyle gizlice odasına girmiş ayaklarına yüzünü sürüp ağlarken, durumu fark eden Sultan Mahmud son takatini sarf edip oğlunun yüzünü tekmelemişti. Sultan Mahmud 2 Temmuz 1839 Pazartesi günü sabaha karşı öldü. Hüsrev Paşa Sultan Mahmud'un öldüğünü öğrenir öğrenmez yanından ayırmadığı Serasker Said Paşa'yı güvenlik önlemleri ve cülus hazırlıklarıyla görevlendirdi ve Bezmialem Sultan'a oğlunu cülus merasimine hazırlaması için haber gönderdi. Sultan II. Mahmud'un cenazesini oğlu Şehzade Abdülmecit gördükten sonra seher vakti Harem iskelesine indirilip, oradan yedi çifte kayıkla Topkapı Sarayı'na getirilip, Hırka-i Saadet Dairesinin şadırvanı önünde yıkanıp kefenlenmişti. Sultan Abdülmecit'in Topkapı Sarayı'ndaki cülus merasiminden sonra Sultan II. Mahmud'un cenaze namazı kılınıp, cenaze alayı düzenlenerek birden bastıran yağmur altında kız kardeşi Esma Sultan'ın isteğiyle naaşı Esma Sultan'ın Cağaloğlu'ndaki köşküne defnedildi. Projesi Hassa Mimarı Garabet Amira Balyan'a ait olan ve Abdülhalim Efendi'nin nezaretinde yapılan Sultan II. Mahmud'un Cağaloğlu'ndaki türbesi bir yılda tamamlandı. Mimari çalışmalar. Sultan II. Mahmud döneminde, mimari alanda da yeni bir gelişmenin başladığı görülür. İmparatorluğun değişik bölgelerinde birbirinden güzel yapılar inşa edildi. Sultan II. Mahmud'un yaptırdığı eserlerden bazıları şunlardır; Rodos Süleymaniye Camii, İzmir Bıyıklıoğlu Mahmud Camii, hayatını kurtaran Cevri Kalfa'nın adını verdiği sıbyan mektebi, Tophane Nusretiye Camii, Arnavutköy Tevfikiye Camii, Asariye Camii, Hidayet Camii İstanbul Kocamustafapaşa Küçük Efendi Camii ve külliyesi, İstanbul Şamlar köyü tarihi camii ve bendi, Taşkışla, Gülhane Parkı girişindeki Alay Köşkü. Sultan II. Mahmud ayrıca, İstanbul'daki bütün büyük camilerin tamirini de yaptırdı. Unkapanı köprüsü yine onun zamanında yapıldı. Mekke'de bir medrese yaptırdı ve Mescid-i Aksa'yı tamir ettirdi. Aynı zamanda hattat, bestekâr ve şair olan Sultan II. Mahmud yazdığı şiirlerde "Adlî" mahlasını kullandı. Ailesi. Kız Kardeşleri
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9377", "len_data": 32788, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
IV. Mustafa (, 8 Eylül 1779 – 17 Kasım 1808), 29. Osmanlı padişahı ve 108. İslam halifesidir. Babası I. Abdülhamid, annesi Ayşe Sineperver Sultan'dır. Kabakçı Mustafa İsyanı sonunda tahttan indirilen amcâzadesi Sultan III. Selim'in yerine, 29 Mayıs 1807 günü tahta çıktığında 28 yaşındaydı. Saltanatı döneminde imparatorluk iç karışıklıklar ile çalkalandı. Saltanatı dönemindeki olaylar. Sultan IV. Mustafa hırçın bir tabiata sahipti. Babası I. Abdülhamid öldüğünde 10 yaşında olan padişah, III. Selim'in saltanatı boyunca sarayda özgürce bir hayat yaşadı. Ancak Kabakçı Mustafa İsyanı sırasında III. Selim'in tahttan indirilmesine göz yumması hatta neden olması söz konusudur. 14 ay süren saltanatında III. Selim'in ıslahat için kurduğu Nizam-ı Cedit 1 Haziran 1807 tarihinde ortadan kaldırılmıştır. IV. Mustafa'nın tahta çıkmasıyla birlikte imparatorluğun merkezi otoritesinde çöküş yaşandı. Devlet yönetiminde üst düzeydeki kişiler öldürüldü. III. Selim'in mabeyincisi Ahmed Muhtar Bey, Umur-ı Bahriye Nazırı Hacı İbrahim Efendi, Sır Katibi Ahmed Faiz Efendi öldürülen kişiler arasındaydı. Nizam-ı Cedid ordusu dağıtıldı, yanlıları İstanbul'dan kaçtı veya yakalanıp cezalandırıldı. Bunun yanı sıra, Sultan III. Selim'in tahttan inişine sebep olan Kabakçı Mustafa ve isyanın diğer önemli isimleri devlet yönetiminde önemli mevkilere getiriliyorlardı. Örneğin, Kabakçı Mustafa turnacıbaşılıkla Rumeli Kaleleri Nazırı ve Ağası, Bayburtlu Süleyman ise Tersane-i Amire Sancak Kaptanı oldu. Osmanlı Devleti bu isyandan sonra yeniçerilere çok büyük tavizler verdi. Osmanlı tarihinde ilk defa daha önce rastlanmamış bir antlaşma yapıldı. Antlaşmaya göre isyanda ön planda olan Yeniçeri Ağaları ve yamaklar hiçbir ceza almayacak, isyandan sorumlu tutulmayacak ve buna karşılık bir daha ayaklanmayacaklardı. İsyandan sonra Sultan III. Selim yanlıları, Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa'ya sığınmışlardır. Alemdar Mustafa Paşa, 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında büyük başarılar göstermiş bir Osmanlı paşasıdır ve Sultan IV. Mustafa'nın tahttan indirilip, II. Mahmud'un yerine geçmesinde aldığı rol ile bu dönemin en önemli isimlerindendir. Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a Gelmesi. Alemdar Mustafa Paşa ve yandaşları III. Selim'i tekrar tahta geçirmek için bazı görüşmeler yapmaya başladılar. Nihayet 16.000 kişilik bir ordu ile İstanbul'a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa, Hacı Ali Ağa'yı İstanbul'a göndererek Kabakçı Mustafa'yı öldürttü (19 Temmuz 1808). Ordusuyla birlikte İstanbul'a gelen Alemdar Mustafa Paşa birçok isyancıyı da öldürdükten sonra Babıali'ye geldi. Arif Efendiyi (Arapzade) şeyhülislam yaptıktan sonra saraya gitti. Sultan IV. Mustafa, Alemdar Mustafa Paşa'nın Sultan III. Selim'i padişah yapmak için geldiğini söyleyen şeyhülislamı kovdu ve kardeşi Şehzade Mahmud ve III. Selim'in öldürülmesini emretti. Sultan III. Selim hemen öldürüldü. Şehzade Mahmud ise cariyelerin ve hizmetkarlarının yardımıyla sarayın çatısına kaçırıldı. Alemdar Mustafa Paşa, Sultan IV. Mustafa'yı tahtan indirerek yerine Sultan II. Mahmud'u getirdi. Sultan II. Mahmud, kendisinin tahta çıkarılmasını sağlayan Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazam yaptı. Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı ve II. Mahmud'un padişahlığı sırasında sarayda yaşayan IV. Mustafa yeniçerilerin onu tekrar padişah yapmaya çalıştıkları bir ayaklanma sırasında Sultan II. Mahmud'un emriyle 17 Kasım 1808'de öldürüldü. Babasının Eminönü'ndeki türbesine defnedildi. Acımasız bir tabiata sahip olan ve ihtirasları karşısında zayıf durumlara düşerek ülkede kaos ortamı oluşmasına sebep olan Sultan IV. Mustafa ıslahat hareketlerine karşı tutumuyla Osmanlı tarihine geçti. Hat sanatıyla uğraşmıştır. Osmanlı tarihinde Sultan V. Murad'dan sonra en kısa süre tahtta kalan padişahlardan birisidir. Öldürülmesi. II. Mahmud, yeniçerilerin onu tekrar tahta geçirmek istemesinden endişe duyarak kardeşi IV. Mustafa'yı 17 Kasım 1808 tarihinde boğdurttu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9378", "len_data": 3919, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
III. Selim (Osmanlı Türkçesi: سليم ثالث "Selīm-i sālis"), divan edebiyatındaki mahlasıyla İlhami (24 Aralık 1761 - 28 Temmuz 1808), 28. Osmanlı padişahı ve 107. İslam halifesidir. III. Selim, 24 Aralık 1761 tarihinde babası III. Mustafa'nın saltanatı döneminde dünyaya geldi. Babası, 21 Ocak 1774 günü öldüğünde yalnızca 13 yaşında olduğu için, amcası I. Abdülhamid tahta çıktı. I. Abdülhamid, şehzade Selim'e kendisinden önceki padişahların tersine, oldukça iyi davrandı. Kafes (oda hapsi) hayatı yaşamasına rağmen Selim'in iyi bir eğitim almasını sağladı. Şehzade Selim, müzik ve edebiyatla ilgilendi. Fransa'nın Fransız İhtilali öncesindeki son kralı olan XVI. Louis'le mektuplaştı. Daha tahta çıkmadan Osmanlı Devleti'nde köklü bir yapısal değişikliğe gerek olduğu inancına vardı. I. Abdülhamid, 7 Nisan 1789 yılında ölünce, III. Selim; Avrupa'yı temelinden sarsacak olan Fransız İhtilali'nin eşiğinde tahta çıktı. III. Selim, tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu hem Avusturya hem de Rusya'yla savaş halindeydi. Başarısızlıkla sonuçlanan bu savaşlar 1792 yılında Avusturya'yla yapılan Ziştovi Antlaşması ve 1792 yılında Rusya'yla yapılan Yaş Antlaşması ile son buldu. Böylece III. Selim, Osmanlı Ordusu'nda çoktandır yapmak istediği yenilikleri yapma fırsatı buldu. 1793 yılında Nizam-ı Cedid ordusunu kurdu. Bu sırada Napolyon Bonapart'ın komutası altındaki Fransız orduları Osmanlı Devleti'ne ait olan Mısır'a saldırmıştı (1798). Osmanlı ordusu İngilizlerin yardımıyla Mısır'ı başarıyla savundu. 1801 yılında yapılan El-Ariş Antlaşması ile Fransa Mısır'daki emellerinden vazgeçti. 1807 yılında Nizam-ı Cedid ordusunun kaldırılmasını isteyen yeniçeriler Kabakçı Mustafa'nın önderliği altında ayaklandılar. III. Selim Nizam-ı Cedid ordusunu dağıtmak ve 29 Mayıs 1807 tarihinde de tahttan çekilmek zorunda kaldı. III. Selim'in yerine geçen amca oğlu IV. Mustafa III. Selim'i tekrar kafese gönderdi. 28 Temmuz 1808 tarihinde III. Selim'i tekrar tahta çıkarmak amacıyla Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa saraya yaklaşırken III. Selim, kuzeni padişah IV. Mustafa'nın emriyle boğduruldu. III. Selim ile onu idam etmeye gelen yeniçeriler arasında büyük bir arbede geçtiği bilinmektedir. III. Selim'in cenazesi Laleli Camii'nin avlusunda babası III. Mustafa Türbesi'ne defnedildi. III. Selim döneminde Avrupa ülkeleriyle ilişkiler. Osmanlı-Rusya ilişkileri. III. Selim'in saltanatı Osmanlı-Rus Savaşları (1787-1792 Savaşları) devam ederken başladı. Osmanlı Devleti'nin Fransa'ya karşı Rusya'yla ittifak yapmasıyla devam etti. Ancak daha sonra bu ittifak bozuldu ve III. Selim'in saltanatının sonunda Osmanlı Devleti tekrar Rusya ile savaş halindeydi. 1774 yılında Çariçe II. Katerina ile imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti Kırım'ı Rusya'ya vermek zorunda kalmıştı. III. Selim tahta çıktığında Osmanlı Devleti başında hala II. Katerina'nın bulunduğu Rusya'dan Kırım gibi önemli toprakları geri almak amacıyla 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nı savaşmaktaydı. İngiliz ve Fransızlar da savaşa katılmamakla birlikte bu savaşta Osmanlı Devleti'ni destekliyorlardı ancak Osmanlı Devleti hesaplamadığı bir şekilde kendisini Avusturya'nın da karşısında buldu. Osmanlı ordusu disiplinden uzaktı ve Rusya ile yaptığı Fokşan (1 Ağustos 1789) ve Boze (22 Eylül 1789) Savaşlarında büyük kayıplara uğradı. Akkerman Kalesi Rusların eline geçti ve Besarabya Rusya tarafından işgal edildi. Osmanlı Devleti kendine müttefik bulmak amacıyla 11 Temmuz 1789 tarihinde İsveç ve 31 Ocak 1790 tarihinde de Prusya'yla barış antlaşmaları imzaladı. Ancak bu iki devletten de elle tutulur bir yardım alamadı. Sonunda Osmanlı Devleti'ne karşı Rusya kadar başarılı olamayan Avusturya, Osmanlı Devleti'yle barış antlaşması imzaladı. (Ziştovi Antlaşması 4 Ağustos 1791) Avusturya'nın savaştan çekilmesinden birkaç ay sonra Rusya da barış antlaşması yapmaya razı oldu (Yaş Antlaşması 9 Ocak 1792). Osmanlı Devleti bu antlaşmayla Kırım'ın Rusya'nın egemenliği altına geçtiğini tekrar kabul etmek zorunda kaldı. Dinyester nehri Rusya ile Osmanlı Devleti arasında sınır olarak kabul edildi. 1792 yılından 1805 yılına kadar Osmanlı Devleti ve Rusya barış içinde yaşadılar. Hatta Osmanlı Devleti Mısır'ı işgal eden Fransa'ya karşı Birleşik Krallık ve Rusya ile işbirliği bile yaptı. 24 Eylül 1805 tarihinde Osmanlılar Ruslarla yeni bir dostluk antlaşması imzaladılar. Ancak bu antlaşmanın imzasından kısa bir süre sonra tekrar Osmanlı Devleti ve Rusya arasında anlaşmazlık çıktı. Rusya, Osmanlıların Rus yanlısı Eflak ve Boğdan beylerini görevden almasından hoşnut kalmadı. 40.000 civarında Rus askeri Eflak ve Boğdan'a girdi. III. Selim 22 Aralık 1805 tarihinde boğazları kapattı ve Rusya'ya savaş ilan etti. Rus donanması Osmanlı donanmasını 11 Mayıs 1807 tarihinde Çanakkale Boğazı civarında ve 19-29 Haziran 1807 tarihleri arasında Limni adası yakınında yendi. III. Selim tahttan indirildiğinde 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı hâlen devam etmekteydi. Osmanlı-Avusturya İlişkileri. Osmanlılar 1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Viyana'yı kuşatmasından beri defalarca Avusturya ile savaşa girmişlerdi. III. Selim tahta geçtiğinde de Avusturya Rusya'yla birlikte Osmanlı Devleti ile tekrar savaş halindeydi. Osmanlılar Avusturya'ya karşı İsmail zaferini kazandılar. Ancak Avusturyalılar Sebeş, Muhadiye, Lazarethane ve Pançova'yı işgal etmeyi başardılar. Belgrad'ı 8 Ekim 1789 tarihinde ve Semendire'yi daha sonra ele geçirdiler. Ancak Avusturya gene de Osmanlılara karşı kesin bir üstünlük sağlayamadı. Hem savaş yorgunluğu hem de içişlerindeki sorunlardan dolayı Avusturya Osmanlı Devleti ile antlaşma istedi. 4 Ağustos 1791'de imzalanan Ziştovi Antlaşması ile Avusturya ele geçirdiği toprakları Osmanlılara geri verdi ve ayrıca Rusya'ya yardımda bulunmayacağına söz verdi. Bu savaş Osmanlıların Avusturyalılarla yaptığı son savaş oldu. Bu tarihten sonra Rusya Osmanlıların en önemli düşmanı ve rakibi oldu. Osmanlı-Fransa İlişkileri. Osmanlıların, Fransızlarla Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar uzanan bir dostluk ilişkileri vardı. Fransızlar ilk defa kendilerine tanınan kapitülasyonlardan büyük yarar görmüşler, ilişkiler kesintisiz olarak bir dostluk temelinde süregelmişti. III. Selim daha tahta geçmeden Fransa kralı XVI. Louis'yle mektuplaşmaktaydı ve Ruslarla yapılmakta olan savaşta Fransızlar Osmanlı Devletinin tarafını tutuyorlardı. Ancak Fransa hükûmetinin Büyük Britanya'nın Mısır ve Uzakdoğu ticaret yolları üzerindeki etkisini kırma amacını gütmesi nedeniyle bu ilişkilerde ilk olarak bir kırışma meydana geldi. Dışişleri Bakanı Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord ve General Napolyon Bonapart, Osmanlıların elinde olan Mısır'ı ele geçirip Fransa lehine Büyük Britanya karşısında önemli bir avantaj sağlamak istiyordu. 2 Temmuz 1798 tarihinde Napolyon İskenderiye'yi işgal etti. Mısır her ne kadar Osmanlı Devleti'nin bir parçası olsa da iç işlerinde oldukça bağımsız olarak yönetilmekteydi. Kahire'nin de 22 Temmuz 1798 tarihinde Napolyon Bonapart'ın eline geçmesi üzerine Osmanlılar bu durumu kabul edemeyerek Mısır'ı savunmaya karar verdiler. 2 Eylül 1798 tarihinde Osmanlı Devleti Fransa'ya savaş ilan etti. Osmanlı ve Mısır orduları Fransa karşısında önce bazı yenilgiler aldılar ama Cezzar Ahmed Paşa komutasındaki ordu 18 Mart 1799 tarihinde Akka önlerinde karşılaştığı Fransız ordusunu başarıyla geriye püskürttü. Bonapart komutasındaki Fransız ordusu 1 Ağustos 1799'da Osmanlı kuvvetleri karşısında bir muharebe kazandı, ancak Fransa ordusunun yetersiz olduğu ortaya çıkmaktaydı. Bu durumu göz önünde bulunduran ve Fransa'daki siyasi bunalıma müdahale etmek isteyen Napolyon Bonapart Fransa'ya geri döndü (22 Ağustos 1799). Mısır'da gücünü pekiştiremeyen Fransa sonunda 27 Haziran 1801 tarihinde imzalanan sözleşmenin hükümleri uyarınca Mısır'dan geri çekildi. 9 Ekim 1801'de imzalanan Paris Antlaşması Fransa'nın Mısır seferini sona erdirdi; bu şekilde Mısır yeniden Osmanlı yönetimine geçti. Mısır konusundaki anlaşmazlık olumlu bir sonuca bağlandıktan sonra Fransa'yla olan ilişkiler kısa zamanda düzeldi. 25 Haziran 1802'de Paris'te imzalanan bir diğer barış antlaşması da Fransa ve Osmanlı Devleti arasındaki dostluğu pekiştirdi. Napolyon Bonapart 1804 yılında kendini "I. Napolyon" adıyla imparator ilan ettikten sonra İstanbul'a bir elçi gönderdi. Horace Sébastiani adındaki bu elçi III. Selim'in çok yakın güvenini kazandı. Sébastiani III. Selim'i Rusya ve Birleşik Krallık'a karşı savaş açmaya ikna etmeye çalışıyordu. Ruslar da tam tersine Osmanlıların Fransa'ya savaş ilan etmesini istiyorlardı. Ancak Rusya'nın, Osmanlı Devleti'nden kendisini Balkanlar'daki Hristiyanların koruyucusu olarak kabul etmesini istemesi ve Sırp isyanlarını desteklemesi Rusya'yla olan ilişkileri gerginleştirdi. Sonunda Rusya'nın Eflak ve Boğdan'a girmesiyle Osmanlılar, Rusya'ya savaş açtılar. Birleşik Krallık, Osmanlı Devleti'nden Sébastiani'yi sınır dışı etmesi, Fransa'ya savaş açması, Eflak ve Boğdan'ın Rusya'ya verilmesi gibi kabul edilemeyecek taleplerde bulundu. Bu talepler kabul edilmeyince de "Admiral Sir John Thomas Duckworth (1748-1817)" komutasındaki Birleşik Krallık donanması 19 Şubat 1807'de Çanakkale Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne girerek Osmanlı donanmasını yok etti. Donanmasını İstanbul limanında demirleyen Duckworth, Osmanlı Devleti ile anlaşmaya çalıştı. Bir anlaşmaya varılamadı ama geçen süre boyunca Sébastiani'nin de yardımıyla İstanbul'un savunması güçlendirildi. Siperler kazıldı ve şehri savunmak için toplar yerleştirildi. O günlerde III. Selim'in şehri korumak için Sébastiani ile birlikte bizzat siper kazdığı söylenir. Şehrin savunmasını kıramayacağını anlayan Duckworth donanması geri çekerek İstanbul limanından ayrılmak zorunda kaldı. Böylece İstanbul önemli bir bombardıman tehlikesini atlatmış oldu. III. Selim Dönemi'nde yapılan ıslahat hareketleri. Askeri alanda yenilikler. Askeri alanda özellikle subay yetiştirilmesine önem verilmiştir. III. Selim; Yeniçerilerin ve Tımarlı Sipahilerinin ıslahatıyla ilgili 72 maddelik bir ferman yayınlanmıştır. Bu maddelerin ana başlıkları; III. Selim dönemindeki isyanlar. 1789-1807 arası hüküm süren III. Selim, döneminde birçok yeniliğe imza atmıştır. Öte yandan bu yenilikleri salt III. Selim'in kişiliğine atfetmek ve ondan önceki dönemlerinin sadece bir karanlık çağ olarak tanımlanması da çok yerinde değildir. III. Ahmed döneminde başlayan yenilikler 1730 Patrona Halil isyanı ile sekteye uğrasa da, ondan sonra yönetimde olan I. Mahmud 1730-1754, III. Osman 1754-1757, III. Mustafa 1757-1774 ve I. Abdülhamid 1774-1789 zamanına da azımsanmayacak yenilikler yapılmıştır. Bu 59 yıllık süreci hiçbir şeyin yapılmadığı karanlık bir dönem olarak anmak yerine, III. Selim tarafından köklü değişikliklerin yapıldığı dönemin hazırlandığı, bazen yüksek bazen düşük ama sürekli bir değişimin olduğu dönem olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. İşte bu değişim döneminde de muhalefet hiçbir zaman kaybolmamış ve her zaman isyan boyutunda olmasa da birçok kez kendini göstermiştir. III. Selim döneminde ise bu muhalefet üç kez belirgin ve çatışma düzeyinde ortaya çıkmıştır. Selimiye Camii Vakası (1805). Nihai olarak yeniçerilerin yerine geçmek üzere kurulan birliklere Levent çiftliğinde eğitim çalışmaları yapılırken, yeniçerileri gücendirmemek ve kendilerinin bir parçası sanısı vermek amacıyla da onlara Bostani Tüfekçisi ismi verilmişti. Ancak bu birliğe ayda 50 akçe gibi yüksek bir ücret ödenirken Yeniçeri Tüfekçisi'ne bunun yarısı kadar ücret ödenmekteydi, Bostani Tüfekçisi'ne ücretsiz olarak ve daha iyi et ve ekmek de veriliyordu. Bu durum yeniçeriler arasında huzursuzluk yaratırken, Nizam-ı Cedid askerinden dışlanan ulema, esamelerden mahrum kalanlar ve Nizam-ı Cedid'i finanse etmek için ihdas edilen İrad-ı Cedid hazinesine ek katkıda bulumak zorunda kalan ayanlar, mültezimler vb. de bu değişimden hoşnut değildi. 1805 Nisan'da yapımı tamamlanan Selimiye Kışlası'nın yanındaki Selimiye Camii'nde yapılacak ilk selâmlık töreninde yeniçerilerin yerini Bostani Tüfekçi askerlerinin alacağı söylentisi, yeniçeriler tarafından uzun zamandır şüphelendikleri ocaklarının kaldırılması yolunda atılmış açık bir adım olarak yorumlanmış, Üsküdar'a geçen bazı yeniçeriler sağa sola ateş açmaya başlamış ve Üsküdar Kışlası'ndaki Bostani Tüfekçi Ocağı askerlerini ortadan kaldıracakları tehdidinde bulunmuşlardı. Bunun üzerine III. Selim yönetimi geri adım atarak Selimiye Camii'ndeki selâmlığın başka bir tarihe ertelendiğini ilân etmiş, yeniçerilere de selamlık törenindeki geleneksel yerlerinin korunacağı teminatını vermişti. II. Edirne Vakası 1806. III. Selim döneminde başlatılan yenilikler aslında sadece İstanbul ile sınırlı kalmamış, tüm imparatorluk topraklarına yayılması planlanmıştı. Fakat merkez yönetiminin otoritesinin zayıflığı, sancaklarda ayanların gücü gibi nedenlerle bu hedefe ulaşılamamıştı. Başlarda sancaklarda bazı kışlalar kurulması ya da en azından yeni Bostani tüfekçiler sancaklara gönderilmesi istenmiş ancak tepkilerden çekinilerek ertelenmişti. Ancak 1806'da tekrar ve özellikle de İstanbul'dan sonra yeniçerilerin en güçlü olduğu ve Balkanlar'daki âyanları doğrudan kontrol altına alabilmek için önemli bir üs olan Edirne den başlayarak bu plan tekrar yürürlüğe koyuldu. Önce eşkıya takibini mazeret göstererek Kadı Abdurrahman Paşa idaresindeki Bostâni Tüfekçisi askerlerini Rumeli'ye gönderilmiş, Dağlı eşkıyası karşısında bazı başarılar kazanan yeni ocağın askerlerinden bir kısmı İstanbul'a geri çağrılmamış, Çorlu'ya ve Lüleburgaz'a yerleştirilmişti. Bu duruma açık bir tepkinin gelmemesi üzerine de 1806 ilkbaharında Tekirdağ'da asker yazmak ve kışla kurmak için harekete geçildi. Tekirdağ'daki yeniçerilerin Edirne'deki yeniçerilerden de aldıkları destekle asker yazılmasına karşı çıkması ve bu konudaki fermanı uygulamaya çalışan nâibi öldürmeleri karşısında şaşıran III. Selim yönetimi ilk başta Selimiye Camii vakasında olduğu gibi geri adım attı, ancak ardından Kadı Abdurrahman Paşa idaresindeki yeni orduyu donanmanın da desteği ile Tekirdağ ve Edirne'deki âsilerin üzerine yolladı. Yeni orduya Anadolu'da asker yazılması sürecince gereksiz yere şiddet uyguladığı için eleştirilere uğramış olan Kadı Abdurrahman Paşa'nın aynı tavrına Rumeli'de de devam etmesi, Tekirdağ'ı ablukaya alan Donanma-yı Hümâyun gemilerinin şehri bombardıman etmesi, olayları bir iç savaş şekline sokmuş, geçtiği yerlerde ahalinin pasif ve açıktan direnişi ile karşılaşan Abdurrahman Paşa giderek daha da sert yöntemlere başvurup girdiği yerleşim merkezlerinde ahalinin malına zorla el koyması gibi gelişmeler II. Edirne Vakası olarak adlandırılan bu olayı III. Selim için iyice içinden çıkılmaz hale getirmişti. Ahaliden destek göremeyen Abdurrahman Paşa kuvvetlerinin iâşe sorunuyla karşılaşmasının yanı sıra İstanbul'da da yeniçerilerin bir isyana kalkışabilecekleri korkusu III. Selim'i en sonun da geri adım atmaya zorlamış, padişah Abdurrahman Paşa kuvvetlerini geri çekerek yeni düzenin Rumeli'de uygulanması politikasından vazgeçtiği sözünü vermişti. Nizam-ı Cedit ve Kabakçı Mustafa isyanı (Vaka-yı Selimiye) 1807. III. Selim, Avusturya ve Rusya'yla Ziştovi ve Yaş Antlaşmaları ile barışı sağladıktan sonra, çok uzun zamandır tasarladığı ordusal yenilik hareketlerini 1793 yılında, "Yeni Düzen" anlamına gelen Nizam-ı Cedit adında ordu kurarak başlattı. Yeni ordu Levent çiftliğinde talimlere başladı. 1.600 asker İstanbul'a, diğer 12.000 kişi ise Osmanlı'nın diğer eyaletlerine gönderildi. Nizam-ı Cedit ordusunda uygulanan eğitimler, zamanla imparatorluğun çoğu yerinde uygulanmaya başlandı. Rus gemilerinin İstanbul Boğazı'na hareketlerini durdurmak amaçlı, İstanbul ve Karadeniz'in olası noktalarına da Nizam-ı Cedit programı uygulanmıştır. Fransa ve Prusya'dan getirilen uzman ve danışmanlar bu yeni ordunun kurulmasında yardımcı oldular. Nizam-ı Cedit ordusu Mısır'ın savunmasında başarılı oldu ancak 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Ruslara karşı fazla bir başarı gösteremedi. Bu arada Yeniçeriler arasında Nizam-ı Cedit'e karşı olan rahatsızlık git gide büyümekteydi. 1807 yılında yeniçeriler Nizam-ı Cedit ordusunun kaldırılması talebiyle Kabakçı Mustafa'nın liderliği altında ayaklandılar. III. Selim Nizam-ı Cedit ordusunu dağıtmak ve 29 Mayıs 1807 tarihinde de kendisi tahttan çekilmek zorunda kaldı. III. Selim'in yerine tahta geçen IV. Mustafa'nın döneminde Osmanlı başkentinde büyük bir kargaşa yaşandı. Yeniçeriler şehirde bir terör ortamı yarattılar. Eski Nizam-ı Cedid askerlerini kapı kapı dolaşarak bulup öldürdüler. Padişahın hiçbir otoritesi kalmadı. Eski Nizam-ı Cedid taraftarlarından Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa bu kargaşaya son vermek ve III. Selim'i tekrar tahta geçirmek amacıyla bir ordu oluşturarak Edirne'den 16.000 sadık askeri ile İstanbul'a yürüdü. Alemdar Mustafa Paşa saray kapısında ordularıyla bekleyerek IV. Mustafa'yı tahttan inmeye zorlamaktayken IV. Mustafa kendisi yerine tahta çıkarılabilecek iki Osmanlı hanedanı üyesini boğdurtmaya karar verdi. Böylece hanedanın tek üyesi olarak kaldığı için kendisinin tahtta bırakılacağını hesaplamıştı. İsyancılar harem dairesinde ibadet etmekte olan sultana saldırdılar. III. Selim kendisini boğmak için saraydaki odasına gelen cellatlarla büyük bir mücadele verdi ama sonunda can verdi. IV. Mustafa'nın adamları padişahın kardeşi şehzade Mahmut'u da öldürmek istediler ancak Mahmud ona sadık kalmış olan cariyeler ve hizmetkarların yardımıyla sarayın damına çıkartıldı ve böylece ölümden kurtuldu. Saray kapısını kırarak saraya giren Alemdar Mustafa Paşa askerleriyle saraya girdiğinde III. Selim'in naaşıyla karşılaştı. Bu esnada şehzade Mahmut can güvenliğinin sağlandığını görünce ortaya çıktı ve IV. Mustafa'nın yerine tahta çıkarıldı. Böylece III. Selim yapmak istediği yeniliklerin uğruna yaşamını kaybetmiş oldu. Ancak yerine geçen II. Mahmut III. Selim kadar yenilik yanlısı olmakla beraber siyasi bakımdan çok daha kurnaz davrandı. III. Selim'in yapmak istediği yenilikleri yapmakla kalmadı, III. Selim'in canına mal olan yeniçerileri de ortadan kaldırmayı başardı (bakınız: "Vak'a-i Hayriyye"). Özel hayatı. III. Selim babası ve amcasının eğitimine verdiği önemden dolayı bilgili ve kültürlü bir şehzade olarak yetişti. Bir yandan doğu kültürüne ilgisini devam ettirirken batı kültürüne de ilgi duyuyordu. İlk defa 1797 yılında III. Selim zamanında İstanbul'a Avrupa'dan gelen bir grup opera gösterisi sergiledi. Fransız mimar ve ressam Antoine Ignace Melling İstanbul'da birçok yapılar inşa etti. İstanbul'un çeşitli manzaralarını gösteren gravürler çizdi. III. Selim'in kız kardeşi Hatice Sultan'ın Melling tarafından Ortaköy semtinde inşa edilen sarayı İstanbul halkı ve Avrupalılar arasında çok ün kazandı. Bir yandan da eleştirilere neden oldu. III. Selim sık sık kız kardeşinin sarayına uğramaktan büyük zevk alırdı. III. Selim şiir ve müziğe çok meraklıydı. "İlhami" mahlasıyla birçok şiirler yazdı ve çok sayıda şarkı besteledi. Klasik Türk müziğindeki suzidilara, şevkefza, şevk-u tarab, Arazbarbûselik ve nevakürdi makamları III. Selim'in buluşlarıdır. Dini müzik olarak ayin, durak, nat, ilahi formunda, din dışı müzik olarak Kâr, beste, semai, şarkı, köçekçe, peşrev, saz semaisi formunda 64 civarında eser bestelemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9379", "len_data": 19158, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
I. Abdülhamid (Osmanlı Türkçesi: عبد الحميد اول "Abdü’l-Ḥamīd-i evvel") (20 Mart 1725 – 7 Nisan 1789), 27. Osmanlı padişahı ve 106. İslam halifesidir. III. Ahmet'in oğlu ve III. Mustafa'nın kardeşidir. Sultan I. Abdülhamid, siyasi ve askerî ıslahatlara girişti. Yeniçeri Ocağı'na ve donanmaya yeni bir çehre kazandırmaya çalıştı. Yeniçerilerin sayımını yaptırdı ve gereksiz yere fazla para alanları tespit ettirdi. Bu faaliyetleri yürüten Sadrazam Halil Hamit Paşa, menfaati bozulanlar tarafından padişaha şikâyet edildi. Sultan Abdülhamid'i devirerek onun yerine Selim'i tahta çıkarmak istediği suçlamasıyla yaptığı tüm olumlu çalışmalara rağmen Halil Hamit Paşa, Sultan I. Abdülhamid'in emriyle idam edildi. 1782 İstanbul yangınında itfaiye çalışmalarına katılmasından dolayı halkın sevgi ve takdirini kazanmıştı. Sultan I. Abdülhamid, bütün başarısızlıklara rağmen Osmanlı padişahları arasında iyi niyeti ve gayreti ile anıldı. Merhametli, nazik ve şefkatli kişiliğiyle takdir topladı. Padişah olduktan sonra 49 yıllık saray hayatının ardından İstanbul'da sık sık dolaşmış, değişik semtleri ziyaret etmiş, farklı kıyafetlerle tebdil çıkarmıştır. Bunun yanında esnaf ve halkın derdini de dinlerdi. Adaletli ve merhametli bir padişah olan I. Abdülhamid, Beylerbeyi'nde bir cami ve okul, Bahçekapı'da bir sebil, bir imaret, bir kütüphane ve bir türbe (Şimdi bunların yerinde Dördüncü Vakıf Han vardır.) Emirgan'da bir cami ile çeşme ve Medine'de yaptırdığı bir medrese ile mimari çalışmalarda da bulunmuştur. Kendinden sonra oğulları IV. Mustafa ve II. Mahmut da padişah olabilmiştir. Saltanatı dönemindeki önemli yenilikler ve olaylar. İstihkâm Okulu açılmıştır. Yeniçeri sayımı yapılmış ve ulufe alım-satımı yasaklanmıştır. Sürat topçuları ocağı genişletilmiş, lağımcı ve humbaracı ocakları ıslah edilmiştir. Küçük Kaynarca Antlaşması. Sultan I. Abdülhamid, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı'nın kötü ilerlediği bir dönemde tahta geçti. Ruslara karşı konulamayacağını anlayan Osmanlı Devleti, 21 Temmuz 1774 tarihinde Küçük Kaynarca Antlaşması'na imza attı. Buna göre Kırım'a bağımsızlık verildi. Ruslar, Karadeniz'de ticaret yapıp donanma bulundurabilecek, Balkanlar'da Ortodoks toplulukların haklarını koruyacaklardı. Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş tazminatı verecek, ancak Rusya; Eflak, Boğdan, Besarabya ve Akdeniz'de işgal ettiği adaları Osmanlı Devleti'ne geri verecekti. Fakat bu bölgelerde Osmanlı Devleti genel af ilan edecek, halka din ve mezhep özgürlüğü verecek, halktan vergi almayacak, isteyen istediği yere göç edebilecekti. 1774-1779 Osmanlı-İran Savaşı. Tahta geçtikten altı ay sonra Kaynarca Antlaşması'nı imzalayan Padişah, birkaç ay sonra da İran ile yüz yüze geldi. Kaçarların rakibi olan Kerim Han Zend, 1775'te Basra'yı kuşatınca Mayıs 1776'da İran'a karşı savaş ilan edildi. 1776'da İranlıların eline geçen Basra, ancak üç yıl sonra geri alınabildi. Aynalıkavak Tenkihnamesi ve Rusya'nın Kırım'ı işgali. Küçük Kaynarca Antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti ile Rusya arasında kalıcı bir barış sağlanamamıştı. Çünkü Rusya Kırım'ı tamamen kendisine bağlamak istiyordu. Kırım'da Osmanlı hükûmetinin tayin ettiği III. Selim Giray Han ile Rusların Kırım'a Han olarak seçtikleri Şahin Giray arasında bir iç savaş çıktı. Yeni bir Osmanlı-Rus savaşı ihtimali belirmesi üzerine Aynalıkavak Tenkihnamesi imzalandı. Küçük Kaynarca Antlaşması'nın bazı maddeleri değiştirildi. Bu maddeler arasında Rusların Kırım'dan askerlerini çekmesi, Osmanlı Devleti'nin ise Rusların istediği Şahin Giray'ın hanlığını kabul etmesi yer alıyordu. Ancak tamamen Rus taraftarı olan Şahin Giray'ı Kırım halkı istemedi. Çıkan ayaklanmayı bahane eden Şahin Giray, Rus kuvvetlerini Kırım'a çağırdı. Kırım Hanlığı, Rusya'nın Kırım'ı ani işgali sonucu 9 Temmuz 1783 tarihinde Rusya'ya bağlı bir eyalet hâline geldi. Rusya ve Avusturya Savaşı. Osmanlı Ordusu, Temeşvar eyaletinde stratejik bir konumda bulunan Muhadiye Boğazı'nı ele geçirdi. Avusturyalıların toparlanmasına fırsat vermeden onların üzerine yürüdü. Bu sırada Avusturya İmparatoru II. Joseph, 80.000 kişilik bir ordu ve 500 topla Sebeş Boğazı'na geldi. 21 Eylül 1788 tarihinde yapılan Sebeş Muharebesi'nde Koca Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu büyük bir zafer kazandı. İki ayrı cephede hem Avusturya, hem de Rusya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlılar, orduyu ikiye ayırmıştı. Bu durum Osmanlı Devletini zor durumda bıraktı. Saldırıya geçen Ruslar, Özi Kalesi'ni kuşatarak 20-25.000 kişiyi katlettiler. (17 Aralık 1788). Bu haberin İstanbul'a ulaşması üzerine Sultan I. Abdülhamid kederinden hastalandı ve felç geçirdi. Ancak, 7 Nisan 1789'da ölene kadar devlet işleriyle ilgilenmeye devam etti. Yangınlar. I. Abdülhamid döneminin en akılda kalıcı olaylarından biri de büyük İstanbul yangınlarıdır. Bu yangınların çoğu kundaklama sonucu çıkmıştır. 9 Temmuz 1780 Samatya'da çıkan yangında binden fazla ev ve dükkân yok oldu. 24 Temmuz 1782 Balat yangınında ise 7.000'e yakın bina yok oldu. 1780 Cibali yangını ise İstanbul'un karşılaştığı en büyük yangınlardan biriydi, 50 saat devam eden yangında 20.000 bina kül oldu. Mimarî çalışmalar. Sultan I. Abdülhamid, mimarî alanda birçok eser yaptırdı. Kendi adını verdiği Sultan I. Abdülhamid Külliyesi, İstanbul Beylerbeyi Camii, Emirgan Çeşmesi, Hasköy Silahdar Yahya Efendi Çeşmesi, Gülşehir Kurşunlu Camii, Yozgat Ulu Camii, Unkapanı Şebsafa Camii ve Karavezir Medresesi bunların arasında en önemlileridir. Ölümü. 1787-1792 Osmanlı-Rus savaşında Özi Kalesi'nin Rusların eline geçtiği ve kale içindeki halkın Ruslar tarafından katledildiği haberini duyunca sağ tarafına felç geldi ve 64 yaşında iken 7 Nisan 1789'da öldü. Cenazesi Bahçekapı'da kendi yaptırdığı türbesine defnedildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9380", "len_data": 5683, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.37 }
Mübadele şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9391", "len_data": 32, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.45 }
Müslüman, İslam dinine mensup kişi demektir. Sünni ve Şii mezhep inancına göre, Allah'a ve Allah'ın birliğine, Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna inanan kişilere denir. İslam dininin farklı mezheplerinde "Müslüman" kavramı üzerine çeşitli farklılıklar bulunmaktadır. İslam'ın şartları. Kelime-i Şehâdet ve zekât dışında, İslam'ın şartlarında da Sünni ve Şiî mezhepleri arasında farklılıklar vardır. Bunun temel sebebi, İslamiyet'in siyasi ayrışma döneminde Sünni ve Şiî din âlimlerinin yorum farklılıklarıdır. Sünnî mezhebi. Bu mezhepte imanın şartının 6, İslamın şartının 5, namazın 12, abdestin 4, guslün 3, teyemmümün 2 olmak üzere toplam 32 farz bulunmaktadır. Müslümanların yerine getirmesi gereken farzların 32 tane olduğu İslam Alimleri tarafından akılda kolayca kalması için toplu halde bir araya getirilmiştir. Bunlar da 32 Farz olarak bilinmektedir. Bu farzların açıklamaları ayrıntılı bir şekilde aşağıdadır. İmanın şartları. İmanın şartları şunlardır: Allah'ın birliğine inanmak, meleklere inanmak, kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, ahirete inanmak, kaderin, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak. İslamın şartları. İslamın şartları şunlardır: Kelime-i Şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hacca gitmek. Namazın dışındaki farzları. Namazın dışındaki farzları şunlardır: hadesten tahâret, necâsetten tahâret, Setr-i avret, İstikbâl-i kıble, vakit ve niyet. Namazın içindeki farzları. Namazın içindeki farzları şunlardır: iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, secde, ka'de-i ahîre. Abdestin farzları. Abdestin farzları şunlardır: yüzünü yıkamak, elleri dirseklerle beraber yıkamak, başın dörtte birini meshetmek, boyunu yıkamak, ayakları topuklarla beraber yıkamak. Guslün farzları. Guslün farzları şunlardır: ağza su vermek, burna su vermek, bütün bedeni yıkamak. Teyemmümün farzları. Teyemmümün farzları şunlardır: niyet etmek ve iki elin içini temiz toprağa sürüp, yüzün tamamını mesh etmek. Tekrar elleri temiz toprağa vurup, önce sağ ve sonra sol kolu mesh etmek. Şiî mezhebine göre. Günümüzde Şiî mezhebi; "Zeyd’îyye" "(Beşçiler)," "İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye" "(Onikicilik/On İki İmâmcılık)" ve "İsmâil’îyye" "(Yedicilik)" olmak üzere üç ana mezhebe ayrılır. Furu al-Din'in 10 şartı (İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye). Furu al-Din'in 10 şartı (İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye) şunlardır: Namaz, Oruç, Hac, Zekât, Hums, Cihat, Emr-i Bil Maruf, Nehyi Anil Münker, Tevella ve Teberra. Veçh-i Din'in 7 şartı (İsmâil’îyye). Veçh-i Din'in 7 şartı (İsmâil’îyye) şunlardır: Velâyet, Tehâret, Namaz, Zekât, Oruç, Hac ve Cihad. İman'ın şartları. Şiî mezhebine göre. Usul al-din (İmamiyye-i İsnaaşeriyye) Mutezile Mezhebinin İman Görüşü. Mutezile'ye göre iman "kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel"den oluşur. Buna göre Mutezile inancında kişinin "mümin" yani "inanan" sayılabilmesi için kalbi ile İslâm'a inanması, dili ile bunu beyan etmesi ve hareketleriyle yani amel ile bunu göstermesi gerekir. Aynı iman görüşüne sahip diğer itikad mezhepleri Hariciyye ve Zeydiyye'dir. Mu'tezile Mezhebinin Esasları. Mu'tezile kendi usullerini ortaya koymak için "usul-i hamse" denilen beş esas belirlemişlerdir. Bunlar; Tevhid, Adalet, Va'd ve Vaîd (Söz ve tehdit, kişinin amelinin haliki oluşu), El-Menziletu Beyne'l-Menzileteyn (büyük günah işleyenlerin iman ve inançsızlık arasında bir yerde bulunmaları), Emr-i bi'l ma'rûf ve Nehy-i Anil Münker'in farz-ı ayn oluşu olarak sayılabilir. Ayrıca Kur'an'ın mahlukiyeti ve aklın nakle faikiyeti gibi hususlar da mezhep için önemli olan hususlardandır. Tevhid. Tevhîd (التوحيد), yani birleme İslâm dini akidesinin temeli olan Allah'ın birliğidir. Mutezile mezhebine mensup olanlar tevhidden yola çıkarak bazı konularda diğer itikadi mezheplerden farklı görüşler geliştirmişlerdir. Örneğin, Ehl-i Sünnet âlimlerinin ruyetullahı yani "Allah'ın ahiret günü görüleceği" görüşünü kabul etmemişlerdir. Onlara göre görülebilmesi için Allah'ın bir cisme sahip olması gerekir ki İslâm inancının tevhid kaidesine göre bu imkânsızdır. Bunun dışında Mu'tezile mezhebinin mensupları yine tevhid kaidesinden yola çıkarak Allah'ın sıfatlarının zatından ayrı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlara göre bu düşüncenin aksi, yani Allah'ın sıfatlarının zatıyla bir olması ezeli (ve böylece ilahi) olanların sayısını arttırır, yani tevhide karşı çıkar. Örnek vermek gerekirse, Mu'tezile mezhebi "Allah âlimdir." gibi bir tanımlamayı kabul ederken "Allah ilim sahibidir." gibi bir tanımlamayı reddeder. Zira onlara göre "Allah ilim sahibidir." derken Allah'ın zatından ayrı bir ilahi-ezeli "ilim" kabul edilmiş olur. Ayrıca, Mutezile akidesinde Allah'ın "kelâm" diye bir sıfatının olmadığına inanılır. Adalet. Adalet ("'Adl", العدل) esasının konusu Mutezile'nin kader konusundaki görüşüdür. "İnsan fiillerinde hür değildir." görüşünü benimseyen Cebriyye mezhebine karşı çıkarak Mutezile "insanın fiillerinde tamamen hür olduğu"na inanır. Mutezile inancındaki adalet esasına göre kişi kendi fillerini kendi yaratır. Bunu da Allah'ın kişiye bahşettiği bir yaratma kudretiyle gerçekleştirir. Fiillerin yaratılmasında Allah'ın bir müdahalesi olmadığına inanırlar. Bu görüş adalet esasından şu şekilde temel alır: kişilerin hür olmaması ve yaptıkları her fiilin yaratıcı ve yaptırıcısının Allah olması durumunda kişinin hür olarak yapmadığı hareketlerden ötürü cezalandırılması zulüm yani adaletsizliktir. İslam inancına göre ise Allah'ın adaletsiz davranması mümkün değildir. Bu nedenle kişi fiilerinin tek yaratıcı ve yaptırıcısı olmalı, fiilleri konusunda tamamen hür olmalıdır. Mutezile'nin kader konusundaki görüşü Kaderiyye mezhebiyle aynıdır. Mutezile mezhebinin kader konusundaki bu görüşlerinin imanın şartlarından olan "kader ve kazaya iman"a aykırı düştüğünü gerekçesiyle Sünni mezhepler tarafından eleştirilmiş, hatta küfür olarak nitelendirilmiştir. Söz ve Tehdit. Va'd ve Va'id ("el-Va'd ve el-Va'id", الوعد و الوعيد) yani "Söz ve Tehdit". Bu Allah'ın vadettiği (söz verdiği) sevap ve iyiliğin, tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğine inanmaktır. Mutezile mezhebinin bu esası bir diğer itikadi mezhep olan Mürcie'ye karşı geliştirilmiştir. Mürcie mezhebi iman etmeyen (kâfir) kişinin yaptığı iyilikler fayda vermediği gibi, iman eden kişinin (mü'minin) yaptığı günahlar da kendine zarar vermeyeceğini öne sürmüştür. Va'd ve Vaid prensibine göre ise iyilik yapan iyiliğine karşı mükafatlandırılacak, kötülük yapansa kötülüğüne karşılık cezalandırılacaktır. Mutezile mezhebinin bu esasına göre eğer Mürcie mezhebinin "iman edenin günahları zarar vermez" iddiası doğru olsaydı, Allah'ın vaîd'i yani tehdit etmesi - korkutması gereksiz ve manasız olurdu. Oysa tevhid inancına göre bu mümkün değildir. Bu esas ile Mutezile mezhebi Mürcie'yi tam anlamıyla reddeder. Ayrıca Mutezile mezhebi yine bu esas ile büyük günah işleyen müminin tövbe etmezse affedilemeyeceğini öne sürmüştür. İki Konum Arasındaki Bir Konum. "El Menzile beyne'l-menzileteyn" (المنزلة بين المنزلتين) yani "iki konum arasındaki bir konum". Bu esas Mutezile mezhebinin "büyük günah işleyenin durumu" hakkındaki görüşüyle ilgilidir. Mutezile mezhebine göre büyük günah işleyen bir mümin (iman etmiş kişi) artık ne mümindir ne de kâfirdir, o artık fâsıktır, yani müminlik ile kâfirlik arasında bir yerdedir. Mutezile inancına göre büyük günah işleyen mümin fâsık olur ve fasık kişi işlediği büyük günahtan ötürü tövbe etmeden ölürse sonsuza kadar cehennemde azap çeker. Eğer tövbe ederse yeniden mümin olur ve mümin olarak da ölürse cennete girer. Bu mezhebe göre fâsık bir kişi mümin ile kâfir arasında bir konumdadır, bu esasın adı olan "iki konum arasındaki bir konum" da buradan gelmektedir. Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker. "Emr-i bi'l ma'rûf" yani "iyiliği emretmek" ve "nehy-i anil münker" yani "kötülükten sakındırmak" (الأمر بالمعروف و النهي عن المنكر). Mutezile mezhebinin bu esasına göre kişi itikadi ve ameli konularda insanları iyiliğe çağırmalı, iyiliği yaymalı, kötülüğe karşı ise sakındırmalı, uyarmalıdır. Bu esastan yola çıkarak Mutezile mezhebi mensupları uzun yıllar boyunca birçok farklı görüşten, mezhepten ve inançtan insanla tartışmış, hatta zaman zaman tartışmalara şiddet ve kavga da karışmıştır. Mu'tezile mezhebine göre bu beş ana esasın birine veya daha fazlasına inanmayan kişi "Mu'tezili" olamaz. Mezhepsiz Müslümanlık. Mezhepsiz Müslüman, İslami mezheplerden herhangi birine bağlı olmayan, kendini bu mezheplere ait görmeyen veya inancını bu mezhepler içerisinde sınıflandırmayan Müslümanlara verilen isimdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9392", "len_data": 8475, "topic": "RELIGION", "quality_score": 2.91 }
Varlık Vergisi, Türkiye'de 11 Kasım 1942 tarih ve 4305 sayılı kanunla Mart 1944'e kadar uygulanmış olağanüstü servet vergisinin adıdır. Yasanın öncesi. Avrupa'da başlayan İkinci Dünya Savaşı'nın Türkiye'de oluşturduğu zorluklar sebebiyle 1940'ta çıkarılan Millî Korunma Kanunu hükümete fiyatları ve piyasadaki mal arzını kontrol etme, madenlerde zorunlu çalıştırma gibi yetkiler verdi. 1925'te kaldırılan aşar vergisi ise 1943 yılında farklı bir isimle geri getirildi. 1942'de zorluklar arttı ve enflasyon kontrolden çıktı. 1942'de hükümet, ekmeği karneyle dağıtmak zorunda kaldı. Müslüman ve gayrimüslim burjuvazi ile büyük toprak sahipleri ise savaş sırasında büyük servet biriktirmişti. 1942 yazı boyunca İstanbul gazetelerinde hırsızlık, karaborsacılık, vurgunculuk ve ihtikârla ilgili haber ve yazılar ön plana çıkarıldı. Hemen her gün ve her gazetede "karaborsacı Yahudi" tiplemesini içeren karikatürler yayınlandı. Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi, hükûmet tarafından "olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek" olarak dile getirilmiş ve herhangi bir dini veya etnik grup hedef alınmamıştır. Oysa basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında başbakan Şükrü Saracoğlu'nun vurguladığı gerekçeler farklıdır: "Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz." "Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır. Başbakan Saracoğlu, 5 Ağustos 1942'de okuduğu hükûmet programında yeni hükûmetin sosyal politikasını şu sözlerle açıkladı:"Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir."12 Eylül 1942'de İstanbul defterdarlığı görevine atanan Faik Ökte'nin anılarında anlattığına göre, Maliye Bakanlığı savaş dolayısıyla fevkaladeve vurgunculuk ile yüksek kazanç elde ettiği iddia edilen kimselerin cetvelinin yapılarak müslümanların M, gayrımüslimlerin G, dönmelerin D, yabancıların E harfiyle işaretlenmesini istatistik amaçlı talep etti. Ökte, kanunun hazırlık aşamasında Türkiye'de gelir vergisi olmadığı için, itirazı ve temyizi olmayan bir şekilde vergi talep edilmesini eleştirdi. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu ile görüşmesinde paranın 15 günde tahsilinin mümkün olmayacağını belirtti. Bunun yerine mükelleflerin beyana davet edilmesi, beyan edilmeyen malların müsaderesini savundu. Kasım 1942'de İsmet İnönü, meclisin açılış konuşmasında, halk büyük sıkıntı çekerken iş dünyasının stokçuluk, karaborsacılık ve fırsatçılık yapmasından bahsetti. On gün sonra, savaş sırasında servet biriktirenleri, gayrimüslim iş insanlarını ve büyük çiftlik sahiplerini vergilendirmek için "Varlık Vergisi Kanunu" meclis oybirliğiyle çıkarıldı. Yasanın uygulanışı. 11 Kasım'da Varlık Vergisi kanunu TBMM'de hiç tartışılmadan kabul edildi. Kanun her il ve ilçe merkezinde kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyecek servet tespit komisyonları kurulmasını, komisyon kararlarının nihai ve kati olmasını, vergi ödeme süresinin 15 gün olmasını, 15 gün içinde tahakkuk eden vergiyi ödemeyenlerin mallarının haczedilerek icra yoluyla satılmasını, buna rağmen borcunu 1 ay içerisinde ödemeyen mükelleflerin bedeni kabiliyetlerine göre genel hizmetler ve belediye hizmetlerinde çalıştırılmasını öngörüyordu. İstanbul'da kurulan üç komisyon tahakkuk eden vergi listelerini 18 Aralık 1942'de açıkladı. Tahakkuk eden vergilerin %87'si gayrımüslim, %7'si müslim mükelleflere yüklenmişti. Geri kalan %6 değişik kalemlerde olup, bunların da çoğu gayrımüslim azınlıklar ve ecnebilerdi. 4 Ocağa kadar vergisini ödemeyen mükelleflere birinci hafta için %1, sonraki haftalar için %2 gecikme zammı uygulanacağı ilan edildi. Aralık 1942 ve Ocak 1943'te İstanbul'da gayrımüslimlere ait binlerce taşınmaz mülk el değiştirdi. El değiştiren mülkler arasında İstiklal Caddesi'ndeki yapıların büyük bir kısmı bulunuyordu. Satılan mülklerin %67 kadarı Müslüman Türkler, %30 kadarı resmi kurum ve kuruluşlar tarafından alındı. 21 Ocak 1943'ten itibaren İstanbul'da binlerce gayrımüslime ait ev ve işyerleri haczedilerek haraç mezat satıldı. 27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, tümü gayrımüslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale'ye yollandı. Sözlü anlatımlara göre bu kişilerin aileleri Aşkale'ye sürülenlerin "sağ dönmeyeceğine" inanıyordu. Çalıştırılacaklara verilen ücretlerin yarısı borçlarına mahsup edilmiştir. Yaşlılar, Kop geçidinde kar temizleme işinin ağırlığından dolayı Aşkaleli köylülerden bazıları ile anlaşarak kendi yerlerine gençleri çalışmaya göndermişler. Bunun karşılığında da onlara günlük ödeme yapmışlardır. Sürgünlerden 900 kişi 8 Ağustos 1943'te yük vagonlarıyla Eskişehir Sivrihisar'a nakledildi. 9-13 Eylül 1943 tarihlerinde "New York Times" gazetesinde Cyrus Sulzberger imzasıyla Türkiye'deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı çıktı. Bu yazılardan hemen sonra 17 Eylül'de toplanan TBMM, henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar verdi. Aralık ayının ilk günlerinde Aşkale ve Sivrihisar sürgünleri yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine gönderildi. Çünkü o dönem II. Dünya Savaşı'nın kritik günleriydi ve Türkiye bu durumdan etkilenmek istememiştir. Cumhuriyet tarihinin tartışılan yasalarından biri olan "Varlık Vergisi", Şükrü Saraçoğlu Hükûmeti tarafından 9 Kasım 1942'de TBMM'ye sevkedildi. Yasa, 11 Kasım'da Genel Kurul'da kabul edildi ve 12 Kasım 1942'de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bazı kaynaklarda sadece Müslümanlar için olduğu belirtilen düşük vergiler aslında büyük çiftçilerden alınmıştır ve yasada %5'i geçemeyeceği belirtilmiştir. Yasanın kaldırılması. 17 Eylül 1943 tarih ve 4501 sayılı yasa ile bir kısım mükellefin vergi borçları silindi. 15 Mart 1944 tarih ve 4530 sayılı "Varlık Vergisi Bakayasının Terkinine Dair Kanun" ile o tarihe kadar tarh edilmiş, ancak tahsil edilememiş vergilerin silinmesiyle "Varlık Vergisi" uygulaması ortadan kalkmıştır. Verginin sonuçları. Varlık Vergisi kanunu ile toplam 270 milyonu 1942'de ve 47 milyonu 1943'te olmak üzere yaklaşık 317 Milyon TL vergi tahsil edildi. Bu sayının %70'i Anadolu'dan toplandı. Toplam tahsilat, 918 milyon TL olan 1942 devlet bütçesinin %34'üne tekabül etmektedir. 1935 sayımında Türkiye nüfusuna oranı %1,98 olan gayrımüslim azınlıklar, vergiden sonra başlayan göç nedeniyle 1945'te %1,56'ya ve 1955'te %1,08'e düştü. Tepkiler. Yıllar sonra hâlâ tepkiler sürmekte ve yargıya konu olan olaylar gerçekleşebilmektedir. 2012 yılında Milliyet gazetesine röportaj veren Şabat Levi, Miraç Zeynep Özkartal'ın "Devletin sizden özür dilemesini ister misiniz?" sorusu üzerine şu yanıtı vermiştir:"Hata ettik” demelerini isterim tabii. Ama ne değişir? Ben affettim zaten. Bizi Hitler’den kurtardı İnönü, Varlık Vergisi’ni de affettim böylece. Eğer bizi Hitler’e verseydi sabun olacaktık. Parayla hayat ölçülmez. İnönü sayesinde hayatta kaldık. Bunu unutmadım."Halkların Demokratik Partisi Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan, Kasım 2021'de Varlık Vergisi Kanunu ile ilgili Meclis araştırılması açılması için önerge verdi. Popüler kültürde. Yılmaz Karakoyunlu'nun aynı adlı romanından uyarlanan "Salkım Hanımın Taneleri" (1999) 1942-1943 zaman aralığını kapsayan hikâyesiyle Varlık Vergisi'ni konu edinir. 2021 Netflix yapımı "Kulüp" adlı dizinin Varlık Vergisi'nden etkilenmiş Yahudi bireyleri ele almasından ötürü vergi yeniden gündeme geldi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9393", "len_data": 7804, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.8 }
6-7 Eylül Olayları veya İstanbul Pogromu ( "Septemvriana", "Eylül Olayları"), İstanbul'da yaşayan Rum azınlığa karşı 6-7 Eylül 1955'te gerçekleşen organize toplu saldırı. Gladio'nun Türk kolu olan Seferberlik Tetkik Kurulunun yanı sıra Kontrgerilla ve günümüz Millî İstihbarat Teşkilatı'nın selefi olan Millî Emniyet Hizmeti tarafından planlanarak desteklendiği iddia edilmiştir. Olaylar, önceki gün Türk basınında çıkan ve Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün Selanik, Yunanistan'daki doğduğu evin bombalandığını iddia eden yalan haberlerle tetiklendi. Sonradan yakalanan bir Türk konsolosluk yetkilisi, bombayı olayları kışkırtmak için kurguladıklarını itiraf etti ancak Türk basını bunu görmezden gelerek bombanın Yunanlar tarafından atıldığını iddia etti. Olaylar. 1955'ten itibaren Demokrat Parti hükûmeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; şüpheli metotlarla muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de Demokrat Parti'den soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişleri'nin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasası'na getirilen kısıtlamalar da büyük ölçüde 6-7 Eylül olaylarıyla gerekçelendirilmiştir. Menderes hükûmetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir. Kıbrıs Türkleri'ne yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde baş köşeye oturmuştur. O dönem Türkiye'de en çok satan gazete olan Hürriyet'in başlığında İstanbul'daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumları'nın ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu. Dışişleri yetkilileri Londra'da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk'ün Selanik'teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlandı. (Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba attığı iddia edilen Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi Oktay Engin daha sonra gıyabında mahkûm edilmiştir. Oktay Engin, 22 Şubat 1992 - 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliği'ne getirilmiştir.) Bunun üzerine, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan Mithat Perin'in sahibi, Gökşin Sipahioğlu'nun yazı işleri müdürü olduğu DP yanlısı "İstanbul Ekspres" gazetesi genelde tirajı 20.000 civarında olduğu halde 6 Eylül'de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul'da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlandı. Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Derneği genel sekreteri Kamil Önal "Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz" diye yazmıştır. Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayriresmî makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirildi. İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli'deki Haylayf Pastanesi'ne yapıldı. Ardından büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu'na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başladı. İstanbul'daki Rum azınlığın ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergiledi. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, yirmi-otuz kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlandı. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000'den fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalandı. İstanbul'un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapıldı. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırdılar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açtılar, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak paramparça ettiler. Kiliseler ve mezarlıklar da payını aldı: Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği gibi, İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi. İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa Garı'na geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı "(örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi.)" Hasarlar. Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştür. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Dilek Güven'in Sabah gazetesine verdiği röportaja göre ölü sayısının az oluşu gruplara "ölü olmasın" emri verilmesi sebebiyledir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayriresmî rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Güven'e göre resmi rakamlara göre altmış olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikayette bulunamayan kadın sayısının 400'e yakın olduğu tahmin edilmektedir. Buna ek olarak Güven 6-7 Eylül olayları adlı kitabında bu saldırıların arkasında İngiliz yetkililerin olduğunu belirtmektedir. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır. Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon - 1 milyar Türk lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Demokrat Parti hükûmeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk lirası civarında tazminat ödemiştir. Sonrası. Olayların başladığı saatlerde İstanbul'da olan başbakan Adnan Menderes saldırıların kontrol edilememesi üzerine Sapanca'dan çağrıldı ve sıkıyönetim ilan edildi. Olaylarla ilgili olarak önce 3.151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5.104'e yükseldi. 10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etti. Başlangıçta soruşturmalar Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşan ve o günlerde ilan edilen sıkıyönetim savcıları tarafından yapılan ilk soruşturma ve yargılamalar, daha sonra DP iktidarının bastırması sonucunda komünistler suçlanmıştır. Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru'nun bulunduğu yaşayan fişlenmiş komünistler ile ölmüş dört komünist hakkında dava açıldı. Dava beraatle sonuçlandı ve tutukluların çoğu Aralık 1955'te serbest bırakıldı. Kısa süre sonra Kıbrıs Türktür Cemiyeti de kapatıldı. 1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturdu. 27 Mayıs darbesinden sonra cunta tarafından organize edilen Yassıada Yargılamalarında olayların DP hükûmetinin başbakanı Adnan Menderes'in provokasyonu sonucu kontrolden çıktığı iddia edildi ve cunta mahkemesi Demokrat Parti yönetimini 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırıldı. Dr. Dilek Güven'e göre: Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil ve üyeleri cezaevine girdi. Ama "Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz" deyince serbest bırakıldılar. Olaylar halkın üzerine kaldı. Çünkü mahkemede, "Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi" denildi. Kimse ceza almadı. İkinci dava Yassıada'ydı. Menderes ve hükûmet üyeleri yargılandı. Bu davada da olaylar sadece hükûmet üyeleri üzerine yıkıldı. Menderes, defalarca MAH yani MİT Başkanı'nın mahkemeye çağrılmasını istedi. Ama hep reddedildi. Olaylar aydınlatılmadı. Olayların ardından, Türkiye'de yaşayan binlerce Rum Türkiye'den göç etmiştir. Rum nüfusun zamanla azalmasıyla Rumların ekonomideki etkisi zayıflamaya başlamış ve daha önceki azınlıklara yönelik eylemlerde olduğu gibi Türklerin sermayeye hakim olması hızlanmıştır. Birkaç bin Rum ise özellikle Mersin ve Tarsus'a yerleşmişlerdir. Zamanla kalan Rumların da büyük çoğunluğu İstanbul'u terk etmiştir. Nüfus mübadelesi sonucunda 1925 yılında yaklaşık 100.000'e düşen İstanbul'daki Rum nüfus, 2006 yılında 2.500 kişiye kadar düşmüştür. Ülkedeki toplumsal olarak çeşitli etnik yapıyı belirtmek için yaygın olarak yapılan "mozaik " benzetmesine atıfta bulunarak, 6-7 Eylül Olayları için Namık Gedik tarafından "mozaik çatladı" açıklaması yapılmıştır. 6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştu. Hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesiyle ve kendilerini güvende hissetmedikleri için, özellikle Rumlar yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Nesiller boyu bu topraklarda yaşamış olan İstanbul'un gayrimüslim yerlileri, bu gibi davranışlar sonucu evlerini ve anavatanlarını terk etmek durumunda bırakılmışlardır. Ancak hükûmetin o dönemde kabul etmediği olaylar 1998 yılı içinde bir meclis önergesi sırasında kabul edildi. Tazminat değeri olan 70.000 Lirayı vermeye hükûmet yanaşmadı. 6-7 Eylül olaylarının olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu'na verdiği röportajda 6-7 Eylül olayları hakkında şu demeci vermiştir. Popüler kültürde. 2003 çıkışlı Yunanistan ve Türkiye ortak yapımı dram filmi "Bir Tutam Baharat", olaylardan etkilenmiş İstanbullu Rum bireyleri konu almıştır. 2008 yapımı "Güz Sancısı" filmi olayları konu almış ve Türkiye'de yoğun tartışmalara neden olmuştur. 2013 yapımı "Sürgün", 1964 Rum Tehciri'nin yanı sıra 6-7 Eylül Olayları'nı da işlemiştir. 2021 yapımı Netflix dizisi "Kulüp", 2. sezonunda olayların İstanbul'daki azınlık bireylere etkisini ele almış, dizinin konuyu işlemesi 6-7 Eylül olaylarının Türkiye gündemine tekrar girmesine sebep olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9394", "len_data": 10068, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.29 }
Peygamber (Farsça: پيغامبر) veya yalvaç, Tanrı aracılığıyla bir dini veya dinî öğretiyi yaymakla görevlendirildiğine inanılan kişidir. Peygamberler ayrıca dinî terminolojide ayet, işaret veya mucize denilen doğaüstü güç veya olayların kendilerine atfedildiği mitolojik veya yarı mitolojik insanlardır. İbrahimî dinlerin inananları, peygamberlerin Tanrı'dan aldıkları “vahiy” adlı mesajları diğer insanlara ulaştırdıklarına inanırlar. Etimoloji ve geleneğin oluşması. Peygamber sözcüğü Türkçeye Farsçadan geçmiştir. Peygamber, Arapça resul sözcüğünün Farsça karşılığıdır. Kökeni olan "peyam", "haber" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla peygamber, "haberci" anlamını taşır. "Resul" ise (رسول: Risalet eden/edici) "elçi" demektir. Benzer bir anlama gelen Arapçadaki "Nebi" (نبي) sözcüğü, yine "haber" demek olan "nebe" kökeninden türemiş "haberci" anlamında bir sözcüktür ve Türkçe'de de kullanılır. Ayrıca Türkçe yalvaç sözcüğü de peygamber anlamına gelir. Arapça Nebi kelimesinin kökeninin Nebo'ya dayandığı düşünülmektedir. En eski toplumlarda, tanrısal buyruklara dayanan kitabeler üzerine yazılmış, yasa yapma geleneği bulunuyordu. Bu kral da öldükten sonra tanrılar arasına karışırdı. Bazen bu yazdırma işini bir elçi- tanrı üstlenirdi (Nabu). Bu gelenek, yasalara uymayanların, inanılan tanrılarca cezalandırılacağı inancıyla birlikte yasaların etkinliğini artırıcı bir fonksiyon icra etmekteydi. Yazının ve yazı malzemelerinin gelişmesi ile birlikte bu uygulama ilahi ilham ile kitap yazma-yazdırılma ve kendisine yazdırılan/ilham edilen kişinin özel, toplum için seçilmiş, gönderilmiş bir kişi olduğu iddiaları ile birlikte devam etti. Günümüzde bile bu iddiaya sahip yasa, kitap ve külliyatlar oluşturulmaya ve kendilerine uygulama alanı bulmaya devam etmektedirler. Mustafa İslamoğlu günümüzde İslam dünyasında Kur'an'dan sonra Allah tarafından yazdırıldığına inanılan 6 adet kitaptan ve bunların İslam'dan ayrılan birer din olarak değerlendirilebileceklerinden bahsederek Türkiye coğrafyasından Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Said Nursî’yi örnek olarak veriyor. İbrahimî dinler. Yahudilik. Tanah'ta bahsi geçen dinî şahısların büyük kısmı Yahudilik tarafından peygamber kabul edilmez, din büyüğü olarak anılır. Yahudiliğe göre İsa, beklenen mesih değildir ve Muhammed, peygamber değildir. Hristiyanlık. Yahudilik gibi Hristiyanlıkta da Kitâb-ı Mukaddes'teki şahısların çoğu sadece din büyüğü olarak anılır. Hristiyanlığa göre Muhammed, Joseph Smith veya Bahaullah gibi kişiler peygamber değildir. İslam öğretisinde aktarılanın aksine Hristiyanlık, İncil'in, Tanrı tarafından vahiyler aracılığıyla İsa'ya bildirilmiş bir kitap olduğunu iddia etmez. Dört İncil'in İsa'nın göğe yükselişinden çok sonraları havariler tarafından Tanrısal ilham (esinlenme) aracılığıyla kaleme alındığı kabul olunur ve bunlar İsa'nın yaşamını anlatır. Hristiyanlığın kutsal kitabı Kitâb-ı Mukaddes, incillerle beraber 23 kutsal Hristiyan metnini daha bünyesinde barındıran "Yeni Antlaşma" ve Tevrat'la beraber 29 Yahudi metnini daha kabul eden "Eski Ahit"in birleşimidir. Yahudilik ve Hristiyanlığa göre Zebur (Mezmurlar), Davud veya Süleyman tarafından yazılmış şiirlerdir. Hristiyanlığa göre İsa beklenen mesihtir ve Tanrı'yı oluşturan, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesindeki "Oğul"dur. Katolik Kilisesi'ne göre ise İsa'dan sonraki en önemli dinî kişi İsa'nın annesi Meryem'dir. İslam. İslâm'da peygamberler, Allah'ın dünyadaki elçisi kabul edilir. Kur'an'da 25 peygamberin ismi geçer. Kur'an'da geçen peygamberlerin yaklaşık kronolojik sırası şöyledir: Âdem, İdrîs, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyüp, Şuayb, Musa, Harun, Zülkifl, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Yûnus, Zekeriya, Yahya, İsa ve Muhammed. İslam peygamberlerinin büyük bir kısmı Yahudilik ve Hristiyanlık'ta peygamber olarak kabul edilmez, sadece din büyüğü olarak anılırlar. İsa, Yahudilik tarafından; Muhammed, her iki din tarafından da peygamber kabul edilmez. İslam'da peygamberler günahsız kişilerdir ve bilinen tüm peygamberler erkektir. Her topluluğa peygamber gönderildiğine inanılır. Muhammed, İslam'a göre Hatemül Enbiya (son peygamber) kabul edilir. İslam'da peygamberlere geldiğine inanılan 4 büyük kitap vardır: Tevrat (Musa), Zebur (Davud), İncil (İsa), Kur'an (Muhammed). Kur'an'da birçok peygamberin dünyaya gönderilmiş olduğu belirtilir: Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah'a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir. "(Âl-i İmrân Suresi, 144)" Siz kıymet bilmez bir topluluksunuz diye biz de sizi Kur'an ile uyarmaktan vaz mı geçelim? Sizden önce gelip geçenlere de nice peygamberler gönderdik. "(Zuhruf Sûresi, 5-6)" Kur'an'a göre Îsâ ile Muhammed arasındaki dönemde dünyaya peygamber gönderilmemiştir. Mormonluk. Mormonluk Kitâb-ı Mukaddes ve Mormon Kitabı'nda bahsi geçen peygamberleri, İsa Mesih'in Son Zaman Azizler Kilisesi'nin kurucusu Joseph Smith'i ve Kilise'nin başkanlarını peygamber kabul etmektedir. Bahâîlik. Bahâîlik, peygamberler konusunda İslam'la hemen hemen aynı inanca sahiptir. İslam'la ayrılan temel noktaları; Mirza Ali Muhammed Bâb ve Bahâullah'ı peygamber kabul etmesi, Dharma dinlerindeki Krişna, Buda gibi kutsal figürleri peygamber kabul etmesi ve gelecekte, geleceğin ihtiyaçlarına ve insan kapasitesine göre yeni peygamberler gönderileceğini kabul etmesidir. Diğer dinler. Tarihsel açıdan incelendiğinde, peygamberlik kavramının İbrahimî dinlerde yer aldığı ve Orta Doğu'ya özgü olduğu görülmektedir. Asya'nın Budizm, Hinduizm, Maniheizm ve Şintoizm gibi dinlerinde, Avrupa'nın pagan inançlarında veya Afrika'nın yerel kabile dinlerinde Tanrı'dan aldığı buyrukları insanlara açıklayan peygamberlere rastlanmamıştır (Üstelik "Vedalar" adlı kutsal metinlere sahip Hinduizm, çok tanrılı bir inançtır). Orta Doğu dışarısında ortaya çıkmış dinler arasından bazılarının kurucuları bilinmektedir fakat bu kurucular, kurmuş oldukları dinin mensuplarınca "din büyüğü" olarak kabul görmektedirler; İbrahimî dinlerdeki gibi bir "peygamberlik" görevi söz konusu değildir. Kadın peygamberler. Kuran'da kadın peygamberden bahsedilmez. Tevrat'ın Tekvin 15:20 ayetinde Peygamber Miryam'dan, Hakimler 4:4'te Peygamber Debora'dan, 2. Tarihler 34:22'de Şallum'un karısı Peygamber Hulda'dan, Nehemya 6:14'te Peygamber Nadya'dan söz eder. Aynı şekilde, Yeni Ahit'in Luka 2:36 ayetinde "Aşer oymağından Fenuel'in kızı Anna adında çok yaşlı bir peygamber vardı. Genç kız olarak evlenip kocasıyla yedi yıl yaşadıktan sonra dul kalmıştı." ifadeleriyle bir başka kadın peygamberden bahsedilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9395", "len_data": 6650, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.8 }
Cemali, 1995'te İsmail Cem Tosun ve Ali Tosun isimli uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşamış iki müzisyen kardeşin kendi isimlerini vererek kurduğu gruptur. Müzik sektöründe çok genç yaşta isim yapmayı başaran İsmail Cem Tosun ve Ali Tosun kardeşler eğitimleri sırasında ve sonrasında uzun süreler San Francisco'nun çeşitli radyolarında çalışmalar yaptılar. Remix ve Film müzikleri dallarında başarı sağlayan ikili daha sonra aranjör ve prodüktörlük yaptılar. Müzikte yenilik getiren alternatif tarzlarıyla dikkatleri üzerlerine toplayan "Cemali" hem ABD hem de Türkiye'de başarılı prodüksiyonlara imza atmaya devam ediyorlar. Ayrıca doğa ve insan hakları ile ilgili önemli faaliyetler sürdüren ikili bu konulardaki duyarlılıklarında müziklerine sık sık yansıtmaktadırlar. Cem, San Francisco "Bayside Middle School" 'a gitti. Daha sonra Antalya Kolejinde lise egitimini tamamladı. San Francisco'da S.F. State Üniversitesinde Psikoloji eğitimi gördü. Ali, San Francisco'da "Bayside Middle School" 'a gitti. Liseye "Burlingame High School" 'da başladı ve Antalya Kolejinde bitirdi. Daha sonra San Francisco S.F. State Üniversitesinde Sinema eğitimi aldı ve sinema yönetmenliği üzerine mastır yaptı. Birçok festivalde ödül kazanan üç kısa metrajlı film çekti. 1995 yılında çıkardıkları ilk albümlerinde yer alan ilk çalışmaları "Duymak İstiyorum" adlı albümle "Cemali" grubu müzik dünyasına giriş yapmış ve başarı kazanmıştır. 1996 yılında "Whirl" isimli albümlerini Amerika'da piyasaya sürdüler. 1997'de "Youh Youh" albümün piyasaya sürdüler. 2001 yılında "Hayat?" adlı albümlerini yayınladılar. Ailelerinin doğa ve insan hakları konusunda duyarlı olmaları Cem ve Ali'nin küçük yaşta bu konulara ilgi göstermelerine önayak oldu. Ayrıca ona okul ve lise dönemlerinde katıldıkları tartışma grubu ikilinin konuya ilgisini daha da artırdı. Gündemdeki global konulara önem veren bu tartışma grubu insan ve doğa problemlerine de aktif bir şekilde değinirdi. Cem ve Ali üniversite dönemlerinde bu konulara daha da ilgi gösterip aktif olmaya başladılar. Greenpeace ve Amnesty International'la daha yakından ilgilendiler. Özellike dünyadaki açlık problemleri ve kültürel dejenarasyon konulan ilgi odakları oldu. Bu konularda insanlar daha duyarlı olmaya yönelik birtakım aktivitelerde yer aldılar ve yardım konserlerine katıldılar. Tüm bu aktivite ve gelişmeler "Cemali" 'ye insan ve doğa arasındaki etkileşimi daha iyi anlama olanağı sağladı. 1995 yılından bu yana Türkiye'de yaptıkları albümlerde doğa ve insan temalarına sık sık değindiler. "Hayat?" isimli son albümlerinde ise ana tema insan, doğa ve aşkın hayat üzerïndeki gücü oldu. Cemali'nin "Duymak İstiyorum" isimli unutulmaz şarkısı 2010 yılında Emre Aydın tarafından yeniden yorumlanmıştır. "Şimdi Hayallerdesin", "Dönence", "Biliyorum Sonunu" grubun yaptığı diğer bazı başarılı parçalardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9396", "len_data": 2854, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.24 }
Hamparsum Limonciyan (Ermenice: Համբարձում Լիմոնճեան, d. 1768, İstanbul - ö. 29 Haziran 1839, İstanbul) veya Baba Hampartsum, Osmanlı Ermenisi bestekâr ve müzik hocası. Hayatı. İstanbul'da o zamanlar Pera adıyla anılan Beyoğlu semtindeki Çukur Sokak'ta, Harput'tan İstanbul'a gelerek yerleşmiş, Ermeni Katolik cemaatine mensup bir Ermeni çiftinin oğlu olarak doğmuştur (Serkis ve Gadarine Limonciyan). Hamparsum, ilkokulu bitirdikten sonra, hem ileride bir meslek sahibi olabilmesi hem de harçlığını çıkarabilmesi için bir terzinin yanına çırak olarak verilmiştir. Darphane Amiri Hovhannes Çelebi Düzyan'ın (1749-1812) dikkatini çekerek, himayesine girmiş ve Düzyan'ların Kuruçeşme'deki konağında, Klasik Avrupa müziği üzerine müzik eğitimi almıştır. Hagop Çelebi Düzyan (1793-1847) ve Zenne Bogos'un (1746-1826) öğrencisi olmuştur. Hamparsum'un müziğe olan merakı sadece Klasik Batı Müziği ve Ermeni Kilise Müziği ile sınırlı olmayıp, Klasik Türk müziğine de büyük ilgi duymuş ve Beşiktaş Mevlevihanesi'ne devam ederek Türk müziği bilgisini geliştirdi. Burada Dede Efendi tarafından yeteneği fark edilerek, onun öğrencisi olmuştur. Galata'daki "Lusavorçagan Mektebi"'nde musiki hocalığı yaptı. Bu arada Beşiktaş Mevlevihanesine devam ederek Türk müziği bilgisini geliştirdi. Büyük bir olasılıkla Hammâmizâde İsmail Dede Efendi'nin aracılık ve yol göstermesi sayesinde III. Selim'in huzuruna kabul edilerek padişahın beğenisini kazanmıştır. III. Selim Dönemi, padişahın sanata ve özellikle müziğe olan merakı ve saygısı nedeniyle günümüz Türk Müziği tarihçileri tarafından "Türk Müziğinin Altın Çağı/Dönemi" olarak adlandırılmıştır. Saray, onun saltanatı sırasında adeta bir müzik okulu ve araştırma merkezi haline gelmiştir. Kendi dönemine kadar usta-çırak ilişkisine dayalı 'meşk metodu' nedeniyle erozyona uğrayan Türk müziği eserlerinin gelecek kuşaklara ilk ve özgün halleriyle intikâl ettirilebilmeleri amacıyla çevresindeki müzisyenlerden bir notasyon geliştirmelerini istemiş ve onun bu talebine Abdülbâki Nâsır Dede ile Hamparsum Limonciyan karşılık vermişlerdir. Her ikisi de, geliştirdikleri notasyonla kaydettikleri çalışmalarını padişaha sunmuşlardır. Hamparsum, 1812-1814 yılları arasında bu konuda çalışmalarına devam ederek, Eski Ermeni Kilise ilahilerinin kaydedilmesinde kullanılan "Khaz Sistemi"'ni, Türk Müziğine uyarlamış ve geliştirdiği notasyon ile sadece peşrev ve saz semailerinin bizzat notaya aldığı 6 adet nota defterinin III. Selim'e takdim etmiştir. Notanın kullanıldığı ilk beste, Tanburi İsak Efendi'nin bayati peşrevidir. Kendi adıyla anılacak olan bu notasyon, Hagop Çelebi Batı müziğinden aldığı bazı kavramlarla geliştirdi. Hamparsum notasına daha sonra bestekâr Kapriel Yeranyan (1827-1862) tarafından çeşitli eklemeler yapılmıştır. Yaşamının büyük bir bölümünü evinde müzik dersleri vererek geçiren Hamparsum, bir ara Kirkor Balyan'ın kâtipliğini yapmış, bir süre sonra oğlu Neyzen Zenop Limonciyan'la birlikte ticarete atılarak Galata'da gıda maddeleri toptancılığı ile uğraşmıştır. 1837'de Ermeni harfleri ile Türkçe otobiyografisini kaleme aldı. 29 Haziran 1839'da Hasköy'deki evinde öldü ve Pangaltı Ermeni Mezarlığı'na defnedildi. Müzisyen olan Limonciyan. Orta Çağ Ermeni Kiliselerinde kullanılan Khaz Sistemine dayalı, genel "Hamparsum notası" olarak bilinen bir notasyon geliştirerek Klasik Türk müziğinde kullanılmasını sağlamış; böylece Türk müziği eserlerinin kaydedilerek günümüze ulaşmalarında çok önemli bir rol oynamıştır. Tambur sanatçısı olarak ün kazandı. Türk musikisi alanında bilinen 27 şarkı, 11 peşrev ve 9 semaisi, Ermenice 20 kadar ilahisi mevcuttur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9397", "len_data": 3613, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.72 }
Rum ( "Rûm"), Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşamış ve Roma yurttaşı haklarına sahip olmuş halk veya kişidir. Bu kimselerin çeşitli etnisiteye sahip bireylerden oluşan bir topluluk olmalarına karşın ilerleyen zamanda bu kimselerin konuştukları Latinceyi bırakarak Yunancayı benimsemeleri ve çoğunluğun Müslümanlardan oluştuğu yerlerde yaşamaları nedeniyle daha sonradan bu kelime, Yunanistan dışında Müslüman ülkelerde oturan Yunan asıllı kimseleri ifade etmek için kullanılmıştır. Tarihte Doğu Roma İmparatorluğu'nu oluşturan 6. yüzyıla kadar Latince konuşan ve 6. yüzyıldan sonra Yunanca konuşan kimselere Müslüman ülkelerde Rum denirdi. Günümüzde Rumların büyük kısmı Kıbrıs'ta yaşamaktadır. Anadolu'ya yerleşmeleri çok eski tarihlere dayanan Rumlar, 1923 yılından sonra Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ve en son olarak 6-7 Eylül Olayları ile Türkiye Cumhuriyeti'nden neredeyse tamamen ayrıldılar. Rum kelimesi herhangi bir dini/mezhepsel anlam taşımamakla birlikte Rumların tamamına yakını Doğu Ortodoks Kilisesi mensubudur. Bu tanımdaki Rum sözcüğü Helen kökenli Rumları kapsamaktadır. Diyar-ı Rum'da (Anadolu'da) yaşayan ve farklı dinlere ve etnik gruplara mensup olan kimseler için de "Rumî" (Rum diyarından olan) sıfatı Mevlana Celaleddin Rumi örneğinde olduğu gibi kullanılmıştır. Köken bilimi. "Rum" sözcüğü etimolojik ve tarihsel kullanılışıyla Roma'dan kaynaklanmıştır. Bu sözcükle "Roma İmparatorluğu", "Roma İmparatorluğu'nda yaşayan kimse", "Romalı", "Arap ilinden başka ilden olan kimse", "Anadolulu", "Osmanlı" gibi anlamların karşılığıdır. Eski Türkiye Türkçesinde Anadolu'ya Diyar-ı-Rum yani “Roma ülkesi” denirdi. Örneğin "Mevlânâ" unvânıyla meşhûr Celâleddîn-i-Rûmî; Romalı/Anadolulu Celâleddîn demektir. "Rum Selçukluları (Anadolu Selçukluları)" ve "Rumeli (Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki toprakları)" gibi. “Rumeli” ismi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu Roma İmparatorluğu'ndan fethettiği topraklara verdiği Türkçe isimdir. Osmanlı Türkleri, Avrupa'ya ayak bastıktan sonra, burada fethettikleri yerlere Rumeli adını verdiler. Hâlbuki bu isim evvelce bugünkü Anadolu için kullanılmış, hatta Orta Çağ Avrupa kaynaklarında "Romanie" şeklinde tercüme edilmiş iken bu son şekil, Rumeli'nin Anadolu'ya mütenazır olarak kullanılması gibi, Balkan yarımadasına tatbik olunmuş ve garp kaynaklarında "Peninsule romaine" tarzında da kullanılmıştır. Yeni çağlardan itibaren, Avrupa harita ve kitaplarında bu yarımadaya "Turquie d'Europe" veya "Empire ottoman d'Europe" denildiği görülüyor ki, sonradan Türkçe neşriyatta, bu adlara muadil olmak üzere, "Avrupa-i Osmânî" ve "Rumeli-i Şâhâne" tabirleri kullanılmıştır. "Rum+el+i" (< Rum Eli: Rum ("Ad") El ("Ad") +i ("3. teklik iyelik eki") yapısındaki sözün kökündeki "Rum" kelimesi "Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan toprak, halklar" anlamıyla kelimenin yapısına katılmıştır. "Roma" sözünün bir biçimidir: ("Lat.") Roma > Rum ("Osm.Tr."). Rumluk ırki birlikten yoksundur. Çeşitli kavimler dinleri bakımından "Rum" adıyla anılmışlardır. Mezhep bakımından Sırplar, Bulgarlar ve Ulahlar Ortodoks olduklarından Rum Cemaati (Millet-i Rûm) kabul edilmişlerdir. Onların yaşadığı Balkan toprakları da Türkler tarafından "Rumeli" olarak adlandırılmıştır. "Yunan olmak" ve "Rumluk" aynı şey değildir. Günümüzde Anadolu topraklarında yaşayan Rum kökenli aileler Trabzon'un Of bölgesinde yoğunlaşmıştır. En çok bilinen Yazıcı, Beyazıtlar, Melesler, Altukalar, (Altıokka) ve Çelikler'in soyları San. Papandreu ve Rodos Rahiplerine dayanır. Yunanlık Kuzey Yunanistan ve Mora çevresiyle sınırlıdır. Buna karşın daha geniş bir anlamı olan Rumluk, bir toplum ve ülkeler anlayışını ifade eder. Batı Anadolu, Adalar-Kıbrıs dahil ve Rumeli Yarımadası gibi daha geniş bir alan, Rumlukla ilgilidir. Tanımlama. Rum kelimesi tarihsel kaynaklarda daha çok Doğu Romalı yani Yunanca konuşan Romalı, bir diğer ifadeyle Greko-Roman anlamında kullanılmıştır. Rumlar; Anadolu'nun yerli halkı ile Yunanların, Yunan dili ve kültürü lehine karışması ile ortaya çıkmışlardır. Cumhuriyet döneminde Rumlar, her ne kadar ırksal köken olarak karışık da olsalar, ana dilleri Yunanca olduğu için Yunan kabul edilip, Yunanistan'daki Türk nüfus ile mübadele olunmuştur. Yunanistan'a giden Rumlar, oradaki Yunanlar tarafından Türk diye dışlanmıştır. Yunanistan'da yaşayan Rumlar, hâlen Anadolu'dan getirdikleri Anadolu kültürünü yaşatmaya çalışmaktadır ve birçoğu anavatanları olarak Anadolu'yu görmektedirler. Bu Rumların belli bir kısmı Türkçeyi aynen Anadolu'daki Türklerin ağzı ile konuşmaktadır. Rum Kırımı ve Mübadele sonucu Hristiyan Rumlar ve Türkler Yunanistan'a giderken Müslüman Rumlar ve Rumlarla uzun süre yaşamış olan Lazlar yoğun oldukları bölge Trabzon ve Rize'de yaşamaya devam etmiştirler. Müslüman Pontus Rumlarının bir kısmı hala Trabzon ve Rize'de dillerini konuşmaktadırlar. Ayrıca şive içinde de bolca Rumca kelimeye rastlamak mümkündür. Karadeniz civarından giden Hristiyan Pontus Rumları Yunanistan'da -idis,-idi ekli soyadlarını almış, kültürlerini orada hala yaşatmaya devam etmişlerdir. İsim ve tamlamalar. Rumlar, Anadolu'daki Bizans "(Doğu Roma)" egemenliğinden sonra, Yunan dilini ve Ortodoks Hristiyanlığı benimsemiş eski Anadolu uygarlıklarının kalıntıları olan çeşitli halklardan meydana gelmektedir. Tarihçi İsmail Hami Danişmend'in bu konudaki değerlendirmesi ise şöyledir: "Yunanlık fikri, Rumluk fikriyle başlamıştır. Kuzey Yunanistan ile Mora çevresinde sınırlı olan Yunanlığa mukabil Batı Anadolu, Adalar ve Rumeli'nin çeşitli taraflarına yayılmış olan Rumluk daha geniş bir camiadır; her ikisi de ırki birlikten tamamıyla yoksundur; bütün Rum-Yunan toplumu bir mezhep ve dil birliğinden ibarettir. Bilhassa mezhep bakımından ilk zamanlarda Sırplarla, Bulgarlar ve Ulahlar bile Rum toplumuna mensup sayılmıştır." Buna göre; Yunanlar, Ortodoksluk mezhebine mensup Yunan ("Helen soyundan" !) olmayanlara da sahip çıkarak, güçlerini aşan bir davayı sürdürmeye çalışmaktadırlar. Çapı büyük Rumluk ve Bizans hülyası tarihi gerçeklere göre 1821'de Balkanlarda -özellikle Romanya'da- akamete uğramış, Yunan isyanı ile mevzileşerek Yunanistan ve bazı Ege adalarında Yunanlık düşüncesine dönüşmüştür. Bizans, Yunan olmaktan uzak, özellikle Anadolu kavimlerin Hristiyanlık potasında yoğrulmasıyla meydana gelen bir devlettir ki, Anadolu uygarlığını ifade eder. Dini açısından Rum. Dini açıdan Bizans Ritini izleyen Hristiyan bazı kiliseler, Doğu Roma İmparatorluğuna atfen Rum olarak adlandırılır. Türkiye'de kurulmuş Rum cemiyetleri. Aynı zamanda Türk Kurtuluş Savaşı sırasında tekrar bir Rum devleti kurmaya çalışan cemiyetler şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9400", "len_data": 6618, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.97 }
Karamanlılar, Türkiye'de yaşamış, günümüzde başta Yunanistan olmak üzere farklı ülkelere göç etmiş Ortodoks bir Türk veya Rum halkıdır. Karamanlılar, Kapadokya Rumları ile karıştırılmamalıdır. Karamanlılar; Konya, Mersin, Antalya, Kırıkkale, İstanbul, Ankara, Amasya, Karaman, Zincidere,Talas, Akşehir, Samsun, Bafra, Çarşamba, Adana, İzmir, Safranbolu, Havza, Tosya, Zile, Çankırı, Kula, Kastamonu, Bolu, Merzifon, Taşucu, Mürefte, Kütahya, Bayındır, Polatlı, Geyve, Ereğli, Hamidiye, Gölcük, Mihaliç, Adapazarı, Eskişehir, Alaçam, Zonguldak, Ereğli, Bartın, Alanya, Erbaa, İnebolu, Çaycuma, Denizli, Balıkesir, Salihli, Gemlik, Düzce, Gümüşhacıköy, Söğüt, Uşak, Ödemiş, Burdur, Isparta ve Akdağmadeni, Aydın, Nazilli, Trabzon, Rize başta olmak üzere İç ve Güney Anadolu ile Kuzey Batı Anadolu ve Batı Anadolu'daki birçok bölgede yaşamışlardır. İngiliz Arkeolog Richard MacGillivray Dawkins, 1909-1911 yılları arasında Karamanlı Ortodokslar arasında ve Bitinya'da gezmiştir. Dawkins, bu gezisinin devamında İzmit, Bursa bölgelerine gelmiş ve burada Türkçe konuşan Rum köyleri olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, burada konuşulan Rumca, Karamanlılar tarafından konuşulan Dil ile çok yakınlık göstermekteydi. Hatta Richard MacGillivray Dawkins, bunların dillerinin Asyatik olduğunu ve Rumca'dan farklı özellikler gösterdiğini ifade etmiştir. Bursa, İzmit ve Yalova’nın yanında İznik’te de Hristiyan Türklerin yaşadıkları ve Grek harfleriyle Türkçe kitabeler bıraktıkları bilinmektedir. Karamanlıların kökenlerinin, dilsel olarak Türkleştirilmiş Bizans Rum nüfusunun kalıntıları olduğu ve aslen Türk fetihlerinden sonra bölgeye yerleşen Hristiyan Türk askerleri oldukları tartışmalıdır. 1923'teki Türk-Yunan Ahali Mübadelesi ile Yunanistan'a gönderilmişlerdir. Tarih. Karamanlıların kökenleri uzun süredir tartışılmakta olup, konu hakkında iki temel teori bulunmaktadır. İlk teoriye göre onlar, Ortodoks kalmalarına rağmen dilsel olarak Türkleştirilmiş Yunanca konuşan Bizans nüfusunun kalıntılarıdır. İkinci teori, onların aslen Bizans imparatorlarının Anadolu'ya çok sayıda yerleştirdiği ve Türk fetihlerinden sonra dillerini ve Hristiyan dinlerini koruyan Türk askerleri olduğunu savunur. Yunan bilim adamları, Karamanlıların Yunan kökenli olduğu veya zorla ya da kıyı bölgelerindeki Rumca konuşan Ortodoks Hristiyanlardan tecrit edilmelerinin bir sonucu olarak Türkçeyi anadilleri olarak benimsedikleri görüşüne eğilimlidirler. Türk bilginleri onları, fetihten önce Bizans topraklarına göç etmiş veya Bizans ordularında paralı asker olarak görev yapmış, yeni yöneticilerinin dilini değil de dinini benimsemiş Türklerin torunları olarak kabul ederler. Karamanlıların kendilerini nasıl tanımladıklarını kanıtlayacak yeterli kanıt yoktur. "Karamanlı" ifadesini ilk kullanan kişi ise 1553 yılında Kanunî Süleyman Han’a yıllık vergi ödemek ve müzakerelerde bulunmak için Viyana’dan İstanbul’a hareket eden elçilik kafilesi içinde özel yolcu olarak bulunan Alman Hans Dernschwam’dır. Türkler ise Bizans İmparatorluğu'nda yaşayan insanlara etnik kökenlerine bakmadan "Romalı" anlamında "Rum" demiştir. Ortodoks Türkler'e de genellikle Rum denilmiştir. Millî Mücadeleden sonra "Türk Ortodoks" denilmeye başlanmıştır. 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “Türk-Yunan Ahali Mübadelesi” ile ilişkin protokol gereği İstanbul dışında yaşayan diğer Ortodoks Hristiyanlar gibi Karamanlı Türkleri de Rum sayılarak, Yunanistan'a gönderilmişlerdir. Tek kelime Rumca bilmeyen ilk kuşak Karamanlılar, yeni vatanlarında pek çok zahmet çekmişler fakat onların çocukları ve torunları Yunan devletinin asimilasyon politikası nedeniyle zamanla Yunanlaşmış ve ana dilleri Yunanca olmuştur. Dil. Türkler tarih boyunca çeşitli halkların tesiriyle farklı dinleri kabul etmiştir. Bu dinleri kabul ederken o halkların alfabelerini de almışlardır. Ermeniler vasıtasıyla Hristiyan olan Türkler Ermeni harflerini, Müslüman olan Türkler ise Arap harflerini kullanmışlardır. Karamanlılar da ana dili olarak Türkçe konuşmuşlar fakat diğer Türkler'den farklı olarak Yunan alfabesi kullanmışlardır. Yunan alfabesiyle yazılmış bu Türkçe metinlere Karamanlıca (veya "Karamanlı Türkçesi") adı verilir. Zaman zaman "Karamanlı ağzı" yahut "Karamanlı şivesi" denildiği de olur. 1943 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisine Niğde milletvekili olarak giren, Yahudi kökenli Profesör Avram Galanti şöyle bir ifadede bulunmuştur:Antalya Rum halkı 1870 yılına kadar Yunanca bilmezdi. Rodos’ta bana Yunanca ders veren Nikolaidis, Antalya’da ilk Yunanca ders veren kişi olduğunu, Antalya’ya geldiğinde Rumlar'ın Yunanca'dan tek bir harf bilmediklerini söyledi.1437 yılında Doğu Kilisesi'nin vaziyetini görüşmek üzere toplanan Bazel Konsili'nin raporunda Anadolu'nun birçok yerinde ruhban sınıfı da dahil olmak üzere “kâfir Türkler'in dilini” konuştuklarından yakınılmaktadır. 15. asırda Gian Maria Angiolello, Meram'da oturan Rumlar'ın sadece Türkçe konuştuklarını ve dua kitaplarının da Arap harfleriyle ve Türkçe yazıldığını anlatmaktadır. Evliya Çelebi, seyahatlerinde rastladığı Karamanlılar için "Bâtıl Türk insanı üzerine kelimat ederler, asla Rum lisanı bilmeyip bâtıl Türk lisanı bilirler." der. Karamanlılar'ın eskiden yaşadığı bölgede hâlâ çok sayıda Karamanlıca mezar taşı ve kilise yazıtlarına rastlanmaktadır. Karamanlılar, Yunan alfabesiyle Türkçe olarak zengin bir edebiyat vücuda getirmişlerdi. Karamanlıca eserler, 18. asırda yazılmaya başlanmış; 19. asırda artarak devam etmiş, 19. asrın sonları ile 20. asrın başlarında ise, en yoğun dönemini yaşamıştır. Karamanlılar'dan kalan eserlerin çoğu dinîdir. Hristiyanlık'ın öğretilerini 18. asırda halka duyurmak ve yaymak maksadıyla kaleme alınan Karamanlıca metinler, 19. asrın ikinci yarısından itibaren halk edebiyatına ait hikâye ve destan gibi türlerin ve başvuru kitaplarının da dahil olmasıyla genişlemiştir. Karamanlı ağzıyla yazılmış ilk kitaplar, 18. yüzyılın ilk yarısına aittir. Karamanlı edebiyatı 1718'de yazılmış olan Gulzare İmane Mesehi (Mesih Dininin Gülbahçesi) adlı Hristiyanlıka ait bir kılavuz kitap yazımı ile başlar. Osmanlı Türkçesi ile basılmış ilk kitabın 1729 yılına ait olduğu düşünülecek olursa, 1718 yılında Grek alfabesiyle basılmış kitabın, Türkçe basılmış olan ilk kitap olduğu söylenebilir. 18. asırda yazılan dinî olmayan tek eser, 71 atasözünün derlendiği “Zahiti Fakir Methodios Rahip Halkın ağzında Solilenilen İspk Turkigiul İmpare Kelamleri … zapt eyleti” adlı derlemedir. Karamanlı edebiyatının en önemli isimlerinden biri, 18. yüzyılda Antalya, Kıbrıs ve Ankara'da yaşamış olan ve Yunancadan Kolay İman Nasihetü, Cümle Senenan Kıriakalerane Cevap ve Nasaatler, Kıriakodromion Hacetname Kitabı gibi birçok dinî ve ahlakî eseri tercüme eden Antalyalı Seraphim'dir. 19. yüzyılda yaşamış olan Evangelinos Misailidis'in de Karamanlı edebiyatı içinde önemli bir yeri vardır. Evangelinos Misailidis tüm Tanzimat dönemi yazarları gibi kendi toplumunu eğitmeyi hedeflemişti. 1871-1872 yıllarında dört ciltlik "Temaşa-i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş" adlı romanını Yunan harfleriyle ve dönemin Türkçesiyle yayınlamıştı. Bu roman Türkçenin seyahat-macera türündeki ilk romanı sayılmaktadır. Misailidis, 1851 yılında "Gazeta-yı Anatolia" adlı bir gazete de çıkarmıştır. Karamanlı edebiyatında din dışı ilk eserler 19. yüzyılın sonlarına doğru yazılmıştır. İlk din dışı eser, "Büyük İskender Risalesi"dir. Karamanlı edebiyatının din dışı eserleri arasında, "Hikâyey-i Köroğlu", "Hikâye-i Şah İsmail", "Âşık Garip", "Meşhur Nasreddin Hoca", "Nasrettin Hocanın Tuhaf ve Gülücek Menkıbeleri" gibi halk edebiyatına ait ürünler de yer almaktadır. 18. yüzyılda başlayan Karamanlı edebiyatının 1924 yılında sona erdiği söylenebilir. Karamanlıca yazılmış bugüne kadar tespit edilen eser sayısı 752'dir. Bu eserlerin çoğu Atinada'ki Milli Kütüphane'de (National Bibliothec) ve Yunan Bilim Akademisi Kütüphanesi'nde (Bibliothek der Griechischen Akademie der Wissenchaften) bulunmaktadır. Karamanlılar'ın Etnik Kökenine Dair Yunan Tezi. Yunanlar Karamanlılar'ın Türk Ortodokslar olduklarını inkâr etmektedir. Yunan tezine göre Karamanlılar dillerini kaybetmiş Rumlar'dır. Bunun sebebi Yunanistan'daki Müslüman Türk azınlığa bir de Hristiyan Türk azınlığın eklenmesini istememeleridir. Fakat eldeki pek çok veri Karamanlılar'ın Türk Ortodokslar olduğunu ispat etmektedir. Mübadele. Türk-Yunan Ahali Mübadelesi din esaslı bir mübadele idi. Bu yüzden Türk Ortodokslar da Rum kabul edilip Yunanistan'a gönderildiler. Karamanlılar'ın bu göçü çok acıklı olmuştur. Bu konuda Despina ve Anastasia Merküroğlu kardeşler şöyle söylemektedir:"...daima ağlıyorlardı. Bu kadar mülkleri, evleri nereye koyup gideceğiz, nereye gideceğiz. Kağnılarla geldiler Türklerimiz, kucaklayıp öpüyorlardı. ‘Ah yavrularım nereye gideceksiniz...’ bunları belleyin. Ne muhabbetleri vardı. Ah nerelere gidiyorsunuz deyip gönderdiler.." Karamanlılar Yunanistan'a göç ettikten sonra da çileleri azalmamış, hatta daha da artmıştır. Burada çok sefil şartlar içinde yaşamış; onlarcası hastalıktan ve açlıktan ölmüştür. Özellikle, Rumca bilmedikleri için bölgede yaşayan Yunanlarla da iletişim kuramamışlardır. Amerikan Kadın Hastaneleri örgütünün Yunanistan'daki şubesinin başında olan Esther Lovejoy, bu durumu şöyle anlatır:"Göçmenlerin hali tarif edilemez. Bunlar bütün dünyanın reddettiği vatansız insanlar, çoğu da kadın ve çocuk; Yunanca konuşamıyorlar; oradan oraya hayvanlar gibi güdülüyorlar; ıslak çukurlara, mezbeliklere dolduruluyorlar; yemek kıt, su kıt, giysi yok; soğuk altında öylesine aç ve hasta bekleşiyorlar." Karamanlılar'ın mübadele için yaktıkları ağıt:"Türkiyadan kaldırdılar bizleri" "Kan ağlıyor hepimizin gözleri" "Hiç kimsenin gülmez oldu yüzleri" "Bir yatırki yere sürdüler bizi" "Kilisayı mektepleri terk ettik" "Eşyaları paraları sarf ettik" "Antallayı [mübadele] yapanları kahrettik" "Her birimiz bir tarafa atıldık."Karamanlılar Yunanistan'da yerli Yunanlar tarafından hakarete ve aşağılanmaya maruz kalmış; dışlanmıştır. Müstakil Türk Ortodoks Patrikhanesi. Müstakil Türk Ortodoks Kilisesi, Patrik I. Eftim (doğum adı Pavlos Karahisaridis) tarafından 1922 tarihinde kurulmuştur. Karamanlılar bu tarihten evvel Fener Rum Patrikhanesi'ne tabi idiler. Fener Rum Patrikhanesi'nin yoğun bir Yunanlaştırma siyaseti izlemesi, kiliselerde Türkçeyi yasaklaması, Türk Ortodokslar'a Yunan örf ve âdetlerini dayatması, siyasete karışması, harpte Yunan devletinden taraf olması, Yunan devletinden emir alması ve Türk Millî Mücadelesi'ne muhalif olması Türk Ortodokslar tarafından tepkiyle karşılandı. Bunun üzerine, Papa Eftim, kendisine bağlı cemaati toplayarak Fener Rum Patrikhanesi'ni protesto etmiş ve Türk Millî Mücadelesi'ne katılma kararı almıştır. Eftim ve ona tabi cemaati Millî Mücadele'de “Umum Anadolu Türk Ortodoksları Cemaatleri” olarak yer aldılar. 1924 yılında Karahisaridis ayinleri yönetmeye başlamış ve adını daha sonra Zeki Erenerol olarak değiştirmiştir. Cemaat mübadeleye tabi tutulmuş, fakat Karahisaridis ile aile fertleri Türk hükûmeti tarafından nüfus mübadelelerinden muaf tutulmuştur. Müstakil Türk Ortodoks Patrikhanesi hiçbir patrikhane tarafından tanınmamaktadır. Ayrıca Patrikhane kurulduğu günden beri Fener Rum Patrikhanesi'nin ekümeniklik iddiasını kabul etmemektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9401", "len_data": 11234, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.71 }
İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi ( ), Fener Rum Patrikhanesi ya da Kostantiniyye Rum Ortodoks Patrikhanesi, Hristiyanlığın Ortodoks mezhebini temsil eden Doğu Ortodoks Kilisesi'ni oluşturan 14 otosefal kiliseden biri ve birincisidir. Günümüzde İstanbul Başpiskoposu I. Bartholomeos tarafından yönetilmektedir. Bizans İmparatorluğu'nun başkentinde bulunması ve günümüzde de Ortodoks kiliselerinin çoğunun ana kilisesi olması nedeniyle Ortodoksluk mezhebinde özel bir yeri vardır. Ekümenik patrik, diğer doğu Ortodoks piskoposları arasında "eşitler arasında birinci" unvanını taşır ve Katolik Kilisesi'nin aksine, tamamıyla özerk olan otosefal kiliselere müdahale etmez. Buna rağmen dünyadaki yaklaşık 300 milyon Ortodoks Hristiyan'ın temsilcisi ve dini lideri olarak kabul edilir. Tarihi. 1453 yılında İstanbul'un Fethi'nden sonra, gayrimüslim olan toplumların yaşayışına dair düzenlemeler, Fatih Sultan Mehmet'in çıkardığı fermana bağlanmış, böylece Fener Rum Patrikhanesi de denilen Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin yasal statüsü süreklilik kazanmıştır. Fermanın içeriği ise şöyledir: ""Kimse, Patrike tahakküm etmesin, kim olursa olsun hiçbir kimse kendine ilişmesin, kendi ve maiyetinde bulunan papazlar her türlü hizmetten ebediyen muaf olsunlar, kiliseleri camiye tahvil edilmeyecektir. İzdivaç ve defin işleri, sair âdet ve işleri Rum adetlerine göre eskisi gibi yapılacaktır.""II. Gennadios'un patrik olmasıyla, patrikhane faaliyetlerini kentin ikinci büyük kilisesi olan Havariyun Kilisesi'nde yürütmeye başladı. O zamanlarda yaklaşık bin yaşındaki Havariyun Kilisesi'nin bahçesinde imparator ailesinin mezarları da bulunmaktadır ve Hristiyan nüfusun azalması ve güvenlik nedeniyle 1455'te boşaltılır. Patrikhane Pammakaristos Manastırı'na taşınır. 12. yüzyılda II. İoannes Komnenos'un yaptırdığı Pammakaristos Manastırı, Hristiyan göçmenlerin yerleştirildiği Çarşamba semtinde idi. Havariyyun Kilisesi'ne göre daha küçük ve güvenli olan Pammakaristos, 1518'de restore ve II. Ieremias'ın patrikliği sırasında da genişletilerek yeniden inşa edildi. 1586'da, III. Murad döneminde boşaltılan kilise, 1591'de Fethiye adıyla camiye dönüştürüldü. Patrikhane, önce Fener'deki Meryem Ana Ayazması'nda, 1597'de ise Ayvansaray'da Aya Dimitri Kilisesi'ne taşındı. Patrikhane, 1602'de Fener'de bulunan Aya Yorgi Kilisesi'ne yerleşti ve bu tarihten itibaren faaliyetini burada sürdürdü. II. Mehmed'in çıkardığı fermanla statüsü saptanan Rum Ortodoks patrikleri, cemaatin evlenme, cenaze gibi adetlerini özgürce uygulayabilmesini denetliyorlardı. Patrik, bir vezir statüsünde kabul edilir, kendine divanda yer verilirdi. Maiyetindeki diğer yöneticiler ile birlikte her türlü hizmet ve vergiden muaftı. Rum cemaatine dair konuların görüşüldüğü meclise başkanlık eden patrik, hukuki ve cezai işlerde tam yetkili idi. Böylece patrik, Rum Ortodoks toplumunun tartışmasız lideri olarak, Bizans dönemindeki haklarından fazlasına kavuşmuştu. Cumhuriyet dönemi. Rum Ortodoks kiliseleri üzerinde simgesel bir otoritesi olan İstanbul patriği, 6. yüzyıldan itibaren "ekümenik patrik" sıfatıyla, dünyadaki tüm Ortodokslar'ın ruhanî lideri kabul edilir. 1856 Islahat Fermanı ile patriklerin yetkileri, dinî konularla sınırlandı. Seçim usulleri gözden geçirildi. Görev süreleri ömür boyu kılınarak sorumlu oldukları davalardaki yetkileri genişletildi. Ortodokslar'ın dini lideri durumundaki patriğin Osmanlı İmparatorluğu'ndan tevarüs eden bütün ayrıcalıklarının kaldırılarak sadece dinî işleri yerine getirmek şartıyla ve bu hususta verilen sözlere güvenilerek İstanbul'da kalmasına izin verildi. Ancak antlaşma metnine patrikhanenin statüsü hususunda tek bir hüküm konulmadı. Cumhuriyet döneminde İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin etkinlik alanı da sadece dinî konularla İstanbul'daki Rum cemaati ile sınırlandı. Hizmet binasının 1941'de yanması üzerine, 1989'da Yüksek Mimar Aristidis Pasadeos nezaretinde başlatılan onarım çalışmaları 1991'de tamamlandı. Patrikhane, faaliyetini hâlen yeni binasında yürütmektedir. Hâlen I. Bartholomeos, "ekümenik patrik ve İstanbul başpiskoposu" sıfatıyla görev yapmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9402", "len_data": 4097, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
"Singapur'da üslenmiş olan Britanya Kraliyet Donanması fırkateyni HMS Mermaid" (F-76). HMS Mermaid (F-76), 28 Ekim 1965 tarihinde küçük Gana Donanması için İskoçya'da Glasgow kentindeki Yarrow Shipbuilders tersanesinde 2284 numara ile kızağa konulan fırkateyn, 29 Aralık 1966'da denize indirildi. Gövde yapısı ve tahrik sistemi, Britanya yapımı Leopard sınıfı (Tip 41) ve Salisbury sınıfı (Tip 61) fırkateynlerine dayanır. Başlangıçta Gana Donanması sancak gemisi ve Başkan Kwame Nkrumah için başkanlık yatı olarak düşünülen tekneye "Black Star" ("Kara Yıldız") adı verildi. "Black Star" o zamana kadar siyahi bir Afrika ülkesi tarafından sipariş edilen en büyük savaş gemisiydi. Tekne henüz tamamlanmadan Başkan Kwame Nkrumah bir darbe ile görevinden uzaklaştırıldı. Yeni Gana Cumhuriyeti hükûmeti fırkateyn projesini iptal etti. 7 Haziran 1968 tarihinde tamamlanan gemi, Britanya Kraliyet Donanması'na katılmadan önce bir süre Firth of Clyde ve Portsmouth tersanesinde demirli olarak kaldı. 1972 Nisan ayında Chatham tersanesine gönderilen "Black Star", Britanya donanma standartlarında tadil edildi. Sonunda 16 Mayıs 1973 tarihinde Britanya Kraliyet Donanması'nda hizmete giren gemiye "HMS Mermaid" ("Denizkızı") adı verildi. Uzak Doğu’ya gönderilen "HMS Mermaid" fırkateyni Singapur’da bir muhafız gemi "(Diplomatik amaçlı)" olarak konuşlandı. Çünkü teknenin hafif silah donanımı ve yetersiz elektronik ekipmanı Avrupa bölgesinde görev almasına engel olacaktı. Vietnam Savaşı sonunda Saygon kentindeki Britanya vatandaşlarının kurtarılmasında görev aldı. Vietnam’dan geri dönen "HMS Mermaid" 20 Eylül 1976’da Kuzey Denizi’nde gerçekleşen “Teamwork 76” NATO tatbikatı sırasında M-1136 HMS Fittleton mayın tarama gemisi ile çarpıştı. Kaza sonucu mayın gemisindeki 12 denizci öldü. Hizmet dışı bırakılmasına yakın bir zamanda tekne yeni geliştirilen “hareketli hedef tespit sistemi” ("Moving target indicator system") denemelerinde kullanıldı. Bu sistem, radarların hedef tespiti sırasında deniz yüzeyindeki dalgalardan etkilenmesine engel olur. "HMS Mermaid", 1977 Nisan ayında Malezya Kraliyet Donanması'na transfer edildi. F-76 KD Hang Tuah adı verilen geminin borda numarası değiştirilmedi. Bu gemi aynı ismi taşıyan Loch sınıfı bir fırkateynin ("Eski Britanyalı K-433 HMS Loch Insh") yerini aldı. "Hang Tuah", 1992 yılından itibaren bir eğitim gemisi olarak kullanıldı. Fırkateynin sahip olduğu son silah donanımı aşağıdaki gibidir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9406", "len_data": 2438, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.36 }
Emek Partisi (kısaca EMEP), 25 Kasım 1996 tarihinde kurulan ve Türkiye'de faaliyet gösteren Marksist-Leninist bir siyasi parti. Parti, işçi sınıfının (proletarya) iktidarıyla kurulacak proletarya diktatörlüğünü ve halk demokrasisini savunmaktadır. TBMM'de 2 milletvekili ile temsil edilmektedir. Genel başkanı Seyit Aslan'dır. "Evrensel" gazetesi, "Teori ve Eylem" dergisi ve kapatılan "Hayatın Sesi TV" partinin desteklediği yayın organlarındandır. Geçmişi. Türkiye'de faaliyet gösteren THKO, Halkın Kurtuluşu ve TDKP örgütlerinin çizgisinin devamı olarak yasal alandaki 1996'da Emek Partisi adıyla kurulmuş, 14 Şubat 1997 tarihinde kapatılmasından sonra Emeğin Partisi adını almıştır. Parti yöneticileri davayı AİHM'ye götürmüş, mahkeme kazanılmış ve "Emeğin Partisi", 27 Kasım 2005 tarihli kongresinde "Emek Partisi" adını tekrar almıştır. Parti; Lenin, Stalin ve Enver Hoca'yı savunmakta, Kruşçev, Brejnev, Gorbaçov, Tito gibi isimleri revizyonist olarak nitelendirmektedir. Teorik olarak Marksizm-Leninizme sadık kaldığını söylemekte, örgütlenmesini ve kadro politikasını bu şekilde oluşturmaktadır. Tarihsel olarak Çin-Sovyet ayrılığında, Sovyetler Birliği'ni eleştirmesi sebebiyle bir dönem Mao Zedong'un düşüncelerinin doğru olduğunu savunmakta daha sonra Çin Komünist Partisi'nin ürettiği "Üç Dünya Kuramı" tezi sonrasında oluşan Çin-Arnavutluk ayrışmasında Enver Hoca'nın başında olduğu Arnavutluk Emek Partisi'nin başını çektiği blokun haklı olduğunu söylemektedir. Parti, Marksizmin temel ilkelerini savunduğunu iddia ederek "çoğulcu", "demokratik", "insancıl" sosyalizm gibi adlarla ortaya çıkan Marksizmi revize etmeye yönelik tüm akımları revizyonist olarak nitelemiş ve karşı mücadele etmiştir. Partinin eski Sovyetler Birliği'nde bulunan komsomol benzeri gençlik örgütlenmesi bulunmakta olup Emek Gençliği adını taşımaktadır. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kürtlerin ve Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Tunceli'nin Mazgirt ilçesi ve Darıkent beldesinde belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Ayrıca Pertek ilçesinden bağımsız kazanan Kenan Çetin, daha sonra EMEP üyesi olmuştur. Böylece kazanılan belediye başkanlığı sayısı üçe çıkmıştır. Genel Başkanları Abdullah Levent Tüzel istifa ederek, BDP'nin de içinde olduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun 12 Haziran 2011 seçimlerinde İstanbul 3. bölgeden bağımsız milletvekili adayı olmuş ve seçilmiştir. AKP, CHP ve MHP'yi "burjuva düzen partileri" olarak ifade etmekte, kendisini ise "işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların partisi” olarak tanımlamaktadır. HDK ve HDP'nin kurucu bileşenlerinden olan EMEP, daha sonra görüş ayrılığı sonucu HDP'den ayrıldığını, buna karşın gerek ortak çalışmalarda gerek HDK bünyesinde siyasal mücadelesini sürdüreceğini açıklamıştır. Ayrılık sebebi olarak HDP'nin "BDP'nin ideolojik ve siyasi hedeflerine bağlı olarak toplumun radikal demokrasi temelinde dönüşümü için politika yapan bir kitle partisi olarak kendisini yeniden örgütleme" sürecine girmesi olduğunu ve radikal demokrasi hedefi açısından ortaklaşamayacağını açıkladı. Bununla birlikte HDP'nin "belirli bir ideolojik yaklaşıma sahip bir kitle partisi" olmasını onaylamadığını, aksine çeşitli yapıların ortak bileşen partisi olarak kalması gerektiğini belirtti. Emek Partisi 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş'ı destekleyeceğini, 2015 seçimlerinde ise HDP'yi destekleyeceğini açıklamıştır. Partiyle ilişkili Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanan "Evrensel Kültür", "Özgürlük Dünyası" ve "Tîroj" dergileri 2016 yılında olağanüstü hâl kapsamında 675 sayılı kanun hükmünde kararname (KHK) ile kapatılmıştır. Yayınevi ise Ocak 2017'de KHK ile kapatılmıştır. Emek Partisi, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML) üyesidir. 25 Ağustos 2022'de HDP liderliğinde 2023 Türkiye genel seçimleri için kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı'nda yer alan EMEP, seçimlere Yeşil Sol Parti listesinden girdi. 21 Mayıs 2011 tarihinde Selma Gürkan, Emek Partisi genel başkanı seçildi. 22 Kasım 2020 tarihinde yapılan seçimle birlikte yerini Ercüment Akdeniz'e bıraktı. Akdeniz, 2023 Türkiye genel seçimleri sürecinde parti üst yönetimiyle arasında yaşanan sorunlara istinaden 16 Mayıs 2023 tarihinde sosyal medya üzerinden genel başkanlıktan ve parti üyeliğinden istifa ettiğini açıkladı ve yerine yeniden Selma Gürkan getirildi. 24 Aralık 2023'te genel başkanlık görevine Seyit Aslan seçildi. Emek Partisi ve seçimler. Cumhurbaşkanlığı seçimi. 2014 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş'ı desteklemiştir. 2023 seçimleri. 2023 genel seçimlerinde Emek ve Özgürlük İttifakı'nın bir parçası olarak Yeşil Sol Parti listelerinden seçimlere girmişlerdir. Sevda Karaca Gaziantep 1. sıradan, İskender Bayhan ise İstanbul 3. Bölge'den milletvekili seçilmiştir. Emek Gençliği. "Emek Gençliği", 1996 yılında kurulan ve Türkiye'de faaliyet gösteren Marksist-Leninist bir siyasi parti olan Emek Partisi'nin gençlik örgütüdür. Kuruluşun adı. Emek Gençliği, kendi internet sayfasında adının nereden geldiğini açıklamıştır. Bu isimlendirmede Sennur Sezer'in "Bir sözle kuruldu dünya, hep o sözü aradım ve buldum: Emek" dizeleri örnek gösterilmiştir. Bununla birlikte Emek Gençliği, işçi sınıfına karşıt gördüğü sermaye ve burjuvaziye karşı emeğin ve işçi sınıfının yanında olduğunu söyleyerek bu adı seçtiğini açıklamıştır. İdeoloji. Emek Gençliği, Türkiye'de yaşayan bütün halklardan gençliğin bugününü ve geleceğini kazanmasının tek yolunun sosyalizm olduğunu ifade etmekte ve dünya görüşünün Marksizm-Leninizm olduğunu beyan etmektedir. Amacı. Emek Gençliği, egemen sınıf olarak tanımladığı sermaye gruplarının gerek Türkiye'de TÜSİAD, MÜSİAD gibi örgütlenmelere, gerekse uluslararası düzeyde Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği, NATO gibi kuruluşlara sahip olduğunu ifade etmekte ve siyasal iktidarın burjuva sınıfının elinde olduğunu belirtmektedir. Buradan hareketle işçi sınıfının çıkarları için gençleri birleştirmeyi amaçladığını ifade etmektedir. İşçi sınıfı ve tüm emekçilerin birleşmeleri halinde sermaye sınıflarının iktidarından uzaklaştırılacağını ve kendi sosyalist iktidarlarını kurabileceklerini belirten Emek Gençliği, 1917 yılındaki Ekim Devrimi'ni örnek göstererek amacının gençliği işçi sınıfının tarafında birleştirmek olduğunu belirtir. Bununla paralel olarak işçi ve işsiz gençlik yığınlarının sosyalizm mücadelesine katılımını sağlayabilmek, kuruluşun amaçları arasındadır. Bu amaca yönelik olarak gençler arasında kaynaşma ve dayanışma amaçlı piknikler düzenlemek, sportif ve kültürel etkinlikler organize etmek Emek Gençliği'nin çalışmaları faaliyetleri arasındadır. Gençlik kampları. Emek Gençliği, Evrensel Kültür Merkezi ile birlikte gençlik kampları düzenlemektedir. İlki 1998 yılında İzmir'in Bergama ilçesinde siyanürle altın arama faaliyetlerini protesto amacıyla gerçekleştirilmiş, bu faaliyetlere karşı çıkan köylülerle buluşmalar gerçekleştirmiştir. Kamp o günden bu yana toplam 14 kere düzenlenmiştir. Her kamptan sonra internet üzerinden kampın sonuç deklarasyonu yayınlanmaktadır. Gençlik kamplarında birçok panel gerçekleştirilmekte, çeşitli forumlar düzenlenmekte ve edebiyat, felsefe, sanat, politika, bilim gibi alanlarda atölye çalışmaları yapılmaktadır. Bu kapsamda birçok yazar, sanatçı, tiyatrocu, oyuncu ve politikacı kamplara katılarak gençlerle bir araya gelmiştir. Katılımcılara Abdullah Levent Tüzel, Selma Gürkan, Sezgin Tanrıkulu, Tevfik Taş, Mustafa Yalçıner, Aydın Çubukçu, Barış Atay ve Füsun Demirel gibi isimler ve Kardeş Türküler, Moğollar gibi müzik grupları örnek olarak verilebilir. Desteklediği basın kuruluşları. Günlük "Evrensel" gazetesi ile birlikte 15 günde bir çıkarılan "Genç Hayat" dergisi, Emek Gençliği'nin içeriğini belirlediği ve desteklediği yayın organlarıdır. Ayrıca Hayat TV ile dayanışma içerisinde olduğunu belirtmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9412", "len_data": 7801, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.43 }
Doku mühendisliği, hücreler, mühendislik, malzeme yöntemlerinin bir bileşimini ve farklı tipteki biyolojik dokuları onarmak, sürdürmek, iyileştirmek veya değiştirmek için uygun biyokimyasal ve fizikokimyasal faktörlerlerle birlikte kullanan bir biyomedikal mühendisliği dalıdır. Doku mühendisliği genellikle tıbbi bir amaç için yeni canlı doku oluşumunda doku iskeleleri üzerine yerleştirilen hücrelerin kullanımını içerir ancak hücre ve doku iskeletlerini içeren uygulamalarla sınırlı değildir. Bir zamanlar biyomalzemelerin alt alanı olarak sınıflandırılırken, kapsamı ve önemi büyüdüğü için kendi başına bir alan olarak kabul edilebilir. Doku mühendisliğinin tanımı, geniş uygulama yelpazesini kapsamakla birlikte pratikte doku bölümlerini veya tamamını onaran veya değiştiren uygulamalarla yakından ilişkilidir (yani kemik, kıkırdak, kan damarları, mesane, cilt, kas vb). Çoğu zaman ilgili dokular düzgün çalışması için belirli mekanik ve yapısal özelliklere gerek duyar. Terim aynı zamanda yapay olarak oluşturulmuş bir destek sistemi (örneğin yapay pankreas veya biyo yapay karaciğer) içinde hücreleri kullanarak belirli biyokimyasal işlevleri gerçekleştirme çabalarına da uygulanmıştır. "Rejeneratif tıp" terimi özellikle yaşlanma, hastalık ya da yaralanma gibi sebeplerle kaybedilen dokuların yenilenmesine odaklanır ve genellikle doku mühendisliği ile eşanlamlı olarak kullanılır ancak rejeneratif tıp ile ilgilenenler, hasar görmüş dokuların kendini yenilemesi için doku üretmek için kök hücreleri veya progenitör hücreleri kullanmaya daha çok önem verir. Bu yöntemle, vücudun kendini doğal yollarla iyileştirmesi teşvik edilir. Tarihçe. İspanya'da yaşayan Claudia Castillo, doku mühendisliği yapılmış bir organ kullanılarak başarılı bir trakea nakli gerçekleştirilen ilk kişi oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9418", "len_data": 1792, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.1 }
Sözde rassal (rastgele) sayı üreteci (pseudorandom number generator, PRNG, sözde rastgele), öğeleri arasında kolay kolay ilişki kurulamayacak bir sayı dizisi üreten algoritma türlerine verilen genel isimdir. Sözde rassal sayı üreteçlerinin çıktıları gerçek anlamda rassal değildir, bu tür algoritmalar gerçek rassal sayı dizilerinin bazı özelliklerini yaklaşık olarak taşır. John von Neumann'ın da belirttiği gibi "Aritmetik yöntemlerle rassal sayılar üretmeye çalışan biri büyük günah işliyordur." Her ne kadar rassal sayılar donanımsal rassal sayı üreteçleri ile üretiliyor olsa da, sözde rassal sayılar modern bilgiişlemin önemli bir bölümünü kapsamaktadır ve bunlar kriptolojiden tutun fiziksel sistemleri simüle etmeye yarayan Monte Carlo yöntemlerine dek pek çok yerde kullanılmaktadır. Oak Ridge National Laboratory'den Robert R. Coveyou'nun "rassal sayıların üretimi rastgele gerçekleştirilemeyecek kadar önemlidir" cümlesinde belirttiği gibi üretilmiş olan sayıların rassallığı ciddi ve dikkatli bir matematik analiz gerektirmektedir. Bu kategorideki pek çok algoritma, tekbiçimli dağılımdan bir örnek oluşturmaya çalışırlar. Bu iş için en sık kullanılan algoritma türleri doğrusal denklik üreteçleri, gecikmeli Fibonacci üreteçleri, doğrusal geribeslemeli kaydırma yazmaçları ve genelleştirilmiş geribeslemeli kaydırma yazmaçlarıdır. Yeni geliştirilmiş algoritmalar arasında ise Blum Blum Shub, Fortuna ve Mersenne Twister vardır. Özü itibarıyla rassal olmama. Sözde rassal sayı üreteçleri deterministik bir bilgisayarda çalıştıkları için (kuantum bilgisayarı ile karşılaştırın) deterministik algoritmalardır ve bu tür bir algoritma ile üretilen sayı dizisinin gerçek bir rassal dizide olmayan bir özelliği olacaktır: periyodiklik. Şurası kesindir ki, eğer üreteç sabit miktarda hafıza kullanıyorsa yeterli sayıda döngü adımından sonra aynı içsel duruma ikinci kez gelecektir ve ondan sonra da sonsuza dek tekrar edecektir. Periyodik olmayan bir üreteç tasarlanabilir ancak bu tür bir sistemin ihtiyaç duyduğu hafıza miktarı sistem çalıştıkça büyüyecektir. Buna ek olarak bir sözde rassal sayı üreteci keyfi bir başlama noktasından ya da çekirdek durumundan, başlatılabilir ve o andan itibaren özdeş bir sayı dizisi üretir. Periyodikliğin pratik önemi sınırlıdır. Eklenen her bir hafıza biti ile maksimum periyot iki katına çıkar. Herhangi bir bilgisayarın evrenin beklenen yaşam süresi boyunca hesaplayamayacağı kadar uzun periyoda sahip sözde rassal sayı üreteçleri inşa etmek mümkündür. Şifrebilimdeki cevaplanmamış sorulardan biri de iyi tasarlanmış bir sözde rassal sayı üretecinin çıktısını, çekirdeğini (başlangıç paramterlerini) bilmeden, gerçek rassal gürültüden ayırt etmenin mümkün olup olmayacağıdır. Şifrebilimdeki pek çok uygulama uygun bir sözde rassal sayı üretecinin çıktısının gürültüden ayırt edilmeyeceği varsayımına dayanır. En basit örneği dizi şifresidir. Bu algoritma gizli bir mesajı, rassal sayı üretecinin çıktısı ile xor işlemine tabi tutar. Bu tür rassal sayı üreteçlerinin tasarımı bir hayli zordur ve çoğu program çok daha basit üreteçler kullanır. Uygulamada, pek çok sözde rassal sayı üreteci istatistiksel olarak önemli testleri geçmelerini engelleyen bazı durumlar sergiler. Bunlardan sadece birkaçını söylemek gerekirse: Hatalı sözde rassal sayı üreteçlerinin problemleri kolay kolay tespit edilemeyecek türde olabileceği gibi saçma denecek kadar açık da olabilir. ana çatı bilgisayarlarında yıllarca kullanılmış RANDU isimli algoritma bu türden problemli bir algoritmadır ve o dönemdeki pek çok çalışma da güvenilir olmaktan uzaktır. Mersenne twister. Makoto Matsumoto ve Takuji Nishimura tarafından 1997 yılında geliştirilen Mersenne twister algoritması yukarıda bahsedilen pek çok problemden uzak güçlü bir sözde rassal sayı üretecidir. Bu üretecin periyodu 219937-1'dir ve 32 bitlik değerler için 623 boyutta eşdağılımlı olduğu ispatlanmış olup pek çok üreteçten daha hızlı çalışmaktadır. Bu algoritma bir süredir istatistik simülasyonlarında ve üretimsel modellemede tercih edilen rassal sayı üreteci olmaya başlamıştır. Bununla birlikte Mersenne Twister algoritmasının çıktısını analiz edip sayıların rassal olmadıklarını anlamak mümkündür (Berlekamp-Massey algoritmasında veya bunun genişletilmiş hali olan Reed-Sloane algoritmasında olduğu gibi). Mersenne Twister algoritmasının bu bilinen olumsuz yönleri şimdilik onu şifrebilim uygulamalarında kullanılamaz kılmakla birlikte başka açılardan sorun teşkil etmemektedir (modelleme, simülasyon, vb. alanlarda kullanılabilmektedir). Şifrebilimsel olarak güvenli rassal sayı üreteçleri. Şifrebilimsel olarak uygun olan bir sözde rassal sayı üreteci rassallık testlerini geçmeye ek olarak bazı ek şifrebilimsel koşulları da sağlamak zorundadır. Bazı şifrebilimsel olarak güvenli sözde rassal sayı üretici algoritmalar şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9419", "len_data": 4827, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.34 }
ELISA, Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay testinin İngilizce kısaltmasıdır. Antijen-antikor ilişkisini, antikora bağlanmış bir enzimin aktivitesini araştırmak temeline dayanan kantitatif ölçüm yöntemidir. Antijene karşı antikor ya da antikora karşı antijen aramak mümkündür. Virüs ve parazit enfeksiyonlarında kullanılan bir tanı yöntemidir; immobilize edilmiş antijen kullanılarak kompetetif olmayan indirek boyama yöntemi kullanılmaktadır. Antikor aramak için;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9420", "len_data": 461, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.26 }
Âşık Mahzuni Şerif, kimlikteki adıyla Şerif Mahzuni ya da doğum adıyla Şerif Cırık, (17 Kasım 1939, Berçenek, Afşin Kahramanmaraş - 17 Mayıs 2002, Köln, Almanya), Alevi Türk halk ozanı. Yaşamı. Doğumu ve eğitimi. Asıl adı Şerif Cırık olan Mahzuni Şerif, 17 Kasım 1939'da Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesinin Berçenek köyünde dünyaya geldi. Soyu Horasan'dan Tunceli'ye göçen Ağuiçen aşiretine dayanmaktadır. Babasının adı Zeynel, annesinin adı Döndü'dür. "Şerif" adı, kendisi doğmadan önce ölen amcasının adına ithafen verilmiştir. Yazdığı bir dörtlükte doğum tarihi ve soyu hakkında şunları dile getirmiştir: "Tevellüdüm merak ise miladî otuz dokuz<br>Kasımın on yedisinde Zeynel babadan geldim.<br>Döndü anaya rahmolmuş, ehlibeyt meftunuyuz<br>Ben faninin acısına, seyrü sefadan geldim" Alembey köyündeki Lütfi Mehmet Efendi Medresesinde Kur'an eğitimi alırken köylerine ilkokulun yapılmasıyla medrese eğitimini bırakarak ilkokula başladı. 1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okuluna kaydoldu ve 1959'da okulu bitirerek ordonat tekniker sınıfına ayrılarak Ankara Ordonat Tekniker Okulunda eğitim almaya başladı. Burada okurken yapılan bir arama sonucu çantasında Alevi-Bektaşi ozanlarının şathiyye ve şiirleri ile ilgili kitaplar çıkmasıyla okuldan atıldı ve bir daha geri dönemedi. 1961'da Kuleli Askerî Lisesi'ne gitti fakat maddi zorluklardan ötürü eğitimini yarıda bıraktı. Özel yaşamı. Mahzuni Şerif, ilk evliliğini dayısının kızı Emine ile imam nikâhı olarak gerçekleştirmiştir ve bu evlilikten Züleyha adından bir kızı olmuştur. Ozan, eşinden mektup yoluyla boşanmıştır. İkinci evliliğini İtalyan asıllı Sovina (Suna) ile yapmıştır ve bu evlilikten Ferhat, Şirin ve Emrah adlarında üç çocuğu olmuştur. Suna'nın evi terk etmesinden sonra ozan üçüncü evliliğini Gaziantep'te bir ilkokul öğretmeni olan Fatma Hanım ile yapmıştır ve bu evlilikten Derya, Bülent Ali, Gülde Şeyda ve Sezde Yetiş adlarında dört çocuğu olmuştur. Yiğit Mahzuni ise kızı Derya'nın oğludur. Eserleri. Türk halk müziği sanatçıları tarafından söz ve besteleri sıklıkla kullanılmıştır. Araştırmacı Yazar Battal Pehlivan'ın Âşık Mahzuni Şerif'in yaşamı ve sanatı üzerine yaptığı incelemenin adı Dom Dom Kurşunu idi. Doğum yeri Berçenek'e ithafen yazdığı "Oy Bizim Eller" ve "Acı Doktor" bestelerinin yanı sıra "Dom Dom Kurşunu", "Yedin Beni", "Yuh Yuh", "Maraş'tan Bir Haber Geldi", "Fadimem", "Gül Yüzlüm", "Ciğerparem", "Mevlam Gül Diyerek", "Merdo", "Dostum Dostum", "Han Sarhoş Hancı Sarhoş", "Çeşmi Siyahım", "Yalan Dünya", "Ağlasam mı?", "Abur Cubur Adam", "Katil Amerika", "Bu Mezarda Bir Garip Var" ve "Ekmek Kölesi" gibi birçok bilinen eseriyle tanınan Âşık Mahzuni'nin türkülerini Gülden Karaböcek'ten Zeki Müren'e, Zara ve İbrahim Tatlıses'ten Ahmet Kaya'ya, Mahsun Kırmızıgül'den Murat Göğebakan'a ve Selda Bağcan'a kadar birçok Türk halk müziği ve bazı pop müzik sanatçıları da okudu. Halk şiirine gönül veren ve konuşma dilini şiirleştiren Aşık Mahzuni'nin 453 plağı, 58 kasedi ve yayımlanmış 8 adet kitabı bulunuyor. Ayrıca TRT tarafından çekilmiş 2 adet belgeseli bulunmaktadır. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından dünyanın en büyük 3 ozanı arasında gösterildi. "Sivas Dramı" adlı türküsünü, 1993 yılında yaşanan Sivas katliamında yaşamını yitirenlere ithaf etmiştir. Hakkında açılan davalar. 2001 yılının Kasım ayında kendisine, "Elhamdülillah Kızılbaş'ım ve laikim. Ben değil, yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir." dediği için, DGM tarafından aleyhinde dava açıldı. Duruşma 27 Aralık 2001 tarihinde DGM'de yapıldı. 68'in devrimci önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edildiği dönemde başbakanlık yapan, "Gerekirse demokrasilerin üstüne şal örtmeli" sözü nedeniyle Aziz Nesin'in kendisine "Şalcı Nihat" adını taktığı ve balyoz lakabıyla tanınan Nihat Erim için yazıldığı iddia edilen "Erim Erim Eriyesin" türküsünü plağa okuyarak yayımladığı gerekçesiyle hapse mahkûm edildi. Ölümü. 2001 yılının başlarında rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle yoğun bakım altına alındı. Mayıs ayında taburcu edildi. Ancak evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Köln, Almanya'da öldü. Öldüğünde, Devlet Güvenlik Mahkemesindeki davası henüz sonuçlanmamıştı. Mezarı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki "Çilehane" adı verilen yerdedir. Mezar taşında ""Eğer bana gel gel olsa yüceden, çırpar kanadımı uçar giderim. İsteğim yok gündüz ile geceden, ben bir Mahzuni'yim naçar giderim."" yazmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9422", "len_data": 4542, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.26 }
Elisa şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9423", "len_data": 29, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 1.12 }
Yoğunluk veya özkütle; fizikte ve kimyada, belirli sıcaklık ve basınç altında birim hacimdeki madde miktarıdır. formula_1 veya formula_2 harfi ile sembolize edilir. Yoğunluk, maddenin karakteristik özelliği olmasına rağmen sadece yoğunluğu bilinen bir maddenin hangi madde olduğu anlaşılamayabilir. Bir maddenin hangi madde olduğunun anlaşılabilmesi için birden fazla ayırt edici özelliğinin incelenmesi gerekir. Sabit basınç ve sıcaklık altında; kütlesi artan bir maddenin hacmi de artar, dolayısıyla hacimle kütle doğru orantılı olduğu için yoğunluk değişmez. İki tür yoğunluk vardır. Birincisi mutlak yoğunluktur ki, pratikte mutlak kelimesi kullanılmaz, sadece yoğunluk denir. İkincisi ise bağıl yoğunluktur (nispi yoğunluk). Sembolü formula_3 harfi, birimi g/cm³ ve "m" kütle, "v" hacim olmak üzere formülü; formula_4 şeklindedir. Burada: Uluslararası Birim Sisteminde özkütle birimi (kg/m3)'tür. Bunun yanında; (g/cm3) ve (kg/L) de sıkça kullanılır. Özkütle hesaplama yolu ile bulunabilir, piknometre veya bomemetre gibi aletler yardımıyla da belirlenebilir. Bir maddenin özkütlesi sıcaklığına bağlı olarak değişir. Sıcaklık artışı genellikle özkütleyi azaltır, ancak sıcaklığı arttıkça hacmi azalan ve özkütlesi artan maddeler de vardır. Su ve havanın sabit basınç altındaki sıcaklığa bağlı özkütleleri aşağıda verilmiştir. Suyun yoğunluğunun 1 Atmosfer basınç altında sıcaklığa bağlı olarak değişimi aşağıdaki tabloda verilmiştir. Havanın yoğunluğunun 1 Atmosfer basınç altında sıcaklığa bağlı olarak değişimi ise aşağıdaki tabloda verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9425", "len_data": 1553, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.87 }
Fermiyon, parçacık fiziğinde, Fermi-Dirac istatistiğine uyan parçacıktır. Başka bir deyişle, Enrico Fermi ve Paul Dirac'ın gösterdiği üzere, Bose-Einstein istatistiğine sahip bozonların aksine fermiyonlar, belirtilen zamanda sadece bir kuantum durumuna karşılık gelebilen parçacıklardır. Eğer iki ayrı fermiyon uzayda aynı yerde tanımlanmışsa her bir fermiyonun özelliği (spin kuantum sayısı gibi) birbirinden farklı olmak zorundadır. Örnek olarak, iki elektron bir çekirdeğin etrafında aynı orbitalde bulunacaklarsa, bu kez aynı spin durumunda olamazlar ve her orbitalde elektronun biri yukarı diğeri aşağı spin durumundadır. Gözlemlenmiş tüm fermiyonlar, tam sayı spine sahip bosonların aksine buçuklu spine sahiptir. Örneğin, ışığın parçacığı foton, bir bozon olup 1 spinliyken elektron 1/2 spinlidir, Higgs bozonu ise 0 ("sıfır") spine sahiptir, yani skaler parçacıktır. Daha genel olarak, spin statiği teoremine göre herhangi kabul edilebilir göreli kuantum alan kuramında tam sayı spine sahip olanlar boson, buçuklu spine sahip olanlar fermiyon olarak adlandırılır. Fermiyonlar da proton gibi bileşik veya elektron gibi temel olabilir. Standart modelde iki tane temel fermiyon grubu bulunur: kuarklar ve leptonlar. Toplamda 24 farklı "temel" fermiyon vardır: 6 kuark, 6 lepton ve bunların karşıt parçacığı. Proton ve nötron gibi bileşik fermiyonlar maddenin yapı taşlarıdır. Süperiletkenlikte olduğu gibi, zayıf etkileşimdeki fermiyonlar bozonlar gibi de davranabilirler. Tanım ve temel özellikler. Tanım gereği, fermiyonlar Fermi-Dirac istatistiğine uyan parçacıklardır. Fermi-Dirac statiğinde bir tanesi iki fermiyonla yer değiştirdiğinde dalga denklemi işaret değiştirir. Dalga denkleminin gösterdiği bu karşı simetrik özellik fermiyonun Pauli dışlama prensibine uyar: iki fermiyon aynı anda aynı kuantum haline sahip olamaz. Fermiyonunun, kuantum halindeki bu katılığı veya direngenliği, onu maddeyi oluşturan olarak kabul edilmesine sebep olurken, bozonlar etkileşimi ileten parçacıklar)kuvvet taşıyıcılar ya da radyasyonu oluşturan parçacıklar olarak kabul edilmesini getirir. Fermiyonun kuantum alanına, fermiyonik alan denir ve değişmeyen kanonik ilişkiye uyar. Fermiyonlar için Pauli dışlama prensibinin ve maddenin asosyatif katılığının sebebi atomun elektron katmanlarının istikrarlı olması (bu istikrar atomik maddeler için geçerlidir) ve atomun karmaşıklığıdır (bu atomik elektronların aynı enerji seviyesinde olmasına izin vermez) ki bu özellik karmaşık kimyayı mümkün kılar.Beyaz cüceler ve nötron yıldızlarının denge durumunda çoğunluğunu oluşturan dejenere maddenin oluşturduğu basınca da bu sebep olur. Daha günlük anlamda, Pauli dışlama prensibi elastik maddelerin Young modülüne katkıda bulunur. Bilinen tüm fermiyonlar yarım spine sahiptirler: bir gözlemci fermiyonun çevresinde dönerse (ya da fermiyon 3600 rotasyon yaparsa) fermiyonun dalga denklemi işaret değiştirir. Göreceli olmayan kuantum mekaniğinde, bu tamamen deneysel bir gözlemdir. Ancak göreceli kuantum alan teorisi ve spin-statiği teoremi yarım tam sayı spine sahip parçacıkların bozon olamayacağını ve tam sayı spine sahip parçacıkların da fermiyon olmayacağını göstermiştir. Çok büyük sistemlerde, fermiyon ve bozon statiği sadece dalga fonksiyonları çakışıp çok yoğun olduklarında farklılık gösterir. Küçük yoğunluklarda her ikisinin de statiği Marxwell-Boltzmann statiği ile yakınsanabilir ki klasik mekanik ile açıklanır. Standart modelde iki tane temel fermiyon bulunur: kuark ve leptonlar. Toplamda 24 farklı fermiyon vardır: 6 kuark, 6 lepton ve altışar antiparçacığı bulunur. Temel fermiyonlar. Gözlemlenmiş tüm temel parçacıklar ya boson ya da fermiyondur. Bilinen temel fermiyonlar iki gruba ayrılır: kuarklar ve leptonlar. Bilinen sol sarmal9 fermiyonlar zayıf etkileşimi hissederken bilinen sağ sarmal fermiyonlar hissetmez. Diğer bir deyişle sadece sol fermiyonlar ve sağ antifermiyonlar W bosonuyla etkileşirler. Bileşik fermiyonlar. Bileşik fermiyonlar (hadronlar, çekirdek ve atomlar gibi) yapı taşlarına göre boson ya da fermiyon olabilirler. Daha net olarak spin ve statiğinin ilişkisine bağlı olarak tek sayıda fermiyon içeren bir parçaçığın kendisi de fermiyondur ve yarım tam sayı spine sahiptir. Örneğin: Bileşik parçacıklarda, basit parçacıkların bir potensiyelle bağ yapmasıyla oluşan bozonların sayısının fermiyon ya da boson oluşmasında hiçbir etkisi yoktur. Bileşik bir parçacığın (ya da sistemin) fermiyonik ya da bozonik özelliği sadece çok büyük uzaklıklarda(sisteme göre) görülür. Boyutsal yapısının önemli olduğu yakınlıkta, bileşik parçacık (ya da sistem) bileşenlerine göre davranış özelliği gösterir. Fermiyonlar gevşek bağlar kurduğunda bosonik davranışlar sergileyebilirler.Süper iletkenlikin ve Helyum-3'ün süper akışkanlıkının temeli budur: süper iletken maddelerde, elektronlar foton değişimi ile etkileşerek Cooper ikilisini oluştururken Helyum-3'te Cooper ikilisi spin dalgalanması ile oluşur. Kısmi kuantum Hall etkisinin yalancı parçacıkları da tek sayıdaki elektron anaforlarıyla birleşmiş bileşik fermiyon olarak bilinir. Skyrmiyonlar. Kuantum alan teorisinde bosonların topolojik olarak bükük alan yapısı olabilir. Bunlar parçacık gibi davranan eş evreli durumlardır (ya da dalgalardır) ve bunlar tüm bileşenleri bozonik olsa da fermiyonik davranış gösterebilirler. Bu 1960'ların başında Tom Skyrmetarafından keşfedildi ve bu sebepten bozonlardan oluşan fermiyonlara skyrmiyon adı verildi. Skyrme'ye orijinal örneği üç boyutlu küre değerlerini alabilen alanlar, pionların uzak mesafelerdeki davranışlarını açıklayan orijinal doğrusal olmayan sigma modelini içeriyordu. Kuantum renk dinamiğine Büyük N ya da sicim yakınsamasında tekrar üretilen Skyrme modelinde proton ve nötronlar piyon alanının fermiyonik topolojik dalgalarıdır. Skyrme'nin örneği piyon fiziğini içerirken kuantum elektro dinamiğindeki manyetik monopol daha bilinen bir örnektir. Olası en küçük manyetik yüke sahip bosonic monopole ve elektronun bosonik versiyonu fermiyonik diyonu oluşturacaktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9426", "len_data": 6005, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.31 }
Ben Buradayım, Yıldız Ecevit'in yazdığı Oğuz Atay biyografisidir. Ancak alışıldık biyografi tarzının yanında, Atay'ın metinlerinden yola çıkarak yazarı anlama çabası da görülüyor. Bölümleri. Kitap şu bölümlerden oluşmaktadır;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9433", "len_data": 225, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 2.31 }
Pupa, denizcilikte yelkenli teknelerin seyirlerinden birinin adı. Pupa sözcüğü geminin kıç kısmı anlamına gelir. Pupa seyir buradan yola çıkarak, "arkadan esen rüzgâr ile seyir" anlamına gelir. Tek kişilik yelkenlilerde dümencinin teknenin kıçına doğru yakın oturması gerekir. İki kişilik teknelerde ise dümenci yine kıçta oturur, flokçu da küpeştede değil, teknenin içinde oturur. Pupa yelkende giden teknenin dengesi çabuk bozulabileceğinden, dümenci ve flokçu dengeyi sağlamaya özen göstermelidir. Salma tamamen yukarı çekilmelidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9436", "len_data": 535, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.67 }
Apaz, yelkenli teknelerin seyirlerinden biridir. Apaz giden bir tekne rüzgarı yandan alır, yelkeni biraz açar salmayı bir karış yukarı kaldırılır. Ayrıca bakınız. Diğer seyirler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9437", "len_data": 178, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.09 }
Orsa veya rüzgâra dönüş, bir yelkenli teknenin rüzgârın geldiği yöne doğru (rüzgâr üstüne) yakın seyretme işlemidir. Eski kitaplarda Borina seyri olarak da geçer. Günümüzde Borina seyri sıkı orsa gitmek yani en dar açı ile gidilen orsa seyri anlamına gelmektedir. Rüzgâr sabit olarak tek bir yönden esmeyip değişkenlik gösterdiği için orsa seyri yelkenciliğin en teknik, heyecanlı ve stratejik seyridir. En çetin mücadeleler bu seyir esnasında gerçekleşir. Ayrıca rüzgâr üstüne doğru teknenin burnunun (başının) döndürülmesi işlemine "orsalamak" denir. Rüzgâr altına doğru dönmek kafayı açmak anlamına gelir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9439", "len_data": 608, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.73 }
Boca, bir yelkencilik terimi olup, yelkenli teknenin rüzgara karşı pozisyon almasıdır. Bocalayan tekne yerinde durur, hatta çok yavaş olmak kaydıyla geriye seyir halinde olabilir. Boca yelkeni indirmek için de yapılan genel bir manevradır. Çünkü rüzgara karşı duran tekne, yelkenin yapraklama yapması sayesinde katlanarak toplanabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9441", "len_data": 335, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.68 }
Salma omurga (veya kısaca salma) ya da işler omurga, yelkenli teknelerin altında bulunan, temelde denge sağlamaya yarayan ağırlıktır. Yelkenlerin yarattığı kuvvete dengeleyici bir ters kuvvet üretmesi gerektiğinden genelde kurşundan yapılır. Zira eğer yeteri kadar ağır olmazsa tekne sert bir rüzgârda alabora olabilir. Salmanın bir diğer önemli işlevi de yandan gelen rüzgârın tekneyi rüzgâr altına sürüklemesine engel olmaktır. Bu iki işlevinden ötürü salma, yelkenli teknelerin temel parçalarından biridir. Küçük teknelerde, yelkenci dengeyi kendi ağırlığıyla sağlayabildiği için, bu tür teknelerde salmanın ağır olması gerekmez. Hatta çoğu zaman bu teknelerde salma sabit değildir ve yelkenci gerektiğinde salmayı teknenin içine çekebilir. Örneğin geniş apaz ve pupa seyrinde tekne üzerinde oluşan yanal kuvvetler az olduğundan yelkenci salmaya ihtiyaç duymaz. Çalışma şekli. Yelkenli bir tekne gövdesi su yüzeyinde, kanatları ise dikey düzlemde ilerleyen farazi bir uçağa benzetilebilir. Gerçek bir yelkenli teknenin de bu farazi uçak gibi iki “kanadı” vardır: Salması ve yelkeni. Böyle bir benzetmenin yapılması uçakta kanatların, yelkenli teknede ise salmanın ve yelkenin temelde aynı fizik kuralına bağlı olarak çalışmasından dolayıdır. Bu ortaklığı yaratan fiziksel ilke Bernoulli Prensibi’dir. Bernoulli Prensibi basitleştirilmiş haliyle şu kuralı ortaya koyar: Akmaya direnç göstermeyen bir akışkan kümesinin hızı arttıkça yarattığı basınç düşer. Su ve hava akmaya karşı az da olsa direnç gösteren akışkanlardır fakat gündelik yaşamımızdaki çoğu uygulamada su ve hava akmaya direnç göstermeyen akışkanlar olarak kabul edilebilir. Yapılan bu varsayım bu akışkanların akış davranışlarını Bernoulli Prensibi ile incelemeyi mümkün hale getirir. Bu sayede ise salma ve yelken etrafındaki akışı gerçekte olduğundan daha basit ama gerçeğine çok yakın bir şekilde biçimlendirebiliriz. Bir uçak kanadı etrafında akan hava kanat üzerinde değişik büyüklükte basınç bölgeleri yaratır. Kanadın burnuna ulaşan hava molekülleri burada kanadın iki tarafından akmaya zorlanır. Kanadın üst tarafından akan moleküller kanadın şeklinden ötürü daha uzun bir yol katetmek zorunda kalırlar. Bunu sağlamak için kanadın üst tarafı dışbükey, alt tarafı ise düz olarak tasarlanmıştır. Bir varsayım yapalım: Burunda ayrılan ve üst uzun taraftan akan hava eğer alt kısa taraftan akan havayla eş hızda aksaydı kuyruğun üstünde havasız bir bölge, yani boşluk (vakum) oluşurdu. Gerçek hayatta hava bu boşluğun içine doğru çekilir veya başka bir ifadeyle hava boşluk oluşumunu engellemek için hızlanmak zorundadır. Bernoulli Prensibi bu durumda kanadın üst kanadında basıncın düşeceğini öngörür. Hava yüksek basınçtan alçak basınca doğru akmak isteyeceğinden kanat üzerinde yukarı doğrultuda bir kaldırma kuvveti ortaya çıkar ve bu sayede uçağımız havalanır. Bu olgu konuyla ilgili yazılmış eserlerde “Uzun Yol Açıklaması” diye de adlandırılmaktadır. Uçak kanatlarında görülen bu olgu benzer bir şekliyle yelkenli teknenin salmasında da görülmektedir. Bilindiği üzere salma etrafında hava molekülleri yerine su molekülleri akar ama salmalar ve kanatlar birçok yönden benzer şekilde tasarlanırlar. İkisinin de uzunlukları tasarımın üretmesi gereken kaldırma kuvvetine göre belirlenir. Genelgeçer bir kural olarak daha yüksek bir kaldırma kuvveti gerektiren kanat veya salma tasarımları daha uzun olmalıdırlar. İkinci olarak tasarımlardan ileri götürücü kuvvetten azami derecede faydalanmaları beklenir. Bu nedenle yapıları harekete karşı oluşan direnci azaltmaya yönelik tasarlanır. Örnek olarak bıçak incelikleri veya yüzey pürüzleri hem uçak kanadı hem de salma için önemlidir. Tekne üzerindeki etkisi. Salma, yelkenli teknenin vazgeçilmez bir parçasıdır. Teknenin ihtiyaç duyduğu safraya ev sahipliği yapar. Taşıdığı safranın yerleştirilmesi, teknenin baş ile kıçının yatay çizgiye göre konumunu belirler. Taşıdığı safranın büyüklüğü, teknenin su hattını çizer. Tekneye etkiyen yanal kuvvetlere karşı kaldırma kuvveti üreterek direnç gösterir ve aynı zamanda teknenin bu kuvvetlere karşı gösterdiği toplam direncin merkezini belirler. Ürettiği kaldırma kuvveti ile teknenin hızına katkıda bulunur. Teknenin ağırlık merkezini derine çeker ve teknenin dengesini arttırır. Salma tasarımı. Salmanın yukarıda bahsi geçen tüm işlevlerini yerine getirmesi elbette belli başlı fiziksel kurallara bağlı olarak gerçekleşebilmektedir fakat özellikle salmanın su akışıyla ilgili tasarımında teorik çalışmalar yapmak hesaplamaların karmaşıklığından ötürü tercih edilmemektedir ve bazı zamanlar mümkün bile değildir. Bu yüzden çağdaş salma üretimi ağırlıklı olarak su havuzlarında uygulanan deneysel yöntemler ile birlikte yürütülmektedir. Buna karşın teorik çalışmalar tasarımcıya temel bazı görüşleri edinmesinde yardımcı olması açısından önemlidir. Zira tasarımcının neyin işe yarayıp neyin yaramayacağını örnek üretimden önce kestirebilmesi ona hem zaman kazandırır hem de son ürünün maliyetini düşürür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9442", "len_data": 4973, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.27 }
Bumba, yelkenli teknelerde yelkenin alt kenarının bağlı olduğu uzun direktir. Bumba çoğu zaman ahşap veya alüminyumdan yapılır. Bumba üzerinde iskota (makara düzeneği), bağlantı parçaları (mapalar, kıstırmalar), yelkenin sabitleneceği kanal ve bumba baskısı denilen, bumbanın yüksekliğini ayarlayan düzenek bulunur. Bumba yelken direğine 180 derece dönüş imkânı sağlayan bir mafsal ile bağlanmıştır. Özellikle rota değişimlerinde ve rüzgârın yön değiştirmesi sırasında bumba bir yandan diğer yana hızlıca geçer. Serdümen, flokçu veya tayfalar buna dikkat etmelidir. Bumbanın bu ani hareketi baş yarılmasına ve yaralanmaya yol açabilir. Pupadan gelen rüzgâr ile yapılan bu ani manevra şekline Kavança denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9443", "len_data": 706, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.62 }
Geniş apaz, bir denizcilik deyimi olup, yelkenli teknelerin seyirlerinden biridir. Geniş apazla giden bir tekne rüzgârı 45 dereceye yakın bir açıyla arkadan alır. En hızlı yelken seyiridir. Centerboard'larda ve ufak teknelerde salma 1/3 kadar yukarı çekilir. Diğer seyirler: Pupa, Apaz, Orsa
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9446", "len_data": 291, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.39 }
Satranç açılışı, bir satranç oyununun ilk adımını oluşturan ve oyun ortasındaki pozisyonu belirlemede önemli olan "açılış hamleleri"dir. Tüm açılış dizilimleri beyazın hamlesiyle başlar ve siyahın bu hamleye yanıt vermesiyle biter. Çok sayıda açılış hamlesi ve bir o kadar da varyantları vardır. Bu açılışlar durgun pozisyon oyunlarından (örn. 'Réti Açılışı') vahşi taktik oyunlarına (örn. Letonya Gambiti ve İki At Savunması) kadar uzanır. Satranç oyunlarında, oyun 3'e ayrılır. "Açılış" oyunun ilk kısmıdır, piyonlarla merkez kuşatılır ve taş geliştirme yapılır, ardından genelde taş değişiminin yapıldığı "oyun ortası" ve son taşların kaldığı maçın kaderinin hemen hemen belirlendiği "oyun sonu" kısmı gelir. Standart olarak kabul edilen açılış hamlelerine 'The book moves' (ayarlanmış hamleler) veya kısaca 'book' (ayarlanmış, belirlenmiş) denir. Açılış hamlelerinin incelenmesinde notasyondan, açılış ağacından ve teori tablosundan yararlanılır. Normal şartlarda bir açılış bölümü 5-6 hamlede tamamlanır fakat bazı açılış oyunlarında, eğer iki taraf da çok iyi bir şekilde açılış yaparlarsa 'açılış' bölümü 20-25 hamleden oluşabilir. Açılışta temel amaçlar. Her ne kadar açılışta oynanabilecek çok sayıda hamle olsa da bunların arkasındaki amaç aynıdır; tıpkı satrancın diğer bölümleri gibi, şahı korumak ve mümkün olduğunca taş kaybetmekten kaçınmak. Taşları geliştirme. Oyunun başlangıcında tüm figürler (piyon dışındaki taşlar) piyon setinin gerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla oyun alanı üzerinde hiçbir baskıları yoktur ve (at dışında) tümüyle hareketsizdirler. Bu yüzden açılışta, elden geldiğince hızlı bir şekilde oyuna sokulmaları, diğer deyişle piyon setinin dışına doğru hareket ettirilmeleri gerekmektedir. Merkezin kontrolü ve kapanması. Satranç tahtasının geometrik olarak merkezindeki birbirine bitişik dört kareye küçük merkez (d4, e4, d5, e5), iç merkezi çevreleyen karelere ise büyük merkez denilmektedir. Merkez bölgenin açılış hamleleri sırasında kontrol altına alınmasının iki açıdan önemi vardır. Birinci olarak bilindiği gibi figürler, kenarlardayken daha az etkilidir, tehdit edebildikleri karelerin sayısı daha azdır. Merkeze doğru hareket ettirildiklerinde kontrol alanları genişler. Bu ise oyuncuya taktik geliştirmede daha geniş bir esneklik sağlar. İkinci olarak merkezin kontrolü, rakip pozisyonunun merkezine yönelik bir yarma hareketine olanak sağlar ve rakibin pozisyonunu ikiye bölerek hareket olanaklarını kısıtlar. Böylece güçlü bir pozisyon elde etmesini sağlar. Bu yüzden rakipten önce merkezin kontrolünün ele geçirilmesine çalışılmalıdır. Şahı güvence altına alma. Burada esas olan ilk adım, güvenli kanada doğru rok yapmaktır. Piyonların yapısını koruma ve geliştirme. Rakip taşların ileri hareketini önleyecek bir piyon zinciri oluşturmak. Burada önemli olan piyonların zayıf olduğu durumlardan kaçınmaktır. Örneğin; geride kalmış piyonlar, aynı sütunda aynı renkte piyon bulunması (bingeç piyon), bir piyonun sağ veya sol dikeyinde kendi renginde piyon bulunmaması (izole piyon) vs. Ayrıca oyun sonu için piyonlar oldukça önemli bir yer tutar. Açılış adlandırmaları. Satranç açılışlarının sınıflanması. Encyclopedia of Chess Openings (ECO)'ya göre satranç açılışlarının sınıflaması: İlk hamlede beyaz 20 hamle yapabilir. Bunlardan 1. e4, 1. d4, 1. c4 ve 1. Af3 diğerlerinden daha çok kullanılır. Siyahın da beyaza karşı ilk hamlede 20 cevabı vardır. Açılışları sınıflamanın kabul gören bir yolu: Yarı açık oyunlar (1. e4’e karşı siyah 1... e5 dışında bir hamle yapar.). En yaygınları Sicilya ve Fransız savunmasıdır. Kanat açılışları. En yaygını İngiliz açılışıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9449", "len_data": 3615, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.94 }
Çoban matı, satrançta bir mat çeşididir. Beyazın şu hamlelerinden sonra oluşur: 1.e4 2.Vh5 3.Fc4 4.Vxf7#. Vezir ve filin f7 karesine birleşik atağına siyahın önlem almaması sonucunda ortaya çıkar. Çoban matı denemesi iyi cevap verilmesi halinde kötüdür. Oyuna erken giren vezir hedef haline gelir. Çoban Matı başlangıç seviyesinde sık denenen bir erken kazanma girişidir. Önlenmesi. 1.e4 e5 2.Fc4 Af6 konumundan sonra beyaz Vh5 veya Vf3 oynayarak mat yapamayacağından çoban matı önlenmiş olur. Veya 1.e4 e5 2.Vh5 Ac6 3.Fc4 g6 şeklinde de engellenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9450", "len_data": 549, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.52 }
Sedir, çamgiller (Pinaceae) familyasından "Cedrus" cinsini oluşturan iğne yapraklı ağaç türlerine verilen ad. Ortalama ömürleri 1000 yıl kadardır, 40 metre boya ve 2 metre çapa kadar büyüyebilirler. Morfolojik özellikleri. Tomurcuk çok küçük olup, az sayıda pullarla örtülüdür. İğne yapraklar genellikle üç köşeli, yatay kesitlerinde bitişik iki adet reçine kanalı bulunmaktadır. Yapraklar uzun sürgünler üzerinde tek tek, seyrek ve dağınık olarak dizilirken, kısa sürgünlerde püskül şeklindedir. İğne yapraklar dökülmeden ağaç üzerinde 3-6 yıl kalırlar. Bir evcikli çiçekler yalnız olarak terminal halde bulunurlar. Erkek çiçekler silindirik yapıda olup 5 cm uzunluğunda, sarı renkli ve kısa sürgün üzerinde dik dururlar. Dişi çiçekler daha küçüktür. 1-1,5 cm, yeşilimsi renkte olup döllenme ilkbaharda oluşmaktadır. Kozalak ise 26 ayda olgunlaşmaktadır. Kozalak genellikle fıçı görünümündedir. Kısa sürgün üzerinde adeta oturmuş şekildedir. Kısa ve kalın bir sapı vardır. Kozalak pulları olgunlaştığında dağılır. Tohumların büyük, üçgen biçiminde genişçe kanadı olup, tohumu tek yüzünden örtmüştür. Tohumların üzerlerinde bol sayıda reçine bezeleri vardır. Çenek sayıları 9-10'dur. Ekolojik istekleri. Sedirler yarı ışık ağacıdır. Nem istekleri az, sıcaklık istekleri fazladır. Yetiştirilmeleri tohumla olur. Odun yapısı. Odunlarında reçine kanalı yoktur. Diri odun kısmı sarımsı beyaz, öz odunu kısmı ise koyudur. Yumuşak ve dayanıklı odunları vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9451", "len_data": 1454, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.74 }
Meşe, "Quercus" cinsine bağlı anavatanı Kuzey Yarım küre olan yaygın bir türdür. Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika'da serin ılıman bölgelerden tropikal enlemlere kadar uzanan yaprak döken ve yaprak dökmeyen türleri içerir. Kuzey Amerika, Meksika'da 109'u endemik olmak üzere yaklaşık 160 tür bulunur. Amerika Birleşik Devletleri'nde yaklaşık 90 tür ile en fazla meşe türüne sahiptir. Meşe çeşitliliğinin en büyük ikinci bölgesi ise yaklaşık 100 türle Çin'dir. Anadolu'da ; Tüylü Meşe, Saplı Meşe, Sapsız Meşe, Saçlı Meşe, Macar Meşesi, Istranca meşesi,Anadolu Palamut Meşesi gibi türler yetişir. Özellikler. Palamutların 18 ayda olgunlaşması ve dikensi (kılçıksı) uçlu yaprak lopları gibi karakterleri genel özelliklerini yansıtır. 20–30 m veya daha yükseklikte, gövdesi 2 m çapında, tacı gençlikte konik yaşlandıkça genişleyen bir orman ağacıdır. Yaprak : 6-12 x 3–5 cm boyutundaki 5-9 çiftli loplu yaprakların sinüsleri (boşluk) orta damara kadar uzanır veya ona yakın bir yerde sonlanır. Koyu yeşil yaprakların üzeri pürüzlü ve yıldız tüylüdür. Alt yüzeyi soluk renkli olan yapraklar sık tüylüdür. Küt uçlu yaprakların tabanı kesiklidir. 8-14 yanal damarlı yaprakların tüylü sapı 0.5–2 cm uzunluğunda olukludur. Çiçek : Haziran ayında görülen sürgün tabanından çıkan kedicik tipi erkek çiçeklerin rengi sarımsı kahverenginden kırmızıya döner. 1-5'i bir arada bulunan kısa boylu dişi çiçeklerin sapı tüylüdür. 4 boyuncuğu bulunur. Meyve : 3 cm uzunluğundaki palamut silindirik, sivri uçlu ve sapsızdır. Kadeh palamudun 2/3'nü içine alır. Saçlı uzun kadeh 1 cm yükseklik ile 1.8 çapında, ince yapılı olup pullar geriye doğru eğilmiştir. Meyve 2 yılda olgunlaşır. Kabuk, dal ve tomurcuk : Kabuğu kalın soluk gri renkli ve çatlaklıdır. Hafif tüylü boğumlu dallar sonradan grimsi-kahverengiye döner. Yumurta biçimindeki tomurcukların kulakçıkları uzun saçlı ve kalıcıdır. Pullar kıvrımlıdır. Yaklaşık 120000 yıl önceki buzul çağından evvel Kuzey Avrupa'da yaygındı. 18. yüzyıldan itibaren Birleşik Krallık ve İrlanda'ya yeniden getirildi. Bugün ise meşe üzerinde ağaç urları oluşturan kuşlara besin sağlar. Süs ağacı ve kıyılarda rüzgâr siperi olarak kullanılır. Odunu diğer meşelerle aynı özelliklere sahip olmasına karşın çok çatlaklı ve kolay yarılır bundan dolayı çit yapımı için uygundur. Birkaç kültivarı seçilmiştir. Bunlardan alaca yapraklı 'Variegata' ile büyük derin loplu yaprakları olan kültivar 'Woden' sayılabilir. Bütün toprak tiplerinde hatta alkalli ve besince yoksun sahalarda da yetişir. Taksonomi. Quercus cinsine bağlı türler (2022): Melezler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9452", "len_data": 2557, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.54 }
Fotomontaj, fotoğraf parçalarının birleştirilmesine dayanan bir kolaj (fr. "coller" = "yapıştırma") tekniğidir. Fotoğraf ve fotoğraf parçalarının birleştirilmesi temeline dayanır. basın ve yayın sektöründe, eğlence ve politik hiciv amaçlı olarak ya da reklam sektöründe, gerçeküstü görüntüler elde etmek için kullanılır. Fotomontaj, ilk olarak, 1928 yılında, kendisi de, bir fotomontaj sanatçısı olan, Stepanova tarafından tanımlandı. Buna göre Fotomontaj, "her biri, ayrı bir anlatım gücüne sahip anlık görüntülerin, tek bir fotoğraf üzerindeki birleşimi ve bileşkesidir." Fotomontaj tekniği temellerinin, 1920'lerde, Zürihli bir yazar olan Hugo Ball tarafından başlatıldığı varsayılan, dadaizm adlı sanat akımına dayandığı söylenebilir. Kolaj, mevcut materyallerin birleştirilmesine dayanırken, fotomontaj, belli bir hedefe ulaşmak amacı ile, (çoğunlukla) sanatçının kendisi tarafından çekilmiş olan fotoğraflardan oluşur. Fotomontaj programı, kimyasal temele yaslı fotoğraf tekniklerinin gelişmesiyle, 1920'lerden sonra, gerçek bir fotoğraftan ayrılması güç "gerçeksi" fotoğraf çalışmalarına dönüşmeye başladı ise de, montaj özelliği, zor da olsa yine de gerçeğinden ayrılabilmekte idi. Ancak gelişmeler bununla son bulmadı ve günümüze kadar sürdü. Bugün, bilgi teknolojileri sayesinde, standart bir bilgisayar ve ücretsiz bir görüntü işleme yazılımı ile, gerçek ile sanalın birbirinden ayrılması adeta imkânsız olan "gerçekçi" fotomontajlar yapılabilmektedir. Bu çalışmaların bir bölümü sanatsal kaygılarla yapılırken, bir bölümü ticari amaçla dikkat çekmek için kullanılan sanal mekanlar ve gerçeküstü görüntüler elde etmek için kullanılmaktadır. Günümüzde fotomontaj, sanatsal ve ticari amaçla kullanımı dışında, standart bir bilgisayar ve ücretsiz bir görüntü işleme yazılımı yardımı ile yapılabilen, ucuz bir halk eğlencesi haline dönüşecek kadar yaygınlaşmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9454", "len_data": 1871, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.85 }
Dendroloji ya da Ağaçbilim, ağaçları inceleyen botaniksel bilim dalıdır. Yunanca "δένδρον" (ağaç) ve "λόγος" (bilim) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan sözcük, sözlük anlamıyla ağaç bilimi anlamına gelir. Ağaç, ağaççık ve çalı gibi bitkiler ile sarmaşık, üzüm asması gibi sarılıcı bitkileri, yani genel anlamda çok yıllık odunsu bitkileri inceler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9457", "len_data": 347, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.83 }
Görüntü işleme "isim" (Almanca Bildbearbeitung) ölçülmüş veya kaydedilmiş olan elektronik (dijital) görüntü verilerini, elektronik ortamda (bilgisayar ve yazılımlar yardımı ile) amaca uygun şekilde değiştirmeye yönelik yapılan bilgisayar çalışması. Görüntü işleme, verilerin, yakalanıp ölçme ve değerlendirme işleminden sonra, başka bir aygıtta okunabilir bir biçime dönüştürülmesi ya da bir elektronik ortamdan başka bir elektronik ortama aktarmasına yönelik bir çalışma olan "Sinyal işlemeden" farklı bir işlemdir. Görüntü işleme, daha çok, kaydedilmiş olan, mevcut görüntüleri işlemek, yani mevcut resim ve grafikleri, değiştirmek, yabancılaştırmak ya da iyileştirmek için kullanılır. Daha çok fotoğrafçılık ve grafik-Tasarım alanlarında kullanılır. Görüntü işleme ile ilgili bazı terim ve tanımlar. "Ölçeklendirme" Resim ve grafikler, orantılı ya da orantısız olarak büyültüp küçültülebilir buna ölçeklendirme denir. "Döndürme" Resim ve grafikler, yatay ve dikey olarak ya da kullanıcının istek ve ihtiyacına bağlı olarak, kendi ekseni etrafında, belli bir açı dahilinde çevrilebilir. Buna döndürme denir. "Yansıtma" Resimler, yatay ve dikey olarak, aynadaki görüntüye benzer şekilde ters çevrilebilir. Buna yansıtma denir. "Devirme" Perspektif hatalarını resimlerin ileri geri düzeltilmesi ile elde edilir. buna devirme denir. "Renk düzeltmesi" Resimler üzerindeki ışık ve renk tonları değiştirilebilir. "İşaretleme" Resmin belli bir bölümünün işlem için hedef gösterilmesine işaretleme denir. Verilen komut sadece işaretli olan bölümü etkiler. "Sihirli değnek" Resim üzerindeki en küçük resim elemanına Piksel denir. Sihirli değnek, resim elemanlarını seçmeye yarayan bir işaretleme aracıdır. "Katman" Görüntü işleme yazılımlarında, alttaki nesnenin görünmesini engellemeyen, saydam sanal" yüzeylere katman denir. Katmanlar, Özellikle, fotomontaj, kolaj çalışmalarında ve resmim üzerine yazı eklenmesi sırasında, rahat çalışma imkânı sağlar. "Örtüleme" Bazı bölümleri, çalışmanın dışında tutmak için, resmin bazı bölümleri kapatılabilir. Bu işleme örtme ya da maskeleme denir. Örtüler (Maskeler) resmin verilen komuttan etkilenmesini veya bazı resim bölümlerinin gizlenmesini sağlar. "Fırça" Resim çizmek için kullanılan sanal araca fırça denir. Fırça, görüntü işleme yazılımlarında, standart araçlardan biri olmuştur. ucu ve kalınlığı istek ve ihtiyaca bağlı olarak, kullanıcı tarafından değiştirilebilir. Bazı programlarda, dolgu deseni ile çizim yapmaya da imkân verir. "Silgi" Yapılan yanlışları, düzeltmek ya da şekilleri isteğe göre biçimlendirmek için kullanılan silme aracına silgi denir. kalınlığı ve rengi kullanıcı tarafından değiştirilebilir. "Resim Filtresi" Çekim sırasında kullanılmayan fotoğraf filtreleri ile elde edilen görüntü zenginliğini, çekimden sonra kullanma imkânı sunan sanal bilgisayar araçlarıdır. "Dönüştürme" Bir dosya biçimini, başka bir dosya biçimine dönüştürmek için kullanılan yazılımlara, dönüştürme yazılımı denir. Bu sayede, belli bir program ile yapılmış olan bir belge, başka bir bilgisayar programı ile açılıp kullanılabilir. Bir belgenin farklı bir yazılım kullanılarak açılabilmesi, ancak bu şekilde mümkündür. "Makro" Kaydedilmiş bilgisayar komutları dizisine makro denmektedir. Makro sayesinde, üç - beş adımda yapılabilen işlemler, tek bir komuta indirgenmiş olur. ve aynı işlem tekrar yapılmak istendiğinde, bu işlemi yapmak için, kaydedilmiş olan makro kullanılır. bu sayede, birçok adımda yapılabilen bir işlem, tek bir komutla (makro ile) yapılmış olur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9460", "len_data": 3511, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.1 }
Tire, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin doğusunda Ödemiş, kuzeyinde Bayındır, batısında Torbalı ve Selçuk ilçeleri, güneyinde Aydın ili bulunmaktadır. Nüfusu 2022 yılı itibarıyla 87.462 kişidir. Tarihçe. Tire, çağlar boyu zengin coğrafyasının sağladığı olanaklarla birçok uygarlıklara sahne olmuştur. Bunlar Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Helen, Roma ve Bizans dönemleridir. Ancak özellikle Türklerin Tire'yi ele geçirmesinden sonra Tire'de çok zengin tarihi ve kültürel bir birikim sağlanmıştır. Tire, tarihçi Pachmeres'in deyimi ile "Keşişler Yöresi", Şerafeddin Zafernamesi'nde "Rum'un Meşhur Kenti", Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde "Şehr-i Muaz-zam Tire" olarak adlandırılan bir beldedir. Katip Çelebi (1608-1656) Tire'yi "Eski Taht Şehri" olarak nitelendirirken, 1908 Aydın Vilayeti Salnamesi'nde ilçe "Ulemalar Yatağı" olarak geçmektedir. Tire'nin ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber MÖ 2000 yıllarında adının geçtiği ve Hititler Dönemi'ne kadar uzanan kaynaklarda adının Hisar-Kale anlamına gelen Tyhra, Thira, Thyroıon, Apeteria, Teira ve Roma döneminde şehir anlamına gelen Arcadiopolis adıyla geçtiği görülmektedir. Hitit arşivi belgeleri Kadeş Savaşı'na katılanları sayarken Turşalardan (Tirha) söz etmektedir. Frigyalılar Dönemi'nde Heraklid Sülalesinin egemenliği altına giren Küçük Menderes Vadisi'nde bu dönem Frig Krallığı'nın yıkılması ile son buldu. Tarihi kaynaklardan bu döneme ait hiçbir bilgi edinilememekte ve dolayısıyla bu tarihler karanlık olarak kalmaktadır. Lidya Devleti'nin ünlü krallarından Gieges'in Tire'de görev yapması da yörenin önemini arttırmıştır. Daha sonra Thomos (Bozdağ)'dan inen Faktalos (Sart Deresi) çayının altın rezervleri Lidya'yı zengin bir ülke yapmış ve dünyadaki ilk madeni sikke burada basılmıştır. Lidyalılardan sonra MÖ 650'li yıllarda Pers egemenliğine giren Tire, kısa bir süre sonra tekrar Lidya'ya bağlanmıştır. Lidya Kralı Krezüs'ün döneminde yeni ve büyük bir uygarlık ile büyük zenginlik oluşturulmuştur. Sonraki dönemlerde Tire Romalılara geçmiş, bu dönemde de Anadolu'nun en seçkin şehri konumunu sürdürmüştür. Bu dönemde Tire bir Hristiyan şehri haline gelmiş ve birçok yerde kiliseler ve ayazmalar yapılmıştır. Bu dönemin eserlerinden Halkapınar köyündeki II. Teos'un anıtsal mezarı dikkate değer bir örnektir. Tire'nin Bizans döneminde de Kadıköy (İstanbul) ve Nikaea (İznik) meclislerinde de etkin, karar verici bir konumu olduğu bilinmektedir. 1390 yılında Aydınoğulları Beyliği Osmanlılara bağlanınca Beylik Lideri İsa Bey Tire'de oturmaya zorunlu tutulmuş ve başkent Selçuk'tan çıkarılmıştı. Yıldırım Bayezid İsa Bey'in Kızı Hafsa Sultan'ı alarak akrabalık sağladı. Bu olay beyliğin ilk sona erişi oldu. Osmanlı Devleti'nin Ankara Savaşı'ndan yenik çıkması siyasi dengeyi değiştirdiği gibi Aydınoğulları Beyliği'nin yeniden tarih sahnesinde görülmesini sağladı. Beyliğin Ankara Savaşından sonraki yönetim kenti Tire olmuş, Beylik Lideri İsa Bey'in çocukları Musa ve II. Umur Beyler babalarının ölümünden sonra Beyliği Tire'den yönetmişlerdir. 1426 yılında kesin olarak Osmanlı Devleti'ne bağlanan Tire, gerek siyasi gerek ekonomik ve gerekse kültürel varlığı nedeniyle Osmanlıların bu kente daha ciddi eğilmelerini sağlamıştır. Bu dönemde yeni kurulan Aydın vilayetinin sancağı da Tire olmuştur. Özellikle II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet Dönemlerinde girişilen imar hareketleri kenti kısa sürede imparatorluk sınırları içinde birinci dereceden kent konumuna sokmuştur. Türkiye'nin idari örgütlenmesinde önemli yer alan Tire, 1922'de Türk Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve 1923 yılında Cumhuriyet'in ilanı ile 20 Nisan 1924 tarihli sancakların kaldırılması ve yerlerine illerin kurulması kanunu ile yeni kurulan İzmir iline bağlanmıştır. Coğrafya. İzmir'in güneydoğusunda yer alan Tire, il merkezine 80 km uzaklıktadır. İlçenin doğusunda Ödemiş, kuzeyinde Bayındır, batısında Torbalı ve Selçuk ilçeleri, güneyinde Aydın ilinin Germencik, İncirliova ve Efeler ilçeleri bulunmaktadır. Yüz ölçümü 716 km²dir. Kuzeyinde Küçük Menderes Ovası yer alır. "Yeşil Tire" olarak anılır çünkü yemyeşildir. Deniz seviyesinden yüksekliği 96 metredir. İlçe sınırları içerisinde bulunan Güme Dağları 1646 m yüksekliğindedir. Dağlara doğru çıkıldıkça çok sayıda bitki türü bulunmaktadır. Tarımsal ürünlerin çeşitliliğinde ilçenin tek akarsuyu olan 175 km uzunluğundaki Küçük Menderes ırmağının da önemli rolü vardır. İklim ve bitki örtüsü. Bu ilçede Akdeniz iklimi görülmektedir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçer. Her yıl ortalama yağış miktarı 600–650 mm olarak gerçekleşmekte en fazla yağış aralık, ocak, şubat ve mart aylarında görülmektedir. İlçede sıcaklık yazın +40 dereceye kadar yükselirken kışları en düşük sıcaklık +3 derece civarında olmaktadır. Bitki örtüsü bakımından maki bitki topluluğu egemendir. Toprak yapısı kumlu, killi ve kır taban bir görüntü vermesine rağmen oldukça verimli ve çok çeşitli ürün yetiştirilmesine elverişlidir. Ekonomi. İlçe ekonomisi tarım, ticaret ve sanayiye dayanmaktadır. Tarım ürünleri başta pamuk olmak üzere, buğday, silajlık mısır, arpa, tütün, susam, domates, biber, enginar ile karpuz, kavun, incir, zeytin, kestane, nar, ceviz, kiraz, karadut ve her türlü meyve, sebzedir. Arıcılık ilerlemiş durumdadır. Besi ve süt inekçiliği gelişmiştir. Son yıllarda Tire'deki süt sığır işletmeleri yapısal açıdan değerlendirildiğinde aile işletmeciliğinden ticari işletmeciliğe doğru değişim içerisine girdiği gözlenmektedir. Bu bağlamda Tire'de 100 baş ve üzeri süt sığırı yetiştiren yaklaşık 20 işletme bulunmaktadır. Tire Organize Sanayi Bölgesi'nin kurulması sonucunda, ilçede sanayi de önemli ivme kazanmış bulunmaktadır. Tire'de süt hayvancılığına paralel olarak 7.711 hektar çayır ve mera alanı mevcuttur. Bu yönüyle de Tire toprakları büyük ve küçükbaş hayvancılığın verimli bir şekilde yapılmasına ortam sağlamaktadır. Tire'de süt üretimi günlük ortalama 250 tonu bulmaktadır. Bu üretimin bir kısmı yerel mandıralar tarafından işlenerek peynir, tereyağı, yoğurt ve ayran olarak tüketime sunulmaktadır. Üretilen sütün önemli bir kısmı Türkiye'nin önde gelen süt firmalarına pazarlanıyor. Tire'deki süt ürünleri imalatı yapan firmalar yılda yaklaşık 600 ton beyaz peynir, 350 ton tulum peyniri, 40 ton lor peyniri ve 60 ton tereyağı üretmektedirler. Kültür. İlçeye özgü yemekler Tire şiş köftesi ve tak tak kebabı olarak da bilinen kuyu kebabıdır. Tire yoğurdu ile de ünlüdür. Tire Kent Müzesi ilçede bulunmaktadır. Tire'nin tarihini taşıyan en önemli yapılar camileridir. İlçe merkezinde bulunan 56 caminin 50'si tarihidir. Spor. 2018 yılında hizmete giren Gazi Mustafa Kemal Atatürk Stadı, 13.500 kişi kapasitelidir. İlçede Tire Belediyespor ve Tire 2021 Futbol Kulübü faaliyet göstermektedir. Eğitim. İlçede 2 anaokulu, 35 ilkokul, 16 ortaokul, 10 lise, halk eğitim merkezi, mesleki eğitim merkezi, öğretmenevi ve Akşam Sanat Okulu ve 4 özel okul bulunmaktadır. Ayrıca Ege Üniversitesine bağlı meslek yüksekokulu vardır. Altyapı. Sağlık. İlçede modern 238 yataklı devlet hastanesi, 22 sağlık ocağı, Toplum Sağlığı Merkezi, Verem Savaş Dispanseri ve Ana Çocuk Sağlığı Merkezi bulunmaktadır. Ulaşım. İzmir (Basmane) - Torbalı - Bayındır - Tire istasyonları arasında her gün, günde 5 kez karşılıklı 90 dk süren tren seferleri düzenlenmektedir. İlçede demir yolu ulaşımı modern olarak yapılmakta ve çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Torbalı (İZBAN) - Tire arasında 798 numaralı düzenli ESHOT seferleri düzenlenmektedir. İzmir, Denizli, Nazilli, Kuşadası, Selçuk, Ödemiş, Torbalı, Bayındır otogarlarından minibüs seferleri de mevcuttur. İstanbul, Ankara, Antalya otogarlarından ise otobüs seferleri düzenlenmektedir. Araba ile İzmir-Aydın kara yoluna girdikten sonra Torbalı, Tire tabelalarını takip edip Torbalı çıkışından sonra Aydın kavşağından Tire yönüne devam edilebilmektedir. Bu yol ile ulaşım ortalama 100 dk sürmektedir. Otobandan ise İzmir-Aydın otobanı Belevi (Selçuk) çıkışını kullanıp Tire kara yolu ile ulaşılabilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9464", "len_data": 8000, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.67 }
Rusya, resmî adıyla Rusya Federasyonu (), Kuzey Avrasya'da bulunan, federal yarı başkanlık tipi cumhuriyetle yönetilen bir ülkedir. Kuzeybatıdan güneydoğuya Rusya; Norveç, Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya (ikisi birden Kaliningrad Oblastı ile), Belarus, Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan, Çin, Moğolistan ve Kuzey Kore ile komşudur. Deniz sınırı olarak Ohotsk Denizi ile Japonya, Bering Boğazı ile bir ABD eyaleti olan Alaska ve Karadeniz ile Türkiye ile de komşudur. 17.098.246 km², ilhak edilen bölgelerle beraber 17.234.135 km²lik yüzölçümü ile Dünya'nın en geniş ülkesidir ve Dünya yaşam alanının sekizde birini kapsar. Rusya aynı zamanda 2024 yılı itibarıyla 146,1 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık dokuzuncu ülkesidir. Kuzey Asya'nın tamamına ve Doğu Avrupa'nın büyük bir kısmına uzanan Rusya, dokuz saat dilimine yayılır ve üzerinde çok çeşitli çevre ve yer şekilleri bulunur. Rusya'nın tarihi 3. ve 8. yüzyıllar arasında Avrupa'da tanınan bir grup olarak ortaya çıkan Doğu Slavları ile başlamaktadır. 9. yüzyılda Varegler tarafından kurulan ve yönetilen Orta Çağ Kiev Rus Devleti ortaya çıktı. 988 yılında Bizans İmparatorluğu'ndan Ortodoks Hristiyanlık kabul edilerek, sonraki milenyum için Rus kültürü, tanımlanan Bizans ve Slav kültürlerinin sentezi başladı. Daha sonra Kiev Knezliği bir dizi küçük devlet hâlinde parçalandı ve topraklarının çoğunluğu Moğollar tarafından istila edilip Altın Orda Devleti'nin kolları hâline geldi. 15. yüzyılda Altın Orda Devleti'nin iyice zayıflamasıyla birlikte, bağımsızlığını ilan eden Rus prenslikleri yavaş yavaş yeniden birleşerek Moskova Knezliği'ni kurmuş ve Kiev Knezliği'nin kültürel ve siyasi mirasının ardılı olmuştur. 18. yüzyıla gelindiğinde, büyük ölçüde fetih, ilhak ve keşif yoluyla Avrupa'da Polonya'dan Kuzey Amerika'da Alaska'ya kadar uzanan tarihin en büyük üçüncü imparatorluğu olan Rus İmparatorluğu hâline gelmiştir. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, dünyanın ilk anayasal sosyalist devleti ve II. Dünya Savaşı'nda Müttefiklerin zaferinde belirleyici bir rol oynayan tanınmış bir süper güç olan Sovyetler Birliği'nin en büyük ve önde gelen kurucusu olmuştur. Sovyetler döneminde Dünya'nın ilk yapay uydusu ve ilk insanlı uzay uçuşu dahil olmak üzere, 20. yüzyılın en önemli teknolojik başarılarından bazıları gerçekleştirildi. Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından 1991'de kurulmuştur ve SSCB'nin ardılı olarak tanınmaktadır. Uluslararası alanda, Rusya demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğü ölçümlerinde en düşük sıralanan ülkeler arasında yer alır; ülkede aynı zamanda yüksek düzeyde yolsuzluk bulunmaktadır. Rusya ekonomisi, nominal GSYİH'e göre dünyanın en büyük dokuzuncu ve satın alma gücü paritesine göre altıncı büyük ekonomisidir. Rusya dünyanın en büyük maden ve enerji kaynaklarından birine sahiptir ve Dünya'nın en büyük petrol ve doğalgaz üreticilerindendir. Rusya, tanınmış beş nükleer silahlı devletten biridir ve Dünya'nın en büyük kitle imha silah stoklarına sahiptir. Ayrıca büyük güçlerden biri olup BM ve BMGK'nin daimi üyesi, G20, Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği, Şanghay İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomi Topluluğu, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Dünya Ticaret Örgütü üyesi ve Bağımsız Devletler Topluluğu'nun önde gelen üyesidir. Köken bilimi. "Rusya" adı Doğu Slavları'nın çoğunlukla yaşadığı bir Orta Çağ devleti olan Rus devletinden türetilmiştir. Ancak, bu ad daha sonra tarihte daha da belirginleşmiş ve ülke genellikle sakinleri tarafından "Русская Земля" (Russkaya Zemlya, Rus Ülkesi) adı ile dillendirilmiştir. Bu isimden türeyen diğer devletlerden ayırt edebilmek için, modern tarihte "Kiev Rusya'sı" denilir. "Rus" adı, Rus (Русь) devletinin kurucusu olan Varegler'in (muhtemelen İsveç Vikingleri) bir grubu olan Rus halkından gelmektedir. Rus adının eski Latince hali olan Rutenya, çoğunlukla Katolik Avrupa'ya komşu olan Rus bölgesinin batı ve güney bölgelerine denilmiştir. Ülkenin şimdiki adı olan Россия (Rossiya), Rus isminin Yunanca hali olan ve aynı zamanda Kiev Rusya'sının Bizans İmparatorluğu tarafından söylenimi olan Ρωσία (Rosia) kelimesinden gelmektedir. Tarihçe. Erken tarih. Tarih öncesi zamanlarda Güney Rusya'nın geniş bozkırları göçebe kabilelerin vatanıydı. Bu bozkır uygarlıklarının kalıntıları İpatovo, Sintaşta, Arkaim ve Pazırık gibi yerlerde keşfedilmiş olup, göçebe şeklindeki yaşamın önemli bir özelliği olan atlı savaşların bilinen en eski izlerini taşımaktadır. Klasik antik dönemde, Pontus-Hazar Bozkırı İskitya olarak biliniyordu. MÖ 8. yüzyılda, Antik Yunan tüccarlar Tanais ve Fanagoria'da kendi ticaret merkezi medeniyetini getirdi. MS 3. ve 4. yüzyıllarda Oium'da yarı-efsanevi bir Gotik krallık olan Güney Rusya'da Hunlar tarafından işgal edildi. MS 3. ve 6. yüzyılları arasında, Yunan kolonileri arasında başarılı bir Hellenistik yönetim olan Bosporan Krallığı, Hunlar ve Avrasya Avarları gibi savaşçı kabileler tarafından yönetilen göçebe saldırıları tarafından yıkılmıştır. Bir Türk halkı olan Hazarlar, 10. yüzyıla kadar Hazar ve Karadeniz arasındaki alt Volga havzasında bozkırlara hükmetmiştir. Modern Rusların ataları, bazı akademisyenler tarafından anavatanlarının Pinsk Bataklığı'ndaki ağaçlık alanlarda olduğu düşünülen Slav kabileleridir. Doğu Slavlar biri Kiev'den günümüz Suzdal ve Murom'a doğru, diğerleri de Polotsk'tan Novgorod ve Rostov'a doğru hareket ederek yavaş yavaş iki dalga hâlinde Batı Rusya'ya yerleşmiştir. 7. yüzyıldan itibaren, Doğu Slavlar Batı Rusya'da nüfusun çoğunluğunu oluşturmuş ve yavaş ancak barışçıl bir şekilde Merya, Muromyalı ve Meşçera gibi yerel Fin-Ugor halkları asimile olmuşlardır. Kiev Knezliği. 9. yüzyılda ilk Doğu Slav devletlerin kurulması, Baltık Denizi bölgesinden "Varegler"'in, tüccarlar, savaşçılar ve yerleşimcilerin gelmesi ile denk gelmiştir. Öncelikle bu gelenler doğu Baltık'tan, Karadeniz ve Hazar Denizi'ne doğru uzanan su yolları üzerinden gelen İskandinavya kökenli Vikingler idi. Nestor Kroniği'ne göre, Rurik adında Rus halkından bir Varegli, 862 yılında Novgorod hükümdarı seçildi. 882 yılında önceden Hazarlar'a haraç veren halefi Oleg, güneyden girerek Kiev'i fethedip, Kiev Knezliği'ni kurdu. Oleg, Rurik'in oğlu İgor ve İgor'un oğlu I. Svyatoslav sonradan tüm yerel Doğu Slav kabilelerini Kiev hükümdarlığına bağlayıp, Hazar Kağanlığı'nı yıkmış ve Bizans ve Persler'e karşı çeşitli askeri seferler başlattı. 10. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Kiev Knezliği Avrupa'nın en büyük ve en müreffeh ülkelerinden biri hâline geldi. Büyük Vladimir (980-1015) ve oğlu Bilge Yaroslav (1019-1054) döneminde Kiev Altın Çağı'nı yaşamış olup, o dönemde Bizans'tan Ortodoks Hristiyanlık kabul edildi ve ilk Doğu Slav yazılı kanunu olan "Russkaya Pravda" oluşturuldu. 11. ve 12. yüzyıllarda, Kıpçaklar ve Peçenekler gibi göçebe Türk boyları tarafından sürekli yapılan akınlar Slav nüfusun büyük oranda özellikle Zalesye olarak bilinen daha kuzeyde güvenli yoğun ormanlık bölgelerine göçüne neden oldu. Feodalizm ve ademi merkeziyetçilik çağında Kiev Knezliği'ne hüküm süren Rurik Hanedanı üyeleri arasındaki mücadele damgasını vurdu. Kiev'in hakimiyeti, kuzey doğusunda yer alan Vladimir-Suzdal, kuzey-batısındaki Novgorod Cumhuriyeti ve güney batısındaki Galiçya-Volınya Prensliği'nin lehine azaldı. 1237-40 arasında Moğol istilası, Kiev Knezliği'ne son darbeyi vurarak yıkılmasına ve nüfusunun yarısını kaybetmesine yol açtı. Daha sonra kurulan Türk-Moğol devleti olan Altın Orda Devleti, Rus prensliklerini hakimiyeti altına alarak iki yüzyıl boyunca Rusya'nın güneyine ve merkezine hükmetti. Sonunda, Lehistan-Litvanya Birliği tarafından asimile edilen Galiçya-Volınya, Moğolların hakimiyetindeki Vladimir-Suzdal ve Novgorod Cumhuriyeti, Kiev çevre üzerinde iki bölge, modern Rus ulusu için temel oluşturmuştur. Pskov ile birlikte Novgorod Moğol boyunduruğu'nda bir süre boyunca özerk bir dereceye kadar korunur ve büyük ölçüde ülkenin geri kalanını etkileyen zulümleri bağışlanmış oldu. Prens Aleksandr Nevski'nin önderliğinde, Novgorodlular 1240 yılında Neva Muharebesi'nde işgalci İsveçlileri püskürttü ve bunun yanı sıra 1242 yılında Peipus Gölü Savaşı'nda da Töton Şövalyeleri'nin Kuzey Rusya'yı kolonize etme girişimini de engelledi. Moskova Knezliği. Kiev Knezliği'nin en güçlü halefi olan Moskova Knezliği, başlangıçta Vladimir-Suzdal'ın bir parçası iken hala Moğol-Tatar etkisi altında ve onların göz yummasıyla 14. yüzyılın başında Orta Rusya'da nüfuz elde etmeye etmeye ve yavaş yavaş Rus topraklarının birleşmesi ve Rusya'nın genişleme sürecinde ana öncü güç hâline geldi. Bu zor günlerdi çünkü sık sık Moğol-Tatar baskınları yaşanıyordu ve Küçük Buz Çağı'nın başında tarım mahvolmuştu. Ayrıca Avrupa'nın geri kalanında olduğu gibi 1350 ve 1490 yılları arasında her beş ya da altı yılda bir veba salgını yaşanıyordu. Bununla birlikte, daha düşük nüfus yoğunluğu ve ıslak buhar banyosu olan Rus banyosu'nın yaygın kullanımı gibi daha iyi hijyen koşullarından, dolayı nüfus kaybı Batı Avrupa'daki kadar şiddetli değildi. Moskova Prensi Dmitri Donskoy'un önderliğinde ve Rus Ortodoks Kilisesi'nin yardımıyla, Rus prensliklerinin birleşik ordusu 1380 yılında Kulikovo Muharebesi'nde Moğol ve Tatar ordularını yenilgiye uğrattı. Moskova Knezliği giderek yavaş yavaş Tver ve Novgorod gibi eski güçlü rakipler dahil olmak üzere çevredeki prenslikleri kendi hakimiyeti altına aldı. III. İvan ("Büyük İvan") sonunda Altın Orda'yı kontrolü altına aldı, Orta ve Kuzey Rusya'yı Moskova'nın hakimiyetinde birleştirmiş ve "Tüm Rusya'nın Hükümdarı" unvanını aldı. 1453 yılında İstanbul'un Fethi'nden sonra, Moskova kendini Doğu Roma İmparatorluğu'nun halefi ilan etti. III. İvan, son Bizans imparatoru XI. Konstantinos'un yeğeni olan Sofia Palaiologos ile evlendi ve Bizans çift başlı kartalını Rusya'nın arması yapmıştır. Rusya Çarlığı. III. Roma fikirlerinin gelişmesiyle, Büyük Dük IV. İvan ("Korkunç") resmen 1547 yılında Rusya'nın ilk Çarı olarak taç giydi. Çar, yeni bir yasal kanun 1550 Sudebniki çıkardı ve ilk Rus feodal temsil organını Zemski Sobor'u ve kırsal bölgelere yerel öz-yönetimler kurdu. Korkunç İvan'ın uzun saltanatı sırasında, parçalanan eski Altın Orda Devleti'nin yerine kurulan üç Tatar hanlığı olan Kazan, İdil Nehri boyunca uzanan Astrahan ve Güney Batı Sibirya'daki Sibirya Hanlıklarını ilhak ederek zaten büyük olan ülke topraklarını iki katına çıkardı. Böylece 16. yüzyılın sonunda Rusya çokuluslu, çok dinli ve kıtalararası bir devlet hâline geldi. Ancak Çarlık, Baltık kıyıları ve deniz ticareti için erişimi sağlamak amacıyla Polonya, Litvanya ve İsveç koalisyonuna karşı yapılan uzun ve başarısız Livonya Savaşı'yla zayıfladı. Aynı zamanda Altın Orda Devleti'nin kalan tek varisi olan Kırım Hanlığı, Güney Rusya'ya baskınlar düzenledi. 1571 yılında Volga Hanlıkları'nı geri alma çabaları içinde olan Kırım ve Osmanlı müttefikleri, Moskova'yı işgal etti ve Moskova'yı yağmalayıp çevresindeki kasabaları ateşe verdiler. Ancak sonraki yılda Osmanlı ve Kırım Orduları Molodi Muharebesi'nde Ruslar tarafından yenilgiye uğratıldı ve Rusya içine Osmanlı-Kırım genişletme tehdidi sonsuza kadar ortadan kaldırıldı. Ancak Kırım Hanlığı'nın 17. yüzyıla kadar süren baskınları nedeniyle Güney Rusya genelinde Zaseçnaya çerta gibi yeni savunma hatları inşa edilerek sürekli yapılan akınların erişilebilirlik alanı daraltıldı. 1598 yılında İvan'ın oğullarının ölümü antik Rurik Hanedanı'nın sonu, 1601-03 Rusya Kıtlığı'nın sonucunda çıkan iç savaş, 17. yüzyılın başında dış müdahaleler, köylü ayaklanmaları ve taht kavgalarıyla bilinen Karışıklık Dönemi'ne yol açtı. Lehistan-Litvanya Birliği Moskova dahil olmak üzere Rusya'nın bir bölümünü işgal etti. 1612 yılında Leh kuvvetleri iki ulusal kahraman olan tüccar Kuzma Minin ve Prens Dmitri Pojarski liderliğindeki Rus gönüllü kolordusu karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Romanov Hanedanı, Zemski Sobor kararı ile 1613 yılında tahta geçmiş ve ülke krizden kademeli olarak toparlanmaya başlamıştır. Rusya, 17. yüzyılda boyunca Kazaklar çağında sınırlarını genişletmeye devam etti. Kazaklar, korsanlar ve Yeni Dünya öncülerine benzeyen askeri topluluklar hâlinde organize savaşçılardı. 1648 yılında, Leh egemenliğinin sosyal ve dini baskısı altında yaşayan Ukrayna köylüleri Hmelnitski Ayaklanması sırasında Lehistan-Litvanya Birliği'ne karşı isyan eden Zaporojya Kazakları'na katıldı. 1654 yılında Ukrayna lideri Bogdan Hmelnitski, Rus Çarı I. Aleksey'in himayesi altında Ukrayna'ya yerleşmek için teklifte bulundu. I. Aleksey'in bu teklifi kabul etmesi 1654-1667 Rus-Lehistan Savaşı'na neden oldu. Son olarak Ukrayna, Dinyeper Nehri boyunca batısında batı kıyısı Polonya egemenliği altında ve doğusunda doğu kıyısı ve Kiev Rus hakimiyeti altında olmak üzere ikiye bölündü. Daha sonra 1670-1671 yıllarında Don Kazakları, Stenka Razin'in liderliğinde Volga Bölgesi'nde büyük bir isyan çıkardıysa da Çarın askerleri isyancıları yenmiştir. Doğuda ise çoğunlukla Kazaklar'ın önderliğinde kıymetli kürkler ve fildişi avcılığı için Sibirya'nın büyük topraklarını hızla keşif ve fethine başlandı. Rus kaşifler doğuyu öncelikle Sibirya Nehir Rotaları boyunca keşfettiler ve 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Doğu Sibirya'da, Çukçi Yarımadası'nda, Amur Nehri boyunca ve Pasifik kıyılarında Rus yerleşimleri bulunmaktaydı. 1648 yılında Asya ve Kuzey Amerika arasındaki Bering Boğazı ilk kez Fedot Popov ve Semyon Dejnyov tarafından geçildi. Rusya İmparatorluğu. I. Petro döneminde Rusya, 1721 yılında bir imparatorluk ve bir dünya gücü hâline geldi. 1682'den 1725'e kadar olan hükümdarlığı süresince, Petro Büyük Kuzey Savaşı'nda İsveç'i yenerek, daha önce Karışıklık Dönemi'nde kaybedilen Batı Karelya ve İngriya'nın, yanı sıra Estonya ve Livonya'yı da alarak, deniz ve deniz ticaretinde Rusya'nın batı kıyılarına erişimini sağladı. I. Petro, Baltık Denizi kıyısında daha sonra Rusya'nın batıya açılan penceresi olarak adlandırılacak olan yeni başkent Sankt-Peterburg'u kurdu. I. Petro'nun reformları, Rusya'ya Batı Avrupa'nın önemli kültürel etkilerini getirdi. I. Petro'nun kızı olan Elizaveta'nın 1741-62 yılları arasındaki hükümdarlığı döneminde Rusya 1756-63 Yedi Yıl Savaşı'na katılmıştır. Bu savaş sırasında Rusya bir süreliğine Doğu Prusya'yı ve hatta Berlin'i de ilhak etti. Ancak, Elizaveta'nın ölümünden sonra bütün bu fetihler Prusya yanlısı III. Petro tarafından Prusya Krallığı'na geri iade edildi. 1762-1796 yıllarında hüküm süren II. Katerina, Rus Aydınlanma Çağı'nın önderliğini yaptı. II. Katerina, Lehistan-Litvanya Birliği üzerinde Rus siyasi kontrolünü genişletmiş ve Lehistan'ın bölünmesi esnasında topraklarının büyük bir kısmını ilhak etmiş, böylece Rusya'nın sınırları Orta Avrupa'ya kadar uzanmıştı. Güneyde ise Osmanlı İmparatorluğu'na karşı başarılı bir savaş sonrasında, Kırım Hanlığı'nı da yenerek sınırlarını Karadeniz'e kadar uzatmıştır. Osmanlılara karşı aldığı zaferlerin bir sonucu olarak 19. yüzyılın başlarında Transkafkasya'da önemli topraklar kazandı. Bu durum I. Aleksandr'ın 1809 yılında zayıflamış İsveç Krallığı'ndan Finlandiya'yı ve 1812'de Osmanlılardan Besarabya'yı da alarak devam etti. Aynı zamanda Ruslar Alaska'yı da fethetmiş ve Kaliforniya'da Fort Ross gibi yerleşim yerleri kurmuşlardır. 1803-1806 yıllarında ilk Rus devrialemi gerçekleştirilmiş olup, daha sonra bunu diğer önemli Rus deniz keşif seferleri izledi. 1820 yılında Fabian Gottlieb von Bellingshausen Antarktika kıtasının keşfetti. Rusya, çeşitli Avrupa ülkeleri ile ittifak kurarak Napolyon Fransası'na karşı savaştı. 1812 yılında Napolyon, Rusya Seferi sırasında gücünün doruğunda iken soğuk General Kışı birlikte inatçı bir direniş sonucu ağır bir hezimete uğradı ve pan-Avrupa Grande Armée'nin %95'ten fazlası öldü. Mihail Kutuzov ile Barclay de Tolly liderliğindeki Rus ordusu Napolyon'u ülkeden çıkarıp Altıncı Koalisyon Savaşı'yla Avrupa'ya sürdü ve sonunda Paris'e girdi. I. Aleksandr, Napolyon sonrası Avrupa haritasının tanımlandığı Viyana Kongresi'nde Rus heyetine başkanlık etti. Napolyon Savaşı subayları Rusya'ya liberalizm fikrini getirdi ve 1825 Aralıkçılar İsyanı sırasında Çarın yetkilerini azaltılması için çalıştı. I. Nikolay'ın (1825-55) muhafazakâr saltanatı sonunda Rusya zirve döneminde Avrupa'daki gücü ve etkisi Kırım Savaşı yenilgisi ile kesintiye uğramıştır. 1847 ve 1851 yılları arasında Rusya'yı kasıp kavuran Asya kolera dalgası yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne neden oldu. Nikolay'ın halefi olan II. Aleksandr (1855-81) döneminde 1861 köylü reformu da dahil olmak üzere ülkede önemli değişiklikler yaşandı. Bu "Büyük Reformlar" ülke sanayisini geliştirdi ve Rus ordusunu modernize ederek 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'yla Bulgaristan'ı Osmanlı egemenliğinden çıkardı. 19. yüzyılın sonlarında Rusya'da çeşitli sosyalist hareketlerin yükselişi görüldü. II. Aleksandr, 1881 yılında devrimciler tarafından öldürüldü ve oğlu III. Aleksandr'ın (1881-94) saltanatı daha az liberal ancak daha barışçıl geçmiştir. Son Rus İmparatoru II. Nikolay (1894-1917) döneminde Japonya yenilgisi ve Kanlı Pazar olayları sonucu çıkan 1905 Devrimi önlenemedi. Ayaklanma bastırıldı ancak hükûmet ifade ve toplanma özgürlükleri verilmesi, siyasi partilerin yasallaştırılması ve seçilmiş bir yasama organı olan Devlet Duması'nın oluşturulması dahil olmak üzere önemli reformları kabul etmek zorunda kaldı. Sibirya'ya göç 20. yüzyılın başlarında özellikle Stolipin'in tarım reformu sırasında hızla artmıştır. 1906 ve 1914 yılları arasında dört milyondan fazla yerleşimci bu bölgeye geldi. 1914 yılında Rusya, Avusturya-Macaristan'ın kendi müttefiki olan Sırbistan'a savaş ilanına tepki olarak I. Dünya Savaşı'na girdi ve birden fazla cephede Üçlü İtilaf müttefiklerinden izole olarak savaştı. 1916 yılında Rus Ordusu Brusilov Saldırısı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunu neredeyse tamamen imha etti. Ancak, yüksek kayıplar, yolsuzluk ve ihanet söylentileri, rejimin zaten mevcut kamu güvensizliği savaşın yükselen maliyetleri ile derinleşti. Bütün bunlar 1917 Rus Devrimi için zemin oluşturmuştur. Şubat Devrimi ile II. Nikolay tahttan indirildi ve ailesi ile birlikte daha sonra Rus İç Savaşı'nda infaz edildi. Monarşinin yerini kendisini Geçici Hükûmet ilan eden siyasi partilerden oluşan titrek bir koalisyon aldı. Bununla birlikte işçi ve köylülerin "sovyet" olarak adlandırılan demokratik olarak seçilmiş konseyler aracılığıyla Sankt-Peterburg Sovyeti olarak adlandırılan alternatif bir sosyalist temsil organı kuruldu. Yeni yönetim ülkedeki sorunları çözmek yerine ülkedeki krizi ağırlaştırmıştır. Sonunda Bolşevik lider Vladimir Lenin'in önderliğinde Ekim Devrimi'nde, Geçici Hükûmet devrildi ve dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu. Sovyetler Birliği. 1917 Ekim Devrimi ile iktidara gelen Bolşevikler Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni kurdu. Bolşevikler iktidara geldikleri gibi ilk iş olarak Rusya'nın I. Dünya Savaşı'ndan çekildiğini ilan ettiler. Ardından ülkede bir d8izi reform hareketlerine başladılar. 1918 yılında ülkede anti komünist Beyaz Ordu'nun saldırılarıyla iç savaş başladı. Sovyet rejimine bağlı Kızıl Ordu ile Çar destekçisi Beyaz Ordu arasında yaşanan iç savaş ülkede büyük bir yıkıma yol açtı. Bolşevikler I. Dünya Savaşı sırasında İttifak Devletleri ile olan düşmanlıklarını sona erdiren Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzalayarak Ukrayna, Polonya, Baltık devletleri ve Finlandiya'nın bağımsızlığını kabul ettiler. Rusya'nın Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzalamasının hemen ardından İtilaf Devletleri, anti komünist güçlere destek amacıyla başarısız bir askeri müdahalede bulundular. Birleşik Krallık, Fransa ve ABD Beyaz Ordu'ya maddi yardımda bulunurken asker sevkiyatı da yapmış ve Beyaz Terör'ün katliamlarında işbirlikçi olmuşlardır. Bolşevikler ve Beyaz hareket, birbirlerine karşı Kızıl Terör ve Beyaz Terör olarak bilinen sürgün ve infaz kampanyalarını yürütmüşlerdir. İç savaşın sonucunda Rus ekonomisi ve altyapısı ağır hasar görmüş ve milyonlarca Beyaz göçmen ülkeden kaçmıştır. Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin 30 Aralık 1922'de Transkafkasya SSC., Ukrayna SSC., Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Orta Asya cumhuriyetleri ile birlikte imzaladığı Sovyetler Birliği Kuruluş Antlaşması'yla Sovyetler Birliği (kısaca "Sovyetler Birliği" veya "SSCB") resmen kuruldu. 1924'te Lenin'in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği'ni troyka yönetmeye başladı. Ancak 1922'de Komünist Parti Genel Sekreterliği'ne seçilen Yosif Stalin, Merkez Komite'de önemli bazı kişilerin desteğini alarak muhaliflerini bertaraf etti. Dünya devriminin ana savunucusu olan Lev Troçki, 1929'da Sovyetler Birliği'nden sürgün edildi ve Stalin'in fikri olan Tek ülkede sosyalizm devlet politikası olarak benimsendi. Bolşevik parti içinde sürekli iç mücadele Büyük Temizlik adı verilen 1937-38 yıllarında aralarında kurucu parti üyeleri ve darbe ile suçlanan askeri liderler de dahil olmak üzere binlerce kişinin idam edildiği kitlesel baskılar ile sonuçlandı. Stalin liderliğindeki hükûmet, planlı ekonomiyi başlatarak ülkenin kırsal kesimini önemli ölçüde sanayileştirdi ve tarımı kolektifleştirdi. Bu dönemde yaşanan hızlı ekonomik ve sosyal değişimler sırasında Çarlık döneminde geniş topraklara hakim olan toprak aristokratları kolektifleştirmeye karşı gelmelerinden dolayı çalışma kamplarına gönderildi. Ülkede özellikle Ukrayna'da toprakların kolektifleştirilmesine karşı çıkan toprak aristokratlarının sabotaj ve isyan faaliyetleri tarımsal üretimin düşmesine sebep oldu. Ancak ağır bir bedel ödendiyse de, Sovyetler Birliği kısa bir sürede büyük ölçüde tarımsal ekonomiden önemli bir sanayi gücüne dönüştü. Adolf Hitler'in Avusturya ve son olarak Çekoslovakya'nın ilhakına karşı Birleşik Krallık ve Fransa'nın yatıştırma politikası Nazi Almanyası'nı cesaretlendirdi ve Sovyetler Birliği'ne tehdit hâline geldi. Aynı zaman zarfında Nazi Almanyası, Uzak Doğu'da SSCB ile rakip olan ve 1938-1939 yılındaki Sovyet-Japon sınır çatışmaları ile açık bir düşmanı hâline gelen olan Japon İmparatorluğu ile ittifak kurdu. Ağustos 1939'da, Birleşik Krallık ve Fransa ile Nazi karşıtı bir ittifak kurma girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Sovyet hükûmeti, iki ülke arasındaki saldırmazlık vaadi ve Doğu Avrupa'da kendi nüfuz alanlarının bölüştürülmesi için Molotov-Ribbentrop Paktı ile Almanya ile ilişkileri geliştirmeye karar verdi. Hitler Polonya, Fransa ve diğer ülkeleri işgal ederek II. Dünya Savaşı'nı başlatırken, SSCB'nin eski Rusya İmparatorluğu'nun bazı topraklarında hak iddia etmesi Polonya'nın işgali, Kış Savaşı ve Baltık devletlerinin işgali ile sonuçlandı. 22 Haziran 1941'de Nazi Almanyası, insanlık tarihinin en büyük ve güçlü işgal kuvveti ile II. Dünya Savaşı'nın en büyük cephesini kurup Sovyetler Birliği'ne savaş açarak saldırmazlık paktını çiğnedi. Başta Alman ordusu her yerde başarılı olmasına rağmen, saldırıları Moskova Muharebesi'nde durduruldu. Daha sonra, Almanlar ilk olarak 1942-1943 kışında Stalingrad Muharebesi'nde ve daha sonra 1943 yazında Kursk Muharebesi'nde büyük yenilgiler aldı. Almanlar diğer bir yenilgiyi şehrin tamamen Alman ve Fin kuvvetleri tarafından 1941-1944 yılları arasında ablukası altında açlık ve bir milyondan fazla kişinin ölmesine rağmen teslim olmaması sonucunda Leningrad Kuşatması'nda aldı. Stalin'in yönetimi ve Georgi Jukov ve Konstantin Rokossovski gibi komutanların önderliğinde Sovyet güçleri Doğu Avrupa'yı 1944-45'te geri aldı ve Mayıs 1945'te Berlin'i ele geçirdi. Ağustos 1945'te Kızıl ordu, Japon güçlerini Çin'e bağlı Mançukuo ve Kuzey Kore'den atarak, Japonya'daki müttefik zaferine katkıda bulunmuştur. II. Dünya Savaşı'nın 1941-1945 dönemi Rusya'da Büyük Vatanseverlik Savaşı olarak bilinmektedir ve bu savaş sırasında Sovyet askeri ve sivil ölümleri sırasıyla 10.6 milyon ve 15.9 milyon olup, bu rakamlar tüm II. Dünya Savaşı kayıplarının yaklaşık üçte biriydi. Sovyet ekonomisi ve altyapısı büyük bir yıkıma uğrasa da, Sovyetler Birliği kıtada önemli bir askeri süper güç hâline geldi. Kızıl ordu, savaş sonrasında Doğu Almanya dahil olmak üzere Doğu Avrupa'yı işgal etti. Daha sonra bu devletlerde sosyalist hükûmetler kuruldu ve Doğu Bloku'nun uydu devletleri hâline geldi. Sovyetler Birliği dünyanın ikinci nükleer silahlı güç hâline gelerek ve Doğu Bloku ülkeleri ile Varşova Paktı'nı kurarak ABD ve NATO'ya karşı Soğuk Savaş olarak da bilinen küresel hakimiyet mücadelesi içine girdi. Sovyetler Birliği yeni kurulan Çin ve Kuzey Kore ve daha sonra Küba dahil olmak üzere dünya çapındaki devrimci hareketleri desteklemiştir. Ayrıca Sovyet kaynakları önemli miktarlarda diğer sosyalist devletlere yardım olarak tahsis edilmiştir. Stalin'in ölümü ve kolektif liderlikten kısa bir süre sonra, yeni lider Nikita Kruşçev Stalin'in kişisel kültünü kınadı ve destalinizasyon politikasını başlattı. Cezai çalışma sisteminde değişikliğe gidildi ve birçok siyasi mahkûm serbest bırakıldı ve itibarı iade edildi. Bu baskıcı politikaların azaltılması daha sonradan Kruşçev Çözülümü olarak tanındı. Aynı zamanda Küba'ya Sovyet füzeleri ve Türkiye'ye Amerikan Jupiter füzeleri konuşlandırılması ABD ile gerginlikleri artırmıştır. 1957'de Sovyetler Birliği dünyanın ilk yapay uydusu olan "Sputnik 1"'i fırlatarak Uzay Çağı'nı başlattı. Rus kozmonot Yuri Gagarin, "Vostok 1" ile 12 Nisan 1961 tarihinde uzaya çıkan ilk insan oldu. Kruşçev döneminde dünya genelinde sosyalizmin yayılması ile Sovyetler Birliği'nin müttefik sayısı arttı. 1959'da kurulan Küba ve 1960'larda kurulan Vietnam Rusya'nın sosyalist müttefikleri haline geldi. Ancak bu durum batılı devletler ile Sovyetler Birliği arasında çatışma riskinin yaşanmasına sebep oldu. 1964 yılında Hruşçov'un istifa etmesini takiben, Leonid Brejnev'in Komünist Parti Genel Sekreteri, Kosigin'in hükûmet başkanı olduğu yeni bir kolektif liderlik dönemi başladı. 1965 Kosigin reformu ile Sovyet ekonomisinin kısmen yerelleştirilmesi ve ağır sanayi ve silahtan hafif sanayi ve tüketim mallarına kaydırılması hedeflendi. Ancak reformlar kısmen ve bazı maddeleri reddedilerek uygulandı. 1979 yılında Afganistan'da gerçekleşen komünist devrim sonrasında ABD destekli Taliban askerlerinin hükûmeti devirme çabası üzerine Sovyet kuvvetleri yeni rejimin isteği ile bu ülkeye girdi. Bu askerî müdahale ekonomik kaynakların israfına ve anlamlı olmayan politik sonuçlara neden oldu. Uluslararası muhalefet, ABD tarafından desteklenen dirençli Sovyet karşıtı gerilla savaşı ve Sovyet vatandaşlarının destek eksikliği sonucunda Sovyetler Birliği 1989 yılında Afganistan'dan çekildi. 1985 yılından itibaren ekonomik sistemde liberal reformları hayata geçirmek isteyen Komünist Parti Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov, iktisadi alanda serbestlik getirmek ve hükûmeti demokratikleştirmek için glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarını başlattı. Ancak bu politikalar ekonominin iflasına sebep oldu. Bu durum ülkede protestoların ve milliyetçi, ayrılıkçı hareketlerin yükselişine yol açtı. 1991 yılına kadar dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Sovyet ekonomisi, son yıllarında marketlerde mal sıkıntısı, büyük bütçe açıkları ve para arzının neden olduğu enflasyonun hızlı yükselmesi gibi sorunlarla karşı karşıya gelmiştir. 1991 itibarıyla, ekonomik ve siyasi çalkantılar sonucunda Baltık cumhuriyetleri birlikten ayrılmaya başladı. 17 Mart 1991'de düzenlenen yenilenmiş birlik referandumunda (Sovyetler Birliği Referandumu 1991) halkın % 77'si Sovyetler Birliği'nin korunması lehine oy verdi. Bu referandum sonuçlarına göre 20 Ağustos'ta Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile diğer Sovyet cumhuriyetleri arasında yenilenmiş birlik antlaşması yapılacaktı. Ancak 19 Ağustos 1991'de KGB başkanı, bazı hükûmet üyeleri ve generaller tarafından Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'u devirme amaçlı başarısız darbe girişimi antlaşmanın iptal edilmesine sebep oldu. Darbe antlaşmaya imza atmayı kabul eden 11 cumhuriyette tedirginlik yarattı ve ayrılığa gitmelerine sebep oldu. 8 Aralık 1991'de Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ile Ukrayna ve Belarus Devlet Başkanları Minsk'te bir araya gelerek Sovyetler Birliği'ni dağıttıklarını bildirdiler. 25 Aralık 1991'de Mihail Gorbaçov istifa ettiğini açıkladı ve Kremlin'de dalgalanan Kızıl Bayrak indirilerek yerine Rus bayrağı çekildi. Böylece Sovyetler Birliği 25 Aralık 1991'de resmen dağıldı. Rusya Federasyonu. Haziran 1991 yılında, Boris Yeltsin aynı yılın Aralık ayında bağımsız Rusya Federasyonu hâline gelecek olan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Başkanlığına seçilerek Rus tarihinde doğrudan seçilen ilk lider oldu. Eski Sovyet cumhuriyetlerinde siyasi tutuklular kitlesel olarak serbest bırakılmaya başlandı ve basına tam özgürlük ilk kez yeniden sağlandı. Sovyetler Birliği sırasında ve dağıldıktan sonra ABD ve IMF tarafından tavsiye edilen özelleştirme ve piyasa ve ticaretin serbestleştirilmesi de dahil olmak üzere "şok terapi" çizgisinde radikal değişiklikler içeren geniş kapsamlı reformlar yapılmıştır. Ancak tüm bunlar büyük bir ekonomik kriz ile sonuçlanmış olup 1990-1995 arasında GSYİH ve sanayi üretiminde %50 düşüş meydana geldi. Özelleştirmeler ile birlikte işletmelerin kontrolü büyük ölçüde devlet kurumlarından hükûmet ile bağlantıları olan bireylere kaymıştır. Çoğu yeni zengin milyarlarca nakit parayı taşıdı ve ülke dışına büyük bir sermaye kaçışı gerçekleştirdi. Ekonomik sorunlar sosyal hizmetlerin çöküşüne neden oldu ve ülkede doğum oranı aniden düşerken ölüm oranı ise hızla yükselmiştir. Sovyetlerin son yıllarında %1.5 olan yoksulluk seviyesi 1993 ortalarında %39-49'a çıkmıştır. 1990'lı yıllar, yaygın yolsuzluklar, kanunsuzluklar ve suç çeteleri ile şiddet suçunun yükselişi olarak görülmüştür. 1990'larda Kuzey Kafkasya'da yerel etnik anlaşmazlıklar ve ayrılıkçı İslamcı ayaklanmalar şeklinde birçok silahlı çatışma yaşanmıştır. 1990'ların başında Çeçen ayrılıkçılar bağımsızlık ilan etmesi sonucunda isyancı gruplar ile Rus ordusu arasında çatışmaların olduğu kesintili gerilla savaşı yaşanmıştır. Özellikle Moskova tiyatro rehine krizi ve Beslan rehine krizi gibi sivillere yönelik terör saldırıları yüzlerce kişinin ölümüne neden oldu ve dünya çapında dikkat çekmiştir. Rusya, Sovyetler Birliği'nin dağılışı sırasında nüfusunun yarısı kadar olmasına rağmen Sovyetler Birliği'nin dış borçlarını üstlenmiştir. Yüksek bütçe açıkları 1998 Rusya mali krizine ve GSYİH'in düşüşüne neden oldu. 31 Aralık 1999 tarihinde Devlet Başkanı Yeltsin beklenmedik bir şekilde istifa etti ve yerine daha sonra 2000 yılındaki başkanlık seçimlerini kazanan Başbakan Vladimir Putin'i atadı. Putin göreve gelmesinden sonra hâlen devam eden Çeçen ayrılıkçılarının isyanını bastıracağına yemin etmiş ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Yüksek petrol fiyatları ve başlangıçta zayıf olan para birimi iç talebin yükselmesini, tüketim ve yatırımlar ile ekonominin dokuz yıl büyümesini, yaşam standartlarının ve Rusya'nın dünya sahnesindeki etkisini artırmasını sağladı. Putin başkanlığı sırasında yapılan birçok reformlar genellikle Batı ülkeleri tarafından anti-demokratik oldukları gerekçesiyle eleştirilse de, Putin'in liderliğinde düzen, istikrar ve ilerlemeye dönüş Rusya'da kendisine yaygın hayranlık kazandırdı. 2 Mart 2008 tarihinde, Dimitri Medvedev Rusya Devlet Başkanı seçilirken, Putin Başbakan olmuştur. Putin, 2012 başkanlık seçimlerinin ardından başkanlığa geri döndü ve Medvedev de Başbakan olarak atandı. Başkan Putin üst üste üçüncü toplamda ise beşinci kere başkan olabilmek için ülkesini 1 Temmuz 2020'de anayasal referanduma götürmektedir. Merkezileşme ve demokratik gerileme. 31 Aralık 1999 tarihinde, Başkan Yeltsin beklenmedik bir şekilde istifa etti ve görevi, yeni atanan başbakan ve halefi Vladimir Putin'e görevini devretti. Putin 2000 yılında başkanlık seçimini kazandı ve İkinci Çeçen Savaşı'nda Çeçenistan'ı yeniden Rusya adına ilhak etti. Putin, 2004 yılında ikinci dönemini kazandı. Yüksek petrol fiyatları ve yabancı yatırımda artış, Rus ekonomisinin ve yaşam standartlarının önemli ölçüde iyileşmesine neden oldu. Putin'un yönetimi, Rusya'yı otoriter bir devlete dönüştürerek istikrarı artırdı. 2008'de Putin, başkanlık görevini devrederken, Dmitry Medvedev bir dönem için seçilerek yasal sınırlamalara rağmen iktidarda kalmaya devam etti; bu dönem "tandemokrasi" olarak tanımlanmıştır. Gürcistan ile diplomatik bir krizin ardından, 1-12 Ağustos 2008 tarihleri arasında Rusya'nın Gürcistan'ı işgali gerçekleşti. Rusya Gürcistan'ı işgal ettiği bölgelerde bulunan iki ayrılıkçı devleti tanıdı. Avrupa'da 21. yüzyılın ilk savaşıydı. Ukrayna işgali. 2014 Ukrayna Devrimi'nin ardından Rusya, Kırım'ı ilhak etti ve Rus destekli paramiliterler, Luhansk ve Donetsk oblastlarından oluşan Güneydoğu Ukrayna'nın Donbas bölgesinin bir bölümünü ele geçirerek bölgesel bir savaşa yol açtılar. Mart 2021'de Rusya, Ukrayna sınırı boyunca sayıları 190.000'e kadar varan asker ve teçhizat ile büyük bir askerî yığınak yapmaya başladı. Yapılan askerî yığınaklara rağmen Ukrayna'yı işgal etme veya saldırma planları işgalden bir gün öncesine kadar çeşitli Rus hükûmet yetkilileri tarafından inkâr edildi. 21 Şubat 2022'de Rusya, Donbas'ta tek taraflı olarak bağımsızlıklarını ilan eden Donetsk Halk Cumhuriyeti ve Luhansk Halk Cumhuriyeti'ni tanıma kararı aldı. Ertesi gün Rusya Federasyon Konseyi, oybirliğiyle askerî güç kullanımına onay verdi ve Rus birlikleri her iki bölgeye de girdi. İşgal, 24 Şubat 2022 Moskova saatiyle 06.00 civarında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in "Ukrayna'nın askerden ve Nazizm'den arındırılması" amacıyla "özel bir askerî operasyon" ilan etmesiyle başladı. Putin konuşmasında irredantizmi destekledi, Ukrayna'nın devlet olma hakkına karşı çıktı ve yanlış bir şekilde Ukrayna'nın etnik Rus azınlığa zulmeden neo-Naziler tarafından yönetildiğini iddia etti. Konuşmadan dakikalar sonra füzeler ve roketler başkent Kiev de dahil olmak üzere birçok Ukrayna şehrini hedef aldı ve bu hava saldırılarını karada farklı cephelerden işgaller takip etti. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski sıkıyönetim ve seferberlik ilan etti. Rus saldırıları başlangıçta Belarus'tan Kiev'e doğru kuzey cephesinden, Harkiv'e doğru kuzeydoğu cephesinden, Kırım'dan kuzeye doğru güney cephesinden ve Luhansk ve Donetsk'ten de güneydoğu cephesinden başlatıldı. Rusya'nın Kiev'e doğru ilerleyişi Mart ayında durdu ve Rus birlikleri Nisan ayına kadar kuzey cephesinden geri çekildi. Güney ve güneydoğu cephelerinde Rusya, Mart ayında Herson'u, ardından Mayıs ayında kuşatma sonrasında da Mariupol'u ele geçirdi. 19 Nisan'da Rusya, Donbas bölgesinde yeni bir saldırı başlattı ve Luhansk Oblastı Rus kuvvetleri tarafından 3 Temmuz'a kadar tamamen ele geçirildi. Rus kuvvetleri, cephe hattından uzaktaki hem askerî hem de sivil hedefleri bombalamaya devam etti. Ukrayna kuvvetleri Ağustos ayında güneyde ve Eylül ayında kuzeydoğuda karşı taarruzlar başlattı. Kısa süre sonra Rusya, kısmen işgal altındaki güneydoğu Ukrayna'nın ilhakını duyurdu. İşgal geniş çapta uluslararası kınama aldı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, işgali kınayan ve Rus güçlerinin tamamen geri çekilmesini talep eden bir kararı kabul etti. Uluslararası Adalet Divanı Rusya'ya askerî operasyonları askıya almasını emretti ve Avrupa Konseyi Rusya'yı üyelikten çıkardı. Birçok ülke Ukrayna'ya insani yardım sağladı ve Rusya ile Rusya'nın müttefiki Belarus'a yaptırım uyguladı. Başta Rusya ekonomisi olmak üzere dünya ekonomisi bu geniş çaplı yaptırımlardan etkilendi. Dünyanın dört bir yanında işgale karşı protestolar düzenlendi. Rusya'daki protestolar kitlesel tutuklamalarla ve "savaş" ve "işgal" kelimelerinin yasaklanması da dahil olmak üzere arttırılan medya sansürüyle bastırılmaya çalışıldı. İşgale yanıt olarak 1000'den fazla şirket Rusya ve Belarus'tan çekildi. Uluslararası Ceza Mahkemesi, 2022 işgalindeki savaş suçları da dahil olmak üzere 2013'ten bu yana Ukrayna'da insanlığa karşı işlenen suçların araştırılması için soruşturma başlattı. Siyaset. Yönetim. Rusya Anayasası’na göre, ülke federal yarı başkanlık sistemli cumhuriyet olup Başkan, devletin başı iken; Başbakan, hükûmetin başıdır. Rusya Federasyonu çok partili temsili demokrasi ile yönetilmekte olup, federal hükûmet 3 temel erkten oluşur; Seçim Sonuçları. Aşağıda, seçim sonuçlarına ilişkin veriler bulunmaktadır: Başkanlık seçim sonuçları Dış ilişkiler. Rusya Federasyonu, uluslararası hukukta eski Sovyetler Birliği'nin ardılı olarak kabul edilmektedir. Rusya, SSCB'nin uluslararası taahhütleri uygulamaya devam etmektedir ve BM Güvenlik Konseyi, diğer uluslararası örgütlere üyelik, uluslararası anlaşmalar kapsamındaki hak ve yükümlülükler ve mülkiyet ve borçlarda SSCB'nin daimi üyeliğini üstlenmiştir. Rusya'nın çok yönlü bir dış politikası bulunmaktadır. 2009 itibarıyla 191 ülke ile diplomatik ilişkisi ve 144 elçiliği bulunmaktadır. Dış politika Devlet Başkanı tarafından tespit edilir ve Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülür. Eski bir süper gücün halefi olarak, özellikle küresel siyasi sistemde tek kutuplu ve çok kutuplu görüşler ile ilgili olarak Rusya'nın jeopolitik statüsü genellikle tartışma konusu olmuştur. Rusya genellikle bir büyük güç olarak kabul edilirken son yıllarda bir dizi dünya liderleri, akademisyenler, yorumcular ve siyasetçiler tarafından potansiyel süper güç olarak değerlendirilmektedir. Rusya BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinden biridir. Rusya, Ortadoğu Dörtlüsü ve Kuzey Kore ile Altılı görüşmelere katılmaktadır. Rusya, G8 sanayileşmiş ülkeler, Avrupa Konseyi, AGİT ve APEC üyesidir. Rusya genellikle BDT, AEB, KGAÖ ve ŞİÖ gibi bölgesel örgütlere liderlik rolü oynamaktadır. 1996 yılında Rusya Avrupa Konseyi'nin 39. üyesi oldu. 1998 yılında, Rusya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onayladı. Rusya ile AB ilişkilerinin hukuki temeli 1997 yılında yürürlüğe giren Ortaklık ve İşbirliği Anlaşması'dır. Bu anlaşma, demokrasi ve insan hakları, siyasi ve ekonomik özgürlük ve uluslararası barış ve güvenliğe bağlılık için tarafların ortak saygısını hatırlatmaktadır. 2003 yılının Mayıs ayında, AB ve Rusya ortak değerler ve çıkarlar temelinde iş birliğini güçlendirmek için anlaştılar. Devlet Başkanı Vladimir Putin, AB-Rusya Ortak Alanı kurulması da dahil olmak üzere çeşitli boyutlarda yakın entegrasyonu ile stratejik ortaklığı savundu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana, Rusya ABD ve NATO ile dostça ilişkiler geliştirmiştir. NATO-Rusya Konseyi, 2002 yılında eşit ortaklar olarak birlikte çalışmak ve ortak iş birliği için fırsatları takip etmek amacıyla ABD, Rusya ve 27 NATO müttefikinin onayı ile kuruldu. Ancak Rusya'nın ABD ve AB ile ilişkileri son zamanlarda Güney Osetya Savaşı ve 2014 Kırım krizi gibi nedenlerden dolayı gerginleşmiştir. Rusya diğer BRICS ülkeleri ile güçlü ve olumlu ilişkiler sürdürmektedir. Hindistan, Rus askeri teçhizatlarının en büyük müşterisidir ve iki ülke arasında kapsamlı savunma ve stratejik ilişkiler bulunmaktadır. Son yıllarda, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ile Dostluk Antlaşması'nın imzalanmasının yanı sıra Doğu Sibirya-Pasifik Okyanusu petrol boru hattı ve Sibirya'dan Çin'e doğalgaz boru hattı inşası ile ülkenin ikili ilişkileri güçlendirdi. Ordu. Ülkenin silahlı kuvvetleri, Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri olarak ayrılmıştır. Bununla birlikte Stratejik Füze Kuvvetleri, Uzay Savunma Kuvvetleri, Hava İndirme Birlikleri olmak üzere üç bağımsız kuvvet daha bulunmaktadır. 2006 itibarıyla orduda aktif personel sayısı 1.037 milyondur. 18-27 yaş arasındaki tüm erkek vatandaşların 12 aylık zorunlu askerlik hizmetini yerine getirmesi ile yükümlüdür. 2012 Küresel Barış Endeksi'ne göre, Rusya dünyanın altıncı en az huzurlu ülkesi olup bu konumu büyük ölçüde ülkenin savunma bütçesinin boyutuna ve Kuzey Kafkasya'da devam eden çatışmalara bağlanmıştır. Rusya tarihsel olarak endeksin kurulduğu 2007 yılından beri düşük sırada yer almıştır. Rusya ordusu 2015 yılının Ağustos ayında ilk kez kutuplarda askeri tatbikat başlatmıştır. İdari bölümler. Rusya Federasyonu 85 adet federal bölüme () ayrılmaktadır. Bu federal birimlerin hepsi eşit bir biçimde iki delege ile Federasyon Konseyinde temsil edilirler. Federal bölümler sahip oldukları özerklik bakımından farklılık gösterirler. Federal bölümler, her biri Devlet Başkanı'nın atadığı yöneticiler tarafından yönetilen dokuz federal bölge () hâlinde gruplandırılmıştır. Federal bölümlerin aksine federal bölgeler devlet yönetiminin alt bölümü olmayıp doğrudan federal yönetime bağlıdır. Federal bölgelerin yöneticileri, federal bölümler ile federal hükûmet arasındaki irtibatı sağlamaktan ve federal bölümlerin federal yasalara uygun hareket etmesinden sorumludur. Coğrafya. Rusya, 17,075,400 km²'lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir. Rusya'da 23 UNESCO Dünya Mirası, 40 UNESCO biyosfer rezervi, 41 Millî park ve 101 doğa rezervi bulunmaktadır. Rusya, 41° ve 82° K enlemleri ile 19° D ve 169° B boylamları arasında yer almaktadır. Rusya'da kereste, petrol, doğal gaz, kömür, cevher ve diğer mineral kaynakları dahil olmak üzere geniş doğal kaynak rezervi bulunmaktadır. Topografya. Rusya'da jeodezik bir hat boyunca yaklaşık 8.000 km dışında iki geniş ayrı noktalar bulunmaktadır. Bu noktalar: Polonya sınırındaki Vistül Lagünü'nü Gdańsk Körfezi'nden ayıran 60 km uzunluğundaki Vistül Burnu ile ve en uzak güneydoğusunda ise Kuril Adaları'dır. Boylamdan ayrılmış uzak noktalar jeodezik bir hat boyunca 6.600 km dışında bulunmaktadır. Bu noktalar: batıda yine Vistül Burnu olup doğuda ise Büyük Diomede Adası'dır. Rusya Federasyonu 9 zaman dilimine ayrılmaktadır. Rusya, ağırlıklı olarak güneyde bozkır ve kuzeyinde yoğun ormanlık ovalar ile kuzey kıyısı boyunca uzanan tundralardan oluşmaktadır. Rusya dünyadaki ekilebilir arazinin %10'una sahiptir. Dağ aralıkları güney sınırları boyunca bulunmakta olup, Kafkasya (5642 m ile Rusya ve Avrupa'nın yüksek noktası olan Elbruz Dağı'nıda içeren) ve Altay (4506 m ile Rus Uzak Doğusu dışında Sibirya'nın en yüksek noktası olan Beluça Dağı'nıda içeren); ve doğu taraflarında Verhoyansk Sıradağları ve Kamçatka Yarımadası'ndaki yanardağlar (4750 m ile Avrasya'nın en yüksek aktif yanardağının yanı sıra Asya Rusyası'nın en yüksek noktası olan Klyuçevskaya Sopka'yıda içeren) bulunmaktadır. Ural Dağları, maden kaynakları açısından zengin olup, Avrupa ile Asya'nın kuzey-güney aralığını oluşturur. Rusya, Arktik ve Pasifik Okyanusu, Baltık Denizi, Azak Denizi, Karadeniz ve Hazar Denizi boyunca 37.000 km'nin uzunluğunda bir sahil şeridine sahiptir. Barents Denizi, Beyazdeniz, Kara Denizi, Laptev Denizi, Doğu Sibirya Denizi, Çukçi Denizi, Bering Denizi, Ohotsk Denizi ve Japon Denizi Arktik ve Pasifik yoluyla Rusya'ya bağlıdır. Rusya'nın başlıca ada ve takımadaları Novaya Zemlya, Franz Josef Toprakları, Severnaya Zemlya, Yeni Sibirya Adaları, Vrangel Adası, Kuril Adaları ve Sahalin Adası'dır. Diomede Adaları (biri Rusya, diğeri ise ABD tarafından kontrol edilmektedir) arasındaki mesafe sadece 3 km olup Kunaşir Adası ise Japonya'nın Hokkaido Adası'ndan yaklaşık 20 km uzaklıktadır. İklim. "Ana maddeler: Rusya'nın iklimi" Ülkenin büyüklüğü ve denizden uzak birçok bölge sonucunda tundra ve uç güneydoğu bölgeleri dışında, nemli karasal iklim ülkenin her yerinde hakimdir. Güneydeki dağlar, Hint Okyanusu'ndan gelen sıcak hava kütlelerinin girişini engellemekte olup ülkenin batı ve kuzey bölgeleri Arktik ve Atlantik'in etkilerine açıktır. Kuzey Avrupa Rusya'sı ve Sibirya'nın çoğunluğu yarı arktik iklime sahiptir. Kuzeydoğu Sibirya'nın iç bölgelerde çok şiddetli kışlar olup (çoğunlukla Saha Cumhuriyeti'nde olup Kuzey Soğuk Kutbu arasında −71.2 °C gibi rekor düşük sıcaklıklar olmaktadır), diğer bölgelerde ise daha ılımandır. Arktik Okyanusu kıyılarında ve Rus Arktik Adaları'nda ise kutup iklimi hakimdir. Karadeniz'in Krasnodar Krayı'nın sahil kesimi, özellikle Soçi, ılık ve yağışlı kışları ile ılıman dönencealtı iklimine sahiptir. Kış, Doğu Sibirya ve Uzak Doğu'nun birçok bölgelerinde yaz ile karşılaştırıldığında kuru olup ülkenin diğer bölgelerinde mevsim boyunca daha eşit yağışlıdır. Ülkenin çoğu yerinde kış mevsiminde yağışlar genellikle kar şeklinde olmaktadır. Aşağı Volga ve Hazar Denizi kıyısındaki bölge, Güney Sibirya'nın bazı bölgelerinde olduğu gibi yarı kurak iklime sahiptir. Ülke toprakları boyunca neredeyse sadece iki ayrı mevsim olan kış ve yaz vardır. İlkbahar ve sonbahar ayları çok kısa sürmektedir ve yaz ve kış ayları arasındaki sıcaklık farkı oldukça yüksektir. En soğuk ay Ocak (sahil şeridinde ise Şubat) olup en sıcak ay ise genellikle Temmuz ayıdır. Sıcaklık ortalamalarındaki büyük farklar doğaldır. Kışın sıcaklıklar güneyden kuzeye ve batıdan doğuya gidildiğinde soğumaktadır. Yazlar ise Sibirya'da bile oldukça sıcak olabilmektedir. İç kesimler ise en kurak alanlardır. Biyoçeşitlilik. Kuzeyden güneye Rusya Ovası olarak da bilinen Doğu Avrupa Ovası, Arktik tundralar, iğne yapraklı ormanlar (tayga), yaprak döken ormanlar, otlaklar (step) ve yarı-çöller (Hazar Denizi saçakları) ile kaplanmış olup iklim değişiklikleri bitki örtüsününde değişiklikler yaşanabilmektedir. Sibirya'da da benzer bir durum söz konusudur, ancak daha çok tayga bulunmaktadır. Rusya dünyanın en büyük orman rezervlerine sahip olup, "Avrupa'nın akciğeri" olarak bilinir ve karbondioksit emme miktarı Amazon ormanları'ndan sonra ikincidir. Rusya'da 266 memeli ve 780 kuş türü bulunmaktadır. 1997 itibarıyla Rusya Federasyonu Kırmızı Veri Kitabı'na toplam 415 hayvan türü dahil edilmiştir ve şu anda korunmaktadırlar. Ekonomi. Rusya özellikle petrol ve doğal gaz gibi muazzam doğal kaynaklara sahip bir piyasa ekonomisine sahiptir. Rusya GSYİH (nominal) bakımından dünyanın 9. ve satınalma gücü paritesi bakımından ise dünyanın 6. büyük ekonomisidir. 21. yüzyılın başından bu yana, yüksek iç tüketim ve daha fazla siyasi istikrar Rusya'da ekonomik büyümeyi desteklemektedir. Reel kişi başına düşen GSYİH (SAGP) (mevcut uluslararası $), 2010'da 19,840 olmuştur. Büyüme öncelikle petrol veya mineral çıkarma ve ihracatı yerine iç piyasa için mal ve hizmet dışı ticareti ile sağlandı. Rusya'da ortalama aylık nominal maaş 2000 yılında 80$ kadar iken, 2013 başlarında 640$ olmuştur. 2010 yılı itibarıyla Rusya'da halkın yaklaşık %12.7'si ulusal yoksulluk sınırının altında yaşamakta olup ile 1998 yılında Sovyet sonrası çöküşün en kötü noktada olduğu %40'tan önemli ölçüde aşağı çekilmiştir. Rusya'da 1999 yılında %12.4 olan işsizlik 2007'de %6'ya düştü. 2000'de sadece 8 milyon olan orta sınıf 2013'te 108 milyona yükselmiştir. Rusya'nın ihracatının %80'nden fazlasını petrol, doğal gaz, metaller ve keresteler oluşturmaktadır. 2003 yılından bu yana, iç pazarın önemli ölçüde güçlenmesiyle doğal kaynakların ihracatının ekonomik önemi azalmaktadır. Petrol ihracatından elde edilen kazanç 1999'da 12 milyar $ olan yabancı rezervi, 1 Ağustos 2008'de 597.3 milyara çıkarak Rusya'yı dünyanın üçüncü büyük döviz rezervi hâline getirdi. Tarım. Rusya'da ekili arazinin toplam alanı 2005 yılında 1,237,294 km² olarak tahmin edilmiş olup, dünya dördüncüsüdür. 1999-2009 yılları arasında, Rusya'da tarım istikrarlı bir büyüme göstermiştir ve ülke bir tahıl ithalatçısından, AB ve ABD'den sonra üçüncü büyük tahıl ihracatçısı hâline geldi. 1999'da 6,813,000 ton olan et üretimi 2008'de 9,331,000 tona yükselmiş olup büyümeye devam etmektedir. Tarımın restorasyonu, hükûmetin kredi politikası ile desteklenmiş olup, bireysel çiftçilere ve daha önce hala tarım arazilerinde önemli bir paya sahip Sovyet kolhozları olup özelleştirilen büyük çiftliklere yardım sağlanmıştır. Büyük çiftliklerde tahıl ve çiftçilik ürünleri üretimi üzerine yoğunlaşırken, küçük özel ev arsalarında ülkenin en verimli patates, sebze ve meyveleri üretilmektedir. Atlantik, Arktik ve Pasifik okyanuslarındaki Rus balıkçılık filolarının erişimi dünyanın balık tedarikine önemli bir katkıda bulunmaktadır. 2005 yılında toplam 3.191.068 ton balık yakalanmıştır. Son yıllarda balık ve deniz ürünleri ihracat ve ithalatı önemli ölçüde büyümüş olup 2008 yılından bu yana 2415 milyon $ ve 2036 milyon $ gelire ulaşmıştır. Enerji. Son yıllarda, medyada Rusya sık sık bir enerji süpergücü olarak tarif edilmiştir. Rusya dünyanın en büyük doğalgaz rezervlerine, sekizinci büyük petrol rezervlerine ve ikinci büyük kömür rezervlerine sahiptir. Aynı zamanda dünyanın önde gelen doğal gaz ihracatçısı ve ikinci büyük doğal gaz üreticisi olup, aynı zamanda en büyük petrol ihracatçısı ve üreticisidir. Rusya, dünyanın üçüncü büyük elektrik üreticisi ve beşinci büyük yenilenebilir enerji üreticisi olup, ülkede son derece gelişmiş bir hidroelektrik üretimi bulunmaktadır. Büyük şelalelerdeki hidroelektrik santralleri Avrupa Rusyası'nda Volga gibi büyük nehirler boyunca inşa edilir. Ayrıca Rusya'nın Asya bölümünde çok sayıda büyük hidroelektrik santrali bulunmaktadır, ancak Sibirya ve Rus Uzak Doğusu dev hidroelektrik potansiyeli bakımından büyük ölçüde atıl kalmaktadır. Rusya, sivil nükleer enerjiyi geliştiren ve dünyanın ilk nükleer enerji santralini inşa eden ülkedir. Günümüzde Rusya dünyanın dördüncü büyük nükleer enerji üreticisi olup, tüm Rusya'da nükleer enerji Rosatom tarafından yönetilmektedir. Bu sektör hızla gelişmekte olup, mevcut nükleer enerjinin toplam payını %16,9'dan 2020 yılında %23'e çıkarılması hedeflenmektedir. Rus hükûmeti, yeni nesil nükleer enerji teknolojisine adanmış bir federal program için 127 milyar ruble tahsis etmeyi planlamaktadır. Ulaşım. Rusya'da demiryolu ulaşımı çoğunlukla devlet denetimindeki Rusya Demiryolları'nın tekelindedir. Şirket hesapları Rusya'nın GSYH'sinin %3.6'sını, toplam yük trafiğinin %39'unu (boru hatları dahil) ve yolcu trafiğinin %42'den fazlasını oluşturmaktadır. Ortak kullanılan demiryolu raylarının toplam uzunluğu 85,500 km'yi aşmaktadır ve ABD'den sonra ikinci sıradadır. 44,000 km'den fazla hat elektrifikasyonlu olup bu dünyanın en büyük rakamıdır ve fazladan ek olarak endüstriyel olmayan 30,000 km ortak taşıyıcı hat bulunmaktadır. Rusya'da demiryolları dünyanın çoğunun aksine 1520 mm geniş hat kullanmakta olup istisna olarak Sahalin Adası'nda 957 km 1067 mm dekovil hat kullanmaktadır. Rusya'nın en bilinen demiryolu Trans-Sibirya Demiryolu ("Transsib") olup, 7 zaman dilimini kapsamakta ve dünyanın en uzun sürekli hizmeti vermekte olup, Moskova-Vladivostok (9,259 km), Moskova-Pyongyang (10,267 km) ve Kiev-Vladivostok (11,085 km) arasında çalışmaktadır. 2006 yılı itibarıyla Rusya'da 933,000 km yol olup, bunlardan 755,000 km'si asfalt ile kaplıdır. Bunlardan bazıları federal karayolu sistemini oluşturmaktadır. Rusya'nın büyük bir yüzölçümüne sahip olması nedeniyle yol yoğunluğu tüm G8 ve BRIC ülkeleri arasında en düşük düzeydedir. Rusya'da çoğunlukla doğal nehirler ve göllerden oluşan iç sular ile birlikte 102.000 km su yolu bulunmaktadır. Ülkenin Avrupa bölümünde büyük nehirlerin havzaları kanal ağı ile bağlanır. Rusya'nın başkenti Moskova, Baltık, Beyaz, Hazar, Azak Denizi ve Karadeniz'e olan su yolu bağlantıları nedeniyle bazen "beş denizin limanı" diye çağrıştırılmaktadır. Rusya'nın ana deniz limanları Azov'da Rostov-na-Donu, Karadeniz'de Novorossiysk ve Soçi, Hazar'da Astrahan ve Mahaçkale, Baltık'ta Kaliningrad ve Sankt-Peterburg, Beyazdeniz'de Arhangelsk, Barents Denizi'nde Murmansk, Pasifik Okyanusu'nda Petropavlovsk-Kamçatski ve Vladivostok'tur. Rusya, 2008 yılı itibarıyla 1448 deniz ticaret gemisine sahiptir. Dünyanın tek nükleer buzkıran filosu Rusya'nın Arktik kıta sahanlığındaki ekonomik keşifler ile Avrupa ve Doğu Asya arasında Kuzey Denizi Rotası boyunca deniz ticaretinin gelişimini sağlamaktadır. Rusya'da 1216 havalimanı olup, en işlek olanları Moskova'da Şeremetyevo, Domodedovo ve Vnukovo, Sankt Petersburg'da ise Pulkovo'dur. Rusya'da pistlerin toplam uzunluğu 600.000 km'yi aşmaktadır. Genellikle, Rusya'nın büyükşehirlerinde gelişmiş toplu taşıma sistemleri olup, en yaygın kullanılan araçlar troleybüs ve tramvay'dır. Moskova, Sankt Petersburg, Nijniy Novgorod, Novosibirsk, Samara, Yekaterinburg ve Kazan olmak üzere yedi şehirde yeraltı metrosu olup, Volgograd'da ise metrotramvay bulunmaktadır. Rusya'da metroların toplam uzunluğu 465.4 km'dir. 1935 yılında açılan Moskova metrosu ve 1955 yılında açılan Sankt Petersburg metrosu Rusya'daki en eski metrolardır. Bu iki metro, dünyanın en hızlı ve en işlek metro sistemleri arasında yer almaktadır ve istasyonları Rus metro ve demiryolları için yaygın bir gelenek olan zengin dekorasyonlar ve eşsiz tasarımları ile ünlüdür. Turizm. Dünya Turizm Örgütü'ne göre, Rusya 2018'de 24,6 milyondan fazla ziyaretle dünyanın en çok ziyaret edilen on altıncı ülkesi ve Avrupa'nın en çok ziyaret edilen onuncu ülkesi oldu. Rusya'nın uluslararası turizm gelirleri 2018 yılında 11,6 milyar dolardı. Rusya, 2019 Seyahat ve Turizm Rekabet Edebilirlik Raporu'nda 39. sırada yer aldı. Federal Turizm Ajansı'na göre, yabancı vatandaşların Rusya'ya gelen seyahatlerinin sayısı 2019'da 24,4 milyondur. 2019'da seyahat ve turizm, ülkenin toplam GSYİH'sının yaklaşık %4,8'ini oluşturdu. Rusya'daki başlıca turistik rotalar arasında Volga gibi büyük nehirlerde gemi gezileri, Kafkas Dağları, Ural Dağları gibi sıradağlarda doğa yürüyüşü ve Trans Sibirya Demiryolu'nda yolculuk gibi aktiviteler bulumaktadır. Rusya'nın en çok ziyaret edilen ve popüler simge yapıları arasında Kızıl Meydan, Petergof Sarayı, Kazan Kremlini, Aziz Sergius'un Teslis Manastırı, Ermitaj Müzesi ve Baykal Gölü bulunmaktadır. Ülkenin kozmopolit başkenti ve tarihi çekirdeği olan Moskova, hareketli bir mega kenttir. Klasik ve Sovyet dönemi mimarisini korur aynı zamanda şehirde birçok yüksek gökdelen bulunmaktadır. İmparatorluk başkenti Sankt-Peterburg, klasik mimarisi, katedralleri, müzeleri ve tiyatroları, beyaz geceleri, kesişen nehirleri ve sayısız kanalıyla ünlüdür. Rusya, Rus Devlet Müzesi, Ermitaj Müzesi ve Tretyakov Devlet Galerisi gibi zengin müzeleriyle dünya çapında ünlüdür. Rusya'da bulunan Bolşoy Tiyatrosu, Mariinski Tiyatrosu gibi tiyatrolarda Dünyaca ünlüdür. Ayrıca Moskova Kremlini ve Aziz Vasil Katedrali, Rusya'nın kültürel simge yapıları arasındadır. Demografi. 2002 sayımına göre Rusya nüfusunun %79,8'ini federasyonun esas unsuru olan Ruslar oluşturmaktadır. Rus nüfusunun dışında çok sayıda etnik grup da mevcuttur. Rusya sınırları içerisinde 160 farklı etnik grubu olduğu tahmin edilmektedir. Rusya nüfusu her ne kadar diğer ülkelerle karşılaştırıldığında yüksek olsa da; km²ye düşen insan sayısı, ülkenin kapladığı büyük alan sebebiyle oldukça azdır. Rusya nüfusunun ağırlıklı olarak yaşadığı bölge, coğrafi olarak Avrupa toprakları olarak kabul edilen Ural Dağları'nın batısı ve Kuzeybatı Sibirya'dır. Ülke nüfusunun %73'ü şehirlerde yaşarken, %27'si kırsal alanlarda yaşamaktadır. Rusya nüfus bakımından dünyanın en kalabalık 9. ülkesi konumundadır. Ülke nüfusu, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra düşüşe geçmiş olsa da, 2010 sayımına göre 141.927.297 'dır. 1991 yılında Rusya nüfusu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 148.689.000'a ulaşmıştı, fakat 90'lar boyunca süren göçmenlik, ölüm oranın çok hızlı yükselmesi sebepleri ile ülke nüfusu 20 yıllık sürede azalmıştır. Ülkede 2009 yılında, son 15 yıl içinde ilk kez 10.500 kişilik bir nüfus artışı sağlanmıştır. Söz konusu artış, 279.906 kişinin Rusya'ya göçmesi ile oluşmuştur ki göçmenlerin %93'ü eski Sovyet ülkelerinden gelmiştir. Rus halkının göçü ise 2000 yılında 359.000 iken 2009 yılında 32.000 inmiştir. Şu anda 116 milyon Rus ülke sınırlarında yaşarken, ülke dışında, özellikle eski sovyet ülkelerinde 20 milyon civarında Rus yaşadığı tahmin edilmektedir. Rusya'da doğum oranı, Avrupa ülkelerinin ortalamalarında yüksektir. Rusya doğum oranı 2008'de her bin kişide 12.4 doğum olurken, Avrupa Birliği ortalaması ise her bin kişide 9.90'dur. Ölüm oranı ise Avrupa Birliği ile kıyaslandığında çok yüksek kalmaktadır. Avrupa Birliği ortalama ölüm oranı binde 10,28 iken, Rusya'da 2009 rakamlarına göre ölüm oranı binde 14,2'ye ulaşmıştır. Hükûmet bu durumu engellemek için 2007 yılında, aylık çocuk yardımını ikiye çıkararak 55 Dolar yapmış, tek seferlik ödemeyi ise ikinci çocuktan sonra çocuk başına 9.200 Dolara yükseltmiştir. Bu uygulamalar sonrası Rusya, şu anda Sovyetler sonrası en yüksek doğum oranına ulaşmıştır. Etnik gruplar. 60 farklı etnik grubun yaşadığı Rusya Federasyonu'nda başlıca etnik gruplar şunlardır; 115,9 milyon Rus, 6,1 milyon Tatar, 2,9 milyon Ukraynalı, 1 milyon 360 bin Çeçen, 1 milyon 130 bin Ermeni, 444 bin Yakut Türkü, 300 bin Karaçay ve Balkar, 843 bin Mordvin, 808 bin Beyaz Rus, 622 bin Azeri, 515 bin Oset, 172 bin Moldovalı, 96 bin Ahıska Türkü, 637 bin Udmurt, 604 bin Çirmiş, 233 bin Komi, 125 bin Komi-Permyak, 93 bin Karelyalı, 445 bin Buryat, 174 bin Kalmık, 41,3 bin Nenets, 35,5 bin Evenk, 16 bin Çukçe, 29 bin Hantı, 11,4 bin Mansi, 230 bin Yahudi, 597 bin Alman, 1 milyon 637 bin Çuvaş, 1 milyon 637 bin Başkurt, 422 bin Kumuk, 314 bin Tuva, 90 bin Nogay, 76 bin Hakas, 67 bin Altay,7 bin Dolgan gibi toplulukları vardır. Kafkas halkları sayıları da şöyledir: 814 bin Avar, 580 bin Kabardey, 510 bin Dargi, 413 bin İnguş, 411,5 bin Lezgi, 198 bin Gürcü, 156,5 bin Lak, 131,8 bin Tabasaran, 140,5 bin Adige, 38 bin Abaza yaşamaktadır. "Rossiyane" (Россияне), milliyetine (etnik) bakılmaksızın Rusya vatandaşları için kullanılan bir kelimedir. Çoğu dilde bu kelime genellikle Rus olarak tercüme edilir. Dil. Rusya'da 160 etnik grup tarafından 100'den fazla dil ve lehçe konuşulmaktadır. 2002 nüfus sayımına göre Rusça 142,6 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. İkinci en çok konuşulan dil 5,3 milyonla Tatarca ve üçüncü en çok konuşulan dil 1,8 milyonla Ukraynaca'dır. Rusça ülkenin tek resmî dilidir, ancak cumhuriyetler veya diğer özerk bölgelerde Rusça ile birlikte diğer dil veya diller de resmîdir. Rusça geniş dağılıma rağmen Rusya genelinde homojendir. Coğrafi olarak Avrasya'nın en yaygın dilidir ve en çok konuşulan Slav dilidir. Rusça, Hint-Avrupa dil ailesi'nin Slav dilleri koluna aittir ve Beyaz Rusyaça ve Ukraynaca (bazen de Rusince) ile birlikte en önemli üç Doğu Slav dilinden biridir. Eski Doğu Slavcası'na ilişkin yazılı örnekler 10. yüzyıldan tasdiklenmiştir. Günümüzde, dünyadaki bilimsel yayınların dörtte birinden fazlası Rusça yayımlanmaktadır. 20. yüzyılda politik açıdan önemli bir dil olan Rusça, Birleşmiş Milletler'in altı resmî dilinden biridir. Rusça, 33 harflik Kiril alfabesi ile yazılır. Yerleşim. 141 milyonluk Rusya nüfusunun %73'ünü kentlerde yaşayanlar, %27'sini ise kırsal kesimde yaşayanlar oluşturmaktadır. Günümüzde Rusya, Moskova (alfa) ve Sankt-Peterburg (gamma) olmak üzere iki dünya şehrine sahiptir. Din. Rusya'da din çeşitliliği oldukça fazladır; Ortodoks Hristiyanlık en yaygın inançtır, ancak dinsiz kişiler ve diğer inançlara sahip önemli azınlıklar da mevcuttur. Rusya Anayasası, tüm vatandaşlara vicdan ve inanç özgürlüğü hakkını tanır. Ayrıca, Ortodoks Hristiyanlığının Rusya tarihine manevi katkısını ve "Hristiyanlık, İslam, Budizm, Yahudilik ve Rusya halklarının tarihi mirasının ayrılmaz bir parçasını oluşturan diğer din ve inançlara" saygıyı da vurgular. Etnik dinler veya paganizm gibi muhafaza edilmiş veya yeniden canlandırılmış inanç sistemleri de tanınmaktadır. 2020 yılında yapılan Rusya Anayasası değişikliklerinden biri, Tanrı'ya yapılan bir referansı içermektedir. Bazı Batılı gözlemcilere göre, Rus yetkililerin din özgürlüğüne saygısı 1990'ların sonlarından ve 2000'lerin başlarından bu yana azalmıştır. Örneğin, Yehova'nın Şahitleri'nin faaliyetleri şu anda Rusya'da yasaklanmıştır. Uluslararası Hristiyan Endişesi'ne göre, 2021 yılında "Rusya'da din özgürlüğüne yönelik baskılar şiddetlenmiştir." Eğitim. Rusya, anayasal olarak tüm vatandaşlara parasız eğitim sunmaktadır. Ancak sübvansiyonlu yükseköğretime giriş son derece rekabetçidir. Eğitimde bilim ve teknolojiye verilen büyük önem sonucunda, genellikle tıp, matematik, bilim ve uzay araştırmaları yüksek bir düzeydedir. 1990 yılından bu yana okul eğitimi 11 yıldır. Devlete ait ortaöğretim okullarında eğitim parasızdır. Üniversite düzeyinde eğitim ise bazı istisnalar dışında ücretsizdir. 2004 yılında eğitim bütçesi GSYİH'nın %3.6 veya konsolide devlet bütçesinin %13'ü olarak gerçekleşmiştir. Hükûmet, her devlet kurumu için kurulmuş bir kota veya öğrenci sayısı içindeki öğrenim ücretini ödemek için fon ayırır. Yükseköğretim kurumlarında, öğrencilere küçük bir burs ödenir ve ücretsiz barınma sağlanır. En eski ve en büyük Rus üniversiteleri, Moskova Devlet Üniversitesi ve Sankt-Peterburg Devlet Üniversitesi'dir. 2000'li yıllarda, Rusya'nın bölgelerde yükseköğrenim ve karşılaştırılabilir ölçekte araştırma kurumları yaratmak amacıyla, hükûmet çoğunlukla mevcut büyük bölgesel üniversiteler ve araştırma enstitüleri birleştirilmesi ve özel fon sağlayarak "federal üniversiteler" kurma programını başlattı. Bu yeni kurumlar Güney Federal Üniversitesi, Sibirya Federal Üniversitesi, Kazan Volga Federal Üniversitesi, Kuzey-Doğu Federal Üniversitesi ve Uzak Doğu Federal Üniversitesi'dir. Sağlık. Rusya Anayasası'nda ücretsiz evrensel sağlık hizmetleri tüm ülke vatandaşları için güvence altına alınmıştır. Ancak ücretsiz sağlık hizmeti, uygulamada zorunlu kayıt nedeniyle bazen sınırlı olabilmektedir. Rusya'da kişi başına neredeyse dünyanın diğer tüm ülkelerinden daha fazla doktor, hastane ve sağlık çalışanları bulunmakta iken, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana Rus nüfusun sağlık, sosyal, ekonomik ve yaşam tarzı değişiklikleri sonucunda önemli ölçüde azalmış olup ortalama yaşam beklentisi 2006-09 arasındaki erkeklerde 1.4 yıl ve kadınlarda 2.4 yıl artış olması ile eğilim son yıllarda tersine dönmüştür. 2009 yılı itibarıyla, Rusya'da beklenen yaşam süresi erkeklerde 62.77 yıl ve kadınlarda 74.67 yıldır. Erkeklerdeki düşük yaşam beklentisinin nispeten en büyük nedeni çalışma çağındaki erkeklerde yüksek ölüm oranıdır. Ölümlerin çoğunluğu alkol zehirlenmesi, sigara, trafik kazaları ve şiddet suçu gibi önlenebilir nedenlerden meydana gelmektedir. Beklenen yaşam süresindeki büyük bir cinsiyet farkı ve II. Dünya Savaşı'nda verilen büyük kayıpların kalıcı etkisi sonucunda cinsiyet dengesizliği günümüzde de devam etmektedir ve her kadın için 0,859 erkek düşmektedir. Kültür. Mimarlık. Kiev Knezliği'nin Hıristiyanlaşması'ndan bu yana birkaç yıl Rus mimarisi ağırlıklı olarak Bizans mimarisi'nden etkilenmiştir. Sur duvarlarından bir bölümü (kremlinler), eski Kiev Knezliği'ndeki taş binalar, Ortodoks kiliselerin kubbeleri genellikle altın kaplamalı veya parlak boyalıdır. 15. yüzyılın sonlarında Aristoteles Fioravanti ve diğer İtalyan mimarlar Rönesans trendlerini Rusya'ya getirdi. O dönemde Aziz Vasil Katedrali'nin doruğu gibi 16. yüzyılın eşsiz çadır çatılı kiliseleri gelişmiştir. Ayrıca o zamanlarda soğan kubbe tasarımı tam geliştirildi. 17. yüzyılda, "ateşli tarzı" süsleme Moskova ve Yaroslavl'da gelişti ve yavaş yavaş 1690'larda Narışkin Baroku'nun önünü açtı. Daha sonra I. Petro reformları ile Rusya'da mimari tarzlardaki değişiklikler genellikle Batı Avrupa'yı izledi. Rokoko mimarisinin 18. yüzyıl tadı Bartolomeo Rastrelli ve takipçilerinin süslü eserlerle yapmasını sağladı. II. Katerina ve torunu I. Aleksandr zamanında Neoklasik mimari özellikle başkent Sankt-Peterburg'da gelişmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Neo-Bizans ve Rus Canlanma stilleri hakim oldu. 20. yüzyılın yaygın stilleri Art Nouveau, Konstrüktivist ve Stalinist mimaridir. 1955 yılında, yeni Sovyet lideri Nikita Kruşçev, eski akademik mimarinin "aşırılıklarını" kınadı ve geç Sovyet döneminde mimaride işlevselcilik hakim oldu. Konut sorunu çözmek için çok eski parlak stillerin aksine büyük miktarda mimarisi düşük kalitede olan binalar inşa edildi. Son iki yıl içinde durum düzeldi. Sovyet zamanında yıkılan birçok tapınak yeniden inşa edildi ve bu sürece II. Dünya Savaşı'nda tahrip olan çeşitli tarihi binaların restorasyonu ile birlikte devam edildi. Toplam 23.000 Ortodoks kilisesi 1991-2010 yılları arasında yeniden inşa edilerek Rusya'daki etkin kiliselerin sayısı dört katına çıkarılmıştır. Görsel sanatlar. Erken Dönem Rus ressamlığını Bizans'tan miras ikonalar ve canlı freskler temsil etmekteydi. Moskova iktidara yükselirken, Feofan Grek, Dionisi ve Andrey Rublev dönemin Rus sanatının önemli isimleri oldu. Rusya Sanatlar Akademisi 1757 yılında kuruldu ve Rus sanatçılara uluslararası bir rol ve statü verdi. İvan Argunov, Dmitri Levitski, Vladimir Borovikovski ve diğer 18. yüzyıl akademisyenleri çoğunlukla portre ressamlığına odaklanmıştır. 19. yüzyılın başlarında, neoklasisizm ve romantizm gelişmiş olup mitolojik ve dinsel tema, özellikle Karl Briullov ve Aleksandr İvanov gibi birçok ünlü ressam tarafından ilham alınmıştır. 19. yüzyılın ortalarında ise bir grup sanatçı akademik kısıtlamalardan kurtulmak için Geziciler akımını başlattı. Bu dönemde daha çok geniş nehirler, manzaralar, ormanlar ve huş açıklıklarının yanı sıra güçlü tarz sahneleri ve kendi çağındakilerinin sağlam portrelerinde Rus kimliğini yakalayan gerçekçi ressamlar vardı. Bazı sanatçılar Rus tarihinin dramatik anlarının tasvirine odaklanmış olup, bazıları ise sosyal eleştiriye dönmüştür. Yoksul ve karikatür uzmanlığı koşullarını gösteren eleştirel realizm II. Aleksandr egemenliği sırasında gelişti. En önemli realistler İvan Şişkin, Arhip Kuinci, İvan Kramskoy, Vasili Polenov, Isaak Levitan, Vasili Surikov, Viktor Vasnetsov, İlya Repin ve Boris Kustodiyev'dir. 20. yüzyılda sembolist ressamlığın yükselişi, Mihail Vrubel, Kuzma Petrov-Vodkin ve Nikolay Roerich tarafından temsil edilmiştir. Rus avangardı, yaklaşık 1890 yılından 1930'a kadar Rusya'da etkili büyük bir modernist sanat dalgası olarak gelişti. Bu terim birçok ayrı türü kapsamakla birlikte neo-primitivizm, süprematizm, konstrüktivizm, rayonizm ve Rus Fütürizmi gibi ayrılmazla ilgili sanat hareketleri aynı dönemde ortaya çıkmıştı. Bu dönemde göze çarpan sanatçılar El Lissitzky, Kazimir Maleviç, Vasili Kandinski ve Marc Chagall'dır. 1930'lardan bu yana avangarttaki devrimci fikirler sosyalist gerçekçiliğin yeni ortaya çıkan muhafazakâr yönü ile çatıştı. Sovyetler zamanında Büyük Vatanseverlik Savaşı sırasında ve sonrasında oldukça vatansever ve antifaşist sanat eserleri yapıldı. Çoklu savaş anıtları, ülke genelinde büyük bir ciddiyet ile inşa edilmiştir. Vera Muhina, Yevgeni Vuçetiç ve Ernst Neizvestni gibi önemli heykeltıraş sanatçıları sosyalist gerçekçilik ile sanatçılar genellikle yeniliği bir arada kullanmışlardır. Müzik ve dans. 19. yüzyılda Rusya'da müzik, klasik besteci Mihail Glinka, Rus ulusal kimliğini benimseyen ve kendi bestelerine dini ve halk unsurları ekleyen Rus Beşleri'nin diğer üyeleri ile müzikal muhafazakâr besteciler olan Anton ve Nikolay Rubinstein'nin önderliğinde Rus Müzikal Topluluğu arasındaki gerginlik olarak tanımlanmaktaydı. Pyotr İlyiç Çaykovski'nin geleneği, Romantik dönemin en büyük bestecilerinden biri olan Sergey Rahmaninov tarafından 20. yüzyılda devam edildi. 20. yüzyılın dünyaca ünlü bestecileri arasında Aleksandr Skryabin, İgor Stravinski, Sergey Prokofiyev, Dmitri Şostakoviç ve Alfred Schnittke de bulunmaktadır. Rusya'da konservatuvarlarda ünlü solistler ortaya çıkmıştır. En iyi bilinen viyolonselistler David Oystrah ve Gidon Kremer; çellist Mstislav Rostropoviç; piyanistler Vladimir Horowitz, Svyatoslav Riçter ve Emil Gilels; ve vokalistler Fyodor Şalyapin, Galina Vişnevskaya, Anna Netrebko ve Dmitri Hvorostovski'dir. 20. yüzyılın başlarında, Rus bale dansçıları Anna Pavlova ve Vatslav Nijinski ün kazandı ve menajer Sergey Dyagilev ve Ballets Russes grubu yurtdışına seyahat ederek dünya çapında dansın gelişimini etkilemiştir. Sovyet balesi, 19. yüzyılın mükemmelleşmiş geleneklerini korumuş ve Sovyetler Birliği'nin koreografi okullarında Maya Plisetskaya, Rudolf Nureyev ve Mihail Barışnikov gibi birçok dünyaca ünlü yıldızlar yetiştirdi. Moskova'daki Bolşoy Balesi ve Sankt Petersburg'daki Mariinski Balesi dünya çapında ünlüdür. Modern Rus rock müziği hem Batı Rock ve heavy metal müziğinden etkilenmiştir, hem de Vladimir Vısotski ve Bulat Okucava gibi Sovyet döneminin Rus bard geleneğinide içermektedir. Rus pop müziği, Sovyet zamanında bilinen adıyla "estrada" oldukça bilinen bir endüstri hâline gelmiştir ve Timati, Allj, Filatov & Karas, Pharaoh, Alla Pugaçeva, t.A.T.u, Nu Virgos, Vitas ve Dima Bilan gibi bazı sanatçılar uluslararası alanda da tanınmıştır. Edebiyat ve felsefe. 18. yüzyılda Rus Aydınlanma Dönemi'nde, Rus edebiyatının gelişimi Mihail Lomonosov ve Denis Fonvizin'in eserlerini arttırmış ve erken 19. yüzyılda modern bir yerli gelenek tüm zamanların en büyük yazarlarından bazılarını ortaya çıkarmıştır. Rus Şairliği Altın Çağı olarak da bilinen bu dönem, modern Rus edebiyat dilinin kurucusu kabul edilir ve sık sık "Rus Shakespeare"'si olarak tarif edilen Aleksandr Puşkin ile başlar. 19. yüzyıl, Mihail Lermontov ve Nikolay Nekrasov'un şiirleri, Aleksandr Ostrovski ve Anton Çehov'un dramaları ve Nikolay Gogol ve İvan Turgenyev'in ve nesirleri ile devam etmiştir. Özellikle Lev Tolstoy ve Fyodor Dostoyevski gibi birçok önemli edebiyat eleştirmenleri tüm zamanların en büyük romancılarından bir olarak nitelendirildiler. 1880'lerde büyük romancılar çağı sona ererken, kısa öykü ve şiirler baskın türler oldu. Birkaç on yılda Rus Şairliği'nin Gümüş Çağı olarak bilinen bu çağda daha önce baskın yazınsal realizm yerini sembolizme bırakmıştır. Bu dönemin önde gelen yazarları Valeri Bryusov, Vyaçeslav İvanov, Aleksandr Blok, Nikolay Gumilev ve Anna Ahmatova gibi şairler ve Leonid Andreyev, İvan Bunin ve Maksim Gorki gibi romancılardır. Rus felsefesi 19. yüzyılda canlanmış olup, başlangıçta Batıcı muhalefet tarafından tanımlanan Batılı siyasi ve ekonomik modelleri ve Slavofilleri savunan, eşsiz medeniyet olarak Rusya'nın gelişmesinde ısrar eden bir tanım olarak çıkmıştır. Nikolay Danilevski ve Konstantin Leontiyev, avrasyacılığın kurucularıdır. Rus felsefesinin daha da gelişmesiyle sürekli derin edebiyat bağlantı ve yaratıcılık ve toplum, siyaset ve milliyetçilik ilgisi damgasını vurdu; Rus kozmizmi ve dini felsefe gibi diğer büyük alanlar vardı. 19. ve 20. yüzyılın önemli filozofları Vladimir Solovyev, Sergey Bulgakov ve Vladimir Vernadski'dir. 1917 Rus Devrimi'ni takiben İvan Bunin, Vladimir Nabokov ve Nikolay Berdyayev gibi birçok ünlü yazar ve felsefeci ülkeyi terk ederken, yeni nesil yetenekli yazarlar birlikte yeni Sovyet devleti için farklı bir uygun işçi sınıfı kültürünü yaratma çabasına katıldı. 1930'larda edebiyat üzerinde sansür sosyalist gerçekçilik politikası doğrultusunda sıkılaştırıldı. 1950'lerin sonlarından bu yana edebiyat kısıtlamaları hafifletildi ve 1970'ler ve 1980'lerde, giderek resmî kurallar göz ardı edildi. Sovyet döneminin önde gelen yazar ve romancıları Yevgeni Zamyatin, İlf ile Petrov, Mihail Bulgakov ve Mihail Şolohov ve şairleri Vladimir Mayakovski, Yevgeni Yevtuşenko ve Andrey Voznesenski'dir. Sovyetler Birliği, ayrıca Arkadi ve Boris Strugatski, Kir Bulıçov, Aleksandr Belayev ve İvan Yefremov gibi yazarlar tarafından yazılmış önemli bir bilimkurgu yapımcısıydı. Rus bilimkurgu ve fantezi geleneği çok sayıda yazar tarafından günümüzde de devam etmektedir. Sinema, animasyon ve medya. Rus ve 1917'den sonra Sovyet sineması, Sergey Eisenstein'in "Potemkin Zırhlısı" gibi dünyaca ünlü filmlere imza atmıştır. Eisenstein, dünyanın ilk film okulu olan Devlet Sinematografi Enstitüsü'nde Sovyet film düzenleme montaj teorisini geliştiren yönetmen ve kuramcı Lev Kuleşov'un öğrencisi idi. Dziga Vertov'un insan gözü gibi olan en gerçekçi film çekimi için kullanılan kamera olan "kino-glaz" (“sine-göz”) teorisi, belgesel film yapımı ve sinema gerçekçiliği gelişimi üzerinde büyük bir etkisi oldu. Daha sonra sosyalist gerçekçilik politikası yaratıcılığı biraz sınırlasa da bu tarz birçok Sovyet filminin sanatsal açıdan başarılı olduğu "Çapayev", "Leylekler Uçarken" ve "Askerin Türküsü" gibi filmlerden görülmektedir. 1960'lı ve 1970'li yıllarda Sovyet sinemasının sanatsal stillerinde daha büyük bir çeşitlilik görüldü. Eldar Ryazanov'un ve Leonid Gayday'ın komedileri o dönemlerde son derece popüler olup ve pek çok ifade günümüzde de kullanılmaktadır. 1961-1968 yıllarında Sergey Bondarçuk, Leo Tolstoy'un "Savaş ve Barış" romanının Sovyetler Birliği'nin şimdiye kadar yapılmış en pahalı filmi olan ve Oscar ödüllü film uyarlamasının yönetmenliğini yaptı. 1969 yılında, Vladimir Motıl'ın ostern türünde çok popüler bir filmi olan ve genel olarak uzaya herhangi bir yolculuk öncesi kozmonotlar tarafından izlenen "Beyaz Çöl Güneşi" yayınlandı. Rus animasyonu, Rus İmparatorluğu dönemine kadar uzanmaktaydı. Sovyet döneminde Soyuzmultfilm stüdyosu en büyük animasyon üreticisi oldu. Sovyet animatörler, İvan İvanov-Vano, Fyodor Hitruk ve Aleksandr Tatarski gibi önde gelen yönetmenlerle birçok öncü teknik ve estetik stil çeşitleri geliştirdi. Maşa ve Ayı, sevimli Çeburaşka ve "Nu, pogodi!"'deki kurt ve tavşan gibi birçok Sovyet ve Rus çizgi kahramanı, Rusya ve çevresindeki birçok ülkede popülerdir. 1980'lerin sonu ve 1990'lar Rus sinema ve animasyonu için kriz dönemi idi. Bu dönemde Rus sinemacılar kendilerini daha özgür ifade etseler de, devlet sübvansiyonlarında önemli ölçüde indirime gidilmesi sonucunda daha az film üretilmiştir. 21. yüzyılın ilk yıllarında ekonomik canlanma ve artan izleyici sayısı bu sektöre refah getirdi. Üretim düzeyi zaten Birleşik Krallık ve Almanya'da daha yüksektir. 2007 yılında Rusya'da toplam gişe geliri 565.000.000$ ile önceki yıla göre %37 artmıştır. 2002 yılında "Rus Hazine Sandığı" bugüne kadar tek bir seferde çekilen ilk uzun metrajlı filmi oldu. Sovyet animasyon gelenekleri son zamanlarda Melnitsa Animasyon gibi stüdyolar ve Aleksandr Petrov gibi yönetmenler tarafından geliştirilmiştir. Rusya radyo ve televizyon yayınını başlatan ilk ülkeler arasında yer almıştır. Sovyetler zamanında birkaç kanal varken, son 20 yıl içinde birçok yeni devlet ve özel sermayeli radyo istasyonları ve televizyon kanalları kurulmuştur. 2005 yılında devlet tarafından işletilen İngilizce yayın yapan Russia Today TV yayına başladı ve Arapça versiyonu olan Rusiya Al-Yaum ise 2007 yılında başlatıldı. Mutfak. Rus mutfağı, özellikle çorba, kümes hayvanları, balık yemekleri ve tuzlu hamur işleri ile bilinmektedir. Lahana çorbası, şçi, borş, blini, Kiev tavuğu, Rus salatası ve Böf Stroganof en bilinen Rus yemekleridir. Votka, Rusya'nın millî içkisidir. Spor. Rusya, çok sayıda spor türünde başarılı olmuş bir ülkedir. Sovyetler Birliği ve Rusya'nın toplam madalya sayısı bakımından hem Yaz Olimpiyat Oyunları ve Kış Olimpiyat Oyunları'nda altın madalya sayısına göre tüm ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır. 1980 Yaz Olimpiyatları Moskova'da gerçekleştirilirken, 2014 Kış Olimpiyatları ise Soçi'de gerçekleştirilmiştir. Sovyet jimnastikçiler, pist ve alan atletleri, halterciler, güreşçiler, boksçular, eskrimciler, atıcılar, kayaklı koşucular, biatloncular, sürat patenciler ve artistik patinajcıları sürekli dünyanın en iyileri arasındadır. Futbol, basketbol ve voleybol Rusya'nın en popüler spor dallarındandır. Aynı zamanda Rusya 2018 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmıştır. Buz hokeyinde Sovyetler Birliği ve Rusya neredeyse tüm olimpiyatlarda ve dünya şampiyonalarında altın madalya kazanmayı başardı. Kontinental Hokey Ligi (KHL) Rusya Süperligi'nin bir halefi olarak 2008 yılında kurulmuştur. KHL, Ulusal Hokey Ligi'ne (NHL) rakip olarak görülmektedir ve 2009 yılı itibarıyla Avrupa'nın en iyi hokey ligi olarak sıralanır. Ayrıca Rus hokeyi olarak da bilinen bandy, bir başka geleneksel popüler buz sporudur. Sovyetler Birliği, 1957-1979 tarihleri arasındaki tüm Bandy Dünya Şampiyonalarını kazanmıştır. Artistik patinaj, özellikle çift pateni ve buz dansı Rusya'da bir başka popüler spordur. 1964 yılından 2006 yılına kadar her Kış Olimpiyatları'nda bir Sovyet veya Rus çifti altın madalya kazanmıştır. Sovyetlerin son dönemlerinden itibaren tenisin popülaritesi arttı ve Rusya'da dünyanın en çok kazanan kadın tenisçisi Mariya Şarapova gibi bir dizi ünlü tenisçiler ortaya çıkmıştır. Sovyet ve daha sonra Rus atletler her zaman Yaz Olimpiyatları'nda toplanan altın madalya sayısı bakımından ilk üç sırada yer almıştır. Dövüş sanatlarında Rusya, Fyodor Yemelyanenko gibi sambo ve birçok ünlü sporcuları olup Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'de bir judocudur. Satranç Rusya'da çok popüler bir eğlence olup 1927'den beri Rus büyük ustalar neredeyse sürekli dünya satranç şampiyonasını kazanmışlardır. Formula 1, Rusya'da giderek daha popüler hale gelmekte olup 2014 yılında 2014 Rusya Grand Prix'i 1914'ten bu yana ilk kez düzenlenmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9475", "len_data": 76309, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
Tanbûrî (Tambûrî) Cemil Bey (1873, İstanbul - 29 Temmuz 1916, İstanbul), Türk tambur, yaylı tambur, klasik kemençe, alto kemençe, viyolonsel ve lavta ustasıdır. Çok sayıda bestesi ve taş plak kayıtları vardır. Yaylı tamburun mucididir. Hayatı. 1873 yılında İstanbul'da doğdu. İlk müzik bilgilerini orta okul sıralarında ağabeyi Ahmet Bey'den almıştır. Müzik aleti çalmaya karşı ilgisi on yaşlarında keman ve kanun ile başlayan Cemil Bey daha sonra başladığı ve ismi ile bütünleşen tambur sazı ile ustalık derecesine ulaşmıştır. Tamburî Ali Efendi'nin de öğrencilerindendir. Hatta Ali Efendi'nin, Tamburî Cemil Bey'i dinledikten sonra "eline bir daha tambur almayacağını" söylediği rivayet olunsa da, ona eski tarz tambur icrasını öğretmiştir. Tamburdan başka, klasik kemençe, lavta ve viyolonsel gibi sazları aynı ustalıkla icra ederek başlı başına bir ekol sahibi olmuştur. Müzik aleti çalmakta erişilmez bir mertebeye yükselmiş olan Cemil Bey aynı zamanda çok iyi bir bestekârdır. Yaptığı eserlerle Türk müziği saz icrasına yepyeni ve modern bir tarz ve değişik bir yorum getirerek icracılığın mükemmelleşmesinde en büyük rolü oynamıştır. Özellikle, taş plaklara yapmış olduğu taksim kayıtları makam, üslup ve tavır açısından bir ders niteliği taşımaktadır. 29 Temmuz 1916'da İstanbul'da ölen Cemil Bey sözlü eserlerin yanında birçok saz eseri bestelemiştir. Taksimlerinin yanında, taş plaklara kaydedilmiş çok sayıda eseri bulunmaktadır. Öğrencileri arasında ilk kadın otomobil yarışçısı olan Sâmiye Cahid Morkaya'da bulunur. Mesut Cemil'in babası olan Tamburî Cemil Bey'in mezarı Mevlanakapı'da, Merkezefendi Mezarlığındadır. Tamburî Cemil Bey'in "Çeçen Kızı" ("Hüseyni Oyun Havası") adlı bestesi Yunanistanın Midilli Adası'nda "Ta Ksyla" ("Τα Ξύλα") adı ile bilinmekte olup oyun olarak oynanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9476", "len_data": 1805, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.66 }
Mesut Cemil Tel (d. ? Aralık 1902, İstanbul - ö. 31 Ekim 1963, İstanbul), Tamburi Cemil Bey’in oğludur. Bir ara “Tel” soyadını kullanmışsa da, kısa bir süre sonra bundan vazgeçmiştir. Çocukluk yılları babasının musiki çevresinde geçti. Babasından birkaç ders dışında musiki dersi almadı. İstanbul Sultanîsi'nde (bugünkü İstanbul Lisesi) öğrenciyken, on üç yaşında Daniel-Fitzinger'den keman dersleri alarak Batı musikisi bilgileri öğrenmeye başladı; keman üzerindeki çalışmalarını daha sonra Aliye Berger'in eşi Karl Berger’den aldığı derslerle sürdürdü. Babasının ölümünden sonra, onun çok seçkin öğrencilerinden Kadı Fuat Efendi ve Refik Fersan’la tambur üzerinde çalıştı. Refik Talat Alpman’dan genel musiki bilgileri konusunda yararlandı. Makam, usûl bilgilerini artırırken hamparsum notasını öğrendi. On yedi yaşına geldiğinde bir tamburî olarak tanınıyordu artık. Ali Rifat Çağatay’ın yönetimindeki Şark Musiki Cemiyeti’nin konserlerinde sahneye çıktı. Mevlevîhanelere devam ederek Rauf Yekta, Zekâizade Ahmed Efendi, Abdülbaki Baykara, Neyzen Emin Efendi gibi üstadlarla çalıştı. Suphi Ezgi’den babasının yıktığı, kaynağı Tamburi İzak’a dayanan, “Oskiyan tavrı” diye de anılan geleneksel tambur tekniğini ve tavrını öğrendi. Bir yandan da viyolonsel ve keman dersleriyle batı musikisi öğrenimini sürdürüyordu. Şerif Muhittin Targan'ın viyolonsel çalışını dinledikten sonra zamanının büyük bir bölümünü bu saz üzerindeki çalışmalarına ayırmaya başladı. Dârülfünûn Hukuk Mektebi'ndeki öğrenimini yarıda bırakarak Almanya'ya gitti. Berlin Müzik Akademisi'nde Hugo Becker'in viyolonsel öğrencisi oldu. Almanya'daki öğrenim yıllarında viyolonsel icracılığını ilerlettiği gibi, genel musiki konuları ve musiki tarihi üzerindeki bilgisini ve kültürünü derinleştirdi. Maddî zorluklar ve annesinin ağır hastalığı yüzünden iki buçuk yıl sonra, 1924'te yurda dönmek zorunda kaldı. Ertesi yıl Dârülelhân'a tambur, solfej ve nazariyat öğretmeni oldu. 1927'de Türk Telsiz ve Telefon Şirketi'ne bağlı olarak ilk radyo yayınları başlatılınca İstanbul radyosuna girdi. Bundan sonra radyoculuk mesleğinin her alanında, spikerlik, programcılık, müzik yayınları şefliği, Ankara ve İstanbul radyoları müdürlüğü, başmüşavirlik görevlerini üstlenirken, oda orkestrası viyolonselcisi ve tamburî olarak da yayınlara katıldı. Mesut Cemil ilk kez Ankara radyosunda "Klasik Koro"yu kurdu. Halk musikisinin değerlendirilmesi için, bu alandaki çalışmalara önayak oldu. Yarıda bıraktığı yükseköğrenimini de aynı yıllarda, Ankara'da bulunduğu sırada Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümu'nü bitirerek tamamladı. Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü'nde viyolonsel, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda klasik Türk musikisi tarihi ve viyolonsel, İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda musiki folkloru dersleri verdi, liselerde de musiki derslerini okuttu. Mesut Cemil 1932'de Kahire'de düzenlenen Arap Musikisi Kongresi'nde Rauf Yekta bey ile birlikte Türkiye'yi temsil etti. İstanbul Belediye Konservatuvarı Tasnif ve Tespit Heyeti'nin klasik eserlerinin notalarının tespiti çalışmalarına katkıda bulundu. 1955'te Irak hükûmetinin çağrılısı olarak gittiği Bağdat'da Güzel Sanatlar Akademisi'nin musiki bölümünde dört yıl çalıştı. 1960'ta emekliye ayrıldıysa da, İstanbul radyosundaki koro yöneticiliğini sürdürdü. 31 Ekim 1963'te İstanbul'da öldü. Mezarı Sahray-ı Cedit'tedir. İstanbul radyosundaki büyük stüdyo ile İstanbul'un Kuştepe semtindeki bir sokağa Mesut Cemil adı verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9477", "len_data": 3476, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.66 }
Zıvana, birbirine geçecek olan iki parçaya biri erkek, diğeri dişi olmak üzere yapılan, dil ve onun gireceği delikten oluşan tertibat. Erkeğine "zıvana dili", delik kısmına "zıvana deliği" ve her ikisine zıvanalı geçme denir. Marangozlukta. Bazı oyma aralarını boşaltmak için kullanılan, ucu sivri, ince ve dil gibi testere. Tütün ürünlerinde. Tütün çubuklarının ve sigara ağızlıklarının imamesini geçirmeye yarayan, çubuğun ucunda bırakılmış içi delik boru gibi mil kısmı. Mekanikte. Makaraların dönmesi için ortalarından geçirilen mil. Değirmencilikte. Değirmen taşlarının ortasındaki delikten geçen mil kazık. Denizcilikte. Aynı zamanda bir denizcilik terimi olup, yelkenlilerin direklerinin girdiği oluğa denir. Tekne üzerinde dik olarak durması gereken yelken direği veya ağaç, metal gibi malzemelerden yapılmış dikmelerin topuk kısımlarının kare veya yuvarlak şekilde yontulması ile meydana gelen uç kısım. Zıvanalar, ıskaçalara (bu yontulmuş parçaların girdiği oyuklar) geçirilmek suretiyle oturtulurlar. Deyim olarak. "Zıvanadan çıkmak": Çok sinirlenmek, öfkelenmek, delirmek, aklını oynatmak, çılgın gibi davranmak, denetlenemez duruma gelmek anlamında kullanılan bir deyimdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9485", "len_data": 1186, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.69 }
Netlik derinliği, odak derinliği veya Net Alan Derinliği (İngilizce: DOF, Depth of field, Almanca Schärfentiefe), fotoğrafı çekilen konunun ön ve arka kısmında kaldığı halde göze net gibi görünen alanı anlatan fotoğrafçılık terimidir." Objektif ya da mercek yardımı ile elde edilen görüntü, aslında sadece tek bir noktada nettir. Ancak, bulanıklık tekeri denilen, bir alan içinde kalan nesneler de aslında net olmadıkları halde göze netmiş gibi görünür. Bu alana netlik derinliği denir. Bulanıklık tekeri yani netlik derinliği, kullanılan objektifin odak uzaklığına, çekim sırasında kullanılan ışık düzengeci aralığına (diyafram ayarına) ve fotoğrafı çekilen konunun fotoğraf makinesine olan uzaklığına bağlı olarak değişir. Başka bir deyişle belli sınırlar içinde ayarlanabilir. Buna göre, objektif içinden geçen ışık artırıldığında (yani diyafram daha fazla açıldığında), uzun odaklı mercek (objektif) kullanıldığında ya da konuya yaklaşıldığında, netlik (odak) derinliği daralır. Yani net alan iyice kısalır. Bu işlemin tersi yapıldığında ise yani diyafram daraldığında (sayısal olarak 1/32, bazen 32 diye de ifade edilir), net alan derinliği iyice artar. Hatta bir noktadan sonra fotoğraf çizilmiş bir resim gibi her yeri net olur. Net alan derinliğinde çekilen nesnenin objektife yakınlığı ve objektifin açısı önemlidir. Geniş açılı bir lenste F/5,6 gibi bir diyafram değeri ile 2 m'ye netleme yapıldığında sonsuz net alan derinliği içerisindedir. Alan derinliği ölçeği. Alan derinliği ölçeği, bazı fotoğraf makinelerinin objektif takılan kısmında yuvarlak bir halka üzerinde ya da sabit odaklı objektiflerde objektifin netleme yaptığı uzaklık ve seçilen belli bir diyafram değeri için alan derinliğinin ne kadar olduğunu gösteren ölçeklerdir. Yeni üretilen, otomatik netleme yapabilen ve değişken odaklı (zoom) objektifli birçok fotoğraf makinesinde bu ölçek artık kullanılmamaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9486", "len_data": 1890, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.98 }
Kamera "(isim) sinema, televizyon, fotoğrafçılık" "(Latince/Fransızca: caméra obscura: karanlık oda)" Ayrıca kamerayla görüntüleyip işlem yapmaya yarayan ama adı kamera olmayan aletler de vardır
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9487", "len_data": 195, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.39 }
Gabon ya da resmî adıyla Gabon Cumhuriyeti (Fransızca: République Gabonaise), Afrika kıtasının orta bölümünde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını kuzeyde Kamerun, kuzeybatıda Ekvator Ginesi ile güney ve doğuda ise Kongo Cumhuriyeti oluşturmaktadır. Ülkenin batı bölümünde sınırı ise Gine Körfezi'ni de içine alacak şekilde Atlas Okyanusu oluşturmaktadır. Ekvator çizgisi üzerinde yer alan ülkenin başkenti ise Libreville'dir. Ülke ismi. Ülkenin ismi Portekizce bir kelime olan "gabão" (Türkçe: Şapka) kelimesinden gelmektedir. Bu bölgelere ilk defa gelen Portekizli denizciler gördükleri ilk nehir olan Mbe Nehrinin şekli itibarıyla bu bölgeye verdikleri bu isim yıllar içerisinde tüm ülke için kullanılmıştır. Coğrafya. Konum olarak Afrika kıtasının orta kesiminde batı Atlas Okyanusu kıyılarından doğuya doğru Kongo Havzası'na kadar uzanan bir bölgede yer alan Gabon, toplamda 267.667 km²'lik bir yüz ölçümüne sahiptir. Ülkenin toplamda sahip olduğu 2.251 km'lik kara sınırından 298 km'si Kamerun, 350 km'si Ekvator Ginesi ve 1.903 km'si ise Kongo Cumhuriyeti ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 885 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır. Batı bölgelerindeki sahil kısımlarında alçak vadilere sahip olan ülke iç kesimlere doğru ilerledikçe 200 km'nin sonunda kademeli olarak yükselerek doğu kesimlerinde yüksek rakımlara ulaşmaktadır. Ülkenin en büyük nehri konumunda olan Ogowe toplamda 1.200 km'lik bir uzunluğa sahiptir. Kongo Cumhuriyeti'nde kaynağından çıkan ve Gabon'a doğru akan nehir ülkenin batısında Gine Körfezi'nde Atlas Okyanusu ile birleştiği noktada delta oluşturmaktadır. Günümüzde Gabon'un en yüksek noktası hakkında kaynaklar arasında 500 m'ye kadar farklılıklar içeren değişik veriler mevcuttur. Genel olarak 1.575 m yüksekliğe sahip olan Iboundji Dağı ülkenin en yüksek noktası olarak kabul görmektedir. Ülkenin kuzeydoğu ve güney bölgelerinde yer alan önemli yükseltiler ise deniz seviyesinden 1.000 m yüksekliktedir. Gabon'un farklı bölgelerinde günümüzden yaklaşık olarak iki milyar yıl öncesi olan Proterozoik Devir dönemlerine kadar uzanan eski dönemlere ait kayalar bulunmaktadır. Bu kayalarda yine çok eski dönemlere ait fosiller ve içerisinde en meşhuru oklo olan doğal nükleer reaktörler bulunmuştur. İklim. Ülke genelinde nemli tropikal iklim şartları hakimdir. Ocak ayı en sıcak ay olurken, Libreville'de bu dönemde ortalama 31 °C sıcaklık değerleri ölçülürken, en düşük sıcaklıklar ise ortalama 23 °C düzeyindedir. Temmuz ayında ortalama sıcaklık değerleri en yüksek 28 °C, en düşük 20 °C değerlerindedir. Haziran-Eylül dönemlerinde ülke en kurak ve yağışsız dönemlerini yaşamakta olup, bu dönemde nem değerleri yüksek oranlarda seyretmektedir. Gabon genelinde yağışların en yoğun yaşandığı dönem Aralık ve Ocak aylarında gerçekleşmektedir. Ülke genelinde yıllık yağış ortalaması 2.540 mm seviyesinde olup, bu oran özellikle kıyıya yakın kuzey kesimlerde 3.810 mm'ye kadar çıkabilmektedir. Doğal kaynaklar. Gabon'da doğal yeraltı zenginlikler açısından petrolün yanı sıra doğalgaz, elmas, niyobyum, manganez, uranyum, altın, kereste ve demir bulunurken, hidrolik enerji üretiminde de önemli bir konumdadır. Nüfus. Gabon, Afrika kıtasında nüfus yoğunluğunun çok az olduğu ülkelerden biri konumundadır. Ülke nüfusunun neredeyse yarısı ülkenin üç büyük şehrinde yaşamakta olup, diğer yarısı da geri kalan bölgelerde ikamet etmektedir. Ülkenin özellikle iç kesimleri ile kuzey bölgeleri neredeyse insansız bölge konumundadır. Gabon genç bir nüfusa sahip olup, 2018 tahmini verilerine göre %59,53'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,91'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %37.45 (erkek 405,676/kadın 387,900) 15-24 yaş: %22.08 (erkek 245,490/kadın 222,343) 25-54 yaş: %31.6 (erkek 355,348/kadın 314,344) 55-64 yaş: %4.96 (erkek 54,679/kadın 50,356) 65 yaş ve üzeri: %3.91 (erkek 40,721/kadın 42,179) Şehirde yaşayanların oranı 2019 verilerine göre %89,7 olan ülkede, nüfusun geri kalan %10,3 düzeyindeki düşük bir kesimi ülkenin geri kalan büyük bölümünde yaşamaktadır. Ülkede nüfusun yıllık artış oranı 2018 tahmini verilerine göre %2,73 düzeyindedir. Etnik gruplar. Gabon'da günümüzde 40 farklı etnik grup yaşamaktadır. Bu etnik gruplar içerisinde çoğunluğu Bantu etnik grupları oluşturmakta olup, Bantu grupları içerisinde de en büyüğü ve siyasi açıdan en etkili grubu ise Mpongwe-Fang grubudur. Ülke nüfusunun üçte birini oluşturan grupta üyelerin %31'i Mpongwe, %7'si ise Fang olarak kendini ifade etmektedir. Bu grubun haricinde ülkede bulunan diğer etnik gruplar ise Mbete (%15,5), Bapunu (%15), Tsabatis (%14), Batazis (%9,5), Bateke (%4) ve %1,5 ile ülkenin ve bölgenin en eski toplulukları olarak Pigmelerdir. Bu grupların haricinde ülkede çoğunluğunu Fransızların (~60.000) oluşturduğu ve büyük şehirlerde yaşayan Avrupalılar yaşamaktadır. Dil. Ülkenin resmi dili Fransızcadır. Bunun dışında Gabon genelinde Bantu dillerinin hakimiyeti gözlenebilmektedir. Ülkede 42 farklı dil konuşulmakta olup, bu diller son yıllarda birçok Gabonlu'nun Fransızcayı tercih etmesi ile tehdit altında bulunmaktadır. Gabon eğitim sisteminde sadece Fransızca ile eğitim verilmekte olup, diğer diller kullanımı yasaklanmıştır. Gabon nüfusunun %32'lik bir kesimi ise Fang dilini anadil olarak kullanmaktadır. Bu dilin haricinde Punu, Mbere, Teke ve Njebi dilleri de yerel olarak yoğun olarak kullanılan diller arasındadır. Din. Ülke genelinde nüfusun %80'i Hristiyan dinine mensuptur. Burada Katolik mezhebine göre inancını yaşayanların oranı %60 olarak ifade edilirken, Protestan mezhebine inananların oranı %20 düzeyindedir. İslamiyet dinine inananlar Gabon'da azınlıkta bulunmakta olup, çoğunluğunu yabancı nüfusun oluşturduğu sadece %10'u İslam inancına sahiptir. Bu azınlıktan Ali Bongo Ondimba Devlet Başkanlığı görevinde bulunmuştur. 26 Ağustos 2023 tarihinde yapılan genel seçimleri %64.27 oranında oy alarak yeniden devlet başkanı seçilen Ali Bongo Ondimba, 30 Ağustos 2023'te askeri darbe sonucu devrildi. Gabon'da nüfusun geri kalan kısmı da başta Bwiti olmak üzere Afrika yerel dinlerine inanmaktadır. Ayrıca hem Hristiyan dininin hem de yerel dinlerin gereksinimlerini bir arada yapan nüfus da bulunmaktadır. Sosyal durum. Sağlık. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup 2012 tahmini verilerine göre nüfusun %92,2'si temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanma oranının düşük olduğu ülkede, nüfusun %41,4'ü bu yönde bir hizmet alabilirken %58,6'sı ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde ishal, hepatit, tifo, sıtma, humma ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2013 tahmini verilerine göre %3,9 düzeyindedir. Eğitim. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %83,2 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %85,3 iken, kadınlarda %81 seviyesindedir. Gabon genelinde yasal olarak on yıl okuma gitme zorunluluğu bulunmaktadır. Ülkede bulunan okulların neredeyse yarısı mezhepsel ya da özel denetime tabi okullar konumundadır. Gabon'da üç adet üniversite bulunmaktadır. "Université Omar Bongo" hukuki, ekonomik ve beşeri bilimler alanında, "Université des Sciences de la Santé" tıp ve tıbbi konular alanında ve "Université des Sciences et Techniques de Masuku" de doğa bilimleri ve teknik konularda eğitim vermektedir. Tarih. Erken tarih. Gabon sınırları içerisinde gerçekleştirilen arkeolojik kazı çalışmalarında MÖ 5. yüzyıla uzanan kalıntılar ve eserler bulunmuştur. Bu bölgede gerçekleştirilen kazı çalışmalarında demirin MÖ 4. - 1. yüzyıl arasında işlendiği Radyokarbon tarihleme yöntemi ile ortaya çıkarılmıştır. Bölgede yer alan diğer ülkelerde de olduğu gibi Gabon'un ilk yerleşimcilerinin pigmeler olduğu tahmin edilmektedir. Avcı ve toplayıcı olarak yaşamlarını sürdüren pigmeler yaklaşık 1000 yıl önce bölgeye gelen Bantu toplulukları tarafından yerlerinden edilerek bölgeden sürülmüşlerdir. O dönem bölgeye yerleşen Bantu topluluklarının bugünkü Mpongwe etnik grubunun ataları olduğu düşünülmektedir. Bunların haricinde 19. yüzyıl sonlarında Fang etnik grubuna mensup kişiler kuzey bölgelerden gelerek günümüzdeki Gabon sınırları içerisine yerleşmişlerdir. Erken tarih dönemlerinde de ülkenin büyük bir kısmı sık yağmur ormanları ile kaplı olması nedeniyle bölgede büyük devlet kurulamamış, sadece Loanga Krallığı'nın en uç kuzey kesimleri günümüzdeki Gabon toprakları içerisinde devlet yapısı olarak yer almıştır. Avrupalılar ile ilk temas (1472-1839). Bölgeyi ilk keşfeden Avrupalı olan Portekizli denizci Lopo Gonçalves 1472 yılında Gabon kıyılarına gelmiştir. Lopo Gonçalves, Portekiz kralı V. Alfons'dan 600 km'lik sahil şeridinde keşif yapabilme yetkisi alan iş insanı Fernão Gomes adına Afrika kıyılarında masrafları kendi tarafından karşılanmak üzere keşfe çıkmış ve bunun sonucunda da 1472 yılında karaya ayak basmıştır. Gabon sahilleri ilerleyen yıllarda Portekiz denizcilerin haricinde Hollanda, İngiltere ve Fransa'dan gelen tüccarların da uğradığı bir bölge haline gelmiştir. Avrupalı tüccarlar bu bölgelerde köle, abanoz ve fildişi ticareti yapmışlar, köleleri de sahilde yaşayan ve kendilerinin de iç kesimlerden köle olarak aldığı kişilerden almışlardır. Günümüzde Gabon'un merkezinde kalan, Ogowe Nehrinin kuzey bölgelerinde o dönem için Portekizli tüccarlara diğer Avrupalı tüccarlara nazaran belli ticari öncelikler verilmiş ancak bu işlem bölgede sömürge düzenine dayalı bir baskı oluşturmamıştır. Bu haklardan 1777 ve 1778 yıllarında imzalanan Ildefonso ve Pardo anlaşmaları ile Portekiz sahip olduğu tüm haklardan İspanya lehine çekilmiş olmasına rağmen İspanya 1850 yılına kadar bölgede aktif bir rol oynamamıştır. Fransa sömürge dönemi başlangıcı (1839-1914). Gabon kıyılarında daimi olarak yerleşen ilk Avrupalı güç Fransa olmuştur. 9 Şubat 1839 tarihinde Fransız amiral Louis Edouard Bouet-Willaumez ile Mpongwe liderlerinden Denis Rapontchombo ile anlaşmalar imzalamış, bu anlaşmayı kıyı şeridinde bulunan diğer topluluk liderleri de imzalayarak Prapontchombo'yu takip etmişlerdir. Fransa imzalanan bu anlaşmalar kapsamında bölgede "koruyucu güç" konumuna gelmiş ve elde ettiği haklar neticesinde de bölgede sistematik bir şekilde güçlenmiştir. Fransa 1843 yılında Komo Nehrinin denize döküldüğü noktada "Fort Aumale" adı ile kurulan ilk deniz üssünü kurmuş, 1849 yılında da ilerleyen yıllarda Gabon'un başkenti olacak olan bölgede serbest bırakılan köleler için yerleşim yeri oluşturulmuş, bu yerleşim yerine de Sierra Leone'de bulunan Freetown şehrinden esinlenerek Libreville ismi verilmiştir. Fransa, oluşturduğu sömürge düzenini ilk yıllarda pek önemsememek ile birlikte 1886 yılında idaresi altında bulunan Ekvator Afrikası bölgesini daha küçük bir alana sahip olan İngiliz idaresindeki Gambiya ile değiştirme düşüncesini taşımaktaydı. 1886 ile 1887 yılları arasında ülkenin iç kesimlerini ilk defa keşfe çıkan Fransa, Franceville'de bir istasyon kurarak kendi açısından Gabon'un keşfini tamamlamış ve "idaresi altına" alınmış olarak kabul etmiştir. 1886 yılında açıklanan kararname ile Gabon'un resmen Fransa sömürgesi olduğu ilan edilmiştir. 1900 yılında Paris Antlaşması ile de komşu sömürge bölgelerinin sınırları cetvel ile çizilerek Gabon'un İspanya idaresindeki İspanyol Ginesi ile Almanya idaresindeki Kamerun arasındaki sınırlar belirlenmiştir. 1903 yılına kadar Libreville, Gabon haricinde günümüzde Kongo Cumhuriyeti'ni de içerisinde barındıran "Fransız Kongosu"nun başkenti konumundaydı. 1903 yılında yapılan açıklama ile bölgenin başkenti Brazzaville olarak değiştirilmiş, Gabon ise 1910 yılından itibaren Fransız Ekvatoral Afrikası'nın bir parçası haline getirilmiştir. Sömürge dönemi ve bağımsızlık talepleri (1914-1960). Fransa adına bölgenin önem derecesi elde edilen kauçuk ile doğru orantılı bir konumdaydı. Lastik üretimi ile savaş endüstrisi için önemli bir konumda olan kauçuk, bölgede yaşayan topluluklara toplatılıyordu. Kauçuk toplama esasına göre alınan vergiler ile ilerleme kaydedilemediği durumlarda Fransızlar şiddete başvuruyorlardı. I. Dünya Savaşı'nın devam ettiği dönemde Gabon'da şiddet daha da arttırılmış, zorunlu çalışma koşulları ağırlaştırılmış ve daha fazla kauçuk toplama adına daha da fazla baskı uygulanmıştır. Bu döneme kadar toplumda açlık bir problem olmamasına rağmen, izlenen şiddet politikaları ile birlikte insanları çalışmaya zorlamalar neticesinde açlık bir sorun haline gelmiş ve açlık nedeniyle binlerce insan ölmüştür. 1920'li yıllara kadar sömürge düzenine karşı gösteriler yapılan Gabon'da küçük gruplar tarafından yapılan gösterilerin bölgesel olarak kalması ve ülke genelinde bir etkisi olmaması nedeniyle Fransız sömürge güçleri tarafından kısa sürede bastırılmıştır. I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile birlikte kauçuk talebinde azalma ve kauçuğa alternatif olarak tahtanın ön plana çıkması ile kauçuk üretiminde azalma yaşanmıştır. Gabon, elde edilen kauçuk gelirleri ile Fransız Ekvatoral Afrikası içerisinde "zengin sömürge" olarak adlandırılmaktaydı. Yüksek refah seviyesinin yanı sıra misyonerlik faaliyetlerin uzun yıllar önce başlamasının bir etkisi olarak 1920'li yıllardan itibaren Gabon'da Avrupalılaşmış ve bilinçlenmiş orta bir tabakanın oluşmasına neden olmuştur. Bu tabakanın yayın organı "L´Echo gabonais" dergisiydi. Aynı zamanda farklı etnik grupları temsilen oluşturulan kulüpler Mpongwe ya da Fang etnik grubu üyelerini bir araya getirmekteydi. II. Dünya Savaşı sırasında Gabon ilk önce Vichy Fransası yanında yer almış ancak daha sonra Britanya filosunun baskıları sonucu Fransız Ekvatoral Afrikası'na bağlı son sömürge bölgesi olarak Kasım 1940'ta Charles de Gaulle önderliğindeki "Forces françaises libres" saflarına geçmişlerdir. 1944 yılında De Gaulle önderliğinde Fransız Kongosu'nun başkenti Brazzaville'de gerçekleştirilen Brazzaville Konferansı'nda anavatan Fransa ile bölge sömürge ülkeleri arasında ilişkilerin yeninden düzenlenmesi kararlaştırılmış, bunun neticesinde Gabon, Fransa'ya bağlı "deniz aşırı bölge" olarak adlandırılmış ve kölelik yasaklanmıştır. Gabon bu tarihten itibaren Fransa meclisine temsilci gönderme hakkını da elde etmiştir. 1940 ile 1950'li yıllarda ilerleyen yıllarda Gabon'un siyasi hayatında ön planda olacak isimlerin öne çıktığı yıllar olmuştur. 1947 yılında Jean-Hilaire Aubame tarafından kurulan "Union Démocratique et Sociale du Gabon / UDSG" (Türkçe:"Gabon Demokratik ve Sosyal Birlik") ile Gabon'un bağımsızlık sonrası ilk devlet başkanı olacak olan Léon M'ba 'nın tüm Afrika'da var olan "Rassemblement Démocratique Africain" (Türkçe:"Afrika Demokratik Topluluğu") hareketinin Gabon şubesi olarak kurduğu "Mouvement Mixte Gabonais / MMG" (Türkçe:"Karışık Gabonlular Hareketi") Gabon siyasetinde önemli bir yer elde etmişlerdir. 1952 yılında sömürge devletinde memur olarak çalışan Paul Gondjout tarafından kurulan "Bloc Démocratique Gabonais / BDG" (Türkçe: "Gabon Demokratik Bloğu") daha sonraki dönemlerde Aubame önderliğindeki UDSG ile birlikte hareket etmiş, 1950'li yıllarda Gabon anayasasını oluşturmak adına birlikte adım atmışlardır. Bu birliktelik Gabon'un bağımsızlığından ziyada De Gaulle'ün Fransa'sı içerisinde özerk bir bölge olarak kalmasından yana bir tutum sergilemişlerdir. 1958 yılında Fransız Ekvatoral Afrikası'nın ortadan kalkması sonucunda Gabon 1959 yılında "özerk cumhuriyet" olarak Fransa'ya bağlı bir bölge olarak varlığını devam ettirmiş, bu süreçte M'ba başbakan, Gondjout ise meclis başkanı olarak görev yapmıştır. M'ba bu dönemde Gabon'u erken bir bağımsızlık kararına karşı uyarmış, ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik şartları göz önünde bulundurduğunda bu yönde erken bir kararın Gabon'u "yeni sömürgecilik" modeline sürükleyeceğini ifade etmiştir. Tüm bunlara rağmen bağımsızlık faaliyetleri sürdürülmüş ve Gabon 17 Ağustos 1960 tarihinde Fransa'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Bağımsızlık. M'ba döneminde Gabon (1960-1967). Gabon'un bağımsızlığını elde etmesi sonucu gerçekleştirilen ilk bağımsız seçimlerde ülkede bulunan iki büyük partiden hiçbiri yeterli çoğunluğu elde edememiştir. Bunun üzerine başbakan M'ba tüm partileri birlikte çalışmaya davet etmiş ve bu çağrıya partiler olumlu yaklaşmışlardır. Bu süreçte M'ba tarafından ortaya konan anayasada Gabon'un De Gaulle'ün Fransa'sındaki gibi başkanlık sistemi ile yönetilen bir yapıya büründürülmesini içeren maddeleri barındırması, meclisin muhalif bir tutum sergilemesine neden olmuştur. Bu yaşananlar neticesinde olağanüstü hâl ilan eden M'ba, parlamentoyu feshederek, parti içerisinde en büyük rakibi olarak yer alan ve mecliste ortaya çıkan muhalif durumun öncülerinden olan Gondjout'u tutuklatarak iki yıl cezaevine göndermiştir. Başkanlık sistemi ile ilgili düşüncelerini kabul eden UDSG lideri Aubaume ile 1961 yılında yeni seçimlerin yapılması konusunda anlaşmaya varan M'ba, yeni kurulan hükûmette de Aubaume'yi dış işleri bakanı olarak görevlendirmiştir. M'ba 1964 yılının başlarında iktidarını sağlamlaştırmak için "demokratik" yollardan ilerlemiş, BDG ile UDSG partilerinin zorunlu olarak birleşmesini istemiştir. Bu şekilde tek parti düzenini sağlamayı amaçlayan M'ba, iktidarını sağlamlaştırmayı hedeflemiştir. 1964 yılının 17 Şubat'ı 18 Şubat'a bağlayan gecesi 400 kişilik bir isyancı ordu mensubu darbe gerçekleştirerek M'ba'yı görevden uzaklaştırmış, birçok siyasiyi tutuklamıştır. Darbeci ordu mensupları içerisinde Aubame ve Gondjout'un bulunduğu sivil bir hükûmeti görev başına getirmişlerdir. Ülkede yaşanan darbeden sadece bir gün sonra başbakan yardımcısını çağrısı üzerine Senegal'de konuşlanan Fransız askerleri paraşütler ile Libreville'ye inerek M'ba'ya görevini yeniden iade etmişlerdir. Bu yaşananlardan sonra 150 M'ba karşıtı muhalif tutuklanarak cezaevine gönderilmiş, Aubame ise 20 yıl cezaya çarptırılmıştır. Fransa hükûmeti darbe ile uzaklaştırılan M'ba'ya bu yardımı 17 Ağustos 1960 tarihinde bağımsızlık esnasında Gabon ile varılan "koruma anlaşması"na istinaden gerçekleştirdiğini beyan etmiştir. Fransa sağlamış olduğu desteği imzalanan anlaşmaya bağlamış olsa da, Gabon'un bağımsız bir ülke olarak Fransa'ya ne kadar bağımlı olduğunu da ortaya çıkaran bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. M'ba daha sonra gerçekleştirilen seçimleri de kazanarak iktidarını devam ettirmiş, bu seçimlerde muhalefet partileri her ne kadar meclisin üçte birine sahip olmuş olsa da, seçimlerden kısa bir süre birçok muhalif milletvekilinin iktidar sıralarına geçmesi ile mecliste herhangi bir önem arz edememiştir. 1966 yılında M'ba tarafından kabul edilen yasa ile devlet başkanının hayatını kaybetmesi durumunda yerine otomatik olarak vekilinin getirileceği onaylanmıştır. M'ba'nın bu yasanın kabulünden bir yıl sonra 1967 yılında hayatını kaybetmesi ile yerine yasa gereği vekili Omar Bongo getirilmiştir. Albert (Omar) Bonga döneminde Gabon (1967-2009). Albert Bonga iktidarı elde ettikten sonra iktidarının kalıcı ve sağlam olabilmesi adına parti üst yönetiminde değişikliğe gitmiş, cezaevlerinde bulunan muhalifleri serbest bırakmış ve yine sürgünde bulunan muhalifler ile de iletişime geçmiştir. 1968 yılı başlarında ülkede bulunan bütün siyasi partileri sömürge düzeninden kalan bir miras olarak nitelendirdiği ve etnik ayrımı körüklediğini iddia ederek kapatmış, "Parti Démocratique Gabonais" (Türkçe: "Gabon Demokratik Partisi") ile yeni bir parti kurarak Gabon'da tek parti dönemine geçmiştir. Bonga partinin kurulmasından sonra tüm Gabolular'ı önceki dönemlerde yaşanan tüm düşmanlıkları unutarak yeni parti etrafında birleşerek partiye katılmaya davet etmiştir. 1972 yılından itibaren Bonga kişilik kültü olarak ön plana çıkmaya başlamış, kendini "büyük ata" olarak adlandırmış, kendine has ideolojisini "yenileme" olarak adlandırmıştır. Bu ideoloji Bonga'ya göre ne sağcı ne de solcu bir ideolojiydi, kendine göre kapitalizm ve sosyalizmin etkisinde olmayan Gabon'a özgü bir ideolojiydi. Bongo ilerleyen yıllarda gerçekleştirilen 3 farklı seçimi de %99'un üzerinde oylarlar kazanarak iktidarını devam ettirmiştir. Bonga'nın 1973 yılında Libya lideri Muammer Kaddafi ile karşılaşması sonucunda islam dinine geçerek adını "Omar Bonga" olarak değiştirmiş, hac vazifesini yerine getirdikten sonra da "El Hadji Omar Bonga" ismini almıştır. 2003 yılında bir kez daha isim değişikliğine giden Bonga, bu yıldan itibaren "Omar Bonga Ondimba" ismini almıştır. 1990'lı yıllarda ülkede yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle gerçekleştirilen gösteriler ve şiddet olayları neticesinde maaşların arttırılması yönünde karar almak durumunda kalmış, Mart/Nisan 1990 dönemi için Gabon'un geleceğini belirlemek adına ulusal meclisin kurulmasının sözünü vermek zorunda kalmıştır. PDG ile birlikte 150 farklı siyasi organizasyon üç hafta süren bu ulusal konferansa katılmış, iktidarda yer alan PDG ile ona bağlı ortaklar bir tarafta, kendilerini "Partidos de oposição Frente Unida e associações" (Türkçe: "Birleşik Muhalif Partileri ve Dernekleri Cephesi") olarak adlandıran "Mouvement de Redressement National" ile "Parti gabonais du progrès" partileri de diğer tarafta yer alarak ulusal konferansın iki cephesini oluşturmuşlardır. Konferans neticesinde siyasi reformların uygulanmış, bu reformlar doğrultusunda ulusal senato oluşturulmuş, devlet gelirlerinin dağılımın adil olarak yapılarak yerele yayılması sağlanmış, toplanma yasağının kaldırılması ile basın özgürlüğü kabul edilmiş, yurt dışı çıkışlarında alınan vize kaldırılmıştır. Bu atılan adımların çok partili siyasi sisteme geçişte süreci kontrol altında tutabilmek adına, Bonga PDG genel başkanlığı görevini bırakarak geçiş hükûmetini kurabilmek adına Casimir Oyé-Mba'yi görevlendirmiştir. Oyé-Mba önderliğinde kurulan yeni hükûmet kendini "Rassemblement social-democrate gabonais / RSDG" (Türkçe:"Gabon Sosyal Demokrat Grubu") olarak adlandırmış ve kabineye eski muhalif partilerinde yer alan kişileri de almıştır. RSDG göreve geldikten sonra içerisinde vatandaş haklarını ve bağımsız bir yargı sistemi ile başkana güçlü bir yürütme yetkisi ön gören geçici bir anayasa hazırlamıştır. Söz konusu geçici anayasa ulusal meclis ile birlikte anayasa komitesi tarafından kabul edilerek Mart 1991 yasallaşarak yürürlüğe girmiştir. Bu yeni yasaya göre daha önce başkanın ölümünde başkan vekilinin yerine atanması gerektiği yasası da değiştirilerek olası bir devlet başkanını ölümünde yeni seçimler yapılana kadar görevin başbakan, meclis başkanı ve savunma bakanı arasında bölüştürülmesi ön görülmüştür. Tüm bu demokratikleşme adımlarına rağmen 1990 yılında iki darbe girişimi gerçekleştirilmiş ve bunlar önlenebilmiştir. Bu süreçte muhalif bir siyasinin sebebi açıklanamayan bir nedenden dolayı ölmesi neticesinde ülkede hükûmete karşı gösterile düzenlenmiş, yabancılara karşı saldırılar gerçekleştirilmiştir. Yaşanan bu olaylar neticesinde Fransa birlikleri olaylara bir kez daha müdahale ederek ülke genelinde sükuneti sağlamışlardır. Gabon'da 30 yıl aradan sonra Eylül 1990'da çok partili gerçekleştirilen seçimlerde PDG az bir farkla birinci gelmiştir. Bongo, Aralık 1993 tarihinde gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde oyların %51'ini alarak bu göreve yeniden seçilmiştir. Muhalefet sonuçları tanımadığını açıklamış, yaşanan olaylar neticesinde hem hükûmet hem de muhalefet bir araya gelerek Kasım 1994 "Paris anlaşmaları" kapsamında mutabık kaldıkları olayları duyurmuşlardır. Buna göre belli yetkiler hükûmete verilirken, muhalefetten de belli kişilerin hükûmet içerisinde yer alması kararlaştırılmıştır. Her ne kadar bu anlaşmalar imzalanmış olsa da Bongo bunun gerçek anlamda uygulanması konusunda bir işlem gerçekleştirmemiştir. 1998 ve 2005 yıllarında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerini de bölünmüş muhalefete karşı sorunsuz bir şekilde kazanan Bongo, 8 Haziran 2009 tarihinde İspanya'da bir klinikte kalp krizi geçirerek ölmüştür. Bongo'nun hayatını kaybetmesi ile geçici devlet başkanlığı görevini meclis başkanı Rose Francine Rogombé üstlenmiş, 30 Ağustos 2009 tarihinde de aralarında savunma bakanı ve aynı zamanda ölen Bongo'nun oğlu olan Ali Bongo Ondimba, eski iç işleri bakanı André Mba Obame ve uzun süreli muhalefet lideri Pierre Mamboundou'nun da bulunduğu 17 adaylı devlet başkanlığı seçimleri gerçekleştirilmiştir. 3 Eylül 2009 tarihinde açıklanan sonuçlara göre beklendiği üzere Ali Bongo Ondimba seçimleri kazanarak Gabon'un yeni devlet başkanı olmuştur. Seçim sonuçlarının açıklanması sonrası muhalif gruplar Fransa'nın Bongo'yu desteklediğini iddia ederek, Fransa Konsolosluğu'nu ateşe vermişlerdir. 26 Ağustos 2023 tarihinde yeniden devlet başkanı seçilen Ali Bango Ondimba, 30 Ağustos 2023 tarihinde Gabon Silahlı Kuvvetlerine bağlı bir grup kıdemli askerin düzenlediği darbe sonucu devrildi ve ev hapsine mahkûm edildi. Siyaset. Gabon Cumhuriyeti anayasa ile yönetilen bir cumhuriyettir. Günümüzde yürürlükte olan anayasa 28 Mart 1991 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe konmuştur. Ülke çok partili bir siyasi sisteme sahip olup başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Ülkenin devlet başkanı yedi yıllık bir süre için seçilmektedir. 2003 yılında yapılan yasa değişikliği ile devlet başkanlığı makamına sınırsız sayıda aday olunabilmektedir. Hükûmetin başında yer alan başbakan, devlet başkanı tarafından atanmaktadır. Gabon parlamentosu iki kanattan oluşmakta olup bunlar ulusal meclis ve senato konumundadır. Ulusal mecliste bulunan 120 sandalyenin üyeleri beş yıllık süre için seçilirken, 91 üyesi bulunan senatonun üyeleri altı yıllık süre için seçilmektedir. Dış siyaset. Gabon birçok uluslararası organizasyonlarda üye olarak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Uluslararası Kakao Örgütü ülkenin üyeliğinin bulunduğu organizasyonlardan birkaç tanesidir. Gabon, Haziran 2022'de İngiliz Milletler Topluluğu'na üye olmuştur. Ülke, 2010-2011 döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde geçici üye olarak bulunmuştur. İdari yapılanma. Gabon toplamda dokuz ile bölünmüş durumdadır. Bu iller ise kendi içerisinde ayrıca 37 adet ilçeye ayrılmış konumdadır. Şehir. Ülke içerisinde kalabalığın en yoğun olduğu şehir başkent Libreville'dir. 2005 verilerine göre ülkenin en büyük beş şehri şu şekildedir: Ekonomi. Ülke sahip olduğu yer altı zenginliklerinin yanı sıra uyguladığı liberal ekonomi politikaları sayesinde dünyanın gelişen ekonomilerinden birini oluşturmaktadır. Gabon 2013 verilerine göre sahip olduğu $12.302 kişi başına gelir ile Sahra Altı Afrika'sının en zengin ülkelerinde biri konumundadır. Tüm bu verilere rağmen ülke nüfusunun %80'i yoksulluk sınırının altında yaşamını sürdürmektedir. Nüfusun üçte biri ise açlık sınırının altında yaşamaktadır. Gabon, Afrika kıtasının yer altı madenleri açısından en zengin ülkelerinden biri konumundadır. Gabon kıyılarında var olan petrol rezervleri ülkeyi en önemli petrol ve petrol ürünleri ihraç eden ülkelerden biri yapmaktadır. İhracat gelirlerinin %82'si bu alandan elde edilmektedir. Ülkenin iç kesimlerinde mangan, uranyum, demir cevheri ve altın çıkartılmaktadır. Özellikle mangan ülkenin petrol ve keresteden sonra en çok ihraç ettiği üçüncü ürün konumundadır. Ülke Afrika'nın tropikal ormanlardan elde edilen kerestelerin ihraç edilmesi noktasında önemli bir noktada bulunmaktadır. Ülke topraklarının üçte ikisinin tropikal yağmur ormanları ile kaplı olması bu alanda gerçekleştirilen büyük ihracatın başlıca nedeni olarak görülmektedir. Gabon'da gerçekleştirilen tarımsal faaliyetlerin büyük çoğunluğu kişisel tüketimi karşılamak için gerçekleştirilen faaliyetleri kapsamaktadır. Bu şekilde elde edilen ürünler çoğunlukla ihtiyacı karşılayamamaktadır. Kahve, kakao, kauçuk, palmiye ağacı yağı ve şeker ülke genelinde ihracatı yapılabilmesi için ekimi gerçekleştirilen önemli ürünler arasında olup, elde edilen şekerin büyük bir oranı iç pazarda satışa sunulmaktadır. İhracat. Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini ham petrol, kereste, mangan ve uranyum oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir: Japonya %21.7 <br> ABD %10.7 <br> Avustralya %9.7 <br> Hindistan %8.8 <br> Çin %8.5 <br> İspanya %6.3 <br> Fransa %4.3 <br> Trinidad ve Tobago %4.2 İthalat. Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makina ve ekipmanları, gıda maddeleri, kimyasal ürünler ve inşaat malzemeleri oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ithalat yaptığı ilk altı ülke şu şekildedir: Fransa %21.8 <br> Fildişi Sahili %16.6 <br> Çin %10 <br> Belçika %5.6 <br> ABD %5.5 <br> Hollanda %5.1 Ulaşım. Havayolu. Ülke genelinde bulunan 44 havaalanından 2013 verilerine göre sadece 11 tanesi asfalt piste sahiptir. Ülkede uluslararası standartlara sahip üç adet havaalanı bulunmakta olup, bunlar başkentte bulunan Libreville Leon M'ba Uluslararası Havalimanı ("Libreville Leon M'ba International Airport"), Port-Gentil Uluslararası Havalimanı ("Port-Gentil International Airport") ve Franceville'de bulunan M'Vengue El Hadj Omar Bongo Ondimba Uluslararası Havalimanı ("M'Vengue El Hadj Omar Bongo Ondimba International Airport"). Ülkenin ulusal havayolu 1949 yılında kurulan Air Gabon'dur. İlk kuruluşunda "TransGabon" adı ile kurulan şirket 2006 yılında maddi sebeplerden dolayı uçuşlara son vererek iflasını açıklamıştır. Gabon hükûmeti yeni bir havayolu şirketi kurmayı planlamış ancak bu işlem gerçekleştirilememiştir. Özel girişimlerin 2007 yılında kurduğu Gabon Airlines bir müddet bu boşluğu doldurmuş olsa da, 2011 yılında uçakların Avrupa hava sahasına girişi kapatılması sonucunda devletin de ilgili çalışma ruhsatını geri çekmesi ile birlikte kapatılmıştır. Günümüzde özel bir girişim olan ve merkezi başkentte bulunan havaalanında bulunan Nouvelle Air Affaires Gabon firması Gabon genelinde yolcu taşımacılığının yanı sıra kargo taşımacılığı da gerçekleştirilmektedir. Karayolu. Ülkede 2007 yılı verilerine göre mevcut olan 9.170 km karayolunun sadece 1.097 km'si asfaltlanmış konumdadır. Ülkenin en önemli bağlantı yolları şu şekildedir: Demiryolu. Ülkede 1970'li yıllara kadar bulunmayan demiryolu ağı, günümüzde 2008 yılı verilerine göre 649 km'ye ulaşmıştır. "Trans-Gabon Railway" olarak adlandırılan demiryolu hatları ülkenin batısı ile doğusunu birbirine bağlamaktadır. Başkent Libreville ile ülkenin güneydoğusunda bulunan Franceville şehirlerini birbirine bağlayan demiryolu hattı ile trenler güzergâh boyunca ondan fazla istasyonda durabilmektedir. Denizyolu. Büyük çoğunluğu Gabon sınırları içerisinde bulunan Ogowe nehri başta olmak üzere nehirler insan ve yük taşımacılığında kullanılmaktadır. 310 km'si Ogowe nehri olmak üzere Gabon genelinde 1.600 km denizyolu insan ve yük taşımacılığına uygun bir konumda bulunmaktadır. Ülkenin en önemli limanı başkent Libreville'de yer almakta olup, bunun haricinde Owendo ve Port-Gentil'de önemli limanlar arasında yer almaktadır. Spor. Gabon'da en sevilen spor dallarından biri futboldur. Ülke futbolu 1962 yılında kurulan Gabon Futbol Federasyonu ("Fédération Gabonaise de Football") tarafından yönetilmektedir. Ülkede on üç takımın katıldığı ve " Championnat National de Division 1" olarak adlandırılan ulusal bir lig düzenlenmektedir. Gabon millî futbol takımı Mayıs 2015'te FIFA sıralamasında 59. sırada yer almakta olup, en yüksek sıralamasını 2010 yılında 39. olarak elde etmiştir. Kültür. Gabon'da yerel dillerde gerçekleştirilen müzik ve danslar kültürün önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Özel günlerde ve av esnasında farklı şekillerde yapılan maskeler takılmaktadır. Özellikle Fang etnik grubuna mensup bireyler tarafından ortaya çıkarılan el sanatları ile maskelerin yanı sıra, sepetler, oymalar ve heykeller meydana getirilmektedir. Gabon'da kültür genel olarak bağımsızlık öncesi sömürgesi olduğu Fransa'nın etkisi altında kalmaktadır. Gabon'da 1994 yılında büyük bir kültür merkezini kullanıma açan Fransa, "Institut français du Gabon" adını verdiği yapı ile başkent Libreville'nin kültürel hayatının merkezi konumunda yer almaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9489", "len_data": 31974, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.5 }
Kısmet, şu anlamlara gelebilir,
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9490", "len_data": 31, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 0.85 }
Carla'nın Şarkısı (Özgün adı: Carls's Song), yönetmenliğini Ken Loach'ın yaptığı; başrollerini Oyanka Cabezas (Carla) ve Robert Carlyle'ın (George) paylaştığı 1996 İngiltere yapımı film. İngiltere'nin Glasgow şehrindeki otobüs şoförü George ile Nikaragua'lı göçmen Carla'nın İngiltere'de başlayan ve Nikaragua'da devam eden öyküsü aracılığıyla 1980'lerin Nikaragua'sında sandinst iktidarı destekleyen kesimin, ABD'li kontgerillalar tarafından desteklenen askeri diktalara karşı verdikleri mücadeleyi anlatır. Film iki bölümden oluşur: Birinci bölümde; Glasgowlu, başına buyruk otobüs şoförü George, genç bir kadının olan Carla'nın otobüse biletsiz binmesine göz yumar. Nikaragua göçmeni olan Carla, eski bir sandinist gerillasıdır. Aralarında bir ilişki başlar. George, Carla'nın hikâyesini ögrenir. Romantik komedi havasındaki ilk bölümden sonra politik bir öykünün anlatıldığı ikinci bölüm başlar. Bu bölümde George, Carla'nın dava arkadaşı ve sevgilisi olan Antonio'yu bulmak için Nikaragua'ya gider. Filmde, Nikaragua egemen devletlerin, emperyalizmin bir oyun alanı gibidir. Sandinistlerle, kontrgerillalar arasındaki uzun soluklu mücadele bir iç savaş prototipi teşkil eder (Örneğin, filmde ABD'deki Reagan hükûmeti, İran-Irak Savaşı sırasında ambargo koyduğu İran'a silah satıp, Nikaragua kontrgerillarına para gönderir). Film, 1996 yılında Venedik Film Festivali'nde İtalyan Senatosu Özel Ödülü'ne değer görülmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9493", "len_data": 1424, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4 }
"Won", aşağıdaki anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9502", "len_data": 37, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.99 }
Makula dejenerasyonu ya da sarı nokta hastalığı, kelime anlamı itibarı ile, makulada meydana gelen herhangi dejeneratif bir süreci tanımlasa da, bu makalede yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD) anlatılmaktadır." Makula; sarı nokta da denilen ve keskin görmeden sorumlu retina tabakasının ortasında çok küçük bir alanı kapsamaktadır. Karşıya baktığımızda kornea ve lens tarafından ışık makulaya odaklanır. Görmemiz merkezde daha keskin kenarlara doğru ise daha zayıftır. Makula dejenerasyonu işte bu sarı noktanın hasarlanması sonucu ortaya çıkar. Makula dejenerasyonunun gelişmesinde temel risk faktörü ilerleyen yaştır. Bunun yanı sıra aile öyküsü, cinsiyet (kadınlarda daha fazla), açık renkli göz, hipertansiyon, kalp hastalığı, sigara öyküsü ve UV ışınları da risk faktörleridir. Hastalık, duyusal retinanın hemen arkasında yer alan, retina pigment epitelini, koriokapillaris dokusu ve Bruch membranı gibi dokuları etkilemekle birlikte, görme kaybı fotoreseptör hücrelerin hasarlanması sonucunda gelişmektedir. Makula dışında kalan retina alanları sayesinde, çevresel görme korunur. Bu nedenle makular dejenerasyon tam bir körlüğe yol açmaz, ancak yakın çalışmayı ve okumayı çeşitli optik yardımcı cihazlar olmadan imkânsız hale getirebilir. Gelişimi ve tipleri. YBMD, yaşa bağlı olarak genetik ve çevresel faktörlerin rol oynadığı bir süreç sonrasında gelişir. Retinayı besleyen damarlardaki bazı dejeneratif süreçler, yangısal unsurların açığa çıkması ve retina dokuları yapısal bileşenlerindeki bir takım değişiklikler sonrası gelişir. Bu değişiklikler sonrasında retina pigment epiteli atrofiye gider ve fotoreseptör hücrelerde kayıp meydana gelir. Yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD) erken ve geç evre olarak iki aşamaya sahiptir; YBMD'nin bu iki tipi, tedavi ve prognoz açısından farklılık gösterir; Hastaların yaklaşık %80'inde atrofik tip bulunsa da, görme kaybından %80-90 oranında eksüdatif tip sorumludur. Atrofik tipte görme kaybı yıllar içerisinde gelişir. Atrofik tipte, bulguların başlangıcından yaklaşık 10 yıl sonra görme %0,1 seviyesine iner. Eksüdatif tipte ise görme kaybı daha ani olur. Atrofik tipte, retina pigment epitel ve fotoreseptör kaybı vardır; eğer bu değişikliklere, retina altında ve bazen retina içinde yeni damarlar ile birlikte fibrotik oluşumlar eşlik ederse yaş tip YBMD meydana gelir. Görme kaybı ortalama olarak 75 yaşında ortaya çıkmaktadır. Elli yaşından sonra görülme sıklığında doğrusal bir artış olur. Geç tip YBMD (görme hasarı var), 50 yaşının üzerindekilerin %2'sinde, 65 yaşın üzerindekilerin %0,7–1,4'ünde ve 85 yaşından sonra %11–19 oranında görülür. Tedavi. Bu hastalıkta damarların oluşumunda yer alan bazı biyolojik aktif maddelere, karşı geliştirilen ilaçlar da yeni yeni klinik uygulamaya geçilmektedir. FDA gözetiminde Faz III çalışmaları tamamlanmış bu ilaçların, klinik kullanımları ile tedavi seçeneklerinde bir artış söz konusu olacaktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9503", "len_data": 2911, "topic": "HEALTH", "quality_score": 4.08 }
Nümizmatik veya meskûkât, sikke veya kâğıt para koleksiyonculuğu ve paraları inceleyen çalışma sahası.<ref>
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9506", "len_data": 113, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.31 }
Reflü, halk arasında "mide reflüsü" olarak bilinen gastro özofageal reflü hastalığı, mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçmasıdır. Kronik faranjit ve tipik boğaz rahatsızlığına neden olabilir. Reflü, asitli mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun asitten kendini koruma özelliğinin yok olmasından kaynaklanır. Erişkinlerin yaklaşık %20'sinde reflü görülmektedir. Mide içeriği, midenin salgıladığı hidrojen iyonu nedeniyle belirgin derecede asittir. Eğer onikiparmak bağırsağından mideye doğru safra geri akımı varsa, mideden yukarı çıkan içerik hem asit hem de safra içerir. Alkali özellikli olan safra da mide asidi gibi yemek borusunun tahrişine neden olur. Reflü hastalığı, asitli ve/veya safralı mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun kendini asitten ve/veya safralı mide içeriğinden koruyamaması nedeniyle oluşur. Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna geçişini engelleyen bir kapak mekanizması vardır. Reflü hastalarında en sık görülen özellik bu mekanizmanın gevşekliğidir. Bu durum sıklıkla mide fıtığıyla birlikte yaşanır. Mide boşalım bozukluğu ya da bozulmuş yemek borusu hareketi bu hastalığı tetikleyen diğer nedenlerdir. Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna çıkmasını engelleyen iki mekanizma vardır. Gastroösofagial reflü hastalığının ortaya çıkardığı belirtiler çok geniş bir spektruma yayılır. Bu belirtileri genel olarak tipik ve atipik bulgular olarak sınıflandırmak mümkündür. Tipik bulguların hemen hepsi mide-bağırsak sistemiyle ilintili iken; atipik bulgular diğer organ sistemleriyle ilintili yakınmalar oluşturur. Laringofaringeal reflü olarak adlandırılan ve öncelikle kulak-burun-boğaz uzmanlarınca görülen hasta grubunda çoğu kez atipik bulgular belirgindir ve tipik yakınmalar hiç olmayabilir. Nedenler. Mide asidinin yemek borusuna kaçması aslında sağlıklı kişilerde bile nadir de olsa görülebilir. Ancak bu kaçışın sık olması ve yanma gibi şikayetlere yol açması durumunda gastroözefageal reflü hastalığı olarak adlandırılır. Bu hastalığın temel nedeni mide ile yemek borusu arasındaki kapakçığın (LES) tam olarak kapanmamasıdır. GERD'e katkıda bulunan diğer faktörler şunlardır: 1999 yılında yapılan bir araştırma, gastroözofageal reflü hastalığı teşhisi konan hastaların ortalama %40'ının aynı zamanda H. pylori enfeksiyonuna sahip olduğunu ortaya koymuştur H. pylori'nin yok edilmesi asit salgılanımında artışa neden olabileceğinden, H. pylori enfeksiyonu olan reflü hastalarının enfeksiyonu olmayanlardan farklı olup olmadığı sorusu gündeme gelmiştir. 2004 yılında gerçekleştirilen çift körlü bir çalışmada, bu iki hasta grubunun hastalık şiddetinin öznel ve objektif ölçümleri açısından klinik olarak anlamlı bir farklılık görülmediği anlaşılmıştır. Tedavi. Gastroözofageal reflü hastalığı tedavisinde farklı yöntemler uygulanabilir. Bunlar; beslenme alışkanlıklarını değiştirmek, yaşam tarzında düzenlemeler yapmak, ilaç kullanımı ve hatta bazı durumlarda cerrahi müdahaleyi içerir. Beslenme ve yaşam tarzı değişiklikleri. Gastroözofageal reflü hastalığında beslenme ve yaşam tarzı değişiklikleri, mide asidini dengede tutarak ve yemek borusunun tahriş olmasını önleyerek semptomları yönetmede kritik rol oynar. Çikolata, nane, yağlı yiyecekler ve alkol gibi bazı besinler alt özofageal sfinkteri gevşeterek reflü riskini artırır. Fazla kilolu veya obezlerde kilo kaybı, yatmadan önce atıştırmalık yemekten kaçınma, yemeklerden sonra hemen yatmama (yemekler yatmadan en az 2-3 saat önce tüketilmelidir), yatağın başucunu 15 cm yukarı ayarlamak, sigara içmemek ve mide basıncını artıran dar kıyafetlerden kaçınmak önerilir. Baharatlı yiyeceklerden, turunçgillerden, domateslerden ve gazlı içeceklerden kaçınmak, sık sık küçük öğünler tüketmek ve yemekler arasında sıvı almak da faydalı olabilir. Az şekerli beslenme ve lif alımını artırmanın faydalı olabileceğine dair bazı kanıtlar mevcuttur. Orta dereceli egzersiz semptomları iyileştirebilirken, zorlu egzersizler kötüleştirebilir. Solunum egzersizleri de reflü semptomlarını hafifletebilir. Diğer tedavi seçenekleri:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9510", "len_data": 4137, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.64 }
Kaval, çoban çalgısı olarak bilinen kaval, yörede daha çok şimşir ağacından (nadiren livori, incir ve erik ağacından), altta 1 ve üstte 7 delikli olarak imal edilir. Dilli kaval ve dilsiz kaval olarak adlandırılan iki türü vardır. Dilli kavalın ucunda ses üretimini sağlayan bir düdük bulunur. Dilsiz kaval ise içi boş bir boru olup çalan kişi nefes teknikleriyle istenen sesi çıkarır. Çobanların kavalı üflemesindeki bir amaç, otlanan koyun keçi gibi hayvanların sakin kalması ve sürüden ayrılmamasıdır, bu gelenek hâlen günümüzde de uygulanmaktadır. Teknikler. Dilsiz Kaval üflenme teknikleri açısından Ney'e benzer fakat ayrıldığı önemli farklılıklar vardır. Dilsiz kavaldan ses çıkarmak için dudaklar U harfi biçimine getirilir ve çeneye paralel tutulan kaval yüz ekseninden yaklaşık 45 derece sağ ya da sola saptırılarak ses çıkarılmaya çalışılır. Dilli kavalda ses çıkartmak daha kolay olsa da çalmak için horlatma denilen ve alt-üst çene kemiklerinin de kullanıldığı nispeten kolay bir yöntem uygulamak gerekir. Yapı olarak oldukça basit olan kaval nefese büyük özgürlük tanıdığı için çok değişik üfleme teknikleri geliştirilebilir. Kavaldan şu şekilde ses elde edilebilir: 1.Dudaklar "tu" sözünün söylendigi şekilde büzülür. 2.Kavalin agızlık kısmı büzülmüş durumdaki dudakların sağ tarafına 2/3 oranında yerleştirilir, sağ elle kavalın alt kısmı sol ellede üst kısmı tutulmalıdır. 3.Nefes (soluk) kavalın ağızlık kısmının içerisine çarptırılacak şekilde fazla abanmadan üflenir. Başlangıçta ses elde etmek için kavalın tüm perdeleri açık birakılmalıdır. Perdeler parmak boğumlarıyla kapatılır. Kavalda nüanslar değişik şekillerde yapılır. Anadolu'da en yaygın şekil kavalın özellikle uzun tonlarda aşağıdan ağız kısmına doğru sallanmasıyla yapılır, ayrıca nefes şiddetini arttırıp azaltmakla, kafayı hafifçe sallamakla ve perde üzerindeki parmağı hafifçe hareket ettirmekle de değişik şekillerde nüans yapılabilinir. Tarihçe. Kavalın kökeni hakkında değişik görüşler varsa da insanoğlunun en eski çalgılarından olduğu bilinmektedir. Ortadoğu ve orta asyada değişik formlarına rastlanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9511", "len_data": 2095, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.75 }
Zurna, Türkiye'nin birçok yerinde kullanılır. Tahta, metal ve kamış kullanılarak yapılan, yüksek sesli, bu yüzden büyük davul ile birlikte çalınan, yine bu yüzden açık havada kullanıma uygun, nefesli saz çeşididir. Güneydoğu Anadolu Bölgesinin folklorunda genellikle (Mardin'de Gaziantep, Diyarbakır ve Şanlıurfa'nın iç bölgelerinde) ancak mutlaka bas davul eşliğinde kullanılan, ahşap, yedi delikli nefesli bir sazdır. Mehter takımları ve bunun modern şekli bando mızıka takımlarının eskiden hükümdarların hükümdarlık işareti olarak fermanlarını zurna eşliğinde okutmalarından geliştiği tahmin edilmektedir. Etimoloji. Codex Cumanicus'ta suruna olarak kayıtlı olan enstrüman adının Farsça surna kelimesinden ödünç alındığı yaygın kanaattir: "Farsça'da" sur "festival" + nay "kamışlı" Bununla birlikte Arapça sûr "boynuzdan yapılma büyük boru" + Farsça "kamış" ihtimali de gözden çıkarılmamalıdır. Eski İran dilinde "sur" kelimesi bir boynuz çeşidi olarak kayıtlı olup ikinci ihtimali güçlendirmektedir. Anadolu'da düğünlerde, askere uğurlama törenlerinde, halk oyunlarında, seyirlik köy oyunlarında davulla birlikte kullanılmaktadır. Anadolu'da şimşir, dişbudak, ıhlamur, kızılcık, ceviz ve ardıç ağacından imal edilen zurna büyüklük ve ses rengine göre kaba zurna, orta kaba zurna ve cura zurna (Zil Zurna) olmak üzere üç çeşittir. Coğrafyası ve tarihçesi. Türkiye'de olduğu gibi Fas'tan Çin'e kadar uzanan iklim kuşağındaki her ülkede kullanıldığı da bilinmektedir. Ayrı-ayrı türleri Orta Doğu ve Kafkasya halkları arasında çok geniş yayılmıştır. Eski insan meskenlerinden biri olan Mingeçevir arazisinde yapılmış arkeoloji kazıntılar zamanı maral boynuzundan hazırlanmış dört adet zurna aşkar edilmiştir. Bilim adamlarının hesaplamalarına göre, yüksek zevkle yapılmış bu çalgıların üç bin yıl yaşı vardır. Kuruluşu. Esasen erik, ceviz, yabanı söğüt ve dut ağacından yontularak yapılır. Tüm uzunluğu 302–317 mm-dir. Yüzeyinde 7, altında ise 1 oyuk açılır. Gövdesinin baş tarafına maşa takılır. Maşanın görevi çalgının kök kaidesini düzenlemektir. Gövdesinin baş hissesi 20 mm olup, aşağıya doğru genişlenerek 60–65 mm-e ulaşıyor. Zurnanın ağzı tarafında bir delik daha vardır ki, bu da kök üçündür. Bürünç, mis, yahut gümüş plakadan hazırlanmış "mil" maşaya takılır. Esasen kuru yerde bitmiş iki ince, yonulmuş kamıştan özel usulle yapılmış ağızlık 710 mm uzunluğunda olur. Çalgıçı aleti seslendirmek için ağız boşluğuna yığdığı havanı ağızlıktan düzenle üfler. Sedef, kemik ve bürünçten hazırlanan dairevi makara (dayak) milin yaklaşık orta kısmına, yuvarlak tabaka bağlanılır. Makara, bir tür, dudak için dayak rolünü oynar. Üflenen hava ağızlık, mil ve maşadan geçerek gövdenin içine girer ve alet parmakların yardımıyla gövdedeki oyukları açıp-bağlamakla seslendirilir. Zurnanın ahengi küçük oktavın "si bemol" sesinden üçüncü oktavın "do" sesine kadardır. Yorumcunun yeteneğinden asılı olarak, birkaç ses de artırmak mümkündür. Bu sesleri Azerbaycan zurnacıları "sefir (büyükelçi) sesler" adlandırır. Zurna, esasen, açık havada geçirilen el şenliklerinde geniş istifade edilir. Çeşitleri. Zurnanın boy ve şekil olarak çok çeşitleri vardır. Zurnadan zurnaya küçük değişikliklerle aynı olan özellikleri: Terminoloji. Zurnayı oluşturan parçalar Anadolu terminolojisinde yöresel farklılıklar göstermektedir. Baş ve çatal bölümü zaynak -Ankara nazik -Abdal lardaula -Uludağ çatal -Çankırı zinak -Diyarbakır nezik -Gaziantep fasla -Kırklareli Boru kısmı metef -Ankara metem -Abdal-lar çığırdan -Uludağ demir -Çankırı bülbülük -Diyarbakır kanel -Kırklareli lüle -Sivas
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9512", "len_data": 3572, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.58 }
Bergama, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. Yüz ölçümü olarak İzmir'in en büyük ilçesidir. İlçenin güneyinde Aliağa, doğusunda Kınık ve Manisa ilinin Yunusemre ve Soma ilçeleri, kuzeyinde Balıkesir ilinin İvrindi, Burhaniye ve Ayvalık ilçeleri, batısında Dikili, güneybatısında ise Ege Denizi bulunmaktadır. Tarımsal faaliyetler, sanayi, ticaret, tarih ve turizm bakımından Bakırçay havzasının en önemli ilçesidir. İyonya, Helen, Roma, Bizans dönemlerine ait anıtsal yapılar bulunan Bergama, Selçuk ilçesi ile birlikte İzmir'de kültürel turizmin iki temsilcisinden birisi sayılmaktadır. İlçenin merkezinde kurulu Pergamon antik kenti Helenistik dönemin kültür, bilim ve sanat merkezi olarak önem taşır. En önemli bitki örtüsü fıstık çamı ve pamuk bitkisidir. Köken bilimi. Özhan Öztürk'ün iddiasına göre Bergama, Hitit dilinde "Yüksek yerleşim/üs", Hitit-Kaşka sınırındaki Argoma (Suluova) ise aynı dilde "sınır yerleşimi/üssü" anlamına gelmektedir. Yunanca "Πέργαμος" ("Pergamos") olarak bilinmektedir. Tarihçe. Bergama ilçe merkezi, Helenistik dönemde Pergamon Krallığı'nın başkenti olan antik Pergamon kentinin yer aldığı yamaçta kuruludur. Pergamon Krallığı'nın kurulmasından önce küçük ölçüde ziraat ile uğraşan insanların toplandığı bir yer olan Pergamon'un bilinen en eski tarihinin MÖ 3. bin yıl olduğu kabul edilir. Yörenin en eski yeri Yortanlı Mezarlığı'dır. Antik kent, M.Ö. 280-133 arasında Anadolu'daki en güçlü Hellenistik krallıklarından biri haline gelen Pergamon Krallığı'nın başkentliğini yapmış ve birçok önemli mimari eserle donatılmıştır. Döneminin en ünlü yapılarından olan Pergamon Kütüphaneleri ile antik dünyanın sağlık merkezi Pergamon Asklepieionu inşa edildi. Roma İmparatorluğu M.Ö. 133'te Pergamon kentini ve devletini vasiyet yolu ile devraldı. Pergamon, bir Roma eyalet metropolü olarak Asya eyaletinin diğer metropolleri olan Smyrna (İzmir), Efes (Selçuk) ile rekabeti sürdürdü. Hekim Galen'in bildirdiğine göre Pergamon kent merkezinin nüfusu M.Ö. 2. yüzyılda 120 bine ulaştı. Kent, 262'deki depremde büyük zarar gördü. 7. ve 8. yüzyıllarda Arap akınlarına maruz kalan kenti 716'da Arap komutan Mesleme fethetti. Bu olayda erkekleri öldürülen, kadınlar ve çocukları ise köle olarak satılan satılan kent, yaklaşık 200 yıl virane olarak kaldı. 1170 yılında Bizans imparatoru I. Manuil döneminde yeniden inşa edildi. 1302'de Bizanslılar tarafından terkedilen şehir bundan az sonra bu bölgede faaliyet gösteren Karesioğulları'nın idaresinde kaldı. 1333'te şehre gelen İbn Battuta buranın harap bir belde olduğunu, fakat son derece müstahkem kalesinin bulunduğunu belirtmiştir. Bergama Emiri Yahşi Han'ın 1341'den ölümünden sonra Bergama Osmanlılar hakimiyetine geçti. 1868'e kadar merkezi Balıkesir olan Karesi Sancağı'na bağlı olan Bergama, 1868-1877 arası merkezi Manisa olan Saruhan Sancağı'na, daha sonra İzmir Sancağı'na bağlandı. İzmir Sancağı'nın 10 kazasından biri olan Bergama'nın 6 nahiyesi bulunuyordu. 1831 yılında yapılan ilk Osmanlı nüfus sayımına göre Bergama'nın erkek nüfusu 3452 kişi idi ve hiç gayrimüslim yoktu. 1879 tarihli Aydın Vilayeti Salnamesine göre ise; kazanın 32 bin nüfusunun 25 bini Müslim, 6 bini gayr-ı müslim idi. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı ve Balkan Savaşları'ndan sonra yaşanan toplu göç sonucunda muhacirlerin yerleştirildiği kazalardan birisi de Bergama idi. Coğrafya. Bergama, İzmir'in kuzeyinde, Bakırçay Havzası'nda yer alır. Türkiye'nin en büyük ilçelerinden biri olan Bergama'nın yüz ölçümü 1.544 km2dir. İlçenin güneyinde Aliağa, doğusunda Kınık ve Manisa ilinin Soma ve Yunusemre ilçeleri, kuzeyinde Balıkesir ilinin İvrindi, Burhaniye ve Ayvalık ilçeleri, batısında Dikili, güneybatısında Ege Denizi bulunmaktadır. İl merkezine uzaklığı 103 km'dir. Bergama'ya toplam 137 mahalle bağlıdır. İlçe, Ege Bölgesi'nin kuzeybatısında olup 39° 07 kuzey enleminde ve 27° 12 doğu boylamında yer almaktadır. Kuzeyinde Madra Dağı, güneyinde Yunt Dağı, dağ silsileleri ile çevrili Bakırçay Havzası'nda kurulmuştur. Bakırçay Ovası'nın uzunluğu 45 km, genişliği yer yer 15–20 km arasında değişmektedir. İlçe merkezinin rakımı 68 metre, Akropol'deki rakımı 331 metredir. İlçenin İzmir'e ve komşu iller olan Manisa, Balıkesir gibi merkezlere olan uzaklığı 100 km civarındadır. İlçe, merkezi dahil olmak üzere, Zeytindağ, Yuntdağ, Göçbeyli, Turanlı ve Kozak bucakları olarak altı bucağa ayrılmıştır. Kozak bucağı, eskiden Karesi Sancağı'na bağlı bir ilçe idi. İklim. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı Akdeniz iklimi egemendir. Kışlar çok sert geçmez. Hava sıcaklıkları genel ortalamalar içerisindedir. Rüzgarlar yaz ve kış kuzeyden yıldız, kuzeydoğudan poyraz, kuzeybatıdan karayel şeklinde eser. Lodos ve batı rüzgarları yağmur getirir. Yıllık toplam yağış tutarı 601 mm civarındadır. Ekonomi. Bergama ekonomisi ağırlıklı olarak tarıma dayalıdır. Verimli Bakırçay Ovası'nda tütün, pamuk, zeytin ve üzüm yetiştirilmektedir. Kozak Yaylası'nda ekonomik getirisi yüksek olan çam fıstığı önemli bir gelir kaynağıdır. Günümüzde özellikle dağ köylerinde arıcılık giderek gelişmekte ve önemli bir geçim kaynağı haline gelmektedir. Tarıma dayalı sanayi de son yıllarda gelişme göstermektedir. İlçede halıcılık ve kilim dokumacılığı gelişmiştir. Pergamon antik kenti, Bergama Müzesi, Kızıl Avlu, Selçuklu ve Osmanlılardan kalan cami, hamam, han, köprü gibi yapılar yıllar önce Bergama'da kültür turizminin başlamasına ve gelişmesine zemin hazırlamıştır. Kültür. Akropol. II. Eumenes devrinin en önemli yapıları arasında Galatların mağlup edilmesi anısına inşa edilen Zeus Sunağı, Athena Tapınağı'nın propylonu ve onu çevreleyen stoaları; 200.000 kitap rulosunun muhafaza edildiği ünlü kütüphane, büyük saray ve kent surları yer alır. Bu gelişme dönemi sırasında daha önce inşa edilmiş olan Athena Tapınağı ile on bin seyirci kapasiteli antik çağın en dik tiyatrosu korunmuş, kent bu çekirdeğin üç bir tarafında yelpaze biçiminde açılan bir plan düzeni içerisinde gelişmiştir. Yukarı şehir daha çok kral aileleri ile ileri gelenlerin, aydınların, komutanların ikamet ettiği bir merkezdeydi. Bu nedenle burasının resmi bir karakteri vardır. Kentin orta kesiminde kuzeyden güneye doğru Hera ve Demeter kutsal alanları, Asklepios Tapınağı, Gymnasionlar ve kent çeşmesi yer almaktaydı. Bu yönü ile orta kentte, yönetim ile doğrudan ilgili olmayan yapılarla, halkın rahatlıkla girip çıktığı toplantı yerleri bulunmaktaydı. Aşağı kentte Aşağı Agora, orta ve yukarı şehre çıkan ana yolun iki yanında sınırlanan çok sayıda dükkân, Attalos evi olarak adlandırılan peristylli evler yer alır. Yukarı şehirdeki agora, mevki ve konum olarak yüksekte yer alıyordu. Dolayısıyla aşağı agora kentin ticaret merkezi olarak yer almaktaydı. Asklepion. Bergama Asklepion'u Eskiçağ'da önemli bir sağlık tedavi merkezi idi. Pausanias'a göre Bergama'da ilk Asklepios Tapınağı M.Ö. 4. yüzyılın ilk yarısında kurulmuştu. Kazılarda kutsal yerin M.Ö. 4. yüzyıldan beri var olduğu ve Hellenistik Dönemde geliştiği saptanmıştır. Asklepios Kutsal Alanı, galerili avlusu, 3500 kişilik tiyatro yapısı, İmparator Hadrianus'a ait kült salonu, kütüphanesi, yuvarlak planlı Asklepios Tapınağı ile Roma Dönemi'nde oldukça önemli bir sağlık merkeziydi. Güney kesiminde Hellenistik Dönemden kalma üç küçük tapınak ile uyku odaları, kutsal kaynak ve havuzlar bulunmaktadır. Kutsal kaynak yanında burada tedavi gören hastaların soğuk ve sıcak havadan korunmasını sağlamak amacıyla uzun bir yer altı tüneli yapılmıştır. Bu yer altı tünelinin hemen kuzeyinde yuvarlak planlı Asklepios Tapınağı yer alır. Bu tapınak Roma'daki Pantheon örnek alınarak M.S. 150 yıllarında Konsül L.C Rufinus tarafından yaptırılmıştır. Burada genellikle telkin ve fizik tedavinin bugün halen kullanılmakta olan çeşitli şekilleri uygulanmaktaydı. Kutsal sudan içilmesi, su-çamur banyoları, açlık-susuzluk kürleri, şifalı otlar, kremlerle yağlanma başlıca tedavi yöntemleriydi. Bazilika. Binanın tamamının tuğladan yapılmış olması ve büyük ön avlusu sebebi ile tapınak halk arasında “Kızıl Avlu” olarak adlandırılmıştır. Avlusu yüksek duvarlarla dışarıya kapalı idi. Mısır Tanrılarına verilen önem sebebi ile tapınak Roma Dönemi aşağı Bergama kentinin tam merkezine inşa edilmiştir. Tapınağın avlusu ile bütünleşmesine engel teşkil eden Selinos çayında, bugün halen kullanılmakta olan su tünelleri inşa edilmiştir. Kült ve sanat tarihi verilerine dayanarak tapınağın M.S. ikinci yüzyılda, muhtemelen İmparator Hadrian döneminde inşa edildiği ve Mısır tanrıları hem Serapis hem İsis'e ithaf edildiği söylenebilir. Ancak tapınağın iki yanındaki yuvarlak yapıda kült mihraplarının bulunmasına karşılık tanrıların kimler olduğu bilinmemektedir. Erken Bizans döneminde kutsal mekânın içine ilaveler yapılan tapınak Anadolu'daki erken yedi kiliseden biri olarak kullanılmaya devam etmiştir. Allianoi. Allianoi, "Sağlık Tanrısı Asklepois"in yurdu olarak bilinmektedir. Asklepios Antik Grek mitolojisinde hasta insanlara şifa dağıtan, hekimliğin ve tıp biliminin tanrısıydı. Apolion, oğlu Asklepios'u yarı at yarı insan olan Khiron'a emanet etti. Khiron ona okuma, yazma ve önemli hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların formüllerini öğretti. Asklepios'un ünü kısa sürede yayıldı. Asklepios ölüleri de diriltiyordu. Zeus buna kızdığı için Asklepios'u öldürttü. Yunanlar Asklepios'un adını yaşatmak amacı ile aynı isimle sağlık merkezleri yaptılar. Allianoi de bunlardan birisidir. Topraklarından 45 derece kükürtlü su çıkan şifa merkezi Allianoi, bu özelliğiyle dünyanın dört büyük sağlık merkezinden birisidir. Pergamon Krallığı'nın sayfiye yeri olan bölge, yıllarca Hydroterapi (suyla tedavi) merkezi olarak hizmet vermiş. Yortantı Barajı'nın yapım aşamasında antik değeri anlaşılan bölgede, hızlandırılan kazı çalışmaları esnasında, bölgenin Helenistik Çağ'da kurulduğu ve en parlak dönemini Roma İmparatorluğu Hadrian'la yaşadığı ortaya konulmuştur. Bu kazı çalışmaları sayesinde, kentin sağlık merkezi Asklepionlar'dan biri olduğu anlaşılmış. Kazılar sayesinde Bergama, arkeoloji alanında bölgenin ve Türkiye'nin önemini daha da artıran Asklepieion kültürünün Anadolu'da yaygın olduğunu da kanıtlandı. Bergama'nın yaklaşık 23 kilometre doğusunda Bergama-İvrindi karayolunun üzerinde yapılan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılan Allianoi antik yerleşmesi M.Ö. 1. yüzyılda Paşa Ilıcası ve çevresinde kurulmuştur. 1998-99 yılı kazıları sonucunda Helenistik Çağ, mimari, buluntularının yanı sıra özellikle M.S. 2. yüzyıla ait pek çok arkeolojik eser ele geçirildi. Ayrıca kazılarda; çok sayıda heykeltıraşlık eser, metal eserler, çanak çömlek, kandiller, kemik objeler, çok sayıda üzeri işlemeli cam eser, 1500 civarında altın, gümüş ve bronz sikke, en son olarak da 2. yüzyıl Roma döneminden kalma mermer Afrodit heykeli bulundu. Bugüne kadar kazıda çıkan önemli eserler arasında Afrodit heykeli, iki Asklepios başı, torsolar, termal havuzlar, heykeltıraşlık parçalar, dükkânlar, çeşme, şarap imalathanesi, seramik fırınları, antik kaideler bulunmaktadır. Halk oyunları Bergama Zeybeği, Harmandalı, Bergama Bengisi, Güvende, Somalı, Yalabı, Dağlı, Arpazlı, Çekirdeksiz Bağlarım karma oyunlardır. İsmailli, Jandarma, Yunddaği, Sebai, Üç parmak, Koca Arap, Nacakoğlu erkeklerin oynadığı oyunlardır. Bergama Konakları, Entarisi Mavili, Zahide Molla, Findik Sıdıkam, Al Basma, Kız Harmandalısı, Ey Yüceler, Al Basmadan Donu Var, Sepetçioğlu ise kadınların oynadığı oyunlardır. Tahir Musa Ceylan'ın "Diri Aşk" romanının bir kısmı Bergama'da geçmektedir. Uzun uğraşlar sonucunda Bergama 22 Haziran 2014 tarihinde Katar'ın başkenti Doha'da düzenlenen toplantının ardından UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girdi. Türkiye'nin, 2011'de geçici listeye kabul edilen diğer adayı Bergama da bu toplantıyla, "Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı" dosyasıyla asıl listeye girdi. Bergama UNESCO Dünya Mirası'na giren 999. miras oldu. Eğitim. İlçede; 134 ilköğretim, 15 ortaöğretim kurumu bulunmaktadır. Bu okullarda 16.074 öğrenci eğitim görmekte ve 1012 öğretmen görev yapmaktadır. Yüksek öğrenim kurumları olarak da Ege Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Meslek Yüksekokulları bulunmaktadır. Altyapı. Bergama'da kurulan katı atık yönetim tesisi Bakırçay Havzası'ndaki ilçelere hizmet vermektedir. İZBAN'ın Aliağa'dan Bergama'ya kadar 50 km uzatılması için çalışmalar 2018'de başladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9527", "len_data": 12283, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.51 }
Torbalı, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin kuzeyinde Buca ve Kemalpaşa, doğusunda Bayındır ve Tire, güneyinde Selçuk, batısında Menderes ilçeleri bulunmaktadır. İlçede Akdeniz iklimi görülür. 2023 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre ilçede 214.059 kişi yaşamaktadır. Tarihçe. İsmini antik çağın ünlü şehirlerinden biri olan Metropolis diğer adıyla Triyanna ya da Tripolisten aldığı rivayet edilen Torbalı, tarihin bilinen devirlerinden beri çeşitli uygarlıkların merkezi durumundadır. Torbalı, Küçük Menderes havzasının verimli toprakları üzerine kurulmuştur. Ephesos (Selçuk), Smyrna (İzmir), Kolophon (Değirmendere), Nation (Ahmetbeyli) ve Nif (Kemalpaşa) antik kentleri arasında kalan bölgede, MÖ 3000 yıllarında ilk yerleşim gerçekleşmiştir. Metropolis kentiyle birlikte yöreye gelişmiş, MÖ 7. yüzyılda Lydia zamanında en parlak çağını yaşamış, daha sonra da sırasıyla Neolitik, Kalkolitik, Tunç Çağları ile Frigya, Lydia, Pers, Roma ve Bizans dönemlerini, 1071-1317 tarihlerinde Selçuklular ve Aydınoğuları, daha sonraları Osmanlı dönemini yaşamıştır. Torbalı'nın Türk egemenliğinde bir yönetim birimi statüsü kazanması 1390 yılında Yıldırım Beyazıt'ın Şehzadesi Ertuğrul Bey'in vali olarak Aydın'a atanmasıyla başlamış, Torbalı o dönemde İzmir Sancağına bağlı bir yerleşim birimi olarak kayıtlara geçmiştir. 1425 yılından sonra ise Osmanlı yönetimi altına girmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nı müteakiben 15 Mayıs 1919 - 7 Eylül 1922 yılları arasında 40 aya yakın süre işgal altında kalan Torbalı, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve Cumhuriyetin ilanı ile birlikte İzmir'in Sancağı olarak kurulmuş, bundan sonra İzmir'e bağlı bir nahiye olmuştur. Torbalı'nın 200 hanesinde 87'si, Yunan işgali sırasında, Aydın'dan çekilen Yunan kuvvetleri tarafından 1922 Eylül'ünde yakılmıştır ve yağma edilmiştir. Bu esnada 25 erkek ve kadın Yunanlarca öldürülmüş ve tüm işgal boyunca Torbalı merkezden 50'den fazla şahıs öldürülmüştür. Ayrıca çevre mıntıkadan toplanan 23 kişi de Torbalı Demiryolları hangarında Yunanlarca yakılarak öldürülmüştür. Torbalı 26 Haziran 1926 tarih ve 387 sayılı Teşkilatı Mülkiye Kanunu ile, ilçe haline getirilmiş, 1927 yılında ise belediyelik olmuştur. Coğrafya. Torbalı, İzmir ilinin güneydoğusunda yer alır. İl merkezine uzaklığı 45 km'dir. İlçenin kuzeyinde Buca ve Kemalpaşa, doğusunda Bayındır ve Tire, güneyinde Selçuk, batısında Menderes ilçeleri bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 577 km²dir. 60 mahallesi bulunmaktadır. Ekonomi. İlçe ekonomisinde sanayi ve tarım çok önemli bir yer tutmaktadır. Seracılık, sebzecilik ve hayvancılık ileri düzeydedir. Torbalı ilçesi 1989 yılından itibaren İzmir'in en büyük sanayi merkezine dönüşmüştür. Alfemo, Merinos, JTI gibi firmalar ilçede fabrika açmış, ayrıca Tukaş, Chevrolet, Dr. Oetker ve Philsa firmaları ise merkezlerini bu ilçeye taşımışlardır. Sanayi üretiminin bölgede çoğalması ile daha önce tarım ve hayvancılık için kullanılan araziler yüzde binler ile ifade edilebilen değer artışları sayesinde sahiplerine büyük kazançlar sağlamıştır. Öncelikle ilçe nüfusu 10 yıllık bir süre içerisinde 24.000'den 140.000'lere tırmanmıştır. İlçe halkının yanı sıra İzmir ve diğer ilçelerden binlerce insan da bu kuruluşlarda çalışmaktadır. 2015 verilerine göre, "Ege'nin 100 büyük sanayi kuruluşu" listesindeki on beş şirket ile "Türkiye'nin en büyük 500 sanayi kuruluşu" listesindeki beş şirket Torbalı merkezlidir. Eğitim. İlçede 46 ilköğretim okulu, 9 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 21.309 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 1.193 öğretmen görev yapmaktadır. Altyapı. Sağlık. İlçede 1 devlet hastanesi, 2 özel hastane, 17 sağlık ocağı, 3 sağlık evi, 1 ana çocuk sağlığı merkezi, 1 verem savaş dispanseri hizmet vermektedir. Ulaşım. Torbalı, İzmir'e 45 km uzunluğunda çift hatlı demiryolu ile bağlıdır. İzmir-Aydın Otoyolu karayolu ulaşımını hızlandırmıştır. Adnan Menderes Havalimanı'na ve Ege Serbest Bölgesi'ne 30 km uzaklıktadır. Karabel Geçidi üzerinden, Kemalpaşa-Ankara karayoluna bağlantısı vardır. Bu olanaklar, son yıllarda, ilçeyi sanayi yatırımları açısından önemli bir çekim noktası haline getirmiştir. Banliyö treni hattı İZBAN, 6 Şubat 2016'da Torbalı'ya uzatılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9528", "len_data": 4167, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Dışişleri bakanlığı, devletin dış politika ve ilişkilerinden, diplomasi faaliyetlerinden, ikili ve çok taraflı ilişkilerden sorumlu olan hükûmet departmanıdır. Ayrıca, yurtdışında bulunan ülke vatandaşlarına destek sağlamak da görevleri arasındadır. Bu kurum genellikle bir dışişleri bakanı veya dışişleri bakanı tarafından yönetilir (başlık değişebilir, aynı görevlere sahip olan devlet sekreteri gibi). Dışişleri bakanı genellikle hükûmetin başı olan (başbakan veya cumhurbaşkanı gibi) yetkili kişiye rapor verir. Adlandırma farkları. Bazı ülkelerde, Hindistan gibi, dışişleri bakanına "dış ilişkiler bakanı" denir; Brezilya ve eski Sovyetler Birliği'nden türetilen devletler gibi diğerlerinde ise bu pozisyon "dış ilişkiler bakanı" olarak adlandırılır. Amerika Birleşik Devletleri'nde, dış ilişkileri yürüten kabine üyesi "dışişleri bakanı" olarak görev yapar. Diğer yaygın unvanlar arasında "dış ilişkiler bakanı" da yer alabilir. Latin Amerika'nın birçok ülkesinde, dışişleri bakanı günlük konuşmalarda "şansölye" olarak adlandırılır (İspanyolca konuşulan ülkelerde "canciller" ve Portekizce konuşulan Brezilya'da "chanceler" şeklinde). Diplomatlar ve tarihçiler genellikle dışişleri bakanlığına yerel adresiyle atıfta bulunurlar. Örneğin, Viyana'daki Ballhausplatz, Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanlığı'nın bulunduğu yerdi; Paris'teki Quai d'Orsay, Fransa'nın Avrupa ve Dış İlişkiler Bakanlığı'nın adresiydi; Yeni Delhi'deki South Block, Hindistan'ın Dışişleri Bakanlığı'nın bulunduğu yerdi; Lizbon'daki Necessidades Sarayı, Portekiz Dışişleri Bakanlığı'nın merkeziydi; Berlin'deki Wilhelmstraße, Alman Dışişleri Ofisi'nin bulunduğu yerdi; Washington, D.C.'deki Foggy Bottom semti ise Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı'nın bulunduğu yerdi. Brezilya'nın Dış İlişkiler Bakanlığı, eski bir adı olan Rio de Janeiro'daki orijinal Itamaraty Sarayı (1899-1970) ve şu anki Brasília'daki Itamaraty Sarayı (1970'ten bu yana) nedeniyle "Itamaraty" olarak da anılır. Endonezyalılar da genellikle Dışişleri Bakanlığı'na "Pejambon" derler, çünkü bakanlığın ana merkezi Jakarta'nın Merkez Jakarata ilçesindeki Pejambon Caddesi üzerindedir. 1917'ye kadar süren Rus İmparatorluğu döneminde ise kullanılan terim St. Petersburg'daki Koro Köprüsü idi. Buna karşılık, İtalyan bakanlığı "Consulta" olarak adlandırılıyordu. Yetkileri. Bir dışişleri bakanının yetkileri hükûmetten hükûmete farklılık gösterir. Klasik parlamenter sistemde, dışişleri bakanı, dış politikayı şekillendirme konusunda önemli bir etkiye sahip olabilir, ancak hükûmet güçlü bir başbakan tarafından domine edildiğinde, dışişleri bakanı politika belirleme konusunda daha sınırlı veya ikincil bir rol oynamakla sınırlı kalabilir. Benzer şekilde, dışişleri bakanına yatırılan siyasi yetkiler, güçlü bir yürütme organına sahip başkanlık sistemlerinde genellikle daha sınırlıdır. İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan bu yana, savunma bakanıyla birlikte dışişleri bakanının da savunma ve diplomatik politikayı koordine etmek amacıyla iç kabine (genellikle ulusal güvenlik konseyi olarak bilinir) içinde yer alması yaygın hale gelmiştir. 19. ve 20. yüzyıllarda birçok başbakanın dışişleri bakanlığını üstlenmesi görüldü, ancak bu uygulama, çoğu gelişmiş ülkede artık yaygın değildir. Bazı ülkelerde, dışişleri bakanı genellikle kabine pozisyonlarının en yüksek profiline sahip kişiler arasındadır. Örneğin, ABD'de dışişleri bakanı, başkanlık sırasında kabine üyeleri arasında ilk sırada yer alır. İngiltere'nin dışişleri bakanı, başbakan, maliye bakanı ve içişleri bakanıyla birlikte "Büyük Devletler Dörtlemesi"ne üyedir. Sorumlulukları. Dışişleri bakanları, siyasi rollerinin yanı sıra geleneksel olarak birçok diplomatik görevden sorumludur. Bu görevler arasında yabancı dünya liderlerini ağırlamak ve diğer ülkelere devlet ziyaretlerinde bulunmak gibi faaliyetler bulunur. Dışişleri bakanı genellikle herhangi bir kabinedeki en çok seyahat eden üyedir. Her ne kadar alt milli düzeyde dışişleri bakanlığı görevi çok nadir olsa da bazen küçük çaplı bir dış ilişkiler pozisyonu bulunabilir. Avrupa Birliği, kuruluşundan bu yana bazı alanlarda dış ilişkilerle ilgilenmiştir (bkz. AB Ticaret Komiseri) ve baş diplomat olarak bir yüksek temsilciye sahiptir. Ancak, onun veya onun görevleri öncelikle AB dış politikasını uygulamak, formüle etmek değildir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9532", "len_data": 4316, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.48 }
Mac, Apple tarafından 1984 yılından beri tasarlanıp pazarlanan kişisel bilgisayar markasıdır. İsmi, 1999 yılına kadar resmî olarak kullanılan Macintosh kelimesinin kısaltmasıdır ve bu da McIntosh adlı bir elma türüne gönderme yapar. Günümüzde Mac ürün yelpazesinde MacBook Air ve MacBook Pro dizüstü bilgisayarlar ile iMac, Mac Mini, Mac Studio ve Mac Pro masaüstü modelleri yer alır. Mac bilgisayarlar, Apple'ın UNIX tabanlı işletim sistemi olan macOS ile birlikte satılmaktadır; bu sistem başka üreticilere lisanslanmamakta ve yalnızca Mac'lerle birlikte sunulmaktadır. Bu işletim sistemi, Apple'ın çeşitli şekillerde Sistem, Mac OS ve Klasik Mac OS olarak adlandırılan orijinal Macintosh işletim sisteminin yerini aldı. Macintosh projesi, 1979 yılında Jef Raskin tarafından tasarlandı; ancak proje 1981'de Apple'ın kurucu ortağı Steve Jobs tarafından devralınıp yeniden şekillendirildi. Orijinal Macintosh, Apple'ın Super Bowl XVIII'deki “1984” reklamından sonra Ocak 1984'te piyasaya sürüldü. Bunu, aynı entegre kasa tasarımını paylaşan ve kademeli olarak iyileştirilen bir dizi model izledi. 1987'de piyasaya çıkan Macintosh II, renkli grafik desteği sunuyordu ancak kişisel bilgisayardan çok profesyonel iş istasyonu fiyatlandırmasına sahipti. 1994'te Power Macintosh serisiyle birlikte, Mac'ler Motorola 68000 serisinden PowerPC işlemcilere geçiş yaptı. Bu dönemde, kısa süreliğine de olsa başka üreticiler tarafından Macintosh klonları da satıldı. 1998'de piyasaya sürülen iMac G3 ile Mac serisi, IBM PC uyumlu sistemlere karşı rekabet gücünü yeniden kazandı. 2006 yılına gelindiğinde, Mac'ler Intel'in x86 işlemcilerine geçiş yaptı ve MacBook ile Mac Pro gibi yeni alt ürün serileri tanıtıldı. 2020 yılından itibaren ise Mac bilgisayarlar, ARM64 mimarisine dayanan Apple tasarımı Apple Silicon çiplerine geçiş sürecine başladı. Yazılım. İşletim sistemleri. Mac OS - Mac OS X. Macintosh serisi bilgisayarlar, genellikle Apple'in kendi ürünü olan Mac OS işletim sistemini kullanır. Mac OS, kendi içinde Mac OS Classic (1984-2001/1.0-9.2.2) ve Mac OS X (2001-/10.1--) olarak ikiye ayrılır. İki işletim sistemi birbirinden bağımsızdır ve Mac OS X, Classic altında çalışan yazılımları Classic (Mac OS X) adı verilen bir yazılım ile çalıştırmaktadır; ama Classic desteği, Apple'in Macintosh serisinde Intel işlemcileri kullanması ile bitmiştir ve günümüzde sadece PowerPC sahibi Macintoshlar Classic yazılımlarını çalıştırabilmektedir. Ayrıca 8 Haziran 2015'te MAC OS X'in son sürümü olan El Capitan(10.11) piyasaya sürülmüş ve daha önceki sürümlerin aksine son kullanıcılara ücretsiz olarak sunulmuştur. Windows. Intel işlemcili Macintoshlar, Boot Camp adı verilen bir yazılım sayesinde Microsoft Windows işletim sistemi de kullanabilmektedir. Yazılım, Windows XP SP2, Windows Vista, Windows 7 ve Windows 8 desteği ile işletim sisteminin Macintoshlarda rahatlıkla çalışabilmesi için gerekli sürücüleri de yüklemektedir. A/UX. Macintoshlarda çalışabilen başka bir işletim sistemi ise yine Apple'in kendi ürünü olan A/UX işletim sistemidir. İşletim sistemi Macintosh II, Macintosh Quadra ve Macintosh Centris serisi Macintoshlarda UNIX çalıştırılabilmesi ve ayrıca Mac OS işletim sisteminin arayüzünü koruma amacıyla, 1988 yılında piyasaya sürülmüştür. Sistem fazla tutmamış ve PowerPC işlemci serisine uyarlanmadan 1995 yılında geliştirilmesi durdurulmuş ve piyasadan kaldırılmıştır. Linux. Macintosh serisi bilgisayarlarda, çeşitli Linux sürümlerinin çalıştırılabilmesi mümkündür. Bunlardan belki de Macintosh için en ünlüsü MkLinux işletim sistemidir. Sistem 1996 yılında OSF Research Institute ve Apple C tarafından yapılmıştır. iApps. iApps, Apple'ın genelde Macintosh bilgisayarları ile birlikte dağıttığı veya iLife veya iWork gibi yazılım paketleri ile satışa sunduğu yazılımlara denir. Bu yazılımlar, iTunes dışında, sadece Mac OS X altında çalışmaktadır. "Bazı iApps türü uygulamalar:" Donanım. Şu anda üretimde olan bütün Macintosh serisi bilgisayarlar Apple M Serisi (Apple M1) işlemcileri kullanmaktadır. Bu bilgisayarlar minimum 8 GB hafıza içermektedirler. Güncel Macintoshlarda, 16 inç Macbook Pro, Mac pro ve Mac Studio hariç, yalnızca thunderbolt 4 portları kullanılmaktadır. İşlemci. Orijinal Macintosh, Macintosh 128k, 8 MHz hız ile çalışan Motorola 68000 işlemcisi ile üretilmiştir. Macintoshlarda kullanılan işlemciler doksanlı yılların başında kendini PowerPC, 2005 yılında ise Intel x86 işlemcilerine bırakmıştır ve Son olarak 2020 yılında Apple Silicon işlemciler kullanıldı. Veri Transferi ve bağlantılar. İlk çıkan Macintosh'lar, hard disk veya disket okuyucular için Apple'ın özel olarak hazırlanmış seri portunu kullanmaktaydı. Bu daha sonra kendisini Macintosh Plus'ın piyasaya sürülmesi ile SCSI'ye bırakmıştır. Klavye, fare gibi aygıtlar için, Macintosh II ile beraber Apple Desktop Bus(ADB) portu kullanılmaya başlanıldı. 1998 yılında iMac'in piyasaya sürülmesi ile birlikte, Apple, "ADB" yerine USB kullanmaya başladı. ADB portuna sahip olan son Macintosh, 1999 yılında piyasaya sürülen PowerMac G3 (B&W) oldu. Bu Macintosh ADB ile birlikte USB'yi destekleyen ilk ve tek Macintosh'du.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9536", "len_data": 5124, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.48 }
Türk Matematik Derneği, Türkiye'de matematikçi Cahit Arf önclüğünde 1948 yılında kurulmuş, kamu yararına çalışan bir dernektir. Amacı, matematikle ilgili bilim dallarının gelişmesini ve yurt içinde yaygınlaşmasını sağlamak, ekonomik, sosyal ve teknolojik alanlarda matematiğin ve matematikçinin katkısını artırmak, orta ve yüksek öğretimde matematik eğitiminin çekiciliğini, düzeyini ve etkinliğini yükseltmektir. İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nde görev yapan bir grup akademisyen tarafından kurulan derneğin; Ankara şubesi 1999 yılında açılmıştır. Türk Matematik Derneği, Türkiye'yi Uluslararası Matematik Birliği'nde (IMU) ve Avrupa Matematik Derneği'nde (EMS) temsil etmektedir. Dernek, 2005 yılından beri Ulusal Matematik Sempozyumu'nu düzenlemektedir. Lisans ve lisansüstü yaz okulları düzenlemek, lise ve üniversite öğrencileri ile matematiğe ilgi duyan kişilere yönelik bir dergi olan "Matematik Dünyası" adlı dergiyi çıkarmak, matematik lisans öğrencilerine burs vermek derneğin faaliyetleri arasındadır. Dernek başkanlığında bulunmuş matematikçiler arasında Tosun Terzioğlu (1989-2008), Ali Ülger (2008-2010), Betül Tanbay (2010-2016), Attila Aşkar (2016-) bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9540", "len_data": 1205, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.58 }
Saklambaç, bir tür çocuk oyunudur. Ayrıca şu anlamlara gelebilir,
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9551", "len_data": 65, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.16 }
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı bağlı olarak çalışan, dışişlerinden sorumlu olan bakanlık. Türkiye'nin diğer ülkeler ve uluslararası örgütlerle olan ilişkilerinin yürütülmesinden sorumlu olan bakanlığın başında şu an Hakan Fidan bulunmaktadır. Tarihçe. Osmanlı İmparatorluğu dönemi. 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti'nin dış işleri Reis-ül Küttabın yönetiminde idare edilmekteydi. Ancak Reis-ül Küttap aynı zamanda devlet yazışmalarını yapmak ve devletin ana kayıtlarını tutmak gibi başka görevler de üstlenmişti. 1793'te III. Selim döneminde ilk sürekli Büyükelçilik Londra'da açılmış ve Yusuf Agah Efendi ilk sürekli Osmanlı Büyükelçisi olarak atanmıştır. Böylece Osmanlı Devleti de sürekli temsil ve karşılıklılık esaslarına dayalı diplomasiyi uygulamaya başlamıştır. Avrupa ülkelerinde görev yapan Osmanlı Büyükelçileri, ikili ilişkilerin yürütülmesine ek olarak atandıkları ülkelerle ilgili bilgiler aktarmak suretiyle İmparatorluğun Batılılaşma ve reform sürecini hızlandırıcı rol oynamış, devlette modernleşmenin öncüleri olmuşlardır. Reis-ül Küttaplık sisteminin günün diplomatik ihtiyaçlarına ve koşullarına uygun olarak yapılandırılması çerçevesinde II. Mahmut döneminde önce Tercüme Odası kurulmuştur. 1835 yılında ise Padişah, harici işlerin çok artmış ve önem kazanmış olması sebebiyle, Reis-ül Küttaplık makamını nezaret seviyesine yükseltmiştir. Son Reis-ül Küttap Yozgatlı Akif Efendi, müşirlik rütbesiyle ilk Umur-ı Hariciye Nazırı yapılmıştır. Cumhuriyet dönemi. Cumhuriyet dönemi dış politikasının temelleri Millî Mücadele yıllarında atılmıştır. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının hemen ardından oluşturulan ilk Millî Hükûmetle birlikte "Hariciye Vekaleti" de 3 Mayıs 1920 tarihinde resmen kurulmuş ve başına Bekir Sami Bey getirilmiştir. Son derece kısıtlı imkânlarla kurulan Hariciye Vekaleti, Millî Mücadele döneminde dış temasların artan yoğunluğuyla birlikte, tüm zorluklara rağmen özverili biçimde görev yapmış ve Lozan'a giden süreçte önemli rol oynamıştır. Cumhuriyetin kurulmasının ardından Hariciye Vekaleti, hem iç seçimi hem de dış seçimi teşkilatını geliştirmeye başlamıştır. 1927 yılında Hariciye Vekaleti teşkilatına dair ilk kapsamlı hukuki düzenleme yapılmış ve 1154 sayılı kanun ile bakanlığın günümüzdeki yapısının temelleri atılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923 yılında kuruluşundan bu yana Mustafa Kemal Atatürk'ün görüş ve ilkeleri Türk Dış politikasının yürütülmesinde rehber olmuş, "Yurtta barış, dünyada barış" özdeyişi Türk Dış Politikasının temel hedefini oluşturmuştur. Bu doğrultuda Türkiye, 1930'lu yıllardan itibaren aktif ve barışçı bir dış politika izleyegelmiştir. Türkiye'nin II. Dünya Savaşı'nın içine çekilmesi ve bunun ülkeye getireceği yıkım, tüm baskılara rağmen ülkenin çıkarlarını gözeten etkin bir diplomasi sayesinde engellenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası ortam, Türk Dış Politikasını ve dolayısıyla Bakanlığın yapısını ve faaliyetlerini de önemli ölçüde şekillendirmiştir. 1945 sonrasında artan dış iktisadi ilişkiler ve uluslararası ekonomik kuruluşların yaygınlaşmasıyla birlikte bu alandaki çıkarların gözetilmesi de anılan Bakanlığın uhdesine alınmıştır. Aynı şekilde 1945 sonrası giderek yaygınlaşan uluslararası siyasi ve ekonomik işbirliği ve örgütlenme çabalarına uygun olarak, ikili ilişkilerin yürütülmesinin yanı sıra Bakanlığın işlevleri arasında çok taraflı siyasi ve ekonomik işler de ağırlıklı bir yer almıştır. Çok taraflı diplomasi faaliyetlerinin ve uluslararası örgütlerin çoğalması çerçevesinde daimi temsilciliklerin sayısı da arttırılmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında kapanmak zorunda kalan dış misyonların yeniden açılması ve buna yeni misyonların ve anılan daimi temsilciliklerin de eklenmesiyle birlikte 1950'li yıllardan itibaren Bakanlık dış teşkilatı önemli ölçüde büyümüştür. 1970'li yıllarla birlikte dış teşkilatta görevli memurları hedef alan planlı ve organize Ermeni terörizmi yaşanmıştır. Ermeni örgütü ASALA'nın gerçekleştirdiği suikastlere, Yunanistan'da faaliyet gösteren 17 Kasım örgütüne hedef olan Türk diplomat ve görevlilerimiz de eklendiğinde, Dışişleri şehitlerimizin sayısı beşi Büyükelçi olmak üzere 39'u bulmaktadır. Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte Bakanlıkta önemli gelişmeler yaşanmış ve teşkilat şemasında yapısal değişiklere gidilmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan yeni devletlerle birlikte dış misyonların sayısı artmıştır. Öte yandan, 1990'larda Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafyada yaşanan değişim, Türk Dış Politikası açısından çeşitli risk ve fırsatları beraberinde getirmiş ve ülkenin bu hassas coğrafyada barış, istikrar ve refahın sağlanması yönündeki önemini ve görevlerini daha da arttırmıştır. 1924 yılında 39 dış temsilciliğe sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, 2019 yılı sonu itibarıyla yurt dışında 246 misyonla temsil edilmektedir. Bu dış misyonların 142'si büyükelçilik, 13'ü daimi temsilcilik, 89 tanesi başkonsolosluk ve 1 tanesi ticaret ofisidir. Görevleri. Dışişleri Bakanlığının görev ve yetkileri şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9553", "len_data": 5042, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.56 }
Kütleçekim ya da çekim kuvveti, kütleli her şeyin gezegenler, yıldızlar ve galaksiler de dahil olmak üzere birbirine doğru hareket ettiği (ya da birbirine doğru çekildiği) doğal bir fenomendir. Enerji ve kütle eşdeğer olduğu için ışık da dahil olmak üzere her türlü enerji kütleçekime neden olur ve onun etkisi altındadır. Dünya'da, kütleçekim, fiziksel nesnelere ağırlık verir ve okyanus gelgitlerine neden olur. Evrendeki gaz halindeki maddenin çekimi, gaz halindeki maddeyi bir araya getirerek yıldızlar oluşturmaya ve yıldızların galaksilere birleştirilmesine, dolayısıyla kütleçekimin Evrendeki büyük ölçekli yapıların çoğundan sorumlu olmasına neden olmuştur. Kütleçekim, sonsuz bir aralıkta bulunurken, uzaktaki nesneler üzerindeki etkileri gittikçe daha zayıf hale gelmektedir. Kütleçekim, kütleçekimi bir kuvvet olarak değil, kütlenin / enerjinin düzensiz dağılımının yol açtığı uzay-zaman eğriliğinin bir sonucu olarak tanımlayan genel görelilik teorisi (1915'te Albert Einstein tarafından önerildi) tarafından açıklanmaktadır. Uzay zamanının bu eğriliğinin en uç örneği, hiçbir şeyin, ışığın bile, ufkuna girdikten sonra kara delikten kaçamamasıdır. Daha fazla kütleçekim çekim kuvveti zaman dilatasyonuyla sonuçlanır, burada zaman daha yavaş (daha güçlü) bir kütleçekim potansiyeline daha yavaş geçer. Bununla birlikte, çoğu uygulama için, kütleçekim, kütleçekimin neden olduğu varsayılan Newton'un evrensel çekim yasasıyla anlatılır. İki cisim kütlesinin çekim kuvvetinin kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı olduğu ve aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılı olduğu matematiksel bir ilişkiye göre birbirlerine doğrudan çekilen bir kuvvet. Kütleçekim, doğanın dört temel etkileşiminin en zayıf yönüdür. Kütleçekim kuvveti, güçlü kuvvetten yaklaşık 1038, elektromanyetik kuvvetten 1036 ve zayıf kuvvetten 1029 kat daha zayıftır. Sonuç olarak, kütleçekim, atom altı parçacıkların davranışı üzerinde önemsiz bir etkiye sahiptir ve günlük maddenin iç özelliklerini belirleme konusunda rol oynamaz (ancak kuantum çekim kuvvetine bakınız). Öte yandan, kütleçekim, makroskopik ölçekte egemen etkileşimdir ve astronomik cisimlerin oluşum şekli ve yörüngesinin (yörünge) sebebidir. Kütleçekim dünya ve evren boyunca gözlemlenen çeşitli olaylardan sorumludur. Örneğin, Dünya ve diğer gezegenlerin Güneş'in yörüngesinde, Ay'ın Dünyanın Yörüngesinde olmasına gelgitlerin oluşumuna, Güneş Sistemi'nin oluşumuna ve evrimine, yıldızlara ve galaksilere neden olur. Planck döneminde (Evrenin doğumundan 10-43 saniye sonrasına kadar) geliştirilen, muhtemelen kuantum kütleçekim, süper gravite veya kütleçekim tekilliği biçimindeki evrende kütleçekimin en eski örneği, muhtemelen bir sahte vakum, kuantum vakumu veya sanal parçacık gibi ilkel bir durumdan bilinmeyen bir biçimde meydana gelmiştir. Bu nedenle, kısmen her şeyin teorisinin araştırılması, genel görelilik teorisinin ve kuantum mekaniğinin (veya kuantum alan teorisinin) kuantum kütleçekime birleştirilmesi bir araştırma alanı haline gelmiştir. Kütleçekim teorisinin tarihçesi. Kütleçekimin Önceki Kavramları. Modern Avrupalı düşünürler haklı olarak kütleçekim teorisinin geliştirilmesi ile bağlantı kuruyorsa da, kütleçekim kuvvetini belirleyen önceden var olan fikirler vardı. İlk açıklamalardan bazıları, Dünya döndüğünde nesnelerin neden düşmediğini açıklamak için kütleçekim kuvvetini belirleyen Aryabhata gibi erken matematikçi astronomlardan geldi. Daha sonra, Brahmagupta'nın eserleri bu kuvvetin varlığına değinmişti. Bilimsel Devrim. Kütleçekim kuramıyla ilgili modern çalışmalar, Galileo Galilei'nin 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyıl başlarındaki çalışmaları ile başladı. Galileo, Pisa Kulesi'nden topları atan meşhur (muhtemelen apokrif deneyinde) eğilimleri düşen eğik top ölçümleri ile, kütleçekim ivmesinin tüm nesneler için aynı olduğunu gösterdi. Bu, Aristo'nun daha ağır nesnelerin daha yüksek bir kütleçekim ivmesi olduğuna olan inancından ciddi bir sapmaydı. Galileo, bir atmosferde daha az kütleye sahip nesnelerin daha yavaş düşebileceği için hava direnci olduğunu öne sürdü. Galileo'nun çalışmaları Newton'un kütleçekim kuramının formülasyonu için gerekli altyapıyı hazırladı. Newton'un kütleçekim teorisi. Sir Isaac Newton, 1642'den 1727'ye kadar yaşayan İngiliz fizikçi. 1687'de İngiliz matematikçisi Sir Isaac Newton Principia'yı yayınladı ve evrensel çekim kuvvetinin ters kare yasasını hipotez haline getirdi. Kendi sözleriyle, "Gezegenleri küreler içinde tutan güçlerin karşılıklı olarak etraflarındaki merkezlerden uzaklıklarının kareleri olması gerektiği ve dolayısıyla ayı Orb'da tutmak için gereken kuvveti karşılaştırdıklarını dile getirdim Yeryüzündeki kütleçekim kuvveti ile neredeyse tümüyle cevabını buldular. " Denklem şudur: formula_1 F kuvveti olduğunda, formula_2 ve formula_3, etkileşen nesnelerin kütleleridir; r, kütle merkezleri arasındaki uzaklıktır; G, kütleçekim sabitidir. Newton'un teorisi, diğer gezegenlerin eylemleri tarafından hesaplanamayan Uranüs hareketlerine dayalı Neptün varlığını öngörmek için kullanıldığında en büyük başarısını elde etti. Hem John Couch Adams hem de Urbain Le Verrier tarafından yapılan hesaplar gezegenin genel konumunu ve Le Verrier'in hesaplamaları Johann Gottfried Galle'in Neptün'ü keşfetmesine neden olan hesaplamalardı. Merkür yörüngesindeki bir tutarsızlık, Newton'un teorisindeki kusurları belirtti. 19. yüzyılın sonlarına doğru, yörüngesinin Newton'un teorisine göre açıklanamayan hafif dalgalanmalar gösterdiği biliniyordu, ancak başka rahatsız edici bir cisim (Güneş'i Merkür'den bile daha yakın bir gezegen gibi) aramıştı. Konu, Albert Einstein'ın yeni genel görelilik teorisi tarafından Merkür'ün yörüngedeki küçük tutarsızlıktan sorumlu olan 1915'te çözüldü. Newton'un teorisi Einstein'ın genel göreliliğiyle değiştirilirken, modern, göreceli olmayan kütleçekim hesaplamaları, Newton'un teorisini kullanarak yapılmaya devam etmektedir çünkü daha basit bir şekilde çalışılmaktadır ve yeterince küçük kütleler, hızlar ve enerjiler içeren çoğu uygulama için yeterince doğru sonuçlar verir. Eşdeğerlik (Denklik) ilkesi. Galileo, Loránd Eötvös ve Einstein gibi bir dizi araştırmacı tarafından araştırılan eşdeğerlik ilkesi, tüm nesnelerin aynı şekilde düştüğü ve kütleçekim etkilerinin ivme ve yavaşlamanın bazı yönlerinden ayırt edilemez olduğunu ortaya koymaktadır. Zayıf eşdeğerlik prensibini test etmenin en basit yolu, farklı kütlelerin veya kompozisyonların iki nesnesini vakumda bırakıp aynı anda zemine çarpıp vurmadıklarını görmektir. Bu tür deneyler, diğer kuvvetlerin (hava direnci ve elektromanyetik etkiler gibi) önemsiz olduğu durumlarda tüm nesnelerin aynı hızda düştüğünü göstermektedir. Daha sofistike testler Eötvös tarafından icat edilen bir torsiyon dengesini kullanıyor. Uzayda daha doğru deneyler için uydu deneyleri, örneğin STEP, planlanmaktadır. Eşdeğerlik ilkesinin formülleri şunları içerir: Genel Görelilik. Genel görelilikte, kütleçekimin etkileri, bir kuvvet yerine uzay-zaman eğriliğine atfedilir. Genel görelilik için başlangıç noktası, serbest düşüşe atalet hareketi eşlik eden eşdeğerlik ilkesidir ve serbest düşen atalet nesneleri yerdeki atıl olmayan gözlemcilere göre hızlandırılmış olarak tanımlar. Bununla birlikte, Newton fiziğinde, nesnelerden en az birisi bir kuvvet tarafından işletilmedikçe böyle bir ivme oluşabilir. Einstein, uzay zamanının madde tarafından kıvrıldığını ve serbest düşen cisimlerin kavisli uzayda yerel düz yol boyunca ilerlediğini önermişti. Bu düz yollara jeodezik denir. Newton'un hareket ilk yasası gibi, Einstein'ın teorisi, bir cisim üzerine bir kuvvet uygulanıyorsa, bir jeodezikten sapacaktır. Mesela, Dünya'nın mekanik direnci üzerimizde yukarı doğru bir kuvvet uyguladığından ayakta dururken jeodezik çalışmaları izlemiyoruz; bunun sonucu olarak yeryüzünde eylemsiz durumdayız. Bu, uzayda jeodeziklerin birlikte hareket etmenin neden atalet olarak kabul edildiğini açıklar. Çözümler. Einstein alan denklemlerinin başlıca çözümleri şunlardır: Testler. Genel göreliliğin testleri şunlardır: Kütleçekim ve kuantum mekaniği. Genel göreliliğin keşfini takip eden on yıllarda, genel göreliliğin kuantum mekaniği ile uyumsuz olduğu görülmüştür. Diğer temel kuvvetlerde olduğu gibi kütleçekimi de kuantum alan teorisi çerçevesinde açıklamak mümkündür. Burada, kütleçekimin çekimsel kuvvetinin, tıpkı sanal fotonların değiş tokuş edilmesi yolu ile elektromanyetik kuvvetlerin açığa çıkması gibi, sanal gravitonların alışverişi sırasında ortaya çıktığı düşünülür. Bu açıklama, genel göreliliği klasik limitte ortaya çıkarır. Ancak, bu yaklaşım, Planck uzunluğu ölçeğindeki kısa mesafelerde başarısızdır. Bu ölçeğe inildiğinde, kuantum çekiminin daha eksiksiz bir teorisine (veya kuantum mekaniğine daha yeni bir yaklaşıma) ihtiyaç bulunmaktadır. Detaylar. Yerçekimi. Dünya gezegeninin kütleçekimi, yerçekimi olarak adlandırılır. Bütün gezegensi cisimler kendi kütleçekimsel alanları ile çevrelenmişlerdir. Bu alanlar, Newton fiziği kullanılarak bakıldığında, bütün cisimler üzerinde çekim gücü uyguluyor olarak tarif edilebilirler. Küresel olarak simetrik bir gezegen varsaydığımızda, bu alanın, gezegensi cismin yüzeyinin üzerindeki herhangi bir noktadaki gücü, cismin kütlesi ile doğru orantılı, cismin merkezine olan uzaklığın karesi ile ters orantılıdır. Yerçekimsel alanın kuvveti, etkisi altındaki cisimlerin ivmelenmesine sayısal olarak eşittir. Dünya'nın yüzeyi yakınındaki düşen cisimlerin ivmelenme oranları yüksekliğe, dağlar ve tepeler ve belki sıra dışı oranda yüksek veya düşük yüzey altı yoğunluğuna bağlı olarak çok düşük miktarlarda değişkenlik gösterir. Ağırlıklar ve uzunluklar ile ilgili olarak Uluslararası Ağırlıklar ve Uzunluklar Bürosu tarafından standart bir kütleçekim değeri tanımlanmıştır. Bu değer Uluslararası Birimler Sistemi altında belirtilmektedir. Standart kütleçekim g ile gösterilir ve değeri g = 9.80665 m/s2 (32.1740 ft/s2) 'dir. Bu 9.80665 m/s2'lik değer, Uluslararası Ağırlıklar ve Uzunluklar Komitesi tarafından ilk seferinde benimsenmiş olan değerdir. 1901 yılında yapılan ölçüme dayanan bu bilgi, her ne kadar 10 binde beş oranında fazla yüksek olduğu gösterilmiş olsa da, hâlen standart değer olarak kullanılmaya devam etmektedir. Bu değer meteorolojide kullanılmaya devam edilmiştir ve bazı standart atmosferlerde,  her ne kadar asıl değer 45 derece 32 dakika 33 saniye olsa da, 45 derecelik enlemdeki değer olarak kabul edilmektedir. Bu, G için standart değeri baz alırsak ve hava direnci ihmal edersek, Dünya'nın yüzeyinde serbest bir biçimde düşen bir nesnenin, düştüğü her saniye için 9.80665 m/s (32.1740 ft/saniye) hızlanacağı anlamına gelmektedir. Böylece, durağan konumdan harekete geçen bir cisim, bir saniye sonunda 9.80665 m/s (32.1740 ft/saniye) hıza ulaşacaktır. Bu hız, ikinci saniye sonunda yaklaşık 19.62 metre/saniye (64.4 ft/s) olacak ve bu şekilde, sonrasında geçen her saniye içim hıza 9.80665 m/s (32.1740 ft/saniye) eklenecektir. Ayrıca, yine hava sürtünmesini ihmal ettiğimizde, aynı yükseklikten bırakıldığı takdirde herhangi ve bütün cisimler yere aynı anda çarpacaklardır. Newton'un üçüncü kanununa göre, düşen bir cisme uyguladığı kuvvetin aynısını kendisi de aynı büyüklükte fakat tam tersi yönde hissetmektedir. Bu, iki cisim birbirleri ile çarpışıncaya kadar, Dünya'nın da cisme doğru ivmelendiği anlamına gelmektedir. Dünya'nın kütlesi devasa olduğundan, bu tersine yönlü kuvvet ile Dünya üzerinde oluşan ivmelenme, nesnenin yaşadığı ivmelenmenin yanında çok küçüktür. Eğer nesne Dünya ile çarpıştıktan sonra sekmezse, bu sefer her biri diğerine itici bir temas kuvveti uygulayacak ve bu kuvvet çekim kuvvetini dengeleyerek daha fazla herhangi bir hareket olmasını engelleyecektir. Dünya üzerindeki kütleçekim kuvveti iki kuvvetten kaynaklanır (bu iki kuvvetin vektörel toplamıdır): a) Newton'un evrensel yasaları uyarınca uygulanan kütleçekimsel çekim b) merkezkaç kuvveti; bu kuvvet, dünyaya bağlı dönen bir referans noktası almamızdan kaynaklanmaktadır. Yerçekimi kuvveti, ekvatorda en düşük düzeydedir. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, ekvatorun üzerindeki noktalar, Dünya'nın merkezine en uzak noktalardır. İkincisi ise, merkezkaç kuvvetinin en güçlü biçimde hissedildiği yerin Ekvator olmasıdır. Yerçekimi kuvveti enlemin artması ile birlikte ekvator çizgisi üzerindeki 9.780 m/s2'lik değerinden kutuplar üzerindeki 9.832 m/s2'lik değere doğru artar. Dünya’nın Yüzeyi Yakınında Serbest Düşen Bir Cisme Ait Denklemler. Sabit bir kütleçekimsel çekim kuvveti varsayımı altında, Newton'un evrensel çekim kuvveti kanunu, "F=mg" formülüne indirgenir. Burada m, cismin kütlesi, g ise Dünya üzerindeki ortalama büyüklük değeri 9.81m/s2 olan sabit bir vektördür. Ortaya çıkan kuvvete cismin ağırlığı denir. Kütleçekimden kaynaklanan ivmelenmeye bu g değerine eşittir. Başlangıçta durağan olan bir cisim, serbest bırakıldığı takdirde, serbest düşüş sırasında geçirdiği zamanın karesi ile orantılı bir biçimde yol alır. Sağda görülen resimde, yarım saniyelik süre zarfında stroboskopik flaş kullanılarak saniyede 20 flaş hızı ile çekilmiştir. Saniyenin ilk 20'de 1'lik kısmında, düşen top bir birim mesafe katetmektedir (burada, bir birim mesafe yaklaşık 12 milimetredir). İkinci 20'de 1'lik süre sonunda, cisim toplamda 4 birim düşmüş olmakta ve bu hızlanma üçüncü 20'de 1'lik saniyede 9 birim şeklinde devam etmektedir. Aynı sabit kütleçekim varsayımları altında, h yüksekliğinde duran bir cismin potansiyel enerjisi "Ep= mgh (veya Ep=wh, w=ağırlık)" 'tır. Bu gösterim, Dünya'nın yüzeyine olan mesafe olan h'ın yalnızca çok kısa olduğu mesafeler için geçerlidir. Benzer şekilde, ilk hız v ile fırlatılan bir cismin ulaşabileceği en büyük yüksekliğin gösterimi de formula_4 küçük yükseklikler ve küçük başlangıç hızları için geçerlidir. Kütleçekimsel Astronomi. Yerçekimi içerisinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisini oluşturan yıldızlara etki eder. Newton'un kütleçekim kanunlarının uygulanması, Güneş Sistemi’ndeki gezegenler, Güneş'in kütlesi, kuvasarların detayları ve hatta karanlık maddenin varlığı hakkında bile bugün sahip olduğumuz detaylı bilginin çoğunun kaynağını oluşturmaktadır. Her ne kadar ne bütün gezegenlere ne de Güneş'e yolculuk etmemiş olsak da, bunların kütlelerini biliyoruz. Bu kütleler, kütleçekim kanunlarının yörüngenin ölçülen karakteristiklerine uygulanması yolu ile elde edilmektedirler. Uzayda bir cisim, ona etki eden kütleçekim nedeniyle yörüngesini muhafaza eder. Gezegenler, yıldızların yörüngesinde dolanır, yıldızlar ise galaktik merkezlerin çevresinde dolanırlar. Galaksiler, yığınların ortasındaki ağırlık merkezinin çevresinde dolanırlar ve yığınlar da süper yığınların yörüngesindedirler. Bir cisim üzerine diğer bir cisim tarafından etki eden kütleçekim kuvveti, bu cisimlerin kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı ve aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılıdır. Muhtemelen kuantum çekimi, süper çekim veya kütleçekimsel tekillik şeklindeki en erken kütleçekim, uzay ve zaman ile birlikte, Evren'in başlangıcını takip eden 10-43 saniyelik bir süre olan Planck evresinde ortaya çıkmıştır. Daha öncesinde ise Evren'in sahte vakum, kuantum vakumu veya sanal parçacık gibi daha ilkel bir düzeyde olduğu düşünülmekte fakat Planck evresine nasıl geçiş yaptığı bilinmemektedir. Kütleçekimsel Radyasyon. Genel göreliliğe göre, kütleçekim radyasyonu, uzay-zamanın osilasyonu gösterdiği yerlerde ortaya çıkar. Bu, birbirinin çevresinde yörüngeye girmiş cisimlerde görülür. Güneş sistemi tarafında yayılan kütleçekimsel radyasyon ölçülemeyecek kadar küçüktür. Ancak, ikili pulsar sistemlerde zaman içerisinde oluşan enerji kaybı olarak kütleçekim radyasyonunun dolaylı gözlemi yapılabilmiştir. PSR B1913+16 bu tip pulsarlara bir örnektir. Nötron yıldızı birleşmelerinde ve kara delik oluşumlarının da tespit edilebilir büyüklükte kütleçekim radyasyonu oluşturabileceği düşünülmektedir. Lazer İnterferometre Kütleçekimsel Dalga Gözlemevi (LIGO) gibi kütleçekimsel radyasyon gözlem evleri, bu problem üzerinde çalışmak üzere inşa edilmişlerdir. 2016 yılının Şubat ayında, Gelişmiş LIGO takımı kara deliklerin çarpışmasından doğan kütleçekimsel dalgaları keşfettiklerini açıkladılar. 14 Eylül 2015 tarihinde LIGO, dünyadan 1.3 milyar ışık yılı uzaklıktaki iki kara deliğin çarpışmasından doğan kütleçekim dalgalarını ilk kez kayıt etti. Bu gözlemler, Einstein ve diğerlerinin, bu tip dalgaların var olduğuna ilişkin teorik tahminlerini teyit etmiştir. Olay aynı zamanda ikili kara delik sistemlerinin varlığını da göstermiş ve kütleçekimin doğasının, Büyük Patlama ve sonrası dahil evrendeki olayların anlaşılmasına yönelik olarak pratik gözlemlerin de önünü açmıştır. Kütleçekimin Hızı. 2012 yılının Aralık ayında, Çin'deki bir araştırma ekibi, dolunay ve yeni ay boyunca oluşan Dünya'nın gelgitleri arasındaki faz gecikmesini bulduğunu açıkladı. Bu sonuçlar, kütleçekimin hızının ışık hızı ile aynı olduğunu gösteriyordu. Bunun anlamı şudur; eğer güneş bir anda ortadan kaybolacak olsa, dünya, ışığın bu mesafeyi kat etmesi için gereken süre olan 8 dakika daha normal bir şekilde yörüngesinde kalacaktır. Takımın bulguları Şubat 2013 tarihli Çin Bilim Bülteni'nde yayınlanmıştır. Anormallikler ve Çelişkiler. Mevcut teori ile açıklanamayan bazı gözlemler de bulunmaktadır. Bu gözlemlerin varlığı, daha iyi kütleçekim teorilerinin yapılması gerektiğine işaret ediyor olabilir veya bilim insanlarını farklı açıklama yollarına sevk edebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9557", "len_data": 17373, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.4 }
Madenî para veya eski dilde sikke; altın, gümüş, bakır, bronz, alüminyum vb. madenlerin alaşımından yapılan para. İlkel çağlardan beri ticarette geçerli olan değiş-tokuş yöntemleri yerine, daha kullanışlı bir değişim aracı olarak icat edilmiştir. Sikke kavramı daha çok tarihî madenî paraları tanımlamak için kullanılır. Günümüzde madenî paraları tanımlamak için bozuk para kavramı da kullanılır ancak bozuk para kavramı her zaman 'sadece' madenî paraları kapsamayabilir. Para. Para, malların alımında ve satımında kullanılan en yaygın değişim aracıdır. Para, fiyatlar ile değerleri ifade eden bir araçtır. İnsanlar ve ülkeler arasında el değiştirerek ticari etkinliklerin yürütülmesini sağlar. Bununla birlikte temel bir zenginlik ölçüsüdür. Taşıma ve ölçme kolaylığı sağlamak gibi özellikleri bulunan paranın asıl önemi, biçiminden ve yapıldığı madenden çok mal ve hizmet alımında herkesin benimsediği bir ödeme aracı olmasıdır. Eskiden, aralarında deniz kabuğu, boncuk, taş ve sığırın da bulunduğu bazı değerli mallar para gibi kullanılıyordu. M.Ö. 8. yüzyılda Çin'de, para yerine çapa, tırmık gibi bazı tarım aletlerinin küçük modellerinin yapılıp kullanıldığı bilinmektedir. Metal paraları inceleyen bilim dalına "nümismatik" denir. Yunanca ""nomisma" ve Latince "numisma"" sözcüklerinden türetilmiştir. Osmanlıcada bu kavram "ilm-i meskukat" ya da kısaca "meskukat" (Arapça 'sikke'den) olarak geçmektedir. İlk olarak Lidya'da bulunmuştur. Sikke. Eski metal paralar "sikke" biçiminde adlandırılırlar. Kazılarda, temel altında veya duvar harcı içinde bulunmuş herhangi bir sikke tabakayı kesin biçimde tespit eder. Aynı zamanda devlet şeklini, bölgesini bildirir, hatta onların incelenmesinden sayısız tarihi olaylar ve gerçekler ortaya çıkar. Ortadan kalkmış şehirlerin isimlerini, kaybolmuş bir heykeli, yıkılmış bir binayı, o zaman var olan ancak bugün yetişmeyen bir bitkiyi, sikkelerdeki tasvirler sayesinde öğrenebiliriz. Sikke, devletin resmi damgasıyla garantilenmiş, kullanımı kolay madeni bir alım aracıdır. Sikke, M.Ö. 7. yüzyılda Anadolu'da Lidyalılar tarafından icat edilmiştir. Altın ve gümüş karışımından meydana gelen elektrondan yapılmıştır. Bu doğal elektronu ilk kez altın ve gümüşe ayırarak sikke bastıran Pers kralı Kyros'tur Sikkenin kâğıt paraya üstünlüğü madenindendir. Kağıt paranın maddesi değersizdir. Sikkenin hem yapım maddesi değerlidir, hem de daha kullanışlıdır. Bu nedenle daha çok tercih edilmiştir. Sikkeler, yazılı belgeler ve arkeolojik bulgular ile birlikte incelendiğinde insanlara pek çok konuda bilgi verirler. Örneğin kentlerin ya da devletlerin zenginlik düzeylerine ışık tutarak ekonomi tarihine ışık tutarlar. Devletlerin hangi coğrafyada egemenlik kurdukları ya da ticari ilişkilerinin nereye kadar uzandığı yine bulunan sikkelerle anlaşılabilmektedir. Sikkelerin ekonomik ve siyasi yaşama ilişkin bilgi vermenin yanı sıra diğer bir yönleri de belgesel özellik taşımalarıdır. Sikkeler ve madalyonlar tarihsel kişilerin resimleri konusunda önemli kaynaklardır. Birçok tarihsel kişiliğin yüzleri bu sikkeler aracılığıyla bilinmektedir. Sikkelerde ayrıca devletle ilgili bilgiler, şehir adları, bina, heykel veya bitki tasvirleri bulunabilmektedir ve bu yönüyle de önemlidirler. Malzemeler. Eski çağlarda yapılan sikkelerde kullanılan başlıca metaller arasında altın, gümüş, bakır, altın ve gümüş karışımı olan elektron, tunç ve pirinç sayılabilir. Anadolu'da ilk metal paralar elektrondan yapılmıştır. Değerli metallerin para yapımında kullanılması 20. yüzyıla kadar sürmüş ancak kâğıt paranın yaygınlaşması ile yavaş yavaş terk edilmiştir. Günümüzdeki bozuk para ihtiyacı için yapılan metal paralarda nikel, bakır-nikel, tunç, alüminyum ve tunç-alüminyum gibi metal ve alaşımlar kullanılmaktadır. Paraların metalden yapılması, dayanıklılığının yanı sıra, metalin eritilip bir kalıba dökülerek biçimlendirilmesindeki kolaylıktan da geliyordu. Bu nedenle döküm, para basımının en önemli işlemlerinden biri olmuş, hatta pek çok yerde para yalnız döküm yoluyla üretilmiştir. Ancak içerisine daha değersiz metaller karıştırarak paranın değerinin düşürülebildiği, böyle bir paranın da ilk bakışta gerçek değerde olandan ayırt edilemediği anlaşılınca, bu durumu önlemek için farklı yöntemler denenmeye başlanmıştır. M.Ö. 7. yüzyılda Batı Anadolu'da para, eriyik haldeki metalin düz bir yüzey üstüne dökülmesiyle yapılıyordu. Altları düz olan bu paraların üsleri metal eriyiğindeki yüzey gerilimi nedeniyle hafif yuvarlak oluyordu. Bunu düzeltmek için çekiç ya da tokmak gibi aletler kullanılıyordu. Bir süre sonra bu aletlerin üzerindeki girinti ve çıkıntıların paranın üstünde iz bıraktığı fark edilince, bunun düşük değerde para basımını engellemekte kullanılabileceği düşünüldü. Ardından paranın üstüne, değişim değerinin resmen onaylanması anlamına gelen yönetici ya da devlet işaretleri işlenmeye başlandı. Eski çağlardan günümüze ulaşan para kalıplarının çoğu tunçtan yapılmıştır. Romalıların demir kalıplar da kullandığı bilinmektedir. Alt kalıbın içine yerleştirilen metalin üstüne, bir sapın ucundaki üst kalıp konulup çekiçle vurularak arada kalan madene hem ince pul biçimi verilir, hem de istenen işaretler işlenirdi. Vurmaya dayanan bu para basma yönteminde bir süre sonra metal eriyiği doğrudan alt kalıbın içine dökülmeye başlandı. Bu yöntemle, alt kalıp bozulmadan 10-20 bin para basılabileceği, çekiç darbelerinden direkt olarak etkilenen üst kalıbın ise bunun yarısı kadar para basımına elvereceği bilinmektedir. Bir kalıpta bir kişinin çalıştığı küçük darphanelerde saatte 100 tane sikke yapılabileceği bilinmektedir. Kalıplarda yapılan değişiklikler paraların biçiminin yanı sıra üretim etkniklerini de etkiledi. Sasaniler döneminde İran'da 220'den sonra ince kalıp kullanıldı. Bu da hem daha ince paraların yapılmasına, hem de bunların üstündeki kabartmaların daha alçak tutulmasına yol açtı. Bizans aracılığı ile Avrupa ülkelerine geçen bu yöntem, Bazı Frank ve Sakson krallıklarında da aynı paranın üstüne, her biri yalın işaretler taşıyan birkaç kalıpla baskı yapılır, böylece daha karmaşık bir kabartma elde edilirdi. Avrupa metal paralarında hem kabartma, hem de oymalar bulunurken, İslam ülkelerinin paralarında oyma daha ağır basmaktaydı. Gümüş para yapımında, önce gümüş ince bir katman biçiminde dökülür, sonra da eriyik tam soğumadan çekiçle istenilen kalınlığa getirilirdi. Aşağı yukarı 10. yüzyılda gerçek para boyutlarından biraz daha büyük dörtgen parçalar hazırlanmaya, daire biçimindeki kalıbın içine yerleştirilip sıkıştırıldıktan sonra yanlardaki fazlalıklar kesilerek alınmaya başlandı. Metal para bastırmak karşılığında kullanılan "sikke kestirmek" deyimi buradan gelmektedir. 15. yüzyılda para basımının hızlanması, daha iyi kalıpların yapılmasına yol açtı. Bunlardan biri demir kalıptı. Kalıbın içine karbon konup fırına veriliyor, bu da onun çeliğe dönüşerek daha sertleşmesini sağlıyordu. Paraların kenarının kesilip değerlerinin düşürülmesi tehlikesine karşı da buraya çentikler yapmak, tırtıklar açmak ya da bir yazı kazımak gibi önlemler uygulanıyordu. Ayrıca kalıpları, çekiçle vurmak yerine vida ile sıkıştırarak üstlerindeki işaretlerin paraya geçmesini sağlayacak yöntemler de geliştirildi. Bu yöntem 16 yüzyılda İtalya ve İngiltere'de de kullanıldı. 16. yüzyılda Almanya'da döner kalıplar geliştirilmeye başlandı. Bunlar üstüne kabartma yapılacak metali kendi kendine içine alıp baskıdan sonra da dışarı çıkaran eğri yüzlü kalıplardı. Bu yöntemle para yapılacak metalin kalıplara küçük parçalar biçiminde tek tek yerleştirilmesi yerine, baskı yürüyen bir bant üstünde yapılarak üretim hızı artırılabiliyordu. Daha sonra baskıda çekiç yerine vida ile sıkıştırma yöntemi kullanıldı. Bu teknik 18. yüzyıla kadar kullanıldı. 19. yüzyılda geliştirilen buhar makinesi kısa sürede para yapımında kullanılmaya başlandı. Kalıplar için ise niteliği yükseltilmiş çelikten yararlanılmaya başlandı. Günümüzde kalıpların yapımı, paraların basımı gibi işlemler elektrikli makinelerle gerçekleştirilmekte, kullanılan metallerin özelliklerini ve niteliklerini belirlemek, basılan paraların denetimini yapmak için de bilgisayarlardan yararlanılmaktadır. Çeşitli eritme ve arıtma süreçlerinden geçirilen metaller dakikada yüz metal para basan makinelere gelmekte, basımdan sonra, artanlar ya da eskimiş paralar yeniden üretilmek üzere fırınlara gönderilmektedir. Bir kalıpla 200 binden fazla para basılabilmektedir. İslam Ülkelerinde. İslam ülkelerinde dinar (altın) dirhem (gümüş) ve fels (bakır) olmak üzere üç tür metal para kullanıldı. Yüzyıllarca Roma, Bizans ve Sasani paralarının sürümde kaldığı Ortadoğu'da ilk İslam parası Halife Ömer döneminde (634-644), Sasani paraları üstüne İslama özgü bazı işaretlerin kazınması ile oluşturuldu. Emevi halifesi I. Muaviye, Sasani paralarına kendi kılıçlı tasvirini koydurttu. Halife Abdülmelik ise 693'te bir yüzünde kendi resminin bulunduğu ilk İslam dinarını bastırdı. Bu paranın öbür yüzünde kelime-i tevhid yazılıydı. 694'te Emevi eyaletlerinde gümüş İslam paraları basılmaya başladı. Emevi Dinarı, Bizans solidus'una eşit saf altın, dirhem de saf gümüştü. Metal paraların üzerine hükümdar ve halifelerin adlarının yazılmasını ilk kez Emeviler uyguladı. 9. yüzyılda İslam sikkelerinin biçimi temel kurallara bağlandı. Paranın üstüne egemenliği tanınan halifenin ve hükümdarın adı, sultanın ya da melikin kendisinin ve babasının adı, hükümdarlık unvan ve lakapları, kelime-i tevhid, paranın basıldığı kent ve basım yılı yazılmaya başlandı. Halifeden ve sultandan bağımsızlık izni alan küçük beyler de adlarını taşıyan sikke bastırmayı egemenliklerinin gereği sayıyorlardı. Örneğin parasındaki özel unvanları arasında "ed-devle" ile biten bir tamlamanın bulunması o hükümdarın bağımlılığını, "ed-dünya" sözünü içeren bir unvanın bulunması ise bağımsızlığını belli ediyordu. Bunun gibi "melik", "sultan", "emir" unvanlarının da siyasal anlamları vardı. Bu unvanları tamamlayan "el-kamil", "el-adil", "ebu'l-muzaffer", "ebu'l-feth", "el-gazi" gibi lakaplar da siyasal, dinsel ve askeri anlamlar taşıyordu. Karahanlılar, Samaniler ve Büyük Selçuklu Hanedanı'ndaki bu gelenek başka devletlere de yayıldı. Müslüman olmayan komşu devletlerle sürdürülen ticaret ilişkileri, insan tasvirli İslam sikkelerinin de çıkarılmasına yol açtı. İlk Osmanlı gümüş parası akçenin 1326'da Orhan Gazi adına kesildiği kabul edilir. Ancak babası Osman Gazi döneminde basılmış bir akçe parçası da bulunmuştur. I. Beyazid gümüş ve bakır Osmanlı paraları için düzenlemeler getirdi. II. Mehmed dönemine kadar akçe ve pul denilen sikkelerle Venedik Dukası sürümdeydi. II. Mehmed 1447'de sultani olarak bilinen ilk Osmanlı altınını bastırdı. İlk tuğralı Osmanlı paraları III. Mehmed adına basıldı. 1625'te alınan "tashih-i sikke" kararından sonra kuruş, 1640'ta da para adı verilen metal paralar basıldı. 1687'de sikkelerin hepsine darphane damgası vurulması kararlaştırıldı. 18. yüzyılın başında Osmanlı piyasasında cedid, İslambol, şerifi gibi yerli altın paralardan başka yaldız, frengi, esedi, zolata, Abbasi, tümen gibi yabancı altın ve gümüş paralar da sürümdeydi. Yerli ve yabancı paraların pariteleri arasındaki fark altın ve gümüş kaçakçılığına yol açıyor, bu durum da ekonomiyi sarsıyordu. 18. yüzyılın ikinci yarısında "zer-i mahsub" serisi altın ikilik, üçlük, beşlik ve onluklar çıkartılırken, üstlerine "duribe fi Konstantiniye" yerine "duribe fi İslambol" ifadesi konuldu. 19. yüzyılda dünya piyasalarında altının giderek değer kazanması nedeniyle metal paraların paritelerinin sık sık yeniden belirlenmesi gerekti. II. Mahmud'un (1808-39) son yıllarında Osmanlı sikkelerinin basımı ve birimleri konusunda köklü yenilikler gerçekleştirildi. Abdülmecid 1840'ta çıkardığı bir fermanla bütün metal paraların yenilenmesini istedi. Darphanede sarkaç sistemine geçildi. 22 ayar, yüzlük serisi altın ve gümüş Mecidiyeler çıkarıldı. Bakır sikkeler de 5, 10, 20 ve 40 para olarak basıldı. Maliye Nezareti içinde kurulan Meskukat-ı Şahane İdaresi altın ve gümüş fiyatlarındaki değişmeleri de dikkate alarak Osmanlı Mecidiyesi'ne göre eski Osmanlı ve yabancı paraların kurlarını belirliyordu. Osmanlı Bankası'na banknot çıkarma yetkisinin verilmesinden (1863) sonra, 1881'de Meskukat-ı Osmaniye Kararnamesi yayınlandı. 26 Mart 1916'da çıkarılan Tevhid-i Meskukat Kanunu'yla Osmanlı metal paraları altın, gümüş ve nikel olarak belirlendi. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Osmanlı metal paraları sürümde kaldı. 1924 ve 1925'te çıkarılan 411 ve 624 sayılı yasalarla altın ve gümüş para sistemine son verildi. Nümismatik sözcüğü; klasik çağ Yunancasında ""nomos" (kanun) ve "nomisma"" (gelenek, ölçü ve sikke) anlamına gelen sözcüklerden türetilmiştir ve sikke bilimi anlamına gelmektedir. Bu bilim dalı sikkenin her türü ve biçimiyle ilgilenir. Kendisine uğraşı alanı olarak nümismatiği seçen ve bilimsel yaklaşımlarla sikkeleri inceleyen kişilere de "nümismat" denir. Sikkeler; ilk basılışlarından bu yana, yüzyıllar önce yaşamış toplumlar hakkında bilgiler veren ve tarihi konuşturan belge niteliğindeki nesnelerdir. Bu özellikleri nedeniyle bu nesnelerin incelenmesi bir bilim dalı olarak kabul görmüş ve nümismatik bilimi doğmuştur. İlk kez 2600 yıl önce Batı Anadolu'da basılan sikkeler, birbirinden bağımsız olarak yalnızca birkaç toplumda; Anadolu'da, Hindistan'da ve Çin'de ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sikke biliminde üç ayrı gelenekten ya da ekolden söz etmek mümkündür. Yeryüzünün Anadolu-Akdeniz havzası ve Ortadoğu bölgelerini kapsayan bölümünde çeşitli zaman dilimlerini kapsayan sınıflandırmalar da yapılmaktadır. Örneğin sikkenin icatından Bizans Devletinin sonuna kadar basılan sikkeler "Antik Nümismatik" adı altında incelenirken, Orta Çağ İslam Devletleri ve Osmanlı İmparatorluğu dönemi sikkeleri "İslami Nümismatik" adı altında incelenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9559", "len_data": 13753, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.79 }
Yerçekimi ( ile gösterilir), kütleçekim (Dünya içindeki kütle dağılımından) ve merkezkaç kuvvetinin (Dünya'nın dönüşünden) birleşik etkisi nedeniyle nesnelere aktarılan net ivmedir. Yönü bir şakul topuzuyla çakışan, gücü veya büyüklüğü formula_1 normuyla temsil edilen vektörel bir niceliktir. Bu vektör niceliğinin ivmesi SI birimlerinde metre bölü saniye kare (m/s2 veya m·s−2) veya eşdeğer olarak kilogram başına newton (N/kg veya N·kg−1) olarak ifade edilir. Dünya'nın yüzeyine yakın yerlerde, yer çekimi ivmesi yaklaşık olarak olup, hava direnci göz ardı edildiğinde serbest düşen bir nesnenin hızı her saniye yaklaşık olarak artar. Bu nicelik bazen gayri resmi olarak "küçük " ile gösterilir (bunun tersine, kütleçekimi sabiti "büyük " ile gösterilir). Dünya'nın yer çekimi kuvvetinin kesin gücü konuma bağlı olarak değişir. Dünya'nın yüzeyindeki nominal "ortalama" değeri, standart yer çekimi olarak tanımlanır ve olarak belirlenmiştir. Bu nicelik; , (ancak bu bazen Dünya'daki normal ekvatoral değer anlamına gelir, ), , gee veya basitçe (bu aynı zamanda yerel değer değişkeni için de kullanılır) olarak çeşitli şekillerde gösterilir. Bir nesnenin Dünya yüzeyindeki ağırlığı, Newton'un ikinci hareket yasası ( ()) ile belirtilen, o nesne üzerindeki aşağıya doğru kuvvettir. Kütleçekim ivmesi, toplam yer çekimi ivmesine katkıda bulunur, fakat Dünya'nın dönüşü gibi diğer faktörler de buna katkıda bulunur ve bu nedenle nesnenin ağırlığını etkiler. Yer çekimi, normalde gelgit etkileri olarak açıklanan Ay ve Güneş'in kütleçekim etkisini içermez. Büyüklükteki sapma. Eşit kütle yoğunluğuna sahip veya yoğunluğu sadece merkezden uzaklığa bağlı olan (küresel simetri) dönmeyen mükemmel bir küre, yüzeyinin tüm noktalarında eşit büyüklükte bir kütleçekimi alanı üretecektir. Ancak, Dünya dönüyor ve küresel simetrisi yoktur. Kutuplarda biraz daha düzken, Ekvatordaki şişme nedeniyle basık küremsidir. Bu nedenle, yüzeyi boyunca kütleçekim büyüklüğünde hafif sapmalar oluşur. Dolayısıyla Ekvator ve çevresinde yer çekimi az, kutuplara doğru gidildikçe daha fazladır. Dünya yüzeyindeki yer çekimi, Peru'daki Nevado Huascarán dağında 9,7639 m/s2'den, Kuzey Buz Denizi yüzeyinde 9,8337 m/s2'ye kadar yaklaşık olarak %0,7 oranında değişkenlik gösterir. Büyük şehirlerde, Kuala Lumpur, Meksiko ve Singapur'da 9,7806 ile Oslo ve Helsinki'de 9,825 aralığında değişir. Geleneksel değer. 1901'deki üçüncü Ölçüler ve Ağırlıklar Genel Konferansı'nda, Dünya'nın yüzeyi için standart bir yer çekimi ivmesi tanımlandı: "g"n = 9,80665 m/s2. Bu, 1888'de Paris yakınlarındaki Pavillon de Breteuil'de yapılan ölçümlere dayanıyordu ve deniz seviyesinde 45°'lik bir enleme dönüştürmek için teorik bir düzeltme uygulanmıştı. Dolayısıyla bu tanım, belirli bir yerin değeri veya dikkatlice hesaplanmış bir ortalama değil, daha iyi bir gerçek yerel değer bilinmiyorsa veya önemli değilse kullanılacak bir değer için oluşturulmuş mutabakattır. Aynı zamanda kilogram-kuvvet ve pound-kuvvet birimlerini tanımlamak için de kullanılır. Dünya yüzeyindeki yer çekimi ivmesini; Dünya'nın ortalama yarıçapı (), deneysel olarak belirlenen kütleçekimi sabiti ve 5,9722 kg'lık Dünya kütlesi kullanılarak hesaplamak, 9,80665 m/s2'lik standart yer çekiminden biraz daha büyük olan 9,8203 m/s2'lik bir ivme değerini verir. Standart yer çekiminin değeri, bir yarıçapta Dünya üzerindeki yer çekimine karşılık gelir. Enlem. Dünya'nın yüzeyi döndüğü için, ivmesi olan bir referans çerçevesidir. Dünya'nın dönüşü tarafından üretilen dışa doğru merkezkaç kuvveti, Ekvatora yakın enlemlerde kutup enlemlerine göre daha büyüktür. Bu, düşen nesnelerin görünür aşağı ivmesini küçük bir derecede azaltarak (Ekvatorda maksimum %0,3'e kadar) Dünya yerçekimini dengeleyen bir etki yapar. Farklı enlemlerdeki yerçekimi farkının ikinci büyük sebebi, Dünya'nın ekvatorda şişkin oluşunun (dönüşten kaynaklanan merkezkaç kuvvetinin neden olduğu) Ekvator'daki nesnelerin, kutuplarda bulunan nesnelere göre gezegenin merkezinden daha uzakta olmasına neden olmasıdır. İki cisim (Dünya ve tartılan cisim) arasındaki çekim kuvveti aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olduğundan, Ekvator'daki bir cisim, kutuplardan birindeki bir cisimden daha zayıf bir kütleçekime maruz kalır. Kombine edildiğinde ekvator şişkinliği ve dönmeye bağlı yüzey merkezkaç kuvvetinin etkileri, Ekvatorda deniz seviyesindeki yer çekiminin yaklaşık olarak 9,780 m/s2'den, kutuplarda yaklaşık 9,832 m/s2'ye kadar artmasına neden olur. Bu nedenle bir nesne kutuplarda, Ekvatordan yaklaşık %0,5 oranında daha ağır olur. Yükseklik. Yeryüzünden yükseldikçe yerçekimi azalır, çünkü daha yüksek bir irtifaya çıkıldıkça Dünya'nın merkezine olan uzaklık artar. Diğer tüm faktörler eşit olduğunda, deniz seviyesinden yüksekliğe çıkmanın ağırlık kaybı yaklaşık %0,29'dur. (Yüksekteki hava yoğunluğundaki azalma nesnenin kaldırma kuvvetini azalttığı için görünür ağırlığı etkileyen ek bir faktördür. Bu, 9.000 metre yükseklikteki bir kişinin görünen ağırlığını yaklaşık %0,08 arttırır.) Yörüngede bulunan astronotların yerçekimsiz ortamda oldukları düşüncesi yaygın bir yanılgıdır, çünkü Dünya'nın yerçekiminden kaçmak için yeterince yüksekliktedirler. Aslında, ISS'nin tipik yörüngesi olan yükseklikte yerçekimi hala Dünya yüzeyindekinin yaklaşık %90'ı kadar güçlüdür. Ağırlıksızlık, yörüngede olan nesnelerin serbest düşüşte olmaları nedeniyle gerçekleşir. Yer yüksekliğinin etkisi, yerin yoğunluğuna bağlıdır. Deniz seviyesinden yükseklikte dağların üzerinde uçan bir kişi, aynı yükseklikte deniz üzerinde uçan birinden daha fazla yerçekimi hissedecektir. Ancak, yer yüzeyinde duran bir kişi, yükseklik arttıkça daha az yerçekimi hisseder. Aşağıdaki formül Dünya'nın yerçekimi değişimini yüksekliğe bağlı olarak yaklaşık hesaplar: Bu formül, Dünya'yı kütle dağılımı açısından radyal olarak simetrik bir mükemmel küre olarak ele alır; daha doğru matematiksel bir işlem aşağıda belirtilmiştir. Derinlik. Yeryüzünün merkezinden uzaklıktaki yerçekimi için yaklaşık bir değer, Dünya'nın yoğunluğunun küresel olarak simetrik olduğu varsayımıyla elde edilebilir. Yerçekimi, yarıçapı olan kürenin içindeki kütleyle sınırlıdır. Dışarıdan yapılan tüm katkılar, yerçekiminin ters kare yasasının bir sonucu olarak iptal edilir. Başka bir sonuç, yerçekiminin tüm kütlenin merkezde yoğunlaşmış gibi aynı olmasıdır. Bu nedenle, bu yarıçapta yerçekimi ivmesi Burada kütleçekimi sabiti ve , yarıçapı içindeki toplam kütledir. Dünyanın sabit bir yoğunluğu olsaydı, kütle ve yerçekiminin derinliğe bağımlılığı derinliğindeki yerçekimi , şeklinde verilir; burada , Dünya yüzeyindeki yerçekiminden kaynaklanan ivme, derinlik ve , Dünya'nın yarıçapıdır. Eğer yoğunluk, merkezdeki yoğunluğundan yüzeydeki yoğunluğuna kadar artan yarıçapla doğrusal olarak azalıyorsa, o zaman ve bağımlılık Sismik seyahat sürelerinden çıkarılan gerçek yoğunluk ve yerçekimi derinlik bağımlılıkları (bkz. Adams-Williamson denklemi), aşağıdaki grafiklerde gösterilmiştir. Yerel topoğrafya ve jeoloji. Dağların varlığı gibi yerel topoğrafya farklılıkları, civardaki kaya yoğunluğu gibi jeolojik faktörler ve daha derin tektonik yapılar, yerel ve bölgesel olarak Dünya'nın yerçekimi alanında farklılıklara neden olur. Bunlar yer yer oldukça yaygın olan kütleçekim anomalileri olarak bilinir ve deniz seviyesinde kabarmalara, sarkaçlı saatlerin senkronizasyon dışına çıkmasına neden olabilir. Bu anomalilerin incelenmesi yerçekimi jeofiziğinin temelini oluşturur. Dalgalanmalar son derece hassas gravimetrelerle ölçülür, topoğrafya ve diğer bilinen faktörlerin etkisi elenir ve elde edilen verilerden sonuçlar çıkarılır. Bu teknikler, petrol ve mineral yataklarını bulmak için madenciler tarafından kullanılmaktadır. Daha yoğun kayalar (genellikle mineral cevherleri içeren) Dünya yüzeyinde normalden daha yüksek bölgesel yerçekimi alanlarına neden olur. Daha az yoğun tortul kayaçlar ise tam tersi etki gösterir. NASA GRACE tarafından elde edilen Dünya'nın yerçekimi türevi haritası ile son zamanlardaki volkanik faaliyetlerin, dağ silsilesi yayılımının ve volkanların konumları arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu bölgeler, teorik tahminlerden daha güçlü bir çekime sahiptir. Diğer faktörler. Hava veya su içinde, nesneler destekleyici bir kaldırma kuvvetiyle karşılaşırlar ve bu kuvvet, (bir nesnenin ağırlığı olarak ölçülen) yerçekimi kuvvetinin görünür etkisini azaltır. Bu etkinin büyüklüğü, sırasıyla hava yoğunluğuna (ve dolayısıyla hava basıncına) veya su yoğunluğuna bağlıdır. Ay ve Güneş'in kütleçekim etkileri (aynı zamanda gelgitlerin nedeni olan) Dünya'nın yerçekimi kuvvetinin görünür gücü üzerinde çok küçük bir etkiye sahiptir ve bu etki, onların göreli konumlarına bağlıdır; tipik değişimler bir gün boyunca 2 µm/s2 (0,2 mGal) civarındadır. Yön. Yerçekimi ivmesi, büyüklüğü yanı sıra yönü olan bir vektör niceliğidir. Küresel simetrik bir Dünya'da yerçekimi doğrudan kürenin merkezine yönelirdi. Ancak, Dünya'nın şekli hafifçe daha düz olduğundan, yerçekimi yönünde önemli sapmalar meydana gelir. Bu sapmalar, temel olarak jeodezik enlem ile jeosantrik enlem arasındaki farktır. Dağlar gibi yerel kütle anomalileri nedeniyle oluşan daha küçük sapmalar ise dikey sapma olarak adlandırılır. Dünya çapında karşılaştırmalı değerler. Dünya genelinde çeşitli şehirlerde yerçekimi kuvvetinin hesaplanması için bazı kalıplar mevcuttur. Yüksek enlemli şehirlerdeki (Anchorage 9,826 m/s2, Helsinki 9,825 m/s2) yerçekimi kuvvetinin ekvatorda bulunan şehirlere (Kuala Lumpur 9,776 m/s2) göre yaklaşık %0,5 daha büyük olduğu açıkça görülebilir. Rakımın etkisi ise Meksiko (9,776 m/s2; rakım ) ve yaklaşık olarak 39° Kuzey'de bulunan Denver (9,798 m/s2; ) ile Washington, D.C. (9,801 m/s2; ) şehirlerinin karşılaştırılması ile görülebilir. Ölçülen değerler, T.M. Yarwood ve F. Castle'ın "Physical and Mathematical Tables" kitabından (Macmillan, revize edilmiş baskı 1970) elde edilebilir. Matematiksel modeller. Arazi deniz seviyesindeyse, Jeodezik Referans Sistemi 1980 için, enlemi formula_6 olan yerdeki formula_7 ivme tahmin edilebilir: Bu, Uluslararası Yerçekimi Formülü 1967, 1967 Jeodezik Referans Sistemi Formülü, Helmert denklemi veya Clairaut'un formülüdür. Enlemin bir fonksiyonu olarak "g" için alternatif bir formül, WGS (Dünya Jeodezik Sistemi) 84 Elipsoidal Yerçekimi Formülü'dür: Burada, Daha sonra, burada formula_14, Burada Dünya'nın yarı-eksenleri: WGS-84 formülü ile Helmert denklemi arasındaki fark 0,68 μm·s−2'den azdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9577", "len_data": 10426, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.21 }
Zayıf nükleer kuvvet ya da "zayıf kuvvet", pek çok parçacığın ve hatta pek çok atom çekirdeğinin kararsız olmasından sorumludur. Zayıf kuvvetin etki ettiği parçacık, bozunarak, kendisiyle akraba bir parçacığa dönüşür. Bu esnada bir elektron ile bir nötrino çiftini ortaya çıkartır. Enrico Fermi, 1930'ların ortasında zayıf kuvvet için genel bir formül buldu. Daha sonra teori, George Sudarshan, Robert Marshak, Murray Gell-Mann ve Richard Feynman tarafından geliştirildi. Zayıf kuvvet günümüzde kabul edilen genel gruplandırmalar açısından dört temel etkileşimden biri kabul edilmektedir. Zayıf kuvvetin, yüksek etkileşim enerjilerinde elektromanyetik kuvvet ile ortak bir elektrozayıf yapının parçası olduğu kuramı 1980'lerden beri yapılan çeşitli çalışmalar ile ispatlanmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9594", "len_data": 779, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.25 }
Safranbolu, Karabük ilinin tarihi ve turistik bir ilçesidir. Konumu Ankara'nın 231 km kuzeyinde ve Karadeniz'in 90 km güneyindedir. Karabük ilçe merkezinin de 8 km kuzeyinde bulunmaktadır. Safranbolu şehir merkezi ve Karabük il merkezi birbirine bitişiktir. Ev örneklerine, Beypazarı, Göynük, Taraklı, Odunpazarı ve Osmaneli gibi Türkiye'nin birçok yerinde rastlanan Klasik Osmanlı kent mimarisini yansıtan tarihî Safranbolu evleri ile ünlü olan şehir, bu özelliği sayesinde 17 Aralık 1994 tarihinden beri Türkiye'de Dünya Mirası listesinde yer alan 19 kültürel varlıktan biridir ve turistik ilgi çekmektedir. Safranbolu ismini, bölgede yetişen ve nadir bir bitki olan safrandan alır. Safranbolu coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca idari ve ticari bir merkez olmuştur. 2010 adrese dayalı nüfus sayımına göre nüfusu 49.014'tür. Roma İmparatorluğu'nda Paflagonya olarak adlandırılan bölgede bulunur ve birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Türkler tarafından kesin olarak alınışı 1196 yılındadır. Osmanlı zamanında 17. yüzyılda İstanbul-Sinop yolu üzerinde olması nedeniyle tarihteki en önemli dönemini yaşamıştır. 2002'de kurulan Zonguldak Karaelmas Üniversitesi'ne bağlı Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi, Safranbolu Meslek Yüksek Okulu ve Safranbolu Turizm Fakültesi bulunmaktadır. Şu anda ise bu fakülteler Karabük Üniversitesi'ne bağlıdır. Tarihçe. Şehir eski çağlarda Homeros'un İlyada destanında geçen Paflagonya bölgesinde yer almaktadır ve bilinen tarihi MÖ 3000 yıllarına kadar gider. MÖ 3000 ve 4000 tarihli tümülüsler, Safranbolu'nun insan yerleşimi açısından uzun bir tarihi olduğunu göstermektedir. Şehir Flaviopolis, Theodoropolis, Hadrianopolis, Germia ve Dadibra (Dadybra) gibi antik kasabalarla yorumlanmıştır. Bölgedeki bilinen ilk medeniyetler Hititlerin komşuları olan Gaspalar ve Zalpalardır. Bölgede sırası ile Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler, Helenistik Krallıklar (Pondlar), Romalılar (Bizans), Selçuklu Hanedanı, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır. Şehir Selçuklular tarafından fethedildiğinde adı Dadibra idi. Safranbolu, Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan'ın oğlu Muhiddin Mesut Şah tarafından 1196 yılında Türklerin eline geçmiştir. Muhiddin Mesut Şah, Yunan-Bizanslı nüfusa savaşmadan teslim olmaları durumunda hayatlarını koruyacağına söz vermiş fakat kayıtlara göre şehir savaşla ele geçirilmiştir. Hristiyanlara ne olduğu hakkında bir bilgi yoktur. 1213-1280 tarihleri arasında Çobanoğulları Beyliği, 1326-1354 tarihleri arasında Candaroğulları Beyliği ve 1423 yılından sonra da Osmanlı Devleti'nin elinde bulunmuştur. Şu anki Kıranköy bölgesinde, Yunan topluluk bulunmaktaydı. Burası daha sonra merkez Yunan mahallesi olmuş ve 1923'teki nüfus değişimi bu bölgede gerçekleşmiştir. Selçukluların idaresinde şehrin adı Zalifre olmuştur ve Sinop - Kastamonu - Safranbolu - Gerede - Söğüt uç bölgesi durumuna gelmiştir. Sonraki yıllarda şehir Türkmenler ve Bizanslılar arasında birkaç defa el değiştirmiştir. 1213 ile 1280 yılları arasında kasabayı, Anadolu Selçuklu Devleti'nin uç beyliği durumundaki Kastamonu ve Sinop bölgesine yerleşmiş olan Çobanoğulları Beyliği yönetmiştir. Daha sonra Çobanoğuları Moğol İlhanlılar'a vergi vermeye başlamıştır. 1326'da Candaroğulu Süleyman Paşa şehri ele geçirmiş, 1332'de Kastamonu'ya gitmekte olan İbn Battuta ve Kastamonu paşasının oğlu vali Ali Bey ile görüşmüştür. İbn Battuta'ya göre geldiğinde, Hanefi ögretisini öğretmekte olan bir medrese bulunmaktaydı. Candaroğulları Beyliği dönemiyle bölgede İslami mimari hareketlenmiştir; bu dönemde Gazi Süleyman Paşa Camii kullanılmaktaydı. Ayrıca eski bir Bizans kilisesi, iki hamam ve çeşitli çeşmeler bulunmaktaydı. Benzer bir İslami yapılanma ancak 17. yüzyılda olacaktır. Safranbolu 14. yüzyılın ortalarında ilk defa Osmanlı kontrolüne geçmiştir ve bu tarihten 1416'da tamamen fethedilene kadar Osmanlı Devleti ile Candaroğulları arasında bir sınır bölgesi olmuştur. Bölgeye Osmanlılar Yörükan-i Taraklı olarak bilinen çok sayıda Türkmen göçebeyi yerleştirmeye çalışmıştır ve şehrin ismi bu dönemden sonra Taraklı Borglu veya kısaca Borglu ve Borlu olarak adlandırılmıştır. 18. yüzyılın ortalarında Zağfiranpolis kullanılmaya başlanmıştır ve daha sonra 19. yüzyılın ortasında kısa bir süre için Zağfiran Benderli kullanılmıştır fakat 19. yüzyılın son çeyreğinde Zağfiran Bolu olarak değişmiştir. En son olarak ise Zafranbolu ve daha sonra Safranbolu şekline dönüşmüştür. Osmanlı Devleti zamanında özellikle 17. yüzyılda İstanbul-Sinop kervan yolu üzerinde konaklama merkezi olmasıyla kültürel ve ekonomik olarak en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Aynı devirde Osmanlı sarayı ve devlet adamları şehre önemli eserler katmıştır. 18. yüzyıldan başlayarak, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde de devam eden ve 1850'den sonra artan İstanbul'a belgelenmiş göç ile Safranbolulular sarayda etkili olmaya başlamışlardır. Göçmenlerin çoğunluğu fırıncılık veya denizcilik yapmaktaydılar. Xavier de Planhol'a göre 1860'tan başlayarak Safranbolulular İstanbul'da fırıncılık konusunda tekel kurmuşlardı ve fırınlarda çalışan yaklaşık her beş kişiden üçü Safranbolu bölgesinden gelmekteydi. Büyük ihtimalle mevki sahibi ve tanınmış kişiler Safranbolu'dan akrabalarını, arkadaşlarını veya müşterilerini İstanbul'a getirmekteydiler. Planhol'a göre Safranbolu'dan İstanbul'a gelen Yunanların büyük çoğunluğu denizcilik yapmaktaydı. 1939'da işletmeye alınan Karabük Demir Çelik Fabrikası ile Karabük ilgi merkezi durumuna gelmiştir ve Safranbolu 1950'lerde Anadolu'da gerçekleşen modern şehirleşmeden fazla etkilenmemiştir. Bu nedenle mimari gelenekleri, özellikle yarı ahşap, üç odalı Pontian Yunan stilinde depreme dayanıklı evleri korunmuştur. UNESCO tarafından 17 Aralık 1994 tarihinde Dünya Mirası listesine alınarak "Dünya Kenti" unvanını almıştır. Dünya Miras Şehirleri Organizasyonu'nun (OWHC) aktif üyesi olan Safranbolu'da 2000 yılında OWHC yönetim kurulu toplantısı düzenlenmiştir. Coğrafya ve iklim. Karadeniz Bölgesi'nde yer alan Safranbolu, il merkezinden 8 km ve denizden 65 km içerdedir. İlçe, Karabük (Merkez, Ovacık ve Eflani), Bartın (Ulus) ve Kastamonu (Araç) illeri ile çevrilidir. Büyük bölümü ormanlık olan ve yüzölçümü 1.013 km2 olan şehir coğrafi açıdan engebeli bir bölgededir. Şehrin en alçak noktasının rakımı 300 metre iken en yüksek noktası 1.750 metre ile Sarı Çiçek Tepesidir. Şehir merkezinde ise en alçak nokta 400 metre ve en yüksek nokta 600 metre civarında olup ortalama yükselti 500 metredır. İlçeden geçen önemli akarsulardan Araç Çayı, Soğanlı Çayı ve Ovacuma Deresi'nin yanında su miktarı az olan ve büyük kanyonlar oluşturan çok sayıda küçük derecik bulunmaktadır. Derin ve kısakanyonların yanında, büyük mağaralar ve dağ yamaçlarında bulunan mağara ağızlarından çıkan büyük çaplı sular bulunmaktadır. Tokatlı (Gümüş), Akçasu ve Bulak dereleri üç ayrı kanyon oluşturarak şehirden geçip Araç Çayı'na karışırlar. Araç Çayı ise Soğanlı Çayı ile birleşir ve Filyos Çayı'ndan Karadeniz'e ulaşır. Safranbolu'da Uluyayla ve Sarıçiçek olmak üzere iki yayla bulunmaktadır. Şehre 50 kilometre uzaklıkta bulunan, 280 hektar ve 7 kilometre uzunluktaki Uluyayla'nın ortasında bir gölet ve içinde yeraltı nehri olan bir mağara vardır. Safranbolu'ya 8 kilometre uzaklıkta olan Sarıçiçek yaylasında ise kamp ve dağcılık yapılmaktadır. Ayrıca şehirde kanyonlar ve mağaralar bulunmaktadır. Kanyonlar grubunda Sakaralan (Yacı) Kanyonu aşılmış ve Safranbolu Turizmine ve Doğaseverlere kazandırılmıştır. Uzunluğu 2.725 m olan Bulak (Mencilis) Mağarası'nın iki girişi bulunmaktadır ve 350 metrelik kısmı ışıklandırılmıştır. Yatay gelişmiş ve fosil Hızar Mağarası'nın büyük bir girişi vardır. Ağzıkara Mağarası ise sarkıt ve dikitleri ile dikkat çekmektedir. Konarı Köyü'nde bulunan Yarasa İni ve Karabük'te 100 Yıl Mahallesinde bulunan 100 yıl Mağarası girilebilir ve gezilebilir 1000 metrelik alanıyla Sepeleoloji Derneği'nin ölçümlemelerinin bitimi sonucu hizmete girecektir. 100 Yıl Mahallesindeki Su batan ve Çıkan mevkide doğal oluşum olarak ilgi alanı içindedir. Karadeniz ve İç Anadolu Bölgesi iklimleri arasında bulunan Safranbolu'da yazlar sıcak, kışlar soğuk, baharlar ılık ve serin geçer. İlkbahar ve sonbahar oldukça uzundur. Özellikle son yıllarda yaz ayları kurak geçmeye başlamıştır, yağışlar ilkbahar, sonbahar ve kış aylarında olur. Yıllık yağış miktarı ortalama 500&nbspiklerde olup çevrelerinde ormanlar bulunur. Bu nedenle bölgeler arası sıcaklık farklılıkları vardır. Çarşı kısmı vadilerin yan yamaçlarında bulunur, daha ılık ve rüzgârsız olan bölge kışlık olarak kullanılır ve daha az kar yağışı olur. Yüksek kesimlerde bulunan Bağlar kısmı ise, rüzgârlara açık, yaz aylarında serin, kış aylarında karlıdır, bu nedenle yazlık olarak kullanılır. Nüfus. 19. yüzyılın sonlarına doğru şehrin nüfusu yaklaşık 7.500'dü. 1923'te Yunan Ortodoks nüfusun 1923 mübadelesi ile Yunanistan'a göç ettirilmesi sonucunda nüfus 5.000'e düşmüştür ve 1940'lara kadar bu şekilde kalmıştır. 1939'da Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın açılması ile birçok zanaatkâr ve çiftçi fabrikada çalışmak için Safranbolu'yu terk etmiş ve Karabük'ün nüfusu 100.000'e çıkmıştır. Bununla birlikte, dış göçe rağmen Safranbolu'nun nüfusu 1940'lardan sonra yaklaşık 20.000'e çıkmıştır. İlçe 60 köy ve 21 mahalleden oluşmaktadır. Yönetim. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin idari yapılanmasındaki reformlar sonucunda Safranbolu, Safranbolu kazasının merkezi olmuştur ve Kastamonu iline bağlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru eski zamanlarda kale olan tepeye modern bir hükûmet binası yapılmıştır. Osmanlı zamanında önemli bir kısmı idari olarak Kastamonu'ya bağlı olan Safranbolu Cumhuriyet döneminde Zonguldak'a bağlanmıştır. Daha sonra 1937 yılına kadar Safranbolu'ya bağlı Öğlebeli Köyü'nün bir mahallesi olan, Karabük'ün 6 Haziran 1995'te il olması ile Karabük'ün bir ilçesi durumuna gelmiştir. Safranbolu kaymakamı Şaban Arda Yazıcı'dır. İlçenin Safranbolu ve Ovacuma olmak üzere iki belediyesi bulunur. 2004 yılı seçimlerinde Safranbolu belediye başkanlığını AK Parti'den Nihat Cebeci %46,27, ve Ovacuma belediye başkanlığını DSP'den Abdullah Deniz %42,70 oyla almıştır. İlçe yerleşim açısından üç önemli bölüme ayrılmıştır. Eski şehir olarak adlandırılan kısım, birçoğu koruma altında olan ve bazıları müze olarak kullanılan yarı ahşap üç katlı evlerin olduğu kısımdır. Resmi adı Misakı Millî olan ve halk tarafından Granköy olarak adlandırılan Kıranköy ise, 1923 mübadelesinden önce Yunan Ortodoks halkın yaşadığı bölgedir. Bağlar bölgesi ise varlıklı ailelerin yaz aylarını üzüm bağlarında ve meyve bahçelerinde geçirdiği bölgedir. 1923'e kadar bağlarda Türk ve Yunanlar aileler yakın olarak yaşamaktaydılar, 1923'ten sonra eski Safranbolu'da yaşayanlar nüfus devamlı olarak bağlarda yaşamaya başlamıştır. Ekonomi. Osmanlı devrinde İpek yolu üzerinde olması ve üretilen malların İstanbul'da satılması Safranbolu'nun ticarette uzun yıllar etkili olmasına yardımcı olmuştur. Ticaretin yoğun olduğu bu dönemlerde Cinci Hanı ve Hamamı etkin olarak kullanılmaktaydı. Bu devirlerde üreticiler ve esnaflar lonca sistemi ile örgütlenmişlerdi. Çok kültürlü, çok etnik ve çok dinli bir bölge olan Safranbolu eski zamanlarda önemli yollardan uzak olması nedeniyle Anadolu deri endüstrisinin önemli merkezlerinden biri değildi fakat bölgesinde dericilik açısından önemli bir yere sahipti. Dericilik tarım ve kerestecilikten sonra üçüncü sırada gelmekteydi. 1940'larda Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın kurulması ile Safranbolu, ekonomideki eski gücünü kaybetmeye başlamıştır. İşgücünun fabrikaya yönelmesinden, dericilik gibi üretim sektörleri ve üzümcülük, safran üretimi gibi tarımsal ve hayvansal üretim de etkilenmiştir. 1970'lerden sonra şehrin ekonomisi turizm ile tekrar canlanmaya başlamıştır. Tarımsal açıdan ormancılık ve tahıl ekimi başta gelir. Hayvancılık ise temel olarak büyükbaş hayvancılık konusunda yapılmaktadır. 2004 yılı kayıtlarına göre; 1855 gelir vergisi mükellefi, 934 adet basit usul ticari kazanç, 218 adet kurumlar vergisi, 3007 vergi mükellefi bulunmaktadır. 2005 yılı itibarıyla ilçede tahakkuk eden vergi 17.393.507,75 YTL ve tahsil edilen vergi 13.971.967,41 YTL'dir. Ticaret ve Sanayi Odası'na kayıtlı 365 şahıs firması, 38 anonim şirket, 2 kolektif şirket, 1 komandit şirket, 1 adi şirket, 139 limited şirket, 42 adi ortaklık, 6 tüketim kooperatifi, 23 kalkınma kooperatifi, 85 yapı kooperatifi olmak üzere toplam 702 işletme bulunmaktadır. Eğitim. Safranbolu'da 451 öğrencinin eğitim gördüğü iki tane bağımsız okul öncesi eğitim kurumu vardır. 11'i merkezde, 5'i köylerde olmak üzere 5.229 öğrencinin eğitim gördüğü 16 ilköğretim okulu bulunmaktadır. 1.981 öğrencinin eğitim gördüğü 9 tane ortaöğretim kurumu bulunmaktadır. 2002 yılında kurulan Karabük Üniversitesi'ne bağlı Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi'nin yanında bir de Meslek Yüksek Okulu bulunmaktadır. Bu iki öğretim kurumu kentin dinamik yapısını ayakta tutmaktadır. 2005-2006 öğretim yılında Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi'nde 77 ve Safranbolu Meslek Yüksek Okulu'nda 1.839 öğrenci eğitim almıştır, ayrıca 2011 yılında Safranbolu Turizm Fakültesi kurulmuştur. Şehirde Safranbolu ve Ovacuma halk kütüphaneleri bulunmaktadır. Safranbolu İlçe Halk Kütüphanesi 1981'de yapılmıştır ve 23 Nisan 1982'de açılmıştır. Ayrıca Safranbolu Kütüphanesine bağlı olarak 12 Aralık 2002 tarihinde Ovacuma Belde Halk Kütüphanesi açılmıştır. Kültür. Safranbolu'nun ünlü evleri 18. ve 19. yüzyıl Türk toplumunun geçmişini, kültürünü, ekonomisini, teknolojisini ve yaşama biçimini yansıtan mimarlık bilgisi ile yapılmıştır. Şehirde bulunan yaklaşık 2.000 geleneksel yapıdan 1.008 adeti tescil edilmiş ve yasal koruma altına alınmıştır. 19. yüzyılın sonunda 28 cami, 2 Yunan Ortodoks kilisesi, 13 tekke (Nakşibendiye ve Halvetiye), 2 kütüphane, 2937 öğrencinin eğitim gördüğü 191 okul, 12 medrese, 8 Yunan okulu, 1 telgraf istasyonu, 24 han, 11 hamam, 940 dükkân ve fakirler ve daha çok eski askerler ve akrabaları olan sifilitik hastalar için 1 hastane bulunmaktaydı. Yaklaşık 3000 yıllık tarihi geçmişinde pek çok uygarlığın yaşadığı şehirde önemli kültürel zenginlikler vardır. Özellikle Osmanlı döneminden kalma han, hamam, cami, çeşme, köprü ve konaklar ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir. UNESCO'nun 17 Aralık 1994'te Dünya Mirası listesine aldığı Safranbolu, Türkiye'de bulunan yaklaşık 50.000 korunması gerekli kültür ve tabiat varlığının 1.125'ini barındırır. Bu nedenle, müze kent durumundadır. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulunun 1975 yılında şehri kentsel sit alanı ilan etmesi akademik çevrelerin ilgisini çekmiş ve bu ilgi zamanla Türkiye dışına da taşmıştır. Turistlerin ilgisi ile 90'ların başından itibaren küçük ve orta ölçekli turistik tesislerin oluşumu başlamıştır ve bu sayede terk edilen konaklar otel ve lokanta gibi yapılara dönüşmüş, anıtsal eserler restore edilmeye başlanmış ve unutulmakta olan el sanatları tekrar canlanmıştır. Dünya Kültür Mirasına dahil olup sit alanı ilan edilen eski şehir merkezinde 1.008 adet tarihî eser tescil edilmiştir. Bunlar; 1 özel müze, 25 cami, 5 türbe, 8 tarihi çeşme, 5 hamam, 3 han, 1 tarihî saat kulesi, 1 güneş saati ile yüzlerce ev ve konaktır. Bunların dışında höyükler, tarihî köprüler ve kaya mezarları da bulunmaktadır. 2019 yılında kurulmuş olan Kahve Müzesi'ne ev sahipliği yapmaktadır. Sanat. Türk belgesel sinamasının usta ismi Suha Arın Safranbolu'ya özel 1976 da çektiği "Safranbolu'da Zaman" belgeseli Altın Portakal ödülü almış, Safranbolu Dünya Mirası listesinde yer almasında belgesel filminin payı olduğu düşünülmektedir. Safranbolu'da her yıl Ağustos ayının ikinci haftasında Uluyayla Şenlikleri, Eylül ayında da Altın Safran Belgesel Film Festivali düzenlenmektedir. Safranbolu Motosiklet Festivali ilk olarak 2015 yılının mayıs ayında gerçekleştirildi. Belediye. Safranbolu ilçesinde belediye teşkilatı ilk kez 1923 yılında cumhuriyet ile birlikte kurulmuştur. Seçildikleri yıllara göre belediye başkanları ve siyasi partileri: 2024 - Elif Köse 2019 - Elif Köse CHP 2017 - Dr. Fatih Ürkmezer (Kaymakam - Kayyum)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9599", "len_data": 16098, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.49 }
Compiere, küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ) için dağıtım ve servis alanında kullanılmak üzere hazırlanmış, açık kaynaklı bir ERP ve CRM yazılımıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9615", "len_data": 154, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.11 }
Cahit Sıtkı Tarancı (4 Ekim 1910, Diyarbakır - 12 Ekim 1956, Viyana) Türk şair, yazar ve çevirmendir. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önde gelen şairlerinden biridir. "Otuz Beş Yaş" şiiriyle özdeşleşen Tarancı, "sanat için sanat" anlayışına bağlı kaldı. Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer verdi; ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi konulu şiirler yazdı. Birçok şiiri, farklı bestekârlar tarafından bestelenmiştir. "Ömrümde Sükût" (1933), "Otuz Beş Yaş" (1946), "Düşten Güzel" (1952) ve ölümünden sonra yayımlanan "Sonrası" (1957) ile "Bütün Şiirleri" (1983) adlı şiir kitaplarının yanı sıra çeşitli hikâyeler yazmış ve bu hikâyeler Tarancı'nın ölümünün 50. yılında "Gün Eksilmesin Penceremden" (2006) adıyla yayımlanmıştır. Fransız edebiyatından yaptığı şiir tercümeleriyle de yapan şairin aile fertlerine, arkadaşlarına ve yakın dostlarına yazmış olduğu mektupların çoğu "Ziya'ya Mektuplar" (1957) ve "Evime ve Nihal'e Mektuplar" (1989) adlarıyla yayımlanmıştır. Diyarbakır'da dünyaya gelen Tarancı, şehrin soylu ailelerinden olan . İlk tahsilini Diyarbakır'da tamamladıktan sonra İstanbul'a giderek Kadıköy'deki Fransız Saint-Joseph ile Galatasaray liselerinde orta öğrenim gördü. 1944 yılından başlayarak Ankara'da Anadolu Ajansı, Toprak Mahsulleri Ofisi ve Çalışma Bakanlığında çevirmen olarak çalıştı. 1954'te geçirdiği felç sonucu Viyana'ya götürüldü ve buradaki bir hastanede tedavi gördüğü sırada 12 Ekim 1956'da zatülcenpten öldü. Tarancı'nın doğup büyüdüğü ev, 1973 yılında Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından satın alınarak restore edildikten sonra, cumhuriyetin 50. yılında 29 Ekim 1973 tarihinde Tarancı'nın anısını yaşatmak ve ismini ebedîleştirmek amacı ile müze olarak hizmete açıldı. Hayatı. Ailesi ve çocukluğu. 4 Ekim 1910 tarihinde Diyarbakır'ın Cami Kebir Mahallesi'nde günümüzde müze olarak kullanılan evde dünyaya gelmiştir. Doğduğunda kendisine büyükbabasının adı olan Hüseyin Cahit adı verilmiştir. Tarancı, pirinç ziraati ve ticaretle uğraştıkları için "Pirinççizadeler" diye bilinen Diyarbakır'ın köklü ve soylu ailelerinden birine mensuptur. Büyük dedesi Hacı Ali Efendi'nin iki oğlundan biri olan Arif Efendi, Diyarbakır'da belediye reisliği yapmış ve I. Meşrutiyet'in ilanından sonra Diyarbakır'dan vekil olarak seçilmiştir. Arif Efendi'nin oğlu Feyzi Bey de cumhuriyetin ilk yıllarında Diyarbakır mebusu olarak meclise girmiş ve Fethi Okyar kabinesinde görev almıştır. Fevzi Bey'in oğlu Vefik Pirinççioğlu da vekil seçildikten sonra 27 ve 28. Türkiye Hükûmeti'nde sırasıyla içişleri ve devlet bakanlığı görevlerinde bulunmuştur. Hacı Ali Efendi'nin diğer oğlu Hüseyin Efendi, tarım ve ticaretle uğraşmıştır. Hayriye Hanım ile olan evliliğinden Bekir Sıtkı (1888) dünyaya gelmiştir. Ziraat ve ticaretle uğraşan Bekir Sıtkı Bey, amcası Arif Efendi'nin kızı Arife Hanım ile evlenmiş ve bu evlilikten üç kız ve üç erkek çocuk dünyaya gelmiştir. Tarancı, ailenin en büyük çocuğudur. Mehmet Halit, Saliha Nihal (Erkmenoğlu), Yıldız (Köksal), Atiye Hilâl (Arda), Yılmaz Cihangir, Tarancı'nın kardeşleridir. 1934'te Soyadı Kanunu'nun çıkmasıyla Arif Efendi'nin soyundan gelenler "Pirinççioğlu" soyadını alırken "o sene pirinç ziraatinden zarar eden ve kızgınlıkla 'Pirinççioğlu' soyadını almayan" Bekir Sıtkı Bey, "çiftçi" anlamına gelen "Tarancı" soyadını almıştır. Çocukluğunu Diyarbakır'da ailesinin yanında geçiren Tarancı, söylenenlere göre çocukluğunda "kısa boylu, nazik yapılı, göğsü oldukça dar yapılıydı. Keskin yüz çizgilere ve koyu kahve saçlara sahipti." Eğitimi. Tarancı öğrenim hayatına 1917'de Diyarbakır Nümune-i Terakkî-i Hamidî Mekteb-i İptidâî'sinde başladı. Sonraki yıl Mekteb-i Sultani'nin iptidai kısmına gönderildi. Bu okuldan "üstün başarı" ile mezun oldu. Babası, vali olmasını ve ailesinin adını yüceltmesini arzu ediyordu. Onu, ilkokuldan sonra eğitimine devam etmesi için İstanbul'a yolladı. Tarancı, Kadıköy'deki Saint-Joseph Fransız Lisesinde başladığı ortaöğrenimine 1927-28 eğitim-öğretim döneminde ortaokul son sınıf öğrencisi olarak geçtiği Galatasaray Lisesinde devam etti. Bu okulda Ziya Osman Saba ile tanıştı. Lise öğrenimine aynı okulda devam etti. Şiir yazma girişimlerine lise öğrencisi iken başladı. Hafta sonu tatillerini dayısı Nafia Vekili Feyzi Bey'in evinde, yaz tatillerini memleketi Diyarbakır'da geçirdi. 1931'de Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu ve Yıldız'daki Mülkiye Mektebi'ne yatılı olarak başladı. Bu dönemde yazdığı ""Uzak Bir İklimde", "Gece Bir Neticedir" ve "Güneşe Âşık Çocuk"" gibi şiirler Tarancı'nın ilk şöhretini sağladı. Peyami Safa da 1932'de "Cumhuriyet" gazetesindeki üç yazısıyla onu kamuoyuna tanıttı. Cahit Sıtkı, kimi kaynaklara göre derslere karşı ilgisizdi ve kimi kaynaklara göre "derslere ilgisizliği, çirkinliği dolayısıyla kendini içkiye vermesi, birtakım gönül maceraları yaşaması yüzünden" mülkiye tahsilini tamamlayamadı; dört yıl sonunda Mülkiye'deki eğitimini bırakıp İstanbul'daki Yüksek Ticaret Okulunda öğrenim görmeye başladı. Hikâyelerini yayımladığı "Cumhuriyet" gazetesi sahipleri Nadir Nadi ile Doğan Nadi'nin desteği ile yükseköğrenimini tamamlamak üzere Paris'e gitti. 1938-1940 yıllarında Paris'te Sciences Politiques'te öğrenimine devam etti. Bu dönemde geçimini sağlamak için Paris Radyosu'nun Türkçe yayınlar servisinde spikerlik yaptı, bir yandan da gazeteye öyküler göndermeye devam etti. Paris'teki öğrenciliği sırasında Oktay Rifat ile tanıştı. "Sıla", "Kuşlar", "Bir Hatıram Vardı Benim", "İmkânsız Dostluk", "Sulh Bir Hatıra Oldu", "Nü", "Bugün Hava Güzel", "Desem Ki" şiirlerini Paris yıllarında yazdı. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası uçakları 1940 yılında Paris'i bombalamaya başlayınca öğrenimini bırakmak zorunda kaldı; 13 Haziran 1940'ta bisiklet ile kaçarak önce Lyon'a sonra Cenevre'ye geçti. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra Türkiye'ye geri dönmüştür. Cahit Sıtkı, hiçbir yüksekokul bitiremeden Diyarbakır'a döndü. İş yaşamı. Tarancı, İstanbul'daki Yüksek Ticaret Okulu'nda öğrenim görmekte iken işleri ve maddi durumu bozulan babasının kendisine eskisi kadar para gönderilmemesi üzerine 1936 yılının sonlarına doğru Sümerbank'ın açtığı bir imtihanı kazanarak memuriyete başladı ve bu dönemde "Cumhuriyet"'e hikâyeler yazmaya devam etti. Görevinin Karabük'teki bir fabrikaya nakledilmesiyle istifa ederek bu memuriyeti yalnızca bir yıl devam ettirdi. Yükseköğrenimi için Paris'e gidip II. Dünya Savaşı'nın başlaması ile geri döndükten sonra Mart 1941'de askere gitti. Ekim 1943'te terhis olduktan sonra Eminönü, Yemiş semtindeki bir yazıhanede ticaret işlerini sürdürmekte olan babasının yanında çalıştı. Burada babasının ticari defterlerini tuttu. 1944 yılı sonlarına doğru Ankara'ya giderek Anadolu Ajansı'nda çevirmenlik yaptı; ardından önce Toprak Mahsulleri Ofisi'ne daha sonra Çalışma Bakanlığı bünyesindeki bir çevirmenlik kadrosuna geçti. Evliliği ve ilişkileri. Ziya Osman Saba'ya göre Cahit Sıtkı, "kendisinden yaş yaş küçük kızların peşinde" olmuştur. Saba, şairin kendini "hiçbir kızın beğenmeyeceği kadar çirkin" gördüğünü ve tecrübeli olduklarından dolayı yetişkin kızların kendisini beğenmeyeceklerini ve bundan ötürü "küçük yaştaki toy kızları elde edebileceğini" belirtmiştir. Mülkiye'de okuduğu sırada on dört yaşındaki "Beşiktaşlı" denen kişiyle ilişkisi olmuştur. 12 Mart 1941'de askerliğini yapmak için hazırlık kıtasına katılmış, nisan ayı sonlarına doğru Ankara Yedek Subay Okulu'nda altı aylık döneminin ardından 10 Kasım 1941'de piyade asteğmeni olarak Burhaniye II. Tabur 5. Kıta Bölük Komutanlığı emrinde kıta hizmetine başlamıştır. Burada askerliğini yaparken yine genç yaşta olan "komşusu Boşnak kızı" ile on yedi yaşlarında olan "esmer güzeli yar" ile ilişkisi olmuştur. Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı'nın sevgilileri hakkında şunları söylemiştir: "Cahit'i âşık eden kızların hiçbirini görmem kısmet olmadı. Onları ya kendi ağzından dinledim ya mektuplarıyla, şiirlerinden öğrendim. Onlar hep küçük kızlar oldular. Hatta bazıları kara, okul göğüslüklerini olsun çıkarmamışlardı... Cahit, kendisinin çirkin, hiçbir kızın beğenmeyeceği kadar çirkin olduğuna inanmıştı. Bence erkekte güzelliğin veya çirkinliğin hiçbir önemi olmadığı halde o, bu konuda aşırı bir duyarlılık gösteriyor, bunu kara bir talih sayıyordu." Tarancı, bir mektubunda askerliğinin son dönemlerini geçirdiği Ilıca'dayken babasının kendisini Diyarbakırlı bir kızla evlendirmek istediğini belirtmiştir. Daha önceden tanıdığı memleketlisi Melek Tiğrel ile de mektuplaşması, onunla evliliği gündeme getirmiştir. Cahit'in yakın çevresi bu evliliğe sıcak bakmasına rağmen zamanla bundan da vazgeçmişlerdir. Tarancı, Çalışma Bakanlığı'nda çalışırken görüp âşık olduğu Cavidan Tınaz'a bir mektup yazarak evlilik teklifinde bulunmuştur. Cavidan Hanım, Cahit Sıtkı'nın kendisine mektup verişini şöyle anlatmıştır: "Bir gün telaşlı, mahcup bir tarzda ve acele ile elime bir mektup sıkıştırdı. Doğrusu böyle bir şeyi tahmin edebiliyordum. Mektubu heyecanla alıp eve götürdüm, kendini tanıtıyor ve benimle evlenmek istediğini belirtiyordu... Çok iyi bir insandı." Cavidan Hanım, bu mektuba şairin içkiye olan bağımlılığından ötürü olumsuz yanıt vermiştir. Bunun farkında varan Cahit Sıtkı, "Affet beni Cavidan'ım, gözümde dünyanın en paha biçilmez mücevheri olan o güzel başın için yemin ediyorum, mezara gireceğim güne kadar ağzıma alkol namına tek damla bir mayi koymayacağım." diyerek Cavidan Hanım'ı evliliğe razı etmiştir. Çift, 4 Temmuz 1951 Çarşamba günü Ankara Halkevi'nde nikâhlanmıştır. Ölümü. Tarancı, 1954 yılının ocak ayının ikinci yarısında sağ tarafına gelen felçle Ankara Numune Hastanesine kaldırıldı. Sağ tarafından felç olan Cahit Sıtkı, konuşma yetisini kaybetti. Üç ay hastanede kaldıktan sonra taburcu edildi ve tıbbî imkânların daha iyi olacağı düşüncesiyle İstanbul'a götürüldü. Doktorların, şairin iyileşme ümidi olmadığı ve baba evine gitmesinin uygun olacağını belirtmesiyle Diyarbakır'a, bir yıl Diyarbakır'da kaldıktan sonra tedavi amacıyla 7 Ekim 1955'te yeniden Ankara'ya götürüldü. Ankara'daki tıp fakültesinde on bir ay boyunca tedavi gördü. Bu sırada kendisine şiirleri okunmuş, hafızasına tekrar işlerlik kazandırılmaya çalışılmıştır. Söylenenleri anlamaya başlayan şair 15-20 kadar kelimeyi de söyleyebilir hâle geldi. Felçli olan sağ ayağını oynatmaya ve bükülü kalan kolunu kıpırdatmaya hatta yavaş yavaş yürümeye bile başladı. Dönemin bakanı Samet Ağaoğlu'nun yardımıyla 6 Eylül 1956'da kardeşi Halit Tarancı refakatinde Viyana'ya gönderildi. Viyana'daki bir hastanede tedavi gördüğü sırada 12 Ekim 1956'da zatülcenpten ötürü öldü. 26 Ekim Cuma günü Ankara'ya getirilen naaşı, Ankara'da Cebeci Asri Mezarlığı'na defnedildi. Sanat hayatı. Cahit Sıtkı, aile çevresinin edebi faaliyetlere ilgi duyması yönü ile küçük yaşlarda edebiyat dünyasına ilgi duymaya başladı. Saint-Joseph Lisesi'ne giderken Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Emin Yurdakul ile Pierre Corneille, Jean Racine, Molière, Alphonse de Lamartine gibi sanatçıları da okuma fırsatı buldu. Galatasaray Lisesi'ndeyken şiire olan eğilimi giderek artmış ve 2. sınıftayken Ziya Osman'ın yönlendirmesiyle Fransız şair Charles Baudelaire'i okumaya başladı. Şair bu konuda şunları dile getirmiştir: "Bendeki Lamartine muhabbeti Galatasaray onuncu sınıfa kadar devam etti. Orada Baudelaire'i okuduktan sonra düşünüşüm, duyuşum, görüşüm değişti. Daha doğrusu Baudelaire elinde tuttuğu canlı meşale ile bana tutacağım, tutmam gereken yolu gösterdi. Baudelaire bana suyun dibine inmeyi öğretti, içimle dışım arasındaki farkı "Les Fleurs du Mal"i ("Kötülük Çiçekleri") okuduktan sonra idrak ettim." Hafta sonu tatillerini bürokrat dayısı Fevzi Bey'in evinde geçiren Cahit Sıtkı'yı aile çevresinden sadece o, şiire teşvik etmiş, onu yüreklendirmiştir. Cahit Sıtkı şiire ağırlık verdikçe derslerindeki başarısının düşmesi ailesi tarafından şiddetle eleştirilmekteydi. Lise son sınıftayken ilk şiirlerini "Servet-i Fünûn" ve "Muhit" dergilerinde yayımladı. Aynı dönemde "Servet-i Fünûn" ile Galatasaray Lisesi'nin "Akademi ve Galatasaray" adlı dergisinde de şiirleri yayımlanmaya başlamıştır. Dayısı, şiirlerini Abdullah Cevdet'e göstermesi konusunda Cahit Sıtkı'yı yüreklendirdi. Abdullah Cevdet, Cahit Sıtkı'nın bütün şiirlerini dikkatle okumuş, kusurlarını ona nezaketle göstermiş, beğendiği mısraların altını çizmiş ve ona yetenekli olduğunu söyledikten sonra; bu şiirleri yayımlamaktan vazgeçmesini ve daha çok kitap okuyarak yazmasını tavsiye etmiştir. Cahit Sıtkı, şair olmak istemesine rağmen babası tarafından Mülkiye Mektebi'ne gönderilmişti. Okula bazı günler uğramış ama zamanının çoğunu da okula yakın bir kahvede geçirmiştir. Bu yüzden babasıyla çok tartışmış, babası ona diploması olmayan şairleri örnek göstererek kendisinin haklı olduğunu dile getirmeye çalışmıştır. Cahit Sıtkı da "Bu yaldızlı kâğıt üzerinde ne diye bu kadar duruyorsun, bak Hüseyin Cahit'in de diploması yok?" cevabını vermiştir. Sigara içmeye lisedeyken başlayan şair, bu dönemde içkiye başlamış ve kendi sözüyle "hayatı daha kesif yapmak için" hep şiir adına ve uğruna içtiğine işaret etmiştir. Edebiyat dünyasında tanınmasında Peyami Safa'nın 1932 yılında "Cumhuriyet" gazetesinde şiiri üzerine yazdığı üç yazının büyük etkisi olmuştur. Sanat anlayışı. "Sanat için sanat" anlayışına bağlı kalan Tarancı'ya göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Vezin ve kafiyeden kopmamış ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer vermiştir. Ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur. Cahit Sıtkı'ya göre sanat eseri/şiir, her şeyden önce bir "anlatım"dır. O, bu "anlatım"ı bir estetikçi veya felsefeci gibi ontolojik olarak değil, ilgilendiği ve üzerinde çalışmaktan zevk duyduğu bir nesne olarak ele almış ve kendisine göre başarılı bulduğu güzel şiirlerin özelliklerini anlatmıştır. Bu özellikler, aynı zamanda şairin şiir anlayışını ortaya koymaktadır. Ayrıca Cahit Sıtkı'ya göre samimiyet, estetik bir değerdir, şiirde anlatılan duygu, düşünce, inanç ve daha başka duyguların samimi olması bir şiire, sanat eseri olma kıymeti kazandıran unsurlardan biridir. Şiir kitapları. Yirmi bir şiirden oluşan "Ömrümde Sükût", Cahit Sıtkı'nın 1933'te yayımlanan ilk şiir kitabıdır. Necip Fazıl Kısakürek tesiri altındaki bu şiirlerde, Fransız şiirinin tür ve biçim etkisi görülmekte ve Tarancı'nın çocukluk anıları, özlemleri, içinde yaşadığı zamanın kişisel bunalımları ele alınmıştır. Şairin lise yıllarında yazdığı ve "Akademi", "Muhit" ve "Galatasaray" dergilerinde neşrettiği bazı şiirleri de içinde barındıran kitap, yedi bölüm halinde 21 şiiri ihtiva etmektedir. 1946'da "Otuz Beş Yaş" adlı şiir kitabı, Ülkü Basımevi tarafından basılmıştır. 1933-1946 döneminde yazılan şiirleri kapsayan bu eser, sonraki yıllarda en çok basılan şiir kitapları arasında yer almıştır. Kitaptaki şiirlerin büyük bir kısmı "Varlık" başta olmak üzere "Kültür Haftası", "Ağaç", "Yücel", "Gündüz", "İnkılapçı Gençlik", "Ülkü" gibi dergilerde yayımlanmıştır. Eser, Ağustos 1946'da Varlık Yayınları'nın ilk kitabı olarak basılmış ve yüz sekiz şiir içermektedir. Çalışma Bakanlığı'nda çevirmenlik yapmaya başladığı dönemde yazmaya başladığı ve kitaba adını veren "Otuz Beş Yaş" şiiriyle Cumhuriyet Halk Partisi'nin kuruluş yıldönümü ile ilgili açtığı yarışmada birinciliği elde etmiştir. İlk baskısı 1952'de Varlık Yayınları tarafından yapılan "Düşten Güzel", 1946-1952 arasında yazılan 35 şiiri içermektedir. Önceki kitapta yer alan ölüm, ölüm korkusu, yaşama sevinci; artık bu kitapta yerini sevgi ve evlilikten kaynaklanan mutluluk duygusuna bırakmıştır. Tarancı bu kitabında ayrıca Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili bazı konulara, ülke ve ülke insanlarına değinen bazı deyişlere yer vermiştir. Varlık Yayınları tarafından 1957'de çıkan "Sonrası", şairin ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bu kitabın ilk 28 sayfasında 1933-1954 yazıp sağlığında yayımladığı, 1952'den sonra yazıldığı halde çeşitli dergilerde yayımlandığı halde kitaplarında yer almayan 73 şiiri ile birlikte bazı çeviri şiirleri yer almaktadır. Asım Bezirci tarafından derlenen Tarancı'nın bütün şiirleri 1983'te "Bütün Şiirleri" adıyla Can Yayınları'ndan çıkmıştır. Kitap altı bölümden oluşmaktadır. Hikâyeleri. Cahit Sıtkı, şairliğiyle tanınmak istemiş ve ömrünün büyük bölümünü şiirle iştigal ederek geçirmiş bir sanatçı olmasının yanında hikâyeler de kaleme almıştır. Hikâyelerini gerek Fransa'ya gitmeden önceki yıllarda gerekse "Cumhuriyet" gazetesinde çalışıp yükseköğrenimini tamamlamaya çalıştığı yıllarda yazmış ve aynı gazetede yayımlatmıştır. Daha çok maddî sıkıntılardan dolayı (dostu Baki Süha Edipoğlu'nun aktardığına göre sigara ve içki parasını çıkarmak için) 1935-1947 yılları arasında yazmıştır. Bunlar kısa hacimli, günlük yaşamın içinden bazı gözlemlere dayalı hikâyelerdir. Toplam seksen hikâye yazan Tarancı, hikâyelerinde aile özlemi, güzellik-çirkinlik karşıtlığı, aşk, karşılıksız aşk, kadınlar tarafında sevilme arzusu, yaşama sevinci-ölüm korkusu karşıtlığı, içkiye sığınış, memuriyeti ve işi sevmeme ve baba korkusu gibi konuları ele almıştır. Cahit Sıtkı'nın hikâyeleri konusundaki ilk çalışma, Selahattin Önerli tarafından 1976 yılında Ankara-Akran matbaasında basılan bir kitapta yayımlanmıştır. 2006'da ise Can Yayınları, "Gün Eksilmesin Penceremden" adıyla Tarancı'nın 43 hikâyesini içeren bir kitabı Tarancı'nın ölümünün 50. yılında yayımlamıştır. Mektupları. Tarancı'nın aile fertlerine, arkadaşlarına ve yakın dostlarına yazmış olduğu mektupların çoğu yayımlanmıştır. "Ziya'ya Mektuplar", Tarancı'nın 1930-46 yılları arasında yakın dostu Ziya Osman Saba'ya yolladığı mektuplardan elli yedisini içermektedir. Nisan 1957'de Varlık Yayınları tarafından basılmıştır. İnci Enginün tarafından hazırlanan ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından basılan "Evime ve Nihal'e Mektuplar", Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi'ndeki mektupların bir araya getirilmiş hâlidir. Kitaptaki mektuplardan on biri şairin annesine, beşi babasına, ikisi anne ve babasına, kırkı Nihal'e, ikisi Yıldız'a, biri Yıldız, Nihal ve Yılmaz'a hitaben yazılmıştır. Yaşar Nabi Nayır da "Dost Mektuplar" adlı eserinde Tarancı'nın on iki mektubuna yer vermiştir. Mirası. Müzesi. Cahit Sıtkı'nın Diyarbakır'da doğduğu ev günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. Şehir merkezinde, Camii Kebir Mahallesi, Cahit Sıtkı Tarancı Sokak No:3'te bulunan ev, 1733 tarihinde inşa edilmiştir. Diyarbakır'ın geleneksel konut mimarisinin tüm özelliklerini taşıyan ev, merkezi bir avlu etrafında sıralanmış dört kanattan oluşmuş ve zemin artı bir katlı olarak tamamen bazalt taş kullanılarak inşa edilmiştir. Binada büyüklü küçüklü toplam on dört oda, mutfak, kiler ve tuvalet bulunmaktadır. 1973 tarihinde Kültür Bakanlığı tarafından satın alınıp restore edildikten sonra, cumhuriyetin 50. yılında 29 Ekim 1973 tarihinde Tarancı'nın anısını yaşatmak ve ismini ebedileştirmek amacı ile müze olarak hizmete açılmıştır. Müzede Tarancı'nın şahsî eşyaları, el yazısı ile yazılmış mektupları, aile fotoğrafları ve kitaplarından oluşan bir koleksiyon sergilenmektedir. Müze, 1 Mayıs 2011 tarihinde başlanan onarım ve teşhir tanzim çalışmaları 1 Ağustos 2012 tarihinde tamamlanmış ve 18 Mayıs Müzeler Günü'nde tekrar açılmıştır. Bestelenmiş şiirleri. Cahit Sıtkı'nın birçok şiiri, farklı bestekârlar tarafından çeşitli makam ve farklı usullerde bestelenmiştir. Bunların dışında "Memleket İsterim" şiiri, Onur Akın tarafından söylenmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9617", "len_data": 19570, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.41 }
Beş Heceçiler (Hecenin Beş Şairi, Hececiler, Hecenin Beş Ozanı), I. Meşrutiyet'ten sonra hece vezniyle ve konuşulan halk diliyle, Millî Edebiyat akımının görüşleri doğrultusunda şiir yazan beş şairin Türk edebiyatındaki genel adıdır. Bu grubu oluşturan beş şair: Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel'dir. Şiire I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlamış ve aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan Beş Hececiler'in Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp'ın etkisi büyüktür. Daha çok şiirleriyle tanınmış ancak edebiyatın hemen her türünde eser vermişlerdir. Heceyi tiyatro eserlerinde de kullandıkları görülür. Millî zevke uygun olarak 11'li heceyi yaygın olarak kullanmışlardır. Ortak bir sanat bildirileri olmayan bu şairlerin sanat ve edebiyat görüşlerinde tam bir uyum yoktur. Konuları işleyişlerinde de dağınıklık görülür. Kahramanlık, aşk, kadın, hasret, ayrılık, kıskançlık, inanma ihtiyacı, tabiat görüntüleri, hatıralar, ölüm, yalnızlık ve vatan konularına geniş yer vermişlerdir. Hece veznine geçtikten sonra en çok koşma tipinde şiir yazmış; semai, türkü ve mâni tipinde başarılı örnekler vermiş olan Beş Hececiler, Batı edebiyatlarından alınan nazım biçimlerinden çapraz kafiye, sarmal kafiye, terza rima, sone, düz kafiye örnekleri verirler. Serbest düzenli biçimlerde üçlüler, dörtlüler, beşliler, altılılar, yedililer ve sekizlilerle şiir yazarlar. Şiirde kafiyeyi gerekli görürler. Kafiyenin zorla aranmamasını ve tabii bir şekilde doğmasını isterler. Yarım kafiyenin yerine tam, tunç ve zengin kafiyeyi kullanırlar. Bir ahenk unsuru olarak redife de geniş yer verirler. Sade Türkçenin kullanılması ve yaygınlaşması üzerinde ısrarla dururlar. Konuşulan dili edebiyata yerleştirerek Türk edebiyatına katkıda bulunmuşlardır. Türk şiirinin serbest vezne yönelmeye başlaması ile etkileri azalmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9620", "len_data": 1931, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.71 }
Sadiye Hanım ya da Sadiye Ardahan (1897 - 1951), Türk siyasetçidir. 1930 yılında, bugün Artvin ili Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya (eski adıyla Ersis) beldesinde Belediye Başkanı seçildi ve iki yıl bu görevi yürüttü. 1950 yılında Mersin'de belediye başkanı seçilen ve kendisinden sıklıkla ""Türkiye'nin ilk kadın belediye başkanı" olarak bahsedilen Müfide İlhan Türkiye'nin "ilk kadın il belediye başkanı"dır; ondan çok daha önce Kılıçkaya beldesinde belediye başkanlığı yapan Sadiye Hanım Türkiye'deki "ilk kadın belde belediye başkanı""dır. Yaşamı. Sadiye Hanım, İstanbul'da yetişti. Babası, Çıldır Kaymakamı iken Ermeniler tarafından şehit edilen Ersisli Arslan Bey'dir. Sadiye Hanım, Ardahanlı malül gazi Binbaşı Atabey ile evlendi. Bu evlilikten oğlu Ali Babür Ata Ardahan dünyaya geldi. 1930 yılında çıkarılan Belediye Yasası ile kadınlara da belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınması ile Sadiye Hanım aynı yıl belediye seçimlerine aday oldu, Kılıçkaya kasabasında belediye başkanı seçildi ve iki yıl görev yaptı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9624", "len_data": 1035, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.27 }
Öztürk Serengil (2 Mayıs 1930, Artvin - 11 Ocak 1999, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema oyuncusu ve komedyendir. Yaşamı. Öğretmen Turgut Beyin oğlu olarak Artvin’de doğdu. Aslen Giresunludur. Lise ikinci sınıftan sonra öğrenimini bırakarak geleceğin ünlü bankeri Banker Kastelli Cevher Özden ve geleceğin ünlü ressamı Cemal Akyıldız ile birlikte 1949'da İstanbul'a geldi. 1953’te Oğlum Edvard adlı oyunla sanat hayatına başladı. 1958’de Oda Tiyatrosu, 1959’da İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahneye çıktı. 1950’li yılların başlarında Babıali’de ressamlık yaptı. 3. Kat Cinayeti filmiyle sinema oyunculuğuna başladı. İlk dönemlerde 142 filmde ‘kötü adam’ tiplemesi yapan ve daha sonra da argolu komedilerin değişmez oyuncusu hâline geldi ve 300'e yakın filmde rol aldı. "Adanalı Tayfur" tiplemesi ile ün yaptı. 1966'da sinema oyunculuğunun yanı sıra sahneye de çıkarak şovmenlik yapmaya başladı. Televizyonda "Gülünüz Güldürünüz" adlı yarışma programını hazırladı ve sundu. Bu yarışma sayesinde birçok kişi sahne ve sinema dünyasına adım attı. Çeşitli TV dizilerinde rol aldı. Politik güldürü tarzında çeşitli 45'lik plaklar yaptı. Güldürü plaklarından birisi de Timur Selçuk'un "İspanyol Meyhanesi" adlı şarkısının parodi versiyonu olan "İsmail'in Meyhanesi" idi. Ancak bu plak çıkınca araları bozuldu. Timur Selçuk, daha sonra mahkeme kararıyla bu plakları toplattı. Star 1'de yaptığı skeçlerden oluşan Kelaj Şov adlı programı müstehcen içeriği sebebiyle gelen tepkiler üzerine yayından kaldırıldı. Bir de kendi yaşamının özeleştirisini yaptığı Yeşilçam'ı Benden Sorun adlı kitabı yayınlandı. Dört kez evlendi. Şarkıcı ve sunucu Seren Serengil'in (d. 1971) babasıdır. Ölümü ve hatırası. Beyin ödemi sebebiyle iki kez ameliyat oldu. Geçirdiği felç nedeniyle ömrünün son bir yılında yürüyemez hale gelmiş, konuşma merkezi hasar gördüğü için de son günlerinde konuşma yeteneğini kaybetmişti. Solunum sisteminin durması sonucu 11 Ocak 1999 tarihinde İstanbul-Kozyatağı’ndaki evinde öldüğünde 68 yaşındaydı. Çengelköy Mezarlığına defnedilmiştir. Serengil, hayatın çeşitli konularına özgün bakış açısı ve Türkçeye kazandırdığı ifade ve kelimelerle büyük tartışmalara yol açtı. Bazıları tarafından eleştirilen bu kelimeleri halk benimsemişti. Değişik, kendine has vurgulamalarıyla söylediği "yeşşe", "kelaj" gibi yeni deyişleri Türk argosuna soktu. Şen şakrak sesiyle "yeşşe" diyerek halkın gönlünde taht kurmuştu. Bunda, filmlerinde onu seslendiren eski patronu Mücap Ofluoğlu'nun da büyük katkısı vardır. Hatta bu "yeşşe" kelimesi o kadar meşhur olmuştu ki İsmet İnönü bile bir olay karşısında kendini tutamayıp "yeşşe" deyivermişti. Bu durum onun her kesimden insana hitap eden bir sanatçı olduğunu gösteriyordu. Plakları. Bir kısmı Öztürk Serengil'in kendisine ait olan "Serengil Plak" tarafından bastırılmış plakları şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9626", "len_data": 2824, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.05 }
Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, ilk kez 1973 yılında dönemin Arhavi Kaymakamı Erol Ertuğrul tarafından gündeme getirildi. Belediye başkanı Kazım Kurtoğlu'nun katkıları ile İlçe Turizm yasası gereği kurulan komite ile 1-3 Temmuz 1973 tarihleri arasında, ağırlığı müzik, folklor, spor ve sanatsal etkinliklerin düzenlendiği organizasyon oldu. Kaymakamlık, Halk Eğitim Müdürlüğü, Milli Eğitim Müdürlüğü çalışanları, Ticaret ve Sanayi Odası ile Arhavili gençlerin katılımı ile oluşan komitenin düzenlediği festival, Doğu Karadeniz yöresinin ilk organize şenliğidir. Önceki yıllarda Kabotaj Bayramını da içine alan festival, sonraki yıllarda yörenin en etkin geleneksel sporu olan atmacacılığı da bünyesine katmak isteyen komitenin aldığı karar gereği atmaca mevsiminin başlangıcı olan eylül ayına alındı ve adı da "Altın Atmaca Kültür ve Sanat Festivali" olarak değiştirildi. Sonraları Türkiye'nin Doğal Yaban Hayvanları Koruma Kararı gereği Bern Sözleşmesini imzalaması ile atmacacılık yasaklandı. Bu yasak festivali etkiledi ve Altın Atmaca adının kaldırılarak ilk adı olan "Arhavi Kültür ve Sanat Festivali"'ne dönüştü. 12 Eylül 1980 sonrası 3 yıl kesintiye uğrayan festival, 1985 yılında yeniden düzenlenmeye başladı. İlk günkü heyecan ve şevkle düzenlenen festival, 1991 yılında dönemin Belediye Başkanı Mehmet Çorbacı tarafından davet edilen 17 yabancı ülkenin sanat elçileri ile birlikte organize edildi ve dünyaya barış ve kardeşlik mesajı verildi. Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, festival boyunca yöreye canlılık kazandırarak yörenin ticari ve turizm potansiyelini artırdığı gibi yapılan sportif etkinliklerle birçok sporcuyu Türkiye'ye tanıttı. Boks ve atletizmde birçok birincilikler alan bu sporcular, bu etkinlikler ile adını duyurdu. Müzik yarışmaları da yine çok sayıda sanatçının Türkiye çapında tanınmasında önemli rol oynadı. Ünlü ses sanatçılarından Cengiz Kurtoğlu ve Zihni Cihan bunlardandır. Arhavi Kültür ve Sanat Festivali, diğer ilçelere de örnek oldu ve çeşitli özellikleri ile ilkleri gerçekleştirdi. 40. Uluslararası Arhavi Kültür ve Sanat Festivali. Gündüz etkinliklerinde hamsili ekmek ve laz böreği yapma yarışması, fındık ayıklama yarışması, çay toplama yarışması, aykırı hızarla odun kesme yarışması, dibekle mısır ayıklama yarışması, dik hızarla tahta biçme yarışması gibi yöresel yarışmalar ve birçok sportif yarışma yapıldı. Gece etkinliklerinde ise Grup Albatros, Grup Oropa, Turan Ustabaş, Tolga Kurdoğlu, Grup Anjiyo, Shurumshine, Karmate, Selçuk Balcı gibi yöresel ve Özgün, Cengiz Kurtoğlu ve Kubat gibi ulusal sanatçılar yer aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9627", "len_data": 2572, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.55 }
FC Bayern München, Almanya'nın Münih kentinde kurulmuş Alman spor kulübüdür. Bayern Münih, futbol tarihinde birçok başarıya sahiptir. 2 Kıtalararası Kupa, 2 FIFA Kulüpler Dünya Kupası, 6 UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası şampiyonluğu, 2 UEFA Süper Kupası şampiyonluğu, 33'ü Bundesliga olmak üzere toplam 34 Almanya Ligi ve 20 Alman Kupası'na sahiptir. Almanya'nın en başarılı kulübüdür. 185.000 üye sayısıyla Benfica ve Barcelona'dan sonra bu alanda 3. sıradadır. Bayern Münih'in ayrıca satranç, hentbol, basketbol, jimnastik, bowling ve masa tenisi şubeleri vardır. Dünyanın en değerli futbol kulüpleri sıralamasında 4.8 milyar dolar ile Almanya'nın en büyük, dünyanın ise altıncı büyük futbol kulübüdür. Tarihi. İlk yılları (1900-1965). FC Bayern München, MTV 1879 isimli jimnastik kulübü üyeleri tarafından kuruldu. 27 Şubat 1900'da kulüpteki futbolcular Almanya Futbol Federasyonu'na kabul edilmeyeceklerini öğrendiklerinde, 11 üye MTV'den ayrıldı ve o akşam Fussball-Club Bayern München'i kurdu. Birkaç ay içinde Bayern, FC Nordstern'i 15-0 yendikleri maç dahil olmak üzere, yerel rakiplerine büyük bir üstünlük kurdu. 1900-01 Güney Almanya şampiyonluğunda takım yarı finallere kaldı. Sonraki yıllar yerel kupalar kazanan takım 1910-11 sezonunda kurulan Bavyera ligi "Kreisliga"ya katıldı ve ilk sezonu şampiyon olarak tamamladı. Bu başarıyı 1914'te tekrarladı ancak savaş nedeniyle ülkede futbola bir süre ara verilmek zorunda kalındı. Savaş sonrasında Bayern yerel müsabakalarda başarı göstermeye devam ederken, 1926'da Güney Almanya ligini ilk kez kazandı. İki sene sonra bu başarıyı tekrar ettiler. 1932'de ise teknik direktör Richard Kohn yönetimindeki takım Eintracht Frankfurt'u 2-0 yenerek Almanya şampiyonu oldu. Nazizm'in yükselmesi takımın başarılı performansına engel oldu. Yahudi olan kulüp başkanı Kurt Landauer ve teknik direktör Kohn ülkeyi terk etti. Bu dönem "Yahudi ekibi" olarak bilinen Bayern München'in yerine rakipleri 1860 München daha fazla taraftar toplamaya başladı. Bu dönem Bayern München, yerel liglerde orta sıralara oynadı. Savaştan sonra Bayern, Alman birinci liginin güney ligi olan Oberliga Süd'de oynamaya başladı. 1955'te küme düşen takım, bir sonraki sezon Oberliga'ya geri döndü ve 1957'de Fortuna Düsseldorf'u 1-0 yenerek ilk DFB-Pokal'ini kazandı. 1963'te farklı Oberliga'lar Bundesliga'yı oluşturmak için birleştirildi. Güney liginden de beş takımın Bundesliga'ya dahil edilmesine karar verildi. Bayern München de ligi üçüncü bitirerek bu beş takım arasına girmişti ancak Almanya Futbol Federasyonu ligin ilk sezonunda aynı şehirden iki takım olmasını istemedi ve Bayern yerine o sezon grubu birinci bitiren 1860 München'i Bundesliga'ya dahil etti. Bayern München ise iki sene sonra Franz Beckenbauer, Gerd Müller ve Sepp Maier gibi genç yetenekleri sayesinde Bundesliga'ya yükseldi. Altın yıllar (1965-1979). İlk Bundesliga sezonunda Bayern München ligi üçüncü bitirdi ve DFB-Pokal'in sahibi oldu. Böylece bir sonraki sezon UEFA Kupa Galipleri Kupası'na katılmaya hak kazandılar. Finale çıkan ekip, finalde İskoç ekibi Rangers'ı Franz Roth'un uzatma dakikalarında attığı golle 1-0 yendi ve kupayı kazandı. 1967'de takım bir kez daha DFB-Pokal'i kazandı ancak ligde gelmeyen başarılar nedeniyle takımın başına Branko Zebec getirildi. Zebec, Bayern'in agresif futbolunu, daha disiplinli bir tarza çevirdi ve 1969 yılında Almanya tarihinin ilk dublesini yapıp hem ligi hem de kupayı kazandılar. Zebec, sezon boyunca sadece 13 futbolcuya şans vermişti. 1970'te takımın başına Udo Lattek geldi. İlk sezonunda Lattek, DFB-Pokal'i kazandı. İkinci sezonunda ise Bayern'e üçüncü Almanya şampiyonluğunu kazandırdı. Sezonun en kritik maçı olan Schalke 04 maçı Olimpiyat Stadyumu'nda oynanan ve Bundesliga tarihinde televizyondan yayınlanan ilk maç oldu. Bayern, maçı 5-1 kazanarak lig şampiyonluğunu ilan etti. Sonraki iki sezonda da ligi kazanan takım, 1974 yılında Atlético Madrid'i 1-1'in tekrarında 4-0 yenerek Avrupa Şampiyonu oldu. Takım, bu başarıyı bir sonraki sezon da tekrarladı. Roth ve Müller'in son dakikalarda attığı gollerle Bayern, Leeds United'ı 2-0 yendi. Maçtaki hakem hatalarına isyan eden ve finalin oynandığı Paris'te olay çıkaran taraftarları yüzünden Leeds ekibi üç sene Avrupa müsabakalarından men edildi. Bir yıl sonra Glasgow'da Saint-Étienne ile final maçına çıkan Bayern, yine bir Roth golü ile Avrupa şampiyonluğunu ilan etti ve kupayı üst üste üç kez kazanan üçüncü takım oldu. Bu başarılı dönemin son kupası Cruzerio'yu yenerek kazandıkları Kıtalararası Kupa'ydı. 1970'lerin son yıllarında takım değişime gitti. 1977'de Beckenbauer New York Cosmos'a gitti. 1979'da Sepp Maier ve Uli Hoeneß futbolu bıraktı, Müller ise Fort Lauderdale Strikers'a transfer oldu. 1980'ler ve 1990'lar. 1980'ler Bayern'in saha dışında personel ve finansal problemler yaşadığı bir dönem oldu. Saha içinde ise Paul Breitner ve Karl-Heinz Rummenigge ikilisinin başını çektiği takım büyük başarılar elde etti ve 1980 ve 1981 yıllarında Bundesliga şampiyonlukları kazanıldı. 1985 - 1990 yılları arasında ise 5 şampiyonluk kazandılar. Avrupa'da ise 1982 ve 1987 yıllarında Şampiyon Kulüpler Kupası finaline kalsalar da kupayı kazanamadılar. Avrupa'da Bayern Münih. Temmuz 2016 tarihi itibarıyla: Antrenörler. Güncel personel. 23 Ağustos 2024 itibarıyla.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9635", "len_data": 5311, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.4 }
Associazione Calcio Milan () ya da yaygın kullanılan ismiyle AC Milan veya Milan, Milano Lombardiya'da kurulan, Serie A'da mücadele eden İtalyan profesyonel futbol takımıdır. Milan, bir girişimci olan Herbert Kilpin ve iş insanı Alfred Edwards tarafından 1899 yılında kuruldu. Kulüp, kurulduğu günden itibaren, 1980-81 ve 1982-83 sezonları dışındaki tüm sezonlarında İtalyan futbolunun en üst düzey futbol kulüplerinden biri olmuştur. Milan, UEFA ve FIFA tarafından organize edilen turnuvalarda kazanmış olduğu 18 uluslararası kupayla, Boca Juniors ile beraber dünya futbolunun en başarılı kulüplerinden birisi olmuştur. Milan, daha önce Kıtalararası Kupa olarak bilinen, günümüzde ise FIFA Kulüpler Dünya Kupası olarak organize edilen kupayı dört kez kazanarak bu alanda bir rekor kırmıştır. Uluslararası futbolda, dört kulüp dünya şampiyonasıyla en başarılı ikinci takımdır. Bunun yanında, Şampiyonlar Ligi'nde elde ettiği yedi şampiyonluk ile de Real Madrid'in ardından en başarılı ikinci takım olmuştur. Diğer taraftan, UEFA Süper Kupası'nı beş kez"(bu alandaki rekor)", UEFA Kupa Galipleri Kupası'nı ise iki kez kazanma başarısı göstermiştir. Milan, Avrupa Ligi dışında, mücadele ettiği bütün uluslararası turnuvalarda şampiyonluk kazanmıştır. Ulusal düzeyde ise Serie A'da kazandığı 19 lig şampiyonluğu ile Juventus ve Inter'in ardından en başarılı üçüncü futbol kulübüdür. Bunun dışında beş kez Coppa Italia'yı ve yine beş kez Supercoppa Italiana'yı kazanma başarısı göstermiştir. Milan, kendi evindeki maçlarını "Stadio Giuseppe Meazza" olarak da bilinen San Siro'da oynamaktadır. Inter ile paylaşımlı olarak kullanılan stad, 80.018 seyirci kapasitesiyle İtalya'nın en büyük stadıdır. Milan ile en büyük rakibi olarak kabul edilen Inter arasında oynanan ve Derby della Madonnina olarak bilinen maçlar dünya futbolunun en önemli derbi maçları arasında sayılmaktadır. 2010 yılı itibarıyla İtalya'da en çok desteklenen üçüncü takım olan Milan, Avrupa'da ise bu alanda yedinci sıradadır. Kulübün sahibi, İtalya eski başbakanı Silvio Berlusconi, başkan yardımcısı ise Adriano Galliani'dir. En zengin futbol kulüplerinden biri olan Milan, aynı zamanda İtalya ve dünya futbolunun da en değerli kulüplerinden birisidir. 2008 yılında geçerliliğini yitiren G-14'ün kurucu üyelerinden olan kulüp, Avrupa Kulüpler Birliği üyesidir. Tarihi. Milan, İngiltere'nin Nottingham kentinden Milano'ya gelen Alfred Edwards ve Herbert Kilpin adlı iki İngiliz tarafından 16 Aralık 1899 tarihinde "Milan Cricket and Foot-Ball Club" (Milan Kriket ve Futbol Kulübü) adıyla kuruldu. Milano'da yardımcı konsolosluk görevi yapmakta olan ve Milanolular tarafından oldukça tanınan Alfred Edwards, kulübün ilk başkanı oldu. Kulüp, kurulduğu ilk yıllarda, Edward Berra tarafından yönetilen kriket şubesi ve David Allison tarafından yönetilen futbol şubesinden oluşmaktaydı. Kulübün renkleri kırmızı ve siyah olarak olarak belirlendi. Herbert Kilpin'in kaptanlığında kısa zamanda saygınlık ve şöhret kazanan takım, 1900 yılında "Medaglia del Re"(Kral Madalyası) kupasını kazanarak ilk kupa zaferini elde etti. 1901, 1906 ve 1907 yıllarında ise ilk lig şampiyonluklarını yaşadı. 1908 yılında, yabancı oyuncularla sözleşme imzalanmasına yönelik kulüp içi anlaşmazlıklar yaşayan Milan, kendi içerisinde bir bölünmeye uğradı. Bu bölünme sonucu yabancı oyuncuların transferini onay veren taraf, bir başka Milano merkezli takım olan Internazionale'yu kurdular. Milan, 1916 yılında, I.Dünya Savaşı nedeniyle ara verilmiş olan İtalya liginin yerine düzenlenen "Federal Kupası"'nı kazandı. Ancak bu kupa resmi olarak lig şampiyonluğu yerine sayılmadı. 1919 yılında, kulübün adı "Milan Football Club" (Milan Futbol Kulübü) olarak değiştirildi. 1938 yılında ise faşist rejimin baskıları nedeniyle "Associazione Calcio Milano" olarak yeniden değişikliğe uğrayan kulübün adı, II. Dünya Savaşı'ndan sonra "Associazione Calcio" adını da koruyarak günümüzdeki hali olan "Associazione Calcio Milan" olarak son kez değiştirildi. Milan, 1950-51 sezonuna kadar herhangi bir kupa zaferi elde edemedi. 1950'li yıllarda ise ünlü İsveçli oyuncuları Gunnar Gren, Gunnar Nordahl ve Nils Liedholm -ki bu futbolcular Gre-No-Li olarak bilinmektedir- önderliğinde önemli bir yükselişe geçti. Bu dönemde Milan, 1951, 1955, 1957 ve 1959 yıllarında yeniden İtalya lig şampiyonluğunu"(Scudetto)" kazanarak en başarılı dönemlerinden birini yaşadı. Bu dönemin en çok ses getiren olaylarından birisi ise 5 Şubat 1950 tarihinde Juventus ile Torino'da yapılan maçta Milan'ın rakibini 7-1 mağlup etmesi oldu. Bu galibiyette Gunnar Nordahl hat-trick yapma başarısı gösterdi. 1951 ve 1956 yıllarında "Latin Kupası"'nı kazanan kulüp, 1947-48 ve 1956-57 sezonları arasında ligi her zaman ilk üç arasında bitirdi. 1961-62 sezonunda Milan, beşinci lig şampiyonluğunu kazandı. Bu sezonda takımın teknik direktörlüğünü catenaccio taktiğinin mucidi olarak bilinen Nereo Rocco yapmaktaydı. 1958 yılında Gianni Rivera, 1960 yılında ise José Altafini takıma dahil olan genç oyuncular oldular. Milan, 1963 yılında Avrupa Kupası'nda Benfica'yı Altafini'nin attığı gollerle 2-1 mağlup ederek uluslararası alandaki ilk kupasını kazandı. Bu kupa ayrıca bir İtalyan takımının Avrupa'da kazandığı ilk kupa oldu. Milan, 1967-68 sezonunda yeniden lig şampiyonluğunu kazandı. Bu sezonda ünlü İtalyan oyuncu Pierino Prati, sezonu gol kralı olarak tamamladı. Aynı sezon UEFA Kupa Galipleri Kupası final maçında Hamburg takımını Kurt Hamrin'in attığı gollerle 2-0 mağlup ederek kupayı müzesine götürdü. 1969 yılında Ajax ile yapılan ve sonucu 4-1 biten maç sonrası Avrupa Kupası'nda ikinci kez şampiyonluğa ulaştı. Aynı yıl Kıtalararası Kupa'yı kazandı. 1971-72 ve 1972-73 sezonlarında İtalya Kupasını kazanan takım, yine 1972-1973 sezonunda ikinci kez UEFA Kupa Galipleri Kupası'nı kazandı. 1978-79 sezonuna kadar lig şampiyonluğu yaşayamayan takım, bu sezonda onuncu şampiyonluğunu kazanarak formasına ilk yıldızın takmış oldu. 1979-80 sezonu ise Milan tarihinin en karanlık dönemlerinden birine sahne oldu. 1980 yılında Totonero skandalına adı karışan Milan, İtalya Futbol Federasyonu kararıyla tarihinde ilk defa Seria B'ye düştü. Skandal, bahis oynayan bir topluluk tarafından futbolcu ve görevlilere, maçın topluluğun söylediği şekilde bitmesi karşılığında para verilmesi temelliydi. Milan hızlı bir şekilde yeniden Serie A'ya çıktı. Ancak yalnızca bir yıl sonra, 1981-1982 sezonunu küme düşen takımlar arasında tamamladıkları için yeniden Serie B'ye düştüler. 1986'da kulüp, girişimci Silvio Berlusconi tarafından satın alındı. Berlusconi, kulübü alır almaz takıma önemli yatırımlar yaptı. Zamanın başarılı teknik adamlarından olan Arrigo Sacchi'yi takımın başına getirdi. Hollanda millî takımının başarılı üçlüsü Marco van Basten, Ruud Gullit ve Frank Rijkaard'ı transfer etti. Bu transferlerle, takımın tarihindeki en başarılı dönem başlıyordu. Bu dönemde Roberto Donadoni, Carlo Ancelotti ve Giovanni Galli gibi İtalyan oyuncular takıma dahil edilen diğer yıldız oyuncular oldu. 1987-88 sezonunda Sacchi'nin teknik direktörlüğündeki Milan, Maradona'lı Napoli'nin önünde ligi şampiyon olarak tamamladı. 1988-89 sezonunda Milan,Avrupa Kupası final maçında Steaua Bükreş'i 4-0 yenerek üçüncü kez bu kupayı müzesine götürdü. 1989-90 sezonunda Avrupa Kupası final maçında Benfica'yı 1-0 yenen Milan hem Avrupa Kupası'nı hem de sezon sonunda ikinci kez Kıtalararası Kupa'yı kazandı. 1989-90 sezonunun en başarılı takımı olan Milan, World Soccer dergisinin uzmanlarla yaptığı küresel bir anket sonucunda, tüm zamanların en başarılı kulübü seçildi. 1991 yılında Sacchi'nin görevinden ayrılmasından sonra teknik direktörlük görevine kulübün eski oyuncusu Fabio Capello getirildi. Capello'nun teknik direktörlüğündeki Milan 1992, 1993 ve 1994 yıllarında üst üste üç kez Serie A şampiyonluğu kazandı. 1994 yılında Milan, Şampiyonlar Ligi finalinde karşılaştığı Barcelona'yı 4-0 mağlup ederek kupayı beşinci kez müzesine götürdü. Capello yönetimindeki Milan 1995-96 sezonunda Seria A şampiyonluğunu kazandı. Sezon sonunda Capello Milan'dan ayrılarak Real Madrid kulübüne gitti. 1998 yılına kadar iki yıllık bir gerileme dönemi yaşayan Milan, 1998-99 sezonda Seria A şampiyonu olarak yüzüncü yılında onaltıncı şampiyonluğunu elde etti. 2001 Kasım ayında takımın teknik direktörlüğüne yine kulübün eski bir oyuncusu olan Carlo Ancelotti getirildi. 2003 Mayıs ayında, Ancelotti'nin teknik direktörlüğündeki Milan Şampiyonlar Ligi finalinde bir başka İtalyan ekibi Juventus'la karşılatı. Maçın normal süresi ve uzatmalarında gol sesi çıkmayınca, penaltılara gidildi. Penaltı atışları sonucunda Milan rakibini 3-2'lik skorla geçerek altıncı Şampiyonlar Ligi kupasını kazandı. 2003-04 sezonunda ise Seria A şampiyonluğunu kazandı. 2005 yılında Şampiyonlar Ligi'nde yeniden finale çıkan Milan, Liverpool ile İstanbul'da oynanan maçta normal süresi 3-3 biten maçın ardından penaltı atışları sonucu 3-2 mağlup olarak kupayı kaybetti. 2007 yılında Milan ile Liverpool yeniden Şampiyonlar Ligi finalinde karşı karşıya geldi. Maçın sonunda rakibini 2-1 mağlup etmeyi başaran Milan, kupayı yedinci kez müzesine götürdü. Milan, 2007 Aralık ayında tarihinde ilk kez FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nı kazandı. 2009 yılında, kulüp tarihinin en uzun süre teknik direktörlük yapmış ikinci antrenörü olan Carlo Ancelotti Milan'dan ayrılarak Chelsea'ye geçti. 2006 yılında beş takım, hakemlere kendi lehlerinde maç yönetmesi karşılığında rüşvet vermekle suçlandı. Calciopoli skandalı da denilen bu olaya karışan takımlardan biri de Milan'dı. Soruşturma sonucunda, Milan'a ligin başında 15 puanının silinmesi ve dolayısıyla Şampiyonlar Ligi'ne katılamama cezası verildi. Ancak Milan kulübü cezanın temyizi için mahkemeye başvurdu ve silinen puan miktarı 8'e indirildi ve 2006-07 Şampiyonlar Ligi'ne katılabilmesine izin verildi. Milan, katıldığı bu 2006-07 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde kupayı kazandı. Skandal döneminde Milan'ın en önemli rakibi Internazionale dört lig şampiyonluğu birden yaşadı. 2010-11 sezonunda takıma transfer edilen Zlatan Ibrahimović, Robinho ve Alexandre Pato gibi önemli oyuncularla birlikte takım 2003-04 sezonundan beri ilk Serie A şampiyonluğunu yaşayarak onsekizinci lig şampiyonluğunu elde etti. 2024 yılı Aralık ayında takımın teknik direktörlük görevine Sérgio Conceição getirildi. Renkler ve amblem. Kulübün renkleri, bütün tarihi boyunca kırmızı ve siyah olarak kalmıştır. Kırmızı renk, oyuncuların ateşli hırsını, siyah renk ise rakiplerin korkusunu göstermek için seçilmiştir. Klasik forması kırmızı-siyah çubuklu forma olan Milan'ın takma adlarından olan "Rossoneri", kelime anlamı olarak İtalyancada "kırmızı-siyah"'ın karşılığıdır. "Diavolo"(Şeytan) ise, kulübün renklerinden türetilen bir başka takma adıdır. Milan, 1979 yılında formasına ilk yıldızını taktığında, bir süre kırmızı şeytan logosunu ambleminde kullanmıştır. Uzunca bir süre kulübün amblemi "Saint Ambrose" bayrağından ibaretti. Günümüzde ise, kulübün amblemi, ortada "Comune di Milano" bayrağı, üst kısımda "ACM" kısaltması ve alt kısımda da kuruluş yılı olan 1899'dan oluşmaktadır. Dış saha maçlarında giyilen formalar, kulübün tarihi boyunca tamamen beyaz olarak kalmıştır. Gerek taraftarlar, gerekse de kulüp tarafından bu beyaz formaların Şampiyonlar Ligi finallerinde şanslı olduklarına inanılmaktadır. Çünkü Milan, tamamen beyaz formayla çıktığı sekiz Şampiyonlar Ligi finalinin altısında kupayı almıştır (yalnızca 1995'te Ajax'a ve 2005'te de Liverpool'a kaybetmişlerdir). Ancak, iç saha formalarını giydikleri üç finalin ikisini kaybetmişlerdir. Takımın üçüncü forması ise her yıl değişmektedir; 2008-2009 sezonu itibarıyla formanın çok küçük bir kısmı kırmızı, diğer kısımları siyahtır, çok nadiren giyilmektedir. Stadyum. Takımın şu anki stadı 80.018 oturma kapasiteli San Siro'dur. Stadın resmi adı ise, hem Milan hem de Internazionale'da oynamış olan Giuseppe Meazza'ya ithafen "Stadio Giuseppe Meazza "'dır. "San Siro" adı, stadın bulunduğu semtten gelir. Stad Milano'nun diğer büyük kulübü olan Internazionale ile paylaşımlı kullanılır. Stat, tribünlerinin sahaya yakın olması nedeniyle heyecan verici bir atmosfere sahiptir. Meşale kullanımının çok yaygın olması, UEFA gibi uluslararası kuruluşları rahatsız etmektedir. Taraftarlar ve rekabet. La Repubblica adlı İtalyan gazetesinin Ağustos 2007'deki araştırmasına göre Milan, İtalya'nın en çok taraftara sahip olan takımlarından birisidir. Milan daha çok Güney İtalya'dan Milano'ya göç eden işçi sınıfı ve ticaretle uğraşan kesimin takımı olarak nitelendirilir. Internazionale'da ise daha zengin ve Milanolu olan orta sınıf taraftarlar daha fazladır. İtalyan futbolunun en eski taraftar gruplarından biri olan "Fossa dei Leoni", Milan kökenlidir. Milan'ın şu anki en büyük taraftar grubu olan "Brigate Rossonere" 1970'lerin ortalarından beri varlığını sürdürmektedir. Milan taraftarları hiçbir zaman belirli bir siyasi görüşe sahip olmamalarına rağmen; medya uzunca bir süre, taraftarların sol görüşlü olduğunu iddia etmiştir. Ancak günümüzde takımı Berlusconi'nin satın almasıyla medyanın bu tavrı biraz değişmiştir. 2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Milan, 18.4 milyon taraftarıyla Avrupa'da en çok desteklenen İtalyan takımıdır. Diğer taraftan, Borussia Dortmund, Barcelona, Manchester United, Real Madrid, Bayern Munich, Schalke, Arsenal ve Hamburg'dan sonra en çok desteklenen dokuzuncu takımdır. Ocak 1995'te, bir Genoa taraftarı olan Vincenzo Spagnolo'nın bir Milan taraftarı tarafından bıçaklanarak öldürülmesinden sonra, Genoa taraftarı tarafından Milan'a büyük bir nefret beslenmektedir. Ancak Milan'ın asıl rakibi Inter'dir. Milan ve Inter takımları arasında oynanan her Serie A maçına Derby della Madonnina adı verilir. Bu ad, şehrin en gösterişli yapılarından biri olan Milano Katedrali'nin üstünde heykeli bulunan Blessed Virgin Mary'den gelmektedir. Milan taraftarları çoğunlukla, maç başladıktan sonra komik ama bazen de saldırgan mesajlar içeren pankartlar açarlar. Ayrıca meşaleler de çok kullanılmaktadır. Ancak bu meşaleler bazen kötü niyetli kullanılabilmektedır; örneğin 12 Nisan 2005'te oynanan 2004-2005 sezonu Şampiyonlar Ligi çeyrek final, ikinci ayak maçında Inter tribünlerden atılan bir meşale Milan kalecisi Dida'nın omzuna isabet etmiş ve maç iptal edilmiştir. İstatistik ve rekorlar. Paolo Maldini, 14 Mayıs 2007 itibarıyla toplamda 1000 ve Serie A'da 600 maçla, Milan'ın hem Serie A'daki hem de toplamdaki maçlarında en çok forma giyen oyuncusudur (playoff maçları hesaplamaya dâhil değildir). Aynı zamanda Paolo Maldini, Serie A'da en çok forma giyen oyuncu unvanını da elinde bulundurmaktadır. İsveçli futbolcu Gunnar Nordahl, 268 maçta attığı 221 golle Milan'ın tüm zamanların en çok gol atan oyuncusudur.Jose Altafini ise 298 maçta attığı 173 golle bu klasmanda ikincidir. Kulüp, Serie A 1991-1992 sezonunda yalnızca bir maç kaybetmiştir ve bu da bir rekordur. Toplamda ise, bu yenilmezlik serisi 58 maç sürmüştür. Seri, 26 Mayıs 1991'deki 0-0'lık Parma beraberliği ile başlamış ve ilginç bir şekilde Milan'ın 21 Mart 1993'teki maçta kendi evinde Parma'ya 1-0 yenilmesiyle sona ermiştir. Bu yenilmezlik serisi bir Serie A rekorudur ve üst düzey Avrupa ligleri tarihinin de üçüncü en uzun yenilmezlik serisidir. Steaua București'nin 104 maçlık ve Celtic'nin 68 maçlık serisi Milan'ı bu klasmanda geride bırakmıştır. Milan, 2007'deki FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nda Boca Juniors'ı yenerek FIFA tarafından tanınan uluslararası turnuvalarda en çok kupa kazanan takım oldu. Başkan ve teknik direktörler. Başkanlar. Milan, tarihi boyunca çok sayıda başkan değiştirmiştir. Bunlardan bazıları kulübün sahibi olmalarına karşın, bazıları da fahri başkanlardır. Aşağıda, bütün başkanları listesi bulunmaktadır. Teknik direktörler. Aşağıdaki tablo, 1900'den günümüze Milan'ı çalıştıran teknik direktörleri listelemektedir. Başarıları. Milan, İtalya içinde kazandığı 33 kupayla İtalya'nın en başarılı takımlarından birisi, kazandığı Avrupa çapında 14 ve dünya çapında 4 kupayla uluslararası turnuvalarda da dünyanın en başarılı takımlarından biridir. Ayrıca kazandığı 19 şampiyonluk ile formasında yıldız taşıma hakkı olan kulüplerden birisidir. Bunun yanında, kazandığı beşten fazla Şampiyonlar Ligi kupasıyla Şampiyonlar Ligi maçlarında, formasında "UEFA Başarı Amblemi" taşıma üstünlüğüne de sahiptir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9637", "len_data": 16288, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.44 }
Charles John Huffam Dickens (; 7 Şubat 1812 – 9 Haziran 1870), İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni. En unutulmaz kurgusal karakterlerden bazılarını yaratmasının yanında Victoria devrinin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda edebi dehası eleştirmenler ve ilgili kişiler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri dünya çapında tanınmaya devam ediyor. İngiltere'nin Portsmouth şehrinde doğan Dickens babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı. Düzgün bir eğitim almamış olsa da erkenden yoksullaşması ona başarıya giden yolda yardım etti. Kariyeri boyunca 20 yıllık bir süre içerisinde haftalık olarak çıkan bir gazeteyi yönetti, 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımlayıp yorulmak nedir bilmeden çalıştı ve çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda yenilikler için mücadele verdi. 1836'da yayımlanan "The Pickwick Papers" romanı ile şöhrete kavuştu. Birkaç yıl içerisinde uluslararası tanınan bir edebiyatçı oldu, kişilik ve toplum üzerine mizahi, satirik ve keskin gözlemleri ile ünlü oldu. Romanlarının çoğunlukla haftalık ya da aylık yayımlar şeklinde çıkması Viktorya döneminde en yaygın basım şekli olan dizi yayımlara öncülük etti. Dizi olarak çıkan eserler Dickens'a okuyucuların tepkisini iyi değerlendirme fırsatı verdi ve o da sık sık konuları ve karakterlerin gelişimini aldığı yorumlara göre şekillendirdi. Örneğin eşinin pedikürcüsünün "David Copperfield"daki Bayan Mowcher'ın kusurlarının fazla ön planda olduğu konusundaki ifadelerinden sonra karakterin iyi özelliklerini geliştirdi. Görünüşe göre "Oliver Twist"teki Fagin için ünlü suçlu Ikey Solomon'dan esinlenmişti. Leigh Hunt'tan ilham alarak yarattığı "Bleak House"'taki Bay Skimpole karakterinin kitabın bölümlerini takip eden arkadaşlarının tavsiyesiyle geliştirdi. Aynı romandaki Lawrence Boythorne ve kilise görevlisi Mooney için de gerçek hayattan kişilerden örnek almıştı. Boythorne için Walter Savage Landor'dan ve Mooney için de Salisbury Square'deki Looney isimli kilise görevlisinden esinlenmişti. Konularını özenle oluştururdu ve hikâyelerine sıklıkla güncel olaylardan unsurları serpiştirirdi. Dickens kendi çağının en önemli edebiyatçılardan biri olarak görülür. 1843 tarihli romanı "A Christmas Carol" yazılan en etkili eserlerden biridir. Her zaman popüler kalmıştır ve hâlâ her sanat tarzında uyarlanmaya devam ediyor. Gerçekçiliği, mizahı, yazım şekli, benzersiz karakterleri ve toplum eleştirileri sayesinde yaratıcı dehası Leo Tolstoy'tan G. K. Chesterton ve George Orwell'a kadar pek çok yazar tarafından övülmüştür. Fakat Oscar Wilde, Henry James ve Virginia Woolf ise psikolojik derinlik eksikliği, gevşek yazım tarzı, duygusal mizacından şikayet etmişlerdir. Hayatı. Memur bir babanın oğlu olarak 1812 yılında doğan Dickens'ın ilk yılları refah içinde geçse de babasının borçları yüzünden hapse girmesiyle sefaletle tanıştı. Henüz 11 yaşında iken bir boya fabrikasında çalışmak zorunda kaldı. 15 yaşında bir avukatın yanına giren genç Dickens, öğrenmeye meraklı olduğu için boş zamanlarında stenografi öğrendi. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi ve 1835'te “Boz” takma adıyla Boz'un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı. 1837'de ise esas onu ünlendirecek olan Bay Pikvik'in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary'e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. 1840'ta Amerika'ya gitti ve burada büyük bir coşkuyla karşılandı, ama Genel Okur İçin Amerika Notları kendisini o kadar içtenlikle ağırlamış olanlarda şiddetli tepkilere yol açtı. 1843 ile 1846 arasında bol bol seyahat eden Dickens, bu seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı. 1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı, konferanslar verdi. Ama sonunda çok yoruldu ve Gadshill'deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı. 1870'te de şöhretinin zirvesindeyken öldü. Mezarı Londra'daki Westminster Kilisesi'nde bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9643", "len_data": 4240, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.62 }
Fındık, huşgiller (Betulaceae) familyasından "Corylus" cinsini oluşturan çalı ve ağaç türlerinin ortak adı. Morfolojik özellikleri. Basit, yuvarlak, yapraklarının kenarları çift dişli, ucu sivridir. Çiçekler yapraklardan hemen önce ilkbaharda açar. Bir evciklidir. Erkek çiçekler kedicik şeklinde 5–12 cm uzunluğunda sarı renklidir. Dişi çiçekler çok küçüktür, kış boyunca tomurcuklarda gizlenir, 1 – 3 mm uzunluğunda kırmızı renklidir. Nuks meyve 1-2-3 cm uzunluğunda 1–2 cm çapındadır, kabuğun etrafını tamamen veya kısmen kuşatan bir kadehcik bulunur. Kadehciğin şekil ve yapısı fındık türlerinin teşhisinde önemlidir. Boyu en fazla 5 metre, ortalama boyu 3 metre, yazın yapraklı ve kış aylarında yaprak döken bir ağaçtır. Basit yapraklı ve yaprak kenarları çift dişlidir. Sürgünler: bir önceki yılın sürgünleri kahverengi olurken, yeni sürgünleri sarı ila gri arasında renge sahiptir. Çiçeklenme zamanı Türkiye'de Mart - Nisan ayları, Çiçek rengi: Sarı tonlarında Çiçek süresi: Mayıs sonuna kadardır. Yaşama elverişli en düşük rakım 10 metre üzeri, bilinen en yüksek rakımı 1600 metredir. Türkiye'de yaşadığı şehirler: Adana, Afyonkarahisar, Artvin, Bartın, Balıkesir, Bitlis, Düzce, Erzurum, Giresun, Hatay, Isparta, İstanbul, Kastamonu, Kırklareli, Kütahya, Ordu, Rize, Samsun, Sakarya, Sinop, Tokat, Trabzon, Tunceli, Zonguldak. Yetişme koşulları. Kışların ılık geçtiği nemli ve humuslu toprağı sever. Yıllık 1000–2000 mm kadar yağış ister. Fındığın faydaları. Çok iyi bir enerji kaynağıdır, vücuda güç ve enerji verir, beden ve zihin yorgunluğunu giderir. Fındık, kalp ve damar sağlığı açısından çok faydalıdır. Kolesterolü düşürür, kalp ritmini ayarlamaya yardımcı olur. Düzenli olarak her gün fındık yemek kalp krizi geçirme riskini azaltmakta çok etkilidir. Kansızlığa iyi gelir, vücut ve kemik gelişimini destekler. Hamilelerin hem kendileri için hem de doğacak çocukları için fındık yemeleri çok faydalıdır. Cinsel gücü arttırır, varislere iyi gelir. Fındık, soğuk algınlığı ve akciğer hastalıklarına da faydalıdır. Ayrıca, cildi güzelleştirdiği bilinmektedir. En önemli özelliği ise kansızlığa çok iyi gelmesidir. Zararlıları. Türkiye'de fındığın en önemli zararlıları olarak, "karamuk" oluşturup fındığın iç bağlamamasına ya da lekeli olmasına sebep olarak ekonomik zararı dokunan iki böcek türü vardır: Yarım kanatlılar takımından fındık yeşil kokarcası ("Palomena prasina") ile kın kanatlılar takımından Fındık kurdu ("Curculio nucum"). Ayrıca Balaninus nucum da önemli bir fındık zararlısı olarak bilinmektedir. Bu konuda 1915'te bir Osmanlı Ermeni ziraatçisi olan Antreasyan'ın önemli çalışmaları bulunmaktadır. Dünyada fındık üretimi. Başlıca üretici ülkelerin yıllara göre kabuklu fındık üretim miktarını gösteren tablo (ton). Ayrıca Çin, İran, Şili, Avustralya ve Fransa da fındık üretiminde önemli ülkelerdendir. Listedeki ülkelerin yanında küçük miktarlarda üretim yapan diğer ülkeler şunlardır: Polonya, Yunanistan, Belarus, Hırvatistan, Tacikistan, Özbekistan, Rusya, Kamerun, Portekiz, Moldova, Ukrayna, Tacikistan, Tunus, Slovakya, Slovenya, Suriye, Kıbrıs, Arjantin, Avusturya, Estonya, Yeni Zelanda ve Romanya. Dünya fındık ticareti. Dünyada ticarete konu olan fındığının büyük kısmı (%91) Avrupa ülkeleri tarafından satın alınır ve çoğunlukla (%80) şekerleme ve çikolata sanayinde kullanılır. 2000-2008 yılları arasında %85'i Türkiye tarafından satılan ortalama 540 bin ton kabuklu fındık ticareti gerçekleşmiştir. İtalya, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya, Türkiye dışındaki önemli ihracatçı ülkelerdir. Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Avusturya, Birleşik Krallık, İrlanda, İsviçre, Bulgaristan, Macaristan ve Kanada, fındık üretmemesine karşın ithal ettiği ürünü ihraç eden ülkelerdendir. Dünyada en fazla fındık satın alan ülkeler şunlardır; Almanya, İtalya, Fransa, İsviçre, Belçika, Lüksemburg, Rusya, Avusturya, Hollanda, Birleşik Krallık, ABD, İspanya, Polonya, Yunanistan, Danimarka. Türkiye son 30 yılda ortalama olarak 400.000 ton kabuklu fındığa eşdeğer 200 bin ton iç fındık ihracatı yapmıştır. Son yıllarda fındık üretiminin artmasına bağlı olarak bu miktarda artmaktadır. ile 2010-11 sezonunda 527 bin ton kabuklu fındığa karşılık gelen 263 bin ton ihracat gerçekleştirilmiştir. 2011-2012 sezonu ihracatımız ülke gruplarına göre: %74 AB ülkeleri, %10 diğer Avrupa ülkeleri, %9,5 deniz aşırı ülkeler, %6 diğer ülkeler şeklindedir. Ülkeler bazında ihracat: %21 Almanya, %17 İtalya, %14 Fransa, %4 Polonya ve %4 Kanada şeklindedir. Türkiye fındığını %58 oranında iç fındık, %17 işlenmiş bütün fındık, %25 ileri işlenmiş fındık olarak ihraç eder. Türkiye Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığına göre: Fındık ihracatı tarımsal ihracatın %15-20'sini, genel ihracatın %2'sini oluşturur. 380 bin aile, 700 bin hektar alanda fındık üreterek, 3 milyon kişiye geçim imkânı sunar. 2012/13 sezonunda 600 bin ton kabuklu fındığa eşdeğer ihracat yapılmış ve Cumhuriyet tarihi rekoru olan 1,8 milyar dolar gelir elde edilmiştir. Ayrıca bakınız. Çay (bitki)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9659", "len_data": 4990, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.5 }
Kriptoloji, şifre bilimidir. Haberleşme ve iletişim alanında iletilerin, mesajların, yazıların güvenli şekilde alıcısına ulaşması için çalışmalar yapan, yöntemler geliştiren bilim dalıdır. Önemli haberleşme verilerinin başkaları tarafından deşifre edilmemesi için özel matematiksel yöntemler kullanılarak güvenli şekilde iletişim sağlanması için kriptolojiye başvurulur. Bu sayede haberleşme daha güvenli hale getirilir. Şifrelenmiş bir metnin deşifre edilmesi ülkeler arası büyük bir krize neden olabilir ve bu durum iki ülke arasında savaş başlamasına sebep olabilir veya savaş halindeki iki ülkenin savaşı bitirmesini de sağlayabilir. Günümüz teknolojisinin baş döndürücü hızı göz önüne alındığında, teknolojinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan güvenlik açığının da taşıdığı önem ortaya çıkmaktadır. Kriptoloji; askeri kurumlardan, kişiler arası veya özel devlet kurumları arasındaki iletişimlerden, sistemlerin oluşumunda ve işleyişindeki güvenlik boşluk kadar her türlü dalla alakalıdır. Kriptoloji = Kriptografi + Kriptanaliz. Kriptoloji bilimi kendi içerisinde iki farklı branşa ayrılır. Bunlar Kriptografi; şifreli yazı yazma ve Kriptanaliz; şifreleri çözme ya da analiz etmedir. Kriptoloji, çok eski ve renkli bir geçmişe sahiptir. Tarihten günümüze kadar, bazı şifreleme teknikleri şunlardır: Kriptoloji tarihinin bilgisi. Kriptografinin Türkçe adı şifre yazımıdır. Kriptografi Yunanca gizli anlamına gelen “kriptos” ve yazı anlamına gelen “graphi” dan türetilmiştir. Kriptoloji ise şifre bilimidir. Kriptografi bilgi güvenliği ile uğraşır, Kriptoanaliz güvenli bilginin kırılması başka bir deyişle kriptografinin tam karşıtıdır. Kriptoanalistler genelde şifre çözmeye dayalı çalışırlar. Kriptoloji bir matematik bilimidir ve genelde sayılar teorisi üstüne kuruludur. İlk kriptolog, 4000 yıl önce yaşamış Mısırlı bir kâtiptir. O, efendisinin hayatını anlatırken hiyeroglifleri şifrelenmiş bir şekilde oluşturmuştu ve bazı hiyeroglifler daha önce hiç kullanılmamıştı. Kriptografi, bu şekilde başlamasına karşın, hayatının ilk 3000 yılında neredeyse hiç gelişemedi. Dünyanın farklı farklı yerlerinde bağlantısız bir şekilde en temel biçimde kullanılmıştı ancak medeniyetlerin yıkılışıyla sonraki adımlara geçilememişti. Dönemin en önde uygarlığı olan Çin'de ise yazının şifresiz yazılmasının bile çok zor olması nedeniyle kriptografi hiç gelişemedi. Daha sonraları (MÖ 5. - 6. yüzyıl) askeri istihbaratta gizlilik gerekmesi nedeniyle, kriptografi askeri alana girdi. Askeri alandaki ilk kriptograflar Spartalılardır. 9. yüzyıl'da Kindî, kriptoloji biliminde uygulanan tek alfabeli yerine koyma şifreleme yöntemini geliştirerek frekans analizini bulan ilk kişi olmuştur. Kindî, kriptoloji biliminde Jul Sezar (MÖ 50) tarafından bulunan ve uygulanan tek alfabeli yerine koyma şifreleme yöntemini geliştirerek frekans analizini bulan ilk kişidir. Nasıl Çalışır? Kriptoloji algoritmaları tamamen matematiksel fonksiyonlardan oluşur. Örneğin Sezar şifrelemesinde A harfi yerine D, B harfi yerine E kullanılmıştır. Bu da demek oluyorki algoritma gördüğü her harf yerine alfabede ona karşılık gelen harfin üç ilerisindeki harfi getirerek şifrelenmiş (kriptolu) metni oluşturmuş oluyor. İlk zamanlarda kriptolu metinlerin güvenliği için şifreleme ve deşifreleme algoritmaları saklı tutulurdu ve gizli bir anahtar bulunurdu. Fakat günümüzde kriptolojinin güvenliğinden bahsedecek olursak algoritma bilinse dahi yazı metninin çözülmemesi gerekir. Burada da devreye açık anahtarlı kripto algoritmaları girmektedir. Bunlar bir genel anahtar (Public Key) –ki bu herkesin görebileceği bir anahtar. (Secret Key) bu da sadece yazının çözülmüş (deşifrelenmiş) halini elde etmeye yarayacak olan anahtardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9664", "len_data": 3699, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.69 }
İzzet Ferhat Livanelioğlu (d. 2 Ağustos 1954, Amasya), Türk müzisyen. Ailesinin kökeni Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı Heveg-i Livane (Bıçakçılar) köyüne dayanır. Zülfü Livaneli'nin kardeşidir. Ankarada lise eğtiminden sonra ODTÜ'de İşletme okudu. Sonra İsveç'e taşınarak müzik alanında eğitim aldı. Birkagarden Yüksek Müzik Okulunu bitirdi. Klasik gitar, koro şefliği, kontrpuan armoni ve konularında eğitim aldı. Başta Zülfü Livaneli olmak üzere, Mikis Teodorakis, Maria Farandouri, Arif Sağ ve birçok sanatçının albümüne aranjör ve yönetmen olarak katılan sanatçı, 1993-2011 yılları arasında "İstanbul Devlet Modern Folk Müzik Topluluğunda" Genel Sanat Yönetmeni olarak görev yapmıştır. Yazdığı eser ve düzenlemeler Berlin Filharmoni Orkestrası, Stutgard Senfoni orkestrası, İzmir Opera Orkestrası, Hacettepe Orkestrası, Çukurova Senfoni Orkestrası tarafından icra edilmiştir. Evlidir ve 2 çocuğu bulunmaktadır. Dizi, film ve oyun müzikleri bestelemektedir. Mesam ve Müyorbir üyesidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9669", "len_data": 990, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.98 }
Ahmet Fatin Zorlu (20 Nisan 1910, İstanbul-16 Eylül 1961, İmralı), Türk siyasetçi ve diplomattır. 1957-1960 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı olarak görev aldı. Bundan önce ise 1954-55 yılları arasında Başbakan Yardımcılığı yaptı. 27 Mayıs Darbesi sonrası başlatılan Yassıada Yargılamaları sonrası Başbakan Adnan Menderes ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile birlikte İmralı adasında idam edildi. Yaşamı. Fatin Rüştü Zorlu'nun dedesi Rus İbrahim Paşa Osmanlı'ya sığınınca Yusufelili Zor Derebeyi Ali Paşa'nın kızıyla evlendirildi. Zorlu soy isminin kaynağı buradan gelmektedir. Fatin Rüştü Zorlu, II. Abdülhamid devri Mirlivası İbrahim Rüştü Bey ve Hatice Güzide Hanım'ın en küçük çocukları olarak 20 Nisan 1910 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde başbakan yardımcılığı, devlet bakanlığı ve dışişleri bakanlığı yaptı, 27 Mayıs Darbesi’ni gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi tarafından atanan yargıçlardan oluşan "Yüksek Adalet Divanı" tarafından idama mahkûm edildi. Galatasaray Lisesi’ni, Paris Politik Bilimler Enstitüsü'nü ve Cenevre Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 30 Ağustos 1934 tarihinde Atatürk'ün de hazır bulunduğu nikâhla dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın kızı Emel Hanım'la evlendi ve 1936 yılında kızı Sevin doğdu. 1936 Montrö konferansına katıldı. Paris ve Kuybişef maslahatgüzarlığı, merkez şifre müdürlüğü yaptı. 1932’den başlayarak Dışişleri Bakanlığı’na bağlı çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1951’de Ekonomik İşbirliği Teşkilatı genel sekreteri oldu. 1952’de büyükelçiliğe yükselerek Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’nda Türkiye daimi temsilciliğine getirildi. 1959 yılında Adnan Menderes'le beraber, Bilderberg toplantısına katıldı. Siyasal yaşama atıldığı 1954’te, ardından 1957’de Demokrat Parti’den Çanakkale Milletvekili seçildi. Adnan Menderes hükûmetlerinde başbakan yardımcılığı, devlet bakanlığı ve dışişleri bakanlığında bulundu. 1957 yılında Kıbrıs Türkleri'ni EOKA terörüne karşı korumak için Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kurulmasını sağladı. Dışişlerinde güttüğü politika NATO’ya bağlılığa dayanmakla birlikte, Türkiye'nin ekonomik büyümesi için Amerika’dan azami miktarda mali kaynak sağlamaya yönelikti. 1974'te Bülent Ecevit'in başbakanlığı döneminde TSK tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs Harekâtı'nın hukuki dayanağı, Fatin Rüştü Zorlu'nun 11 Şubat 1959'da İsviçre'de Yunanistan ve Birleşik Krallık ile birlikte imzaladığı Zürih Antlaşması'ndaki Garantörlük hükmüdür. İdamı. 1960 yılında 27 Mayıs Darbesi'nden sonra diğer hükûmet üyeleri ve DP yöneticileriyle birlikte tutuklanarak, yeni oluşturulan "Yüksek Adalet Divanı" tarafından Yassıada'da yargılandı. Bu mahkeme 14 sanıkla birlikte Fatin Rüştü Zorlu'yu da idam cezasına çarptırdı. Cezası, Adnan Menderes ve Hasan Polatkan'ınki ile birlikte, askerî müdahaleyi gerçekleştiren MBK tarafından onaylandı. 16 Eylül 1961'de idam edilerek hayatına son verildi. İdama büyük bir metanetle gitmiştir. Yassıada komutanı Tarık Güryay'ın anılarında bu olaya şu şekilde yer vermiştir: "Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metanetle gitti. O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilişinden sonra, kendisine dini telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telaffuzda düştüğü hataları düzeltti. Kollarını arkadan bağlarken, başsavcıya son bir ricada bulundu. Ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkânsızlığı kendisine anlatıldı. İdam sehpasına, öz dedesi Gazi Osman Paşa'nın adına yazılan marş eşliğinde gitmiştir. Beraberce sehpaya doğru yürüdük. Ne masaya ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istedi. Hatta heyecandan eli titreyen cellâda: "Oğlum ne titreyip duruyorsun? İlmik senin değil, benim boynuma geçecek" dedi. Sonra âdeta kendisini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi: "Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık!" dedikten sonra, ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı. Boyu uzun olduğu için, ayakları masaya basmıştı. Cellât masayı itti. Ona bu kadarcık da iş düşmüş bulunmasaydı, Zorlu sanki asılmış değil, intihar etmiş olacaktı." Fatin Rüştü Zorlu idamından hemen önce ailesine yazdığı mektup şöyledir: Cenazesi, ölümünden 29 yıl sonra, 17 Eylül 1990'da İmralı Adasındaki mezarından alınarak İstanbul'da yaptırılan Anıt Mezar'a nakledildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9670", "len_data": 4290, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.32 }
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Eskişehir'deki bir devlet üniversitesidir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'nin kuruluşu, Eskişehir'de üniversite yaşamını başlatan Tıp, Mühendislik-Mimarlık ve Fen Edebiyat Fakültelerinin kuruluş tarihi olan 1970 yılına dayanır. 18 Ağustos 1993'te çıkan 496 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Eskişehir'de Osmangazi Üniversitesi adı ile yeni bir üniversite kurulmuş ve Anadolu Üniversitesine bağlı olan Tıp, Mühendislik-Mimarlık ve Fen-Edebiyat Fakülteleri, Sağlık Hizmetleri ve Eskişehir Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulları, Fen Bilimleri, Metalurji ve Sağlık Bilimleri Enstitüleri ile yeni kurulan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü bu Üniversiteye bağlanmıştır. 1994'te Sivrihisar Meslek Yüksekokulu, 1995'te Ziraat ve İlahiyat Fakülteleri, 1996'da Eskişehir Sağlık Yüksekokulu (2015'te Sağlık Bilimleri Fakültesine dönüştürülmüştür), 1998'de Eğitim Fakültesi kurularak üniversite bünyesine katılmıştır. 2005 yılında adı Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) olarak değiştirilen üniversitenin bünyesinde, 2007'de Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu (2013'te Turizm Fakültesine dönüştürülmüştür), Mahmudiye Meslek Yüksekokulu ve Devlet Konservatuvarı 2008'de Diş Hekimliği Fakültesi, 2009'da Sanat ve Tasarım Fakültesi, 2018'de Hukuk Fakültesi, 2010'da Eskişehir Meslek Yüksekokulu ve Eğitim Bilimleri Enstitüsü kurulmuştur. 2022 yılında Fen Edebiyat fakültesi, Fen Fakültesi ile İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi olarak ikiye ayrılmıştır. 2022-2023 öğretim yılı itibarıyla, 13 fakülte, 1 devlet konservatuvarı, 4 meslek yüksekokulu ve 4 enstitüde, 933'ü doktora, 2913'ü yüksek lisans, 23298'si lisans ve 2956'sı önlisans olmak üzere toplam 30100 öğrenci öğrenim görmektedir. Dış ilişkiler. Kafkasya Üniversiteler Birliği'nin üyesidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9672", "len_data": 1818, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.43 }
Yusufeli, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde Artvin iline bağlı bir ilçedir. Artvin il merkezinin güneybatısındadır. Çoruh Nehri ile Barhal Çayı'nın birleştiği bir vadide, denizden 560 metre yükseklikte kuruludur. İlçenin yerleşim alanı tarihi boyunca çeşitli defalarca yer değiştirmiştir. Yusufeli Barajı'nın yapılması ile sular altında kalacak olduğundan ilçe merkezi 2022'de yedinci kez yer değiştirerek Yansıtıcılar mevkisine taşınmıştır. Coğrafya. Konum. İlçe, Artvin il merkezinin güneybatısında yer alır. Artvin kentine olan uzaklığı yaklaşık 76 km, Erzurum'a ise 139 km mesafededir. Ulaşım Erzurum-Artvin karayolu ile sağlanır. İlçe merkezi Çoruh Nehri ile Barhal Çayı'nın birleştiği bir vadide kurulmuştur. Doğusunda Erzurum'un Olur ve Oltu ilçeleri, güneyinde Erzurum'un Tortum, Uzundere ve İspir ilçeleri, batısında Rize'nin Çamlıhemşin ve Ardeşen ilçeleri, kuzeyinde ise Artvin merkez ve Murgul ilçeleri yer alır. Denizden yüksekliği 560 metre, yüzölçümü 2327 km²dir. İlçenin yüzey şekillerini genellikle doğu–batı doğrultusunda uzanan dağlarla bu dağları birbirinden ayıran vadiler meydana getirir. Yusufeli, coğrafî konum itibarı ile çok engebeli, dağlık bir alana sahiptir. Düzlükler yok denecek kadar azdır. Yusufeli Barajı'nın hizmete girmesi nedeniyle ilçe merkezi Eylül 2022'de Yansıtıcılar mevkisinde kazı ve dolguyla elde edilen 153 hektar alana taşındı. teklerinde yeni yerleşim birimleri kuruldu. Dağlar. "Karadağ" (2399 m): İlçenin güneyinde yer alır, Kınalıçam (Aşbişen) köyünün Kurudere (Mevenk ve Haydar) mahalleleri bu dağın eteklerinde kuruludur. "Ali Dağı" (2232 m): İlçenin güneydoğusunda yer alır, bu dağın zirvesi Kınalıçam (Aşbişen) köyü sınırları içindedir bu dağın bir kısmı Erzurum il sınırları içinde kalmaktadır. "Kaçkar Dağı" (3937 m): İlçenin kuzeybatısında yer alır. Rize ile il sınırını oluşturur. 3937 m yüksekliği ile Kuzeydoğu Anadolu Dağlarının en yüksek dağıdır. Kaçkar Dağı'nda çok sayıda endemik bitki ve çiçek türünün varlığı saptanmıştır. Kaçkar'ın etekleri yaz mevsiminde rengârenk çiçeklerle bezenir ve bu durumda dağ, trekkingciler için doyumsuz manzaralar sunar. Dağcılık sporuna da oldukça uygun bir dağ olup Türkiye'nin en önemli ve en tanınmış dağlarının başında gelmektedir. "Altıparmak Dağları" (3562 m): İlçenin kuzeybatısında yer alıp kuzey-batı doğrultusunda uzanarak Rize ile il sınırını oluşturur. Altıparmak Dağları sıradağlar biçiminde uzanmakta olup birçok dağ bu silsileye mensuptur. Çok sayıda buzul gölünün yer aldığı Altıparmak Dağları, Barhal Çayı'nın da kaynaklarını oluşturur. Trekking ve dağcılık sporlarına elverişlidir. Akarsular. İlçenin en büyük akarsuyu Çoruh Nehridir. Yusufeli sınırlarındaki bütün çay ve dereler Çoruh'un kollarını oluştururlar. Çoruh Nehri, kaynağını Mescid Dağının (3255 m) batı yüzünden alır. Önce batı doğrultusunda akıp Bayburt'tan geçtikten sonra bir yay çizerek doğuya yönelir. Yokuşlu köyü önünde Yusufeli sınırlarına girer. Yusufeli, Artvin ve Borçka'nın içerisinden geçtikten sonra Borçka'nın Muratlı kasabasından da geçerek burada il ve ülke sınırlarını terk eder ve Batum'da Karadeniz'e dökülür. Toplam uzunluğu 376 km olan Çoruh Nehrinin il sınırları içerisindeki uzunluğu 150 km olup 100 km'si Yusufeli sınırları içerisinde seyreder. Çoruh'un debisi mayıs ayında (569/529 m³/sn) zirveye çıkar. Yıl boyunca en düşük debisi ise 53,09 m³/sn'dir. Eğim %5'tir. Çoruh Nehrinde başta sazan, kefal ve alabalık olmak üzere birkaç balık türü bulunur. Çoruh Nehrinin Yusufeli sınırları içerisinde seyreden 100 km'ik kısmı rafting ve kano gibi su sporları için en uygun ve en zorlu parkurları meydana getirmiştir. "Barhal Çayı"'nın tamamı Yusufeli sınırları içerisinde yer alır. Kaynaklarını Altıparmak Dağları ve Kaçkar Dağından (3937 m) toplar. İki kolu Yaylalar (Hevek) köyünün aşağısında birleşir ve buradan kuzeydoğuya doğru akmaya devam eder. Yaylalar köyü içerisinden geçtiği için, kaynağından Altıparmak köyüne kadar olan bölümüne Hevek Suyu adı da verilir. Altıparmak köyü içerisinde, kaynağını Kaçkar Dağından alan ve aynı zamanda Barhal Çayının en büyük kolu olan Kocaçay'ı alır. Balcılı köyü yakınlarında Yüksekoba (Kobak) Suyunu aldıktan sonra kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda seyrederek, Dereiçi köyü yakınlarında, Balalan (Arcivan) Deresini de alır. Yusufeli ilçe merkezinin tam ortasından geçerek, ilçe merkezinin önünde, Kâzım Karabekir (Kazahora) mahallesi ile Üzümbağı (Hamzet) mahallesinin karşısında Çoruh Nehrine karışır. Oldukça berrak ve temiz bir su olup alabalık yönünden de çok zengindir. İlçe merkezinin içme suyunun kaynağını teşkil eder. Bu çayın üzerinde, Sarıgöl mevkiinde şahısa ait alabalık çiftliği kurulmuştur. Yatağı boyunca sulama suyu olarak da kullanılmaktadır. Bunlardan başka ayrıca su sporlarına elverişli olup bu suda rafting ve kano gibi su sporları yapılır. İlçenin Pamukçular (Ohur) köyü yakınlarında Yusufeli sınırlarına girer. Yusufeli-Oltu-Erzurum yol ayrımı mevkiinde Tortum Çayı ile birleşir ve her iki çay, Oltu Çayı adıyla Günalp Kayası (Su kavuşumu) denilen mevkide Çoruh Nehrine karışır. Kargapazarı Dağları'nın kuzey yamaçlarından kaynaklarını alan Tortum Çayı, Erzurum–Artvin il sınırında bulunan Kınalıçam (Aşpişen) köyünde Yusufeli sınırlarına girer ve Kınalıçam köyü içerisinden geçerek Yusufeli-Oltu-Erzurum yol ayrımı mevkiinde Oltu Çayı ile birleşir. Su kavuşumu mevkiinde Çoruha karışır. İklim. İlçe genelinde Karadeniz iklimi ile karasal iklim arasında bir geçiş iklimi tipi hakim olmakla birlikte ilçe merkezi ve yakın çevresi ile Çoruh Nehrine yakın yerlerde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçer; Akdeniz iklimini andırır. Buralarda Akdeniz ikliminin tipik bitki türleri olan zeytin, incir, üzüm gibi meyveler bolca yetişir. Vadinin yüksek kesimlerinde karasal iklim hüküm sürer. Yazlar serin, kışlar soğuk ve yağışlıdır. Yağışlar genelde ilkbahar sonu ve yaz başlarında görülür. İlçenin yıllık hakim rüzgâr yönü batı–doğu doğrultusundadır. Rüzgârlar yılın ilk yedi ayında batıdan; ağustos, eylül, ekim aylarında güneybatıdan; kasım ayında güneyden ve aralık ayında ise kuzeyden eser. Yaz aylarında ise meltem rüzgârları eser. Rüzgârlar, gündüzleri vadiden dağa doğru, geceleri ise dağdan vadiye doğru eser. İlçe alanının 28.620 hektarlık bölümü ormanlarla kaplıdır. Ormanlar genellikle yüksek kesimlerdedir. Ağaç türü olarak çam, sarıçam, ladin, köknar, karaağaç, meşe (pelit), ardıç, kayın, dişbudak, kızılağaç ve yabani kavak bulunur. İğne yapraklılar çoğunluktadır. Ormanlar, 700–2500 m arası rakımlarda yer alır. Etimoloji. "Yusufeli" adı 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bugünkü Yusufeli ilçesini kapsayan bölge, Osmanlı Devleti'nin Erzurum vilayetine bağlı bir kaza iken "Kiskim" veya "Keskim" adını yaşıyordu. Ankara vilayetine bağlı olan Keskin kazası arasında postada karışıklığın ortaya çıkması gerekçesiyle kazanın adı 6 Mayıs 1914 tarihinde Yusuf ili (یوسف ایلی) / Yusufeli olarak değiştirildi. Kiskim kazasına bu ad, 32. Osmanlı padişahı Abdülaziz'in oğlu Şehzade Yusuf İzeddin Efendi'nin adına istinaden verilmiş olup "Yusuf'un diyarı" anlamına gelir. Bununla birlikte kaza merkezinin adı, Ersis olarak kaldı. Yusufeli kazası 1926 yılında Artvin vilayetine bağlandğında, kazanın idari merkezi Ersis'in adı da Öğdem (eski adı "Kuşnara" veya Okdemi ) oldu. Yaklaşık 25 yıl sonra, 11 Şubat 1950 tarihinde, Yusufeli'nin idari merkezi bu kez Öğdem'den Ahalt'a nakledildi. Ahalt adı, Ahalta'dan (ახალთა) değişime uğramıştır Gürcüce "ahali" (ახალი: yeni) kelimesinden türemiştir. "Yusufeli ilçesi Merkezi Öğdem'den Ahalt, Vecenket ve Kozahora mahallelerinden teşekkül eden Ahalt Köyüne kaldırılmış ve bu merkeze Yusufeli adı verilmiştir" biçimindeki karar 16 Şubat 1950 tarihli "Resmî Gazete"'de yayınlanmıştır. 1940 yılında Ahalt'ın nüfusu 546 kişiden oluşuyorken, ilçe merkezi olmasından sonra artmış; 22 Ekim 1950 tarihli genel nüfus sayımında Yusufeli'nin idari merkezinin “şehir nüfusu” 812 kişiye ulaşmıştı. Kaza merkezi alanı genişledikçe yerleşim de Yusufeli olarak anılmış, Ahalt zaman içinde kentin bir mahallesine dönüşmüştür. Tarih. Yusufeli'nin tarihi MÖ 3000 yılına, Bronz Çağı'na dayanmaktadır. İlk adı "Perterek" (veya Pertarek)tir. Hurri, Urartu, Ermeni, Pers, Roma, Bizans, Gürcü yönetiminde kaldıktan sonra, bölgeye Müslümanlar geldi ve yöre sırasıyla Selçuklu, Saltuklu, İlhanlı, Timur, Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı yönetiminde kaldı. 93 Harbi sonrası Rusya hakimiyetine giren yerleşim, Batum Antlaşması ile Türkiye'nin parçası oldu. Osmanlı dönemi. İlçe merkezi, tarihi boyunca çeşitli defalar taşındı. Osmanlı yönetimi altında1892 yılına kadar 3 kez yerleşim yeri değişen Yusufeli kazasının merkezi, Ersis halkının talebi talebi ve kaza olmak için gerekli olan hükûmet konağı, telgrafhane, hapishane ile telgraf tellerinin döşenme masraflarını köyün ileri gelenlerinin üstlenmeyi taahhüt etmeleri üzerine 1892'de Kiskim'den (Öğdem) Ersis'e taşındı. 1914'te kazanın adının "Ersis" olarak değiştirilmesi gündeme geldi; konuyu görüşen Kizkim Kaza Meclisi kazanın adının Yusuf İzzeddin Efendi'nin ismine izafeten "Yusufeli" olarak değiştirilmesini kararlaştırdı. I. Dünya Savaşı. I. Dünya Savaşı başladığında Yusufeli bölgesi Osmanlı ve Rus taraflarının savaş hazırlıkları bakımından önemli bir mevkii durumuna geldi. Her iki taraf da rakip orduları yıpratmak için çeteler kurdu. İttihat ve Terakki’nin liderlerinden Bahattin Bey önderliğindeki milis güçler, yerel halkın büyük desteği ile savaşın balında Ruslar'a karşı başarılı çatışmalar yaptı. Yusufeli, Bahattin Bey'in karargâhı konumundaydı. Artvin bölgesindeki Teşkilat-i Mahsusa kuvvetlerinin Ruslar karşısında bozguna uğraması ile 5 Nisan 1915 tarihinde Türk askerleri bölgeden çekildi; Yusufeli yeniden sınır oldu. Ruslar Yusufeli bölgesini işgal etmeye başlayınca kaza merkezi ve köylerden kitle halinde göçler yaşandı. Rusya'daki Bolşevik İhtilalinden sonra Rus orduları dağıldı. 1918 yılının ilk aylarında Yusufeli bölgesindeki Rus kuvvetlerinin ayrılması ile Yusufeli düşman işgalinden kurtuldu. Ruslar Yusufeli kazasını terk ederken hükümet konağını tahrip etmiş ve yakmışlardı. Yeni hükûmet konağının inşa masrafları ve inşa edilene kadar birkaç yıl boyunca hükûmet konağı olarak kullanılan evin kirası İstanbul hükûmeti tarafında ödendi. Cumhuriyet dönemi. Yusufeli kazası 1926'da Artvin vilayetine bağladı. 29 Haziran 1926 tarihinde çıkarılan kanunla ilçe merkezi yeniden Öğdem'e nakledildi. 1933'te Erzurum'a, 1936'da Çoruh vilayeti'ne bağlandı. 11 Şubat 1950 tarihinde TBMM'de kabul edilen 5531 sayılı yasayla ilçe merkezinin yeri Ögdem'den Ahlat'a nakledildi. Yusufeli Barajı'nın hizmete girmesi nedeniyle ilçe merkezi Eylül 2022'den itibaren yedinci kez yer değiştirdi. Tekkale, Yeniköy, Irmakyanı, Çeltikdüzü, Meşecik ve Çevreli, İşhan köylerinde yaşayanlar için de dağların eteklerinde yeni köyler kuruldu. Nüfus. İlçenin nüfusu 2012 adrese dayalı nüfus kayıt sistemine göre 22.234'tür. Bunun 6.856'sı ilçe merkezinde, 15.378'i ise belde ve köylerde yaşamaktadır. Ekonomi. İlçe merkezinde 37 dükkânlı bir sanayi sitesi bulunmaktadır. Halk, geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlamakla birlikte "gurbetçilik" en önemli geçim kaynaklarındandır. Coğrafyanın dağlık ve işlenebilir, toprağın çok kıt oluşu, halkı gurbetçiliğe zorlamıştır. Kültür. Çok miktarda Gürcü dönemini yansıtan kale ve saray kalıntısı vardır. Bunlardan biri de Armaşen Kalesi'dir. Halk müzikleri halk oyunları; horon, bar oyunları ve Artvin (Ahıska) Kafkas dansları üzerine kurulmuştur. Başlıca müzik aletleri tulum, zurna, asma davul, saz ve akordeondur. En meşhur yemeği Yusufeli cağ kebabı'dır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=9676", "len_data": 11558, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.5 }