text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Am şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10090",
"len_data": 26,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 1.51
}
|
İnsan penisi, erkek bireylerde, görünür kısımda yer alan eşey ve üreme organı yapısıdır. İdrar ve üreme salgısı kanalıyla, bunun çevresini saran süngerimsi bir yapıda kan damarlarınca zengin bir üreme organıdır. Penisin ucunda yer alan açıklıktan hem idrar hem de meni ayrı zamanlarda dışarıya atılır. Penis uyarıldığında damarların kanla dolmasıyla büyür ve sertleşir. Buna sertleşme (ereksiyon) denir. Sertleşen penis içindeki meninin dışarı atılmasına boşalma (ejakülasyon) denir.
Etimoloji ve isimlendirme.
Penis kelimesi Latincede hem "kuyruk", hem de "erkeklik organı" anlamına gelmektedir. Türkçede ilk kullanımı 1950'lere tarihlenmiştir. Nihai kökeni varsayımsal Proto Hint-Avrupa dilinde yer aldığı düşünülen "kuyruk" anlamındaki "*pes-nis" kelimesidir.
Eski dilde erkeklik organı için kullanılmış "zeker," Arapça "ḏkr" kökünden gelen ve aynı anlama sahip ﺫﻛﺮ ("ḏakar") kelimesinden dile girmiştir ve bir Türk dilindeki ilk kaydı 14. yüzyılda Kıpçakça yazılmış "İrşadü'l-Mülûk ve's-Selâtîn" eserinde yer almıştır. Arapça söz Aramice "erkek çocuk, koç" manasındaki "dəkar" ile Akadca "erkek" veya "penis" manasındaki 𒍑 ("zikaru") ile eş kökenlidir.
Penis, çocuk dilinde "pipi" olarak bilinir. Bu kullanım Fransızca gibi diğer dillerde de tespit edilmiştir, ancak etimolojik açıdan bağlantılı değillerdir.
Argoda kullanım.
Pek çok toplum ve kültürde penisten söz etmek tabu veya kaba bir davranış olarak kabul edilmekte olup, hakkında bahsetmek için çeşitli argo kelime ve hüsnütabirler gelişmiştir. Hulki Aktunç'un derlediği "Büyük Argo Sözlüğ"ü'ne göre Türkçede yer alan "alet, çavuş," "çük," "kuş",' "malafat",' "pompa","" "similya, sosis, ufaklık," ve "yılan" kelimeleri penis kelimesi ile argoda eş anlamlı şekilde kullanılmaktadır.
Buna ek olarak "yarak" ile "sik" sözcükleri penis olarak kullanımlarının yanı sıra küfür olarak da kullanılabilirler. "Yarak", Eski Türkçede aslen "donanım, zırh, silah" anlamına gelmiş ve 11. yüzyıldan beri çeşitli Türk dillerinde kaydedilmiş, hatta Moğolcaya "carag" olarak alıntılanmıştır. Evliya Çelebi'nin "Seyahatnâme" eserinde silah ile ilişkili bir terim olarak "dalkılıç" ile beraber "dalyarak" formunda kullanılmıştır. Kelimenin erkeklik organı olarak kullanılmaya başlanması 18. yüzyılda meydana gelmiştir. Eski Türkçe kökenli "sik" ise 11. yüzyıldan beri "siyme (işeme) organı" olarak kullanıma sahiptir. Yunanca bir küfür belirtisi olan σιχτιρίζω ("siktirízo") dahil olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu'nun hüküm sürmüş olduğu bölgelerde konuşulan bazı dillere bu kelime Türkçeden alıntılanmıştır.
Anatomi.
Yapı.
Penisin gövde ve baş (haşefe) olmak üzere iki kısmı vardır. Baş kısmı sünnet derisiyle kaplıdır ve erkek sünnet olduktan sonra bu kısım açıkta kalır. Sünnet olmamış erkeklerde sünnet derisinin içindeki baş kısmı sertleşmeyle birlikte ortaya çıkar, sonra eski boyutlarına döndüğünde tekrar deri tarafından örtülür. Baş prepüs, penis frenulumu ve penis tacı'ndan oluşur. Penisin baş kısmı sünnet olmamış erkeklerde elle sıyrılarak da ortaya çıkarılabilir. Penis başı ve altında yer alan frenulum erkeğin en hassas bölgelerinden biridir ve içerdiği çok sayıda sinir ucu sayesinde orgazmda en önemli rolü oynar. Cilt altında yer alan fasya ise penil fasya ve buck fasya'dan oluşur. Üretal açıklık meni ve idrarın dışarı atıldığı deliktir.
Penis kökünün altında yer alan testisler, deri ile kaplı bir yapı olan testis torbası (skrotum) içinde korunurlar. Organı kaplayan deri ergenliğin başlamasıyla koyulaşıp kalınlaşır. Bu torba içindeki testisler ergenlik öncesinde küçük, erişkinde ise 20-30 gr ağırlığında, 4–5 cm uzunluğunda, 2,5 cm genişliğinde yumurtaya benzer şekildedir. Yetişkin bir erkekte, sağlıklı bir testisin uzunluğu en az 3,5 cm'dir. Testisler erkek üreme hücrelerini yani spermleri üretirler ve erkeklik hormonu olan testosteronu salgılarlar. Bunun yanında testiste üretilen meni testis yollarını kayganlaştırarak spermlerin geçişini kolaylaştırır. Yantestisler epididymis olarak bilinir. Kök penis kıvrımı, penis ampulü, fundiform bağ, penis asıcı bağ ve penis gövdesi'nden oluşur.
Gövde, kavernöz ve spongiöz maddelerden oluşur:
Boyut varyasyonu ve tipleri.
Yetişkin erkeklerde sertleşmiş bir penisin ortalama uzunluğu 10–13 cm′dir. Normal penis boyu 8–14 cm arasındadır. 2015 tarihli 15,521 erkeğin incelendiği bir sistematik incelemeye göre ortalama erekte penis uzunluğu 13.12 cm, kalınlığı ise 11.66 cm'dir. Yapısal bozukluk olan anormal penis, boyu 7 cm'nin altında veya 16 cm'den çok daha uzun olan penislerdir. Primatlar içerisinde en kalın penise sahip tür (hem mutlak hem de oransal açıdan) insandır, ancak uzunluk açısından şempanzeler gibi diğer bazı primatlar ile benzerdir. Bu farkı açıklamak için kalınlaşmanın daha büyük kafalı çocuklar doğurabilmek için kadınlarda vajinanın genişlemiş olmasına karşı bir adaptasyon olması gibi teoriler öne sürülmüştür, ancak genel kabul edilen bir görüş yoktur.
Penisler, içine daha çok veya daha az kan alanlar olarak sınıflandırılır. Et penisine sahip yetişkin kişilerin penisleri en inik halinde dahi ~10 cm civarındadır. Et penisinin sertleşmiş hali, inik (sönük) halinin 1,2-1,4 katı kadar büyüyebilir. Dünyada yetişkin erkeklerin ortalama %19'u et penisine sahiptir. Kan penisine sahip yetişkin kişilerin penislerinin en inik hali 4–6 cm dir. Kan penisi, en inik halinin 2-4 katına kadar büyür. Dünyada yetişkin erkeklerin yaklaşık %81'i kan penisine sahiptir. Yarı et yarı kan penisi ise inikken penisin kafası neredeyse sert hali boyutunda olup, gövde kısmı kan penisi gibi büzüşen penistir.
Yetişkin kişide, sert hali ~7 cm'nin altında olan ve ~16 cm'nin çok daha üstünde olan penis anormal büyüklüktedir, bunlar çok az kişide görülüp, yapı bozukluğudur. Anormal büyük penisin cinsel sağlık açısından olumsuz durumu yoktur. Çok küçük penise mikropenis hastalığı denir. Şişman insanların çoğunda penis bölgesinde yağ birikimi olabilir, bu yüzden penis inikken ~1 cm kadar gözükebilir, bununla mikropenis hastalığı karıştırılmamalıdır, bunda penis sadece yağlardan dolayı küçük gözükür.
Gelişim.
Fetüs gelişirken genital tüberkül erkeklerde penis başına (glans), kadınlarda ise klitoris başına dönüşür; bu yapılar birbirlerine homologdur. Ürogenital katlantı ise penis gövdesinin etrafını saran deri ile üretrayı oluştururken, bu yapı kadınlarda iç dudaklara (labia minora) evrilir. Kadınlarda corpora cavernosa klitorisin gövdesine, corpus spongiosum bulbus vestibuli vaginae adlı klitoris altında yer alan soğan şeklindeki çıkıntılara dönüşmüştür. Erkeklerdeki testis torbası (skortum), kadınlarda dış dudaklara (labia majora) tekabül etmektedir. Sünnet derisi ise klitoral kaputa eştir. Erkeklerde perineumun ortasında, penis ve testis torbası üstünde yer alan ve raphe ismi verilen çizgi ürogenital katlantıların birbirlerine simetrik gelişerek birleşmesi sonucunda oluşur.
Penis, normal durumlarda erkeklerde ergenlik ile birlikte büyümeye başlar ve yaklaşık iki yıl içinde olgun erkek penisi büyüklüğüne erişir. Büyümeye başlama yaşı 10 ila 15 yaş aralığında değişebilir. Bu dönemde genital bölge kılları da ortaya çıkar. Tam büyüme 18 yaşına kadar olsa da, çok nadiren ergenliğe geç giren bazı kişilerde 20-24 yaşlarına kadar devam edebilir.
Fizyoloji.
İşeme.
İdrarın idrar kesesinden üretra yoluyla vücudun dışına salınmasıdır. Üriner sistemin boşaltım şeklidir. Tıbben ürinasyon, miktürisyon veya idrar çıkması, halk dilinde ise çiş yapma adı altında da bilinmektedir.
Sertleşme (ereksiyon).
Parasempatik sinir sisteminin uyarılması sonucu, penisin "Corpus cavernosum" ve "Corpus spongiosum" parçalarına kan dolması nedeniyle oluşan fizyolojik olaydır.
Fizyolojik olarak, uyarılma sırasında atardamarlarla kan hızlıca penise pompalanır, penisin kavern odacıklarının duvarları gevşeyerek genişler ve içlerine daha fazla kan alarak şişer ve büyürler. Böylece penis kanla dolarak büyür ve sertleşir. En dıştaki sert kılıf ve zarlar gerilir, toplardamarlar kapanır ve kan tekrar dolaşıma çıkmaz, bir süre orada kalır. Penis sertliğini kaybederken, bu toplardamarlar açılır, kan penisi terk eder ve kavern sistemlerin duvarları kasılıp büzüşerek küçülürler. Penis eski konumuna gelir.
Mekanizma olarak basit; ama hormonal, kimyasal, elektriksel, mekanik ve psikolojik açıdan karmaşık bir süreçtir.
Boşalma (ejakülasyon).
Sempatik sinir sisteminin uyarılması sonucu, penisten meninin sperm kanalları yoluyla üretal açıklıktan dışarı çıkması olayıdır.
Sperm kanallarıyla vücuttan dışarı çıkan menide sperm hücreleri bulunur. Testislerden çıkarak idrar yoluna doğru uzanan iki sperm kanalı, idrar kesesinin altından geçer ve dış idrar açıklığına kadar uzanır. İdrar kesesinin altında prostat bezi yer alır. Prostat, boşalma öncesi bir sıvı salgılayarak sperm kanalını temizler. Bu sıvı dişilerin üreme kanalı olan vajinanın kimyasal ortamını sperm hareketine uygun hale getirir. Spermlerin dışarı atılmadan önce biriktikleri iki küçük kesecik de (seminal kese) mesanenin iki yanında bulunur.
Toplum ve kültür.
Sünnet.
Sünnet, erkeklerde penis başını örten ve koruyan üstderinin (prepus) bir kısmının veya tamamının kesilip atılmasıdır. Sünnet büyük oranda dini bir gereklilik olarak gerçekleştirilir. Yahudi, Müslüman, Kıptî ve Ortodoks Tevhîdî toplumlarda bu şekilde uygulanmaktadır. Buna ilaveten dinden bağımsız olarak Amerika Birleşik Devletleri, Filipinler ve Güney Kore gibi ülkelerde de yaygındır. Geri kalan uygulamalar tıbbi bir gereklilik veya önlem metodu olarak gerçekleştirilir.
Sünnetin, penisin ısı hassasiyetini artırarak erken boşalma sorununu tetiklediği yönünde veriler bulunmakla beraber tam aksine haz barajını yükselterek erken boşalma sorununu tedavide etkili olduğu yönünde veriler de vardır. Tıbbi bir gereklilik olmadan dini ve kültürel sebeplerden ötürü sünnetin yenidoğan ve çocuklara uygulanması, bireyin bilgilendirilmiş onamı olmadan medikal bir operasyona sokulması neden gösterilerek etik ve yasal açıdan sorgulanmaktadır.
Sünnet olan erkekler kimi zaman doğal sünnet derisi görünümünü tekrar elde etme arzusu, cinsel birliktelik sırasındaki hassasiyeti artırmak ya da günlük aktiviteler sırasında hassas bölgelerin sürtünmeden kaynaklı deformasyonunu önlemek gibi nedenlerle sünnet derisi restorasyonu ile penisin sünnet olmadan önceki görünümüne geri dönerler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10092",
"len_data": 10239,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.43
}
|
İdo, ana dilleri farklı olan insanlar arasında anlaşmayı kolaylaştırmayı amaçlayan bir yapay dildir. 1907'de icat edilmiştir.
İdo, dilbilgisi, sesbilgisi ve sözcelem bakımından öncülü Esperanto ile benzerlikler gösterir. İdo, Esperantoda reform talep eden Esperantocular tarafından oluşturulmuştur. Bu dili konuşanların sayısı bilinmemekle birlikte Esperantoyu azami 1.5 milyon, İdoyu birkaç bin kişinin konuştuğu tahmin edilmektedir. Yine Esperanto bilenlerin İdoyu, İdo bilenlerin Esperantoyu fazla zorlanmadan anladıkları tahmin edilmektedir.
İki dil arasında göze çarpan en önemli fark, İdonun 26 harfli standart Latin abecesini kullanmasıdır. Oysa Esperantoda "q", "w", "x" ve "y" harfleri bulunmayıp "ĉ", "ĝ", "ĥ, "ĵ", "ŝ" ve "ŭ" harfleri bulunmaktadır. İdonun Esperantonun 'hatalarını gidermek' amacıyla ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10094",
"len_data": 850,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.85
}
|
Hatila Vadisi Millî Parkı, Artvin merkez ilçe sınırları içerisinde Hatila Vadisi'ndeki Hatila Deresi ve birçok yan derelerini içerir. Ulaşım, Artvin il merkezinden 10 km.lik stabilize bir yol ile sağlanır. Vadi boyunca değişik kayaç türleri görülmekle birlikte, bu kayaçların hemen hepsi derinlik volkanizmasının ürünüdür. Hatila Vadisinin genel karakteri; V tipi, dar tabanlı, genç vadi özelliğindedir. Vadi boyunca litolojik farklılıklardan kaynaklanan eğim kırıkları ortaya çıkmıştır. Bu eğim kırıkları, akarsuda şelalelerin oluşumunu sağlamıştır. Vadi yatağının derine aşınmasının, yana doğru açılımından daha kuvvetli olmasından dolayı vadi yamaçlarının eğimi %80 hatta kimi kesimlerde %100'e ulaşır. Yamaçların gerek fiziksel parçalanma ve kütle hareketleri gerekse yan dere ve heyelanlarla işlenmesi sonucu vadide çok haşin bir topoğrafya ortaya çıkmıştır. Bu topoğrafya, vadinin orta kesimlerinde kanyon ve boğaz oluşumunu sağlamıştır. Vadinin orta ve yukarı ağzında çok zengin ve yoğun olan vejetatif örtü; bünyesinde çok çeşitli bitki türlerini barındırmaktadır. Bu türler içerisinde dikkati çeken belirgin özellik, bitki örtüsünün genel olarak Akdeniz iklim karakterini yansıtmasıdır. Dolayısıyla buradaki bitki örtüsü relikt bir özellik gösterir. Ayrıca bitki türleri içerisinde endemik karakterde olanlar da vardır. Bu türlerin sayısı 500'ü geçmektedir. Hatila Vadisi, zengin bir fauna da içermektedir. Bu fauna içerisinde en çok rastlanan türler; ayı, domuz, tilki, porsuk, yaban keçisi, sansar, atmaca, kartal, çakal, dağ horozu, Hopa engereği ve alabalıktır.
Hatila Vadisinin gerek ilginç jeolojik ve jeomorfolojik yapısı ve gerekse özgün bitki toplulukları yöreye Türkiye'de ender rastlanan bir alan özelliğini vermektedir. Ayrıca bu doğal öğelerin birleşimi sonucu eşsiz peyzaj güzellikleri ortaya çıkmakta ve bu durum da zengin rekreasyonel potansiyel oluşturmaktadır.
Millî Park sahası içerisinde ziyaretçilerin günübirlik ve kamp kullanımı için belirlenmiş yerler bulunmaktadır. Çadırla, karavanla ve belirli kapasitelere sahip bunglov tipi doğal ortamla uyumlu tesislerde konaklanabilir. Ayrıca Millî Park Artvin il merkezine 10 km. uzaklıkta olduğundan, burada da konaklamak mümkündür.Son yıllarda sayıları artmış olan kabuk böcekleri, birçok ağacın kurumasına sebep olmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10109",
"len_data": 2301,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.68
}
|
Sensör, fiziksel bir olayı tespit etmek amacıyla bir çıkış sinyali üreten cihazdır.
Sensör, ısı, ışık, nem, ses, basınç, kuvvet, elektrik, uzaklık, ivme gibi fiziksel ya da pH gibi kimyasal büyüklükleri elektrik sinyallerine çeviren düzeneklerin genel adıdır.
İnsanların çevrelerinde olup bitenleri duyu organlarıyla algılamasına benzer biçimde, makineler de sıcaklık, basınç, hız ve benzeri değerleri algılayıcıları vasıtasıyla algılarlar. Örneğin, sıcaklık sensörü değişen ortam sıcaklığına bağlı olarak bacakları arasında elektrik potansiyel farkı (gerilim) oluşturur. Bu bilgi bir mikrodenetleyiciye aktarıldığında kapalı çevrim bir sıcaklık kontrol ünitesi elde edilir.
Sensör her zaman diğer elektronik cihazlarla kullanılır.
Sensörler çoğu insanın hiç farkında olmadığı sayısız uygulamanın yanı sıra dokunmaya duyarlı asansör düğmeleri (dokunsal sensör) ve tabanına dokunulduğunda kararan veya parlaklaşan lambalar gibi çeşitli nesnelerde kullanılır.
Mikro makine ve kullanımı kolay mikrodenetleyici platformlardaki gelişmelerle sensörlerin kullanımı geleneksel sıcaklık, basınç veya debi ölçüm alanlarının (örneğin MARG sensörleri gibi) ötesine geçti. Ayrıca potansiyometre ve kuvvet algılama direnci gibi analog sensörler de hala kullanılmaktadır. Uygulamalar arasında imalat, makine, uçaklar ve havacılık, arabalar, tıp, robotik ve günlük yaşamımızdaki teknolojik araçlar vardır.
Malzemelerin, kırılma indisi ölçen optik sensörler, viskozite ölçümü için titreşim sensörleri ve sıvı pH'ını izlemek için elektro-kimyasal sensörler gibi kimyasal ve fiziksel özelliklerini ölçen çeşitli sensörler de vardır.
Bir sensörün hassasiyeti ölçülen girdi miktarı değiştiğinde sensör çıktısının ne kadar değiştiğini gösterir. Örneğin termometredeki cıva, sıcaklık 1 °C değiştiğinde 1 cm hareket ederse duyarlılık 1 cm/°C'dir (doğrusal bir karakteristiğin varsayıldığı temelde eğimdir).
Bazı sensörler ölçtüğü şeyi etkileyebilir. Örneğin sıcak bir sıvı kabına yerleştirilen termometre, sıvı termometreyi ısıtırken termometre de sıvıyı soğutur. Sensörler genellikle ölçülen şey üzerinde küçük etkiye sahip olacak şekilde tasarlanır; sensörün küçültülmesi bunu iyileştirir ve başka yararlar sağlar.
Teknolojik ilerleme MEMS teknolojisini kullanan mikrosensörler olarak mikroskobik ölçekte daha fazla sensörün üretilmesine neden oldu. Mikro bir sensör makroskobik yaklaşımlarla karşılaştırıldığında çok daha hızlı ve kısa ölçüm süresine ve daha yüksek hassasiyete ulaşır.
Günümüz dünyasında hızlı, uygun fiyatlı ve güvenilir bilgiye yönelik artan talep nedeniyle, tek kullanımlık sensörler - kısa vadeli izleme veya tek seferlik ölçümler için ucuz ve kullanımı kolay cihazlar - son zamanlarda artan bir önem kazanmıştır. Bu sensör sınıfını kullanarak, kritik analitik bilgiler, yeniden kalibrasyona gerek kalmadan ve kirlenme konusunda endişelenmeden, herhangi bir yerde ve zamanda herkes tarafından elde edilebilir.
Ölçüm hatalarının sınıflandırılması.
İyi bir sensör aşağıdaki kurallara uyar:
Çoğu sensörün doğrusal bir transfer fonksiyonu vardır. Daha sonra hassasiyet, çıkış sinyali ile ölçülen özellik arasındaki oran olarak tanımlanır. Örneğin, eğer sensör sıcaklık ölçüyorsa ve voltaj çıkışlısa hassasiyet [V/K] birimleriyle sabittir. Duyarlılık transfer fonksiyonunun eğimidir. Sensörün elektrik çıkışını (örneğin V) ölçülen birimlere (örneğin K) dönüştürmek, elektrik çıkışının eğime bölünmesini (veya bunun tersi ile çarpılmasını) gerektirir. Ayrıca çoğu zaman bir ofset eklenir veya çıkarılır. Örneğin 0 V çıkışı −40 C girişine karşılık geliyorsa çıkışa −40 eklenmelidir.
Analog sensör sinyalinin dijital ekipmanda işlenmesi veya kullanılması için analogdan dijitale dönüştürücü kullanılarak dijital sinyale dönüştürülmesi gerekir.
Sensör tipleri.
Temelde iki tip sensör vardır, analog sensörler, dijital sensörler.
Analog sensörler.
Algıladıkları fiziksel büyüklüğe orantılı olarak değişen bir akım veya gerilim çıktısı verirler. Bu tipte sensörleri dijital çalışan kontrol kartlarımıza bağlayabilmek için analog-dijital çeviriciler (ADC) kullanılır.
Örneğin: LM35 birçok projede kullanılan ısı sensörüdür.
Dijital sensörler.
Genellikle I2C, SPI, OneWire vb bir haberleşme protokolü aracılığıyla mikroişlemci ile haberleşir. Bunun yanı sıra, çoğu analog sensör bir op-amp ile birlikte kullanılarak belirli bir seviyenin üzerinde lojik 1 (genellikle 5V veya 3.3V) çıkışı verecek şekilde kullanılabilir. Böylelikle analog çıkışlı sensörler, Raspberry Pi gibi ADC'ye sahip olmayan kontrolcüler ile kullanılabilir.
Ayrıca sensörler aktif sensör ve pasif sensör olarak da ikiye ayrılırlar.
Aktif sensörler, kendi sinyallerini ürettikten sonra bu sinyalin ortamdaki değişimini kontrol ederek algılama yapar. Ultrasonik ve kızılötesi sensörler bu gruptadır.
Pasif sensörler ise ortamdan aldıkları sinyalleri kontrol ederek algılama yapar. örnek: LDR (ışığa duyarlı direnç), NTC/PTC (ısıya duyarlı dirençler), fototransistör (ışığa duyarlı transistör)
Sensör çeşitleri.
Görüntü sensörleri.
Görüntü sensörü fotoğraf makinesi, video kamera gibi sayısal görüntüleme aygıtlarında, görüntü bilgilerini algılayan ve elektronik ortamda işlenebilir sinyallere dönüştüren temel öğedir. Işığa duyarlı sensörler bunlara bağlı olan mikroişlemci sayesinde yakalanan görüntüyü sayısal ortama aktarır.
Sayısal kameralarda başlıca CCD (İngilizce: "Charge-Coupled Device") ve CMOS (İngilizce: "Complementary Metal Oxide Semiconductor") sensör olmak üzere iki tür görüntü sensörü kullanılır. CMOS sensör pasif pikselli sensör ve aktif pikselli sensör olarak iki gruptur.
Resim kalitesini belirleyen tek etmen kullanılan algılayıcı değildir. Optik sistem ve verinin firmware (donanım yazılımı) ile işlenme şekli de ayrı bir önem taşır.
Üç rengi tek pikselde yakalayabilen ve geliştirilen sensör türü de vardır.
MOS teknolojisi, dijital görüntüleme ve dijital kameralarda kullanılan yük bağlaşımlı aygıt (CCD) ve CMOS aktif pikselli sensör (CMOS sensörü) dahil olmak üzere modern görüntü sensörlerinin temelidir.
Willard Boyle ve George E. Smith, 1969'da CCD'yi geliştirdi. MOS sürecini araştırırken, elektrik yükünün manyetik baloncuğa benzetildiğini ve küçük bir MOS kapasitöründe depolanabileceğini fark ettiler. Bir dizi MOS kapasitörünü arka arkaya üretmek oldukça kolay olduğundan, yükün birinden diğerine ilerleyebilmesi için bunlara uygun bir voltaj bağladılar. CCD, televizyon yayıncılığı için ilk dijital video kameralarda kullanılan yarı iletken bir devredir.
MOS aktif pikselli sensörü (APS), 1985 yılında Tsutomu Nakamura tarafından Olympus'ta geliştirildi. CMOS aktif piksel sensörü, 1990'ların başında Eric Fossum ve ekibi tarafından geliştirildi.
MOS görüntü sensörleri optik fare teknolojisinde yaygın olarak kullanılır. 1980 yılında Xerox'ta Richard F. Lyon tarafından icat edilen ilk optik farede 5 µm NMOS sensör çipi kullanıldı. 1999'da piyasaya sürülen ilk ticari optik fare olan IntelliMouse'dan bu yana, çoğu optik fare cihazı CMOS sensörlerini kullanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10111",
"len_data": 6956,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.76
}
|
Deklanşör (Fransızca: "déclencheur"), fotoğraf makinesi, kamera gibi optik aygıtlarda, fotoğraf veya film çekmek için basılan düğmedir. Deklanşöre basıldığında, obtüratör açılarak filmin ışıklanması sağlanmış olur.
Her deklanşörün görünüşü, büyüklüğü ve mekanik yapısı aynı değildir. Kullanılan kamera ya da modele bağlı olarak farklı olabilir. Bunlardan bazıları, yumuşak baskılı, diğer bazıları ise sert baskılıdır.
Dijital ve otomatik kameralarda deklanşör, çoğunlukla çok işlevli ve çift aşamalıdır. Deklanşör üzerine hafif bir baskı, otomatik netlik ayarlarının yapılmasını, ikinci baskı ise ışık düzeneğinin açılmasını, dolayısıyla fotoğraf çekmeyi sağlar.
İyi bir deklanşörün, el ve parmak yapısına uygun (ergonomik) şekilde düzenlenmiş ve sarsılmaya neden olmayacak kadar rahat basılabilen, yumuşak basımlı olması gerekir.
Web kameralarından bazıları, aynı zamanda dural fotoğraflar çekmeye yarayan bir fotoğraf makinesi olarak da kullanılabilir. Bu nedenle, bu tür kameraların üzerine de fotoğraf çekmeye yarayan bir düğme eklenmiştir. Ancak bu düğme, çoğunlukla sadece fotoğraf çekebilmek için konulmuş, ikinci bir işlevi olmayan, basit yapılı bir düğmedir.
Deklanşör kablosu.
Deklanşör düğmesini fotoğraf makinesine dokunmadan çalıştırmak için fotograf makinesine bir kablo yardımıyla bağlanan düzenektir. Özellikle uzun pozlamada fotoğraf makinesinin deklanşörüne basıldığında fotoğraf makinesinin aldığı titreşim fotoğrafa yansıyabilir. Bu durumlarda kablo deklanşörle deklanşörü tetiklemek tercih edilir. Genellikle kablo deklanşör kullanıldığı durumlarda makine üç ayakla sabitlenir. Kablo teklanşörlerde bulunan tek tuşun iki fonksiyonu vardır. Yarım basıldığında odaklama, tam basıldığında fotoğraf çekmeye yararlar. Bazı kablo deklanşörlerde kullanılan kablo daha uzun olabilir. Fotoğrafçının konu tarafından gözükmemesi için tercih edilebilir. Örneğin bir kuş fotosu çekilmesi. Kablo deklanşörlerde belli bir standart yoktur. Her markanın kendine has kablo deklanşörleri mevcuttur. Makineye göre kablolu deklanşör olmaması durumunda üretici buna uygun kablosuz deklanşör üretmiş olabilir. Halihazırda deklanşör kablosu olmadığında fotoğrafçılar an fotoğrafı çekmiyorlarsa gecikmeli çekim modunu tercih ederler. Günümüzde kablo deklanşör portuna takılan radyo frekanslı uzaktan kumandalar da vardır. Kablo deklanşörlerde olduğu gibi deklanşöre yarı basıldığında odaklama yapabilenleri mevcuttur.
Kullanıldığı alanlar.
Genel olarak uzun pozlamaya sebebiyet veren durumlarda kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10113",
"len_data": 2502,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Ayşe Ajda Pekkan (d. 12 Şubat 1946, İstanbul), Türk şarkıcı. 1970'lerden bu yana "Süperstar" lakabıyla anılan Pekkan, güçlü bir kadın figürü çizdiği şarkılarıyla Türk pop müziğinin öne çıkan isimlerinden biri hâline geldi. Güncel tuttuğu müzikal tarzı sayesinde 50 yılı aşkın bir süre popülerliğini korudu ve kendisinden sonra gelen birçok şarkıcıyı etkiledi.
Beyoğlu, İstanbul'da doğan Pekkan'ın müzik kariyeri, 1960'ların hemen başında Los Çatikos grubunun parçası olarak bir gece kulübünde sahneye çıkmasıyla başladı. Ancak 1963'te "Ses" dergisinin sinema artisti yarışmasını kazanınca oyuncu olarak tanındı ve birkaç yıl boyunca sanat yaşamını şarkıcılık yerine oyunculuk odaklı bir şekilde ilerletti. Aynı yıl "Adanalı Tayfur" adlı ilk filminin başrolünü oynayarak Yeşilçam sinemasına giriş yaptı. Takip eden altı yıl içinde başrolünde olduğu "Şıpsevdi" (1963), "Hızır Dede" (1964) ve "Şaka ile Karışık" (1965) dâhil olmak üzere yaklaşık 50 siyah beyaz filmde rol aldıktan sonra oyunculuğu bırakarak tamamıyla şarkıcılığa odaklandı.
Pekkan, kariyerinin ilk yirmi yılı boyunca ithal besteler üzerine Türkçe söz yazılarak oluşturulan onlarca aranjman şarkıyı seslendirerek geçirdi. Genellikle Fikret Şeneş'in sözlerini yazdığı "Kimler Geldi Kimler Geçti", "Palavra Palavra", "Sana Neler Edeceğim", "Hoş Gör Sen", "Sana Ne Kime Ne", "Bambaşka Biri", "Uykusuz Her Gece" ve "O Benim Dünyam" gibi şarkılar hem Pekkan'ın hem de Türk pop müziğinin en bilinen şarkılarına dönüştü. 1990'lardan itibaren kariyerinin aranjmanlar sonrasındaki döneminde ise Şehrazat ve Sezen Aksu başta olmak üzere değişken bir şarkı yazarı kadrosuyla çalıştı. Bu dönemde "Yaz Yaz Yaz", "Sarıl Bana", "Eğlen Güzelim", "Vitrin", "Aynen Öyle" ve "Yakar Geçerim" dâhil birçok şarkısı listelerin üst sıralarına çıktı.
Şarkıcının şöhreti 1970'ler boyunca başta Avrupa olmak üzere ülkesi dışında giderek arttı ve farklı ülkelerde verdiği konserlerle pekişti. Bununla beraber 1978'de Fransızca bir albüm kaydetti. Popülerliğinin giderek artmasıyla şarkıcının üzerinde 1980 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi temsil etmesi için bir baskı oluştu ve Pekkan yarışmaya katılmayı isteksizce kabul etti. Ülke sınırları içinde beğeni kazanan "Pet'r Oil" şarkısının yarışmada on beşinci olması sebebiyle hayal kırıklığı yaşayınca bir süre dinlenmeye çekildi.
Kayıtları 15 milyonun üzerinde satan Ajda Pekkan, ülkesinde tüm zamanların en çok satan şarkıcılarından biridir. Hem sanatı hem de imajıyla ülkesinde batılılaşmanın önde gelen figürleri arasında gösterilmektedir. Devlet Sanatçısı ünvanına ve Sanat ve Edebiyat Nişanı'na sahiptir. "Hürriyet" gazetesinin hazırladığı Türkiye'nin En İyi 100 Albümü listesinde üç albümüyle birden yer almaktadır. 2016'da "The Hollywood Reporter" dergisinin Gösteri Dünyasının En Güçlü 100 Kadını listesinde yer almıştır. Kendisini bir feminist olarak tanımlamasa da güçlü kadın hikâyeleri anlatan birçok şarkısı birer feminist marş olarak kullanılmıştır.
Hayatı ve kariyeri.
1946-1960: Çocukluk ve ilk yılları.
Ayşe Ajda Pekkan, 12 Şubat 1946'da İstanbul'da dünyaya geldi. Ailesi Boşnak kökenlidir. Babası Rıdvan Pekkan (1919-1970) deniz albay, annesi Nevin Dobruca (1922-1999) ise ev hanımı olan Ajda Pekkan'ın çocukluğu babasının mesleği nedeniyle Gölcük, Kocaeli'de geçmiştir. Tek hayalinin bir çocuk sahibi olmak olduğunu belirten Pekkan, iki evlilik yapmış ve evlendiği erkeklerin her defasında sanat hayatını bırakmasını istemesi üzerine en büyük fedakârlığının çocuk yapmamak olduğunu söylemiştir. Pekkan'ın kişisel yaşamına yönelik Sezen Aksu "Bizlere bu yolu o açmıştır, onun sayesinde ben de buralardayım. Ajda'nın lakabı Angel'dır. Sık sık evde buluşuruz. Gizli saklımız yoktur. Birine beddua ettiğimizde Allah bize jübilesine gitmeyi nasip etsin deriz. Ajda ne yer ne içerse ben de aynısını yer içerdim." demiştir.
1963-1976: Kariyer başlangıcı, sinema oyunculuğu ve ilk kırkbeşlikler.
Kendisi gibi ses sanatçısı kardeşi Semiramis Pekkan'ın desteğiyle 1961 yılında gece kulübü "Çatı"nın sahibi olan şarkıcı İlham Gencer'e ulaşan Ajda Pekkan, seslendirdiği Mina'nın "Il Cielo In Una Stanza" şarkısıyla müzik çalışmalarına başlamış, Los Çatikos müzik topluluğu eşliğinde bir müddet sahne çalışması yapmıştır. Yine 1963 yılında Ses dergisinin açtığı "Ses Sinema Artisti Yarışması"na katılan Ajda Pekkan, Ediz Hun'un erkekler dalında birinci, Hülya Koçyiğit'in ikinci olduğu yarışmanın kadınlar kategorisinde birinci olmuştur. Ses dergisinin yarışmasında birinci olması, yenilikçi ve dikkat çeken fiziği ile ilgi toplamıştır. Aynı yıl Öztürk Serengil ile başrolde oynadığı Adanalı Tayfur ilk sinema filmidir. "Adanalı Tayfur"'da seslendirdiği "Göz Göz Değdi Bana" şarkısı, arka yüzünde Öztürk Serengil'in seslendirdiği "Abidik Gubidik Twist" şarkısıyla birlikte 45'lik olarak yayınlandı.
Sanat kariyerine 1962'de sinema oyunculuğuyla giriş yapan Ajda Pekkan, 1964'te B-yüzü olarak yayınlanan ilk kaydı "Göz Göz Değdi Bana"nın ardından ilk 45'liği "Her Yerde Kar Var"ın beğenilmesi üzerine müzik hayatına atıldı.
Sinemaya adım atmadan önce tanıştığı Fecri Ebcioğlu, sinema yıllarında da Pekkan'a yardımcı olmuş ve 1965 yılında, Pekkan'a ait ilk plağı olan "Her Yerde Kar Var" plağında Ebcioğlu'nun aranjmanlarını seslendirmiştir. Ajda Pekkan, Ebcioğlu'nun yabancı şarkılar üzerine Türkçe sözler yazarak Türk müziğine kazandırdığı "aranjman" tarzı şarkılar söyleyen, Salvatore Adamo'nun şarkısını Fransız aksanıyla söyleyerek ilgiyle karşılanmış Ajda Pekkan'ın peş peşe yayınlanan plaklarının ardından 1967 yılında çıkardığı "İki Yabancı" 45'liği ile aranjman dalında satış rekoru kırdı. "Dünya Dönüyor", "Saklanbaç", "Boş Sokak", "Boşvermişim Dünyaya" ve "Üç Kalp" gibi üst üste plaklar yapan sanatçı, 1968'de Atina'da düzenlenen Uluslararası Apollonia Müzik Festivali'nde "Özleyiş", sonraki sene aynı festivalde "Perhaps One Day" şarkılarını seslendirmiştir. "Ve Ben Şimdi" şarkısıyla Barselona'daki "Akdeniz Şarkıları Festivali"nde Türkiye'yi temsil etmiş, şarkıları pek çok filmde fon müziği olarak kullanılmıştır. Zeki Müren ile gazino programları yapmıştır.
Ajda Pekkan'ın seslendirdiği şarkıların kayıtları Philips firmasının desteği ile Fransa'daki stüdyolarda gerçekleştirilmiş, Fikret Şeneş'in sözlerini yazdığı şarkılarla kariyerini sürdürmüştür. 1970 yılında yayınlanan "Sensiz Yıllarda" ve "Yağmur" plaklarıyla Ajda Pekkan başarılı bir çıkış yaparken, 45'likler iyi bir satış yakalamış ve yıl sonu listelerinde yer almıştır. Üst üste gelen hit plakları ve giyimi ile Ajda Pekkan ilgi görmüştür.
İstanbul Plak'a 1972 yılında geçiş yapan sanatçı, bu firmadan ilk plağıyla beklenen başarıyı yakalayamazken, arabesk şarkılar içeren ikinci plağı "Dert Bende Derman Sende" ile satış rekorları kırmıştır. Ajda Pekkan, "Dert Bende Derman Sende" adlı şarkısını 1993'teki eski şarkılarından derlediği toplama albümü "Hoşgör Sen"de yayınlamıştır. Aynı şarkıyı 1996'daki stüdyo albümü "Ajda Pekkan 1996"da da yeniden seslendirmiş, 1973 yılına gelindiğinde ise Ajda Pekkan söyleme seslendirme taraftarı olmamasına karşın Fikret Şeneş'in ısrarıyla "Kimler Geldi Kimler Geçti" 45liğini piyasaya sürmüş, bu plağında "Kaderimin Oyunu"'nun B yüzünde yer alan "Kimler Geldi Kimler Geçti" ile ses getirmiş, plak 65 bin satmıştır. Aynı yıl "Tanrı Misafiri" ve ertesi yıl "Sana Neler Edeceğim"i yayınlamıştır. Ancak sanatçı büyük başarısını aranjörlüğünü Norayr Demirci'nin yaptığı ve 1975'te yayınlanan "Hoşgör Sen" ile yakalamıştır.
Ajda Pekkan, 1972'de İstanbul Plak'tan çıkan 45'likleri hariç diğer tüm 45'liklerinde yer alan şarkılarını Temmuz 1975'te yayınlanan ilk derleme albümü "Ajda"da topladı. Albümde "Erkek Adın" adında yeni bir şarkı da bulunmaktadır. Albüm ilgi görmüştür. Albümde yer alan "Palavra Palavra" adlı şarkıya Cüneyt Türel düet yapmıştır.
1977-1988: "Süperstar" serisi ve Eurovision.
Ajda Pekkan 1976 yılında Olympia, Paris müzikholünde pek çok şarkısının Türkçe versiyonlarını seslendirdiği Fransız şarkıcı Enrico Macias ile seri konserler vermiştir. 1977'de çıkan 45'liği "Viens Dans Ma Vie" ile Türkiye'de satış rekorları kırmış, A-yüzündeki "Viens Dans Ma Vie" dilden dile dolaşan bir şarkı olmuş ve Türkiye'nin yabancı dilde en çok satan plağı ünvanını kazanmıştır. Hürriyet gazetesinin o yıldaki sahibi Erol Simavi'nin "Ajda Pekkan'a star demek yetmez, ancak süperstar dersek yerini bulur." sözüyle birlikte önce sanat çevrelerinde, sonra hayranlarının arasında, daha sonra da tüm ülkede "Süperstar" ünvanıyla anılır olmuştur.
1977 yılında "Süperstar" adı ile bahsedilen Ajda Pekkan farklı kapak tasarımı ve prodüksiyonla piyasaya sunulan "Süperstar"ı yayınladı. Aynı yıl Tokyo'daki "Yamaha Müzik Festivali"nde "A Mes Amours" şarkısıyla elde ettiği başarılı netice sonucunda 70'lerin başında Almanca ve daha sonra Fransızca, Japonca ve Yunanca 45'lik plakları satışa sunuldu. Ajda Pekkan yine o dönemlerde Tahran'da konser verdi ve daha sonra televizyondan da yayınlanan bu konser Türk izleyicisi tarafından da ilgi gördü. Ajda Pekkan'ın Fransa'da ses getiren 45'lik çalışmaları yapmasına ve sonunda "Pour Lui" isimli Fransızca albümünü hazırlamasına önayak oldu.
Halk konserleri, sahne çalışmaları ve konuk sanatçı olarak katıldığı uluslararası organizasyonlar ile kariyerini sürdüren Ajda Pekkan, 1979 yılında "Süperstar" albümü serisinin ikinci albümü "Süperstar 2"yi yayınlamıştır. O yıllarda birçok defa "Yılın Sanatçısı" seçildiği gibi şarkıları da liste başı olmuştur.
1977'de yayınladığı "Süperstar" albümünün getirdiği başarı ile de Türkiye'de "Süperstar" olarak anılmaya başladı. Albümün ardından günümüze dek Süperstar adıyla yayınladığı 3 albüm daha yayınladı.
Şarkıcının başta Avrupa olmak üzere ülkesi dışındaki popülerliğinin giderek artması, 1980 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi temsil etmesi ve ülkenin geçmiş yıllarda düşük sıralamalarla dolu olan imajını düzeltmesi için üzerinde bir baskı oluşturdu. Başta "amatör" bulduğu yarışmaya katılmayacağını açıklasa da sonunda TRT tarafından yapılan teklifi kabul etmek durumunda kaldı. "Pet'r Oil" şarkısıyla katıldığı yarışmayı 15. sırada bitirince hayal kırıklığına uğradı; sıralama yalnızca kendisi için değil, onun yüksek bir derece alacağından emin olan çevreler için de şok etkisi yarattı. Yarışmanın ardından Pekkan, İstanbul'u terk ederek aylarca Londra ve Los Angeles'ta yaşadı. Bu süreçte, kariyerinde ve özel hayatında yaşadığı sorunlar yüzünden ortaya çıkan psikolojik sorunlarının üstesinden gelmeye çalıştı. Los Angeles'ta sarılığa yakalandıktan sonra iki aylık bir nekahet dönemi yaşadı. Toparlanması ve ülkesine kesin geri dönüş yapması Temmuz 1982'yi buldu.
Şarkıcı, "Pet'r Oil" sonrasında Philips Records ile anlaşmasını bitirerek Yaşar Kekeva Plak ile iki plaklık bir sözleşme imzaladı ve yurt dışı çalışmalarına son vererek sadece Türkiye'de şarkılar çıkarmaya başladı. İyiden iyiye yükselen arabesk müzik akımına uyarak Eylül 1981'de bu şirketten arabesk ağırlıklı "Sen Mutlu Ol" adlı uzunçaları çıkardı. Ancak çalışmadan tatmin olmayınca ikinci bir albüm için aynı şirketle çalışmak istemedi. İkinci plağı kaydetmekteki isteksizliği üzerine Yaşar Kekeva ile mahkemelik oldu. Bu süreçte Kekeva, önceki plak için kaydedilip yayımlanmayan yedi şarkıyı "Sevdim Seni" (1982) adıyla şarkıcıdan izinsiz piyasaya sürdü. Yine de sözleşme gereği Pekkan'ın şirkete üç şarkı daha borcu kaldı ve bu şarkıların tamamlanmaması sebebiyle yeni bir plak çıkarması ya da yeni bir şirketle anlaşması hukuken mümkün olmadı. Sonunda stüdyoya girerek üç yeni şarkı kaydetti ve "Sevdim Seni" albümü düzenlenerek Mart 1983'te yeniden basılınca Yaşar Kekeva Plak ile anlaşması sonlanmış oldu.
Ajda Pekkan, Ağustos 1982'de Metin Akpınar ve Zeki Alasya ile İstanbul Açıkhava Tiyatrosu'nda "Büyük Kabare" adlı bir kabareye girişerek yaklaşık 2,5 yıl aradan sonra ilk kez sahneye çıkmış oldu. Bu müzikalde Fikret Şeneş ile yeniden iş birliğine gitti; Şeneş müzikal için daha sonradan Pekkan'ın sıradaki albümüne girecek bazı parçalarının da dâhil olduğu altı şarkı hazırladı. Şarkıcının dokuzuncu stüdyo albümü "Süperstar '83", Mart 1983'te Balet Plak tarafından piyasaya sürüldü. Albüm "Hey" dergisinin Yerli Pop Müzik/Yabancı Pop Müzik listesinde beş hafta boyunca zirveye oturdu. İstanbul'daki Şan Müzikholü'nde gerçekleşen "Süperstar Ajda '83" adlı müzikalle albümün tanıtımlarını gerçekleştirdi. Albümden çıkan "Uykusuz Her Gece", "Bir Günah Gibi", "Son Yolcu" ve "Düşünme Hiç" şarkıları uzun dönemde hem Pekkan'ın kariyerinin hem de Türk pop müziğinin en bilinen şarkıları hâline dönüştü. "Hey" dergisi tarafından dağıtılan 1983'ün Müzik Oskarları töreninde albüm Yılın Hafif Müzik LP'si Ödülü'nü kazandı. 1984 Altın Kelebek Ödülleri'nde ise çalışmanın başarısı münasebetiyle Pekkan'a Yılın Hafif Müzik Sanatçısı ödülleri takdim edildi. Şarkıcı aynı yıl Alo reklamlarında oynadı.
1984 yılının sonlarında Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ile bir müzik albümü hazırladı. "O Benim Dünyam" şarkısıyla iyi çıkış yakalayan Ajda Pekkan, bu şarkıyla büyük başarılara imza atarken yeni ekibiyle beraber birçok konser verdi. 1987 yılında Ülkü Aker ve Fikret Şeneş'in sözlerini yazdığı "Kim Olsa Anlatır", "Yalnızlık Yolcusu" gibi şarkılarla özel hayranları için eşsiz olarak nitelenen ve o dönemin gençleri için unutulmaz bir albüm olmasına rağmen "Süperstar 83" adlı albümün gölgesinde kalan "Süperstar 4" albümünü hazırladı. Sonrasında yaptığı evlilik nedeniyle aldığı müziği bırakma kararı tüm müzikseverleri üzse de, daha sonra müziğe yeniden dönüş kararı verdiği sıralarda, 1989 yılının sonunda evliliği de sona erdi.
1989-2002: "Ajda 1990" ve "The Best of Ajda".
Pop müziğinin çıkmaza girdiği günlerde Aralık 1989'da tanıtım partisi düzenlediği "Ajda 90" albümünü Şubat 1990'da piyasaya sürdü. Popta yeni arayışlar ve sanatçılar ortaya çıkarken "Yaz Yaz Yaz" ile ortalığı kasıp kavurdu. Yarısı yerli beste yarısı aranjman olan bu albüm Ajda Pekkan'ın iyi dönüşünün göstergesiydi. "Sana Bana Yeter", "Resmin Yok Bende", "Her Yaşın Bir Güzelliği Var" ve "Olur Ya" gibi şarkılar da albümdeki diğer hitlerdi. Peşi sıra başlayan Rumelihisarı konserleriyle Ajda Pekkan sevenleriyle buluşmaya devam etti. Aynı yılın sonlarına doğru Ajda Pekkan'ın isteği dışında yayınlanan, ancak hayranlarını memnun eden "Unutulmayanlar" adlı toplama albümü yayınlandı. Bu albümde Ajda Pekkan'ın "Sen Mutlu Ol" albümündeki sevilen parçalar yer almaktadır.
Ertesi yıl "Seni Seçtim" albümünü yayınlayan Ajda Pekkan bu albümünde Şehrazat, Garo Mafyan ve Mustafa Sandal ile çalıştı. Önceki albüme göre daha az ilgi gören bu albüm, yine de beğenildi. "Sevgide Seni Seçtim, "Oyun Etti Gözlerim" ve "Vazgeçme" şarkıları albümdeki sivrilen şarkılardı. Ajda Pekkan bu albümle birlikte iki yıl daha sürdüreceği ünlü İstanbul konserlerine başladı. Konserler sonraki albüm "Ajda 93" kapsamında da yapılırken en önemli ayakları Rumelihisarı ve Bostancı Gösteri Merkezi konserleriydi.
Ajda Pekkan, 1992 yılının ikinci yarısında yeni albüm hazırlıklarına başladı. İsviçre, ABD ve Türkiye'de kaydedilen albümdeki şarkıların neredeyse hepsinin yerli bestecilerden alındığı "Ajda 93" albümü, Mayıs 1993'te piyasaya sürüldü. Müzik kliplerinde görselliğe önem veren Ajda Pekkan, albümdeki neredeyse tüm şarkılara farklı temalarda klip çekti. "Sarıl Bana", "Oyalama Beni" ve "Yok"; sözleri Sezen Aksu'ya ait olan "Ağlama Anne" ve "Eyvah" gibi parçalar 1993'ün hitleri oldu. Aynı yıl kendi rızası dışında yayınlanan ve hayranlarının oldukça ilgi gösterdiği toplama albümü "Hoşgör Sen" yayınlandı. Yine bu yapımlar haricinde 1993 yılında çeşitli sanatçıların katılımıyla hazırlanan "Sevgiyle 93" albümünde farklı sanatçılarla birlikte "Sev Dünyayı" ve solo olarak Turhan Yükseler'in düzenlemesiyle "Sensiz Yıllarda" adlı şarkılarını seslendirmiştir. 1995 yılında, Yapı Kredi Bankası'nın özel müşterileri için hazırlatmış olduğu "Altın Yıllar Altın Şarkılar" albümünde Selçuk Başar'ın düzenlemesiyle "Kimler Geldi Kimler Geçti" şarkısını yeniden seslendirmiştir.
1996 yılında "Ajda Pekkan" albümünü yayınlayan sanatçı olumsuz eleştiriler aldı. Albüm en az satılan albümler arasındaydı. Sahne çalışmalarına devam eden Ajda Pekkan 1998 yılında, eski şarkılarının yeni düzenlemelerini seslendirdiği "The Best of Ajda" albümüyle iki yıllık bir aranın ardından bir kez daha izleyici ve dinleyicileriyle buluştu. Yüksek satış grafiği yakalayan bu albümle, geçmişten bugüne değin iz bırakmayı başarmış onlarca Ajda Pekkan klasiğini genç kuşaklarla buluşturdu. Sanatçı, 1998 yılında profesyonel sanat yaşamının 35. yılında 33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür ve Turizm Bakanlığının tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı ünvanına layık görülmüştür.
2003-2010: "Cool Kadın" ve "Aynen Öyle".
Yüksek satış grafiği yakalayan 1998 tarihli "The Best of Ajda" albümünü takiben, 2000 yılında çift CD&MC formatındaki "Diva" albümü piyasaya çıktı. Bu albümde Ajda Pekkan'ın eski şarkılarının yeni yorumlarının yanı sıra, "Mutlu Bütün Şarkılar" ve "Aşka İnanma" gibi iki yeni şarkı ve kardeşi Semiramis Pekkan'ın eski şarkılarından "Dert Ortağım Benim" ile "Bu Ne Biçim Hayat"ın da Ajda Pekkan yorumları yer aldı. Başarı elde eden bu albümden çıkan "Bir Günah Gibi" şarkısı Claude Challe'nin "Buddha Bar" serisinde yer aldı.
2000 yılında Monako'da düzenlenen Monte Carlo Sporting D'été Müzikholü'nde çeşitli sanatçılarla birlikte sahne alan Ajda Pekkan için Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca "Prestige de la Turquie avec Ajda Pekkan" üst başlıklı Türkiye'yi tanıtıcı kısa film hazırlatıldı. 1960 ve 1980'li yıllar arasında pek çok filmde fon müziği olarak kullanılan Ajda Pekkan'ın seslendirdiği şarkılarından sonra Ajda Pekkan'ın sesi, 2001 yılı içerisinde sinemalarda gösterime giren Ferzan Özpetek'in yönetmenliğini yaptığı Cahil Periler filminde "Bambaşka Biri" ve Meksika'da yayınlanan bir pembe dizide de "Bir Günah Gibi" şarkıları ile yer aldığı filmlerin soundtrack olmuştur. Sadece şarkı söyleyerek kendini istediği kadar ifade edemediğini düşünen ve 60'lardaki beyaz perde macerasını yeniden tatmak isteyen Ajda Pekkan 2002 yılında Şöhret Sandalı adlı sinema filminde Ediz Hun ve Halil Ergün'le başrolleri paylaşmıştır. Oya Demirtok'un yapımcılığını yaptığı, Ayşe Ersayın'ın yönetmenliğini üstlendiği bu film hâlen sinemalarda gösterime girmemiştir.
2003 yazında üç yıllık bir aranın ardından "Sen İste" ile yeniden sevenleriyle buluşmuştur.
2005 yazında Kanal D ekranlarında çok beğenilen "Superstar Show" adlı bir televizyon programı yapmaya başladı. 11 Haziran 2006'da "Cool Kadın" adlı albüm piyasaya çıktı ve göstermiş olduğu başarıdan ötürü, MÜYAP tarafından Altın Plak ödülü ile ödüllendirildi. 2007 yılı içerisinde, "Ajda Disco'da" adıyla, birden fazla DJ ile bir dizi konser gerçekleştirdi. 2008'in Haziran ayında Polisan sponsorluğunda İstanbul, Ankara ve İzmir'de konserler veren sanatçı, konserlerde seyircilerden büyük beğeni toplayan iki yeni şarkısını, "Flu Gibi" ve "Gerisi Hikâye"yi seslendirdi. Ünlü sanatçı bu konserleri takiben, yepyeni albümü "Aynen Öyle"yi 24 Temmuz 2008 itibarıyla izleyici ve dinleyicileriyle buluşturdu.
2011-2021: "Farkın Bu" ve single'lar.
2009 baharında Serdar Ortaç'tan "Resim" adlı bir beste alan Pekkan, 21 Mayıs tarihinde bu şarkıyı single olarak yayınladı ve 22 Mayıs'ta Beyaz Show'da ilk kez seslendirdi. 2011 Haziran tarihinde "Yakar Geçerim" adlı single albümü yayınlandı. Bu çalışmasını sırasıyla "Farkın Bu", "Yakarım Canını", Klasik Türk müziği şarkılarından oluşan Muazzez Abacı ile düet yaptığı "Ajda Pekkan & Muazzez Abacı" ve "Ara Sıcak" albümleri izledi. Resim şarkısı Altın Kelebek ödülü almıştır. Farkın Bu albümü 150 binden fazla satarak 5 dalda birden Altın Kelebek ödülüne layık görülmüştür. 1. Elle Stil Ödülleri'nde yılın moda ikonu seçilmiştir. 2011 yılında ise Hairfest tarafından yılın pop müzik kraliçesi ödülüne layık görüldü. 2013 yılında Azerbaycan tarafından "Sanata, kültüre ve insanlığa hizmet ödülü", Fransa kültür bakanlığı tarafından "Ordre des Arts et des Lettres" nişanı ile ödüllendirilmiştir. Türk Patent Enstitüsü tarafından Pekkan'a tüm zamanların değişmeyen sanat markası ödülü verilmiştir. Bahadır Tatlıöz ile düet yaptıkları Düşman mısın Aşık mı bestesi single olarak listelerde yer almıştır.
Ajda Pekkan 9 Haziran 2020 tarihinde Cumhurbaşkanlığı'nın himayelerinde İletişim Başkanlığı öncülüğünde Poll Production tarafından gerçekleştirilen İstanbul Yeditepe Konserleri’nde sahne almıştır. Pandemi nedeniyle seyircisiz olarak gerçekleştirilen ve internetten dijital kanallardan yayınlanan konserde sanatçı, sözleri Pir Sultan Abdal'a, müziği Ali Sultan'a ait "Dostum Dostum" adlı eseri Kivanch K'nın yeni düzenlemesiyle doğu-batı sentezinde yorumlamıştır. Gazeteci Olcay Ünal Sert'e konuşan Ajda Pekkan, hayranlarından gelen yoğun istek üzerine "Dostum Dostum'u repertuvarına aldığını belirterek türkü formatında yeni şarkılardan oluşan bir albüm hazırlığında olduğunu açıklamıştır. Ajda Pekkan pandemi dönemine denk gelen 2021 yılında hız kesmeden konserlerine devam etti. Bodrum, Çeşme, İstanbul ve Belarus'un Minsk şehrinde konserler veren sanatçı 15 Ekim 2021 tarihinde Ajda adlı 19. stüdyo albümünü müzikseverlerle buluşturdu. Ozan Çolakoğlu'nun prodüktörlüğünü yaptığı ve Ozinga Müzik ve DMC'den yayınlanan albümde 7 şarkı yer almaktadır. Süperstar, pandemi nedeniyle 1,5 yıl aradan sonra 27 Ağustos 2021'de İstanbul Kazlıçeşme'de Fişekhane'de sahne aldı. Sanatçı hemen ardından 31 Ağustos 2021'de Kuruçeşme Açıkhava Sahnesi'nde ve 18 Eylül 2021'de Maçka'da KüçükÇiftlik Park'ta konserler verdi. Maçka'da locaların pandemi kurallarına uygun olarak oluşturulduğu konserde Pekkan, 'Dünyadan Uzak' adlı şarkıyla dikkatleri üzerine çekti. Ajda Pekkan, pandemi dönemine gelen ilk yurt dışı konserini Belarus'un başkenti Minsk'te Double Tree by Hilton Oteli'nde verdi.,,,
2022-günümüz.
Ajda Pekkan 2 yıl aradan sonra Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda konser verdi. 25 Mayıs 2022'de gerçekleşen konserin ilk bölümünde beyaz bir kostüm giyen sanatçı başında tacıyla dikkat çekti. Sahneye yıllar önce Dalida'nın seslendirdiği "Sahnede Ölmek İstiyorum"un Fransızcası "Mourir sur scène" ile konserin startını veren Süperstar 3 saat boyunca 36 şarkı seslendirdi. Ajda Pekkan sahnede yaptığı konuşmada:
"Fikret Şeneş olmasaydı ben olmazdım, bu şarkılar ile biz olmazdık. Şenes için büyük bir alkış istiyorum" diyerek seyircilerin önünde saygıyla eğilerek ustasını andı. Ayrıca başarılı bir moda ikonu olan Ajda Pekkan konserin ikinci yarısında: "Şov bir illüzyondur! Yoksa radyodan da dinlersiniz, CD'den de dinlersiniz. O yüzden görsellik önemli. Bu tarz kostümleri giyme sebebim sizlere olan saygımdandır." demiştir.
2023 yılında 60. Sanat yılını kutlayan Ajda Pekkan 'Her dönemin ikonu' seçilerek 'Yaşam Boyu İkon' ödülünü aldı. Harper's Bazaar dergisinin gerçekleştirdiği "Women of the Year Awards" (Yılın Kadınları Ödülleri) törenininde ödülünü aldı
12 Haziran 2024 tarihinde Beşiktaş Stadyumu'nda tarihi bir konser veren Ajda Pekkan, 61. Sanat Yılı'nda sahnesinde ağırladığı, Nilüfer, Selda Bağcan, Mazhar-Fuat, Işın Karaca, Hande Yener, Cem Adrian, Mabel Matiz, Semicenk, Motive, Norm Ender ve Korosu, Dolapdere Bing Gang gibi ünlü isimlerle düet yaptı. BWO Entertainment tarafından gerçekleştirilen 'Ajda ve Arkadaşları' adlı konserde Süperstar sahnede yaptığı konuşmasında, "Eurovision da bu kadar heyecanlanmadım" dedi. 40 bin kişinin büyük bir coşkuyla izlediği konserde Ajda Pekkan'a Kolombiyalı ve Ukraynalı dansçılardan oluşan 17 kişilik bir dansçı grubuyla 20 kişiden oluşan Tarık Sezer Orkestrası eşlik etti.,
1 Eylül 2024'te İstanbul Yenikapı'da düzenlenen 'Katliam Yasasına Hayır' mitinginde sahneye çıkan Ajda Pekkan "Öldürme, yaşat!" diyerek şu ifadeleri kullandı:
“Bu hava koşullarında burada bizimle olduğunuz için minnetarım. Ülke olarak zor bir dönemden geçiyoruz, ekonomik sıkıntılar yanı başımızda, Filistin’de yaşanan tarifsiz acılar, kadın ve çocuk cinayetleri, bunların yüklerine maalesef katledilen hayvanlarımız eklendi. Lütfen bizi daha fazla perişan etmesinler. Hayatlarını kaybeden insanlar için nasıl perişan oluyorsak bize emanet edilen bu sessiz kullara yapılan eziyet bizi yaşanmaz hale getirdi. Tüm yetkilileri gerekli revizenin yapılıp, yasadan güç alıp hayvan cinayetlerini işleyenlere karşı, milletimize, dinimize yakışan çözümü bulması için göreve çağırıyoruz. Ne zaman isterseniz arkanızdayım. Öldürme, yaşat!”
İmajı.
1960'larda birçok sinema filminde oynayan Ajda Pekkan yenilikçi fiziği, dönemin Türkiye şartlarına yeni tarzı, çekiciliği yüzünden dönemin erkek egemen dergileri tarafından eleştirilmiş, sinema kariyerinin henüz ikinci yılında "Bikini" adlı dergide kendi el yazısıyla yayımlanan "Putları Yıkıyorum" manşetli sansasyonel haber yayınlamıştır.
Şarkılarıyla ve yenilikçi tarzıyla adından söz ettiren sanatçı giyim tarzı ve uğraşlarıyla çok konuşulmuştur. Bir röportajında "Tesettür giysileri tasarlar mısınız?" sorusuna "Bugüne kadar nasıl göründüysem, onu yaparım. Asker kızı olarak tarzımdan farklı bir şey yapamam. Ben Türkiye'yim, polemiklere girmem." demiş, Ajda Pekkan'ın feminist duruşu biyografisinin anlatıldığı Hür Doğdum Hür Yaşarım kitabında da irdelenmiştir. Yine başka bir röportajında da feminizm üzerine şöyle demiştir:
Aile içi şiddet, kadın düşmanlığı, okuma yazma, ayrımcılık gibi toplumsal konularda söylemleri ve aktiviteleri olan Ajda Pekkan; "kadına şiddet"i konu edinen bir projenin de şarkısını seslendirmiştir. Hürriyet gazetesinin 2013 yılında hazırladığı özgürlük temalı televizyon reklamı "Hürriyet Benim"in reklam şarkısını seslendirmiştir.
Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı'na gelir elde etme amacıyla çeşitli sanatçıların yer aldığı albüm "Güldünya Şarkıları"nda "Kadın Dediğin" şarkısını seslendirmiş, albüm tanıtımı konserinde sanatçı Aynur ile 2005 yılında mahkeme kararıyla yasaklanan "Keçe Kurdan" şarkısını seslendirerek 60. Türkiye Hükûmeti tarafından başlatılan demokratik açılıma ilk desteğini vermiştir.
Türk pop müziğinin saygıdeğer isimlerinden görülen Ajda Pekkan'ın bu sıfatla birlikte sanat dünyasındaki pek çok isimle de hatırı sayılır ilişkileri vardır. "Güldünya Şarkıları" projesi kapsamında Bakırköy Kadın Tutukevi'ni ziyaret eden Pekkan, orada tutuklu bulunan Deniz Seki'ye destek vermiştir.
Sezen Aksu'yla da gönül dostluğu bulunan Pekkan, çok sık olmasa da Nilüfer ve Nükhet Duru'yla arkadaşlıkları bilinmektedir. Sertab Erener, Funda Arar ve Bengü gibi isimleri beğenen, Hande Yener ve İzel gibi isimlerin eski şarkılarına benzer tarzda şarkılar okuyan Ajda Pekkan, dönemin korsan ve repertuvar sıkıntısına rağmen yeni isimlerle çalışmıştır.
Ajda Pekkan, Türkiye'de LGBT topluluk tarafından popüler kültürde gey ikonlarından biri olarak kabul edilir. Ayrıca Kaos GL takipçileri tarafından 2007'de yapılan ankette 2. sırada 'Türkiye'nin gey ikonu' seçilmiştir.
Hayvan haklarıyla ilgili projelere de destek veren ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın hayvanseverler ile Şubat 2011'de yaptığı toplantıya da katılan Ajda Pekkan'ın "Beyaz" isimli bir kedisi ve "Apple" isimli bir köpeği ile bakımını üstlendiği birçok sokak hayvanı da vardır. Yine Ajda Pekkan 7 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisine ziyarette bulunarak hayvan haklarına dikkat çekmiştir.
Pekkan, Ağustos 2011'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve bir grup sanatçı ile Somali'yi ziyaret etti. Aynı yılın Ekim ayında İstanbul'da Somalililer için bir yardım konseri verdi. Nisan 2018'de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve sanatçılarla birlikte Zeytin Dalı Harekâtı'nda görev alan Türk askerlerini Hatay'da ziyaret etti. 29 Ekim 2022'de Kuruçeşme Arena'da verdiği konserden iki gün sonra evinde düşerek kalça kemiğini kıran Pekkan, 21 Aralık 2022 tarihine kadar ekranlardan ve sahnelerden uzak kalarak evinde dinlenmeye çekilmiştir. 21 Aralık 2022 tarihinde ise Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne Müzik alanında layık görülmüştür. Sanatçıya ödülü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından takdim edilmiştir. 31 Aralık 2022 gecesi 2 ay sonra ilk kez konser veren Ajda Pekkan, 2023 yılına rekor bir ücret alarak hayranlarıyla beraber sahnede girmiştir.
Özel hayatı.
17 Kasım 1973 tarihinde Coşkun Sapmaz'la 6 gün süren bir evlilik yapan Ajda Pekkan ikinci nişanlılığını 1979'da İzmir Fuarı'nda gazeteci Erol Yaraş ile birlikte yapmıştır. Çiftin nişan yüzüklerini Metin Akpınar ile Zeki Alasya takmıştır. 1984 yılında, Ali Bars ile 6 yıl süren bir evlilik yaptı. Pekkan, çocuk sahibi olmama kararından en büyük pişmanlığı olarak bahsediyor. Kariyerine odaklanmak istediği için, hamileliklerinden altısı kürtajla sonuçlandı. Uluslararası pek çok ülkede konserler veren Ajda Pekkan, Türkçenin yanı sıra İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Japonca olmak üzere pek çok dilde şarkılar söylemiştir.
Çamlıca Kız Lisesinden eğitimini tamamlamadan ayrılan Ajda Pekkan erken müzik ve sinema kariyerinde müzik üzerine sonraları Leyla Demiriş'ten şan dersleri almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10127",
"len_data": 28823,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.39
}
|
Manga aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10143",
"len_data": 36,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.54
}
|
Ardıç, servigiller (Cupressaceae) familyasından "Juniperus" cinsine ait çam ailesinden iğne yapraklı ağaç ve çalı formundaki taksonların ortak adı.
Üremesi için bir başka türe bağlı olabilmektedir. Ardıç tohumları yere dökülür ancak bu tohumlar bir ardıç kuşu tarafından yenmedikçe çimlenme gerçekleşmez. Ardıç kuşunun sindirim sisteminde ardıç ağacının tohumlarının kabukları açılır. Ardıç kuşu dışkısı ile birlikte toprağa karışan tohumlar kolayca çimlenir.
2011 yılında dünyada bir ilk olarak Tarım ve Orman Bakanlığınca Ardıç Fidanın üretimini suni şekilde gerçekleştirebilmişlerdir. 2011 ile 2018 yılları arasında 25 milyon fidan suni şekilde üretilmiştir. Ayrıca kuraklığa dayanıklı türlerin desteklenmesi açısından Orman Genel Müdürlüğü tarafından Kazakistan'dan Kırgızistan, Tacikistan, doğu Özbekistan ve Türkmenistan, kuzey ve doğu Afganistan, kuzey Pakistan ve Keşmir'de doğal olarak yetişen Juniperus seravschanica türü yetiştirilmeye başlanmıştır.
Türkiye'deki en eski ardıç ağacının Konya, Taşkent Alata (Balcılar)'da bulunduğu iddia edilmektedir. Bu iddiaya göre bin veya 2300 yaşında olan bu ağaca yöresel olarak "ağıl ağaç" denilmektedir.
Ardıç tohumları pek çok hastalığın tedavisinde "bitkisel ilaç" olarak yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Ardıç tohumları yemeklere koku ve tat vermek maksadıyla da kullanılırlar - özellikle yağlı et yemeklerinde yemeği "hafifletmek"te de çok yararlıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10144",
"len_data": 1411,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
Ahmet Hüsrev Altan (d. 2 Mart 1950, Ankara), Türk yazar ve gazeteci.
1980 döneminde Türkiye'nin eserleri çok okunan yazarlarından birisidir. Tehlikeli Masallar, Kılıç Yarası Gibi, Aldatmak çok ilgi gören romanlarındandır. Uzun yıllar yayın sektöründe gazeteci olarak muhabirlikten genel yayın yönetmenliğine kadar çeşitli görevlerde bulundu. "Taraf" gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. 15 Temmuz Darbe Girişimi'nin ardından tutuklandı, yargılandığı davada ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı.
Hayatı.
1950 yılında Ankara'da doğdu. Annesi Kerime Altan, babası gazeteci Çetin Altan'dır. 1959 yılında ailecek İstanbul'a geldiler. Altan, ortaöğrenimini değişik okullarda devam etti. Bir süre Robert Kolej'e devam ettikten sonra TED Ankara Koleji'nde yatılı olarak okudu. Liseyi 1970 yılında İstanbul Kültür Koleji'nde tamamladı. 18 yaşında, lise öğrencisi iken evlendi. 1972 yılında bir kızı, 1980 yılında bir oğlu oldu. Bir süre Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne devam etti. 1981 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldu ve gazeteciliğe başladı.
Gazetecilik yaşamı.
Gazeteciliğe Hürriyet gazetesinde gece muhabiri olarak başladı. Aynı gazetede şef muhabir, haber şefi, dış haberler editörü, köşe yazarı olarak çalıştı. Güneş, Milliyet ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı. Milliyet gazetesinde çalıştığı dönemde, gazetede Kürtler'in çoğunluğu oluşturduğu kurgusal bir “Kürdiye” ülkesinden bahseden yazısı nedeniyle gazetedeki işine son verildi.
2007 yılında Taraf gazetesinin kurucuları arasında yer alan Ahmet Altan, Alev Er ile birlikte gazetenin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Daha sonra Alev Er'in ayrılmasıyla bu görevi tek başına yürüttü. "Kum Saati" başlıklı köşesinde yazılar yazdı. Eylül 2008'de Ermeni Kırımı’nın kurbanlarına adadığı bir köşe yazısı nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 301'inci maddesine istinâden Türklüğe hakaret etmekle suçlandı. "Taraf" gazetesi 2009 yılında "Leipzig Bankası Medya Vakfı" tarafından verilen dünyanın prestijli basın ödüllerinden biri olan "Özgürlük ve Medyanın Geleceği Ödülü"'ne, 2011'de de Hrant Dink Vakfı tarafından özgür ve adil bir dünya için çalışan, ilham ve umut ışığı kişilere verilen Hrant Dink Barış Ödülü'ne layık görüldü. Altan, Aralık 2012'de Yasemin Çongar ile birlikte "Taraf" gazetesindeki görevinden istifa etti.
Taraf'taki yazılarına son vermesinin ardından 2015'e dek roman yazdı. 7 Ekim 2015'te gazeteciliğe geri döndü ve Haberdar'da yazmaya başladı.
TV programcılığı.
Doksanlı yılların ortalarında Neşe Düzel ile birlikte Star TV'de "Kırmızı Koltuk" isimli tartışma programını hazırladı ve sundu.
Romancılığı.
İlk edebî eseri "Paltolu Donkişot" adlı iki kişilik piyes idi. 1982 yılından itibaren romanlar ve deneme kitapları yayımladı. İlk romanı Dört Mevsim Sonbahar'da postmodern ögeleri kullandı ve romanın kendisini romanın konusu haline getiren üstkurmaca tarzı ile kaleme aldı. Bu romanı ile Akademi Kitabevi Roman Büyük Ödülü'ne değer görüldü.
1985 yılında ikinci romanı Sudaki İz yayımlandı. Çok satan ve çok eleştirilen bu roman, yayımlanmasından dokuz ay sonra müstehcenlikle suçlanarak toplatıldı. İki yıl süren yargılamadan sonra içindeki iki buçuk sayfalık bir bölümün müstehcen içerik olduğuna ve imhasına karar verildi. Kitap, müstehcen olduğuna karar verilen kısımları siyah bantla kapatılıp, mahkemenin sakıncalı bulduğu cümleleri içeren kararı da kitabın başına eklenerek yeniden yayımlandı.
1991'de üçüncü romanı Yalnızlığın Özel Tarihi yayımlandı. İlk romanında kullandığı üstkurmacanın çeşitli alt tekniklerini dördüncü romanı Tehlikeli Masallar'da uyguladı. Bir türlü vazgeçilmeyen eski sevgilisiyle yeni bir sevgili arasında duyguları gidip gelen yalnız bir ini anlattığı bu roman, yılın en çok okunan romanlarından biri oldu.
1998 yılında yayımlanan beşinci romanı Kılıç Yarası Gibi, Yunus Nadi Roman Ödülü'ne değer görüldü. Kılıç Yarası Gibi'nin devamı sayılabilecek altıncı romanı İsyan Günlerinde Aşk, 2001 yılında yayımlandı. Bu iki romanda II. Abdülhamid dönemindeki yönetim anlayışına, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin faaliyetlerine geniş yer verdi. Bu romandan sonra ""Kristal Denizaltı", "Ve Kırar Göğsüne Bastırırken" adlı deneme kitaplarını "Aldatmak" ve "En Uzun Gece"" romanlarını yayımladı. Bir kadının kocasını aldatırken, neredeyse an be an hissettiklerini anlattığı Aldatmak, beş günde yüz bin adet satıldı.
Ara verdiği romancılığa 2012'de Taraf gazetesindeki görevinden istifa ettikten sonra yeniden döndü. Son romanı En Uzun Gece'den sekiz yıl sonra 2015 yılında Son Oyun adlı romanını yayımladı. Bu romanın kahramanı da uzun süredir roman yazamamış bir romancı idi. İki yıl sonra yayımladığı Ölmek Kolaydır Sevmekten adlı romanda 1912-1913 yıllarında toplam altı aylık bir sürede Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan olayları bir ailenin fertlerinin hatırladıklarına dayanarak anlattı. Kılıç Yarası Gibi ve İsyan Günlerinde Aşk romanlarındaki ailenin bireyleri bu romanda günümüzde yaşayan torunları Osman’la konuşarak tekrar okuyucuyla buluştular.
Özel hayatı.
Yazar ve eski milletvekili Çetin Altan'ın oğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat profesörü ve yazar Mehmet Altan'ın ağabeyidir. Sanem Altan ve Kerem Altan adında iki çocuk babasıdır.
Ahmet Altan bir ateisttir.
Davalar.
Altan, 17 Nisan 1995'te "Milliyet" gazetesinde yayımlanan "“Atakürt”" başlıklı köşe yazısı nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılanıp 1 yıl 8 ay hapis cezası aldı, gazetedeki işinden de kovuldu.
4 Ocak 2012'de Uludere Olayı ile ilgili kaleme aldığı "“Devlet Yardakçılığı ve Ahlak”" başlıklı yazısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a basın yoluyla hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme hapis cezasını 7 bin lira adli para cezasına çevirdi.
2 Eylül 2015'te Samanyolu Haber kanalında katıldığı bir programdaki konuşmalarından dolayı Altan hakkında "‘Cumhurbaşkanı’na, hükûmete, kamu görevlilerine hakaret ve halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek’" iddiasıyla soruşturma başlatıldı.
15 Temmuz Darbe Girişimi'nin ardından başlatılan soruşturma kapsamında Ahmet Altan ile kardeşi Mehmet Altan, 10 Eylül 2016 sabahında gözaltına alındı. Altan kardeşlerin, Nazlı Ilıcak ile beraber 14 Temmuz 2016'da (darbeden bir gün önce) çıktıkları TV programında “"sübliminal darbe mesajı"” verdikleri nedeniyle haklarında gözaltı işlemi uyguladığı belirtildi. Bu bağlamda Ahmet Altan, aynı zamanda darbeyi önceden bilmekle de suçlandı.
Gözaltına alındıktan 12 gün sonra ifadesi alındı ancak savcılıkta açıklama yapacağını belirterek Emniyet'te yöneltilen hiçbir soruyu yanıtlamadı. Bu sırada Altan kardeşlerin avukatlarıyla Adliyede beraber bulunan HDP Milletvekili Garo Paylan, Altanlar hakkında verilen kararın daha avukatlara bile bildirilmeden önce, Sabah gazetesinin internet sayfasında yayınlanmasına tepki gösterdi. Kararın ardından Ahmet Altan tutuksuz yargılanmak üzere adlî kontrol şartıyla serbest bırakıldı ancak kardeşi Mehmet Altan tutuklandı.
Serbest bırakılmasının üstünden 24 saat geçmeden Başsavcılığın itirazı üzerine nöbetçi 1. Sulh Ceza Hakimliğince hakkında yakalama kararı çıkartıldı. ‘"FETÖ üyesi olmak"’ ve ‘"hükûmeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek"’ suçlamasıyla tutuklandı.
İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 4 Kasım 2019 tarihli kararıyla “FETÖ terör örgütüne yardım etmek” suçundan 10 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı ve adli kontrol şartıyla tahliye edildi. 12 Kasım 2019 tarihinde tekrar tutuklandı. 14 Nisan 2021 tarihinde 4 yıl 7 ay kaldığı Silivri Cezaevi'nden tahliye edildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10147",
"len_data": 7489,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.06
}
|
Salicaceae, Malpighiales takımına bağlı bir bitki familyasıdır.
Taksonomi.
Salicaceae familyasına bağlı cinsler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10151",
"len_data": 112,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.22
}
|
Cupressus veya servi, servigiller familyasına bağlı bir bitki cinsidir. Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın sıcak-ılıman ve subtropikal bölgelerine yayılmıştır.
Taksonomi.
Cupressus cinsine bağlı türler (2024):
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10156",
"len_data": 208,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.2
}
|
Limit kelimesi Latince "Limes" ya da "Limites" 'den gelmekte olup sınır, uç nokta anlamındadır. Öklid ve Arşimet tarafından eğrisel kenarlara sahip şekillerle ilgili olan teoremlerde kullanılmıştır. Limit kavramı, çok önceleri kullanılmasına rağmen sonra unutulmuş ve daha sonra Newton ile Leibniz'in eserlerinde görülmüştür. Mesela, diferansiyel hesapta bir eğri (daire gibi) sonsuz küçük uzunlukta sonsuz kenara sahip bir çokgen olarak kabul edilir. Limit kavramından ortaya çıkan diferansiyel hesap, pek çok fizik probleminin kolayca ele alınmasını sağlar.
Matematiksel tanımı.
f(x) fonksiyonu bir açık aralıkta tanımlanmış olsun ve L bir gerçek sayı olsun. Bütün formula_1 değerleri için, bir formula_2 bulunabiliyor, öyle ki bütün formula_3 sağlayan formula_4 için, formula_5 eşitsizliği doğru ise; L, f(x)'in a noktasındaki limitidir.
Bir fonksiyonun a'daki limiti (L):
şeklinde gösterilir.
Ve şöyle okunur "x a'ya giderken, f(x)'in limiti L'ye eşittir". x, a'ya yaklaşırken f(x) fonksiyonunun limit L'ye yaklaştığı sağ ok (formula_7) ile gösterilir.
f(x) formula_7 L
1821'de Augustin Louis Cauchy, Karl Weierstrass’ı takiben yukarıdaki tanımlamadaki bir fonksiyonun limitinin tanımını şekillendirdi,19. Yüzyılda limitin (ε,δ) tanımlamasıyla tanınan hale geldi. ε tanımının kullanımı(Yunanca küçük epsilon harfi) her küçük pozitif sayıyı gösterir. Böylece “f(x) isteğe bağlı olarak L’ye yakın olur”, sonuçta f(x) ("L" − ε, "L" + ε) aralığında yer alır demektir, aynı zamanda mutlak değer işareti kullanılarak da yazılabilir |"f"("x") − "L"| < ε.”x c’ye yaklaşırken” ifadesi, baktığımız c'den uzak olan x'lerin bir δ (Yunanca küçük delta harfi) pozitif sayısından küçük olduğunu gösterir. x'lerin ya ("c" − δ, "c") ya da ("c", "c" + δ) içindeki değerleri 0 < |"x" − "c"| < δ ile ifade edilebilir. İkinci eşitsizlik x c'nin δ uzaklığı içinde olduğunu ifade ederken, ilk eşitsizlik x ve c arasındaki uzaklık 0'dan büyüktür ve x ≠ c demektir.
Yukarıdaki bir limitin tanımlamasının "f"("c") ≠ "L" olsa bile doğru olduğunu unutmayalım. Gerçekten f fonksiyonunun c'de tanımlanmasına gerek yoktur.
formula_9
böyleyse f(1) tanımlanmaz (bkz. sıfır bölü sıfır), henüz x istenildiği kadar 1'e yakın hareket ederken, f(x) buna bağlı olarak 2'ye yaklaşıyor.
Böylece, x'i 1'e yeterince yaklaştırarak, f(x) 2'nin limitine istenildiği kadar yaklaştırılabilir.
Diğer bir deyişle,
formula_10
Bu aynı zamanda cebirsel olarak da hesaplanabilir,
formula_11 her gerçek sayılar için x≠1.
Bundan beri x+1, 1'de x'in içinde süreklidir, şimdi x'e 1 yazabiliriz, böylece
formula_12
Sonsuz değerlerde limitlere ek olarak, fonksiyonların aynı zamanda sonsuzda limitleri vardır.
Örneğin, şunu dikkate alalım,
formula_13
f(100)=1.9900
f(1000)=1.9990
f(10000)=1.99990
x aşırı büyüyünce, f(x)’in değeri 2’ye yaklaşıyor, ve f(x)’in değeri aynı zamanda istenirse sadece x’i yeterince büyük seçerek 2’ye tek olarak yakın yapılabilir. Bu durumda x sonsuza giderken f(x)’in limiti 2 olur. Matematiksel gösterimde,
formula_14
Dizilerin limiti.
Şu diziyi ele alalım: 1.79, 1.799, 1.7999... Dizinin limiti, sayılar 1,8’e “yaklaşıyor” olarak gözlenebilir.
Biçimsel olarak, "a"1, "a"2, ... ‘yı gerçek sayılardan bir dizi olarak varsayalım. Dizinin limiti gerçek sayı L olarak belirtilebilir, şöyle ki;
formula_15
şöyle okunur
“n sonsuza giderken "an" ‘in limiti L’ye eşittir”
şu anlama gelir
her gerçek sayı için ε > 0, her n>N için bir N doğal sayısı vardır. |"an" − "L"| < ε.
Sezgisel olarak, bu demek oluyor ki; mutlak değer |"an" – "L"| değeri, "an" ve L arasında olduğundan itibaren dizinin tüm elemanları limite istenildiği kadar yaklaşabilir. Her dizinin limiti vardır; eğer öyleyse ona yakınsak denir, eğer değilse ıraksaktır.
Limit teoremleri.
Eğer formula_21 ve formula_22 ise o zaman aşağıdaki denklemler doğrudur:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10162",
"len_data": 3813,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.1
}
|
Örümcek Adam bir Marvel Comics süper kahramanıdır.
Ayrıca şu anlamlara gelebilir:
Televizyonda:
Video oyunlarında:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10167",
"len_data": 114,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 1.88
}
|
Uluslararası davet verilmesi veya bir davet için yabancı dilde davetiye basılması durumunda davetiyelerin altına konan ve söz konusu davete katılmak için ön bildirim şartı olduğunu ifade eden Fransızca kökenli kısaltma. Kısaltme "répondez s'il vous plaît" ifadesinin baş harflerinden oluşur. Türkçede "Lütfen Cevap Veriniz" ifadesi ile karşılanır ve "LCV" kısaltması kullanılır. RSVP, hemen hemen tüm dillerde kullanılan bir kısaltma halini almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10172",
"len_data": 450,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.38
}
|
Justine Henin () (resmî olarak Justine Henin-Hardenne), (d. 1 Haziran 1982, Liège), Belçikalı profesyonel tenis oyuncusu.
Henin 43 WTA tek kadınlar turnuvası kazanarak toplamda 20,863,335 Amerikan doları kazanmıştır. 7 kez tek kadınlarda Grand Slam şampiyonu olmuştur. Bu şampiyonluklardan dördü Fransa Açık'ta, biri Avustralya Açık'ta ve diğer ikisi de Amerika Açık'ta gelmiştir. İki kez WTA Tur Şampiyonası şampiyonluğu kazanan Henin; 2004 Yaz Olimpiyatları'nda altın madalyanın sahibi olmuştur. Tenis zekası sayesinde; oynadığı oyunlarda iyi bir mücadele sergileyerek rakiplerine zor anlar yaşatan Henin, maç sırasında gerçekleştirdiği ayak oyunları ve tek el backhandleri sayesinde tenis dünyasının üst sıralarında yer almıştır.
Özel hayatı.
Justine Henin 1 Haziran 1982'de Belçika'nın Liège şehrinde doğdu. Babası Jose Henin; annesi Françoise Roseire idi. Fransız Tarihi öğretmeni olan annesi; Justine daha 12 yaşındayken yaşamını yitirmişti. Ailenin en büyük çocuğu olan Justine'nin iki erkek kardeşi (David ve Thomas) ve bir kız kardeşi (Sarah) vardır. Ablası, o henüz doğmamışken bir trafik kazasında ölmüştür.
Justine 2 yaşındayken, ailesi Rochefort'a taşındı. Buradaki evlerinin yanında yer alan yerel tenis kulübünde tenisle tanıştı. 6 yaşına geldiğinde Ciney Tenis Kulübünde oynayamaya başlayan Henin, buradaki hocaları tarafından keşfedildi ve özel olarak çalıştırılmaya başlandı.
Françoise Roseire her yıl düzenli olarak genç Henin ile birlikte Fransa Açık'ı seyrederdi. Henin 1992 finalinde idolü Steffi Graf'ın Monica Seles'e ağır bir şekilde yenilmesi üzerine annesine şöyle demiştir: "Bir gün orada oynayacağım ve ben kazanacağım".
1995 yılında, annesinin ölümünden kısa bir süre sonra, Henin kariyeri boyunca birlikte çalışacağı tenis antrenörü Carlos Rodriguez'le tanıştı. Ardından babasıyla arası bozulan Henin bundan kısa bir süre sonra Pierre-Yves Hardenne ile evlendi, Rodriguez yakında Henin'in sadece koçu değil; aynı zamanda ikinci bir baba figürü olacaktı.
16 Kasım 2002'de Henin, Pierre-Yves ile "Lavaux-Sainte-Anne Şatosu'nda" evlenmiştir. 4 Ocak 2007'de, Henin Avustralya Açık'a katılmaktan ailesel problemler yüzünden vazgeçtiğini açıkladı. Bunun üzerine gazeteler ikilinin boşanacağı yönünde haberler yaptı. Henin'da bu haberler üzerine kocasından boşandığını doğruladı.
Boşanmasının ve ciddi bir araba kazası geçirmesinin ardından; Justine Henin'in en büyük erkek kardeşi aileyi yeniden birleştirmek için Henin'le iletişime geçti. Böylece 2007 Fransa Açık'ta; kardeşleri ilk kez Henin'in profesyonel kariyerindeki bir maçını seyretmiş oldular.
30 Kasım 2007'de; Belçikalı tenisçi kendi tenis akademisi olan "Club Justine N1"ı faaliyete geçirdi.
Oyun stili.
Henin agresif oynar ve çok yönlü bir oyuncudur.Tüm kort tiplerinde son derece teknik oynar.Henin'in bu oyun tarzı takdir edilir ve eski dünya bir numarası John McEnroe Henin'in oynadığı tenise "Federertenis" der.McEnroe, genellikle Henin için "kadınlar tenisinin Roger Federer'i" der.Ayrıca Henin'in muhteşem tek el backhandları vardır.
Henin in tek el backhand'i, birçok tenis otoritesi tarafından erkek ve kadınlarda gelmiş en geçmiş en iyi tek el backhand'i olarak görülür. Henin'in backhand'inde topspin ve slice vuruşları çok etkilidir. Aynı zamanda backhand ve forehand dropshotlarıyla rakiplerine çok zorluk çıkartır.
Geri dönüş.
Henin 2009 Eylül ayı sonlarında tenise tekrar dönmek istediğini açıkladı ve Henin " Bir çocuğun hayali yeniden başlıyor, geridönüşümün en büyük etkisi Federer'in Fransa Açık'ı kazanmasıdır." açıklamasını yaptı.
2010.
Justine Henin 2010 yılına Brisbane'de final oynayarak başladı. Ancak finalde vatandaşı Kim Clijsters'a 3 sette kaybetti. 2010 Avustralya Açık'a Henin ilk turda vatandaşı Kirsten Flipkens'i yenerek başladı. 2. turda Elena Dementieva'yı 2 sette yense de birçok set puanı çevirmiştir. 3.turda Rus Alisa Kleybanova karşısında ilk seti kaybetmesine rağmen maçı kazanmıştır. 4. turda vatandaşı Yanina Wickmayer'i 7-6(4) 1-6 6-4 yenerek çeyrek finale çıkmıştır. Çeyrek finalde ise Petrova'yı 7-6 7-5 yenen Henin başarılı performansını yarı finalde Zheng Jie'yi 6-1 6-0 ile yenip finale çıkarak da göstermiştir.
Kariyerinde 3. kez Avustralya Açık finaline çıkan Henin finalde son şampiyon Serena Williams'a 6-4 3-6 6-2 ile yenilmiştir.
Justine Henin 2010 Miami Açık'ta çeyrek finalde Caroline Wozniacki'yi yenmiş ancak yarı finalde vatandaşı Kim clijsters'a 2.kez yenilmiştir.
Ardından toprak kort sezonuna Stuttgart'ta şampiyon olarak başlayan Henin, başarılı performansını devam ettiremedi ve Madrid'te ilk turda Rezai'ye sürpriz bir şekilde yenildi.
Fransa Açık tenis turnuvasına Pironkova galibiyeti ile başlayan Henin 3. turda Maria Sharapova karşısında yağmur nedeniyle 2 güne uzayan maçı 6-2 3-6 6-3'lük setlerle kazandı. Ancak 4. turda Samantha Stosur'a karşı ilk seti kazanmasına rağmen kaybetti.
Henin Wimbledon öncesi turnuvada Hertogenbosch turnuvasında finalde Andrea Petkovic'i 3-6 6-3 6-4'lük setlerle yenerek turnuvayı kazanmıştır.
Kariyerinde kazanamadığı tek grandslam olan Wimbledon'da Henin 4. tura kadar yükselmiş ancak Kim Clisjters'a 2-6 6-2 6-3!lük setlerle yıl içinde Clijsters'a karşı 3. yenilgisini almıştır.
Wimbledon'dan sonra dirsek sakatlığından dolayı sezonun geri kalanında mücadele edemeyeceğini açıkladı.
2011.
Dirsek sakatlığından sonra tekrar kortlara dönen Henin 2011 Hopman Cup'ta mücadele etti. Çiftlerdeki partneri Ruben Bemelmans ile birlikte finale kadar çıkan Henin ile Bemelmans finalde ABD'ye (Isner, Bethanie Mattek-Sands ikilisine) yenildi.
Avustralya Açık tenis turnuvasında ilk turda Sania Mirza karşısında ilk seti kaybetmesine rağmen maçı kazandı. İkinci turda ise Elena Baltacha'yı yenerek 3. tura yükseldi ancak 3. turda Kuznetsova'ya 6-4 7-6'lık setlerle yenildi.
İkinci emeklilik.
Henin Avustralya Açık'ta Kuznetsova'ya mağlup olduktan sonra dirsek sakatlığının tekrar nüksetmesinden dolayı ikinci kez tenisi bıraktığını açıkladı.
Ödülleri.
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10202",
"len_data": 5969,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.38
}
|
Superman, çizgi roman süper kahramanı. Tüm çizgi roman dünyasının en popüler ve tanınan hayalî karakterlerinden biri ve önemli bir Amerikan kültürel ikonudur.
İlk Superman 1933 yılında yaratılmış kel bir karakterdir. Uzaydan üstün güçleri ile gelip dünyayı istila edecek bir kötü adam olarak düşünülmüştü ama Jerry Siegel ve Joe Shuster bu konsepti satamadılar. 1938'e kadar Superman'in tasarımları değiştirilip duruyordu. Haziran 1938'de "DC Comics #1" dergisinde Superman ilk defa halka sunuluyor. Bu bildiğimiz Superman kostümünün tasarımı o zamanki sirklerde gösteri yapan "güçlü adam"ların giydiği gibi tayttır. Kostüm renkleri Amerikan bayrağına gönderme yapmak için mavi-kırmızıdır. Yıllar boyunca birçok kahramanın Batman dahil, kostümü değiştirilirken, Superman değişmez, değiştirilemez 71 yıl boyunca, çünkü o kostüm görsel olarak bir ifadedir.
1938'de göğsünde bir üçgen içinde adının baş harfi vardır. Bu üçgen Amerikan polis rozetine göndermedir. Tabii daha sonra bu yavaş yavaş şimdiki elmas şeklindeki "S" amblemine dönüşür. Man of Steel filminde Jor-El tarafından bu amblemin "Umut" anlamına geldiği belirtilmiştir.
Güçlerine gelince, giderek daha fazla arttırılır. İlk başta sadece çok güçlü ve hızlıdır, uçamaz, çok yükseğe zıplar; ama uçaklar hayatımıza girince, sıradan insan bile Superman'den hızlı hareket edebilir, uçabilir hale gelir. O zaman Superman'e yazarları tarafından uçma gücü verilir. Yani Superman'in güçleri teknolojinin gelişmesi ile artar, çünkü o her zaman teknolojinin ve onu kullanan sıradan insanın önünde olmazsa süper insan olamaz. Superman Nietzsche'nin Übermensch (üstün insan) kavramı temele alınarak yaratılmıştır. Bu kavramda önemli olan fiziksel güç değil erdemdir.
Özellikleri.
Gerçek kimliğini gizlemek için Clark Kent adını kullanır. 1.91 m boyunda ve 102 kilodur.
Jor-El ve annesi Lara Lor Van tarafından patlamak üzere olan Krypton gezegeninden kurtulması için bir roket ile Dünya'ya gönderilir. Jor-El'in Kal-El'i Dünya'ya göndermesinin sebebi sarı güneşin ona çok üstün güçler vereceğini bilmesidir. Kansas'ta Smallville kasabası yakınlarına düşen Kal-El'i Martha ve Jonathan Kent isminde iki çiftçi bulur ve ona Clark ismini vererek kendi çocukları gibi yetiştirirler. Üniversiteyi okumak için Metropolis kentine gelir. Üniversiteyi bitirince Daily Planet gazetesinde işe başlar.Burada Lois Lane ile tanışır ve olaylar gelişir. Superman ismini ona veren Lois Lane'dir. Ayrıca birçok lakabı vardır. Bunlardan bazıları: "The Man of Steel", "The Man of Tomorrow" ve "The Last Son of Krypton". Anlamları ise "Çelik Adam", "Yarının Adamı" ve "Kripton'nun Son Oğlu".
Yan karakterler.
Batman, Flash, Wonder Woman, Lois Lane, Lex Luthor, Lana Lang, Jimmy Olsen, Justice League of America
Oliver Queen (Green Arrow) ()
Düşmanları.
Superman'ın birçok düşmanı vardır. Ancak en bilinenleri şunlardır:
Güçleri.
Süpermen kendi gezegeninde doğduğu zaman insanüstü güçleri yoktu, sebebi kendi gezegenlerinde değişik türlerde kripton maddeleri mevcuttur ve gezegenlerinin sisteminde kırmızı güneş vardır, bunlardan dolayı kripton halkı kripton gezegeninde normal dünyalı insanlarla aynı özelliktedir, üstün güçleri yoktur. Devasa depremlerden dolayı kripton gezegeni patlamadan önce ailesi tarafından bir uzay aracı ile dünyaya gönderildiği sırada güneşe yakın giden uzay aracında güneşten gelen radyoaktif ışınlardan sonra aşağıdaki güçlere sahip olmuştur. Dünyada büyüdükçe farklı güçlerini fark etmiş, kontrol etmesi gelişmiştir. Sarı yıldızlara yaklaştıkça gücü artar, güneş üzerinde gezebilmektedir. Kripton gezegeni patladığı sırada uzayda bazı kripton halkından kişiler kurtulmuştur, süpermen bu kişilerden daha güçlüdür. Süpermen nadirde olsa zarar görürse, sarı yıldız(güneş) ışınlarını görünce hemen iyileşir ve güçlenir.
DC COMICS evreninde bazı serilerde "büyü diye bir şey yoktur" kabul edilir ve her şey bilimle açıklanır. Fakat bazı serilerde gerçekçiliğe aykırı şekilde büyüye de yer verilir, bazı kahramanların büyü güçleri vardır ve büyü Süpermen'in diğer bir zayıf noktasıdır, Süpermen bu serilerde büyü karşısında bir şey yapamaz.
Süper Zeka: Çizgi romanlarda kriptonlular doğuştan itibaren çok zeki canlılar olarak gösterilir. Sonuç olarak süper zeka kriptonlular için doğal bir yetenektir. Superman'in beyni bilgisayar gibidir, her şeyi hatırlar yeryüzündeki bütün dilleri konuşabilir, metropolis telefon defterindeki bütün numaraları ve Daily Planet'taki bütün dosyalarının içeriklerini bilir. Çok iyi analiz yeteneği vardır.
Uçabilme: Superman çok hızlı uçabilir.
Kıyafeti.
Altına mavi Tayt, mavi Tayt'ın üstüne de Kırmızı Külot giyer. Üst Kısmında Mavi bir sivit giyer üzerinde "S" işareti vardır. Superman ın hayatını anlatan Smallville dizisinde bunun aslında "EL" ailesinin Kriptondaki logosu olduğunu vurguluyor. Kırmızı pelerininde de vardır. Superman'in vücudu kurşunlara karşı dayanıklı olduğu için kurşunlar vücudundan seker, bundan dolayı elbisesi kurşunlarda zarar görmez. Bunun dışındaki olaylarda elbisesi zarar görür, yangın gibi, elbisenin bir yere sürtünmesi gibi. Fakat özellikle çizgi serisinde patlamalarda ya da Süpermen'in güneşe gittiği bölümlerde elbisesini hasar almamış olarak çizerler, animasyon her yaşa uygun olsun diye çıplak kalmasın diye bu şekilde çizerler.
Superman ilk yaratıldığında keldir ve zamanla Lex Luthor'a benzemesi sebebiyle saçlı bir şekilde oluşturulmuştur.
Zayıf noktaları.
Superman kendini durmadan geliştiren biridir. İlk zamanlardaki gücüyle şimdiki gücü bir değildir. Zayıf nokta olarak görülen Kriptonit taşına bağışıklık kazanmıştır bu sayede. Ama kazanmadan önce Superman'in zayıf noktalarından biri kriptonit taşıdır. Kriptonit taşı parçalanmış kripton gezegeninin parçalarıdır, evrenin her yerine dağılmıştır ve çok nadir bulunur. Özellikle yeşil kriptonit Superman'e çok zarar verir, kırmızı ve sarı kriptonit taşının da yan etkileri vardır. Yeşil kriptonit Superman'e yaklaşması halinde Superman güçlerini kaybeder, eğer taş Superman'e değerse Superman ölebilir. Kırmızı kriptonitin birçok yan etkisi vardır. (Çizgi romanda böyledir, ama Smallville isimli dizide sadece kişiliğine etkiyormuş olarak gözükür.) Siyah kriptonit(yeşil kriptonit çok yüksek sıcaklarda ısıtılmasıyla oluşur.) Superman'i iki ayrı bedene böler, iyi ve kötü Superman olarak. Gümüş kriptonit olmadık şeyler, halüsinasyonlar görmesine sebep olur. Pembe kriptonit ise Superman'i cinsel anlamda yumuşatır. Kriptonit taşının Superman'e zarar vermesinin sebebi sarı güneştir, kızıl güneşte hiçbir etkisi yoktur. Kriptonit taşının Kripton gezegeninde normal bir taştan farkı yoktur. Superman bir de kurşun maddesinden yapılmış nesnelerin arkasını pek iyi göremez ve bunun nedeni kurşunun radyoaktif ışımalara karşı dayanıklı olmasıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10208",
"len_data": 6724,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.33
}
|
Virüs, bakterilerden küçük olan ve konak olarak canlılar dünyasının her üç üst âlemini (Archaea, Bacteria, Eukarya) de kullanabilen parazit nitelikli enfeksiyon ajanlarının genel adıdır.
"Virüs" ifadesinin diğer olası anlam ve kullanımları şunlardır:
Bilgisayar:
Kitap
Müzik:
Sinema:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10211",
"len_data": 283,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.82
}
|
Emanuel Lasker (d. 24 Aralık 1868, Barlinek, Polonya - ö. 11 Ocak 1941, New York, ABD) Alman satranç oyuncusu ve matematikçi.
1894'te Steinitz'i +10 -5 =4 sonucu ile yenerek dünya satranç şampiyonu oldu. Birçok turnuvada birinci oldu. Bunların en önemlileri Londra (1899), Sankt-Peterburg (1896 ve 1914) ve New York (1924) turnuvalarıdır.
27 yıl dünya satranç şampiyonu kaldı ve unvanını birçok maçta korudu. 1921'de Havana'da yapılan maçta Capablanca'ya yenilerek unvanını devretti.
1933 yılının İlkbaharında Adolf Hitler tarafından mülkiyet ve vatandaşlıktan mahrum etmesiyle, Yahudilere karşı ayrımcılık ve sindirme kampanyası başladı. Aynı yıl, Yahudi olan karısı "Martha" ile Almanya'yı terk etmek zorunda kaldı. İngiltere'de kısa bir süre kaldıktan sonra, 1935 yılında Adalet Komiseri, Spor Bakanı ve de satrançın coşkulu bir destekçisi olan Nikolai Krylenko tarafından Sovyetler Birliği'nde yaşamaya davet edildi. SSCB'ye giden Lasker Alman vatandaşlığından feragat ederek Sovyet vatandaşlığı aldı. Lasker, biraz para kazanabilmek için satranç yarışmalarına katıldı.
Joseph Stalin'in Büyük Temizlik operasyonunda SSCB'den ayrılmaya karar verdi. Ağustos 1937'de, eşi Martha ve Emanuel Lasker, Sovyetler Birliği'ni terk etmeye karar verdi ve Ekim 1937 yılında Hollanda üzerinden Amerika Birleşik Devletleri'ne (ilk olarak Chicago, bir sonraki New York) taşındı. Ertesi yıl Emanuel Lasker'in patronu Krylenko tasfiye edildi. Lasker, satranç ve briç dersleri vererek kendisini desteklemeye çalıştı.
1940 yılında, antisemitizm ve işsizlik gibi ciddi siyasi sorunlara çözüm önerileri olan son kitabı olan "Geleceğin Toplumu" nu yayınladı. Mount Sinai Hastanesi'nde bir hasta olarak, 72 yaşında, 11 Ocak 1941 tarihinde New York'ta böbrek enfeksiyonu nedeniyle öldü. Queens, New York'ta, Beth Olom Mezarlığına gömüldü.
Satranca psikolojik yaklaşımı ve derin tahlilleriyle bilinir. Aynı zamanda başarılı bir matematikçidir. Lasker, satranç oynamayı iki beyin arasındaki psikolojik bir mücadele olarak anlamış ve ifade etmiştir. Matematik doktorasını Erlangen'de David Hilbert yönetiminde yapmıştır (1902). Matematikte polinom halkalarında Lasker-Noether teoremi olarak anılan teoremi geliştirmiştir. Felsefe ile ilgilendiği, Albert Einstein'ın yakın arkadaşı olduğu da bilinmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10214",
"len_data": 2281,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Benko Gambiti (ECO kodu A57) 1.d4 Af6 2.c4 c5 3.d5 b5 hamleleri ile karakterize edilen bir satranç açılışıdır. Volga gambiti olarak da bilinir. Ana varyasyon 4.cxb5 a6 5.bxa6 Fxa6 ve siyahın f8 filini kanatta uygun pozisyonlandırması şeklindedir. Açılış, siyahın vezir gambitine karşı uygulanan en etkili karşı gambit'i olarak nitelendirilebilir.
Gambit'in en iyi bilinen uygulayıcısı, bu ismi almasına neden olan Pal Benko'dur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10217",
"len_data": 428,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.55
}
|
Géza Maróczy (d. 3 Mart 1870 - ö. 29 Mayıs 1951) önde gelen Macar satranç ustası. Oyun tarzı başarılı savunmaya dayalıydı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10219",
"len_data": 122,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.46
}
|
Koloni, bir devletin nüfusunun bir bölümünü yerleştirmek için denizaşırı bir ülkeyi ele geçirerek yurttaşlarını oraya iskan etmesi halinde meydana gelen yeni yurttur.
Bazı durumlarda "sömürge" ile eş anlamda kullanılır fakat sömürgeden farklı bir kavramdır. Yeni fethedilen ülke sömürge değil, onu kuran devletin normal bir parçasıdır. Bunun yanı sıra, ülkesinden ayrılıp başka bir ülkeye yerleşmiş insan topluluğu veya bir ülkede bulunan yabancı uyruklu kişilerden oluşan topluluk anlamında da kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10239",
"len_data": 506,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.76
}
|
Federasyon veya federal devlet, coğrafi yapılarına göre oluşmuş birden fazla devletin kendi istekleriyle bir araya gelerek dışarıya karşı tek bir siyasal güç olarak görülmeleri ve bu amaçla kurdukları örgütün, kendisini oluşturan devletlerin üzerinde olması; iç işlerinde ise, yine aralarındaki anlaşmaya göre geniş veya dar ölçüde özerk olmaları ile oluşan topluluk.
Federal devlet; bu anlamda iç yapıları itibarıyla özerk olan devletlerin (federe devlet) oluşturduğu siyasi bir birliktir. Federe devletlerin her biri kendi anayasasına sahip iken diğer devletlerle olan ilişkilerin düzenlenmesinde yetki federal devlete aittir. Bununla birlikte federe devletlerin içinde kendi yasama, yürütme ve yargı organları da vardır. Fakat yasalar üst devlet (federal devlet) kimliğine ait anayasaya aykırı olmama koşulu taşır. Federe devletler iç güvenliklerini sağlamak amacı ile kendi polis teşkilatını kurabilir ve farklı yargılama hususları belirleyebilir. Bir federe devlet için suç teşkil eden bir yasa diğer devlet için suç teşkil etmeyebilir. Farklı federe devlet yasalarının uygulanmasında çoğunlukla bulunulan yer göz önüne alınır fakat uygulamada kişilerin hangi federe yapıya bağlı bulunduğu hususuna göre de hareket edildiği görülmektedir. Bu durum ülkeden ülkeye ve özerklik genişliğine göre farklılık taşımaktadır. Yine uygulamada görülen başka bir durumda dolaşım esnasında olan vatandaşın çelişen yasalara muhatap kalması durumunda üst anayasa kanunlarının geçerli olabileceğidir.
Kuruluş biçimleri.
Birleşme yoluyla federalizm.
Birbirlerinden bağımsız olan üniter devletler, bir araya gelerek federal devlet oluştururlar. Bu geçiş aşamasında devletler, ilk önce konfederasyon meydana getirirler. Oluşturulan konfederasyon daha sonra federasyona dönüşür. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri ve İsviçre Federal Devletleri birleşme yoluyla kurulmuştur.
Ayrılma yoluyla federalizm.
Üniter nitelikte olan bir devletin il gibi birimleri ayrılmak isteyebilir. Ayrılmak isteyen birimler bağımsız devletler kurmak yerine, federe devlet haline gelmeyi tercih ederler. Bunun sonucunda federe devlet haline gelirler. Örneğin, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun 1918 tarihinde dağılmasından sonra Avusturya, federal devlet haline gelmiştir. Rusya 1924 tarihinde Sovyetler Birliğine dönüşmüştür.
Federal devletler.
Feshedilenler.
Bazı Arap konfederasyonlar ve "de facto" durumda olan federasyonlarda bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10240",
"len_data": 2414,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.55
}
|
Colonia, Tyrannidae familyasına bağlı bir kuş cinsidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10243",
"len_data": 55,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.16
}
|
Huronlar ya da Vyandotlar, Kuzey Amerika' da yaşayan bir kızılderili topluluğu. Huronlar bugünkü Ontario sınırında balıkçılık, avcılık ve özellikle ticaret yaparak yaşamlarını sürdürüyorlardı. 17. yüzyılda sömürgeleşme geliştikçe samur kürklerine olan talebin artması, bu kürklerin ticaretini yapan Huronlar ile İroquoilar arasında kanlı bir savaş çıkmasına yol açtı. Kürk rezervleri tükendikçe savaş şiddetlendi. Bu savaştan sağ kurtulabilen Huronlar Quebec'e çekildiler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10245",
"len_data": 472,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
İran sineması, İran'da sinemaya dair faaliyetleri ve sinema kültürünü kapsar.
Erken dönem İran sineması.
İran'ın sinema ile tanışması 1900'lerin başına uzanır. İlk uzun metraj İran filmi Ermeni asıllı Ovans Oganyas'ın 1930'da çektiği Abi ve Rabi filmidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10246",
"len_data": 255,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.64
}
|
Büyük baştankara ("Parus major"), baştankaragiller (Paridae) familyasından bir baştankara türü.
Başı koyu mavi-siyah, yanağındaki beyazlık ovaldir. Siyah gıdısı sarı renkli alt tarafının ortasına kadar geniş bir çizgi şeklinde uzar (erkeğinde geniş, dişisinde dardır). Sırtı yeşil, kanatları gri-mavi, kanat çizgisi beyaz, kuyruğu gri-mavi ve beyaz kenarlıdır.
Sesleri değişken ve kafa karıştıcı bir ‘pink pink’, çii-vity', azarlayan bir ‘çi-çi-çi’. Ötüşü gürdür ‘tii-çeer tii-çeer’ ya da ‘ti-tiçeer 'Çok nadir olarak 'kız-bik' 'kız-bik'diye öttükleri de görülür.
Yumurtlama zamanı geldiğinde yaklaşık 8 yumurta birden yumurtlayabilirler.Kuluçka zamanında eğer cüsselerinden daha yüksek miktarda yumurtaları varsa bacaklarına fazla miktarda kan pompalayarak ısı üretimini bacaklarına da verirler. Dünya üzerinde kan pompalama miktarını ayarlayarak bacaklarına veren başka bir canlı henüz bulunmamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10251",
"len_data": 906,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.13
}
|
Çam baştankarası ("Periparus ater", eskiden "Parus ater"), baştankaragiller (Paridae) familyasından 11 cm uzunluğunda bir baştankara türü.
Başı kara, yalnız yanakları ve ensesi ak, vücudu boz ve kirli sarıdır. Başta kıyı bölgeleri olmak üzere, Türkiye'nin her yerindeki iğneyapraklı ve karışık ormanlarda bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10252",
"len_data": 313,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Florya ("Chloris chloris"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü.
Özellikleri.
14 cm uzunluğundaki floryaların erkekleri dişilerinden daha iri, renkleri daha göz alıcıdır. Dişi ve genç kuşlar, daha soluktur ve kahverengi tonlar hakimdir. Gagası, kalın ve koni biçimindedir. Ötüşleri de oldukça güzel ve cıvıltılıdır. Erkeğin, "kelebek" gösteri uçuşu vardır.
Üreme ve beslenme.
Ağaçlar veya çalılıklarda yuva yapar, 3-8 yumurta bırakır. Üreme mevsimleri dışında gruplar oluşturan floryaların başlıca besini tohumdur.
Dağılımı.
Palearktik bölgede geniş bir dağılım gösteren floryalar, Anadolu'nun Doğu bölgeleri dışındaki bütün yörelerinde ürer, kışın göç sırasında hemen her yerde çok sayıda görülür. Bu kuş, Avrupa, kuzey Afrika ve güneyde batı Asya boyunca yaygındır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10253",
"len_data": 793,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Karatavuk ya da kara bakal (erkek) ve boz bakal (dişi) ("Turdus merula"), karatavukgiller (Turdidae) familyasından siyah tüylü, meyve ve böceklerle beslenen ötücü bir kuş türü.
Özellikleri.
Kanat uzunluğu yaklaşık 25 cm'dir. Erkek karatavukların gagası parlak sarı, tüyleri siyah; dişilerin ise gagası soluk, tüyleri siyahtır. Karatavuklar kış mevsimi güneşi en çok alan kuytu alanları seçer. Özellikle sık çalılıklar arasında fark edilmeden gün boyu saklanır. Çok hareketli ve hızlı uçan bir kuştur. Yaz mevsiminde geceleri sık yapraklı ağaçlarda, sabahları ise erken saatlerde alışık olduğu yerlerde gezinir. Karatavuklar gün doğumu ve gün batımında çok gürültü çıkararak öterler. Gezinme anında çok sessiz olan karatavuklar, bir tehlike olduğunda kesik kesik sesler çıkarır. Ancak yerlerinden insanı heyecanlandıracak tiz bir sesle öterek ayrılırlar. Öncelikle çok sessiz kalarak tehlikenin geçmesini bekleyen bu kuşlar, insan veya hayvanın kendini fark etme anına kadar çalılıklar içinde yer değiştirirler. Bu kuşlar yaz mevsiminde 3-4 yavru yaparlar. Yuvadan düşen yavruyla ilgilenmezler. Avrupa kıtasının her yerinde yaşayabilirler.
Beslenme.
Çeşitli meyvelerin yanı sıra solucan ve salyangoz gibi hayvanları da yer. Ancak bunun yanında darı, kanarya yemi ve kendir tohumu da besinleri arasındadır.
Karatavuklar zeytin meyveleri ile beslenir. Bu meyveleri bir çırpıda yutan bu kuşlar kursaklarında zeytinin etli kısımlarını sindirirler ancak odunsu yapıda olan zeytin çekirdeklerini sindiremezler ve dışkılama yoluyla dışarıya atarlar. Zeytin çekirdeklerinin odunsu kabuğu, karatavuğun kursağındaki küçük taşlarla ve kuvvetli asitlerle sindirim sırasında incelir ve yumuşar, sadece bu çekirdekler toprağa düştüğünde çimlenebilir. Karatavuklar sahip oldukları bu özellikleri nedeniyle zeytinlerin tohum dağılımı ve çimlenmesine katkı sağlarlar.
Dağılımı.
Avrasya'nın ılıman bölgelerindeki ormanlarda ve bahçelerde yaygın biçimde görülür. Karatavuklar Avrasya'nın dışında Yeni Zelanda ve Avustralya'da da yaşar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10259",
"len_data": 2015,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.61
}
|
Kızılgerdan ya da Nar bülbülü ("Erithacus rubecula"), eskiden karatavukgiller (Turdidae) familyasında, şimdi ise sinekkapangiller familyasında sınıflandırılan bir kuş türüdür. Avrupa, Sibirya, Türkiye ve kısıtlı olarak Kuzey Afrika, İran, Irak, Suriye ülkelerinde gözlemlenebilir. Kıbrıs, Malta ve Kanarya Adalarında gözlemlenebilir.
Fiziksel Özellikleri ve Görünüm.
Erişkin Kızılgerdan Kuşunun Fiziksel Ölçümleri.
Kızılgerdan ("Erithacus rubecula)" türünün fiziksel özellikleri:
Erişkin ve Genç Kızılgerdanların Fiziksel Görüntüleri.
Erişkin Kızılgerdan Görünümü: Siyah gaga, Kırmızıya çalan gerdan ve yüz, grimsi bir karın ve kanat arkası, toprak rengi bir sırt ve üst kanat tüyü, küçük kuyruk, uzun ince bacaklar. Ortalama bir erişkin Kızılgerdan görünümü bu şekilde tarif edilmektedir.
Genç Kızılgerdan Görünümü: Bebeklik tüyleri, ince bacaklar, siyah gaga, siyah göz, çoğunlukla kahverengine yakın bir tüy görünümüne sahiptir. Gerdan ve yüz bölgeleri bebeklik tüylerine sahip oldukları için erişkin Kızılgerdanlar gibi ayırt edici bir kırmızıya yakın renk sergilemez. Bebeklik tüyleri genellikle ilk aylar içerisinde düşmeye başlar.
Ses (Vokal) Özelliklleri.
Kızılgerdan Kuşunun Ötme Türleri.
Kızılgerdan kuşları Yaz-Kış mevsimlerine göre özel olarak öter. Ayrıca sonbahar aylarında "Sonbahar Ötüşü" yaparlar. Bahar ve üreme mevsimleri sırasında ise kur ve çiftleşme ötüşleri duyulabilir. Kızılgerdan kuşlarında her iki cinsiyette öter. Kızılgerdanların ötmesi sadece üreme maksatlı değildir. İkaz, Çağrı, Dişi Kuşu Etkileme amaçları taşır. Kızılgerdan ötüşlerinin spesifik bir ses frekansı ve süresi vardır. Kızılgerdanlar manyetizma ile yön bulabildikleri için ötüşleri de manyetik ve ses dalgalarına uyumlu olarak gerçekleşir. Üreme mevsimleri ve günlük ötüşlerinde doğrudan yön tayin etme veya dişi etkileme kaygısı gütmezler. Kızılgerdan ötüşleri insanlara "Tic-Tic" sesini andırır.
Kuş Şarkısı Ötüşü.
Bütün ötücü kuş ailelerinde türün kendisine özgü şarkısı bulunur. Mevsimsel olarak şekillenen ötüşte kuşlar çevresindeki diğer kuşları ikaz etmek ve kendi etkileyici sesleri ile potansiyel dişi adayları etkilemeye yönelmek için öterler. Üreme mevsimi dışında da öten Kızılgerdanlar genellikle "Kuş Şarkısı" olarak ötmek istiyorlarsa uzun ve melodik tınılarla 1-3 dakika süreli ötüşlerde bulunurlar. Sonbahar aylarında Kızılgerdanlar "Son Bahar" şarkısını söyler ve yaklaşık 5-4 dakikalık bir ötüş sergiler. Sürü halinde bulunuyorlarsa veya genç kuşlarla beraberlerse yavru kuşlarda bu ötüşe eşlik edecektir. Kızılgerdanlar göç etme durumu dışında sürü olarak yaşamdıkları için kendi yavruları hariç toplu "Son Bahar Şarkısı" söylemez.
Çağrı Ötüşü.
Kızılgerdan, dişi kuşu veya bakmakta olduğu yavruyu çağırmak istiyorsa "Çağrı Ötüşü" yapar. Bu ötüşler genellikle 3-15 saniyelik kısa, tiz, yüksek sesli ötüşlerdir.
Alarm (İkaz) Ötüşü.
Kızılgerdanlar "Alarm" ötüşü gerçekleştiriyorsa diğer bir tür tarafından tehdit altında olabilir veya bölgelerine izinsiz giren başka bir Kızılgerdan kuşunu tehdit ediyor olabilir. Genellikle bu ötüşler nadiren olmakla beraber sürü halinde yaşayan veya yavrularına bakan Kızılgerdanlar özellikle Kedi, Martı, Saksağan gibi doğal avcılarına karşı yavrularını uyarmak için "Alarm" ötüşünde bulunur. Alarm ötüşleri genellikle 10-20 saniyelik tek seferde oldukça uzun ve tiz bir ses olarak çıkar. Çağrı ötüşlerinden bir tık daha uzun olan alarm ötüşü, çağrı ötüşünden daha tiz olarak kaydedilmiştir.
Ekolojik Dağılımı ve Habitatı.
Kıtasal ve Bölgesel Dağılım.
Kızılgerdan kuşu Avrupa, Sibirya, Orta Doğu'da Türkiye, Suriye, İran, Irak ve Kuzey Afrika'nın bazı bölgelerinde görülür. Kanarya Adaları ve Akdeniz Adaları Kızılgerdan kuşlarının üreme-dışı veya üreme dahil yaşam bölgesidir.
Kızılgerdanların Yaşam Alanlarında Yerel Dağılımları.
Kızılgerdan kuşları genellikle ormanlık alanlar, sık ağaçlandırılmış parklar, tabiat koruma alanları, üzüm veya yüksek yapraklı ağaçların sık olduğu bahçelerde yaşarlar. Çok sık olmasa da şehirlere ve binalara inebilen Kızılgerdan Kuşu çoğunlukla ormanlık alanlarda ve geniş bahçelerde yaşamayı tercih ederler.
Üreme Mevsimleri Sırasında Kızılgerdan Dağılımı.
Üreme mevsimlerinde Kızılgerdan Kuşları yuva yapmak için bulundukları konuma terk edebilir ve daha uygun bir bölgeye geçebilir. Bölgesini terk etmeyen Kızılgerdan kuşları ise çevrede bulacağı ağaç dalları, yaprakları kullanarak yuva yapacaktır. Kızılgerdanlar genellikle yuva yapmak için ağaç oyuklarını tercih eder. Kızılgerdanlar ayrıca insanlar tarafından yerleştirilen kuş evlerine yuva kurabilir. Yuva kuracak olan Kızılgerdanlar kendi taşıdıkları dalları ve yosunları kullanarak yuvalarını kuş evi içerisinde yaparlar.
Göç Yolları.
Göç Yolları.
Avrupa'nın kuzeyinde üreyen kızılgerdan kışı Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da geçirir. Kızılgerdan Türkiye'de başta Karadeniz, Marmara ve Ege bölgeleri olmak üzere Türkiye'nin orta ve kuzey kesimlerinde uygun yaşama ortamı olan yerlerde ürer. Kışın Türkiye'nin güneyinde de görülür. Ilık ya da serin iklimlerde yaşarlar.<mapframe latitude="55.128649" longitude="22.236328" zoom="2" text="Kızılgerdan türünün göç rotaları" width="200" height="210">{
"type": "FeatureCollection",
"features": [
"type": "Feature",
"properties": {},
"geometry": {
"type": "LineString",
"coordinates": [
[ 24.697266, 62.349609 ],
[ 10.986328, 52.05249 ],
[ 4.130859, 35.603719 ]
{
"type": "Feature",
"properties": {},
"geometry": {
"type": "LineString",
"coordinates": [
[ 9.755859, 56.656226 ],
[ 5.712891, 52.268157 ],
[ -5.537109, 32.842674 ]
{
"type": "Feature",
"properties": {},
"geometry": {
"type": "LineString",
"coordinates": [
[ 27.685547, 56.752723 ],
[ 18.720703, 47.872144 ],
[ 22.412109, 37.579413 ]
{
"type": "Feature",
"properties": {},
"geometry": {
"type": "LineString",
"coordinates": [
[ -4.130859, 57.891497 ],
[ -1.318359, 51.289406 ]
{
"type": "Feature",
"properties": {},
"geometry": {
"type": "LineString",
"coordinates": [
[ 16.787109, 64.244595 ],
[ 13.798828, 57.136239 ],
[ 16.962891, 50.401515 ],
[ 15.029297, 37.300275 ]
{
"type": "Feature",
"properties": {},
"geometry": {
"type": "LineString",
"coordinates": [
[ 28.564453, 30.297018 ],
[ 37.529297, 34.452218 ],
[ 31.025391, 37.71859 ]
{
"type": "Feature",
"properties": {},
"geometry": {
"type": "LineString",
"coordinates": [
[ 38.759766, 36.031332 ],
[ 34.892578, 41.508577 ]
]
}</mapframe>
Göç Mecburiyeti ve Kışlık Göçler.
Kızılgerdanlar ("Erithacus rubecula)" türü aşırı soğuk iklimlerde hayatını idame ettiremez. Kafkas ve Sibirya bölgesinde özel olarak görülen taksonları hariç Avrupa ve Orta Doğu bölgesinde yaşayan Kızılgerdan türleri göç etmek mecburiyetindedir. Bununla beraber genellikle yaz mevsimleri Avrupa'nın kuzeyi ve İskandinavya çevresinde üreyen Kızılgerdanlar kış mevsimine doğru kötüleşen hava şartlarından ötürü göç etmek mecburiyetinde kalır.
Göç Nedenleri.
Kızılgerdanlar göçmen kuşlar olarak genellikle Kış mevsimine doğru Avrupa'nın kuzey bölgelerinden güneyine doğru inerler. İniş genellikle Akdeniz kıyılarına yakın ülkelerde son bulur. Orta Doğu bölgesinde yaşayan Kızılgerdanlar ise özellikle aşırı sıcaklara bağlı olarak kuzeye doğru yönelir. Kızılgerdan türü ılıman iklimleri sevdiği için genellikle orta kuşakta kalmaya özen gösterir.
Hayatta Kalma Oranları ve Göç Sırasında Ölümler.
Kızılgerdanlar göç sırasında yaralanabilir veya diğer canlılar tarafından öldürülebilir. Yapılan araştırmalara göre kış mevsimi sırasında göç eden Kızılgerdanların hayatta kalma şansının azaldığı yönündedir. Bulunduğu yerde kalan kuşların bulunduğu iklim şartlarına göre hayatta kalma oranı değişirken göçmen kuşların hayatta kalma oranı genellikle %17-24 arasındadır.
Yıllara Göre Hayatta Kalma Oranları ve Ölüm Sebepleri:.
Kızılgerdan kuşları için göç sırasında kaydedilmiş hayatta kalma oranları ve ölüm sebepleri dönemsel olarak değişiklik göstermektedir. 1991 ve günümüzde ise avcılığa bağlı ölümler yok sayılacak düzeye inmiştir. Uygulanan av yasakları ve toplumsal eğitimler etkilidir.
1991 Yılı ve Günümüz Kızılgerdan Göç Kayıtları.
Göçmen Kızılgerdan nüfusunun %94.2'si hayatta ve sağlıklı olarak kaydedildi.
Göçmen Kızılgerdan nüfusunun %3.4'ü hayatta olarak kaydedildi.
Göçmen Kızılgerdan nüfusunun %2.0'si ölü, yaralı, hasta olarak kaydedildi.
Göçmen Kızılgerdan nüfusunun %0.4'ü avcılığa bağlı ölüm, kayıp/bilinmiyor olarak kaydedildi.
Yaşam Şekli ve Yaşam Döngüsü.
Yaşam Süresi ve Yaşam Süresi Beklentisi.
Kızılgerdan kuşlarının ortalama yaşam süresi yumurtadan çıktığı andan itibaren 1-4 yıl olarak belirlenmiştir. Kızılgerdan kuşları için en düşük yaşam beklentisi 0-1 yaş aralığındadır bu yaş aralığında yavru ve genç kuşlar savunmasız oldukları için sürekli tehdit altındadır. Doğada bulunan en yaşlı Kızılgerdan kuşu 19 yaşında tespit edilmiştir. Kesin bir yaşam süresi bilinmemekle beraber esaret altında ortalama 10 yıl yaşayabilirler. Esaret altındaki yaşam süresinin bilinmeme sebebi çoğunlukla bu tür soy tükenme endişesi taşımadığı için düzenli olarak esaret altında tutulmamasından kaynaklıdır. Dönemsel olarak koruma ve doğal denge koruma programları Kızılgerdanları yetiştirip doğaya salmakla beraber genellikle 1-2 yıl esaret altında tutmaktadır. Bu durum sonucunda kesin bir esaret altındaki Kızılgerdan ömrü bilinmemektedir. Ortalama tahminler ve hesaplamalar ise 10 yıl olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Kızılgerdan kuşlarını esaret altında tutmak oldukça zordur. Esaret altındaki kuşların kesin ömürlerinin bilinmeme sebeplerinden biriside bu hayvanların aşırı uzun süreli kafes hayatına adapte olamayıp ölmesidir.
Kızılgerdanların Yavru-Genç-Erişkinlik Özellikleri.
Yavru Kızılgerdanlar: Anne ve baba Kızılgerdan yavru bakımında beraber sağlar. Yavrular genellikle uçmayı öğrendikten sonra ebeveyn rehberliğinde hayatına devam eder. Yavru bir kuş çoğunlukla 2-3 hafta içerisinde uçabilir hale gelir. Yumurtadan ilk çıkan yavrular tüysüz ve oldukça küçüktür. Tüyler zamanla çıkar. İlk çıkan tüyler genellikle bebeklik tüyüdür. Erişkinliğe doğru dökülür.
Genç Kızılgerdanlar: Erişkin olmadan önceki Kızılgerdanlar genellikle az miktarda olsa bile bebeklik tüyüne sahip olabilir. Erişkin Kızılgerdanlardan daha kötü bir uçuş performansına sahiptirler. Erişkinliğe doğru yaklaştıkça Kızılgerdanlar bebeklik tüylerini döker ve erişkinlik tüylerini kazanır. Kızılgerdanlar erişkinliğe doğru iyileşen kanat tüyleri ve sık uçuş pratikleri sayesinde iyi bir uçucu haline gelir.
Erişkin Kızılgerdanlar: Erişkin kuşlar genellikle 1 yaşından büyüktür. Çiftleşme zamanından önce ailelerini terk ederler. Çiftleşme zamanına doğru Kızılgerdan kuşları kur ötüşleri yapmaya başlar. Ortalama bir Kızılgerdan çiftleşmesinden 4-7 arasında yavru doğabilir. Erkek Kızılgerdanlar nadiren birden fazla partnerle birleşir.
Kızılgerdanların Üreme Özellikleri.
Üreme ve Yuvalama: Kızılgerdan kuşlarının yumurta, kulukça özellikleri:
Kızılgerdanlar kendileri yuva yapamıyorsa insanlar tarafından yapılan kuş yuvalıklarına yuvalayabilirler. İnsanlar tarafından yapılan ve güvenli olduklarını düşündükleri yuvalıkların içine dal ve kuru yosun ekleyerek kendileri için uygun bir yuvaya dönüştürürler.
Beslenme.
Kızılgerdanlar omnivor (Hepçil) hayvanlardır. Kışın böcek sayısının azalmasından ötürü tohum ve meyvelere ilgi gösterirler. Genellikle Karınca, Solucan, Kene, Bitki Tohumları, Nar ve yumuşak kabuklu meyve çekirdeklerini yemeyi tercih ederler. Yemek seçmezler.
Avlanma-Yiyecek Arama Şekilleri.
Kızılgerdan kuşları üç şekilde avlanmayı tercih ederler. Avlanma haricinde aç kalmamak için yemek aralar. Omnivor canlılar oldukları için hem tohum hem böcekleri yiyebilirler.
Avlanma Yöntemleri.
Kızılgerdanlar özellikle böcek, solucan, kene, pire, karınca gibi küçük böcekleri avlarlar. Avlanırken üç bilindik avlanma yöntemini kullanırlar. Manyetizma ile yön bulabilen Kızılgerdanlar solucanları kandırabilir.
İn-Al Yöntemi.
Kızılgerdan yere yakın bir daldan çevreyi gözlemleye başlar. Yapraklarda veya yerde gördüğü ve kendisinin avlayabileceği düşündüğü türe hızlıca dalışa geçerek kapar ve tekrardan dalına döner.
Toprağı Eşelemek.
Kızılgerdan bulunduğu daldan toprağa iner ve yeri kanatları veya ayakları ile eşer. Bazen kanatlarını açarak solucan veya karıncaları kışkırtır. Yeterli miktarda avı avladıktan sonra dalına geri döner. Kızılgerdan kuşları bu yöntemi çok aç hissetmediği sürece kullanmaz.
Zıplama Yöntemi.
Hızlıca dallar arasında zıplayan Kızılgerdanlar böceklerin dikkatini çekmeye çalışır. Eğer başarabilirlerse avlayabileceklerini düşündükleri böcekleri yakalar ve yuvaya dönerler.
Yiyecek Arama Yöntemleri.
Kıtlık veya kış mevsimi yaşanıyorsa Kızılgerdanlar tohumlara ve meyvelere yönelir. Ayrıca insanlar tarafından koyulan kuş yemliği ve suluklarına yoğun ilgi gösterir. Kışın şehirlere veya sıcak binalara yaklaşabilirler.
Tohum-Meyve Aramak.
Kızılgerdan kuşları özellikle kış aylarında böcek sayısının azalmasından ötürü tohum ve meyve aramaya başlar. Sıklıkla çiftçiler tarafından ekilen tohumlar veya kabuğu yarılmış meyvelere rağbet gösterirler.
Yemlikleri Kontrol Etmek.
Kızılgerdanlar özellikle kışın veya kıtlık zamanlarında insanlar tarafından hazırlanan kuş yemliklerine ve sularıan yoğun ilgi gösterir. Genellikle kendileri için yeterli olduğunu düşündüğü miktarda tohumu yiyen Kızılgerdan yemliği hızlıca terk eder.
Korunma Durumu.
IUCN Doğal Hayatı Koruma Programı Uyarınca Kızılgerdan Türünün Korunma Durumu.
Kızılgerdan kuşları 2025 yılı itibarıyla herhangi bir tür koruma programına dahil edilmemiştir. IUCN'ye göre LC yani asgari endişe altındadır. Sadece bazı ülkelerde böcek popülasyonunu dengelemek ve azalan Kızılgerdan nüfusunu arttırmak adına dönemsel olarak kulukça merkezlerinde Kızılgerdanlar çoğaltılıp doğaya salınır. Kızılgerdan kuşları esaret altında yaşamaya uygun canlılar olmadıkları için bazı ülkelerde nüfusları dolaylı yöntemlerle arttırılır.
Dünyada Kızılgerdan Nüfusu.
2012 yılında yapılan bir hesaplamaya göre dünyada yaklaşık 130,000,000 - 200,999,999 arası Kızılgerdan yaşamaktadır. Veri kalitesi kötü olduğu için gerçek Kızılgerdan nüfusu bilinmemektedir. Yapılan araştırmalar Kızılgerdan nüfusunun dünya genelinde artış eğilimde olduğunu göstermektedir.
Kızılgerdan Nüfusunu Etkileyen Faktörler.
Kızılgerdan nüfusu aşağıdaki değişkenlere göre olumlu/olumsuz olarak etkilenir:
Kızılgerdan nüfusu bir dönem Avusturya'da azalmış fakat sonradan uygulanan doğa koruma tedbirleri ile dolaylı yollardan arttırılmıştır. Genellikle bilinçsiz insanlar tarafından sıklıka boncuk tabancası vb. silahlarla vurulan kuşlar çoğu zaman bilinçsiz ve yasak avcılık kurbanı olmaktadır. Avlanma durumu Kızılgerdan'ın insanlarla olan etkileşimini büyük oranda etkilemiştir.
Türkiye'de Kızılgerdan Nüfusu.
Türkiye'de yaşayan Kızılgerdan nüfusu kesin olarak tespit edilememiştir. Türkiye'de yaşayan Kızılgerdanlara yönelik bir doğa koruma programı uygulanmamaktadır.
Kızılgerdan Davranışları ve Türe Ait Karakteristik Özellikler.
Manyetik Yön Tayini (Manyetoresepsiyon).
Kızılgerdan kuşları beyinlerinde ve göz retinalarında özel bir manyetik maddeye sahiptir. Bu madde Kızılgerdan türüne Manyetoresepsiyon yeteneği kazandırır. Bu özel yetenekleri sayesinde Kızılgerdanlar göç mevsimlerinde veya yön bulmak istedikleri zaman her iki gözünde de bulunan manyetik pusulayı kullanabilir. Ayrıca düşük ölçekte mavi ve yeşil manyetik dalgaları ve hareketleri algılayabilir. Genel kanı ve araştırma düşünceleri Manyetoresepsiyon ile Kızılgerdanların solucanları avlama başarısı arasında pozitif ilişki (Korelasyon) olduğu yönündedir. Bu özel yetenekleri sadece avlanmak veya yön bulmak haricinde Kızılgerdanlar için "Uçuş Bilgisayarı" görevi üstlenir. Kuşun gideceği yönlerin ve rotaların belirlenmesi ve dünyanın manyetik alanını kullanarka gideceği yerlree yönelik uçuş yolları planlamasını sağlar. Kızılgerdan türüne bu yeteneği kazandıran proteinlerin Cry1b, Cry1a ve Cry4 olduğu düşünülmekte. Işığa hassas bu proteinler kuşun gözlerini manyetik alana karşı duyarlı hale getirmektedir.
Bölge Koruma Güdüsü.
Kızılgerdan kuşları çok yüksek bir bölge koruma ve sahiplenme güdüsüne sahiptirler. Bölgelerini rakip Kızılgerdanlar korumak için kavga ederler. Genellikle Kızılgerdan ölümlerinin %10 bölge mücadeleleri sırasında yaralanan Kızılgerdanlardan oluşur. Rakip Kızılgerdanlar dışında Kızılgerdanlar kendi bölgelerini Serçe vb. kuşlardan korumak için gene bölge mücadelesi verebilir. Kızılgerdanlar kendi bölgesinde istemdiği bir kuş görürse tüylerini kabartır ve kanatlarını açar. Üreme ve yavru bakımı dışında yalnız yaşayan kuşlar oldukları için çoğu zaman tek başına kendi bölgelerini korumaya çalışırlar.
Yavru Bakımı.
Kızılgerdanlar yavru bakımı konusunda kuş türleri içerisindeki en sahiplenici türlerden birisidir. Kızılgerdanlar kendi yavruları olmadıklar halde diğer yetim-öksüz kalmış Kızılgerdan yavrularını besler ve sahiplenir. Bazen yavru koruma güdüsünden ötürü çiftler kavga edebilir fakat her iki cinsiyette yavruları korumak ve beslemek için avlanır ve ortak çalışır.
İnsanlarla Etkileşimleri.
Diğer kuşların aksine Kızılgerdanlar insanlar tarafından daha az avlanmış-tutsak edilmiş bir kuş türüdür. İngiltere gibi ülkelerde kültürel ve kutsal anlamları olduğu için korunmuştur. İnsanlara karşı diğer kuşlara kıyaslan daha az çekingendir. Kızılgerdanlar insanların yüzlerini ve vücutlarını tanımlayabilir ve hafızlarına ekleyebilir. Bir Kızılgerdan kendisine iyi davranan insana bir sonraki seferde güven sorunu yaşamadan yaklaşır. Genellikle Kızılgerdan kuşları kendisini tehdit altında hissederse güvendiği insanın yakınına yaklaşabilir. Özellikle bir insan tarafından kuşun barınma ve yuvalanma ihtiyacı karşılanıyorsa kuş tarafından sıklıkla "Dostane Canlı" olarak işaretlenir. Bu Kızılgerdan'ın o insanla olan ilişklerini büyük oranda etkiler.
Diğer Canlılarla Etkileşimleri.
Kızılgerdanlar insanlar haricinde büyük memelilerle yakın bir etkileşim içindedir genellikle bu hayvanların ayaklarını yere sertçe vurmasından sonra ortaya çıkan solucanları avlamaları ile bilinirler. Bazı avcı türler besin zinciri içinde olmasa bile kıtlıktan ötürü Kızılgerdan avladığından ötürü Kızılgerdanlar genellikle diğer kuşlarla ve baykuşlarla av-avcı ilişkisi içerisindedir.
Popüler Kültürde Kızılgerdan.
Dünya.
Kızılgerdanlar ve Kızılgerdan türleri genellikle sevimli, hoş ötüşlü, şirin kuşlar olarak kabul edilmiştir. Sinema, dizi, film, fotoğraf ve kuş gözlemcileri için gözlemlemesi kolay fakat etkileyici bir tür olarak bilinirler. Avrupa'da en yaygın sokak-orman kuşlarından birisidir.
İngiltere.
İngiltere'de Kızılgerdanlar genellikle Tanrının ve İsa'nın yer yüzüne gönderdiği merhamet ve iyi şans dağıtan kuşları olarak bilinir. İngiltere'de ayrıca Kraliyet Ailesi ve Havacılık birimleri de arma olarak Kızılgerdan kuşunu kullanmıştır. Viktoryen dönemde Noel Bayramı ile ilgili ürünlerde ise Kızılgerdan motifleri ve süslemeleri kullanılmıştır.
Almanya ve İskandinavya.
İskandinav mitolojisine göre Tanrı'nın habercisi ve güzel dileklerini iletmekle vazifeli kuşlar Kızılgerdan'dır. Almanya'da ayrıca Kızılgerdanlar kültürel değer olarka kabul edilmiştir. Almanya'da her sene verilen "Yılın Kuşu Ödülü"nü Kızılgerdan kuşları birden fazla kez kazanmıştır.
Dış bağlantılar.
Kızılgerdan Fotoğrafları - mikosanat.com
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10260",
"len_data": 19225,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.39
}
|
Adi alakarga ya da bayağı alakarga ("Garrulus glandarius"), kargagiller (Corvidae) familyasından kanat lekeleri mavi ve beyaz, kuyruk sokumu beyaz, kuyruğu siyah bir kuş türü.
Uçuşta beyaz kanat paneli, kuyruk sokumu ve siyah kuyruğu ile hemen tanınır. Genellikle tek başına ya da küçük gruplar halinde bulunur, ilkbahar gösterilerinde daha büyük gruplar oluşturabilir. Ormanlar, meyve ve zeytin bahçeleri, büyük parklar, bahçeler, bazen de şehir parklarında gözükür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10261",
"len_data": 467,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Ak kuyruksallayan ("Motacilla alba"), kuyruksallayangiller (Motacillidae) familyasından, siyah-beyaz tüylere sahip bir kuyruksallayan türüdür.
Fiziksel özellikleri.
İnce, zayıf bir kuştur. Boyu 18 cm'dir. Siyah beyaz başı, siyah göğsü, gri sırtı ve kararkteristik uzun kuyruğuyla tanınır. Dişi biraz daha soluk renklidir. Kuyruğu siyah, kuyruk dış telekleri beyazdır. Böcekçildir. Yuvasını taş duvar çatlaklarına ve insan eliyle yapılmış doğaya benzer nitelikteki yerlere yapar.
Dağılımı.
Tür, çoğunlukla Avrupa ve Asya'nın bazı bölgelerinde ve Afrika'nın kuzey kesimlerinde bulunur. Bulunduğu yerlerin yerleşik kuşu olmasına rağmen, Afrika'ya göç ettiği görülür. Açık araziler, küçük yerleşimlerin çevresi ve su kenarları yerleşim bölgeleridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10262",
"len_data": 745,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.42
}
|
Ağlayan Çayır (özgün adı: Τριλογία 1: Το Λιβάδι που δακρύζει/Trilogia I: To Livadi pou dakryzei, İngilizce adı: The Weeping Meadow) Yunan yönetmen Theo Angelopoulos'un çektiği bir filmdir. Angelopoulos; filmin, çekeceği diğer iki filmle birlikte bir üçlemenin ilk filmi olduğunu belirtmiştir.
Filmin konusu ve çözümlemesi.
Yönetmenliğinin 35. yılında Theo Angelopoulos'un bu 12. filmi, 20. yüzyılın başlarında göç etmek zorunda kalan Yunanlara adanmış.
Başrolünde ağulu bir müzik olan bu ağıt Bolşevik devrimi sonrası Odessa'dan sürülen Rumların, ağaları önde, Selanik yakınlarında olduğu düşünülen bir çayıra gelmeleriyle başlar. Filmin bu ilk sahnesi aynı zamanda Angelopoulos'un kullanacağı göstergeleri tanıttığı bir sekanstır.
Odessa'dan gelen grubun ağası ve onun ailesi filmin başkahramanları, Angelopoulos'un kendi babasının adını verdiği Spiro Ağa, Odessa'dan gelirken yanında bir de küçük Eleni getirir. İlk sahneden son sahneye kadar erkeklerin yarattığı tüm acılar bu kadının etrafında geçecek biçimde anlatılır.
Filmin başrolünde müzik olması, Spiro'nun oğlunun bir müzisyen olması, akordeon çalması, Angelopoulos'un filminin karakteristik özellikleri arasında sayılabilir. Fonda Yunan tarihi kan ve gözyaşlarıyla yazılırken, Niko'nun çabalarıyla kurulan bir orkestranın yaptığı müzik duyulur sürekli olarak. Türk ezgileri, Rum ezgilerine karışır. Coşkulu dans müzikleri çalarken dahi, bir hüzün ve ağlama isteği hissedilir.
Su, bayraklar, siyah bayraklar, beyaz bayraklar, beyaz çarşaflar, kayıklar Angelopoulos'un film boyunca kullandığı imgelerdir.
Yunanlar yaşadıkları savaşlar nedeniyle sürekli hareket etmek zorunda kaldılar. Filmde görülen harekete hazır gemi, sal ve kayıklar, bu zorunlu hareketliliği simgeler.
Beyaz bayraklar, barışa duyulan özlemi ya da saplantıyı gösterirken, film boyunca tüm beyaz bayraklar ya devamlı kanla kirlenir ya da barış çağrısı yapmak yerine ülkenin kendi çocuklarını içinde saklayan bir paravan olarak kullanılır. Çocuklar saklanırlarken bile müzik yapmaya, adeta düşünmeden otomatik olarak çalmaya devam ederler.
Siyah bayraklar ise filmde eksikliği hiç hissedilmeyen ölümün göstergesidir. İnsanlar filmde pek sık öldürülürler. Herkes ölmeye ya da öldürmeye adaydır. Yunan insanının duymaya zorlandığı suçluluk duygusu. İnsanların devamlı yanlış yaptıklarını düşünmesi. Beraberlikleri onaylanmayan çifte gözdağı vermek için koyunların bacaklarından koca bir ağaca asılmaları biçiminde gerçekleştirilen katliam, doğrudan kim olduğu bilinen çayır insanları tarafından gerçekleştirilen tek katliamdır. Bunun dışındaki tüm tehditler ve katliamlar hep dışarıdan yönlendirilir.
İkinci Dünya Savaşı ellerini filmdeki aileye her iki cepheden birden uzatır. Hem Pasifik'ten, hem de Avrupa' dan. İç savaş da, dışardaki savaştan kurtulabilmiş olanları kavurur ve yok eder. Mitolojik bir göndermeyle, ikiz kardeşler bile büyüyünce karşı cephelerde vuruşarak birbirlerini öldürürler.
Film bir kadının, Eleni'nin etrafında dönse ve ilk sahneden son sahneye kadar hep Eleni görülse de, o bu filmde sadece bir figüran gibidir ve başrolde aslında erkekler vardır. Her türlü kötülüğü yapan, tüm savaşları başlatan, işkenceye başvuran, kovan, sahiplenen, bir ulusun tarihini ateş ve barutla şekillendiren erkeklerdir. Filmdeki orkestranın bile tüm elemanları erkektir. Eleni'ye kalansa bol bol gözyaşıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10263",
"len_data": 3341,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Kanarya ("Serinus canaria"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasının bir üyesi olan ve evcilleştirilip kafeslerde beslenebilen bir kuş türü. Kanarya, ismini Latince'de köpek anlamına gelen "cannarie" kelimesinden almıştır.
Yaşam alanları ve dağılımları.
Kafeste veya küçük sürüler halinde etrafı ağaçlarla çevrili göl, dere gibi su kenarlarında yaşarlar. Kanarya adaları, Madeira ve Azorlar'da bulunur. Parklarda, bahçelerde, meyveliklerde, mezarlıklarda, bağlarda ve ırmak kenarlarında yaşarlar. Orta ve Güney Avrupa ile Ön Asya'da yaygındırlar. Türkiye'nin hemen hemen her yerinde bulunurlar.
Davranış.
Evcilleştirme.
Cennet papağanı ve muhabbet kuşu gibi papağan türleri kadar insanlara alışamazlar. Geç eve alınan kanaryalar insanları hep tehdit olarak algılar.
Beslenme.
Tohum ve çörek otu, solucan, şalgam tohumu, yumurta sarısı, özel mama, marul, elma ve gibi taze bitkiyle beslenirler.
Üreme.
Dişiler tüy, kıl yosun ve köklerden ağaç veya çalılara fincan şeklinde gizli yuvalar yaparlar.
Dişi, kahverengi benekli açık mavi renkli 3-5 yumurta yumurtlar. Kuluçka süresi 14 gündür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10266",
"len_data": 1088,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Bayağı şakrak kuşu ("Pyrrhula pyrrhula"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü.
Uzunluğu 16 cm, kuyruksokumu beyaz, üst bölümleri siyah ve boz, alt bölümleri erkeğinde kırmızımsı, dişisinde soluk kahverengidir. Gagası hem erkeğinde hem de dişisinde kısa ve kalındır.
Bu kuş, ormanların yanı sıra çalılar arasında ve meyve bahçelerinde de görülür. Yumuşak bir sesle şakıyan bu tür kafeskuşu olarak beslenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10268",
"len_data": 437,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.52
}
|
Ak kavak ("Populus alba"), söğütgiller (Salicaceae) familyasından yapraklarının altının beyaz olmasıyla tanınan bir kavak türü. Diğer kavak ağaçlarına göre daha uzun ömürlü olan bu tür 700 yaşına kadar yaşayabilmektedir.
30–40 m boylanabilen, geniş tepeli bir ağaçtır. Kabuk genç dallarda beyazımsı-grimsi, gövdelerde beyaz, pürüzsüz veya kaba/pürüzlü; genç filizler yoğun yumuşak pamuksu havlıdır. Yapraklar yumurtamsı, 5-10,5 cm uzunlukta, genellikle genişliği uzunluğundan daha fazla, dalgalı kenarlı veya 3-5 loblu, tabandan 3-5 damarlı, keskin uçlu; üst yüz genç yapraklarda, alt yüz her zaman pamuksu kaba tüylü; yaprak sapı 2,5-5,5 cm uzunlukta ve havlıdır. Çiçeklenme mart-nisan ayları arasında; çiçekler iki evcikli; erkek çiçek tırtılsı 5–8 cm uzun, brakte ters mızraksı, tüylü, uç kısım hafifçe dişli, ercik 5-10 adet; dişi çiçek tırtılsı 8–12 cm uzunlukta, brakte ters mızraksı, tüylü, uç kısım hafifçe dişli, tepecik kırmızı ve yarık uçludur. Kapsül meyve şişemsi şekilde, hemen hemen sapsızdır.
Beyaz parlak kabukları uzun seneler gövde üzerinde çatlamadan kalır. kabuk üzerinde büyük baklava dilimi gibi koyu renkli lentiseller bulunur. Tomurcuklar yapışkan değildir. Tomurcuklar gövdeye sarmal dizilmiştir. Sürgünlere göre yapraklar farklılık gösterir. Uzun sürgünler üzerindekiler parçalı düzensiz dişli ve alt yüzeyleri beyaz tüylerle kaplıdır. Kısa sürgünler üzerinde bulunan yapraklar ise daha küçük, dairesel olup kenarları düzensiz dilimli dişlidir.
Türkiye'de iki alt türü doğal olarak yetişmektedir: "Populus alba" var. "pyramidalis" (Yukarı Sakarya Bölümü) ve "Populus alba" var. "alba" (Çatalca-Kocaeli Bölümü, Ergene Bölümü, Güney Marmara Bölümü, Batı Karadeniz Bölümü, Orta Karadeniz Bölümü, Orta Kızılırmak Bölümü, Yukarı Fırat Bölümü, Antalya Bölümü, Adana Bölümü).
Etimoloji.
Populus Latincede 'insanlarla dolu, kalabalık' anlamına gelen "populosus" kelimesinden türetilmiştir. Alba ise Latincede beyaz anlamına gelmektedir; türün yaprak altlarının ve gövde kabuklarının rengine işaret etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10269",
"len_data": 2028,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
Doğu çınarı ("Platanus orientalis"), çınargiller (Platanaceae) familyasından 25–30 m boy, 5–6 m çap yapabilen bir çınar türüdür.
Habitat.
Doğal yayılımı Balkanlar, Anadolu, İran, Uzak Doğu ve Avrasya'dır. Bazı hesaplar, doğal menzilini batıda İberya'ya ve doğuda Himalayalar'a kadar genişletir. Eskiden beri insanlar tarafından dikildiği için çok geniş alana yayılmıştır.
Genel özellikleri.
Nehir kenarlarında doğal olarak bulunur. Ağaç, ılık yazlardan büyük ölçüde faydalanmasına rağmen, çoğu ılıman enlemde yetiştirilebilir. Yatay yönlenme eğiliminde olan geniş, kalın yaprakları olan çok büyük ve geniş bir ağaç olarak, özellikle sıcak mevsimde sağladığı gölge ve serinlik için değerlidir. Güneşli yerlerde iyi büyür. Besince zengin toprakta iyi yetişir fakat kuraklığa da dayanıklıdır. Olgunlaşana kadar genç fidanlar sulanmalıdır. Kentlerde hava kirliliğine karşı dayanıklıdır.
Morfoloji.
Ağaç yaşlandıkça dallar daha fazla sarkar ve böylece yuvarlak bir taç oluşturur. Kabuk sarıdır ve yeşil (bazen gri) kabuk küçük parçalar halinde dökülerek ağaca benekli bir görünüm verir. "P. x acerifolia" ile belirgin bir fark, çok budaklı gövdede ve yaprakların şeklinde görülebilir. Elsi yaprakları daha derinden oyulmuş ve genellikle 5-7 keskin testere dişli loblara sahiptir, merkezi lob geniş olduğundan daha uzundur. Küresel çiçekler çıkıntılı tüylerle kaplıdır. Meyve başlangıçta yeşildir ancak rengi kahverengiye döner ve yaklaşık 2,5 cm çapındadır. Meyveler 3 ila 6'lı gruplar halinde asılır ve kışın sonlarına kadar ağaçta kalır. Fidanlar dona karşı hassastır. Mayıs'ta çiçek açar ve tohumlar Ekim'den Şubat'a kadar olgunlaşır.
Türkiye'deki dağılımı.
Türkiye'de Adana, Ankara, Amasya, Antalya, Balıkesir, Bingöl, Bitlis, Bursa, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, Hakkâri, İçel, İstanbul, Kütahya, Kahramanmaraş, Muğla, Ordu, Sinop, Tokat, Trabzon ve Tunceli illerinde bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10271",
"len_data": 1877,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Karaçam ("Pinus nigra"), çamgiller (Pinaceae) familyasından bir çam türüdür. Güney Avrupa, Kuzey İtalya, Avusturya İber yarım adasından Doğu Akdeniz'e kadar geniş bir alanda görülür.
Uşak Banaz ilçesinde bulunan 1000 yaşında olduğu tahmin edilen Karaçam dünyanın en eski karaçamıdır. Boyu 11 metre çapı 3 metre ve 9.60 metre çevre genişliği vardır.
Genel özellikleri.
Avrupa karaçamı veya karaçam olarak bilinen "Pinus nigra" ağırlıklı olarak dağlık alanlarda olmak üzere Avrupa ve Anadolu'da geniş fakat parçalı bir dağılıma sahip, hızlı büyüyen bir kozalaklı ağaçtır. Ayrıca Kuzey Amerika'daki bazı bölgelerde vatandaşlığa geçmiştir. Avrupa'dan getirilen fidanlarla dikimi yapılmıştır. Birkaç farklı alt türe bölünmüştür ve taksonomik durumu hala uzmanlar arasında bir tartışma konusudur. Karaçam, bir yangın olayından sonra, özellikle fide gelişiminin zorlaşabileceği aşırı kuraklık dönemlerinde zorluklarla yenilenir. Bunun, güney Avrupa'daki habitatının azalmasını tetiklediği düşünülüyor. Hava kirliliğine ve aşırı tuza dayanıklı olduğu için kentsel ortamda yetiştirilmeye uygundur. ABD'de 1900lü yıllarda rüzgar ve kardan korunmak için 217 milyon fidan dikilmiştir.
Çarpıcı kabuğu olan çok büyük, etkileyici bir ağaç üretir. Alçak, dallı bir ağaç olarak kullanılabilir veya bir taç olması için budanabilir. Kendi başına serbestçe büyürken dallar tabana kadar doludur. Gençliğinde ağaç hala piramidal olarak büyür, ancak olgunlaştığında genişler, yuvarlaklaşır. Siyahımsı gri kabuğun derin olukları vardır ve özellikle olgun ağaçlarda özellikle dekoratiftir. Dallar çıplak ve sarımsı kahverengidir. İğneler birlikte 2'li demetler halinde büyür ve çarpıcı koyu yeşil, sert ve biraz sivridir. Neredeyse simetrik olan kozalaklar açık kahverengidir ve genellikle çiftler halinde veya tek tek asılır. Boş kozalaklar ilkbaharda düşer. Birçok toprak türü için uygundur. Kuru, kireçli topraklarda bile yetişir. Şekillendirmeyi iyi tolere eder, bu nedenle bu ağaç daha küçük alanlarda da kullanılabilir. Deniz rüzgarına dayanıklı ve hava kirliliğine karşı oldukça dayanıklıdır.
Morfolojik özellikleri.
Karaçam genellikle 30 m'ye ulaşan büyük, yaprak dökmeyen bir kozalaklı ağaçtır, ancak istisnai olarak 40 m'ye kadar yüksekliklere ulaşabilir. Kabuğu genellikle koyu grimsi kahverengiden siyaha kadardır (Latince adı "nigra"ya yol açar) ve yaşlı ağaçlarda uzunlamasına derin çatlaklar oluşur. Genç bireylerde taç koniktir, yaşlı ağaçlarda şemsiye şeklini alır. İğneler çiftler halinde 8-15(19) cm uzunluğunda, 1–2 mm çapında, düz veya kavisli ve ince dişlidir. Normalde ağaçta 3-4 yıl (istisnai olarak 8'e kadar) 5 kalırlar. Karaçam bir evciklidir. Erkek kedicikler sarı, dişi çiçek salkımları kırmızımsıdır. Kozalaklar sapsız, 4-8(9) cm uzunluğunda, 2–4 cm genişliğinde ve sarı-kahverengi renktedir. İkinci yılın sonbaharında olgunlaşırlar ve üçüncü yılda açılırlar. Kozalaklar 30-40 tohum içerir. Tohumlar gri renkli, 5–7 mm uzunluğunda, 19–26 mm uzunluğunda kanatlıdır. 400 yılı aşkın bir ömre sahip, uzun ömürlü bir türdür. Almanya'daki bir örneğin 1 000 yaşın üzerinde ve çevresinin 7 m'nin üzerinde olduğu bildirilmektedir. . Kızılçam, sarıçam gibi diğer çam türlerine göre uzun ömürlüdür. Karaçam yaprakları Kızılçam'a göre daha yoğun yeşil renkte ve daha kalındır. Kozalağı kızılçama göre daha küçüktür. Birçok bölgede sarıçam karaçam ile beraber bulunur. Karaçam ile sarıçamın farkı; karaçamın gövdesi daha boz koyu bir renkte dalları daha kalındır. Karaçam yaprakları sarıçama göre daha koyu yeşil ve daha uzundur.
IUCN Kırmızı listesi.
Bu türün çok geniş dağılımı ve bolluğu, onu bir tehdit kategorisinin çok ötesine yerleştirir. Tehdit altındaki tek alt tür, tüm tür yelpazesinin küçük bir bölümünü kaplayan "Pinus nigra" subsp. "dalmatica"'dır. "Pinus nigra" istisnai olarak ayrık bir doğal dağılıma sahiptir ve genotipler şüphesiz bazı izole edilmiş alt popülasyonlarda belirgin şekilde farklılık gösterecektir. Bu nedenle, bölgesel veya yerel ölçekte, türün veya bilinen beş alt türünün değerlendirilmesinde yansıtılmayan koruma sorunları olabilir.
Coğrafi dağılım bilgileri.
Güneybatı, Güney ve Güneydoğu Avrupa genelinde yaygındır. Kuzey Cezayir, Kuzey Fas, Kıbrıs ve Türkiye; Ukrayna'da Kırım'dan Karadeniz kıyısı boyunca doğuya doğru Kafkasya'daki Krasnodar'a kadar dağılım yapar.
Anadolu'da her bölgede görülür. Gençlikte büyümesi hızlıdır. Toprak isteği bakımından kanaatkardır. Derin topraklarda kazık kök sığ topraklarda kalp kök sistemi oluşturur. Dona ve kuraklığa karşı dayanıklıdır.
Habitat ve Ekoloji bilgileri.
"P. nigra"'nın Güney Avrupa ve Türkiye'deki geniş fakat parçalı (ayrık) dağılımı, farklı bir ekolojiyi garanti eder. Karaçam meşcereleri İtalya'da 350 m'den Toroslarda 2200 m'ye kadar değişen rakımlarda bulunur, optimal irtifa aralığı 800 ile 1500 m arasındadır. Genellikle daha düşük bir dağ türüdür, ancak Karadeniz çevresinde tepelerde bulunur. Karaçam, hem aşırı kuru hem de nemli habitatlarda, sıcaklık dalgalanmalarına karşı önemli bir toleransla büyüyebilir. Işık isteyen bir türdür ancak "Pinus sylvestris"'e göre daha yüksek gölge toleransı gösterir. Kuraklığa ve rüzgara karşı dayanıklıdır. Genellikle bölgeye ve iklime bağlı olarak podzolik kumlardan kireçtaşına kadar çeşitli topraklarda yetişir. Saf meşcereler oluşturabilir (buna ormancılar da yardımcı olmuş olabilir) ancak daha yaygın olarak dağılımı boyunca "Pinus sylvestris" ile ilişkilendirilirken, bölgesel olarak "Pinus halepensis", "Pinus brutia", "Pinus mugo", Pinus pinea, "Pinus peuce" veya "Pinus heldreichii" ile bulunabilir. Tuz yüklü rüzgarlar gibi deniz etkilerine "P. sylvestris"'ten daha toleranslıdır, bu nedenle genellikle denize daha yakın oluşur.
Coğrafi varyasyon kısmen ekolojik olarak belirlenir, subsp. "laricio", daha iç kesimlerde görülen subsp. "nigra"'dan daha fazla tuza toleranslıdır. Bu türün hakim olduğu sık çam ormanlarındaki çalılar genellikle seyrektir; daha sık olarak, seçici kesim veya doğal bozulmadan sonra daha açık kanopiler altında da bulunabilen fundalıklarla ("Erica", "Calluna", "Vaccinium") bir mozaik oluşturur. Avrupa'da birkaç yüzyıl boyunca bu türün kapsamlı plantasyonları ve orman yönetimi, doğal ormanlarla olan ayrımları daha az net hale getirdi.
Kullanım ve Ticaret bilgileri.
"P. nigra" önemli bir kereste ağacının yanı sıra, Avrupa'da yaygın olarak ve daha az ölçüde ABD'de dikilmiştir. Gövdesi geçmişte deniz inşaatlarında yaygın olarak kullanılmıştır. Ahşabı dayanıklıdır, reçine bakımından zengindir ve işlenmesi kolaydır. Avusturya ve Balkanlar'da ahşabı geleneksel olarak ev inşa etmek için kullanılır; modern kullanımlar arasında iç döşeme (Viyana Devlet Opera Binası'nın sahnesi bu ahşaptan yapılmıştır!) ve lambriler, kapılar, merdivenler, mobilyalar vb. sayılabilir. Geçmişte reçine kılavuzluğuna dayalı önemli bir endüstri vardı ancak bu neredeyse ortadan kalktı. Akdeniz'de genel inşaat, yakacak odun, kağıt hamuru ve sandık ve palet yapımında ana çamdır. Kuzey Denizi kıyısı boyunca kıyı kumullarını, özellikle de subsp. "laricio" (Korsika Çamı) türün en tuzlu rüzgara dayanıklı formudur. "pallasiana" alt türü, Türkiye'de ve Karadeniz çevresinde, genellikle Kuzeybatı Avrupa'da yetiştirilirken bir taban gövdesinin üzerinde birden fazla gövde ile büyür ve büyük, açık gri plakaları olan çekici bir kabuğa sahiptir, bu nedenle örnek olarak yaygın bir şekilde dikilmiştir.
Ekolojik esnekliğinin bir sonucu olarak, dünya çapında yeniden ağaçlandırma için en yaygın kullanılan ağaç türlerinden biridir ve gelecekteki iklim senaryolarında Orta Avrupa'daki yerli iğne yapraklı türler için potansiyel bir ikame olarak kabul edilir. Nispeten dar doğal aralığına rağmen, karaçamın geniş Avrupa dağılım aralığı, Avrupa dağ sistemleri gibi yüksek erozyon oranlarına sahip birkaç alanı kapsar. Bozulmuş toprak kolonizasyonu için çok etkilidir ve maceracı kökleri, derin güçlendirme ve toprak mukavemetinin arttırılması için kullanılmaya uygundur. Daha geç ardıl türlerle birlikte (örneğin Güneybatı Alpler'in bazı bozulmuş bölgelerinde, "Quercus pubescens", "Acer opalus", "Sorbus aria"), bu öncü ağacın toprak erozyonunu ve toprak kaymalarını kontrol etme ve arazi rehabilitasyonu için etkili olduğu kanıtlanmıştır. "P. nigra", kirliliğe toleransı ve çarpıcı görsel formu sayesinde parklarda veya kentsel ve endüstriyel alanlarda da yaygın olarak ekilmektedir.
Tehditler ve Hastalıklar.
Mantarlar "Dothistroma pini", "Lophodermella" spp. ve "Sphaeropsis sapinea" ("Diplodia pinea") iğnelerde ciddi hasara neden olabilir. "Pinus nigra", "Thaumetopoea pityocampa"'e karşı oldukça hassastır. Ayrıca "Mycosphaerella pini" (syn. "Dothistroma septosporum") tarafından ciddi şekilde saldırıya uğrayabilir. Bu yanıklığın, Birleşik Krallık'taki Korsika çamı tarlalarında, orada daha uzun süre dikilmesi önerilmeyeceği ölçüde önemli hasara neden olduğu bildirilmiştir. Diğer birçok çam gibi, karaçam da "Dendrolimus pini"'ye karşı oldukça hassastır ve "Gibberella circinata" karşı savunmasızdır. "Brunchorstia pinea" mantarı, kanserlere neden olabilir. Çam ağaçları, yaygın olarak çam ağacı nematodu olarak bilinen ve çam solgunluğu hastalığına neden olan "Bursaphelenchus xylophilus" tarafından da enfekte olabilir. Karaçam, kabuk böceği "Ips pini"'nin konukçuları arasındadır. Yangınlar karaçam meşcerelerine zarar verebilir, bitki topluluğu kompozisyonunu çok yıllık çim türlerinin yanı sıra "Pinus pinaster", "Pinus halepensis", "Quercus" gibi diğer ağaç türleri ile tipik yangın sonrası topluluklar lehine değiştirebilir. Bunun nedeni, bir yangın olayından sonra nispeten az sayıda karaçam fidesinin gelişmesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10272",
"len_data": 9573,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Sahil çamı ("Pinus pinaster"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Fransa ve Atlantik kıyılarında, Yunanistan'ın Ege kıyılarına kadar olan sahillerde görülen çam türü.
Morfolojik özellikleri.
30 m boy, 2 m çap yapabilir. Gençken piramit formlu, yaşlı iken dağınık taçlıdır. Dallar bol, yana ve aşağı yönelmiştir. İğne yaprakları ikili, parlak yeşil 10–20 cm uzunlukta sert, batıcı ve sürgün uçlarında sık demetler halindedir. kozalakları kısa saplı, geniş yumurta biçiminde ucu sivri 10–20 cm uzunlukta, 5–8 cm genişlikte, ince kırmızı, sonra yeşil, olgun halde açık kahverengidir. Genellikle 2-6 tanesi bir arada, uçları aşağı meyillidir. Odunu bol reçinelidir. Sahil çamı, tüm Avrupa çam türlerinin en uzun ve en sağlam iğnelerine sahiptir.
Ekolojik özellikleri.
Toprak yönünden tok gözlü bir bitki olup kumullarda da yetişebilir. Gençken hızlı büyür. Yüksek nisbi neme ihtiyaç duymaz. Ancak soğuk ve sert kara iklimi olan yerlerde yetiştirilemez. Çok kötü şartlarda çalımsı gelişme gösterir. Türkiye'de doğal olarak bulunmasa da yapay orman oluşturulması amacıyla Kerpe Ormanı'na dikilmiştir. Reçine üretimi için kullanılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10276",
"len_data": 1132,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.67
}
|
Monteri çamı ("Pinus radiata"), çamgiller (Pinaceae) familyasından anavatanı ABD ve Kanada olan 15–30 m boy, 30–90 cm çap yapabilen çam türü.
Morofolojik özellikleri.
Tacı geniş koniktir; kabuk gri veya kırmızımsı-kahverengi, derin çatlaklıdır. Üst yüzeyi düzgün olmayıp uzunlamasına-dikdörtgen şeklindedir. Dallar aşağıya doğru eğilmiş veya yukarıya doğru yönelmiştir. İnce dallar, kırmızı-kahverengidir. Reçineli tomurcuklar yumurtamsı, kırmızı-kahverengi, 1,5 cm uzunluğundadır.
3'lü yapraklar, 3-4 yıl ağaç üzerinde dökülmeden kalır; 9–15 cm uzunluğunda 1,3-1,8 mm genişliğinde, hafif bükülebilir, koyu sarımsı-yeşil, bütün yüzeyi çok ince stoma bantlı, kenarları testere dişli, ucu konik, kın 1,5–2 cm'dir.
Erkek çiçekler elips-silindirik, 10–15 mm, turuncu kahverengidir. Kozalaklar iki yılda olgunlaşır, kısa bir süre içerisinde saçılır. 6-20 yaşlarında tohum üretmeye başlar. Soliter olarak yetiştirildiğinde helezon bir yapı gösterir. Kozalaklar eğri, çok asimetrik, açılınca yumurtamsı, 7–14 cm, koyu kırmızı-kahverengi ve parlak, pullar sert, sap 1 cm; apofizler kozalaktan dışa doğru çıkmıştır. Umbo merkezde, çoğunlukla basıktır. Tohumlar basık-elips, 6 mm, koyu kahverengi; kanatlar 20–30 mm dir. 2n=24.
Ekolojik özellikleri.
Monteri çamı, iklim olarak nemli orta sıcaklık değerlerine sahip yerlerde görülür. Yayılış alanında kışlar yağışlı geçer. Genellikle Temmuz-Ağustos aylarında yağış düşmez fakat yaz boyunca sisin etkisindedir. Derin, kumlu topraklar ile kilin hakim olduğu topraklarda iyi gelişme gösterir. Asidik toprakları tercih eder. Eğimli kuzeye bakan yamaçlarda görülür. Yarı ışık ağacıdır.
Kullanımı.
Odunu açık, yumuşak, kolay yarılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10277",
"len_data": 1667,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Kâzım Koyuncu (7 Kasım 1971, Hopa, Artvin - 25 Haziran 2005, İstanbul), Doğu Karadeniz ve Laz müziğini rock müziği ile sentezleyerek kendi tarzını oluşturan Laz asıllı Türk müzisyen, söz yazarı, oyuncu ve aktivisttir.
Çok küçük yaşlarda müzikle tanışmıştır. 1980'li yılların sonunda İstanbul'a taşınmıştır. İlk olarak amatör rock müzik yapmaya başladı. 1990'lı yılların başında arkadaşları ile çeşitli yerlerde küçük çaplı konserler vermeye başladı. 1994 yılında Laz müziğini rock müziği ile birleştirerek kendi tarzını yarattı. Aynı yıl arkadaşları ile birlikte Zuğaşi Berepe adında bir grup kurma kararı aldı. 1995 yılında grup Va Mişkunan adlı ilk albümlerini yayımladı. İlk defa duyulan bir tarz olduğu için albüm olumlu tepkiler aldı. 1998 yılında ikinci albümleri İgzas'ı çıkardılar. Albüm ilk albüme göre daha çok ses getirdi. Bu albümden sonra grup dağıldı. 2000'li yılların başında Kâzım Koyuncu askere gitti. Askerden geldikten sonra ilk solo albümünün çalışmalarına başladı. 2001 yılında, Viya! adlı ilk solo albümünü yayımladı.
2002 yılında Gökhan Birben ile birlikte Gülbeyaz adlı televizyon dizisinin müziklerini yapmaya başladı. Aynı zamanda dizinin bazı bölümlerinde oynadı. Dizi müzikleri büyük ilgi gördü. Daha sonra Kâzım Koyuncu, Türkiye çapında tanınmaya başladı. Konserleri büyük kitlelerce izlendi. 2003 yılında ikinci solo albümünün kayıtlarına başladı. 2004 yılında Hayde adlı ikinci albümünü çıkardı. İkinci albüm ilkine göre büyük bir satış rakamına ulaştı. Yılın en çok satan albümlerinden birisi oldu. 2004 yılının sonunda kanser olduğu haberini aldı. Haberi alan ailesi ve sevenleri çok üzüldü. Doktorlar kendisini çok fazla yormamasını söylese de Kâzım Koyuncu konserler vermeye devam etti. 2005 yılında son konserini Karadeniz Teknik Üniversitesinde verdi. 25 Haziran 2005'te, testis kanserinin akciğerlerine yayılması sonucunda Şişli'de 33 yaşında öldü.
Hayatı.
Kâzım Koyuncu, 7 Kasım 1971 tarihinde Artvin'in Hopa ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğunda "Kemençeci Yaşar" olarak tanınan Yaşar Turna'nın türkülerini çok dinlediğini her zaman dile getirirdi. Kazım Koyuncu çocukluk günlerini anlatırken "Kitap okuyan babamdan kaynaklı olarak diğer çocuklardan farklı oldum" diyerek babasının farklılığın kendisine nasıl yansıdığının altını çizer. Hopa'da bakkallık ve berberlik yaparak ailesinin geçimini sağlayan babası Cavit Koyuncu, 1960'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi'nin kuruluş dönemlerinde partililerle tanışmış, dükkânı öğrencilerin kitap-gazete okuma yeri hâline gelmişti. Kâzım Koyuncu'nun dört erkek ve bir kız olmak üzere beş kardeşi vardı. Babası, 12 Eylül Darbesi'nde Erzurum'da 6 ay hapis yattığı sıralarda Kâzım Koyuncu 10 yaşındaydı ve ailesi annesi Hüsniye Koyuncu'nun gayretleriyle ayakta kaldı. Babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya'dan getirdiği gitar, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamının ilk adımlarına neden olur. 17 yaşında köyünden çıkar ve 1989 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girer. 1993 yılında aldığı bir kararla okulu bırakır ve sadece müzik yapmaya karar verir. Bu dönemi Kâzım Koyuncu "Zor dönemler, o okulu bitirip kaymakam falan olacaksın ya da kendi istediğin işi yapacaksın. Ama hep soru işaretleri olacak, sonu nereye varacak? Bu tercihlerden soru işaretli olanını tercih ettim" sözlerini dile getirerek ifade etmiştir. 1990 yılında Çağdaş Sanat Atölyesi'nin etkinliklerinde yer aldı. Çağdaş Oyuncular'ın sahneye koyduğu "Faşizmin Korku ve Sefaleti" adlı oyunun müziklerini yaptı. 1991 yılında Ali Elver ile birlikte kurduğu ve müziğe başladığını söylediği "Grup Dinmeyen" dönemini de yine bir röportajında: "Özgün ve protest müzik denen tarzda müzik yapmayı amaç edinen bir grup kurduk ama kısa zamanda elektrogitarı sokmaya başladık. Dağıldık, toplandık falan çok uzun sürdü." diyerek dile getirdi.
"Grup Dinmeyen", 1996 yılında "Sisler Bulvarı" adlı tek albümlerini çıkarıp dağıldıktan sonra, Kâzım Koyuncu 1993 yılında Mehmedali Barış Beşli ile birlikte Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) isimli yeni bir grup kurdu. Zuğaşi Berepe, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamında olduğu kadar Lazca söyleyen bir rock grubu olarak da Türkiye'de önemli bir adımdır. Aslında, Kâzım Koyuncu bir gösteride gözaltına alındığında Emniyette polisin ağzından laf almak için Lazca konuşmasıyla "Lazlığının" farkına vardığı hikâyesini birçok sohbetinde dile getirmişti. 1995 yılında grup ilk albümü Va Mişkunan'nı yayınladı. Üç yıl sonra ikinci albümleri İgzas'ı yayınladılar. 1998 yılında ikinci albümlerini yayınladıktan sonra grup dağıldı. 2000'li yılların başında Kâzım Koyuncu askere gitti ve uzun olan saçlarına veda etti. Askerden döndükten sonra 2001 yılında ilk solo albümü Viya!'nın kayıtlarına başladı. Albüm çok ses getirmedi, fakat Kâzım Koyuncu için büyük bir deneyim oldu. İlk albümdeki şarkılar daha sonra klasikleşti. 2002 yılında Gülbeyaz adlı Karadeniz dizisinin müziklerini yapması için teklif aldı. Teklifi kabul etti ve Gökhan Birben ile birlikte dizinin müziklerini yaptılar. Dizinin müziklerini yaptığı sırada dizinin bazı bölümlerinde yer aldı. Reyting rekorları kıran dizinin müzikleri çok beğenildi ve Kâzım Koyuncu tüm Türkiye'de bir anda tanındı. Dizi bittikten sonra konserler yoğunlaştı. 2003 yılında ikinci albümün kayıtlarına başladı. 2004 yılında ise ikinci solo albümü Hayde'yi yayımladı. Albüm satış rekorları kırdı. Yurt dışında da konserler vermeye başladı. Sürekli şiddetli öksürükleri başlamıştı. 2004 yılının sonunda arkadaşlarının isteği üzerine hastaneye gitti ve kanser olduğunu öğrendi. Ailesi ve sevenleri büyük üzüntü içine girmişti. Doktorlar kendisini fazla yormamasını söylese de konserler vermeye devam etti. 2005 yılının yaz ayında öldü. Öldükten bir yıl sonra anısına Dünyada Bir Yerdeyim adlı albüm yayımlanmıştır.
Kâzım Koyuncu bir röportajında "Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem" demiştir.
Müzik kariyeri.
İlk Yıllar ve Zuğaşi Berepe.
Babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya'dan getirdiği gitar, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamının ilk adımlarına neden olur. 1992'de henüz 20 yaşındayken Ali Elver ile "Dinmeyen" adlı özgün müzik grubunu kurmuş ve profesyonel müzik hayatı başlamıştır. Zamanla Lazca müzik yapmak için bu gruptan ayrılmışsa da rock'tan kopamamış ve geleneksel Laz halk müziğini rock tabanlı yorumlamaya başlamıştır. 1993'te okulu bırakmış ve sadece müzik yapmaya başlamıştır. Aynı yıl Mehmedali Barış Beşli ile birlikte Zuğaşi Berepe adlı rock müzik grubunu kurmuştur. Lazca rock yapma iddiası ile yola çıkan ve 1995 yılında Va Mişkunan adlı ilk albümlerini yayımladılar. Albüm pek ses getirmese de büyük ilgi gördü. İlk albümden üç yıl sonra 1998'de İgzas adlı ikinci albümlerini yaparak bu iddialarını da gerçekleştiren grup, albümü sınırlı sayıda yalnızca 130 adet bastı. Daha sonra "Bruxel Live" adlı bir konser albümünü çıkardıktan sonra grup 1999 yılında dağılmıştır.
Solo Kariyer.
Kâzım Koyuncu, grup dağıldıktan sonra tek başına müziğe devam etmiş ve Salkım Söğüt adlı projelerin ikincisinde 3 şarkıyla yer almıştı. 2000 yılında Beyoğlu Metropol'den çıkardığı Salkım Söğüt dizisinin ikincisinde daha sonraları kendisiyle neredeyse özdeşleşen Megrelce "Didou Nana" şarkısını, Lazca çok sevilen bir türkü olan "Golas Empua Yulun" ile "Dağlarda Kar Sesi Var" türküsü ile yer aldı. Salkım Söğüt 4'te ise Kâzım'ın seslendirdiği en güzel şarkılardan olan ve Viya albümünde de yer alan "Ou Nana" şarkısında İlkay Akkaya ile düet yaptı. Kâzım Koyuncu müzik yaşamına tek başına devam etmek istediği zorlu döneminde kendi deyişiyle daha Karadenizli bir çalışmaya yöneldi. 2001 yılında Viya! adlı ilk solo albümünü çıkarmıştır. Albümdeki şarkılar birer klasik olmuştur. Albüm çok ses getirmese de ilgi görmüştür. Albüm, Kâzım'ın gelecekteki müziğinin şekillendiği, habercisi olduğu bir albüm olarak düşünülebilir. Albüm, Kâzım için gelecekte yapması gerekenler için bir işaret olmuştur. Kâzım Koyuncu, aslında bir geçiş çalışması oldu, diye nitelediği Viya! albümünü Lazca, Gürcüce ve Hemşince anonim şarkılar ve Laz sanatçı Hasan Xelimişi'nin eserlerini söyledi. Viya! albümüyle Karadenizlilerle tam bir bağ kuramasa da üniversite öğrencileri ve muhalif kesimlerle buluşur. 2002 yılında Kanal D'de yayımlanacak olan Gülbeyaz adlı Karadeniz dizisinin müziklerini yapmak için teklif alır. Yönetmen Özer Kızıltan ile dostluğu ve bir Karadeniz dizisine doğru katkılarda bulunabileceğini düşünerek teklifi kabul ettikten sonra, dizinin müziklerini çoğu kendi olmakla beraber Gökhan Birben ile birlikte yapar. Dizi bir anda popüler olunca müzikleri de büyük bir ilgi görür. Kâzım Koyuncu, dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak görev almıştır ve dizinin yayımlandığı sırada tüm ülke çapında bir anda popüler olmuştur. Daha sonra Kemal Sahir Gürel ile birlikte "Sultan Makamı" adlı dizinin müziklerini hazırlamıştır. Bu sıralarda konserleri büyük ilgi görmüştür ve kalabalıklaşmıştır. Yurt dışında da konserler veren sanatçı, 2003 yılında ikinci solo albümünün çalışmalarına başlar. Türkçe türkülerin yanı sıra Lazca, Gürcüce, Hemşince, Megrelce şarkılarla Karadeniz'in tüm kültür ve renklerini yansıtmaya çalıştı. Tulum, kemençe, kaval gibi otantik çalgıların yanı sıra bas, elektrogitar, davul ve bilgisayar destekli seslerle müziğine tam da anlattığı gibi hem otantik hem modern ögeler kattı. Gülbeyaz dizisinin başrol oyuncusu Şevval Sam bu albümde "Ben Seni Sevduğumi" türküsünü seslendirirken Kâzım Koyuncu ile birlikte de "Gelevera Deresi" türküsüne düet yapmıştı. 2004 yılının Mart ayında yayımlanan albüm büyük ilgi görür. Yılın en çok satan albümlerinden biri olmasının yanı sıra en çok konuşulan albümlerinden birisi de olur. Albümden sonra konserler vermeye başlamıştır. Hayde, Kâzım Koyuncu'yu Karadenizlilerle daha sıkı buluşturan bir albüm oldu. Müthiş bir tempoyla hem Karadeniz kentlerinde, hem Türkiye'nin her bölgesinde hem de yurt dışında konserden konsere koştu. Kâzım Koyuncu, eski grubu Zuğaşi Berepe'den bu yana çalıştığı arkadaşları, yeni katılanları önemsiyor, çalışmalarında hep "arkadaşlarım" diyerek ekibine verdiği önemi de belli ediyordu. Metin Kalaç, Cafer İşleyen, Murat Dilek, Gürsoy Tanç ve sonradan aralarına katılan kemençe sanatçısı Selim Bölükbaşı, geri vokallerinin yanı sıra ve horonlarıyla izleyiciyi coşturan Harun Topaloğlu, tulumcular Metin Turan ve İsmail Avcı, Kâzım ile birlikte o müthiş sahne performanslarını yaratıyorlardı.
Hayde, piyasa koşullarının alışılmış yöntemlerini kullanmamasına ve sektörün krizine karşın satış rakamlarıyla müzik dünyasını şaşırtırken geniş dinleyici kitlesi konserlerini dolduruyordu. Karadeniz müziğinin güçlü temsilcilerinden Fuat Saka, Volkan Konak ve Bayar Şahin ile birlikte düzenledikleri, büyük ilgi gören Hey Gidi Karadeniz konserler dizisinin de öncülüğünü yapmıştır. Ölümünden sonra 16 şarkının 4 tanesi konser kaydı, 4 tanesi (Dünyada Bir Yerde, Yalnızlığı Anla, Hoşçakal, Yine Burada) demo kayıt, geri kalanı ise farklı albümlerde (Gitarın Asi Çocukları (Anılar Düştü Peşime), Grup Patika/Aşk Beni Büyütmedi (Ayrılık Şarkısı), Seyduna (Hayat), Tuncay Akdoğan/Bir Nehir ki Ömrüm (Darbedar), Dinmeyen/Sisler Bulvarı (Askıda Yaşamak), dizi müziği (Le le le) yer alan Dünyada Bir Yerdeyim albümü Halkevleri tarafından 18 Aralık 2006 tarihinde çıkartılmıştır. Bu albümün geliriyle Kazım Koyuncu Kültür Merkezi çalışmalarına başlamış ve hâlen çeşitli atölye çalışmalarıyla katılımcılarına ücretsiz eğitimler vermeye devam etmektedir. 2008 yılında Kâzım Koyuncu'nun hayat hikâyesinin yanı sıra bir kısmı hiçbir yerde yayımlanmamış görüntülerle anlatan, yönetmenliğini Ümit Kıvanç'ın yaptığı "Şarkılarla Geçtim Aranızdan" belgeseli 3 DVD hâlinde yayımlanmıştır.
Kişiliği.
Müzikte ve normal yaşantısında değişimci bir kişiliğe sahipti. Kendisini devrimci olarak tanımlıyordu. Kâzım Koyuncu, çevre sorunlarına duyarlı olmuştur. Karadeniz Sahil Yolu inşaatına karşı Rize ilinin Fındıklı ilçesinde düzenlenen eylemlere destekte bulunmuştur.
Kanser hastalığı ve ölümü.
2004 yılının Aralık ayında Kâzım Koyuncu'ya testis kanseri teşhisi konuldu ve kısa bir süre sonra tüm dostları, dinleyicileri kötü haberi aldı. Kâzım Koyuncu, hastalığıyla büyük bir mücadeleye girerken etrafındaki sevgi çemberiyle bu zor zamanların geçeceğine inanıyordu. Kanserin yarattığı zorluğa rağmen müziğinden vazgeçmedi ve kemoterapi tedavisi sırasında 4 Şubat 2005 tarihinde İstanbul, Taksim'deki Yeni Melek Gösteri Merkezi'nde izleyicileriyle kucaklaştı, sevenlerine bir konser daha verdi. İçinde bulunduğu durum için “ha kanser ha konser” diyerek esprili bir dil de kullandığı söylenir. Gördüğü ilaç tedavisinden çok sevdiği saçlarının tamamen dökülmesini beklemeden kendisi kestirmiş ve grubundaki bütün dostları da aynı şekilde saçlarını kestirmiştir. Bu konserde gruba nefesli sazlarıyla müzisyen dostu Kemal Sahir Gürel de katılmıştı. 23 Nisan 2005 günü Trabzon Dernekler Birliği'nin İstanbul Ticaret Odası'nda düzenlediği "Çernobil'in etkileri ve Hasta Hakları" panelinde yaşam, hastalık, bilimi sorguladığı acı ve isyanı bir arada hissettiren bir konuşma yaptı. Konuşmasında yerleşik düzenin kuralları dışında kalmasına karşın nasıl böyle bir geniş izleyici kitlesini edindiğini açıkça gösteriyordu.
Kâzım Koyuncu, 30 Nisan 2005 tarihinde Trabzon Gazeteciler Cemiyetinin ödülünü almak için Trabzon'a gittiğinde hastalığı ilerlemişti ve ağrılarına karşın ayaktaydı. Son kez Karadeniz Teknik Üniversitesinde gençlerle bir kez daha buluştu ve çok sevdiği gibi horonlar tepildi, bir ağızdan şarkılar söylendi.
25 Haziran 2005 günü tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdiğinde gerçekten de bir yürüyüş başlatmıştı. Kâzım Koyuncu'yu İstanbul'dan uğurlamak üzere Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda bir tören düzenlenmiş ve çok kısa sürede duyurusu da yapılamamıştı ama 26 Haziran 2005 günü binlerce kişi gözyaşları içerisinde gelmişti. Genç yaşlı, iş insanı, işçi, öğrenci, sanatçı, toplumun tüm kesimlerinden gelip Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nu dolduranları acılarını isyana dönüştürmüş Çernobil kazasından sonra kayıtsız kalan devlet, hükûmet yetkililerinin tutumlarını sorgulamıştı. Binlerce kişi Kâzım Koyuncu'yu taşıyan aracın arkasından Taksim'e kadar yürüdü, sloganlarını kesmedi. Aynı akşam Trabzon Havaalanında olan Karadenizliler doğduğu Hopa'ya doğru arkasından büyük bir konvoy oluşturdular. Yağmur altında Trabzon'un, Rize'nin ilçelerinden geçerken otoban kenarlarından, balkonlardan, pencerelerden isyankâr çocuklarına el salladılar bağırlarına bastılar.
Kâzım, 27 Haziran 2005 günü artık adı Sugören olarak değiştirilen 2–3 km uzaklıktaki K'ise'deki evinden binlerce seveni tarafından alınıp tulum sesleri arasında Hopa Meydanı'na getirildi. Ailesi, grup arkadaşları, sanatçı dostları, sevenleri, nişanlısı Gönül Bozoğlu duygularını Hopalılarla ve Türkiye'nin dört bir yanından gelenlerle paylaştılar. Kâzım'ı doğduğu Pançol'a doğru giderken arkasında binlerce kişi vardı. 27 Haziran 2005'te, doğduğu köy olan Pançol'da fındık ağaçlarının çevrelediği köy mezarlığında defnedilmiştir.
Hatırası.
20 Eylül 2007'de, Kadıköy, İstanbul'da Kâzım Koyuncu Kültür Merkezi Derneği kuruldu. İlerleyen yıllarda da Atakum, Samsun merkezli Samsun Kâzım Koyuncu Gençlik Kültür Merkezi faaliyete geçti. 2019 Türkiye yerel seçimleri öncesi dönemin AKP'li Fındıklı Belediyesi'nce inşa edilen Millet Kıraathanesinin adı, belediye CHP'ye geçtikten sonra Temmuz 2019'da yapılan Belediye Meclisi toplantısında ″Kazım Koyuncu Kültür ve Sanat Evi″ (Aynı toplantıda Millet Bahçesinin yeni adı ″100. Yıl Atatürk Parkı″ oldu) olarak değiştirildi. Bu değişiklik Kaymakamlık tarafından “kamu yararı görmediği” gerekçesiyle reddedilince konu yargıya taşınmıştır. Yargının "Atatürk" ve "Kazım Koyuncu" isimlerinin ayrı incelenmesi gerektiğini bildirmesi üzerine Ağustos 2019 Meclis toplantısında ayrı ayrı oylama yapılmış ve 8 CHP üyesinin kabulü, 3 AKP üyesinin reddiyle değişiklikler hayata geçirilmiştir. Bu da İçişleri Bakanlığı 27 Kasım 2020'de parkın ve sanat evinin tabelası değiştirilirken harcanan 7 bin 864 TL ile 'kamuyu zarara uğratma' gerekçesiyle Belediye Başkanı Ercüment Çervatoğlu ve 7 CHP'li meclis üyesi hakkında soruşturma başlatmasına neden olmuştur. Çervatoğlu soruşturma izninin iptali istemiyle Danıştay'a dava açmış, Danıştay 1. Dairesi 9 Nisan 2021'de verdiği kararla ilgili izni iptal etmiştir. Böylece Rize'nin Fındıklı ilçesindeki Kazım Koyuncu Kültür ve Sanat Evinin varlığı tescillenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10281",
"len_data": 16468,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.33
}
|
Doğu kayını ("Fagus orientalis"), kayıngiller (Fagaceae) familyasından 40 m'ye kadar boylanabilen düzgün gövdeli bir kayın türü.
Morfolojik özellikleri.
Çok sayıda pullarla örtülmüş bulunan iğ biçimindeki sivri uçlu ve büyük tomurcuklar sürgünlere açı yapacak şekilde dizilmiştir. Sürgünler koyu kahverenginde veya kırmızımtırak kahverenginde olup oldukça ince, çıplak veya parlak, sürgün ucuna doğru hafif tüylü olup üzerinde bol sayıda küçük lentiseller bulunur.
Yaprak sapının sürgün üzerinde bıraktığı iz yarım daire biçiminde olup üzerinde, yanlarda birbirine yakın ikişer, ortadakinde ise çok sayıda belirgin iki kulakçık izi vardır.
Erkek çiçekler birçoğu bir arada uzun bir sapın ucunda toplanmıştır. Kupula 2 cm boyunda, kupulanın dibindeki pullar geniş şerit biçimindedir.
Dağılımı.
Türkiye'de yayılışını Karadeniz sahillerinde yapar. Marmara Bölgesinde, Sinop, Vezirköprü, Bolu, Kocaeli'de yer yer görülür. Doğu Karadeniz'de bütün sahil boyunca 1000–1700 m yükseltilerde sakallı kızılağaç, doğu ladini ve büyük yapraklı ıhlamurla karışık veya saf ormanlar kurar.
Avrupa Kayınına göre daha yüksek sıcaklığa ve kuraklığa dayanıklıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10284",
"len_data": 1143,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
Sait Okur, bilinen adıyla Said Nursî (1878 - 23 Mart 1960), Kürt asıllı Osmanlı ve sonradan Türk İslam âlimi, müfessir ve yazar. Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye azalığı, Birinci Dünya Savaşı'nın Kafkasya Cephesi'nde milis alay kumandanlığı yapmıştır. İslam üzerine yazılmış ve 300 kadar ayeti tefsir eden "Risale-i Nur" isimli 50'den fazla dile çevrilen külliyatın yazarıdır.
Van'da hayalini kurup zihinsel hazırlığını yaptığı fen ve din ilimlerinin beraber okutulacağı Medresetü'z-Zehra projesi için İstanbul'a geldi. Bu amaçla Sultan II. Abdülhamid ile görüşme girişimlerinde bulunduysa da istediği neticeyi alamadı. Ancak yerine gelen Sultan Reşad ile görüşme fırsatı buldu ve projesini detaylı şekilde anlattı. Kabul gören proje için Van Valiliğine bin altın ödenek gönderildi.
Osmanlı dönemi medrese geleneklerinden olan ilmî münazaralara katılan Said Nursî, kullandığı ünvan ve burada gösterdiği başarıları ile şöhret oldu. Çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yazıp, "Marifet ve İttihad-ı Ekrad" isminde bir gazete çıkarma girişiminde bulundu. Bu dönemde Meşrutiyet taraftarı olan Said Nursî, bu yönetim biçiminin dine aykırı olmadığını vurgular. Düşüncelerini Münazarat isimli eserinde kitaplaştırır.
Said Nursi 31 Mart Vakası'nda isyanın bastırılması için gazete yazıları yazdı ve Harbiye Nezaretinde onlara hitap etti. 31 Mart Vakası sonrası kurulan Divan-ı Harbi Örfi mahkemesinde yargılanarak beraat etti.
Van'a dönerek Evkaf Nezaretine bağlı Horhor Medresesi'nde talebe okutmaya başlar. I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla Alay Müftüsü olarak orduya dahil olan Nursî, sonrasında ise Enver Paşa tarafından gönüllü milis alayı kumandanı olarak görevlendirilir. Kafkas Cephesi'nde talebeleri ile birlikte mücadele eder. Savaş sırasında bir kısım talebesi ölür, kendisi de yaralanarak esir düşer ve Kostroma'ya esir kampına gönderilir. Gösterdiği azim ve mücadeleler sebebiyle esaretinin bitiminde kendisine Harp Madalyası verilir ve Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye a'zası olarak atanır.
Hilal-i Ahdar Cemiyeti toplantılarına katılan Nursî, Yeşilay'ın kurucu üyesidir.
Biyografi.
Said Nursî kendi hayatını "Eski Said" ve "Yeni Said" olarak ikiye ayırır. Eski Said olarak tabir ettiği doğumundan 1923 yılına kadar olan dönemde sosyal ve siyasî sorunların çözümünde doğrudan inisiyatif alan bir kişilik sergiler. 1923 yılında TBMM'nin daveti üzerine Ankara'ya gelen Nursî, Ankara'da aradığı atmosferi bulamaz. Van'a dönerek inzivaya çekilir ve daha sonraları bu dönüşünü Yeni Said'in başlangıcı olarak nitelendirir. Bu dönemde sosyal ve siyasî meselelerden uzaklaşır. En önemli vazifenin imânı kuvvetlendirmek olduğunu söyler. Şiddetle karşı çıktığı ama silah çekmediği Cumhuriyet idaresi tarafından bu dönem zarfında uzun yıllar sürgün, gözetim ve yer yer hapis hayatı yaşatılacak ve zorunlu ikâmete tabi tutulacaktır. Büyük çoğunluğunun Isparta Barla'da yazıldığı Risale-i Nur külliyatının yazımı ve Nur Cemaati'nin oluşumu bu dönemde yaşanmıştır.
"Eski Said" (Cumhuriyet öncesi).
Çocukluğu ve öğrenim hayatı.
Doğum tarihi: Nursî'nin doğum tarihi ile ilgili farklı görüşler vardır. 1906 yılında yapılan nüfus tescil kayıtlarında, Rumî 1288-1299 (Miladi 1872) olarak geçse de doğum tarihinin Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'ye verdiği özgeçmişine göre hazırlanan Osmanlı nüfus kimlik belgesinde Rumi 1293, Hicri 1295 tarihleri yani Miladi 1878 yılı olduğu tahmin edilmektedir.
Bitlis'in Hizan ilçesinin İsparit nahiyesinin Nurs köyünde, yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının adı Abdullah Mirza, annesinin adı ise Nuriye'dir. Annesi Nurs köyü yakınlarında bulunan Bilkan köyündendir. Nuriye Hanım Nure veya Nura ismiyle de tanınmaktadır. Sofi Mirza olarak tanınan Mirza Efendi ailesinin geçimini çiftçilikle sağlamıştır.
İsim ve ünvanları: 15 yaşında iken İslâm âlimlerinin bulunduğu ilim meclisinde yapılan imtihan ve münazara sonunda Molla Fethullah tarafından Bediüzzaman ünvanı verilmiş; diğer âlimler tarafından da kâbul görmüş ve bu isimle anılmaya başlanmıştır. "Bediüzzaman" ünvanının yanı sıra Said Okur, "Molla Said" ve "Said-i Kürdî" gibi isimler ile de tanınmaktadır. Said Nursî, İstanbul'a gelişinden sonra Güneydoğu Anadoludan gelmiş olması ve Kürt olması dolayısıyla Said-i Kürdî ismiyle meşhur olmuş ve ilk dönem eserlerinin birçoğunda bu adı kullanmıştır. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra kabul edilen Türk milliyetçiliği politikasından dolayı, hem bu durumun aleyhine kullanılmasını, hem de yanlış anlaşılmaları engellemek için, kendisi bunu Said-i Nursi şeklinde değiştirmiştir.
Öğrenim hayatı: 1887'de Tağ köyündeki Molla Mehmed Emin Efendi'nin medresesinde öğrenim hayatına başladı. 1888'de medrese eğitimi bırakarak köyüne döndü. Köyüne döndükten sonra, medrese öğrencisi olan ağabeyi Molla Abdullah'ın derslerini takip etti. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca Molla Mehmed Emin Efendi Medresesi, Mir Said Veli Medresesi, Molla Fethullah Efendi Medreselerinde eğitim aldı. Risalelerinde, bu süre zarfında Kur'ân'ı hatmettiğini, "Sarf" ve "Nahiv" kitaplarını "İzhar"a kadar okuduğunu, Doğu Beyazıt'ta bulunan Şeyh Mehmet Celalî'nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördüğünü, bu eğitimi sırasında her gün günde üç saat meşgul olarak yüze yakın kitabı okuyup ezberine aldığını, medreselerde eğitimi yapılan kitaplar dışında pek çok başka kitabı da okuduğunu yazmıştır. Daha sonra icazetini aldığı ve sonra Doğu Beyazıt'tan ayrıldığı bildirilmektedir. Bu sırada arkadaşları ve bazı hocalarıyla olan tartışmaları ve kavgaları sebebiyle medrese eğitiminde aksamalar olmuştur. Said Nursî köyünde gördüğü bir rüyadan etkilenerek eğitimine devam etmek üzere Mir Hasan Veli Medresesine gittiğinden bahseder.
İcazetnâmeleri: Said Nursî ilkini Muhammed Celali, ikincisini ise Şeyh Fethullah Es-Siirdi'den aldığı iki adet icazetnâmeye sahiptir.
Gençlik çağı.
Risalelerde ilmi alt yapısı ve farklı kişiliğiyle, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çektiği ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis edildiği, burada iki yıl kalan Nursî'nin daha sonra Van Valisi Hasan Paşa tarafından davet edilerek Hasan paşa ve İşkodralı Tahir Paşa zamanlarında vali konağının kendisine ayrılan bölümünde yaklaşık olarak 10 yıl ikamet ettiği, Horhor Medresesi'nde de talebelerine ders verdiği anlatılmaktadır.
Said Nursî, Van, Bitlis ve Diyarbakır illerinde fen bilimleriyle İslami ilimlerin birlikte okutulacağı, Kürdistan'da cehaleti ve bilgisizliği ortadan kaldıracak nitelikte , Medresetü'z-Zehra ismini verdiği birkaç üniversitenin yapımı düşüncesini hükûmete iletmek için 1907 yılında İstanbul'a gelir. El-Ezher Üniversitesi'ne kardeş olarak tarif ettiği bu üniversitede Arapça, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere üç dilde eğitim yapacağını belirtmektedir. İstanbul'da Ferik (tümgeneral) rütbesindeki Ahmed Paşa'nın evine yerleşmiş, idealindeki üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun'a sunmuş ancak cevap alamamıştır. Gelişinden iki ay sonra Fatih'te bulunan Şekerci Hanı'na yerleşti. Otel olarak hizmet veren Şekerci hanında “Burada her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz” şeklinde bir yazı asmış, değişik münazaralara katılmıştır.
Saray bahçesinde yöresel kıyafetleri, başında sarığı ve hançeri ile dolaşırken tavırları şüpheli bulunarak tutuklandı ve Üsküdar Toptaşı <ins>Akıl</ins> <ins>Hastanesi'ne</ins> gönderildi. Ancak doktorlar tarafından akıl hastası olmadığına dair bir rapor hazırlandı; hastaneden çıkartılarak tekrar zaptiye nezaretine gönderildi. Nezarette iken Sultan II. Abdülhamid, Said Nursi'ye maaş bağlanması ve memleketine geri dönmesi için harcırah verilmesi emrini verdi. Padişahın maaş bağlanması emrini getiren zaptiye nazırı Şefik Paşa, Nursi'ye padişahın kendisine selamı olduğunu ve medrese teklifinin Divan-ı Hümayun'da görüşüldüğünü söyledi. Nursi amacının maaş kapmak olmadığını söyleyerek maaş ve harcırahı reddetti.
1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından hemen önce İstanbul'a geldi. İstanbul'da Derviş Vahdeti'nin "Volkan" gazetesinde yazdı. İslamcı bir siyasal parti olan İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın (Fırka-i Muhammediye) kurucuları arasında yer aldı. "Volkan" gazetesi bu fırkanın yayın organıydı. 13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart 1323) tarihinde 31 Mart Vakası patlak verdi. Selanik'ten gelen Hareket Ordusu aradan 11 gün geçtikten sonra isyanı bastırabildi. Bazıları İttihad-ı Muhammedi Fırkası'nın ileri gelenleri olmak üzere isyanı çıkaranlar ve Derviş Vahdeti ile birlikte Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı, Derviş Vahdeti ve 16 kişi idam edildi, Said Nursî davadan beraat etti. Serbest kaldıktan sonra "Serbesti" gazetesinde "ordunun ruhu ve ülküsünün okullu subaylar olduğunu, bunlara isyan etmenin cinayet olduğunu" yazmıştır. Talebelerinin yazdığı Tarihçe-i hayata göre Meşrutiyetin ilanı sırasında Said Nursi 11 Temmuz'da Sultan Ahmet meydanında yaptığı "Hürriyete Hitap" adını verdiği konuşmasıyla ve bunun Selanik'te tekrarı ile halkı teskin etmek için çalışmıştır.
Abdülhamid sonrasında, eğitimle ilgili düşüncelerini Sultan V. Mehmet'e sunmak üzere İstanbul'a geldi. Van'da kurmayı planladığı Medresetü'z Zehra padişah tarafından kabul gördü ve 19 bin altın ödenek ayrıldı.
31 Mart Vakası'ndan sonra İttihat ve Terakki'nin zulümlü olduğuna inandığı faaliyetlerinden küserek İstanbul'dan ayrıldı. O zamanlar Şark olarak tabir edilen Doğu'ya; Batum üzerinden Van'a gitti. Sonrasında ise Şam'a gitti. 1911'de Şam, Emevîye Camii'nde okuduğu hutbe daha sonra Hutbe-i Şamiye adıyla kitaplaştırıldı. Münâzarat ve Muhakemât gibi eserlerini telif etti.
I. Dünya Savaşı.
Said Nursi I. Dünya Savaşı'nın ilanının hemen ardından gönüllü vaiz olarak orduya yazıldı. Kendisinin 2. meşrutiyetin ilanı sırasında Osmanlının istihbarat kurumu olan Teşkilat-ı Mahsusa'da görev aldığı, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olduğu, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından 1915 yılında Rus Cephesine ve Libya'ya gönderildiği tarihçi Cemal Kutay tarafından yazılmış ancak görevlendirme bilgisinin doğru olmadığı yönünde itirazlar olmuştur.
Van'da görevlendirildikten sonra Pasinler cephesine gönderildi. Nursi, Enver Paşa'nın isteği üzerine talebeleri ve gönüllülerden oluşan 4-5 bin kişilik milis teşkilatı kurdu. Milis Miralay rütbesiyle gönüllü alay komutanı olarak kurduğu teşkilatı ile birlikte Van, Muş ve Bitlis'te Rus birlikleri ve Ermeni çetelerine karşı savaştı. Savaş sırasında sigara tablasından, hançer kabzasından ve omzundan olmak üzere üç yerinden vurularak yaralanmıştır.
Esaret hayatı: Said Nursi gönüllü olarak katıldığı I. Dünya Savaşı'nda Bitlis'te su kemerinin üzerinden atlamış, sağ ayağı kırılmış ve esir düşmüştür.
Nursi burada Ruslara esir olarak Van, Culfa ve sonrasında Tiflise götürüldü. Yaklaşık 6 ay Tiflis'te kaldı ve burada tedavi gördü. Tiflis'in Varasofski Sokağında kırk dört numaralı kampta tutulduğu bilinmektedir. Kosturma'nın Kologrif beldesindeki esir kampına, oradan da en büyük esir kampı olan Kosturma'ya sevk edildi.
Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye.
Esaretten dönüş sonrası İstanbul'a geldi. Ordu-yu Hümâyun'un tavsiyesi üzerine 4 Ağustos 1918 yılında Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye azası olarak atandı. Said Nursi bir müddet dinlenmek için izin aldıktan sonra görevine başlayıp Kasım 1922'ye kadar 4 yıl 4 ay boyunca bu görevde çalıştı. Bab-ı Meşihat tarafından da ilmi rütbesi Mahrec Payesi verilerek onaylandı.
Nursî I. Dünya Savaşı sonrası mütareke günlerinde, Çamlıca'daki evinde yeğeni Abdurrahman ile birlikte kalmıştır. Bu dönemde Kürt Teali Cemiyeti üyelerinin Said Nursî'yi cemiyetlerine davet ettikleri, ancak Nursî'nin bu teklifi reddettiği ifade edilmektedir. 15 Şubat 1919 tarihinde sonradan Teâli-i İslâm Cemiyeti adını alan Cemiyet-i Müderrisîn'in kurucu azaları arasında yer aldı.
Said Nursi 1919'da Mesnevî-i Nuriye adlı eserini yazmaya başlamış, “Sünûhât”, “Hakikat Çekirdekleri” (1920), “Nokta” (1921), “Rumûz” (1922) gibi bazı kitapçıkları kaleme almıştır.
Millî Mücadele.
Millî Mücadele döneminde Kuvâ-yi Milliye aleyhindeki fetvayı çürüten bir yazı yazar. İstanbul'un İngilizler tarafından işgaline karşı 16 Şubat 1920'de Hutuvat-ı Sitte adlı eserini telif etmiş, eseri Türkçe ve Arapça olarak ücretsiz ve gizlice dağıtılmasını sağlamıştır.
Hutuvat-ı Sitte'yi basan ve dağıtılmasında Said Nursi'ye yardım eden kişilerden biri de Eşref Edip Fergan'dır.
İstanbul kamuoyunu etkisi altına alan ve İngilizlere karşı çok sert bir dille yazılmış olan Hutuvat-ı Sitte Risalesi sonrası İngiliz Başkumandanı tarafından Said Nursî hakkında idam kararı alınmıştır.
Hutuvat'ı sitte ve Kuvâ-yi Milliye'ye olan desteği Ankara Hükûmeti'nin dikkatini çekmiş, Eski Van Valisi Tahsin Bey ve Mustafa Kemal Paşa'nın davetleri sonucu, 9 Kasım 1922'de Ankara'ya gitmiş ve hoş-amedi merasimi ile karşılanmıştır.
Said Nursî, Medreset-üz Zehra ideali için, II. Meşrutiyet döneminde Van'da temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin kurulması için Mebuslara bir kanun teklifi hazırlattırdı. Teklif mecliste iki yüz milletvekilinden 163'ünün imzasıyla kanunlaştı. Buna rağmen Said Nursi Ankara'daki siyasi ve dini atmosferden hoşnut olmadı. 7 Nisan 1923'te talebe yetiştirmek ve münzevi bir yaşam sürmek üzere Van'a gitti, Erek Dağı'nda iki senesini geçirdi.
"Yeni Said" / Cumhuriyet sonrası.
Said Nursî, Van'a dönüşünü ve Erek Dağı'nda inzivaya çekilmesini dönüm noktası olarak kabul eder. Bu sırada Şeyh Said başlatmak istediği ayaklanma için Said Nursî'den destek ister fakat Nursî ayaklanmaya destek vermeyeceğini bir mektupla haber verir.
Said Nursî doğuda meydana gelen sosyal olaylar üzerinde olması muhtemel siyasi etkisinden korkularak 1926'da sürüldüğü Burdur'da "Nur'un İlk Kapısı"nı, Burdur ve Isparta'daki dokuz aylık mecburi ikametinden sonra 1 Mart 1927'de ulaştığı Barla'daki sürgün hayatında ise "Sözler", "Mektûbat" ve "Lem'alar"ın büyük bölümünü yazmıştır.
Buradaki faaliyetleri şüpheli bulunarak 1934'te Isparta'ya sürüldü. 1935 yılında “gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ açıldı ve Tesettür Risalesi'nden dolayı kendisi on bir ay, on altı öğrencisi de altı ay hapse mahkûm edildi. 1936'da hapis cezasının bitiminden sonra 7 yıllığına Kastamonu'ya sürüldü.
1943 yılında 126 talebesiyle birlikte "rejimin temel düzenini yıkmak" iddiasıyla tutuklanarak Denizli hapishanesine sevk edildi. 9 ay tutuklu kaldı. Beraat etti. Daha sonra Emirdağ'a götürülerek burada zorunlu ikâmete mahkûm edildi. 1947 yılında aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte Afyon hapishanesine sevk edildi. Yaklaşık 20 ay hapiste kaldı. Buradan tekrar Emirdağ'a götürüldü.
"Üçüncü Said: 1952'de Gençlik Rehberi isimli eseri hakkında açılan dava münasebetiyle İstanbul'a geldi ve bu davadan beraat etti. 1953'te Emirdağ'a döndü. İkinci defa İstanbul'a geldi ve üç buçuk ay burada kaldı. Bundan sonraki hayatı genellikle Emirdağ ve Isparta'da geçti.
Bu dönemde, yazımı tamamlanmış olan Risale-i Nur'un farklı kesimlerden insanlara ulaştırılmasıyla ilgilenmiştir. Bu amaçla birçok şehir ve köylerde el ile yazılan risalelerin okunması, okutulması, bazı merkezlerde risalelerin daktilo ile çoğaltılması; Ankara, İstanbul ve doğu illerini de kapsayacak şekilde risalelerin bütün toplumsal tabakalara ulaştırılması işleri ile ilgilenmiştir. Yine bu dönemde mahkemelerden iade edilen Nur Risaleleri ve bazı illerde bir kısım Nur Talebelerine dava açılması sebepleriyle resmi makamlarla görüşmeleri olmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti hükûmetinin Risale-i Nur hareketine olumsuz bakmaması ve yayımlanmasına engel olmaması sebebiyle, risaleler bu dönemde matbaalarda basılmış Anadolu'nun yanında Mısır, Pakistan, ABD, İtalya gibi çeşitli ülkelere de gönderilmiştir.
Hayata bakışı ve mücadele yöntemi.
Said Nursi'nin içinde bulunduğu siyasi ortam, onun mücadele yöntemini de etkilemiştir. Eski Said döneminde faaliyetlerini yukarıdan aşağıya, yani devlet imkanlarından da istifade ederek yapmaya çalışmıştır. Osmanlı döneminde toplumu değiştirmek için siyasi çalışmalar yürütmüştü. Cumhuriyet döneminde ise toplumu değiştirmenin ancak bireyleri değiştirerek mümkün olacağını düşünmüş ve aşağıdan yukarıya doğru bir yöntemi benimsemiştir. Eski Said'in eserleri olan "Asar-ı Bediiyye" daha çok toplumsal ve siyasal hayatı ilgilendiren konulara temas ederken, Yeni Said'in temel eserleri olan ve "Risale-i Nur" külliyatının temelini oluşturan "Sözler, Mektubat, Lem’alar" ve "Şualar" adlı eserleri daha çok inanç konusuna odaklanır. Eski Said dönemi içerisinde, ilim meclislerinde münazaralara giren, sosyal ve siyasi olayları takip eden ve müdahil olmaktan geri durmayan Said Nursî, yeni döneme geçmesiyle birlikte daha çok inziva içerisinde eserlerini yazdırmış, hatta siyaseti şeytan işi olarak tanımlamıştır.
Said Nursi'nin anlayışında zamanımız Muhammed’in dünyanın yaratılışından kıyamete kadar 7000 yıllık bir ömrünün olduğunu, bunun 1000-1500 yılının Muhammed sonrasında yaşanacak miktarı oluşturduğunu ifade eden sözlerine ek olarak, Said Nursi’nin "Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır." hadisinden ebced yoluyla elde ettiği çıkarımlara göre ahir zaman idi ve insanlık bu dönemin en büyük fitnesi ve insanlığa en büyük tehdit olan imansızlık tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktaydı. Bu sebeple ona göre bu dönemde en büyük hizmet iman kurtarma hizmeti ve bu görevi hakkıyla yapan Risale-i Nur ahir zamanın büyük mehdiliğini temsil etmekteydi. Ancak risale-i nur "iman ve Kur'an hizmeti" adını verdiği bu görevin ilk ve en önemli basamaklarını yerine getirmekte, kendisinden sonra gelecek bir başka kişiye zemin ve program hazırlamaktadır. Geriye kalan ve "mehdinin altın çağı" olduğuna inanılan dönem ileride gelecek, 30-40 yıl devam edecek olan bu dönemden sonra dinsizlik tekrar hakim olacak ve kıyamet 1530-1540 h. yıllarında dinsizlerin başına kopacaktır.
Mehdi, Mesih, deccal, süfyan gibi karakterler erken İslam tarihinde, iktidar olma savaşı veren Kufe merkezli Alioğulları (Ehl-i beyt), Horasan coğrafyasından siyah sancaklı Abbasiler ve Ebu Süfyan soyundan gelen Şam merkezli Ümeyye oğulları (Emeviler) gibi gruplar arasında, çıkış yerleri olarak o günün güç merkezlerini işaret eden, toplumda kendilerine yer edinme adına, iyi karakterlerin kendi içlerinde, kötü karakterlerin ise rakiplerinde aranması yönünde, haklarında çok sayıda hadis uydurulan, dönemin dinsel-politik figürleri olarak ortaya çıktılar. Daha sonraki dönemlerde ise birtakım dini gruplar, bu figürlerin gerçek anlamda var olduğuna inandılar ve onları inanç esaslarına dahil ettiler. Bu veya benzer deyim ve tiplemeler İslam dünyasında günümüze kadar devam etmiş, dini gruplar kendi liderlerini mehdi, mesih gibi kurtarıcı, rakiplerini ise deccal, süfyan gibi aşağılayıcı sıfatlarla anmaya devam etmişlerdir. O kadar ki, Abbasoğulları veya Alioğullarının Mehdi figürüne rakip olarak, Emeviler, iyi bir karakter olan kurtarıcı Süfyan figürünü ortaya sürdüler. Ancak Abbasi veya Ehli Beyt taraftarları kısa sürede yeni hadislerle bu figürü kötü bir karaktere çevirmeyi ve Emevileri alt etmeyi başardılar. Said Nursi bahsi geçen figürlerle ilgili rivayetleri kendi zamanındaki kişiler üzerinden yeniden yorumlamıştır.
Said Nursi kendisinin skolastik bir medrese hocası gibi değerlendirilmemesini, Risale-i Nur'un arş-ı âzamdan indirilerek kendisine yazdırılan ve mehdiliği temsil eden Kur'an hakikatleri olduğunu, kendisinin sadece bir aracı ve elçi (nur elçisi) olduğunu ifade eder. Öyle ki Kur'an'ın yanında celcelutiye, mektubat (İmam Rabbani) gibi asırlar önce yazılmış eserler ima ve işaretler yoluyla muhtelif yerlerde Risale-i Nur'a işaret eder, mücadelesini destekler, Risale-i Nur'un mahrem ve izni ilahi tarafından uygun görülmeyen kısımları yazdırılmaz ya da ilgili bölüm atlanılarak izin verilen kısımlar yazdırılmaya devam eder. Kendisinin mücadele alanı ise başta insanın sonsuz azap çekmesini gerektiren imansızlığın yanında imansızlığın en büyük kaynağı olarak gördüğü ve ahir zamanın büyük deccali olarak adlandırdığı bolşeviklik, ve İslam deccali veya süfyan olarak nitelendirdiği Mustafa Kemal'den ve Cumhuriyet Devrimleri'nden başkası değildir. Cumhuriyete taraf olmakla birlikte, şeriatı yürürlükten kaldıran laikliğe şiddetle karşıdır ve şapka giyilmesini de küfür işareti olarak görür. Çünkü ona göre şeriat adalet-i mahza ve fazilettir. TBMM'de Atatürk ile yaşadığı namaz tartışmasında Said Nursî'nin sarf ettiği sözler: “Paşa! Paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” Bazı kaynaklar bu cümlenin devamını da verir: "Kafirin hakkı hayatı var. Merdudun yoktur." Klasik şeriat anlayışını yansıtan ifadeler dilin kullanımı açısından da sorunludur. Çünkü şeriatta namaz kılmayanlar için merdut diye bir fıkıh hükmü bulunmuyor ancak, namaz kılmayanlar bazı İslam mezheplerinde mürted olarak değerlendirilir ve dört büyük Sünni mezhebe göre mürtedin cezası ölümdür. Tarihsel süreç içerisinde terkedilen, (belki de hiç uygulanmayan) bu hükümlerin uygulanması insan hakları ve dini özgürlüklere karşı ağır bir saldırı anlamına gelecektir.
İnanç ve öğreti.
"Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil."
Said Nursi, kadınların fıtraten tesettüre ihtiyacı olduğunu en doğru tesettürün çarşaf ile yapılabileceğini kadınların baştan ayağa kadar yüz ve eller dâhil olmak üzere çarşafla örtünmelerinin Kur'ân'ın kesin bir emri olduğunu ve şeriata göre kadınlara mirastan erkeğin yarısı kadar pay verilmesinin tam bir adalet ve merhamet olduğunu söyler.
Said Nursî'nin adalet anlayışı başka bir değerlendirmesinde de kendisini ortaya koyar; buna göre sınırlı bir dünya hayatında işlenen günahların -ki ona göre bunların en büyüğü imansızlıktır- karşılığı olarak sonu gelmeyen cehennem azabı Allah'ın merhamet ve adalet sıfatlarına uygundur.
Midraş türü hikâyeler: Ninova halkına peygamber olarak gönderilen Yunus, 33 yıl onları Tanrı'nın dinine davet etmiş, kendisine bu süre içerisinde sadece iki kişi inanmıştır. Bu durum kendisinin canını sıkmış, Tanrı'nın izni olmadan Ninova'dan ayrılıp Akdeniz'e kadar giderek bir gemiye binmiş ve Yunus Akdeniz'de gemiden atılmıştır. Rivayetlerde balık Yunus'u sırasıyla Nil nehrine, Fars denizine, el-Betâik Denizi'ne ve Dicle'ye götürüp Nusaybin topraklarında düz ve geniş bir yere atar. Yunus tekrar kavmine döndürülür ve 100 bin kişi ona inanır. Said Nursi'nin bu ve benzer hikâyelere yaklaşımı onun temel kaynaklarda geçen akıl dışı ayrıntıları atlayarak rasyonalize etmesi şeklinde de kendini gösterebilmektedir: "Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette münacatı, ona sür'aten vasıta-i necat olmuştur."
“"...sizler daha dünyaya gelmeden evvel benim dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım ispat eder...O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim."” Fakat Said Nursî Cumhuriyet öncesi ve sonrası siyasi otoritelerle problemlidir. Cumhuriyete karşı olmamakla birlikte devrimler, özellikle de tekke ve zaviyelerin kapatılması, kılık kıyafet devrimi ve şeriat kanunlarının ilgası anlamına gelen laikliğe karşı çıkmıştır. Ahir zaman fitnesi olarak gördüğü bu durum karşısında imanı kuvvetlendirmeye dönük eserler yazmaya ve bu konuda çalışmaya yönelir.
Ölümü, mezar yeri ve mirası.
23 Mart 1960'ta Şanlıurfa'da öldü. Urfa Halil-ur Rahman Dergahı'na defnedildi. 27 Mayıs Darbesi sonrasında 12 Temmuz 1960'ta cuntanın emriyle mezarı yıktırıldı. Naaşın taşındığı uçakta yer alan Erol Türegün tarafından ortaya atılan iddiaya göre naaşı Isparta'ya götürülerek şehir mezarlığına gizlice defnedilmiştir. Buna göre Said Nursî'nin naaşı Isparta-Afyon arasında bir yere gömülmüştür. Vasiyeti üzerine 1969'da bir-iki talebesi tarafından açılarak, naaşı kendileri dışında kimsenin bilmediği bir yere gömülmüştür. Şu an mezarının yeri bilinmemektedir.
Mal varlığı.
Said Nursî'nin vefatından sonra tereke hakimliği tarafından tespit edilen resmi mal varlığı listesi:
Vasiyeti ve varisleri.
Vasiyetname de adı geçen varis talebelerin tam isimleri
Ahmed Husrev Altınbaşak, Tahiri Mutlu, Abdulmecid Nursî, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Mehmet Kayalar, Hüsnü Bayramoğlu, Bayram Yüksel, Süleyman Rüştü Çakın, Abdullah Yeğin, Ahmed Aytimur, Hasan Atıf Egemen, Tillolu Said Özdemir, Mustafa Acet, Mustafa Cahid Türkmenoğlu, Salih Özcan.
Bazı yayınevlerinin Risale-i Nur külliyatını sadeleştirmesi ve farklı tarzlarda neşretmesi nedeniyle Said Nursî'nin varis tayin ettiği talebeleri Risale-i Nur'un bu tarzda basımının yanlış olduğunu bildirmişler, bu kapsamda Risale-i Nurların orijinalliğinin korunması için Kültür Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü tarafından çalışma başlatılmış ve devlet koruması altına alınmıştır. Fakat daha sonra bazı Risale-i Nur talebeleri ve CHP'nin iptal istemiyle AYM'ye başvurmasıyla devlet koruması Danıştay tarafından kaldırılmıştır.
"Hüsrev gibi bir Nur kahramanından, benim yerimde ve Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili bir temsilcisi olmasından hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir"
Eserleri.
Kitapları.
Uluslararası arenada düzenlenen Risale-i Nur ve Said Nursî konulu sempozyumlarda yayınlanan bildirilerde, Said Nursî'nin risalelerindeki fikirlerin, felsefi ve alegorik anlamlar taşıyan Kur'an Tefsirleri olduğu ifadelerine yer verilmiştir.
Nur Cemaati.
"Nur Cemaati", Said Nursî'nin risalelerinde açıkladığı fikirlerine dayanan, 20. yüzyıl başlarında doğan "İslâmî" harekettir. Said Nursi takipçilerini ifade etmek için "Nur talebeleri" ve "Nurcu" tabirlerini kullanmıştır. Nur Cemaati Nur risalelerinde yazılan görüşler çerçevesinde, itikâdi ve fıkhi bakımdan Sünnî İslâm'a bağlıdırlar. Nurculuk, belirli dua ve zikirleri olmakla birlikte tasavvufi bir tarikat değildir. Said Nursî'den sonra Nur Talebeleri farklı eğilim ve liderlikler etrafında toplanan değişik gruplar oluşturmuşlardır.
Cemaatin ana faaliyeti "Hizmet-i imaniye ve Kur'aniye" adını verdikleri Risale-i Nur'ların okunması, yorumlanması ve çoğaltılıp yayılmasıdır. Cemaatte abi, kardeş gibi kavramlar kullanılır. Çoğunlukla emir-komuta gibi, kesin bağlılık gerektiren kurallar olmamakla birlikte meşveret kararlarına hürmet etmeyi gerektiren bir anlayışın hakim olduğu söylenebilir. Nur Risaleleri'ndeki konuların başkalarına anlatılması ve bunun için oluşturulan ev, yurt, yayın faaliyeti gibi kurumsal yapı ve faaliyetlere ise "Hizmet" denilmektedir.
Nur cemaati, yaşanılan zaman diliminin ahir zaman olduğu, bu zamanda komünist-materyalist felsefenin (maddiyyunluk) ilmi de arkasına alarak imana karşı büyük bir yıkım (deccaliyet) faaliyeti içerisinde olduğu, bu zamanda en önemli görevin "Hizmet-i imaniye ve Kur'aniye" adı verilen Risale-i Nur yoluyla iman kurtarma olduğuna ve bu hizmetin Mehdi'nin birinci ve en büyük görevi olduğuna inanır. Mehdinin diğer görevleri ise imanın hayata geçirilmesi, Hilâfet'in ihyası ve şeriattır.
Müze ve kültür evi.
İstanbul Fatih'te bulunan Rüstem Paşa Medresesi düzenlenerek "Bediüzzaman ve Risale-i Nur" müzesi olarak ziyarete açıldı. Isparta'da ikamet ettiği dönemde kaldığı ev günümüzde "Bediüzzaman Said Nursi Evi" olarak, Eğirdir ilçesinin Barla kasabasında ikamet ettiği döneme ait olan ev ise "Barla" "Bediüzzaman Said Nursi Kültür Evi olarak faaliyet göstermektedir."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10285",
"len_data": 27719,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Cem Cengiz Uzan (d. 26 Aralık 1960; İstanbul), Türk iş insanı, siyasetçi ve eski Genç Parti genel başkanıdır. "Telsim", "Star Gazetesi", "Star TV", "Kral TV", "Teleon", "Süper FM", "Metro FM", "Kral FM", "Joy FM" gibi medya kuruluşlarının eski sahibidir. Aile şirketlerine 2004 yılında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından el konulmasına dek babası Kemal Uzan ve kardeşi Hakan Uzan'la birlikte Türkiye'nin ekonomik olarak en güçlü ailelerinden birinin üyesiydi ve davaları devam etmektedir.
1990 yılında Türkiye'nin ilk özel televizyonu Star1'i kuran Cem Uzan, 2002 yılında Genç Parti'yi kurarak siyasete girdi. 23 Ağustos 2002 tarihinde gerçekleştirilen Genç Parti'nin üçüncü olağanüstü kongresinde partinin genel başkanlık görevine seçildi. Genç Parti, 2002 Türkiye genel seçimlerinde %7,25, 2007 Türkiye genel seçimlerinde ise %3,03 oy aldı. İkinci Ergenekon iddianamesinde, Şener Eruygur'u askerî darbeye teşvik etmekle suçlanan Cem Uzan, siyasi sığınma talebini kabul eden Fransa'da hayatını sürdürmektedir. 2 Temmuz 2020 tarihinde Ankara'da yapılan Genç Parti 5. Olağan Kongresi'ne telekonferans yöntemiyle katılarak yeni genel başkanın Murat Hakan Uzan olduğunu açıklamıştır.
İlk yılları.
Boşnak bir aileden gelen Cem Uzan, 26 Aralık 1960 tarihinde iş insanı Kemal Uzan ve Melahat Uzan'ın çocuğu olarak İstanbul'da doğdu. Aslen Sakaryalıdır. Ayşegül ve Hakan Uzan adında iki kardeşi vardır. Liseyi İstanbul Alman Lisesinde tamamlayan Cem Uzan, Amerika Birleşik Devletleri'nde Pepperdine Üniversitesinde işletme alanında lisans eğitimi aldı.
Mesleki kariyeri.
Türkiye'de görsel ve işitsel basın alanlarında ilk özel (Star TV), ilk eğlence (Teleon TV), ilk müzik (Kral TV), ilk Türk sineması (Yeşilçam TV) ve ilk Türk dizileri (Dizi TV) televizyon kanalları; ilk özel (Süper FM), ilk arabesk müzik yayını yapan (Kral FM), ilk yabancı müzik yayını yapan (Metro FM) ve ilk slow müzik yayını yapan (Joy FM) radyo istasyonları ile ilk sayısal yayın platformunu (Star Digital) kurarak önemli işler başarmıştır. Mobil iletişim alanında da Telsim şirketiyle GPRS, MMS, WAP, MVS, Bas Konuş gibi hizmetleri Türkiye'de ilk olarak hizmete sokmuştur.
Sahibi olduğu "Star" gazetesi, Türkiye'de en çok tiraj gören gazete konumuna geldi. Uzan ailesinin yönetiminde bulunduğu Çukurova ve Kepez Elektrik'te imtiyaz sözleşmeleri Haziran 2003'te iptal edildi, 3 Temmuz 2003'te de İmar Bankası ve Adabank’a el konuldu. Şubat 2004'te, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), Uzanlar'ın, İmar Bankası soruşturması çerçevesinde birçoğu hakkında ihtiyati tedbir kararı bulunan 219 şirketinin yönetimine el koydu.
2008 yılında İmar Bankası soruşturması kapsamında hakkında dolandırıcılık ve zimmet suçlarından dava açıldı. 29 Mart 2013 tarihinde İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Cem Uzan’ın bankaya ait toplam 1 milyar 468 milyon 240 bin 378 TL’yi “zimmetin açığa çıkmasını önleyecek hilelerle nitelikli biçimde kendisine ve diğer Uzan aile mensuplarına aktardığına” karar verdi ve Uzan, 18 yıl 5 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay hapis cezasını onadı. İnfaz Yasası kapsamında cezası 9 yıl 2 ay olarak belirlendi.
Siyasi kariyeri.
Cem Uzan 2002 yılının yaz aylarında siyasete girerek Genç Parti'yi (GENÇPARTİ) kurdu ve genel başkanı oldu. Partisi, kurulmasından üç ay sonra katıldığı 3 Kasım 2002 genel seçiminde %7,25 oranında oy aldı, ancak seçim barajını aşamaması nedeniyle milletvekilliği kazanamadı. Bu seçimde sağ oyları bölüp Adalet ve Kalkınma Partisi’ni tek başına iktidar yaptığı gerekçesiyle Uzan’a sert eleştiriler de yöneltildi. Parti, 22 Temmuz 2007 genel seçiminde %3,03 oy oranı almış, ancak bu seçimde de baraj altında kaldığı için milletvekili çıkartamamıştır. 2007 genel seçimi öncesi vaatler sürecindeki "Mazot 1 YTL olacak!", "Fındık 8 YTL olacak!" ve "Dokunulmazlıklar kalkacak!" benzeri sloganları dikkat çekmiştir.
İkinci Ergenekon iddianamesinde, Şener Eruygur'u askeri darbeye teşvik ettiği iddia edildi. Daha sonra ise, Eylül 2009'da gizli yollardan Türkiye'yi terk etti ve bir süre Interpol tarafından arandı. 12 Ekim 2009 tarihinde, Fransa’ya yaptığı siyasi sığınma başvurusu kabul edildi. İktidar tarafından siyasi lince uğradığını iddia eden Cem Uzan, Fransız yetkililer tarafından haklı bulunup siyasi sığınma başvurusu kabul edildi.
2 Temmuz 2020 tarihinde Ankara'da yapılan Genç Parti 5. Olağan Kongresi'ne telekonferans yöntemiyle katılarak yeni genel başkanın Murat Hakan Uzan olduğunu açıklamıştır.
2023 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olacağını duyurdu. Ancak cumhurbaşkanı adaylığı için yaptığı başvuru "müracaatların bizzat kurula yapılmadığı" gerekçesiyle YSK tarafından reddedilmiştir.
Fransa'da siyasi sürgünde olan Cem Uzan, sağlık sorunları ve çocuklarına verdiği sözlerden dolayı siyaseti bırakmış ve bunu röportajında da "Siyasi bir kimliğim yok, siyasi bir niyetim yok. Tabi büyük konuşmamak lazım zamanın ne getireceği belli olmaz." diyerek şeklinde açıklamıştır.
Özel hayatı.
Üç kez evlenen Cem Uzan ilk evliliğini Feyyaz Berker'in kızı Şebnem Berker'le yapmış olup bu evlilikten Sinan Kemal ve Dilara Gizem adlarında 2 çocuğu vardır. İkinci evliliğini ise 1997 yılında Renç Koçibey'in kızı Alara Zeynep Koçibey'le yapmış, bu evliğinden de Emre Renç ve Yasemin Paris isminde 2 çocuğu daha olmuştur. Alara Koçibey olan evliliğinin sona ermesinden sonra Uzan, üçüncü evliliğini 2014'te Fransız takı tasarımcısı Fanny Blanchelande ile yaptı. Bu evliliği ise 2021'de sona erdi. 2020 yılında torunu Alev Uzan dünyaya gelmiştir.
Fanatik Galatasaray taraftarı olan Cem Uzan ayrıca bir dönem İstanbulspor'un başkanlığını yapmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10289",
"len_data": 5588,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.29
}
|
Darwin sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10290",
"len_data": 55,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 2.81
}
|
Mihail Nehemyeviç Tal (Letonca Mihails Tāls, ) (9 Kasım 1936 - 28 Haziran 1992), Leton satranç büyükustası.
Letonya'nın Riga şehrinde doğan Tal, sekizinci dünya satranç şampiyonudur.
1960 yılında Mihail Botvinnik'i yenerek bu ünvanı kazanmış, ertesi yıl, 1961'de yine Botvinnik'e yenilerek ünvanı devretmiştir.
Henüz 7 yaşındayken doktor babasının verdiği eğitim ile satranç stratejilerine hakim olmuştur. Okul yıllarında dönemin satranç merkezleri olan "Öncüler Sarayı"na devam ederek becerilerini geliştirir. Daha sonra yıllar sürecek satranç işbirliğine Koblenz ile başlamış ve ciddi atılım göstermiştir. Hızla ilerleyen Tal 1954 yılında usta ünvanını alır. 1957 yılında inanılmaz bir başarı gösterir ve Botvinnik, Petrosian ve Keres gibi devlerin önünde 24. Rusya Birinciliğini kazanır. Bu başarı ona Büyükusta ünvanını getirir. Bu inanılmaz başarıyı bir sene sonra tekrarlar. 1959 yılında Bled Adaylar Turnuvası'nda birinci olunca Dünya Şampiyonu Botvinnik'in karşısına çıkar ve maçı kazanarak zamanın en genç Dünya Şampiyonu ünvanını da alır.
Satranç oyununun en tipik atak oyuncusu olarak tanınır. Hayal gücü çok geniş ve güçlü ataklarıyla pek çok başarı kazanmıştır. Satranca yaklaşımı oldukça pragmatik olan Tal, pek çok oyunu rakiplerinin karmaşık pozisyonlarda doğru savunmayı bulamaması sayesinde kazanmıştır. Yine de bu oyunlar seyircilerde hayranlık ve heyecan yaratmıştır. Satranç otoriteleri tarafından tüm zamanların en büyük hücum oyuncusu olarak olarak kabul edilmiştir. Tal kombinatif becerilerini şaşırtıcılığı sebebiyle "Riga Sihirbazı" olarak da anılır. Sezgisel fedaları pek çok zaman oyun sonrası analizlerde çürütülür ama masa başında Tal ile başa çıkmak inanılmaz güçtür. Tal sezgisel fedalarını nasıl yaptığını ve oyun esnasında bazen neler düşündüğünü * Su aygırını bataklıktan çıkarmak makalesinde anlatmakta
Mihail Tal çoğunlukla böbrek problemleri için sık sık hastaneye yatırılmak zorundaydı. Buna rağmen Tal sigara tiryakisi ve içki tutkunuydu. Sonunda hastalıklı böbreklerinin biri çıkarıldı. Tal, 28 Haziran 1992'de Moskova'da bir hastanede böbrek yetmezliğinden öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10291",
"len_data": 2104,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.69
}
|
Çeşmibülbül (), üzeri beyaz, sarmal süsler ve çiçek motifleri ile bezenmiş cam işlerine verilen addır. 18. yüzyılın sonunda III. Selim’in Mevlevi dervişi Mehmet Dede’yi cam tekniklerini öğrenmek için Venedik’e göndermesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Mehmet Dede, opal cam tekniğini öğrendiği Venedik’ten dönüşte Beykoz’da bir atölye açmış, Dede’nin Venedik’ten getirdiği bu tekniğin geliştirilmesiyle çeşmibülbül ortaya çıkmıştır. Bu ürünün imalatını yaygınlaştıran kişi ise Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa’dır.
Çeşmibülbül camlara bu adın verilme nedeni bilinmese de, bu teknikte üretilen camların deseni bülbül gözüne benzetilmesi veya fabrikasının bulunduğu yerin Çeşmibülbül adını taşıması olabilir.
Geleneksel üretim metodu ile üretimine devam edilen çeşmibülbül, yaradılışında kullanılan özel camcılık teknolojisinin yanı sıra uzun işlemler ve yaratıcılık gerektiren bir üründür. Başlıca özelliği, ince ve renkli cam çubukların yüksek ısıda eritilip, su gibi olmuş camın içine yerleştirilmesidir. “Dönerek burulan” çizgiler, o cam formu biçimlendiren ustanın hünerini ve üslubunu yansıtırlar.
Çeşmibülbül olarak adlandırılan ürünler arasında; vazo, sürahi, şekerlik, kase ve tabak gibi formlar bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10292",
"len_data": 1207,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.7
}
|
Küre veya Dünya, Güneş Sisteminde bir gezegen (Yerküre ya da Yer de denilir.)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10305",
"len_data": 77,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.01
}
|
Abdurrahmanpaşa Lisesi, 1882 yılında Anadolu'da açılan ilk resmi lisedir.
Kuruluşu.
II. Abdülhamit saltanatında, 2 Mayıs 1882 - 12 Temmuz 1882 tarihleri arasında iki ay on bir gün sadrazamlık yapmış olan Abdurrahman Nureddin Paşa tarafından Kastamonu Valiliği görevinde iken bölgenin aynı İstanbul'daki gibi eğitim reformlarına ihtiyacı olduğu düşünerek çalışmalarına başlamıştır. Çalışmalarının sonucunda Kastamonu Vilayetinde birçok okulun açılmasına vesile olmuştur. Bunlar Darülmuallimin, Askeri Rüştiye ve Kastamonu Lisesidir.
İnşaatı.
Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesi ilk kurulduğu dönem Askeri Rüştiye ile birlikte hizmet vermekte ve iki sınıftan oluşmaktaydı. 1888 yılında sınıf sayısı 3, 1891-1892 senesi başında sınıf sayısı 5 olmuştur. Aynı zamanda okul yatılıya çevrilmiştir.
Bu şekilde Galatasaray ve İstanbul Liselerinden sonra Türkiye'de 3. derecede bir maziye sahip Anadolu´da kurulan ilk lisenin kesin kuruluş tarihi 20 Nisan 1885 günüdür. Bu günkü Cumhuriyet Meydanını çevreleyen arsayı temin eden Abdurrahman Paşa belirtilen günde arsanın bir bölümü üzerinde Lisemizin eski binasının inşaatına başladı. Binanın dereye bakan cephesini sağlam temeller üzerine oturtarak kaymayı önledi. Sadece bu işe bin Osmanlı Altını harcanmıştır. Abdurrahman Paşa, Lise binasının inşaatı ile yakından ilgilenmiş, binanın tamamı için gerekli olan 8500 altın lira halktan toplamış ve yine halktan kurulan bir komisyonca harcamalar yapılmıştır. Okul Binası 4 yılda tamamlanabilmiştir.
Yeni Binası.
Anadolu'nun ilk Lisesi olan Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesinin bütün çevre illerden gelen öğrencilerle mevcudu artmış, kadrosu çok değerli öğretmenlerle takviye edildiği için bu okula gelmek isteyen öğrenciye cevap veremez olmuştur. Yeni şubeler açmak, ek binaları yapmak durumu ortaya çıktığından Lise binasının Dere kenarında Atatürk Caddesine bakan evler istimlak edilerek 29 Eylül 1937 tarihinde Bakanlıktan gelen projeye uygun olarak orta kısım inşaatına başlanmıştır. Bu bina 10 sınıf, 2 laboratuvar, 1 konferans salonu, 1 yemekhane ve 1 dolaphane ihtiva etmekte olup, bu gün Lise binası olarak kullanılmaktadır.
1975 - 1980 Siyasi Olayları.
Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi, 1975 ile 1980 yılları arasında yaşanan siyasi olaylara bulaşmamış ve bu dönemi öğrencisi ve öğretmeniyle başarılı bir şekilde atlatmıştır. Ayrıca bu dönemde lisenin bir öğrencisi bile siyasi olaylara karışmamıştır.
Başarılar.
1981 - 1982 Eğitim Öğretim yılında lise Üniversite Giriş Sınavında Türkiye birinciliğini getirmiştir. Bu nedenle zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam ilköğretim Haftasını Kastamonu'da başlatmıştır.
Abdurrahman Paşa Lisesi 1990-1991 yılında Liseler arası Türk Halk Musiki koro yarışması alanında Türkiye ikincisi, 1991-1992 yılında Liseler arası Halk Oyunları yarışmasında Türkiye Şampiyonu olmuştur. Türkiye'yi Norveç'te temsil etmiştir.
(2004-2005)-(2005-2006)-(2006-2007) yıllarında Hentbol'da peş peşe üç defa Liseler arası Türkiye şampiyonu olmuştur.
2004-2005 yılında Macaristan'da yapılan Dünya Şampiyonasında 24 Ülke arasında Dünya on birincisi, 2006-2007 yılında Fransa'da yapılan Dünya Şampiyonasında 26 Ülke arasında bir mağlubiyetle (Final Gurubuna Girememiş) dünya dokuzuncusu olmuştur.
Vizyon ve Misyon.
2019 - 2023 stratejik planında okulun misyon ve vizyonu belirtilmiştir. Bunlar;
Misyon: Millî Eğitimin Temel amaçları ve ilkeleri doğrultusunda; “Kendiyle ve toplumsal değerlerle barışık, akıl ve bilimin aydınlığında, geleceğe güvenle bakabilen, gelişmeye açık bireyler yetiştirmektedir.
Vizyon: Mensubu olmaktan gurur duyulan, eğitim ve öğretim alanında önder, örnek ve saygın bir kurum olmaktır.
Müdürlük.
6 yıl boyunca Abdurrahman Paşa Lisesi müdürlüğü yapan Birol Yılmaz'ın 57 yaşında Koronavirüs yüzünden vefat etmesinin ardından Hüseyin Mısırlıoğlu bu göreve atanmıştır. Ayrıca üç müdür yardımcısı bulunmaktadır:
Eğitim Bilgileri.
Yabancı Diller: İngilizce ve Almanca
Konum: Cebrail Mahallesi 125.Yıl Atatürk Caddesi No:3 37200 Kastamonu
Sınavla Öğrenci Yerleştirme Yüzdesi: 2010 ÜNİVERSİTE YERLEŞTİRME SONUÇLARI (Bir Yüksek Öğretim Prog. Yer. Başarımız %72) 2011 ÜNİVERSİTE YERLEŞTİRME SONUÇLARI (Bir Yüksek Öğretim Prog. Yer. Başarımız %83,33) 2012 ÜNİVERSİTE YERLEŞTİRME SONUÇLARI (Bir Yüksek Öğretim Prog. Yer. Başarımız %73) 2012 Türkiye 485. Sinan DEMİR
Spor Etkinlikleri: Basketbol, Tenis, Badminton Takımları
Öğretmen: 34
Öğrenci: 528
Derslik: 17
Konferans Salonu: 1
Spor Salonu: 1
Fen Laboratuvarı: 1
Resim Sınıfı: 1
Kütüphane: 1
Yemekhane: 1
Mezunları.
Abdurrahmanpaşa Lisesi'nden mezun olan birçok kişi bilim insanı, parlementer ve üst düzey kamu görevlisi olmuştur.
Ünlü yazar Rıfat Ilgaz burada okumuş olup burada yaşadıklarını daha sonra pek çok filme konu olan Hababam Sınıfı adlı eserinde kaleme almıştır.
Bazı Ünlü Mezunları:
Çanakkale Şehitleri.
Kastamonu Sultanîsi'nin, 1915 yılında 63'ü lise ve 4'ü orta kısmından 67 öğrencisi Çanakkale ve Kafkas cephelerine asker olarak sevk edilmiştir. 1916 yılında orduya katılan 8'i lise ve 5'i orta kısmından 13 öğrencisi ise I. Dünya Savaşı'nın farklı cephelerinde savaşmıştır. 1916-1917 ve 1917 Ekim ayından itibaren askerlik kanunu kapsamında eğitim gören en az 30 öğrencisi askere alınmıştır. Böylece Kastamonu Mekteb-i Sultanîsi'nden I. Dünya Savaşı'na katılan öğrenci sayısı en az 120'e ulaşmıştır.
Tüm öğrencilerinin ve bazı öğretmenlerinin okulu bırakıp cepheye gitmesinden dolayı 1916-1917 ve 1917-1918 ders yıllarında mezun da verememiştir. Bugün okulun duvarında bu öğrenciler hala anılmaktadır. Bu öğrencilerin listesi okulun internet sitesinde mevcuttur.
Dış Bağlantılar.
T.C. MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI KASTAMONU / MERKEZ / Abdurrahmanpaşa Lisesi
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10309",
"len_data": 5651,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.22
}
|
I. Osman veya bilinen adlarıyla Osman Gazi ya da Osman Bey (, 1254–58, Söğüt – 1324, Bursa), Osmanlı Beyliği ve Osmanlı Hanedanı'nın kurucusu ve beyliğin ilk padişahı olan Türk hükümdar ve komutandır. Yaşadığı dönemde liderliğini yaptığı beylik başlangıçta küçük bir Türk beyliği iken, ölümünden sonraki yüzyıllarda büyük bir imparatorluğa dönüştü. Dedesinin Süleyman Şah veya Gündüz Alp isimli olduğu ve soyunun Oğuzların Bozok koluna mensup Kayı boyuna dayandığı düşünülmektedir. Büyükannesi Hayme Hatun, babası Ertuğrul Gazi ve annesi Halime Hatun'dur. Tarihçi Âşıkpaşazâde'nin yazdığına göre Osman Gazi, bir taraftan kendisinin Oğuzların Üçok koluna mensup "Gök Alp" neslinden olduğunu ileri sürerken diğer taraftan da kendi dedesinin isminin "Kaya Alp oğlu Süleyman Şah" değil, "Kutalmışoğlu Süleyman Şah" olduğunu söylediği iddia edilmektedir.
Beyliğin bağımsızlık ilanı.
1299 yılında uç beyi olmaktan çıkıp Söğüt ve Bursa'da Osmanlı Beyliği'ni kurmuştur. Sonrasında bağımsızlığını ilan etmiştir. Tarihçi Halil İnalcık'a göre Osmanlı Devleti bağımsızlığını 1302'de Koyunhisar Muharebesi'nden sonra kazanmıştır. Moğol istilalarından kaçan bazı Türkmen topluluklarının beyliğine sığınması ile siyasi ve askerî gücü artmıştır. Çöküş döneminde bulunan Doğu Roma İmparatorluğu'ndaki karışıklıkların da etkisiyle kısa sürede Anadolu ve Doğu Roma'nın hâkimi durumuna gelmiştir. Öldüğü zaman beylik, Eskişehir ile Bursa arasındaki topraklarda hüküm sürüyor ve Doğu Roma İmparatorluğu'na ait İznik ve Bursa'yı abluka altında tutuyordu.
İlk yılları.
Osman Gazi, 1258 yılında Söğüt'te doğdu. Yaşamının erken dönemleri konusunda güvenilir kayıtlar yoktur. Osman Bey'in soyuna ve boyuna ait bilgiler gelenekseldir ve en eskisi ölümünden 100 yıl sonra yazılmıştır. Bu eserler arasında en eskiden başlayarak Ahmedî (ö. 1414), "Dâstân ve Tevarih-i Mûlûk-i Âl-i Osman", Şükrullah (ö. 1464), "Behçetu't-Tevarih" ve Âşıkpaşazâde (ö. 1481), "Tevarih-i Âl-i Osman" adlı eserler bulunur. Dönemine ait tüm çağdaş eserler büyük ölçüde 1422 ya da hemen sonrasına tarihlendirilen ve artık var olmayan ama özgün bir metinden türemiş oldukları savlanmaktadır. Bazı tarihçilere göre, Osman Gazi'nin yaşam ve savaşları tarihsellikten çok, masalsı, destansı bir örüntü içinde, halk söylentileri, ermişlik öyküleri ve söylencelerle renklendirilmiştir.
Babası Ertuğrul Gazi Batı Anadolu'da Söğüt Ovası ile Domaniç Yaylasında yaşayan Oğuz Türkleri'nin Bozok boyunun Kayı kolundan olan büyük kalabalık bir obaya beylik etmekteydi. Osman Gazi onun küçük oğlu idi. Tarihçi Kemalpaşazâde (ö. 1534) "Tevarih-i Al-i Osman" adlı eserinde Ertuğrul Bey'in Anadolu'ya geldiğinde iki oğlu bulunduğunu, Söğüt'te göçebe yaşamını sürdürürken 1258'de "aslan yapılı ay yüzlü" küçük oğlu Osman'ın doğduğunu bildirir. Halk söylentilerine göre babaannesi, Hayme Hatun'dur.
Yine tarihçi Kemalpaşazâde, Osman'ın gençliğinde "yiğitler arasına girdiğini" ve "vurmada tutmada ve durmada ve oturmada herkesi kendine uydurduğunu" belirtir ve kardeşlerden (Gündüz Bey ve Saru Batu Savcı Bey) en küçüğü olmakla birlikte "şimşir (kılıç) ve tedbirle cümlesinden evvel olduğunu" bildirir. Bu anlatımın Oğuz destanının temalarına benzer biçimde işlenmiş olduğu apaçıktır.
1281 yılında 23 yaşındayken Ömer Abdulaziz Bey'in kızı Malhun Hatun ile evlendi. Bu evlilikten daha sonra Osmanlı Devleti'nin başına geçecek olan Orhan Gazi doğdu.
Beyliği ele geçirme çabaları.
1281 yılında babası Ertuğrul Bey 90 yaşlarındayken ölmüştür.
Birçok tarihçinin anlaştığı görüşe göre, Kayı aşireti beyliği için beylik görevi değişmesi barışçıl olmamış ve beylik görevini üzerine alabilmek için Osman Gazi yakınları ile taht mücadelesi yapmıştır. Bu mücadelenin kimle yapıldığı ve nasıl geliştiği tartışmalı olup değişik tarihçiler değişik anlatımlarda bulunmaktadırlar.
Bu anlatımlardan çokça sayıda taraflısı olan birisine göre, Osman Gazi amcası Dündar Gazi ile beylik için çatışmaya girişmiştir. Bu anlatıma göre Dündar Bey Kayı boyunun ileri gelen uluları tarafından tutulmakta ve aşiretin genç yiğitleri ise Osman Bey'i desteklemekteydi. Bu çatışmanın ne kadar sürdüğü ne türlü devam ettiği bilinmemektedir, fakat çatışma sonunda Osman Bey galip gelmiş ve düşmana karşı yapılan akınlara karşı çıktığı bahanesi verilerek yaşlı Dündar Bey'i bir ok atımı ile öldürmüştür. Bundan sonra Osman Bey Oğuz töresine uygun olarak Kayı aşiretine baş ve bey olmuştur. Alternatif bir anlatım olan Hacı Bektaş'ın "Velâyet-Nâme" eserinde ise Osman'ın beyliğe geçme anlatımı değişiktir. Kayı boyu aşireti Sultanönü ve civarına yerleştikten sonra önce amcası sonra babası Erdoğdu (Ertuğrul) Bey beyliklerinden daha sonra da abisi Gündüz Alp Kayı beyi olmuştur. Osman Gazi bu sırada çevresindeki aşiret yiğitleri ile yerel Bizanslı Yarhisar, Bilecik, İnegöl, İznik yörelerine akınlar düzenlemeye başlamıştır. Bizanslı Bursa Tekfuru Konya'da bulunan Selçuklu sultanına elçiler gönderip bu akınlardan şikâyet etmiştir. Selçuklu Sultanı ise Gündüz Alp'a haber göndererek akınları düzenleyen küçük kardeşi Osman Bey'i yola getirmesini istemiştir. Gündüz Alp Osman Bey'i yakalayarak yiğitleri ile birlikte Konya'ya göndermiştir.
Ancak Selçuklu Sultanı, Osman Gazi'yi beğenip el ve onay alması için onu Sulucakarahöyük'te bulunan Hacı Bektaş-ı Velî’ye yollamıştır. Hacı Bektaş, Osman'ı büyük bir misafirperverlikle karşılamış ve tekbirle kendi tülbentini onun başına dolayıp sanki ona taç giydirmiştir. Osman Konya'ya dönerken Hacı Bektaş onunla Sultan'a hitap eden Osman'ı öven bir mektup da göndermiştir. Selçuklu Sultanı bu mektubu okuduktan sonra "buna yüce bir mansıp veresuz" dediği bildirilir. Osman Gazi Sultanönü ucunun merkezi olan Söğüt'e döndükten sonra Selçuklu Sultanı ayrıca "altun başlı sancak" ve "tablhane (mehter)" gönderip onu ödüllendirmiştir. Bu öykü Vilayetname yanında Yazıcizade'nin "Selçukname" adlı eserinde de tekrar edilmektedir. Birçok tarihçi bu ödüllendirmeyi uç beyliğine istiklâl verilmesi olarak kabul etmektedir. Hacı Bektaş "Vilayetname" eseri Gündüz Alp ile Osman arasındaki ilişkilerin sonradan ne olduğunu kapsamamaktadır. Birkaç tarihçi Osman Bey ile kardeşi Gündüz Alp'ın arasında çatışma olduğu ve bu çatışma sonunda Gündüz Alp'ın öldürülerek Osman Bey'in uç beyi olduğunu kabul etmektedir, fakat diğer bazı tarihçiler ise Gündüz Alp'ın bey olmasını ve Osman Bey ile Gündüz Alp mücadelesini tümüyle hiç olmamış gibi bir kenara bırakmaktadırlar. Yine bazı tarihçiler Gündüz Alp'ın "Domaniç Muharebesi"'nde şehit olduğunu bildirirler ki bu en yüksek ihtimaldir. Bu tarih karmaşasında bazı tarihçiler ise Osman Bey ile Dündar Bey'in mücadelesinin olmadığını ve bu mücadele anlatımının Osman Bey-Gündüz Alp mücadelesine atıf ettiğini kabul ederler. Ayrıca “Domaniç Muharebesi”’nde ölen kişinin Osman Bey'in ortanca abisi Saru Batu Savcı Bey olduğunu kabul eden tarihçiler de mevcuttur.
Bitinya bölgesinde Bizans yerel güçleri ile mücadele ile genişleme.
Osman Gazi, 1280'lerden 1300'e kadar uzayan yaklaşık 20 yıllık Osmanlı devletinin doğuş süreci evresinde toplumsal düzeni çok karışık Bitinya bölgesinde (yani günümüzdeki Bursa-Bilecik-İznik yörelerinde) şanını korumak ve ufak uç beyliğini güçlendirmek için bir dizi yerel çatışmalar yapmıştır. Bu çatışmalarda gaza yoldaşı olan Samsa Çavuş, Konur Alp, Akça Koca, Aykut Alp, Abdurahman Gazi gibi diğer "Alp" beyler ve bunların idaresindeki akıncı birliklerden destek alıp faydalanmıştır. Osman Gazi'ye dinsel ve moral desteği ise Ahiler vermiştir. Özellikle Osman Bey'in Bala Hatun adlı kızıyla evlendiği kayınbabası Eskişehir ahilerinin İtburnu şeyhi olan Şeyh Edebali devamlı danışmanlık ve destek sağlamıştır.
Osman Gazi 1283'te İnegöl tekfuru Nikola ile yaptığı Ermeni Beli Muharebesi’nde yenik düşmüştür. Bu muharebede kardeşi Saru Batu Savcı Bey'in oğlu Bayhoca şehit düşmüştür. 1284'te Osman Bey 300 kişilik bir güçle İnegöl yakınlarındaki Emir Dağı eteklerinde bulunan "Kulucahisar"'a bir baskın düzenlemiş ve bu kaleyi eline geçirmiştir. Bu Osmanlıların ilk kale fethidir. 1286'da ise Osman Bey ile Bizanslı İnegöl Tekfuru ile Karacahisar (Malachiya) Tekfuru'nun birleşik yerel kuvvetleri arasında Ekizce mevkiinde "Domaniç Muharebesi" yapılmıştır. Osman Bey bu muharebeyi de kazanmıştır, ama kardeşi Savcı (bazı kaynaklara göre Gündüz Alp) bu muharebede şehit olmuştur. Bu galibiyet sonunda Karacahisar Osman Bey'in eline geçmiştir. Bundan sonra Osman Gazi, müttefikleri ile birlikte akınlar yapma stratejisini uygulamaya başlamıştır. Mudurnu yakınlarında yerleşik Samsa Çavuş ve kardeşi Satılmış ve Harmankaya (Priminos) Tekfuru Köse Mihal güçleri ile birlikte Sakarya Nehri vadisinde Sorkun, Taraklı Yenicesi ve Göynük taraflarına akınlar yapmışlardır.
1298-1299 yıllarında Osman Gazi'nin yükselişinden rahatsız olan ve tehlikeyi önceden sezen Bilecik (Belekona) Tekfuru, Yarhisar tekfurunun kızı ile evlendireceği oğlunun düğününe Osman Gazi’yi de çağırarak ona pusu kurup öldürmeyi amaçlamıştır, fakat Osman Gazi’nin dostu olan ve Bilecik Tekfuru ile aralarında düşmanlık bulunan Harmankaya Tekfuru, bu tuzağı Osman Gazi’ye haber vererek onun tuzağa düşmesini engellemiş ve "oyun içinde oyun" diye adlandırılan bir taktikle bu kenti almıştır. Bu "oyun içinde oyun" taktiğine göre Osman Gazi kırk yiğidine kadın giysileri giydirerek (tarihçinin anlatımı ile "bir nice gazileri da baş bezleriyle avrat donuna koyup) Bilecik kalesine sokmuş ve diğer taraftan keçelere bürünerek öküz sürüsü içinde kaleye gelip kapılardan giren yiğitler de bunlara destek sağlayarak Bilecik kalesini eline geçirmiştir. Bu anlatım Osmanlı tarihçilerin Osman Bey dönemi için anlattıkları masalsı mitlerin ilkelerinden olmuştur. Aynı kampanyada Osman Bey Yarhisar'dan yola çıkan düğün alayı koruyucu güçlerini "Çakır Pınarı" mevkiinde alt etmiştir. Bu gelin alayında bulunan Yarhisar tekfurunun kızı olan Holofira (Nilüfer Hatun) adlı gelin ise Türklerin eline geçerek Osman Gazi'nin oğlu Orhan Bey'le evlenmiştir. Bu çatışmalar sonunda Bilecik tekfuru öldürülmüş; Bilecik ve Yarhisar kaleleri Osman Bey'in eline geçmiştir.
Aynı dönemde (1298-1299 yıllarında) Turgut Alp İnegöl kalesini kuşatmış ve bu kalenin de Osmanlı beyliğinin eline geçmesini sağlamıştır.
Beyliğin kurulup bağımsızlık kazanması ve yerel Bizans güçlerine karşı savaş ve fetihler.
Osman Gazi'nin hangi tarihte, ileride Osmanlı Devleti olacak uç beyliğini kurduğu tarihçiler arasında tartışmalıdır. Kulucahisar ve Karacahisar kalelerini fetihleri takiben 1299 yılında İnegöl'ü alması Osmanlı Devleti'nin kuruluşu olarak kabul edilir. Birçok tarihçi 1299 yılında Anadolu Selçuklular Devleti'nin yıkılışı ile Osman Gazi'nin, Anadolu'nun diğer Türk beylikleri arasında istiklâlini ilan ederek, Osmanlı Devleti'ni kurduğunu kabul ederler. Diğer tarihçiler 1299'da Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud'un Osman Gazi'ye tabl ve bayrak göndermiş olduğunu ve bu tabl ve bayrak ödülleri ile uç beyliğine sembolik olarak istiklâl verdiğini iddia ederler.
Bir ipekçilik ve demircilik merkezi olan Bilecik kalesinin eline geçmesi ile Osman Gazi'nin yetmiş yıllık hayatının üçüncü evresine girmiş olduğu tarihçilerce kabul edilir. Bu hayatının bu evresinde de savaşlar önemli roller oynarlar.
Bu evrede ilk başarı Köprühisar'ın beylik güçleri eline geçirilmesi ile başlamıştır. Bu dönemde hedef önemli bir Bizans şehri olan ve Üçüncü Haçlı Seferi'nde Latin Haçlıların ele geçirdikleri Konstantinopolis'e karşı Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu direniş merkezi olan ve 1261'de tekrar Konstantinopolis'i eline geçirip imparatorluk kuran ve o zamanlar hâlâ imparatorluk tahtında bulunan Paleologos Hanedanı'nın merkezi sayılan İznik’ti. İznik Gölü'nün doğusunda bulunan İznik şehrine karşı olmak üzere gölün batı kısmına 1301'de Türkmen nüfuslu Yenişehir kurulmuştur. Osman Bey Yenişehir'i beylik merkezi yapmıştır.
Tarihçi Mehmed Neşri'nin 1500'lerde kaleme aldığı tarihe göre aynı yıl Osman Bey adına ilk hutbe Şeyh Edebali'nin müritlerinden olan Karamanlı Dursun Fakih tarafından Karacahisar'da bir kiliseden çevrilmiş olan camide verilmiştir.
Osman Bey fethettiği yerleri Oğuz töresine uyarak yakın akraba ve silah arkadaşlarına "dirlik" olarak vermiştir. Böylece Eskişehir kardeşi Gündüz Bey'e, Karacahisar oğlu Orhan Bey'e, Yarhisar Hasan Alp'e ve İnegöl Turgut Alp'e verilmiştir.
Bastırdığı sikkeler.
Osmanlılar'ın “sikke” ve “hutbe” şartlarına dayalı bağımsız bir devlet kurup-kuramadığı meselesi, 1980'de İbrahim Artuk'un yayımladığı Osman Gâzî'ye ait tarihsiz bir sikke sayesinde çözümlenmeye başlanmış ise de, sikkenin basit tasarımı ve ikinci bir örneğinin bulunamaması nedeniyle hakkındaki şüpheler uzun süre devam etmiştir. Aynı târihlerde ünlü nümismat Nicholas Lowick’in koleksiyonunda yer aldığı söylenen, ancak okunabilir durumdaki tek yüzünün çizimi dışında hakkında hiçbir şey bilinmeyen ikinci Osman Gâzî sikkesinin ise varlığı, 2018 yılında Hakan Yılmaz'ın yayınladığı çok net fotoğrafları sayesinde tamamen aydınlanmış; bu sikkenin İlhanlı sikkelerine benzer tarzda, diğerinden farklı olarak 699/1300’de Söğüt’te bastırıldığı ve üzerinde kuruluşun diğer tartışmalı meselelerini de aydınlatacak çok önemli deliller yer aldığı ortaya çıkmıştır. Yılmaz'ın 2019 yılında yayımladığı, bu iki meşhur sikkeye ilişkin tespitlerini tamamlayacak nitelikteki son araştırmasında ise, birkaç yıl önce Alman bir nümismat tarafından yayınlanmasına rağmen tarih câmiasına meçhûl kalan, Katar’ın başkenti Doha Müzesi’nde bulunan Osman Gâzî’ye ait üçüncü bir sikke daha bilim dünyâsına tanıtılarak, bu yeni sikke ışığında Osman Gâzî’nin biat ve istiklâl sürecinin tamamlanış safhası, Yenişehir Darphanesi’nin kuruluş zamânı ve İlhanlı hâkimiyetine odaklı bağımsızlık tartışmaları tam anlamıyla sonuca kavuşturulmuş; ayrıca son iki sikkenin fiziksel özelliklerinden hareketle Osman Gâzî’nin ilk sikkesi hakkında da yeni ve önemli tespitler ortaya konulmuştur.
Osman Gâzî’nin 700/1300-1301’de Yenişehir’de Bastırdığı Üçüncü Sikkesi.
Osman Gâzî’nin ismi, atalarının kimliği, bağımsızlığına ilişkin rivâyetlerin sıhhat ve niteliği, İstiklâl-i Osmânî’nin gerçek tarihi ve Osmanlıların dinî-tasavvufî kökeni… gibi konularda Osmanlı kroniklerinde verilen bilgilerin güvenilirliğine yönelik tartışmaları aydınlatacak ve tarihî açıdan kesin bir sonuca bağlayacak bilimsel delillerin başında az sayıdaki çağdaş maddî kanıtlar gelmekte, onları ise sağlam ve kesin kanıtlar içeren yazılı belge ve kaynaklar tâkip etmektedir. Özellikle Osmanlı bağımsızlığının gerçekleşme târihi, ne zaman kemâle erdiği, bu süreçte “hutbe” ve “sikke” şartlarının yerine getirilip getirilemediği, ilk Osmanlı sikkelerinin darp yerleri ve Osman Gâzî'nin ilk pâyitahtı Yenişehir'in ne zaman saltanat yurdu hâline geldiği konularında çağdaş bilimsel materyaller yok denecek kadar az olduğundan, bu dönemden günümüze intikâl etmiş her türlü maddî kanıt târihî açıdan büyük bir önem arz etmektedir. İstiklâl-i Osmânî'nin târihi, ilan ediliş şekli ve Osman Gâzî'nin sikke bastırdığını gösteren rivâyetlerin bilimsel gerçekliği; daha önce Halil Edhem (Eldem)’in İstanbul Arkeoloji Müzeleri İslâmî sikkeleri arasında bulduğu ve bilâhare İbrahim Artuk’un 1977’de sunduğu bir tebliğle bilim dünyasına duyurduğu, her iki yüzünde ضرب “Ḍarebe” ibâresini tâkiben ارطغرل بن عثمان “ʿOsmān ̱ bin Erṭuġrul” ismi ve ilâveten arka yüzünde ارطغرل “Erṭuġrul”dan sonra Osman Gâzî’nin gerçek dedesinin ismini de aydınlatacak şekilde; الپي گندز ”Gündüz Alpī” ibâresi yer alan bir sikke sâyesinde nispeten aydınlanmaya başlamış; ancak üzerinde darp yeri ve târihine ilişkin hiçbir bilginin bulunmaması ve her iki yüzünün de birbirine benzer tarzda iki farklı hakkâk tarafından tasarlanması; bu kez sikkenin orijinal olmadığı ya da “bir antikacı tarafından uydurulduğu” yönünde bazı iddiâların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Uzun süre benzeri olmayan ünik bir sikke olarak kalan ilk Osman Gâzî sikkesinin, gerçekte kurucu hükümdârın bastırdığı tek sikke olmadığı, aksine ortak ya da farklı mizanpajlarda tasarlanmış daha başka örneklerinin de mevcut olduğu, ancak 1980'lerde Nicholas Lowick'in elinde bulunduğu söylenen ikinci bir sikkenin çok net bir fotoğrafının ele geçmesi sayesinde ortaya çıkmıştır. 2018 yılında Hakan Yılmaz tarafından bir Armağan kitabının içinde neşredilip kuruluş tartışmaları açısından önemine işâret edilen bu ikinci sikkenin bilimsel analizi, her şeyden önce Osman Gâzî'nin sikke bastırmadığı ya da bastırdığı sikkenin orijinal olmadığı yönündeki farazî iddiâları tamâmen ortadan kaldırmıştır. Her iki yüzü içeriği itibarıyla birbirine benzeyen ilk sikkeden farklı olarak, ön yüzünde Kelime'-i Tevhîd, Dört Halîfe'nin isimleri, هللا ايده “eyyedehū’llāh” duâsı, Kayı damgası, 699/1300 târihi ve سگود “Sögüd” yer adı bulunan bu sikkenin darp yeri, basım târihi ve şeklî özellikleri itibarıyla da İlhanlı sikkelerine benzer bir tarzda tasarlanmış olması, merhum Artuk'tan beri tarihçi ve nümismatlar tarafından tekrarlanıp duran “İlhanlı korkusu” spekülatif yaklaşımını sona erdirmekle kalmamış; buna ilâveten önceki sikke ile aynı olan arka yüzü, Osman Gâzî'nin bu ikinci sikkesinin de aynı hakkâkın elinden çıktığını kuşkusuz bir biçimde kanıtlamıştır. Yılmaz'ın 2019 yılı Aralık ayında neşrettiği Osman Gâzî'ye ait üçüncü sikke ise, ikinci sikkenin bir yıl sonra küçük değişikliklerle yeniden dizayn edilmiş formatıyla, “sikke” ve “ḫuṭbe” rivâyetlerini yeni bir bulguya ihtiyaç bırakmaksızın kalıcı bir çizgide sonuca ulaştırmakla kalmamış; Osman Gâzî'nin biat ve istiklâl sürecinin yalnız başlangıç değil, tamamlanış zamânının da bilinmeyen arka plânını aydınlatan nümismatik bir kanıt olarak literatürde yerini almıştır.
Bizans merkezî güçleri ile de mücadeleler.
Osman Gazi'nin ve "Alp"lar komutanlıkları altındaki uç beylik akıncı orduları 1299'a kadar yerel Bizans silahlı milis güçleri ile çatışmışlardı. Bizans imparatoru II. Andronikos'un imparatorluk döneminin çok kuşkulu bir sırasında Türkmen beyliklerinin imparatorluğuna olan tehdidini anlamıştı. O yıl ortak imparator olan Mihail komutasında bulunan bir merkezi Bizans ordusu günümüz Germencik kasabası yakında bulunan "Menderes Magnesia"sı mevkiinde bir Türkmen ordusuna yenilip Bizans komutanı esir olmaktan korkup komutasını bırakıp kaçarak zor kurtulmuştur.
Bundan birkaç hafta sonra, 17 Temmuz 1302'de, Bizans Bursa valisi Orhaneli (Atranos), Kite, Kestel tekfurlarının yerel Bizans kuvvetleri ile Konstantinopolis'ten gemilerle gönderilen ve Yalakova'da sahile çıkan çoğu Alan kavminden paralı askerlerinden oluşan bir karışık düzenli merkezi Bizans birliği Osman Bey'in eline geçirdiği İznik şehrini geri almak hedefiyle (günümüzde Yalova yakınlarında bulunan) Yalakova adı verilen düzlükte ilerlemekte idiler. Hedefleri İznik yönünden gelecek Türk tehdidine karşı kıyıya inen Yalakdere vadisinden geçen yolu tıkamak ve sonra bu vadiden ilerleyerek İznik'i geri almaktı. Komutanları 2.000 askerlik merkezi Bizans birliği "Heteriarkos (Muhafız Komutanı) Muzalon"du. Osman Bey kuvvetleri ise Bizans güçlerinin karaya çıktığı haberini almışlardı ve Bizanslıların Yalakdere'den güneye ilerleyip İznik'e gitmelerini önleyip onları durdurma hedefini seçmişlerdi. Osman Bey komutasındaki 5000 kişilik karışık Türkmen piyade ve süvari birliği Yalakdere içinden sahile Yalakova'ya hızla indiler ve saldırıya geçtiler. Bizanslı komutan Muzalon bunu beklemiyordu ve Osman Bey'in birliği ile karşılaşması, onların ani saldırısı bir baskın havası yaratmıştı. İki ordu böylece İzmit Körfezi'nin güney kıyılarındaki kıyı ovasıyla, İznik'ten gelen kara yolunun kıyı ovasıyla birleştiği bir noktada bir muharebeye giriştiler. Bizans paralı askerlerinden olan Alanlar bir karşı saldırı düzenleyip Bizans milis ve merkezi piyade birliklerini geri çekip mümkünse yeniden toplanmalarına fırsat verdiler. Şiddetli bir mücadele olmakla beraber yaya yerel ve merkezi Bizans askerlerinin fazla dayanma güçleri olmadı ve toplanıp karşı saldırıya geçeceklerine paniğe kapılıp düzensiz olarak geri çekilmeye başladılar. Böylece sayıca da üstün olan Osman Bey ordusu bu muharebeyi galip bitirdi. Sonuçta, yerel Bizans orduları panik halinde ama pek fazla zayiat vermeden Bizanslılar elinde bulunan İzmit (Nicomedia) şehrine kaçmayı başardılar. Merkezi Bizans düzenli birlikleri ise paralı askerler olan Alanlar'ın koruması ile hâlen kıyıda bulunan gemilere binip Konstantinopolis'e kaçtılar.
Tarihçi Halil İnalcık 2009'da verdiği bir konuşmada Osmanlı beyliğinin devlet niteliğini 1302 yılında Yalova yakınlarında merkezi Bizans ordu güçleri ile yapılan Bafeus Muharebesi'ndeki Osman Bey'in galibiyetinden sonrası kazandığını iddia etmektedir.
Bu muharebenin yapıldığı mevkii günümüzdeki Yalova iline bağlı Hersek Köyü topraklarındadır. Bu muharebeye günün Bizanslı tarihçisi olan Yorgi Pachymeres yazdığı kronolojik tarihinde Yalakdere içindeki Bizans karakolu olan Bafeus/Çobankale'ye atıfla "Bafeus Muharebesi" adını vermektedir. Bazı Türk tarihçiler de bu muharebeyi Yalakderesi vadisinde bulunan küçük Bizans karakol merkezi olan Bapheus'un Türk ismi olarak "Çobankale Muharebesi" adını verirler fakat diğer bazı tarihçiler, özellikle 19. ve 20. yüzyıl başlarından Osmanlı tarihi yazanlar, başta Joseph von Hammer-Purgstall ve Ahmet Refik Altınay olmak üzere isim karışıklığı içindedirler ve bu muharebeye "Koyunhisar Muharebesi" adını vermektedirler.
Bu muharebede Osmanlı tarafında Osman Bey'in yeğeni olan Aydoğdu'nun şehit olduğu belirtilmektedir. Bafeus Savaşı, düzenli merkezi Bizans ordusu ile Osmanlı uç beyliği ordusu arasındaki yapılan ilk savaştır.
Bu muharebeden sonra Marmara Denizi'nin güney kıyılarına Osman Bey'in ordularının hücumuna açık kaldı. O yıl Kite Hisarı, Orhaneli (Atranos) ve Ulubat Gölü içinde bulunan Alyos adası Osmanlıların eline geçti. Kite Hisarı'nın Rum komutanı direnişe geçmişti ve kale Osmanlıların eline geçince, Aydoğdu'nun öcünü almak için öldürüldü. Osman Bey'in ordusunun Ege Denizi'nden Edremit'e kadar gitme imkânı bulduğunu Bizans İmparatoru da anlamıştı. Osmanlı güçleri bu bölgede bulunan müstahkem mevkileri almaktan ziyade etrafta bulunan ziraat arazisini işleyen köylere ve köylülere akın yapmayı tercih etmişti. Bu kırsal güney Marmara bölgesinde panik yaratmış ve Rum köylülerinin göçe başlamalarına neden olmuştur. Günün Bizanslı tarihçisi Yorgi Pachymeres Bizans kırsal arazilerinde yaşayan köylülerin başlattıkları büyük göçü ve bu göç hareketinin ortaya çıkardığı zorlukları kitabında anlatmıştır.
Bafeus Muharebesi sonucundan sonra Bizans İmparatoru Osmanlıları ve diğer Türkmen beyliklerini Batı Anadolu'dan atmak hedefiyle çok daha riskli politika uygulamaya karar vermiştir. Akdeniz'de çapulculuğu, eşkıyalığı ve korsanlığı ile ün yapmış Roger de Flor'u ve onun komutası altında bulunan paralı askerler birliği olan Katalan Bölüğü'nün Sicilya'da kontratı bitince Anadolu'ya gelmek için teklifi kabul etmiş ve onları Konstantinopolis'e davet etmiştir. Çoğu Katalonyalılardan oluştuğu için Katalan Bölüğü adını alan bir paralı askerler birliğinin askerleri ve yanlarında bulunan aileleri ile 1 Eylül 1302'de 31 kadırga ve yardımcı yük gemileri ile Haliç'e gelmiştir. Bu birliğin, yarısı ağır zırhlı süvari olan 2.500 kişilik paralı askerden oluştuğu bildirilmektedir. Bizans İmparatoru II. Andronikos Katalan Bölüğü'nü kendine daha çok bağlamak için kızını birlik komutanı Roger de Flor ile evlendirmiştir.
Roger de Flor ve Katalan Bölüğü önce Cenevizlilere karşı Konstantinopolis'te gözdağı vermiş ve Kapıdağ yarımadasındaki önemli Kzykus şehrini kuşatmaya almış olan Karesi Beyliği güçlerine karşı kendi gemileri ile gönderilmiş ve bu Türkmen ordusunu büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Bu muharebede Katalan Bölüğü ağır süvari hücumları ve ok işlemeyen zırhları ile çok ün yapmıştır. Sonra Roger de Flor Alaşehir'e geçmiş ve kaleyi kuşatmaya alan Karamanoğulları Beyliği güçlerini büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Sonra devamlı ganimet toplayarak Toroslarda Gülek Boğazı'na kadar ordusu ile yürümüş; oradan geri dönerek Katalan Bölüğü'nün ganimetlerinin toplanıp saklandığı Alaşehir'e gelmiş ve burada iken gemilerle Avrupa'dan yeni asker desteği gelmiştir. Katalan Bölüğü ve Roger de Flor önce karadan Konstantinopolis'e geri gelmiş; IX. Mihail'a destek için Edirne'ye gitmiş ve 1305'te Edirne'de bir komploya kurban giderek öldürülmüştür. Katalan Bölüğü ve Roger de Flor Osmanlı güçleri ile doğrudan muharebeye girmemekle beraber, Katalan Bölüğü'nün diğer Anadolu Beylikleri ordularına karşı 3 değişik büyük muharebede üstün galibiyet kazandığı ve giriştiği çok sayıda küçük çarpışmaları da hiçbir zaman yenilgiye uğramadan galip bitirdiği Bizans tarihçileri tarafından bildirilmektedir. Yine Bizans tarihçilerine göre Roger de Flor ve Katalonya Bölüğü'nün bu yenilmezlik ünü dolayısı ile Osmanlı beyliğinin güney Marmara'da fetihlerinin gelişmesi çok yavaşlamıştır.
1308'de tekrar başlayan fetih akınlarıyla ilk olarak İznik-İzmit yolu üzerindeki stratejik Karahisar (Trikokıya) ele geçirildi. 1313'te Osman Bey'e büyük yardımları dokunan Bizans Harmankaya Tekfuru olan Mihail Köşes Müslüman olarak Köse Mihal adını aldı ve fetih akınlarına katılmaya başladı. 1313-1315 döneminde Sakarya Nehri vadisinde bulunan Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve, Gölpazarı ve Leblebici kaleleri ele geçirildi.
Bu fetihlerden Osmanlı beyliğinin daha genişlemesini sağlamak için bu yörede en büyük Bizans şehri olan Bursa'nın ele geçirilmesi gerekmekteydi. Osman Bey döneminde emrinde bulunan askerî güçler bu şehrin büyük kalesini ele geçirmek yeteneğinde değildiler. Bu nedenle Osman Bey Bursa'yı ablukaya almayı tercih etti. Zaten Bursa uzaktan üç yanından Osmanlı kaleleri ile çevrili hale gelmişti. Osman Bey bu şehrin daha yakın ablukaya alınması için iki küçük "havale hisarı" yaptırdı ve bu hisarların komutanlığını yeğeni Aktimur ile kölesi olan Balancık'a verdi.
Son yılları ve ölümü.
Osman Gazi son yıllarında yaşının ilerlemesi ve "damla illeti" yani gut hastalığı yüzünden tarihçilerin bildirdiklerine göre, beylik idaresini oğlu Orhan Bey'e bırakmıştı. Ancak Osman Bey'in ne zaman ölüp, Orhan Bey'in ne zaman beylik idaresini tümüyle eline aldığı tartışmalıdır. 1320'den sonraki olayların tarihçilerce anlatımlarında Osman Bey'in ismi geçmemektedir. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Ruhi Çelebi 1481 tarihine kadar getirdiği "Tevarih-i Âli Osman" adlı tarih eserinde Osman Bey'in 1320'de öldüğünü bildirmektedir. II. Mehmet ve II. Bayezid döneminde yaşayıp 1502'ye kadar olanları inceleyen Oruç Bey'in "Tevarih-i Âli Osman" adlı tarih eserinde ise Osman Bey'in ölüm tarihi 1327 olarak verilmektedir. Diğer tarihçiler Osman Bey'in ölümünü bu iki üç tarih arasında vermektedirler. Modern tarihçi Necdet Sakaoğlu
"1320'den sonraki olaylarda Osman Bey'in adı geçmezken, oğlu Orhan'ın 1324'te bey olduğunu kanıtlayan belgelerden söz edilir"
deyip Osman Bey'in ölümünün 1324'te olduğunu ileri sürmektedir.
Osman Bey'in ölüm yerinin nerede olduğu da tartışmalıdır. Büyük olasılıkla Söğüt'te ölmüştür. Bazı tarihçiler Bursa'nın onun ölümünden önce Osmanlı Devleti eline geçtiğini kabul ederek, Bursa'da öldüğünü iddia ederler. Ancak Bursa'nın Orhan Gazi tarafından kendi beyliği döneminin başında fethedildiği üzerinde Osmanlı tarihçilerinin çoğu hemfikirdirler. Osman Gazi'nin önce Söğüt'te babası Ertuğrul'un türbesine gömüldüğü ve Bursa'nın fethinden sonra buradan alınıp Bursa kalesinde Osmaniye Meydanı'nda bulunan Gümüşlü Kümbet'e (Aya Elia) gömüldüğü kabul edilmektedir.
Osman Gazi, babası Ertuğrul Gazi'den yaklaşık 4.800 km² olarak devraldığı Osmanlı toprağını, oğlu Orhan Gazi'ye 16.000 km² olarak devrettiği hesaplanmıştır.
Osman Gazi'nin Türbesi şu an Bursa ilinin Tophane semtinde bulunmaktadır.
Vasiyeti.
Önce dedi ki: Oğul! Ben öldüğüm vakit beni Bursa'da şu Gümüşlü Kubbe'nin altına koy. Bir kimse sana Allah'ın buyurmadığı sözü söylese sen onu kabul etme. Eğer bilmezsen Allah ilmini bilene sor. Bir de sana itaat edenleri hoş tut. Bir de alplarına (askerlerine) daima ihsan et ki senin ihsanın onun halinin tuzağıdır.
Ölümünden sonra geride bıraktıkları.
Nice şehirler fethedip savaşlar kazanan, ganimetler alan Osman Gazi'nin ölümünden sonra ona ait hiç altını ve akçesi bulunmamıştır, sadece bir sırtlak tekelesi (bir nev'î elbise), bir yancığı (atın yanına asılan torba), bir tuzluğu, bir kaşıklığı, bir sokman çizmesi, birkaç atı, birkaç çift öküzü ve birkaç sürü koyunundan başka bir şeyi yoktur.
Yenilikler.
İlk Osmanlı gümüş sikkeleri akçe adıyla 699/1300'de Söğüt'te, daha sonra 700/1301 ve onu takip eden yıllarda Yenişehir'de Osman Gazi tarafından bastırılmıştır. Bunlardan ilki onun hutbe ve sikke bağlamında istiklâlini ilan ettiğini belgelemesi, ikincisi ise sarayını yaptırdığı başkenti Yenişehir'de diğer Oğuz unsurlarının kendisine biati sırasında darp edildikleri için çok önemlidir. Osman'ın şimdi İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nde bulunan tarihsiz sikkesi ise halkın elinde dolaştığını belgeleyen üzerindeki delik sebebiyle, bu sikkelerin simgesel olarak değil gerçekten tedavül amacıyla bastırıldığını göstermesi bakımından dikkate değerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10316",
"len_data": 28900,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.63
}
|
Pergamon (Grekçe: Πέργαμον), günümüzde İzmir iline bağlı Bergama ilçesinin merkezinin yerinde kurulu antik kentin adıdır. Pergamon, eski çağlarda Misya bölgesinin önemli merkezlerinden biriydi. MÖ 282-133 arasında da Pergamon Krallığı'nın başkentiydi. Pergamon adı, bir söylence kahramanı olan Pergamos'tan gelir. Pergamos'un, Teuthrania kralını öldürdükten sonra kenti ele geçirdiği ve kendi adını verdiği sanılır. Başka bir söylenceye göre de Teuthrania Kralı Grynos savaşta Pergamos'tan yardım istemiş, zaferden sonra iki kent kurdurarak birine onun onuruna Pergamon, ötekine de Gryneion adını vermiştir.
Yazılı belgelerde Pergamon'dan ilk kez MÖ 4. yüzyılın başlarında söz edilir. Kent daha sonra Pergamon Krallığı'nın başkenti oldu. Bu dönemde saray, tapınak, tiyatro gibi yapılarla yapıldı, kent kule ve surlarla çevrildi. Pergamon, krallığın Roma'ya bağlanmasından sonra da Batı Anadolu'nun sayılı kentlerinden biri olarak kaldı.
Eski kentin kalıntılarını, 1870'lerde Batı Anadolu'da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman mühendis Carl Humann buldu. Pergamon'da ilk araştırma ve kazı çalışmalarına da 1878'de başlandı. Kazılar ve onarım çalışmaları günümüzde de sürmektedir.
2011'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil edilen Pergamon, 2014'te ise Dünya Mirası olarak tescil edildi.
Yerleşim.
Pergamon bir tepe yerleşimidir. Kentteki şehircilik anlayışı, büyük ölçüde topografik zorunluluktan kaynaklanan bir kent düzeninin form ve planlama bakımından eşsiz bir örneğini oluşturmaktadır. Pergamon'da doğal bir düzlüğün olmaması yerleşimin en erken evresinden itibaren arazi teraslaması yapılmak suretiyle yer kazanılmasını gerekli kılmıştır.
Yeri.
Pergamon, İzmir'in kuzeyinde, Bakırçay (Kaikos) Vadisi'nde yer alır. Kent günümüzde denizden 30 km içerdedir ve Bergama olarak adlandırılmaktadır. Modern kentin kuzeyinde, akropol veya sitadelin bulunduğu 335 m yüksekliğinde bir dağ üzerindedir.
Konumu ve Çevresel Özellikleri.
Pergamon Teuthrania denen verimli Kaikos Vadisi'nde, bu ırmak ve kolları Kestel (Keteios) Çayı ile Bergama (Selinus) Çayı'nın birleştiği yerde konumlanmıştır.
Tarihçe.
Makedon kralı Büyük İskender M.Ö. 334 yılında kenti ele geçirdikten sonra kent idaresini oğlu ve karısına bırakır. Büyük İskender ölümünden sonra antik kent bölge yöneticisine kalır. Onun ölümüyle beraber yanında çalışan Attalos Hanedanı'nın kurucusu Filetairos (Philetairos) burada yeni bir krallık kurar. Ölümüyle beraber başa yeğeni olan 1. Eumenes geçer. Döneminde kent sakin bir yaşam sürer. Sonrasında idareyi kuzeni 1. Attalos'a ele alır. 1. Attalos döneminde gelişen ve gücünü Anadolu'ya kabullendiren Pergamon, resmen kurulmuş sayılır. M.Ö. 241 de Pergamon, korunaklı yer, kale anlamına gelir. Krallığını oğlu olarak Attalos Hanedanı'nın dördüncü üyesi olan 2. Eumanes'e bırakır. Şehir en geniş sınırlarına kral 2. Eumenes M.Ö. 197- 159 zamanında ulaşır. Kent'e 200.000 kitaptan oluşan bir kitaplık yaptırır. Kuzu ve keçi derilerinden yapılan parşomen kağıdının geliştirilmesini ve yaygınlaştırılmasını sağlar. Ardından gelen Kral 2. Attalos (M.Ö. 160–M.Ö. 138) ülkenin gelişimini sürdürür. Kral 2. Attalos ölümüyle tahta geçen 3. Attalos dengesiz davranışlarıyla nam salar. Öldüğünde bir varisi olmadığı için şehri Roma İmparatorluğu'na vasiyet eder. M.Ö. 129 yılında şehir Romalıların eline geçerek Pergamon'daki varlığını Roma İmparatorluğu'nun bir parçası olarak sürdürür. Bu süreçte Pergamon Roma İmparatoluğu'nun Asya Eyaleti'nin bir başkenti olmuştur. Romalılar kente Neocore (Mabetler Muhafızı) adını veriler. Pergamon, eski çağlarda Misya bölgesinin önemli merkezlerinden biridir. M.Ö. 282-133 arasında da Pergamon Krallığı'nın başkenti olmuştur. Pergamon adı, bir söylence kahramanı olan Pergamos'tan gelir. Pergamos'un, Teuthrania kralını öldürdükten sonra kenti ele geçirdiği ve kendi adını verdiği sanılır. Başka bir söylenceye göre de Teuthrania Kralı Grynos savaşta Pergamos'tan yardım istemiş ve zaferden sonra iki kent kurdurarak birine, onun onuruna Pergamon, ötekine de Gryneion adını vermiştir. Yazılı belgelerde Pergamon'dan ilk kez M.Ö. 4. yüzyılın başlarında söz edilmektedir. Antik Kent daha sonra Pergamon Krallığı'nın başkenti olmuş ve bu dönemde saray, tapınak, tiyatro gibi yapılar antik kent'e imar edilmiştir. Antik kent kule ve surlarla çevrilidir. Pergamon, krallığın Roma'ya bağlanmasından sonra da Batı Anadolu'nun sayılı kentlerinden biri olarak anılmıştır.
Pergamon Akropolü.
Pergamon kentinin Akropol'ü (kentin yukarı bölümü), Bakırçayı'nın suladığı ovaya egemen bir tepenin üzerinde yer alır. Büyük bir kale görünümündeki Akropol'ün ana kapısına varmadan solda Heroon'un kalıntıları vardır. Heroon, Antik Yunanistan'da bir kahraman ya da yarı tanrı adına yapılmış ve çevresi sütunlu bir galeriyle çevrili kutsal yerlerin adıydı. Heroon'da, dinsel törenin yapıldığı oda (kült odası) geniş bir ön galerinin arkasındaydı. Heroon'un kuzeyinde Helenistik dönemden kalma bir dizi dükkândan oluşan uzun bir yapı bulunuyordu.
Ayrıca Kentin koruyucusu sayılan akıl ve savaş tanrıçası Athena adına yapılan Athena Tapınağı, antik kent Akropol'ün en önemli mekânıydı. Tiyatro terasının üzerinde bulunan bu tapınak, Dor düzeninde yapılmıştır. Bilimsel araştırma kazılarda gün yüzüne çıkarılan Athena Tapınağı'nın birçok parçası Berlin'e götürülerek aslına uygun biçimde orada yeniden kurulmuştur. Pergamon'da ise yalnızca temelleri kalmıştır.
Athena Tapınağı'nın kuzeyinde dört salonlu bir kütüphane vardı. Burası Helenistik dönemin en büyük kitaplıklarından biriydi. Kütüphanede "Pergamon derisi" olarak adlandırılan parşömen üstüne yazılmış 200 bin kitap bulunduğu bilinmektedir. Romalı asker ve devlet adamı Marcus Antonius, MÖ 41'de kitapların tümünü Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya armağan etmiştir.
Antik kent'in önemli yapılarından biri olan Athena Tapınağı'nın güneyindeki bir terasta Zeus Sunağı yer alıyordu. Zeus Sunağı da Athena tapınağı gbi Berlin'e götürülmüş ve onarılarak oradaki Pergamon Müzesi'ne (Pergamon Museum) koyulmuştur. Helenistik dönemi mimarisinin en güzel örneği olan sunağın Pergamon'da yalnızca temelleri kalmıştır.
Zeus Sunağı'nın güneyinde kent yapılarından Yukarı Agora bulunur. Agora, güney ve kuzeydoğudan Dor düzeninde sütunlu galerilerle çevriliydi. Agora'da toplanan halk, siyaset ve ticaretle ilgili konuları yönetimle görüşüp konuşuyordu. Agora'nın kuzeybatısında Agora Tapınağı bulunuyordu.
Akropol'ün en yüksek yerinde Pergamon krallarının sarayları yükseliyordu. Günümüze bu sarayların yalnızca zemini ve temellerine ulaşılmıştır. Sade görünümlü bu yapılarda odalar sütunlu bir avlu çevresine sıralanıyordu.
Athena Tapınağı'nın batısındaki dik yamaçta, yaklaşık 10 bin kişilik bir tiyatro yer alır. Helenistik dönemde yapılan tiyatronun uçuruma bakan ön tarafı setlerle sağlamlaştırılmıştı. Tiyatronun ahşap bir sahnesi vardı ve bu sahne sökülüp takılabilecek biçimde yapılmıştı.
Akropol'ün bir başka tapınağı olan Dionysos Tapınağı, tiyatro terasının kuzeyindeydi. 25 basamakla çıkılan bir podyum üzerinde bulunan tapınağın yalnız ön yüzünde sütunlar vardı.
Orta Kent.
Bugün Orta Kent denilen yerleşme, eski Pergamon kentinin bir başka bölümüydü. Kentin yukarı bölümü Akropol'de, daha çok kral ailesi ile yöneticiler, aydınlar ve komutanlar oturuyordu. Orta Kent ise halkın rahatlıkla girip çıktığı yerdi. Burada doğrudan devlet yönetimiyle ilgili olmayan yapılar, gençler için spor alanları, halka açık tapınaklar bulunuyordu.
Orta Kent'in önemli alanlarından biri Demeter Kutsal Alanı'ydı. Bu alan dikdörtgen bir platformda yer alıyordu. Bugün Yukarı Gymnasion'dan gelindiğinde, eskiden bir çeşme ile kurban çukurunun bulunduğu alana girilir. Buradan beş basamakla çıkılan iki sütunlu anıtsal girişe (propylaia) ulaşılır. Kutsal alana buradan inilir. Alanın solunda tapınak, ortasında ise sunak vardı. Sağ yandaki 10 sıralı oturma alanında, Demeter ve Kore dinsel törenlerini 600 kişi izleyebiliyordu.
Gymnasion Orta Kent'in en büyük yapı kompleksiydi. Burada çeşitli spor dallarında çalışmalar ve yarışmalar yapılırdı. Gymnasion, yukarıya doğru genişleyen üç teras üzerine kuruluydu ve bir bakıma üç ayrı Gymnasion biçiminde inşa edilmişti. Üst terası yetişkinlere, orta terası gençlere, alt terası ise çocuklara ayrılmıştı. Orta bölümünde galerilerle çevrili alanda güreş, disk atma, uzun atlama gibi spor çalışmaları yapılırdı. Kuzeydeki galerinin arka bölümündeki salonlarda çeşitli konularda dersler verilirdi. Bu salonlardan biri 1.000 kişi alabilecek büyüklükteydi. Güney galerisinin altında bulunan üstü kapalı koşu yolu 212 metre uzunluğundaydı.
Orta Gymnasion'un batısında gençlerin eğitim gördüğü yapılar vardı. Uzun koşu yolu doğuda Herakles ve Hermes'e adanmış tapınağa açılıyordu. Yarışmalarda başarılı olan gençlerin adları tapınağın duvarlarına yazılırdı. Küçük çocukların eğitimine ayrılan Aşağı Gymnasion 80 metre uzunluğunda bir terasa kurulmuş yapılardan oluşuyordu.
Yukarı Gymnasion'un batısında yer alan Asklepios Tapınağı'nın günümüze yalnızca temelleri ulaşmıştır. Hekimlik tanrısı Asklepios adına yapılan tapınak dinsel özelliklerinin yanı sıra tıp alanında araştırma ve deneylerin gerçekleştirildiği bir okuldu. Hastalar, bitkilerden elde edilen ilaçlar, ameliyat, su ve çamur banyolarının yanı sıra, spor, müzik, eğlence ve telkin yoluyla tedavi edilirdi.
Aşağı Kent.
Pergamon'un Aşağı Kent olarak adlandırılan aşağı bölümünde, iki sütunlu galerilerle çevrili Aşağı Agora ile heykel okulu ve evler vardı. Evler içinde en dikkat çekeni, sütunlu galerileri olan iki katlı Attalos Evi'dir. Buranın güneydoğuya açılan odası, kışın bile güneşle ısıtılıyordu. MÖ 2. yüzyılda surlarla çevrilen kente güneydeki Eumenes Kapısı yapılmıştı. Bugün bu kapıdan girenler, ince yapılı bir sütun sırası ile karşılaşırlar. Mısır tanrısı Serapis'e adanmış tapınak, eski Pergamon'un en büyük yapısıdır. Kırmızı tuğladan yapıldığı için Kızıl Avlu olarak da adlandırılır.
Roma Kenti.
Pergamon kentinin kuzeybatısı ile Bergama Çayı arasında Roma dönemi yerleşmesi bulunur. Burada 50 bin kişilik amfitiyatro ile 30 bin kişilik tiyatro vardı. Günümüzde Viran Kapı denilen kalıntılar tiyatronun ayakta kalan kemeridir.
Zeus Sunağı.
Zeus sunağı Hellenistik dönemin en güzel eserlerinden biri olan Zeus Sunağı da Athena Tapınağı gibi Almanya ya kaçırılmış ve Berlin deki Pergamon Müzesi nde birleştirerek sergilenmeye başlanmıştır. Akropol de sunağın yalnızca temelleri görülebilir. M.Ö. yıllarında yapılmıştır. 2. Eumenes in Galatlara karşı kazandığı zaferi simgeleyen kabartmalarla süslüdür. Bu kabartmalarda Bergamalıları Yunan tanrıları temsil eder. Kabartmaların boyu 2,5 uzunluğu ise 120 m yi bulmaktadır. toplam 118 figür sunağı çevreler. Sunağın yüksekliği 12 metredir. Sunak tek bir ustanın değil onlarca Bergamalı ustanın elinden çıkmıştır. Bergamalıların Sunağı adadıkları tanrı Zeus yunan mitolojisindeki en büyük tanrıdır. Bütün tanrıların ve insanların babası olarak kabul edilir. Diğer tanrıların birçoğu da Zeus'un çocuklarıdır. Kütüphane Parşomen kağıtlarına yazılmış adet el yazması eserden oluşur. Hellenistik dönemin en büyük kütüphanesidir. Ülkenin en güçlü kralı 2. Eumanes tarafından yaptırılmıştır. 4 büyük salondan oluşur. Dönemin diğer büyük kütüphanesi İskenderiye ile ciddi bir rekabet içerisindedir. İskenderiye giderek büyüyen ve kendisine rakip olmaya başlayan Bergama kütüphanesine kağıt desteği (papirüs) sağlamayı bırakır. Bunun üzerine bölge insanı hayvan derisinden yapılma parşömeni icat eder. Kütüphane, M.Ö. 41 yılında Roma İmparatorluğu döneminde İmparator Markus Antonyus tarafından Mısır Kraliçesi Kleopatra ya armağan edilmiştir. Parşomen Bergama kağıdı anlamına gelen Latince Pergamena kelimesinden türetilmiştir.
Zeus Sunağı’nın hikayesi.
Zeus Sunağı Bergama'nın en parlak çağı olan 2. Eumenes M.Ö. 197-159 döneminde inşa edilmiştir. Sunak Pergamon krallığının Galatlar'a karşı kazandığı zaferi simgeler. Sunağın iki yanındaki kabartmalarda Tanrılarla devlerin savaşı ve Bergama'nın efsanevi kuruluşu resmedilmektedir. Bergama‟da ilk kazılar 1874'te Alman yol mühendisi Carl Human tarafından başlamıştır. Kültür Bakanlığı tarafından Ümit Yaşar Gözüm'ün yayın yönetmenliğinde hazırlanan "“Yitik Mirasın Dönüş Öyküsü”"nde Zeus Sunağı'nın Almanya'ya götürülüşü şöyle aktarılmaktadır:
"“ 1878 yılında kazı izni verildikten sonra, Bergama‟da yapılan kazıların ilk üç yılında çıkarılan eserlerin, devlete ait üçte birlik kısmı takdir edilen meblağü karşılığında Almanlara verilmiştir. Bu kazıların dördüncü ve beşinci yıllarında çıkarılan eserlerin bir kısmının Almanya ile yapılmış anlaşma uyarınca, daha önce çıkarılıp Almanya‟ya taşınmış olan eserlerin devamı oldukları için, bir kısmının da Padişah izin verdiği için Almanlara bırakıldığı görülmektedir.”" Günümüzde Pergamon antik kent içerisindeki görkemli yapılardan biri olan Zeus Sunağı'nın sadece antik temelleri bulunmaktadır.
Gymnasion.
Orta Kent'in en büyük yapı kompleksiydi. Burada çeşitli spor dallarında çalışmalar ve yarışmalar yapıldığı görülmektedir. Gymnasion, yukarıya doğru genişleyen üç teras üzerine kuruluydu ve bir bakıma üç ayrı Gymnasion biçiminde inşa edilmiştir. Üst terası yetişkinlere, orta terası gençlere, alt terası ise çocuklara ayrılmıştır. Orta bölümünde galerilerle çevrili alanda güreş, disk atma, uzun atlama gibi spor çalışmaları yapılmaktadır. Kuzeydeki galerinin arka bölümündeki salonlarda çeşitli konularda dersler verilir ve bu salonlardan biri 1.000 kişi alabilecek büyüklükte inşa edildiği görülmekte. Antik kentin güney galerisinin altında bulunan üstü kapalı koşu yolu 212 metre uzunluğundadır. Orta Gymnasion'un batısında gençlerin eğitim gördüğü yapılar vardır. Uzun koşu yolu doğuda Herakles ve Hermes'e adanmış tapınağa açılmaktadır. Yarışmalarda başarılı olan gençlerin adları tapınağın duvarlarına yazılırdı. Küçük çocukların eğitimine ayrılan Aşağı Gymnasion 80 metre uzunluğunda bir terasa kurulmuş yapılardan oluşmaktadır. Yukarı Gymnasion'un batısında yer alan Asklepios Tapınağı'nın günümüze yalnızca temelleri ulaşmıştır.Hekimlik tanrısı Asklepios adına yapılan tapınak dinsel özelliklerinin yanı sıra tıp alanında araştırma ve deneylerin gerçekleştirildiği bir okul olduğu bilinmektedir. Hastalar, bitkilerden elde edilen ilaçlar, ameliyat, su ve çamur banyolarının yanı sıra, spor, müzik, eğlence ve telkin yoluyla tedavi edildiği görülmektedir.
Demeter Tapınağı.
Demeter Tapınağı Mysia Bölgesi'nin güneybatısında, Keteios (Kestel) ve Selinus (Bergama) Çayı'nın birleştiği noktasında yer alan Hellenistik ve Roma Dönemi'nin önemli kentleri arasındaki Pergamon Antik Kenti'nde bulunmaktadır. Tapınak ilk olarak yer altıyla ilgili çizgileri olan kutsal bir yer olarak, kültüne bağlı olarak kent surlarının önünde bulunmaktaydı. Kutsal alan ancak yapımından 100 sene sonra II. Eumenes'in kenti genişletme çabalarıyla surlu kent alanının içine alınmıştır. Günümüzde gymnasionun batısında yüksek bir şekilde yapılmış 100x50 m. ölçülerindeki teras üzerinde yer almaktadır. Tapınak, kültüne bağlı kalarak çekirdek bir yapıdan dönemler içinde son formuna evrilmiştir. Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından yürütülen Pergamon kazısının başkanı Prof.Dr.Wolfgang Von Radt'ın belirttiği şekliyle MÖ 4. yüzyıl.da 2 nolu yapı evresindeki eklemeler ve genişlemelerle birlikte kült yeri tapınak halini almıştır. Tapınak ilk anıtsal formuna ise (MÖ 281-263) Attaloslar Hanedanı'nın kurucusu olan Philetairos zamanında kavuşmuştur. Kutsal alan ve kült merkezi olan tapınağın batısında arkasında odalar olan bir galeri ve doğusunda merdiven gibi düzenlemiş 10 sıra halinde oturma basamaklarından oluşan bir seyir merdiveni bulunuyordu. Burası 800 kişinin oturabileceği 42 m. uzunlukta bir yapı olup, Thesmophoria'da yani tohum atma şenliklerinde kadınlardan oluşan kült cemaatinin toplandığı yer olarak düşünülür. Bu kutsal alanın güney bölgesinde ise tapınak ve önünde bulunan sunaklar yer almaktadır. Tapınak 3. yapı evresinde özgün bir düzene sahipti ve antelerin arasında Aiol başlıklı fasatlı sütunlar yer almaktaydı. Bu başlık düzeni iki kuşak sonra Demeter Alanı'nın propylonu için de kullanılmıştır. Demeter Tapınağı'nın bugünkü ve en son boyutlarına architravındaki yazıtlardan I.Attalos'un (MÖ 241-197) eşi Apollonis'in bağışları ile ulaştığı görülür. İkinci Roma inŞaat evresinde MS 2. yüzyıl'ın ikinci yarısında Demeter Tapınağı'nın cephesi tamamen yenilenmiş ve dönemin mimari görselliğine uyarlanmıştır. Demeter Tapınağı ilk etapta ante arasında iki sütunlu küçük bir ante-tapınak olarak görülürken tapınağın önüne eklenen sütun dizisi ile birlikte daha derin bir ön avluya sahip Korinth Düzeninde prostylos planlı bir yapı elde edilmiştir. Ayrıca buna bağlı olarak, uzayan yapı ile altar arasındaki mesafede küçülmüştür. Altar ile Demeter Tapınağı'nın arasındaki mesafe 9.50 m.dir ve tapınağın cephesine göre ortalanmıştır, kutsal alanın çoğu dolgu topraktan ibaret iken altarla tapınak arasının andezit taşından döşeme ile kaplandığı görülür. Propylondan temenosa (kutsal alan) geçilen merdivenler 10 basamaktan oluşmaktadır. Bu alanda altar şeklinde dört adet sunak ve kurban çukurları yer almaktaydı. Bu bölümden sonra hemen sonra 2.30x7.00 m. ölçülerindeki iki yanı volüt süslemelere sahip altarı görülür. Yapı temelde 14.14x7.975 m. şeklinde ölçülmüştür. Sunak düzenlemesindeki gibi krepidoması da iki basamaklı olup, İon geleneğinde yapılmıştır. Ön cephedeki sütunların başlıkları bulunamamıştır. Sütun kaideleri attik-ion tarzda olup direk stylobat düzlemine oturmaktadır.
Araştırma ve kazılar.
Antik kent Pergamon üzerinde İlk çalışmalar, 1878-86 yılları arasında C. Human, A. Conze ve R. Bohn tarafından yapılmış ve Yukarı Kent ortaya çıkarılmıştır. Orta ve Aşağı Kent'in ortaya çıkarıldığı ikinci dönem kazıları 1900-13 yılları asrasında W. Dörpfeld, H. Hepding ve P. Schatzmann tarafından gerçekleştirilmiştir. Üçüncü dönem kazıları 1927-36 yılları arasında Th. Wiegand tarafından yapılmış ve bu çalışmalar sonucunda Heroon, Kızıl Avlu ve Akslepieion ortaya çıkarılmıştır. 1957-72 yıllarında dördüncü kazı dönemi E. Boehringer tarafından yapılmıştır. Daha sonra W. Radt'ın devraldığı kazılar 2004 yılına kadar sürdürülmüştür. Kazılar 2005 yılından beri F. Pirson tarafından yürütülmektedir.
Pergamon, yapılan düzenli kazılarla büyük bölümü ortaya çıkarılmış bir ilkçağ kentidir. Burada kurulan Bergama Müzesi, Türkiye'nin ilk arkeoloji müzesidir. Pergamon buluntularının birçoğu burada sergilenmektedir.
Buluntular.
Mimari.
Pergamon Antik Kenti'nin yalnızca dağın en yüksek noktasındaki bir kaleden ibaret olmadığı, erken dönemlerde de surla çevrili bir Arkaik Dönem kenti olduğu anlaşılmıştır.Gymnasion terasının hemen yukarısında bulunan, ilkel teknikte yapılmış duvar, Arkaik Dönem'e tarihlenen bir kent sura aittir. Bu surun izlerine dağ yamacının başka yerlerinde de rastlanmıştır. Ancak, kesinlikle olarak Arkaik Dönem'e tarihlenebilecek ve kalenin iç mimarisine ait herhangi bir duvar kalıntısı ele geçmemiştir. Pergamon'da ortaya çıkarılan tümülüs mezarlar, kaya mezarlar, lahit mezarlar, sıra onur mezarların büyük çoğunluğu Hellenistik ve Roma dönemlerine aittir. Pergamon'un Arkaik sur duvarı 1990 yılında bütün genişliğini kapsayacak şekilde açığa çıkarılmıştır. Kazı sonunda, arka arkaya kademelenmiş üç duvar sırasının oluşturduğu hat ortaya çıkmıştır. Sondajlardan elde edilen malzemeler bu duvarın Arkaik Dönem'e ait olduğunu açıkça göstermiştir.
Çanak Çömlek.
Arkaik Dönem'e ait mimari kalıntılar bulunamamışsa da, dağın tepesinde M.Ö. 7-6. yüzyıllara tarihlenen çok miktarda Arkaik Dönem seramiği ve bezemeli çatı kiremitleri ele geçmiştir. Bunların, kalede yapılan pek çok değişiklik sırasında tamamen ortadan kaldırılmış yapılara ait olduğu düşünülmektedir. Asklepion'a giden yolun yan tarafında en erkeni M.Ö. 4. yüzyıla ait mermerden mezar anıtı parçaları, rölyefler bulunmuştur. Bunlardan biri yüksek kaideli bir mezar rölyefidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10328",
"len_data": 19809,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Gaziemir şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10329",
"len_data": 32,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.16
}
|
2 (iki) bir sayı, rakam ve gliftir. 1'den sonraki ve 3'ten önceki doğal sayıdır. En küçük ve hatta yegâne çift asal sayıdır. Bir dualitenin temelini oluşturduğundan, birçok kültürde dini ve manevi öneme sahiptir.
Glifin evrimi.
Modern Batı dünyasında 2 sayısını temsil etmek için kullanılan glif, köklerini "2" nin iki yatay çizgi olarak yazıldığı Hint-Brahmik yazısına kadar uzanır. Modern Çince ve Japonca dilleri hala bu yöntemi kullanmaktadır. Gupta yazısı bu iki çizgiyi 45 derece döndürüp köşegen hâle getirmiştir. Üst çizgi bazen kısmıştırdı ve alt uç eğrisi alt çizginin merkezine doğrulaşmıştır. Nagari yazısında ise, üst satır daha çok alt satıra bağlanan bir eğri gibi yazılmıştır. Arapça Gubâr yazısında, alt satır tamamen dikeydi ve glif, noktasız bir kapanış soru işareti gibi görünüyordu. Alt çizgiyi orijinal yatay konumuna geri yüklemek, ancak üst çizgiyi alt çizgiye bağlanan bir eğri olarak tutmak günümüzdeki glife yol açar.
Metin şekilli yazı tiplerinde 2 genellikle x yüksekliğindedir. Örneğin, .
Matematikte.
Bir tamsayı 2 ile bölünebiliyorsa, o sayı "çift"tir. Ondalık, onaltılık veya başka bir tabandaki çift sayıya dayalı bir sayı sisteminde yazılan tam sayılar için 2'ye bölünebilirlik yalnızca son basamağa bakılarak kolayca test edilebilir. Eğer sondaki basamak çiftse, sayı çifttir. Ondalık sistemde yazıldığında ise, 2'nin tüm katları 0, 2, 4, 6 veya 8 ile biter.
İki en küçük asal sayıdır ve tek çift asal sayıdır (bu nedenle bazen "en garip asal" olarak adlandırılır). Bir sonraki asal sayı ise üçtür. Sadece iki ve üç birbirini izleyen iki asal sayıdır. 2, ilk Sophie Germain asalı, ilk faktöriyel asal, ilk Lucas asalı ve ilk Ramanujan asalıdır.
İki, üçüncü (veya dördüncü) Fibonacci sayısıdır.
İkili, ikili sayı sisteminin tabanıdır. İkili sistem, tek bir rakam ile doğrudan temsil edilen bir basamağa ( basamak) kıyasla bir doğal sayısını önemli ölçüde daha öz bir şekilde belirtmeyi sağlayan ( basamak) en az rakamlı sayı sistemidir. İkili sayı sistemi bilgisayarlı hesaplamada yaygın olarak kullanılmaktadır.
Herhangi bir sayı "x için":
Burada "hyper("a", "b", "c")" ile gösterilen hiperişlem kavramı ile bu işlem dizisini genişletmek mümkündür. Burada, "a" ve "c" birinci ve ikinci işlenendir ve "b", yukarıda ifade edilen işlem dizisinin "seviye"sidir. Genel ifadeyle,
Bu nedenle iki , şeklinde benzersiz bir özelliğe sahiptir. Burada hiperişlem Knuth yukarı ok gösterimi ile gösterilmiştir ve seviye göz ardı edilmiştir. Yukarı ok sayısı, hiperişlem seviyesini ifade eder.
İki öyle bir sayıdır ki, pozitif tam sayı kuvvetlerinin tersinin toplamı kendisine eşit olan tek sayıdır. Matematiksel ifade ile,
Bunun nedeni ise
İkinin kuvvetleri Mersenne asalları kavramının merkezindedir ve bilgisayar bilimi için önemlidir. İki, ilk Mersenne asal üstelidir.
Bir sayının kare kökünü almak öylesine yaygın bir matematiksel işlemdir ki, kök işaretinin üstünde normalde kare ve diğer kök derecelerinin yazılacağı yer, kare kökler için boş bırakılabilir ve bunun ikinci dereceden kök olduğu zımnen anlaşılır.
2'nin kare kökü bilinen ilk irrasyonel sayıdır.
En küçük alanın iki unsuru vardır.
Doğal sayıların küme kuramsal yapısında 2,
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10334",
"len_data": 3166,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.74
}
|
3 (üç) bir sayı ve bir rakamdır. Doğal sayı sisteminde 2'den sonra, 4'ten önce yer alır. En küçük ikinci asal sayıdır. Lityum elementinin atom numarasıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10335",
"len_data": 155,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.09
}
|
4 (dört), 3'ten sonraki ve 5'ten önceki çift tam sayıdır. Berilyumun atom numarası ve en küçük bileşik sayıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10336",
"len_data": 111,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.2
}
|
5 (beş), 4'ten sonraki ve 6'dan önceki tek tam sayıdır. Roma sayı sisteminde V ile temsil edilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10337",
"len_data": 97,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.21
}
|
6 (altı), 5 ile 7 arasındaki tam sayıdır. Bir yarım düzinedir.
Matematikte.
Karbon'un element numarasıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10338",
"len_data": 106,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.99
}
|
Tümeller tartışması, Orta Çağ felsefesine hakim olmuş bir metafizik tartışmasıdır. Nesnelerin sahip oldukları renk ve şekil gibi özgülükler, bu nesnelerden bağımsız birer varlık mıdır? Eğer varlıksalar, bu varlıkların tabiatı nedir?
Taraflar.
"Tümeller (Universaliae) nedir?", "Nerede bulunurlar?" ve "Dışardaki nesnelerden bağımsız olarak mevcut mudurlar, yoksa değil midirler?" gibi sorular çerçevesinde cereyan eden tümeller çatışması sonucunda, kavram gerçekçileri (realistler) ile adcıların (nominalistler) taraf oldukları muhtemel üç yanıt öbeği açığa çıkmıştır:
İlk iki grup, kavram gerçekçisidir, yani tümellerin şu veya bu biçimde gerçekten varolduğuna inanır. Ancak birinci grup aşırı gerçekçi, ikinci grup ise ılımlı gerçekçi olarak nitelendirilir. Üçüncü grup ise nominalisttir.
Sonuçları.
Tümeller çatışması bütün Orta Çağ boyunca sürmüş ve bu çağın sonlarına doğru önde gelen İngiliz adcılarından Ockhamlı William'ın etkisiyle adcıların (Nominalizm) lehine sonuçlanmıştır. Bu ne anlama gelmektedir? Gerçekten varolanlar, adcıların dedikleri gibi, tümeller değil de tikeller olduğuna ve tümeller, birbirlerine benzeyen tikelleri gösteren işâretlerden başka bir şey olmadıklarına göre, bilgi arayışı tikellere, yani şu tek tek bireylere yönelmeli ve onlardan yola çıkarak geliştirilmelidir. Tikellerin bilgisine ulaşmanın tek yolu ise gözlem ve deney yapmaktır. Böylece gözlem ve deney yöntemi adcılar sâyesinde güvenilir bilginin bir aracı haline getirilmiş veya başka bir deyişle sağlam bir felsefî zemine oturtulmuştur.
Bilgi arayışında yöntem olarak gözlem ve deneyin güçlü bir biçimde gündeme gelişi ve yaygınlaşması, doğa bilimlerinin doğuşunu hızlandırdı. Bir felsefî yaklaşım, yani adcılık, doğa bilimlerinin önündeki en büyük engellerden birini ortadan kaldırmış ve böylece güvenilir bilgi edinme sürecinin yolunu açmıştır. Bu gelişme, bilim tarihinde ve genel olarak bakıldığında düşünce tarihinde gerçekten de çok önemli bir dönüm noktasına gelindiğini gösterir.
Adcılığın, din alanındaki etkisi de olağanüstü olmuştur; çünkü bu etki, din-bilim ayrışmasının gerçekleşmesinde önemli bir role sahip olmuştur. Ockhamlı William'a göre, sadece şu tek tek bireyler varolduğu için, her türlü bilginin kaynağı deney, yani iç ve dış deney olmalıdır; bu yüzden önermeleri deneylen denetlenemeyen bir rasyonel teolojinin veya ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamak isteyen bir psikolojinin olamayacağı ortadadır; dolayısıyla Tanrı'nın birliği, sonsuzluğu ve hatta varlığı bile akıl yoluyla kesin olarak kanıtlanamaz. Tanrı ile, gerçeği aşan şeylerle ilgili bilgimiz, inanca dayanır veya inanç önermelerinden oluşur. Kutsal Kitap'ın otoritesi ile Kilise Geleneği, bu önermeleri belirlemiştir; ancak bunlar kanıtlanamaz ve kanıtlamalarda kullanılamaz; bunlara sadece inanılır; yani kanıtlanarak değil inanılarak benimsenir.
Öyleyse, adcılık akıl-inanç çatışmasının veya başka bir biçimde ifade edersek bilim-din ve felsefe-din çatışmalarının giderilmesi için en uygun çözümün, bunların yollarının birbirlerinden ayrılması olduğu sonucuna varmış ve böylece düşünce tarihinin en büyük açmazlarından birini gidermek suretiyle özgür inancın ve özgür aklın yollarını açarak, bütün Orta Çağ boyunca nafile yere gerçekleştirilmeye çalışılan akıl-inanç uzlaşmasının epistemolojik açıdan olanaksız olduğunu göstermiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10347",
"len_data": 3313,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.23
}
|
Veteriner sağlık teknisyeni, Veteriner tıp alanında çalışmalar yapan yardımcı veteriner sağlık personeli.
Klinik hizmetlerinde veteriner hekime yardımcı olan, yetkileri kapsamında veteriner hekim gözetiminde veya gözetim olmaksızın tedavi ve koruyucu tıp uygulamalarını yerine getiren, kendi alanında yetiştiriciyi hayvan sağlığı konusunda bilgilendiren, yapmış olduğu çalışmalarla ilgili kayıt tutan; Mesleki kanun, tüzük, yönetmelik, talimat, mesleki literatür ve gelişmeleri takip eden ve mesleki yazışmaları yapma bilgi ve becerisine sahip personeldir.
Eğitim.
Tarım Meslek Liselerine bağlı Veteriner Sağlık bölümünde 4 yıl boyunca Anatomi, Mikrobiyoloji, Fizyoloji, Histoloji, Parazitoloji, Zootekni, Besin Hijyeni ve Kontrolü, İç Hastalıkları, Farmakoloji, Salgın Hastalıklar, Dış Hastalıkları, Suni Tohumlama, Doğum Bilgisi, Genel ve Lokal Anesteziyoloji, Klinik Muayene Uygulamaları, Enjeksiyon Bilgisi, Hayvan Besleme ve Beslenme Hastalıkları, Fizik, Biyokimya, Gıda Kontrolü, Gıda Teknolojisi, Laboratuvar Teknikleri, Hijyen ve Sterilizasyon, Operasyon Bilgisi ve değişik kültür dersleri alırlar.
Veteriner Sağlık Meslek Liseleri.
Türkiye'de 2016 yılı itibarıyla 30 adet veteriner sağlık dalında hizmet veren lise mevcuttur. Erzincan, Samsun, İstanbul, Konya ve Van illerinde bulunan bu dalda hizmet veren liseler en eski okullardır. Veteriner Sağlık Meslek Liseleri daha önceleri Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlıydı, 2005 yılında M.E.B'e bağlanmıştır. Okulların adları değiştirilip Tarım Meslek Lisesi olmuştur. 2012 yılında tüm meslek liseleri Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi adını almıştır.
Çalışma Alanları.
Bu okullardan mezun olanlar çoğunlukla Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına bağlı Tarım il ve ilçe müdürlükleri, İl kontrol laboratuvarları, Hayvancılık Araştırma Enstitüleri, Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüleri, Belediyeler, Damızlık yetiştirici (Sığır, Koyun ve keçi) birlikleri, Süt üretici Birlikleri, Hayvan ve hayvan ürünleri yarışmalarında görevli olarak, Arıcılık, At yetiştiriciliği, Özel Veteriner Klinikleri (poliklinik, Pet-klinikleri), Hayvan Hastaneleri, Büyük ve küçükbaş hayvan çiftlikleri, Hayvancılık işletmeleri, kamuya ait üretim çiftlikleri, Gıda üretim tesisleri, Yem sanayii, Deney hayvanlarının üretim yerleri ve deney yapacak olan laboratuvarlar, hayvanat bahçeleri, hayvan barınakları, veteriner ilaç, aşı, serum, araç ve gereç üretimini yapan ve bunların tanıtımını pazarlamasını yapan firmalar ile yetki ve sorumlulukları içine giren diğer kuruluşlar çalışma alanlarıdır. KPSS sınavına girmek suretiyle kamuda görev alırlar. Özel sektörde yetki ve sorumlulukları çerçevesinde görev alabilirler. Veteriner Hekim, Veteriner Sağlık Teknikeri, Hayvan Sağlık Teknikerleri ile birlikte çalışırlar. Hayvancılık ünitelerinde çalışırlar. Ayrıca kendi özel hayvan sağlık kabini de açabilirler. Hayvan Sağlığı Memuru, Veteriner Teknisyeni ve Suni Tohumlama Teknisyeni olarak da anılırlar.
Mesleğin Geleceği ve Durumu.
Hayvan hastalıkları ile mücadele edecek, koruyucu önlemler alacak, salgın hastalıklarla mücadele edecek, önemli hastalıkların eradikasyonu ile yerli hayvanların ıslah edilerek verim düzeylerinin arttırılmasına yönelik çalışmalarda görev alacak meslek elemanlarına olan ihtiyaç artarak devam etmektedir. İnsanlığın gıda ve giyecek ihtiyacı var olduğu sürece, hayvancılıkta var olmaya devam edecektir. Verim artışı ve ürün çeşidinin çoğalması ile ekonomik olarak üreticisine katkı sağlayacağından iyi bir planlama ile tarımsal sanayide var olacaktır. Bu da üretici ile birlikte sektörde çalışan veterinerlik, kimyasal sanayi, üretim ve pazarlama işinde çalışacak elemanlarına olan ihtiyacı arttıracaktır. Kalkınmakta olan Türkiye için stratejik bir alandır.
Mesleki hastalık riskleri.
Zoonoz hastalıklar (bruselloz, şarbon, kuduz, tavuk vebası (kuş gribi), deli dana hastalığı (BSE) gibi), bit, pire kene gibi parazitlere maruz kalma ve bu parazitlerin taşıdığı hastalıklara yakalanma (Kırım Kongo Kanamalı Ateşi gibi) Yapılan koruyucu aşılamalardan hastalık etkeninin bulaşması (bazı aşıların vücuda teması yoluyla) Hayvanların saldırısına maruz kalma, (ısırılma-tekme- boynuz darbesi-tırmalanma gibi), Uyuz, Mantar, Lumbago Bel ağrısı, Kist oluşumu, Romatizmal Hastalıklar, Solunum Yolu Enfeksiyonları, yılan ısırmaları..
Eğitim ve kariyer imkanları.
Veteriner sağlık teknisyenleri, Üniversitelerin Sağlık Programları Bölümlerinde olan, Laborant ve Veteriner Sağlık Ön Lisans Programlarına, Hayvan Yetiştiriciliği ve Sağlığı Meslek Yüksek Okullarına, Veteriner Sağlık Teknikerliği Ön Lisans Programlarına sınavlı/sınavsız girebilmektedirler. Sınavsız girdiği meslek yüksek okullarından dikey geçiş sınavı ile Veteriner Fakültelerine girebilmektedirler. Gerek kamu kurum ve kuruluşlarında, gerekse özel sektörde görev alarak yetki ve sorumluluklarını yürütürler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10354",
"len_data": 4831,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.23
}
|
Ölüm Korkusu (İngilizce özgün adıyla: Vertigo), 1958 ABD yapımı gerilim filmidir. Film, 2 Ocak 1961'de Türkiye'de sinemalarda gösterime girmiştir.
Fransız yazarlar Pierre Boileau ve Thomas Narcejac'ın 1954'te birlikte yazdıkları "D'entre les morts" adlı romandan uyarlanan filmi Alfred Hitchcock yönetmiş, başlıca rollerini James Stewart, Kim Novak ve Barbara Bel Geddes paylaşmışlardır.
"Vertigo", 1989 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.
Konusu.
San Francisco polislerinden Dedektif Scottie Ferguson (James Stewart) bir suçluyu kovalarken damdan düşen ortağını kurtaramaz ve kendisinde "yükseklik korkusu" başlar. Polisliği bırakan ve özel dedektif olan Scottie'yi, eski okul arkadaşı Gavin Elster karısını takip etmesi için tutar. Scottie, genç kadının peşinden San Francisco'ya döner. Arkadaşının anlattıklarına göre eşi bazen sanki içine kapanıyor, alışık olmadık davranışlar sergiliyordur. Scottie arkadaşının karısı Madeleine'i (Kim Novak) izlemeye başlar. Gerçekten de kadın garip davranmakta, bir resim müzesindeki özel bir resim önünde, resme bakarak saatlerini geçirmektedir. Dedektif resimdeki kişinin geçen yüzyılda yaşayan bir asilzade kadın olduğunu öğrenir. Madeleine ise tamamen bu kadını kendine örnek almakta onun gibi giyinmekte, onun gibi olmaya çalışmaktadır, hatta onun yaptığı gibi intihar etmek istemektedir! Scottie olaylara derinlemesine inince kendi akıl sağlığı da bozulmaya başlar ama sorunu da çözmeyi başarır.
Film Hakkında Bilgiler.
Vertigo, tıpta baş dönmesi demektir. Film Pierre Boileau ve Pierre Ayraud tarafından yazılan "D'Entre Les Morts" isimli bir kitaptan sinemaya aktarılmıştır. Film çıktığı dönemde pek olumlu yorumlar alamasa da daha sonradan özellikle de film eleştirmenlerince sinema tarihinin en önemli filmleri arasına girmiştir ve AFI En İyi 100 Film Listesi'nde 1998 yılında 61. sırada iken 2007 yılındaki listede 9. sıraya yükselmiştir. Filmde kullanılan, geri giden kameranın zoom yapması tekniği, sinema tarihine Vertigo Hareketi olarak geçmiş ve günümüzde oldukça moda olmuştur. Alfred Hitchcock başrol için Kim Novak'ı seçmesinin nedenini şöyle açıkladı: "Masum ve klas suratının altında yatan fahişe ruh ifadesine sahip olması." Filmdeki plaj sahnesi 2002 yılında filmlerdeki "gelmiş geçmiş en şık sahne" unvanı almıştır. Vertigo'nun En İyi Sanat Tasarımı ve En İyi Ses dallarında ikide Akademi Ödülü adaylığı bulunmaktadır.
Adlandırma.
Hitchcock'un bu 1958 tarihli filminin İngilizce özgün adı "baş dönmesi" anlamına gelen Vertigo'dur. Film çevrildikten 2,5 yıl sonra 2 Ocak 1961'de Türkiye'de Ölüm Korkusu adıyla sinemalarda gösterime girmişti ("İstanbul Konak sineması"). Filmin başrol oyuncularından James Stewart'ın filmde bir anksiyete bozukluğu vardır. Yüksek yerlerde bulunmaktan aşırı derecede korku ve endişe duyar, yüksek binalara çıktığında başı döner. Yani bir tür "yükseklik korkusu" vardır. Bu nedenden olsa gerek filmin Türkçe adı bazı internet sitelerinde yanlış olarak Yükseklik Korkusu şeklinde yazılmıştır. Oysa o tarihlere ait gazete ve dergi arşivlerinde ve sinema kitaplarında film bu isimle anılmaz.
Bir de Amerikalı komedyen Mel Brooks'un, Hitchcock'un söz konusu bu filminin parodisini yaptığı 1977 tarihli High Anxiety filmi vardır. Bu film 1982'de Türkiye'de özgün adının tam çevirisiyle, yani Yükseklik Korkusu adıyla gösterime girmiştir. Filmin adlandırılmasındaki karışıklık buradan da kaynaklanıyor olabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10358",
"len_data": 3536,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.3
}
|
Linus Benedict Torvalds (d. 28 Aralık 1969, Helsinki, Finlandiya) Finlandiya asıllı Amerikalı bir bilgisayar bilimci ve yazılım mühendisidir. Linux işletim sistemi çekirdeğinin geliştiricisi ve proje yöneticisi olup, ABD'de yaşamaktadır. Transmeta'daki görevinden ayrıldığından beri OSDL'de (Açık Kaynak Geliştirme Laboratuvarları) tam zamanlı olarak Linux çekirdeği üzerinde çalışmaktadır. Helsinki Üniversitesi'nde bilgisayar bilimleri bölümünden mezun olmuştur.
Linus, Andrew S. Tanenbaum tarafından geliştirilen Minix işletim sisteminin ihtiyacını karşılayamaması üzerine bu sisteme eklemeler yapmak için geliştirmeye başlamış ancak yazmaya başladığı programı zamanla Unix tarzında kişisel bilgisayarlarda çalışabilecek bir işletim sistemi çekirdeğine dönüştürmüştür. Linux adı verilen bu çekirdek günümüzde pek çok farklı bilgisayar mimarisinde ve tüm GNU/Linux dağıtımlarında kullanılmaktadır. Linus Torvalds, 2012 Milenyum Teknoloji Ödülü'ne layık görülmüştür.
Özgeçmiş.
Linus Torvalds 1969 yılında Helsinki'de Finlandiya'daki İsveççe konuşan azınlığa mensup bir ailede doğmuştur, annesi ve babası gazetecidir. Bilgisayarla tanışması 1981 yılında iktisat profesörü olan büyükbabasına ait Commodore VIC-20 ile olmuştur. 1988 Yılında Helsinki Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri bölümüne başlamıştır. Ancak üniversitenin ikinci yılı askerlik hizmeti için eğitimine ara vermiştir. Askerliğini teğmen rütbesi ile balistik hesaplama ofisinde yapmıştır.
Üniversite eğitimine devam ettiği yıllarda Intel-80386 işlemcili bir IBM PC satın almış ve Minix işletim sistemini kullanmıştır. 1991 Yılında Minix sisteminde memnun olmadığı özellikleri kendisi geliştirmeye başlamıştır. Daha sonra bu çalışması kendisini Dünyaca üne kavuşturacak Linux çekirdeği olarak anılacaktır.
1996 Yılında Kaliforniya, ABD'de bulunan Transmeta şirketinin iş teklifini kabul ederek buraya yerleşmiştir. 2004 Yılında buradan ayrılarak Linux Vakfında çalışmak üzere Dunthorpe, Oregon, ABD'ye yerleşmiştir. Halen burada eşi Tove Torvalds (6 kez Finlandiya ulusal karate şampiyonu) ve Patricia, Daniela ve Celeste adlı üç çocukları ile yaşamaktadır.
Linus'un Linux'u yazma hikâyesi.
Linus, Linux çekirdeğini kodlamaya başladığı 1991 yılında 22 yaşındaydı ancak bunu yapmasına neden olan şey tam olarak çocukça bir meraktı. Bazı çocuklar oyuncakları öylece oynamak yerine içini açıp kurcalamaya meyillidir, Linus da bilgisayarlar konusunda böyle karaktere sahip bir çocuktu. Daha 12 yaşındayken Helsinki Üniversitesi'nde iktisat profesörü olan büyük babasının hesaplamalar için kullandığı bilgisayarının başına geçip onun kâğıt üzerine yazdığı yazılım kodlarını bilgisayara geçirerek ona yardım ediyordu. Çünkü o dönemlerde bilgisayarlara işlem yaptırabilmek için hazır yazılımlar neredeyse hiç yoktu ve kullanıcılar aynı zamanda yazılımcı olmalıydı. Zamanla bu bilgisayarın kullanım kılavuzundaki örnek yazılımları yazmaya başlayan Linus, bir süre sonra kendi küçük yazılımlarını da yazmaya başladı. Linus, diğer çocuklar gibi çeşitli sportif oyunlar oynamak yerine uzun saatler ve günler boyunca kendisini bir bilgisayarla aynı odaya kapatıp yazılım yazmaktan keyif duyan bir kişiliğe sahipmiş. Linus, ilerleyen yıllarda da bilgisayarlara olan bu çocukça merakını ve yazılıma olan ilgisini hiç kaybetmemiş ve kendi yazdığı küçük yazılımlar her zaman hayatının en büyük eğlencesi olmuş.
1990 Yılında öğrencisi olduğu Helsinki Üniversitesi UNIX işletim sistemi kullanmaya ve ders olarak C programlama dili ile birlikte okutmaya karar verir. UNIX, tarihi 1960'lara kadar dayanan, akademik ve askeri alanlarla kamu hizmetlerinde yaygın kullanılan, gücünü sadeliği, temizliği ve basitliğinden alan bir işletim sistemidir. Linus bu dersin kitabı olan ve Hollandalı profesör Andrew Tanenbaum'un işletim sistemleri ile ilgili yazdığı kitabı bir dönem önceden alıp okumaya başlamış. Kitap aynı zamanda Tanenbaum tarafından yazılmış Unix benzeri bir akademik çalışma sistemi olan Minix'i anlatmaktadır. Bu sayede Linus Unix'in gerisindeki felsefeyi ve bu işletim sisteminin neler yapabileceğini öğrenerek hayran olmuş. Ancak evindeki bilgisayar Minix çalıştıramadığından bir yıl boyunca para biriktirip Intel-386 işlemcili bir IBM PC almış. Tabii ki ilk yaptığı şey yeni bilgisayarına Minix kurarak bir taraftan i386 işlemcisini ve PC mimarisini anlamaya çalışmış bir taraftan da Minix sayesinde Unix'e olan merakını giderdiği bir döneme girmiş.
Minix son kullanıcıya hitap etmeyen akademik bir sistem olduğundan kullanıcının araştırıp öğrenmesini teşvik etmek amacıyla bilinçli olarak bazı noktalarda sakatlanmış veya eksik bırakılmış bir yapıya sahiptir. Üzerindeki bazı yazılımlar da Linus'a hiç kullanışlı gelmemiş, bunlardan en önemlisi Üniversitedeki Unix sistemine bağlanmasını sağlayan uçbirim benzetme (Terminal Emulator) yazılımıydı. İşte bu yazılımı beğenmeyen Linus'un kendi uçbirim benzetme yazılımını yazmaya karar vermesiyle Linux'un tarihi başlamış oluyor. Ancak buradaki can alıcı nokta Linus'un sadece yeni bir uçbirim benzetme yazılımı yazmaya başlaması değil bu yazılımı Minix'den ayrı olarak doğrudan donanım kaynaklarını kullanarak yazmaya karar vermesidir. Bunu yapmasındaki amaç da yeni aldığı bilgisayarın nasıl çalıştığını anlamaktı.
Bir süre sonra Linus, üniversite bilgisayarına artık kendi uçbirim benzetme yazılımı ile ulaşıyor olacaktı. İstediğini yapmıştı, yazdığı yazılımın çalışması için bir işletim sistemine ihtiyacı yoktu, bilgisayarını Minix ile değil disketteki yazılımından açtığında kolayca bağlantıyı sağlıyordu ancak bir eksik vardı. Bilgisayara kaydetmek istediği belgeler olduğunda bunu yapamıyordu. Bir yardımcı yazılım ile bir işletim sistemi arasındaki ayrım noktasına işte bu anda geldi. Ancak yaptığının bir işletim sistemine yöneldiğini anlaması yazılımını Minix dosya sistemini okuyup yazabilecek şekilde geliştirdikten sonra oldu. Artık o basit bir uçbirim benzetme yazılımı değildi, kendini aşmıştı ve Linus daha iyisini yapmanın çok eğlenceli olacağını düşünmeye başladı.
Linus sonunda Minix'in kötü ve eksik yönlerinden kurtulmak için radikal bir karar verdi ve kendi disk sürücüsü ve dosya sistemi olan bir sistem yazmaya girişti. Bu gerçekten korkutucu bir karardı çünkü yapmayı planladığı şey teknik açıdan çok ağırdı ve uzun aylar boyunca neredeyse insan üstü bir çalışma temposu gerektiriyordu. Sonuçta Linus 1991 yılının yaz aylarını (ki Finlandiya'da yılın en güzel, insanların güneşin sıcaklığını biraz olsun hissedebildiği kısacık bir dönemdir) evinde pencereye siyah bir perde çekilmiş olarak bilgisayar başında geçirdi. Gece ile gündüzün birbirine karıştığı, yemek-uyku-kodlama ile geçen aylar boyunca Linus karanlık odasında kendi deyimiyle çok tatmin olduğu çok eğlenceli bir dönem geçirdi.
1991'in Eylül ayı geldiğinde artık Linus'un "Freax" adını verdiği işletim sistemi çalışır haldeydi. Aslında yaptığı iş bir işletim sistemi için gerekli olan temel prensipleri ve kuralları kodlamaktı, henüz sistem üzerinde sadece kullanıcı girişi yapıp komut girmenizi sağlayan bir kabuk yazılım ve bir C yazılım dili derleyicisi çalışıyordu. Aslında C derleyicisi olması demek pek çok yazılımın derlenip kullanılabilmesi anlamına geliyordu ancak sistem oldukça kararsızdı, bir süre sonra kendiliğinden çöküyordu. Bu nedenle Linus geliştirme için hala Minix'i kullanıyordu. Linus iyileştirme ve geliştirme önerileri almak için Freax'ı üniversitenin bilgisayarı üzerinden internette yayınlamaya karar verdi. Bu konuda üniversiteden kendisine yardım eden Ari Lemke Freax adını beğenmeyerek tasarının diğer adı olan Linux'u kullandı ve tasarı Linux adıyla yayınlandı.
Birkaç ay içinde Linus'a birçok düzeltme önerisi ve hata bildirimi gelmeye başladı. Bir süre bu düzeltmeleri yaptı ancak yazılımdan hata ayıklamak pek eğlenceli bir uğraş değildi ve Linus tasarıya ilgisini yitirmeye başlamıştı ki kendi yaptığı bir hata nedeniyle bilgisayarındaki Minix kurulu olan bölüm zarar gördü. Elinde tek çalışan sistem Linux kalmıştı ve bu noktada büyük bir radikal karar daha verdi ve Minix'i tekrar kurmak yerine tüm geliştirme işlemleri ile günlük işlerini Linux ile yapmaya başladı. Artık 1992 yılının ilk aylarında Minix'te olmayan bazı özellikler de Linux'a eklenince o güne kadar Minix kullanan pek çok uzman artık özgürce değiştirip geliştirebilecekleri Linux kullanmaya başladı.
Bir yıl geçmeden Linux yüzlerce uzmanın katkısı ve sayısı tahmin edilemeyen kullanıcı kitlesiyle bir üniversite öğrencisinin eğlencesi olmaktan çıkmıştı. Artık ticari Unix sistemlerin sularında gezinmeye başlamıştı ve tamamen özgürce dağıtılıp kopyalanabiliyordu. Birisinin çıkıp Linux kodlarını ticari bir üründe kullanıp kodlarını gizleme tehlikesine karşı Linus 0.12 sürümünü Genel Kamu Lisansı (GPL) ile dağıttı. Bu radikal bir karardı çünkü bu sayede Linux kodlarını ticari olarak kullanmak isteyenler yaptıkları değişiklikleri ve geliştirmeleri herkesin göreceği şekilde açmak zorunda kalacaktı, bu da Linus'un tam olarak istediği şeydi. Çünkü özgür bir yazılımın gelişimi, onunla ilgili kaynakların özgürce ulaşılabilir olmasıyla doğrudan bağlantılıydı. Bu kararla birlikte Linux (Linux çekirdeği) bugünlere kadar olan gelişim çizgisine oturmuş oluyordu.
Münakaşa.
Muhtemel NSA (Ulusal Güvenlik Dairesi) Yanaşımı.
Eylül 2013'te, LinuxCon konferansında Torvalds bir ABD devlet dairesi tarafından Linux'a arka kapılar eklemesi için yanaşılmış olup olmadığı sorulduğunda, "hayır" diyerek başını "evet" şeklinde sallayarak cevap verdi. Sonrasında apaçık bir şaka olduğunu ifade etti. Fakat, Linus'un babası Nils belirtti:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10365",
"len_data": 9522,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.49
}
|
Galium, Rubiaceae familyasına ait, ılıman bölgelerde hem Kuzey hem de Güney yarımkürelerde yayılış gösteren geniş bir otsu bitki cinsidir. Bir yıllık ve çok yıllık otsu bitkilerden oluşan bu cinsin bazı türleri gayri resmi olarak "yatak samanı" olarak bilinir.
Galium cinsinin 600'den fazla türü vardır. 2013 yılı itibarıyla yapılan tahminlere göre bu sayı 629 ile 650 arasında değişmektedir. "Sherardia arvensis ve Asperala" yakın bir akrabalarıdır; Galium'un bazı türleri ("Galium odoratum") zaman zaman bu cinsin içine dahil edilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10370",
"len_data": 535,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Michael Schumacher (d. 3 Ocak 1969; Hürth, Batı Almanya), 7 kez dünya şampiyonu olmuş Alman Formula 1 pilotudur. Formula 1 Dünya Şampiyonluğuna ulaşan ilk Alman pilottur. Formula 1'in Almanya'da ve Dünya'da yayılmasında, ayrıca sporun ciddi bir izleyici kitlesine ulaşmasında büyük payı vardır. Tarihin en iyi pilotlarından biri olarak görülmektedir. Islak pistlerdeki performanslarından dolayı "Rain Master (Regenmeister)" lakabı takılmıştır. Uluslararası Otomobil Federasyonu'nun (FIA) 2006 yılında düzenlediği ankette Formula 1 taraftarları tarafından, sezonun en popüler pilotu olarak seçilmiştir. 2020 yılında Formula 1'in, 70. yılı için yaptığı büyük ankette Formula 1 Tarihinin "En etkili ismi" olarak seçilmiştir.
Formula 1'de yarışmaya 1991 yılında Jordan takımında başlamıştır. Daha sonra Benetton Formula takımıyla anlaşarak ilk tam sezonu olan 1992'de kariyerindeki ilk yarış zaferini kazanmıştır. 1994 ve 1995 yıllarında üst üste 2 şampiyonluk elde ederek "en genç çifte şampiyon" olma unvanını elde etmiştir (bu rekor daha sonra ilk olarak 2006 yılında Fernando Alonso tarafından egale edilmiş olup devamında Sebastian Vettel 2011 yılında en genç çifte şampiyon ünvanını elde etmiştir. Hala bu ünvanın sahibidir.). Benetton Formula takımında yaşadığı 2 şampiyonluğun ardından, 1996 sezonunda başladığı Scuderia Ferrari kariyerinde 2000-2004 arasında 5 şampiyonluk yaşamıştır. Schumacher, aralarında "en çok şampiyon olan pilot", en çok "en hızlı turu atan pilot" ve "bir sezonda en çok yarış kazanan pilot" gibi unvanların bulunduğu onlarca rekorun sahibidir. "En çok rekor kıran pilot" rekoru, bu anlamda onun başarısının en büyük göstergesidir. Bir sezondaki tüm yarışlarda podyuma çıkan ilk (ve tek) pilot rekorunu 2002 sezonunda kırmıştır.
1999 İngiltere Grand Prix'inin ilk turunda Stowe virajında yaptığı kazada sağ bacağı kırılan ve o sezon 6 yarışı kaçıran Schumacher, 10 Eylül 2006 tarihinde Monza'da yapılan İtalya Grand Prix'nden sonra Formula 1 kariyerini bırakacağını açıklamış, kariyerinin 250. yarışı olan ve 22 Ekim 2006 tarihinde yapılan Brezilya Grand Prix'in ardından emekli olmuş yerini Kimi Raikkonen'e bırakmıştır. Kardeşi Ralf Schumacher ile, Formula 1 tarihinde yarış kazanan ve 1.- 2. podyum derecesini yakalayan ilk kardeşler olma özelliğini taşımaktadırlar. Pist dışında, Schumacher bir UNESCO elçisidir ve sürücü güvenliği için sözcülük yapmaktadır.
2013 yılında Fransız Alpleri'ndeki Meribel kayak merkezinde geçirdiği kayak kazası sonucu ağır yaralanarak komaya girmiştir. Kaza geçirdiği tarihten bu yana tedavisi devam etmekte olup temel fonksiyonlarında dahi zorlanma olduğu bildirilmektedir.
İlk Yılları ve Başlangıcı.
Almanya'nın Köln şehri yakınlarında Hürth-Hermülheim'de, Rolf ve Elisabeth çiftinin çocukları olarak doğar. Henüz dört yaşında iken babası kendi olanakları ile ona basit bir karting aracı yapar. Karting'e çok ilgi gösteren Schumacher'i ailesi, Kerpen-Horrem'de bir karting pistine götürürler ve Schumacher bu karting kulübünün en genç üyesi olur. Altı yaşına geldiğinde babası ona kullanılmış, hurda parçalardan daha uygun bir karting aracı yapar ve Michael bu karting aracıyla ilk kulüp şampiyonluğunu kazanır. Rolf, oğlunun yarışmasını desteklemek için ikinci iş olarak karting pistinde tamirat yapmaya ve karting araçlarını kiralamaya başlar. Bu arada Elisabeth de karting pistinin kantininde çalışmaktadır. Birden fazla işte çalışmalarına karşın, Schumacher ailesinin Michael'in ihtiyaç duyduğu nitelikte motor alabilmek için yeterli imkânları hala yoktur. Zaman zaman yerel gazetelerde haberleri çıkan Michael için gereken destek yerel işadamları tarafından sağlanır ve bu sayede Michael yarışmaya devam edebilir.
Alman yasaları uyarınca, karting pilotu lisansı alabilmek için istenilen yaş sınırı 14'tür. Lisans olmadan ulusal yarışmalara katılamayacak olan Michael'ın gelişiminin durmaması için, 1981'de, henüz 12 yaşında iken, lisansını Lüksemburg'dan alır. 1983 yılında Alman kart lisansını da alan Michael, 1984 yılında Almanya Junior Karting Şampiyonası'nı kazanır. 1985'te Adolf Neubert'in Eurokart takımına katılır. 1987 yılına gelindiğinde artık Almanya ve Avrupa Karting Şampiyonudur. 1988'de Almanya Formula Ford ve Formula König serileri ile tek koltuklu yarış araçları serilerine ilk ciddi adımını atar.
1989 yılı için Willi Weber'in WTS Formula 3 takımı ile anlaşma imzalar. Bu imzayla gelecek iki yıl için Weber'in finansmanı altında yarışır ve 1990'da Almanya Formula 3 şampiyonluğunu kazanır. 1989 yılının sonunda Formula 3 serisinden de rakipleri olan Heinz-Harald Frentzen ve Karl Wendlinger ile birlikte Mercedes Junior Racing programına katılır ve World Sports-Prototype Şampiyonası'nda yarışır. Bu karar, aslında genç bir sürücü için yanlış bir harekettir, zira Michael'in birçok rakibi, Formula 1'e giden yol için F3000 serisine katılmaktadır. Fakat Weber, Michael'e güçlü araçların, uzun soluklu yarışların ve basın toplantılarının, kariyerinin geleceği açısından çok daha faydalı olacağı tavsiyesinde bulunmuştur. 1990 sezonunun son yarışı olan Autódromo Hermanos Rodríguez'de bir Sauber-Mercedes C11 ile zafere ulaşır ve sezonu pilotlar şampiyonasında 5.likle tamamlar. 1991 sezonunda da aynı takımla yarışmaya devam eder. Yine sezonun son yarışında Japonya'da Autopolis pistinde zafere ulaşır, pilotlar şampiyonasını 9. tamamlamıştır. Aynı sezon, Japonya Formula 3000 serisinde bir yarışa katılır ve o yarışı da 2.likle tamamlar.
Bugünden Michael'in Formula 1 öncesi erken yıllarına bakıldığında ilginç bir nokta, Heinz-Harald Frentzen'in ve hatta Karl Wendlinger'in daha büyük yetenekler olduğu ve çok büyük gelecekler vadettikleri hemen tüm yarış camiasında kabul görmekte iken, bu isimlerin Formula 1 kariyerlerinin, Schumacher'in Formula 1 kariyerinin yanına dahi yaklaşamamasıdır.
Formula 1 Kariyeri.
Genel bakış.
Michael, kritik anlarda hızlı turlar atma ve gerektiğinde limitleri sonuna kadar zorlama gibi hususlardaki yeteneklerini, kariyerinin her döneminde geliştirme gayretinde olmuştur. Henüz onlu yaşlarının ortalarında karting pistinde yağmur altında, tek başına antrenmanlar yaptığı görülmüştür. Aynı çaba, Ayrton Senna gibi yağmur altında üst düzey performansı sergileyebilen tüm büyük pilotlarda gözlenebilen bir özelliktir. Günümüzde takımlar, teknoloji marifetiyle pistlerde yağmur koşulları yaratarak pilotlarının ıslak zemin performansını geliştirme gayretindedirler. Motor sporları yazarı Christopher Hilton'ın işaret ettiği gibi "Bir pilotun yeteneğinin önemli bir ölçüsü de ıslak zemin performansıdır, çünkü en hassas araç kontrolü ve en nazik sürüşe bu gibi ağır pist koşullarında ihtiyaç duyulur". Diğer büyük pilotlar gibi Michael de parlak bir ıslak zemin performansına sahiptir. Michael 1991'den 2003 sezonunun sonuna kadar katıdığı grand prixlerde, ıslak zeminde koşulan 30 yarışın 17'sini kazanmıştır. Michael'in en iyi performanslarından bazıları bu tür ağır koşullar altında gerçekleşmiştir, bu performanlarıyla da "Regenkönig" (yağmur kralı) ya da "Regenmeister" (yağmur ustası) unvanlarını almıştır.
Michael Schumacher için "Schumi", "Schuey" ya da "Schu" lakapları kullanılmaktadır. Formula 1, Michael Schumacher ile birlikte, Almanya'da arka sıralarda bir spor olmaktan çıkmış ve popülaritesi futbolla yarışabilir hâle gelmiştir.
Takımlar.
Jordan: 1991.
25 Ağustos 1991'de koşulan Belçika Grand Prix'ine Jordan Ford takımının pilotu Bertrand Gachot'nun aşırı hız cezası nedeniyle hapse atılması sebebiyle bu pilotun yerine 32 numaralı araçla çıkmıştır. Finansal olarak da takıma katkı sağlayacak bir pilot arayan takımın sahibi Eddie Jordan, Willi Weber'in 150.000 sterlin ödemesiyle boş koltuğu Michael'e verir. Sürücülük yeteneklerini ön plana çıkaran bir pist olarak tanınan Spa-Franchorchamps pistinde yapılan bu yarışta, daha önce bu pistte hiç yarışmamış deneyimsiz bir pilot olarak geldi. Yarış öncesinde pisti tanımak için bir bisikletle pist üzerinde sadece bir tur atmasına rağmen, sıralama turlarında 11 yıllık Formula 1 deneyimine sahip takım arkadaşı Andrea de Cesaris'i geride bırakarak yarışa 7. sırada başlama hakkını elde etti. Michael'in bu derecesi, Jordan takımının o yıl elde ettiği en iyi grid pozisyonudur. Ancak yarışın daha ilk turunda debriyaj problemi nedeniyle yarışı terk etmek zorunda kaldı.
Benetton: 1991-1995.
1991.
Belçika Grand Prix'nde gösterdiği bu muhteşem performansın ardından tüm dikkatleri üzerine çekti. Bu yarışının ardından Ford motoruyla yarışan Benetton Formula takımıyla bir anlaşma imzaladı. Jordan takımı, bu anlaşmaya karşı İngiliz mahkemelerinde itiraz başvurusunda bulunsa da, bu başvuru Jordan takımı ile bir kontratı bulunmaması nedeniyle reddedildi. Bunun üzerine sezonu Benetton takımında tamamladı. 1991 yılındaki en iyi derecesi, katıldığı ikinci yarışta elde ettiği 5.liktir. Bu dereceyi, İtalya Grand Prix'nde, takım arkadaşı Nelson Piquet'nin önünde elde etmiştir.
Sezonu 6 yarışta aldığı 4 puanla, 14. sırada tamamladı.
1992-1993.
1992 sezonunun başında Sauber takımı, Formula 1 yarışlarında yer almak için planlar yapıyordu. Sauber, böyle bir durumda Mercedes motoru kullanacaktı ve Michael'in kontratında da, Mercedes'in Formula 1'e girmesi durumunda onlarla yarışabileceğine ilişkin bir madde bulunuyordu. Michael, Benetton'da yarışmaya devam kararı aldı. Daha sonra Peter Sauber "Schumacher bizimle yarışmak istemedi, neden zorlayayım ki" demiştir.
1992, Williams takımının Nigel Mansell ve Riccardo Patrese ile yarışları domine ettiği bir sezon oldu. Michael kariyerinin ilk podyumunu Meksika Grand Prix'inde üçüncü sırayı alarak elde etti. Ardından da ilk galibiyet, kariyerinin ilk yarışına çıktığı Spa-Francorcamps pistindeki Belçika Grand Prix'inde geldi. Nigel Mansell'in pole pozisyonunda, Ayrton Senna'nın da ikinci sırada başladığı yarışta üçüncü sıradan start alan Michael, yağmurun yağmaya başlamasıyla birlikte ön sıralarda yarışan Ayrton Senna dışındaki bütün pilotlar gibi yağmur lastiklerine geçti. Oynadığı kumar tutmayan Senna da ilerleyen turlarda yağmur lastiklerine geçti ancak pozisyonunu kaybetmiş oldu. Pistin kurumaya başlamasıyla birlikte bazı pilotlardan spinler geldi. Michael da bir pist dışına çıkma yaşayıp lastiklerine zarar verince, o turun sonunda pit stop yaparak kuru zemin lastiklerine geçti. Mansell ve Patrese lastik değiştirmekte geç kalınca Michael liderliği ele geçirmiş oldu. Şans, strateji ve yeteneğin birleşiminden oluşan bir galibiyet alan Michael, yarışı Mansell'in 36 saniye önünde tamamladı. Daha sonra Michael, Spa Francorchamps için "açık ara en sevdiğim pist" diyecektir.
1992 sezonunu, 53 puanla 3. sırada bitirdi.
1993 sezonu yine Williams F1 pilotları Damon Hill ve 'Profesör' lakaplı Alain Prost tarafından domine edildi. Benetton Formula takımı, "aktif süspansiyon" ve "çekiş kontrolü" sistemlerini sezonun ilerleyen yarışlarında kullanmaya başladı. Çekiş kontrolünü ilk kez Monako Grand Prix'inde, aktif süspansiyonu ise ilk kez Avrupa Grand Prix'inde kullandılar ve bu sistemleri en geç kullanıma sokan takımlar arasında yer aldılar. Williams takımının aktif süspansiyon sistemini ilk kez 1987 sezonunda, McLaren ve Ferrari ise 1992 sezonunun son yarışlarında aktif sistemleri araçlarında kullandılar.
Michael, 1993 sezonunda sadece Portekiz Grand Prix'ini kazandı, bu yarışı Alain Prost'un 0.9 saniye önünde galibiyete ulaştı.
1993 sezonunu, 52 puanla 4. sırada tamamladı.
1994-1995: Şampiyonluk Yılları.
Schumacher, şampiyonluk için Williams adına yarışan Ayrton Senna ile rekabet etmesi beklenirken, San Marino Grand Prix'nde Senna'nın geçirdiği kaza sonucunda hayatını kaybetmesinin ardından, Williams F1'in diğer pilotu Damon Hill ile sezon sonuna kadar mücadele etti.
Sezonun ilk 7 yarışından 6'sını kazanarak 1965'te Jim Clark'ın kırdığı rekora ortak olan ve sezona çok iyi bir başlangıç yaparak büyük bir puan farkı oluşturan Schumacher, sezon ortasında bir takım cezalar alması nedeniyle bu avantajını kaybetti. İngiltere Grand Prix'nde, ısınma turunda önündeki pilotu geçerek siyah bayrak ile yarıştan diskalifiye edildi. Ancak bunu umursamayıp yarışa başlamak isteyen Schumacher, bir sonraki yarış için de ceza aldı. Belçika Grand Prix'sini kazanmasına rağmen, yarış sonrasında aracında yapılan inceleme sonucunda, aracının alt kısmında bulunan tahta parçanın kurallara aykırı olduğu anlaşıldı ve birinciliği iptal edildi.
Sezonun son yarışı olan Avustralya Grand Prix'nde, rakibi Damon Hill'in arkadan yaptığı atağı görmeyerek virajda iç kısıma Hill'in önüne kırması sonucu rakibine çarptı ve takla atarak yarış dışı kaldı. Ancak bu kazada aracı hasar alan Damon Hill de yarışa devam edemedi.
1994 sezonunu, bu olayın neticesinde 92 puanla şampiyon olarak tamamladı.
1995 sezonuna başlamadan Benetton Formula takımı, Renault motoruna geçiş yaptı. Williams takımı da o sezon için Renault motorunu kullanıyordu. 1995 sezonu da yine Williams F1 pilotu Damon Hill ile çekişmeli bir mücadeleye sahne oldu. İngiltere Grand Prix ve İtalya Grand Prix'nde Damon Hill'in geçiş hamlesi esnasında arkadan çarpması sonucunda iki pilot da yarış dışı kaldı. Belçika Grand Prix'inin sıralama turlarında 4. olmasına rağmen aldığı ceza nedeniyle yarışa 16. sıradan başladı. Yağmur altında yapılan yarışta, ıslak zemin lastiği kullanan rakiplerine karşı kuru zemin lastikleriyle mücadele ederek zafere ulaştı. Sezon sonunda en yakın rakibi Damon Hill ile arasında 33 puan fark oluşturarak şampiyonluğu elde etti. Bu yıl, aynı zamanda 9 yarış kazanarak, Nigel Mansell'a ait olan ve 1992 sezonunda kırdığı "bir sezonda en fazla yarış kazanma rekoru"na da ortak oldu.
Schumacher, 1995 sezonundaki 17 yarışın 9'unu kazanmış, 11 kez podyumda yer almıştır. Sadece bir kez, Belçika Grand Prix'nde 4.lükten kötü bir sıralama derecesi elde etti ancak o yarışta da birinci gelmeyi başardı.
Sezonu 102 puanla şampiyon olarak tamamladı.
Ferrari: 1996-2006.
Schumacher öncesi Ferrari'nin Durumu.
Schumacher, Benetton Formula kontratının bitmesinden bir yıl önce, 1996 sezonu ve sonrası için Scuderia Ferrari ile yarışmak üzere anlaşmıştı. Bu, Scuderia Ferrari takımının o dönemki durumuna bakılırsa riskli bir karardı. Scuderia Ferrari takımı, 1979 sezonundan beri sürücüler şampiyonluğunu ve 1983 sezonundan beri de markalar şampiyonluğunu kazanamıyordu. 1982 ve 1990 sezonlarında şampiyonluğa çok yaklaşmış ancak kıl payı kaçırmışlardı. 1990'ların başından itibaren takım büyük bir düşüşe geçmişti. O yıllarda Ferrari'nin ünlü V12 motoru daha küçük, daha hafif ve daha verimli olan rakip motorlar karşısında hiçbir zaman rekabetçi olamıyordu. Birçok pilot, özellikle Alain Prost, Ferrari aracına "kamyon", "domuz" ve "kazayı davet eden" gibi lakaplar takmıştır. Ferrari pit ekibinin zayıf performansı, sürekli şakalara konu olmaktaydı. 1995 yılının sonunda takım her ne kadar gelişme göstermiş, sıkı bir yarışmacıya dönüşmüş olsa da, Williams ve Benetton Formula gibi başa güreşen takımların ardında, orta sıralar için mücadele eden ikinci sınıf bir takımdı. Bu göreceli gelişimin arkasında da, takıma 1993 sezonunda dahil olan Jean Todt bulunmaktaydı.
Schumacher, Jordan takımından ayrılan Eddie Irvine ile takım arkadaşı oldu.
Schumacher'den bir yıl sonra, 1996 sezonuna girerken Rory Byrne ve Ross Brawn da Ferrari'ye katıldı. Bu katılımlar, Michael'in motivasyonu için çok büyük artılar getirmiştir. 1994 ve 1995 sezonlarındaki çifte şampiyonlukta çok büyük pay sahibi olan bu iki ismin de katılımı ve Jean Todt'un marifetiyle, Michael'in etrafında yenilmez bir takım kurulmuş oldu. Üç kez dünya şampiyonu Jackie Stewart, Michael'in Ferrari takımındaki dönüşümde oynadığı rolün en büyük başarısı olduğunu söylemiştir.
1996-1999.
Michael, 1996 sezonunda nispeten yavaş aracıyla 3 grand prix galibiyeti elde etti ki bu rakam Ferrari takımının 1991-1995 döneminde elde ettiği toplam galibiyetten daha fazladır. 1996 sezonunun özellikle ilk dönemlerinde araç çok fazla dayanıklılık problemi yaşamaktadır. Michael, 16 yarışın 6'sında yarış dışı kalır. Ferrari adına ilk zaferine, kariyerindeki ilk zafer gibi ıslak bir zeminde, İspanya Grand Prix'inde ulaşır. Fransa Grand Prix'inde pol pozisyonunu almasına rağmen henüz formasyon turunda motor arızası nedeniyle yarış dışı kalır. Belçika Grand Prix'inde pit stoplar öncesi attığı hızlı turlarla galibiyeti Williams takımından Jacques Villeneuve'ün elinden alır. 1996 yılının üçüncü zaferi, tifosilerin önünde Monza'da pistindeki İtalya Grand Prix'inde gelir.
1996 sezonunu, 59 puanla 3. sırada bitirdi.
1997 sezonunda Michael Schumacher ve Jacques Villeneuve şampiyonluk için sıkı bir mücadele içine girerler. Villeneuve sezonun ilk yarısında sürücüler şampiyonasında liderdir; ancak Monako Grand Prix, Kanada Grand Prix, Fransa Grand Prix, Belçika Grand Prix ve Japonya Grand Prix'lerde elde ettiği zaferlerle liderliğe oturan Michael, sezonun son yarışı Avrupa Grand Prix'ine 1 puan farkla lider çıkar. Jerez pistinde koşulan yarışta sıralama turlarında Schumacher, Jacques Villeneuve ve Heinz-Harald Frentzen imkânsızı gerçekleştirip aynı dereceyi yaparlar: 1'21.072. Dereceyi daha önce yapan pilotun turu, en hızlı tur olarak belirlendi ve yarışa Jacques Villeneuve ilk sırada, Michael Schumacher ikinci sırada başladı. Yarış esnasında liderliği alan Michael uzun süre, rahat bir şekilde yarışı lider olarak götürdü. Ancak yaşadığı teknik arızadan ötürü son turlarda yavaşladı ve yarışın 47. turunda Jacques Villeneuve ile tampon tampona viraja girdiler. Viraja içerden giren ve geç fren yapan Jacques Villeneuve Schumacher'i geçmek için atak yaptı, viraj içerisinde iki pilot çarpıştı. Bu olay Michael'in yarış dışı kalmasına sebep olurken, Jacques Villeneuve yarışa devam etti ve üçüncü sırayı elde ederek 1997 Pilotlar Şampiyonluğu'na ulaştı. Yarış sonrasında Michael "kaçınılabilir bir çarpışmaya sebep olduğundan", tehlikeli sürüşü nedeniyle 1997 Pilotlar Şampiyonası'ndan diskalifiye edilmiştir. Ancak 1997 Takımlar Şampiyonası'nda ve Michael Schumacher'in kariyer istatistiklerinde elde ettiği puanlar ve dereceler yer alır.
Sezonu 78 puanla bitirdi ancak diskalifiye edildi.
1998 sezonu başlamadan önce yönetmeliklerde büyük değişiklikler oldu. McLaren ve Scuderia Ferrari takımları pilotları Mika Hakkinen ve Michael Schumacher arasında bir düello başladı. Scuderia Ferrari takımı Goodyear lastiklerini kullanırken, McLaren-Mercedes takımı Bridgestone ile yarışmaktadır. Sezon başında Mika Hakkinen lider durumdadır; ancak Scuderia Ferrari takımının gelişimi, Michael'in 6 grand prix zaferini ve bunun yanında 5 ayrı podyum derecesi almasını sağlar. Sondan 3. yarış olan İtalya Grand Prix'inde Scuderia Ferrari pilotları duble yaparak ilk iki sırayı alırlar. Bu zafer, Michael'in 80 puanla liderliği anlamına gelmektedir. Ancak Mika Hakkinen, son iki yarışta elde ettiği iki galibiyetle sezonu sürücüler şampiyonu olarak tamamlar.
Sezonu 86 puanla 2. sırada tamamlar.
1999 sezonu ortasında şampiyonluk mücadelesi içindeyken İngiltere Grand Prix’inde geçirdiği kaza nedeniyle bacağı kırılan ve 6 yarışa katılamayan Michael, şampiyonluk şansını da kaçırmış oldu. Michael'in yokluğunda Scuderia Ferrari koltuğunda Mika Salo yarıştı. Sakatlıktan sonraki ilk yarışı olan ilk kez düzenlenen Malezya Grand Prix'inde pol pozisyonunu alarak müthiş bir başarıya imza atan Michael, yarışı da 2. sırada tamamladı. Sezonun son yarışı Japonya Grand Prix'ini de 2. sırada tamamlayan Schumacher, Scuderia Ferrari'nin 1983'ten beri ilk defa Takımlar Şampiyonası'nı kazanmasında yardımcı oldu.
Sezonu 44 puanla 5. sırada tamamladı.
2000-2004: Art arda 5 Şampiyonluk.
2000 sezonu, Formula 1 Dünya Şampiyonası'nın 50. yılıdır. Sezonun ilk 3 yarışı Avustralya Grand Prix, Brezilya Grand Prix ve San Marino Grand Prix'ini kazanan Michael, Mika Hakkinen'le arasındaki puan farkını açar ancak sezon ortasında 4 yarışta yarış dışı kalması sonucunda Mika Hakkinen'e geçilir. Belçika Grand Prix'i sonunda puan sıralamasında; Mika Hakkinen 74 puanla lider, Michael Schumacher 68 puanla ikinci sıradadır. Geriye kritik 4 yarış kalmıştır. Bir sonraki yarış İtalya Grand Prix'i birçok açıdan hatırda kalacak bir yarış olur. Yarışın henüz ilk turunun 3. virajında meydana gelen kaza zincirinde Jarno Trulli'nin aracından fırlayan sağ arka lastik, pistin yangın söndürme görevlilerinden birinin (Paolo Ghislimberti) göğsüne çarparak ölümüne neden olur. Yarışta hem Mika Hakkinen, hem Schumacher tek pit stop stratejisi uygularlar ve ikili arasındaki sıkı mücadele yarışın sonuna kadar devam eder. Michael yarışı Mika Hakkinen'in 3.10 saniye önünde kazanır. Bu, Michael'in 41. galibiyetidir ve bu rakamla efsane pilot Ayrton Senna'nın galibiyet sayısına ulaşmıştır. Yarış sonrası basın toplantısında Michael'e, Ayrton Senna'nın galibiyet sayısına ulaşmasının kendisi için önemli olup olmadığı sorulduğunda, önemli olduğunu söyleyen Schumacher, soğukkanlılığıyla tanınmasına rağmen bu andan itibaren gözyaşlarına boğulmuş ve ağlamaktan konuşamamıştır. İlginç olan, sözü alan ikinci Mika Hakkinen'in de konuşamayarak "Ralf devam etsin" diyerek sözü Ralf Schumacher'e bırakmasıdır. Sondan bir önceki yarış olan Japonya Grand Prix'inde yarışı Hakkinen'in önünde galibiyetle tamamlayan Michael, bir yarış kala şampiyonluğu garantiledi. Bu, bir Ferrari pilotunun 21 yıl sonra elde ettiği ilk şampiyonluk oldu.
2000 sezonunu, 108 puanla şampiyon tamamladı.
2001 sezonu, Michael'in rakipsiz bir şekilde şampiyonluğa ulaştığı yıl oldu. Nigel Mansell'e ve kendisine ait olan bir sezonda en çok yarış kazanma rekorunu bir kez daha egale ederek 9 yarış kazandı. Sezon boyunca 17 yarışta, 9 galibiyet dışında 5 kez ikincilik, bir kez dördüncülük elde etti ve iki kez de yarış dışı kaldı. Mika Hakkinen, veda yılı olan 2001'de şampiyonluk mücadelesinden uzak kaldı. Kanada Grand Prix'inde Ralf Schumacher 1. ve Michael Schumacher de 2. sırayı elde ederek bir Formula 1 yarışını ilk iki sırada tamamlayan ilk ve tek kardeşler olma özelliğini kazandılar. Belçika Grand Prix'inde kariyerinin 52. zaferini elde eden Michael, Alain Prost'a ait olan 51 yarışlık "en çok yarış kazanan pilot" rekorunu da kırdı.
2001 sezonunu 123 puanla şampiyon olarak bitirdi.
2002 sezonunda Scuderia Ferrari'nin aracı, Formula 1 tarihinde, belki de yalnızca 1988 sezonunda yarışan McLaren-Honda aracı ile kıyaslanabilir bir başarı elde etti. 17 yarışlık sezonun 15 yarışında podyumun zirvesinde bir Scuderia Ferrari yer aldı. Bu sezonda Michael Schumacher 11 galibiyet, 5 ikincilik ve bir üçüncülük elde ederek tüm yarışlarda podyumda yer almayı başardı. 2002 sezonu, Avusturya Grand Prix ve Birleşik Devletler Grand Prix'lerinde uygulanan takım emirleri dışında Scuderia Ferrari ve Michael için kusursuz bir sezon olur. Michael elde ettiği 11 galibiyetle, Nigel Mansell'le paylaştığı bir sezonda en çok yarış kazanma rekorunu da tek başına ele geçirmiş oldu. Sezon bitimine 6 yarış kala şampiyonluğunu ilan ederek bu alanda da rekor kırdı.
2002 sezonunu, 144 puanla şampiyon bitirdi.
2003 sezonu, McLaren ve Williams-BMW takımlarının da performansıyla, son iki sezonun aksine üst düzey bir rekabete sahne oldu. Scuderia Ferrari takımı Bridgestone lastikleri ile yarışırken McLaren-Mercedes ve Williams-BMW takımları Michelin lastiklerini kullanıyordu. Sezon başında bazı kural değişikliklerine gidildi, bunlardan en önemlisi puanlama sisteminin değiştirilmesidir. Daha önce ilk altı pilota puan verilirken, 2003 sezonu ile birlikte ilk sekiz pilota puan verilmeye başlandı. Puanlama da "10,8,6,5,4,3,2,1" şeklinde oldu. Son yarışa kadar şampiyonluk mücadelesinin devam etmesinde puanlama sisteminde yapılan değişikliğin payı da büyük olmuştur.
İlk dört yarışta 1 galibiyet, iki ikincilik, bir de üçüncülük alan Kimi Raikkonen şampiyonada öne geçer. Bunun üzerine peş peşe San Marino Grand Prix, İspanya Grand Prix ve Avusturya Grand Prix'lerini kazanan Michael, Kimi Raikkonen'i yakalar. Sezon ortasında ise Williams-BMW pilotları bir adım öndedir, Juan Pablo Montaya ve Ralf Schumacher ikişer yarış kazanırlar. İtalya Grand Prix'i sonrasında Michael Schumacher, Kimi Raikkonen ve Juam Pablo Montoya'nın şampiyonluk şansı devam etmektedir. Sondan bir önceki yarış olan Indianapolis'teki Birleşik Devletler Grand Prix'inde Michael 1. ve Kimi Raikkonen 2. sırayı alırken yarışın başında ceza alan Juan Pablo Montoya 6. olarak şampiyonluk yarışından kopar.
Son yarış Japonya Grand Prix'i Suzuka pistinde yapılır. Kimi Raikkonen'in şampiyon olabilmesi için yarışı kazanması ve Michael'in de puan alamaması gerekmektedir. Michael'in şampiyon olması için ise yarışı bir puanla tamamlaması yeterli olacaktır. Michael bu kritik yarışı 8. sırada tamamlayarak 1 puan alır ve küst üste 4., kariyerinin 6. şampiyonluğunu kazanır. Michael Schumacher, Juan Manuel Fangio'nun sahip olduğu 'en fazla şampiyon olan pilot' rekorunu da kırmayı başardı.
2003 sezonunu 93 puanla şampiyon olarak kapattı.
2004 sezonu Scuderia Ferrari takımı ve Michael Schumacher için 2002 sezonunu aratmayacak başarılar getirdi. Michael ilk 5 yarışı rahat bir şekilde kazandı. Altıncı yarış olan Monako Grand Prix'inde Fernando Alonso'nun kazası sonrasında güvenlik aracının piste çıkmasıyla birlikte Michael Schumacher ve Juan Pablo Montoya dışında ön sıralar için yarışan bütün pilotlar pit stop yaptılar. Böylece Michael ilk sıraya yükseldi, arkasında da bir tur yemiş olan Juan Pablo Montoya vardı. Bu şekilde pilotlar güvenlik aracı önderliğinde 'tünele' girdiler ve tünel içerisinde Juan Pablo Montoya'nın aracının Michael'e arkadan çarpmasıyla, Michael yarış dışı kaldı.
Monako Grand Prix sonrasında Michael üst üste 7 yarış daha kazanarak bu alandaki rekoru kıran Michael, ilk 13 yarışın 12sini kazanarak "sezona en iyi başlama rekoru"nu da kırdı. Belçika Grand Prix'i sonrasında sezonun bitmesine dört yarış kala şampiyonluğu garantiledi. 18 yarışın 13'ünü kazanan Michael, kendisine ait olan "bir sezonda en çok yarış kazanan pilot" olma rekorunu da geliştirmiş oldu.
2004 sezonunu 148 puanla şampiyon olarak tamamladı. Bu aynı zamanda Alman pilotun üst üste 5., kariyerindeki 7. ve son şampiyonluğuydu.
2005-2006.
2004 yılında diğer takımlardan bir adım önde olan Scuderia Ferrari, kullandığı Bridgestone lastiklerinin Michelin ile baş edememesi sebebiyle büyük bir düşüş yaşayarak sezon boyunca ön sıralardan uzak kaldılar. Şampiyonluk mücadelesi Renault'dan Fernando Alonso ve McLaren takımından Kimi Raikkonen arasında geçti. Birleşik Devletler Grand Prix'i Formula 1 tarihinin en ilginç yarışlarından birine sahne oldu. Yarış öncesinde birçok sorun yaşayan Michelin görevlileri, özellikle Ralf Schumacher'in sıralama turlarındaki kazasından sonra güvenlik zafiyetlerini gideremediklerini gördüler. Sıralama turları sonrasında yeni set lastiklere geçilmesi, start finiş düzlüğü öncesindeki eğimli viraja şikan konulması gibi önerilerde bulundular ancak hiçbiri kabul edilmedi. Yarışın formasyon turunun ardından Michelin kullanan bütün araçlar pitlere dönerek yarışı terk ederken yalnızca Bridgestone kullanan 3 takım ve 6 araç start aldı. Michael yarışı lider tamamlarken, takım arkadaşı Rubens Barrichello da ikinci sırayı aldı. Indianapolis dışında Michael'in öne çıktığı yarış San Marino Grand Prix'i oldu. 13. sırada başladığı yarışın son turlarında Fernando Alonso'yu çok zorlasa da, 0.2 saniye gerisinde ikinci sırada tamamladı.
1996 sezonundan bu yana, sakatlığı nedeniyle 7 yarışta start alamadığı 1999 sezonu dışında, bir sezonda beş galibiyetin altına düşmeyen Michael, 2005 sezonunu tek galibiyet, 62 puan ve 3. sırada tamamladı.
2006 sezonu, Michael'in Formula 1 kariyerinin son yılı oldu. Fernando Alonso ilk üç yarışın ikisini kazanırken, Michael ilk galibiyetine sezonun dördüncü yarışı olan San Marino Grand Prix'inde ulaştı. Bu sonuç, 2005 Birleşik Devletler Grand Prix'i hariç tutulursa 18 ay sonra elde ettiği ilk galibiyet oldu. Sezonun dokuzuncu yarışı olan Kanada Grand Prix'i sonrasında Fernando Alonso'nun 25 puan gerisindeydi. Kanada Grand Prix sonrasındaki üç yarışı da kazanarak farkı 11'e indirdi. Fransa Grand Prix'inde kariyerinin 68. ve son pol pozisyonunu kazandı. İtalya Grand Prix'inde Fernando Alonso motor arızası nedeniyle yarış dışı kalırken, Michael yarışı kazanarak Fernando Alonso ile arasındaki puan farkını 2'ye indirdi. Bu yarış sonrasında Michael, sezon sonunda Formula 1 kariyerini bırakacağını açıkladı. Michael, İtalya Grand Prix'nin ardından Çin Grand Prix'ini de kazandı ve Fernando Alonso ile puanları eşitlendi (116). Daha fazla galibiyete sahip olduğu için, 2004 sezonundan bu yana ilk kez sürücüler şampiyonasında liderliğe oturdu. Çin Grand Prix, Michael Schumacher'in kariyerindeki 91. ve son grand prix zaferine sahne oldu. Sondan bir önceki yarış olan Japonya Grand Prix'de yarışı lider durumda götüren Michael, 36. turda bir motor arızası nedeniyle yarış dışı kaldı. Michael, 2000 Fransa Grand Prix'inden beri, altı yıl sonra ilk kez motor arızası nedeniyle yarış dışı kaldı. Yarışı Fernando Alonso kazandı ve Michael'in 10 puan önüne geçti. Son yarışta Michael'in şampiyon olabilmesi için yarışı kazanması ve Fernando Alonso'nun da hiç puan alamaması gerekiyordu. Brezilya'da kariyerinin son yarışına çıkan Michael, 10. sıradan start aldı. Lastik patlattığı için 19. sıraya kadar düştüğü yarışın son bölümlerinde Giancarlo Fisichella ve Kimi Raikkonen'i geçerek yarışı dördüncü sırada tamamladı. Ayrıca kariyerinin 76. 'en hızlı tur zamanı' derecesini elde etti. Yarışı Scuderia Ferrari'den takım arkadaşı Felipe Massa kazanırken, Fernando Alonso ikinci sırayı aldı. Fernando Alonso, 134 puanla şampiyon oldu.
Ferrari 2009-2010.
Macaristan yarışı sırasında ciddi bir kaza geçirerek takımı sezonun kalan bölümünde yalnız bırakan Felipe Massa'nın yerine geçici olarak tekrar Ferrari koltuğuna oturacağı takım tarafından resmen açıklandı. 3 yıl aradan sonra tekrar yarışlara dönecek olan Alman pilotun Felipe Massa tekrar yarışabilecek duruma gelene kadar takımda kalmasının planlandığı belirtildi. Fakat daha sonradan boyun ağrıları nedeniyle Ferrari adına yarışmaktan vazgeçtiğini açıklamıştır.
Mercedes GP 2010-2012.
Brawn GP'nin Mercedes olmasının ardından büyük söylentiler çıkmaya başladı. Son alınan haberlere göre Schumacher'in 2010'da Mercedes'le dönüşüne kesin gözüyle bakılıyor. Michael Schumacher, Montezemolo ile görüşerek çok büyük bir ihtimalle Mercedes GP ile yarışacağını söyleyeceği ve bu konuşmanın Montezemolo tarafından basına aktarılmasının ardından bu dönüşün gerçekleşeceği neredeyse kesinleşti. Dönüş gerçekleşti ve Schumacher Formula 1 geri döndü. 2010 sezonunda bu dönüş bir kısım tarafından hayal kırıklığı olarak nitelendirildi. Sezonu takım arkadaşının gerisinde bitirdi ve ilk kez takım arkadaşına geçilmiş oldu. 2010 sezonu Schumacher'in en kötüleri yaşadığı yıl oldu. 15 yıllık kariyerinde ilk kez yarış kazanamadığı bir sezon oldu. Bir kısım tarafından ağır eleştirilere maruz kaldı. İlerleyen yaşı sürekli konu edildi. Bir kısım ise onun büyük cesaretini, azmini ve yarışma tutkusunu ayakta alkışladı. Schumacher açıklamalarında sürekli Formula 1'e dönüşünü savunmuştur. İsmine zarar vermeyi önemsememiştir ve Formula 1'e dönüşünden mutlu olduğunu dile getirmiştir. Alain Prost ve Niki Lauda gibi şampiyon isimler: "Böyle bir geri dönüş sonunda başarılı olmak çok zor, ama bunu biri başarabilecekse o da Michael Schumacher'dir" demişlerdir. Yaşının ve fiziksel durumunun başarısızlığa neden olduğu düşüncesine karşılık takım partonu Ross Brawn "Michael hala aynı. Telemetri verilerine baktığımızda sürüş tepkilerinden onun 3 yıl önceki Michael'dan hiçbir farkı olmadığını anlıyoruz" demiştir. Geri dönüşteki başarısızlık sebepleri olarak düşünülen genel kanılar, Mercedes'in 2010 aracının Schumacher'in sürüş tarzının çok uzağında bir araç olduğu, bunun yanı sıra test yasakları ile araca ve özellikle lastiklere uyum sağlayamaması da sebeplerin başında geliyor.
2011.
2010'a göre daha hızlıydı ve takım arkadaşı Rosberg'i kısmen yakaladı. Kanada'da son turlarda podyumu kaçırarak 4. oldu ve hala eski yeteneğine sahip olduğunu kanıtladı. Sezonu 76 puanla 8. sırada kapattı.
2012.
Mercedes'in galibiyet kazanacak kadar rekabetçi bir araç üretmesiyle geri dönüşünde bir yarış kazanmayı uman Schumacher, dayanıklılık sorunlarıyla başa çıkmak zorunda kaldı. Monaco'da pol pozisyonunu kazanmasına rağmen, Aldığı ceza ile pol pozisyonu sayılmadı ve yarışı tamamlayamadı. 2012 Avrupa Grand Prix'inde, son turlarda karmaşalar sayesinde 3. olarak podyuma çıktı. Öyle ki yarış bittiği halde Schumacher 3. olduğundan haberdar bile değildi. 2012 Brezilya Grand Prix'inde kariyerine son vererek elinde bayrakla son turunu atarak F1'den emekli oldu.
Kask Dizaynı.
Michael, Schuberth firmasının kasklarını kullanmıştır. Bu firma, kask dizaynında karbonfiber teknolojisini kullanan ilk firmadır. 2004 senesinde Michael için tasarlanan kaskın prototipi, sağlamlığının kontrolü için çok zorlayıcı testlere tabi tutulmuş, hatta üzerinden tank geçirilmiştir. Kask, tüm bu denemelerden sağlam çıkmayı başarmıştır. Kaskta bulunan yaklaşık 50 küçük hava deliği ile iyi bir hava sirkülasyonu sağlayan kask, aynı zamanda sıvı alımını sağlayacak pipet kanalları da içermektedir.
1991-2001 yılları arasında; arka kısmında Alman bayrağı, üst kısmında mavi zemin üzerinde beyaz yıldızları ve 1996'dan de itibaren Scuderia Ferrari'ye katılmasıyla beraber, Ferrari'nin simge haline gelmiş Şahlanan At logosunun yer aldığı beyaz kaskı kullanırken; 2001-2006 senelerinde aynı temaların yer aldığı tümüyle kırmızı kaskı kullanmıştır. Ayrıca kaskında sponsor firmaların logoları da her sezonda yer almıştır.
2013'teki Kayak Kazası.
29 Aralık 2013'te Schumacher, o zamanlar 14 yaşındaki oğlu Mick ile Fransız Alpleri'nde Méribel'in yukarısındaki Dent de Burgin'in altında Combe de Saulire'den inerken kayak yapıyordu. Piste Chamois ve Piste Mauduit arasındaki güvenli olmayan bir pist dışı alanda kayarken düştü ve başını bir kayaya çarptı ve kayak kaskı takmasına rağmen ciddi bir kafa travması geçirdi. Doktorlarına göre, kask takmamış olsaydı büyük ihtimalle ölecekti. İki cerrahi müdahalede bulunduğu Grenoble Hastanesi'ne hava yoluyla kaldırıldı. Schumacher, travmatik beyin hasarı nedeniyle tıbbi olarak yapay komaya sokuldu. Mart 2014'e kadar, küçük cesaret verici işaretler vardı ve Nisan ayının başlarında, tıbbi olarak tetiklenen komadan yavaş yavaş çekilirken bilinç belirtileri gösteriyordu.
Haziran 2014'te Schumacher, daha fazla rehabilitasyon için İsviçre'deki Lozan Üniversite Hastanesi'ndeki Grenoble Hastanesi'nden ayrıldı. Eylül 2014'te Schumacher hastaneden ayrıldı ve daha fazla rehabilitasyon için evine geri getirildi. İki ay sonra, Schumacher'in "felçli ve tekerlekli sandalyede" ve "konuşamıyor ve hafıza sorunları var" olduğu bildirildi. Mayıs 2015'te Schumacher'in menajeri Sabine Kehm, durumunun "yaralanmasının ciddiyeti düşünüldüğünde" yavaş yavaş iyileştiğini belirtti.
Eylül 2016'da Schumacher'in avukatı Felix Damm bir Alman mahkemesine, Aralık 2015'te Alman yayın Die Bunte'de tekrar yürüyebileceğine dair haberlere yanıt olarak müvekkilinin "yürüyemediğini" söyledi. Temmuz 2019'da eski Ferrari yöneticisi Jean Todt, Schumacher'in "iyi ilerleme" kaydettiğini ancak aynı zamanda "iletişim kurmakta zorlandığını" belirtti. Todt ayrıca Schumacher'in evindeki televizyonda Formula 1 yarışlarını izleyebildiğini söyledi. O yılın Eylül ayında Le Parisien, Schumacher'in "hücre cerrahisinde öncü" olarak tanımlanan kardiyovasküler cerrah Philippe Menasché tarafından tedavi için Paris'teki Hôpital Européen Georges-Pompidou'ya kabul edildiğini bildirdi. Anti-inflamatuar kök hücre perfüzyonu almasını içeren tedaviyi takiben, sağlık personeli Schumacher'in "bilinçli" olduğunu belirtti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10377",
"len_data": 35485,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.39
}
|
Ahmet Haldun Dormen (d. 5 Nisan 1928, Mersin), Türk tiyatro oyuncusu ve yönetmeni, oyun yazarı, çevirmen.
Güldürü ve vodvil türünde uzmanlaşmış bir tiyatro yönetmenidir. 1955 yılında Dormen Tiyatrosu'nu kurdu. 1961 yılında Türkiye'de sahnelenen ilk batılı müzikal olan "Sokak Kızı İrma"'yı yönetti. 1980'li yıllarda Egemen Bostancı'nın yapımcılığını üstlendiği "Hisseli Harikalar Kumpanyası", "Şen Sazın Bülbülleri" gibi müzikalleri sahneye koydu. 1985 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahneye koyduğu "Lüküs Hayat", 30 yıl boyunca aralıksız ve genellikle kapalı gişe olarak devam etti.
Hayatı.
Babası, Kıbrıslı bir iş insanı olan Sait Ömer Bey, annesi İstanbullu bir paşa kızı olan Nimet Rüştü Hanım'dır. Ailenin soyadı "Önder" iken, babası iddialı bulduğu bu soyisim yerine anlamı olmayan "Dorme"n soyadını tercih etti, böylece soyadları Dormen oldu. Bir yaşına basmadan, ailesi İstanbul, Şişli'ye yerleşti. 20 yaşına kadar Atatürk Evi'nin karşısındaki Ömer Bey Apartmanı'nda yaşadı. Sekiz yaşında geçirdiği bir kaza sonucu sol ayağı sakatlandı.
Sahneye ilk defa Galatasaray Lisesi'nde ortaokul öğrencisi iken "Demirbank" adlı oyununda "yirmibeş kuruş" rolüyle çıktı. Lise öğrenimini Robert Kolej'de tamamladı.
Tiyatro eğitimini ABD'de Yale Üniversitesi'nde aldı. Yüksek lisans derecesiyle mezun oldu. İki yıl süreyle Amerika Birleşik Devletleri'nde çeşitli tiyatrolarda oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. Hollywood'da Pasadena Playhouse'da 4 oyunda oynadı. İstanbul'a döndüğünde önce Muhsin Ertuğrul yönetimindeki Küçük Sahne'ye girdi ve "Cinayet Var" başlıklı oyundaki dedektif rolüyle ilk kez Türk seyirci karşısına çıktı. O sıralarda Beyoğlu Parmakkapı Sokak'ta genç amatörlerle birlikte 60 kişilik bir cep tiyatrosu kurdu.
22 Ağustos 1955 gecesi Süreyya Sineması'nda Dormen Tiyatrosu'nun ilk oyununu sergiledi. 1957 Eylül'de Küçük Sahne'nin kendisine teklif edilmesiyle oyunlarını sergilemeye orada devam etti. 1957'de "Papaz Kaçtı" komedisi ile Dormen Tiyatrosu'nu kurdu. Erol Günaydın, Altan Erbulak, Metin Serezli, Nisa Serezli, Erol Keskin, İzzet Günay, Yılmaz Köksal, Ayfer Feray gibi onlarca sanatçı yetiştirdi. Topluluk en parlak dönemini 1957-1972 yılları arasında yaşadı. 1961'de Türkiye'deki batılı tarzda ilk müzikal olan "Sokak Kızı Irma'yı" sahneledi. Gülriz Sururi, buradaki "Sokak kızı İrma" rolüyle Türkiye'ye adını duyurdu. Dormen Tiyatrosu 1962'de Beyoğlu'ndaki tarihî Ses Tiyatrosu'na geçti, 10 yıl süreyle faaliyetini orada sürdürdü. Oynadığı oyunlar arasında başlıcaları; "Bit Yeniği", "Şahane Züğürtler", Erol Günaydın ile Cemal Reşit Rey'in yazdığı "Yaygara 70"'tir.
"Bozuk Düzen" ve "Güzel Bir Gün İçin" başlıklı iki sinema filmi yönetti. Bu filmlerde Dormen kadrosunun yanı sıra Belgin Doruk, Ekrem Bora, Nurhan Nur, Müşfik Kenter, Nedret Güvenç gibi isimler de yer aldı. Bu iki film 1966 ve 1967 yıllarında Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde yedi ödül kazandı. Ama gişede bekleneni vermedi. 1987'de Müjdat Gezen'in yapımcılığını yapıp başrolünde oynadığı "Felekten Bir Gün" adlı video filmini de yönetti.
Dormen, 1959'da halkla ilişkiler alanında dünyaca tanınan bir isim olan Betül Mardin ile evlendi. Sekiz yıl süren bu evliliğinden Ömer adlı bir oğlu dünyaya gelmiştir.
1972'de borçları nedeniyle tiyatrosunu kapatmak zorunda kalıp televizyona, yazarlığa ve hocalığa yöneldi. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikal Bölümünde sahne dersleri verdi. Aralarında "Unutulanlar", "Anılarla Söyleşi", "Kamera Arkası", "Pop Star" gibi programların olduğu onlarca programla televizyonda devamlı yer aldı. Aynı yıllarda Milliyet gazetesinde "Çeşitlemeler" başlıklı köşesiyle köşe yazarlığına başladı. Milliyet gazetesindeki yazılarını sekiz yıl sürdürdü.
1981'de Egemen Bostancı ile tanıştı. "Hisseli Harikalar Kumpanyası", "Şen Sazın Bülbülleri" gibi müzikalleri yazıp yönetti. 1984'te Egemen Bostancı'nın ısrarıyla Feriköy'deki 637 koltuklu İdil Sineması'nı devralarak "Komedi Tiyatrosu" adıyla yeniden tiyatro kurdu. 17 yıl sürecek olan bu tiyatronun adı "Komedi Tiyatrosu" olsa da hep "Dormen Tiyatrosu" olarak anıldı. 2002 yılında ekonomik nedenlerle tiyatrosunu kapatmış fakat çeşitli tiyatrolarda oyunculuğuna ve yönetmenliğine devam etmiştir.
Tiyatrosunu yeniden kurduğu 1981 yılında TRT adına "Haftanın Sohbeti" başlıklı bir televizyon programı yapmaya başladı.
1933 yılında sahnelendiğinde büyük ilgi görmüş Lüküs Hayat müzikalini 1985'te İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Gencay Gürün'ün yapımcılığında yeniden sahneye koydu. Oyun çok büyük ilgi gördü ve 28 yıl aralıksız sahnelendi. Dormen, Lüküs Hayat'ı daha sonra İzmir ve Mersin operalarında ve Eskişehir Şehir Tiyatroları'nda sahneledi.
1997'de Yapı Kredi Bankası adına Afife Tiyatro Ödülleri'ni başlattı ve fikir babası olduğu bu organizasyonun sanat danışmanlığını üstlendi. Ödüllerin ilk on yılında tüm açılış konuşmalarını yaptı. Ödüllerin yirminci yılında Afife Ödülleri arasında onun ismiyle anılan "Haldun Dormen Özel Ödülü" eklendi.
ABD'de yayımlanan "Nanny" adlı komedi dizisinin Türkiye versiyonu olan ve 2001 yılında yayımlanmaya başlayan "Dadı" dizisindeki "Uşak Pertev" rolü ile geniş kitlelerce tanındı.
Dormen, dördü otobiyografik olan "Sürç-ü Lisan Ettikse", "Antrakt", "İkinci Perde", "Nerede Kalmıştık" başlıklarıyla beş kitap ve on iki oyun yazdı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kadın sahne sanatçılarının yaşadıklarına ışık tutan "Kantocu" başlıklı eseri İstanbul, Eskişehir, Ankara'da sahnelendi.
Yaşamı boyunca iki yüz ellinin üstünde ödül kazanan sanatçı, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda ders verdi. Hacettepe Üniversitesi tarafından fahrî doktora ünvanı ile ödüllendirildi.
2009 yılında, Kedi Sahne Sanatları'nın sahnelediği Moliere'in "Kibarlık Budalası" adlı oyununda "Mösyö Jordain" rolü ile sekiz yıl aradan sonra yeniden oyunculuğa döndü. Oyun, on yılda 600 kez sahnelendi.
Hâlen İzmir'deki Sahne Tozu Tiyatrosu'nun sanat danışmanlığını yürütmekte olan Dormen onun adına yapılan salonda çeşitli oyunlar sahneye koymuştur (Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen Sahnesi -İzmir) Aynı kuruluşun kurduğu Sahne Tozu Tiyatrosu Nişantaşı Akademisi'nde müzikal dersi vermiştir.. 2019 yılında İstanbul Ateşehir'de açılan ve bünyesinde bir müzikal tiyatro atölyesi de bulunduran "Dormen Akademi" adlı kuruluşun onursal başkanıdır ve dersler vermektedir. Akademinin çalışmalarını sürdürdüğü Mustafa Saffet Kültür Merkezi'nde bir salona adı verilmiştir.
Dormen'in hayatı, yönetmenliğini Selçuk Metin’in üstlendiği, senaryosunu Zeynep Miraç’ın kaleme aldığı “"Yaparsın Şekerim"” (2022) adlı belgesele konu oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10382",
"len_data": 6551,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.3
}
|
Işıl Kasapoğlu (d. 6 Şubat 1954, İstanbul), Türk tiyatro oyuncusu ve yönetmeni.
1982'de Paris'te "Theatre a Venir" adlı tiyatroyu, 1995'te Cüneyt Türel ve Tilbe Saran'la birlikte İstanbul'da Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu'nu, 1997'de İzmit Şehir Tiyatrosu'nu, 2002'de kendi bağımsız tiyatrosu Semaver Kumpanya'yı kurdu. 1983'ten başlayarak gerek Theatre a Venir'de gerekse ödenekli veya özel tiyatrolarda oyunlar yönetti. Sahnelediği oyunlarla pek çok ödüle değer görüldü. Semaver Kumpanya'nın sanat yönetmenliğini yapmaktadır. Devlet Tiyatroları sanatçısıdır.
Yaşamı.
6 Şubat 1954 tarihinde İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesinde öğrenim gördü. Lise yıllarında okulun tiyatro koluna girdi; Şehir Tiyatrosu'nda figüranlık ve şehir tiyatrosunun bir birimi olan Tepebaşı Deneme Sahnesi'nde Beklan Algan'a asistanlık yaptı; işçi tiyatrolarında rol aldı. On altı yaşında Onat Kutlar ile tanıştı; onun sayesinde radyo oyunları yazmaya başladı.
İstanbul'da iki yıl hukuk öğrenimi gördükten sonra 1978'de Fransız Kültür Merkezi'nin kültür bursuyla Fransa'ya gitti. 1981'de Paris Sorbonne Üniversitesi Tiyatro Bölümünü tamamladı ve 1983'e kadar Paris Konservatuvarında Pierre Vail Atölyesi'nde çalıştı. 1978-1983 yılları arasında Paris'te birçok yönetmene ve Théatre de Liberté'de Mehmet Ulusoy'a asistanlık yaptı.
1982'de Paris'te "Theatre a Venir" adlı tiyatroyu kurdu. 1983 yılında Chaillot Devlet Tiyatrosu'na bir gençlik oyunu yönetti. Ardından kendi tiyatrosunda birçok oyun yönetti; bu oyunlarla festivallere katıldı, turneler yaptı.
1987'de İstanbul Şehir Tiyatroları'nın daveti üzerine İstanbul'a gelerek Carlo Goldoni'nin İki Efendinin Uşağı oyununu sahneledi. Bu oyun, "Kültür Bakanlığı En İyi Yönetmen Ödülü"ne değer görüldü. 1990'da yeniden İstanbul Şehir Tiyatroları'nın daveti ile İstanbul'a gitti ve Shakespeare'in Kral Lear oyununu sahneledi. Bu oyun ile 1990-1991 sezonunda Avni Dilligil En İyi Yönetmen Ödülü'nü, 1993-1994 sezonunda Tiyatro Eleştirmenleri Birliği İstanbul Jürisi Ödülü'nü kazandı.
Devlet Tiyatroları'nda yönetmen olarak çalıştı ve Anadolu kentlerinde Shakespeare oyunları sahneledi. Diyarbakır ve Trabzon'da, Macbeth, Kısasa Kısas, Venedik Taciri oyunlarını sahneledi.
1995'te Cüneyt Türel ve Tilbe Saran'la birlikte İstanbul'da Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu'nu, 1997'de İzmit Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nu kurdu. İzmit Şehir Tiyatrosu'nun ilk oyunu olarak Hamlet'i 6 saatlik tam versiyon olarak sahneledi.
2002'de İstanbul'a kendi bağımsız tiyatrosu Semaver Kumpanya'yı kurdu. Semaver Kumpanya'nın sanat yönetmenliğini yapmaktadır. 2008 yılında Ermeni Kırımından dolayı başlatılan Ermenilerden özür diliyorum kampanyasına destek vermiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10385",
"len_data": 2669,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.22
}
|
Karaağaç, karaağaçgiller (Ulmaceae) familyasının "Ulmus" cinsinden ağaç türlerine verilen ad
Dünya üzerinde ılıman iklim bölgelerinde Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'da yayılış gösterirler.
Karaağaçlar yapraklarını döken boylu orman ağaçlarıdır. Tomurcuklar kiremitvari olarak dizilmiş olan çok sayıda pullarla örtülüdür. Sürgünler pseudoterminal tomurcukludur ve sürgünlere iki sıralı sarmal dizilmişlerdir. Yaprak ve çiçek tomurcukları farklı şekil ve büyüklüktedir. Yaprak tomurcukları küçük dar yumurtamsı konik biçimde olmalarına karşın çiçek tomurcukları büyük ve hemen hemen küreseldir. Yapraklar sade (basit), kısa saplı, dip tarafları az veya çok çarpık (asimetrik), kenarları çift dişlidir. Çiçekler erdişidir. Çiçeğin çan biçimindeki çanağı 4-9 lopludur ve lop sayısı kadar etamini vardır. Yumurtalık basıktır, derin parçalanmış iki stigması vardır. Erdişi çiçeklerin birçoğu bir arada yan durumlu olarak yaprak koltuğundan demet oluştururlar. Çiçekler ilkbaharda yapraklardan önce açarlar veya bazı taksonlarda ise çiçekleri sonbaharda görülür. Meyve basık bir nustur. Nusun etrafı, damarları belirgin, zarsı bir kanatla çevrilmiştir. Çiçek açmasından birkaç hafta sonra olgunlaşır.
Karaağaçların yaşlı gövdelerinde kabuklar çoğunlukla kalın boyuna oluklu çatlaklıdır; birkaç taksonda ise gövde kabukları uzun yıllar çatlamadan, düz ve parlak kalır. Amerika'daki kızıldereliler bir zamanlar bazı karaağaç kabukları liflerinden ip ve halat yapmışlardır. İç kabuğu ilaç olarak kullanmışlardır.
Odunları koyu, diri odunları açık renkli olan ve güzel cila kabul eder. Odunları büyük halkalı traheli gruba dahildir. İlkbahar odununda büyük traheler bir veya iki sıra halinde yan yana gelerek halka şeklinde düzenli bir diziliş gösterir. Yaz odununda ise dar lümenli küçük traheler, birbirine paralel uzanan, dalgalı bantlar üzerinde bir araya gelerek devamlı şeritler halinde görülürler. Odunları sert, ağır, yüksek şok mukavemetine haiz ve elastikidir; kolay yarılmaz.
Kullanış yerleri mobilyacılık ve kaplamacılıktır. Karaağaç tomrukları su borusu olarak kullanılmışlardır.
Genellikle sıcak severler; sulak yerlerde, nehir ve dere kenarlarında yetişirler. 1919 yılında Hollanda'da görülen ve kısa zamanda Avrupa'ya yayılan karaağaç kurumalarına neden olan bir mantar hastalığı vardır. Bu mantar "Ophiostoma ulmi" adındaki bir mantardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10391",
"len_data": 2343,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.51
}
|
Prunus avium, gülgiller (Rosaceae) familyasından Kuzey Akdeniz kıyıları, Güney Kafkasya, Hazar Denizi ve Kuzeydoğu Anadolu'da doğal olarak bulunan meyve ağacı. Meyvesi olgunlaşmadan önce pembe bir çiçek açar. Kiraz meyvesini veren temel ağaç türüdür ve meyvesi tatlı kiraz olarak adlandırılır. Kiraz meyvesi veren diğer ağaç türleriyle birlikte Prunus subg. Cerasus alt cinsini oluşturur ve bu cinsin en bilinen üyesidir.
Ekoloji.
Meyveler, meyve etini sindiren ve tohumları dışkılarında dağıtan çok sayıda kuş ve memeli türü tarafından kolayca yenir. Bazı kemirgenler ve birkaç kuş (özellikle Bayağı kocabaş) içindeki çekirdeği yemek için çekirdekleri açar.
Yapraklar, kasa taşıyan güve "Coleophora anatipennella" gibi Lepidoptera dahil olmak üzere bazı hayvanlar için yiyecek sağlar.
Ağaç, kabuktaki yaralardan bir sakız salgılar ve bu sayede böcekleri ve mantar enfeksiyonları dışlamak için yaraları kapatır.
"Prunus avium" ile "Prunus fruticosa" (cüce kiraz) arasındaki antik çaprazlamalar (melezlemler) yoluyla "Prunus cerasus" (vişne)'nin iki türün örtüştüğü alanlarda ana türlerinden biri olduğu düşünülmektedir. Her üç tür de birbirleriyle üreyebilir. "Prunus cerasus" artık kendi başına bir türdür, melez olmanın ötesinde gelişmiş ve stabilize olmuştur.
Kullanımı.
Meyvesi taze olarak yenir. Hoşaf, reçel ve konservesi yapılır. Ayrıca Giresun ilinde 'kiraz tuzlusu kavurma' adıyla yemeği yapılmaktadır.
Diğer kullanımlar.
Kabuk yaralarındaki sakız aromatiktir ve sakız yerine çiğnenebilir.
Kiraz meyvesinin saplarından, idrar söktürücü (diüretik), damarları büzen kan durdurucu ve öksürük ilaçları hazırlanabilir.
Bitkiden yeşil boya da hazırlanabilir.
Yabani kiraz, Avrupa'da tarım arazilerinin ağaçlandırma için çok kullanılır ve ayrıca yabani yaşam ve sağlık dikimleri için de değerlidir. Birçok Avrupa ülkesinde yabani kiraz için gen koruma ve/veya yetiştirme programları vardır.
Kültür.
Yunan mitolojisinde karşılığı doğum ve yenilenme, Çin'de ise ölümsüzlüktür. Giresun ili ismini kiraz meyvesinden almıştır. Kerasus kiraz meyvesinin Roma dönemindeki adıdır.
(Kerasus-Gerasus-Geresun-Giresun) Japonya'da kiraz dendiğinde insanlar duraksar. Çünkü bu onlara ölümlü dünyayı hatırlatır ve kiraz çiçekleri 7 gün ağaçta durduktan sonra solmadan düşer.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10393",
"len_data": 2260,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.32
}
|
Erik, gülgiller (Rosaceae) familyasından "Prunus" cinsinden meyvesi yenen bazı ağaç türlerinin ortak adı.
Türkiye'de Doğu Anadolu Bölgesi'nin yüksek yayla mıntıkası ile, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin kurak ve çok sıcak bir kısım yerlerinde ve Marmara Bölgesi'nin bazı yerlerinde yetişir.
Erkenci dönem can eriğini yaz ortalarında olgunlaşan Japon eriği ("P. salicina") takip eder. Ağustosta olgunlaşmaya başlayan Avrupa eriği ("P. domestica") ise ekim ayına kadar yenebilir. Farklı dönemlerde olgunlaşan eriğin, farklı biçim ve büyüklükteki meyvelerinin ince kabuğu, türlere göre yeşil, sarı, kırmızı ve mor renklerdedir. Türkiye'de en tanınmış erik çeşitleri can eriği, papaz eriği, mürdüm eriği ve tatlı üryani eriğidir.
Anavatanı Anadolu olan erikler, dünyanın değişik iklim bölgelerine göçler ve harpler sebebiyle adapte olmuşlardır. Kafkasya ve Hazar Deniz'i çevresinden dünyaya yayıldığı sanılmaktadır. "Prunus institia" adlı bir diğer erik türünün anavatanı ise Şam bölgesidir. Bütün dünyadaki erik çeşitlerinin sayısı, 2.000'den fazladır. Türkiye'de yetiştirilen çeşitlerin sayısı da 200'ün üstündedir.
Erikler olgunluk zamanlarına, kullanma şekillerine göre çeşitlere ayrılır. Türkiye Milli Bağ-Bahçe Komitesinin Türkiye'de yetiştirilmesini tavsiye ettiği çeşitler; Can, Santa Roja, Red Kennen, Climax, Formasa, Reine Claude Violette, Reine Claude Verte, President, Giant, Red Heart, Stanley, Köstendil, Karagöynük, Üryani, D'Agant'tır.
Erik ağaçları tür ve çeşitlerine göre iri boylu ağaçları teşkil ettikleri gibi, küçük boylu ağaçlar veya çalı şeklinde olanları da vardır.
Sert çekirdekli bir meyve ağacı olan eriğin iç kısmının sertleşmesiyle sert çekirdek kabuğu meydana gelir. Yenilen kısmı etli ve suludur. Meyveleri şekil, renk ve tat bakımından çok farklıdır. Tohumları (çekirdekleri) acıdır.
Erik çeşitleri, tohum teşekkülü bakımından kendine verimli, kendine kısmen verimli ve kendine kısır olarak üç grup altında toplanır. Kendine kısmen verimli çeşitlerden de iyi ürün alınabilmesi için, tohum teşekkülü çeşitlerine ihtiyaç vardır.
Erik ağacı çeşitli toprak tipinde yetişmekle beraber en iyi olarak besin maddelerince zengin, humuslu, sıcak, yeteri kadar nemli, orta derin ve derin topraklarda iyi yetişir. Kültür erik çeşitleri çelik ve aşıyla üretilir. Fidanlıklarda en çok durgun göz aşısı kullanılır. Kültür erik çeşitleri için muhtelif erik türleri, şeftali, kayısı ve badem anaç olarak kullanılabilir.
Meyvelerinde şekerler, pektin ve organik asitler vardır. Meyve olarak yenir. Kurutularak hoşaf ve çeşitli yörelerde değişik pestil yapımında kullanılır.
Besin değeri.
Erik, C vitamini, B vitaminleri, potasyum, magnezyum ve kalsiyum açısından zengindir. 100 g taze erik; 192 kJ (46 kcal), 17,8 g karbonhidrat, 299 mg potasyum, 17 mg fosfor, 2 mg sodyum, 18 mg potasyum, 0.5 mg demir, 0.4 mg lif içermektedir. Ayrıca A, B1, B2, B3, B6, C, E vitaminini de içermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10394",
"len_data": 2896,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.57
}
|
Ceyhan, Adana ilinin ilçesidir. Adana'ya 47 kilometre uzaklıktadır. Adana'nın merkez ilçeleri dışında en fazla nüfusa sahip ilçesidir.
Etimoloji.
Ceyhan, kuruluşundan günümüze kadar şu adları almıştır: 1860 yılında Yarsuat, 1896 yılında II. Abdülhamid'e ithafen Hamidiye, 1909'da Urfiye ve Cumhuriyet sonrasında 3 Mayıs 1929'da Ceyhan.
Tarihçe.
Şehrin bilinen tarihi 9 bin yıl öncesine dayanmaktadır. Ceyhan Ovası Hitit, Asur, Fenike, Mısır, İran, Roma ve Bizans medeniyetlerine evsahipliği yapmıştır.
Boğazköy ve Kültepe tabletlerinde adı geçen üç krallıktan, Luvi Krallığının (MÖ 1900) Ceyhan Nehri'nin doğu kısmında, Arzava Krallığının ise (MÖ 1500-1333) nehrin batı kısmında kurulduğu anlaşılmaktadır. Luviler Asurluların, Arzavalılar ise Hititlerin egemenliği altına girmişlerdir. Kizzuwatna Krallığı ise Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında kurulmuş olup Hitit egemenliğine girmiştir.
MÖ 1200 yılında Hitit Krallığının ortadan kalkması ile Kue Krallığı kurulmuş (MÖ 1190-713), Kral Asistavands Karatepe şehrini kurdurmuştur. Daha sonra bölge Asurların, Babillerin, Perslerin, Büyük İskenderin, Selevkosların, Helenistik Mısır Krallığının, Roma İmparatorluğunun, Bizans İmparatorluğunun, Emevilerin, Abbasiler'in, Tolunoğullarının, Hamdanilerin ve tekrar Bizans'ın eline geçti.
1071 Malazgirt Meydan Muharebesi sonrası, Süleyman Şah (Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu) 1083 yılında Ceyhan Ovası'nı ve Adana'yı tamamen ele geçirdi. 1097 yılında Kilikya Ermeni Krallığına bağlanan Ceyhan 14. yüzyılda Mısır Memlüklülerinin eline geçer ve sonrasında Dulkadir oğlu Beyliği topraklarına katılır. O yıllarda nüfusu 5.000'dir. Ceyhan, 1353-1515 yılları arasında Memlüklere bağlı Ramazanoğulları Beyliği'nın hakimiyeti altında kalmıştır. Bu topraklar için Memlükler ve Osmanlılar 1485-1498 yılları arasında savaştılar. 1515 yılından itibaren Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Adana toprakları Ceyhan Ovası ile birlikte Osmanlı Devletinin idaresine girdi.
1525 yılına ait Osmanlı Tapu tahrir defterinde adı Yarsuvat olarak geçmektedir. Yarsuvat Kırımca'da nehir kenarı anlamına gelmektedir. Bu dönemde bölgeye yerleştirilen Kınık Türkmenleri, Oğuzların Üçok koluna ait Denizhanoğulları soyundan gelmektedir. Nitekim bugün bölgede kalabalık bir nüfusa sahip olan Sırkıntıoğulları, Karsantıoğulları, Kozanoğulları, Cerit, Yüreğir, Barak, gibi Türkmen obaları Oğuzların Kınık boyuna bağlıdırlar. Konar-göçer Oğuzların Türkmen, Avşar boyları uzun yıllar yörede kışlak olarak yaşamışlardır.
1833-1840 tarihleri arası Ceyhan Ovası el değiştirerek Mısırlı İbrahim Paşa'ya geçmiştir. İbrahim Paşa özellikle Menemencioğulları Türkmenleri başta olmak üzere diğer Türkmen boylarının yardımıyla Konya'ya kadar ilerleyerek Osmanlı yönetiminden çıkmıştır. Mısırlı İbrahim Paşa kendisine destek vermeyip Osmanlıyı destekleyen aşiretlere ise çok acımasız davranmıştır. Örneğin Sırkıntıoğulları ve Karsantıoğulları'nın tüm mallarını yağmaladığı gibi, bu Türkmenleri kılıçtan geçirme kararını bile almıştı. Ancak Menemencioğlu Ahmet Bey'in itirazı nedeniyle bu kararını uygulayamamıştır. Mısır ordusu bölgede Osmanlı yanlısı Türk boylarını sindirmek için özellikle sürgün taktiğini çok kullanmıştır. Özellikle bölgenin en büyük aşireti olan Sırkıntı Türkmenlerini pasivize etmek için Sırkıntıoğlu Murtaza Bey, İbrahim Paşa'nın emriyle Mısır'a sürgün edilmiştir. Ceyhan 1841 yılında tekrar Osmanlı yönetimine geçmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Türkmen boyları tarafından kurulan Kuvay-ı Milliye birlikleri bölgede destan yazmışlardır. Sırkıntılar grup komutanlığı gibi birçok birlikler Ceyhan'ın kurtuluşuna önemli katkıda bulunmuşlardır.
Kırım Savaşı'ndan sonra Osmanlılar buraya Nogay Türklerini ve 93 Harbi'nden sonra da Rumeli Türklerini iskan etmişlerdir. 1896 yılında II. Abdülhamid tarafından Hamidiye adı verilmiş 1908 yılında ise Urfiye olarak değiştirilmiştir.
19 Temmuz 1926'da ilçe yapılmış ve Cebelibereket (Osmaniye) vilayetine bağlanmış ve son olarak 3 Mayıs 1920 yılında çıkarılan yasa ile adı Ceyhan olarak değişmiştir. 1933 yılında Cebelibereket ilinin ilçe yapılması üzerine bugünkü statüsüne kavuştu.
Coğrafya ve iklim.
Akdeniz Bölgesi'nde yer alan Ceyhan Adana'ya 47 km uzaklıkta, Akdenize 30 km. uzaklıkta, 36. ve 37. kuzey enlemleri ile 35. ve 36. doğu boylamları arasında olan bir ilçedir. Güneyde Yumurtalık, Kuzeyde Kozan, kuzeybatısında İmamoğlu, kuzey doğusunda Kadirli, batıda Yüreğir, doğuda Osmaniye, Hatay iline bağlı Erzin ilçesi ile komşudur.
İlçenin önemli bölümü tarımsal arazi ile kaplı olup yüzölçümü 1.424 km²'dir ve 71 mahallesi vardır.
En önemli akarsu Ceyhan Nehri ilçenin kenarından geçmektedir ve uzunluğu 509 km'dir. Ayrıca Mercin Suyu, Karaçay, Handeresi, Çeperce Deresi ilçenin akarsularıdır.
Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen ilçenin iklimi tipik Akdeniz iklimidir. Yağış miktarı Ceyhan Ovası'nda 600–750 mm. iken, dağlık alanlarda 750–1000 mm arasında olup, yağışların %50'si kışın, %27'si ilkbaharda, %18'i sonbaharda, %5'i yaz aylarında düşer.
Ceyhan'ın bitki örtüsünü makiler oluşturmaktadır. Ceyhan büyük bir ova olduğu için orman alanlar tahrip edilerek tarım alanlarına dönüştürülmüştür. Buna rağmen yer yer çam ormanlarına rastlanır.
Ceyhan'da son yıllarda oluşturulan Okaliptüs (sıtma ağacı-selvi) ormanları ise geniş alanlar kaplamaktadır. Yine tarımı geliştirmek için ekilen zeytin, turunçgil, kavak ekili alanlar da geniş yer kaplamaktadır.
Ceyhan tabi orman bakımından fakirdir. Lakin kerestecilik maksadıyla okaliptüs ve kavak yetiştiriciliği yapılmaktadır. Ceyhan'da kerestecilik ve mobilyacılık gelişme göstermiştir.
Ceyhan'da üretilen orman ürünleri genellikle kereste ve odun olarak tüketilmektedir.
Ulaşım.
Ceyhan, güneyden ve kuzeyden iki önemli yolla çevrilidir.
Avrupa'yı Asya'ya bağlayan E-90 ve E-91 karayolu ile Türkiye'de İç Anadolu ve Ege'yi Güneydoğuya bağlayan D-400 Devlet Karayolu Ceyhan'dan geçmektedir. D-400 Karayolu Ceyhan Şehrinin 3 km. kadar Kuzeyenden geçerken yine TAG (Pozantı-Tarsus–Gaziantep Otoyolu)olarak adlandırılan E-90 ve Avrupa'yı Beyrut ve İsrail'e bağlayan TEM otoyolu da Ceyhan'ın 7 km. kadar güneyinden geçmektedir.
Ayrıca Türkiye'yi Ortadoğu'ya bağlayan demiryolu hattı Haydarpaşa-Bağdat Demiryolu da Ceyhan'dan geçmektedir.
Ceyhan, Adana Havaalanına da 50 km. uzaklıktadır. Deniz ulaşımı için de Yumurtalık ve İskenderun limanlarına yakındır. Kısacası deniz, hava, kara ve demiryolundan ulaşımı kolay bir ilçemizdir.
Ekonomik yapı.
Ana geçim kaynağı olarak tarım gösterilebilir. İlçe, tipik bir Çukurova ilçesi olarak, geçmişte akıllara yer eden pamuk üretimiyle anılsa da, şimdilerde değişen ekonomik kaygılar sebebiyle, dönemden döneme değişmekle beraber buğday, mısır, karpuz, soya ve yerfıstığı üretimine de sıklıkla rastlanır. Köylerde ufak çapta küçük ve büyük baş hayvancılık da yapılır. Tarımın ekonomide yoğun olarak yer alması, Ceyhan'ın ticaret ve sanayi imkânlarını da arttırmıştır. Ceyhan çevresinde eskiden onlarca çırçır fabrikası yer alırken bugün bunlar yerini mısır kurutma tesislerine bırakmıştır. Ayrıca; Yumurtalık Serbest Bölgesine, Yumurtalık-Sugözü Termik Santraline, BOTAŞ'ın BTC (Bakü-Tiflis-Ceyhan) Boru Hattı olarak bilinen ve Bakü'den Yumurtalık'a uzanan Petrol Boru Hattına, Hatay sınırındaki Toros Gübre Sanayii'ne, Adana ve Osmaniye Organize Sanayi Bölgelerine yakınlığı da Ceyhan'ın ekomisinde etkili rol oynar.
Nüfus.
İlçeye bağlı; 112 mahalleden oluşmaktadır.
Mahalleler.
Ceyhan'ın 112 mahallesinin 31'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 113.914 kişi (%70,9) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 40,5 km uzaklıktaki Günlüce mahallesidir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan, 3.806 kişi ile Büyükmangıt mahallesidir. Ceyhan'ın nüfusu 2017 yılında %0,28 artmıştır.
Ceyhan ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu
Spor.
Spor Kulüpleri.
Ceyhan'ın Futbol Bölgesel Amatör (BAL) liginde 2 takımı vardır.
Yönetim.
19 Temmuz 1926'da ilçe yapılmış ve Cebelibereket (Osmaniye) vilayetine bağlanmış ve son olarak 3 Mayıs 1920 yılında çıkarılan kanunla adı Ceyhan olarak değiştirilen ilçe 1 Haziran 1933'te Osmaniye'nin ilçe haline getirilmesiyle Osmaniye'den ayrılarak Adana'ya bağlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10397",
"len_data": 8176,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
David Jon Gilmour CBE (d. 6 Mart 1946, Cambridge), Pink Floyd adlı rock grubunun üyesi olan İngiliz gitarist, şarkıcı ve söz yazarıdır. Kurucu üye Syd Barrett'ın ayrılmasından kısa bir süre önce 1967'de gruba katıldı. 1980'lerin başında Pink Floyd, müzik tarihinin en çok satan ve en çok beğenilen gruplarından biri haline geldi. 1985'te Roger Waters'ın ayrılmasının ardından Pink Floyd, Gilmour'un liderliğinde devam etti ve üç stüdyo albümü daha yayınladı.
Gilmour, Dream Academy gibi çeşitli sanatçılara prodüktörlük yaptı. Solo çalışmalarına devam ederek stüdyo albümleri yayınladı: David Gilmour (1978), About Face (1984), On an Island (2006) ve Rattle That Lock (2015). Beşinci solo albümü "Luck and Strange" 6 Eylül 2024'te yayınlandı. Ayrıca şarkıcı-söz yazarı Kate Bush'u kamuoyunun dikkatine sunduğu, erken dönem kayıtlarını finanse ettiği ve bir plak sözleşmesi bulmasına yardımcı olduğu için de saygı görmektedir.
Pink Floyd üyesi olarak Gilmour, 1996'da ABD Rock and Roll Onur Listesi'ne ve 2005'te İngiltere Müzik Onur Listesi'ne girdi. 2003'te Gilmour, Britanya İmparatorluk Nişanı Komutanı (CBE) unvanını aldı. 2008 Q Ödülleri'nde Olağanüstü Katkı ödülünü aldı. 2023'te Rolling Stone, onu tüm zamanların en iyi gitaristleri listesinde 28. sıraya koydu. Ayrıca 2009'da Planet Rock dinleyicileri tarafından rock'taki en iyi sesler arasında 36. sıraya seçildi.
Gilmour, hayvan hakları, çevrecilik, evsizlik, yoksulluk ve insan hakları gibi konularla ilgili projelerde yer aldı. İki kez evlendi ve sekiz çocuk babasıdır. Roman yazarı olan eşi Polly Samson, şarkılarının çoğuna söz yazmıştır.
Kariyeri.
1962'de arkadaşlarıyla Jokers Wild isimli blues rock tarzı bir grup kurarak Paris'e gidip Avrupa turu yaptı. Fransızcası iyiydi ve müziğin yanı sıra Paris'te erkek model olarak çalıştı. 1967 yılında arkadaşı Syd Barrett'ın teklifi ile Pink Floyd'a katıldı. Grubun beş kişi olduğu kısa dönemde A Saucerful of Secrets isimli bir de albüm çıkardılar. Sadece beş ay Syd Barrett ile birlikte çaldıktan sonra Barrett rahatsızlığı nedeniyle gruptan ayrılmıştır. Barrett, Pink Floyd'un lideri konumda olması nedeniyle o ayrıldıktan sonra grup bocalamış, Gilmour grubun umudu olmuştur. Gilmour'un Pink Floyd'da seslendirdiği ilk şarkı Julia Dream'dir. Onun özgün gitar çalış tarzıyla Pink Floyd, dönemindeki diğer gruplardan ayrı bir yere sahip olmuştur. Syd Barrett gittikten sonra grup lidersiz devam etmiş; bu da bir süre sonra sorun çıkarmaya başlamıştır. Grubun bas gitaristi ve söz yazarı Roger Waters yazdığı politik sözleri ve yarattığı müzik ile grubun en yaratıcısı konumuna gelmiş, kendini grubun diğer üyelerinden daha yukarıda görmeye, hatta gruba direktifler vermeye başlamıştır. Yaşanan anlaşmazlıklar sonucu Waters grubu dağıttığını açıklamış, fakat Gilmour buna karşı çıkıp Waters'a dava açmış ve davayı kazanarak Pink Floyd adını Nick Mason ve Rick Wright ile devam ettirmiştir. Grubun lideri olmuştur.
Roger Waters'ın gruptan ayrılmasından sonra 1987'de yayınlanan A Momentary Lapse of Reason'da grup şarkı sözü yazma konusunda sıkıntıya düşmüş ve dışarıdan yardım almıştır. Bu albümden sonra 1994'te yayınlanan The Division Bell'de ise Gilmour'un müzikal tarz ön plana çıkmış, albüm listelerde birinci sıraya yükselmiştir. Grup 2014'e kadar albüm çıkarmamıştır.
2014 yılına gelindiğinde 2008 yılında ölen Rick Wright için bir albüm yapmak isteyen David Gilmour, Nick Mason ile tekrar stüdyoya girip The Endless River isimli albümü çıkarmıştır. Bu albümde Division Bell albümünde yayınlanmayan parçalar kullanılmıştır. Bu albümden sonra Gilmour bir röportajında Pink Floyd'un tamamen bittiğini ve bir daha albüm çıkarmayacağını açıklamıştır.
Gilmour'un, David Gilmour, About Face, On An Island ve Rattle That Lock ve Luck and Strange isimli beş solo albümü bulunmaktadır. İlk prodüktörlüğünü 1973'te Unicorn adlı gruba yapmıştır. On An Island ve Rattle That Lock albümleri ise müzikal yaratıcılığının doruk noktasıdır.
Pink Floyd, gruptan ayrılan Waters ile yıllar sonra Temmuz 2005'te Londra 'da Hyde Park'ta Afrika'da yoksullukla mücadele için dünya genelinde 10 ülkede düzenlenen Live 8 konserinde birlikte sahneye çıkmıştır. Bu konser klasik dörtlünün (Waters, Wright, Gilmour, Mason) beraber çaldığı son konser olmuştur.
Gilmour deneyimli bir pilot ve havacılık tutkunudur. Bunun dışında model uçak ve enstrüman koleksiyonculuğu ile ilgilenir. Çift motorlu uçaklar, helikopterler, jetler için ehliyeti bulunmaktadır. Bunun yanı sıra çok pahalı bir gitar arşivine sahip olan Gilmour Fender Stratocaster'in 0001 seri numaralı gitarına sahiptir.
1986 yılında evlendiği Ginger Gilmour'dan 1990 yılında ayrıldı. 29 Temmuz 1994'te Polly Samson'la evlendi. Üçü eski eşinden olmak üzere 7 çocuk babasıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10405",
"len_data": 4726,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.32
}
|
Christopher Street Day (CSD), Avrupa'da yer alan senevî LGBT Onur kutlaması ve gösterisi.
Ayrımcılık ve dışlanma karşıtlığı ve LGBT hakları adına Avrupa çapında birçok şehirde sunulur. Bir tek Almanya'da ve İsviçre'de "Christopher Street Day" ismi kullanılır; diğer ülkelerde ise "Gay Pride", "Pride Parade" veya Türkiye'de "LGBT Onur Yürüyüşü" isimleri kullanılır. Avusturya'da bu etkinliklere "Rainbow Parade" ("Gökkuşağı Yürüyüşü") ismi verilir. En büyük CSD etkinlikleri Madrid, Köln, Berlin ve Zürih'te yer alır.
Onur Haftası Christopher Street Day olarak geçen bu hafta, ABD'de 1970'lerin başında eşcinsellerin baskılar karşısında birkaç gün süren protesto yürüyüşleri ve direnişlerinin sonucunda (Stonewall ayaklanmaları) kutladıkları bir haftadır. İsmini bu direnişlerin yer aldığı New York'taki Christopher Street'ten alır.
Sunucular.
"Christopher Street Day" adı altında LGBT Onur etkinliklerin yer aldığı yerleşimler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10406",
"len_data": 928,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.22
}
|
Saka kuşu ("Carduelis carduelis"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından kafeslerde çok beslenen ötücü bir kuş türü.
Özellikleri.
Erişkinlerde gaga dibinden gözün arka ucuna kadar yayılan kırmızılığı yalnız gaga ile göz arasındaki koyu esmer bir bant keser. Gözün gerisindeki yanları beyaz, tepe ve boyun yanları siyahtır. Kanatların ortası boyunca, gövdeye doğru sarı renkli geniş bir bant uzanır. Kanatların beyaz lekeli arka kenarları dışında kalan öbür bölümleri siyah, sırt kahverengi, kuyruksokumu beyazımsıdır. Siyah kuyruk tüylerinin uçlarında da beyaz lekeler bulunur. Gençlerde kanat ve kuyruk tüyleri erişkinlerinki gibidir. Ama öbür bölümler grimsi kahverengi ve koyu çizgilidir. Yerli sakaların uzunluğu 12–13 cm, kasım sakalarının (Sibirya sakası olarak da bilinir) uzunluğu 15 cm ve kömürcü sakalarının uzunluğu ise 11 cm civarındadır.
Sakakuşunun adının kökeni ilginçtir. Parlak renkleri, güzel ötüşü ve kafeste kolay beslenebilmesi sebebiyle sakakuşunun çok eski dönemlerden beri kafeste beslendiği bilinmektedir. Doğada sakakuşunun yuva yapmak ya da besin elde etmek için küçük dalları iki ayağı ile tünediği zemine kıstırıp kendine doğru çekebildiği gözlenmektedir. Orta Çağ'da sakakuşunun bu özelliğinin keşfedildiği ve bunun bir seyir haline getirildiği bilinmektedir. Kafeste beslenen sakanın içme suyu küçük bir kap içine konarak kap tüneğe bağlandıktan sonra kafesin dışına sarkıtılmaktadır. Sakakuşu susayınca doğal yeteneğini kullanarak su kabinin ipini ayaklarıyla çekip kabı tünek hizasına getirmekte ve suyu içmektedir. Bu özelliği sakakuşunun sakalık, yani su satıcılığı mesleğinin adıyla anılmasına yol açmıştır
En iri saka kuşu Carduelis carduelis major/Sibirya sakasıdır.Major sakalar soğuğa en dayanıklı saka türleri olmakla beraber neme en hassas saka türüdür.Türkiye'de görülen, geçim yapan Kasım sakaları olarak bilinen kuşlar C.c.major/Sibirya sakaları değildir.Türkiye'de görülen sakalar batıda C.c.niediecki, doğuda ise C.c.brevirostris alttür sakalardır.
En ufak saka türü ise Carduelis carduelis tschusii ve Carduelis carduelis parva türleridir.Sicilya, Korsika, Elba, Sardunya adalarında görülen ufak yapılı C.c.tschusii türü saka türleri içinde en güzel ötüme sahip olan saka türüdür.
Major sakalara oranla soğuğu sevmeyen bu türler neme karşın majorlere oranla çok daha dirençlidirler.
Yaşam şekli.
Güzel ötüşleri ile tanınan bu kuşlar özellikle devedikeni tohumları ile beslenir. Orman kenarlarında ve ağaçlık yerlerde ürer, üreme mevsimleri dışında küçük sürüler halinde dolaşırlar. Meyve bahçeleri parklarda sık görülen kuşlardandır.Bir ağaca kurduğu yuvası yerden 4 ilâ 10 m yüksektedir. Dişi 4-6 yumurta yumurtlar ve bir üreme mevsiminde 2-3, ender olarak 4 kere kuluçkaya yatar.
Dağılımı.
Coğrafi dağılımları Avrupa, Asya'nın batısı ve Kuzey Afrika'yı kapsar. Türkiye'nin hemen her yerinde yaz kış görülebilir.
Sınıflandırılması.
Bu kuş türü içinde farklı ırklar barındıran iki ana gruba bölünmüştür. Bu iki grup komşu oldukları bölgelerde birbirlerine karıştıkları için ayırt edilebilir bir tüy yapısı olsa da "caniceps" grubu ayrı bir tür olarak tanınmamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10434",
"len_data": 3118,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Keten kuşu ("Carduelis cannabina"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türüdür. Adını kenevir ve keten tohumlarına olan düşkünlüğünden alır.
Tanımı.
Ortak keten, uzun kuyruğu olan ince bir kuştur. Üst kısımları kahverengi, boğazı lekeli beyaz ve gagası gridir. Yaz erkeğinin gri ensesi, kırmızı baş bandı ve kırmızı göğsü vardır. Dişiler ve genç kuşların kırmızısı yoktur ve alt kısımları beyazdır, göğüsleri çizgili devetüyü rengindedir. Sıradan linnet'in hoş şarkısı hızlı triller ve cıvıltılar içerir. Yerde beslenir ve çalıların altında beslenir, yiyeceği esas olarak civcivlerine de beslediği tohumlardan oluşur. Çoğu ekilebilir yabani ot, budak otu, rıhtım), kuş otu, karahindiba, devedikeni, devedikeni, yer yosunu, alıç ve huş ağacından elde edilen küçük ila orta boy tohumları sever. Diyetlerinde küçük bir Omurgasız bileşeni vardır.
Davranış.
Üreme için sık çalılıkları ve açık araziler tercih eder. Yuvasını bir çalıya kurar ve dört ila yedi yumurta bırakır. Bu tür, üreme mevsimi dışında büyük sürüler oluşturabilir, bazen kıyılarda ve tuz bataklıklarında twite gibi diğer ispinozlarla karışabilir.
Özellikleri.
Dişinin tüyleri kahverengi zemin üstüne koyu kahverengi çizgili, erkeğin sırtı kızıl kahverengi, üreme mevsiminde tepesi ve göğsü parlak kızıldır. Uzun kuyrukludurlar. 13 cm uzunluğunda olan ve çalılık bölgelerde yaşayan bu kuşlar kışın diğer kuş türleriyle karışık sürüler oluşturarak yem ararken, açık arazide de görülür. Çalılıklara yaptıkları yuvalarına 4-7 yumurta bırakırlar.
Dağılımı ve ötüşü.
Erkeğin tatlı bir ötüşü vardır. Tohumla beslenen ketenkuşu Türkiye'nin her bölgesinde yaz kış görülür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10435",
"len_data": 1649,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.55
}
|
Ornitoloji veya kuş bilimi, kuşları inceleyen zooloji alt dalı.
Yeryüzündeki yaklaşık 10.000 kuş türünün dağılımı, göçleri, davranışları ve ornitolojinin başlıca ilgi alanını oluşturur. Çok geniş alan çalışmaları gerektiren bu konularda, bilgilerin büyük bir bölümü çok sayıdaki amatör ornitolog tarafından elde edilmektedir. Bu nedenle, ornitoloji amatörlerin önemli katkılar yapabildikleri birkaç bilim dalından biri olarak kabul edilir. Taksonomi ve anatomi çalışmaları ise kuş koleksiyonlarına sahip üniversite ya da müzelerde profesyonel araştırmacılar tarafından yürütülür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10437",
"len_data": 579,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.87
}
|
Zooloji ( ) hayvanların bilimsel olarak incelenmesidir. Çalışmaları, hem yaşayan hem de soyu tükenmiş tüm hayvanların yapısını, embriyolojisini, sınıflandırmasını, alışkanlıklarını ve dağılımını ve ekosistemleriyle nasıl etkileşime girdiklerini içerir. Zooloji, biyolojinin ana dallarından biridir. Terim, Antik Yunanca ζῷον, "zōion" ('hayvan') ve λόγος, "logos" ('bilgi', 'çalışma') kelimelerinden türetilmiştir.
İnsanlar her zaman çevrelerinde gördükleri hayvanların doğal tarihiyle ilgilenmiş ve bu bilgiyi bazı türleri evcilleştirmek için kullanmış olsalar da resmi zooloji çalışmasının Aristoteles ile başladığı söylenebilir. Hayvanları canlı organizmalar olarak görmüş, yapılarını ve gelişimlerini incelemiş, çevrelerine uyumlarını ve parçalarının işlevlerini göz önünde bulundurmuştur. Modern zoolojinin kökenleri Rönesans ve erken modern dönemde Carl Linnaeus, Antonie van Leeuwenhoek, Robert Hooke, Charles Darwin, Gregor Mendel ve diğer birçok bilim insanına dayanmaktadır.
Hayvanların incelenmesi büyük ölçüde biçim ve işlev, adaptasyonlar, gruplar arasındaki ilişkiler, davranış ve ekoloji ile ilgilenmeye devam etmiştir. Zooloji giderek sınıflandırma, fizyoloji, biyokimya ve evrim gibi disiplinlere ayrılmıştır. DNA'nın yapısının 1953 yılında Francis Crick ve James Watson tarafından keşfedilmesiyle birlikte moleküler biyoloji alanı açılmış ve hücre biyolojisi, gelişim biyolojisi ve moleküler genetik alanlarında ilerlemeler kaydedilmiştir.
Tarihçe.
Zooloji tarihi, antik çağlardan modern zamanlara kadar hayvanlar aleminin incelenmesinin izini sürer. Tarih öncesi insanların, çevrelerindeki hayvan ve bitkileri sömürmek ve hayatta kalmak için onları incelemeleri gerekiyordu. Fransa'da 15.000 yıl öncesine ait mağara resimleri, gravürler ve heykeller bizonları, atları ve geyikleri dikkatle işlenmiş ayrıntılarla göstermektedir. Dünyanın diğer bölgelerinde bulunan benzer resimlerde ise daha çok yemek için avlanan hayvanlar ve vahşi hayvanlar resmedilmiştir.
Hayvanların evcilleştirilmesiyle karakterize edilen Neolitik Devrim, Antik Çağ boyunca devam etmiştir. Yakın Doğu, Mezopotamya ve Mısır'daki yabani ve evcil hayvanların gerçekçi tasvirleri, hayvancılık uygulamaları ve teknikleri, avcılık ve balıkçılık da dahil olmak üzere yaban hayatına dair antik bilgi birikimini göstermektedir. Yazının icadı, Mısır hiyerogliflerinde hayvanların varlığıyla zoolojiye yansımıştır.
Tek bir tutarlı alan olarak "zooloji" kavramı çok daha sonra ortaya çıkmış olsa da zoolojik bilimler, antik Yunan-Roma dünyasında Aristoteles ve Galen'in biyolojik çalışmalarına kadar uzanan doğa tarihinden doğmuştur. MÖ dördüncü yüzyılda Aristoteles hayvanları canlı organizmalar olarak ele almış, yapılarını, gelişimlerini ve yaşamsal olgularını incelemiştir. Onları iki gruba ayırmıştır: omurgalılar kavramımıza eşdeğer olan kanlı hayvanlar ve kansız hayvanlar, omurgasızlar. Lesbos'ta iki yıl geçirerek hayvanları ve bitkileri gözlemledi ve tanımladı, farklı organizmaların adaptasyonlarını ve parçalarının işlevlerini göz önünde bulundurdu. Dört yüz yıl sonra Romalı doktor Galen, anatomilerini ve farklı parçaların işlevlerini incelemek için hayvanları parçalara ayırdı, çünkü o dönemde insan kadavralarının parçalara ayrılması yasaktı. Bu, bazı sonuçlarının yanlış olmasına neden oldu, ancak yüzyıllar boyunca görüşlerinden herhangi birine karşı çıkmak sapkınlık olarak kabul edildi, bu nedenle anatomi çalışmaları durgunlaştı.
Klasik sonrası dönemde Orta Doğu bilimi ve tıbbı, Antik Yunan, Roma, Mezopotamya ve İran'ın yanı sıra eski Hint geleneği olan Ayurveda'nın kavramlarını entegre ederek sayısız ilerleme ve yenilik gerçekleştiren dünyanın en gelişmiş tıbbıydı. 13. yüzyılda Albertus Magnus, Aristoteles'in tüm eserlerinin şerhlerini ve yorumlarını üretti; botanik, zooloji ve mineraller gibi konulardaki kitapları antik kaynaklardan gelen bilgilerin yanı sıra kendi araştırmalarının sonuçlarını da içeriyordu. Genel yaklaşımı şaşırtıcı derecede moderndi ve şöyle yazmıştı: "Doğa biliminin görevi bize söyleneni kabul etmek değil, doğal şeylerin nedenlerini araştırmaktır." İlk öncülerden biri de Conrad Gessner'di. 4500 sayfalık anıtsal hayvan ansiklopedisi "Historia animalium" 1551 ve 1558 yılları arasında dört cilt halinde yayımlandı.
Avrupa'da Galen'in anatomi üzerine çalışmaları 16. yüzyıla kadar büyük ölçüde eşsiz ve rakipsiz kalmıştır. Rönesans ve erken modern dönem boyunca, zoolojik düşünce Avrupa'da deneyciliğe olan ilginin artması ve birçok yeni organizmanın keşfedilmesiyle devrim yaratmıştır. Bu hareketin önde gelenleri fizyolojide deney ve dikkatli gözlemi kullanan Andreas Vesalius ve William Harvey ile Carl Linnaeus, Jean-Baptiste Lamarck ve Buffon gibi yaşam çeşitliliğini ve fosil kayıtlarını sınıflandırmaya ve organizmaların gelişimi ve davranışlarını incelemeye başlayan doğa bilimcilerdir. Antonie van Leeuwenhoek mikroskopi alanında öncü çalışmalar yaptı ve daha önce bilinmeyen mikroorganizmalar dünyasını ortaya çıkararak hücre teorisinin temelini attı. van Leeuwenhoek'un gözlemleri Robert Hooke tarafından da desteklendi; tüm canlı organizmalar bir veya daha fazla hücreden oluşuyordu ve kendiliğinden oluşamazlardı. Hücre teorisi yaşamın temeline ilişkin yeni bir bakış açısı sağladı.
Önceleri centilmen doğa bilimcilerin alanı olan zooloji, 18, 19 ve 20. yüzyıllar boyunca giderek daha profesyonel bir bilimsel disiplin haline geldi. Alexander von Humboldt gibi kaşif-doğabilimciler organizmalar ve çevreleri arasındaki etkileşimi ve bu ilişkinin coğrafyaya nasıl bağlı olduğunu araştırarak biyocoğrafya, ekoloji ve etolojinin temellerini attılar. Doğa bilimciler özcülüğü reddetmeye ve yok oluşun önemini ve türlerin değişebilirliğini göz önünde bulundurmaya başladılar.
Bu gelişmelerin yanı sıra embriyoloji ve paleontolojiden elde edilen sonuçlar, Charles Darwin'in doğal seçilim yoluyla evrim teorisinin 1859'da yayınlanmasıyla sentezlendi; Darwin bu eserinde organik evrim teorisini, hangi süreçlerle gerçekleşebileceğini açıklayarak ve gerçekleştiğine dair gözlemsel kanıtlar sunarak yeni bir temele oturttu. Darwin'in teorisi bilim camiası tarafından hızla kabul gördü ve kısa sürede hızla gelişen biyoloji biliminin temel aksiyomu haline geldi. Modern genetiğin temeli, Gregor Mendel'in 1865 yılında bezelyeler üzerinde yaptığı çalışmalarla atılmış olsa da Mendel'in çalışmalarının önemi o zamanlar fark edilmemişti.
Darwin, morfoloji ve fizyolojiyi ortak bir biyolojik teoride birleştirerek onlara yeni bir yön verdi: organik evrim teorisi. Sonuç, hayvanların sınıflandırılmasının soybilimsel bir temelde yeniden yapılandırılması, hayvanların gelişiminin yeni bir şekilde araştırılması ve genetik ilişkilerinin belirlenmesine yönelik ilk girişimler oldu. 19. yüzyılın sonu, kalıtım mekanizması gizemini korusa da kendiliğinden oluşumun çöküşüne ve mikrop teorisinin yükselişine tanık oldu. 20. yüzyılın başlarında Mendel'in çalışmalarının yeniden keşfedilmesi genetiğin hızla gelişmesine yol açtı ve 1930'larda modern sentezde popülasyon genetiği ve doğal seçilimin birleşimi evrimsel biyolojiyi yarattı.
Hücre biyolojisi alanındaki araştırmalar genetik, biyokimya, tıbbi mikrobiyoloji, immünoloji ve sitokimya gibi diğer alanlarla bağlantılıdır. DNA molekülünün 1953 yılında Francis Crick ve James Watson tarafından dizilenmesiyle birlikte moleküler biyoloji alanı açılmış ve hücre biyolojisi, gelişim biyolojisi ve moleküler genetik alanlarında ilerlemeler kaydedilmiştir. DNA dizileme, farklı organizmalar arasındaki yakınlık derecelerini aydınlattığı için sistematik çalışması dönüşüme uğramıştır.
Kapsam.
Zooloji, hayvanlarla ilgilenen bilim dalıdır. Bir tür, uygun cinsiyetteki herhangi iki bireyin verimli yavrular üretebildiği en büyük organizma grubu olarak tanımlanabilir; yaklaşık 1,5 milyon hayvan türü tanımlanmıştır ve pokemane gibi 8 milyon kadar hayvan türünün var olabileceği tahmin edilmektedir. Organizmaları tanımlamak ve onları özelliklerine, farklılıklarına ve ilişkilerine göre gruplandırmak erken bir gereklilikti ve bu taksonomistin alanıdır. Başlangıçta türlerin değişmez olduğu düşünülüyordu, ancak Darwin'in evrim teorisinin ortaya çıkmasıyla, farklı gruplar veya kladlar arasındaki ilişkileri inceleyen kladistik alanı ortaya çıktı. Sistematik, canlı formların çeşitlenmesinin incelenmesidir, bir grubun evrimsel geçmişi onun filogenisi olarak bilinir ve kladlar arasındaki ilişki bir kladogramda şematik olarak gösterilebilir.
Her ne kadar hayvanlarla ilgili bilimsel bir çalışma yapan biri tarihsel olarak kendini zoolog olarak tanımlasa da bu terim tek tek hayvanlarla ilgilenenleri de ifade eder hale gelmiştir; diğerleri kendilerini daha spesifik olarak fizyolog, etolog, evrimsel biyolog, ekolog, farmakolog, endokrinolog veya parazitolog olarak tanımlamaktadır.
Zoolojinin dalları.
Hayvan yaşamının incelenmesi çok eski olsa da bilimsel olarak vücut bulması nispeten moderndir. Bu durum, 19. yüzyılın başında doğa tarihinden biyolojiye geçişi yansıtmaktadır. Hunter ve Cuvier'den bu yana, karşılaştırmalı anatomik çalışma morfografi ile ilişkilendirilmiş ve modern zoolojik araştırma alanlarını şekillendirmiştir: anatomi, fizyoloji, histoloji, embriyoloji, teratoloji ve etoloji. Modern zooloji ilk olarak Alman ve İngiliz üniversitelerinde ortaya çıkmıştır. İngiltere'de Thomas Henry Huxley önde gelen bir figürdü. Fikirlerinin merkezinde hayvanların morfolojisi vardı. Birçok kişi onu 19. yüzyılın ikinci yarısının en büyük karşılaştırmalı anatomisti olarak görmektedir. Hunter'a benzer şekilde, onun dersleri de önceki sadece ders formatının aksine dersler ve laboratuvar uygulamalı derslerden oluşuyordu.
Sınıflandırma.
Zoolojide bilimsel sınıflandırma, zoologların organizmaları cins veya tür gibi biyolojik tiplere göre gruplandırdığı ve kategorize ettiği bir yöntemdir. Biyolojik sınıflandırma, bilimsel taksonominin bir şeklidir. Modern biyolojik sınıflandırmanın kökeni, türleri ortak fiziksel özelliklere göre gruplandıran Carl Linnaeus'un çalışmalarına dayanmaktadır. Bu gruplandırmalar o zamandan beri Darwinci ortak soy ilkesiyle tutarlılığı artırmak için revize edilmiştir. Nükleik asit dizilimini veri olarak kullanan moleküler filogenetik, son zamanlarda yapılan birçok revizyonu yönlendirmiştir ve muhtemelen bunu yapmaya devam edecektir. Biyolojik sınıflandırma zoolojik sistematik bilimine aittir.
Birçok bilim insanı artık beş alem sisteminin modasının geçtiğini düşünmektedir. Modern alternatif sınıflandırma sistemleri genellikle üç üst alemli sistemle başlamaktadır: Arkea (orijinal olarak Archaebacteria); Bacteria (orijinal olarak Eubacteria); Eukaryota (protistler, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar dahil) Bu üst alemler, hücrelerin çekirdeklerinin olup olmadığını ve hücre dışlarının kimyasal bileşimindeki farklılıkları yansıtır.
Ayrıca, her bir alem, her bir tür ayrı ayrı sınıflandırılana kadar özyinelemeli olarak parçalanır. Sıralama şöyledir: üst âlem; âlem; şube; sınıf; takım; aile; cins; tür. Bir organizmanın bilimsel adı, cinsinden ve türünden oluşturulur. Örneğin, insanlar "Homo sapiens" olarak listelenir. "Homo" cins, "sapiens" ise spesifik epitettir ve ikisi birlikte tür adını oluşturur. Bir organizmanın bilimsel adını yazarken, cinsin ilk harfini büyük yazmak ve özel epitetin tamamını küçük harfle yazmak uygundur. Ayrıca, terimin tamamı italik veya altı çizili olabilir.
Baskın sınıflandırma sistemi Linnaean taksonomi olarak adlandırılır. Sıralamaları ve binomiyal isimlendirmeyi içerir. Zoolojik organizmaların sınıflandırılması, taksonomisi ve isimlendirilmesi Uluslararası Zoolojik Adlandırma Kodu tarafından yönetilmektedir. Birleştirme taslağı olan BioCode, isimlendirmeyi standartlaştırmak amacıyla 1997 yılında yayımlanmıştır, ancak henüz resmi olarak kabul edilmemiştir.
Omurgalı ve omurgasız zoolojisi.
Omurgalı zoolojisi, omurgalı hayvanların, yani balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gibi omurgalı hayvanların incelenmesinden oluşan biyolojik disiplindir. Mammaloji, biyolojik antropoloji, herpetoloji, ornitoloji ve ihtiyoloji gibi çeşitli taksonomik odaklı disiplinler, türleri tanımlamaya ve sınıflandırmaya ve bu gruplara özgü yapı ve mekanizmaları incelemeye çalışır. Hayvanlar aleminin geri kalanı, süngerler, ekinodermler, tunikatlar, solucanlar, yumuşakçalar, eklem bacaklılar ve diğer birçok filumu içeren geniş ve çok çeşitli bir hayvan grubu olan omurgasız zoolojisi tarafından ele alınır, ancak tek hücreli organizmalar veya protistler genellikle dahil edilmez.
Yapısal zooloji.
Hücre biyolojisi, davranışları, etkileşimleri ve çevreleri de dahil olmak üzere hücrelerin yapısal ve fizyolojik özelliklerini inceler. Bu, bakteriler gibi tek hücreli organizmaların yanı sıra insanlar gibi çok hücreli organizmalarda bulunan özelleşmiş hücreler için hem mikroskobik hem de moleküler düzeyde yapılır. Hücrelerin yapısını ve işlevini anlamak tüm biyolojik bilimler için temeldir. Hücre tipleri arasındaki benzerlikler ve farklılıklar özellikle moleküler biyoloji ile ilgilidir.
Anatomi, organlar ve organ sistemleri gibi makroskopik yapıların biçimlerini ele alır. Organların ve organ sistemlerinin bağımsız olarak nasıl çalıştıklarının yanı sıra insan ve diğer hayvanların vücutlarında nasıl birlikte çalıştıklarına odaklanır. Anatomi ve hücre biyolojisi birbiriyle yakından ilişkili iki çalışmadır ve "yapısal" çalışmalar altında kategorize edilebilir. Karşılaştırmalı anatomi, farklı grupların anatomilerindeki benzerlik ve farklılıkların incelenmesidir. Evrimsel biyoloji ve filogeni (türlerin evrimi) ile yakından ilişkilidir.
Fizyoloji.
Fizyoloji, tüm yapıların bir bütün olarak nasıl işlediğini anlamaya çalışarak canlı organizmaların mekanik, fiziksel ve biyokimyasal süreçlerini inceler. "Yapıdan işleve" teması biyolojinin merkezinde yer alır. Fizyolojik çalışmalar geleneksel olarak bitki fizyolojisi ve hayvan fizyolojisi olarak ikiye ayrılmıştır, ancak hangi organizma üzerinde çalışılırsa çalışılsın fizyolojinin bazı ilkeleri evrenseldir. Örneğin, maya hücrelerinin fizyolojisi hakkında öğrenilenler insan hücreleri için de geçerli olabilir. Hayvan fizyolojisi alanı, insan fizyolojisinin araç ve yöntemlerini insan olmayan türlere genişletir. Fizyoloji, örneğin sinir, bağışıklık, endokrin, solunum ve dolaşım sistemlerinin nasıl işlediğini ve etkileşimde bulunduğunu inceler.
Gelişim biyolojisi.
Gelişim biyolojisi, hayvanların ve bitkilerin üreme ve büyüme süreçlerinin incelenmesidir. Bu disiplin embriyonik gelişim, hücresel farklılaşma, rejenerasyon, eşeysiz ve eşeyli üreme, metamorfoz ve yetişkin organizmada kök hücrelerin büyümesi ve farklılaşması çalışmalarını içerir. Hem hayvanların hem de bitkilerin gelişimi, evrim, popülasyon genetiği, kalıtım, genetik değişkenlik, Mendel genetiği ve üreme ile ilgili makalelerde daha ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.
Evrimsel biyoloji.
Evrimsel biyoloji, Dünya'daki yaşam çeşitliliğini ortaya çıkaran evrimsel süreçleri (doğal seçilim, ortak soy, türleşme) inceleyen biyolojinin alt alanıdır. Evrimsel araştırma, türlerin kökeni ve soyu ile zaman içindeki değişimleriyle ilgilenir ve taksonomik olarak yönlendirilmiş birçok disiplinden bilim insanlarını içerir. Örneğin, genellikle mammaloji, ornitoloji, herpetoloji veya entomoloji gibi belirli organizmalar konusunda özel eğitim almış, ancak bu organizmaları evrimle ilgili genel soruları yanıtlamak için sistem olarak kullanan bilim insanlarını içerir.
Evrimsel biyoloji kısmen evrimin şekli ve temposu hakkındaki soruları yanıtlamak için fosil kayıtlarını kullanan paleontolojiye, kısmen de popülasyon genetiği ve evrim teorisi gibi alanlardaki gelişmelere dayanmaktadır. DNA parmak izi tekniklerinin 20. yüzyılın sonlarında geliştirilmesinin ardından, bu tekniklerin zoolojide uygulanması hayvan popülasyonlarının anlaşılmasını artırmıştır. 1980'lerde gelişimsel biyoloji, evrimsel gelişimsel biyoloji çalışmasıyla modern sentezden dışlanmış olan evrimsel biyolojiye yeniden girmiştir. Genellikle evrimsel biyolojinin bir parçası olarak kabul edilen ilgili alanlar filogenetik, sistematik ve taksonomidir.
Etoloji.
Etoloji, laboratuvar ortamında davranışsal tepki çalışmalarına odaklanan davranışçılığın aksine, doğal koşullar altında hayvan davranışlarının bilimsel ve nesnel olarak incelenmesidir. Etologlar özellikle davranışın evrimi ve doğal seçilim teorisi açısından davranışın anlaşılması ile ilgilenmişlerdir. Bir anlamda ilk modern etolog, "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" adlı kitabıyla gelecekteki birçok etoloğu etkileyen Charles Darwin'dir.
Etolojinin bir alt alanı, Nikolaas Tinbergen'in hayvan davranışlarıyla ilgili dört sorusuna cevap vermeye çalışan davranışsal ekolojidir: davranışın yakın nedenleri, organizmanın gelişimsel geçmişi, davranışın hayatta kalma değeri ve filogenisi nedir? Bir başka çalışma alanı da bir hayvanın zekasını ve öğrenmesini araştırmak için laboratuvar deneylerini ve dikkatle kontrol edilen saha çalışmalarını kullanan hayvan bilişidir.
Biyocoğrafya.
Biyocoğrafya, dağılma ve göç, levha tektoniği, iklim değişikliği ve kladistik gibi konulara odaklanarak organizmaların Dünya üzerindeki mekansal dağılımını inceler. Evrimsel biyoloji, taksonomi, ekoloji, fiziki coğrafya, jeoloji, paleontoloji ve klimatolojiden gelen kavram ve bilgileri birleştiren bütünleştirici bir çalışma alanıdır. Bu çalışma alanının kökeni, çalışmalarının bir kısmını Charles Darwin ile birlikte yayınlamış olan İngiliz biyolog Alfred Russel Wallace'a dayandırılmaktadır.
Moleküler biyoloji.
Moleküler biyoloji, genetik kalıtım mekanizmaları ve genin yapısına ilişkin soruları yanıtlamaya çalışarak hayvanların ve bitkilerin ortak genetik ve gelişimsel mekanizmalarını inceler. 1953'te James Watson ve Francis Crick DNA'nın yapısını ve molekül içindeki etkileşimleri tanımladılar ve bu yayın moleküler biyoloji araştırmalarını hızlandırdı ve konuya olan ilgiyi artırdı. Araştırmacılar moleküler biyolojiye özgü teknikleri uygularken, bunları genetik ve biyokimya yöntemleriyle birleştirmek yaygındır. Moleküler biyolojinin çoğu nicelikseldir ve son zamanlarda biyoenformatik ve hesaplamalı biyoloji gibi bilgisayar bilimi teknikleri kullanılarak önemli miktarda çalışma yapılmıştır.
Gen yapısı ve işlevinin incelenmesi olan moleküler genetik, 2000'li yılların başından bu yana moleküler biyolojinin en önde gelen alt alanları arasında yer almaktadır. Biyolojinin diğer dalları, hücre biyolojisi ve gelişim biyolojisinde olduğu gibi doğrudan moleküllerin etkileşimlerini inceleyerek ya da popülasyon genetiği ve filogenetik gibi evrimsel biyoloji alanlarında olduğu gibi popülasyonların veya türlerin tarihsel özelliklerini çıkarmak için moleküler tekniklerin kullanıldığı dolaylı olarak moleküler biyoloji tarafından bilgilendirilir. Ayrıca biyofizikte biyomolekülleri "temelden" veya moleküler olarak inceleyen uzun bir gelenek vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10438",
"len_data": 18762,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.07
}
|
Vladimir Vladimiroviç Mayakovski () (19 Temmuz 1893 – 14 Nisan 1930), Rus şair, oyun yazarı, film ve tiyatro aktörü.
Yaşamı.
7 ya da 19 Temmuz (Ne annesi, ne babası, ne de kendisi tam olarak biliyor.) 1893'te Gürcistan'ın Kutais kentinden 20 km uzaklıktaki Bağdadi köyünde doğdu. Babası Vladimir Konstantinoviç Mayakovski Bağdadi bölgesi orman işçisi idi ve Luda ve Olya adında iki kız kardeşi vardı. Kızkardeşi Luda'nın anılarına göre, aile, Gürcü geleneklerine bağlı bir hayat yaşayan ancak Rusçayı da korumaya özen gösteren mutlu bir ailedir. Aile bir süre sonra Kutais kentine taşınır ve Mayakovski burada 1900 yılı sonunda Kutais Lisesi'ne gitmeye başlar. Okulda çok başarılıdır, hatta okulun en iyisidir. Bu dönemde kurmaca romanları özellikle de Jules Verne'i çok sever. Öğretmeni onu bir sanatçı olarak kabul edip onunla özel olarak ilgilenmeye, dersler vermeye başlar.
Mayokovski bu dönemde politikaya da ilgi duymaya başlar. 1905 başarısız devrim girişimi sırasında kızkardeşi gizlice Moskova'ya gider ve onu devrim ile tanıştıracak bazı belgeler getirir. Bu sıralarda Kutais de Bolşevik Partisi'nin yeraltı eylemlerinin merkezlerinden biri olmuştur. Bu dönemden sonra şiir ve devrim onun için bölünmez bir bütün haline gelir. Bir süre sonra babası kesik parmağından kaptığı bir enfeksiyon sonucu ölür.
Moskova yılları.
Bu ölümden sonra aile Kuatis'den Moskova'ya göçer. Moskova'da bir süre büyük bir yoksulluk içinde yaşarlar. Annesi çalışmaya başlar. Mayakovski ise sosyalist arkadaşlar bulur ve kendini bir sanatçı olarak Moskova'da tanıtmaya çalışır. Tekrar okula başlar. Derslerde felsefe kitapları okumaya, düşünmeye başlar. Marksizm onu büyüler. Sosyalist devrim hayalleri ile yaşamaya başlayan Mayakovski'nin dersleri artık eskisi gibi iyi değildir. Bu dönemde sadece 14 yaşındadır. Annesi anılarında bu dönemi şöyle anlatır.
Mayakovski bir olaydan sonra okuldan atılır. birçok kez tutuklanır. Bolşevik partisinde propagandacı, örgütçü ve yazıcı olarak faaliyet göstermeye başlayan Mayakovski'nin evi 29 Mart 1908'de polis tarafından basılır ve Mayakovski tekrar tutuklanır. Bu esnada gizli bilgilerin de yazıldığı not defterini yutar. Parti bu dönemden sonra ona daha fazla bağlanır. 15 yaşında bir daha dönemeyeceği evinden polislerce alınır ve bilinmeyen bir yere götürülür. İlk girdiği hücrede 12 ay geçirir. Bu dönemde 3 yıl aradan sonra tekrar kurmaca romanlar okumaya ve yoğun bir şekilde yazmaya başlar. Bu Mayakovski'nin okuduklarından ziyade kendi özgün fikirlerini yazdığı bir dönem olarak tanımlanabilir. Hapis yıllarından sonra bu sefer Moskova Resim ve Heykel Okulu'na kaydolur. Burada özgün ve halktan olan çalışmaları ile diğer öğrencilerden farklılaşır. 1911'de fütürist harekete katılır ve Fütürist Bildirge'ye imzasını koyar. Burjuva göreneklerine meydan okuyan ve sığ kamu beğenisini sarsan edebi ürünler verir. Öğretmenlerini eski dünyanın temsilcileri olarak görmekte ve devrimle kurulacak yeni dünyaya ilişkin resimler yapmaktadır. Bu çalışmalarının Rus fütürizminin başlangıcı olduğu söylenebilir. Bir zamanlar elden ele dolaşan Puşkin'in şiirlerinin yerini Mayakovski'nin şiirleri almaya başlar. Bu arada polis tekrar Mayakovski'nin peşine düşer. Şair, trajedi adlı oyununu Sankt-Peterburg'da bir parkta sahnelemeye başlar. Bu oyundan sonra ünü iyice yayılır. 1913 kışında Korni Çekovski'de bu oyunu izler ve oyun hakkında yazar. Ona göre bu oyunda bizzat Mayakovski vardır. Oyunda ortada bir adam ve çevresinde değişik kılıklarda onu yok etmeye çalışan birçok insan vardır. Çekovski, bunun gerçekten bir trajedi olduğunu ve bunun için şairin bir büyük bir ün yapacağını söyler. Gorki'nin eşi Maria ise anılarında Mayakovski hakkında şöyle der:
I. Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi yılları.
1914 yılında I. Dünya Savaşı patlak verir. Mayakovski başlarda oldukça heyecanlıdır ve zafer kazanma duygusu ile başı dönmüştür. Ancak ilk meydan savaşından sonra tanık olduğu şeyler fikirlerini değiştirir. 1915 yılında Pantolonlu Bulut adlı şiir kitabını yazar. Maksim Gorki bu şiirini çok beğenir ve şairle ilgili övgü dolu yazılar yazar. Gorki'nin eşi anılarında Gorki'nin Mayakovski hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirmiştir:
Mayakovski'ye göre bulut çağdaş sanatın birleştiği bir değerdir. Bunun yanında cehennem şiddet ve bireycilik gibi şeyler de yeni bir anlam kazanmıştır. 1915-1917 yılları arasında Lili Brik ile büyük bir aşk yaşar, yıllarca bu aşkın etkisinde kalır. Mayakovski'nin Moskova'nın fütürist sanatı kabul edeceğine dair en ufak bir şüphesi yoktur. Ona göre devrim onun devrimidir ve devrim gerçekleştiğinde tüm düşleri gerçek olacaktır.
Bu duygularla 1917 Ekim Devrimi'ni coşkuyla karşılar ve devrimin başlıca sözcülerinden birisi olur. Devrim sonrası çıkan iç savaşta Mayakovski bu sefer sanatını propaganda afişlerinde göstermeye başlar. Artık duvarlarda, direklerde binalarda Mayakovski'nin hazırladığı propaganda afişleri vardır. Ekim devrimi ile Rusya'da fütürizmin gelişmesinin aynı döneme denk gelmesi nedeniyle fütürizm bir tür komünist fütürizm olarak algılanır ve bir araya gelen fütürist sanatçılar halka seslenmeye başlar.
Şair 35 Gazete ve 57 dergide yazı yazmıştır. Dergi ve gazetelerde yazdıkları siyaset ve propaganda koksa da onu diğer köşe yazarlarından ayıran birçok şey vardır.
Şairin İzvestya'da yayımlanın politik şiirlerini okuyan Lenin şöyle der.
Lenin Mayakovski'nin dobra dobra konuşmasından fazlası ile hoşlanır ve bu nedenle özellikle propaganda da ondan faydalanmaya çalışır. Mayakovski de Bolşoy Tiyatrosu'nda Vladimir İliç Lenin adlı şiirini okur.
1925'te Komsomol Merkez Komitesi'nin çocuk teşkilatı olan Pioner yayın organı olarak çıkarılan Pionerskaya Pravda adlı çocuk gazetesinin kurucuları arasında yer alır. Bu gazetede pek çok şiiri yayınlanır.
Yeni Lef dergisini (1922-1923) yeniden yaşatmaya çalışır (Новый леф, 1927-1928). Kağıdın yetişmediği, basımevlerinin çalışmadığı, savaşın yıprattığı dönemlerde; halkın gazete ve mizah dergileri yerine kullandığı ROSTA (Rusya Telgraf Ajansı) Pencereleri adlı pankartları hazırlar. 1925'te yazdığı bazı taşlamalar yüzünden İngiltere'ye girişi engellenir. ABD'ye dolaylı olarak, Meksika'dan geçerek girer. Aynı yıl yakın dostu Sergey Yesenin Leningrad'da İngiltere Oteli'nde intihar eder. Yesenin, son şiiri; "Elveda dost, elveda"yı damarını açarak, kanıyla yazmıştı. Buna karşılık hemen bir şiir yazıp, okumaya başlar, fakat zamanın devrimcilerinden büyük tepki görür. Bu olaydan tam 5 yıl sonra; 1930'da Lili Brik'i ve ailesini SSCB hükûmetine emanet ettiğini belirten bir mektup bırakarak silahla intihar eder. Ölümünden sonra doğduğu köy olan Bağdadi'ye şairin adı verilir.
Eserleri.
Şiirleri
Oyunları
Kitapları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10442",
"len_data": 6655,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Johann Wolfgang von Goethe (28 Ağustos 1749, Frankfurt – 22 Mart 1832, Weimar); Alman hezarfen, edebiyatçı, siyasetçi, ressam ve doğa bilimcidir. 1776 yılından itibaren, Weimar dukalığının bakanı olarak çeşitli idari ve siyasi görevlerde bulunmuştur.
Goethe; şiir, drama, hikâye (düzyazı ve dörtlük şeklinde), otobiyografik, estetik, sanat ve edebiyat teorisi, ayrıca doğa bilimleri olmak üzere birçok esere imza atmıştır. Bununla birlikte, zengin bir içeriğe sahip olan mektup çeşidi, önemli edebî eserlerindendir. ‘Fırtına ve Coşku’ (Sturm und Drang), döneminin en önemli öncüsü ve temsilcisi olmuştur. 1774 yılında "Genç Werther’in Acıları" adlı eseri ile bütün Avrupa'da ün yapmıştır. Daha sonra, 1790 yılından itibaren, Friedrich Schiller ile birlikte ortak ve dönüşümlü bir şekilde, içeriksel ve biçimsel olarak, Antik kültür anlayışı üzerinde yoğunlaşarak Weimar Klasik’in en önemli temsilcisi olmuştur. Goethe, aynı zamanda, yurt dışında da Alman edebiyatının temsilcisi olarak kabul edilmiştir.
Değeri, ölümünden sonra azalmaya başladığı sıralarda, Goethe, 1871 yılından itibaren, Alman ulusal kimliğiyle, Alman Kraliyet’inde taçlandırılmıştır. Sadece eserlerine yönelik değil, aynı zamanda örnek alınacak yaşantısına yönelik de bir hayranlık oluşmuştur. Goethe, bugüne kadar, en önemli Alman edebiyatçı olarak kabul edilmiş, eserleri ise dünya edebiyatı zirvesinde yerini almıştır.
Hayatı.
Çocukluğu ve gençliği.
Johann Wolfgang von Goethe, 28 Ağustos 1749 tarihinde, Frankfurt Großer Hirschgraben caddesindeki bugünkü Goethe Evi’nde "(Goethehaus)" dünyaya gelmiştir. Babası Johann Caspar Goethe (1710 -1782), bir hukukçu olmasına rağmen mesleğini icra etmemiş, fakat oğluna da maddi sıkıntı çekmeden bir hayat sağlayan imkânlarıyla yaşamını sürdürmüştür. Araştırmacı ve geniş bilgiyle donatılmış bir kişiliğe sahip olan Caspar, bununla birlikte, aile içi problemlerle de yılmadan savaşacak kadar güçlü ve azimli idi.
‘Textor’ soyadı ile doğmuş olan Goethe'nin annesi Catherina Elisabeth Goethe (1731 -1808) ise, Frankfurt'un varlıklı ve tanınmış ailelerinden birindendir. Hoşsohbet ve hayat dolu olan Catherina Elisabeth, 38 yaşındaki hukukçu Caspar Goethe ile hayatını birleştirmiştir. Johann Wolfgang'dan sonra dört çocuk daha dünyaya getirmiştir, fakat bunlardan sadece Goethe'den biraz daha genç olan kardeşi Cornelia hayatta kalmıştır. Goethe ile kız kardeşi arasında sağlam bir güven ilişkisi oluşmuştur.
Goethe, babasından edindiği disiplin, ciddiyet ve akıl unsurunu, annesinden edindiği hayal gücü, anlatma zevki ve duygu unsurunu geliştirme fırsatı bularak, dengeli bir bütünlükten, henüz çocukluktayken nasibini almıştır. 1756'dan 1758 yılına kadar, bir devlet okulunda öğrenim görmüştür. Aydınlıkçı ve modern görüşleri olan Johann Caspar, oğluna, özel öğretmenlerin ışığında ve kendi yol göstericiliği doğrultusunda küçük yaşlardan itibaren oldukça iyi ve kapsamlı bir eğitim imkânı sağlamıştır. Goethe'nin çalışma takviminde, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Latince, Yunanca gibi dil öğrenimlerinin yanı sıra, bilimsel konular, din ve çizim gibi alanlar da yer almıştır. Ayrıca, çello ve piyano çalmayı, biniciliği, eskrimi ve dans etmeyi öğrenmiştir. Onu özellikle görsel sanatlara yaklaştıran olay Yedi Yıl Savaşları olmuştur. Avusturya – Fransa birliğinin Frankfurt'u işgal etmesinden hemen sonra, Goethe'lerin evi karargâh binası yapılmıştır ve küçük Goethe, güzel sanatlara düşkün komutanlar sayesinde Fransız sanatıyla tanışma fırsatı bulmuştur.
Edebiyatla erken yaşta ilgilenmeye başlaması, annesinin gece anlattığı hikâyeler ve neşeli bir Protestan aileden aldığı İncil derslerinden ileri gelmiştir. Goethe evde çok okuduğu için, babası ona yaklaşık 2000 ciltten oluşan bir kitaplık oluşturmuştur. Böylece Goethe daha çocuklukta Dr. Faust'un farklı hikâyelerini öğrenme imkânı bulmuştur.
Leipzig.
Goethe, babasının yönlendirmesi ile 1765 yılı ilkbahar aylarında, Leipzig'de hukuk öğrenimine başlamıştır. İlk önceleri, toplumda yerini alabilmesi için kılık-kıyafet ve görgü kuralları konusunda şık yaşam tarzına ayak uydurmak zorunda kalmıştır.
Çok geçmeden zorunlu öğrenimini ihmal etmeye başlamıştır. Her ne kadar öğrencilerinin şiirsel denemeleri üzerinde çok durmasa da, Hristiyan Fürchtegott Gellert'in derslerine katılmayı tercih etmiştir. Daha Frankfurt'tayken çizim derslerini devam ettirdiği dönemlerde Antik sanat anlayışı ile yakınlaşmasına vesile olan ressam Adam Friedrich ile burada, Leipzig'de bizzat tanışması, hayatındaki önemli karşılaşmalardan biri olmuştur. O eser, buna ilişkin olarak, sanat anlayışı ve kabiliyeti konusunda Goethe'yi teşvik etmiştir ve Goethe, bir bakır ustasının yanında, oymacılık ve gravür tekniklerini öğrenme imkânı bulmuştur.
16 -17 yaşlarında olan Goethe, aynı zamanda, ailesinden uzakta özgürlüğün tadını çıkarmıştır. Tiyatro gösterilerine ileriki zamanlarda bir edebiyat klasiği haline gelecek olan ünlü draması Faust’un birinci bölümü için kendisine esin kaynağı olacak Auerbach lokantasında arkadaşlarıyla akşamları vakit geçirmiştir. Goethe, ilk aşk macerasını Leipzig günlerinde yaşamıştır. Fakat bir zanaatkâr kızı olan Kätchen Schönkopf ile yaşadığı aşk, iki yıl sonra iki tarafın da rızası ile sona ermiştir. Yaşadığı bu duygusal karışıklık, Goethe’nin yazı stilini etkilemiştir; daha önceleri ise Rokoko kültürünün etkisi altında şiirler yazmıştır, bu yüzden şiirleri, üslup bakımından daha özgür ve daha coşkulu olmuştur. Fakat gerçek duygularla, Rokoko kültürünün her şeyi hafife alan üslubunu bütünleştirememiş ve Leipzig’i sevememiştir.
1768 yılı Haziran ayında ağır şekilde hastalanan Goethe (bu konuda farklı görüşler söz konusudur; ancak en yakın ihtimal, genç Goethe’nin gece ve hareketli sosyal hayatın etkisiyle bitkin düştüğü yöndedir), eğitimini yazın daha rahat ve huzurlu bir ortamda sürdürebilmek için, 1770'te Frankfurt’a geri dönmüştür. Annesi ve kızkardeşinin bakıcılığında sağlığı iyiye gitmeye başlarken, aynı yıl, şiirlerinin bir araya getirildiği ‘Arnette’ adlı ilk şiir kitabını yayımlamıştır.
Frankfurt ve Strasburg.
Goethe'nin hayati tehlikesi olan hastalığı, uzun bir istirahat dönemi gerektirmiştir ve Goethe'yi Pietizm düşüncelerine itmiştir. Aynı zamanda Goethe, daha sonra Faust eserinde de başvuracağı mistik ve simyevi yazılar ve kitaplarla ilgilenmiştir. Buna bağlı olarak da, aynı dönemde, ilk tiyatro eseri olan "Die Mitschuldigen" komedisini ele almıştır.
Goethe, öğrenimine 1770 yılı Nisan ayında Strazburg’da devam etmiştir. Bu defa kendini azimle hukuk eğitimine vermiştir. Fakat kişisel hayatındaki bazı şahsiyetler için de zaman bulmuştur. Bunlardan en önemlisi Teolog, sanat ve edebiyat kuramcısı olan Johann Gottfried Herder olmuştur. Herder, Goethe’yi Homeros, Shekespeare, Ossian gibi yazarların kendilerine özgü dil kullanımlarına, ayrıca halk edebiyatına yönlendirmiştir ve Goethe’nin edebi gelişimine yönelik önemli etkilerde bulunmuştur. Daha sonra, Goethe’nin tavsiyesi üzerine Weimar hizmetine alınmıştır. Bu sırada Goethe, başkenti Strassburg olan Alsace bölgesinin doğasından bir hayli etkilenerek, ilk kez doğanın organik olduğunu keşfedip, tabiat bilimine ilişkin teoriler üretmeye başlamıştır.
Sesenheim’da yaptığı bir gezinti esnasında bir papaz kızı olan Friederike Brion’la tanışmış ve ona âşık olmuştur. Genç Goethe, Straßburg’dan ayrılışında bu ilişkiyi bitirmiştir ve daha sonradan "Sesenheim Lieder (Willkommen und Abschied, Mailied, Heidenröslein…)" olarak tanınacak olan, Friederike’ye dair yazdığı şiirler ise, “yeni bir lirik çağın” başlangıcı olmuştur. Bu şiirleri, Alman edebiyatında manzumenin ilk örnekleri arasında yerini almıştır. Sesenheimer Lieder, “Anakreontik” dönemine özgü yapay saray aşk söylemleri yerine, içinde yazarının hayat deneyimlerini barındıran, yaşanan birçok şeyi doğrudan işleyen sahici duyguları içeren, belli bir kalıp söylemden sıyrılarak gerçek yaşamı temel alan "Yaşantılama Şiirinin (Erlebnislyrik)" ilk örnekleri olmuştur.
Goethe, 1771 yazında, hukuk alanında doktora tezini yaparken, üniversite aynı zamanda ona burs edinme olanağı sunmuştur. 6 Ağustos 1771'de “cum applaus”, yani “yüksek takdir” belgesi almasının temel nedeni, “Positiones Juris” başlığı altındaki Latince 56 tezi olmuştur. 55. tezinde ise, bir çocuk katilinin, ölüm cezasına çarptırılıp çarptırılmamasına ilişkin bir tartışma konusu yaratmıştır. Bu konuyu “Gretchen” trajedisinde sanatsal bir formda yeniden ele almıştır. Bu dönemde Gotik sanatla da ilgilenmiştir. Straßburg Katedrali mimarı Erwin von Steinbach'ın üslubundan oldukça etkilenen Goethe, Gotik mimari tarzını yazıya dönüştürmeye çalışmış ve etkisini yitiren bu üslubun yeniden değerini kazanmasına imkân verecek olan "Von Deutscher Baukunst (Alman Mimarisi Üzerine)" adlı makaleyi yazmıştır.
‘Fırtına ve Coşku’ dönemi.
Frankfurt'a dönüşünde Goethe, yeni yetişen hukukçuların kısa zamanda ilgisini çeken ve küçük kıskançlıklarına neden olan, Weimar'a dönüşüne kadar dört yıl boyunca çalıştırdığı bir avukatlık bürosu açmıştır. Goethe için edebiyat, avukatlıktan daha önemli olmuştur. 1771 yılı sonunda ise “Geschichte Gottfriedens von Berlichingen mit der eisernen Hand” adlı eserini kâğıda dökmüştür. Çalışmasından sonra, 1773'te "Götz von Berlichingen" adlı dramasını yayımlamıştır. Gelecek nesillere kalacak olan bu verimli eseri çarpıcı bir rağbet görmüş ve Fırtına ve Coşku döneminin temel yapıtı olarak kabul edilmiştir. Orta Çağ etkisiyle, coşkunluk akımı ile işlenmiş bu oyun, dönemin en zengin piyeslerinden biri olmuştur ve Orta Çağ'a ilişkin kavramları yeniden su yüzüne çıkarmıştır.
Goethe, 1772 Mayıs'ında babasının teşvik etmesiyle Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi'nde asistan olarak göreve başlamıştır. 1772 ve 1773 yılları arasında tiyatro oyunları ve kitaplarla ilgilenerek "Frankfurter Gelehrte Anzeige" adlı kültür ve sanat dergisinde eleştirel yazılar yazmıştır. Goethe'nin meslek arkadaşı Johann Christian Kestner, zamanın Goethe'sini şöyle tanımlamıştır: "“Goethe, muhteşem hayal gücüne sahip bir dehadır. Kendi ruhunun yaratıcısıdır. Asil bir düşünce tarzına sahiptir. Goethe, tam bir karakter adamıdır. Tuhaftır ve söylemlerinde kendi canını sıkabilecek farklılıklara sahiptir. Tabi ki çocuklarda, bayanların odasında ve diğer birçok kişiye karşı davranışlarında takdir edilmektedir. Hoşuna giden bir şeyi, bir başkasının hoşlanıp hoşlanmayacağını, onun moda olup olmayacağını veya yaşam tarzının buna müsaade edip etmeyeceğini düşünmeksizin yapmaktadır. Tüm zorluklar ise ondan korkmaktadır”."
Goethe, yeniden hukuk çalışmalarına daha az ilgi göstermeye başlamıştır. Bunun yerine, Antik Çağ yazarlarıyla ilgilenmiş ve arkadaşı Kestner'in nişanlısı Charlotte Buff'a âşık olmuştur. Bu durum, iki ay sonra tehlike arz etmeye başlayınca Wetzlar'i alelacele terk etmiştir. Bir buçuk yıl sonra ise edindiği bu aşk tecrübesiyle diğer hayat tecrübelerini, Genç Werther’in Acıları ("Die Leiden des jungen Werthers") adlı romanında bir araya getirmiştir. Aşırı melankoli içeren bu eseri, kısa zamanda Goethe'yi tüm Avrupa'da ün sahibi yapmıştır. Goethe, kitabın müthiş başarısının ve buna ilişkin olarak o zamanın gereksinimlerini karşılayan Werther Etkisi'nin sırrını açıklamıştır. Eser, özellikle Avrupa'da yankı uyandırarak, gençlerin aynı yola başvurmasına ve intihara yönelmesine neden olacak kadar gerçekçi bir anlatıma sahiptir.
Wetzlar'den dönüşünün ve Weimar'a seyahatinin arasında geçen yıl, Goethe'nin en verimli dönemi olmuştur. Ünlü yapıtı Werther'in dışında, büyük destansı şiirler ("Ganymed", Prometheus, Mohammeds Gesang), çok sayıda kısa drama ("Das Jahrmarktsfest zu Plundersweilern und Götter, Heiden und Wieland") ile birlikte Clavigo ve Stella dramalarını kaleme almıştır. Goethe, aynı zamanda, Faust serilerini ilk kez bu dönemde ele almıştır. Alman bir şair olan Klopstock'un od üslubundan ve Grek şair Pindaros'un övgü üslubundan yararlanarak tabiattaki coşkun duyguları, övgü şiirleriyle anlatmıştır. Belirli kalıplardan uzak kalarak, serbest vezinli ses ahengine sahip bu yeni manzumeleri, dünya edebiyatına Goethe kazandırmıştır. Bunlardan en önemlisi, Prometheus olmuştur.
Goethe, 1775 yılında, bir banker kızı olan Lili Schönemann ile nişanlanmıştır. Fakat bu ilişki, çevre ve yaşam tarzı açısından ailelerin uyuşmazlığı nedeniyle yıpranmıştır, buna ilişkin olarak Goethe, kendi idealleri ile evliliğin bağdaşamayabileceği konusunda endişeye düşmüştür. Bu boşluğu doldurabilmek için ise Cristian ve Friedrich Leopold zu Stolberg-Stolberg kardeşlerin, İsviçre'yi dolaşarak aylarca sürecek olan seyahat davetini değerlendirmiştir. Ekim ayında bu nişanlılık durumu tamamen sona ermiştir. Hayal kırıklığına uğrayan Goethe, 18 yaşındaki dük Karl August tarafından Weimar'a davet edilmiştir.
Weimar’da başkanlık.
Goethe, Kasım 1775'te Weimar'a gelmiştir. Yaklaşık 6000 nüfusa sahip olan başkent Saksonya-Weimar-Eisennach, düşesin annesi Anna Amelia'nın etkisiyle kültürel bir şehir haline gelmiştir. Goethe bu dönemde bir süre politika ile ilgilenmiştir ve dükün özel danışmanlığını yapmıştır. İlk kez 1771 yılında ele aldığı Kur'an tefsirleri üzerindeki çalışmalarına burada da devam etmiştir. Özellikle, doğu uygarlığı ile ilgilenen bir tarihçi olan Josef von Hammer’in Kuran çevirisini sürekli olarak okuyan Goethe, Almanya’da İslamiyet’e pozitif yaklaşan ilk edebiyatçı olmuştur.
Devlet hizmeti.
Goethe, aristokrasiye karşı direnerek 1776 yazında dükün danışman kurulunun üyesi olmuştur. Bir sonraki sene, yeni kurulan maden ocağı komisyonuna yönetici olarak seçilerek, 1779 yılında yol yapımı komisyonu yöneticisi; 1782’de ise maliye bakanı olarak çalışmaya devam etmiştir. Goethe, işini büyük bir hırsla yapmıştır. Onun temel arzusu, eşzamanlı ekonomik destekle, resmi harcamaları sınırlandırarak devletin mali durumunu düzeltmek olmuştur. Özellikle zorlu mücadelenin yarıya indirilmesiyle, net tasarruflar elde edilerek bu kısmen başarılmıştır. Öte yandan, Goethe’nin kendi kararıyla geliştirmekte olduğu bakır ve gümüş ocağı işletmesi fazla başarı elde edememiştir.
Goethe’nin bakanlar kurulundaki etkileri, edebiyat çevresince oldukça farklı değerlendirilmiştir. Bazı yazarlar Goethe’yi köylülerin baskıcı ve ağır vergi yükünden kurtulmaları için çaba gösteren yenilikçi bir politikacı olarak nitelerken, diğer çevrelerce Goethe’nin hem ülke çocuklarının Prusya ordusuna zorunlu olarak katılmasından hem de konuşma özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin önlemlerden yana olduğu belirtilir. Bir başka durumda ise Goethe, çaresizlikten evlilik dışı bebeğini öldürmüş olan bir annenin idam cezasına oylamada bulunmuş; daha sonra ise –düşüncesinin aksine- “Gretchen” trajedisinde merhamet dolu davranışını ele almıştır. Fakat buna ilişkin olarak Goethe'nin kişisel görüşü mü olduğu yoksa çoğunluk görüşüne boyun mu eğdiği konusunda herhangi bir bilgi yoktur.
Goethe'nin devlet hizmetindeki aktif çalışmalarına ilişkin gayreti bitmemiştir. Yapmış olduğu resmi faaliyetler beraberinde resmi mükâfatlar getirmiştir; Goethe'ye resmi unvan verilmesinin yanı sıra 1882 yılında önemli bir aristokratik unvana layık görülmüştür. Çoğunlukla resmî görevler çerçevesinde, Weimar'daki ilk on yıl, 1779'da İsviçre’ye, ayrıca birçok kez Harz bölgesine olmak üzere çeşitli seyahatlerde bulunmuştur. 1785 yılında ise, Karlsbad’daki bir tedaviyle yıllık kaplıca seyahatlerine başlamıştır.
Edebiyat ve doğa bilimleri.
Goethe, Weimar’da geçirdiği ilk on yıl içerisinde, mecmualardaki dağınık bazı şiirlerinden başka hiçbir şey yayımlamamıştır. Günlük işlerinin yoğunluğundan, ciddi edebiyat çalışmalarına çok az zaman ayırabilmiştir. Özellikle, saray festivallerinin düzenlenmesi ve tiyatro oyunları için çalışmıştır.
Bu dönemin iddialı çalışmaları, Iphigenie auf Tauris trajedisinin ilk düzyazı özeti ile birlikte Egmont, Tasso oyunları ile "Wilhelm Meister" adlı roman çalışmaları olmuştur. Bu oyunlardaki kadın figürleri ele alan Goethe, özellikle Antik Çağ’da Euripides’in de ele aldığı gibi, mitolojik kahraman ‘Iphigenie’ karakterinin bazı yönleri üzerinde durmuştur. Ayrıca Charlotte von Stein için yazdığı aşk şiirlerinin ("örn. Neden bize bu derin bakışları verdin? “Warum gabst du uns die tiefen Blicke?”") yanı sıra Erlkönig, "Wanderers Nachtlied", "Grenzen der Menscheit" ve "Das Göttliche" gibi dönemin en tanınmış şiirleri ortaya çıkmıştır.
Goethe, 1780 yılında, sistematik olarak bilimsel doğa sorunlarını araştırmaya başlamıştır. Daha sonra bunları, madencilik, çiftçilik ve kömür işletmeciliği alanlarındaki sorunlarla resmi uğraşlarına uygulamıştır. Başlıca ilgi alanları; Yer Bilimi, Madencilik, Bitki Bilimi (Botanik) ve Osteoloji (Kemik Bilimi) olmuştur. 1784 yılında bu alanda, insandaki çene kemiğini keşfetmeyi başarmıştır. Aynı yıl içerisinde ise Granit hakkındaki makalesini yazmış ve "Roman der Erde (Yeryüzünün Romanı)" başlıklı kitabını tasarlamıştır.
Charlotte von Stein ile ilişkisi.
Goethe'nin Weimar'da geçirdiği on yıl içerisindeki en önemli ve en etkileyici ilişkisi, bir saray nedimesi olan Charlotte von Stein ile olmuştur. Goethe'den yedi yaş büyük olan Charlotte, yedi çocuğundan dört tanesini kaybetmiştir ve anlaşmalı bir evlilik yaşamıştır. Goethe'nin yaklaşık 2000 mektubu ve not kâğıdı, bu samimi, sıra dışı aşk ilişkisinin belgeleri olmuştur (Bayan Stein'ın mektupları ele geçirilememiştir). Stein bir eğitimci olarak Goethe'yi teşvik etmiştir: Ona saray görgü kurallarını öğretmiş, iç huzursuzluğu konusunda onu teskin etmiş ve disiplinini güçlendirmede ona katkıda bulunmuştur. Bunu bir aşk ilişkisinden mi kaynaklanan ya da masumca bir dostluktan mı kaynaklanan davranış olduğu konusunda kesin bir yargıya varılamaz. Birçok yazar, Bayan Stein'ın, Goethe'nin cinsel isteklerini reddettiğini ortaya koymaktadır. Sürekli olarak ise, psikanalist Kurt Eissler'in Goethe'nin ilk cinsel deneyimini 38 yaşında Roma'da yaşadığı iddiasına inanılır.
Söz konusu ilişki, Goethe'nin, hayal kırıklığına uğrayan Bayan Stein'ın da affedemediği 1786'da yaptığı gizli Roma seyahatinden dönüşünden sonra sona ermiştir. Goethe sonrasında ileride eşi olacak Christiane Vulpius ile ilişkiye başlamıştır. Yine de gerek Goethe ve gerek von Stein, yaşlılıkta, yeniden dosthane bir ilişkide bulunmuştur.
İtalya seyahati.
Goethe, 1786 yılında bunalıma girmiştir. Charlotte von Stein ile ilişkisi giderek artan bir isteksizlik yarattığından, mesleğindeki faaliyetlerini ümit ettiği şekilde yerine getirememiştir ve saray yaşantısının zorluklarından rahatsızlık duymuştur. Fakat her şeyden önce bir kimlik bunalımı içerisine girmiştir. Artık kendi ölçütlerinin neler olduğunu bilemeden, kendi kendisiyle çelişir hale gelmiştir. Bu durumu, İtalya'ya yapacağı bir seyahatle ortadan kaldırma yolunu seçmiştir. Eylül 1786'da sadece hizmetçisi Philipp Seidel'e haber vererek yola çıkmıştır. Amacının ne olduğu bilinmeyen bu gizli seyahat, Goethe'nin görevinden istifa ederek; ancak gelirini kazanmaya devam etmek için Goethe'ye olanak sağlayan bir stratejinin parçası olmuştur. Aynı zamanda, Werther'in dünya çapında tanınan yazarı Goethe, toplumdaki sosyal kontrol olmadan, farklı şekilde hareket edemediğinden, takma bir adla seyahat etmiştir. Verona, Vicenza ve Venedik’teki ikametlerinden sonra, Kasım ayında Roma’ya gelmiştir. Napoli ve Sicilya’ya yaptığı dört aylık gezisinin yanı sıra, Kasım’ın sonuna kadar da Roma’da kalmıştır. Goethe, İtalya gezisi esnasında Roma ve Grek sanatının değişik stillerini, ayrıntılı olarak araştırma fırsatını yakalamıştır. Bunlarla birlikte, İtalya’nın farklı, Akdeniz’e has olan tabiatı üzerinde durarak, fikir üretmeye başlamıştır. İnsan anatomisi üzerine de kapsamlı çalışmalar yaparak, bilimsel teoriler ortaya atmıştır. Siena, Floransa, Parma ve Milano şehirlerine yaptığı seyahatlerin ardından, iki yıl sonra, Weimar’a geri dönmüştür.
Goethe, İtalya’da, Rönesans ve Antik dönemin yapı ve sanat çalışmalarını öğrenmiş ve onlara hayran kalmıştır, özellikle Raffael ve dönemin mimarı Andrea Pallodio’ya hayranlık duymuştur. Sanat arkadaşlarının yönetimi altında, çizim çalışmalarını büyük bir gururla sürdürmüştür; Goethe’nin yaklaşık 850 çizimi İtalya dönemine aittir. İlk kez o anda, sadece sanatçı olarak değil, aynı zamanda yazar olarak da doğmuş olduğu sonucuna varmıştır. İtalya’da edebiyat çalışmalarına da ilgi göstermiştir: Diğer çalışmalarının arasında, düzyazı şeklinde önceden mevcut bulunan, kafiye tarzındaki Iphigenie çalışmasına yönelmiş, 12 yıl önce başladığı "Egmont" eserini tamamlamış ve "Tasso" adlı "tiyatro" eserine devam etmiştir, bunların yanı sıra ise bitki bilimi üzerine araştırmalar yapmıştır.
İtalya seyahati, Goethe’ye köklü bir deneyim kazandırmıştır ve bunu İtalya’da edindiği deneyim olan bir “yeniden doğuş” olarak nitelendirmiştir. Bu deneyimin sonunda kendini yeniden bulmuş ve gelecekteki faaliyetlerini sınırlandırmak için, karakterine nelerin uygun olacağına dair karar almıştır. Bununla birlikte, Goethe, Fırtına ve Coşku döneminden sıyrılarak, Klasisizme bu dönemde geçiş yapmıştır ve bu dönem Goethe ile birlikte Alman edebiyat tarihinde, Klasisizm başlangıç tarihi kabul edilmiştir.
Weimar klasik dönem.
Christiane Vulpius ile ilişkisi
Goethe, dönüşünden birkaç hafta sonra, 23 yaşındaki Christiane Vulpius ile bir aşk ilişkisine başlamıştır ve aynı zamanda onu hayat arkadaşı olarak kabul etmiştir. Aralık 1789'da oğlu August dünyaya gelmiştir; August'dan sonra doğmuş olan dört çocuğundan her biri sadece birkaç gün yaşayabilmiştir. Goethe'nin içinde bulunduğu Weimar toplumu, az eğitimli, basit ilişkiler yaşamış olan bu bayanı içerisine kabul etmemiştir. Çoğunlukla, bu uygunsuz ilişkinin gayrimeşru yanı da eklendiğinde, toplum, onu sıradan ve eğlence düşkünü biri olarak nitelendirmiştir. Goethe ise Vulpius'un doğallığını ve neşeli karakterini sevmiştir. Christiane'nin 1816 yılındaki ölümüne kadar, ‘küçük vamp kadın’ ile olan ilişkisine sahip çıkarak, 1806 yılında yaptığı bir nikâhla onun toplum içinde yer almasını sağlamıştır.
Resmi görevleri ve siyaset
Goethe, dönüşünden sonra, birçok resmî görev konusunda, dük tarafından affedilmiştir; kuruldaki başkanlığını ve bununla birlikte siyasi etkisini devam ettirmiştir. Resmi yapı faaliyetlerinin denetlenmesi ve çizim okullarının yöneticiliği olmak üzere kültürel ve bilimsel alanda birçok görev üstlenmiştir. 1791 yılından 1817'ye kadar Weimar Saray Tiyatrosu'nun yöneticiliğini yapmıştır. Bunun yanı sıra Goethe, dükalığa ait olan Jena Üniversitesi'nde görev almıştır. Johann Gottlieb Fichte, Georg Hegel, Friedrich Schelling ve Friedrich Schiller’in de arasında bulunduğu birçok tanınmış profesörün daveti, Goethe’nin desteği sayesinde olmuştur. 1807 yılında Goethe’ye, Jena Üniversitesi’nin denetlenmesi görevinin verilmesinin ardından, Goethe öncelikli olarak, doğa bilimleri fakültesinin genişletilmesi için çaba göstermiştir.
Goethe’nin görevleri arasında, İtalya seyahatinden dönmekte olan dükün annesini getirmek üzere, 1790 yılında Venedik’e yaptığı dört aylık bir seyahat de yer almıştır. Fakat ülkedeki politik ve sosyal yolsuzlukları da keşfetmesi üzerine, hayal kırıklığına uğrayarak, ilk İtalya seyahatinin verdiği hazzı duyamamıştır.
1789 yılında, Goethe’nin olumsuz baktığı Fransız Devrimi, Avrupa’yı sarsmıştır. Goethe, ağır hareket edilen yeniliklerden yana olmuştur ve özellikle devrim izinde yapılan güç aşırılıklarından nefret etmiştir; diğer yandan ise, bunu eski rejimin bir kusuru olarak görmüştür. Daha sonra geçmişe uzanarak şunları dile getirmiştir: “"Herhangi büyük bir devrimin, asla ulusun değil, tamamen hükümetin hatası olduğuna inandım. Hükümetler, devamlı olarak adalete uygun olup, geliştikleri sürece, devrimler tamamen gereksiz hale gelir; öyle ki onları zamana uygun yeniliklerle karşılarlar ve alt kesimden zorunluluklar diretilinceye kadar, çok uzun süre mücadelede bulunmazlar"."
Goethe, 1792 yılında, dükün isteği üzerine, devrimci Fransa'ya karşı ilk ittifak savaşı için düke refakat etmiştir. Üç ay boyunca sefaleti görmüş ve Fransa'nın zaferiyle sonuçlanan bu taarruzla karşı karşıya kalmıştır. Ardından bir üç ay daha, 1793 yazında yazar, dükün isteği üzerine Mainz şehrinin kuşatması için geçirmiştir.
Dükalık, 1796 yılında, Basel'in Prusya-Fransa barış antlaşmasına katılmıştır. Bu on yıllık barış dönemi ise, savaş nedeniyle sarsılan Avrupa'da, Weimar Klasik’in en parlak devrinin yaşanmasına imkân sağlamıştır.
Doğa bilimi, edebiyat, Schiller ile anlaşma
İtalya seyahatinden sonra Goethe, öncelikli olarak doğa bilimi ile ilgilenmiştir. 1790 yılında, "Versuch die Metamorphose der Pflanzen zu erklären (Bitkilerin Morfolojik Yapısının Açıklanması)" başlıklı denemesini yayımlamıştır, bununla birlikte hayatının sonuna kadar ilgileneceği Renk Teorisi üzerine araştırmalarına başlamıştır.
Bunu aksine, edebi eserleri ise durgun bir döneme girmiştir. Bunun sebepleri, Goethe’nin eski arkadaş çevresinin soğukluğu ve ilgisizliği, devrimin yaratmış olduğu sarsıntı ve Goethe’nin yeni edinmiş olduğu sanat anlayışına tamamen aykırı düşen eserlerinin toplumdaki anlık başarısı olmuştur.
1790'lı yıllardaki eserlerine, dönüşünden sonra kısa bir zamanda oluşturduğu, antik dönemin erotik edebiyat formundaki, Christiane’ye olan tutkusunu içeren ve erotik şiirlerin bir derlemesi olan Römischen Elegien (Roma Ağıtları) adlı eseri de dâhil olmuştur. İkinci İtalya seyahati, nüktelerin ve Avrupa’nın genel durumu üzerine yazılmış olan mizahi şiirlerin bir derlemesi olan "Venedig Epigramları"’nın ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1792-93 yıllarında Goethe, altı vezin ölçümlü dize şeklindeki Reineke Fuchs destanını düzenlemiştir. Devrimin etkileri altında, yergici, devrim karşıtı ve aynı zamanda bir o kadar da mutlakiyet karşıtı olan birçok komedya ortaya çıkmıştır: "Der Groß-Cophta 1791 (Büyük Cophta 1791)", Der Bürgergeneral 1793 (Yurttaş General 1793) ve parça şeklindeki Die Aufgeregten 1793. “"Bütün bunlar, devrim olayını uygun bir biçimde sahnelemek için, Goethe’nin başarısızlıkla sonuçlanan çabalarını belgeler."”
1794 yazında, Jena yakınlarında yaşayan tarih profesörü Friedrich Schiller, çıkarmakta olduğu "Horen" isimli kültür ve sanat dergisi için, Goethe’ye işbirliği teklifinde bulunmuştur. Her iki yazar da, yakın bir ilişki içerisine girmeksizin, geçmişte birçok kez bir araya gelmiştir.
Goethe’nin Schiller’in teklifini kabul etmesinin ardından, her ikisi de, en yüksek sanat tarzı olarak Antik döneme yönelim; bir o kadar da devrim anlayışını reddetme konusunda hemfikir olmuşlardır. Bu, tüm kişiselliği bir tarafa bırakıp, karakter ve çalışma tarzlarıyla birbirinden etkilenerek şekillenen yoğun bir işbirliğinin başlangıcı olmuştur.
Her ikisi de, temel estetik sorunlara dair yaptıkları ortak görüşmede, ‘Weimar Klasik’ döneminin edebiyat devri olması gereken bir sanat ve edebiyat anlayışı geliştirmişlerdir. Aynı şekilde Schiller'in de olmak üzere, edebi başarıları sekteye uğramış olan Goethe, kendisinden on yaş daha genç olan biri ile yaptığı özendirici işbirliğinin etkisi konusunda birçok kez şunları vurgulamıştır: “"Onlar, bana ikinci bir gençliği aşıladılar ve beni tekrar yazarlığa yükselttiler."”
Her iki yazar da, birbirlerinin eserlerindeki canlı teorik ve pratik kısımlardan yararlanmışlardır. Bu yüzden Schiller, Goethe'nin Wilhelm Meisters Lehrjahre ("Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları") adlı romanına, eleştirel bir yaklaşımla eşlik etmekte ve ‘Faust’ adlı eserinin devamlılığı için onu cesaretlendirirken, Goethe de, Schiller'in Wallenstein adlı eserine etkide bulunmuştur. Bunun yanı sıra, ortak yayın projeleri de önem arz etmiştir. Her ne kadar Schiller, Goethe'nin kısa ömürlü dergisi "Propylän"’e hemen hemen hiç katılmamış olsa da, Horen ve aynı zamanda kendisi tarafından yayımlanan Musen-Almanach dergilerinde sayısız çalışma yayımlamıştır. "Musen-Almanach" dergisi, 1797 yılında, ortak şekilde ele alınan Xenien adlı şiirlerin bir koleksiyonunu oluşturmuştur. Daha sonraki yıllarda ise bu dergide, yazarların en ünlü baladları yayımlanmıştır.
Goethe bu dönemde, bilinen eserlerinin yanında, "Unterhaltung deutscher Ausgewanderten" ("Alman Göçmenlerin Sohbetleri") adlı eserini ve dönemin güncel olaylarını, altı ölçülü dize şeklinde ortaya koyan epik şiiri "Hermann und Dorothea"’yı ("Hermann ve Dorothea") ele almıştır. Bu eseriyle Goethe, ‘klasik’ okur başarısını elde etmiştir. Bununla birlikte, Der Schatzgräber (Hazine Avcısı) ve Der Zauberlehrling ("Büyücü Çığlığı") adlı en tanınmış baladlarını bu dönemde kaleme almıştır.
Damgasını vurduğu Weimar Klasik dönemi ise, 1805 yılında Schiller'in ölümü ile sona ermiştir.
Sonraki Goethe.
Goethe, 1805 yılında Schiller'in ölümünü büyük bir kayıp olarak nitelendirmiştir. Buna ilişkin olarak, farklı hastalıklarla da sarsılmıştır (Erizipel, böbrek sancısı). Yol arkadaşının kaybının yanı sıra, Goethe'nin hayatında iz bırakan bir diğer dönüm noktası da Napoleon Bonaparte ile baş gösteren savaş olmuştur. Goethe, düküyle beraber dilenerek ve iltica edecek bir yer arayarak, Almanya'yı dolaştıklarını zihninde canlandırmıştır (kötümserliğe olan eğilimini, kendisinin ‘karanlık yanı’ olarak adlandırmıştır.)
Christiane ile olan sağlam evliliği, 1807 yılında, Jena'daki kitap satıcısı Fromman'ın bakıcısının 18 yaşındaki kızı Minna Herzlieb'e karşı ilgisinin artmasına engel olamamıştır. Son romanı ‘Gönül Yakınlıkları’ (Die Wahlverwandschaften), dönemin iç deneyimlerinin izlerini taşımaktadır.
Goethe, çok yönlü evrensel bir deha olmayı çok isterdi, fakat bunun için deneyim bilgisinin milyonlarca kafası olan ejderhasına boyun eğmek zorundaydı. Buna rağmen, 1806 yılından itibaren, eserlerinin yeni bir derlemesini hazırlamıştır (Cotta, Stuttgart). Bu sebeple, ‘Faust’un ilk cildini’ de sonunda tamamlamayı başarmıştır.
Goethe, 1809 yılında, bir otobiyografi ele almaya başlamıştır. Bir yıl sonra ise, çok uzun süre onu işgal eden ‘Renk Teorisi’ (Farbenlehre) adlı eserini yayımlamıştır. Yurt dışının ve tüm çağların edebiyat araştırmasını yapmıştır. Halk, Fransız egemenliğine karşı baş kaldırırken, Goethe, zihnen Yakın Doğu'ya yönelmiştir: Arapça ve İran dili öğrenimine başlamış, Kuran'ı hatmetmiş ve İranlı şair Hafis'i okuma fırsatı bulmuştur. Bettina Brentano Weimar'da ortaya çıktığında, Goethe'nin, gençliği konusunda annesinden edindiği bilgilerle, ‘Hayatımdan, Edebiyat ve Hakikat’ (Aus meinem Leben. Dichtung und Wahrheit) başlıklı biyografisinin gidişatına yardımda bulunmuştur. Goethe, daha sonra bu betimlemeyi, ‘Yıllıklar’ (Annalen) ve 1786’dan 1788’e kadar İtalya Seyahati’ isimli eserlerindeki sayısız eklemelerle donatmıştır. Friedrich Rimer (1805'ten beri oğlunun öğretmeni), sekreter olarak kısa zamanda Goethe'nin vazgeçilmezi olmuştur; Goethe'nin kulağına, Beethoven'in ‘müzik gürültüsü’nden daha hoş geldiği Carl Friedrich Zelter ile otuz yılı aşkın bir süredir devam etmiş olan uzun bir mektuplaşma dönemine girmiştir (1799-1832). Bu mektuplaşma sayesinde Goethe, ondan sadece müzik konusunda değil, dostluk bağlamında da çok şey edinebilmiştir.
Goethe, 1814 yılında, Rhein ve Main çevrelerine seyahat etmiştir. Goethe’nin tavsiyesi üzerine ve huzurunda, birkaç hafta sonra evlenen banker Johann Jakob von Willemer ve ortağı Marianne Jung ile Frankfurt’da karşılaşmıştır. Goethe her ne kadar 65 yaşında olsa da, hiçbir şekilde kendisini çok yaşlı hissetmemiş ve Marianna’ya âşık olmuştur. Marianna, edebiyat ortağı ve tanrıçası olmuştur. Goethe, bir sonraki yıl Willemer’leri tekrar ziyaret etmiştir; -bu, memleketini son görüşü olmuştur. Willemer’lerin daha sonraki davetine karşılık vermemiştir. Fakat devamında, ‘Doğu-Batı Divanı’ (West-östlicher Divan) adlı eserini tamamlayana kadar, ‘Gül ve Bülbül, Aşk ve Şarap’ adlı şiirlerin dizeleri ortaya çıkmıştır. Daha sonra Marianna, bu aşk şiirlerinin büyük bir kısmının kendisinden kaynaklandığını ortaya atmıştır.
Yoğunlaşması ve çalışmalarını tamamlaması.
Goethe'nin eşi Bayan Christiane, uzun süren rahatsızlığının ardından, 1816 yılında ölmüştür. Goethe, 1817 yılında, saray tiyatrosu yöneticiliğinden istifa etmiştir. Bu dönemden itibaren, Goethe'nin sağlığı ile gelini ilgilenmiştir. Dükalık ise, -Goethe'nin endişelerinin aksine- Napolyon savaşlarının kargaşasından hiç zarar görmeden çıkabilmeyi başarmıştır, hatta Carl August, bunu ‘Saray Macerası’ olarak adlandırmıştır. Bu macera, Jena'daki öğrencilerde ve diğer yerlerde yankı uyandırdığı esnada, Goethe çalışmalarını düzene koymuştur. Bu yıllarda, ‘Geschichte meines botanischen Studiums’ (Bitki Bilimi Öğreniminin Tarihçesi) adlı eser ortaya çıkmıştır (1817). Bunu 1824 yılına kadar, Morfoloji, Jeoloji ve Mineroloji alanlarına ilişkin fikirler başta olmak üzere, ‘Zur Naturwissenschaft überhaupt’ (Genel olarak Doğa Bilimlerine Dair) başlıklı eserinin serilerindeki fikirler takip etmiştir (burada, 1790 yılında sevgilisi için kaleme almış olduğu, ağıt tarzındaki ‘Bitki Morfolojisi’nin tasviri de yer almaktadır). Ayrıca Goethe bu dönemde, ilk kez 1813 yılının başlarında Tahran’ı ziyaret etmiş olan doğa bilimcisi Heinrich Cotta ile iletişim kurmuştur.
Goethe, Karl Friedrich Reinhard ve Kapsar Maria von Sternberg ile arkadaşlığını sona erdirmiştir. Ara sıra ‘Urworte. Orphisch’ adlı şiirinde son bulan gizemli düşüncelere adamıştır kendini. Günlüğü ve uzun süredir muhafaza ettiği notları, Goethe'ye ‘İtalya Seyahati’ (Italienische Reise) adlı eserini tamamlama fırsatı sunmuştur. 1821'de ise bunu küçük çaptaki romanlarının bir derlemesi olan ‘Wilhelm Meister’in Seyahat Yılları’ (Wilhelm Meisters Wanderjahre) başlıklı eseri takip etmiştir.
Son çalışmaları ve seyahatleri.
Goethe, 1823 yılında, kalp zarı iltihabı (Perikarditis) hastalığına yakalanmıştır. İstirahatinden sonra ise kendini manevi anlamda eskisinden daha canlı hissetmiştir. İhtiyar Goethe, Karlsbad'da annesiyle beraber tanımış olduğu 19 yaşındaki Ulrike von Levetzow'a evlenme teklifinde bulunmuştur. Yaşadığı hüsranı, eve dönüş yolculuğunda ruhundan kopan ‘Marienbad Ağıdı’ (Marienbader Elegie) adlı eseri ile kâğıda dökmüştür. Daha sonra iç dünyasında ve çevresinde daima sessizliği ve sakinliği tercih etmiştir. Günlerini daima münzevi bir şekilde geçirmiştir. ‘Faust’ eserinin ikinci bölümünü tekrar ele almıştır. Kendisi hemen hemen hiç yazmamış, fakat yazdırmıştır. Böylelikle Goethe, yalnızca geniş kapsamlı bir mektuplaşma ile kalmamış, aynı zamanda bilgisini ve yaşam tarzını, geçmişe dayanan bu görüşmelerde, sadakatli genç şair Johann Peter Eckermann’a emanet etmiştir.
1828 yılında, Goethe’nin oğlu, destekçisi dükün adını taşıyan Karl August hayatını kaybetmiştir. Goethe, oğlunun ölümüne Roma’da iken katlanmak zorunda kalmıştır. Aynı yıl içerisinde, ‘Faust’ eserinin ikinci bölümünü tamamlamıştır. Faust, onun için, yıllar boyu en önemli şeyi oluşturan, biçimsel olarak bir sahne eseri, fakat hemen hemen hiç sahnede sergilenemez, fantastik bir resim tabakası olmasından önce birçok şiiri gibi büyük anlama sahip olan bir eserdi. Goethe son olarak, Georges Cuvier ve Etienne Geoffroy Saint-Hilaire isimli iki paleontolog arasındaki tartışmaya katılmıştır (yıkımcılık vs. türlerin gelişim sürekliliği). ‘Farbenlehre’ (Renk Teorisi) adlı eseriyle de hiçbir şekilde açıklayamamış olduğu Gökkuşağı gibi, Yer Bilimi (Jeoloji) ve Evrimcilik konuları da Goethe'yi uğraştırmıştır.
Aynı zamanda bitkilerin nasıl yetiştiği konusu da Goethe'yi bırakmamıştır. Goethe, ölümünden birkaç hafta önce, Ferdinand Wackenroder'a şunları yazmıştır.
'Çok çeşitli yollarla, bir veya aynı kurala bağlı kalarak, hangi yolla bitkilerin başkalaşım (metamorfoz) geçireceği, yaşamın organik-kimyasal değişmesine yaklaşmanın ne derece mümkün olacağı konusu ile büyük ölçüde ilgileniyorum. Yalnız, bitkilerin ışığa karşı tepki göstermeleri gibi, bitki kökleri tarafından emilen nemin onun tarafından değiştirilmesi bana açık görünüyor, bundan ötürü, iskotoları şişiren rüzgârın türünü daha yakından net bir şekilde görmede, sizin masumca karşı çıktığınız istek ortaya çıktı.'
Ölümü.
Goethe, (muhtemelen kalp krizinden) 22 Mart 1832'de hayata veda etmiştir. Son sözlerinin “daha fazla ışık” ifadesi olduğu tartışmaya açık kalmıştır. Bu ifade, söz konusu dakikada ölüm yatağında iken, Goethe'nin yanında olmayan doktoru Carl Vogel'e ulaştırılmıştır. Goethe, 26 Mart'ta Weimar Mezarlığında toprağa verilmiştir.
Edebiyat ve müziğe etkisi.
Goethe'nin kendisinden sonra gelen Alman şair ve yazarlara etkisi her yerde geçerliliğini korumaktadır, öyle ki burada, belli ölçülerde kendisi ve eserleriyle uyum içerisinde olan sadece birkaç yazar adlandırılabilmektedir.
Romantik dönemin şair ve yazarları, Fırtına ve Coşku döneminin duygu aşırılığından yola çıkmışlardır. Franz Grillparzer Goethe'yi, birçok kez kendine örnek almıştır ve bununla, estetik alışkanlıkların yanı sıra her türlü siyasi Radikalizm (Köktencilik) karşısında temkinli duruşunu sergilemiştir. Friedrich Nietzsche tüm hayatı boyunca Goethe'ye hürmet etmiştir ve özellikle halefi olarak, bunu Hristiyanlığa ve Almanya'ya ilişkin kuşkucu davranışlarında ortaya koymuştur. Hugo von Hoffmanstahl 1922 yılında şunları yazmıştır: “Goethe, eğitim temeli olarak tüm kültürü teşkil etmektedir” ve “Goethe’nin düzyazıdaki sözlerinden, bugün belki tüm Alman Üniversitelerinden olduğundan daha fazla okuma geleneği türeyecektir.”. Goethe'nin eserlerine ilişkin birçok makale kaleme alınmıştır. Thomas Mann ise Goethe'ye karşı yoğun sempati duymuştur. Sadece yazar kimliğine değil, aynı zamanda tüm alışkanlıkları ve karakter özelliklerine hayran kalmıştır. Thomas Mann da Goethe hakkında makale ve denemeler yazmıştır ve 1932 ile 1948 yıllarındaki Goethe-yıldönümü kutlamalarına ilişkin can alıcı konuşmalarda bulunmuştur. Lotte in Weimar isimli romanında Goethe'yi yaşatmıştır ve Doktor Faustus adlı romanla Faust serilerini yeniden ele almıştır. Ulrich Plenzdorf, Die neuen Leiden des jungen Werthers (Genç Werther'in Yeni Acıları) romanında, 1970'li yıllarda Almanya'daki Werther denklemini yeniden kurgulamıştır.
Goethe'nin sayısız şiiri, şairin sanat şarkılarının gelişmesine destekte bulunması suretiyle, -özellikle 19. yy bestecileri tarafından- bestelenmiştir.
Müzikal anlamda en yaratıcı Goethe yorumcusu, aralarında popülerliğe ulaşmış olan Heidenröslein, Gretchen Çıkrık Başında (Gretchen am Spinnrade) ve Gürgen Kralı (Erlkönig) adlı şiirlerin bulunduğu, yaklaşık 80 Goethe bestesiyle Franz Schubert olmuştur. Goethe ile kişisel olarak tanışan Felix Mendelssohn Bartholdy, İlk Cadılar Bayramı (Die erste Walpurgisnacht) baladını bestelemiş, aynı şekilde Hugo Wolf da Wilhelm Meister ve Doğu-batı Divanı'ındaki (West-östlicher Divan) diğer şiirleri ele almıştır.
Doğa bilimci olarak alımlanışı ve kabulü.
Goethe'nin doğa bilimsel çalışmaları, çağdaş bilim insanları tarafından kabul edilmiş ve ciddiye alınmıştır; Goethe, doğa araştırmacısı Alexander von Humboldt, Doktor Christoph Wilhelm Hufeland ve kimyacı Johann Wolfgang Döbereiner gibi itibar sahibi araştırmacılarla iletişim halinde olmuştur. Başta Renk Teorisi (Farbenlehre) olmak üzere tüm eserleri, başlangıçtan itibaren edebiyat alanında tartışma yaratmıştır; doğa biliminin yol kat etmesiyle birlikte Goethe teorilerinin ciddi anlamda köhneleştiği ileri sürülmüştür. Goethe'nin doğa bilimsel konumu ve önemi, Charles Darwin’in çalışması Die Entstehung der Arten (Türlerin Oluşumu) eserinin yayımlandığı yıl olan 1859’dan itibaren, gelip geçici bir yeniliğin etkisi altına girmiştir. Goethe’nin, faal dünyanın sürekli olarak değişimi konusunda ortaya koyduğu hipotez ve organik türlerin, ortak ana bir türe dayandığı konusunda yaptığı ilişkilendirme, onun Evrim Teorisi’nin kâşifi olduğunu ortaya koymuştur.
1883- 1897 yıllarında Rudolf Steiner, Goethe’nin doğa bilimi çalışmalarını tekrar gündeme taşıyıp ortaya çıkarmıştır. Goethe’nin bilgi birikimlerini, sonradan oluşturduğu dünya görüşü Antroposofi’nin içerisine “Goetheanismus” olarak dâhil ettiği çağdaş materyalist- mekanik doğa anlayışına ve düşüncelerine bir karşıt seçenek olarak görmüştür. -O zamandan beri sonuçları dar anlamda bilimin standartlarına uygun düşmese de-, Goethe'nin insanları etkileyen tüm doğa bilgisi yöntemleri, modern doğa bilimin mekanik dünya görüşü ve etkin hale gelen teknikleşmesine ilişkin alternatiflere göre kamusal müzakere içinde araştırıldığında, sonradan güncellik kazanmıştır. Böylelikle bu, 20. yy'ın başlarında yazar Houston Stewart Chamberlain tarafından ele alınmış ve 1980'li yıllardan bu yana Yeni Çağ Hareketleri (New Age) çerçevesinde devamlılığını korumuştur.
Eserleri (seçmeler).
Goethe'nin sık aralıklarla başlayıp da bazen on yıl ara verdiği; çoktan basıma girmiş olan önemli çalışmaları ve ilk defa yıllar sonra basılan, tamamlanmış bazı çalışmaları olmak üzere önemli türde birçok eseri olmuştur. Bu nedenle bazen, oluşum zamanına göre eserlerinin tarihlerini belirlemek zordur. Aşağıda verilen eser listesi, (tahmin edilen) oluşum zamanlarına göre sıralanmaktadır.
Otobiyografi çalışmaları.
Kaynak
Doğa bilimi çalışmaları.
Goethe'nin tabiat anlayışına uygun olan araç, gözlemleme olmuştur. Mikroskop gibi araç ve gereçlere şüpheyle yaklaşarak şunları dile getirmiştir: "“İnsanoğlu kendi kendisine ve kendisi için, zihinsel duyarlılığını kullandığı sürece, en büyük ve en muhteşem araçtır ve deneylerin adeta insandan soyutlandırılmış olması, fiziğin en büyük felaketidir. Suni araçların gösterdiği şeye, doğanın gücünün yetebildiğini sınırlandırarak ve kanıtlamak isteyerek yaklaşması oldukça açıktır.”" Goethe, insanı da içerisine dâhil eden tüm ilişkisi kapsamında doğayı tanımaya gayret göstermiştir. Bu sıralarda bilimin kullanmaya başladığı soyutlanmaya karşı, nesnelerin buna bağlı olarak gitgide soyutluk kazanmasından dolayı, kuşkulu bir şekilde yaklaşmıştır. Ancak Goethe'nin deneyimleri modern doğa bilimi ile bağdaşmamaktadır.
Goethe'nin doğa bilimi uğraşıları, Faust dizisi, "Die Metamorphose der Pflanzen (Bitkilerin Morfolojik Yapısı)" ve Gingo biloba eserleri başta olmak üzere, birçok kez edebiyatında yer almıştır.
Goethe, canlı doğanın sürekli bir değişim içerisinde olduğunu tasvir etmiştir. Bu yüzden bütün türlerin "Ana Bitki"den (Urpflanze) oluşması gerektiğinden yola çıkarak, birbirinden farklı bitki türlerinin ortak bir temel yapıdan ileri geldiğini ortaya koymak için, ilk olarak Bitki Bilimi (Botanik) alanında araştırma yapmıştır. Daha sonra ise, tek tek çiçekler üzerinde yoğunlaşmış; çiçek kısımları ve meyvelerin, sonunda oluşmuş olan yaprakları ifade ettiğine inanmıştır. Yapmış olduğu gözlemlerin sonuçlarını, "Versuch die Metamorphose der Pflanzen zu erklaeren (Bitkilerin Morfolojik yapısını açıklama denemesi)" adlı dergisinde yayımlamıştır (1790). Goethe, 1780 yılında Anatomi alanında, Anatomi profesörü Justus Cristian Loder ile ortak çalışarak, insan embriyosundaki (zannedilen) ara çene kemiğini keşfetmesiyle büyük bir coşku yaşamıştır. O zamana kadar sadece memeli hayvanlarda ortaya çıkan ara çene kemiği, insanlarda doğumdan önce, çevreleyen üst çene kemiği ile birleşmektedir. Goethe'nin insanlarda ortaya çıkardığı bu kanıt, -bilim insanları tarafından reddedilen- hayvanlar ile olan akrabalığın önemli bir belgesi olmuştur.
Goethe, 1810 yılında yayımlanan Renk Teorisi (Farbenlehre) adlı eserini, temel bilimsel doğa çalışması olarak ele almıştır ve birçok eleştirmene karşı, buna ilişkin ortaya attığı tezlerini ısrarla savunmuştur. Yaşlılığında ise, bu çalışmalarının edebi eserlerinden çok daha fazla değere sahip olduğunu dile getirmiştir. Goethe, kanıtlamasında Isaac Newton'a Renk Teorisi çalışması ile karşı çıkarak, beyaz ışığın farklı renkteki ışıklardan meydana geldiğini ortaya koymuştur. Kendi gözlemlerinden sonuca vararak, ışığın bölünemez bir birim olduğunu ve renklerin, açık ve koyunun, aydınlık ve karanlığın birleşiminden, hatta bulanık bir ışığın da aracılığı ile oluştuğuna inanmıştır. Örneğin güneş, önüne bir sis tabakası yayıldığında kızıl ışıklar saçmaktadır ve etrafı karanlık düşürmektedir. Bu olayın Goethe döneminden daha önce, Newton'un teorisi ile açıklandığı ortaya koyulmuştur. Renk Teorisi, çoktan bilim dünyası tarafından reddedilmiş olsa da kendi özünde o dönemden sonraki çağdaş ressamları, özellikle Philipp Otto Runge'yi etkilemiştir; buna ilişkin olarak Goethe, Renk Psikolojisi'nin temelini oluşturmayı başarmıştır.
Goethe, Jeoloji (Yer Bilimi) alanında öncelikle, ölümünde 17.800'ün üzerinde taşın bir araya geldiği mineral-koleksiyonunun oluşumunu ele almıştır. Kütle türlerinin somut bilgisi konusunda ise, yeryüzünün maddesel niteliğine genel kanılar getirmek ve yeryüzü tarihine uzanmak istemiştir. Kimya araştırmalarının taze bilgilerini büyük bir ilgi ile takip etmiş ve Jena Üniversitesi'ndeki yetkileri çerçevesinde, bir Alman Üniversitesinde ilk kimya bölümünü kurmuştur.
Goethe soyu.
Johann Wolfgang von Goethe ve eşi Bayan Christiane'nin beş çocuğu olmuştur. En büyükleri August dışında, bir tanesi ölü doğmuş, diğerleri ise birkaç hafta ya da gün sonra ölmüşlerdir. August, üç çocuğa sahip olmuştur: Walther Wolfgang (9 Nisan 1818 - 15 Nisan 1885), Wolfgang Maximilian (18 Eylül 1820 - 20 Ocak 1883) ve Alma Sedina (29 Ekim 1827 - 29 Eylül 1844). August, babasından iki yıl önce Roma'da ölmüştür. Eşi Ottilie von Goethe, August'un ölümünden sonra, bir yıl sonra ölen Anna Sibylle adında bir çocuk daha (August'dan olmayan) dünyaya getirmiştir. Çocukları bekâr kalmıştır, böylelikle Goethe'nin birinci dereceden soyu tarihe karışmıştır. Goethe'nin kız kardeşi Cornelia'nın, bugün soyu hâlâ devam etmekte olan iki çocuğu (Goethe'nin torun yeğenleri) olmuştur.
Değeri ve İlgi Görmesi.
Goethe'nin bir yazar olarak kabulü, çarpıcı bir şekilde çeşitlilik gösterir ve eserlerinin edebi-sanatsal anlamlarının çok daha ötesine gider. Bu yüzden, sadece bazı noktalar göz önünde bulundurularak değerlendirilebilmektedir.
Hayatta iken benimsenişi.
Goethe 25 yaşında iken çoktan Werther eseri ile şöhretinin doruğuna ulaşmıştır. Eser, her okur sınıfına hitap etmiş ve “din, dünya görüşü ve sosyal politika”ya ilişkin sorunlara eğilerek, büyük bir kargaşaya neden olmuştur. Daha sonraki yayınlar ise, bu sebeple okurun su yüzüne çıkmış beklentilerine karşılık verememiştir. Goethe’nin – Hermann ve Dorothea ve Faust’un ilk bölümü haricinde- daha sonraki eserleri, oluşan edebiyat çevrelerine uygun düşmüştür, fakat orada da tam olarak anlaşılamamış ve fazla basım görmemiştir. Buna bağlı olarak 19. yy’ın başlarında, Goethe’yi azizleştirip efsanevi hale getirerek, sürekli büyüyen bir okur tabakası ve çevresi oluşmaya başlamıştır. Daha sonraki yıllarda, Goethe’nin evinin, tüm Avrupa’dan edebi okurlarca oluşan bir ziyaretçi akını çekmesi, yazarın yurt dışında da gördüğü ilginin kanıtı olmuştur.
Goethe portresinin değişimi.
Goethe’nin değeri, ölümünden sonra ilk defa azalmaya başlamıştır. Vormärz dönemine (1830’lar), Goethe’nin muhafazakâr politik tutumundan daha uygun olan devrim eğilimleri ile Schiller, Goethe’yi gölgesinde bırakmıştır. “Goethe fanatikleri”nin yanı sıra Goethe’yi vatan hainliği, daha doğrusu dinsizlik ile suçlayan millî eleştirmenler (Ludwig Börne) ve kilise eleştirmenleri ortaya çıkmıştır.
Goethe 1860 yıllarından bu yana, Alman okullarında derslere konu edilmiştir.
Goethe Çağı nispeten, 1871’de imparatorluğun kurulmasıyla sona ermiştir. “Yüce” Goethe, kurulan imparatorluğun dehası ilan edilmiştir. Goethe görevlerinin bir derlemesi ve edebi eserler üzerindeki Goethe yazıları ortaya çıkmıştır. Goethe (vakfı) toplumu (Goethegesellschaft) 1885 yılından bu yana, kendisini Goethe çalışmalarının araştırması ve yayılmasına adamıştır; bu topluma, aralarında Alman imparatorluğu çiftinin yanı sıra toplumun yurt içi ve yurt dışındaki ileri gelenleri de dâhil olmuştur. Goethe çalışmalarına olan ilginin, arkasından genel bir düşünceyle şiir eserlerinin yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttuğu düzgün, hareketli ve zengin, bir o kadar da büsbütün bir ahenk içerisindeki hayatının sanatına nakledilmesi, imparatorluğun Goethe tapınmasına özgü olmuştur. Bu nedenle 1880 yılında yazar Wilhelm Raabe şunları yazmıştır: “Goethe, Alman ulusuna şairanelik vb. şeyleri bırakmamıştır, onlar Goethe’nin hayatından, baştan sona kadar eksiksiz bir insanı tanıma fırsatı bulmuşlardır.” İnsanlar gıpta edilen hayatını örnek alarak, Goethe araştırmalarından, kendi hayatlarının gidişatları konusunda tavsiye ve yararlar çıkarmaya çalışmıştır. Ancak bununla birlikte, toplumun bazı kesimlerinde Goethe tapınmasının gereksizliğini savunan sesler de yükselmiştir.
Gottfried Keller 1884'te şunları dile getirmiştir: “Kutsal isimler, her konuşmaya hükmediyor, her yeni toplum ise Goethe hakkında konuşuyor; fakat artık kendisi okunmuyor, bu nedenle eserleri de artık tanınmıyor ve bunlar hakkında bilgi sahibi olunamıyor”. Friedrich Nietzsche ise 1878 yılında şunları yazmıştır: “Goethe, Alman tarihinde sonu olmayan bir olaydır: Son yetmiş yıldaki Alman siyasetinde, kim Goethe’yi birazcık tasvir etmeye muktedir olabilirdi ki!” Weimar Hükûmeti (1919-1933) Goethe'yi, kesinlikle yeni devletin manevi temeli olarak nitelendirmiştir. Goethe Weimar döneminde (Birinci Dünya Savaşı sonrası ile Nazi Almanya'sına kadarki dönem), solcular tarafından eleştirilmiştir: Hermann Hesse şu soruyu dile getirmiştir: “Goethe, sadece orta sınıf kahramanı, madun, kısa süreli, bugün çoktan solmuş olan ideolojinin yaratıcısı olma konusunda, onu hiç okumamış olan saf Marksistlerin tanımladığı kadar var mıydı?”.
Nasyonal sosyalizm, Goethe'yi pek ifade etmemiştir. Onun Hümanizm, Kozmopolitizm anlayışı ve “kişinin kendi başının çaresine bakması ve tüm insanlığı baz alması” olarak oluşturmuş olduğu ideoloji, faşist ideoloji hükmüne baş kaldırmıştır. Alfred Rosenberg, 1930 yılında “Der Mythus des 20. Jahrhunderts” (20. yy.ın Efsanesi) adlı kitabında, “şiirlerde olduğu gibi hayatta da, düşünceye dayatma yapılmasını reddettiğinden ve bağnaz bir fikrin hâkimiyetinden nefret ettiğinden dolayı”, Goethe'nin gelecek “amansız mücadele dönemleri”ne uygun olmadığından bahsetmiştir.
Goethe 1945’ten sonra, her iki Alman devletinde de, “bir yeniden doğuş” dönemine uğramıştır. Geçmiş yıllarda barbarlığın hâkim olduğu Almanya'da, daha iyi ve daha insancıl bir toplumun temsilcisi olmuştur. Fakat doğuda ve batıdaki Goethe, bir benimseme anlayışı olarak farklı izler altında şekillenmiştir. Öncelikle Georg Lukács’ın öncülüğünde, bir Marksist-Leninist düşünce ortaya çıkmıştır. Goethe, Fransız Devrimi'nin müttefiki ve 1848-1849 devriminin öncüsü; “Faust” eseri ise, “sosyal toplumun oluşması için üretken güç” ilan edilmiştir. Buna karşılık olarak Federal Cumhuriyet'te, geleneksel Goethe portresinden yola çıkılmıştır. 1860'lı yılların sonundan itibaren, “Klasiğin yergisi” eğilimi ön plana çıkınca da Goethe, artık zamana ayak uyduramaz biri olarak anılmıştır.
Müslümanlar, Goethe'nin yoğun İslam uğraşılarından yola çıkarak, zaman zaman onun kendilerinden biri olduğunu düşünmüşlerdir. Bununla birlikte 1995 yılında, Goethe'nin adı İslami hukuk çerçevesinde, ölümünden sonra “Muhammed Johann Wolfgang von Goethe” şeklinde değiştirilmiştir.
Eserleri.
Goethe toplumsal ve teknolojik ilerlemeye, insanlık erdemlerini yadsımadan doya doya yaşamaya inanıyordu. Kafka, Goethe'yi "hayat üzerine söylenebilecek olan her şeyi söyleyen biri" olarak tanımlamaktadır. Bununla, onun yapıtlarındaki ayrıntı fazlalığına ve felsefi derinliğe dikkat çekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10449",
"len_data": 50897,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.44
}
|
Cha-cha-cha (ya da okunuşuyla ça-ça-ça), Küba kökenli bir Latin Amerika dans ve müzik türüdür. Ça-ça-ça müziği ilk kez 1953'te Kübalı viyolonist ve besteci Enrique Jorrin tarafından ortaya konulmuştur. Bu dansın adı chachachá olarak da yazılır. Ritmi danzon dansındaki dördüncü vuruşa değişiklik getirilerek elde edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10457",
"len_data": 324,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.64
}
|
Klasisizm, Antik Yunan ve Roma sanatını temel alan tarihselci yaklaşım ve estetik tutumdur. "1660 ekolü" olarak da bilinir.
Klasisizm kelimesinin kökeni Fransızca olan "klasik" kelimesidir, bu da "seçme" demektir. Klasisizm'in temel ögeleri kendi içinde soyluluk, sağ duyu ve akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik, idealizm, denge, ölçülülük, güzellik ve görkemliliktir. Yani bir eserin klasik sayılabilmesi için bu özellikleri barındırması gerekmektedir. Kısaca klasik bir eser, bir üslubun en yetkin ve en uyumlu ifadesini bulduğu eserdir. Klasisizm temellerini Rönesans aristokrasisinden alır. Klasisizm bir bakıma aristokrasinin ürünüdür. Kuralcılık olarak da bilinir.
Yeniden doğuş diye adlandırılan Rönesans döneminde gelişmiştir. Bu akımın izleri bir önceki dönemde Rebelais ve Montaigne’de, hatta Aristoteles’tedir.
Edebiyatta klasisizm.
Klasisizm, 17. yüzyıl'ın II. döneminde Fransa'da ortaya çıkmıştır. Konusu eski Yunan ve Roma mitolojisinden alınmıştır. Mükemmeliyetçidir ve ana dil esas alınmıştır. Bir eserin klasik sayılabilmesi için soylu, akılcı, uyumlu, açık, evrensel, idealist, ölçülü, dengeli, güzel ve görkemli olması gerekir. "Sanat, sanat içindir." anlayışı benimsenmiştir. Sanatçılar eserlerinde kişiliklerini gizlemişlerdir. Eserlerde klasik, değişmeyen tipler oluşturulmuştur. Fiziksel ve sosyal çevre önemli değildir çünkü değişkendir. Kullanılan dil, seçkinlerin dilidir. Anlatım süssüz ve yalındır.
Dünya edebiyatında Klasisizmin önemli öncüleri ve temsilcileri.
Türk edebiyatı sanatçıları Klasisizm akımının tüm özelliklerini göstermez. Örneğin Şinasi, Ahmet Vefik Paşa ve Direktör Ali Bey, "Sanat, sanat içindir" anlayışını benimsemek yerine "Sanat toplum içindir" anlayışını benimsemişlerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10463",
"len_data": 1737,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.67
}
|
Romantizm (Fr. romantisme) veya Coşumculuk, 1800 ve 1850 yılları arasında Avrupa'da edebiyatı, müziği, felsefeyi ve sanatı etkileyen entelektüel bir akımdı. Bir ölçüde Sanayi Devrimi'ne, Aydınlanma Çağı'na aristokratik sosyal ve siyasi düzenine, doğanın bilimsel rasyonalizasyonuna ve klasisizme tepki olarak doğan, doğaya ve duygulara verdiği önemle bilinen bir akımdır. Ortaya çıkışında ise 1789 Fransız İhtilali sonrasındaki toplumsal, siyasal ve düşünsel yapının etkileri vardır.
Romantizm.
İngiltere.
İngiliz romantikleri uygarlığın yapmacıklığına, tarihin acımasızlığına karşı durmuş, Fransız devrimcilerinin yanında yer almışlardır. İlk İngiliz romantizmi doğuya, kadınlık, çocukluk dünyasına yöneliktir.
İkinci romantik kuşak Lord Byron yaşamda duyulan acıyı dile getirmekte ya da asi kahramanların şarkısını söylemektedir. 1824'te başkaldıran Yunanların arasında ölümüyle romantik umutsuzluğun simgesi olmuştur. John Keats doğada insan için bir avunma getirmiştir "(Ode to a Nightingale)". İrlanda melodilerinin yazarı Moore ve onu izleyen ve yapıtıyla uluslararası başarı yakalayan Byron önemli romantiklerdir. Walter Scott "Göldeki Kadın-The Lady of the Lake, 1810" adlı tarihî romanıyla kendini kabul ettirmiştir.
Almanya.
Friedrich Schiller (Alman romantizm akımının etkisinde olan sanatçıdır.),
Alman romantizminin kaynakları 18. yüzyıla kadar uzanır. Klopstock ve Lessing yenilenmenin öncüleridirler. "Sturm und Drang" hareketinin kökeninde de onların etkisi hissedilir. Herder'in yanı sıra Goethe ve Schiller de bu hareketin içindedirler. Romantizm, Hölderlin ve Jean-Pau gibi sonraki kuşağın temsilcilerinde daha belirgindir. Son romantikler arasında Eichendorff, Ludwig Uhland, Mörike ile romantizmden etkilenmekle kalmayıp bu hareketin tüm özlemlerini paylaşmayan Heine sayılabilir.
Fransa.
Geçmişten devralınan her şeyin söz konusu edilmesine dayanan ve anlaşılması güç bir modernlik verilerine göre biçimlenen bu yeni duyarlılığın ortaya çıkış biçimleri Fransız Devrimi'nin hemen öncesinden başlayarak Fransa'da her dönemde varlığını sürdürdü. Fransa'da romantizm Rousseau ve Mme de Stael'i okuyan ve Chateaubriand'ı ustaları sayan kuşağı temsil eder. Romantizm Lamartin, sanatta özgürlüğü savunan Hugo, Vigny, Musset kendini kabul ettirdi ve Nerval, Gauter, P. Borel gibi sanatçıları etkiledi. Stendhal, Dumas gibi geçmişe yönelmek yerine içinde yaşadığı toplumu betimlemeyi yeğledi.
İtalya ve İspanya.
İtalya ve İspanya'dan çıkan romantikler beklendiği kadar geniş bir çevreye yayılamadılar. Tarihsel koşulların etkisiyle, edebî hareket bu iki ülkede sıkı sıkıya siyasete bağlı kaldı. İtalya'da liberaller ve yurtseverler öncelikle romantiklerdi. G. Brechet ve S. Pellico "(Conciliatore'nin kurucuları)" ile Manzoni "(Nişanlılar)" önemli temsilciler arasındadır. Büyük bir şair olan Leopardi döneme damgasını vururken Carducci de Risorgimento'nun bağımlı edebiyatına karşı çıkar. İspanyol romantizmi Rivas dükü ve José Zorrilla'nın
Osmanlı Devleti.
Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra başlayan ve Batı edebiyatı örnek tutularak meydana getirilen Tanzimat Edebiyatı'nın (1859-1896) ilk yıllarında romantizm akımının başlıca kişilerinin başlıca yapıtları verildi. Hugo, Chateaubriand, Dumas; tiyatro alanında özellike Goethe ve Schiller anılabilir. Tanzimat Edebiyatı'nın pek çok yazar ve şairi "(Ahmet Mithat, Namık Kemal, Şemsettin Sami, Abdulhak Hamit, Recaizade Mahmut Ekrem)" romantizm akımının etkisindedir. Namık Kemal'in İntibah romanı Kamelyalı Kadın'ın; Vatan yahut Silistre oyunu da Romeo ve Juliet'in etkisindedir. Edebiyat-ı Cedide döneminde Halit Ziya Uşaklıgil'nın Mai ve Siyah adlı romanındaki Ahmet Cemil karakteri romantik yazarları okumak için özlem duyar. II. Meşrutiyet döneminden sonra Millî Edebiyat Dönemi'nde Yusuf Ziya Ortaç'ın Binnaz adlı oyununda Hugo'nun etkisi vardır. Fransız edebiyatının etkisi edebiyatımızda hissedilmiştir.
Görsel sanatlar.
Edebî romantizmin Amerikan görsel sanatlarında, özellikle de Hudson Nehri Okulu resimlerinde bulunan yerli olmayan bir Amerikan manzara yüceltilmesinde karşılığı vardı. Thomas Cole, Albert Bierstadt ve Frederic Edwin Church gibi ressamlar ve diğerleri resimlerinde sık sık Romantik temalar ifade ettiler. Fredric Edwin Church'ün "Suriye'de Gündoğumu" adlı eserinde olduğu gibi bazen eski dünyanın antik kalıntılarını tasvir ettiler. Bu çalışmalar Gotik ölüm ve çürüme duygularını yansıtıyordu. Ayrıca, doğanın güçlü olduğu ve sonunda erkeklerin geçici yaratımlarının üstesinden geleceği romantik ideali gösterirler. Daha sıklıkla, benzersiz Amerikan sahnelerini ve manzaralarını tasvir ederek kendilerini Avrupalı meslektaşlarından ayırmaya çalıştılar.
Romantik Edebiyat.
Romantizm bir edebiyat akımı olmanın ötesinde, 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başlarında Avrupa'da yer etmiş belli bir duyarlılığı belirtir. Fransa'da doğan bu hareket Güney Avrupa ülkelerine "(İtalya ve İspanya)" biraz daha geç girmiştir. Klasik edebiyat akımına tepki olarak 18. yüzyılın sonlarında doğan ve Victor Hugo'yla birlikte büyük ün kazanan romantizm, insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı durur. "En iyi kural, kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü hayata geçirmesini ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini savunurlar. Romantizmin değerlerine göre hiciv ilgi hak etmeyen bir tarzdır.
Romantizm edebiyattan gelen bazı motiflerin üstünde duruyor: geçmişin ruh çağrısını ya da kınanmasını, çocuklar ve kadınlarla ilgili hassasiyete verilen önem, sanatçının ve anlatıcının yalnızlığı ve doğa saygısı gibi motifler Romantik edebiyatında sıkça kullanılır. Ayrıca, Edgar Allan Poe ve Nathaniel Hawthorne gibi bazı Romantik yazarların yazıları doğaüstü ve insan psikolojisi ile ilgili tesisler üstüne kurulmuş.
Felsefe ve romantizm.
18. yüzyılda Alman düşünürler felsefeyi bir doğa felsefesi ve sanat felsefesi olarak tanımlar. Romantizm, akılcı eleştiriden çok, canlı hatta bilinç dışı yaratma adı verilen öncelikle dikkat çeken felsefi bir uyarlılığı dile getirir. Önemli ya da önemsiz birçok düşünür romantik olarak kabul edilebilir; ama felsefede romantik olguyu en yetkin biçimde Novalis ve Schelling dile getirmiştir; şair yanı daha ağır basan Novalis, eserlerini tamamlayamadan genç yaşta ölmüştür; Schelling ise metafizikçi ve sistematiktir.
Romantik bilim.
Romantizm, bilimi de birçok yönden etkiledi. Birçok bilim insanı Johann Gottlieb Fichte, Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel gibi filozofların doğa felsefesinden etkilendi ve Deneyciliği terk etmeden tümüyle doğayı açıklamaya çalıştılar. İngiliz bilim insanı Humphry Davy, doğayı anlamanın "takdir ve sevgi dolu bir bakış gerektirdiğini" söyledi. Bilgeliğin sadece doğayı takdir eden ve doğaya saygı duyan insanlar tarafından elde edilebileceğini düşünüyordu. Romantik bilim, insanlığın doğayı anlayabileceğini kanıtlayıp onu kontrol etmeye çalışmaktan çok duygusal bir şekilde doğayı onunla ahenk içinde yaşayarak anlamakla ilgiliydi.
Romantik müzik.
Müziğin öncelikle insanın duyum ve duygularına seslenmesi ölçüsünde, aklın önceliğini tartışma konusu yapan romantizmle müzik arasında doğal bir yakınlık ortaya çıkar. Romantizmle birlikte iç dünyayı yansıtan yapıtlar, yoğun bir duygusal içerik kazandı (lied); büyük çaplı yapıtlar, yeni bir gerilim ve dokunaklılığa ulaştı (programlı müzik). Orkestra zenginleşti, çeşitlendi ve çalgıların tınısı ve rengi üzerinde titizlikle duruldu. Bu hareket, kaynağını Almanyadaki "Sturm und Drang" ve Fransız Devrimi'nin ideolojisinde buldu.
Özellikle Almanya ve Avusturya'da benimsenen romantizmin başlıca örnekleri Beethoven'ın büyük partisyonlarıdır.
Romantik Sanat.
Romantizm, resimde de kendini gösterdi ancak ifadesini biçimden çok düşüncede bulduğundan belirli bir üslup benimsemedi. Goya, Turner, Delacroix'nın coşkunluğu kadar Blake'in "yeni klasikçiliği" ya da Delaruche'nin kurallara bağlı tarzı, Füssli'nin düşselliği, biedermeier'in burjuva dünyası romantizm hareketinden kaynaklanır. Romantizm, klasikçilik kuramının önderi Ingrer'i de etkilemiştir. Doğa duygusuna metafizik bir anlam kattı, kimilerine bir renk zevki aşıladı, öznelliği, melankoliyi, kaygıyı doruk noktasına çıkardı; akıl dışı olanı savundu, gotik hayranlığını kamçıladı; doğuculuğu yüceltti; şövalye romanları, İskandinav sagaları ve Ossian'ın düzmece şarkılarında kendine konular aradı. Plutarkhos'un kişilerinin yerini, Shakespeare'in, W. Scott, Bryon, Goethe, Hugo'nunkiler aldı. Fırtınalar, gün batımları, uçurumlar, baykuşlar, kurukafalar, ürkmüş atlar, ikonografide önemli bir yer tutmaya başladı. İngiltere'de Edmund Burke'ün "A "Philosophical Enquiry into the origine of our ideas of the sublime and Beautiful" adlı kitabıyla başlayan romantizm, Gainsbrarough'u son yapıtlarında ve bir ölçüde Reynolds, Reaburn, Lawrence'ın büyük portrelerinde kendini gösterdi. Fuseli" (Kâbus, 1782, Goethe Museum, Frankfurt)", Blake, J. Martin, S. Palmer'ın yapıtlarında da hayal gücü önemli bir yer tuttu. Cozens, Cotman, Constabla gibi manzaracıların şiirsel anlatımı, Turner'da biçimlenip parçalanmasıyla kendini gösteren bir yoğunluk kazandı. İspanya'da romantizm Goya tarafından yüceltildi. Fransa'da Oors ("Nasıra Savaşı, 1801, Nantes Müzesi)" ile başlayan romantizm Gericalt "(Madusa'nın Salı, 1819, Louvre)" ve İngiliz Bonington ile devam etti. Amerika Birleşik Devletleri'nde de A. B. Durand ve şair Coleridge'in dostu W. Allston'un adları sayılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10466",
"len_data": 9410,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.69
}
|
Realizm ya da gerçekçilik, bir estetik ve edebi kavram olarak 19. yüzyıl ortalarında Fransa'da ortaya çıkmıştır. Nasıl ki romantizm klasisizme bir başkaldırı niteliğinde ise gerçekçilik yani realizm, hem klasisizme hem de romantizme bir başkaldırıdır. Amaç, sanatı klasik ve romantik akımların yapaylığından kurtarmak, yenilikçi eserler üretmek ve konularını öncelikle yüksek sınıflar ve temalarla ilgili değil, toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmekti. Realizmin amacı, günlük yaşamın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesi ve edebi eserlerin bir bilim insanının klinik bulgularına benzer nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasıdır. Örneğin, realizmin iki güçlü temsilcisi Gustave Flaubert'in Madame Bovary adlı romanı ile Emile Zola'nın Nana adlı romanında cinsellik ve şiddet edebi bir mikroskop altında incelenecek olursa çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Realizm felsefesinin altında güçlü bir felsefi belirlenimcilik yatar. Fransız edebiyatında Flaubert ile Zola'nın yanı sıra Honore de Balzac, Stendhal, Rusya'da Lev Tolstoy, İvan Sergeyeviç Turgenyev, Dostoyevski, İngiltere'de Charles Dickens ve Anthony Trollope, Amerika'da Theodore Dreiser, Ernest Hemingway, John Steinbeck İrlanda'da James Joyce realizmin önemli temsilcileridir. Realizm, 20. yüzyıl romanının gelişimini de önemli ölçüde etkilemiştir.
Ancak birçok sanat kuramcısı ve sanat eleştirmeni açısından Gustave Flaubert ve Emile Zola realist (gerçekçi) olmaktan çok natüralist (doğalcı) olarak tanımlanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10467",
"len_data": 1497,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 4.28
}
|
Parnasizm, Fransa'da 1860 yılında "Çağdaş Parnas (Le Parnasse contemporain)" şiir dergisi etrafında toplanan sanatçılarca ortaya çıkarılmış bir edebî akımdır. Yazar Théophile Gautier'in yanı sıra Arthur Schopenhauer'in felsefi fikirlerinden de etkilenilmiştir.
Gerçekçiliğin şiire yansımasıdır ve "sanat için sanat" görüşü benimsenmiştir. Şiirde romantizm akımına tepki olarak çıkmıştır. Şair kuyumcu titizliğiyle çalışır. Parnasyenler için şekil çok önemlidir ve şiirin objektif ve bilimsel olması gerektiğini savunmuşlardır. Dış dünya nesnel bir bakışla anlatır. Şiirde ölçü, kafiye ve ses uyumu çok önemlidir. Bu özelliği parnasizmi sembolizmden farklı kılar. Şiiri; ışık, gölge, renk ve çizgilerle sağlamayı düşünürler. Uzak ve yabancı ülkelerin efsanelerinden yararlanırlar. Şairler şiirlerinde kişiliklerini gizlemişlerdir.
Bu akımın başlıca temsilcileri arasında Théophile Gautier, Theodore de Banville, Leconte de Lisle, Jese Maria de Heredia, S.Prudhomme ve François Coppée bulunmaktadır. Türk edebiyatında ise özellikle Servet-i Fünûn döneminde ilgi görmüştür, Tevfik Fikret, Yahya Kemal ve Cenap Şahabettin başlıca şairlerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10468",
"len_data": 1137,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.84
}
|
Bir edebi akım olarak kişiselcilik (personalizm), soyut düşüncülükle özdekçiliğin karşısına tinsel gerçekliği, sözü geçen iki bakış açısının da parçalara böldüğü birliği yeniden yaratacak sürekli çabayı koyar. Kişiselcilik, Descartes'ın "Düşünüyorum öyleyse varım" (Cogito ergo sum) geleneği içinde yer alır. Kişiselciliğin ana yapısı şöyle özetlenebilir: Kişilik, bilinç, kendi yargısını özgürce belirleme, amaçlara yönelme, zamanın akışına karşı öz kimliğini sürdürme ve değerlere bağlanma gibi temel özellikleri nedeniyle, bütün gerçekliğin dokusunu oluşturur.
Felsefi yönden Gottfried Wilhelm Leibniz bu akımın kurucusu, George Berkeley de başlıca kaynaklarından biri olarak kabul edilir. Edebiyatta en önemli savunucusu Emmanuel Mounier'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10471",
"len_data": 746,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.9
}
|
PHP, açılımıyla Hypertext Preprocessor () ya da eski açılımıyla Personal Home Page (), internet için üretilmiş, sunucu taraflı, çok geniş kullanımlı, genel amaçlı, içerisine HTML gömülebilen betik ve programlama dilidir. İlk kez 1995 yılında Rasmus Lerdorf tarafından yaratılan PHP'nin geliştirilmesi bugün PHP topluluğu tarafından sürdürülmektedir. Ocak 2013 itibarıyla 244 milyondan fazla web sitesi PHP ile çalışırken 2.1 milyon web sunucusunda PHP kurulumu bulunmaktadır.
PHP kodları PHP işleme modülü bulunan bir web sunucusu tarafından yorumlanır ve çıktı olarak web sayfası üretilir. Bu kodlar veriyi işlemek üzere harici bir dosyaya kaydedilerek çağırılabildiği gibi doğrudan HTML kodunun içine de gömülebilir. PHP zaman içinde bir komut satırı arayüzü sunacak şekilde evrilmiştir, PHP-GTK yardımıyla grafiksel masaüstü uygulaması geliştirmek de mümkündür.
PHP özgür bir yazılım olup PHP Lisansı ile dağıtılmaktadır. Bu lisans kullanım şartları kısmında GNU Genel Kamu Lisansı ile örtüşmese de, PHP tüm web sunuculara ve hemen hemen tüm işletim sistemi ve platforma ücretsiz olarak yüklenebilir.
Tarihçe.
PHP'nin geliştirilmesi 1994 yılında Rasmus Lerdorf'un kişisel web sitesini yönetmek için bir takım CGI ("İngilizce": Common Gateway Interface) Perl betikleri yazmasıyla başladı. Rasmus bu betikler yardımıyla özgeçmişini sitede görüntülüyor ve sitenin ziyaretçi trafiğini kaydediyordu. Bir süre sonra web formları ile etkileşime girebilecek, veritabanları ile iletişim kurabilecek ve daha hızlı çalışabilecek şekilde bu betikleri C ile yeniden kodladı ve bu uygulamaya Kişisel Ana Sayfa/Form Yorumlayıcı (PHP/FI, "İngilizce: Personal Home Page/Forms Interpreter") adını verdi. PHP/FI yardımıyla basit anlamda dinamik web siteleri oluşturmak oldukça kolaydı. Rasmus, 8 Haziran 1995 tarihinde hata ayıklama sürecini hızlandırmak ve kaynak kodu iyileştirmek üzere bir Usenet tartışma grubunda PHP/FI uygulamasını Personal Home Page Tools ("PHP Tools") adıyla ilk kez duyurdu. 2013 yılı itibarıyla PHP içinde mevcut olan Perl benzeri değişken tanımlama, form yönetimi ve betik kodları arasına HTML kodu yerleştirebilme gibi temel özellikler bu ilk sürümde de mevcuttu. Sözdizimi genel olarak Perl'e benzese de daha kısıtlı ve basit ancak daha tutarsızdı. Bir geliştirme takımıyla aylar süren çalışma ve test aşamalarının ardından PHP/FI 2 sürümü 1997 Kasım ayında resmi olarak duyuruldu.
Zeev Suraski ve Andi Gutmans 1997 yılında ayrımlayıcı'yı baştan yazdılar ve dilin ismini PHP: Hypertext Preprocessor olarak değiştirerek PHP 3 ün temellerini attılar. Bunu PHP 3 ün herkese açık olan test sürecinin başlaması izledi ve 1998 yılının Haziran ayında PHP 3 resmi olarak duyuruldu. Suraski ve Gutmans bu sürecin ardından PHP'nin çekirdeğini sil baştan kodlamak suretiyle 1999 yılında Zend Motorunu geliştirdiler ve İsrail'in Ramat Gan kentinde Zend Technologies isimli bir şirket kurdular.
22 Mayıs 2000 tarihinde temelleri Zend Engine 1.0 ile güçlendirilmiş PHP 4 duyuruldu ve Ağustos 2008 itibarıyla 4.4.9 sürümüne ulaşana kadar aktif olarak geliştirildi. Bugün PHP 4'ün geliştirilmesi durdurulmuştur ve güvenlik güncellemeleri dahil olmak üzere üzerinde hiçbir iyileştirme yapılmamaktadır.
13 Temmuz 2004 tarihinde yeni Zend Engine II ile güçlendirilmiş PHP 5 yayınlandı. PHP 5, nesneye yönelik programlama için çok daha fazla olanak sağlıyor, PHP Veri Nesneleri (PDO) eklentisi yardımıyla veritabanlarına erişim için oldukça tutarlı ve hızlı bir arayüz yanında performansa yönelik çok sayıda iyileştirme barındırıyordu. 2008 yılında PHP 4 ün tutarlı sürümünün yayınlanması durduruldu ve PHP 5 geliştirilmesi devam eden tek tutarlı sürüm oldu. PHP duruk içselleştirim ("İngilizce: Late static binding") özelliği barındırmıyordu ancak 5.3 sürümü ile bu önemli eksik giderildi.
Ek bilgiler.
PHP, özellikle MySQL veritabanıyla birlikte ve Linux işletim sistemi altında iyi bir performans sergilemektedir. C/C++ diline olan benzerliği nedeniyle bu dili önceden bilenlerin PHP öğrenmesi oldukça kolaydır. Kolay öğrenilmesi ve hızlı performansı nedeniyle Facebook, YouTube, Yahoo, Wikipedia ve OGame gibi dünyaca ünlü sitelerin yazımında kullanılmasına rağmen, kodların kolay anlaşılabilmesi açısından ve birden fazla programcı tarafından sürekli geliştirilmesi gerekli büyük projelerde Java'nın kullanılması daha uygun görülmektedir. Ancak sadece web tabanlı yazılımın geliştirilmesi söz konusu olduğunda Java'ya göre öğrenilmesinin daha kolay olması nedeniyle genellikle PHP tercih edilmektedir. PHP, web tasarımında önemli kolaylıklar sağlasa da 2005'te Google in AJAX kullanmaya başlamasından sonra tek başına öğrenilmesi yeterli olmamakta ve AJAX'ı öğrenmek için gerekli JavaScript, XML, HTML, (ve CSS) ile birlikte bir bütün oluşturabilmektedir.
Program dizimi.
Aşağıdaki örnek programda HTML içerisine gömülü PHP kodunu görebilirsiniz.
<!DOCTYPE html>
<html>
<head>
<title>PHP Testi</title>
</head>
<body>
<?php echo '<p>Merhaba Dünya</p>'; ?>
</body>
</html>
Unutmayın ki PHP kodunun HTML içerisinde gömülü olması zorunlu değildir. Benzeri bir program aşağıdaki gibi yazılabilir.
<?='Merhaba Dünya'?>
PHP yorumlayıcısı yalnızca sınırlayıcıları içindeki PHP kodunu yürütür. Sınırlayıcıları dışındaki hiçbir şey PHP tarafından işlenmez, ancak PHP olmayan metin hala PHP kodunda açıklanan kontrol yapılarına tabidir. En yaygın sınırlayıcılar PHP bölümlerini açmak için <?phpve kapamak için ?>kullanılır.<? kısaltılmış şeklide vardır. Bu kısa ayraç, komut dosyalarının taşınabilirliğini azaltır çünkü yerel PHP yapılandırmasında bunlara yönelik destek devre dışı bırakılabilir ve bu nedenle önerilmez. Buna karşılık, echo short <?=etiketine karşı hiçbir öneri yoktur.
PHP 5.4.0'dan önce, echo için bu kısa sözdizimi yalnızca codice_1 yapılandırma ayarı etkinleştirildiğinde çalışırdı; PHP 5.4.0 ve sonraki sürümlerde ise her zaman kullanılabilir.
Tüm bu sınırlayıcıların amacı, PHP kodunu JavaScript kodu veya HTML işaretlemesi gibi PHP dışı içerikten ayırmaktır.
Yani PHP'de yazılmış en kısa "Merhaba, Dünya!" programı şöyledir:
<?='Merhaba Dünya!';
XHTML ve diğer XML belgelerindeki ilk sınırlayıcı biçimi olan <?php ve ?>, doğru biçimde oluşturulmuş XML işleme talimatları oluşturur. Bu, sunucu tarafındaki dosyadaki PHP kodu ve diğer işaretlemelerin ortaya çıkan karışımının kendisinin iyi biçimlendirilmiş XML olduğu anlamına gelir.
Değişkenler dolar sembolüyle öneklenir ve bir türün önceden belirtilmesi gerekmez. PHP 5, işlevlerin parametrelerini belirli bir sınıfın, dizilerin, arayüzlerin veya geri çağırma işlevlerinin nesneleri olmaya zorlamalarına izin veren tür bildirimlerini tanıttı. Ancak, PHP 7'den önce, tür bildirimleri tam sayılar veya dizeler gibi skaler türlerle kullanılamazdı.
Aşağıda PHP değişkenlerinin nasıl bildirildiği ve başlatıldığına dair bir örnek verilmiştir.
<?php
$name = 'John'; // bildirilen ve başlatılan dize türündeki değişken
$age = 18; // bildirilen ve başlatılan tamsayı türündeki değişken
$height = 5.3; // bildirilen ve başlatılan çift türündeki değişken
echo $name . ' is ' . $height . "m tall\n"; // değişkenleri ve dizeleri birleştirme
echo "$name is $age years old."; // değişkenleri dizeye ekleme
Fonksiyon ve sınıf adlarının aksine, değişken adları büyük/küçük harfe duyarlıdır. Hem çift tırnaklı ("") hem de her iki metin dizesi (heredoc), bir değişkenin değerini dizeye ekleme olanağı sağlar. PHP, serbest biçimli bir dil gibi yeni satırları beyazboşluk olarak ele alır ve ifadeler noktalı virgülle sonlandırılır.
PHP'de üç tür yorum sözdizimi vardır: /* */ blok ve satır içi yorumları işaretler; // veya # tek satırlık yorumlar için kullanılır. codice_2 ifadesi, PHP'nin metin çıktısı için sağladığı çeşitli olanaklardan biridir.
Kullanım.
PHP, özellikle sunucu taraflı web geliştirmeye uygun genel amaçlı bir kodlama dilidir; bu durumda PHP genellikle bir web sunucusunda çalışır. İstenen dosyadaki herhangi bir PHP kodu, genellikle dinamik web sayfası içeriği veya web sitelerinde veya başka yerlerde kullanılan dinamik görüntüler oluşturmak için PHP çalışma zamanı tarafından yürütülür. Ayrıca komut satırı komut dosyaları oluşturma ve istemci tarafı grafik kullanıcı arabirimi (GUI) uygulamaları için de kullanılabilir. PHP çoğu web sunucusuna, birçok işletim sistemine ve platforma dağıtılabilir ve birçok ilişkisel veritabanı yönetim sistemi (RDBMS) ile kullanılabilir. Çoğu web barındırma sağlayıcısı müşterileri tarafından kullanılmak üzere PHP'yi destekler. Ücretsiz olarak mevcuttur ve PHP Grubu, kullanıcıların kendi kullanımları için oluşturmaları, özelleştirmeleri ve genişletmeleri için eksiksiz kaynak kodu sağlar.
Başlangıçta dinamik web sayfaları oluşturmak için tasarlanan PHP, artık esas olarak sunucu tarafı komut dosyası yazmaya odaklanmaktadır ve Python, Microsoft'un ASP.NET, Sun Microsystems'in JavaServer Pages, ve codice_3 gibi web sunucusundan istemciye dinamik içerik sağlayan diğer sunucu tarafı komut dosyası dillerine benzer.
PHP ayrıca hızlı uygulama geliştirmeyi (RAD) teşvik etmek için yapı taşları ve tasarım yapısı sağlayan birçok yazılım çerçevesinin geliştirilmesini de kendine çekmiştir. Bunlardan bazıları PRADO, CakePHP, Symfony, CodeIgniter, Laravel, Yii Framework, Phalcon ve Laminas'tır ve diğer web çerçevelerine benzer özellikler sunar.
LAMP mimarisi, web uygulamalarını dağıtma yolu olarak web endüstrisinde popüler oldu. PHP, bu pakette Linux, Apache ve MySQL ile birlikte "P" olarak çok kullanılır ancak P aynı zamanda Python, Perl veya üçünün bir karışımını da ifade edebilir. Benzer paketler, WAMP ve MAMP, Windows ve macOS için de vardır ve ilk harf ilgili işletim sistemini temsil eder. Hem PHP hem de Apache, macOS temel kurulumunun bir parçası olarak sağlansa da, bu paketlerin kullanıcıları, daha kolay güncel tutulabilecek daha basit bir kurulum mekanizması aramaktadır.
Belirli ve daha gelişmiş kullanım senaryoları için PHP, C veya C++ dilinde özel uzantılar yazmak için iyi tanımlanmış ve belgelenmiş bir yol sunar. Uzantılar, dilin kendisini ek kitaplıklar biçiminde genişletmenin yanı sıra, kritik olduğu durumlarda yürütme hızını artırma yolunu sağlar ve gerçek bir derlenmiş dil kullanarak iyileştirmelere yer vardır. PHP ayrıca kendisini diğer yazılım projelerine dahil etmek için iyi tanımlanmış yollar sunar. Bu şekilde PHP, başka bir proje için dahili bir kodlama dili olarak kolayca kullanılabilir ve aynı zamanda projenin belirli dahili veri yapılarıyla sıkı bir arayüz sağlar. PHP, çekirdek dil düzeyinde çoklu iş parçacığı desteğinin bulunmaması nedeniyle karışık eleştiriler aldı, ancak iş parçacıklarını kullanmak "pthreads" PECL uzantısı tarafından mümkün kılındı.
PHP için bir komut satırı arayüzü, php-cli ve iki ActiveX Windows Komut Dosyası Ana Bilgisayarı komut dosyası oluşturma motoru üretildi.
Popülerlik ve kullanım istatistikleri.
PHP, MediaWiki, WordPress, Joomla!, Drupal, Moodle, eZ Publish, eZ Platform ve SilverStripe dahil olmak üzere Web içerik yönetim sistemlerinde kullanılır.
Ocak 2013 itibarıyla PHP 240 milyondan fazla web sitesinde kullanılmış (örneklenenlerin %39'u) ve 2,1 milyon web sunucusuna kurulmuştur.
28 Ocak 2024 tarihi itibarıyla (PHP 8.3'ün yayınlanmasından 2 ay sonra), dilin belirlenebildiği web sitelerinin %76,5'inde sunucu tarafı programlama dili olarak PHP kullanılmaktadır; PHP 7, dilin en çok kullanılan sürümüdür; PHP kullanan web sitelerinin %58,8'i bu sürümü kullanırken, %23,9'u PHP 8 ve %17,1'i PHP 5 kullanmaktadır.
Güvenlik.
2019'da Ulusal Güvenlik Açığı Veritabanı tarafından listelenen tüm güvenlik açıklarının %11'i PHP ile bağlantılıydı. Tarihsel olarak, 1996'dan bu yana bu veritabanıında listelenen tüm güvenlik açıklarının yaklaşık %30'u PHP ile bağlantılıdır. Dilin kendisinin veya çekirdek kitaplıklarının teknik güvenlik kusurları sık görülen bir durum değildir (2009'da 22, toplamın yaklaşık %1'i, ancak PHP listelenen programların yaklaşık %20'si için geçerlidir). Programcıların hata yaptığını kabul eden bazı diller, birçok soruna neden olan girdi doğrulama eksikliğini otomatik olarak tespit etmek için hata kontrolü içerir. Böyle bir özellik PHP için geliştirilmektedir, ancak bunun bir sürüme dahil edilmesi geçmişte birkaç kez reddedilmiştir.
Web barındırma ortamları için özel olarak tasarlanmış Suhosin ve Hardening-Patch gibi gelişmiş koruma yamaları bulunmaktadır.
Geçmişte, PHP'nin eski sürümlerinde bazı yapılandırma parametreleri ve bu tür çalışma zamanı ayarları için varsayılan değerler vardı, bu da bazı PHP uygulamalarını güvenlik sorunlarına açık hale getiriyordu. Bunlar arasında codice_4 ve codice_5 yapılandırma direktifleri en iyi bilinenleriydi; ikincisi, herhangi bir URL parametresinin PHP değişkenleri haline gelmesini sağladı ve bir saldırganın herhangi bir başlatılmamış global değişkenin değerini ayarlamasına ve bir PHP betiğinin yürütülmesine müdahale etmesine izin vererek ciddi güvenlik açıklarına yol açtı. "magic quotes" ve "register globals" ayarları desteği PHP 5.3.0'dan beri kullanımdan kaldırılmış ve PHP 5.4.0'dan silinmiştir.
Çalışma zamanı ayarları olası güvenlik açığına başka bir örnek, yüklenen dosyaların depolandığı dizin için PHP yürütmesinin devre dışı bırakılmamasından (örneğin codice_6 yapılandırma direktifi kullanılarak) kaynaklanır. Bunun etkinleştirilmesi, yüklenen dosyalara yerleştirilmiş kötü amaçlı kodun yürütülmesine neden olabilir. En iyi uygulama, görüntü dizinini web sunucusunun kullanabileceği belge kökünün dışına yerleştirmek ve onu bir aracı komut dosyası aracılığıyla sunmak veya yüklenen dosyaları saklayan dizin için PHP yürütmesini devre dışı bırakmaktır.
Ayrıca, paylaşılan bir web barındırma ortamında PHP uzantılarının dinamik yüklenmesini etkinleştirmek (codice_7 yapılandırma yönergesi aracılığıyla) güvenlik sorunlarına yol açabilir.
Bazen programcının amacına aykırı olarak farklı değerlerin eşit olarak değerlendirilmesine neden olan ima edilen tip dönüşümleri güvenlik sorunlarına yol açabilir. Örneğin, karşılaştırmasının sonucu codice_8 'dur çünkü sayı olarak ayrıştırılabilen dizeler sayılara dönüştürülür. Bu durumda, ilk karşılaştırılan değer sıfır olan () değerli bilimsel gösterim olarak kabul edilir. Bunun gibi hatalar MD5 şifre karmaları karşılaştırıldığında Simple Machines Forum, TYPO3 ve phpBB'de kimlik doğrulama açıklarına neden oldu. Önerilen yol, hash_equals() (zamanlama saldırısı güvenliği için), codice_9 veya kimlik operatörünü (codice_10) kullanmaktır çünkü codice_11 ile sonuçlanır.
Zone-H tarafından yayınlanan 170.000'den fazla web sitesi tahrifatını kapsayan 2013 analizinde en sık kullanılan teknik (%53), çoğunlukla PHP dil yapılarının codice_12, codice_13 ve codice_14'ın güvensiz kullanımıyla ilgili olan dosya ekleme güvenlik açığından yararlanılmasıydı.
23 Aralık 2023 itibarıyla (PHP 8.3 sürümünden 1 ay sonra) W3Techs, PHP kullanan web sitelerinin %85,9'unun 8.0 veya daha eski sürümleri kullandığını (bunlar artık PHP Geliştirme Ekibi tarafından desteklenmemektedir) bildirmektedir.
23 Aralık 2023 itibarıyla Sürüm 5 hâlâ tüm web sitelerinin %13,6'sı tarafından kullanılmaktadır. PHP 8.1 veya sonraki sürümlere geçiş yapılması ve codice_15 veya codice_16, yerine codice_17 kullanılması önemle tavsiye edilmektedir çünkü bu işlevler kriptografik açıdan güvensizdir. PHP entropi kaynakları üzerinden gerçekleştirilebilecek iki saldırı vardır: "tohum saldırısı" ve "durum kurtarma saldırısı". Mevcut GPU teknolojileriyle bir saldırgan, 250 ABD doları tutarındaki GPU ile saniyede 2'a kadar MD5 hesaplaması gerçekleştirebilirken, ek 500 ABD doları tutarındaki GPU ile 2'ye kadar hesaplamaya ulaşabilir.
"Doğum günü akını" ile birlikte bu durum ciddi güvenlik açıklarına yol açabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10476",
"len_data": 15708,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.63
}
|
AWK, Alfred Aho, Peter Weinberger ve Brian Kernighan tarafından 1977 yılında geliştirilmiş ve ilk olarak Unix Version 7 ile yayınlanmış bir programlama dilidir. C gibi derlenen dillerden farklı olarak yorumlanan bir betik dilidir ve günümüzde özellikle sed ve Kabuk programlamada kullanılmaktadır.
1985-1988 arasında GNU versiyonu olan GNU AWK / GAWK Paul Rubin, Jay Fenlason ve Richard Stallman tarafından yazılmış 1988'de genel kullanıma sunulmuştur. GNU tabanlı Linux sürümlerine dahil edildiği için GAWK en yaygın kullanılan AWK versiyonudur.
AWK ile CSV gibi metin-tabanlı dosyalardaki veriler düzenlenebilir ve dönüştürülebilir ve veriler değerlendirilip isteğe göre raporlanabilir. sed gibi akış editörlerinde kullanılan veri bulma/düzenleme/dönüştürme komutlarına ek olarak C deki gibi genel programlama yapıları içermektedir, bu sebepten dolayı tam donanımlı bir programlama dili olarak geçmektedir.
Larry Wall 1980'lerin ortalarında Usenet haberlerinden raporlar çıkartmak için awk'ı kullanıyordu ve awk'ı yoğun görevlerde yetersiz gördüğü için Perl 'i geliştirme başlamıştır.
Teknik Notlar.
AWK'ın komut satırında kullanılışı aşağıdaki gibidir:
awk [ parametreler ] -f program_dosyası [ -- ] dosya ...
awk [ parametreler ] [ -- ] program_kodu dosya ...
GAWK, AWK'a oranla genellikle daha üstün ve anlaşılır hata mesajları sunar. Hatanın nerede olduğunun ve neden kaynaklandığının daha iyi belirtildiği GAWK'da sorun daha anlaşılır biçimde sunulur:
AWK hatası:
awk '{print $0,}' dosyaadı
awk: syntax error near line 1
awk: illegal statement near line 1
GAWK hatası:
gawk '{print $0,}' dosyaadı
gawk: cmd. line:1: ^ parse error
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10489",
"len_data": 1643,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.55
}
|
Rasmus Lerdorf (22 Kasım 1968 doğumlu) Danimarkalı-Kanadalı bir programcıdır. PHP betik dilinin ortak yazarlığını yapmış ve ilham kaynağı olmuş, dilin ilk iki versiyonunu yazmış ve Jim Winstead (daha sonra blo.gs'yi yaratan), Stig Bakken, Shane Caraveo, Andi Gutmans ve Zeev Suraski gibi bir grup geliştiricinin önderlik ettiği sonraki versiyonların geliştirilmesine katılmıştır. Projeye katkıda bulunmaya devam etmektedir.
2003 yılında the MIT Technology Review TR100 tarafından 35 yaş altı dünyanın en önemli 100 geliştiricisinden biri olarak gösterilmiştir.
Erken yaşamı ve eğitimi.
Lerdorf, Grönland'daki Disko adası'nda doğdu ve ilk yıllarında Danimarka'ya taşındı. Lerdorf'un ailesi 1980'de Danimarka'dan Kanada'ya taşındı ve daha sonra 1983'te King City, Ontario'ya taşındı. 1988'de King City Ortaokulu'ndan mezun oldu ve 1993'te Waterloo Üniversitesi'nden Uygulamalı Bilimler Lisansı ile Sistem Tasarım Mühendisliği'nden mezun oldu. Apache HTTP Sunucusu'na katkıda bulundu ve mSQL DBMS'sine LIMIT maddesini ekledi. Bu LIMIT ifadesinin bir çeşidi, ana bilgisayar ilişkisel veritabanı yönetim sistemlerinde (eskiden Digital Equipment Corporation'dan olan VMS üzerinde çalışan Oracle Rdb gibi) on yıldır mevcuttu, ancak görünüşe göre henüz ortaya çıkan PC tabanlı veritabanları tarafından benimsenmemişti. Daha sonra birkaç SQL uyumlu DBMS tarafından uyarlandı. PHP'nin ilk sürümünü 1995'te yayınladı.
Kariyer.
Lerdorf, Eylül 2002'den Kasım 2009'a kadar Yahoo! Inc.'da Altyapı Mimarisi Mühendisi olarak çalıştı. 2010 yılında, uygulama programlama arayüzlerini geliştirmek için WePay'e katıldı. 2011 boyunca yeni kurulan şirketler için gezici bir danışmandı. 22 Şubat 2012'de Twitter'da Etsy'ye katıldığını duyurdu. Temmuz 2013'te Lerdorf, yeni teknolojilerin yaratılmasında yardımcı olmak üzere Jelastic'e kıdemli danışman olarak katıldı.
Lerdorf, dünyanın dört bir yanındaki Açık Kaynak konferanslarında sık sık konuşmacı olarak yer almaktadır. OSCMS 2007'deki açılış konuşmasında, o yıl konferansta temsil edilen projelerin her birinde bir güvenlik açığı sundu.
Lerdorf ayrıca 2017 ve 2019 WeAreDevelopers Konferanslarında da yer aldı ve PHP'nin tarihi, 2017'deki yeni PHP 7 sürümü ve PHP'nin 25 yılı hakkında bir konuşma yaptı.
Ödül.
2003 yılında Lerdorf, "MIT Technology Review" TR100 tarafından 35 yaş altı dünyanın en iyi 100 yenilikçisinden biri olarak gösterildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10493",
"len_data": 2376,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.3
}
|
Carlos Santiago Nino, (1943-1993) Arjantinli siyaset felsefesi ve hukuk felsefesi alanlarında uzmanlığı olan felsefeci.
Nino, Buenos Aires ve Oxford üniversitelerinde eğitim gördü ve doktorasını 1977 yılında, yaşayan en önemli filozoflardan sayılan John Finnis'in gözetiminde tamamladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10495",
"len_data": 286,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.53
}
|
Leblebi, nohutun kavrulmasıyla üretilen bir çeşit kuru yemiştir. En bilinen türleri beyaz leblebi ve sarı leblebidir. Coğrafi olarak ilk leblebi Tavşanlı'da üretilmiştir fakat tescillenen ilk leblebi Çorum leblebisidir. Son dönemlerde farklı çeşitlerde leblebi üretimi de yapılmaktadır.
Tarihçe.
İlk defa Şeyh Murat Gazi tarafından 1370-1390'da bulunmuştur. Nohutun ısıtılıp bekletilmesini keşfetmiştir.
Evliya Çelebi, 17. yüzyılda leblebinin İstanbul'da yaygın şekilde tüketildiğini ve bu 100 dükkân ve 400 çalışanın olduğunu belirtmektedir. Nohutun ısıtılıp bekletilmesini keşfetmiştir. Leblebi nohutun işlenmesiyle elde edilen bir kuruyemiş türüdür. Nohutun günlerce uğraşı sonucu terbiyesi ile, özel fırınlarda kavrulmasıyla elde edilir. Bu işlem şu aşamalardan geçer: Nohut 3 ayrı günde 3 kez tavlama işlemine yani ısıtılma işlemine tabi tutulur. 3. tavlamadan sonra bir alana serilerek dinlenmeye bırakılır. Bu yaklaşık 15 günlük bir süreyi kapsar. Leblebi yapılacağı günün akşamı ıslatılarak kabarması sağlanır. Ertesi gün leblebi yapılacağı tavada önce ısıtılır, sonra "mafrak" denilen aletle hafifçe bastırılarak kabuklarının çıkarılması sağlanır. Bu işlem sırasında nohutların bir kısmı ikiye bölünür. Bu ikiye ayrılanlar elekle bütünlerden ayrılır. Bölünenlere "kırık leblebi" de denir. Bunlardan daha çok leblebi unu yapmak için yararlanılır. Bütün olan leblebiler değişik şekillerde satışa sunulur. Bir kez daha kavrulma işlemine tabi tutulmaları sonrasında sarı üstüne siyah benekli görünüm kazanır. Buna "çifte kavrulmuş leblebi" denir. Taze leblebinin iki parmak arasında sıkıldığında un gibi ufalanması gerekir. 40 çeşit leblebi bulunmaktadır. Başlıca Leblebi çeşitleri, Kavrulmuş, şekerli, beyaz, çıtır, tuzlu, acılı, ballı, haşhaşlı, susamlı, çikolatalı, vanilyalı, karanfilli, soslu, kahveli, muzlu, portakal aromalı, vişne aromalı, hindistan cevizli çeşitleri İlimizin her köşesinde mağaza ve dükkanlarda satışa sunulmaktadır.
İşlenmesi.
Leblebi nohutun işlenmesiyle elde edilen bir kuruyemiş türüdür. Nohutun günlerce uğraşı sonucu terbiyesi ile, özel fırınlarda kavrulmasıyla elde edilir. Bu işlem şu aşamalardan geçer: Nohut 3 ayrı günde 3 kez tavlama işlemine yani ısıtılma işlemine tabi tutulur. 3. tavlamadan sonra bir alana serilerek dinlenmeye bırakılır. Bu yaklaşık 15 günlük bir süreyi kapsar. Leblebi yapılacağı günün akşamı ıslatılarak kabarması sağlanır. Ertesi gün leblebi yapılacağı tavada önce ısıtılır, sonra "mafrak" denilen aletle hafifçe bastırılarak kabuklarının çıkarılması sağlanır. Bu işlem sırasında nohutların bir kısmı ikiye bölünür. Bu ikiye ayrılanlar elekle bütünlerden ayrılır.
Bölünenlere "kırık leblebi" de denir. Bunlardan daha çok leblebi unu yapmak için yararlanılır. Bütün olan leblebiler değişik şekillerde satışa sunulur. Bir kez daha kavrulma işlemine tabi tutulmaları sonrasında sarı üstüne siyah benekli görünüm kazanır. Buna "çifte kavrulmuş leblebi" denir. Ayrıca çikolatalı leblebi, beyaz leblebi, karanfilli leblebi, biberli leblebi, şekerli leblebi ve sakız leblebi gibi 40 civarı değişik türleri mevcuttur.
Üretimi.
Leblebi üretimde kırmızı ve iri nohutlar kullanılır. Çorum yöresinde üretilen nohutlar daha çok sarı leblebiye dönüştürülürken, Ege bölgesinde yetiştirilen nohutlar daha çok beyaz leblebiye (sakız leblebisi) dönüştürülür.
Türkiye leblebi üretiminin yaklaşık yüzde 80'ini Denizli'nin Serinhisar ilçesi karşılamaktadır.
Leblebi üretimde geçmişte ya da günümüzde söz sahibi olan yerleşim yerleri;
İller
İlçeler
Yörelere göre çeşitleri.
Çorum Leblebisi.
Çorum Leblebisi 10.12.2002 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır.
Tavşanlı Leblebisi.
Tavşanlı Leblebisi 06.09.2004 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır.
Denizli Leblebisi.
Denizli Leblebisi 25.05.2010 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır.
Ağın Leblebisi.
Ağın Leblebisi 05.12.2017 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır.
Kula Leblebisi.
Kula Leblebisi 21.06.2019 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır.
Sandıklı Leblebisi.
Sandıklı Leblebisi 20.10.2022 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır.
Seydişehir Leblebisi.
Seydişehir Leblebisi 21.07.2023 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır.
Tüketimi.
Kuru yemiş olarak bütün şekilde tüketimini yanında ayrıca leblebi toz hâline getirilip halk dilinde "kavut" denilen şekilde de yenilebilir.
Kültür.
Leblebinin Türk kültüründeki ve Türkçedeki etkileri;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10496",
"len_data": 4688,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.06
}
|
Dış çekirdek ya da İngilizce özgün adıyla exokernel, uygulama geliştiricileri için işletim sisteminin en temel fonksiyonlarından birisi olan donanıma erişim yordamlarını ve donanım sürücülerini aradan kaldırarak donanıma doğrudan erişim sunan bir işletim sistemi çekirdeği mimarisidir.
Bellek ve süreç yönetimi gibi temel işlevler dışında tek yaptığı şey, donanımların arayüzlerini güvenli bir biçimde çoklayarak ("multiplexing") kullanıcı seviyesi uygulamalara sunmaktır ("exposing").
Bu sayede uygulama programcısı, donanım için yazılmış sürücülerin getirdiği sınırlar olmaksızın donanıma ham erişim sağlayabilir. Bu çözüm çok yüksek hızlarda donanım erişimi sağlama ihtiyacına istinaden hayat bulmasına rağmen, dış çekirdek mimarisi uygulamaların programlanmalarının çok zor olmasından dolayı genel bir ilgi görmemiş, özel amaçlarla kullanılmışlardır.
Geçmiş.
Ekzoçekirdek konsepti 1994'ten beri vardır ancak 2010'a kadar bu konuda herhangi bir araştırma çabası gösterilmemiş ve ticari işletim sistemlerinde kullanılmamıştır. Ekzokernel konsteptini çalıştıran bir sistem olan "Nemesis;" Cambridge Üniversitesi, Glasgow Üniversitesi, Citrix Systems ve İsveç Bilgisayar Bilimleri Enstitüsü tarafından yazılmıştır. Ayrıca MIT, ExOS dahil olmak üzere birçok dış çekirdek tabanlı sistem kurmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10507",
"len_data": 1295,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.71
}
|
Wimbledon Tenis Turnuvası ya da kısaca Wimbledon, tenis sporunun en eski ve en prestijli turnuvasıdır. 1877 yılından beri All England Lawn Tennis ve Croquet Club tarafından düzenlenmektedir. Wimbledon, Avustralya Açık, Fransa Açık (Roland Garros) ve Amerika Açık ile beraber 4 büyük Grand Slam tenis turnuvasından birisidir. Wimbledon, çim kortta oynanan tek grand slam turnuvasıdır.
İngiltere'nin başkenti Londra'da her yıl Haziran ayının son haftasında başlayan turnuva iki hafta sürmektedir. Artık yağmur nedeni ile maçların aksamadığı turnuvada ilk Pazar günü geleneksel olarak maç oynanmaz. İlk olarak 1877 yılında düzenlenen turnuvada, tenisçilerin beyaz giyinme zorunluluğu, korta giriş ve çıkış protokolü gibi yazılı olmayan kurallar vardır.
Her yıl 20 ile 26 Haziran arasına rastlayan pazartesi günü başlar. Ağustos ayındaki ilk pazartesiden altı hafta önce ve erkek oyuncular için Wimbledon'a ısınma turnuvası olarak nitelendirilen "Quenn's Club Şampiyonası"ndan iki hafta sonra başlar. Aynı anda yapılan bir başka önemli ısınma turnuvası da Halle (Saale)'daki "Gerry Weber Açık Tenis Turnuvası" 'dır. Wimbledon genellikle iki hafta sürer, ana kategorideki karşılaşmalar bu iki haftaya yayılır. Ama "junior" klasmanı ve özel maçlar genellikle ikinci hafta yapılır. Geleneksel olarak "Middle Sunday" (Ortadaki Pazar günü) karşılaşma yapılmaz ve dinlenmeye ayrılır. Yine de yağmur nedeniyle Turnuva tarihinde üç kere "Middle Sunday" günü karşılaşma yapılmıştır: 1991, 1997 ve 2004'te. Her üçünde de Wimbledon'da numarasız ve ucuz biletlerin satıldığı "Halk Günü" düzenlenmiştir.
Tarihçe.
Şampiyona ilk defa 1868 yılında Worple Road, Wimbledon, Londra yakınlarındaki bir sahada "All England Lawn Tennis and Croquet Club" 'ünün kontrolünde oynanmıştır. Turnuvadaki tek klasman Tek Erkekler kategorisiydi. 1884'te "All England Club" Tek Kadınlar ve Çift Erkekler kategorilerini de ekledi. Çift Kadınlar ve Karışık Çiftler ise 1913'te eklenmiştir. Şampiyona, "Church Road" yakınlarındaki bugünkü yerine 1922'de taşınmıştır. Diğer "Grand Slam" turnuvalarında olduğu gibi Wimbledon'da da 1968'deki Açık Tenis Turnuvaları'nın kuruluşuna kadar en üst seviyedeki amatör sporcular yarışıyordu. Turnuvayla gurur duyan İngilizler için Wimbledon uzun zaman ulusal mizah ve üzüntü konusu oldu. Tek Erkeklerde 1936'da Fred Perry ve Tek Kadınlarda 1977'de Virginia Wade'den beri hiçbir İngiliz sporcu turnuvada şampiyonluk kazanamamıştı. Ancak 2013 Temmuz ayında yapılan turnuvada Andy Murray'nin tek erkeklerde şampiyonluğu kazanmasıyla 77 yıllık tek erkekler şampiyonluğu özlemi son buldu.
Karşılaşmalar.
Ana kategoriler.
Wimbledon'da beş ana kategoride karşılaşma yapılır:
Genç kategorileri.
"Junior" klasmanında dört kategoride karşılaşma yapılır:
Özel kategoriler.
Dört adet özel karşılaşma yapılır:
Tek ve Çift Erkekler karşılaşmaları beş, diğer tüm karşılaşmalar üç set üzerinden oynanır. Karşılaşmaların çoğunluğu tek elemeli turnuva sistemine göredir, yani tek maç kaybeden katılımcı turnuvadan elenir. Halbuki 35 yaş ve üzeri Çift Erkekler ve 35 yaş ve üzeri Çift Kadınlar Özel karşılaşmaları lig usulü yapılmaktadır.
1921 yılına kadar bir önceki yılın şampiyonları final karşılaşmasına kadar "bay çekme" hakkına sahipti ve final karşılaşması "meydan okuma" karşılaşması olarak biliniyordu. Bunun sonucunda birçok şampiyon unvanlarını ellerinde tutabiliyordu çünkü rakipleri son karşılaşmaya kadar çaba sarf ederek gelirken onlar dinleniyordu. 1922'den itibaren unvan sahipleri de şampiyonaya en başından başlayarak devam ettiler.
Oyuncular ve seribaşı dizilişi.
Her tekler klasmanında 128 oyuncu, çiftler klasmanında 64 çift oyuncu ve karışık çiftler klasmanında da 48 çift oyuncu turnuvaya kabul edilir. Tek ve çift olarak oyuncuların kabul edilme kriterleri, uluslararası sıralamadaki yerleri ve çim sahalardaki performanslarıdır. Şu anda seribaşı olarak 32 tek erkek ve kadın oyuncu ile 16 takım bulunmaktadır.
Yönetim ve Hakemlik Komitesi her başvuruyu değerlendirir ve kimlerin turnuvaya doğrudan katılacağını belirler. Komite, sıralamada yüksek yerde bulunmayanları da kabul edebilir. Joker kabul edilen bu oyuncular genellikle ya önceki turnuvalarda başarı göstermiş ya da katılması durumunda turnuvaya ilgiyi artıracak oyunculardır. Tek Erkekler Şampiyonası'nı kazanan tek joker oyuncu Goran Ivanisevic'ti (2001); Henüz, Tek Kadınlar'ı kazanan bir joker oyuncu olmamıştır. Joker olamayan ya da yeteri kadar yüksek sıralamada olmayan oyuncular Wimbledon'dan bir hafta önce Roehampton'daki "Bank of England Sports Ground" 'da düzenlenen kalifikasyon turnuvasına katılabilirler. Tekler kalifikasyon yarışmaları üç turlu karşılaşmalardır. Çift Erkekler ve Çift Kadınlar karşılaşmaları tek turludur ve Karışık Çiftlerde kalifikasyon yarışması yapılmaz. Bugüne kadar bu turnuvalardan çıkan hiçbir oyuncu ne Tek Erkekler ne de Tek Kadınlar kupasını kazanamamıştır. Kalifikasyon turnuvasından gelen yarışmacıların ulaşabildikleri en üst düzey yarı final olmuştur: 1977'de John McEnroe ve 2000'de Belarus Vladimir Voltchkov Tek Erkeklerde ve 1999'da Alexandra Stevenson Tek Kadınlarda bu aşamaya kadar gelmişlerdir.
"Junior" klasmanına oyuncular ulusal tenis federasyonlarının tavsiyesiyle ve tekler klasmanında da kalifikasyon karşılaşmalarının sonucunda kabul edilirler. Dört Özel karşılaşmaya kimlerin katılacağına Yönetim Komitesi karar verir.
Komite, oyuncuları uluslararası sıralamaya göre seribaşı seçer. Bir önceki şampiyon, her zaman olmasa da normalde ilk seribaşı olur. Katılanların büyük çoğunluğu seribaşı değildir. Seribaşı olmayan yalnızca iki oyuncu Tek Erkekler kupasını kazanmıştır: 1985'te Boris Becker ve 2001'de Goran Ivanisevic. Tek kadınlarda seribaşı olmayan oyunculardan kazanan olmamıştır; en düşük seribaşı olarak kupayı kazanan kadın tenisçi onyedinci seribaşı olarak 2022'de kupayı kazanan Elena Rybakina olmuştur. Seribaşı olmayan çiftler birçok kere turnuvayı kazanmıştır. 2005 Çift Erkekler şampiyonları seribaşı olmamakla birlikte aynı zamanda (ilk defa olarak) kalifikasyon turnuvasından geliyorlardı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10517",
"len_data": 6037,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.52
}
|
Wimbledon şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10518",
"len_data": 33,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.5
}
|
Endokrinoloji, Yunanca ἔνδον "endon" (iç) + κρίνειν "krinein" (salgı) + "loji" (bilimi) ve endokrin sistem, endokrin sisteme ait hastalıklar ve endokrin sistem tarafından salgılanan spesifik bileşikler olan hormonlar ile ilgilenenen bir tıp ve biyoloji dalıdır. Ayrıca hormonların neden olduğu gelişimsel olayların çoğalması, büyümesi ve farklılaşması ile metabolizmanın psikolojik veya davranışsal aktiviteleri, büyüme ve gelişme, doku fonksiyonu, uyku, sindirim, solunum, atılım, ruh hali, stres, emzirme, hareket, üreme ve duyusal algı ile ilgilidir. Uzmanlık davranışları davranışsal endokrinoloji ve karşılaştırmalı endokrinolojiyi de kapsar.
Endokrin sistem, vücudun farklı bölgelerinde yer alan, salgıladıkları hormonları doğrudan bir kanal sistemine değil de doğrudan kan dolaşımına salgılayan birkaç bezden oluşur. Hormonların birçok farklı işlevi ve eylem modu vardır; Bir hormonun farklı hedef organlar üzerinde yine farklı etkileri olabilir ve bu durumun tersine, bir hedef organ birden fazla hormon tarafından etkilenebilir.
Endokrin sistem.
Endokrinoloji insan vücudundaki endokrin sisteminin çalışmasını incelemektedir. Endokrin sistem, vücutta hormon salgılayan bir bez sistemidir. Hormonlar vücuttaki farklı organ sistemlerinin davranışlarını etkileyen kimyasallardır. Örnekler arasında tiroid hormonu, büyüme hormonu ve insülin verilebilir. Endokrin sistem bir dizi geribildirim mekanizmasına sahiptir ve bu mekanizma sayesinde çoğu zaman bir hormonun (tiroid uyarıcı hormon TSH) başka bir ikincil hormonun (tiroid hormonu gibi) etkisini veya salınmasını kontrol eder. Sekonder hormonun çok fazla salgılanması durumunda, birincil hormon hemostazı koruyarak negatif geribildirim sağlayabilir ve fazla salgılanan birincil hormonun salınımını azaltabilir.
Bayliss ve Starling'in orijinal 1902 tanımında (aşağıya bakınız), bir kimyasalın bir hormon olarak sınıflandırılabilmesi için o kimyasal maddenin bir organ tarafından üretilmesi (küçük miktarlarda) ve uzaktaki bir organda belirli bir işlevi yerine getirmesi için kan dolaşımı içine salınması gerekmektedir. Bu tanımlama, çoğu “klasik” hormon tanımı için geçerlidir, ancak aynı zamanda parakrin mekanizmalar (bir doku veya organ içindeki hücreler arasındaki kimyasal iletişim), otokrin sinyaller (aynı hücreler üzerinde etki gösteren bir kimyasal) ve intrakrin sinyaller (sadece aynı hücre içerisinde etki gösteren bir kimyasal) için de vardır. Örneğin, bir nöroendokrin sinyal, nöro-eksternal bir nöron tarafından kanın içine salınan "klasik" bir hormondur (nöroendokrinoloji hakkındaki makaleye bakınız).
Hormonlar.
Griffin ve Ojeda kimyasal bileşimlerine göre üç farklı hormon sınıfını tanımlar:
Aminler.
Bu tanıma göre, norepinefrin (noradrenalin), epinefrin (adrenalin) ve dopamin (katekolaminler) gibi aminler, tirozin gibi tek bir amino asitten türetilirler. 3,5,3'-triiyodotironin (T3) ve 3,5,3 ', 5'-tetrayiodotironin tiroksin (T4) gibi tiroid hormonları ise, bu sınıfın bir alt grubunu oluştururlar, çünkü bunlar tirozin amino asidinin iki iyotlu kombinasyonundan elde edilirler.
Peptitler ve proteinler.
Peptit yapıdaki ve protein hormonlar üç (tirotropin salgılatıcı hormon için), 200'den fazla (folikül uyarıcı hormon için) amino asit kalıntıları içerir ve mol başına 30,000 gram kadar büyük bir moleküler kütleye sahip olabilirler. Hipofiz bezi tarafından salgılanan tüm hormonlar, adipositlerden salgılanan leptin, mideden salgılanan ghrelin ve pankreastan salınan insülin gibi peptit hormonlar bu sınıftadırlar.
Steroid hormonları, ana bileşikleri olan kolesterolden dönüştürülürler. Memeli steroid hormonları bağlandıkları reseptörler tarafından beş gruba ayrılabilirler: glukokortikoidler, mineralokortikoidler, androjenler, östrojenler ve progestojenler ve kalsitriol gibi bazı D vitamini formları steroid benzeridir ve homolog reseptörlere bağlanırlar, ancak gerçek steroidlerin karakteristik kaynaşmış halka yapısından yoksundurlar.
Her ne kadar, her organ sistemi (beyin, akciğerler, kalp, bağırsak, deri ve böbrek de dahil) çeşitli hormonları salgılasa ve çeşitli hormonlara da yanıtlar verse de; endokrinolojinin klinik özelliği temel olarak endokrin hormon salgılayan organlara odaklanır, bu da o organın öncelikli işlevinin hormon salgılamak olduğu anlamına gelir. Bu organlar hipofiz bezi, tiroid, böbrek üstü bezi, yumurtalıklar, testisler ve pankreası içerir.
Bir endokrinolog, diyabet, hipertiroidizm ve benzer hastalıklar gibi endokrin sistem bozuklukları tedavisinde uzmanlaşmış bir doktordur. (hastalık listesine bakınız).
Endokrinolojinin tıbbi uzmanlığı, çok çeşitli semptom ve varyasyonların tanısal değerlendirilmesini ve bir hormonun eksikliğini ya da bir veya daha fazla hormonun fazlalığnın sonucunda oluşan bozukluklarının uzun süreli yönetilmesini kapsar.
Endokrin hastalıkların tanı ve tedavisi, laboratuvar testlerinden ve çoğu uzmanlık alanından çok daha geniş bir alana yayılmaktadır. Birçok hastalık, uyarma/uyarma veya inhibisyon/stimülasyon testi ile araştırılmaktadır. Bu durum, bir endokrin organın fonksiyonunu test etmek için uyarıcı bir ajanın enjekte edilmesini de içerebilir. Daha sonra ilgili hormon veya metabolitlerin değişikliklerini değerlendirmek için kan numunesi alınır. Bir endokrinolog, araştırmaların kullanımlarını ve yine araştırmanın limitlerini anlamak ve değerlendirmek için klinik kimya ve biyokimya hakkında kapsamlı bilgiye sahip olmalıdır.
Endokrinoloji pratiğinin ikinci önemli bir yönü, insandan insana değişen farklılıkları hastalığın kendisinden ayırt etmektir. Atipik fiziksel gelişim modelleri ve anormal test sonuçları, hastalığın göstergesi olarak değerlendirilmeli ya da değerlendirilmemelidir. Endokrin organların tanısal görüntülenmesi, hastalığı temsil edebilecek ya da temsil edemeyecek ve "insidentaloma" olarak adlandırılan rastlantısal bulguları da ortaya çıkarabilir.
Endokrinoloji, bir kişinin bakımının yanı sıra hastalığın bakımını ile de ilgilenir. Endokrin bozuklukların çoğu yaşam boyu bakım gerektiren kronik hastalıklardır. En yaygın endokrin hastalıklardan bazıları diyabetes mellitus, hipotiroidizm ve metabolik sendromdur. Diyabet, obezite ve diğer kronik hastalıkların bakımı, hastayı kişisel ve sosyal düzeyde ve ayrıca moleküler düzeyde anlama gereğini gerektirir ve hekim-hasta ilişkileri önemli bir terapötik süreç olabilir.
Birçok endokrinolog hastalarını tedavi etmenin yanı sıra, klinik bilimler ve tıbbi araştırma, öğretim ve hastane yönetiminde yer almaktadırlar.
Eğitim.
Endokrinologlar iç hastalıkları ya da pediatri uzmanlarıdırlar. Üreme endokrinologları öncelikle doğurganlık ve menstruel fonksiyon sorunları ile ilgilenirler ve genellikle öncesinde obstetrikle ilgili bir eğitim alırlar. Yerel eğitim sistemine bağlı olarak uzmanlık öncesi birkaç yıl boyunca en çok ya bir iç hastalıkları, çocuk hastalıkları uzmanı veya jinekolog olarak nitelendirilirler. ABD ve Kanada'da, tıp fakültesi sonrası iç hastalıkları, pediatri veya jinekoloji kurul sertifikasını almak için yapılan eğitime intörnlük eğitimi adı verilir. Yetişkin, pediatrik veya üreme endokrinolojisinde alt uzmanlığa yönelik daha resmi eğitim ise asistanlık olarak adlandırılır. Bir Kuzey Amerika endokrinoloğu için tipik eğitim 4 yıllık kolej, 4 yıllık tıp fakültesi, 3 yıllık ihtisas ve 2 yıllık asistanlık yapmaktır. ABD'deki yetişkin hasta endokrinologları, endokrinoloji, diyabet ve metabolizma konusunda Amerikan İç Hastalıkları Kurulu (ABIM) ya da Amerikan Osteopati İç Hastalıkları Kurumu (AOBIM) tarafından sertifikalandırılmıştır.
Hastalıklar ve tıp.
Lütfen endokrin hastalıkları başlığına bakınız.
Endokrinoloji ayrıca endokrin sisteminin hastalıklarının incelenmesini de içerir. Bu hastalıklar, bir hormonun çok az veya çok fazla salgılanması, bir hormonun çok az veya çok fazla etkisi olması veya hedef dokuların hormonu kabul etme sorunları ile ilişkili olabilir.
Topluluklar ve organizasyonlar.
Endokrinoloji, pek çok hastalık ve hastalığı kapsadığı için, hastalara ve topluma eğitim veren birçok kurum vardır. Hormon Vakfı, "" bir halk eğitim birliğidir ve tüm endokrinoloji ile ilgili koşullar hakkında bilgi sağlar. Bir veya daha fazla endokrinoloji le ilgili duruma odaklanan diğer eğitim kurumları arasında , İnsan Büyüme Vakfı, Amerikan Menopoz Vakfı, Inc. ve Amerika Tiroid Vakfı bulunmaktadır.
Kuzey Amerika'da endokrinologlarının başlıca meslek örgütleri arasında Endokrin Derneği, Amerikan Klinik Endokrinologlar Derneği, the American Diabetes Association (Amerikan Diyabet Derneği), Lawson Wilkins Pediatrik Endokrin Derneği ve Amerikan Tiroid Derneği bulunmaktadır.
Birleşik Krallık'ta, Endokrinoloji Derneği ve İngiliz Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet Derneği ana meslek kuruluşlarıdır. Avrupa Pediatrik Endokrinoloji Derneği sadece pediatrik endokrinolojiye adanmış en büyük uluslararası meslek birliğidir. Dünyada sayısız benzer endokrinoloji derneği vardır. Türkiye'de "Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği " örnek verilebilir
Tarihçe.
Endokrinoloji hakkındaki ilk çalışmalar Çin'de başlamıştır.<ref name="genius">
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10523",
"len_data": 9015,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4.22
}
|
Modern Yunanca, Halk Yunancası ya da Yunanca söylenişiyle Demotiki (Yun. "Dimotiki" okunur) 1976'dan beri Yunanistan'ın ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dili.
Demotiki lehçesi, Yunanistan anakarası dışında Ege Adaları, Kıbrıs ve dünyanın birçok yerindeki Yunan topluluklar tarafından da konuşulmaktadır.
Tarihçe.
Yunanistan'ın kurulmasıyla resmî dil olarak Katarevusa lehçesi ilan edildi. Okullar ve resmî dairelerde sadece bu diyalekt kullanıldı ancak halk bu diyalekte yabancı olduğundan evlerde ve sokaklarda Halk Yunancası (Demotiki) konuşulmaya devam edildi.
Demotiki'de bir takım bozulmalar olunca 1964'te okullarda Demotiki'nin de okutulmasına izin verildi.
Bu iki dillilik 1976 yılına kadar devam etti. 1976'da Yunanistan'da çıkan bir kanun ile Katarevusa devletin resmî dili olmaktan çıkartıldı ve Demotiki resmî dil haline getirildi böylece okul, resmî daire ve evlerde konuşulan dilin aynı olması sağlandı.
1982 yılında kabul edilen ikinci bir kanunla politonik sistem terk edilip monotonik sisteme geçilmiş. Yani kelime üzerlerinde vurgulu heceyi belirtmek için kullanılan aksan işaretleri üç çeşitten tek çeşide düşürülmüştür ve toplam kullanılan fonetik işaret sayısı yediden ikiye düşürülmüştür. Bu reform tutucu çevrelerce büyük bir tepkiyle karşılanmış ve "Yunancanın katli" olarak yorumlanmıştır. Bugün dahi tutucu çevreler hâlâ Politonik sistemi kullanmakta ısrar etmektedirler. Örneğin, 1982'den önce Yunancada Omega harfinin okunuşunun yazılış şekli ὦμέγα iken, şimdi ωμέγα (oméga) olarak yazılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10525",
"len_data": 1517,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.08
}
|
Isidore Isou, (d. 25 Ocak 1925, Botoșani, Romanya - ö. 1 Ağustos 2007, Paris), Rumen şair. Tam adı Ioan-Isidor Goldstein'dır.
Hayatı.
II. Dünya Savaşı sonunda Paris'e yerleşmiştir. Kafasında tüm sanat dallarında ama özellikle şiir ve edebiyatta sarsıcı bir yenilik yapma fikri vardı. Paris'e geldiğinde kendisini harfçi (lettrist veya letterist) olarak tanımlıyordu.
Başlattığı bu akım daha sonra harfçilik (letrizm) adını aldı. 1968 yılında harfçilik ve harfçilik etkisinde yaratılmış eserler Fransa'da büyük saygı görmeye ve taraftar toplamaya başladı. 68 Kuşağı tarafından kullanılan sembollerde, sloganlarda vb. letrizm de kullanıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10529",
"len_data": 638,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.71
}
|
Enez, Türkiye'nin Edirne ilinin bir ilçesi, aynı zamanda ilçenin merkezinde yer alan kasaba. Enez ilçesinin 21 km kuzeyinde İpsala, 60 km doğusunda Keşan ilçesi, güneyde ve batıda Ege Denizi ve Yunanistan ile mülki ve millî sınır ile çevrilmiş olup, Meriç nehrinin denize döküldüğü Ege'nin Kuzey sahilinde bir yarımada üzerinde yer almaktadır. İlçe, toplamda 30 km deniz, 44 km mülki sınırlara sahiptir. Enez ilçesinin bölgesinin toplam nüfusu 2011 sayımına göre 11.066 olup, yüzölçümü 473 km2dir.
Enez ilçesinde genelde Akdeniz iklimi mevcuttur. İlkbahar ve sonbahar ayları yağışlı, kışları sert ve kuru geçer. Kışın az kar yağmakla birlikte nemli bir hava hüküm sürer.
Bölgede devlet kara yolu olarak Enez-Keşan ve İpsala-Enez kara yolu mevcuttur.
Etimoloji.
Enez adı, bölgedeki yerleşimin antik çağlardaki adı olan Ainos'tan gelmektedir.
Eski adı "Ayesintoz Vepolti Urya" olan, halen Memduh "beğenilen" anlamına gelen İnoz diye bilinir.
İlçenin eski adı 1891 kayıtlarında Enos olarak geçmektedir.
Tarihçe.
1971 yılından itibaren yapılan kazılar sonucunda bölgedeki ilk yerleşim merkezinin Enez'in yaklaşık 3 km doğusunda yer alan Hoca Çeşme Höyüğü olduğu anlaşıldı. Geç Neolitik Çağda, yaklaşık olarak MÖ 6500'lerde kurulan bu yerleşim yerinde yaşayanların saz ve çamur gibi hafif malzemelerle inşa edilmiş oval biçimli kulübelerde yaşadıkları, ana tanrıçaya taptıkları ve deniz ürünleriyle beslendikleri saptandı.
Günümüzde Enez adını taşıyan Ainos, Meriç'in denize döküldüğü yerde kurulmuş iki limanlı bir şehir olarak üne kavuşmuştur. Önceleri deniz kenarında olan şehir, Meriç nehrinin alüvyon sürüklemesi sonucunda kıyıdan uzaklaşmış; şu an 4 km içeride kalmıştır. Ainos, ilk iskan edildiği MÖ 4000'li yıllardan bu yana çok değişiklik geçirmiş olmasına rağmen yaşamını kesintisiz sürdürmüştür.
Ainos'un ilk sakinleri kimlerdi, kesin olarak bilemiyoruz. Eskiçağ kaynaklarında, Ainos'un yerinde önceleri Trak kabilelerinin yerleşmiş olduklarını, MÖ 7. yüzyılda İzmir'in kuzeyinde Aiolia bölgesinde yaşayan Aioller tarafından iskan edildiği, daha sonra ise, Mytileneliler (Midilli Adası) ile Kymeliler tarafından bir koloni olarak kurulmuş olduğu zikredilmektedir.
Gerçekten Enez ve çevresinde yapılan kazı ve araştırmalarda ele geçen maddi kalıntılar bu tarihi bilgileri doğrulamaktadır. MÖ 6. yüzyılın sonlarında Pers Kralı Darius'un 513 tarihinde yaptığı İskit seferinden sonra Trakya ve dolayısıyla Enez Pers İmparatorluğu'nun hakimiyeti atına girdi. Enez, MÖ 478/477 tarihinde Attik -Delos Deniz Birliği'ne katıldı. Şehir, Pers Kral Barışı ile MÖ 386 yılında bağımsızlığına kavuştu. Hellenistik Çağ'da Ptolemayosların hakimiyetinde kalan Enez, MÖ 190 yılında Romalılar'ın Trakya'yı zaptetmeleriyle tekrar bağımsızlığını elde etti.
Bizans Çağında bir prenslik merkezi olan Enez'e Orta Çağ'da Cenevizli Gattilusio ailesi hakim olmuştur. Enez 1456 Ocak ayında bizzat Fatih Sultan Mehmet'in komuta ettiği Osmanlı ordusu ve Kaptan-ı Derya Has Yunus Bey komutasındaki 10 kadırgalık Osmanlı filosu tarafından teslim alındı ve Osmanlı topraklarına katıldı.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Enez kasabasında 7 dükkândan oluşan ünlü 2 küp, desti, çanak-çömlek fabrikası ile 4 taşlı bir buharlı un fabrikası, 23 yel değirmeni ve 8 at değirmeni bulunur.
Enez kasabasında 136 Müslüman evinde 477 nüfus ile 461 Hristiyan evinde 1733 nüfus vardır. Kasabada 13 mahalle, 1 nahiye ve 19 köy vardır. Tüm kazanın nüfusu çeşitli milletlerden kadın ve erkek toplam 5379 kişidir.
Üzüm ürününden yılda 49000 kıye şarap, 5115 kıye rakı üretilir ve bunun 5000 kıyesi ihraç edilir.
Araştırma ve kazılar.
1978 yılından itibaren kale içinde ve kentin çeşitli mevkilerinde geniş alanlarda çalışılarak Enez'in kültür tarihinin ortaya çıkartılmasına çalışılmıştır. Kazı ve araştırmalar sonucunda Enez'de şarap mahzenleri, tabanı mozaiklerle döşenmiş villa, hamam kalıntıları, kaldırım taşlı caddeler, bazilika ve şapeller, Roma ve Osmanlı dönemi nekropolleri gibi tarihi kalıntıların yanı sıra, çeşitli malzemelerden yapılmış yüzlerce irili ufaklı buluntuyu da saymak mümkündür. Enez'in çevresinde köprüler, yollar, kervansaray, manastırlar gibi çeşitli dönemlerden günümüze ulaşan birçok kalıntı yer almaktadır.
Ekonomi.
İlçenin ekonomisi temel olarak tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Başlıca yetiştirilen bitkisel ürünler buğday, ayçiçeği, çeltik ve hayvanların besin ihtiyaçlarını karşılamak için yemlik bitkilerdir. Hayvancılık bakımından büyükbaş ve küçükbaş yetiştiriciliği eşite yakın bir şekilde dağılmakta olup ilçenin en yüksek bölgesi olan hisarlı dağı çevresinde doğal yerli ırk büyükbaş yetiştiriciliği yapılmaktadır. İlçenin öteden beri büyük gelir kalemlerinden biri olan balıkçılık düzensiz ve kaçak avlanma ile birlikte giderek önemini yitirmektedir. Yabancı ülkelere ihraç edilen yılan balığı neredeyse yok denecek kadar az yakalanmaktadır. Lüfer ise bulunması imkânsız bir hale gelmiştir.
İlçede faaliyet gösteren aktif sanayi kuruluşları yabancı sermayeli yaklaşık 130 çalışanlı kil fabrikası ve Büyükevren Köyü'nde bulunan çiğ süt işleme tesisidir. Bazı köylerinde son zamanlarda, özellikle 2005 yılından sonra meyvecilik yatırımlarına hız verilmiş meyve pazarında ihracatlık ürünlerde üretime başlanmıştır. Bu konuda Çeribaşı köyü başı çekmekte, yatırımcı sayısı ilçede hızla artmaktadır.
Turizm.
Enez'i yabancı turistlerden çok yerli turistler ziyaret etmektedirler. Denize yakın olan ve ilçe merkezini geçtikten sonra beliren bölgede villalar ve turistik konaklama alanları görülmektedir. Villalar genelde site halindedir. Ayrıca ilçede İstanbul ve Trakya üniversitelerine ait dinlenme ve eğitim kampları bulunmaktadır. Bu kamplar yaz ayları boyunca kendi bünyelerindeki öğrencilerine uygun ve güzel bir tatil olanağı sunmaktadır. Bu bölgede yol yapımı ve kalkınma çalışmaları 2006 yılının yaz ayları itibarıyla başlamıştır. Turistik önemin artması için bu tür çalışmalar devam etmektedir.
Coğrafya.
Enez ilçesi, Edirne'nin güneybatı köşesindedir. Doğusunda Keşan ilçesi, batısında Ege Denizi, kuzeyinde Yunanistan ve İpsala ilçesi, güneyinde Saroz Körfezi bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10531",
"len_data": 6127,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.72
}
|
Timur (Çağatayca: تیمور - "Temür") (8 Nisan 1336 - 18 Şubat 1405) sonrasında Timur Küregen (Çağatayca: تيمور کورگن "Temür Küregen)", Timurlu İmparatorluğu'nun kurucusu olan Türk asker ve komutandır. 1370'ten itibaren düzenlediği seferlerle günümüzdeki Orta Asya, Rusya, İran, Hindistan, Afganistan, Kafkasya, Ortadoğu ve Anadolu'nun büyük bir bölümünü ele geçirmiştir. Çağatay ulusunu oluşturan boylardan Barlaslar'ın önderi olan Turagay ile Tekina Hatun'un çocuğu olarak 1336'da Semerkant yakınlarındaki Şehrisebz'e bağlı Hoca Ilgar köyünde dünyaya gelen Timur, 1370'te Çağatay Hanlığı'nın batısını denetim altına alan askeri bir lider olarak kendini göstermiştir.
Timur, katıldığı bir savaşta ayağı aksak kalacak biçimde darbe aldığından dolayı kendisine Aksak Timur anlamına gelen Farsça "Timur-i leng", Türkçeleşmiş olarak "Timurlenk", Batılılar tarafından ise "Tamerlane" denilmekteydi. Timur'un düşüncesi Cengiz Han'ın ölümünden sonra parçalanan ve onun torunları tarafından kurulan Çağatay Hanlığı, İlhanlılar ve Altın Orda kalıntıları üzerinde Cengiz İmparatorluğunu tek bir siyasal çatı altında yeniden ayağa kaldırmaktı. Seferleri de bu düşüncesini doğrular niteliktedir ve saltanatının sonuna doğru bunu büyük ölçüde başarmıştır. Önce yeniden birleştirdiği Çağatay ulusunun başına geçti. Ardından batıda Hülagû Han topraklarını kendi hükümdarlığına kattıktan sonra kuzeye yönelip, Altın Orda'nın üzerinde egemenlik sağladı. Ancak 1405 yılında Çin'i fethetmek üzere düzenlediği seferde yolda hastalanarak öldü. Timur, yaşamı boyunca Cengiz Han yasasına çok önem vermiştir. Cengiz Han soyundan Kazan Han'ın kızı Saray Mülk Hanım'ı nikâhına alarak damat anlamına gelen "Küregen" takma adını taşımaya hak kazanmıştır. Cengiz Han'ın soyundan gelmediği için "Han" unvanı yerine "Emir" unvanını kullanmıştır ve ölünceye kadar kukla bile olsa, Cengiz Han soyundan birini "Han" olarak yanında taşımıştır. Timur bir yandan Cengiz yasasının uygulayıcısı olurken diğer taraftan kendine "İslamın Kılıcı" biçiminde atıfta bulunarak fetihlerini meşrulaştırmak amacıyla İslami simgeler kullanmıştır. 1398'de Hindistan'da Delhi Sultanlığı, 1401'de Suriye'de Memluk Devleti ve 1402'de Ankara Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ne karşı kazandığı zaferlerden sonra İslam dünyasındaki en büyük güç konumuna geldi. Hristiyan Gürcüler, ateşe tapan Hindular ve İzmir'de Hristiyan Şövalyeleri'ne karşı hareket ederken gaza ödevini yerine getiren gazi hükümdar imajını üstlendi. Ancak kimi tarihçilere göre Timur için yasa, şeriattan önce gelmekteydi.
Seferlerinin en büyük ve uzunları Batı Asya'daki seferleridir. Birincisi üç, ikincisi beş ve üçüncüsü yedi yıl sürmüştür. Kanlı ve yıkıcı seferlerine karşın, ele geçirdiği ülkelerdeki bilgelere, ustalara ve sanatkârlara zarar verilmesine izin vermeyerek, onları başkentinde toplamış Semerkant'ın o dönemin en önemli bilim, kültür ve sanat merkezlerinden biri olmasını sağlamıştır. Timur'un kurduğu devlet, Türk-Moğol devlet ilkeleri ve Türk-Moğol askeri örgütlenme öğeleri ile İslam, özellikle İran medeniyeti öğelerinin kendine özel bir birleşimidir. Müslüman olmasının yanı sıra eski Türk-Moğol geleneklerini de yaşatmaya çalışmıştır.
Soyu ve ailesi.
Cengiz Han ölmeden önce imparatorluk topraklarını oğulları arasında paylaştırmıştı. Han, Kaşgar dolayı ile Maveraünnehir'in büyük bölümünü ikinci oğlu Çağatay'a vermiş, Moğol İmparatorluğu'nun 1294'te parçalanmasından sonra bu topraklara Çağatay'ın soyundan gelenlerin hükmettiği devlete Çağatay Hanlığı denilmekte idi. Çağatay hükümdarları Tengricilik inancını benimsiyorlardı. Ancak içlerinde Budist olanlar da vardı. Çağatay Hanlarının ciddi İslamlaşması ise Tarmaşirin'in İslam'ı kabul etmesinden sonra yaşanmıştır. 1331-1334 yılları arasında egemenlik süren ve Müslüman olduktan sonra Alaaddin adını alan Tarmaşirin, Müslümanlığı seçen ilk Çağatay Hanıdır. Bu dönemde Maveraünnehir'de yaşayan ve kent kültürüne uymuş olan Çağatay Hanlığı yapısındaki halk, kendilerine "Çağataylı" olarak hitap etmeye başlamıştır. Bu dince İslamlaşmış, dil olaraksa Türkleşmiş Çağataylılar tarihçiler tarafından Çağatay Türkleri ve kullandıkları dil de Çağatayca ya da Çağatay Türkçesi olarak adlandırılmıştır.
Timur, o dönemde Çağatay Hanlığı toprakları içerisinde yer alan Semerkand kenti ile Belh kenti arasında eski adı Keş olan Şehrisebz şehri sınırları içerisinde Hoca Ilgar köyünde dünyaya geldi. Şerefeddin Al-i Yezdi'nin "Zafername" adlı yapıtında Timur'un doğum tarihi 12 Nisan 1336 Perşembe, On İki Hayvanlı Türk Takvimi'ne göre Sıçan Yılı olarak verilmektedir. Söylentiye göre Timur, avucunda pıhtılaşmış kan ve yaşlı adam saçları gibi beyaz saçlarla doğmuştur. Avucunda kan ile doğması zamanın egemeni anlamına gelen sahip kıranlık belirtisi olmakla birlikte ileride çok kan dökeceği biçiminde yorumlanmıştır. Timur Sâhipkıran sanını ilerleyen yıllarda Cihangir sanı ile birlikte kullanmıştır. Saçlarının beyazlığı ise erken yaşta meydana gelen bir olgunluk görülüp onun ileride büyük işler başaracağına inanılmıştır.
Kaynaklarda Timur'un babasının adının Turagay, annesinin adının Tekira Hatun olduğu kaydedilmektedir. Çağatay ulusunu oluşturan Türk-Moğol boylarından Barlaslar'ın önderi olan Turagay yalnızca kendi oymağında değil tüm Çağatay ulusunda saygın bir bey idi. Moğolların Gizli Tarihi adlı yapıtta belirtildiğine göre Barlaslar aynı zamanda Cengiz Han'ın da atası olan Moğolların efsanevi atası Alangoya'nın soyundan gelmektedir. Dul olduğu halde iki çocuk doğuran Moğolların büyük efsanevi atası ve büyük annesi olarak kabul edilen Alangoya yalnızca Cengiz Han'ı değil onunla birlikte “Nirun” yani ışığın çocukları adı verilen bir yığın boyu ilgilendirir. Cengiz Han'ın boyu Borciginler gibi Timur'un boyu Barlaslar da bunlar arasında sayılmaktadır. Barlaslar boyundan olan Timur'un 15. yüzyılın başına ilişkin mezar yazıtında da Alangoya'dan, tıpkı Meryem Ana gibi saygıyla sözedilir. Yine Timurlu dönemine ilişkin bir minyatürde Alangoya yanında bir kurt ile betimlenmiştir.
Timur'un doğduğu dönemde Barlaslar, İslam dininin dışında Şamanizm ve Budizm ile ilişkili insanları da barındırmaktaydı. Aynı zamanda bu yoğun halk hareketleri halkların kültürel olarak birbirlerini etkilemelerine ve karışmalarına neden olmuştur. Bunun doğurduğu sonuçlardan biri olarak bir Moğol boyu olan Barlaslar, Moğolcanın yanı sıra Türk dillerinin Uygur kökenli bir türü olan ve Farsçadan yoğun biçimde etkilenmiş olan Çağataycayı da kullanmaktaydılar. Avrupalı tarihçiler arasında Timur'un soyu tartışılmaktadır. Timur ile konuşmuş ve birebir olarak söyleşmiş bir tarihçi olan İbn Haldun, kendi kitabında Timur'u, Türk olarak tanımlamıştır. Elçi olarak Semerkand'a Timurun sarayına giden İspanyol asilzade Ruy Gonzales De Clavijo Timur'un Hayatı & Kadiz'den Semerkant'a Geziler kitabında Timur'un, Türk göçmenlerinin ırkından olup soylarıyla övünen asil bir soydan geldiğini belirtmiştir. Richard Bulliet, Barlasların Moğollukla ilgisi olmadığını söylerken Rene Grousset'de Timur'un kendi zamanında yazılan kitaplarda soyunun Cengiz'e dayandırıldığını, oysaki onun Moğollukla ilgisi olmadığını belirterek Timur'un Türk olduğunu söylemektedir. Zeki Velidi Togan'a göre Cengiz Han Türk'tür bu nedenle Timur da Cengiz ile aynı kökten olduğu için o da Türk'tür. Fransız Türkolog Jean-Paul Roux ise Timur'un Türkleşmiş bir Moğol olduğunu ileri sürmektedir. Türkiye'de Timur tarihinin önde gelen adlarından Prof. Dr. İsmail Aka, Timur ve Devleti adlı yapıtında, Timur ve Cengiz'in aynı soydan geldiklerini yazmaktadır ancak, Türk ya da Moğol olduğu konusunda bir şey söylememektedir. Ona göre Timur'un ilk evlilikleri ve kız kardeşlerinin yaptığı evlilikler onun soyunun sıradan bir yere bağlanmadığını göstermektedir. Prof. Dr. Hayrunisa Alan da Bozkırdan Cennet Bahçesine Timurlular adlı yapıtında Timur ve Cengiz'in uzak atalarının bir olduğunu belirtmektedir. Ancak, o da İsmail Aka gibi Timur'un Türk ve Moğol olduğu konusunda bir şey söylememektedir.
Emir Timur'un soyu ölümünden sonra torunu Uluğ Bey tarafından Issık Göl dolayından getirilip Semerkant'ta yazılarak, Timur'un mezarı üzerine dikilen yeşim taşı üzerinde şu biçimde kaydedilmiştir: "Emir Timur Küregan b. Emir Turagay b. Emir Berkel b. Emir İlengir b. Emir İtil b. Emir Karaçar Noyan b. Emir Suguçcin b. Emir Erdemci Barula b. Emir Kaçulay b. Emir Tummanay". Timur'un ceddi Tumanay'ın beşinci göbekten Cengiz Han'ın da atası olduğu düşünülmektedir.
Askeri ve siyasi yaşamı.
İlk yılları ve Maveraünehir'e egemen oluşu.
Çağatay Hanı Tuğluk Emir Timur 1360 yılında Maveraünnehir'e geldiği dönemde burada bulunan bazı beyler bölgeyi terk etmelerine karşın Timur akıllıca bir iş yaparak Çağatay hanına bağlılığını bildirdi. Bundan böyle, Çağatay Hanı'nın bendesi olacaktı. Karşılığında ise atalarının yurdu olan Keş ve çevresi kendisine bırakılmıştı. Yirmi dört yaşındaki Timur, Barlas boyunun başına geçmeyi başarmıştı. Timur, yeni durumunu pekiştirmek için Horasan'ın Belh kentinde bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmış, soylu yönetici Kazakhan'ın torunu Emir Hüseyin'inin yanına giderek onunla bağlaşma kurdu. Timur'un, Hüseyin'in kız kardeşi Aliye Türkanağa'yla evliliği aralarındaki ilişkiyi pekiştirdi. Timur'un Çağatay Hanına bağlılığı uzun sürmedi, çünkü bazı boy beylerinin çıkardığı kanlı bir ayaklanma sonucu, Çağatay Hanı oğlu İlyas Hoca' yı Maveraünnehir'e vali olarak atadı. Çağatay Hanı Tuğluk Timur, oğlu İlyas Hoca Oğlan'ı Maveraünehir'in yönetimine getirirken, Emir Begicek'i onun atabegliğine, Timur'u da hizmetine atamıştı. Timur, emir komuta zincirinde ikinciliğe razı olmadı. Tepki vermekte hiç gecikmedi. Timur ve Hüseyin o andan itibaren kanun kaçağı olup gizlenmek zorunda kaldılar. Ondan sonraki birkaç yıl, iki arkadaş Timur ve Hüseyin geçimlerini eşkıyalık, yol kesicilik ve paralı askerlikten sağlayarak, Asya'nın yukarı taraflarında dolaşıp durdular. Kimi dönem şansları yaver gidiyor ve hatırı sayılır bir ganimet ele geçiriyorlardı. Ancak Çağatay Hanına yerlerini belli etmemek için devamlı hareket etmek zorundaydılar. Tarihi kayıtlara göre, bir ara Timur'un maiyetinde yalnızca karısı ve bir tek adamı kalmıştı. 1362'de Horasan'a kaçarlarken Türkmenler tarafından yakalandılar ve Mahan'da karısıyla birlikte böceklerle dolu bir ahırda iki ay hapsedildikten sonra serbest bırakıldılar. Bu sırada düşman karşısında zor duruma düşen Sistan hakimi Melik Fahrenddin'in kendilerini çağırması üzerine bin kişilik bir güç ile yardıma geldiler. Kendilerini yardıma çağıran Fahreddin'in sözlerini yerine getirmemesi üzerine buradan ayrılmak isteyince Sistanlılar tarafından yolları kesildi. Timur, sağ bacağıyla sağ kolunu aksak bırakan ve düşmanlarının onu aşağılamak için kullandığı Aksak Timur takma adının esinlenildiği yarayı burada olasılıkla Afganistan'ın güneybatısında, bugün Deşt-i Mergi (Ölüm Çölü) olarak bilinen bölgenin bir yerinde aldı. Burada yapılan çarpışmada Timur'un sağ eline ok isabet ederek yaralandı. Olasılıkla ayağının sakatlanması da bu çarpışma sırasında olmuştur.
Yaralarının iyileşmesinden sonra Timur ve Hüseyin yeniden Maveraünnehir'e geldi. O dönemde, hem kendi şanını yürütmek hem Maveraünnehir'i ele geçirmek için savaş alanında kullandığı, kendi buluşu olan olağanüstü yöntemlerle ün salmaya başladı. Bir çarpışmada askerlerine, düşmanın kendininkinden kat kat üstün olan güçleri etrafındaki tepelerde yüzlerce kamp ateşi yaktırarak, onları dört bir yandan kuşatıldıklarına inandırmıştı. Düşmanları kaçarken, onları kovalayan askerlerinin eyerlerine bol yapraklı ağaç dalları bağlatmış, böylece kalkan toz duman içinde dev bir ordunun gelmekte olduğu sanısını uyandırmıştır. Bu aldatmacalar çok işe yaramıştı. Tirmiz, Belh ve Semerkant yakınlarındaki Şehrisebz kentlerini İlyas Hoca Oğlan'ın adamlarının elinden aldı. Timur ve Hüseyin uzun savaşımlardan sonra Maveraünnehir'e egemen olmuşlardı. Kurultay toplayıp, Tuva Han'ın torunlarından Kabilşah Oğlan'ı han ilan ettiler. 1365 yılında Maveraünnehir'in eski valisi İlyas Hoca bir kez daha işgale kalkışmıştı. Timur'la Hüseyin'in güçleriyle karşılaştığı zaman, ordusu Taşkent yakınlarındaydı. Moğolların üstüne çullanan Timur, üstünlüğü ele geçirdi ve biçim olarak komutanı durumunda bulunan Hüseyin'e, kendi adamlarıyla düşmanın işini bitirmesi için işaret verdi. Fakat Hüseyin geri durdu. Moğol güçleri, bu yaşamsal yanlıştan yararlanmakta geç kalmadılar; saldırıya geçip dört bir tarafta kılıçtan geçirilmedik kişi bırakmadılar. On bin kişi öldü. Timur'la Hüseyin, Ceyhun Irmağı'nı geçerek güneye doğru kaçtılar. Bu olay Hüseyin'le bağlaşma konusunda içine kuşku tohumları ekmişti. Çarpışmanın en kritik anında, bağlaşığıyla birlikte vuruşmayı reddeden Hüseyin'e karşı güveni sarsıldı. Timur, kendini ihanete uğramış sayıyordu. Ancak Emir Kazakhan'ın torunu soylu göçebe Hüseyin, resmen Timur'un üstüydü. Mir çarpışmasında uğradığı ağır kayıpların giderilmesi için Timur'un emirleri ve askerleri üzerine, ceza niteliğinde bir kafa vergisi salmıştı. Tarihi kayıtlara göre bu o kadar yüksek bir tutardı ki hiçbirinin ödemesine olanak yoktu. Timur atlarını, üstelik Hüseyin'in kardeşi olan karısı Aliye'nin altın ve gümüş kolye ve küpelerini vermek zorunda kaldı. Hüseyin, bunların aile mücevherleri olduğunu bile bile, hiç oralı olmadan hepsini aldı. Mir çarpışmasından bir yıl sonra Timur'la Hüseyin, Semerkand'ın bağımsız Serbedar yönetimini yenerek buranın yeni yöneticileri olmanın zaferini kutladılar. İki savaşçı arasındaki bağlaşma, Timur'la Hüseyin'in kardeşi Aliye'nin evlenmesi ile damgalanmıştı. Aliye'nin bu sıradaki ölümü, aileler arasındaki son bağı da kopardı. Timur 1370'te Hüseyin'in başkenti Belh'e doğru saldırıya geçti. Timur galip gelip kenti ele geçirdikten sonra Hüseyin, yakalanarak ona teslim edildi. Daha önce canını bağışlama sözü verdiği için Hüseyin'in öldürülmesini emretmeyen Timur, gene de onunla kardeşini öldürdüğü için arasında düşmanlık bulunan adamlarından Keyhüsrev'in, bu işi yapmasına engel olmamıştır. Timur, Hüseyin'in yenilgisi ve katledilmesinin ardından Cengiz Han'ın, en yüksek yönetim makamının ancak hükümdar soyundan asil kanlı bir kişiye verilebileceği töresinden hareketle, kukla ve yalnızca sözde yönetici olarak, bir Çağatay hanını başa getirdi. Bu yalnızca gelenek yerini bulsun diye yapılmıştı. Gerçek iktidar Timur'un elinde idi. İbn Arabşah, "hem yöneten hem yönetilen onun egemenliği altındaydı," diye yazar. Bu tarihte Sultanların gözünde Halifeler nasılsa o da öyleydi. Bu güç ve mevki paylaşımının aslı, oldukça gösterişli bir tahta çıkma töreniyle, tam olarak ortaya çıktı. 9 Nisan 1370'te Timur, Belh kurultayının onayıyla, Çağatay egemeni olarak taç giydi. Emir Hüseyin'in Haremi ve hazineleri de Timur'un eline geçti. Timur bunlardan dördünü kendi haremine aldı bazılarını da yanındaki ileri gelen beylere verdi. Timur'un zafer ganimetieri arasında Hüseyin'in dul eşi Saraymülk Hanım da vardı. Bu, Maveraünnehir'in son Çağatay Hanı Kazan'ın kızı ve Cengiz Han'ın soyundan gelme soylu bir kadındı. Timur, Saraymülk Hanım'ı eş olarak alıp yönetimine yasallık kazandırdı. Bu evlilik, Saray Mülk Hanım'ın han kızı olması dolayısıyla Timur'a han damadı anlamına gelen "küregen"(Gürgan) sanını taşımaya hak kazandırmıştır. Bundan böyle ve ömrünün sonuna dek, kendi adıyla çıkarttığı paralarda, Cuma hutbelerinde ve tüm törenlerde kendine, Hanlarhanı'nın damadı anlamında, Timur Gurgan dedirtti.
Harezm seferi.
Cengiz Han'a ait ülkelerin bölüşümünde Kuzey ve Batı Harezm Cuci ulusuna, Kat ve Hive Çağatay ulusuna ait idi. Timur da kukla han atayarak yönetimi ele alan bir emîr olarak Cengiz Han soyundan Suyurgatmış Han'ı tahta çıkardıktan sonra Çağatay hanedanı adına hareket etme olanağı bulmuştu. Timur, Kongurat Oymağından Tengüdey'in oğullarının elinde olan Harezm bölgesinin önemli kentleri Kat ve Hive ile ilgilenmekteydi. Buraları denetim altına alan Hüseyin Sofi'ye elçi göndererek bu iki kentin Çağatay Han'a ait olduğunu, bu yüzden burayı bırakmasını istedi. Hüseyin Sofi, Harezm'i kılıçla aldığını ve elinden yine kılıçla alınabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Timur 1371 yılında çabucak Harezm üzerine yürüdü. Ancak savaşa çıkmak üzereyken her an Timur'un yanında bulunan Mevlana Celaleddin Keşşi adındaki bir derviş, Sofu'ya gidip dökülmemesi için öğütte bulunmak ve Timur ile uzlaşmasını rica etme önerisinde bulundu. Timur bunu kabul etti ve onu elçi olarak Harezm'e gönerdi. Ancak Hüseyin Sofi, elçi olarak gelen Mevlana Celaleddin Keşşi'nin öğütlerini dinlemeyrek onu hapsettirdi. Bunun üzerine Timur, Harezm'i kuşattı ve Kat kalesini ele geçirdi. Yapılan savaş sonucunda üzüntüsünden ölen Hüseyin Sofinin yerini alan kardeşi Yusuf Sofi, Timur'a itaat ettiği gibi, Özbek Han soyundan olan ve Hanzade diye ünlü olan Süyün Bek Hanım ile Timur'un büyük oğlu Mirza Cihangîr'e vermeye söz vermişti. Ancak Yusuf Sofinin sözünde durmaması üzerine Timur, yeniden Harezm üzerine yürümek zorunda kaldı. Yusuf Sofi bu kez de çeyizlerin hazırlanmakta olduğu gerekçesiyle af dileyerek 1374 yılında Süyün Bek Hanım'ı Semerkand'a gönderdi. Bu evlilik ile Timur kendisinden sonra oğlunu da Cengiz soyundan bir hanımla evlendirerek hanedana damat etmiş oldu. Hanzade Süyün Bek Hanım, Timur'un ileride veliaht olarak göstereceği Muhammed Sultan'ı doğurmuştur.
1379 yılında Harezm sorunu yeniden patlak verdi. Harezm egemeni Yusuf Sofi Timur'un doğu ile uğraşmasından yararlanmak istemiş ve Buhara tarafına asker göndermişti. Timur bir elçi gönderdiyse de Yûsuf Sofi bu elçiyi de yakalatmıştı. Timur, Yusuf Sofi'yi 3 ay kuşatma altında tuttu. Yusuf Sofi'nin rahatsızlanarak ölmesi ve yerine geçen Süleyman Sofi ile anlaşma sağlanması üzerine sefer sona erdi. Böylece Harezm bölgesi Timur'a bağlanmış oldu, ancak bir süre sonra Toktamış'ın etkisi ile ile bu bölgede egemen olan Sufî ailesi yeniden Timur'a karşı geldi. Sufi ailesinin de içinde olduğu Kongurat oymağı Harezm'de egemen olan boydu. Bu boy Altın Orda'ya daha yakın bir boydu. Toktamış'ın annesi bu boya bağlıydı. Bu boya bağlı emirler Altın Orda'da etkili emîrlerdi. Üstelik Ali Bey Kongrat, Toktamış Han'ın baş beyi idi. Timur 1371–1379 arasında düzenlediği dört seferle Harezm bölgesini egemenliği altına almıştı. Ancak Sofi ailesini ve Kongratları tam anlamıyla kendine bağladığı söylenemez. Kongratlar, Toktamış'ın Altın Orda devletinin toparlamasından sonra ona yönelmişlerdi. Süleyman Sofi'nin Toktamış'ın tarafına geçmesi bardağı taşıran son damla oldu. Böylece 1388'de Timur beşinci kez çöl yolundan Harezm'e yürüdü. Bunun üzerine Süleyman Sofi, Toktamış'ın yanına kaçtı. Harezm'i işgal eden Timur, öfke ile halkın Semerkand'a sürülmesini, Ürgenç'in de yıkıp yerine arpa ekilmesini emretti. Ancak üç yıl sonra kentin yeniden bayındırlığı için emir verdi.
Horasan Seferleri.
Timur, Harezm sorunu çözümlendikten sonra İran'ın parçalanmış durumunu düzeltmek için buraya yöneldi. O dönemde İran'da şu devletler vardı. Herat merkez olmak üzere Horasan'da Kert Hanedanı (1245–1383); merkezi Sebzvar olmak üzere Horasan'ın batı tarafında Serbedârlılar; merkezi Cürcan olmak üzere Astarabad, Bistam, Damgan ve Simnan yöresinde Toga Timurlular; merkezi Şiraz olmak üzere Fars ve Kirman taraflarında Muzafferîler (1294–1393); merkezi Bağdad olmak üzere Irak-ı Arab, Irak-ı Acem ve Azerbaycan bölgelerinde ise Celayirliler (1336–1432) egemenlik sürüyordu. Bunlar arasında sürekli çekişmeler yaşanıyordu. Timur Kert'lerden başlayarak bütün bunları egemenliği altına aldı.
Timur 1380 yılında Kert'lerin elinde bulunan Herat'ı ele geçirdi. Daha sonra Horasan'ın batısına egemen olan Serbedarlılar'ın başkenti Sebzvar'ı ele geçirdi. 1381'de ise Emir Veli yönetimindeki Toga Timurlular'ın üzerine yürüdü ve İsferayin'i ele geçirerek Astarabad'a kadar ilerledi. Emir Veli, Timur'un ordusu ayrıldıktan sonra ülkesine yeniden egemen oldu ancak 1384'te Timur'un ordusu yeniden gelince Azerbaycan taraflarına kaçtı ve ülkesi tümüyle Timur'un topraklarına katıldı.
Üç yıllık sefer.
Timur, Horasan seferleri sırasında İran'ın durumunu daha yakından görüp 1386'da bu ülkeyi tümüyle ele geçirmeye karar vererek Semerkant'tan harekete geçti. Hac kervanlarına hücum ettiği bahanesiyle Luristan egemeni Melik İzzeddin'i ele geçirip oğullarıyla birlikte Semerkant'a gönderdi. Buradan Azerbaycan'a yöneldi. Bağdat egemeni Sultan Ahmet Celayir'in Tebriz'e ilerlemekte olduğu haberini almştı ancak Sultan Ahmet Celayir, Timur'un üzerine geldiğini duyunca Bağdat'a geri döndüğünden Tebriz Timur tarafından kolayca ele geçirildi. Yazı Tebriz'de geçiren Timur baharda Gürcüler üzerine gaza amacıyla sefer düzenledi. Nahcivan yakınlarında Ziyaülmülk-Köprüsünü geçen Timur, Iğdır'ın kuzey-batısında ve Kağızman'ın doğusundaki Sürmeli Kalesi'ni aldı ve kalenin Tuman/Tutan adlı egemenini tutsak etti. Bu olaydan sonra Kars Kale ve Hisarın'na gelip çevre ve dolayını alan Timur, Kars Kalesi valisi olan Firuzbaht'ı boyun eğdirip, Akbuğra'nın yukarısına geldi. Kar ve yağmur mevsimi olduğundan buradan da ayrılıp Kitu-Zerşat-Çıldır-Akılkelek yoluyla Tiflis önlerine geldi. Timur, Tiflis'i ele geçirip Şirvan taraflarını da kendine bağladıktan sonra kışlamak için Karabağ'a geldi. Timur Gürcistan'a düzenlediği seferlerinde Müslüman olan Gürcüleri özgür bırakmış ve onları bu davranışlarından dolayı çeşitli biçimlerde ödüllendirmiştir.
1387 yılı baharında Nahcivan'dan hareketle Karakoyunluların üzerine yürüdü. Timur hacı kafileleri ve ticaret kervanlarına saldıran Karakoyunlu Kara Mehmed'i yakalamak için Korug-Argun'a gelip, ağırlığın Aladağ (Ağrıdağ) da durmalarını emretti; ve kendisi oradan askerleriyle hareketle Aydın Kalesi'de denilen bugünkü Doğu Beyazıt'ı ele geçirdikten sonra Kara Mehmed'in oğullarından Mısır Hoca'nın elinde bulunan Erzurum'un güney-doğusundaki Avnik Kalesi'ne erişti. Timur bu kalenin ele geçirilmesine girişmeyerek Avnik önünden hızla Erzurum'a varıp bu kenti 1 Temmuz 1387 aldıktan sonra Çapakçur'a geçip sağdan Murat Nehri'ne karışan suya gelip indi. Burada Erzincan yöneticisi Taharten'in elçisini kabul ederek, oradan Muş bölgesine hareket ile ili ele geçirerek Ahlat'a geldi. Ahlat'ı ve sonra Adilcevaz'ı aldıktan sonra Timur, ağırlığın bulunduğu Aladağ'a yöneldi ve burada Abaka Sarayı çayırlığında biraz oturup, yeniden Van Gölü havzasına inerek, yirmi günlük bir kuşatmadan sonra Van kalesini aldı. Timur'un Karakoyunlu topraklarındaki bu harekâtı üzerine Türkmenler süratle çekilerek Çapakçur dolayına gelmişlerdi. Burada geçitleri tutan Türkmenler, Timur'un gönderdiği güçleri ağır bir yenilgiye uğrattılar.
Kara Mehmed'i ele geçiremeyeceğini anlayan Timur, İran'a dönmeye karar verdi. Meraga yakınlarına geldiğinde Muzafferiler'den Zeynelabidin'e adamlar göndererek babası Şah Şuca'nın ölmeden önce gönderdiği bir mektupta onu kendisine emanet ettiğini dolayısıyla yanına gelmesini istedi. Zeynelabidin bu davete aldırmadığı gibi Timur'un gönderdiği adamlara da dönme izni vermedi. Bunun üzerine Timur 1387 sonbaharında Hamedan üzerinden İsfahan önlerine geldi ve burayı ele geçirdi. İsfahan'da önce yörenin önde gelenleri, Seyyidler, alimler, Timur'u karşılamaya çıktılar ve kent halkının güvenliğ karşılığında mal vermeleri kararlaştırıldı. Kentin ileri gelenleri orduda alıkondu, Timur Melik ile Mehmed b. Sultan Şah bu malı toplamak için kente gittiler. Kentden bir grup şehre giren askerlere saldırarak hepsini öldürdüler. Timur, Isfahanlılar isyan edince kente yeniden döndü ve yedi yaşından küçük çocukları ailelerinden ayırtarak bir araya topladı. Daha sonra bu yedi bin çocuğu ailelerinin gözleri önünde saatlerce atlılara ezdirerek katletti ve kafalarını vücutlarından ayırdı. Kentin yarısını dolaşmış olan tarihçi Hafız Ebu her biri 1500 kelleden 28 kule saydığını yazmaktadır. Timur İsfahan'ı ele geçirdikten sonra Aralık 1387'de Şiraz'a yöneldi. Bu sırada Zeynelabidin'in Şuşter'e kaçmış olması nedeniyle kenti kolayca ele geçirdi. Onun Şiraz'da olduğu sırada Toktamış'ın karşı gelerek asker gönderdiği ve Semerkand tarafında karışıklık olduğu haberi ulaştı. Bunun üzerine Timur Semerkand'a döndü.
Toktamış ile Savaşımı ve Altın Orda üzerine sefer.
Timur'un Kuzey İran ve Azerbaycan'ı ele geçirmesi, önceden Cuci ulusu ile İlhanlılar arasında olduğu gibi bölgede çatışmaların yeniden başlamasına yol açtı. Timur'un desteğiyle Altın Orda'da egemenliği ele geçiren Toktamış Han ona karşı gelmeye başladı. Her ikisinin de varsıl Azerbaycan'ı kendi istekleriyle terk etmeyeceği açıktı. Toktamış Han, Kahire'ye Memlük sultanına bir elçilik heyeti yollayıp Timur'un İran'da güçlenmesi olasılığına karşı onunla bağlaşma hazırlığına girişti. Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin soyundan gelen Toktamış, Altın Orda hükümdarı Urus Han, babasını öldürtünce Semerkand'a giderek 1375'te Timur'a sığınmıştı. Timur'dan sağladığı destekle 1375'ten başlayarak Doğu Deşt-i Kıpçak'a egemen olup 1378'de Altın Orda Devleti'nin egemenliğini ele geçirdi. Bu konuma yükselince, Timur'un kendisine yapmış olduğu tüm yardımları unuttuğu gibi, onu bir bakıma küçümsemeye başladı. Bu başarılardan sonra Altın Orda Devleti'ni eski sınırlarına kavuşturmak amacıyla Timur'a bağlı bulunan Harezm'i geri istedi. Bu isteği Timurla aralarının açılmasına neden oldu. 1387'de yağma amacıyla Timur'un egemenlik sınırları içindeki Azerbaycan'a girmekten çekinmedi ardından aynı yıl Timur'un çıktığı batı seferinden yararlanarak onun oğlu Ömer Şeyh'i yenip tüm Maveraünnehir'i acımasızca yağmaladı.
Timur, Toktamış üzerine yürümeden önce Harezm'e yürümüştü Toktamış'ın en önemli destekçileri olan bu Kongratlar'a bir darbe vurduğu gibi önemli bir muhalifini de ortadan kaldırmıştı. Timur, 1390 yılında Semerkant'tan Deşt-i Kıpçak'a gitmek üzere harekete geçti. Otrar yakınlarında Karaasman sınırına ulaştıklarında Toktamış Han'ın elçileri geldi. Görüşmede elçiler Toktamış'ın af dileyen mesajını ilettiler. Timur elçilere, Toktamış'tan iyi bir davranış görmediğini, ona güvenmediğini belirtti. Timur güvenlik gereği elçiyi tutuklattıktan sonra 22 Şubat 1391'de harekete geçti. Timur çok büyük bir uzaklığı kat etmiş, bu arada ordusunda çıkan kaygı verici boyutlara ulaşan açlık ve susuzluk sorunlarını aşmış, sonunda Toktamış'ın ordusu ile 20 Haziran 1391'de Kunduzca bölgesinde karşılaşmayı başarmıştı. Timur ordusunu alışılmış üçlü sistemden (merkez, sağ, sol) değişik olarak 7 kol düzenine göre düzenledi. Çok çetin geçen savaşın sonunda Toktamış'ın ordusu bozulmuş, yenilen Toktamış kaçmayı başarmıştı. Toktamış Han'ın, Timur'u Deşt-i Kıpçak derinliklerinde ordusuyla birlikte yok etme yöntemi tutmamıştı.
Beş yıllık sefer.
İran'da Muzafferîler hanedanına son verilmesi.
Toktamış'a karşı sefer sırasında İran'daki bazı yerli egemenlerin yokluğundan yararlanarak Timur'a yüz çevirmeleri üzerine Timur adamlarını bölgeye göndererek asker toplamalarını ve savaş ilan etmelerini istedi kendisi de 1392 yılının Haziran ayında hareket ederek Buhara'ya geldi. Buradan Ceyhun ırmağını geçerek Mazenderan'a gelen Timur, buranın kendisine bağlılıktan ayrılan egemenlerini baş eğmek zorunda bıraktı. Buradan Güney İran'a Fars bölgesine gelen Timur, Muzafferîler üzerine yürüdü. Şah Mansûr'un Timur'un egemenliğini tanımayarak Şiraz'a kapanması üzerine 1393 yılının Mart ayında onun üzerine yüründü. Şah Mansûr büyük bir yenilgiye uğrayıp kaçarken yakalanıp tüm hanedan üyeleriyle birlikte öldürüldü ve ülkesi Mirza Şeyh Ömer'e verildi.
Bağdad'ın Fethi.
Mazenderan ve Fars'ı ele geçirdikten sonra Bağdat'da Celayirlilerin son temsilcisi olan Sultan Ahmed Celâyir'e elçi ile birlikte değerli armağanlar göndererek egemenliğini tanımasını istedi. Ancak Sultan Ahmet Celâyir'in Timur'un hizmetine giremeyeceğini belirtmesi üzerine Timur, 22 Ağustos 1393'te Bağdat üzerine yürüdü. 12 Eylül 1393'te Bağdat'a ulaştı. Sultan Ahmed Celâyir, Dicle'yi geçtikten sonra köprüyü yaktırmış ve savaş düzeni almıştı. Ancak Timur'dan korkan Sultan Ahmed Celâyir, Timur'a karşı koyacak gücü kendisinde de göremediğinden Şam'a yönelip oradan da Memluk Sultanlığı'na sığındı. Bağdat'a giren Emir Timur, Sultan Ahmet Celâyir'den geriye kalan her şeye el koydu. İbn Tagrîbirdî, Timur'un Bağdat'ta, her askerinin kendisine bir insan kafası getirmesini emrettiğini, kendisine getirilen yaklaşık 100.000 insan kafasından 120 tane kule yaptırdığını ve kentte ırmak gibi kıpkırmızı kan aktığını aktarır. İbn Kâdı Şuhbe ise Timur'un, herkes bir kelle getirsin emri üzerine adamları, önlerine çıkan herkesin kentte kesecek kimse kalmayınca yanlarındaki tutsakların kafasını da kesmeye başladıklarını ve kendisine 800.000 kelle getirerek bunlardan 40 tane kule yaptıklarını, Timur da bunların karşısına geçerek; "Selam olsun size, ey şehitler topluluğu! Sizin şehadet katına ulaşmanıza biz beden olduk, bunun için kıyamet günü bize şefaat etmeyi sakın unutmayın" dediğini aktarmıştır.
Timur'a karşı Memluk, Osmanlı, Altın Orda ve Kadı Burhaneddin ittifakının kurulması.
Timur Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Erzincan Emiri, Akkoyunlu ve Karakoyunlu beyleri ile Sivas-Kayseri hakimi Kadı Burhaneddin'e haber göndererek itaat etmelerini istemiş Bağdat sultanı'na da kalabalık bir elçi heyeti göndermiştir. Ancak cavapları beklemeden harekâtına devam edip Musul, Mardin ve Diyarbakır'ı zaptedip Van gölünün kuzeyindeki Aladağ'a gelmiştir. Burada iken Erzincan Emiri Taharten yanına gelerek bağlılığını bildirmiştir. Memluk Sultanı Timur'un elçilerini öldürerek karşılık vermişti. Bunun üzerine Timur Suriye'ye yürüme kararı aldı. Ancak Kadı Burhaneddin'in çabalarıyla Yıldırım Bayezid, Berkuk, Toktamış ve Kadı Burhaneddin arasında bir ittifak kurulmuştu. Bu sırada Erzurum'a kadar gelmiş olan Timur Anadolu'da Güneyden Memlükler, Kuzeyden ise Altın Orda kuvvetleri arasında kalacağını hesap edip birdenbire geri dönme kararı alıp Toktamış'ın üzerine yürüdü.
Terek Savaşı ve Toktamış'ın yenilgiye uğratılması.
1391'de Kunduzca savaşında aldığı mağlubiyete rağmen Deşt-i Kıpçak'taki gücünü koruyan Toktamış, Memluk sultanı Berkuk'a elçiler göndererek Timur'a karşı onunla ittifak kurmuştu. Öcünü almak için Timur'un Mardin ve Diyarbakır bölgesinde bulunduğu bir sırada Derbend üzerinden Şirvan'a bir baskın yaparak tüm halkını kılıçtan geçirdi kenti yağmalatıp, yakıp yıktı. Gürcistan'daki fetihlerden sonra hazırlıklarını tamamlayan Timur, 1395 yılı Şubat ayında Toktamış üzerine hareket emri verdi. Toktamış'ı kesin olarak ortadan kaldırmak amacıyla harekete geçen Timur'un ordusu Toktamış'ın ordusu ile 1395'te Terek Irmağı kıyısında karşı karşıya geldi. Timur, üç günde ordusunu çember haline getirip çember daraldıkça açlık karşısında ordusuna büyük bir av ve moral sağladı. Timur, Terek nehri karşısında üç gün karşılıklı aşağı yukarı hareket eden ordusundaki kadınlara asker kıyafeti giydirip aşağı doğru hareket ettirdi erkekler ise yukarı kesimden karşıya geçerek karşıya geçerek Toktamış askerlerini korkunç biçimde yenilgiye uğratıp perişan etti. Timur, Toktamış'ı bir kez daha yenilgiye uğratmışsa da onu ele geçirememişti. Buna üzülen Timur, Toktamış'ın yeniden kuvvet toplayarak üzerine gelmesini engellemek için, Özü (Dinyeper)ırmağı taraflarına yürüyerek Toktamış ile birlikte hareket eden kabileleri yağmalamış, onları Balkanlara doğru sürmüştür. Timur ileri harekâtına devamla Astrahan ve Saray Berke'nin üzerine yürümüş, ciddi bir mukavemet görmeden buraları da ele geçirmiştir. Bu seferiyle Timur, Altın Ordu Hanlığı'na çok büyük bir darbe indirerek Altın Ordu'nun bütün gücünü hemen tamamen yok etmiştir.
Hindistan seferi.
Beş yıllık seferden dönüşte Timur, Çin üzerine bir sefer yapmayı düşünüyordu hatta hazırlık yapma maksadıyla Muhammed Sultan'ı doğuya göndermiş bulunuyordu. Onun bu sırada niçin birdenbire fikrini değiştirip Hindistan üzerine gitmeye karar verdiği açık değildir. Fakat bu seferi daha sonra yapmayı tasarladığı seferlerine maddi kaynak sağlamak için yapmış olma ihtimali yüksektir.
Kafirlere cihad adı verdiği seferine 1398 yılı Mart ayında Semerkand'tan hareket ederek başladı. Sultan Firuzşah'ın ölümünden sonra birtakım kişilerin yoldan çıkarak ahaliye zulmettiklerini duyan Emir Timur bu yolsuzlukları kaldırmak için Delhi havalisine gitti. 17 Aralık 1398 günü Savaş düzeni alan ordu Firuzşah'ın torunu olan Sultan Mahmud'un 10.000 atlı ve 40.000 piyadeden oluşan mükemmel donanımlı ordusu ile karşılaştı. Delhi Sultanının asıl güvendiği 120 adet iri fildi. Her file zırh geçirip, sırtındaki kulelere beşer adet nişancı okçu koymuşlardı. Gerçi bu ordu Timur'un ordusu karşısında sayıca üstün değildi ancak Timur'un ordusundan bazıları fillerin heybetinden korkuya kapılmışlardı. Bu yüzden Timur, fillerden kurtulmak için bir hile düşündü. 500 hörgüçlü deve toplanmasını, fitiller sarılmış kamışlar ve yağlanıp ısıtılmış pamuklar yüklenip iki ordu karşı karşıya geldiğinde atların önüne sürülmesini emretti. İki ordu karşı karşıya geldiğinde, Timur develerin sırtına yüklenen pamukları ve diğer yükleri ateşe verdirip fillerin üzerine sürülmesini emretti. Develer ateşin sıcaklığını hissedince fillere doğru koşmaya başladılar. Filler alevler içinde kendilerine doğru koşan develeri görünce bu hayvanlardan korkarak sırtındaki sürücüleri yere atıp ayakları altında ezip, boyunlarını kırarak kaçmışlar ve karşılarına çıkan piyadeleri de çiğneyip geçmişlerdir. Bunun üzerine Hindular dayanamayıp kaçtılar.
Sultan Mahmud ve Molu Han az bir askerle muharebe meydanından çıkarak şehre kaçtılar. Sultan Mahmut ve Molu Han perişan bir halde şehre geldiler. Emir Timur öğle vakti Delhi'ye yetişti fakat akşama kadar orada kaldı. Sultan Mahmut ve Molu Han, Toğan Han şehrin güney tarafındaki büyük kapıdan gece kaçtılar. Timur'un askerleri ateşe tapan Hinduları Timur, Ganj nehrine kadar takip etti. Ganj kıyılarında kafaları vurulduğunda nehrin kıpkırmızı kesildiği rivayet edilmektedir. Şehirde bulunan Seyidlerin, büyüklerin, kadıların ve eşrafın gelip Timur'un huzuruna çıkmalarına izin verildi. Molu Han'ın naibi olan Fazlullah-ı Belhî de bunlar arasında idi. Seyidler ve alimler Emirler aman için ricada bulundular. Timur, Mevlena Nasırüddin Ömer'in şehre girmelerini kendisi adına okunacak hutbeyi süslemesini emretti. Timur adına muhteşem bir hutbe tertip ettiler. Delhi'de Timur için şahane meclisler tertip ettiler. Timur'un her seferden sonra yaptığı gibi tertip ettiği av eğlencesinde aslanlar, kaplanlar, gergedanlar, mavi geyikler, tavus kuşları ve papağanlar avlandı. Esrarlı Keşmir vadisine inildiğinde bölgenin güzelliği ve zenginliği karşısında hayretini gizleyemeyen Timur bütün putperest mabedlerini yerle bir ettirdi. Timur'un zaferini anlatmak için yazdırdığı fetihnameleri götürecek olan filler on sıra meydana getiriyordu. Sanatkarlar, ressamlar, mimarlar eserlerini Timur'un başkentinde meydana getirsin diye sürüler halinde Semerkant'a götürüldü. Bunlar arasında bulunan birçok taş yontucuları ve duvarcılar seferin başarıyla tamamlanması şerefine Semerkant'ta yapılacak olan Cami-i Kebir'in inşasıda çalışmaları için Timur'un komutanları arasında pay edildi. Bu abidenin inşasında kullanılmak üzere oyma nakışlarla nakışlanmış birçok taşlar ve Hinduların mabedlerindeki eşyalar Semerkant'a nakledildi. On iki ay süren seferin ardından Semerkand'a ulaşan Timur bir süre burada kaldıktan sonra tekrar batıya yürüdü.
Yedi yıllık sefer 1399-1404.
Timur'un 1399 yılında tekrar harekete geçmesinin nedeni, Azerbaycan tarafından özellikle Mîrânşâh ile ilgili pek hoş olmayan haberler alması idi. Horasan valiliğinden sonra 1393 yılında Hülagü Han tahtına tayin edilen ve Azerbaycan ve ona bağlı yerlerin idaresine getirilen Mîrânşâh, Hint seferine katılmamıştı. O, 1395–1396 yılı sonbaharında Hoy civarında attan düşmüş, fiziksel olarak sağlığına kavuştuysa da garip davranışlarda bulunmaya başlamıştı. Bu attan düşme hadisesinden sonra doktorların bütün çabasına rağmen, fiziksel olarak iyileşti ise de, tam olarak sıhhatine kavuşamamıştı. İran ve Azerbaycan'da idarede gevşekliğin baş gösterdiğine, devlet malının çarçur edildiğine dair haberler de gelmekte idi.
Bu durum üzerine Timur Hint seferinden dönüşünden 4 ay geçmiş olmasına rağmen yeni bir sefere çıktı. Yedi Yıllık Sefer diye isimlendirilse de bu seferin süresi 5 yıldır ve Timur'un en büyük seferidir. Mîrânşâh'ın kendisine bırakılan bölgede asayişi sağlayamamasının Timur'un bu son Ön Asya seferinin sebebini oluşturduğu bütün kaynakların ortak görüşüdür. Ancak Timur'un özellikle Toktamış'ı yendikten sonra Samur Irmağı kıyısından Yıldırım Bayezid'e mektup yazdığı zaman, "Çerkez oğlancığı" diye andığı Berkuk'un ve Çerkes oğlancığı ile dostluk halinde bulunan "Sivas kadıcığı" diye andığı Kadı Burhaneddin'e haddini bildirmekten söz etmişti. Hatta Bayezid'e tekrar geleceğini bildiriyordu. Mîrânşâh meselesi yüzünden belki bu geliş biraz hızlanmıştı. Kafkasların güneyindeki Gürcü ve Ermenilerin etrafa saldırdıkları, Mîrânşâh'ın idaredeki zaafı ve garip davranışları haberi gelince Timur hemen bölgeye yöneldi. 1399–1400 yılı kışını Karabağ'da geçiren Timur bu esnada Azerbaycan, Gürcistan ve Irak'ta bazı sindirme faaliyetlerinde bulunarak Bingöl'e geldi. Artık Suriye ve Anadolu'yu ele geçirmek için ciddî bir engel kalmamıştı.
Sivas'ın Timur tarafından alınışı.
Timur ile Bayezid arasındaki başlıca problemlerden biri Erzincan Emîri Taharten meselesidir. Taharten daha Timur'un Ön Asya'ya ilk seferinden itibâren onun hâkimiyetini tanımıştı. Bayezid 1399'da başta Malatya olmak üzere Kâhta, Divriği, Behisni, Dârende kalelerini topraklarına katmıştı. Bu şekilde Fırat'a kadar olan yerler Osmanlıların eline geçmişti. Anadolu siyâsî birliğinin sağlanması için sıra Fırat'ın doğusundaki Harput, Diyarbakır bölgeleri ile Erzincan ve Erzurum'a gelmişti. Yıldırım Bayezid, Erzincan Emîrine kendisine itaat etmesini bildirmişti. Erzincan Emîri Taharten, Bayezid'e vergi vermeyi kabul etmiş, ancak Kemah'ı Osmanlılara vermeyeceğini söylemişti. Bunun yalnızca bir oyalama siyaseti olduğu anlaşılmaktadır. Taharten eskiden beri hakimiyetini tanıdığı Timur'a Bayezid'in isteklerini bildirmiş ve şikayette bulunmuştu.
Timur, Taharten'i huzuruna kabûl ettikten 2 gün sonra Sivas şehrine geldi. Timur'un ordusunun rehberliğini Akkoyunlu beyi Kara Yölük ile Taharten yapıyordu. Sivas şehri yüksek surlarla çevriliydi. Güney tarafında kaynak sularla beslenen bir hendek vardı. Hisarın bu tarafında delik açmak mümkün değilken batı tarafı bu iş için uygun bulunmuş ve hisar kuşatmaya alınmıştır. Lağımlar kazılmış ve şehir halkı bunu geç fark etmiştir. Osmanlı tarihçisi İbn-i Kemal, Timur'un askerlerinin hiç durmadan adeta yiyip içmeden sabahtan akşama çalıştıklarını ifade etmektedir. Lağım kazma faaliyetleri sonuç vermiş ve şehirdekiler kalenin düşeceğini anlayınca kale muhafızı Mustafa kaleyi teslim etmek zorunda kalmıştı. Timur Sivas'ı kan dökmeyeceğine söz vererek teslim almasına rağmen 3-4 bin Ermeni'yi kazdırdığı büyük çukurlara gömmek suretiyle öldürtüp "İşte sözümü tuttum!Bir tanesinin bile kanını dökmedim." demiştir. Timur Sivas'ta bakım evlerinde bulunan cüzzamlıları Türkistan'da bilinmeyen bir hastalık olduğundan askerleri arasında yayılmaması için imha etti. Sivas'ı savunan Bayezid'in oğlu birkaç gün canlı olarak muhafaza edildikten sonra öldürüldü.
Timur Sivas'ı aldıktan sonra fazla ilerlemedi ve Suriye istikametine yöneldi. Sivas'ı almasına rağmen Malatya henüz Osmanlıların elindeydi. Arkasında kendisine ait olmayan yerler bırakmak istemeyen Timur dönüp Malatya'yı almış ve daha sonra güneye inmiştir. Timur Sivas ve Malatya'yı almakla Yıldırım'a gözdağı verip kendisine boyun eğeceğini tahmîn etmiş olmalıdır. Nitekim Timur Sivas'ı aldıktan sonra Yıldırım Bayezid'e yazdığı mektûbda Sivas hâdisesinden ders alıp sulh yoluna girmesini, kendisinin İlhanlı neslinden geldiğini, küçüğün büyüğe itaatinin vâcib olduğunu yazmıştır. Ayrıca Haleb Nâibine gönderdiği mektûbda da "Osmanoğlu denen bu çocuğun edebinin kıtlığını duyup kulağını çekmek istedik ve onun ülkelerinden Sivas ve diğer yerlerde onun vaziyyeti hakkında sizin de duyduğunuz şeyler yaptık" demekteydi.
Timur ile Yıldırım Bayezid arasındaki çekişmede Sivas'ın Timur tarafından alınması önemli bir noktadır. Bu şekilde Timur ilk kez Osmanlı hâkimiyetindeki bir bölgeyi ele geçirmiş olmaktadır. Sivas'ın zabtı ile Yıldırım Bâyezîd durumun ciddîyetini anlamış olmalıdır. Bayezid, bu haber kendisine ulaştıktan sonra İstanbul kuşatmasına son verip Anadolu'ya geçti.
Kara Yusuf ve Ahmet Celayir'in Yıldırım Bayezid'e sığınması.
Timur'un Sivas'a yürümesi habberini alınca Karakoyunlular'ın hükümdarı Kara Yusuf ve Bağdat Hükümdarı Sultan Ahmed Celayir Timur'un Suriye'ye de inerek yollarını kapatacağını düşünerek ikisi birlikte Mısır'a sığınmayı karar kıldılar. Yedi bin asker ile birlikte Fırat'ı geçip Memluk Sultanı Ferec'e kendilerini sığınma talebini bildirmek için bir elçi gönderdiler. Bu arada Halep'te yaklaştıkları sırada şehrin valisi Demirtaş mültecilerin yolunu kesti ve daha ileriye gitmelerine engel olmak istedi. Demirtaş onların mektupla Suriye'ye girmek için ricada bulunmalarına rağmen Hama Naibi Dokmak'ı da yanına alarak onlara karşı çıktı. Halep önünde yapılan savaşta Demirtaş bozguna uğradı. Haleb naibi öldü, Hama ve Birecik naibleri esir düştüler. Kara Yusuf ile Sultan Ahmed, Ferec'e bu duruma Haleb naibinin sebep olduğunu, kendilerinin sadece canlarını kurtarmak için savaştıklarını bildirdiler. Bu hadise sebebiyle Memluk devletine sığınma ümitlerini kaybedip Yıldırım Bayezid'e sığınmaya karar verdiler.
Timur'un Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Berkuk'a gönderdiği elçi öldürülmüş, Kara Yusuf tarafından tutsak alınan Avnik hakimi Atlamış da Kahire'ye gönderilerek orada hapsedilmişti. Bunun üzerine Timur, henüz tahta geçmiş olan Ferec'e elçiler göndererek Atlamış'ın geri verilmesini istedi ancak elçiler Haleb'e varır varmaz hapsedildier. Daha Sonra Timur Ferec'e bir mektub yazarak Atlamış'ı teslim etmesini ancak o zaman elçisini öldürmesi hadisesini affedeceğini bildirdi.
Behisti Kuşatması.
Timur bu sırada Malatya'da bulunurken Şahruh" ileri gelen Emir ve Komutanlarla Behisti kalesinin etrafını kuşattılar. Bu kale o yüksek bir dağ üzerinde bina edilmiş ve etrafında surlar yapılmış, bir kapı kanadı ve hisar ile tahkim olunmuştu. Kalenin ortasına döner bir mancınık konmuştu. Emir Timur kalenin etrafının Emirlere taksimini buyurduktan sonra" Kale içinden mancınıkla otağa taş atıldı. Timur derhal kuşatma aletlerinin hazırlanmasını emretti. Askerler kaleyi çember içine alıp çarpışmaya başladılar. Yirmi mancınık kurulmuştu. Mancınıklardan birini Timur'un otağına taş atan mancınığın tam karşına kurmuşlardı. Bu mancınıkla atılan ilk taş, Timur'un şansından olsa gerek ki, Timur'a ateş eden mancınığın koluna isabet edip parçaladı. Bu sırada Mirza Rüstem Fars ordusuyla gelip ana orduya katıldı. Timur'un huzuruna çıktı ve birçok hediye takdim etti. Timur onu kucaklayıp bağrına bastı. Diğer yandan lağımcılar hisar duvarının dibine bir delik açtılar. Bir yandan da mancınıklarla kaleyi dövmeye devam ettiler. Kalenin Beyi Mukbil durumun vahametini anlayınca Timur'a adam göndererek bir rivayete göre şunları söylemiştir. "Korktuğum için dışarı çıkamıyorum. Bu bendenizi affedip canımı bağışlayacağınızı ümit ediyorum". Rivayet Yezdiden'dir adam gönderildiği kesindir fakat adamın ne dediği kesin değildir.
Rivayette Timur'a gelen adama cevaben Timur şunları söyler:
"Kaleyi aldıktan sonra onu serbest bırakacağız. Eğer şimdi bu kale kapısından geri dönersek, millet sanır ki kaleyi alamadığımız için geri döndük."
27 Eylül 1400 tarihinde lağımların ateşlenmesi emredildi. Lağımlar ateşlendikten sonra burçlar-kuleler yıkılmaya başladı. Kale halkı bunu görünce korkuya kapıldı. Mukbil'in adamları telaş içinde oraya buraya kaçıştılar. O sırada kaledeki kadılar ve önde gelen kişiler hediyeler hazırlayıp Şahruh'u barış için aracı yaptılar. Timur, Şahruh'un hatrına Mukbil'i bağışladı. Gelenler hayır duasında bulunarak kaleye döndüler ve hutbeyi Timur adına okutup onun adına sikke bastılar.
Antep'in Fethi.
Timur bu meseleden de galip ayrıldıktan sonra ilerleyerek Antep tarafında doğru ilerledi. Şehirde bulunan aklı başında ileri gelen adamlar şehri terk etmişlerdi bile. Yalnız bazı kimseler savunma için hisarın içine girmişlerdi. Bu hisar hakikatten sağlamdı. Timur kale önüne geldiğinde, önde gelen kişiler kaçıp gitmiş, içeride yalnızca sıradan insanlar kalmıştı. Bu yüzden hiç direnmeden kaleyi teslim ettiler ve böylece kale ele geçirilmiş oldu. Kalede bol miktarda yiyecek vardı. Dolayısıyla askerler ihtiyaçlarını rahatlıkla karşıladılar. Şami, askerlerin şehrin ahalisini kılıçtan geçirdiklerini ancak bazılarına merhamet ederek affettiklerini. Binaları evlerini yıkıp yerle bir ettikten sonra Haleb tarafına teveccüh ettiklerini aktarır.
Haleb'in Fethi.
Timur Behisni ve Antep'i aldıktan sonra Halep önlerine vardı ve 28 Ekim 1400'de Halep yakınlarında bir yerde karargahını kurdu. Timur'un Halep'e yaklaştığı sıralarda Halep beylerbeyi Timurtaş hemen Mısır'a çapar göndererek durumu bildirdi ve Memluk Sultanı haberi alınca Şam'daki orduların da Halep'te toplanmalarını emretti. Çevre beylerin askerleriyle yardıma gelmeleri sayesinde kalabalık bir ordu kurulmuş oldu. Beylerin toplanmasından sonra Timurtaş toplantı yaparak alınması gereken önlemler hususunda karar alınmasını kararlaştırdı. Timurtaş üzerlerine gelen tehlikenin farkındaydı ve ülkenin selâmeti açısından Timurla anlaşma niyetindeydi. Fakat Şam Beylerbeyi Şudun bu görüşün korkakça olduğunu ileri sürerek, ülkelerinin Timur tarafından fethedilen hiçbir ülkeye benzemediği, kalelerin kara taştan yapılma, asker ve silahlarının çok namlı olduğunu iddia ederek savaşmaktan yana tavır sergiledi. Diğer beylerin de Şudun'dan yana olmaları neticesinde kurultayda savaş kararı alındı.
Timur askerlerini bizzat idare etmek için merkezde kıymetli eğerler ile örülmüş bir fil istihkamı arkasında yerini aldı. Bu fillerin üzerindeki okçular yanar oklarla Grejuva yağdırıyorlardı. Savaşın başlangıcında filler hareketsiz kalmışlardı ancak sonradan Memluk askerlerinin üzerine hücum ettiler. Askerleri hortumlarıyla havaya fırlatıp havadan yere düştüklerinde ayaklarıyla ezdiler. Memluk askerleri korkup kaçtı. Şam Beylerbeyi Şudun ve Halep Beylerbeyi Timurtaş kaçarak kaleye gelmişlerdi. Timur kaledekilere birini gönderip şöyle dedi: "Bizim işimiz askerlerle. Sivillerle bir işimiz yok. Allahü Teâlâ'nın inayetiyle kale, dağ ve nehir bizim için aşılması kolay yerlerdir. Bu yüzden kaleye güvenip binlerce Müslümanın kanına girmeyin. İtaat kemerini bağlayıp dışarı çıkın. Aksi halde dökülecek Müslüman kanından sizler sorumlu olursunuz, karılarınız ve çocuklarınız esir edilirler". Kale halkı bu sözleri duyunca korkuya kapılıp, yapacak bir şeyleri olmadığını anladı. Affedilme talebiyle Timur'un huzuruna geldiler. Şudun ve Timurtaş kale askerleriyle birlikte tutuklandı. Timur, Memluk Sultanı Farac'a bir elçi gönderip "Şudun ve Timurtaş'ı ele geçirip Halep şehrini zapt ettik. Eğer Atalmış'ı bize gönderirsen biz de sana bu beyleri göndeririz. Atalmış'ı bize hemen gönderesin" dedi. Timur'un askerleri şehre kolaylıkla girdi. Hezimet sırasında şehir kapıları önünde meydana gelen izdihamda Timur'un askerlerinin atlarının ayakları altında binlerce insan telef oldu. Timur, Halep'te yaklaşık 15 gün kadar kaldı. Şehir yağma edildi ve bütün sakinleri kadın erkek çocuk yaşlı ayırt edilmeksizin kılıçtan geçirildi. Bu süre zarfında Halep'te öldürülen erkek, yaşlı, kadın ve çocukların sayısı yirmi bin civarında idi. Açlık ve susuzluktan ölenlerin sayısı buna dahil değildi. İbn-i İlyas, Timur'un, ölülerin kellesinden her biri yirmi zirâ' yükseklikte on minare yaptırdığını ve kellelerin yüz kısmını rüzgâr alacak şekilde dışa getirdiklerini anlattıktan sonra Timur'un askerlerinin soygun ve öldürme konusunda çok aşırıya gittiğini ve cami ile evlerin yakılması için ağaçlar kesildiğini aktarır. İbn-i Tagrıberdi ise Halep'in içi ve çevresinin cesetlerle dolduğunu ve cesetlerden artık toprağın görünmediğini, yürümek isteyen kişinin cesede basmadan yürüyemeyeceğini yazar. İbn-i Arabşah'a göre Timur'un, Halep'te bu kadar aşırıya kaçmasının sebebi, Şam naibi, Timur'un Halep'e gönderdiği çaparın başını keserek üstündekleri soyup aldıktan sonra, çaparın akrabalarından biri de olan biteni Timur'a anlatıp öldürülen kişinin intikamının Haleplilerden alınmasını istemişti. Timur da onun bu isteğini kabul ederek ona Halep halkına istediğini yapma hakkı vermişti. Buna karşılık Hicaz'a gitmek üzere yola çıkan ve Halep'e gelen Nizameddin Şâmî'nin, tüm olayları bizzat bir evin çatısından gördüğünü belirtmesine rağmen, diğer müelliflerin kaydettiği kellelerden minareler yapılmasından hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir.
Timur, 30 Ekim 1400 tarihinde Halep şehrini aldığı zaman, şehrin alimlerini ve kadılarını huzuruna kabul ederek onlarla bir görüşme yaptı. Bu görüşmede bulunan İbn Şıhne, bu toplantıyı şöyle anlatır:
Es-Sehavî de bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:
Şam'ın Fethi.
Halep'te on beş gün kalan Timur, ordusuyla güneye doğru hareket etti. Behisni, Antep, Halep, Hama, Humus ve Baalbek'i birbiri ardınca ele geçirmiş olan Timur harekâtına devam ettiği sırada askerlerinden bir kısmını Saydam ve Beyrut'a göndermiştir. Askerler bu bölgeleri yağmalayarak erzak ve ganimetle geri dönmüştür. Sultan Farac ise Aralık 1400 sonlarında ordusuyla Şam'a ulaşmış ve asayiş temin etmiştir. Mısır sultanı burada derviş kılığına soktuğu 2 ölüm fedaisini Timur'a göndermiştir. Görevleri olan Timur'un öldürmeye muvaffak olamayan fedailer, Timur'un divan katibi Hâce Mesud Semnanî tarafından deşifre edilerek ele geçirildiler. Üzerlerinden çıkan zehirli hançerlerle suçlarını itiraf eden fedailer; ibret olsun diye biri öldürülerek, diğeri de kulak ve burnu kesilerek Mısır sultanına geri gönderildi. Ordunun Şam'a ilerlemesiyle bazı beyleri devriye olarak çıkartan Timur, bu beylerin bilgi toplamasını emretti. Şam devriyesiyle karşılaşan bu öncü birlikler birçok Memlûk askerini öldürmüş, bir kısmını da esir almıştır. Bunlar Emir Timur huzuruna getirildiler ve Halep'ten Şudun'la beraber getirdikleri diğer esirlerle birlikte öldürdüler.
1401 yılı Ocak ayında Şam önlerine gelen Timurlu ordusu şehrin güneyinde kamp kurarak beklemeye başlamıştır. Fakat burada yaklaşık on gün kadar bekleyen ordu iaşe sıkıntısı çekmeye başlamıştır. Bu aşamada Emir Timur ordusunu sıkıntıdan kurtarmak ve bir hileye başvurmak amacıyla Şam'ın doğusundaki meralara ordusunu göç ettirmiştir. Düşman ordusunun gidişini bir geri çekiliş sanan Memlük ordusu, bu yanlış zanna dayanarak şehir dışına çıkarak ordugâh kurmuştur. Çıkardığı devriyeler sayesinde düşmanın rehavete kapıldığını öğrenen Timur, ordusunu savaş nizamina sokup sağ, sol cenah beylerini düzenledikten sonra Memlük ordusu üzerine ani bir baskın yaparak birçoğunu öldürmüştür. Alınan mağlubiyet karşısında saltanatının tehlikeye gireceğini anlayan Sultan Ferec bazı beyleriyle beraber şehri terk edip Kahire'ye kaçmış, hayatta kalanlar ise Şam kalesine sığınmışlardı. Şehir içindeki kale ise lağımlar açılmak suretiyle burçları yıkılarak fethedildi. Şahruh Mirza, Miranşah ve bazı beyleri Kenan'a göndererek kışlak karargâh kurmalarını emretmiş ve daha sonra Akka şehrine kadar olan yerleri yağmalamalarını bildirmiştir.
Şam kuşatması esnasında Timur, Muhammed'in eşleri Ümmü Sema ile Ümmü Habibe'nin ve müezzin Ahmedi Bilal'in Şam yakınlarındaki türbelerini ziyaret etti. Şam sakinlerinin temsilci olarak gönderdikleri ulemayı kabul ederek kendi sofrasına oturttu. Ünlü tarihçi İbn Haldun da bu temsilciler arasında idi. İbn Haldun'u gayet güzel bir şekilde ağırlayan Timur, ona ülkesi ve tarih ile ilgili ilginç sorular yöneltmiş ve İbn Haldûn da bunları cevaplamıştır. İbn Haldûn'un vermiş olduğu bazı cevaplarla tatmin olmayan Timur, o konudaki kendi görüşleri ile İbn Haldun'u şaşırtmıştır. Bu arada aralarında oldukça samimi bir hava oluşmuş, Timur İbn Haldûn'a karşı oldukça sıcak davranmış, onun tüm isteklerini yerine getirmiş ve hatta Mısır'a dönmesine bile izin vermiştir.
Şam'da İbn-i Haldun'un da Mukaddimesinde yer verdiği bir olay yaşanmıştır. İbn Haldun'a göre Timur, Şam şehrini aldığı zaman şehirde bulunan ve el-Hakim el-Abbasi soyundan gelen bir kişi Timur'dan atalarının sahip olduğu üzere hilafet mansıbının kendisine verilmesini talep etmiştir. Timur bunun üzerine "Ben Senin için fakihleri ve kadıları toplarım şayet senin lehine karar verirlerse bende senin istediğin şekilde adaleti sağlarım" demiş ve ardından aralarında İbn Haldun İbn Muflih gibi kimselerin bulunduğu fakihleri ve kadıları çağırtarak adalet meclisi kurmuştur. Bu mecliste iddia sahibi dinlenmiş, fakihler bu konudaki fikirlerini beyan etmişler ve onu haksız bulmuşlardır. Bunun üzerine Timur, iddia sahibine "Fakihleri ve kadıları dinledin. Haksız olduğun aşikardır. Gidebilirsin Allah seni doğru yola ulaştırsın!" demiştir.
Şehrin ileri gelenleri fidye olarak 1 milyon dinar karşılığında Timur ile anlaşmışlardı ancak 1 milyon dinar gelince Timur fidyeyi 10 milyon dinar yaptığını söyledi. 10 milyon dinar gelince ise daha fidyenin üçte birinin geldiğini söyledi. Mart 1401'de Timur şehrin yağmalanmasını emretti. Bunun üzerine şehre yayılan askerler birçok esir almış ve şehrin belli başlı yerlerinde yangınlar çıkarmıştır. Yangınların câmilere sıçramasını engellemek için bazı beylerini görevlendirse de bunda başarılı olamamış ve Şam harabeye dönmüştür. Şehirde alınan esirlerin serbest bırakılmasını ferman buyurarak ordusunu o bölgeden ayrılmak üzere harekete geçirmiştir. Bu seferler sırasında Timur'un yanında bulunan ve daha sonra Timur'un tarihi Zafername'yi yazacak olan Nizamüddin Şami Şam'da yaşanan şöyle bir olayı aktarır.
Bu hadise, eserini 1503 tarihinde tamamlayan Osmanlı tarihçisi Edirneli Oruç Bey'in Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinde şu şekilde aktarılmıştır:
Ankara Muharebesi.
1401 yılının Temmuz ayında kırk gün süren kuşatmadan sonra Bağdad'ı ele geçirmişti. Timur'un Şam, Haleb ve Bağdad'ı ele geçirdiği esnada Karakoyunlu Kara Yusuf ile Sultan Ahmed Celayirî'nin Yıldırım Bâyezîd'e sığınması gerçekleşmişti. Bu durum Yıldırım Bâyezîd ile Timur arasındaki bir başka problem idi. Timur ile Yıldırım Bayezid karşı karşıya gelmeden önce, aralarında mektuplaşmaların olduğunu tarihi kaynaklar bildirmektedirler. Mektupların, Farsça ve Arapça olarak yazıldıkları yine bu mektupların içerisinde belirtilmektedir. Timur, Yıldırım Bayezid'e yazdığı birinci mektubunda; Kara Yusuf ile Bağdat Sultanı olan Ahmed Celâyir'in, Osmanlı idaresine sığınma taleplerini kabul etmemesini, bu iki kişiyi yakalayıp aileleri ile birlikte ya kendisine teslim edilmesini veya öldürülmelerini ya da ülke sınırları dışına çıkarılmaları gibi tekliflerini iletmiştir. Yıldırım Bayezid, Timur'un bu gibi isteklerini emrivâki saymış, muhtemelen kendisine iltica edenlerin kışkırtmaları ve onun daha önceki Sivas kuşatması da dahil, Osmanlıya karşı beslediği istila planları sebebiyle çok sert ve hakaret edici şekilde cevaplamıştır. Mektubunda Timur'a kudurmuş köpek demekten çekinmeyen Bayezid, bu tarafa gelmezsen üç talak ile zevcelerin boş olsun ben de sana karşı çıkmazsam zevcelerim üç talak ile boş olsun diye ağır bir dil kullanmıştır.
Timur'u, Osmanlı devleti üzerine yürümeye teşvik edenler arasında Erzincan Emiri Mutaharten, Akkoyunlu Beyi Karayölük, Osmanlı karşısında topraklarını kaybeden diğer Türk beylikleri, özellikle de Karaman beyi yer almaktaydı. Ayrıca Ceneviz, Fransa, Bizans ve Kastilya gibi Osmanlı karşıtları da, bu savaşın olması yönünde Timur'la yakın ilişki içerisinde bulunmuşlardır. Batı Hristiyan devletleri ve Bizans 1398'den beri Timur ile iyi ilişkiler içindeydiler. İstanbul'u kuşatma altında tutan Bayezid'e karşı imparator II. Manuil, Timur'un egemenliğini tanıdığını haraç ödemeye hazır olduğunu bildirmekte idi. Ayrıca Timur, Anadolu'da Tatar gruplara adam göndererek onları Bayezid'e karşı kazanmaya çalışıyordu.
Timur, Karabağ kışlağında Bayezid'ten gelen Osmanlı elçisine, Osmanlılar daim Frenklere karşı gaza yaptıklarından ona karşı yürümek Frenklerin kuvvetlerinin artmasına neden olur, bu nedenle Rum diyarı üzerine yürümek yanlısı değilim yanıtını verdi. Fakat, Bayezid'in Karakoyunlu Kara Yusuf'u himaye etmekte ısrarını bir meydan okuma olarak görüyordu. Timur son olarak barış için Bayezid'in Kara Yusuf'u idam yahut kendisine teslim veya yanında uzaklaştırması koşulları ileri sürdü. Bunu kabul ederse baba oğul oluruz gazalara yardım ederiz dedi ve 12 Mart 1402'de Karabağ'dan Anadolu'ya hareket etti. Bayezid'e haber gönderip koşulları tekrarladı. Bayezid'ten tekrar elçi geldi. Timur, savaş için hazır ol mesajıyla elçiyi geri gönderdi. Sivas sahrasında Bayezid'in elçileri önünde ordusuna resmî geçit yaptırdı. Oradan tekrar barış önerdi. Bu kez eski Erzincan Beyi Taharten ailesinin teslimini istedi. Bayezid'in büyük bir ordu ile hareket ettiği haberi geldi. Bayezid, Timur'u karşılamak üzere Doğu Anadolu yollarına düşmüştü. Timur ise güneye yönelip Ankara'ya ulaştı. Bayezid stratejik manevrada kaybetmişti. Aceleyle geri döndü. Yorgun askeriyle Çubuk Ovasında elverişsiz susuz bir yerde konaklarken Timur'un ordusu en iyi koşullarda konuşlanmıştı. Savaş Timur'un askerlerinin saldırısıyla başladı ve Osmanlıların sol kolu bozuldu. Tatarlar ve Timur'un yanına sığınmış Anadolu beylerinin Bayezid'in ordusundaki askerleri kendi beylerinin yanına kaçtılar. Kendi askeriyle kalan Bayezid'in bozgunu gören birlikleri kendi yurtlarına dönmeye bakıyordu. Devlet ileri gelenlerinden her biri bir şehzadeyi alarak kaçmış ve Bayezid, Timur'un bütün seferleri sırasında yanında bulundurduğu sadık adamlarından Mahmud Han tarafından esir alınmıştı.
Ankara Savaşı sonrasında Anadolu'daki faaliyetleri.
Zafer akabinde Timur, Mirza Muhammed'i, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi peşinde yağma ve Bayezid'in hazinesini ele geçirmek üzere Osmanlı başkenti Bursa üzerine gönderdi. Timur birlikleri Bursa'ya Süleyman Çelebi oradan ayrıldıktan hemen sonra girip şehri yakıp yıkıp yağmaladılar. Osmanlı tarihçisi Neşri, Timur'un oğlu Mirza Muhammed'in Bursa'yı yakıp yıkıp talan ettiğini, saraydaki Osmanlı hazinesini aldığını ve Ulu Cami'yi ahır yapıp içine adamlar koydurarak ateş yakıp yemek pişirdiklerini, Bursa halkının da başına gelen bu olaydan dolayı haftanın günlerini unutup cuma namazlarını kılamadıklarını aktarır. Süleyman Çelebi, Rumeli'ye geçmek üzere babasının yaptırdığı Anadolu Hisarı'na sığınmıştı. Anadolu Hisarı'na yakın bir dağda çarpışmalar üzerine Timur bu tarafa kuvvet gönderdi. Süleyman Çelebi'ye iki adam gönderip huzuruna çağırttı. Süleyman Çelebi'ye giden adamlar, Çelebi adına zengin armağanlarla geri geldiler. Bayezid'in büyük oğlu Süleyman Çelebi, Timur'un çakeri olmayı kabul edip her ne zaman emrederse gecikmeden huzuruna geleceğine dair söz verdi ve ardından Edirne'deki Osmanlı tahtına oturdu. Timur, Anadolu'da Bayezid'in ortadan kaldırdığı beylikleri ihya etti. Her tarafta Bayezid'in ortadan kaldırdığı küçük büyük hanedanlara yarlıglar vererek kendi egemenliği altına aldı. Emirzadeler Bursa'dan sonra İznik ve Çanakkale boğazına doğru ilerleyip yüklü miktarda ganimet elde ettiler. Akdeniz kıyılarına, Antalya ve Teke'ye gönderilen emirler ise tüm bölgeyi yağma edip büyük ganimetlerle döndüler. Daha sonra Timur Sivrihisar'a geldi ve çadırlar kuruldu. Oradan Kütahya'ya indi aman malı alıp şehre zarar vermediler. Germiyan Beyinin ziyafetleriyle işret meclisi kuruldu. Kış aylarında daha sıcak olan bölgelere, özellikle Denizli yöresine inmiş, bu arada Pamukkale'ye gelen askerleri bilmeyerek suyundan içtiklerinden ölmüşlerdi. Bu arada Timur da Denizli'ye gelmiş ve özellikle meyvesi bol bir yer olarak bildirilen bu bölgeleri tekrar eski beylerine vermiştir. Muhammed Sultan Manisa'da, Şahruh Uluborlu-Keçiborlu taraflarında kışlarken Timur ise Bursa-Edremit yoluyla Bergama'ya geldi ve bir müddet burada kaldı ve ardından İzmir'e yakın Tire'de kışlamaya geldi. 1403 Eylül'ünde Balat sahillerinden gemi ile geçen İspanyol elçisi Clavijo, Timur'un bu şehir civarında kışladığını ve bir yıl önce de Balat'a gelerek Rodos'a ait Zeros adasını vurduğunu belirtir.
İzmir Kuşatması.
İzmir önlerine geldiğinde Muhammed Sultan da kendisine katıldı. Timur, 14. yüzyıl ortalarından itibaren Türklerin elinden çıkmış olan İzmir'i Hristiyanların elinden almaya, Bayezid'in yapamadığı fetih işini kendi yapmaya karar verdi. İzmir'de Rodos Şövalyeleri hüküm sürmekteydi. İzmir'i tepelerden seyreden Timur, beyaz taş duvarlı kale ile diğer binaları hayranlıkla seyretti. Dünyanın bütün kale, kent ve denizlerini gördüğünü ama böylesi güzellikle ilk kez karşılaştığını itiraf etti. İzmirliler işgal için gelenleri önemsemedi. Bu yüzden kuşatmanın ilk gününde teslim olmalarını isteyen beyaz bayrağın, ikinci günde zorla zapt edileceklerini ihtar eden kırmızı bayrağın ve üçüncü günün de yağmayı ve talanı ihtar eden siyah bayrağın dalgalanmasını umursamadılar. Timur, kalenin temellerindeki lağım açma çalışmaları sürerken ordusunun büyük kısmına çevre tepelerden söktürdüğü kayaları limanın girişine taşıtıyordu. Birkaç gün değil, birkaç yıl aynı biçimde çalışılsa bile liman girişinin engellenemeyeceğini düşünen İzmir halkı boşuna bir çaba olarak gördükleri çalışma bittiğinde kayaların limanın girişini kesmek için değil, limana giriş çıkış yapan gemilere top atışı yapmak gayesiyle kurulacak iskeleye temel işlevini yerine getireceğini anlayacaklardı. Asıl dehşet lağımcıların yoğun çabası sonucu kale burçları aynı anda havaya uçurulurken içeriye giren Timur'un askerlerinin kestiği başlar top mermisi olarak limandaki gemilere atılırken yaşandı. Rodos Şövalyeleri ve onlara yardıma gelen gemiler denizin üstünü kaplayan kesik başlardan dehşete kapılarak limandan uzaklaştılar. Bir süre limanın uzaklarında gezindikten sonra gözden kayboldular. İki haftalık kuşatmadan sonra İzmir fethedildi. Bir rivayete göre Yıldırım Bayezid bu duruma hayran kalmıştır.
İzmir Kuşatması sonrası.
Bu sırada Bursa'da yerleşen Yıldırım Bayezid'in bir diğer oğlu İsa Çelebi de elçisini gönderdi. Timur onu da iyi karşıladı, İsa Çelebi bağımlılığını pişkeş vererek sundu. Timur Cenevizler elindeki Foça kalesine de Muhammed Sultan'ı gönderdi. Kaledekiler aman diledi ve haraç ödemeyi kabul etti. Muhammed Sultan'ın rahatsızlığını işiterek Akşehir'e doğru yöneldi. Bu sırada 8 Mart 1403'te Bayezid'in öldüğü haberini aldı. Haberi öğrenen Timur çok üzüldü, Bayezid'e ait bütün ülkelerin ve ona bağlı beylerin kendi hükmü altına girdiğini ilan etti. Akşehir'de babasının yanında bulunan Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi'ye hilat, kemer, kılıç ve tirkeş vererek ağırlayıp Bursa'yı ona bağışladı ve eline yarlıg verdi. Musa Çelebi'ye babası Bayezid'in naşını Bursa'ya götürmesi için teslim etti. Bayezid'ten birkaç gün sonra da Timur'un veliaht ilan etmiş olduğu torunu Muhammed Sultan 13 Mart 1402'de 29 yaşında öldü. Kukla han olarak sürekli yanında taşıdığı Mahmud Han ise bu sırada 11 Mart 1403'te ölmüştü.
Ankara Savaşı'ndan sonra Anadolu'da sekiz ay kadar kaldıktan sonra geri dönüş yoluna koyularak 1403 yılı Temmuz ayında Gürcistan'a gelen Timur kışlamak üzere Karabağ'a yöneldi. Kışı Karabağ'da geçirdikten sonra 1404 yılı Mart ayında Semerkant'a gitmek üzere Karabağ'dan hareket etti. Erdebil'e gelindiğinde daha önce kararlaştırılan toy toplandı ve altamgalı yarlık ile Hülagü Han tahtı, Azerbaycan, İstanbul'a kadar tüm Anadolu, Irak-ı Acem, Arran, Mugan, Ermenistan ve Gürcistan bölgeleri Miranşah oğlu Mirza Ömer'in idaresine bırakıldı. Miranşah'ın askerleri ve beyleri de ona verildi böylece Miranşah oğlunun buyruk ve vesayeti altına girmiş oluyordu. Timur 1404 yılı Temmuz ayında Semerkant'a geldi. Zaferlerini kutlamak için toylar düzenletti ve imar faaliyetlerine girişti. Torunlarından altısının nikâhlarını kıydırarak evlendirdi.
Ölümü.
Timur, 18 Şubat 1405 tarihinde, Çin'e sefere giderken Otrar'da 69 yaşında öldü. Ölüm sebebi kulunç rahatsızlığı idi. Hemen, Semerkand'a getirilerek torunu Halil Sultan tarafından, daha önce ölmüş olan torunu Muhammed Sultan'ın Ruh Abâd yakınlarındaki medresesine defnedildi. Timur, torunu Muhammed Sultan'ı tahtının varisi gibi görüyordu. Ancak Muhammet Sultan'ın 1404 yılında, beklenmedik şekilde genç yaşında ölümünün ardından Timur bu çok sevdiği ve ardılı olarak gördüğü torunu için Semerkant'ın seçkin bir tepesinde adına yaraşır bir büyük mozeleum inşasını emretmiş Muhammed Sultan buraya defnedilmişti. Mozeleum, anıt mezar, camii ve medrese yapılarından oluşuyordu. Timur da ölümünün ardından çok sevdiği torununun yanına defnedildi. O zamandan sonra Gur Emir, tüm Timur hanedanın birlikte yattığı anıt mezar durumuna getirildi. Timur'un ölümünden sonra oğlu Şahruh, diğer oğlu Miranşah ve torunu Uluğ Bey buraya defnedildi. Gur Emir Mozolesi yedi bölümden oluşuyordu: Sağda Müslümanların dua ettiği hanaka, solda medrese ve merkezde mosoleum, iki tarafında anıtı tamamlayan iki minare. Medrese ve hanaka günümüze ulaşamamıştır. Anıtın yüksek kubbesinin altında üç sıra halinde yan yana yatan on kadar mermer mezar taşı bulunmakla birlikte Sadece Timur'un mezartaşı siyah renkte nephritis taşıdır ancak burası sembolik mezardır. Gerçek mezar bu salonun altındaki salonda bulunmaktadır ve ziyarete açık değildir. Timur'un bedeni, taş lahdinin içinde yatmaktadır. İslam geleneği ile başı Mekke'deki Kabe'ye yöneliktir. Orta Asya geleneğinde kutsal ölülerin mezarlarına konulan at kuyruğunun burada da bulunduğu mozelenin onarımı sırasında ortaya çıkarılmıştır.
Timur, Şehrisebz'de yazlık sarayı yakınlarında, genç yaşta ölen iki oğlu, Cihangir ve Ömer Şah için Mozeleum Kompleksi inşa ettirmişti. Bu kompleks içinde kendisi için de bir mezar odası inşa ettirdiği bilinmekle birlikte bu konuda başka herhangi bir bilgi bulunmamaktaydı. 1960 yılında bir kız çocuğunun Timurlu Mozelesi Kompleksi yakınlarda oynarken üzerine bastığı yerin çöküp açılan çukura düşmesi ile birlikte Timur'un ölmeden kendisi için yaptırdığı mezar odası bulundu. Mezar odasının duvarındaki yazıtta Timur'un mezar odası olduğunu kayıtlı olmakla birlikte odada devasa bir lahit bulunmakta idi. Ağırlığı nedeniyle lahdin kapağı zorlukla açılabilmişti ve içinin boş olduğu görülmüştü. Timur sağlığında mezar odasını hazırlatmış, bu mezar odası muhtemelen Orta Asya geleneğine bağlı olarak Attila'ya, Cengiz Han'a yapıldığı gibi gizli tutulmuştu. Gur Emir ile birlikte Şehrisebz'deki mezar kopleksi bırakılmış ya da unutulmuştur.
Mezarının açılması.
19 Haziran 1941'de Sovyet antropolog Mikhail Gerasimov, Timur'un bedenini inceledi. Ancak Timur'un mezarını açmadan önce protestolarla karşılaşmıştı ve mezarın lanetli olduğuna dair bir inanış vardı. Anıt mezarında her kim olursa olsun Timur'un mezarını deşerse ülkesine savaş şeytanlarının dolacağını söyleyen bir yazı olduğu söylenir. Gerasimov mezarı açtıktan 3 gün sonra 22 Haziran 1941'de Nazi Almanyası'nın Sovyetler Birliğine savaş ilan etmesi, bu söylentinin popülerleşmesine ve günümüze dek gelmesine neden olmuştur. Lahitlerden çıkarılan kemikler Leningrad'da götürüldü ve incelendi. Timur'un bedeninde yapılan araştırmada, kendi çağına göre uzun sayılabilcek bir boyda 1.73 cm olmakla birlikte, geniş göğüslü ve belirgin elmacık kemikli biri olduğu anlaşıldı. Ayrıca onun kalça incinmesinden dolayı aksaklığı doğrulandı. Antropolog Gerasimov, kafataslarını inceleyerek tüm hanedanın portrelerini yaptı. Kasım 1942'de Stalingrad Zaferinden önce İslamî törenle tekrar defnedildi.
Fiziksel özellikleri ve şahsiyeti.
Timur ile ilgili kaynakların çoğunluğu Farsça olmakla birlikte, dönemin Arapça kaynaklarında da kendisi hakkında önemli bilgiler verilmektedir. Doğumundan ölümüne, dış görünüşünden kişiliğine, günlük hayatından hakimiyet anlayışına kadar birçok özelliği, Timur ile bizzat görüşen veya kendisiyle aynı dönemde yaşayan tarihçilerinin eserlerinden öğrenilebilmektedir.
Timur'un dış görünüşü hakkında Arap kaynaklarında fazlaca bilgi mevcuttur. Bu bilgilere göre, Timur'un boyu uzun, vücudu heybetliydi. Omuzları geniş, başı büyük ve alnı genişti. Elleri ve ayakları iri, kol ve bacakları ise oldukça uzun ve kalındı. Görünüşü acayip ve ürkütücü olan Timur'un, suratı oldukça asık, sağ eli felçli ve sağ ayağı da topaldı. İbn Arabşah'a göre gençliğinde, koyun çalarken bir çoban tarafından omzundan ve kalçasından vurularak topal kaldığı için "lenk" lakabını almıştı. İbn Haldûn ise, Timur'un kendisine söylediğine göre, topal olmasına sebep olan bu ok yarasını gençliğinde yapmış olduğu bir baskın sırasında aldığını ifade etmektedir.
Moğollar'daki gökyüzünde bir tane güneş ve ay varken, yeryüzünde nasıl iki hakim olabilir fikri, Timur'da da görülmektedir. Dünya iki hükümdara yetecek kadar geniş değildir. Allah nasıl bir tane ise, sultan da bir tane olmalıdır düşüncesindeydi. Yine bir kadının iki kocası olmayacağı gibi bir devletin de yalnız tek hakimi olmalıdır sözü ona aittir. Bu düşünceleri Tümur'un soyundan gelen Babür'ün eserinde de görmek mümkündür.
Timur'un mühründe kuvvet doğruluktur anlamına gelen "Rasti-rustî" kazılı olması ve yazdığı mektupların sonuna da aynı ibareyi içeren damgasını vurması doğruluğa önem verdiğinin bir göstergesiydi. Yaklaşık otuz yıl boyunca geçtiği her yerde yıkıntılar ve yıkımlar bırakarak acımasız yüzünü göstermiştir. Ancak bazı olaylara bakıldığında Timur'un taş kalpli olmadığı, heyecanlandığı, ağladığı, sevdiği, yakınlarına ve dostlarına bağlı olduğu görülmektedir. Torununun ölüm haberini aldığında kendini yerden yere atmış ağlamış acısını belli etmiştir. Kızı Akabeg, büyük oğlu Cihangir, kız kardeşi Turhan Hatun'un birbirini takiben gerçekleşen ölümleriyle bir süre derin bir bezginlik içinde bulunsa da ölümler için Kuran ve hadis okuttuğu, bir taraftan tarih ve öyküler okutup dinleyerek üzüntüsünü unutarak yine hükûmet işleriyle ilgilenmekten geri kalmadığı görülür. Sinirleri sanıldığı kadar sağlam değildir. Önünde korkunç ve kanlı savaş öykülerinin anlatılmasına dayanamadığı, dilenciliği kabul etmediği, halkın yiyecek bulmasına dikkat ettiği bilinmektedir. Timur, bulunduğu mecliste gasp, saldırı, tecavüz ve kan dökmekle ilgili sözlerin dile getirilmesine ve küfür edilmesine asla izin vermezdi ve orada sadece yönetim ile ilgili tedbirler görüşülürdü.
Timur, başkenti Semerkant'ın ihtişamını artırmak için sanatçıları, zanaatkarları, bilim adamlarını, şairleri, din adamlarını Semerkant'a çekmeye çalışmış hatta kimi zaman onları zorla Semerkant'a getirtmiştir. Timur seferlerinde geçtiği yerleri acımasız şekilde yakıp yakarken diğer yandan Semerkant'ı yeniden onarmıştır. Ele geçirdiği ülkelerdeki sıradan yontma işçisinden en büyük sanatçıya kadar birçok insanı daha önce görülmedik bir biçimde tek bir şehirde toplamayı başarmıştır. Semerkant'ı büyük yeteneklerin merkezi haline getirmiştir. Astronomi ve Fıkıh alimlerine çok hürmet gösterir onların sohbetlerini dinlemekten büyük keyif duyardı. Girdiği hiçbir ülkede de alimlerin incitilmesine müsaade etmemiştir. Gerek barış zamanında gerek savaş zamanında ünlü komutanların hayatlarını ve bunların seferlerini okumayı alışkanlık edinmişti. Şam'da ünlü tarihçi İbn Haldun ile yaptığı görüşmeler sırasında sahip olduğu tarih bilgisi ile İbn Haldun'u bile şaşırtmıştır. Türkçe, Moğolca ve Farsça olmak üzere üç dil bilmekteydi.
Kendi ülkesi dahilinde, halk arasında haber toplayan görevliler bulunduğu gibi, diğer ülkelerde de casusları vardı. Bu casuslar sufi, derviş, tüccar, müneccim, asker, sanatkar, pehlivan olarak çeşitli ülkeleri dolaşır, bu ülkelerin şehir, kasaba yollar ve ileri gelenleri ile ilgili bilgi toplayarak Timur'a bildirirlerdi. Daha sonra Timur bu ülkeye gelip o şehir ile ilgili şeyleri sormaya başlayınca bu büyük bir hayret ve şaşkınlığa yol açardı.
Timur satranç oynamayı çok severdi. Çok sinirlendiği zamanlarda da bu oyunu oynayarak rahatlardı. Satrancı mükemmel bir şekilde oynadığı için çok az kimsenin kendisiyle satranç oynamaya cesaret edebildiği Timur, normal satranç ile oynamayı aşmış ve büyük satrançla oynamaya başlamıştı. Yani satranç tahtasını ona on bire çıkarmış ve taşlara iki deve, iki zürafa, iki boğa, iki aslan, iki debbâbe, iki öncü, bir vezir, bir gözcü ve diğer bazı taşları eklemiştir. Timur'un satranççıları arasında Muhammed b. el-Akîl el-Haymî, Zeyneddin el-Yezdî ve başka kimseler vardı. Ama satrançılarının pîri aynı zamanda fakih ve muhaddis olan Alâeddin et-Tebrizî idi. Alâeddin et-Tebrizî ile büyük satranç oynayan Timur'un, satranç oyununun konumları ile hamleleri hakkında da şerhleri vardır. İbn Arabşah, Timur ile Alâeddin etTebrizi'nin yanlarında ayrıca bir yuvarlak bir de uzun satranç gördüğünü ifade etmektedir. Yine bir gün çok sevdiği bu oyunu oynarken rakibine "Şah-Ruh" yaptığı sırada Timur'a iki müjde getirilmiştir. Bunlardan birincisi bir erkek çocuk sâhibi olduğu, ikincisi de Ceyhun nehrinin Hıta tarafındaki kıyısına inşa ettirmekte olduğu şehrin tamamlandığı idi. Bunun üzerine Timur oğluna Şahruh, şehre ise Şahruhiyye adını vermiştir.
İslam diniyle olan ilişkisi.
Timur dindarlığının ötesinde İslam dinini siyasi amaçları için zekice kullanır ve yapmış olduğu faaliyetler için meşruiyet sağlardı. İslam hukukunun Cengiz Han yasasına üstünlük kazandığı Timur'un oğlu Şâhruh zamanındaki tarihçilerin Timur'u olduğundan daha çok dindar gösterme eğilimi taşıdıkları görülür. Timur, ulemâya Sünnîlik-Şiîlik meselelerine dair tartışmalar yaptırır, bu tartışmalara bizzat kendisi de katılırdı. Horasan'da Şiî Serbedârîler'in reisi Hâce Ali b. Müeyyed ile görüşmesinde Sünnîliği destekleyen, Mâzenderan'da Şiî seyyidlerini cezalandıran Timur, Şam bölgesinde Ali taraftarlığı tavrını takınmış ve Sünnîlerce koyu bir Şiî diye nitelenmişti. Şam'ın fethinde ise Yezid'in mezarını hiddetle tahrip ettirmesi Şiî olduğuna delil olarak gösterilmek istenmiştir. Ancak Timur'un II. Bayezid dönemi Osmanlı tarihçilerinden Edirneli Oruç Bey'in "Tevârîh-i Âl-i Osman" adlı eseri dışındaki herhangi bir kaynakta veya Timurlu kaynaklarında Yezid'in mezarını tahrip ettirdiğine dair bir bilgi yoktur.
Timur'un baş resmi dini danışmanı Hanefi alim Abdülcebbar Harezmi idi. Tirmiz'de, Gur-i Emir'de Timur'un yanında gömülü ruhani akıl hocasının Belhli Seyyid Baraka etkisi altına girmişti. Bir rivayete göre Timur'un, fırsat buldukça, Nakşibendilik tarikatının kurucusu Şah-ı Nakşibend Muhammed'in hocası Seyyid Emîr Kulâl'ı ziyarete gittiği ve Şah-ı Nakşibend Muhammed'in hayır duasını aldığı belirtilmektedir. Semerkant'ta Timur'un inşa ettirdiği İslâm yapılarının en önemlisi Semerkant'ta devasa ölçülere sahip, meşhed-cami ve medrese külliyesi olarak tasarlanan Bîbî Hanım Mescidi'dir. Onun inşa ettirdiği eserlerin en önemlilerinden bir diğeri Yesi şehrinde abidevi ölçülerle yeniden inşa ettirdiği Ahmed Yesevî Hankahı'dır. Timur'un veliaht tayin ettiği torunu Muhammed Sultan Mirza tarafından 1399 yılında başlatılan, asilzade çocuklarının terbiye ve tahsiline ayrılmış bir medrese ile hükümdarlık misafirlerinin ağırlanmasına mahsus bir külliye olarak teşkilâtlandırılan fakat 1403 yılında Muhammed Sultan Mirza'nın ardından da 1405 yılında Timur'un vefat etmesi sonucu buraya defnedilmelerinden sonra Gur-i Emir adıyla anılmaya başlanan yapı, Timurlu mimarisinin en güzel ve en önemli eserlerinden biri olup İslam türbe mimarisinin başta gelen örneklerindendir.
Eşleri.
Timur'un kırk üç eşi ve cariyesi vardı: bu kadınların hepsi aynı zamanda onun eşiydi. Timur, bu kadınların babalarının veya eski kocalarının topraklarını fethederken düzinelerce kadını eşi ve cariyesi yaptı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10532",
"len_data": 75011,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.67
}
|
Transfobi, transgender veya transseksüel kişilere ya da direkt olarak transseksüelliğe karşı duyulan hoşnutsuzluğu ve olumsuz tutumu kapsamaktadır. Transfobi, toplumun cinsiyet normlarına uymayan insanlara karşı duyulan korkuyu, tiksintiyi, nefreti veya rahatsızlığı ve bunlara bağlı olarak şiddeti kapsayabilir. Genellikle homofobik görüşlerle birlikte ifade edilir ve bu nedenle sıklıkla homofobinin bir türü olarak kabul edilir. Transfobinin mağdurlarından olan çocuklar tacize, okulda zorbalığa ve/veya okul içinde şiddete, koruyucu aileleri tarafından şiddete maruz kalmaktadırlar. Yetişkin mağdurlarsa kamuoyunda alaya, tacize, sataşılmaya, şiddet ile tehdide, soyguna uğramaya ve yanlış tutuklamaya maruz kalmaktadır ve bu yüzden birçoğu toplumda güvensiz hissetmektedir. Bazıları; trans olduğu için kovulacağından veya muhafazakâr politikaların, onları korumak için yasalara karşı çıkan dindar grupların etraflarını kuşatmasının baskısından dolayı sağlık hizmetini reddediyor veya işyeri ayrımcılığıyla mücadele ediyor. Kurbanların yüksek bir oranının cinsel şiddete maruz kaldığı rapor edilmektedir.
Şiddet riski ve diğer tür tehditlerdeki artışın yanı sıra, transfobiye maruz kalma sonucu oluşan stres; madde bağımlılığı, evden kaçma (küçük yaşlarda) ve intihar etme gibi olumsuz sonuçların artmasına neden olabilir.
Batı dünyasında ayrımcılığa karşı ve fırsat eşitliği yaratan politikalarının oluşturulmasında kademeli değişikliklere gitmektedir. Gelişmekte olan ülkeler de onları örnek almaktadır. Ayrıca, genel anlamda kabulü artırmak için LGBT topluluğuna ilişkin kampanyalar tüm dünyaya yayılmaktadır; BM'nin "Stop the Stigma" (Damgalamayı durdur) kampanyası bu yönde bir gelişmedir.
Etimoloji ve kullanımı.
"Transfobi" kelimesi, "homofobi" terimine dayanan klasik bir kelime birleştirme yöntemiyle oluşturulmuştur. "Transgender" kelimesindeki İngilizce bir ön ek olan trans- (aslında "karşı, uzak tarafında, ötesinde" anlamına gelir.) ile "korku" anlamına gelen -phobia (Yunanca: φόβος, phóbos) ekinin birleşmesiyle oluşmuştur. "Lezfobi", "bifobi" ve "homofobi" ile kardeş terimlerle birlikte, "transfobi", LGBT kişilere karşı hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığı karşılamak için kullanılan terimler ailesinin bir üyesidir.
"Transfobi", klinik psikolojide tanımlanmış tarzda bir fobi değildir. Anlamı ve kullanımı ile "yabancı düşmanlığına" paraleldir. "Transfobik", "transfobi" sahibi kimseyi ifade eder. "Transfobi" ve "transfobik" kelimeleri 2013 yılında Oxford İngilizce Sözlük'e eklendi.
Kökeni.
Transfeminist teorisyen ve yazar Julia Serano, "Whipping Girl" adlı kitabında, transfobinin cinsiyetçiliğe dayandığını savunuyor ve hem transfobinin hem de homofobinin kökenlerini, "kadınların ve erkeklerin değiştirilemez olarak birbirinden farklı bir dizi eşsiz yetenek, istek, meyil ve nitelik"e sahip olduğunu savunan, kendi adlandırdığı "muhalif cinsiyetçilik"ten geldiğini savunmaktadır. Serano "muhalif cinsiyetçiliği", erkeklerin ve erkekliğin, kadınlardan ve kadınlıktan üstün olduğunu düşünen "geleneksel cinsiyetçilik" ile karşılaştırır. Ayrıca, transfobinin, insanların cinsiyet ve cinsiyet normları hakkındaki kendinlerine güvensizliklerinden kaynaklandığını yazıyor.
Transgender yazar ve eleştirmen Jody Norton, transfobinin, homofobi ve kadın düşmanlığının bir uzantısı olduğuna inanmaktadır. Transseksüellerin tıpkı eşcinseller ve lezbiyenler gibi, cinsiyet normlarına ve toplumsal ikili cinsiyet sistemine meydan okumalarından ve bunların altını kazmalarından nefret ettiklerinden ve korktuklarından bahsetmekte. Norton, "trans kadınların, erkeklerin kültürel ve politik hegemonyasının dayandığı ikili cinsiyet sistemine meydan okumasıyla transfobiyi kışkırttığını" yazmaktadır.
Belirtileri.
Taciz ve şiddet.
Trans bireyler, trans olmayan bireylere kıyasla yaşamları boyunca saldırı ve şiddet görme oranları daha yüksektir. Söz konusu cinsel şiddet olduğunda durum yine aynı kalmaktadır. Trans bireylere yönelik saldırganlık ve şiddet; fiziksel şiddet, adam yaralama, cinsel şiddet veya saldırı ve sözlü veya duygusal istismar yoluyla kasıtlı olarak sürdürülmektedir. Saldırganlık ve şiddet mağduriyet, zorbalık, taciz ve ayrımcılık gibi çok sayıda damgalama içerebilir. Trans bireylere yönelik istismar, aile, arkadaşlar, ortaklar, komşular, iş arkadaşları, tanıdıklar, yabancılar ve polisler gibi birçok farklı kaynaktan gelebilir. Trans bireylere yönelik bu saldırganlık ve şiddet biçimleri, yaşamının her anında ortaya çıkabilir. Dahası, bir veya birden fazla istismara bir trans kişinin yaşamı boyunca maruz kalması muhtemeldir.
Homofobi ve transfobi birbiriyle ilişkili olduğundan, birçok trans insan homofobi ve heteroseksizmi tecrübe etmek zorunda kalır; bunun nedeni ise insanların, trans cinsiyet kimliğini eşcinsellik ile ilişkilendirmeleri ya da trans insanların heteroseksüel olmayan bir cinsel yönelime sahip olmaları olabilir. Yazar Thomas Spijkerboe, "Çeşitli kültürel bağlamlarda şiddete maruz kalan trans bireyler, sıklıkla transfobik şiddetin homofobik olarak ifade edildiğini bildiriyorlar." belirtmektedir.
Amerikan Psikoloji Derneği'ne göre, trans çocukların diğer çocuklara göre okulda, koruyucu ailede, yatılı tedavi merkezlerinde, evsiz merkezlerinde ve ıslahevlerinde tacize uğramaları ve şiddet görme ihtimalleri daha yüksektir. Araştırmacılar, trans gençlerin rutin olarak okulda alay edildiklerini ve zorbalığa uğradıklarını ve neredeyse tüm trans gençlerin okulda, özellikle spor derslerinde, okul etkinliklerinde veya cinsiyetsiz tuvaletlerde sözlü veya fiziksel olarak taciz edildiğini söylemektedirler. Dörtte üçü güvende hissetmediklerini bildirdi.
Yetişkinler olarak transseksüel insanlar, sadece sokakta yürürken veya bir mağazaya girerken bile sıklıkla alaya, bakışlara ve şiddet tehditlerine maruz kalmaktadırlar. ABD'de 402 yüksek gelirli, çalışan, yaşlı trans bireyle yapılan bir ankette %60'ının cinsiyet kimlikleri nedeniyle şiddete uğradığı veya taciz edildiği tespit edildi. %56'sı sözlü veya fiziksel olarak taciz edilmiş, %30'u saldırıya uğramış, %17'sine bir şeyler fırlatılmış,%14'ü soyulmuş ve %8'i haksız tutuklama olarak nitelendirdikleri şeyleri yaşamıştı. Philadelphia'da 81 trans kişiyle yapılan bir araştırmada, trans bireylerin sırf transseksüel oldukları için %30'u kamuoyunda güvende hissetmediğini, %19'u da aynı nedenden rahatsız olduğunu bildirdi. Hiç cinsel ilişkiye girmeye zorlandıkları, evlerinde şiddet gördükleri veya fiziksel olarak istismar edildikleri sorulduğunda, çoğunluk her soruya evet yanıtını verdi.
Trans bireylere yönelik cinsel şiddet hakkındaki Amerikan çalışmalarının gözden geçirilmesi sonucunda, bu durumun "şok edici derecede yaygın" olduğunu ve en yaygın bulgunun trans bireylerin yaklaşık %50'sinin cinsel saldırıya uğradığı ortaya çıkmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10541",
"len_data": 6756,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.63
}
|
Homofobi, eşcinsellere veya eşcinselliğe karşı duyulan nefret, önyargı, hoşnutsuzluk, korku veya ayrımcılıktır. Geniş manası ile diğer cinsel yönelimlere sahip olan LGBT kişileri de içerir. Sıfat olarak, homofobisi olan kişiler homofobik olarak anılır. Homofobik davranış ilkelerini sergileyen kişinin gerçekleştirdiği eylemler bütünü "homofobi" sadece psikiyatrik bir kavram değildir. Her 48 saatte bir, eşcinsel bir kişinin homofobiyle bağlantılı şiddete maruz kalarak öldürüldüğü tahmin edilmektedir. Uluslararası Af Örgütü'ne göre yaklaşık 70 ülkede eşcinsellere şiddet uygulanmaktadır ve 8 ülkede eşcinsellere idam cezası verilmektedir.
Etimoloji.
Homofobi sözcüğü ilk kez 1969'da bir Time dergisi makalesinde kullanılmıştır. Yunanca "homos" (aynı) kökünden gelen "homoseksüel" ile "phobos" (korku) sözcüklerinin birleşiminden türetilmiştir. Yunanca "homo-" (aynı) öneki zaman zaman Latince "Homo" (insan) sözcüğü ile karıştırılır.
Homofobiye ilişkin ilk psikolojik kavramsallaştırmalarda, homofobi olgusu, zihinsel bir düzensizlik olarak ve eşcinsellere/eşcinselliğe ilişkin irrasyonel korkularla ilişkilendirilerek anlaşılmaya çalışılmaktaydı; bu anlamda diğer fobi türleri gibi, son çözümlemede bireysel düzeyde cereyan eden bir düşünce bozukluğu olarak ele alındı. Günümüzde ise bireysel düzeydeki irrasyonel bir korku veya inanç yerine kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle ilişkili olarak ele alınması gereken, politik bir alanda oluşan, gruplar arası bir sürece işaret etmektedir.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde "homofobi" kelimesi bulunmamaktadır, ama Dil Derneği sözlüğünde "eşcinsellik korkusu" olarak tanımlanır.
Homofobik hakaretler.
Homofobi uluslararası bir kavramdır ve birçok dilde homofobik argo sözcükler ve hakaretler mevcuttur. Türkçede sıklıkla homofobik şekilde kullanılan "ibne" sözcüğü, TDK sözlüğüne göre "edilgin eşcinsel erkek" anlamına gelir ve kökeni "kız çocuk" anlamına gelen Arapça ابنة ("ubne") kelimesidir. Gündelik kullanımda ibne kelimesi, eşcinsel olmasa bile birisini aşağılamak için sıkça kullanılmaktadır. Türkçede bazı diğer homofobik sözcükler "top", "oğlancı" ve "kulampara" dır.
Bazı devletlerde homofobik hakaretler "nefret suçu" kapsamına girer ve cezai yaptırımla karşılaşılabilir.
Nedenleri.
Homofobinin nedenleri toplumsal, dini, ideolojik ya da psikolojik olabilir. Homoseksüel ilişkinin birçok dinde veya mezhepte lanetlendiği, dini metinlerde Sodom ve Gomora örneğinde olduğu gibi homoseksüelliğin kabul gördüğü toplumların tanrı tarafından cezalandırıldığı öne sürülmüştür. Küçük yaştan itibaren kendini dinsel öğretinin içinde bulan birey, okudukları ve duyduklarının ışığında küçük yaşta homofobik yaklaşımlar içerisine girebilir.
Hukuki durum.
Suç statüsü.
Birçok ülkede eşcinsellik bir suç olarak kabul edilmektedir, fakat son yıllarda eşcinselliği suç olarak gören ülkelerin sayısı hızla azalmaktadır. Uluslararası Af Örgütü'ne göre 2007'den beri yaklaşık 70 ülkede eşcinselliğe ceza verilmektedir.
Hapis cezası.
Sağdaki haritada göründüğü gibi Hindistan, Afrika'nın bazı bölgeleri, Guyana, Jamaika, Kuzey Kore, Malezya, Papua Yeni Gine, bazı Orta Asya devletleri ve birçok Müslüman ülkede (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) eşcinsellik kanunen hapis cezasıyla cezalandırır.
İdam cezası.
Eşcinsel ilişki veya herhangi bir livâta hareketinde bulunanlara idam cezası verilen ülkeler şunlardır: Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Moritanya, Nijerya'nın kuzeyindeki bazı eyaletleri, Somali, Sudan, Katar ve Yemen.
Birleşik Arap Emirlikleri'nde nikâh dışı cinsel ilişkiler idam cezası ile cezalandırılabilir. Federal Ceza Kanunu'nun, kadınların ve erkeklerin ırzına geçilmesi hakkındaki 354. maddesinin, iki erkek arasında rıza ile gerçekleşen ters ilişkiyi de kapsadığı düşünülebilir.
Afganistan gibi şeriatla yönetilen ve eşcinsellik hakkındaki yasaların belli olmadığı bazı ülkelerde livâta, recm ile idam cezasıyla cezalandırılır.
Katar Sadece Müslümanlara uygulanan şeriat kanunlarına göre evlilik dışı tüm ilişkiler cinsel yönelime bakılmadan ölüm cezasıyla cezalandırılabiliyor.
Irak Yürürlükte bir yasa bulunmasa da, şeriat kanunlarına dayandırılarak bazı militanlar tarafından öldürülen ve bazı yargıçlar tarafından ölüm cezası verilen eşcinseller var.
Homofobik cinayetler.
Eşcinselliğin kanunen yasak olmadığı fakat homofobinin çok yaygın olduğu bazı ülkelerde LGBT kişileri hedef alan cinayet sayısı oldukça yüksektir. Bunlar genellikle nefret suçu kapsamında değerlendirilir. Örneğin 2007 yılında 122 homofobik cinayet işlenen Brezilya, dünyanın en yüksek LGBT cinayeti oranına sahiptir. Bu ülkedeki kurbanların neredeyse yarısı transeksüellerdir. Resmî istatistikler bulunmadığı için bazı LGBT eylemcileri bu sayının daha yüksek olduğunu ileri sürmektedir. Brezilya'dan sonra, senede 35 homofobik cinayetle Meksika ve bundan sonra 25 cinayetle Amerika Birleşik Devletleri gelir.
İşyerinde ayrım.
Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından hazırlanan 10 Mayıs 2007'de sunulan bir rapora göre LGBT kişiler işyerlerinde sıklıkla ayrım veya sözlü, psikolojik ve fiziksel tacize maruz kalmaktadırlar. Tüm dünyada birçok iş adayı sırf LGBT oldukları için işverenler tarafından reddedilmektedir. Bu nedenle özellikle homofobinin yaygın olduğu ülkelerde LGBT kimseler arasında işsizlik, geçim sıkıntısı veya iş bulabilmek için cinsel yönelimini gizlemek oldukça yaygındır.
Dünyada homofobi.
Türkiye.
Türkiye'de eşcinsellik kanunen yasak değildir ancak toplumda genel olarak olağan dışı ve kabul edilemez olarak algılanmaktadır. Türkiye'de homofobinin oldukça yaygın olduğunu gösteren araştırma bulguları vardır.
2007 yılında Pew Research Center tarafından 47 ülkede uygulanan bir ankette homofobi ile ilgili iki cümleden hangisinin kendi görüşlerine daha yakın olduğu sorulduğunda Türkiye'den katılımcıların %14'ü ""Eşcinsellik, toplum tarafından kabul edilmesi gereken bir hayat biçimidir" görüşünün;" %57'si ise ""Eşcinsellik, toplum tarafından kabul edilmesi gereken bir hayat biçimi değildir" görüşünün kendi görüşüne daha yakın olduğunu ifade etmiştir." Aynı araştırma sonuçlarına göre "Eşcinsellik, toplum tarafından kabul edilmesi gereken bir hayat biçimidir" görüşüne yakın hissedenlerin oranı, Ortadoğu ülkelerinden ikisinde - İsrail'de (%38) ve Lübnan'da (%18)- Türkiye'dekinden yüksektir Batı Avrupa'da ise eşcinselliğe çok daha geniş bir hoşgörü ile yaklaşılmaktadır.
Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer'in 2009 yılında hazırladığı "Radikalizm ve Aşırıcılık" adlı araştırması kapsamında 34 ilde 1715 kişiye sorulan "Kiminle komşu olmak istemezsiniz?" sorusuna katılımcıların %87'si "eşcinsel" kişiler olarak yanıt vermiştir.
Türkiye'de de bazı eşcinseller toplumsal baskı nedeniyle, ailelerinden dışlanmakta, işlerini kaybetmekte, toplumun düşmanca davranışlarına maruz kalmakta ve baskı görmektedir. Bu önyargıılı tutum ve davranışlar nedeniyle Türkiye'de birçok eşcinsel birey, aile içinde, ilişkilerinde ve kendi cinsel yönelimini bilen arkadaşları içinde huzursuz hissetmektedirler. Bu yaşantılar bireylerin, depresyon, kaygı gibi psikolojik sorunları heteroseksüellere oranla daha fazla yaşamalarına neden olmaktadır.
Yasal olarak eşcinselliği ya da eşcinsel örgütlenmeyi yasaklayan herhangi bir yasa yoktur. Ancak 29 Mayıs 2008'de merkezi İstanbul'da olan Lambdaistanbul adlı bir LGBT hakları grubu, Anayasa'nın "ailenin korunması"na ilişkin 41. maddesi ile Türk Medeni Kanunu'nun "Hukuka veya ahlaka aykırı amaçlarla dernek kurulamaz" hükmünü içeren 56. maddesine aykırı olduğu sebebiyle mahkeme kararı tarafından kapatıldı. Bu karar birçok insan hakları örgütü tarafından eleştirildi. Özellikle İnsan Hakları İzleme Örgütü, mahkemenin taraflı davrandığını ve bu kararın demokratik haklara ve örgütlenme özgürlüğüne karşı olduğunu söyledi.
2010 Mart ayında AK Partili Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf'ın "Eşcinsellik hastalıktır ve tedavi edilmelidir," şeklindeki sözleri çeşitli LGBT örgütler ve insan hakları savunucuları tarafından eleştirildi.
Batı Avrupa.
Birçok Batı Avrupa devletinde homofobinin nefret suçu kapsamında olmasına ve cezai yaptırımlar bulunmasına rağmen homofobi hâlen diğer Avrupa devletlerinde de mevcuttur.
6 Ekim 2002'deki bir kamusal etkinlikte, eşcinsel Paris belediye başkanı Bertrand Delanoë karnından bıçaklandı. Delanoë tehlikeyi atlattı ve birkaç gün sonra görevine geri döndü. Saldırgan ilk sorgusunda "siyasetçilerden ve özellikle eşcinsellerden" nefret ettiğini söyledi.
Homofobiye bağlı intihar oranı özellikle eşcinsel gençlerde çok yüksektir. Birleşik Krallık'ta Stonewall adlı eşcinsel hakları örgütü tarafından yapılan bir ankete göre genç eşcinsellerin %17'si ölümle tehdit edilmiş ve %12'si cinsel istismar yaşamıştır. Bazı araştırmalara göre İrlanda'da eşcinsel gençlerin üçte biri intihar etmeye çalışmış; İskoçya'da 15 ve 26 yaşları arası eşcinsellerin yarısı intihar etmeyi düşünmüş; Fransa'da 20 yaşın altındaki eşcinsel erkeklerin %27'si intiharı denemiş; İtalya'da eşcinsellerin %13'ü intihar etmeye çalışmıştır. Belçika'da 15 ve 25 yaşları arasındaki eşcinsel gençlerin intihar riski oranı diğer kişilere nazaran beş kat daha yüksektir. Almanya'da 15 ve 27 yaşları arası eşcinsellerin %18'i en az bir kere intihar etmeyi denemiş, %66'sı kendi aileleri tarafından fiziksel veya sözlü istismar yaşamış, %27'si öğretmenler tarafından baskı görmüştür. 2007'de yapılan bir araştırmaya göre eşcinsellerin en az %30'da biri son 12 ay içerisinde hakarete maruz kalmış, tehdit edilmiş veya saldırıya uğramıştır.
Bazı ülkelerde okullarda homofobiyi önlemek için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin İspanya'da DecideT adlı LGBT hakları grubu homofobik baskı ve yıldırmayı engellemek amacıyla bir rehber yayınladı.
Batı Avrupa'da homofobi, sporda da çok yaygındır. Özellikle ragbi, futbol gibi maço kabul edilen spor camialarında çok sınırlı sayıda sporcu eşcinselliğini açığa vurmaya cesaret edebilmiştir. Bunun istisnalarından futbolcu Justin Fashanu, 1990 yılında eşcinselliğini ilân ettikten sonra hayranlarından, ailesinden ve takım arkadaşlarının dışlama ve hakaretlerine maruz kaldı. Kardeşi John Fashanu, onu alenen kardeşlikten reddetti. Justin Fashanu 3 Mayıs 1998'de intihar etti ve geride şu notu bıraktı:
Arnavutluk millî futbol takımının eski menajeri Otto Barić, kendi takımında eşcinsel bir futbolcunun yer almasına asla izin vermeyeceğini ilân etti; 31 Temmuz 2007'de, UEFA tarafından homofobi nedeniyle 3.000 Euro para cezasına çarptırıldı.
Sporda homofobi sadece futbola has bir şey değil. Eşcinsel olan Berlin belediye başkanı Klaus Wowereit, şehrin yerel buz hokeyi takımını olan Berliner Eisbäre'nın maçlarından birini seyretmeye gittiği zaman karşı takımın taraftarları "Hauptstadt der Schwulen, wir sind die Hauptstadt der Schwulen" ('İbnelerin başkenti') şeklinde tezahürat yaptılar.
Güney Afrika.
Güney Afrika'da eşcinsel evliliğin yasal olması ve birçok antihomofobi yasanın mevcut olmasına rağmen Güney Afrika toplumu arasında eşcinsellik konusu hakkında hâlâ olumsuz görüşler bulunur. Lezbiyenlere erkekler tarafından yapılan "düzeltici tecavüz" ülkede çok yaygın bir nefret suçudur.
İran.
İran'da eşcinsellik idam cezasıyla cezalandırılmaktadır. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad İran'da "böyle bir fenomen" bulunmadığını iddia etmiştir. 19 Temmuz 2005'te Meşhed kentinde, eşcinsel ilişkide bulundukları gerekçesiyle Mahmud Asgari ve Ayaz Marhoni, 228 kere kamçılanıp büyük bir kalabalığın önünde asılarak idam edildiler. Onları kurtarmak amacıyla yapılan uluslararası başvurular yanıtsız kaldı. İran hükûmeti bu adamları, küçük bir çocuğa tecavüz ettikleri için astığını ileri sürdü, fakat sonradan İranlı kaynaklar bunu yalanlayarak ve hükûmetin bu iddiaları uydurduğunu iddia etti.
Polonya.
Polonya homofobi sebebiyle sıkça eleştirilmektedir. Eleştirilerden (özellikle insan hakları örgütleri ve AB kurumları) bir tanesi cumhurbaşkanı Lech Kaczyński'nin başkent Varşova'da ve Poznań kentinde bir gey onur yürüyüşünün yapılmasına izin vermemesine yöneliktir. Hukuk ve Adalet Partisi'nden olan Kaczyński, Cumhurbaşkanlığı için aday olunca Polonya'da birçok eşcinselin ülkeyi terk edeceğini söylemişti. Bu hükûmetin idaresi altında aşağıdaki ifadeler kullanılmıştır:
Rusya.
Rusya'da homofobi yaygındır. Rusya'daki bugün görülen homofobinin kaynağının Joseph Stalin dönemindeki uygulamalar olduğu ileri sürülmüştür. Ülkede yaşanan bazı homofobik olaylar şunlardır:
27 Mayıs 2007'de, gey ve lezbiyenlerden oluşan bir grup, Moskova Şehir Konseyi'ne yasaklanan gey onur yürüyüşünün serbest bırakılması için dilekçe vermeye çalıştıklarında aşırı milliyetçiler ve Ortodoks radikaller tarafından hakaret ve saldırıya uğradılar. Yetkililer 20 eşcinseli tutukladılar. Moskova belediye başkanı yürüyüşü "şeytanî bir hareket" olarak tanımladı.
Avrupa'daki eşcinsellerin yakından takip ettiği Eurovision Şarkı Yarışması'nın 2009'da Moskova'da yapılacak olması, Rusya'daki eşcinselleri "Slavic Pride" adı altında bir onur yürüyüşü yapmaya cesaretlendirmişti. Ancak bu yürüyüşün yapılmasına izin verilmedi. 16 Mayıs 2009'da "yasadışı" şekilde toplanan göstericiler polis tarafından şiddet kullanılarak dağıtıldı, 40 kadar eylemci tutuklandı.
İngiliz gazeteci Pablo Uchoa, BBC'de 2018'de yayımlanan bir yazısında eşcinsellere karşı olanların iddialarının temelinde dini metinler ve kültürel dogmalar olduğunu vurgulamıştır. Yazıya göre 2012 yılında Moskova'da eşcinsellerin gittiği bir gece kulübü silahlı adamlar tarafından basılıp, tahrip edildiğinde bir Rus rahip ""Kutsal metinler bize geleneksel yönelimi olmayan herkesin taşlanması gerektiğini emrediyor" s"özleriyle saldırıyı desteklediğini ifade ederken, Rus Ortodoks Kilisesi'nin resmî sözcüsü Vahtang Kipşidz ise BBC ile yaptığı röportajda ""İncil'de herhangi bir günah işleyenlerin taşlanmasını destekleyen herhangi bir şey yok"." demiş ve bazı insanların kutsal metinleri yanlış anladığını ve şiddet için bahane olarak kullandığını ifade etmiştir. 2018 yılında Rusya'da yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre halkın ortalama yüzde 63'ü LGBTİ'lerin toplumsal değerlerini yıktıklarını düşünmeye devam ediyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10542",
"len_data": 14087,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.29
}
|
Immanuel Kant (22 Nisan 1724 - 12 Şubat 1804), Prusya kökenli Alman filozof. Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş, Aydınlanma Çağı ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirgin olarak etkilemiştir. Bugün Rusya topraklarında bulunan Königsberg'de doğan Kant'ın epistemoloji, metafizik, etik ve estetik alanlarındaki kapsamlı ve sistematik çalışmaları, onu modern Batı felsefesinin en etkili isimlerinden biri hâline getirmiştir.
Aşkın idealizm doktrininde Kant, uzay ve zamanın tüm deneyimi yapılandıran yalnızca "sezgi biçimleri" olduğunu ve deneyim nesnelerinin yalnızca "fenomen" olduğunu savunmuştur.
Kendi içlerinde oldukları şekliyle "şeylerin" doğası bizim için bilinemez iddiasını ortaya atmıştır. Felsefi şüphecilik doktrinine karşı koyma girişimi kapsamında en tanınmış eseri olan Saf Aklın Eleştirisi'ni (1781/1787) yazmıştır. Kant, deneyim nesnelerinin bizim uzamsal ve zamansal sezgi biçimlerimize ve anlayışımızın kategorilerine uygun olduğunu düşünme önerisi ile Kopernik devrimi arasında bir paralellik kurmuş, böylece bu nesneler hakkında "a priori" bir bilgiye sahip olduğumuzu varsaymıştır.
Kant, aklın ahlakın kaynağı olduğuna ve estetiğin tarafsız bir yargılama yetisinden doğduğuna inanıyordu. Kant'ın dinî görüşleri, onun ahlak teorisiyle derinden bağlantılıydı. Bununla birlikte, Kant'ın dinî teorilerinin kesinlikleri hâlâ tartışılmaktadır. Devletler arasında ebedi bir barışın evrensel demokrasi ve uluslararası işbirliği yoluyla sağlanabileceğini umuyordu. Bununla birlikte, uluslararası itibarı, hayatının son on yılında bu görüşlerini değiştirmiş olsa bile, kariyerinin büyük bir bölümünde bilimsel ırkçılığı savunması nedeniyle lekelidir.
Yaşamı.
Üniversite kayıtlarında adı “"Emanuel Kandt"” olarak geçen filozof, 22 Nisan 1724 yılında bir daha sınırlarından çıkmayacağı Königsberg’de dünyaya gelmiştir. Üniversite yıllarında adını "Kitab-ı" "Mukaddes"’te geçtiği biçimde "Immanuel" olarak düzelttirmiştir. Nürnbergli bir saracın kızı olan annesi Anna Regina Dorothea Reuter (1697-1737), oldukça dindar ve otoriter bir ev kadınıdır. Kant henüz 14 yaşındayken ölmüştür. Klaipėda kentinden göçen ve İskoç asıllı olduğu Kant tarafından ifade edilen babası Johann Georg'un (1683-1746) mesleği de saraçlıktır.
Kant'ın ailesi "pietizm" inancına bağlı dindar ve disiplinli bir ailedir. Kant soyadının "Kantvainiai" (Almanca: "Kantwaggen") köyünden almış olması olasıdır. Kant ailenin dokuz çocuğunun dördüncüsüdür, kardeşlerinden üçü yetişkinliğe erişemeden ölmüştür.
Annesi, teoloji öğretmeni olan Franz Albert Schultz'un önerisine uyarak yine Schultz'un görev yaptığı okula kaydını yaptırmıştır. Genç Immanuel'in eğitimi katı, cezalandırıcı ve disiplinliydi ve matematik ve bilim yerine Latince ve dinî eğitime odaklanmıştı.
Buradaki eğitiminden sonra Kant, 1732 yılında Frederik Koleji'nde eğitimine devam etti. Bu kolejde ise Latince, filoloji, matematik, mantık ve teoloji eğitimi aldı. Kant, Almanya'da yalnızca 27 üniversite ve toplamda 9000 öğrencinin bulunduğu 18. yüzyılın ilk yıllarında, 1740 yılında, on altı yaşındayken Königsberg Üniversitesine, diğer adıyla Albertina'ya kabul edilmiştir. Üniversite eğitimi sırasında birkaç yıl öğrencilere özel dersler verdi.
Eğitimi sırasında Leibniz ve Wolff'tan etkilenmiştir. İngiliz felsefesi ve bilimindeki gelişmelere de aşina olan, Kant'ı Isaac Newton'un matematiksel fiziği ile tanıştıran ve aynı zamanda da bir rasyonalist olan Martin Knutzen ile birlikte çalışmıştır. Knutzen, Kant'ı "tembel zihnin yastığı" olarak gördüğü önceden kurulmuş uyum teorisinden vazgeçirmiştir. Ayrıca Kant'ı, 18. yüzyıldaki çoğu filozofun olumsuz bir ışık altında gördüğü idealizmden, yani gerçekliğin tamamen zihinsel olduğu fikrinden de vazgeçirmiştir. Kant'ın daha sonra Saf Aklın Eleştirisi 'ne dâhil ettiği transandantal idealizm teorisi kısmen geleneksel idealizme karşı geliştirilmiştir.
Yerel Mason locasına sık sık giden öğrencileri, meslektaşları, arkadaşları ve dostlarıyla temasları vardı.
Babasının felç geçirmesi ve ardından 1746'da ölmesi çalışmalarını kesintiye uğrattı. Kant, Ağustos 1748'den kısa bir süre sonra Königsberg'den ayrıldı; Ağustos 1754'te oraya geri dönecekti. Königsberg'i çevreleyen kasabalarda özel öğretmenlik yaptı, ancak bilimsel araştırmalarına devam etti. 1749'da ilk felsefi çalışması olan "Thoughts on the True Estimation of Living Forces"'ı (1745-47'de yazılmıştır) yayınladı.
1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra üniversitede çeşitli sosyal bilimler alanlarında dersler vermeye başladı. Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazdı. 1755 yılında "Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi" adlı eserini yazdı. Bu eserinde Kant, güneş sisteminin büyük bir gaz bulutu olan nebuladan oluştuğu sonucuna vardığı Nebular hipotezini ortaya koymuştur. Kant ayrıca Samanyolu'nun büyük bir yıldız diski olduğunu ve bunun da çok daha büyük bir dönen gaz bulutundan oluştuğunu doğru bir şekilde saptamıştır. Ayrıca uzaktaki diğer "nebulaların" başka galaksiler olabileceğini öne sürmüştür. Bu varsayımlar astronomi için yeni ufuklar açmış, ilk kez güneş sisteminin ötesine geçerek galaktik ve galaksiler arası âlemlere uzanmıştır. 1756 yılında, 1755 Lizbon depremi üzerine de üç makale yayınladı. Kant'ın sıcak gazlarla dolu devasa mağaralardaki kaymaları içeren teorisi yanlış olsa da, depremleri doğaüstü terimlerden ziyade doğal terimlerle açıklamaya yönelik ilk sistematik girişimlerden biriydi. Kant 1757'de coğrafya üzerine ders vermeye başlayarak coğrafyayı kendi konusu olarak açıkça öğreten ilk öğretim görevlilerinden biri oldu. Coğrafya Kant'ın en popüler ders konularından biriydi ve 1802'de Friedrich Theodor Rink tarafından Kant'ın ders notlarından derlenen "Fiziksel Coğrafya" adlı bir kitap yayınlandı.
Bu tarihten itibaren Kant, hayatı boyunca çeşitli bilim dalları üzerine yazmaya devam etmesine rağmen, giderek artan bir şekilde felsefi konulara yöneldi. 1760'ların başında felsefe alanında bir dizi önemli eser üretti. Bir mantık çalışması olan "Dört Kıyas Figürünün Sahte İncelikleri" 1762'de, "Negatif Büyüklükler Kavramını Felsefeye Sokma Denemesi" ve "Tanrı'nın Varlığının İspatını Destekleyen Tek Mümkün Argüman" ise 1763'te yayımlandı. 1764'e gelindiğinde Kant, "Güzel ve Yüce Duygusu Üzerine Gözlemler" adlı eseriyle dikkat çeken popüler bir yazar hâline gelmişti; "Doğal Teoloji ve Ahlak İlkelerinin Farklılığına Dair Soruşturma" (genellikle "Ödül Denemesi" olarak anılır) adlı eseriyle Berlin Akademisi'nin ödüllü yarışmasında Moses Mendelssohn'un ardından ikinci oldu.
Kant 1770'te, 45 yaşındayken, profesör olduktan sonra, derslerinin konularını diğer konuların yanı sıra doğal hukuk, etik ve antropoloji derslerini de içerecek şekilde genişletti. Königsberg'de mantık ve metafizik kürsüsüne atandı. 1770'ten sonra Hume ve Rousseau etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirdi. Filozof, metafiziğin yanında her zaman fen bilimleri ve kozmolojiye de büyük bir ilgi duymuştur.
Kant'ın geç gelişen bir filozof olduğu, ancak 50'li yaşlarının ortalarında daha önceki görüşlerini reddettikten sonra önemli bir filozof hâline geldiği sıklıkla iddia edilir. Kant'ın en büyük eserlerini nispeten geç bir dönemde yazdığı doğru olsa da, erken dönem eserlerinin değerini küçümseme eğilimi vardır. Son dönem Kant araştırmaları bu "eleştiri öncesi" yazılara daha fazla ilgi göstermiş ve olgunluk dönemi çalışmalarıyla bir dereceye kadar devamlılık olduğunu kabul etmiştir.
Kant, yaşadığı dönemde katı bir şekilde düzenlenmiş bir hayat yaşamıştır. Komşuların günlük yürüyüşlerine göre saatlerini ayarladıkları söylenmektedir. Hiç evlenmemiş ancak sosyal hayatının da renkli olmuş olabileceği düşünülmektedir. Büyük felsefi çalışmalarına başlamadan önce bile, mütevazı derecede başarılı bir yazar olduğu kadar, popüler de bir öğretmendi. Filozofun şehirden ayrılmamasının altında yatan neden ise şehrin soylu aileleriyle kurduğu kişisel ilişkileri nedeniyle şehirde oldukça tanınması, verdiği özel derslerden iyi paralar kazanması ve edindiği saygınlıktır.
Immanuel Kant'ın en etkin, en verimli ve en sansasyonel dönemi kuşkusuz "eleştiriler" dönemidir. Profesörlüğü elde ettikten sonra tam on yıl boyunca ortadan kaybolan Kant, yoğunlaştığı çalışmalarının neticesinde 1781 yılında sansasyonel kitabı olan Saf Aklın Eleştirisi'ni yayımlar. Ardından kitabın oldukça zor bir dili olması ve anlaşılamaz bulunması dolayısıyla Prolegomena’yı kaleme almıştır. Her iki eserde de Kant 18. yüzyıl felsefesine hâkim olan empirizm ve rasyonalizm arasındaki tartışmayı sonlandırma iddiasındadır. Bunu iddiasını her iki görüşü de eleştirerek, "nasıl biliyoruz?" sorusuna emprizm ve rasyonalizmden sonra verilen üçüncü bir yanıtı tespit etmeye çalışarak destekler. Hemen hemen Kant’ın felsefesini işleyen bütün kitaplarda sembolleştirildiği şekliyle, bu çabası kozmolojideki “Kopernik Devrimi”nin felsefede cereyan etmiş hâlidir ve temelde bilgi nesnesinin bilen özneden bağımsız olmadığını savunmaktadır. Bu şekilde adlandırılmasının en büyük nedeni Kant’ın, emprizm ve rasyonalizm arasındaki nesne temelli tartışmayı, dolayısıyla her iki düşüncenin eksiklikleri ve zayıflıklarını eleştirmesi ve her iki düşüncenin de özneyi temel almadan bir sonuca ulaşılamayacağını ortaya koyarak, özne temelli, onun aklını temel alan ve bilginin kaynağının nesnede değil öznede aranması gerektiğini savunan bir görüşte olmasıdır. Özne-nesne ilişkisinin dönüşümü neticesinde ahlak, özgürlük, estetik ve siyaset gibi konular da dönüşüme uğrayacaktır.
Kant ve onun eleştirileri ile birlikte, aklın sınırları kapsamında, metafizik ögelerin, rasyonalistlerin savunduğu gibi deneyden önce yani a priori olarak bilinemeyeceği, onların sadece düşünülebileceği, bu yüzden de bilim yapılabilmesi için metafizik nesnelerin bilimin alanının dışına itilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. Bir başka değişle Tanrı, ölümsüzlük özgürlük gibi konular, bilimin alanının dışında bulunan inanç alanının ögeleri hâline gelmiştir. Böylelikle Rönesans’tan sonra yükselerek devam eden teolojinin, bilim ve felsefe üzerindeki hakimiyeti ortadan kalkmış, beraberinde insana ilişkin bakış açılarının değişmesine, dinden bağımsız bir ahlak yasası ortaya koyulmasına ilişkin düşüncelerin oluşması sonucunu doğurmuştur.
1784 senesinde Kant’ın birçok makalesinin yayımlandığı Berlinischen Monatschrift dergisinde filozofun tarih ve siyaset felsefesi açısından belirleyici öneme sahip olan iki makalesi yayımlanmıştır. Bunlar "Dünya Yurttaşlığı Açısından Evrensel Bir Tarih Düşüncesi" ve "Aydınlanma Nedir Sorusuna Cevap" adlı makalelerdir. Bu makalelerde tarih ve siyaset felsefesinin, cumhuriyetçi görüşlerin ve ebedi barışa ilişkin fikirlerin ilk izleri bulunmaktadır. Yaklaşmakta olan Fransız Devrimi'nin düşünceleriyle ilgili olan Kant, 1789'da yaşananlar karşısında heyecan ve çoşku duymuştur. Bunun yanında bütün şiddetine karşın devrimi, ilerlemenin ve despotizm karşısında insanın özgürleşmesinin göstergesi olarak yorumlamıştır. Ona göre önemli olan, yaşanan olayın kendisi değil, söz konusu olayın insanların zihinlerinde yarattığı evrensel heyecandır.
Prusya Krallığı'nda Kral Friederich’in ölümünün ardından 1786'da tahta çıkan II. Frederich Wilhelm, Kant'ın başta din olmak üzere bazı düşüncelerinden rahatsızlık duyar ve 1794 yılında filozofun "Saf Aklın Sınırları İçinde Din" adlı kitabının yayımlanmasını yasaklayarak, çalışmalarını devam ettirmesi hâlinde sonuçlarının iyi olmayacağını bir mektupla kendisine beyan eder. Tüm düşünce dünyasını aklın özgürlük ve ahlakı üzerine kurmuş olan Kant için bu durum kabul edilebilir olmasa da krala bir daha din üzerine yazmayacağını bildirir. Ardından 1795 yılında yayımlanan "Ebedi Barış Üzerine Felsefi bir Deneme" adlı eserini kaleme alarak yöneticilerle hesaplaşır.
Kral II. Friedrich Wilhelm'in 1797 yılında ölmesiyle aynı yıl Kant, hukuk ve siyaset düşüncesini erdem kuramıyla birleştirdiği ve güçler ayrılığı, düşünce özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi cumhuriyetçi idealleri savunduğu, yüz sayfadan az olmasına rağmen ahlak felsefesinin temellerini ortaya koyduğu Ahlak Metafiziğinin Temellendirmesi adlı eserini yayımlar.
Artık ömrünün son döneminde olan Kant, 1803 yılında babasıyla aynı kaderi paylaşarak felç geçirir. Bu hadisenin daha öncesinde, yaşlılığından ötürü çocukça davranışlar sergilerse dostlarından kendisini mazur görmelerini ister. Bu tarihten evvel çok sevdiği üniversitedeki derslerini bırakmış, yazılarını ise yazamaz hâle gelmiştir. 12 Şubat 1804 tarihinde ölmeden önce birçok el yazması ve fikirleri yayımlanamamıştır. Öldüğü tarihin kış aylarının en soğuk dönemine denk gelmesi nedeniyle donmuş olan toprağa on altı gün boyunca gömülememiştir. Bu süre içinde Königsberg halkı, şehrin önemli figürlerinden biri olan ünlü filozofu görebilmek için sıraya girmişlerdir.
Kentle özdeşleşmiş olan ünlü filozof, müzik eşliğinde toprağa verilir, mezar taşına ise Pratik Aklın Eleştrisi eserinin sonunda yer verdiği şu sözleri yazdırılır:
Felsefesi.
Başlık olarak; epistemoloji, eleştiricilik, analitik ve sentetik yargılar, aşkın felsefe, duyulur-düşünülür dünya ayrımı, ahlak, irade, metafizik, yargı yetisinin eleştirisi, din ve tarih felsefesi üzerine çalışmaları bulunmaktadır.
Çağdaş felsefenin gelişim seyrine uygun olarak bilgi kuramını ön plana çıkarmıştır. Kant'ın gözünde bilim, liderleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bilim yansızdır ve nesneldir.
O, felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bu amacı gerçekleştirmek için, hem Descartes'ın rasyonalizminden ve hem de Hume'un empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, "transandantal epistemolojik idealizm" diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hristiyan ahlakını savunma çabası vermiştir. O, "fenomenal gerçeklikle", yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile "numenal gerçeklik", yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya arasında bir ayrım yapmıştır.
Kant, öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir.
Epistemolojisi.
Kant yargıları temelde 3'e ayırır:
Analitik yargılar, yüklemi öznesinde bir şekilde veya zimmen içerilen ve özne konumunda bulunan terimin çözümlenmesiyle elde edilen yargılardır. Yani Kant'ın tabiriyle “açıklayıcı yargılardır”. Sözgelimi, "Bütün bekârlar evli olmayanlardır" önermesi gibi. Analitik yargı Kant için ayrıca bir bütünün peşinen doğru olduğundan yola çıkarak buna göre bütünün parçalarının temellendirilmesi anlamında da kullanılmaktadır.
Sentetik yargılarda ise yüklem öznede içerilmez. Örneğin "Bazı güller beyazdır" gibi. Kant'ın tabiriyle “bilgimizi arttırıcı yargılardır”. Sentetik yargılar Kant için yine bilginin oluşumunda, aynı bağlamda analitiğin karşıtı olarak bu kez parçalardan yola çıkarak bir bütünü oluşturma yani sentez anlamında da kullanılmaktadır.
Metafizik eleştirisi.
Kant'a göre akıl, mümkün deneyimlerin ötesindeki nesneleri bilebilmenin bir yoluna da sahip değildir. Dolayısıyla metafiziğe ilişkin her yargı bu dünyanın deneyimlerinin ürünü olacağından metafizik hem bilim değildir hem de bilinemezdir.
Ahlak temellendirmesi ve özgürlük.
Kant özgürlüğün olup olmadığı, yani dünyada neden olunmamış nedenler bulunup bulunmadığı sorusuyla ilgili üçüncü antinominin ise olayların doğa yasalarına göre nedenselliğe bağlı olduğunu ifade eden tezin, nedeni olmayan nedenlere imkan tanıyan farklı türden bir nedenselliğin numenler veya kendinde şeyler için var olduğunu ima eden antitezle bağdaşabilir olduğunu göstererek çözer. Söz konusu ikinci nedensellik, elbette bir ideanın, Kant'ın ahlaksal bilinci, ahlak yükümlülük deneyimini açıklayabilmek için gerekli olduğunu düşündüğü özgürlük ideasının, nedenselliği olmak durumundadır. Özetle içsel ahlak -vicdan- olması için özgürlük şarttır.
İnsanın konumu.
Kant'a göre insan, bir yönüyle deneyim dünyasına, diğer yönüyle sadece akılla kavranabilen numenal dünyaya aittir.
Estetiği.
Kant, fenomenal nedensellik dünyası ile numenal özgürlük dünyası arasındaki tehdit edici boşluğu, esas güzelliğe yönelmiş estetik deneyim ile kapatır. Çıkar gözetmeyen bir hoşlanmanın nesnesine "güzel" der. Ayrıca "Güzelligin, bir amaç tasarımı olmadan algılanan bir nesnenin amaçlılığının formu olduğunu" ileri sürer.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10543",
"len_data": 16439,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.66
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.