text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Yalancı akasya ("Robinia"), Fabaceae (baklagiller) familyasının "Robinia" cinsinden dikenlerle kaplı odunsu türlere verilen ad.
Anavatanı Kuzey Amerika ve Kuzey Meksika'dır. 4–25 m'ye kadar boylanabilen yaprak döken çalı veya ağaçlardır. Tüysü yapraklar, 7-21 oval yaprakçıktan oluşmuştur. Çiçekler beyaz veya pembe, sarkık şemsiyedir. Birçok türde sürgünler dikenli ve tüylüdür. Cinse Fransız bahçıvan Jean Robin'in adı verilmiştir. Avrupa'ya 1601 yılında getirilmiştir. Çiçekleri, Avrupa'nın birçok yerinde çay olarak, kek ve böreklerde kullanılır. Kırmızı örümcek, beyazsinek ve kabuklu bit zararlıları, külleme, kara leke ve kök boğazı çürüklüğü hastalıkları en çok görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10545",
"len_data": 684,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.65
}
|
Eşcinsellik veya homoseksüellik, aynı cinsiyetteki insanlar arasındaki romantizm, cinsel çekim ya da cinsel davranıştır. Eşcinsellik, bir yönelim olarak “kişiyi ağırlıklı olarak ya da tümüyle kendisiyle aynı cinsiyette olan kişilere karşı romantik ya da cinsel çekimleri yaşamaya yönlendiren kalıcı kişisel nitelik” olarak ifade edilir. Aynı zamanda kişiyi bu çekimlere dayanan davranışlarla ilişkili kimlik hissi ve bu çekimleri paylaşan diğer kişilerden oluşan topluluğa olan üyeliğini de tanımlar.
Homoseksüellik, heteroseksüellik ve biseksüellikle birlikte karşıcinsel-eşcinsel spektrumundaki üç ana cinsel yönelimden biridir. İnsanların neden özel bir cinsel yönelim geliştirdiği konusunda bilim insanlarının ortak bir görüşü yoktur. Cinsel yönelimin kökeni konusunda genetik faktörler, erken rahim ortamı ya da ikisinin kombinasyonuna işaret eden biyolojik teoriler uzmanlar tarafından daha çok benimsenmiştir. Ailenin yetiştirme şeklinin ya da erken çocukluk deneyimlerinin cinsel yönelimi etkilediğine dair güçlü bir kanıt yoktur. Bazıları eşcinsel aktivitenin doğaya aykırı ya da fonksiyonel bir bozukluk olduğu görüşünde olsa da bu tartışmalıdır. Araştırmalar, eşcinselliğin hayvanlarda da oldukça yaygın olabildiğini ortaya çıkarmıştır. Araştırmalar, özellikle penguenler, yunuslar, zürafalar ve aslanlar gibi geniş bir spektrumdaki pek çok hayvanın bu özelliğe sahip olabileceğini göstermiştir. Ayrıca eşcinselliğin insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğunu, negatif psikolojik etkilerinin bir kaynağı olmadığını göstermektedir. Çoğu insan kendi cinsel yöneliminde çok az tercih hissi deneyimler ya da hiç deneyimlemez. Cinsel yönelimi değiştirmeyi amaçlayan psikolojik müdahalelerin işe yaradığını destekleyen yeterli kanıt yoktur.
Eşcinselleri tanımlamak için çok çeşitli kavramlar kullanılır. Eşcinsel kadınları tanımlamak için 1800'lü yıllardan beri kullanılan "lezbiyen" sözcüğünü karşılamak için Fransızca kökenli "gey" (, , ) sözcüğü, 1960'larda önceleri sadece eşcinsel erkekleri tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Zamanla tüm eşcinseller için kullanılır hâle gelmiştir. Eşcinsellere cinsel yönelimlerinden dolayı uygulanan fiziksel ve sözlü şiddet, "eşcinsel" anlamına gelen argo tabirleri hakaret ya da aşağılama amaçlı kullanmak, birçok gelişmiş ülkede nefret suçu kapsamına girer ve cezai yaptırımla karşılaşılabilir.
Gey veya lezbiyen kimlikli ve eşcinsel deneyim yaşayan kişilerin sayısını ölçmek araştırmacılar için çeşitli nedenlerden dolayı zordur. Bu nedenlerin arasında eşcinsel kişilerin homofobik ve heteroseksist ayrımcılık yüzünden kimliklerini açık olarak belli etmemeleri de yer almaktadır. Eşcinsel davranışlar aynı zamanda birçok hayvan türünde gözlenmiştir.
Sadece nüfus sayımları ve politik şartlar görünürlüklerini kolaylaştırmasına rağmen birçok gey ve lezbiyen ciddi birliktelikler kurmaktadır. İlişkideki tarafların kendi psikolojik algılayışları açısından bu tür ilişkiler ile heteroseksüel ilişkiler arasında hiçbir fark yoktur. Kaydedilmiş tarih boyunca eşcinsel ilişkiler ve eylemler -aldıkları şekle ve bulundukları kültürlere bağlı olarak- zaman zaman takdir edilmiş zaman zaman da yargılanmışlardır. 19. yüzyılın sonlarından beri, eşcinsellerin görünürlük ve tanınmasının artırılmasının yanı sıra; evlilikler, medeni birliktelikler, evlat edinme ve ebeveynlik; işe ve askere alınma ile sağlık hizmetlerine eşit erişim gibi yasal hakların kazanılması için büyük bir mücadele verilmektedir.
Tarih.
Birçok gey ve lezbiyen kişi duygusal veya cinsellik olarak hemcins ilişki içerisindedir. İlişkideki tarafların kendi psikolojik algılayışları açısından bu tür ilişkiler ile heteroseksüel ilişkiler arasında hiçbir fark yoktur. Kaydedilmiş tarih boyunca eşcinsel ilişkiler ve eylemler -aldıkları şekle ve bulundukları kültürlere bağlı olarak- zaman zaman takdir edilmiş zaman zaman da yargılanmışlardır. 19. yüzyılın sonlarından beri, eşcinsellerin görünürlük ve tanınmasının artırılmasının yanı sıra; evlilikler, medeni birliktelikler, evlat edinme ve ebeveynlik; işe ve askere alınma ile sağlık hizmetlerine eşit erişim gibi yasal hakların kazanılması için büyük bir mücadele verilmektedir.
Çok eskilere dayanan ve tıpta geniş tartışmalara neden olan, akıl almayacak yöntemlerle "iyileştirilmeye" çalışılan eşcinsellik modern zamanlarda artık bilim insanları tarafından bir hastalık olarak görülmemektedir. Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladılar. İlk olarak 1973'te Amerikan Psikiyatri Derneği Yönetim Kurulu eşcinselliğin hastalıklar kategorisinden çıkartılmasına karar verdi. Karar, Amerikan Psikiyatri Derneği'nin bir yıl sonra (1974) yapılan yıllık genel kurulunda üyelerin çoğunluğu tarafından onaylandı. Amerikan Psikiyatri Derneği, 2006'da yapmış olduğu genel kurulunda söz konusu kararı tekrar ifade etti. Benzer şekilde 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü ("WHO"), eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkardı. 1992'de bu karar, ICD-10 (Hastalıkların Uluslararası Sınıflandırılması) listesine resmen kaydedildi. 1994 tarihinden itibaren "WHO" üyesi tüm ülkeler yeni sınıflandırmayı kullanmaya başladı. Eşcinselliğin bir hastalık, bozukluk ya da eksiklik olmadığını, 3 farklı cinsel yönelimden birisi olduğunu ve doğuştan ya da 3 ile 4 yaşlarına kadar belirlenen, kişinin kendi seçmediği bir durum olduğu tıp bilim tarafından tespit edilmiş ve bu durum kabul görmüş ve eşcinseller çoğu gelişmiş ülkelerde eşcinseller arası resmi evlilik dahil olmak üzere heteroseksüellerin sahip olduğu pek çok hakka kavuşmuştur.
Amerikan Psikiyatri Birliği (APA), 1973 yılında eşcinselliği, "Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistikleri Klavuzu"ndan çıkarmıştır. Günümüzde APA'nın pozisyonu, objektif ve iyi planlanmış bilimsel çalışmalar ve klinik literatür doğrultusunda eşcinselliğin insanların cinselliğinin "pozitif ve normal" çeşitlerinden biri olduğudur APA'ya göre eşcinselliğin geçmişte bir akıl hastalığı olarak görülmesinin nedeni, akıl sağlığı alanında çalışan profesyonellerin ve toplumun bu konuda taraflı şekilde bilgilendirilmiş olmasıdır.
1 Ocak 1993 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği "Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırması"ndan çıkarmıştır. ICD-10 maddesi "cinsel yönelim, tek başına, bir rahatsızlık/hastalık olarak kabul edilemez" şeklindedir.
Cinsel yönelim konum ve etimolojisi.
Cinsel ilişkideki konumuna göre Batı ülkelerinde böyle bir ayrım artık yapılmamakla birlikte, eşcinselliğin daha gizli yaşandığı, daha muhafazakâr ülkelerde eşcinsel erkekler "verici" ("etken", "aktif") ya da "alıcı" ("edilgen", "pasif") olarak ikiye ayrılmaktadır ve bu kültürlerde özellikle kadınsı görünümlü ya da pasif konumda olan erkekler eşcinsel olarak kabul edilmekte ve toplumun büyük bir kesimi tarafından dışlanmaktadırlar. Etken ("aktif") ve edilgen ("pasif") terimlerinin üstünlük veya aşağılık belirttiğinin düşünülmesi nedeni ile günümüzde artık bu terimlerin eşcinselleri tanımlarken kullanımından kaçınılmaya başlanmıştır. Kadın ve erkeğin toplumsal kademelendirmesinde de etkenlik olumlu bir nitelik olarak erkeğe, edilgenlik ise olumsuz bir nitelik olarak kadına yüklenir.
Cinsel yönelim ve kimlik.
Kinsey ölçeği.
Heteroseksüel-Eşcinsel derecelendirme ölçeği olarak bilinen Kinsey ölçeği, kişinin belirlenmiş bir zamandaki cinsel aktivesinin geçmişini ya da bölümlerini tanımlamaya çalışır. Derecelendirme 0'dan 6'ya kadardır. 0 tümüyle heteroseksüel anlamına gelirken, 6 tümüyle eşcinsel anlamına gelmektedir. Ölçekte aseksüelleri de tanımlamak için ek olarak bir de “X” vardır.
Yönelim ve davranış.
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu cinsel yönelimi kişinin sadece ayrık bir özelliği olarak değil, başkalarıyla tatmin edici birliktelik kurmaya çalışan kişinin evreni olarak tanımlamıştır:
Coming out.
Coming out, kişinin cinsel yönelimini ya da cinsiyet kimliğini açıklamasıdır ve çeşitli şekilde psikolojik bir süreç ya da yolculuk olarak tanımlanır ya da deneyimlenir. Coming out genellikle üç evreden oluşur. İlk evre kendini bilme ve eşcinsel birlikteliklere açık olduğunu anlamadır. Bu genellikle içsel coming out olarak tanımlanır. İkinci evre kişinin diğer kişilere (örneğin aile, arkadaşlar ya da meslektaşlar) cinsel yönelimini açıklamaya karar vermesidir. 3. evre de genellikle kişinin açık bir şekilde LGBT bir birey olarak yaşamasını içerir. Bugünlerde Amerika'da insanlar genellikle lisede ya da üniversite yaşlarında cinsel yönelimlerini açıklamaktadır. Lezbiyen, gay ve biseksüeller (LGB), bu yaşlarda özellikle cinsel yönelimleri toplum tarafından kabul edilmediğinde diğer kişilere güvenmeyebilir veya yardım istemeyebilir.
Rosario, Schrimshaw, Hunter ve Braun'a (2006) göre lezbiyen, gay ve biseksüel kişilerin (LGB) cinsel kimlikleri kompleks ve zorlu bir süreçten geçmektedir. Diğer azınlık gruplarının aksine (örneğin etnik ve ırksal azınlıklar) çoğu LGB, kendi kimlikleri hakkında bir şeyler öğrenebileceği ve onlara destek verebilen kişilerin var olduğu bir toplulukta yetişmemektedir. Bunun yerine LGB'ler daha çok eşcinsellik hakkında bilgisiz ya da eşcinselliğe düşman bir toplulukta yetişmektedir.
Outing, kişinin cinsel yöneliminin kendi rızası olmadan topluma ifşa edilmesidir. Birçok politikacı, ünlü, askerlik hizmetlerinde çalışan kişiler ve rahiplerin kötü niyet, politik veya ahlaki nedenlerden dolayı cinsel yönelimleri ifşa edilmiştir.
Cinsiyet kimliği.
Eşcinsel yönelimin önceden kişinin kendi cinsiyetiyle bağlantılı olduğu düşünülmüştür. Örneğin bir kadına ilgi duyan bir kadının maskülen özelliklere ya da bir erkeğe ilgi duyan bir erkeğin feminen özelliklere sahip olduğu anlayışı olmuştur. Ama 20.yüzyılın ortalarında cinsiyet kimliği cinsel yönelimden ayrı bir fenomen olarak görünmeye başlanmıştır.
Cinsel yönelimlerin dağılma oranları transgender ve cinsiyet kimliğiyle uyumlu kişiler (cisgender) arasında oldukça farklı olsa da transgender ve cinsiyet kimliğiyle uyumlu kişiler erkeklere, kadınlara ya da her iki cinse ilgi duyabilir. Heteroseksüel, eşcinsel ve biseksüel kişiler maskülen veya feminen olabilir ya da hem maskülen hem feminen özellikler gösterebilir. Buna ek olarak birçok lezbiyen ve gay toplulukların üyelerinde ya da destekçilerinde “cinsiyetiyle uyumlu heteroseksüel” ve “cinsiyetiyle uyumsuz eşcinsel” sterotipleri vardır. Ama J. Michael Bailey ve K.J. Zucker tarafından yapılan araştırmalar, çoğu gay ve lezbiyenin çocukluk yıllarında cinsiyet uyumsuzluğu yaşadığını bulmuştur.
Eşcinsel cinsel kimlik ve yönelimleri.
Gey.
"Gey" sözcüğü, Oxford İngilizce Sözlük'te "eşcinsel kişi (genellikle erkek)" olarak tanımlanır. "Eşcinsel erkek" anlamında bir kelime olmayışı konusundaki eksikliği gidermek için ilk olarak bu anlamda kullanılan Gey kelimesi, zamanla "eşcinsel kişi" olarak da kullanılmaya başlanmıştır.
Kökende "gey" sözcüğü Fransızca kökenli "gai" kökünden gelmektedir. Aslen "neşeli, umursamaz" ve "canlı renkli, gösterişli" anlamlarına gelen "gey" tabiri 1960'lı yıllardan itibaren erkek eşcinseller tarafından kendilerini tanımlamak amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. İngilizcedeki gey kelimesinin diğer anlamlarında kullanımı zamanla yok olmaya yüz tutmuştur.
Lezbiyen.
Eşcinsel kadın anlamına gelen "lezbiyen" kelimesi 1800'lü yıllardan beri kullanılmaktadır. Bu kelimenin kökeni eşcinsel kadın şair Sappho'nun memleketi Lesbos (Midilli) Adası'na dayanır. Sappho şiirlerinde, kadınlara karşı duygularından bahsetmiştir. Dilbilimi açısından lezbiyen kelimesi "Lesboslu" anlamına gelir.
Biseksüel.
Biseksüel, duygusal veya cinsel yönelimi hem kendi hem de karşı cinsine dönük olan canlı. Biseksüel sözcüğü hem isim, hem sıfat olarak kullanılır. Bu cinsel yönelim, kimliğine sahip bir kimsenin aynı anda hem bir erkekle hem de bir kadınla cinsel olarak ilgili olması gerekmez. Bazı biseksüeller bu ya da öteki toplumsal cinsiyetle (veya her ikisiyle de) asla cinsel ilişkiye girmemişlerdir. Heteroseksüeller ve geyler ile lezbiyenler için geçerli olduğu üzere, cinsel çekim her arzu edildiğinde davranılmasını gerektirmez.
Eşcinsel birliktelikler.
Eşcinsel yönelime sahip kişiler cinselliklerini çeşitli yollarla ifade edebilirler ve cinselliklerini davranışlarında ifade edebilirler ya da etmeyebilirler. Kinsey ölçeği, kişinin belirlenmiş bir zamandaki cinsel aktivitesinin geçmişini ya da bölümlerini tanımlamaya çalışır. Derecelendirme 0'dan 6'ya kadardır. 0 tümüyle heteroseksüel anlamına gelirken, 6 tümüyle eşcinsel anlamına gelmektedir. Araştırmalar birçok gay ve lezbiyenin ciddi ve uzun ömürlü ilişki istediklerini bulmuştur. Örneğin anket verileri gaylerin %40 ve %60 arasının, lezbiyenlerin de %45 ve %80 arasının o an romantik bir ilişki içinde olduklarını göstermektedir. Anket verileri aynı zamanda gay çiftlerin %18 ve %28 arasının ve lezbiyenlerin %8 ve %21 arasının Amerika Birleşik Devletleri'nde on yıl veya daha fazla birlikte yaşadıklarını göstermektedir. Araştırmalar eşcinsel çiftlerin heteroseksüel çiftlerle eşit derecede birbirinden tatmin olduğunu ve ciddi ilişki kurduklarını bulmuştur. İlişkinin ciddiyeti ve ilişkiden tatmin olma konusunda yaş ve cinsiyet, cinsel yönelime göre daha güvenilir bir istatistiktir ve heteroseksüel ve eşcinseller romantik ilişkiler bakımından kıyaslanabilir beklentiler ve idealler paylaşmaktadırlar.
Eşcinselliğin demografisi.
Gey ve lezbiyen popülasyonunun büyüklüğüyle ilgili güvenilir veriler kamu politikası için önemlidir. Örneğin demografiler, yerli ortaklık, eşcinsellerin evlat edinmesinin yasallaşması ve Amerikan ordusundaki Sorma Söyleme politikasının yararları ve maliyetlerini hesaplamaya yardım eder. Gay ve lezbiyen popülasyonuyla ilgili bilgiler, sosyal bilim adamlarının işçi pazarı tercihleri, insan sermayesi birikimi, ev halkı konusunda uzmanlaşma, ayrımcılık ve coğrafi konum hakkında kararlarla ilgili önemli soruları anlamasına da yardım eder.
Eşcinselliğin yaygınlığını ölçmek zordur. Birçok insan eşcinsel çekimlere sahip olmasına rağmen kimliklerini eşcinsel ya da biseksüel olarak görmek istemeyebilirler. Araştırma, cinsel yönelimi tanımlayabilen ya da tanımlayamayabilen bazı karakteristikleri ölçmek zorundadır. Eşcinsel arzulara sahip kişilerin sayısı bu arzularını fiile dönüştüren kişilerin sayısından, arzularını fiile dönüştüren kişilerin sayısı da kendi kimliğini gay, lezbiyen ya da biseksüel olarak gören kişilerin sayısından daha büyük olabilir.
1948 ve 1953 yılları arasında Alfred Kinsey, erkek deneklerin %46'sının her iki cinse cinsel olarak tepki verdiğini, %37'sininde en az bir eşcinsel deneyim yaşadığını rapor etmiştir. John Tukey, Kinsey'i rastgele değil uygun örnekler kullandığı için eleştirmiştir. Sonraki bir araştırmada örnek yanlılığı olmamasına rağmen benzer sonuçlar elde edilmiştir. LeVay, Kinsey'in sonuçlarının demografik araştırmaların yorumlanması gerektiğini gösteren bir uyarı niteliği taşıdığını belirtmiştir çünkü bilimsel metotlar kullanılmasına rağmen farklı kriterlerin kullanılmasının farklı sayılara ulaşmaya yol açabileceğini belirtmiştir.
Önemli araştırmalar insanların %2'den %11'e kadar bir kısmının geçmişlerinde eşcinsel aktivite yaşadığını göstermektedir. Eşcinsel çekimler ve/veya davranışlar rapor edildiğinde bu oran %16-21'e çıkmaktadır. 2006'daki bir araştırmada, araştırmaya katılanların %20'si bazı eşcinsel hisleri deneyimlediğini anonim olarak rapor etmiş ama sadece %2-3'ü kendi kimliğini eşcinsel olarak gördüğünü söylemiştir. 1992'de yapılan bir araştırmada Britanyalı erkeklerinin %6.1'i, Fransız erkeklerininse %4.1'inin eşcinsel deneyim yaşadığı rapor edilmiştir. 2008'de yapılmış bir anket, Britanyalıların %13'ünün eşcinsel aktivite yaşadığını ama sadece %6'sının kendi kimliklerini eşcinsel ya da biseksüel olarak gördüklerini bulmuştur. 2010'da Ulusal İstatistik Ofisi'inin (ONS) yaptığı bir anket, Britanyalıların %1.5'inin kendi kimliklerini eşcinsel ya da biseksüel olarak gördüğünü bulmuştur. ONS, bu bulguların %0.3'le %3' arasında bir oranı gösteren araştırmalarla uyumlu olduğunu öne sürmüştür.
2008'de Amerika Birleşik Devletleri'nde başkanlık seçimleri gününde, oy verdikten sonra oylama yerinden çıkan oy verenler arasında yapılan seçim anketi, seçmenlerin %4'ünün gay, lezbiyen ya da biseksüel olduğunu göstermiştir. Bu oran 2004'teki oranla aynıdır. 2000'de yapılan ABD nüfus sayımı, evli olmayıp aynı evde yaşayan 601.209 eşcinsel çift olduğunu göstermiştir.
Eşcinsellik ve psikoloji.
Psikoloji, eşcinsel yönelimi ayrık bir yönelim olarak araştıran ilk bilim dallarından biridir. Eşcinselliği ilk hastalık olarak sınıflandırma girişimi acemi Avrupalı seksolog hareketi tarafından yapılmıştır. 1886'da seksolog Richard von Krafft-Ebing, Psychopathia Sexualis adlı kitabında eşcinsellik gibi üremeyle sonuçlanmayan cinsel aktiviteleri cinsel sapkınlık olarak görmüştür. Eşcinselliğin hem doğuştan hem de sonradan kazanabileceğine ve eşcinselliği mastürbasyonu engelleyerek ve nevrozları tedavi ederek tedavi edebileceğine inanmıştır. Sigmund Freud’sa eşcinselliği kendini karşıt cinsteki ebeveyn ile özdeşleştirmenin de etkisiyle oluşmuş, psikoseksüel gelişimdeki çatışmaların bir sonucu olarak tanımlamıştır. 20. yüzyılının ortalarına kadar eşcinselliğin patolojik modelleri standarttır.
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçiler Kurumu’nun açıklaması şu şekildedir.
Davranışsal ve sosyal bilimlerin ve ruh sağlığı uzmanlık alanlarının uzun süredir olan ortak görüşü hemcinse karşı duyulan romantik, cinsel çekimlerin ve eşcinsel davranışların insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğudur. Dünya Sağlık Örgütü, ICD-9’da (1977) ruh hastalığı olarak sınıflandırdığı eşcinselliği 17 Mayıs 1990’daki 43. Dünya Sağlık Kongresi’nin onayıyla ICD-10’da hastalık olmaktan çıkarmıştır. ICD-10’a psikolojik ve davranışsal bozukluklar nedeniyle cinsiyet kimliğini ya da cinsel yönelimini değiştirmek istemek anlamına gelen egodistonik cinsel yönelimi eklemiştir(). Çin Psikiyatri Kurumu, 5 yıllık bir araştırma sonunda 2001’de eşcinselliği ruh hastalığı sınıflandırmasından çıkarmıştır. Kraliyet Psikiyatrlar Derneği’nin açıklaması “Araştırmalar gay, lezbiyen veya biseksüel olmanın normal ruhsal sağlıkla uyumlu olduğunu göstermektedir. Ama toplumda ayrımcılığa uğrama ve arkadaş, aile ve diğer kişiler tarafından reddedilme ihtimali LGB’lerde (lezbiyen, gay ve biseksüel) beklenenden yüksek oranda ruhsal zorlanmaların görülmesine neden olmaktadır. ABD'deki muhafazakâr gruplar LGB’lerdeki ruhsal zorlanmaların yüksek oranda görülmesinin eşcinselliğin doğrudan kendisinden kaynaklandığını öne sürse de bu iddiayı ispatlayan bir kanıt yoktur.” şeklindedir.
Çoğu lezbiyen, gay ve biseksüel, heteroseksüellerle aynı nedenlerden (stres, ilişkilerindeki zorluklar, sosyal ve iş ortama uyum sağlama vb.) dolayı psikoterapi almak istemektedir. Cinsel yönelimleri tedavilerinde çok ya da az önem taşıyabilir ya da hiç önem taşımayabilir. Lezbiyen, gay ve biseksüel kişilerin psikoterapilerinde yüksek derecede anti-gay yaklaşımı görülme riski vardır.
Uygun bir psikoterapi aşağıdaki bilimsel verilere dayanmaktadır.
19. ve 20. yüzyıllarda çeşitli psikologlar eşcinselliğin nedenleri ile ilgili teoriler geliştirdiler. Bunların çoğu eşcinselliği "akıl hastalığı" olarak tanımlıyordu. 19. yy psikologlarından Richard von Krafft-Ebing, mastürbasyon, sadomazoşizm ve şehvet cinayetlerini "cinsel sapıklıklar" olarak tanımladığı 1886 tarihli kitabı "Psychopathia Sexualis"'de eşcinselliğin kalıtımsal olduğunu iddia etti. Çağdaşı Sigmund Freud, kendini karşıt cinsteki ebeveyn ile özdeşleştirmenin de etkisiyle oluşmuş, "psikoseksüel gelişimdeki çatışmaların bir sonucu" olarak tanımladı. Diğerleri, eşcinselliğin nedenlerini sosyal etkilerde ve anne karnındaki gelişim esansında gerçekleşen fizyolojik olaylarda aradılar. Eşcinselliğin nedenleri, muhtemelen, insanın doğuştan gelen veya doğasından kaynaklanan özellikleri ile çevresel faktörler ya da toplum etkisinin bir bileşimidir.
Eşcinselliğin olası nedenleri.
Biyolojik faktörler.
Araştırmacılar genler, doğum öncesi hormonlar ve beyin yapısını kapsayan, cinsel yönelimin gelişimiyle bağlantılı olma ihtimali olan birkaç biyolojik faktör tanımlamıştır.
Bilim insanları cinsel yönelimin tek bir faktör tarafından belirlenmediğine, genetik, hormonal ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonu olduğuna ve biyolojik faktörlerin genetik faktörlerle erken rahim ortamının kompleks etkileşimiyle bağlantılı olduğuna inanmış, biyolojik teorileri daha çok benimsemiştir. Bilim insanları cinsel yönelimin bir seçim olmadığına inanmaktadır. Kişi heteroseksüel, eşcinsel, biseksüel ya da aseksüel olmayı kendisi seçmemektedir. Erken çocukluk deneyimlerinin, ailenin yetiştirme şeklinin, cinsel tacize uğramanın ya da yaşanan kötü olayların cinsel yönelime etki ettiğine dair önemli bir kanıt yoktur ama araştırmalar ebeveynlerin herhangi bir cinsel yönelim hakkındaki düşüncelerinin çocuğun herhangi bir cinsel yönelimle bağlantılı davranışları nasıl deneyimleyeceğine etki edebileceğini bulmuştur.
Önceden eşcinselliğin aileyle yaşanan kötü deneyimler ya da yanlış bir psikolojik gelişme yüzünden oluştuğu düşünülmüştür ama bu varsayımlar yanlış bilgiye ve önyargıya dayanmaktadır. Şu anki araştırmalar cinsel yönelimin oluşumundaki biyolojik açıklamaları aramaktadır ama hiçbir tekrarlanan bilimsel araştırma cinsel yönelimin özel bir biyolojik etiyolojisinin olduğunu desteklememektedir. Ama bilimsel araştırmalar heteroseksüel ve eşcinsel kişilerde bir takım biyolojik farklılıklar bulmuştur. Bu biyolojik farklılıklar cinsel yönelimin oluşumuyla aynı temel nedene sahip olabilir.
Genetik araştırmalar.
Cinsel yönelimin belirlenmesinde genetik ve çevrenin önemini kıyaslamak amacıyla birkaç ikiz çalışması yapılmıştır. 1991'de yapılan bir araştırmada Bailey ve Pillard, tek yumurta erkek ikizlerinde %52 oranında, çift yumurta erkek ikizlerinde ise %22 oranında eşcinsellik bakımından uyum bulmuştur. 2000'de Bailey, Dunne ve Martin 4,901 Avustralyalı ikiz üzerinde yaptığı araştırmada benzer sonuçlar bulmuştur. Tek yumurta erkek ikizlerinde %20 oranında uyum bulurlarken tek yumurta kız ikizlerinde yüzde %24 oranında uyum bulmuşlardır. Hershberger (2001) araştırmasında ikizler üstünde yapılmış 8 araştırmanın sonuçlarını birbiriyle karşılaştırmıştır. 8 araştırmanın 6'sında tek yumurta ikizlerinde, çift yumurta ikizlerine göre daha yüksek oranda uyum olduğu görünmüştür. Bu bulgular genetik faktörlerin cinsel yönelim üstündeki etkisinin önemli olduğunu destekler.
Bearman ve Brückner (2002) önceki araştırmaları az sayıda denek içermesi ve deneklerin popülasyonu temsil etmemesinden dolayı eleştirmiştir. Bearman ve Brückner, 289 tek yumurta ikizi ve 495 çift yumurta ikizi üstünde yaptığı araştırmada tek yumurta erkek ikizlerinde sadece %7.7, tek yumurta kız ikizlerinde ise sadece %5.3 oranında eşcinsellik bakımından uyum bulmuştur. Bulgular neticesinde sosyal çevreden bağımsız bir genetik etkiden söz edilemeyeceği öne sürülmüştür.
2010'da İsveç'te 7,600'den fazla ikiz üstünde yapılan bir araştırmada eşcinsel davranış hem genetik faktörlerle hem de kişiye özgü çevresel faktörlerle (örneğin doğum öncesi ortam, hastalık ve travma, akran grupları ve cinsel deneyimler) açıklanabileceğini bulmuştur. Araştırma aynı zamanda ailesel çevre, toplumun tutumu gibi paylaşılmış çevresel faktörlerin de zayıf ama yine de kayda değer derecede etki ettiğini bulmuştur. Kadınların cinsel yöneliminde genetik faktörlerin az derecede etki ettiği, erkeklerin cinsel yöneliminde ise paylaşılmış çevresel faktörlerin hiç etki etmediği görünmüştür. Biyometrik modelin bulgularına göre erkeklerin cinsel yöneliminde genetik faktörler %34-39, paylaşılmış çevresel faktörler %0, kişiye özgü çevresel faktörler %61-66 oranında etki etmektedir. Kadınların cinsel yöneliminde ise genetik faktörler %18-19, paylaşılmış çevresel faktörler %16-17, kişiye özgü çevresel faktörler %64-66 oranında etki etmektedir.
Cinsel yönelim üzerine yapılan kromozom bağlantısı çalışmaları genom boyunca birçok tetikleyici genetik faktörlerin varlığını göstermektedir. 1993'te Dean Hamer ve meslektaşları 76 gay kardeş ve ailelerinin bağlantı analiziyle ilgili bulgular yayınlamıştır. Hamer ve meslektaşları eşcinsel erkeklerin anne tarafında, baba tarafına göre daha çok gay kuzen ve gay dayıya sahip olduklarını bulmuştur. Bu annesel soyu gösteren gay kardeşler, x kromozomundaki 22 işaretleyici gen kullanılarak X kromozomu bağlantısı test edilmiştir. Başka bir araştırmada test edilen 40 kardeş çiftin 33'ünde Xq28'in uzak bölgesinde benzer aleller bulmuştur. Bu erkek kardeşler için beklenen oran olan %50'den önemli ölçüde daha yüksektir. Bu medyada birçok insan tarafından “gey geni” olarak adlandırılmış, önemli tartışmalara yol açmıştır. 1998'de Sanders ve meslektaşları benzer bir çalışma yapmış gay kardeşlerin baba tarafındaki amcaların %6'sının, anne tarafındaki dayılarınınsa yüzde %13'ünün eşcinsel olduğunu bulmuştur.
Hu ve meslektaşları tarafından yapılan bir sonraki analiz önceki bulguların doğruluğunu arttırmıştır. Bu araştırma gay kardeşlerin (yeni grup) %67'sinin Xq28'de, X kromozomunda bir işaretleyici gen paylaştıklarını ortaya çıkarmıştır. Başka iki araştırmada (Bailey ve meslektaşları, 1999; McKnight ve Malcolm, 2000) eşcinsel erkeklerin anne tarafındaki gay akrabaların fazlalığı bulunamamıştır. 1999'da Rice ve meslektaşları tarafından yapılan bir çalışmada Xq28 bağlantısı bulunamamıştır. Bütün kromozom bağlantısıyla ilgili dataların meta-analizi Xq28'le ilgili önemli bir bağlantı olduğunu göstermektedir ama aynı zamanda cinsel yönelimin tamamen genetik olduğunu açıklayabilmek için ek olarak başka genlerinde var olmak zorunda olduğunu göstermektedir. 894 heteroseksüel ve 694 eşcinsel erkek üstünde yapılan son bir araştırmada kromozom bağlantısı bulunamamıştır.
Mustantski (2005) kişilerin kendi ve yeni deneklere ek olarak daha önce Hamer (1993) ve Hu (1995) tarafından rapor edilen ailelerin sadece X kromozomunun scan edilmesi yerine bütün genomunu scan etmiştir. Araştırma, Hamer'in bulgularınınkine göre bir parça daha indirgenmiş Xq28 bağlantısı bulmuş, 7q36, 8p12 ve 10p26'dan başka önemli işaretleyici bulamamıştır. İlginç bir şekilde bulgular 10q26'in annesel soydan geldiğine dair önemli bir işaret göstermektedir. Bu önceki aile çalışmalarını desteklemektedir.
2004'te İtalyan araştırmacılar, 98 eşcinsel erkek ve 100 heteroseksüel erkeğin akrabalarını incelemiştir. Eşcinsel erkeklerin kadın akrabaları, heteroseksüel erkeklerinkine göre daha çok çocuk sahip olmaya eğilimli olduğu bulunmuştur. Ayrıca eşcinsel erkeklerin anne tarafındaki kadın akrabaları, baba tarafındaki kadın akrabalarına göre de daha çok çocuk sahip olmaya eğilimli olduğu gözlenmiştir. Araştırmacılar X kromozomundaki nesilden nesile geçen bir genetik materyalin, kız çocuklarda doğurganlığa, erkek çocuklarda ise eşcinselliğe neden olduğu sonucuna varmıştır.
2010'da Kore Gelişmiş Bilim ve Teknoloji Enstitüsü'ndeki bir grup, bir dişi farenin üreme davranışıyla ilgili tek bir genini ortadan kaldırarak cinsel tercihini değiştirmeyi başarmıştır. Dişi fare gen olmayınca diğer dişi farelerin idrarına karşı maskülen bir cinsel davranış ve cinsel eğilim göstermiştir. Bu geni koruyan dişi farelerse erkek farelere cinsel ilgi duymuştur.
2014'te ABD'de Northwestern Üniversitesi'nde Michael Bailey tarafından yapılan bir araştırma, genetik faktörlerin erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği ama tamamen de belirleyici olmadığını göstermiştir. 408 eşcinsel erkek kardeş çifti ve aileleri üstünde yapılan araştırmada eşcinsel erkeklerin X kromozomunun Xq28 bölgesinde benzer DNA işaretleri taşıdığı ve bu bölgedeki iki kromozomun erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği bulunmuştur. Bu 1993'te yapılan Dean Hamer'ın araştırmasını desteklemektedir. Ayrıca Kromozom 8 adlı bir bölgenin de erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği görünmüştür. Araştırmanın bulgularına göre genetik faktörler erkek eşcinselliğinde yüzde 30-40 oranında rol oynarken gerisinden çevresel faktörler sorumlu. Ama Michael Bailey çevresel faktörlerin illaki sosyal olarak sonradan kazanılan anlamı taşımadığı, doğumumuzda DNA'mızda olmayan her şeyin çevresel faktörler olarak kabul edildiğini söylemiştir.
Epigenetik araştırmalar ve teoriler.
Bir araştırma annenin genetik yapısıyla oğullarının eşcinselliği arasında bir bağlantı bulmuştur. Kadınlar iki X kromozomuna sahiptir ve biri inaktive edilir. Bocklandt ve meslektaşları, eşcinsel oğullara sahip annelerin X kromozomu inaktivasyonlarının, eşcinsel erkek çocuğa sahip olmayan annelere göre önemli derecede daha yüksek oranda asimetri gösterdiğini bulmuştur. Eşcinsel bir erkek çocuğa sahip olmayan annelerin %4'ü X kromozomu inaktivasyonlarında asimetri gösterirken bu oran bir eşcinsel erkek çocuğa sahip annelerde %13, iki ya da daha fazla eşcinsel erkek çocuğa sahip annelerde %23'tür.
Gebelik ve doğum sonrası boyunca epi-işaretleyicilerin genlerin ifade edilmesi üstündeki kontrolü geçici olarak değişmektedir. Epi-işaretleyiciler histon proteinlerinin ve DNA histonlarına bağlanan metil ve asetil gruplarının modifikasyonudur. Proteinlerin fonksiyonunu değiştirir, genlerin ifade edilmesini etkiler. Epi-işaretleyiciler fetüsün normal bir cinsel gelişme yaşamasına yardım etmek için tasarlanmıştır ama mitoz bölünme sırasında çocuğa geçebilir. Bu epi-işaretleyiciler babadan kıza ya da anneden oğula geçtiğinde erkeklerdeki bazı özelliklerin feminenleşmesi ve kadınlardaki bazı özelliklerin maskülenleşmesi gibi ters etkilere neden olabilir. Feminenleşme ve maskülenleşmenin tersine dönmesi cinsel tercihinde tersine dönmesine neden olabilir.
Doğum öncesi hormonlar.
Doğum öncesi hormonal teori, belli hormonların fetüsün cinsiyet farklılaşmasında rol oynaması gibi kişinin cinsel yönelimine de etki ettiğini söyler. Doğum öncesi hormonlar cinsel yönelimin ana belirleyicisi olabilir ya da genler, biyolojik faktörler, çevresel ve sosyal durumlarla birlikte yardımcı bir faktör olabilir. Gelişen beyin hücreleriyle etkileşim içinde olan hormonların ve genlerin etkilediği beyin yapısındaki farklılıkların cinsel yönelim dahil olmak üzere sayısız davranışlardaki cinsiyet farklılıkların temeli olduğuna inanılır. Doğum öncesi hormonlar çocuklardaki cinsiyete uygun davranışları (sex-typed behaivor) etkileyebilir. Bu hipotez memeli hayvanlar üstünde yapılan çok fazla sayıda yapılan deneysel çalışmalar sonucu ortaya atılmıştır. Benzer etkilerin insanlardaki nörodavranışsal gelişiminde görülmesi uzmanlar arasında büyük bir tartışma konusu olmuştur. Son yapılan çalışmalar doğum öncesi maruz kalınan androjenin çocuklardaki cinsiyete uygun davranışları etkilediğine dair kanıtlar bulmuştur.
Doğum öncesi maruz kalınan hormonların işaretlerinden biri işaret parmağı uzunluğunun yüzük parmağı uzunluğuna oranıdır. (Erkekler kızlara göre daha düşük 2D;4D oranına sahiptir.) Bağımsız araştırmalar lezbiyen kadınların daha maskülenleşmiş (daha düşük) 2D;4D oranlarına sahip olduğunu bulmuştur. Bu efekt henüz heteroseksüel ve eşcinsel erkeklerde gözlenmemiştir. Ama bu parmak oranlarının doğum öncesi androjenlerle bağlantılı olduğu tartışmalıdır. Başka doğum öncesi faktörlerde bunda rol oynayabilir. Bazı araştırmalar bu hipotezi desteklerken diğerleri desteklememiştir.
CAH hastaları (congenital adrenal hyperplasia, fetüs gelişirken yüksek androjen seviyelerinde oluşan otozomal resesif bir hastalık) anne karnında aşırı androjen hormonuna maruz kalmalarından dolayı değişen seviyelerde bir maskülenleşmiş vücuda ve daha çok maskülenleşmiş davranışlara sahiptir. Araştırmalar CAH hastalarının, kontrol grubundaki kadınlara göre daha çok eşcinsel ya da biseksüel yönelime sahip olduğunu göstermiştir. Geçmişte düşük yapmayı engellemek için kullanılan bir ilaç olan beyaz billur tozunun (diethylstilbestrol (DES)) kadınların cinsel yönelimiyle olan ilişkisi incelenmiş, anne karnındayken DES'e maruz kalmış kadınların kontrol grubundaki kadınlara göre daha yüksek oranda (%17'ye %0) eşcinsel birliktelik yaşadıklarını rapor edilmiştir. Ama DES kadınlarının büyük çoğunluğu tümüyle heteroseksüel yönelime sahip olduğu belirtilmiştir. CAH ve DES çalışmaları doğum öncesi hormonal teoriyi bir parça desteklemektedir ama sadece eşcinsel kadınların küçük bir bölümünün eşcinselliğini açıklamaktadır.
Kadınlar düşük frekanstaki sesleri erkeklere göre daha iyi duyarlar ve iç kulaklarındaki kokleadan ürettikleri oto-akustik emisyon (OAE), erkeklere göre daha yüksektir. Erkeklerin düşük frekanstaki sesleri algılamada daha kötü ve ürettikleri OAE'nin daha düşük seviyede olmasının sebebinin anne karnında daha fazla androjen hormonuna maruz kalmalarından dolayı olduğu düşünülmektedir. Dennis McFadden tarafından yapılan bir araştırma (1998) lezbiyen ve biseksüel kadınların ürettikleri OAE seviyesinin heteroseksüel kadınlara göre daha düşük (daha maskülenleşmiş) olduğunu bulmuştur. Ama heteroseksüel, eşcinsel ve biseksüel erkekler arasında önemli bir farklılık bulunamamıştır.
Blanchard ve Klassen (1997), her büyük erkek kardeşin bir erkeğin gay olma ihtimalini bir önceki erkek kardeşinkinin yaklaşık yüzde 33'ü kadar arttırdığını rapor etmiştir. Bu oran, cinsel yönelimle ilgili yapılmış araştırmalarda tanımlanmış en güvenilir epidemiyolojik değişkenlerden biridir. Bu bulgular sonucunda erkek fetüslerin, her erkek çocuk doğurdukça güçlenen annesel bağışıklık sistemini tetiklediği öne sürülmüştür. Bu anne immün hipotezi, erkek fetüsteki hücrelerin hamilelik ya da doğum sırasında annenin dolaşımına girmesiyle başlar. Erkek fetüsler, omurgalıların seksüel olarak farklılaşmasında rol oynadığı neredeyse kesin olarak bilinen HY antijenlerini üretir. Bu Y bağlantılı proteinler annenin bağışıklık sistemi tarafından tanınmaz çünkü annenin cinsiyeti dişidir. Bu tanınmazlık yüzünden anne plazental duvardan fetal bölüme kadar ulaşan antikorlar üretir. Bu anti-erkek antikorlar gelişen fetal beynin kan/beyin duvarını aşar ve beynin cinsel yönelimle bağlantılı, cinsiyete göre dimorfik yapılarını değiştirir. HY antijenlerinin beynin maskülenleşmesindeki kabiliyetini azaltan HY antikorları, erkek bebeğin büyüdüğünde kadınlardan çok erkeklere ilgi duyma ihtimalini arttırır. Buna doğum sırası efekti denir. Doğum sırası efekti, yaklaşık her 7 eşcinsel erkekten birinin eşcinselliğini açıklamaktadır. Kadınların cinsel yöneliminde ve büyük kız kardeşlere sahip olmakta doğum sırası efektinin herhangi bir etkisi olduğu gözükmemektedir.
Sol yanlı olma ihtimali eşcinsel kişilerde artmaktadır. Önceki çalışmaların meta-analizinde eşcinsel erkeklerin sol yanlı olma ihtimalinin heteroseksüel erkeklerinkinin %34'ü kadar daha fazla olduğu, eşcinsel kadınların sol yanlı olma ihtimalininse heteroseksüel kadınlarınkinin neredeyse iki katı (%91) olduğu bulunmuştur. Blanchard ve meslektaşları (2006) doğum sırası efektiyle el yanlılık arasında bağlantı kurmuş, doğum sırası efektinin sadece sağ yanlı erkekler için geçerli olduğunu iddia etmiştir.
Nörolojik araştırmalar.
1991'de Simon LeVay, hipotalamustaki INAH1, INAH2, INAH3 ve INAH4 adı verilen 4 nöron grubunu incelemiştir. Beynin bu bölümünü önemlidir çünkü bu bölümün hayvanların cinsel davranışlarının düzenlenmesinde rol oynadığı kanıtlanmış ve INAH2 ve INAH3'ün erkeklerde ve kadınlarda farklılık gösterdiği rapor edilmiştir. Araştırma, AIDS yüzünden ölen 19 eşcinsel erkekten, cinsel yönelimleri bilinmeyen ama araştırmacılar tarafından heteroseksüel varsayılan, 6'sı AIDS'ten ölen 16 erkekten, yine araştırmacılar tarafından heteroseksüel varsayılan, 1'i AIDS'ten ölen 6 kadından oluşmaktaydı. Simon LeVay, heteroseksüel erkeklerdeki INAH3'ün büyüklüğünün, eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınlarınınkinin iki katı kadar olduğunu bulmuştur.
2001'de William Byne ve meslektaşları aynı araştırmayı 14 HIV pozitif eşcinsel erkek, heteroseksüel varsayılan 34 erkek (10 HIV pozitif) ve heteroseksüel varsayılan 34 kadın (9 HIV pozitif) üstünde tekrar yapmıştır. Araştırmacılar INAH3'ün büyüklüğünün heteroseksüel erkek ve kadınlarda önemli derecede farklılık gösterdiğini bulmuştur. Eşcinsel erkeklerinkinin görünüşte heteroseksüel erkeklerinkinden küçük, heteroseksüel kadınlarınkinden büyük olduğu bulunmuştur. Ama bu farklılığın tam olarak istatistiksel bir öneme sahip olmadığı tespit edilmiştir. Byne ve meslektaşları aynı zamanda INAH3'ün ağırlığını ve nöronlarının sayılarını da ölçmüştür. INAH3'ün ağırlığının sonuçları büyüklüğününkilerine benzer çıkmıştır. Heteroseksüel erkeklerdeki INAH3'ün ağırlığı, heteroseksüel kadınlarınkine göre önemli ölçüde daha yüksek çıkarken, eşcinsel erkeklerin sonuçları, heteroseksüel erkek ve kadınların arasında çıkmıştır. Ama farklılığın önemli derecede olmadığı görünmüştür. INAH3'teki nöron sayılarında kadın ve erkekler arasında farklılık bulunurken cinsel yönelimle bağlantılı bir farklılık bulunamamıştır.
Erkek terindeki testosterondan elde edilen androstadienin (AND) ve hamile kadınların idrarında bulunan östrojene benzeyen estratetraenolinin (EST) insanlardaki feromon olduğu düşünülmektedir. AND ve EST'in kişinin cinsel yönelimine bağlı olarak ön hipotalamustaki nöral devreleri aktivite ettiği gözlenmiştir. Ön hipotalamus üreme fonksiyonların sürecinde rol oynamaktadır ve son kanıtlar ön hipotalamusun cinsel davranış ve cinsel tercihte rol oynayan hormonal ve duyumsal ipuçlarını birleştirmede yardım ettiğini öne sürmektedir. 2005'te İvanka Savic ve ekibi yaptığı araştırmada erkeklik kimyasalı AND'ın heteroseksüel erkeklerin beyninin olfactory bölgesini (koklama duyusuna ait bölge), eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınlarınsa hipotalamus bölgesini aktivite ettiği bulunmuştur. Kadınlık kimyasalı EST'inse eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınların olfactory bölgesini, heteroseksüel erkeklerinse hipotalamus bölgesini aktivite ettiği bulunmuştur. Aynı ekibin 2006'da yaptıkları bir araştırmada lezbiyen kadınların beyinlerinin verdiği tepkilerin heteroseksüel kadınlardan farklı olup heteroseksüel erkeklerinkine bir parça benzediği ama bu benzerliğin heteroseksüel kadınlar ve eşcinsel erkekler arasındaki benzerlik kadar güçlü olmadığı bulunmuştur. Yine aynı ekibin 2008'de yaptığı bir araştırmada eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınların beyin yarımkürelerinin ortalama olarak simetri gösterdiği ama lezbiyen kadın ve heteroseksüel erkeklerin beyinlerinin asimetri gösterdiği, beyinlerinin sol yarımkürelerinin sağ yarımküreye göre bir parça daha büyük olduğu bulunmuştur.
2003'te Qazi Rahman tarafından yapılan bir araştırma, lezbiyen kadınların irkilme tepkisinin (yüksek bir ses gibi beklenmedik bir uyarı karşısındaki göz kırpma refleksi) heteroseksüel kadınlarınkine göre önemli ölçüde daha fazla maskülenleşmiş olduğunu bulmuştur. Bu araştırma, irkilme tepkisinin beynin limbik sistemi tarafından kontrol edilmesinden ve limbik sisteminin aynı zamanda cinsel davranışları da kontrol etmesiyle bilinmesinden dolayı kadınların cinsel yöneliminin en azından limbik sistemle bağlantılı olduğuna dair güçlü bir kanıt içermektedir.
1997'de Sanders ve Ross-Field doğum öncesi hormonların cinsel yönelimle bağlantılı fonksiyonel beyinsel asimetrilere yol açtığını öne sürmüştür. Bilişsel görevler seksüel olarak dimorfik olarak bilinir. Kadınların sözlü yeteneklerinin erkeklere göre daha gelişmiş olması indirgenmiş lateralizationla (bir fonksiyonun beynin sağ veya sol yarımküresinde yerleşik olması prensibi), erkeklerin uzaysal görevlerde kadınlara göre daha başarılı olması da belirgenleşmiş lateralizationla bağlantılıdır. Fonksiyonel beyinsel asimetriyi ölçen Vincent Mekanik Diyagramlar testinde hem eşcinsel erkekler hem heteroseksüel kadınlar heteroseksüel erkeklerden daha düşük skorlar elde etmiştir. Sözel performansı ölçen Wechsler Yetişkin Zeka Ölçeği'nde ise heteroseksüel kadın ve eşcinsel erkekler, heteroseksüel erkeklere göre daha yüksek skorlar elde etmiştir. Cinsiyete göre farklı sonuçlar elde edilmesi beklenen birkaç testte de eşcinsel erkeklerle heteroseksüel kadınların sonuçları istatistiksel olarak birbirinden farklılık göstermezken, heteroseksüel erkeklerin sonuçları farklılık göstermiştir.
2003'te Chicago Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmada, eşcinsel erkeklerin beyni serotoninin geri alımını inhibite eden fluoksetine heteroseksüel erkeklerinkine göre farklı tepki verdiği, hipotalamuslarındaki glikoz metabolizmasının heteroseksüel erkeklere göre önemli ölçüde daha az olduğu bulunmuştur. Prefrontal korteks ve singulat korteks dahil olmak üzere beynin diğer bölgelerinde de ölçülen aktivasyonda da farklılıklar bulunmuştur.
2007'de Chicago'da yapılan bir araştırmada erkek meyve sineklerinin beyinlerinin cinsellikle ilgili bölgelerindeki bir gen değiştirilerek eşcinsel davranış göstermesi sağlanmıştır. Genin mutasyonundan sonra sinapsis adı verilen sinir hücreleri bağlantılarının güçlenmesi nedeniyle erkek meyve sinekleri diğer meyve sineklerinin erkek mi dişi mi olduğunu anlamaya yarayan “feromon” adlı kimyasal kokuları ayırt edememiş, hem dişi hem de diğer erkek meyve sineklerine kur yapmıştır.
Birçok türde seksüel farklılaşmanın belirgin bir özelliği preoptik hipotalamustaki seksüel dimorfik çekirdeğin (SDN) varlığıdır. SDN, erkeklerde dişilere göre daha büyüktür. Evcil koçların çoğunluğu dişi koyunlara ilgi duyarken, yaklaşık yüzde 8'i diğer koçlara ilgi duymaktadır. Roselli ve meslektaşları koyunların SDN'sini (kSDN) incelemiş, eşcinsel koçların kSDN'sinin, heteroseksüel koçlara göre daha küçük, dişi koyunlarınkine ise benzer olduğunu bulmuştur. Ayrıca kSDN'in nöronlarının aromataz aktivitesi, eşcinsel koçlarda heteroseksüel koçlara göre daha küçük olduğu bulunmuştur.
Profesyonel organizasyonların açıklamaları.
Amerikan Pediatri Akademisi'nin 2004'teki açıklaması şu şekildedir:
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumunun 2006'daki açıklaması şu şekildedir:
Kraliyet Psikiyatrlar Derneği'nin 2007'deki açıklaması şu şekildedir:
Amerikan Psikiyatri Kurumunun açıklaması şu şekildedir:
Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği, California Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu 2007'deki açıklaması şu şekildedir:
Evrimsel perspektifler.
Gay amca hipotezi, çocuklara sahip olmayan insanların belki de aile genlerini sonraki nesillere yakın akrabalarının çocuklarına kaynaklar sağlayarak (yemek, gözetleme, savunma, barınak sağlama gibi) aktarabileceğini öne sürmektedir. Bu hipotez akraba seçilimi teorisinin genişletilmiş halidir. Akraba seçilimi aslında uyumsuzluk gibi görünen belli fedakâr aktiveleri açıklamak için geliştirilmiştir. İlk fikir 1932'de J. B. S. Haldane tarafından ortaya atılmış sonra John Maynard Smith, W. D. Hamilton ve Mary Jane West-Eberhard da dahil olmak üzere başkaları tarafından detaylandırılmıştır. Bu fikir aynı zamanda belli sosyal böceklerinin çoğu üremeyen üyelerinin paternlerini açıklamak için de kullanılmaktadır.
2008'deki bir çalışmada, araştırmacılar açıklamasında “Genlerin eşcinselliği etkilediğine dair önemli kanıtlar bulunmaktadır. Düşük başarılı üreme şansı getiren eşcinselliğin popülasyonda nispeten yüksek sıklıkta nasıl devam ettiği bilinmemektedir." demiştir. Araştırmacılar eşcinselliğe yatkın genlerin heteroseksüellere çiftleşme avantajı verdiğini bununda eşcinselliğin evrimini ve popülasyonda devam etmesini açıklayabileceğini öne sürmüştür. 2009'daki bir araştırma, eşcinsel erkelerin anne tarafındaki kadın akrabalarındaki doğurganlığın fazla olduğunu bulmuştur.
Bailey ve Zuk hayvanlardaki eşcinsel davranışların uyumlu olduğuna dair birkaç hipoteze atıfta bulunmuştur. Bu hipotezler farklı türlerde fazlasıyla değişiklik göstermektedir. Bailey ve Zuk aynı zamanda ilerdeki araştırmaların eşcinsel davranışın kökeninden daha çok evrimsel sonuçlarının araştırmasını tavsiye etmiştir.
Cinsel yönelimi değiştirme iddia ve eforları.
Cinsel yönelimi değiştirme eforları (SOCE), eşcinsel ya da biseksüel yönelimi heteroseksüelliğe dönüştürmeyi amaçlayan metotlardır. Bu eforlar davranışsal teknikleri (örneğin onarım terapisi), psikoanalitik teknikleri, tıbbi yaklaşımları ve dinsel ve ruhsal yaklaşımları içerebilir. Dünyanın bazı yerlerindeyse “düzeltici tecavüz” (lezbiyen kadınlara heteroseksüelliğe dönmesi için yapılan tecavüz) gibi cinsel şiddetleri içerebilir.
SOCE'nin kişinin cinsel yönelimini değiştirmeyi başarıp başarmadığına dair bilimsel kesinliği gösteren bir araştırma yoktur. SOCE, dini kuruluşların benimsediği değerlerle LGBT hakları kuruluşları, profesyonel ve bilimsel kuruluşlar arasındaki gerginlik yüzünden tartışmalıdır. Davranışsal ve sosyal bilimlerin ve ruh sağlığı uzmanlık alanlarının uzun süredir olan ortak görüşü eşcinsellik ve biseksüelliğin insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğu ve bu yüzden eşcinsellik ve biseksüelliğin bir ruh hastalığı olarak kabul edilmediğidir. Amerikan Psikiyatri Kurumunun açıklaması “Çoğu insan kendi cinsel yönelimlerinde az miktarda tercih hissini deneyimler ya da hiç deneyimlemez.” şeklindedir. Bazı kişiler ve gruplar eşcinselliği gelişimsel bozukluk ya da dini ve ahlaki çöküş olarak tanıtmakta ve psikoterapi ve dini eforları içeren SOCE'nin kişinin eşcinsel hislerini ve davranışlarını değiştirebileceğini iddia etmektedir. Bu kişiler ve grupların birçoğu eşcinselliğin aşağılayıcı, utanç verici bir şey olduğunu desteleyen dini, politik akımlardan olduğu gözlenmektedir.
Hiçbir önemli ruh sağlığı kuruluşu cinsel yönelimi değiştirme eforlarını uygun görmemiş, hemen hemen hepsi cinsel yönelimi değiştirmeyi amaçlayan tedavileri uyaran prensipleri benimsemiştir. Bu kuruluşlarda Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği, Amerika Birleşik Devletleri'deki Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu, Kraliyet Psikiyatrlar Derneği, ve Avustralya Psikologlar Derneği de yer almaktadır. Kraliyet Psikiyatrlar Derneği, ABD'nin Ulusal Araştırma ve Terapi Derneği NARTH gibi kuruluşların bilim tarafından desteklenmemesi ve önerdiği sözde eşcinsellik tedavilerin önyargı ve ayrımcılığa zemin hazırlaması konusundaki endişelerini Amerikan Psikiyatri Kurumu ve Amerikan Psikologlar Birliği'yle paylaşmıştır.
2012'de PanAmerikan Sağlık Örgütü (Dünya Sağlık Örgütü'nün Kuzey ve Güney Amerikan Kolu) insanların heteroseksüellik haricindeki yönelimlerini “tedavi” etmeyi amaçlayan servislerin tıbbi olarak doğrulanmamış olması ve insanların sağlığı için tehlikeli olması yüzünden uyarı niteliğinde bir açıklama yapmış, uzmanların ortak görüşünün eşcinselliğin insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğunu ve eşcinselliğin patolojik bir durum olmadığını belirtmiştir. Dünya Sağlık Örgütü, eşcinsel çocukların kendi istemedikleri halde bu tedavilere gitmeye bazen zorlandıklarını, özgürlüklerinin elinden alındığı ve bazen aylarca izole edildiklerini belirtmiştir. PanAmerikan Sağlık Örgütü bu tür etik olmayan tedavilerin sağlık hizmetlerinin ve insan haklarının ihlalinden dolayı ihbar edilmesini ve ulusal yönetmelik altında yaptırım uygulanmasını önermiştir.
Cinsel yönelimin esnekliği.
Amerikan Psikiyatri Kurumunun açıklamasında “Bazı insanlar cinsel yönelimin doğuştan ve sabit olduğuna inanır ama cinsel yönelim kişinin yaşamı boyunca gelişir.” demiştir. Bağımlılık ve Ruh Sağlığı Merkezi (Centre for Addiction and Mental Health) açıklamasında “Bazı insanların cinsel yönelimi hayatları boyunca sürekli ve sabittir ama başka insanların cinsel yönelimi esnek olabilir ve zaman içinde değişebilir.” demiştir.
Esneklik ve cinsiyet.
2004'te yapılan bir araştırma, heteroseksüel ve lezbiyen kadınların erkek-kadın, kadın-kadın, erkek-erkek erotik filmlerini izleyince gösterdikleri cinsel uyarılmaların birbirinden önemli ölçüde farklılık göstermediğini bulmuştur. Ama erkeklerde, heteroseksüel olanlar en çok kadın-kadın erotik filmlerinden uyarılırken eşcinsel olanlar en çok erkek-erkek erotik filmlerinden uyarıldığı gözlenmiştir. Araştırmacılar, kadınların cinsel arzularının erkekler kadar sert bir şekilde özel bir cinsiyete yönelmediği, zaman içinde daha değişmeye eğilimli olduğu sonucunu çıkartmıştır.
Eşcinsel ebeveynlik.
Bilimsel araştırmalar gay ve lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği çocukların heteroseksüel çiftlerin yetiştirdiği çocuklar kadar uyumlu, kabiliyetli ve psikolojik olarak sağlıklı olduğunu göstermektedir. Bunun tersini gösteren bilimsel bir kanıt yoktur.
Bir araştırmanın sonuçlarında gay ve lezbiyen çiftlerin çocuklarının çoğunluğunun heteroseksüel kimlikli olmasına rağmen kısmen genetik faktörler (Amerika Birleşik Devletleri'ndeki eşcinsel çiftlerin çocuklarının %80'i kendi biyolojik çocuklarıdır.) ve aile sosyalizasyon süreci yüzünden (çocukların daha toleranslı okulda okuması, daha az heteroseksist çevre ve sosyal şartlarda yaşaması) geleneksel olarak cinsiyetlere yüklenen davranışları daha az gösterdiği ve homoerotik birlikteliklere daha açık olmaya eğilimli oldukları öne sürülmüştür. 2005'te Charlotte J. Patterson'ın Amerikan Psikiyatri Kurumu için yaptığı araştırmada gay ve lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği çocuklarda daha yüksek oranda eşcinsellik bulunamamıştır. Başka bir araştırmanın sonuçlarında gay ve lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği çocukların (özellikle lezbiyen çiftlerin yetiştirdiği kızlar) heteroseksüel olmayan kimlikleri daha çok benimsemeye eğilimli oldukları öne sürülmüştür.
Yasalar ve politikalar.
Eşcinselliğin yasallığı.
Çoğu ülke, reşit olan ve akraba olmayan kişilerin karşılıklı rıza hâlinde cinsel ilişki yaşamalarını yasaklamaz. Bazı ülkeler eşcinsel çiftlere heteroseksüellerle eşit haklar, korumalar ve evlilik dahil ayrıcalıklar vermektedir. Bazı ülkeler kişileri heteroseksüel birlikteliklerle kısıtlar, başka bir deyişle eşcinsel aktivite yasa dışıdır. Eşcinsel aktivite yapanlara, İran ve Nijerya'nın bazı bölgeleri gibi yerlerde aşırı tutucu Müslümanlar tarafından ölüm cezası verilebilir. Ama genelde resmi kurallarla cezanın gerçekte uygulaması arasında önemli farklılıklar vardır.
Eşcinsel davranış, batı toplumunun bazı ülkelerinde suç olmaktan çıkarılsa da (örneğin 1932'de Polonya, 1933'te Danimarka, 1944'te İsveç, 1967'de Birleşik Krallık) eşcinsellerin bazı gelişmiş ülkelerde kısıtlı sivil haklar edinmeleri 1970'in ortalarından sonra olmaya başlamıştır. 2 Temmuz 2009'da Hindistan, eşcinselliği suç olmaktan çıkarmıştır. Bu konuda dönüm noktası Amerikan Psikiyatri Kurumunun 1973'te eşcinselliği Teşhis ve İstatistik Kılavuzu'ndan (DSM) çıkarmasıdır. Québec, 1977'de cinsel yönelim ayrımcılığını yasaklayan ilk eyalet olmuştur. 1980 ve 1990'larda çoğu gelişmiş ülke, eşcinsel davranışı suç olmaktan çıkarıp gay ve lezbiyenlere iş alanı, konaklama ve yapılan hizmetlerde ayrımcılık yapılmasını yasaklamıştır. Bugün, Orta Doğu ve Afrika’da birçok ülkede ve Asya ve Güney Pasifik’te de birkaç ülkede eşcinsellik suçtur. Altı ülkede eşcinsel davranış ömür boyu hapis cezasıyla cezalandırılır, on ülkede ise ölüm cezasını getirir.
Eşcinsel evlilik.
Eşcinsel evliliğe şu anda 28 ülkede izin verilmektedir. Hollanda 2001'de eşcinsel evliliği uygulayan dünyanın ilk ülkesiydi ve artık Almanya, Belçika, Güney Afrika, İspanya,İrlanda, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri'nde geçerlidir. İsrail'de, diğer ülkelerde yapılan eşcinsel evlilikler kabul edilmektedir, ama İsrail'de yapılan eşcinsel evlilikler yasal sayılmıyor.
Medeni birliktelik.
Bazı diğer ülkeler, medeni birliktelikler kabul eden kanunlar uygulamaktadır. Bu medeni birliktelikler, eşcinsel çiftlere, karma çiftlerin yasal haklarına benzer haklar tanımak amacıyla uygulanıyor, örneğin vergi, miras ve göç hakkındaki yasal konularda. İskandinav ülkeleri, Avustralya, Birleşik Krallık, İsviçre, Avusturya ve Almanya medeni birliktelikleri kabul eden ülkelerdendir.
Medeni birliktelikleri ve evcil ortaklıkları kabul eden ABD eyaletleri ise şunlardır: 2000 yılında Kaliforniya ve Vermont, 2005'te Connecticut, 2006 da New Jersey, 2007 de Oregon ve 2008 de New Hampshire.
2006’da Amerikan Psikiyatri Kurumu, Amerikan Psikologlar Birliği ve Sosyal İşçilerin Ulusal Kurumu’nun California Yargıtayı’na yaptığı açıklama “Gay ve lezbiyenlerin kurdukları ciddi birliktelikler heteroseksüel birlikteliklere önemli açılardan birbirine denktir. Evlilik kurumunun sunduğu sosyal, psikolojik ve sağlık yararlarından eşcinsel çiftler yararlanamamaktadır. Eşcinsel çiftlerin evlenme hakkını reddederek eyalet, eşcinsellikle ilişkili tarihsel damgayı güçlendirmektedir. Eşcinsellik damgalanmaya devam etmektedir ve bu dalgalanma negatif sonuçlara yol açmaktadır.” şeklindedir. Ayrıca “Eşcinsel ve heteroseksüel çiftleri sivil evliliğin getirdiği yasal haklar, zorunluluklar ve yükümlülükler bakımından birbirinden ayırmayı gerektiğini gösteren bilimsel bir esas yoktur.” demiştir.
Toplum ve sosyoloji.
Toplumun görüşü.
Eşcinsellik gibi heteroseksüellik haricindeki yönelimlerin kabulünün oranı Asya ve Afrika ülkelerinde en düşük, Avrupa, Avustralya ve Amerika kıtasında en yüksektir. Batı toplumunun son 20-30 yılda eşcinselliği kabul oranı artmıştır.
Din.
Eşcinsellikle din arasındaki ilişki zamandan yere göre fazlasıyla değişmektedir. Dinler, eşcinselliğe genel olarak olumsuz yaklaşmaktadır. Bazıları eşcinsel yönelimin günah olduğunu belirtirken diğerleri sadece eşcinsel aktivitenin günah olduğunu belirtmektedir. Bazı dinler eşcinselliği kabul etmekte hatta eşcinselliği teşvik etmektedir.
Eşcinsellikle ilgili yanlış inanışlar.
21. yüzyıla gelindiğinde birçok toplum cinselliği daha rahat ve açık bir şekilde tartışır hale geldi. İnsan cinselliğinin bir ifadesi olarak eşcinsellik kabul görmeye başladı ve bunun bir sonucu olarak eşcinsellikle ilgili hurafeler terk edilmeye başlandı. Özellikle 1950 ve 60'larda yaygın olan, erkek eşcinsellerin zayıf ve kadınsı oldukları, lezbiyenlerin erkeksi ve saldırgan oldukları inanışları büyük oranda terk edildi.
Eşcinsellere yönelik ayrımcılık.
Eşcinsel zorbalığı.
Eşcinsel zorbalığı heteroseksüel ya da cinsel yönelimi bilinmeyen bir kişinin lezbiyen, gay, biseksüel ya da transseksüel bir kişiyi sözlü ya da fiziksel olarak taciz etmesidir. 1998'de Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre Amerika'daki gençler her 14 dakikada bir “homo”, “i.ne” ve “karı kılıklı” gibi anti-gay hakaretler duymaktadır.
Heteroseksizm ve homofobi.
Birçok kültürde eşcinseller sıklıkla önyargı ve ayrımcılığa uğramaktadır. 2011'de Hollanda'da yapılan bir araştırmaya göre Hollanda gençliğinin %49'u ve Hollanda'daki başka ırklardaki gençlerin %58'i eşcinselliği reddetmektedir. Eşcinseller diğer azınlık grupları gibi stereotipleştirilmektedir. Bunlar homofobi ve heteroseksizm (karşı cinsler arasındaki cinselliğin ve karşı cinsle olan birlikteliklerin lehine olacak şekilde negatif tutum, önyargı ve ayrımcılık) yüzünden olmaktadır. Heteroseksizm, herkesin heteroseksüel kabul edilmesi ve karşı cinse ilgi duymanın ve karşı cinsle olan birlikteliklerin norm olması ve bu yüzden üstün olduğu anlamını da içerir. Homofobi, eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan irrasyonel nefret, korku, hoşnutsuzluk ya da ayrımcılıktır. Homofobi farklı şekillerde gösterilir ve birçok farklı tiplerinin olduğu varsayılmaktadır. Bunların arasında içselleştirilmiş homofobi, sosyal homofobi, duygusal homofobi, rasyonelleştirilmiş homofobi ve diğerleri yer almaktadır. Buna benzer olarak lezfobi(özel olarak lezbiyenleri hedef alma) ve bifobi (biseksüel insanlara karşı olma) kavramları da vardır. Bu tutumlar yüzünden işlenen cinayetler genel olarak nefret cinayeti ve eşcinsel zorbalığı olarak adlandırılır.
LGB'lerle (lezbiyen, gay ve biseksüel) ilgili stereotipler, LGB'lerin ciddi birliktelikler kuramadıkları, önüne gelen insanlarla cinsel ilişkiler kurdukları ve daha çok çocuklara tecavüz etme eğiliminde olduklarıdır. Ama bu iddiaları destekleyen bilimsel bir veri yoktur. Gay ve lezbiyenler ciddi birliktelikler kurabilmektedir ve bu birliktelikler heteroseksüel birlikteliklere önemli açılardan birbirine denktir. Cinsel yönelim, kişinin çocuklara tecavüz etme olasılığını etki etmemektedir.
Heteroseksüelliğe dönüşme isteği ile ilgili bazı analitik yaklaşım ve davranışçı terapiler mevcut olup başarıları oldukça şüphelidir. Bu terapiler eşcinselliği heteroseksüellikten daha az arzulanır hale getirmeye ya da eşcinsellikten alınan zevki azaltmaya yöneliktir ancak gerçekten iyi motive edilmiş bir grupta bile kişinin cinsel ve duygusal yöneliminin değiştirilemeyeceği ortaya çıkmıştır.
Karşı cinsten insanların ilişkiye girdiği heteroseksüelliğin karşıtı olarak aynı cinsten insanların ilişkiye girdiği eşcinselliğin yer aldığı bir dizi toplumsal arenada heteroseksüelliğe ayrıcalıklı rol atfedilen hetoreksizimi, eşcinsel bireye motive etmeye çalışmakta bireye hasta olarak bakış açısını ortaya çıkarmaktadır.
Eşcinsellere yönelik şiddet.
Saldırgan ve kınayan bir çevre, şifahi ve fiziksel suistimal, aile ve diğer insanlar tarafından reddedilme ve tecrit yüzünden, gey ve lezbiyen gençlerin intihar etmeleri, madde bağımlısı olmaları, okulda sorunlar yaşamaları ve yalnız kalmaları olasılığı daha yüksektir.
Cinsellik ve cinsel yönelim, varlığın temel unsurları olarak kişisel kohezif duyguların ve dünyada rahat ediş düzeyinin önemli belirleyicileridir. Günümüzde eşcinselleri "onarma" ve cinsel yönelimlerini değiştirmeye çalışan ve bunu iddia eden müdahalelerin ise yararlılığına, işe yaradığına dair yeterli bilimsel bir çalışma bulunmamaktadır. Ayrıca, eşcinsellik ve biseksüellik insan cinselliğinin normal ve pozitif çeşitlerinden biridir ve yapılan çalışmalarda homoseksüelliğin hastalık veya anormallik olarak görmeye dair emprik veya bilimsel bir temel bulunamamıştır.
Eşcinsellere yönelik önyargı.
Tıp ve psikoloji alanlarında eşcinsellik bir hastalık veya ruhsal bozukluk olarak kabul edilmese de, kapalı toplumlar genelinde eşcinselliğe hâlâ bir hastalık, ruhsal sorun ve din kurallarına göre sapıklık olarak bakılmakta ve eşcinsel bireyler dışlanmaktadır. Özellikle bazı geleneksel ve manevi değerleri kuvvetli olan toplumlar eşcinsellere "öteki" olarak bakmaktadır. Bu toplumlarda cinsel roller daha çocukluktan itibaren belirlenmekte ve heteroseksüel ilişkinin dışındaki ilişkiler onaylanmamaktadır. Eşcinselliğin "insan doğasına aykırı" olduğu öne sürülmekte, insanın temel amacı olduğu varsayılan "üreme"ye ket vurduğu savunulmaktadır. Oysa bilim, cinsel kimliğin, insanın temel amaç ve/veya güdülerine etki etmediğini savunmaktadır. Ayrıca, Antik Yunan-Roma kültüründe görüldüğü gibi geleneksel ve manevi değerleri kuvvetli ve ataerkil olan her toplum eşcinselliğe karşı değildir.
Gey ve lezbiyenlere yönelik şiddet.
1998'de Matthew Shepard eşcinsel olduğu için Aaron McKinney ve Russell Henderson tarafından bir çite bağlanmış ve öldürülesiye dövülerek can vermiştir. Bu cinayet, nefret suçu kapsamlarına cinsel yöneliminde eklenmesine neden olmuştur. Lezbiyen kadınlara da heteroseksüelliğe dönmesi için tecavüz edilebilmektedir. Amerika'da FBI'ın raporlarına göre nefret cinayetlerinin %24'ü kişinin cinsel yönelimi yüzünden işlenmiştir. Bunların %56.7'si anti-eşcinsel erkek önyargısı, %11.1'i anti-eşcinsel kadın önyargısı, %29.6'sı cinsiyet gözetmeksizin anti-eşcinsel önyargısı yüzünden işlenmiştir.
Eşcinsel bireyler arasında intihar.
Saldırgan ve kınayan bir çevre, şifahi ve fiziksel suistimal, aile ve diğer insanlar tarafından reddedilme ve tecrit yüzünden, gey ve lezbiyen gençlerin intihar etmeleri, madde bağımlısı olmaları, okulda sorunlar yaşamaları ve yalnız kalmaları olasılığı daha yüksektir.
Homofobiye bağlı intihar oranı özellikle eşcinsel gençlerde çok yüksektir. Birleşik Krallık'ta Stonewall adlı eşcinsel hakları örgütü tarafından yapılan bir ankete göre genç eşcinsellerin %17'si ölümle tehdit edilmiş ve %12'si cinsel istismar yaşamıştır. Bazı araştırmalara göre İrlanda'da eşcinsel gençlerin üçte biri intihar etmeye çalışmış; İskoçya'da 15 ve 26 yaşları arası eşcinsellerin yarısı intihar etmeyi düşünmüş; Fransa'da 20 yaşın altındaki eşcinsel erkeklerin %27'si intiharı denemiş; İtalya'da eşcinsellerin %13'ü intihar etmeye çalışmıştır. Belçika'da 15 ve 25 yaşları arasındaki eşcinsel gençlerin intihar riski oranı diğer kişilere nazaran beş kat daha yüksektir.Almanya'da 15 ve 27 yaşları arası eşcinsellerin %18'i en az bir kere intihar etmeyi denemiş, %66'sı kendi aileleri tarafından fiziksel veya sözlü istismar yaşamış, %27'si öğretmenler tarafından baskı görmüştür. 2007'de yapılan bir araştırmaya göre eşcinsellerin en az %30'da biri son 12 ay içerisinde hakarete maruz kalmış, tehdit edilmiş veya saldırıya uğramıştır.
Bazı ülkelerde okullarda homofobiyi önlemek için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin; İspanya'da DecideT adlı LGBT hakları grubu homofobik baskı ve yıldırmayı engellemek amacıyla bir rehber yayınlamıştır.
Batı Avrupa'da homofobi, sporda da çok yaygındır. Özellikle ragbi, futbol gibi maço kabul edilen spor camialarında çok sınırlı sayıda sporcu eşcinselliğini açığa vurmaya cesaret edebilmiştir. Bunun istisnalarından futbolcu Justin Fashanu, 1990 yılında eşcinselliğini ilân ettikten sonra hayranlarından, ailesinden ve takım arkadaşlarının dışlama ve hakaretlerine maruz kalmıştır. Kardeşi John Fashanu, onu alenen kardeşlikten reddetmiştir. Justin Fashanu 3 Mayıs 1998'de intihar etmiştir ve geride şu notu bırakmıştır:
« ...Suçlu olduğumu sanıyorum. Arkadaşlarımı ve ailemi daha çok utandırmak istemiyorum... Umut ediyorum ki çok sevdiğim İsa Mesih beni nezaketle karşılar, nihayet huzur bulurum. »
Arnavutluk millî futbol takımının eski menajeri Otto Barić, kendi takımında eşcinsel bir futbolcunun yer almasına asla izin vermeyeceğini ilân etmiştir; 31 Temmuz 2007'de, UEFA tarafından homofobi nedeniyle 3.000 avro para cezasına çarptırılmıştır.
Sporda homofobi sadece futbola has bir şey değildir. Eşcinsel olan Berlin belediye başkanı Klaus Wowereit, şehrin yerel buz hokeyi takımını olan Berliner Eisbäre'nın maçlarından birini seyretmeye gittiği zaman karşı takımın taraftarları "Hauptstadt der Schwulen, wir sind die Hauptstadt der Schwulen" ('İbnelerin başkenti') şeklinde tezahürat yapmıştır.
Hukuk, politika ve toplum.
Birçok ülkenin aksine yine birçok ülkede eşcinsellik veya erkek erkeğe seks, ilişki bir suç olarak kabul edilmektedir, fakat son yıllarda bu ülkelerin sayısı hızla düşmektedir. Uluslararası Af Örgütü'ne göre 2022'den beri yaklaşık 67 ülkede eşcinselliğe ceza verilmektedir. Eşcinsel ilişki veya herhangi bir eşcinsel harekette bulunanlara idam cezası verilen ülkeler şunlardır: Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Moritanya, Nijerya'nın kuzeyindeki bazı eyaletleri, Somali ve Yemen.
Tıbbi açıdan demografisi.
İnsanlarda zamanla bağışıklık sisteminin çökmesine neden olan bulaşıcı bir hastalık olan AIDS veya HIV de insan bağışıklık yetmezliği virüsü (HIV); kan ve kan ürünlerinin, sperm veya diğer cinsel sıvıların şahıslar arası transferi ile bulaşır. Ayrıca plasenta ya da süt yoluyla hasta anneden bebeğine bulaşır.
Bilinen ilk AIDS vakaları 1981'de ABD'nin New York ve Kaliforniya eyaletlerinde rapor edildi. AIDS teşhisi konulan ilk şahısların çoğu hastalığı cinsel yolla kapan eşcinsel erkekler ve şırıngaları ortak kullanan damardan alınan uyuşturucu bağımlılarıydı.
Günümüzde dünyada HIV'in en yaygın bulaşma yöntemi "heteroseksüel" cinsel ilişkidir. İlişki sırasında virüs vücuda vajinanın iç yüzeyi, penis, rektum ya da ağız yoluyla girer.
Diğer.
Hayvanlarda eşcinsel davranışlar.
Hayvanlar aleminde de eşcinsel davranış sergileyen ya da eşcinsel ilişkiye giren canlılar mevcuttur. Sosyal türlerde yaygın olan bu durum özellikle deniz kuşlarında ve memelilerinde, maymunlarda ve büyük insansılarda görülür. Eşcinsel davranış yaklaşık 1500 türde gözlemlenmiş, bunlardan yaklaşık 500'ü kapsamlı olarak incelenmiş ve dosyalanmıştır. Bu keşif, eşcinselliğin "biyolojik geçerliliği ve doğallığı" ile ilgili tartışmalar ve eşcinselliğin birey tarafından alınmış bir "sosyal karar" olduğu tartışmalarını hararetlendirmiştir. Örneğin bazı erkek penguen çiftlerinin hayat boyu çiftleştiği, beraber yuva yaptığı ve yuvarlak taşları yumurta gibi kullandıkları bilinmektedir. 2004 yılında, ABD'nin Central Park Hayvanat Bahçesi'ndeki görevliler, eşcinsel bir erkek penguen çiftinin taştan yumurtasını döllenmiş gerçek bir yumurta ile değiştirmiş, penguen çift yavruyu kendi yavrularıymış gibi yetiştirmiştir. Bu penguenler cinsel ilişkiye girmekte, birbirlerine şarkı söylemekte ve dişi penguenleri şiddetle reddetmektedir.
Drosophila melanogaster sineğinde hayvan eşcinselliğinin genetik kökleri ile ilgili çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalarda hayvanlarda eşcinsel birlikteliğin ve eşcinsel ilişkiye girmenin iki genden kaynaklanıyor olabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Bu genlerin feromonlar vasıtasıyla ve beyin yapısını değiştirerek davranışları kontrol ettiği düşünülmektedir. Bu çalışmada çevresel faktörlerin sinek eşcinselliğindeki rolü de araştırılmıştır.
Georgetown Üniversitesi profesörlerinden Janet Mann'ın teorisine göre eşcinsel davranış biçimi -en azından yunuslarda- özellikle erkek bireyler arasındaki tür içi agresyonu azaltan evrimsel bir avantajdır. Bazı hayvan türlerinde doğum öncesinde eşcinselliğin mevcut olduğu yönündeki bazı bulgular, eşcinsel hakları konusunda sosyal ve politik sonuçlar doğurmuştur.
Ergenlikte eşcinsellik.
20. yüzyılda ABD'de, "seks araştırmaları" adı altında, amacı cinsel ilişkileri incelemek olan bir sosyal ve davranış bilimi oluşturuldu. Araştırmacı Alfred Kinsey'in 1948'deki raporuna göre eşcinsel aktivite gerek erkek gerekse kadın ergen Amerikalılar arasında oldukça yaygındı. Örneğin erkek deneklerin %30'u bir şekilde eşcinsel aktivitede bulunduğunu belirtti. Yine erkeklerin %10'u, 16 - 55 yaşları arasında, uzun süreli (1 ila 3 yıl) eşcinsel ilişki yaşadığını belirtti. Aynı çalışmada kadınların yarısına yakını eşcinsel aktivitede bulunduğunu belirtti. Kinsey'in metotları ve ulaştığı sonuçlar uzun yıllar tartışıldı. Yakın dönemde yapılan araştırmalarda Kinsey'inkilerden az ya da çok yüzdelere ulaşıldı. Örneğin 2003 yılında yapılan bir araştırmaya göre Norveçlilerin %12'si eşcinsel ilişkide bulunmuştur.
Alfred Kinsey cinsel aktiviteleri LGBT ya da heteroseksüel olarak ayırmaktansa, geniş bir yelpaze üzerinde değerlendiriyordu. Bu yelpazenin en uç noktalarını LGBT ya da heteroseksüel olmanın en ileri düzeyleri oluşturuyordu. Biseksüellerin orta noktada bulunduğu kabul edilirse diğer bireylerin her biri bu yelpazenin sağında veya solundaki bir noktada yer alıyordu. Örneğin "konuma bağlı eşcinsel aktivite" (İng: "situational homosexual activity"), karşıt cinsin bulunmadığı hapishane gibi ortamlarda gerçekleşme eğilimindedir.
Türkiye’de eşcinsellik.
Türkiye'de eşcinselliğin ve eşcinsel ilişkilerin çok eski tarihlere dayandığı bilinmekle birlikte yine günümüzde Türkiye, dünyada homofobi'nin en yaygın olduğu ülkelerden biridir. Türkiye'de homofobi karşısında pek çok aktivist tarafından özgürlükçü ve eşitlikçi hareketler gerçekleştirilmekte ve önyargıların kırılması için uğraş verilmektedir. Türkiye'de LGBT'lere karşı homofobinin çok yaygın olmasının temel nedenlerinden birisi Türk milletinde erkeklerin, "erkeklik, yiğitlik, mertlik" gibi kültürel kavramlarla övünmesi ve ataerkil bir toplum oluşundan kaynaklanmaktadır. Türkiye'de homofobi daha küçük yaştayken çocuklara bilinçaltından öğretilir. Örneğin; "Erkek adam ağlamaz.", "Erkek adamın erkek çocuğu olur." gibi sözler küçük yaştan itibaren çocuklara söylenir. Bu sözler çocuklarda ister istemez bilinçaltında bir homofobi oluşturur. Türkiye'de eşcinsellere çoğu zaman adları ile değil de bir takım isimlerle hitap ederler. Örneğin; "top, ibne, nonoş, yumuşak" gibi kavramlarla eşcinsellere hitap edilir. Bu yüzden Türkiye'de eşcinsellerin çoğu heteroseksüel gibi görünürler. Türk televizyonlarında eşcinsel sahnelerin yayınlanmasına izin yoktur. RTÜK e2 ekranlarında yayınlanan bir dizide eşcinsel sahneler olduğu için diziye ceza vermiştir. Aynı şekilde RTÜK Digiturk Salon 2'de yayınlanan eşcinsel evlilik töreni ile ilgili bir sahne yayınlandığı için kanaldan savunma istemiştir.
Yine Türkiye gibi Rusya da, homofobinin yaygın olduğu bir ülkedir. Rusya'da eşcinseller yürüyüş yapmaya çalışmış ve yaptıkları yürüyüşlerden dolayı tutuklanmışlardır. 27 Mayıs 2007'de, gey ve lezbiyenlerden oluşan bir grup, Moskova Şehir Konseyi'ne yasaklanan gey onur yürüyüşünün serbest bırakılması için dilekçe vermeye çalıştıklarında aşırı milliyetçiler ve Ortodoks radikaller tarafından hakaret ve saldırıya uğradılar. Yetkililer 20 eşcinseli tutukladılar. Moskova belediye başkanı yürüyüşü "şeytanî bir hareket" olarak tanımladı.
Avrupa'daki eşcinsellerin yakından takip ettiği Eurovision Şarkı Yarışması'nın 2009'da Moskova'da yapılacak olması, Rusya'daki eşcinselleri "Slavic Pride" adı altında bir onur yürüyüşü yapmaya cesaretlendirmişti. Ancak bu yürüyüşün yapılmasına izin verilmedi. 16 Mayıs 2009'da "yasadışı" şekilde toplanan göstericiler polis tarafından şiddet kullanılarak dağıtıldı, 40 kadar aktivist tutuklandı.
Rusya'da tabu olarak görülen eşcinsellik Rusya'daki Ortodoks Kilisesi tarafından da "günah" ilan edilmişti. Rusya'da eşcinsellik ruhsal hastalık kategorisinden ise, 1999 yılında çıkarılmıştı. Rusya'da eşcinsellik 1993 yılına kadar yasal suç olarak kabul ediliyordu.
Cinsel kimlik ve yönelimine göre semboller.
LGBT topluluğunu ifade eden lezbiyen, gey, biseksüel ya da transgender birliğini göstermek ve cinsel tercih, kimlik ve yönelimleri tanımlamak için semboller, bayraklar kullanılmakta, semboller cinsel yönelimine göre LGBT'ler için gurur, değerler ve tanımlamaları ifade eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10549",
"len_data": 69231,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.58
}
|
Aseksüellik, herhangi birine yönelik cinsel çekimin azlığı veya cinsel etkinlikteki ilgi düşüklüğü veya yokluğu. Bir cinsel yönelim eksikliği olarak veya karşıcinsellik, eşcinsellik ve çiftcinselliğin yanındaki dördüncü bir varyasyon olarak düşünülebilir. 2004'te yapılan bir çalışmada aseksüelliğin yaygınlığı %1 olarak belirlenmiştir.
Aseksüellik, davranışsal ve genellikle bireyin kişisel veya dini inançları gibi unsurların üzerinde etkili olduğu cinsel etkinlikten kaçınma ve bekarlıktan farklıdır; cinsel davranışın aksine, cinsel yönelimin kalıcı olduğuna inanılmaktadır. Bazı aseksüel kişiler romantik partnerlerini memnun etme arzusu ya da çocuk sahibi olma arzusu gibi çeşitli nedenler dolayısıyla, cinsel çekim veya seks arzusu eksikliğine rağmen cinsel etkinlikte bulunabilirler.
Bir cinsel yönelim olarak aseksüelliğin kabulü ve bilimsel araştırma alanı açısından halen oldukça yenidir, hem sosyoloji hem de psikoloji bakımından büyüyen bir araştırma alanı olarak gelişmeye başlamıştır. Bazı araştırmacıların aseksüelliğin bir cinsel yönelim olduğunu savunmasına karşın, bazı araştırmacılar ise aynı görüşte değildir.
İnternet ve sosyal medyanın ortaya çıkışından bu yana çeşitli aseksüel topluluklar oluşmaya başlamıştır. Bu topluluklardan en hızlı büyüyen ve en bilineni David Jay tarafından 2001'de kurulan Aseksüel Görünürlüğü ve Eğitimi Ağı'dır ("Asexual Visibility and Education Network") ("AVEN").
Tanımlamalar.
Romantik ilişkiler ve kimlik.
Aseksüel kişiler, herhangi bir cinse yönelik cinsel çekim eksikliğine rağmen, tamamen romantik ilişkilerde bulunabilirler. Cinsel yönelim veya cinsel kimliğin romantik veya duygusal yönleri bakımından, kendilerini karşıcinsel, lezbiyen, gey, çiftcinsel veya aşağıdaki terimlerden biri olarak tanımlayabilirler:
Cinsel yönelim ve etimoloji.
Aseksüelliğin, bir cinsel yönelim olup olmadığı üzerinde önemli tartışmalar vardır. Özellikle, kimseye seksüel ilgi duymama, cinsel isteğin azalması/bulunmaması belirtilerini ile aynı kabul edip aseksüelliğin tıbbi bir sorun olduğunu savunanlar bulunur. Fakat aseksüellik genel olarak bir bozukluk (örneğin anorgazm, anhedoni gibi) ya da cinsel işlev bozukluğu olarak kabul edilmez. Ayrıca aseksüellerin, HCİB olanların aksine bariz bir sıkıntı göstermediği ve cinsel uyarılma konusundaki eksikliklerine ilişkin insanlar arasında zorluk deneyimi yaşamadığı da görülmektedir. Aseksüeller, cinsel çekim hissetmemelerini hayatlarının bir parçası olarak görüp, kalıcı karakteristik özellikleri olarak kabul etmektedirler. Aseksüeller ile HCİB'ler arasında yapılan bir çalışmada HCİB'lerin yaşadıkları cinsel arzu ve istek eksikliğini aseksüellerden daha çok sıkıntı ve sorun olarak görüp, daha çok depresif belirtiler gösterdikleri ortaya çıktı. Araştırmacılar Richards ve Barker, hazırladıkları raporda aseksüellerde aleksitimi, depresyon ya da kişilik bozuklukları oranlarında bir anormallik olmadığına değindiler. Bununla birlikte bazı insanlar da aseksüelliğin belirtilen hastalıkların bir sonucu olarak ortaya çıkabileceğini de savunmaktadır.
Bazı argümanlarda aseksüellerin doğal cinselliği reddettiği ve cinselliğin anksiyeteye, istismara sebep olduğunu savunduğu ve bazen mastürbasyon yapan aseksüellerin de bu inanca dayandığı da belirtilir. Bunların haricinde aseksüellerin partnerlerini romantik açıdan memnun edebilmek için cinsel faaliyette bulundukları da argümanlar arasındadır.
Aseksüelliğin bir cinsel işlev bozukluğu olup olmadığı toplum içinde halen bir tartışma konusudur. Aseksüellik olarak tanımlanan durumlar genelde bir cinsel yönelim olarak kabul ediliyor.
Bazı bilim insanları, kimi aseksüellerin doğal cinsel dürtüleri olduğu halde mastürbasyona başvurmadıklarını ve aseksüel olarak yaşamlarını sürdürdükleri bu yüzden aseksüelliğin bir cinsel yönelim olduğunu beyan etmişlerdir.
Aseksüel bayrağı.
Ağustos 2010'da, AVEN dışında ve İngilizceye bağlı kalmaksızın yapılan oylama ve fikirlere dayanılarak yapılan araştırmada; aseksüelliğin farkındalığını artırmak için şu anki bayrak kabul görmüştür. Bayrak AVEN dışı bir websiteden seçilip oylamada %41.1 oyla birinci seçilmiştir ve bu oylamada %10.4lük kesim aseksüelliğin bayrağı olmaması taraftarı olmuştur. Bayrakta 4 yatay şerit bulunmaktadır ve diğer seksüel yönelim bayraklarına benzemektedir. Aseksüelliğin sembolü olarak kabul görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10560",
"len_data": 4322,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.38
}
|
Yen, Japonya para birimidir. 1 yen = 100 sen olup, artık sen birimi kullanılmamaktadır ve bu hala devam etmektedir. Günümüzde bu yen yani yeni olarak adlandırılır. Aynı zamanda Amerikan doları, Avro ve İngiliz Sterlini'nden sonra rezerv parası olarak geniş çapta kullanılır.
Etimoloji.
Yen sözcüğü, Çin para birimi Yuan'dan gelir. Japon standartlarında yen, "en" olarak telaffuz edilir.İngiliz standartlarında ise "yen" olarak hecelenir ve okunur. Bu Portekiz tarihsel literatüründen dolayıdır. Japoncada literatür anlamı yuvarlak objedir. Eski Çin madeni parasına dayanır; bu para, dairesel biçimdedir ve Tokugawa dönemi Japonyası'nda geniş bir şekilde kullanılmıştır.
Tarih.
Yen, 1870'te Meiji hükûmetince Avrupa'daki bir para sistemi benzeri olarak tanıtıldı. Yen, Edo döneminde ise kompleks bir para sistemi olarak yerleşti ve Mon'a (1870'teki para sistemi) dayandırıldı. Bretton Woods sistemi çöktü ve Yen harekete geçti.
Tarihsel Değişim Oranları.
Aşağıdaki tablo yenin dolar karşısındaki durumunu (aylık ortalama) ifade eder:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10561",
"len_data": 1032,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.57
}
|
AES (Advanced Encryption Standard; "Gelişmiş Şifreleme Standardı"), elektronik verinin şifrelenmesi için sunulan bir standarttır. Amerikan hükûmeti tarafından kabul edilen AES, uluslararası alanda da defacto şifreleme (kripto) standardı olarak kullanılmaktadır. DES'in (Data Encryption Standard - Veri Şifreleme Standardı) yerini almıştır. AES ile tanımlanan şifreleme algoritması, hem şifreleme hem de şifreli metni çözmede kullanılan anahtarların birbiriyle ilişkili olduğu, simetrik-anahtarlı bir algoritmadır. AES için şifreleme ve şifre çözme anahtarları aynıdır.
AES, ABD Ulusal Standart ve Teknoloji Enstitüsü (NIST) tarafından 26 Kasım 2001 tarihinde US FIPS PUB 197 kodlu dokümanla duyurulmuştur. Standartlaştırma 5 yıl süren bir zaman zarfında tamamlanmıştır. Bu süreçte AES adayı olarak 15 tasarım sunulmuş, tasarımlar güvenlik ve performans açısından değerlendirildikten sonra en uygun tasarım standart şifreleme algoritması olarak seçilmiştir. Federal hükûmetin Ticaret Müsteşarı'nın onayının ardından 26 Mayıs 2002 tarihinde resmî olarak etkin hâle gelmiştir. Hâlihazırda birçok şifreleme paketinde yer alan algoritma Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı (NSA - National Security Agency) tarafından çok gizli bilginin şifrelenmesinde kullanımı onaylanan kamuya açık ilk şifreleme algoritmasıdır.
AES ile standartlaştırılan algoritma, esas olarak Vincent Rijmen ve Joan Daemen tarafından geliştirilen Rijndael algoritmasında bazı değişiklikler yapılarak oluşturulmuştur. Rijndael, geliştiricilerin isimleri kullanılarak elde edilen bir isimdir: RIJmen aNd DAEmen.
AES hakkında önemli bir nokta AES'in şifreleme standardının ismi olmasıdır. Ancak pratik kullanımda AES, standartta belirtilen şifreleme algoritmasının yerine geçecek şekilde kullanılmaktadır. Kolaylık ve literatürle uyumlu olması açısından bu dokümanda da standartta belirtilen algoritma AES olarak anılacaktır.
Algoritmanın Genel Yapısı.
AES, Değiştirme-Karıştırma (Substitution-Permutation) olarak bilinen tasarım temeline dayanır. Öncülü DES ise Feistel yapıda tasarlanmış bir algoritmadır.
AES'in hem yazılım hem de donanım performansı yüksektir. 128-bit girdi bloğu, 128, 192 ve 256 bit anahtar uzunluğuna sahiptir. AES'in temel alındığı Rijndael ise 128-256 bit arasında 32'nin katı olan girdi blok uzunluklarını ve 128 bitten uzun anahtar uzunluklarını desteklemektedir. Dolayısıyla, standartlaşma sürecinde anahtar ve girdi blok uzunluklarında kısıtlamaya gidilmiştir.
AES, durum (state) denilen 4x4 sütun-öncelikli bayt matrisi üzerinde çalışır. Matristeki işlemler de özel bir sonlu cisim (finite field) üzerinde yapılmaktadır.
Algoritma belirli sayıda tekrar eden girdi açık metni, çıktı şifreli metne dönüştüren özdeş dönüşüm çevrimlerinden (round) oluşmaktadır. Her çevrim, son çevrim hariç, dört adımdan oluşmaktadır. Şifreli metni çözmek için bu çevrimler ters sıra ile uygulanır. Çevrimlerin tekrar sayıları 128-bit, 192-bit ve 256-bit anahtar uzunlukları için sırası ile 10, 12 ve 14'tür.
Algoritmanın Tanımı.
BaytDeğiştir (SubBytes) Adımı.
BaytDeğiştir adımında, matristeki her baytın değeri, 8 bitlik bir değişim kutusu (substitution box) kullanılarak güncellenir. Bu adım algoritmanın doğrusallığını bozar ve doğrusal-olmayan (non-linear) bir dönüşüm hâline gelmesini sağlar. Kullanılan değişim kutusu yüksek doğrusal-olmayanlık (nonlinearity) özelliğine sahip olduğu bilinen, sonlu cisim GF ("28") üzerinde ters alma işleminden elde edilmiştir. Cebirsel özellikler kullanan saldırılara karşı dayanıklı olası için sonlu cisim üzerinde ters alma işlemine tersi olan doğrusal bir dönüşüm daha eklenmiştir. Ayrıca değişim kutusu herhangi bir sabit nokta veya ters sabit nokta olmayacak şekilde seçilmiştir.
SatırKaydır (ShiftRows) Adımı.
Matrisin satırları üzerinde çalışan bu işlem her satırdaki bayt değerlerini belirli sayıda kaydırır. AES'de ilk satır sabit kalırken 2., 3. ve 4. satırlar sırası ile 1, 2 ve 3 bayt sola kaydırılır. Rijndael algoritmasında ise 256-bit için bu değerler, ilk satır sabit kalacak şekilde 1, 3 ve 4 bayttır.
SütunKarıştır (MixColumn) Adımı.
Bu adımda her sütundaki dört bayt değeri tersi olan doğrusal bir dönüşüm kullanılarak birbirleriyle karıştırılır. SütunKarıştır fonksiyonu 4 bayt girdi alıp 4 bayt çıktı verir ve girdideki her baytın çıktıdaki her bayt değerini etkilemesini sağlar. SütunKarıştır işlemi, her sütunun sabit bir matrisle çarpılması işleminden oluşur. Bu sabit matris aşağıda verilmiştir:
Matris çarpması işlemi sonlu cisim GF ("28") üzerinde yapılmaktadır. Her bayt bu sonlu cisim üzerinde bir polinom tanımlayacak şekilde, mod x4+1'de c(x) = 0x03 · x3 + x2 + x + 0x02 polinomu ile çarpılır.
SütunKarıştır adımındaki sabit matris bir MDS matristir ve SatırKaydır adımı ile birlikte şifrede karmaşıklık (diffusion) sağlar.
AnahtarEkle (AddRoundKey) Adımı.
Bu adımda çevrim anahtarı durum matrisi ile kaynaştırılır. Çevrim anahtarı baytlara bölündükten sonra sıra ile matrisin elemanları ile XOR'lanır.
Algoritmanın İyileştirilmesi.
32 ya da daha büyük kelime uzunluğuna sahip sistemlerde BaytDeğiştir ve SatırKaydır adımlarını SütunKarıştır adımı ile birleştirip bir tablo oluşturarak hızlanma sağlamak mümkündür. Bu işlem toplam 4 kilobayt (4069 bayt) hafızayı kullanan 32-bitlik 256 girdili dört tablo gerektirir. Bu iyileştirme sayesinde her çevrim 16 tablo okuması ve 12 32-bit XOR işlemini takip eden AhahtarEkle, 4 32-bit XOR, adımı ile gerçekleştirilebilir.
Hedef platformun 4 kilobaytlık tabloların gömülmesine izin vermediği durumlarda ise tek bir tablo kullanılabilir. Bu durumda 32-bitlik 256 girdisi olan bir tablo (1 kilobayt) oluşturulur ve tablodaki değerler çembersel kaydırma yardımıyla çevrimlerde kullanılabilir.
Ayrıca, bayt-tabanlı bir yaklaşımla da BaytDeğiştir, SatırKaydır ve SütunKarıştır adımları tek bir adımda birleştirilebilir.
Algoritmanın Güvenliği.
Kriptografların bakış açısından bir algoritmanın kriptografik olarak kırılması, anahtarın ya da anahtarın bazı parçalarının olası tüm anahtarların denendiği kaba kuvvet saldırısından daha hızlı bir şekilde elde edilmesi anlamına gelir. Bu açıdan, 256-bit anahtar uzunluğuna sahip AES algoritması için 2200 işlem gerektiren bir saldırı algoritmanın kırılması olarak kabul edilirken 2200 mertebesindeki bir işlem, şu an için, evrenin yaşından daha uzun bir süre gerektirmektedir.
2011 yılına kadar AES'in tam çevrimine yapılan başarılı saldırılar belirli donanım gerçeklemeleri üzerinde çalışan yan kanal saldırılarıdır. Bu tarihte Andrey Bogdanov, Dmitry Khovratovich ve Christian Rechberger tarafından kaba kuvvet saldırısından yaklaşık 4 kat daha hızlı olan bir saldırı yayımlanmıştır.
NSA, AES yarışması finalistlerini güvenlik açısından değerlendirdikten sonra bütün finalistlerin Amerikan hükûmetinin gizlilik derecesine sahip olmayan verilerinin kullanımına uygun olduğunu belirtmiştir. 2003 yılı Haziran ayında ise, AES'in gizlilik derecesine sahip bilginin şifrelenmesinde de kullanılabileceğini duyurmuştur:
AES algoritmasının bütün anahtar boylarının (128, 192 ve 256 bit) tasarımı ve dayanıklılığı "GİZLİ" mertebesine kadar bütün verilerin korunması için uygundur. "ÇOK GİZLİ" veriler 192 ya da 256-bit anahtar kullanımını gerektirmektedir. Ulusal güvenlik sistemlerinin ya da bilgilerinin korunması amacını taşıyan ürünlerdeki AES uygulamaları, bu ürünlerin alımı ve kullanımından önce NSA tarafından incelenip sertifikalandırılmalıdır.
Bilinen Saldırılar.
2002 yılında AES'in sade ve basit cebirsel yapısını değerlendiren Nicolas Courtois ve Josef Pieprzyk "XSL Attack" isimli bir teorik saldırı duyurmuşlardır. Ancak daha sonra, duyurulan hâliyle atağın çalışmadığını gösteren bilimsel yayınlar yapılmıştır.
Blok şifrelere XSL saldırısı.
AES süreci sırasında diğer tasarımcılar Rijndael'in kritik uygulamalarda kullanımına ilişkin endişelerini dile getirdilerse de yarışmadan sonra Twofish algoritmasının tasarımcılarından güvenlik uzmanı Bruce Schneier Rijndael'e başarılı teorik saldırılar yapılabileceğini ancak bu saldırıların pratik hâle gelebileceğine inanmadığını belirtmiştir.
1 Temmuz 2009 tarihinde Bruce Schneier blogunda 192-bit ve 256-bit AES versiyonlarına Alex Biryukov ve Dmitry Khovratovich tarafından 2119 işlem karmaşıklığı ile uygulanabilen ve AES'in basit anahtar oluşturma algoritmasından faydalanan bir ilişkili-anahtar (related-key) saldırısını duyurmuştur. Aralık 2009'da bu saldırının işlem karmaşıklığı 299.5e düşürülmüştür. Ardından Alex Biryukov, Orr Dunkelman, Nathan Keller, Dmitry Khovratovich ve Adi Shamir 9 çevrim AES-256'ya sadece iki ilişkili-anahtar kullanarak 239 zamanda anahtarın tamamının elde edildiği saldırıyı yayımlamışlardır. Bu saldırı 245 zaman karmaşıklığı ile 10 çevrime, 277 zaman karmaşıklığı ile 11 çevrime genişletilmiştir ancak tam çevrim AES bu ataktan etkilenmemiştir.
Kasım 2009'da 8 çevrimlik AES-128'e bilinen anahtarlı ayırt etme (distinguishing) saldırısı yayımlanmıştır. Bu saldırı AES-benzeri permütasyonlara uygulanan "rebound" (ya da ortadan-başla) saldırılarının geliştirilmiş bir hâlidir. Bu saldırının zaman karmaşıklığı 248, hafıza karmaşıklığı ise 232dir.
2010 yılının Temmuz ayında ise tasarımcılardan Vincent Rijmen, AES'e yapılan ve kriptografi camiasında da taşıdığı anlam tartışmalı olan ilişkili-anahtar saldırıları ile ilgili olarak bu saldırıları tiye alan bir makale yayımlamış, bu tür ilişkilerin her algoritmada bulunduğunu savunmuştur.
Tam çevrim AES'e yapılan ilk başarılı anahtar elde etme saldırısı Andrey Bogdanov, Dmitry Khovratovich ve Christian Rechberger tarafından yapılmıştır. Atak, "biclique" adı verilen yapılar kullanarak 128-bit anahtarı 2126.1, 192-bit anahtarı 2189.7 ve 256-bit anahtarı 2254.4 işlem karmaşıklığı ile elde etmektedir.
Yan Kanal Saldırıları.
Yan kanal saldırıları, kullanılan şifreleme algoritmalarının güvenlikleri ya da açıklarıyla ilgilenmek yerine, algoritmaların gerçeklendiği donanımlara saldırarak buradan veri sızdırmaya çalışır. Bazı AES gerçeklemelerine yapılan başarılı yan kanal saldırıları ile anahtarın elde edilmesi mümkün olmuştur.
2005 yılında D.J. Bernstein OpenSSL'in AES uygulamasını kullanan bir sunucuya önbellek-zamanlama (cache-timing) saldırısı yapmıştır. 200 milyon civarında seçilmiş açıkmetin kullanılarak yapılan saldırıda, sunucu şifreli metinle birlikte şifrele işleminin kaç işlemci saati sürdüğünü de alıcıya göndermekteydi. Bernstein, bu saldırının başarılı olması için, şifreleme süresinin sunucudan gelen kadar kesin olmasına gerek olmadığını göstermiştir.
Aynı yıl Dag Arne Osvik, Adi Shamir ve Eran Tromer, yine önbellek-zamanlama saldırıları ile AES anahtarını 65 milisaniyede elde eden bir yöntem geliştirmiştir. Bu yöntemin başarılı olması için saldırganın, saldırdığı platformda AES ile şifreleme yapabilme imkânının olması gerekiyordu.
2009 yılında ise FPGA kullanan bir platformda, 232 zorlukla anahtar elde edilmiştir.
Endre Bangerter, David Gullasch ve Stephan Krenn, 2010 yılında açık metin ya da şifreli metin kullanmadan OpenSSL gibi sıkıştırma tabloları kullanan uygulamalardan AES-128 gizli anahtarını elde etmeye yarayan bir saldırı yayımlamışlardır. Bu saldırı da saldırganın, saldırılan sistemde kod çalıştırabilmesini gerektirmektedir.
Test Değerleri.
Test değerleri, algoritmanın gerçeklemesinin doğruluğunu kontrol etmek amacıyla oluşturulan, verilen açıkmetin ve anahtar çiftlerine karşılık gelen şifreli metinlerdir. Test değerleri (KAT-Known Answer Test) buradan indirilebilir.
Performans.
AES seçim sürecinde NIST'in performans kriterleri yüksek hız ve düşük RAM gereksinimi olarak belirlenmişti. Bu kriterler göz önünde bulundurularak tasarlanan AES, 8-bit akıllı kartlardan yüksek performanslı bilgisayarlara kadar birçok değişik donanım üzerinde yüksek performansla çalışır.
Pentium Pro işlemci üzerinde bir AES şifrelemesi bayt başına 18 saat çevrimi gerektirir. Bu da 200 MHz saat frekansına sahip bir işlemci için yaklaşık olarak saniyede 11 MiB veri büyüklüğüne denk gelir. AES'in kullandığı işlemlerin işlemcilerin komut setine dâhil edilmesi ile şifreleme işleminin gerektirdiği saat çevrimi bayt başına 3,5'e, yüksek ara bellekli (buffer) sistemlerde ise 1,3'e kadar düşmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10563",
"len_data": 12105,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.61
}
|
Antakya (Arapça: انطاكيّة, "Anṭākye"; Yunanca: Ἀντιόχεια, "Antiohia"), Hatay ilinin nüfus bakımından en büyük ilçesidir ve merkezidir. Yeni düzenlemeyle birlikte Antakya ve Defne Belediyesi olarak ayrılmıştır. Ortasından Asi Nehri geçmektedir. Hristiyanlığın önemli mukaddes mekânlarından biridir.
Tarihçe.
Tarih kaynaklarına göre Antakya, MÖ 300 civarında Büyük İskender'in komutanlarından Seleucus Nicator tarafından kurulmuştur. Antik kaynaklara göre Antakya üç yüz bin nüfusuyla Roma İmparatorluğu'nun 3. dünyanın ise 4. büyük kentiydi. Babası Antiochus'un isminden 'Antiocheia' adıyla kurduğu şehir, Silpius Dağı (bugünkü Habib Neccar Dağı) eteğinde ve Asi Nehri (Orontes) kenarında yer almıştı. Acus'un yönetimine giren topraklarda Antakya dışında başka yerlerde çok sayıda Antiocheia daha kurulmuştu.
Tarih Öncesi ve Helenistik Dönem.
Antakya civarının tarihi, şehrin kuruluşuna göre çok daha eskidir. Değişik kaynaklarda belirtildiğine göre, Tell-Açana höyüğündeki kazılar Kalkolitik Çağ'dan (MÖ 5000-4000) itibaren yörenin yerleşim için kullanıldığını göstermektedir. Anadolu'yu Filistin ve Suriye'ye bağlayan yol üzerinde, Mezopotamya'yı Doğu Akdeniz'e bağlayan noktalardan biri olması nedeniyle Hatay'ın eski bir yol güzergâhı olduğu çok açıktır. Burası Hitit ve Eski Mısır İmparatorluklarının sınırlarını oluşturan bölgenin eşiğindeydi.
Makedonyalı Büyük İskender'in doğuya doğru fetihlerini sürdürürken Pers kralı Darius'la yaptığı İssus Savaşı, MÖ 333 yılında, İssus yakınlarında, bugünkü Payas ilçesinde, Pinarus nehri (bugünkü Deliçay) üzerinde gerçekleşmiştir. Bu savaşın hemen ardından İskender, Pers donanmasını limansız bırakmak amacıyla kıyı boyunca güneye ilerledi. Suriye, Filistin ve Mısır'ı ele geçirdikten sonra MÖ 331 yılında, Fırat nehri üzerinde yapılan Gaugamela Savaşı ile Mezopotamya da Makedonyalıların eline geçmiş oldu. Ancak Büyük İskender'in MÖ 323 yılında Babil'deyken ölmesinin ardından fethedilen topraklar İskender'in komutanları arasında bölündü. Suriye ve Mezopotamya bölgesi üzerindeki güç savaşı Seleucus Nicator'un lehine sonuçlandı (MÖ 301). Öncelikle Seleucus krallığının başkenti olarak, Akdeniz kenarında bir liman olduğundan Seleucia Pieria (bugünkü Samandağ, Çevlik) seçilmişti. Seleucus, yendiği rakibi Antigonus (Monophtalmus)'un bugünkü Antakya'nın 5 km kadar kuzeyindeki yönetim merkezi Antigonia'yı yıkarak halkını kendi adıyla kurduğu bu yeni başkente (Seleucia) naklettirdi. Ancak Mezopotamya civarı ve güney Suriye'nin kontrol edilebilmesi açısından ve Seleucia'nın denizden gelecek saldırılara açık olması nedeniyle yeni bir kent, Antiocheia kuruldu.
Bu kent, yendiği rakibinin Antigonia'sıyla aynı yerde değildi, daha güneyde Silpius Dağı eteğinde ve Orontes (Asi) kenarında idi (MÖ 300). Antakya'nın Seleucus Krallığı'nın başkenti olması ise Seleucus Nicator'un ölümünden sonra oğlu Antiochus Soter (MÖ 281-261) zamanında olmuştur.
Cumhuriyet dönemi.
Hatay'ın ana vatan Türkiye'ye katılması öncesinde, 2 Eylül 1938 tarihinde 10 aylık bir süre varlığını sürdüren Hatay Devleti kuruldu. Toprakları, Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) belgelerinde İskenderun Sancağı olarak yer alan bölgeydi. Hatay Devleti meclisinde alınan karar ve 16 Haziran 1939'da TBMM'nde alınan kararla Türkiye ile Hatay Devleti arasındaki sınır çizgisi kaldırılarak geçersiz kılındı. 23 Temmuz 1939'da ise ana vatana katılma, son Fransız kıtasının kışladan çıkmasıyla ve Fransız kıtasının da yer aldığı törenle kışlaya Türk bayrağı çekilmesiyle tamamlanmış oldu. Merkez ilçenin adı Antakya iken şehrin adının Hatay olmasının temel nedeni de bu tarihsel süreçle ilgilidir, bir süre boyunca varlığını sürdürmüş olan devletin adı yeni vilayetin adı olmuştur.
Antakya, 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Hatay ilinde büyükşehir belediyesi kurulmasından sonra metropol ilçe oldu.
2023 Kahramanmaraş depremleri ve 2023 Hatay depreminde Şehir önemli ölçüde tahrip olmuştur.
Coğrafya.
Antakya ilçesinin yüzölçümü 703 km²'dir. Antakya, coğrafi konum ve yüz ölçümü bakımından Hatay'ın 2. büyük ilçesidir. Akdeniz iklim bölgesinin doğu ucunda, kıyıdan 22 km kadar içeride olan kentin denizden yüksekliği yaklaşık 80 m'dir. Kuzeyde Nur Dağları (Amanos Dağları) ile güneyde Kel Dağ (Cebel-i Akra) arasında kalan Aşağı Asi Vadisi'nin başlangıcında, Kel Dağı'nın kuzeydoğusunda, 440 m rakımlı Habib-i Neccar Dağı'nın eteklerindedir. Kentin kuzeydoğusuna doğru gelişen ve Hatay çöküntü alanının ortasında yer alan Amik Ovası, zirai potansiyeli çok yüksek kalın bir alüvoyal toprak tabakası ile kaplı olup, aynı zamanda ilin en büyük toprak düzlüğünü oluşturur.
Tepelerin zirvelerine tırmanarak kenti çepeçevre saran sur kalıntıları ve kalesiyle kentin adeta simgesi olan ve eteklerinde Antakya'nın kurulu olduğu Habib Neccar Dağı, kenti güneybatı-kuzeydoğu istikametinde sınırlayan bir dizi tepelerin oluşturduğu doğal bir engeldir.
Antik Çağ'daki ismi Silpius olan Habib Neccar Dağı'nı da içine alan Kel Dağı sırası, altyapı serpantin ve gabro gibi yeşil renkli kütlelerin oluşturduğu, üst kısımlarda ise bazalt ve kalkerin hâkim olduğu jeolojik bir yapıya sahiptir. Habib Neccar'ın kuzeybatı yamaçları, genç fayların dik basamaklar oluşturduğu parçalanmış, arızalı yüzeyler hâlindedir.
Nüfus.
Anadolu'nun güneyinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin sınır vilayetlerinden biri olan Hatay ilinin yönetim merkezi Antakya, 36°10' kuzey enlemi ve 36°06' doğu boylamı ile yurdumuzun en güneyinde yer alan kent niteliğindeki yerleşme merkezidir. İlçe nüfusunun yıllar içinde değişimi tablodaki gibidir:
İklim.
Antakya ve civarında Akdeniz iklim tipi egemendir. Bu nedenle kentte yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçer. Ancak, kıyı şeridi ile dağların arka kısımları ve yükseltisi fazla olan yerler arasında iklim koşullarındaki bölgesel farklar nedeniyle Antakya'daki iklim koşulları kıyı şeridine kıyasla biraz farklılık gösterir. Bu nedenle sıcaklık, kıyılarda yüksek değerlerde kalır. Yazların, kıyı şeridine kıyasla daha serin geçmesinin bir nedeni de en sıcak ortalamaların kaydedildiği ayların aynı zamanda, Antakya'da rüzgarın en hızlı estiği ve en çok esme sayısına ulaştığı aylar oluşudur.
Asi Nehri.
Kuzey yönünde yaklaşık 30 km boyunca Türkiye-Suriye sınırını oluşturacak şekilde akan Asi Nehri, Türkiye topraklarına girdikten sonra batıya döner ve bugün kurutulmuş olan Amik Gölü'nün ayağı Küçük Asi ile birleştikten sonra güneydoğu doğrultusuna yönelir ve Samandağ'ın güneyinde Akdeniz'e dökülür. Antik Çağ'ın Orontes'i olan Asi'nin kaynağı, Lübnan Dağları'dır. Antik çağda küçük tonajlı nehir gemilerinin seyrüseferine imkân veren ve Antakya'yı asırlar boyu Akdeniz'e bir su yolu ile bağlanmış olan Asi Nehri'nin bugün akıttığı ortalama su miktarı, kentin içinde 5,04 m³/sn.dir. Antakya içinden geçen ve bir kanal hâline getirilmiş olan yatağı, yaklaşık 2 km uzunluğunda ve 30–35 m genişliğindedir.
Eski Antakya: Asi Nehri ile Habib Neccar Dağı arasında kalan doğu kısmıdır. Asi üzerinde, şehrin iki yakasını bağlayan bir dizi köprü vardır. Eski köprülerden biri olan, Amik Gölü'nün kurutulması projesi çerçevesinde, Asi'nin genişletilmesi ve yatağının taranması çalışmaları sırasında kentin Roma Çağı'ndan beri ayakta duran ünlü taş köprüsü (ki Diocletian zamanında yapıldığı tahmin edilir), 1972 yılında dönemin belediye başkanı tarafından yıkılarak yerine bugünkü betonarme köprü inşa edilmiştir.
Bağlı kırsal mahalleler.
Açıkdere, Akcurun, Akçaova, Alaattin, Alahan, Alazı, Anayazı, Apaydın, Arpahan, Aşağıoba, Bitiren, Bohşin, Bozhüyük, Bozlu, Büyükdalyan, Çatbaşı, Çayır, Demirköprü, Derince, Dikmece, Doğanköy, Esenbağ, Gökçegöz, Gözluçukur, Gülderen, Güneysöğüt, Günyazı, Hanyolu, Hasanlı, Karşıyaka, Kisecik, Kulaç, Kuruyer, Madenboyu, Mansurlu, Maraşboğazı, Melekli, Oğlakören, Paşaköy, Saçaklı, Saraycık, Sofular, Soğuksu, Suvatlı, Tahtaköprü, Tanışma, Tepehan, Tokaçlı, Turfanda, Uzunalıç, Üçgedik, Üzümdalı, Yakuplu, Yaylacık, Yeşilova, Yoncakaya, Yukarıokçular, Zülüflühan, Yeditepe (Bezge)
Kültür.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kozmopolit kentlerinden birisidir. Çok uzun bir süre boyunca bir arada yaşamayı öğrenmiş, etnik kökenleri, dinleri farklı birçok topluluğa ev sahipliği yapan bu kent UNESCO (BM Eğitimsel, Bilimsel ve Kültürel Organizasyonu) barış kenti adayı olmuş ve ikinci kent seçilmiştir (UNESCO Sekretaryası bu kategori dahil 8 ödül uygulamasına son verdiğini duyurmuş, ancak şehirlerle ilgili bir veri tabanı oluşturmuştur). Çok kültürlü yapısını tarih boyunca korumuş olan ilde aynı ulusa mensup birden fazla dini cemaat bulunmaktadır. Türkler, Kürtler, Nusayriler, Süryaniler, Katolikler, Ortodokslar, Rumlar, Protestan Araplar, Maruniler, Ermeniler, Yahudiler, Gürcüler ve diğer küçük topluluklar Hatay'ın çok kültürlü yapısının dinamiklerini oluştururlar. Örneğin Samandağ ilçesi çoğunluk olarak Nusayri Araplardan oluşurken, Altınözü ilçesi hem Sünni Arap hem de Türk Müslümanlardan ve Süryanilerden oluşmaktadır.
Müzenin biten 2. etap çalışmaları neticesinde, müze dünyada mozaik koleksiyonunun sergilendiği en büyük müze olmuştur.
Kaynakça.
"(Tarih kısmı bilgileri için, www.antakyarehberi.com'daki, Prof.Dr.Ataman DEMİR: ÇAĞLAR İÇİNDE ANTAKYA adlı kitabından alınmış tarih bölümü, Hatay Valiliği websitesi ve www.livius.org'dan yararlanılmıştır.)"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10571",
"len_data": 9225,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.71
}
|
Özdemir Nutku (12 Ocak 1931, İstanbul - 8 Kasım 2019, İzmir), Türk tiyatro bilimci, oyuncu, yazar, eleştirmen ve yönetmendir.
Özdemir Nutku, ilkokuldan sonra 1942'de Robert Kolej'e girdi. Orta eğitimden sonra 1950'de B.A. derecesiyle mezun oldu. Tiyatroya olan ilgisi Robert Kolej yıllarında başladı. Okulun Temsil Kolu'nda amatör olarak çeşitli roller oynadı. 1946'da Kadıköy Süreyya Sineması'nda sahnelenen Franz Lehar'ın "Tarla Kuşu" operetinde ilk kez profesyonel oldu. 1952 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Kürsüsü'ne yazıldı. 1956 yılında mezun oldu. Aynı yıl Almanya'ya gitti. Göttingen'de Georg-August Üniversitesi Tiyatro Bölümüne alındı. Burada, Göttingen Devlet Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Heinz Hilpert'in üç yıl boyunca asistanlığını yaptı. Almanya'daki çeşitli özel tiyatrolarda oyunlar sahneye koydu. 1959'da yurda dönerek Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Enstitüsü'ne asistan olarak alındı. 1961'de Doktor, 1967'de Doçent, 1974'te de Profesör oldu. 1976'da Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi bünyesinde Tiyatro Bölümü'nü kurdu. Daha sonra Dokuz Eylül Üniversitesi'ne bağlanan ve Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü adını alan bölümün başkanı olarak uzun yıllar çalıştı. Aynı zamanda "Sahneleme" dersi hocası olarak altmıştan fazla oyun sahneye koydu. İki bine yakın makalesi, çeşitli uluslararası tiyatro şenliklerinde yönetmenlik, tiyatro yazarlığı ve tiyatroya genel katkıları nedeniyle çok sayıda ödüller kazandı.
Özdemir Nutku, 8 Kasım 2019'da kalp yetmezliği nedeniyle öldü.
Adına Ege Tiyatrolar Birliği tarafından tiyatro ödülleri verilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10576",
"len_data": 1650,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.57
}
|
Bayındır şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10577",
"len_data": 32,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.44
}
|
Bahçe satrancı, genellikle Şah yüksekliği 60–90 cm. olan taşlarla bahçe üzerine yerleştirilmiş bir satranç tahtası üzerinde oynanan satranç türüdür. Satrancın sadece bir iç mekan oyunu olmadığını vurgulayan bu türü bilhassa otellerde ve okullarda yaygındır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10586",
"len_data": 257,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.49
}
|
Bi-curious, temelde heteroseksüel ya da eşcinsel olan ancak zaman zaman temel cinsel yönelimi dışında kalan ilişkilere girmeye olumsuz bakmayan kişileri tanımlamak için kullanılan terimdir.
Biseksüeller karşı cinsin yanı sıra kendi cinsleriyle de ilişkiye girme durumunu kabullenmişken bu kişilerde psikolojik anlamda bir kabulleniş genelde görülmez.
Bi-curious kişiler, hetero-esnek (heteroflexible) ve homo-esnek (homoflexible) kişilerden farklı olarak temel cinsel yönelimlerinin dışında kalan romantik ve cinsel ilişkileri deneyimlemeye merak duyan kişilerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10589",
"len_data": 564,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.81
}
|
Ergin Orbey (14 Ağustos 1936, İstanbul - 18 Temmuz 2012, Ankara), Türk tiyatro yönetmeni, tiyatro ve sinema oyuncusu, senarist.
Hayatı.
Orbey, İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümünde eğitim görmüştür. Devlet Tiyatroları ve Ankara Sanat Tiyatrosu'nda yönetmen, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda eğitimci ve Bölüm Başkanı olarak görev yaptı. Sinemada da yönetmen, senarist ve oyuncu olarak başarılı örnekler verdi. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü (1978), Kültür Bakanlığı Danışmanlığı yaptı (1979). Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümünde, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünde eğitimci ve sahne ve genel sanat yönetmeni olarak çalıştı. Yılmaz Büyükerşen'in daveti üzerine Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nun kuruculuğunu üstlenmiştir. Çok sayıda yerli ve yabancı oyun sahneye koydu. Radyo tiyatrosu da yönetti. Süt Kardeşler filminde (Afife'nin asıl kocası) Bayram, Hababam Sınıfı'nda müfettiş, Meraklı Köfteci filminde ruh doktoru rolleriyle tanınır.
Ergin Orbey, 18 Temmuz 2012 günü 75 yaşında ölmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10590",
"len_data": 1058,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.28
}
|
Aptal matı satrançta olabilecek en kısa oyundur.
Şu hamlelerden sonra oluşur:
Aynı matı beyazın yapması üç hamle sürer:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10591",
"len_data": 119,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.22
}
|
Homo-esnek (İngilizce: "Homoflexible") temelde eşcinsel olup
karşı cinsle de ilişkiye girme fikrine olumsuz bakmayan, bu fikrin ters gelmediği veya nadiren karşı cinsle birlikte olan kişileri tanımlamak için kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10593",
"len_data": 220,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.53
}
|
Nezle ya da soğuk algınlığı, üst solunum sisteminde oluşarak kolay şekilde yayılan ve en çok burnu etkileyen bir bulaşıcı hastalıktır. Nazofarenjit, rinofarenjit veya akut koriza olarak da bilinen nezlenin semptomları arasında öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateş yer alır. Semptomlar genellikle yedi ila on gün içinde ortadan kaybolur. Bununla birlikte, bazı semptomlar üç haftaya kadar sürebilir. İki yüzden fazla virüs nezleye sebep olabilmektedir. Nezlenin en yaygın nedeni rinovirüslerdir.
Burun, sinüsler, boğaz veya larinks (üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE)), vücudun en çok etkilenen bölümlerine göre sınıflandırılır. Nezle en çok burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri etkiler. Semptomların sebebi, virüslerin dokuları tahrip etmesi değil bağışıklık sisteminin enfeksiyona verdiği tepkidir. Enfeksiyondan korunmak için başlıca yöntem elleri yıkamaktır. Bazı bulgular maske takmanın da faydalı olduğunu göstermektedir.
Nezlenin tedavisi yoktur, ancak semptomlar tedavi edilebilir. Nezle, insanlarda görülen en yaygın bulaşıcı hastalıktır. Ortalama bir yetişkin insan yılda iki ya da üç kez nezle olur. Ortalama bir çocuk yılda altı ila on iki kez nezleye yakalanır. Bu enfeksiyonlar antik çağlardan beri insanlarda görülmektedir.
Belirtiler ve semptomlar.
Soğuk algınlığının en yaygın semptomları öksürük, burun akıntısı, burun tıkanıklığı ve boğaz ağrısıdır. Diğer semptomlar arasında kas ağrısı (miyalji), yorgunluk hissi, baş ağrısı ve iştah kaybı yer alabilir. Boğaz ağrısı insanların %40'ında görülür. Öksürük insanların yaklaşık %50'sinde mevcuttur. Vakaların yaklaşık yarısında kas ağrısı görülür. Ateş yetişkinlerde pek görülmezken bebeklerde ve küçük çocuklarda yaygındır. Nezleye bağlı öksürük, grip (influenza)kaynaklı öksürüğe göre genellikle daha hafiftir. Yetişkinlerde öksürük ve ateş çoğunlukla grip (influenza) işaretidir. Nezleye sebep olan bazı virüsler hiçbir semptom yaratmaz. Alt hava yollarından öksürükle dışarı atılan mukusun (balgam) rengi sarıyla yeşil arasında değişiklik gösterebilir. Mukusun rengine bakılarak enfeksiyonun bakteriyel mi yoksa virüs kaynaklı mı olduğu belirlenemez.
Seyir.
Soğuk algınlığı genellikle halsizlik, üşüme, hapşırma ve baş ağrısı ile başlar. İki ya da daha fazla gün sonra burun akıntısı ve öksürük gibi diğer semptomlar belirir. Semptomlar tipik olarak enfeksiyon başladıktan iki ila üç gün sonra en kötü hallerine ulaşır. Semptomlar çoğu zaman yedi ila on gün arasında geçse de üç haftaya kadar da sürebilir. Çocukların dahil olduğu vakaların %35-40'ında öksürük on günden fazla sürer. Çocukların dahil olduğu vakaların %10'unda ise 25 günden fazla sürmektedir.
Sebep.
Virüsler.
Nezle üst solunum yolunda görülen ve kolayca yayılan bir enfeksiyondur. Nezlenin en yaygın nedeni rinovirüstür. Tüm vakaların %30 ile %80'inden sorumludur. Rinovirüs, "Picornaviridae" ailesine bağlı RNA içeren bir virüstür. Bu virüs ailesinde bilinen 99 tür virüs bulunmaktadır. Başka virüsler de nezleye sebep olabilir. Koronavirüsler, vakaların %10 ile %15'inden sorumludur. Grip (influenza) vakaların %5-15'ini oluşturmaktadır. Bunların yanı sıra, diğer vakaların sebepleri insanda parainfluenza virüsleri, insanda respiratuar sinsityal virüs, adenovirüsler, enterovirüsler ve metapnömo virüsü olabilir. Çoğu zaman, enfeksiyona neden olan birden fazla virüs mevcuttur. Toplamda, iki yüzden fazla farklı virüs türü soğuk algınlıkları ile ilişkilidir.
Bulaşma.
Nezle genellikle başlıca iki yoldan biriyle bulaşır. Virüs taşıyan havadaki damlacıkların solunması veya yutulması; ya da enfekte burun mukusuna ya bulaşmış nesnelere temas edilmesi. Soğuk algınlığının en fazla hangi yöntemle yayıldığı henüz belirlenmemiştir. Virüsler çevrede uzun süre yaşayabilirler. Daha sonra ellerden gözlere ya da buruna geçerek hastalığı bulaştırırlar. Hastalığın yakın şekilde oturan insanlara bulaşma riski daha fazladır. Düşük bağışıklık seviyesine sahip birçok çocuğun yan yana bulunduğu ve genellikle hijyenin çok iyi olmadığı kreşlerde ya da okullarda hastalığın bulaşması yaygındır. Bu enfeksiyonlar daha sonra eve taşınır ve ailenin diğer fertlerine bulaşır. Ticari uçuşlardaki devridaim havanın hastalık bulaştırdığına dair bir kanıt yoktur. Rinovirüsün sebep olduğu soğuk algınlıkları en çok semptomların görüldüğü ilk üç günde bulaşıcıdır. Daha sonra bulaşıcılık özellikleri azalır.
Hava.
Geleneksel açıklama, soğuk algınlığının uzun süre yağmur veya kış şartları gibi koşullara maruz kalınması yoluyla bulaştığıdır ve hastalık da ismini bu şekilde almıştır. Vücut ısının düşmesinin soğuk algınlığı için risk faktörü oluşturduğu fikri tartışmalı bir konudur. Soğuk algınlıklarına neden olan virüslerin bazıları mevsimsel olup soğuk ve yağışlı havalarda daha sık ortaya çıkarlar. Bu mevsimselliğin nedeni kesin olarak anlaşılmamış olup, soğuk havanın yol açtığı solunum sistemindeki değişikliklerin enfeksiyonlara daha açık hale getirebileceği düşünülmektedir. Kolaylıkla yayılan küçük damlacıkların kuru havada daha uzağa saçılması ve havada daha uzun süre kalması nedeniyle, düşük nem oranı hastalığın bulaşma oranlarını yükseltebilir. Bununla beraber, başta çocukların okula dönmesi olmak üzere, kapalı mekanlarda kalabalık ortamda daha fazla vakit geçirilmesi gibi sosyal etkenlerin de nezlenin mevsimselliğine katkısı olduğuna inanılmaktadır.
Diğer.
Toplu bağışıklık, yani bir insan grubunun tümümün belirli bir enfeksiyona karşı bağışıklık kazanması, soğuk algınlığına önceden maruz kalınmasıyla oluşur. Bu yüzden, daha genç nüfusta solunum enfeksiyonları oranı daha yüksekken, daha yaşlı nüfusta solunum enfeksiyonları oranı düşüktür. Zayıf bağışıklık fonksiyonu da hastalık için bir risk faktörüdür. Uyku azlığı ve yetersiz beslenme de rinovirüse maruz kaldıktan sonra enfeksiyon riskini artırmaktadır. Bunun nedeninin, bağışıklık fonksiyonu üzerindeki etkileri olduğuna inanılmaktadır.
Fizyopatoloji.
Soğuk algınlığı semptomlarının çoğunlukla virüslere karşı verilen bağışıklık tepkisine bağlı olduğu kabul edilmektedir. Bu bağışıklık tepkisinin mekanizması virüse göre değişir. Örneğin, rinovirüs çoğunlukla doğrudan temasla bulaşmaktadır. Bilinmeyen yöntemlerle insandaki ICAM-1 reseptörlerine tutunarak inflamatuvar mediyatörlerin salınımı tetikler. Bu inflamatuvar mediyatörler de semptomlara neden olur. Genellikle burun epiteline zarar vermez. Bunun aksine, respiratuar sinsityal virüs (RSV) ya doğrudan temasla ya da havadaki damlacıklar yoluyla bulaşır. Daha sonra, burunda ve boğazda çoğalır ve sonrasında genellikle üst solunum yoluna sıçrar. RSV, burun epiteline zarar verir. İnsanda parainfluenza virüsü tipik olarak burun, boğaz ve hava yollarında iltihaplanmaya yol açar. Küçük çocuklarda, soluk borusunu etkilediği durumlarda kuşpalazı, boğuk öksürük ve nefes almada zorlanmaya neden olabilir. Bunun nedeni çocuklarda hava yolunun dar olmasıdır.
Teşhis.
Üst solunum enfeksiyonları (ÜSYE) arasındaki fark, semptomların görüldüğü yere zayıf şekilde bağlıdır. Nezle en çok burnu, faranjit en çok boğazı ve bronşit en çok akciğerleri etkiler. Soğuk algınlığı çoğunlukla burnun iltihaplanması olarak tanımlanır ve çeşitli derecelerde boğaz iltihabı da içerebilir. Kendi kendine teşhis koyma yaygındır. Sebep olan gerçek viral ajanın izolasyonu nadiren gerçekleştirilir. Genellikle semptomlara bakarak virüs türünü belirlemek mümkün değildir.
Korunma.
Nezleden korunmanın tek etkili yolu virüslerin yayılmasını fiziksel olarak engellemektir. Bu öncelikle elleri yıkamak ve maske takmak yoluyla başarılabilir. Sağlık hizmetlerinin verildiği yerlerde, önlükler ve tek kullanımlık eldivenler de kullanılmaktadır. Hastalığın bulaştığı kişilerin izole edilmesi, hastalığın çok yaygın olması ve semptomların spesifik olmaması nedeniyle mümkün değildir. Sebep olan pek çok virüs olması ve virüslerin hızlı şekilde değişmesi nedeniyle, aşılamanın zor olduğu kanıtlanmıştır. Geniş kapsamda etkili bir aşının geliştirilmesi de pek muhtemel değildir.
Ellerin düzenli olarak yıkanması, nezle virüslerinin bulaşmasını azaltmaktadır. Bu yöntem en çok çocuklar arasında etkilidir. Normal el yıkama sırasında antiviral ya da antibakteriyel maddelerin kullanılmasının el yıkamanın etkinliğini artırıp artırmadığı bilinmemektedir. Hastalığın bulaştığı insanların yanındayken yüz maskesi takılması faydalı olabilir. Daha fazla fiziksel ya da sosyal mesafe konulmasının faydalı olup olmadığı konusunda yeterli veri bulunmamaktadır. Çinko takviyesi kişinin yakalandığı nezle sayısını azaltmada etkili olabilir. Rutin C vitamini takviyesi nezle riskini ya da şiddetini azaltmaz. C vitamini nezlenin süresini kısaltabilir.
Yönetim.
Şu anda, enfeksiyonun süresini azalttığı kanıtlanmış olan herhangi bir ilaç ya da bitkisel tedavi bulunmamaktadır. Tedavi, belirtilerin rahatlatılmasını içerir. Bunlar arasında bol bol dinlenme, sıvı seviyesini korumak için sıvı alma bulunur. Ancak tedavinin sağladığı faydaların çoğunluğu plasebo etkisine dayandırılmaktadır.
Semptomatik.
Belirtileri hafifletmeye yardımcı tedavilere, ibuprofen ve acetaminophen/paracetamol gibi basit ağrı kesici (analjezikler) ve ateş düşürücü ilaçlar (antipiretikler) dahildir. Kanıtlar, öksürük şuruplarının basit ağrı kesici ilaçlardan (analjezikler) daha fazla etkin olduğunu göstermez. Aynı zamanda, öksürük şuruplarının, etkinliklerini destekleyici kanıtların yokluğundan ve zarar verme risklerinden dolayı çocuklar için kullanılması tavsiye edilmez. Kanada, riskler ve kanıtlanmamış faydaları konusundaki endişelerden dolayı reçetesiz satın alınabilen öksürük ve soğuk algınlığı şuruplarının 6 yaş ve altındaki küçük çocuklar için kullanılmasını sınırlandırmıştır. Reçetesiz satın alınabilen bir ilaç olan dekstrometorfanın suistimali, birçok ülkede yasaklanmasına sebep oldu.
Yetişkinlerde, burun akması birinci jenerasyon antihistaminler tarafından azaltılabilir. Ancak birinci jenerasyon antihistaminler uyuşukluk gibi kötü yan etkilerle ilişkilendirilmektedir. Psödoefedrin gibi diğer dekonjestanlar da yetişkinlerde etkilidir. Ipratropium burun spreyi, burun akması belirtilerini giderse de tıkanıklık konusunda etkisi azdır. İkinci jenerasyon antihistaminlerin de etkin olmadığı görülmektedir.
Çalışmaların eksikliği nedeniyle, sıvı alımının artırılmasının, belirtileri mi yoksa solunum yolu hastalığını mı iyileştirdiği bilinmemektedir. Benzeri bir veri eksikliği ısıtılmış nemli hava kullanımı için de geçerlidir. Yapılan bir araştırma, buharlaşan göğüs merheminin gece nükseden öksürük, tıkanıklık ve uyku güçlüğü gibi konularda semptomatik rahatlama sağladığını göstermiştir.
Antibiyotik ve antiviral ilaçlar.
Antibiyotiklerin virüs enfeksiyonlarına karşı ve bu sebepten dolayı soğuk algınlığına karşı bir etkileri yoktur. Antibiyotiklerin yan etkilerinin genel olarak zarara yol açmasına rağmen antibiyotikler yaygın olarak reçete edilmektedir. Antibiyotiklerin yaygın olarak reçete edilmelerinin sebebi, insanların, doktorlardan bunları reçete etmesini beklemeleri ve doktorların insanlara yardımcı olmak istemesidir. Antibiyotiklerin reçete edilmesinin bir diğer sebebi de enfeksiyonun antibiyotikler tarafından yönetilebilecek sebeplerini dışarıda tutmanın zorluğudur. Başlangıç düzeyinde bazı araştırmalar faydalı olduğunu göstermiş olsa da soğuk algınlığı için herhangi bir antiviral ilaç bulunmamaktadır.
Alternatif tedaviler.
Soğuk algınlığı için birçok alternatif tedavi bulunmasına rağmen çoğu tedavinin kullanımını desteklemek açısından yetersiz kanıt bulunmaktadır. 2010 yılı itibarıyla bal ya da burnun çalkalanmasının iyi gelip gelmediğine dair yeterli kanıt bulunmamaktadır. Çinko takviyesi, belirtiler başladıktan sonra 24 saat içinde kullanıldıklarında belirtilerin şiddeti ve süresini azaltabilir. Kapsamlı araştırmalar yapılmış olmasına rağmen C vitamininin soğuk algınlığı üzerindeki etkisi bulunmamaktadır. Ekinezyanın (kirpi otu) faydası hakkındaki kanıtlar tutarsızlık göstermektedir. Farklı ekinezya takviyelerinin gösterdiği etkiler çeşitlilik arz edebilir.
Prognoz.
Soğuk algınlığı genellikle hafif şiddetlidir ve kendi kendine geçer; belirtilerin çoğu bir hafta içinde iyileşir. Eğer ortaya çıkarlarsa, şiddetli rahatsızlıklar genellikle, çok yaşlı, çok genç ya da bağışıklık sistemi baskı altına alınmış (zayıflamış bağışıklık sistemine sahip olanlar) kişilerde görülür. Sinüzit, faranjit kulak enfeksiyonu ile sonuçlanabilen ikincil bakteriyel enfeksiyonlar baş gösterebilir. Sinüzitin, vakaların %8'inde görüldüğü tahmin edilmektedir. Kulak enfeksiyonları, vakaların %30'unda baş gösterir.
Epidemiyoloji.
Soğuk algınlığı, en sık görülen insan hastalığıdır ve insanları global olarak etkiler. Yetişkinler, genellikle senede bir ila beş enfeksiyon geçirir. Çocuklarda, senede altı ila on kere soğuk algınlığı görülebilir (ve okula giden çocuklar için senede on iki kereye kadar enfeksiyon görülebilir). Bağışıklık sisteminde zayıflamaya bağlı olarak semptomatik enfeksiyon oranları, yaşlılarda artış gösterir.
Tarihçe.
Soğuk algınlığının sebepleri sadece 1950'lerden bu yana tespit edilmeye başlanmış olsa da, hastalık, antik çağlardan beri insanlıkla beraber olmuştur. Belirti ve tedavileri, M.Ö. 16. yüzyıldan önce yazılmış, mevcut en eski tıp metni olan Antik Mısır'ın Ebers Papirüsü'nde açıklanmıştır. "Soğuk algınlığı" terimi, belirtilerinin benzerliği ve soğuk havaya maruz kalmadan dolayı 16. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır.
Birleşik Krallık'ta Soğuk Algınlığı Ünitesi, (Common Cold Unit - CCU) Tıbbi Araştırma Konseyi tarafından 1946'da kurulmuştur ve rinovirüs 1956 yılında burada keşfedilmiştir. CCU, 1970 yılında, interferon tedavisinin rinovirüs enfeksiyonunun inkübasyon döneminde bir miktar koruma sağladığını göstermiştir. Herhangi bir pratik tedavi geliştirilememiştir. Ünite, rinovirüsler tarafından sebep olunan soğuk algınlıklarının önlenmesi ve tedavisinde çinko glukonat pastili araştırmasını tamamladıktan iki yıl sonra, 1989 senesinde kapanmıştır. Çinko, CCU'nun tarihinde geliştirilmiş tek başarılı tedaviydi.
Ekonomik etki.
Soğuk algınlığının ekonomik etkisi, dünyanın birçok yerinde yeteri kadar anlaşılmamaktadır. Soğuk algınlığı, Amerika Birleşik Devletleri'nde, her yıl, ılımlı bir tahminle 7,7 milyar $'a mal olan 75 ila 100 milyon arasında hekim ziyaretine yol açmaktadır. Amerikalılar, reçetesiz satın alınabilen (OTC) ilaçlara yılda 2,9 milyar $ harcamaktadır. Amerikalılar, semptomatik rahatlama için de, ayrıca yılda 400 milyon $ harcamaktadır. Doktora görünen insanların üçte birinden fazlasına antibiyotik reçete edilmiştir. Antibiyotik reçetelerinin kullanımının, antibiyotik direnci konusunda etkileri mevcuttur.
Soğuk algınlığı sebebiyle tahmini olarak yılda 189 milyon gün okul devamsızlığı yaşanmaktadır. Sonuç olarak ebeveynler, evde kalıp çocuklarına bakmak amacıyla 126 milyon işgününü kaçırmıştır. Soğuk algınlığından muzdarip çalışanlar tarafından kaçırılan 150 milyon işgününe eklendiğinde soğuk algınlığı bağlantılı işgücü kaybının toplam ekonomik etkisi yılda 20 milyar $'ı aşmaktadır. Bu, Birleşik Devletler'deki işgücü kaybının %40'ına tekabül eder.
Araştırma.
Soğuk algınlığı için etkinlikleri konusunda çok sayıda antiviral test edilmiştir. 2009 yılı itibarıyla hiçbiri etkili Antiviral ilacı pleconaril üzerindeki deneyler devam etmektedir. Picornavirüslere karşı olumlu sinyaller vermektedir. Aynı zamanda BTA-798 üzerindeki deneyler de devam etmektedir. Pleconaril'in oral versiyonunun güvenlik sorunları mevcuttur ve aerosol formu ile ilgili çalışılmalar yapılmaktadır.
College Park Maryland Üniversitesi ve Wisconsin-Madison Üniversitesi'nden araştırmacılar, soğuk algınlığına sebep olduğu bilinen tüm virüs türlerinin genomunun haritasını çıkarmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10600",
"len_data": 15591,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.53
}
|
İspanyol Açılışı ya da Ruy Lopez, 1.e4 e5 2.Af3 Ac6 3.Fb5 hamleleriyle ortaya çıkan bir satranç açılışıdır. Bu açılış adını 15. yüzyılda bu açılışı incelemiş olan İspanyol rahip Ruy Lopez'den alır.
Temel devam yolları.
3. ... a6: Morphy Savunması.
Ruy Lopez'in en sık kullanılan ve de sağlam olan devam yoludur.
1.e4 e5 2.Af3 Ac6 3.Fb5 a6 4.Fa4 Af6 5.o-o Axe4 6.d4 Ad6 7.Fxc6 dxc 8. dxe Af5 9.Vxd8+ Şxd8 10.Ac3 ... şeklinde devam eden varyanttır.
1.e4 e5 2.Af3 Ac6 3.Fb5 a6 (morphy savunması) 4.Fa4 Af6 5.0-0 Fe7 6.Ke1 b5 7.Fb3 0-0 8.c3 d5 (Marshall gambiti ilk olarak Frank J. Marshall tarafından Jose R. Capablanca'ya oynanmıştır) 9.ed Ad5 10.Ae5 Ae5 11.Ke5 c6 12.d4 Fd6 13.Ke1 Vh4 14.g3 Vh3 15.Fe3 fg4 vs. den oluşmaktadır. Burada siyahlar Kfe8-e6-h6 diğer kaleyi de Ke8-e6-g6 vb. şekilde getirip piyon fedası sayesinde beyazın şah kanadına çok baskılı bir oyun oynarlar. Ding Liren de bu savunmayı kullanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10601",
"len_data": 915,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.54
}
|
KDE (K Desktop Environment - K Masaüstü Ortamı) Unix ve Unix benzeri işletim sistemleri için geliştirilmiş bir masaüstü ortamıdır. Trolltech' in QT kütüphanesi ve kendine ait KDE kütüphaneleri (kdelibs olarak adlandırılır) kullanılarak geliştirilen KDE, GNU/Linux, Solaris, BSD' ler (FreeBSD, NetBSD, OpenBSD vb. Unix ve Unix benzeri işletim sistemleri üzerinde çalışmasının yanı sıra (Mac OS X dahil) Cygwin aracılığıyla da Microsoft Windows üzerinde de çalışabilmektedir. KDE 4.0.0 sürümü, kullandığı QT 4 kütüphanelerinin Windows'ta doğrudan çalışabilmesi sayesinde Windows üzerinde cygwin katmanı olmadan çalışabilmektedir.
K harfinin, başlarda "Kool" sözcüğünün kısaltması olması düşünülmesine rağmen, kısa süre içinde herhangi bir anlam ifade etmemesine karar verildi.
Tasarının maskotu, Konqi isminde yeşil bir ejderhadır.
KDE masaüstü ortamının Qt5 üzerinde geliştirilmeye başlanmasıyla üç temel bileşene ayrılmıştır;
Qt 5 üzerinde geliştirilen KDE masaüstü ortamının Sürüm döngüsü
<noinclude>
Geçmiş.
KDE 1996 yılında Matthias Ettrich tarafından; Tübingen Üniversitesi'nde okurken geliştirilmiştir. O dönemde UNIX ile sorunlar yaşayan Ettrich, bir newsgroup'a attığı iletiyle aradığı yazılımları ve nasıl hissettiğini yazmıştır. Kullanımı kolay olan bir masaüstü ortamını, o dönemde kız arkadaşı kullanmakta zorluk çekiyor diye başlatmıştır. Bu oldukça ilgi çekmiş ve KDE projesi doğmuştur.
En başta; Qt toolkit kullanan KDE, birçok KDE/Qt yazılımı çıkarmıştır. 1997 itibarıyla de çok daha gelişmiş yazılımlar çıkmıştır. Qt'deki lisans sorunları yüzünden, iki yeni proje başlamıştır. Bunlardan ilki Harmony, ikincisi de GNOME projeleridir.
1998'in kasım ayında Qt toolkit'in açık kaynakla Q Public License (QPL) 'ı çıkarmasıyla KDE Free Qt foundation kurulmuş ve Qt özgür olma garantisi altına alınmıştır.
GPL ile uyum sorunları çözüldükten sonra, Qt 4.0 ile artık Unix, Mac ve Windows platformlarında da çalışır hale gelmiş bu da KDE'yi bu platformlara da taşımıştır.
KDE ve GNOME Freedesktop.org üyesidir ve Unix masasüstü ortamını geliştirmek için her ne kadar aralarında dostça bir rekabet olsa da birlikte uğraşırlar.
KDE Tasarısının düzenlenmesi.
Vikipedi gibi birçok açık kaynak tasarısı katılımcıların gönüllü ve özverili katkılarıyla gerçekleşmektedir. Ancak Novell (SuSE), Trolltech ve Mandriva gibi şirketler de birçok geliştiricisini tasarının içinde çalıştırmaktadır. Bu katılımcılarla birlikte KDE'ye birçok kod, tercüme ve sanatsal destekte bulunulmaktadır. Birçok sorun e-posta listelerinde tartışılmakta ve çözülmektedir.
Bunun yanı sıra; IBM ve Dell de başta olmak üzere; Ubuntu tasarısının sahibi Mark Shuttleworth yaptığı yüksek bağış ile (15 Ekim 2006) KDE'nin en büyük sponsoru olmuştur. Nokia da yeni sponsorlardan biridir ve yeni cep telefonlarında KDE'nin kullanılabilirliğini araştırmaktadır.
KDE geliştiricilerinin yanı sıra; özellikle önemli ve resmî değişiklikler "kde-core-devel" listesi tarafından yapılmaktadır. Kendileri kaynak geliştiriciler olarak tanımlanırlar. Uzun süredir KDE'ye katılım gösterirler ve oylama yerine e-posta listelerinde tartışmaların çözülmesiyle sonuca giderler.
Geliştiricilerin Dünya'nın dört bir yanından katılım göstermesinin yanı sıra, tasarının en fazla katılımcısı Almanya'dan olmaktadır. Sunucuları Kaiserslautern ve Tübingen Üniversitelerinde bulunmaktadır. KDE toplantıları da Almanya'da yapılmaktadır.
Başlıca KDE yazılımları.
Bunların yanı sıra; "kdeedu"'de KDE'ye özgü eğitim yazılımları, "kdegames"de KDE'ye özgü oyunlar ve "kdetoys"da da masaüstü oyuncakları ve eğlenceleri bulunmaktadır. Daha fazla bilgi için; KDE uygulamaları listesi
Sürüm dönemleri ve sürüm numaraları.
Tasarının tarihine göre, KDE oldukça sık bir şekilde yeni sürümlerle çıkmaktadır. Öngörülen tarihten bir iki hafta geciktiği olmuştur, tarihinde en uzun geçiken sürüm, kodlardaki güvenlik açıkları nedeniyle bir aydan uzun süre ertelene KDE 3.1 sürümü olmuştur.
Ana sürümler.
Şu ana kadar 22 adet ana sürüm gerçekleşmiştir. 1.0, 1.1, 2.0, 2.1, 2.2, 3.0, 3.1, 3.2, 3.3, 3.4, 3.5, 4.0, 4.1, 4.2, 4.3, 4.4, 4.5, 4.6, 4.7, 4.8, 4.9 ve 4.10
KDE 2'de hazırlanmış yazılımlar, KDE 3'e uyumsuzdur. KDE 1 ve 2'deki de API değişiklikleri yüzünden uyum sorunları yaşanmıştır.
Her büyük sürüm duyurusu yapıldığında, bir sonraki ana sürüm için çalışmalar başlar. KDE 4'te Qt 4.x baz olarak kullanılacak ve birçok değişiklikler olacaktır.
Ana sürüm numaraları büyük değişiklikleri gösterir. KDE4 tamamen tekrar yazılmıştır, KDE3'ten tamamen farklıdır.
Ara sürümler.
Ara sürümlerde 3 adet sürüm numarası vardır, örn. KDE 1.1.1 ve genelde hataları çözmek için veyahut da küçük değişiklikler ve kullanılış kolaylığını artırmak için kullanılır. Ara sürümleri daha kısa sürelerde gerçekleşir.
Ara sürümlerde büyük değişiklikler olmaz. Sadece küçük güncellemeler bulunur.
Adlandırmalar.
Birçok KDE yazılımı isminin başında ya da sonunda K harfini içerir. Genelde bu harf büyük yazılır ama bazı istisnalar da mevcuttur. (Amarok ve kynaptic gibi) Bazen de eğer ki özgün kelime Q ya da C ile başlıyorsa, bu harfin yerini K alır (Konsole ve Kuickshow gibi).
Mimari.
KDE mimarisinde başlıca şu mimaride işler:
Paketleme.
KDE'nin büyüklüğüne karşın KDE birkaç küçük pakete bölünmüştür. Nedeni ise kurulumu kolaylaştırmaktır.Mobil sürümler ve özelleştirilebilir sürümler için KDE 4.7 sürümü ve sonrası bazı paketlerin içerisindeki programlar ayrı birer paket haline getirilmiştir.
Yerelleştirme.
KDE projesinde yer alan programlar kendi bünyesinde bulunan çeviri sistemi üzerinden gönüllüler tarafından yapılmaktadır.
Yerelleştirme ekibi iletişimleri posta listesi üzerinde koordine etmektedir.Çeviri ekibine katılmak için sadece posta listesine üye olmak yeterlidir.
Türkçe yerelleştirme ekibi posta listesi: https://mail.kde.org/mailman/listinfo/kde-l10n-tr
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10602",
"len_data": 5792,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.38
}
|
GNOME (, ), açık kaynak kodlu, özgür masaüstü ortamı. GNU Tasarısı'na bağlı GNOME Projesi topluluğunca geliştirilmekte olan GNOME, Unix ve BSD tabanlı birçok işletim sistemine kurulabilmektedir.
Ağustos 1997'de Richard Stallman'ın özgür yazılım öğelerini tam olarak taşıyan bir masaüstü ortamı arayışları doğrultusunda Miguel de Icaza ve Federico Mena tarafından, o sıralar özgür yazılım olmayan QT kütüphanesini kullanan KDE'ye bir başka seçenek olması için geliştirilmeye başlanmış ve günümüzde de KDE ile birlikte en popüler Unix masaüstü ortamı olmuştur. GIMP Toolkit (GTK+) ve kendine ait GNOME kütüphaneleri kullanılarak geliştirilmektedir. Yalnızca kişisel bilgisayarlar için değil, taşınabilir ortamlar için de yavaş yavaş yer edinmeye başlamış ve Nokia'nın ağ (web) tablet ürünleri için kullanıcı arabirimi ortamı olarak kullanılmaktadır. GMEA ile bu platform OpenMoko ve Intel MID ve diğer taşınabilir aygıtlarına da taşınmaktadır. 3.36 sürümü itibarı ile GNOME arayüzü, 38'den fazla dili desteklemektedir. Her bir dilde en az %80 oranında tercüme edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10604",
"len_data": 1069,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.6
}
|
Mat, satrançta taraflardan birinin şahı tehdit altında iken yapacak hiçbir hamlesi olmaması durumudur. Oyun bu durumda iken şahı tehdit altında olan oyuncu mat olmuştur. Eğer oyunu mat durumuna geçiren hamle kurallı bir hamle ise, mat olan oyuncu oyunu kaybeder.
Şahı tehdit eden oyuncu "şah" diyerek rakibini uyarır. Saldırı hamlesi yapan ve şahı tehdit eden oyuncu, eğer bu tehdidin ortadan kaldırılamayacağını biliyorsa "şah mat" diyerek rakibine oyunun sona erdiğini bildirir.
Eğer şah tehdit altında "değilse" ve yapılabilecek hiçbir yasal hamle yoksa oyun pat olur ve berabere biter.
Temel matlar.
Bir tarafın sadece Şah, diğer tarafın ise Şah ve mat eden taşının bulunduğu durumlardan yapılan matlara denir.
Vezir.
En kolay temel mattır. Herhangi bir durumdan yaklaşık 10 hamlede yapılabilmesi gerekir.
Kale.
Herhangi bir durumdan yaklaşık 16 hamlede yapılabilmesi gerekir.
Fil ve at.
En zor temel mattır. Herhangi bir durumdan 33 hamlede yapılabilmesi gerekir. Ancak zayıf oyuncular doğru hamleleri yapamayıp oyunu 50 hamleye uzatırlarsa beraberlikle bitebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10606",
"len_data": 1069,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.1
}
|
Rastafari (Jamaika'da çoğunlukla Rasta şeklinde kısaltılır; bazen Rastafaryanizm olarak da isimlendirilir), 1930'larda Jamaika'da ortaya çıkan ve dünya çapında yayılan, Hıristiyanlıktan doğmuş ve Eski Ahit'ten birçok kavram ve ögeler barındıran toplumsal hareket, alt kültür ve inançtır. Rasta Hareketi, Haile Selassie'ye tanrılık atfeder ve Marcus Garvey'in Afrika'da zencilerin kurtuluşuna liderlik edecek zenci bir kralın tahta çıkacağına yönelik kehanetinin gerçekleşeceğini iddia eder. Rasta inanışının en önemli dinî ritüellerinden biri, esrar kullanımıdır. Bazı Rastalar, saçlarını halk arasında "rasta" adı verilen bir türde örerler. Rastafaryanizm, ataerkil, heteronormatif bir dünya görüşüdür ve hiçbir türlü eşcinselliği tasvip etmez.
İsim kökeni.
"Rastafari" kavramı, Etiyopya İmparatoru Haile Selassie'nin saltanat adı olan "Lija Ras Täfärí Mäkonnen"'den (Amharca: ልጅ ራስ ተፈሪ መኰንን) türetilmiştir. "Ras", Etiyopya'nın Amharca dilinde baş anlamına gelir ve Etiyopya İmparatorluğu'ndaki en kıdemli ünvanlardan biriydi. İmparatorluk döneminde, yalnızca en büyük eyaletlerin yöneticilerine verilen bir ünvan ve yalnızca imparator tarafından verilebilen en yüksek askerî rütbeydi. Kıptî Ortodoks Kilisesi'nin bazı yüksek rütbeli din adamları da "Ras" ünvanını kullanma hakkına sahipti. Bu ünvan, 19'uncu yüzyıldan itibaren daha sık kullanılmıştır. Bir "ras", 24 tören davulu (negarit) kullanma hakkına sahipti. "Ras" ünvanı, Almancadaki "herzog", İngilizcedeki "dük" ünvanlarına denktir.
Toplumsal hareket olarak tarihi.
Rastafari, tipik bir "büyük kurtuluş beklentisi" hayali etrafında oluşturulmuş bir ideoloji ve toplumsal harekettir. Başlıca özellikleri şunlardır: Haile Selassie'yi geri dönen Mesih ve yeryüzünde yaşayan tanrı olarak kabul etmek, Batı siyasi sistemini ("Babil Düzeni" veya da "Babil" adını verdikleri yozlaşmış ve ayrımcı bir düzen) reddetmek ve siyahi insanlara eşit haklar temin edilmesi uğruna savaşmak. Jamaika ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki zenci nüfus büyük ölçüde dindardı, ancak birçoğu Mukaddes Kitabı kendi çıkarlarına göre yorumladı; ana vatanlarından uzakta zorla köleleştirilmiş, ancak vadedilmiş topraklara geri dönmek isteyen "Musa'nın halkı" olarak görüyorlardı. "Vaad edilmiş topraklar", Filistin'de değil, Etiyopya'dadır ve İncil'de de bahsedilir. "Afrika'ya Dönüş Hareketi"'nin kurucusu Marcus Garvey, Jamaika'daki Rastafari hareketinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Garvey, 1920'lerde Afrika'da güçlü bir zenci kralın tahta çıkacağını iddia ediyordu. O zamanlar, Jamaika hâlâ İngiltere Krallığı'nın bir sömürgesiydi ve İngiltere Kralı V. George, zenci aktivistlerce kölelik sorununun baş nedenlerinden biri olarak görülüyordu. Ne var kî, V. George "Jamaikalılar" tarafından büyük saygı görüyordu. Her ne kadar Haile Selassie, hiçbir zaman mesih olduğunu iddia etmemiş olsa da, 1930 yılında "Habeş İmparatoru" olarak tahta çıkma merasimi, söz konusu kehanetin gerçekleşmesi olarak kabul edildi. Bazı Rastafaryanlar daha sonra Haile Selassie'nin tanrısallığı fikrini terk ederek Hristiyanlığın Etiyopya Ortodoks Tevhîdi Kilisesi'ne geçtiler.
Rastafariler arasında "Houses" adı verilen akımlar, gruplaşmalar vardır; örneğin "B. Nyahbinghi", "Bobo Ashanti" veya "On İki Kavim" (İsrailoğulları'nın On İki Kavmi, 1968'de "Vernon Carrington" tarafından kuruldu.). Bugün, 3 milyon nüfuslu Jamaika'da, yaklaşık 30.000 kişinin Rastafari inancına mensup olduğu tahmin edilmektedir.
Tanrı'nın dünyadaki yansıması olarak görülen dinin ve bu dine bağlı olarak ortaya çıkmış olan inanış ve düşünce biçiminin adıdır. Marcus Garvey de bu dinin peygamberi olarak görülür. Buna karşın, ne Haile Selasiye, ne de Marcus Garvey kendilerini bu dinle ilişkilendirmişlerdir. Bob Marley'in de mensuplarından biri olduğu bu dinin kurucusu Leonard Howell olarak bilinir.
Mısır kökenli Ra dinlerinin Hristiyanlık ve Musevilik ile karışımından oluşan bir dindir. Musa'nın asıl yol gösterdiği kutsal kavmin Siyahlar, özellikle de Etiyopyalılar olduğunu savunur. Rastafaryanizm'de vadedilmiş topraklara Zion (bir anlamda cennet) denilmektedir. Rastafaryanlar kendi içlerinde birçok kola ayrıldıklarından değişik inanışlara ve Jah kavramına sahip olabilirler.
Bu dinin ilahileri daha sonraları Jamaika'da reggae müziğine kaynaklık etmiştir.
Rasta'nın renkleri siyah, kırmızı, sarı ve yeşildir. Kırmızı, yeşil ve sarı renkleri Etiyopya bayrağı, siyah Afrika halkını temsil eder. Her bir rengin kendi anlamı vardır ve bunlar Rastafaryanlar için çok önemlidir. Sarı bütün altın, mücevher ve hazineler içindir. Yeşil, insanların üzerinde yürüdüğü dünyadır. Kırmızı ise siyah halkın dökülen kanıdır.
Çoğu Rasta, Eski Ahit'in kural koyduğu yiyeceğe uygun yer. Etin sınırlı türlerini yerler. Kabuklu deniz hayvanı ve domuz eti yemezler. Diğerleri bütün etlerden çekinirler. Nazirite yeminini kabul eden akımlardır. Alkol kullanımını genellikle zararlı olarak görürler ve marijuana kullanımını faydalı bitki olarak sigara şeklinde içerler. Aynı zamanda Rastafari dininde vücudun toprağa tek parça girmesi gerektiğine inanılır.
Rastalar saçlarını taramaz ve kesmezler bu şekilde uzayan saçlar bir süre sonra "Dreadlock" isminde saç yaparlar. Rastalar bu şekilde Jah'ın uzun tırnaklarıyla bir gün onları yeryüzünden alıp Zion'a götüreceğine inanır. Günümüzde "Dreadlock" şeklindeki saçlar trend hâline gelmiştir ama çoğu Rastafari bu saçın stil olarak kullanılmasına karşıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10616",
"len_data": 5392,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.8
}
|
University of Southern California ya da kısaca USC olarak bilinen Güney Kaliforniya Üniversitesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaletinde yer alan bir üniversitedir. ABD'nin kabul yüzdesi olarak en seçkin eğitim kurumlarından biri olan üniversite, 1880'de kurulmuştur. 2021 yılı itibari ile kabul yuzdesi %12'dir. Onlarca ünlü devlet başkanı ve başbakanı adamı yetiştirmiş olan USC, bunun yanında birçok farklı dalda sayısız ünlü isim yetiştirmiştir. Okulda görev yapmış 10 profesör Nobel Ödülü'ne layık görülmüştür, okul profesörlerinin en çok Nobel Ödülü almış olduğu dal ise ekonomidir.
Güney Kaliforniya Üniversitesi Sinema Sanatları Okulu, dünyada en fazla Oscar Ödülüne sahip olan mezunlara sahiptir. USC, Forbes'e göre dünyada en fazla milyarder mezuna sahip 7. okuldur, okulun toplam bilinen mezun ve yaşayan milyarder sayısı 29'dur.
USC, çeşitli üniversiteler arası sporlara sponsorluk yapmıştır ve Pac-12 Konferansı'nın bir üyesi olarak Ulusal Kolej Atletizm Birliğinde (NCAA) halihazırda yarışmaktadır. USC'nin spor takımlarının ismi olan Trojans, 107 NCAA takım şampiyonası kazanarak onları Amerika Birleşik Devletleri'nde 412 NCAA bireysel şampiyonası kazanarak Amerika Birleşik Devletleri'nde üçüncü ve NCAA Bölüm I okulları arasında ikinci sırada yer almıştır. "Trojans", Olimpiyat Oyunlarında 309 madalya kazanmıştır (144 altın, 93 gümüş ve 72 bronz), bu ABD'deki diğer tüm üniversitelerden daha fazladır. USC, ABD'deki en yüksek ikinci draft edilmiş oyuncu sayısına sahiptir ve National Football League'de (NFL) toplam 537 Amerikan futbolcusu mezunu bulunmaktadır.
Üniversite sıralamalarında ABD içinde en iyi 20 üniversite arasında bulunan USC, İngiliz Times Higher Education (THE) ve ABD'li Wall Street Journalın ortak çalışmaları sonucunda 2021 yılında Carnegie Mellon Üniversitesinden bir sıra önde olarak 19. sıraya yerleşmiştir. Bir diğer saygın sıralama olan QS World University Rankings ise USC'yi Northwestern Üniversitesinden bir sıra önde olarak 14. sıraya yerleştirmiştir. USC aynı zamanda 2021 yılında, ABD merkezli Niche Rankings tarafından ABD'deki en iyi öğrenci yaşamına sahip olan üniversite olarak seçilmiştir.
Önemli Mezunlar.
Güney Kaliforniya Üniversitesi'nin önemli mezunları arasında önde gelen bilim adamları, müzisyenler, iş liderleri, mühendisler, mimarlar, sporcular, oyuncular, politikacılar bulunmaktadır. Mezunların bağlantıda kalmasını sağlamak için, Trojan ağı beş kıtada 100'den fazla mezun grubundan oluşmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10617",
"len_data": 2480,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.48
}
|
Lozan Antlaşması (Dönemin Türkçesi ile Lozan Sulh Muâhedenâmesi), Lozan Barış Konferansı sonrasında 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Britanya İmparatorluğu, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya) temsilcileri tarafından, Leman Gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace'ta imzalanmış bir barış antlaşmasıdır.
Gelişmeler.
1920 yazına gelindiğinde I. Dünya Savaşı'nın galipleri mağluplar ile hesaplaşmalarını bitirmiş, savaşı kaybeden ülkelere barış antlaşmalarının kabul ettirilmesi süreci tamamlanmıştı. Almanya'ya 28 Haziran 1919'da Versay'da, Bulgaristan'a 27 Kasım 1919'da Neuilly'de, Avusturya'ya 10 Eylül 1919'da Saint-Germain'de, Macaristan'a da 4 Haziran 1920'de Trianon'da anlaşmalar imzalatılmış ancak hesaplaşılmayan tek mağlup Osmanlı İmparatorluğu ile 10 Ağustos 1920'de Sevr'de Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde anlaşma imzalanmıştır. Ankara'da TBMM'nin "Sevr Antlaşması"na tepkisi çok sert oldu. Ankara İstiklâl Mahkemesinin 1 numaralı kararı ile anlaşmaya imza koyan 3 kişiyi ve Sadrazam Damat Ferit Paşa'yı idama mahkûm etti ve vatan haini ilan etti. Yunanistan dışında Sevr'i hiçbir ülkenin meclislerinde onaylamaması nedeni ile Sevr bir anlaşma taslağı olarak kaldı. Onaylanmamış olmasının yanı sıra Anadolu'daki mücadelenin de başarıya ulaşması ve zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr Antlaşması hiçbir zaman uygulanamadı. Buna karşın, İzmir'in Kurtuluşu ile Lozan Antlaşması'na giden süreçte Birleşik Krallık içinde 2 uçak gemisinin de bulunduğu donanmayı İstanbul'a göndermiştir. Aynı süreçte ABD de 13 yeni savaş gemisini Türkiye sularına göndermiştir. Ayrıca, Amiral Bristol komutasındaki USS Scorpion gemisinin istihbarat görevi de yapmak suretiyle 1908-1923 arası sürekli olarak İstanbul'da bulunduğu bilinmektedir.
İlk görüşmeler.
TBMM Hükûmeti'nin Yunan kuvvetlerine karşı elde ettiği zaferin ardından Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922'de TBMM Hükûmeti'ni Lozan'da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. Barış şartlarını görüşmek için konferansa önce Başvekil Rauf Orbay katılmak istemiştir. Fakat Mustafa Kemal Atatürk İsmet Paşa'nın katılmasını uygun görmüştür. Mustafa Kemal Paşa Mudanya görüşmelerine de katılan İsmet Paşa'nın Lozan'a baş temsilci olarak gönderilmesini uygun buldu. İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığına getirildi ve çalışmalar hızlandırıldı. İtilaf Devletleri Lozan'a TBMM Hükûmeti üzerinde baskı kurmak için İstanbul Hükûmeti'ni de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren TBMM Hükûmeti, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı.
TBMM Hükûmeti Lozan Konferansı'na katılarak Misak-ı Milli'yi gerçekleştirmeyi, Türkiye'de bir Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Batı Trakya, Ege adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı) çözmeyi ve Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki sorunları (ekonomik, siyasal, hukuksal) çözmeyi amaçlamış Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır.
Lozan'da TBMM Hükûmeti, sadece Anadolu'ya saldıran ve orada yendiği Yunanlarla değil I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni mağlup eden devletlerle de karşılaşıp hesaplaştı ve artık tarihe karışmış olan bu imparatorluğun tüm tasfiye davaları ile yüzleşmek zorunda kaldı. 20 Kasım 1922'de Lozan görüşmeleri başlamıştır. Osmanlı borçları, Türk-Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapılmıştır. Ancak kapitülasyonların kaldırılması, İstanbul'un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştır.
İkinci görüşmeler.
Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923'te görüşmelerin kesilmesi savaş ihtimalini yeniden gündeme getirmiştir. Başkomutan Müşîr Mustafa Kemal Paşa Türk Ordusu'na savaş hazırlıklarının başlamasını emretmiştir. Sovyetler Birliği eğer tekrar savaş çıkarsa bu sefer Türkiye'nin yanında savaşa gireceğini duyurmuştur. Haim Nahum Efendi öncülüğündeki azınlık temsilcileri de Türkiye'yi destekleyerek arabulucu olmuşlardır. Yeni bir savaşı ve kendi kamuoyunun tepkisini göze alamayan İtilaf Devletleri barış görüşmelerini tekrar başlatmak için Türkiye'yi tekrar Lozan'a çağırmıştır.
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923'te tekrar başlamış, 23 Nisan'da başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923'e kadar devam etmiş ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması ile sonuçlanmıştır.
Taraf ülkelerin temsilcileri arasında imzalanan anlaşma, uluslararası anlaşmaların ülke meclislerince onaylanmasını gerektiren yasalar gereğince taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923'te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923'te, İtalya tarafından 12 Mart 1924'te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924'te imzalanmıştır. Birleşik Krallık'ın anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Anlaşma, tüm tarafların onayladığına dair belgeler resmi olarak Paris'e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Değerlendirmeler.
David Lloyd George antlaşmayı Birleşik Krallık için "alçakça, korkakça ve rezilce bir teslimiyet" olarak nitelendirdi.
Tarihçi Norman Naimark, "Lozan Antlaşması, yirminci yüzyıl boyunca halkların kendi istekleri dışında nakledilmeleri konusunda önemli bir uluslararası emsal teşkil etmiştir" dedi.
Tarihçi Ronald Grigor Suny, antlaşmanın "nüfus sorunlarına potansiyel bir çözüm olarak tehcirin ve hatta öldürücü etnik temizliğin etkinliğini esasen teyit ettiğini" belirtti.
Tarihçi Hans-Lukas Kieser, "Lozan, Alman revizyonistleri ve diğer pek çok milliyetçi için ölümcül bir cazibeye sahip olan, hetero-etnik ve hetero-dinsel gruplara yönelik kapsamlı sınır dışı etme ve imha politikalarını zımnen onaylamıştır" dedi.
Komplo teorileri.
İslamcı çevrelerce Lozan Antlaşması ile ilgili pek çok komplo teorisi ortaya atılmıştır. Antlaşmanın 100 yıl süreli yapıldığı iddiası bunlardan biridir. Antlaşmaya ekli gizli maddelerde, Türkiye'nin bor ve petrol başta olmak üzere madenlerini çıkarmasının yasaklandığı iddia edilmiştir. İddiaya göre antlaşmanın süresi 2023 yılında dolacak, dolayısıyla 2023'ten itibaren Türkiye madenleri yer üstüne çıkarıp kullanarak ve ihraç ederek hızla gelişmiş ülke statüsüne geçecektir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10620",
"len_data": 6475,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Melamîlik (Melamî'yye / Melamet'îyye) (ملامتيه) ya da Melamîler 8. yüzyılda Samanîler devrinde Horasan, İran’ında faaliyet gösteren bir sufi topluluktur. Melamet kelimesi, "kınanmışlık; itab ve serzenişlik; rezillik ve rüsvaylık" anlamlarına gelmektedir.
Tanımı ve kimliği.
Melâmet veya "Melâmîlik," bir mezhep veya tarikât değildir. "Melamî,"’ Arapça "sövme", "yerme" anlamına gelen "levm etmek" fiilinden türetilmiştir. "Melamîlik," bugünkü modern tarzda tüm dünyada yaşanan dini anlayışı asırlar öncesinde savunan düşünce akımıdır, aynı zamanda bir duruş, felsefe ve anlayıştır.
"Melamîlik" günümüzdeki lâik anlayışta olan dini tavrı bünyesinde bulundurmaktaydı. "Melamîlik" dini ritüelleri veya kendine özgü ibadet biçimleri barındırmaz. Modern dünyanın özgür inançsal tavrını sergiler.
Melamilik çoğu zaman bir tarikât kimliği gibi değerlendirilmesine karşın "Melâmîler" tarihte ve özellikle Osmanlı'nın son dönemlerinde hurafeci, durağan tarikât ve din anlayışına karşı mücadele içinde olmuşlardır. Meşhur mutasavvıf Niyâzî-î Mısrî, Osmanlı tarihindeki Kadızade ekolüyle açıktan mücadele edip görüşlerine karşı çıktığı için Limni adasına sürgün edilmiş ve orada ölmüştür.
Tasavvuf ve Melamîlik.
Tasavvufu, İslâm'ın "bâtınî "(iç)"" kısmı ve derinliği olarak kabul ederler. Dinin "zâhirî" "(dış)" emir ve yasaklarını "eksiksiz" ve "fazlasız" (ifrat/ tefrit) dosdoğru yerine getirmekle birlikte "kâmil" insan olmak için her zaman ve her yerde Allah'ı zikretmek ve özellikle Allah'ın varlığı ve birliği ile ilgili itikâdî konularda derin bilgi sahibi olmak gerektiğine inanırlar. Onlara göre bu bilgi Kur'an'da "Ledün" olarak anılır ve "Müteşâbih" (teşbihli) âyetlerin tevîlinin, kitabın aslı olan "muhkem" sınırları içinde yapılması gerektiğini savunurlar.
Melâmîlere göre tasavvuf, bu açıdan İslâm tarihinin sonraki yüzyıllarında ortaya çıkmış bir felsefî ekol değil, İslâm'ın özünde keşfedilmeyi bekleyen "gizli bir hazine"dir.
Melâmîlik, kurucusu bilinen tarikat ve cemaatlerden farklı olarak belli bir kişinin kurduğu ve o kişinin adıyla anılan bir grup değildir; ancak yaratılış amacının zirvesi kabul ettikleri kulluğun ne olduğunu anlama ve böylece kâmil insan olma arayışıdır.
Tasavvuf derslerini aldıkları öğretmenlerine "mürşîd" derler. Mürşîdlerinden keramet veya doğaüstü güçlere sahip olmasını beklemezler. Onlara göre "mürşîd" sadece kapıyı gösterir, geri kalan sorumluluk öğrenciye "(mürîd)" aittir. Allah'ın her kişiye yakın olduğunu ve kişiyle Allah arasına mürşîd de dahil kimsenin giremeyeceğini savunmuşlardır. Mürşid ne kadar bilgin ve erdemli olursa olsun, o da diğer insanlar gibi kuldur ve kula ait niteliklerle anılması gerekir. Mürşidlerinden ders ve sohbet şeklinde tahsil ettikleri ilim ve tavsiyelerinin ötesinde bir beklentiye sahip olmadan; hidâyet, şefaat, himmet, tövbe gibi isteklerin yalnız Allah'a arz edilmesi gerektiğini savunurlar. Bu ilmin öğretmenleri de öğrencilerinden asla maddi bir karşılık talep etmemişlerdir. İlm-i Tevhid "(Tevhid ilmi)" olarak anılan bu derslerin neticesinde "Fenafillah" "(Allah'ta yok olmak)" ve "Bekâbillah" "(Allah'la var olmak)" mertebelerine ermeyi amaçlarlar.
Melamîlere göre, "ilm-î tevhîd" veya "ilm-î ledün", ilk insan Adem'den son Allah dostuna "(Hatem'ul Evliya)" kadar taşınacak en yüce emanettir. Bu yüzden bu ilmi talep edenlere karşı çok seçici davranırlar. Sayılarının artmasını değil, emaneti taşıyabilecek nitelikli insana ulaşmayı hedeflerler.
Gizlilikleri.
Her kesim insanın aralarında yer aldığı melâmîler, halkın arasında kendilerini gizlemeyi tercih ederler. Öyle ki, onlara çok yakın olanlar bile belki onların melâmî olduklarını bilmiyor olabilirler. Bu kimliklerini, sadece kendilerine mânen yakın gördükleri insanlara uygun gördükleri zamanda âşikâr ederler.
Unutulmaması gerekir ki, modern dönemden önce sûfiler toplumda saygın bir yere sahip kişiler kabul edilir ve sûfi görünüm ve tavırlı kişilere halk ve yönetimin ileri gelenleri hürmet gösterirlerdi. İşte bu koşullar altında Melamîler kendileriyle Allah arasındaki ihlâsı "(samimîyet)" kaybetmemek ve şöhret gibi tasavvuf yolundaki sâlikîn "(tasavvuf literatüründe mânevî yolda olan)" önüne çıkabilecek bir engeli bertaraf etmek için kılık, kıyafet ve hatta belirli bir toplantı mekanı (dergah, tekke) ve topluluğu gibi dönemin tarikâtlarının alâmetlerini göstermemeye çalışmışlar, halk içerisinde kendilerini gizlemiş, hallerini sadece kendileri gibi olanlarla paylaşmışlardır.
Zikir ve Toplantıları.
Melâmîler, zikir ve sohbet toplantıları için özel bir yer ve zaman aramazlar. Onlar için Allah, "mevcudiyeti" ile her yeri kuşatmış olduğu için her yerde ve her zamanda Allah'ı zikrederler ve birbirleriyle her fırsatta Allah sohbeti ederler.
Zikir de namaz kılmak, oruç tutmak vb. emirler gibi Allah'ın bir emridir. Bu açıdan Melâmîler, diğer tüm güzel isimleri (esmâ'ül hüsnâ) kendinde topladığı inancıyla Allah'ı "Allah" ismiyle zikrederler. Zikir, bir anlamda alınan her nefes için Allah'a teşekkür etmektir. (Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim. Şükredin, nankörlerden olmayın... Bakara/152) Bu açıdan nefes alınan her anda sürekli Allah'ı zikretmeyi (anmayı/hatırlamayı) hedeflerler. Diğer yandan, sınırlandırılmış belli sayılarla (5 bin, 10 bin vb.), Allah'ın sadece bir niteliğini ifade eden güzel isimlerini anmayı zikir değil "tesbih/ isimlerini yüceltme" olarak değerlendirirler. Çünkü Zikir her an ve bütünü ifade eden "Allah" ismiyle yapılmaktadır. Zikirde amaç, sadece kalbi mânevî kir ve hastalıklardan arındırmak değil; bununla birlikte Allah'ın tecellilerine (ortaya çıkış/görünme) karşı gafletten (dalgınlık/uyku/farkedemezlik) uyanmaktır. Zikir sayesinde elde edilen uyanış onlar için bir alt amaçtır; en büyük başarı ise yokluğun idraki ve mutlak varlığın yani Allah'ın varlığının keşfidir.
Abdülbaki Gölpınarlı'nın büyük eseri "Melâmîlik ve Melâmîler" kitabında bu anlayış "toplumdaki yansımaları" açısından 3 devir halinde incelenmesine karşın, melâmîler zaman içinde farklı isimlerde ortaya çıkan melâmîleri bir zincirin halkaları ya da sönen bir mumun ardından sönenin ateşiyle yakılan yeni mum olarak kabul etmiş ve bu itibarla ilk mum ve son mumdaki ateşin ya da savunulan değerlerin aynı olduğuna inanmışlardır.
Tarikât ve Melâmîlik.
Melâmîlik çok detaya inmeden aşağıdaki başlıklar altında tarikâtlerden farklıdır:
Kur'an Melâmîliği.
Aslı.
Halk arasında sövme, yerme, kınama diye bilinse de aslı böyle değildir. Melamilik aramak, sorgulamak, anlamaya çalışmak demektir. Kişi doğduğunda kendini anlamak için gözlemlemeye, sormaya başlar. Bu sorgulama kendini ve görünen varlığın hakikatini anlamak içindir. Melamiliğin kökeni Adem Peygamber'den başlar. Adem hakikatleri arayan ilk insandır. Onlar bir arayışta olmadılar. İnsan suresi ilk ayette bunu anlatır. Melami meşrebinde olan bir kimse hep bir arayıştadır, duyduklarını sorgular, Onların aslını öğrenmeye, anlamaya çalışır. Bu yolun yolcusu atalarından gelen inançları sorgular, bundan dolayı halk bu yoldaki insanları kınadı, kerih gördü, inançsız dedi. Halbuki inanç bildikten sonra oluşan bir değerdir. Bilmediği şeye inanmayı reddeden bu yolun yolcuları halk tarafından hep kınanmışlardır.
Meşrebi.
Melami meşrebinde olan her kişi varlığın var oluşunu anlamaya çalışır. Anlamaya çalışmak insanın kendinden başlar. İnsan önce kendini sorgular; "Ben kimim, ben neyim, ben nasıl oldum, ben ben miyim?" gibi sorularla kendini anlamaya çalışır. Hakikatlere ulaşan kişi tüm varlığın var edicisini anlar. Yunus misali yaradılanı yaradandan ötürü sever.
Her yolun bir ahkamı olduğu gibi, Melamilik yolunun Ahkamı, erkanı şöyledir:
Melamilik yolunun özel dersleri (meratip ve makâmat) vardır. Bu dersler kişinin kendindeki değerleri anlamak için sunulan bilgilerdir. Kişi bu bilgilerle kendine arif olmaya çalışır
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10621",
"len_data": 7752,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.83
}
|
Tulça (Rumence: "Tulcea"), Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Tuna kıyısındaki önemli liman şehri.
Şehirde önemli bir Türk-Tatar azınlık varlığını devam ettirmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10623",
"len_data": 164,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Ahmet Refik Erduran (13 Şubat 1928, İstanbul - 7 Ocak 2017, Edirne), Türk oyun yazarı, yayımcı ve gazeteci.
Otuzdan fazla tiyatro oyunu yazmış bir oyun yazarıdır. 1950'li yıllarda Ertem Eğilmez ile birlikte çok satan kitaplar basan Çağlayan Yayınevi'ni kurup yönetmiştir. Erduran, 1965-1981 yılları arasında "Milliyet" gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 1986-2017 yıllarında Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi'nin başkanlığını yürüttü.
Yaşamı.
Ailesi ve öğrenimi.
Kökleri Karamanoğulları Beyliği'ne dayanan bir aileden gelir. Dedesi, ağır ceza reisi Ahmet Erduran, babası asker ve avukat Hüsamettin Ahmet Bey'dir. Annesi ise Türkiye'de ilk resimli dergiyi çıkaran Maarifçi Mustafa Refik Bey'in kızı Refika Hanım'dır. Çiftin ikinci çocuğu olan Ahmet Refik Erduran, 13 Şubat 1928'de İstanbul'da dünyaya gelmiştir.
Çocukluğunu Salacak (Üsküdar)'ta bir yalıda dadıların gözetiminde geçirdi. İlköğrenimini Nilüfer Hatun İlkokulu'nda (o zamanki adıyla 15. İlkokul) tamamladıktan sonra öğrenimine Robert Kolej'de devam etti. İlk oyununu Robert Kolej'de iken yazdı ve oyun 1948 yılında okulun tiyatrosunda "Kahraman" adıyla sahnelendi.
Erduran, Robert Kolej’den lisans derecesini aldıktan sonra 1947 yılında Tiyatro Tarihi ve Dram Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi için Cornell Üniversitesi'ne gitti. Hayranı olduğu Nâzım Hikmet'in cezaevinde hastalandığını ve durumunun kötüleştiğini öğrenince onunla tanışma arzusundan ötürü 1949 yılında Türkiye'ye döndü.
Nazım Hikmet'in Kaçırılması.
Refik Erduran, Türkiye'ye döndükten sonra Nazım Hikmet'i hapisten kaçırma planları yaptı ancak buna gerek kalmadı çünkü 28 yıllık mahkûmiyet kararı ile hapse girmiş olan ve 13 yıldır hapis yatan Nâzım Hikmet'in geri kalan cezası, şairin af yasası kapsamına alınması için yürütülen büyük kampanyanın ve yaptığı açlık grevinin ardından affedildi ve şair 15 Temmuz 1950 günü özgür bırakıldı. Ne var ki Nazım Hikmet, 1951 yılında askere çağrılmış ve askerde öldürülme tehlikesi ortaya çıkmıştı. Bu dönemde şairin baba bir anne ayrı kız kardeşi Melda Hanım ile nişanlanan Erduran, artık akrabalık ilişkisi de olan Nazım'ı yurt dışına kaçırma fikrini öne sürdü ve kendisinin kullandığı bir sürat motoruyla Nazım'ın İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e geçmesine, Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Türkiye'den ayrılmasına yardımcı oldu. Erduran'ın bu olayda oynadığı rol, uzun süre sır olarak saklandı. Olayla ilgili suç dosyası "kaçıranı meçhul" olarak kapandı. Nazım Hikmet, 1961 yılında yazdığı ""Otobiyografi" adlı şiirde kaçışından -Refik Erduran'dan adını anmadan- şu dizeyle bahsetmiştir: "951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm ölümün üstüne""
Kore Savaşı.
Erduran, askerliğini Kore Savaşı sırasında Türk Tugayı'nda yedek subay olarak yaptı. Savaşta tercümanlık yapan Erduran, Türk Tugayı'na gönüllü olarak katılmıştı.
Yayımcılık hayatı.
Kore Savaşı'ndan döndükten sonra asker arkadaşı Ertem Eğilmez ve devrin tanınmış gazetecisi Kemal Salih Sel'in oğlu Haldun Sel ile 1953 yılında Çağlayan Yayınevi'ni kurdu. Cep kitabı boyutlarında "plastik kapaklı" kitaplarla yayın piyasasında önemli bir başarı elde etti. Refik Halit Karay, Aka Gündüz ve Peride Celal gibi devrin önemli yazarlarının kitaplarının yayımladı. "Cumhuriyet" gazetesinde tefrika edilen "İnce Memed" romanını ilk yayımlayan yayınevi oldu (1955). Erotik romanlara, bilimkurgu kitaplara kitap yelpazesinde önemli bir yer verdi. Yayınevi kitaplarını göreceli olarak ucuz fiyatla ve ilk defa gazete bayilerinde satışa sundu. Refik Erduran'ın yazdığı "Yağmur Duası" adlı kitap da Çağlayan Yayınevi tarafından basıldı ve "çok satanlar" arasına girdi.
Erduran, 1954-1955 yılları arasında ""TEF" adlı haftalık mizah dergisini yönetti. Dergi, 1955'te kapandı (1960 yılında Ertem Eğilmez yönetiminde tekrar yayımlanmaya başlamıştır.)
Erduran, zamanla yayımcılık işlerini Ertem Eğilmez'e bırakıp asıl ilgi alanı olan tiyatroya yöneldi.
Oyun yazarlığı.
Refik Erduran, Muhsin Ertuğrul'un isteği üzerine, oyun yazarlığı dersleri vermesi için Ankara Üniversitesi'ne davet edilen Amerikalı yönetmen Kenneth Mcgowan'a birkaç ay süreyle asistanlık yaptı. Bu kurslardan Aziz Nesin gibi değerli oyun yazarları faydalandılar.
Bu deneyimden sonra ilk profesyonel tiyatro oyunu "Deli""yi 1957 yılında yazdı. Oyun, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oynandı ve bunu ardı ardına yazdığı diğer oyunları takip etti. Daha çok güldürü ve vodvil türünde oyunlar yazdı. "Bir Kilo Namus" (1958) ve "Cengiz Han'ın Bisikleti" (1959) adlı oyunlarıyla ün yaptı.
Devlet Tiyatroları, İstanbul şehir Tiyatroları, Sururi-Cezzar Tiyatrosu, Ulvi Uraz Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Kent Oyuncuları, Yunus Emre Tiyatrosu, Tiyatro İstanbul ve Yeditepe Oyuncuları gibi yerli ve yabancı başka topluluklar tarafından otuzdan fazla oyunu sahnelendi.
Yurt içinde ve dışında sinema, televizyon senaryoları yazdı. Atatürk'ün toplumu yeniden yapılandırmada kırdığı sürat rekorunu anlatan "Metamorfoz" ("Başkalaşım") adlı senaryosu TRT tarafından 1992'de filme çekildi. Tiyatro oyunu yazarlığı alanlarında yerli ve yabancı ödüller aldı.
Gazeteciliği.
1965 yılında Abdi İpekçi'nin teklifi üzerine "Milliyet" gazetesinde başladığı köşe yazarlığını 1981 yılına kadar aynı gazetede sürdürdü. Daha sonra "Güneş" ve "Meydan" gazetelerinde gazeteciliğe devam etti. 1985 yılında Gazeteciler Cemiyeti'nin En başarılı Köşe Yazarı Ödülü'nü aldı.
1968'de Uluslararası Yazarlar Atölyesi'nin daveti üzerine ABD'ye giden Erduran, bir yıl boyunca Iowa Üniversitesi'nde Yazarlar Atölyesi'ne katıldı ve sonra Kaliforniya'ya yerleşti. Gazeteciliğini "Milliyet"'in Batı Amerika Haber Bürosu Şefi olarak devam ettirdi. 1982'de İstanbul'a döndüğünde köşe yazarlığını bıraktı. Gazeteciliği, önemli gördüğü konularda yazılar yazarak sürdürdü.
Televizyonculuğu.
Erduran bir film şirketi kurarak çeşitli TV dizileri yönetti. En bilineni, "Önce Canan" adlı dizidir. 1990'larda çeşitli TV programlarında yapımcılık ve sunuculuk üstlendi.
Bosna Savaşı.
Erduran, Sırp faşistlerine karşı sembolik direniş göstermek amacıyla 1995 yılında Bosna'ya giderek Kara Kuğular adlı seçkin birliğe katıldı, gördüklerini "Milliyet"'te dizi olarak yayımlandı. Ardından "Bosnalı Samuraylar" başlığıyla kitaplaştırıldı.
Romancılığı.
Refik Erduran, ilk romanı "Yağmur Duası" adlı eserdir. Bu roman, 1954 yılında yayımlandığında 9 günde 50 bin satışla bir rekor kırdı. İkinci romanı "Er Oyunu", "Milliyet" gazetesinde dizi olarak yayımlanmaya başladı ancak birinci bölümden sonra 12 Eylül Darbesi nedeniyle dizi yarım kaldı. Erduran, 2003-2005'te yayımladığı romanlarla yazarlığa devam etti. "Domuz", "Neşe'nin Şarkıları", "Er Oyunu" ve "Kavşak" adlı dört roman yayımladı. Ayrıca Sabiha Sertel'i anlattığı "Sabiha" adlı öykü kitabını; "İblisler, Azizler, Kadınlar" adlı anı kitabını yayımladı.
ITI Başkanlığı.
Erduran, bir BM örgütü olan UNESCO'ya bağlı, kısa adı ITI olan, Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi'nin, 1986 yılında Haldun Taner'in ölümü üzerine başkanlık görevini üstlendi. Erduran, aynı örgütün 1989'da Helsinki'de yapılan Dünya Kongresi'nde Uluslararası Yazarlar Komitesi Başkanlığı'na seçildi.
Evlilikleri ve çocukları.
Değişik dönemlerde 4 evlilik yapan Erduran'ın bu evliliklerden 4 çocuğu doğdu. İlk evliliğini Nazım Hikmet'in üvey kızkardeşi Melda Hanım ile yaptı (1950-1955), bu evlilikten Murat adında bir oğlu oldu. 1958'de gazeteci Leyla Umar ile evlenip iki yıl evli kaldı; ancak beraberliklerine 1977'ye kadar devam ettiler. Üçüncü eşi Sevim Tülay Güngör'le evliliği 1997'de sonlanan yazar, 74 yaşında, eski eşinin kızı Pınar Duygu ile evlendi; bu evlilik büyük toplumsal infiale neden oldu, hatta o dönemde bir avukatın evliliği iptal davası açması akabinde mahkeme evliliğini iptal etmiştir. Buna rağmen birlikteliğini sürdüren Erduran'ın bu evlilikten Ferhat (1997), Kerem (2002) ve İpek (2002) adında üç çocuğu doğmuştur.
Ölümü.
Gazeteci ve oyun yazarı Refik Erduran bir süredir muzdarip olduğu rahatsızlık nedeniyle 7 Ocak 2017'de tedavi gördüğü Edirne'deki bir hastanede 88 yaşında öldü. Cenazesi hava şartlarının düzelmesinin ardından İstanbul'a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Kaynakça.
Ahmet Refik Erduran Hayatı ve Eserleri
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10631",
"len_data": 8195,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.36
}
|
Hüseyin Cemil Meriç (12 Aralık 1916; Reyhanlı, Hatay - 13 Haziran 1987, İstanbul), Türk yazar, çevirmen, düşünür ve sosyolog.
Başta dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış bir düşünce adamıdır. Telif ettiği 12 eseri ve tercümeleriyle Türk edebiyatında önemli bir yeri olduğu kabul edilir. Sosyoloji profesörü Ümit Meriç’in babasıdır.
Yaşamı.
Çocukluk ve eğitim yılları.
1916’da Reyhaniye’de (bugünkü Reyhanlı) dünyaya geldi. Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan göçmüş bir ailenin çocuğuydu. Babası, Dimetoka’da hakimlik yapan Mahmut Niyazi Bey, annesi Zeynep Ziynet Hanım’dır. Babası Mahmut Niyazi Bey Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve mahkeme reisliği yapmıştır. 7 yaşına kadar Antakya’da yaşayan Cemil Meriç, babasının memuriyetten ayrılması üzerine ailesi ile birlikte Reyhanlı’ya döndü. Reyhanlı Rüşdiyesi’nde ilkokulu bitirdikten sonra yeniden Antakya’ya gitti. Fransız idaresindeki şehirde Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi'nde okudu. Bu okulda iken gözlerinin 6 derece miyop olduğu anlaşıldı. İlk yazısı olan “"Geç Kalmış Bir Muhasebe"” başlıklı makalesi yerel Yenigün gazetesinde yayımlandı. 12. sınıftayken, milliyetçi tutumu, yayımlanan bir yazısı ve bu yazıda bazı hocalarını eleştirmesi yüzünden lise diplomasını alamadan okulu terk etmek zorunda kaldı. Lise öğrenimine devam etmek üzere İstanbul’daki Pertevniyal Lisesi'ne gitti. Bu sırada Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla tanıştı.
Geçim sıkıntısı nedeniyle 1937’de İskenderun’a döndü. Haymaseki köyünde 9 ay kadar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra aynı yıl İskenderun’da Tercüme Bürosu’na reis muavini oldu. 1938’de Batı Ayrancı Köyü’nde ilkokul öğretmenliği, Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, belediyede kâtiplik gibi geçici işlerde çalıştı. 1939 Nisan ayında Hatay hükümetini devirmek iddiasıyla tutuklanıp Antakya’ya götürüldü; idam talebiyle yargılandı; 2 ay sonra beraat etti.
1940'ta İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’na burslu olarak kabul edildi, 2 yıl bu kurumda öğrenim gördü. 1941'den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazıları yayımlamaya başladı.
Elazığ Lisesi'nde öğretmenlik.
1942’de Elazığ Lisesi’nde Fransızca öğretmenliğine atandı; Elazığ’a gitmeden az önce öğretmen Fevziye Menteşeoğlu ile tanışıp evlendi. Her iki gözündeki yüksek miyoptan ötürü askerlikten muaf tutulan Meriç, ilk çeviri kitabı Balzac’ın “"Altın Gözlü Kız"” romanını 1943’te yayımlandı.
İstanbul Üniversitesi'nde okutmanlık.
Öğretmen eşinin tayininin Elazığ’a çıkmaması ve çiftin bu şehirde iki çocuk kaybedip ancak İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine 1945’te Elazığ’daki öğretmenlik görevinden ayrılıp İstanbul’a gitti. 1945’te oğlu Mahmut Ali, ertesi yıl ise kızı Ümit dünyaya geldi. 1946’da İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca okutman olarak göreve başlayan Meriç, 1974’te emekli oluncaya kadar Fransızca okutmanlığı sürdürdü bu arada bir yıl kadar Yirminci Asır dergisinde yazılar yayımladı (1947). Victor Hugo’nun "Hernani" adlı piyesini manzum olarak tercüme etti (1948); Işık Lisesi’de Fransızca dersleri verdi (1952-1954)
Görme yetisini tamamen yitirmesi.
1954 yılının bahar aylarında bir kaza sonucu gözlerini tamamen yitirince birkaç başarısız göz ameliyatının ardından 1955’te vapurla tek başına Marsilya’ya, oradan Paris’e gitti. 6 aylık tedavi başarılı sonuç vermeyince yurda döndü. Görme yetisini tamamen yitirdiğinden dolayı bir süre bunalıma girdi ancak çevresindekilerin yardımıyla yeniden okuyup yazmaya başladı.
Üretken yazarlık dönemi.
Görme yetisini yitirdikten sonra yazarlık hayatının en üretken çağı başladı. Çevresindekilere okuttuğu Fransızca ve İngilizce metinleri sözlü olarak çevirdi ve yardımcılarına yazdırdı. Basılmamış olan bir Fransızca grameri hazırladı. Dikte etmek suretiyle yeni makaleler yazmaya devam etti. 1963’ten itibaren Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji bölümünde sosyoloji ve kültür tarihi dersleri verdi; bu dersleri emekliliğine kadar sürdürdü. Aralıklarla 20 yıl sürdürdüğü günlüklere 1963 yılında başladı. İlk telif kitabı “"Hint Edebiyatı"” 1964’te yayımlandı. Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesiyle yola çıkan Meriç, İran edebiyatı ile işe başlamış ama sonra Hint edebiyatına yönelmişti. Doğu medeniyetlerine karşı olan önyargıları yıkmayı amaçlayan ve 4 yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan eser, “"Bir Dünya'nın Eşiğinde"” başlığıyla iki kez daha basıldı. Hint Edebiyatı’ndan sonra Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatmayı amaçladı. Bu düşünceyle sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser kaleme aldı ancak basacak yayınevi bulmakta zorlandı. Eser, 1967’de Can Yayınları tarafından basıldı.
1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirileri yayımlandı. Hisar dergisinde “"Fildişi Kuleden"” başlığı ile sürekli denemeler yazdı. İstanbul Üniversitesi Fransızca okutmanlığından emekli oldu ve yılların birikimini kitaplaştırmaya girişti. O yıl, Türkiye Millî Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödül aldı. ""Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülâkata bu kitabı yazmak için geldim."” dediği “"Bu Ülke"” adlı kitabını 1976’da yayımladı. Kitap, onun çeşitli fikir, kültür ve edebiyat meselelerine dair aforizmalarından oluşur. Aynı yıl, medeniyet kavramını tartıştığı “"Umran’dan Uygarlığa"” adlı eseri yayımlandı.
1978-1984 yıllarında çoğu Kubbealtı'nda olmak üzere konferanslar veren Meriç, 1980’de bir edebiyat tarihi ve düşünce tarihi niteliği taşıyan "Kırk Ambar" adlı eseri Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü'ne layık görüldü.
1981’de Ankara Yazarlar Birliği tarafından “Yılın Yazarı” seçildi. 1981'de basılan yarı derleme, yarı telif "Bir Facianın Hikâyesi"'nde yakın tarihin yeni bir muhasebesini yaptı.
Son yılları ve ölümü.
1983'te eşi Fevziye Hanım'ı kaybeden Meriç, aynı yıl Ağustos ayında beyin kanaması geçirdi ve sol tarafına felç indi. Sağlığında basılan son eserleri "Işık Doğudan Gelir" (1984) ile "Kültürden İrfana" (1985) oldu. 13 Haziran 1987'de hayatını kaybetti. Cenazesi, Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.
Hatırası.
2004 yılında Üsküdar Belediyesinin açtığı kültür merkezine, 2012 yılında Hatay'daki il kütüphanesine adı verilmiştir (bu kütüphane 6 subat kahramanmaras depreminde yıkılmıştır). Öğretmenken görev yaptığı Elazığ'da 2011 yılında onun adının verildiği Cemil Meriç Fen Lisesi açılmıştır. Hatay'ın Reyhanlı ilçesindeki doğduğu ev müzeye dönüştürülmüştür. Ev (müze), 2023 Kahramanmaraş depremlerinden hasar almadan çıkmıştır. 2021 yılında Antalya Kepez'de hizmete açılan kütüphaneye adı verilmiştir. Kütüphane, 200 bin kitap kapasitesiyle Antalya'nın en büyük kütüphanesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10647",
"len_data": 6713,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Jerzy Kosiński (14 Haziran 1933 – 3 Mayıs 1991) Musevi ve Polonya asıllı, Amerikalı yazar Polonya'nın ikinci büyük şehri Łódź'da doğdu. II. Dünya Savaşı sırasındaki bir çocukken, Doğu Polonya'da Katolik bir Polonyalı ailenin yanına sahte bir kimlikle sığındı. Bir Katolik rahibi sahte bir vaftiz sertifikası çıkarmıştı, savaş sırasında Polonya Katolik Kilisesi'nin yaptığı olağan bir uygulamaydı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Kosiński ailesine kavuştu ve tarihle siyaset dalında 1957'de Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmeden önce Polonya'da derece kazandı. 1962'de Amerikalı çelik imparatoriçesi Mary Hayward Weir ile evlendi.
Hakkında.
1955-1957 yılları arasında Varşova Bilimler Akademisi'nde asistan olarak görev yapan Kosiński, Ford bursuyla ABD'ye gitti. Psikoloji doktorasını yaptıktan sonra, Wesleyan ve Princeton üniversitelerinde ve Yale Üniversitesi'nde öğretim üyeliklerinde bulundu.
İlk yazılarını 1960 yılında Joseph Novak takma adıyla yayımladı. Kosiński'nin en bilinen romanları arasında 1965 tarihli Boyalı Kuş ve 1971 tarihli Bir Yerde sayılabilir. Baş rolde Peter Sellers'ın ve filmin yönetmeni Hal Ashby 1979 yılında "Bir Yerde" romanından bir film çevirdi. Senaryosu Kosiński tarafından yazılmış ve 1980 yılında British Academy of Film and Television Arts (İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi) tarafından en iyi senaryo ödülüne layık görülüp, Amerika Yazarlar Derneği tarafından en iyi Another Medium'dan uyarlanmış komedi ödülünü de aldı.
Kosiński 3 Mayıs 1991 günü intihar etti. İntihar öncesi yazdığı ayrılma notunda "Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin." (Newsweek, 13 Mayıs 1991)
Kosiński'nin kalıntıları yakıldı ve külleri Dominik Cumhuriyeti'ndeki Casa de Campo'daki küçük bir koydan saçıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10649",
"len_data": 1768,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Osmancık, Çorum'un ilçesi olup ilin kuzeyinde yer alır.
Tarihçe.
Eski adı Aflanos'tur.
Kâtip Çelebi ve Strabon bu bölgeden bahsetmiştir. Şu an Osmancık Kalesi'nin olduğu yere Roma İmparatorluğu döneminde kurulan Pimolisa () kasabası, Kızılırmak'ın kuzey kısmında kama şeklinde kayanın eteğine kurulmuştur. Kalenin, kulelerin ve duvarın kalıntıları korunmuştur. Kayalığın doğu tarafında çok sayıda mezar bulunmaktadır. Kentin antik eserleri Bizans dönemine ait yapı kalıntılarıdır.
Coğrafya.
Osmancık; Karadeniz Bölgesi'nde, Orta Karadeniz ve Batı Karadeniz bölümünün kesiştiği yerde bulunmaktadır. Çorum'un kuzeyinde yer alır.
Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi'ni batıya bağlayan yol olan (D100) üzerinde bulunan Osmancık, Çorum il merkezine 61 km uzaklıktadır. Samsun'a 171 km, Ankara'ya 304 km, İstanbul'a 570 km mesafededir. İçanadolu bölgesi ile Samsun-İstanbul yollarının kavşak noktasındadır. Kuzeydoğusunda Samsun, doğusunda Amasya ve kuzeybatısında Sinop illerine komşudur.
Kuzey Kızılırmak havzası içerisinde konumlanmıştır.
Ekonomi.
İlçede en çok ekilen tarım ürünü pirinçtir. 1997 yılında belediyenin yaptığı zirai çalışmalarda "TR-427" kodlu isimsiz çeltik türünün Osmancık iklimine çok rahat uyum sağladığı ve çok iyi mahsul verdiği belirlenmiş ve Patent Enstitüsü'ne başvurularak bu pirinç türüne "Osmancık-97" adı alınmış ve tescil ettirilmiştir. Osmancık-97, günümüzde Türkiye'de en çok tercih edilen pirinç türlerinden biridir.
Kültür.
Halk, daha ziyade bu güzergâhın kültürüne uyar, yani Osmancık, Gümüşhacıköy, Merzifon, Amasya, Tokat, batıda Tosya, gibi ilçelerin kültürü ile yakındır. Osmancık geçmişten günümüze Orta Anadolu'ya ait olan örf ve âdetlerin hâlen görülebildiği nadide ilçelerden biridir.
Osmancık Ağzı.
Osmancık bölgesinde konuşulan Türkçe ağız açısından Batı grubunun 4.3 grubunda yer almaktadır. Bazı kelimeler İstanbul Türkçesinden farklıdır.
Medya.
İlçede tek basılı gazete 1996 yılında kurulan Osmancık Haber Gazetesi 'dir. 2010 yılında kurulan Osmancık Gazetesi'ni, 2021 yılında Osmancık Haber Gazetesi satın alarak bünyesine kattı. Ayrıca Osmancık Haber Gazetesi'nin internet sitesi ile sadece internetten yayın yapan internet gazeteleri mevcuttur.
Galeri.
Osmancık panoraması
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10652",
"len_data": 2226,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 2.99
}
|
İlber Ortaylı (d. 21 Mayıs 1947; Bregenz, Avusturya), Türk tarihçi, akademisyen ve yazar. Türk Tarih Kurumu şeref üyesidir. Ortaylı, Uluslararası Osmanlı Etütleri Komitesi yönetim kurulu üyesi ve Avrupa İranoloji Cemiyeti ve Avusturya-Türk Bilimler Forumu üyesidir.
Hayatı.
Ailesi.
Kafkasyalı Karaçay asıllı annesi Kırım’ın önde gelen asilzade ailelerinden Karaşay ailesinden ve Stalingrad'da Rus Dili ve Edebiyatı okumuş olan Şefika Ortaylı (1918-2020), babası ise Kırım doğumlu, Türkçeye Kırım tarihi ve Tatarlar üzerine eserler ve makaleler çevirmiş bir uçak mühendisi olan Kemal Ortaylı'dır. Annesi Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünde yıllarca hocalık yapmıştır. Ortaylı, Türkçe, Almanca ve Rusçanın konuşulduğu ev ortamında büyümüştür. Enver, Emeldar ve Nuriye adlarında üç kardeşi vardır.
21 Mayıs 1947 tarihinde Avusturya'nın Bregenz şehrinde Kırım Tatarı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İki yaşındayken ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç etti. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Avusturya Lisesinde tamamladı. 1965 yılında Ankara Atatürk Lisesinden mezun oldu.
Akademik kariyeri.
1970 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümünü bitirdi. Burada Şerif Mardin, Halil İnalcık, Mümtaz Soysal, Seha Meray, İlhan Tekeli, Mübeccel Kıray'ın öğrencisi oldu. Ayrıca sınıf arkadaşları arasında Zafer Toprak, Mehmet Ali Kılıçbay ve Ümit Arslan da vardı.
Viyana Üniversitesi'nde Slav ve Doğu Avrupa dilleri hakkında öğrenim gördü. Yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesinde Halil İnalcık ile yaptı. "Tanzimat sonrası mahallî idareler" başlıklı tezi ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde 1974 yılında doktor, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu" adlı çalışmasıyla 1979'da aynı Fakültede doçent oldu.
1982 yılında üniversitelere uygulanan siyasi yaptırımlara tepki olarak görevinden istifa etti. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus'ta ders, seminer ve konferanslar verdi.
1989'da Türkiye'ye dönerek profesör oldu ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinin idare tarihi anabilim dalının başkanlığını yaptı.
2002 yılında Galatasaray Üniversitesine, iki yıl sonra ise Bilkent Üniversitesine konuk öğretim üyesi olarak geçti. Şu anda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve MEF Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Türk Hukuk Tarihi derslerini vermektedir. Galatasaray Üniversitesi senatosu üyesidir.
2005 yılında Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü oldu. Yedi yıl bu görevde kalan Ortaylı, 2012 yılında yaş haddinden emekli oldu ve görevi Ayasofya Müzesi Müdürü Haluk Dursun'a devretti.
Ortaylı, Uluslararası Osmanlı Etütleri Komitesi yönetim kurulu üyesi ve Avrupa İranoloji Cemiyeti ve Avusturya-Türk Bilimler Forumu üyesidir. 2018 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı bakanlık danışmanı oldu.
Tarih Vakfı ve Afet İnan ailesinin iş birliğiyle iki yılda bir verilen Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülü'nün 2004 yılındaki sahipleri İlber Ortaylı'nın da içinde bulunduğu jüri tarafından belirlenmiştir. 2009 yılında İzmir Kitap Fuarı'na katılmıştır. Millî Saraylar Daire Başkanlığının Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlediği "Vefatının 150'nci yılında I. Abdülmecit ve dönemi" başlıklı uluslararası sempozyumun açılış ve kapanış oturumlarına katılmıştır.
Ortaylı, ileri seviyede Almanca, Rusça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Farsça ve iyi seviyede Latince bilmektedir. Katıldığı bir televizyon programında bilgisayar kullanmadığını, başkalarının yanlış bilgilerle biyografisini yazdığını ve bundan büyük rahatsızlık duyduğunu dile getiren Ortaylı, orta seviyede Sırpça, Hırvatça, Boşnakça bildiği iddialarını yalanlamıştır.
Özel hayatı.
1981 yılında Mersin senatörü Dr. Talip Özdolay'ın kızı Ayşe Özdolay ile evlendi ve bu evlilikten Tuna adında bir kızı oldu. On sekiz yıllık birliktelikten sonra 1999 yılında boşandı. İlber Ortaylı'nın ayrıca çocukluğundan beri büyük bir tutku ve özenle biriktirdiği minyatür otomobillerden oluşan büyük bir koleksiyonu vardır.
Televizyon programları ve yazıları.
2004 yılında TRT 2'de başlayıp TRT Türk'te hafta sonları yayınlanan "İlber Ortaylı ile" adlı belgeseli sunmuştur. NTV'de "İlber Ortaylı ile tarih dersleri" adında bir program yapmıştır. Bloomberg HT kanalında da "İlber Ortaylı ile zaman kaybolmaz" adlı bir program yapmıştır. Yeniden NTV'de 5 Kasım 2012 ile 11 Mart 2013 arasında gazeteci-yazar Mehmet Barlas ile birlikte "Her zaman" isimli bir tarih programı yapmıştır. 2024 yılı ekim ayı itibarıyla Okan Bayülgen ile birlikte TV100'de "Muhabbet Kralı" isimli programa başlamıştır, halen devam etmektedir.
2000 yılından beri pazar günleri Milliyet gazetesinde, aylık Atlas Tarih ve üç aylık Doğu Batı dergilerinde makaleler yazmaktadır. Bir dönem yayınlanan Popüler Tarih ve Tarih ve Toplum dergilerinde, Habertürk gazetesinin Habertürk Tarih ekinde de yazıları yayımlandı.
Hâlen Doğu Batı ve NTV Tarih dergilerinin danışma kurulu üyesidir. İlber Ortaylı, Milliyet Sanat dergisine verdiği bir mülakatta, kitaplığında 30.000 civarında kitabı olduğunu ve bunların 5.000'ini Galatasaray Üniversitesine bağışladığını ifade etmiştir.
Aldığı ödüller.
Prof. Dr. İlber Ortaylı, "Osmanlı Tarihinde Aile" isimli eserinin yanı sıra, tarih alanında 1970'li yılların başlarından itibaren yaptığı çalışmaları, yayınladığı makale ve kitapları, tarih biliminin yaygınlaştırılması çabaları, tarihi her yaştan Türk insanına sevdirme konusundaki faaliyetleri, yurt dışındaki bilimsel etkinlikleri ve Türk tarihçiliğinin uluslararası alanda önemli bir ismi olması da göz önüne alınarak tarih dalında 2001 Aydın Doğan Ödülü'ne layık bulundu.
2006 yılında İtalya'da Lazio bölge yönetiminin başlattığı ve her yıl devam etmesi öngörülen Akdeniz Festivali'nde toplumsal ve kültürel tarih alanındaki "Avrupa ile Akdeniz arasında Lazio" ödülünün Prof. Dr. İlber Ortaylı'ya verilmesi uygun görülmüştür.
2007 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin imzasıyla Rusya tarafından Rus dilini ve kültürel mirasını yayan, ülkelerin ve halkların birbirlerine yaklaşmasını sağlayan kişilere verilen Puşkin Madalyası'na Türkiye'den Ortaylı layık görülmüştür.
2017 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülüne layık görüldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10653",
"len_data": 6262,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.32
}
|
David Hume (; doğum adı David Home; – 25 Ağustos 1776), deneycilik, felsefi şüphecilik ve metafiziksel natüralizm alanlarındaki son derece etkili sistemiyle tanınan İskoç filozof, tarihçi, ekonomist ve deneme yazarıydı. "İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme" (1739–40) adlı eseriyle başlayarak Hume, insan doğasının psikolojik temellerini inceleyen doğalcı bir insan bilimi oluşturmaya çalıştı. John Locke'u izleyerek doğuştan gelen fikirlerin varlığını reddetti ve tüm insan bilgisinin yalnızca deneyimden kaynaklandığı sonucuna vardı. Bu yaklaşım, onu Francis Bacon, Thomas Hobbes, John Locke ve George Berkeley ile birlikte deneyci filozoflar arasında konumlandırır.
Hume, tümevarımsal akıl yürütmenin ve nedensellik inancının rasyonel olarak temellendirilemeyeceğini savundu; onlara yalnızca alışkanlık ve zihinsel süreçlerin yol açtığını öne sürdü. Bir olayın başka bir olaya neden olduğunu aslında hiçbir zaman algılamayız, yalnızca olayların "sürekli ardışıklığını" ("constant conjunction") deneyimleriz. Bu tümevarım problemi, geçmiş deneyimlerden nedensel çıkarımlar yapabilmek için geleceğin geçmişe benzeyeceği varsayımını önkabul etmeyi gerektirir; ancak bu metafizik önkabulün kendisi önceki deneyimlere dayandırılamaz.
Felsefi rasyonalistlere karşı çıkan Hume, insan davranışını yönetenin akıl değil tutkular olduğunu savunmuş ve meşhur ifadesiyle "Akıl, tutkuların kölesidir ve öyle de olmalıdır" demiştir. Aynı zamanda bir duygucu ("sentimentalist") olan Hume, ahlakın soyut ilkelerden değil duygu veya hislerden türediğini savundu. Ahlaki olgulara doğalcı açıklamalar getirme konusunda erken bir bağlılık gösterdi ve Avrupa felsefesi tarihçileri tarafından, bir olgu ifadesinin tek başına ne yapılması gerektiğine dair normatif bir sonuca asla ulaştıramayacağı fikrini (olan-olması gereken sorunu) ilk kez net bir şekilde ortaya koyan kişi olarak kabul edilir.
Hume, insanların "ben" kavramına dair gerçek bir anlayışa sahip olduğunu reddederek yalnızca bir duyumlar demeti deneyimlediğimizi ve benliğin, fikirlerin çağrışımıyla birbirine bağlanan bu algılar demetinden ibaret olduğunu öne sürdü. Bağdaşırcı nitelikteki özgür irade teorisinde, nedensel belirlenimciliği insan özgürlüğüyle tamamen bağdaşır görür. Onun din felsefesi, özellikle mucizeleri reddetmesi ve Tanrı'nın varlığına yönelik tasarım kanıtını eleştirmesi, dönemi için oldukça tartışmalıydı. Hume, faydacılık, mantıksal pozitivizm, bilim felsefesi, erken analitik felsefe, bilişsel bilim, teoloji gibi alanları ve pek çok düşünürü etkileyen bir miras bıraktı. Immanuel Kant, Hume'u kendisini "dogmatik uykusundan" uyandıran ilham kaynağı olarak gösterdi.
Felsefesi.
İnsan zihninde olup bitenleri Newton'un deneysel yöntemini uygulayarak, yeni bir insan bilimi kurmayı ve geliştirmeyi öneren Hume, tüm iyi niyetine ve yüksek amaçlarına rağmen, İngiliz empirizminin temel tezlerini koruduğu için son çözümlemede kuşkuculuğa düşmekten kurtulamamıştır. Bizim yalnızca, kendi zihnimizde doğrudan ve aracısız olarak tecrübe ettiğimiz ideleri, duyum ve izlenimleri bilebileceğimizi, bilgide kendi zihnimizin ötesine geçemediğimizi ve bundan dolayı herhangi bir şeyin insan zihninden bağımsız olarak var olduğunu söyleyemeyeceğimizi belirten Hume, insan zihnini bilgi bakımından analiz ettiği zaman, insan zihninin tüm içeriklerinin bize duyular ve deney tarafından sağlanan malzemeye indirgenebileceğini görmüştür, bu malzeme ise algılardan başka hiçbir şey değildir.
Gilles Deleuze'e göre, "Hume için söz konusu olan zihin psikolojisini, zihnin duygulanımlarının psikolojisiyle ikame etmektir. Zihin psikolojisi imkânsız, kurulamaz olandır, çünkü nesnesinde ne gerekli istikrarı ne de gerekli evrenselliği bulabilir; insanın gerçek bilimini yalnızca bir duygulanımlar psikolojisi kurabilir."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10654",
"len_data": 3768,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.27
}
|
Dârülbedâyi ya da asıl adıyla Dârü'l-bedâyi-i Osmânî, 27 Ekim 1914 tarihinde İstanbul Belediyesi bünyesinde konservatuvar olarak açıldıktan sonra okul hüviyetinden çıkıp bir tiyatro topluluğuna dönüşen; hâlen İstanbul Şehir Tiyatroları adıyla varlığını sürdüren sanat kurumu. Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulan ilk konservatuvardır. Türkiye'de Batılı anlamda tiyatronun gelişmesinde önemli bir değişimi sağlamıştır.
Tarihçe.
1914'te İstanbul Şehremini Operatör Dr. Cemil Paşa İstanbul halkının kültür ihtiyacını karşılamak amacıyla belediyeye bağlı bir sanat okulunun kurulmasını düşünmüştür. Cemil Paşa, bu iş için belediye meclisinden o dönem için oldukça büyük para olan 3000 altın lira ödenek ayırdı ve Şehzadebaşı'nda bulunan belediyeye ait Letafet Apartmanı'nı bu konservatuvar için tahsis etti.
Millî Osmanlı Tiyatrosu'nun kurucusu Reşat Rıdvan Bey'in de önerisi üzerine Paris’teki Odeon Tiyatrosu'nun müdürü André Antoine, hem müzik hem de tiyatro eğitimi verebilecek bu okulu kurmak üzere İstanbul'a davet edildi.
28 Haziran 1914'te İstanbul’a gelen André Antoine okulun ders programını hazırladı ve giriş imtihanlarını yaptı. Ünlü şair Namık Kemal’in oğlu olan ve Darülfünun’da edebiyat dersleri veren Ali Ekrem Bey’in önerisi ile ""konservatuvar" yerine “"Güzellikler Evi"” anlamına gelen "Darülbedayi"" denmesi kabul edildi. Okulun logosu hattat Nuri Bey’e ısmarlandı. Tiyatro bölümü müdürlüğüne Reşat Rıdvan, müzik bölümü müdürlüğüne ise Ali Rıfat Bey atandı. Tiyatro Bölümü için kıraat (okuma), telaffuz (söyleyiş), tecvid (tonlama), aruz, edebiyat tarihi, haile (trajedi), drama, mudhike (komedi), raks (dans), adab-ı muaşeret (görgü), eskrim gibi dersler kondu.
Okula başvuran 8'i kadın (Bayan Nivart, Sara Mannik, Mari Mineyan, İda, Roza, Efraz, Beatris Adriyan, Eliza Binemeciyan Hanımlar) 197 kişi arasından başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere Ali Naci, Peyami Safa, Halit Fahri, Behzat Hâki, Celal Sahir, Emin Beliğ, Ahmet Muvahhit, İ. Galip, Fikret Şadi, Raşit Rıza gibi tanınmış kişiler de vardı.
Resmî açılış, I. Dünya Savaşı'nın başlaması nedeniyle ertelendi. Savaşta Osmanlı İmparatorluğu Fransa’nın karşısında yer almıştı. Andre Antonie İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Onun ayrılışı nedeniyle müzik bölümü Batı müziği çalışmalarına başlayamadı ancak Türk Müziği Bölümünde, eserlerin notalarının tespit edilerek çalınmasına başlandı. Tiyatro bölümünün öğrenci ve öğretmenleri ise bazı oyunlar sahneleyerek bölümü yaşatmaya çalıştılar. Kasım ayında düzenlenen törende Türk ve Batı müziğinden örnekler çalınarak açılış yapıldı. Fakat bu başlangıç yeterli olmadı ve kurum kısa bir müddet sonra resmen kapandı.
Cemil Paşa'dan sonra belediye başkanı olan İsmet Bey, otuz yedi maddelik bir yönetmelik hazırlatarak konuyu yeniden gündeme getirdi. Ocak 1915’te hazır olan yeni yönetmeliğe göre Darülbedayi sadece bir okul değil aynı zamanda temsiller verecek bir tiyatro topluluğu olacaktı. Yöneticiliğe Raşit Rıdvan Bey atandı.
Kısa süre içinde bir okul kimliğinden çıkıp sadece temsiller veren bir okul hâline gelen Darülbedayi, ilk kez 20 Ocak 1916 yılında, Emile Fahre’nin eserinden uyarlanan “Çürük Temel” isimli oyunla Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda perdelerini açtı. Darülbedayi’nin oynadığı ilk yerli oyun, Halit Fahri Bey’in "Baykuş" adlı manzum eseri oldu. İlk defa 2 Mart 1917 gecesi oynanan bu oyunu Muhsin Ertuğrul sahneye koydu ve başrolü üstlendi. 1918-1920 yılları arasında “"Temaşa"" adlı tiyatro dergisini 25 sayı yayınladı.
Belediye Meclisinin 1 Kasım 1920'de yaptığı toplantıda kurum için yeni bir yönetmelik hazırlandı ve Darülbedayi yalnız bir tiyatro topluluğu olarak kabul edildi. Darülbedayi'den ayrılıp Almanya'ya giden Muhsin Ertuğrul, 1921'de döndüğünde kurumun yöneticisi olarak tayin edildi. Ahmet Muvahhit, İ. Galip, Behzat Hâki, Raşit Rıza ile birlikte kurumu yeniden canlandırmaya çalıştı. Ancak sanatçılar kurumun yönetiminin kendilerine bırakılmasını isteyince Darülbedayi'den çıkarıldılar.
1926'da kuruma yeni bir çalışma düzeni getirildi. Bu arada yurt dışına gitmiş olan Muhsin Ertuğrul 1927 yılı başlarında yurda döndüğünde tekrar kurumun başına getirildi. Bu dönemde Darülbedayi daha önceki basit komedi ve bulvar oyunları yerine tiyatro tarihinin büyük oyunlarını repertuvarına aldı. Muhsin Ertuğrul'un bu dönemde hazırlamış olduğu, sahne çalışmalarına ışık tutan iç tüzük Türk tiyatro tarihinin disiplinle ilgili ilk belgesidir. İleride kurulacak olan devlet tiyatrosu düşüncesi de 1927'de Ankara'ya giden Darülbedayi sanatçılarının teklifiyle başladı.
1931 yılında resmen İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlanan, 1934 yılında Şehir Tiyatrosu adını alan Darülbedayi günümüzde faaliyetlerini İstanbul genelindeki sahnelerde sürdürmektedir (bkz. İstanbul Şehir Tiyatroları).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10656",
"len_data": 4734,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.62
}
|
Astsubay, askerî hiyerarşide subaya yardımcı olarak görevlendirilen asker kişilerdir.
Tarihçe.
Osmanlı Devleti ordularında Gedikli Zabit, Küçük Zabit, Hor Zabit, Kizir, Gedikli Küçük Zabit gibi isimler ile yer almıştır. Cumhuriyet döneminde ise önce Gedikli Zabit, sonra Gedikli Erbaş olarak adlandırılırken, 1951 yılında çıkartılan bir kanunla rütbenin ismi "astsubay" olarak değiştirilmiştir. Bu kanunla birlikte daha önce olarak adlandırılan "Asteğmen, Teğmen, Üsteğmen ve Yüzbaşı" rütbeleri de "subay" olarak, "Baş Gedikli" rütbesi ise "Kıdemli Başçavuş" olarak değiştirilmiştir.
926 sayılı TSK Personel Kanunu Ek Madde 21'de "Astsubay" tanımında, Astsubaylar: "Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı kadrolarının ast komuta kademelerinde eğitim, sevk ve idare ile diğer idarî işlerde subaya yardımcı olarak görevlendirilen askerî şahıslara, astsubay adı verilir". şeklinde tanımlanmaktadır.
7852 sayılı Astsubay Kanununda ise Astsubaylar; "Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun kara, deniz ve hava kuvvetleriyle jandarma, gümrük koruma birlikleri kadrolarının astkomuta kademelerinde eğitim, sevk ve idare ile diğer idari işlerde subaya yardımcı olarak görevlendirilen askerî şahıslara (Astsubay) adı verilir." şeklinde tanımlanmaktadır.
Astsubaylar, subaylar ile birlikte 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa tabidirler. Mecburi hizmet süreleri 15 yıldır. Bu süreyi bitirerek istifa etme hakkını kazananlar, istifalarını Ocak ve Şubat ayları içinde isteyebilirler.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı Kara, Hava, Deniz, Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı bünyelerinde görev yaparlar. 926 sayılı Türk silahlı Kuvvetleri Personel Kanununda Madde 77'ye göre astsubay rütbeleri aşağıda gösterildiği gibidir.
Rütbeleri.
926 sayılı TSK Personel Kanunu ; Astsubay rütbelerinin hepsinin önünde "Astsubay" kelimesi vardır. Astsubay rütbeleri yazılırken önüne, bulundukları sınıfa göre meslek ismi ilave edilir. Örneğin Piyade sınıfından bir Astsubay Kıdemli Üstçavuş P. Asb. Kd. Üçvş. şeklinde kısaltılmaktadır. Deniz Kuvvetlerinde görevli Topçu sınıfına mensup bir Astsubay Kıdemli Çavuş ise "Top. Asb. Kd. Çvş. " şeklinde kısaltılarak yazılır.
Nasıplarından itibaren üç yılını tamamlayan ve gösterge tablosunun bir üst derecesine yükselmek için liyakatları üst makamlarca onanan;
"- Astsubay üstçavuşlara, astsubay kademeli üstçavuş,
- Astsubay kıdemli üstçavuşlara, astsubay kademeli kıdemli üstçavuş,
- Astsubay başçavuşlara, astsubay kademeli başçavuş,
- Astsubay kıdemli başçavuşlara, astsubay kademeli kıdemli başçavuş,
- Astsubay kademeli kıdemli başçavuşlara, astsubay iki kademeli kıdemli başçavuş" denir.
Astsubay Kademeli Üstçavuş, Astsubay Kademeli Kıdemli Üstçavuş, Astsubay kademeli kıdemli başçavuş ve Astsubay II.Kademeli kıdemli başçavuş ibareleri, Astsubay rütbelerinin kıdemini ifade ederler. Subaylarda kıdemlilik, "kıdem" ile ifade edilir. Astsubaylarda kıdemlilik ise "hem kıdem hem de "kademe kıdemi" tabiri ile ifade edilir. Subay rütbe kıdemlerinin kıyafete takılan kıdem işaretleri yoktur. Fakat TSK Kıyafet Yönetmeliği II nci Kısım gereğince Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı mensubu astsubayların, Astsubay II Kademeli Kıdemli Başçavuş oldukları andan itibaren, kıyafete takılan kol kıdem işaretleri vardır. Astsubay Kıdemli Başçavuş rütbesinde 6 senelik bekleme süresinden sonra, yani Astsubay Kademeli Kıdemli Başçavuş'luğun sonunda, önce bir adet olmak üzere ve müteakiben her üç yılda bir olmak üzere ve yaş haddine kadar; ceket, palto ve pardösülerinin kol ağızlarına sarı sırmadan birer adet "kol kıdem işareti" takarlar. TSK Karargâh Hizmetleri Yönergesi gereğince, askeri yazışmalarda subay ve astsubayların kıdemlerinin rütbeleri ile birlikte yazılmasına izin verilir. Örneğin; Piyade Kıdemli Albay, Piyade Albay ya da kısa olarak "P.Kd.Alb." şeklinde; Telsiz Astsubay II Kademeli Kıdemli Başçavuş olarak "Tls.Asb.II.Kad.Kd.Bçvş." şeklinde yazılır. Resmi evrakların imza bloklarında sınıf ve rütbeler kısaltma yapılmadan kullanılır, metin içinde geçen sınıf ve rütbelerde ise kısaltma yapılabilir.
Özlük hakları.
Ordunun orta kademe yöneticileri komutanlarıdır, çeşitli kuvvet ve komutanlıklarda, ilçe jandarma komutanı, jandarma bölük komutanı, karakol komutanı, takım komutanı, kısım komutanı, kademe komutanı, bot komutanı, adestim komutanı, bölük astsubaylığı, harekât eğitim astsubaylığı, idari işler astsubaylığı, şube müdürlükleri, gibi önemli makam ve görevlerde bulunurlar. Astsubayların özlük hakları 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile düzenlenilmektedir.2003 yılında Astsubay hazırlama okullarının adı Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak değiştirilmiştir. Astsubay Meslek Yüksek okulları 2 yıl süresince; Temel müşterek askeri konular, askeri liderlik, Haritacılık, Taktik vb. askeri derslerin yanı sıra, iktisat, işletme, matematik, davranış bilimleri, İngilizce gibi eşitağırlık dersleri alırlar ve Öğrenci Astsubay Adayı olarak anılırlar. 2 yıl sonunda 30 Ağustos'ta Astsubay çavuş (Asb.çvş.) rütbesiyle mezun olarak 1 yıl sürecek olan mesleki ve branş sınıf okullarına uğurlanırlar örn: Tankçı sınıfına mensup yeni mezun bir astsubay çavuş, Zırhlı birlikler okulunda 1 yıllık bir tankçı sınıf bıranş eğitimi alır bu 1 yıllık süre boyunca öğrenci Astsubay Çavuş (Öğ.Asb.Çvş.) kursiyer rütbesi ile eğitim alırlar. Bu 1 Yılın sonunda mezun olarak Tankçı.Astsubay Çavuş (Tnk.Asb.Çvş) rütbesi şeklinde kıtalara atanırlar. Böylelikle bir astsubay toplam 3 yıl mesleki ve genel kültür eğitimi görmüş olur. Astsubayların görev ve sorumlulukları Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği ile diğer kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge, talimatname ve hizmet kadrolarının açıklamalarında gösterilir.
Astsubay alımları.
Temel Kaynak Astsubay Hazırlama/Meslek Yüksek okullarıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyacı göz önüne alınarak her sene tespit edilecek kontenjan nispetinde emsali arasında temayüz etmiş en az dört yıl süreli fakülte veya yüksek okulları bitiren astsubaylar; bağlı olduğu kuvvet komutanlığının, Jandarma Genel Komutanlığının veya Sahil Güvenlik Komutanlığının teklifi üzerine kendi sınıflarında veya askeri hakim sınıfı hariç olmak üzere öğrenimlerinin ilgilendirdiği ihtiyaç duyulan sınıflarda teğmen nasbedilirler. 2003 yılında Astsubaylardan Subay olanlar Kıdemli Yüzbaşı rütbesine kadar yükselebilme kıstası yeniden düzenlenmiş ve şu anki hali ile 4 yıllık üniversite mezunu astsubaylar subay rütbesini haiz olduklarında albay rütbesine kadar yükselebilmektedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10658",
"len_data": 6610,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.31
}
|
Bazı yelkenli teknelerde ana yelkenin yanı sıra flok adı verilen küçük yelken de bulunur. Flok, yelkenli teknenin rüzgâr üstüne doğru seyrini kolaylaştırır. Floğu kullanan tayfaya ise flokçu adı verilir.
Teknelerde ön saha yelkenleri flok ve cenova olmak üzere ikiye ayrılır. Flok ve cenova arasındaki fark tamamen alansal bir farktır. Buna göre ön saha yelkeni çarmıh ayaklarını geçiyorsa Cenova olarak adlandırılır, şayet çarmıh ayakları ile baş ıstralya arasında kalıyorsa flok olarak adlandırılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10662",
"len_data": 507,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.66
}
|
Küpeşte teknelerin (bir sandal ya da bir transatlantik), iskele ve sancaktaki üst yüzeyine denir. Yelkenciler bu yüzeyde oturarak veya trapez pozisyonu alarak teknenin seyir esnasındaki dengesini sağlar.
Küpeşte; merdiven, balkon ve teraslarda, alüminyum, paslanmaz çelik gibi metal alaşımlar ve PMMA (Poli metil metakrilat) gibi termoplastik malzemelerden yapılan korkuluk sistemlerine denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10663",
"len_data": 393,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.43
}
|
Sancak,
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10665",
"len_data": 7,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 1.09
}
|
İskele, deniz taşıtlarının sol tarafını ifade etmek için kullanılan bir terimdir.
Büyük yelkenli teknelerde, gemilerde, liman veya marina girişlerinde kolay tanımlanabilmesi maksadıyla kırmızı renkte iskele borda feneri kullanılır.
Ayrıca deniz taşıtlarının yanaştığı, karadan denize uzanan yapılara da iskele denir.
Neden İskele.
İskele terimi birçok dilde aynı anlamda kullanılmaktadır. Sol taraf diye telaffuz edilmemesinin bir tarihi ve bir de teknik nedeni vardır.
Tarihi.
Bu terimin resmi olarak askeri alanda kullanımı, erken İngiliz Donanması dönenimde başlanması ile birlikte; fiili kullanımına ise Vikingler zamanına kadar uzanmaktadır. Teorilere göre Vikingler döneminde gemilerin dümeni Kürek biçiminde, geminin burun (Puruva) tarafına göre sağda(sancakta) bulunduğundan gemiler iskelelere ve limanlara sol (İskele) taraftan yanaşmak zorunda kalmışlardır; Bu nedenle devamlı olarak gemiler sol (iskele)taraflarından liman ve iskelelere bağlandıklarından ve gemiye inme, binme, yükleme ve boşaltma işlemleri bu taraftan yapılmaktadır. Bu nedenle sol taraf iskele tarafıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10666",
"len_data": 1084,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Trapez yelkencinin teknenin dengesini sağlamak maksadıyla yaptığı dışarı doğru vücudun esneme hareketidir. Yelkenci ayaklarını trapez kayışlarına geçirir, dümenci ana yelkenin iskotasını, flokçu da flokun iskotasını gererek teknenin dışına doğru sarkar.
Rüzgâr sörfünde de kullanılan trapez beli tutan bir kancanın çatal bumbanın üzerindeki trapez iplerine asılması yoluyla yelkendeki kuvveti dengelemeye yarar. Sert havalarda sörf tahtasının arkasında bulunan ayak takma yerlerinden alınan destekle birlikte kullanılır.
Uçlarına bir çubuk bağlanmış bulunan iki düşey ipten yapılmış bir jimnastik aracı.
Bu araçla gösteri yapan sanatçı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10668",
"len_data": 636,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.47
}
|
İskota, ana yelkenin veya floğun gerilme ve gevşeme hareketleri için kullanılan kalın bir iptir.
Ana yelkenin iskotası bumba ve teknenin çeşitli yerlerinde konuşlandırılmış tekli, çiftli veya baklava makaralardan geçirilir, böylece ana yelkenin gerilme ve gevşeme hareketi kolaylaştırılır.
Kısaca: Yelkenleri açmak ve tutmak için alt köşelerine bağlanan halat, zincir ve palangadan oluşan donanım
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10669",
"len_data": 396,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.3
}
|
Kırcaali (, trl: Kırdjali), Güneydoğu Bulgaristan'da, Kırcaali ilinin ve Kırcaali beldesinin merkezi. Eylül 2022 verilerine göre nüfusu 51.841 kişidir. Şehirde tren istasyonu bulunmaktadır. Kırcaali'den Hasköy ve Gümülcine (Yunanistan) yönlerine karayolları uzanır. Kırcaali Barajı da şehrin yakınında bulunmaktadır.
Coğrafya.
Doğu Rodop Dağları'nın ovasında, Arda Nehri'nin kıyısında bulunan şehir, Sofya'dan 259, Filibe'den 90 kilometre uzaklıkta bulunur. Kırcaali‚ Hasköy şehrinden ise 50 kilometre uzaklıktadır. Şehrin 15 km uzağında Perperikon antik kenti yer almaktadır. Ayrıca Kırcaali Avrupa Ulaştırma Koridorları programı kapsamında 9. koridorun geçtiği şehirlerden biridir.
İklim.
Bölgenin iklimi, yıl içinde güneşli günlerin çok olduğu, yumuşak ve yağmurlu Akdeniz geçiş iklimidir. Kış, nispeten yumuşaktır. Ortalama sıcaklık 0 °С civarındadır. Yaz ise sıcak ve güneşlidir, ortalama sıcaklık ise 24 °С'dir.
Tarih.
3000 yıl boyunca bu bölge, farklı medeniyetlerin ve kültürlerin beşik noktası olmuştur; Trakların, Antik Yunanların ve Romalıların; Slavların, Ön Bulgarların, Bizanslıların ve Türklerin kesişme noktası olmuştur.
Bu bölgede ilk yaşayanların Traklar olduğu zannedilmektedir. 6. yüzyılda Arda Nehri'nin orta kısmına Ön Bulgarlar ve Slavlar yerleşmiştir.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre Kırcaali kasabası Hicrî 765 / Miladi 1363-64 yılında Osmanlılar tarafından feth edilmiştir. Edirne sancağının bir kazasıdır. Kaza içinde 6 mahalle ve 103 köyde 6412 ev, 1 hükûmet konağı, 3 kışla, 1 hastane, 1 depo, 1 telgrafhane, 5 çeşme, 6 çanak-çömlek ve taş ocağı vardır.
Modern Kırcaali'nin 1487 yılında Karamanoğulları Beyliği'nin yıkılmasıyla Rumeli'ye gönderilen ahalisince (Antalya, Mersin, Konya, Karaman, Adana, Kırşehir, Kayseri) kurulmuş olabileceği öne sürülmektedir. 1878 Berlin Antlaşması'na göre Doğu Rumeli ilinde kaldı. Bu ilin Bulgaristan Prensliği'ne katılmasından sonra şehir Türkiye'ye bırakıldı. Balkan Savaşları'nda (1912-13) Bulgarlarca işgal edildi. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'nin Gümülcine ile birlikte merkezi oldu. Ordu kuruldu, direniş gerçekleştirildi ve başarılı olundu ancak Osmanlı bu hükûmeti tanımadı ve Bulgaristan ile birlikte bu devlete son vermek istedi.
Zengin Osmanlı mirasıyla uzun yıllar Rodoplar'ın en gelişmiş kenti olmuştur.
Kırca Ali'nin kendi adını taşıyan kentte Osmanlı döneminden kalma türbesi vardı. Türbesi günümüzde Kırcaali Merkez Camii'nin bahçesinde, pazarın yanında bulunmaktadır.
Demografik yapı.
1892 tarihli Şevket Dağdeviren salnamesine göre halkının tümü Müslüman olup erkek ve kadın 34801 nüfusu vardır.
1920 yılında nüfusu 4.417 kişi olmuştur. 1926 yılında 6.487 idi. Bu yıllardan sonra kent pek hızlı bir gelişme gösterdi. 1910 yılında da basılan bir Osmanlı salnamesine göre, Kırcaali'de yalnızca 226 Bulgar vardı, geri kalan nüfusun hepsi Müslüman-Türk idi. 1950 öncesinde dahi nüfusunun hemen hemen tamamı Türk iken, zamanla Türklerin Türkiye'ye göçmesi ve yerlerine Bulgar ve Çingenelerin yerleşmesiyle demografik yapısı biraz değişmiştir. 1985'te dolaydaki üç köyle birleştirilen Kırcaali şehri Hasköy iline bağlandı.
2001 Bulgaristan nüfus sayımında Kırcaali Valiliği geneli için 164.019 nüfus rakamı verilmiştir. Mensup olunan etnik grup ve anadil için beyana dayalı veriler 101.000-101.500 Türk, 55.000-57.000 Bulgar şeklindedir. Dinî aidiyet konusunda 114.000 kişi Müslüman, 35.500 kişi Hristiyan olduklarını belirtmişler, 13.500 kişi bu konuda bildirimde bulunmamıştır. 55.000 Bulgar olmasına rağmen 35.000 Hristiyanın olması Kırcaali'de 20.000 kadar Pomak'ın yaşadığını göstermektedir. Kırcaali'de 1.200 kadar da Roman olduğu anlaşılmaktadır. Kırcaali şehrinin nüfusu ise 2006 son verilerine göre 63.164'tür.
Politika.
Yerel yönetimler tamamen Türklerin elindedir. 2005 Bulgaristan genel seçimlerinde Kırcaali eyaletinden seçilen 5 milletvekilinden 5'i de Türk'tür. Türk azınlık ağırlıklı Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) oyların %67,32'sini almıştır. Kırcaali milletvekillerinin isimleri Ahmet Demir Doğan (HÖH Başkanı), Lütfü Ahmet Mestan, Remzi Durmuş Osman, Ünal Tasım ve Necmi Niyazi Ali'dir ve Kırcaali şehri belediye başkanı Hasan Aziz'dir.
Son yapılan 2015 Bulgaristan genel seçimlerinde Kırcaali eyaletinde, Türk azınlık çoğunluğunun destek verdiği Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) oyların %59.41'ini, yaklaşık olarak 17.942 kişinin desteğini alarak belediye başkanlığını mühendis Hasan Aziz sürdürmüştür. Seçimler sonucunda 41 Belediye meclisi üyelerinin 23'ü azınlık kökenli olmuştur.
HÖH'ün 24 Kasım 2015 tarihinde Rus uçağının düşürülmesinde Rusya'dan yana olmasını gerekçe göstererek, eski HÖH'lü Lütfi Ahmet Mestan önderliğinde Sorumluluk, Özgürlük ve Hoşgörü için Demokratlar'ın (DOST) kurulmasına karar verilmiştir. Böylelikle Bulgaristan'da Türk azınlıklar tarafından desteklenen 2. parti kurulmuş oldu.
Ekonomi.
Ulusal İstatistik Enstitüsünün 2015 yılı Kasım verilerine göre, Silistre ile birlikte Bulgaristan'nın gayri safi yurt içi hasılası en düşük şehridir.
Makine, besin, tütün vb. sanayileri ve oto montaj fabrikası bulunur. Arda ırmağı boyunca çıkarılan tütünün büyük bölümü burada depo edilir.
Toplum Kurumları.
Müze.
Kırcaali'deki Bölgesel Tarih Müzesi Güney Bulgaristan'ın en büyük müzelerinden bir tanesidir. Müzede Perperikon ve Tatul harabelerinden bulunanlar sergilenmektedir. Yaklaşık 40.000 sergilenen eser vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11079",
"len_data": 5395,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Platon veya Eflatun (Yunanca: Πλάτων "Plátōn"; MÖ 428/427 veya 424/423 – 348/347), Antik Yunan filozofu ve bilgesi.
Dünyada üniversite düzeyindeki ilk kurumlardan biri olan (ve bu kurumlara günümüzdeki adını veren) Akademi'nin kurucusu olan ve düşünce tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden Platon, felsefe ve bilim tarihindeki pek çok tartışmanın temellerini atmış, Hristiyanlık ve İslam gibi pek çok dini de derinden etkilemiştir. Hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte felsefe tarihinin en etkili ismidir ve iddialarının büyük bir kısmı bugün hâlâ önemini korumakta, tartışılmakta ve çoğu düşünceye katkıda bulunmaktadır. İngiliz matematikçi ve filozof Alfred North Whitehead "Avrupa felsefe geleneğiyle ilgili yapılabilecek en güvenilir genel nitelendirme, Platon'a ait bir dizi dipnottan oluştuğudur.", demiştir.
Çağdaşlarının aksine, eserlerinin tahminen hepsi günümüze kalabilmiş olan Platon genellikle kendi çevresinden (ya da kendi için önemli) karakterlerden oluşan, belirli bir mekanda ve zamanda geçen, bir konu etrafında insanların tartıştığı ve birbirlerine karşı argümanlar vererek iddialarını çürütmeye veya ispatlamaya çalıştığı, çeşitli şakalar ve göndermeler de içeren, tiyatro metinlerine oldukça yakın kurgusal diyaloglar yazmıştır. Çoğunun ana karakteri Sokrates olan bu diyaloglar uzunluk, konu ve işleniş açısından büyük farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle Platon'un etik, estetik, metafizik, politika gibi farklı alanları işlediği bu metinlerde pek çok düşünceyi hayatı boyunca tekrar tekrar değerlendirdiği, düşüncelerini değiştirdiği veya yeniden ele aldığı düşünülmüş, diyalogların kronolojisi, nasıl yorumlanması gerektiği, hangi iddiaları Platon'un kendinin savunduğu ya da Platon'un diyaloglarında yazmadığı düşünceleri olup olmadığı tartışma konusu olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Politik felsefenin kurucusu kabul edilen Platon'un, sadece akıl aracılığıyla bilinebileceğini iddia ettiği tümel gerçekler olan "idealar" teorisi, ruhun akıl, duygular ve arzulardan oluşan üç parçası olduğu ve bu parçalar arasında aklın yönetimine dayanan bir uyum kurulması gerektiği iddiası ve bu teoriler üzerine kurduğu etik ve politik düşünceleri tarih boyunca akıl, ruh, beden, tümeller, ahlak ve devlete dair tartışmalarda oldukça etkili olmuştur. En sık okunan ve temel düşüncelerinin çoğunu açıkladığı düşünülen diyalogları "Devlet", "Sokrates'in Savunması", "Phaidon", "Şölen", "Theaitetos", "Menon", "Parmenides", "Protagoras" ve "Timaios" olan Platon'un bunlar dışında asıl Sokrates'in bir konu hakkında konuştuğu kişinin verdiği cevapları çürüterek o insanı kendini sorgulamaya ve böylece felsefe yapmaya yönlendirme sürecini tasvir ettiği eğlenceli diyalogları tarih boyunca oldukça popüler olmuşlardır. Sokrates'in yanı sıra kendinden önce gelen Herakleitos, Parmenides, Pisagor gibi filozoflardan da etkilenen Platon'un bu filozoflara yer verdiği metinleri aynı zamanda haklarında günümüze çok az şey kalmış olan bu filozoflara tanıklık ederek kaynak oluştursa da, Platon'un metinlerinin kurgusal metinler olduğu unutulmamalıdır.
Platon'un aşk üzerine "Şölen" adlı bir diyaloğu ve diğer diyaloglarında bu konuda çeşitli iddiaları bulunsa da, hiçbiri günümüzdeki anlamıyla "Platonik aşka" karşılık gelmemektedir. Platon gerçek aşka bedensel hazlara yönelerek değil ruhsal bir yolla gerçeğin, güzelin, iyinin kendine dönük bir yönelimle ulaşıldığını iddia ettiği için zaman içerisinde 'Platonik aşk' terimi günümüzde 'romantik ya da cinsel bir karşılık beklenmeyen aşk' anlamı kazanmıştır, oysa Platon cinselliğe ya da romantik ilişkilere karşı çıkmamaktadır.
Hayatı.
Platon'un hayatıyla ilgili hemen hemen hiç kaynak bulunmamaktadır ve hakkındaki pek çok rivayet milattan sonra 3. yüzyılda (yani Platon öldükten 5 yüzyıl sonra) pek çok filozofun biyografisini yazan Diogenes Laertios'a dayanmaktadır. Diogenes Laertios, Platon'un asıl isminin dedesinin adı olan "Aristokles" olduğunu, Platon'un iyi bir güreşçi olduğunu, "geniş" anlamına gelen "Platon" isminin güreş hocasının taktığını, göğsü, omuzları, çenesi ya da alnı geniş olduğunu için taktığı bir lakap olduğunu aktarmaktadır. Milattan sonra birinci yüzyılda yaşamış olan Seneca ise Platon'un göğsünün geniş olduğu için ona bu lakabın verildiğini söylemektedir. "Platon" ismi o dönemde yaygın bir isimdir, fakat eğer lakapsa bile Platon bütün eserlerini bu adla yazmıştır, yakın zamanda 'en itibarlı' anlamına gelen "Aristokles" isminin sonradan biyografi yazarlarının uydurması olduğu ve Platon isminin asıl adı olduğu da iddia edilmiştir.
Diogenes Laertios Platon'un doğum tarihini kendi tahminlerine göre 428/7 yıllarına yerleştirmiştir ancak günümüzde Platon'un Yedinci Mektup'undan yola çıkarak 424/3'te doğmuş olması gerektiği düşünülmektedir. Atina kentinin köklü ve asil bir ailesinden gelen Platon'un gençliğinde güreşe ek olarak (güreş o dönemde varlıklı genç erkekler arasında yaygın bir faaliyetti) tiyatro oyunları yazdığı (Atina şehrinde her sene şehir için oldukça önemli ve oldukça popüler tiyatro festivali yapılmaktaydı) söylenir. Politikaya atılmayan Platon muhtemelen bütün hayatını ailesinden kalan mal varlığını felsefe yapmaya harcayarak geçirmiştir. Kendisinden önce Atina'nın düşünce dünyasındaki en etkili figürlerden biri olan Sokrates'in öğrencisiyken Sokrates Atina devleti tarafından suçlu bulunmuş ve (Platon tahminen 25 yaşlarındayken) öldürülmüştür. Platon'un yazdığı "Sokrates'in Savunması" Sokrates'in ağzından ölümüne karar verildiği davada yaptığı savunmayı anlatmaktadır, fakat Sokrates bu konuşmasında ne kendini savunur, ne de özür diler, sadece kendine yöneltilen suçlamalarla ilgili kendi düşüncelerini söyler.
Babası Ariston, annesi Perictione olan Platon'un "Devlet" kitabında tartışmanın ana karakterleri olarak yer verdiği Adeimantus ve Glaukon adında iki erkek kardeşi ve Potone adında bir kız kardeşi vardır. Kız kardeşinin oğlu Speusippos Platon öldükten sonra Akademi'nin başına geçmiştir. Platon'un annesi Perictione'nin kardeşi Kharmides (Platon'un "Kharmides", "Şölen" ve "Protagoras" diyaloglarında konuşur) ve dedesi Kritias Kharmides ve "Protagoras"'ta konuşan Kritias'ı Platon Callaeschrus'un oğlu, yani annesinin dedesi olarak tanıtır, fakat "Timaios" ve "Kritias" diyaloglarında tanıtmadığı ve yaşlı tasvir ettiği için başka bir Kritias'dan bahsettiği düşünülebilir) Otuz Tiran döneminde Atina politikasında önemli yer alan figürlerdir. Aynı zamanda Sokrates'le yakın olan Kritias bu dönemde lider rolü üstlenmiş ve Atina halkından oldukça tepki toplamıştır, dolayısıyla Sokrates'in idama mahkûm edilmesi tarihçiler tarafından Sokrates'in etrafındaki önemli politik figürlere verilen bir tepki olarak da değerlendirilmiştir.
Platon'un hayatı hem Atina için hem de bütün Antik Yunan Medeniyeti için oldukça büyük değişimlerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir. Antik Yunan Medeniyeti milattan önce beşinci yüzyılda Ege Denizi'nin iki tarafına, Marmara ve Karadeniz kıyılarına, Sicilya ve Güney İtalya'ya yayılmış, Doğu Akdeniz kıyılarında da oldukça etkili olmaya başlamıştır. Atina ve Sparta bu süreçte ekonomik ve politik güç olarak yükselmişler ve bir süre sonra birbirleriyle MÖ 431-404 yılları arasında süren Peloponez Savaşı'na girmişlerdir. Atina bugün "doğrudan demokrasi" diyebileceğimiz bir yönteme yakın yönetime katılmada toplumsal eşitlik ve yasaya bağlı adaletin vurgulandığı bir sistemle kendini yönetirken, Sparta asiller ve köleler arasında katı bir sınıfsal ayrıma dayalı bir oligarşiye sahipti. Savaşın başında oldukça etkili emperyalist bir güç olan Atina kenti savaşta Sparta'ya yenilmiş, Sparta zoruyla Atina yönetimine "Otuz Tiran" getirilmiş, bu dönemde uygulanan idamlar ve baskılar sekiz ay sonra isyanla devrilmelerine ve bu sefer yeni yönetim tarafından Otuz Tiran'ın ve yandaşlarının idam edilmesine yol açmıştır. Tarihçiler Sokrates'in de bu dönemde Pelopones Savaşında Atina için büyük kayıplara neden olan Alkibiades ve Otuz Tiran'da etkili olan Kritias gibi nefret duyulan figürlerle ilişkileri nedeniyle öldürüldüğünü düşünmektedir.
Dönemin varlıklı ailelerinin çocukları gibi Platon da gramer, müzik ve spor eğitimi alarak büyümüş olmalıdır; ancak o dönemin gramer ve müzik eğitimi günümüzün müzik, şiir, dil bilgisi, edebiyat, tarih gibi konularını, spor da beden eğitiminin yanı sıra savaş talimlerini de kapsamaktaydı. Spor yarışmalarından oluşan Olimpiyat oyunlarının yanı sıra şiir ve tiyatro performansı yarışmalarından oluşan festivaller Antik Yunan medeniyetinin kültürel yaşamının önemli parçalarıydı ve Platon'un yaşadığı dönemde Atina bilim, sanat ve kültürde başı çekiyordu. Ayrıca Platon'un hayatı boyunca iki önemli seyahat yaptığı düşünülmektedir. Birinci gezisinde Sicilya ve Güney İtalya'daki Yunan şehirlerinde orada etkili olan Pisagor ve Parmenides felsefesinden etkilendiği, ikinci gezisini yaptığı düşünülen İskenderiye veya Antik Mısır gezilerinde de Babil ve Mısır'da gelişmiş olan kozmoloji, astroloji ve Museviliğin tanrı ve yaradılış anlayışlarından etkilendiği varsayılmakla birlikte Platon'un bu ikinci gezisinde ne gördüğüyle ilgili net veriler bulunmamaktadır. Kırk yaşında gezilerini tamamlayıp Atina'ya döndüğü söylenen Platon'un eserlerinin tahmini kronolojisine dayanılarak çıkarılan düşüncesindeki gelişmelerin seyahatlerinde gördükleri ve öğrendikleriyle ilgili olduğu düşünülmektedir.
Bunun yanı sıra Atina'nın politik dünyasına dahil olmasa da Diogenes Laertios'a göre Sicilya'nın önemli bir Yunan kenti olan Siraküza'nın yöneticisi olan Dionysius'un yanına gitmiş, Dionysius'un kayın biraderi Dion, Platon'un öğrencisi olmuş; ancak tiran Dionysius Platon'a karşı çıkınca Platon köle olarak satılmış ve onu tanıyan Anniceris tarafından özgürleştirilip Atina'ya geri gönderilmiştir. Platon'un Yedinci Mektubu'na göre Dionysius öldükten sonra başa geçen Dion, Platon'u varisi 2. Dionysius'u eğitmesi ve Platon'un öğretilerine uygun bir filozof kral yapması için tekrar çağırmış; ancak 2. Dionysius Dion'dan şüphe ederek onu sürgüne yollayıp Platon'u zorla alıkoymuş en sonunda Platon Siraküza'yı terk etmiştir. Dolayısıyla Platon kendi zamanının aktif politikasından kopuk olmayan, hatta politikayla olan bağları sebebiyle hayatı tehlikeye girmiştir. Filozofun kendi yaşadığı zamanın Akdeniz ve Orta Doğu kültürlerini yakından bilen birisi olduğu görülmektedir. Bu açıdan Platon sadece ürettiği düşüncelerin yelpazesi ve derinliği açısından değil, aynı zamanda en azından politik felsefesini kısmî olarak da olsa uygulamaya koyma imkânı bulması açısından da ender görülen filozoflardan biridir.
Tahminen gezilerini tamamladıktan sonra Akademi'deki okulu kuran Platon, bu dışa kapalı okulda dönemin Atina'sındaki pek çok önemli insanla felsefi ve bilimsel tartışmalar sürdürmüş ve özgün düşüncelerini içeren pek çok diyaloğunu bu sırada yazmıştır. Platon altmışlı yaşlarındayken 17 yaşındaki Aristoteles Platon'un okuluna gelmiş ve yirmi yıl burada bulunmuştur. Bir yandan Aristoteles'in Platon'unkinden oldukça farklı bir felsefesi olması, yazılarında Platon'u pek çok nokta daha eleştirmesi, Platon'un düşüncesinin çoğu noktasında problemler görmesi, öbür yandan Platon'un son döneminde yazdığı düşünülen eserlerindeki bazı iddiaların önceki metinlerinden uzaklaşması veya farklılaşması Aristoteles'in Platon'un metinlerine yönelik eleştirel tutumunu belirlemiştir. Platon ve Aristoteles arasında, aralarındaki yaş farkına rağmen üretken bir diyalog olduğunu düşündürebilir. Platon seksenli yaşlarının başında ölmüş, yerine Akademi'nin başına yeğeni geçtiğinde Aristoteles Akademi'den ayrılmış, daha sonra o da Atina'nın Lyseum (bu isim de günümüzdeki 'lise' sözcüğünün kaynağıdır) bölgesinde kendi okulunu kurmuştur.
Eserleri.
Platon'un eserleri kronolojik olarak üç gruba ayrılabilir:
İlk: "Sokrates'in Savunması", "Kharmides", "Kriton", "Euthyphro", "Gorgias", "Hippias (minor)", "Hippias (major)", "Ion", "Laches", "Lysis", "Protagoras"
Orta: "Kratylos", "Euthydemus", "Meno", "Parmenides", "Phaidon", "Phaidros", "Devlet", "Symposion (Şölen)", "Theaitetos"
Son: "Kritias", "Sofist", "Devlet Adamı", "Timaios", "Philebos", "Yasalar"
Fakat aslında bu ayrımı yapabilmemizi sağlayan olgular yalnızca dil bilimcilerin Platon'un dil kullanımındaki ortak özelliklere bakarak yaptığı çıkarımlar ve eserlerin içeriklerindeki değişimlere ve gelişimlere dair yorumlamalardır. Bazıları ilk ve orta dönem arasında bir geçiş dönemi de görmektedir. Kimileri ise böyle bir ayrımı yapmaya çalışmayı reddetmekte, Platon'un eserlerinin bir bütün olarak görülmesi gerektiğini savunmaktadır. Çok yakın bir zamana kadar eserlerin kronolojisi umursanmamış, hatta kurgusal olmadıkları, yaşanmış olayları aktardıkları varsayıldıkları da olmuştur. Platon'un eserlerinin tamamını (ve Platon'a atfedilen ancak sonradan onun olmadığı kanıtlanmış pek çok başka diyaloğu) yorumla birlikte 16. yüzyılda basan Henricus Stephanus'un bastığı metin günümüzde Platon'un metinlerindeki satırların referans numaralarını belirlemek için kullanılmaktadır.
İlk dönem olarak adlandırılan eserler Sokrates'in konuyla ilgili otorite kabul edilen ya da kendini otorite olarak gören birisine "... nedir?" biçiminde çoğunlukla ahlak kavramlarının anlamlarını sorması, verilen çeşitli cevapları mantıkla test ederek çürütmesi ve en sonunda konuştuğu kişinin cevabı bilmediğini göstermesi sürecini anlatmaktadır. Çok uzun olmayan bu diyaloglar genellikle kısa soru cevap cümlelerinden oluştukları ve pek çok şaka ve gönderme içerdikleri için tiyatroya oldukça yakın, canlı metinlerdir. Sadece sorular sorduğunu, pozitif bir iddiada bulunmadığını iddia eden Sokrates kendinin de bir şey bilmediğini iddia etmekte, bir şey bildiğini iddia eden karşı tarafın iddialarını ise boşa çıkarmaktadır. Bu diyalogların Sokrates'in Atina'da gerçekten yaptığı tartışmalara ve kendi felsefi tutumuna yakın olduğu düşünülmektedir. Bir insana sorular sorarak onun kendiyle çeliştiğini ona söyletme yöntemine "Sokratik metot" denmektedir. Bu diyalogların çoğu sonuçta varılan bir cevabın bulunamadığı ucu açık bir noktada bittiği için Antik Yunancada 'ne diyeceğini bilememe durumu' anlamına gelen "aporia" ile bittiği söylenir.
Orta dönem olarak ayrılan eserlerin Platon'un "idealar" (ya da formlar) teorisini geliştirdikten ve özellikle Pisagor, Herakleitos ve Parmenides'in düşüncelerini inceledikten sonra yazdığı düşünülmektedir. Bu dönemde de Sokrates ana karakter olsa da, çok daha uzun olan metinler bir görüşün savunulduğu ya da ispatlanmaya çalışıldığı, farklı düşüncelerin tartışılarak hangisinin doğru olduğunun anlaşılmaya çalışıldığı metinlerdir. "Theaitetos" bilgi nedir sorusuyla başlayıp, çeşitli iddiaları inceledikten sonra aporia ile bitse de bu sürede Sokrates pozitif iddialar olarak yorumlanabilecek pek çok argüman vermektedir. "Parmenides" diyaloğu ise Parmenides'in Sokrates'i çürütmesi sonrası amacı hâlâ daha farklı yorumlanan uzun bir bölümle devam etmektedir. İlk döneme zıt olarak "Phaidon", "Devlet" ve "Parmenides"'te asıl düşünceleri çürütülen ya da sorgulanan veya düşüncelerini ispatlanması beklenen kişi Sokrates karakteridir, fakat bu dönemdeki eserlerin hiçbirinin gerçek Sokrates'i yansıtmadığı, Platon'un kendi özgün fikirlerini ortaya koyduğu düşünülmektedir. Platon'un en ünlü eserlerinden "Devlet", "Phaidon", "Şölen" ve "Menon" bu dönemdedir.
Son dönem eserlerinde ise Platon iyice diyalog formatından uzaklaşmış, her ne kadar karakterler ve bir sahne olsa da monologa yaklaşan kesintisiz, uzun konuşmalardan oluşan oldukça karmaşık argümanlar ve iddialar içeren diyaloglar yazmıştır. "Timaios", "Sofist", "Devlet Adamı" ve "Yasalar" gibi eserlerinin nasıl yorumlanması ve orta dönem eserleriyle ilişkisi bugün hâlâ tartışma konusudur. Özellikle "Timaios"'ta geliştirdiği ontolojik, metafiziksel ve kozmolojik argümanlar felsefe ve bilim tarihinde oldukça etkili olmuştur, zaten Rönesans'a kadar Avrupa'da Platon'un tek bilinen eseri Timeios'tur. Her ne kadar Platon bu son dönem eserlerinde orta dönem eserlerinde ele aldığı konuların çoğunu yeniden ele alarak çok daha gelişmiş teoriler ortaya atsa da günümüzde bu metinler Platon'un orta dönem eserleri kadar popüler değillerdir.
Konuların işlenişi değişse de Platon'un bütün eserlerinde karakterler, olayların geçtiği yer ve zaman, tartışmaların nasıl bir atmosfer içerisinde ilerlediği, karakterlerin verdiği tepkiler argümanların birer parçasıdır, dolayısıyla Platon'un diyalogları salt felsefi ispatlar sunan metinler olarak değil, edebi sanat eserleri olarak da okunmalı ve Platon'un felsefesi bu perspektif göz önünde bulundurularak yorumlanmalıdır.
İdealar Teorisi.
Platon'un felsefesi temel olarak "Phaidon"'da açıkladığı, algılanan şeylerle düşünülen şeyler arasındaki ayrıma dayanır. Bilginin nesnesinin, yani bilebileceğimiz şeylerin yalnızca düşünülen şeyler olabileceğini söyleyen Platon, algıladığımız şeylerin ancak kanıların, kanaatlerin, görüşlerin, sanıların nesnesi olabileceğini iddia eder. Herakleitos'tan etkilenerek algıladığımız her şeyin durmadan değişim içinde olduğunu, fakat bilginin değişmeyen, sabit bir şey olması gerektiğini, dolayısıyla bilgiye ancak düşüncede ulaşılabileceğini düşünmektedir.
Belki de en etkili ve en önemli teorisi olan idealar teorisini hiçbir zaman tam olarak ana tartışma konusu olarak eserlerinde yazmamış, "Phaidon" ve "Devlet" gibi bazı eserlerinde var olduklarını var saymış, "Parmenides" diyaloğunda ideaların ne olamayacaklarına dair iddialara yer vermiş, orta dönem eserlerinden sonra son dönem eserlerinde açıkça idealardan çok az yerde bahsetmiş; ancak ideaların varlığına olan inancından hiç vazgeçmemiş görünmektedir. Bu nedenle Platon'un idealar teorisini tamamlanmamış, ucu açık ve keşfedilmeyi bekleyen pek çok tarafı olan bir teori olarak düşündüğü, bir çeşit felsefi proje ya da soru olarak ele aldığı varsayılabilir.
Antik Yunanca "idea" ("eidos"), "görünen" demektir ve buna ek olarak, 'form, biçim, tür' anlamları da vardır. "Devlet" kitabında Platon güzel olan pek çok şey gördüğümüzü, bunlarda ortak olan güzel diye bir şeyin var olduğunu, bu nesnelerin ne kadar güzel oldukları değişirken onlarda ortak olan güzelin değişmeyen, mutlak ve tam anlamıyla güzel, "güzelin kendi" olduğunu iddia eder. Bu anlamda idealar algıladığımız nesnelere algıladığımız özelliklerini kazandıran, o özelliklerin "kendi" olan mutlak değişmeyen düşünce nesneleridir. Algıladığımız nesneler bir özelliğe sahip olduklarında o özelliğin ideasına "katılmakta", ondan "pay almaktadırlar" ("methekein"). Fakat Platon bu 'katılma'nın metafiziksel olarak nasıl bir şey olduğuyla ilgili bir teori vermemiş olsa da "Timaios"'ta niteliklerin nasıl oluştuklarını açıkladığı kısım dolaylı olarak bu soruya cevap gibi görülebilir. "Timaios" diyaloğunda nitelikler daha temel elementlerin geometrik özelliklerinden yola çıkarak açıklanırlar ve temel elementlerin bütün meydana gelme biçimlerini belirleyen "demiurgos" yani "sanatçı, zanaatkar, ya da yaratıcı" varoluşun bütün hallerini varlığa yani idealara bakarak var ettiği için, algıladığımız nesnelerde beliren bütün nicelikler demiurgosun yaratım sürecinde idealara "bakarak" yarattığı tikel varoluşlarının bizim algımıza yansımalarıdır.
Platon ideaları bir özelliğin ölçüldüğü mutlak standart olarak da düşünmektedir. Bir anlamda, ilk dönem diyaloglarında pozitif bir iddiada bulunmuyor gibi görünse de, Sokrates "... nedir?" sorusuna cevap isterken tümel tanımlar beklemekte ve aslında bir kavramın bütün nesnelerini içeren tümel ifadelere ulaşmaya çalışmaktadır. Bu açıdan idealar teorisinin Sokrates'e ait olabileceği ya da Sokrates'in idealar teorisinin farklı bir versiyonuna inandığı öne sürülmüştür. İdeaları algı yoluyla değil düşünce yoluyla bildiğimizi iddia eden Platon, "Menon" ve "Phaidon" diyaloglarında ideaları doğduktan sonra öğrenmediğimizi, fakat onlara ruhumuzda zaten sahip olduğumuzu, fakat doğarken beden maddi yapıda olduğu için ruhtaki bilginin unutulduğunu, felsefe yoluyla ruhtaki bu bilginin tekrar ortaya çıkarılarak 'hatırlanabileceğini' iddia eder. İronik bir biçimde tarihte ilk üniversitenin kurucusu olan Platon 'bilgi aktarma' anlamında eğitimin imkânsız olduğunu söylemektedir, bilgi aktarılan bir şey değil, zaten ruhta olan ideaların tekrar ortaya çıkarılması, hatırlanmasıdır. "Devlet" diyaloğunda felsefi sürecin "diyalektik" yani kelimenin o günkü anlamıyla "tartışma" olduğunu, farklı hipotezlerin karşılaştırılarak en sonda hipotetik olmayan bir ve temel gerçeğe ulaşma süreci olduğunu söyler. Bu hipotetik olmayan gerçek, diğer bütün gerçekliğin nedeni olan idealardır.
Ancak idealara ulaşmanın nasıl bir şey olduğu çok açık değildir. Platon ideaların ne olduğunu söylemektense onları ve onlarla ilgili çeşitli özellikleri var sayar. "Şölen" diyaloğunda aşktan bahsederken aşk ideasına nasıl ulaşılacağını dört aşamada betimlemiştir. Önce bir insana aşık olarak tikel ve algıyla kavranan aşkı tanırız, sonra bu tikel algısal aşkın başka insanlardaki başka biçimlerine bakarak genel algısal aşkın ne olduğunu anlarız, sonra genel aşkı soyutlayarak düşünsel ve genel olan aşka ulaşırız. Bu düşünsel ve genel aşkı araştıra araştıra en sonunda genelin tamamına hakim olan tek bir aşka varırız. İşte bütün aşkın nasıl olacağını belirleyen, aşkın bütün durumlarında "görünen" fakat kendi hiç değişmeden kalan gerçek aşk, "aşkın kendi" odur. "Devlet" diyaloğunda idealar hem nesnelerin bir özelliğe sahip olmalarının nedeni, hem de buna dair bizdeki bilginin nedeni olarak açıklanmaktadır, dolayısıyla bir şeyin gerçek olabilmesi ancak idealar tarafından sağlanmasıyla mümkündür. Gerçeği düşünsel nesnelere dayandırdığı için kimileri Platon'u "idealist" olarak adlandırırken, kimileri de tümel özelliklerin zihnimizin dışında var olduğunu iddia ettiği için "realist" olduğunu söylemiştir.
Platon ideaların algıyla kavranamayacağını iddia ettiği fakat onların var olan nesneler olduklarını söylediği için pek çok insan tarafından "idealar dünyası" diye "üçüncü bir dünyanın" (algısal ve zihinsel dünyaya ek olarak) varlığını iddia ettiği şeklinde yorumlanmıştır, fakat bu yorum yanlıştır çünkü Platon hiçbir metinde ideaların hacme sahip uzayda yer kaplayan cisimler olduğunu iddia etmez, dahası algısal ve zihinsel olan şeylerin de iki ayrı "dünya" olduğunu iddia etmez, tam tersi "Timaios"'ta yalnızca bir evrenden bahseder. İdealar, fiziksel nesnelere karşıt olarak fiziksel olmayan, dolayısıyla fiziksel nesnelerin değişmek, ortaya çıkmak ve yok olmak gibi "kusurlarına" sahip olmayan mükemmel varlıklardır, hatta kelimenin tam anlamıyla varlığın kendidirler. "Devlet" diyaloğunda idealar arasında bir seviye ilişkisi olduğunu da iddia eden Platon, iyi ideasının en üstte, varlıktan bile ötede olması gerektiğini, çünkü varlığın varlık olmasını iyi ideasının sağladığını iddia eder. Bu iddianın kanıtı Platon'un metafiziğin en temel sorularından biri olan "neden hiçbir şey yerine bir şey var?" sorusuna cevabıdır: bir şey vardır çünkü bir şeyin var olması hiçbir şey olmamasından daha iyidir, dolayısıyla hiçlik yerine varlığın olmasının nedeni iyi ideasıdır. İyi ideası diğer her şeyi belirleyen temel idea olduğu için, bütün idealar ve bütün varlık iyidir.
Platon ideaları ortaya atarken kendi zamanında popüler olan sofistlerin ortaya attığı pek çok soruna çözüm üretmeyi amaçlamaktadır. Bu sorunlardan birisi bir özelliğin nasıl birden fazla nesnede olabildiği sorunudur. "Birden fazla nesneye atfedilebilen özellikler" anlamında tümellerin ne oldukları tam da Platon'un idealar teorisini ortaya atmasıyla felsefenin konusu haline gelmiştir. Ayrıca sofistler retorikle yani inandırıcı konuşma yöntemleriyle pek çok yanlış iddiayı doğruymuş gibi göstermektedirler, Platon ise mantık temel alındığında gerçeğin idealara varacağını iddia etmektedir. Ayrıca Platon idealar teorisi sayesinde sadece fiziksel özelliklerin değil, ahlaki ve estetik kavramların da tümel olduklarını iddia edebilmiş ve evrensel ahlaki yasaların ya da güzelliğin ne olabileceğini tartışmaya açabilmiştir. Bu anlamda Platon idealar teorisiyle çok fazla problemi çözmeye çalışmaktadır, teorinin "bitmiş" bir halini hiçbir zaman sunmaması bu çabasına bağlı olabilir.
İdea nedir sorusuna Platon'un cevabı "gerçek olan şey" gibi görünüyor. İdeaların zamandan ve mekandan bağımsız, tümel, mükemmel, mutlak, değişmeyen, ortaya çıkmayan veya yok olmayan fakat yalnızca "var" olan şeyler olduğunu; ancak düşünce yoluyla, saf akıl ile bilinebileceklerini, varoluş halindeki algıyla kavranan her şeyin ve onlara dair bilgimizin nedeni olduklarını söylemiştir. Fakat idealarının bir çeşit "öteki dünya" ya da "ruhlar alemi" gibi yorumlanması Orta Çağ'da yaygınlaşan Hristiyan ve İslam inanışlarının ruh ve evren anlayışlarından kaynaklanmaktadır. İdealar soyut nesneler olsalar bile zihinsel nesneler değillerdir, dolayısıyla bu anlamda hayal edilemezler, zihinsel olarak görselleştirilemezler, öyle görünüyor ki Platon'a göre sadece düşünülebilirler, bilinebilirler ve söylenebilirler. Dolayısıyla Platon'un ne kadar "zihinsel" bir şeyden bahsettiği yoruma açık olsa da tarihte pek çok insan ideaları zihinde inşa edilen nesneler olarak yorumlamış, dolayısıyla Platon'un gerçeğin sadece zihnin içinde olan şeyler yoluyla anlaşılacağını iddia ettiği ya da gerçekliğin tamamının zihnin içinde olduğunu söylediği sonucuna varmış, kimi bu sonucu desteklemiş, kimi eleştirmiştir. Platon'un gerçekten ne dediği ise hâlâ yoruma açıktır ve bu felsefe tarihini kateden önemli sorulardan biri gibi görünmektedir.
Ruh.
Platon'un "Devlet" diyaloğunda tasvir ettiği üç bölümden oluşan ruh, tarih boyunca insan doğasını anlamlandırmaya çalışan pek çok düşünceye temel teşkil etmiştir. Platon ruhun akıl, duygular ve arzulardan oluştuğunu söyler, fakat bu kelimelerin anlamları onun terminolojisinde biraz daha farklı anlamlara sahiptirler. Platon'un ruh için kullandığı kelime "psüke" aslında daha çok "canlılık veren şey" anlamına gelmektedir ve ilk defa Platon aklın canlılık veren psükeden kaynaklanan bir şey olduğunu ileri sürmüştür. Ondan önce aklın daha çok "yürekle", "kalple", "duygularla" ilgili olduğu düşünülmekteydi. Dahası ruhun ölümsüz olduğunu da ilk defa Platon bu kadar detaylı argümanlara oturtarak kanıtlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla Platon'da (ve hatta belki de Geç Antik Döneme kadar) ruh bir çeşit "hayalet" anlamında değil, "can, canlılık, canlılık kaynağı, benlik" kavramlarını kapsayacak biçimde değerlendirilmelidir.
Ruhun Ölümsüzlüğü: "Phaidon".
"Phaidon" diyaloğu, Sokrates'in idama mahkûm edildikten sonra zehir içirilerek öldürülmeden hemen önceki saatlerde yakınlarıyla son anlarını anlatır. Tartışmanın konusu ruhun ölümsüzlüğüdür çünkü ruhun ölümsüz olduğuna dolayısıyla ölümün yok olmak olmadığına inanan Sokrates ölümüne hiç de üzülmemektedir, üstelik arkadaşlarının onu kurtarıp başka şehre kaçırma tekliflerini de reddetmektedir. Dostları da Sokrates'e ruhun ölümsüzlüğünden nasıl bu kadar emin olabildiğini sorarlar. Sokrates ideaların varlığına inandığını, bütün düşüncesinin bunun üstüne kurulu olduğunu söyler, ruh da idealar gibi algısal değil düşüncede bir şeydir, idealar gibi değişmeyen, mutlak ve mükemmeldir; dolayısıyla zamandan ve mekandan bağımsız olmalı, dolayısıyla da doğmamış ve ölümsüz olmamalıdır (üçüncü argüman: benzerlik argümanı). Ayrıca ruh canlılık veren şeyse, canlılık veren şeyin kendi nasıl canlılıktan yoksun kalıp ölebilir? Ölen şey bedendir; ancak beden zaten her zaman ölüdür ve her zaman parçalanmakta ve dağılmaktadır, ruh ise onun karşıtı olarak her zaman yaşamakta ve her zaman "bir olmaktadır" (birinci argüman: döngüsellik ya da zıtlık argümanı). Ayrıca bir şeyi bilebilmemiz o bilgi ruhumuzda zaten var olduğu için mümkündür, yoksa bulduğumuz bir şeyin bilgi olup olmadığını bile anlayamazdık (bu, Menon paradoksu olarak bilinen, "Menon" diyaloğunda ele alınan bilgi paradoksudur), bilgiye ulaşabilmemiz için gerçeğin ruhumuzda biz doğmadan önce olması gerekir, dolayısıyla ruhun bilgiyle beraber her zaman var olması gerekir (ikinci argüman: hatırlama argümanı). Aslında diyaloğun gidişatı dostlarının Sokrates'i iddiasını savunması için gerçekten sorgulamasından çok, sanki Sokrates ölmeden önce ondan duymak istedikleri şeyleri son bir kez dinlemek için ona sorular sormaları gibidir ya da onun hep anlatmayı sevdiği şeyleri son bir kez daha anlattırmaya çalışmaktadırlar. Çünkü sonuncu argümandan önce Cebes Sokrates'e şu ana kadar dediklerinin ruhun bedenden bağımsız bir şey olduğunu ve doğumdan önce ve sonra var olduğunu kanıtladığını; ancak ruhun ölümsüz olduğunu kanıtlamadığını söylediğinde Sokrates uzun bir konuşmayla kendi düşünsel hayatını anlatıp ideaların var olması gerektiği sonucuna nasıl vardığını anlatır. Her şeyin altında yatan temel nedenleri arayan Sokrates maddeye dayanan açıklamaların hiçbirini beğenmemiştir, çünkü maddi nedenler her zaman göreceli ve değişken kalmakta, mutlak dayanaklar oluşturamamaktadır. Dolayısıyla bir şeyin nedeni o şeyin kendi olan, mutlak değişmeyen bir idea olmalıdır. 3 sayısının nedeni 1+2 ya da 1+1+1 değil, 3'ün kendi yani 3 ideasıdır. Aynı şekilde yaşamın da bir ideası olduğunu iddia eden Sokrates, yaşayan her şeye yaşamın kendi olan ideanın, yani yaşam ideasının canlılık verdiğini, ruh da yaşam ideasından "pay aldığı" için bu özelliğini kaybedemeyeceğini söyler. Ruh ölümsüzdür çünkü yaşam ideası ruhu zorunlu olarak canlı kılmaktadır.
Platon "Phaidon", "Devlet" ve "Timaios" gibi pek çok diyaloğunda bir çeşit reenkarnasyona ve ruhun saflaştırılması veya kirletilmesi sürecine inanmaktadır. "Phaidon"'daki iddiası şöyledir: beden maddi olduğu için maddenin doğal konumu dünyadır, dolayısıyla yaşarken ne kadar bedensel olana yönelirsek ruhumuz o kadar maddi olanla karışır, dolayısıyla da öldüğümüzde tekrar maddi olanla beraber kalarak dünyada bir başka hayata başlar. Fakat ruhumuzun özüne dönüp onu ne kadar maddi olandan arındırırsak öldüğümüzde de o kadar kolayca maddesel olandan uzaklaşarak kendi özünün hâkim olduğu ruhsal varlığa ulaşır. Antik Yunan'da ölen ruhların gittiği yere "Hades" deniyodu. "Hades" aynı zamanda yeraltı tanrısının da ismidir ama Platon'un döneminde daha çok yer ismi olarak kullanılıyordu ve o dönemde cennet, cehennem, kıyamet, ölümden sonra sorgulama gibi mitler yoktu. Ancak Antik Yunan'da reenkarnasyon yaygın bir inanış değildir. Fakat Sokrates açıkça bütün hayatın aslında kendini ölüme hazırlamak olduğunu, ne kadar iyi ölürsek ölümden sonra ruhumuzun o kadar iyi temizlenmiş bir halde ruhsal özüne kavuşacağını ve maddi dünyadan kurtulup tanrısallığa ulaşacağını iddia etmekte, öldükten sonra Homeros'ta geçen Aias, Odysseus gibi kahramanlarla görüşmeyi, onlarla sonsuza dek gerçeği konuşmayı hayal etmektedir. Bu açıdan pek çok insan Platon'u mitolojik pagan tanrısallık ve evren anlayışından Orta Çağ Hristiyan ve İslam anlayışına geçişte önemli bir adım olarak görmekte, kendi coğrafyasında "ruhaniliğin" ve "tinselliğin", hatta günümüzdeki anlamıyla dinin kurucusu olarak görmektedir.
Ruhun Parçaları: "Devlet" ve "Phaidros".
Fakat "Devlet" diyaloğuna geldiğimizde ruh bedenle daha iç içe anlatılan ve "Phaidon"'daki gibi 'bir' olsa da, parçalarından bahsedilen bir şeydir artık. Aslında sadece akıl ruhun "ideal" bileşenidir, "Phaidon"'da Sokrates, öldüğünde bedenin bütün sıkıntılarından kurtulmuş "saf akıl" olarak gerçek filozoflarla öbür dünyada sonsuza dek gerçeği konuşmaya gideceğine inanmaktadır. Fakat "Devlet" diyaloğunda ruh bedenin etkilenimleriyle beraber açıklanmaktadır. Platon en baştan ruhta birbirine zıt etkilenimler olduğunu, fakat birbirine zıt etkilenimlerin kaynağının aynı olamayacağını, dolayısıyla ruhta birbirine zıt etkilenimlere yol açan farklı kaynaklar olması gerektiğini savunur. Örneğin acıktığımız için yemek yemeyi isteriz ancak aynı anda (mesela yemeği beğenmediğimiz için) yemek yemeyi istemeyebiliriz. Arzular (ἐπιθυμητικόν) Platon'a göre akla en uygun olmayan etkilerdir, onlar en maddi şeylerin peşindedir, daha çok bir çeşit maddeye dönük 'dürtü', "kaba iştah" olarak anlaşılırlar; cinsel haz isteği, açlık, susuzluk bunlardandır. Platon arzuların doyuruldukları organlara denk gelen bel ve kasıklardan kaynaklandığını söyler. Duygular (θυμοειδές) ise Platon'a göre bizim duygu diyeceğimiz her şeyi kapsamaz, daha çok bir çeşit cesaret enerjisi, öfkeyle birlikte gelen güç, bir kuvvet etkileniminden bahsetmektedir, zaten "thumos" kelimesi daha çok "yürek" olarak çevrilebilecek bir anlama gelmektedir ve Platon thumos'un göğüsten kaynaklandığını söyler. Akıl ise ruhun gerçeği arayan ve onu bulmak için çabalayan kısmıdır, ruha esas yön vermesi gereken akıl olduğu için vücuda esas yön vermesi gereken yerde yani beyindedir. "Phaidros" diyaloğunda Platon ruhun doğru yönetimini açıklamak için at arabası metaforunu verir: arzular ve duygular arabayı çeken iki at, akılsa onları yönlendiren arabacı olmalıdır. Dolayısıyla bir anlamda aklın bedene ve bedensel etkilenimlere hükmeden olması gerektiğini söylerken, arzuların ve duyguların yok edilmesi gerektiğini iddia etmemektedir, fakat onların doğru biçimde, olması gerektiği gibi, doğalarına uygun olarak ruha etki etmeleri gerektiğini yani aklın kontrolüne girmeleri gerektiğini söylemektedir.
Politika, Etik ve Estetik.
Ruhun ve Şehrin Doğru Yaşamı: "Devlet".
Platon ruhun parçalarının ne olduğundan ve nasıl çalıştığından çok bunların aralarındaki uyuma odaklanır çünkü onun asıl derdi ruh ve toplum arasındaki örtüşmedir. "Neden adalet ya da doğru yaşamak, adaletsiz ya da yanlış yaşamaktan daha iyi bir hayat yaşamaktır?" sorusuyla başlayan "Devlet" diyaloğunun ilk kısmında ideal toplum yapısının nasıl olması gerektiğini tasvir ederken insan ruhunun düzeniyle toplumun düzeninin örtüştüğünü iddia eder. Nasıl ki ruh üç bölümden oluşur ve sağlıklı bir ruh bu üç parça arasındaki doğru uyumla ortaya çıkar ki bu uyum doğru yaşamak yani "adil olmaktır", ideal toplum da üç bölümden oluşmaktadır: yöneticiler, askerler ve üreticiler ve ideal toplum yapısı bu üç sınıf arasındaki mükemmel uyumla, yani doğru yönetimle, "adaletle" ortaya çıkar. Platon için etik bir hayat yaşamak demek doğru bir hayat yaşamak demektir, yani sağlıklı, ruha uygun bir hayat sürmek, bu da toplumda ruhuna uygun bir işlevde görev almaktır çünkü erdemler de bu üç sınıfın toplumun genel düzeninin kurulması ve korunması için yapmaları gereken görevler üzerinden tanımlanırlar. Adalet ya da doğruluk (δικαιοσύνη) daha çok doğru yönetme, doğru yönlendirme, iyi idare etme olarak çevrilebilir, dolayısıyla Platon insanın kendini doğru yönetmesiyle toplumun doğru yönetilmesi arasında bir eşleşme görmektedir.
Ruhun üç bölümüne denk düşen üç erdem, onların olmaları gerektikleri en iyi durumlar, yani bütün için kendi işlevlerini en iyi gerçekleştirdikleri eylemliliklerdir. Arzular üretici sınıfla örtüşür çünkü onlar toplumun en maddi, dürtüsel, fiziksel, bedensel zorunluluklarla belirlenmiş işlevlerini yerine getirmektedir, dolayısıyla en iyi halleri, arzular gibi, "ölçülülük, uysallık, uyumluluk, boyun eğmişlik" olmalıdır ki diğer sınıflar tarafından kolayca yönlendirilebilsinler. Duygular ise asker sınıfa denk gelmektedir, arzuların yani üretici sınıfın kontrolünü sağlarken aynı zamanda aklın yani yönetici sınıfın emirlerini en iyi ve en hızlı şekilde yerine getirmeleri gerektiği için "cesur", "yürekli" olmaları gerekir. Akılın yani yönetici sınıfın ise (askerler arasından bu iş için doğası uygun olduğu için seçilmiş ve yönetim kendilerine verilmiş az sayıda insanın) bedeni ve toplumu gerçek doğasına uygun olarak yönetecekleri için "bilgeliğe" sahip olması gerekmektedir. Zaten bilgelik neyin yapılması gerektiğini bilebilmektir, bilebilme gücü ise idealar nedeniyle gerçekleşir, iyi ideası her şeyin, bütün varlığın ötesinde her şeyi belirleyen idea olduğu için yöneticilerin ruhunun doğasını iyi yapan iyi ideası onların düşünme eylemini "bilgi", söylediklerini "doğru", yönetimini "adil", eylemlerini "erdem", yaşamlarını "mutlu" kılar. Bu anlamda etik bir hayat yaşamak insanın kendi ruhuna uygun olarak toplum içerisinde kendine uygun işlevi yerine getirmesi, politika ise buna denk düşecek şekilde toplumun yönetiminin toplumun farklı sınıfları arasındaki uyumun en iyi şekilde biçimde düzenlenmesidir, dolayısıyla bir anlamda Platon her şeyin olması gerektiği gibi iyi olmasını istemektedir.
İdeal Şehir.
Bir anlamda Platon için ideal toplum filozof-kralın yönettiği Sparta şehridir. Çünkü Platon ideal toplum yapısını tasvir ederken Sparta'ya çok benzeyen bir toplum yapısı betimlemektedir. Platon'un ideal şehrinde de Sparta'daki gibi üstte asker bir sınıf, altta üretici sınıf vardır. Fakat Sparta'da üreticiler köleyken Platon onların da vatandaş olmalarını ve yönetici sınıfın hiçbir mal varlığı olmaması gerektiğini, sadece üretici sınıfın kendilerine sağladıklarıyla yaşamaları gerektiğini söylemektedir. Dolayısıyla Platon bir anlamda iş bölümüne dayalı bir ekonomik eşitlik hayal etmektedir. Dahası yönetici sınıfın hep beraber yaşaması gerektiğini, aile kurumunu yok edilip çocuklara hep beraber bakılması gerektiğini, kimsenin kendi çocuğunu bilmemesi gerektiğini (ve böylece mirasın da olmaması gerektiğini), aynı şekilde evlilik de olmayacağı için herkesin kura ile birlikte olması gerektiğini iddia etmiştir. Dahası, yönetici sınıf ile üretici sınıfın doğaları farkları olduğu için kura hileli yapılarak askerlerin sadece askerlerle, üreticilerin sadece üreticilerle çocuk yapması ve bu şekilde çocukların doğalarının olabildiğince saf ve ruhlarının işlevini gerçekleştirmeye olabildiğince uygun olmaları sağlanmalıdır. Asker sınıfta yer alacak çocukların altı yaşından itibaren eğitilmesi gerektiğini söyleyen Platon, ideal şehri anlattığı kısmın büyük bir bölümünü bu eğitimin nasıl yapılması gerektiğine dair detaylara ayırmıştır. Ruh ve akıl açısından kadınlarla erkekler arasında bir fark olmadığını iddia eden Plato, kadınların da askerlik yapması gerektiğini ve yönetici olabileceklerini söylemiştir; ancak bu iddiası bir çeşit proto-feminist iddia olsa da kadınların da devlet için bir iş gücü olarak çalışabileceği ve çalışması gerektiğini savunduğundan daha çok faydacıdır. Yöneticiler yirmi yaşına kadar fiziksel olarak eğitilmeli, müzik ve şiir öğretilmelidir (ne tarz müzik ve şiir öğretileceğine çok uzun bir bölüm ayırır), daha sonra geometri gibi bilimleri öğrenmeli, en son felsefe yapmalı, ondan sonra da yönetici olmalıdırlar. Sparta'da da kadınlar askeri eğitimle büyümekteydi ancak savaşa gitmiyorlardı. Orada da asil sınıfın tamamı birlikte yaşıyor, çocukluktan itibaren askerlik eğitimi alıyor ve kral onlar arasından seçiliyordu. Bir anlamda Platon'un ideal şehri kendine kral olarak aralarındaki filozofu seçen, üretici sınıfı köle değil vatandaş yapan, aile kurumunu dağıtmış ve yöneticilerin mal varlığına sahip olmadığı bir Sparta hayalidir.
Filozof.
Bu ideal toplumun nasıl kurulacağı sorulduğunda ise Sokrates felsefe tarihinin en kışkırtıcı cevaplarından birini vererek ancak filozoflar kral olduğunda ya da bir şekilde felsefeyle politik güç birleştiğinde ideal toplumu kurabilmenin mümkün olabileceğini iddia eder. "Devlet" kitabının ortasından sonraki büyük bir kısmının bu nedenle felsefi uğraşı, gerçeklik, bilgi, varlık ve metafizik üzerine olduğu düşünülebilir, çünkü Platon filozofların kral ve yönetici olmalarını isterken birçok problemle karşılaşır: filozof düşünmek ve gerçeği bulmak istemektedir, fakat politik iktidar pratik güç uygulamakla, insanları yönetmekle ilgilidir ve bunlar filozofun doğasına zıtken neden filozof politik iktidar için çabalasın? İş daha da kötüleşir; filozof gerçeği yapmaya çalışırsa, karşısında işlerin doğru yapılması hoşuna gitmeyecek, dolayısıyla filozofa karşı çıkacak bir kalabalık bulacaktır, ama filozof onlara boyun eğmeyi de kabul edemez çünkü bir kere gerçeği görmüştür. Platon durumu bir canavara tutsak düşmeye benzetir: filozof ne karşısındaki canavarı yenebilir, ne de ondan kaçabilir. Mağara alegorisi tam da filozofun dramını anlatmaktadır: mağarada oturup gölgelerin rastgele düzenlerini gerçek zannederek izleyen "bizim gibi" insanlar günlük hayatta algılarıyla kavradıkları "kanaatlerle" hiçbir zaman gerçeği göremeyerek bir yansımalar, yanılmalar, uydurmalar, şaşırmalar, kandırmacalar, yarışmalar dünyasında yaşamaktadır. Filozof buradan çıkarılıp da gerçek nesneleri ve en nihayetinde iyi ideasını (yani alegoride mağaranın dışındaki gerçek güneşi) gördükten sonra tekrar geri mağaraya dönüp duvardaki yansımalara bakmaya oturtulduğunda gözleri yansımaları göremeyecek, diğerleriyle anlaşamayacak, onlarla aynı dili bile konuşamayacaktır.
Beş Toplum Tipi.
Her ne kadar filozofların doğaları gereği en mükemmel ruha sahip olduklarını, dolayısıyla da gerçeğe uygun olarak doğru şeyin yapılmasını sağlamak için cesaretleri olacağını söylese de, Platon hiçbir idealin maddesel dünyada çok uzun süre var olamayacağına inanmaktadır. Nasıl ki ruh ölümsüz olduğu halde beden yetersiz ve ölüme mahkûmdur, ideal toplumun kurulması mümkündür ancak kurulsa bile bozulmaya mahkûmdur. Platon insanın doğasına uygun yaşaması gerektiğini savunurken bir yandan da insanın doğasına uygun olmayan işlere kalkışmasının felaketle sonlanacağını da söyler. İdeal toplumun çöküşü de böyle olacaktır çünkü yöneticiler bir hata yaptığında ki yapmak zorundalardır, yönetici sınıfın içine doğası daha alt tabakalara uygun insanlar karışacak ve sistem bozulacaktır. İdeal topluma "en iyilerin yönetimi" anlamına gelen aristokrasi (fakat tarihte aristokrasi olarak adlandırılan yönetimlerden farklı olarak Platon'unki günümüzdeki anlamıyla daha çok meritokrasi ya da teknokrasidir) diyen Platon bu toplum bozulduğunda yerini bilgelikle değil onur, erk, şan peşinde koşan, ruhları akla değil "yüreğe" yani cesarete daha yatkın olan, aslında asker olması gereken yeni nesiller yönetici sınıfta büyüyecek ve "onurluların yönetimi" anlamına gelen timokrasi oluşacaktır ve bu toplum adalete değil savaşa daha yatkın olacaktır. Tarihsel anlamda baktığımızda Platon'un timokrasi olarak betimlediği toplum Sparta'ya oldukça benzemektedir, zaten Sokrates timokrasinin hâlâ daha iyiye oldukça yakın bir sistem olduğunu iddia eder ve onu kötülemez. Fakat timokraside yöneticilerin özel mülkü olmasına izin verildiğinde para hırsı bir süre sonra erdemliliğin önüne geçeceği için yönetici sınıfın çocukları artık onurlu olmayı değil zengin olmayı istediğinde "küçük bir grubun yönetimi" anlamına gelen oligarşi kurulacak, zengin ve fakir arasında ayrım oluşacak, bu da toplumun yozlaşmasına yol açacaktır. Sadece paraya önem veren oligarşi savaşlarda başarısız olacak, bu yöneticilerin toplumun düzenini iyi sağlayamamasına neden olacak, toplum içinde insanların erdemli davranma imkânı kalmayacak, yoksullaşan çoğunluklar isyan çıkaracaktır. Eğer isyanları başarısı olursa devrim yaparak "insanların yönetimi" anlamına gelen demokrasiyi kuracaklar ve topluma özgürlük hakim olacaktır, fakat özgürlük Platon için hiç o kadar da iyi bir kavram değildir, çünkü her şeyi yapma özgürlüğüne sahip insanlar yasaya uymamayı da özgülükten sayacaklar, yasaya bağlı adaletin işlememeye başladığı demokraside bir süre sonra bir düzen bile kalmayacak, herkes istediği gibi her işi yapmaya çalışacak, toplumun alt tabakası git gide büyüyecek, doğalarına uygun olmayan işleri yapan insanlar demokraside gereksiz arzuların peşinde koşacaklardır. Bu durum git gide toplumda kaosa neden olduğunda birisi gelip zorla bütün gücü eline geçirecek ve tiranlık kurulacaktır. 'Tiran' yasadan bağımsız yönetici demektir fakat Klasik çağın başlarına kadar olumsuz bir anlamı yoktur çünkü çoğu şehir 'tiranlar' tarafından yönetilmekteydi ve tiran kral anlamında oldukça teknik bir kelimeydi. Atina'da ve pek çok şehirde demokrasinin (Platoncu anlamıyla değil, tarihsel bağlamında) ortaya çıkmasıyla kelime daha çok 'zorbalıkla ve zulümle yöneten' anlamı kazandı. Platon'a göre tiranlık ideal olanın karşıtıdır, tiran erdemlerden yoksundur, özgür bile değildir çünkü kendini maddesel arzuların bağımlısı haline getirmiştir, anlamsız en düşük bedensel arzuların peşindedir, topluma adalet değil şiddet hakimdir; tiran öldürmekte çekinmez, sadece maddi ve bedensel hazlarını doyurmaya bakar, tiranlık toplumda her şeyin yanlış gittiği sistemdir.
Estetik.
Toplumun doğru işleyişi açısından Platon aklın ve mantığın temel alınması gerektiğini ve varlığın gerçeğine uygun olarak hareket edilmesi gerektiğini iddia eder, aynı şekilde her insanın da kendi doğasına uygun olan işlevi yerine getirerek yaşaması gerekmektedir. Platon bu noktada şairleri oldukça suçlu bulur (o dönemde şairler sadece şiir değil komedi ve trajedi de yazıyorlar, şarkılar besteliyorlar, oyunlarının yapımlarını üstleniyorlardı) ve ideal şehirden dışarı sürer, çünkü şairler yanlış görünümleri gerçek gibi göstermekte, mağaranın içindeki insanlara dışarıdaki gerçeği gördükleri hissini vermekte, çok derinlikli şeyler söylüyormuş gibi görünseler de ne söylediklerini bilmemektedirler. Platon ideal şehirdeki eğitimin nasıl olması gerektiğini tartışırken uzun uzun gençlerin beden, müzik, şiir eğitimlerinin nasıl yapılması gerektiğini oldukça detaylı biçimde inceler çünkü bedeni fiziksel ve sanatsal aktivitelerle biçimlendirmenin insanın bedeniyle ruhu arasındaki ilişkiye yönelik olduğunu, dolayısıyla ruhun doğasına uygun biçimde yaşamını sürdürebilmesi için bedenin de ruhun eğilimlerine uygun olarak şekillendirilmesi gerektiğini söyler. Şairler oldukça güzel "görünümler" üretmektedirler ancak bunları gerçeklerden farksızmış gibi sundukları için insanları kandırmaktadırlar.
Bu anlamda Platon belki de tarihte ilk defa sanatsal güzellik deneyimiyle bilimsel gerçeklik deneyimi arasında temel bir bağ olduğunu iddia etmiş ve estetik deneyimlerle gerçek arasındaki ilişkiyi felsefenin bir problemi haline getirmiştir. Platon'a göre doğru sanat gerçeğe ulaşmaya çalışan, onu "taklit eden" (mimesis), gerçeği görünümlerde, algılanan şeylerde yeniden üreten sanattır. Algıladığımız şeylerle oynayıp sanki doğru bir şey söylüyormuş gibi yapan şairler Platon'un ideal şehrinden kovulurlar. Aslında Platon'un zamanında (hatta neredeyse 19. yüzyıla kadar) günümüzdeki anlamıyla "sanat" ve "sanatçı" kavramları yoktur ve Platon pek çok yerde bir şey "yapmaktan" bahsederken örneğin marangoz, ressam, şair ve at yetiştiriciliğini bir tutar çünkü hepsinin bir çeşit "tekhne" yani "iş" olduğunu, hepsinin kendine ait bir ideası, dolayısıyla bilgisi olduğunu iddia eder. Fakat, şairlere yanlış görünümleri gerçek gibi gösterdikleri için kızarken, bir anlamda gerçekle bir ilişki kuran özel bir "yapma" deneyimi olarak sanatı diğer "iş"lerden ayırt etmekte, "sanat" ve "sanatçı" kavramlarının temelini atmaktadır. Platon sanatın gerçekle özel bir ilişki kuran, gerçeği deneyimlememize imkân sağlayan özel bir üretim olduğunu varsaymaktadır. Nitekim bu nedenle de Platon'un eserleri sanat eseri olarak okunmalıdır, çünkü Platon çok büyük ihtimalle doğru biçimde sanat yapmaya çalışmakta, yani gerçeğe en yakın görünümler üretmeye çalışmaktadır. Ancak felsefe dışında hiçbir çaba gerçekten doğruya ulaşamaz, yalnızca onu taklit edebilir. Dolayısıyla Platon kendi metinlerinin "felsefe" olduğunu düşünmemektedir, bu metinler ancak felsefenin gerçeğinin, yani insanların birbirlerinin düşüncelerini tartışarak ortak bir gerçeğe varmaya çalıştıkları sürecin birer taklididir.
Varlık, Metafizik, Bilgi.
Kadın erkek eşitsizliğinin oldukça fazla olduğu Antik Yunan kültüründe kadınların hemen hemen bütün hayatları evin içinde geçmekteydi ve toplumsal hayata katılımları yok denecek kadar kısıtlıydı. Sadece Sparta toplumda kadınların daha fazla söz hakkı olduğundan bahsedilir. Platon da ideal şehirde kadınların da filozof ve yönetici olabileceğini, çünkü akıl ve ruh açısından kadınla erkek arasında fark olmadığını iddia etmesine rağmen "Timaios"'ta asıl insan ruhunun erkek bedeninde ortaya çıktığını, kadınların ruhları erkek olamayacak seviyede insanlardan oluştuğunu iddia edecek kadar cinsiyetçidir. Dolayısıyla Platon'un varlık ve metafizik anlayışı yaşadığı toplumda yerleşik olan eşitsizliklerden bağımsız düşünülemez çünkü Platon bazen onları aşan, bazen de meşrulaştıran iddialarda bulunmuştur.
Platon'un yaşadığı dönemde ve öncesinde Antik Yunan medeniyetinde özellikle Atina'da en önemli ve en prestijli iş politkaya atılmaktı ve Atina gibi demokrasilerde politikanın temel biçimi topluluk önüne çıkıp konuşarak onları ikna edebilmekti. Eğitim sadece ailede ve çok büyük oranda babadan oğula idi. Zengin aileler çocuklarına özel hocalar tutarak eğitimlerini sağlıyorlardı, bu durum sofistler denilen meslek grubunu oluşturdu ve özellikle Atina'da büyük bir kültürel canlanma yarattı çünkü dört bir yandan kültürlü insanlar Atina'ya hoca olmaya geldiler. Sofistler temelde etkili konuşmayı öğrettikleri için asıl amaçları retorikti, dolayısıyla bir söylemin gerçek olmasıyla değil doğru olarak kabul ettirilebilmesiyle ilgileniyorlardı. Öte yandan pek çok sofist politik ve etik açıdan göreceliliğe dayanan yani tümel ahlaki değerler ya da doğrular olmadığını, söylemler düzleminde kurulan politik iktidarın belirleyici olduğunu düşünüyordu. Platon "Devlet" kitabının ilk bölümünde Thrasymakhos'u yermiş, ünlü sofistler Protagoras ve Gorgias hakkında diyaloglar yazmıştır. "Sokrates'in Savunması"'nda Sokrates kimseye para karşılığı bir şey öğretmediğini vurgular, Platon da "Devlet"'te ideal şehirde üretimin eşit paylaştırılması gerektiğini, kimsenin para için bilgiye dair bir şeyle uğraşmaması gerektiğini savunur, çünkü sofistlerin para karşılığı çalışırken yozlaştıklarını ve insanların gerçeğe ulaşmasını sağlamaktansa insanları gerçeklerden uzaklaştırdıklarını düşünmektedir.
Platon'un varlık ve bilgiyle ilgili temel iddiaları bu anlamda sofistlere cevap olarak düşünülebilir. Platon bir yandan mutlak bir bilginin imkânını bulmaya çalışırken bir yandan da tümel ahlaki değerlere bir zemin aramaktadır. Bu nedenle Platon kendinden önceki filozoflardan farklı olarak varlığı sadece ontolojik bakımdan değil, etik değerler üzerinden de düşünmektedir. En çok önem verdiği ve tartıştığı idealar iyi, güzel, eşit, büyük, benzer, bütün, varlık, aynı, farklı, değişim ve değişmeyen ideaları olan Platon, bir anlamda kendinden önce zaten oldukça tartışılan ve geliştirilen doğaya dair düşünceleri, Sokrates'in tümel ahlaki doğrular üzerine yaptığı araştırma ile birleştirerek ontoloji, metafizik, epistemoloji, etik, estetik ve politikaya dair soruların tamamına cevap verecek teoriler aramaktadır.
Aristoteles "Metafizik" adlı metninde Platon'un Herakleitos'un anladığı biçimde her şeyin sonsuz bir akış içerisinde hareket ettiğine inandığını ve hayatı boyunca da bu inancı koruduğunu söyler. Platon'un "Timaios"'u varlık ve varoluş arasında ayrım yaparak başlar, varlık "her zaman olandır" ve hiçbir zaman "oluşmaz", varoluş ise her zaman "oluşandır" fakat hiçbir zaman "olmaz". Benzer bir iddiayı "Devlet"'te de bilgi için bulabiliriz; insanın iki türlü kapasitesi olduğunu iddia eder, bilmek ve kanaat getirmek. Bilmek her zaman olanla ilgilidir, öte taraftan bilmemek yani cahillikse hiçbir zaman olmayanla ilgilidir. Kanaatler ise olan ve olmayanla ilgilidir. Bir anlamda kanaatler durmadan değişim içerisinde olan, dolayısıyla bazen öyle bazen böyle olan; ancak hiçbir zaman kendi gibi kalmaya devam etmeyen akışla, algıladığımız varoluşla ilgili düşüncelerimizdir. Bilgi ise değişmeyen, yani her zaman ne ise o olarak kalmaya devam eden, akılla kavradığımız varlıkla ilgili düşüncelerimizdir. Bilginin varlıkta temellendiğini düşünen Platon, bilgiye ulaşma sürecinin ve varlıkta temellendiğine inanmaktadır, dolayısıyla bilgiye sahip olabilecek "bilge" insanlar, yani filozoflar, doğalarından gelen bir yatkınlık ve uygunlukla bunu başarabilirler. Bu açıdan Platon'un oldukça elitist, hatta ırkçı iddiaları bulunmaktadır.
Platon da Aristoteles gibi maddenin dört elementten oluştuğunu düşünmekteydi ancak Aristoteles'ten farklı olarak Platon, çok büyük ihtimalle Pisagor ve onun takipçilerinin düşüncelerinden etkilenerek, idealarla sayılar arasında bir ilişki olduğuna inanmaktadır çünkü sayılar arasındaki oranların ve uyumların ideaların mutlak gerçekliklerine oldukça yakın bir biçimde tutarlı, düzenli, değişmeyen ve mükemmel yapıda olduklarını düşünmektedir. Dolayısıyla pek çok noktada açıklamalarını sayısal olarak da temellendirmektedir, örneğin "Devlet" diyaloğunda ideal şehrin sayısını hesaplamıştır. "Timaios"'ta da yaratıcı demiurgos evrenin ruhunu "varlık", "aynı" ve "farklı"yı belirli sayısal oranlarda karıştırıp biçimlendirerek yaratır. Daha sonra da 'formal' olarak yarattığı bu evrenle maddeyi bütünleştirerek dünyayı ve göğü yani evrenin ruhunun bedenini oluşturur. Evreni yaratırken evreni böldüğü çeşitli oranlar artık yıldızlar arasındaki oranlardır, ki yıldızlar tanrılardır, demiurgos tanrıları yarattıktan sonra tanrılara onları yarattığı gibi onların da demiurgosun yaratma gücünü 'taklit ederek' dünyaya biçim vermelerini ve insanları yaratmalarını söyler. Tanrılar mükemmel varlıklar oldukları için hareketleri de mükemmeldir dolayısıyla aynı dönme hareketini sonsuza dek sürdürmekte ve küre biçiminde kalmaktadırlar. Bu açıdan Platon Antik Yunan mitolojisini de kendi felsefesinin mantığına oturtmuş gibidir çünkü her ne kadar bir tane esas yaratıcı olduğunu iddia etse de bir alt seviyede pek çok tanrısal gücün varlığını kabul etmiş ve onları gök cisimleriyle eşleştirmiştir. Öte yandan önemli bir problemi de çözmüştür: eğer her şeyi demiurgos yaratsaydı bizim gibi düzensiz hareketlere sahip şeyler olmaz, her şeyin mükemmel olması gerekirdi, oysa dünyadaki hareketleri demiurgos kadar mükemmel olmayan, ölümsüz olsalar da yaratılmış olan tanrılar yönlendirmektedir.
Platon da Aristoteles de Dünya ile gök cisimleri arasında kozmolojik bir farklılık olduğunu düşünüyorlardı. İkisine göre de dünyanın merkezi evrenin merkezinde ve dünya ateş, su, toprak ve hava elementlerinden oluşurken gök cisimleri hem farklı elementten, eterden oluşmakta ve diğer elementlerden farklı olarak mükemmel hareket etmektedir. Fakat Platon Aristoteles'ten farklı olarak evrenin ve zamanın bir başlangıcı olduğunu, yani bir anlamda demiurgosun evrenle birlikte zamanı da yarattığını iddia eder ki bu da mitolojiyle uyumludur. Varlık ve varoluş Platon'dan önce de Antik Yunan düşüncesinde olan kavramlarken Platon bunlara ek olarak bir de "uzay, mekan, alan" anlamlarında "kap" veya "koyacak" olduğunu öne sürer çünkü demiurgosun bir şeyleri var edebilmesi için onları var edebileceği bir yer olması gerektiğini, fakat bu "yerin" hiçbir özelliğe sahip olmaması gerektiğini söyler. Dahası demiurgos bu "yerde" bir şey yarattığında "yerin" yapısını etkilemiş olacağı için "yer" o nesneye bir etki uygulayacaktır. Bu anlamda günümüzdeki "vakum" kavramına oldukça yakın bir teori ortaya atan Platon, elementlerle ilgili teorisinde de metot olarak modern bilime oldukça yakındır. Dört element için (ateş, hava, su, toprak) dört üç boyutlu eş yüzlü geometrik cisim olduğunu söyler: ateş - dörtyüzlü (tetrahedron ya da üçgen piramit), hava - sekizyüzlü (octahedron), su - yirmiyüzlü (dodecahedron), toprak - altıyüzlü (küp). Ateş, hava ve su eşkenar üçgenlerden oluştukları için belirli bir oranda (10 ateş = 5 hava = 2 su) birbirlerine dönüşebilmektedirler, fakat toprak temel olarak dik üçgenlerden oluştuğu için diğer elementlere dönüşememektedir, dolayısıyla elementlerin temelde eşkenar üçgenlerden inşa edilenlerle dik üçgenlerden inşa edilenler olarak iki kategoride bulunduğunu söyleyebiliriz.
Platon bu elementleri anlatırken yüzeylerinden ve köşelerindeki açılardan bahsederek sadece geometrik özelliklerini dikkate alır ve içlerinin boş olduğunu söyler. Örneğin dörtyüzlü köşeleri en sivri olduğu için ateş diğerlerinden hızlı hareket etmekte ve diğerlerini ve parçalayabilmektedir. Dahası Platon bu elementlerin özelliklerine göre kendilerine uygun konumlar olduğunu da iddia eder, toprak en aşağıda, sonra su, hava ve ateş gelmektedir, fakat dünyadaki düzensiz hareket içerisinde elementlerin büyük bir kısmı iç içe geçmiştir. Platon deneyimlediğimiz pek çok doğa olayını ve maddelerin özelliklerini elementlerin geometrik yapılarından yola çıkarak açıklamaya çalışır, örneğin sıcak olma özelliği dörtyüzlünün sivri köşelerinin kesici etkisidir. En ilginç olanı ise ağırlıktır çünkü Platon ağırlığı göreceli olarak açıklar: tüm elementlerin doğal bir konumu olduğuna göre, eğer bir elementi doğal konumundan alıp başka bir konuma götürmeye çalışırsak o zaman o "ağır" olacaktır. Toprak doğal olarak en dipte olmalıdır, biz onu yerden alıp havaya kaldırdığımızda onu doğal konumundan uzaklaştırdığımız için bize ağır gelmektedir. Elementlerin toplam miktarının eşit olması gerektiğini iddia eden Platon, dünyada hiçbir elementin üretilmediğini ya da yok edilmediğini, sadece birbirlerine dönüştüklerini ve çeşitli oranlarda bir araya geldiklerini düşünmektedir.
"Timaios"'un devamında uzun biyolojik incelemelere ve hastalıkların teşhislerine de giren Platon bu çalışmalarının büyük bir kısmını o dönemde onunla birlikte bilgi üreten başka insanlardan ya da ondan önce ulaşılmış bilgilerden yola çıkarak yapmış olmalıdır. Temel mantığı varoluşun altında yatan nedenleri değişmeyen idealara dayanarak açıklamak olan Platon, bilginin her zaman varlığa dair olduğunu düşündüğü için, durmadan değişen varoluşun içinde varlığı bilmeye çalışma sürecine de felsefe adını vermiştir. Bu anlamda gerçeğin ne olduğu sorusunu bir tartışma konusu haline getiren Platon bir yandan da evrenin yapısının metafizik koşullara göre nasıl olması gerektiğine bakarak evrenin yaratıcısının iyi olması gerektiği, çünkü evrenin iyi olduğu, çünkü evrenin "var" olduğu, bir varlığı olduğu sonucuna varmıştır. Platon'un anladığı biçimde ahlaki olarak bütün mükemmelliklere sahip bir yaratıcı düşüncesi Platon'dan önce Antik Yunan düşüncesinde o kadar sık rastlanmayan ya da bu kadar vurgulanmayan bir düşüncedir. Platon'un yaratıcı anlayışının o dönemin Yahudi ya da Mısır inanışlarından gelmiş olduğu ya da Pisagorcuların da benzer bir tanrı anlayışı olduğu söylenmişse de bu çok açık değildir. Her halükarda, Platon'un evren, ruh ve yaratıcı anlayışı hem Hristiyanlıkta hem de İslam'da oldukça derinlemesine tartışılmış ve çoğu zaman da saygıyla karşılanıp kabul edilmiş, hatta Platon'un peygamberlerden birisi olarak kabul edildiği bile olmuştur.
Kendisinden önce varlığa dair tartışmalardan yola çıkarak sofistlerin şüpheciliklerine, yaşadığı dönemdeki bilimsel, etik ve politik sorulara cevap veren Platon'un, bir açıdan varlığın ne olduğu sorusunun yanı sıra varlığın yapısının nasıl olması gerektiğine dair tartışmalarıyla metafiziği, bilgiyle ilgili tartışmalarıyla epistemolojiyi, sanatla ilgili tartışmalarıyla estetiği, toplumla ilgili tartışmalarıyla politikayı birer felsefi konu haline getirdiği, etiği bütün bu alanlarla ilişkili bir seviyeye taşıdığı ve felsefe tarihi boyunca bu alanlarda yapılan tartışmaların çerçevesini belirlediği söylenebilir. Ontoloji, metafizik, epistemoloji, etik, estetik ve politika arasında ortak bir bağ kurarak gerçeğe ulaşmaya çalıştığı felsefesi, düşünce tarihinin en temel kavramlarını üretmiş, başka felsefi düşüncelerin üretilmesine zemin hazırlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11084",
"len_data": 58975,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.85
}
|
Mohandas Karamçand Gandi (Guceratça: મોહનદાસ કરમચંદ ગાંધી; 2 Ekim 1869 – 30 Ocak 1948), Hindistan'ın ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin siyasi ve ruhani lideri. Görüşleri Gandizm olarak anılır. Kötülüğe karşı aktif ama şiddetsiz direniş ve gerçek ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsüdür. Bu felsefe Hindistan'ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştur. Gandi, Hindistan'da ve dünyada, Tagore tarafından verilen ve "yüce ruh" anlamına gelen Mahatma (Sanskritçe: महात्मा) ve "baba" anlamına gelen "bapu" (Guceratça: બાપુ) adlarıyla anılır. Hindistan'da resmî olarak "Ulusun Babası" ilan edilmiştir ve doğum günü olan 2 Ekim "Gandhi Jayanti" adıyla ulusal tatil olarak kutlanır. 15 Haziran 2007'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oybirliği ile 2 Ekim gününü "Dünya Şiddetsizlik Günü" olarak ilan etmiştir. Gandi, hakkında en fazla eser yazılan kişiler listesinde 8. sırada yer almıştır.
Gandi ilk olarak Güney Afrika'da Hint topluluğunun vatandaşlık hakları için barışçıl başkaldırı gerçekleştirdi. Afrika'dan Hindistan'a döndükten sonra yoksul çiftçi ve emekçileri baskıcı vergilendirme politikasına ve yaygın ayrımcılığa karşı protesto etmeleri için örgütledi. Hindistan Ulusal Kongresi'nin liderliğini üstlenerek ülke çapında yoksulluğun azaltılması, kadınların serbestisi, farklı din ve etnik gruplar arasında kardeşlik, kast ve dokunulmazlık ayrımcılığına son verilmesi, ülkenin ekonomik yeterliliğine kavuşması ve en önemlisi olan "Swaraj", yani Hindistan'ın yabancı hâkimiyetinden kurtulması konularında ülke çapında kampanyalar yürüttü. Gandi, Hindistan'da alınan Britanya tuz vergisine karşı 1930'da yaptığı 400 kilometrelik Tuz Yürüyüşü ile ülkesinin Britanya'ya karşı başkaldırmasına öncülük etti. 1942'de Britanyalı yetkililere açık çağrıda bulunarak Hindistan'ı terk etmelerini istedi. Hem Güney Afrika hem de Hindistan'da birçok kez hapsedildi.
Gandi her durumda pasifizmi ve gerçeği savunarak bu görüşlerini hayata geçirdi. Kendi kendine yeterli olan bir aşram kurarak basit bir hayat yaşadı. Çıkrık ile örülen geleneksel "dhoti" ve örtü gibi giysilerini kendisi yaptı. Önceleri vejetaryen iken sonraları yalnızca meyve ile beslenmeye başladı. Hem kişisel arınma, hem de protesto amacıyla bazen bir ayı aşan oruçlar tuttu.
Gençliği.
Mohandas Karamçand Gandi 2 Ekim 1869 günü Porbandar'da bir Hindu Modh ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Babası Karamçand Gandi, Porbandar'ın "diwan"ı, yani başveziriydi. Annesi Putlibai, babasının dördüncü eşi ve Pranami Vaişnava mezhebinden bir Hindu idi. Karamçand'ın ilk iki eşi birer kız çocuk doğurduktan sonra bilinmeyen bir nedenle ölmüşlerdir. Dindar bir anne ile geçirdiği çocukluk döneminde çevresinde Gucerat'ın Caynizm etkileriyle Gandi, canlılara zarar vermeme, etyemezlik, kişisel arınma için oruç tutma ve farklı inanç ve kast üyeleri arasında karşılıklı tolerans gibi öğretileri öğrenmiştir. Doğuştan "vaişya", yani çalışanlar kastına mensuptur.
Mayıs 1883'te, 13 yaşındayken, ailesinin isteğiyle yine 13 yaşındaki Kasturba Makhanji ile evlendi. İlki bebekken ölen beş çocukları oldu; Harilal 1888'de, Manilal 1892'de, Ramdas 1897'de ve Devdas 1900'de doğdu. Gandi, gençliğinde Porbandar ve Rajkot'ta ortalama bir öğrenciydi. Bhavnagar'da bulunan Samaldas Koleji'ne giriş sınavını kıl payı kazandı. Ailesi avukat olmasını istediği için kolejde de mutsuzdu.
18 yaşında 4 Eylül 1888'de Gandi avukat olmak için hukuk okumak üzere University College London'a girdi. İmparatorluk başkenti Londra'da geçirdiği zaman içinde etten, alkolden ve seksten uzak durmak gibi Hindu kurallarına uyacağına dair, Caynist keşiş Becharji'nin önünde annesine verdiği sözün etkisinde kalmıştır. Her ne kadar, örneğin dans dersleri alarak, İngiliz geleneklerini denemeye çalıştıysa da ev sahibinin koyun etinden yaptığı yemekleri yiyemiyor, yine ev sahibinin gösterdiği Londra'nın birkaç etyemez lokantasından birinde yemek yiyordu. Yalnızca annesinin isteklerine körü körüne uymak yerine, etyemezlik üzerine yazılar okuyarak, entelektüel olarak da bu felsefeyi benimsedi. Etyemezler Derneği'ne katıldı, yönetim kuruluna seçildi ve bir şubesini kurdu. Daha sonra, örgütleme deneyimini burada kazandığını söylemiştir. Karşılaştığı etyemezlerin bazıları 1875 yılında evrensel kardeşliğin tesisi için kurulmuş olan ve kendilerini Budist ve Hindu edebiyatını araştırmaya adamış olan Teosofi Derneği'ne üyeydi. Bunlar Gandi'yi "Bhagavadgita"'yı okuması için teşvik ettiler. Daha önce din konularına özel bir ilgi göstermemiş olan Gandi Hinduizm, Hristiyanlık, Budizm, İslam ve diğer dinlerin kutsal metinlerini ve bunlar hakkında yazılan eserleri okudu. İngiltere ve Galler barosuna girdikten sonra Hindistan'a döndü ama Bombay'da avukatlık yaparken çok başarılı olamadı. Daha sonra lise öğretmeni olarak işe başvurup başarılı olamayınca Rajkot'a geri döndü ve arzuhalcilik yapmaya başladı fakat bir Britanya subayı ile düştüğü anlaşmazlık sonucu bu işi de bırakmak zorunda kaldı. Otobiyografisinde bu olaydan ağabeyinin yararına yaptığı başarısız bir lobicilik girişimi olarak söz eder. 1893'te bu şartlar altındayken o zamanlar Britanya İmparatorluğu'nun bir parçası olan Güney Afrika'da Natal eyaletinde bir Hindistan firmasının önerdiği bir yıllık işi kabul etti.
Gandi 1895 yılında Londra'ya döndüğünde radikal görüşlü Sömürgeler Bakanı Joseph Chamberlain ile tanıştı. Daha sonraları bu bakanın oğlu Neville Chamberlain 1930'larda Büyük Britanya Başbakanı olacak ve Gandi'yi durdurmaya çalışacaktı. Joseph Chamberlain, Hintlere barbarca yaklaşıldığını kabul etmesine rağmen bu durumu düzeltecek herhangi bir yasa değişikliğine gitmeye pek istekli değildi.
Güney Afrika'da Yurttaşlık Hakları Hareketi (1893–1914).
Gandi, Güney Afrika'da Hintlere uygulanan ayrımcılığa maruz kaldı. İlk olarak elinde birinci mevki bileti olmasına rağmen üçüncü mevkiye geçmediği için Pietermaritzburg'da trenden atıldı. Daha sonra yoluna at arabası ile devam ederken, Avrupalı bir yolcuya yer açmak için arabanın dışında, basamak üzerinde yolculuk etmeyi reddettiği için sürücü tarafından dövüldü. Yolculuğu esnasında bazı otellere alınmamak gibi çeşitli zorluklarla karşı karşıya kaldı. Benzer diğer olaylardan birinde bir Durban mahkemesi yargıcı türbanını çıkarmasını emrettiğinde buna karşı çıktı. Sosyal haksızlıklar karşısında uyanmasına neden olan bu olaylar hayatında bir dönüm noktası olmuş ve daha sonraki sosyal eylemciliğine temel oluşturmuştur. Güney Afrika'da Hintlerin maruz kaldıkları ırkçılık, önyargı ve haksızlıklara doğrudan tanık olmuş ve halkının Britanya İmparatorluğu içindeki yeri ile kendisinin topluluk içindeki yerini sorgulamaya başlamıştır.
Gandi, Hintlerin oy kullanmasını engelleyen bir yasa tasarısına Hintlerin karşı çıkmasına yardım etmek için buradaki kalış süresini uzattı. Yasanın çıkmasını engelleyemese de kampanyası Güney Afrika'da Hintlerin yaşadığı sorunlara dikkati çekme yönünden başarılı olmuştur. 1894'te Natal Hint Kongresi'ni kurdu ve bu örgüt aracılığıyla Güney Afrika'da bulunan Hint topluluğunu ortak bir siyasi gücün arkasında toplayabildi. Ocak 1897'de Hindistan'a yaptığı kısa bir gezinin ardından Güney Afrika'ya dönen Gandi'ye saldıran bir grup beyaz onu linç etmek istedi. Daha sonraki kampanyalarını şekillendirecek olan kişisel değerlerinin ilk tezahürlerinden biri olan bu olayda şahsına karşı yapılan yanlışları mahkeme karşısına getirmeme ilkesini öne sürerek kendisine saldıranlar hakkında suç duyurusunda bulunmayı reddetti.
1906 yılında Transvaal hükûmeti sömürgenin Hint nüfusunu zorla kayıt altına almayı gerektiren bir yasayı kabul etti. Gandi aynı yıl 11 Eylül'de Johannesburg'da yapılan toplu gösteri sırasında hâlâ gelişmekte olan satyagraha (gerçeğe bağlılık) ya da pasif protesto yöntemini ilk kez uygulamaya başladı ve Hint yandaşlarına şiddete başvurarak karşı çıkmak yerine yeni yasaya uymayı reddedip bunun sonuçlarına katlanmaları için çağrıda bulundu. Bu öneri kabul edildi ve yedi yıl süren mücadelede grev yapmak, kayıt olmayı reddetmek, kayıt kartlarını yakmak gibi çeşitli şiddetsiz başkaldırılar nedeniyle aralarında Gandi'nin de bulunduğu binlerce Hint hapsedildi, kırbaçlandı ve hatta vuruldu. Her ne kadar hükûmet Hint protestocuları bastırmada başarılı olmuşsa da barışçıl Hint protestoculara Güney Afrika hükûmetinin uyguladığı ağır yöntemlerin kamuoyunda yarattığı tepki sonucunda Güney Afrikalı general Jan Christiaan Smuts, Gandi ile bir uzlaşmaya gitmek zorunda kalmıştır. Bu mücadele sırasında Gandi'nin fikirleri şekillendi ve Satyagraha kavramı olgunlaştı.
Zulu Savaşı'ndaki Rolü.
1906 yılında Britanyalı yetkililer yeni bir vergi daha koyduktan sonra Güney Afrika'daki Zulular iki Britanya subayını öldürdü. Misilleme olarak Britanyalı yetkililer Zululara savaş ilan etti. Gandi, Britanyalı yetkililerin Hintleri askere alması için çabaladı. Hintlerin tam yurttaşlık haklarına kavuşabilme iddialarını yasallaştırmak için savaşı desteklemeleri gerektiğini savundu. Fakat Britanyalı yetkililer Hintlere ordularında rütbe vermeyi reddetti. Yine de Gandi'nin önerisini kabul edip bir grup gönüllü Hint'in sedye taşıyıcılığı yaparak yaralı Britanya askerlerini tedavi etmelerine izin verdiler. 21 Temmuz 1906'da Gandi kendi kurduğu "Indian Opinion" gazetesinde "Natal Hükûmeti tarafından Yerlilere karşı yapılan operasyonlarda kullanılmak üzere deneme maksatlı kurulan birlik yirmi üç Hint'ten oluşmaktadır" diye yazmıştır. Gandi, "Indian Opinion"'daki yazılarıyla Güney Afrika'daki Hintlerin savaşa katılmasını teşvik ediyordu: “Eğer Hükûmet nasıl bir ihtiyat gücünün boşa gittiğini fark ederse bunu kullanmak isteyecek ve Hintleri gerçek savaş yöntemleri için tam bir eğitimden geçirecektir.”
Gandi'nin görüşüne göre 1906 yılı Askere Alma Yönetmeliği Hintleri Yerlilerden daha alt seviyeye düşürüyordu. Dolayısıyla Hintleri yerli siyahları örnek göstererek bu yönetmeliğe Satyagraha'ya uygun olarak karşı çıkmaya davet ediyor ve şöyle diyordu: "Bizden daha az gelişmiş olan melez kastlar ve kaffirler (yerli siyahlar) bile hükûmete karşı çıktı. Paso yasası onlara da uygulanıyor ama hiçbiri paso almıyor."
Hindistan Bağımsızlık Mücadelesi (1916–1945).
Gandi 1915'te Güney Afrika'dan Hindistan'a geri döndü.
Hindistan Ulusal Kongresi'nin toplantılarında konuşmalar yaptı ama asıl olarak Hint halkı, siyaset ve diğer sorunlar üzerinde düşünmeye o zamanlar Kongre Partisi'nin önemli liderlerinden olan Gopal Krişna Gokhale tarafından teşvik edildi.
Çamparan ve Kheda.
Gandi ilk önemli başarılarını 1918 yılında Çamparan karışıklığı ve "Kheda Satyagraha" sırasında elde etmiştir. Çoğunluğu Britanyalı olan toprak sahiplerinin milis kuvvetleri tarafından baskı altında tutulan köylüler aşırı yoksulluk içindeydi. Köyler son derece pisti ve hijyenik değildi. Alkolizm, kast sisteminden kaynaklanan ayrımcılık ve kadınlara karşı ayrımcılık çok yaygındı. Yıkıcı bir kıtlık olmasına rağmen Britanyalı yetkililer giderek artan yeni vergiler koymakta ısrarcıydı. Durum ümitsizdi. Gucerat'ta Kheda'da sorun aynıydı. Gandi kendisini uzun zamandır destekleyenlerle ve bölgeden yeni gönüllülerle burada bir "aşram" kurdu. Kötü yaşam koşulları, çekilen acılar ve uygulanan vahşet köylerin detaylı olarak incelenmesiyle kayıt altına alındı. Köylülerin güvenini kazanarak buraların temizlenmesine, okullar ve hastaneler kurulmasına öncülük etti. Köy liderlerini yukarıda belirtilen toplumsal sorunların çözüme kavuşturulması için cesaretlendirdi.
Ama asıl etkisi polis tarafından huzursuzluk yaratma nedeniyle tutuklanıp eyaleti terk etmesi istendiğinde baş gösterdi. Yüzbinlerce insan hapishane, karakol ve mahkemelerin önünde protesto gösterilerinde bulunarak Gandi'nin salıverilmesini istedi. Mahkeme Gandi'yi salıvermek zorunda kaldı. Gandi toprak sahiplerine karşı protestolar ve grevler düzenledi. Britanya hükûmetinin yönlendirmesiyle toprak sahipleri bölgenin yoksul köylülerine daha fazla yardım edeceklerine, ürettiklerini tüketebileceklerine ve kıtlık bitene kadar vergileri kaldıracaklarına dair bir antlaşma imzaladılar. Bu karışıklık sırasında insanlar Gandi'ye "Bapu" (Baba) ve "Mahatma" (Yüce Ruh) demeye başladılar. Kheda'da, Sardar Patel Britanyalı yetkililerle yapılan pazarlıklarda Gandi köylüleri temsil etti. Pazarlıklar sonunda vergiler askıya alındı ve tüm tutuklular salıverildi. Bunun sonucunda Gandi'nin ünü tüm ülkeye yayıldı.
İş Birliği Yapmama.
İş birliği yapmama ve barışçıl karşı koyma Gandi'nin haksızlığa karşı "silahları" idi. Pencap'ta Britanya birliklerinin sivilleri öldürdüğü Jallianwala Bagh ya da Amritsar katliamı ülkede giderek artan öfkeye ve şiddet olaylarına neden olmuştu. Gandi hem Britanyalı yetkilileri, hem de onlara karşı misilleme yapan Hintleri eleştirdi. Britanyalı sivil kurbanlara başsağlığı dileyen ve isyanları kınayan bir açıklama kaleme aldı. Buna parti içinde önce karşı çıkılsa da Gandi'nin her türlü şiddetin kötü olduğu, dolayısıyla da haksız olduğu ilkesini savunduğu duygusal konuşmasından sonra kabul edildi. Fakat katliamdan ve bunu izleyen şiddet olaylarından sonra Gandi, Hindistan'ın kendi kendini yönetmesi ve tüm Hindistan hükûmet kuruluşlarının yönetiminin elde edilmesi fikri üzerinde yoğunlaştı. Bunun sonucunda tam kişisel, tinsel ve siyasal bağımsızlık anlamına gelen "Swaraj" kavramı olgunlaştı.
Aralık 1921'de Gandi Hindistan Ulusal Kongresi'nde yürütme yetkisine sahip oldu. Liderliği altında Kongre amacı "Swaraj" olan yeni bir anayasa altında örgütlendi. Giriş ücreti ödeyen herkes partiye kabul edilmeye başladı. Disiplini artırmak için bir dizi komite kurularak, parti elit bir örgütten ulusal kitlenin ilgisini çeken bir örgüte dönüştü. Gandi şiddetsizlik hareketlerinin içine "swadeshi" ilkesini, yani yabancı ürünlerin, özellikle de Britanya ürünlerinin boykotunu da ekledi. Buna bağlı olarak tüm Hintlerin Britanya malı kumaşlar yerine elle dokunmuş "khadi" kumaşı kullanmasını savundu. Gandi yoksul zengin demeden tüm Hint erkek ve kadınların bağımsızlık hareketini desteklemek için her gün "khadi" kumaşı dokumalarını önerdi. Bu, isteksizleri ve hırslıları hareketin dışında tutmak ve disiplin kurmak, ayrıca da o zamana kadar böylesi etkinliklere katılmaları uygun görülmeyen kadınları harekete katabilmek için bir yöntemdi. Gandi, halkı Britanya ürünlerinin yanı sıra Britanya eğitim kurumlarını ve mahkemelerini de boykot etmeye, hükûmet işlerinden istifaya ve Britanya unvanlarını kullanmamaya çağırdı.
Bu "İş birliği yapmama" politikası Hint toplumunun her katmanından çok geniş bir katılım sonucunda büyük başarı kazandı. Fakat hareketin doruk noktasına ulaştığı Şubat 1922'de Uttar Pradeş'in Chauri Chaura şehrinde patlak veren şiddetli çatışma sonucu birdenbire sona erdi. Hareketin şiddete yönelmesinden ve bunun bütün yapılanları yıkmasından korkan Gandi ulusal itaatsizlik kampanyasını sona erdirdi. Gandi 10 Mart 1922'de tutuklandı, isyana teşvikten yargılanarak altı yıl hapis cezasına çarptırıldı. 18 Mart 1922'de başlayan cezası iki yıl sonra Şubat 1924'te apandisit ameliyatı nedeniyle salıverildikten sonra bitti.
Gandi'nin birleştirici kişiliğinden hapiste kaldığı sürece yararlanamayan Hindistan Ulusal Kongresi bölündü ve iki hizip oluştu. Bunlardan biri, partinin seçimlere katılmasını isteyen Chitta Ranjan Das ve Motilal Nehru tarafından yönetiliyordu, diğer hizip seçimlere katılmaya karşı çıkıyordu ve Chakravarti Rajagopalachari ve Sardar Vallabhbhai Patel tarafından yönetiliyordu. Ayrıca "işbirliği yapmama" sırasında Hindu ve Müslümanlar arasındaki işbirliği parçalanmaya başlamıştı. Gandi bu anlaşmazlıkları 1924 sonbaharında yaptığı üç aylık oruç gibi yöntemlerle ortadan kaldırmaya çalıştıysa da çok başarılı olamadı.
Swaraj ve Tuz Satyagrahası (Tuz Yürüyüşü).
Gandi 1920'lerde gözlerden uzakta kaldı. Swaraj Partisi ile Hindistan Ulusal Kongresi arasındaki ayrılıkları çözmeye çalıştı ve paryalık, alkolizm, cehalet ve yoksulluğa karşı girişimlerini yaygınlaştırdı. Tekrar öne çıkması 1928 yılında olmuştur. Bir yıl önce İngiliz hükûmeti Sir John Simon başkanlığında yeni bir anayasal reform komisyonu atamıştı. Üyeleri arasında bir tek Hint bile olmayan bu komisyonu Hindistan siyasi partileri boykot etmiştir. Gandi, Aralık 1928'de Kalküta kongresinde İngiliz hükûmetine Hindistan'a İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlı yönetim hakkı verilmesini ya da bu sefer amacı tam bağımsızlık olan yeni bir işbirliği yapmama kampanyasıyla yüz yüze kalacaklarını bildiren bir kararın kabul edilmesini sağladı. Gandi hemen bağımsızlık isteyen Subhas Chandra Bose ile Jawaharlal Nehru gibi gençlerin görüşlerini yumuşatmakla kalmadı, kendi görüşlerini de değiştirerek bu çağrıyı iki yerine bir yıl bekletmeyi kabul etti. Britanyalı yetkililer bunu cevapsız bıraktı. 31 Aralık 1929'da Lahor'da Hindistan bayrağı açıldı. Lahore'da toplanan Hindistan Ulusal Kongresi tarafından 26 Ocak 1930 Hindistan'ın Bağımsızlık Günü olarak kutlandı. O gün hemen hemen tüm Hint örgütler tarafından kutlanmıştır. Sözünde duran Gandi Mart 1930'da tuz vergisine karşı yeni bir satyagraha başlattı. Kendi tuzunu yapmak için Ahmedabad'dan Dandi'ye 12 Mart'tan 6 Nisan'a kadar 400 kilometre yürüdüğü Tuz Yürüyüşü bu pasif direnişin en önemli bölümüdür. Denize doğru yapılan bu yürüyüşte Gandi'ye binlerce Hint eşlik etti. Britanya idaresine karşı en rahatsız edici kampanyası bu olmuştur ve Britanya yönetimi buna 60.000'in üzerinde kişiyi hapse atarak karşılık vermiştir.
Lord Edward Irwin tarafından temsil edilen hükûmet sonunda Gandi ile görüşmeye karar verdi. Mart 1931'de Gandi–Irwin Paktı imzalandı. Britanya hükûmeti sivil başkaldırı hareketinin durdurulmasına karşılık tüm siyasi tutukluları serbest bırakmaya razı oldu. Ayrıca Hindistan Ulusal Kongresi'nin tek temsilcisi olarak Gandi Londra'da yapılacak olan yuvarlak masa toplantısına davet edildi. İdari gücün el değiştirmesinden çok, Hint prensleri ve Hint azınlıkları konularının ele alındığı bu toplantı Gandi ve milliyetçiler için hayal kırıklığı oldu. Bundan da öte Lord Irwin'in halefi Lord Willingdon milliyetçileri bastırmak için yeni bir eyleme girişti. Gandi yeniden tutuklandı ve hükûmet onu tecrit ederek nüfuzunu yok etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 1932'de Dalit lider B. R. Ambedkar'ın önderliğinde yapılan kampanya sonucu hükûmet yeni anayasa ile paryalara ayrı olarak seçim hakkı verdi. Bunu protesto eden Gandi Eylül 1932'de yaptığı altı günlük oruç sonrasında Dalit siyasi lider Palwankar Baloo'nun aracılık ettiği görüşmeler sonucunda hükûmeti daha eşitlikçi uygulamalara zorlamıştır. Bu da Gandi tarafından Harijanlar, yani Tanrı'nın çocukları adı verilen paryaların yaşam koşullarını iyileştirmek için yapılacak yeni bir kampanyanın başlangıcı olmuştur. 8 Mayıs 1933'te Gandi, Harijan hareketine destek olmak için 21 günlük kişisel arınma orucuna başladı.
1934 yazında başarısız üç suikast girişimine uğradı.
Kongre Partisi, seçimlere katılıp Federasyon tasarısını kabul etmeyi kararlaştırdığında Gandi parti üyeliğinden istifa etmeye karar verdi. Parti'nin hareketine karşı değildi fakat istifa etmekle parti üyeliğinin komünistler, sosyalistler, sendikacılar ve öğrencilerden dini muhafazakârlara ve işverenlere kadar geniş bir yelpazeye açılmasına yardımcı olacağını düşündü. Gandi ayrıca Raj ile geçici bir siyasi anlaşmaya varmış olan partinin yönetiminde yer almakla Raj propagandasına hedef olmak da istemiyordu.
Kongre'nin Nehru başkanlığındaki Lucknow oturumunda Gandi 1936'da tekrar başa geçti. Gandi yalnızca bağımsızlığı elde etme konusuna odaklanılmasını ve Hindistan'ın geleceği hakkında spekülasyon yapılmamasını arzuladıysa da Kongre'nin sosyalizmi amaç olarak belirtmesine karşı çıkmadı. Gandi 1938'de başkanlığa seçilen Subhas Bose ile bir uyuşmazlık yaşadı. Bose ile anlaşamadığı başlıca noktalar Bose'nin demokrasiye ve şiddetsiz harekete inancının olmamasıydı. Gandi'nin eleştirilerine rağmen Bose ikinci dönem de başkanlığı kazandı fakat Gandi'nin getirdiği ilkeleri terk etmesi nedeniyle tüm Hindistan liderlerinin topluca istifa etmesi karşısında Kongre'den ayrıldı.
II. Dünya Savaşı ve Hindistan'ı Terk Edişi.
Nazi Almanyası 1939'da Polonya'yı işgal edince II. Dünya Savaşı başladı. Başlarda Gandi Britanya'ya "şiddete iştirak etmeyen bir manevi destek" verilmesinden yanaydı fakat Kongre liderleri halkın temsilcilerine danışılmadan Hindistan'ın tek taraflı olarak savaşa sokulmasından rahatsız olmuştu. Bütün kongre üyeleri toplu olarak görevlerinden istifa etmeyi tercih etti. Üzerinde uzun süre düşündükten sonra Gandi Hindistan'a demokrasi verilmesi reddedilirken görünüşte demokrasi için verilen bu savaşa katılmayacağını ilan etti. Savaş ilerledikçe Gandi bağımsızlık için isteklerini daha da yoğunlaştırdı ve Britanya'ya "Hindistan'ı Terk Et" çağrısında bulundu. Bu, Gandi ve Kongre Partisi tarafından Britanya'nın Hindistan'ı terk etmesini sağlamak için gerçekleştirilen en kararlı başkaldırıydı.
Gandi hem Britanya yanlısı, hem de Britanya karşıtı gruplar ve Kongre parti üyelerinin bir kısmı tarafından eleştirildi. Bazıları Britanya'ya bu zor zamanında karşı gelmenin ahlaksızlık olduğunu söylerken diğerleri ise Gandi'nin yeteri kadar çabalamadığını düşünüyordu. "Hindistan'ı Terk Et" kampanyası mücadelenin tarihindeki en güçlü eylem oldu, toplu tutuklamalar ve şiddet tahmin edilemeyen boyutlara ulaştı. Binlerce eylemci polis ateşiyle öldü ya da yaralandı ve yüzbinlerce eylemci tutuklandı. Gandi ve yandaşları Hindistan'a hemen bağımsızlık verilmezse savaşa destek vermeyeceklerini açıkça belirttiler. Hatta bu sefer bireysel şiddet eylemleri olsa bile eylemin durdurulmayacağını, çevresindeki "düzenli anarşinin", "gerçek anarşiden daha kötü" olduğunu söyledi. Tüm Kongre üyelerine ve Hintlere yaptığı çağrıda özgürlüğe ulaşmak için "ahimsa" ve "Karo Ya Maro" ("Yap ya da Öl") ilkeleriyle disiplini sağlamalarını istedi.
Gandi ve Kongre Çalışma Komitesinin tamamı Britanyalı yetkililer tarafından 9 Ağustos 1942'de Bombay'da tutuklandı. Gandi iki yıl boyunca Pune'de Ağa Han Sarayında tutuldu. Buradayken sekreteri Mahadev Desai 50 yaşındayken kalp krizinden öldü, ardından 6 gün sonra, 18 aydır tutuklu bulunan eşi Kasturba 22 Şubat 1944'te öldü. Altı hafta sonra Gandi ağır bir sıtma krizi geçirdi. Sağlığının kötüleşmesi ve ameliyat gereksinimi nedeniyle savaş sona ermeden, 6 Mayıs 1944'te salıverildi. Britanyalı yetkililer Gandi'nin hapiste ölmesi durumunda halkın öfkesinin kabarmasından çekindi. Her ne kadar "Hindistan'ı Terk Et" kampanyası hedefine ulaşma konusunda tam başarılı olamadıysa da savaşın sonunda Britanyalı yetkililer yönetimin Hintlere verileceğine dair açıklamalarda bulundu. Bu noktada Gandi mücadeleyi durdurdu ve Kongre partisinin liderlerinin de aralarında bulunduğu 100.000 civarında siyasi tutuklu salıverildi.
Özgürlük ve Hindistan'ın Bölünmesi.
Gandi 1946 yılında Kongre partisine Britanya hükûmet heyetinin önerilerinin reddedilmesini önerdi, çünkü Müslümanların çoğunlukta olduğu eyaletlere dair önerilerdeki "gruplaşmanın" gelecekte bölünmeye yol açmasından kuşkuluydu. Fakat bu, Kongre partisinin Gandi'nin önerisi dışına çıktığı nadir durumlardan biri oldu, çünkü Nehru ve Patel planı onaylamadıkları takdirde hükûmetin kontrolünün Hindistan Müslümanlar Birliği'ne geçeceğini düşünüyorlardı. 1946 ile 1948 yılları arasında 5.000'den fazla kişi şiddet eylemlerinde öldü. Gandi Hindistan'ı iki ayrı ülkeye bölecek her türlü plana kesinlikle karşı çıkıyordu. Hindistan'da Hindu ve Sikh'lerle yaşayan Müslümanların büyük çoğunluğu ise ayrılmadan yanaydı. Müslüman Birliği'nin lideri Muhammed Ali Cinnah'ın Pencap, Sindh, Kuzey-Batı Sınır Eyaleti ve Doğu Bengal'de büyük bir desteği vardı. Bölünme planı Kongre liderleri tarafından büyük çaplı bir Hindu-Müslüman savaşını engellemenin tek yolu olarak kabul edildi. Kongre liderleri parti içinde ve Hindistan'da büyük bir desteğe sahip olan Gandi'nin onayı olmadan ilerleyemeyeceklerini ve Gandi'nin de bölünme planını tamamen reddettiğini biliyorlardı. Gandi'nin en yakın çalışma arkadaşları bölünmenin en iyi çıkış olduğunu kabul etmişlerdi ve Sardar Patel'in Gandi'yi bunun iç savaşı önlemenin tek yolu olduğuna inandırmak için çabalaması sonucunda istemese de Gandi rızasını verdi.
Gandi, Kuzey Hindistan'da ve Bengal'de ortamı sakinleştirmek amacıyla Müslüman ve Hindu toplumlarının liderleriyle yoğun görüşmelerde bulundu. 1947 yılındaki Hindistan-Pakistan Savaşı'na rağmen hükûmetin Bölünme Konseyince belirlenen 550 milyon rupiyi vermeme kararından rahatsızlık duydu. Sardar Patel gibi liderler Pakistan'ın bu parayı Hindistan'a karşı savaşı sürdürmek amacıyla kullanmasından korkuyordu. Gandi tüm Müslümanların Pakistan'a zorla gönderilmesi istekleri ortaya çıktığında ve Müslüman ile Hindu liderleri birbirleriyle bir türlü anlaşmaya razı gelmeyince de çok üzüldü. Topluluklar arası tüm şiddetin durdurulması ve 550 milyon rupinin Pakistan'a ödenmesi için son ölüm orucuna Delhi'de başladı. Gandi Pakistan'daki istikrarsızlık ve güvensizlik ortamının Hindistan'a karşı duyulan öfkeyi artıracağından ve şiddetin sınır ötesine taşınacağından korkuyordu. Ayrıca Hindular ve Müslümanlar arasındaki düşmanlığın açık bir iç savaşa dönüşeceğinden de korkuyordu. Yaşam boyu çalışma arkadaşı olanlarla yaptığı uzun duygusal görüşmeler sonucunda Gandi orucunu bırakmayınca hükûmet önceki kararlarını iptal ederek Pakistan'a ödemeyi yaptı. Aralarında Rashtriya Swayamsevak Sangh ve Hindu Mahasabha'nın da bulunduğu Hindu, Müslüman ve Sikh toplumu liderleri şiddeti reddederek barış çağrısı yapacakları konusunda Gandi'yi ikna ettiler. Bunun sonucunda Gandi portakal suyu içerek orucunu bitirdi.
Suikast.
30 Ocak 1948'de, Yeni Delhi'de bulunan "Birla Bhavan"'ın (Birla Evi) bahçesinde gece yürüyüşünü yaparken vuruldu ve öldü. Suikastçı Nathuram Godse, Hindu bir radikaldi ve Pakistan'a ödeme yaptırılmasında ısrar ederek Gandi'nin Hindistan'ı zayıflattığını savunan aşırı uç görüşteki Hindu Mahasabha ile bağlantısı vardı. Godse ve yardakçısı Narayan Apte daha sonra çıkarıldıkları mahkemede yargılandılar ve suçlu bulundular. 15 Kasım 1949'da idam edildiler. Gandi'nin Yeni Delhi'de bulunan anıtı "Rāj Ghāt"'ın üzerinde "Hē Ram" (Devanagari: "हे ! राम" ya da "He Rām") yazar. Bu, Türkçeye "Aman Tanrım" olarak tercüme edilebilir. Her ne kadar doğruluğu tartışmalı olsa da bunların Gandi vurulduktan sonra son sözleri olduğu iddia edilmektedir. Jawaharlal Nehru radyodan ülkeye yaptığı konuşmasında şöyle demiştir:
Gandi'nin külleri kaplara konarak anma törenleri için Hindistan'ın çeşitli bölgelerine gönderildi. Çoğu 12 Şubat 1948'de Allahabad'da Ganj, Yamuna ve Sarasvati nehirlerinin birleştiği nokta olan Sangam'a döküldü ama bazıları gizlice başka yerlere gönderildi. 1997'de Tuşar Gandi bir bankanın kasasında bulunan ve mahkeme emriyle alabildiği bir kabın içindeki külleri Allahabad'da Sangam sularına döktü. Dubai'li bir iş insanının Mumbai müzesine gönderdiği bir başka kabın içindeki küller de 30 Ocak 2008'de ailesi tarafından Girgaum Chowpatty'de sulara dökülmüştür. Bir başka kap Pune'deki Ağa Han Sarayı'na gelmiş (1942 ile 1944 arasında tutuklu bulunduğu yer), bir başkası da Los Angeles'ta "Kendini Kanıtlama Birliği Göl Tapınağı"'na ulaşmıştır. Gandi ailesinin fertleri tapınaklarda ve anıtlarda bulunan bu küllerin siyasi kötü amaçlarla kullanılabileceğinden kaygı duymakla birlikte bunları alamayacaklarını dikkate alarak geri istememişlerdir.
Mahatma Gandi İlkeleri.
Doğruluk.
Gandi hayatını doğruluğu ya da "Satya"yı bulmaya adadı. Bu amacına kendi hatalarından öğrenerek ve kendisi üzerinde deneyler yaparak ulaşmaya çalıştı. Otobiyografisine "Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü" adını vermiştir.
Gandi en önemli mücadelenin kendi iblislerini, korkularını ve güvensizliklerini yenmek olduğunu belirtmiştir. Gandi inançlarını ilk olarak "Tanrı Doğruluktur" diyerek özetlemiş. Daha sonra bu ifadesini "Doğruluk Tanrı'dır" olarak değiştirmiştir. Yani Gandi'nin felsefesinde "Satya" (Doğruluk) "Tanrı"dır.
Pasif direniş.
Mahatma Gandi pasif direniş ilkesinin bulucusu değildir ancak muazzam bir ölçekte siyasi alanda ilk uygulayandır. Pasif direniş ("ahimsa") ya da karşı koymama kavramları Hindistan dini düşünce tarihinde çok eskilere dayanmaktadır. Gandi felsefesini ve hayat görüşünü otobiyografisi "Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü"'nde şöyle açıklar:
"Umutsuzluğa düştüğümde tarih boyunca doğruluk ve sevginin her zaman kazandığını hatırlarım. Tiranlar ve katiller olmuştur, hatta bir süre yenilmez sanılmışlardır ancak sonunda her zaman kaybederler, düşün bir her zaman."
"Çılgınca tahribatı totaliterlik nedeniyle ya da özgürlük ve demokrasi adı altında yapmak ölüler, yetimler ve evsizler için ne değiştirir?"
"Göze göz ilkesi tüm dünyayı kör eder."
"Uğrunda ölmeyi göze alacağım birçok dava var ama uğrunda öldüreceğim hiçbir dava yoktur."
Bu ilkeleri uygulayan Gandi mantığın en uç sınırlarına giderek, hükûmetlerin, polisin ve ordunun bile şiddet karşıtı olduğu bir dünya hayal etti. Aşağıdaki alıntılar "Pasifistler İçin" kitabındandır.
Savaş ilmi bir kişiyi basitçe saf diktatörlüğe yöneltir. Şiddet karşıtlığının ilmi ise yalnızca saf demokrasiye ulaştırır...Sevgiden kaynaklanan güç, cezalandırılma korkusundan kaynaklanandan binlerce kat daha etkili ve kalıcıdır...Şiddet karşıtlığının yalnızca bireyler tarafından uygulanabileceğini ve bireylerin oluşturduğu uluslar tarafından uygulanamayacağını söylemek inançsızlıktır...En saf anarşiye en çok yaklaşan şiddet karşıtlığı üzerine kurulu olan demokrasidir...Tam bir şiddet karşıtlığı üzerinde örgütlenen ve işleyen bir toplum en saf anarşidir...
Şiddet karşıtı bir devlette bile polis gücüne gerek olduğu sonucuna ulaştım...Polis şiddet karşıtlığına inananlardan seçilecektir. İnsanlar içgüdüsel olarak onlara her türlü yardımı yapacak ve ortak bir çalışma sonucu sürekli azalan karışıklıklar ile kolaylıkla başa çıkabileceklerdir. Emek ile sermaye arasındaki şiddetli anlaşmazlıklar ve grevler şiddet karşıtı bir devlette daha az olacaktır çünkü şiddet karşıtı çoğunluğun etkisi toplum içinde temel ilkelerin uygulanmasını sağlayacaktır. Benzer şekilde topluluklar arasında da karşıtlıklar olmayacaktır...
Şiddet karşıtı bir ordu savaş zamanında da barış zamanında da silahlı insanlar gibi davranmaz. Görevleri birbirleriyle savaşan toplumları bir araya getirmek, barış propagandası yapmak, bulundukları yerde ve birliklerinde her bir insanla ilişkiye geçmelerini sağlayacak eylemlerde bulunmaktır. Böyle bir ordu acil durumlarla başa çıkabilmek için hazırlıklı olmalıdır, şiddet içeren çetelerin taşkınlıklarını durdurabilmek için ölmeyi göze almalıdırlar. ...Satyagraha (doğruluğun gücü) tugayları her köy de ver her mahallede örgütlenebilir. [Eğer şiddet karşıtı topluma dışarıdan bir saldırı gelirse] şiddet karşıtlığına açılan iki yol vardır. Hâkimiyeti vermek ama saldıran ile iş birliği yapmamak...Baş eğmektense ölümü tercih etmek. İkinci yol ise şiddet karşıtı yöntemle yetişmiş insanların yapacağı pasif direniş...Saldırganın iradesine uymak yerine ölmeyi tercih eden kadın ve erkeklerin oluşturduğu sonu gelmez beklenmedik görüntü hem saldırganı hem de askerlerini yumuşatacaktır...Şiddet karşıtlığını ana siyasi görüşü olarak seçmiş olan bir ulusu ya da grubu atom bombası bile köleliğe mahkûm edemez... Bu ülkedeki şiddet karşıtlığının düzeyi başına bu geldiği takdirde doğal olarak öyle yükselecektir ki evrensel olarak saygı görecektir.
Bu görüşlere uygun olarak, 1940'ta Britanya Adaları' nın Nazi Almanyası tarafından işgali söz konusu olduğunda Gandi Britanya halkına şu öğütleri verdi ("Savaş ve Barışta Pasif Direniş "):
"Sahip olduğunuz silahları ne sizi ne de insanlığı kurtarmaya yeterli olmadığı için bırakmanızı isterim. Kendi varlığınız saydığınız ülkelerden ne istiyorlarsa almaları için Herr Hitler ve Sinyor Mussolini'yi davet edin... Eğer bu centilmenler evlerinize girmek isterse, siz evleriniz terk edin. Eğer sizin serbestçe gitmenize izin vermezlerse, erkek, kadın ve çocuk sizi katletmelerine izin verin ama onlara bağlılığınızı sunmayı reddedin."
Savaş sonrası bir mülakatta 1946'da daha da uç bir görüşünü açıkladı:
"Yahudiler kendilerini kasabın bıçağına sunmalıydılar. Kendilerini kayalıklardan denize atmalıydılar."
Ancak Gandi bu düzeyde bir şiddet karşıtlığının inanılmaz ölçüde inanç ve cesaret gerektirdiğini ve buna herkesin sahip olmadığını biliyordu. Dolayısıyla, özellikle de korkaklığa karşı bir kılıf olarak kullanılıyorsa herkesin şiddet karşıtı olarak kalması gerekmediğini de öğütledi.:
"Gandi, silahlanmaktan ve direniş göstermekten korkanları "satyagraha" hareketine katılmamaları konusunda uyardı. 'İnanıyorum ki,' dedi, 'korkaklık ile şiddet arasında bir seçim yapmak gerekirse şiddeti öğütlerdim.'"
"Her toplantıda şu uyarıyı yaptım. Pasif direniş ile daha önce kendilerinde olan kullanmayı bildikleri güçten sonsuz derecede fazla güç elde ettiklerine inananların pasif direniş ile hiçbir ilişkileri olmamalı ve bıraktıkları silahları tekrar almalıdır. Bir zamanlar çok cesur olan "Khudai Khidmatgar"ların ("Allah'ın hizmetçileri"), Badşah Han'ın etkisiyle korkaklaştıklarını hiçbir zaman söyleyemeyiz. Cesaretleri yalnızca iyi bir nişancı olmalarıyla değil, ölümü göze almaları ve göğüslerini gelen kurşunlara karşı açmalarındadır."
Et yemezlik.
Gandi küçük bir çocukken et yemeyi denemiştir. Bunun sebebi hem duyduğu merak hem de onu ikna eden yakın arkadaşı Şeyh Mehtab'tır. Hindistan'da etyemezlik Hindu ve Caynu inanışlarının temel ilkelerinden birisi olmuştur ve doğduğu yöre olan Gucerat'ta Hindu ve Caynuların büyük çoğunluğu olduğu gibi Gandi ailesi de etyemezdi. Londra'ya okumaya gitmeden önce annesi Putlibay ve amcası Becharji Swami'ye et yemekten, alkol almaktan ve fuhuştan imtina edeceğine yemin verdi. Sözüne uyarak yalnızca bir beslenme biçimi değil aynı zamanda yaşamı boyunca izleyeceği felsefeye bir temel elde etti. Gandi ergenliğe eriştikçe katı bir etyemez oldu. "The Moral Basis of Vegetarianism" (Etyemezliğin Ahlaki Temeli) adlı kitabın yanı sıra bu konuda birçok makale de yazdı. Bunların bir kısmı Londra Etyemezler Derneği'nin yayım organı "The Vegetarian"'da yayımlandı. Bu dönemde birçok ileri gelen entelektüelden ilham alan Gandi Londra Etyemezler Derneği'nin başkanı Dr. Josiah Oldfield ile de arkadaş oldu.
Henry Stephens Salt'ın eserlerini okuyup hayran kalmış olan genç Mohandas, etyemezlik kampanyası yapan bu kişiyle görüştü ve yazıştı. Gandi Londra'da iken ve daha sonra etyemezliği desteklemek için çok zaman harcadı. Gandi için etyemez bir beslenme yalnızca insan vücudunun gereksinimleri karşılamıyor aynı zamanda ekonomik bir amaca da hizmet ediyordu. Et hâlâ tahıl, sebze ve meyveden daha pahalıdır. O zamanın Hintlerinin birçoğu çok düşük gelire sahip olduğu için etyemezlik yalnızca tinsel bir uygulama değil aynı zamanda pratikti de. Uzun süre et yemekten kaçındı ve oruç tutmayı bir siyasi protesto yöntemi olarak kullandı. Ölene kadar ya da istekleri kabul edilene kadar yemek yemeyi reddetti. Otobiyografisinde etyemezliğin Brahmaçarya'ya olan derin bağlılığının başlangıcı olduğu yazar. İştahını tam olarak kontrol etmeden Brahmaçarya'da başarısız olacağını belirtir.
Bapu bir dönem sonra artık yalnızca meyve yemeye başlamıştı; ancak doktorlarının tavsiyesiyle keçi sütü içmeye başlamıştı. İnek sütünden elde edilen süt ürünlerini hiçbir zaman kullanmamıştır. Bunun nedeni hem felsefi görüşleri hem de zorla inekten fazla süt alma yöntemi olan "phooka"dan iğrendiği, ve annesine vermiş olduğu bir söz nedeniyledir.
Brahmaçarya.
Gandi 16 yaşındayken babası çok hastalandı. Ailesine çok düşkün olduğu için hastalığı süresince babasının başucundaydı. Ancak bir gece Gandi'nin amcası, kısa bir süreliğine Gandi'nin dinlenmesi için yerine geçti. Yatak odasında geçtikten sonra bedenin arzularına karşı koyamayarak karısıyla birlikte oldu. Kısa bir süre sonra bir hizmetçi, babasının az önce öldüğünü bildirdi. Gandi büyük bir suçluluk duydu ve kendini hiçbir zaman affedemedi. Bu olaydan "çifte utanç" diye söz eder. Bu olay Gandi üzerinde öyle etkili olmuştur ki hâlâ evliyken 36 yaşında cinsellikten vazgeçer ve bekârlığı seçer.
Bu kararın alınmasında tinsel ve pratik anlamda saflığı öğütleyen Brahmaçarya felsefesinin büyük etkisi vardır. Cinsellikten kaçınma ve çilecilik bu düşünüşün bir parçasıdır. Gandi Brahmaçaryayı Tanrı'ya yakınlaşma ve kendini kanıtlama yolunda ana temel olarak görmüştür. Otobiyografisinde çok küçük yaşta evlendiği karısı Kasturba'ya duyduğu şehvet dolu dürtüler ve kıskançlık krizleri ile olan mücadelesini anlatır. Cinsellikten uzak kalarak şehvet duymaktansa sevmeyi öğrenmenin kişisel zorunluluğu olduğunu hissetmiştir. Gandi için Brahmaçarya "duyguların düşünce, söz ve eylemde kontrolü" demekti.
Sadelik.
Gandi topluma hizmet veren bir kişinin sade bir hayatı olması gerektiğine yürekten inanmıştı. Bu sadelik o kişiyi Brahmaçaryaya ulaştıracaktır. Sadeliğe Güney Afrika'da yaşadığı Batı tarzı yaşam stilini bırakarak başladı. Bunu "kendini sıfıra indirgemek," olarak adlandırdı ve gereksiz harcamaları keserek, basit bir yaşam tarzı seçti ve kendi giysilerini bile kendisi yıkadı. Bir keresinde topluma yaptığı hizmet nedeniyle kendisine verilen hediyeleri geri çevirdi.
Gandi her hafta bir gününü konuşmadan geçiriyordu. Konuşmaktan imtina etmenin kendisine iç huzuru getirdiğine inanıyordu. Bu pratik Hindu ilkeleri "mauna" (Sanskritçe:मौनं - sessizlik) ve "şanti"den (Sanskritçe:शांति - huzur) etkilenmiştir. Böyle günlerde diğerleriyle kağıda yazarak iletişim kuruyordu. 37 yaşından sonra üç buçuk yıl boyunca Gandi dünya meselelerinin çalkantılı durumunun kendi iç huzursuzluğundan daha fazla bir karışıklığa neden olduğu için gazete okumayı reddetti.
John Ruskin'in "Unto This Last" (Sonuna Kadar) adlı denemelerini okuduktan sonra yaşam tarzını değiştirmeye karar verdi ve "Phoenix Kolonisi" adı verilen bir komün kurdu.
Başarılı bir hukuk hayatı yaşadığı Güney Afrika'dan Hindistan'a döndükten sonra zenginlik ve başarı ile özdeşleştirdiği Batı tarzı giyinmeyi bıraktı. Hindistan'ın en fakir insanının kabul edebileceği gibi giyinmeye başladı ve ev dokuması olan "khadi"nin kullanılmasını savundu. Gandi ve arkadaşları kendi eğirdikleri iplikle kendi giysilerinin kumaşını dokumaya başladı ve diğerlerini de böyle yapmaları için teşvik etti. Hint işçiler işsizlik nedeniyle çoğunlukla boşta kalsalar da giysilerini Britanya sermayesinin sahip olduğu endüstriyel konfeksiyonculardan almaktaydılar. Eğer Hintler kendi giysilerini yaparsa Hindistan'da yer alan Britanya sermayesine büyük bir darbe vurulacağı Gandi'nin görüşüdür. Buradan yola çıkarak Hintlerin geleneksel çıkrığı "çarka" Hindistan Ulusal Kongresi'nin bayrağına alınmıştır. Hayatının sadeliğini göstermek için yaşamının geri kalan döneminde yalnızca bir "dhoti" giydi.
İnanç.
Gandi Hindu olarak doğdu, tüm yaşamı boyunca Hinduizm'i uyguladı ve ilkelerinin çoğunu Hinduizmden aldı. Sıradan bir Hindu olarak tüm dinlerin eşit olduğuna inandı ve başka dinlere inanması için verilen çabalara karşı geldi. Çok meraklı bir dinbilimciydi ve tüm önemli dinler hakkında birçok kitap okudu. Hinduzim hakkında şunları söylemiştir:
Gandi "Bhagavad Gita" üzerine Guceratça bir yorum yazmıştır. Guceratça metni İngilizceye Mahadev Desai tarafından çevrilmiş ve bir önsöz eklenmiştir. 1946'da Gandi'nin bir giriş yazısıyla yayımlanmıştır.
Gandi her dinin özünde doğruluk ve aşkın yattığına inanır. Aynı zamanda tüm dinlerde ikiyüzlülüğü, kötü uygulamaları ve dogmayı da sorgulamıştır ve yorulmaz bir sosyal reformcudur. Çeşitli dinler üzerine olan bazı yorumları şöyledir:
Yaşamının daha sonraki dönemlerinde bir Hindu olup olmadığı sorulduğunda şöyle yanıtlamıştır:
Birbirlerine büyük saygı da duysalar Gandi ve Rabindranath Tagore birçok kereler uzun süren tartışmalara girmişlerdir. Bu tartışmalar, zamanlarının en ünlü iki Hint'inin felsefi görüş farklılıklarını örnekler. 15 Ocak 1934'te Bihar'da meydana gelen bir deprem çok büyük yaşam kaybına ve zarara yol açtı. Gandi bunun dokunulmazları kendi tapınaklarına kabul etmeyen üst kast Hinduların günahları nedeniyle olduğunu belirtti. Tagore ise Gandi'nin bu görüşüne şiddetle karşı geldi ve dokunulmazlık uygulaması ne kadar itici de olsa ahlaki sebeplerin değil yalnızca doğal sebeplerin depreme yol açabileceğini savundu.
Eserleri.
Gandi üretken bir yazardı. Uzun yıllar aralarında Güney Afrika'da iken Gucerati dilinde "Harijan", Hindi dilinde ve İngilizce; "Indian Opinion" ile Hindistan'a döndükten sonra çıkardığı İngilizce "Young India" gazetesi ile Guceratça Navajivan adlı aylık dergi gibi birçok gazete ve derginin editörlüğünü yaptı. Sonraları Navajivan Hindi dilinde de yayımlandı. Bunlara ek olarak hemen hemen her gün kişilere ve gazetelere mektuplar yazdı.
Gandi aralarında otobiyografisi "Doğrulukla Olan Deneyimlerimin Öyküsü"'nün de bulunduğu, Güney Afrika'daki mücadelesi hakkında "Satyagraha in South Africa" (Güney Afrika'da Satyagraha), siyasi bir broşür olan "Hind Swaraj or Indian Home Rule" ve John Ruskin'in "Unto This Last" denemesinin Gucerati dilindeki yorumu gibi birçok eser yazmıştır. Bu son deneme ekonomi üzerine denemesi olarak sayılır. Ayrıca yoğun olarak etyemezlik, beslenme ve sağlık, din, sosyal reformlar gibi konular üzerine de yazdı. Gandi genellikle Gucerati dilinde yazdı ama kitaplarının Hindi ve İngilizce çevirilerini de düzeltti.
Gandi'nin tüm eserleri 1960 yılında "The Collected Works of Mahatma Gandhi" (Mahatma Gandi'nin Tüm Eserleri) adıyla Hindistan hükûmeti tarafından yayımlandı. Yazılar yaklaşık yüz cilt içinde toplanmış 50.000 sayfadan oluşur. 2000 yılında tüm eserlerin gözden geçirilmiş baskısı, Gandi'nin takipçilerinin hükûmeti siyasal amaçları için değişiklik yapması ile suçlamasıyla bir anlaşmazlık çıkmıştır.
Gandi hakkında kitaplar.
Birçok biyografi yazarı Gandi'nin hayatını yazmayı üstlenmiştir. Bunların arasında iki tanesi diğerlerinin arasından sıyrılmıştır: D. G. Tendulkar'ın sekiz ciltlik "Mahatma. Life of Mohandas Karamchand Gandhi" (Mahatma, Mohandas Karamçand Gandi'nin Yaşamı) ile Pyarelalve Sushila Nayyar'ın on ciltlik "Mahatma Gandhi"'si. ABD Ordusu'ndan Albay G. B. Singh'in hayatının yirmi yılını araştırma kitabı "Gandhi: Behind the Mask of Divinity"'yi (Gandi:Kutsallık Maskesinin Ardında) yazmak için Gandi'nin özgün konuşmalarını ve yazılarını toplamak için geçirdiği söylenir.
Takipçileri ve Etkisi.
Gandi önemli liderleri ve siyasi hareketleri etkilemiştir. Aralarında Martin Luther King ve James Lawson'un da bulunduğu ABD'deki yurttaşlık hakları hareketi liderleri pasif direniş hakkındaki kendi kuramlarının gelişiminde Gandi'nin yazılarından yararlanmışlardır. Apartheid karşıtı eylemci ve Güney Afrika'nın eski devlet başkanı, Nelson Mandela, Gandi'den ilham almıştır. Diğerleri arasında, Han Abdulgaffar Han, Steve Biko ve Aung San Suu Kyi sayılabilir.
Gandi'nin yaşamı ve öğretileri Gandi'yi akıl hocası olarak gören veya hayatını Gandi'nin fikirlerini yaymak için geçiren birçok kişiye ilham kaynağı olmuştur. Avrupa'da ilk olarak, Romain Rolland 1924 yılında yayımladığı kitabı "Mahatma Gandhi" ile Gandi'den söz etmiştir ve Brezilyalı anarşist ve feminist Maria Lacerda de Moura pasifizm hakkındaki kitabında Gandi hakkında yazmıştır. 1931 yılında Avrupalı dikkate değer bir fizikçi, Albert Einstein Gandi ile mektuplaşmış ve daha sonra onun hakkında "gelecek nesiller için örnek alınacak bir kişi" diye yazmıştır. Lanza del Vasto 1936 yılında Gandi ile yaşamak amacıyla Hindistan'a gitti. Daha sonra Avrupa'ya Gandi'nin felsefesini yaymak için döndü ve 1948 yılında Gandi'nin aşramlarını örnek alan Ark Topluluğu'nu kurdu. Bir Britanya amiralinin kızı olan Madeleine Slade ("Mirabehn" olarak bilinir) yaşamının büyük bir kısmını Gandi'nin bir müridi olarak Hindistan'da geçirmiştir.
Bunlara ek olarak Britanyalı müzisyen John Lennon şiddet karşıtı görüşlerini tartışırken Gandi'den söz etmiştir. 2007'de Cannes Lions Uluslararası Reklamcılık Festivalinde ABD eski başkan yardımcısı ve çevreci Al Gore, Gandi'nin kendi üzerindeki etkisinden söz etmiştir.
Mirası.
Gandi'nin doğum günü olan 2 Ekim, Hindistan'da "Gandhi Jayanti" olarak kutlanan ulusal bir bayramdır. 15 Haziran 2007'de, "Birleşmiş Milletler Genel Kurulu"nun oybirliğiyle 2 Ekim'i "Dünya Şiddete Hayır Günü" olarak kabul ettiği duyurulmuştur.
Batı'da sıklıkla Gandi'nin ilk adı olduğu sanılan "Mahatma" kelimesi Sanskritçe "Ulu" anlamına gelen "maha" ile "ruh" anlamına gelen "atma" kelimelerinden gelmektedir.
Dutta ve Robinson'un "Rabindranath Tagore: An Anthology" kitabı gibi birçok kaynak "Mahatma" unvanının Gandi'ye ilk olarak Rabindranath Tagore tarafından yakıştırıldığını belirtir. Diğer kaynaklarda ise bu unvanı Nautamlal Bhagavanji Mehta'nın 21 Ocak 1915'te verdiği belirtilir. Otobiyografisinde Gandi hiçbir zaman bu onura layık olmadığını düşündüğünü açıklar. "Manpatra"'ya göre, "Mahatma" unvanı Gandi'nin adalet ve doğruluk için gösterdiği özenilecek özveri için verilmiştir.
"Time Dergisi" Gandi'yi 1930'da yılın adamı seçti. Time Dergisi Dalay Lama, Lech Wałęsa, Dr. Martin Luther King, Jr., Cesar Chavez, Aung San Suu Kyi, Benigno Aquino, Jr., Desmond Tutu ve Nelson Mandela'yı "Gandi'nin çocukları" olarak adlandırdı ve şiddet karşıtlığı için tinsel mirasçıları olduklarını belirtti. Hindistan hükûmeti her yıl toplum için çalışanlar, dünya liderleri ve vatandaşları arasından seçilenlere Mahatma Gandi Barış Ödülü'nü sunar. Güney Afrika'nın ırk ayrımını ortadan kaldırmak için mücadele eden lideri Nelson Mandela, ödülü kazanan Hint olmayanlar arasında tanınmış olanlardandır.
1996 yılında Hindistan hükûmeti 5, 10, 20, 50, 100, 500 ve 1000 rupilk banknotlar üzerinde Mahatma Gandi serisini başlattı. Günümüzde Hindistan'da dolaşımda bulunan tüm paralar üzerinde Mahatma Gandi'nin portresi bulunur. 1969 yılında Birleşik Krallık Mahatma Gandi'nin doğumunun yüzüncü yılı anısına bir dizi posta pulu çıkardı.
Büyük Britanya'da birçok Gandi heykeli bulunmaktadır. Bunların en dikkat çekeni hukuk okuduğu University College London'ın yakınında Londra'nın Tavistock Meydanı'ndaki heykeldir. 30 Ocak Birleşik Krallık'ta "Ulusal Gandi'yi Anma Günü" olarak kutlanır. Amerika Birleşik Devletleri'nde New York'ta Union Square Park'ta, Atlanta'da Martin Luther King, Jr. Ulusal Tarihi Sit'inde,Washington, DC'de Hindistan Büyükelçiliği yakınında Massachusetts Avenue'de Gandi heykelleri bulunur. Güney Afrika'nın Pietermaritzburg şehrinde (1893 yılında trende birinci mevkiden atıldığı yer) bir anıt heykeli bulunur. Madame Tussaud'nun Londra, New York ve diğer şehirlerdeki müzelerinde balmumu heykelleri de vardır.
Gandi 1937 ile 1948 yılları arasında beş kez aday gösterilmesine rağmen Nobel Barış Ödülü'nü alamadı. Yıllar sonra Nobel Komitesi kamuoyuna yaptığı açıklamada bu ödülü verememenin derin üzüntüsünü bildirmiş ve ödülün verilmesinde aşırı ulusalcı görüşlerin olduğunu kabul etmiştir. Mahatma Gandi 1948 yılında ödülü alacaktı ancak suikaste uğraması sonucu alamamıştır. Yenhi yaratılan Hindistan ve Pakistan arasında o yıl ortaya çıkan savaşta ayrıca önemli bir faktör olmuştur. 1948'de Gandi'nin öldüğü yıl Barış Ödülü "yaşayan uygun bir aday olmadığı" bahanesiyle verilmedi ve 1989 yılında Dalay Lama'ya Ödül verildiğinde komite başkanı "bunun kısmen Mahatma Gandi'nin anısına saygıdan ötürü" verildiğini belirtti.
Yeni Delhi'de Gandi'nin 30 Ocak 1948'de suikaste uğradığı Birla Bhavan (ya da Birla Evi), 1971 yılında Hindistan hükûmeti tarafından alınmış ve 1973'te Gandhi Smriti ya da "Gandi Hatırası" olarak halka açılmıştır. Mahatma Gandi'nin yaşamının son dört ayını geçirdiği oda ile gece dolaşırken vurulduğu yer koruma altındadır.
Mohandas Gandi'nin suikaste uğradığı yerde şimdi bir Şehit Sütunu bulunmaktadır.
Mahatma Gandi'nin öldüğü 30 Ocak günü her yıl birçok ülkenin okullarında Şiddet Karşıtı ve Barış Günü olarak kutlanır. İlk olarak 1964'te İspanya'da kutlanmaya başlamıştır. Güney Yarımküre okul takvimini kullanan ülkelerde bu gün 30 Mart'ta ya da yakın günlerde kutlanır.
Ülküler ve eleştiriler.
Gandi'nin katı "ahimsa" görüşü pasifizmi içerir dolayısıyla da siyasi spektrumun her kanadından çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır.
Bölünme kavramı.
Prensip olarak Gandi dinsel birlik görüşüyle çatıştığı için siyasi bölünmeye karşıydı. Hindistan'ın bölünerek Pakistan'ın kurulması hakkında "Harijan"'da 6 Ekim 1946'da şöyle yazmıştır:
Pakistan'ın yaratılması isteği, Müslümanlar Birliği tarafından öne sürülmesi İslam dışı ve hatta günah dolu olduğunu söylemekten de çekinmem. İslam birliği ve insanlığın kardeşliğini temel alır, insanlık ailesinin birliğini bozmayı değil. Dolayısıyla Hindistan'ı büyük bir ihtimalle savaşan iki gruba bölmeye çalışanlar hem Hindistan'ın hem de İslam'ın düşmanıdır. Beni parçalara ayırabilirler ama yanlış olduğunu düşündüğüm bir görüşe katılmamı bekleyemezler [...] çılgınca konuşmalara rağmen tüm Müslümanları dost edinmeye çalışmak arzumuzdan vazgeçmemeliyiz ve onları sevgimizin esiri olarak tutmalıyız.
Ancak, Homer Jack Gandi'nin Cinnah ile Pakistan konusundaki uzun mektuplaşmalarında şunlara dikkati çeker: "Her ne kadar Gandi kişisel olarak Hindistan'ın bölünmesine karşıysa da öncelikle bağımsızlığın elde edilmesi için Kongrenin ve Müslümanlar Birliğinin işbirliğiyle kurulacak olan geçici bir hükûmet altında işbirliğini yapılması ve daha sonra çoğunluğu Müslüman olan bölgelerde yapılacak bir halk oylamasıyla bölünme sorununa karar verilmesini belirten bir anlaşma önerdi."
Hindistan'ın bölünmesi hakkındaki bu çifte görüşü nedeniyle Gandi hem Hindular hem de Müslümanlar tarafından eleştirilmiştir. Muhammed Ali Cinnah ve çağdaşı Pakistanlılar Gandi'yi Müslüman siyasi haklarını baltalamak ile suçladı. Vinayak Damodar Savarkar ve müttefikleri Gandi'yi Müslümanların Hindulara karşı düzenlediği vahşete gözünü kapayarak Müslümanların siyasi olarak gönlünü almakla ve Pakistan'ın yaratılmasına izin vermekle suçluyordu. Bu siyasi olarak çekişmeli bir konu hâline gelmiştir: Pakistan asıllı Amerikalı tarihçi Ayesha Jalal gibi bazıları Gandi ve Kongre'nin Müslümanlar Birliği ile iktidarı paylaşmaktaki isteksizliklerinin bölünmeyi hızlandırdığını iddia ederken; Hindu milliyetçi siyasetçi Pravin Togadia gibi diğerleri Gandi'nin liderliğinde gösterdiği aşırı zayıflık sonucunda Hindistan'ın bölündüğünü söyler.
Gandi ayrıca 1930 yılında Filistin'in bölünerek İsrail devletinin kurulması konusunda yazarken bölünme konusundaki hoşnutsuzluğunu belirtmiştir. 26 Ekim 1938'de "Harijan"'da şöyle yazmıştır:
Bana Filistin'deki Arap-Yahudi sorunu ve Yahudilerin Almanya'da yaşadıkları hakkında görüşlerimi bildirmemi isteyen çeşitli mektuplar alıyorum. Bu çok zor soru hakkındaki görüşlerimi bildirirken tereddüt içindeyim. Tüm Yahudilere sempati duyuyorum, onları Güney Afrika'da yakından tanıdım. Bazıları yaşam boyunca arkadaşım oldu. Bu arkadaşlarım sayesinde Yahudilerin çağlar boyunca zulüm gördüklerinden haberdar oldum. Hristiyanlığın dokunulmazlarıydılar [...] Ama sempatim adaletin gerekliliklerine karşın gözlerimi kör etmiyor. Yahudiler için ulusal bir ev haykırışı bana pek çekici gelmiyor. Bunun kurulması için izin İncil'de arandı ve Filistin'e dönen Yahudiler bunu çok arzuladı. Niye, dünya üzerindeki diğer insanlar gibi doğdukları ve hayatlarını kazandıkları ülkeleri kendi vatanları olarak kabul edemediler? İngiltere nasıl İngilizlere, Fransa'da Fransızlara aitse Filistin de Araplara aittir. Yahudilerin isteklerini Araplara kabul ettirmeye çalışmak hem yanlış hem de insanlık dışıdır. Şu anda Filistin'de olanlar hiçbir ahlak kuralı ile açıklanamaz.
Şiddet içeren direnişin reddi.
Gandi ayrıca şiddet içeren yöntemlerle bağımsızlığını kazanmaya çalışanları eleştirmesi nedeniyle de siyasi arenada hedef oldu. Bhagat Singh, Sukhdev, Udham Singh ve Rajguru'nun asılmalarını protesto etmeyi reddetmesi bazıları tarafından suçlanma sebebi olmuştur.
Bu eleştiriler hakkında Gandi şunları söylemiştir: "Bir zamanlar silahları olmadığı zaman Britanyalılarla nasıl silahsız mücadele edeceklerini gösterdiğim için beni dinleyenler vardı [...] ama bugün benim şiddet karşıtlığımın [Hindu-Müslüman ayaklanmalarına karşı] çözüm olmadığını ve dolayısıyla insanların nefsi müdafaa için silahlanmaları gerektiği bana söyleniyor.."
Bu argümanı birkaç makalede daha kullandı. İlk olarak 1938'de yazdığı "Zionism and Anti-Semitism," (Siyonizm ve Anti-Semitizm) adlı makalesinde Gandi Nazi Almanyası'nda Yahudilerin çektiği zulmü Satyagraha bağlamında yorumlar. Pasif direnişi Yahudilerin Almanya'da yüz yüze geldikleri zulme karşı gelme yöntemi olarak sunar,
Eğer ben bir Yahudi olsaydım ve Almanya'da doğup hayatımı orada kazansaydım, en az uzun boylu beyaz Alman kadar Almanya'yı vatanım olarak görürdüm ve ona ya beni vurmasını ya da zindana atmasını söylerdim; sınır dışı edilmeye ya da ayrımcı davranışlara tabi olmayı reddederdim. Bunu yaparken bu sivil direnişe Yahudi arkadaşlarımın katılmasını beklemezdim çünkü sonunda geride kalanların benim örneğimi izleyeceklerine güvenirdim. Eğer bir Yahudi ya da tüm Yahudiler burada önerilen çözümü kabul ederse şu anda olduğundan daha kötü bir duruma düşmezler. Ve gönüllü olarak çekilen ızdırap onlara bir dayanma direnci ile neşe verecektir [...] Hitler'in bu tarz eylemlere karşı hesaplayarak göstereceği şiddet Yahudilerin genel bir katliamı bile olabilir. Ama Yahudi zihni kendini gönüllü ızdıraba hazırlarsa hayal ettiğim bu katliam bile Jehovah'ın bir tiranın ellerinden ırkı kurtaracağı bir teşekkür ve neşe gününe bile dönüşebilir. Tanrıdan korkanlar için ölümde korkutucu bir şey yoktur.
Gandi bu açıklamaları için oldukça çok eleştirilmiştir. "Questions on the Jews" (Yahudiler Üzerine Sorular) adlı makalesinde şöyle cevap vermiştir: "Arkadaşlar Yahudilere yaptığım ricayı eleştiren iki gazete kupürü bana göndermiş. İki eleştiride de Yahudilere kendilerine karşı yapılan yanlışlar için pasif direnişi önermekle yeni hiçbir şey önermediğimi söylenmiş...benim müdafaa ettiğim kalpten gelen şiddetten feragat ve bu büyük feragat sonucu ortaya çıkan etkin uygulamadır. Eleştirilere "Reply to Jewish Friends" (Yahudi Arkadaşlara Cevaplar) ve "Jews and Palestine" (Yahudiler ve Filistin) makaleleriyle şöyle cevap vermiştir: "benim müdafaa ettiğim kalpten gelen şiddetten feragat ve bu büyük feragat sonucu ortaya çıkan etkin uygulamadır."
Gandi'nin Yahudi Soykırımı ile yüz yüze kalmış olan Yahudiler hakkındaki görüşleri birçok yorumcunun eleştirisine neden olmuştur. Siyonizmin karşıtı olan Martin Buber 24 Şubat 1939'da Gandi çok sert bir açık mektup yayımladı. Buber Britanyalıların Hint uyruklarına davranışı ile Nazilerin Yahudilere karşı yaptıklarını kıyaslamanın münasebetsiz olduğunu belirtmiş; ve hatta Hintler zulmün kurbanları olduğunda Gandi'nin bir zamanlar kuvvet kullanımını desteklediğini belirtmiştir.
Gandi 1930'larda Yahudilerin Nazilerden gördüğü zulmü Satyagraha açısından yorumladı. Kasım 1938 yılındaki makalesinde pasif direnişi bu zulme karşı bir çözüm olarak önerdi:
Yahudilere Almanlar tarafından uygulanan zulmün tarihte eşi benzeri yok gibi gözükmektedir. Eski zamanların tiranları, Hitler'in bugün ulaştığı çılgınlık düzeyine hiç gelmemişlerdi. Hitler bu çılgınlığı dini bir azim ile sürdürmekte. Onun için, yaymaya çalıştığı seçkin ve militan milliyetçilik dininin gerektirdiği her tür insanlık dışı davranış, şu an ve sonrasında ödüllendirilecek bir insanlık davranışıdır. Açıkça çılgın ama gözü pek bir gençliğin suçları tüm ırkın üzerine inanılmaz bir vahşet ile çökmekte. İnsanlık adına yapıldığı kabul edilebilecek bir savaş var ise, tüm bir ırkın zulüm görmesini engellemek için Almanya'ya açılacak olan savaş tamamen haklı olacaktır. Böyle bir savaşın iyi ve kötü yönlerini tartışmak benim ufkumun ötesindedir. Almanya ile Yahudilere karşı uyguladıkları bu suçlar için bir savaş açılmasa bile, kesinlikle Almanya ile bir ittifaka girilemez. Adalet ve demokrasi için savaştığını söyleyen ama bu ikisinin düşmanı olan bir ulus ile nasıl ittifak kurulabilir ki?"
Glenn C. Altschuler, Gandi'nin Britanyalılara yaptığı Nazi Almanya'sı tarafından işgal edilmelerine izin vermeleri öğüdünü ahlaki yönden sorgular. Gandi Britanyalılara eğer "evlerinizi işgal etmek isterlerse, siz evlerinizden çıkın. Eğer serbestçe çıkmanıza izin vermezlerse onlara bağlılığı kabul edeceğinize erkek, kadın ve çocuk katledilmenize izin verin" demiştir.
Erken dönem Güney Afrika makaleleri.
Gandi'nin Güney Afrika'da bulunduğu ilk yıllarda yazdığı bazı makaleler tartışma konusu olmuştur. Tüm eserlerinin yayımladığı "The Collected Works of Mahatma Gandhi," (cilt 8, s.120) koleksiyonunda yeniden basıldığı üzere, Gandi 1908 yılında "Indian Opinion" gazetesinde zamanının Güney Afrika hapishanesi hakkında şunları yazmıştır: "Yerli mahkûmların büyük çoğunluğu hayvanlardan yalnız bir basamak yukarıda ve genellikle sorun çıkarıyor, kendi aralarında dövüşüyorlar." Yine aynı koleksiyonda (Cilt 2, s.74) tekrar yayımlanan, 26 Eylül 1896 tarihli konuşmasında Gandi "tek meşgalesi avlanmak ve tek ihtirası bir karı satın alabilmek için yeterli miktarda sürü hayvanı toplamak ve sonra hayatını uyuşukluk içinde ve çıplak olarak geçirecek olan çiğ kaffir"den söz eder. Günümüzde "Kaffir" deyimi aşağılayıcı bir anlam içerir ancak Gandi'nin zamanında anlamının bugünkünden farklı olduğunu belirtmek gerekir. Buna benzer yorumlar nedeniyle bazıları Gandi'yi ırkçılıkla suçladı.
Uzmanlık alanları Güney Afrika olan iki tarih profesörü Surendra Bhana ve Goolam Vahed, bu tartışmaları "The Making of a Political Reformer: Gandhi in South Africa, 1893–1914." (New Delhi: Manohar, 2005) (Siyasi bir Reformcunun Gelişimi: Gandhi Güney Afrika'da 1893-1914) adlı eserlerinde ele aldı. İlk bölüm olan, "Sömürge Natal'da Gandi, Afrikalılar ve Hintler"de "Beyaz idare"nin altında Afrika ve Hint toplulukları arasındaki ilişkiler ile ırk ayrımcılığına dolayısıyla da bu topluluklar arasında ortaya çıkan gerginliklere neden olan politikalar üzerine yoğunlaşırlar. Bu ilişkilerden çıkardıkları sonuca göre "genç Gandi 1890'larda hüküm süren ırk ayrımcılığı kavramlarından etkilenmiştir." Aynı zamanda "Gandhi'nin hapishanedeki deneyimlerinin Afrikalıların durumları hakkında daha duyarlı olmasına neden olduğunu [...] daha sonraları Gandi'nin yumuşadığını; Afrikalılara karşı önyargılarını dile getirirken daha az kategorik olduğunu ve ortak amaca yönelik noktaları görmeye daha açık olduğunu" belirtirler. "Johannesburg hapishanesindeki olumsuz görüşlerinin Afrikalıların genelinden ziyade uzun süre mahkûm kalan Afrikalılara yönelik" olduğunu söylerler."
Güney Afrika eski devlet başkanı Nelson Mandela, 2003 yılında Johannesburg'da Gandi'nin bir heykelinin açılmasını engellemeye çalışanlara rağmen Gandi'nin bir takipçisi olmuştur. Bhana ve Vahed heykelin açılması ile ilgili olaylar hakkındaki yorumlarını "The Making of a Political Reformer: Gandhi in South Africa, 1893–1914" adlı eserlerinin sonuç bölümünde yapmışlardır. "Gandhi'nin Güney Afrika'ya Mirası," bölümünde "Gandhi, Beyaz idareyi sona erdirmeye çalışan birçok nesil Güney Afrikalı aktiviste ilham kaynağı olmuştur. Bu miras onu Nelson Mandela'ya bağlar [...] öyle ki Gandi'nin başladığını bir anlamda Mandela tamamlamıştır." Gandi'nin heykelinin açılması sırasında yaşanan tartışmalara atıfta bulunarak devam ederler. Gandhi hakkındaki bu iki farklı perspektif hakkında, Bhana ve Vahed şu sonuca ulaşır: "Apartheid sonrası Güney Afrika'da Gandi'yi siyasi amaçları için kullanmaya çalışanlar, Gandi hakkındaki bazı gerçeklerden bihaber olduklarında davalarına bir şey katamadıkları gibi, ondan basitçe ırkçı diye söz edenler de aynı derecede olayları saptırmaktadır."
Yakın geçmişte, Nelson Mandela, Güney Afrika'ya satyagrahanın girişinin 100. yıl dönümüne denk gelen Yeni Delhi'de 29 Ocak–30 Ocak 2007 tarihli bir konferansa katıldı. Ayrıca, Mandela "Gandhi, My Father" filminin Temmuz 2007'deki Güney Afrika galasında izleyici karşısına bir video klip ile çıktı. Bu klip hakkında filmin yapımcısı Anil Kapoor şöyle bahsetmiştir: "Nelson Mandela filmin açılışı için özel bir mesaj gönderdi. Mandela yalnızca Gandi hakkında değil, benim hakkımda da konuştu. Kalbimi ısıtan ve tevazu hissettiren bu filmi yaptığım için bana ettiği teşekkürdür. Hâlbuki bu filmi Güney Afrika'da çekmeme ve Dünya prömiyerini burada yapmama izin vermeleri nedeniyle benim teşekkür etmem gerekirdi. Mandela filmi çok destekledi." Güney Afrika devlet başkanı Thabo Mbeki, Güney Afrika hükûmetinin geri kalan üyeleriyle bu açılışa katıldı.
Diğer eleştiriler.
Dalit kastından lider B. R. Ambedkar Gandi'nin Dalit toplumundan söz ederken kullandığı "Harijanlar" terimini kınamıştır. Bu terimin anlamı "Tanrı'nın Çocukları"dır; ve bazıları tarafından bu Dalitlerin sosyal olarak olgunluğa erişmediği ve ayrıcalıklı Hint kastlarının babacan bir tavır içine girmesi anlamına geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Ambedkar ve müttefikleri aynı zamanda Gandi'nin Dalit siyasal haklarını da baltaladığını hissediyordu. Gandi, her ne kadar Vaişya kastında doğduysa da, Ambedkar gibi Dalit aktivistler olmasına rağmen Dalitlerin adına konuşabileceği konusunda ısrar ediyordu.
Hintbilimci Koenraad Elst'te Gandi'yi eleştirmiştir. Gandi'nin pasif direniş kuramının etkinliğini sorguladı ve bunun Britanyalılardan yalnızca ufak birkaç ödün koparabildiğini belirtti. Elst ayrıca Britanyalıları pasif direnişten değil şiddet eylemlerinden korkmaları nedeniyle (ayrıca II. Dünya Savaşı'nın ardından kaynakların da tükenmesiyle birlikte) Hindistan'ın bağımsızlığının kabul edildiğini iddia etmiştir. Elst'e göre buna örnek olarak Subhaş Çandra Bose'nin Hindistan Ulusal Ordusu'na olan Hint toplumunun desteği verilebilir. Övgü olarak da şunu belirtir: "Gandi'nin ünlü olmasının başlıca nedeni, sömürgeleşmiş toplumlar içindeki özgürlük liderleri arasında, Batı modellerinden (milliyetçilik, sosyalizm, anarşizm gibi) değil de yerli kültürden çıkan politika ve stratejiler üreten tek lider olmasıdır."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11087",
"len_data": 61590,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Evrim, popülasyondaki gen ve özellik dağılımının nesiller içerisinde seçilim baskısıyla değişmesidir. Bazen dünyanın evrimi, evrenin evrimi ya da kimyasal evrim gibi kavramlardan ayırmak amacıyla organik evrim ya da biyolojik evrim olarak da adlandırılır. Evrim, modern biyolojinin temel taşıdır. Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve Dünya'daki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırt edilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur.
Evrim, bir canlı popülasyonunun genetik kompozisyonunun rastgele mutasyonlar yoluyla zamanla değişmesi anlamına gelir. Genlerdeki mutasyonlar, göçler veya çeşitli türler arasında yatay gen aktarımları sonucu türün bireylerinde yeni veya değişmiş özelliklerin (varyasyonların) ortaya çıkması, evrim sürecini yürüten temel etmendir. Evrim, bu yollarla oluşan değişimlerin popülasyon genelinde daha sık veya daha nadir hale gelmesiyle işler.
Dünya'daki canlı türlerinden henüz sadece 2 milyondan biraz fazlası tanımlanabilmiş ve sınıflanabilmiştir. Bazı tahminlere göre henüz tanımlanmamış 10 ila 30 milyon canlı türü vardır. Bir milimetrenin binde birinden kısa bakterilerden, yerden yüksekliği 100 metreyi, kütlesi binlerce tonu bulan sekoya servi ağaçlarına kadar dünyadaki canlı türleri, cüsse, biçim ve yaşayış biçimi açısından çok büyük farklılıklar gösterirler. Sıcak su kaynaklarında kaynama sıcaklığına yakın derecelerde yaşayan bakteriler olduğu gibi, Antarktika'daki buzullarda ya da tuz göllerinde -23 °C'ye varan sıcaklıklarda yaşayan su yosunları ve mantarlar vardır. Aynı şekilde karanlık okyanus tabanlarındaki hidrotermal çatlakların kenarlarında yaşayan devasa boru kurtçukları olduğu gibi, Everest Dağı'nın yamaçlarında, 6 bin metre yükseklikte yaşayan hezaren çiçekleri ve örümcekler vardır.
Neredeyse sınırsız sayıdaki bu çeşitli yaşam biçimleri, evrimsel sürecin bir sonucudur. Tüm canlıların, ortak atalardan geldiği görüşü kabul edilir. İnsan ve diğer tüm plasentalı memeliler, yaklaşık 66 ila 100 milyon yıl önce yaşamış sivrifaremsi bir canlıdan evrimleşmiştir. Kuşlar, sürüngenler, memeliler, iki yaşamlılar ve balıkların ortak atasının yaklaşık 500 milyon yıl önce yaşamış olduğu düşünülür. Tüm hayvanlar ve bitkiler, ilk olarak 3.4 milyar yıl önce ortaya çıkmış prokaryotlardan türemiştir. Biyolojik evrim, canlı nesillerinin ortak atadan değişerek türeme süreci olarak bilinir. Yeni nesiller, eski nesillere göre farklılıklar taşır ve ortak atadan uzaklaştıkça çeşitlilik artar.
Evrim, biyolojinin yanı sıra koruma biyolojisi, gelişim biyolojisi, ekoloji, fizyoloji, paleontoloji ve tıp gibi bilim dallarınca da başvurulan ve öğretilen bir bilimdir. Bunun yanında tarım, antropoloji, felsefe ve psikoloji gibi bazı alanları da etkilemiştir. evrimin bir olgu olduğunu gösteren verileri belgelerler, nedenlerini açıklayan kuramları test ederler ve geliştirirler. Bu anlamda evrim ve evrimsel süreçlerin araştırılması evrimsel biyolojinin konusudur. Evrimsel biyoloji bilimi, yaşam tarihini, onun bütünlüğüne ve çeşitliliğine yol açan evrimsel süreçler ile mekanizmaları araştırarak yukarıda sayılan disiplinlerin yanında moleküler biyoloji, davranış ve biyocoğrafya alanlarında da yapılan çalışmalara ve bu konudaki olgu ve fenomenlere ışık tutar. Böylece tarihsel verilere ve adaptasyonlara dayalı açıklamalarla bu disiplinlerdeki biyolojik mekanizmalara dair yapılan çalışmaları tamamlayarak bütünleyici bir rol oynar. Biyolojik bilimler genelinde evrimsel bakış açısı, gözlemler düzenleme, yorumlama ve tahminler yapmak için genellikle vazgeçilmez ve yararlı bir çerçeve sağlar. ABD Ulusal Bilimler Akademisi raporunda da (1991) vurgulandığı gibi biyolojik evrim; "modern biyolojinin en önemli anlayışı, canlıların temel yönlerini anlamak için önemli bir kavram" olarak nitelendirilir.
Tarihçe.
İnsanlık tarihi boyunca değişik kültürler, insanın, diğer canlıların ve evreninin kökenini çeşitli şekillerde açıklamaya çalışmış bu çaba da pek çok farklı yaratılış mitine yol açmıştır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'da canlıların ortaya çıkışı bir yaratıcının tüm evreni yoktan (Latince: "ex nihilo") var etmesiyle açıklanır.
İlk Hristiyan din adamlarından Nenizili Gregor ve Augustinus, tüm canlıların tanrı tarafından yaratılmadığını, bir kısmının sonradan tanrının yaratıklarından gelişerek oluştuğunu ileri sürmüştür. Bu iddiayı harekete geçiren güdü ise biyolojik değil, dinîdir. Bu din adamları, tüm canlı türlerinin, Tufan esnasında Nuh'un gemisine sığamayacağını, bu nedenle bir kısmının sonradan ortaya çıkmış olması gerektiğini düşünüyorlardı.
Antik Yunan filozofları, kendi yaratılış mitlerini oluşturmuşlardır. Anaksimandros, hayvanların şekil değiştirebildiklerini ileri sürmüştür. Empedokles, hayvanların, önceki hayvanların organlarının birleşiminden oluştuklarını ileri sürmüştür.
El-Cahiz'in Abbasiler döneminde yazdığı Hayvanlar Kitabı (Kitab el-Hayavan) adlı kitapta, hayvanların evrim geçirdiği savunulmuştur.
Bir olgunun ortaya çıkışında bileşenlerin değişime uğramaları ile ilgili süreç tanımının felsefi açıdan "evrim" kelimesi ile belirginleşmesi çok eskiye dayanır. Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı eserinde yer alan "evrimsel hayat ağacı", canlı evriminin anlatımında kullandığı mitolojik bir simgedir ve pek çok inançta yer alır. Herhangi bir "sağlam ve doğru" biyolojik altyapısı olmasa da, Aristoteles'ten Konfüçyüs'e kadar birçok önemli isim evrim kavramı konusunda yazmıştır. Ayrıca, evrim konusunda İbn-i Haldun ve İbn-i Sina farklı teoriler sunmuşlardır.
19. yüzyılda Lamarck, kazanılan karakterlerin kalıtımına dair bir hipotez öne sürmüş; fakat yaptığı deneyler bu hipotezin yanlış olduğunu göstermiştir. Aynı yüzyılda Charles Darwin, Galapagos Adaları'ndaki gözlemlerine dayanarak, evrimin mekanizmasını doğal seçilimle açıklamıştır.
Antik dönem.
Bir organizma türünün başka bir türden türeyebileceği önerisi, Anaksimandros ve Empedokles gibi ilk Sokratik öncesi Yunan filozoflarından bazılarına kadar uzanır. Bu tür öneriler Roma dönemine kadar varlığını sürdürdü. Şair ve filozof Lucretius, başyapıtı "De rerum natura"'da ("Varlığın Yapısı") Empedokles'i takip etti.
Orta Çağ.
Bu materyalist görüşlerin aksine, Aristotelesçilik, tüm doğal şeyleri, formlar olarak bilinen sabit doğal olasılıkların gerçekleşmeleri olarak görmüştür. Bu, her şeyin ilahi bir kozmik düzende oynamak için tasarlanmış bir rolü olduğu Orta Çağ teleolojik doğa anlayışının bir parçası haline geldi. Bu fikrin varyasyonları, Orta Çağ'ın standart anlayışı haline geldi ve Hristiyan inancına entegre edildi. Aristoteles, gerçek organizma türlerinin her zaman tam metafizik formlarla birebir örtüşmesini talep etmemiş ve özellikle yeni canlı türlerinin nasıl oluşabileceğine dair örnekler vermiştir.
Bir dizi Arap Müslüman alim evrim hakkında yazmıştır, en önemlisi MS 1377'de "Mukaddime" kitabını yazan İbn Haldun'dur.
Darwin öncesi.
17. yüzyılın "Yeni Bilimi", Aristotelesçi yaklaşımı reddetti. Doğal fenomenleri, tüm görünür şeyler için aynı olan ve herhangi bir sabit doğal kategorinin veya ilahi kozmik düzenin varlığını gerektirmeyen fiziksel yasalar açısından açıklamaya çalıştı. Bununla birlikte, bu yeni yaklaşım, sabit doğal türler kavramının son kalesi olan biyolojik bilimlerde kök salmak için yavaştı. John Ray, sabit doğal türler için daha önce kullanılan daha genel terimlerden birini, "türler"i bitki ve hayvan türlerine uyguladı, ancak her canlı türünü kesin olarak bir tür olarak tanımladı ve her türün, devam eden özelliklerle tanımlanabileceğini öne sürdü. Carl Linnaeus tarafından 1735'te tanıtılan biyolojik sınıflandırma, tür ilişkilerinin hiyerarşik doğasını açıkça kabul etti, ancak yine de türleri ilahi bir plana göre sabitlenmiş olarak görüyordu.
Bu zamanın diğer doğa bilimcileri, türlerin zaman içinde doğa yasalarına göre evrimsel değişimi hakkında spekülasyon yaptılar. 1751'de Pierre Louis Maupertuis, üreme sırasında meydana gelen ve yeni türler üretmek için birçok nesil boyunca biriken doğal modifikasyonları yazdı. Georges-Louis Leclerc, Comte de Buffon, türlerin farklı organizmalara dönüşebileceğini öne sürdü ve Erasmus Darwin, tüm sıcakkanlı hayvanların tek bir mikroorganizmadan (veya "filament") türemiş olabileceğini öne sürdü. İlk tam teşekküllü evrim şeması, Jean-Baptiste Lamarck'ın 1809'daki " dönüşüm" teorisiydi, spontan nesil sürekli olarak, doğal ilerleme eğilimi olan paralel soylarda daha fazla karmaşıklık geliştiren basit yaşam biçimleri üretti ve yerel düzeyde, bu soyların, ebeveynlerde kullanımlarının veya kullanılmamalarının neden olduğu değişiklikleri miras alarak çevreye uyum sağladıklarını varsaydı. (İkinci süreç daha sonra lamarkizm olarak adlandırıldı.) Bu fikirler, yerleşik doğa bilimciler tarafından ampirik desteği olmayan spekülasyonlar olarak kınandı. Özellikle Georges Cuvier, türlerin ilgisiz ve sabit olduklarında, benzerliklerinin işlevsel ihtiyaçlar için ilahi tasarımı yansıttığında ısrar etti. Bu arada, Ray'in yardımsever tasarım fikirleri, William Paley, karmaşık uyarlamaları ilahi tasarımın kanıtı olarak öneren ve Charles Darwin'in hayran olduğu "Tanrı'nın Varlığının ve Niteliklerinin Doğal Teolojisine veya Kanıtlarına" (1802) girdi.
Charles Darwin.
Evrimin mekanizmasının anlaşılmasında ve açıklanmasında bugün geçerli olan bilimsel sentez, İngiliz doğa tarihçisi Charles Darwin tarafından 1859'da ortaya atılmış olan evrim kuramı üstüne kuruludur. Darwin, organizmaların evrim sonucu ortaya çıktığını ve organizmaların göz, kanat, böbrek gibi belirli bir amaca hizmet eden organlara sahip olmalarının yine evrimin bir sonucu olduğunu ileri sürdü. Bu iddiası temelde doğru olmakla birlikte eksikti.
Darwin, kuramını doğal seçilim adını verdiği sürece dayandırıyordu. Ona göre, türdeşlerine göre daha çok işe yarar özelliklere sahip olan canlılar (örneğin daha keskin görüşe sahip olanlar ya da daha hızlı koşanlar) hayatta kalma yarışında avantajlı duruma geçiyor, bu nedenle soyunu devam ettirme şansını artırıyordu.
Darwin 1831-1836 yılları arasını, işi gereği, dünyanın farklı bölgelerine seyahat ederek geçirmişti. Bu yıllarda aklında bir tür evrim kuramı şekillenmeye başladı. Farklı bölgelerde geçen 3 yıl sonunda, evrim teorisine en çok katkıda bulunacak yer olan Galapagos Adaları'na vardı. Bu adalardaki doğal yaşamı ve canlıları, Güney Amerika'dakiler (anakara) ile kıyasladı ve o dönem için şaşırtıcı bazı bağlantıları keşfetti.
Darwin burada, "başarılı nesiller sonunda, yeni bir türün, halihazırdaki bir türden yavaşça farklılaşarak oluştuğu" kanısına vardı. "Doğal seçilim" adını verdiği bir işlem sonucunda bu değişimlerin ortaya çıktığına inanıyordu:
Darwin'in bu teorisi 3 ana temel üzerine oturmuştur:
"Türlerin Kökeni".
30 yıldan daha fazla bir süre, Darwin düşünceleri için delil topladı. 1858'e kadar fikirlerini yayımlamaktan kaçındı. Fakat 1858'de, Alfred Russel Wallace, Darwin'e Darwin'in düşüncelerine çok benzer bir evrim teorisi fikrini mektupla yollayınca, Darwin düşüncelerini kamuya sunmaya karar verdi. Daha sonra Darwin ve Wallace evrim teorisi ve doğal seçilim üzerine beraberce bir tez yazıp yayımladılar. Yine de, özellikle 1859'da yayımladığı ünlü kitabı "On The Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life" ("Yaşam Mücadelesinde Doğal Seçilim veya Avantajlı Irkların Muhafazası Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine") sayesinde Darwin'in adı Wallace'dan çok daha fazla duyuldu. Darwin'in bu kitabı daha sonra biyoloji tarihinin en etkili ve önemli kitaplarından olmuştur.
1930'lar ve sonrasında, neredeyse bir asır önce Gregor Mendel tarafından ortaya konmuş olan kalıtım kuramı, moleküler biyoloji'nin kalıtımın moleküler temellerine dair sağladığı bilgi ve Darwin'in kuramının bütünleştirilmesiyle evrim kuramı modern halini aldı. Güncel bakış açısıyla evrim, "bir gen havuzu içinde bir nesilden diğerine belli bir karakterin oluşmasında etkili olan alellerden birinin sıklığının değişmesi" olarak tanımlanabilir. Doğal seçilim, genetik özelliklerin üremeye katkısı ve popülasyon yapısı bu değişime etki eden faktörlerdir. Bu güncellenmiş evrim teorisinin adı "sentetik evrim kuramı"dır. Sentetik evrim kuramının bugünkü bilimsel değeri hakkında kuramsal biyoloji uzmanı Theodosius Dobzhansky şöyle demiştir:
Pangenez ve kalıtım.
Üreme kalıtımı mekanizmaları ve yeni özelliklerin kökeni bir sır olarak kaldı. Darwin bu amaçla geçici pangenez teorisini geliştirdi. 1865'te Gregor Mendel, özelliklerin, elementlerin (daha sonra genler olarak anılacaktır) bağımsız sınıflandırılması ve ayrılması yoluyla öngörülebilir bir şekilde miras alındığını bildirdi. Mendel'in kalıtım yasaları sonunda Darwin'in pangenezis teorisinin çoğunun yerini aldı. August Weismann, gametlere (sperm ve yumurta hücreleri gibi) yol açan germ hücreleri ile somatik hücreler arasında önemli bir ayrım yaptı. Hugo de Vries, Darwin'in pangenesis teorisini Weismann'ın germ/soma hücresi ayrımına bağladı ve Darwin'in pangenlerinin hücre çekirdeğinde yoğunlaştığını ve ifade edildiklerinde hücrenin yapısını değiştirmek için sitoplazmaya geçebileceklerini öne sürdü. De Vries ayrıca Mendel'in çalışmasını iyi bilinen yapan araştırmacılardan biriydi ve Mendel özelliklerinin eşey hattı boyunca kalıtsal varyasyonların aktarımına karşılık geldiğine inanıyordu. Yeni varyantların nasıl ortaya çıktığını açıklamak için de Vries bir mutasyon teorisi geliştirdi. Darwinci evrimi kabul edenler ile de Vries ile ittifak kuran biyometrikçiler arasında geçici bir ayrılığa yol açtı. 1930'larda Ronald Fisher, Sewall Wright ve JBS Haldane gibi popülasyon genetiği alanındaki öncüler, sağlam bir istatistiksel felsefe üzerine evrimin temellerini attılar. Darwin'in teorisi, genetik mutasyonlar ve Mendel kalıtımı arasındaki sahte çelişki böylece uzlaştırıldı.
'Modern sentez'.
1920'lerde ve 1930'larda, sözde modern sentez, Mendel kalıtımına dayanan doğal seçilim ve popülasyon genetiğini, genel olarak biyolojinin herhangi bir dalına uygulanan birleşik bir teoride birleştirdi. Paleontolojide fosil geçişleri yoluyla popülasyonlardaki türler arasında gözlemlenen kalıpları açıkladı.
Diğer sentezler.
O zamandan beri, daha fazla sentez, genlerden popülasyonlara kadar biyolojik hiyerarşinin tamamındaki biyolojik fenomenleri kapsayacak şekilde, sayısız keşfin ışığında evrimin açıklama gücünü genişletti.
DNA'nın yapısının James Watson ve Francis Crick tarafından 1953'te Rosalind Franklin'in katkılarıyla yayınlanması, kalıtımın fiziksel bir mekanizmasını gösterdi. Moleküler biyoloji, genotip ve fenotip arasındaki ilişkinin anlaşılmasını geliştirdi. Evrim ağaçlarının yayınlanması ve kullanılması yoluyla özelliklerin geçişini karşılaştırmalı ve test edilebilir bir çerçeveye haritalayan filogenetik sistematiğinde de ilerlemeler kaydedildi. 1973'te evrimsel biyolog Theodosius Dobzhansky, "Biyolojide hiçbir şey evrimin ışığı dışında bir anlam ifade etmez çünkü o, ilk başta doğa tarihinde birbirinden kopuk görünen gerçekler arasındaki ilişkileri, bu gezegendeki yaşamla ilgili birçok gözlemlenebilir gerçeği tanımlayan ve tahmin eden tutarlı bir açıklayıcı bilgi bütünü halinde gün ışığına çıkardı.
Evrimsel gelişim biyolojisi olarak bilinen ve gayri resmi olarak "evo-devo" olarak adlandırılan bir uzantı, nesiller arasındaki değişikliklerin (evrim) bireysel organizmalardaki (gelişim) değişim modellerini nasıl etkilediğini vurgular. 21. yüzyılın başından bu yana, bazı biyologlar epigenetik, ebeveyn etkileri, ekolojik kalıtım ve kültürel miras gibi genetik olmayan kalıtım biçimlerinin etkilerini açıklayacak genişletilmiş bir evrimsel sentezi tartıştılar.
Tarihsel gelişimi.
Aşağıdaki zaman çizelgesi evrimsel araştırma tarihine genel bir bakış sunmaktadır.
Kalıtım.
Canlılarda evrim, bir organizma için ayırt edici olan kalıtımsal fenotipik özelliklerin değişmesiyle oluşur. Örneğin, insanlarda göz rengi, kalıtsal bir özellik olup bir birey, "kahverengi göz özelliğini" ebeveynlerinin birinden miras almış olabilir. Kalıtım yoluyla devralınan özellikler, genler tarafından kontrol edilir ve bir organizmanın genomu içindeki tüm gen dizilerine onun genotipi denir.
Bir organizmanın yapısını ve davranışlarını oluşturan gözlemlenebilir tüm gen dizisine ise onun fenotipi denir. Bu özellikler, organizmanın sahip olduğu genotipin doğal çevre ile etkileşmesi sonucu oluşur. Sonuç olarak, bir canlının sahip olduğu fenotipin birçok yönü kalıtsal olarak devredilmez. Örneğin, bronz cilt, bir kişinin genotipi ile güneş ışığı arasındaki etkileşimi sonucu meydana gelir. Böylece, insanlarda bronz cilt, çocuklara kalıtım yoluyla aktarılmaz. Ancak, bazı insanlar, genotiplerindeki farklılıklar nedeniyle diğerlerine göre daha kolay bronzlaşır. Çarpıcı bir örnek, bronzlaşmanın görülmediği ve güneş yanığına karşı çok hassas olunan albinizm özelliğinin kalıtsal olarak aktarılabilmesidir.
Kalıtsal özelliklerin, genetik bilgiyi kodlayan bir molekül olan DNA yoluyla nesilden nesile aktarıldığı bilinmektedir. DNA, dört çeşit bazdan oluşan uzun bir polimerdir. Belli bir DNA molekülü boyunca sıralanmış baz dizileri, bir cümleyi belirleyen harf dizileri gibi, genetik bilgileri belirler. Bir hücre bölünmeden önce DNA kopyalanır ve böylece ortaya çıkan her iki hücre, DNA dizisini kalıtım yoluyla devralır. Tek bir işlevsel birimi belirleyen DNA molekül parçalarına gen denir. Farklı genler, farklı baz dizilerine de sahiptir. Uzun DNA iplikçikleri, hücre içinde kromozom adı verilen, yoğunlaşmış yapılar oluşturur. Bir DNA dizisinin kromozom içindeki belirli konumuna ise lokus denir. Eğer bir lokus üzerindeki DNA dizisi, bireyler arasında farklılık gösteriyorsa, bu dizinin farklı formlarına da alel denilir. DNA dizileri, yeni aleller üreten mutasyonlar tarafından değiştirilebilirler. Bir gen içinde mutasyon oluştuğunda, ortaya çıkan yeni alel, canlının fenotipini değiştirerek geni düzenleyen veya kontrol eden özelliğe etki edebilir. Ancak, bir alel ile bir özellik arasındaki bu basit iletişim, bazı durumlarda işlerken, çoğu özellikler daha karmaşık olup çoklu etkileşen genler
tarafından kontrol edilirler.
Son bulgular, DNA içindeki nükleotit dizileri değişimleri ile açıklanamayan kalıtsal değişikliklere dair önemli örneklerin olduğunu doğrulamıştır. Bu fenomenler, epigenetik kalıtım sistemleri olarak sınıflandırılmıştır. Kromatinleri imleyen DNA metilasyonu, kendi kendini idame ettiren metabolik döngüler, RNA enterferansı karışımı ile genlerin susturulması ve proteinlerin üç boyutlu uyarlaması (örneğin prion gibi), epigenetik kalıtım sistemlerinin organizma düzeyinde keşfedildiği alanlardır. Gelişimsel biyologlar, genetik ağlardaki karmaşık etkileşimlerin ve hücreler arasındaki iletişimin, gelişimsel plastisite ve genetik kanalizasyondaki bazı mekanizmaların desteklediği kalıtsal varyasyonlara yol açabileceğini göstermektedir. Kalıtsallık, daha büyük ölçeklerde de oluşabilir. Örneğin, niş oluşturma süreci ile edinilen ekolojik miras, organizmaların doğal çevrelerindeki düzenli veya belirli aralıklarla tekrarladıkları etkinlikler olarak tanımlanır. Bu, gelecek nesillerin ekosistemdeki hiyerarşide konumlarını seçmek veya değiştirmek için bir miras oluşturur. Gelecek nesil, böylece, onların genlerini ve atalarının daha önce gerçekleştirdiği ekolojik faaliyetler ile oluşan çevresel özellikleri devralır. Evrimde, doğrudan genlerin kontrolü altında olmayan diğer kalıtım olaylarına örnekler, simbiyoz oluşumları açıklayan simbiyogenez ile kültürel özelliklerin kalıtıldığı ve "gen-kültür ortak evrimi" olarak da bilinen ikili kalıtımdır.
Genetik varyasyonların oluşumu.
Bir canlı organizmanın fenotip özellikleri, onun sahip olduğu genotip ile içinde yaşadığı çevrenin etkisine dayanır. Bir popülasyon içindeki fenotiplerdeki değişimin önemli bir kısmı, genotipler arasındaki farklılıklardan kaynaklanır. Modern evrimsel sentez, evrimi, bu genetik varyasyonlarda zaman içinde oluşan değişimler olarak tanımlar. Bir genin belirli bir alel frekansı, aynı genin diğer form ve tiplerine oranla, zaman içinde daha çok veya daha az yaygın hale gelirler. Yeni bir alel tipi, sabitleşme noktasına geldiğinde, ya ondan önce gelen alel tipinin yerini alarak ya da tamamıyla popülasyondan silinerek, bir varyasyonun kaybolmasına yol açar.
Doğal seçilim, bir popülasyonda sadece yeteri kadar genetik varyasyonlar var olduğunda evrime neden olur. Mendel genetiğinin keşfinden önce, karışmalı kalıtım isimli hipotez, yaygın bir görüştü. Karışmalı kalıtım teorisine göre, doğan yavrular, ebeveynlerinin özelliklerinin ortalamasını taşıyacaktı. Buna göre, eğer birisinin anne ve babasından biri uzun boylu, öbürü kısa boylu ise, kendisi orta boylu olacaktır. Ancak, karışmalı kalıtım doğru olmuş olsaydı, genetik varyasyonların hızla kaybolmaları gerekiyordu ve bu da, doğal seçilim yoluyla evrimi mantıksız kılıyordu. Hardy-Weinberg Kuralı ise, popülasyondaki varyasyonların nasıl korunduğuna dair çözüm sunabilmiştir. Hardy-Weinberg kuralına göre, yeterince büyük bir popülasyon içinde var olan alellerin frekansları (genlerdeki varyasyonlar), yumurta ve spermin oluşumu sırasında gen parçaları alellerin rastgele karıştırılması ve üreme hücrelerinin döllenmesi sırasında bu alellerin rastgele kombinasyonları gibi popülasyona etki eden güçler tarafından sabit kılınır.
Bu anlamda varyasyonlar, genetik materyallerdeki mutasyon, eşeyli üreme yoluyla genlerin yeniden karıştırılması ve popülasyonlar arasındaki göçler (gen akışı) sonucu oluşur. Mutasyonlar ve gen akışı ile popülasyonlarda sürekli yeni varyasyonlar oluşsa da, bir türün genomunun büyük bölümü, o türün tüm bireylerinde benzer olup özdeştir. Buna rağmen, genotipteki nispeten küçük farklılıklar bile, fenotiplerde dramatik farklılıklara yol açabilirler. Örneğin, şempanze ve insan genomu arasındaki farkların büyük bir kısmı, %5,07 oranında delesyon ve insersiyonlardan kaynaklanırken nükleotit farklılıklar ise sadece %1,52 oranında olup böylece toplam sapma %6,58 olarak tahmin edilmiştir. Hatta, DNA tekrarları ile düşük karmaşıklıktaki DNA'lar çıkarıldığında bu farklılık oranı %2,37'ye kadar düşmektedir.
Mutasyon.
Mutasyonlar, bir hücre genomunun DNA dizisinde oluşan değişimlerdir. Mutasyonlar, her zaman organizma üzerinde negatif veya pozitif etkilere sahip olmayabilirler. Oluşan mutasyonların bir gen ürünün değişmesinde veya genin doğru ya da tamamen işlemesini engellemede herhangi bir etkileri de olmayabilir. Drosophila melanogaster sineği üzerinde yapılan çalışmalar, gen tarafından oluşturulan bir proteinin mutasyonunda, bu mutasyonun yaklaşık %70'inin zararlı etkilere sahip olduğunu, geri kalanının ise ya nötr ya da zayıf faydalı etki gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Mutasyonlar, genellikle genetik rekombinasyonlarla çoğaltılan (bkz. Gen duplikasyonu) kromozomların büyük bölümlerini içerebilirler ve böylece, bu genetik rekombinasyonlar sayesinde, genomda bir genin ek bir kopyası ortaya çıkabilir. Genlerin ek olarak kopyalanması, yeni genlerin geliştirilebilmesi için gerekli olan hammaddenin önemli bir kaynağıdır. En yeni genler, ortak ataları paylaşan ve kendinden önce var olmuş olan genlerin gen ailelerinden oluştuğu için bu genlerin ek olarak kopyalanması önemlidir. Örneğin, insan gözü ışığı algılayan yapılar oluşturmak için dört adet değişik gen kullanır: Bu genlerden üçü, renkli görmek için ve bir tanesi ise gece görüşü için kullanılır. Bu dört genin hepsi de, tek bir atasal genden türemiştir.
Atasal bir gen, bu genin bir kopyası mutasyona uğrayıp yeni bir fonksiyona sahip olduğunda, yeni tür genler oluşturabilir. Bu yöntem, sistemin yedeklenmesini artırdığı için bir genin kopyalanması durumunda daha kolaydır. Bu şekilde, gen çiftindeki bir gen, yeni bir işlev kazanırken diğer gen kopyası, eski işlevini sürdürmeye devam eder. Diğer tip mutasyonlar ise, daha önceki şifrelenmemiş genlerden tamamen yeni genler bile oluşturabilirler.
Yeni bir gen nesli, aynı zamanda kopyalanan birçok genin küçük parçalarını da içerebilir ve bu parçalarla yeni fonksiyonlara sahip yeni kombinasyonlar oluşturabilirler. Yeni genler, daha önceki parçaların karışmasıyla bir araya getirilirken bu parçalardan oluşan kümeler, daha karışık işlevlere sahip yeni kombinasyonların oluşması için birbirleriyle karıştırılabileceği, bağımsız ve basit işlevlere sahip modüller gibi davranırlar. Örneğin, poliketit sentazları, antibiyotik oluşturan büyük enzimlerdir ve montaj hattındaki her bir adım gibi, tüm süreçlerdeki her kataliz de böyle bir adım olup yaklaşık yüz kadar küme içermektedir.
Eşeyli üreme ve rekombinasyonlar.
Eşeysiz üreyen organizmalarda, genler, üreme sırasında başka bir bireyin genleriyle karışmadığı için birlikte bağlanırlar ve kalıtımla topluca aktarılırlar. Buna karşılık, eşeyli üreyen canlıların yavruları, ebeveynlerinin rastgele karıştırılmış ve bağımsız örneklerinden oluşan kromozomlarını içerirler. Eşeyli üreyen canlılar, homolog rekombinasyon adı verilen benzer bir süreçte, birbirleriyle uyuşan iki kromozom değiştirirler. Rekombinasyonlar ve bağımsız örneklerin birbiri arasında değiş tokuş edilmesi, alel frekanslarını değiştirmezler ancak bunun yerine, hangi alelin hangi alel ile bağlantılı olacağını değiştirerek yeni alel kombinasyonları sayesinde yeni yavrular üretirler. Eşeyli üreme, genellikle genetik varyasyonları ve evrim hızını artırır.
Gen akışı.
Gen akışı, popülasyonlar ve türler arasında oluşan gen alışverişleridir. Bu nedenle, gen akışı, bir popülasyon veya tür için yeni bir varyasyon kaynağı teşkil edebilir. Farelerin, kara içlerindeki popülasyonlardan kıyılardaki popülasyonlara göç etmeleri veya çiçek polenlerinin, rüzgâr aracılığıyla ağır metallere karşı hassas olan bir bitki popülasyonundan ağır metallere karşı daha toleranslı olan başka bir bitki popülasyonuna (veya tersine) yol almaları gibi, bireylerin, birbirinden ayrı bulunan farklı canlı popülasyonlar arasındaki bunun gibi gidiş gelişleri, göç ve hareketleri gen akışına yol açabilir.
Türler arasındaki bu gen transferi, hibrit canlıların oluşumunu ve yatay gen transferini de içerir. Yatay gen transferi, bir canlının, onun yavrusu olmayan başka bir canlıya, genetik materyal transfer etmesidir. Bu, bakteriler arasında en yaygın olanıdır. Tıpta bu durum, antibiyotik direnci kazanan bakterilerin, bunu diğer türlere hızla aktardığı ve bu şekilde bakteriler arasında bu rezistans genlerin yayılması olayında görülür. Genlerin yatay transferi, bakterilerden ökaryotlara doğru olmuştur. Bir maya türü olan Saccharomyces cerevisiae ile fasulye böceği "Callosobruchus chinensis" arasında olduğu gibi, bakterilerden ökaryotlara, iki değişik alem arasında da yatay gen transferleri olmuştur. Daha büyük ölçekte gerçekleşen yatay gen transferlerine örnek, genlerindeki dizileri bakteriler, mantarlar ve bitkiler gibi üç ayrı alemden alan ökaryotik Bdelloidea türü rotiferalardır ("tekerlekli hayvan"). Aynı zamanda virüsler de gen transferi ile farklı biyolojik alemler içindeki canlılar arasında DNA taşıyabilirler.
Büyük ölçekli gen transferleri, ökaryotik hücreler ile bakterilerin ataları arasında gerçekleşen kloroplast ve mitokondri devralımı sırasında da gerçekleşmiştir. Ökaryotların kendilerinin, bakteriler ile arkealar arasında gerçekleşen yatay gen transferi sonucu oluşmuş olmaları da mümkündür.
Epigenetik.
Kimi kalıtsal değişiklikler DNA'daki nükleotit dizilimi değişimleriyle açıklanamaz. Bu fenomenler epigenetik kalıtım sistemleri olarak sınıflandırılır. DNA metilasyonu ile işaretlenen kromatin, kendi kendini sürdürebilen metabolik döngüler, RNA interferazı ile gen susturulması ve proteinlerin üç boyutlu konformasyonu (prionlar gibi), epigenetik kalıtım sistemlerinin organizma boyutunda keşfedildiği yerlerdir. Gelişimsel biyologlar gen düzenleyici ağlardaki karmaşık etkileşimlerin ve hücreler arasındaki iletişimin, gelişimsel plastisite ve kanalizasyondaki bazı mekanizmaların altında yatan kalıtılabilir varyasyonlara yol açtığını ileri sürmektedir. Kalıtım daha büyük ölçeklerde dahi gerçekleşebilir. Örneğin niş oluşturma süreci yoluyla ekolojik kalıtım, organizmaların çevrelerinde düzenli ve tekrar eden faaliyetleriyle tanımlanır. Bu, sonraki nesillerin seçilim rejimini değiştiren ve ona geri besleme yapan bir etki mirası oluşturur. Evrimde genlerin doğrudan kontrolü altında olmayan başka kalıtım örnekleri arasında kültürel özelliklerin devralınması ve simbiyogenez yer alır.
Evrimi oluşturan süreçler.
Evrimi sürdüren iki temel süreç vardır: Doğal seçilim ve genetik sürüklenme. Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini döllerine aktarmasını, rakip bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Doğal seçilim ile hayatta kalmaya yardımcı olan yeni özellikler sağlayan mutasyonlara sahip bireyler hayatta kalarak popülasyonda baskın hale gelir, hayatta kalma şansını azaltan mutasyonlara sahip bireyle ise yok olur. Bu sayede sonraki nesildeki bireyler, atalarından aldıkları genler sayesinde ortama daha iyi uyum sağlar ve hayatta kalmakta daha başarılı olurlar. Çok sayıda nesil sonrasında, çok sayıda başarılı, küçük, rastgele değişikliğin birikmesi ile adaptasyonlar belirgin hale gelir, bu sayede türler çevrelerine olası en iyi uyumu sağlamış olurlar.
İkinci temel süreç ise genetik sürüklenmedir. Genetik sürüklenme, popülasyonda genlerin görülme sıklığında rastgele değişimlere yol açar. Bir nesilde görülen rastgele bir genetik sürüklenme, daha sonraki nesillerde birikim sağlayarak organizmada belirgin değişimlere yol açar.
Evrim, aynı türden canlıların birbirleriyle karıştığı bir popülasyonda, alel frekanslarının değişimleri sonucu meydana geldiğinden doğal seçilim ve genetik sürüklenmenin yanında, genetik otostop , mutasyon ve gen akışı gibi, alel frekanslarının değişimine yol açan diğer mekanizmaların olduğu da bilinmektedir.
Doğal seçilim.
Evrime göre canlılığın devamı ve çeşitliliği doğal seçilimle sağlanır. Doğal seçilimin üç temel bileşeni bulunur: Genetik karakterlerin devamını sağlayan kalıtım, farklı karakterlerin popülasyondaki zenginliğini sağlayan çeşitlilik ve bu çeşitli karakterlerden doğadaki koşullara en uygun olanının hayatta kalmasını sağlayan seçilim.
Bu temellere göre Darwin, her popülasyonda birçok bireyin hayatta kalamadığı, kurtulamadığı veya üreyemediğini belirtmiştir. "Var olma mücadelesinde" sınırlı birçok kaynak için ve mevcut riskler (yırtıcı hayvanlar vb.) yüzünden popülasyonun her bireyi bir diğeriyle yarışmaktadır. Bu var olma mücadelesinde, ortama en iyi adapte olabilmiş bireyler seçici bir avantaja sahip olmakta, daha çok yaşamakta ve daha çok üreyebilmektedir.
Doğal seçilim yoluyla evrim, üremeyi düzelten ve geliştiren genetik mutasyonların bir popülasyonun birbirlerini izleyen nesilleri içinde daha sık ve yaygın olarak görülmeye başlaması sürecine verilen isimdir. Çoğu zaman "apaçık" mekanizma olarak tanımlanan doğal seçilim yoluyla evrim, aynı zamanda zorunlu olarak aşağıdaki üç basit gerçeği takip eder:
Bu koşullar, canlılar arasında hayatta kalma ve üremeye dair rekabete yol açar. Sonuç olarak, rakiplerine karşı kendilerine avantaj sağlayan özelliklere sahip bireyler bu özellikleri gelecek nesillere aktarırken bir avantaj kazandırmayan özelliklerse gelecek nesillere aktarılmazlar.
Doğal seçilimin ana fikri bir canlının evrimsel uyumluluğudur veya diğer bir tanımlamayla uyum başarısıdır. Bir canlının uyumluluğu veya uyum başarısı ise, onun gelecek nesillere olan genetik katkısının boyutunu belirleyen hayatta kalma ve üreme yeteneği ile ölçülür. Ancak, uyum başarısı üreme sonrası oluşan yavruların toplam sayısı değildir: bunun yerine bir canlının genlerini taşıyan sonraki nesillerin oranı ile gösterilir. Örneğin, bir canlı iyi bir şekilde hayatta kalıp sayıca hızlı üreyebildiği halde onun oluşturduğu yavrular hayatta kalabilmek için çok zayıf ve küçük ise, bu durumda bu canlı gelecek nesiller için ancak çok küçük bir değerde genetik katkı yapmış olur ve düşük uyum başarısına sahip olur.
Eğer bir alel, bu genin diğer alellerinden daha çok uyum başarısını artırıyorsa o zaman bu alel her nesille birlikte popülasyon içinde daha yaygın hale gelecektir. Bu özelliklere "lehine seçilmiş" özellikler denir. Uyum başarısını artıran özelliklere örnek, daha iyi hayatta kalma ve artış gösteren doğurganlıktır. Bunun tersine, daha az yararlı ya da zararlı aleller uyum başarısını düşürür ve bu da bu alellerin daha nadir şekilde görülmesine neden olur. Buna da "aleyhine seçilmiş" özellikler denir. Daha da önemlisi, bir alellin uyum başarısı sabit bir özellik değildir; çevre şartlarının değişmesi durumunda daha önce nötr veya zararlı olan özellikler faydalı, daha önce yararlı olan özellikler ise zararlı hale gelebilirler. Bunun yanında, seçilim yönü bu şekilde her ne kadar ters olsa bile, geçmişte kaybedilen özellikler benzer bir şekilde tekrar evrimleşmezler (bkz: Dollo yasası).
Popülasyon içinde, çeşitli değerlere sahip bir özelliğin (örnek: boy uzunluğu) doğal seçilimi üç farklı şekilde olabilir. Bunlardan biri, zaman içinde bir özelliğin ortalama değerinin değiştiği yönlendirilmiş seçilimdir. Örneğin canlıların yavaş yavaş büyüyüp öncekilerinden daha uzun boylu olmaları gibi. İkincisi ise bu özelliklerin aşırı uç değerlerinin seçildiği dallanan seçilimdir ve genellikle iki farklı değerin ortalama değerden daha yaygın hale gelmesiyle sonuçlanır (iki tip veya bimodal dağılım). Bu tür bir seçilim tipinde sadece uzun boyluluk ve kısa boyluluk avantaj sağladığından canlılar da uzun boylu ve kısa boylu olarak çeşitlenmeye başlarlar. Buna karşı ortalama boylu olmak avantajını yitirdiğinden popülasyon içinde orta boya sahip canlılar azalmaya başlar. Son olarak dengelenmiş seçilim ise her iki uçtaki aşırı uç değerlerin ayıklandığı bir seçilim türüdür. Ortalama değer dışında seyreden varyanslar ve çeşitlilik bu durumda azalma göstermeye başlar. Bu durum, örneğin, organizmaların yavaş yavaş aynı boya veya uzunluğa sahip olmasına yol açar.
Doğal seçilimin özel bir örneği, bir canlının diğer potansiyel eşler üzerindeki cinsel çekiciliğini artırarak çiftleşme başarısını yükselten özelliklerin seçildiği cinsel seçilimdir. Kullanışsız büyük boynuzlar, gürültülü çiftleşme ve kur yapma çağrıları, dikkat çekici parlak renkler her ne kadar onları avlayan hayvanların da ilgisini çekip erkek bireylerin hayatta kalma şansını azaltsa da cinsel seçilim yoluyla evrimleşmiş buna benzer özellikler, bazı hayvan türlerin erkeklerinde özellikle belirgindir. Hayatta kalmaya dair dezavantaj yaratan bu tür özellikler, erkek bireylerin sahip olduğu daha yüksek üreme başarısı tarafından dengelenirler ve bu durum da cinsel seçilim yoluyla evrimleşen özelliklerin taklit edilmelerinin zor olduğunu göstermektedir (Handikap ilkesi).
Doğal seçilim, hangi bireylerin ve bireysel özelliklerin daha çok veya daha az hayatta kalacağı hakkında büyük oranda genellikle doğayı ölçü alır. Bu anlamda "doğa", canlıların yaşadıkları çevrede, fiziksel ve biyolojik her türlü element ve unsurlarla etkileşim gösterdiği ekolojik sistemi kasteder. Ekolojinin kurucusu Eugene Odum ekolojik sistemi, "Belirli bir alanda fiziksel çevre ile etkileşime giren... bütün organizmaları içeren herhangi bir birim... böylece sistem içinde açıkça belirlenmiş olan trofik yapıya, biyolojik çeşitliliğe ve madde döngülerine (örneğin, canlı ve cansız birimler arasındaki madde alışverişine) yönlendirir" diyerek tanımlar. Ekolojik sistem içindeki her bir popülasyon, ayrı bir niş veya sistemin diğer bölümleriyle farklı ilişkileri olduğu bir konum işgal ederler. Bu ilişkiler, canlıların yaşam öyküsünü, besin zinciri içindeki konumunu ve coğrafi olarak erişim alanını belirler. Bu geniş doğa anlayışı, doğal seçilimi kapsamı içine alan tüm belirli kuvvetlerin tanımlanmasında bilim insanlarına yardımcı olur.
Doğal seçilim, genler, hücreler, canlı birey, organizma grupları veya türler gibi bir yapının farklı seviyeleri içinde etki gösterebilir veya hareket edebilirler. Bunun yanında, doğal seçilim aynı anda birden çok düzeyde de hareket edebilir. Birey seviyesi altında gerçekleşen doğal seçilime bir örnek, transpozon adı verilen ve genom içinde çoğalıp yayılabilen genlerdir. Aşağıda da anlatılacağı gibi, birey üzerindeki seviyede gerçekleşen seçilimler (örneğin, grup seçilimi), karşılıklı yardımlaşmanın evrilmesine izin verirler.
Cinsel seçilim.
Doğal seçilimin özel bir durumu, bir organizmanın potansiyel eşlere çekiciliğini artırarak çiftleşme başarısını artıran herhangi bir özelliğin seçimi olan cinsel seçilimdir. Eşeyli seçilim yoluyla gelişen özellikler, birkaç hayvan türünün erkekleri arasında özellikle belirgindir. Cinsel açıdan tercih edilmesine rağmen, hantal boynuzlar, çiftleşme çağrıları, büyük vücut boyutu ve parlak renkler gibi özellikler genellikle yırtıcı hayvanları çeker ve bu da tek tek erkeklerin hayatta kalmasını tehlikeye atar.
Yapay seçilim.
Yapay seçilim, insanların bilinçli olarak bir organizmanın belli özelliklerini seçmesi sürecidir. Yapay seçilim, evcil hayvan ve bitkilerin kontrollü olarak yetiştirilmesi sonucu gerçekleşir. İnsan eliyle hangi hayvan ya da bitkinin üretileceğine karar verildiğinde, hangi genlerin gelecek nesillere aktarılacağına da karar verilmiş olunur. Bu anlamda, hangi organizmanın üreyeceğine, hangi istenilir özelliklerin korunacağına doğa yerine insanlar karar verir.
Yapay seçilimin en büyük etkisi evcil hayvanlarda gözlenir. Örneğin Danua ve Çivava köpek cinslerinin arasındaki cüsse farkı yapay seçilimin bir sonucudur. Çok farklı görünmelerine rağmen, her iki köpek cinsi de -diğer tüm evcil köpek cinsleri gibi- günümüzden yaklaşık 15.000 yıl önce Çin'e denk gelen bölgede evcilleştirilmiş olan birkaç kurdun soyundan gelir. Bunun gibi, bitki yetiştiriciliğinde insanlar, bir türün (örneğin buğday bitkisinin) yalnızca kendilerine daha fazla besini daha kolay şekilde sağlayan bireylerini ellerinde tutup yetiştirerek o türde evrimsel değişime yol açabilirler. Ziraatte iyi bilinen geleneksel ıslah yöntemlerinin birçoğu yapay seçilime örnektir. Yapay seçilim doğal seçilime benzer ancak çok önemli bir fark, doğal seçilimde insanlar yerine doğanın kendisi seçme işini üstlenmiştir.
Gen aktarımlı bitkiler veya genetiği değiştirilmiş organizmalar ise, modern genetik mühendislik yöntemleri ve rekombinant DNA teknolojisi ile, olumsuz çevre koşullarına karşı daha dayanıklı olması ve en az maliyetle en verimli ürünü vermeleri için bu organizmaların bazı gen bölgelerinin laboratuvar koşullarında yapay olarak değiştirildiği bitkilerdir.
Genetik sürüklenme.
Genetik sürüklenme ya da "Sewall Wright etkisi", küçük bir grup canlının genetik havuzunda tamamen şans eseri oluşmuş değişikliklerdir. Genetik sürüklenme bir popülasyondaki genetik bir karakteristiğin yok olmasına ya da güçlü olanın hayatta kalmasından ve alellerin değerinden "bağımsız olarak" yaygın hale gelmesine neden olur. Popülasyonda üremeyi gerçekleştiren canlıların sayısı arttıkça, genetik sürüklenmenin etkisi azalır. Bu durum yazı-tura örneğine benzer. Art arda iki kere tura gelmesi doğal karşılanırken 20 kere tura gelmesi tuhaftır. Yazı-tura işlemi tekrarlandıkça, turaların oranı %50'ye yaklaşır.
Genetik sürüklenmenin etkisi en çok, bir canlı türünün kaderi birkaç bireye bağlı olduğunda ortaya çıkar. Bu duruma "kurucu prensibi" denir. Göl, ada gibi izole olmuş ortamlara rüzgâr veya başka canlıların vücudu gibi herhangi bir vasıtayla ulaşan tohumlar ve hayvan türleri, genellikle ulaştıkları yeni ortamda koloniler oluşturur. Bu birkaç kurucu bireydeki alellerin görülme sıklığı, genellikle geride bıraktıkları popülasyondaki lokusların çoğundan farklıdır. Bu farklılıklar, yeni ortamda türeyen popülasyon üzerinde uzun süreli evrimsel etkiler yaratır. Hawaii Adaları gibi takımadalarda görülen tür çeşitliliğinin, birbirine temas eden anakaralardan fazla olmasının nedeni, "kurucu prensibi"dir.
Yanlı mutasyon.
Önemli bir varyasyon kaynağı olmanın yanı sıra, farklı mutasyonların oluşması için moleküler düzeyde farklı olasılıklar var olduğunda, yanlı mutasyon olarak bilinen bir süreçte, mutasyon da bir evrim mekanizması olarak işlev görebilir. Eğer iki genotip, örneğin nükleotit G ile aynı pozisyondaki başka bir nükleotit A, aynı uyum başarısına sahipse ama G'den A'ya olan mutasyon, A'dan G'ye olan mutasyonlardan daha sık görülüyorsa, bu durumda A'ya sahip genotip gelişme eğiliminde olacaktır. Farklı taksonlarda yanlı mutasyonların katılımı veya silinmesi farklı genom boyutlarının evrimine yol açabilir. Gelişimsel veya mutasyonla ilgili bu tür bir yanlılık ve tarafgirlik morfolojik evrimde de gözlemlenmiştir. Örneğin, Baldwin etkisi olarak da bilinen evrimin ' "önce fenotip" ' teorisine göre, mutasyonlar sonunda daha önce çevre şartları tarafından uyarılan özelliklerin genetik asimilasyonuna neden olabilirler.
Yanlı mutasyon efekt ve etkileri diğer süreçlerin üstünü kapamıştır. Eğer her iki mutasyona da sahip olmak hiçbir ek avantaj içermemiş ve bu yüzden seçilim iki mutasyondan biri lehine olmuşsa, bu durumda popülasyon içinde daha çok sabitleşen mutasyon, aynı zamanda en sık olarak görülen mutasyon olacaktır. Bir genin fonksiyon kaybına yol açan mutasyonlar, tam işlevlere sahip yeni bir gen oluşturan mutasyonlardan çok daha yaygındır. Fonksiyon kaybına yol açan mutasyonların çoğu buna rağmen seçilmişlerdir. Ancak, seçim zayıf olduğunda yanlı mutasyonlar fonksiyon kaybına rağmen evrimi etkileyebilirler. Örneğin, pigmentler mağarada karanlıkta yaşayan canlılar için artık yararlı olmadıklarından kaybolma eğilimi gösterirler. Mutasyon yanlılığı nedeniyle veya fonksiyonlar bir bedele sahip olduğu için bu tür bir fonksiyon kaybı meydana gelebildiği gibi bir kez fonksiyon avantajı yitirildiğinde doğal seçilim kayıplara yol açabilir. Laboratuvardaki evrim sırasında bir bakteride ("Bacillus subtilis") spor oluşturma yeteneğinin kaybolması, spor oluşturma yeteneğinin bedeline karşı doğal seçilimden ziyade mutasyon yanlılığı tarafından yol açılmışa benziyor. İşlev kaybına dair herhangi bir seçilim olmadığında kaybın oluştuğu hızın, etkin popülasyon büyüklüğünden ziyade, mutasyon oranına bağlı olması da bu durumun genetik sürüklenmeden çok mutasyon yanlılığı tarafından desteklendiğini göstermektedir.
Genetik otostop.
Rekombinasyonlar, aynı DNA dizisi üzerinde bulunan alellerin birbirlerinden ayrılmasını sağlarlar. Ancak, rekombinasyonların oranı düşüktür (her kromozom ve her popülasyon başına yaklaşık iki defa vuku bulurlar). Sonuç olarak, kromozom üzerinde birbirine yakın olan genler her zaman karıştırılarak birbirinden ayrılmazlar ve birbirlerine yakın genler, genetik bağlantı olarak bilinen bir fenomenle toplu şekilde kalıtılarak miras bırakılırlar. Bu eğilim, bağlantı dengesizliği adı verilen olasılık beklentilerine göre, iki alellin hangi sıklıkta tek bir kromozom üzerinde görülmelerinin saptanmasıyla ölçülür. Genellikle bir grup içinde kalıtılan ve miras bırakılan bir alel dizisine haplotip denir. Bu, belirli bir haplotip içindeki bir alellin çok avantajlı olduğu durumlarda önemli olabilir. Doğal seçilim, haplotipteki diğer alellerin de popülasyon içinde daha yaygın hale gelmesine yol açan seçici süpürmeyi tetikleyebilir. Bu etkiye, genetik otostop ya da genetik taslak denir. Genetik taslağın oluşmasına yol açan neden, bazı nötral genlerin, seçilim etkisi altında uygun bir etkin popülasyon büyüklüğü tarafından bağlanmış olan diğer genlerle genetik olarak bağlantılı olması gerçeğinden kaynaklanır.
Gen akışı.
Gen akışı, popülasyon ve türler arasında genlerin alışverişi veya değiş tokuş edilmesidir. Gen akışının varlığı ya da yokluğu, evrimin gidişini temelden değiştirir. Organizmaların karmaşıklığı nedeniyle, zaman içinde tamamen birbirinden izole olmuş herhangi iki popülasyon, bu her iki popülasyon çevreye uyumluluk açısından temel olarak aynı kalsalar bile, sonunda Bateson-Dobzhansky-Muller Modelinde olduğu gibi nötral süreçler yoluyla genetik uyuşmazlıklar ve bağdaşmazlıklar geliştirecektir.
Eğer popülasyonlar arasında genetik farklılaşmalar baş gösterirse, popülasyonlar arasındaki gen akışı, yerel popülasyondaki dezavantajlı olan özellik ve alellerin ortaya çıkmasına yol açabileceği gibi, bu popülasyon içindeki canlıların, genetik olarak uzak popülasyonlarla çiftleşmesini önleyen ve sonunda yeni türler ortaya çıkması ile sonuçlanan mekanizmalar geliştirmesine neden olabilir. Böylece, canlı bireyler arasında genetik bilgilerin alınıp verilmesi, temel olarak biyolojik tür kavramının geliştirilmesinde önemlidir.
Modern evrimsel sentezin gelişimi sırasında Sewall Wright tarafından geliştirilen Değişken denge kuramı'nın kısmen izole olmuş popülasyonlar arasındaki gen akışı, adoptiv evrimin önemli bir parçasıydı. Ancak, son zamanlarda Değişken denge kuramının önemine dair ciddi eleştiriler olmuştur.
Birlikte evrim.
Birlikte evrim, iki veya daha fazla canlı türünün, birbirlerinin evrimini karşılıklı olarak etkilemesidir. Burada bir türün evrimi, diğer türde adaptasyonların oluşmasına yol açar. İkinci türdeki bu değişimler, daha sonra da birinci türü etkileyerek yeni adaptasyonların oluşmasına yol açar. Buna birlikte adaptasyon denir. İşte bu karşılıklı yanıt ve seçilim döngüsü, birlikte evrim olarak adlandırılır. Örneğin bir bitkinin morfolojisindeki evrimsel bir değişiklik, o bitkiyle beslenen bir otçulun morfolojisini etkileyebilir. Otçulda meydana gelen değişiklik de tekrar bitkiyi etkileyebilir ve bu süreç karşılıklı devam eder.
Birlikte evrim, farklı türlerin ekolojik etkileşimleri arttığında gerçekleşme eğilimindedir. Bu ekolojik etkileşimler şöyle sıralanabilir:
Birlikte evrimin en bariz örnekleri çoğunlukla ortak yaşamlı olan bitki-böcek çiftlerinde görülür. Birçok bitki ve onların polen taşıyıcıları olan böcekler varlıklarını devam ettirebilmek için birbirlerine bağımlıdırlar. Ancak polen taşıyıcısı olmayan hayvanlarla eşleşmiş bitki türleri de mevcuttur.
Bazı Orta Amerika akasyaları, içi boş dikenlere ve yapraklarının sapında nektar salgılayan gözeneklere sahiptir. Acacia sphaerocephala (boğa boynuzlu akasya), dikenlerinin içine yuva yapan ve nektarla beslenen Pseudomyrmex karıncalarına ev sahipliği yapar. Karıncalar da akasyayı çeşitli otçullara karşı korur. Bu ilişki birlikte evrimin bir sonucudur. Bitki karıncaların barınabilmesi için içi boş dikenleri ve nektar salgılayan gözenekleri oluşturmuş, karıncalar da bitkiyi otçullardan koruyan davranış biçimini geliştirmişlerdir. Karıncalar bitkiye zarar veren her türlü böcek ve tırtılı öldürmenin yanı sıra bitkinin civarındaki araziyi yabani otlardan temizlemekte, gölge yapan yakındaki ağaçlara zarar vermektedirler. Boğa boynuzlu akasya ve karınca arasındaki bu ilişki ilk kez 1874'te doğa tarihçisi Thomas Belt tarafından gözlenmiştir.
Diğer bir örnek, Kuzey Amerika'da yaşayan ve zehirli olarak bilinen sarı semenderin ürettiği tetrodotoksin zehri ve onu avlayan "Thamnophis sirtalis sirtalis" isimli adi bahçe yılanın tetrodoksine karşı geliştirdiği dirençtir. Bu av-avcı çiftinde, evrimsel silahlanma yarışı, semenderde çok yüksek düzeyde bir zehir seviyesi ve yılanda da buna bağlı olarak çok yüksek düzeyde bir antitoksin direncine yol açmıştır.
Evrimin canlılar üzerindeki etki ve sonuçları.
Evrim, organizmaların şekil ve davranışlarını her yönden etkiler. En göze çarpan, kendine özgü davranışsal ve fiziksel uyarlamalar, doğal seçilimin sonuçlarıdır. Bu adaptasyonlar, besin arayışı, avcı hayvanlardan korunma, eşler üzerinde cinsel çekicilik gibi diğer etkenlerin yardımıyla uyum başarısını artırırlar. Bunun yanında, canlı organizmalar, genellikle akrabalarına yardım etme veya karşılıklı yarar getiren simbiyoz ilişkilere girme suretiyle karşılıklı yardımlaşma yaparak da seçilime tepki verebilirler. Uzun vadede, evrim, organizmaların ata popülasyonlarını, artık melez bireyler üretemeyecekleri yeni gruplara bölerek yeni türler meydana getirir.
Evrimin bu sonuçları bazen; soy tükenmesi, türleşme, bir tür veya popülasyon içindeki adaptasyonlar gibi küçük evrimsel değişmeler olan mikro evrim ile türler seviyesinde veya türler üstünde oluşan makro evrim olmak üzere ikiye ayrılır. Genel olarak, makro evrim, mikro evrimin uzun dönemlerdeki sonuçları olarak kabul edilir. Böylece, mikro ve makro evrim arasındaki ayrım, temel bir ayrım olmayıp bu fark sadece zamanla ilgilidir. Bunun yanında, makro evrimde, tüm türlerin özellikleri önemli olabilir. Örneğin, bireyler arasındaki varyasyonların büyük bir miktarı, bir türün yeni yaşam alanlarına hızla uyum sağlamasına izin verir. Buna karşın, popülasyonun bir parçasının izole kalmasının daha olası hale geldiği geniş bir coğrafi alana yayılmak türleşme şansını artırırken şans ve avantajların azalması ise soy tükenmesine yol açar. Bu anlamda, mikro evrim ve makro evrim farklı seviyelerde seçilim içerirler: Bunlar, genler ve canlılar üzerinde etkin olan mikro evrim ile türlerin seçilimi gibi evrimsel süreçlerin tüm türler ile türleşme ve soy tükenme oranları üzerinde etkili olduğu makro evrimdir.
Yaygın bir yanlış anlaşılma, evrimin amaçları ve uzun vadeli planları olduğudur. Gerçekçi olmak gerekirse, evrimin hiçbir uzun vadeli amaçları olmadığı gibi hedefi, daha büyük bir karmaşıklık üretmek değildir. Evrimle daha karmaşık yapıya sahip canlılar meydana gelmiş olsa da bu, organizmalarının toplam sayısının artmasının bir yan etkisi olarak ortaya çıkmıştır ve hâlâ olsun biyosferde yaygınlık gösteren basit yaşam biçimleri günümüzde de değişmeden kalabilmişlerdir. Örneğin, türlerin ezici çoğunluğu, çok küçük boyutlarına rağmen dünya biyokütlesinin yarısından çoğunu oluşturan mikroskobik prokaryotlar olup yeryüzündeki biyo çeşitliliğin büyük çoğunluğunu oluştururlar. Basit organizmalar, bu nedenle, tarihler boyunca yeryüzündeki hayatın baskın yaşam formu olmuşlardır ve daha hissedilebilir ve belirgin oldukları için yanıltıcı bir şekilde sadece çeşitlenmiş gibi gözüken kompleks yaşamlı günümüzde de ana yaşam formu olmaya devam etmektedirler. Gerçekten de, hızlı üreme şekilleri, adaptasyonların ve evrimin eş zamanlı olarak gözlemlenmesine ve deneysel evrim üzerinde çalışmalara olanak verdiği için mikroorganizmaların evrimi, modern evrimsel araştırmalarda özellikle önem taşımaktadır.
Adaptasyon.
Adaptasyon, canlıları yaşadıkları ortama daha uygun hale getiren bir süreçtir. Ayrıca, adaptasyon terimi, bir canlının hayatta kalması için önemli olan bir özelliği de tanımlar. Örneğin, at dişlerinin ot ve çimleri öğütecek şekildeki adaptasyonu. Adaptasyon teriminin evrimsel süreçler ile adaptif özelliklerin anlatımında kullanılması, bu sözcüğün iki ayrı anlama geldiği şekilde ayırt edilebilir. Adaptif uyarımlar, doğal seçilimin ürünüdür. Aşağıdaki tanımlar Theodosius Dobzhansky'a aittir:
Adaptasyon, ya yeni bir özelliğin kazanılmasına ya da eski bir atasal özelliğin kaybına yol açar. Her iki türdeki değişimleri gösteren bir örnek, antibiyotik seçilimlerde ilaçların hedeflediği etkileri değiştiren veya ilacı hücre dışına pompalayan taşıyıcıların faaliyetlerini artıran genetik değişikliklerle antibiyotik direncin oluştuğu ve bakterilerin gösterdiği adaptasyonlardır. Diğer çarpıcı örnekler ise, uzun vadeli bir laboratuvar deneyinde Escherichia coli bakterisinin sitrik asiti besin olarak kullanma özelliği geliştirmesidir. Flavo bakterisi, ona naylon sanayisinin yan ürünlerinden beslenip büyümesini sağlayabilen yeni ve benzersiz bir enzim geliştirmiş ve toprakta yaşayan bir mikro organizma olan Sphingobium bakterisi ise sentetik bir pestisit olan Pentaklorofenol'u indirgeyebilen, tamamen yeni bir metabolik yöntem geliştirmiştir. İlginç ama tartışmalı bir fikir, bazı uyarlamaların, organizmaların genetik çeşitlilik oluşturma yeteneğini artırdığını ve doğal seçilim tarafından canlıların evrilebilirliğini artırarak uyarlandığıdır.
Adaptasyon, halihazırda mevcut olan yapıların kademeli değişimleri yoluyla oluşup meydana gelirler. Sonuç olarak, benzer iç organizasyon yapıları, ilgili canlı organizmalarda farklı işlevlere sahip olabilirler. Bu, tek bir atasal yapının, farklı şekildeki işlevlere adapte olmasının bir sonucudur. Yarasa kanatları içindeki kemikler, tüm bu yapıların memelilerin sahip olduğu ortak bir atadan türemiş olmalarıyla nedeniyle, örneğin farelerin ayaklarındaki ve primatların ellerindeki kemiklere, çok benzerlik gösterirler. Ancak, tüm canlı organizmalar bir ölçüde birbirleriyle akraba oldukları için, eklem bacaklıların, kalamarlar ve omurgalıların gözleri ya da eklem bacaklılar ile omurgalıların bacakları ve kanatları gibi, az ya da ortak hiçbir yapısal benzerliklere sahip değilmiş gibi görünen organlar bile, derinlemesine homoloji olarak tanımlanan, işlevlerini ve bağlanımlarını kontrol eden ortak bir homolog gen üzerinde birbirleriyle bağlantılı olabilirler.
Evrim sırasında, bazı yapılar özgün işlevlerini kaybedip körelmiş yapılara dönerler. Bu tür yapılar, ata türde veya diğer yakın akraba türlerde net bir işleve sahipken mevcut türlerde az veya hiçbir işleve sahip olmayabilirler. Bunlara örnek, Psödogenler, kör mağara balıklarındaki işlevini yitirmiş göz kalıntıları, uçma özelliğini yitiren kuşların kanatları, ve balina ile yılanlarda mevcut olan kalça kemikleridir. İnsanlarda körelmiş yapılara dair örnekler ise, yirmi yaş dişleri, koksiks (kuyruk kemiği), apandis (vermiform appendix) veya tüylerin ürpermesi ile ilkel refleksler gibi diğer davranışsal izlerdir.
Ancak, basit uyarlamalar gibi görünen pek çok özellikler, aslında yapıların başlangıçta özgün bir işlev için uyarlandığı ama süreç içinde başka bir işlev için yararlı hale geldiği ön uyarlamalardır. Bir örnek, kovuk yarıklarında saklanabilmek için son derece düz ve yassı bir kafa yapısı geliştirmiş olan Holaspis guentheri Afrika kertenkelesi olup onun yakın akrabalarına bakıldığında da bu özelliğe rastlanabilmektedir. Ancak, bu canlıda yassı kafa formu, onun ağaçtan ağaca bir planör gibi süzüp kaymasına yardımcı olacak biçimde gelişmiş olan bir ön adaptasyondur. Hücreler içinde, bakteri kamçısı gibi moleküler makineler ve protein sıralama mekanizmasından sorumlu düzenekler, daha önce mevcut olan ve farklı işlevlerle yükümlü birkaç proteinin yerleştirilmesiyle evrilerek gelişmişlerdir. Başka bir örnek, organizmaların gözleri içindeki mercekte kristalin olarak adlandırılan ve yapısal protein olarak işlev görmeye yarayan enzimlerin, glikoliz ve ksenobiyotik metabolizmadan alınıp buraya yerleştirilmeleridir.
Ekolojinin önemli bir prensibi, iki farklı türün ekolojik nişi sürekli olarak işgal edemeyip bir tanesinin elenmesi ilkesine dayanan Gause kuralı veya rekabetçi dışlanım ilkesidir. Sonuç olarak, doğal seçilim, türleri farklı ekolojik nişlere uyum sağlama zorunluluğunda bırakan bir eğilim gösterecektir. Bu durum, örneğin, iki değişik çiklit balığı (Cichlidae) türünün, beslenme yönünden aralarındaki rekabeti en aza indireceği için farklı habitatlara uyum göstererek birbirinden farklı yaşam alanlarında yaşaması anlamına gelebilir.
Evrimsel gelişim biyolojisinin güncel bir araştırma alanı, adaptasyonlar ve ön uyarlamaların gelişimsel biyolojik temelleridir. Bu araştırmaların konusu, embriyonik gelişimin kökeni ve evrimi ile gelişimsel süreçlerin ve gelişimdeki değişikliklerinin nasıl yeni özellikler ürettiği ile ilgili araştırmalardır. Bu çalışmalar, evrimin, memelilerdeki orta kulak kısmını oluşturmak yerine diğer hayvanlarda çene haline dönüşen embriyonik kemik yapıları gibi yeni yapıların gelişimini değiştirebileceğini göstermiştir. Bunun yanında, evrim süreçlerinde gelişimden sorumlu genlerin değişmesi yüzünden, tavuklarda embriyoların timsah benzeri dişlerle büyümesine neden olan bir mutasyon gibi, kaybolan yapıların yeniden belirmesi ve ortaya çıkması da mümkündür. Organizmaların yapı ve şekillerindeki birçok değişimlerin, korunmuş genlerin küçük bir diziliminde olan değişiklikler olduğu şimdi açık hale gelmektedir.
Karşılıklı yardımlaşma.
Türler arasında, birlikte evirilen her etkileşim şekli zorunlu olarak çekişme doğurmaz. Çoğu durumda, her iki tarafa yarar getiren etkileşimler de ortaya çıkar. Örneğin, bitki kökleri üzerinde büyüyen ve topraktaki besinleri soğurup emmede bitkilere yardımcı olan mikorhizal mantarlar ile bitkiler arasında çok sıkı bir iş birliği ve karşılıklı yardımlaşma mevcuttur. Bu karşılıklı ilişkide bitkiler de, fotosentez ile mantarın ihtiyaç duyduğu şekeri temin ederler. Burada, mantarlar, bitkinin bağışıklık sistemini baskılayan sinyaller göndermek suretiyle konukçu ev sahibi ile besin alışverişi yapar ve bu şekilde aslında bitki hücrelerinin içinde gelişip büyürler.
Bunun gibi, aynı türün canlıları arasında da koalisyon oluşumları gelişip evrilmiştir. Kısır ve üreyemeyen böceklerin, kolonide üreme özelliği taşıyan küçük sayıdaki canlıları beslediği ve koruduğu, arılar, termitler ve karıncalar gibi sosyal yaşayan böcek türlerinde gerçek sosyal yaşam biçimi evrilmiştir. Daha küçük ölçeklerde, istikrarlı bir organizma yapısı sürdürebilmek için bir canlı hayvanın vücudunu üremede sınırlayan somatik hücreler, hayvanın küçük sayıdaki germ hücrelerini yavru oluşturabilmesinde desteklerler. Burada, somatik hücreler, onlara büyümeleri veya olduğu gibi kalmaları ya da ölmeleri için talimat verdikleri belirli sinyallere yanıt verirler. Eğer hücreler bu sinyallere aldırmazlar ve uygunsuz şekilde çoğalırlarsa, bu durumda onların kontrolsüz büyümesi kansere yol açar.
Türler arasındaki bu tür bir karşılıklı yardımlaşma, bir canlının, yavrusunu yetiştirip büyütmesinde akrabasına yardımcı olduğu akraba seçilimindeki süreçler tarafından evrilmiştir. Bu tür bir etkinliğin seçilmiş olmasının olası bir nedeni; eğer akrabalarına yardım eden canlı birey, yardım etme etkinliğini destekleyen ve teşvik eden genlere sahipse, onun akrabaları da muhtemelen bu genlere sahip olacak ve böylece bu aleller aktarılabilecektir. Canlılar arasındaki evrimsel iş birliğini ve karşılıklı yardımlaşmayı teşvik eden diğer süreçler, bu yardımlaşmanın bir grup organizmaya yarar sağladığı grup seçilimini içerir.
Türleşme.
Türleşme, bir türün birbirlerinden ayrılarak gelecek nesillerde iki veya daha çok türlere ayrılması sürecidir.
Tür kavramını tanımlarken birden çok yol vardır. Hangi kavramın kullanılacağı, ilgili türlerin gösterdiği özelliklerle ilişkilidir. Örneğin, tür kavramlarından bazıları, eşeyli üreyen organizmaları daha kolay tanımlama özelliğine sahipken diğerleri eşeysiz üreyen canlıları tanımlamakta daha uygundur. Çeşitli tür tanımlarının olmasına rağmen, bu kavramlar, üç büyük felsefi yaklaşımdan birisine dahil edilebilirler: melezleşme, ekolojik ve filogenetik. Biyolojik tür tanımı (BTT), melezleşme yaklaşımının klasik bir örneğidir. 1942 yılında Ernst Mayr tarafından tanımlanan biyolojik tür tanımına göre, tür, aralarında gen alışverişi yapan ya da bu potansiyelde olan doğal popülasyon gruplarının oluşturduğu birliktir. Böyle bir popülasyon, diğer popülasyonlardan üreme bakımından izole olmuştur ve onlarla gen alışverişi yapamaz. Geniş anlamdaki ve uzun vadedeki kullanımına rağmen, biyolojik tür tanımı da diğer tanımlar gibi, özellikle Prokaryotlarda tartışmasız değildir ve bu probleme "türler sorunu" denmektedir. Bazı araştırmacılar, tüm tür tanımlarını kapsayıcı ve birleştirici, monistik bir tür tanımı oluşturmayı denemişlerken diğerleri çoğulcu bir yaklaşımı benimseyerek tür tanımının mantıksal olarak yorumlanmasında farklı yollar ve metotlar olabileceğini öne sürmüşlerdir.
Birbirinden ayrılarak farklılaşan iki popülasyonun, birbirleriyle üremelerinin önündeki engeller (üreme yalıtımı), popülasyonların yeni türler oluşturması adına zaruridir. Gen akışı, yeni genetik varyantları diğer popülasyonlara da yayarak bu süreci yavaşlatabilir. İki türün, en son ortak atadan bu yana birbirinden ne kadar uzaklaşmış olmalarına bağlı olarak, at ve eşeklerin çiftleşerek kısır ve üreyemeyen melez katırları meydana getirmeleri gibi, bu türler, yine de yeni döller ve yavrular oluşturabilirler. Bu hibritler genellikle kısırdır. Bu durumda, yakın akraba olan türler, birbirleriyle sürekli olarak çiftleşip melezleşebilirler ancak seçilim bu melezler lehine olmayıp türler de birbirinden ayır ve farklı kalacaktır. Ancak, kimi zaman bu çiftleşmelerden yaşama yeteneğine sahip melezler de oluşur ve oluşan bu yeni türler, ya ebeveyn türler arasındaki ara özellikler gösterirler ya da tamamen yeni bir fenotipe sahip olurlar. Yeni hayvan türlerinin oluşmasında melezleşmenin önemi, özellikle iyi bilinen bir örnek olarak "Hyla versicolor" türünde olduğu gibi, birçok hayvan türlerinde görülmüş olmasına rağmen bu mekanizmaların tam olarak nasıl işlediği belirsiz olup henüz açıklığa kavuşmamıştır.
Türleşme, hem kontrollü laboratuvar koşullarında hem de doğada, birden çok defa gözlemlenmiştir. Eşeyli üreyen organizmalarda türleşme, jenealojik sapmayı takiben üreme yalıtımı sonucu meydana gelmektedir. Dört farklı türleşme mekanizması vardır. Hayvanlarda en yaygın olan türleşme şekli, ilk başta, habitat parçalanması veya göç gibi nedenlerle birbirinden coğrafi olarak yalıtılan popülasyonlarda görülen allopatrik türleşme şeklidir. Bu tür koşullar altındaki bir seçilim, organizmaların görünüm ve davranışlarında çok hızlı değişiklikler meydana getirebilirler. Seçilim ve sürüklenme, kendi türlerinin geri kalanından izole edilmiş popülasyonlar üzerine bağımsız olarak etki ederlerken bu ayrılma, birbirleriyle çiftleşip üreyemeyen canlı organizmalar oluşturabilir.
İkinci türleşme mekanizması, canlıların küçük popülasyonlarının yeni bir çevrede izole olduklarında oluşan peripatrik türleşme şeklidir. Bu tür bir türleşme şekli, yalıtılan ve izole edilen popülasyonların sayısal olarak ebeveyn türden daha az olması ile allopatrik türleşme şeklinden ayrılır. Burada, kurucu etkisi, hızlı bir genetik değişime yol açan ve homozigot seçilimini artıran yakın akraba eşleşme oranının artması sonucu, hızlı bir türleşmeye yol açar.
Üçüncü türleşme mekanizması, parapatrik türleşme şeklidir. Bu, küçük bir popülasyonun yeni bir yaşam ortamına ayak bastığı peripatrik türleşmeye benzer ancak aradaki fark, bu iki popülasyon arasında fiziksel bir ayrılığın mevcut olmayışıdır. Bunun yerine, türleşme, daha ziyade popülasyonlar arasındaki gen akışını azaltarak indiren evrim mekanizmaları sonucu oluşur. Bu, genellikle, ebeveyn türün yaşam alanları içinde ciddi çevre değişiklikleri olduğunda gerçekleşir. Buna örnek, maden ocakları çevresinde tespit edilen metal kirliliğine tepki olarak parapatrik türleşmeye uğrayan" Anthoxanthum odoratum" bitkisidir. Burada, bitkiler, topraktaki yüksek metal seviyesine karşı direnç geliştirmişlerdir. Metale karşı duyarlı ebeveyn popülasyonla yakın akraba eşleşmesine karşı seçilim, metale karşı dirençli olan bitkilerin çiçek açma dönemlerinde, sonunda tümüyle üretim yalıtımına yol açan kademeli bir değişime yol açar. Her iki popülasyon arasında oluşan hibritlere karşı seçilim, iki türün dış görünüşlerinde birbirlerinden giderek farklılaşmasında gözlemlenen karakterlerin yer değişimi gibi, bir tür içinde üremeyi destekleyen özelliklerin evrimini pekiştirmeye yol açabilir.
Son olarak simpatrik türleşmede, türler, coğrafi yalıtım veya yaşadıkları habitatlarda çevresel değişim olmadan farklılaşırlar. Bu tür bir türleşme şekli, çok küçük miktardaki gen akışının, ayrı popülasyonlar arasındaki genetik farklılıkları ortadan kaldırdığından çok nadir gerçekleşir. Genel olarak, hayvan türlerindeki simpatrik türleşme, üreme yalıtımının oluşmasına izin vererek hem genetik farklılıkların hem de rastlantısal olmayan eşleşmelerin evrimini teşvik eder.
Sempatrik türleşmenin başka bir şekli olan poliploidizasyon yoluyla türleşme, birbirleriyle akraba olan iki türün, yeni bir hibrit tür oluşturduğu çapraz çiftleşmesini içerir. Melez canlılar genelde kısır oldukları için, bu, hayvanlar aleminde yaygın olarak görülmez. Bunun nedeni, mayoz bölünme sırasında her bir ebeveynden gelen homolog kromozomların, aynı zamanda farklı türlerden gelmesi ve birbirleriyle başarılı olarak eşleşememesine dayanır. Ancak, bitkiler, poliploid oluşturmak için çoğunlukla kromozomlarını iki katına çıkardıklarından poliploidizasyon yoluyla türleşme, bitkiler aleminde daha yaygındır. Bu da, her ebeveyn türden gelen kromozomların, her ebeveyn kromozomun halihazırda zaten bir çift tarafından temsil edilmeleri dolayısıyla, mayoz bölünme sırasında kromozom çiftlerinin eşleşmesini şekillendirmesinde izin verir. Böyle bir türleşme olayına örnek, bitki türleri Arabidopsis thaliana ile Arabidopsis arenosa'nın çapraz eşleşme sonucu melez bir tür olan Arabidopsis suecica bitki türünü ortaya çıkarmalarıdır. Bu olay, yaklaşık 20.000 yıl önce gerçekleşmiş olup bu türleşme süreci laboratuvarda da tekrarlanarak bu süreçte yer alan genetik mekanizmaların araştırılabilmesine olanak vermiştir. Gerçekten de, katlanan kromozomların yarısı, bunun ikiye katlanmadığı canlılarla olan eşleşmelerde eşsiz kalacaklarından tek bir tür içindeki kromozom katlanması, üreme yalıtımının yaygın bir nedeni olabilir.
Türleşme olayları, türlerin nispeten değişmeden kaldığı, görece uzun durgunluk dönemleri ile serpiştirilmiş fosil kayıtlardaki kısa evrim patlamaların izlerini de açıklaması bakımından Sıçramalı evrim teorisinde önemlidir.Niles Eldredge and Stephen Jay Gould, 1972. Bu teoriye göre, türleşme ve hızlı bir evrim, yeni yaşam ortamlarında ve küçük popülasyonlarda türleşme geçiren organizmalar üzerinde en çok etki eden doğal seçilim ve genetik sürüklenme ile birlikte birbirleriyle bağlantılıdır. Sonuç olarak, fosil kayıtlarındaki durgunluk dönemi, ebeveyn popülasyona karşılık gelmekte, buna karşı türleşen ve hızlı evrim geçiren organizmalar ise, küçük bir popülasyonda bulundukları ve coğrafi olarak sınırlı bir yaşam alanında yaşadıkları için nadiren fosil olarak korunabilmişlerdir.
Soy tükenmesi.
Soy tükenmesi, bütün bir türün neslinin tükenerek yok olmasıdır. Türler, türleşme yoluyla devamlı olarak olarak ortaya çıktıklarından ve yok oluşlarda sürekli bir şekilde ortadan kalktıklarından, yok oluşlar seyrek görülen nadir olaylar değildir. Dünya üzerinde yaşamış olan neredeyse tüm hayvan ve bitki türlerinin soyu, günümüzde tükenmiş olup soy tükenmesi, tüm türlerin nihai kaderi gibi görülmektedir.
Bu ani yok oluşlar, bazen tek tük oranda seyretmiş olsa da, bu tür soy tükenmesi olayları, yaşam tarihi boyunca sürekli meydana gelmiştir. Kuş olmayan dinozorların yok olduğu Kretase-Tersiyer yok oluşu, en çok bilinen yok oluş olayı olmasına rağmen türlerin %96'sının yok olduğu Permiyen-Triyas yok oluşu bundan daha şiddetli ve daha yıkıcı olmuştur.
Holosen yok oluşu, geçtiğimiz birkaç bin yıl içinde insanlığın dünya geneline yayılması ile ilişkilendirilen bir yok oluş olayı olup hâlâ devam etmektedir. Günümüzdeki yok oluş oranları, arka plandaki orandan 100 ile 1000 kat daha büyük olup 21. yüzyılın ortalarında türlerin %30'unun nesli tükenmesi beklenmektedir.
Günümüzde devam etmekte olan yok oluşun birincil ve en başta gelen nedeni, insan faaliyetleri olup küresel ısınma gelecekte de bu yok oluşu hızlandıracağa benziyor.
Yok oluşların evrimsel rolü, henüz pek iyi anlaşılmamış olup ne tür bir yok oluşun farz edildiği ile ilişkili olabilir. Yok oluşların büyük çoğunluğunu oluşturan aralıksız ve sürekli oluşan düşük seviyedeki yok oluşların nedeni, sınırlı kaynaklar yüzünden türler arasında oluşan rekabetler sonucu olabilir (Rekabetçi dışlanım veya Gause kuralı). Eğer bir tür başka bir türü rekabet dışı bırakırsa bu durum, daha elverişli ve uygun olan türün hayatta kaldığı ve diğer türün yok olmasına neden olan tür seçilimini ortaya çıkarabilir.
Periyotik aralıklarla oluşan bu yok oluşlar da önemlidir ancak bu tür yok oluşlar, seçici bir güç gibi hareket etmek yerine, büyük ölçüde ve belirli olmayan bir şekilde tür çeşitliliğini azaltırlar ve hızlı bir evrim patlamasına (adaptif radyasyon) ve hayatta kalabilen türlerin türleşmesine yol açarlar.
Yaşamın evrimsel tarihi.
Hayatın kökeni.
Hayatın ilk kez ortaya çıkışı, biyolojik evrim için temel bir ön şarttır ancak evrimin işleyişini anlamak için hayatın kökeninin bulunması gerekli değildir, çünkü bir kez canlı organizmalar ortaya çıktığında evrim kurallarının işleyeceği deneylerle gözlenmiştir. Evrim için ilk organizma sorunu henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Ortaya çıkan ilk canlı organizma hakkında çeşitli teoriler bulunmaktadır.
Şu anki bilimsel konsensüs karmaşık biyokimyanın, basit kimyasal reaksiyonlar ile hayatı oluşturduğu yönündedir ancak bunun nasıl olduğu henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Hayatın ilk kez ortaya çıkışı, yaşayan ilk şeylerin yapısı veya evrensel ortak atanın genetik yapısı ile ilgili bilgiler henüz eksiktir. Dolayısıyla, hayatın tam olarak nasıl başladığı konusunda bir konsensüs bulunmamaktadır ancak RNA gibi kendini kopyalayan moleküller ve basit hücre yapıları ile ilgili teoriler mevcuttur.
Ortak ata.
Yeryüzünde yaşayan tüm canlılar, ortak bir atadan veya bu ortak atanın gen havuzundan farklılaşarak türemiştir. Günümüzdeki mevcut türler, uzun türleşme süreçlerinin bir sonucu olan çeşitlilikleri ve soy tükenmesi olayları ile evrim sürecinin çeşitli aşama ve evrelerini oluşturur. Daha önce canlıların ortak bir atadan türedikleri sonucuna, canlıların sahip oldukları dört basit gerçekten yola çıkılarak varılmıştır: Birincisi, canlıların coğrafi dağılımları, her zaman yerel adaptasyonlarla açıklanamaz. İkincisi, canlı çeşitliliği, tamamen emsalsiz veya eşsiz olan, kendine mahsus canlılardan oluşmamaktadır, bilakis canlılar ortak morfolojik benzerlikler gösterirler. Üçüncü olarak, açık ve belirgin bir amacı olmayan körelmiş özellikler, daha önce türedikleri atalarının işlevsel özelliklerini gösterirler ve sonuncu olarak, canlılar, bu özellikler kullanılarak, bir aile ağacında olduğu gibi, bir hiyerarşi içinde içi içe yuvalanmış gruplar halinde sınıflandırılabilirler. Ancak, modern araştırmalar, bazı genlerin, yatay gen transferi sonucu uzaktan akraba olan türler arasında da bağımsız olarak yayılabildiklerini gösterdiğinden, bu "evrimsel hayat ağacı", sandığımız şekilde basitçe dallara ayrılan bir ağaçtan daha çok karmaşık olabilir.
Daha önce yaşamış türler de, evrimsel tarihlerine dair kayıt bulgular geride bırakmıştır. Fosiller, günümüz canlıların karşılaştırmalı anatomileri ile birlikte, canlılara dair morfolojik veya anatomik kayıtları oluşturur. Modern ve soyu tükenmiş türlerin anatomilerinin karşılaştırılması yoluyla paleontologlar, bu türlerin soy ağacını ve sistematik sınıflandırılmalarını yaparlar. Ancak, bu yöntem, kabuk, kemik ve diş gibi, sert vücut veya uzuv parçalarına sahip olan canlılarda daha başarılı sonuçlar verir. Ayrıca, bakteri ve arkeler gibi prokaryotların fosilleri, ataları hakkında bilgi vermediği için, sınırlı sayıda morfolojik özellik dizileri gösterirler.
Yakın bir zaman önce, ortak ataya dair kanıtlar, canlılar arasındaki biyokimyasal benzerliklere dair yapılan bir araştırmada ortaya çıktı. Örneğin, tüm canlı hücreler, aynı temel nükleotit ve amino asit küme dizilerini kullanırlar. Moleküler genetiğinde gelişmeler, canlı organizmaların genomunda, türlerin mutasyonların oluşturduğu moleküler saat tarafından ayrıldıkları zamanlardan kalma evrimsel kayıtların yer aldığını ortaya çıkarmıştır. Örneğin, bu DNA dizisi karşılaştırmaları, insanlarla şempanzelerin, genomlarının %96'sını paylaştığını ortaya koymuş ve ayrıldıkları birkaç bölgenin analizi ise, bu türlerin ortak atasının ne zaman yaşadığının belirlenmesine ışık tutmuştur.
Canlıların evrimi.
Prokaryotlar, yeryüzünde yaklaşık 3-4 milyar yıl önce yaşamış olup morfolojik ve hücresel yapı organizasyonlarında gözle görülür belli bir değişiklik geçirmeden, önümüzdeki birkaç milyar yıl boyunca da yaşamaya devam ettiler.
Ökaryotik hücreler, 1,6 ile 2,7 milyar yıl önce ortaya çıktılar. Hücre yapısındaki bir sonraki değişiklik, endosimbiyoz denilen bir simbiyoz ilişki içinde, ökaryot hücrelerin bakterileri yutması ve kendi bünyelerine almasıyla ortaya çıktı. Yutulan bakteri ile konak hücre, daha sonra bakterinin mitokondriye ya da hidrogenozome dönüşmesiyle, birlikte evrim geçirdiler.
Siyanobakteri benzeri bakterilerin yutulduğu başka bir olay ise, bitki ve yosunlarda kloroplastların oluşumuna yol açtı.
Yaşam tarihi, 610 milyon yıl öncesine kadar tek hücreli ökaryotlar, prokaryotlar ve arkeaların ardından çok hücreli organizmaların Edikara döneminde, okyanuslarda görünmeye başlamasıyla devam etmiştir. Çok hücreliliğin evrimi, süngerler, kahverengi algler, siyanobakteriler, cıvık mantarlar ve miksobakteriler gibi canlılarda birden çok bağımsız olaylarla gelişmiştir.
İlk çok hücreli canlıların ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, Kambriyen patlaması denilen bir olayda, yaklaşık 10 milyon yıl içinde, kayda değer miktarda bir biyolojik çeşitlilik ortaya çıktı. Bu dönemde, günümüzde yaşayan modern canlı türü tiplerinin büyük çoğunluğu fosil kayıtlarda görülmeye başladığı gibi sonradan soyları tükenen, benzersiz ve emsalleri olmayan canlı tür ve tiplerine rastlanır. Kambriyen patlamasının tetikleyen nedenlere dair, fotosentez sonucu oluşan oksijenin atmosferde birikmesi veya Oksijen Felaketi gibi, çeşitli etkenler öne sürülmüştür.
Yaklaşık 500 milyon yıl önce, ilk olarak bitkiler ve mantarlar, karalara yerleşmeye başladı ve hemen ardından bu süreci, eklem bacaklılar ile diğer hayvanların karaya çıkması takip etti. Böcekler, özellikle başarılı bir tür olup günümüzde de hayvan türlerinin çoğunluğunu oluştururlar. İki yaşamlılar (amfibiler), yaklaşık 364 milyon yıl önce ilk defa görülmeye başlarlar, ardından erken dönem amniyotları, sonra yaklaşık 155 milyon yıl önce kuşlar ile sürüngen benzeri türler ve 129 milyon yıl önce de memeliler takip eder. Ancak, büyük ve gelişmiş yapılı bu hayvanların evrimine rağmen, daha erken dönemlerde ortaya çıkan küçük organizmalar gibi canlılar, hâlâ olsun çok başarılı türler olup biyokütlenin ve prokaryot türlerin büyük çoğunluğunu oluşturarak yeryüzüne hakimdirler.
Aşağıdaki zaman çizelgesi, canlıların önemli evrimsel gelişmelerine dair genel bir bakış sunmaktadır.
Bilimsel statüsü.
Modern bilimde kuram, tutarlı bir bütün oluşturan gerçekler ve açıklamalardır. Modern fiziğin temel taşlarından olan Görelilik ve Kuantum kuramları, şu an üzerinde deliller toplanan, yeteri kadar test edilip güven verdiklerinde kanun konumuna yükselecek hipotezler değillerdir. Zaten bu olsa bile modern bilimde hiçbir teori bilimin sürekli değişebilirlik ilkesine göre kanun statüsüne konulamaz. Evrim kuramı da aynı statüye sahiptir. Biyolojideki birçok veriyi birleştirip anlaşılır kılar; henüz kanıtlanmamış, test aşamasında olan bir "tahmin" değildir.
Evrim kuramı, insanlığın kökenine ilişkin sonuçları nedeniyle ortaya atıldığından bu yana sosyal ve politik alanda en çok tartışılan bilimsel kuramdır. Bunun sonucunda, kuramın bilimsel algılanışı ile popüler algılanışı oldukça farklı olagelmiştir. Evrim kuramına popüler düzeyde karşı çıkan ve onun yerine yeryüzündeki canlılığın kökeni ve çeşitliliğini doğaüstü bir yaratıcıya bağlayan akımlara genel olarak yaratılışçılık adı verilir.
Evrim kuramı, üç hususta açıklamalar getirir:
Bu basamaklardan birincisi olan evrimin olgusu, evrimin temel taşı ve son derece kesinlik arzeden bilgilere sahip olunan kısmıdır. Bu hususta Darwin'in topladığı birçok delilin üzerine yüzyıllardır birçok farklı biyoloji dalı tarafından toplanan deliller eklenmiştir. Günümüzde organizmaların evrimsel kökenlerine dair sahip olunan bilgiler, dünyanın yuvarlaklığı, gezegenlerin hareketleri ya da maddenin moleküler yapısı kadar "kesinlik arzeden" bilimsel çıkarımlardır. Burada kastedilen "kesinlik", şüphe götürmez bir gerçekliği ifade etmektedir. Diğer iki husustaki bilimsel çalışmalar ise aralıksız devam etmekte, her geçen gün yeni bir sonuca ulaşılmaktadır. Örneğin şempanze ve gorilin insana olan yakınlığının, babun veya diğer maymunlara olan yakınlıklarından daha fazla olduğu bugün kesin olarak bilinmektedir.
Evrim kuramının bilimsel statüsü, eğitim, din, felsefe, bilim ve politika bağlamında sıkça gündeme getirilmektedir. Bu konu daha çok Amerika Birleşik Devletleri'nde Hristiyan cemaat ve lobilerin öncülüğünde gündeme gelmektedir. Fakat diğer ülkelerde, eğitim ve politikaya uzanmaya çalışan yaratılışçı görüşlerin savunucuları tarafından da gündeme getirilmektedir. Evrim kuramını destekleyen reddedilemez kanıtlar ve neredeyse mutlak denebilecek derecede bir bilimsel konsensüs olmasına rağmen, yaratılışçı şeklinde adlandırılan çevrelerce bilim dünyasında iki kutup varmış gibi gösterilmeye çalışılır. Yaratılışçı çevreler Amerika Birleşik Devletleri'nde, toplumdan büyük oranda destek görmediği iddiası ile Evrim Kuramı'nın okullarda bilim derslerinde okutulmasına karşı çıkmaktadır. Bu konuda Amerika'da yüzbinlerce bilim insanını temsil eden bilimsel meslek kurumları ve onun yanında 72 Nobel ödülü sahibi bilim insanı Evrim Kuramı'nı destekleyen bildiriler yayınlamıştır. Buna ek olarak açılan davalarda evrim kuramının bilimsel olduğu kabul görmüş bir teori olarak kabul edilmiş ve okullarda okutulmasının devamına karar verilmiştir.
Bilimsel camianın büyük bölümü, biyoloji, paleontoloji, antropoloji ve diğer disiplinlerdeki görüngüleri açıklayan yegane kuramın Evrim Kuramı olduğunda hemfikirdir. 1987'de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre Amerika'daki doğa bilimleri alanında çalışan 500,000 bilim insanından yaklaşık %99,85'lik bir bölümünün evrim teorisini desteklediği ortaya konulmuştur. Evrim-yaratılış tartışmalarında uzman konumunda olan Brian Alters, doğa bilimleri alanlarında çalışan tüm bilim insanlarının %99,9'unun Evrim Kuramı'nı desteklediğini belirtmiştir. Benzer şekilde, dünyanın değişik ülkelerindeki bilimsel çevreler defalarca Evrim Kuramı'nın bilimsel olduğuna ilişkin bildiriler yayınlamıştır. 1987 yılında Amerika'daki bilim insanları arasında yapılan bir araştırma, 480.000 bilim insanından sadece 700 bilim insanının yaratılışçı ve benzeri açıklamalara itibar ettiğini ya da Evrim Kuramı'na karşı şüphe duyduğunu göstermiştir. Ve bu 700 (%0,158) bilim insanından sadece küçük bir bölümü doğa bilimleri alanında akademik çalışma yapmaktadır. Son yıllarda yapılan benzeri karşılaştırmalar, Evrim Kuramı'nı bütünü ile reddeden ya da ona karşı şüphe duyan bilim insanlarının oranının yaklaşık olarak %0,054 civarında olduğunu göstermiştir. Karşı çıkanların %75,1'i biyoloji dışındaki bilim dallarında çalışmaktadır.
Son yıllarda genetik biliminin gelişmesi ile kuş embriyoları üzerinde çalışan bilim insanları bazı kapalı genleri açarak kuş embriyolarında kuşların evrimsel atası olan dinozor embriyolarındakine benzer görüntülere (diş, pul, boyun ve kuyruk yapısı) ulaşmışlar, Avustralya'daki diğer bilim insanları ise değişik canlılar üzerinde evrimin hızını (yüz bin yılda gerçekleşen genetik mutasyon oranı) ölçmeyi başarmışlardır.
Steve Projesi.
Yaratılışçıların, "evrim konusunda bilimsel konsensüs olmadığı" yönündeki iddialarını çürütmek için, ABD Ulusal Bilimler Akademisi, "Steve Projesi"'ni başlatmıştır. Bu projenin amacı, isminde sadece Steve geçen bilim insanlarının kaç tanesinin Evrim Kuramı'nı desteklediğini ortaya koymaktır. Ortaya çıkan liste (Steve-o-metre) çoğunluğu biyoloji dallarında çalışan, isimlerinde Steve sözcüğü ya da bu ismin değişik telaffuzları geçen bilim insanlarını sıralamakta ve Yaratılışçılar ile Yeni Yaratılışçıların yayınlamış oldukları listelerden daha kalabalık olduğunu göstermektedir.
Evrimi kabul eden sadece Steve isimli bilimadamları, evrimi kabul etmeyen tüm bilim insanlarından daha fazladır. Bu projede "James" gibi çok daha yaygın (1. sırada) bir isim yerine "Steve" gibi çok daha az kullanılan (74. sırada) bir ismin seçilmesi de araştırmanın sonuçlarının güvenilirliğini desteklemektedir.
Bilimsel konular, elbette kimin listesinin daha uzun olduğu temelinde tartışılmamalıdır fakat dünyada bilim dünyasında bir çelişkinin olmadığını, tam tersine çok güçlü bir konsensüsün olduğunu göstermesi açısından Steve Projesi eğlendirici bir örnektir.
Uygulama alanları.
Evrimsel biyolojide kullanılan kavram ve modellerin, özellikle doğal seçilimde, birçok uygulamaları mevcuttur.
Yapay seçilim, canlı popülasyondaki istenilir bir özelliğin bilinçli olarak seçilimidir. Yapay seçilim yöntemleri, hayvan ve bitkilerin evcilleştirilmesinde binlerce yıldır kullanılmaktadır. Daha yakın bir zamanda, bu tür yapay seçilim yöntemleri, antibiyotik direnç genleri oluşturmada ve DNA yapısını değiştirmede seçilebilir işaretler kullanılarak genetik mühendisliğin önemli bir parçası haline gelmiştir. Laboratuvar ortamında oluşturulan mutasyon döngülerinde ve bunu izleyen yapay seçilimde, yönlendirilmiş seçilim denilen bir süreç ile, örneğin modifiye edilmiş enzimler ve yeni antikorlar gibi değerli özelliklere sahip proteinler evrilebilmiştir.
Organizmanın evrimi sırasında meydana gelen değişiklikleri anlamak, yeni vücut parçaları ve uzuvları oluşturmak için gerekli olan genler ile insanlardaki genetik bozukluklar ile ilişkili olabilecek diğer genleri ortaya çıkarabilir. Örneğin, "Astyanax mexicanus" evrimsel gelişimi sırasında görme özelliğini kaybetmiş olan ve karanlıkta yaşayan albino bir mağara balığıdır. Görme özelliğini yitirmiş bu kör balık türünün farklı popülasyonlarının birbirleriyle üremesi sonucu, farklı mağaralarda evrimleşmiş olan yalıtılmış popülasyonlarda farklı mutasyonlar ortaya çıktığı için görme özelliğine sahip yavru bireyler meydana gelebilmektedir. Bu gözlem, görme ve pigmantasyon için gerekli olan genleri tespit etmede yardımcı olmuştur.
Bilişim biliminde, evrimsel algoritmalar ve yapay yaşam kullanılarak oluşturulan evrim simülasyonları 1960'lı yıllarda başlamış ve yapay seçilim simülasyonları ile genişletilerek devam etmiştir. Yapay evrim, İngo Rechenberg'in çalışmalarının bir sonucu olarak 1960'lı yıllarda yaygın olarak tanınan bir optimizasyon yöntemi oldu. Rechenberg, karmaşık mühendislik problemlerini çözmek için evrim stratejileri kullanmıştır. Genetik algoritmalar, özellikle John Holland'ın çalışmaları sayesinde popülerlik kazanmıştır. Pratik uygulamalar arasında, bilgisayar programlarının özgüdümsel olarak kendi kendilerini geliştirmeleri ve otomatik olarak evrilmeleri de gösterilebilir. Evrimsel algoritmalar günümüzde, tasarımcılar yani insanlar tarafından üretilen yazılımlardan daha verimli bir şekilde çok boyutlu sorunları çözmek ve aynı zamanda sistemlerin tasarımını optize etmek için kullanılmaktadır.
Sosyal ve kültürel tepkiler.
19. yüzyılda, özellikle 1859 yılında "Türlerin Kökeni" isimli kitabın yayınlanmasından sonra, yaşamın evrimleştiği fikri, evrimin felsefi, sosyal, dini çıkarımları hakkındaki akademik tartışmaların önemli bir kaynağı olmuştur. Günümüzde, modern evrimsel sentez, bilim insanlarının büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Ancak, evrim, bazı teistler için tartışmalı bir kavram olarak kalmıştır.
Teistik evrim gibi kavramlar üzerinden kendi inançları ile evrim olgusu arasında bir uzlaşı sağlayabilmiş çeşitli din ve mezhepler olduğu gibi, evrimin dinsel kaynaklarda yer alan yaratılış mitleriyle çeliştiğine inanan ve evrim olgusuna karşı itirazlarda bulunan yaratılışçılar da bulunmaktadır. 1844 yılında yayınlanan "Doğal Yaratılış Tarihinin İzleri" (İng:"Vestiges of the Natural History of Creation") isimli bir kitapta verilen tepkilerin gösterdiği gibi, evrimsel biyolojinin en tartışmalı yönünün, insanların genel olarak maymun olarak adlandırılan şempanze, goril gibi canlılarla ortak bir ataya sahip olması ve modern taksonomide insanın da bir maymun türü olarak kabul ediliyor olması insanlığın zihinsel ve ahlaki birimlerinin, hayvanlardaki diğer kalıtımsal özellikler gibi doğal nedenlere dayandığı ve genelde insan evrimi ile ilgili olan diğer çıkarımlar olduğu görülmektedir. Bazı ülkelerde, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde, bilim ve din arasındaki bu gerilimler, siyasete ve millî eğitime odaklanmış dinsel bir çatışma şeklinde günümüzde mevcut olan Yaratılışçılık ve Evrim Kuramı tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kozmoloji ve yer bilimleri gibi diğer bilimsel alanlarda da birçok dini metinlerin yorumlanması ile ilgili tartışmalar mevcut olsa da, evrimsel biyoloji bunlardan çok daha fazla bir dini muhalefete maruz kalmaktadır.
Evrimin Amerikan lise biyoloji derslerindeki öğretimi, 20. yüzyılın ilk yarısında fazlaca yaygın değildi. Maymun Davası olarak da bilinen 1925 tarihli Scopes Davası'nda alınan kararlar, evrim konusunun Amerikan lise biyoloji kitaplarında genç nesiller için çok nadir olarak ele alınıp işlenmesine ve evrim karşıtı yasaların 1960'lı yıllara kadar çeşitli eyaletlerde yürürlükte kalmasına neden olmuştur. Ancak bir nesil sonra, evrim konusu biyoloji derslerinde yavaş yavaş tekrar ele alınmaya başlanmış ve 1968 tarihinde bir devlet lisesinde biyoloji öğretmeni olan Susan Epperson'un bu durumu mahkemeye götürmesi ile sonuçlanan "Epperson vs. Arkansas" davasının temyiz sonuçları ardından, bilimsel bir teorinin yasaklanmasının anayasaya aykırı olduğu kararı alınarak evrim kuramı yasal olarak korunma altına alınmıştır. O zamandan beri, yaratılışçıların eğitim müfredatındaki hâkimiyetleri azalmaya başlayarak bunu takip eden 1970'li ve 1980'li yıllarda, eğitim programlarında alınan çeşitli kararlarla, orta öğretim müfredatında karşıt yaratılışçı düşüncelerin öğretilmesine yasal olarak izin verilmemiş ve bu sefer Akıllı tasarım olarak geri döndüğünde, Dover davası olarak da bilinen 2005 tarihli Kitzmiller v. Dover Area School davasında akıllı tasarımın bilim olmadığı ve okullarda bilimmiş gibi öğretilemeyeceğine karar verilerek bir kez daha devlet okullarından dışlanmıştır.
Günümüzde halkın evrime bakışı.
2005 yılında, ABD Michigan Eyalet Üniversitesi'nden bir grup bilim insanının hazırladığı ve gelişmiş ülkeler seviyesindeki 34 ülkeyi içeren bir çalışmada, "evrimi doğru kabul edenlerin oranı" yaklaşık %27 ile en düşük Türkiye'de bulunmuştur. Türkiye'den sonra ise %40 ile, akıllı tasarım akımının ortaya çıktığı ABD yer almaktadır. Yine aynı araştırmaya göre, özellikle insanın evrimi en fazla Türkiye'de %51 ile reddedilmişken ardından Türkiye'yi %39 ile ABD izlemektedir.
Gelişmiş Avrupa devletlerinde evrimin doğru kabul edilme oranları Türkiye'den ve ABD'dan çok daha yüksektir. İzlanda'da halkın %80'inden fazlası, Danimarka, Fransa, Birleşik Krallık, Japonya'da yaklaşık %80'i evrimi kesin olarak doğru kabul etmektedir. Geri kalanların büyük bir kısmı ise emin olmadığını belirtmiştir. ABD Michigan Üniversitesi'nden Prof. Jon D. Miller ve ekibinin yayınladıkları araştırmaya göre örneğin, ABD'de 1484 denek arasında "bugün bildiğimiz insan daha önceki hayvan türlerinden evrimleşerek gelişmiştir" ifadesini doğru bulanların oranı %40 iken, ifadeyi "yanlış" bulanların oranı %39 ve "emin olmayanların" oranı ise %21 olarak belirtilmiştir. Türkiye'deki oran ise sırasıyla, "doğru" %27, "yanlış" %22 ve "emin değilim" %51 olarak verilmiştir. Soru, farklı bir şekilde "insanlar Tanrı tarafından bugünkü haliyle yaratıldılar, yaşamın daha önceki biçimlerinden evrilmediler" diye sorulduğunda, evrimi reddedenlerin oranı %62 olarak artmış, "yanlış" bulanların oranı %36 iken "emin olmayanların" oranı ise %2'de kalmıştır.
Amerikalı deneklerin insanın evrimine dair tereddütleri ve itirazları varken buna karşın hayvan ve bitkilerin evrimini ise daha kolay kabullendikleri de bu araştırmanın ortaya çıkardığı başka bir sonuçtur. Nitekim soru değiştirildiğinde, “bazı bitki ve hayvan türleri, milyonlarca yıllık süre içinde uyum sağlayıp hayatta kalırken, diğer türler öldüler ve nesilleri tükendi” ifadesini "doğru" bulanların oranı %78 ile yüksek olup "yanlış" bulanların oranı ise sadece %6 oranında seyretmektedir.
Miller, Scott ve Okamoto'nun (2005 ve 2006) 34 ülkede yaptıkları bu çalışmanın sonuçları evrimsel yaklaşıma ilişkin gittikçe azalan bir genel kabul düzeyine işaret etmektedir. Nitekim, bu çalışmanın önemli bulgularından birisi de, Türkiye ve ABD'de, evrimsel süreçten habersiz ya da evrim konusunda kararsız olanların oranı 1985 yılında %7 iken, bu oranın 2005 yılında %21'e yükselmiş olmasıdır. Böylece, bu ülkelerde her beş yetişkinden birisi evrimden ya habersiz ya da bu konuda kararsız hale gelmiştir.
Afganistan
Pew Research Center'ın 2013 verilerine göre, Afganistan Müslüman ülkeler arasında evrimi en az kabul eden ülkedir. Afganistan halkının sadece %26'sı evrimi kabul ederken, %62'si insan evrimini reddetmekte ve insanların tarih boyunca bugünkü haliyle var olduklarına inanmaktadır.
Avustralya
Avustralya'daki 2009 tarihli anket, Avustralyalıların neredeyse dörtte birinin insanın İncil'deki yaratılışına inandığını, %32'nin Tanrı tarafından yönlendirilen bir evrime ve %42'nin de yaşamın kökeni için "tamamen bilimsel" bir açıklamaya inandıklarını ortaya koymuştur.
2010 yılında Auspoll ve Avustralya Bilim Akademisi tarafından yapılan bir anket ise Avustralyalıların yaklaşık %80'inin, evrimin günümüzde de hâlâ oluştuğunu ve devam ettiğini düşündüklerini ortaya koymuştur. Bu ankette Avustralyalıların %10'u evrime inanmazken %11'i ise emin olmadıklarını belirtmiştir.
Belarus
2017'de Pew Research Center tarafından gerçekleştirilmiş anketlerde, Belarus halkı arasında evrimi kabul edenlerin oranı %63, evrimi reddedenlerin oranı ise %23 olarak belirlenmiştir.
Birleşik Krallık
"Hayatın kökeni ve gelişimi" üzerine Birleşik Krallık'ta yapılan 2006 tarihli bir araştırma anketinde katılımcıların yaşamın kökenine dair üç farklı açıklama arasında bir seçim yapılmaları istenmiş ve deneklerin %22'si Genç Dünya yaratılışçılığını, %17'si ise Akıllı tasarımı ve %48'i ise evrim kuramını (açıkça tanrısal bir rol olmadan) tercih etmişlerdir. Diğerleri ise kararsız kalmıştır.
Brezilya
Brezilya'da yapılan 2010 tarihli bir ankette, teistik evrime inandıklarını söyleyen veya evrimin Tanrı tarafından yönlendirildiğini düşünenlerin oranı %59 olarak tespit edilirken evrimi reddeden yaratılışçıların oranı %25 ve evrimin herhangi bir ilahi güce gerek kalmadan oluştuğunu söyleyenlerin oranı ise %8 olarak tespit edilmiştir.
Ermenistan
Pew Research Center tarafından 2017'de Ermenistan'da yapılan bir araştırmaya göre, Ermenistan halkının %56'sı insan evrimini reddedip insanların her zaman bugünkü halleriyle var olduklarını iddia ederken sadece %34'ü evrimi kabul etmektedir.
Gürcistan
Pew Research Center'ın 2013 verileri, Gürcülerin %58'i evrimi kabul ederken %34'ünün evrimi reddettiğini ortaya koymaktadır.
Kanada
Kanada'da yapılan bir araştırmada ise, insanın daha az gelişmiş yaşam formlarından oluştuğunu düşünenlerin oranı %59 olarak tespit edilirken insan ve dinozorların yeryüzünde aynı zamanda ve aynı dönemde yaşadıklarına inanan Kanadalıların oranı ise %42 olarak belirlenmiştir. Tanrının insanı son 10.000 yıl içinde bugünkü haliyle yarattığına inanan Kanadalıların oranı ise %22.
Kazakistan
Pew Research Center'a göre, Kazakistan Müslüman ülkeler arasında evrimin halk arasında en çok kabul gördüğü ülkedir. Kazakistan halkının %79'u evrimi kabul etmektedir.
Letonya
Pew Research Center'a göre, Letonya halkının %66'sı evrimi kabul ederken %25'i evrimi reddedip insanların her zaman bugünkü halleriyle var olduklarını iddia etmektedir.
Litvanya
Pew Research Center'a göre, Litvanya halkının %54'ü evrimi kabul ederken %34'ü evrimi reddedip insanların her zaman bugünkü halleriyle var olduklarını iddia etmektedir.
Macaristan
Pew Research Center'ın 2013 verilerine göre, evrimi kabul edenler Macaristan halkının %69'unu oluştururken halkın %21'i evrimi reddetmektedir.
Polonya
Pew Research Center'a göre, Polonya halkının %61'i evrimi kabul ederken %23'ü evrimi reddedip insanların her zaman bugünkü halleriyle var olduklarını iddia etmektedir.
Rusya
Pew Research Center'a göre, Rusya halkının %65'i evrimi kabul ederken %26'sı evrimi reddedip insanların her zaman bugünkü halleriyle var olduklarını iddia etmektedir.
Sırbistan
Pew Research Center'a göre, Sırbistan halkının %61'i evrimi kabul ederken %29'u evrimi reddedip insanların her zaman bugünkü halleriyle var olduklarını iddia etmektedir.
Türkiye
Bilim ve Ütopya dergisinde Ekim 2001 tarihinde yayınlanan "Safsata Anketi" isimli başka bir araştırmada ise İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve ODTÜ gibi çeşitli üniversitelerin tıp, biyoloji, fizik, kimya, astronomi, jeoloji gibi doğa bilimleri fakültelerindeki 1. ve 4. sınıf öğrencilerine "insan soyunun Havva ve Adem'den geldiği görüşüne inanıp inanmadıkları" sorulmuş ve İÜ Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü 1. sınıf öğrencileri bu soruya %73,13 ile "inanıyorum", %16,42 ile "olabilir" ve %10,45 ile "inanmıyorum" cevabı vermiştir. Aynı üniversitenin 4. sınıf Biyoloji bölümü öğrencileri ise %75,00 "inanıyorum", %18,75 "olabilir" ve %6,25 "inanmıyorum" olarak yanıtlamışlardır. Bu oran İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinde sırasına göre %66,67, %16,67 ve %16,67 iken 4. sınıf öğrencilerinde ise %74,71, %9,20 ve %16,09 ve İÜ İstanbul Tıp Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinde %67,86, %21,43 ve %10,71 iken, 4. sınıf öğrencilerinde ise %80,00, %20,00 ve %0,00 olmuştur.
Halkın evrime bakış açısının altında yatan nedenlere dair Türkiye'nin kendine özgü sorunları olduğu (Dr. Kenan Ateş), Türkiye'nin hızlı küreselleşmeye hazırlıksız yakalanmış olması (Seçkin ve Okçabol, 2006), Kur'an'da anlatılan insanın yaratılış öyküsünün bilimin bulgularıyla çeliştiğinin düşünülmesi, bu anlamda insanı diğer canlılardan ayrı tutma eğilimi ve Türkiye'nin Avrupa'da olduğu gibi bir Aydınlanma döneminden geçmemiş olması düşünceler öne sürülmüşse de evrim kuramının neden az benimsendiğine ve toplumdaki kabullenebilirlik seviyesine dair daha birçok sosyokültürel araştırmaların yapılması önem taşımaktadır.
Ukrayna
Pew Research Center'a göre, Ukrayna halkının %54'ü evrimi kabul ederken %34'ü evrimi reddedip insanların her zaman bugünkü halleriyle var olduklarını iddia etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11090",
"len_data": 93316,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.31
}
|
Tür, ortak özellikler taşıyan ve çiftleştiğinde verimli döller verebilen, aynı veya yakın gen havuzunda bulunan biyolojik gruptur.
Türlerin sınıflandırılmasında uluslararası ikili adlandırma sistemi benimsenmiştir. Bu sisteme göre her yeni türe Latince bir cins bir de tür adı verilir. Bu adlardan ilki tanımlanan türe akraba olan öbür türleri de içeren cinsi belirtir; ikincisi yalnızca bu türe özgü bir addır. Cinsin ismi daima büyük, türün ismi ise daima
küçük harflerle italik yazılır.
Örneğin; Mavi ladinin bilimsel adı "Picea pungens" tir. Böylece yeryüzünün herhangi bir yerindeki bir bilim insanı bu türün Türkiye'de bulunan "Picea orientalis" (doğu ladini) ile yakın akraba olduğunu kolayca anlayabilir. Hatta bazı bilim adamları hâlâ bulunmayan türlerin olduğunu söylemektedir.
Türlerin birbirinden farklı oluşunu onların kalıtsal yapısı saptar. Bunlar yapısal, biyokimyasal, fiziksel ve davranışsal ayrıcalıklar olabilir. Tüm bunlara diagnostik özellikler denir. Birbirine yakın türler, belirli bir coğrafik bölgede birbirinden yalıtılmakta ya da çiftleşme zamanlarının farklılaşmasıyla, farklı davranışlara sahip olarak birbirinden kopmuş fakat önceden aynı gen havuzuna sahip olan populasyonlardır. Bu yakın türler yapay koşullar altında birbiriyle çiftleşerek yavru elde edilebilir.
Türler sabit olmayıp kendi içinde daha alt birimlere ayrılabilir. Eğer bir tür iki veya daha çok alt tür veya varyete gibi alt taksonlara ayrılıyorsa bu türlere politipik tür eğer hiçbir alt türe ayrılmıyorsa buna monotipik tür denilir. Kimi durumlarda iki tür morfolojik bakımdan tamamen birbirinden ayrılmışlardır. Morfolojik bakımdan birbirinin benzeri olmasına karşın, üreme bakımından tamamen birbirinden ayrılmışlardır. Morfolojik bakımdan birbirinin aynı olduğu halde aralarında üreme engeli olan türlere ikiz tür adı verilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11091",
"len_data": 1830,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.14
}
|
Buteo ya da yaygın adıyla Şahin, Accipitridae (atmacagiller) familyasına bağlı bir yırtıcı kuş cinsidir.
Genel özellikleri.
Şahinlerin gövdeleri toplamda 30–71 cm uzunluğa, kanatları ise 67–161 cm uzunluğuna erişebilir. Yetişkinlerin ağırlığı 1200 g, yetişkin dişilerde ise 2000 g üzerine çıkabilir.
Üreme.
Çalı çırpıdan yaptıkları yuvaları ağaçlarda veya yırtıcıların tırmanamayacağı yerlerdedir. Dişi genel olarak 2 ile 4 arası yumurtlar ve yumurtalar açılana kadar erkek yiyecek sağlarken kuluçkada kalır.
Taksonomi.
Tanımlı türleri şunlardır:
Fosil.
Cinse ait özellikle Kuzey Amerika'da birçok fosil keşfedildi. Bunlardan bazıları biyocoğrafyaya göre değerlendirilirken bazılarının "Geranoaetus" ile ayrımında sorunlar oluştu:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11092",
"len_data": 730,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.39
}
|
Bayağı şahin ya da Adi şahin ("Buteo buteo"), atmacagiller (Accipitridae) familyasından Avrupa'nın en yaygın yırtıcı kuş türü.
Boyları 50–60 cm uzunluğundadır. Ağırlıkları erkekte 800-900 gram arasında, dişilerde 700-1200 dram arasındadır. Dişiler erkeklere göre biraz daha iridirler. Bayağı şahinler Avrupa, Orta ve Batı Asya ile Afrika'da yaşarlar. Ormanlık alanlarda yaşarlar ama genellikle açık arazide beslenirler. Ana yiyecekleri küçük memeliler, küçük kuşlar, böcekler ve leşlerdir. Bayağı şahinler sürüler halinde uçmazlar fakat bazıları göç ederken ya da doğal yerleşkelerindeyken beraber görülebilirler.
Bayağı şahin, beslenmesi ve yaşadığı çevre konusunda çok iyi uyum sağlayabilen bir kuş olduğu için dağlardan düzlüklere, doğanın en yabani olan kısımlarından büyük şehirlerin içine kadar yaygındır. Ortalama 25 yıl kadar yaşayabilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11094",
"len_data": 849,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.6
}
|
Faust adlı şiirsel oyun, ünlü Alman hezarfeni, oyun yazarı Johann Wolfgang von Goethe'nin (1749-1832) dünya klasikleri arasında önemli bir yer tutan eserdir. Faust, Goethe'nin butün eserlerinin bir birleşimi olarak kabul edilir. Almanca "yumruk" anlamı ile birlikte "Goethe'nin Yumruğu" olması aslında bu eserin zamanın romantik edebiyatçılarında bir tür "şok" etkisi yaratacağının öngörüşüdür. Zaten gerçekte de romantizmden klasisizme geçişi sağlayan eser olmuştur.
Faust, Goethe'nin neredeyse tüm yaşamı boyunca yazarak tamamladığı bir yapıttır. "Urfaust" adıyla on sekiz yaşında başladığı oyunu, 1806de "Faust I" ve 1832de "Faust II" adıyla iki büyük bölüm halinde yazarak seksen üç yaşında ölümünden kısa bir süre önce bitirebilmiştir.
Goethe, Faust'un konusunu çok eski bir öyküden almıştır. Şeytanla bahse giren insanoğlu teması önceki yüzyıllarda da birçok öyküye ve oyuna konu olmuştur. Goethe'den önce birçok yazar tarafından defalarca işlenmiş bir konu olan Faust, daha önce de usta bir İngiliz yazarı olan Christopher Marlowe (1564-1593) tarafından Doktor Faustus adıyla işlenmiştir. Aynı konudan hareket etmelerine karşın iki oyunun olay örgüsü çok farklı biçimde gelişir ve sonuçlanır. Marlowe, Faust'u şeytanla girdiği anlaşmayı kaybeden biri olarak ele almıştır. Oysa Goethe Faust karakterini Şeytan Mefistofeles'e yenilmeyen bir insan olarak incelemiştir. Goethe, Faust'unda evrensel bir insan tragedyası ortaya koymuştur.
Goethe'nin Faust I eseri bir oyun şeklinde görülmekle beraber çok derin ve karmaşık içeriği dolayısıyla genellikle okumak için hazırlandığı ve sahnelenme istenmediği kabul edilebilir Buna rağmen, Goethe'nin Faust'u içeriğinin çok zengin felsefi derinliği nedeniyle pek çok farklı yorumla yüzlerce kez yeniden incelenmiş, dünyanın birçok ülkelerinde çok farklı yorumlarla sahnelenmiştir.
Faust'un ilk bölümü ya da Faust I olarak bilinen “Faust. Eine Tragödie”, Johann Wolfgang von Goethe'nin 1808 yılında yayımladığı bir trajedisidir. Alman Edebiyatı ve Faust geleneğinin en önemli ve çok alıntılamalı eserlerinden biridir. Drama, birçok kez tarihi Doktor Faustus hikâyelerini oluşturan diğer yazarlar tarafından ele alınmakta ve bu hikâyeleri, insanlığın temsili konusunda Faust II' de genişletmektedir.
Konu.
Olay, tarihi Faust'un yaşadığı dönemleri, yani Orta Çağ'dan Yeni Çağa geçiş dönemini kapsamaktadır. Bugünkü Almanya'da, Leipzig ya da Harz bölgesinde geçmektedir.
Oyunun baş kahramanı Faust, felsefeyi, tıbbı, doğa bilimlerini, teolojiyi araştırmış, gençlik ve olgunluk çağını yeryüzünün sırlarını çözmek için tüketmiştir. Yeni Çağ'ın başlarında tarihi Faust (1480–1538) gibi itibarlı bir araştırmacı ve öğretmen olan Heinrich Faust, hayatının bilançosunu çıkarır ve oldukça sarsıcı bir sonuçla karşı karşıya kalır: Bir bilim adamı olarak derin bir araştırmadan ve gerekli çıkarımlardan yoksun kaldığını ve hayatını dolu bir şekilde yaşamayı beceremediğini anlar. Bu ikilem arasında sıkışıp kalırken, memnuniyetsizlik ve huzursuzluktan kendini kurtarmayı başarırsa, ruhunu şeytana satacağına dair ona söz verir. Faust'u tekrar hayata bağlayacağına, kendisinin, yani Faust'un beşeri zevk ve hazlarda anlam bulacağına dair bir antlaşmaya varırlar, şeytan Faust'u gençleştirerek dünyayı gezmek üzere onu yanında götürür. Ve Gretchen olarak adlandırılan genç Margarete ile olan aşkı için Faust'a yardım eder. Faust'un bu arayışı Şeytan'ı (Mefistofeles) rahatsız etmektedir. Çünkü pek çok insanı felaketlerle yok etmesine, pek çok insanı dünyasal hazlarla uçuruma düşürmesine karşın, yeryüzündeki Faust adındaki doktor, akıl ve bilgi ile kendisine direnmektedir. Tanrı'dan Faust'u doğru yoldan çıkarmak için izin isteyen Mefistofeles, onun bunalımlar içinde olduğu bir gece karşısına çıkar ve Faust'a dünya hazlarını vadeder. Bir iddiaya girerler. Mefistofeles, onun bilgi hastalığından kalbini kurtaracak, yaşatacağı en güzel hazlar karşısında Faust "Dur ey zaman, ne güzelsin!" diyecek olursa iddiayı Mefistofeles kazanmış olacaktır. Mefistofeles, Faust'u gençleştirir ve ona aşk duygusunu tattırır. Faust, bu duyguyu sadece Gretchen adlı genç bir kızdan çok ötede Helene idealine kadar hissedecek, ama her şeye karşın Mefistofeles'e beklediği cevabı vermemekte direnecektir.
Oluşum tarihi.
Johann Faust'un hayatı, kişiliği ve kaderi çerçevesindeki efsaneler, 1587 yılında hikâyelerin oluşumundan bu yana, birçok kez ele alınan, ünlü bir edebi kaynak olmuştur.
Urfaust.
Goethe, çocuk katili Susanna Margaretha'ya karşı açılan dava sürecinden etkilenerek, 1770 yılında Faust çalışmasına başlamıştır (idamı Goethe'yi muhtemelen etkilemiştir), bu yüzden Urfaust'da arka planda Gretchen çevresinde gelişen aşk trajedisi bulunmaktadır. Urfaust, çalışma odasında Faust'un monoloğu ile başlamaktadır. Mefisto ortaya çıkmaktadır; fakat şeytanla antlaşma yoktur. Auerbachs Keller'deki sahneden sonra, Gretchen trajedisi onun yerini alır; Büyücü mutfağı ("Hexenküche") ve Cadılar Bayramı ("Walpurgisnacht") yer almaktadır. Bu versiyon, Goethe'nin eserinin tümünün ve özellikle Faust'un önemi vurgulandığında, bir el yazısı örneğinin ardından ilk olarak 1887 yılında basılmıştır.
Faust Bir Fragman.
Goethe Urfaust'dan yola çıkarak, 1788 yılında tamamlamış ve 1790 yılında basılmış olan Faust. Bir Fragman ("Faust. Ein Fragment")'ı oluşturmuştur. Faust fragmanı Urfaust'un aksine, içeriğinde şeytanla antlaşmanın üstü kapalı kaldığı, Mefisto ile geçen bir diyalog şeklinde genişletilmiştir. Büyücü Mutfağı ("Hexenküche") sahnesi yeni eklenmiş, bu yüzden Gretchen'in zindandaki sonu yer almamaktadır. Gretchen'e olan aşk trajedisinin yanı sıra ikircimli ve çekingen bilim adamının trajedisi, aslında yazarın kendini göstermektedir.
Faust Bir Trajedi.
Goethe 1797 yılında fragmana, ithaf, tiyatroda ön gösteri ve gökyüzünde konuşma sahnelerini eklemiştir. Urfaust ve Fragmanda kesinleşmiş olan metin birçok sahne içermektedir, bununla birlikte 1806 yılına kadar olan zaman diliminde Cadılar Bayramı ("Walpurgisnacht") sahneye koyulmuştur. Eser 1808 yılında, sergiler için Faust. Eine Trajedi olarak basılmıştır. Mutsuz bir kızın ve ikircimli bir bilim adamının hikâyesinden, gökyüzü ve cehennem arasında geçen bir insanlık dramı ortaya çıkmıştır.
Goethe, 21 yaşından 57 yaşına kadar, Faust'un ilk bölümü üzerinde çalışmıştır. Bu üç versiyon, içeriksel bir gelişmenin yanı sıra önemli bir stilistik gelişmeyi ve Goethe'nin hayatta ulaştığı seviyeleri belgelemektedir.
Goethe, bu projenin gerçekleşebileceğine inanmamasına rağmen, Faust I'in çalışmasında oluşturduğu taslak ve sahneleri, Faust'un ikinci bölümüne de aksettirmiştir.
Dr. Faust Hikâyeleri.
Faust serileri 16. yüzyıldan bu yana Avrupa edebiyatının en yaygın olan serilerinden sayılmaktadır. Tarihte var olan Johann Faust hakkında edinilen eksik bilgi ve skandalize olmuş hayatının sonu, masal ve efsaneler oluşturma konusunda işe yaramış ve onun hayatı ile ilgilenen yazarlara girişim imkânı sunmuştur. Çok farklı versiyonlar ile geri dönen Faust serilerinin özellikleri, Faust'un bilgi ve güç edinme çabalarını, şeytan ile yaptığı antlaşmayı ve cinsel tutkularını kapsamaktadır.
Popüler kültürde Faust imajı, delilik ve şarlatanlık olarak nitelendirilirken, 18. yüzyıldan bu yana Faust serilerinin değeri oluşmaya başlamıştır. Ana temayı ise insanın, inancın gücü ve bilimsel anlayışın güvenilirliği arasında yarattığı şüphe oluşturmaktadır. Faust, ben-merkezci bir şekilde kendini ispatlama ve sosyal bir öğrenme arasındaki mücadelenin ortasında kalan, sınırlarını aşarak çaba gösteren bir kişidir.
Rönesans ve Barok.
Afsunnameler (büyü kitapları), 1500 yılından bu yana Johann Faust'a atfedilen büyü sözlerini içermektedir. Mucizeye olan inancın azalması nedeniyle Faust'a karşı edebi bir ilgi oluşmaya başlamıştır. Orta Çağ mütevazılığinden kurtulan; fakat özgüvenini küstahlığa dönüştüren bir kişi örneği olarak Faust, beğenilen vanitas (boş beşeriyet düşkünlüğü; ölü doğa türü) sembolüne bir örnek olmuştur. Aynı zamanda tüm düzlemlerde kaçık ve şirret bir imaj sergilemektedir.
Johann Faust'un hayatını ele alan ilk kapsamlı eser 1587 yılında yayımlanmıştır. Matbaacı Johann Spies, hikâye olarak da bilinen Historia von D. Johann Fausten adlı eseri yayımlamıştır. Eser, çoğu efsanevi öğelerden oluşan, çok sayıda hikâye ve fıkrayı içermektedir. Spies, Faust'un Teoloji ve Tıp öğrenimi, büyücülük ile uğraşısı ve Faust'u sonunda cehenneme götüren şeytanla olan antlaşması hakkında bilgi vermektedir. Açıkçası yazarın Hristiyan tavrı tanımlanmaktadır. Kitap, dindar bir yaşam için olumsuz bir Faust tablosunu ve bir nasihati sergilemektedir. Aynı zamanda büyük bir popülerlik elde etmiştir. 1588 ve 1611 yılları arasında İngilizceye, Holandacaya, Fransızcaya ve Çekçeye çevrilmiştir. Faust serileri böylece yurt dışına yayılmayı da başarmıştır.
1589 yılında İngiliz Christopher Marlowe “Historia” eserinin dramatik bir versiyonunu oluşturmuştur. Die tragische Historie vom Doktor Faust başlıklı bu eser, tüm esaslı seri unsurlarını içermektedir; fakat Faust figürü, Rönesans tarzı net bir karakteri yansıtmaktadır. Küstahça dünyanın üzerinde bir güç talep etmekte; teoloji ve ahirete olan yönelimi küçümsemektedir. Burada da kötü sona neden olan büyüye ve şeytana ruhunu satmaktadır. Buna rağmen Marlowe'da, açıkça figürlerine karşı bir sempati görülmektedir. Faust figürüne olumlu bir yön kazandıran ilk Faust çalışmasıdır.
Marlowe'un dramı, 1600 yılında İngiliz oyuncular tarafından Almanya'ya getirilmiş ve gezici tiyatrolar tarafından ele alınmıştır. Faust, irtical komedinin baş figürüne benzetilmesiyle birlikte tuhaf bir figür olmuştur.
Serilerin sahneye koyulan sayısız metinlerini temsil eden Faust figürleri, mizahi figür ve şeytan figürü arasında değişmektedir. Çoğunlukla kukla oyunu, dresaj, bale ve fişek eğlenceleri arasında bir sirk eğlencesine araç olmaktadır.
Ausburglu gösteri uzmanı Rudolf Lang, Faust konusuna ilişkin bir köpek numarasıyla (1717–21) Avusturya ve Almanya çevrelerinde etki yaratmıştır ve kendisini büyücülük ithamlarına karşı ciddi bir şekilde savunmak zorunda kalmıştır.
1750 yılından bu yana.
Faust serilerinin kullanımında, yüksek ve popüler kültür arasında sürekli derinleşen bir uçurum görülmektedir. Aydınlanma Çağında, Faust figürlerinin yerinde olduğuna ve esas itibarıyla değer kazanmasına ilişkin çabalar baş göstermiştir. Gotthold Ephraim Lessing 1757'de, 17. edebi mektubunda, kendisinin tasarlamış olduğu Faust dramasından bir bölüm yayımlamıştır. Faust bu dramada, bilginin peşinde koşan bir Rönesans insanını temsil etmektedir. Bilgi uğruna gösterilen bu çaba nedeniyle şeytan tarafından korunmaktadır. Faust'u sembolleştiren aydın sanatçı ve bilim adamlarının temelde olumsuz figürler olmamaları gerekmektedir. Lessing bu eserini asla tamamlayamamıştır. Değerli kılma çabaları, 1775 yılından bu yana “Fırtına ve Coşku” döneminde farklı bir boyut daha kazanmıştır. Birçok genç yazar bu sorunu ele almıştır. Faust, onların arzularını, monoton, uygarlaşmış ve doğaya yabancı olan bir dünyadan zihinsel-duygusal bir maceraya dönüştürmüştür. Paul Wiedmann, Faust'un ailesi tarafından ziyaret edildiğini ve dönüşünü konu alan timsali bir drama ele almıştır. Jakob Michael Lenz'in Höllenrichter isimli eserinde Faust'un hayatı, aşktan uzak bir cehennem azabı olarak anlatılmaktadır. Friedrich Maximilian Klinger'in romanı Fausts Leben, Thaten und Höllenfahrt ise, Aydınlanma Çağı taşlamaları ve Fırtına ve Coşku dönemi öykülerinin bir karışımından oluşmuştur.
Hiç kesintiye uğramayan bu gelenek, 19. yy'ın sahne melodramı şeklinde genişlemiştir. Bu bağlamda Ferdinand Kringsteiner'ın Johann Faust (1811) ve Ernst August Klingermann'ın Faust (1815) adlı eserleri, popülerlik kazanan etkileyici dramlardır. Louis Spohr ise, operası Faust için, önemli bir içeriğe sahip olacak müziğini oluşturmak üzere, bu serilerde etkileyici bir detay araştırmasına girmiştir. Faust figürü popüler kültürde değiştirilmeden dursa da bu figürün yüceltilmesi, son benimseniş dönemlerinde önemini yitirmiştir. 1808 yılında Goethe, Faust. Der Tragödie erster Teil isimli eserini yayımlamıştır. Eserine, kendisini dine mensup etmeden ikircimli, ümit dolu bir son yüklemiştir. Bu eser, tüm Faust serilerinin en önemlisi olmuştur. 1832 yılında yayımlanan ikinci bölüm ise daha çok bir sahne oyunu formatında kültür eleştirel bir denemedir. Goethe yaklaşık 60 yıl boyunca Faust serileriyle ilgilenmiştir. Faust'u, kendisini kilise vesayetinden kurtaran modern bir entelektüel, insancıl ve Rönesans insanı olarak tasvir etmiştir. Goethe'nin Faust çalışmaları, bilgiye ulaşma ve farklı deneyim yaşama arzusu üzerinde yoğunlaşmıştır. Arzu ettiği evrensel bilgiyi kendi gücü ile elde edemeyen Faust'un kendisini kabul ettirmek zorunda olması, bu bilimsel trajediyi doruk noktasına çıkarmıştır. Goethe, esas olmayan çirkin bir anlayışla yolu ile şeytanla olan antlaşmayı yerinde göstermiştir. Daha önceleri Lessing, bu öğrenme hırsını, insanların en soylu eğilimleri olarak nitelendirmiştir. Ayrıca Goethe, Faust'un bilgi arayışını Gretchen trajedisi ile ilişkilendirmiştir. Faust tarafından baştan çıkarılan Gretchen, kendisine zıt olan masumiyetin kişileştirilmesidir.
Friedrich Theodor Vischer'in Faust. Der Tragödie dritter Teil (1902) isimli Goethe parodisi kendini gösterememiştir. Buna rağmen Faust serileri, Bale ve Opera sahnelerinde sayısız versiyonları ile gündemde kalmıştır. Bunların en ünlüsü, 1859 yılında sahnelenen, coşku ve duygu yüklü olan Faust olmuştur. İlk Amerikan müzikali The Black Crook (1866) ise Faust serilerini, konuşulan bir sahne spekülasyonuna ilişkin ipucu olarak yansıtmaktadır.
20. yüzyıl.
Eski rejimin kati yıkılışı ve dünya savaşlarının getirdiği sonuçlar, 20. yüzyılda Faust serilerine ilgi gösterilmesiyle şekillenmeye başlamıştır. Heinrich Mann yeniden, “Professor Unrat” (1905) isimli eserinde olumsuz, kibirli ve gülünç bir Faust figürü yaratmıştır. Kardeşi Thomas Mann ise, 1947 yılında yayımlanan romanı Doktor Faustus ile 1587'de ele aldığı Historia adlı esere intikal etmektedir. Olayı, 1900 yılının başladığı döneme taşımakta ve Almanya'nın orta sınıf halkını eleştirmektedir. Michail Bulgakow'un hiciv eseri Der Meister und Margarita ise Sovyet rejiminin halkını yansıtmaktadır. Hans Eisler'in 1952 yılındaki seslendirilmeyen opera libretosu “Johann Faustus” adlı eserinde Faust, 1525 yılı civarında gerçekleşen mücadelede, çiftlerin çiğnenen haklarını temsil etmektedir.
Kukla tiyatrosu, Max Jakob'un sorumluluğundaki Hahnstein kukla sahnesi tarafından bir festival eğlencesinden bir tiyatro formuna taşındıktan sonra, yine 20. yüzyılda Faust figürü, kukla oyunu çerçevesinde yeniden canlılık göstermiştir. Faust kukla oyunlarının ileri gelen yazarları arasında Max Jakob Friedrich Arndt'ın (Hahnstein baş figürü) yanı sıra Walter Büttner ve Otto Schulz-Heising bulunmaktadır. Günümüzde hala Gerd J. Pohl (Piccolo kukla oyunu), Andreas Blaschke (Köln figür tiyatrosu), Harald Sperlich (Hohenloch figür tiyatrosu), Dr. Johannes Minuth (Freiburg kukla sahnesi) ve Stefan Kügel gibi geleneğe sahip çıkan kukla oyuncuları, bir Faust oyununu temsil etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11098",
"len_data": 15018,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.76
}
|
Şeytan (; "Šạitan", lit. "sapkın"), Tanrı'ya ve dünyadaki düzene karşı duran bir varlıktır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'da dünyadaki kötülüklerin başı olarak kabul edilir. Diğer dinlerde ve kültürlerde, Şeytan mutlak kötülük fikrini taşıyan bir varlık olabilir.
"İblis" () sözcüğü de çoğu zaman "Şeytan" ile aynı anlamda kullanılır. Yeryüzündeki birçok dinde ve mitolojide Şeytan, genellikle doğaüstü güçlere sahip, sürekli insanları dinden, dolayısıyla yaratıcısının emirlerinden iyilik ve yardımlaşmak gibi şeylerden uzaklaştırmaya çalışan bir varlık olarak düşünülmüştür. Bunun yanı sıra Şeytan'a tapan veya Şeytan'ı yücelten inançlar ve akımlar da mevcuttur. Bu akımlardan en yaygın olanı Satanizm'dir.
Dini bilimler, şeytanın farklı kavramlarını sınıflandırır:
Latince'de "Diábolus, Diaboli", İspanyolcada "Diablo", Yunancada "Diabolos", "Karanlıkların Efendisi," "Beelzebub" (Sinek Kral), "Belial", "Mephisto" ya da "Lucifer", Rusçada "Satana", eski Türkçede "Yek" ya da 'Albız 'olarak geçer. Yahudilik veya Kabbala felsefesinde "Samael" olarak geçer. İslam'da "Azâzîl" (Arapça: عزازل) olarak da bilinir. Maniheizm'de veya Zerdüştçülük'te Ehrimen'dir.
Etimolojik tarihçe.
Antik Mısır.
Eski Mısırda fırtına, karanlık ve kaos tanrısı Set (Seth, Setesh, Sutekh, Setekh veya Suty), göklerin tanrısı Horus ile savaşında yenilerek çöle sürülmüştür ve kötülüğün simgesi haline gelmiştir.
Bu ve benzeri (ör, Amin deyimi) inanç ve deyimlerin İbranilerin Mısırda yaşadığı dönemlerde İbraniceye aktarıldığı düşünülmektedir. "Muhalif, bozucu ve bozguncu" gibi anlamlara gelen İbranice "Satan" kelimesinin kökü "komplo kurmak" anlamına gelir. İbraniceden Latince ve Yunancaya, oradan da diğer batılı dillere geçmiştir. Arapçada ise "şeytan" olarak isimlendirilmektedir.
Zerdüştlük.
Daha sonra farsı dininin etkisiyle "şeytan" imgesi, kötü ruhlar kavramına dönüştü. Bu, meleklerin şeytanlara karşı çıkması fikrine yol açtı.
İyiliğin yaratıcısı Ahura Mazda, kötülüğün yaratıcısı Ehriman ile sürekli bir savaş halindedir. Ahura Mazda hayırsever ruhlar tarafından desteklenir. Ancak Ehriman, kötü ruhlar yaratarak bu iyi ruhlara karşı koyar. Bunlar arasında "daeva" (veya Orta Farsça "div") adı verilen altı ifrit vardır. Her biri bir imşâspend karşı çıkar. Altlarında günahkarlığa ve yıkıma sebebiyet verebilecek küçük şeytanlar vardır.
Yahudilik.
Eski Ahit'te Şeytan, Hristiyanlıktaki gibi korkulan bir varlık değildir ve kötülüğün temelini oluşturmaz. Çünkü Yahudilikte iyiliğin de kötülüğün de Tanrı'dan geldiğine dair bir inanç vardır. Ancak şeytanın oyunlarına ve aldatmacalarına karşı dikkatli olunmalıdır.
Talmud'da Şeytan, "Samael" adlı Ölüm meleği ile özdeşleştirilir.
Yine Talmud, Bava Batra Bölümü, Daf 16a'ya göre:
(הוא שטן הוא יצר הרע הוא מלאך המות הוא שטן דכתיב)
Şeytan, kötü dürtüler ve Ölüm Meleği aynı şahsiyetlerdir.
Yahudilikte şeytanlar sadece "yetzer hara" (kötü eğilim) ile özdeşleşmiştir. Samael, kötülük kavramını gösteren efsanevi bir varlıktır. Tevrat'a göre Yakup şeytani özellikleri simgeleyen bir melek ile güreşmiştir. "Midraşim" bazen "yetzer hara" bir meleğin neden olduğu gibi açıklar. Bu tür meleklerin insanları günah işlemeye Uzaklaştırılma, onları göksel mahkemede suçladıkları ve insanlar suçlu bulunursa onları yok ettikleri düşünülmektedir.
Suçlayan meleklerin lideri Samael iken, mezarın meleklerinin lideri Dumat'dır.
Hristiyanlık.
Eski Ahit.
Eski Ahit metinlerinde doğası gereği kötü niyetli ruhlar olarak şeytanların varlığı yoktur. Tanrı tarafından gönderilen kötü ruhlar olsa da, bunlar "şeytan" ya da "iblisler" değildir çünkü onlar Tanrı'nın kontrolü altındadır. Aksine onlar meleklerdir (zebâniler). İlk olarak Yahudi olmayanların tanrıları ve cinler, "Yahudi olmayanların tanrıları" şeytanlar kategorisinde birleştirildi.
Yunan cinleri ilahi varlıklar, tanrılar, hastalıklar ve fal ile ilişkilendirilmiştir. Yahudi tercümanlar, Tanakh'taki "şedimin" tanımına benzer şekilde güçlerinin geçersiz kılındığını tasvir ederek "şedim" olarak yorumladılar. Şedim ille de kötü olmasa da, sahte tanrılar olarak onlardan uzak duruldu.
"Se'irim" de vardır. Bunlar muhtemelen keçi şeklindeki Asurn şeytanların düşüncesidir. Ölü Deniz Yazmaları'ndaki, yeraltı bölgelerini "se'irim" (ifrit) ile dolu olarak tanımlar. Samuel Bochart ve diğer Mukaddes Kitap bilginleri, "se'irim'i" Mısır keçi tanrılarıyla özdeşleştirdiler.
Yeni Ahit.
Yeni Ahit aracılığıyla, şeytanlar, şeytanı ele geçirme veya şeytan çıkarma ile ilgili olarak 46 kez, 55 kez ortaya çıkar. King James sürümü gibi bazı eski İngilizce İncil çevirilerinin kelime dağarcığında 'demon' kelimesi yoktur ve onu 'şeytan' olarak tercüme eder. İsa'nın düşmanları olarak şeytanlar, ahlaki açıdan ikircikli ruhlar değil, kötüdürler; sefalet, ıstırap ve ölüm nedeni. Onlar uzaktırıcı değil, hem fiziksel hem de zihinsel acı, ıstırap ve hastalıkların nedenidir. Günaha yakınlaşma sadece İblise mahsustur. Yunanca inançlarındaki cin aksine, şeytanlar bir tanrıyı yatıştırmak için kurban edilmesi gereken aracı cinler değildir. Açıkça şeytan veya Beelzebub tarafından yönetildikleri söylenir. Kökenleri belirsizdir, metinler şeytanların varlığını sorgusuz sualsiz kabul eder. Irenaeus, Justin Martyr, İskenderiyeli Clement ve Lactantius gibi birçok erken dönem Hristiyan, şeytanların Ahitlerarası yazılardan bilinen Nefilimlerin hayaletleri olduğunu varsaymıştır. Yeni Ahit boyunca şeytanların efendisi ve Şeytan'ın kötü melekleri olarak Şeytan'a atıfta bulunulması nedeniyle, diğer bilim adamları düşmüş melekleri şeytanlarla tanımladılar. Kötü olarak doğmuş, tamamen kötü varlıklar olarak iblisler, alternatif veya karşıt teolojilerde öğretilen özgür iradede önerilen kötülüğün kökenine uymayabilir.
Yehova Şahitliği.
Yehova'nın Şahitleri, Şeytan'ın mükemmel ruh özelliklerine sahip bir melek olarak yaratıldığına; ancak Âdem ve Havva'nın tanrı Yehova yerine kendisine itaat etmelerini sağlamaya çalışmasıyla Şeytan'a dönüştüğüne inanırlar. Şeytan'ın zamanla güzelliğinden ötürü gurura kapılarak kendisini bir tanrı gibi görmeye başladığını ve bu şekilde kendisini Yehova'ya bir rakip yaptığına inanırlar. Şeytan sözcüğünü daha kesin anlamak için, Kerub sınıfından bir melek olan "Şeytan" sözcüğünün "Karşı Koyan" anlamına geldiğinin gözönünde tutulması gerekir. Şeytan, Tanrı'nın amacına karşı koymaya çalıştığı için bu sıfatı almıştır. Şeytan adı bu varlığın özel adı değildir.
Şeytan "Aden Bahçesi"nde, "-Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." denilerek, yasaklanan meyveyi yemesi için Havva'yı kışkırtmış ve yalan söyleyerek itaatsiz olmasını sağlamıştır. Bunu yaparken bir yılanı kukla gibi şu sözlerle konuşturmuştur: Yılan, "-Kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "-Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.". Bu şekilde Şeytan, Âdem'le Havva'yı tanrıya itaatsiz olmaları için ayarttığında, meselenin yalnızca bir meyveyi yemek olmadığına, tanrı Yehova'nın insanları yönetme hakkına meydan okuduğuna inanırlar. Tanrı Yehova'nın, Şeytan'a ortaya çıkardığı bu dava nedeniyle (Tanrı'ya göre altı gün) 6000 yıllık bir süre tanıdığına inanırlar. Şeytan'ın ortaya çıkardığı davaların şunları içerdiğine inanırlar:
Yehova'nın Şahitleri, Yehova'nın Şeytan'ı bu davalar nedeniyle hemen yok etmediğini ve eğer hemen yok edecek olsaydı, bütün yarattığı ruh varlıkların zihinlerinde kendisinin haklı olup olmadığı kuşkusunun doğacağını bilerek, Şeytan'a geçici bir süre için izin verdiğine inanırlar. Ayrıca, Tanrı'nın Şeytan'a ve insan yönetimlerine izin vermekle, kötülüğe de izin verdiğine; çünkü bunun sonuçlarının kötü olacağını bildiğine inanırlar. Yehova'nın, Şeytan'ın iddialarının geçersizliğini bu kötü sonuçlara göre ispat edeceğine inanırlar.
İncil'deki ""Bu Dünya'nın egemeni" şimdi dışarı atılacak." ve "Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü "bu Dünya'nın egemeni" geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur." sözlerine göre, Yehova'nın Şahitleri bu davaların çözümüne kadar, 6000 yıllık bir süre için Dünya'yı perde arkasından Şeytan'ın yönettiğine inanırlar. Ve Şeytan'ın bunu yaparken "Buna şaşmamalı. Şeytan da kendisine ışık meleği süsü verir." sözlerine göre, Şeytan'ın insanları çoğu kere iyilik meleği gibi görünerek kandırdığına inanırlar.
Yehova'nın Şahitleri, Şeytan'ın 6000 yılın bitiminde, bir "uçuruma" atılarak 1000 yıl boyunca faaliyetsiz bırakılacağına ve 1000 yıl geçtikten sonra sonsuza dek yok edileceğine inanırlar. Bu 1000 yıllık dönemde Şeytan'ın bozduğu şeylerin telafîsinin olacağına inanırlar. Bu telafî Yehova'nın Şahitleri'ne göre yeryüzünde Cennet'in yeniden kurulması ve ölmüş kişilerden birçoğunun dirilerek bu Cennet'te yaşamasıdır.
İslam.
Kur'an'da ve tefsiri.
Kur'an'da "şeytan" kelimesi, "İblis"ten daha fazla (88 kez) kullanılmıştır.
İslam'da, "Şeytanlar" İblis'i destekleyen kötü ruh varlıklarıdır. Müfessirlerin çoğuna göre bunlar İblis'in cennetten kovulmasından sonra yaratılmış (semûm ateşten) ve onun iradesiz kulları gibi hareket etmişlerdir. Her zaman iyilik yapan meleklerin karşıtıdır. Tekil olarak kullanılan, İblis için bir eş anlamlı. Kur'an'a göre, şeytanlar, insanların aklına, gönüllerini fısıldayarak girerler. Bu fısıltılar "vesvese" olarak adlandırılır. İnsanın kalbinde ve zihninde onu dinlemeyen, sürekli çatışma halinde tutan, zihnini ve kalbini hiçbir zaman sükûnete erdirmeyen şeytan; insanın içindeki ikinci bir kişi gibi hareket etmekte, onu vesveseleriyle ele geçirmeye çalışmaktadır. Sürekli kötülükler peşinde koşan ve ele geçirdiği insanı bu yönde kodlayan şeytani tarafın mutlak egemenliğiyle insan bütünüyle şeytanlaşabilmektedir. Kur'an bu tipleri insani şeytanlar olarak deşifre etmektedir. İnsandaki şeytanı aktif hale getiren ondaki irade zayıflığı, ümitsizlik, ne yapacağını bilemeyiş, kararsızlık ve şüphe halidir. İnsandaki bu zihin halleri aktif olduğu anda insanın yaptığı eylemler ve hareketler birer şeytan işine dönüşmektedir.
Tefsirlere göre, İblis kölelerini iki gruba ayırmıştır: Bir grup cinleri, diğer grup insanları baştan çıkarır.Tefsir-i Kelbi'de İbn Abbas hakkında şöyle dediği nakledilir: İblis lanetlidir ve askerlerini iki takım yaptı, bu yüzden onlardan bir takımını insanlara, diğer takımını da cinlere gönderdi. Onun başka bir anlatımında cinler şeytan değil, cândır. Şeytanlar İblis tarafından doğdu ve sadece onunla birlikte ölürler ve mümin ve kafir de dahil olmak üzere cinler ölür. — Mahmud al-Alusi
Hadiste.
Hadislerde Allah'ın arşı dışında Peygamber'in, Cebrâil'i gökle yer arasında bir arş (taht) üzerinde otururken gördüğü, şeytanın da Allah'ın arşı gibi deniz (veya su) üzerinde bir arşı bulunduğu, çevresinin yılanlarla çevrili olduğu ve şeytanın insanları saptırmak üzere yardımcılarına emirleri buradan verip yeryüzüne saldığından sözedilir.
Ezan okunduğunda, şeytan ezanı duymamak için arkasını dönüp zart diye yellenerek kaçar. Ezan bitince tekrar geri gelir. Kamet edilince yine arkasını dönüp kaçar. Bittiğinde yine gelir ve kişi ile nefsi arasına sokulur, Filân şeyi hatırla, filân şeyi hatırla diyerek, namazdan önce aklında olmayan şeyleri hatırlatır.
Şeytanların ramazan ayında cehennemde zincire vurulur: Ramazan girdiği vakit, cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapatılır ve şeytanlar zincire vurulur.İslam'da da farklı türden şeytanlar vardır. Cehennem-şeytanların güçlü bir sınıfı olarak kabul edilen ve öldürülen kurbanların yaşam gücüne çekilen "İfrit". Göklere çaba gösteren, ancak melekler tarafından atılan "mârid".
Felsefe.
Spinoza'nın Etika'sının yayınlanmamış bir el yazması, Spinoza'nın şeytanın var olup olmadığını incelediği şeytan üzerine bir bölüm (Bölüm XXI) içeriyordu. Spinoza, şeytanı Tanrıya aykırı bir varlık olarak tanımlar. Ancak şeytanlar, Tanrı'nın karşıtı ise, şeytanlar, var olmayan Hiçlik'ten ibarettir. "On Devils" (Şeytanlar Üzerine) adlı bir makalesinde, böyle bir şeyin var olamayacağını a priori öğrenebileceğimizi yazıyor. Çünkü bir şeyin süresi, onun yetkinlik derecesinden çıkarsanır ve bir şey ne kadar öze sahipse o kadar kalıcı olur, halbuki şeytanın hiçbir yetkinliği olmadığı için var olması imkansızdır.
Spinoza, özgür irade kavramını ve bununla şeytanların insanları kötülüğü seçmeye teşvik edebileceğini reddeder. Eğer günah cezayı gerektiriyorsa Adem (veya başka herhangi bir insan) neden günah işledi? "İblis'e aldandı" yanıtı ise yeni bir sorunun sorulmasını zorunlu kılar: İblis salihleri günahkâr kılacak güce sahipse, İblis'i kim kandırdı?
Spinoza şöyle sorar: İblis neden Tanrıya isyan etsin? İblis'in aklı selim olsaydı (ki meleklerdendi) kendisine zarar verecek bir şeyi nasıl seçerdi? Böylece Spinoza, günahın kötü bir seçimin sonucu olamayacağı ve sadece anlayış eksikliğinden kaynaklandığı sonucuna varır.
Immanuel Kant, "Religion in the Limits of Reason Alone" adlı eserinde, şeytanı maksimum ahlaki kınanabilirliğin kişileştirilmesi olarak kullanır.
En kötü varlık olarak şeytan, açlık veya şehvet gibi bir ihtiyacı gidermek için kötülük yapamazdı. Bu nedenle Kant, eğer şeytan varsa, onun bir ruh olması gerektiğini ve bir bedene sahip olamayacağını savunur. Şeytan iyinin farkında olmalı ama onu bilinçli olarak reddetmeli. Kant, her eylemin bir tür haz veya belli bir dereceye kadar iyi olan kendini korumayı içerdiğinden, insanların böyle bir kötülük düzeyine ulaşabileceğini reddeder.
Kant, İblis'in varlığından da şüphe duyar. En kötü bir varlık olsaydı, ama yine de özgür iradeye sahip olsaydı (bazıları İblis'in özgür iradeye sahip olduğunu düşünür; buna göre İblis bir cindir), kötülük yapması gerektiğinden artık özgür olmazdı. Bu nedenle İblis'in mutlak şer olduğu fikri bir çelişkidir.
Diğer dinler.
Ezîdîlik.
Yezîdîlik'te Yahudi-Hristiyan ve Müslüman'da olduğu gibi hiçbir Şeytan figürü yoktur. Bir şeytanın varlığı, Tanrı'nın her şeye gücünden şüphe duyacaktır, bu yüzden her şeytani bir şey reddedilir. Ancak bazı Hristiyanlar ve Müslümanlar, Ezîdîliler Şeytan ibadetlerini suçladılar, zira Melek Tavus ve İblis/Lucifer arasında bazı benzerlikler vardır.
Benzer şekilde, Hristiyan Apokrafisindeki, Lucifer'deki veya Kuran'da İblis; insanlık öncesi secde etmeyi reddetti, Melek Tavus'a insanlıktan önce secde etmeye ve yapmayı reddetti. Ancak Yezidi görüşüne göre bu, Melek Tavus'un sadakatini ortaya koydu.
Ekankar.
Ekistler "Şeytan" kavramını Sugmad'ın yani Tanrının negatif yönü olarak yorumlamaktadır.
Satanizm.
Şeytanı yaratıcı ve/veya hükmedici bir figür ya da evrende temel bir güç olarak gören inanç sistemidir.
Edebiyatta Şeytan.
Edebiyatın ve dinin kesiştiği birçok noktada Şeytan, olayların gelişmesinde, sonuçlanmasında ya da dallanmasında temel bir figür olarak, tıpkı hayattaki kaosun açıklanmasında olduğu gibi, yazarlarca kullanılmıştır.
Şeytanın kahramanı oynadığı en önemli eserlerden birisi, Goethe'nin Faust'udur. Faust'ta Şeytan (Mefisto), başarılı çalışmalarıyla insanlığı, kendisinin sebep olduğu felaketlerden koruyan bir doktoru elde etme konusunda tanrıyla "bir kez daha" bahse girer. İnsanın Şeytan'la içsel bir kavga halinin anlatıldığı ve yeryüzündeki iyilik ve kötülük kavramlarının kaynağının sorgulandığı bir başka eser, Paulo Coelho'nun "Şeytan ve Genç Kadın" adlı romanıdır.
Jeffrey Burton Russell ise Kötülük (1-4) serisinde yeryüzüne artık iyice alışmış olan Şeytan'ın, insanlardan bir farkının kalmadığını ve "onu bizden biri" gibi görerek, şeytanlaşan insanı anlatmaktadır.
Şeytan (İbranice: שָּׂטָן, romanize: Śāṭān, lit. "düşman"; Arapça: شيطان Šạitan, lit. "sapkın"), çeşitli kültürlerde ve dini geleneklerde tasavvur edildiği şekliyle kötülüğün kişileştirilmesidir. Düşmanca ve yıkıcı bir gücün nesneleştirilmesi olarak görülür. Şeytan Tanrı'ya veya dünyaya karşı duran kötü bir varlıktır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'da dünyadaki kötülüklerin baş faili olarak kabul edilir. Diğer dinlerde ve kültürlerde, Şeytan mutlak kötülük fikrini taşıyan bir varlık olabilir.
İblis (Arapça: إبْلٍيسْ) sözcüğü de çoğu zaman Şeytan ile aynı anlamda kullanılır. Yeryüzündeki birçok dinde ve mitolojilerde Şeytan, genellikle doğaüstü güçlere sahip, sürekli insanları dinden, dolayısıyla yaratıcısının emirlerinden iyilik ve yardımlaşmak gibi şeylerden uzaklaştırmaya çalışan bir varlık olarak düşünülmüştür. Bunun yanı sıra Şeytan'a tapan veya Şeytan'ı yücelten inançlar ve akımlar da mevcuttur. Bu akımlardan en yaygın olanı Satanizm'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11099",
"len_data": 16296,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.83
}
|
Boston, Amerika Birleşik Devletleri'nin Massachusetts Eyaletinin başkenti ve en büyük şehridir. Ayrıca New England olarak bilinen Amerika Birleşik Devletleri'nin kuzeydoğu bölgesinin de resmî olmayan merkezidir. Harvard ve MIT gibi dünyaca ünlü üniversitelere ev sahipliği yapmaktadır.
Tarihçe.
Yerli dönem.
Avrupa kolonizasyonu öncesinde günümüz Boston çevresindeki bölgede yerli Massachusettler yaşıyordu. Yerleşim yerleri küçük ve mevsimlik topluluklardan oluşuyordu. Bölgede yaşayan insanlar büyük olasılıkla Charles Nehri (Kinobequin, Yerli halk tarafından "kıvrımlı" anlamına gelir) boyunca iç kesimlerdeki kışlık evleri ile kıyıdaki yaz toplulukları arasında taşınıp dururdu. Avlanma İç kesimlerde çıplak ağaç mevsimlerinde daha kolaydı. Balık sürülerinden ve kabuklu su ürünlerinin yataklarından en kolay yazın faydalanılırdı.
Yılın ılıman döneminde kötü kokulu çamurluklarla çevrili Shawmut yarımadasına, Avrupalıların gelişinden önce çevreye göre daha az yerleşilmişti. Yine de arkeolojik kazılar, Boylston Caddesi'ndeki New England'daki en eski balık bentlerinden birini ortaya çıkardı. Yerli insanlar, Batı yarımküre'ye Avrupalıların gelişi'inden 7.000 yıl önce balıkları tuzağa düşürmek için bu benti inşa etmişlerdi.
Avrupalılar tarafından Kuruluşu.
Boston olacak olan yerde yaşayan ilk Avrupalı, Cambridge-eğitimli piskoposluk din adamı William Blaxton idi.
1630'da kendi Püriten sömürgeciler tarafından Boston'un kurulmasından doğrudan sorumluydu. Bu, Blaxton'ın liderlerinden birisi olan Isaac Johnson'ı başarısız kolonisi Charlestown‘dan Back Bay’e geçmeye davet etmesi ve yarımadayı paylaşmasından sonra gerçekleşti. Eylül 1630'da Püritenler tarafından Boston kurulmuştu.
"Boston" adı.
30 Eylül 1630'da ölmeden önce, Johnson’ın Charlestown topluluğunun lideri olarak son resmi eylemlerinden biri, nehrin karşısındaki yeni yerleşimine "Boston" adını vermekti. Yerleşime, karısı ("Arbella"nın adaşı) ve John Cotton (Cotton Mather'in büyükbabası) ile birlikte New England'a göç ettikleri Lincolnshire'daki memleketi‘nin adını verdi. İngiliz şehrinin adı nihayetinde, Johnson ile birlikte göç edene kadar John Cotton’un kilisesinde bölge papazı olarak görev yaptığı şehrin koruyucu azizi, Aziz Botolph’ den türetilmiştir. İlk kaynaklarda Lincolnshire Boston "Aziz Botolph'un şehri" olarak biliniyordu, daha sonra ad "Boston"‘a dönüştü. Bu yeniden adlandırmadan önce, yarımadadaki yerleşim, Blaxton tarafından "Shawmut" ve davet ettiği Püriten yerleşimciler tarafından ise "Trimountain" olarak biliniyordu.
Boston ABD'nin en eski ve varlıklı şehirlerinden biri olarak bilinir. 17. yüzyıl başlarında Amerika'nın yerlileri tarafından kurulmuştur. Amerika'nın Avrupa'dan ilk göçmen alan bölgelerinden biridir. Boston bölgesine ilk yerleşenlerin çoğu İngiliz asıllı Anglikan ve Püritenlerdi. 19. yüzyıl başlarında şehrin nüfus yapısında köklü değişiklikler oldu. Bu dönemde Boston'a gelen göçmenlerin çoğu İtalyan ve İrlandalı asıllıydı ve şehirde Protestanlık yerine Katolik mezhebi ağırlık kazanmaya başladı. Şu anda Boston Amerika Birleşik Devletleri'nde İrlanda kökenlilerin en etkin oldukları şehir olarak bilinir.
Nüfus yapısı.
İç nüfusu sadece 580.000 civarında olmakla beraber, Boston Metropolitan Bölgesi 6 milyona yaklaşan nüfusuyla Amerika Birleşik Devletlerinin 10 büyük nüfus merkezinden biridir. Nüfusunun %55'i beyaz ırktan, %25'i de siyahi ırktan oluşur.
Şehrin önemi.
Boston günümüzde bir eğitim, sağlık, finans ve teknoloji merkezidir. M.I.T., Harvard Üniversitesi, , Massachusetts Üniversitesi, Northeastern Üniversitesi, Boston Koleji, Wellesley Koleji ve Boston Üniversitesi gibi dünyaca ünlü eğitim kurumları Boston ve civarında yer alırlar. Beth Israel Deaconess Tıp Merkezi, Brigham ve Kadın Hastanesi, Massachusetts Genel Hastanesi, Boston Çocuk Hastanesi, Dana-Farber Kanser Enstitüsü ve Harvard Tıp Fakültesi bütün dünyadan hastaların tedavi amacıyla geldikleri ünlü tıp merkezleridir. Ayrıca şehir Fidelity Investments, Putnam Investments ve Wellington Management gibi dünyaca ünlü yatırım fonlarının merkezlerini barındırmaktadır.
Spor.
Şehri, NBA'da Boston Celtics temsil eder.
Şehri, NHL'de Boston Bruins temsil eder.
Şehri, MLB'de Boston Red Sox temsil eder.
Kardeş kentler.
Boston'un resmen 12 tane kardeş şehri vardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11102",
"len_data": 4262,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Soyut cebir veya soyut matematik, matematiğin bir alanı olup, cebirsel yapılar üzerinde çalışır. Cebirsel yapılar, elemanları üzerinde belirli işlemlerin uygulandığı kümelerdir ve gruplar, halkalar, alanlar, modüller, vektör uzayları, kafesler ve alan üzerindeki cebirler içerir. Soyut cebir terimi, 20. yüzyılın başlarında temel cebirden ayırmak amacıyla türetilmiştir. Soyut cebir ileri matematik için temel hale geldikçe basitçe "cebir" olarak adlandırılırken, "soyut cebir" terimi pedagoji dışında nadiren kullanılır.
Soyut cebir kavramı günümüzde tüm cebirsel yapılar üzerine yapılan çalışmayı ifade etmektedir, temel cebirden farkı, bilinmeyen, çözümsüz gerçek ve karmaşık sayılardan oluşan cebirsel ifadeler ve formüller için doğru kurallar gösterir.
Temel cebir, gerçek alan ve basit cebir olarak bilinen yapıların başlangıç kısmı olarak ele alınabilir.
Tarih.
19. yüzyıldan önce cebir, polinomların incelenmesi olarak tanımlanıyordu. Soyut cebir, daha karmaşık problemler ve çözüm yöntemleri geliştikçe 19. yüzyılda ortaya çıktı. Somut problemler ve örnekler sayı teorisinden, geometri, analiz ve cebirsel denklemlerin çözümlerinden geldi. Günümüzde soyut cebirin bir parçası olarak kabul edilen teorilerin çoğu, matematiğin çeşitli dallarından farklı gerçeklerin koleksiyonları olarak başladı, çeşitli sonuçların gruplandırıldığı bir çekirdek görevi gören ortak bir tema edindi ve sonunda ortak bir kavram kümesi temelinde birleştirildi. Bu birleşme, 20. yüzyılın ilk on yıllarında gerçekleşti ve gruplar, halkalar ve alanlar gibi çeşitli cebirsel yapıların resmi aksiyomatik tanımlarıyla sonuçlandı.
Temel kavramlar.
Matematikçiler, matematiğin birçok alanında kullanılan ayrıntıları soyutlayarak, çeşitli cebirsel yapıları tanımlamışlardır. Örneğin, incelenen sistemlerin hemen hemen hepsi kümelerdir ve küme teorisinin teoremleri bunlara uygulanır. Üzerinde belirli bir ikili işlem tanımlanmış olan küme, magma olmaktadır. Cebirsel yapıya, ilişkisellik (yarı gruplar oluşturmak için); özdeşlik ve tersler (gruplar oluşturmak için); ve diğer daha karmaşık yapılar gibi ek kısıtlamalar ekleyebiliriz. Cebirsel yapılara ayrıntı ekledikçe daha fazla teorem kanıtlanabilir, fakat genellik azalır. Cebirsel nesnelerin "hiyerarşisi" (genellik açısından), karşılık gelen teorilerin bir hiyerarşisini yaratır: örneğin, grup teorisinin teoremleri, bir halkanın işlemlerinden biri üzerinde bir grup olması nedeniyle halkaları (belirli aksiyomlara sahip iki ikili işlemi olan cebirsel nesneler) incelerken kullanılabilir. Genel olarak, teorinin genelliği ile zenginliği arasında bir denge vardır: daha genel yapılar genellikle daha az sayıda önemsiz olmayan teorem ve daha az uygulamaya sahiptir.
Bir ikili işlemli cebirsel yapı örnekler:
Birçok ikili işlemli cebirsel yapı örnekler:
Bölümler.
Soyut cebirin birçok bölümü vardır. Aşağıdaki bölümlerin dışında modüller, vektör uzayları, kafesler ve alan üzerindeki cebirler bölümler olmaktadır.
Grup teorisi.
Üzerinde bir tane formula_1 ikili işlemi tanımlanmış bir formula_2 kümesi "magma" olarak adlandırılır.
Eğer bir formula_3 magması aşağıdaki üç özelliği şağlıyorsa:
formula_12 kümesine "grup" adı verilir. Basitçe formula_3 gösterimi kullanılır ve işlem belli ise her formula_14 için formula_15 yerine formula_16 yazılmaktadır. Bileşme aksiyomu sağlayan bir magmayı "yarı grup", hem bileşme aksiyomu hem de etkisiz eleman özelliği sağlayan bir magmayı "monoid" denir. Ayrıca formula_3 grubu değişme özelliği de sağlıyorsa:
formula_3 grubu ya "değişmeli grup" ya da "Abelyen grup" denmektedir.
Halka teorisi.
Eğer üzerinde birer tane toplama: formula_21 ve çarpma: formula_22 işlemleri tanımlanmış bir formula_23 kümesi aşağıdaki üç özelliği sağlıyorsa:
formula_28 kümesine "halka" adı verilir. Basitçe formula_23 gösterimi kullanılır. Toplama işlemin etkisiz elemanına genellikle formula_30, çarpma işlemin etkisiz elemanına da formula_31 simgeleri kullanılır.
Alan teorisi.
Eğer formula_32 değişmeli halkası aşağıdaki özellikleri sağlıyorsa:
formula_32 halkasına "alan" adı verilir.
Uygulamalar.
Genel olması nedeniyle soyut cebir, matematik ve bilimin birçok alanında kullanılır. Mesela, cebirsel topoloji, topolojileri incelemek için cebirsel nesneleri kullanır. 2003'te kanıtlanan Poincaré varsayımı, bir manifoldun bağlantılılık hakkında bilgi kodlayan temel grubunun, bir manifoldun küre olup olmadığını belirlemek için kullanılabileceğini ileri sürer. Cebirsel sayılar teorisi, tam sayılar kümesini genelleştiren çeşitli sayı halkalarını inceler. Andrew Wiles, cebirsel sayılar teorisinin araçlarını kullanarak Fermat'ın Son Teoremini kanıtladı.
Fizikte, gruplar simetri işlemlerini temsil etmek için kullanılır ve grup teorisinin kullanımı diferansiyel denklemleri basitleştirebilir. Gösterge teorisinde, yerel simetri gereksinimi bir sistemi tanımlayan denklemleri çıkarmak için kullanılabilir. Bu simetrileri tanımlayan gruplar Lie gruplarıdır ve Lie grupları ve Lie cebirlerinin incelenmesi fiziksel sistem hakkında çok şey ortaya çıkarır; örneğin, bir teorideki kuvvet taşıyıcılarının sayısı Lie cebirinin boyutuna eşittir ve bu bozonlar, Lie cebiri nonabelian ise aracılık ettikleri kuvvetle etkileşime girer.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11105",
"len_data": 5179,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.11
}
|
Otlukbeli Muharebesi ya da Başkent Muharebesi, 11 Ağustos 1473 tarihinde Osmanlı padişahı II. Mehmed ile Akkoyunlu sultanı Uzun Hasan arasında yapılmış bir meydan muharebesidir.
Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılın en büyük savaşlarından biri olarak kabul edilir.
Muharebe öncesi.
Osmanlı ve Akkoyunlu hanedanları arasındaki düşmanlık, Yıldırım Bayezid ve Kara Yölük Osman zamanına dek uzanıyordu. Osmanlılar Karakoyunlularla müttefikken Akkoyunlular da Timur'u desteklemişlerdi.
Uzun Hasan, 1458'de Trabzon İmparatoru IV. İoannis'in kızı Despina Hatun ("Theodora Megale Komnini") ile evlenmiştir. Uzun Hasan, yeğeni Murad'ı İstanbul'a gönderdi. Osmanlı Sultanı II. Mehmed'ten, Trabzon İmparatorluğu vergisinin affedilmesinden başka, Despina Hatun'a çeyiz olarak verilmiş olan Kayseri bölgesini ve önceki hediyeleri istedi. Fatih, vergi işini bölgeye gelerek bizzat halledeceğini bildirdi. Fatih, Uzun Hasan ve müttefiki Trabzon İmparatorluğu ile Gürcülere karşı 1461'de harekete geçti. Uzun Hasan'ın, 1459'da zapt ettiği Koyulhisar'ı aldı. Akkoyunlu ordusu Erzincan'daki Munzur Dağlarında Osmanlılara yenildi. Uzun Hasan, annesini Fâtih'e gönderip, antlaşmayı sağladı. Uzun Hasan tarafsız kaldı ve Fatih, 26 Ekim 1461'de Trabzon'u fethedip, bölgedeki Rum hâkimiyetine son verdi.
1466'dan itibaren Osmanlı kuvvetleri Orta Anadolu'ya girerek Karamanoğullarını takibe başladı. Karamanoğlu kuvvetleri doğuya kaçarken Akkoyunlular sınırı geçti ve 1472'de Osmanlı birlikleriyle çatışmalar yaşandı. Ertesi yıl II. Mehmed, bizzat ordunun başına geçerek doğuya yürüdü.
Ordular ve taktikler.
Uzun Hasan'ın ordusu Karamanoğullarından arda kalanlarla takviye edilmişti. Ordu, kalabalık fakat düzensiz bir Türkmen ordusuydu. Asıl gücünü hafif süvariler ve mızraklı piyadeler oluşturuyordu. Uzun Hasan'ın amacı Osmanlı sipahilerini mızraklı yayalarla devirmek ve süvarileriyle de kıskaca sarıp yok etmekti.
Osmanlı ordusunda her ne kadar topçu yeniçeriler olsa da asıl çarpışmalar sipahiler arasında oldu. Meydan savaşında sonucu belirleyecek olan da sipahiler ile akıncıların hücumu idi. Ancak II. Mehmed, İstanbul'un fethi sırasında gücünü ispatlayan topların meydan savaşında da kullanılmasını istiyordu. Bu amaçla ilk kez hafif havan topları üretildi ve bunlar, doğu seferine götürüldü.
Osmanlı ordusu Doğu Karadeniz dağları arasında ilerlerken Uzun Hasan'ın birlikleri gizlice yaklaştı. Uzun Hasan, dağlarda baskın yapmayı planlamıştı. Osmanlı keşif birlikleri çok yakına sokulan düşmanı son anda fark etti ve II. Mehmed, derhal savaş düzeni alınmasını emretti.
İki ordunun karşılaştığı arazi, akarsu tarafından yarılmış bir vadiydi ve savaşa hiç müsait değildi. Kayalıklar ve engebe yüzünden atların kullanımı çok zordu. Osmanlı beyleri geri çekilip ova bulmayı önerdiyse de düşman bu kadar yakındayken geri çekilme manevrasının tehlikeli olacağını düşünen II. Mehmed muharebe yapmaya karar verdi.
Muharebe öncesinde Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa, Uğurlu Mehmet Bey'in tuzağına düştü ve geri çekilirken Fırat Nehri'nde boğuldu. Bu asker içinde büyük üzüntüye neden olduysa da asıl muharebeler Tercan Ovası'nda Otlukbeli'nde yapıldı. Öncü birliklerle yapılan muharebede Davud Paşa galip gelip Akkoyunlu öncü birliklerini yenilgiye uğrattı. Sonra Akkoyunlu sağ cenah komutanı Zeynel Mirza'nın Davud Paşa'ya hücuma geçmesi üzerine Osmanlı sol cenah komutanı Karaman Valisi Şehzade Mustafa Akkoyunlu sağ cenahını bozguna uğratıp Zeynel Mirza'yı azapların içine çekip onu öldürdü. Böylece Akkoyunlu sağ cenahı bozguna uğrayıp dağıldı. Bu sırada Osmanlı sağ cenah komutanı Amasya Valisi Şehzade Bayezid önce Uğurlu Mehmet Bey'e saldırıp onun savaş alanından kaçmasına neden oldu. Uğurlu Mehmet Bey çekildikten sonra Akkoyunlu sol cenahını Mehmed Bakır komuta ediyordu. Şehzade Bayezid üzerine saldırıp Akkoyunlu sol cenahını bozguna uğratıp, kendisini esir aldıktan sonra Uzun Hasan'a saldırdı. Hem Şehzade Mustafa hem de Şehzade Bayezid'in hücumlarına karşı koyamayan Uzun Hasan yerine kendisine benzeyen bir askerini bırakıp savaş alanından uzaklaştı.
Muharebe sonrası.
Zaferden sonra Osmanlı beyleri düşmanı takibi önerse de II. Mehmed ileri gitmedi. Arazi pusu kurmaya elverişliydi, keşif birliklerinin düşmanı fark etmede geç kalmasını da göz önünde bulunduran II. Mehmed, düşmanın gitmesine göz yumdu.
Ertesi yıl çatışmalar devam ettiyse de Akkoyunlular için çöküş dönemi başladı. Savaştan sonra Fatih Sultan Mehmed, pek çok ülkeye, çeşitli dillerde fetihnâmeler yolladı. Bunlardan biri de, Timurlular'a yollanan, Uygur alfabesiyle yazılmış olan fetihnâmedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11112",
"len_data": 4642,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni (; 6 Mart 1475 - 18 Şubat 1564) veya kısaca Michelangelo ( ), Yüksek Rönesans döneminin İtalyan heykeltıraşı, ressamı, mimarı ve şairidir. Floransa Cumhuriyeti'nde doğan Michelangelo'nun eserleri, Klasik Antik Çağ modellerinden esinlenerek ortaya çıktı ve Batı sanatı üzerinde kalıcı bir etki bıraktı. Michelangelo'nun yaratıcı yetenekleri ve çeşitli sanatsal alanlardaki ustalığı, onu rakibi ve büyük çağdaşı Leonardo da Vinci ile birlikte arketipik bir Rönesans adamı olarak tanımlamaktadır. Günümüze ulaşan yazışmaların, eskizlerin ve anıların sayısı göz önüne alındığında, Michelangelo 16. yüzyılın en iyi belgelenen sanatçılarından biridir. Çağdaş biyografi yazarları tarafından döneminin en başarılı sanatçısı olarak değerlendirildi.
Michelangelo erken yaşta şöhrete ulaştı. En iyi bilinen eserlerinden ikisi olan "Pietà" ve "Davut" heykellerini 30 yaşından önce yaptı. Lorenzo Kütüphanesi tasarımı, Maniyerist mimariye öncülük etti. 71 yaşında, Aziz Petrus Bazilikası'nın mimarı olarak Genç Antonio da Sangallo'nun yerine geçti. Michelangelo, ölümünden sonra bazı değişikliklerle kubbe gibi Batı ucu da kendi tasarımına göre tamamlanacak şekilde planı dönüştürdü.
Hayatı.
Michelangelo, 6 Mart 1475'te Arezzo yakınlarında Caprese’de doğar. Ailesi, o daha bir aylıkken Floransa’ya taşınır. Annesi, kendi altı yaşındayken ölen Michelangelo, 13 yaşına geldiğinde Floransa’da Domenico Ghirlandaio’nun yanına öğrenci olarak verilir. Bertoldo di Giovanni’nin zamanında, Medici ailesine ait olan San Marko bahçesinde çalışan genç Michelangelo, bu arada Lorenzo de' Medici ile tanışır.
Michelangelo, heykeldeki rüştünü kanıtladığı ilk ve en ünlü eseri olan çocuk kral Davud’un heykelini yaptığında henüz 26 yaşındadır. Beş buçuk metrelik bir mermer kütleden çıkaracağı eser için genç dâhi, mermer bloğun yanına bir baraka inşa ederek, yardımcısız bir şekilde, çoğu zaman geceli gündüzlü çalışarak Rönesans sanatının harikalarından biri olarak kabul edilen Davud’u yaratır.
1505 yılında Papa II. Julius tarafından kendine, en önemli başarılarından biri olacak Vatikan’ın yanındaki Sistina Şapeli’nin tavan resimlerinin yapılması işi verilir. 3 yıl sonra başlayacağı bu görevi sanatçı, 520 metrekarelik bir alanda yaklaşık dört yıllık bir çalışmanın ürünü olarak bitirir. Ortasında, her biri Âdem, Havva ve Nuh Tufanıyla ilgili İncil’in Eski Ahit’inden alınma öykülerden esinlenerek yapılan resimlerin bulunduğu dokuz pano bulunan freskin yan unsurları da mitolojik figürlerle bezelidir. Özellikle “"Adem'in Yaratılışı"” ismindeki sahne batı resim sanatının en canlı tasvirlerinden biri kabul edilir.
Son 500 yıldır Hristiyan dünyasının en önemli Şapeli olarak kabul edilen Sistina Şapeli onun en görkemli eseri olarak kabul edilmektedir.
1519 yılında Cosimo de' Medici’nin soyunun son temsilcisi Lorenzo de' Medici’nin ölmesiyle Michelangelo, onunla birlikte genç yaşta ölen Nemours Dükü Giuliano’nun mezarlarının konulduğu kiliseye iki ünlünün heykelini yapar. 1534’te Papa III. Paulus’un heykeltıraşı ve mimarı yapılan Michelangelo’ya Sistina Kilisesi’nin sunak duvarına bir "‘Kıyamet Günü’" tasviri yapmasını ister. Meryem’in Göğe Yükselişi, İsa’nın Vaftizi ve Musa’nın Hükmü’nün anlatıldığı freskler süsler bu duvarı.
Kıyamet Günü tablosuna başından beri muhalefet eden yeni Papa IV. Paulus ise, tablodaki imgelerin fazlaca müstehcen göründüğünü belirterek Michelangelo’dan tabloyu biraz daha ‘düzgün’ hale getirmesini isteyince, ustanın cevabı şu olur: “"Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo da aynı uygunluğa girecektir".” Michelangelo'nun yaşadığı çağ, kendiyle boy ölçüşebilecek derecede yetkin ressam ve heykeltıraşlara da tanıktır aynı zamanda.
Bunların başında Rafael ve Leonardo Da Vinci gelir. Bu sanatçılar arasında keskin ancak hoşça bir rekabet vardır. Anlatılan bir öyküye göre, sanatçının rakiplerinden Rafael ve Bramante, iş birliği yaparak Michelangelo'ya Sistina Kilisesinin işini verdirmeye çalışırlar. Böylelikle, kendini ressamdan çok bir heykeltıraş olarak kabul eden Michelangelo, bu işi kabul etmeyerek Papanın gözünden düşecektir. Hayatının son dönemini Roma'daki Aziz Petrus Bazilikası'nın mimarı olarak geçiren Michelangelo 18 Şubat 1564'te 89 yaşında ölür. Michelangelo'nun ellerinde oluşan romatizmal hastalık sanatçıyı etkilese de çalışmalarına tarzını değiştirerek devam etmiştir.
Rönesans sanatına benzersiz bir etkide bulunan Michelangelo, klasik sanat tekniklerini öğrenmesinin yanı sıra asıl olarak, insan formunu her açıdan tasvir edebilmek için kadavralar üzerinde çalışıp, Yunan ve Roma sanatından devraldığı idealleştirilmiş insan tasarımlarını ulaştığı gerçekçilik boyutunu yakalamaya çalışır. Batı resminin babası olarak bilinen Giotto'nun resmindeki doğallık ve gerçekçilik ile 15. yüzyıl başında tam olarak anlaşılabilen derinlikte perspektif olgusunu geliştirip kendi tarzına temel yapan Michelangelo onlarca heykel, freske imza atıp Roma'nın yeniden inşa ve düzenlenmesinde de önemli görevler almıştır. Onu idolü olarak seçen birçok kişi vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11121",
"len_data": 5164,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.66
}
|
Derebucak, Konya'nın bir ilçesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11129",
"len_data": 35,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 2.35
}
|
Midilli şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11134",
"len_data": 31,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 1.18
}
|
Osman Ferhan Şensoy (26 Şubat 1951, Samsun - 31 Ağustos 2021, İstanbul), Türk tiyatro, sinema ve televizyon oyuncusu; roman, deneme, günlük, televizyon dizisi ve film senaryoları yazarı, şair ve Ortaoyuncular tiyatro topluluğunun kurucusudur.
Tek kişilik oyunu "Ferhangi Şeyler", 1987 yılından itibaren yaşamının sonuna kadar aralıksız devam eden en tanınmış oyunudur. Birçok kesim tarafından "Ferhangi Şeyler'in" stand-up komedilerinin ilham kaynağı olduğu düşünülse de, kendisi bunu "Ferhangi Şeyler’den etkilenmiş olabilirler ama Ferhangi Şeyler bir stand up değildir." diyerek açıklamıştır. Kel Hasan Efendi'den günümüze gelen Ortaoyuncuları Kavuğu'nu Münir Özkul'dan devralmış ve Rasim Öztekin'e devretmiştir.
Her oyununa emeği geçenlere, zaman gözetmeksizin oyun gelirlerinden pay vererek mali olarak da Türk Tiyatrosu'nda kendine özgü bir yer edinmiştir.
Yaşamı.
Gençliği.
1951'de Samsun'un Çarşamba ilçesinde doğan Ferhan Şensoy'un annesi Müjgan Şensoy ilkokul öğretmeni, babası Yusuf Cemil Şensoy ise tüccar ve o dönem Çarşamba belediye başkanıydı.
1957'de Samsun Gazi Osman Paşa İlkokulunda eğitim hayatına başlayan ve 1961 yılında girdiği Galatasaray Lisesinde de bir süre okuyan Şensoy, 1970 yılında Çarşamba Lisesinden mezun oldu.
İlk öykü ve şiirleri Yeni Ufuklar ve Soyut dergilerinde 1969 yılında yayımlanan Şensoy'un, yazdığı skeçler de Devekuşu Kabare'de 1970 yılında oynanmaya başladı.
1971 yılında "Grup Oyuncuları" çatısında ilk profesyonel oyunculuk deneyimini yaşayan Şensoy, 1972-1975 yılları arasında Fransa ve Kanada'da tiyatro eğitimine ve çalışmalarına , "Andre-Louis Perinetti" gibi isimlerle devam ederken Montreal'de "Ce Fou De Gogol" adlı oyunuyla 1975'te "En İyi Yabancı Yazar" ödülünü aldı. Yine Montreal'de "Theatre De Quatre - Sous"'da da, yönetmenliğini yaptığı, "Harem Qui Rit" isimli müzikalde oynadı. Aynı yıl Türkiye'ye döndü.
Türkiye'ye dönmesinin ardından, 1976'da Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nda, yazarlığını da yaptığı "Dur Konuşma Sus Söyleme" adlı oyunda rol alan Şensoy, "Türk Yazarları Tiyatrosu"'nda da oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. Aynı sene ilk televizyon skeçlerini yazmaya başlayan Şensoy, Ali Poyrazoğlu'yla beraber rol aldığı bu skeçlerin birinde, bir garson rolüyle ilk kez televizyona çıktı.
Nisa Serezli - Tolga Aşkıner Tiyatrosu'nda oyunculuk yapan Şensoy, yine 1976 senesi içinde, "TRT"'ye ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda çeşitli skeçler yazdı.
1978'de, ilk kitabı Kazancı Yokuşu'nun yayımlanmasının ardından, yönetmenliğini Temel Gürsu'nun yaptığı "Kızını Dövmeyen Dizini Döver" ile ilk kez bir film çalışması yapan Şensoy, aynı yıl Mete İnselel ile Anyamanya Kumpanya Tiyatrosu'nu kurdu ve kendi eseri olan, "İdi Amin Avantadan Lavanta" oyununda rol aldı ve yönetmenlik yaptı.
Yine 1978'de, yazdığı "Bizim Sınıf" adlı televizyon dizisi ikinci bölümden sonra öğretmenlerin manevi şahsiyetini aşağı gösterdiği gerekçesiyle TRT'de yasaklandı. Daha sonra "Bizim Sınıf", Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nda sahnelenecekti. Oyuncu olarak katıldığı "Evdekiler" ve "Giyim Kuşam Dünyası" televizyon dizileri de yayından kaldırıldı. O sene, Anyamanya Kumpanya'dan ayrılan Şensoy, daha sonra Ayfer Feray Tiyatrosu'na geçti ve oyunculuğa burada devam etti.
1979'da TRT'de, kendi yazdığı "Sizin Dershane" dizisinde oyunculuk yapan Şensoy, Ayfer Feray Tiyatrosu'nda da yine kendi yazıp yönettiği ve müziklerini yaptığı "Hayrola Karyola" oyununda rol aldı. Stardust Gece Kulübü'nde yazdığı "Dedikodu Şov" isimli bir kabare gösterisini, Adile Naşit, Perran Kutman, Pakize Suda, Sevda Karaca ve İstanbul Gelişim Orkestrası'yla sahneleyen Şensoy, aynı kulüpte, Arda Uskan'ın yazıp, Fuat Güner'in müziklerini yaptığı "Kukla" ve "Kuklacı" kabare gösterilerinde rol aldı.
Ortaoyuncular.
1980 yılında Ortaoyuncular adıyla, kendi tiyatrosunu kurdu. 14 Mart 1980'de Harbiye'de, Yapı Endüstri Merkezi Salonu'nda ilk kez perdelerini açan ve günümüze dek 50'yi aşkın oyunun oynandığı Ortaoyuncular'ın bünyesinde, ayrıca Nöbetçi Tiyatro adlı bir gençlik grubu kurarak, yeni tiyatro sanatçılarının yetiştirilmesine katkıda bulundu.
"Şahları da Vururlar" oyununda yönetmen ve oyuncu olarak yer alan Şensoy'un, Fuat Güner'le birlikte müziklerini de yaptığı oyunu, Avni Dilligil Jüri Özel Ödülü ve "Dergi-13"ün, En Başarılı Oyun Ödülü'ne layık görüldü. Kenter Tiyatrosu'nda dört haftalık gösteriden sonra, "Ortaoyuncular", "Şahları da Vururlar"'ı, 10 Kasım 1980'de taşındıkları Beyoğlu'ndaki Küçük Sahne'de sahnelemeye devam etti.
1981'de, "Parasız Yaşamak Pahalı"'yı yazan ve "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" oyununu yazan ve yöneten Şensoy, Fuat Güner ve Özkan Uğur'un müziklerini yaptığı oyunda, Zeliha Berksoy'la beraber rol aldı. "Şahları da Vururlar", oyunun gösterileri sürerken, Ortaoyuncular Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayımlandı.
Şensoy, Küçük Sahne'nin 30. yılı dolayısıyla, "Suzan Uztan" ve Mücap Ofluoğlu'nu Ortaoyuncular'a konuk ederek, Aleksiev Arbuzov'un "Eski Moda Komedyası"nda oynadı. Ofluoğlu'nun sahneye koyduğu oyunun dekorunu yapan Şensoy'un oyundaki performansı kendisine, Tiyatro-81'in, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü getirdi.
1982'de, "Afitap'ın Kocası İstanbul" kitabının yayımlanmasının ardından, Nöbetçi Tiyatro (Nöbetçi Oyuncular)'da Friedrich Dürrenmatt'ın oyununu, "En Büyük Romülüs Başka Büyük Yok" adıyla sahneye koydu. Ayrıca kendi eseri "Kiralık Oyun"'u yönetti, oyunun müziklerini yaptı ve rol aldı.
1983'te, Harbiye Orduevi'nde askere alınan Şensoy, Çorlu'nun Ulaş köyüne asker olarak gitti. Bertolt Brecht'in, 7 şiirinden yola çıkarak yazdığı "Anna'nın Yedi Ana Günahı"nı yöneten Şensoy, "Fırıncı Şükrü, Deli Vahap, Nuri ve Ötekiler" oyununu yazdı ve yönetti.
1984'te, "Nöbetçi Tiyatro"'da, "Afitap'ın Kocası İstanbul"u sahnelemesinin ardından, "İstanbul'u Satıyorum" oyununu yazan Şensoy, askerliği bitince "Şahları da Vururlar" ile yeniden sahneye çıkmaya başladı. O sene kendi yazdığı "Köşedönücü" adlı televizyon dizisinde oynayan Şensoy, yeniden yazıp yönettiği ve müziklerini yaptığı, "Hayrola Karyola" oyununda sahneyi, Nurhan Damcıoğlu ile paylaştı.
1985'te, Aristofanes'ten "Eşek Arıları"nı yeniden yazan Şensoy, oynadığı oyunu yönetirken, "Köşedönücü" filminin senaryosunu yazdı ve yönettiği filmde oynadı. Daha sonra, Nöbetçi Tiyatro'da bir Anton Çehov kurgusu olan, "Çehov'lardan Bir Demet"i sahneye koydu.
1986 yılında yayınlanan "Gündeste" kitabının ardından, 'in skeçleri ve yaşamından yazdığı ve yönettiği, "İçinden Tramvay Geçen Şarkı" oyununda, sahneyi Hümeyra ve Grup Gündoğarken ile paylaştı. Aynı sene, yazdığı "Şey Bey" televizyon dizisinde de oynayan Şensoy, "Parasız Yaşamak Pahalı" adlı oyununu film senaryosu olarak yeniden yazdı ve yönetmenliğini yaptığı filmi çekti. Senaryosunu yazıp oynadığı, "Bir Bilen" filmini de yöneten Şensoy'un o sene, "Ayna Merdiven" adlı bir kitabı daha yayımlandı.
1986'da yazıp yönettiği Muzır Müzikal adlı müzikal, tepki ile karşılaştı. 7 Şubat 1987 günü oyunun 77. gösterisinden sonra, sahnelendiği Şan Tiyatrosu şüpheli bir biçimde yandı. Grup Lokomotif, Derya Baykal, Bülent Kayabaş, Sevil Üstekin ve Tarık Pabuçcuoğlu'nun sahne aldığı oyun yüzünden mahkemeye verilen Şensoy, 21 gün hapis cezasına çarptırıldı.
Muzır Müzikal'in son bulmasının ardından tek kişilik bir gösteri olan "Ferhangi Şeyler"de oynamaya başlayan Şensoy, daha sonra "Varsayalım İsmail" adlı yazıp yönettiği televizyon dizisindeki performansıyla, Nokta'nın "Doruktakiler" ödülünün sahibi oldu.
1988'de, kendisine Ulvi Uraz Ödülü ve Sanat Kurumu Ödülü'nü getiren, "İstanbul'u Satıyorum" oyununu yeniden yazdı ve müziklerini yaptı. Münir Özkul ve Erol Günaydın'ın katılımıyla oynanan oyunun yönetimini de üstlendi. "Düşbükü" kitabını yayımladı.
İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda, Haldun Taner'in Keşanlı Ali Destanı'nı sahneye koyan Şensoy, o sene, Anca Visdey'in "Don Juan ile Madonna" oyununu Fransızcadan çevirdi. Yönettiği oyunda, oyuncu Derya Baykal'la sahneyi paylaşan Şensoy, daha sonra Baykal'la hayatını birleştirdi. Bu evlilikten Müjgan Ferhan (1989) ve Neriman Derya (1990) adında iki kızı oldu.
1988 yılında "Soyut Padişah"ı yazan Şensoy, 1989'da oyununu yönetti ve rol aldı. "İstanbul'u Satıyorum" ve "Ferhangi Şeyler" gösterileri sürerken; "Avni Dilligil Ödülü", "İsmail Dümbüllü Ödülü", "Nasrettin Hoca Mizah Ödülü", "Kültür Bakanlığı Jüri Özel Ödülü", "Hey Girl Dergisi Yılın Oskarları" gibi ödüllerin sahibi oldu.
Ortaoyuncular, "Ses Tiyatrosu"nda.
1989'da Kel Hasan Efendi'den günümüze gelen Ortaoyuncuları Kavuğu'nu Münir Özkul'dan devralan Şensoy, tarihî Ses Opereti'ni onardı ve Ses 1885 adıyla açtı. Sahnenin onarılmasının ardından Ortaoyuncular, "Soyut Padişah"ı oynadıkları Küçük Sahne'den Ses 1885'e taşındılar. Aynı yıl, yönetmenliğini Yavuz Özkan'ın yaptığı "Büyük Yalnızlık" filminde Sezen Aksu ile birlikte oynadı.
1990'da, Pierre Henri Cami'nin yaşamı ve yapıtlarından yola çıkarak yazdığı "Yorgun Matador"'u yönetti.
1991 senesinde, Ünyeli amatör yazar Cihan Öksüz'ün skeçlerinden oluşturduğu, "Aşkımızın Gemisi Fındık Kabuğu" oyununda yönetmenlik ve oyunculuk yapan Şensoy'un "İstanbul'u Satıyorum" adlı eseri, Tomris Uyar tarafından İngilizceye çevrildi.
Aynı sene, "Güle Güle Godot"yu ve Show TV için yaptığı, "Varsayalım İsmail" dizisini yeniden yazan Şensoy, yayımlanan "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" kitabı ile bir kez daha Nokta Dergisi'nin Doruktakiler Ödülü'nü kazandı.
1992'de, "İngilizce Bilmeden Hepinizi I Love You" kitabı yayımlandı. Yazdığı ve yönettiği, Fikret Kızılok'un müziğini yaptığı, "Köhne Bizans Operası"'nda oynadı. "Ferhangi Şeyler", Sidney ve Melbourne'de sergilenirken, "Güle Güle Godot" gösterileri devam etmekteydi.
1993'te, yeniden yazdığı "Parasız Yaşamak Pahalı" oyununu sahneye koyan ve Alper Maral ile birlikte müziklerini yapan Şensoy, "Şu Gogol Delisi" adlı oyununu Türkçe olarak yeniden yazdı. Avni Dilligil En Özgün Oyun Ödülü alan oyun Derya Baykal'a, Avni Dilligil En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü getirirken, Canan Göknil'e de, Avni Dilligil En İyi Giysi Ödülü'nü getirdi.
"Güle Güle Godot" ve "Denememeler" aldı iki kitabı yayımlanan Şensoy'un, "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" oyunu Türk amatör bir tiyatro topluluğu tarafından New York'ta sergilendi.
Devam eden "Ferhangi Şeyler" gösterileriyle, Altın Objektif Ödülü'ne layık görülen Şensoy bu dönemde, atv'de "Kaybet-Kazan" isimli bir yarışma programının sunuculuğunu yaptı.
1994 senesinde, kiraladığı bir gemiyi yüzen tiyatroya dönüştüren ve "İçinden Dalga Geçen Tiyatro" adını verdiği bu geminin tiyatro salonunda, yazdığı ve müziklerini yaptığı, "Seyircili Seyir Defteri" adlı, yönetmenliğini yaptığı oyunda oynayan Şensoy, aynı geminin 2. katındaki barda, gece 00.00'dan sonra, "Kırkambar-Gece Tiyatrosu" kabare gösterisini sergiledi. Perdesini Kuruçeşme'de açan, daha sonra demir alarak Fenerbahçe'ye giden bu yüzen tiyatro projesi, Ferhan Şensoy'a İsmail Dümbüllü Ödülü'nü getirdi.
Kanal D televizyonunda, "Bağımsız Federe Ferhan Şensoy Televizyonu" isimli haftalık bir program yapan Şensoy'un "Güle Güle Godot" adlı eseri, Paris'te amatör bir tiyatro topluluğu tarafından Fransızcaya çevrilerek, "Adieu Godot" ismiyle oynanırken, "Hayrola Karyola" oyunu da, Yugoslavya'da Prizren Kültürevi Türk Tiyatrosu'nda oynandı. Aynı sene Amsterdam'da bir Türk tiyatro topluluğu tarafından oynanan "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" ve "Parasız Yaşamak Pahalı" oyunları daha sonra da, "Amsterdam Deneme Sahnesi Topluluğu" tarafından sahneye kondu.
"Haneler" oyununu yeniden yazan ve Antalya Devlet Tiyatrosu'nda sahneleyen, daha sonra da Anca Visdey'nin "Femme-Sujet" isimli oyununu Fransızcadan Türkçeye, "Aptallara Güzel Gelen Televizyon Dizileri" adıyla çeviren Şensoy, Altın Frekans Ödülü'nü kazandı.
1995 senesinde, Flash TV'de "Akşam Traşı" isimli canlı yayın bir söyleşi programına başlayan ve yazıp yönettiği "Üç Kurşunluk Opera"da oynayan Şensoy, yazdığı ve müziklerini yaptığı, "Felek Bir Gün Salakken" adlı tek kişilik oyununun dünya prömiyerini Çarşamba'da yaparak, bir Anadolu turnesiyle oynamaya başladı. 82 kez Anadolu'da sergilenen ve "1. Uluslararası Maşusa Kültür ve Sanat Festivali"'ne katılan oyun, 84. perdesini İstanbul'da açtı.
Kanal D için "Boşgezen ve Kalfası" isimli televizyon dizisini yazan Şensoy, yönettiği oyunu, o sene Kültür Bakanlığının En İyi Topluluk Ödülü'nü alan "Ortaoyuncular"'la birlikte oynadı.
1996'da, Şensoy'un "Ferhangi Şeyler" adlı oyunu, Stuttgart, Duisburg, Bochum, Berlin, Wuppertal, Köln, Nürnberg, Münih, Frankfurt, Hamburg, "Amsterdam" ve Zürih'te sergilendi.
"Kaplama Alanı Dışında" isimli film senaryosunu yazan ve "Oteller Kitabı" adlı eseri yayınlanan Şensoy'un, yayımlanmamış kitabı, "Gecedeste"den Numarasız Sayfalar, Öküz Dergisi'nde yayımlandı.
Daha sonra Cumhuriyet Gazetesi'nin haftalık mizah eki "Dinozor"da yazmaya başlayan ve "Güle Güle Godot" oyunu Huroman Nevruzova'nın çevirisiyle Rusya'da oynanan tiyatrocunun 1989'de onardığı Ses 1885, statik sorunlardan ötürü kapandı. Bu ikinci onarım döneminde Ortaoyuncular, yurt içi, yurt dışı ve İstanbul'un değişik semtlerinde turnelere çıktılar.
1997'de, "Aptallara Güzel Gelen Televizyon Dizileri"nin Londra'da iki kez sergilenmesinin ardından, Haldun Taner'in, düzyazı, öykü, skeç ve şarkılarından, "Haldun Taner Kabare" isimli bir oyun kurgulayan ve Derya Baykal'ın sahneye koyduğu oyunda rol alan Şensoy, o sene 11 Aralık'ta, kendisine En Başarılı İletişimciler Ödülü ve En İyi Deneme Yazarı Ödülleri'ni getiren "Ferhangi Şeyler" gösterisini 1266. kez sahneleyerek, onarımı tamamlanan Ses 1885'i yeniden açtı.
1998'de, "Falınızda Rönesans Var" adlı bir kitabı yayımlanan Şensoy, yazdığı "Çok Tuhaf Soruşturma" adlı oyunu sahneye koydu. "Amsterdam" ve Brüksel'de sergilenen "Ferhangi Şeyler"; Münih, Köln, Stuttgart, Essen, Frankfurt, , Sidney ve Melbourne'de sergilenen "Felek Bir Gün Salakken"de, 400. gösterisine ulaştı.
1999 senesinde, eşi "Derya Baykal" için, "Şu An Mutfaktayım" adlı tek kişilik kadın oyununu yazan Şensoy, Haziran 1999'da Ayın İletişimcisi Ödülü'nün sahibi olurken, "Ferhangi Şeyler", Londra, Gazimağusa, Washington, New York, Montreal ve Toronto'da sergilenerek 1350. gösterisine ulaştı. Cine 5 için yazıp yönettiği ve müziklerini yaptığı, "Ferhan Şensoy T.V." isimli tek kişilik bir televizyon programı hazırlayan Şensoy, Oyun Atölyesi'nde 'un, "Dolu Düşün Boş Konuş" isimli oyununu sahneye koydu ve oyunun sahne dekorlarını yaptı.
2000'de, Anton Çehov'un eseri Vişne Bahçesi'ni, çağdaş bir Karadeniz öyküsü şeklinde, "Fişne Pahçesu - Çehov Lazdur Laz Kalacaktur" adıyla kendi üslubuyla baştan yazan Şensoy, Ortaoyuncular'la sahneye koyduğu oyunun dekorunu da yaptı. O sene, "Ferhangi Şeyler" oyunu 1400. ve "Felek Bir G" oyunu 450. gösterilerine ulaşan Şensoy, Avni Dilligil En İyi Yönetmen Ödülü'nü aldı.
2001'de, Ortaoyuncular'la sahneye koyduğu ve kızları Müjgan Ferhan Şensoy ve Neriman Derya Şensoy'un profesyonel oyunculuğa ilk adımı attıkları, "Sahibinden Satılık Birinci El Ortaoyunu"nu yazan ve yöneten Şensoy, oyunun dekorunu da kendisi tasarladı. Bu oyunla Avni Dilligil En İyi Yazar Ödülü'ne layık görülen Şensoy, Radio Contact'da "Radyostrofobi" adlı bir radyo programı yapmaya başladı.
Aynı sene, Terakki Vakfı Onur Ödülü'nün sahibi olan ve özgeçmişini yazdığı "Kalemimin Sapını Gülle Donattım adlı" adlı romanı yayımlanan Şensoy, kendi yazdığı ve Ortaoyuncular'la sahneye koyduğu, "Kökü Bitti Zıkkım Zulada" oyununun dekor ve kostüm tasarımlarını yaptı. Tek kişilik "Ferhangi Şeyler" oyunu Londra'da ikinci kez sergilenerek 1447. gösterisine ulaşan ve Unima Geleneksel Türk Tiyatrosu’na Hizmet Ödülü'nü alan Şensoy'un, "Güle Güle Godot" oyununun bir bölümü "Adieu Godot" ismiyle, "Nicole Gagnon"'un çevirisiyle Fransa'da, "De L’Adriatique a la Mer Noire" isimli bir oyun antolojisinde yayımlandı. "Soyut Padişah" oyunu da, Konya Devlet Tiyatrosu'nda Nur Subaşı'nın rejisiyle sahnelendi.
2002'de, Ortaoyuncular'la sahneyi paylaştığı, "Kahraman Osman" isimli oyununu yazan Şensoy, "Rum Memet" isimli öykü kitabının yayımlandığı 2002 senesinin Kasım ayında, "Biri Bizi Dikizliyor" adlı oyunu yazdı. Ortaoyuncular'la beraber oynadığı oyunun dekor ve kostümünün tasarımını da yapan Şensoy, o sene Sanat Kurumu En İyi Yazar Ödülü ve Afife Jale - Muhsin Ertuğrul Ödülü'nün sahibi oldu.
Şensoy'un, "İngilizce Bilmeden Hepinizi I Love You" adlı kitabı, Nicole Gagnon tarafından Fransızcaya çevrilerek, Montreal'de Fransızca - Türkçe olarak, "Bizim Anadolu Dergisi"'nde, parçalar hâlinde yayımlandı. "Ferhangi Şeyler", Amsterdam ve Rotterdam'da da sahnelenerek, 1495. gösterisine ulaşırken, "Felek Bir Gün Salakken" adlı eseri de, 496. gösterisine ulaştı.
2003'te, "Beni Ben mi Delirttim" isimli oyunu yazan Şensoy, bu oyunda sahneyi, Ortaoyuncular ekibinden Elif Durdu ve Ali Çatalbaş ile paylaştı. "Kabaremajör" adıyla bir kabare gösterisi yazan Şensoy, daha sonra yazdığı "Dün Gece Ormanda Çok Komik Bi Şey Oldu" adlı gösteriyi, Ortaoyuncular'la Maslak Park Orman'da, özgün bir ortamda sahneye koydu.
Kitaplık Dergisi'nde denemeler yazmaya başlayan Şensoy, "Ferhantoloji" adlı kitapta kendisine ait tüm eserlerinden seçtiği çeşitli parçaları topladı.
2004'te, Tayfun Güneyer'in "Şans Kapıyı Kırınca" adlı filminde rol alan oyuncu, Ortaoyuncular'la sahneye koyduğu, dekor ve kostümünü yaptığı ve oynadığı "Uzun Donlu Kişot" isimli bir oyun yazdı. Aynı sene, Derya Baykal'dan boşanan Şensoy, yönetmenliğini Mert Baykal'ın yaptığı, senaryosu kendine ait olan, Pardon isimli filmde oynadı. Türsak Onur Ödülü'nün sahibi olan Şensoy, Fevzi Tuna'nın yönettiği, "Aktör Eskisi" isimli televizyon filminde rol aldı. Viyana, Brüksel, Rotterdam, ve 'dakiler dâhil 1530 kez sahnelenen "Ferhangi Şeyler"in ve 506. kez sahnelenen "Felek Bir Gün Salakken"in yazar yönetmen ve oyuncusu Şensoy, o sene Nokta Dergisi'nin Doruktakiler ödülünün sahibi oldu.
2005'te, "Eşeğin Fikri", "Hacı Komünist" ve "Elveda SSK" adlı üç kitap yayımlayan Şensoy, Deneme Sahnesi 35. Yıl Ödülleri'nde, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nün sahibi oldu. Eski oyunlarından, "Kiralık Oyun"u, Ortaoyuncular'ın 25. yılı dolayısıyla tekrar sahneye koyan Şensoy, aynı sene, Nasrettin Hoca Altın Eşek Gülmece Ödülü'nün de sahibi oldu. "Beni Ben mi Delirttim" adlı oyunu, Insbruck ve Bregenz'dekiler dâhil olmak üzere, 203. kez sahnelendi.
2006'da "Pardon" filmiyle Mizah Üretenler Derneğinin En İyi Senaryo ödülünü alan ve kendi yazdığı "Aşkımızın Son Durağı" isimli oyununu, Ortaoyuncular'la sahne koyan Şensoy'un, "Beni Ben mi Delirttim" oyunu, Sidney ve Melbourne'de de gösterilere başladı.
2007'de Fername isimli tek kişilik oyununu yazdı, oynadı ve dekorunu yaptı, bu oyunuyla İsmet Küntay "En İyi Oyun Yazarı" ödülünün sahibi oldu. 10 yıl sonra yeniden "Ortaoyuncular"ın amatör kolu "Nöbetçi Tiyatro"'ya sınavla öğrenci almaya başladı. "Elveda SSK" kitabıyla "Altın Sayfa Son Beş Yılın En İyi Mizah Kitabı Ödülü'nü" aldı. 2007 sonunda "Ferhangi Şeyler" 1603., "Beni Ben mi Delirttim?" 235., "Kiralık Oyun" 181., "Aşkımızın Son Durağı" 83. gösterisine, Anadolu'nun her bölgesinde ve yurt dışında Nürnberg, Ludwigshafen Festivali, Hamburg, Gent, Deventer ve Amsterdam'da sergilenen Fername 133. gösterisine ulaştı.
2008'de M. Uğur Yağcıoğlu'nun senaryosunu yazıp yönettiği filminde oynadı. Daha önce TV dizisi olarak yazdığı Boşgezen ve Kalfası'nı tiyatro oyunu olarak yeniden yazdı, Nefrin Tokyay'ın katılımıyla, "Ortaoyuncular"’la sahneye koydu ve oynadı. Karagöz ile Boşverin Beni kitabı yayımlandı. Ferhangi Şeyler 1624., Beni Ben mi Delirttim? 242., Lefke, Girne ve Gazimağusa'da da sergilenerek Fername 213., Aşkımızın Son Durağı 91., Boşgezen ve Kalfası 36. gösterisine ulaştı.
2009'da 2019 - Bilimsiz, Kurgusal Güldürü oyununu yazdı, yönetti, dekoru, giysileri ve müziği hazırladı. Oyun 24 Ocak'ta Ortaoyuncular ile sahnelenmeye başladı.
9 Mayıs 2009 günü Eskişehir Kültür Merkezi'nde sahneye koyduğu "Fername" oyununda -mizahi yolla- önceki darbelerden daha çok darbe nedeni bulunduğunu söylediği ve salonun bir kısmının alkışlarla destek verdiği, bir kısmının da salonu terk ettiği iddia edilmiş ve haber yapılmıştır. Fakat kısa sürede haberin yanlış olduğu, manipülasyon yapıldığı ortaya çıkmıştır. Şensoy'un ilgili açıklaması şöyledir: "Haber, gerçeği yansıtmamakla kalmayıp suçlayıcıdır. 2006'dan beri sahnelediğim Fername oyununda; 'Daha önce yapılan üç askerî darbe ottan bo.tan sebeplerle yapıldı. Asıl darbe yapmak için geçerli sebepler şimdi var ama darbe yapan yok. Bu ülkenin darbe vakti geldi fakat asker bir şey yapmıyor. 1980'de yapılan darbe sırf Kenan Paşa'nın resim merakından dolayı yapıldı. Darbe yapacaksanız şimdi yapın.' cümleleri oyunun metninde yoktur. Zaten benim üslubum değildir. Bu cümleler, darbelerle alay ettiğim ve sonunda darbe istemediğimi belirttiğim sahneyi Eskişehir'de 232. oyunu izleyen bir sivrizekânın yorumudur. Gene haberde belirtildiği gibi o sahnede ne alkışlama ne de salonu terk eden olmuştur. Bu da söz konusu sivrizekânın aynı zamanda yalancı olduğunu gösteriyor. 295 Eskişehirli izleyici şahidimdir. Darbelerle alay ediyorum elbette ama kendi üslubumla mizah yapıyorum. Sonunda da darbe istemediğimi net olarak belirtiyorum. Zaten benim darbe istemeyeceğimi insanların bilmesi gerek."
2009 yılında, "Yılın En İyi Yapım", "En İyi Yönetmen" ve "En İyi Erkek Oyuncu" dallarında 34. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri'nin sahibi Ses 1885-Ortaoyuncular'ın "2019" oyunuyla Ferhan Şensoy oldu.
2010'da "Ruhundan Tramvay Geçen Adam" ve "İşsizler Cennete Gider" oyunlarını yazan Şensoy, bu oyunları yönetti, giysi ve dekorunu yapıp Ortaoyuncular ile sahneledi.
2011 yılında "Aydınlık" gazetesinde haftalık köşe yazıları yazmaya başladı.
Prömiyeri 15 Mart 2012'de yapılan "Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği" oyununu yazdı, yönetti ve Ortaoyuncular'la sahneye koydu.
Sırasıyla 2012 yılında "Başkaldıran KurşuNkalem" kitabı, 2015 yılında "Kedittin Direniş" kitabı ve en son 1 Kasım 2019 tarihinde "Gecedeste" kitabı "Ortaoyuncular Yayınları" tarafından yayımlandı.
Ölümü.
Sağlık sorunları nedeniyle 2021 yılının Haziran ayında anjiyo işlemi yapılmış, Temmuz ayında bir iç kanama geçirmiş ve sanatçı, bir süredir tedavi görmekte olduğu İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesinde ciddi kalp damar hastalıkları ve solunum yetersizliği nedeniyle 31 Ağustos 2021 tarihinde, gece saat 02.30 sıralarında, 70 yaşında ölmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11135",
"len_data": 22185,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.37
}
|
Grafik tasarım bir mesajı iletmek, bir görseli geliştirmek veya bir düşünceyi görselleştirmek için metnin ve görsellerin algılanabilir ve görülebilir bir düzlemde, iki boyutlu, üç boyut ve dört boyut olarak organize edilmesini içeren yaratıcı bir süreçtir. Baskı, ekran, hareketli film, animasyon, iç mimari, ambalaj tasarımı gibi birçok ortamda dijital veya dijital olmayacak bir şekilde uygulanabilir. Grafik sanatı ve grafik tasarımlarda, görsel sanatların temel ilkeleri olan hizalama, denge, karşıtlık, vurgulama, hareket, görüntü, oran, yakınlık, tekrarlama, ritim ve birlik geçerlidir. Grafik tasarım için grafik tablet, grafik yazılımı, uygulama yazılımı ve programları kullanılır.
Grafiker, Almanca "Graphiker" kelimesinin karşılığı, Grafik Tasarımcı ise İngilizce "Graphic Designer" kelimesinin karşılığı olup aynı manaya gelmektedir.
Tarih.
Grafik tasarım tarihi, MÖ 14,000'lerde yapılmış mağara resimlerine ve İÖ 4. yüzyılda yazının başlamasına dayandırılabilir. Sonraları daha çok el yazması dini içerikli kitaplar ilk yayınlar olacaktır. Johann Gutenberg'in Avrupa'da 1450'lerde hareketli matbaayı icadı ile kitaplar yaygınlaşmaya başlamıştır. O dönemlerde entelektüel düşünce, din etrafında olduğundan ilk basılıp dağıtılmaya başlanan kitaplar dinsel kitaplardır. Basılı yayınlar için harf ve metin dizimi erken dönem grafik tasarım pratikleridir.
Asıl çıkış noktası ise; sanayileşme ve modern yaşama geçiş ile, özellikle de fotoğrafın keşfi ile ortaya çıkan İzlenimcilik ve Post-İzlenimcilik akımlarının sonrasında başlamıştır. Çünkü resim sanatı farklı bir yöne ilerlemeye başlamış ve grafik, afiş, ürün katalogları vb. öne çıkmaya başlamıştır. Gazetenin ortaya çıkmasıyla reklam ve tanıtım öne çıkmıştır. Örneğin; ürün katalogları ilk önceleri fotoğraflarla değil gravür baskılar ile yapılmaktaydı. İşlerin tanıtımını ve duyurusunu yapan afişler de kendi içerisinde ayrı bir alan haline geliyordu. Bu alanlarda ilk çalışanlar da grafiker, grafik sanatçısı veya tasarımcı değil ressamlardı. Bu yüzden resimsel özellikleri önde, tipografik özellikleri geri planda kalıyordu. Fakat baskı tekniklerinin ilerlemesi, fotoğrafın geliştirilmesi ve tipografinin önem kazanması ile özellikle afiş tasarımı ve dolayısıyla grafik sanatlar resimden ayrı, tasarımın birer dalı olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye'de İbrahim Müteferrika ilk defa 14 Aralık 1727'de Müteferrika Matbaası kurulmuştur. Burada basılan kitaplar dünya kitap tarihine ve Osmanlı kültürü tarihine dair önemli bilgiler vermektedir. Bu matbaada 1729-1742 tarihleri arasında 16 kitap basılmıştır. 1729'da "Vankulu Lugati" Arapça harflerle ilk basılan kitaptır. Katip Çelebi'nin 1732'de basılan "Cihannuma"sı içinde harita ve çizimler vardır. J. B Holderman'ın "Grammaire Turque" kitabı 1730'da Osmanlı'da Latin alfabesini kullanan ilk baskı olmuştur. 1732 yılında basılan "Tarih-i Hind-i garbi" (Amerika'nin keşfi), Amerika hakkında Müslüman bir yazar tarafından yazılan ilk kitaptır, 13 tahta baskı içerir.
II. Meşrutiyet'in sağladığı özgürlük ortamında, grafik sanatının günlük uygulamalarda kullanımına ilişkin ilk ciddi girişim olarak 1909 yılında İlâncılık Kolektif Şirketini görmekteyiz. Basın ilanı alanında yapılan çalışmalar, önce Balkan Savaşı, ardından yaşanan 1. Dünya Savaşı nedeniyle yaşamını sürdürememiştir. Bilinen ilk sanatsal grafik uygulaması Ferah Tiyatrosu için hazırlanan afiş çalışmasıdır. Bu dönemde yurt dışından gelen tüketim ürünlerinin afişleri de yapılmıştır.
1891-1896 arasında William Morris tasarladığı kitaplarla zamanına göre çok başarılı grafik tasarım işler üretmiştir. William Morris'in isleri, grafik tasarım için bir pazar olduğunu göstermiştir. Bu dönemler tasarımın sanattan ayrılmaya başladığı dönemlerdir. Ayrıca Münch pre-refaeritler ortaya çıkmıştır. Bu pre-refaeritler; resimleri idealize edilmiş, hayali, gerçek dışı kadın ve erkek tipolojisi, duygunun ve aşkın yüceliğine yönelik resimlerdir. Bu resimlerde anlatım yalınlaşmış, detaylar kaybolmuştur. İzleyenin baktığında hemen anlayabilmesi amaçlanmıştır. Münch'ün resimleri de grafik tasarım alanında yapılan ön hazırlık çalışmaları olarak kabul edilmektedir.
Birinci Dünya savaşı sonrasında 19. yüzyılın sanat ve tasarım görüşlerine tepki olarak yeni düşünceler oluşmaya başlamıştır. 1919'da Almanya'nın Weimar şehrinde kurulan Bauhaus okulu sanat ve tasarım alanında birçok yeniliğin öncüsü olmuştur.
Günümüzde Grafik tasarım büyük ölçüde bilgisayar programları aracılığı ile yapılmaktadır.[""]
Aletler.
1980'lerin ortalarında, masaüstü yayıncılık ve grafik sanatı yazılımı uygulamaları, daha önce manuel olarak yürütülen bilgisayar görüntüsü işleme ve oluşturma yeteneklerini tanıttı. Bilgisayarlar, tasarımcıların mizanpaj veya tipografik değişikliklerin etkilerini anında görmelerini ve geleneksel medyanın etkilerini simüle etmelerini sağladı. Kalemler gibi geleneksel araçlar, sonlandırma için bilgisayarlar kullanıldığında bile faydalı olabilir. Bir tasarımcı veya sanat yönetmeni, yaratıcı sürecin bir parçası olarak çok sayıda kavramın taslağını çizebilir. Stiluslar, el çizimlerini dijital olarak yakalamak için tablet bilgisayarlarla birlikte kullanılabilir.
Bilgisayarlar ve yazılım.
Çoğu tasarımcı, geleneksel ve bilgisayar tabanlı teknolojileri birleştiren karma bir süreç kullanır. İlk olarak, bir fikri yürütmek ve onay almak için elle işlenmiş düzenler kullanılır, ardından cilalanmış görsel ürün bir bilgisayarda üretilir.
Grafik tasarımcıların görüntü oluşturma, tipografi ve mizanpaj için yazılım programlarında yetkin olmaları beklenir. 1990'ların başından beri grafik tasarımcılar tarafından kullanılan popüler ve "endüstri standardı" yazılım programlarının neredeyse tamamı Adobe Inc.'in ürünleridir. Adobe Photoshop (fotoğraf düzenleme için raster tarama tabanlı bir program) ve Adobe Illustrator (çizim için vektör tabanlı bir program) genellikle son aşamada kullanılır. Dünyanın her yerinden bazı tasarımcılar CorelDRAW kullanıyor. CorelDraw, Corel Corporation tarafından geliştirilen ve pazarlanan bir vektörel grafik düzenleme yazılımıdır. Vektör grafiğini düzenlemek için kullanılan açık kaynaklı yazılım Inkscape'dir. Inkscape'te kullanılan birincil dosya biçimi Ölçeklenebilir Vektör Grafikleri'dir (SVG). Dosyayı başka herhangi bir vektör biçiminde içe veya dışa aktarabilirsiniz. Tasarımcılar, çalışmalarında genellikle çevrimiçi tasarım veritabanlarından önceden tasarlanmış raster grafik ve vektör grafikleri kullanırlar. Raster görüntüler Adobe Photoshop'ta, vektör logolar ve çizimler Adobe Illustrator ve CorelDraw'da düzenlenebilir. Nihai ürün, InDesign, Serif PagePlus ve QuarkXPress gibi başlıca sayfa düzeni programlarından birinde birleştirilebilir.
Birçok ücretsiz ve açık kaynaklı program, hem profesyoneller hem de sıradan kullanıcılar tarafından grafik tasarım için kullanılır. Bunlardan bazıları vektör grafikleri için Inkscape, fotoğraf düzenleme ve görüntü işleme için GIMP, dijital boyama için Krita ve sayfa düzeni için Scribus'u içerir.
Meslekler.
Grafik tasarım kariyer yolları, yaratıcı yelpazenin tüm bölümlerini kapsar ve çoğu zaman örtüşür. Çalışanlar, tasarım hizmetleri, yayıncılık, reklamcılık ve halkla ilişkiler gibi özel görevleri yerine getirir. 2023 itibarıyla ortalama maaş yıllık 50.710 dolardı. Sektördeki ana iş unvanları genellikle ülkeye özgüdür. Grafik tasarımcı, sanat yönetmeni, yaratıcı yönetmen, animatör ve giriş seviyesi prodüksiyon sanatçısını içerebilirler. Hizmet verilen sektöre göre sorumluluklar "DTP ortağı" veya "Grafik Sanatçısı" gibi farklı unvanlara sahip olabilir. Sorumluluklar, videografi, video sanatı, video üretimi, video editörü, illüstrasyon, fotoğrafçılık, animasyon, görsel efektler veya etkileşimli tasarım gibi özel becerileri içerebilir.
Grafik tasarımcılar, tasarım danışmanlıkları veya marka ajansları gibi şirketlerde çalışabilir, diğerleri ise yayıncılık, pazarlama veya diğer iletişim şirketlerinde çalışabilir. Özellikle kişisel bilgisayarların kullanılmaya başlanmasından bu yana birçok grafik tasarımcı, tasarım odaklı olmayan organizasyonlarda şirket içi tasarımcı olarak çalışmaktadır. Grafik tasarımcılar ayrıca kendi şartları, fiyatları, fikirleri vb. üzerinde çalışarak serbest meslek ve uzaktan çalışma yapabilirler.
Bir grafik tasarımcı genellikle sanat yönetmenine, kreatif direktöre veya kıdemli medya kreatifine rapor verir. Bir tasarımcı daha kıdemli hale geldikçe, tasarım yapmak için daha az, marka geliştirme ve kurumsal kimlik geliştirme gibi daha geniş yaratıcı faaliyetlerde diğer tasarımcılara liderlik etmek ve onları yönlendirmek için daha fazla zaman harcarlar. Müşterilerle daha doğrudan etkileşim kurmaları, örneğin özetleri almaları ve yorumlamaları beklenir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11137",
"len_data": 8667,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.95
}
|
Bauhaus; 20. yüzyılda mimari, tasarım, sanat alanlarında yeni akımlar yaratmış bir okuldur. Kurulduğu zaman dünyanın en seçkin ve çağdaş mimarlarını, sanatçılarını, bir araya getirerek, yalnızca bir eğitim kurumu yaratmamış, aynı zamanda bir üretim merkezi ve tüm bunların konuşulup tartışıldığı bir yer haline gelmiştir.
Günümüzde iki şehirde eğitime devam edilmektedir: Berlin ve Münih.
Bauhaus Nedir?
Bauhaus mimaride olduğu kadar endüstriyel tasarım ve şehir planlama gibi konularda yenilikler getirmiş, yeni bir mimari akım yaratarak, sanatın tüm dallarını etkilemiştir.
Bauhaus'un kuruluşundaki ilk hedef kombine bir mimarlık okulu, zanaat okulu ve güzel sanatlar akademisi yaratmaktı. Savaş sonrası Gropius'a göre yeni bir mimari stil başlamalıydı. Daha fonksiyonel, ucuz ve kalıcı ürünlerin üretildiği bir stil. Böylece Gropius sanat ve zanaatı birleştirerek, fonksiyonel ve sanatsal ürünler yaratmak istiyordu.
Bauhaus'a göre mimarlık, ressamlık, heykeltıraşlık ve zanaatkârlık iç içe olmalıydı. Walter Gropius; sanatçıyı, zanaatkarın yücesi olarak görürdü.
Makina Bauhausçular tarafından pozitif bir eleman olarak değerlendiriliyordu. Bu sebeple endüstri ürünleri tasarımına da önem veriyorlardı.
Temel tasarım dersi fikri ilk burada oluşmuş ve günümüzde dünyadaki çoğu mimarlık okullarınca benimsenmiştir.
Bauhausta öznel yaklaşım benimsenmişti. Okula gelen öğrencilerin öğretmenlerini, birini ya da bir stili taklit etmeleri yerine kendi yollarını bulmaya teşvik ediyorlardı.
Bauhaus Sanat ve Tasarım Okulu.
Bauhaus Sanat ve Tasarım Okulu mimar Walter Gropius tarafından kurulmuş olan 1919 - 1933 yıllarında Almanya'da var olan bir tasarım, mimarlık ve uygulamalı sanatlar okulu. Kuruluşundan 1925'e kadar Weimar'da, 1932'ye kadar Dessau'da ve son aylarında Berlin'de eğitim hayatına devam etmiştir.
Bauhaus, öğrencileri eşit derecede sanat ve teknik olarak uzman işçilik konusunda eğiterek ikisi arasındaki ayrılığı sona erdirmeye çalışmıştır. Bauhaus'un en temelinde sanatsal ve uygulamalı öğretim yatıyordu. Her öğrenci kendi seçtiği çalışma atölyesine katılıp bitirdikten sonra, mecburi hazırlık kursunu tamamlamak zorundaydı. Böylelikle temel zanaat bilgisi, tasarım parametreleri ve uygulama bir araya getirilmişti. Bauhaus'un amaçlarından birisi de sanayileşme sonrası girilen modernleşme sürecinde sanatçıya, aslında bir zanaatkar olduğunu ve zanaatı olmadan sanatının bir anlam ifade etmediğini hatırlatır. Sanatçıyı, zanaatkarlar loncasının en üst seviyesinde konumlandırır. Atölye çalışmalarına kabul edilmeden önce, Bauhaus'taki öğrencilerin Johannes Itten, Josef Albers ve László Moholy-Nagy tarafından çeşitli şekillerde öğretilen altı aylık bir ön kursu almaları gerekiyordu. Üç yıllık atölye eğitiminin ardından ise öğrenciler kalfalık diplomasına layık görülüyordu.
Bauhaus'ta Mimarlık.
Bauhaus bildirisine göre tüm sanatların birleştiği en yüksek nokta binalardı. Bauhausun Weimar'daki ilk yıllarında dersler Walter Gropius'un ortağı Adolf Meyer tarafından kısa dersler olarak veriliyordu. Bauhaus'un çalışma atölyeleri ise Gropius'un kendi mimarlık ofisinde gerçekleşmekteydi. Burada yeni bir mimarlık stili yaratılmakla kalınmamış yeni yaşama biçimleride geliştirilmişti. 1927'de Walter Gropius, Hannes Meyer'a mimarlık bölümünün başına geçmesini teklif etti. Hannes Meyer içinde tasarım, yapı, planlama, şehir tasarımı ve teknik ressamlığın bulunduğu bir eğitim sistemi oluşturdu.
1930'dan 1933'e kadar Ludwig Mies Van der Rohe başkanlığa geldi. Mies Van der Rohe'ye göre bir öğrencinin Bauhaus'a girebilmesi için bir takım dersleri almış ve belirli bir yetkinliğe ulaşmış olması gerekiyordu. Böylelikle Bauhaus'u doktora eğitimi veren bir okul haline getirdi.
Bauhaus'ta Sanat.
Bauhaus'taki ilk öğretmenler sanatçılardı. Modern resimle ilgili çok sayıda fikir üretildi. Wassily Kandinsky, Elisabeth Kadow, Paul Klee ve diğer Bauhaus sanatçıları resimlerin geleneksel kavramlarından uzaklaşarak, soyutlamaya ve sanatsal tasarımın teorilerini ve yasalarını analiz etmeye yöneldiler.
Bauhaus'taki Atölyeler.
Uygulamalı çalışmalar Bauhaus'ta çok önemliydi.
Atölyelerden bazıları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11139",
"len_data": 4109,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.81
}
|
Eugène Ionesco (Rumence: Eugen Ionescu, d. 26 Kasım 1909 – ö. 28 Mart 1994), uyumsuz tiyatronun önde gelen yazarlarından biridir. Sıradan durumların ötesinde bireyin var oluşundaki anlamsızlığı kendine özgü bir dille anlatmaktadır.
Yaşam öyküsü.
Resmi internet sitesine göre 1912, başka kaynaklara göre 1909 yılında Romanya'da doğan Ionesco'nun babası Rumen, annesi Fransız'dır. Çocukluğu Fransa'da geçen Ionesco anne ve babasının boşanmasının ardından 1925 yılında Romanya'ya döner. 1928 – 1933 yılları arasında Bükreş Üniversitesi'nde Fransız Edebiyatı okuyarak öğretmenlik sertifikası alan Ionesco, burada Emil Cioran ve Mircea Eliade ile tanışır.
1936 yılında Rodica Burileanu ile evlenerek sıra dışı çocuk öykülerini ithaf ettiği bir kız babası olur. 1938 yılında doktora çalışmasını tamamlamak için ailesiyle birlikte Fransa'ya döner. II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle Marsilya'ya taşınan aile, Fransa'nın özgürlüğe kavuşmasından sonra 1944 yılında Paris'e yerleşir.
1967 yılında İsrail'e gider ve daha sonra öz yaşam öyküsünde Yahudi kökenli olduğunu açıklar.
1970 yılında Fransa Akademisi üyeliğine seçilen Ionesco, (accession speech, Fransızca) birçok ödüle de layık görülmüştür. Bunlardan bazıları: Tours Festivali Film Ödülü, 1959; Prix Italia, 1963; Society of Authors Theatre Prize, 1966; Grand Prix National for theatre, 1969; Monaco Grand Prix, 1969; Austrian State Prize for European Literature, 1970; Kudüs Ödülü, 1973; bunun yanında New York Üniversitesi ve Leuven (Belçika), Warwick (İngiltere), Tel Aviv (İsrail) üniversiteleri tarafından fahri doktora derecesine lâyık görülmüştür.
84 yaşında ölen Ionesco, Paris'teki Montparnasse Mezarlığı'na gömülmüştür.
Genellikle Fransızca yazmasına rağmen Romanya'nın en çok gurur duyduğu isimlerden biridir. Rumenlerin bu konudaki temel kırgınlığının, gerçek adı olan Eugen Ionescu yerine isminin Fransızca söylenişi olan Eugène Ionesco olarak tanınması olduğu bilinir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11146",
"len_data": 1935,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.57
}
|
Go (Japonca: 囲碁, "igo"; Çince: 圍棋 / 围棋, "wéiqí"; Korece: 바둑, "baduk"), tahta üzerinde oynanan iki kişilik çok eski bir strateji oyunudur. Çin kökenli bir oyun olmakla birlikte bütün Doğu Asya'da tanınır ve yaygın bir şekilde oynanır. Oyunda siyah ve beyaz renklerdeki küçük ve yuvarlak taşlar kullanılır. Oyuna siyah taşlar başlar. Siyah taşların kimde olacağına karar vermek içinse önce beyaz oyuncu eline sayısını bilmeden birkaç taş alır. Siyah oyuncu ise, beyaz oyuncunun elinde bulunan taşların sayısının tek mi yoksa çift mi olduğunu tahmin etmeye çalışır. Eğer doğru tahmin ederse siyah oyuncu siyah oyuncu olarak kalır. Eğer tahmini yanlış çıkarsa beyaz oyuncu, siyah oyuncu olur ve siyah oyuna başlar. Sırası gelen oyuncunun kendi taşını oyun tahtasındaki mümkün olan bir yere yerleştirmesiyle oyun devam eder. Tahtaya konulan taşlar, esir alınmadığı müddetçe oyun sonuna kadar hareket edemez. Tüm taşlar aynı değere sahiptir ancak birbirleri arasındaki stratejik konum oyunun yapısını belirler. Oyun sonunda en çok alana sahip olan oyuncu oyunu kazanmış olur.
Oyunun Amacı ve Yapısı.
Oyunun temel amacı şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir: İki general bir bölgeyi kontrol altına almak istemektedir. Bunun için ilk önce gözetleme kuleleri dikerler ve sonra da kendileri için güvenli bir pozisyon kurmaya çalışırlar. Oyunun amacı rakibi tamamen ortadan kaldırmaktan veya onun taşlarını esir almaktan çok onun karşısında avantajlı bir konuma geçerek kendi taşlarınızla mümkün olabildiğince çok alanı kontrol altında tutmaktır.
Go, kuralları çok basit olmakla birlikte oldukça karmaşık bir oyundur. Go oyununda, taşların hareket kabiliyeti satrançtaki gibi sınırlı değildir. Dolayısıyla bir taşı oynayabileceğiniz çok fazla alan vardır. Satranç oyununda ilk yarım hamle için 20, ikinci yarım hamle için de 20, tam hamle (bir beyaz bir siyah) için ise 400 olasılık vardır. Go oyunundaysa ilk taş (siyah) için 361 olasılık, ikinci taş (beyaz) için 360 olasılık, toplamda ise 129.960 olasılık vardır. Hamle çeşitliliği o kadar çoktur ki bir go oyuncusunun ustalaşma evresi ömrünün sonuna kadar sürebilir.
Go'da stratejik hareket etmek önemli olsa da, oyunun tek önemli noktası değildir. Go, insanı düşündüren yönüyle meditasyona ilham verebilir, hatta insanın iç dünyasına bir ayna tutarcasına kendi kişiliğini ve dahası karşısındaki rakibin kişiliğini de yakından tanımasına imkan tanır. Go birçok atasözünün çıkış noktası olmuştur, çünkü Go hayatın gerçeklerini minyatür halde yansıtmaktadır.
II. Dünya Savaşı'na ABD'nin savaşa giriş sebebi olan Pearl Harbor Saldırısı'nın etkisi ve tahribatının temelinde bir Go manevrasının ("yalnız olan taşa saldır") yer aldığı bilinmektedir.
Geçmişi.
Go bugün dünya üzerinde oynanan en eski oyundur. Çin efsaneleri kökenini kral Yao'ya dayandırmaktadır. Bu efsanelere göre Yao oğluna astronomiyi öğretmeye çalışmaktadır ancak bir türlü oğlu yıldız sistemlerini anlayamamıştır. Bunun için bir tahta üzerine taşları dizerek açıklamaya çalışır ve Go oyunu Çin'de bu şekilde wéiqí (veyçi) ismiyle doğar. Go'nun kökenine ait kesin bulgular ise bundan 2500 yıl öncesine, Çinli kralların birbirleri ile savaştıkları yıllara dayanır.
Han Hanedanlığı zamanında Go gözle görülür bir şekilde halk arasında yayılmaya başlamıştır. Ayrıca elit kesim tarafından da kabul gören bir hobi olmaya başlamıştır. Bu devirde Go ile alakalı düşülen ilk kayıt MS 127 yılını göstermektedir.
Çin tarihinde ayrı bir öneme sahip olan Tang Hanedanlığı zamanında ise Go ilk altın çağını yaşamaktadır. Bu hanedanlık döneminde Go oyunu saraya kadar girmiştir. Bu hanedanlık zamanında Çin kültürü en yüksek seviyeye ulaşmıştır ayrıca gelişmiş bir bürokrasi sistemi de kurulmuştur. Bu bürokratik sistem çok sayıda eğitimli bürokatı içinde barındırmaktaydı ve bu durum yeni bir elit kesimin doğmasına yol açmıştır. Bunlar da dönemin diğer elit kesimleri gibi Go ile yakından ilgilenmekteydiler. Oyuna olan ilgi ileriki hanedanlıklar zamanında da devam etti. Song kralı Huizong ve Ming başbakanı Zhang Juzheng Go'yu sıkça oynarlardı. Krallık rejiminin 1911'de yıkılması ile (Çin'in diğer bütün toplumsal değerleri gibi) Go oyunu da toplum içindeki önemini kaybetti. Ancak Kültür Devrimi'nden sonra tekrar toplumun gözünde hakettiği değeri kazanmaya başladı.
Go'nun Japonya'daki Tarihi.
Efsaneye göre Japonya'ya Go'yu getiren kişi Çin'in başkenti Çang-an'da görev yapmış olan Japon büyükelçisi Kibi no Makibi'dir. 717 ve 735 yılları arasında Çin'de bilim ve sanatla ilgili çalışmalar yürüten Kibi no Makibi ülkesine dönerken yanında bir adet Go oyunu da götürmüştür. Sonraları bu oyuna "Go" adını verir ve oyun Japonya'da o adla anılmaya başlanır. Kibi no Makibi sayesinde oyun kısa sürede aristokratlar arasında yayılır. Kibi no Makibi'nin Go'yu Japonlar'a tanıtmasından 100 yıl önce de oyunun adı Japon kayıtlarında zikredilmektedir. Zamanla Go Japonlar arasında yayılmaya başlar ve ikinci altın çağına girer. Oyunun bugün uluslararası arenada Çince adıyla değil de Japonca adıyla anılmasının sebebi de bu altın çağa dayanmaktadır.
17. yüzyılın başlarında, Edo Dönemi'nin başlaması ile Japonya'nın siyasi dengesi tamamen değişmiştir. Tokugawa ailesinden gelen yeni şogun, Go oyununa o kadar meraklıydı ki Go'nun geliştirilmesini ve yayılmasını devlet eliyle desteklemeye başlamıştı. Bununla birlikte en iyi Go oyuncusunun tespit edilebileceği, Oshirogo adlı turnuvaların yapılmasını emretti. Bu turnuvayı kazananlar ödül olarak o zamanlarda Go oyunu üzerine akademik eğitim vermek üzere inşa edilen dört büyük Go hanedanı için burslar elde ediyorlardı. Bu okulların adları şöyledir: Honinbo Hanedanı, Inoue Hanedanı, Yasui Hanedanı ve Hayaşi Hanedanı.
Bu dört hanedan arasındaki büyük rekabet Go oyuncularının seviyesinin yükselmesine sebep oldu. O zamanki Go oyuncularının seviyesine bugüne kadar kimse ulaşamamıştır. Ayrıca bu zaman diliminde dövüş sporlarından esinlenilerek rütbe sistemi de geliştirilmiştir. Edo Dönemi'nin en iyi Go oyuncusu kendi adıyla anılan açılışı bulan Shusaku Kuwahara'dır. 33 yaşında koleradan ölünceye kadar 19 kez ardı ardına Oshirogo şampiyonluğunu kazanan Shusaku'nun bulduğu Shusaku açılışı, 20. yüzyıl'ın ortalarına kadar yaygın olarak kullanılmıştır.
Tokugawa Şogunluğu'nun yıkılmasından sonra yönetimin Go okullarına verdiği destek de son bulmuştur. Bugün Japonya'da, dönemin en güçlü oyuncularını yetiştiren Honinbo Hanedanı onuruna Honinbo Turnuvası düzenlenmektedir.
Go çeşitli sebepler yüzünden uzunca bir süre sadece erkeklerin oynadığı bir oyun olmuştur. Turnuvaların kadınlara açılması ve kadın oyuncuların arasından gittikçe daha güçlü oyuncular (özellikle Rui Naiwei) çıkması, kadın Go oyuncularının da erkek rakipleri kadar yetenekli olduğunu ispatlamaktadır.
Son 20 yılda Çin ve Kore'nin Go oyununda yaptığı büyük atılımlar, Japonya'nın uluslararası turnuvalardaki hegemonyasını kaybetmesine yol açmıştır.
Go, Avrupa'da ve Kuzey Amerika'da 100 yıldır tanınmasına rağmen hâlâ çoğunlukla Asyalıların oynadığı bir oyun olmayı sürdürmektedir. Dünya çapında büyük çoğunluğu Uzak Doğu'da olmak üzere 100 milyondan fazla Go oyuncusu olduğu tahmin edilmektedir. Japonya'da 10 milyona yakın Go oyuncusu olduğu tahmin edilmektedir. Go oyuncularını konu alan Japon anime ve manga serisi "Hikaru no Go", Go'nun çocuklar ve gençler arasındaki popülerliğini büyük şekilde artırmıştır. Bugün dünya üzerindeki Go kulüplerinin, Go şirketlerinin, genç Go oyuncularının sayısı hızla artmaktadır.
Go ve Felsefe.
Go'nun felsefi yönünü ve kültürel değerini açıklayan çeşitli efsaneler vardır. Bu efsanelerden birine göre eski zamanlarda yaşamış bir Çin kralı oğluna disiplini, konsantrasyonu ve ruhsal dengeyi öğretmek için bu oyunu icat etmiştir. Kralın oğlu büyüyünce büyük bir Go oyuncusu olmakla kalmayıp aynı zamanda dengeli bir kişiliğe sahip bir kral olmuştur. Diğer bir efsaneye göre eski Çin generalleri savaş alanını zihinlerinde daha iyi canlandırabilmek için yanlarında bir adet tahta ve çok sayıda taş götürüyorlardı ve oyunun kökeni de bu yönteme dayanıyordu. Bu efsanelerde Go'nun iki temel özelliğine vurgu yapılmaktadır; kendini, kişiliğini geliştirmek ve iki olgunun çarpışmasını resmetmek... Go hakkındaki efsanelerde çoğunlukla, Taoizm'den kaynaklanan ve Go oyununun da temel güçleri olan Yin ve Yang'a da değinilmiştir.
Go sadece mantıkla kavranabilecek bir oyun değildir. Onun karmaşık ve derin yapısını anlamak için kuvvetli iç güdüler ve çok fazla tecrübe gereklidir. Bu noktada Go Budizm'in "Mantığa dayanan bir aydınlanma sadece aldatıcı bir aydınlanmadır" felsefesiyle de uyuşmaktadır.
Go oyununda aşırı cesaret ile korkaklık, güvenlik ile risk, saldırı ile savunma arasında (aslında temeli Uzak Doğu dinlerine dayanan) mükemmel bir denge vardır. Go ile diğer batılı oyunlar arasındaki en belirgin fark (satrançdaki mat olgusu gibi) tamamen kazanma veya rakibi tamamen yok etme diye bir durumun olmamasıdır. Kazanan oyuncunun diğer oyuncudan farkı, tahta üzerindeki alanların büyük miktarına egemen olmasıdır. Kaybeden oyuncu tamamen yok olmuş değildir, sadece diğer oyuncudan daha az alan kontrol etmektedir.
Go ve Bilgisayarlar.
IBM'in geliştirmiş olduğu Deep Blue bilgisayar satranç sistemi, en sonunda 1997 yılındaki bir maçta Dünya Satranç Şampiyonu Garry Kasparov'u yendi. Elbette ki bu durum, Deep Blue her insandan daha "güçlü" şeklinde basitleştirilebilir; ancak şunu söyleyebiliriz ki; yeryüzünde ancak bir avuç insan Deep Blue'yu alt edebilecek yetilere sahiptir. Buna karşılık, günümüzde mevcut olan en güçlü Go programını yenebilecek insan sayısı milyonlarla ifade edilmektedir (Bilgisayar dünyası Go oyunu ile 40 yıldan uzun bir zamandır tanışmış durumdur). Madalyonun öbür yüzünde ise, günümüzdeki programcılar en iyi dereceleri olan 10 kyu seviyesini geliştirmiş olmaları ile övünebiliyorlar. 10 kyu ile, yani bir amatör dan oyuncusu derecesinden neredeyse bir düzine "taş" daha zayıf seviye ile (Seviyeler arasındaki her sayı farkı 1 "taş" olarak kabul edilir. Örneğin 1 den, 2 kyu seviyesinden 2 taş yüksektir).
Bilgisayarların oynadığı Go'daki gelişimi izlemek, beraberinde bilgisayarlar için düzenlenen Go turnuvalarının ve yarışmaların başlamasını da getirmiştir. Bunlar arasında en ünlüsü, 1.600.000 dolarlık Ing Ödülü'dür hiç kuşkusuz. Bu devasa ödül, profesyonel bir Go oyuncusunu yenebilecek programın tasarımcısına Ing Chang-Ki Wei-Chi Eğitim Fonu tarafından 1985-2000 yılları arasında vadedilmiştir. Ancak bu süre zarfında kimse ödülü kazanacak tasarımı gerçekleştirememiş ve önceden belirlenen limit sonunda, vadedilen ödül de ne yazık ki kaldırılmıştır. Günümüzde bu ödülün süresinin uzatılması hâlâ ümitle beklenmektedir. Çünkü, hiç kuşku yok ki bu tip büyük ödüllerin varlığı araştırmalar için önemli bir itki görevi görecektir.
"Bir bilgisayarın insanı Go'da alt etmesi belki yüzyıl alır -belki daha fazlasını" diyor oyunun hayranlarından biri olan astrofizikçi Dr. Piet Hut ve ekliyor; "Makul bir zekâya sahip birisi Go oynamayı öğrendiğinde birkaç ay içinde tüm bilgisayar programlarını yenebilir. Bunun için Kasparov olmak zorunda değilsiniz"." Buna paralel olarak, bir emekli kimya profesörü olan Dr. Chen Zhixing ise "Go en yüksek düzeydeki entelektüel oyundur." diyor. Dr. Zhixing, uluslararası yarışmalarda birçok ödül sahibi olan Handtalk programının gelişimine altı yılını adamış biri. Bu konudaki son sözü ona bırakırsak eğer; "Go oyununda tahtada açılan şekillerin güzelliği tam anlamıyla göz kamaştırıcı ve hamle dizileri zihni hipnotize edici bir müzik gibi etki gösterebiliyor. Esas olan da, bilgisayarın bu görsel müziği anlayıp besteleyebilmesini sağlamak".".
Ömrümüz yeter de yapay zekâ da yaşamımızda yerini alırsa, o zaman oyundaki gelişimin nerelere varacağı mutlak bir merak konusu haline gelir. Kim bilir, belki de bir bilgisayarın Dünya Go Şampiyonu'nu yenmesi yapay zekâ devriminin gerçekleştiğine dair en büyük işaretlerden biri olacaktır.
Deep Mind tarafından geliştirilen yapay zekâ temelli Go oyuncusu AlphaGo'nun Lee Sedol ile yaptığı 5 serilik maç AlphaGo'nun 4-1'lik zaferiyle sonuçlandı. Dünyanın 2. numaralı Go oyuncusu konumundaki Sedol, büyük rekabet öncesinde 4-1 veya 5-0 kazanacağını düşünüyordu. 5 set oynanan maç 9 Mart tarihinde başlayıp 15 Mart 2016 tarihinde sonuçlanmıştır.
Türkiye'de Go Oyunu.
Batı'nın Go ile tanışması nispeten yeni olmuştur. Klasik anlamdaki Batı'nın bu tanışma süreci yüzyıllarla ifade edilmektedir. Türkiye ise süre bağlamında emekleme dönemini yaşıyor denilebilir. Buna rağmen özellikle son yıllarda büyük bir ivme kazanan oyuncular Türkiye Go Oyuncuları Derneği (TGOD) etrafında örgütlenmektedirler.
Türkiye'de Go'nun -bilinen- gelişimi Türkiye Go Oyuncuları Derneği resmi sitesinde şu şekilde aktarılmaktadır:
Türkiye'de düzenlenen Go turnuvaları şunlardır:
Bunların haricinde Türkiye'de kurumsal/bireysel çabalarla daha farklı turnuvalar da düzenlenmektedir. Bu etkinliklerin birçoğuna dernek resmi sitesinden ulaşılabilir.
Seviyelendirme.
Go oyununda karate ve judo gibi dövüş sanatlarındaki seviyelendirme sistemine benzer bir sistem kullanılır. Seviyelendirme sistemi üç ana eksende yürümektedir: Öğrenci (kyu), usta (dan) ve profesyonel (pro veya dan pro).
Oyuna yeni başlayan birinin seviyesi "25 kyu"(Queron) olarak kabul edilir (Nihon Ki-in). En yüksek öğrenci seviyesi ise "1 kyu"dur. Oyunda yetkinlik kazandıkça seviye yükselir. 1 kyu seviyesini geride bırakan oyuncu "1 dan" olmuştur ve artık 'oyunu biliyorum' diyebilir.
Pro olmak içinse bir takım eğitim periyotlarından geçip Uzak Doğu'daki seçmelere katılmak gerekmektedir. Bu süreci başarıyla geçen oyuncular profesyonel oyuncu olur ve "pro" unvanını alırlar. Bu süreci geçmemiş olan dan seviyelerindeki oyuncular "amatör dan" olarak isimlendirilirler. Go oyununda bir profesyonel tarafından ulaşılabilecek en yüksek seviye "9 dan"dır. Geleneksel olarak amatörler için seviye "7 dan" ile sınırlandırılmıştır ve Japonya'da "8 dan" çeşitli amatör turnuvaların birincilerine onursal bir unvan olarak verilir. Ancak ülkeden ülkeye ve internet üzerinde sunucudan sunucuya seviye sistemleri değişiklik göstermektedir.
Profesyonellik unvanı yalnızca Uzakdoğu'daki profesyonel Go dernekleri tarafından verilebilir. Profesyonel olmak isteyen batılı oyuncular da Uzakdoğu'ya giderek oradaki sınavlardan geçmek zorundadırlar. Japonya'da Nihon Ki-in ve Kansai Ki-in, Kore'de Hankuk Kiwon, Çin'de Zhōngguó Weíqí Xíehuì bu işlemleri yürüten profesyonel Go dernekleridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11147",
"len_data": 14383,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.71
}
|
Çaça ("Sprattus sprattus"), ringayı andıran küçük bir deniz balığı.
Avrupa sularında yaşar, gümüşi pulları ve açık gri renkte eti vardır. Bu balığın eti %12-13 civarında yağ içerir ve vitamince zengindir. Bu et konserve yapılabilir, tuzlanabilir, kızartılabilir, ızgara yapılabilir, fırınlanabilir, salamura yapılabilir. Ege Bölgesi'nde Papalina olarak da adlandırılır.Karadeniz'de de bolca bulunur, çiftlik balık yemi olarak balık unu fabrikalarina satılır.
Bu balık en çok Norveç ve İskoçya kıyılarında avlanır. Baltık Denizi'nde de bolca avlanır.
Kaynakça.
İngilizce Vikipedi'deki sprat maddesi
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11158",
"len_data": 597,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.47
}
|
Aerosmith, 1970 yılında ABD'nin Massachusetts eyaletinin Boston şehrinde kurulmuş bir rock müzik grubudur. Gruba "Boston'ın Kötü Çocukları" ve "Amerika'nın en büyük rock and roll grubu" yakıştırmaları yapılır. Aerosmith, blues kökenli hard rock tarzındaki müzikleri ile birçok rock grubuna ilham kaynağı olmuştur.
Aerosmith, 1970'te, vokalist Steven Tyler'ın gitarist Joe Perry ile bir dondurma salonunda tanışmasıyla kuruldu. Perry, Tyler'a rock-caz topluluğunda yer alması için teklifte bulundu. Tyler ile Perry, yanlarına basçı Tom Hamilton'u da alarak bir üçlü kurmaya karar verdiler. Çok geçmeden ikinci gitarı da Ray Tabano kullanmaya başladı. Ancak kısa bir süre sonra Tabano yerine Brad Whitford geldi. Davulcu Joey Kramer'in de gruba dahil olmasıyla Aerosmith, Boston'da, 1970'in sonuna doğru kurulmuş oldu.
İlk konserinden sonra adını "Arosmith" yerine "Aerosmith" olarak değiştiren grup, başarısıyla kısa zamanda Boston'un dışına çıkmaya başladı. Grup, 1972 yılında Max Cansas City'de verdikleri konserden sonra Columbia/CBS Records'la kontrat imzaladı. Ve ilk albümleri 1973 yılında yayımlandı. Aerosmith, 1975 yılında yayımlanan ""Toys In The Attick" ve 1976 yılında yayımlanan "Rocks" albümleri ile büyük başarı yakalayarak süper star statüsüne ulaştı. 70'lerin sonuna gelindiğinde "Blue Army"" adındaki hayran grubu ile dünyanın en popüler hard rock grubu konumunda olan Aerosmith, uyuşturucu bağımlılığının açtığı sorunlar ve grup üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar nedeni ile ayrılıklar yaşadı. 1979 yılında Joe Perry, 1981 yılında ise Brad Whitford gruptan ayrıldı. Jimmy Crespo ve Rick Dufay'yi kadrosuna dahil eden grup 1982 yılında "Rock In A Hard Place" albümünü yayımladı fakat eski albümleri kadar başarılı olmadı.
1984 yılında Joe Perry ve Brad Whitford gruba geri döndü. ""Geffen Records" ile imzalanan kontrat ve Steven Tyler'ın 1986 yılında uyuşturucu bağımlılığından kurtulmak için girdiği rehabilitasyonun arından Aerosmith, 1987 yılında yayımlanan "Permenant Vacation" albümü ile rock müzik tarihinin en çarpıcı ve göz kamaştırıcı geri dönüşünü gerçekleştirdi ve 70'li yıllardaki popülerliklerini tekrar kazandı. Grup, 1989 yılında "Pump", 1993 yılında "Get A Grip" ve 1997 yılında "Nine Lives"" albümleri ile birçok hit şarkıya imza atıp ödüller kazanarak popüler kültürde bir fenomen haline geldi.
Aerosmith, Rolling Stone dergisinin "Tüm Zamanların En Büyük 100 Sanatçısı" listesinde 57. sırada yer almıştır. Ayrıca 66,5 milyonu ABD sınırları içinde olmak üzere; sattığı 150 milyon albüm ile gelmiş geçmiş en fazla albüm satan Amerikalı rock grubudur. 2001 yılında "Rock and Roll Hall of Fame" tarafından onurlandırılan grup başta dört Grammy ödülü olmak üzere birçok ödül kazanmıştır.
Tarihçe.
1970'ler.
Grubun ilk albümü 1973 yılında, kendi adını taşıyarak ortaya çıktı. Bu albümden çıkan ilk single, "Dream On" başlangıçta listelerde 59 numaraya kadar yükselmiş, 1973 yılının Nisan ayında 10 numaraya çıkmayı başarmıştır.
Hem yavaş şarkıların, hem de bol ritimli rock'n roll şarkıları sonucunda ünleri 1970'lerin ortalarında iyice artmış, o yıllarda birçok altın ve platin plak kazanmışlardır.
Topluluğun ikinci albümü "Get Your Wings" (1974) tam 86 hafta listelerde kaldı. Bu albüm ayrıca daha uzun yıllar birlikte iş yapacakları yapımcı Jack Douglas ile yapılan ilk çalışmaydı. Yurtçapında verdikleri konserlerle grup adını duyurmaya devam etmiştir. Asıl başarılarını ise 1975 yılının Nisan ayında piyasaya çıkan ve dünya çapında 6 milyon satan "Toys In The Attic"le kazanmışlardır.
Dördüncü albüm "Rocks" 1976 yılının Mayıs ayında piyasaya çıktı. Rocks, sadece Amerika'da 3 milyon sattı ve albümler listesinde 5 numaraya kadar yükseldi. Albümden çıkan singleları, "Back In The Saddle" listelerde 40 numarada kalabildi.
1977'nin başlarında Aerosmith bir süre ara vererek, sonraki albümleri üzerinde çalışmışlardır. Grup yükselişlerini, 1977 yılının Kasım ayında piyasaya çıkardıkları "Draw The Line" albümüyle sürdürmelerine karşın; eleştirmenler tarafından beklenilen ilgiyi göremedi ve Led Zeppelin'in bir türevi olarak nitelendirilmekle kaldı. Grup, 1978 yılında Amerika'da bir dizi küçük turne düzenledi.
1978 yılında, "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band" adlı filmde büyük başarı kazanan parçaları "Come Together"ı bestelendi ve performanslarının ardından grubun '73 ve '78 yılları arasında verdikleri konserlerin bir toplaması olan ve grubun ilk canlı albümü olan "Live Bootleg" piyasaya çıktı. Bu sırada Tyler ve Perry arasında çözüm bulunamayan sorunlar çıkmaya başladı.
Topluluk 1979'un sonunda, çalışmalarını daha önceden bitirdikleri albümleri "Night In The Ruts"i çıkardı. O sıralar Joe Perry, kendi ismini taşıyan grubunu oluşturmak üzere gruptan ayrıldı. "Night In The Ruts", Aerosmith'in en az satan albümleri olarak kaldı.
1980'ler.
1980 yılında gruba Jimmy Crespo katıldı fakat, gitarist Brad Whitford "Whitsford-St. Holmes Band"ı kurmak üzere gruptan ayrıldı.
Grup üyeleri alkol ve uyuşturucu sorunları yüzünden hayranlarının gözünde düşüş yaşasalar da, 1980'lerin sonuna doğru rock tarihinde en göze çarpan dönüşlerden birini gerçekleştirdiler. Yeni gitaristler Jimmy Crespo ve Rick Dufay'ın da katılımlarıyla grup eski günleri hatırlamak üzere bir "En İyiler" albümü çıkardılar, albüm 6 milyondan fazla sattı. Yeni kadrosuyla Aerosmith 1982'de "Rock In a Hard Place"i piyasaya sürdü. Albüm listelerde 32. sıraya kadar yükselebildi. Albüm, grubun diğer albümlerinin yanında pek de başarılı olamadı.
Sonraları Perry ve Whitford'un gruba dönmeleriyle "Back In The Saddle" turnesi gerçekleştirildi. Turnenin ilk ayaklarından birinde Steven Tyler'ın sahnede bayılması, grubun alkol ve uyuşturucuyla başının hala dertte olduğunu göstermiş oldu.
Ertesi sene Aerosmith asıl kadrosuyla 1979'dan sonra yaptığı ilk albüm "Done With Mirrors" piyasa çıktı. Bu albümde Aerosmith ilk kez Geffen Records ile çalışmıştır. Albüm, "Rock In A Hard Place" kadar başarılı olmasa da grubun canlandığının göstergesi olmuştur.
1985 yılının Kasım ayında "Down Wıth Mirrors" albümü Geffen Plak Şirketi'nden yayınladı ve ardından Tyler ve Perry uyuşturucudan kurtulabilmek için rehabilitasyon programına katıldılar. Albüm çıkardıkları ilk iki albüm kadar başarılı bulundu, fakat 80'lerde ortaya çıkan yeni rock gruplarıyla başedebilmek için soundlarını biraz değiştirdiler.
1986 yılında "Toys In The Attic" albümünde yer alan parça "Walk This Way" şarkısının rap grubu Run DMC ile tekrar kaydedilmesiyle uluslararası bir başarı kazanılmış oldu.
1987 yılının Ağustos ayında piyasaya çıkan "Permanent Vacation" albümü grubun en fazla satan albümlerinden biri oldu. Albümde 'Dude (Looks Like A Lady)' şarkısı Amerika müzik listelerinde 14 numaraya kadar yükseldi.
1988 yılının Ağustos ayında, bir toplama albümü olan "Gems" piyasaya çıktı. Aynı yıl MTV Müzik Ödülleri'nde "En İyi Grup" ve 'Dude (Looks Like A Lady)' klibiyle de "Klipte En İyi Sahne Performansı" ödüllerini Aerosmith aldı.
1989 yılının Eylül ayında, piyasaya çıkan "Pump" albümünden 'Janie's Got A Gun', 'Love In An Elevator' ve 'What It Takes' parçalarına çektikleri kliplerle o yıl adından en fazla bahsettiren gruplardan biri oldu. Albüm Amerika'da 7 milyon satarken, MTV Müzik Ödülleri'nde 'Rag Doll'un klibiyle de "En İyi Heavy Metal Video" ödülünü aldılar.
1990'lar.
1991 yılında grup ilk Grammy Ödülünü; 'Janie's Got A Gun' parçasıyla "En İyi Rock Performansı" dalında aldı. Aynı yıl Aerosmith, Sony Records'la anlaşma imzaladı. Eylül ayında ise, Boston Garden Hall Of Fame ödülünü kazandı ve 'The Other Side'a çektikleri kliple de MTV'de "En İyi Metal/Hard Rock Video" ödülünü aldılar.
1993 yılının Nisan ayında, "Get A Grip" albümü yayınlandı. Single'lar 'Livin' On The Edge', 'Cryin', 'Crazy' ve 'Amazing' tüm dünyada çok büyük başarı kazandı. Albüm Amerika'da yedi milyon satarken, piyasaya çıkan Guns N' Roses gibi gruplarla baş etmeye çalışmışlar ve bunu başardıklarını göstermişlerdir.
1994 yılının Kasım ayında, çıkan "Big Ones" albümü ile başarılarını sürdürmüşlerdir. Grup, 90'lı yılların ortasında tekrar Colombia Records'la anlaşma imzaladı ve 1997 yılında "Nine Lives" albümlerini piyasaya sürdüler.
1998 yılında Aerosmith, Simpsonlar'ın 200. bölümünde televizyonda görüldü. Ve Ağustos ayında Armageddon filminin soundtracki olan "I Don't Want A Miss A Thing"i piyasaya sürdüler. Parça, Amerika'da müzik listelerine 1 numaradan giriş yaptı ve 4 hafta boyunca 1 numarada kalırken, İngiltere'de ilk 10'a girmeyi başardı. Ekim ayında grubun canlı performanslarının yer aldığı "A Little South Of Sanity" albümü piyasaya sürüldü.
2000'ler.
2000 yılında ise, "VH1: 100 Greatest Rock Songs" için 35 numarada yer alan parçaları "Walk This Way" ve 47 numarada yer alan parçaları "Dream On"u tekrar kaydettiler.
2001 yılının Mart ayında "Just Push Play" albümü piyasaya çıkarken, single 'Jaded' müzik listelerinde bir numaraya kadar yükseldi.
2003 yılında 'O, Yeah! – The Ultimate Aerosmith Hits' isimli best of albüm yayınlandı.
2004 yılında grup kariyerinin 25. albümü olan 'Honkin’ On Bobo' ile bir blues-rock albümü yayınladı. Albüm, grubun blues'da da iddialı olduğunun bir göstergesi oldu.
Albüm sonrasında bir konser DVD'si "You Gotta Move in December 2004" ü çıkardılar.
2005'te Steven Tyler "Be Cool" filminde oynadı. Aynı yıl Joe Perry solo albümünü çıkardı. 2006 Grammy Ödüllerinde, "Mercy" parçasıyla "En iyi erkek rock enstrümantal performansı" dalında ödül aldı.
2005, Aerosmith "Rockin' the Joint" CD/DVD'sini yayınladı. Grubun Lenny Kravitz'le yaptığı çalışmalar Amerika'da hızla tükendi. Aerosmith, baharda bir tur düzenlemeyi planlarken, üyelerden bazılarının rahatsızlıkları nedeniyle plan iptal edildi. 22 Mart 2006'da vokalist Steven Tyler'ın boğazından ameliyat olacağı ve turların ertelendiği açıklandı.
Tyler ve Perry 4 Temmuz nedeniyle Boston Pops Orkestrası ile bir konser verdi. Bu Tyler'ın ameliyat sonrası ilk performansıydı. Bu sırada, grup Mötley Crüe ile 2006 sonbaharında tura çıkacağını açıkladı.
24 Ağustos 2006'da Tom Hamilton'un da boğaz kanseri olduğu açıklandı.
17 Ekim 2006'da "Devil's Got a New Disguise - The Very Best of Aerosmith" albümü tamamlandı. Grubun yeni albümlerinin 2007 baharında tamamlanacağı açıklandı.
2008 yılında Guitar Hero adlı dünyaca ünlü gitar simülasyonu, Aerosmith adında bir oyun çıkardı.
2009 Yaşanan Sorunlar.
Aerosmith solisti Steven Tyler, 1 Kasım 2009 tarihinde Abu Dabi 50.000 kişiye verilen muhteşem bir konserden sonra solo çalışmak isteğini ve üstü kapalı Aerosmith'ten ayrılabileceğini ifade etmişti. Daha sonra Joe Perry, Las Vegas Sun'a yaptığı açıklamada en son konserden beri kendisiyle konuşmadığını, Steven Tyler'ın grup arkadaşlarının telefonlarına çıkmadığını, sanal alemden aldığı bilgiler doğrultusunda Tyler'ın gruptan ayrıldığını ve yerine gerekirse başka bir vokalist alınabileceğini belirtti.Hatta Perry, Twitter adresinde 'Kim Aerosmith'e vokal olmak ister' diye bir yazı yayınladı.Bütün bunlara rağmen en son olarak, 10 Kasım 2009 tarihinde Steven Tyler, Joe Perry'nin solo çalışmaları kapsamında düzenlediği turun New York konserinde sürpriz bir şekilde sahneye çıkarak "Aerosmith'ten ayrılmıyorum" dedi ve ardından bir Hard Rock klasiği olan Walk This Way'i söyledi.
Diskografi.
Singlelar.
Aerosmith'in çıkardığı Top 40 listelerinde yer almış yirmi bir single;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11168",
"len_data": 11261,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.41
}
|
Matematikte, diferansiyel denklem, bir ya da birden fazla fonksiyonu ve bunların türevlerini ilişkilendiren denklemdir. Fizik, kimya, mühendislik, biyoloji ve ekonomi alanlarında matematiksel modeller genellikle diferansiyel denklemler kullanılarak ifade edilirler. Bu denklemlerde, fonksiyonlar genellikle fiziksel ya da finansal değerlere, fonksiyon türevleriyse değerlerin değişim hızlarına denk gelir.
Çeşitleri.
Diferansiyel denklemler temel olarak iki kola ayrılırlar:
Diferansiyel denklemler bilinmeyenlerin birbirleri ve katsayılarla ilgili konumlarına göre: Doğrusal diferansiyel denklemler, Doğrusal olmayan diferansiyel denklemler olarak da gruplanmaktadır. Doğrusal denklemlerin teorisi gelişmiş olmasına rağmen doğrusal olmayan denklemlerin keyfiyet analizi zordur ve bazen mümkün değildir. Bu durumlarda sayısal analiz teknikleri uygulanır.
Kısmi diferansiyel denklemler, katsayıların durumlarına ve zamana ait türevin mevcudiyetine göre
Son iki tip denklem, zamana ait türevin mevcudiyetinden ötürü evrimsel olarak isimlendirilir.
Modern uygulamaların zorlaması ile ortaya çıkan:
tiplerindeki denklemler yukardakilerden farklı olarak değerlendirilebilirler.
Sabit ortamlarda denklemler verilere göre:
şeklinde sınıflandırılırlar. Sabit olmayan bir ortamda tanımlı denklemlere Serbest sınır değer problemleri veya Hareketli sınır değer problemleri denir.
Birçok denklemden oluşan ilişkilere denklem sistemi adı verilir.
Diferansiyel Denklemlerin Tarihi.
Diferansiyel denklemler, Isaac Newton ve Gottfried Leibniz'in Kalkülüs'ü ortaya atması ile başlar. Isaac Newton, 1671 yılında yayınlanan "Methodus fluxionum et Serierum Infinitarum" isimli kitabının ikinci bölümünde üç tip diferansiyel denklem tanımlamıştır:
Tüm durumlarda formula_4, formula_5'in bilinmeyen bir fonksiyonu (ya da formula_6ve formula_7'nin) ve formula_8 verilmiş bir fonksiyondur.
Isaac Newton bu ve diğer örnekleri kitabında Sonsuz seriler yöntemini kullanarak çözer ve çözümlerin yalnız bir tane olup olmadığını sorgular.
Jakob Bernouilli 1695 yılında Bernoulli diferansiyel denklemi'ni ortaya attı ve bu denklem şu formda bir Adi diferansiyel denklemdir:
formula_9
Sonraki yıllarda Gottfried Leibniz bu denklemin çözümünü, denklemi basitleştirerek bulmuştur.
Isı gövdenin içinde üretilir ve sınırda soğutularak sabit durumlu bir sıcaklık dağılımı sağlanır.
Uygulamalar.
Diferansiyel denklemlerin etüdü, soyut ve uygulamalı matematik, fizik ve mühendislikte geniş bir alandır. Bu bilim dallarınının tümü, çeşitli türlerdeki diferansiyel denklemlerin özellikleri ile ilgilidir.
Soyut matematik, çözümlerin varlığına ve benzersizliğine odaklanırken, uygulamalı matematik, çözümlere yaklaşım yöntemlerinin kesin gerekçesini vurgular.
Diferansiyel denklemler, göksel hareketten köprü tasarımına ve nöronlar arasındaki etkileşimlere kadar neredeyse her fiziksel, teknik veya biyolojik sürecin modellenmesinde önemli bir rol oynar.
Gerçek hayat problemlerini çözmek için kullanılanlar gibi diferansiyel denklemler, mutlaka doğrudan çözülebilir olmayabilir, yani kapalı biçimli çözümleri yoktur. Bunun yerine, çözümler sayısal yöntemler kullanılarak yaklaşık olarak bulunabilir.
Fizik ve kimya ile ilgili birçok temel yasa diferansiyel denklemlerle formülleştirilebilir. Biyoloji ve ekonomi'de karmaşık sistemlerin davranışını model için diferansiyel denklemler kullanılır.
Diferansiyel denklemlerin matematiksel teorisi, ilk olarak denklemlerin ortaya çıktığı ve sonuçların uygulama bulduğu bilimlerle birlikte gelişti. Ancak, bazen oldukça farklı bilimsel alanlardan kaynaklanan çeşitli problemler, aynı diferansiyel denklemlere yol açabilir. Bu olduğunda, denklemlerin arkasındaki matematiksel teori, çeşitli doğa olaylarının arkasındaki birleştirici bir ilke olarak görülebilir. Örneğin atmosferdeki ışık ve sesin ve bir havuz yüzeyinde dalgaların yayılmasını düşünün. Hepsi aynı ikinci dereceden kısmi diferansiyel denklem olan dalga denklemi ile tanımlanabilir, bu ise ışık ve sesin dalga şekillerini sudaki bilinen dalgalar gibi düşünmemizi sağlar. Teorisi Joseph Fourier tarafından geliştirilen ısı iletimi, başka bir ikinci dereceden kısmi diferansiyel denklem olan ısı denklemi ile ifade edilir. Görünüşe göre farklı görünen birçok difüzyon işleminin aynı denklemle tanımlandığı ortaya çıkmıştır örn. finanstaki Black–Scholes denklemi, ısı denklemi ile ilişkilidir.
Doğada ve teknolojide çok sayıda doğa olayı, diferansiyel denklemler ve bunlara dayalı matematiksel modeller ile tanımlanabilir. Bazı tipik örnekler şunlardır:
Diferansiyel denklemler alanı matematiğe belirleyici bir ivme kazandırdı. Güncel matematik araştırmalarının birçok bölümü farklı türdeki diferansiyel denklemlerin varlığı, tekliği ve kararlılık teorisi üzerinedir.
Yazılım.
Maple: dsolve
Xcas: desolve(y'=k*y, y)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11173",
"len_data": 4781,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.05
}
|
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü (kısaca İYTE, İngilizce: "İzmir Institute of Technology"), 1992 yılında İzmir'de kurulan, özellikle teknoloji alanlarında yüksek düzeyde araştırma, eğitim-öğretim, üretim, yayın ve danışmanlık yapan bir devlet üniversitesidir. İYTE'deki tüm bölümlerde eğitim dili %100 İngilizcedir. 2017 yılında ilk defa Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanan araştırma üniversiteleri programına dahil olarak Türkiye'deki 10 araştırma üniversitesinden biri olarak belirlenmiştir.
Tarihçe.
Enstitü, İzmir Milletvekilleri Işın Çelebi ve Rıfat Serdaroğlu'nun 17 Haziran 1992 tarihinde verdikleri önerge sonucunda, 11 Temmuz 1992'de kuruldu.
10 Ekim 1992 tarihinde Basmane'de bulunan Petkim'e ait binada hizmet vermeye başladı. 31 Ekim 1995'te eğitim birimlerinin kullanımına açılmak üzere, Alsancak'ta Türkiye Petrolleri'ne ait ek bir bina kiralandı.
İYTE, eğitime ilk olarak 1994-1995 akademik yılında "Bilgisayar Yazılımı" ve "Şehir Tasarımı" yüksek lisans programlarıyla başladı. Lisans eğitimine ise ilk olarak 1998-1999 akademik yılında 7 bölümde başlandı ve 2014 yılı itibarıyla 10 lisans, 25 yüksek lisans ve 12 doktora programında eğitim ve araştırma faaliyetleri sürdürülmektedir, 6 yüksek lisans ve 2 doktora programı disiplinler arası alandadır.
1999 yılında toplam öğrenci sayısı Alsancak'taki binada eğitim sürdürülmesini olanaksız kıldığından, tüm bölümler kampüse taşındı. 2000 yılının sonlarında rektörlüğün de kampüse taşınmasıyla Basmane'deki bina boşaltıldı. Alsancak'taki bina ise Yabancı Diller Bölümü Hazırlık Okulu olarak tahsis edildi. 2006 yılının sonunda ise Yabancı Diller Bölümü de kampüse taşınmış, böylece İYTE'nin tüm birimleri tek bir kampüste toplandı.
Kampüs.
İYTE Kampüsü, Ege sahil şeridinin kıyılarından biri olan Gülbahçe, Urla'da kuruldu. Kampüs, 35.000 dönümlük araziye ve 132.000 m²'ye yakın bir kapalı alan sahiptir. Termal su kaynakları mevcuttur.
Teknopark.
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü (İYTE) Gülbahçe Kampüs sınırları içinde Türkiye'nin 4. teknoparkı olarak kurulmuş olan İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi 218.4 hektarlık ana bölge ve 6.4 hektarlık ek bölgeden oluşmaktadır. Bölge 21 ortaklı (İYTE, Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi, Ege Bölgesi Sanayi Odası, İzmir Ticaret Odası, İzmir Ticaret Borsası, Ege İhracatçı Birlikleri Genel Sekreterliği, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği, Vestel Elektronik A.Ş., Enda Enerji Holding A.Ş., Innovatek Teknoloji Ürünleri San. ve Tic. A.Ş., Ünibel Özel Eğitim ve BilgiTeknolojileri San. Ve Tic. A.Ş., Alataş Alaçatı İmar İnş. San. Ve Tic. A.Ş., İzmir Teknopark Ticaret A.Ş., Balçova Termal Turizm ve Özel Eğitim Öğretim Hizmetleri A.Ş., Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği, Ege Genç İşadamları Derneği, İzmir Sanayicileri ve İşadamları Derneği, Ege Teknoloji ve Başarı Vakfı) İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi Anonim Şirketi tarafından yönetilmektedir. 2005 yılında faaliyete geçen İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi'nde bulunan işletmeler çeşitli alanlarda Ar-Ge çalışmalarını sürdürmektedir. 2012 yılında, Türkiye'nin kalkınma ajansı destekli ilk güdümlü projesi ile İnovasyon Merkezi'ni bünyesinde hayata geçirmiştir. 2014 yılı itibarıyla bu bölgede bulunan işletme sayısı 117'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11175",
"len_data": 3244,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.44
}
|
Güngören, İstanbul ilinin bir ilçesidir. İlin batı yarısında Çatalca Yarımadası'nda yer alır; Türkiye'nin 7 km kare alanı ile yüz ölçümü bakımından en küçük ilçesidir. 3 Haziran 1992'de ilçe olan Güngören, doğuda Zeytinburnu, kuzeydoğuda Esenler, güneyde Bakırköy, batıda Bahçelievler ve kuzeybatıda Bağcılar ilçelerine komşudur. 11 mahalleden oluşan ilçeye bağlı kırsal yerleşme yoktur.
Tarih.
İlçenin eski adı geçmişi 16. yy'a kadar uzandığı bilinen bir Rum köyü olan Vidos'tur. Köyün adı 1938'de Güngören olarak değiştirilmiştir. Cumhuriyet döneminde önce Balkanlardan gelen göçlerle, daha sonrada iç göçlerle giderek büyüdü. 1992 yılında Bakırköy ilçesinden ayrılarak ilçe haline geldi.
2008'deki bombalı saldırılar.
27 Temmuz 2008 tarihinde ilçede meydana gelen iki bombalı saldırının ardından 17 kişi hayatını kaybederken, 154 kişi de yaralandı. Saldırılarda kullanılan bombaların önce RDX (plastik patlayıcı) olduğu yönünde açıklamalar yapıldıysa da, olaylarda TNT (dinamit lokumu) kullanıldığı tespit edilmiştir. Bu patlamaların ardından PKK'dan kuşkulanılmış, Kongra-Gel saldırıların PKK tarafından yapılmadığını iddia etmiştir. DTP'liler bu olayların arkasında Ergenekon'un olduğunu açıklamıştır. Saldırıların kim veya kimler tarafından yapıldığı konusunda çalışmalar devam etmektedir.
Spor.
Güngören, İstanbul amatör kümede oynayan İstanbul Güngörenspor, Haznedarspor, Tozkoparanspor, Güneştepespor gibi semtlere ait amatör futbol kulüpleri de bulundurmaktadır.
Nüfus.
Güngören ilçesinin bugünkü sınırları içindeki yerleşme alanlarının nüfuslanması, İstanbul kentsel alanının gelişmesiyle uygunluk göstermektedir. 1935'te 259 olan nüfus, 1960'ta hızla yükselmeye başlamıştır. Hızlı artışta yönetsel değişikliklerle belediye örgütünün kurulması büyük çapta etkili olmuştur. Bunun sonucunda nüfus 1970'te 20.000'i, 1985'te 115.000'i ve 1990'da 180.000'i aşmıştır. 2000'de 272.950 olan Güngören nüfusu 2007 yılı itibarıyla 318.545'tir. 2007 yılına kadar artış gösteren nüfus 2007'den itibaren her sene düşmeye başlamıştır. 2020 yılı itibarıyla Güngören nüfusu 280.299'dur.
Deprem.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB), Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) ile ortaklaşa yürüttüğü Deprem Risk Analiz Çalışması kapsamında, İstanbul'daki 146 bin 987 binaya risk taraması gerçekleştirildi. En tehlikeli ikinci ilçe Güngören olduğu belirlendi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11179",
"len_data": 2358,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 3.34
}
|
Intel, merkezi Santa Clara, Kaliforniya'daki Silikon Vadisi'nde bulunan Amerika Birleşik Devletleri merkezli bir teknoloji şirketidir. Gelire dayalı, dünyanın en büyük ve en değerli yarı iletken yonga üreticisidir. Çoğu kişisel bilgisayarda bulunan işlemciler olan X86 serisi mikroişlemcilerin mucididir. Intel, toplam gelirine göre en büyük ABD şirketleri arasında 2018 "Fortune 500" listesinde 46. sırada yer aldı. 2024-2025 sezonundan itibaren UEFA ile 3 yıllık sözleşme imzalayarak dünyada ilk kez futbol ile inovasyonun birleşimi için büyük bir adım attı.
Intel; Apple, Lenovo, HP ve Dell gibi bilgisayar sistemi üreticileri için mikroişlemciler sağlar. Intel ayrıca anakart chipset'i, ethernet kartı ve entegre devreler, flaş bellek, grafik işlemci birimleri, gömülü sistemler ve iletişim ve bilgi işlemleri ile ilgili diğer aygıtları da üretir.
18 Temmuz 1968'de yarı iletken öncüleri Robert Noyce ve Gordon Earle Moore (Moore yasası) tarafından kuruldu ve Andrew Grove'un yönetici liderliği ve vizyonuyla ilişkilendirildi. Şirketin adı, entegre devrenin (mikroçip) önemli bir mucidi olan kurucu ortak Noyce ile entegre ve elektronik kelimelerinin birleşik sözcüğü olarak tasarlandı. İstihbarat bilgisinin "istihbarat" terimi olması da ismi uygun hâle getirdi. Intel, 1981 yılına kadar işlerinin çoğunu temsil eden SRAM ve DRAM bellek yongalarının da ilk geliştiricisiydi. Dünyanın ilk ticari mikroişlemci yongasını 1971'de üretmiş olsa da bu, kişisel bilgisayarın başarısına kadar birincil işi hâline gelmedi.
1990'larda Intel, bilgi teknolojisinin hızlı büyümesini teşvik eden yeni mikroişlemci tasarımlarına büyük yatırım yaptı. Bu dönemde Intel, PC'ler için mikroişlemcilerin baskın tedarikçisi oldu ve pazar konumunu, özellikle Advanced Micro Devices'a (AMD) karşı savunmak için agresif, rekabete aykırı taktikler ve Microsoft ile birlikte PC endüstrisinin yönünü belirledi.
Intel'deki Açık Kaynak Teknoloji Merkezi, PowerTOP ve LatencyTOP'I barındırır ve Wayland, Mesa3D, Intel Array Building Blocks, Threading Building Blocks (TBB) ve Xen gibi diğer açık kaynaklı projeleri destekler.
Mevcut faaliyetler.
En iyi müşteriler.
2017'de Dell, Intel'in toplam gelirlerinin yaklaşık %16'sını, Lenovo toplam gelirlerin %13'ünü ve HP toplam gelirin %11'ini oluşturdu.
Pazar payı.
2011 başları.
IDC'ye göre Intel, 2011'in ikinci çeyreğinde hem dünya genelindeki PC mikroişlemci pazarında (% 73.3) hem de mobil PC mikroişlemcisinde (% 80.4) en büyük pazar payına sahipken, rakamlar %1.5 ve %1.9 azaldı.
Günümüz.
Intel'in pazar payı 2019 itibarıyla önemli ölçüde azaldı, 10 nm ürünlerinde gecikmeler yaşadılar. Intel CEO'su Bob Swan'a göre gecikme, şirketin bir sonraki aşamaya geçmeye yönelik aşırı agresif stratejisinden kaynaklanıyordu.
Tarihçe.
Kökeni.
Intel, 1968 yılında Mountain View, Kaliforniya'da bir kimyager olan Gordon Earle Moore ("Moore yasası" ile bilinir) ve entegre devrenin mucidi ve bir fizikçi olan Robert Noyce tarafından kuruldu. Arthur Rock (yatırımcı ve risk sermayedarı) yatırımcı bulmalarına yardımcı olurken, Max Palevsky ilk zamanlardan beri yönetim kurulundaydı. Moore ve Noyce Intel'i kurmak için Fairchild Semiconductor'dan ayrılmıştı. Rock bir çalışan değildi, ancak şirketin yatırımcısı ve yönetim kurulu başkanıydı. Intel'e yapılan toplam başlangıç yatırımı, dönüştürülebilir tahvillerde 2.5 milyon dolar (2019'da 18.4 milyon dolara eşdeğer) ve Rock'tan 10.000 dolardı. Sadece 2 yıl sonra Intel, ilk halka arz yoluyla Halka açık bir şirket hâline geldi ve değeri 6.8 milyon ABD dolarına yükseldi. Üçüncü çalışan ise, daha sonra 1980'lerde hızlı büyüyen 1990'larda şirketi yöneten bir kimya mühendisi olan Andrew Grove'du.
Bir isme karar verirken, Moore ve Noyce, elektronikteki gürültü genellikle istenmeyen ve tipik olarak kötü parazitle ilişkilendirildiği için, "Moore Noyce" ismini reddetti. Bunun yerine, 18 Temmuz 1968'de şirketi N M Electronics olarak kurdular, ancak ayın sonunda ismini Integrated Electronics (Entegre Elektronik) anlamına gelen Intel olarak değiştirdiler. Ancak "Intel" ismi bir otel zinciri olan Intelco tarafından zaten ticari markalı olduğundan, isim haklarını satın almak zorunda kaldılar.
İlk yıllar.
Intel, kuruluşunda yarı iletken aygıtları kullanarak mantık devreleri yapma yeteneği ile ayırt edildi. Kurucuların hedefi, yaygın olarak manyetik çekirdek belleğin yerini alacağı tahmin edilen yarı iletken bellek pazarıydı. 1969'da küçük ve yüksek hızlı bellek pazarına hızlı bir giriş olan ilk ürünü, Fairchild'in önceki Schottky diyot uygulamalarından neredeyse iki kat daha hızlı olan 3101 Schottky TTL bipolar 64-bit statik rastgele erişim belleğiydi (SRAM). Aynı yıl, 3301 Schottky bipolar 1024-bit salt okunabilir belleği (ROM) ve ilk ticari Metal Oksit Yarıiletkenli Alan Etkili Transistör (MOSFET) silikon geçit SRAM yongası olan 256-bit'i üretti. 1101 önemli bir gelişme olsa da, karmaşık statik hücre yapısı onu ana bilgisayar bellekleri için çok yavaş ve maliyetli hâle getirdi. Ticari olarak temin edilebilen ilk dinamik rastgele erişimli bellekte (DRAM) uygulanan üç transistörlü hücre, 1970 yılında piyasaya sürülen 1103, bu sorunları çözdü. 1103, birçok uygulamada çekirdek belleğin yerini aldığı için 1972'de dünyanın en çok satan yarı iletken bellek yongasıydı. Intel'in işi 1970'lerde, üretim süreçlerini geliştirip daha geniş bir ürün yelpazesi sundukça büyüdü. Günümüzde hâlen pazar lideri konumundadır.
Intel, ticari olarak satılan ilk mikro işlemciyi (Intel 4004) 1971'de üretti. Mikroişlemci, bir bilgisayarın merkezi işlem birimini minyatürleştirdiği için entegre devre teknolojisinde kayda değer bir ilerlemeyi temsil ediyordu, bu da daha sonra küçük makinelerin geçmişte sadece çok büyük makinelerin yapabileceği hesaplamaları yapmasını mümkün kılıyordu. Mikroişlemcinin aslında ilk önce "mini bilgisayar" olarak bilinen ve ardından "kişisel bilgisayar" olarak bilinen şeyin temeli hâline gelmesinden önce önemli teknolojik yeniliklere ihtiyacı vardı. Ayrıca 1973'te ilk mikrobilgisayarlardan birini de tanıttı. Intel, 1980'lerin başında Singapur ve Kudüs'te montaj tesisleri ve yarı iletken fabrikalarını ve Çin, Hindistan ve Kosta Rika'daki üretim ve geliştirme merkezlerini açmadan önce, birden fazla Intel operasyonuna ev sahipliği yapacak Malezya'da 1972'de ilk uluslararası üretim tesisini açtı. 1980'lerin başında, işine dinamik rastgele erişimli bellek (DRAM) yongaları hâkim oldu. Bununla birlikte, Japon yarı iletken üreticilerinin artan rekabeti, 1983 yılına kadar bu pazarın kârlılığını önemli ölçüde düşürdü. Intel mikroişlemciye dayalı IBM kişisel bilgisayarının artan başarısı, Gordon Moore'u (1975'ten beri CEO) şirketin odak noktasını mikro işlemcilere kaydırmaya ve bu iş modelinin temel yönlerini değiştirmeye ikna eden faktörler arasındaydı. Moore'un tek kaynaklı Intel'in 386 yongasını alma kararı, şirketin devam eden başarısında rol oynadı.
1980'lerin sonunda, IBM ve IBM'in hızla büyüyen kişisel bilgisayar pazarındaki rakipleri için mikroişlemci tedarikçisi olarak tesadüfi konumu ile canlanan Intel, birincil (ve en karlı) donanım tedarikçisi olarak 10 yıllık eşi benzeri görülmemiş bir büyüme dönemine girdi. PC endüstrisi, kazanan 'Wintel' kombinasyonunun bir parçası. Moore 1987'de CEO'luk görevini Andrew Grove'a devretti. Intel Inside pazarlama kampanyasını 1991'de başlatarak, Intel marka sadakatini tüketici seçimiyle ilişkilendirebildi, böylece 1990'ların sonunda Pentium işlemciler bir ana isim hâline geldi.
2000 yılında yavaşlayan talep ve hakimiyet için zorluklar.
2000'den sonra, yüksek kaliteli mikroişlemcilere olan talep artışı yavaşladı. Rakipler, özellikle de AMD (Intel'in birincil x86 mimari pazarındaki en büyük rakibi), başlangıçta düşük kaliteli ve orta sınıf işlemcilerde ancak sonuçta ürün yelpazesinde önemli pazar payı elde ettiler ve Intel'in çekirdek pazarındaki hakim konumu büyük ölçüde azaldı. 2000'li yılların başında o zamanki CEO olan Craig Barrett, şirketin işini yarı iletkenlerin ötesinde çeşitlendirmeye çalıştı, ancak bu faaliyetlerin yalnızca birkaç tanesi başarılı oldu.
Dava.
Intel ayrıca birkaç yıldır davaya karışmıştı. ABD yasaları, Intel ve Yarı İletken Endüstrisi Derneği (SIA) tarafından aranan 1984 Yarı iletken Yonga Koruma Yasası'na kadar mikroişlemci topolojisi (devre düzenleri) ile ilgili fikrî mülkiyet haklarını başlangıçta tanımadı. 1980'lerin sonunda ve 1990'larda (bu yasa kabul edildikten sonra) Intel, 80386 CPU'ya rakip çipler geliştirmeye çalışan şirketlere de dava açtı. Intel davaları kaybetse bile davaların, yasal faturalarla rekabeti önemli ölçüde zorladığı kaydedildi. Rekabet hukuku iddiaları 1990'ların başından beri ortadaydı ve 1991'de Intel aleyhine açılan bir davanın nedeni olmuştu. 2004 ve 2005'te AMD, Intel aleyhine haksız rekabetle ilgili başka iddialarda bulundu.
İvmenin yeniden kazanılması (2005-2007).
2005 yılında CEO Paul Otellini, temel işlemci ve yonga seti işini platformlara (işletme, dijital ev, dijital sağlık ve mobilite) odaklamak için şirketi yeniden organize etti.
2006'da, Intel Core mikro mimarisini yaygın olarak eleştirmenlerin beğenisine sundu; ürün yelpazesi, işlemci performansında olağanüstü bir sıçrama olarak algılandı ve bir hamlede alandaki liderliğinin çoğunu yeniden kazandı. 2008 yılında, 45 nm olan Penryn mikromimarisini tanıttığında başka bir "tik" daha vardı. O yıl daha sonra Intel, Nehalem mimarisine sahip bir işlemci çıkardı. Nehalem olumlu eleştiriler aldı.
XScale işlemci satışı (2006).
27 Haziran 2006'da Intel'in XScale varlıklarının satacağını açıklandı. Intel, XScale işlemci işini Marvell Technology Group'a tahmini 600 milyon $ karşılığında ve belirtilmemiş yükümlülükler üstlenerek satmayı kabul etti. Hareket, Intel'in kaynaklarını çekirdek x86 ve sunucu işlerine odaklamasına izin vermeyi amaçlıyordu ve satın alma 9 Kasım 2006'da tamamlandı.
Satın almalar ve yatırımlar (2010-günümüz).
2010 yılında, bilgisayar güvenlik teknolojisi üreticisi McAfee'yi 7.68 milyar dolara satın aldı. İşlemin yasal onayının bir koşulu olarak Intel, rakip güvenlik firmalarına ürünlerinin Intel'in yongalarını ve kişisel bilgisayarlarını kullanmalarına izin verecek tüm gerekli bilgileri sağlamayı kabul etti. Satın alma işleminden sonra Intel'in yaklaşık 12.000 yazılım mühendisi dâhil olmak üzere yaklaşık 90.000 çalışanı vardı. Eylül 2016'da, bilgisayar güvenliği biriminin çoğunluk hissesini TPG Capital'a satarak beş yıllık McAfee satın alımını tersine çevirdi.
Ağustos 2010'da Intel ve Infineon Technologies, Intel'in Infineon'un Kablosuz Çözümler işini satın alacağını duyurdu. Intel, Infineon'un teknolojisini tüketici ürünlerinde dizüstü bilgisayarlarda, akıllı telefonlarda, netbook'larda, tabletlerde ve gömülü bilgisayarlarda kullanmayı ve sonunda kablosuz modemi Intel'in silikon yongalarına entegre etmeyi planladı.
2011'in Mart ayında, Kahire merkezli SySDSoft'un varlıklarının çoğunu satın aldı. Temmuz ayında, ağ anahtarlarında uzmanlaşmış bir şirket olan Fulcrum Microsystems Inc.'i satın almayı kabul ettiğini duyurdu. Şirket, EE Times'ın 60 Yükselen Girişim'in listesine dâhil edildi. Aynı yılın Ekim ayında ise İsrail merkezli bir navigasyon yazılımı şirketi olan Telmap'i satın almak için bir anlaşmaya vardı. Satın alma fiyatı açıklanmadı, ancak İsrail medyası 300 milyon ila 350 milyon dolar arasında değerler bildirdi.
Temmuz 2012'de, 3,3 milyar Euro'nun bir parçası olarak ilgili araştırma ve geliştirme çabalarını finanse etmek için hissedar onayına ihtiyaç duyan hisselerin %5'i için ASML Holding NV'nin %10 hissesini 2.1 milyar ABD Doları karşılığında ve 1 milyar ABD Doları daha satın almayı kabul etti.
Temmuz 2013'te, anlaşmanın parasal değerini açıklamadan hareket tabanlı arayüzler için teknoloji üreten İsrailli bir şirket olan Omek Interactive'i satın aldığını doğruladı. Intel: "Omek Interactive'in satın alınması, Intel'in daha sürükleyici algısal bilgi işlem deneyimleri sunma becerilerini artırmaya yardımcı olacak." şeklinde açıklama yaptı.
İspanyol doğal dil işleme girişimi Indisys'in satın alındığı Eylül 2013'te duyuruldu. Anlaşmanın şartları açıklanmadı, ancak bir Intel temsilcisinden gelen bir e-posta şunu belirtti: "Intel, Sevilla, İspanya merkezli özel bir şirket olan Indisys'i satın aldı. Indisys çalışanlarının çoğu Intel'e katıldı. 31 Mayıs'ta şirketi satın alma anlaşmasını imzaladık ve anlaşma tamamlandı." Indysis, yapay zekâ teknolojisinin "birden çok dilde akıcı ve sağduyu ile konuşan ve aynı zamanda farklı platformlarda çalışan bir insan görüntüsü olduğunu" açıklıyor.
Aralık 2014'te, PasswordBox'ı satın aldı.
2015'in Ocak ayında, akıllı gözlük üreticisi Vuzix'in %30 hissesini satın aldı. Anlaşma 24.8 milyon dolar değerindeydi. Şubat ayında, internet bağlantısı özelliğine sahip aygıtlardaki yonga yelpazesinin genişletilmesine yardımcı olmak için Alman ağ yonga üreticisi Lantiq'i satın alma anlaşmasını duyurdu. Haziran'da, FPGA tasarım şirketi Altera'yı bugüne kadarki en büyük satın alımında 16.7 milyar dolara satın alma anlaşmasını duyurdu. Satın alma aynı yılın Aralık ayında tamamlandı.
Ekim 2015'te, kognitif bilgi işlem şirketi Saffron Technology'yi açıklanmayan bir fiyata satın aldı.
2016'nın Ağustos ayında, derin öğrenme başlangıcı Nervana Systems'ı 350 milyon dolara satın aldı. Aralık ayında, açıklanmayan bir fiyata bilgisayar vizyonu başlangıcı Movidius'u satın aldı.
Mart 2017'de, İsrail merkezli "otonom sürüş" sistemleri geliştiricisi Mobileye'yi 15.3 milyar ABD Doları karşılığında satın almayı kabul ettiğini duyurdu.
Haziran 2017'de, Bangalore'da kurulacak olan araştırma ve geliştirme merkezi için 1100 rupinin (170 milyon dolar) üzerinde yatırım yaptığını duyurdu.
Ocak 2019'da, İsrail Maliye Bakanı'nın söylediği gibi İsrail'e ait yeni bir çip fabrikasına 11 milyar doların üzerinde yatırım yaptığını açıkladı.
Genişletmeler (2008-2011).
2008'de Intel, bağımsız bir şirket olan SpectraWatt Inc.'i kurmak için bir güneş enerjisi girişiminin temel varlıklarını elden çıkardı. 2011'de SpectraWatt iflas başvurusunda bulundu.
Şubat 2011'de, Arizona, Chandler'da 2013 yılında 5 milyar dolarlık bir maliyetle tamamlanan yeni bir mikro işlemci üretim tesisi kurmaya başladı. Bina artık 10 nm sertifikalı Fab 42'dir ve Link olarak bilinen kapalı bir köprü aracılığıyla Ocotillo Kampüsü'ndeki diğer Fab'lara (12, 22, 32) bağlanmıştır. Şirket, ürünlerinin dörtte üçünü Amerika Birleşik Devletleri'nde üretiyor, ancak gelirinin dörtte üçü yurt dışından geliyor.
Nisan 2011'de, ZTE ile Çin iç pazarı için Intel Atom işlemcisini kullanan akıllı telefonlar üretmek için bir pilot proje başlattı.
Aralık 2011'de, birkaç iş birimini şirketin akıllı telefon, tablet ve kablosuz çabalarından sorumlu olacak yeni bir mobil ve iletişim grubu olarak yeniden organize ettiğini duyurdu.
Dökümhanelerin diğer üreticilere açılması (2013).
Ultrabook'un pazarda cazibe kazanamaması ve bilgisayar satışlarının düşmesiyle elinde ihtiyaç fazlası dökümhane bulunan Intel, 2013'te Altera için 14 nm'lik işlem kullanarak yonga üretmek için bir dökümhane anlaşmasına vardı. Intel'in özel dökümhane bölümü Genel Müdürü Sunit Rikhi, Intel'in gelecekte bu tür anlaşmaları daha fazla takip edeceğini belirtti. Bu, Windows 8 donanımının zayıf satışının, en büyük müşterisi Apple'dan sağlıklı satın alımlar görmeye devam eden Qualcomm dışında, büyük yarı iletken üreticilerinin çoğu için büyük bir kısıntıya neden olmasından sonraydı.
Temmuz 2013 itibarıyla, beş şirket Intel'in fabrikalarını Intel Custom Foundry bölümü aracılığıyla kullanıyordu: Achronix, Tabula, Netronome, Microsemi ve Panasonic. Çoğu alanda programlanabilir kapı dizisi (FPGA) üreticileri yer almakta, ancak Netronome ise ağ işlemcileri tasarlıyor. Yalnızca Achronix, 22 nm Tri-Gate işlemi kullanılarak Intel tarafından üretilen çipleri göndermeye başladı.
Ürün ve pazar tarihçesi.
SRAM ve mikroişlemciler.
Intel'in ilk ürünleri, kaydırmalı mikroişlemci ve rastgele erişimli bellek entegre devreleriydi. 1970'ler boyunca son derece rekabetçi DRAM, SRAM ve ROM pazarlarında bir lider hâline geldi. Aynı zamanda, Intel mühendisleri Marcian Hoff, Federico Faggin, Stanley Mazor ve Masatoshi Shima, Intel'in ilk mikro işlemcisini icat eden kişilerdir. Başlangıçta Japon şirketi Busicom için Busicom tarafından üretilen bir hesap makinesindeki bir dizi ASIC'in yerini almak üzere geliştirilen Intel 4004, 15 Kasım 1971'de toplu pazara sunuldu, ancak mikroişlemci 1980'lerin ortasına kadar Intel'in çekirdeği hâline gelmedi.
DRAM'den mikroişlemcilere.
1983'te, kişisel bilgisayar çağında Intel'in karı, Japon bellek yongası üreticilerinin artan baskısı altına girdi ve o zamanki başkan Andrew Grove, şirketi mikro işlemciler üzerine odakladı. Grove bu geçişi "Only the Paranoid Survive" kitabında anlatmıştır. Planının temel unsurlarından biri, o zamanlar radikal olarak kabul edilen, popüler 8086 mikroişlemcisinin halefleri için tek kaynak olma fikriydi.
Intel, x86 işlemciler ve IBM PC.
Mikroişlemcinin nihai önemine rağmen, 4004 ve halefleri 8008 ve 8080 Intel'de hiçbir zaman büyük gelir katkısı olmadı. Bir sonraki işlemci olan 8086 (ve varyantı 8088) 1978'de tamamlandı, Intel, "Operation Crush" lakaplı çip için büyük bir pazarlama ve satış kampanyası başlattı ve işlemci için olabildiğince çok müşteri kazanmayı amaçladı. Bir tasarım galibiyeti, yeni oluşturulan IBM PC bölümü oldu, ancak bunun önemi o zamanlar tam olarak anlaşılmamıştı.
IBM, kişisel bilgisayarını 1981'de tanıttı ve hızla başarılı oldu. 1982'de Intel, iki yıl sonra IBM PC/AT'de kullanılan 80286 mikroişlemciyi geliştirdi. İlk IBM PC "klon" üreticisi Compaq, 1985'te daha hızlı 80286 işlemciye dayalı bir masaüstü sistemi üretti ve 1986'da ilk 80386 tabanlı sistemi hızla takip ederek IBM'i yendi. PC uyumlu sistemler ve ayarlar için rekabetçi bir pazar oluşturdu.
1975'te şirket, son derece gelişmiş bir 32-bit mikroişlemci geliştirmek için bir proje başlattı ve sonunda 1981'de Intel iAPX 432 olarak piyasaya sürüldü. Proje çok iddialıydı ve işlemci performans hedeflerini hiçbir zaman karşılayamadı ve pazarda başarısız oldu.
386 mikroişlemci.
Bu dönemde Andrew Grove şirketi dramatik bir şekilde yeniden yönlendirdi, DRAM bölümünün çoğunu kapattı ve kaynakları mikroişlemci işine yönlendirdi. 386 mikroişlemciyi "tek kaynaklı" yapma kararı belki de daha önemliydi. Bundan önce, mikroişlemci üretimi emekleme aşamasındaydı ve üretim sorunları sıklıkla üretimi azaltmış veya durdurarak müşterilere tedarikleri kesintiye uğratmıştır. 8080 ve 8086 serisi mikroişlemciler, Intel'in bir teknoloji paylaşım sözleşmesi yaptığı AMD başta olmak üzere birkaç şirket tarafından üretildi. Grove 386 tasarımını diğer üreticilere lisanslamama kararı aldı ve bunun yerine coğrafi olarak farklı üç fabrikada üretti: Santa Clara, Kaliforniya, Hillsboro, Oregon; ve Phoenix'in bir banliyösü olan Chandler. Müşterileri bunun tutarlı teslimat sağlayacağına ikna etti. Bunu yaparken Intel, dava açan ve milyonlarca dolar tazminat ödenen ancak artık yeni Intel CPU tasarımları üretemeyen AMD ile sözleşmesini ihlal etti. (Bunun yerine AMD, kendi rakip x86 tasarımlarını geliştirmeye ve üretmeye başladı.) Compaq'ın Deskpro 386'sının başarısı 386'yı baskın CPU seçimi olarak belirlediğinde, Intel tedarikçisi olarak neredeyse ayrıcalıklı bir hakimiyet elde etti. Bu finanse edilen kar, hem yüksek performanslı yonga tasarımlarının hem de daha yüksek performanslı üretim yeteneklerinin hızlı bir şekilde geliştirilmesini sağladı ve Intel'i 1990'ların başında sorgusuz sualsiz bir liderlik konumuna itti.
486, Pentium ve Itanium.
Intel, 486 mikroişlemciyi 1989'da tanıttı ve 1990'da ikinci bir tasarım ekibi kurdu, kod adı "P5" ve "P6" olan işlemcileri paralel olarak tasarladı ve dört veya daha fazla yılda bir büyük bir yeni işlemciye taahhüt etti. tasarımlar daha önce alınmıştı. Mühendisler Vinod Dham ve Rajeev Chandrasekhar (Hindistan Parlamento Üyesi), 486 yongayı ve daha sonra Intel'in imzası olan Pentium yongasını icat eden çekirdek ekipteki kilit figürlerdi. P5 projesi, daha önce işlemcinin iki paralel yürütme hattı aracılığıyla döngülerini ifade eden "Bisiklet Operasyonu" olarak biliniyordu. P5, 1993 yılında Intel Pentium olarak piyasaya sürüldü ve eski parça numarasının yerine tescilli bir ticari marka adı kondu (486 gibi numaralar, ABD'de ticari marka olarak yasal olarak tescil edilemez). P6 bunu 1995 yılında Pentium Pro olarak takip etti ve 1997'de Pentium II'ye dönüştü. Santa Clara, California ve Hillsboro, Oregon'da dönüşümlü olarak yeni mimariler geliştirildi. Santa Clara'daki tasarım ekibi, 1993 yılında kod adı "P7" olan x86 mimarisinin halefi üzerinde çalışmaya başladı. İlk girişim bir yıl sonra iptal edildi, ancak Hewlett-Packard mühendisleriyle işbirliği programında hızla yeniden canlandı, ancak Intel kısa süre sonra birincil tasarım sorumluluğunu devraldı. Sonuçta ortaya çıkan IA-64 64 bit mimarisinin uygulaması, nihayet Haziran 2001'de tanıtılan Itanium'du. Itanium'un eski x86 kodunu çalıştıran performansı beklentileri karşılamadı ve AMD'nin 32-bit x86 mimarisinin 64-bit uzantısı olan x86-64 ile etkili bir şekilde rekabet edemedi. Intel, 2017'de Itanium 9700 serisinin (Kittson) üretilen son Itanium çipleri olacağını duyurdu.
Hillsboro ekibi, Pentium 4 olarak pazarlanan Willamette işlemcilerini (başlangıçta kod adı P68) tasarladı.
Pentium hatası.
Haziran 1994'te Intel mühendisleri, P5 Pentium mikroişlemcinin kayan noktalı matematik alt bölümünde bir kusur keşfettiler. Belirli veriye bağlı koşullar altında, bir kayan nokta bölmesinin sonucunun düşük sıralı bitleri yanlış olacaktır. Hata sonraki hesaplamalarda artabilir. Intel, gelecekteki bir yonga revizyonunda hatayı düzeltti ve kamuoyu baskısı altında müşterinin talebi üzerine arızalı Pentium CPU'ları (60, 66, 75, 90 ve 100 MHz modelleriyle sınırlı) değiştirdi.
Hata bağımsız olarak Ekim 1994'te Lynchburg Koleji'nde Matematik Profesörü olan Thomas Nicely tarafından keşfedildi. Intel ile iletişime geçti ancak herhangi bir yanıt alamadı. 30 Ekim'de bulgusu hakkında internette bir mesaj yayınladı. Hatanın haberi hızla yayıldı ve endüstri basınına ulaştı. Hatanın kopyalanması kolaydı; bir kullanıcı, işletim sistemindeki hesap makinesine belirli sayılar girebilir. Sonuç olarak, birçok kullanıcı Intel'in hatanın önemsiz olduğunu ve "bir hata bile olmadığını" belirten ifadelerini kabul etmedi. 1994'te Şükran Günü sırasında "The New York Times", gazeteci John Markoff'un hatayı açıklayan bir makalesini yayınladı. Intel yonganın konumunu değiştirdi ve her yongayı değiştirmeyi teklif ederek hızlı bir şekilde büyük bir müşteri destek organizasyonu oluşturdu. Bu, Intel'in 1994 gelirine karşı 475 milyon dolarlık bir suçlamayla sonuçlandı. Dr. Nicely sonra Intel'in FDIV hatasını kendisinden birkaç ay önce kendi testinde keşfettiğini (ancak müşterileri bilgilendirmemeye karar verdiğini) öğrendi.
"Pentium hatası" olayı, Intel'in buna tepkisi ve çevredeki medya kapsamı, Intel'i çoğu bilgisayar kullanıcısı tarafından genellikle bilinmeyen bir teknoloji tedarikçisi olmaktan çıkarıp bir ana isme itti. "Intel Inside" kampanyasında bir yükselişle birleşen bölüm, Intel için olumlu bir olay olarak görülüyor, bazı iş uygulamalarını daha son kullanıcı odaklı olacak şekilde değiştiriyor ve önemli bir kamu bilinci oluştururken kalıcı bir olumsuz izlenim yaratmıyor.
"Intel Inside" ve diğer kampanyalar.
Bu dönemde Intel, iki büyük destekleyici reklam kampanyası yürüttü. İlk kampanya, 1991 yılındaki "Intel Inside" isimli pazarlama ve markalama kampanyası. Yaygın olarak bilinmektedir ve Intel ile eş anlamlı hâle geldi. "İçerik markası" fikri o zamanlar yeniydi, sadece NutraSweet ve diğer birkaç kişi bunu yapmaya çalışıyordu.
1990'ların başında başlayan ikinci kampanya ise, Intel's Systems Group, kişisel bir bilgisayarın ana kart bileşeni olan ve işlemci (CPU) ve bellek (RAM) yongalarının takılı olduğu PC anakartlarının üretimini sergiledi. Ancak "Intel Inside" kampanyası kadar yaygın bir bilinirliği olmadı.
Kısa süre sonra Intel, hızla ortaya çıkan düzinelerce PC klon şirketi için tamamen yapılandırılmış "beyaz kutu" sistemleri üretmeye başladı. 1990'ların ortalarında zirvede olan Intel, tüm bilgisayarların %15'inden fazlasını üreterek, onu o zamanlar üçüncü en büyük tedarikçi hâline getirdi.
1990'larda Intel Architecture Labs (IAL), PCI Bus, PCI express (PCIe) veriyolu ve Universal Serial Bus (USB) dâhil olmak üzere PC için birçok donanım yeniliklerinden sorumluydu. IAL'nin yazılım çabaları daha karışık bir kaderle karşılaştı; video ve grafik yazılımı, yazılım dijital videolarının geliştirilmesinde önemliydi, ancak daha sonra çabaları Microsoft'un rekabeti tarafından büyük ölçüde gölgede bırakıldı. Intel ve Microsoft arasındaki rekabet, o zamanki IAL Başkan Yardımcısı Steven McGeady tarafından Microsoft'un tekelcilik denemesinde ("Amerika Birleşik Devletleri - Microsoft Corp.") ifadesinde ortaya çıktı.
2018-2020 güvenlik sorunları.
Ocak 2018'in başlarında, 1995'ten beri üretilen tüm Intel işlemcilerin (Intel Itanium ve 2013 öncesi Intel Atom dışında) Meltdown ve Spectre adlı iki güvenlik açığına maruz kaldığı bildirildi.
Yazılım yamalarının performans üzerindeki etkisi "iş yüküne bağlıdır." Ev bilgisayarlarını ve ilgili cihazları Spectre ve Meltdown güvenlik açıklarından korumaya yardımcı olacak çeşitli prosedürler yayınlanmıştır. Spectre yamalarının, özellikle eski bilgisayarlarda performansı önemli ölçüde yavaşlattığı bildirilmiştir; daha yeni 8. nesil Core platformlarında, karşılaştırmalı değerlendirme performansında yüzde 2-14 oranında düşüş ölçülmüştür. Meltdown yamaları da performans kaybına neden olabilir. Bu güvenlik sorunlarından "yüz milyonlarca" sistemin etkilenebileceğine inanılıyor.
15 Mart 2018'de Intel, Spectre güvenlik açığından korunmak için CPU işlemcilerini (performans kayıpları belirlenecek) yeniden tasarlayacağını ve yeniden tasarlanan işlemcileri 2018'in sonlarında piyasaya sürmeyi beklediğini bildirdi.
3 Mayıs 2018'de, sekiz ek Spectre sınıfı sorun bildirildi. Intel, bu kusurları azaltmak için yeni yamalar hazırladıklarını bildirdi.
14 Ağustos 2018'de Intel, L1 Terminal Hatası (L1TF) olarak adlandırılan üç ek yonga hatasını açıkladı. Daha önce yayınlanmış mikro kod güncellemelerinin yanı sıra yeni, yayın öncesi mikro kod güncellemelerinin bu kusurları azaltmak için kullanılabileceğini bildirdiler.
18 Ocak 2019'da Intel, tüm Intel CPU'ları etkileyen "Fallout", "RIDL" ve "ZombieLoad" adlı üç yeni güvenlik açığını açıkladı ve bir programın yakın zamanda yazılan bilgileri okumasına, satır doldurma tamponlarındaki verileri okumasına ve bağlantı noktalarını yüklemesine izin verdi. En son Coffeelake serisi CPU'lar, Spectre için donanım azaltmaları nedeniyle daha da savunmasızdır.
5 Mart 2020'de, bilgisayar güvenliği uzmanları Meltdown ve Spectre açıklarının yanı sıra, sistematik adı CVE-2019-0090 (veya "Intel CSME Bug") ile başka bir Intel yonga güvenlik açığı bildirdi. Bu yeni bulunan açık, bir aygıt yazılımı güncellemesiyle düzeltilemez ve neredeyse "son beş yılda piyasaya sürülen tüm Intel yongalarını" etkiler.
Katı hâl sürücüleri (SSD).
2008'de Intel, 160 GB'a kadar depolama kapasitesine sahip genel kullanıma yönelik Katı hâl sürücülerini (SSD'ler) satmaya başladı. Intel, CPU'larında olduğu gibi, giderek daha küçük nanometre işlemleri kullanarak SSD çipleri geliştiriyor. Bu SSD'ler NAND flash, mSATA, PCIe ve NVMe gibi endüstri standartlarını kullanır. Intel, 2017 yılında Optane markası altında 3D XPoint teknolojisine dayalı SSD'leri tanıttı.
Süper bilgisayarlar.
Intel Bilimsel Bilgisayar bölümü 1984 yılında Justin Rattner tarafından hiperküp ağlar arası ağ topolojisine bağlı Intel mikroişlemcileri temel alan paralel bilgisayarlar tasarlamak ve üretmek için kuruldu. 1992'de isim Intel Süper Hesaplama Sistemleri Bölümü olarak değiştirildi ve iWarp mimarisinin gelişimi de dâhil edildi. Bölüm, Intel iPSC/1, iPSC/2, iPSC/860, Paragon ve ASCI Red dâhil olmak üzere birkaç süper bilgisayar sistemi tasarladı.
Core 2 Duo reklam tartışması (2007).
Temmuz 2007'de şirket, Intel Core 2 Duo işlemcisi için bir ofis ortamında Kafkasyalı bir erkeğe eğiliyormuş gibi görünen altı siyah koşucu içeren bir basılı reklam yayınladı (koşucuların başlangıç bloklarında aldığı duruş nedeniyle). Intel Kurumsal Pazarlama Başkan Yardımcısı Nancy Bhagat'a göre, izleyiciler reklamı "duyarsız ve aşağılayıcı" buldu ve birçok Intel yöneticisi kamuoyundan özür diledi.
Ivy Bridge 22 nm işlemcilerin tanıtımı (2011).
2011 yılında Intel, Ivy Bridge işlemci ailesini Intel Geliştirici Forumu'nda duyurdu. Ivy Bridge hem DDR3 belleği hem de DDR3L yongalarını destekler.
"IT Manager" serisi.
Intel, 2009'da web tabanlı "IT Manager 3" ile başlayarak bazı simülasyon oyunlarını piyasaya sürdü. Oyuncu, oyunda bir bilişim şirketi yönetiyor. Amaç, şirketin küçük bir işletmeden küresel bir işletmeye büyümesini sağlamak için teknoloji ve beceriyi uygulamaktır.
Haswell işlemcilerin tanıtımı (2013).
Haziran 2013'te Intel, Taipei'de Computex adlı bir etkinlikte dördüncü nesil Intel Core işlemcilerini (Haswell) tanıttı.
Kurumsal ilişkiler.
Liderlik ve kurumsal yapı.
Robert Noyce, 1968'deki kuruluşunda Intel'in CEO'suydu ve onu 1975'te kurucu ortak Gordon Earle Moore izledi. Andrew Grove, 1979'da şirketin başkanı oldu ve Moore'un başkan olduğu 1987'de CEO unvanını ekledi. 1998'de, Grove Başkan olarak Moore'un yerini aldı ve hâlihazırda şirket başkanı olan Craig Barrett görevi devraldı. Barrett, şirketin yönetimini şirketin başkanı ve COO'su olan ve Intel'in orijinal IBM PC'deki tasarım galibiyetinden sorumlu olan Paul Otellini'ye devretti. Yönetim kurulu, Otellini'yi Başkan ve CEO olarak seçti ve Barrett, Grove'un yerine Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Grove başkan olarak istifa etti, ancak özel danışman olarak kaldı. Mayıs 2009'da Barrett, Yönetim Kurulu Başkanı olarak istifa etti ve yerine Jane Shaw geçti. Mayıs 2012'de, Intel'de CFO (1994) ve Yönetim Kurulu Başkanı (2007) görevlerinde bulunan Intel başkan yardımcısı Andy Bryant, Shaw'ın yerine icra kurulu başkanı olarak geçti.
Kasım 2012'de, başkan ve CEO Paul Otellini, Mayıs 2013'te, şirketin zorunlu emeklilik yaşından üç yıl önce, 62 yaşında istifa edeceğini açıkladı. Altı aylık bir geçiş döneminde, Intel'in yönetim kurulu bir sonraki CEO için bir araştırma süreci başlattı ve burada hem iç yöneticileri hem de Sanjay Jha ve Patrick Gelsinger gibi harici adayları dikkate aldı. Mali sonuçlar, Otellini kapsamında Intel'in gelirinin yüzde 55.8 arttığını (34.2 dolardan 53.3 milyar dolara), net gelirinin ise yüzde 46.7 arttığını (7.5 milyar dolardan 11 milyara) ortaya çıkardı.
2 Mayıs 2013'te Genel Müdür Yardımcısı ve COO Brian Krzanich, şirketin yıllık toplantısında 16 Mayıs 2013'te yürürlüğe giren bir seçim olan Intel'in altıncı CEO'su olarak seçildi. Bildirildiğine göre yönetim kurulu, Intel'in süreçlerini öğrenmeye gerek kalmadan içeriden birinin bu role devam edebileceği ve daha hızlı bir etki yaratabileceği sonucuna vardı ve Krzanich böyle bir temelde seçildi. Intel'in yazılım başkanı Renée James, CEO pozisyonundan sonra ikinci olan şirketin başkanı olarak seçildi.
Mayıs 2013 itibarıyla Intel'in yönetim kurulu Andy Bryant, John Donahoe, Frank Yeary, Büyükelçi Charlene Barshefsky, Susan Decker, Reed Hundt, Paul Otellini, James Plummer, David Pottruck ve David Yoffie ile Kreatif direktör Will.i.am'den oluşuyor. Yönetim kurulu, eski "Financial Times" gazetecisi Tom Foremski tarafından "en yüksek düzeyde kurumsal yönetişimin örnek bir örneği" olarak tanımlanmış ve yalnızca yirmi bir diğer kurumsal kurula verilen bir takdir biçimi olan GovernanceMetrics International'dan dünya çapında on puan almıştır.
21 Haziran 2018'de Intel, Brian Krzanich'in bir çalışanla olan ilişkisinin ifşa edilmesiyle CEO olarak istifa ettiğini duyurdu. Bob Swan, Yönetim Kurulu kalıcı bir CEO arayışına girdiği için geçici CEO olarak seçildi.
Swan, 31 Ocak 2019'da CFO ve geçici CEO rolünden geçiş yaptı ve Kurul tarafından şirkete liderlik etmek üzere 7. CEO olarak seçildi.
Yönetim kurulu.
17 Mayıs 2020 itibarıyla;
Mülkiyet.
2017 itibarıyla Intel hisseleri esas olarak kurumsal yatırımcılar tarafından tutulmaktadır (The Vanguard Group, BlackRock, Capital Group Companies, State Street Corporation ve diğerleri)
Kurumsal kimlik.
Logo.
Intel, tarihinde üç kez logo değiştirmiştir. İlk Intel logosu, şirketin adının tamamı küçük harflerle stilize edilmiş ve diğer harflerden daha aşağıda duran bir e harfinden oluşmaktaydı. İkinci logo, Intel markasının etrafında bir girdap içeren "Intel Inside" kampanyasından ilham almıştır.
2020 yılında tanıtılan ve günümüzde halen kullanılan üçüncü logo ise, önceki logolardan ilham alınarak tasarlanmıştır. "i" deki nokta hariç, logonun klasik mavi renginin yanı sıra etrafındaki girdaplar da kaldırılmıştır.
Intel Inside.
Intel, uzun süredir devam eden "Intel Inside" kampanyasının ardından dünyanın en tanınmış bilgisayar markalarından biri oldu. "Intel Inside" fikri, Intel ve en büyük bilgisayar satıcılarından biri olan MicroAge ile yaptığı bir toplantıdan çıktı.
1980'lerin sonlarında Intel'in pazar payı, Advanced Micro Devices (şimdi AMD), Zilog ve daha ucuz mikro işlemcilerini bilgisayar üreticilerine satmaya başlayan diğerleri gibi yeni başlayan rakipler tarafından ciddi şekilde karalanıyordu. Bunun nedeni, üreticilerin daha ucuz işlemciler kullanarak daha ucuz bilgisayarlar yapabilmeleri ve giderek artan fiyata duyarlı bir pazarda daha fazla pazar payı elde edebilmeleriydi. Intel'den Dennis Carter, 1989'da MicroAge'ın Pazarlama Başkan Yardımcısı Ron Mion ile görüşmek için MicroAge'ın Arizona'daki Tempe merkezini ziyaret etti. MicroAge, Compaq, IBM, HP ve diğerlerinin en büyük dağıtımcılarından biri hâline geldi ve bu nedenle mikroişlemciler için - dolaylı da olsa - birincil talep faktörü oldu. Intel, MicroAge'ın bilgisayar tedarikçilerine Intel çiplerini tercih etmeleri için dilekçe vermesini istedi. Ancak Mion, pazarın hangi işlemcileri istediklerine karar vermesi gerektiğini düşünüyordu. Intel'in karşı argümanı, bilgisayar alıcılarını Intel mikro işlemcilerinin neden daha fazla para ödemeye değer olduğu konusunda eğitmenin çok zor olacağıydı... ve haklıydılar. Ancak Mion, insanların Intel çiplerinin neden daha iyi olduğunu tam olarak anlamasına gerek olmadığını, sadece daha iyi olduklarını hissetmeleri gerektiğini hissetti. Bu yüzden Mion bir pazar testi önerdi. Intel, bir yerde bir MicroAge reklam panosu için ödeme yapacak ve "Kişisel bir bilgisayar satın alıyorsanız, içinde Intel olduğundan emin olun." şeklinde reklam yaptı. Buna karşılık olarak MicroAge, Intel tabanlı bilgisayarların o bölgedeki mağazalarında "Intel Inside" etiketlerini koyardı. Testin izlenmesini kolaylaştırmak için Mion, testi tek bir mağazanın bulunduğu Boulder, Colorado'da yapmaya karar verdi. Neredeyse bir gecede, bu mağazadaki kişisel bilgisayarların satışı önemli ölçüde Intel tabanlı bilgisayarlara kaydı. Intel, "Intel Inside" mottosunu çok hızlı bir şekilde ana markası olarak benimsedi ve dünya çapında yaygınlaştırdı.
Intel'in marka kampanyası, 1990 yılında ABD ve Avrupa'da "The Computer Inside" sloganıyla başladı. Intel'in Japonya bölümü "Intel in it" sloganını önerdi ve 25 Aralık 1990 Noel Günü Tokyo tren istasyonu kubbesinde EKI-KON'u (Japoncada "İstasyon Konseri" anlamına geliyor) ağırlayarak Japonya kampanyasını başlattı.
Sonic logo.
Intel'i temsil etmek için kullanılan ünlü D♭ D♭ G♭ D♭ A♭ ksilofon/ksilomarimba jingle'ı Musikvergnuegen tarafından üretilmiştir. Ayrıca bir zamanlar Avusturyalı 1980'lerin örnekleme grubu Edelweiss'in bir üyesi olan Walter Werzowa tarafından yazılmıştır. Sonic Intel logosu, 1994 yılında Pentium'un piyasaya sürülmesiyle aynı zamana denk gelecek şekilde yapıldı. 1999'da Pentium III'ün piyasaya sürülmesiyle aynı zamana denk gelecek şekilde değiştirildi, ancak 2002'de aşamalı olarak kaldırılan 1994 versiyonuyla birlikte kullanıldı. Belirgin MMX markasına sahip Intel işlemcileri içeren ürünlerin reklamlarında, son notadan sonra süslemeli (parlayan ses) jingle'ın bir versiyonu yer aldı.
Sonic logosu, yeni logo değişikliğiyle aynı zamana denk gelecek şekilde 2004'te ikinci kez yeniden değiştirildi. 1999 versiyonuyla birlikte kullanıldı, ancak melodi değişmeden Core işlemcilerin 2006'da piyasaya sürülmesine kadar yaygın olarak kullanılmadı.
Sonic logosunun yeni versiyonu, Intel'in yeni görsel kimliğiyle piyasaya sürüldü.
Tipografi.
Neo Sans Intel, 2004 yılında Sebastian Lester tarafından tasarlanan Neo Sans ve Neo Tech'in baz alındığı Neo Sans'ın özelleştirilmiş bir versiyonudur.
Intel Clear ise, tüm yazılı yerlerde kullanılmak üzere tasarlanmış, 2014 yılında duyurulan küresel bir yazı tipidir. Yazı tipi ailesi Red Peek Branding ve Dalton Maag tarafından tasarlandı. Başlangıçta Latince, Yunanca ve Kiril alfabelerinde mevcuttu ve şirketin kurumsal yazı tipi olarak Neo Sans Intel'in yerini aldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11180",
"len_data": 36685,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.41
}
|
Gordon Earle Moore (3 Ocak 1929, San Francisco, Kaliforniya - 24 Mart 2023, Hawaii), Intel şirketinin manevi emekli yönetim kurulu başkanı, kurucu ortağı ve Moore Yasası'nın yazarıdır.
Hayatı.
ABD'nin en zengin 400 kişisi listesi.
2000 yılında Forbes dergisinde Amerikalı en zengin 400 kişi sıralamasında 26 Milyar ABD doları servetle 5. sırada yer almışken 2007 yılında 4.5 milyar dolar servetle 68. sıraya düşmüştü.
Eğitimi.
Kaliforniya, San Francisco'da doğdu, Pescadero'da yetişti. Ailesi Pescadero'da yaşamaktayken 1950 yılında Kaliforniya Berkeley Üniversitesi'nden kimya dalında lisans diploması aldı. Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünden (Caltech) 1954 yılında kimya ve fizik dallarında doktorluk unvanı aldı. Berkeley'de öğrenim görmesinden önce gelecekte eşi olacak Betty ile tanıştığı San José Eyalet Üniversitesinde lise ve kolaj öğrenimini tamamladı.
İş Hayatı.
Beckman Instruments'in Shockley Yarı İletken Laboratuvarı bölümünde Caltech mezunu William Shockley ile tanıştı. Ancak buradan Sherman Fairchild, itibarlı Fairchild Semiconductor şirketini kurmaya ve desteklemeye razı olunca "ihanet eden sekizler" (Schokley Laboratuvarını terkedip Fairchild yarı iletkeni kuran 8 kişi) ile birlikte 1957 yılında ayrıldı.
Moore 1968 yılı Temmuzunda 1975 yılına kadar İcra Başkanı Yardımcısı olarak hizmet ettiği Intel Şirketinin kuruluşuna ortak oldu. 1975 yılından sonra şirketin İcra Kurulu Başkanı ve CEO'su oldu. Moore 1979 yılında, Nisan 1987 tarihine kadar kaldığı icra kurulu başkanlığı görevine geldi. 1997 yılında Intel Şirketinin manevi başkanı olarak adlandırıldı.
Bağışlar.
2001 senesinde Moore ve eşi, Caltech'e bir yükseköğrenim enstitüsüne tarihinde verilmemiş büyüklükte 600 milyon ABD doları bağış yaptı. Bağışın Caltech'in araştırma ve teknolojide bulunduğu önder konumunu korumasında kullanılmasını istediğini söyledi. Moore Caltech'in idari mütevelli heyetinin 1994 yılından 2000'e kadar başkanıdır ve halen idare heyetindeki görevini sürdürmektedir. 2003 yılında "Amerikan İleri Bilimler Birliğinin" bilim kurulu üyeliğine seçilmiştir.
Cambridge Üniversitesinde Matematik Bilimleri Merkezi'nin kütüphanesine, 1996'da adlarına ithaf edilen Caltech'deki Moore Laboratuvarı binasında olduğu gibi buraya da kendisinin ve eşi Betty'nin adı verilmiştir.
2000 yılı Eylülünde "Gordon ve Betty Moore Vakfının" kuruluş sermayesini koydular. 6 Kasım 2007 tarihinde Gordon Moore ve eşi Caltech ve Kaliforniya Üniversitesine dünyanın en büyük optik teleskopunu inşa etmeleri için 200 milyon dolar bağışladı. Teleskop 30 metrelik bir aynaya sahip olacaktı. Bu boy neredeyse Büyük Binoküler Teleskoptaki dünya rekorunun üç katı bir büyüklüktür.
Ödüller.
Moore 2008 yılında, " Mikroişlemci bilgisayar ve yarı iletken sanayii, entegre devre işlemede öncülük ve MOS belleklerin gelişiminde önderlik etmede ", IEEE onur madalyası ile ödüllendirilmiştir.
Moore Yasası.
19 Nisan 1965 tarihinde yayınlanan "Electronics" dergisinde yayınlanan bir makalesinde tümleşik elektronik devrelere yerleştirilebilecek eleman sayısının 18 ayda bir, iki katına çıkacağını yazdı. 10 yıl sonra bu kuralı 24 ay a çıkardı Bu kural 2008 yılında dahi hala geçerliliğini korumaktadır. Sonra 36 ayda 3 kati olabileceğini dile getirdi
Ölümü.
Moore, 24 Mart 2023'te Hawaii, ABD'de doğal nedenlerden 94 yaşında öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11181",
"len_data": 3299,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.28
}
|
Mankalya (Rumence: "Mangalia"), Antik Callatis (; diğer tarihsel isimler: Pangaalia, Licara, Tomisovara) Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Karadeniz kıyısında liman şehridir.
Şehirde önemli bir Türk - Tatar azınlık varlığını devam ettirmektedir. Osmanlı döneminde 16. yüzyılda yapılan Esmahan Sultan Camii Romanya'daki en eski camidir.
Nüfus.
2002 sayımlarına göre 40.132 kişilik nüfusunun 3.138'i yani %7,8'ini Türk nüfus teşkil eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11192",
"len_data": 433,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.19
}
|
Babadağ (Rumence: "Babadag"), Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Tulça ilinde 8.940 nüfuslu bir kasabadır.
Kasabada Sarı Saltuk Türbesi bulunmaktadır.
Nüfus.
2002 sayımlarına göre 10.037 kişilik nüfusunun 1.289'u yani %12,8'ini Türk nüfus teşkil eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11194",
"len_data": 248,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.14
}
|
Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla "The Old Curiosity Shop"), İngiliz yazar Charles Dickens'ın bir romanı.
Antikacı Dükkanı (Barnaby Rudge ile birlikte) Charles Dickens tarafından çıkartılan, kısa ömürlü haftalık "Master Humphrey's Clock" isimli dergide 1840-1841 yılları arasında yayımlanmıştır. Antikacı Dükkanı, 1841 yılında kitap olarak da basılmıştır.
Küçük Nell ve büyükbabasının borç yüzünden Londra'dan kaçıp taşrada bir yerden bir yere sürüklenmelerini anlatır. Charles Dickens, diğer tüm romanlarında anlattığı insanlık trajedisine burada da değinmiş ve sanayileşme dönemi Birleşik Krallık'ının sefaletini Nell'in gözünden dile getirmiştir.
Kitap ilk yazıldığında (Dickens'in diğer romanları gibi) büyük başarı kazandı ve popüler hale geldi. Günümüzde Antikacı Dükkanı'nın, Viktorya Dönemi duygusallığını aşırı bir şekilde yansıttığı düşünülmektedir. Gerçekten de, Oscar Wilde "Küçük Nell'in ölümünü 'gülmeden' okumak için kişinin taştan bir kalbi olması lazım" demiştir.
Hikâye boyunca süregelen tesadüfler ve aşırı duygusallık romanın gerçekçiliğine gölge düşürse ve roman biraz dağınık olsa da Charles Dickens'ın her zamanki gibi son derece renkli olan karakterleri yazarı affettirmektedir. Romanın asıl zenginliği, edebiyat tarihinin belki de en kötü karakteri sayılabilecek Quilp ve Bay Swiveller karakterleridir. Kitap, aynı zamanda, Viktorya Dönemi Birleşik Krallık'ını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11207",
"len_data": 1438,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.58
}
|
Ekinoks (gün tün eşitliği, gece gündüz eşitliği veya ılım), Güneş ışınlarının Ekvator'a dik vurması sonucunda aydınlanma çemberinin kutuplardan geçtiği an. Gündüz ile gecenin eşit olması durumudur. İlkbahar ve sonbaharda olmak üzere yılda iki kez tekrarlanır.
Ekinoks sözcüğünün kökeni Latince "aequus" (eşit) "ve nox" (gece) sözcüklerinin birleşimi olan "aequinoctium" sözcüğüne dayanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11209",
"len_data": 388,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.52
}
|
Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla "The Old Curiosity Shop"), Charles Dickens'in bir romanı. Aşağıdaki anlamlara da gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11214",
"len_data": 132,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.22
}
|
William Makepeace Thackeray (d. 18 Temmuz 1811, Kalküta, Hindistan – ö. 24 Aralık 1863) İngiliz yazar, gazeteci ve karikatürcü.
1811 yılında Kalküta'da doğdu. Ailesi tarafından erken yaşlarda okul için İngiltere'ye gönderildi. Orada pek çok okul değiştirir. Charterhouse School'u bitirir. Daha sonra Paris'i ziyaretinde Goethe ile tanışır. Yaşamı boyunca kitaplara çok değer veren yazar 52 yaşında hayatını kaybeder.
En ünlü romanı Vanity Fair ("Gurur Dünyası"), kahramanı Becky Sharp'ın, sınıf atlamak için neleri göze aldığını anlatır. Romanlarında kahramanlarının ihtirasları yüzünden içine düştükleri gülünç ya da utandırıcı durumları anlatır. Diğer romanları arasında The Luck of Barry Lyndon ("Barry Lyndon'ın Talihi"), sayılabilir.
"The Luck of Barry Lyndon" romanı, 1975 yılında Amerikalı yönetmen Stanley Kubrick tarafından Barry Lyndon adıyla sinemaya da aktarıldı. Film aralarında 4 Oscar ödülünün de bulunduğu 13 ödül kazanmıştı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11223",
"len_data": 941,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.44
}
|
Kelvin, Uluslararası Birim Sistemi'ne göre temel sıcaklık ölçüsü birimi. Sembolü K'dir. İsmini, termodinamikteki mutlak sıfır kavramını ilk defa gazlardan tüm maddelere uygulayan İskoç asıllı bilim insanı Lord Kelvin'den alır.
Kelvin, sıcaklığın ölçüsü birimidir ve uluslararası birim sistemi (SI) tarafından tanımlanmıştır. Kelvin, mutlak sıfır sıcaklığına dayanan bir sıcaklık ölçeği olarak bilinir ve diğer sıcaklık ölçeklerine göre farklı bir ölçüm yöntemi kullanır.
Kelvin'in tanımı, belirli bir moleküler hareketliği ifade eden mutlak sıfır noktasından başlayan sıcaklık ölçeğine dayanır. Kelvin, Celsius ölçeği ile benzerdir ancak farklı bir sıfır noktası kullanır. Celsius ölçeği, suyun donma noktasının 0 °C ve kaynama noktasının 100 °C olduğu bir ölçekken, Kelvin ölçeği mutlak sıfır noktasını 0 Kelvin (K) olarak tanımlar ve sıcaklık arttıkça Kelvin cinsinden ölçülür.
Kelvin ölçeği, diğer sıcaklık ölçeklerine göre daha doğru ve ölçülebilir bir ölçek olarak kabul edilir. Ayrıca, Kelvin'in diğer sıcaklık ölçekleri ile ilişkisi sabit bir orana sahiptir, bu da Kelvin'in özellikle bilimsel ve endüstriyel uygulamalarda sıkça kullanılmasına neden olur.
Kelvin, termodinamik sistemin sıcaklığını ölçmek için kullanılır ve özellikle endüstriyel uygulamalarda, kimya, fizik, astronomi, mühendislik ve meteoroloji gibi birçok alanda yaygın olarak kullanılır.
Birim aralığı santigrat (Celsius) derecesiyle aynı olan kelvin, sıfır noktası olarak mutlak sıfırı (–273,15 °C) alır. 1954'teki onuncu Ağırlık ve Ölçüler Genel Konferansı'nda (Fr. "") suyun üçlü noktasının termodinamik sıcaklığının (mutlak sıfırla olan farkının) 273,16'da biri olarak tanımlanmıştır.
Santigrat derecesi sıfır noktasını suyun donma noktası olarak aldığından, 0 °C 273,15 K'e eşit olur. Benzer şekilde santigrat derece olarak ifade edilen herhangi bir sıcaklığı kelvine çevirmek için söz konusu değere 273,15 eklenir. Mesela 22 °C = 22 + 273,15 = 295,15 K.
Kelvin sıcaklık birimi, 1967'deki 13. Ağırlık ve Ölçüler Genel Konferansı'ndan beri "derece" sözcüğü kullanılmadan tanımlanmakta ve dolayısıyla derece işareti (°) olmadan yazılmaktadır.
10−12 düzeyinde, 1 kelvinin trilyonda biri kadar olan sıcaklığa ise pikokelvin denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11226",
"len_data": 2208,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.99
}
|
Pekin veya Beijing (; ), Çin Halk Cumhuriyeti'nin başkentidir. 16.410,5 kmlik yönetim alanı içerisinde 21 milyondan fazla sakin barındırır. Kuzey Çin'de yer alan Pekin, 'nin doğrudan yönetimi altında olan bir büyükşehir belediyesi olarak yönetilir ve oluşur. Pekin çoğunlukla Hebei Eyaleti tarafından çevrelenir, fakat güneydoğusunda Tientsin şehriyle de komşudur; bu idarî bölümlerin her üçü toplu olarak megalopolünü ve Çin'in ulusal oluşturur.
Hanbalık bir küresel kent ve kültür, diplomasi, siyaset, ticaret, ekonomi, eğitim, bilim ve teknoloji alanlarında Dünya'nın en önde gelen merkezlerinden biridir. Bir megakent olan Hanbalık, kentsel nüfus açısından Şanghay'dan sonra Çin'in en büyük ikinci şehridir ve ülkenin kültürel, eğitim ve siyasî merkezidir. genel merkezlerinin çoğuna ev sahipliği yapmanın yanı sıra en yüksek sayıda "Fortune Global 500" şirketine ve Dünya'nın da barındırmaktadır. Şehirde en çok sayıda milyarderin yaşamasıyla Pekin "" olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca karayol, otoyol, konvansiyonel ve yüksek hızlı demiryolu ağlarının önemli bir merkezidir. Pekin Başkent Uluslararası Havalimanı, 2010 yılından beri yolcu trafiği açısından Dünya'nın en işlek ikinci havalimanı konumunda bulunmuştur, ve Pekin metrosu Dünya'nın hem en işlek hem de en uzun metro ağların arasındadır. Şehrin ikinci uluslararası havalimanı olan Pekin Daxing Uluslararası Havalimanı, Dünya'nın en büyük tek yapılı havalimanı terminalidir.
Dünya'nın en eski şehirlerinden biri olan Pekin'in üç binyıl öncesine dayanan zengin bir tarihi ve hem modern hem de geleneksel tarzların bir araya getirildiği mimarisi vardır. 'nin sonuncusu olarak, son sekiz yüzyılın çoğu boyunca ülkenin siyasî merkezi olarak işlev göstermiştir ve MS ikinci yüzyılın büyük bir kısmı boyunca Dünya'nın en kalabalık şehriydi. Üç tarafında dağlar tarafından çevrelenmesi ve kurulmasıyla Pekin'in birçok stratejik avantajı var, dolayısıyla Çin'in tarihî imparatorluk başkenti olarak seçildi ve Çin imparatorunun ikametgâhı olarak geliştirildi. Lüks sarayları, tapınakları, parkları, bahçeleri, mezarları, surları ve kapıları için tanınır. Pekin'de yedi tane UNESCO Dünya Mirası bulunmaktadır: bunlar Yasak Şehir, Cennet Tapınağı, Yazlık Saray, Ming Mezarları, Zhoukoudian ve Çin Seddi ile Büyük Çin Kanalı'nın bazı kısımlarıdır. Bunların her biri yüksek sayıda turist çekmektedir. Şehrin geleneksel konut tarzı olan ve bu siheyuanların arasında geçen dar "hutong" sokakları, kendileri önemli turistik mekânlardır ve Pekin şehri içinde sık rastlanırlar.
Pekin'de 91 tane üniversite var; bunların birçoğu, hem Asya-Pasifik sıralamaları hem de küresel sıralamalarda sürekli en iyi üniversitelerin arasında yer alır. Pekin'de bulunan Tsinghua ve Pekin üniversiteleri, Asya-Pasifik ülkeleri ve gelişmekte olan ülkelerdeki en iyi üniversitelerdir. , Pekin'in ekonomik genişlemenin merkezidir ve inşası devam etmekte olan veya son zamanlarda tamamlanmış içermektedir. Zhongguancun bilim parkı, bilim ve teknoloji inovasyonu ve girişimciliği konularında Dünya'nın önde gelen merkezlerinden biridir. "" sıralamalarına göre Pekin şehri, 2016 yılından beri bilimsel araştırmada Dünya birincisidir. Üstelik, başta 2008 Yaz Olimpiyatları ve 2008 Yaz Paralimpik Oyunları olmak üzere, Pekin çok sayıda ulusal ve uluslararası spor etkinliğine ev sahipliği yapmıştır. Gelecekte Pekin, hem Yaz hem de Kış Olimpiyatları'na ve hem Yaz hem de 'na ev sahipliği yapmış ilk şehir olacaktır. Pekin ayrıca 172 yabancı büyükelçiliğe ev sahipliği yapmanın yanı sıra Asya Altyapı Yatırım Bankası, Şanghay İşbirliği Örgütü ve genel merkezlerine de ev sahipliği yapar.
Beijing kelimesinin anlamı.
"Beijing", birçok Uzak Asya ülkesindeki isimlendirme geleneğine benzer şekilde "kuzey başkenti" anlamına gelir. Buna benzer isme sahip diğer kentler arasında Çin'de "güney başkenti" anlamına gelen Nankin; "doğu başkenti" anlamına gelen Japonya'daki Tokyo, Vietnam'daki Hanoi'nin eski adı Đông Kinh; "başkent" anlamına gelen Japonya'daki Kyoto ve Güney Kore'deki Seul'un eski adı Gyeongseong yer alır.
Tarih.
Savaşan Krallıklar Zamanında (MÖ 4.-3. yüzyıl) "Ci" adıyla, Yenler'in başlıca kentiydi. Şu Huangdi zamanında yıkıldı (MÖ 226). Han Hanedanı döneminde "Yen" adıyla yeniden kuruldu. Kuzey Çin'in geri kalan bölümü gibi MS 4.-6. yüzyıl arasında bozkır halkları tarafından işgal edildi ve Mujonglar'ın başkenti haline geldi (350-357). Sueiler (581-618) ve Tanglar (618-907) döneminde Kuzey Çin'in, Moğollar'dan daha tehlikeli hale gelen Kuzeydoğu Halklarına karşı başlıca kalesiyidi. Çinli aile Hou Çin'in Çitanlar'a bıraktığı (936) kenti Çitanlar 938'de Güney'in başkenti yaptılar (Nancing). Kenti 1122'de Curçenler işgal ettiler, Songlar'a bıraktılar (1123), yeniden aldılar (1125) ve 1153'te Merkez'in başkenti ve başlıca ikametgâhları haline getirdiler.
Cengiz Han'ın Moğolları kenti 1215'te alarak yıktılar. 1260'ta Kubilay Han bölgeye yerleşti ve kentin kuzeydoğusunda yeni bir kent kurdurdu (1264-67); "Tai du" (Çince, "Büyük Başkent") ya da "Hanbalık" ("Han kenti"). Çin'in merkezi olan bu kent Marco Polo'nun büyük hanla görüştüğü ve anılarında "Cambaluc" adını verdiği kenttir. Pekin'i büyük kanala bağlayan (13. yüzyıl sonu) bir kanal, başkente Yangzi yoluyla pirinç getirilmesini sağlıyordu. Nancing'i başkent yapan (1368-1416'ya doğru) ilk Ming İmparatoru Pekin'e Beiping ("Kuzey Başkenti") adını verdi. Üçüncü Ming İmparatoru Yonglı (1403-1424) bu kente yerleşerek adını Beijing'e çevirdi ve Yasak Kent ile Gökyüzü Tapınağı'nı kurdu. Ciaşing, bunlara Tarım Tapınağı'nı yaptırdı ve kenti yeniden başkent durumuna getirdi. Kent 1928'e kadar başkent olarak kaldı. Mançular'ın zaferinden kısa süre önce yakılan (1644) Pekin geleneksel ölçülere göre yeniden kuruldu ve yeni hanedan tarafından güzelleştirildi (Göksel Barış Kapısı, Yüce Uyum Sarayı, kentin kuzeybatısında yazlık saray). 17. ve 18. yüzyıllarda Kangşi (1662-1722) ve Çienlong (1736-1796) dönemlerinde, güneybatı kesiminde misyonerler (özellikle Cizvitler) ve Avrupalı teknisyenler yaşıyordu.
1860'ta, II. Afyon Savaşı sırasında Fransız-Britanya seferinde yaz sarayının yanmasından sonra Pekin'deki yabancı temsilcilerin oturduğu ayrıcalıklı bir semt kuruldu. Bu temsilciliklere Boxerların silahlı saldırısı (Haziran 1900), kente, 1901'de uluslararası bir garnizon yerleştirilmesine yol açtı. İmparatorluğun yıkılmasından (1912) sonra "Savaş Ağaları"nın eline geçen Pekin'i Kuomintangçılar işgal ettiler (1928) ve yeniden "Beiping" diye adlandırdılar (başkent Nancing'e nakledilmişti). Japonları'ın ele geçirdiği (Temmuz 1937) kent, 1945'e kadar onların desteklediği bir hükûmet tarafından yönetildi. Ocak 1949'da komünistler tarafından yeniden ele geçirildi. 1 Ekim 1949'da da Tiananmen'de Mao Zedong tarafından Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşu ilan edildi, aynı zamanda eski adını aldı ve yeniden başkent oldu.
1950'lerde eski şehrin dışına doğru büyümeye başlayan şehir, kuzeyde konut alanları, batıda da ağır sanayi yerleşmeleriyle çevrelendi. 1960'larda metro ve İkinci Çevre Yolu inşaatları için şehir surlarının bir kısmı yıkıldı. Kültür Devrimi sırasında, 18 Ağustos 1966 günü ise Pekin'de, Mao'nun başkanlık ettiği ve bir milyon kişinin katıldığı bir açık hava toplantısı yapıldı. Nisan 1976'da, Dörtlü Çete ve Kültür Devrimi'ne karşı Tiananmen Meydanı'nda toplanan geniş bir halk topluluğu zorla dağıtıldı. Aynı yılın ekim ayında Dörtlü Çete tutuklandı ve Kültür Devrimi sona erdirildi.
1980'lerde Pekin'in kentsel alanı, yapımı 1981'de tamamlanan İkinci Çevre Yolu ve arkasından onun inşaatını takip eden çevreyolları sayesinde büyüme gösterdi. Bu dönemden 2000'li yılların ortalarına kadar şehir eski şehrin yaklaşık 1,5 katı büyüdü. Wangfujing ve Xidan gözalıcı olarak gelişen ticaret bölgeleri olurken, Zhongguancun, Çin'in elektronik merkezi oldu.
Ancak bu gelişmenin faturası olarak Pekin, yoğun trafik, düşük hava kalitesi, tarihi semtlerin yok olması ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinden gelen göç dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Nisan-Haziran 1989'da, Tiananmen Meydanı'nda öğrencilerin, aydınların ve işçilerin önderliğinde gerçekleşen gösterilerin ve bu gösterilmesin bastırılması gibi yakın Çin tarihindeki olaylara da evsahipliği yapan Pekin, dünyanın en büyük spor organizasyonu olan 2008 Yaz Olimpiyatları'na da evsahipliği yaptı.
Coğrafya.
Pekin'in kurulu olduğu 30–40 m yüksekliğindeki düzlüğün kuzey kenarını Moğolistan Platosu, kuzeydoğu kenarını ise Yan Dağları oluşturur. Jeologların "Pekin Koyu" adını verdiği çukur alan kenti kuzeydoğudan güneybatıya doğru kuşatır, güney ve doğuda da asıl büyük ovaya açılır.
Önemli dağ geçitlerinin güneydeki kesişme noktasında yer alan Pekin, Kuzey Çin Ovasını kuzeydeki sıradağ, ova ve platolara bağlayan ulaşım hattı üzerinde doğal bir geçit konumundadır. Bu stratejik öneminden dolayı 700 yılı aşkın bir süre genil Orta Asya hinterlandına açılan kervan yollarının başlangıç noktası olmuştur.
İklim.
Pekin'de, ılıman kuşakta görülen karasal bir muson iklimi hüküm sürer. Kışlar, Moğolistan Platosu'ndan gelen Sibirya hava kütlelerinin etkisiyle uzun, soğuk ve kurak geçer. En soğuk ay olan ocakta ortalama sıcaklık -4 °C'yi bulur. Yaz aylarında genellikle güneybatıdan Kuzey Çin'e giren sıcak ve nemli hava yağışlara yol açar. Yıllık yağış miktarının (635 mm) büyük bölümü bu mevsimde düşer. Temmuz ortalama 26 °C ile en sıcak aydır.
Yönetim.
Pekin Belediyesi, Tientsin Belediyesiyle sınırdaş olduğu iki nokta dışında, Hebei yönetim bölgesiyle çevrilidir. Pekin kenti ve çevresinin dev bir metropoliten alan olarak düzenlenmesinin geçmişi 15. yüzyıl başlarına değin uzanır.
Bununla birlikte kentsel işlevler açısından birbirini çevreleyen eşmerkezli üç kuşağa ayrılabilir. Surlarla çevrili eski kent merkezini içine alan birinci kuşakta eski saraylar, resmi binalar, alışveriş merkezleri ve eski konut alanları yer alır. Yakın banliyölerden oluşan ikinci kuşakta yeni fabrikalar, okullar, resmi binalar vardır. Bu kuşağın sınırında tarım alanlarının oluşturduğu dar bir şerit bulunur. En dıştaki banliyöleri kapsayan üçüncü kuşak belediye alanının en büyük bölümünü içine alır ve ilk iki kuşaktaki kentsel nüfusa kaynak sağlayan bir ekonomik dayanak işlevi görür.
İdari yapılanma.
Pekin doğrudan yönetilen şehrinin kapsadığı alan toplam 16 farklı semte bölünür:
Ekonomi.
Kıta Çini'nin ilk sanayi sonrası kenti olan Pekin, hizmet sektörünün (üçüncül sektör) gayri safi yurt içi hasılasındaki (GSYİH) yüksek payıyla Çin'in en gelişmiş kentlerinden biridir. Fortune Global 500 listesi'ndeki 41 şirkete evsahipliği yapan Pekin, bu listede Tokyo'nun arkasından ikinci sıradadır. Ayrıca en büyük Çin şirketlerinin 100'den fazlası Pekin'de yer alır.
Finans en önemli endüstrilerden biridir. 2007 sonu itibarıyla Pekin'de bulunan 751 finans kuruluşu, tüm ülkenin finans gelirinin %11,6'sına (aynı zamanda şehir GSYİH'sının %13,8'i) denk gelen, 128,6 milyar RMB gelir yarattı. 2010 yılında Pekin'in nominal GSYİH'sı 1,37 milyar RMB'ye ulaşarak, bir önceki yıla oranla yaklaşık %10'luk artış gösterdi. 2009 yılında, Pekin'in birincil (tarım, madencilik), ikincil (inşaat, imalat) ve üçüncül (hizmet) sektörleri sırasıyla 11,83 milyar RMB, 274,31 milyar RMB ve 900,45 milyar RMB değere ulaştı. Kişi başına düşen kentsel harcanabilir gelir, bir önceki yıla göre %8,1'lik reel artış göstererek 26.738 yuan oldu. 2005 yılında Pekin'in kentli ve kırsal sakinlerinin Engel Katsayısı 2000 yılına göre sırasıyla %4,5'luk gerilemeyle 31,8 ve %3,9'luk gerilemeyle 32,8'e ulaştı.
Son yıllarda gayri menkul ve otomotiv sektörlerindeki hızlı büyüme devam etmektedir.
Eski yapılar.
Asıl Pekin kenti temelde surlarla çevrili iki kentten oluşur: Kuzeydeki İç Kent (Kabaca Dadu) adlı Moğol kentinin bulunduğu yeri kaplayan "Tatar Kenti" ile güneydeki Dış Kent (Ming Hanedanı döneminde inşa edilen "Çin Kenti"). İç Kent sınırları içinde kalan eski İmparatorluk Kenti'nin bir parçası olan "Yasak Kent"te İmparatorluk Sarayı yer alır.
İç Kent'in düz bir kuzey-güney çizgisi üzerinde kurulu olan simetrik ve dikdörtgen planı, son derece ilginçtir. Bütün kent surları, önemli kent kapıları, başlıca cadde ve sokaklar, dinsel yapılar ve günlük alışveriş merkezleri bu merkezi eksene uygun olarak düzenlenmiştir. Pekin'in planındaki düzen ve uyum dünyada pek az kentte bulunur. Pekin'in bir başka özelliği yeşil alanların ve parkların son derece geniş bir yer tutmasıdır.
Çin'in mimari mirasını en iyi yansıtan Pekin'in bazı kesimlerinin modernleştirilmiş olmasına karşın, geleneksel yerlerin korunması için yüzyıllardır büyük bir özen gösterilmiştir. 1949'dan bu yana kentin görünümünde meydana gelen en büyük değişiklik, eski surların dışında kalan sokakların uzatılmasıdır.
Pekin'deki tarihsel ve dinsel yapıların başında gelen Tiantan (Cennet Tapınağı), Cennet'in küre, Yer'in ise kare biçiminde olduğuna ilişkin, kökleri çok eskiye uzanan inancı somutlaştıran olağandışı geometrik planıyla, Çin mimarisinin en yetkin örneklerinden biri olarak eşsiz bir güzelliktedir. Qi Nian Dian (Bereketli Hasat İçin Dua Binası), Huang Qiong Yu (İmparatorluk Cennet Tonozu) ve Huan Chui Tan (Dairesel Tepe Sunağı) bu yapı içinde yer alır.
Öteki önemli binalardan biri de kent ekseninin doğu yakasındaki İmparatorluk Ataları Tapınağı'dır (bugün Halk Kültür Parkı). Batıdaki
Yer ve Hasat Sunağı (bugün Zhong Shan Parkı) bu binayı dengeler. Kent merkezinde 1949'dan sonra inşa edilen yapılardan biri olan, iki bloktan oluşan Büyük Halk Binası'dır. En yüksek devlet organı Ulusal Halk Kongresi'nin oturumları bu binanın büyük toplantı salonunda yapılır.
Demografi.
Pekin, Çongçing ve Şanghay'dan sonra Çin'deki üçüncü büyük belediyedir. 2010 itibarıyla Pekin'in daimi ve geçici ikamet edenlerle beraber toplam nüfusu 19.612.368'dir. Bu istatistik aynı zamanda kentin nüfusunda son on yıldaki %44'lük artışa işaret eder.
Etnik dağılım.
Pekin nüfusunun büyük kısmını Han Çinlileri oluşturur. Mançular, Huiler, Moğollar, Koreliler ve Tujialar diğer etnik azınlıklardır.
Diller.
Pekin Şehri'nin yerlileri Beifanghua'nın () konuşurlar. Bu lehçe, Çin anakarası ve Tayvan'da kullanılan standart konuşma dili ve Singapur'un dört resmî dilinden biri olan "Putonghua"nın temelini oluşturur. Pekin'i çevreleyen Hebei Eyaleti'nde konuşulan Jilu lehçesi, Pekin Büyükşehir Belediyesi'nin kırsal alanlarında yaşayan bazı yerliler tarafından da konuşulur. Tüm bunların dışında, "Ethnologue"a göre, Pekin'de Jin Çincesi, Korece ve Mançuca dillerini konuşan topluluklar da yaşamaktadır.
Eğitim.
Pekin'in bir yükseköğretim olma özelliği 1949'dan sonra daha da pekişmiştir. Ünlü Pekin (1898) ve Tsinghua üniversitelerinin çevresinde gelişmiş olan bilim ve eğitim merkezleri semtinde ideolojik eğitim, müzik, tıp ve teknik alanlarla ilgili çeşitli uzmanlık kurumları da yer alır. Çin'in en önde gelen araştırma kurumu Çin Bilimler Akademisi (Academia Sinica) de buradadır.
Kültür.
Birkaç yüzyıldan beri Çin'in kültür merkezi olan Pekin, ülkenin en seçkin kültür kurumları olan bir dizi kütüphane, müze ve tiyatroyu barındırır. Bu kurumların başında imparatorluk koleksiyonlarını içeren Pekin Kütüphanesi, Pekin İmparatorluk Müzesi ve Çin Tarih Müzesi gelir. Pekin aynı zamanda Çin'in önde gelen yayımcılık ve kitle iletişim araçları merkezidir.
Pekin Hayvanat Bahçesi, Çin dev pandası gibi farklı kıtalardan nadir hayvanlara ev sahipliği yapan zoolojik bir araştırma merkezidir.
Spor.
Etkinlikler.
Pekin, aralarından 2008 Yaz Olimpiyatları ve Paralimpik Oyunlarının da olduğu pek çok spor etkinliğine evsahipliği yapmıştır. 1990 Asya Oyunları ile 2001 Yaz Üniversite Oyunları yakın zamanda Pekin'de gerçekleştirilmiş diğer çok sporlu etkinliklerdendir. Diğer organizasyonlar arasında Pekin Maratonu (1981'den beri her yıl), Çin Açık Tenis Turnuvası (2004'ten beri her yıl), ISU Artistik Buz Pateni Büyük Ödülü, Snooker'da Çin Açık (2005'ten beri her yıl), Uluslararası Bisiklet Birliği Pekin Turu (2011'den beri) yer alır. 2015 Dünya Atletizm Şampiyonası Pekin'de gerçekleştirilecektir.
Mekanlar.
Tamamı kent merkezinin kuzeyindeki Olimpik Yeşil adlı spor kompleksinin içindeki bazı önemli spor tesisleri "Kuş Yuvası" olarak bilinen Pekin Ulusal Stadyumu, Pekin Ulusal Su Sporları Merkezi (Su Küpü), Pekin Ulusal Kapalı Stadyumu'dur. Şehir merkezinin batı kesiminde yer alan Wukesong Kültür ve Spor Merkezi ile İşçiler Stadyumu diğer tesislerdir.
Ulaşım.
Pekin, Çin Demiryolu Sistemi'nin merkezlerinden biridir. Geleneksel dokuz demiryolu hattı şehirden yayılır; Şanghay (Jinghu Hattı), Guangzhou (Jingguang Hattı), Kowloon (Jingjiu Hattı), Harbin (Jingha Hattı), Baotou (Jingbao Hattı), Qinhuangdao (Jingqin Hattı), Chengde (Jingcheng Hattı), Tongliao, İç Moğolistan (Jingtong Hattı) ve Yuanping, Shanxi (Jingyuan Hattı). Ayrıca Moskova (Rusya), Pyongyang (Kuzey Kore), Ulan Bator (Moğolistan) ve Hanoi (Vietnam) gibi yabancı başkentlere ekspres tren seferleriyle bağlanır. Bunlara ek olarak Pekin iki yüksek hızlı demiryolu hattına sahiptir; 2011'de açılan Pekin - Şanghay yüksek hızlı demiryolu ile 2008'de hizmete giren Pekin - Tientsin yüksek hızlı demiryolu.
Pekin Merkez Garı 1959'da açılmıştır; Batı Garı 1996'da, yüksek hızlı tren seferlerinin yapıldığı Güney Garı ise 2008'de yenilerek hizmete girmiştir.
Ulusal bağlantı yolları ağının bir parçası olan Pekin'den çıkan bir düzine kadar otoyol ülkenin çeşitli yerlerine uzanır. Pekin'in şehir içi ulaşımı, Yasak Kent'i merkez alan beş çevre yoluna bağlıdır. 2010 yılı itibarıyla şehirde kayıtlı olarak 4 milyon otomobil bulunmaktadır. 2010 yılında haftada ortalama 15.500 aracın trafiğe katılığı Pekin'de, 2010 sonu itibarıyla 5 milyon otomobilin olduğu tahmin dilmektedir.
Kentin ana havalimanı olan Pekin Başkent Uluslararası Havalimanı kent merkezinin yaklaşık 20 km kuzeydoğusundadır. Başkent Uluslararası Havalimanı yolcu trafiği olarak dünyanın en yoğun ikinci havalimanıdır. 2008 Yaz Olimpiyatları için yapılan genişletme çalışmalarıyla üç ayrı terminale ulaşan havaalanının, 3. Terminali dünyadaki en büyüklerinden biridir. Pekin'e yapılan dış hat uçuşlarının tamamı ile iç hat uçuşlarının büyük kısmı buradan gerçekleşir. Air China'nın merkezi olan Başkent Uluslararası Havalimanı, China Southern ve Hainan Airlines'ın bir merkezidir.
Uluslararası ilişkiler.
Çin, 2019 yılı itibarıyla Dünya'nın en büyük diplomatik ağına sahiptir, ve başkent Pekin'de oldukça büyük bir diplomatik topluluğa ev sahipliği yapılmaktadır. Bu topluluk hâlihazırda 172 büyükelçilik, 1 konsolosluk, 3 temsilci ofisi ve Hong Kong ve Makao ticaret bürolarından oluşmaktadır.
Pekin ayrıca aşağıdaki şehirler ve bölgelerle kardeş şehir anlaşmalarına girmiştir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11228",
"len_data": 18524,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.14
}
|
Sicilya Savunması, bir satranç açılışıdır.
Aşağıdaki hamlelerle başlar:
Sicilya Savunması, usta seviyesinde 1.e4'e karşı en sık uygulanan savunma tarzıdır. Savunmanın özünde siyahın değişimden sonra açılan C dikeyine yaptığı baskı yatar. Bu asimetrik pozisyon oldukça karmaşık pozisyonların oluşmasına neden olur. Genelde beyaz şah kanadında doğru saldırıya geçerken siyah da vezir kanadında karşı oyun arar. Sicilya Savunmasında genel olarak, siyah oyun ortasındaki problemleri atlatırsa oyun sonunda avantajlıdır görüşü hakimdir.
Dragon varyantı.
Sicilya Savunmasında siyahın uygulayableceği çeşitli yerleşimlerden biri dragon (ejder) varyasyonudur.
Dragon varyasyonuna şu hamlelerle erişilir:
Açılışın dragon olarak nitelenmesinin sebebi siyahın piyonlarının dizilişinin c6 karesindeki at ile beraber bir Çin ejderhasını andırmasıdır. Bu isimle adlandırılmasının bir nedeni de ters yönlere rok yapan taraflar arasında çok şiddetli bir oyun ortası savaşına neden olması olabilir. Özellikle Yugoslav saldırısı varyasyonunda iki tarafın da piyonları şahlara doğru amansızca sürülür (piyon fırtınası).
Najdorf varyantı.
Sicilya Savunmasının yaygın devam yollarından biri de Najdorf Varyantıdır:
Ana Varyant
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11230",
"len_data": 1205,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.53
}
|
10 (on) günlük hayatta kullanılan ana sayı sisteminin temeli olan sayı. Dokuzdan sonra, on birden önce gelir. Roma sayı sisteminde X ile temsil edilir. Neon'un element numarasıdır
10 sayısı bir desteye karşılık gelir.
İşlemler
"Toplama"
"Çıkarma"
"Çarpma"
"Bölme"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11233",
"len_data": 263,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 2.6
}
|
Saffir-Simpson ölçeği kasırgaların şiddetlerinin ifade edilmesi kullanılan 1-5 arasındaki değeri belirler. Puanlama kasırganın hızı ve neden olacağı hasara göre yapılır.
Kategoriler.
Kategori 1.
Zayıf Ağaçlar ve yol işaretlerinde hasara yol açar. Rüzgâr hızı 119-153 (km/s) arası değişir. Örnek 1995 Allison ve 1997 Danny kasırgaları.
Kategori 2.
Binalarda çatı ve pencerelere hasar verir. Rüzgâr hızı 154-177 (km/s) arası değişir. Örnek 1998 George, 1998 Bonny Kasırgaları.
Kategori 3.
Binalarda yapısal hasar verebilir ve zayıf duvarlar yıkılabilir. Büyük ağaçlar ve işaretler devrilir. Rüzgâr hızı 178-209 (km/s) arası değişir. Örnek 1995 Roxanne, 1996 Fran Kasırgaları.
Kategori 4.
Perde duvarlarda ciddi hasar, ciddi seviyede çatı hasarı. Tüm ağaçlar, işaretler devrilir. Sahilden 10 km içeriye kadar olan yerleşim alanlarının boşaltılması gerekebilir. Rüzgâr hızı 210-249 (km/s) arası değişir. Örnek 1995 Luis, 1995 Felix ve Opal Kasırgaları.
Kategori 5.
Hemen tüm evler ve endüsriyel binalarda çatıların çökmesi, Tüm ağaç, işaret ve küçük evlerin tamamen yıkılması. 10–18 km ye kadar yerleşim alanlarının boşaltılması gerekebilir. Rüzgâr hızı 250 (km/s)'den fazladır. 1998 Mitch, 1998 Gilbert ve 2005 Katrina kasırgası
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11234",
"len_data": 1225,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.84
}
|
Biyolojide morfoloji (ya da biçimbilim), canlıların yapı ve biçimini inceleyen ve özel fiziksel özelliklerini araştıran bilim dalıdır.
Morfoloji, canlıların organları gibi iç bölümlerinin biçimlerinin incelemek kadar canlıların diğer özelliklerini (renk, şekil, doku, yapı) de inceler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11236",
"len_data": 285,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.85
}
|
Fonetik alfabe, bir sözcük ya da sözcük grubu kodlanırken kullanılan abecedir. Sözcüğü oluşturan harfler göz önünde bulundurularak daha önceden belirlenmiş sözcükler kullanılır.
Birçok uluslararası büyük firmalar kendilerine bir ad seçerken fonetik abeceyi dikkate alır. Böylece latince sözcük kökenli ülkelerde telaffuz sorunu oluşmaz.
Örnek: Sony, Acer, Vestel
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11237",
"len_data": 362,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.61
}
|
Bıçak Sırtı (İngilizce: Blade Runner), Ridley Scott tarafından yönetilen 1982 tarihli ABD yapımı bilimkurgu filmidir. Başrollerde Harrison Ford, Rutger Hauer ve Sean Young yer almıştır. Philip K. Dick'in" Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?" adlı romanını temel alan senaryoyu Hampton Fancher ve David Peoples yazmıştır.
Filmin hikâyesi 2019 yılının Los Angeles'ında geçer. Sorun çıkaran replicantları öldürmek ile görevli "Bıçak Koşucuları" adlı polis birimine üye olan Rick Deckard (Harrison Ford), köle gibi çalıştırılmaktan bıkıp dünyanın dışındaki bir yerde Nexus 6 isyanını düzenleyen replicantları öldürmek ile görevlendirilir. Replicantlardan biri olan Roy Batty'nin (Rutger Hauer) amacı yaratıcısı Dr. Eldon Tyrell'i (Joe Turkel) öldürmektir.
Film başlangıçta karışık eleştiriler aldı. Bazı eleştirmenler filmden hoşlanmazken bazıları da filmin tematik karışıklığını beğendi. "Bıçak Sırtı", Kuzey Amerika'da çok az bir hasılat elde etti. Film, gişe hasılatında yaşadığı hezimete rağmen o zamandan beri kült klasik statüsüne yükseldi. "Bıçak Sırtı"'nın yapım tasarımı hazırlanırken, filmin karanlık bir geleceği yansıtması planlanmıştı. Film, 20. asrın sonlarında ve 21. asrın ilk yıllarında başlayan yoğun nüfus, küreselleşme, iklim değişikliği ve genetik mühendisliği gibi önemli konulara değinir. "Bıçak Sırtı", kara film türünün en önemli örneklerinden biridir. Ayrıca Hollywood'un ilgisini Philip K. Dick'in üzerine çekerek, o zamandan beri onun işlerinden uyarlanan birçok filmin yapılmasına yol açtı. Ridley Scott yapımı, en kişisel filmi olarak tanımladı. "Bıçak Sırtı", 1993 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. 2007'de Amerikan Film Enstitüsü'nün "100 Yıl... 100 Film" listesinin 10. yıldönümü sürümüne giren 100 film arasında 97. oldu.
Filmin birkaç farklı kurgusu gösterildi. 1992 yılında Ridley Scott kendi kurgusunu hazırladı. Filmin son kurgusu, Warner Bros.'un "Bıçak Sırtı"'nın 25. yıldönümü için dağıttığı DVD, HD DVD ve Blu-ray'lerde dijital olarak yenilenmiş şekilde yer aldı.
Konu.
Film, 2019 yılında Los Angeles şehrinde geçer. Tyrell Şirketi'nin ürettiği replicantlar (kopya) köle gibi çalıştırılmaktan bıkıp Dünya dışı bir gezegende isyan yapar. Bir uzay gemisine binip Dünya'ya gelirler. Sorun çıkaran replicantları bulup öldürmek için çalışan "Bıçak Koşucuları" adlı polis birimi, isyancı replicantları bulmak için Holden'ı görevlendirir. Holden, replicantları insanlardan ayırt etmeye yarayan Voight-Kampff testi ile onları bulmaya çalışır. Testi Leon Kowalski'nin üzerinde uygular. Kowalski bundan rahatsız olup onu öldürür. Polis biriminde yüzbaşı olan Bryant, artık "Bıçak Koşucusu" olmak istemeyen Rick Deckard'ı Roy Batty, Pris, Leon Kowalski, Zhora adlı isyancı replicantları öldürmesi için görevlendirir. Deckard görevi isteksiz bir şekilde kabul eder. Deckard, replicantları üreten Dr. Eldon Tyrell'ın evine gider. Tyrell'ın yardımcısı Rachael'a Voight-Kampff testini uygular. Rachael'ın bir replicant olduğu ortaya çıkar. Deckard ve Gaff, Leon'un evini ararken, Roy ve Leon da Chew'in göz fabrikasına girer. Burada replicantların gözleri üretilmektedir.
Sorguya çekilen Chew, Eldon Tyrell ile görüşebilmenin en iyi yolunun J. F. Sebastian adlı kişi olduğunu söyler. Ölüm belirtileri gösteren Roy Batty ve arkadaşları, bu soruna bir çare bulabilmek için Tyrell'ı aramaktadır. Rachael, Deckard'ın evine gider. İnsanlığını kanıtlamaya çalışır. Ancak Deckard ona anılarının Tyrell'ın yeğenine ait olduğunu söyler. Bir replicant olduğunu anlayan Rachael ağlamaya başlar. Onun için çok üzülen Deckard, bunun bir şaka olduğunu söyler. Rachael ona inanmaz. Bu sırada da Pris, J. F. Sebastian ile tanışır. Brabury Binası'nda yaşayan Sebastian, Pris'i evine davet eder.
Bir bilgisayar tarayıcısı kullanan Deckard, Zhora'nın bir resmini bulur. Deckard, bir kulüpte çalışan Zhora'yı bulur. Deckard'ı ağırlayan Zhora, onun bir "Bıçak Koşucusu" olduğunu anladığında kaçmaya başlar. Eline silahını alan Deckard, kaçmakta olan Zhora'a ateş eder ve onu öldürür. Deckard, Rachael ile eve gidip onunla sevişir. Leon, Deckard'ı görür ve onu acımasızca dövmeye başlar. Onu öldürmeye çok yaklaşmışken Rachael ona ateş eder ve gözünden vurur. Leon ölüp yere yığılır. Deckard ile bir toplantı yapan Bryant, Rachael'ı da listesine eklemesini söyler. Sebastian'ın evinde kalan Pris'in yanına Roy Batty de gelir. Sebastian ona replicantlarda çabuk yaşlanmaya neden olan bir genetik bozukluk olduğunu açıklar. Roy, Sebastian'ın duyduğu kederi keşfettiği zaman ona sempati beslemeye başlar. Sebastian, bir satranç oyununda Roy'un yardımıyla Tyrell'ı mağlup eder. Buna şaşıran Tyrell, Sebastian'ı evine davet eder. Bu sayede Roy da Tyrell'a ulaşır. Tyrell, Roy'un kusursuz tasarımını över ve ona karşı günah çıkartır. Bunu reddeden Roy, onun hesabının cehennemde sorulacağını söyler ve ardından Tyrell ile Sebastian'ı öldürür.
Deckard, Sebastian'ın evine gittiğinde Pris ona pusu kurar. Deckard elini silahına atamadan Pris onu döver. Pris onu öldürmek üzereyken Deckard silahına davranır ve onu öldürür. Geri dönen Roy Batty, Pris'in ölümü karşısında dehşete düşer. Deckard'a kaçması için biraz zaman veren Roy Batty, onu yakaladığında bir duvarı yıkıp onun iki parmağını kırar. Binanın tepesine çıkan Rick Deckard kaçmaya başlar ancak düşer ve bir yere tutunur. Roy Baty onu kurtarır. Yere oturan Roy Batty, Rick Deckad'a kendi kısa yaşamından bir monolog sunar:
Roy ölür ve Deckard olay yerinden uzaklaşır. Uzakta bulunan Gaff "Onun yaşamayacak olması çok kötü! Zaten, kim yaşıyor ki? " der. Deckard endişeli bir şekilde dairesine döner ve Rachael'ı canlı bulduğunda rahatlar. Deckard, Gaff tarafından bırakılmış bir origami kağıdı bulur. Film versiyonlara bağlı olarak, ya Deckard ve Rachael'ın belirsiz bir geleceğe doğru yol alması ile ya da itici pastoral bir manzara bırakarak sona erer.
Yapım.
Philip K. Dick'in "Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?" romanının filme uyarlamasıyla ilgili çalışmalara, kitabın 1968'deki yayımından kısa bir süre sonra başlandı. Dick'e göre Martin Scorsese uygun seçimdi, ancak bu asla gerçekleşmedi. Film için ilk taslak, TV yazarı Roland Kibben tarafından kaleme alındı. Hampton Fancher film için bir taslak yazdı. Hampton'ın taslağı ile ilgilenen Yapımcı Michael Deeley, yönetmen Ridley Scott ile çalışmak istedi. Scott en başta projeyi reddetti. Scott o sıralar "Dune" adlı proje ile ilgileniyordu ama filmin yapımı çok yavaş ilerliyordu. Ağabeyinin erken ölümün yüzünden hisettiği duyguları dışarı vurmabilmek için bir film arayan Scott, "Bıçak Sırtı" projesini kabul etti. Senarist Hampton Fancher 1977 yılında senaryoyu yazmaya başladı. Yönetmen Ridley Scott kendi yazdığı senaryo için "karakterler asla kapı dışarı çıkmıyorlardı" demişti. Senaryoyu yazmak ile görevlendirilen Hampton Fancher, Scott'un isteklerini karşılama konusunda hayal kırıklığı yaşadı. Dick, Fancher'ın senaryosunu "bayat, klişelerle dolu ve boştan sona boş bir çaba" olarak değerlendirdi. En sonunda Tony Scott, kardeşi Ridley'e David Peoples isimli senaristi önerdi. Scott onunla Los Angeles'ta tanıştıktan sonra çalışma senaryosunu Peoples'a teslim etti. "Senaryo dehşet vericiydi" diye konuşan Peoples, "Kendime 'bunu nasıl adam ederim? diye sordum" dedi. Scott, Peoples'ı senaryoyu yeniden yazması için görevlendirdi ve Hampton Fancher ile görüşmesini yasakladı. Fancher da o sıralar senaryoyu yeniden yazıyordu. Asıl senaryo, onların yazdığı senaryoların birleşmesi ile oluşmuştu. Senaryoyu yazarken "android" kelimesinin fazla kullanılmış olduğunu fark eden Peoples, UCLA'da kimya okuyan ablası ile birlikte "replicant" terimini buldu. Deckard'ın bir replicant olup olmadığı hakkında konuşan Peoples, kendi senaryosunda asla böyle bir durumun söz konusu olmadığını söyledi.
Peoples filmin kara film stili hakkında ise "Bu Hampton'un kendi senaryo taslağında olan bir fikirdi. Dış seste ise Raymond Chandler tarzı bir anlatım vardı. Ben de aynı tonda bir tane yazdım" dedi. Filmin orijinal kurgusundaki dış ses konusunda da "Hampton ve ben açıklayıcı olmadan müzikal ve tonsal olan bir anlatım yazmak için çalışmıştık. Ama filmin kendi başına ayakta durmasını sağlamak için bunu çekim senaryosundan çıkardık" dedi. İlk yazılan taslaklardan hoşlanmayan Dick, yeniden yazılan senaryodan memnun oldu. Stüdyo, filmin yirmi dakikasının gösterildiği test gösterimine Dick'i de davet etti ve o izlediği kısımları beğendi. Dick, filmin gösterimine kısa bir zaman kala öldü ve sinema filmi Dick'e adandı.
Çeşitli karakterlerin gözlerinde görülen turunu parlaklık onların kopya olduğu anlamına geliyordu. Bu parlaklık filmin bir sahnesinde Deckard'ın gözünde de görülüyordu. Bu efekt kameraya 45 derece açı ile yerleştirilen yarı yansıtıcı bir camdan yansıyan ışık ile elde edildi. Filmin yapımına 9 Mart 1981 tarihinde başlandı ve çalışmalar dört ay sonra bitirildi.
Oyuncu kadrosu film için büyük bir sorundu. Bu durum özellikle de Deckard rolü için geçerliydi. Deckerd'ı Robert Mitchum olarak gören senarist Hampton Fancher, Deckard'ın diyaloglarını Mitchum'u düşünerek yazdı. Rol için Harrison Ford ile anlaşılmadan önce Gene Hackman, Sean Connery, Jack Nicholson, Paul Newman, Clint Eastwood, Tommy Lee Jones, Arnold Schwarzenegger, Al Pacino ve Burt Reynolds da düşünülmüştü. Rachael ve Pris rolleri de ayrıca birer problemdi. Rol için birçok aktris ses denemesine katıldı. Roy Batty rolü için oyunu bulmakta hiç zorluk yaşanmadı. Rutger Hauer'in diğer filmlerdeki performanslarını gören Scott, onu oyuncu kadrosuna kattı. People, Roy Batty'nin final sahnesindeki tiradını William Blake'in America: A Prophecy in Chew's Eye Works adlı kitabındanki "Sizin gözlerinizle görebildiklerimi bir de siz görebilseydiniz" cümlesinin devamı olarak yazdı. Ancak tirat 20-25 satır uzunluğundaydı ve hızlı davranmaları gerektiğini düşünen Hauer, tiradı doğaçlama yaparak kısaltmayı başardı. O günleri hatırlayan Hauer "Opera gibi bir ölüm sahnesiydi. Tüm diğer replicantların ölümleri o kadar şatafatlıydı ki, çabuk ve basit bir şeyler yapmamız gerektiğini hissettim" diye konuştu. Filmde Sebastian'ı oynaması için düşünülen Joe Pantoliano, daha sonra "Bıçak Sırtı"'dan ilham alınarak çekilen "The Matrix" filminde Cypher karakterini canlandırdı.
Yönetmen Ridley Scott, tasarımcı Syd Mead'i, onun gelecek ile ilgili çizimlerinin bulunduğu Sentinel isimli kitabını gördüğünde fark etti. Ondan 2019 yılı Los Angeles'ı için bazı kavramsal çizimler yapmasını istedi. Philip K. Dick'in romanı nükleer bir tahribat sonucu ekolojik olarak çökmüş bir dünya resmetmesine rağmen, Scott gökyüzündeki bozulmaların sebebini açıklama konusunda müphem bir tavır sergiledi. Mead bu konuda "Ortada kesin bir neden yoktu. Sadece harap bir görüntünün olması gerekiyordu" dedi. Mead fotoğrafik baskıların üzerine yerleştirilmiş mat resimlerle birlikte binalar ve taşıtlar için çizimler, tablolar ve tasarılar oluşturdu. Scott hepsini onayladı. Mead şehrin evriminden de sorumluydu. Başlangıçta New York'ta çekim yapılması düşünülüyordu ve Scott, Cleveland ve Londra'nın da dahil olduğu birçok yerde çalışma yaptı. Bir ara San Diego'dan Seattle'a kadar uzanan bir "kıyı-kent" yapmayı düşündü ancak bunun için bütçenin yeterli olmayacağını anladı. En sonunda Warner Bros.'un stüdyolarında çekim yapılmasına karar verildi. Scott, stüdyodaki platovari sokakları Mead, yapım tasarımcısı Lawrence Paull, sanat yönetmeni David Snyder ve özel efekt sorumlusu Douglas Trumball ile çalışarak bir metropole dönüştürdü.
Mead "Bu birçok şeyi bir araya getiren stilimize 'retro-dekor' adını verdik ve ayrıca da 'çöplük şıklığı' terimini ekledik. Bunlar Ridley'nin kara film tadından bir iş çıkarma şeklindeki asıl niyetine çok uygundu" diye konuştu. Mead yönetmeni için eski materyaller, klasik dekoratif tasarımlar ve retro mekanlar buldu. Los Angeles'taki Bradbury Binası, Sebastian'ın dairesi olarak kullanıldı. Scott, şehri yaratırken Hong Kong'daki reklam çekimlerinde kazandığı deneyimlerden faydalandı. Mead, New York sokaklarının uzunluk ve genişliklerini model alıp, her şeyi iki buçuk kat genişletti. Mead, uçabilen polis araçlarından da sorumlu tutuldu. İlham için jet uçaklarının dinamiklerine baktı. Gerçek bir limuzin filmdeki araçlardan birine dönüştürüldü.
Müzik.
Filmin müzikleri Vangelis (Evangelos O. Papathanassiou) tarafından bestelendi. Filme Chane No. 5 reklamında kendisinin China albümünden müzikler kullanan Ridley Scott ve "Ateş Arabaları" filminde onun müziğini kurgulayan Terry Rawlings sayesinde katıldı. Vangelis, filmin müziklerini bestelemeden önce senayoyu okumak yerine filmdeki görüntülerin kendinde bıraktığı ilk izlenimi korumak istedi. Vangelis bu konuda "Ben bunun daha verimli ve ilginç olduğunu hissediyorum. Bu filmde de yine müziği ilk görüntüleri görür görmez yazamaya başladım" dedi. Başlangıçta, 2019 Los Angeles'ını haber veren besteği yapmak için büyük bir bas davul sesini MasterRoom reverb ünitesiyle birleştirdi.
Memories of Green bestesindeki piyano sesinin elde etmek için Steinway marka piyanosunu gitar pedalı ile filtreledi. Vangelis filmin kapanış jenerik müziğini, filmi daha dinamik bitirmeleri gerektiğine inanarak hazırladı. Deckard ve Rachel'ın öpüşme sahnesinde çalan parçada saksafon solosunu Dick Morrisey çaldı. Film müziğini elektronik ve akustik enstürmanlar ile hazırlayan Vangelis "Ben her zaman içgüdüsel olarak beste yaparım, her şey doğal bir şekilde ortaya çıkar. Elektronik ve akustik aletler arasında bir fark olduğunu düşünmüyorum. Benim için ses çıkaran her şey önemlidir ve onlara müziğimde her zaman yer vardır" dedi. Vangelis bu filmden sonra Ridley Scott ile birlikte "" adlı filmde de çalıştı.
Gösterim.
"Bıçak Sırtı", 25 Haziran 1982 tarihinde 1,290 sinema salonunda gösterime girdi. Bu tarih "Yıldız Savaşları" ve "Yaratık" filmlerinin benzer gösterim tarihlerine (25 Mayıs) sahip olmasından dolayı, yapımcı Alan Ladd, Jr. tarafından seçildi. Yine de film hayal kırıklığı yaşatarak açılış hafta sonunda 6.15 milyon dolar kazandı. Filmin umut edilen gişe hasılatı performansının altında kalmasınındaki en önemli faktörlerden biri de filmin gösterim tarihinin o yılın yaz mevsiminde gişeye hakim olan diğer bilimkurgu filmleri "The Thing", "" ve özellikle de "E.T. the Extra-Terrestrial" ile çakışmasıydı.
Film eleştirmenleri, görsel efektlerin hikâyeyi arka plana atmasını ve stüdyonun filmi aksiyon/macera olarak yansıtmasını eleştirdi. Bazı eleştirmenler de filmin karmaşık yapısından memnun oldu. Birleşik Devletler'de genellikle filmin yavaş bir yapı izlemesi eleştirildi. State and Columbia Record'tan Pat Berman filmi "bilimkurgu pornosu" olarak tanımladı. Roger Ebert filmin görselliğini övdü ve yapımı, kavrayabilecek kişilere tavsiye etti, ancak insan hikâyesini biraz sığ ve klişeleşmiş buldu. 2007 yılında, filmin son kurgusunun yayınladığı zaman filmin orijinal düşüncesini gözden geçirdi ve onu büyük filmler listesine dahil etti.
Tartışmalar.
Rick Deckard karakterinin bir replicant olup olmadığına dair birçok tartışma yaşandı. Bunun, filmin farklı kurguları arasında çıkan değişik sonuçlardan kaynaklandığını söyleyen senarist David Peoples, kendi senaryosunda böyle bir durumun asla söz konusu olmadığını açıkladı. Yönetmen Ridley Scott, Deckard'ın bir replicant olduğunu onaylarken, Harrison Ford bu fikri tamamen reddetti. Filmde, Deckard'ın bir replicant olduğuna dair birçok ipucu bulunur. "Tek boynuzlu at rüyası" sonradan yüklenmiş hatıralarının olduğunu gösteriyor. Rachael'a peşinden gelmemesi gerektiğini söylediğinde, tıpkı -diğer replicantlar gibi- gözlerinde turuncu bir ışık görülüyor. Bir replicant olan Roy Batty, Deckard'ın ismini biliyor. Deckard tıpkı diğer replicantlar gibi fotoğraflara çok düşkün. Bryant ona "Eğer polis değilsen ufak insanlardansındır" diyor. Filmin 25. yıldönümü için bir araştırma yapan Ian Nathan, Deckard'ın bir replicant olmadığına dair ipuçları buldu. Buna göre; Bryant'ın sözünü ettiği "altıncı kopya" sadece bir senaryo gafı. Orijinal kurguda Deckard'a eşinin dahil olduğu bir geçmiş veriliyor. Deckard'ın Rachael'ın dosyalarını incelemiş olmasından dolayı "tek boynuzlu at rüyasının" Rachael'a ait olabileceğini yazdı. Ayrıca Gaff da origamiyi Rachael için bırakıyor. Nathan, replicant bir polisin işini bu kadar ciddiye almayacağını da yazdı. Ridley Scott'ın Deckard'ın bir replicant olduğu açıklamasına sinirlenen Frank Darabont "Karakterle kurduğumuz duygusal bağı mahvettiğin için teşekkürler" dedi.
Filmin dış sesi de birçok tartışmaya sebep oldu. Filmin orijinal kurgusundaki dış ses yıllarca bir felaket gibi bakıldı. Ford, bu konuşmayı son dakikada kaydetmek zorunda olduğu için kızgındı. Senarist People "Yapım aşamasında film anlatısal açıdan sıkıntı yaşayınca hikâyeyi daha açıklayıcı kılmak için dış sese ihtiyaç duyuldu. O yüzden başkaları getirildi ve anlatım da son derece biçimsiz oldu" diye konuştu. Devam eden People "İnsanlar dış sesli veya dış sessiz farklı sürümlerden bahsediyorlar. Hiçbir sürümün memnuniyet verici olduğunu zannetmiyorum. İstenilen kendi küçük altmetniyle orijinal bir dış ses ama buna 450. sürüme kadar ulaşamayacağız" dedi.
Filmdeki önemli noktalardan biri de, Roy Batty'nin duygusal yapısı ile Deckard'ın ruhsuz yapısı arasında farktı. Batty'nin şiirselliği hakkında konuşan Rutger Hauer "Roy'un sahip olduğu özelliklerden biri de şiirsel bir yanınını olmasıydı. Ki bu bir replicant için imkânsız ve bu yüzden de Ridley ile ben onu çok sevdik" dedi. People, Batty'nin final sahnesindeli tiradını William Blake'in America: A Prophecy in Chew's Eye Works kitabından ilham alarak yazmıştı. Tirat yaklaşık 20-25 satır uzunluğundaydı. Hauer bu tiratı, doğaçlama yaparak kısalttı. Hauer doğaçlaması ile ilgili, "'Roy'un bunun olacağını, vaktinin bittiğinini önceden anladığına dair bir anlık da olsa ipucu yakalamak fena olmaz mıydı?' diye düşündüm. Gerçek dünyanın kahramanına abartısız bir şekilde 'Dostum sürekli kaçıp durdun, hiçbir yerde buna karşı koyamadın. Senin savaşçı ruhuna hiç de uygun bir şey değil bu' demenin bir yoluydu. Final sahnesindeki robot da ölerek bir şekilde Deckard'a gerçek bir insanın neden yapıldığını gösteriyor" dedi.
Kültürel etkileri.
Film, Kuzey Amerika'da gösterime girdği zaman izleyiciler tarafından fazla tutulmamasına rağmen, uluslararasında popüler ve kült bir klasik oldu. "Bıçak Sırtı"'nın fütüristik tasarımı ve karanlık stili bir ölçek olarak alındı ve birçok bilimkurgu, anime ve televizyon programına esin kaynağı oldu. "Bıçak Sırtı" tüm zamanların en büyük bilimkurgu filmlerinden biri olarak düşünülürken, modern trend ve meseleleri yansıtmaya devam etti. Film 1993 yılında Birleşik Devletler Ulusal Film Kayıtları tarafından korunmak için seçildi. Görsel Efekt Derneği tarafından 2007 yılında, tüm zamanların görsel yönden en etkili ikinci film olarak tanımlandı.
"Bıçak Sırtı", 20. asrın müzikal olarak en çok ilham veren filmlerinden biri oldu. Filmin esin verdiği White Zombie'nin "More Human Than Human" şarkısı Grammy Ödülü adaylığı elde etti. "Bıçak Sırtı", bazı macera oyunlarını, örneğin; "Rise of the Dragon", "Snatcher", "Beneath a Steel Sky" ve "Flashback: The Quest for Identity" oyunlarını, anime serisi "Bubblegum Crisis"'i, rol yapma oyunu "Shadowrun"'ı, video oyunları"Perfect Dark" ve "the Syndicate"'i etkiledi. Filmin bakış açısı, onu video oyun tasarımcıları için popüler bir seçenek yaptı.
"Bıçak Sırtı" birçok konuya da, örneğin Crazy Comics'in "Blade Bummer", Steve Gallacci'nin yazdığı ve çizdiği "Bad Rubber" çizgi romanlarına parodi oldu. "Bad Rubber"'da, filmdeki Rick Deckard'ın uyarladığı karakterin ismi "Rick Duckard" olarak konuldu.
Zamanla filmin bazı sahnelerinde görülen ürünlerin şirketlerinin lanetlendiğine dair bir inanış ortaya çıktı. O zamanlar pazarın lideri olan firmalaron yıl içerisinde çoğunlukla maddi darlığa düştü ve büyük oranda gerileme yaşadı. Amerika'da elektronik ve iletişim alanında lider olan RCA, 1985 yılında GE Şirketleri tarafından satın alındı ve çöktü. 1982 yılında video oyunu pazarının %70'lik kısmını elinde tutan Atari, 1991 yılının ilk çeyreğinde iki milyon dolardan fazla zarar etti. Önceki şirket adını kullanan Atari bugün tamamen farklı bir firmadır. Yemek aletleri pazarında lider olan Cuisinart, 1989 yılında iflas etti. ABD'nin telefon devi Bell, pazardaki tekel konumunu 1982 senesinde kaybetti. Amerikan hava yolu firması Pam-Am, terörist bombalama olaylarının ardından 1991 yılında iflasını açıkladı. "Bıçak Sırtı"nın gösterime girmesinin ardından Coca Cola firması 1985 yılında yeni formülünü açıkladı ve milyonlara dolarlık kayba uğradı. Ancak çok geçmeden pazardaki yerini yeniden kazandı. Ayrıca "Bıçak Sırtı" filminin lanetinden etkilenmeyen birkaç istisnadan biri olan Coca Cola şirketinin yanı sıra, logoları filmde görülen Budweiser ve TDK şirketleri ise gelişmeye ve ilerlemeye devam etti.
Devamlar.
Yıllarca bir devam filmi olasılığı konuşuldu. Ridley Scott, 1990'lı yıllarda projeyi ele aldı ve bir devam filmi beklenilmeye başlandı. Yapım geçici olarak "Metropolis" diye isimlendirildi. Proje telif hakları yüzünden rafa kaldırıldı ancak K. W. Jeter'ın ilk "Bıçak Sırtı" romanı temel alınarak yazılan "Blade Runner Down" adlı bir senaryo ortalıkta dolaştı. Scott, filmi ölümsüzlük fikrinden yola çıkarak Harrison Ford'un karakteri Rick Deckard'ın geçmişi araşırmak için bir şan olarak görüyordu ve isteği de etkileyici bir devam filmi yapmaktı. Ridley Scott, kardeşi Tony Scott ile 1995 yılında Shepperton Stüdyoları'nı satın aldıktan bir süre sonra, "Bıçak Sırtı"'nın devam filmini burada çekeceğini açıkladı ama proje için bir tarih vermedi. Scott, 2007 yılında Comic-Con'da tekrar bir devam filmi çekmeyi düşündüğünü açıkladı. 2008 yılının Eylül ayında, "Kartal Göz" filminin senaristlerinden Travis Wright bir senaryo yazdı. Wright, proje üzerinde yapımcı Bud Yorke ile birkaç yıl çalıştı. Meslektaşı John Glenn, 2008 yılında filmi bıraktı.
Philip K. Dick'in arkadaşı olan K.W. Jeter, kitaptan ziyade filmin öyküsünü devam ettiren üç devam romanı yazdı (Blade Runner 2: The Edge of Human (1995), Replicant Night (1996), Eye and Talon (2000)). Senaristi David Peoples'ın "bir "Bıçak Sırtı" yan ürünü" olarak tanımladığı "Asker" (Soldier) filmi 1998 yılında gösterime girdi. Filmin başrolünde Kurt Russell yer aldı. Filmde Russell'ın karakterinin "Tannhauser Geçidi" yazan bir dövmesi bulunuyordu. Archie Goodwin tarafından yazılan "A Marvel Comics Super Special: Blade Runner" adlı çizgi roman uyarlaması 1982 yılının Eylül ayında yayımlandı. Filmden uyarlanan iki video oyunu hazırlandı. Bunlardan ilki 1985 yılında Commodore 64, Sinclair ZX Spectrum ve Amstrad CPC için satışa çıkarıldı. İkincisi ise Westwood Studios tarafından bir bilgisayar oyunu olarak hazırlandı. Güçlü bir şirketin ürettiği androdiler tarafından öldürülen ortağının intikamını almaya çalışan bir polisin hikâyesinin anlatıldığı "Total Recall 2070" adlı televizyon dizisi 1999 yılında gösterildi. Karanlık ve kozmopolit bir ortamda geçen dizi, iki Philip K. Dick romanı "We Can Remember It for You Wholesale" ("Gerçeğe Çağrı" filminde uyarlanan) ve "Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?"'yi ("Bıçak Sırtı" filminde uyarlanan) temel aldı.
Versiyonlar.
"Bıçak Sırtı"'nın yedi farklı sürümü gösterildi. 1982 yılının Mart ayında Dallas ve Denver'daki test gösteriminde filmin 113 dakikalık kurgusu gösterildi. Olumsuz yorumlar aldı. Filmin beş disklik DVD setinde bu kurguya da yer verildi. 1982'nin Mayıs ayında da kesilmiş üç sahnenin de bulunduğu kurgu San Diego'da yayınlandı. Birleşik Devletler'de gösterilen filmin 116 dakikalık sinema kurgusu, ayrıca 1983'te çıkarılan VHS ve 1987'de çıkarılan Lazedisc'e koyuldu. Uluslararası gösterilen 117 dakikalık kurgu, Birleşik Devletler'de gösterilen kurgudakinden daha fazla şiddet sahnesi içeriyordu. Bu kurgu yapı olarak Birleşik Devletler'de yayınlanan kurguyu andırıyordu, ancak üç sahnede daha fazla şiddete yer verildi. Kuzey Amerika'da dağıtılan VHS ve lazerdisklerde bu kurgu yer aldı. Ayrıca film, 10. yıldönümü için tekrar sinemalarda gösterilmeye başlandığında bu kurgu gösterildi.
1986'da filmin küfür, çıplaklık ve şiddetten dolayı sansüre uğramış kurgusu CBS'de gösterildi. Ridley Scott'un düzenlediği kurgu 1992 yılında hazırlandı. Scott bu kurguda Rick Deckard'ın dış sesini kaldırdı, tek boynuzlu atın olduğu sahneyi tekrar koydu ve yapımcılarının isteği üzerine filme koyulan ve filmin karamsar bakışı ile çelişen mutlu son kurgudan çıkarıldı. Ridley Scott 2007 yılında Warner Bors.'un filmin 25. yıldönümü için hazırladığı DVD, HD DVD ve Blu-ray'ler için 117 dakika süren son kurguyu düzenledi. Bu kurgu, sanatsal kontrolün sadece Ridley Scott'un elinde olduğu tek kurguydu.
Belgeseller.
Nobles Gate Ltd.'nin yapımcısı olduğu "On the Edge of Blade Runner" (55 dakika) adlı belgesel 2000 yılında Andrew Abbott tarafından yönetildi ve Mark Kermode tarafından yazıldı ve sunuldu. Belgeselde, Ridley Scott'ın da dahil olduğu film ekibiyle söyleşiler yapıldı ve yapım öncesinde oluşan telaştan söz edildi. TVOntorio'nun hazırladığı "Future Shocks" adlı belgesel de 2001 yılında hazırlandı. Belgesel eleştirmenler tarafından kapsamlı bulundu. Charles de Lauzirika'nın hazırladığı üç buçuk saatlik "Dangerous Days: Making Blade Runner" adlı belgesel, filmin son kurgusu için hazırlandı. Aralarında Harrison Ford, Sean Young, Rutger Hauer, Edward James Olmos, Jerry Perenchio, Bud Yorkin ve Ridley Scott'ın da bulunduğu seksen kişiyle görüşme yapıldı.
"Dangeorus Day" belgeselinde
"All Our Variant Futures: From Workprint to Final Cut" adlı 29 dakikalık belgesel de filmin beş disklik DVD baskıları için Paul Prischman'ın yapımcılığında hazırlandı.
Charles de Lauzirika, 2007 yılında Warner Home Video'nun çıkardığı filmin beş disklik seti için bazı bölümler hazırladı. Bunlar;
Başarılar.
Ödüller.
"Bıçak Sırtı", aday olduğu yirmi ödülün yedisini kazandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11239",
"len_data": 25851,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.19
}
|
John Winston Ono Lennon (9 Ekim 1940, Liverpool - 8 Aralık 1980, New York), İngiliz müzisyen ve aktivisttir. The Beatles isimli müzik grubunun üyelerinden biridir. Beatles grubunun kurucusu, ortak söz yazarı, ortak vokalisti ve ritim gitaristi olarak dünya çapında ün kazanmış İngiliz şarkıcı, söz yazarı, müzisyen ve barış aktivistiydi. Lennon'ın çalışmaları, müziğinin, yazılarının ve çizimlerinin, filmlerinin ve röportajlarının isyankâr doğası ve keskin zekâsı ile karakterize edildi. Paul McCartney ile olan şarkı yazarlığı ortaklığı, pop müzik tarihinin en başarılı ve etkili iş birlikteliklerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Liverpool'da doğan Lennon, gençliğinde skiffle çılgınlığına dahil oldu. 1956 yılında The Quarrymen grubunu kurdu ve bu grup 1960 yılında Beatles'a dönüştü. Bazen "the smart Beatl" olarak da anılan Lennon, başlangıçta grubun fiili lideriydi ve bu rol yavaş yavaş McCartney'e geçti. Lennon kısa süre içinde, aralarında "How I Won the War"ın da bulunduğu çok sayıda filmde rol alarak ve her ikisi de saçma yazı ve çizimlerden oluşan "In His Own Write" ve "A Spaniard in the Works" adlı kitapları yazarak çalışmalarını başka mecralara da taşıdı. "All You Need Is Love" ile başlayan şarkıları, savaş karşıtı hareket ve 1960'lardaki karşı kültür tarafından marş olarak benimsendi. 1969'da ikinci eşi multimedya sanatçısı Yoko Ono ile Plastic Ono Band'i kurdu, iki hafta süren Bed-ins for Peace adlı savaş karşıtı gösteriyi düzenledi ve Beatles'tan ayrılarak solo kariyerine başladı.
1968 ve 1972 yılları arasında Lennon ve Ono, avangart albümlerden oluşan bir üçleme, birkaç film, ilk solo albümü "John Lennon/Plastic Ono Band" ve "Give Peace a Chance", "Instant Karma!", "Imagine" ve "Happy Xmas (War Is Over)" gibi uluslararası alanda ilk 10'a giren single'lar da dahil olmak üzere birçok çalışmada işbirliği yaptı. 1971'de New York'a taşınan Lennon'ın Vietnam Savaşı'na yönelik eleştirileri, Nixon yönetimi tarafından üç yıl boyunca sınır dışı edilmeye çalışılmasına neden oldu. Lennon ve Ono 1973'ten 1975'e kadar ayrı kaldılar ve bu süre zarfında Harry Nilsson'ın "Pussy Cats" albümünün yapımcılığını üstlendi. Ayrıca Elton John ("Whatever Gets You thru the Night") ve David Bowie ("Fame") ile liste başı olan işbirlikleri yaptı. Beş yıllık bir aranın ardından Lennon, 1980 yılında Ono ile birlikte "Double Fantasy" ile müziğe geri döndü. Albümün yayınlanmasından üç hafta sonra bir Beatles hayranı olan Mark David Chapman tarafından öldürüldü.
Sanatçı, yazar ya da ortak yazar olarak Lennon'ın "Billboard" Hot 100 listesinde bir numara olan 25 single'ı bulunmaktadır. En çok satan albümü Double Fantasy, 1981 Yılın Albümü Grammy Ödülü'nü kazandı. Lennon 1982'de Müziğe Üstün Katkı dalında Brit Ödülü'nü kazandı. Lennon 2002'de BBC'nin "100 Greatest Britons" anketinde sekizinci seçildi. Rolling Stone onu tüm zamanların en büyük beşinci şarkıcısı ve en büyük 38. sanatçısı seçti. Songwriters Hall of Fame (1997'de) ve Rock and Roll Hall of Fame'e (1988'de Beatles üyesi olarak ve 1994'te solo sanatçı olarak iki kez) kabul edildi.
Hayatı.
İlk yıllar: 1940–1956.
Lennon, 9 Ekim 1940'ta Liverpool Doğum hastanesinde Julia (kızlık soyadı Stanley) (1914–1958) ve Alfred Lennon (1912–1976)'nın çocuğu olarak dünyaya geldi. Alfred, İrlandalı kökenli bir ticari denizci idi ve oğlunun doğumu sırasında uzaktaydı. Ailesi ona, baba tarafından büyükbabası John "Jack" Lennon ve Başbakan Winston Churchill'den sonra John Winston Lennon adını verdi. Babası genellikle evden uzaktaydı ama maaş çeklerini Lennon'ın annesiyle birlikte yaşadığı Liverpool, 9Newcastle Road, Liverpool'a gönderiyordu; Şubat 1944'te askerlikten firar edince çeklerin gelişi durdu. Altı ay sonra eve geldiğinde ailesine bakmak istedi ama o zamana kadar başka bir adamın çocuğuna hamile olan Julia kendisini reddetti. Kız kardeşi Mimi Smith, Liverpool'un Sosyal Hizmetlerine iki kez şikayette bulunduktan sonra Julia, Lennon'ın velayetini verdi.
Temmuz 1946'da, Lennon'ın babası kendisini ziyaret etti ve gizlice oğluyla Yeni Zelanda'ya göç etme niyetiyle oğlunu Blackpool'a götürdü. Julia, o zamanki birlikte yaşadığı Bobby Dykins ile birlikte onları izledi ve hararetli bir tartışmanın ardından babası, beş yaşındaki çocuğu aralarında seçim yapmaya zorladı. Bu olayın bir anlatımında, Lennon iki kez babasını seçtiği ama annesi uzaklaşırken Lennon'ın ağlamaya başladığı ve annesini takip ettiği söylenir. Ancak yazar Mark Lewisohn'a göre, Lennon'ın ebeveynleri Julia'nın ona bakması konusunda anlaştılar. Olaya tanık olan Billy Hall, genç John Lennon'ın ebeveynleri arasında bir karar vermeye zorlanmasının dramatik tasvirinin yanlış olduğunu söyledi. Lennon, 20 yıla yakın bir süredir Alf ile bir daha görüşmedi.
Lennon, çocukluğunun ve ergenliğinin geri kalanında Mendips, 251 Menlove Avenue, Woolton'da Mimi ve kendi çocukları olmayan kocası George Toogood Smith ile birlikte yaşadı. Teyzesi onun için ciltler dolusu kısa öykü satın aldı ve ailesinin çiftliğinde sütçü olan amcası ona bir melodika aldı ve çapraz bulmaca çözmeyi öğretip bulmaca çözmeye yönlendirdi. Julia düzenli olarak Mendips'i ziyaret etti. John, sık sık Liverpool'daki 1 Blomfield Road'da onu ziyaret etti, burada annesi ona Elvis Presley plaklarını çaldı, banço öğretti ve Fats Domino'nun "Ain't That a Shame" şarkısını nasıl çalacağını gösterdi. Eylül 1980'de Lennon, ailesi ve asi doğası hakkında şöyle yorum yaptı:
Fleetwood'da yaşayan kuzeni Stanley Parkes'ı düzenli olarak ziyaret eder ve onu yerel sinema gezilerine götürürdü. Okul tatillerinde Parkes, başka bir kuzen olan Leila Harvey ile sık sık Lennon'ı ziyaret ederdi ve üçü, şovları izlemek için haftada iki veya üç kez sık sık Blackpool'a giderlerdi. Blackpool Tower Circus'u ziyaret ederler ve Dickie Valentine, Arthur Askey, Max Bygraves ve Joe Loss gibi sanatçıları görürlerdi. Parkes, Lennon'ın özellikle George Formby'yi sevdiğini hatırlardı. Parkes'ın ailesi İskoçya'ya taşındıktan sonra, üç kuzen okul tatillerini sık sık orada birlikte geçirirdi. Parkes, "John, kuzen Leila ve ben çok yakındık. Edinburgh'dan Durness'teki aile çiftliğine giderdik. Bu, John'un dokuz yaşından 16 yaşına kadar olan bir zamanıydı." diye hatırlardı. Lennon'ın amcası George, 5 Haziran 1955'te 52 yaşında karaciğer kanamasından öldü.
Lennon bir Anglikan olarak yetiştirildi ve Dovedale İlkokulu'na gitti. Eleven-plus sınavını geçtikten sonra, Eylül 1952'den 1957'ye kadar Liverpool'daki Quarry Bank Lisesi'ne gitti ve o sırada Harvey tarafından "şanssız, güler yüzlü, uyumlu, canlı bir delikanlı" olarak tanımlandı. Bununla birlikte, sık sık kavga ettiği, zorbalık yaptığı ve dersleri bozmasıyla da biliniyordu. Buna rağmen kısa sürede sınıfın soytarısı olarak ünlendi. Kendi yaptığı okul dergisi "Daily Howl" 'da sık sık komik karikatürler çizdi.
1956'da Julia, John'a ilk gitarını aldı. Enstrüman ucuz bir Gallotone Champion akustiğiydi ve gitarın Mimi'nin yerine kendi evine teslim edilmesi şartıyla oğluna beş pound on şilin ödünç verdi. Çünkü kız kardeşinin, oğlunun müzikal özlemlerini desteklemediğini çok iyi biliyordu. Mimi, bir gün ünlü olacağına dair iddiasına fikrine şüpheyle yaklaşıyordu ve müzikten sıkılacağını umarak ona sık sık, "Gitar çok iyi John, ama bundan asla geçimini sağlayamayacaksın." derdi.
15 Temmuz 1958'de Julia Lennon, Smith'lerin evini ziyaret ettikten sonra eve yürürken bir arabanın çarpması sonucu öldü. Annesinin ölümü, sonraki iki yıl boyunca çok içki içen ve sık sık kavga eden, "kör bir öfke" tarafından tüketilen genç Lennon'a travma geçirtti. Julia'nın hatırası daha sonra Lennon için büyük bir yaratıcı ilham kaynağı olacak ve 1968 Beatles şarkısı "Julia" gibi şarkılara ilham verecekti.
Lennon'ın lise yıllarında davranışlarında değişiklikler oldu. Quarry Bank Lisesi'ndeki öğretmenler onu şöyle tanımladılar: "Çok yanlış hırsları var ve enerjisi genellikle boşa gidiyor" ve "İşinde çabalamıyor. Yeteneklerini kullanmak yerine 'serseriliğinden' memnun." Lennon'ın uygunsuz davranışı, teyzesiyle olan ilişkisinde çatlak yarattı.
Lennon O seviyesi sınavlarında başarısız oldu ve teyzesi ile müdürünün araya girmesiyle Liverpool Sanat Koleji'ne kabul edildi. Üniversitede Teddy Boy kıyafetleri giymeye başladı ve davranışlarından dolayı okuldan atılmakla tehdit edildi. Lennon'ın öğrenci arkadaşı ve ardından eşi olan Cynthia Powell "son yılından önce üniversiteden atıldığını" anlatmıştı.
The Quarrymen'den Beatles'a: 1956–1970.
Grubun oluşması, şöhreti ve turneleri: 1956–1966.
Lennon, 15 yaşındayken Quarrymen adında bir skiffle grubunu kurdu. Adını Quarry Bank Lisesi'nden alan grup, Eylül 1956'da Lennon tarafından kuruldu. 1957 yazında Quarrymen, yarı skiffle ve yarı rock and roll'dan oluşan "canlı birçok şarkı" çaldı. Lennon, Paul McCartney ile ilk kez Quarrymen'in 6 Temmuz'da Woolton'da St Peter's kilisesinin bahçe şenliğinde düzenlenen ikinci performansında tanıştı. Lennon daha sonra McCartney'den gruba katılmasını istedi.
McCartney, Mimi Teyze'nin "John'un arkadaşlarının alt sınıftan olduğunun çok farkında olduğunu" ve Lennon'ı ziyarete geldiğinde ona patronluk tasladığını söyledi. McCartney'nin erkek kardeşi Mike'a göre, babaları da benzer şekilde Lennon'ı onaylamadı ve Lennon'ın oğlunun "başını belaya sokacağını" ilan etti. Yine de McCartney'nin babası, acemi grubun ailenin 20 Forthlin yolundaki ön odasında prova yapmasına izin verdi. Bu süre zarfında Lennon, 1963'te Birleşik Krallık'ta the Fourmost listesinde ilk 10'a giren ilk şarkısı "Hello Little Girl"ü yazdı.
McCartney, arkadaşı George Harrison'ın baş gitarist olmasını tavsiye etti. Lennon, o zamanlar 14 yaşında olan Harrison'ın çok genç olduğunu düşünüyordu. McCartney, bir Liverpool otobüsünün üst katında, Harrison'ın Lennon için "Raunchy" şarkısını çaldığı ve katılmasının istendiği bir seçme ayarladı. Stuart Sutcliffe, Lennon'ın sanat okulundan arkadaşı, daha sonra basçı olarak katıldı.
Lennon, McCartney, Harrison ve Sutcliffe, 1960'ın başlarında "The Beatles" oldu. O yılın Ağustos ayında Beatles, Batı Almanya'daki Hamburg'da 48 gece için anlaştı ve çaresizce bir davulcuya ihtiyaç duyuyordu. Pete Best'in kendilerine katılmasını istediler. Lennon'a geziden bahsettiğinde dehşete düşen teyzesi, onun yerine sanat çalışmalarına devam etmesi için Lennon'a yalvardı. İlk Hamburg ikametgâhından sonra grup, Nisan 1961'de bir diğerini ve Nisan 1962'de üçüncü kere kalmayı kabul etti. Diğer grup üyeleri gibi, Lennon da Preludin ile Hamburg'dayken tanıştırıldı ve uzun, gecelik performansları sırasında uyarıcı olarak düzenli uyuşturucu aldı.
Brian Epstein, 1962'den 1967'deki ölümüne kadar Beatles'ı yönetti. Daha önce sanatçı yönetme deneyimi yoktu ancak grubun kıyafet kuralları ve sahnedeki tavrı üzerinde güçlü etkisi vardı. Lennon, onun grubu profesyonel görünüm sergilemeye teşvik girişimlerine başlangıçta direndi ancak sonunda "Biri bana para ödeyecekse kanlı balon giyeceğim" diyerek buna uydu. Sutcliffe Hamburg'da kalmaya karar verdikten sonra bası McCartney devraldı ve Best'in yerine davulcu Ringo Starr getirildi. Böylece grubun 1970'teki dağılmasına kadar kalacak olan dört kişilik kadro tamamlandı. Grubun ilk 45'liği "Love Me Do", Ekim 1962'de yayınlandı ve İngiliz listelerinde 17 numaraya çıktı.
11 Şubat 1963'te, ilk albümleri "Please Please Me"'yi 10 saate yakın, o gün kaydedilen son şarkı vokalinden de belli olan "Twist and Shout" adlı son şarkıyı Lennon'ın soğuk algınlığından muzdarip günde kaydettiler.
Lennon-McCartney şarkı yazarlık ortaklığıyla on dört parçadan sekizi yapılmıştı. Birkaç istisna dışındaki biri albüm adının kendisidir ve Lennon, henüz kelime oyunu sevgisini şarkı sözlerine yansıtmamışken şöyle diyordu: "Biz sadece şarkı yazıyorduk... fazla düşünülmemiş bir ses yaratmak için yazılmış pop şarkıları. Ve kelimeler neredeyse ilgisizde. 1987'deki bir röportajda McCartney, diğer Beatles'ın Lennon'ı idolleştirdiğini söyledi: "O bizim küçük Elvis'imiz gibiydi... Hepimiz John'a baktık. Daha yaşlı ve büyük liderdi; grubun hızlı zekalısı ve en akıllısıydı."
The Beatles, 1963'ün başlarında Birleşik Krallık'ta başarıya ulaştı. Lennon, ilk oğlu Julian Nisan ayında doğduğunda turneye çıktı. Kraliçe Anne ve diğer İngiliz kraliyet ailesinin katıldığı Royal Variety performans'larında Lennon seyircilerle şöyle dalga geçti: "Bir sonraki şarkımız için yardımını istiyorum. Ucuz koltuklarda oturanlar elinizi çırpın... ve geri kalanınız, sadece mücevherlerinizi şıngırdatırsanız." Birleşik Krallık'ta bir yıllık Beatlemania'dan sonra, grubun tarihi Şubat 1964'te The Ed Sullivan Show'da ABD'deki ilk çıkışı, uluslararası yıldız olma yolunda atılımlarını işaret etti. Lennon'ın "In His Own Write" ve "A Spaniard in the Works" adlı iki kitap yazdığı iki yıllık sürekli turneyi, film yapımı ve şarkı yazarlığı dönemi izledi. 1965 Kraliçe'nin doğum günü onurlarında Beatles, Britanya İmparatorluğu Nişanı'nın (MBE) üyeleri olarak atandığında İngiliz devletinden takdir görmüş oldu.
Lennon, Beatles konserlerine katılan hayranların, hayranların çığlıkları dışında müziği duyamamalarından ve bunun sonucunda grubun müzisyenliğinin zarar görmeye başlamasından endişe duymaya başladı. Lennon'ın "Help!" 1965'te kendi duygularını dile getirdi: "Ciddiydim... 'Help' şarkısını ben söylüyordum". Kilo almıştı (daha sonra buna kendi "Şişman Elvis" dönemi adını verecekti), ve bilinçaltında değişiklik aradığını hissetti. O yılın mart ayında, iki müzisyen ve eşlerinin katıldığı bir akşam yemeği partisine ev sahipliği yapan bir diş hekimi konukların kahvesine uyuşturucu kattığında o ve Harrison bilmeden LSD ile tanıştılar. Ayrılmak istediklerinde, ev sahibi ne aldıklarını açıkladı ve olası etkiler nedeniyle onlara evden çıkmamalarını şiddetle tavsiye etti. Daha sonra, bir gece kulübündeki asansörde, hepsi yandığına inandı; Lennon şöyle hatırladı: "Hepimiz... ateşli ve histerik bir şekilde bağırıyorduk."
Mart 1966'da, "Evening Standard" muhabiri Maureen Cleave ile yaptığı bir röportajda Lennon, "Hıristiyanlık gidecek. Yok olacak ve küçülecek... Artık İsa'dan daha popüleriz - hangisinin önce gideceğini bilmiyorum, rock and roll veya Hıristiyanlık." Yorum İngiltere'de neredeyse hiç fark edilmedi ancak beş ay sonra oradaki bir dergi tarafından alıntılandığında ABD'de büyük bir saldırıya neden oldu. Bunu izleyen, Beatles plaklarının yakılması, Ku Klux Klan faaliyetleri ve Lennon'a yönelik tehditleri içeren öfke grubun turneyi durdurma kararını etkiledi. Lennon, daha sonra ABD basınına yaptığı açıklamada: "Eğer televizyon İsa'dan daha popüler deseydim muhtemelen yakamı kurtaracaktım. Ben İsa'dan daha iyiyiz, mükemmeliz demiyorum veya karşılaştırmıyorum. Sadece söylediğim şekilde söyledim; ama yanlış bir ifadeydi ya da yanlış algılandı; hepsi bu. Bunun için üzgünüm; din karşıtı bir söylem değildi. Hâlâ bu kadar yanlış ne yapmış olduğumu tam olarak anlamıyorum. Size ne demek istediğimi anlatmaya çalıştım; ama benden mutlaka bir özür bekliyorsanız ve bu sizi mutlu edecekse özür dilerim." şeklinde konuştu.
Stüdyo yılları, ayrılık ve solo çalışma: 1966–1970.
Grubun 29 Ağustos 1966'daki son konserinden sonra, Lennon savaş karşıtı kara komedi "How I Won the War" filmini çekti. Beatles dışı uzun metrajlı bu film, kasımda başlayan uzun süreli kayıt için grup arkadaşlarına yeniden katılmadan önce Lennon'ın tek görünüşüdür.
Lennon, LSD kullanımını artırmıştı ve yazar Ian MacDonald'a göre, 1967'de sürekli uyuşturucu kullanması onu "kimliğini silmeye yaklaştırdı".
1967 yılında, "Time" dergisi tarafından "şaşırtıcı yaratıcılığı" ve grubun ilk yıllarındaki basit aşk şarkılarıyla güçlü tezat oluşturan Lennon'ın sözlerini ortaya çıkaran grubun dönüm noktası albümü "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band" nedeniyle övülen "Strawberry Fields Forever" yayınlandı.
Haziran sonunda Beatles, Lennon'ın "All You Need Is Love" şarkısını "Our World" uydu yayınına Britanya'nın katkısı olarak, 400 milyon kadar olduğu tahmin edilen uluslararası izleyici kitlesinin önünde seslendirdi. Verdiği mesajı kasıtlı olarak basit olan şarkı, onun pasifist duruşunu resmîleştirdi ve Summer of Love için marş oldu. Beatles, Maharişi Maheş Yogi ile tanıştırıldıktan sonra, grup Ağustos hafta sonu Galler, Bangor'daki Transandantal Meditasyon seminerinde kişisel eğitime katıldı. Seminer sırasında Epstein'ın ölüm haberini aldılar. Lennon daha sonra "O zamanlar başımızın belada olduğunu biliyordum." dedi. "Müzik çalmaktan başka bir şey yapabildiğimiz konusunda hiçbir yanılgım yoktu. Korkmuştum - 'Artık elimizdeydi' diye düşündüm."
McCartney, grubun ilk Epstein sonrası projesini, kendi yazdığı, yapımcılığını ve yönetmenliğini yaptığı televizyon filmi "Magical Mystery Tour" 'u düzenledi. O yılın Aralık ayında film gösterime girdi. Filmin kendisi ilk kritik başarısızlıkları olduğunu kanıtlasa da, Lennon'ın Lewis Carroll'dan ilham alan "I Am the Walrus" şarkısını içeren film müziği başarılı oldu.
The Beatles ile dünya çapında başarılar kazanıp bazı eleştirmenler tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en iyi grubu olarak nitelendirildi. Aynı zamanda, aykırı tavırlar takınan grup, birtakım problemler de yaşadı. 1966'da Filipinler'e gittikleri bir sırada devlet başkanının grubu davet etmesinin ve Beatles'ın da resmi davetleri kabul etmediğini açıklamasının ardından ülkeden ayrılırken yanlarına koruma verilmedi ve havaalanında saldırıya uğradılar.
1969'da Yoko Ono ile evlenen John Lennon, yine ayni yıl The Beatles'dan ayrıldı. Bu dönemden sonra Lennon'ın hayatında çeşitli iniş ve çıkışlar yaşandı. Beş yıl aradan sonra müziğe dönme hazırlıkları yaptığı dönemde, akli dengesi yerinde olmadığı iddia edilen Mark David Chapman tarafından 1980 yılında New York'ta kaldığı otelin önünde silahla öldürüldü.
Ayrıca, ölümünden bir ay önce son albümü olan "Double Fantasy" yayınlanmıştır.
Cinayet: 8 Aralık 1980.
8 Aralık 1980'de yaklaşık saat 17:00'de Lennon, Record Plant'nde kayıt seansı için Ono ile Dakota apartmanlarından ayrılmadan önce Mark David Chapman için "Double Fantasy"'nin bir kopyasını imzaladı.
Seanstan sonra Lennon ve Ono saat 22:50 gibi bir limuzinle Dakota apartmanlarına döndüler. Araçtan indiler ve binanın kemerli yolundan geçtiler. Chapman daha sonra Lennon'ı yakın mesafeden iki kez arkadan ve iki kez de omzundan olmak üzere silahla vurdu. Lennon bir polis aracına bindirilerek Roosevelt Hastanesi'nin acil servisine götürüldü ve orada saat 23:15 'de öğleden sonra öldüğü açıklandı.
Kariyerinde yeniden yükselmeye başladığı bir dönemde, Beatles hayranı olduğunu iddia eden ve akli dengesi yerinde olmadığı öne sürülen Mark David Chapman tarafından kaldığı otelin önünde öldürülmüştü. Lennon vurulduğu anda yanına yaklaşan polis memuru tarafından, aldığı yaranın bilincini etkileyip etkilemediğini kontrol etmek için adı sorulduğunda "Ben John Lennon, The Beatles'in John Lennon'u" yanıtını verdi.
Ono ertesi gün "John için cenaze yok" şeklinde bir açıklama yaptı ve bunu "John insan ırkını sevdi ve dua etti. Lütfen aynısını onun için yapın" sözleriyle bitirdi.
Ölüsü New York, Hartsdale'deki Ferncliff Mezarlığı'nda yakıldı. Ono, küllerini daha sonra Strawberry Fields anıtının yapıldığı New York Central Park'a serpti. Chapman, avukatının tavsiyesini dinlemeyip ikinci derece cinayetten suçunu kabul edince mahkemeye çıkmaktan kaçındı ve 20 yıldan ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Cinayeti takip eden haftalarda "(Just Like) Starting Over" ve "Double Fantasy" Birleşik Krallık ve ABD'de liste başı oldu. "Imagine", "Double Fantasy"'den ikinci single olan "Woman" İngiltere listesinin zirvesine yerleşti. O yıl, Roxy Music'in Lennon'a bir övgü olarak kaydedilen "Jealous Guy" cover versiyonu da Birleşik Krallık'ta bir numara oldu.
İngiliz olmasına rağmen New York'ta hayatını sürdüren Lennon, Nixon yönetimi sırasında ulusal tehlike olarak hedef gösterilmiş ve sınır dışı edilmek istenmişti. Çünkü Lennon, insanları yazdığı ve bestelediği parçalarıyla; katıldığı televizyon programlarındaki açıklamalarıyla; peşinde dolanan kameralara verdiği cevaplarla ve eylemlerle her daim barışa çağırıp Vietnam Savaşı'nı sorgulatmaktaydı.
Sinemada John Lennon.
1967 yılında Richard Lester'in yönettiği How I Won The War adlı savaş karşıtı komedi filminde başrol oynamıştır. Bunun dışında Beatles üyeleri ile yaptığı filmler A Hard Day's Night, Help, Magical Mystery Tour ve Yellow Submarine'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11240",
"len_data": 20205,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.47
}
|
Scoville, biberlerin acılık birimidir. Scoville ölçüm sistemi, 1912 yılında Wilbur Scoville isimli farmakolog tarafından geliştirilmiştir. Test, bir miktar biber ekstresinin tadı denekler tarafından hissedilmeyecek hale gelene kadar şekerli su ile seyreltilmesi ve acının hissedilmediği anda şekerli su ile biberin oranlarının ölçülmesiyle yapılır.
Acı tat, kapsaisin adlı maddenin kemoreseptör "sinir uçları"nı (nöron uçlarındaki dentritler) uyarması sonucu hissedilir. Acı, deride de hissedilmekle beraber "goblet hücreleri"nin yoğun olduğu ve mukus zarıyla kaplı dokularda daha iyi hissedilir. Kapsaisin içeren meyveler acı biber olarak ifade edilir ve Scoville ölçümü de kapsaisin oranının hesaplanması esasına dayanır.
Hot pepper Challenge adındaki biberli cips 2.200.000 scovvileye ulaşabiliyordur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11241",
"len_data": 804,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.83
}
|
Pazartesi, haftanın pazar ile salı arasındaki günü.
"Pazardan sonraki gün" anlamına gelen "pazar ertesi" sözcüklerinin birleşmesiyle türemiştir.
Uluslararası ISO 8601 standardına göre haftanın ilk günü, ancak pazar gününü haftanın ilk günü kabul eden ülkelerde haftanın ikinci günüdür.
Bu gün için Anadolu'da kullanılan sözcüklerden biri Farsça-Süryanice "ikinci gün" anlamına gelen dûşanba sözcüğünden çarşanba gün adına uyaklı olsun diye turşamba; ikincisi, pazar gününe girey ya da girâ denmesi yüzünden gireyertesi ya da giraertesi Pazar gününü pazartesi gününe bağlayan geceye balat akşamı ya da turşamba akşamı denir.
Pazartesi gününe Eski Türkçede "ikinç" (ikinci) denir. Arapça, Ermenice, Yunanca, İbranice, Farsça, Eski Türkçe ve Portekizcede ikinci gün anlamına gelir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11244",
"len_data": 778,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.43
}
|
Acıpayam şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11246",
"len_data": 32,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 1.08
}
|
Grup Vitamin, Türk pop müziğini absürt komediye uyarlayarak parodi müzik yapan bir müzik grubudur. 1988 yılında Gökhan Semiz ve Emrah Anul'un konservatuvarda tanışmasıyla, daha sonra iki arkadaşın da Selçuk Aksoy'la tanışmasıyla temelleri atılmış ve 1990 yılında bu üç arkadaş tarafından İstanbul'da kurulmuştur. İlk kadrosunda Gökhan Semiz, Selçuk Aksoy, Emrah Anul, Sertaç Demirtaş, Murat Uzunal, Ufuk Yıldırım, Ercan Saatçi ve İzel vardı. Türk müzik tarihinin en iyi ve en çok satan grupları arasında gösterilmektedir. 1991 yılında eğlence amaçlı çıkardıkları Bol Vitamin adlı albümün 1,5 milyondan fazla satmıştır. Grup bir anda popüler olmuştur. İlk albüm yayımlandıktan sonra İzel ve Murat Uzunal gruptan ayrılmıştır. İlk albümün büyük çıkışından sonra aynı yıl ikinci albüm olan Grup Vitamin'i çıkardılar, albüm ilki kadar olmasa da yine büyük bir başarı elde etmiştir. Bu albümden sonra Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım grupla sorunlar yaşamıştır ve gruptan ayrılmıştır. Daha sonra Uf-Er adındaki grubu Vitamin'e karşı kurmuşlardır. 1992 yılında grup, üçüncü albümleri Yandık Desene'yi yayımladılar ve albüm ilki gibi çok büyük satış oranına ulaştı. Bu albümle birlikte Uf-Er grubu Vitamin'in gölgesi altında kalmıştır. Üçüncü albümdeki "İsmail" adlı şarkı çok beğenilmiştir ve efsane olmuştur. 1993 yılında dördüncü albüm Üşüttük'ü yayımladılar. Bu albümden sonra Sertaç Demirtaş gruptan ayrıldı ve grup kemik kadrosuna ulaştı. 1994 yılında beşinci stüdyo albümleri olan Aşkın Gözyaşları'nı yayımladılar. Albüm çok beğenildi ve çok sattı. Bu albümle grup, Altın Kelebek Ödülleri'nde "En İyi Grup" dalında aday gösterildi ve ödülü kazandı.
1995 yılında altıncı albüm, Zeytinyağlı Yaprak Dolması yayımlandı. Albümde Tolga Sünter'inde imzası bulunuyordu. Albümdeki "Takmayacaksın" adlı şarkı bir reklam müziği olarak kullanıldı ve reklamda grup üyeleri oynadı. Ertesi yıl reklamda kullanılan müzik "En İyi Reklam Müziği" ödülünü kazandı. 1996 yılında, Gökhan Semiz'in grupla birlikte çıkardığı son albüm Deli Dolu (Best of) yayımlandı. 1997 yılında Gökhan Semiz ikinci solo albümü İnan ki Teksin'i yayımladı. Aynı yıl grubun sekizinci albümü İyi Günler Türkiye'nin kayıtları sürüyordu. 1998 yılının 17 Ocak gecesinde, Gökhan Semiz Bakırköy'de geçirdiği bir trafik kazasında öldü. Grup arkadaşları anısına aynı yıl albümü yayınladılar. 2015 yılında, Tolga Sünter'in gruba katılmasıyla Endoplazmik Retikulum adlı albümü çıkararak müziğe geri dönmüşlerdir.
Tarih.
Kuruluş yılları ve ilkler.
Gökhan Semiz lise yıllarında amatör gruplar kuruyordu. Lise bittikten sonra üniversitede birçok bölümü kazandı, fakat hiçbirisine gitmeyerek konservatuvar sınavlarına girdi. 1988 yılında girdiği konservatuvar sınavını geçti ve İTÜ Devlet Konservatuvarı'nı kazandı. Bu sırada Emrah Anul'la tanıştı. Gökhan Semiz, çok espritüel bir yapıya sahipti ve komik tiyatro skeçleri yazıyordu. Bunun yanı sıra mizahtaki yeteneğini müzikte de denemeye başladı ve komik şarkı sözleri yazmaya başladı. Dersten sonraki boş vakitlerinde yazdığı bu sözlere melodiler vermeye başladı. Ardından, Ufak bir elektro ritim gitarı aldı ve yaptığı şarkıları amatör olarak kaydetmeye başladı. Emrah Anul ile birlikte kantinde muhabbet ettiği sırada Selçuk Aksoy ile tanıştılar. Daha sonra Gökhan Semiz eğlence amaçlı yazdığı ve kaydettiği bu şarkıları arkadaşlarına dinletti. Arkadaşları çok beğendi ve sonra iş ciddi bir proje aşamasına geldi. Ardından, yine eğlence maksatlı bir albüm çıkarmak istediler. Gökhan Semiz'in arabada kaydettiği "Vitamin", "Rap Beni Ramizem" ve "Dokundur" gibi şarkılar albümde yer alacaktı. 1991 yılında Bol Vitamin adlı albümlerini yayınladılar. Albüm ilk zamanlarda sakinliğini korudu, fakat zamanla öyle bir satmaya başladı ki 1,5 milyonu geçti. Grup üyeleri bu satış rakamına çok şaşırdı. Albüm aynı yıl Mü-Yap'ın "En Çok Satan Albüm" ödülünü aldı. Grup bir anda popüler oldu ve her yerde şarkıları söylenmeye başlandı. Grubun ilk kadrosunda Gökhan Semiz, Selçuk Aksoy, Emrah Anul, Sertaç Demirtaş, Murat Uzunal, Ufuk Yıldırım, Ercan Saatçi ve İzel vardı. Fakat, İzel sadece bir şarkının ufak bir yerinde bir kız seslendirdi. Bu albümden sonra Murat Uzunal ve İzel gruptan ayrıldı. İlk albümün başarısından sonra grup ikinci bir albüm çalışmalarına başladı.
1991 yılının son ayında ikinci albümleri olan Grup Vitamin'i yayınladılar. Albüm ilki kadar değil ama yine çok sattı ve grubun popülerliğini korudu. Bu albümden sonra Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım grup adına bir televizyon programına katıldı. Programda, Gökhan Semiz'in söylediği yere playback yapan ikili daha sonra grupla bir araya geldiklerinde aralarında bir tartışma çıktı. Daha sonra ikili gruptan ayrıldı ve gruba karşılık Uf-Er adlı aynı tarzda müzik yapacak olan grubu kurdular. 1992 gruptan ayrılan ikili Vitamin'e karşı bir albüm çıkardı ama o yıl Vitamin Yandık Desene albümünü çıkardı. Albümdeki "İsmail" adlı parça klasikler arasına girdi ve dönemin en çok dinlenenleri arasına girdi. Bu albümle Uf-Er grubu gölgede kaldı. Grup, 1993 yılında Üşüttük adlı dördüncü albümlerini çıkardılar. Bu sırada grup STAR'da dansçı Aslıhan Öncü'yle birlikte, 1992-1993 arasında "Eğlence Sırılsıklam" programını yaptılar. Aynı dönemde sonra Sertaç Demirtaş gruptan ayrıldı ve grup kemik kadro olarak kaldı.
Kemik kadro ve profesyonel yıllar.
1993 yılında grupta Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy kaldı. Aynı yıl grup beşinci stüdyo albümlerinin çalışmalarına başladılar ve 1994 yılında Aşkın Gözyaşları adlı albümlerini yayınladılar. Albüm büyük satış rakamına ulaştı. Albümdeki "Turkish Cowboys" adlı şarkı büyük ilgi çekti. Bu albümle grup Altın Kelebek Ödülleri'nde "En İyi Grup" ödülünü aldılar. 1995 yılında Zeytinyağlı Yaprak Dolması albümünü çıkardılar. Albümde, Tolga Sünter'in de imzası bulunuyordu. Albümdeki "Takmayacaksın" adlı şarkı bir reklam müziği olarak kullanıldı ve reklamda grup üyeleri de yer aldı. Daha sonra şarkı "En İyi Reklam Müziği" ödülünü aldı. 1995 yılında grup Barış Manço'nun Müsaadenizle Çocuklar adlı albümündeki albümle aynı adı taşıyan klibin parçasında yer aldılar. Klipte birçok sanatçı yer aldı ve şarkı döneme damgasını vurdu.
1996 yılında grup Deli Dolu (Best of) adındaki yedinci albümlerini çıkardı. Albüm diğerleri gibi yine olumlu eleştiriler aldı. Albüm, Gökhan Semiz'in yer aldığı son albümdür. Gökhan Semiz'in grupla birlikte oynadığı son klip ise "Üfürükten Teyyare" olmuştur. 1997 yılında, Gökhan Semiz ikinci solo albümü İnan ki Teksin'i yayınladı. Albüm çok iyi bir satış yaptı ve olumlu eleştiriler aldı. Bu albüm çıktıktan sonra medya grubun dağıldığını öne sürdü. Fakat, grup haberleri yalanladı ve yeni bir albüm çıkaracaklarını söyledi. 1997 yılının son aylarında grup sekizinci albümün kayıtları için stüdyoya girdi. Grup yeni çıkaracakları albüm için Prestij Müzik ile anlaşma yaptılar. 1998 yılında, Gökhan Semiz bir trafik kazasında öldü. Acı haberle grup üyeleri ve sevenleri çok büyük üzüntü yaşadılar. Aynı yıl anısına grup arkadaşları kayıtları süren İyi Günler Türkiye adlı sekizinci albümlerinin kayıtlarını tamamladılar ve yayınladılar. Daha sonra grup Best of Vitamin adlı bir albüm yayınlayarak dağıldı.
1990-93: Kuruluş ve ilk kadro.
Gökhan Semiz ve konservatuvar yılları.
Gökhan Semiz, üniversiteye başladığı ilk yıllarda Emrah Anul'la tanıştı. Ayrıca, Gökhan Semiz çok espritüel bir yapıya sahipti ve komik tiyatro skeçleri yazıyordu. Bunun yanı sıra mizahtaki yeteneğini müzikte de denemeye başladı ve komik şarkı sözleri yazamaya başladı. Dersten sonraki boş vakitlerinde yazdığı bu sözlere melodiler vermeye başladı. Ardından, Ufak bir elektro ritim gitarı aldı ve yaptığı şarkıları amatör olarak kaydetmeye başladı. Emrah Anul ile birlikte kantinde muhabbet ettiği sırada Selçuk Aksoy ile tanıştılar. Daha sonra Gökhan Semiz eğlence amaçlı yazdığı ve kaydettiği bu şarkıları arkadaşlarına dinletti. Arkadaşları çok beğendi ve sonra iş ciddi bir proje aşamasına geldi. Ardından, yine eğlence maksatlı bir albüm çıkarmak istediler. Gökhan Semiz'in arabada kaydettiği "Vitamin", "Rap Beni Ramizem" ve "Dokundur" gibi şarkılar albümde yer alacaktı.
"Bol Vitamin".
1991 yılında grup eğlence amaçlı Bol Vitamin adlı ilk albümlerini yayınladılar. Albüm ilk zamanlarda sakinliğini korudu, fakat zamanla öyle bir satmaya başladı ki 1,5 milyonu geçti. Grup üyeleri bu satış rakamına çok şaşırdı. Albüm aynı yıl Mü-Yap'ın "En Çok Satan Albüm" ödülünü aldı. Grup bir anda popüler oldu ve her yerde şarkıları söylenmeye başlandı. Grubun ilk kadrosunda Gökhan Semiz, Selçuk Aksoy, Emrah Anul, Sertaç Demirtaş, Murat Uzunal, Ufuk Yıldırım, Ercan Saatçi ve İzel vardı. Fakat, İzel sadece bir şarkının ufak bir yerinde bir kız seslendirdi. Bu albümden sonra Murat Uzunal ve İzel gruptan ayrıldı. Albümdeki, "'Rap Vitamin'", "'Fatoş'" ve "'Dokundurabilirsiniz'" gibi şarkılar hit oldu. Fakat, grup albümü zor şartlarda çıkardığı için hiçbir parçaya klip çekememiştir.
"Grup Vitamin".
Grup Vitamin, ilk albüm büyük bir çıkış yapmasından sonra aynı yılın son ayında ikinci albümleri olan grubun adını taşıyan Grup Vitamin albümünü yayınladılar. Albüm ilki kadar değil ama yine çok sattı ve grubun popülerliğini korudu. Bu albümden sonra Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım grup adına televizyon programlarına katıldı ve konserlere çıktı. Gökhan Semiz'in söylediği yere playback yapan ikili daha sonra grupla bir araya geldiklerinde aralarında bir tartışma çıktı. Daha sonra ikili gruptan ayrıldı ve gruba karşılık Uf-Er adlı aynı tarzda müzik yapacak olan grubu kurdular. 1992 gruptan ayrılan ikili Vitamin'e karşı bir albüm çıkardı.
"Yandık Desene".
Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım'ın ayılışından sonra grup Yandık Desene albümünü çıkardı. Albümdeki "İsmail" adlı parça klasikler ve dönemin en çok dinlenenleri arasına girdi. Grup ilk defa bir şarkısına bu albümde klip çekmişti. Klipte, komedyen Ata Demirer oynamıştı. Daha sonra ikinci bir şarkıya klip çekilmiştir.
"Üşüttük".
Grubun, 10 Ağustos 1993 tarihinde çıkardığı dördüncü stüdyo albümüdür. Albümün kayıtları 1993 yılının başlarında başlamıştır. Albüm aynı yılın ağustos ayında çıkmıştır. Albüm, Sertaç Demirtaş'ın yer aldığı son albüm olmuştur. Bu albümden sonra grup kemik kadrosu Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy kalmıştır. Albümdeki çoğu şarkının sözünü Gökhan Semiz yazmıştır. Albümde, ilk klip "Zonta" ve ikinci klip "Elalarını" adlı parçalara klip çekildi. Albümdeki parçanın klipleri o dönem STAR'da yayınlanan grubun sunduğu Eğlence Sırılsıklam adlı programın çekimleri sırasında çekilmiştir. İkinci klipte Tarkan, Nazan Öncel, Fatih Erkoç, Sinan Erkoç, Hüner Coşkuner ve Ferda Anıl Yarkın vardı.
1994-1998: Kemik kadro ve turneler.
"Aşkın Gözyaşları".
Grup, 17 Haziran 1994 tarihinde yayınladıkları beşinci stüdyo albümüdür. Kayıtlarına 1993 yılının sonunda başlanan albümün kayıtları 1994 yılının yaz aylarına kadar devam etmiştir. 1993 yılında Sertaç Demirtaş gruptan ayrılmıştır. Grubun kemik kadrosu olan Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy ile birlikte çıkardığı ilk albümdür. Albüm yayınlandığı büyük ilgi görmüştür. Albümün çıkış parçası olan "Turkish Cowboys" yılın en iyi şarkılarından birisi olmuştur. Şarkıdaki uzun hava bölümünü Ata Demirer okumuştur. Daha sonra yayınlanan Ellere Var Da Bize Yok Mu şarkısı ile de tekrar büyük bir etki yaratmıştır. Şarkı televizyonlarda ve reklamlarda sıkça kullanıldı. Yayınlanan üçüncü ve son parça Telefonu Çektim Direkten yavaş yavaş yaygınlaştı ve tüm düğün ve eğlence ortamlarında çalınır oldu. Albümün kayıtları sırasında grup Feyyaz Kuruş ve Ozan Çolakoğlu gibi isimlerle de çalışmıştır. Bu albüm döneminde grup sıkça dergilere ve televizyon kanallarına röportaj verdi. Büyük etki yaratan albümün sonucunda grup aday gösterildiği Altın Kelebek Ödülleri'nde "En İyi Grup" ödülünü kazandı. Albümde, Gökhan Semiz'in okuduğu şiir "Aşkın Gözyaşları" büyük beğeni almıştır.
"Zeytinyağlı Yaprak Dolması".
Grubun çıkardığı altıncı stüdyo albümü. Kayıtlarına 1994 yılının son aylarında başlamışlardır. Bu albümün düzenlemelerini Tolga Sünter yaparak ilk kez grup ile çalışmıştır. Albümdeki şarkılar büyük beğeni toplamıştır ve albüm yılın en iyilerinden birisi olmuştur. Albümdeki, "Takmayacaksın" adlı şarkı Yedigün reklamı için kullanılmıştır. Reklam seriden oluşmuştur ve reklamda grup üyeleri de yer almışlardır. Ertesi yıl grup yılın en iyi reklam müziği ödülünü kazanmışlardır. Albüm, 1995 yılının yaz aylarında yayınlandığı için yazın büyük bir ilgiyle karşılaşmıştır. Bu albümün döneminde grup ayrıca Barış Manço'nun Müsaadenizle Çocuklar albümüyle aynı adı taşıyan şarkının klibinde oynamışlardır. Albümde bulunan son parça "Endişe-i Muhabbet" şarkısında grup Pentagram ile birlikte düet yapmıştır.
"Deli Dolu (Best of)".
Grup Vitamin'in 30 Mart 1996 tarihinde çıkardıkları yedinci stüdyo albümleridir. Albüm, Gökhan Semiz'in ölmeden önce grupla birlikte çıkardığı son albümdür. 1995 yılının son aylarında kayıtlarına başlamışlardır. Best of albümü olmasına rağmen albüme yeni şarkılarda koyulmuştur. Albüm yine parodi üzerine kurulu olmuştur ama pop ve pop rock tarzında şarkı türleri vardır. Bazı şarkılarda arabesk tınıları vardır. Albümün çıkacağı haberini ilk kez grubun Barış Manço'nun sunuculuğunu yaptığı 7'den 77'ye adlı programın Adam Olacak Çocuk bölümüne konuk olduğunda Selçuk Aksoy söylemiştir. Albümde, eski albümlerde yer alan hit olmuş şarkılar yer almaktaydı. Bazı şarkıların ise remix versiyonları bulunmaktaydı. Her albümlerinde yaptıkları bu albümde de göndermeler vardı. "Üfürükten Teyyare", Gökhan Semiz'in grupla birlikte oynadığı son klip olmuştur. 1997 yılında, Gökhan Semiz gruptan ayrı ikinci solo albümü İnan ki Teksin'i çıkardı. Daha sonra medyada grubun dağıldığına dair haberler yayıldı. Fakat, grup haberleri yalanladı ve yeni bir albüm çıkaracaklarını söyledi. 1997 yılının son aylarında grup sekizinci albümün kayıtları için stüdyoya girdi.
1998: Gökhan Semiz'in ölümü, İyi Günler Türkiye ve dağılış.
1997 yılında, Gökhan Semiz gruptan ayrı ikinci solo albümü İnan ki Teksin'i çıkardı. Daha sonra medyada grubun dağıldığına dair haberler yayıldı. Fakat, grup haberleri yalanladı ve yeni bir albüm çıkaracaklarını söyledi. 1997 yılının son aylarında grup sekizinci albümün kayıtları için stüdyoya girdi. Albümün kayıtları sürerken Prestij Müzik ile bir anlaşma yaptılar ve anlaşmayı imzalamaya gidecekleri günün öncesinde 16 Ocak 1998 tarihinde Gökhan Semiz her zaman olduğu gibi arkadaşlarıyla Kemancı Rock Bar'a müzik dinlemeye gitti. Gökhan Semiz yorgun olduğu için arabayı arkadaşı kullandı. Gece saat üç civarında Kennedy Caddesi sahilinde giderken araba kontrolden çıktı ve demir bariyerlere çarptı. Aracın arka koltuğunda oturan Gökhan Semiz çarpmanın etkisiyle ön camdan fırladı ve kafasını yere çarptı. Acil olarak hastaneye kaldırılırken yolda bilinci açıktı fakat hastaneye ulaşmak üzereyken yolda öldü. Daha sonra aracı süren Mustafa Kemal Kölelioğlu'nun alkollü olduğu ortaya çıktı ve hapse atıldı. Araçtakiler hafif yaralarla kazayı atlatmışlardı. Acı haberi duyan grup arkadaşları, yakınları ve sevenleri büyük üzüntü yaşadılar. Cenazesinde çok fazla kişi vardı. Aynı yıl anısına grup arkadaşları kayıtları süren İyi Günler Türkiye adlı sekizinci albümlerinin kayıtlarını tamamladılar ve yayınladılar. Daha sonra grup Best of Vitamin adlı bir albüm yayınlayarak dağıldı.
2012-günümüz: Tolga Sünter ve müziğe geri dönüş.
1998 yılında, Gökhan Semiz'in vefatından sonra grup dağılmıştı. 1990'lı yılların ortasından itibaren grupla birlikte çalışmış olan Tolga Sünter 2000'li yıllarda grubu birleştirmeye çalışmıştır. Grup üyeleri kabul etmese de daha sonra ikna olmuştur. Ardından, Tolga Sünter gruba dahil oldu ve 2012 yılında grup Bana Bir Soygun Yaz adlı filmin müziklerini yaptı. 2014 yılında uzun bir aradan sonra dokuzuncu stüdyo albümlerinin kayıtları için stüdyoya girdiler. 2015 yılında yeni albüm müjdesi verdiler ve 1 Nisan 2015 tarihinde Endoplazmik Retikulum adlı albümü yayınladılar. Albüm çıktığı anda satışlarda birinci sıraya yükseldi. Albümden ilk olarak 1992 yılındaki "İsmail" adlı şarkının devam şarkısı olmuştur. 5 Mayıs tarihinde İsmail 2 yayınlandı ve ilk haftasında bir milyon kişi tarafından izlendi. Albümde eski şarkıların yeni versiyonu da bulunmaktadır.
Müzikâl tarz.
Müzikâl tarzları çok farklı olmuştur. Türkiye'de o zamana kadar görülmeyen bir farklı ve kendine has müzik yapmıştır. Döneminde çok tutan yerli ve yabancı şarkıları kullanarak hicivler yapıyordu. Şarkılarında sıkça birilerine göndermeler yapan grup absürd komediyi müziğe uyarlamıştır. Genel olarak pop, pop rock tarzında müzik yapmaktadırlar.
Turneler.
Grup Vitamin, 1990'lı yılların başında kendi çaplarında turneler vermeye başladı. İlk albümün satış rekoru kırmasından sonra grubun popüleritesi daha da yaygınlaştı ve çok fazla konserler vermeye başladılar. Daha sonra yene albümler çıkaran grup turnelere çıkmaya ve konserler vermeye devam etti. 1993 yılında grupta Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy kaldı. 1994 yılından sonra turnelere tekrar çıkan grup aynı yıl içerisinde kısa bir süre ara verdi. 1995 yılında, Yedigün adlı içecek firmasının özel bir turnesine çıkmaya hazırlanıyordu. Turne, 1996 yazının sonuna kadar devam edecekti. 1995 yılında grubun ilk turne ayağı başladığında çok büyük bir ilgiyle karşılaştılar. Turnelere binlerce insan katılıyordu. Türkiye turnesine çıkan grubun ilk ayağı İstanbul'da olmuştu. 1996 yazında ise konserler bitmişti. Daha sonra aralıklı olarak konserler vermeye devam ettiler. 1998 yılında, Gökhan Semiz öldükten sonra grup dağıldı. Fakat, 2012 yılından sonra Tolga Sünter'in gruba katılmasıyla grup uzun süreden sonra yeniden bir araya gelmiştir. Daha sonra konserler vermeye uzun süreden sonra tekrar devam etmişlerdir.
Üyeler.
Gökhan Semiz.
Küçük yaşlarda müzik yapmaya başlamıştı. Konservatuvar'da yazdığı parodi şarkı sözlerinden arkadaşlarına bahsetmeye başladı. Boş derslerde yazdığı komik şarkı sözlerine melodiler vermeye başladı. Daha sonra küçük bir ritim gitar alarak yazdığı şarkıları kaydetmeye başladı. Grubun, 1990'lı yıllardaki lideri olarak bilinmesinin yanı sıra aynı zamanda grubun beyni idi. 1990'lı yıllarda çıkan albümdeki çoğu şarkının sözlerinin yazarıydı ve aynı zamanda müziklerini yapıyordu. Grubun, 1990'lı yıllarda çıkan tüm albümlerinde yer almıştır. Grubun, "İsmail", "Turkish Cowboys", "Ellere Var Da Bize Yok Mu" ve "Telefonu Çektim Direkten" gibi önemli şarkılarının sözlerini yazmıştır. 1992 yılında ilk solo albümü Mikrop'u yayınlamıştır. 1997 yılında çok istediği İnan ki Teksin adlı ikinci solo albümünü çıkardı. İlk albümden farkı daha çok rock ağırlıklı olmasıydı. Albüm çıktığı sıralarda ilkine göre daha iyi bir satış grafiği ortaya koymuştur. 1998 yılında grubun sekizinci solo albümlerini çıkarmalarına yakın bir trafik kazasında ölmüştür. Öldüğünde grup çalışmaları süren sekizinci albümü piyasaya sürmüştür. Ardından ise bir "best of" albümü piyasaya sürerek dağılmıştır. Genç yaşına rağmen müzik piyasasında büyük işler başarmış ve kendine has müzik tarzıyla efsane olarak anılmaya başlanmıştır. Grup, 2015 yılında yılında tekrar bir araya geldiğinde, Gökhan Semiz'in yazdığı şarkıları da albümlerine eklemiş ve seslendirmişlerdir
Emrah Anul.
(d.17 Mart 1970) Taksim Atatürk Lisesinden mezun olduktan kısa bir süre sonra Gökhan Semiz ile tanışmıştır. Üniversitede aynı bölüme girmişlerdir ve orada da Selçuk Aksoy ile tanışmışlardır. Gökhan inanılmaz espri yeteneğinden dolayı şarkılara komik sözler yazıyordu ve kaydediyordu. Kayıtları arkadaşlarına eğlence amaçlı dinlettikten sonra arkadaşları şarkıları beğenmiştir ve şarkılar ciddi proje aşamasına gelmiştir. Altı kişi olarak yola çıkan grup daha sonra, üç kişi alarak asıl kadrosuna kavuşmuştur. 1991 yılında eğlencesine yayınladıkları Bol Vitamin adlı albümleri yılın en çok satan albümü olmuştur ve Mü-Yap ödülü almıştır. Ardından Grup Vitamin (1991), Yandık Desene (1992) ve Üşüttük (1993) albümlerini çıkarmışlardır. Daha sonra kadro üç kişiye düşmüştür ve 1994 yılında Aşkın Gözyaşları adlı albümlerini çıkarmıştır. Sonraki yıllarda ise grup ile beraber iki albüm çıkarmıştır. Şarkılarda şiveleri yapan elemandır. 1998 yılında Gökhan Semiz öldüğünde grup dağılmıştır. Grup dağıldığında okullarda müzik ve yan flüt eğitimi eğitimi verdi. 2010'lu yılların sonunda grup tekrar birleşme kararı aldı. Müzik yaşamına profesyonel olarak devam etmektedir.
Selçuk Aksoy.
(d. 4 Kasım 1970) Müziğe lise yıllarında ud çalarak başlamıştır. Daha sonra amatör olarak müzik yapmaya başlamıştır. Üniversite yıllarında Gökhan Semiz ve Emrah Anul ile tanışmıştır. Daha sonra amatör müzik yaşamını arkadaşları ile devam ettirmiştir. 1990 yılında Grup Vitamin adlı bir grup kurmuşlardır. 1991 yılında eğlence amaçlı çıkardıkları Bol Vitamin adlı albüm 2,5 milyon satınca profesyonel kariyerleri başlamıştır. Grubun en sessiz ama eğlenceli adamlarından birisidir. İngilizce rap müzikleri sallama sözlerle çevirir ve şarkıların arasına koyar. Grubun tüm albümlerinde beraber olmuştur. 1996 yılında Rüzgar adında bir solo albüm çıkarmıştır. Albüm pek ses getirmemiştir. 1998 yılında grup dağıldıktan sonra müzik yapmaya devam etmiştir. 2009 yılında evlenmiştir. Evlendiği için müzik yapmayı bırakmıştır ve bir mağazada satış danışmanı olarak çalışmaya başlamıştır. Bir kız babası olmuştur. 2012 yılında grup tekrar bir araya geldiğinde mağazada çalışmaya devam etmiştir. 2014 yılında albümün çalışmalarına başladıklarında mağazada çalışmayı bırakıp tamamen müziğe yönelmiştir. 2015 yılında ise yeni albümlerini çıkarmışlardır.
Tolga Sünter.
Müziğe küçük yaşlarda başlamıştır. 1990'lı yıllarda Gökhan Semiz ile tanışmıştır. Gruba, 2012 yılında katılsa da ilk olarak 1993 yılında Sertaç Demirtaş gruptan ayrıldığında, Gökhan Semiz gruba girmesi için ısrar etmiştir, fakat kabul etmemiştir. 1995 yılında grubun Zeytinyağlı Yaprak Dolması adlı albümündeki hit şarkı "Takmayacaksın" adlı şarkıyı düzenlemiştir. Profesyonel olarak klavye çalabilmektedir. 1997 yılında çıkan, Gökhan Semiz albümü İnan ki Teksin'de emeği vardır ve albümdeki iki klipte de yer almıştır. 1998 yılında grup dağıldığında müziğe devam etmiştir. 2012 yılında grup birleştiğinde gruba katılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11254",
"len_data": 22099,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.74
}
|
Belediye başkanı, belediye idaresinin başı ve belediye tüzel kişiliğinin temsilcisidir. Belediye başkanı, ilgili kanunda gösterilen esas ve usullere göre seçilir. Belediye başkanı, görevinin devamı süresince siyasi partilerin yönetim ve denetim organlarında görev alamaz, profesyonel spor kulüplerinin başkanlığını yapamaz ve yönetiminde bulunamaz.
Belediye başkanının görev ve yetkileri.
Madde 38: Belediye başkanının görev ve yetkileri şunlardır;
Madde 39: Belediye başkanına nüfusu;
Gösterge rakamının Devlet memurları için belirlenen aylık katsayı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda aylık brüt ödenek ödenir. Belediye başkanının görevli, izinli ve hasta bulunduğu sürelerde ödeneği kesilmez. Belediye başkanlığı yapmış olanların, personel kanunlarına tabi bir kadroya atanmaları halinde belediye başkanlığında geçen süreleri memuriyette geçmiş sayılır.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu uyarınca Devlet memurları ile bakmakla yükümlü bulundukları için uygulanan sosyal hak ve yardımlar, aynı esas ve usullere göre belediye başkanları ile bakmakla yükümlü bulundukları için de uygular.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11261",
"len_data": 1094,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.03
}
|
Thomas Cruise Mapother IV (d. 3 Temmuz 1962, Syracuse, New York), Amerikalı oyuncu ve yapımcı. Üç kere Akademi Ödülüne aday gösterilmiş, Altın Küre ödüllü oyuncudur. Forbes dergisi tarafından 1 yılda 67 milyon dolar kazancıyla 2006'da dünyanın en güçlü ünlüsü seçilmiştir. Üç kez Akademi ödülüne aday gösterilmesine rağmen bu ödüllerden hiçbirini alamamıştır. Üç kez Altın Küre kazanmıştır. Annesi Mary öğretmen, babası Thomas ise elektrik mühendisi idi. 2007 yılına kadar "dünyada en fazla para kazanan ve yapımcısına kazandıran" oyuncusu olmuştur. 2016 yılında dünyada yapımcısına en fazla kazandıran oyuncular listesinde 6. sırada yer almıştır.
1987-1990 yılları arasında Mimi Rogers, 1990-2001 yılları arasında Nicole Kidman ile evli kalmıştır. 18 Kasım 2006 Roma'da evlendiği Katie Holmes ile 2012'nin Ağustos ayında boşanmıştır. Scientology tarikatına mensuptur. Suri adında bir kızı vardır.
Filmleri.
! Yıl !! Yapım !! Rol !! Hasılat!! Ücreti !! Diğer notlar
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11262",
"len_data": 965,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 1.97
}
|
Soma, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa ilinin ilçelerinden biridir.
Soma, Yunt Dağı silsilesinin eteklerine kurulmuştur. Savaştepe fay hattı da denilen ve Balıkesir'in Pamukçu beldesinden başlayıp Bergama'ya kadar uzanan Türkiye'nin en aktif fay hatlarından birinin üstündedir. Soma'nın tahin helvası, cevizli lokumu meşhurdur ve maden ocakları ile tanınır. Linyit kömürü bulunan birçok maden vardır.
Adı.
Soma ilçesi adının "sumak" bitkisinden geldiği de söylenir ve gittikçe Somaklı'dan Soma ismine dönüştüğü rivayetleri de vardır.
Konum.
Manisa ilinin kuzey kapısıdır. Kuzeyden, Balıkesir'in Savaştepe ve İvrindi ilçelerine komşudur. Güneyinde Manisa'nın Akhisar ilçesinin Akhisar belediyesi, doğusunda Kırkağaç ilçesi bulunur da Manisa'yı bir başka ile daha komşu eder. Soma, batısındaki Kınık ve Bergama ilçeleri ile İzmir'e 135 kilometre mesafedeki Soma'nın ilçe merkezi, Kırkağaç-Kınık-Savaştepe karayollarının kavşak noktasında ve Bergama-Akhisar kara yolu ile İzmir-Bandırma demiryolu üzerindedir. Sahip olduğu iklimde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise ılık ve yağmurlu geçer. Yeni yapılan İstanbul-Balıkesir-İzmir otoyolu Soma'dan geçmektedir.
Ekonomi.
İlçede linyit kömürü madenleri bulunur. Ayrıca iki adet termik santral vardır ve ikinci termik santralde faaliyetlerine başlamıştır. Türkiye'nin elektrik ihtiyacının %10'unu karşılamaktadır. 2015 yılının kasım ayında dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ali Rıza Alaboyun Soma'da 100 ton altın rezervi bulunduğunu açıkladı.
Maden Faciası.
13 Mayıs 2014'te gerçekleşen faciada kıvılcım oluşumu nedeniyle madende yangın başladı ve belirli kısımları çöktü. 800'e yakın işçi o sırada madendeydi ve 301 işçi hayatını kaybetti. Bu olay sonucu ülkede 3 günlük millî yas ilan edildi ve bayraklar yarıya indirildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11265",
"len_data": 1782,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 2.98
}
|
Sandıklı, Afyonkarahisar'ın bir ilçesidir. Afyonkarahisar iline bağlı ilçe olan Sandıklı, Ege Bölgesi'nin İç Batı Anadolu bölümünde, Antalya-Ankara kara yolu üzerinde yer alır. İlçe, doğusundaki Kumalar Dağı eteğinde kurulmuştur.
Coğrafya.
Sandıklı'nın dört bir yanı dağlarla çevrilidir. Kuzeyinde Ahır Dağı, batısında Bulkaz Dağı, güneyinde Akdağ, doğusunda da Kumalar Dağı bulunur. Kumalar Dağı'nda Türkiye'nin endemik bitkilerinden olan ve sadece Sandıklı'da yetişen "Sideritis akmanii" bitkisi bulunmaktadır.
Nüfus.
İlçenin nüfusu 2020 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre 55.252'dir. Bunun 33.496'sı ilçe merkezinde, 21.756'sı ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11266",
"len_data": 686,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.45
}
|
Counter-Strike () veya kısaca CS, Valve Corporation tarafından geliştirilen bir birinci şahıs nişancı türünde taktiksel aksiyon video oyunu serisidir. Ayrıca Nexon tarafından geliştirilen "Counter-Strike Neo", "Counter-Strike Online", "Counter-Strike Nexon: Zombies" ve "Counter-Strike Online 2" adlı yan oyunları da mevcuttur.
Ana seri.
"Counter-Strike".
İlk olarak bir Half-Life modu olarak ortaya çıkan Counter-Strike, Valve'ın 2000 yılında satın almasıyla beraber ana oyun haline gelmiştir.
"Condition Zero".
Counter-Strike: Condition Zero, Turtle Rock Studios tarafından geliştirildi ve 2004 yılında piyasaya sürüldü. Çok oyunculu modun yanı sıra, bir hikâyeli ve bonus seviyeleri olan tek oyunculu bir mod da içeriyordu.
"Source".
Counter-Strike'ın Source motoruyla yeniden yapılmış hali olan Counter-Strike: Source, Valve tarafından Source motorunda yayınlanan ilk halka açık oyundu. Ağustos 2004'te bir beta yayınlanmış, Kasım'da ise oyun piyasaya sürülmüştür.
"Global Offensive".
Valve'ın Counter-Strike serisi için geliştirdiği dördüncü oyun olan Counter-Strike: Global Offensive 21 Ağustos 2012 tarihinde piyasaya sürülmüştür. Counter-Strike: Source'a benzer olarak Source grafik motorunu kullanır.
"Counter-Strike 2".
22 Mart 2023'te Valve, Source 2 oyun motorunu kullanacak olan Counter-Strike 2'yi duyurdu. Counter-Strike 2'nin 2023 yazında 'in üzerine ücretsiz bir güncelleme ile gelecek olduğu açıklandı. Counter Strike 2, 27 Eylül 2023 tarihinde Counter-Strike: Global Offensive'e getirilen ücretsiz bir güncelleme ile birlikte yayımlandı.
Oynanış.
Oyunlar, teröristler ("Terrorists") ve terörle mücadele ekibi ("Counter-Terrorists") olmak üzere iki takım olarak devreler halinde oynanmaktadır. Her devre başında takımlar bir önceki devredeki başarılarına göre kazandıkları para ile kendilerine silah alırlar. Ekonomi sistemini bu şekilde uygulayan ilk oyun olmuştur. Her oyuncu belirli bir miktar para ile başlar ve her tur başına bu miktar artar. Kazanan grubun artış miktarı daha fazla olmakla beraber, özel bazı durumlarda (C-4 bombasını imha etme, harita içindeki rehineleri kurtarma vb.) kişinin parası da artabilmektedir. Karşı takımın tüm oyuncuları öldürüldüğünde veya görev tamamlandığı takdirde tur sonuçlanır ve yeni oyun başlar. Ölmeyen oyuncunun eşyaları kalır. Yeni turda para, kazanan takımın daha fazla olmak üzere, belli bir miktar artar.
Resmî oyun modları.
Terörist ve terörle mücadele ekibinin farklı noktalarda başladığı ve bu iki grubun zıt hedeflere sahip olduğu modlardır. Bölümlerde hedef ya karşı takımı tamamen öldürmek ya da görevi yerine getirmektir (bombayı imha etmek veya rehineleri kurtarmak gibi). Her takım kendi takım arkadaşlarıyla beraber önceden haritada belirlenmiş noktalarda oyuna başlarlar. Haritalar, "Counter-Strike" serisinin oyun motorları olan GoldSrc ve Source'da bulunan Valve Hammer Editor adlı harita yapım programı aracılığıyla oluşturulur.
Oyunlarda ortak olarak iki ana oyun modu bulunmaktadır. Bunlar bomba imha (de) ve rehine kurtarmadır (cs).
Bomba imha (de).
Teröristlerin amacı önceden belirlenmiş hedeflere bomba koymaktır. Genellikle iki farklı bölge vardır. Her turda bir teröristte bomba bulunur ve bomba kurulduktan sonra patlaması için belli bir süre geçmelidir. Bu süre içinde bombayı korumalılardır. Terörle mücadele ekibinin amacı ise bomba kurulmasını engellemek, kurulduğu takdirde de onu imha etmektir. Bomba kurulursa ve bütün teröristler ölse bile bir tane terörle mücadele üyesi bombayı imha etmez, patlarsa teröristler kazanır.
Rehine kurtarma (cs).
Terörle mücadele ekibinin amacı teröristlerin önceden kaçırmış olduğu rehineleri güvenli bölgeye götürmektir. Son rehine de kaçırıldıktan sonra tur biter. Teröristlerin amacı ise rehineleri korumaktır.
Satış.
Oyun dünya genelinde en çok oynanan çok oyunculu aksiyon oyunudur. Steam Spy'ın verilerine göre Counter-Strike satış rakamları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11290",
"len_data": 3880,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 2.89
}
|
Rıza Kaan Tangöze (d. 5 Eylül 1973, İstanbul), alternatif rock grubu Duman'ın şarkıcısı ve gitaristi olan Türk müzisyendir.
Eğitimi.
Şişli Terakki Lisesi, Bilkent Üniversitesi Otel Yönetimi ve Turizm Bölümünü bitirmiştir. ABD'de Seattle Üniversitesinde ekonomi üzerine yüksek lisans yapmıştır.
Müzik kariyeri.
Liseden sonra, Ari Barokas ile birlikte Mad Madame isimli grunge/cover yapan grubu kurdu ve iki yıl kadar faaliyet gösterdi. ABD'de eğitimini sürdürürken Yakup Trana ile beraber müzik çalışmalarına da devam etti. Seattle'da yazdığı 'LaLaLa' isimli bir parçası ABD'de yayınlanan iki toplama albümde yer aldı. 1999 yılında, Batuhan Mutlugil ve Ari Barokas'la Duman'ı kurdu. Ocak 2006'da, Duman grubundan Batuhan Mutlugil ve Yakup Trana'yla beraber, "Karanlıkta" ve "Tam Olsun" adlı iki parçanın yer aldığı "Karanlıkta" isimli bir solo çalışma yaptı. Yeşim Salkım'ın "Beyhude" isimli parçasında vokal yaptı. Vokalistliğini yaptığı Duman grubunun şimdiye kadar 6 stüdyo albümü, 2 konser albümü ve 1 konser DVD'si vardır. Duman grubu son albümünden 11 yıl sonra (2024) 16 şarkı bulunan yeni bir albüm yayınlayacaklarını açıkladı. Bu albümün 2 şarkısı Kufi adlı single ile 1 şarkısını da İçimde Aşk Var adlı single ile yayınlandı.
Özel hayatı.
20 Ekim 2002 tarihinde, Türkiye güzeli sevgilisi, Ahu Paşakay, evinde intihar etmiştir.
24 Mart 2010 tarihinde 5 senedir birlikte olduğu manken Seçkin Piriler ile evlenmiştir. Kaan Tangöze'nin evlendiği eşi Seçkin Piriler'den Hakan ve Volkan adında iki oğlu olmuştur.
11 Mart 2016 tarihinde Seçkin Piriler'le anlaşmalı olarak boşanmıştır.
25 Kasım 2018 tarihinde Kıvılcım Ural ile evlenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11296",
"len_data": 1641,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.66
}
|
Gazi, İstanbul ilinin Sultangazi ilçesinde mahalledir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11298",
"len_data": 54,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 1.38
}
|
Sivas Katliamı, Sivas Olayları, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin radikal İslamcı bir grup tarafından yakılması ve çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak ölümü ile sonuçlanan olaylardır.
Katliam sırasında dışarıda toplanan saldırganlardan iki kişi ölmüştür. Büyük bir kısım, güvenlik görevlilerinin ellerinden geleni yapmadıkları görüşünü savunmaktadır. Katliamdan ağır yaralı olarak sağ çıkan Aziz Nesin, olaylardan sonra yaptığı basın açıklamasında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i ve Tansu Çiller/Erdal İnönü DYP-SHP koalisyon hükûmetini sert şekilde eleştirmiş, "Bir devlet var, diyordum ben. Bir devlet var, inanılacak devlet var. İyi-kötü, yanlış yapıyor-doğru yapıyor ama devlet var. Elbette bunu önleyecekler. Bu kadar ödün verilemez, diye düşünüyordum. Yanılmışım!" demiştir.
Katliam.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında pek çok sanatçı ve fikir insanı, dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak Sivas'a geldi. Kültür Merkezi içinde karşıt grupla çıkan taşlı-sopalı çatışma, fazla büyümeden, polis tarafından zor kullanılarak önlendi.
Aziz Nesin'in, "Bin yıllık Kur'an'a neden inanayım? Bu yüzden Müslüman değilim." sözünün gazetelerde yankılanması olayı iyice körükledi ve gerilimi tırmandırdı. Binlerce kişiden oluşan karşıt grup, Kültür Merkezinden ayrılıp yeniden Hükûmet Meydanı'na geldi. Hükûmet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan saldırganlar, ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak slogan atmaya devam etti. "Şeytan Aziz!", "Sivas, Aziz'e mezar olacak!" gibi sözlerden sonra sloganlar devlete ve rejime yöneldi, "Kahrolsun laiklik!", "Müslüman Türkiye!", "Yaşasın Şeriat!" sloganları atıldı.
Grup, önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı. Oteldekiler ise kurtarılmayı bekliyorlardı. Saldırganların Madımak Oteli'ni henüz yakmadıkları saatlerde Aziz Nesin, Ankara'daki Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'yü arayıp "Bizi kurtarın" dedi. İnönü buna, "Hiç merak etmeyin. Gerekli tedbiri aldık" cevabını verdi. Fakat daha sonra tutuşturulan perdeler ve otelin alt katında bulunan eşyalarla birlikte Madımak Oteli yakıldı. Saldırganlardan bazılarının, "Allah'ım bu senin ateşin! İçeriye gönder!", "Cehennem ateşi işte!", "Şeytan Aziz!" dedikleri duyuldu. Uzun süren bekleyiş sonunda oteldekiler kurtarılamadı. Otele sığınmış olan kişilerden aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak öldü. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan saldırgan kalabalığa doğru itildi. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesine götürüldü.
Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2 saldırgan öldü. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen 2 günlük sokağa çıkma yasağı ile birlikte güvenlik güçleri şehirde tam bir hâkimiyet sağlayabildi.
Bir iddiaya göre Sivas Katliamı, Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı.
Sonrası.
İlgili açıklamalar.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, "Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş... Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır... Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır." ifadelerini kullandı.
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir." ifadelerini kullandı.
Faciadan ağır yaralı kurtulan Aziz Nesin dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'nün, linç girişiminden haberdar olduktan sonra “bazı yetkilileri” aradığını ve Madımak Oteli'ndekilere telefonla "en kısa zamanda takviye güç gönderileceği, kimsenin kılına dahi zarar gelmeden kurtarılacakları" ifadelerini kullandığını söylemiştir. Başka bir kaynağa göre Dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, "Ne yapayım, yetkim yoktu." ifadelerini kullandığı iddia edilmiştir.
Dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir." ifadelerini kullandı.
Refah Partisinin lideri Necmettin Erbakan, "Olaylar, Sivas'a girmiş bir ekibin halkı tahrik etmesinin sonucudur." ifadelerini kullandı.
Yargılama.
Olaydan bir gün sonra 33 kişi gözaltına alındı. Daha sonra gözaltına alınanların sayısı 190'a çıktı. Gözaltına alınan 190 kişiden 124'ü hakkında "laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma" suçlamasıyla dava açıldı, geri kalanlar serbest bırakıldı. Kamuoyunda "Sivas Davası" olarak bilinen davanın ilk duruşması, Ankara 1 No.'lu Devlet Güvenlik Mahkemesinde 21 Ekim 1993 günü yapıldı. 26 Aralık 1994'te karara bağlanan dava sonucunda 22 sanık hakkında on beşer yıl, 3 sanık hakkında onar yıl, 54 sanık hakkında üçer yıl, 6 sanık hakkında ikişer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi.
Müdahil avukatlar, Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin kararını "taraflı, hukuka ve adalete aykırı" olarak niteleyerek ayrıntılı bir savunmayla temyize gittiler. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, katliamın "Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye yönelik olduğunu" belirterek Devlet Güvenlik Mahkemesinin kararını esastan bozdu. Ankara 1 No.'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yargıtay'ın bozma kararına uyarak yargılamayı yeniden başlattı.
28 Kasım 1997'de açıklanan kararda, 33 sanık Türk Ceza Yasası'nın 146/1 maddesine göre idama ve 14 sanık da 15 yıla kadar değişen hapis cezasına mahkûm edildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 24 Aralık 1998'de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000'de 33 sanık Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi.
Sanıkların avukatlığını üstlenenler arasında olan REFAHYOL iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan, bakanlığı sırasında onları hapishanede ziyaret etti. Geniş avukat listesinde çok sayıda Refah Partisi üyesi ve yöneticisi olması eleştiri konusu oldu. Bu avukatlar ilerleyen yıllarda AK Parti ve Saadet Partisi'ne katıldılar ve içlerinden üst yönetim görevlerine yükselenler oldu. 26 kişilik bu listede biri bakan olmak üzere 4 AK Parti milletvekili de bulunmaktadır.
Geçen bu zaman zarfı içerisinde sanık sayısı tahliyelerle 33'e düştü. Olayın kilit ismi olarak nitelendirilen, dönemin Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak ve Yargıtay'ın 1997'deki bozma kararından sonra firar eden 8 sanık ise hâlen yakalanamamıştır. Davanın firari olan 5 sanık ile ilgili kısmı 13 Mart 2012 tarihinde zaman aşımından düşürülmüştür. 2023 Eylül ayında görülen son davada ise haklarında ağırlaştırılmış müebbet istenen firari sanıklar Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş'ın yargılanmasına dair 30 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın düşmesine karar verildi.
Sivas Davası, İstiklal Mahkemeleri sonrasında tek bir davada bu kadar çok idam cezasının verildiği ilk davadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ikinci kez af yetkisini kullanarak katliamın bir asli faili olan Hayrettin Gül'ün ömür boyu hapis cezasını kaldırdı.
Kültürel etkisi.
Şiirler, şarkılar ve türküler.
Eski başbakan, dönemin DSP genel başkanı Bülent Ecevit, katliama ilişkin "Madımak" şiirini yazmıştır.
Tiyatro oyunu.
Genco Erkal'ın yazıp yönettiği "Sivas '93" adlı belgesel tiyatro oyunu, 11 Ocak 2008'de yoğun güvenlik altında Muammer Karaca Tiyatrosu'nda sahnelendi. Belgelerden yararlanarak yazılan oyunun anlatıcıları arasında Genco Erkal'la beraber Meral Çetinkaya, Yiğit Tuncay, Nilgün Karababa, Murat Tüzün, Çağatay Mıdıkhan ve Şirvan Akan yer aldı. Oyunun müziğini Fazıl Say besteledi.
Sinema filmi.
Ulaş Bahadır'ın yazıp yönettiği "Madımak: Carina'nın Günlüğü (Sivas 93)" adlı sinema filmi, 25 Eylül 2015 Pazar günü vizyona girdi. Katliamın yaşandığı sırada otelde konaklayan 23 yaşındaki Hollandalı Carina Cuanna Thuijs, Leiden Üniversitesi tezi için Türkiye'ye gelmiş ve Hollanda'da da olduğu gibi günlük tutmaya devam etmiştir. Carina Cuanna Thuijs'in günlüğünde anlatılanlara göre yazılan filmin oyuncuları ise Erdal Tosun, Selin Yiğit, Perihan Erener, Melek Şahin, Serkan Genç, Ulaş Bahadır, Barış Ordu, Can Varlı, Cihan Özdeniz, Denise Ankel, Füsun Demirel, Rıza Akın, Hakan Erekli, Muhlis Asan, Umut Kurt, Meray Ülgen ve Mustafa Alabora'dır.
Televizyon programı.
2014 yılında, katliamın yıl dönümünde, Gülen Cemaati ile ilişkili olan Samanyolu TV'de "Mutfak Keyfi İftar Menüsü" adlı programda "Madımak Mıklası" tarifi verilmesi tepkilere yol açmıştır.
İnkâr edilmesi.
Yeni Akit gazetesi, yayın hayatı boyunca Sivas Katliamı sanıklarını aklama amaçlı çeşitli haberler yayımlamıştır ve asıl mazlumların sanıklar olduğu intibasını uyandırmaya çalışmıştır. Bu tip haberlerin en çok tepki çekenlerinden biri ise ölenlerin aslında kurşun yaralarıyla öldükleri iddiası ve yayımlanan fotoğraflar olmuştur. Söz konusu fotoğrafları ilk defa yayımlamış kişi olan fotoğrafçı Mehmet Özer, sosyal medyada, Yeni Akit gazetesinin "yalan söylediğini, gerçekleri çarpıttığını" ifade etmiştir ve de kurşun yarası olduğu söylenen görüntünün aslında saç örgüsü olduğunu açıklamıştır.
Madımak Oteli'nin kamulaştırılması.
17 Haziran 2010 tarihinde Madımak Oteli'nin kamulaştırılması sürecinin başladığı Sivas Valisi Ali Kolat tarafından duyuruldu. Otel sahipleri ile Sivas İl Özel İdare Sekreterliğinin kamulaştırma bedeli üzerine uzlaşmaya varamaması nedeniyle son kararı Sivas Asliye Hukuk Mahkemesi belirledi. Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 23 Kasım 2010'da aldığı kararla Madımak Oteli'nin bilirkişi raporu doğrultusunda 5 milyon 601 bin lira bedel ile kamulaştırılmasına karar verildi.
Binanın lobi kısmından saldırgan 2 kişinin ismi çıkartıldı. Katledilen 35 kişinin adları alfabetik sırada yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11303",
"len_data": 10264,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.09
}
|
UDP (User Datagram Protocol - Kullanıcı Veribloğu İletişim Kuralları), TCP/IP protokol takımının iki aktarım katmanı protokolünden birisidir. Verileri bağlantı kurmadan yollar.
Gelişmiş bilgisayar ağlarında paket anahtarlı bilgisayar iletişiminde bir datagram modu oluşturabilmek için UDP protokolü yazılmıştır. Bu protokol minimum protokol mekanizmasıyla bir uygulama programından diğerine mesaj göndermek için bir prosedür içerir. Bu protokol 'transaction' yönlendirmelidir. Paketin teslim garantisini isteyen uygulamalar TCP protokolünü kullanır.
UDP'yi kullanan protokollerden bazıları DNS, TFTP ve SNMP protokolleridir. Uygulama programcıları birçok zaman UDP'yi TCP'ye tercih eder, zira UDP ağ üzerinde fazla bant genişliği kaplamaz.
UDP güvenilir olmayan bir aktarım protokolüdür. Ağ üzerinden paketi gönderir ama gidip gitmediğini takip etmez ve paketin yerine ulaşıp ulaşmayacağına onay verme yetkisi yoktur. UDP üzerinden güvenilir şekilde veri göndermek isteyen bir uygulama bunu kendi yöntemleriyle yapmak zorundadır.
Paket Yapısı.
UDP, Ulaşım katmanı'nda faaliyet gösteren bir protokoldür. Verilerin doğru ya da yanlış şekilde iletilip iletilmediğini garanti etmez (connectionless).
UDP başlığı, her biri 16 bit uzunluğunda olmak üzere 4 alandan oluşur.
Kaynak Port Numarası
Seçimlik bir alandır. Bir cevap alınmasının gerektiği durumlarda gönderenin port numarasını barındırır. Gönderici host'un istemci olması halinde port numarası geçici, sunucu olması halinde ise yaygın olarak bilinen bir port numarası olur. Bu alanın sıfır olması, gönderen hostun bir kaynak port numarasına sahip olmadığı anlamına gelir.
UDP ve TCP arasındaki farklar.
IPv4 Sahte Başlığı
UDP IPv4 üzerinde çalıştığında, gerçek IPv4 başlığındaki aynı bilgilerin bazılarını içeren sahte bir başlık kullanılarak Kontrol Sayısı (Checksum) hesaplanır.Bu sahte başlık IP paketi göndermek için kullandığımız gerçek bir IPv4 başlığı değildir. Aşağıdaki tabloda sadece checksum hesaplamak için kullanılan sahte başlık tanımlanmıştır:
Kaynak ve Hedef Adresler IPv4 başlığındakilerdir. Protokol UDP içindir. UDP uzunluğu alanı ise UDP başlığının ve verinin uzunluğunu gösterir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11305",
"len_data": 2155,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.9
}
|
Sabit disk ya da Hard disk kısaca HDD ya da Türkçesi ile sabit disk sürücüsü veri depolanması amacı ile kullanılan manyetik kayıt ortamlarıdır. Önceleri büyük boyutları ve yüksek fiyatları nedeni ile sadece bilgisayar merkezlerinde kullanılan sabit diskler, cep telefonları ve sayısal fotoğraf makineleri içine sığabilecek kadar küçülen boyutları ile günlük hayatımıza girmişlerdir.
Sabit disklerin en yoğun kullanım yeri bilgisayarlardır. Ses, görüntü, yazılımlar, veritabanları gibi büyük miktarlarda bilgi, gerektiğinde kullanılmak üzere sabit disklerde saklanır.
Günümüzde sabit diskler veri aktarımında son derece hızlanmış olsalar da elektromekanik yapıda olduklarından RAM'lara göre yavaştırlar. Bilgisayarlarda yardımcı ve kalıcı bellek olarak kullanılırlar.
Bir bilgisayar yazılımı işletilmeye başladığında, yazılımın çalışması için gerekli olan bilgiler sabit diskten okunarak çok daha hızlı olan RAM belleğe aktarılır. Gereksinim duyulan kısım RAM'a sığmayacak kadar büyükse, bilgisayar sabit diskin bir bölümünü RAM bellek gibi kullanır.
Bilgisayar sabit diskleri genellikle bilgisayarların içinde sabitlenmiş durumda bulunurlar, bilgisayarlara dışarıdan bağlanabilen taşınabilir olanları da vardır.
Yapı.
Hard disklerde veri yazımı; metal, cam veya plastikten yapılmış, yüzeyi demir oksit ya da başka manyetik özellikteki malzeme ile kaplı diskler üzerine yapılır. Bu kayıt ortamlarında veriler mıknatıslanma yolu ile kaydedildiğinden istenerek silinene kadar sabit kalırlar, elektrik kesintileri gibi durumlarda bilgisayar bellek yongalarındaki gibi kaybolmazlar, bu nedenle anılan şekilde adlandırılmışlardır.
Bir sabit diskte çoğunlukla metal olan bir veya birden fazla sayıda kayıt diski bulunur. Metal disk ya da diskler 3600, 4200, 5400, 5900, 7200, 10000, 15000 d/d (devir/dakika) gibi hızlarla dönerken disk yüzeyleri üzerinde gezinen kafa veya kafalar okuma-yazma işlemlerini yaparlar.
Gelişen teknoloji sabit disklerin boyutlarını küçültmüş ve bilgi saklayabilme yeteneklerini arttırmıştır. Birkaç megabayt büyüklüğündeki ilk örneklerin yerini günümüzde Terabyte seviyesinde veri saklayabilmekte olanları almıştır ve her geçen yıl bu artmaktadır.
Günümüzde bir bilgisayar sabit diskinin küçültülmüş örnekleri olan, 20 gramdan daha az ağırlıkta compakt flaş ölçüsünde (42,8x36,4x5 mm) 64 GB'a varan veri saklama olanaklı küçük sabit diskler de üretilmektedir.
2017 itibarıyla 2.5 inç'lik bir sabit diskin maksimum kapasitesi 5 TB miktarına, 3.5 inç'lik bir sabit diskin maksimum kapasitesi de 12 TB miktarına ulaşmıştır.
Tarihçe.
Sabit disklerden önce yerlerine kullanılan veri depolama birimleri "manyetik şeritler" ve "manyetik davul" olarak adlandırılan birimlerdi. 1950 yılında yapılmış olan ilk ticari örnek ERA 110 manyetik davul, 1 megabit (1 bit=1/8 bayt) veri saklayabilmekte ve bir sözcüğü 5000 saniyede okuyabilmekteydi.
Konu ile ilgili diğer önemli tarihler:
1956 - IBM firması 50 adet 61 cm çapında diskten oluşan 5 MB'lık 305 RAMAC'ı üretti.
1973 - IBM 3340 Winchester markalı 30 MB'lık ünlü sabit diski üretti, bazı ülkelerde sabit disk hala bu şekilde adlandırılmaktadır.
1980 - Seagate firması günümüzdeki 5,25 inç'lik CD sürücülerinin iki katı yükseklikteki 5 MB'lık ST 506 modelini üretti.
1983 - IBM'in ürettiği PC/XT bilgisayarları ile birlikte sabit disk birçok kişisel bilgisayar için temel donanım haline geldi.
1985 - Günümüzdeki 5,25 inç'lik CD sürücülerinin büyüklüğünde (1,6 inç yükseklikte) sabit diskler üretildi.
1987 - 3,5 inç'lik, 500 MB'a varan büyüklüklerde sabit diskler üretildi.
1997 - IBM masaüstü bilgisayarlar için 16,8 GB'lık bir sabit diski piyasaya sürdü.
1998 - 25 GB'lık diskler piyasaya çıktı.
1999 - 10,000 d/d hızında 73 GB disk üretildi.
2000 - IBM, 1 GB'lık Microdrive'ı üretti.
2007 - Hitachi, 1000 GB'lık (1 TB (Terabyte)) sabit sürücüyü üretti.
2008 - Western Digital, 2000 GB'lık (2 TB (Terabyte)) (3,5" 5400 RPM) sabit sürücüyü üretti ve 2009'un ilk çeyreğinde satışına başlandı.
2011 - Seagate, 3000 GB'lık (3 TB (Terabyte)) (3,5") sabit sürücüyü üretti ve satışa sundu.
2015 - Western Digital, 10000 GB'lık (10 TB (Terabyte)) (7200 RPM) sabit sürücüyü üretti.
Özellikler.
Fiziksel Büyüklük.
Günümüzde genellikle, masaüstü bilgisayarlarda 3.5 ve dizüstü bilgisayarlarda 2.5 inç büyüklükteki sabit diskler kullanılır. Düşük kapasiteli, daha az enerji tüketimli, daha yavaş ve darbelere daha dayanıklı olan 2.5 ve 1.8 inç büyüklükteki sabit diskler taşınabilir MP3 oynatıcıları gibi ürünlerde, daha da küçük boyutlu olan kompakt flaş biçemindeki Microdrive'lar ise sayısal kameralar, cep telefonları, küçük MP3 oynatıcılar gibi ürünlerde kullanılmaktadır. Bu ölçülendirme mantığında belirtilen ölçüler yaklaşık olarak, sabit disk içindeki metal kayıt diskinin ölçülerini belirtir, dış ölçüler biraz daha büyüktür. 3.5 inç'lik bir sabit diskin boyu üreticisine göre değişken olup yaklaşık 4 inç, yüksekliği ise 1 inç kadardır.
Kapasite.
Sabit disklerin kapasiteleri bayt (B) cinsinden ifade edilir. 400 GB (Gigabayt), 1 TB (Terabayt) gibi, depolanabilecek bilgi miktarını belirtir. ASCII standartında her harf ya da özel karakter 8 bit'ten oluşan bir bayt ile ifade edilir. Bir bayt bir harf olarak düşünülebilir. Sabit disk üreticileri disk kapasitelerini 1000'in katlarına göre sınıflandırmaktadır, ancak gerçek kapasite 1024'ün katlarına göre hesaplanır. Örneğin 250 GB olarak aldığınız bir sabit disk gerçek anlamda 232,83 GB'dır.
Disk üreticilerine göre 250 GB olan bir harddiskin işletim sisteminde ne kadar göründüğünü hesaplayalım,
250 gigabayt = 250.000 megabayt
250.000 megabayt = 250.000.000 kilobayt
250.000.000 kilobayt = 250.000.000.000 bayt miktarında bayt içerir.
250.000.000.000 bayt / 1024 = 244.140.625 kilobayt
244.140.625 kilobayt / 1024 = 238.418,5791015625 megabayt
238.418,5791015625 megabayt / 1024 = 232,83064365386962890625 gigabayt olarak işletim sisteminde görüntülenir.
Bağlantı Ara Birimleri.
Sabit disklerin bilgisayarlara iletişimi için çeşitli ara birimler vardır. Sabit diskin bilgisayara bağlanabilmesi için hem sabit diskin hem de anakartın o arabirimi desteklemesi gerekmekdedir. Bu arabirim türleri:
Hız.
Sabit disklerde hız kavramı büyük önem taşır. Bir sabit diskin hızında fiziksel dönüş hızı, erişim süresi ve aktarma hızı olmak üzere üç özellik etkileşimli olarak rol oynar. Bu özellikler tek başlarına hız hakkında kesin bir fikir vermezler.
Fiziksel Dönüş Hızı.
Kayıt diskinin dönme hızıdır, d/d (devir/dakika) cinsinden ifade edilir. Kayıt diski üzerindeki verilere ulaşılması için geçen zaman büyük ölçüde bu hıza bağlıdır. Günümüz sabit diskleri; 3.600, 4.200, 5.400, 7.200, 10.000, 15.000 d/d (rpm) gibi yüksek hızlarda çalışırlar. Bilgisayarın en hantal donanımlarından biridir.
Aktarma Süresi ve Aktarma Hızı (seek time).
Okuma kafasının veriye ulaşması ile bu verinin ana sisteme ulaşması arasında geçen zamana aktarma süresi denir.
Günümüzde sabit disklerde veriler okuma kafasınca okunduktan sonra, sabit diskin içinde yer alan önbelleğe aktarılarak oradan ana sisteme iletilirler. Önbellek işlemler sırasında zaman kaybını önlemek için kullanılır.
Sabit disk üreticileri kayıt diskinden önbelleğe ve önbellekten ana sisteme iletim hızlarını ayrı olarak belirtmektedirler. Önbelleğe iletim hızı Mbit/sn, ana sisteme iletim hızı ise MB/sn cinslerinde ifade edilir.
Dosya Atama Tablosu.
FAT.
File Allocation Table, Türkçeye çevirmek gerekirse "Dosya Atama Tablosu". Bu sistemde partisyon her biri belli miktarda sektör içeren cluster isimli parçalara ayrılır. Ve hangi dosyaların bu cluster parçalarından hangilerine yerleştiği, hangi cluster parçalarının boş, hangilerinin dolu olduğu gibi bilgiler FAT üzerine yazılır. İşletim sistemi de herhangi bir dosyaya erişmek istediğinde dosyayı bulmak için FAT üzerine yazılan bu bilgilerden faydalanır. Her ihtimale karşı sabit disk üzerinde bir kopyası bulundurulur.
FAT16.
DOS, Windows 3.1 ve OSR2 sürümü öncesi Windows 95'in kullandığı dosya sistemidir. Eski bir dosya sistemi olduğu için birtakım dezavantajları ve eksiklikleri vardır. Bunlardan bir tanesi kök dizinin (root) sınırlandırılmış olmasıdır. FAT16 sisteminde açılıştaki primary partisyona ait root dizini, FAT tablosu ve boot sektörü Cluster içinde yer almazlar ve sayısı belli olan sıralı sektörlerde tutulurlar. Bu sayının belli olması kök dizinine yapılacak eklentilerin belli bir sınırı olması sonucunu doğurur. Kısacası altdizin istenildiği kadar uzatılabilmekle birlikte kök dizinde belli uzunlukta girişle sınırlandırılmıştır. İkincisi FAT16 dosya sisteminde adresleme 16 bit olduğundan adreslenebilecek maksimum Cluster sayısı 65525'tir ve bu Clusterların boyutu 32 KB olabilir (Aslında Cluster sayısı 65536 olmalıdır, ama bazıları özel amaçlar için tutulur). Bu da bizi FAT16'da kullanılan bir partisyonun 2 GB'dan daha büyük olmayacağı sonucuna götürür. Üçüncüsü FAT16 elindeki boş sabit diski ya da partisyon alanının bir şekilde elindeki Clusterlara dağıtmak zorundadır. Bu nedenle sabit diskin boyutu büyümeye başladıkça Cluster'ın boyutu da büyür. Örneğin 1 MB'lık bir dosya birçok Cluster üzerine sıralanıp yerleşirken 10 KB uzunluğundaki tek bir dosya bir Cluster'ı kaplar. Bu durumda özellikle disk boyutu 1-2 GB arasında ise FAT16 Cluster boyutu 32 KB olacaktır ve Cluster üzerinde 10 KB'lık dosyadan artakalan 22 KB'lık boşluk değerlendirilemeyerek boşa gidecektir. Özellikle çok miktarda ufak dosya barındıran sabit disklerde bu durum bolca olur.
FAT32.
Windows 95 OSR2, Windows 98, Windows 2000 ve Linux tarafından tanınan ve FAT16'dan daha gelişmiş bir dosya sistemidir. İlk olarak FAT32'de herhangi bir kök dizin sınırlaması yoktur. İkinci olarak FAT32, FAT16'daki 16 bitlik adresleme yerine 32 bitlik adresleme kullanır. Bu da 2 TB'a kadar olan disklerin tanınmasını sağlar. Üçüncü olarak FAT32 cluster boyutunu azaltarak boş alan israfını azaltır.
NTFS.
Windows NT teknolojisi ile geliştirilen disk yönetim sistemidir. Kullanılan işletim sistemleri Windows NT 4, Windows NT 5, Windows 2000, Windows XP, Windows Vista, Windows 7, Windows 8, Windows 8.1 ve Windows 10 çeşitleridir. Bunun dışında Linux işletim sistemlerine özgü formatlar da vardır.
Gelişmeler.
Bildiğimiz, günümüzün sabit diskleri geliştirilerek Karma Sabit Disk ve bütünleşmiş flaş bellekten oluşan Katı Hal Disk'e dönüştürülmüştür.
Karma Sabit Disk.
Bilinen 2,5 inçlik dizüstü sabit disklerine 128 MB veya 256 MB flaş bellek eklenmiştir.
Sorunlar.
Sabit disklerin 4500, 5400, 7200 veya 10.000 d/d ile çalışma sırasında alacağı şok darbeler (genelde 3G üzeri) okuma kolunun disk üzerine temasına sebep olurlar ve bu sektörlerdeki mekanik darbeler sonucu (bad sectors) oluşan okunamaz sektörler, bilgilerin ebediyen kaybolmaları sebep verir. Bu oluşum zamanla büyüyerek sabit disk in (Head Crash) tamamen bozulmasıyla son bulur. Buna karşı alınan tedbirlerden biri de HITACHI/IBM'nin buluşu olan Harddisk Anti Shock mekanizmasıdır. Herhangi bir şiddet anında veya sarsıntıda okuma-yazma kolu geçici bir süre için park durumuna getirilir. Bunu IBM/LENOVO Thinkpad T41 modellerinden itibaren uygulamaya başladılar.
Sabit diskler özellikle çalışma esnasında son derece hassas durumdadırlar. Çalışır durumdaki sabit diskler darbe, sarsıntı, elektriksel değişimler gibi dış etkenlerle karşılaştıklarında arızalanabilir ve veri kayıplarına yol açabilirler. Sabit disklerde oluşabilecek hataların muhtemel kaynaklarına örnek olarak:
gösterilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11307",
"len_data": 11372,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Boole cebiri değişkenlerin değerinin "doğru" ve "yanlış" olabildiği bir cebir altkoludur. "Doğru" ve "yanlış" değerleri genelde sırasıyla 1 ve 0 olarak ifade edilir. Değişken değerlerinin sayı, işlemlerin ise toplama ve çarpma olduğu temel cebrin aksine Boole cebrinde ∧ işareti ile ifade edilen "ve", ∨ işareti ile ifade edilen "veya", ¬ ile ifade edilen "değil" işlemleri bulunur.
Boole cebri ismini George Boole'den alır ve bu ismin ilk kez 1913 yılında Sheffer tarafından önerildiği iddia edilmektedir.
Sayısal devrelerin analiz ve tasarımı boole cebrini temel alır. Bu sistemde yer alan “1” ve “0”, sırasıyla açık (İngilizcesi: ON) ve kapalı (İngilizcesi: OFF) devrelerle eş anlamlıdır. Sayısal bilgisayar devreleri uygulamasında, ikili değişkenler üzerinde tanımlanan sayısal operasyonları gösterir.
Postulatlar.
Boolean cebri 10 temel postulata dayanır. 0 ve 1 sayıları nedeniyle her postulat çift olarak ifade edilir. Postulatların 0 ve 1 karakterlerini kapsaması nedeniyle bunların açıklaması genellikle kapalı ve açık elektrik devreleri ile yapılır.
Postulat 1: 0.0=0
Postulat 2: 0.1=0
Postulat 3: 1.0=0
Postulat 4: 1.1=1
Postulat 5: 0'=1
Postulat 6: 1+1=1
Postulat 7: 0+1=1
Postulat 8: 1+0=1
Postulat 9: 0+0=0
Postulat 10: 1'=0
Teoremler.
Boolean Cebri, 10 teoremden oluşur.
Değişme Kuralı.
A+B=B+A
A.B=B.A
Birleşme Kuralı.
A+B+C=(A+B)+C=A+B+C
A.B.C=(A.B).C=A.B.C
Aynı Kuvvet Kuralı(özdeşlik kanunu).
A.A=A
A+A=A
0+0=0
0.0=0
1.1=1
ve (and) kanunu.
A.1=A
A.0=0
veya (or) kanunu.
A+1=1
A+0=A
Etkisiz Eleman Kuralı.
A.1=A
A+0=A
Tamamlayıcı Kural.
A.A'=0
A'+A=1
Yutma Kuralı.
A.(A+B)=A
A+(AB)=A
Dağılma Kuralı.
A(B+C)=(AB)+(AC)
A+(B.C)=(A+B)(A+C)
Çift Tersleme Kuralı ( Tersin Tersi ).
(A')'=A
[(A+B)']'=A+B
De Morgan Kuralı.
(A.B)'=A'+B'
(A+B)'=A'.B'
Semboller.
Sayısal olarak bir değişken veya fonksiyon iki değer alabilir. Bu değerler 1 veya 0 olacaktır. Değişkenlerin veya fonksiyonların aldığı bu değerler sayısal devrelerde eğer “1” ise YÜKSEK gerilim seviyesi, “0” ise ALÇAK gerilim seviyesini gösterecektir.
Değil veya tümleyen (komplement), boolean matematiğinde değişkenin üzerine çizilen bir çizgi ile gösterilir. Örneğin A' ifadesi “ A’ nın değili veya A'nın komplementi” şeklinde okunur. Eğer A=1 ise A'=0, A=0 ise A' =1 olur. Tümleyen(komplement) veya değil için A' şeklinde yazım kullanılabilir.
A ve B girişlere uygulanan iki değişkeni gösterirse VE fonksiyonu Boolean ifadesi
olarak ‘A.B’ şeklinde yazılırken vEYA fonksiyonu için ‘A+B’ eklinde yazılacaktır.
Elektronik mantık kapıları.
"Diyotla yapılan AND ve OR kapıları"
Şekil 1.13a 'da diyotlarla AND lojiğinin elde edilmesi görülmektedir. Şekil 1.13d 'de görüldüğü gibi A ve B girişlerinin biri 0 volt (şase) yapılacak olursa, devre akımı doğru polarmalanmış diyot üzerinden ok yönünde devresini tamamlayacağından çıkış gerilimi C, 0 volt olur.
A ve B girişleri +5V yapıldığında diyotlar ters polarmalandığından Yalıtkan (elektrik)|yalıtkan olacak ve 5V 'luk gerilim şekil 1.13e 'de görüldüğü gibi C çıkışında görülecektir. Bu durum bize AND işlemini verir, yani A ve B girişi 1 olduğunda çıkış 1 olur. Girişlerden biri 0 olduğunda çıkış 0 olur. Bu işlemin doğruluk tabloları gerilim olarak şekil 1.13d 'de, lojik olarak şekil 1.13e 'de görülmektedir.
Dosya:Zht2.JPG
A B C
0V 0V 0V
0V +5V 0V
+5V 0V 0V
+5V +5V +5V
-d-
A B C
0 0 0
0 1 0
1 0 0
1 1 1
-e-
0V = Lojik 0
+5V = Lojik 1
Şekil 1.14a 'da diyotlarla OR Lojiğinin elde edilmesi görülmektedir. Şekil 1.14b 'de görüldüğü gibi A ve B girişlerinden biri +5V yapılacak olursa girişe verilen uca bağlı diyot iletken olacağından +5V C çıkışında görülür. A ve B girişleri aynı anda 0V yapılırsa her iki diyotta yalıtkan olacağından C çıkışıda 0V olacaktır. Şekil1.4c 'de gerilim olarak, şekil1.14d 'de ise lojik olarak OR işleminin doğruluk tabloları görülmektedir.
Dosya:ZHT3.jpg
A B C
0V 0V 0V
0V +5V +5V
+5V 0V +5V
+5V +5V +5V
-c-
A B C
0 0 0
0 1 1
1 0 1
1 1 1
-d-
0V = Lojik 0
+2,4 - +5V = Lojik 1
a) Ve (And) kapısı.
Ve kapısı iki veya daha fazla giriş ve bir adette çıkış ucuna sahiptir. Bu giriş uçlarına uygulanan 1 veya 0 kodlarına göre çıkışta değişiklikler görülür. Ve kapısının tüm girişleri 1 olduğunda çıkış 1, herhangi bir ucu 0 olduğunda ise çıkış 0'dır. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = A. B dir. Aşağıda Ve kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir.
b) Ve Değil (Nand) kapısı.
Değil mantığı tüm kapılarda vardır. Bu kapılar normal kapıların çıkış uçlarına değil kapısı eklenerek elde edilirler. Yani Ve kapısının çıkış ucu 1 olduğu durumlarda Ve Değil kapısının çıkışı 0, 0 olduğu durumlarda ise 1'dir. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = (A. B)' dir. Üst tırnak işareti, değili (tersi) manasına gelmektedir. Formülün sonucu 1 ise 0, 0 ise de 1 'dir. Aşağıda Ve Değil kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir.
c) Veya (Or) kapısı.
Veya kapısı da iki veya daha fazla giriş, bir adette çıkış ucuna sahiptir. Giriş uçlarından herhangi birisinin 1 olması durumunda çıkış 1, diğer durumlarda da çıkış 0'dır. Yani Ve kapısının tersi mantığında çalışır. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = A + B dir.
d) Veya Değil (Nor) kapısı.
Veya Değil kapısı da yine Veya kapısının çıkış ucuna Değil eklenerek elde edilmiştir. Veya Değil kapısının çıkış durumları Veya kapısının çıkış durumlarının tam tersidir. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = (A + B)' dir.
e) Özel Veya kapısı.
İsminin Özel Veya kapısı olmasına rağmen Veya kapısı ile hiçbir alakası yoktur. Özel Veya kapısının girişleri aynı olduğunda çıkış 0, girişleri farklı olduğunda ise çıkış 1 'dir. Yani girişler 1 0 ya da 0 1 iken çıkış 1, girişler 0 0 ya da 1 1 iken de çıkış 0 'dır. Hesaplardaki formülü ise Q = A Å B dir.
f) Özel Veya Değil kapısı.
Özel Veya Değil kapısı da Özel Veya Kapısının Çıkışına Değil eklenmiş halidir. Giriş uçları aynı iken çıkış 1, giriş uçları farklı iken de çıkış 0 'dır. Hesaplamalardaki formülü Q = (A Å B)' dir.
g) Değil kapısı.
Değil Kapısı bir giriş ve bir de çıkış ucuna sahiptir. Girişine gelen Binary kodu tersleyerek çıkışına iletir. Yani giriş 1 iken çıkış 0, giriş 0 iken çıkış 1 'dir. Hesaplamalardaki formülü Q = A' şeklindedir. Aşağıda Değil kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir.
Boolean matematiği tamamen 1 ve 0 üzerine kurulu bir matematiktir. Bu 1 ve 0, düşük - yüksek, var - yok, olumlu - olumsuz, gibi terimlere benzetilebilir. Boolean matematiğinde, (') işareti tersi, (.) işareti Ve, (+) işareti Veya, (Å) işareti de özel veya manasına gelmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11312",
"len_data": 6504,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.86
}
|
Dermatoloji, cilt hastalıkları ve tedavisiyle ilgilenen tıp dalı. Deri bilimi olarak da adlandırılmaktadır. Saç dökülmesi hangi nedene bağlı olursa olsun eğer bir kişi böyle bir durumdan yakınıyor ise hiç paniğe kapılmadan bir Deri Hastalıkları (Dermatoloji=Cildiye) uzmanına başvurmalıdır. Dermatolog adı verilen uzmanlar teşhisi rahatlıkla koyar ve hastaya uygun bir çözüm yolu önerirler. Bazen çözümün çok basit olabileceği unutulmamalıdır. Dermokozmetik, dermatopatoloji, trikoloji, immünodermatoloji, teledermatoloji bir dermatoloji dallarıdır.
Deri Hastalıkları olarak da bilinen dermatolojik rahatsızlıklardan en yaygın olanları Dermatofaji, Sedef Hastalığı, Akne, Hulusi Behçet'in keşfettiği Behçet hastalığı, alerji ve sık görülen bir cinsel rahatsızlık olan HPV olarak sıralanabilir. Bunlara ek olarak birçok dermatolojik rahatsızlık gündelik yaşantımızda karşımıza çıkabilir. Bunun için öncelikle bu hastalıklar konusunda az da olsa bilgi sahibi olmalı ve herhangi bir hastalığın belirtilerinden şüphelenildiğinde hemen bir uzmana danışılmalıdır. Unutulmamalıdır ki bir hastalığın tedavisinde en faydalı etkenlerden birisi erken teşhistir.Cilt problemleri olan hastalar Dermotologlar tarafından uygun ilaçlar reçete edilerek hastalığın tedavisi sağlanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11313",
"len_data": 1265,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.6
}
|
Mikroprogramlama, kontrol işaretlerini oluşturan ikili sayıların (0, 1) mikrokomutlar yazılarak oluşturulmasıdır. Bu sembolik mikroprogram, ikili kontrol işaretlerine mikroassembler anlamında dönüştürülür. Mikroprogramlama yazılım ile donanım arasındaki özyinelemeyi sağlayan bilgisayarın en gerekli parçasıdır. İşlemcinin denetim birimini tasarlamak için yazmaç aktarımı işlemleri düzeyinde programlama yapılması yöntemidir. Birçok işlemcide mikroprogramlama makine kodu buyruklarını doğrudan donanım üzerinde yürütür. Fakat bazı yeni mimarilerde mikroprogramlama uygulanmaz onun yerine yazılım, dijital mantık düzeyindeki işlemleri doğrudan çalıştırır.
Mikroprogramın her satırı 5 alanlı mikrokomutlardan oluşur: etiket, mikrooperasyon, CD, BR ve AD alanlarıdır.
Tarihi.
Önceden bilgisayar bilimcileri kendi çalışmalarını sekteye uğratan birçok kısıtlamalarla karşı karşıya kaldılar. Programlar alt düzey dillerle yazılmış ve mevcut depolanan alan küçüktü. Bu sebeple güçlü alt düzey buyruklar her zaman bilim adamları tarafından en çok ilgilenilen konu oldu çünkü güçlü buyruklar kolay programlanabilir ve bellekte az yer kaplar öte yandan daha güçlü buyruklar büyük ve hantal olan daha karmaşık donanımsal yorumlayıcılar gerektirir.
Bilgisayarın denetim parçaları yani elektronik parçaların mantık kapılarına dönüştürülmesi 60'ların öncesinde yapılandırıldı. Bilgisayarların inşasının özellikle denetim mantığının karmaşık ve hata eğilimli olduğunun kısa zamanda farkına varılmıştır bu yüzden hataları azaltmak ve ileri sistem yapılandırılması yapmak için birtakım teknikler geliştirildi. Bunun rağmen hala karmaşıktır ve hataları da düzeltmek zordur.
1947'de MIT Whirlwind tasarımı, bilgisayar tasarımını kolaylaştıran ve "amaca özel-niyete mahsus" olan yöntemlerin ötesine geçmek için bir yol olan denetim belleği fikri ile tanıştı. Denetim belleği iki boyutlu bir kafestir. Bir boyut MİB dahili saatinden "denetim zamanı vuruşları" olarak kabul edildi, diğeri ise kapılar ve diğer akımlar üzerindeki denetim sinyallerine bağlıdır. "Vuruş dağıtıcı", MİB saati tarafından oluşturulan vuruşları alır ve her biri kafesin farklı bir satırını etkinleştiren sekiz parça zaman vuruşuna böler. Satırlar etkinleştiği zaman, kendisine bağlı olan denetim sinyallerini etkinleştirir. Başka bir yoldan açıklarsak, sinyaller denetim belleğinden ardışık bir şekilde yayılır ve bitlerden kurulan çok geniş kelime dizisi tarafından kontrol edilir. Mikroprogramlama karmaşık yorumlayıcılara alternatif olarak 1951 yılında Maurice V. Wilkes tarafından ileri sürüldü. Wilkes'in tasarısı bir sonraki buyruğu gidip ana programdan alıp getiren, buyruğu çözümleyen ve buyrukları çalıştırmak için gerekli donanımsal işleri gerçekleştiren fiziksel bağlantılı bir program uygulamakla ilgilidir. Bu denetim yolu tasarımını fazlasıyla kolaylaştırır. Bu tasarıya göre mikroprogram merkezî işlem birimi üzerindeki bir bellek dizisinde saklanmalı ve hemen hemen olağan programlama teknikleri ile tasarlanmalı daha sonra da teller ve kapılarla gerçekleştirilmelidir.
1951'de Wilkes bu konuya "koşullu uygulamayı" ekleyerek geliştirdi. Onun başlangıç uygulaması bir çift matris içerir. İkinci matris bir sonraki devre geçen sinyal satırını seçerken, birincisi Whirlwind denetim belleği şeklinde sinyaller üretir. İkinci matristen alternatifler seçebilen koşullular denetim belleğinde tek bir hat geliştirilerek uygulandı. Bu yakalanan dahili sinyallerde koşullu denetim sinyalleri oluşturur. Wilkes bu özelliği açıklamak ve bunu basit bir denetim belleğinden ayırmak için mikroprogramlama terimini keşfetti.
Mikroprogramlama uygulaması.
Yatay ve dikey mikroprogramlama.
Yatay ve dikey olmak üzere iki tür mikro programlama vardır. Bu ayrımın sebebi mikro kodun işlenme şeklidir. Veriyolu kontrol sinyalleri ile yönetildiğinden mikro kodun bu sinyallerle nasıl ilişkilendirileceği problemi ortaya çıkar. Yatay ve dikey mikro programlama bu ilişkilendirme şeklidir. En basit yöntem olan "tam yatay mikro programlama" mikro koddaki her bitin kontrol sinyallerindeki bitlerle birebir eşlenmesidir. Ama böyle bir mikro programlama tekniğinde veriyolu yönetimi için çok fazla mikro buyruk ve aynı zamanda geniş veriyolu gerektirmektedir. Bunlara rağmen paralel programlama desteğini de artırmaktadır. Diğer bir mikro programlama türü tam dikey mikro programlamadır. Bu yöntemle veriyolu bitleri kodlanmakta ve böylece daha az mikro buyruk gerektirmektedir. Mikro buyruklardaki azalma ise mikro programlama için gerekli olan belleği azaltmaktadır. Ama dikey programlama paralel programlamayı engeller.
Değerlendirme.
Her tasarım bazı faydalar sağlarken uygulanması fedakârlıklara sebep olur. 1960'lardan itibaren mikro programlama moda olmasında aşağıdaki iki fayda rol oynamıştır.
Yüksek seviyeli programlama dillerinin 1980'lerin başlarından itibaren kullanılması aşağıdaki problemlere sebep olmuştur:
Yukarıdaki sebeplerden dolayı 1980'lerin sonlarında mikro programlama modası düşüşe geçmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11314",
"len_data": 4963,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.23
}
|
Adi ceviz ("Juglans regia"), Juglandaceae (cevizgiller) familyasından 25 m'ye kadar boylanabilen geniş tepeli bir ceviz türü.
Morfolojik özellikleri.
Gövde kabuğu gümüşi-gri renkte, parlak ve çatlaksız olup uzun yıllar çatlamadan kalır. Uç tomurcuğu terminaldir.Tomurcuklar pullu ve sapsızdır. Çoğunlukla yaprak koltuğunda yedek ikinci bir tomurcuk vardır; kalın silindirik, gri-kahverengi, çıplak olan sürgünler üzerinde gözle görülebilecek büyüklükte ve çok sayıda beyaz lentiselleri bulunur; sürgün özü bölmelidir.
Yaprak sapı izi üzerinde 3 adet iletim demeti izi görülür; tek tüysü olan yapraklar 22–35 cm uzunluğundadır.5-9 yaprakçığa ayrılmıştır; aromatik kokulu yaprakçılar eliptik ters yumurta biçiminde yumurta şeklindedir, ucu küt veya hafif sivricedir, kenarı tamdır, her iki yüzü de çıplaktır, yalnız yaprakçıkların alt yüzünde damarların birleştiği yerde tüy demetleri mevcuttur. Yaprakçıklar orta damara karşılıklı dizilmiş olup 6–12 cm uzunluktadır.
Meyvesi çekirdekli sulu meyve olup, ekzokarp yeşil renkli ve çıplaktır, 4–5 cm çapındadır, takriben küre şeklindedir.
Dağılımı.
Türkiye'de Doğu Anadolu Bölgesi'nde doğal olarak yetişmekle beraber, hemen her tarafta kültüre alınmıştır. İngiliz cevizi, aynı zamanda genel ceviz veya İran cevizi olarak bilinen ceviz türünün bir çeşidi; doğal olarak Balkan'lardan Güneydoğu Avrupa'ya, Orta Asya'ya, Himalaya'dan, güney batı Çin'e uzanır. En geniş ormanlar Kırgizistan'dadır. Burada yaygınca bulunur. Hemen hemen saf ceviz ormanları 1000-2000 metre yükseklikte özellikle Kırgızistan'ın Jalal-Abad bölgesindeki Arslanbob'dadır.
Yetiştirme ve kullanım.
Adi ceviz, batı ve kuzey Avrupa'da Roma İmparatorluğu ve öncesine göre daha önceleri sunuldu. Amerika'da (tüm kıta) 17. yüzyılda.
"Önemli yetiştirme bölgeleri":
Avrupa'da Fransa, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya. Asya'da Çin, Kuzey Amerika'da Kaliforniya, Güney Amerika'da Şili'dir.
Yaygın şekilde yüksek kalitedeki kabukları için yetiştirilir. Tazesi ve preslenmiş şeklinin her ikisi de değerli yağı için yenir. Ağacı aynı zamanda çok yüksek kalitelidir (Amerikan siyah ceviziyle eşdeğerdir). Mobilya ve tüfek kabzası yapımında kullanılır.
Gıda değeri.
100 gram kabuklu cevizin içerdikleri:
Etimoloji.
"Juglans regia"'nın bilimsel ismi olarak "Juglans" Latincede "Jovis Glans"
"Jupiter'in fındık, cevizi" ve regia "krala ait" kelimelerinden gelir. Onun ortak
ismi İran cevizi, orijininin güney batı Asya (İran) olduğunu gösterir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11321",
"len_data": 2456,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.47
}
|
Lentisel (kovucuk), odunsu bitkilerin sürgün ve gövdelerini dıştan koruyan genç kabukları üzerinde, dairesel veya iğ biçimli açık veya koyu renkli kabartılar veya noktalar halinde görülen, kloroplast bulundurmayan, açılıp kapanma özelliğine sahip olmayan, her zamanda açık durumda bulunan, ölü hücrelerden oluşmuş, gaz alışverişi yapan ve peridermiste bulunan, canlı hücrelerin hayat olayları sonucunda meydana gelen gazların ve su buharlarının dışarı atılmasında ve havanın dokulara ulaşmasında yardımcı olan gevşek dokulu cansız delikçiklerdir.Ağacın kök gövde ve meyvesinde bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11323",
"len_data": 585,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.47
}
|
Tomurcuk, yaprakları biri biri üzerine sıkıca kapanmış ve internodları uzamamış embriyonik sürgün.
Ağaçlarda odun tomurcuğu ve çiçek tomurcuğu olmak üzere iki çeşit tomurcuk bulunur. Odun tomurcukları ince ve sivridir. Odun dalları bunlardan çıkar. Çiçek tomurcukları kalın ve yuvarlaktır. Bunlardan çiçek çıkar. Tomurcuklar yazın meydana gelir. Kışı tomurcuk halinde geçirdikten sonra ilkbaharda açılır.
Tomurcuk çeşitleri.
Tomurcuklar küçük olduğunda, gelişmemiş saplar eğilir. Yapraklar veya çiçekler veya her ikisiyle de birleşir. Bu durumdan bitkilerin tanımlanmasında faydalanılır ve sık sık ağaçsı bitkilerin kış tanımlamalarında kullanılır. Botanikçiler tarafından, tomurcukları tanımlayan birkaç ortak terim vardır:
Yedek tomurcuk - Bir tomurcuğun diğer tarafında gelişen ilave tomurcuk.
Adventitos - Sap yumrusunun bir tarafında gelişen bir tomurcuğu tarif için kullanılır.
Çiçek tomurcuğu - Embriyonik çiçekli bir dal. Manolya, kiraz.
Uç tomurcuğu - Dalların sonundaki tomurcuklar.
Karışık tomurcuk - Embriyonik yaprak ve çiçeklerin ikisine de sahip tomurcuklar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11327",
"len_data": 1073,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.38
}
|
İnternod, İki nod arasındaki sürgün parçası. Nodlar, büyüyerek yaprak, kozalak, kök ve çiçek gibi yapıları oluşturan tomurcukları bir arada tutmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11328",
"len_data": 152,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.65
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.