text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Joker, Bob Kane ve Bill Finger tarafından oluşturulan DC Comics kurgusal karakteridir ve süper kötü. Çizgi roman kahramanı Batman'in en büyük düşmanı olan Joker; çoğunlukla beyaz, mavi, kırmızıdan oluşan ikonik yüz boyası ve görünümüyle tanınan en popüler kurgusal karakterlerden birisidir. Joker 1989 tarihli Batman filminde Jack Nicholson tarafından, 2016'da Jared Leto ve 2019'da kendi adında ilk solo filmi olan "Joker"de Joaquin Phoenix tarafından canlandırılmıştır. 2008 yılında vizyona giren "Kara Şövalye"'deki Joker karakterini, film çekimleri bittikten sonra ölen Heath Ledger canlandırmıştır. Jack Nicholson'un canlandırdığı Joker rolüne oranla daha çok şiddetten yana ve karanlık tarafı ağır basan yenilenmiş bir Joker'i oynamıştır.
İlk ortaya çıkışı.
CBR'ın sinemaya uyarlanmış ve edebi yönü olan Batman efsanesinin kötü adamı olan the Joker, ilk olarak 1940'ta ortaya çıktı. 1950'lerde çizgi roman endüstrisinin fırtınalı bir dönem geçirip düşüşe geçmesinin ardından, Joker karakteri oyun oynadı
Modern değişimi.
1973 yılında yazar ve sanatçı takımı olan Dennis O'Neil ve Neal Adams, Batman'in daha modern versiyonunu oluşturmakla görevlendirildiler. Yenilenmenin bir parçası olarak Joker DC çizgi romanının sayfalarına 1973 Kasım'ında 251. bölümle geri dönüş yaptı. Joker'in beş yıllık intikam hikâyesi ile gelişigüzel ve vahşi olan cinayetler işleyen, Batman'e ve kendisini durdurmak isteyen Gotham şehri polisine meydan okuyan psikopat bir katil olarak ortaya çıktı. O'Neil ve Adams, karakteri köküne geri götürdü ve bir kez daha dünyanın en iyi detektifi açısından onu değerli kıldı. Aynı zamanda Joker'in evi olan Arkham Asylum ilk kez bu dönemde belirdi.
O'Neil ve Adams, Batman'de yaptıkları iş açısından övgü ile karşılanırken, gelecek bölümlerde Joker karakterini belirleyen diğer ekip Steve Englehart ve Marshall Rogers oldu.
Yeni unsurlar.
Englehart ve Rogers.
Englehart ve Rogers, 1977 Ağustos'unda detektif çizgi romanlarının 471. bölümü ile başlayarak, Gotham'daki belli yer izlerinin ve Joker'i etkisi altına alan derin ruhsal denge bozukluğunun da dahil olduğu birçok Batman dünyasının yeni unsurlarını oluşturdular. Ve bu karakter insanı kendine yaklaştırır ve sonraki sahnede acaba joker ne yapacak diye merakla bekletir
Joker'in Balıkları.
1978'in Mart sayısının 475. çizgi romanının bölümünde gülen balık hikâyesi yer aldı. Joker, balığa gülme ifadesi kazanmasına neden olan bir kimyasal kullandı. Bu imkânsızlığı başararak ve şehirdeki tüm balıkları yok ederek kendine bir marka yarattı ve böylelikle satılan her balık ona kar kazandırdı. Bu fikirdeki saf insanlık duygusu, Joker'in bu düşüncenin ne kadar saçma ve çılgınca olduğunu ifade etmeye çalışanları tehdit etmeye, onlara saldırmaya ve onları öldürmeye başlamasının dışında gülünçtü.
Delilik.
Joker, iki bölümlük hikâyede yalnızca üç kurbanı öldürdüğünde, daha o zamandan okuyucu deliliğinin üst safhaya ulaştığını anlamıştı. Hikâye 1978'in Nisan'ındaki detektif çizgi romanın 476. bölümünde son bulduğunda, yazar Steve Englehart, Joker'i geride ceset bırakmadan öldürdü.
İlk Joker hikâyesi.
Joker aynı zamanda onun kendi kitaplarında da başrol oldu. Birinci Joker hikâyesi 1 Mayıs 1975'te kitap raflarındaydı ve dokuz bölüm boyunca devam etti. Başlıkta Joker hem kahramanlarla, hem de kötü adamlarla savaştı. O'Neil ve Adams'ın hikâyelerinde oluşturulan ruh sağlığı problemleriyle birlikte devam eden dokuz bölümde yedi cinayet daha işledi. Başrol oyuncusu olsa bile kargaşa düşkünü olan kaçık bir adamdı. Fakat 1970'ler Joker'i Batman'in baş düşmanı olarak gösterseydi, 1980'ler kötü adamı başlı başına bir karakter olarak yükseklere çıkarırdı.
Frank Miller.
1980'ler sonlarında, yazar ve sanatçı Frank Miller Marvel çizgi romanından DC Miller'a geçti ve kendine Daredevil ve Wolverine serilerindeki gibi bir film karakteri ve film stili oluşturdu.
Kara Şövalye'nin Dönüşü'nde Joker.
1986 Şubat'ında Miller, Batman'in yazarları için yeni bir standart oluşturacak dört konulu bir seriye başladı. Bu aynı zamanda Joker için de geçerliydi. Adı "Kara Şövalye Geri Dönüyor" olan seri, bir Batman serisiydi. Miller'ın hikâyesi gelecekteki 20 yıl içerisinde Gotham şehrinde geçiyordu. Batman artık geri çekilmiş ve Joker katatonik bir devlette bir asır geçirmişti. Batman tekrar ortaya çıktığında, Joker kara şövalyeyi televizyonda görür ve uykusundan uyanır. Psikoloğunu ruh sağlığının iyi olduğuna ve sayısız yanlış yaptığı şeylerden pişmanlık duyduğuna ikna eder. Böylelikle ulusal televizyona çıkar ve başta seyirciler olmak üzere önceden yaptığından daha fazla öldürme alemlerine başlar.
Öldüren Şaka'da Joker.
Mart 1988 yılında yazarlığını Alan Moore ve sanatçı Brian Bolland’ın yaptığı "Öldüren Şaka" adındaki tek vuruş formatlı bir çizgi roman oluşturuldu. Günümüze uyarlanan hikâye, Joker'in bir kez daha Arkham Asylum'dan kaçışını anlatıyor. Joker, komiser Jim Gordon'u kaçırır, bağlar, işkence eder ve adamı delirtmeye çalışır; sırf kötü bir gün geçiren herkesin delirebileceğini göstermek için. Bir yandan hikâye ilk olarak 1951'de ortaya çıkan Red Hood’un ayrıntılı versiyonuna da dönüş yapar. "Öldüren Şaka" versiyonunda, Joker kötü şans sonrasında kafayı yemiş, oldukça normal ve adil bir insan olarak ortaya çıkar. Geri dönüşlerde Joker tuhaf bir elektrik kazasında ölen hamile karısı yüzünden suça yönelen başarısız bir komedyen olarak ortaya çıkar. Batman ile karşı karşıya gelmesi, Joker'i tenini beyaz ve tonlarına, saçını ise yeşile döndürecek kimyasallara yöneltir. Böylelikle Joker oluşur.
Romanda Joker'in ortaya çıkışı.
"Öldüren Şaka" Joker'in nasıl ortaya çıktığını gösterirken, kitap Joker'in "Bazen bu şekilde bazen de başka bir şekilde hatırlıyorum... Eğer bir geçmişim olacaksa, çoktan seçmeli olmasını tercih ederim" diyerek güvenilir bir anlatıcı olmadığını itiraf etmesini konu ediyor. Bu açıdan Joker'in gerçek kökeni belirsizliğini koruyor.
"Öldüren Şaka" aynı zamanda Joker'in Batgirl'ün gerçek kimliği ve şube müdürü Jim Gordon'ın kızı olan Barbara'yı sakat bırakmasıyla hatırlanır. Planın bir parçası olarak Jim Gordon'u eşiğin dışına sürüklemek için Barbara'ya kendi evinde saldırır ve bel kemiğine ateş ederek onun felç geçirmesine sebep olur. Bunda Joker Batman ailesinde bir iz bırakma amacındaydı. Barbara 20 yıl tekerlekli sandalyede kalır fakat bu iz son olmayacaktır.
Jason Todd'un ölümü.
Dick Grayson, Robin olarak geri çekildikten sonra Nightwing olarak bilinen bir kahraman olmaya başladı. Jason Todd adındaki küçük bir sokak çocuğu da yeni "Boy Wonder" olmak için kadroya katıldı. Jason Todd, tartışmalı bir şekilde DC çizgi romanın en az popüleriteye sahip karakteriydi. Bu yüzden şirket, hayranlara Todd'un 1-900 numaraları aracılığıyla gerçekleştirilen oylarla ölmesine ya da yaşamasına karar vermeleri için bir şans verdi. 10.000 oyun çoğunluğu ikinci Robin'in ölmesini istiyordu. Jason'ın ölümünü tasvir eden hikâye dizisinin adı "Ailedeki Ölüm" oldu. Aralık 1988 ile Ocak 1989 arasındaki 426. ve 429. bölüm boyunca Batman'e konu oldu. Robin'i öldüren elbette Joker oldu.
En kötü anne.
"Ailedeki Ölüm", Jason Todd'u uzun zamandır kayıp olan annesini bulması hususunda soru işaretlerinde bıraktı. Sheila Hywood adındaki yardım gönüllüsü olarak çalışan annesinin yaşadığını öğrendiği yer olan Etiyopya'ya yönlendirdi. Batman ailesi hiçbir zaman kolay şeyler yaşamadığı için, okuyucular Sheila'nın Joker tarafından kaçırıldığını ve yardım acentesinden alıkoyulduğunu anlamıştı. Trajik olarak Sheila, Jason'ı Joker'e verdiği için tarihteki en kötü ebeveyn unvanını almıştı. Joker'in biraz karışık olarak tanımladığı sonraki vahşi bir olayda, kötü adam annesi ve Robin'i bomba olan bir depoda tuzağa düşürüp bırakmadan önce levye ile Robin'i yaraladı. Batman ikisini kurtarmaya geç kaldı ve Robin ile annesi patlamada öldü. Bunu takiben farklı hikâyeler arka arkaya geldi. Ve annesi yara aldı.
Batman filmi.
1966'daki "Batman" filmindeki görünümünün ardından, Joker ikinci kez 1989'da Suçun Palyaço Prensi olarak Jack Nicholson ile birlikte çıktı. Batman rolünü de Michael Keaton üstlendi.
Tim Burton'ın yönetmenliğini yaptığı filmde Joker, Gotham'ın yer altı suç dünyasının üyesi olan Jack Napier'di. Jack ve ekibi Axis kimyasal bitkilerine yöneldikleri vakit, Batman olaya müdahale etti. Suçlu ortaya çıktığında oldukça yaralanmış ve o gülünç palyaçoya dönüşmüştü.
1989'un geri kalan Batman filmi Batman ve Joker arasındaki yükselen savaşı anlatıyor. Aynı zamanda mitolojinin bu ürününde Jack Napier, Bruce Wayne'in ailesinin katilidir. Bu eşitliğin birazı aslında son savaşta Batman'in yaptıklarının Joker'i ortaya çıkarması, aynı şekilde Joker'in de Batman'i ortaya çıkardığını fark etmesiyle gösteriliyor. Filmin sonunda Joker bir katedralin tepesinden düşerek ölüyor.
Batman filminin başarısı hiçbir zaman ilk film olan Tim Burton'ınkinin seviyesine ulaşmayan üç devam filmini daha beraberinde getirdi. Yine de sonuç olarak Batman bir kez daha oldukça pazarlanabilen bir ürün haline geldi. 5 Kasım 1992'de Batman animasyon serisi Fox televizyonu ağında gösterildi.
Animasyon Joker.
Palyaço prens 11 Kasım 1992'de serinin "Joker’in İyiliği" adı altında yedinci bölümle ortaya çıktı. En çok Yıldız Savaşları'ndaki Luke Skywalker rolüyle tanınan Mark Hamill devasa bir övgüyle Joker'i seslendirdi.
Emmy ödüllü Batman animasyon serileri üç yıl devam etti. "Batman: Hayaletin Maskesi" adı altında tiyatro olarak oynandı ve bunu "Yeni Batman Maceraları", "Yeni Batman/Superman Maceraları", "Batman Ötesi", "Adalet Ligi" ve "Hak: Kısıtlanan Lig” takip etti. Tüm bu beş seriye Hamil ses yeteneğiyle Joker karakteri olarak başrollük etti.
Batman Ötesi'nde Joker.
1999’da gösterilen "Batman Ötesi", gelecekteki 20 yıl boyunca animasyon dünyasına öncülük etti. Bruce Wayne'in geri çekilmesiyle Gotham şehri yeni bir Kara Şövalye'ye ihtiyaç duyar. Terry McGinnis adındaki genç adam Wayne’in yerini alır ve yaşlı Wayne’in vesaletiyle suç üzerindeki savaşına başlar. Serilerde McGinnis’in yüz yüze geldiği temel düşman Joker gangsteridir. Caniler kendilerini temalandırırlar ve Joker’den sonraki görünüşleri "Batman Ötesi: Joker'in Dönüşü"'ndeki o ideal figürdür.
Filmde, Joker aslında 2050 yılının dünyasına geri döner. Batman'in animasyon dünyasının ikinci Robin'i olan Tim Drake'in Joker tarafından kariyerinin başında işkenceye maruz kaldığını ve yoldan çıkıp bir Joker olması için beyin yıkamaya maruz kaldığını biliniyor. Yıllar sonra Joker'in öldüğüne; yeni, genç, tehlikeli ve bir başka Joker'in Gotham şehrinin gangsterlerinin kontrolünü ele geçirmek için ortaya çıktığına inanılır. Hikâyenin gidişatı boyunca Joker'in artık bir yetişkin olan Tim Drake'in bedenini kendi bilinç ve DNA'sını bir mikroçipe kopyalayarak ve Drake'in beynine yerleştirerek ele geçirdiği görülür. Yeni Batman Joker'i öldürür, mikroçipi yok eder ve Joker sonunda ölür.
Kimsenin Toprağı.
Bu arada DC çizgi romanının sayfalarına geri dönüldüğünde, Batman ailesinin başlığının (Mart 1999 ve Kasım 1999 tarihleri arasında) "Kimsenin Toprağı" olarak adlandırılan günümüz hikâyesi ile işgal edildiği görülür. Hikâyede Gotham şehri 7.6 büyüklüğündeki ve iki ayrı şiddetlerdeki depremlerle sarsılır. Sonuç olarak Birleşik Devletler hükûmeti Gotham'ı kimsenin toprağı olarak adlandırır. Şehrin içine girmiş olduğu kaostan geriye kalan, bu boş kara parçası üzerinde hükümdarlık kurmaya çalışan gangsterlerdir. Bu karmaşa arasında Joker, kendisi için küçük bir bölge kurar. Bu hiç kimsenin toprağındaki faaliyetleri azdır. Yeniler geldikçe ve karantina kaldırıldıkça Joker kimsenin yokluğu sırasında doğan tüm çocukları öldürme kararı alır. Komiser Gordon'ın karısı olan Sarah Essen, Joker ile polis karakolunda karşılaşır. Essen vurulur ve olay sırasında ölür.
Son Gülüş.
Son yüzyıldan başlayıp Joker'in de dahil olduğu her olayı içine almak imkânsızken, tek bir hikâye DC Universe (DC Evreni) üzerinde çok derin bir etki bıraktı: "Joker: Son Gülüş". Joker, bir beyin tümöründen öleceğine inanır ve son şarkısı olarak da devasa bir cinayetin planını yapar. Palyaço, azılı katillerin bulunduğu hapishane olan Slab'dekilere o meşhur zehiri enjekte eder ve tüm mahkûmlar Jokerleşmiş bir hal alır. Başkan Lex Luthor yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri, Joker'e karşı savaş ilan eder. Karşılığında Joker, adamlarını Lex'in peşine yollar. Sonunda anlaşılır ki Joker'in kendi görünümlü adamları, ölüm korkusuyla Joker'in psikolojisini kontrol altına almak isteyen bir doktor tarafından değiştirilmiştir. DC Universe'in kahramanları, Joker'in kız arkadaşı Harley Quinn'in de yardımıyla kötü adamları normale çevirmek için bir panzehir yarattılar. Karmaşa sırasında, yanlışlıkla Robin'i öldüren kişinin Jokerleşmiş bir katil olan Killer Croc olduğuna inanılır. Nightwing, Joker'i haklar ve daha Batman tarafından hayata döndürülen Joker'i öldürür.
Geçen yüzyıl Joker'in Bay Mxyzptlk'ı ele geçirmesine, dünyayı yeniden kendi tarzında yaratmasına, Red Hood'un kimliğinin mezardan kalkıp gelen Jason Todd tarafından çalınmasına ve kaderden kaçış olarak Lex Luthor'un kötü adamlarından oluşan bir gezegenin oluşmasına sebebiyet verir.
Joker, Batman gibi giyinmiş dolandırıcı bir polis tarafından yüzünden vurulduktan sonra Arkham Asylum'a geri döner. Estetik cerrahisi ona konuşmasına imkân vermeyen bir gülüş kazandırır. Hamle yapma fikri kırılgan ve bulanık aklını oynattırır. Joker, Batman tarafından vurulduğuna inanır, çünkü ona göre Batman cinayette uzmandır.
Sonunda, Joker intikam tanrısı Batman gibi çarelerle donatılmış geniş bir karakterdir. 1928'de "Gülen Adam" adıyla sessiz sinemada gösterilmesiyle Joker'in mirası bir kez daha kötü adamı ekrana getirmiştir.
Kara Şövalye'de Joker.
Üçüncü canlı aksiyon filminde Joker'i, çok ses getiren "Brokeback Mountain" filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Avustralyalı genç oyuncu Heath Ledger tarafından canlandırdı. Filmdeki Joker'in anlatımının 1940'lardaki o ruh hastasınınkiyle aynı olduğu görülüyor. Önceki yıllarda yapılmış bir film görüşmesinde "Entertainment" dergisinden Owen Gleiberman, Ledger'ın tanımlamasını şu şekilde ifade ediyor:
"Kara Şövalye", 18 Temmuz 2008'de Amerika sinemalarında ve IMAX tiyatrolarında gösterilmeye başladı.
Joker'in unutulmaz repliği, yüzündeki daim gülümsemeyi borçlu olduğu yarayı açıklarken söylediği "Why so serious?" olmuştur. Yüzündeki yara için birden fazla açıklama yapan Joker'in açıklamalarından biri eşi için yaptığı fedakarlık, diğeri alkolik babasının sarhoşluğudur.
Arkham serisinde Joker.
Joker Arkham serisinin ilk iki oyunu olan Arkham Asylum ve Arkham City'de neredeyse her şeyin arkasından çıkan ve isyan başlatan karakter olarak çıkar. Seride Mark Hamill tarafından seslendirilmektedir. Arkham Asylum'da yaptıklarından dolayı az kalsın James Gordon ölüyordur. Onun yüzünden Poison Ivy adayı yerle bir eder ve Batman gizli mağarasını kaybeder. Her şeyin sonunda kendini Bane'e kafa tutabilecek hale getirir fakat Batman'e yenilir. Hugo Strange'in Arkham City'i kurmasıyla orada çete lideri olmuştur. Kendine Bane'nin zehrinden vermesi onda yan etki bırakmış ve kendi kanı onu öldürmeye başlamıştır. Son şakası için kendi kanını Batman'e enjekte eder ve Gotham'daki hastanelere "bağış" olarak yollar. Batman'i kanına çare olan ilacı bulması için zorlar. Bunu Batman'e yapmasının nedenini şöyle açıklar: "Eğer ben öleceksem seni de öldürmeden ölmem. Bu yüzden seni de hasta ettim ki ikimizi de kurtar ben de sensiz kalmayayım."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11666",
"len_data": 15371,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.2
}
|
Fenerbahçe, İstanbul ilinin Kadıköy ilçesine bağlı bir mahalledir. Etrafı; Zühtüpaşa, Göztepe, Feneryolu, Caddebostan mahalleleri ve Marmara Denizi'yle çevrilidir. Fenerbahçe Spor Kulübü, adını bu mahalleden almıştır.
Fenerbahçe Burnu, Marmara Denizi'ne doğu-batı yönlerinde uzanan bir yarımada üzerindedir. Yarımadanın batısı, kuzeyinde Kalamış, güneyinde Fenerbahçe koyları olmak üzere bir berzahla karaya bağlanan ve batı ucunda fenerin yer aldığı bir diğer küçük yarımada şeklindedir. Bu yarımadanın güneybatısındaki burun Fenerbahçe Burnu; Fenerbahçe Koyu'nun doğusunda kalan ve Fenerbahçe Koyu ile Dalyan Koyu'nu birbirinden ayıran burun ise Laz Burnu adını alır. Tarihî çekirdeği bugünkü Fenerbahçe Feneri'nin ve çeşitli spor kulüpleri ile Yelken Kulübü tesislerinin bulunduğu küçük yarımada üzerinde olan mahalle, günümüzde kuzeybatı sahili boyunca uzanan Kalamış'ı ve güneydoğudaki Dalyan Koyu çevresindeki Dalyan'ı da kapsayan bir yerleşme olarak düşünülmelidir. Güneyinden ve kuzeybatısından Marmara Denizi ile çevrelenen mahalle, Kızıltoprak, Feneryolu, Çiftehavuzlar, Caddebostan semtleriyle çevrilidir.
Bizans İmparatorluğu döneminde, Fenerbahçe'de İmparator Jüstinyen ve İmparatoriçe Theodora için imparatorluk bahçesi olarak bilinen Hiera Sarayı yaptırılmıştır.
Fenerbahçe semti bugünkü adını yarımadanın batı ucundaki fener kulesinden almıştır. Osmanlı kaynaklarında Kelemiç (Kalamış) yöresi olarak geçen bölgenin "Fener Bahçesi" ("Bağçe-i Fener") adıyla anılmaya başlaması, 1562'de burada bir deniz feneri yapılmasından sonradır.
1872'de Haydarpaşa'dan itibaren tren yolunun seferlere açılışından sonra Feneryolu üzerinden bir şube hattı olarak Fenerbahçe İstasyonu da kurulmuştur. Tren hattı, Cumhuriyet Dönemi'nde ekonomik gerekçelerle sadece 1928 ve 1936'da kullanılabilmiş, 1970'te raylar sökülerek yol bugünkü Faruk Ayanoğlu Caddesi'ne dönüştürülmüştür. Fenerbahçe'de 1920'li ve 30'lu yıllarda aktif olarak kullanılan ve vapurların uğradığı bir iskele de bulunuyordu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11670",
"len_data": 1990,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.5
}
|
Siyah üçgen, günümüzde lezbiyenler tarafından kullanılan bir "gurur" ve "dayanışma" sembolüdür. Ters duran siyah bir üçgendir.
Siyah Üçgen, Pembe Üçgen gibi ilk defa Nazi Almanyası döneminde (her mahkûmun kendi "türünü" belirlemek için üniformasının üstünde bir sembol taşımaya zorlandığı Toplama Kamplarında) ortaya çıkan bir semboldür. Nazi Almanyası döneminde bu sembolü takmaya zorlanan mahkûmlar "asosyal" olarak nitelendirilen ve sosyal davranışlara aykırı eylemlerde bulundukları iddia edilenlerdir. Siyah Üçgen takan mahkûmların çoğunluğunu evsizler ve zeka geriliği olan kişiler oluşturmaktadır. Bir kısım alkolikler, işsizler ve fahişelere de bu sembol layık görülmüştür.
Nazi Toplama Kamplarındaki çingeneler de (asosyal oldukları düşünüldüğünden) siyah üçgen takmaya zorlanmışlardır. Ancak bazı toplama kamplarında Çingenelere "Kahverengi Üçgen" verilmiştir.
Nazi kayıtlarında Siyah Üçgen'in lezbiyenlere zorla taktırılan bir sembol olduğuna ilişkin herhangi bir kayıt bulunmamakla birlikte Nazi idealine göre kadınlığın "üç K" kuralına (Kirche, Küche, Kinder - kilise, mutfak, çocuk) dayanması gerektiği göz önüne alındığında, siyah üçgeni "hak eden" kadınların lezbiyenler, fahişeler, çocuk sahibi olmayı reddeden ve diğer toplum dışı davranış sergileyen kadınlar olduğu söylenebilir.
Toplama Kamplarındaki Fransız mahkûmlardan Fania Fénélon'un "Playing for Time" ismini taşıyan ve anılarını yazdığı kitabının da Nazi döneminde Siyah Üçgen'in lezbiyenlerce de takıldığına ilişkin inancı kuvvetlendirdiği düşünülmektedir. Fénélon'un söz konusu hatıraları lezbiyen temalara yer vermekte ve "Siyah Üçgenliler Baloları"na değinmektedir.
Tarihsel kökeni ne olursa olsun Siyah Üçgen zaman içinde lezbiyenlerce baskı ve ayrımcılığa karşı mücadeleyi simgeleyen bir sembol olarak benimsenmiştir. Günümüzde erkek eşçinsellerce kullanılan Pembe Üçgen'in kadın eşcinsellerce kullanılan karşılığı olarak da kabul görmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11674",
"len_data": 1926,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
Uçak mühendisliği, hava ile etkileşimde bulunan taşıt, hareketsiz nesne ve cihazların tasarlanması, geliştirilmesi, üretilmesi, test edilmesi, bakım/onarım işlemlerinin yapılması ve tüm bu süreçlerin yönetilmesiyle ilgilenen mühendislik dalıdır.
Bu mühendislik dalının ilgi alanına,
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11675",
"len_data": 282,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.54
}
|
Vasili İvanoviç Çuykov (Rusça: Васи́лий Ива́нович Чуйко́в / "Vasiliy Ivanovich Chuykov", 12 Şubat 1900; Serebryaniye Prudi, Moskova Oblast - 18 Mart 1982; Moskova), Kızıl Ordu ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Silahlı Kuvvetleri'nin generali, Sovyetler Birliği Mareşali. II. Dünya Savaşı sırasında Stalingrad Muharebesinde komuta ettiği 62. Ordu'nun başarısıyla birlikte bilinir.
Yaşamı.
Çuykov 12 çocuklu bir köylü ailesinin çocuğuydu. On iki çocuğun sekizincisi ve sekiz erkek kardeşten beşinciydi. 1918'de Kızıl Ordu’ya katıldı. Frunze Askeri Akademisi'nde çalışmalarını devam etmek için 1921 yılında alayını bıraktı ve 1925 yılında mezun oldu. Çuykov ve onun tüm kardeşleri askerdi. İç savaşta Beyaz Ordu'ya karşı çarpıştı. İlk çarpıştığı yer, Volga kıyısındaki küçük bir kasabaydı. Bu kasabanın adı Çaritsin’di: daha sonra büyük savaşını verdiği yer bu küçük kasabadır gene, ama şimdi adı Stalingrad’dır ve kocaman bir şehirdir. İlk savaşını verdiği sıralarda, iyi bir ortodoks olan annesi sağdı ve Çuykov’a şöyle derdi sık sık: «Senin için dua ediyorum. Seçtiğin yol için.»
Çuykov, 1939 yılında Polonya'nın Sovyet işgalinde 4. Ordu'ya komuta etti. Almanların Barbarossa Harekâtı başladığında Çunking’de Çan Kay-şek’in askeri danışmanlığını yapıyordu. 16 Temmuz 1942’de Volga nehrini ağır ateş altında geçti. 25 Temmuz’da Alman ordusu geniş çaplı saldırısına başladığında, Çuykov şöyle dedi: «Bizim için Volga'nın ötesinde bir ülke yok.» Stalingrad'a geldiği ilk günlerde komuta barakasını Mamajev tepesine kurdurdu; bu sırada cephe hatları 400 km ötedeydi. Bu barakayı savaşın sonuna kadar hiç terk etmedi. Kapının önünde düşman birlikleriyle havanlı çatışmalar sürerken bile soğukkanlılığını koruduğu biliniyor.
Stalingrad'da mevcudu yaklaşık 55.000 kişi olan altı tümenlik 62'nci Orduya komuta etti. Burada bir alayı 3.000 kişiden 100 kişiye düştü. 4-5.000 kişilik bir piyade tugayı sadece 200'ü Stalingrad'da silah kullanabilir durumda olan 666 kişiye düştü. 10.000 kişilik bir tümen 1.500 kişiye düştü. Normalde 80 tanka sahip olan bir tank tugayının bir tane tankı kaldı. General Çuykov Stalingrad'dan sonra Donetz havzasına gönderildi; sonra Kırım'a, Beyaz Rusya'nın kuzeyine. 1 Mayıs 1945'te Almanların teslimini kabul eden de Çuykov'du. Savaştan sonra Almanya'daki Sovyet işgal bölgelerinin komutanlığını yaptı, 1949'a kadar bu görevine devam etti. 1953'ten 1960'a kadar Kiev'de ordunun başı oldu. Daha sonra Moskova'da bir dizi askeri görev aldı. 1952'den 1961'e kadar Komünist Partisi Merkez Komitesi Aday Üyesiydi; 1961'den ölümüne kadar tam üye olarak kaldı.
Stalingrad Muharebesi.
General Çuykov'un 62. Ordusu Stalingrad'daki kararlılığın sembolü oldu – doğal ki, Çuykov da öyle. «62’nci Ordunun eski komutanı olarak, tam sorumlulukla söyleyeyim ki,» diyecekti Çuykov, yıllar sonra, bir radyo konuşmasında, «düşman Stalingrad’ı yalnızca tek bir durumda ele geçirebilirdi – eğer bütün savunmacıları öldürülürse. Böyle bir durumda Stalingrad savunmacıları Volga nehrinin sol tarafına asla geçmezlerdi. Kanımızın son damlasına kadar savaşmaya yemin etmiştik. Ve yalnızca ölümle bu yemini bozabilirdik. … Kalbimizin çağrısına uyduk.»
Ve aynı konuşmada, Çuykov hatırlamaya devam ediyor:
«Her yerde ağır çarpışmalar vardı. Sadece 15 Eylül itibarıyla Stalingrad demiryolu istasyonu dört defa el değiştirdi. Şimdi, 4-5 Eylül gecesi Mamajev tepesinin kimin elinde olduğunu söylemek çok güç. 16 Eylül’de, sabahleyin, inatçı muharebelerden sonra Albay Erin’in 42’nci birliği Mamajev tepesini geri kazandı. Tahıl ambarı için çarpışmalar günlerce sürdü. Dubyanski tümeni komutanının raporunu şimdi bile duyuyormuşum gibi geliyor bana: ‘Durum değişti. Erken saatlerde, Almanlar ambarda aşağı indiğinde, biz yukardaydık. Fakat şimdi biz onları aşağı indirdik ama bunların bir kısmı tırmanmayı başardı çarpışma orada sürüyor.’ Hitler'in birliklerinin şehir merkezindeki başarısızlıklarından sonra, Ekim'de [Kızıl Ekim Fabrikası] bunun kuzey bölümünü, fabrikalar bölgesini ele geçirmeye karar verdiler. Fakat orada da benim 62'nci Ordumu Volga'ya atmakta başarısız oldular. Ordularımızın Stalingrad yönündeki güçlü vuruşları düşmanı sıkıştırdı ve manevra kabiliyetini yok etti.»
Ve Çuykov, askerlerine talimat verirken, «evi birlikte dağıtın,» diyordu, «siz ve el bombanız.»
Herkes bu savaş günlerinde öğrendi. Clausewitz’in deyimiyle, «karanlıkta el yordamıyla ilerleyen» insanlardı bunlar, ama herhalde aralarında yolunu en kolay bulanlardandır Çuykov: «Birliklerimizin bütün çalışma yöntemlerini sıralamak mümkün değildir. Volga’daki çok ağır savaş günlerinde biz, hepimiz, basit birer askerden komutanlara kadar büyüdük, öğrendik, yetkinleştik.»
Çuykov kuşatmanın başından sonuna kadar ordusunun başındadır. Yıllar sonra, Almanlar şehre girdikten sonraki durumlarını şöyle yazar:
«Kamyonlarından atlayan, dilleri oynayan, çılgın gibi bağıran ve yollarda dans eden Almanlar gördük.»
Bu Almanlar Çuykov'un komuta yerine 200 metreden daha az mesafededirler.
62'nci Ordunun bir savaş günlüğü var; gemilerin seyir defteri gibi. Burada, Stalingrad Merkez İstasyonunun bir günde 15 defa el değiştirdiği yazıyor:
«08.00. İstasyon düşman elinde.
«08.40. İstasyon geri alındı.
«09.40. İstasyon yeniden düşman tarafından alındı.
«10.40. Düşman … ordu komuta yerine 600 metre mesafede. …
«13.20. İstasyon bizim elimizde. …»
Çuykov'un kararlılığına verilecek birçok örnek olmalıdır. Bunlardan biri şöyle:
Bir tugay komutanı, Albay Kopko, Çuykov'u arıyormuş; bulmuş ve koşarak yanına gelmiş. Rapor vermeye başlamış:
«Bütün tanklarımız imha edildi! Sonuncusu da demiryolu istasyonu yakınlarında vuruldu.»
«Kulesi hasar gördü mü?» diye sormuş hemen Çuykov.
Albay, «Hayır,» demiş, «yalnız yürüyen aksamı.»
«O zaman bütün adamlarını topla! Kaç tane kaldı? Silahları var mı?»
«Evet, var. Aşağı yukarı 100 tane adamım kaldı.»
«Harika,» demiş Çuykov. «Adamlarına istasyon yakınlarında siper kazma emri ver. Ve sen, sen de vurulmuş tanka atla ve silahını kullanmaya çalış. Takviyeler yakında gelir.»
O gün çatışmalar bittikten sonra Çuykov Albayın yanına gelmiş. «Rahat ol,» demiş ona. «Bu herkese olurdu. Şimdi askerlerinin yanına koş. Unutma, geri çekilmek yok…»
Bugün, Çuykov'un mezarı, adı artık Volgograd olmuş Stalingrad'da Mamayev Kurgan (Mamay Han Kurganı)'dadır. Oraya gömülmeyi kendisi istemiş. Yattığı yer Mamajev tepesine bakıyor. Tepede dev bir anıt var ve bunun üzerinde, kendilerini feda eden binlerce Sovyet askerinin adı yazılı; en üstünde şu ifadelerle: «HİÇ KİMSE VE HİÇBİR ŞEY UNUTULMADI.» Çuykov'un yattığı yer savaştaki sığınağına çok yakın: sığınaktan çıktığında buradan geçerek Volga'nın kenarına gidermiş Çuykov ve gelen takviyeleri beklermiş.
Savaştan sonra.
Savaştan sonra, Almanya'da kaldı ve Kiev Askeri Bölgesi Komutanı yapıldığı zamana kadar, 1949'dan 1953 yılına kadar Almanya'da Sovyet Kuvvetler Grubu Komutanı olarak görev yaptı. 11 Mart 1955 tarihinde, bu görevde hizmet verirken Sovyetler Birliği Mareşali rütbesine terfi etti. 1960-1964 yılları arası, Sovyet ordusunun Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. Ayrıca 1972 yılında emekli olana kadar 1961'de Sivil Savunma Başkanı olarak görev yaptı. 1961'den ölümüne kadar, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiydi.
Stalingrad savaş anıtı olan "Anavatan Çağırıyor"'un tasarımının önemli bir danışmanıydı ve 82 yaşında ölümünden sonra oraya gömüldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11681",
"len_data": 7338,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Konstantin Rokossovski (Rusça: Константин Константинович Рокоссовский/"Konstantin Konstantinovich Rokossovskiy", Lehçe: Konstanty Rokossowski, 21 Aralık 1896; Velikiye Luki, Pskov Oblast - 3 Ağustos, 1968; Moskova) Sovyet askeri komutanı ve Polonya Halk Cumhuriyeti Savunma Bakanı. Jukov ve Vasilevski ile birlikte en çok öne çıkan Sovyet stratejistleri arasında sayılmaktadır.
Ekim Devrimi.
Babası Polonyalı, annesi Rus olan Rokossovski 1896'da Varşova'da doğmuştur. 1914'te gönüllü er olarak Çarlık ordusuna girdi ve terfi ederek Rusya'nın en eski ağır süvari alaylarından birinde en genç subaylardan biri oldu. İki defa yaralandı ve üç defa nişan aldı. 1917'de, Ekim Devrimi'nden sonra devrimin saflarına yine bir asker olarak geçti.
Stalin'li Yıllar.
1937'de, Moskova Davaları sırasında Rokossovski de Polonya ve Japonya ajanı olduğu iddiası ile tutuklandı. İki buçuk yıl Gulag'da, çalışma kamplarında kaldı. Mart 1940'ta, savaş bütün Avrupa'yı sarmışken Stalin'in özel emriyle serbest bırakıldı.
Büyük Vatanseverlik Savaşı 1941-45.
Yenilmek üzere olduğu savaşta alayı ile Alman kuvvetlerini ani bir saldırı ile yendi. Cephelerdeki yenilgi ve geri çekilme durumunu bilmediği için, üstlerine Varşova'ya yürüme izni istedi fakat geri çekilme emri aldı. Stalingrad'da Alman ordusuna karşı kazanan Rokossovski, Don Cephesi Kuvvetleri Genel Komutanı oldu. 27 Ocak'ta Alman 6. ordusu ve Friedrich Paulus kuşatılmıştı. Rokossovski'nin kuvvetleri daha sonra Kursk Savaşı'nda savaşmıştır ve Almanları yenmiştir. Daha sonra Varşova ayaklanmasında dışarıdan yardım almadan Almanları yenmiştir.
Zafer üzerine düzenlenen 1945 Moskova Zafer Geçit Töreni'nin başlangıcında Georgi Jukov ile birlikte siyah at ile alana gelmiştir.
Polonya Genelkurmay Başkanı.
1949'da Polonya'da Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı oldu ve daha sonra 1952'de başbakan yardımcısı oldu. 1956'da, Gomulka'nın Polonya Komünist Partisi'nin lideri olmasından sonra bütün görevlerinden uzaklaştırıldı. Daha sonra Moskova'ya çağrıldı ve 1956-1958 arasında iki defa Sovyet Savunma Bakanı yardımcılığı yaptı. Sovyetler Birliği Mareşali ilan edildi. İki adet Sovyetler Birliği Kahramanlık Madalyası ile ödüllendirildi.
Rokossovski hem Polonya hem de Sovyet vatandaşı olmasını şöyle anlatıyordu;
1968'de Moskova'da öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11683",
"len_data": 2280,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Konstantinos Gavras (d. 12 Şubat 1933), Yunan-Fransız film yönetmeni. Daha çok yönettiği siyasal filmlerle tanınır. Çoğunlukla Fransızca seslendirilmiş filmler yapmış olmasına karşın, İngilizce sesli filmleri de vardır.
Jean-Louis Trintignant'ın bir savcıyı ve Yves Montand'ın da solcu bir partinin önde gelen temsilcilerinden birini canlandırdığı Z adlı filmde (1969), barışın önemi, faşist çeteler ile hükûmet içindeki güçlerin ilişkisi bağlamında derin devlet sorunsalı irdelenmektedir. Filmde Yunanistan'ın adı hiç verilmemesine karşın, aslında 1963 yılında suikasta kurban giden Grigoris Lambrakis ve çevresinde dönen olaylar anlatılmaktadır. Film, En İyi Yabancı Film dalında Oscar Ödülü kazanmıştır. Söz konusu film sansür nedeniyle uzun yıllar Yunanistan'da ve 1989'a değin Türkiye'de gösterilemedi.
Kuşatma'da (1970) ise, askeri diktatörlükle yönetilen bir Güney Amerika ülkesindeki olaylar perdeye yansıtılmaktadır. Filmde, radikal solcu bir grup, CIA'nın yaptığı işkencelere karşı çıkmak amacıyla ABD A.I.D yardım kuruluşu çalışanı görünümü altında Uruguay Polis Teşkilatını eğiten polis akademisi uzmanını ve Brezilya büyükelçisini kaçırır. Başrolde yine, Costa-Gavras'ın birlikte çalışmaktan zevk aldığı Yves Montand vardır.
Kayıp filminde ise (1982), Jack Lemmon, bu kez bir komedi filminde değil, oğlu Augusto Pinochet diktatörlüğü yönetimi altında olan Şili'de 1973 yılında gözaltına alındıktan sonra "kaybolan" gazeteci oğlunu arayan çaresiz bir babayı canlandırdığı bir filmde başrolü oynamaktadır.
Müzik Kutusu'nda (1989) ise Armin Mueller-Stahl, saygın bir ABD yurttaşı olan, ama karanlık bir geçmişle (geçmişte Nazilerle birlikte çalışan Macar Ok-Haç örgütü üyesi olmakla) suçlanan bir babayı canlandırmaktadır.
Amen adlı filmde (2003) ise Nazi Almanyası'nda kilisenin rolü sorgulanmakta ve kilise ile Papalığın aslında hiç de sanıldığı gibi masum olmadığı, Nazi Diktatörlüğünün kıyımlarına göz yumduğu ve doğrudan ya da dolaylı olarak ortak olduğu tezi işlenmektedir.
Le Couperet'de (2005) ise Fransa'da yaşanan toplu işten çıkarmalar, işsizlik psikolojisi ve işsiz bir mühendisin alışılmadık ve radikal bir çözüm arayışı konu edilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11684",
"len_data": 2162,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Clive Cussler (15 Temmuz 1931; Aurora, Illinois - 24 Şubat 2020) Amerikalı macera romancısıdır. En önemli karakteri deniz mühendisi, devlet ajanı ve maceracı Dirk Pitt'tir. Bir diğer karakteri ise Kurt Austin'dir. Yazarın pek çok kitabı arasında "Titanik", "Altın Buda", "Sahra", "Valhalla'nın Yükselişi" ve "Kayıp Kent" gibi çok satanlar bulunur.
Hayatı.
Clive Cussler, Aurora, Illinois'de doğdu. Çocukluğu burada geçen yazar iki yıl Pasadena Şehir Koleji'ne devam ettikten sonra, Kore Savaşı'nda hava kuvvetlerine girerek, Askeri Hava Nakliyat Servisi'nde uçuş teknisyeni ve uçak mühendisi olarak görev yaptı. Ordudan terhis olduktan sonra, ülkenin en ünlü reklam ajanslarından birinde, metin yazarı olarak hayata atıldı. Birkaç yıl sonra da sanat yönetmenliğine yükseldi.
Hollywood'da radyo ve televizyon reklam yazarlığı ve yapımcılığı yaptı. Cannes Film Festivali de dahil olmak üzere uluslararası alanda çeşitli ödüller kazandı. Cussler 1965 yılında roman yazmaya başladı. Dirk Pitt'in maceralarını konu alan ilk romanı 1973 yılında yayınlandı. 1996 yılında yayınlanan ilk belgesel eseri "Deniz Avcıları", Deniz Koleji Guvernörler Kurulu ve New York Devlet Üniversitesi tarafından doktora tezi olarak kabul edildi. Yine aynı eserle Mayıs 1997'de Edebiyat Doktoru unvanıyla ödüllendirildi. 1874 yılında kurulan kolej, o tarihten bu yana bu ödülü ilk kez vermiştir. Cussler'ın en çok satan 16. eseri "Atlantis Bulundu" Aralık 1999'da G. P. Putnum & Sons tarafından yayınlandı ve aylarca en çok satan kitaplar listesinde kaldı. 17. eseri "Mavi Altın" ve 20. eseri "Valhalla'nın Yükselişi" Ağustos 2001'de kitap piyasaya çıkmadan haftalarca önce Amazon.com'un en çok satan kitaplar listesinde, 1 numaraya çıktı.
Cussler'ın kitapları yüzden fazla ülkede kırk dile çevrilmişir ve yüz yirmi milyondan fazla, okuyucusu vardır. Cussler; batık gemileri bulup çıkarmakla, ün salmıştır. Ulusal Sualtı ve Denizcilik Kurumunun (NUMA) kurucusudur. Bu Amerikan denizcilik ve deniz kuvvetleri tarihi araştırması yapan, kâr amacı gütmeyen bir kuruluştur. Cussler, denizcilik uzmanı ekibi ve NUMA gönüllüleri tarihi değeri olan altmıştan fazla, sualtında bulunan batık enkazın yerlerini keşfetmiştir. Buldukları batıkları kanıtlayıp belgeledikten sonra, bunların çıkarılma haklarını hiçbir kâr amacı gütmeden, üniversitelere ya da yetkili devlet kuruluşlarına, devretmektedirler. NUMA, denizcilik tarihi ve bağış yapma hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler için, Eylül 1998'de bir internet sitesi kurmuştur. Su altında yaptığı olağanüstü keşifler nedeniyle, Lowell Thomas madalyasıyla ödüllendirilmiştir.
Özel yaşamı ve ölümü.
44 yıldır Barbara Knight'la evli olan Cussler'ın; üç çocuğu ve iki torunu vardır. Karısıyla birlikte; zamanının çoğunu, Colorado dağları ve Arizona çöllerinde geçiren Cussler 24 Şubat 2020'de 88 yaşında öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11685",
"len_data": 2831,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.3
}
|
Necil Kazım Akses (6 Mayıs 1908, İstanbul - 16 Şubat 1999, Ankara), Türk bestecidir.
Çağdaş Türk müziğinin kurucu ve öncü kuşağı olan ve Türk Beşleri olarak tanınan grubun üyesidir. ""Ankara Kalesi" adlı senfonik şiiri, "Minyatürler"" adlı solo piyano eseri, keman ve viyola konçertoları, orkestra için "Konçerto" ve "Ballad"ı, beş senfonisi ve yaylılar için dört değerli kuarteti başlıca yapıtları arasındadır.
Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kurulmasında rol almış, 1948’de bu kurumun müdürlüğünü yapmış, iki kere Ankara Devlet Opera ve Balesi müdürlüğü görevinde bulunmuştur. 1971 yılında Devlet Sanatçısı ünvanı verilen ilk 11 sanatçıdan biridir.
Yaşamı.
1908'de İstanbul'da doğdu. Babası, Harbiye Nezareti posta müdürlerinden Mehmet Kazım Bey, annesi daha sonra Kandilli Kız Lisesi Müdiresi olacak olan edebiyat öğretmeni Emine Hanım'dır. Babasını küçük yaşta kaybetti; annesi ve teyzeleri tarafından müziksever bir aile ortamında büyütüldü. Keman dersi almaya yedi yaşında başladı. Önce Mesut Cemil ve sonra Sezai Asal ile viyolonsel çalıştı.
Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi'nde yaptı. Lise öğrenimi sırasında Dârülelhan'da Cemal Reşit Rey'in armoni sınıfına yazıldı. Liseden sonra müzik öğrenimi görmesi için ailesini edebiyat öğretmeni Hakkı Tarık Us ikna etti.
1926'da kendi olanaklarıyla Avusturya'ya giderek Viyana Devlet Müzik ve Temsil Akademisi'ne yazıldı. Burada Walther Kleinecke'nin viyolonsel ve Joseph Marx'ın kompozisyon öğrencisi oldu. Bir yıl sonra Türk hükümetinin bursunu kazandı ve eğitimine burslu olarak devam etti. Viyana Müzik Akademisi’ndeki bestecilik bölümünü 1931’de tamamlayan sanatçı, hemen ardında da ustalık sınıfını bitirdi. Viyana Akademisi'nin yüksek lisans derslerini sürdürürken, Prag Devlet Konservatuvarı’na da kaydoldu. Josef Suk ile yüksek kompozisyon ve Alois Hába ile mikrotonal müzik çalıştı. Her iki kurumun da ileri devre kompozisyon bölümlerinden mezun olarak 1934'te yurda döndü. Viyana’da bulunduğu dönemde müzik araştırmacısı Sadeddin Arel'in kızı piyanist Sevil Naciye Hanım ile tanışıp evlendi, bu evlilikten kızı Sevil dünyaya geldi.
Yurda döner dönmez Atatürk'ün Ankara’ya gelişinin 15. yıldönümü nedeniyle ısmarlanan "Bayönder" başlıklı operasını besteledi. Eser, Mustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı sırasında ilk kez Ankara’ya gelişinin onuncu yılı kutlamalarında Adnan Saygun’un Taşbebek operasıyla birlikte 27 Aralık gecesi Ankara Halkevi’nde sahnelendi.
Soyadı Kanunu çıktığında, müzik öğrenimi görmesi için ailesini ikna etmiş ve kısa süre içinde devlet bursu kazanmasına yardımcı olmuş koruyucusu Hakkı Tarık Us’un isteği ile “"Akses"” soyadını aldı.
Aynı yıl, Ankara'da Musiki Muallim Mektebi'nde öğretmenliğe ve müdür muavinliği görevine başladı; bu okulun devlet konservatuvarı haline getirilmesi için çalıştı. 1935'te, Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kurulması amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı'nın çağrılısı olarak Türkiye'ye gelen Alman besteci Paul Hindemith'in yardımcılığını üstlendi. Hindemith ile birlikte konservatuvarın müfredatını oluşturdu.
1936'da kurulan Ankara Devlet Konservatuvarı'na kompozisyon öğretmeni olarak atandı. Aynı yıl Bela Bartok, Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin ile birlikte Adana'nın Osmaniye ilçesindeki folklor araştırmalarına katıldı.
1938-1939 yıllarında İstanbul’da yedek subay olarak askerlik hizmeti yaptı. Bu arada "Ankara Kalesi" adlı sefonik yaptı üzerinde çalışmaya başladı. İlk eşi Naciye Hanım'dan ayrılan sanatçı; kısa süre sonra Saddet Hanım ile evlendi ve bu evlilikten Okşan ve Ahmet adlı çocukları doğdu.
1939’da Halkevleri’nin 7. kuruluş yıldönümü nedeniyle gerçekleşen müzik festivalinde verilen bir konserde diğer Türk Beşleri’nin eserleriyle birlikte Akses’in “Çiftetelli” adlı eseri seslendirildi. 1938-39'da askerliği sırasında ilk taslaklarını yazdığı “"Ankara Kalesi, Senfonik Tarih"” (1942) adlı eseri Ankara'da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Berlin'de Berlin Şehir Orkestrası tarafından seslendirildi ve Avrupa'da plak yapıldı. Bu eser, yurtdışında plağa alınmış ilk Türk yapıtı olma özelliğini kazandı.
1941'de Saadet Hanım ile evlendi, bu evlilikten Okşan (1942) ve oğlu Ahmet (1947) dünyaya geldi.
1942'de sahne müzikleri besteleyen sanatçı, 1945'te "Yaylı Çalgılar Üçlüsü"’nü, 1946’da “"Birinci Yaylı Çalgılar Dörtlüsü"”’nü besteledi. 1946’da Akdeniz’den aldığı esinle “"Poem”" adlı eserini yazdı. 1947'de bestelediği “"Ballad"” adlı eserden sonra besteciliği bir suskunluk dönemine girdi.
1948'de Konservatuvar müdürlüğü, 1949'da Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yaptı. Kültür ataşesi olarak Bern'de (1954) ve Bonn'da (1955-1957) bulundu. 1958-1960 yıllarında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü oldu.
Besteci büyük senfonilerini, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Cahit Külebi gibi Türk şairlerinin eserleri üzerine bestelediği liedleri, büyük korolu yapıtları 1960'lardan sonra ortaya koydu. “"Keman Konçertosu"”, “"Birinci Senfoni"”, “"Itri’nin Neva Kâr’ı Üzerine Scherzo"” gibi önemli eserlerini birbiri ardına yazdı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşunun 150. Yılı için “"Bir Divandan Gazel"” ve “"Orkestra Konçertosu"” adlı eserlerini yarattı. Bir Divandan Gazel’de ilk defa “rastlamsal" tekniği kullandı.
1971'de yeniden Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünü üstlendi. Hükûmetin değişmesi ve yeni kültür müsteşarı ile anlaşamaması üzerine 1972'de kendi isteği ile emekli oldu.
Necil Kazım Akses, 1971'de "Centre Mediterranéen de Musique Comparée et de Danse"ın kurucu yönetim kurulu üyesi ve başkan vekili seçildi. Devlet Sanatçısı unvanının ilk defa verildiği 1972 yılında, bu unvanın verildiği ilk 11 kişiden birisi oldu. bestecilik dünyasındaki en verimli dönemi emekli olmasından sonra başladı. 1976-1977’de bir viyola konçertosu yazdı ve Koral Çalgan’a ithaf etti. Eser, 1978’de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde Çalgan tarafından seslendirildi. İkinci ve Üçüncü Senfonilerini yazdı. Atatürk’ün doğumunun 100. yıldönümü için 1981’de yazdığı “"Barış için Savaş"” başlıklı senfonik şiir, Atatürk Sanat Armağanı’nı aldı. 1983’te "Dördüncü Senfoni"’yi tamamladı.
1985 yılında profesörlük unvanı alan Necil Kâzım Akses yaşamının son dönemlerine dek Ankara Devlet Konservatuvarı'nda kompozisyon dersi verdi. 1988’de “"Atatürk Diyor Ki"” başlıklı "Beşinci Senfoni"’sini tamamladı. Artık başka çalışma yapmamaya karar verdiyse de 1990’da “"Yaylı Çalgılar Dörtlüsü"”’nü tamamladı. 1992 yılında Sevda Cenap And Vakfı’nın Altın Onur Madalyası’na layık görülen Akses, Çanakkale Şehitleri’ne adanan “"Ölümsüz Kahramanlar"” başlıklı "Altıncı Senfonisi"’nin sadece ilk bölümünü tamamlayabildi.
Evin İlyasoğlu'nun hazırladığı “Necil Kazım Akses: Minyatürden Destana Bir Yolculuk” başlıklı kitap 1998 yılında yayımlandı. Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde kompozisyon dersleri veren Akses, 16 Şubat 1999 Salı günü öldü.
Adı, Ankara'da ikamet ettiği sırada kaldığı Emek Semti'nde bir parka verilmiştir.
Besteciliği.
Daha çok büyük senfonik formların yaratıcısı olarak tanınan Necil Kazım Akses'in besteleri belirli evrelerle incelenebilir: Avrupa'daki öğrencilik yıllarına rastlayan ilk çalışmaları 1929'dan 1930'lu yılların sonlara kadar olan dönemi kapsar. ""Piyano için Prelüd ve Fügler", "Allegro Feroce", "Piyano Sonatı" ve "Mete Operası" bu dönem ürünlerindendir. Bu dönemi yeni bir atonal stil yaratma istek ve arayışları olarak nitelendirilebilir.
1934'te yurda döner dönmez Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin 15. Yıldönümü nedeniyle "Bayönder" başlıklı operasını besteler. Çalışmalarında kuşağının diğer bestecileri gibi geleneksel Türk müziği ve halk müziğinin etkileri vardır. Ancak bu öğeleri doğrudan armonize etmek yoluyla değil, stilize ederek kullanır.
1940'lar ile yeni dönemine girer. Bu dönem ile ve özellikle senfonik eserleri ile bir "Akses stili" belirginleşmeye başlamıştır. Bu stilin özelliğini ezgisel yönden Türk modlarına (makam) dayalı olmak, armonik yönden ise bestecinin kendi deyimiyle, a-modalite teşkil eder. "Ankara Kalesi, Ballade, Birinci Senfoni, Keman Konçertosu, Itri'nin Nevakâr'ı Üzerine Scherzo, On Piyano Parçası" gibi büyük soluklu eserleri bu dönemi ile ortaya çıkmaya başlar. Orkestrasyon giderek daha yoğunlaşmaktadır.
Necil Kazım Akses'in 1976'da "Bir Divandan Gazel"" ile başlayan ve ölümüne dek süren bestecilik evresi son dönemini oluşturur. Besteci bu ileri olgunluk döneminde solistler, korolar ve geniş orkestra için yine büyük çaplı yapıtlar üretmiştir. İyice yoğunlaşan orkestra yazısında, rastlamsallık gibi yirminci yüzyıl müziğinin getirdiği birçok söylemden yararlanmıştır. Bu yönleri ile de "Türk Beşleri"nin yeniliğe en açık üyesi olarak seçkinleşmiştir.
Bestecinin 85 yaşındayken yazmaya başladığı bariton solo, koro ve orkestra için hazırlanmış büyük eserini Çanakkale Şehitlerine armağan ediyordu. ""Ölümsüz Kahramanlar" başlığı altında sunduğu bu 6.Senfonisinin ilk bölümü tamamlanmış bir şekilde durmaktadır.
Bestecinin yurt dışında çalınan yapıtlarından bazıları şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11688",
"len_data": 8930,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.48
}
|
Fazıl Say (d. 14 Ocak 1970, Ankara), Türk klasik batı müziği piyanisti ve besteci.
Hayatı.
Çocukluğu ve eğitimi.
14 Ocak 1970'te Ankara'da dünyaya geldi. Babası, yazar, edebiyatçı ve müzikolog Ahmet Say, annesi eczacı Ayşe Gürgün Özsoyeller'dir. Aynı ismi taşıdığı dedesi Fazıl Say Rosa Luxemburg'un Spartakusbund direniş ekibindeydi. 4 yaşında babası ve annesi boşandı. Dudak damak yarığı ile dünyaya gelen Say, bebeklik döneminde bir ameliyat geçirdi ve yarık dudağı dikildi. Doktorunun üflemeli çalgı çalması önerisi üzerine melodika çalmaya başladı.
Dört yaşında piyanoya başlayan Say, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda Üstün Yetenekli Çocuklar için Özel Statüde öğrenim görerek 1987'de konservatuvarın piyano ve kompozisyon bölümlerini tamamladı. Çalışmalarını Alman bursuyla Düsseldorf Müzik Yüksek Okulu'nda sürdürdü. 1991'de konçerto solisti diplomasını alırken, 1992'de Berlin Tasarım Sanatları ve Müzik Akademisi'nde piyano ve oda müziği öğretmenliğine getirildi.
Kariyeri.
Sahneye ve televizyona ilk çıkışı 1979 yılında 23 Nisan günü bir çocuk şenliği programında Müjdat Gezen, Sezen Aksu ve Erol Evgin gibi isimlerin konuk olduğu programa 8 yaşında kendi bestesini çalarak çıktı. 1994'te Genç Konser Solistleri Avrupa yarışmasında birincilik kazanan Say, 1995'te New York'ta yapılan kıtalararası yarışmanın da birincisi olarak konser kariyerine başladı. Öte yandan oratoryolar, piyano konçertoları, çeşitli formlarda orkestra, oda müziği ve piyano eserleri, şan ve piyano için şarkı bestelemeye başladı. Bu eserler arasında "Nazım" ve "Metin Altıok Ağıtı" başlıklı oratoryolar, 4 piyano konçertosu, Zürih Üniversitesi'nin siparişi üzerine Albert Einstein’ın anısına yazdığı orkestra eseri, Wolfgang Amadeus Mozart'ın 250. doğum yılında Viyana'daki kutlama komitesinin siparişi dolayısıyla bestelenen "Patara" adlı bale müziği vardı.
Fazıl Say kariyeri boyunca New York Filarmoni, Sankt-Peterburg Filarmoni, Amsterdam Concertgebouw, Viyana Filarmoni, Çek Filarmoni, İsrail Filarmoni, Fransa Ulusal Orkestrası, Tokyo Senfoni gibi orkestralar eşliğinde konser verdi. 2007 Floransa Festivali'nin kapanış konserinde Zubin Mehta'nın yönettiği Floransa Orkestrası ile yirmi bin kişi tarafından izlenen bir açık hava konseri sundu. Yine 2007 yılında Montreux Caz Festivali'nde piyano jürisinin başkanlığını yapan Say'ın, Türk saz şairi Aşık Veysel'in "Kara Toprak" adlı halk şarkısından esinlenerek bestelediği piyano parçasını da içeren aynı başlıklı CD, Amerika Birleşik Devletleri'nde "Billboard" listelerinde 6. sıraya yükseldi. 2008 yapımı "Sivas '93" tiyatro oyununun müziklerinin bestesi de sanatçıya aittir.
Sanatçı, 2017 yılında mezzosoprano Senem Demircioğlu ve piyanist İklim Tamkan’ın ilk albümleri de olan ""İlk Atlas"ın kaydında prodüktörlük rolünü üstlenmiş, aynı zamanda burada yer alan iki eserin düzenlemelerini de yapmıştır. Say, daha sonra 2022 yılında Johann Sebastian Bach’ın “Goldberg Variations” eserinden ilhamla klavsen için bestelediği "Goldberg İstanbul""da adlı eseri İklim Tamkan’a ithaf etmiş ve eser Tamkan'ın albümünde yayımlanmıştır.
Say, şiir ve edebiyata olan ilgisini sanatına da yansıttı. "İlk Şarkılar" (2013), "Yeni Şarkılar" (2015) ve "Şu Dünyanın Sırrı" albümleri bu ilginin bir ürünüydü. Albümlerde Serenad Bağcan solist olarak yer aldı ve ikili hem Türkiye'de hem de birçok ülkede konserler verdi. Sanatçı 2015 yılında Nazım Hikmet Korosu'nu kurarak genel müzik direktörlüğünü üstlendi. Koro 29 Ağustos 2015 tarihinde ilk konserini vermiş, Ankara'da Bilkent Odeon Konser Salonu'nda gerçekleşen bu konserde bestecinin Nazım Hikmet Oratoryosu'nu seslendirmiştir.
2008'de Avrupa Birliği tarafından "Kültür Elçisi" unvanıyla görevlendirildi.
2023'te Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılı için, şair Ayten Mutlu’nun "Ver Elini" şiiri üzerine "100. Yıl Marşı" adlı marşı besteledi. Eserin ilk seslendirilmesi 23 Nisan 2023 tarihinde, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları sırasında İzmir'de verdiği konserde gerçekleşti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11690",
"len_data": 3965,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.39
}
|
Stalingrad Muharebesi, Stalingrad Meydan Muharebesi ya da Stalingrad Savaşı, II. Dünya Savaşı'nın Doğu Cephesi'nde, Mihver ordularıyla Kızıl Ordu arasında, Stalingrad kenti için yapılan savaştır. Hemen hemen tüm tarihçiler tarafından II. Dünya Savaşı'nın kesin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Bu savaş, tarafların tüm güç ve azimlerini ortaya koydukları, kıran kırana süren ve sonuçta, toplam kayıpların neredeyse iki milyona ulaşmasıyla askeri tarihin en kanlı savaşları arasında yer almaktadır. Savaşın sonu Almanya açısından bir yıkım oldu. Mihver güçlerin savaşı kendi lehlerine döndürmeleri çabasında bir dönüm noktasıydı. ve Doğu Cephesi'nde Alman zaferini olanaksız kıldı. Doğu Cephesi'ndeki Mihver kuvvetleri toplamının neredeyse dörtte biri bu muharebe sırasında kaybedilmiştir.
Barbarossa Harekâtı'nın ilk yılı olan 1941 yılında, ağırlığını Wehrmacht Doğu Ordularının (Ostheer) oluşturduğu Mihver kuvvetleri, hızla Sovyet topraklarında ilerlediler ve Leningrad - Moskova - Rostov hattına ulaştılar. Son derece parlak başarılarla Moskova önlerine gelen Mihver kuvvetlerinin ilk başarısızlığı 1941 kışında Moskova önlerinde yaşandı, Moskova Kızıl Ordu tarafından başarıyla savunuldu. Bu üç kent önünde durdurulan genel taarruz, 1942 yazında cephenin güneyinden başlatıldı. Kırım ve Harkov operasyonlarından sonra Mavi Durum'la sürmüştür. Mavi Durum, Alman ordularını Stalingrad önlerine getiren ve bir başka görev grubuna da Kafkasya'nın yolunu açan bir operasyondur. Almanların 1942 yılı Yaz Taarruzları, Mavi Durum'un tamamlanması ardından Stalingrad kentini ve Kafkasya'yı ele geçirmek yönelimli operasyonlarla devam etmiştir. İki kol halinde ayrılarak taarruz eden Mihver kuvvetlerin bir kolu Kafkasya yönünde ilerlerken diğeri Stalingrad'a yönelmiştir. Kenti kuşatan Alman kuvvetleri, onları zaferden zafere götüren yıldırım savaşı tekniklerini bir yana bırakarak ve ağırlıklı olarak piyadeyi kullanarak sokak çatışmalarına girdiler. Bina bina, hatta oda oda inatla direnen Kızıl Ordu'ya rağmen kenti Volga kıyılarında kuşattılar. Ancak üç ay süren sokak savaşlarında ilerleme hızı giderek yavaşladı. Bununla birlikte kentin yüzde doksanı Alman kuvvetlerinin kontrolüne geçmişti. Ekim ayı ortalarından itibaren Volga kıyılarına iyiden iyiye sıkışan Sovyet birlikleri, nehrin donmaya başlamasıyla ikmal ve takviye de alamaz hale geldiler. Yine de inatla sürdürülen direnme Kasım ayı ortalarına kadar tutunmayı başarmıştır. Daha sonra dar bir kıyı şeridinde sıkışmış olan savunma, ikiye bölündü. Kızıl Ekim Çelik Fabrikası, Traktör Fabrikası, Barrikadi Top Fabrikası, Ana Demiryolu İstasyonu ve Mamayev Kurgan tepesi uğruna sürdürülen direnme savaş sonrasında dünya kamuoyunca tanındı, takdir topladı.
Kızıl Ordu 1942 Kasım'ında Uranüs Harekâtı'nı başlatarak kenti istila etmekte olan Alman 6. Ordu'sunun kanat açıklarından kanatlardan kuşatma harekâtına girişti. Kuşatma kollarının taarruz eksenleri özellikle Rumen ve İtalyan birliklerince tutulan kesimlere yönelmişti. Bu karşı taarruz durumu beklenmedik bir biçimde tersine çevirdi. Mihver kuvvetlerin zayıf tutulan kanatları çöktü ve 6. Ordu Stalingrad'da kuşatılarak tecrit edildi. Rus kışı şiddetini arttırdığında, soğuk ve ikmal zorluklarının yol açtığı açlık, diğer yandan devam eden Kızıl Ordu taarruzları, 6. Ordu'yu hızla güçten düşürdü. Komutanlık, Hitler'in "iradenin gücü"ne olan sarsılmaz inancını benimsedi ve bir yarma hareketine girişmeye yönelmedi. Dışarıdan bir girişimle 6. Ordu'yu kurtarma çabası ise savunma önünde başarısız oldu. Öte yandan hava yoluyla ikmal de yetersiz kalmıştır. Kızıl Ordu'nun süren baskısıyla kuşatma çemberi giderek daraldı. Alman savunması daha da dar bir alana sıkıştırılmayı önleyemedi ve sonuçta Stalingrad'da kuşatılmış olan Mihver kuvvetleri çözüldü. Şubat ayının ilk günlerinde Stalingrad'daki Alman direnmesi sona erdi ve 6. Ordu'dan sağ kalanlar teslim oldu.
Harekât öncesi.
Genel durum.
22 Haziran 1941 günü Mihver kuvvetlerin Barbarossa Harekâtı'yla sınırı geçmesiyle başlayan Alman-Sovyet savaşı, harekâtın ilk aylarında Alman zırhlı birliklerinin hızlı ilerlemeleriyle sürmüştü. Yaz ve sonbahar aylarında Sovyet kuvvetleri birbiri ardına bir dizi yenilgiye uğradılar. Kuzeyde Leningrad'ı kuşatan Mihver kuvvetleri, Hitler'in talimatıyla kente yönelik taarruzlarını durdurmuşlar, kuşatma durumunda kalmışlardı. Merkezde ise Hitler, Moskova konusunda ısrarlıydı. Ne var ki, Kızıl Ordunun inatçı direnişi karşısında Alman ilerleyişi Moskova varoşlarında durdurulmuştu. Güney cephede ise Alman birlikleri Rostov’a girmişler, fakat kısa süre sonra Kızıl Ordu karşı taarruzuyla kenti tahliye etmişlerdi.
Başlangıçtaki tüm bu hızlı ilerlemelere karşın 1941 yılı sonuna gelindiğinde Alman ilerlemesi de durma noktasına gelmiştir. Hemen ardından başlayan Kızıl Ordu taarruzları ise Alman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmiş, özellikle merkez cephede hatlarını yer yer 100 km geri çekmek zorunda kalmalarına yol açmıştı. 1942 yılının Şubat ayı sonlarında gerek kış koşulları gerek ağır kayıplar dolayısıyla Sovyet ilerleyişi de durmak zorunda kalmış ve tüm Doğu Cephesinde durum istikrar bulmuştur.
Ağırlıklı olarak cephenin merkez kesiminde devam eden Kızıl Ordu karşı taarruzlarına rağmen Mihver güçler 1941 - 1942 kışı sonunda, kabaca kuzeyde Leningrad'dan güneyde Rostov'a kadar uzanan bir cephe hattında mevzilerini sabitlemeyi başardılar. Sovyet kuvvetlerinin Alman savunmasını geri attığı yerlerde cephe hattı girintili çıkıntılı bir hal almıştı. Bu durum özellikle Moskova'nın kuzeybatısında ve Harkov'un güneyinde görülmektedir fakat her iki durum da Mihver cephe hattında ciddi bir tehdit yaratmamaktadır. Güney ve Kuzey Ordular Grubu cephelerinde ise ciddi bir Sovyet baskısı yaşanmamıştı. Böylece Ukrayna'nın büyük bir bölümü Mihver kuvvetler tarafından işgal edilmişti. Yine de Kırım'da Kerç Yarımadası ve Sivastopol Sovyet kontrolünde kalmıştır.
Alman Yaz Taarruzu.
1942 yılının ilk ayları, her iki tarafın da kuvvetlerini ve ikmal depolarını takviye etmeleriyle ve geniş çaplı bir askeri harekât için gereken diğer hazırlıklarla geçti. Bu arada, kışın kar ve buzu, ilkbaharın eriyen karlar ve taşan ırmakların yol açtığı çamuru gibi şartlar da ortadan kalkmış oldu.
Rusya’daki savaşın ikinci yılında Hitler, harekâtın yönünü Moskova’dan güney cepheye, yani Stalingrad ve Kafkasya’ya çevirme kararındadır. Generallerinin hemen hepsi Moskova yönünde taarruza devam edilmesinden yanadırlar fakat Hitler, “Ne yazık ki generallerim savaş ekonomisi bilmiyorlar” diyerek kestirip atacak ve harekât için gerekli emirleri verecektir. Almanların 1942 yaz taarruzlarının ana planı, Mavi Durum kod adıyla kayıtlara geçen plandır. Esasen Mavi Durum, Don - Donets koridorunun ele geçirilmesi ve bir yönden Stalingrad, diğer yönden de Kafkasya yolunun açılması operasyonudur.
Stalingrad'ın alınması Adolf Hitler ve Benito Mussolini için başlıca iki nedenle önemliydi. Öncelikle İdil Nehri, Hazar Denizi ile Rusya'nın geneli arasında önemli bir ulaşım hattıdır. Dolayısıyla Volga üzerindeki Stalingrad'ın alınması, başta petrol olmak üzere mal ve kaynakların kuzeye taşınmasını önemli ölçüde sekteye uğratacaktı. İkinci olarak Stalingrad'ın alınması, Stalin'in savaş gücünü önemli kaynaklarından biri olan petrolün geldiği Kafkasya bölgesine ilerleyen Alman kuvvetlerinin kanat güvenliğini sağlayacaktı. Öte yandan Sovyetler Birliği lideri Stalin'in adını taşıyan bu kentin alınması psikolojik bir darbe olacak ve Mihver Devletler'e son derece etkili bir propaganda gücü sağlayacaktı.
Sovyet yönetimi de, kaynak ve zaman yönünden çok büyük bir baskı altına girmek demek olan bu tehlikeyi gördü ve eli silah tutan herkesin kenti savunmak için seferber edilmesi yönünde harekete geçti. Savaşın bu evresinde Kızıl Ordu, Alman ordusuna göre hızlı operasyon yürütme yeteneğinde fazlasıyla yetersizdir ancak geniş kentsel alanlarda yürütecek sokak çatışmalarında, hafif piyade silahları zırhlı ve mekanize taktiklere oranla daha etkin olmaktadır. Bu durum, Kızıl Ordu'nun çevik kuvvetler yönünden dezavantajını dengelemektedir. Bununla birlikte, Wehrmacht piyade birliklerinin eğitimlerinde, her türlü gömülü tahkimata taarruz önemli bir yer almıştır. Engelleri ortadan kaldırma, yanaşma ve havaya uçurma tarzı taktiklere özellikle muharebe istihkam kıtalarının eğitiminde daha da bir önem verilmiştir. Dolayısıyla yakın alanlı sokak çatışmalarında Alman piyadesi oldukça eğitimlidir.
Bu planın uygulamaya geçilmesinden önce Kırım yarımadasındaki Sivastopol kentinin ve hemen onun karşısındaki Kerç yarımadasının alınması, en azından burada konuşlanmış olan Kızıl Ordu birliklerinin bloke edilmesi öngörülmüştür. Mayıs ayı ortalarında Kerç Yarımadası'ndaki Sovyet kuvvetleri atıldıktan sonra Sivastopol Haziran başında kuşatılarak taarruz edildi. Mavi Harekâtı'na henüz Sivastopol düşmeden, 28 Haziran 1942 tarihinde başlanıldı. Mavi Durum planlamasının başlarında Güney Ordular Grubu'na, Güney Rusya stepleri üzerinden Kafkasya'daki petrol sahalarına yönelik hızlı bir saldırıyla görevlendirilmişti. Bu harekât, Alman 6. Ordusu, 17. Ordusu, 4. Panzer Ordusu ve 1. Panzer Ordusu tarafından yürütülecektir. Güney Ordular Grubu, 1941 yılında Ukrayna'yı istila etmişti. Doğu Ukrayna'daki teyakkuzdaki bu kuvvetler, taarruzda öncü unsurlar olacaktır.
Mavi Durum taarruzunun Mayıs ayı sonunda başlaması planlanmıştı. Ancak harekâta katılması gereken Alman ve Rumen orduları Kırım Yarımadası'nda henüz Sivastopol'ü düşürememişti. Sivastopol'ün düşürülmesinin gecikmesi Mavi Durum'un başlamasını da bir süre erteledi. Kent, haziran sonunda kadar direnmiştir. Bu sıralarda daha küçük çaplı bir muharebe, İzyum - Harkov bölgesinde İkinci Harkov Muharebesi olarak gerçekleşti, 22 Mayıs'ta 200 bin üzerinde Sovyet kaybıyla sonuçlandı.
Güney Ordular Grubu taarruzu başladıktan sonra Hitler, Güney Ordular Grubu'nun ikiye ayrılması için emir verdi. A Ordular Grubu, Mareşal Wilhelm List komutasında 1. Panzer Ordusu ve 17. Ordu'yla planlandığı gibi Kafkasya yönünde güneye taarruz edecektir. B Ordular Grubu ise General Friedrich Paulus'un 6. Ordusu, General Hermann Hoth'un 4. Panzer Ordusu olarak doğu yönünde Volga ve Stalingrad'a taarruz edecektir. B Ordular Grubu'na başlarda Mareşal Fedor von Bock komuta ediyordu fakat daha sonra komuta von Weichs'e geçti.
Sonuçta Alman 1942 yaz taarruzu 28 Haziran 1942 günü başlatıldı. Taarruz, Sovyet kuvvetlerinin yer yer direnme göstermesi ve geniş, boş bozkırlarda geri çekilmesiyle hızlı ilerlemiştir. Yeni bir savunma hattı kurmak amaçlı birkaç Sovyet girişimi, Alman birliklerinin kanatlardan çevirmesiyle başarısız olmuştur. Alman zırhlı birliklerinin gerçekleştirdiği ilk geniş çaplı kuşatma 2 Temmuz'da Harkov'un kuzeydoğusunda gerçekleşti ve kısa sürede sonuçlandırıldı. Bir hafta sonra da Rostov bölgesinde, Millerovo yakınlarında ikinci bir kuşatma yapıldı. Bu arada Macar 2. Ordusu ile Alman 4. Panzer Ordusu Voronej'e taarruz ettiler ve kenti 7 Temmuz 1942 günü ele geçirdiler.
Donets Nehri'ni geçerek Don Nehri'nin batı kıyıları boyunca güneydoğuya ilerleyen Alman 6. Ordusu ile 4. Panzer Ordusu'nun Stalingrad'a taarruz edebilecek pozisyona gelmesi, Temmuz ayı ortalarını bulmuştur. Bu ilerleme sırasında kanatların güvenliği için müttefik kuvvetlere bağlı ordular geride bırakıldı. İleri hareketin kanat güvenliğini bu ordular üstlenecek, Stalingrad yönündeki ileri hareket Alman birliklerince sürdürülecekti. Öte yandan diğer ordu grubunun da 23 Temmuz 1942 tarihinde Rostov'un almasıyla Alman orduları önünde Kafkasya'nın yolu açılmıştır. Mavi Operasyonun her iki stratejik hedefine de, -Stalingrad ve Kafkasya yollarının açılması- ulaşılmıştır. Bu aşamadan sonra 1942 yılı yaz taarruzlarına iki koldan devam edilecektir. Stalingrad yönündeki ileri hareket sırasında da İtalyan, Macar, Rumen ve Hırvat kuvvetleri, Alman kuvvetlerinin sol (kuzey) kanadını korumak için geride bırakıldı. Bir Rumen ordusu da sol kanadı örtecekti. İtalyan kuvvetlerinin savaş kapasitesine güvenilmiyordu fakat birkaç Alman resmî belgesinde bu konuda güven kazandıkları görülmektedir.
Kuvvetler.
Stalingrad Muharebesi 164 gün süren bir dizi çatışmadır. Her iki taraf da kuvvetlerini bu süre içinde birçok kez takviye etmiştir. Başlarda kenti savunma durumundaki Kızıl Ordu kuvvetleri Donetz - Don koridorounda çekilen Güneydoğu Cephesi'nin 28. Ordu, 51. Ordu, 57. Ordu, 62. Ordu ve 64. Ordu birlikleriydi. Kent içindeki savunma ağırlıklı olarak 62. Ordu ve sivil halktan katılımlarla yürütüldü. Güneydoğu Cephesi Komutanı General Andrey Yeryomenko kent savunmasını çok sınırlı takviye etmiştir. Bu yüzden sivil halktan savunmaya katılanlar büyük ölçüde destek sağlamıştır.
Stalingrad'a taarruz eden Mihver kuvvetler ise B Ordular Grubu'dur. Harekâtın başlarında bu kuvvetler Alman 6. ordusu, 4. Panzer Ordusu, Macar 2. Ordu ve İtalyan 8. Ordusu'ndan oluşuyordu. Aynı yılın Ekim ayında bu kuvvetlere Rumen 3. Ordu ve 4. Ordu katılmıştır. Ancak harekâtın devamında, hem bölgeden dışarı çekilen, hem de Stalingrad'daki sokak çatışmaları için kente gönderilen birlikler olmuştur. Harekât alanından birlik alınması, harekâtın başarısını son derece olumsuz yönde etkilemiştir. Henüz 6. Ordu kente ulaşmamışken 4. Panzer Ordusu, Hitler'in emriyle Don Nehri geçişi için von Kleist kuvvetlerin desteklemek üzere alınmıştı. Her ne kadar bu birlik 15 gün sonra geri gönderildiyse de en azından ulaşım hatlarının aşırı derecede zorlanmasına, tıkanmasına yol açıldı.
Öte yandan Müttefik kuvvetlerin Batı Avrupa'da 19 Ağustos 1942 günü gerçekleştirdikleri Dieppe Çıkarması, Hitler'i ciddi biçimde endişelendirmişti. Bunun üzerine iki mekanize tümen, üstelik Nazi Almanyası'nın en seçkin tümenlerinden olan 1. SS Panzer Tümeni ve Großdeutschland Tümeni Avrupa'ya sevk edildi.
Stalingrad Kuşatması.
Savunmanın durumu.
Stalin, Alman niyetleri netleştikten sonra 1 Ağustos 1942 tarihinde General Andrey Yeryomenko'yu Güneydoğu Cephesi Komutanlığı'na atamıştır. General Yeryomenko ve siyasi komiseri Nikita Kruşçev, Stalingrad savunma planını hazırlamakla görevlendirildi. Stalingrad yönünde çekilen Sovyet birliklerinin katılmasıyla yeniden düzenlenen 62. Ordu komutasına General Yeryomenko tarafından General Vasili Çuykov, 11 Eylül 1942 tarihinde atanmıştır. Bu tarihe kadar 62. Ordu General Anton Lopatin'di. Durum açıkça umutsuzdu. Bu görevi nasıl karşıladığı sorulduğunda General Çuykov, "Ya kenti savunacağız ya da dövüşerek öleceğiz" karşılığını vermiştir. 62. Ordu'nun görevi kenti ne pahasına olursa olsun savunmaktır. General Çuykov, aldığı iki Sovyetler Birliği Kahramanı madalyasından birini bu komutanlığı dolayısıyla kazanmıştır.
Bölgedeki Kızıl Ordu birliklerin savaşçı unsurları yetersizdir, çoğu eksik kadrolu birliklerdir. Mayıs ayında girişilen Harkov saldırısında uğranılan ağır kayıplar henüz giderilebilmiş değildir. Top mevcudu da yetersizdir, bazı cephelerde havan toplarıyla savunma yapmak zorunda kalınmaktadır.
Alman askeri doktrini, kombine silah gruplarının, topçu, istihkam, piyade ve tankların yakın işbirliği esasına dayandırılmıştır. Buna karşılık olarak Sovyet komutanlar cephe hattını, daima Alman kuvvetlerine yakın olarak tutma taktiğini benimsemişlerdi. General Çuykov bunu, Almanlara "sarılmak" olarak ifade etmiştir. Bu Sovyet taktiği Alman piyadesini ya kendi başına savaşmak ya da kendi topçu ateşinden kayıplara uğramayı göze almak zorunda bıraktı. Böylece Alman yakın hava desteği ve yıpratıcı topçu desteği ancak sınırlı uygulanabilir hale geldi.
Sovyet komutanlığı Stalingrad'da çok sayıda binadan oluşan bir savunma hattı oluşturdu. Bu binalar, stratejik önemi olan cadde ve meydanları görecek şekilde seçilmişti. Böyle bir strateji Sovyet kuvvetlerinin olabildiğince uzun bir süre kenti savunmasını sağlayacaktı. Böylece her çeşit bina, her kattan geçiş sağlanacak şekilde bir dizi müstahkem mevkiye dönüştürüldü. Oluşturulan mevzilere makineli tüfekler, tanksavar silahları, 5-10 kişilik hafif makineli tüfekli ya da tüfekli timler yerleştirildi. Birçok bölge dikenli tellerle ve mayın sahalarıyla çevrildi. Sonuçta savunmacılar, ev ev, oda oda, koridor koridor sürdürülecek bir savaşa hazırlandılar. Yırtıcı bir mücadele her yıkıntı, sokak, fabrika, ev, bodrum ve çatıda sürdürüldü. Hemen her kent savunmasında olduğu gibi Stalingrad'ın kanalizasyon sistemi de savunma için kullanılmıştır.
Sovyet komutanlığı Alman ilerlemesi karşısında kentteki tahıl, hayvan, lokomotif ve vagonları mavnalarla Volga'nın karşı yakasına geçirerek "düşman" eline geçmekten kurtardı. Bu arada bazı fabrikalarda üretim devam etmiştir. Özellikle T-34 üreten bir fabrika üretimini sürdürdü. Alman kuvvetleri kente yaklaşmadan bile önce Luftwaffe akınları nehir üzerinden nakliyeyi neredeyse olanaksız kılmıştır. Bu akınlarda 25 - 31 Temmuz arasında 32 nakliye gemisi batırıldı, dokuz gemiye ise hasar verildi.
Stalingrad'ın hava savunma yükü başlarda 1077. Uçaksavar Alayı'nın üstündedir. Bu alay, çoğunluğu gönüllü genç kız ve kadınlardan oluşan Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri'ne bağlı bir birlikti. Yeterli uçaksavar eğitimi görmemişlerdi. Buna karşın başlarda hava savunma görevi üstlendiler. Alman birlikleri kente girdiklerinde ise uçaksavar toplarını, tüm silahları vurulana kadar 16. Panzer Tümeni tanklarına karşı kullandılar. 16. Panzer Tümeni'nden bir subayın raporuna göre ateşe ateşle karşılık veren 37 mm'lik uçaksavarlarla muharebeye girilmek zorunda kalındı ve tümü imha edildi. Tümen, bölgeyi ele geçirdikten sonra kadın askerle savaştığını anlamıştır.
Başlangıçta Sovyet savunması, savaş endüstrisiyle doğrudan ilişkili olmayan sektörlerden gelen "işçi milisleri"nden önemli katkı sağladı. Zaman zaman üretim bandından çıkan tankların mürettebatı, gönüllü fabrika işçilerinden oluştu. Tanklar, bu işçiler tarafından ve doğrudan doğruya üretim bandlarından, hatta çoğu kez boyanmadan ateş hattına sürüldü.
Stalin'in 227 sayılı emri 27 Temmuz'da çıktı. Bu emirde tüm komutanların geri çekilme kararı yetkisi ellerinden alınmıştı ve yetkisiz geri çekilen komutanın askeri mahkemede yargılanacağı hükmü getiriliyordu. Tüm Kızıl Ordu'da birincil sloganlar "geri adım yok" ve "Volga gerisinde bir yer yok"tu.
26 Ağustos 1942 günü General Georgi Jukov, Stalin tarafından Yüksek Komutan Yardımcılığı'na atanmış, 29 Ağustos'ta Stalingrad'da göreve başlamıştır. Kızıl Ordu’nun sevk ve idaresi konusunda, Stalin’den sonra yetkili kişidir ve Stalingrad savunmasından doğrudan sorumludur artık. Bu tarihlerde Uralların gerisindeki fabrikalarda üretilen silahlar Stalingrad'a gelmeye başlamıştır.
Alman hava akınları.
General Aleksandr Mikhailoviç Vasilevski’nin “Unutulmaz, trajik bir gün” olarak tanımladığı 23 Ağustos 1942 günü Stalingrad'a yönelik Alman taarruzunun başladığı gündür. Şehir Wolfram von Richthofen'ın komutasındaki 4. Hava Filosu tarafından bombalanmıştır. Stalingrad'ın hemen kuzeyinde 14. Panzer Kolordusu Sovyet hatlarını yararak Volga kıyılarına ulaşmıştır. Bu durumda kent içindeki Sovyet 62. Ordusu'nun diğer Kızıl Ordu birlikleriyle bağlantısı kesilmişti. Aynı gün Luftwaffe'nin bombardıman uçakları, yaklaşık dört bin çıkış yaparak kenti 48 saat boyunca bombalamışlardır. Kentin yaklaşık yüzde sekseni tahrip olurken binlerce sivil de yaşamını yitirmiştir. Saat 18:00'da başlayan bombardımanda ağırlıklı olarak yangın bombaları kullanılmıştır. İnfilak eden akaryakıt depolarından metrelerce yükselen alev dilimleri kenti cehenneme çevirmiştir. Yine akaryakıt depolarından nehre akan petrol tutuşarak Volga'yı bir ateş seline çevirdi. Luftwaffe, daha harekâtın başlarından itibaren Stalingrad üzerinde hava hakimiyeti kurmuştur. Sovyet Hava Kuvvetleri 23 - 31 Ağustos tarihleri arasında civarda 201 uçak kaybetti. Ağustos ayı içinde bölgedeki hava gücü 100 uçakla takviye edilmiş olmasına karşın Sovyet hava gücü, 57'si avcı uçağı olmak üzere 192 uçak düzeyinde kalmıştır. Luftwaffe'nin hava kolordusu Luftflotte 4, 1942 yılı yaz ve sonbahar ayları boyunca şiddetle kenti bombalamıştır. Bölgedeki Sovyet hava unsurları eylül ayı sonlarına kadar yetersiz takviye alabildiler. Kayıplar da yüksek oldu. Sonuçta Luftwaffe, hava hakimiyeti sağlamıştı. Ancak Sovyet uçak endüstrisinin işgal altında bırakılmaması, geri bölgelere taşınması sayesinde uçak üretimi sürdürülebildi ve 1942 yılının ikinci yarısında 15.800 uçak üretildi. Sovyet Hava Kuvvetleri gücünü koruyabildi, stratejik ihtiyatlarını geliştirdi ve sonuçta Luftwaffe karşısında üstünlük sağladı.
Bombardımanın başlamasıyla birlikte General Friedrich Paulus'un 6. Ordusu, Don nehrini geçerek kuzeybatıdan, General Hermann Hoth'un 4. Panzer Ordusu da güneybatıdan Stalingrad'a yönelmişti. İki üç gün içinde Sovyet hatları yarılmış ve Almanlar kentin kuzeyinde ve güneyinde Volga kıyılarına ulaşmışlardı. Böylece Stalingrad Savunması, Volga nehriyle Alman yarı çemberi arasında sıkışıp kuşatılmış olmaktadır. Stalingrad kıyılarında Volga ortalama olarak 3,5 km genişliktedir.
İki gün içinde General Hoth'un panzer birlikleri Sovyetlerin iki savunma hattını çökertmiştir. En içteki üçüncü savunma hattı önünde durdurulursa da 25 Ağustos 1942 günü bu savunma hattı da yarılır. General Yeryomenko, 62. Ordu'ya geri çekilme emri vermek zorunda kalmıştır. Tam zamanında verilen bir karardır bu çünkü, ertesi gün General Paulus'un 6. Ordu'su kuzeyden saldırıya geçmiştir.
Sokak çatışmalarında zırhlı araçlar ancak sınırlı ölçüde kullanılabilmektedir. Dolayısıyla Wehrmacht yıldırım savaşının asıl vurucu darbesi olan, zırhlı kuvvetleri kitlesel olarak kullanma tekniğinden yararlanamadı. İster istemez bölgesel olmak zorunda olan taarruzların çoğuna en çok 20 tank katılabilmiştir. Bu nedenle topçu ve hava unsurları daha bir önem kazanmıştır.
Stalingrad taarruzu.
B Ordular Grubu kuvvetleri 23 Ağustos akşamında, Stalingrad'ın 50 km kuzeyinde Volga kıyılarına ulaştılar. Kentin güneyinden de Volga'ya yaklaşıldı. 30 Ağustos günü, Alman birliklerinin kenti kuşatma operasyonu tamamlanmıştır. Eylül ayı başından itibaren Stalingrad savunmasının tüm ikmali ve takviyesi, Volga nehri üzerinden mavnalarla yapılmak zorundadır. Bu tarihten itibaren nehir üzerindeki ulaşım sadece Alman hava akınlarına değil, buna ilave olarak Alman topçusuna da hedef olmaya başlamıştır. Alman topçu ateşi ve uçakların pikeleri, çok sayıda mavnanın nehri geçemeyerek sulara gömülmesine yol açmaktadır. Silah, cephane ve sıhhi malzemeye öncelik verildiği için askerlere verilen günlük istihkak hızla düşmektedir.
3 Eylül 1942 günü Kızıl Ordu birlikleri mevzilerini terk ederek kentin varoşlarına çekilmek zorunda kaldılar. 4 Eylül günü panzer birliklerinin taarruzu, kentin güney varoşlarına girmiştir. Sovyet 24. Ordusu ve 66. Ordusu ve 1. Muhafız Ordusu 5 Eylül'de 14. Panzer Kolordusu'na karşı genel bir karşı taarruz başlattı. Bu karşı taarruzda amaç, Volga'ya ulaşan Alman koridorunun ortadan kaldırılmasıydı. General Yeryomenko, Stalin'e kuzeyden bir karşı taarruz yapılmadığı takdirde Alman kuvvetlerinin ilk girişimde kenti alacaklarını rapor etmişti. General Jukov'un yönettiği bu karşı taarruz, yetersiz topçu desteği yüzünden daha başlarda zayıf gelişmiştir. Luftwaffe, Sovyet topçu bataryalarına ve taarruza karşı yoğun hava akınlarına girişmiştir. Birkaç saat sürdürülen Sovyet karşı taarruzu gün ortasında geri çekilmek zorunda bırakıldı. Muharebeye giren 120 Sovyet tankından 30'u hava akınlarıyla imha olmuştur. Taarruz ertesi gün yenilendi ve 10 Eylül'e kadar süren Sovyet taarruzlarından istenen sonuç elde edilemedi. Bu arada, 7 Eylül'de kentin havaalanı Almanların eline geçti. 9 Eylül'de ise Almanlar, Moskova - Astrahan demiryolu hattını kesimişlerdir. Müttefik yardımlarını taşıyan ana arter bu şekilde kesilmiş oldu.
Sovyet karşı taarruzlarının sona ermesinin hemen ardından Alman kuvvetleri kente yönelmiştir. Sovyet savunması 12 Eylül'de kentin varoşlarından da çekilmek zorunda kaldı. Bu tarihte 62. Ordu 90 tank, 700 havan ve 20 bin kişiden oluşan bir kuvvettir. General Jukov bu günleri, "13,14 ve 15 Eylül günleri Stalingrad için zor, hem de pek zor günlerdi… Bize sanki düşmanı durduramayacakmışız gibi geliyordu." diye anlatmaktadır. Bu son derece kritik durumu önlemek üzere Stavka ihtiyatından ayrılarak bir karşı taarruz göreviyle gönderilen General Aleksandır Rodimtsev komutasındaki 13. Muhafız Piyade Tümeni karşı taarruzu durumu dengelemeyi başardı. Tümen, 16 Eylül'de Mamayev Kurgan'ı ve 1 no'lu demiryolu istasyonunu ağır kayıplarla da olsa geri aldı. Tümen, ilk 24 saatte mevcudunun yüzde otuzundan fazlasını kaybetti. Muharebe sonunda 10 bin mevcudundan geriye sadece 320 kişi kalmıştı. Tüm bu kayıplara karşın Tümen'in ele geçirmekle görevlendirildiği bu iki yer, kısa süre sonra Alman kuvvetlerince geri alındı. Demiryolu istasyonu altı saat içinde on dört kez el değiştirmiştir. Çatışmalar o denli şiddetliydi ki Alman kayıpları da Sovyet kayıplar kadar olmuştur. Kente hakim bir yükseltideki Mamayev Kurgan son derece şiddetli çatışmalara sahne oldu ve birçok kez el değiştirdi. 14 Eylül'de bir Alman piyade tümeni kentin merkezine iyice yaklaşmıştır. Yine de General Rodimtsev muhafızlarının çabaları, en kritik günlerin aşılmasını sağladı. Kenti savunmakla görevli Sovyet 62. Ordu'sunun direnişi de son derece yırtıcı ve ölümünedir, bu birliğe gönderilen her askerin Stalingrad'daki ortalama olası yaşam süresi 24 saatten azdır.
Aynı gün Stalin, Mareşal Jukov'a bir savaş planı hazırlamasını emretmiştir. Savaşı ve Stalingrad'ı kastederek, “"'Bu iş, Volga kıyılarında bitmeli"” der. Jukov ve Vasiliyevski, böyle bir emre hazırlıklıdırlar, ertesi gün Stalin'e bir savaş planı taslağı sunmuşlardır. Ancak istihbarat raporları, Alman kuvvetlerinin bir iki gün içinde Stalingrad'da genel bir saldırı başlatacağı yönünde bilgiler içermektedir, savaş planı bu durum karşısında askıya alınmıştır..Gerçekten de 14 ve 15 Eylül'de 6. Ordu'nun saldırıları başlamıştır. Bu taarruzlar, karşılaştıkları hazırlıklı direnişin önünde kayda değer bir ilerleme kaydedemedi. General Jukov ve General Vasiliyevski'nin üzerinde çalıştıkları plan, Eylül ayı sonlarında nihai şeklini bulacak ve Uranüs Harekâtı olarak onaylanacaktır.
Sovyet operasyonları sürekli olarak Luftwaffe tarafından vurulmuştur. Sovyet 1. Muhafız Ordusu ve 24. Ordu, 18 Eylül'de de Alman 8. Kolordusu'na karşı Kotluban'da bir saldırı başlattı. Alman 4. Hava Kolordusu'na bağlı Stuka pike bombardıman uçakları dalga dalga Sovyet birliklerinin üzerine çullanmıştır. Sonuç olarak Sovyet taarruzunun Alman hatlarını yarması önlendi ve taarruz püskürtüldü. Bf 109'lar 77 Sovyet uçağını düşürürken Stuka'lar da 106 Sovyet tankından 41'ini imha etmiştir.
Harabe haline gelmiş kentin yıkıntıları arasında Sovyet 62. Ordusu ve 64. Ordusu, evler ve diğer binalarda oluşturulan direnek noktalarında savunmaya geçti. Yıkıntılar arasındaki mücadele sert ve umutsuzdu. 13. Muhafız Piyade Tümeni Komutanı General Aleksandır Rodimtsev, aldığı iki Sovyetler Birliği Kahramanı Madalyası'ndan birini bu çatışmalarda kazanmıştır. Dev hububat ambarı civarındaki çatışmalar haftalarca tüm şiddetiyle sürmüştür. Sonunda buradaki Sovyet savunması ele geçirildiğinde Alman askerler sadece 40 Kızıl Ordu askerinin cesedini buldular. Oysa çatışmaların şiddetine göre bölgede daha yüksek kayıplar verildiğini düşünüyorlardı. Ruslar çekilirken tahıl yığınlarını ateşe vermişlerdi.
Çavuş Yakov Pavlov komutasındaki bir müfreze, kent merkezinde bir apartmanı aşılmaz bir tahkimat haline dönüştürerek burada dövüştü. Bu apartman daha sonra "Pavlov'un Evi" olarak bilinecektir. Müfreze, binanın çevresine mayın döşemiş, pencerelerde makineli tüfek mevzileri kurmuş ve bodrum duvarlarında geçiş sağlamak için delikler açmıştır. Bodrumda gizlenen on sivil bulmuşlardı. İki ay boyunca kayda değer bir takviye almadan binayı savundular. Savaştan sonra General Çuykov, Pavlov'un Evi'yle ilgili bir espri yapmaktan hoşlanırdı. Pavlov'un evi önünde, Paris'i ele geçirmek için ölen Alman'dan daha fazla Alman öldüğünü söylerdi. Beevor'a göre binaya yönelik her Alman saldırısından sonra binadaki askerler dışarı çıkıp Alman cesetlerini kenara çekmek zorunda kalmışlardır. Bu cesetler, makineli tüfek ve tanksavarların ateş hattını kapatmaktaydı. Neticede bina Alman haritalarında "Festung" (kale) olarak etiketlendi. Çavuş Pavlov'a bu direnişi nedeniyle Sovyetler Birliği Kahramanı madalyası verilmiştir.
Alman askerleri arasında bu savaşı "farelerin savaşı" (Rattenkrieg) olarak anıldı. Mutfağı almak, ama oturma odası için hala mücadele etmek, şeklinde bir espri yapılmaktaydı. Wehrmacht askeri mutfağı temizlemişti ama aynı evin oturma odasındaki Sovyet askerleri inatla odayı tutmaya devam ediyordu. Böylesine delice bir keşmekeş içinde cephe hattı gözden kaçtı. Zırhlı desteğindeki çevik Alman kuvvetleri, yıkıntılar, bomba çukurları ve binalar içinde yavaş ve kısır bir çatışma içine girdiler. Birden fazla katlı binalarda -her ne kadar üst katların bir kısmı hava akınlarında çökmüş olsa da- duvarlarda delikler açılmıştı. Bu delikler, farklı katlardan saldırganlara ateş açmakta kullanıldı. Çatışmalar aynı katlarda olduğu kadar kattan kata da sürdürüldü.
Eylül ayı boyunca kentteki Alman ilerlemesi, ağır da olsa sürmüştür. Hemen her gün hava akınlarıyla desteklenen Alman saldırıları karşısında Sovyet birlikleri gerilemek zorunda kalmışlardır. Almanlar, Sivastopol kuşatması sırasında da kullanılan Dora demiryolu topunu Stalingrad önlerine getirmişlerdir. 800 mm'lik bu dev top kent içindeki direnme noktalarını ve Volga'nın doğusunda konuşlanmış Sovyet topçu mevzilerini dövmekte kullanıldı.
General Yeryomenko'un Güneybatı Cephesi, 28 Eylül'de Stalingrad Cephesi olarak yeniden teşkil edilmiştir. 1 Ocak 1943 tarihinde bu kez Güney Cephesi olarak düzenlendi.
Bombardımanlar yıkıntıların zaman içinde daha da yaygınlaşmasına yol açtı. Bu durum, her iki tarafın keskin nişancıları için elverişli bir ortam sunmuştur. En başarılı ve en ünlü keskin nişancı Vasili Zaytsev'dir. Teyit edilmiş 225 vuruşu vardır. Otuzun üzerinde "öğrenci" çalıştırmıştır ve savaş boyunca 3 binin üzerinde Alman vurduğu ileri sürülmektedir. Daha az bilinen ama daha yüksek vuruş yapmış olanlar da vardır. Ivan Sidorenko 500, Ivan Sidorenko 429, Lyudmila Pavlichenko 309 ve Nina Lobkovskaya 308 vuruş yapmışlardır.
Dzerzhinskiy Traktör Fabrikası'ndaki Sovyet direncini kırmaya kararlı olan Luftwaffe 4. Hava Kolordusu'na (Luftflotte 4) bağlı pike bombardıman uçakları 5 Ekim günü fabrikaya 900 dalış yapmıştır. Savunmadaki birkaç Sovyet alayı yok edildi. Bir sonraki sabah yenilenen hava akınlarında 339. Piyade Alayı, tam kadro öldü.
Ekim ayında da bu genel gidişat benzer şekilde sürmektedir. Alman kuvvetleri 14 Ekim 1942'de tesisleri tank üretebilecek şekilde değiştirilmiş ve Stalingrad Muharebesi boyunca tank üretimini sürdürmüş olan traktör fabrikasına saldırdılar. Luftwaffe, fabrikanın da aralarında olduğu Sovyet direnek noktalarına yönelik iki bin çıkış yaparak toplam 600 ton bomba bırakmıştır. Üç fabrikanın kuşatıldığı bu taarruzların devamında 62. Sovyet Ordusu, Volga üzerindeki üç köprübaşının bulunduğu birkaç yüz metrelik alana çekilmek zorunda kaldı. Mevcudunun yüzde yetmiş beşini kaybetmiştir. 13. Muhafız Tümeni Alman saldırısını durdurmayı başaramamış olsaydı Stalingrad'daki Sovyet askeri varlığı tümüyle imha edilecekti. Stalingrad'ın kuzey bölümü bütünüyle Alman kuvvetlerinin kontrolüne geçmiş bulunmaktadır. Bu arada Üç Stuka filosu, Volga'nın doğu yakasındaki Sovyet topçusunu büyük ölçüde susturmayı başarmıştır. Stukalar nehrin batı tarafına ikmal malzemesi ve takviye kuvvet taşıyan teknelere saldırdılar. Savunma bölgesi zaten ikiye bölünmüş olan Sovyet 62. Ordusu, ikmal hattının kesilmesiyle giderek ağırlaşan ikmal malzemesi sıkıntısı yaşamaya başladı.
Volga batısında 910 metre genişlikteki bir araziye sıkışan Sovyet birlikleri üzerine Luftwaffe tarafından 1.208 çıkış yapıldı. Sedan ve Sivastopol'dekinden daha ağır bir hava bombardımanına maruz kalmasına karşın 62. Ordu'nun yaklaşık 47 bin adamı ve 19 tankı, Alman taarruzlarına direndi. 14 Ekim'de başlayan bu Mihver taarruzları on gün boyunca sürmüş, ancak Kızıl Ordu direnek noktaları durumlarını korumuştur.
Ekim ayının son haftası Stalingrad savunmacıları için en kritik günlerdir. Hava dona çevirmiştir ama nehir henüz donmamıştır, buz parçalarının yüzdüğü ağdalı bir sıvı halini almıştır, askerlerin deyişiyle "yağ gibi" akmaktadır. Bu durumda teknelerin ilerlemeleri olanaksızdır. Kent, bu süre içinde ikmal ve takviye alamamıştır. Cephane ve yiyecek sıkıntısı had safhadadır.
Kasım ayının ilk haftalarına kadar Luftwaffe hava hakimiyetini elde tutmuştur. Bu tarihlere kadar Sovyet Hava Kuvvetleri'nin gündüz vakti kayda değer bir etkinliği olamamıştır. Bununla birlikte 20 bin çıkıştan sonra, Luftwaffe'nin 1.600 uçağından geriye 950 uçak kalmıştır. En ağır kaybı bombardıman filoları almıştır, 480 uçaktan 232'si kaybedilmiştir. Nitelik üstünlüğünün yanı sıra Doğu Cephesi'ndeki hava gücünün yüzde seksenini elinde bulunduran Luftwaffe, buna karşın Sovyet Hava Kuvvetlerinin durumunu geliştirmesine engel olamadı. Sovyet Hava Kuvvetleri Alman hava hakimiyetini hızla törpülediler. Sayısal üstünlüğe ulaştığında Sovyet hava unsurları karşı taarruza geçtiler.
Son 18 ayda uğranılan kayıplar nedeniyle Sovyet bombardıman filolarının gece uçuşları sınırlandırılmıştı. Esasen Luftwaffe gündüz Stalingrad hava sahasına hakimdi. Sovyet bombardıman uçakları genellikle geceleri küçük çaplı bombardıman vur-kaçları yaptı. Genellikle etkisiz olan bu saldırılar birer tehditden çok sıkıntı yaratan bir durum olarak görülmüştür. Sovyet Hava Kuvvetleri 17 Temmuz - 19 Kasım tarihleri arasında Stalingrad üzerinde 11.317 gece uçuşu gerçekleştirmişti. Bu hava akınları çok az etkili oldu, büyük ölçüde psikolojik etki yarattı.
Kuzey Afrika'nın Atlantik kıyılarında 8 Kasım'da yapılan Anglo-Sakson çıkarması Torch Harekâtı Luftwaffe'yi ayrıca zor durumda bıraktı. Luftwaffe 4 bu tarihte bazı alt birimlerini Kuzey Afrika'ya göndermek durumunda kalmıştır. Bu durumda Alman hava gücü, Avrupa'da zayıf duruma düşmüştü. Doğu Cephesi'nde ise gücünü koruyabilmek için daha fazla çabalamak zorundaydı. Aslında Alman savaş endüstrisi 1942 yılının ikinci yarsında 8.314 uçak üretti. Ancak bu sayı üç cephedeki savaştaki yıpranma ve kayıplara yeterli değildi. Bu arada Sovyet savaş makinesi Amerikan Hükûmeti'nin Ödünç verme-kiralama programı çerçevesinde yardım almaktaydı. Bu uygulama çerçevesinde 1942 yılının son çeyreğinde Sovyetler Birliği'ne 60 bin kamyon, 11 bin jip, 2 milyon çift postal, 50 bin ton patlayıcı, 450 bin ton çelik ve 250 bin ton uçak yakıtı gönderilmiştir. Ancak Arktik Okyanusu üzerinden Konvoy PQ-17 ile nakledilen askeri malzemenin bir kısmı, Alman hava akınları ve denizaltıları tarafından batırılmıştır.
Harekâtın üçüncü ayında ilerleme epey yavaşlamıştı. Buna karşın Mihver kuvvetler yıkıntı halindeki kentin yüzde doksanını istila ederek Volga'nın batı kıyılarına ulaşmışlardı. Bu arada Sovyet kuvvetleri iki dar kıyı şeridine bölünmüştür. Volga üzerinde oluşmaya başlayan buz kütleleri Sovyet savunmasının tek ikmal yolunu engellemeye başlamıştır. General Çuykov Üst Komutanlık'a gönderdiği bir raporda, "Elimdeki cephane ve erzak tükenmek üzere. Damarlarda akacak kan pek azaldı" demektedir. Yine de özellikle Mamayev Kurgan tepesi eteklerinde ve kentin kuzeyindeki fabrikalar bölgesinde şiddetli çatışmalar her zamanki gibi devam etmiştir. Kızıl Ekim Çelik Fabrikası, Traktör Fabrikası ve Barrikadi Top Fabrikası için yapılan çatışmalar dünyaca ünlü olmuştur. Sokak çatışmaları için özel olarak eğitilmiş Alman muharebe istihkamcılarıyla 11 - 19 Kasım tarihleri arasında girişilen çabalar çok az bilinir.
Sovyet karşı taarruzları.
Hazırlıklar.
Stalingrad'da giderek umutsuzlaşan bir direniş sürerken, Jukov ve Vasilevskiy tarafından hazırlanan ve Uranüs Harekâtı kapalı adı verilen planın hazırlıkları da tamamlanmak üzeredir. Plan, Stalingrad içinde bir karşı taarruzla Alman hatlarını kırmak yerine, Stalingrad'da Sovyet birliklerini kuşatmış olan Alman çemberini dıştan sarmayı hedefleyen bir plandır. Savaş sonrası Sovyet tarihçileri, 19 Kasım 1942 tarihini Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın ikinci stratejik evresinin başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Aynı zamanda Sovyet yazınında, cephenin farklı kesimlerinde 15 Sovyet ordusunun katıldığı 1942-1943 Kış Taarruzu'nun açılışı olarak da kabul edilir.
Kanatlara yapılacak saldırının Stalingrad'dan yeterince uzak olması öngörülmüştü. Bu öngörü, 6. Ordu Komutanlığı'nın kent içinden birlik kaydırarak saldırıya uğrayan hatları takviye etmesine fırsat bırakmamak içindir. Kuşatmanın başladığı andan itibaren Stavka tüm dikkatleri kent içindeki çatışmalarda tutmayı amaçladı. Stalingrad’ı kuşatmış durumdaki Alman 6. Ordusu ve 4. Panzer Ordusu'nu kuşatma hazırlıkları esas olarak Ekim ve Kasım ayları içinde sürdürülmüştü. Ancak bölgeye kuvvet yığılmasına Ağustos ayı içinde başlanmıştı. Kısa süre sonra Stavka bölgede yırtıcı ama kısa süreli yoklama taarruzları geliştirmiştir. Bu taarruzlarda kanatlardaki savunmanın durumu ve kuvvetler hakkında bilgi edinildi.
Taarruz hazırlıkları sırasında cephede incelemeler yapan General Jukov, hazırlıkları yeterli bulmayarak taarruz tarihinin bir hafta ertelenmesini dayatmıştır. Harekâta "Uranüs" kapalı adı verildi ve Alman Merkez Ordular Grubu cephesindeki Mars Harekâtı ile aynı sıralarda başlatıldı. Harekât planı esasen General Jukov'un üç yıl önce Halkin Gol Muharebesi'nde uyguladığı kanatlardan kuşatma taktiğine dayanmaktadır. Bu muharebede Japon 23. Tümeni'ni imha etmişti.
Uranüs Harekâtı.
Savunmanın durumu.
Stalingrad ve Kafkasya yönünde gelişen Mihver taarruzu cephe hattını bu iki kesimde fazlasıyla ileri çıkarmıştı. Özellikle Stalingrad yöneliminde ve özellikle de sağ (kuzey) kanat tehlikeli biçimde uzamıştır. Bu kesimde cephe hattı Voronej'den Kletskaya'ya kadar 400 km'lik bir hattır. Bu kanat ağırlıklı olarak Almanya'nın müttefiklerinin ordularınca tutulmaktaydı. Voronej'den Stalingrad'a kadar Don kıyıları boyunca Macar 2. Ordusu, İtalyan 8. Ordusu ve Rumen 3. Ordusu mevzi almıştır. Bu üç orduya bağlı tümenlerin savunmakla görevli oldukları cephe hattı 60 kilometreye kadar uzamaktadır. Savunma, uygun şekilde tahkim dahi edilmemişti, her şeyden önce bu iş için gereken kereste bölgede bulunmamaktaydı. Savunmanın bir diğer zaafı ikmalin yapılabileceği demiryolu istasyonlarının 150 – 200 km geride olmasıdır. Bu kanattaki savunmanın zayıflığı Stalingrad Harekâtı'nın en ölümcül açığıydı. Hitler, birçok kez özellikle General Halder tarafından uyarıldı. Ancak Don hattının savunmasına yönelik her türlü yaklaşım "Stalingrad'ın ele geçirilmesi uğruna ikinci plana itildi."
Kuşatma boyunca Alman B Ordular Grubu'nun kanatlarını koruyan Almanya'nın müttefiki İtalyan, Macar ve Rumen orduları kendi karargahlarına baskı yapmaktaydılar. Örneğin Macar 2. Ordusu esasen diğer müttefik orduları gibi, teçhizat yönünden zayıf durumda olması bir yana, Rus kışına göre donatılmamıştı. Dahası, savunmakla görevlendirildikleri cephe, Mihver kuvvetlerin kuzey kanadıydı ve Voronej ile İtalyan Ordusu arasındaki 200 km'lik bir cephe hattıydı. Sonuç olarak bu cephe hattına çok zayıf bir kuvvet olacak biçimde yayılmak zorunda kalınmıştı, 1-2 kilometreye kabaca bir takım erat düşmekteydi. Öte yandan Sovyet savunması nehrin batı kıyılarında, biri Stalingrad'ın 150 km kuzeyindeki Serafimoviç'te olmak üzere birkaç köprübaşı tutmayı başarmıştı ve B Ordular Grubu açısından ciddi bir tehdit oluşturdu. Benzer şekilde Stalingrad'ın güney kesiminde, Kotelnikovo'nun güneybatı cephesi, sadece Rumen 7. Kolordu ve onun gerisindeki Alman 16. Motorize Piyade Tümeni tarafından tutulmaktadır.
Hitler kentin kendisine öylesine dikkat kesilmiştir ki, kanatların güçlendirilmesiyle ilgili tüm talepleri ve uyarıları göz ardı etmiştir. Cephede ise 6. Ordu karargâhına art arda gelen keşif raporları, Alman komutanlara Stalingrad'ın güneyinde 13 Sovyet ordusunun ve binlerce tankın harekât halinde olduğunu göstermektedir. Ordu Genelkurmay Başkanı General Franz Halder, Hitler'e kente kuvvet yığarken kanatların hâlen zayıf durumda bulunduğuna dikkat çekerek durumdan duyduğu endişeyi ifade etmiş, "bir felakete uğranılacak" uyarısında bulunmuştur. Hitler ise Stalingrad'ın alınacağını, zayıf kanatların da "Nasyonal Sosyalist inanç"la tutulacağını, Halder'den de bunu beklemediğini söylemiştir. Çok geçmeden, Ekim ayı ortalarında Halder'i görevden alarak yerine General Kurt Zeitzler'i atamıştır.
Taarruz.
Kızıl Ordu 19 Kasım 1942 tarihinde Uranüs Harekâtı'nı, Stalingrad kuzeyinde, kuşatmanın kuzey kıskacının Serafimoviç ve Kremenskkaya üzerinden taarruza geçmesiyle başlattı. Taarruz eden Sovyet kuvvetleri General Nikolay Vatutin komutasındaki üç ordudan oluşmaktadır. Bu ordular 1. Muhafız Ordusu, 5. Tank Ordusu ve 21. Ordu'dur. Bu kuvvetler 18 piyade tümeni, sekiz tank tugayı, iki motorize tugay, altı süvari tümeni ve bir tanksavar tugayıdır. Cephesine ince bir hat olarak yayılmış bulunan ve zayıf donanımlı Rumen 3. Ordusu, sayıca üstün Sovyet kuvvetleri karşısında kısa sürede dağıldı. B Ordular Grubu Karargâhı, eksik kadrolu (iki tümenli) 48. Panzer Kolordusu'na gediği kapatmak için emir vermiştir. Kolordu, yine eksik kadrolu bir Rumen zırhlı tümeninden ve 22. Panzer Tümeni'nden oluşmaktadır ancak kamuflaj altında bir süredir hareketsiz bekleyen bazı panzerler, elektrik donanımlarına farelerin zarar vermesi nedeniyle hareket edemedi. Bu zırhlı birlikler de Kızıl Ordu ilerlemesini durduramadı. İki günlük çatışmalarda 3. Rumen Ordusu'nun kayıpları 75 bindir.
Ertesi gün 20 Kasım'da ikinci bir Sovyet taarruzun Stalingrad'ın güneyinde Rumen 4. Kolordusu cephesine yüklendi. Bu taarruz da kuşatmaının güney kıskacını oluşturacaktır. Esas olarak piyadeden oluşan Rumen kuvvetleri neredeyse başlarda çöktü. Sovyet kuşatma kollarının ileri unsurları Kalaç yönünde hızla ilerledi. Kuzey taarruz kolundan 4. Tank Kolordusu, güney taarruz kolundan da 4. Mekanize Kolordu 22 Kasım 1942 günü temas kurmuştur. Böylece Stalingrad etrafında bir çember oluşturuldu. Yaklaşık 290 bin Alman, Rumen ve Hırvat askeri kuşatıldı. Kuşatılan bölgede Mihver askerinin yanı sıra 10 bin kadar sivil ve savaş sırasında tutsak alınan birkaç bin Sovyet askeri de bulunmaktadır ancak 6. Ordu'dan 50 bin kadar asker kuşatma dışında kalmıştır. Paulus kuvvetlerinin kuşatma tamamlandığında sadece 6 günlük erzak stoğu bulunmaktadır. Kızıl Ordu birlikleri derhal, biri dışa dönük, diğeri ise içe dönük olarak iki cephe oluşturdu. Böylece biri içeriye, diğeri dışarıya dönük iki çember oluşturarak dışarıdan girişilecek bir yarma harekâtına karşı daha başlangıçta gereken önlem alındı. Dış çemberi oluşturan Sovyet birlikleri de dışarı doğru harekâta devam ederek dış çemberi genişlettiler bu birlikler hızla Don nehri ile onun bir kolu olan Chir nehri arasındaki araziye yayıldılar.
Güney kesimdeki taarruzun başladığı 20 Kasım 1942 tarihi, dar anlamda Stalingrad'da, geniş anlamda ise Doğu Cephesinde "son"un başlangıcıdır. Ancak, 20 Kasım 1942 günü, çoğu kez dikkatten kaçan bir başka yerde de sonun başlangıcı olarak algılanmaktadır: Kuzey Afrika. O gün Rommel’in birliklerine malzeme taşıyan elli Alman nakliye uçağından kırk beşi, müttefik avcı uçakları tarafından düşürülmüştü. O günün akşamı Rommel, emir subayına, “"Her şey bitti... Takviye gelmeyecek... Biz savaşı kaybettik."” diyecektir.
Hava Köprüsü.
Hitler, 30 Eylül 1942 tarihinde yaptığı halka açık bir konuşmada Alman ordusunun Stalingrad'ı asla terk etmeyeceğini ilan etmiştir. Sovyet kuşatmasından kısa bir süre sonra yapılan toplantıda Alman ordu komutanları acil bir yarma harekâtıyla Don Nehri batısındaki bir hatta çekilinmesi konusunda baskı yaptılar. Hitler'in sorusu üzerine, Luftwaffe Kurmay Başkanı General Hans Jeschonnek tarafından ikna edilen Hermann Göring, 6. Ordu'nun hava yoluyla ikmal edilebileceğini bildirmiştir. Bu sayede kurtarma kuvvetleri toplanana kadar kentteki Mihver kuvvetlerin direnebilmesi sağlanacaktı.
Benzer bir plan çok daha küçük ölçekte de olsa (kolordu) bir önceki sene Demyansk Cebi'nde başarıyla uygulanmıştı. Ne var ki Sovyet avcı filoları, hem sayıca hem de nitelik olarak geçen zaman içinde önemli gelişme göstermiştir. Yine de Demyansk deneyimi Hitler'i etkiledi ve Göring'in planını destekledi. Luftwaffe 4. Hava Kolordusu Komutanı General Wolfram von Richthofen, bu kararın iptalini sağlamak için boşuna çaba harcadı. Bu kuvvetlerin hava köprüsünden ikmal edilmesinin olanaksız olduğu açıktır. Kuşatma altındaki 6. Ordu, standart bir ordu gibi üç kolorduda 15 tümen değil, beş kolorduda 22 tümenlik bir kuvvetti. Kuşatma altındaki Mihver kuvvetlerin günlük asgari ikmal malzemesi gereksinimi 800 ton iken, hava köprüsüyle yapılabilecek ikmal, günlük en fazla 117,5 tondur. Sayıca yetersiz Ju 52 nakliye uçaklarına destek olarak bu iş için tümüyle elverişsiz uçaklar olan Heinkel He 177 bombardıman uçakları dahi kullanılmıştır. Yine bir bombardıman uçağı olan Heinkel He 111'lerin bu işler için epey elverişli olduğu görülmüştü, üstelik Ju 52'lerden daha hızlıydı. Hava yoluyla ikmalin çok yetersiz kalacağının anlaşılmasına karşın Hitler Göring'in planını destekledi ve kuşatma altındaki birliklere "teslim olmama" emrini yeniledi.
Kızıl Ordu'nun çeneleri üzerine kapandığında 6. Ordu, 40 x 60 km'lik bir alana sıkışmış bulunmaktadır. Tüm ikmal ve takviye, yaralıların nakli, hava yoluyla yapılmak zorundadır artık. Ne var ki, kuşatma operasyonunu planladıkları sırada Sovyetler, bu durumu da analizlerine katmışlardır. Kuşatma tamamlanır tamamlanmaz, binden fazla uçaksavar topu, hızla sevk edilerek mevzi tuttular.
Hava yoluyla ikmal başarısız oldu. Son derece olumsuz hava koşulları, teknik sorunlar, yoğun Sovyet uçaksavar savunması ve avcı uçaklarının karşılaması sonucu 488 Alman uçağı kaybedilmiştir. Bu kayıplara kaşın günlük 117.5 tonluk ikmal malzemesi dahi taşınamadı. Ortalama olarak günde 94 ton malzeme hava yoluyla Stalingrad'a indirilebilmiştir. En başarılı gün 19 Aralık olup 289 ton malzeme, 154 uçuşla indirildi. Bu arada uçakların yüklemesinde de trajikomik karşılanabilecek hatalar yapılmıştır. Bir uçağın yükü yazlık giysiydi, bir başkası karabiber ve mercanköşk taşıdı. Hitler'in kararsızlığı nedeniyle, yiyecek ve mühimmat daha yararlı olacakken bir yarma hareketinde kullanılmak üzere çok miktarda akaryakıt yüklendi. Hitler dışarıdan bir yarma hareketi olarak düşünülen Kış Fırtınası Harekâtı ile içeriden bir huruç harekâtı arasında henüz kesin karar vermemişti. Stalingrad'dan hava yoluyla toplam 42 bin kişi tahliye edildi. Bunlar teknik personel, hastalar ve yaralılardır.
Başlangıçta yüklemeler, Alman pilotların "Tazi" adını verdiği Tatsinskaya havaalanından yapılmıştır ancak General Vasili Badanov'un 24. Tank Kolordusu, 23 Aralık günü erken saatlerde hücum ederek (Tatsinskaya Baskını) Tatsinskaya havaalanını kontrol altına aldı. Havaalanı, ağır ateş altında boşaltıldı. Bir saatten biraz daha kısa bir süre içinde 108 Ju 52 ve 16 Ju 86 Novoçerkassk havaalanına kalkış yaparken 72 adet Ju 52 ve diğer uçaklar yerde alev almıştır. Stalingrad'a yaklaşık 320 km mesafede, Salsk'ta yeni bir havaalanı kuruldu. Hava ikmal hattının mesafesinin uzamasıyla yeni güçlükler ortaya çıktı. Ocak ayı ortalarından sonra Salsk, işleri kolaylaştırmak için terk edilerek Şakti yakınların, Zverero'ya taşındı. Zverevo havaalanı da 18 Ocak'ta yinelenen saldırılara hedef oldu ve 50 Ju 52 imha edildi.
Nakliye uçaklarında kayıplar yüksekti. Nakliye uçuşları sırasında 266 adet Ju 52, 42 adet Ju 86, 9 Fw 200, 5 He 177, bir Ju 290 ve 165 He 111 kaybedildi. Bu kayıplarla Doğu Cephesi filolarının gücü yaklaşık üçte bir azaldı. Luftwaffe'nin personel kayıpları ise bine yakındır. Bunlar, çok deneyimli uçuş personeliydi. Luftflotte 4'in dört nakliye grubunun kayıpları öylesine ağırdır ki sonuç olarak "resmen çözülmüş"lerdir.
1942 yılının Aralık ayı boyuca kuşatma altındaki Alman birliklerine normalin ancak beşte biri kadar malzeme hava yoluyla intikal ettirilebildi. Bu malzemenin büyük bir bölümü, cephane ve akaryakıt olmak zorundadır. Yiyecek kıtlaşmıştır, personel başına günde iki dilimlik ekmek, ordu bünyesindeki atların eti ve ele geçen Sovyet askerlerinin sağladığı yiyecektir. Onların torbalarından her zaman reçel kavanozları, domuz pastırması, peksimet ve votka bulunmaktadır.
Küçük Satürn Harekâtı.
Stavka, kuşatmadaki kuvvetlerini güçlendirmeye ve çemberi daraltmaya hız verdi. Kuşatmadaki birlikleri kurtarmak için girişilen Alman taarruzu Kış Fırtınası Harekâtı'na karşı Sovyet birlikleri başarıyla karşı koydular. Sert Rusya kışı tüm etkisini ortaya koymuştu. Volga'nın tam olarak donması, Sovyet ikmal hatları için büyük bir kolaylık ve işlerlik sağladı. Kuşatma altındaki Mihver kuvvetlerinin akaryakıt, tıbbi malzeme ve yakacak stokları hızla tükendi. Binlerce asker, yetersiz beslenmeden, aşırı soğuktan ve hastalıktan kırılmaya başladı.
Stavka 16 Aralık 1942 tarihinde ikinci genel taarruzunu başlattı. "Küçük Satürn Harekâtı" kapalı adıyla planlanan bu genel taarruz, Mihver kuvvetleri Don gerisin atmak ve Rostov'u almak içindir. Eğer hedefine ulaşabilseydi, Kafkasya bölgesindeki, zaten ileri hareketi durdurulmuş olan üç Alman ordusunu kapana kıstırmış olacaktı. Bu bölgedeki Mihver kuvvetleri bir hareketli savunma taktiği uyguladılar. Küçük yerleşim yerleri, zırhlı birlikler buralara ulaşana kadar elde tutulmaya çalışıldı. Sovyet köprübaşı Mamon'da iki İtalyan tümeni, geri çekilmeleri emredildiği 19 Aralık'a kadar başarıyla direndiler. Kızıl Ordu kuvvetleri Rostov'a ulaşamadılar. Fakat von Manstein A Ordular Grubu'nu Kafkasya'dan çekmek ve Rostov'un 250 km gerisinde yeni bir cephe hattına gerilemek zorunda kaldı.
Artık 6. Ordu'nun kurtarılma umudu kalmamıştır. Ancak Stalingrad'daki Mihver kuvvetlerine bu söylenmedi, onlar kurtarma kuvvetlerinin geleceğine inanmaya devam ettiler. Bazı Alman subaylar General Paulus'tan Hitler'in savunmada kalmak yönündeki emrine uymayarak bir yarma hareketiyle kuşatmadan çıkma emri vermesini istediler. General Paulus, emirlere itaatsizlik düşüncesinden dahi tiksinerek bu istekleri geri çevirmiştir. Zaten motorize bir yarma hareketine ilk birkaç hafta içinde olanak vardı. Böyle bir yarma hareketi için gerekli olan akaryakıt artık 6. Ordu elinde yoktur. Böylesi kış koşullarında yaya olarak girişilecek bir huruç hareketi de son derece zor koşullar altında yapılmak zorundadır ve neye varacağı belli değildir.
Kış Fırtınası Harekâtı.
Bir birliğin düşman birlikleri tarafından çembere alınması durumlarında ilk akla gelen tutum, kuşatma altındaki birliklerin, bir yarma hareketiyle çemberi yarmak ve ana kuvvetlerle birleşmektir. Ne var ki Hitler, her zamanki gibi mevzilerin terk edilmesine karşı çıkmaktadır. O, kararlıdır, 6. Ordu yerinde kalacak, ana kuvvetlerden düzenlenecek bir kurtarma kuvveti çemberi yararak 6. Ordu ile temas sağlayacaktır.
Almanlar, 11. Ordusu Karargâhını Don Ordular Grubu olarak yeniden yapılandırarak bir karşı saldırı başlatmayı planlarlar. Kış Fırtınası Harekâtı kod adıyla planlanan harekât, Stalingrad'ın güneybatısından taarruza geçecektir. Kırım Seferi sırasında 11. Ordu'ya komuta etmiş, ancak daha sonra Leningrad'da görevlendirilmiş olan Mareşal von Manstein bu ordular grubu komutasını üstlenecekti. Don Ordular Grubu, General Hoth'un 4. Panzer Ordusu'ndan oluşmaktadır. Fransa'dan getirilen 6. Panzer Tümeni ve von Kleist'in 23. Panzer Tümeni'yle takviye edilmiştir.
Don Ordular Grubu, 12 Aralık 1942 tarihinde taarruzuna başlamıştır. Kızıl Ordu'nun iki direnç hattını kırıp ilerleyen harekât, Sovyetler'in yedekte tuttukları 2. Muhafız Ordusu'nu savaşa sürmeleri üzerine durdurulmuştur. STAVKA'nın stratejik planlarında 2. Muhafız Ordusu, esasen Satürn Harekâtı için ayrılmış birliklerden biriydi. Manstein'ın Don Ordular Grubu'nun ilerleyişini durdurabilmek için bu orduyu kullanmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla Satürn Operasyonu, Stalingrad'daki Alman 6. Ordu'sunun imhasına kadar ertelenmiştir.
Manstein, izleyen dört gün boyunca cepheyi yarmak için çabalayacaktır. 23 Aralık 1942 günü ise taarruz çıkış hattına çekilmeye başlamıştır. Stalingrad'daki 6. Ordu mevzilerine 50 km kala 19 Aralık 1942 tarihinde ulaşabildiği son noktadadır.
Koltso Harekâtı.
Küçük Satürn Harekâtı'nın hedeflerine ulaşmasının hemen ardından Stavka, Stalingrad'daki Mihver kuvvetleri bir an önce imha etmek ve böylece buradaki kuvvetlerini, Kafkasya'dan çekilmekte olan Mihver kuvvetlere karşı kullanmaya yönelmiştir. Ancak bu tarihte Stalingrad, hâlen General Rokosovski'nin Don Cephesi ve General Yeryomenko'nun Stalingrad Cephesi sorumluluk alanı idi. Komutanın tek karargâhta toplanması gereğiyle Aralık ayı sonunda, Stalingrad'daki Mihver kuvvetlerin imha görevi Don Cephesi'ne verilmiştir. Öte yandan Stalingrad Cephesi'ne bağlı 57. Ordu, 62. Ordu ve 64. Ordu, Don Cephesi emrine verildi. Böylelikle 1943 yılının hemen başında Don Cephesi, 212 bin kişilik bir kuvvetti ve emrinde 6.500 top ve havan, 250 tank ile 300 uçak bulunmaktadır.
Stalingrad'daki Mihver kuvvetlerin imha operasyonuna, Rusça yüzük anlamıında "Koltso Harekâtı" kapalı adı verildi.
General Konstantin Rokossovski 8 Ocak 1943'te Stalingrad'da kuşatılmış durumdaki Alman askerlerine bir "teslim ol" çağrısı yapmıştır. Teslim şartları katlanılmaz değildir. Her askere normal tayın verilecek, yaralılar ve hastalar tedavi edilecek, subaylar rütbe işaretlerini ve nişanlarını taşıyabileceklerdir. Özel eşyalara da dokunulmayacaktır. Uçaklarla Alman siperlerine atılan bildiri, sert bir tehditle son bulmakta, “Teslim olunmadığı halde Kızıl Ordu kuvvetleri Alman kuvvetlerini yok etmek zorunda kalacaktır. Direnenler acımasızca imha edilecektir.” Durum derhal Hitler'e iletilir ve Hitler derhal reddeder. Aslında durum tümüyle umutsuzdu. Yılın ilk günü ekmek istihkakı 100 grama düşürülmüş, beş gün sonra da 50 grama indirilmişti.
General Konstantin Rokossovski komutasındaki Sovyetler kuvvetleri 10 Ocak 1943 günü beş bin topun bir saat süren hazırlık ateşinin ardından Stalingrad'daki Alman kuvvetlerine toplu bir saldırı başlattılar. Altı günün sonunda Mihver savunma alanı yarı yarıya küçülmüş, 22 x 14 km'lik bir alana gerilemiştir. Pitomnik havaalanının 16 Ocak'ta, Gumrak havaalanının da 25 Ocak'ta (ya da 21 - 22 Ocak) Kızıl Ordu birliklerinin kontrolüne geçmesiyle hava köprüsü kesilmiş oldu. Üçüncü ve kullanılabilir son pist, Stalingradskaya uçuş okulu pisti, 22 - 23 Ağustos gecesi son kez kullanılmıştır. 23 Ocak sabahından itibaren her türlü ikmal malzemesi artık paraşütle bırakılmaktadır. Bu tarihe kadar hava köprüsüyle 49 bin kişi (20 bin Rumen dahil) tahliye edilmişti. Öte yandan bodrum katlarında kurulmuş olan derme çatma hastanelerdeki 20 bin yaralının tahliyesi artık olanaksızdır.
Mihver askerleri artık ancak açlıktan ölmeyecek kadar kalori alabilmektedir. Ancak cephane giderek azalmaktadır. Bu son derece olumsuz koşullara karşın kısmen de olsa, Sovyetlerin tutsakları infaz ettiklerine inandıkları için teslim olmayıp direnmeye devam ettiler. Özellikle de Almanlar yanında savaşan Rus gönüllüler ele geçtiklerinde başlarına gelecekler konusunda hiç hayale kapılmıyorlardı. Bir süre sonra Stavka, hesap edildiğinden daha büyük bir Mihver kuvvetini Stalingrad'da kuşatmış olduklarını fark etti. Bu durumda bölgedeki kuvvetlerini takviye etmeleri gerekiyordu. Stalingrad'da yeniden kıyasıya sokak çatışmaları başladı. Fakat bu kez Mihver kuvvetleri Volga kıyılarından geri atılmaktaydı. Mihver kuvvetleri fabrikalar bölgesindeki mevzilerini pekiştirirken Kızıl Ordu, bir ay önce kendilerine yönelen yırtıcı saldırıları bu kez kendileri başlattı. Savunma, kendilerini el bombalarından korumak için tüm pencereleri tel ağlarla örtmek gibi basit bir savunma sistemi uyguladı. Sovyet askerinin bu önlem karşısında bulduğu çare, el bombalarına balık iğneleri sarmak olmuştur. Balık iğneleri, pencerelerdeki tellere takılıyor, ilk el bombasının burada patlamasıyla pencerelerdeki bu koruma imha ediliyordu. Kent içi çatışmalarda Alman tankları, alışılagelmiş şekilde kullanılamıyordu. Hâlen işler durumdaki tanklar, en iyi ihtimalle sabit top olarak kullanılabilmektedir. Kızıl Ordu ise yıkıntıların hareketleri sınırladığı bölgelerde tankları kullanmadı.
Sovyet Don Cephesi Komutanı General Rokossovski 21 Ocak'ta küçük bir ulak grubu yeniden General Paulus'a gönderdi. Yirmidört saat içinde teslim olmaları durumunda tüm tutsaklar için aynı güvenceler sağlanacaktır. Fakat bu teslim olma çağrısı General Paulus tarafından Hitler'in emri gereği geri çevrilmiştir. Don Cephesi kuvvetleri 22 Ocak'ta yeniden taarruza geçtiler. İzleyen günler içinde ardı ardına gelen Sovyet saldırıları sonunda savunma bölgesi üçe bölünmüştür. Alman 6. Ordu'sundan bir istihbarat subayı anılarına, Mihver kuvvetlerin durumunu şu şekilde anlatmaktadır.
İktidara gelişinin 10. yıldönümü olan 30 Ocak 1943 tarihinde Hitler General Paulus'u mareşalliğe terfi ettirdi. Bugüne kadar hiçbir Alman mareşalinin esir alınmamış olduğuna güvenen Hitler, Paulus'un da dövüşeceği ya da intihar edeceğini, ama teslim olmayacağını umuyordu. Ancak Stalingrad'da hesapta olmayan bir durum vardı. Mareşal Paulus subaylarına, erlerin yazgılarını sonuna kadar paylaşacaklarını, intiharın görevden kaçmak olduğunu söylemiş ve ihtihar etmeyi yasaklamıştı. Bu durumda Paulus'un intihar etmesi, kendi emrini çiğnemesi olacaktı. Neticede 31 Ocak 1943 gecesi başlarken Paulus'un bir genel mağazanın bodrum katındaki karargahındaki radyo operatörü bir mesaj göndermiştir. Mesajda Sovyet askerlerinin sığınağın kapısına dayandığını, cihazı imha edeceğini bildirmektedir. Mesajın sonunda CL harfleri vardır. Bunlar, uluslararası bir koddur ve “istasyonumuz yayını kesiyor” anlamındadır. Aynı gece Paulus ve kurmay subayları, bir manga Sovyet askerine itirazsız teslim oldular.
Stalingrad'da kuşatılan Mihver kuvvetlerin, bitkin, hasta ve açlıktan kırılan kılıç artığı, 2 Şubat 1943 günü öğleden hemen sonra teslim oldu. Toplam 91 bin kişiden yaklaşık 3 bini Rumen askeridir. Sovyetler Birliği için kıvanç, III. Reich için ise dehşet verici bir ayrıntı da teslim olanlar arasında 22 generalin bulunmasıdır. Stalingrad'da kuşatılmış olan generallerden diğerleri ise çatışmalarda ölmüşler ya da intihar etmişlerdi. Hitler, Paulus'un teslim olmayı seçmesine doğal olarak son derece sinirlendi. Onun hakkında, "tüm acılardan kurtulabilecek ve ulusun gözünde sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe yükselebilecekken O Moskova'ya gitmeyi tercih etti." demiştir. Alman basını uğranılan felaketi ancak Ocak ayı sonunda duyurdu. Ancak haftalar öncesinden tüm olumlu yayınlar durdurulmuştu. Stalin, Nazi Hükûmeti'nin ilk kez Alman yenilgisini açıkça kabul ettiğini açıkladı. Fakat bu Alman ordusunun ilk yenilgisi değildi. Bununla birlikte, Alman kayıplarının Sovyet kayıplarına hemen hemen denk olduğu ilk yenilgiydi. Daha önceki muharebelerde Sovyet kayıpları genellikle Alman kayıplarının üç katı idi. Alman devlet radyosu 31 Ocak'ta yayınını Anton Bruckner'in 7. Senfoni'sinin hüzünlü Adagio bölümüyle kesti ve ardından Stalingrad yenilgisini duyurdu. Nazi propaganda bakanı Josef Goebbels 18 Şubat 1943 günü Berlin Kapalı Spor Merkezi'nde yaptığı ünlü konuşmasında Alman halkından, tüm kaynaklarını ve çabasını topyekûn bir savaş için ortaya koymasını istedi.
Stalingrad Muharebesi ile ilgili bir Alman belgeseline göre 11 binden fazla asker, Sovyet esir kamplarında yavaş bir ölüme gitmektense, ölümüne dövüşmeyi seçerek silah bırakmayı reddetmiştir. Bu askerler gizlendikleri çatılar ve kanalizasyon kanallarında 1943 yılı Mart ayı başına kadar direnmeyi sürdürdüler. Fakat bu tarihlerde küçülen ve birbirinden kopan bu ceplerdeki askerler teslim oldular. Belgeselde gösterilen Mart ayına tarihlenen bir NKVD istihbarat belgesinde bazı Alman gruplarının inatla direnmeyi sürdürdükleri görülmektedir. Söz konusu belgede, "Stalingrad'daki karşı devrimci unsurların temizlenmesine devam edildiği, kulübelerde ve siperlerde gizlenen Alman faşist haydutların, savaş çoktan sona erdiği halde silahlı direnişi sürdürdüğü, bu silahlı direnişin 15 Şubat'a, bazı kesimlerde ise 20 Şubat'a kadar devam ettiği, silahlı grupların çoğu Mart itibarıyla etkisiz hale getirildiği…" belirtilmekte ve "Bu çatışmalarda 2.418 subay ve erat öldürüldü, teslim olan 8.646 subay ve erat esir kamplarına teslim edildi." denilmektedir. Yine Sovyet Don Cephesi Karargâhı'nın 5 Şubat 1943 tarihli raporunda "64. Ordu daha önce işgal edilmiş olan bölgede düzene girdiği belirtilmekte ve Ordu birimlerinin yerleşimi önceki raporda belirtildiği gibi olduğu ifade edildikten sonra "38. Motorize Tugay kesimindeki bir bodrumda 18 silahlı SS bulunmuştur. Teslim olmayı red eden bu Alman kuvveti imha edilmiştir." denilmektedir.
Teslim olan 91 bin Alman askerinden sadece 5 bini savaş sonrasında ülkelerine dönebildi. Büyük bir bölümü tutsak kamplarında ortaya çıkan salgın hastalıklarda (özellikle Tifüs salgınında) yaşamını yitirdi. Aynı yılın Mart ayında bu hastalıktan 40 bin Alman askeri ölmüştü. Az sayıda üst rütbeli subay Moskova'ya götürüldü ve propaganda amaçları yönünde kullanıldı. Bunlardan bazıları Özgür Almanya Ulusal Komitesi'ne katılmıştır. Bu organizasyon, Nazi Partisi'nin iktidara gelişi sırasında Almanya'dan kaçan Alman Komünist Partisi üyelerince kurulmuştu. Mareşal Paulus'un da aralarında bulunduğu bazı üst rütbeli Alman subayları, çeşitli yollarla Alman askerlerine ulaştırılacak olan Hitler karşıtı bir bildirinin altına imza attılar. Paulus, 1952 yılına kadar Sovyetler Birliği'nde yaşadı. Daha sonra Doğu Almanya'da kalan Dresden'de taşındı. Burada Stalingrad'daki kararlarını savunması ve Avrupa için savaş sonrası için en iyi umudun komünizm olduğunu söylemesiyle kendinden söz ettirdi. General von Seydlitz, Stalingrad'da sağ kurtulan askerlerle Hitler karşıtı bir ordu kurulmasını önermiştir. Ancak Sovyet yönetimince bu öneri kabul edilmedi. Stalingrad'da sağ kalanların sonuncusu olarak iade edildi. Dönemin Alman Şansölyesi Konrad Adenauer'in Politbüro'ya yaptığı bir çağrı üzerine 1955 yılında ülkesine iade edildi.
Kayıplar.
Çeşitli kaynaklarda Mihver kuvvetlerin, ölü, hizmet dışı ve tutsak olarak toplam kayıpları 500 bin ila 850 bin arasında gösterilmektedir. Savaş esirlerinin de (27 bini ilk haftalar içinde olmak üzere) çoğunluğu esir kamplarında 1943 - 1955 tarihleri arasında ölmüş, sağ kalan 5 bin tutsak, savaştan sonra 1955 yılına kadar yayılan bir zaman dilimi içinde ülkelerine dönmüştür. Arşiv kayıtlarına göre Kızıl Ordu toplam kayıpları 1.129.619'dur. Bu rakamın 478.741'i ölü ve kayıp, 650.878'i ise yaralıdır. Bu rakamlar tüm Stalingrad bölgesi içindir, kent içindeki çatışmalarda 750 bin Kızıl Ordu askeri öldü, yaralandı ya da tutsak edildi. Genel kabul gören yaklaşım, 1.7 - 2 milyon arası Mihver ve Sovyet askerinin "kayıp" olduğu yönündedir.
Başlangıçtaki Alman hava akınlarında ölen sivil sayısı konusunda verilen rakamlar çelişkilidir, 955'le 40 bin arasında değişir. Bu, kent içinde ve banliyölerindeki hava akınlarının ilk haftası için verilen rakam olup, kent dışında kaç sivilin öldüğüne dair herhangi bir rakam yoktur.
Stalingrad'da imha edilen Alman 6. Ordusu yeniden teşkil edilip Kursk Muharebesi'ne katıldı. Fakat hiçbir zaman eski gücünde olmadı.
Stalingrad savunmasında kadınlar da etkin rol almışlardır. Savaşın başında Stalingrad bölgesinde askeri ya da tıbbi eğitimini tamamlamış ve savaşta hizmet veren 75 bin kadın ve genç kız vardı. Uçaksavar bataryalarının pek çoğunda bu kadın savaşçılar görev almıştır. Hatta bazı uçaksavar bataryalarının tüm personeli bu kadın ya da genç kızlardı. Stalingrad'da görev yapan üç hava alayı tümüyle kadınlardan kuruluydu. Sovyet hemşireleri yaralı askerlere ateş altında ilk yardımda bulundukları gibi son derece tehlikeli bir iş olan yaralıları ateş altında sargı yerlerine taşımada da etkin rol aldılar. Yine birçok kadın telsiz ya da telefon operatörü olarak çalıştı. Ateş altındaki komuta yerlerinde de çalışan bu personelden yaralanan ya da ölenler olmuştur. Kadınların genellikle piyade eğitimi yoktu. Bu yüzden daha çok makineli tüfekçi, havancı ve keşif eri olarak ateş hattında görev aldılar. Özellikle de keskin nişancı olanlar çatışmalara aktif olarak katıldılar. Diğer yandan Stalingrad Muharebesi sırasında gösterdikleri yiğitlikten dolayı üç kadın tank sürücüsü Sovyetler Birliği Kahramanlık Madalyası almıştır.
Alman ordusu kuşatıldıktan sonra olağanüstü bir disiplin sergilemiştir. Bu ölçekte bir Alman birliğinin kuşatılması ilk kez oluyordu. Kuşatmanın devamında pek çok asker yetersiz beslenmeden dolayı ölmüştü. Ancak kuşatmanın son anlarına kadar disiplin korundu. General Paulus, Hitler'in bir yarma hareketi yapılmayacağı yönündeki emrine sonuna kadar uymuştur. Hitler, aralarında General von Manstein'ın da olduğu üst rütbeli pek çok generalin çabalarına karşın kararını değiştirmemişti. Mareşal Paulus, hava köprüsünün başarısız olduğunu ve Stalingrad'ın kaybedildiğini biliyordu. Askerlerin yaşamını kurtarmak için izin istedi fakat Hitler kabul etmedi ve onu mareşal rütbesine terfi ettirdi.
Stalingrad Muharebesi'nde uğranılan yenilginin II. Dünya Savaşı'nda bir dönüm noktası olduğu kesindir. Bu yenilgi, Wehrmacht için neredeyse bir yıkımdı. Luftwaffe'nin kayıpları, zırhlı birliklerin ve Alman topçusunun uğradığı kayıplar bir yana, tek başına -en iyimser bakışla- yarım milyona yakın asker kaybı bile Wehrmacht'ın altından kalkamayacağı bir darbe oldu. Alman orduları artık Doğu Cephesi'nde büyük çaplı bir askerî operasyon yürütebilecek güçte değildir.
Sonuçları ve devamı.
Mavi Durum'un başlarında son derece hızlı bir ilerleme sağlanmıştı. Bunun esas nedeni Sovyet ihtiyatlarını büyük bir bölümünün, Stalin'in esas Mihver taarruzunu Moskova yönünde bekliyor olmasıyla bu kesimde toplanmasıydı. Diğer yandan da İzyum bölgesinde girişilen Sovyet taarruzunda çok sayıda kuvvet kaybedilmiş olmasıydı.
1942 yaz genel taarruzunun harekât sahası cephenin güneyi olarak kararlaştırıldıktan sonra, bu operasyonlar için bölgeye mümkün olan en fazla gücün yığılması gerekirdi. Yüzyıllardır savaş kazanan generallerin izlediği "esas taarruz bölgesinde güçlü olmak" prensibine uyulmadı. Örneğin 11. Ordu'nun Doğu Cephesi'nin değişik bölgeyerine dağıtılması bu prensibe aykırıydı. Öte yandan cephenin güneyinde birbirinden ayrı iki operatif hedef belirlenmesi de harekâtı baştan itibaren zora sokmuştur.
Kanatların, özellikle kuzey kanadın güvenliğinin, zayıf donanımlı müttefik ordularına bırakılması hem Alman hem de müttefik generalleri giderek daha fazla tedirgin etmeye başlamıştır. Aslında harekâtın başlarında kanatlarda Alman birlikleri de bulunmaktaydı. Ne var ki kent içindeki çatışmalar uzadıkça ve kayıplarla güç kaybettikçe, kanat savunmasından kent çatışmalarına kuvvet kaydırıldı. Kuvvetlerin iki operatif hedefe bölünmesi, kanat güvenliği için yeterli kuvvet ayıramamayı zaten zorunlu hale getirmişti. Üstelik Stalingrad'daki sokak çatışmaları için zaman zaman savunmadan kuvvet çekilmesi durumu daha vahim hale getirdi. Diğer yandan Kızıl Ordu, Ağustos ayı içinde Don Nehri kıyılarındaki kuvvetlerini yavaş yavaş takviye ediyordu. Ardından birkaç kısa ama şiddetli yoklama taarruzuyla cephenin durumu hakkında bilgilenmeye çalıştılar. Sonunda Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı General Halder'le Hitler arasında, Eylül ayı boyunca sürecek gerginlikler su yüzüne çıkmıştır. Eylül sonunda General Halder, kanatlar güven altına alınmadan Stalingrad'daki muharebveye devam etmenin sorumluluğunu üstlenemeyeceğini açıkça ifade etmiştir.
Stalingrad'da Mihver'in aldığı bu yenilgi, II. Dünya Savaşı Doğu Cephesi'ndeki (Moskova Muharebesi'nden sonraki) ikinci büyük yenilgi olmuştur. Stalingrad Muharebesi sırasında Alman Kara Kuvvetleri Kurmay Başkan yardımcısı olan General Blumentritt, yenilginin Almanya için ne ifade ettiğini, savaş sonrasında askeri tarihçi Liddell Hart'a çok açık biçimde özetlemiştir.
General Westphal ise uğranılan yenilgi konusunda şunları yazmıştır.
Stalingrad'da Alman 6. Ordusu'nun teslim olmasının ardından STAVKA, Satürn Harekâtı'nın uygulamasına geçmiştir.
Satürn Harekâtı, esasen Alman Orduları'nın Stalingrad ve Kafkasya yönündeki taarruzlarına karşı öngörülen bir stratejinin ikinci parçasıdır. Uranüs Harekâtı ile STAVKA, Almanların Stalingrad'ı ele geçirme operasyonunu bertaraf etmiş, Satürn Harekâtı ile de, Kafkasya bölgesinde işgal edilen toprakları geri almayı ve General von Kleist'in bölgedeki birliklerini imha etmeyi hedeflemişlerdir.
Küçük Satürn Harekâtı kısmen başarılı oldu, Alman birliklerini geri çekilmek zorunda bıraktı. Ancak General von Kleist'in, Mareşal von Manstein'ın da desteğiyle son derece başarılı bir şekilde geri çekilme operasyonları yürütmesiyle bu birlikler geri çekilmeyi başarmışlardır. Daha sonra Kızıl Ordu'nun Don üzerinden batı yönündeki ileri hareketleri ani bir karşı taarruzla (Üçüncü Harkov Muharebesi) önlenmişti. Bu muharebenin zaferi ardından Mihver, cephenin güney kesiminde 1943 yılı sonlarına kadar cepheyi sabitlemeyi başarmış, mevzilerini güçlendirmiştir. Ancak Sovyet savaş endüstrisi üretimini yüksek bir hızda sürdürüyordu.
Kültürel etkileri.
Şarkılar.
1943'te müziği Boris Mokrousov tarafından bestelenen, şiiri ise Vasili Lebedev-Kumaç tarafından yazılan "Pesnya o Stalingrade" adlı eser Stalingrad Muharebesi'ni konu alan Stalingrad adlı 1943 yılı yapımı belgesel filminde kullanıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11692",
"len_data": 68994,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Volgograd (Rusça: Волгогра́д), eski isimleriyle Çariçin veya Zarizyn (Цари́цын / Tsaritsyn, Tsaritsin: Tatarca "Sarı Su" ile olan ses benzerliğinden dolayı kentin ortasından geçerek İdil Nehrine akan çaya verilen ad Tsaritsa'dan gelmektedir) ve Stalingrad (Сталингра́д), Rusya'daki Volgograd Oblastı'nın merkezi olan şehirdir. İdil Nehri'nin batı yakasında kurulmuştur. Şehrin şu anki nüfusu: 1.011.417 olup, kilometrekare başına 1.900 kişi düşmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 0-102 metre arasındadır. Bugün Güney Rusya'nın önemli endüstri ve ulaşım merkezlerinden birisidir.
Tarih.
Rusya İmparatorluğu.
Volgograd 1589 yılında kale olarak kurulmuştur. 1670'te Kazak atamanı Stepan Razin (Степа́н Тимофе́евич Ра́зин ya da Stenka Razin / Сте́нька Разин) Çariçin'i işgal etmiştir. Pugaçev İsyanı denilen ayaklanmayı başlatan Don Kazaklarından Yemelyan Pugaçev (Емелья́н Ива́нович Пугачёв)'in ordusu 1774'te Çariçin yakınlarında meydana gelen muharebede Rusya İmparatorluğu tarafından yenilmiştir.
1875'te bir Fransız demir fabrikası kurulduktan sonra kentin sanayileşmesi başladı ve Güney Rusya'nın sanayi merkezi haline gelmiştir.
Rusya İç Savaşı.
Rusya İç Savaşı sırasında Ağustos 1918'de Pyotr Krasnov (Пётр Никола́евич Красно́в) komutasındaki Beyaz Ordu'nun saldırısına uğradığında Bolşevik'in Güney Rusya'nın gıda tedarik sorumlusu Josef Stalin liderliğindeki Kızıl Ordu kenti savunmaya başarmıştır. Fakat 30 Haziran 1919'da Anton Denikin (Анто́н Ива́нович Дени́кин) komutasındaki Beyaz Ordu kenti işgal etmiştir. Daha sonra Denikin Ordusunun çekilmesiyle 3 Ocak 1920'da Kızıl Ordu kente girmiştir. 10 Nisan 1925'te kentin adı Stalingrad olarak değiştirilmiştir.
SSCB.
1928'den başlatılan Beş Yıllık Plan ile kentin ağır sanayii gelişti. 17 Temmuz 1930'da "Dzerjinski Traktör Fabrikası" açılmış ve ardından Kızıl Ekim Metal Fabrikası, Kızıl Barikat Makina Fabrikası ve Lazur Kimya Fabrikası başta olmak üzere çok sayıda fabrika kurulmuşlardır.
Nazi Almanyası ordusu Wehrmacht tarafından 152 gün kuşatılan Stalingrad'da, II. Dünya Savaşı'nın dönüm noktalarından birini teşkil eden Stalingrad Muharebesi yaşanmıştır. Friedrich Paulus komutasındaki Almanya'nın 6. Ordu'su burada çevrelenmiş ve büyük çoğunluğu yok edilmiştir. Savaşta iki taraf da ağır kayıplar vermişlerdir.
Stalin'in ölümünden üç yıl sonra Şubat 1956'da düzenlenen Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresinde Nikita Kruşçev'in Stalin'i eleştirmesinden sonra 10 Kasım 1956'da kentin adı Volgograd olarak değiştirilmiştir.
Sovyet dönemi sonrası.
Volgograd şehir meclisi, 31 Ocak 2013'te, 2 Şubat (Stalingrad Muharebesi'nin bitişinin yıl dönümü), 9 Mayıs (Zafer Günü), 22 Haziran (Nazi Almanyası'nın SSCB'yi istilasının yıl dönümü), 23 Ağustos (Luftwaffe'nin ilk hava saldırısının kurbanları anma günü), 2 Eylül (II. Dünya Savaşı'nın bitişinin yıl dönümü), 19 Kasım (Uranüs Harekâtı'nın başlamasının yıl dönümü) olmak üzere yılda altı günlüğüne şehrin adının Stalingrad olarak kullanılmasına karar verdi.
29-30 Aralık 2013 tarihlerinde kentin troleybüs ve demiryolu istasyonlarında gerçekleşen intihar saldırıları sonucunda 32 kişi öldü ve 85 kişi yaralandı.
Bölgesi içinde en büyük sanayileşme oranına sahiptir. Etrafındaki şehirlerin tarım ürünlerinin işlenmesi bu şehirde sağlanır. Volga ve Don'un birbirine en yaklaştığı yerde kurulmuştur, günümüzde Volga-Don Kanalı'nın kontrolü de bu şehirden sağlanır.
Kardeş şehirler.
2008'de 20 kardeş şehri mevcuttur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11693",
"len_data": 3438,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Ekrem Zeki Ün (d. 23 Kasım 1910, İstanbul – ö. 24 Mart 1987, Dublin), Türk besteci, orkestra şefi, keman eğitimcisi.
İstiklâl Marşı’nın bestecisi Osman Zeki Üngör’ün oğlu olan sanatçı, besteciliği ve eğitimciliği ile müzik dünyasına katkı sağlamıştır. Türk Beşleri ile aynı dönemi paylaşmış olduğu halde, kendi kişiliği içinde bir bağımsız bir bestecidir. Piyano ve flüt için bestelediği "Yunus'un Mezarında" en tanınmış eserlerinden birisidir. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın şeflerinden ve başkemancılarından birisidir. Piyanist Verda Ün’ün eşidir.
Yaşamı.
1910 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası, İstiklâl Marşı’nın bestecisi ve Orkestra şefi Osman Zeki Üngör’dür. 14 yaşındayken devlet bursuyla Paris’e gönderildi ve “"Ecole Normale de Musique"” adlı okulda altı yıl öğrenim gördü. Bu okulda Line Talluel, Marcel Chailley ve Jacqyes Thibaund ile keman, L. Laurant ve Alexander Cellier ile armoni çalıştı. Paris’teki son iki yılında ise Georges Dandolet’ten kompozisyon dersleri aldı. Paris’teki öğrenciliği sırasında bestecilik yapmaya başladı ve “"La flüte dejâde"” (1928) ve “"Bitlis'in Şarkıları"” (1928) gibi ses ve piyano için küçük yapıtlar gerçekleştirdi.
1930 yılında yurda dönen Ün, babasının müdürlük yaptığı Ankara Musıkî Öğretmen Okulu’nda keman öğretmeni oldu, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na kemancı olarak atandı. 1934’e kadar Ankara’da yaşadı ve keman için gerçekleştirilmiş ünlü yapıtları Türkiye'de ilk kez seslendiren konserler verdi. Bu arada "Kel Emin Türküsü" (1932), "Yosmanın Türküsü" (1932), "Yunus'un Mezarında" (1933) ve "Zile Türküsü" (1933) gibi eserler verdi. Piyano ve flüt için bestelediği "Yunus'un Mezarında" en tanınmış eserlerinden ilk kaydı yapılan Türk eserlerinden biri oldu.
1934 yılında ilk Türk operası Özsoy Operası'nın sahnelenmesi sırasında yaşanan fikir ayrılıkları sonucu Ankara'daki görevinden ayrıldı;İstanbul’a yerleşerek öğretmenliğini İstanbul Muallim Mektebi’nde sürdürdü. Ayı yıl "Türk Dördülü" adını verdiği "Birinci Yaylı Dördülünü yazdı. Türk müziği ile de ilgilenmeye başlayan besteci "İkinci Yaylı Dördülünü makam ve usullerden yararlanarak 1935'te yazdı. Öğretmenliğinin yanı sıra Ferdi Ştatzer ve piyano sanatçısı Verda Kâzım eşliğinde pek çok resital veren sanatçı 1938'de Verda Kâzım ile evlendi.
1945 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda keman öğretmenliğine getirildi ve konservatuvar öğrenci orkestrasını yönetmeye başladı. Bir yandan da İstanbul Şehir Orkestrası'nı konuk şef olarak yönetti, Cemal Reşit Rey'in çalışmalarına destek oldu.
1952'de "Yaylı Üçül"'ü, 1954'te "Obualı Dördül" 'ü yazdı. Bestecinin senfonik orkestra için yapıtları 1955'ten sonra ortaya çıkmaya başladı. İlk konçerto çalışması, 1956’da yazdığı "Korangle Konçertosu" 'dur. Bunu eşine sunduğu "Piyano, Timpani ve Yaylı Çalgılar İçin Konçerto" 'su izledi. 1956'da ayrıca "Yurdum" başlıklı senfonik şiiri yazdı. 1960'ta koro için çok seslendirdiği türkülerle, ses ve piyano için yazdığı marşları bir araya getirerek "Marşlar-Türküler" başlığı altında yayımladı. 1962'de piyano için "Doğaç, Güzelleme, Yiğitleme ve Köçekçe" gibi parçalar yazdı.
1969'da Atatürk Eğitim Enstitüsü'ne atandı. 1975'te yaş sınırı nedeniyle ayrılıncaya kadar bu kurumda görev yaptı. 1971'de karma koro için "Asya'dan Geliş", "Aydın Türküsü" ve Yunus Emre'nin sözlerine dayalı "Ölüm İçin Ağıt" 'ı besteledi. Aynı yıl "Flüt ve Piyano için Sonat" yazarak flütçü Nazım Acar'a sundu. 1973'te konservatuvar öğrencilerinden oluşan orkestraların seslendirmesi için "Eğitim Senfonisi" ’ni yazdı.
Emekli olduktan sonra 1976’da "İkinci Piyano Konçertosu"'nu besteledi. 1978'de yazdığı obua ve piyano için Sonatin'ini Ayser Vançin'e, obua ve klarnet için bestelediği Söyleşi'sini yine obuacı Ayser Vançin ve eşi klarnetçi Eric Schmid'e adadı.1979 yılında öğrencileri Cem Küçümen, Önder Arık ve Şadi Ensari'den oluşan İstanbul Gitar Üçlüsü'nün kurulmasına öncülük etti. 1981'de Atatürk'ün doğumunun 100. yıldönümü nedeniyle "Atatürk'e Armağan" adlı orkestra eserini tamamladı. 77 yaşında Dublin'de hayatını kaybetti.
Eğitimciliği.
Eğitimciliğe büyük önem veren Ün; sadece konservatuvarda değil, ortaokul ve liseler dahil pek çok kurumda eğitimci olarak çalıştı; ve eğitsel amaçlı çok sayıda kitap yazdı. 1951'de Tahir Sevenay ile birlikte "Okullarda Güzel Müzik" kitabını, 1958'de gene Tahir Sevenay ile birlikte "Ortaokullarda Müzik' adlı ikinci kitabı yayımladı; bu kitap ortaokullarda ders kitabı olarak kabul edildi. "İlkokullarda Müzik" (1962); "Gençlik İçin Çoksesli Türküler" (1965) ve "Liselerde Müzik" (1965) başlıklı ders kitaplarının da yazarıdır.
Besteciliği.
Fransa’daki öğrencilik yıllarında izlenimciliğin etkisinde besteler yapan sanatçı, daha sonra Henri Bergson’un felsefesine yakınlık gösterdi; 1934 yılından sonra ise makamsal müzikten yararlanmıştı. Besteciliğinin son dönemi kabul edilen 1965 sonrası yapıtlarında “doğu mistisizmi”ne özgün bir yaklaşım getirdi. Türk Beşleri ile aynı dönemi paylaşmış olduğu halde, kendi kişiliği içinde bir bağımsız bir bestecidir.
Eserleri.
Ekrem Zeki Ün’ün yapıtlarının yayın ve seslendirme hakları ailesindedir. Ün’ün başlıca yapıtları şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11700",
"len_data": 5153,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.45
}
|
Bülent Arel (23 Nisan 1919, İstanbul - 24 Kasım 1990; Stony Brook, New York), Türk bestecidir.
Uluslararası literatürde elektronik müziğin öncü bestecilerinden olarak yer alan Arel, Colombia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi'nin kuruluşunda önemli pay sahibidir.
Ressam Müzdan Arel'in oğludur. 1939 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’na giren Arel, Ferhunde Erkin ile piyano, Necil Kazım Akses ile kompozisyon çalışmış, 1947’ de konservatuvarı bitirmiştir. 1950'den sonra Gazi Eğitim, Ankara Radyosu ve konservatuvardaki görevlerinin yanı sıra, orkestralar yönetmiş, piyanist olarak resitaller vermiş, eşlikçilik yapmış, korolar kurmuş, tonmayster olarak çalışmıştır. Bu yıllarda Helikon adlı derneğin kurucuları arasına katılmış, derneğin yaylı çalgılar orkestrasıyla Barok dönemden çağdaş müziğe uzanan zengin bir repertuvarın tanınmasına öncülük etmiştir.
Bülent Arel'in çocukluğundan beri uçak ve uçmaya meraklıydı. Yaşamının son yıllarında aldığı pilotluk ehliyetiyle ABD'de kiralık küçük uçaklar kullanmak onun en büyük zevklerinden biri olmuştur. Yine çocukluğundan beri radyolara merak salmıştı: ortaokuldayken evinde kurduğu atölyede bozuk radyoları onarmış, kimi radyoları da demonte edip yeniden montajını yapmıştır. Onun elektronik müziğe duyduğu tutku, işte bu radyo ve daha sonraki elektronik aygıtlara olan merakıyla desteklenmiştir.
Müzik tarihçisi ve eleştirmeni Filiz Ali, 1959'da Arel'in Rockefeller bursuyla gittiği New York'ta Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi'nin kuruluşunda öncelikli bir yeri olmasının nedenini, Edgar Varese, Vladimir Uçasevski, Milton Babbitt ve Otto Leiuning gibi elektronik müzik bestecilerinin hepsinden daha fazla pratik, teorik bilgi ve beceriyle donanmış bulunması ve bu birikimi yaşama kolayca geçirebilmesi olarak açıklar.
Arel, 1962'de Türkiye'ye dönmüş ve ABD'deki birikimini Türkiye'ye aktarmak istemiştir. 1962-65 yılları arasında Ankara Radyosu Müdürlüğü'nü yaparken bir yandan da konservatuvar ve Gazi Eğitim'de öğretmenliği sürdürmüş, ama asıl Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde bir "elektronik müzik merkezi" kurmak için çaba göstermiştir. Bu amaç gerçekleşmeyince 1965 yılında yeniden ABD'ye giderek orada yerleşmiştir.
Besteci, ilk yapıtlarını 1950'lerde üretmiştir. Bu yapıtlar, genelde izlenimci akımın etkisindedir. 1957 yılından sonra ise Schönberg'in "on iki ton" yöntemine yönelmiş ve elektronsal gereçleri de kullanmaya başlamıştır. ABD'deki yaratıcı serüveni ise önce 1959-62 arasını, sonra da 1963'ten 1990'da öldüğü güne kadar süren iki dönemi kapsar. İlk dönemde Arel, Elektronik Müzik Merkezi'nde dersler vermiş, elektronik müzik laboratuvarında yeni yöntemler bulmuş ya da geliştirmiş ve 15 dolayında yapıt bestelemiştir. 1965 yılından sonra ise Yale Üniversitesi'nin elektronik müzik laboratuvarını kurmuş, New York Devlet Üniversitesi'nde (State University of New York, SUNY) Stony Brook'ta profesör olarak dersler vermeye başlamıştır.
Arel'in yapıtları üç grupta değerlendirilebilir:
Türkiye'de yaşadığı yıllarda, film ve TV müzikleri ile dans toplulukları için yazdığı müziklerin yanı sıra, çocuklar için de müzikli oyunlar yazmıştır.
ABD'de ölen Bülent Arel'in yapıtlarının hakları, American Composers Alliance'a aittir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11701",
"len_data": 3211,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.67
}
|
Gürer Aykal (22 Mayıs 1942, Çifteler, Eskişehir) Türk orkestra şefi. 1988'den beri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefliğini, ayrıca Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın genel müzik direktörlüğünü ve daimi şefliğini yapmaktadır.
Yaşam öyküsü.
Eskişehir Mahmudiye’de doğdu. Babası, Çifteler Köy Enstitüsü müzik öğretmeni Tevfik Aykal’'dır. Müziğe babasının verdiği derslerle başlayan Aykal, 1953 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı'na girdi. Necdet Remzi Atak’ın öğrencisi olarak keman bölümünü bitirdikten sonra kompozisyon bölümüne geçerek Adnan Saygun’un sınıfından mezun oldu.
Eğitim.
Şeflik öğrenimini yurt dışında yapan Aykal, 1969’da kompozisyon bölümünü bitirip orkestra yönetim uzmanlığı için devlet bursu ile İngiltere'ye gönderildi. Londra'da Guildhall Müzik Okulu yüksek yöneticilik sınıfında ve Royal Academy’de; İtalya’da Academia Chiciana ve Roma’daki Santa Cecilia’da çalışmalarını tamamladı. Orkestra şefliği alanında tecrübelerinden yararlandığı isimler arasında George Hurst, Andre Prévin ve Franco Ferrara gibi ünlü şefler vardır.
İngiltere’de Royal Academy’yi bitirdiğinde, bu diplomayı 21 yıl içinde almayı başaran ilk kişiydi. Türkiye’de yasal olarak atanan ilk orkestra şefi oldu ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şef yardımcılığına atandı. Santa Cecilia Konservatuvarı’ndan onur derecesiyle mezun olmuştur.
Kariyer.
Sanatçı, 1973 yılında yurda dönmüş, kazandığı başarılarla “Devlet Sanatçısı” unvanıyla onurlandırılmıştır (1981). 1999’da kendi isteğiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan ayrıldı, bu dönem Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nı kurdu. 2000–2004 yılları arasında Antalya Orkestrası’nı kurup geliştirdi. ABD’de toplam 16 yıl şeflik ve genel müzik direktörlüğü yapan Aykal, 1991–2003 yılları arasında El Paso Teksas Senfoni Orkestrası Daimi Şefliği’ni ve Genel Müzik Direktörlüğü’nü yürüttü ve ayrıca “Profesör Emeritus” unvanı aldı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın daimi şefi Gürer Aykal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne (MSGSÜ) kadrolu profesör olarak atandı (2006). Aynı zamanda konservatuvarın 'Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Anasanat Dalı Başkanlığı' görevini de üstlenen Gürer Aykal, Borusan İstanbul Filarmoni'nin Daimi Şefliği görevini ve Genel Müzik Direktörlüğünü de yürütüyor.
Aykal’ın eğitimci yönü, yurt içi ve yurt dışında diğer üniversitelerdeki orkestra şefliği profesörlüğünü de kapsamaktadır. ABD’de Indiana (Bloomington) Üniversitesi, Teksas Tech ve UTEP Üniversiteleri’nde ileri orkestra şefliği dersleri veren Aykal hâlen Bilkent Üniversitesi’nde bu görevi sürdürmektedir.
Uluslararası performanslar.
Yurt dışında da birçok orkestrayı konuk şef olarak yöneten Aykal’ın kariyerinde yer alan orkestralardan bazıları şunlardır:
Çoğunluğu Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasıyla eşlik ettiği ünlü solistlerden bazıları şöyle sıralanabilir:
Gürer Aykal, Türk bestecilerinin bazı yapıtlarının dünyada ilk seslendirilişini de gerçekleştirmiştir. Bu yapıtlar arasında Adnan Saygun’un 4. Senfoni’si, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan’ı, Conserto da Camera’sı, 2. Piyano Konçertosu, Orkestra çeşitlemeleri; Necil Kazım Akses’in 2. Senfoni’si, “Bir Divandan Gazel”i; Ferit Tüzün’ün Çayda Çıra Bale Suiti; İstemihan Taviloğlu’nun “Klarnet Konçertosu”; Muammer Sun’un “Hıdırellez” bale müziği ve “Kurtuluş” filminin müziği bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11702",
"len_data": 3331,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.42
}
|
Doğan Naci Aksan (1929, İzmir - 12 Mayıs 2010, Ankara), Türk dilbilimci, eğitimci.
Aksan, İzmir'de doğmuş Ankara Yenişehir Mimar Kemal İlkokulu'nda öğrenci olmuş, Elazığ'da, Mezre Orta Okulunda orta öğrenimini sürdürmüş, 1948'de Ankara Atatürk Lisesi'nden sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden (DTCF) 1952 yılında mezun olmuş ve aynı yıl DTCF'de akademik kariyerine asistan olarak başlamıştır. 1972 yılında DTCF dilbilim profesörü olmuştur. Aktif eğitimcilik ve öğretim üyeliği yaşamını 1996 yılında emekli olarak tamamlamıştır.
Türkiye'de dil biliminin kurucusudur. Aksan, akademik kariyeri dışında Türk Dil Kurumu'nda Dil Bilimi ve Dil Bilgisi Kolu Başkanlığı gibi görevlerde de bulunmuştur. Türk Anlam Biliminin en önemli temsilcilerindendir.
Türkiye Bilimler Akademisi'nin 1998 Yılı Hizmet Ödülü'nü de almıştır. Prof. Dr. Doğan Aksan, uzun süreli hastalığının ardından 12 Mayıs 2010 tarihinde, 81 yaşında Ankara'da ölmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11703",
"len_data": 933,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.4
}
|
Reşat Çiğiltepe (1879; İstanbul - 27 Ağustos 1922; Çiğiltepe, Sandıklı), Türk asker.
Büyük Taarruz sırasında Çiğiltepe'yi söz verdiği saatte alamaması üzerine intihar etmiş ünlü komutandır. Reşat Bey, I. Dünya Savaşı'nda üstün kahramanlıkları ile dikkat çekti. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında yarbay rütbesi ile I. ve II. İnönü ve Sakarya muharebelerine katıldı. Son olarak 57. Tümen Komutanlığı görevine atandı. Büyük Taarruz'un ikinci gününde Çiğiltepe'yi geri alma emrini Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya söz verdiği sürede yerine getiremeyince intihar etti. Ölümünden sonra kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile onurlandırıldı. Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından ailesine "Çiğiltepe" soyadı verildi. Albay Reşat bey olarak da bilinmektedir.
Yaşamı.
1879'da İstanbul'da doğdu. Babası Süleymaniye mutasarrıflığından emekli "Ziya Paşa", annesi Şevkiye Hanım'dır. Babası, doğumunun ertesi senesi hayatını kaybetti.
1893 yılında girdiği Harp Okulunu 1896'da bitirerek ordunun farklı komuta kademelerinde görev yaptı. Balkan Savaşları'na katıldı, Yanya savunmasında yaralandı; bu görevdeki başarısından ötürü binbaşı rütbesine terfi etti. 1915 yılında seferberliğin ilanından sonra Çanakkale Cephesi'nde görevlendirildi.
I. Dünya Savaşı.
I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra 17. Alay Komutanlığı görevine getirildi. Bu görevdeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynadı ve 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazandı. Ayrıca 5. ve 4. rütbeden Mecidi Nişanı, Gümüş Muharebe, Liyakat, Tahsiliye, Alman ve Avusturya Harp, Demir Haç Nişanı ile taltif edildi. 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde görevlendirildi.
1918'de İngilizlere esir düştü. Aralık 1919'da bir yıllık esaretten kurtulduktan sonra İstanbul İkinci Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi üyeliğine verildiyse de dilekçe verip Türk Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere İnebolu üzerinden Ankara'ya geçti.
Kurtuluş Savaşı.
Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı'na atandı. Yarbay rütbesi ile I. ve II. İnönü ve Sakarya muharebelerine katıldı. 1 Mart 1922 yılında Miralay rütbesine terfi etti ve 57. Tümen Komutanlığı görevine atandı. Bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taarruz'un ikinci gününde, muharebenin kaderini etkileyecek en kritik mevkilerden olan Sincanlı Ovası'ndan Dumlupınar'a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan Çiğiltepe'yi düşmandan temizlemesi emredildi. Ne var ki bu tepenin önemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı General Nikolaos Trikupis başarılı bir direniş gösterdi. 27 Ağustos 1922 sabahı Mustafa Kemal Paşa'ya telefonda kuşattıkları tepeyi yarım saat sonra alacaklarını bildirmesine rağmen bunu başaramayınca intihar ederek hayatına son verdi. Çiğiltepe, Reşat Bey'in intiharından birkaç saat sonra düşmandan temizlendi.
Ölümünden sonra.
Reşat Bey'in cenazesi, bir gün sonra Sandıklı Hastanesine getirildi ve yıllarca bu ilçedeki anıtlı kabristanında yattı. Naaşı, 1988 yılında Ankara Devlet Mezarlığı'na nakledildi. Sandıklı halkı şehidin nakline karşı çıkmış ancak o günün şartlarında fazla direnememişti. Sandıklı'daki mezar boş olmasına rağmen hâlâ muhafaza edilmektedir.
Vefatının sonrasında TBMM kendisi adına ailesine kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası takdim etti. Soyadı Kanunu çıktığında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından ailesine "Çiğiltepe" soyadı verildi. Çiğiltepe'de onun ve hayatını kaybeden diğer askerlerin anısına yaptırılan şehitlik, 22 Haziran 1996 tarihinde hizmete açıldı. Girişte Reşat Bey'in bronz bir büstü bulunur.
Hayatı emekli Tümgeneral Cihangir Akşit tarafından "Çiğiltepe: Miralay Reşat Bey ve Vatan Savunmasında 27 Yıl" adıyla romanlaştırıldı.
Albay Reşat Çiğiltepe'nin adı, Ankara-Mamak'taki ortaokula verilmiş olsa da daha sonra 2020'de adı bu okuldan silinmiş ve yerine okula bağış yapan kişinin adı verilmiştir.
Ankara Büyükşehir Belediyesi Meclisinin 14 Aralık 2020 tarihinde toplantısındaki 1796 no.lu karar ile Kurtuluş Savaşı askerlerinden biri olan Reşat Çiğiltepe isminin Mamak ilçesi sınırları içerisinde bulunan ortaokuldan silindiği ve isminin yaşatılması için uygun görülecek cadde ve sokakta değerlendirilmesi istenildiğinden Mamak ilçesi, Ekin ve Başak mahalleleri; Altındağ ilçesi, Battalgazi ve Beşikkaya mahalleleri sınırları içerisinde bulunan isimsiz köprülü kavşağın adının "Reşat Çiğiltepe Alt Geçidi" olarak isimlendirilmesine oy birliği ile karar verilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11709",
"len_data": 4550,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.31
}
|
İspinozgiller (Fringillidae), ötücü kuşlar (Passeriformes) takımından 10–20 cm uzunluğunda, tohum yemeye uyarlanmış konik gagalı, yuvarlak kanatlı kuşları içeren kuş familyası. Tohumların dışında çeşitli bitkisel maddelerle ve ara sıra böceklerle beslenir, yeryüzünün hemen her yerindeki ormanlık ve çalılık alanlarda sürüler halinde yaşarlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11714",
"len_data": 343,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Carduelis, Fringillidae familyasına bağlı bir hayvan cinsidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11715",
"len_data": 62,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.78
}
|
Baştankaragiller ya da Paridae, ötücü kuşlar takımına ait bir familya.
Taksonomi ve sistematik.
Paridae familyasının Johansson et al. (2013) araştırmasına dayanan filojenisini gösteren kladogram:
Türler.
Familya: PARIDAE
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11717",
"len_data": 220,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.84
}
|
Baştankara ("Parus"), ötücü kuşlar takımından, baştankaragiller familyasından, renkli ve küçük kuşları kapsayan bir cins.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11718",
"len_data": 121,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.44
}
|
WTA kelimesinin farklı anlamları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11725",
"len_data": 33,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.28
}
|
Meluncan, ABD'nin güneydoğu eyaletlerinde, daha ziyade orta Apalaşya'nın Cumberland Gap yöresinde yaşayan bir takım toplulukları tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Popüler anlamda Meluncan halkının yerli, Afrikalı Amerikalılar ve diğer etnik gruplarla karışmış, "tam beyaz" olmayan gruplardan oluştuğu inanışı bulunmaktadır. 7. Başkan Andrew Jackson'ın koyduğu yasalar nedeniyle sadece beyazlar, zenciler, melezler ve Kızılderililer rahat yaşayabiliyordu. Bu yüzden Meluncanların tüm yasal hakları elinden alınmış, evleri okulları yakılıp yıkılmıştır. Toplum içinde dışlanmışlardır.
Son senelerde, Meluncan halkının kökenine ilişkin, N. Brent Kennedy'nin yaptığı araştırmalar neticesindeki iddiaya göre, bu insanların ortak kökeni 16. yüzyılda İnebahtı Deniz Savaşı'nda Portekiz veya İspanyollara esir düşen ve sonrasında Amerika'ya getirilen 400 kadar Osmanlı leventine dayanmaktadır.
Meluncan sözcüğünün kökeni bilinmemesine karşın yaygın kanı, bunun Fransızca karışık anlamina gelen "mélange" sözcüğünün bir bozumu olabileceğidir. Türk tezine göre ise bu kelimenin aslı, Osmanlıcada "melun can", yani ‘lanetlenmiş can’dır.
Türkiye'de "Meluncan" şeklindeki yazım yaygındır. Abraham Lincoln ve Elvis Presley'in meluncan olabileceği bilinmektedir.
ABD'nin 1996 - 2005 yılları arasında görev yapan İstanbul Başkonsolosu David Arnett, baba tarafından %25 Türk olduğunu ve atalarının Meluncan olabileceğini söylemiştir.
Kökenleri.
Meluncan halkının aşağıdaki etnik kökenlerden oldukları iddia edilmiştir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11726",
"len_data": 1507,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Kelime anlamı olarak çoğalması istenilen, artmış anlamına gelir. Günümüzde bu anlamıyla fazla kullanılmamaktadır. Bir edebiyat terimi olarak, her dizesine bir küçük dize eklenmiş divan edebiyatı nazım türünü ifade eder. Günümüzdeki kullanımı yaygın olarak edebiyat terimine işaret eder. Bir uzun, bir kısa şekilde yazılan divan edebiyatı nazım şeklidir. Murabba, muhammes, rubai, kıta, beyit gibi şekillerle birleştirilerek yazılgelmiştir. En çok "gazel müstezat" şeklinde yazılmıştır. Bir nazım şeklinin her mısrası veya her beytinin sonuna aynı ölçüde bir kısa mısra ekleyerek meydana getirilir. Eklenen kısa mısralara "ziyade" denir. Türk edebiyatına Arap edebiyatından geçmiştir. İlk örnekler Nesimi'ye aittir. Şeyhi, Nevai, Necati gibi birçok şair de müstezat yazmıştır.
Örnek.
Müstezat- ı Necati Beğ
Kapunda beni istemeyen derbeder olsun
Olsun begüm olsun
Bin zar oluban derd ile benden beter olsun
Olsun begüm olsun
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11727",
"len_data": 922,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.28
}
|
Açılmak ya da coming out, kişinin cinsel yönelimini veya cinsel kimliğini, uygun gördüğü kişilere, "kendi isteğiyle" beyan etmesi. İngilizce coming out of closet (dolaptan "[saklandığı yerden]" çıkmak) kavramının kısaltması olan bu terim Türkçede de kullanılmaya başlanmıştır. Outing (ortaya çıkarmak) ise, eşcinsel bir bireyin cinsel yöneliminin, "kendi isteği olmaksızın", topluma ifşa edilmesidir. Bu duruma maruz kalmış ünlü kişiler arasında daha önce evlenip baba olmuş, cinsel yönelimi öğrenildiğinde toplum tarafından yargılanmış şarkıcı Elton John ve yazar Oscar Wilde da vardır.
Eşcinseller genellikle heteroseksüel çevrelerden kabul görme ve toplumsal baskılardan mümkün olduğunca kaçınma amacıyla heteroseksüel davranış sergilemektedir. Bu; evlilik dâhil olmak üzere çeşitli heteroseksüel ilişkileri içerebilir. Genellikle evli veya uzun süreli heteroseksüel bir ilişkinin içerisinde olan; cinsel yönelimini, ayrımcılıktan ve reddedilmekten korunmak amacıyla saklayan eşcinsellere “Down Low” denilmektedir.
Tarihçe.
Coming Out fikri ilk defa 1869 yılında Alman eşcinsel hakları avukatı Karl Heinrich Ulrichs tarafından ortaya atılmıştır. Ulrichs; görünmezliğin, halkın eşcinsellik hakkındaki önyargılarını yıkmanın önündeki büyük bir engel olduğunu savunmuş ve eşcinselleri açılmaları için teşvik etmiştir.
Yahudi-Alman asıllı doktor Iwan Bloch, "Das Sexualleben unserer Zeit in seinen Beziehungen zur modernen Kultur" (Günümüzün Cinsel Yaşamının Modern Uygarlıkla İlişkisi) (1906) adlı yapıtında, yaşlı eşcinsellerin aile üyeleri ve yakınlarına açılmalarının gerekliliği üzerinde durmuştur.
"The Homosexuality of Men and Women" (Erkeklerin ve Kadınların Eşcinselliği) (1914) adlı başyapıtında bu konuya tekrar değinen Magnus Hirschfeld; çeşitli siyasal, politik ve sosyal mevkilerdeki binlerce eşcinsel kadın ve erkeğin açılmasının önemini vurgulamıştır. Hirschfeld, bu adımın parlamenterleri ve toplumu eşcinsellik ve eşcinsel hakları lehinde etkileyebilecek önemli bir kilometre taşı olduğunu savunmuştur. Bu vesileyle dolaptan çıkan ilk önemli kişi, Amerikalı şair Robert Duncan'dır. Robert Duncan, 1944 yılında "Politics" dergisinde kendi adını kullanarak “eşcinsellerin bastırılmış bir azınlık olduğunu” belirtmiştir.
Donald Webster Cory, "The Homosexual in America" (Amerika'daki Homoseksüeller) (1951) adlı yapıtıyla, Amerika'da yeni gelişmeye başlayan homofil hareketleri ve homoseksüel özgüveni uyarıcı etki yaratmıştır. Cory, yazılarında sahte isim kullanmakla birlikte; gayet içten ve samimi anlatımlarıyla dikkat çekmeyi başarmıştır. Kitabında, "Coming Out" ile ilgili yazdığı en çarpıcı cümleleri şunlardır: “Toplum bana giymem için bir maske uzattı. Nereye gitsem, her zaman ve her yerde; toplumun her kesiminde rol yapıyorum.”
Yine Amerika'da, 1960'lı yıllarda Amerikan ordusunun harita servisinde astronom olarak görev yapan ve homoseksüel davranışları gerekçesiyle ordudan uzaklaştırılan Frank Kameny, sessiz kalmayı reddederek davasını Amerikan Üst Mahkemesi'ne taşımayı başarmıştır. Ordunun eşcinsellik konusundaki yargılarına karşı büyüyen hareketin konuşkan lideri Kameny, gerekçesiz kamu hareketlerine karşı çıkmış ve “Gay is Good” sloganını kullanmıştır. Bu slogan daha sonra Jeff Buffetti tarafından da kullanılmıştır.
Önemi.
“Eşcinsellerin cinsel yönelimlerini ve eşcinsellik hakkındaki görüşlerini başkalarıyla paylaşması, ruh sağlıkları için önemlidir.” Aslında gey, lezbiyen ve biseksüel insanlar için kişisel gelişim süreci “Dolaptan Çıkma” olarak adlandırılmış ve bunun psikolojik gelişmeyle çok güçlü bir şekilde bağlantılı olduğu bulunmuştur. Eşcinsel bir kişi; gey, lezbiyen veya biseksüel kimliğine ne kadar çok sahipse ruh sağlığı ve özgüveni o kadar gelişmiş olur.
Zorlukları.
Genellikle gey, lezbiyen ve biseksüel insanlar cinsel yönelimlerinin topluluk normlarından farklı olduğunu anladıklarında kendilerini korkmuş, yalnız ve farklı hissederler. Bunun bir faz olduğuna, iyileştirilebilir bir durum olduğuna inanabilir veya dini/ahlaki nedenlerden ötürü reddederler. Bu süreç özellikle çocukluk veya ergenlik çağındaki eşcinseller için geçerlidir.
Çoğu zaman önyargıların ve basmakalıpların zararlı etkilerine karşı savunmasız olan eşcinseller; aileleri, arkadaşları, iş arkadaşları, okul arkadaşları veya dini kurumlar tarafından reddedilmekten korkmaktadır. Bunun yanı sıra işlerini kaybetme ve okulda yönelimlerinin fazlaca bilinmesinden dolayı kötü muamele görme riskleri vardır.
Gey, lezbiyen ve biseksüel insanlar fiziksel saldırıya ve zorbalığa muhatap olmak bakımından heteroseksüel insanlardan çok daha fazla risk altındadır. Kaliforniya'da 1990'lı yıllarda yapılan çalışmalar, lezbiyenlerin neredeyse beşte birinin, gay erkeklerin de dörtte birinden fazlasının cinsel yönelimlerinden dolayı bir nefret suçunun kurbanı olduğunu göstermektedir. Bir başka Kaliforniya çalışmasında ise araştırmaya katılan yaklaşık 500 gencin yarısının isim takmadan, fiziksel şiddete kadar varan anti-gay saldırılara maruz kaldıkları bildirilmiştir.
Coming Out süreci.
Coming Out sürecini tanımlayabilmek amacıyla birkaç model hazırlanmıştır. Dank, 191; Cass, 1984; Coleman, 1989; Troiden, 1989 bunlardan bazılarıdır. Bu modellerden en geniş çaplı kabul göreni olan Cass kimlik modeli, Vivienne Cass tarafından ortaya atılmıştır. Bu model daha önce Coming Out sürecini başarıyla tamamlamış bireylerin uyguladığı 6 farklı aşamadan oluşmaktadır. Bu aşamalar: kimlik karışıklığı, kimlik karşılaştırması, kimlik toleransı, kimlik kabulü, kimlik gururu ve kimlik sentezidir.
2006 yılında İstanbul'da 393 eşcinsel ve biseksüel birey üzerinde Lambdaistanbul tarafından yapılan bir anket çalışmasına göre katılımcıların %66'sı yani 258 kişi açılma sürecinde emin misin sorusuyla karşılaşırken 204 kişi yani %52'si açılırken çevresindeki kişilerin psikologa ya da psikiyatra görün önerisiyle karşılaşmış, %31'i yani 120 kişi bana aşık mısın sorusuyla karşılaşmış %43'ü yani 170 kişi çocukluğunda çok mu sorun yaşadın sorusuyla, %35'i yani 126 kişi karşı cinsiyetin kötü davranışlarına mı maruz kaldın sorusuna, %35'i yani 137 kişi eşcinsellerden etkilenmişsindir yorumuna, %75'i yani 295'i hiç onlara benzemiyorsun yorumuna, %54'ü yani 212 kişi hiç onlara benzemiyorsun yorumuna, %44'ü yani 171 kişi küçüklüğünde tacize mi uğradın sorusuna, %62'si yani 242'si geçici bir dönemdir bu yorumuna, %78'i yani 308'i aktif misin pasif mi sorusuna, %71'i yani 281 kişi nasıl sevişiyorsunuz sorusuna maruz kalmışken %50'si yani 196'sı açılırken çevresindeki kişilerin konuyu geçiştirip susuşuyla karşılaşmıştır.
Notlar.
1. Bloch, Ivan. "Das Sexualleben unserer Zeit in seinen Beziehungen zur modernen Kultur, 1906. İngilizce çevirisi: "The Sexual Life of Our Time in Its Relations to Modern Civilization", 1910.
Kaynakça.
* Johansson&Percy, p.24
* Donald Webster Cory on glbtq.com
* Gross, p. 15
* https://web.archive.org/web/20060506203637/http://www.2multiples.com/compd/
* http://www.goddessmoon.org/gaylesbian/coming_out_of_the_broom_closet.html
2.http://www.apa.org/topics/orientation.html#moreinfo
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11728",
"len_data": 7036,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.75
}
|
Object Pascal Turbo Pascal'dan sonra Borland firmasının çıkardığı bir programlama dilidir. Delphi isimli geliştirme ortamının da temel aldığı nesne yönelimli programlama dilidir.
Zamanla Delphi ile Object Pascal kavramları birbirine karışsa da Delphi, Object Pascal programlama dilini kullanan ve programcılara VCL teknolojisi yardımıyla program yazmalarını sağlayan IDE'nin adıdır.
Artık programcılar bu programla, adından da belli olduğu gibi, nesne yönelimli programlamaya başlamışlardır. Kullanımı Turbo Pascal'dan daha kolaydır.
Tarihsel Gelişim.
Object Pascal, 1980'lerin sonunda Borland tarafından Turbo Pascal'ın bir uzantısı olarak tanıtıldı. Turbo Pascal, o dönemde özellikle eğitim ve küçük ölçekli uygulama geliştirme alanlarında popüler bir dil olmuştu. Ancak, yazılım endüstrisinin nesne yönelimli programlamaya doğru evrilmesiyle birlikte Borland, Turbo Pascal'ı genişleterek Object Pascal'ı geliştirdi.
1995 yılında Borland, Delphi adlı yeni bir IDE'yi piyasaya sürdü. Delphi, Object Pascal dilini temel alarak geliştirilmişti ve Visual Component Library (VCL) adlı bir bileşen kütüphanesiyle birlikte geliyordu. VCL, programcıların hızlı bir şekilde grafiksel kullanıcı arayüzü (GUI) uygulamaları geliştirmesine olanak tanıyordu. Bu özellik, Delphi'yi özellikle Windows platformunda hızlı uygulama geliştirme (RAD) araçları arasında öne çıkardı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11731",
"len_data": 1362,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.76
}
|
B programlama dili Ken Thompson ve Dennis Ritchie tarafından takriben 1969 yılında geliştirilmiş bir programlama dilidir. B dili, tip desteği olmayan ve yorumlanarak çalışan bir dildir. B diline veri tipi ve derlenme desteği getirilerek C programlama dili oluşturulmuştur.
B dili değişkenleri pointer olarak kullandığı için kullanımı görece zor bir dildir. İnsanların zaten karmaşık olan değişken yapısını daha da zor hale getirdiği için değişkenlere tip tanımlayabilen C dili yazılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11732",
"len_data": 489,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.78
}
|
Balık kartalı ("Pandion haliaetus"), monotipik balık kartalıgiller (Pandionidae) familyasından balıkla beslenen yırtıcı bir kuş türü. İri, uzun kanatlı, suya dalarak avlanan bir avcıdır.
Osprey sözcüğü, Latince "Kemik Kıran" anlamındaki ossifragus'dan gelir. Pandion, mitolojideki Athena'dan, haliaetus Yunanca "Deniz" ve "Balık" sözcüklerinden ("Hals" ve "aetus") gelir.
Özellikleri.
Suya dalabilen tek yırtıcı kuştur. Beyaz gövdesiyle ve özgün uçuşuyla hemen tanınır. Alttan kanat örtüleri ve gövdesi beyaz, el bileği lekesi koyu renklidir. Kanatları uzundur, el bileğinden aşağı kıvrık tutulur, önden bir martı gibi m şekli oluşturur.
Balık kartalı iyi bir balık avcısıdır. Sıklıkla asılı kalarak, bazen süzülerek avlanır. Genellikle tamamen suyun içine girer. Su derinliğinden yaklaşık 1 metre derine dalabilirler. Yakaladığı balığın kafasını öne doğru tutar. Hemen hemen sadece balıkla beslenir. Diyetinde kurbağa, yılan gibi yiyecekler olabilir. Her zaman suya yakında bulunur, sadece göç sırasında uzaklaşır. Üreyen bireyler avlanma sırasında yuvadan 14 km uzaklaşabilir. Üremeyen bireyler 10 km alanda beslenebilirler. Yuvaları genelde deniz kenarına yakındır, sıklıkla da kuru ağaç tepelerindedir. Bazen yerde, sığlık bir adacıkta yuva yapabilirler.
Ötüşü ince ve yumuşak bir 'pip-pip-pip'dir.Yetişkinleri 1,4 kg boyları ise 50–65 cm'ye ulaşır.
Tüyleri.
Normalde koyu renkli olan tüylerinin tamamı beyaz olduğu bireyler rapor edilmiştir. Fransa ve Kuzey Amerika'da melanist bireyler de gözlemlenmiştir.
Yaz ve kış boyunca tüy değiştirir, göç sırasında bunu durdururlar. Yırtıcılarda tipik olarak tüy değişimleri her yıl tüm primerlerde olur. Sekonderler genellikle iki yılda bir yenilirler. Yeniler ve sonraki sekonderlerin boyları aynıdır. Yaşlı kuşlarda tüy değişimi asimetrik ve rastgeledir. Gençlerde tüy değişimi kışın 5-7 aylık olduklarında başlar.
Uçuş.
Oldukça esnek kanatlarıyla, düzenli, sığ ve yavaş kanat vurarak güçlü bir uçuşu vardır. Süzülerek yükselirken ve kayarak uçarken kanatlarını martı gibi bükük tutar. Vücut düzeyinin altnıda tuttuğu kanatlarını el bileğinden öne kaldırır, kanat uçlarını sivri şekilde aşağı ve geriye doğru tutar. Süzülerek yükselirken bazen kanatlarını düz tutar. Suyun üzerinde avlanırken sıklıkla havada asılı kalır.
Yaşam şekli.
Bir martı gibi uçar, avlanırken sıkça havada asılı kalır, suya tamamen dalan tek yırtıcı kuştur. Çoğu kez elektrik direklerine ve ölü ağaçlara tüner. Tüm Dünya'da yayılmıştır ve suyun yakınındaki (göller, nehirler, deniz kıyıları)nda bulunurlar. Başlıca üreme noktaları Avrupa'dır. Az sayıda lokal olarak İskoçya, Orta Avrupa, Portekiz'in güneybatı noktalarıdır. Kanarya adalarında üreme kolonileri vardır.
Yaşama alanı.
Kışın büyük ve tatlı acı göller, lagünler ve deniz kıyısında bulunur.
1960 larda balık kartalı popülasyonu DDT kullanımı sonrasında azalmıştır.DDT kullanımı yumurtadaki kalsiyum içeriğini ve kabuk kalınlığını azaltmıştır ve kolayca kırılmasına neden olmuştur.DDT kullanımının kısıtlanmasıyla yeniden popülerliği artmıştır. Yapay yuvaların kullanılması üreme başarısını %45.9'dan %62.9'a çıkarmıştır.
Yumurta, kuluçka, tüylenme.
Göl ve nehirlerin çevresindeki ormanlık ve turbalık arazide ve kayalık adalarda ürer, ağaç tepelerinde ya da zeminde yuva yapar. Balık kartalları genellikle tek eşlidir. Bazen bir erkek iki dişi olabilir. Bir erkek, iki yuva görülür. Göçmen Balık kartallarının çoğu Nisan-Mayıs ayları başında 2-4 yumurta yaparlar (Kur dönemi mart sonu, Nisan başı). Kuluçka süreleri 5-6 haftadır.
Erkek yavru ve dişinin beslenmesini sağlar. Her gün 60-100 gr lık 3-1 balık getirir. Ortalama 1.1,1.3 civciv tüylenmelerini tamamlar. Tüylenme süresi yaklaşık 2 aydır (48-59 gün). 7-17 ayda bağımsız hale gelirler. Yerleşik balık kartalları kışın kuluçkaya yatar.
Avcıları.
Timsahların çamur yığınlarında geceleyen balık kartallarını yedikleri bildirilmiştir. Erişken bir balık kartalını sadece baykuşlar (sıklıkla "Bubo virginanus") düzenli olarak öldürebilir. Rakunlar ("Procyon lotor") ve yılanlar, balık kartalı yumurtası ve civcivlerini yiyebilirler.
Yaşam süresi.
Tüylenen 100 kuştan 37'si 4 yıl sonunda canlı kalmayı başarır. Bu sayı 8 yıl sonra 17'ye, 12 yıl sonra da 6-8'e iner. Kaydedilen en fazla yaşam süresi erkekte 25 yıl, dişide 23 yıldır.
Dış bağlantılar.
Balık Kartalı
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11733",
"len_data": 4298,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.47
}
|
Mammaloji, zoolojinin yalnızca memelileri inceleyen alt dalı. 4200'e yakın memeli türünün tarihi, sınıflandırması, anatomik ve fizyolojik özelliklerine odaklanmaktadır. Primatoloji ve setoloji gibi alt dalları barındırmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11734",
"len_data": 227,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.64
}
|
Zübeyde Hanım (1857, Langaza - 14 Ocak 1923, İzmir), Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün annesi.
Ali Rıza Efendi ile evliliğinden altı çocuk sahibi oldu, dördünü çocukluk çağında kaybetti. Eşini kaybettikten sonra Mustafa Kemal ve Makbule'yi yetiştirdi. I. Dünya Savaşı sırasında Selanik'ten ayrılıp İstanbul'a geldi. Millî Mücadele'yi başlatmak üzere Anadolu'ya geçen Mustafa Kemal'i 16 Mayıs 1919 günü İstanbul'dan uğurladı. Oğlu Mustafa Kemal'i üç yıl sonra yeniden görebildi.
Yaşamı.
Ailesi ve çocukluğu.
1857'de Langaza'da doğdu. Toprak işleri ile uğraşan "Sofuzadeler" ailesinden Feyzullah Ağa ile onun üçüncü eşi Ayşe Hanım'ın (Ayşe Molla) tek kızıdır.
Aile kökeni, II. Mehmed zamanında Karaman'dan Rumeli'ye göçüp Selanik ile Manastır'ın arasındaki Vodina Sancağı'na bağlı "Sarıgöl" bucağına yerleşen ve "Konyar" olarak da bilinen Yörük Türkmenlere dayanır.
Zübeyde Hanım, Langaza'da Rapla Çiftliği'nde büyüdü. Çocukluğunda okuma yazmayı öğrendi. Okuryazar olduğu için annesi gibi "molla" lakabı ile anıldı. Muhafazakâr, geleneklerine bağlı, dindar bir kadın olarak yetişti.
İlk evliliği.
Genç kızlık döneminde ailesi ile birlikte Selanik'e yerleşti. Osmanlı Rüsumat (Gümrük) İdaresinde memur olarak çalışan Ali Rıza Efendi ile Selanik'te evlendi. Bu evliliğin tarihi kesin olarak bilinmez.
Çift, evlendikten sonra bir süre Ali Rıza Efendi'nin ailesinin yaşadığı Selanik'te Yenikapı mahallesindeki evlerinde yaşadı. Burada yaşadıkları dönemde Fatma, Ömer ve Ahmet adlı üç çocukları oldu ve Fatma'yı 1875'te difteriden kaybettiler.
Ali Rıza Efendi, 1876'da Osmanlı-Sırp Savaşı'nın başladığı günlerde kurulan "Selanik Askerî Milliye Taburu" adlı gönüllü taburda askerlik yaptı. Aynı yıl, Ali Rıza Efendi'nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi Selanik Olayı'nın ele başlarından olmakla suçlandı ve dağa çıkarak Firarî Ahmet Efendi oldu.
Zübeyde Hanım ile Ali Rıza Efendi, Selanik'ten ayrılarak Ali Rıza Efendi'nin tayin olduğu, Türk-Yunan sınırındaki "Papaz Köprüsü" ya da "Çayağzı" denilen bölgede yaşamaya başladılar. Burası bir yerleşim yeri değil, sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı birkaç ev ile gümrük kontrol noktasından ibaret bir yerdi; yaşam şartları çok ağırdı.
Bir süre sonra memurluktan ayrılarak kereste ticareti ile uğraşmaya başlayan Ali Rıza Efendi, Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahallesi'ndeki pembe boyalı evi yaptırdı. Dördüncü çocuklarına hamile Zübeyde Hanım, rahat bir doğum yapmak için Selanik'e gitti ve 1881'de Selanik'te bir oğlan doğurdu. Ali Rıza Efendi bebeğe, çocukken ölen kendi kardeşi Mustafa'nın hatırasını yaşatmak için "Mustafa" adını verdi.
1883'te Mustafa iki yaşındayken sekiz ve dokuz yaşındaki abileri Ömer ve Ahmet, Papazköprü'de difteriden öldü. Defnedildikten sonra Ahmet'in cesedinin çakallar tarafından parçalanması Zübeyde Hanım'ı derinden etkiledi.
Bu yıllarda yöredeki Yunan eşkıyasının saldırıları yüzünden kereste ticaretinde büyük zarar gören, bir iki defa da eşkiyalar tarafından rehin alınan Ali Rıza Bey, kereste ticaretini bıraktı ve aile tekrar Selanik'te yaşamaya başladı. Zübeyde Hanım ile Ali Rıza Efendi'nin iki çocukları daha oldu. Makbule 1885'te, Naciye 1889'da doğdu.
Kereste işinden sonra tuz ticareti yapan Ali Rıza Efendi, satışlar iyi gitmeyip tuzlar depoda eriyince dükkânı kapadı ve içine kapandı. Memurluğa tekrar girme girişimi başarısız oldu. Kimi kaynaklara göre 1888'de, kimine göre 28 Kasım 1893 tarihinde bağırsak veremi nedeniyle öldü.
Zübeyde Hanım, eşinin kaybından sonra çocukları Mustafa, Makbule ve Naciye'yi büyütme görevini tek başına üstlendi.
İkinci evliliği.
Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi'yi kaybettikten sonra pembe boyalı evin yanındaki küçük bir eve geçti. Pembe Ev'i kiraya vererek bu gelir ile yaşamını sürdürdü. Üvey kardeşi Hüseyin Bey'in Langaza'daki bir çiftlikte kâhyalık yaptığı dönemde çocuklarıyla çiftliğe gitti. Bir süre sonra Mustafa'nın okulu nedeniyle Selanik'e döndü.
Kardeşi Hüseyin'in aracı olması ile Teselyalı Lalot oğlu Ragıp Bey, birkaç defa Zübeyde Hanım ile evlenmek istediyse de o, oğlu Mustafa'nın tepkisi nedeniyle önce reddetti. Ardından teklifi kabul etti ve dört çocuklu dul bir bey olan reji memuru Ragıp Hayri Bey ile evlendi. Evlilikten sonra pembe boyalı eve yerleştiler.
Mustafa, annesinin evlenmesine baştan tepki göstermiş; hatta evi terk edip Horhorsu mahallesinde oturan Emine halasının yanında kalmıştı. Zamanla üvey babası ile olumlu ilişkiler kuran Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy'a, Ragıp Bey hakkında "Bana karşı hep çok saygılı davranmış, büyük adam muameleleri etmiştir. Nazik ve kibar bir insandır." demiştir.
En küçük çocuğu olan 12 yaşındaki Naciye'nin 1901'de veremden ölümü ile Zübeyde Hanım dördüncü çocuğunu da kaybetti.
Hayatta kalan tek oğlu Mustafa Kemal'in 1905'te Harp Akademisi’ni bitirip kurmay yüzbaşı olduktan sonra arkadaşlarıyla "gizli örgüt kurmak, bu amaçla para toplamak, Sultan Abdülhamid’e bombalı bir saldırı planlamak" gibi suçlamalarla tutuklanıp bir süre Bekirağa Bölüğü'nde hapsedilmiş olduğunu öğrendiğinde derhal İstanbul'a gitti ve birkaç gün görebildiği oğlunu ilk görev yeri olan Şam'a uğurladı.
Yaşadığı Selanik kenti, Balkan Savaşları'ndan sonra Osmanlı toprağı olmaktan çıktı; 10 Ağustos 1913'te imzalanan Bükreş Antlaşması ile resmen Yunanistan'a bırakıldı. Aile bu dönemde Selanik'te kalmaya devam etti.
I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yılları.
Zübeyde Hanım, I. Dünya Savaşı sırasında Ragıp Bey'den ayrıldı; kızı Makbule ve üvey kızı Ruhiye ile birlikte İstanbul’a göç etti. Mustafa Kemal'in Haziran 1915'te kiraladığı Beşiktaş Akaretler’deki 76 numaralı eve yerleşti.
Mustafa Kemal Paşa, Doğu Cephesi’nde görevliyken tanıyıp evlat edindiği öksüz çocuklardan biri olan Abdurrahim’i ona bıraktı. Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal'in emaneti Abdürrahim'i yetiştirdi. Ayrıca Zehra, Afife ve İhsan adında başka manevi evlatları da vardı ve Makbule Hanım'ın aktardığına göre Akaretler'deki evde hepsi bir arada yaşamaktaydı.
I. Dünya Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in cephede sarılık geçirerek Halep'te tedavi olduğu sırada İstanbul'da, Mustafa Kemal'in çöl kumu nedeniyle gözünün kör olduğu söylentisi yayılmıştı. Zübeyde Hanım, oğlunun kör olduğu endişesiyle Halep'e trenle bir hafta süren yolculuk yaptı. Oğlunu ziyaret edip İstanbul'a döndü.
Savaşta mirliva rütbesi alan ve "Paşa" ünvanı ile anılmaya başlayan Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesi'nin ardından, İtilaf donanmalarının İstanbul'a demir attıkları gün olan 13 Kasım 1918'de cepheden döndü. Ailesi için Şişli'deki Halaskargazi Caddesi'nde bulunan üç katlı evi kiraladı. Zübeyde Hanım, 28 Kasım 1918'den itibaren kızı Makbule ile birlikte bu evin üçüncü katına yerleşti. Millî Mücadele'yi başlatmak üzere Anadolu'ya geçen Mustafa Kemal'i 16 Mayıs 1919 günü bu evden uğurladı.
Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a çıkarak Kurtuluş Savaşı'nı başlattığı dönemde Zübeyde Hanım, kızı Makbule Hanım'ı, o sırada ticaretle uğraşan Mustafa Mecdi Bey ile evlendirdi.
Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışından sonra Şişli'deki evden ayrılıp yeniden Akaretler'deki eve dönen Zübeyde Hanım, Türk ordusu Anadolu'daki bağımsızlık savaşında başarılar elde ettikçe işgal kuvvetlerinin baskılarına maruz kaldı. 1920'de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idama mahkûm edilmesi haberinden sonra üzüntüsünden kısmi felç geçirdi.
Mustafa Kemal ile buluşması.
Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa Kemal ile ancak 14 Haziran 1922'de tekrar buluşabildi. Mustafa Kemal'in Türk ordusunun Başkomutanlık Meydan Savaşı için hazırlık yaptığı dönemde Albay Halit Bey komutasındaki Kocaeli grubunu denetlemek ve Fransız gazeteci ve yazar Claude Farrére ile görüşme yapmak üzere İzmit'e geldiği sırada Zübeyde Hanım, kızı Makbule Hanım ile birlikte tebdili kıyafetle Adapazarı'na gitti. Üç yıldır görmediği oğlu Mustafa Kemal ile Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı Vehip Bey'in evinde buluştu.
Bu buluşmadan sonra Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal ile Ankara'ya gidip bir bağ evine yerleşti. Büyük Taarruz'u başlatmak için Ankara'dan ayrılmadan önce onu ziyaret eden, ancak gizlilik gereği Ankara'da bir çay ziyafetine gittiğini söyleyen oğluna bir mektup yazıp onu şu sözlere savaşa uğurladı.
Son günleri ve ölümü.
Mustafa Kemal Paşa'nın bizzat Zafertepe'den idare ettiği Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile savaş zaferle sonuçlandı ve vatanın kurtuluşu sağlandı. Zübeyde Hanım, Ankara'nın sert iklim koşulları sağlığını olumsuz etkilediğinden Zafer'den sonra tedavi olmak ve Mustafa Kemal'in evlenmeyi düşündüğü Latife Hanım ile tanışmak amacıyla 18 Aralık 1922'de İzmir'e gitti.
Son günlerini Latife Hanım Köşkü'nde geçiren Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923'te 66 yaşında öldü. Cenazesi, Karşıyaka'daki Ferik Osman Paşa Camii avlusuna defnedildi.
Anıt Mezarı.
Zübeyde Hanım'ın mezarı 1940'ta bir anıt mezara dönüştürüldü. Çok sade olan anıt mezar, oğlu Mustafa Kemal Atatürk'ün arzusuna göre tasarlanmıştır.
Zübeyde Hanım Anıt Mezarı, 1940 yılında İzmir Belediyesi tarafından resmen açıldı. Zübeyde Hanım, her yıl 14 Ocak'ta mezarı başında anılmaktadır.
Son günlerini geçirdiği ve son nefesini verdiği Latife Hanım Köşkü, 2008'de bir anı evi olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır.
Zübeyde Hanım'ı konu alan eserler.
Film.
Zübeyde Hanım'ın hayatı, ölümünün 100. yılı olan 2023 yılında Cenk Yaz'ın yönettiği "Zübeyde, Analar ve Oğullar" adlı filme konu oldu. Zübeyde Hanım karakterini Aslıhan Güner canlandırdı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11741",
"len_data": 9322,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.34
}
|
Familya (Latince:familia, çoğul: ), Linnaean taksonomisindeki dokuz büyük hiyerarşik taksonomik seviyeden biridir. Takım ve cins arasında sınıflandırılır.
Familya isimleri kendisine dahil olan bir cins adından yola çıkarılarak sonuna -aceae, -ae ya da -idae ilave edilerek belirlenir. Genellikle Türkçe isimlendirmede Türkçe cins adı ve "gil" eki birleştirilerek oluşturulur. Örneğin "Pinus" cinsine çam adı verilir, Pina-ceae ve çam+giller gibi. Bazen bu kuralın dışına çıkıldığı da görülür. Familya isimleri tek kelimedir ve hiçbir zaman "italik" yazılmaz.
Sınıflandırmayı kolaylaştırmak amacıyla bazen üst familya ve alt familya gibi taksonomik basamaklar da kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11744",
"len_data": 673,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.65
}
|
Cins, birbirine benzeyen ve ortak birçok karakterleri olan türler topluluğu. Taksonomideki en önemli sınıflandırma basamaklarından biridir. Cins isimleri unominal (tek kelime) olmak zorundadır. Her zaman büyük hafle başlar ve italik yazılır. Bazen türler arasındaki farkları kategorize edebilmek için alt cinsler kullanılır.
Cinsin alt grupları.
Bir cinsin değişik kriterlere göre düzenlenebilecek birçok türü varsa şu hiyerarşik sıralama kullanılmaktadır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11746",
"len_data": 456,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.28
}
|
HURD (Hird of Unix-Replacing Daemons), Özgür Yazılım Vakfı bünyesinde geliştirilen GNU projesi için çekirdek oluşturma amacıyla başlatılmış bir projedir. HURD, Mach mikro çekirdeği temel alınarak geliştirilmiş GNU/Mach mikroçekirdeği etrafında Unix artalan süreçlerinin (daemon) uyarlanmasıdır.
Linux çekirdeğinin popülerlik kazanmasıyla, GNU araçları Linux'a uyarlanmış ve böylelikle HURD'ın gelişimi iyiden iyiye yavaşlamıştır. Daha sonraları Debian ekibi tarafından geliştirilmeye başlanan HURD, uzun bir süre sonra Mach mikro çekirdeğinin terk edildiği açıklanmıştır. Bunun üzerine L4 mikro çekirdek ailesi üzerine kurulu çekirdek aranmaya başlanmıştır. Ancak daha sonra karşılaşılan yapısal sorunlardan dolayı bundan da vazgeçilerek Mach tabanlı mikro çekirdek (GNU/Mach) yeniden geliştirilmeye başlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11747",
"len_data": 813,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.71
}
|
Karapapaklar (), Kuzey Kafkasya'da Derbent, Gürcistan'da Kvemo Kartli, Azerbaycan'da Kazah, İran'da Sulduz ve Türkiye'de de genel olarak Kuzeydoğu Anadolu'da yaşayan Azerbaycan Türklerini oluşturan etnik boylardan biridir. Karapapaklar'ın bir kısmına "Terekeme" de denilmektedir. Bu ad, Azerbaycan ve Kars'ta yerleşik Karapapaklar için kullanıldığı gibi başka Türk tayfaları için de kullanılmaktadır. Ancak son yüzyıllarda Ermeni, Gürcü, Rus, İran ve Osmanlı siyasi ve askeri kaynaklarında Kafkasya ve Doğu Anadolu'daki Karapapaklar için tamamen "Karapapak" adı kullanılmışıtr.
Köken ve tarih.
Karapapak adı, siyah koyun yününden yaptıkları astragan papak giydikleri için Kafkasya'daki komşu halklar tarafından verilmiştir. Karapapakların diğer bir adı olan "Terekeme" ise Arapçadaki, "Türkmenler" sözcüğünün karşılığı olan "Terâkime" (تراکمه) sözcüğünden kaynaklanmaktadır.
Çoğu zaman Terekeme olarak da adlandırılan Karapapaklar, Brockhaus ve Efron Ansiklopedik Sözlüğüne göre ayrı bir etnik grup olarak tanımlanmış olsa bile sıklıkla Azerbaycan Türklerinin bir alt etnik grubu olarak tanımlanmaktadır. Fahrettin Kırzıoğlu ve Zeki Velidi Togan gibi bazı tarihçilerin kuramlarına göreyse Karapapakların soyu Kumuklara dayandırılmıştır. Terekemeler asıl itibarıyla Gürcistan'ın güneyinde, Ermenistan'ın kuzeybatısında, Dağıstan'ın güneyinde, Azerbaycan'ın iç ve kuzeybatı topraklarında yaşamaktaydılar. Güney Kafkasya'nın Rus işgaline uğramasıyla birlikte 1813 ve 1828 yılları arasında Osmanlı Devleti ve İran'a yoğun göç hareketleri yaşanmıştır. Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya'nın sınırlarını Kars'ı da içe alacak şekilde genişlemesiyle sonuçlanınca, Terekemelerin yerleşim yerleri yeniden Rus egemenliği altına girdi. Rus Devrimi sonrası başlayan Sovyet yönetiminin ardından Karapapaklar, Sovyetler Birliği'nde ayrı bir millet olarak tanımlanmaya başlamıştır. 1930'larda Karapapakları ayrı bir millet olarak kabul etme politikası durdurulmuş ve 1944 yılında Ahıska Türkleri ile birlikte kitleler halinde Orta Asya'ya sürgün edilmişlerdir. 20. yüzyılın ortalarında yapılan nüfus sayımlarında Ahıska Türkleri ve Azerbaycan Türkleri ile birlikte sayılan Karapapakların günümüzdeki sayımlarda kendisini Karapapak veya Terekeme adlarıyla tanıtan kitleleri tespit edilmiştir. 1926'da Sovyetler Birliği'nin yaptığı nüfus sayımına göre ayrı bir millet olarak dahil edilen Karapapakların Güney Kafkasya'daki nüfusu 6.311 olarak tespit edilmiştir.
Tarihçe.
Kökenlerine dair tezler.
Halk, bazen Orta Asya'daki Karakalpaklarla karıştırılır. Farklı görüşler de bulunmakla birlikte genel kanıya göre Karapapaklar Oğuz karakterli, Karakalpaklar ise Kıpçak karakterli Türklerdir.
Safeviler dönemi.
I. İsmail, 1520 - 1522 yılları arasında Şiiliği yaymak için Kvemo Kartli'ye sefer düzenlemiştir. I. İsmail öldükten sonra Tiflis'te Şiiliğe karşı isyan başlamış ve 1549'da Borçalı'daki Karapapaklar Osmanlı padişahı I. Süleyman'a bağlılıklarını bildirmiştir. Fakat 1555'te imzalanana Amasya Antlaşması ile Safeviler'de kalmıştır.
Borçalı'daki Karapapakların bir kısmı kırmızı bir şerit bağlayarak Şii olduklarını vurgulamıştır. Diğer kısım da, başlarına koyun derisinden kara papak koyarak Sünni olduklarını bu yolla vurgulamıştır. Sünnilerin bir kısmı göçe zorlanmıştır.
I. Tahmasp'ın ölümünden sonra Safevilerin baskılarına karşı Gürcüler ile birleşmiştir. I. Abbas döneminde Şii olmayanlara Sakal Vergisi uygulanmış ve tekrar göçler artmıştır.
Kaçarlar dönemi.
Kazaklara dayanan Karapapaklar 1828 tarihine kadar Kuzey Azerbaycan'ın Kazak-Şemseddin Hanlığında Borçalı Nehri kıyılarında ve Revan-Gence arasında, Gökçe Gölü civarında yaşamaktalar.
Rusya-İran Savaşı.
1826-1828 Rusya-İran Savaşı esnasında Azerbaycan Genel Valisi Abbas Mirza tarafından Azerbaycan'dan çıkararak Uşnu'nun doğusunda 15. yüzyılda Mukri Kürtlerinin elde ettikleri Sulduz'a yerleştirilmişlerdir.
1828 yılında imzalanan Türkmençay Antlaşması'ndan sonra bir kol Meraga'nın Sulduz Nahiyetine, diğer kol Kars, Çıldır, Sarıkamış, Arpaçay, Iğdır, Ağbaba, Çaldıran, Sökmenova, Karaköse ve Taşlıçay civarlarına göç etmişlerdir. Sulduz Bölgesinde Ağcarevane, Ali Dervişli, Çakal Mustafa, Çelebi, Delice Ahi, Hamidşah, Kızanlu-yı Şiran, Mamaşalu, Okçı, Sultanlu, Tavuklu, Timur gibi aşiretler yaşardı.
Rusya İmparatorluğu dönemi.
Aynı kaynakta 1878-1881 yıllarda Rusya İmparatorluğu'nun yönetimine girmiş (1878) bu bölgeden Osmanlı`nın elinde kalan topraklara 82.000 Müslüman`ın göç ettiği kaydedilmektedir. Onlardan 11.000 kişi Kars`tan gitmiştir.
Kars Oblastı.
Friedrich von Hellwald'ın (1878-99) kaydettiğine göre, Rus işgalinden önce Osmanlı topraklarında 105 köyde 29.000 Karapapak yaşıyordu. Rus İmparatorluğunda Tatarlar (Azeriler başta olmak üzere Türk halklarının genel adı)'dan farklı olarak Karapapak mevcuttu.
Brockhaus ve Efron Ansiklopedisi`nin aktardığı verilere göre, 1 Ocak 1892 tarihinde Kars Oblastı 200 868 kişi (1 verst karede 12 kişi) iskan ediyordu. Onlardan 7% Rus, 13.5 % Yunan, 15% Kürt, 21.5 % Ermeni, 24% Türk, 14% Karapapak, 5% Türkmen idi.
1897'de ise Kars Oblastı'nın toplam nüfusu 290.654 kişi (Erkek: 160.576, Kadın: 130.083, kentte yaşayanlar: 37.838) olup ana dillerine göre nüfus, 73.406 Ermeni, 63.547 Türk, 42.968 Kürt, 32.593 Yunan, 29.879 Karapapak, 27.856 Rus (5.279 Küçük Rus dahil), 8.442 Türkmen, 2.347 Tatar ve 6.383 diğer gruba bağlı olanlardan ibaretti.
Dinlere göre nüfusun 14% Ortodoks, 5% Hristiyan sektant mezhepleri, 21% Ermeni-Gregoryan, 0.75% diğer Hristiyan inançlar, 58% Müslüman (37% Sünni ve 10% Şii, 11% Alevi), 1.25 % Yezidi idi. Rus nüfusun büyük kısmı sektantlar (molokan, duhobor, prıgun ve diğer mezhepler), Yunanlar-Ortodoks, Türkler-Sünni Müslüman, Karapapaklar-Sünni ve kısmen Şii, Terekemeler-Ali-Allahi Şiileri, Kürtler-Sünni Müslüman ve kısmen Yezidi idi. Karapapakların nüfusun diğer kısmı gibi hayvancılık ve toprakla uğraştığı, Terekemelerin bir kısmının Kürtler`le beraber göçebelik yapması söyleniyor.
Sovyet dönemi.
Diğerleri ise 1921'de Rusların çekilmesiyle Kars'a geldiler. Bunlar Gümrü Antlaşması'yla gerçekleşen nüfus mübadelesiyle Ağbaba, Tiflis, Kazak ve Borçalı bölgelerinden göç ettiler.
1926 Sovyetler Birliği nüfus sayımına göre Güney Kafkasya'da 6.311 kişi kendini Karapapak olarak tanımlamıştır (3252 erkek ve 3059 kadın).
1939'da Stalin tarafından "Azerbaycanlılar" adlı etnik grubun yaratıldıktan sonra Ahıskalılar dışındaki Azerbaycan'daki diğer bütün Türkler gibi nüfus sayımlarında görünmez olmuş ve "Büyük Sovyet Ansiklopedisi"nde de Azerbaycanlılar ya da Azerilerin önde gelen etnik grup olarak sayılmıştır.
Din.
Türkiye'de Karapapaklar genellikle İslam dini Sünni (Hanefi) mezhebine mensuptur.
Azerbaycan ve Gürcistan ve İran'da Sulduz'daki Karapapaklar ise yer yer Sünni (Hanefi), yer yer Şii (Caferî)'dir.
Dil.
Ahmet Caferoğlu, Karapapakların konuştuğu dilin "öz Türkçe" olduğunu yazmaktadır.
İslam Ansiklopedisi'ndeki "Karapapaklar" maddesinde, Azerbaycan Türkçesinin bir şivesini konuştuğu yazılmaktadır. S.Dündara göre de Karapapak Türkleri Azerbaycan Türkçesini konuşmaktadır.
XIХ. yüzyıl Osmanlı kaynakları Karapapakların, Azerbaycan Türkçesiyle konuştuğunu yazar.
Andrews ise, ana dillerinin Azerbaycan diline yakın, Batı Oğuz dillerinden biri olan Karapapakça olduğunu ve Karapapakların Terekeme lehçesinin Karapapakça'dan daha kaba olduğunu ileri sürdüklerini aktarmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11754",
"len_data": 7324,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.72
}
|
Anatomi (Eski Yunanca ἀνατομή (anatomḗ) 'diseksiyon'), organizmaların ve parçalarının yapısının incelenmesi ile ilgili biyoloji dalıdır. Anatomi, canlıların yapısal organizasyonu ile ilgilenen bir doğa bilimi dalıdır. Tarih öncesi çağlarda başlangıcı olan eski bir bilim dalıdır. Anatomi doğası gereği gelişimsel biyoloji, embriyoloji, karşılaştırmalı anatomi, evrimsel biyoloji ve filogeniye bağlıdır, çünkü bunlar anatominin hem anlık hem de uzun vadeli zaman ölçeklerinde üretildiği süreçlerdir. Sırasıyla organizmaların ve parçalarının yapısını ve işlevini inceleyen anatomi ve fizyoloji, birbiriyle ilişkili disiplinlerin doğal bir çiftini oluşturur ve genellikle birlikte çalışılır. İnsan anatomisi, tıpta uygulanan temel bilimlerden biridir.
Anatomi, yeni keşifler yapıldıkça sürekli gelişen karmaşık ve dinamik bir alandır. Son yıllarda, vücut yapılarının daha ayrıntılı ve doğru bir şekilde görüntülenmesini sağlayan MRI ve CT taramaları gibi gelişmiş görüntüleme tekniklerinin kullanımında önemli bir artış olmuştur.
Anatomi disiplini makroskopik ve mikroskopik bölümlere ayrılır. Makroskopik anatomi veya kaba anatomi, bir hayvanın vücut parçalarının çıplak gözle incelenmesidir. Gross anatomi aynı zamanda yüzeysel anatomi dalını da içerir. Mikroskobik anatomi, histoloji olarak bilinen çeşitli yapıların dokularının incelenmesinde ve ayrıca hücrelerin incelenmesinde optik aletlerin kullanılmasını içerir.
Anatomi tarihi, insan vücudundaki organların ve yapıların işlevlerinin giderek daha iyi anlaşılması ile karakterize edilir. Yöntemler de, karkasların ve kadavraların (cesetlerin) diseksiyonu yoluyla hayvanların incelenmesinden X-ışını, ultrason ve manyetik rezonans görüntüleme dahil olmak üzere 20. yüzyıl tıbbi görüntüleme tekniklerine kadar ilerleyerek önemli ölçüde gelişmiştir.
Etimoloji ve tanım.
Yunanca ἀνατομή anatomē "diseksiyon" (ἀνά aná "yukarı" ve τέμνω témnō "kestim" kelimelerinden ἀνατέμνω anatémnō "kestim, açtım") kelimesinden türetilen anatomi, sistemleri, organları ve dokuları dahil olmak üzere organizmaların yapısının bilimsel olarak incelenmesidir. Çeşitli parçaların görünümünü ve konumunu, oluştukları malzemeleri ve diğer parçalarla olan ilişkilerini içerir. Anatomi, sırasıyla bu parçaların işlevleri ve ilgili kimyasal süreçlerle ilgilenen fizyoloji ve biyokimyadan oldukça farklıdır. Örneğin, bir anatomist karaciğer gibi bir organın şekli, boyutu, konumu, yapısı, kanlanması ve innervasyonu ile ilgilenirken; bir fizyolog safra üretimi, karaciğerin beslenmedeki rolü ve vücut fonksiyonlarının düzenlenmesi ile ilgilenir.
Anatomi disiplini, kaba veya makroskobik anatomi ve mikroskobik anatomi dahil olmak üzere bir dizi dala ayrılabilir. Kaba anatomi, çıplak gözle görülebilecek kadar büyük yapıların incelenmesidir ve ayrıca yüzeysel anatomi veya yüzey anatomisini, dış vücut özelliklerinin görülerek incelenmesini de içerir. Mikroskobik anatomi, histoloji (dokuların incelenmesi) ve embriyoloji (bir organizmanın olgunlaşmamış halinin incelenmesi) ile birlikte mikroskobik ölçekte yapıların incelenmesidir. Bölgesel anatomi, karın gibi belirli bir vücut bölgesindeki tüm yapıların birbirleriyle olan ilişkilerinin incelenmesidir. Buna karşılık sistemik anatomi, ayrı bir vücut sistemini oluşturan yapıların, yani sindirim sistemi gibi benzersiz bir vücut işlevini yerine getirmek için birlikte çalışan bir grup yapının incelenmesidir.
Anatomi, organların ve sistemlerin yapısı ve organizasyonu hakkında bilgi edinmek amacıyla hem invaziv hem de invaziv olmayan yöntemler kullanılarak incelenebilir. Kullanılan yöntemler arasında bir vücudun açılıp organlarının incelendiği diseksiyon ve video kamera donanımlı bir aletin vücut duvarındaki küçük bir kesiden sokulup iç organları ve diğer yapıları keşfetmek için kullanıldığı endoskopi yer alır. X ışınları kullanılarak yapılan anjiyografi veya manyetik rezonans anjiyografi, kan damarlarını görselleştirmek için kullanılan yöntemlerdir.
"Anatomi" terimi genellikle insan anatomisini ifade etmek için kullanılır. Bununla birlikte, hayvanlar aleminin geri kalanında büyük ölçüde benzer yapılar ve dokular bulunur ve bu terim diğer hayvanların anatomisini de içerir. Zootomi terimi bazen özellikle insan olmayan hayvanları ifade etmek için de kullanılır. Bitkilerin yapı ve dokuları farklı bir doğaya sahiptir ve bitki anatomisinde incelenirler.
Tarih.
Antik.
M.Ö. 1600'de Eski Mısır'a ait bir tıp metni olan Edwin Smith Papirüsü'nde kalp ve damarlarının yanı sıra beyin ve beyin zarları ile beyin omurilik sıvısı, karaciğer, dalak, böbrekler, rahim ve mesane tarif edilmiş ve kalpten ayrılan kan damarları gösterilmiştir. Ebers Papirüsü'nde (M.Ö. 1550 civarı) ise vücudun tüm sıvılarını vücudun her bir üyesine taşıyan veya her bir üyesinden gelen damarların yer aldığı bir "kalp incelemesi" bulunmaktadır. Antik Yunan anatomisi ve fizyolojisi, erken Orta Çağ dünyası boyunca büyük değişimler ve ilerlemeler geçirmiştir. Zaman içinde bu tıbbi uygulama, vücuttaki organların ve yapıların işlevlerinin sürekli gelişen bir anlayışıyla genişledi. Beyin, göz, karaciğer, üreme organları ve sinir sisteminin anlaşılmasına katkıda bulunan insan vücuduna ilişkin olağanüstü anatomik gözlemler yapılmıştır.
Helenistik Mısır kenti İskenderiye, Yunan anatomisi ve fizyolojisi için bir sıçrama tahtasıydı. İskenderiye, Yunanlar zamanında sadece tıbbi kayıtlar ve liberal sanatlar kitapları için dünyanın en büyük kütüphanesine ev sahipliği yapmakla kalmamış, aynı zamanda birçok tıp pratisyeni ve filozofa da ev sahipliği yapmıştır. Mısır'ın Ptolemaios hanedanının sanat ve bilime verdiği büyük destek İskenderiye'nin yükselmesine yardımcı olmuş ve diğer Yunan devletlerinin kültürel ve bilimsel başarılarına rakip olmuştur. Erken dönem anatomi ve fizyoloji alanındaki en çarpıcı gelişmelerden bazıları Helenistik İskenderiye'de gerçekleşmiştir. Üçüncü yüzyılın en ünlü anatomist ve fizyologlarından ikisi Herophilus ve Erasistratus'tur. Bu iki hekim, Rönesans'a kadar tabu olarak kabul edilen hüküm giymiş suçluların kadavralarını kullanarak tıbbi araştırmalar için insan diseksiyonuna öncülük etmiştir - Herophilus sistematik diseksiyonlar yapan ilk kişi olarak kabul edilmiştir. Herophilus, anatominin birçok dalına ve tıbbın diğer birçok yönüne etkileyici katkılarda bulunan anatomik çalışmalarıyla tanındı. Çalışmalarından bazıları nabız sisteminin sınıflandırılması, insan atardamarlarının toplardamarlardan daha kalın duvarlara sahip olduğunun ve kulakçıkların kalbin parçaları olduğunun keşfini içeriyordu. Herophilus'un insan vücudu hakkındaki bilgisi beyin, göz, karaciğer, üreme organları ve sinir sisteminin anlaşılması ve hastalıkların seyrinin tanımlanmasında hayati katkılar sağlamıştır. Erasistratus, boşlukları ve zarları da dahil olmak üzere beynin yapısını doğru bir şekilde tanımlamış ve serebrum ile serebellum arasında bir ayrım yapmıştır. İskenderiye'deki çalışmaları sırasında Erasistratus özellikle dolaşım ve sinir sistemi çalışmalarıyla ilgilenmiştir. İnsan vücudundaki duyusal ve motor sinirleri ayırt edebilmiş ve havanın akciğerlere ve kalbe girdiğine ve daha sonra vücuda taşındığına inanmıştır. Atardamarlar ve toplardamarlar arasında yaptığı ayrım - atardamarlar vücuttaki havayı taşırken, toplardamarlar kalpten gelen kanı taşıyordu - büyük bir anatomik keşifti. Erasistratus aynı zamanda epiglotun ve triküspit de dahil olmak üzere kalp kapakçıklarının isimlendirilmesinden ve işlevlerinin tanımlanmasından da sorumluydu. Üçüncü yüzyılda Yunan hekimler sinirleri kan damarları ve tendonlardan ayırmayı ve sinirlerin sinirsel uyarıları ilettiğini fark etmeyi başardılar. Motor sinirlerdeki hasarın felce yol açtığını ortaya koyan Herophilus olmuştur. Herophilus beyindeki meninksleri ve ventrikülleri adlandırmış, serebellum ve serebrum arasındaki ayrımı takdir etmiş ve beynin Aristoteles'in öne sürdüğü gibi bir "soğutma odası" değil "aklın merkezi" olduğunu kabul etmiştir Herophilus ayrıca optik, okülomotor, trigeminal, yüz, vestibülokoklear ve hipoglossal sinirlerin motor bölümlerini tanımlamasıyla da tanınır. MÖ 3. yüzyılda hem sindirim hem de üreme sistemlerinde büyük başarılar elde edilmiştir. Herophilus sadece tükürük bezlerini değil, ince bağırsak ve karaciğeri de keşfedip tanımlayabilmiştir. Rahmin içi boş bir organ olduğunu göstermiş, yumurtalıkları ve rahim tüplerini tanımlamıştır. Spermatozoanın testisler tarafından üretildiğini kabul etmiş ve prostat bezini ilk tanımlayan kişi olmuştur.
Kasların ve iskeletin anatomisi, bilinmeyen yazarlar tarafından yazılmış bir Antik Yunan tıp eseri olan Hipokrat Külliyatı'nda anlatılmaktadır. Aristoteles omurgalı anatomisini hayvan diseksiyonuna dayanarak tanımlamıştır. Praxagoras arterler ve damarlar arasındaki farkı tanımlamıştır. Yine M.Ö. 4. yüzyılda Herophilos ve Erasistratus, Ptolemaios döneminde İskenderiye'deki suçluların viviseksiyonuna dayanarak daha doğru anatomik tanımlar üretmiştir.
2. yüzyılda anatomist, klinisyen, yazar ve filozof olan Bergamalı Galen, antik çağın son ve oldukça etkili anatomi tezini yazmıştır. Mevcut bilgileri derlemiş ve hayvanların diseksiyonu yoluyla anatomi çalışmıştır. Hayvanlar üzerinde yaptığı viviseksiyon deneyleriyle ilk deneysel fizyologlardan biri olmuştur. Galen'in çoğunlukla köpek anatomisine dayanan çizimleri, sonraki bin yıl boyunca etkili bir şekilde tek anatomi ders kitabı haline geldi. Çalışmaları, 15. yüzyılda Yunancadan çevrilene kadar Rönesans doktorları tarafından yalnızca İslam Altın Çağı tıbbı aracılığıyla biliniyordu.
Ortaçağdan erken modern döneme.
Anatomi klasik dönemden on altıncı yüzyıla kadar çok az gelişmiştir; tarihçi Marie Boas'ın yazdığı gibi, "On altıncı yüzyıldan önce anatomideki ilerleme ne kadar gizemli bir şekilde yavaşsa, 1500'den sonraki gelişme de o kadar şaşırtıcı derecede hızlıdır". 1275 ve 1326 yılları arasında Bologna'daki anatomistler Mondino de Luzzi, Alessandro Achillini ve Antonio Benivieni antik çağlardan bu yana ilk sistematik insan diseksiyonlarını gerçekleştirdiler. Mondino'nun 1316 tarihli "Anatomi"si insan anatomisinin Orta Çağ'da yeniden keşfedilmesinde ilk ders kitabı olmuştur. Mondino'nun diseksiyonlarında izlenen sırayla vücudu tanımlar; önce karın, sonra göğüs kafesi, sonra baş ve uzuvlar. Sonraki yüzyıl boyunca standart anatomi ders kitabı olmuştur.
Leonardo da Vinci (1452-1519) Andrea del Verrocchio tarafından anatomi eğitimi almıştır. Anatomi bilgisini sanat çalışmalarında kullanmış, insan ve diğer omurgalıların iskelet yapıları, kasları ve organlarının birçok eskizini yapmıştır.
Padua Üniversitesi'nde anatomi profesörü olan Andreas Vesalius (1514-1564), modern insan anatomisinin kurucusu olarak kabul edilir. Aslen Brabant'lı olan Vesalius, yedi ciltlik geniş formatlı bir kitap olan "De Humani Corporis Fabrica" (Yedi kitapta insan vücudunun dokusu üzerine) adlı etkili kitabını 1543 yılında yayınladı. Genellikle İtalyan manzaralarına karşı allegorik pozlarda olan doğru ve karmaşık ayrıntılı illüstrasyonların Titian'ın öğrencisi olan sanatçı Jan van Calcar tarafından yapıldığı düşünülmektedir.
İngiltere'de anatomi, herhangi bir bilim dalında verilen ilk halka açık derslerin konusuydu; bunlar 16. yüzyılda Company of Barbers and Surgeons tarafından verildi ve 1583'te Royal College of Physicians'da Lumleian cerrahi dersleri ile birleştirildi.
Geç modern.
Amerika Birleşik Devletleri'nde tıp okulları 18. yüzyılın sonlarına doğru kurulmaya başlandı. Anatomi derslerinde diseksiyon için sürekli kadavra akışı gerekiyordu ve bunları elde etmek zordu. Philadelphia, Baltimore ve New York, suçluların geceleri mezarlıkları basarak yeni gömülmüş cesetleri tabutlarından çıkardıkları ceset hırsızlığı faaliyetleriyle ünlüydü. Benzer bir sorun, cesetlere olan talebin o kadar büyük olduğu İngiltere'de de mevcuttu ki, kadavra elde etmek için mezar hırsızlığı ve hatta anatomi cinayetleri işleniyordu. Bunun sonucunda bazı mezarlıklar gözetleme kuleleriyle korunmuştur. İngiltere'de bu uygulama 1832 Anatomi Yasası ile durdurulurken, Amerika Birleşik Devletleri'nde Jefferson Tıp Koleji'nden doktor William S. Forbes'un 1882'de "Lübnan Mezarlığı'ndaki mezarların tahrip edilmesinde dirilticilerle suç ortaklığı yapmaktan" suçlu bulunmasının ardından benzer bir yasa çıkarıldı.
İngiltere'de anatomi öğretimi, 1863'ten 1889'a kadar Aberdeen Üniversitesi'nde Regius Anatomi Profesörü olan Sir John Struthers tarafından dönüştürülmüştür. Struthers, başta anatomi olmak üzere tıbbın temelini oluşturan bilimlerde üç yıllık "klinik öncesi" akademik öğretim sisteminin kurulmasından sorumluydu. Bu sistem 1993 ve 2003 yıllarında tıp eğitiminde yapılan reforma kadar sürdü. Öğretmenliğin yanı sıra, karşılaştırmalı anatomi müzesi için çok sayıda omurgalı iskeleti toplamış, 70'in üzerinde araştırma makalesi yayınlamış ve Tay Balinası'nın halka açık diseksiyonu ile ünlenmiştir. 1822'den itibaren Kraliyet Cerrahlar Koleji tıp okullarında anatomi öğretimini düzenledi. Tıp müzeleri karşılaştırmalı anatomi konusunda örnekler sunuyor ve öğretimde sıklıkla kullanılıyordu. Ignaz Semmelweis lohusalık hummasını araştırdı ve bunun nasıl oluştuğunu keşfetti. Sıklıkla ölümcül olan bu ateşin, tıp öğrencileri tarafından muayene edilen annelerde ebelerden daha sık görüldüğünü fark etti. Öğrenciler diseksiyon odasından hastane koğuşuna gittiler ve doğum yapan kadınları muayene ettiler. Semmelweis, stajyerler her klinik muayeneden önce ellerini klorlu kireçle yıkadıklarında, anneler arasında lohusalık ateşi görülme sıklığının önemli ölçüde azaltılabileceğini gösterdi.
Modern tıp çağından önce, vücudun iç yapılarını incelemenin ana yolu ölülerin diseksiyonu ve yaşayanların muayenesi, palpasyonu ve oskültasyonu idi. Canlı dokuları oluşturan yapı taşlarının anlaşılmasını sağlayan mikroskopinin ortaya çıkmasıydı. Akromatik lenslerin geliştirilmesindeki teknik ilerlemeler mikroskobun çözme gücünü artırmış ve 1839 civarında Matthias Jakob Schleiden ve Theodor Schwann hücrelerin tüm canlıların temel organizasyon birimi olduğunu tespit etmiştir. Küçük yapıların incelenmesi, içlerinden ışık geçirilmesini gerektirdi ve mikrotom, incelenecek yeterince ince doku dilimleri sağlamak için icat edildi. Farklı doku türlerini ayırt etmeye yardımcı olmak için yapay boyalar kullanan boyama teknikleri oluşturuldu. Histoloji ve sitoloji alanlarındaki gelişmeler 19. yüzyılın sonlarında başladı cerrahi tekniklerdeki gelişmelerle birlikte biyopsi örneklerinin ağrısız ve güvenli bir şekilde alınmasına olanak sağlamıştır. Elektron mikroskobunun icadı çözünürlük gücünde büyük bir ilerleme sağlamış ve hücrelerin ultrastrüktürü ile organel ve içlerindeki diğer yapıların araştırılmasına olanak tanımıştır. Yaklaşık aynı zamanda, 1950'lerde, proteinlerin, nükleik asitlerin ve diğer biyolojik moleküllerin kristal yapılarını incelemek için X-ışını kırınımı kullanımı yeni bir moleküler anatomi alanının doğmasına yol açmıştır.
Vücudun iç yapılarının incelenmesine yönelik non-invaziv tekniklerde de aynı derecede önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. X-ışınları vücuttan geçirilebilmekte ve çeşitli derecelerde opaklığa sahip iç yapıları ayırt etmek için tıbbi radyografi ve floroskopide kullanılabilmektedir. Manyetik rezonans görüntüleme, bilgisayarlı tomografi ve ultrason görüntüleme, iç yapıların daha önceki nesillerin hayal gücünün çok ötesinde bir derecede benzeri görülmemiş ayrıntılarla incelenmesini sağlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11758",
"len_data": 15318,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.67
}
|
Embriyoloji, zigot oluşumunu, büyümesini ve gelişimini inceleyen bilim dalı. Gelişim biyolojisinin bir alt dalıdır.
17. ve 18. yüzyıllarda betimleyici ve karşılaştırmalı çalışmalara dayan embriyoloji, 19. yüzyılın sonlarına doğru bilim insanlarının, vücuttaki organ ve dokuların kendilerine özgü biçim ve işlevleri nasıl kazandıklarını belirlemeye yönelik çözümleyici ya da deneysel yaklaşımlarıyla yeni bir boyut kazandı.
Embriyolojide çözümleyici çalışmaların önemini ilk kavrayanlardan biri olan Alman anatomi bilgini Wilhelm Roux (1850-1924) deneysel embriyolojini öncüsü ve en seçkin temsilcisidir; Roux'un 1855'ten başlayarak kurbağa yumurtaları üzerinde yaptığı öncü çalışmalar bu alanda kendisinden sonraki araştırmalara büyük bir ivme kazandırmıştır. Embriyondan gelişmenin hızını ve yönünü belirleyen etkenleri araştırarak 1935 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü'nü alan Alman bilim insanı Hans Speemann da embriyolojini gelişmesine yön verenlerden biridir.
Omurgalı canlıların değişik formları incelendiğinde, hepsinin embriyojik gelişiminin ilk evrelerinde yeni oluşmaya başlayan orta kulaklar görülecektir. Kara omurgalılarında bu solungaç yarığı gelişimin ileri evrelerinde kaybolur.
Hayvanların embriyonik gelişimi.
Bölünme sonra, bölünen hücreler ya da Morula, bir ucunda bir delik ya da gözenek geliştirir blastula içi boş bir top gibi olmaktadır.
Bilaterans.
Bilateral hayvanlarda, blastula iki yarısı (bakınız : Ağız ve Anüs Embriyolojik kökeni ) Bütün hayvanlar aleminde bölen iki yoldan birini gelişir. Blastula ilk gözenek (blastopore) hayvanın ağız hale gelirse, bu bir protostome olduğunu; ilk gözenek anüs hale gelirse o zaman deuterostome olur. Deuterostomes omurgalılar dahil ederken protostomes gibi böcekler, solucanlar ve yumuşakçalar gibi birçok omurgasız hayvan bulunmaktadır. Süreç içerisinde, daha farklılaşmış yapıya blastula değişiklikleri gastrulasyon denir.
Onun blastopore ile gastrula yakında hücrelerinin üç farklı tabaka geliştirir;
Embriyolar birçok türü genellikle erken gelişim evrelerinde birbirine benzer olarak görünebilir. Türün ortak evrimsel geçmişi var çünkü bu benzerlik için nedenidir. Türler arasındaki bu benzerlikler ortak bir atadan evrimleştiği, aynı veya benzer işlevi ve mekanizmaya sahip yapıları olan, homolog yapılar denir.
İnsanlarda.
İnsanlar bilaterans ve deuterostomes-ilk anüs olarak geliştirir.
İnsanlarda, dönem Embriyo, Zigot döllenmenin sekizinci haftanın sonuna kadar rahim duvarına implantları kendisi andan itibaren hücre bölünmesi topu temsil ediyor. Gebelik (gebeliğin onuncu haftası) sonra sekizinci haftanın ötesinde, gelişmekte olan insan sonra bir fetüs denir.
Aristoteles ve Civciv embriyolojisi.
Aristoteles yaşamı boyunca birçok konuyu ele almıştır. Bunların başlıca örnekleri doğa, sanat, felsefe, mantık ve siyasettir. "Aristoteles’in incelediği bir diğer konu da embriyolojidir. Civciv embriyosunun büyümesini, kalbinin atışını ve kalbin diğer organlardan önce oluşumunu tanımlamıştı. Bu gözlem belki de ruhun veya aklın merkezinin kalp olduğu fikrinin ileri sürmesine sebep olmuş veya en azından Aristoteles bu fikri doğrulamıştı. Birçok balığın yavrularını ‘’potansiyel’’ yumurtalar biçiminde taşıdıklarını da bilmekteydi. Ayrıca bir grup balığın, tam şekillenmiş hareketli yavrular meydana getirdiğini ifade etti. Aslında burada köpek balığının doğurmasını tanımlamaktaydı. Bu fikir, daha sonraki zoologlara o kadar inanılmaz geldi ki, onlar Aristoteles’in gözlemlerini bilmezlikten geldiler ve bu gözlemler ancak 1840’ların başında doğrulandı. Aynı zamanda hektokotilizasyonu, yani erkek kafadanbacaklının, bir bacağını kullanarak dişinin yumurtalarını döllemesini gözlemledi. Bu da, doğruluğu ancak on dokuzuncu yüzyılda kanıtlanacak olan bir diğer gözlemdi."
Yumurta içindeki civciv gelişiminin memeli embriyosunun gelişim sürecine yakın olduğu M.Ö 1000 sıralarında Mısırlılar tarafından fark edilmişti. Ancak Aritoteles'in karşılaştırmalı ve betimleyici çalışmaları bu çalışmaları arka plana atmayı başardı.
Aristoteles'in hayvanların oluşumları üzerine çalışmalarının yer aldığı Latince adı ‘’ De Generatione Animalium’’ olan eseridir. Bu kitap embriyolojinin felsefenin konusu olarak alındığı ikinci kitaptır. Ama bu kitap embriyoloji alanında ilk bilimsel eser olarak kabul edilir. Bu eser daha sonra doğa bilimcileri, filozoflar ve embriyologlar üzerinde etkili olmuştur. Eser 5 kitaptır ve her kitap birden fazla bölüm içerir. İlk iki kitapta embriyolojiye daha fazla yer yerilir. Aristoteles’in çalışmaları o öldükten sonra da birçok kişiyi etkilemiştir. Özellikle Ortaçağ bilginlerinden Aziz Albertus Magnus ve Thomas Aquinas bu kişiler arasındadır.
Aristoteles erkeklik ve dişiliğin niteliğini, üreme organlarının yapı ve işlevini, yumurtlama ve yavrulama olaylarını, spermin oluşumunu, farklı hayvan türlerindeki çiftleşme biçimlerini ve üreme ile gelişime ilişkin diğer bütün yönleri tartışarak, üreme biyolojisinin temellerini attı.
Aristoteles 19. yüzyılın sonunda bile tartışılan iki sorunla daha o dönemde karşı karşıya gelmiştir. Bunlardan biri pangenez kuramı yani, vücuttaki her hücrenin üreme hücrelerine genetik malzeme sağlaması görüşüydü. İkincisi ise, ön oluşuma karşı sıralı oluşum tartışmasıydı. 19. yüzyılda bile aşılamayan bu tartışmaları karşılaştırmaları ve üstün akıl yürütmeleri ile Aristoteles’in ele almış olması şaşılacak bir durumdu.
Ancak Aristoteles’in bazı yanlışları da yok değildi. Gözlemlediği bütün hayvan gruplarının dizileri yumurta üretirken, memeli dişilerinin de yumurtası olabileceği aklına gelmemişti. Bu nedenle, erkek sperminin dişinin menstrual kan pıhtısını şekillendirdiğini ve memeli embriyosunun bundan oluştuğunu düşündü. Onun ikinci bir hata daha yaptığına inanıldı. Kurbağa yumurtasından bir başka canlı değil de kurbağa oluşuyordu. Sanki yumurta onu bir amaca götüren bir bilgi içeriyordu. Bundan dolayı Aristoteles ‘’nihai neden ‘’ varsayımına yöneldi. Bu ‘’nihai neden ‘'in genetik program olduğu ancak bu dönemde anlaşılabildi. Gelişim biyolojisi Aristoteles'ten sonra 17.yüzyıla kadar herhangi bir ilerleme gösteremedi.
Aristoteles’in Yumurtaları Açması.
"Yumurtadan çıkış bütün kuşlarda benzer biçimde gerçekleşir. Ama nüvenin oluşumundan kuşun oluşumuna kadar geçen süre, daha önce de söylendiği gibi farklılık gösterir. Ortalama bir tavukta embriyo üç gün üç gece içinde belirmeye başlar; daha büyük kuşlarda bu evre daha uzun, daha küçük olanlarda ise daha kısadır. Yumurta sarısı varlığa katıldıkça, sivri tarafa doğru, yumurtanın ana öğesinin bulunduğu ve yumurtanın çatladığı taraf büyür. Kalp, kan lekecikleri biçiminde yumurtanın akında belirmeye başlar. Bu nokta, yaşamı elinde taşırmış gibi çarpar ve devinir. Buradan, içinde kan bulunan iki damar yoluyla sarmal biçimde [yumurta maddesi büyüdükçe civardaki her iki zara doğru] yönelir; şimdi yumurta sarısını kaplayan ve lifleri taşıyan bir zar bu damarlardan itibaren oluşmaya başlar. Bir süre sonra beden fark edilmeye başlar; başlangıçta oldukça küçük ve beyazdır. Baş açıkça seçilebilir. Kafada gözler iyice dışa doğru şişmiş olarak fark edilebilir. Gözlerin bu durumu epey süre devam eder, ama yavaş yavaş küçülüp yuvalarına otururlar. Dış kesimde üst kısımla karşılaştırıldığında, alt kısım belirsiz bir biçimde görünmeye başlar. Kalpten başlayan iki damardan biri civardaki zara doğru, öteki göbek bağı gibi, yumurta sarısına doğru gitmektedir. Civcivin yaşam öğesi yumurtanın akındadır; besin ise göbek bağı yoluyla yumurtanın sarısından sağlanmaktadır.
"Yumurta on günlük olduğunda civciv bütün kısımlarıyla açıkça görülebilir. Kafa vücudun öteki kısımlarından daha büyüktür; gözler, bu dönemde siyah renkli ve fasulye tanesinden daha iridir. Üst deri soyulursa, içinde beyaz ve donuk bir sıvının olduğu, bunun güneş ışığında parladığı ve içinde sert bir maddenin bulunmadığı görülecektir. Bu dönemde daha iri olan iç organlar da görülebilir. Örneğin iç organların düzeni ve mide görülebilir; kalpten başlıyor gibi görünen damarlar ise göbekle yakın bir konumdadırlar. Göbek bölgesinden bir çift damar uzamıştır; biri, yumurta sarısını sarmalayan zara doğru (Yumurta sarısı şu an sıvıdır ya da normalden daha sıvımsıdır.), öteki de civcivi saran zarı, yumurta sarısını saran zarı ve aradaki sıvıyı hep birlikte saran zara doğru uzar. [Civciv büyüdükçe yumurta sarısının bir kısmı yavaşça yukarı doğru kayar ve beyaz sıvı arada kalır; yumurtanın akı sarının alt kısmındadır, dış kısımda olduğu gibi.] Onuncu günde yumurtanın akı en dış yüzeydedir; miktarı azalmış; maddesi katılaşmış; rengi solmuş ve yapışkanlık kazanmıştır.
"Kurucu bölümlerin düzeni aşağıdaki gibidir. Birinci ve en dışta, kabuğa ait olan değil, onun altındaki yumurta zarı gelmektedir. Bu zarın içinde ak bir sıvı vardır; daha sonra civciv ve onu sarmalayan, civcivi sıvıdan ayıran zar gelmektedir; civcivden sonra yumurta sansı gelmektedir. Daha önce açıklandığı gibi damarlardan biri buraya, öteki de beyazı kaplayan maddeye gitmektedir. [Serumu andıran bir sıvıya sahip bir zar iç yapıyı kaplamaktadır. Daha sonra, embriyonun hemen yanında, önceden açıklandığı gibi kendisini sıvıdan ayıran başka bir zar gelmektedir. Bunun altında yumurta sarısı vardır; o da başka embriyoyu her iki sıvıdan koruyan bir zar (bu zara yumurta sarısı, büyük damar ve kalbe giden göbek kordonunu yine bu zar içinden ilerletir) içine sarılmıştır.]
"Yirminci güne doğru eğer yumurtayı kırıp civcive dokunursanız, içeri doğru hareket edip kıpırdar; yirmi gün geçtikten sonra, civciv tüyle kaplanmış ve kabuğu çatlatmaya başlamıştır. Baş, sağ bacak üstünde böğüre yakın konumdadır ve 'kanat başın üstündedir; bu anda zarın bir doğum sonrasını andırdığını açıkça görebiliriz. Bu zar, kabuğun en dışındaki zardan hemen sonra çıkar. Bu zara göbek bağlarından birinin bağlı olduğunu (ve civciv bütün olarak şu an bunun içindedir) söylemiştik; yumurta sarısını çevreleyen ve ona doğru gittiği açıklanan ikinci göbek bağı da doğum sonrasını andırıyor. Bunların ikisinin de büyük damar ve kalp ile bağlantılı oldukları açıklanmıştı. Bu şartlarda dış doğum-sonrasına bağlı olan göbek bağı bozulur ve civcivden ayrılır. Yumurta sarısına götüren zar ise yaratığın ince bağırsağına bağlıdır. Şu anda yumurta sarısının önemli bir kısmı civcivin içindedir. Civcivin midesinde sarı bir pıhtı vardır. Bu ana kadar civciv, kalıntıları dış doğum-sonrasına doğru akıtır. Midesinde artıklar vardır; dıştaki 'kalıntı aktır (ve içeride beyaz bir madde vardır). Zaman geçtikçe yumurta sarısının büyüklüğü azala azala en son civciv tarafından tamamen tüketilip özümsenir (öyle ki, yumurtadan çıktıktan on gün sonra civcivi ortadan ikiye ayırırsanız, bağırsaklara bağlı küçük bir yumurta sarısı kalıntısını hala görebilirsiniz); ama kordondan ayrılmıştır ve aradaki aralıkta bir şey yoktur; çünkü tümüyle kullanılmıştır. Yukarıda belirtilen zaman boyunca civciv uyur, uyanır, yukarı bakar ve kıpırdar; kalp ve göbek bağı ise, yaratık soluk alırcasına titrer. Kuşlarda yumurtadan üreme hakkında bu kadar yeter."
Aristoteles sonrası embriyoloji.
Helenistik dönem ve İskenderiye okullarındaki çalışmaların az bir kısmı elimize ulaşmıştır. Orta Çağ Avrupası'nda ise Yunan bilimi Arap yazarlar sayesinde öğrenilmiştir. Galen ve İbni Sina ise tıp ve biyoloji bilgisinin en önemli kaynaklarıdır. Ama Orta Çağ bilimi Aristoteles'i birçok açıdan kaynak olarak görmekteydi. Orta Çağ'da embriyoloji, özellikle Historia Animalium'dan alıntılanan bölümü örnek alınmıştır.
Aristotelesçi geleneğin en iyi örneklerinden biri 1276 yılı civarında Romalı Giles tarafından yazılır. De Formatione Corporis Humani in Utero adlı bu çalışmada, erkek ve dişi ebeveynin doğurganlık sürecine katkılarına ilişkin kuramsal tartışmalar bulunmaktadır. Ayrıca burada, insanın embriyolojik gelişimini de içine alabilecek, ceninin gelişimine ilişkin açıklamalar yer alır.
1604 yılına gelindiğinde ise Fabricius, De Formato Foetu adlı çalışmasındaki sistemleri Aristoteles'in daha önceden kaydettiği çalışmalara oldukça benzerdi. Ayrıca Romalı Giles'in de üzerinde durduğu bazı sorunları tartışmıştı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11759",
"len_data": 12012,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.85
}
|
Farmakoloji ya da eczabilim (Antik Yunancada: "farmakon" (φάρμακον) ilaç; logos(λόγος) bilim demektir) günümüzdeki anlamıyla canlı organizmadaki (deney hayvanı ve insan) ilaç etkilerini ve canlı organizmaya alınan ilaçların yapısını inceleyen bir bilim dalıdır. Yeni sentezlenmiş veya bitkilerden ayrıştırılmış maddelerin etkilerini biyolojik yapısını laboratuvar çalışmaları ile deney hayvanlarında, klinik araştırmalar ile insanlarda inceleyerek ilaç geliştirme çalışmalarına katkı veren bir tıp ve eczacılık bilimidir. Diğer bir deyişle, ilaçların yapımından, kullanıma sunulmasına, ilaçlar ile biyolojik dizgeler arasındaki etkileşimleri inceleyen bilim dalıdır. Farmakoloji, deneyleri ve canlılar üzerindeki araştırmalardan klinik uygulamaya değin uzanan bu karmaşık ve yoğun süreci birçok alt dalı ve yardımcı bilim dalları ile yakından bağlantılı yürütür.
Tarihi.
Günümüzdeki anlamıyla canlı organizmadaki (deney hayvanı ve insan) ilaç etkilerini ve canlı organizmaya alınan ilaçların yapısını inceleyen bir bilim dalıdır. Yeni sentezlenmiş veya bitkilerden ayrıştırılmış maddelerin etkilerini biyolojik yapısını laboratuvar çalışmaları ile deney hayvanlarında, klinik araştırmalar ile insanlarda inceleyerek ilaç geliştirme çalışmalarına katkı veren bir tıp ve eczacılık bilimidir.
Farmakolojiye yardımcı bilim dalları.
İlâçların elde edildiği kaynaklar.
1. Bitkiler.
Günümüzde ilaçlar birçok bitkisel kaynaklardan elde edilmektedir. Afyon alkoloidleri, kalp glikozidleri, enzimler, selüloz, yağlar, esanslar bunların başşlıcalarıdır. İlaç yapımında bitkilerin kök, gövde, yaprak, çiçek, tohum, kabuk vb. kısımları kullanılır.
2. İnsanlar ve hayvanlar.
Hormonlar, serumlar, enzimler, gamma glugobin gibi...
3. Mikroorganizmalar.
Küf mantarından elde edilen penisilinler, bazı antibiyotikler gibi...
4. Sentetik maddeler.
Tabii kaynaklıl ilaçların daha bol ve daha ucuz olarak elde edilmesi zehirli ilaçların geliştirilmesi ilaçların yan etkilerinin azaltılaması amacıyla laboratuvar ortamında sentez yoluyla elde edilen ilaçlardır. Sülfonomidler, bazı hormonlar, eter, yarı sentetik penisilinler gibi...
5. Radyoaktif izotopolar.
Hastalıkların teşhiş ve tedavisinde, tıbbi araştırmalarda kullanılır.
6. İnorganik maddeler.
İyot, demir, kalsiyum, sodyumklorür gibi...
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11760",
"len_data": 2274,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.4
}
|
Kardiyoloji, kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarını inceleyen bilim dalıdır. Bu alan, konjenital kalp kusurları, koroner arter hastalığı, kalp yetmezliği, kalp kapak hastalığı ve elektrofizyoloji'nin tıbbi teşhis ve tedavisini içerir. Tıbbın bu alanında uzmanlaşmış doktorlara dahiliye'nin bir uzmanlık alanı olan kardiyolog denir.
Kardiyoloji önceleri iç hastalıklarının (dahiliye) bir alt dalı iken günümüzde ayrı bir anabilim dalı olarak çalışmaktadır. Yapılan araştırmalar ile biriken bilgi birikimi ve gelişen yeni teknolojiler, diğer araştırmalı ve/veya uygulamalı bilim dallarında olduğu gibi, kardiyoloji alanında da büyük gelişmeler olmasını ve alt bilim dallarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kardiyoloji son 30-40 yıl içerisinde tahminlerin ötesinde bir gelişme kaydetmiştir ve bu gelişmeler artarak devam etmektedir. Bu gelişmelerle birlikte, kardiyoloji içerisinde oluşmuş kimi alt dallar şunlardır:
Tabii, alt dalların ortaya çıkması ve bunların üzerinde özelleşen doktorların ve araştırmacıların çalışması da yeni tanı ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine imkân sağlamaktadır.
Kardiyoloji biliminin tanı ve sağaltımını (tedavi) sağlamak için çalıştığı hastalıklar arasında, günümüzün en önemli sağlık sorunları arasında yer alan bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bu hastalıkların birkaçı şöyle sıralanabilir:
Nefroloji, endokrinoloji gibi dalların da ilgi alanına giren yüksek tansiyon, çeşitli hastalıklara bağlı olarak gelişen kalp yetmezliği, doğuştan ya da çeşitli hastalıklara bağlı olarak gelişen kalp kapak hastalıkları ve benzeri pek çok hastalık da kardiyolojinin tanı ve sağaltımı için uğraştığı hastalıklardandır.
Kardiyolijinin kullandığı tanı araçlarından bazıları şunlardır:
Kardiyolojide, yataklı tedavi verdiği hastaları genel servis ve Koroner yoğun Bakım ünitelerinde (KYBÜ) yatırarak tedavi etmektedir. KYBÜ'ler genel durumu ağır acil müdahale gerekebilecek hayati tehlikesi söz konusu olan(Kalp Krizi geçirenler gibi) hastaların takip edildiği birimlerdir. KYBÜ kabul edilen hastaların Kalp Ritimleri, Tansiyonları, Nabız sayıları, Kan oksijen miktarları tüm hastaların bağlı olduğu merkezi bir monitörle takip edilmekte olup bu monitörler test edilen değerlerde bir anormallik olduğunda görevli personeli alarm vererek uyarmaktadır. Genel durumu düzelen hayati tehlikesi ortadan kalkan hastalarda tetkik ve tedavisine devam etmek üzere genel servislere alınarak takip edilmektedir. Günümüzde artan ihtiyaçlar doğrultusunda Kalp Damar Hastalıkları alanında profesyonelleşmiş hastaneler kurulmaktadır. Türkiye'deki bu tip hastanelerden bazıları Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi, Siyami Ersek ve Koşuyolu Kalp Damar Hastalıkları Hastanesidir.
Anatomi ve fizyoloji.
Temel Anatomi (Kalbin yapısı)
Dolaşım sistemi (Vücudun kan desteği)
Pulmoner dolaşım (Kanın oksijenlenmesi)
Kalpte uyarı iletimi (Kalbin elektriksel sistemi)
Temel kalp fizyolojisi
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11761",
"len_data": 2882,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.5
}
|
Hüseyin Nihâl Atsız (12 Ocak 1905; Kadıköy, İstanbul - 11 Aralık 1975, İstanbul), Türk bir yazar, Türkolog, şair, düşünür ve öğretmendi. Türklerin tarihini konu edindiği edebî eserleri ve tarih araştırmaları olan Atsız, Türkçü-Turancı ve ırkçı dünya görüşüne sahiptir. Yaşamının son yıllarında İslam dinini "Araplar tarafından Araplar için kurulmuş bir din" olarak nitelendirerek eleştirmiştir.
Ailesi.
Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır.
Çiftçioğulları ailesinin tespit edilen soy atası 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır. Ahmet Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa ise 1850-1852 sıralarında deniz eri olarak İstanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin sonunda da teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun'da kalmış ve makine önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı'na terfi etmiştir. Hüseyin Ağa'nın çocuğu Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması'na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı'ndan emekli olmuştur.
Mehmet Nail Bey'in ilk eşi Fatma Zehra Hanım'dan üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'te Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya gelmiştir.
1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden ölümü üzerine Mehmet Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmet Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.
Nejdet Sançar'ın ağabeyidir, Yağmur Atsız ve Buğra Atsız'ın babasıdır. Tarihçi, Türkolog Rıza Nur'un manevi evladıdır.
Yaşamı.
Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul'da doğdu.
İlköğrenimini Kadıköy'deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde "(İstanbul Lisesi)" yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye'ye yazıldı.
Atsız, 1922 yılında Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'ın cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük düşüncesine karşı olan öğrencilerle kavga ettiği için okul yönetimince cezalandırıldı ve daha sonra aralarında birtakım sorunlar yaşanan Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazıma (teğmen) selam vermediği gerekçesiyle 3. sınıf talebesiyken 4 Mart 1925 tarihinde Askeri Tıbbiyeden atıldı.
Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesinde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalıştı ve bu vapurla İstanbul - Mersin arasında birkaç sefer yaptı.
Üniversite yılları.
1926 yılında İstanbul Dârülfünûnunun Edebiyat Fakültesinin Edebiyat Bölümüne ve İstanbul Dârülfünûnunun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebine kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağrıldı ve askerliğini 28 Ekim 1926 ile 28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yaptı.
Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı "Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri" adlı makalenin "Türkiyat Mecmuası"'nın ikinci cildinde yayınlanması üzerine hocası Mehmet Fuad Köprülü'nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yaptı ('Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesinden mezun oldu.
Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu.
Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâletinde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebini öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931'de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.
Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.
Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine değin "Atsız Mecmua"'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi yazın ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu "Türkçü ve Köycü" dergi, devrinde bilim, düşünce ve sanat alanında çok etki yaratan Türkçü bir çığır açmış, Cumhuriyet çağı Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.
Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını "H. Nihâl" imzasıyla, öykülerini de "Y.D." imzasıyla, bu dergide yayımlamaya başlamıştır. 1932 Temmuz'unda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav'ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir.
19 Eylül 1932'de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığına vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, "Atsız Mecmua"'nın 17. sayısındaki 'Dârülfünûn'un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanına baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.
Memurluğu.
Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır. Malatya'da kısa bir süre (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, buradaki görevinin ardından Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine atanmıştır. Atsız'ın Edirne'deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay gibi kısa bir süre sürmüştür (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).
Atsız, Edirne'de iken "Atsız Mecmua'"nın devamı niteliğindeki aylık Türkçü dergi "Orhun"'u (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9) yayımlamıştır. "Orhun" dergisinde, Türk Tarih Kurumunca çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir biçimde eleştirdiği için 28 Aralık 1933'te bakanlık emrine alınmıştır ve "Orhun" dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.
Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır.
Şubat 1936'da ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız'dan da Mart 1975'te ayrılmıştır.
Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulunda Türkçe öğretmeni olarak yaklaşık 4 yıl çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.
Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesine geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziran ayının sonuna değin edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesinde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.
Atsız, Boğaziçi Lisesinin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper'in de teşvikiyle "Orhun" dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.
1944 Irkçılık-Turancılık Davası.
II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de komünist etkinliklerinin arttığını düşünen Atsız, "Orhun"'un Mart 1944'te yayımlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında "Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir." diyen devrin Başbakanı Şükrü Saracoğlu'na hitaben bir açık mektup yayımladı.
Atsız, Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saracoğlu'ya hitaben ikinci açık mektubunu yayımlayarak Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist etkinliklerde bulunduklarını ve Millî Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'i istifaya çağırdı. Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir kaynamaya neden olarak başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok kentte, Komünizm karşıtı gösterilere yol açtı. Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944'te Atsız'ın Boğaziçi Lisesindeki edebiyat öğretmenliğine son verdi.
"Orhun" dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatıldı. Sabahattin Ali'nin arkadaşı ve Atsız'ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay'ın arabuluculuğuna karşın dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara'ya gitti ve Türkçü gençlerce istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edildi.
Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçti. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır. Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali'ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "millî tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir. Atsız, cezasının ertelenmesine karşın 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tutuklanmıştır.
19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır biçimde eleştiren bir söylev vermiş ve bu söylev üzerine Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6 yıl 5 ay hapse mahkûm olmuştur.
Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Âli Yücel davası adı ile tanınmıştır), 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir. Bu dava ile ilgili Hayri Yıldırım tarafından "3 Mayıs 1944 Irkçılık Turancılık Davası" adında bir kitap yazılmıştır.
Dava sonrası.
Nisan 1947'den Temmuz 1949'a değin kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir süre Türkiye Yayınevinde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da İ. Süruri Ermete adıyla yayınlamak zorunda kalmıştır.
Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız'ı 25 Temmuz 1949'da Süleymaniye Kütüphânesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir.
Bir süre bu görevde çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950'de Haydarpaşa Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır.
4 Mayıs 1952'de Ankara Atatürk Lisesinde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konuşma üzerine "Cumhuriyet" gazetesi, Atsız'ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında Bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız'ın konuşmasının bilimsel olduğu saptanmıştır. Ancak Atsız, 13 Mayıs 1952'de Haydarpaşa Lisesindeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesindeki görevine atanmıştır.
31 Mayıs 1952'den başlayarak emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine değin Süleymaniye Kütüphanesinde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphanedeki memuriyet olmuştur.
Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962'de kurulan Türkçüler Derneğinin genel başkanlığını üstlendi. 1964'ten ölümüne değin "Ötüken" dergisini yayımladı.
1952 yılında Atsız, eşi Bedriye Atsız, kardeşi Nejdet Sançar, onun hanımı Reşide Sançar, Fahrettin Kırzıoğlu, İsmail Hami Danişmend, Altan Deliorman ile beraber Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren kapalı ve bakımsız durumda olan Fatih Sultan Mehmet'in türbesinin temizliğini yaparlar. 1953 yılına gelindiğinde Atsız İstanbul'un Fethi'nin 500. yılının kutlanması için çalışmalar yapılması yönünde çağrıda bulunur. Birçok milliyetçi dernek ve vakıfla beraber kutlamanın düzenlenmesi için çaba harcar. Atsız, Ayasofya Camii'nin de müzeye dönüştürülmüş olmasını kabul etmez ve yeniden cami yapılması yönünde çağrıda bulunur. Bu doğrultuda "Dünyaya bir daha gelseydim Ayasofya'ya imam olmak isterdim" der.
Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep'e giderken bir işçinin kendisine "İdareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar." sözlerine karşılık, "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür." demiş; Atsız bunun üzerine, "Ötüken"'in Nisan 1967'de yayımlanan 40, sayısından başlayarak "Konuşmalar, I" (Sayı 40), "Konuşmalar, II" (Sayı 41), "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu Mitinglerinde Perde Arkası" (Sayı 47) ve "Satılmışlar-Moskof Uşakları" (Sayı 48) adlarıyla yayımladığı seri makalelerinde, Marksistlerin doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını öne sürmüştür. Bu yazılarına ilişkin savcılıkça soruşturma açılmış ancak Atsız'a hiçbir suçlamada bulunulmamıştır.
Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış ve aynı günlerde Adalet Partisi'nin Diyarbakır senatörlerinden birisi, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.
Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık soruşturma açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın sürdüğü 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, "Ötüken"'in sahibi Atsız'ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek'i on beşer ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik oy çoğunluğuyla verilen bu karar, üst mahkemeye taşınınca Yargıtay tarafından bozulmuştur. Ancak aynı mahkeme 2-1'lik kararda diretince Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.
Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesine yatan Atsız'a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" biçiminde değiştirilmiştir.
Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevine sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir süre sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevine nakledilmiştir.
Atsız, kesinleşen 1.5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı'na başvurup Atsız'ın bağışlanmasını istemiştir.
Atsız'ın affedilmesini talep eden akademisyenlerden bazıları ise şunlardı: Orhan Türkdoğan, Şerif Baştav, Emin Bilgiç, Saadet İshaki Çağatay, Mehmet Altay, Bahaeddin Ögel, Faruk Sümer, Şinasi Tekin, Süleyman Ateş, Haluk Karamağaralı, Şükrü Elçin, Selahattin Ertürk, Nejat Göyünç, Ercüment Kuran, Ömer Faruk Akün, Oktay Aslanapa, Ahmet Caferoğlu, Muharrem Ergin, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İbrahim Kafesoğlu, Cengiz Orhonlu, Faruk Kadri Timurtaş, Gülçin Çandarlıoğlu, Necmettin Hacıeminoğlu, Mustafa Kafalı, Erdoğan Merçil, Turan Yazgan, Hakkı Dursun Yıldız. Bunlardan başka pek çok akademisyen Atsız'a yardım ellerini uzatmak için imza toplayıp affedilmesini talep etmişlerdir.
Atsız, suç işlemediğini belirterek kendisi adına bağışlanmak istememesine karşın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını bağışlamıştır.
22 Ocak 1974'te Sağmalcılar Cezaevinden tahliye edilen Atsız, bir buçuk yıllık cezasının iki buçuk ayını cezaevinde geçirmiştir.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın deyişiyle "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan" Atsız, ateşli ve keskin bir biçeme sahipti.
Ölümü.
Atsız, 1975 yılının Kasım ayının ortalarında hasta olduğundan kuşkulanmış ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor infarkt olduğunu anlayamamıştır. Nihal Atsız, 11 Aralık 1975 Perşembe akşamı saat 20.00'de geçirdiği kalp krizi sonucu öldü.
Kurban Bayramı'nın ilk günü olan 13 Aralık 1975 tarihinde Kadıköy Osmanağa Camiinde kılınan ikindi namazını sonra Karacaahmet Mezarlığı'na gömülmüştür.
Osmanağa Camiinde cenaze namazı kılındıktan sonra İmam'ın ""Merhumu nasıl bilirdiniz?"" sorusuna Fethi Gemuhluoğlu yüksek sesle: ""Bu musalla taşı, Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, hoca efendi!"" demiştir.
Görüşleri.
Siyasal.
Nihal Atsız, çocukluk döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun son birkaç yılına, gençlik döneminde ise Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına tanıklık etmişti. Yaşadığı dönemde yükselişe geçmiş olan Türk milliyetçiliğinin etkisi altına girmiş ve bu düşünce akımının sıkı bir savunucusu olmuştur. Atsız, kendisini Türkçü, milliyetçi ve Turancı olarak tanımlamıştır. Türkiye'de 1960'lı ve 1970'li yıllarda çokça destekçi bulmuş olan sosyalizm akımına ve gelenekçiliğe şiddetle karşı çıkmıştır ve bu akımların karşısında bulunmuştur. Türk-İslam sentezini savunan Ülkücülerle ortak çalışmada bulunmamıştır ve Türkçülüğün savunucusu olmuştur. Atsız'ın şu sözleri ile kendi siyasi görüşlerini özetlemişti;
Yaşamı boyunca sol görüşlü kimselerce kendisine pek çok kez "faşist" olduğu suçlamasında bulunulmuştur ancak Atsız kendisinin bir faşist olmadığını, yalnızca bir Türkçü-Turancı olduğunu yinelemiştir.
Nihal Atsız Nazi hükûmetinin sempatizanı olmakla ve Türk hükûmetini devirmeyi tasarlamakla da suçlandı.
Gençliğine ait bir fotoğrafındaki saçlarını tarayış biçiminden dolayı Adolf Hitler'e özendiği iddiasında bulunan kimselere yanıt olarak şunları yazmıştır:
Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini ""milletin manevi enerjisini söndürmek" olarak yorumladı. "Millî ülkünün üçüncü merhalesi" ilkesini tanımlarken "Milletler kendi soylarını yeryüzüne yayıp hâkim kılmak için istilâ ve fütuhat yapmak mecburiyetindedirler" sözlerini kullandı. Ayrıca II. Dünya Savaşı'nın son günlerinde Almanya'ya savaş açılmasını "Türk tarihinde görülmemiş bir kancıklık" olarak değerlendirdi.
Atsız, parti bağnazlığına karşı çıkmıştır. Ona göre, bir ülkü sahibi olmayan siyasi partiler Türkçülüğe hizmet etmeyeceklerdir çünkü siyasi partilerin varlığı kalıcı değildir. Bağnazı olunabilecek şey, fikirlerdir; partiler değildir. Bunu "Türkçülük ve Siyaset" adlı makalesine açıklamıştır. Atsız'ın bazı görüşleri:
İsmet İnönü hükûmetine şiddetle karşı çıktı. Komünistlerle iş birliği yaptığı için eleştirdi. İsmet İnönü için Demokrat Parti'nin 1950 Türkiye genel seçimlerinden sonra iktidara gelmesinin ardından yazdığı makalede "Moskof hayranı millî şefleri çürük bir tahta gibi yıkılıp bir paçavra gibi kenara atıldı."" ifadelerini kullandı.
Nihal Atsız, Kemalizm'i Türkçülük gibi yerli bir düşünce olmaktan uzakta, dış kaynaklı bir safsata olarak gördü. Kemalistleri "inkılâp yobazları" olarak tanımladı. Kemalizm'i eleştirirken görüşlerini şöyle ifade etti:
Atsız, Demokrat Parti'nin 1950 Türkiye genel seçimlerini kazanmasından öncesini, 1923-1950 arasını, gayrimeşru ve müstebit (zorba) bir diktatörlük olarak tanımlar. Bu görüşlerini yazdığı makalesinde "Türkiye Cumhuriyeti 1950 yılında kurulmuştur." ifadelerini kullandı.
Atsız koyu bir antisemitistti. Yahudilerin Birinci Dünya Savaşında Osmanlı'ya ihanet ettiklerini söylemiş ve onları ülke içindeki parazitler olarak tanımlamıştı. İsrail'in ortadoğuda oluşturduğu tehdide karşı Türklerle Arapların bir federasyon kurmasını ve İsrail'e karşı savaşmasını da savunmuştu.
Dinî.
"Ötüken" dergisinin 1970 yılında yayımlanmış 11. sayısındaki "Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir" adlı makalesinde Atsız, Tanrı'nın insan algısının dışında yer aldığını ve dinlerin insan ürünü olduğunu ifade eder:
Atsız dinlerle olan olumsuz ilişkisine rağmen Tanrı'ya kuvvetli şekilde inanmaktadır. Tanrı inancının savunulmasının gerektiğini belirttikten sonra ateist tertiplere de şiddetle karşı çıkar ve Tanrısızlığın yayılmasının engellenmesi gerektiğini söyler. Tüm din eleştirisine rağmen, milleti millet yapan unsurlardan birisinin din olduğunu belirtir. Bir deist olarak İslam'ı sert şekilde eleştirse de bu dine saygı duyduğunu ve artık Türkler için İslam'ın bir "millî din" olduğunu belirtir:
Atsız İslam hakkında "millî din" demekle de kalmaz, çok sevdiği şair Mehmet Akif Ersoy'un siyasi görüşünün İslamcılık olması bahsi kendisine sorulduğunda bu fikirden övgüyle bahseder:
Eserleri.
Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve yazınını enikonu iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk döneminde uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu dönemi "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtlar Diriliyor" adlı iki yapıt ile romanlaştırmıştır. "Deli Kurt" adlı romanı, Osmanlı tarihinin de Fetret Devri olarak bilinen döneminin romanlaştırılmış biçimidir. "Ruh Adam" romanının başkahramanı Selim Pusat'ın üzerinde Atsız'ı ve onun yaşamından bazı izleri görürüz. Yayımlanmamış yapıtlarının arasında "II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi" adlı bir yapıtı da vardır. Atsız şiirlerini "Yolların Sonu" adıyla tek kitapta toplamıştır. Ayrıca "İki Onbaşı", "Dönüş", "Erkek Kız", "Şehitlerin Duası", "Her Çağın Masalı: Bozdoğlanla Sarı Yılan" ve "Dostum Esra" gibi öyküleri de bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11762",
"len_data": 22065,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Çamlıhemşin (Lazca: ვიჯა / Vica ya da ვიჯაკუდელი / Vicaǩudeli), Rize'nin bir ilçesi ve bu ilçenin idarî merkezidir.
Etimoloji.
Çamlıhemşin kasabasını oluşturan eski iki köyün adı olan "Vica" ya da "Vija", Kartveli kökenli *weʒ₁- formundan türemiştir ve Lazcada "maden suyu, ılıca, kaplıca" anlamına gelir.
Tarihçe.
Çamlıhemşin kasabası, Vica veya Vice adını taşıyan iki köy yerleşimine dayanır. Bu iki köy, 1876 tarihli Trabzon vilayeti salnamesinde Vice-i Süfla (Aşağı Vice) ve Vice-i Ulya (Yukarı Vice) olarak geçer. Bu iki yerleşim bu sırada Trabzon vilayetinin Lazistan sancağının Atina kazasına bağlı Hemşin nahiyesinin köylerinden biriydi. Bu köyler 1950 genel nüfus sayımında da aynı adlarla kaydedilmiştir. 1953 yılında Ardeşen ilçesi tesis edilince, Vice köyleri bu ilçeye bağlı olarak kurulan Çamlıca nahiyesinde yer alıyordu. 1955 genel nüfus sayımında “Viceiülya” şeklinde yazılan Yukarı Vice köyü, bu nahiyenin idarî merkeziydi. Aşağı Vice köyü ise, Yukarı Vice köyüne bir mahalle olarak bağlanmış olmalıdır. Çamlıca nahiyesi 1957 yılında Çamlıhemşin ilçesine dönüşünce, Yukarı Vice köyü de Çamlıhemşin kasabası olmuştur. 1960 genel nüfus sayımında Çamlıhemşin kasabasının nüfusu, 908’i erkek ve 1.319’u kadın olmak üzere, 2.227 kişiden oluşuyordu. Çamlıhemşin ilçesi ise, 22 köyü kapsıyordu ve toplam nüfusu 10.327 kişiden oluşuyordu.
Coğrafya.
Pazar, Ardeşen, Çayeli, Hemşin, İspir, İkizdere ve Yusufeli ilçeleri ile sınırları olan Çamlıhemşin; Doğu Karadeniz Bölümü'nde Rize ilinin ilçe merkezlerinden biri olup, kıyıdan içeride Fırtına Deresi vadisi 41.8 kuzey enlemi ile 41.01 doğu boylamının kesinleştiği noktada, vadi tabanında denizden yüksekliği 300 metre dolayında bulunmaktadır. Bazı mahallelerde ise bu yükseklik 700 metreyi aşmaktadır. İlçe, toplamda 885 kilometrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Bu alanın %80'i ormanla kaplı, dağınık ve tepelik alanlardan ibaret olup, düz alanlar hemen hemen yok gibidir. Çamlıhemşin, Rize ilinin denize sınırı olmayan ilçelerinden biridir. Denizden güneye doğru 22 km'lik kara yolu uzunluğunda ve içeridedir. İlçenin güneyi, doğu-batı doğrultusunda kavis çizen ve denize paralel olan, yükseklikleri 2.000-4.000 metreyi bulan Kaçkar Dağları ile çevrilidir. Bu dağ silsileleri içinde 3.932 metre yüksekliğe sahip Kaçkar Dağı yine yüksekliği 3.711 metreye ulaşan Verçenik Dağı ve yükseltileri 2.000 metreyi geçen birçok dağ ve tepeleri mevcuttur. Kaçkar Dağları üzerinde jeomorfolojik olaylar sonucu oluşmuş birçok irili ufaklı krater gölleri mevcuttur. Büyük Deniz Gölü, Meterez Gölü, Yıldız Gölü, Dönen Gölü, Serincef Gölü ve Kara Göl bunlardan bazılarıdır.
Arazinin meyilli olması nedeni ile ilçedeki akarsular 70 km'lik bir uzaklıktan 3.000 m rakımdan 0 rakıma düşmektedir. İlçe merkezinden geçen Fırtına Deresi'nden dolayı da Fırtına Vadisi olarak anılır. Fırtına Deresi, Kaçkar ve Verçenik vadilerinden gelen Elevit Deresi ve Palovit Deresinin birleşimi olan büyük dere ile Hala Deresinin (Ayder Deresi) birleşmesinden oluşur. Fırtına Deresi Pazar, Ardeşen sınırından Karadeniz'e dökülür. İlçede çok sayıda şelale bulunmaktadır. Bunlardan biri olan Peçamçoy Şelalesi, yaklaşık 100 metre yükseklikten Çamlıhemşin Belediye Binası'nın yanından dökülmektedir. Temmuz 2012'deki şiddetli yağış sonrası menfezler şelale suyunu tutmakta yetersiz kalmış ve şelaleden akan su yollara taşmıştı.
İklimi her mevsim yağışlıdır. Sıcaklık kışın -7 dereceye kadar düşmekte, yazın ise 25 dereceye kadar yükselmektedir. Günlük en yüksek sıcaklık farkı 23,6 derece olmaktadır. Yıllık metrekareye düşen yağış miktarı 245 cm³ü bulmaktadır. Havadaki nem oranı ise %10 ile %97 arasında değişmektedir.
Nüfus durumu ve etnik yapısı.
Çamlıhemşin Rize ilinin 11 ilçesi içinde gerek toplam ilçe nüfusu gerekse merkez nüfusu bakımından en küçüklerindendir. İlçe kilometrekareye 16 kişilik nüfus yoğunluğu ile ilin tenha ilçelerinden biridir. İlçe nüfusu 2020 Yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre ise toplam 6.924 olup, merkez nüfusu 1.778, köylerin nüfusu ise 5.146'dır. 6 mahalle ve 27 köyden oluşmakta olup, yöredeki nüfusun büyük bir kısmı mevsimlik işçi olarak kışın büyük şehirlere çalışmaya gitmekte, yazın ilçeye dönmektedir.
Sosyal durum.
İlçede Sağlık Merkezi ve Merkez Sağlık Ocağı aynı binada hizmet vermekte olup, küçük çapta bakım ve onarım ihtiyacı bulunmaktadır.
Ayrıca İlçe komşu ilçelere uzak olması nedeni ile Sağlık Merkezinin acil müdahale açısından yetersiz olduğundan acil müdahaleler için gerekli tıbbı malzemelerin temini gerekmektedir.
İş ve çalışma hayatı.
İlçe halkı genellikle gurbetçi olup, mevsimlik olarak çalışmaya gitmekte, bir kısmının ise büyük şehirlerde fırın, lokanta, pastane gibi işleri olup, buralarda çalışmaktadırlar. İlçede kalanlar ise çay tarımı, hayvancılık ve orman işleri ile uğraşmaktadırlar. Kültür balıkçılığı ve arıcılık da önemli uğraş alanlarındandır. Ayrıca ilçede turizm faaliyetlerinden geçimini sağlayanların sayısı da hızla artmaktadır.
Eğitim ve kültür.
İlçede eğitime karşı ilgi düşüktür. İlköğretimden sonra özellikle kız çocuklarında liseleşme oranı düşüktür. İlçe köylerinde ve ilçe merkezinde toplam olarak 27 ilkokul mevcuttur. Bunların 6'sı eğitim öğretime devam etmekte, 3 tanesi taşımalı sistemle eğitim öğretim vermektedir. Şehir Merkezinde 1 İlköğretim Okulu, 1 Lise, 1 İmam-Hatip Lisesi, Dikkaya ve Topluca Köylerinde birer İlköğretim Okulu bulunmaktadır.İlçede okur yazarlık oranı %97'dir.
Çamlıhemşin evleri.
Mimari olarak evler incelendiğinde genellikle yamaçlara inşa edilen evlerin arka tarafının duvar ile örülüp dağın yamacına yaslandığı, ön tarafının ve diğer iki köşenin açıkta bırakıldığı görülür. Bölgede bulunan eski evlerin çoğu yüz yıldan yaşlıdır. Yapılarda tamamen doğal ahşap malzemeler kullanılmış, bilhassa kestane, gürgen ve çam türü ağaçlar tercih edilmiştir. Bunda en önemli etken bu ağaçların dayanıklı ve kolay bulunur nitelikte olmasıdır. Evlerin yapımında tahtalar birbirine geçmeli olarak hazırlanmıştır. Bu yöntemin avantajı hiçbir bağlantı malzemesi gerektirmeden yapıyı birbirine bağlamasıdır. Evlerin arka kısmı tepeye yaslanmış olarak inşa edilmiş olduğundan, evlerin asıl yaşam alanı iç bölgelere kaydırılmıştır. Çoğunluğu kare ve dikdörtgen plan şeklinde tasarlanmıştır, tuvaletler ve banyolar çok az evde yapının içerisinde bulunur. Genellikle iki katlı inşa edilirler. Aslında yaşam alanı tek kattır ancak yamaçta inşa edildikleri için evin temelinin bulunduğu kısım yamaç dolayısıyla bir boşluk oluşturmuştur. Bu boşluklar da ahır olarak tasarlanmıştır. Evlerin çoğunluğu dört veya altı oda ("bulma" adı verilir), bir ana oda ("heyet-salon" adı verilir), bir de evin giriş kısmı olan geniş boşluktan oluşur. Neredeyse bütün evler çift kapılıdır, kapıların biri sağda, diğeri solda konumlandırılmıştır. Bulaşık, çamaşır yıkama yeri ve tuvaletler evin sol kapısının dış tarafında inşa edilmiştir. Evlerin arkası yamaca dayanırken ön tarafı karşıya bakar, yani evin arka kısmı toprağa dayanırken ön kısmı boşluktadır. Bu boşluklar, örülen ahır duvarları ve dalları kesilmiş dev gürgen ağaçları ("ungura" adı verilir) ile desteklenmiştir. Denge maksadıyla evlerin ağırlık kısımları da arka tarafta toplanarak rüzgâr ve zemin kaymalarının yaratabileceği tehlikeler önlenmeye çalışılmıştır. Eski köklü ailelerin evleri birden çok katlı olmakla beraber bu evlerde ahşap işçiliğinin eşsiz örnekleri bulunur. Arifoğlu Konağı, Çolakoğlu Konağı, Dudi Konağı, Firiloğlu Konağı, Hacal Konağı, Hacı Yunuszade Halil Efendi Konağı, Hunanoğlu Konağı, Koçi Konağı, Kozizoğlu Konağı, Melikoğlu Konağı, Ofluoğlu Konağı, Pelitler Konağı, Reyhan Konağı, Sarıoğlu Konağı ve Tarakçıoğlu Konağı bu konaklardan en bilinenleridir.
Ekonomik durum.
İlçede en önemli ekonomik faaliyet olarak turizm ön plana çıkmaya başlamıştır. Ayder Turizm Bölgesi 1200 yatak kapasitesine sahiptir. İlçenin kuzey kesiminde kalan bölgesinde ise çay tarımı, hayvancılık ve yarıcılık ekonomik faaliyetler olarak ön palana çıkmaktadır. Ayrıca arıcılık ve kültür balıkçılığı da önemli ekonomik faaliyetler arasındadır Turizmin geliştirilmesi amacıyla Küçük ve Orta Boy Konaklama Tesislerini Geliştirme Projesi: Bölgeye ve Rize iline yönelik turizm hareketleri dikkate alındığında Ayder, Yaylaköy (Elevit), Çat gibi orman köyleri ve yayla merkezlerinde başlangıçta 10-20 yataklı, daha sonra 20-30 veya 30-40 yataklı, küçük ve orta boy konaklama tesislerinin ve aile işletmelerinin kurulması ve kurulu olanların hizmet standartlarını daha da geliştirilmeleri önem ve öncelik taşımaktadır. Bu nedenle yerel yönetim ve ilgili merkezi yönetim kuruluşlarının "özgün mimari projeler" hazırlaması ve yatırım yapmak isteyenlere proje yardımında bulunulacaktır.
İklim.
Çamlıhemşin'de okyanusal iklim (Köppen: "Cfb") görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11775",
"len_data": 8736,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.51
}
|
Not: Zaman çizelgeleri henüz Unicode karakterleri desteklemediğinden, bazı Türkçe karakterler görüntülenememektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11779",
"len_data": 116,
"topic": "CODING",
"quality_score": 2.93
}
|
Batum (Gürcüce-Lazca: ბათუმი / Batumi), Gürcistan'ın Özerk Cumhuriyeti Acara'nın başkenti olan Karadeniz kıyısındaki liman kenti. Nüfusu 169.100 (2020 sayımı) olan Batum, önemli bir liman ve ticaret merkezi olarak hizmet vermektedir. Subtropikal bir bölgede yer almaktadır. Narenciye ve çay gibi tarımsal ürünler bakımından zengindir.
Batum, Transkafkasya Demiryolu'nun ve Bakü petrol boru hattının son bulduğu önemli liman ve ticaret merkezidir. Türkiye sınırına 20 kilometre uzaklıktadır ve subtropikal iklimin olduğu bölgede bol meyve ve çay yetişir. Petrol rafinerisi ve gemi yapımcılığıyla da tanınmıştır. Türkiye’yi karayoluyla Gürcistan ile Azerbaycan’a ve Orta Asya cumhuriyetlerine bağlayan Sarp Sınır Kapısı Batum’a açılır.
Tarih.
Batum hakkında ilk bilgiler.
Batum hakkında ilk bilgiler MÖ 4. yüzyılda, Yunan filozof Aristoteles’in eserinde karşımıza çıkmaktadır. Aristoteles, Karadeniz kıyısında, Kolkheti Krallığı’nda (Egrisi) “Batusi” adında bir şehirden söz etmektedir. Romalı yazar Flavius ve Yunan coğrafyacı Flavius Arrianus da Batum'u aynı isimle tanıyordu. “Batusi” Yunanca bir kelimedir ve "derin" anlamına gelmektedir. Gerçekten de Batum, Karadeniz'de Kırım Yarımadası’ndaki Sivastopol şehrinden sonra en derin ve elverişli limana sahiptir.
Şehrin doğu girişinde, Korolistzkali civarında yapılan arkeolojik kazılar, bu alanlarda MÖ 2 bin sonları ile binli yılların başlarında insanların yaşadığını ve komşu halklarla sıkı ticarî ilişkilerinin olduğunu göstermektedir. Korolistzkali Vadisi'nde ekonomi ve kültür merkezi olan Tamaris Dasakhleba semtindeki Tamaris Tsikhe/Tamar Kalesi adını taşıyan tepe eski Batum’un merkezi sayılıyordu.
MS 2. yüzyılda, Roma İmparatoru Hadrianus döneminde Batum’da Roma garnizonu vardı. 5. yüzyılda (Kartli) Kralı Vahtang Gorgasali Batum’u kendi topraklarına kattı.
6., 7. ve 8. yüzyıllarda Batum ve çevresi Egrisi ve Egrisi-Abhaz Beyleri tarafından yönetiliyordu. Feodal dönemde Batum Kalesi çevresinde köy tipi yerleşimler vardı.
Osmanlı hâkimiyeti dönemi.
Gürcü ulusunun birleşmesi ve Gürcistan Krallığı’nın kurulmasından sonra Batum şehri ve tüm Acara, Klarceti sınırları içerisine giriyor ve krala bağlı “Eristavi” denen derebeyi/prensler tarafından yönetiliyordu. Daha sonra Batum topraklarını Gurieli soyadlı eristaviler yönetmiştir. 15. yüzyılın sonunda, Kahaber Gurieli döneminde Türkler bu bölgeyi ele geçirmeyi başarsa da Rostom Gurieli kısa süre sonra Batum ve çevresini geri aldı ve Türkleri Gürcü topraklarından çıkardı. Rostom Gurieli'nin 1564 yılında ölümünden sonra Türkler, Lazeti (Lazistan) ve çevresindeki toprakları yeniden ele geçirerek şimdiki Batum'da istihkâmlar yaptılar. 1609 yılında Mamia Gurieli Türklerin ordusunu imha etti ancak 17. yüzyılın sonunda Türkler Lazistan (Lazeti) ve Batum'u tekrar aldılar. Türkler Batum'u "Liva" yani Lazistan Sancağı'nın merkez şehri yaptılar. Batum Sancağı, Acaristzkali Çayı ile Çoruh Nehri'nin birleştiği yerden Tsihisdziri'ye kadar olan toprakları kapsıyordu. Osmanlıların hâkim olmasından sonra İslam dini bölgeye girdi.
1873 yılında Batum, Lazistan Paşalığı’nın merkez kentiydi. Sancak beyi yani mutasarrıf tarafından yönetiliyordu. Mutasarrıf doğrudan Trabzon valisine bağlıydı.
Tekrar Gürcistan sınırlarına katılması.
19. yüzyılın başlarından itibaren Gürcistan toprakları Rusya İmparatorluğu tarafından ele geçirilmeye başlanmış ve Ruslar yavaş yavaş Acara’ya doğru yaklaşmıştır. 1877-1878 yıllarında Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rusya ve onun işgali altında bulunan Gürcü ulusunun çıkarları, bu en eski Gürcü topraklarının Osmanlılardan kurtarılmasının büyük önemi olduğu için birbiriyle kısmen örtüşmüştür.
Kartli’de, İmereti’de, Kaheti’de, Samegrelo’da ve Guria’da aktif şekilde birlikler oluşturulmaya başlandı. Osmanlı-Rusya savaşı’nda Rusya bayrağı altında savaşan Gürcülerin sayısı 30 binden fazlaydı. 3 Mart 1878 günü, savaşın tarafları olan Osmanlılarla Rusya arasında Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Osmanlılar savaş tazminatının bir kısmını bazı topraklarını bırakarak ödedi. Bu topraklar arasında tarihî Gürcü toprakları olan Kola-Artaani (Göle), Şavşet-İmerkhevi (Şavşat-İmerhev), Artanuci (Ardanuç), Oltisi (Oltu), Taoskari (Olur), Macakheli, Lazistan’ın bir kısmı ve Acara da vardı.
Ayastefanos Antlaşması'nın ele alındığı Berlin Konferansı’nda (13 Haziran-12 Temmuz 1878) Rusya Ayastefanos Antlaşmasıyla elde ettiği toprakların ana kısmını korumayı başardı. Böylece Acara ana Gürcistan’a geri döndü.
25 Ağustos 1878 yılında Batum’a General Sviatipolk Mirski komutasındaki Rus ordusu girdi. O zamanki adıyla Aziziye Meydanı’nda (şimdiki Özgürlük Meydanı) devir teslim töreni yapıldı ve Sviatopolk Mirski Derviş Paşa’dan şehrin anahtarını teslim aldı.
Rus idarî sistemine göre Batumis Olki yani Batum İli kuruldu ve okrug denen üç alt idarî birime yani üç ilçeye ayrıldı. Batum ilinin okrug/ilçeleri şunlardı: Batum, Artvin ve Acara. Batum şehri “Porto-Franko” yani serbest liman kenti olarak ilan edildi. Bu İngilizlerin fikriydi, İngilizler Berlin Kongresi’nde bu şehrin serbest liman kenti olarak açıklanmasını istemiş ve kabul de ettirmişlerdi.
“Porto-Franko” yani serbest liman statüsü Batum'a belli katkılar sağladı. Bu dönemde Batum önemli ölçüde büyüdü ve yavaş yavaş modern, Avrupalı şehir görünümüne kavuştu. Ancak yerel halkın sosyal durumu ağırlaştı. Millî üretim Avrupa malları ile rekabet edemiyordu. Bununla birlikte başka bir sorun daha ortaya çıktı; kaçakçılık, rüşvet ve başka sorunların getirdiği olumsuzluklar, Çveneburiler başta olmak üzere Müslüman halkın çoğunun Osmanlı ülkesine göç etmesinin önünü açan sebeplerden biri haline geldi. Batum'un serbest liman statüsü 1886 yılında iptal edildi.
12 Haziran 1883 tarihinde Rusya İmparatorluğu devlet meclisi kararına dayanarak Batum "olki/ili" statüsü iptal edildi ve Kutaisi Guberniyası yani Kutaisi Vilayeti ile birleştirildi. Bununla ilgili olarak Kutaisi Askerî Vali Yardımcısı unvanı oluşturuldu. Vali Yardımcısı doğrudan Batum okrugunu yani Batum ilçesini yönetiyordu.
Şehrin kendine ait yönetimi yoktu ve bu durum şehrin normal şekilde büyüyüp gelişmesini engelliyordu. 1885 yılında Batum'da yaşayan 90 kişi Rusya'nın Kafkasya iç işleri birimi amirine yazılı başvuru yaparak Batum'a şehir statüsü verilmesini istediler. 28 Nisan 1888 yılında Batum'a şehir statüsü verildi. Aynı yıl şehrin yöneticilerinin (meclis) seçimi yapıldı. Batum "olki/ili" 1903 yılında Kutaisi Valiliğinden ayrıldı.
20. yüzyılın başlarında Batum ve tüm güneybatı Gürcistan ekonomik açıdan en gelişmiş bölgelerden biri idi. Ekonomik ilişkilerin gelişmesi burada şehir yaşamına yönelimi ve tarımsal üretimi artırdı. Batum büyük şehir merkezi ve birinci sınıf limanıyla Güney Kafkasya ve Orta Asya transit ticaretinde öncü rolü oynuyordu.
Birinci Dünya Savaşı'na kadar Batum Avrupa şehri görünümüne kavuştu. Bu, Batum'un yerel idaresinin ileri görüşlü faaliyetleri ve şehrin gelirlerinin amacına uygun kullanılmasının sonucunda gerçekleşti.
Rusya ve Osmanlı’nın anlaşması.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması Amier Kafkasya'da (Güney Kafkasya) siyasi gelişmelerin yönünü değiştirdi. Rusya İmparatorluğu'nda 1917 yılı devrimi nedeniyle istikrarsız durum ve Ekim Devrimi sonucunda oluşan ciddi anarşik ortam, Rusya'nın Kafkasya Cephesi'ni dağıtmasına ve Güney-batı Gürcistan'ın, Gürcistan'ın ana gövdesinden tekrar kopmasına neden oldu.
Bilindiği üzere, 3 Mart 1918 yılında Brest'de Bolşevik Rusya ve Almanya arasında yapılan ateşkes antlaşmasının (Brest Litovsk Antlaşması) 4. Maddesiyle Batum, Kars ve Ardahan illeri, halklarına kendi kaderini tayin hakkı tanınması koşuluyla Rusya yönetiminden çıkacak ve Osmanlı ve Rusya arasında 1877 yılı öncesi devlet sınırlarına dönülecekti. Bu tür gelişmelerin Güney Kafkasya için tamamen kabul edilemez durum oluşturmaktaydı. Batum ili konusu özellikle 14 Mart-5 Nisan 1918 tarihleri arasında yapılan Trabzon Konferansı'nda aktif olarak incelendi. Güney Kafkasya delegasyonunun amacı Rusya ile Osmanlı arasında 1914 yılına kadar olan sınırın korunmasını sağlamak, Osmanlı delegasyonunun amacı ise Güney Kafkasya'da Brest Litovsk Antlaşmasını şartsız kabul ettirmekti. Görüşmeler sonuçsuz kaldı.
14 Nisan 1918 tarihinde Osmanlı Devleti ve Güney Kafkasya (Amier Kafkasya) delegasyonu liderleri, ortaya çıkan bu durumun görüşmelerde çatlaklık olarak kabul edilmemesini ve konferansa ara verilmesi konusunda anlaştılar. Ancak bu anlaşma ihlal edildi ve aynı gün Osmanlı askerleri Batum'u işgal etti.
İlk Cumhuriyet ve Acara’nın Geri Alınması.
Trabzon Konferansı'nın devamı niteliğinde olan Batum ateşkes görüşmeleri iki etapta gerçekleşti ("11-26 Mayıs 1918 ve 31 Mayıs-4 Haziran 1918"): Batum görüşmelerinin ilk etabı Güney Kafkasya Federal Cumhuriyeti ve Osmanlı Devleti arasında; ikinci etabı ise Osmanlı Devleti ile Güney Kafkasya'nın bu üç bağımsız cumhuriyeti arasında ayrı ayrı gerçekleşmiştir. Batum Konferansı'nın ilk etabında Güney Kafkasya Delegasyonu (Başkanı A. Çkhenkeli), artık, görüşmelerde Brest Litovsk Antlaşması'nı temel almak için çaba gösteriyordu. Osmanlı tarafı ise ilave olarak yeni isteklerde bulunuyordu. Osmanlılar o kadar geniş toprakları istiyordu ki kendi müttefikleri Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bile buna tepki gösterdi.
Gürcistan’ın bağımsızlığı idealinin gerçekleştirilmesi, oluşan bu durumdan gerçek bir çıkış yolu olarak görülüyordu. Sonunda, Gürcistan'ın yeniden bağımsızlığı hakkındaki akit Batum'da hazırlandı ve 26 Mayıs'ta Tiflis'te imzalandı.
Batum Konferansı'nın son etabında, 4 Haziran 1918 tarihinde, Osmanlılar silah tehdidiyle yeni Gürcistan Cumhuriyeti'nden Brest Litovsk Antlaşması'nda Osmanlı'ya verileceği belirtilen Batum ve Ardahan haricinde o antlaşmada olmayan Akhaltsikhe (Ahıska) ve Akhalkalaki'yi (Ahılkelek) de terk etmesini istedi. Osmanlılar Güneybatı Gürcistan'da kendi idaresini kurdu. Buna rağmen, demokratik geleneğe sahip olmasıyla seçkin Batum yerel yönetimini yok etmedi. Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya ve onun müttefiklerinin yenilmesi, Batum'da 6 ay süren Osmanlı idaresinin de sonu oldu.
1919 yılının başlarında tüm Batum ili ve Batum şehri Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerinin egemenlik alanı içindeydi. İngiliz askerlerinin başkomutanlığı General Cooke Collis'i Batum şehri ve Batum Olku/İlinin valisi olarak atadı.
İngilizler başlangıçta yerel yönetim teşkilatı da kurdular. İngilizlerin kurduğu Batum İl Meclisi esasen Rus Millî Meclisi üyelerinden oluşmaktaydı. Kadet P. Maslov'un başkanlık ettiği meclis keskin Gürcü karşıtlığı ile öne çıkıyordu. 14 Nisan 1919 tarihinde Valiliğin emriyle bu meclis feshedildi.
7 Mayıs 1920'de Rusya ile Gürcistan arasında barış antlaşması imzalandı. Bolşevik Rusya (Sovyetler Birliği), Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını tanımakla birlikte Gürcistan'ı yeniden işgal etmeye hazırlanıyordu. Bu esnada İngilizler 7 Temmuz'da Batum'u Gürcistan'a terk etti.
Şubat 1921'de Sovyet Rusya Gürcistan'a karşı savaş faaliyetlerine girişti. Gürcü ordusunun sayısı az olmasına rağmen bu savaşın ilk etabında birkaç cephede galibiyet elde etti fakat yine de Şubat ayının sonunda Ruslar ağır bastı ve 25 Şubat 1921 tarihinde Rus ordusu Tiflis'e girdi.
Ankara Hükûmeti, Rusya ile Gürcistan arasında devam eden çatışmaları fırsat bilip bu durumdan yararlandı ve Gürcistan hakimiyetindeki Artvin ve Ardahan'a savaş yapmadan girdi. Bolşevikler karşısından tutunamayan Gürcistan hükûmeti, Ankara'daki elçileri Simon Mdivani'yi görevlendirerek Batum, Ahıska ve Ahılkelek'in Ankara Hükûmeti tarafından işgali talebini 8 Mart 1921'de sundu. Bunun üzerine Türk güçleri 10 Mart 1921'de Acara’nın Hulo ve Keda yöresine girmesinin akabinde 11 Martta da Batum’a girmeye başladı. Bu esnada Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti son bulmuş ve Sovyet yanlısı Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni Gürcü hükûmeti, 16 Martta imzalanan Moskova Antlaşması uyarınca Batum'un Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine bırakıldığını belirterek Türk güçlerinin Batum'u terk etmesini istedi. Bu esnada Batum'daki Bolşeviklerde, Sergey İvanoviç Kavtaradze önderliğinde revkom (ihtilalci komite) oluşturdu. Kazım Karabekir Paşa, Moskova Antlaşmasına uygun olmayacak şekilde Batum'un önemli mevkilerinin ele geçirilmesini emretmesi üzerine Türk birlikleri 17 Martta stratejik noktaları ele geçirmek için harekete geçerken, Batum Valisi Miralay Kazım Bey'de TBMM adına şehri ilhak ettiğini bildirdi. Aynı gün, Rus işgali nedeniyle Tiflis’ten Batum’a gelmiş olan Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti Hükûmeti Başkanı Noe Jordania ve diğer hükümet üyeleri ile beraber Batum limanında bindikleri gemiyle İstanbul'a giderek ülkeyi terk ettiler. Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin Sovyet Rusya'yı Batum'u işgale çağırması, Batum'da Bolşevik yanlılarının güçlenmesi ve Noe Jordania'nın Batum'u terk etmesinden sonra Gürcü ordusunun büyük kısmının yeni Gürcistan hükûmetinin yanında yer alması üzerine Türk güçleri ile General Giorgi Mazniaşvili komutasındaki Gürcü ordusuyla çatışmalar yaşanmış ve Türk güçleri şiddetli çatışmalardan sonra önemli noktaları ele geçirmişti. 18 Martta Kızıl Ordu birliklerinin şehre girmesiyle Kızıl Ordu Komutanı Orkonikidze ve İhtilaci Komite Başkanı Kavtaradze ile yapılan görüşmelerden sonuç çıkmamasıyla Türk-Gürcü çatışmaları devam etti. 20 Martta Kazım Karabekir Paşa'nın Moskova Antlaşması uyarınca geri çekilme emri üzerine Türk güçleri 21 Martta Batum şehrini terk etti. Türkler'e karşı savaşta ölenler Batum’da “Aziziye Meydanı'nda” şimdiki adıyla Özgürlük Meydanı’nda defnedildiler.
Yakın tarih.
Batum tarihindeki acı sayfalardan biri de 1924 yılında Sovyet yönetimine karşı Gürcistan’ın çeşitli bölgelerinde başlayan ayaklanma sırasında gelişen olaylardır. Batum’da Sovyet karşıtı çıkışlara katılan millî bağımsızlık hareketi üyelerine herhangi bir ön araştırma olmadan saldırıldı. 31 Ağustos 1924’de Sovyet karşıtları kurşuna dizildi. Öldürülenler arasında Batum İstihkâm Birliği Komutanı olan General Giorgi Purtselidze de vardı. Gürcistan’ın Sovyetleşmesi sonrasında Acara bölgesine dini gerekçe ile özerklik statüsü verildi. Batumlular 1941-1945 yılları arasındaki İkinci Dünya Savaşı’na çeşitli cephelerde aktif olarak katıldı. Batum’dan savaşa çağrılan 12.258 askerden 4.728 kişi evine dönemedi. 1960-1980 yılları arasındaki şehir hayatı, Sovyet yaşamının ve onun karakteristik değerlerinin tipik örneğini teşkil ediyordu.
Coğrafya.
İklim.
Batum’da subtropikal iklim egemendir. Kentte ve çevrisinde subtropikal bitkiler yetişir. Parklar, çay plantasyonları ve turunçgiller önemli yer tutar.
Batum’da ortalama sıcaklık 14 °C’dir. En soğuk ay olan Ocak ortalaması 6 °C olarak ölçülür. En sıcak aylar olan Temmuz ve Ağustos ortalaması ise 22 °C olarak gerçekleşir. Batum’da en düşük sıcaklık olarak -7 °C ve en yüksek sıcaklık olarak da 40 °C kaydedilmiştir.
Bölgeleri.
31 Mart 2008 Tarihli Şehir meclisi Kararına Göre 7 Alt bölgeye ayrılmıştır:
Şehrin Manzarası.
Çağdaş mimari.
Batum'un silüeti, dikkat çekici binalar ve çağdaş mimari anıtlar ile 2007'den beri dönüşüm geçirmiştir, aşağıdaki yapılar buna dahildir:
2013'te büyük bir Kempinski oteli ve kumarhanesi açılacak, bir Hilton Oteli'nin yanı sıra 47 katlı bir Trump Tower'ın da yapılması planlanıyor.
Yenilikçi mimari.
Batum'daki yenilikçi tarzda mimari yapıtlar şunlardır:
Önemli Mekânlar.
Başlıca Yerler.
Görülecek yerler:
Ulaşım.
Türkiye'de yaptığı havalimanlarıyla tanınan TAV'ın yeniden inşa ettiği uluslararası Batum Havalimanı 2007 yılında açıldı. Batum, Mahincauri istasyonundan başlayan demiryoluyla da Tiflis'e bağlanmaktadır. Sarp Sınır Kapısı'ndan Gürcistan'a açılan karayolu Batum kentinden geçmektedir. THY, 2008 yılından itibaren İstanbul-Batum uçuşlarını başlatmıştır. Türkiye vatandaşları pasaport ve vize aranmaksızın Batum Havaalanı'na inerek Hopa ilçesine gelebilmektedirler. Ayrıca Trabzon'dan her gün Batum'a karayoluyla otobüs seferleri düzenlemektedir.
Nüfus.
1877-78 Osmanlı-Rus Harbi öncesinde şehirde önemli bir Müslüman nüfus bulunmaktaydı. 1878 yılı Trabzon Vilayet Salnamesi'ne göre Batum'da 4.028 erkek nüfus bulunmaktaydı. Batum, Berlin Antlaşması (1878) uyarınca serbest liman statüsüyle Ruslara bırakılmış ve şehirdeki Müslümanların büyük bölümü de Osmanlı topraklarına göç etmeye başlamıştır. Müslüman göçlerinden sonra 1882 yılında Batum nüfusu 6.931'i erkek, 1.740'ı kadın olmak üzere 8.671 kişi olarak görülmektedir. Bu tarihte nüfusun 1.282 kişisi Müslüman, 179'u Yahudi iken geri kalanı da Hristiyanlardan oluşmaktaydı.
Batum-Tiflis-Bakü demiryolunun 1883 yılında inşası ve ticaretinde artmasıyla bu sefer dışarıdan şehre yoğun göç yaşanmaya başlamıştır. Batum'da 1886 yılında 10.838'i erkek, 3.965'i kadın olmak üzere 14.803 kişi yaşamaktaydı. Nüfus ağırlıklı olarak Hristiyanlardan oluşurken şehirde 3.291 Müslüman ve 933 Yahudi'de yaşamaktaydı. Bu tarihteki nüfus verilerine göre Ermeniler %23,4 oranla en kalabalık etnik topluluğu oluşturmaktaydı. 19. yüzyılın sonlarına doğru Çarlık Rusyası idaresine geçmiş olan Batum'a Osmanlı topraklarından Kafkasya'ya göç eden Ermenilerin yerleştirildikleri görülmekte olup ileriki yıllarda da Osmanlı topraklarından şehre Ermeni göçü artarak devam etmiştir. Bu tarihte ikinci büyük etnik topluluğu ise %20,1 oranla, çoğunluğu arazi kısıtlığı, yaşam koşullarının yetersizliği ve iş bulma gibi nedenlerle Osmanlı topraklarından göç eden Rumlar oluşturmaktaydı. Sayımda Megreller Gürcülerden ayrı gösterilirken, Lazlar da Megreller adı altında kayıtlara geçmiştir. Gürcü, Megrel ve Lazların toplam nüfustaki oranı %17 civarında olup üçüncü kalabalık etnik topluluğu oluşturmaktaydılar. Daha sonra sırasıyla Ruslar, Türkler, Yahudiler, Abhazlar ile %9,9 oranında da etnik olarak tanımlanmamış nüfus bulunmaktaydı.
Şehre başta Ermeni ve Rus toplulukları olmak üzere dışarıdan yerleşimin artarak devam etmesiyle 1897 nüfus iki katına çıkmıştır. 1897'de şehirdeki işçi sayısı 11.249 olarak görülmektedir. Sayıma göre şehirdeki kadın nüfusu 8.069 iken işçi sayısındaki artışa bağlı olarak erkek nüfusu 20.439'dur. Ermeniler bu sayımda da %24 oranla en kalabalık etnik topluluk olurken, Ruslar ikinci kalabalık topluluk olarak görülmektedir. Bu tarihte bir önceki sayıma göre Megrel olarak tanımlanan halk sayısında azalma görülürken Gürcü olarak tanımlanan halkın nüfusunda önemli bir artış yaşanmıştır. Bu tarihte Rum nüfusunun bir önceki sayıma göre biraz azaldığı, Türk olarak kaydedilen nüfusunda ise bir miktar artış yaşandığı görülmektedir. Yahudi nüfus hemen hemen aynı kalırken o dönemde Küçük Ruslar denilen Ukraynalıların da gelişen ticaretin etkisiyle çalışmak için şehre yerleştikleri görülmektedir.
1900 yılına gelindiğinde Bakü-Batum petrol boru hattının inşasıyla limanının önemi daha da artmış, buna bağlı olarak da şehrin nüfusundaki artışta devam etmiştir. 1926 yılına gelindiğinde 50.000'e yaklaşan şehir nüfusunun hakim etnik unsuru %36'7 oranla Gürcülerden oluşmaya başlamıştır (Megreller, Lazlar gibi ilişkili halklar dahil). Ermeniler nüfuslarında artış olmakla birlikte ikinci, Ruslarda üçüncü sıradaki etnik halkları oluşturmaktaydılar. Bir önceki sayıma göre Rum ve Yahudi nüfusunda ise bir miktar artış görülmektedir. Moskova Antlaşması uyarınca Mart 1921'de Türk askerinin çekilmesiyle şehirdeki Türk nüfusu da buradan ayrılmaya başlamıştır. 1926 yılındaki sayımda şehirdeki Türk nüfusu %1'in altına düşmüş olup ileriki yıllardaki sayımlarda Türk nüfus görülmemektedir. Bu sayımda Ukraynalı, Alman, Kürt gibi halklarda şehirde yaşayanlar arasında görülmektedir.
1959 sayımında şehirdeki Gürcülerin oranı toplam nüfusun yarısına ulaşırken, Ruslar %25 oran ile ikinci, Ermeniler ise üçüncü etnik sınıfı oluşturmaktaydılar. Rumlar ise göçler nedeniyle genel nüfusun %2'sini oluşturmaktaydılar. Şehirdeki Yahudiler bir önceki sayıma göre nüfus olarak azalmakla birlikte varlıklarını sürdürmekteydiler. Ukraynalılar da %4'e yaklaşan oranla önemli bir azınlığı oluşturmaktaydılar.
Din.
Batum için ayrı bir dini veri bulunmamakla birlikte, bölge sakinlerinin çoğunluğu Doğu Ortodoks Hristiyandır ve başlıca ulusal Gürcü Ortodoks Kilisesi'ne bağlıdır. Ayrıca Sünni Müslüman, Katolik, Ermeni Apostolik ve Yahudi cemaatleri de var.
Şehirdeki başlıca ibadet yerleri:
Kültür.
Önemli insanlar.
Batum kökenli veya Batum'da ikamet etmiş önemli kişiler:
Ekonomi ve altyapı.
Ulaştırma.
Kente ülkenin üç uluslararası havalimanından birisi olan Batum Havalimanı hizmet vermektedir. BatumVelo adlı bir bisiklet paylaşım sistemi, akıllı kartla sokakta bisiklet kiralamanıza olanak sağlamaktadır.
Batum limanı, Çin'in önerdiği Avrasya Kara Köprüsü'nün ("Yeni İpek Yolu" nun bir parçası) güzergahlarından birinde, Azerbaycan ve Hazar Denizi üzerinden Çin'e bir doğu lojistik bağlantısı ve feribotla Ukrayna ve Avrupa'ya bir batı lojistik bağlantısı sağlayacak.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11784",
"len_data": 20694,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Thomas Jefferson ( 1743 - 4 Temmuz 1826), Amerikan Bağımsızlık Bildirisi'nin başyazarı, Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babalarından biri ve 1801'den 1809'a kadar Amerika Birleşik Devletleri'nin üçüncü başkanıydı. George Washington döneminde ülkenin ilk dışişleri bakanı, ardından John Adams döneminde ikinci başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Jefferson, demokrasi, cumhuriyetçilik ve doğal hakların güçlü bir savunucusuydu; eyalet, ulusal ve uluslararası düzeylerde şekillendirici belgeler ve kararlar ortaya koyarak Amerikan siyasal sisteminin temel taşlarından biri haline geldi.
Jefferson, köle emeğine dayalı bir yaşam süren Virginia Kolonisi'nin toprak sahibi sınıfında doğdu. Amerikan Devrimi sırasında Virginia'yı İkinci Kıta Kongresi'nde temsil etti ve burada oybirliğiyle kabul edilen Bağımsızlık Bildirisi'nin başyazarlığını yaptı. Düşünce, ifade ve din özgürlüğü gibi bireysel haklar konusundaki güçlü savunuculuğu, devrimin ideolojik temellerinin şekillenmesine katkı sağladı ve On Üç Koloni'nin bağımsızlık mücadelesine ilham verdi. Bu mücadele, Amerika Birleşik Devletleri'nin özgür ve egemen bir ulus olarak kurulmasıyla sonuçlandı.
Jefferson, 1779'dan 1781'e kadar devrimci Virginia'nın ikinci valisi olarak görev yaptı. 1785 yılında Kongre tarafından ABD'nin Fransa büyükelçisi olarak atandı ve bu görevini 1789'a kadar sürdürdü. Ardından Başkan George Washington tarafından ülkenin ilk dışişleri bakanı olarak görevlendirildi ve 1790 ile 1793 yılları arasında bu görevde bulundu. 1792'de, siyasi müttefiki James Madison ile birlikte, Federalist Parti'ye karşı çıkan Demokratik-Cumhuriyetçi Parti'yi kurarak ülkenin ilk parti sisteminin şekillenmesinde rol oynadı. Jefferson ile Federalist John Adams, hem kişisel dost hem de siyasi rakip oldular. 1796 başkanlık seçimlerinde Adams ile yarışan Jefferson, ikinci sırada yer aldı ve dönemin seçim yasalarına göre başkan yardımcısı oldu. 1800'deki seçimde yeniden Adams'a karşı aday olan Jefferson bu kez başkan seçildi. 1804'te ise büyük bir oy farkıyla ikinci kez başkanlığa seçildi.
Jefferson’un başkanlığı, ülkenin deniz taşımacılığı ve ticaret çıkarlarını Berberi korsanlara ve İngiltere’nin saldırgan ticaret politikalarına karşı kararlılıkla savunmasıyla dikkat çekti. Aynı zamanda, Louisiana'nın satın alımı ile batıya yönelik genişleme politikasını teşvik etti; bu anlaşma, ülkenin coğrafi sınırlarını iki katına çıkardı. Fransa ile yürütülen başarılı diplomatik görüşmelerin ardından askerî güç ve harcamalarda önemli ölçüde azaltmaya gidildi. İkinci döneminde ise Jefferson, iç politikada çeşitli zorluklarla karşılaştı; bunlardan en önemlisi, eski başkan yardımcısı Aaron Burr'un yargılanmasıydı. 1807 yılında, ABD'nin gemiciliğine yönelik İngiliz tehditlerine karşı ulusal sanayiyi korumak, dış ticareti sınırlamak ve Amerikan imalat sektörünü canlandırmak amacıyla Ambargo Yasası'nı yürürlüğe koydu.
Jefferson, hem akademisyenler hem de halk nezdinde ABD başkanları arasında en üst sıralarda yer almaktadır. Başkanlık tarihçileri ve araştırmacılar, onun din özgürlüğü ve hoşgörü konusundaki güçlü savunuculuğunu, Louisiana Toprakları'nı Fransa'dan barışçıl yollarla satın almasını ve Lewis ve Clark Keşiflerine verdiği liderlik desteğini övgüyle anmaktadır. Bununla birlikte, ömrü boyunca çok sayıda köleye sahip olması da dikkat çeken bir yönüdür; tarihçiler bu konuda farklı değerlendirmeler sunmakta ve Jefferson'ın kölelik konusundaki görüşleri ile bu kuruma olan kişisel bağlılığı üzerine çeşitli yorumlar yapmaktadır.
Yetişme dönemi ve eğitim hayatı.
Çocukluk dönemi.
13 Nisan 1743 tarihinde, ailesinin on çocuğundan üçüncüsü olarak dünyaya gelmiştir. Virginia'nın güçlü bireyleri ile sıkı bağları olan bir aileye mensup olup, kardeşlerinden ikisi çocuk yaşta hayatlarını kaybetmiştir. Annesinin ismi Jane Randolph Jefferson, babasının ismi ise Peter Jefferson'dır. Babası Peter Jefferson'ın atalarının büyük olasılıkla Galli oldukları düşünülmektedir.
1752'de İskoçyalı bir rahip olan William Douglas'ın eğitim verdiği yerel bir okulda eğitime başladı. Dokuz yaşından itibaren Latince, Antik Yunan ve Fransızca öğrenmeye başladı. 1757 yılında on dört yaşındayken babasının ölümü üzerine, 20 km² arazi ve birçok köle kendisine miras kaldı. Bu arazi üzerinde daha sonraları Monticello olarak adlandırılacak olan kendi evini inşa etmiştir.
Babasının ölümünün ardından 1758 ile 1760 yılları arasında rahip James Maury'nun okuluna devam etti. Bu okulda klasik eğitimin yanında tarih ve bilim dersleri aldı.
1760 yılında 16 yaşında Williamsburg'da bulunan the College of William & Mary ismindeki yükseköğrenim kurumuna girdi ve iki sene sonra en yüksek notlarla buradan mezun oldu. William & Mary'de Profesör William Small'dan felsefe, matematik ve metafizik dersleri aldı. Small, Jefferson'a İngiliz deneyselcilik akımının öncüleri olan John Locke, Francis Bacon ve Isaac Newton gibi bilim adamlarının çalışmalarını ilk olarak tanıtan kişidir (Jefferson, daha sonra bu üç isim hakkında "dünyanın yetiştirdiği en büyük üç adam" tanımlamasını yapmıştır). Çok meraklı bir öğrenci olan Jefferson, okulda bulunduğu süre içerisinde pek çok alanla ilgilendi ve aile geleneğine uygun olarak çoğu zaman günde on beş saate varan çalışmalarda bulundu. Mezuniyetinin ardından, hukuk öğrenimini de tamamlayarak 1767 yılında Virginia Barosu'na kabul edildi.
Üniversite sonrası.
1 Ekim 1765'te Jefferson'ın en büyük ablası olan Jane 25 yaşında öldü. Jefferson, bu olayın ardından bir süre derin bir yas dönemine girdi ve bu süre içerisinde diğer ablalarının da evlenerek evden ayrılmış olmaları dolayısıyla, kendisine arkadaşlık edebilecek düzeyde yaşıt kardeşlerinin eksikliğini hissetti.
Jefferson, bu dönemde henüz koloni olan Virginia'da avukat olarak pek çok dava ile ilgilenmiş, 1768 ile 1773 yılları arasında Genel Mahkeme'de her yıl yüzün üzerinde davaya bakmıştır. Avukat olarak ünlenen Jefferson'ın müşterilerinin arasına annesinin ailesi olan Randolph'ların da içinde bulunduğu Virginia'nın birçok elit ailesi girmiştir.
Monticello.
Thomas Jefferson, neoklasik tarzda bir malikane olan Monticello'nun inşaatına 1768 yılında başladı. Daha çocukluğundan itibaren, Shadwell arazisi içinde tepenin üstünde yer alacak güzel ve küçük bir ev hayali kurduğu bilinmektedir.
Siyasi hayatı.
Amerikan Devrimi'ne doğru.
Avukatlığa devam ederken, Jefferson bir yandan da siyasetle ilgilenmeye başlamış ve 1769 yılından itibaren Virginia'nın yerel meclisinde Albemarle County bölgesini temsil etmiştir. 1774 yılında İngiliz Parlamentosu'nun Amerikan kolonilerini cezalandırmak amacıyla çıkardığı yasalar (Coercive Acts) üzerine, bu yasalara karşı çıkan bir dizi ilke kararını kaleme almış, daha sonra bu kararlar onun ilk basılı yayını olan "A Summary View of the Rights of British America" olarak yayınlanmıştır. Söz konusu yasalara karşı ilk tepkiler hukuki konularda anayasaya aykırılık temeline dayanan eleştiriler iken, Jefferson argümanlarını o günler için oldukça radikal bir fikir olan kolonilerin kendi kendilerini yönetme haklarına dayandırmıştır. Jefferson ayrıca söz konusu Parlamento'nun sadece Birleşik Krallık üzerinde hakimiyeti olan bir yasal güç olduğunu ve kolonilerde herhangi bir yasama hakkı olmadığını iddia etmiştir. Thomas Jefferson'ın kaleme aldığı bu eser, asıl olarak ilk Koloniler arası kongrede Virginia'yı temsil edecek komite için bir açıklamalar kitapçığı olarak yazılmış olmasına rağmen, bu Kongre'de fazlasıyla radikal bulunmuş ve kabul görmemiştir. Fakat, yine de bu fikirler daha sonra Amerikan bağımsızlığının teorik temellerinin oluşmasını sağlayan ana kaynaklar arasında sayılmış ve bu yüzden Jefferson'ın bağımsızlık hareketinin öncüleri arasında en önde gelenlerinden biri olarak kabul edilmesini sağlamıştır.
Bağımsızlık Bildirgesi'nin kaleme alınması.
Jefferson, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın başlamasının hemen ardından, Haziran 1775'te on üç koloninin katılımıyla toplanan ikinci Kongre'de delege olarak yer almıştır. Kongre Haziran 1776'da bir bağımsızlık bildirgesinin kaleme alınması fikrini tartıştığı sırada, Jefferson bu bildirgenin hazırlanması için görevlendirilen Beşli komite'ye seçilmiştir. Komite, muhtemelen Jefferson'ın "yazar" olarak sahip olduğu itibar ve ün dolayısıyla bildirgenin ilk taslak halini hazırlama görevini Jefferson'a vermiştir. Esasen bu sorumluluk, verildiği esnada rutin bir görev olarak düşünülmüş ve Komite'nin hiçbir üyesi tarafından tarihi bir görev olarak görülmemiştir. Jefferson, kendi hazırladığı Virginia Anayasa taslağını, George Mason'ın hazırladığı Virginia Haklar Bildirgesi'ni ve diğer kaynakları esas almak ve Komite'nin diğer üyelerinin de desteğini almak suretiyle Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin taslak halini tamamlamıştır.
1774 ile 1800 arasında siyasi kariyeri.
Jefferson'ın hazırladığı ilk taslağı Komite'ye sunmasının ardından, Komite taslak üzerinde bazı küçük değişiklikler yaparak taslağı 28 Haziran 1776 tarihinde Kongre'ye sunmuştur. Birkaç gün süren görüşmeler sonucunda, Kongre taslak metni üzerinde bazı değişikliklere gitme ve taslağın neredeyse dörtte birini çıkartma kararı almıştır. Jefferson'ın itirazlarına rağmen çıkartılan bu bölümlerden bir tanesi de köleliğe ve köle ticaretine eleştirel yönden yaklaşan bir bölüm de bulunmaktadır. Sonuçta, 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi Kongre tarafından onaylanmıştır. Bağımsızlık Bildirgesi zaman içerisinde Jefferson'ın üne ulaşmasında en önemli unsur olarak öne çıkmış ve onun kaleminden çıkan etkili giriş kısmı insan hakları üzerinde kalıcı bir metin olarak görülmeye devam edilmektedir.
Eyalet Meclisi'ndeki çalışmaları.
1776 yılının Eylül ayında Virginia'ya geri dönen Jefferson, yeni oluşturulan Virginia Temsilciler Meclisine seçilmiştir. Mecliste bulunduğu dönem süresince, çoğunlukla Virginia'nın demokratik bir eyalet olarak kazandığı yeni statüsü gereği yapılmasını gerekli gördüğü yasal düzenlemelerin gerçekleşmesi için çalışmalarda bulunmuştur. Üç yıl boyunca, içlerinde "büyük evlat hakkı" uygulamasının kaldırılması, dini özgürlüklerin tanınması ve yargı sisteminin modernize edilmesini de içeren 126 adet kanun tasarısı kaleme almış ve Meclise sunmuştur. 1778 yılında kaleme aldığı "Bilginin Yaygınlaştırılmasına Dair Kanun" ile kendi mezun olduğu okullarda da akademik reformların yapılmasına vesile olmuş ve seçmeli bir müfredat sisteminin Amerikan üniversiteleri arasında ilk kez uygulanmasına öncülük etmiştir.
Yine Eyalet Meclisinde görev yaptığı dönem içerisinde cinayet ve devlete ihanet suçları hariç olmak üzere idamın kaldırılmasını öneren bir yasa tasarısını gündeme taşımıştır. Bu kanun tasarısı sadece bir oy farkla reddedilmiş ve bu yüzden tecavüz gibi suçlar için ölüm cezası Virginia kanunlarında 1960'lı yıllara kadar varlığını korumuştur. Virginia sınırları içine kölelerin getirilmesini yasaklayan bir kanunun yasalaşmasında başarılı olmuş, ancak kölelik uygulamasının tamamen kaldırılmasını sağlayamamıştır.
Virginia Eyalet Valiliği.
1779-1781 yılları arasında Virginia eyaleti valisi olarak görev yapmıştır. Bu görevi kapsamında, 1780 yılında Eyalet başkentinin Williamsburg'dan daha merkezi bir konuma sahip olan Richmond şehrine taşınması, College of William & Mary üniversitesinde eğitim reformlarına devam edilmesi gibi çalışmalarda bulunmuştur. 1779'da bu okul, Jefferson'ın isteği üzerine Amerikan üniversitelerinde bir ilk olarak George White'a hukuk profesörü unvanı vermiştir.
Eğitim alanında o güne kadar gerçekleştirilmesini sağladığı reformları yeterli bulmayan Jefferson, daha sonra Virginia Üniversitesi'ni kurmuştur. Bu üniversite, ABD tarihinde yükseköğrenimin dinsel öğretiden tamamen bağımsız tutulduğu ilk üniversite olma özelliğini taşımaktadır.
Thomas Jefferson'ın vali olduğu dönem içerisinde Virginia iki kez İngiliz işgaline uğramıştır (Bunların ilkinde İngiliz kuvvetlerinin başında Benedict Arnold, ikincisinde ise Lord Cornvallis vardı). Hatta, 1781 yılının Haziran ayında, Banastre Tarleton adındaki bir albayın önderliğindeki İngiliz süvari birlikleri, Jefferson ve diğer Virginia bölgesi liderlerinin on dakika mesafesine kadar yaklaşmışlardır.
Jefferson, valilik görevinde kamuoyunun desteğinin yitirmesi ve bir daha seçilme şansının olmamasından ötürü, bir dönem sonunda bu görevi bırakmak zorunda kalmıştır. Ancak, yine de 1783 yılında Eyalet meclisi tarafından Amerikan Kongresi'ne Virginia'yı temsil etmek üzere seçilmiş ve kongre üyesi olarak Ulusal Kongre üyeliğine getirilmiştir.
Amerikan Ulusal Kongresi üyeliği.
Virginia Eyalet Meclisi, Jefferson'ı Konfederasyon Kongresi'nde Virginia Eyaleti'ni temsil etmek üzere 6 Haziran 1783'te seçmiş, Kongre'deki görev süresi ise 1 Kasım 1783'te başlamıştır. Jefferson, yabancı para kurlarını belirlemek üzere Kongre içerisinde kurulan komitenin üyeliğine atanmıştır. Bu görevi sırasında, Amerikan para biriminin onluk sisteme dayanması gerektiği fikrini öne sürmüştür.
Kendisine büyükelçilik unvanı verildiği için 7 Mayıs 1784'te Kongre'den ayrılmıştır. 1785'te ABD'nin Fransa büyükelçiliğine getirilmiştir.
Fransa Büyükelçiliği.
1785-1789 yılları arasında Fransa'da ABD büyükelçisi olarak görev yaptığından dolayı Philadelphia Kongresi'ne katılamamıştır. Ekinde bir haklar bildirgesi olmamasına rağmen yeni Anayasa'ya destek vermiş ve sürekli olarak ABD'deki gelişmeler hakkında James Madison'dan haber almaya devam etmiştir.
Paris'te bulunduğu sürece, Champs-Élysées üzerinde bulunan bir evde yaşamıştır. Zamanının önemli bir bölümünü şehrin arkeolojik zenginliklerini gezip öğrenmekle geçirmiş, aynı zamanda şehrin sunduğu güzel sanatlarla ilgili sergi, gösteri vb. aktivitelere yoğun olarak katılmıştır. Davetlerde sık sık boy göstererek favori bir figür haline gelmiş ve şehrin etkili insanlarının verdiği akşam yemeklerinin düzenli misafirlerinden olmuştur. Kızlarıyla birlikte Fransa'da oldukları süre içinde Montecillo'nun köle ailelerinden olan Hemmings'lerden James Hemmings ve onun kız kardeşi Sally Hemmings onlara hizmet etmiştir. Jefferson'ın Sally Hemmings ile var olduğu iddia edilen uzun dönemli ilişkisinin bu dönemde başladığı iddia edilir.
1784-1785 yılları arasında ABD ile Prusya arasında yeni kurulan ticari ilişkilerin mimarlarından biri olmuştur.
Paris'in aristokratları ve elit tabakası ile yukarıda sözü edilen sıkı arkadaşlık ve dostluk bağlarına rağmen, 1789'da başlayan Fransız Devrimi sırasında devrimcilerin yanında yer almıştır.
Başkan yardımcılığı dönemi.
Eylül 1796'da Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı Washington, ABD tarihindeki ilk münakaşalı başkanlık seçimine yol açan üçüncü bir devre için aday olmayacağını ilan etti. John Adams'a karşı seçimi kaybettikten sonra Jefferson, Federalist politikalara karşı muhalefeti sürdürmek için kullandığı bir platform olarak başkan yardımcısı oldu.
Başkanlık dönemi.
4 Mart 1801 ile 4 Mart 1809 tarihleri arasında iki dönem boyunca Amerika Birleşik Devletleri başkanı görevini yürüttü.
Jefferson başkanlığı sırasında sansüre karşı olduğunu etkili biçimde dile getirmiştir:
Jefferson, 4 Mart 1801'de Washington D.C.'deki yeni Kongre Binası'nda Başyargıç John Marshall tarafından yemin etti. Açılış konuşmasında bir uzlaşma notu düştü ve "Bizleri aynı ilkenin kardeşleri farklı isimler tarafından çağırdı. Hepimiz Cumhuriyetçiyiz, hepimiz Federalistiz." İdeolojik olarak Jefferson, "tüm insanlara eşit ve kesin adalet", azınlık hakları, ifade, din ve basın özgürlüğünü vurguladı. Özgür ve demokratik bir hükûmetin "dünyadaki en güçlü hükümet" olduğunu söyledi. Kabinesine ılımlı Cumhuriyetçileri aday gösterdi bunlar: Dışişleri Bakanı olarak James Madison, Savaş Bakanı olarak Henry Dearborn, Başsavcı olarak Levi Lincoln ve Donanma Bakanı olarak Robert Smith.
Göreve geldikten sonra, ilk olarak 83 milyon dolarlık bir ulusal borçla karşı karşıya kaldı. Hazine Bakanı Albert Gallatin'in yardımıyla Hamilton'un Federalist mali sistemini dağıtmaya başladı. Jefferson yönetimi, "gereksiz ofisleri" kapattıktan ve "işe yaramaz işyerlerini ve harcamaları" kestikten sonra viski tüketim vergisini ve diğer vergileri kaldırdı. Ulusal bankayı ve ulusal borcu artırma etkisini dağıtmaya çalıştılar, ancak Gallatin tarafından caydırıldılar. Jefferson, barış zamanında gereksiz olduğunu düşünerek Donanmayı küçülttü. Bunun yerine, yabancı düşmanlıkları kışkırtmayacağı düşüncesiyle, yalnızca savunma için kullanılan ucuz savaş tekneleri filosunu bünyesine kattı. İki dönem sonra, ulusal borcu 83 milyon dolardan 57 milyon dolara indirmişti.
Jefferson, "Alien and Sedition Acts" kapsamında hapsedilenlerin birçoğunu affetti. Kongre Cumhuriyetçileri, Adams'ın neredeyse tüm "gece yarısı yargıçlarını" görevden alan 1801 Yargı Yasasını yürürlükten kaldırdı.
Jefferson, bilimlerin ilerlemesine dayalı bir ulusal savunma için bir subay mühendislik birliği üreten bir ulusal askeri üniversiteye olan ihtiyacı güçlü bir şekilde hissetti. 16 Mart 1802'de Askeri Barış Teşkilatı Yasasını imzaladı ve böylece West Point'te Birleşik Devletler Askeri Akademisi'ni kurdu. Yasa, ordu için yeni bir dizi yasa ve sınırlama 29 bölüm halinde belgelendi. Jefferson ayrıca, Cumhuriyetçi değerleri desteklemek için Federalistlerin ve subay kolordu genelinde aktif muhaliflerin yerini alarak, Yürütme şubesine reform getirmeyi umuyordu.
Jefferson, 1800 yılında kurulan Kongre Kütüphanesi'ne büyük ilgi gösterdi. Sık sık kitap alınmasını tavsiye etti. 1802'de, bir Kongre kararı Başkan Jefferson'a Kongre'nin ilk Kütüphanecisini seçmesi için yetki verdi ve kendisine kütüphane kuralları ve yönetmelikleri oluşturma yetkisi verdi. Bu kanun aynı zamanda başkana ve başkan yardımcısına kütüphaneyi kullanma hakkı tanımıştır.
Beyaz Saray hostesi.
Beyaz Saray'da kadınlar varken Jefferson'un bir hostese ihtiyacı vardı. Eşi Martha, 1782'de öldü. Jefferson'un iki kızı Martha Jefferson Randolph ve Maria Jefferson Eppes, ara sıra bu rolde görev yaptı. 27 Mayıs 1801'de Jefferson, uzun zamandır arkadaşı James Madison'ın karısı olan Dolley Madison'dan Beyaz Saray'ın daimi hostesi olmasını istedi. Pozisyonun diplomatik öneminin farkına vararak kabul etti. Beyaz Saray konağının tamamlanmasından da sorumluydu. Dolly, Jefferson'un geri kalan iki dönemi boyunca Beyaz Saray'da hostes olarak görev yaptı ve ardından sekiz yıl daha görev yaptı.
Dinî görüşü.
Jefferson, başkanlığı döneminde laik bir yönetim ortaya koymuştur. Bir yaratıcı var ise, onun sadece dünyayı yarattığına, gerisine karışmadığına inanmıştır.
Kaynakça.
__DİZİN__
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11785",
"len_data": 18387,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Amerikan Bağımsızlık Bildirisi veya Amerikan İstiklal Beyannamesi, Amerika Birleşik Devletleri'ni kuran belgedir. Belge, 4 Temmuz 1776'da Philadelphia'daki daha sonra "Independence Hall" adı verilen Pennsylvania Eyalet Evi'ndeki İkinci Kıta Kongresi'nde kabul edildi. Bildiri, dünyaya On Üç Koloni'nin neden artık Britanya sömürgesi değil de bağımsız egemen eyalet olarak görüldüğünü açıklamakta.
Bağımsızlık Bildirisi, İkinci Kıta Kongresi'nin daha sonra Kurucu Babalar olarak bilinen 56 temsilcisi tarafından imzalandı. Bu kişilerin arasında New Hampshire, Massachusetts Körfezi, Rhode Island ve Providence Plantasyonları, Connecticut, New York, New Jersey, Pensilvanya, Maryland, Delaware, Virginia, Kuzey Carolina, Güney Carolina ve Georgia eyaletlerinin temsilcileri bulunuyordu. Bildiri, erken Amerikan tarihinde en çok yayılan ve basılan belgelerden biri oldu.
Beşli Komite, Kongre bağımsızlığı oyladığında hazır olması için bildirinin taslağını hazırladı. Bağımsızlığın önde gelen savunucularından John Adams, Beşli Komite'yi Thomas Jefferson'ı belgenin orijinal taslağını yazmakla görevlendirmeye ikna etti ve bu taslak daha sonra İkinci Kıta Kongresi tarafından düzenlendi. Bildiri, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın Nisan 1775'te başlamasından bir yıl sonra Kıta Kongresi'nin neden Amerika'nın Büyük Britanya Krallığı'ndan bağımsızlığını ilan etme kararı aldığının resmî bir açıklamasıydı.
Kongre, 4 Temmuz'da metni onayladıktan sonra Bağımsızlık Bildirisi'ni çeşitli şekillerde yayınladı. İlk olarak, geniş çapta dağıtılan ve halka okunan Dunlap broşürü olarak basıldı. Jefferson'ın orijinal taslağı, Adams ve Benjamin Franklin tarafından yapılan değişiklikler ve Jefferson'ın Kongre tarafından yapılan değişikliklere ilişkin notlarıyla birlikte şu anda Washington, DC'deki Kongre Kütüphanesi'nde muhafaza edilmektedir. Bildiri'nin en çok bilinen versiyonu, şu anda Washington'daki Ulusal Arşivlerde sergilenen ve halk arasında resmî belge olarak kabul edilen imzalı kopyadır. Bu kopya Kongre tarafından 19 Temmuz'da emredilmiş ve asıl 2 Ağustos 1776'da imzalanmıştır.
Bildiri, Kral III. George'a karşı 27 koloni şikâyetini sıralayarak ve devrim hakkı da dâhil olmak üzere bazı doğal ve yasal hakları ileri sürerek Birleşik Devletler'in bağımsızlığını meşrulaştırıyordu. Bildiri'nin asıl amacı bağımsızlığı ilan etmekti ve sonraki yıllarda bildiri metnine yapılan atıflar çok az oldu. Abraham Lincoln, 1863 Gettysburg Konuşması'nda olduğu gibi Bildiri'yi politikalarının ve söyleminin merkezi hâline getirdi. O zamandan beri, özellikle ikinci cümlesi olmak üzere, insan hakları konusunda iyi bilinen bir ifade haline geldi: "Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: Bütün insanlar eşit yaratılmıştır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında Yaşama, Özgürlük ve Mutluluğu arama hakları yer alır."
Bildiri herkes için eşit hakları garanti altına almak amacıyla hazırlanmıştır. Stephen Lucas bildiriyi "İngilizce dilinin en çok bilinen cümlelerinden biri" olarak nitelendirmiş, tarihçi Joseph Ellis ise belgenin "Amerikan tarihinin en güçlü ve en önemli kelimelerini" içerdiğini yazmıştır. Bildirge, Amerika Birleşik Devletleri'nin ulaşmak için çaba göstermesi gereken ahlaki bir standardı temsil eder hâle gelmiştir. Bu görüş özellikle bildirgeyi kendi siyasi felsefesinin temeli olarak gören ve bunun Birleşik Devletler Anayasasının yorumlanması gereken bir ilkeler beyanı olduğunu savunan Lincoln tarafından desteklenmiştir.
Bağımsızlık Bildirisi, ilki Avusturya Hollandası'ndaki Brabant Devrimi sırasında yayınlanan 1789 Belçika Birleşik Devletleri Bildirisi olmak üzere, diğer ülkelerdeki birçok benzer belgeye ilham kaynağı olmuştur. Ayrıca 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa, Latin Amerika, Afrika (Liberya) ve Okyanusya'daki (Yeni Zelanda) çok sayıda bağımsızlık bildirgesi için birincil model olarak hizmet etmiştir.
Oluşum süreci.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, İngiliz Hükûmeti'ne karşı Amerikan Devrim Savaşı'nın başlamasından sonra oluşturulmuş bir belgedir. Bu sebeple Amerikan Devrim Savaşına kısaca değinmek gerekir. Amerikan halkı İngiliz Hükûmetinin artan ekonomik ve askeri baskısı sebebiyle George Washington önderliğinde İngilizlerle 6 yıl savaşmış ve genel savaşa dahil, birçok cephe savaşını kaybetmiş olsalar bile, azim ve sabır göstererek, Fransızların da yardımıyla savaştan zaferle çıkmasını bilmişlerdir.
İngiliz baskısı.
İngiltere, Avrupa'daki savaşlarında özellikle Fransa ile yaptığı Yedi Yıl Savaşları'nda büyük maddi kayıpları uğrayınca bu kayıpları koloni devletleriyle paylaşmak için yeni vergiler ve yasalar çıkardı. Bu yasalar "İngiliz Seyrüsefer Kanunları" () olarak adlandırılır. Bazıları:
Bu yasalara ek olarak, kolonilerde sınai maddeleri sınırlayan ya da yasaklayan bir dizi yasayı da İngiliz hükûmeti çıkarmıştır.
Neden Amerika.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi gibi çağının ötesinde, demokratik ve cumhuriyetçi bir atılımın Amerika'daki kolonilerde oluşmasının 4 temel sebebi vardır.
Coğrafi etken: Kuzey Amerika kolonileri Avrupa'nın mutlakiyetçi ve dinci siyaset üreten merkezlerinden, uzaklık sebebiyetiyle etkilenmemişlerdir. Ayrıca, Londra da yine uzaklık sebebiyle Kuzey Amerika kolonileri üzerinde etkili olamamış, otoritesini tam olarak kuramamıştır.
Ekonomik durum: İlk yerleşimciler ekonomik olarak birbirlerine yakın durumdaydılar. Nüfus arttıkça sınırların ötesinde yeni topraklar yerleşime açılıyor, böylelikle Avrupa'daki gibi toprak kıtlığından kaynaklanan bir baskı oluşmuyordu. İlk yerleşim bölgelerinde ticaretle uğraşanlar, küçük bir zenginler sınıfı oluşturmuşsa da genel olarak Amerika, eşitlikçi bir çiftçi toplumu görüntüsü veriyordu. Belirgin bir aristokrasi sınıfı oluşmamıştı.
Sosyal durum: İlk yerleşimciler, genel olarak ülkelerindeki dinî,siyasî ve ekonomik baskılardan kurtulmak için göç etmişlerdi. Daha en başta, özgür, bağımsız ve refah içinde yaşama düşüncesi vardı. Bu düşünceler Kuzey Amerika kıtasında rahat bir gelişim ortamı bulmuştur.
Din: Çeşitli kolonilerde birbirinden farklı dinsel gruplar bulunuyordu. Birçoğu, din baskısından kurtulmak için anayurtlarından göç etmiş bu topluluğu kimse tek bir din veya mezhep çatısı altında birleştirmeyi düşünemezdi. Bu sebeple Amerika'da hiçbir din baskısı kurulmamıştı.
Bu sebeplerden dolayı, bu kadar ilerici bir hareket Avrupa veya başka bir kıtada değil, Kuzey Amerika'daki on üç kolonide ortaya çıkmıştır.
Kaynağı.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi yazarları özellikle iki kişiden etkilenmiştir. Bunlardan birincisi John Locke'tu. Locke'un "two Treaties of Government" kitabı, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin kaynaklarından biridir. Locke, devletin en yüce görevinin, her insanın hakkı olan yaşam, özgürlük ve mülkiyeti korumak olduğunu söylemiştir.
İkincisi ise Jean-Jacques Rousseau'ydu. Onun "toplumsal sözleşme" teorisi bildirgenin yazarlarını oldukça etkilemiştir. Nitekim Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin ikinci paragrafı Rousseau'nun tezinin neredeyse kelimesi kelimesine yazılması bunu göstermektedir.
Genel hatları.
Ulusların hakkı: Aşağıda gerçekler bizim için gayet açıktır: Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaradan'ları tarafından bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır. Bu hakları güvence altına almak amacıyla, insanlar kendi aralarında yönetimler kurarlar; bu yönetimler gerçek güçlerini, yönetilenlerin onamasından alırlar; herhangi bir yönetim biçimi, bu hedeflere ulaşmada köstekleyici olmaya başladığında, bu yönetimi değiştirmek ya da düşünmek, yeni bir yönetim kurmak ve bu yeni yönetimin yetkilerini ve dayandığı temelleri, güvenlik ve mutluluklarını sağlayacağına en çok inandıkları bir biçimde düzenlemek ve kurmak, halkın hakkıdır; aslında sağgörü, uzun bir geçmişi olan yönetimlerin sudan ve geçici nedenlerle değiştirilmemesini buyurur; bu yüzden insanların durumlarını düzeltmek amacıyla alışılagelen yönetim biçimlerini değiştirmek yerine, kötülüklere katlanmayı yeğlediklerini deneyimler göstermiştir; ancak sürekli aynı amaca yönelik, uzun bir yolsuzluklar ve zorbalıklar silsilesi, ulusu, mutlak bir despotizme sürüklemek niyetini açığa vurursa, o zaman böyle bir yönetimi yıkmak ve gelecekteki güvenlikleri için yeni koruyucular seçmek, o ulusun hakkı ve görevidir.
İngiltere Kralı'nın yaptıkları:
Britanya halkı: Britanyalı kardeşlerimize karşı da saygıda kusur etmiş değiliz. Zaman zaman onları, yasa koyucuların üzerimizde haksız bir yönetim kurma girişimleri konusunda uyardık. Buraya hangi koşullar altında göç edip, yerleştiğimizi anımsattık onlara. Doğal adalet ve alicenaplık duygularına seslenerek aramızdaki ırk bağları dolayısıyla, bu zorbalıkları kınamalarını rica ettik. Çünkü bu zorbalıkların, aramızdaki bağlantıları ve ilişkilerimizi bozması kaçınılmaz bir şeydi. Ama onlar da adaletin ve kan bağımızın feryatlarına kulaklarını tıkadılar. Bunun için artık, onlardan ayrılmamız gerektiği sonucuna boyun eğmek ve onları da, insanlığın geri kalan kısmı gibi, savaşta düşman, barışta dost kabul etmek zorundayız.
Sonuç: Bu yüzden, Genel Kongre halinde toplanan biz ABD temsilcileri, görüşlerimizin doğruluğuna, dünyanın en yüce Yargıcı'nı tanık tutarak, bu kolonilerin halkından aldığımız yetkiyle, onların adına, Birleşik kolonilerin özgür ve bağımsız devletler olduklarını ve bunun hukuken böyle korunacağını; Büyük Britanya Krallığı’na karşı her türlü yükümlülükten kurtulmuş olduklarını; bu kolonilerle Büyük Britanya Devleti arasındaki her türlü siyasal ilişkilerin sona erdirildiğini ve bunun böyle kalacağını; özgür ve bağımsız devletler olarak, savaş açmak, barış ilan etmek, antlaşmalar yapmak, ticareti düzenlemek ve diğer tüm bağımsız devletlerin yapabileceği her şeyi yapmak hakkına sahip olduklarını resmen açıklar ve ilan ederiz. Ve bu bildirinin korunması için, Tanrı’nın inayetine tam bir güvenle, yaşamlarımız, servetlerimiz ve en kutsal varlığımız olan onurumuz üzerine and içeriz.
Etkileri.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ni yazan beşli komite ve kabul eden delegeler sadece bir ülkenin bağımsızlığını ilan etmemiş aynı zamanda bütün insanların özgür ve eşit olduğunu, insanların doğuştan gelen ve kaybetme ihtimali olmayan, hükûmetler veya devletler tarafından bağışlanmamış ve onların keyfine tabii olmayan haklara sahip olduğunu ilan etmiştir.
O dönemde Amerika'da kadın-erkek eşitsizliği, siyah-beyaz ayrımcılığı vardı ve Amerikan Bağımsızlığı yayınlandıktan uzun süre sonra bile bunlar çözüme kavuşturulamadı. Fakat Jefferson'ın yazdığı gibi "bir toplumun, yaşayışında bir ideali tamamen gerçekleştirememiş olması, bu ideali değerden düşürmez."
Dünya üzerindeki etkileri.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, tüm Avrupa'da ama özellikle Fransız aydınları üzerinde bir etki yapmıştır. Fransızlar, bu belgeyle kendi aydınlarının söylediklerini tekrar hatırlamışlardır ve bu belge kafalarındaki düşünceleri dirilişe geçirmiştir. Fransızlar bir avuç Amerikalının küçük salonlarda özgürlük ve bağımsızlık üzerine konuşmalar yapıp kararlar almalarına, bu uğurda savaşmalarına imrenerek ve hayranlıkla bakmışlardır. Amerikan halkına yardım için giden Fransızlar, buradaki tecrübeleriyle birlikte Fransa'ya geri dönmüşlerdi Fransız İhtilali'nde önemli görevler almışlardır. Bu bağlamda Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi Magna Carta gibi yerel kalmamıştır, insan haklarının dünyada yayılması için ilk adım sayılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11786",
"len_data": 11357,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
Paris Antlaşması, 1946 yılında, 29 Temmuz'dan 15 Ekim'e kadar süren Paris Barış Konferansı'nın neticesinde 10 Şubat 1947'de imzalanmıştır. Muzaffer müttefik güçleri (başta Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği) İtalya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan ve Finlandiya'nın antlaşmalarını görüşmüşlerdir.
Antlaşmalar; İtalya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan ve Finlandiya'nın egemen devletler olarak uluslararası ilişkilerde yeniden sorumluluk almalarını ve Birleşmiş Milletler'e üye olmaya hak kazanmalarını sağlamıştır.
Barış antlaşmalarında varılan sonuç; savaş tazminatları, azınlık haklarının taahhüdü ve düzenlemelerini içeriyordu. Bu toprak düzenlemeleri İtalya'nın Afrika'daki kolonilerinden çekilmesini ve Macaristan-Slovakya, Romanya-Macaristan, Sovyetler Birliği-Romanya, Bulgaristan-Romanya ve Sovyetler Birliği-Finlandiya sınırlarında değişiklikler içeriyordu.
Özellikle Finlandiya'da dayatılan sınır düzenlemesi çok büyük adaletsizlik ve Sovyetlerin Finlandiya seferi sırasında Finlandiya'nın Batı nezdinde topladığı sempatinin ardından Batılı güçlerin ihaneti olarak algılandı. Öte yandan bu sempati Finlandiya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırmak için Nazi Almanyasına katılmasıyla kaybedilmişti.
Savaş tazminatları.
Savaş tazminatı sorunu, savaş sonrasının en büyük problemi oldu. Sovyetler Birliği savaşta en ağır hasarları aldığı için Mihver devletlerden (Bulgaristan hariç) ödenmesi çok zor olan savaş tazminatları istedi. Romanya ve Macaristan, yüksek savaş tazminatları ödeyemeyeceklerini açıklayınca savaş tazminatları revize edildi.
1938 Amerikan doları fiyatlarıyla savaş tazminatı ve miktarları:
Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Paris Barış Antlaşmaları için herhangi bir resmî değişikliğe yol açmamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11787",
"len_data": 1760,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
On Üç Koloni, Britanya İmparatorluğu'na ait olan Kuzey Amerika'nın doğu kıyısında (Atlantik kıyısı) bulunan 13 kolonidir. 1607'de Virginia Eyaleti'nde Jamestown kasabasının kurulmasıyla kuruluşa başlamış, 1733'te Georgia Eyaleti'nin kurulmasıyla kuruluş tamamlanmıştır.
1754'te Albany Kongresi'ni kurup, Büyük Britanya'dan daha fazla hak istediler. Sonra 1774'te Kıtasal Kongre'yi kurdular. 1776 yılına kadar Büyük Britanya'ya bağlı kaldılar. 1776'da bağımsızlıklarını ilan edip, Büyük Britanya'ya karşı savaştılar. Dolayısıyla bu 13 Koloni, ABD'nin kurucu eyaletleridir. Bu Koloniler sırasıyla kuzeyden güneye doğru sırayla: New Hampshire, Massachusetts, Rhode Island Kolonisi, Connecticut, New York, New Jersey, Pensilvanya, Delaware, Maryland, Virjinya, Kuzey Karolina, Güney Karolina ve Georgiadır.
Demografi.
Sömürge nüfusu 17. yüzyılda çeyrek milyona, Amerikan Devrimi'nin arifesinde ise yaklaşık 2,5 milyona yükseldi. Nüfusa kolonilerin idaresi dışındaki yerli kabileleri dahil edilmemektedir. Kolonilerin büyümesinde sağlık faktörü etkili oldu: "Gençler arasındaki ölüm oranının daha düşük olması, nüfusun büyük bir kısmının üreme çağına ulaştığı anlamına geliyordu ve tek başına bu durum, kolonilerin neden bu kadar hızlı büyüdüğünü açıklamaya yardımcı oluyor." Nüfus artışında, sağlık koşullarının iyi olmasının yanı sıra Büyük Göç gibi birçok neden daha vardı.
1776'ya gelindiğinde, beyaz insan nüfusun atalarının yaklaşık %85'i Büyük Britanya (İngiliz, İskoç, İrlandalı veya Gallerli) %9'u Alman, %4'ü ise Hollanda, %2'si Fransa ve diğer Avrupa bölgelerinden geliyordu. Nüfusun %90'ından fazlası çiftçiydi ve kolonilerde bulunan birkaç küçük şehir sömürge ekonomisini büyük Britanya İmparatorluğu'na bağlayan liman niteliğindeydi. Bu nüfus, özellikle yüksek doğum oranları ve düşük ölüm oranları nedeniyle, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında hızlı bir şekilde büyümeye devam etti. Göç, 1774'ten 1830'a kadar nüfus artışı için nispeten daha küçük bir faktördü.
Amerika Birleşik Devletleri Tarihsel Nüfus Sayımı Veritabanı'na (USHCDB) göre, 1700, 1755 ve 1775 yıllarında İngiliz Amerikan Kolonilerindeki etnik nüfus dağılımı şöyleydi:
Yönetim.
Siyasi politikalar.
Yerleşimciler Amerikan kolonilerinde demokratik bir sistem yaratma niyetiyle gelmediler; yine de kolonilerde geniş bir seçmen kitlesi yarattılar. 13 kolonide Avrupa'daki gibi aristokratlar yoktu. İngiltere'de ve New York'un kuzeyindeki Hollanda yerleşimlerinde olduğu gibi, tüm tarım arazilerine sahip olan ve bunları kiralayan zengin üst tabaka yoktu. Bunun yerine, seçimlerle başa gelen erkekler tarafından yönetilen yerel kontrole dayalı siyasi bir sistem vardı. Sömürgeler Britanya'dan ya da başka herhangi bir ülkeden daha geniş bir imkan sunuyordu. Herhangi bir mülk sahibi yasama meclisinin alt meclisi üyelerine oy verebilirdi. Valiler Londra'dan atandı, ancak Connecticut ve Rhode Island'da valileri koloni yönetimi seçti.
Koloniler 1774 yılına kadar kendi içlerinde bağımsızdılar. 1754 yılında, Benjamin Franklin önderliğinde Albany Kongresi'nde birleşmeye çalışsalar da, bunu başaramadılar. Her koloninin yönetim yapısı, İngilizlerin Hakları yasası temel alınarak oluşturulmuştu. Bu yüzden yönetimleri birbirininkine benzemekteydi.
Ekonomik politikalar.
On Üç Koloni de Britanya İmparatorluğu gibi, tüm ticaretin devlet içinde yoğunlaştığı ve diğer devletlerle ticaretin yasak olduğu merkantilizm sistemiyle yönetiliyordu. Amaç Britanya'yı (yani Britanya'daki tüccarları ve Britanya hükûmetini) zenginleştirmekti. Politikanın sömürgeciler için iyi olup olmadığı Londra için bir sorun değildi, ancak Amerikalılar merkantilist politikalara karşı giderek daha huzursuz hale geldi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11788",
"len_data": 3675,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.86
}
|
Washington (Vaşington) şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11790",
"len_data": 46,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 1.9
}
|
Triboloji (İngilizce: "tribology"), "sürtünme", "aşınma" ve "yağlama" konularını inceleyen bilim ve teknoloji dalıdır. "Triboloji" sözcüğü eski Yunan dilindeki τριβο (tribo) "sürtünme" ile λόγος (logos) "prensip veya mantık" kelimelerinden türetilmiştir.
Tarihçe.
Tekerleğin icadından önce ağır yükleri silindirik kalaslar üzerinde kaydırarak bir yerden bir yere taşıyan insanlık, bu kalasları ıslatarak sürtünmenin ve aşınmanın önüne geçme konusunda ilk adımları atmıştır. Tekerleğin MÖ 3000'li yıllarda Sümerler tarafından keşfiyle beraber insanlık dönel elemanların yataklama ve bu yataklardaki aşınma problemleriyle tanışmış ve bunlara hal çareleri aramaya koyulmuştur.
Orta Çağ'da İtalyan mimar ve mühendis Leonardo da Vinci (1452-1519), Fransız fizikçiler Amontons (1663-1705) ve Coulomb (1736-1806), mekanik ile ilgili çalışmalarda bulunmuşlardır. Coulomb sürtünme konusunda bugün de geçerliliğini koruyan sürtünme kanunu'nu ortaya koymuştur. Sıvı sürtünmesi konusunda Newton (1643-1727), Poiseuille (1799-1869), Hagen (1797-1884), Stokes (1819-1903), Reynolds (1842-1912) araştırmalar yapmışlar ve bugünkü "Triboloji" biliminin temelini atmışlardır.
Alman makine mühendisi Richard Stribeck (1861-1950), kaymalı yataklar üzerinde yaptığı deneylerde sürtünmeye etki edebilecek bütün değerleri sabit tutmuş, devir sayısını ve buna bağlı olarak çevresel hızı değiştirerek bugün Stribeck eğrisi olarak bilinen eğriyi elde etmiştir.
Son yıllarda Türk mühendis Ali Erdemir'in çalışmaları dünyada yankı uyandırmaktadır. Erdemir, R&D ödülünü daha önce 1991 yılında, borik asidin motor ve makinelerde sürtünme ve aşınma özelliğini bularak, 1998 yılında ise geliştirdiği atom karbon bir film kaplama ile sürtünme katsayısını sıfıra indirerek kazanmıştı. Son olarak nanoteknoloji kullanarak geliştirdiği yapay elmas özelliği taşıyan buluşu ile R&D ödülünü 2003 yılında 3. kez kazandı.
Triboloji alanındaki araştırmalar.
Triboloji araştırmaları ve eğitimi üniversitelerin makine mühendisliği ve metalürji bölümlerinde yapılır. Ayrıca birçok sanayi kuruluşları ve araştırma enstitüleri bu konuda kurmuş oldukları (AR-GE) laboratuvarları ile bu konuda incelemeler yapmaktadırlar.
Triboloji alanındaki araştırmalar başlıca üç gruba ayrılır. Bu araştırmalarda genellikle malzemelerin sürtünme katsayısının ve aşınma oranlarının belirlenmesi, sürtünmeyi ve aşınmayı etkileyen doğal mekanizmaların bulunması (atmosfer, yük miktarı, hız, vb.), sürtünmeyi ve aşınmayı azaltacak malzemelerin veya endüstriyel yağlarının bulunması gibi konuları içerir. Bazı durumlarda sürtünmenin azaltılması değil çoğaltılması da gerekebilir. Örneğin fren ve debriyaj malzemelerinin sürtünme katsayılarının yüksek olması tercih edilir.
Sürtünme.
Sürtünme teknikte, birbiriyle temasta olan ve birbirine göre izafi hareket yapan ya da yapma eğiliminde olan iki cismin harekete karşı gösterdikleri direnç olarak tarif edilir. İki cisim arasındaki izafi hareketi meydana getirmek isteyen kuvvete karşı, cisimlerin temas yüzeyleri arasında hareketi engelleyen ve sürtünme kuvveti olarak tanımlanan bir karşı kuvvet oluşur. Sürtünme kinematik olarak, "kayma", "yuvarlanma" ve "kayma ve yuvarlanma" şeklinde olur.
İki tür sürtünme vardır:
1) Statik sürtünme: Birbirlerine temas eden sabit veya nispeten durağan durumdaki yüzeylerin arasında oluşan sürtünmedir.
2) Dinamik sürtünme: Göreceli hareket eden iki cismin yüzeyleri arasında oluşan sürtünmedir.
Statik sürtünme.
Yatay düzlemde hareketsiz bir konuma yerleştirilmiş belli kütleli bir cismi hareket ettirmek için harici bir formula_1 kuvveti uygulandığında cisme uygulanan kuvvete eşit ve hareket yönüne zıt yönlü bir formula_2 statik sürtünme kuvveti oluşur. Uygulanan kuvveti sürekli artırarak cismin hareket etmeye başlayacağı andaki anlık bir statik sürtünme kuvvet değeri elde edilir. Bu anlık statik sürtünme kuvveti, cismin harekete başlamak için gerekli minimum kuvvete eşit bir kuvvettir.
Statik sürtünme katsayısı formula_3 ise bu formula_2 statik sürtünme kuvvetinin formula_5 dikey kuvvetine oranı olarak
formula_6eşitliğinden hesaplanabilir.
Dinamik sürtünme.
Cisim hareket ettirildiğinde, formula_2 statik sürtünme kuvvetinden daha az değerli formula_8 dinamik kuvvet adlı bir sürtünme kuvveti oluşur. Bu dinamik formula_8 sürtünme kuvveti, "formula_10" dinamik sürtünme katsayısı ve "N" dikey kuvvet arasındaki ilişkisi ile şu formülde ifade edilir:
formula_11
Statik ve dinamik sürtünme katsayıları.
Bu noktada formula_12 statik sürtünme katsayılarının ve dinamik formula_13 sürtünme katsayılarının temel özelliklerini özetlemek mümkündür.
formula_14 sürtünme kuvvetinin şiddeti ve formula_15 uygulanan yükün büyüklüğü arasındaki oranla hesaplanan bu sürtünme katsayıları boyutsuz niceliklerdir.
Karşılıklı temas eden yüzeylerin türüne göre statik sürtünme katsayısı daima dinamik sürtünme katsayısından daha büyüktür: formula_16.
Genellikle belirli kuvvet ve hız aralıklarında bu katsayılar sabit kabul edilebilir.
Sürtünme kuvveti sabit değildir ve sürtünme katsayısına bağlıdır ve bu katsayının değişimiyle beraber değişir.
Aşağıdaki tabloda çeşitli malzemelerin statik ve dinamik sürtünme katsayıları verilmiştir:
Yuvarlanma sürtünmesi.
Yuvarlanan cisimlerde dinamik sürtünmenin kayma olgusunun olmadığı belirli bir sürtünme türü vardır ancak aynı zamanda harekete karşı çıkan ve statik durumu hariç tutan bir sürtünme kuvveti de vardır. Bu sürtünme türüne yuvarlanma sürtünmesi denir.
Şimdi yatay bir düzlemde dönen bir tekerleğe ne olduğunu ayrıntılı olarak gözlemlemek istiyoruz. Başlangıçta tekerlek hareketsizdir ve tekerleğe etki yapan kuvvetler, formula_17 ağırlık kuvveti ve zeminin ağırlığa tepki olarak verdiği formula_18 dikey kuvvetidir. Bu durumdayken tekerlek harekete eder ve tekerleğin merkezinin önüne uygulanan dikey kuvvet uygulama noktasında, yuvarlanma sürtünme katsayı değerine eşit olan, "b" mesafesinde yer değiştirmeye neden olur.
Harekete karşıtlık, tam olarak yuvarlanmanın başladığı anda normal kuvvet ile ağırlık kuvvetinin ayrılmasından kaynaklanır.
Yuvarlanma sürtünme kuvvetince oluşturulan tork değeri şu formülle hesaplanır:
formula_19
Tekerlek ve destek yüzeyi arasındaki mikroskobik düzeyde etkileşim yandaki şekilde görülmektedir.
Tekerleğin sürekli yuvarlanması düzlemde fark edilmeyen bozulmalara neden olur ve tekerlek bir sonraki konuma geçtikten sonra düzlem ilk haline geri döner.
Sıkışırken düzlem tekerleğin hareketine karşı koyarken, düzlem üzerinde basınç kalkarken düzlem hareketi kolaylaştırır. Bu yüzden yuvarlanma sürtünme kuvveti, destek yüzeyinin ve tekerleğin maruz kaldığı küçük bozulmalara bağlıdır.
Yuvarlanma sürtünme kuvveti, formula_20 formülüyle ifade edilebilir. Bu formülde, formula_12 kayma sürtünme katsayısını, "r" tekerlek yarıçapını ve formula_22 olarak ifade edilir.
İzafi hareket yapan cisimlerin söz konusu yüzeyleri arasına yağlayıcı bir madde konulup konulmaması açısında sürtünme, kuru sürtünme, sıvı sürtünme ve bu iki sürtünme türü arasında kalan yarı sıvı sürtünme olmak üzere üç durumda incelenir.
Aşınma.
Aşınma, birbirine temas eden ve birbirlerine göre izafi hareket yapan "sürtünme" halindeki cisimlerin yüzeylerinde sürtünme etkisiyle oluşan ve istenilmeyen malzeme kaybıdır. Bunun sonucu olarak makine elemanları giderek aşınır ve fonksiyonlarını sıhhatli olarak yerine getiremez hale gelir.
Belli başlı aşınma türleri; adhezyon aşınması (yapışma), abrazyon aşınması, yorulma (pitting)'dır. Korozyon kimyasal ve elektrokimyasal bir aşınma türüdür ve Triboloji biliminin konusu değildir ve burada ele alınmayacaktır.
Adhezyon (yapışma) aşınması.
Birbirine temas eden cisimlerin gerçek temas yüzeyleri aslında çok çok küçük olduğundan çok küçük yüklerde dahi yüksek basınç altındadırlar. Bu durumda malzemeler plastik deformasyona uğrayarak birbirine gerçek temas yüzeylerinden mikro kaynak ile bağlanırlar. Bu sırada iki cisim arasında devam eden izafi hareket sonucu kaynak bağı kopar ve sonuçta cismin birinden malzeme eksilmesi oluşur.
Abrazyon aşınması.
Abrazyon aşınması, birbirine göre izafi hareket yapan iki cisim arasına çevre etkisiyle yabancı sert parçacıkların girmesi ve bu parçacıkların yumuşak yüzeye gömülerek sert yüzeyden sanki eğelercesine veya zımparalarcasına malzeme kaldırmasıyla kendini gösteren bir aşınma türüdür. Sert parçacıklar gömüldükleri yüzeyde de tahribat yaparlar ve yüzeyi hareket yönünde çizerler.
Yorulma (pitting) aşınması.
Yorulma (pitting), dişli çarklar, rulmanlı yataklar, kam mekanizmaları gibi birbirleriyle sürekli temas halindeki yüzeylerde sıkça görülen bir aşınma türüdür. Bu tür makine elemanlarında temas alanları küçük olduğundan temas yüzeylerinde Hertz basınçları meydana gelir. Bu basınçlar sonucu yüzeyin hemen altında kayma gerilmelerine sebebiyet verir. Kayma gerilmelerinin maksimum olduğu noktada plastik deformasyon meydana gelir. Bu deformasyon zamanla yüzeye ilerleyerek yüzeyde çukurcuklar meydana getirir. Bu olaya yorulma aşınması denir.
Kavitasyon aşınması.
Kavitasyon veya "çukurlaşma", akım makinelerinin fanlarında görülebilen bir sıvı erozyonu türüdür. Kavitasyon buharlaşma basıncının altına düşen basınçlarda akışkan içinde lokal buharlaşmaların vuku bulması, daha sonra bu gaz boşluklarının çevresindeki sıvıyla hızlıca doldurulması ve bu sırada büyük bir basınç dalgası oluşur. Bu basınç dalgası çevresindeki metale oldukça büyük zararlar verir ve kısa zamanda kavitasyon sebebiyle fan kullanılamaz hale gelir.
Yağlama.
Sürtünmeyi azaltmak, aşınmayı kısmen ya da tamamen önlemek ve sıcaklığın yükselmemesini temin etmek gayeleriyle birbirlerine temas eden makine elemanları arasında yağlayıcılar kullanılırlar. Yağlayıcılar katı, sıvı, yarı katı (gresler) ve gaz yağlayıcılar olmak üzere dört gruba ayrılırlar.
Yağlayıcılar.
Yağlayıcı maddelerden beklenen özellikler kuru ve sıvı sürtünme hallerinde farklıdır. Sıvı sürtünme halinde yağlayıcıların viskozitesi (akışkanlık) önem kazanırken, yarı sıvı sürtünme halinde yağlayıcıların ıslatma kabiliyeti ve buna bağlı olarak kimyasal bileşimi ön plana geçer. Bu sebeple sıvı sürtünme halinde sıvı ve nadiren gaz yağlayıcılar kullanılırken, yarı sıvı sürtünme halinde katı ve katkılı sıvı yağlayıcılar kullanılmaktadır. Adhezyon, abrazyon ve korozyon aşınmalarının önlenmesinde yağlayıcıların önemi çok büyüktür.
Katı yağlayıcılar.
Yarı sıvı sürtünmesi halinde aşınmayı ve enerji kaybını önlemek için sürtünen yüzeylere kuvvetli olarak yapışan bir yağlayıcı tabaka oluşturmak gerekir. Bunu en iyi katı yağlayıcılar yapabilmektedir. Katı yağlayıcılar tek başlarına veya sıvı yağlatıcıların içinde katkı maddesi olarak kullanılırlar. En çok kullanılan katı yağlayıcılar grafit ve molibden disülfittir. Bunların dışında asbest, çeşitli plastikler, mika ve talk da yağlayıcı olarak kullanılmaktadır.
Sıvı yağlayıcılar.
Özellikle kaymalı yataklar gibi sıcaklık yükselmesinin, mahsurlu olduğu ve sürtünme dolayısıyla oluşan ısının çabucak uzaklaştırılmasının gerektiği yerlerde yağlayıcı olarak sıvı yağlayıcılar kullanılır. Sıvı yağlayıcılar organik, madeni ve sentetik yağlar olmak üzere üçe ayrılır.
Organik yağlar genelde gıda olarak tüketildiklerinden ve kısa ömürlü olduklarından pek kullanılmazlar. Sentetik yağlarsa iyi yağlama özelliği göstermelerine rağmen çok pahalıdırlar. Bu sebeplerden ve yağlama performanslarından dolayı madeni yağlar yağlayıcı olarak en çok kullanılan yağlardır. Madeni yağlar genelde ham petrolden distilasyon (damıtma) yöntemiyle elde edilen hidrokarbon bileşikleridir.
Gresler.
Gresler içinde katılaştırıcı katkı maddelerinin bulunduğu sıvı yağlardan oluşmuş yarı katı yağlayıcılardır. Katılaştırıcı madde olarak genellikle alüminyum, baryum, kalsiyum, lityum, sodyum gibi madeni sabunlarla, bentonit ve mika gibi organik esaslı sabun olmayan maddeler kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11792",
"len_data": 11746,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Eleji; tanınmış bir kişinin, bir arkadaşın ya da sevilen bir kişinin ölümünden duyulan üzüntüyü anlatan lirik şiir türüdür. İngilizcede "elegy" (Ağıt) diye geçer.
Genel anlamda, insanın ölümlülüğü temasını işleyen, birbirini izleyen bir vurgulu iki vurgusuz heceli ayaklardan oluşan beşli ve altılı ölçüyle yazılan ve konuyla sınırlı olmayan şiire verilen addır. Modern Batı edebiyatında bu terim şiirin içeriğinden çok ölçüsünü belirtir. Alman edebiyatında ölçü özelliği öne çıkarken, İngiliz edebiyatında şiir türü olarak tanınır. Örneğin, Milton’un okul arkadaşı Edward King’in ölümü üzerine yazdığı "Lycidas" (1838) bu kapsamdadır.
Eleji, modern şiirde de sık rastlanan önemi bir şiirsel anlatım biçimidir. Örneğin, Rainer Maria Rilke'nin "Duino Elegies" adlı bir kitabı vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11795",
"len_data": 782,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.87
}
|
Mesnevi şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11796",
"len_data": 31,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 1.73
}
|
Ağıt, genellikle bir ölümün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türküsü. Doğal afet'ler, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. Ağıt söylemeye "ağıt yakma", ağıt söyleyenlere ise "ağıtçı" denir. Ağıtın İslamiyet öncesi Türk edebiyatındaki adı "sagu"dur ve yuğ adı verilen cenaze törenlerinde okunur; divan edebiyatındaki adı ise "mersiye"dir.
Türklerde ağıt geleneği.
Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu'nun hemen her yerinde söylenir. Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçede 7, 8 ve 10 heceli ağıtlar yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Gösteri bölümüyle tiyatro, söyleniş biçimiyle şiirseldir.
Ağıtlar türkü ve destanla yakın ilişki içindedir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar söyler.
Örnekler.
Doğu Anadolu yöresi
Can evimden vurdu felek neyleyim
Ben ağlarım çelik teller iniler
Ben almadım toprak aldı koynuna
Yarim diyen bülbül diller iniler
Gider oldum Avşar ili yoluna
Bakmam gayrı bu diyarın gülüne
Karaları taksın çapar koluna
Yağız atlı nice kollar iniler
Dertli dertli Çukurova yolunu tut
adam olun
İç Anadolu yöresi
Aliihsan'ın Ağıdı
Gideceğim anamoğlu senin ardından,
Ben ölürüm yiğit edem derdinden,
Biriciktin kaldırdılar yurdundan,
Anamın oğluda bir tek gardaşım,
Ölesiye sana yanar ateşim.
İhsan davar keser sağ eli kanlı,
Ne bir dayı varda ne de bir emmi,
Kasaplar içinde gül edem ünlü,
Anamın oğluda gurban oluyum,
Gül gardaşım ben yoluna ölüyüm.
Kelep kelep gül edemin kekili,
Anası gızından alır akılı,
İç cepleri burcu burcu kokulu,
Anamın oğlu da gurban oluyum,
Gül gardaşım ben yerine ölüyüm.
Saçlarını taramışlar tel gibi,
Gardaşı yok emmisi yok el gibi,
35 yaşında gonca gül gibi,
Babamın oğlu da gurban olurum,
Kalk gardaşım ben yerine ölürüm.
Salhane'den gelir sırtı ceketli,
Pazara giderdi eli sepetli,
Gardaşa yananın kalmıyor aklı,
Babamın oğlu da öldürdü beni,
Gülleri açarken soldurdu beni.
Gelmedi diyerek bana darılmış,
Helâllaşmış bacısına sarılmış,
Yaz gelirken beş guzudan ayrılmış,
Geliyor bayramlar ışıyın vakti,
Soğudu mu gül gardaşım bağrıyın tahtı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11797",
"len_data": 2169,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.3
}
|
Bağcılar, İstanbul Avrupa Yakası'nda bir ilçedir. İstanbul'un ilçeleri arasında en fazla nüfusa sahip 5. ilçedir. Ulaşım açısından zengin bir ilçedir. Bağcılar'ın 2024 Aralık ayı itibarıyla nüfusu 713.594 olmuştur.
Tarih.
Osmanlı Döneminde Bağcılar.
Bağcılar Belediyesi'nin düzenlemiş olduğu "Köyden Kente Geçmişten Geleceğe Bağcılar" adlı kitabın tanıtım konferansında Bağcılar'ın bilinen tarihi ve keşfedilen yeni bilgiler detaylıca açıklanmıştır.
Bağcılar'ın 143 yıl önceki fotoğraflarına ulaşılmıştır. Genç Osman'ın 403 yıl önce Bağcılar ilçe merkezi bölgesinde cami yaptırdığı bilinmektedir. Halihazırda Bağcılar'ın merkezine sınırda bulunan Güngören ilçe sınırında kalmış yine Genç Osman'ın yaptırmış olduğu 400 yıllık bir cami bulunmaktadır.
İlçede tahrip olsa da bilinen tarihî eserler mevcuttur. Bağcılar ilçesinin askeri alanında bulunan su kemerleri zamanında İstanbul şehrinin su ihtiyacını karşılamakla görevliydi. Bağcılar'da İstanbul'a gelen tüccarların İstanbul'a giriş izni aldığı kaşıkçı hanının da varlığı bilinmektedir. Bağcılar ilçesinde varlığını sürdüren en eski tarihi yapılardan birisi de Mahmutbey Mahallesinde bulunan tarihi çeşmelerdir. Bu çeşmeler zamanında Osmanlı padişahları tarafından İstanbul'un çeşitli yerlerine yaptırılmıştır.
Bağcılar ismi üzüm bağlarının çokluğu sebebiyle verilmiş, Bağcılar belde olunca Yeşilbağ olarak değiştirilmiş ve Bağcılar ilçe olunca Bağcılar ismi tekrar verilmiştir.
Cumhuriyet Döneminde Bağcılar.
Bağcılar, Osmanlı döneminde Rum ahalinin yaşadığı Mahmutbey Nahiyesi'nin köylerinden biridir.
Mahmutbey Nahiyesi İstanbul'un en eski yerleşim merkezlerinden olup 11 köyün kendisine bağlı olduğu bir yerleşim merkezi idi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstatistik Müdürlüğü'nce "İstanbul Şehri İstatistik Yıllığı 1930-31" adlı eserde bu köylerden altı tanesinin isimleri şunlardır: Avaz Köyü, Ayapa Köyü, Ayayorgi Köyü, Çıfıtburgaz Köyü, Vidoz Köyü ve Yeni Bosna Köyü. Zamanla bu köylerin isimleri Avas Atışalanı, Ayapa Kirazlı, Litros Esenler; Vidos Güngören, Ayayorgi Kayabaşı, Nifos Kocasinan ve Çıfıtburgaz ise Bağcılar olarak değiştirilmiştir. Çıfıtburgaz, "Yahudi kulesi" anlamına gelmektedir. Mahmutbey Nahıyesi 1950'li yıllarda içinde jandarma karakolu, sağlık merkezi, eczanesi, postahanesi, Elektrik Birliği, sineması, misafirhanesi, köy muhtarlığı ve okul müdürlüğü lojmanı bulunan bir köy konağına sahipti.
Bağcılar'ın ilk şehirleşme evresi için, İstanbul şehriyle tamamen bir bütünlük arz ettiği 1980'li yıllara kadar olan zaman diliminin incelenmesi gerekir. 1980'li yıllara kadar Topkapı ve Bakırköy ekseninde bir gelişim yaşandığı görülür. İlçenin günümüzde en yoğun caddelerinden biri olan, Bağcılar ile Bakırköy'ü birbirine bağlayan Bağcılar Caddesi ve ona paralellik arz eden sokaklarda, Bağcılar ilçe merkezinin tamamında ve (kısmen) Bağcılar'ın bucak merkezlerinde ilk şehirleşme evresinin olduğu tanımlanabilir. Bu bağlamda Çınar, Merkez, Sancaktepe, Yavuz Selim, Yenigün ve Yıldıztepe mahalleleri ilk şehirleşme evresi yaşanan mahallelerdir. 1990'lu yılların başında ise Güneşli ve Mahmutbey semtleri, semtleri birbirine bağlayan ara bölgelerin de tamamen şehirleşmesiyle, Bağcılar ilçe merkeziyle tamamen bir bütünlük arz etmiştir. Bağcılar'ın Topkapı-Bakırköy ekseninde gelişen bölgesi, Güngören ve Bahçelievler'inde sınırlarına dahil olan bu semtin yoğun bir parselleşme sürecinde yer alması sebebiyle 1980'lerde Parseller ismini almıştır. Semt, bu 3 ilçenin de en yoğun bölgesidir.
Bağcılar ilçesinin tamamen şehirleşmesi Bağcılar'ın 1992 yılında Bakırköy'den ayrılarak ilçe olmasına neden oldu. Bağcılar, aldığı yoğun göç ve plansızlığı ile bilinen bir ilçeydi. Şu an ise son yıllarda nüfusu düşen ve kentsel dönüşüm çalışmalarının yoğun olarak sürdürüldüğü bir ilçedir.
İlçede tarihi eşyaların görülebileceği 2 adet müze mevcuttur. Çevre ilçelerde müze olmaması Bağcılar'ı bu konuda farklı kılmıştır.
Şapel.
Bağcılar'daki sayılı tarihî eserlerden en dikkat çekici olanlarından biri de şapeldir. Güneşli Mahallesi'nde bulunan şapel, bir okulun duvarıyla bütünleşmiş bir şekilde, gerekli restore işlemi almamış metruk bir şekilde durmaktadır. 1912 yılına ait Osmanlı haritasında İstanbul bölgesinde şapelin olduğu bölge Ayazma olarak adlandırılmaktadır. Arkeologlar yaptığı kabaca araştırma sonucunda çeşitli tahminler yürütmüş, "3 yapının birleştiği dünyadaki tek yer." olarak tanımlamışlardır.
Konum.
Bağcılar İstanbul'un Avrupa Yakası'nda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi hizmet sınırları içinde yer alır. Yüzölçümü 22 km²dir. Konut stoğunun bitmesi ve ilçede konut imarlı boş arsa kalmaması nedeniyle son yıllarda göç almamaktadır ve nüfusu düşmektedir. E-5 ile TEM Otoyolu arasında kalmaktadır. Güneyinde Bahçelievler, batısında Küçükçekmece, kuzeybatısında Başakşehir, doğusunda Güngören, kuzeyinde Esenler, Esenler ve Başakşehir'e bağlı askerî araziler bulunmaktadır. İlçe merkezi ilçenin güneydoğusundadır. Denize kıyısı yoktur. Aşınma ile meydana gelmiş yer yer düz ve dalgalı bir platoya yayılan Bağcılar ilçesinin denizden yüksekliği 50 - 130 metre arasında değişkenlik gösterir.
Ulaşım.
Bağcılar, kent içi ve genel ulaşım ağı itibarıyla önemli bir konumdadır. İlçenin kuzeyinden geçen TEM otoyolu ve İstanbul Çevre Yolu ilçeyi 15 Temmuz Şehitler Köprüsü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve Avrupa'ya bağlar. İlçenin batı sınırını oluşturan Basın Ekspres yolu ilçeyi Atatürk Havalimanı, Kuzey Marmara otoyolu, E-5 otoyolu ve İstanbul Havalimanı'na bağlar. Ayrıca ilçeden TEM ile Basın Ekspres yollarını birbirine bağlayan Mahmutbey Kavşağı da bulunur. İlçe sınırlarından M1ʙ, M3, M7 ve M9 metro hatları ile T1 tramvay hattı geçmektedir. Gelecekte yapılması planlanan HızRay / M34 hattı da ilçe sınırlarından geçecektir. Ayrıca ilçenin içinden geçen minibüs ve İETT otobüsleri ile Metrobüs'e ulaşım zor değildir. Bağcılar'da 1 bulvar, 103 cadde ve 2.679 sokak bulunmaktadır.
Ekonomi.
İlçede tekstil lokomotif sektördür. İlçede İstoç, Otocenter, Massit, sınırlarında ise Tekstilkent, Giyimkent, İkitelli Organize Sanayi Bölgesi gibi önemli ticari birimler bulunmaktadır. Önemli basın merkezleri ve bankacılık birimleri bu ilçededir. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi binası bu ilçededir. Tekstil dışında gıda, metal işleri, taşımacılık sektörleri gelişmiştir. İlçenin ana ticari dokusunu küçük işletmeler oluşturur. Tarım tamamen terk edilmiştir. Demirören Holding'e bağlı basın kuruluşları Bağcılar'da yer almaktadır.
Eğitim ve kültür.
Bağcılarda aktif nüfusun 1/3'ini 7 - 22 yaş arası insanlar oluşturur. İlköğretim alanında okullaşma oranının en yüksek olduğu ilçelerden biri olmasına rağmen, 600.000 kişiyi kapsayan ilçe nüfusuna kayıtlı olmayan birçok göçmen ailenin de olması neden ile okul konusunda hâlâ büyük bir yetersizlik vardır. Bağcılarda ilköğretim ve lise düzeyinde 118.250 öğrenci olup bunların öğrenim gördüğü 65 okul ve 1509 derslik vardır. İlçede yükseköğretim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği 1 üniversite ve 2 üniversite hastanesi vardır. Altınbaş Üniversitesi, Medipol Üniversite Hastanesi ve Sağlık Bilimleri Üniversitesi Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi ilçede yükseköğretim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği yerlerdir. Mahmutbey semtinde 3068 kitap kapasiteli halk kütüphanesi bulunur. Bunun yanında ilçeye bağlı 22 mahallenin mahalle konaklarına da birer kitaplık kurulmuş ve burada kitapların yanı sıra el beceri kursları ve sağlık ocakları da vardır. İlki 2008 yılında açılan, 8 - 14 yaş arası çocukların eğitimlerine destek olabilecek toplam 16 Bilgi Evi mevcuttur.
İlçede kültür faaliyetlerine yardımcı olması amacıyla Bağcılar Kültür Merkezi kurulmuştur. Kültür merkezi içerisinde 20.000 kitap kapasiteli bir kütüphane, spor salonları, sinema-konferans salonları ve kapalı spor salonları da bulunur. İlçede park ve çocuk oyun alanı bakımından kişi başına 0,35 km² olan aktif yeşil alan yapılan yatırım programları sonucunda kişi başına 2 km²ye çıkarılmıştır.
88 cami ve mescit, 12 lise ve dengi okul, 101 ilkokul, 17 özel okul, 22 mahalle ve bunlara bağlı mahalle konakları, 25 kütüphane, 1 eğitim ve araştırma hastanesi, 41 aile sağlığı merkezi, 1 büyükşehir sağlık merkezi, 7 özel hastane, 23 özel klinik merkez, 2 verem savaş merkezi, 1 ana-çocuk sağlığı merkezi, 1 sağlık danışma merkezi ve 4 belediye kültür merkezi bulunur.
Nüfus ve mahalleler.
1960 yılına kadarki nüfus Bağcılar ilçe merkezi nüfusudur. 1965-1970-1975-1980 nüfusları ilçenin şu anki sınırları içerisindeki köy ve bucakların nüfusuyla hesaplanmıştır.
Bağcılar ilçesinde 22 mahalle bulunmaktadır:
Hastaneler.
Bağcılar'daki hastaneler aşağıdadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11800",
"len_data": 8546,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3
}
|
Solaris, ilk olarak Sun Microsystems tarafından geliştirilmiş, UNIX tabanlı bir işletim sistemidir. 1993 yılında halefi olan SunOS işletim sisteminin yerini almıştır. Ocak 2010'da Oracle firmasının Sun firmasını satın almasıyla Oracle Solaris olarak anılmaya başlanmıştır.
Solaris özellikle SPARC sistemler üzerinde sağladığı esnekliği; DTrace, ZFS ve Time Slider gibi yenilikçi buluşları getirmesiyle tanınmaktadır. Solaris SPARC tabanlı sistemleri, x86 tabanlı sistemleri ve Oracle firmasının ya da diğer üreticilerin sağladıkları sunucuları ve iş istasyonlarını desteklemektedir. Solaris Tek Unix Özelliklerine (Single Unix Specification) uygun olarak kayıt edilmiştir.
Solaris tarihsel sürecinde olarak tescilli bir yazılım olarak geliştirilmiştir. Haziran 2005 ayında Sun firması Solaris kodunun çoğunu CDDL lisansıyla yayınlamış, OpenSolaris açık kaynak projesini başlatmıştır. OpenSolaris ile Sun, yazılım etrafında toplamış bir kullanıcı ve geliştirici topluluğu kurmayı amaçlamıştır. Ocak 2010'da Sun Microsystems firmasının satılmasıyla, Oracle firması OpenSolaris dağıtımından ve geliştirme modeline devam etmemeyi tercih etmiştir. Oracle bu kararını çalışanlarına açıklamadan on gün öncesinde karar çalışanlara sızmış, Garrett D'Amore Solaris kernelinin bir çatallaması ve Oracle Solaris'e karşı gelişen bir alternatif olması planlanan illumos projesini duyurmuştur.
Ağustos 2010 ayında Oracle Solaris çekirdek güncellemelerinin kaynak kodunu kamuya açık olarak yayınlanmasını bırakmış, Solaris 11 işletim sistemini kapalı kaynaklı tescilli yazılım yazılım haline dönüştürmüştür. Ancak Oracle Teknoloji Network'ü (Oracle Technology Network - OTN) üzerinden endüstriyel ortaklar geliştirilen kaynak koda erişme olanağına sahiptirler. Solaris 11'in açık kaynak kodlu kısımları Oracle üzerinden indirilebilir durumdadır.
Tarihçe.
1987 yılında AT&T ve Sun firmaları markette en fazla popüler olan BSD, System V, Xenix Unix işletim sistemlerini birleştirecek olan bir proje üzerinde ortak çalışmaya başladıklarını duyurdular. Bu sonrasında Unix Sytem V Release 4 (SVR4) oldu.
4 Kasım 1991'de Sun BSD türevli Unix sistemi SunOS4'ü SVR4 tabanlı bir sistemle değiştireceğini duyurdu. Bu içte SunOS5 olarak tanımlansa da, aynı zamanda markette yeni bir adla sürüldü: Solaris 2. Böylece teorik olarak SunOS 4.1.x micro sürümleri Solaris 1 diye adlandırıldı. Solaris ismi özellikle SVR4 türevli SunOS5 ve sonrası sürümleri ifade etmekte kullanılmaktadır.
Yeni aşırı markalaşma düzeltmesi sadece SunOS4'ü kuşatmadı, bunun yanı sıra OpenWindows grafiksel kullanıcı arabirimini ve Oracle Network Computing (ONC) fonksiyonelliğini de değiştirdi. SunOS'in küçük sürümleri Solaris'in yayınlanma numaralarına eklendi. Örnek olarak Solaris 2.4, SunOS 5.4'ten türetilmiştir. Solaris 2.6'dan sonra Sun 2 rakamını düşürdü, böylece Solaris 7 SunOS 5.7'den türetilmiş oldu ve son sürümün market adı Solaris 11.1, SunOS 5.11.1'den türetilmiştir.
Desteklenen Mimariler.
Solaris desteklediği SPARC ve i86pc (bu x86 ve x86-64 mimarilerinin ikisini de içerir) aynı kod tabanını kullanır.
Solaris çok geniş sayıda işlemci desteklemesi ve simetrik çok işleme (symmetric multiprocessing) uyumlu olmasıyla ünlüdür. Markette birleşik ürün olarak satıldığı Sun SPARC donanımı (Solaris 7'den itibaren 64 bit SPARC uygulamaları desteğinde kapsayarak) ile tarihinde çok sıkı bir bağlantısı vardır. Bu çok güvenilir sistemlere izin verir ancak bu PC donanımına göre ek bir maliyet getirir.
Solaris 2.1'den itibaren x86 sistemlere, Solaris 10'dan itibaren 64 bit x86 uygulamalarına destek vermekte ve bu da 64 bit işlemcili x86-64 mimarisi donanımları üzerinde Sun'a bir avantaj sağlamaktadır. Sun; Solaris'i Dell, Hewlett-Packard, IBM gibi firmaların üretimi olan x86 tabanlı ürünler için olduğu kadar çoğunlukla AMD Opteron ve Intel Xenon işlemci tabanlı kendi "x64" istasyonları ve sunucuları için pazarlamaktaydı. 2009 olduğunda aşağıda belirtilen üreticiler kendi x86 sunucu ürünleri için Solaris'i destekliyorlardı:
Temmuz 2010 olduğunda DELL ve HP kendi saygın x86 platformlarında Oracle Solaris, Oracle Enterprise Linux ve Oracle VM'yi onaylayıp satıyorlardı ve IBM x64 kitleri üzerinde doğrudan Solaris desteğini durdurdu.
Diğer platformlar.
Solaris 2.5.1 PowerPC platformu için destek içeriyordu, fakat bu port Solaris 2.6'dan önce iptal edildi. Ocak 2006'da Blastwave'deki bir geliştirici topluluğu Polaris olarak adlandırdıkları PowerPC portu üzerinde çalışmaya başladılar. Ekim 2006'da Blastwave'in çabaları ve Sun Labs' Project Pulsar tabanlı - Solaris 2.5.1 ile OpenSolaris'in ilgili kısımlarının tekrar birleştirmesiyle - OpenSolaris topluluk projesi kendilerine ait ilk resmi kaynak kod sürümünün duyurusunu yaptı.
1997'de Solaris'in Intel Itanium'a bir portunun duyurusu yapılmasına karşın asla pazara sürülmedi.
28 Kasım 2007'de IBM, Sun, and Sine Nomine Associates; Sirius (Polaris projesini anımsatması ve Avustralya ulusunun baş öncüsü anısına:1786, HMS Sirius Avustralya'ya ilk adım olarak anılan gemi) olarak adlandırılan IBM System z mainframe üzerinde z/VM'de çalışan System z için OpenSolaris sürümünün gösterimini yaptılar. 17 Ekim 2008'de Sirius'un bir prototip sürümü hazırdı ve aynı yılın Kasım 19'unda IBM'in Siris'u Systemz IFL işlemciler üzerinde kullanma izin verilmişti.
Solaris, x86 platformları üzerindeki yerli Linux derleme uygulamalarına destek veren Linux platform ABI desteğine de sahiptir. Bu özellik Solaris 10 8/07 ile tanıtılmış yalıtılmış bölgeler fonksiyonelliği tabanlı "Linux Uygulamaları için Solaris Taşıyıcıları" (Solaris Containers for Linux Applications - SCLA) olarak anılmaktadır.
Yükleme ve kullanım seçenekleri.
Solaris çeşitli derlenmiş yazılım gruplarından tutun küçük "Azaltılmış Network Desteği" (Reduced Network Support)'dan tüm bir "Entire Plus OEM" 'e kadar değişen ortamlardan yüklenebilir. Solaris yüklemesi, bireylerin sistemleri kullanması için gerekli değildir. Apache, MySQL vb. harici yazılımlar sunfreeware, OpenCSW ve Blastwave tarafından paketlenmiş formlarıyla rahatça yüklenebilir.
Masaüstü ortamları.
Solaris'in ilk sürümleri OpenWindows'u standart masaüstü ortamı olarak kullanıyordu. Solaris 2.0 ve 2.2'de, OpenWindows NeWS ve X uygulamalarının ikisini birlikte destekliyordu ve Sun'ın eski masaüstü ortamından olan SunView uygulamaları için geriye dönük uyumluluk sunuyordu. NeWS uygulamaların, 1982 yılında yayınlanan PostScript adlı ortak yazdırma dilini kullanarak nesne yönelimli şekilde inşa edilmelerine izin veriyordu. 1984 yılında MIT projesi Athena'dan türetilmiş X Pencere Sistemi, uygulama ekranının çalıştığı bilgisayardan bir network bağlantısı ile ayrılmasına izin verdi. Sun'ın orijinal SunView uygulama paketi, X'e port edildi.
Sun daha sonra eski SunView uygulamaları ve News'e olan desteğini, Solaris 2.3 ile beraber satılan ve daha sonraları Display Postscript desteğiyle beraber X11R5 ile değiştirilen OpenWindows 3.3 ile beraber düşürdü. Grafiksel görünüm ve his OPEN LOOK'da dayalı olarak kalmıştı. OpenWindows 3.6.3, Solaris 8 altındaki son sürümdü. Solaris 9'da OPEN LOOK Pencere Yöneticisi (olwm) OPEN LOOK'a özgü uygulamalarla birlikte düşürüldü, fakat destek kütüphaneleri mevcut uygulamalarla beraber uzun dönem ikili kod geriye dönük uyumluluğu sağlayacak şekilde hâlâ paketleniyor. OPEN LOOK Sanal Pencere Yöneticisi (olvwm), sunfreeware'den Solaris için hâlâ indirilebilir durumda olup, Solaris 10 gibi son sürümlerde çalışabiliyor.
Sun ve diğer Unix satıcıları Unix masaüstlerini standartlaştırmak için bir endüstriyel birlik oluşturdu. COSE'un bir üyesi olarak, Common Open Software Environment (Ortak Açık Yazılım Ortamı) girişiminde, Sun Common Desktop Environment'ın (Ortak Masaüstü Ortamı) geliştirilmesine yardımda bulundu. CDE bir standart Unix masaüstü ortamı yaratmak için girişim oldu. Her satıcı farklı bileşenlere katkı sağladı: IBM dosya yöneticisini sundu, Sun eposta ve takvim olanaklarının yanı sıra sürükle bırak (ToolTalk) desteğini sağladı. Bu yeni masaüstü ortamı Motif görünüm ve hissi tabanlıydı ve eski OPEN LOOK masaüstü ortamı mirası olarak kabul edildi. CDE, Unix masaüstlerini, sayısı çok olan açık sistem satıcısı karşısında birleştirdi. CDE ayrıştırılmış bir eklenti olarak Solaris 2.4 ve 2.5 mevcuttu, Solaris 2.6'dan itibaren 10'a kadar dahili oldu. 2001 yılında Sun Solaris 8 için, GTK+ toolkit tabanlı açık kaynak masaüstü ortamı GNOME 1.4'ü içeren bir önizleme sürümü yayınladı.
Solaris 9 8/03, GNOME 2.0'ı CDE'ye bir alternatif olarak tanıttı. Solaris 10, GNOME tabanlı Sun'ın Java Masaüstü Sistemi (JDS - Java Desktop Environment)'ı içerir ve Sun'ın ofis paketi StartOffice gibi geniş uygulama setleri ile beraber gelir. Sun JDS'i Solaris 10'un önemli bir parçası olarak tanımlar. Java Masaüstü Sistemi, kendisi yerine GNOME'un mevcut sürümü ile satılan Solaris 11'e dahil değildir. Aynı şekilde CDE uygulamaları da Solaris 11'e dahil değildir, fakat pek çok kütüphane ikili kod geriye dönük uyumluluk için kalmıştır.
Açık kaynak masaüstü ortamları KDE ve Xfce, bunlarla birlikte pek çok masaüstü yöneticisi, Solaris'in son sürümünde derlenip çalıştırılabilir durumdadır.
Sun 2003 yılından beri Project Looking Glass adıyla anılan yeni bir masaüstü ortamı geliştiriyordu. Proje 2006'nın sonlarından beri pasif durumdadır.
Lisans.
2005'ten 2010'a kadar, Solaris hâlâ Sun Microsystems tarafından geliştiriliyordu, Solaris'in kaynak kodu birkaç istisna dışında OpenSolaris projesi yoluyla Ortak Geliştirme ve Dağıtım Lisansı (CDDL) altında yayınlandı.
Sun'ın 2010 yılında Oracle tarafından satın alındığında OpenSolaris projesi, Oracle'ın duruşuyla topluluğun rahatsız olmasından ötürü durdu. 2010 Mart'ında önceleri ücretsiz olarak bulunan Solaris 10, işletim sisteminin değiştirilmesi ve dağıtılmasını kısıtlayan bir lisansla yer değiştirildi. Lisans kullanıcıya işletim sistemini Oracle Teknoloji Networ'ü (Oracle Technology Network) üzerinden ücretsiz olarak indirmesine ve 90 günlük deneme periyodu için kullanmasına izin veriyordu. Deneme süresinin bitiminden sonra kullanıcı işletim sistemini kullanmaya devam edebilmek için Oracle'dan bir destek sözleşmesi satın almak zorundaydı.
2011'de Solaris 11 ile beraber lisans şartları tekrar değişti. Yeni lisans Solaris 10 ve Solaris 11'in Oracle Teknoloji Network'ü üzerinden ücretsiz olarak indirilmesine ve herhangi destek sözleşmesi olmadan süresiz olarak kullanıma izin vermesine rağmen kullanıcıya Solaris'i geliştirme platformu olarak kullanmasına izin verip kullanıcının Solaris'i ticari olarak ve üretimde kullanmasını yasaklıyordu. Solaris'in evde hobici ve eğitim amaçlı kullanılabilirliği konusunda hala kesin olmayan bir durum vardır. Oracle, bu durumu ve ev kullanımı konusunu henüz resmi olarak duyurmadı.
Solaris 10 bir destek sözleşmesi olmadan kullanıldığında yıllık olarak her bir yeni noktasal sürüme yükseltilebilmesine rağmen aylık yayımlanan yamalar ve güncellemelere erişebilmek için bir destek sözleşmesi gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11801",
"len_data": 10920,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.51
}
|
Senarist, her uzunlukta, izlenebilir film için, kendi oluşturduğu ya da var olan kaynakları görsel dile çevirerek, belli bir sistem içinde görsel anlatım oluşturarak, metinler (senaryo) yazan kişiye denir. Ayrıca senaristlik bir senaryonun gidişatını, kalitesini kendi belirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11808",
"len_data": 278,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.57
}
|
Edebiyat akımı veya edebî akım, belli bir tarihsel süreçte edebiyatı, tür ve yazarın milliyeti bakımından herhangi bir ayrım olmadan şekilsel ve içerik olarak etkileyen belli üslup, duygu ve düşünce dizisini ifade eden edebiyat anlayışıdır. Her edebiyat akımı bir önceki akıma tepki olarak ya da önceki akımın uzantısı olarak doğar.
Edebi akımlarının gelişimine bakıldığında, bu akımların salt yazına özgü olmadığı genel, bir sanat akımı olarak başlayıp geliştikleri görülür. Üstelik hemen hepsi, genelde doğdukları çağın toplumsal yapısının, bu yapıya bağlı düşünüş biçiminin, ideolojinin ürünüdürler. Çağın felsefesinin sanat üzerindeki etkisi akım olarak ortaya çıkar ve bütün sanat türlerinde ortak özellikler çevresinde gelişir.
Rauf Mutluay'ın tanımı bu açıdan önemlidir: "... Toplumsal düzenin ve onun değişiminin bir gereği olarak, dünya görüşü ve sanat anlayışı bakımından birleşen kişilerin, eserleriyle ortaya koydukları ve sürdürdükleri ilkelerin toplamından doğan tutarlılığa bir edebiyat akımı denir."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11810",
"len_data": 1015,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.85
}
|
Dada, Dadaizm veya Dadacılık, I. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'da başlamış kültürel ve sanatsal bir akımdır. Dada, Dünya Savaşı'nın barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa ve erotizme bir protesto olarak ortaya çıkmıştır. Mantıksızlık ve var olan sanatsal düzenlerin reddedilmesi Dada'nın ana karakteridir.
İlk Dada merkezi İsviçre'nin Zürih kentinde 1916'da kuruldu. Hugo Ball tarafından arkadaşı Emmy Hennings ile birlikte 1917'de de Berlin'de kuruldu. Amerika'da 1915; Fransa'da 1920 yılları civarında yaygınlaştı ve Dadaist faaliyetler 1920'lerin ortalarına kadar sürdü.
"Dada" isminin nereden geldiği konusunda kesin bilgi olmamakla beraber Fransızcada oyuncak tahta at anlamına gelen "Dada"nın, bu kişilerin yarattığı edebî akımın ismi olarak seçildiği yönünde bir görüş vardır.
Bu akım, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenir. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından gelen boğuntu ve dengesizliğin akımıdır.
Dadacı yazarlar, kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak istiyorlardı. Yapıtlarında alışılagelmiş olan estetikçiliğe karşı çıkıyor, burjuva değerlerinin tiksinçliğini, pisliğini, iğrençliğini, berbatlığını, rezilliğini vurguluyorlardı.
Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı çıkarak dil ve biçimde yeni deneylere giriştiler. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi 1919-1924 arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupault, Paul Eluard ile Georges Ribemont-Dessaignes'in yazılarının yer aldığı "De Litterature"dü (dö Literatür). Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı ve Dadaistler sürrealizm akımına yöneldiler.
Etimoloji.
Dadaizm akımının yaratıcıları akımın ismini koymakta sözlükten yararlanmışlardır. Rastgele bir sayfa açan ve Fransızca çocuk dilinde "tahta at" anlamına gelen bu kelimeyle karşılaşan sanatçılar da akıma Dadaizm, Dadacılık adını vermiştir. Akımları edebiyatımızla karşılaştırıldığında Cumhuriyet Sonrası Edebiyat Döneminde ortaya çıkan 'Garip' topluluğuyla normları tanımamak, tabuları yıkmak gibi benzerlikler göstermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11811",
"len_data": 2155,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.84
}
|
Bilardo, bir spor çeşididir ve ıstaka adı verilen sopalar, bilardo topları ve bilardo masası ile oynanan pek çok oyun türünün ortak ismidir.
Bilardo oyunları üç ana türe ayrılır;
Bilardonun geçmişi 15. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bilardo meraklıları arasında Mozart, XIV. Louis, Marie Antoinette, Immanuel Kant, Napoleon, Abraham Lincoln, Mark Twain, George Washington, Charles Dickens, Theodore Roosevelt gibi isimler bulunmaktadır.
Tarihçe.
1340'larda açık havada oynanan ve kroketi anımsatan bilardo benzeri bir oyun oynanıyordu. Fransa Kralı XI. Louis (1461–1483) bilinen ilk kapalı alanda oynanan bilardo masasına sahipti. XIV. Louis, oyunu daha da geliştirip popüler hale getirdi ve Fransız soyluları arasında oyun hızla yayıldı. Norfolk Dükü'nün mülkiyetini içeren 1588 tarihli bir envanterde, "yeşil bir kumaşla kaplı bir bilardo tahtası ... üç bilardo çubuğu ve 11 yvery topu" yer alıyordu. Bilardo o kadar büyüdü ki, 1727'ye gelindiğinde hemen hemen her Paris kafesinde oynanmaya başlandı. İngiltere'de, üst tabaka için çok popüler bir aktiviteye dönüştü.
Başlangıçta istekalar toplara vurmak yerine itmek için kullanılıyordu. Bugün bilindiği şekliyle ayaksız, düz isteka 1800 civarında geliştirildi. Oyunun çekiciliğini artırmak amacıyla bantlar topun geri sekmesini sağlayacak maddelerle doldurulmaya başlandı. İlk toplar ahşap ve kilden yapılıyordu ancak zenginler fildişi kullanmayı tercih ediyordu.
Kroket benzeri ilk oyunlar karambol bilardo kategorisinin gelişmesine yol açtı.
Amerika Birleşik Devletleri'nde bilardo bir süreliğine popülerliğini yitirdi, ancak 1878 ile 1956 arasında çok popüler hale geldi. Bunun temel nedeni, askerlerin zihinlerini savaştan uzaklaştıran popüler bir eğlence haline gelmesiydi. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda bilardo yeniden yok olmaya başladı. Oyunun yeniden popüler olmasını sağlayan şey 1961 yılında vizyona giren The Hustler filmiydi. Günümüzde bilardo iyi bilinen bir oyundur ve farklı beceri seviyelerinde birçok oyuncuya sahiptir.
Bilardo en azından 1893 yılından beri spor olarak kabul edilmektedir.
Bilardo oyunları.
Bilardo esasen delikli masa ve karambol olmak üzere 2'ye ayrılır.
Temel karambol bilardo oyunları serbest, balkline ve üç bant bilardodur. Hepsi deliksiz bir masada üç topla oynanır. Temel amaç oyuncunun topuyla diğer iki topu vurmaya çalışmasıdır.
Delikli bir masada oynana bilardo oyunlarının en popülerleri Amerikan bilardo ve snooker'dır. Diğer bir bilardo oyunu olan İngiliz bilardo, karambol bilardonun bazı özelliklerine sahiptir. İngiliz bilardo, 20. yüzyılın başında balkline ile birlikte en popüler iki bilardo oyunundan biriydi ve bugün İngiliz Milletler Topluluğu ülkelerinde hala keyifle oynanmaktadır. Diğer bir delikli masa oyunu olan Rus piramidi ve kaisa gibi oyunlar eski Doğu bloğunda hala popülerdir.
Karambol Bilardo.
Kumaş kaplı ve deliksiz bilardo masalarında oynanan bir bilardo türüdür. En basit biçiminde oyunun amacı, kişinin kendi topuna istekasıyla vurarak topu hem rakibin topuna hem de kırmızı topa çarptırmaktır. Karambol bilardonun icat tarihi biraz belirsizdir ancak 18. yüzyıl Fransa'sına kadar uzandığı düşünülmektedir.
Serbest.
Serbest stilde topun herhangi bir banta çarpması gerekmez. Oyuncu kendi topunu diğer iki topa çarptırdığı anda sayı kazanılır.
Balkline.
Balkline bilardoda oyun masasına çeşitli sınırlar çizilir ve toplar bu sınırların dışına çıkarılmadan sayı almaya çalışılır.
Tek bant bilardo.
Tek bant karambol 1860'ların sonlarında serbest bilardoya başka bir alternatif olarak ortaya çıktı. Tek bant bilardoda sayı kazanabilmek için vurulan topun 3. topa çarpmadan önce en az 1 banta çarpması gerekir.
Üç bant bilardo.
Üç bant bilardoda sayı alabilmek için vurulan topun kırmızı topa çarpmadan önce en az 3 banta çarpması gerekir. Topun her seferinde farklı bir banta çarpması gerekmez.
Artistik bilardo.
Artistik bilardoda oyuncular, önceden belirlenmiş ve farklı zorluk derecelerine göre ayarlanmış 76 farklı atışı gerçekleştirmek için yarışır.
Amerikan bilardosu.
Pool olarak da bilinir. Altı delikten oluşan bilardo masası üzerinde oynan bilardo türüdür. Bilardonun bugüne kadar gelebilen ilk cepli bilardo çeşididir. Amaç bilardo toplarını masanın dört köşesinde ve tam ortasında bulunan deliklere sokmaktır.
8 Top.
Oyunda bir siyah, bir beyaz ve iki gruba ayrılmış 14 top bulunmaktadır. Düz olarak adlandırılan toplar 1-7 arasında, çizgili (pijamalı) olarak adlandırılan toplar 9-15 arasında numaralandırılmıştır. Siyah top ise 8 numaralıdır. Toplamda 16 tane top vardır.
Oyun, 2 kişi ya da 2 takım olarak ve bantlı veya bantsız olarak oynanabilir. Oyunun amacı oyuncunun kendi grubundaki tüm topları ve en son olarak da siyah topu deliklere sokmaya çalışmaktır.
Oyun, toplar dizildikten sonra beyaz topa masanın ilk çeyrek çizgisinden, oyuncunun seçtiği bir açıdan vurmasıyla başlar. Deliğe ilk giren top oyunu başlatan oyuncunun hangi grupla oynayacağını belirler, açılışta top düşmemesi halinde rakip oynayacağı grubu seçer, açılışta iki farklı gruba ait topların deliğe girmesi faul sayılmaz, giren toplar çıkartılmaz, gruplar seçilerek oyun rakibe geçer. Oyun başladıktan sonra oyuncu her vuruşta hangi topu hangi deliğe atacağını vuruş öncesinde deklare etmek zorundadır.
8 top bilardo en çok tercih edilen delikli bilardo çeşididir.
9 Top.
Yine, standart Amerikan Bilardo masasında oynanan bir oyundur. Kuralları hemen hemen aynıdır. Ancak bu oyunda sadece 1-9 arasındaki toplar kullanılır. Toplar, 1 numaralı top en önde ve 9 numaralı top tam ortada kalmak üzere diamond şeklinde 1 numaralı top açılış noktasında olacak şekilde birbirine yapışık olarak dizilir. Oyunun amacı, açılıştan sonra 1 numaralı toptan başlayarak sırayla gitmek ve en son 9 numaralı topu sokarak oyunu bitirmektir.
Düz Amerikan bilardo.
Straight pool veya 14+1 olarak da bilinir. Oyunda toplar gruba ayrılmaz ve oyuncu siyah top da dahil olmak üzere istediği bir topu deliğe sokabilir. Her top 1 puan değerindedir. Son topa gelindiğinde ise deliğe sokulan toplar tekrar dizilir ve oyun bu şekilde devam eder. Oyunda amaç belirlenen puana (genelde 100 veya 150) ulaşmaktır. Oyunculardan birisi belirlenen puana ulaşana kadar toplar sürekli olarak çıkarılır ve tekrar dizilir.
Bantlı Amerikan bilardo.
Bank pool olarak da bilinir. Tıpkı karambol bilardoda olduğu gibi beyaz topun deliğe sokulacak olan hedef topa çarpmadan önce en az bir banta çarpması gerekir.
Snooker.
22 topla oynanan, Britanya'da popüler olan bir bilardo türüdür. Oyunun amacı çuha kaplı masadaki topları isteka kullanarak masanın her köşesinde dört tane ve uzun kenarın ortasında iki tane olmak üzere 6 tane deliğe belli kurallara ve sıralamaya bağlı kalarak sokmaktır. Oyunun açılışında; bir adet "isteka topu" olarak anılan beyaz top (" "), 15 tane kırmızı top ve bunlara ilaveten birer tane 6 farklı renkte top vardır.
Masa temizlendiğinde topların puanlarına ve cezalara göre rakibinden çok puan alan oyuncu o çerçeveyi (eli) kazanır. Oyun, önceden kararlaştırılan set sayısı kadar oynanır ve en çok seti kazanan oyuncu galip gelir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11814",
"len_data": 7032,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.44
}
|
Erkek hakları ya da Erkek Hakları Hareketi, büyük ölçüde kadın haklarına bir yanıt olmak üzere 1980'lerde tanımlanan bir hareket olarak başladı. Hareketin amacı erkeklere ilişkin konuları ortaya koymak ve erkeklere yönelik kurumsal ve toplumsal ayrımı kaldırmaktır. Erkek Hareketinin bir parçasıdır. Özellikle, erkekleri ve erkek çocuklarını olumsuz etkileyen veya bazı durumlarda yapısal olarak ayrımcılık yapan belirli devlet politikalarına odaklanan çeşitli grup ve bireylerden oluşur. Erkek hakları hareketi içinde tartışılan ortak konular arasında, çocuk velayeti, nafaka ve evlilik mülkiyeti dağıtımı gibi konular dahil ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere aile hukukunda kadınlara verildiği iddia edilen ayrıcalık yer almaktadır. Hareket aynı zamanda ebeveynlik, üreme, intiharlar, erkeklere yönelik aile içi şiddet, sünnet, eğitim, zorunlu askerlik, sosyal güvenlik ağları ve sağlık politikalarıyla da ilgileniyor. Erkek hakları hareketi, 1970'lerin başında erkek kurtuluş hareketinden ayrıldı ve her iki grup da daha büyük erkek hareketinin bir parçasını oluşturdu.
Erkek hakları hareketi içinde olanlar genellikle kendilerini maskülist olarak görmemekte ve büyük ölçüde geleneksel veya cinsiyet ideolojisini onaylamamaktadırlar. Başlangıcından bu yana, erkek hakları hareketi önemli eleştiriler aldı ve bazı akademisyenler, hareketi veya bazı kısımlarını feminizme karşı bir tepki olarak tanımladı. Erkek hakları hareketi ile ilgili iddialar ve faaliyetler eleştirildi. Nefret ve şiddet içeren bir hareket olarak etiketlendi. The Southern Poverty Law Center, 2018'de "erkek hakları hareketinin bazı köşelerinin meşru şikayetlere odaklandığını" belirtirken, bazı erkek hakları gruplarını ise 'erkek üstünlüğü' şemsiyesi altında bir nefret ideolojisinin parçası olarak sınıflandırdı (bkz: Erkekmerkezcilik ve ataerkillik). Kimilerine göre hareket Kadın Düşmanlığı içerir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11816",
"len_data": 1879,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.98
}
|
Ernest Belfort Bax (d. 23 Temmuz 1854 - ö. 26 Kasım 1926) Büyük Britanya'da Sosyal Demokratik Federasyon ile ilişkili sosyalist bir gazeteci ve filozof.
Leamington'da nonkonformist dindar bir ailede doğan Bax, Almanya'da felsefe tahsil ederken Marksizm ile tanıştı. Marx'ın fikirleriyle Kant, Schopenhauer ve Hartmann'ınkileri bir araya getirdi. Sosyalizm'in muhtemel metafizik ve etik uzantılarını keşfetmekte istekli olan Bax, kişisel ve toplumsal ve bilişsel (cognitive) ve duygusal (emotional) arasındaki karşıt çiftliği-dikotomi (dichotomy) yok etme amacıyla bir "sosyalizm dini"ni tarif etmeye girişti. Özgür işçileri küçük (petty) burjuvazinin ahlakçılığı olarak gördüğü organize dinden uzaklaştırma amacında olan ateşli bir ateistti.
Berlin'e giden Bax, Evening Standard'da gazetecilik yaptı. 1882'de İngiltere'ye döndüğünde SDF'ye katıldı ancak 1885'te hayal kırıklığına uğradı ve William Morris ile birlikte Sosyalist Parti'den ayrıldı. Anarşistlerin parti üzerinde kontrolleri ellerine geçirmelerinden sonra SDF'ye tekrar katıldı ve partinin gazetesi Justice'nin editörü ve partinin baş teorisyeni oldu. Partinin Labour Representation Committee'ye katılmasına karşı çıktı ve sonunda parti üyelerini komiteden ayrılmaya ikna etti.
Bax, tüm yaşamı boyunca ekonomik koşulları sosyalizmin olgunlaşması için gerekli gördü ancak bu ilerlemenin çalışan sınıfların eğitiminin eksikliğinden dolayı engellendiğini hissetmişti.
Başlangıçta aşırı bir milliyetçilik karşıtı olan Bax, I. Dünya Savaşı'nda İngiltere'yi desteklemeye başladı fakat bu desteğe kadar mesleği avukatlığa yoğunlaşmış ve politikayla çok az ilgilenmişti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11817",
"len_data": 1626,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.93
}
|
Kırgızistan (, ), resmî adıyla Kırgız Cumhuriyeti (; ), Orta Asya'daki bir ülkedir. Kırgızistan, (Azerbaycan, Kazakistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan ile birlikte) günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletlerinden biri olup Türk Devletleri Teşkilatı ve TÜRKSOY'un üyesidir. Denize kıyısı olmayan ülkenin komşuları kuzeyde Kazakistan; batıda Özbekistan, güneybatıda Tacikistan ve güneydoğuda Çin'dir.
Kırgızistan'ın tarihi, çeşitli kültürleri ve imparatorlukları kapsar. Kırgızistan, oldukça dağlık arazisiyle coğrafi olarak izole olmasına rağmen, diğer ticari yolların yanı sıra İpek Yolu'nun bir parçası olarak birçok büyük medeniyetin kavşağında yer almıştır. Bir dizi kabile ve klanın yaşadığı Kırgızistan, periyodik olarak daha büyük bir hakimiyet altına girdi. Atalarının izini süren göçebe Türkler ilk olarak Kırgız Kağanlığı'nı 13. yüzyılda kurulmuş daha sonra Kırgızistan Moğol İmparatorluğu tarafından fethedilmiştir. Moğollardan bağımsızlığını yeniden kazandıktan sonra Çungar Hanlığı tarafından işgal edilmiştir. Çungarların düşüşünden sonra Kırgızlar ve Kıpçaklar Hokand Hanlığı'nın ayrılmaz bir parçası olmuştur. 1876'da Kırgızistan, Rusya İmparatorluğu'nun bir parçası oldu ve 1936'da Sovyetler Birliği'nin kurucu cumhuriyeti olmak için Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Mihail Gorbaçov'un SSCB'deki demokratik reformlarının ardından 1990 yılında bağımsızlık yanlısı aday Askar Akayev cumhurbaşkanı seçildi. 31 Ağustos 1991'de Kırgızistan, Moskova'dan bağımsızlığını ilan etti ve demokratik bir hükûmet kuruldu. Kırgızistan, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bir ulus devlet olarak egemenliğine kavuştu.
Bağımsızlığın ardından Kırgızistan resmi olarak üniter bir başkanlık cumhuriyetiydi. Lale Devrimi'nden sonra üniter bir parlamenter cumhuriyet haline geldi, ancak kademeli olarak 2021'de başkanlık sistemine dönmeden önce yarı başkanlık cumhuriyeti olarak yönetildi. Bağımsızlığını ilan ettikten sonra ülkede etnik çatışmalar, isyanlar, ekonomik sıkıntılar, geçiş hükûmetleri ve siyasi çatışmalar devam etti.
Kırgızistan; Bağımsız Devletler Topluluğu, Avrasya Ekonomik Birliği, Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü, Şanghay İşbirliği Örgütü, İslam İşbirliği Teşkilatı, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Türk Devletleri Teşkilatı, TÜRKSOY üyesidir. İnsani Gelişmişlik Endeksi'nde 118. sırada yer alan gelişmekte olan bir ülkedir ve Orta Asya'nın en fakir ikinci ülkesidir. Ülkenin geçiş ekonomisi büyük ölçüde altın, kömür ve uranyum yataklarına bağımlıdır.
Etimoloji.
"Kırgızistan", "Kırgız ülkesi" manasına gelir. Kırgız adının kökeni hakkında ise birkaç teori vardır. Bunlardan birincisi -iz eki (iki - iz = ikiz vb.) almış "kırk"tır. Yani Kırk-ız, "Kırklar"dır Bir başka teoriye göre de "Kırgız" adı, "kırk uz" yani "kırk boy" anlamına gelmektedir ve Kırgız bayrağındaki kırk ışınlı güneş de bu kırk boyu temsil etmektedir. Konu ile ilgili diğer bir teori de Prof. Dr. Nadir Devlet'in Çağdaş Türkiler kitabında geçmektedir. O da Kırgız adı Türkçede kır - gez'mekten geldiğini söylemiştir.
Tarih.
Kırgızlar, Göktürk devrinde Kögmen (Sayan) Dağları'nın kuzeyinde yaşamışlardır. En büyük genişlemesine MS 840'ta Uygur Kağanlığı'nı yendikten sonra ulaşmışlardır. 9. yüzyılda tüm dağınık kabileleri tek bir ulusta birleştiren bir savaşçıyı içeren Manas Destanı adlı bir hikâye anlatma geleneği vardır. UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listeleri'ne girmiştir. 12. yüzyılda Kırgız hakimiyeti Moğolların yayılması sonucu Altay Sıradağları ve Sayan Dağları'na kadar küçülmüştür. On üçüncü yüzyılda Moğol İmparatorluğu'nun yükselişiyle Kırgızlar güneye göç ettiler. Kırgızlar barışçıl bir şekilde 1207'de Moğol İmparatorluğu'nun bir parçası oldular. Daha sonra bugün yaşadıkları topraklara gelen Kırgızlar, Karahanlılar zamanında Müslüman olmuşlardır. Issık Gölü, tüccarlar ve Uzak Doğu'dan Avrupa'ya giden diğer gezginler için bir kara yolu olan İpek Yolu üzerinde bir mola yeriydi. Bu sebeple Kırgız kabileleri 17. yüzyılda Moğollar, 18. yüzyılın ortalarında Mançurya Qing Hanedanı ve 19. yüzyılın başlarında Hokand Hanlığı tarafından istila edildi. 1842'de Kırgız kabileleri Hokand'dan ayrıldılar ve Ormon Han liderliğindeki Kara-Kırgız Hanlığı devleti altında birleştiler. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, bugünkü Kırgızistan'ın doğu kısmından bulunan Isık-Kul Bölgesi, Tarbagatai Antlaşması ile Qing Hanedanı tarafından Rus İmparatorluğu'na bırakıldı. O zamanlar Rusçada "Kırgızistan" olarak bilinen bölge 1876'da resmen İmparatorluğa dahil edildi. Rusların işgali çok sayıda isyanla karşılandı ve Kırgızların çoğu Pamir Dağları'na ve Afganistan'a taşınmayı seçti. 1916 Orta Asya Ayaklanması'nın bastırılması, daha sonra birçok Kırgız'ın Çin'e göç etmesine neden oldu.
Sovyet devri.
Başlangıçta 1919'da Sovyet gücü bölgede kabul görmüştür ve Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti içinde Kara-Kırgız Özerk Bölgesi oluştu. "Kara-Kırgız" terimi 1920'lerin ortasında Ruslar onları aynı zamanda Kırgız olarak bakılan Kazaklardan ayırıncaya kadar kullanılmıştır. 5 Aralık 1936'da Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, tam bir Sovyetler Birliği cumhuriyeti olarak kabul görmüştür.
1920'ler boyunca Kırgızistan, kültür, eğitim ve sosyal yaşam açısından epeyce geliştirildi. Okur yazarlık büyük ölçüde gelişti ve standart bir edebi dil ortaya çıkarıldı. Ekonomik ve sosyal gelişme de dikkate değerdi. Kırgız millî kültürünün çok sayıda yönleri Stalin'in milliyetçi eyleminin baskısına rağmen muhafaza edilmişti ve bu nedenle, tüm Birlik otoriteleri ile olan gerginlikler sürmekteydi.
"Sovyet açıklık ve dürüstlük politikası"nın ilk yılları, Kırgızistan'da siyasi iklim üzerinde küçük bir etki göstermiştir. Bununla birlikte Cumhuriyet'in basın mensuplarına daha fazla liberal bakış edinmeleri ve Yazarlar Birliği'nce yeni bir yayın olan "Literaturniy Kirghizstan"'ı kurmaları için izin verilmişti. Gayriresmî siyasi gruplar yasaklanmıştı ancak 1989'da derin iskân krizi ile uğraşmak için ortaya çıkan birkaç grubun faaliyetlerine izin verilmişti.
1990 yılının Haziran ayında Özbekler ve Kırgızlar arasındaki etnik gerginlikler Özbeklerin olduğu Oş İli'ni kaplamıştı. Şiddetli karşılaşmalar birbirini izledi ve bir güvenlik ve sokağa çıkma yasağı ortaya çıkmasına neden oldu. 1990 yılının Ağustos ayına kadar düzen eski haline getirilemedi.
1990'ların başları Kırgızistan'a yeni değişimler getirdi. Kırgızistan Demokratik Hareketi, Parlamento'nun desteğiyle önemli bir siyasi güç haline geldi. Kırgız Bilim Akademisi'nin liberal başkanı Askar Akayev 1990 yılının Ekim ayında başkan seçildi. Takip eden Ocak ayında Akayev, yeni hükûmet yapılarını öne sürdü ve çoğunlukla daha genç ve reforma yönelik siyasetçilerden oluşan yeni bir hükûmet tayin etti.
1990 yılının Aralık ayında Yüksek Sovyet, cumhuriyetin adını "Kırgızistan Cumhuriyeti" olarak değiştirmek üzere oy verdi. 1991 yılının Şubat ayında başkent "Frunze"'nin adı devrim öncesi adı olan Bişkek olarak değiştirildi. Bağımsızlığa giden bu estetik hareketlere rağmen, ekonomik gerçeklikler Eski Sovyetler Birliği'nden ayrılmaya karşı durur gibi gözükmekteydi. 1991 yılının Mart ayındaki Sovyetler Birliği'nin yaptığı bir referandumda seçmenlerin %95,7'si eski Sovyetler Birliği'nin "yenilenmiş federasyon" olarak tutulması önerisini uygun buldular.
19 Ağustos 1991'de Olağanüstü Hal Komitesi, Kırgızistan'da Akayev'i indirme girişiminin görüldüğü Moskova'da güç elde etti. Ertesi hafta darbenin sönmesinden sonra Akayev ve İkinci Başkan German Kuznetsov Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden istifalarını açıkladılar ve tüm daire ve sekreterya istifa etti. Bunu 31 Ağustos 1991'de Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığı sağlayan Yüksek Sovyet oylaması takip etti.
Bağımsızlık.
1991 yılının Ekim ayında Akayev rakipsiz ilerledi ve oyların %95'ini alarak doğrudan yeni bağımsız cumhuriyetin başkanı seçildi. O ay diğer yedi cumhuriyetin delegeleriyle birlikte Yeni Ekonomik Toplum Paktı'nı imzaladı. Sonunda 21 Aralık 1991'de diğer dört Orta Asya cumhuriyeti ile birlikte Bağımsız Devletler Topluluğu'na resmen katıldı. 1992'de Kırgızistan, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'na katıldı. 5 Mayıs 1993'te ülkenin resmi adı Kırgızistan Cumhuriyeti'nden Kırgız Cumhuriyeti'ne değişti.
2005 yılının Mart ayındaki parlamenter seçimlerden sonraki Lale Devrimi, Başkan Akayev'i 4 Nisan 2005'te istifaya zorladı. Muhalefet liderleri koalisyon kurdular ve yeni hükûmet Başkan Kurmanbek Bakiyev ve Başbakan Feliks Kulov altında şekillendi.
Bununla birlikte, organize suçla bağlantılı olduğu iddia edilen çeşitli grup ve hizipler iktidar için yarışırken, siyasi istikrar zor görünüyordu. Mart 2005'te seçilen 75 Parlamento üyesinden üçü suikasta kurban gitti ve bir başka üye de 10 Mayıs 2006'da öldürülen kardeşinin ara seçimde koltuğunu kazanmasından kısa bir süre sonra suikasta kurban gitti. Dördünün de büyük yasadışı iş girişimlerine doğrudan karıştığı söyleniyor. 6 Nisan 2010'da Talas ilçesinde halk ayaklandı. Protestolar şiddetlendi ve ertesi gün Bişkek'e yayıldı. Protestocular, Cumhurbaşkanı Bakiyev'in ofislerinin yanı sıra devlet radyo ve televizyon istasyonlarına saldırdı. İçişleri Bakanı Moldomusa Kongatiyev'in dövüldüğüne dair çelişkili haberler vardı. 7 Nisan 2010'da Cumhurbaşkanı Bakiyev olağanüstü hal ilan etti. Polis ve özel servisler çok sayıda muhalefet liderini tutukladı. Buna karşılık protestocular, başkent Bişkek'teki iç güvenlik karargahının (eski KGB karargahı) ve bir devlet televizyon kanalının kontrolünü ele geçirdi. Kırgızistan hükûmet yetkililerinin raporları, başkentte polisle çıkan kanlı çatışmalarda en az 75 kişinin öldüğünü ve 458 kişinin hastaneye kaldırıldığını belirtti. Raporlar, polisle çıkan çatışmalarda en az 80 kişinin öldüğünü söylüyor. 8 Nisan 2010'da eski Dışişleri Bakanı Roza Otunbayeva liderliğindeki bir geçiş hükûmeti, başkentteki devlet medyasının ve hükûmet tesislerinin kontrolünü ele geçirdi, ancak Bakiyev görevinden istifa etmedi.
Cumhurbaşkanı Bakiyev Celal-Abad'daki evine döndü ve 13 Nisan 2010'da düzenlediği basın toplantısında istifa şartlarını açıkladı. 15 Nisan 2010'da Bakiyev ülkeyi terk etti ve eşi ve iki çocuğuyla birlikte komşu Kazakistan'a uçtu. Ülkenin geçici liderleri, Bakiyev'in ayrılmadan önce resmi bir istifa mektubu imzaladığını duyurdu.
Başbakan Daniyar Üsönov, Rusya'yı protestoları desteklemekle suçladı; bu suçlama Rusya Başbakanı Vladimir Putin tarafından reddedildi. Muhalefet üyeleri ayrıca ABD kontrolündeki Manas Hava Üssü'nün kapatılması çağrısında bulundu. Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev, Rus vatandaşlarının güvenliğini sağlamak için önlemler alınmasını ve olası saldırılara karşı Kırgızistan'daki Rus tesislerinin etrafındaki güvenliğin sıkılaştırılmasını emretti.
2010 Güney Kırgızistan etnik çatışmaları, 11 Haziran 2010'da ülkenin en büyük ikinci şehri olan Oş'ta iki ana etnik grup olan Özbekler ve Kırgızlar arasında meydana geldi.
Durumu kontrol etmekte zorlanan geçici lider Otunbayeva, Rusya Devlet Başkanı Dmitry Medvedev'e bir mektup göndererek ülkenin durumu kontrol etmesine yardım etmesi için Rus birlikleri göndermesini istedi. Medvedev'in Basın Ataşesi Natalya Timakova mektuba verdiği yanıtta, "Bu bir iç çatışmadır ve Rusya şimdilik çözümünde yer almak için gerekli koşulları görmüyor" dedi. 12 Haziran 2010 tarihi itibarıyla çatışmalar, 200'den fazla kişinin ölümü ve 1.685 kişinin yaralanmasıyla gıda ve diğer temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığına neden oldu. Ancak Rus hükûmeti, sorunlu ülkeye insani yardım göndereceğini söyledi.
Yerel kaynaklara göre, iki yerel çete arasında çatışma çıktı ve şiddetin şehrin geri kalanına yayılması uzun sürmedi. Silahlı kuvvetlerin şehre giren etnik Kırgız çetelerini desteklediğine dair haberler de vardı, ancak hükûmet iddiaları yalanladı.
Ayaklanmalar komşu bölgelere sıçradı ve hükûmet tüm güney Celal-Abad bölgesinde olağanüstü hal ilan etti. Geçici hükûmet, durumu kontrol altına almak için güvenlik güçlerine özel öldürme yetkileri verdi. Rus hükûmeti, Rus tesislerini korumak için ülkeye bir tabur göndermeye karar verdi.
Otunbayeva, Bakiyev'in ailesini "isyanları kışkırtmakla" suçladı. AFP, "tüm şehri kaplayan bir duman perdesi" bildirdi. Komşu Özbekistan'daki yetkililer, en az 30.000 Özbek'in ayaklanmalardan kaçmak için sınırı geçtiğini söyledi. Oş, 14 Haziran 2010'da nispeten sakinleşti, ancak Celal-Abad ara sıra kundaklama olaylarına tanık oldu. Özbekler, çetelerin saldırılarından korktukları için evlerini terk etmeye isteksiz olduklarından, tüm bölge hâlâ olağanüstü hal altındaydı. Birleşmiş Milletler durumu değerlendirmek için bir elçi göndermeye karar verdi.
Geçici hükûmetin başkan yardımcısı Temir Sariyev, yerel çatışmalar olduğunu ve hükûmetin durumu tam olarak kontrol etmesinin mümkün olmadığını söyledi. Şiddeti kontrol altına almak için yeterli güvenlik gücünün olmadığını da sözlerine ekledi. Medya ajansları 14 Haziran 2010'da Rus hükûmetinin Kırgız hükûmetinin talebini değerlendirdiğini bildirdi. Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü'nün acil toplantısı(CSTO), şiddetin sona erdirilmesinde oynayabileceği rolü tartışmak üzere aynı gün (14 Haziran) toplandı. Kırgız hükûmetine göre etnik şiddet 15 Haziran 2010'da azaldı ve Kırgız cumhurbaşkanı Roza Otunbayeva o gün bir basın toplantısı düzenledi ve Rusya'nın şiddeti bastırmak için asker göndermesine gerek olmadığını açıkladı. 15 Haziran 2010'a kadar en az 170 kişi öldü, ancak Uluslararası Kızılhaç Komitesi'nden Pascale Meige Wagner resmi ölü sayısının hafife alındığını söyledi. BM Yüksek Komiseri Cenevre'de gazetecilere şunları söyledi: Bu kanıt, şiddetin sahnelenmiş gibi göründüğünü gösteriyordu. Etnik Özbekler, koruma garantisi alamamaları halinde Oş'taki bir petrol deposunu havaya uçurmakla tehdit ettiler. Birleşmiş Milletler, saldırıların "düzenlenmiş, hedeflenmiş ve iyi planlanmış" olduğuna inandığını söyledi. Kırgız yetkililer medyaya, Celal-Abad'daki şiddetin arkasında olduğundan şüphelenilen bir kişinin gözaltına alındığını söylediler.
2 Ağustos 2010'da Kırgız hükûmet komisyonu çatışmaların nedenlerini araştırmaya başladı. Eski meclis başkanı Abdygany Erkebaev liderliğindeki Ulusal Komisyon üyeleri, Oş Oblastı'nın Kara-Suu bölgesindeki Mady, Shark ve Kyzyl-Kyshtak'ın ağırlıklı olarak etnik Özbek köylerinden insanlarla bir araya geldi. Birçok etnik grubun temsilcilerini içeren bu Ulusal Komisyon, bir başkanlık kararnamesi ile kurulmuştur.
Cumhurbaşkanı Roza Otunbayeva da Ağustos 2010'da çatışmaları araştırmak için uluslararası bir komisyon kurulacağını söyledi. Uluslararası komisyon kapsamlı bir soruşturma yürüttü ve bir rapor hazırladı. Haziran 2010'da Kırgızistan'ın güneyindeki olaylara ilişkin Bağımsız uluslararası soruşturma komisyonunun (KIC) hazırladığı rapora göre "Olaylardan iki ay önce iktidara gelen Geçici Hükümet, Güney Kırgızistan'da etnik gruplar arası ilişkilerdeki bozulmayı ya fark edemedi ya da hafife aldı" ifadesine yer verildi. KIC, "Geçici Hükümetin, güvenlik güçlerinin sivil huzursuzluk durumlarıyla başa çıkmak için yeterli eğitimi ve uygun şekilde donatılmasını sağlama sorumluluğuna sahip olduğu" sonucuna varmıştır.
Kırgızistan bugün itibarıyla Bağımsızlık Gününü her yıl 1991'deki bağımsızlığının ilanının yıldönümü olan 31 Ağustos'ta kutluyor. Kırgızistan bağımsızlığından bu yana gerçekten özgür haber medyası oluşturmak ve aktif bir siyasi muhalefeti beslemek gibi gelişmeler kaydetti.
Nisan 2021'in sonlarında, su yüzünden çıkan bir çatışma, 1991'deki bağımsızlıktan bu yana Kırgızistan ile Tacikistan arasındaki en ciddi sınır çatışmalarından birine dönüştü.
Eylül 2022'de Kırgızistan ile Tacikistan arasındaki sınırın büyük bölümünde topçu kullanımı da dahil olmak üzere silahlı çatışmalar patlak verdi.
Siyaset.
Kırgızistan Cumhuriyeti anayasaya göre parlamenter demokrasi ile yönetilen laik ve üniter bir devlettir. Yürütme yetkisi hükûmet tarafından uygulanır. Yasama yetkisi ise hükûmet ve meclise aittir. 1991'den beri cumhurbaşkanı değişen ve çok partili sisteme geçerek, Cogorku Keneş'te (meclis) muhalefetin temsil edildiği tek bölge ülkesidir.
Kırgızistan, bağımsızlığını kazanması ve serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte ciddi ekonomik sorunlar yaşadı. Artan işsizlik ve enflasyon gibi sorunlar yoksulluk ve açlığın ortaya çıkmasına sebep oldu. 2000 yılında yapılan genel seçimlerde Komünist Parti %29.3 oy alarak meclisteki en güçlü parti oldu. Ancak meclisteki farklı siyasi eğilimler ülkede istikrarlı bir ekonominin uygulanmasını engelledi.
16 Aralık 2007'de yapılan parlamento seçimlerinde ise Ak Yol Partisi %46,99 oy alarak birinci geldi ve 71 milletvekili çıkardı. Komünist Parti ise %5,12 oy oranıyla 8 milletvekili çıkarabildi. Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi ise %5,05 oy aldı.
6 Nisan 2010 tarihinde Talas'ta başlayan halk isyanı, ertesi gün başkent Bişkek'e sıçradı. Olayların yükselmesi üzerine hükûmet istifa etmek zorunda kaldı. Kurulan geçici hükûmetin başına ise Dışişleri eski Bakanı ve Sosyal Demokrat Partisi Milletvekili Roza Otunbayeva getirildi.
Ekim 2017'de, görevdeki Almazbek Atambayev'in desteklediği eski bir başbakan olan Sooronbay Ceenbekov, Kırgızistan'ın yeni Cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhurbaşkanı Sooronbay Ceenbekov, 4 Ekim 2020'deki parlamento seçimlerindeki usulsüzlüklerin neden olduğu protestoların ardından istifa etti.
Ocak 2021'de Sadır Caparov, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ezici bir farkla kazandıktan sonra yeni cumhurbaşkanı seçildi. Nisan 2021'de seçmenlerin çoğunluğu anayasa referandumunda cumhurbaşkanına yeni yetkiler verecek ve cumhurbaşkanlığının gücünü önemli ölçüde güçlendirecek yeni bir anayasayı onayladı.
İnsan hakları.
Kırgızistan, Demokrasi Endeksi'nde 2020 için 167 ülke arasında 107. sırada yer alan " melez rejim " olarak sınıflandırılmaktadır. Kırgızistan ayrıca 28/100 puanla 2021 Dünyada Özgürlük raporunda "özgür değil" olarak sıralanmıştır. 2020 yılında 39/100 puanla "kısmen özgür" olarak derecelendirildi.
Daha demokratik bir hükûmetin kurulmasından sonra, hala birçok insan hakları ihlali yaşanıyor. İnsan hakları gruplarını alarma geçiren bir hareketle, gazeteci ve insan hakları aktivisti Azimcan Askarov da dahil olmak üzere 2010 Güney Kırgızistan ayaklanmalarının ardından düzinelerce önde gelen Özbek din ve toplum lideri güvenlik güçleri tarafından tutuklandı. Haziran 2013'te Kırgız parlamentosunda "ahlakı artırmak ve gen havuzunu korumak" amacıyla 23 yaşın altındaki kadınların ebeveyni veya vasisi olmadan yurt dışına seyahat etmesini yasaklayan bir yasa kabul edildi.
Kırgızistanlı aktivist ve gazeteci Azimcan Askarov, 2010 yılında ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Askeri.
Kırgızistan'ın silahlı kuvvetleri, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra oluşturulmuş ve Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, iç birlikler, Ulusal Muhafızlar ve sınır muhafızlarından oluşmaktadır. Ordu, Haziran 2014'e kadar Bişkek yakınlarındaki Manas Uluslararası Havalimanı'ndaki Manas'ta Transit Merkezi adlı bir tesisi kiralayan ABD Silahlı Kuvvetleri ile birlikte çalışıyordu. Son yıllarda silahlı kuvvetler, modernizasyon anlaşmalarının imzalanması da dahil olmak üzere Rusya ile daha iyi ilişkiler geliştirmeye başladı. 1,1 milyar dolar değerinde ve Rus birlikleriyle daha fazla tatbikata katılıyor. Ulusal Güvenlik Teşkilatı orduyla birlikte çalışır ve Sovyet selefi KGB'ye benzer amaçlara hizmet eder. Rusya ve Özbekistan da dahil olmak üzere diğer eski Sovyet ülkeleri tarafından kullanılan aynı ad olan "Alfa" olarak bilinen seçkin bir terörle mücadele özel kuvvetler birimini denetler. Polis, sınır muhafızıyla birlikte İçişleri Bakanlığı tarafından komuta ediliyor.
Coğrafya.
Kırgızistan, Orta Asya'da Kazakistan, Çin, Tacikistan ve Özbekistan ile sınırı olan karayla çevrili bir ülkedir. 39° ve 44° Kuzey enlemleri ile 69° ve 81° Doğu boylamları arasında yer alır. Denize herhangi bir ülkeden daha uzaktır ve tüm nehirleri denize ulaşmayan kapalı havzalara akar. Tanrı Dağları dağlık bölgesi ülkenin %80'inden fazlasını kaplar, geri kalanı vadiler ve havzalardan oluşur.
Issık Göl, Kırgızistan'ın en büyük gölü ve Titicaca'dan sonra dünyanın en büyük ikinci dağ gölüdür. En alçak nokta 132 metre ile Kara Derya ve en yüksek zirveler Çin sınırını oluşturan Kakshaal-Too aralığındadır. 7.439 metre ile Cengiz Zirvesi en yüksek noktadır ve jeologlar tarafından dünyanın 7.000 metrenin üzerindeki en kuzey zirvesi olarak kabul edilir. Kışın yoğun kar yağışı, genellikle ciddi hasara neden olan bahar sellerine yol açar. Dağlardan gelen akıntı da hidroelektrik için kullanılır.
Kırgızistan, altın ve nadir toprak metalleri dahil olmak üzere önemli metal yataklarına sahiptir. Ülkenin ağırlıklı olarak dağlık arazisi nedeniyle, arazinin %8'den daha azı ekilmektedir ve kuzey ovalarındaki Fergana Vadisi'nin saçaklarında yoğunlaşmaktadır.
Kuzeydeki Bişkek, 937.400 nüfusuyla başkent ve en büyük şehirdir. İkinci şehir, Özbekistan sınırına yakın Fergana Vadisi'nde bulunan Oş antik kentidir. Ana nehir, Fergana Vadisi'nden batıya Özbekistan'a akan Kara Derya'dır. Özbekistan'daki sınırın ötesinde, bir başka büyük Kırgız nehri olan Narın Nehri ile birleşir.
Demografi.
"2005 Dünya Almanağı" verilerine göre Kırgızistan nüfusu 5,210,450'dir. Bu nüfusun %34.4'ü 0-15 yaş, %6.2'si ise 65 yaş ve üzeridir. Kırgızistan'da halkın %63.9'u şehirlerde geri kalanı ise kırsal kesimde yaşar. Ülkede kilometrekare başına 29 insan düşer. Kırgızistan'ın 2014 yılındaki nüfusu 5.776.570'e ulaşmıştır.
2014 yılı sayımında ülkedeki etnik grupların dağılımı şöyledir; Kırgızlar %72.6, Özbekler %14.4, Ruslar %6.4, Dunganlar %1.1, Uygurlar %0.9, Tacikler %0.8, Türkler %0.7.
Dil.
Kırgızca, Kırgızistan'ın devlet dilidir. Rusça ayrıca resmi bir dildir. Kırgız dili Kazakça, Karakalpakça ve Nogaycayla yakından ilişkili olan Kıpçak dilleri koluna ait bir Türk dilidir. 20. yüzyıla kadar Arap alfabesiyle yazılmıştır. Latin alfabesi 1928'de Stalin'in emriyle tanıtıldı ve kabul edildi ve daha sonra 1941'de Kiril alfabesiyle değiştirildi. Kırgız entelektüel ve bilim adamı Kasım Tınıstanov tarafından yaratılan, reformdan geçirilmiş bir Fars-Arap alfabesi Çin Halk Cumhuriyeti'nde yaşayan Kırgızların resmi alfabesi olarak kullanılmaya devam etmektedir. Komşusu Kazakistan'da beklenen dil reformunun bir sonucu olarak Latin alfabesine geçmesiyle birlikte Kırgızistan, birkaç yıl içinde Kiril alfabesini kullanmaya devam eden tek bağımsız Türk devleti olacaktır.
Din.
İslam, Kırgızistan'daki en yaygın dindir. CIA World Factbook, 2017 itibarıyla nüfusun %90'ının Müslüman olduğunu ve çoğunluğun Sünni olduğunu tahmin ediyor. Bunun dışında % 3'ü Rus Ortodoksluğu dahil olmak üzere % 7'si Hristiyan ve geri kalanı diğer dinlerdir. Müslümanların büyük çoğunluğu Hanefi mezhebine bağlı olarak Sünnidir.
Kırgızistan halkı Sovyetler Birliği dönemleri diğer birlik üyeleri gibi devlet ateizmi içinde yaşamıştır. Bağımsızlığın ardından herkesin dininin özgürce yaşayacağı laik bir devlet haline gelmiştir.
Yönetim birimleri.
Kırgızistan, başkent Bişkek dâhil 8 ile (oblast) ayrılmıştır. Başkent Bişkek'tir.
İller, başkent ve il merkezleri:
Kültür.
Eğitim.
Kırgızlar önceleri göçebe olduğundan eğitime dikkat edilmemiştir. Sovyetler Birliği zamanında eğitim alanında büyük gelişmeler yaşanmıştır. 1934 yılında 7 yıllık okul okuma zorunluluğu getirilmiştir. 1950 yılından itibaren bu zorunluluğuna uyulması ile birlikte eğitim gelişmeye başlamıştır. Kırgızistan İlimler Akademisi 1965 yılında kurulmuştur. Bugün 17 araştırma enstitüsü vardır.
Üniversiteler.
Kırgızistan'da 60 civarında üniversite bulunmaktadır. Kırgızistan'daki belli üniversiteler şunlardır:
Edebiyat.
Kırgız halk edebiyatında Manas Destanı önemli bir yer tutar. Kırgız edebiyatının kurucusu olarak Toktogul Satılganov kabul edilir. Kırgızların dünyaca meşhur edebiyatçıları Cengiz Aytmatov'dur.
Turizm.
Sovyetler Birliği zamanında ülke, birliğin önemli bir turizm merkezine dönüşmüştü. Son yıllarda Issık Göl çevresine yüz binlerce turist gelmektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra seçilen Kırgızistan Başkanı Askar Akayev yaptığı bir açıklamada turizmin ülke ekonomisine en önemli katkıyı sağlayabilecek sektör olduğunu ifade etmiştir.
Ülke son yıllarda turizm alanında büyük gelişmeler göstermektedir. Denize kıyısı olmasa da yaz mevsimlerinde göl turizmi yapılmakta, ayrıca ülke dağlarla kaplı olması nedeniyle kış sporlarına bağlı turizm gelişmektedir. Kış sporlarından sonra doğa gezileri, termal turizm yapılmaktadır. Ülkenin turist çeken başka bir özelliği ise çok sayılardaki ormanlar ve Issık Göl' e sahip olmasıdır. Bunlar yaz turizmine açık yerlerdir.
Gelenekler.
Aşağıda verilen gelenekler Kırgız halkına ait belli başlı kültür öğeleridir.
Resmi Tatiller.
Kırgızlar her 1 Ocak'ta Yeni Yılı kutlamanın yanı sıra ilkbahar ekinoksunda geleneksel Yeni Yıl festivali Nevruz'u kutlarlar.
Kırgızistan'daki resmi tatillerin listesi aşağıdadır:
Bunlar dışında her yıl Hicri Takvim'e göre tarihi düzenlenen dini bayramlar olan Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı da resmi tatildir.
Ekonomi.
Ülke ekonomisi tarım ve madenciliğe dayalıdır. Daha çok hayvancılık kesimi ağırlıklı bir tarım ekonomisi hâkimdir. Başlıca tarım ürünleri buğday, pamuk, şekerpancarı, mısır, tütün, sebze ve meyvedir. Dağlık bölgelerde yarış atları yetiştirilir, tavşan beslenir, arıcılık yapılır. En çok küçükbaş hayvan beslenir.
Kırgızistan'da 1970'li yıllarda çeşitli madenler çıkarılmaya başlanınca maden sektörü büyük hızla gelişmiştir. Makina, otomotiv, gıda, çimento, sırça ve konserve fabrikaları başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Akarsu üzerlerinde kurulan hidroelektrik santralleri ekonomiye önemli ölçüde katkıda bulunur. Ülkede 600 civarında sanayi kuruluşu vardır.
Ülkede son yıllarda doğal güzelliklerin etkisi ile turizm etkinlikleri de hızlanmakta ve bu da ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır.
Ayrıca, çıkan iç isyanlar (Bakiyev hükûmetinin düşüp Roza Otunbayeva'nın hükûmete geçmesi) da ekonomiyi zayıflatmıştır.
Ulaşım.
Ülkenin dağlık yapısından ötürü ulaşım büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Yollar, yüksekliği 2000 metre ve üzerini bulabilen rakımlar ve dik vadilerden dolayı sık sık viraj yapmak durumundadır. Kış boyunca ulaşım ülkenin kimi yüksek rakımlı ve tenha bölgelerinde hemen hemen imkânsızdır. Bunun yanında ulaşımı güçleştiren diğer etkenlerden biri de kara ve demiryolunun bugün uluslararası sınırlarla kesilmesidir. Bu da, yolların kapalı olmadığı yerlerde birçok zaman alıcı formalite gerektirdiğinden pek tercih edilmemektedir. Ülkede geziler ya da kısa ulaşımda atlar da kullanılabilir.
Dış bağlantılar.
Yönetim
Haberler
Genel
Eğitim
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11825",
"len_data": 26461,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Dünyada çoğu ülkenin farklı dillerde farklı isimleri vardır. Bazı ülkelerin politik nedenlerden dolayı zaman içinde isimleride değişmiş olabilir. Bu makale uluslar, ülkeler ve özerk devletler için bilinen tüm isimleri vermeyi amaçlamaktadır.
Ülkeler Türkçede bilinen halleri ile alfabetik olarak sıralanmıştır. Her isimden sonra diğer dillerde bilinen isimlerine yer verilmiştir.
Makale boyutları nedeniyle, bu makale 4 parçaya ayrılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11827",
"len_data": 440,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.28
}
|
Mezopotamya (Antik Yunanca: Μεσοποταμία "Mesopotamia": iki ırmak arasındaki bölge, Süryanice: ܒܹܝܬܼ ܢܲܗܪ̈ܝܼܢ "Beyt Nahrin": nehirler ülkesi, Arapça: بين النهرين "Beynü'l-Nehreyn": iki nehir arası), Orta Doğu'da, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge. Mezopotamya günümüzde Irak, kuzeydoğu Suriye, Güneydoğu Anadolu Bölgesi Türkiye ve güneybatı İran topraklarından oluşmaktadır. Büyük bölümü bugünkü Irak'ın sınırları içinde kalan bölge, tarihte birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Mezopotamya'da yer alan şehirler günümüzde sürekli gelişmektedir. Ayrıca bu bölgede bol miktarda petrol bulunmaktadır.
Mezopotamya, bazı kaynaklarda "medeniyetlerin beşiği" olarak adlandırılır. Verimli toprakları ve uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yerleşmeye sahne olmuş ve birçok istilaya uğramıştır. Bilinen ilk okur-yazar toplulukların yaşadığı bölgede birçok medeniyet gelişmiştir. Mezopotamya Sümer, Babil, Asur, Akad, Kaldea ve Elam gibi en eski ve büyük medeniyetlerin doğduğu ve geliştiği yerdir.
Hiçbir zaman Mezopotamya olarak anılan belirli bir siyasi mevcudiyet olmadığı gibi sınırları belirli bir idari bölge de değildir. Basit anlamda Yunan tarihçileri bu bölgeyi anmak için bu ismi kullanmışlardır.
Etimoloji.
İki nehir arasındaki bölgeyi ifade eden "Mezopotamya" teriminin kökleri eski Yunanca kelimelere dayanmaktadır. 'Orta' anlamına gelen "mesos" ve 'nehir' anlamına gelen "potamos" kelimelerinden türetilmiştir. Bu isim muhtemelen daha eski bir Aramice terimden kaynaklanmış ve Akadca "birit narim" teriminden etkilenmiş olabilir. MÖ 250'lere tarihlenen Yunanca Septuagint, İbranice ve Aramice "Naharaim" terimini çevirmek için "Mezopotamya" terimini kullanmıştır. MS 2. yüzyılın sonlarında yazılan ancak Büyük İskender'in zamanındaki kaynaklara atıfta bulunan İskender'in Anabasis'inde, "Mezopotamya" kuzey Suriye'de Fırat'ın doğusundaki toprakları tanımlamak için kullanılmıştır.
Akad dilindeki terimi de benzer bir coğrafi kavrama karşılık geliyordu. Daha sonra, "Mezopotamya" terimi daha genel olarak Fırat ve Dicle arasındaki tüm topraklara uygulandı, böylece sadece Suriye'nin bazı kısımlarını değil, aynı zamanda neredeyse tüm Irak ve güneydoğu Türkiye'yi de içeriyordu. Fırat'ın batısındaki komşu bozkırlar ve Zagros Dağları'nın batı kısmı da genellikle büyük Mezopotamya bölgesinin bir parçası olarak kabul edilir.
Genellikle "Kuzey" veya "Yukarı Mezopotamya" ile "Güney" veya "Aşağı Mezopotamya" arasında bir ayrım daha yapılır. Yukarı Mezopotamya, "Cezire" olarak da bilinen bölge, Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynaklarından Bağdat'a kadar olan bölgedir. Aşağı Mezopotamya, Bağdat'tan Basra Körfezi'ne kadar olan bölgedir ve Kuveyt ile batı İran'ın bazı bölgelerini içerir.
Modern akademik kullanımda, "Mezopotamya" terimi genellikle kronolojik bir çağrışıma da sahiptir. Genellikle Müslüman fetihleri'ne kadar olan bölgeyi belirtmek için kullanılır, bu tarihten sonra bölgeyi tanımlamak için "Suriye", "Cezire" ve "Irak" gibi isimler kullanılır. Bu sonraki örtmecelerin 19. yüzyıldaki çeşitli Batı tecavüzlerinin ortasında bölgeye atfedilen Avrupamerkezci terimler olduğu iddia edilmiştir.
Coğrafya.
Mezopotamya Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alır. Bu isim geniş anlamda, Dicle ve Fırat nehirlerinin vadileri ile bu iki nehrin arasında kalan topraklar için kullanılmaktadır. Mezopotamya, güneyde Basra Körfezi, kuzeyde Güneydoğu Toros Dağları, doğuda Zagros Dağları, batıda Suriye Çölü ve Arabistan Çölü ile çevrilidir. Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki karlı dağlardan doğan ve Güneydoğu Toroslardaki kar ve yağmur sularıyla kabaran Dicle ve Fırat, Bağdat yakınlarında birbirlerine çok yaklaşır ve Kurne'de birleşirler. Birleştikten sonra Şattü'l Arap ismini alan nehir, Basra Körfezi'nden denize dökülür. Nehirlerin oluşturduğu dar toprak şeridinin iki yanı çöldür. Dicle ve Fırat'ın sürükleyip getirdiği topraklar Mezopotamya'nın güneyinin çok verimli olmasına sebebiyet vermiştir. Dümdüz uzanan ova, Mezopotamya'nın kuzeyinde oldukça bereketli ve daha ılıman iklimli bir yaylaya dönüşür.
Tarih.
Mezopotamya tarih boyunca farklı kavimlerin bir arada yaşadığı bir bölge olmuştur. Bölgeye uzun süre devam eden sürekli göçler, hem siyasi iktidarın belirli bir çizgi izlemesini engellemiş hem de kültürel ve teknolojik anlamda kent ve toplumların gelişimini körüklemiştir. Mezopotamya bölgesi dünyanın en tanınmış ve köklü medeniyetlerinden birkaçına ev sahipliği yapmıştır; Sümer, Elam, Akad, Babil, Asur ve Aram gibi. Bunların dışında daha birçok kavim Mezopotamya'da yaşamıştır. Verimli toprakları ve uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yoğun göçe sahne olmuş Mezopotamya, birçok farklı kültür ve halkın karıştığı bir bölge olmuştur ve bu nedenle de medeni gelişime sahne olmuştur. Bilinen ilk okur yazar topluluklara ev sahipliği yapmış bölgede birçok medeniyet gelişmiştir ve bu sebeplerden Medeniyetler Beşiği olarak da anılmıştır. Hiçbir zaman Mezopotamya olarak anılan belirli bir siyasi mevcudiyet olmadığı gibi sınırları belirli bir bölge değildir.
Son buz devrinin sonlarına doğru, hâlâ hüküm süren buzul veya buzul arası iklim koşullarından kaçmak için insanlar topluluklar halinde güneye doğru göç etmişlerdir. Bu dönemlere dair kuzey Irak'ta ve çevre bölgelerde çeşitli yerleşim alanları göze çarpar. Daha sonra iklimin tarım için uygun hale gelmesiyle kuru tarım başladığı gibi yerleşim birimleri de oluşmaya başlamıştır.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Çayönü (Diyarbakır, Türkiye) ve Göbekli Tepe (Şanlıurfa, Türkiye) gibi yerleşim yerleri Neolitik dönemde Mezopotamya'daki göze çarpan yerleşim bölgeleridir. Bunlara kuzey Irak'taki Cermo da eklenebilir. Bu yerleşimler dönemin kültürel ve teknolojik gelişimini anlamak için önemlidirler.
Tarım gelişimi ve köy yaşamının başlangıcından yazının ortaya çıkışına kadarki dönemin ünlü yerleşim bölgelerine örnek olarak Samarra, Tell Halaf ve Hasuna verilebilir. Bu dönemde her kent aynı zamanda ayrı bir kültürel tarz ortaya sunmaktaydı. Bu kentlerin ortak yönü konutların ortaya çıkışıdır. Yine de konutların mimari tarzı kentten kente değişiklik gösterir. MÖ 5500-MÖ 5000 dolaylarında Mezopotamya'da öne çıkan iki kültür kuzeyde Halaf Kültürü ve güneyde Ubaid (Obeyd) kültürleridir.
Bölgenin bir sonraki evresi "Uruk dönemi" (MÖ 4000-MÖ 3100) olarak anılabilir. Bu dönemde güneydeki kentler büyük oranda gelişmiştir. Bu gelişmeler sadece kültürel planda değil aynı zamanda teknolojik plandadır da. Uruk kenti, dönemi karakterize eden kent olarak, çok önemli bir konumdadır. Sulu tarımın geliştiği bu dönemde, madencilik ve teknoloji dallarında da ortaya çıkan gelişmeler kentlerin genel durumunu yükseltmiştir. Uruk kentinin ünlü Mezopotamya kahramanı Gılgamış'ın evi olduğu da söylencelerde yer alır. Bu dönemde ticaret büyük oranda gelişmiştir ve Mezopotamya'nın o dönemde bilinen sınırları içeresinde yoğun bir ticaret ağı oluşmuştur. Ayrıca Anadolu ile yapılan ticaret, Anadolu halklarının kültürünü de Mezopotamya'ya, sınırlı anlamda da olsa taşımıştır. Bu dönemin sonlarında yazı geliştirilmiş ve kayıt tutumu da başlamıştır. Bu dönemlerde ve daha sonra bir süre güneydeki gelişimlerin kuzeye geçmesi uzun zaman almıştır.
Sümerler.
Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Yazı, dil, tıp, astronomi, matematik; din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. "Yaratılış" ve "Tufan"a ilk kez Sümerlerde rastlanır. Sümer döneminde Mezopotamya'da 18'i büyük; Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur gibi yaklaşık 35 şehir ve kasaba vardı.
Lagaş'ta iktidara gelen Ur-Nanşe yaptırdığı inşaatlarla öne çıkmıştır. Urukagina da ilk yazılı reformları sayesinde tanınmıştır. Son dönemlerde Sümerlerin baş tanrısı konumundaki Enlil'in tapınağı Nippur'da idi bu nedenle Nippur Sümerlerin dini başkenti sayılırdı.
MÖ 2400-2350 yıllarında Sümerler düşüşe geçerken, Akadlar yükselişe geçmiştir.
Akadlar.
Akadlar Sami kökenli bir topluluktur. Sümerler döneminde Mezopotamya'ya göçen bu topluluk Sümer kültürünü benimsemiştir. Sümerler sonrasında Mezopotamya'nın lideri konumuna gelen halk, Mezopotamya'daki medeni gelişimin öncüsü olmuştur. Ayrıca Akadlar daha sonra Mezopotamya'da güçlü konuma ulaşarak yine Sami kökenli Asur ve Babil halklarına da öncülük etmişlerdir. Zafer Anıtı'nı inşa etmişlerdir. Çok tanrılı dinlere inanmışlardır. Akadlar, Sümerlerden farklı olarak kent krallıklarından ziyade "Evren" veya "Dünya" krallığı kavramını Mezopotamya'ya getirmiştir. Bölgenin merkezi bir idare eline geçmesi de ilk kez Akadlar döneminde olmuştur. MÖ 2150'de güçlenen Sümerliler bu devleti yıkmışlardır.
Akad hanedanının kurucusu kral Sargon'dur. Agade isimli bir başkent kuran Sargon kayıtlara göre 34 savaş yapmıştır. Yine de Sargon'a dair bilgilerde mitoloji ile gerçeklik karışıktır. Sargon'un torunu olan Akad kralı Naram-Sin de dedesinin yolundan gitmiş birçok sefer yapmıştır. Fakat Naram-Sin'den sonra bölgedeki güç dengeleri değişmiş ve Akadlar düşüşe geçmiştir. Kısa bir süre içinde Zagros Dağları'ndan inen ve işgale başlayan Gutiler yönetimi ellerine geçirmişlerdir.
Üçüncü Ur Hanedanı.
Akadların yönetimindeki zayıflıklar nedeniyle, birçok kentin yönetici hanedanı yönetimi tekrar ellerine geçirmişlerdir. Bu kentlerden öne çıkanı Ur kenti ve yöneticisi 3. Ur Hanedanıdır. Hanedan Akadların izinden giderek bütün bölgeyi kontrol altına almak istemiştir. Yaklaşık 100 yıl kadar (MÖ 2100-MÖ 2000) süren bir dönemde Ur kenti Mezopotamya'nın en büyük siyasi gücü olmuştur. Dönemlerinin sonu yoğun göçler ve çevre toplulukların saldırıları ile gelmiş ve yönetimleri zayıflamıştır. Ur Sülalesinin yönetiminin sonu aynı zamanda Sümerlerin Mezopotamya'daki yönetimlerinin sonu demektir. Daha sonra Sümer kökenli olmayan kavim ve sülaleler egemen olmuşlardır. Yine de bu dönem kültürel, dini ve mimari açıdan medeni gelişimi büyük oranda etkilemiştir.
Asur ve Babil.
3. Ur salamanasarının çöküşünden sonra kuzeyde büyük bir siyasi güç olarak Asur, güneyde ise din ve kültür merkezi olarak Babil öne çıkmıştır. Aynı zamanda 2. binyılın erken dönemlerinde bölgeye gelen Hurri ve Amurrular (veya "Amoritler") bölgenin gerek nüfus gerekse kültürel yapısını büyük oranda etkilemiş, daha sonraki siyasi olaylara da etki etmiştirler.
2. binyılın başlarında yükselen kavimlerden biri Asurlardır. Özellikle oluşturdukları geniş ticaret ağı onların Mezopotamya kültürünü farklı bölgelere yaymasına ve farklı kültürleri de Mezopotamya'ya taşımasına neden olmuştur. Anadolu'ya yazının gelmesi de yine bu dönemdeki Asurlu tüccarlar sayesinde olmuştur.
Diğer yükselen kavim ise güneyli Babil'dir. Amurru kökenli olan Eski Babil sülalesi, 5. kral Hammurabi ile dönemin diğer krallıkları üzerinde egemenlik kurmuştur. Bu sıralarda Anadolu'da Eski Hitit Devleti fetihlere başlamış ve sonunda Hitit Kralı I. Murşili MÖ 1595 yılında Babil'i alarak Babilin egemenliğine son vermiştir.
Daha sonraki dönemlerde Kassitler öne çıkmış, Anadolu'daki Hititler güçlenmiş, Hurriler Mitannilerin önderliğinde yeni bir siyasi güç oluşturmuşlardır. Yaklaşık iki yüzyıl süren Mitanni-Hurri egemenliğinin zayıflaması Asurların yükselmesine olanak vermiş ve MÖ 13. yüzyılda Asur kralı I. Şalmaneser Mitanni - Hurri devletini sonlandırmış ve Asur egemenliğini kesin olarak başlatmıştır. Fakat bu Asur egemenliği de yoğun göç dalgaları sebebiyle zayıflamıştır. MÖ 9. yüzyılın başında kuzeyde Asur'un tekrar yükselmesine kadar bölge karışık bir dönem geçirmiştir. Bu zamana kadar Mezopotamya ve çevresinde birçok yeni devlet ve kavim ortaya çıkmıştı. MÖ 9. yüzyıldan yaklaşık MÖ 5. yüzyıla kadar süren Asur yönetimine Yeni Asur Krallığı denmiştir. Bu dönemde yoğun bir yayılma politikası benimsenmiş, her kral sayısız sefer yapmıştır. Yine de güney Mezopotamya'da Babil egemenliğini korumuştur. Babil dışında Urartular ve Medler de bağımsız birer güç olarak konumlarını korumuşlardır. Bir dönem Asur zayıflasa da III. Tukultī-Apil-Ešarra "(III. Tiglat-Pileser)" ile tekrar yükselmeye başlamış Urartu kralını yenmiş ve yayılma politikasıyla diğer önemli güçleri, Babil ve Medleri, rahatsız etmiştir. II. Sargon ve sonrasında Asur'un konumu daha da yükselmiş; Asur birçok krallığı egemenliği altına aldığı gibi Mısır'a yapılan büyük seferlerle Mısır'ı da yağmalamıştır. Yeni Asur Krallığı'nın en geniş olduğu dönemde Medler ve Babilliler, İskitlerle birleşerek Asur'a savaş açmış ve sonunda Asur'un yıkılmasına neden olmuştur.
Yeni Asur Krallığı sonrası dönemde Babil yükselişe geçmiş ve Yeni Babil olarak anılan bir dönem başlamıştır. Yeni Babil, Asur'un bütün topraklarına egemen olduğu gibi çevre krallıklara birçok sefer düzenlemiştir. Bu sıralarda Medler Urartu devletine son vermiştir. MÖ 539 yılında Perslerin Babil'i ele geçirmesiyle Yeni Babil son bulmuştur. Bu dönem ve sonrasında Persler tüm Mezopotamya'yı egemenlikleri altına almışlardır.
Sonraki dönemlerde Mezopotamya.
Mezopotamya Büyük İskender'in Persleri egemenliği altına alışına kadar Perslerin egemenliği altında olmuştur. Daha sonra bir süre Pers imparatorluklarının egemenliği altında kalmış, daha sonra Romalılar kuzeybatı bölümünü egemenlikleri altına almışlardır. Pers Sasani İmparatorluğu döneminde egemenlikleri altındaki Mezopotamya'nın büyük kısmı "Del-i Iranşahr" yani "İran'ın Kalbi" olarak anılmaya başlanır ve başkent Mezopotamya'da yer alır. M.S. 7. yüzyılın erken dönemlerinde Arap halifeleri Şam'ı kontrol altına alır ve zaman içinde Mezopotamya Arapların egemenliği altında tekrar birleşir. Yine de bu dönemde iki vilayet şeklinde idare edilir: kuzeyde Musul başkent, güneyde Bağdat başkenttir ki Bağdat daha sonra hilafetin de başkenti olur ve 1258 yılına kadar böyle kalır. 1508-1534 arasında Safaviler kısa bir dönem için Mezopotamya'yı kontrolleri altına alsalar da 1535'te Osmanlılar (Türkler) Bağdat'ı egemenlikleri altına alırlar. Osmanlı Devleti'nin egemenliği sırasında Mezopotamya üç vilayete ayrılarak idare edilir: Musul, Bağdat ve Basra. I. Dünya Savaşı'nın sonunda Mezopotamya kısa bir süre için İngilizlerin yönetimine geçer ve İngilizler bugünkü Suriye ve Irak'ı bir Haşimi yöneticiye bağlı bir devlet olarak kurar. 1920'de İngilizler tarafından Irak ulus devleti kurulur ki bugünkü Irak sınırlarının yanı sıra bugünkü Kuveyt, Irak sınırlarına dahildir. Daha sonra 1961 yılında Kuveyt bağımsızlığını ilan eder.
Eğitim ve bilim.
Yazının gelişimi.
İlk yazı denemeleri piktogramlardan geliştirilmiştir. Bunlar hikâyeleri, tarihi ve bazı olayları anlatan tabletlere çizilmiş resimlerdir. Daha sonraları farklı harfler için farklı işaretler geliştirmeye başlarlar ki buna çivi yazısı denilmiştir. Bu yeni yazı türü kısa sürede yaygınlaşır ve piktogramlardan daha fazla kullanılmaya başlar. Harfler, kil tabletler üzerine çizilir ve pişirilirdi. arkeologlar tarafından C Tapınağı olarak tanımlanan ve tanrıça İnanna'ya adanmış Uruk'taki É tapınağında yedi arkaik tablet de dahil olmak üzere en eski çivi yazılı metinler keşfedilmiştir.
Erken dönem logografik çivi yazısını öğrenmek zorlu bir görevdi ve uzun yıllar süren bir eğitim gerektiriyordu. Sonuç olarak, sadece sınırlı sayıda kişi kâtip olmak ve bu eğitimden geçmek için seçilmiştir. Mezopotamya nüfusunun daha büyük bir kısmı Sargon'un yönetimi sırasında daha erişilebilir bir hece yazısının benimsenmesine kadar okuryazar hale gelmedi. Okuryazarlığın yayılmasında çok önemli bir rol oynayan Eski Babil yazıcı okullarının arkeolojik kalıntılarında geniş metin koleksiyonları bulunmuştur.
Kesin zamanlaması hâlâ tartışılsa da, MÖ 3. binyıldan 2. binyıla geçişte Mezopotamya'da konuşulan dil olarak Sümercenin yerini yavaş yavaş Akadca almıştır. Bu değişime rağmen Sümerce Mezopotamya'da MS 1. yüzyıla kadar kutsal, törensel, edebi ve bilimsel amaçlarla kullanılmaya devam etmiştir.
Matematik, tıp ve astronomi.
Mezopotamyalılar iki sayı sistemine sahipti. Sümerler, zamanı altmış dakikalık saatlerde ölçen ilk insanlardır ve haftada yedi günlük bir takvim de oluşturmuşlardır. Babilli astronomlar gün dönümü ve tutulmaları hesaplayabiliyorlardı. Astronominin gelişimi din ve mitoloji ile iç içedir zira insanlar astronominin bir amacı olduğuna inanıyorlar ve ona bazı dini veya mistik unsurlar yüklüyorlardı. Örneğin tutulmalar kötüye işaretti. Her ne kadar anatomi ve tıp konusunda bilgileri olmasa da tıbbi tanı listeleri oluşturmuşlar, hastalıkları gözlemlemişlerdir.
Mezopotamya dilleri.
Mezopotamya büyük oranda göç almış, birçok kavime ev sahipliği yapmıştır. Fakat göç eden toplulukların çoğu var olan Mezopotamya kültürünü benimsemiş, ayrı bir kültür veya dil olarak barınamamıştır. Bu nedenle Mezopotamya'da var olmuş çoğu halkın, yazılı kayıtlar sayesinde, sadece isimleri bilinmektedir.
Bugüne ulaşan çivi yazılı kayıtlar, tabletler sayesinde Mezopotamya'nın en yaygın dillerinin Sümerce ve Akadca olduğu söylenebilir. Bu dillerden Sümerce izole dil olarak sınıflandırılırken, Akadca'nın Sami dillere ait olduğu görüşü hakimdir. Bu iki dil Babil ve Asur'da da Sümer ve Akadlar'ın yıkılmasından sonra varlıklarını sürdürmüş; ancak ilerleyen zamanlarda, ilk Sümerce, daha sonra da Akadca yerini Aramice gibi dillere bırakmıştır.
Bunların dışında Hurrilerin Mezopotamya'ya girişi ve daha sonra Mitannilerin liderliğinde önemli bir siyasi konuma gelmeleriyle Hurrice de, en azından bir dönem için, Mezopotamya'nın önemli dillerinden biri sayılmıştır. Mezopotamya dilleri içinde Sümerce gibi Elamca da bir izole dildir.
Hukuk.
Hammurabi kendi yasaları ile ünlü kraldır, Hammurabi Kanunları (M.Ö 1780) bulunmuş en eski kanunlar olup eski Mezopotamya'dan günümüze en iyi korunarak gelebilmiş eserdir. Kanunlar 282 adet yasa içerir. Hukukun temeli atılan Mezopotamya'da Hammurabi Kanunlarında yer alan, evlilik ile ilgili kurallar da medeni hukukun temeli olmuştur.
Din ve mitoloji.
Antik Mezopotamya dini, kayıtları bilinen en eski dindir. Antik Mezopotamya dininin temelleri Erken Sümer Hanedanları tarafından atılmış, daha sonra oluşan uygarlıklar ve bölgeye yerleşen kavimler bu dini yapıyı benimsemiştirler. Her ne kadar bölgenin bölümleri arasında farklılık gözlense de temel dini figürler, destanlar ve inanışlar aynı kalmıştır.
Sümerce "evren" sözcüğü "an-ki"'dir. Bu tanrı An (veya "Anu") ve tanrıça Ki'yi işaret eder. Bu çiftin çocuğu Enlil, hava tanrısıdır ve zamanla Sümerlerin ve daha sonraki kavimlerin baş tanrısı olmuştur.
Destanlar çoğu zaman hem tarihi, hem de dini/mitolojik öğeler taşımaktaydı. Yine tarihi kayıtlarda da dini ve mitolojik unsurlara rastlanır; örneğin kral listelerinde mitolojik unsurlarla gerçekler karışık biçimdedir. Daha sonraları ortaya çıkan birçok dinde de geçen ve araştırmacılarca Mezopotamya kaynaklı olduğu düşünülen anlatılara "Tufan" ve "Yaratılış" örnek olarak verilebilir.
Mezopotamya mitolojisi Sümer, Akad, Asur ve Babil odaklı olmakla beraber bölgeyi etkilemiş sayısız halkın mitolojilerinden yoğun biçimde etkilenmiştir. Politeistik bir din olan Mezopotamya dininin tanrı ve tanrıçaları zaman içinde isim değiştirse de özellikleri genelde aynı kalmıştır. Bazı önemli tanrı ve tanrıçalar şunlardır:
Zigguratlar.
Zigguratlar Mezopotamya'da kil ve balçıktan yapılan tapınaklardır. Zigguratlar 7 katlı olup 3 ana bölümden oluşur. İlk katlar erzak deposu, orta katlar okul ve tapınak, son (yani en yüksek) katlar ise rasathane olarak kullanılmıştır.
Ayrıca bakınız.
Bölgedeki erken dönem kentleri:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11829",
"len_data": 19325,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.74
}
|
İhsan Raif Hanım (d. 1877, Beyrut – ö. 1926, Paris), Türk şair ve besteci.
Yaşamı.
1877'de Beyrut'ta dünyaya geldi. Nafia ve Ziraat Nazırı Köse Mehmed Raif Paşa'nın kızıdır. Babasının görevi nedeniyle pek çok yer gezdi. Özel olarak müzik, edebiyat ve Fransızca dersleri aldı.
Küçük yaştan itibaren edebiyata ilgi duydu. Döneminin şairlerinden Rıza Tevfik'in etkisiyle hece vezniyle halk şiiri tarzında şiirler yazdı. Hece veznini kullanan ilk Türk kadın şairlerdendir. Sade bir dili, yalın bir anlatımı vardır. Fransızcaya ve Fransız edebiyatına vakıf olan İhsan Raif Hanım önce Ali Bey ile, sonra Fecr-i Ati edebi topluluğuna mensup Şahabettin Süleyman ile daha sonra da Hüsrev adında bir kişiyle evlendi.
Kurtuluş Savaşı sırasındaki mitinglerde, ateşli nutuklar ve şiirlerle milli mücadeleye destek verdi.
Şiirleri aşk dolu ve yoğun duygu içeriklidir. Şiirlerinden şarkılar bestelendi. Bazılarını kendisi, çoğunu da diğer sanatçılar besteledi.
Günümüzde Şişli Kaymakamlığı binası olarak kullanılan, babasına ait Taş Konak'ta değişik dönemlerde yaşadı, şiir ve bestelerinden bazılarını gerçekleştirdi. En bilinen eseri "Kimseye Etmem Şikâyet" adlı ilk bestesidir. Bu şiiri çocuk yaşta evlendirilmesi nedeniyle yazdı. Bu beste, 2008'den itibaren Şişli Kaymakamlığı görevini yürüten Mehmet Öklü tarafından kaleme alınan aynı adlı romana konu oldu.
1926'da apandisit ameliyatı için gittiği Paris'te ameliyat masasından kalkamayarak yaşamını yitirdi. Mezarı Aşiyan Mezarlığı'ndadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11838",
"len_data": 1479,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.42
}
|
Gambas, Linux altında görsel programlama yapmaya yarayan bir yazılımdır. Windows altında Visual Basic'le programlama ile uğraşan programcılar ve Linux altında görsel programlamayı öğrenmek isteyen bilgisayar kullanıcıları için iyi bir alternatifdir. Benoit Minisini adlı programcı tarafından açık kaynak modeli ile geliştirilmektedir.
Gambas'ın kod yazımı her ne kadar Visual Basic'e benzese de ayrı bir dil olma yolundadır. Kod yazımlarındaki farklılıklar kullanıma geçildiğinde fark edilecektir. Visual Basic'te yazılmış olan kodlarınızı Gambas'a çevirmek üzere kullanılan bir betik Gambas'ın resmi sitesinde yer almaktadır.
Gambas, çok hızlı gelişen bir programlama dilidir. Birçok grafik kütüphanesine ve MySQL, PostqreSql gibi veritabanına destek vermektedir.
Şu anda programlama dilinin geçerli sürümleri; kararlı sürüm: 1.0.10, geliştirici sürümü: 1.9.20, kararlı sürüm: 2.20.2 , geliştirici sürümü: 2.99 .
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11839",
"len_data": 913,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.48
}
|
Ezeli Hikmet. Kadim Hikmet, Aşkın Hikmet, Ezeli Felsefe, Kadim Felsefe veya Kalıcı Felsefe şeklinde kullanımları da bulunmaktadır (Latince ifadesiyle "Sophia Perennis"). Kaynağı itibarıyla ilahi olan ve insanlığın başlangıcından bu yana farklı coğrafyalarda yaşayan toplumların din ve/veya geleneklerinde anlatımını bulan evrensel, ebedi, metafizik ilkeleri işaret etmekte kullanılan kavram. Frithjof Shuon'un ifadesiyle Ezeli Hikmet; sürekli var olan ve sürekli varolacak olan "irfan", yani evrensel bilgidir.
Tarihçe.
Ezeli Hikmet yorumcularına göre kaynağı tarih üstü olan ezeli hikmetin ("sophia perennis/perennial philosophy") terim olarak batı dillerindeki ilk kullanımı gelenekten uzaklaşmanın yoğun olarak yaşandığı rönesans dönemine tekabül etmektedir. Agostino Steuco (1497-1548) tarafından terim "De Perenni Philosophia" adlı eserinde kullanılmıştır. 17. yüzyıla gelindiğinde terimin 17. yüzyıl filozofu Leibniz'da kullandığını görmekteyiz.
İslam dünyasında bu terimin karşılığı olarak kullanılan "el-Hikmetü'l-halide"nin Farsçadaki karşılığı "Câvidan Hırad"'ı ("Ezeli akıl") bu adla bir eser vermiş olan İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) kullanmıştır. İbn Miskeveyh terimi, devirden devire, ulustan ulusa değişmeyen, tarih ötesi bir hakikat; kendini çağlar boyu çeşitli kültür havzalarında daima tezahür ettiren bir hikmete işaret etmekte kullanmıştır.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde Aldous Huxley kelimeye popülerlik kazandırmış ancak kelimenin metafizik uzantılarını eserlerinde derinliğine işleyen yazarlar René Guénon, Frithjof Schuon, Ananda Coomaraswamy ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi metafizikçiler olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11844",
"len_data": 1617,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.13
}
|
Konşimento (İtalyanca: "conoscimento") ya da taşıma senedi, üzerinde yükleyici, alıcı, ihbar merciiden başlayarak her türlü bilginin yer aldığı kıymetli evraktır.
Gemiye yüklenilen bir malın teslim alındığını gösteren, gönderenin ve alıcının adlarının yazılı olduğu hukuki belgedir. Malın alıcısına genellikle önceden gönderilen bu belge, alıcının mal üzerindeki mülkiyet hakkını gösterir. Alıcı, bu belge olmaksızın malları teslim alamaz.
Kara Yolu Taşıma Senedi; Uluslararası nitelikteki CMR (Convention Marchandises Routiers) anlaşmasının hükümlerini kabul eden ülkelerce kullanılan bir karayolu taşıma belgesidir ve taşımanın CMR hükümlerine göre yapıldığını gösterir. Navlun komisyoncusu veya taşımacılık şirketi tarafından alıcının adına düzenlenir. Malların belirtilen şartlarla taşınmak üzere, iyi durumda teslim alındığını ve taşıma sözleşmesinin yapıldığını gösteren hukuki bir delildir. Malların mülkiyetini temsil etmediği için ciro edilemez.
Üç orijinal nüsha olarak düzenlenir. Birincisi yükletene verilir, ikincisi mallara eşlik eder, üçüncüsü de taşımacıda kalır. Yükleten, mallar yolda iken taşımacıya talimat vererek taşımayı durdurma, teslim yerini değiştirme veya malların belgede ismi yazılı alıcıdan başka bir şahsa teslimini isteme hakkına sahiptir. Bu hak belgenin ikinci orijinalinin belgede adı yazılı alıcıya verilmesi üzerine hükümden düşer. Anılan, hakkını, kullanmak istediğinde yükleten belgenin birinci orijinalini taşımacıya ibraz etmelidir. Bu durumda yeni talimat belgeye kaydedilir. Yükleten aynı zamanda taşımacıya garanti vermelidir.
Hava Yolu Taşıma Senedi (Airwaybill/AWB), havayolu şirketlerince düzenlenen ve malların taşınmak üzere teslim alındığını gösteren makbuzdur. Mallar üzerinde tasarruf etme yetkisi vermez. Varış havalimanında gümrük işleminin tamamlanmasından sonra mallar belgede ismi yazılı alıcıya teslim edilir. Alıcı yerine alıcının bankası adına da düzenlenebilir. Bu durumda banka varış yerindeki havayolu şirketine vereceği yazılı talimatla malları alıcıya teslim ettirir. Hava yolu taşıma senedi biri alıcıya, biri yükletene, biri de havayolu şirketine ait olmak üzere 3 orijinal ve 9 kopya olarak düzenlenir. Bankalara ibraz edilen nüsha 3 numaralı yükleten nüshasıdır. Belgede yer alan bilgiler: Uçuş sefer sayısı tarihi, malın cinsi ve miktarı, alıcının adı, yükletenin adı, navluna ait kayıt ve havayolu şirketinin kaşe ve imzasıdır.
Deniz Yolu Taşıma Senedi: Bu belge bir gemi şirketinin veya onun yetkili acentesinin veya yükleme limanında acentesi yoksa gemi kaptanının malı yükletene verdiği, emre ve nama düzenlenebilen ve belge konusu malların taşınmak üzere kabul edildiğini gösteren bir makbuz ve aynı zamanda yükleme kaydı konduğunda bir taşıma sözleşmesidir. Belirtilen malın mülkiyetini de temsil eder ve belgenin ciro edilmesiyle mal el değiştirir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11854",
"len_data": 2826,
"topic": "LAW",
"quality_score": 3.37
}
|
II. Murad (Osmanlıca: مراد ثانى "Murâd-ı sânî"; Divan Edebiyatı'ndaki adıyla "Muradî"; 1404; Amasya – 3 Şubat 1451; Edirne), 6. Osmanlı padişahı, I. Mehmed'in oğlu, "Ebulhayrat" Fatih Sultan Mehmed'in babasıdır. "Ebulhayrat" lakabıyla bilinir.
Annesi.
Kaynaklarda annesine dair kesin bir bilgi yoktur, çeşitli rivayetler vardır. Annesinin Dulkadiroğulları Beyi Nâsıreddin Muhammed Bey'in kızı Emine Hatun veya Amasyalı Divittar Ahmed Paşa'nın kızı Şehzade Hatun olduğunu belirten kaynaklar vardır. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Şükrullâh ve tarihçi Halil İnalcık annesinin cariye kökenli olduğunu belirtirler.
Şehzadeliği.
II. Murad; bazı kaynaklara göre 1402'de, bazılarına göre ise 1404'te Amasya'da dünyaya geldi. İlk çocukluk yılları Amasya'da geçti. 1410'da babasıyla Bursa'ya gelerek orada saray eğitimi aldı. 1415'te lalası Yörgüç Paşa gözetimi altında merkezi Amasya'da bulunan ve devletin doğu sınırında olması dolayısıyla büyük stratejik önemi olan "Rum ve Danışmendiye" eyaleti valisi olarak görevlendirildi. Tahta çıkıncaya kadar 6 yıl bu görevi yaptı. Amasya aynı zamanda çok önemli bir Anadolu kültür merkeziydi ve bu merkezde bilim ve din alimleri, şairler ve mutasavvıflarla meclisler tertip edip şehrin kültür hayatına destek sağlayıp katıldı. 1416'da bölgesi askeri başında Börklüce Mustafa'nın İzmir ve Saruhan tarafında çıkardığı ayaklanmaların bastırılmasında görev aldı. 1418'de sonraki lalası Hamza Bey ile Çandaroğullarından Samsun'u aldı.
Babası I. Mehmed Edirne'de bir av kazası sonunda ağır yaralanınca ölüm yatağında devletin idaresinin biran evvel oğlu Murat'a devrini vasiyet etti. Murat, Amasya'dan tahta geçme töreni yapılacak Bursa'ya gelinceye kadar devlet adamları babasının ölümünü sakladılar. Murat 25 Haziran 1421'de Bursa'da gelip culûs ve biat törenleri yapılıp devletin ileri gelenleri ve yeniçerilerin desteğiyle 17 yaşındayken tahta çıktı.
Sultan II. Murad, soyunun Kayı boyuna mensubiyetini göstermek için, sikkelerine, Kayı boyuna ait iki ok ve bir yaydan müteşekkil damgayı koydurmuştur. Sonraki padişahların bastırdıkları sikkelerde görülmeyen Kayı damgası, I. Süleyman’a kadar çeşitli eşya ve silâhlar üzerine konulmasına devam edilmiştir.
Saltanatı.
İlk yılları.
Murat'ın babası Mehmet'in ölümünden sonra saltanat davası güden şehzadeler dolayısıyla 3 yıl süren büyük bir bunalım izlendi.
Yıldırım Beyazid'in oğlu ve II. Murad'ın amcası olan Mustafa Çelebi Bizanslılarca Limni'de gözaltında tutulmaktaydı. Babası I. Mehmed çocuk yaşlarında olan küçük oğulları Mustafa, Yusuf ve Mahmud'un ağabeyleri yeni Sultan II. Murad tarafından "siyaset" icabı öldürülmelerini önlemek için onların Konstantiniyye'de Bizans İmparatoru II. Manuil'in koruması altında yaşamaları için imparatorla anlaşma yapmıştı.
Fakat I. Mehmed'in ölümünden hemen sonra bu anlaşmaya uymayan Bizans İmparatoru II. Manuil, Limni'de gözaltında tutulan Murad'ın amcası Mustafa Çelebi'yi, Gelibolu'yu Bizans'a vermesi karşılığında, serbest bıraktı. İmparator II. Manuel Mustafa Çelebi'yi meşru padişah kabul edip, bir Bizans donanma filosu ile Limni'den Rumeli'ye geçmesini sağladı. Mustafa Çelebi, özellikle İzmiroğlu Cüneyd Bey'in yardımı ile Rumeli beylerinin de desteğini aldı. II. Murat'ın veziriazamı olan Amasyalı Beyazıt Paşa Edirne'deki ordu ile Mustafa Çelebi'nin yeni topladığı orduya karşı yola çıktı. Yapılan Sazlıdere Muharebesi sonucunda sadrazamın ordusunun büyük bir kısmı taraf değiştirdi ve II. Murad'ın veziriazamı teslim olmak zorunda kaldı. İzmiroğlu Cüneyd Bey'in ısrarı üzerine Mustafa Çelebi esir aldığı Amasyalı Beyazıt Paşa'yı idam ettirdi. Mustafa Çelebi'yi ikinci başkent olan Edirne halkı tezahüratlarla karşıladı. Mustafa Çelebi Edirne'de hükümdarlığını ilan edip kendi adına hutbe okutup sikke bastırdı.
Bir padişah gibi hareket eden Mustafa Çelebi siyasetinde bazı büyük hatalar yaptı. Bizans'a vadettiği Gelibolu'yu vermeyerek ilk ve baş destekçisini kaybetti. Sonra 12 bin sipahi ve 5 bin yaya ordusuyla Galata Cenevizlileri'nin gemileri ile Gelibolu'dan Anadolu'ya geçti ve Bursa'yı kuşatmaya koyuldu. Fakat Anadolu'da savaşa girişmek istemeyen Rumeli asıllı ordu bu sefere pek gönüllü değildi. Diğer taraftan II. Murad'ın Mustafa Çelebi'nin Beyazıt'ın oğlu olmayıp "Düzmece" olduğuna dair menfi propagandalarının inandırıcı olması Mustafa Çelebi'nin ordusunun dağılmasına neden oldu. Özellikle II. Murad tarafından kendisine İzmir ve Aydın beyliği teklif edilen İzmirlioğlu Cüneyd Bey bu teklifi kabul edip, yandaşları ile Mustafa Çelebi'nin ordusundan ayrıldı. Mustafa Çelebi ordusundan kalanlarla geri çekilirken Ulubat civarında bir köprüde Hacı İvaz Paşa'nın birliği ile tutuştuğu çarpışmada büyük zararlar aldı.
Mustafa Çelebi Gelibolu'ya kaçmayı başardı ve orada Boğaz trafiğini durdurup Bizanslılar'ı kendine destek vermeye zorlamaya çalıştı. Fakat II. Murad Cenevizli Foça Podestası Adorno'dan kiraladığı gemi ve askerlerle birlikte Rumeli'ye geçmeyi başardı. Mustafa Çelebi Gelibolu'da duramayıp Edirne'ye kaçtı. II. Murat 2 bin zırhlı Foça Podestası askeriyle takviyeli orduyla Edirne üzerine yürüdü. Edirneliler onu şehir dışında karşılayıp ona sadık olduklarını bildirdiler. Mustafa Çelebi devlet hazinesini de alarak Edirne'den kaçtı. Fakat Tunca Vadisi'ndeki Kızılağaç Yenicesi'nde yakalanıp Edirne'ye gönderildi. Mustafa Çelebi gailesi, Mustafa'nın Edirne kale burcundan asılması ile böylece 1422'de son buldu. Fakat tarihçiler hala Mustafa Çelebi'nin "düzmece" mi yoksa gerçekten padişah oğlu olup olmadığı sorusunu tartışmaktadırlar. Elimizde bulunan Mustafa Çelebi adına basılan sikkelerde 1422 tarihi ve "Mustafa bin Beyazid Han" ismi bulunmaktadır.
Bu olayın ardından Mustafa Çelebi'yi destekleyen Bizanslılar yeni bir oyun sergileyerek, bu desteğin o zaman güç kazanan bir saray kliği tarafından uygulandığını ve imparator II. Manuel'in gerçekte II. Murat'ın dostu olduğunu beyan ettiler. Fakat yeni Veziriazam Çandarlı İbrahim Paşa, Vezir Hacı İvaz Paşa ve Lala Yorguç Paşa'nın görüşlerini alan Murat, Bizans'a sert tepki gösterdi ve 2 Haziran 1422'den Eylül başına kadar Konstantiniyye'yi karadan kuşatmaya aldı. Bu kuşatma Bizans için büyük asker ve bina hasarına yol açtı. Bu kuşatmadan kurtulmak için Bizanslılar'a bu sefer kuşatma sürerken Ağustos ayında II. Murat'ın kardeşi Küçük Mustafa'yı ayaklandırmayı başardılar.
Karaman ve Germiyan beyleri ile birlikte Hamid-İli'nden hareket eden Küçük Mustafa Bursa'ya gelip bu şehri kuşattı. Bursa Ahileri Şehzade Küçük Mustafa'nın lalası olan Şarapdar İlyas'a heyet göndererek şehrin kendini savunacak personel ve ikmal maddesi olduğunu ve Ahilerin bu savunmayı destekleyeceğini bildirdiler. Bunun üzerine Şehzade Küçük Mustafa İznik üzerine yönelip 40 günlük kuşatmadan sonra bu şehri eline geçirdi. Şehzade Küçük Mustafa burada "İbrahim Paşa Sarayı"'na yerleşip padişahlığını ilan ettirdi.
Bunun üzerine Murat, 6 Eylül'de Konstantiniyye kuşatmasını kaldırıp Anadolu yakasına geçti. Mihaloğlu Mehmet Bey'i sipahilerle İznik üzerine gönderdi. Şehzadenin lalası Şarapdar İlyas ise beylerbeylik verme vaatleri ile elde edildi. Şubat 1423'te Mihaloğlu İznik'i bastığı zaman, Şehzade Küçük Mustafa hamamda idi; yandaşları onu savunup kaçırmaya çalışırken Mihaloğlu yaralandı. Fakat lala Şarapdar İlyas küçük Şehzadeyi kendi atına bindirip götürüp II. Murat'a teslim etti. Şehzade Küçük Mustafa boğulup idam edildi; cesedi İznik dışında bir incir ağacına asıldı ve sonra Bursa'ya götürülüp Yeşil Türbe'ye gömüldü.
1423'te II. Murat Şehzade Küçük Mustafa olayını gizliden destekleyen Candaroğulları beyi İsfendiyar Bey üzerine yürüyerek topraklarının büyük bölümünü ve özellikle Taraklıboru (Safranbolu) şehrini Osmanlı ülkesine kattı. Karamanoğlu Mehmet Bey'in Antakya'yı kuşatması sırasında ölmesi, yerine geçebilecekler arasında bir çatışmaya neden oldu. II. Murat, II. Mehmet Bey'in (1423-1426) hükümdar olmasına yardımcı oldu ve bunun sonucu bir anlaşma ile Karamanlıların ellerine geçirmiş oldukları Göller Bölgesi Osmanlılar tarafından geri alındı.
Eflak voyvodasının Osmanlı topraklarına yaptığı saldırılar püskürtüldü ve akıncıların yıldırıcı hücumlarını durdurmak için Eflak Voyvodası yine bağımlılığı kabul etti.
Venedik'le savaş ve Selanik'in fethi.
Konstantiniyye kuşatması sırasında Venedikliler Selanik ve Mora Yarımadası'nı kendi denetimleri altına almak için Bizans ile görüşmeler başlatmışlardı. 1423'te Osmanlı ordusu Selanik'i kuşatmakta iken Bizanslılarla Selanik'i Venedik Cumhuriyeti'ne teslim etmek üzere anlaştılar ve Venedik Selanik'e sahip oldu. 1424'te Venedikliler Çanakkale Boğazı'nı ablukaya aldılar.
Bunun üzerine Konstantiniyye'nin de Venediklilere bırakılabileceği endişesiyle II. Murad 1424 yılında Cenevizliler aracılığıyla Bizans ile bir antlaşma yaptı. Bu antlaşmaya göre Bizans imparatoru her yıl vergi olarak 30 bin düka altın vermeyi ve Ankara Savaşı'nın ardından tekrar Bizanslıların eline geçmiş olan Ege ve Karadeniz kıyılarındaki toprakları Osmanlılar'a iade etmeyi kabul etti.
Aynı yıl Evrenosoğlu İshak Bey idaresindeki akıncılar Arnavutluk'a ve yerel Arnavut beylerine karşı bir sıra hücuma geçti. Yuvan Kastrioti ve Atariti adlı Arnavut beyleri ancak II. Murat'ın üst egemenliğini kabul edip bu akınların önüne geçebildiler. Kastrioti 4 oğlunu Edirne'deki Osmanlı sarayına rehin ve eğitim almak için göndermek zorunda kaldı. Bu çocuklardan en küçüğü olan İskender Bey sonradan Osmanlı devleti başına büyük gaileler çıkartmıştır.
1424'te Edirne sarayında, bir büyük düğün merasimi ile II. Murad, Candaroğulları Beyi İsfendiyar Bey'in torunu Tacunnisa Hatice Halime Hatun ile evlendi. Aynı merasimde II. Murad'ın kız kardeşleri de evlendirildi. Sultan Hatun, İsfendiyaroğlu Kasım Bey'le; Ayşe Hatun Osmanlı komutanlarından Karaca Bey'le ve Hafsa Hatun Çandarlı Halil Paşa'nın oğlu olan Mahmud Bey ile evlendiler.
Anadolu'da ve Rumeli'de tekrar savaş.
II. Murad 1425 Anadolu'da birlik sağlama çalışmalarına girişti. Önce Düzmece Mustafa vakasında Aydınoğlu Beyliği verilen İzmiroğlu Cüneyd Bey ile uğraşıldı. Cüneyd Bey ardı ardına gerçek ve sahte şehzade ayaklanmalarına destek vermişti. Önce Şehzade İsmail'e isyanında yardım etmiş ve 1425'te ise Selanik'te Venedik desteği ile isyan çıkaran kimliği bilinmeyen yeni bir Düzmece Mustafa'ya destek vermişti. II. Murat Cenevizlilere tekrar Karadeniz'de bulunan liman kolonilerini geri verip onlarla anlaşarak Midilli ve Sakız'dan getirilen Ceneviz filolarını kullanarak Cüneyt Bey'in denizden destek sağlamasına engel oldu. Sonra İzmiroğulları'nın kökünü kazımak hedefiyle, bir kara ordusuyla uzun süren bir uğraştan sonra 1426'da Cüneyd Bey, ailesi ve hanedanının diğer mensupları yakalanarak hepsi idam edildi.
1426'da II. Murad Rumeli'de birkaç koldan ordular göndererek Rumeli ve Balkanlarda bir askerî harekâta başladı. Bu harekâtın bir hedefi Venedik desteği verilen ne olduğu belirsiz yeni bir "Düzmece Mustafa"'nın Selanik ve civarında çıkardığı isyandı. Diğer hedef ise Macarların desteği ile Balkanlarda çıkan karışıklıklardı. II. Murad şahsen bir ordu başında Sofya'dan Vidin'e gitti. Osmanlı akıncıları Bosna'ya hücum edip talan ettiler ve Hırvatistan'a kadar ilerlediler.
Sonra Menteşe ve Teke beylikleri Osmanlı topraklarına katıldı. Fakat daha doğuda bulunan Karaman ve Çandarlı beyliklerin egemenliklerine son verilmedi. Buna bir neden bu siyasetin Timur'un yerine geçen Şahruh'un bir zamanlar Selçuklular ve İlhanlılar'ın hükümdarlığı altında bulunan bütün arazilerin üstünde hak ilan etmesi ve bir istila hareketine girişmesi tehdidinin ortaya çıkmasıydı.
1428-1429'da Osmanlı ülkesinde veba salgını başladı. Bu veba salgınında Bursa'da İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış düşünce adamı Emir Sultan; devlet adamı, asker, mimar Hacı İvaz Paşa; Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa ve II. Murad'ın gözlerine mil çektirdiği küçük kardeşleri Mahmud Çelebi ve Yusuf Çelebi hayatlarını kaybettiler.
1429'da erkek çocuğu olmayan Germiyanoğlu II. Yakup Bey'in ölümünün ardından vasiyeti üzerine Germiyanoğulları Beyliği Osmanlı topraklarına katıldı.
II. Murad Anadolu'da barışı sağladıktan ve veba salgını atlatıldıktan sonra tüm gücünü Venediklilere yöneltti. Venedik Cumhuriyeti bu zamana kadar Selanik'i elinde tutarak Çanakkale Boğazı'nda abluka uygulamaktaydı. Osmanlılar 29 Mart 1430'da Selanik'i, ardından da "Yuvan-ili" ve sonra Yanya'yı ele geçirdiler. Bir Osmanlı-Venedik Antlaşması imzalandı.
1430'da Rumeli'de toprak tahriri başlamıştı. Bu sayımlardan sonra bu arazilere tımar sistemi uygulanmaya geçildi. Osmanlılar, Selanik'i ele geçirdikten sonra, Üsküp valisi olan Evrenosoğlu İshak Bey yerel isyancı Arnavut beyi Yuvan Kastrioti'nin elindeki arazilere hücumlar uygulayıp onun elindeki tahkimli mevkileri eline geçirdi ve iki tanesi hariç diğer hepsini yıktırdı. Zaten devamlı yerel isyancı olan Arnavutlar tımar sisteminin uygulanması aleyhtarı olarak 1432-1434 döneminde de devam eden Arnavutluk isyanını çıkardılar. Edirne'de bulunan Arnavut beyi Gjergj Ariani buradan kaçarak bu isyanın idaresini üzerine aldı. Bu isyanın başlangıcı olan 1432-33 kışında, II. Murad kışı Serez'de geçirdi ve Arnavut isyancılar üzerine Evrenosoğlu Ali Bey komutası altında bir akıncı ordusu gönderildi. Bu kış döneminde dar bir vadi olan Shkumbin'de Arnavutlar bu akıncı ordusunu pusuya düşürdüler ve akıncılar büyük zayiat verdiler. 1433'te Arnavutlar yine Evrenosoğlu Ali Bey akınına başarı ile karşı koydular. 1434'te Arnavutlar çete ve pusu savaşları ile Osmanlı akıncılarına karşı bazı başarılar kazandılar. Fakat 1435 ve 1436 Evrenosoğlu Ali Bey ve diğer akıncı beyi Turahan Bey Arnavutluk isyanını bastırmayı başardılar.
Sırbistan'ın ilhakı.
Osmanlı iç savaşı sırasında Balkanlarda Macar etkisi artmış ve 1427 yılında Sırp Despotu Stefan Lazareviç'in ölümü üzerine Macaristan ile Osmanlılar arasında Sırbistan tahtı üzerinde çekişme çıkmıştır.
1428'de Sırbistan'ın kuzeydoğu kesiminde Tuna Nehri üzerinde bulunan Güvercinlik kalesi Osmanlılara eline geçti.
1428'de Macarlarla Osmanlılar arasında yapılan 3 yıl süreli bir anlaşma sonucunda Yorgo Brankoviç Sırp Despotu olarak tanındı. Bu 3 yıllık anlaşma bir defa daha yenilendi.
Buna karşılık II. Murad Rumeli'de uğraşmakta iken Anadolu'da Karamanoğulları Göller Bölgesi'ndeki eski Hamidoğulları arazilerini tekrar eline geçirdi ve II. Murad buna seyirci kalmak zorunda kaldı.
Yenilenen antlaşmanın süresi dolunca 1434'te Macar Kralı Sigismund II. Murad'a bir elçi göndererek Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan üzerindeki Macaristan yüksek egemenliğini tanınmasını resmen istedi. Bu hareketle Macaristan savaş ilan etmiş oluyordu. Osmanlı devleti aleyhinde olanlar Macaristan Kralı çevresinde toplanmaya başladılar. Bunlar arasında Bosna Kralı II. Tvrtko, kızı Mara'nın II. Murad'la evlenmiş olan Sırp Despotu Yorgo Brankoviç, Eflak prensliğini Sigismund desteği ile eline geçiren I. Vlad Drakul, Savcı Bey'in oğlu Şehzade Davut, taht hakkı arayan birçok Balkan soylusu ve pek çok asil senyör bulunmaktaydı. Fakat bu çok karmaşık ittifak arama süreci gayet yavaş gelişti ve atak bir birleşme gelişmesi ortaya çıkmadı. Buna karşılık Macarların artan etkisi karşısında II. Murad 1434'ten itibaren Balkanlar'da daha saldırgan bir tutum izlemeye başladı.
Fakat Anadolu'da ve Asya'da önemli gelişmeler yani Timur torunu Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh'un Anadolu'ya yönelmesi olasılığı ve Karamanoğulları'nın mütecaviz bir atakla eski Hamideli arazilerini geri almaları II. Murat'ın Balkan sorunlarına dikkatini çekmesini önledi. Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh Karakoyunlu hükümdarı İskender Bey'i desteklemekteydi. İskender Bey Akkoyunlu hükümdarı Karayülük Osman'ı yenerek Doğu Anadolu'nun tamamını eline geçirmişti. 1434'te Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh Karakoyunlu Devleti üzerine bir tedip harekâtı düzenledi. 1435-36'da İskender Bey'in üzerine yürüyerek onu Karakoyunlular tahtından indirdi. Yerine kendine sadık olan Cihan Şah'ı Karakoyunlu tahtına getirerek onu Tebriz valisi tayin etti. İskender Han da Osmanlı Devleti'ne sığındı ve 1435-36 kışında Tokat'ta kaldı. İşte doğuda bu gelişmeler II. Murad ve Osmanlıları çok kuşkulandırmıştı. Fakat 1436'da Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh Horasan'a geri döndü ve Anadolu'ya bir sefer yapması olasılığı çok azaldı.
Bunu fırsat bilen II. Murad 1437'de bir Anadolu seferine çıkarak Karamanoğulları'nın eline geçmiş olan Konya, Beyşehir ve Hamideli topraklarını tekrar Osmanlı devleti idaresine aldı.
9 Aralık 1437'de Macar Kralı Sigismund'un bir erkek çocuk varis bırakmadan ölmesi üzerine Macaristan'da işbaşına gelecek hanedan sorunları Macaristan'da epey kargaşalık yarattı. Sigismund'un Osmanlılar aleyhine kurmaya çalıştığı cephe de dağıldı. Sonunda Macar asilleri Jagiellon Hanedanı'nından 1434'ten beri Lehistan Kralı olan III. Vladislav'ı Macaristan Kralı olarak seçtiler ve kendisine Macaristan Krallığı için I. Vladislav ismi verildi.
II. Murad bu fırsatı iyi değerlendirerek 3 yıl Rumeli'de kalarak, özellikle Sırbistan ve Eflak sorunları üzerine eğildi. Sırbistan ve Eflak prensliklerinin koşulsuz olarak kendisine bağlanmalarını sağladı. Sonra 1438'de II. Murad ilk Macaristan Seferi'ne çıktı. Tuna'yı geçerek Severin, Demirkapı, Orsova ve Sebeş kalelerini topa tutup yıkarak Erdel'in merkezi Zeybin (sonradan Hermannstadt ve şimdi Sibiu) kalesini kuşattı. Bu kaleyi eline geçirip Karpat Dağları geçitlerini aşıp Eflak topraklarına girdikten sonra Yergöğü üzerinden Edirne'ye geri döndü. Bu bir Osmanlı sultanının ilk büyük kapsamlı seferi oldu.
1438'de ise II. Murat Sırbistan üzerine yöneldi. Brankoviç tarafından yaptırmasına izin verilen yeni önemli savunma kalesi ve başkenti Semendire'yi fethederek Sırp Despotluğu'nu işgal etti. Bu bura devlete son vererek Sırbistan'ı bir Osmanlı eyaleti ilan etti. Üsküp Sancak Beyi Evrenosoğlu İshak Bey komutasındaki akıncılar Bosna Krallığı başkenti olan Yayçe önlerine kadar ilerlediler. O sırada Bosna Kralı II. Tvrtko'nun ölmesi Bosna Krallığı'nın iki varis arasında paylaşılması ve güneyde bulunan Hersek'in de ayrı bağımsız bir idare kazanması sonucunu doğurdu. II. Murad bundan istifade edip her üç idareyi de haraca bağladı.
Macarlar yeni Macaristan Kralı olarak o zaman Polonya Kralı olan III. Wladislaw'ı Macar Kralı I. Wladislaw adıyla seçtiler ve Polonya/Lehistan ve Macaristan krallıkları aynı kişinin idaresi altına geçti. I. Wladislaw Erdel voyvodalığına János Hunyadi adlı, ailesinin aslı pek gizemli olan, fakat Eflak soylusu olduğunu iddia eden, bir kişiyi atadı. Bu kişiyi Osmanlılar ve Osmanlı tarihçiler "Hunyadi Yanos" olarak da anarlar. Böylelikle 20 yıl Osmanlılarla devamlı olarak bir Haçlı ruhu ile mücadele eden, Macarlar tarafından bir milli kahraman sayılan ve sonunda oğlu olan Matyas'in Macaristan Krallığına gelen bir kişi olan János Hunyadi Balkanlar siyaset sahnesine girmiş oldu. 1441'de János Hunyadi Semendire'yi Osmanlılar elinden geri aldı ve Erdel'e gönderilen Osmanlı birliklerine karşı birkaç galibiyet kazandı.
János Hunyadi'nin Balkanlar'ı ilk istilası.
Murat 1440'ta Stefan Lazarević'in ölümünden beri Macar işgali altında olan Belgrad'ı 6 ay süreyle kuşattı, ancak başarısız oldu. Bazı tarihçiler "Belgrad Ricati" adını verdikleri bu başarısızlığı II. Murad dönemininde bir dönüm noktası olduğunu iddia etmektedirler. Bundan sonra Macarlar Osmanlı güçlerini Bosna'dan çıkarttılar. Yeni Macar Kralı I. Vladislav iki komutanını, János Hunyadi ve Nicholas Ujlaki'yi Osmanlı tehdidi altındaki sınırları korumakla görevlendirdi. Bunlardan János Hunyadi Belgrad'daki karargahından Osmanlı topraklarına karşı taarruzlar yapmaya başladı.
1441'de Erdel'i işgal eden ve Sibiu'yu kuşatan akıncı beyinin akıncı ordusunu bozguna uğratıp Mezid Beyi öldürdü. Kaçış yolları kapatılan Mezid Bey'in Osmanlı akıncı birlikleri tamamen imha edildi. Ertesi yılın Eylül ayında Mezid Bey'in intikamını almak isteyen Şehabeddin Paşa da Vazag Muharebesi'nde aynı akıbete uğrayıp yenildi ve büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı.
Bizanslılar bir konsil toplayarak yeni bir Haçlı seferi açılması için diplomatik araştırmalara geçtiler. Aynı dönemde Macarlarla anlaşan Karamanoğlu İbrahim Bey de 1443 ilkbaharında Anadolu'da Akşehir ve Beyşehir üzerine saldırıya geçti ancak II. Murad, oğlu Aleaddin Ali Çelebi ile birlikte İbrahim Beyi durdurdu.
1443'ün sonbaharında Hunyadi, Macar Kralı Vladislav ve Sırp Despotu Yorgo Brankoviç ile birlikte karşı taarruza geçti. Bu ordu ile Tuna Nehri'ni geçerek hızla ilerlediler ve Niş Muharebesi'ni kazanıp Niş ve Sofya'yı ele geçirerek Balkan geçitlerine dayandılar.
János Hunyadi önderliğindeki Macar ve Bosna ordusunun, Osmanlı topraklarını istila etmekte olduğunu II. Murat Karaman seferi dönüşünde öğrendi. II. Murad çok ivedi bir hareketle Balkanlara döndü. Macar, Sırp, Eflak ve Bulgar birliklerinden oluşan ordusuyla János Hunyadi önüne çıkan her Osmanlı kuvvetini yenip, İzladi Derbendi'ne (Slatiska) kadar ilerledi.
Bu olayları ele alıp inceleyen 16. yüzyılda yazdığı "Prens" adlı eserinde İtalyan düşünürü Niccolò Machiavelli Osmanlılar için şu iddialarda bulunmuştur: Ona göre Osmanlı ordusunun saldırı gücü çok yüksektir ama zor durumda kaldığında ordunun düzenli geri çekilme kabiliyeti çok zayıftır. Bu niteliğin Osmanlı ordusunun en zayıf noktası olduğunu belirtip; zira bir kere büyük yenilgiye uğrarsa Osmanlı ordusunun bir daha toparlanmasının zor olduğunu iddia etmiştir.
Gerçekten de János Hunyadi istilasında Osmanlı birliklerinin yenilerek geri çekilmeleri esnasındaki koordinasyonsuzluk ve askerin paniği bu yenilgileri daha da kötü duruma sokmuştur. II. Murad büyük bir gayretle ve güçlükle Osmanlı kuvvetlerini tekrar toplayıp, birleştirip, direniş yapabilecek hale getirebilmiştir. II. Murad, 24 Kasım 1443'te İzladi Geçidi'nde yapılan İzladi Muharebesi'nde János Hunyadi ordusu yeni bir çatışmaya girişti. "İzladi Muharebesi"'nin akıbeti ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı Avrupalı tarihçiler bu muharebeyi de Macar ve müttefikleri ordusunun kazanıp Filibe ovasına kadar ilerlediğini ve buradaki Osmanlı direnişini kırdığı ancak çetin kış koşulları ve direnişler sebebiyle geri dönmek zorunda kaldığını iddia etmektedir. Diğer tarihçilerin açıklaması ise bu muharebeyi Osmanlı Ordusunun aşırı derecede ağır kayıplar vererek zorlukla kazanabildiği yönündedir. II. Murad ve Osmanlıların bu kadar zorlanmalarında ve hatta yenilginin eşiğine gelmelerindeki temel faktör Macar ordularında bulunan arabalar üzerindeki tüfekli ve oklu askerler (Wagenburg, tabur sistemi) yüzündendi. Bunlar seri hareket edebiliyorlardı. Osmanlılar arabalar üzerindeki ateşli silah kullanan askerler ve okçular nedeniyle çok sıkıntıya düştüler ve İzladi Muharebesine kadar geri çekilmeye zorlandılar. Sonuçta her ne olursa olsun İzladi Muharebesi çok büyük sayıda ve Osmanlıları barışa zorlayacak kadar zayiat doğurmuştu.
Bu günlerde zor bir muharebe geçiren II. Murad, Amasya Valisi olan çok sevdiği oğlu Aleaddin Ali Çelebi'nin ölüm haberini de aldı.
Birçok tarihçi, zaten çok hissi bir kişi olan II. Murad'ın bu Balkan isyanı, sıra sıra yenilgi, büyük askeri zayiatla zorla kazanılan bir muharebe süreci devam ederken II. Murad'ın hükümdarlıktan bezdiğini ve oğlunun kaybından dolayı da gayet büyük bir depresyona girdiğini iddia ederler. Eşi Mara Hatun'un ve sadrazam Çandarlı (2.) Halil Paşa'nın önerdikleri gibi, II. Murad uğranılan büyük kayıplar dolayısı ile Osmanlılar aleyhinde olan bir barış yapılması gereğini kabul etmek zorunda kalmıştı.
Segedin Antlaşması ve Yenişehir Sevgendnamesi, tahttan çekilmesi, 1444 buhranı ve Varna Muharebesi.
János Hunyadi önderliğindeki Macar ve müttefikleri ordusunun ilerleyişinin İzladi Geçidi'nde durdurulmasının ardından hemen II. Murad, Macarlar ile barış görüşmeleri için girişimlerde bulundu.
1444'ün Haziran ayında taraflar arasında tarihte Edirne-Segedin olarak bilinen bir 10 yıl süreli olacağı ön görülen bir kalıcı barış antlaşması yapılması üzerine taraflar anlaşmaya vardılar. Bu antlaşmanın kalıcı olması için II. Murad Edirne'de Kur'an üzerine ve Macar kralı Vladislav Segedin'de Kutsal Kitap üzerine yemin verdiler ve antlaşmayı bu yeminlerle imzaladılar. Bu anlaşmaya göre Osmanlılar kendi ortadan kaldırdıkları Sırp Despotluğu devletini yeniden kurulmasını sağlamayı ve 1427'deki sınırlarıyla devlet başkanlığının Brankoviç'e iade edilmesini kabul ettiler. Macarlar ise Bulgaristan üzerindeki hak iddialarından vazgeçmeyi kabullendiler. Her iki taraf da, yani Osmanlılar ve Macarlar, Tuna'yı geçmemeyi taahhüt ettiler.
Bu yeminli Edirne-Segedin Antlaşması'nın ardından II. Murad, oğlu Mehmet'i Edirne'ye getirtti ve onu başkentte "kaymakam" olarak bıraktıktan sonra Karamanlılar ile ilgilenmek üzere Anadolu'ya geçti. Karamanoğlu İbrahim Bey Ankara'ya kadar ilerlemiş bulunuyordu. II. Murad Karamanoğlu İbrahim Bey ile görüşerek bir sulh anlaşması yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma için Göller bölgesinin Karamanlılara bırakmayı kabul etti. Temmuz 1444'te iki taraf arasında diğer bir yeminli anlaşma yapıldı ve Karamanoğlu İbrahim Bey II. Murad'a barışı koruyacağı hakkında "sevgendname (yemin belgesi)" adı verilen bir ciddi belge verdi. Bu "Yenişehir Sevgendnamesi" ile Göller bölgesi özellikle Akşehir ve Beyşehir'i Karamanlılara bırakıldı.
Edirne-Segedin Antlaşması ve Yenişehir Sevgendnamesi ile o zamana kadar II. Murad'ın 23 yıl süren hükümdarlığı sırasında Osmanlı Devleti'ne katmış olduğu arazilerin büyük bir kısmı tekrar elden çıkmaktaydı. Fakat bu şekilde II. Murad hem batıda hem doğuda barışı sağladığını düşünüyordu. Yaşlı, yorgun ve hatta bir depresyon geçirdiği kabul edilen II. Murad bu antlaşmaların ardından Osmanlı tarihinde daha önce (ne de daha sonra) hiç eşi görülmemiş bir karar alarak tahtından çekildi. Ağustos 1444'te Mihaliç'te (Karacabey'de bulunan hanedan çiftliğinde devletin ileri gelen idarecilerini ve askeri komutanlarını; yüksek ulemayı, kapıkulu (yeniçeri ve sipahi) subaylarını bir toplantıya çağırdı. Bu toplantıda kendisinin bir köşeye çekilip dünya işlerinden ve eğlenceden uzaklaştığını Allah'a yöneleceğini bildirdi. Edirne'den getirttiği oğlu II. Mehmet'in bu nedenle tahta geçeceğini ilan etti. Bu kararı hakkında şu şiiri elimize geçmiştir.
Bu feragat ve devir töreninin neden devlet başkentleri olan Edirne veya Bursa'da değil de hanedan çiftliği bulunan Mihaliç'te yapıldığının nedenlerini açığa çıkartabilecek bilgiler hakkında ve törenin ayrıntıları hakkında tarihçilerin elinde hiçbir belge bulunmamaktadır. Bu sırada (belirsiz doğum tarihi dolayısıyla} 12-15 yaşları arasında bulunan bir çocuğa, (II. Mehmet'e) bu kadar ağır bir devlet yükünün verilmesinin nedeni de açıkça bilinmemektedir. II. Mehmet'in tahta getirilmesi için tarihçiler çeşitli nedenler ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Başvezir olan Çandarlı Halil Paşa'nın entrikaları gelmektedir. Diğer bir neden olarak vezirler arasında (özellikle başvezir ve Fatih'in lalaları olan vezirler arasındaki) iktidar çatışmaları verilmektedir. Diğer neden ise II. Murad'ın Kostantiniye'de Bizans İmparatoru'nun himayesinde olan ve Osmanlı tahtında hak iddia eden Orhan Çelebi'ye karşı oğlunun tahta yerleşmesini sağlamlaştırmak istemesi ileri sürülmüştür.
Macar ve müttefiklerinin ta İzladi'ye inmesi sırasında Roma'daki İtalyan asıllı Papa IV. Eugene yeni bir Haçlı seferi hazırlama hevesine kapılmıştı. Konstantiniyye'ten 1437'de Avrupa'ya, İtalya'ya gelen Bizans İmparatoru VIII. İoannis'in Floransa Konseyi'nin iştirak edip Hristiyan Ortodoks ve Hristiyan Katolik mezheplerinin birbirine uzlaştırıp Papalık altında, kısa bir süre için de olsa birlik sağlanmasını kabul etmesi; bu birlik iin Konseyde "Laetentor Corele" adli bir birlik belgesini kabul edip ilan etmesi Papa'nın bu Haçlı seferi hevesine kapılmasında ek rol oynamıştı. Papa IV. Eugene, kendini, Hristiyanlığı birleştiren, Osmanlıları Balkanlardan atıp tek mezhepli Katolik Hristiyanlığının bu yöreye geri getirilmesini sağlayan bir şampiyon olarak görmeye başlamıştı. Bu sefer için Hristiyan askerlerin çoğunluğunu sağlayan Polonya ve Macaristan kralı I. Vladislav ve onun ünlü generali o zaman Transilvanya Voyvodası olan János Hunyadi'yi de bu yeni Haçlı seferi için komutanlar olarak görmekteydi. Papa'nın en yakın politika danışmanı olan ve Floransa Konseyi'nde başrolü oynamış olan Kardinal Gialiano Cesarini'yi papa Polonya/Macaristan kralı huzuruna papa temsilcisi olarak gönderdi. Kardinal Cesarini "Edirne-Segedin Antlaşması"'nın tümüyle aleyhinde idi. Genç Polonya/Macaristan kralına bir gayri-Hristiyanla yapılan bir anlaşmanın Hristiyan ilkelerine göre geçersiz sayılacağını; kutsal kitap üzerine bir gayri-Hristiyan verilen yeminin aksinin yapmanın Katolik Hristiyanlarca günah sayılmayacağına ve eğer kral bu yeminini tutmayıp günah işlediğini düşünmekte ise en yüksek Katolik papazı olan papanın bir günah çıkartıcı olarak kralın işlediği bu türlü günahını çıkartarak kral yaşarken bile dinsel olarak affedilmesini sağlayacağını I. Vladislav'a devamlı telkinle inandırdı. II. Murad'ın beklenmedik tahttan feragati de, zaten çok zorlukla ve danışmanlarının tüm tavsiyelerinin aksine Segedin Antlaşması'nı imzalayan Macaristan kralı üzerinde büyük bir aksi etkisi oldu. II. Murat'ın tahttan feragat edip yerine oğlu II. Mehmed'in Osmanlı tahtına geçmesi ile Edirne-Segedin Antlaşması'nın geçersiz olduğu iddiası daha fazla güç kazandı. Çünkü bu anlaşmayı imzalayıcı olan ve şahsen yemin vermiş olan hükümdar (II. Murad) artık tahtta değildi. Tahta geçen yeni sultan antlaşmaya bir taraf olmamakta idi. Böylece bu antlaşma ve yemin geçersiz olmakta idi. Macar kralı Ladislas bu antlaşmaya devam için verdiği yeminin yeni sultana karşı olmadığını ilan etti ve bunu antlaşmanın geçersiz olduğuna bahane olarak yayımladı. Böylece papalık temsilcisi telkinleri ve bulunan sudan bahanelerle Macar kralı Vladislav Ağustos ayında Osmanlılar'la yaptığı Edirne-Segedin Antlaşmasının geçersiz olduğunu ve ertesi yıl yeni bir Haçlı seferine çıkacağını her Hristiyan tarafa duyurdu.
Aralarında Arnavutluk'ta babasının mirasında hak iddia eden İskender Bey'in de bulunduğu Rumeli'deki eski yerel hanedanlar Osmanlılar'a karşı silahlandılar. 1443'ün yazının sonlarında çoğunluğunu Macar Krallığı ve Eflak ordularının oluşturduğu 25 bin kişilik Haçlı ordusu komutanları Macar kralı Vladislav ve Transilvanya voyvodası János Hunyadi idaresi altında Balkanlardan güneye sarkmaya başladı. Bu ordunun geliş haberi Balkanlara yerleşmiş olan müslüman halkı gayet korkutup bir paniğe kapılmalarına ve bir göçün başlamasına neden oldu. Ta güneyde Edirne'deki halkın bile bir bölümünün Anadolu'ya kaçmasına neden oldu. Aynı dönemde Orhan Çelebi de Dobruca'ya giderek bir isyan girişiminde bulundu ancak bu girişim Rumeli beylerbeyi Şahabeddin Paşa tarafından önlendi. Fakat Rumeli Beylerbeyi Şahabeddin Paşa Niş önünde yeni Haçlı ordusu ile yaptığı Niş Muharebesi'nde yenik düştü ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu Haçlı seferi sadece karadan olmamaktaydı. Burgundi Dükü ve Papalık Devleti gemileriyle takviye edilmiş olan Venedik donanması Çanakkale Boğazı'nı kapattı ve büyük bir Haçlı filosu da Marmara Denizi'nden Boğaz üzerinden çıkıp Haçlı ordusunu beklemek üzere batı Karadeniz kıyılarına geçmeye hazırlanmaktaydı. Haçlı ordusu Niş'teki galibiyetinden sonra doğuya yönelerek Bulgaristan ve Sofya'yı işgal etti ve Karadeniz kıyısında bulunan Varna'ya kadar ilerledi.
Eylül ortalarında Edirne'de bir din anlaşmazlığı çıkmıştı. Hurûfi akımı bir sıra eylemle başkentteki sosyal barışa aksi etkiler yapmıştı. Hurûfiler genç sultan II. Mehmed'e bile etkide bulunmuşlardı. Sonunda sunni Edirne uleması, softaları ve halkı tarafından Hurûfilere karşı bir kanlı yok etme kampanyası sürdürülmeye başlandı. Tam bu sırada Edirne'de bir korkunç bir yangın çıktı. Edirne çarşıları ve 7 bin kadar ev yandı ve olasılıkla kentin büyük bir kısmı harabeye döndü.
II. Murad tahttan feragatten sonra Manisa'ya çekilmişti. Macar ordusunun Tuna'yı aştığı haberi üzerine vezirlerin kararı ile II. Murad Edirne'ye geri çağrıldı. II. Murad ruh haletinin kırgınlığı yüzünden gelmek istemiyordu. Fakat oğlu II. Mehmet ağzından veya kendisi tarafından Çandarlı Halil Paşa'nın tavsiyesiyle bir ferman yazıldığı ve eğer Murad sultansa gelip ordusu başına geçmesi eğer Mehmed sultansa babasına kati emir vererek ordunun komutanlığını yapmaya geri gelmesi istendiği ve böylece II. Murad'ın geri gelmesini sağladığı bildirilmektedir. Diğer bir rivayete göre ise Başvezir Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmed'i uzun süren bir sürek avına göndermiş; genç Sultan avda iken onun ağzı ile II. Murad'a onu Edirne'ye geri çağıran bir mektup yazmıştır.
Bunun üzerine II. Murad kendine erişen Anadolu eyalet askerleri ordusu ile Venedik ablukası altında bulunan İstanbul Boğazı'nı geçip Edirne'ye ulaştı. Burada hiçbir sıfat taşımazken tüm Osmanlı ordusunun başına geçti ve Varna'ya yürüdü. Bu, tarihlerde eşi benzeri olmayan bir olay oldu.
10 Kasım 1444'te resmen sultan olmayan II. Murad'ın komutasındaki Osmanlı ordusu ile Haçlı ordusu Varna Muharebesi'ne giriştiler. Bu savaşın başında Haçlı ordusu çok baskı yapıp Osmanlı ordusunun kanatlarını yenme alametleri gösterdi. Fakat Karaca Bey taktiğiyle sonuç değişti. Kral Vladislav ülkesine büyük zaferle dönmek için ortadan zırhlı ağır süvarileri başında atıyla bir süvari hücumu hareketine başladı. Fakat süvari hücumu başlangıcında bir yeniçeri tarafından atından düşürüldü ve hemen kim olduğu bilinerek öldürüldü. Kral Vladislav'ın kesilen başı ve yemini bozduğu Edirne-Segedin Antlaşması metnin kopyası bir mızrağa asıldı. Bu kesik baş ve anlaşma metni mızrağa takılı olarak Osmanlı ve Haçlı ordusu önünde gezdirilip kutsal yeminini kıran hükümdarın sonucu olarak gösterilmeye başladı. Bunun üzerine moral kazanan Osmanlı ordusu bir daha hamle yaptı ve Haçlı ordusu morali kırılmış olarak müthiş bir yenilgiye uğradı. Bununla birlikte Osmanlı ordusunun tüfekli askerlerin önemini anlayıp, kısmen de olsa Macarların Wagenburg, tabur sistemi sistemini kopyalamalarının zaferde payı olduğu iddia edilmektedir. Bir süre sonra II. Kosova Muharebesi'nde Osmanlılar daha da çok tüfekli askeri savaşta kullandılar ve Osmanlı ordusunda ateşli silah, top kullanımı giderek yayıldı. Bu Hristiyan hezimetinde papalık danışmanı ve papa temsilcisi Kardinal Cesarini de öldürüldü. Haçlı ordusu çok büyük zayiat verip büyük yenilgiye uğradı. Eğer esir alınıp köle yapılmamışlarsa Haçlı askerler ele geçirdikleri topraklardan perişan bir halde ülkelerine geri dönmeye başladılar. Macarların kahraman saydığı Transilvanya Voyvodası Janós Hunyadi ise çok küçük bir birlik başında harp sahasından Transilvanya'ya kaçmayı başardı. Böylece Avrupa'da Türkler aleyhine hazırlanıp hücuma geçmiş olan son Haçlı seferi, Haçlılar için bir felaketle sonuçlandı.
Savaşın ardından Murat Edirne'de bir süre kaldıktan sonra tekrar Manisa'ya çekildi. Kendisinin mi ve yoksa oğlu II. Mehmet'in mi Osmanlı hükümdarı olduğu konusuna bir açıklık getirilemedi. Müslüman devletlere II. Mehmet adına fetihname gönderildi. Buna rağmen bundan sonraki 1.5 yıl bir baba-oğul fetret dönemine girildiği iddia edilir.
Tahta dönüşü, Mora Seferi, İkinci Kosova Muharebesi ve ölümü.
Murad'ın Manisa'ya çekildiği dönemde başkent Edirne'de barış yanlısı Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile dış siyasette daha saldırgan tutum içinde olan Şehabeddin ve Zağanos paşalar ile arasındaki çekişme sürmekteydi. Sadrazam Halil Paşa bu dönemde II. Murad'a hâlen gerçek padişah muamelesi yapıyordu. Öte yandan Şehabeddin ve Zağanos paşalar ise genç padişah Mehmet'i Doğu Roma'ya karşı saldırmaya teşvik ediyorlardı.
1445'te durum yine karıştı. János Hunyadi Tuna üzerinden Osmanlı topraklarına bir sıra akına başladı. Eflak Voyvodası Vlad Drakul ise Osmanlılar elinde bulunan Yergöğü kalesini kuşatıp ele geçirdi. Saltanat davası süren şehzade Davut Çelebi Dobruca'da isyan bayrağını açtı.
1446 yılı ilkbaharında ise Edirne'de "Buçuktepe" adlı bir tepede başlayan ve buna izafeten Buçuktepe İsyanı adı verilen bir kapıkulu yeniçeri askeri isyanı başladı. Bu isyan ilk kapıkulu askeri isyanı olarak nitelendirilmektedir. Bu isyana neden kapıkulu askerinin ulufelerinin düşük vezinli akçelerle verilmesiydi. İsyancılara bir "buçuk akçe terakki" prim verilerek bu isyan yatıştırıldı. Bazı tarihçiler göre bu isyan Çandarlı Halil Paşa'nın, II. Murad'ı tahta geçmeye zorlamak için düzenlediği bir oyundu. Her ne için olursa olsun, Buçuktepe İsyanı Osmanlı devletinin durumunu iyice zora soktu. Ayaklanan yeniçeriler Konstantiniyye'de rehine bulunan Orhan Çelebi'nin yanına gitme tehdidinde bulunmuşlardı. Bunun üzerine Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Murad'ı Edirne'ye geri davet etti. Murad İstanbul'a gitmek üzere 5 Mayıs'ta Manisa'dan ayrıldı ama çok yavaş ilerleyerek Ağustos ayının sonlarında Edirne'ye ulaştı. II. Murad böylece ikinci defa tahta çıktı. Oğlu II. Mehmed yanına lala olarak verilen Zağanos Paşa ve Şehabeddin Paşa ile Manisa'ya sancak beyi olarak gönderildi. II. Murad'ın çok yavaş hareketle gelişi ve oğlunun özel lalalar ile Manisa'ya gönderilmesi Osmanlı tarihinin, nedeni gizli kalmış ve incelenmemiş olaylarının başında gelmektedir.
II. Murat'ın 5 yıl süren ikinci saltanatında, 1444 buhranında isyan eden Balkanlar'daki yerel hanedanları boyun eğdirmekle uğraştı. Bunların arasında özellikle Arnavutluk'ta İskender Bey ile meşgul olmuştur.
1446 yılı sonbaharında Osmanlı devletinin himayesi altında bulunan Atina Dükası'ın şikayeti üzerine II. Murad Mora despotuna karşı bir Mora seferine çıktı. Mora yarımadasını ana karadan ayıran Körent kıstak üzerinde bulunan ve Mora Despotluğu tarafından yeniden ama eski kale bina kurallarına göre yapılan Heksimillian Duvarı surları'nı ateşli silahlar kullanarak yerle bir ederek Mora'ya girdi. Heksimillian Duvarı'nın yerle bir edilmesi gelecekte 1453'te İstanbul kuşatmasına ve bu kuşatmada surlara karşı büyük toplar kullanılması bir harp tarihi kilometre taşı olduğu iddia edilmektedir. Bundan sonra eski tip taştan duvar korunak kurma ile mevki savunması prensipleri değişmiş ve savunma için yeni tip tabyalar kurulması gereği ortaya açıkça çıkmış olduğu belirtilmektedir. Mevsimin geç olması dolayısıyla hava şartlarının iyi olmaması beklenmekte olduğundan yarımadanın tümünün ele geçirilmesi imkânsız görülmekteydi. Bunun için bu sefer bir akıncı hücumlarına dönüştü. Osmanlı ordusu ikiye ayrılıp bir ordu grubu Turahan Bey komutasında Patras'a kadar ilerledi. Mora içerilerine akınlar yapıldı; Mora'da yerleşkeler yakıldı ve ganimet toplandı ve Mora Despotu da vergiye bağladı. Edirne'ye 6 bin kadar esirle dönüldü.
1447'de II. Murad'da bağlılık sunmak istediği iddiasıyla, bazı Eflak boyarları Macaristan kral naibi olan János Hunyadi kışkırtması ile isyan ettiler ve Eflak Voyvodası II. Vlad Drakul'u Balteni bataklıklarında öldürdüler.
1448'de II. Murad İskender Bey'e karşı birinci seferine başladı.
Fakat 1448 yazında János Hunyadi'nin Varna Muharebesi'nden sonra yeniden toplamış olduğu yeni bir Macar ordusu başında Eflak ordusu ile birlikte yeniden harekete geçtiği haberi II. Murad'a yetişti. II. Murad Arnavutluk Seferi'ni yarıda bırakıp ordu ile Sofya'ya geri döndü. János Hunyadi Macar ordusu ve Eflak, Bohemyalı ve Alman asıllı ordu birlikleri ile Yorgo Bronkoviç'in kralı olduğu Sırbistan'a hücuma geçmişti. Bu yeni Macar ve müttefikleri ordusu 1 ay Sırbistan başkenti olan Semendire kalesi önünde Kovin'de durakaldı. Segedin Anlaşması ile yeniden kurulan Sırbistan despotu Brankoviç yeni bir askeri macera peşine gitmeyi kabul etmedi.
Sırbistan'ın ordusuna katılmayacağı açığa çıkınca János Hunyadi Macar ordusu ile Sırbistan'ını yakıp yıkıp yağma edip Osmanlı topraklarına girip güneye doğru yürüyüp ordusu ile Kosova sahrasına indi. II. Murad da Osmanlı ordusu ile Kosova'ya geldi. 17-20 Ekim 1448'de Kosova Savaşı'nda Osmanlı ordusu János Hunyadi'nin yeni ordusu ile muharebeye başladı. Her iki orduda da ateşli silahlar kullanılmaktaydı. Fakat profesyonel Osmanlı ordusu ateşli silahları ve tabor tipi top arabalarını kullanmayı iyice öğrenmişti. Bu muharebede II. Murad toplar ve tabor tipi top arabalarıyla ve yeniçeri askeri ile orta kanattaydı. Oğlu II. Mehmed Anadolu eyalet askerleri ile sağ kanatta bulunmaktaydı. Osmanlılar saflarında Macarların yaptığı gibi çok sayıda tüfekli asker bulunmaktaydı. Macar kuvvetleri önce sağ ve sol kanatta Osmanlıları yenmeye başladılar. Ağır süvarileriyle Osmanlı orta kanadına yüklendiler. Ama bu Osmanlı tüfekli piyade yeniçerilerinin ve topçularının ateşini teksif etmelerine neden oldu. Gayet iyi eğitilmiş ve teksif edilmiş seri ateş eden tüfekçi yeniçerilerin gayretleri ile Macar süvarileri ağır zayiat verip geri itildiler. Bir kere daha yenilgiye uğradılar. Macar ordusunun yarısından çoğu ve özellikle Macar asilleri öldürüldü. Pek çok sayıda esir alındı. Çarpışmalar ertesi gün de sürüp Osmanlı ordusunun son taarruzu ile Macar ve müttefiklerinin ordusundan sona kalan ve hala direnişte bulunan savaşçı birlikler de tümüyle imha edildiler. Kaçabilenlerin çoğu da Kosova'ya inerken talan ettikleri Sırbistan'da intikam alan Sırplar tarafından öldürüldüler. Savaş meydanından kaçan János Hunyadi Sırp Despotu Yorgo Brankoviç askerleri tarafından yakalandı. Brankovic Janos Hunyadi'yi tutukladı. Serbest bırakmak için 100 bin altın florin fidye aldı; Macar Krallığı'nın işgal etmiş olduğu geleneksel Sırbistan toprakları tekrar Sırbistan idaresine verildi ve Hunyadi'nin vârisi olan oğlunun Brankoviç'in kızı ile evlenmesi için nişan yapılmasını Hunyadi kabul etti. Ancak bu şartlar gerçekleşince Sırp Despotu Brankoviç János Hunyadi'nin Macaristan'a dönmesine izin verdi.
1449'da Osmanlı akıncı güçleri Eflak üzerine hücuma gönderildiler.
1450'de oğlu II. Mehmet ile birlikte İskender Bey'e karşı Arnavutluk üzerine ikinci seferini düzenledi. Sefer dönüşü Edirne sarayda oğlu II. Mehmed, Dulkadir oğlu Süleyman Bey'in kızı Sitti Hanım'la evlendi ve bunun üzerine şaşaalı düğün eğlenceleri yapıldı ve bundan sonra çift Manisa'ya gönderildi.
Bu düğünden kısa bir müddet sonra 1451'de II. Murad dinlenmek üzere çekildiği Edirne'deki Tunca'daki bir adada felç geçirdi ve 3 Şubat 1451 günü öldü. Öldüğünde Cenazesi Bursa'ya götürüldü. Bursa'da Muradiye Camii'ndeki oğlu Alaaddin'in yanında gömülmesi vasiyeti üzerine onun yanına gömüldü ve sonradan üstü açık türbe yapıldı. Türbesinin üstünün açık olmasının sebebi Allah'ın rahmeti ve bereketinin üstüne yağmasını istemesidir.
Öldüğünde Osmanlı Devleti 1402 yılında aldığı darbeden tamamıyla kurtulmuştu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11857",
"len_data": 42230,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.35
}
|
Opeth, 1989 yılında İsveç'te kurulmuş progresif metal grubudur. Vokalist David Isberg tarafından kurulan grup yıllar içinde pek çok eleman değişikliği yaşamış, 1992'de Isberg'ün ayrılmasıyla birlikte grupta kurucu üye kalmamıştır. Isberg'ün ayrılmasının ardından grubun vokalisti ve ana söz yazarı Mikael Åkerfeldt olmuştur. Opeth; caz, progresif rock, geleneksel, blues, klasik müziği metal müzik ile harmanlar; bu harmanlara uzun ve tekrarı bol kompozisyonlarında yer verir. İlk zamanlarında death metal hatta black metal melodilerinin çok yoğun kullanıldığı çalışmalar yapmışken, özellikle Blackwater Park ve Deliverance albümlerinden sonra progresif etki hızla baskınlaşmıştır. Birçok parçada akustik gitar ve yumuşak vokal bölümlerinin yanı sıra, ani ve güçlü geçişler ile sert melodilere ve brutal vokallere rastlanır. İlk dört albüm boyunca nadiren sahneye çıkan grup, özellikle Blackwater Park albümünün ardından çıktıkları dünya turunda birçok ülkede sahne almıştır.
Opeth'in 13 stüdyo albümü, dört konser albümü (üçü DVD'li) ve iki kutulu seti bulunmaktadır. Grubun çıkış albümü "Orchid" 1995 yılında yayımlanmıştır. 2008'de yayımlanan "Watershed" albümü, ilk haftasında Billboard 200 listesinde 23. sıraya yerleşmiştir. Kasım 2009 itibarıyla grubun albüm ve DVD'leri dünya çapında 1,5 milyondan fazla satmış; SoundScan verilerine göre "Blackwater Park", "Damnation" ve "Deliverance" albümleri ABD'de toplam 300.000 satmıştır.
Tarihçe.
Kuruluş (1989–1993).
Opeth, 1990 yılında İsveç'in Stockholm şehrinde baş vokalisti David Isberg tarafından death metal grubu olarak kuruldu. Isberg, henüz 16 yaşında olan Eruption grubunun eski basçısı Mikael Åkerfeldt'ten gruba katılmasını istedi. Ertesi gün Åkerfeldt grupla beraber çalmaya geldiğinde, Isberg'in hâlihazırdaki basçı da dahil grup elemanlarından kimseye Åkerfeldt'in katılacağını söylemediği ortaya çıktı. Tüm grup elemanlarının dahil olduğu tartışmanın sonucunda Isberg ve Åkerfeldt, beraber yeni bir projede yer almak istediklerini belirterek ayrılma kararı aldılar. Bu yeni projede grup ismi Wilbur Smith'in "Sunbird" ("Güneşkuşu") adlı romanından alınmıştır. Bu romanda Opet adında bir "Ay Şehri" bulunur. Grup elemanları bunu türeterek "Opeth" isminde karar kılarlar.
Isberg ve Åkerfeldt; davulda Anders Nordin, basta Nick Döring ve gitarda Andreas Dimeo'yu gruba aldılar. Grubun yavaş ilerlemesinden rahatsız olan Döring ve Dimeo, ilk performanslarından sonra gruptan ayrıldılar. Bunun ardından Kim Pettersson ve Johan DeFarfalla bas ve gitarda yerini aldı. İkinci performanslarından sonra DeFarfalla Almanya'ya gitmek için grubu bıraktı ve onun yerine Åkerfeldt'in arkadaşı olan Peter Lindgren gruba alındı. Bir sonraki performanstan sonra Pettersson ve Isberg de grubu bırakma kararı aldı.
Åkerfeldt, son ayrılıklardan sonra vokaller üzerinde çalışmaya başladı ve üçlü,bir yılı yeni şarkılar yazarak geçirdi. Bu süreçte tipik death metal kalıplarından uzaklaştılar, davulda blast beatleri daha az kullandılar ve şarkılarında akustik gitar bölümlerine yer verdiler. Bu Opeth'in temel tarzının oturmaya başladığı dönemlere denk gelir.
"Orchid, Morningrise" ve "My Arms, Your Hearse" (1994–1998).
Opeth çıkış albümü Orchid'i 1994 yılında yapımcı Dan Swanö ile kaydetti. Yeni kurulan Candlelight Records'un yayımla ilgili problemleri yüzünden albüm 1995 yılının ortalarına kadar çıkmadı. Orchid albümü, progresif etkili death metalin sınırlarını ve insanların tepkilerini ölçtü, birçok eleştirmen tarafından başarılı ve farklı olarak değerlendirildi.
İngiltere'deki birkaç canlı performanstan sonra, grup stüdyoya geri döndü ve yeni bir albüm için çalışmalara başladı ve 1996 yılında Morningrise'ı yayımladılar. Sadece beş şarkıdan oluşan albüm neredeyse bir saattir. Bu albümden sonra grup tekrar turneye çıktı. Turnenin ilk ayağı İngiltere'de, ikinci ayağı ise İskandinavya'da Cradle of Filth'le beraber olmuştur. Bu turne sırasında grup Century Media Records'un dikkatini çekmiş ve bu sayede ilk iki albümlerinin Amerika'da da yayınlanmasını sağlamıştır.
Turneden sonra Åkerfeldt ve Lindgren kişisel sebeplerden dolayı, davulcu Nordin'den habersiz olarak DeFarfalla'yı gruptan çıkarmışlardır. Åkerfeldt Nordin'e haber verdiği sırada,Brezilya'da olan Nordin gruptan ayrılmaya karar vermiştir. Yeniden eleman arayışına giren grup, gazeteye verdikleri ilana cevap veren, eski Amon Amarth bateristi Martin López'i gruba kabul etmişlerdir. López, Opeth'le olan çıkışını Iron Maiden'ın Remember Tomorrow isimli cover parçası ile yapmıştır.
Ardından daha Century Media tarafından sağlanan daha büyük bir bütçe ile grup üçüncü albümü üzerinde çalışmaya başlamıştır. Çalışmalardan kısa süre önce Martin Mendez gruba basçı olarak alınmış ancak zaman sıkışıklığı nedeni ile basları Åkerfeldt kendisi çalmıştır.
My Arms,Your Hearse albümü 1998'de bu çalışmalar sonucu ortaya çıkmıştır ve grubun dünya çapında çıkardığı ilk albümdür. İnanılmaz bir beğeniyle karşılanan albüm Opeth'in çok daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan bir dönüm noktasıdır. Birçok dinleyici grubun bu albüm ile kendisini oturttuğu konusunda hemfikirdir. Progresif etki önceki albümlere nazaran azalmış, sözler ve melodiler sertleşmiştir. My Arms, Your Hearse, öldükten sonra dünyaya sevgilisini görmek için ruh olarak dönen bir adamın yaşadıklarını anlatmaktadır.
"Still Life" ve "Blackwater Park" (1999-2001).
Dördüncü albüm Still Life, 1999 yılında yayımlanır ve gerek yayımlanma amacı gerekse müzikal yapısı açısından,My Arms, Your Hearse ile aynı doğrultudadır. Candelight Records'un el değiştirmesi sebebiyle grup İngiltere'de Peaceville etiketi ile bilinen Music for Nations şirketi ile anlaşır ancak kullandıkları stüdyonun taşınması sebebiyle bu albümden önce yalnızca iki kez çalışma yapabilmiştir. Albüm kapağı tasarımındaki gecikme ve diğer tüm sorunlar nedeniyle, albüm bir ay geç çıkmıştır. Sözleşmedeki problemler yüzündense albüm Amerika'da 2001'e kadar yayımlanmamıştır.
Still Life; dini görüşleri yaşadığı yerdeki herkesten farklı olduğu için kovulan, ancak yıllar sonra geri gelen ve kaybettiği sevgilisini, Melinda'yı bulan bir adamın başına gelenleri anlatır. "Face of Melinda" parçası albümdeki en etkileyici parçalardan biri olarak değerlendirilir. Daha sonra Melinda ismini, Åkerfeldt kızına isim olarak seçecektir.
Birkaç konserin ardından Opeth tekrar çalışmalara başlar. Prodüktörleri bu sefer Porcupine Tree'den Steven Wilson'dır. Åkerfeldt verdiği röportajda, önceki iki albümlerinde elde ettikleri başarıyı elde etmek için stüdyoya girdiğinde bu sefer işinin zor olduğunu, ancak verdikleri emeğe kesinlikle değdiğini söylemiştir. Ayrıca bu albümde Steven Wilson'ın etkisi ve yardımları ile grup yaratıcılığını tekrar ortaya çıkarmıştır. Ve bu emeğin sonunda Blackwater Park ortaya,2001 yılında çıkar. Albüm,eleştirmenlerden tam not almıştır ve grup bu albümün ardından dünya turuna çıkmıştır. Bu turnede ilk kez Avrupa'ya yönelmişlerdir ve Almanya'da, Wacken Open Air festivalde altmış bin kişiye çalmışlardır.
"Deliverance" ve "Damnation" (2002-2004).
Blackwater Park turnesinden döndükten sonra Opeth sıradaki albümü için çalışmaya başlamıştır. Başta Åkerfeldt yeni çalışmaları kategorize edip bir araya getirmek konusunda sıkıntı çekmiştir: "Harcamak istemediğim ve emek verdiğim yumuşak parçalara rağmen,bugüne kadar yaptığımızdan çok daha sert bir şeyler yapmak istiyorum." demiştir. Åkerfeldt'in eski arkadaşı olan Katatonia'dan Jonas Renkse şarkıları, biri sert diğeri ise sakin tınıları sahip olan iki ayrı albüm halinde yayınlama önerisinde bulunmuştur.
Grup arkadaşlarına ve kayıt şirketine bile danışmadan öneriyi harika bulan Åkerfeldt; "Birazcık yalan söylemek zorunda kaldım... Onlara bu albümün çok kısa sürede ve tek bir albüme ayrılabilecek bütçe ile kaydedilebileceğini söyledim." demiştir. Yalnız bir provayla girdikleri kayıt sürecini Åkerfeldt "tarihlerinin en zor sınavı" olarak değerlendirmiştir. Şarkıların taslakları kaydedildikten sonra grup projeyi İngiltere'ye taşımıştır ve sert olan Deliverance albümü prodüktör Andy Sneap'le tamamlanmaya çalışılmıştır. Åkerfeldt, Sneap'in albümü ve kayıtları kurtardığını söylemiştir.
Deliverance, 2002'de dünya çapında yayımlanmış ve US Top Independent listesinde 19 numarada yer almıştır. Bu aynı zamanda grubun Amerikan listelerindeki ilk çıkışıdır.
Diğer albümden önce Stokholm'de tek bir konser veren grup, daha sakin olan ikinci albümlerin vokal kayıtları için tekrar stüdyoya girmiştir. Åkerfeldt iki albümün asla bitmeyeceğine inansa da, Deliverance ve Damnation albümleri toplamda yedi haftalık bir süreçte bitmiştir, bu Blackwater Park albümü için harcanan sürenin tamamı kadardır.
Damnation, 2003'te çıkmış ve US Billboard 200'de 192. sırada yerini almış, ayrıca Swedish Grammy'de "En iyi hard rock performansı" ödülünü almıştır.
Grup 2003-2004 senelerinde 200'e yakın sahne performansı ile en büyük turnelerini düzenlemiştir. İlk DVD olan Lamentations (Live at Shepherd's Bush Empire 200) 2 saatlik bir performans içerir ve bu konserde Damnation, Deliverance, Blackwater Park'tan şarkılar bulunur. Bu DVD'de ayrıca Deliverance ve Damnation'ın kaydıyla ilgili bir saatlik bir film de vardır.
Grup, Orta Doğu'da yapılan saldırıların yarattığı korku nedeniyle ekipleri olmadan Ürdün'de bir konser vermiştir. 6000 bilet satılan konserden sonra, Lopez Åkerfeldt'e panik atak rahatsızlığına dayanamadığını söyleyerek turneyi iptal etmek konusunda ısrar etmiştir. Daha önce de 2004'te, Lopez panik ataklarından dolayı Kanada'dan eve yollanmıştır. Grup turneyi iptal etmek yerine, sonraki konserlerde Lopez'in yerini, teknisyeniyle doldurma kararı almıştır. Lopez'in elinden geldiğince çabuk döneceğine söz vermesine rağmen, grup Gene Hoglan'a kendilerine eşlik etmesi için teklifte bulunmuştur. Ardından Lopez nihayet dönmüş ve Damnation ve Deliverance turunun son konseri olan Seattle konserine yetişmiştir.
Ayrıca Per Wiberg gruba turne sırasında klavyeci olarak katılmıştır. Bir yılı aşkın süre turnede kalan Opeth, sonunda eve dönmüş ve yeni bir albüm için tekrar çalışmaya başlamıştır.
"Ghost Reveries" (2005-2007).
Opeth'in Avrupa'daki etiketi olan Music for Nations'ın kapılarını 2005'te kapatmasının ardından,grup birçok şirketle görüşmüş ve sonunda Roadrunner Records ile anlaşmıştır. Bu haberin duyulmasından sonra Opeth'in birçok hayranı,Roadrunner Records'un sıradan rock ve metal grupları ile çalışması gerekçesiyle grubun daha fazla satmak için bu yola başvurduğunu iddia etmiştir. Åkerfeldt tepki göstermiş ve "Bu çok onur kırıcı bir şey,15 yıllık kariyerimizde birçok konser verdik ve albüm çıkardık,bu sürede ve emekte Opeth hayranlarının güvenilirliğini kazanamamış olmak utanç verici." demiştir.
2004'ün sonlarına doğru albümdeki parçaları yazmayı tamamlayan Opeth, üç haftalık bir provanın ardından kayıtlara başlamıştır. Yaklaşık üç ay süren bir çalışma sonucunda Ghost Reveries yayımlanmıştır. Amerikan listelerinde 64,İsveç'te 9. olan albüm, grubun başarısının arttığının göstergesidir.
2006 yılının ortalarında Martin Lopez, Opeth'ten ayrıldığunu resmen duyurmuştur. Gerekçe olarak sağlık sorunlarını gösteren Lopez'in yerine,Martin Axenrot geçmiştir.
Aynı yıl Gigantour kapsamında Megadeth'le aynı sahneyi paylaşan grup,aynı yıl bonus olarak Deep Purple'dan Soldier of Fortune cover'ını içeren albümün farklı bir versiyonunu tekrar yayınlamıştır. Bu versiyonda aynı zamanda 5.1 Surround sesle mikslenmiş bir DVD vardır.
2006'nın sonlarında, Camden Roundhouse'da yapılan konser kayıtlarını da içeren, çifte bir konser albümü olan The Roundhouse Tapes çıkmıştır.
Mayıs 2007'de Peter Lindgren, grupla geçen 16 yılından sonra ayrılma kararı aldığını açıklamıştır. "Bu hayatımda yaptığım en zor seçimdi ama şu noktada sanırım doğru olan bu." demiştir. "Birkaç kişiden oluşan ve zamanla pişen,dünya piyasasında kendine yer etmiş bir grupla çalmak için gereken ilgi ve ilhamımı kaybettiğimi düşünüyorum." diyerek gruptan ayrılmıştır.
Bu ayrılıktan sonra,eski Arch Enemy gitaristi Fredrik Åkesson gruba alınmıştır. Åkerfeldt şöyle açıklamıştır: "Peter'ın gidişinden sonra aklımıza gelen tek isim Fredrik'ti ve bence İsveç'teki en iyi üç gitaristten biri Fredrik. Birbirimizi yaklaşık dört yıldır tanıyoruz ve onun da bize ayak uydurabilecek tecrübeye sahip olduğunu biliyoruz."
"Watershed" (2008-2010).
Ghost Reveries albümünün ardından çıktıkları 200 konserin ardından, grup Kasım 2007'den Ocak 2008'e kadar stüdyoda kalmış, üçü cover olmak üzere on üç şarkı kaydetmiştir. Albümün bitmiş halinde yedi yeni şarkı vardır. Haziran 2008'de çıkarılan albümü Åkerfeldt "biraz daha enerjik" olarak tanımlamıştır.
Bu albümün ardından grup UK Defenders of the Faith kapsamında Arch Enemy ile, Wacken Open Air'de, Progressive Nation'da Dream Theater ile birlikte sahne almıştır. Watershed grubun listelerde en çok başarı yakaladığı albümdür, US Billboard 200'e 23 numaradan giriş yapmıştır.
Dünya turuna çıkan grup birçok ülkede sahne almıştır fakat İspanya'da ve Brezilya'daki konserler, Burning Live Festival'in iptal olmasıyla yapılmamıştır. Ayrıca turne kapsamındaki dört günde su çiçeği geçiren Mikael, bu süre zarfındaki 2 konseri de iptal etmek zorunda kalmıştır. Oluşan boşlukta, Satyricon iki konser vermiştir. Sonraki iki ayda Opeth Kuzey Amerika'da High on Fire, Baroness ve Nachmystium'la sahne almıştır. Yılın geri kalanında Avrupa'ya dönmüş ve Cynic ve The Ocean ile beraber turneyi bitirmişlerdir.
Opeth, God of War III için The Throat of Winter isimli bir soundtrack çıkarmıştır. Åkerfeldt şarkıyı "garip" ve "çok metal değil" şeklinde tanımlar.
20. yıl kutlamaları kapsamında Opeth, "Evolution XX: An Opeth Anthology" adında,6 ayaktan oluşan bir turne düzenlemiştir. Bu turnede Blackwater Park albümü bütünlüğü bozulmadan performe edilmiş ve daha önce çalınmamış bir sürü şarkı çalınmıştır.
Åkerfeldt 20. yıl için: "Buna inanamıyorum ama evet, 20. yılımızı kutluyoruz. 16 yaşından beri bu gruplayım, bu delilik!" demiştir.
"Heritage" (2011-2013).
Eylül 2010'da Åkerfeldt yeni bir albüm hazırlığında olduğu müjdesini vermiştir. Resmi web sitelerinde 31 Ocak'ta yeni albümün kayıtlarına başladıklarını duyuran grup, Jens Bogren ve yine Porcupine Tree'den Steven Wilson'la çalışacağını belirtmiştir. Mart ayının sonlarında Steven Wilson albümün miksajının tamamlandığını duyurmuştur.
Albümde, Opeth tamamen tarz değişikliğini gitmiştir. Heritage, brutal vokal ve progresif death metal ögelerinden tamamıyla arındırılmış, saf progresif rock albümüdür. Bu yüzden hayranlarının bir kısmı bu değişimi çok sevse de bir kısmı tepki göstermiştir. Akerfeldt ise durum için "Ben Orchid albümü için çalıştığım sıralarda death metal dinlemeyi bırakmıştım. Artık eskisi gibi bir şey beklemeyin." demiştir.
Grubun onuncu albümü Heritage, grubun klavyeci Per Wiberg ile kaydettiği son albümdür. Nisan 2011'de Wiberg, grupla karşılıklı anlaşarak yollarını ayırdıklarını söylemiştir. Eylül 2011'de yayımlanan albümden sonra Joakim Svalberg'in gruba daimi olarak alındığı duyurulmuştur.
Opeth, Katatonia ile beraber çıktıkları dünya turu kapsamında; Japonya, Yunanistan ve Güney Amerika'ya gitmiştir.
"Pale Communion" (2014).
Heritage albümü çıktıktan sonra birçok konser veren grup, Ağustos 2012'de 11. albümleri için Steven Wilson'un prodüksiyonuyla birlikte tekrar çalışmaya başlamıştır. Akerfeldt, bu albüm için "Ben bu albümde daha melodik bir şeyler yapmak istedim. Bu yüzden albümün genelinde güçlü melodilerle birleşmiş güçlü bir vokal var." demiştir. Ayrıca bu albüm Svalberg'in gruptaki ilk albümüdür.
6 Mayıs 2014'te albümün ilk single'ı olan Cusp of Eternity'nin yayınlanması planlanıyordu. Fakat bazı teknik problemler nedeniyle ertelendi. Roadrunner Records ise bu konuda bir açıklama yapmayarak Opeth hayranlarını kızdırmıştı. Albümün tamamının 17 Haziran'da yayınlanacaktı. Fakat bu da ertelendi.
Albüm nihayet 25 Ağustos 2014'te yayınlandı. Bu albüm, Heritage'ye göre daha derli topludur fakat müzikal açıdan aynı doğrultudadır. Albümde sıkça yaylı enstrumanlar kullanılmıştır. Heritage'deki gibi bu albümde de hiç brutal vokal yoktur.
"Sorceress" ve "In Cauda Venenum" (2016–2020).
15 Haziran 2016'da, Nuclear Blast Entertainment, Opeth'le kontrat imzalandığını açıkladı. Üç gün sonra, 18 Haziran'da Opeth, yeni albümleri "Sorceress" için 30 saniyelik bir teaser yayınladı. Bir ay sonra, 18 Temmuz'da, grup, görsel yapıt ve parça listesini ortaya çıkarmanın yanı sıra 30 Eylül'de albümün çıkarılacağını doğruladı. Mikael Åkerfeldt, "İyi bir küçük kayıt. Şu an diskografideki favorim. Tabii ki. Olması gereken bu, değil mi? Hem taze hem de olgun, hem ilerici hem de yeniden düzenlenmiş. Ağır ve sakin. Tam sevdiğimiz gibi." şeklinde albümü nitelendirdi. Albüm, Opeth ve Nuclear Blast arasındaki ortak girişim olan Moderbolaget Records'un ilk projesiydi. Moderbolaget, İsveççede "ana kuruluş" anlamına gelir.
25 Temmuz 2016'da, albümün yayımlanmasına yönelik olarak grup, ilk, Sorceress: Stüdyo Raporu'nu YouTube kanallarında yayınladı. Sahne arkasındaki stüdyo turunda, grubun daha önce "Pale Communion"'u kaydettiği Rockfield Studios'a geri döndüğü doğrulandı. Videonun sonunda, çok az ayarlanmış gitarların bulunduğu albümden olduğuna inanılan bir parçanın 20 saniyelik bir kısmı vardı. 1 Ağustos 2016'da grup, YouTube kanallarında 'Sorceress' başlıklı parça için bir lirik video yayınladı. Opeth, 4 Eylül 2016 tarihinde, YouTube kanalı ve web sitesi aracılığıyla, 'Will O the Wisp' başlıklı ikinci tekli için bir şarkı sözü videosu yayınladı. Opeth'in "Era" adlı videosu, Progressive Music Awards yarışmasında "Yılın Videosu" ödülüne layık görüldü, nihayetinde "Uluslararası Yılın Grubu" ödülünü kazandı.
2 Ekim 2017'de Åkerfeldt, 2019'un ortalarından itibaren yayınlanabilecek bir sonraki stüdyo albümü için "kıvrımlı" ve farklı bir şeyler yapmayı düşündüğünü söyledi. 20 Kasım 2017'de gitarist Fredrik Åkesson, önümüzdeki aylarda 2018 yaz festivaline kadar grubun konserlerinin olmayacağını belirtti. Bu mola sırasında grup yeni albüm için şarkı yazmaya odaklanacaktı. 11 Temmuz 2018'de FaceCulture ile yapılan röportajda Åkesson, "Şimdiye kadar çok fazla solo kaydettim ve Mikael Åkerfeldt yeni albüm için neredeyse 12 şarkı yazdı, bu yüzden bir albüm için fazlasıyla materyalimiz var" dedi. 22 Mayıs 2019'da, grup on üçüncü stüdyo albümü "In Cauda Venenum"'un (Latince'de "Kuyruktaki Zehir") 27 Eylül 2019'da piyasaya sürüleceğini duyurdu. Albümü hem İsveççe hem İngilizce yayınlamaya karar veren Opeth, 12 Temmuz 2019'da "Heart In Hand" adlı ilk tekli'yi piyasaya sürdü.
Axenrot'un ayrılışı ve gelecek olan 14. stüdyo albümü.
16 Kasım 2021'de, uzun zamandır davulcu olan Martin Axenrot'un çıkar çatışmaları ve aşı olmayı reddetmesi nedeniyle gruptan ayrıldığı ve Kuzey Amerika turu için Sami Karppinen'in onun yerine geçtiği açıklandı. 9 Eylül 2022'de, daha önce Paradise Lost ve Alexi Laiho'nun projesi Bodom After Midnight'ta yer alan Waltteri Väyrynen'in grubun yeni davulcusu olduğu duyuruldu.
Müzik tarzı ve etkileri.
Opeth'in soundunu, Opeth'in ana söz yazarı ve bestecisi olan vokalist/gitarist Mikael Åkerfeldt yönlendiriyor. Mike ise genç yaşta 1970'lerin progresif rock grupları King Crimson, Yes, Genesis, Camel, PFM, Hawkwind ve Gracious'tan ; Iron Maiden, Slayer, Death, Black Sabbath, Deep Purple, Celtic Frost, King Diamond, Morbid Angel, Voivod, ve en önemlisi Judas Priest gibi ağır metal gruplarından etkilenmiştir. Åkerfeldt, Judas Priest'in "Sad Wings of Destiny" (1976) albümünü tüm zamanların en iyi metal albümü olarak görüyor ve bir zamanlar sadece Judas Priest dinlediğini belirtiyor. Åkerfeldt, Opeth konserleri öncesinde ısınırken sık sık Judas Priest'in üçüncü albümü "Sin After Sin'den" (1977) "Here Come the Tears" şarkısını söylüyor. Åkerfeldt, daha sonra progresif rock ve folk müziği keşfetti; bunların her ikisi de grubun soundu üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştur.
Opeth'in kendine özgü sesi death metali progresif rock ile harmanlıyor. AllMusic'ten Steve Huey, Opeth'in tarzından "epik, progresif death metal" olarak bahsediyor. Blabbermouth'tan Ryan Ogle, Opeth'in sesini "folk, funk, blues, 70'ler rock, goth ve diğer birçok tuhaf sesleri kendine özgü progresif death tarzına dahil eden" olarak tanımladı. AllMusic'ten Eduardo Rivadavia, Opeth'in 2001 yapımı Blackwater Park albümü için yaptığı incelemede, "Parçalar görünüşte keyfi bir şekilde başlayıp bitiyor, genellikle akustik gitar ve solo piyano geçişleri, ambiyanslar, stoner rock ritimleri ve Doğu esintili melodiler de dahil olmak üzere geniş müzikal bir coğrafyaya yayılıyor" ifadelerini kullandı. Åkerfeldt, Opeth'in müziğinin çeşitliliği hakkında şu yorumu yaptı:
Son zamanlarda Opeth death metal sesini terk ederek daha yumuşak bir progresif rock sound'una kaydı. "Heritage" hakkında konuşurken gitarist Fredrik Åkesson şunları söyler:
Åkerfeldt vokal olarak, geleneksel death metal vokalleriyle ağır bölümler arasında geçiş yaparken daha yumuşak pasajlarda temiz, bazen ise fısıldayan veya yumuşak konuşulan vokaller kullanıyor. İlk kayıtlarda death metal'e özgü vokaller baskındı, ancak daha sonraki çalışmalarda daha temiz vokaller kullanıldı; "Damnation, Heritage, Pale Communion, Sorceress" ve "In Cauda Venenum" albümlerinde sadece temiz vokaller yer alıyor. Rivadavia, "Åkerfeldt'in vokalleri, her bölümün ruh haline bağlı olarak, bağırsakları çalkalayan homurtulardan tüyler ürpertici güzellikteki melodilere kadar geniş bir yelpazede yer alıyor." demiştir.
Miras.
Bir dizi sanatçı ve grup Opeth'i etki olarak göstermiştir; bunların arasında Mayan (Epica'dan Mark Jansen'in bir projesi), Gorguts'tan Luc Lemay, Soen (eski Opeth davulcusu Martin Lopez'in grubu), Leprous'tan Tor Oddmund Suhrke, Disillusion, Caligula's Horse, Klimt 1918, Ahab'dan Daniel Droste, Becoming the Archetype, Nucleus Torn, Kauan'dan Alex Vynogradoff, Wastefall, The Contortionist'ten Eric Guenther, Thomas MacLean ve To-Mera, The Man-Eating Tree, Nahemah, Obiymy Doshchu'dan Vladimir Agafonkin, Schizoid Lloyd, Native Construct, Catuvolcus'tan Maxime Côté, Bilocate, ve Jinjer bulunur.
Buna ek olarak, Steven Wilson, Seven Lions, John Petrucci, Mike Portnoy, Ihsahn, Epica'dan Simone Simons, Kamelot'tan Oliver Palotai, Fates Warning'den Jim Matheos, ve Haken gibi diğer sanatçılar da Opeth'in çalışmalarına hayranlıklarını ifade etti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11860",
"len_data": 22191,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.48
}
|
Demokrat Parti, 7 Ocak 1946'da kurulan, kurulduğu yıl yapılan seçimlerde azınlıkta kalıp 4 yıl sonra yapılan seçimlerde (14 Mayıs 1950) 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren Türk siyasi partisi olarak bilinir. Sırasıyla 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini kazanmış ve 10 yıl boyunca iktidar olmuştur. Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile iktidardan düşürülmüş ve 29 Eylül 1960'ta kapatılmıştır. Demokrat Parti'nin kısaltması DP olarak yazılmaktadır.
Tarihçe.
Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı arası geçen yıllarda, dünyada faşizm ve otoriter yönetimler güçlenmekteydi. 1924 ve 1930'da iki defa çok partili demokratik yaşama geçmeyi deneyen Türkiye, bunda başarısız olunca, özellikle 1930'dan sonra iktidarı elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi devlet ile özdeşleşmeye başladı. Parti ilkeleri anayasaya girince (1937) bu süreç doruk noktaya ulaştı. CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1938'de hayatını kaybedince yerine seçilen İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı başlayınca, eski devrin küskünlerini de etrafında toplayarak ülkede, savaş günleri sırasında alınan kararlara muhalif olabilecek bir kitlenin oluşmasına engel oldu.
Savaşın özellikle ekonomiyi kötü yönde etkilemesi, büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkması, sermayenin belirli ellerde toplanmasını kolaylaştırdı ve bu, bir kent burjuvazisi oluşturdu. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri arzı kendileri kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında arzdaki daralma enflasyonu ve hayat pahalılığını artırdı. İktidarın önlem olarak düşündüğü çözümlerden ilki Varlık Vergisi oldu. Devlet tarafından salınan ağır vergileri ödeyemeyen bütün iş adamları Aşkale'ye gönderilerek orada taş kırmak gibi işlerde amele olarak kullanıldı. Keyfi uygulamalara sebep olan bu vergi kent burjuvazisini iktidara cephe almaya itti. Diğer önlem ise Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'ydu. Bu kanunla büyük toprak sahiplerinin toprakları bölünerek, küçük çiftçiye destek sağlamak hedefleniyordu. Ancak bu, devletin Türkiye'deki bütün arazilerin zaten %70'ten fazlasına sahip olduğunu bilen toprak sahiplerini muhalefet saflarına kanalize etti. İsmet İnönü'nün devletçilik uygulamaları sonucu oluşan ekonomik darboğaz zaten toplumu da aynı yöne iletmiş durumdaydı.
II. Dünya Savaşı 1945'te demokrasilerin zaferi ile son bulduğunda Türkiye bu durumdaydı. Aynı zamanda savaşın sonlarına doğru ülkede özellikle basın ve aydın çevrelerde, demokrasi arzusu artık yüksek sesle dillendirilir olmuştu. Bir yandan da II. Dünya Savaşı'nın galiplerinden olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin lideri Stalin, Türkiye'den Kars, Ardahan ve Artvin'i istiyordu. SSCB'ye karşı Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'a yaklaşan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1945 günü yaptığı konuşmada bu arzuya yeşil ışık yaktı. Zaten TBMM içinde muhalefet, 1945 bütçe görüşmelerinde su yüzüne çıkmıştı. Mustafa Kemal Atatürk'ün son başbakanı Celâl Bayar, Adnan Menderes, Feridun Fikri Düşünsel, Yusuf Hikmet Bayur, Emin Sazak bütçeye red oyu verdiler. Asıl kırılma Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşülürken ortaya çıktı. Tasarının 17. ve 21. maddeleri tartışılırken Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Emin Sazak sert eleştiriler dile getirdiler. Bu yasanın görüşüldüğü günlerde Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan, CHP Grubu'na Dörtlü Takrir adlı bir önerge verdiler. Önerge ülke ve parti yönetiminde özgürlükçü bir anlayış içeren düzenlemeler yapılmasını öngörüyordu. Ancak Dörtlü Takrir reddedildi (12 Haziran 1945). Bunun üzerine, Menderes ve Köprülü o günkü "Vatan" gazetesinde CHP iktidarına karşı o güne değin örneğine rastlanmayan sertlikte yazılar yazmaya başladılar. Sonuç olarak Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden ihraç edildiler (Eylül 1945). Aynı gruptan olan Celâl Bayar ise önce milletvekilliğinden sonra da CHP'den istifa etti. Celâl Bayar, 1 Aralık 1945'te parti kuracaklarını açıkladı. İnönü tarafından Çankaya Köşkü'ne çağrılan Bayar, cumhurbaşkanından gerekli desteği aldıktan sonra 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti (DP) kuruldu.
Muhalefet dönemi (1946-1950).
Demokrat Parti programını iki esas etrafında şekillendirmişti: liberalizm ve demokrasi. Cumhuriyet Halk Partisinin ekonomi politikası olan devletçiliğin aksadığı yönler vurgulanarak CHP'ye karşı çıkılmaktaydı. Demokrat Parti üzerinde daha önceki acı tecrübelerin yarattığı ilk kuşkular dağıldığında büyük kitlelerin DP'yi desteklediği görüldü. Bunu şüphesiz iktidardaki CHP de görmekteydi. Meclis tek dereceli seçim kanununu ve 21 Temmuz 1946'da seçimlerin yapılmasını kabul ederek dağıldı. DP başta seçime katılıp katılmama konusunda kararsız kalsa bile katılmaya karar verdi. Bunun üzerine iktidar basın kanununda değişikliğe gitmeye karar verdi. İktidarın basın üzerindeki baskısı daha da arttı. Bozuk olan ekonomide dış ödeme dengesinin bozulması sonucu 7 Eylül 1946'da Türk lirasının değeri düşürüldü. Bu olay DP'ye daha çok prim kazandırdı ve iktidarın güç yitirmesine neden oldu. 1947'de bütçe görüşmeleri sırasında Başbakan Recep Peker ile DP'liler arasında sert tartışmalar yaşandı. DP, TBMM'yi terk etti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün araya girmesi ile sorun aşıldı.
7 Ocak 1947'de DP ilk kurultayını yaptı. Bu toplantıda özgürlük ve demokrasi arzuları bir defa daha vurgulanırken bunları içeren Hürriyet Misakı kabul edildi. Bunun üzerine iktidar tarafından DP'ye sert hücumlar başladı. Haziran ayında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar arasında bir dizi görüşmeler yapıldı ve sonunda İnönü 12 Temmuz 1947'de 12 Temmuz Beyannamesi'ni yayınladı. Beyannamede İnönü, siyasal partilerin Türk demokrasisinin vazgeçilmez unsurları olduğunu vurguladı. Başbakan Recep Peker ayrıldı ve yerine Hasan Saka getirildi.
DP içerisinde bu yumuşama ve iktidarla düzeltilen ilişkiler tepki çekti ve bunun güdümlü demokrasi olduğunu öne süren bir grup partiden ayrıldı. Bu grubu oluşturan Fevzi Çakmak, Yusuf Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan ve Yusuf Kemal Tengirşenk, 20 Temmuz 1948'de Millet Partisini (MP) kurdu. Böylece 12 Temmuz Beyannamesi ile hem Cumhuriyet Halk Partisi hem de DP, sertlik ve otoriteryanizm yanlısı gruplardan kurtulmuş bulunuyordu. DP, 17 Ekim 1948'de ara seçimlere, seçime güven duymadığı için MP ile birlikte katılmadı. 16 Ekim 1949 ara seçimlerinde de bu tavrını sürdürdü.
DP ikinci büyük kurultayını 20 Haziran 1949'da yaptı. Seçimlerde milletvekili adaylarının %80'ini örgütün saptaması kabul edildi. Bu kurultayda seçimlerde alınan oylara sahip çıkılmasını içeren Millî Teminat Andı kabul edildi. Ancak iktidar bu anda "Millî Husumet Andı" adını taktı. 16 Şubat 1950'de gizli oy, açık tasnif ve yargı denetimini kabul eden, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan bir Yüksek Seçim Kurulunu öngören seçim yasası kabul edildi. DP bu kanuna çok çabalamasına rağmen nispi temsil ilkesini koyduramadı. Bu şartlar altında Türkiye, 14 Mayıs 1950 seçimlerine gitti.
Seçim sonuçlarını takip eden 22 Mayıs 1950 tarihinde TBMM'de yapılan oylamada Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Refik Koraltan da meclis başkanı seçilmiştir. Öte yandan Demokrat Parti'nin genel başkanı olarak da Adnan Menderes seçilmiş ve hükûmeti kurma ile görevlendirilmiştir (Aslan, 2014: 40). Bundan sonraki süreç, Demokrat Parti'nin iktidar süreci olarak devam etmiştir. Demokrat Parti dönemi olarak nitelendirilen 1950-1960 yılları arası iç ve dış siyasette çok önemli gelişmelerin yaşandığı önemli bir dönem olarak tarihte yerini almıştır
İktidar dönemi (1950-1960).
1950 seçimleri.
14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi. 1923'ten beridir tek başına ülkeyi idare eden Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı halk oyu ile Demokrat Parti'ye devredecekti. Seçim sonuçlarına göre DP %52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazanmıştı. CHP %39.4 ile 69 milletvekili ile temsil edilme hakkı kazandı. Millet Partisi 1, bağımsızlar 9 milletvekiline sahip oldular. Mustafa Kemal Atatürk'ten sonra 11.5 yıldır cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan İsmet İnönü artık ana muhalefet lideriydi. 22 Mayıs 1950 günü TBMM açıldı. Refik Koraltan başkanlığa seçildi. Ardından yapılan cumhurbaşkanlığı oylamasında DP Genel Başkanı, İzmir milletvekili Celâl Bayar 453 milletvekilinin katıldığı oylamada 387 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi. Hükûmeti kurmakla DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes görevlendirildi. Aynı gün Menderes kendisinin ilk, Cumhuriyet'in 19. Hükûmeti'ni kurdu. 2 Haziran'da güvenoyu aldı. 9 Haziran 1950'de DP Genel İdare Kurulu Adnan Menderes'i genel başkanlığa seçti. Dünyada belki çok nadir görülen bir olay gerçekleşmişti. Uzun yıllar boyu ülkeyi kendi otoritesi ile yöneten iktidar, tamamen serbest, hür, kansız ve hilesiz bir seçim ile yerini bir başka partiye bırakmıştı. Bu yüzden 1950 seçimleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Beyaz ihtilal olarak adlandırılmıştır.
Hükûmet programında devri sabık yapılmayacağı belirtilerek, 27 yıllık dönemin hesabını sormaya kalkmayacağı açıklandı. Ancak DP'nin yasal anlamda ilk çalışması Arapça ezan yasağını kaldırmak oldu. Radyoda dini yayınlar yapılması ve mevlit yayınlanması üzerindeki yasaklar kaldırıldı.
II. Dünya Savaşı boyunca başarılı bir biçimde yürütülen tarafsızlık politikası, uygun dış ticaret ilişkileri geliştirmişti. Bu yüzden DP iktidarı ilk yıllarında dış kredi kaynakları bulmada başarılı oldu ve bunlardan yararlandı. Ayrıca savaş boyunca Merkez Bankası rezervleri de altın ve döviz bakımından iyi bir seviyeye ulaşmıştı. Kore Savaşı'na asker gönderilmesi ve böylece NATO'ya giriş vizesinin alınması uluslararası koşulları Türkiye'nin lehine çeviriyordu. Tarım ürünlerinin dış pazarda uygun fiyatlardan müşteri bulması ve Marshall Planı çerçevesinde dışarıdan gelen para bu ilk dönemde ciddi bir iktisadi ferahlama getirdi. Tarımda makineleşme sağlandı. Karayolları politikasına hız verildi, köyler kasabalara kasabalar da kentlere hızlı bir biçimde bağlanmaktaydı.
Kitlelerin II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan yoksulluğu henüz unutmamış olması DP'ye olan sempatiyi daha da artırdı. ABD ve Dünya Bankası raporları çerçevesinde hazırlanan iktisadi programlar ile liberal bir ekonomik anlayışın tüm alanlarda hakimiyetine çalışıldı. Ancak KİT'lerin de büyümesi sağlandı. DP özel girişimciliği KİT'ler kanalı ile desteklemiştir. Hammadde ve aramalı transferinin KİT eli ile yapılması sağlandı. Tarım kalkınmanın en önemli aracı olarak görüldü ve bir taraftan uygun fiyatta pazar politikası bir taraftan da çağdaş girdiler kullanılması yoluna gidildi. Bunda başarılı da olundu.
Kore Savaşı'na bir tugay gönderilmesi kararı sonrası 1952'de Türkiye NATO'ya girdi. Ekonomik alanda bir rahatlama devresi yaşanırken ve DP'nin halkla ilişkileri de yolundayken ana muhalefet CHP'nin üzerine gidildi. 1953 yılında CHP malları hazineye devredildi. Halkevleri kapatıldı. 1945 sonrası CHP döneminde kapatılmaya başlanan köy enstitüleri 28 Ocak 1954'te tamamen kapatıldı. 1954'te laiklikten uzaklaştığı gerekçesiyle MP kapatıldı.
1954 seçimleri.
1950 seçimleri sonrasında ülkede yaşanan ekonomik ferahlama, II. Dünya Savaşı yıllarının üzerinden pek az bir süre geçmesi nedeniyle büyük önem kazanmaktaydı. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi, 1950-1954 yılları arasında özellikle ekonomik anlamda DP icraatlarına eleştiriler getirdi ancak ortaya çözüm olarak kabul edilebilecek bir öneri sunamadı. Bu koşullar altında gidilen 2 Mayıs 1954 seçimlerinde Demokrat Parti gücünü iyice artırdı. DP 5,3 milyon oy alarak, Türkiye genel seçimleri tarihinde kırılamamış bir oy rekoru kırdı. Bu oy miktarı toplam oyların %56,6'lık kısmı demekti. DP 503 milletvekilliği kazandı. 3,1 milyon (%34,8) oy alan CHP sadece 31 milletvekili kazanabildi. Arada sadece 2 milyon oy fark olmasına rağmen milletvekili sayıları arasında bu kadar fark olmasının sebebi, 1950 seçim kanunu değişikliğinde CHP'nin değişmesini istemediği çoğunluk sistemidir. Seçimlerde bu sonuçların ortaya çıkmasının ardından TBMM, 17 Mayıs 1954'te açıldı. Celâl Bayar 513 milletvekilinin katıldığı oylamada 486 oy alarak bir defa daha cumhurbaşkanlığına seçildi. Adnan Menderes üçüncü kabinesini kurdu. Bu kabine cumhuriyet tarihinde günümüze kadar en yüksek güvenoyunu almış kabinedir.
İkinci iktidar döneminde, iktidar ile muhalefet arası gerginleşti. Ekonomide olumsuz gelişmeler görüldü. İktidar baskılarını daha da artırdı. Parti içindeki anlaşmazlıklar partinin bölünmesine ve 20 Aralık 1955'te Hürriyet Partisi'nin kurulmasına yol açtı.
1957 seçimleri.
Ekonomide yaşanan darboğaz ve siyasi çalkantılar nedeniyle DP seçimleri 1 yıl önceye aldı. 27 Ekim 1957 günü yapılan seçimler öncesinde kampanya oldukça sert geçti. Seçimler iktidarı zayıflattı, muhalefetin elini güçlendirdi. Seçimler öncesinde muhalefetin seçimlere bir cephe halinde girmesini engelleyen DP, yine de oy kaybından kurtulamadı. Sonuçlara göre DP %47.9 oyla 424 milletvekili çıkardı. Bu milletvekili sayısında çoğunluk sisteminin etkisi büyüktür. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi ise oyların %41.1'ini alarak 178 milletvekili aldı. Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ve Hürriyet Partisi) dörder milletvekilliği aldılar. Rivayete göre Adnan Menderes, dakika dakika değişen seçim sonuçları nedeniyle bir ara "Allah'ım bir daha bana böyle bir seçim gecesi yaşatma" demiştir. 1950 ve 1954 seçimlerinden sonra ilk defa muhalefetin oyu iktidarın üzerine çıkmıştı. Muhalefete göre DP artık azınlığın iktidarıydı. Seçimler sonrasında da gerginlikler sürdü. TBMM Kasım ayında açıldı. Celâl Bayar 610 milletvekilinden 413 DP milletvekilinin katıldığı oylamada 413 oy alarak üçüncü defa cumhurbaşkanlığına seçildi. Adnan Menderes beşinci hükûmetini kurdu ve güvenoyu aldı.
1957 seçimlerinden sonra siyasi ortamda sertlik günden güne daha da artmaya başladı. 1958 yılında, dış ödemeler dengesindeki bozukluk alınan dış borçları ödenemez hale getirmişti. Türkiye'nin borçlandığı ülkeler arasında kurulan bir konsorsiyum ile varılan mutabakat ile 4 Ağustos 1958'de ekonomik istikrar tedbirleri yürürlüğe girdi. Yapılan devalüasyon ile Türk lirasının değeri yeniden belirlendi. Dolar kuru 2,80 liradan 9,02 liraya çıktı. Bu tedbir dış ödeme dengesini biraz olsun sağladı ise bile yaşanan ekonomik durgunluk, zamları, işsizliği ve iflasları da beraberinde getirmişti. Ağustos 1958, DP ve Cumhuriyet Halk Partisi gruplarının karşılıklı bildirileri ile geçti. İhtilal sözleri dolaşmaya başladı. Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes 12 Ekim 1958'de Manisa'da yaptığı konuşmada, kin ve husumet cephesi olarak tanımladığı muhalefetin oluşturduğu Güç Birliği Cephesi karşı bir Vatan Cephesi kurulması gerektiğini vurguladı. Radyolardan Vatan Cephesi'ne katılanların adları okunmaya başladı.
Bu arada 1955 yılından beridir ağır ağır ilerleyen Kıbrıs Sorunu da kendini gösterdi. Kıbrıs'ta EOKA örgütü Türkler üzerinde baskı yapmaya başlamıştı. Türkiye adanın bölünmesinden yani o günlerin deyimi ile Taksim edilmesinden yanaydı. 1958 başlarında adada bulunan İngiliz askerler Türkler'e ateş açınca büyük bir tepki ortaya çıktı. Türkiye ayağa kalktı. Haziran ayında İstanbul'da 300 bin kişilik bir miting yapıldı ve Türkiye'nin isteği güçlü bir biçimde vurgulandı: "Ya Taksim, Ya Ölüm". Ankara'da da benzer gösteriler yapıldı. Nihayet 19 Şubat 1959'da Zürih ve Londra Antlaşmaları ile sorun bir süreliğine aşılmış oldu. Başbakan Menderes bu antlaşma için Londra'ya giderken uçağı düştü. 14 kişinin öldüğü kazada başbakana herhangi bir şey olmadı.
Ekonomide ve dış politikada bunlar yaşanırken iç politikada muhalefete yönelik baskılar da artıyordu. CHP'nin yayın organı Ulus Gazetesi başta olmak üzere muhalefete destek veren birçok gazete aralıklarla kapatılıyordu. Mayıs 1959'da CHP lideri İsmet İnönü Uşak'ta saldırıya uğradı. İzmir'de, İstanbul'da ve Ankara'da CHP liderine saldırılar oldu.
Türkiye bu kargaşa ortamı içerisinde 1960 yılına doğru ilerlerken 31 Temmuz 1959'da Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (sonradan "Avrupa Birliği" adını alan uluslararası örgüt) üye olmak için başvurdu.
27 Mayıs Darbesi.
İktidar ve muhalefet arasındaki kavga 1960 yılından itibaren artık en yüksek haline ulaşmıştı. CHP Genel Başkanı'nın yurt gezileri engellenmek isteniyor, muhalif yazarlar tutuklanıyor basın sansürleniyordu. CHP'yi ihtilal hazırlığı içerisinde olmakla suçlayan iktidar, Nisan ayında basını ve muhalefeti soruşturmak amacı ile, gazete kapatmaktan, muhalif düşüncede olanları tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahip bir Tahkikat Komisyonu kurdu. Bunun karşısında mecliste söz alan muhalefet lideri İsmet İnönü bunun demokratik rejim yolundan çıkıp bir baskı rejimi yoluna girmek olduğunu belirtti ve o ünlü sözünü söyledi: "Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam". Ancak 27 Nisan 1960 günü Tahkikat Komisyonu yasal olarak kuruldu. İnönü'ye 12 oturum TBMM toplantılarına katılmama cezası verildi. Olaya tepki gösteren CHP Grubu meclisten zorla çıkartıldı.
Meclisteki kargaşa sokağa taşmakta gecikmedi. 28-29 Nisan 1960'ta İstanbul ve Ankara'da üniversite öğrencileri olaylı gösteriler yaptılar. Olayların şiddetle üzerine gidildi. Üniversiteler kapatıldı iki şehirde de sıkıyönetim ilan edildi. Demokrat Partili gençler 5 Mayıs 1960 günü DP liderine bağlılıklarını ifade etmek ve iktidara destek olmak için Ankara Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeyi planladılar. Ancak 555K parolasıyla örgütlenen muhalif gençler 5 Mayıs akşamı saat beşte meydanı doldurdular, arabasından indiğinde protestocular arasında kalan Başbakan Menderes tartaklandı, olay yerinden güçlükle uzaklaştı.
21 Mayıs'ta Harbiyeliler olarak bilinen Kara Harp Okulu öğrencileri Ankara'da sessiz bir yürüyüş yaptı. Başbakan Adnan Menderes radyoda yaptığı konuşmalarla kışkırtmalara kulak asılmamasını söyledi.
Ege Bölgesi'ne giderek İzmir, Bergama ve Manisa'da CHP'yi eleştiren konuşmalar yaptı.
Ülkedeki kaosun gitgide artması, sokaklarda çatışmalar çıkması, iktidar-muhalefet arasındaki sertlik sonunda 27 Mayıs 1960 sabahı, Kurmay Albay Alparslan Türkeş tarafından Ankara Radyosu'ndan okunan bildiri ile son buldu. Millî Birlik Komitesi, Türk Silahlı Kuvvetleri adına ülke yönetimine el koydu. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, komitenin başına geçti. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, TBMM Başkanı Refik Koraltan ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere Demokrat Partililer tutuklandı. Anayasa ve parlamento feshedildi. Siyasi faaliyetler askıya alındı. 28 Mayıs 1960 günü Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında bir hükûmet kuruldu. Yeni anayasa ve siyasi kurumların kurulması için çalışmalara başlandı. Tutuklu Demokrat Partililer yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderildi. Demokrat Parti, 29 Eylül 1960'ta kapatıldı.
Tutuklular, Yüksek Adalet Divanı niteliğindeki Yassıada Yargılamaları'nda yargılandılar. 15 kişi idama, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi değişik hapis cezalarına çarptırılırken 123 kişi de aklandı. Millî Birlik Komitesi'sinde idam, yönetim devri ve seçim tarihi konusunda görüş ayrılıkları çıktı. Bu gelişmelerden daha sonra Ondörtler olarak anılacak 14 subay yurt dışında çeşitli görevlerle sürgüne gönderildi. Bu dönemle birlikte ordu içinde yaşanan ayrışma ilk kez açıkça ortaya çıkmış oldu. Millî Birlik Komitesi idam cezalarından üçünü onayladı. Tutuklu bulunan Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 16 Eylül 1961'de, Başbakan Adnan Menderes ise ertesi gün İmralı Adası'nda idam edildi. Celâl Bayar ve Refik Koraltan ile 11 kişinin idam cezası ömür boyu hapse çevrildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11866",
"len_data": 19483,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
Silikon veya polisiloksan, siloksanlardan (−R2Si−O−SiR2−, burada R = organik grup) oluşan bir polimerdir. Bunlar genellikle renksiz yağlar veya kauçuk benzeri maddelerdir. Silikonlar, dolgu macunlarında, yapıştırıcılarda, yağlayıcılarda, tıpta, pişirme kaplarında, ısı ve elektrik yalıtımında kullanılır. Bazı yaygın biçimler arasında silikon yağı, silikon gresi, silikon kauçuk, silikon reçine ve silikon kalafat bulunur.
Kimya.
Daha kesin olarak polimerize edilmiş siloksan'lar veya polisiloksanlar olarak adlandırılan silikonlar, her silikon merkezine bağlı iki organik gruplu inorganik silikon-oksijen omurga zinciri'nden (⋯−Si−O−Si−O−Si−O−⋯) oluşur. Genellikle organik gruplar metildir. Malzemeler döngüsel veya polimerik olabilir. −Si−O− zincir uzunluklarını, yan grupları ve çapraz bağlama değiştirilerek, silikonlar çok çeşitli özellikler ve bileşimlerle sentezlenebilir. Sıvıdan jele, kauçuğa ve sert plastiğe kadar kıvamda değişebilirler. En yaygın siloksan lineer polidimetilsiloksan (PDMS), bir silikon yağı'dır.
İkinci en büyük silikon malzeme grubu, dallı ve kafes benzeri oligosiloksanlardan oluşan silikon reçine'ye dayanır..
Terminoloji ve tarih.
F. S. Kipping, 1901'de polidifenilsiloksan, Ph2SiO (Ph, fenil anlamına gelir, C6H5) formülünü anlatmak için, keton benzofenon, Ph2CO formülüne benzer şekilde (terimi orijinal olarak “silikoketon” idi) "silikon" kelimesini türetti.
Kipping, polidifenilsiloksanın polimerik olduğunu, benzofenonun ise monomerik olduğunu çok iyi biliyordu ve Ph2SiO ve Ph2CO'nun zıt özelliklerine dikkat çekti.
Kipping'in molekülleri ile ketonlar arasındaki yapısal farklılıkların keşfedilmesi, "silikon"un artık doğru terim olmadığı (genel kullanımda kalsa da) ve modern kimya terminolojinin terminolojisine göre "siloksan" teriminin tercih edildiği anlamına gelir.
İngilizcede "silicon" olarak tabir edilen ve dilimizde "silisyum" olarak kullanılan element ise silikon polimerinden farklıdır. Silisyum bir kimyasal element, sert koyu gri bir yarı iletken metaloid'dir ve kristalçizgi (İngilizce: crystalline) biçiminde entegre devre'ler (elektronik çipler") ve güneş pil'leri yapmak için kullanılır. Siloksan olarak tabir edilen ve dilimizde kullanılan silikon, karbon, hidrojen, oksijen ve belki başka tür atomları da içeren ve çok farklı fiziksel ve kimyasal özelliklere sahip bileşiklerdir.
Artık silanonlar olarak adlandırılan ancak "silikon" adını hak edebilecek olan silikon-oksijen çift bağları içeren bileşikler, mikroelektronik üretiminde kimyasal buhar biriktirme ve yanma yoluyla seramik oluşumu gibi gaz fazlı işlemlerde uzun süredir ara ürünleri olarak tanımlanmıştır.
Bununla birlikte, siloksanlara polimerleşmek için güçlü bir eğilime sahiptirler. İlk kararlı silanon 2014 yılında A. Filippou ve diğerleri tarafından elde edildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11871",
"len_data": 2793,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.98
}
|
Britanya Yayın Kuruluşu ya da BBC (British Broadcasting Corporation), Birleşik Krallık merkezli olarak Britanya Kraliyeti himaye ve finansal desteğiyle faaliyet gösteren uluslararası yayın kuruluşudur. Kuruluşundan 1954'e kadar televizyon, 1972'ye kadar da radyo yayınları alanında tekel konumunu korumuştur. Merkezi Londra'da bulunur.
Tarih.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiliz radyoculuğunun öncülüğünü daha çok ticari firmalar üstlendi. British Broadcasting Company, Ltd. 1922'de özel bir şirket olarak kuruldu. 1925'te tasfiye edilen şirketin yerini 1927'de bir kamu kuruluşu olarak kurulan British Broadcasting Corporation aldı. BBC, parlamentoya karşı sorumlu olmakla birlikte çalışmalarını bağımsızlıkla sürdürür. Yönetim kurulu Birleşik Krallık hükümdarınca atanır.
BBC'ye verilen ilk berat, İngiltere'de yayıncılığın bütün alanlarını kapsayan bir tekeli öngörüyordu. 1927-1938 arasında BBC'nin genel yönetmenliğini yapan John Reith (sonradan Lord Reith) kuruluşun ilk yıllarında önemli bir rol oynadı. İmparatorluk çapında kısa dalga yayınları başlattı. 1936'da ilk televizyon yayınlarının geliştirilmesi çalışmalarını yönetti. Reith'in, yayıncılığı kamu hizmeti olarak gören anlayışı İngiltere'de çok benimsendi.
II. Dünya Savaşı sırasında kesintiye uğrayan televizyon yayınları, 1946'da yeniden başladı. BBC Avrupa'daki ilk düzenli renkli televizyon yayınlarını 1967'de başlattı. 1954'e kadar televizyon alanında tekelini korudu. BBC'nin radyo alanındaki tekeli de 1970'lerin başlarında hükûmetin ticari yayınlara izin vermesi ile son buldu.
BBC, gelirini televizyon ve radyo alıcıları için ödenen yıllık ruhsat ücretlerinden sağlar. BBC kuruluş beratı uyarınca reklam yapmaz ya da finansmanı başkalarınca karşılanmış programları yayınlayamaz. Hükûmet politikalarına ve günlük sorunlara ilişkin konularda kendi görüşlerini yayınlamaktan kaçınmak ve yansız davranmak zorundadır.
Harcamalar.
BBC 2005-2006 mali yılında harcamaları iki formda gruplandırır.
Her bir lisans ücreti harcaması aylık toplamı dağılım aşağıdaki gibidir:
Toplam haberleşme harcaması 2005-2006 gibi verilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11873",
"len_data": 2088,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.5
}
|
Ali (, o da 'den gelmekte), uzantıyla Aliye, şu anlama gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11877",
"len_data": 65,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.55
}
|
Psikiyatri ya da ruh hekimliği, ruhsal durumların teşhisi, korunması ve tedavisine adanmış tıbbi uzmanlık alanıdır. Bunlar ruh hali, davranış, bilişsellik ve algılarla ilgili çeşitli konuları içerir.
Bir kişinin ilk psikiyatrik değerlendirmesi tipik olarak bir vaka öyküsü ve ruhsal durum muayenesi ile başlar. Fiziksel muayeneler ve psikolojik testler yapılabilir. Bazen nörogörüntüleme veya diğer nörofizyolojik teknikler kullanılır. Ruhsal bozukluklar genellikle Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından düzenlenen ve kullanılan "Hastalıkların Uluslararası Sınıflaması" (ICD) ve Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından yayınlanan ve yaygın olarak kullanılan "Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı" (DSM) gibi tanı kılavuzlarında listelenen klinik kavramlara göre teşhis edilir. DSM'nin beşinci baskısı (DSM-5) Mayıs 2013'te yayınlanmış ve çeşitli hastalıkların daha geniş kategorilerini yeniden düzenlemiş ve güncel araştırmalarla tutarlı bilgiler/görüşler içerecek şekilde bir önceki baskıya göre genişletilmiştir.
Psikiyatrik ilaç ve psikoterapi ile kombine tedavi, mevcut uygulamada en yaygın psikiyatrik tedavi şekli haline gelmiştir, ancak çağdaş uygulama, girişken toplum tedavisi, toplumu güçlendirme ve destekli istihdam gibi çok çeşitli diğer yöntemleri de içermektedir. Tedavi, işlevsel bozukluğun ciddiyetine veya söz konusu bozukluğun diğer yönlerine bağlı olarak yatarak veya ayakta tedavi esasına göre uygulanabilir. Yatarak tedavi gören bir hasta bir psikiyatri hastanesinde tedavi edilebilir. Bir bütün olarak psikiyatri alanındaki araştırmalar epidemiyologlar, hemşireler, sosyal hizmet uzmanları, mesleki terapistler veya klinik psikologlar gibi diğer profesyonellerle birlikte disiplinler arası bir temelde yürütülür.
Etimoloji.
Psikiyatri terimi ilk olarak 1808 yılında Alman hekim Johann Christian Reil tarafından ortaya atılmıştır ve kelimenin tam anlamıyla 'ruhun tıbbi tedavisi' anlamına gelmektedir (Grekçede "psykhē" 'ruh'tan psiki- 'ruh'; "iāsthai" 'iyileştirmek'ten Gk. "iātrikos" 'tıbbi' kelimesinden -"atri" 'tıbbi tedavi'). Psikiyatri alanında uzmanlaşmış bir tıp doktoruna psikiyatrist veya psikiyatr denir. (Tarihsel bir bakış için bkz. Psikiyatrinin zaman çizelgesi).
Teori ve odak noktası.
Psikiyatri, insanlardaki ruhsal bozuklukları incelemeyi, önlemeyi ve tedavi etmeyi amaçlayan, özellikle zihne odaklanan bir tıp alanını ifade eder. Sosyal bağlamda dünya ile akıl hastalarının bakış açısından dünya arasında bir aracı olarak tanımlanmıştır.
Psikiyatri alanında uzmanlaşan kişiler, hem sosyal hem de biyolojik bilimlere aşina olmaları gerektiği için genellikle diğer ruh sağlığı profesyonellerinden ve hekimlerden farklıdır. Bu disiplin, hastanın öznel deneyimleri ve hastanın nesnel fizyolojisi tarafından sınıflandırılan farklı organların ve vücut sistemlerinin işleyişini inceler. Psikiyatri, geleneksel olarak üç genel kategoriye ayrılan zihinsel bozuklukları tedavi eder: akıl hastalıkları, ağır öğrenme güçlükleri ve kişilik bozuklukları. Psikiyatrinin odak noktası zaman içinde çok az değişmiş olsa da teşhis ve tedavi süreçleri önemli ölçüde gelişmiştir ve gelişmeye devam etmektedir. 20. yüzyılın sonlarından bu yana, psikiyatri alanı daha biyolojik ve diğer tıp alanlarından kavramsal olarak daha az izole hale gelmeye devam etmiştir.
Uygulama kapsamı.
Psikiyatri tıp uzmanlığı nörobilim, psikoloji, tıp, biyoloji, biyokimya ve farmakoloji alanlarındaki araştırmaları kullansa da genellikle nöroloji ve psikoloji arasında bir orta yol olarak kabul edilmiştir. Diğer doktorlar ve nörologlardan farklı olarak, psikiyatristler doktor-hasta ilişkisi konusunda uzmanlaşmışlardır ve psikoterapi ve diğer terapötik iletişim tekniklerinin kullanımı konusunda çeşitli derecelerde eğitim sahibidirler. Psikiyatristler ayrıca hekim olmaları ve psikiyatri alanında ihtisas adı verilen mezuniyet sonrası eğitim (genellikle 4 ile 5 yıl) almaları bakımından psikologlardan ayrılırlar; lisansüstü tıp eğitimlerinin kalitesi ve kapsamı diğer tüm hekimlerinkiyle aynıdır. Bu nedenle psikiyatristler hastalara danışmanlık yapabilir, ilaç yazabilir, laboratuvar testleri isteyebilir, nörogörüntüleme isteyebilir ve fizik muayeneler yapabilirler.
Etik.
Dünya Psikiyatri Birliği, psikiyatristlerin (diğer meslek etiği savunucuları gibi) davranışlarını yönetmek için bir etik kod yayınlar. İlk olarak 1977'de Hawaii Bildirgesi ile ortaya konan psikiyatrik etik kurallar, 1983 Viyana güncellemesi ve 1996'daki daha geniş Madrid Bildirgesi ile genişletilmiştir. Kurallar, örgütün 1999, 2002, 2005 ve 2011 yıllarındaki genel kurullarında daha da gözden geçirilmiştir.
Dünya Psikiyatri Birliği kuralları, gizlilik, ölüm cezası, etnik veya kültürel ayrımcılık, ötanazi, genetik, aciz hastaların insan onuru, medya ilişkileri, organ nakli, hasta değerlendirmesi, araştırma etiği, cinsiyet seçimi, işkence ve güncel bilgi gibi konuları kapsamaktadır.
Meslek, bu tür etik kurallar oluştururken, psikiyatri pratiğine ilişkin, örneğin lobotomi ve elektrokonvülsif terapi kullanımıyla ilgili bir dizi tartışmaya yanıt vermiştir.
Tıp etiği normlarının dışında faaliyet gösteren itibarsız psikiyatristler arasında Harry Bailey, Donald Ewen Cameron, Samuel A. Cartwright, Henry Cotton ve Andrei Snezhnevsky sayılabilir.
Yaklaşımlar.
Psikiyatrik hastalıklar birkaç farklı şekilde kavramsallaştırılabilir. Biyomedikal yaklaşım belirti ve semptomları inceler ve bunları tanı kriterleri ile karşılaştırır. Akıl hastalığı ise tam tersine, semptomları anlamlı bir yaşam öyküsüne dahil etmeye ve onları dış koşullara verilen tepkiler olarak çerçevelemeye çalışan bir anlatı yoluyla değerlendirilebilir. Her iki yaklaşım da psikiyatri alanında önemlidir ancak ne psikiyatrik paradigmanın seçimi ne de psikopatolojinin tanımlanması konusundaki tartışmaları çözüme kavuşturmak için yeterince uzlaşmıştır. "Biyopsikososyal model" kavramı, klinik bozulmanın çok faktörlü doğasının altını çizmek için sıklıkla kullanılmaktadır. Ancak bu kavramda "model" kelimesi kesinlikle bilimsel bir şekilde kullanılmamaktadır. Alternatif olarak, Niall McLaren zihnin varlığının fizyolojik temelini kabul etmekte ancak bilişi, bozukluğun meydana gelebileceği indirgenemez ve bağımsız bir alan olarak tanımlamaktadır. Biyobilişsel yaklaşım mentalist bir etiyoloji içerir ve biyopsikososyal görüşün doğal düalist (yani ruhani olmayan) bir revizyonunu sağlar ve Avustralyalı psikiyatrist Niall McLaren'in disiplini filozof Thomas Kuhn'un paradigmatik standartlarına uygun olarak bilimsel olgunluğa getirme çabalarını yansıtır.
Bir tıp uzmanı bir hastaya tanı koyduğunda, hastayı tedavi etmek için seçebileceği çok sayıda yol vardır. Genellikle psikiyatristler farklı yaklaşımların farklı yönlerini bir araya getiren bir tedavi stratejisi geliştirirler. İlaç reçeteleri çok yaygın olarak hastalara aldıkları herhangi bir terapiyle birlikte verilmek üzere yazılır. Tedavi stratejilerinin en düzenli olarak alındığı üç ana psikoterapi ayağı vardır. Hümanistik psikoloji, hastanın "bütününü" perspektife koymaya çalışır; aynı zamanda kendini keşfetmeye odaklanır. Davranışçılık, bilinçdışı veya bilinçaltını araştırmak yerine yalnızca gerçek ve gözlemlenebilir olaylara odaklanmayı seçen terapötik bir düşünce ekolüdür. Psikanaliz ise erken çocukluk dönemi, irrasyonel dürtüler, bilinçdışı ve bilinç ile bilinçdışı akımlar arasındaki çatışma üzerine yoğunlaşır.
Uygulayıcılar.
Tüm hekimler ruhsal bozuklukları teşhis edebilir ve psikiyatri ilkelerini kullanarak tedavi önerebilir. Psikiyatristler, psikiyatri alanında uzmanlaşmış ve ruhsal hastalıkları tedavi etmek üzere sertifikalandırılmış eğitimli hekimlerdir. Ayakta, yatarak ya da her ikisini birden kullanarak tedavi edebilirler; tek başlarına ya da grup üyesi olarak çalışabilirler; serbest meslek sahibi, ortaklık üyesi ya da hükûmet, akademik, kâr amacı gütmeyen ya da kâr amacı güden kuruluşların çalışanı olabilirler; hastane çalışanı olabilirler; askerî personeli sivil ya da ordu mensubu olarak tedavi edebilirler ve bu ortamların herhangi birinde klinisyen, araştırmacı, öğretmen ya da bunların bir kombinasyonu olarak işlev görebilirler. Psikiyatristler de psikoterapi, psikanaliz veya bilişsel davranışçı terapi uygulamak için önemli bir eğitimden geçebilseler de onları diğer ruh sağlığı uzmanlarından ayıran şey hekim olarak aldıkları eğitimdir.
Yan dallar.
Psikiyatri alanında, Amerikan Psikiyatri ve Nöroloji Kurulu (ABPN) tarafından ek eğitim ve sertifika gerektiren birçok alt uzmanlık alanı vardır. Bu alt uzmanlıklar şunları içerir:
ABPN'nin resmi sertifika vermediği ek psikiyatri alt uzmanlık alanları şunlardır:
Bağımlılık psikiyatrisi, alkol, uyuşturucu veya diğer maddelerle ilişkili bozuklukları olan bireylerin ve madde ile ilişkili ve diğer psikiyatrik bozuklukların çift tanısı olan bireylerin değerlendirilmesi ve tedavisine odaklanır. Biyolojik psikiyatri, ruhsal bozuklukları sinir sisteminin biyolojik işlevi açısından anlamayı amaçlayan bir psikiyatri yaklaşımıdır. Çocuk ve ergen psikiyatrisi, psikiyatrinin çocuklar, gençler ve aileleriyle çalışma konusunda uzmanlaşmış dalıdır. Toplum psikiyatrisi, kapsayıcı bir halk sağlığı perspektifini yansıtan ve toplum ruh sağlığı hizmetlerinde uygulanan bir yaklaşımdır. Kültürlerarası psikiyatri, ruhsal bozuklukların ve psikiyatrik hizmetlerin kültürel ve etnik bağlamıyla ilgilenen bir psikiyatri dalıdır. Acil psikiyatri, psikiyatrinin acil durum ortamlarındaki klinik uygulamasıdır. Adli psikiyatri, hukuki soruların yanıtlanmasına yardımcı olmak için genel olarak tıp biliminden, özel olarak da psikiyatrik bilgi ve değerlendirme yöntemlerinden yararlanır. Geriatrik psikiyatri, yaşlılarda ruhsal bozuklukların incelenmesi, önlenmesi ve tedavisi ile ilgilenen bir psikiyatri dalıdır. Küresel ruh sağlığı, bazı akademisyenler tarafından yeni sömürgeci, kültürel açıdan duyarsız bir proje olarak görülse de ruh sağlığının iyileştirilmesine ve dünya çapındaki tüm insanlar için ruh sağlığında eşitliğin sağlanmasına öncelik veren bir çalışma, araştırma ve uygulama alanıdır. Liyezon psikiyatrisi, diğer tıp uzmanlıkları ile psikiyatri arasındaki arayüzde uzmanlaşmış psikiyatri dalıdır. Askerî psikiyatri, askeri bağlamda psikiyatri ve ruhsal bozuklukların özel yönlerini kapsar. Nöropsikiyatri, sinir sistemi hastalıklarına bağlı ruhsal bozukluklarla ilgilenen bir tıp dalıdır. Sosyal psikiyatri, ruhsal bozukluk ve ruhsal iyilik halinin kişiler arası ve kültürel bağlamına odaklanan bir psikiyatri dalıdır.
Daha büyük sağlık kuruluşlarında, psikiyatristler genellikle üst düzey yönetim rollerinde görev alırlar ve burada kuruluşun bileşenleri için ruh sağlığı hizmetlerinin verimli ve etkili bir şekilde sunulmasından sorumludurlar. Örneğin, çoğu VA tıp merkezindeki Ruh Sağlığı Hizmetleri Şefi genellikle bir psikiyatristtir, ancak zaman zaman psikologlar da bu pozisyon için seçilmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde psikiyatri, ağrı tıbbı, palyatif tıp ve uyku tıbbı alanlarında ileri eğitim ve kurul sertifikası almaya hak kazanan birkaç uzmanlık alanından biridir.
Araştırma.
Psikiyatrik araştırmalar doğası gereği disiplinler arasıdır; ruhsal bozuklukların doğasını ve tedavisini anlamaya çalışırken sosyal, biyolojik ve psikolojik perspektifleri birleştirir. Klinik ve araştırma psikiyatristleri, araştırma kurumlarında temel ve klinik psikiyatrik konular üzerinde çalışır ve dergilerde makaleler yayınlar. Kurumsal inceleme kurullarının gözetimi altında, psikiyatrik klinik araştırmacılar, tanı geçerliliğini ve güvenilirliğini artırmak, yeni tedavi yöntemleri keşfetmek ve yeni zihinsel bozuklukları sınıflandırmak için nörogörüntüleme, genetik ve psikofarmakoloji gibi konuları incelerler.
Klinik uygulama.
Tanı sistemleri.
Psikiyatrik tanılar çok çeşitli ortamlarda gerçekleşir ve birçok farklı sağlık çalışanı tarafından uygulanır. Bu nedenle, teşhis prosedürü bu faktörlere bağlı olarak büyük ölçüde değişebilir. Bununla birlikte, tipik olarak, psikiyatrik bir tanı, zihinsel durum muayenesi ve fiziksel muayenenin yapıldığı, patolojik, psikopatolojik veya psikososyal geçmişlerin elde edildiği ve bazen nörogörüntülerin veya diğer nörofizyolojik ölçümlerin alındığı veya kişilik testlerinin veya bilişsel testlerin uygulandığı bir ayırıcı tanı prosedürünü kullanır. Bazı durumlarda, diğer tıbbi hastalıkları ekarte etmek için beyin taraması kullanılabilir, ancak günümüzde tek başına beyin taramalarına güvenmek bir akıl hastalığını doğru bir şekilde teşhis edemez veya gelecekte bir akıl hastalığına yakalanma riskini söyleyemez. Bazı klinisyenler teşhis sürecinde genetiği ve otomatik konuşma değerlendirmesini kullanmaya başlamıştır, ancak genel olarak bunlar araştırma konuları olmaya devam etmektedir.
Tanıda MRG/fMRI'nin potansiyel kullanımı.
2018 yılında Amerikan Psikoloji Derneği, modern klinik MRI/fMRI'ın ruh sağlığı bozukluklarının teşhisinde kullanılıp kullanılamayacağı konusunda fikir birliğine varmak için bir inceleme başlattı. APA tarafından sunulan kriterler, tanıda kullanılan biyobelirteçlerin aşağıdaki özelliklere sahip olması gerektiğini belirtmiştir:
İnceleme, nörogörüntüleme teşhisinin teknik olarak mümkün olmasına rağmen, mevcut olmayan spesifik biyobelirteçleri değerlendirmek için çok büyük çalışmalara ihtiyaç olduğu sonucuna varmıştır.
Tanı kılavuzları.
Ruh sağlığı durumlarını sınıflandırmak için kullanılan üç ana tanı kılavuzu günümüzde kullanılmaktadır. ICD-10, Dünya Sağlık Örgütü tarafından üretilmiş ve yayınlanmıştır, psikiyatrik durumlarla ilgili bir bölüm içerir ve dünya çapında kullanılmaktadır. Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından hazırlanan ve yayınlanan Mental Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı (DSM), öncelikle ruh sağlığı koşullarına odaklanır ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ana sınıflandırma aracıdır. Şu anda gözden geçirilmiş beşinci baskısına sahiptir ve dünya çapında da kullanılmaktadır. Çin Psikiyatri Derneği de Ruhsal Bozuklukların Çin Sınıflandırması adlı bir tanı kılavuzu hazırlamıştır.
Tanı kılavuzlarının belirtilen amacı tipik olarak tekrarlanabilir ve klinik olarak kullanışlı kategoriler ve kriterler geliştirmek, etiyoloji konusunda teorik olmamakla birlikte fikir birliğini ve üzerinde anlaşılmış standartları kolaylaştırmaktır. Bununla birlikte, kategoriler yine de belirli psikiyatrik teorilere ve verilere dayanmaktadır; geniş kapsamlıdır ve genellikle çok sayıda olası semptom kombinasyonu ile belirlenir ve kategorilerin çoğu semptomolojide örtüşür veya tipik olarak birlikte ortaya çıkar. Başlangıçta yalnızca kullanımı konusunda eğitim almış deneyimli klinisyenler için bir rehber olarak tasarlanmış olsa da isimlendirme artık birçok ülkede klinisyenler, yöneticiler ve sigorta şirketleri tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır.
DSM, psikiyatrik tanı kategorilerini ve kriterlerini standartlaştırdığı için övgü almıştır. Aynı zamanda tartışma ve eleştirileri de üzerine çekmiştir. Bazı eleştirmenler DSM'nin birkaç güçlü psikiyatristin görüşlerini yücelten bilimsel olmayan bir sistemi temsil ettiğini savunmaktadır. Tanı kategorilerinin geçerliliği ve güvenilirliği; yüzeysel semptomlara dayanması; kategoriler arasında ve 'normallik'ten yapay ayrım çizgilerinin kullanılması; olası kültürel önyargılar; insan sıkıntısının ilaca bağımlı kılınması ve psikiyatristlerin uygulamaları ve ilaç endüstrisi de dahil olmak üzere mali çıkar çatışmaları; genel olarak veya belirli konularla ilgili olarak tanıların kılavuza dahil edilmesi veya kılavuzdan çıkarılmasıyla ilgili siyasi tartışmalar ve tüketici/hayatta kalan hareketi de dahil olmak üzere tanı konarak kılavuzdan en doğrudan etkilenenlerin deneyimleri ile ilgili devam eden sorunlar vardır. Telif hakları sıkı bir şekilde korunan DSM'nin yayınlanması APA'ya yılda 5 milyon dolardan fazla kazandırmaktadır ve bu rakam tarihsel olarak 100 milyon doların üzerindedir.
Tedavi.
Genel değerlendirmeler.
Psikiyatrik tedavi gören bireyler genellikle "hasta" olarak adlandırılır, ancak "tüketici", "müşteri" veya "hizmet alıcı" olarak da adlandırılabilirler. Bir psikiyatri doktorunun veya diğer psikiyatri uygulayıcılarının bakımı altına çeşitli yollarla girebilirler, en yaygın iki yol kendi kendine sevk veya birincil basamak doktoru tarafından sevktir. Alternatif olarak, bir kişi hastane sağlık personeli tarafından, mahkeme kararıyla, istemsiz taahhütle veya Birleşik Krallık ve Avustralya gibi ülkelerde akıl sağlığı yasası kapsamında bölümlere ayrılarak sevk edilebilir.
Bir psikiyatrist veya tıbbi sağlayıcı, psikiyatrik bir değerlendirme yoluyla kişileri zihinsel ve fiziksel durumları açısından değerlendirir. Bu değerlendirme genellikle kişiyle görüşmeyi ve genellikle diğer sağlık ve sosyal bakım uzmanları, akrabalar, iş arkadaşları, kolluk kuvvetleri personeli, acil sağlık personeli ve psikiyatrik derecelendirme ölçekleri gibi diğer kaynaklardan bilgi almayı içerir. Ruhsal durum muayenesi yapılır ve genellikle iddia edilen psikiyatrik sorunlara katkıda bulunabilecek diğer hastalıkları belirlemek veya dışlamak için fiziksel bir muayene yapılır. Fizik muayene aynı zamanda kendine zarar verme belirtilerinin tespit edilmesine de hizmet edebilir; bu muayene, özellikle kan testleri ve tıbbi görüntüleme yapılıyorsa genellikle psikiyatrist dışında biri tarafından gerçekleştirilir.
Çoğu ilaç gibi, psikiyatrik ilaçlar da hastalarda yan etkilere neden olabilir ve bazıları, tam kan sayımı, serum ilaç seviyeleri, böbrek fonksiyonu, karaciğer fonksiyonu veya tiroid fonksiyonu gibi sürekli terapötik ilaç takibi gerektirir. Elektrokonvülsif tedavi (EKT) bazen ilaç tedavisine yanıt vermeyenler gibi ciddi durumlar için uygulanır. Psikiyatrik ilaçların etkinliği ve yan etkileri hastadan hastaya değişebilir.
Yatarak tedavi.
Psikiyatrik tedaviler son birkaç on yılda değişmiştir. Geçmişte, psikiyatri hastaları genellikle altı ay veya daha uzun süre hastanede kalmakta, bazı vakalarda ise yıllarca hastanede yatmaktaydı.
Ortalama yatarak psikiyatrik tedavi süresi 1960'lardan bu yana önemli ölçüde azalmıştır; bu eğilim kurumsuzlaştırma olarak bilinmektedir. Bugün çoğu ülkede psikiyatrik tedavi gören kişilerin ayakta tedavi görme olasılığı daha yüksektir. Hastaneye yatış gerekiyorsa ortalama hastanede kalış süresi bir ile iki hafta civarındadır ve yalnızca küçük bir kısmı uzun süreli yatış almaktadır. Ancak Japonya'da psikiyatri hastaneleri hastaları uzun süreler boyunca tutmaya devam etmekte, hatta bazen fiziksel kısıtlamalarla haftalarca veya aylarca yataklarına bağlı tutmaktadır.
Psikiyatrik yatan hastalar, psikiyatrik bakım almak üzere bir hastaneye veya kliniğe kabul edilen kişilerdir. Bazıları istemsiz olarak kabul edilir, belki güvenli bir hastaneye veya bazı yargı bölgelerinde cezaevi sistemi içindeki bir tesise yatırılır. Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada da dahil olmak üzere birçok ülkede, istemsiz kabul kriterleri yerel yargı yetkisine göre değişmektedir. Bu kriterler bir akıl sağlığı sorununa sahip olmak kadar geniş ya da kendileri veya başkaları için acil bir tehlike arz etmek kadar dar olabilir. Yatak mevcudiyeti genellikle zor durumdaki kamu tesislerine kabul kararlarının gerçek belirleyicisidir.
Tedavi eden doktor, bu daha az kısıtlayıcı seçenekle güvenliğin tehlikeye atılmayacağını düşünürse kişiler gönüllü olarak kabul edilebilir. Uzun yıllar boyunca, istemsiz tedavinin kullanımı ve hastaları tanımlarken "içgörü eksikliği" teriminin kullanımı tartışmalara neden olmuştur. Uluslararası alanda ruh sağlığı yasaları önemli ölçüde farklılık göstermekle birlikte, birçok durumda, hastanın hastalığı nedeniyle hasta veya başkaları için önemli bir risk olduğu düşünüldüğünde, istemsiz psikiyatrik tedaviye izin verilmektedir. İstemsiz tedavi, hastanın rızası gerekmeksizin, tedavi eden doktorun tavsiyelerine dayalı olarak gerçekleştirilen tedaviyi ifade eder.
Yatılı psikiyatri koğuşları güvenli (özellikle şiddet veya kendine zarar verme riski taşıdığı düşünülenler için) veya kilitli olmayan/açık olabilir. Bazı koğuşlar karma cinsiyete sahipken, yatan kadın hastaları korumak için aynı cinsiyetten koğuşlar giderek daha fazla tercih edilmektedir. Bir hastanenin bakımına girdikten sonra, insanlar değerlendirilir, izlenir ve genellikle doktorlar, eczacılar, psikiyatri hemşiresi uygulayıcıları, psikiyatri hemşireleri, klinik psikologlar, psikoterapistler, psikiyatrik sosyal hizmet uzmanları, mesleki terapistler ve sosyal hizmet uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından ilaç ve bakım verilir. Psikiyatri hastanesinde tedavi gören bir kişinin kendisine veya başkalarına zarar verme riski taşıdığı değerlendirilirse sürekli veya aralıklı olarak bire bir gözetim altında tutulabilir ve fiziksel kısıtlamalara tabi tutulabilir veya ilaç verilebilir. Yatan hasta koğuşlarındaki kişilerin, refakatçi eşliğinde veya kendi başlarına belirli sürelerle izin almalarına izin verilebilir.
Birçok gelişmiş ülkede, 20. yüzyılın ortalarından bu yana toplum bakımının büyümesiyle birlikte psikiyatri yataklarında büyük bir azalma olmuştur. Yatılı bakım standartları, finansman seviyeleri nedeniyle bazı kamu ve özel tesislerde bir sorun olmaya devam etmektedir ve gelişmekte olan ülkelerdeki tesisler de aynı nedenle tipik olarak büyük ölçüde yetersizdir. Gelişmiş ülkelerde bile kamu hastanelerindeki programlar büyük farklılıklar göstermektedir. Bazıları yapılandırılmış faaliyetler ve birçok perspektiften sunulan terapiler sunarken diğerleri sadece hastaları tedavi etmek ve izlemek için finansmana sahip olabilir. Bu durum, terapötik çalışmaların azami miktarının aslında hastane ortamında gerçekleşmemesi açısından sorunlu olabilir. Bu nedenle hastaneler, hastaların kendileri veya başkaları için doğrudan tehdit oluşturduğu sınırlı durumlarda ve kriz anlarında giderek daha fazla kullanılmaktadır. Aktif olarak daha terapötik yaklaşımlar sunabilen psikiyatri hastanelerine alternatifler arasında psikiyatrik rehabilitasyon merkezleri veya halk arasında kullanılan adıyla "rehab" bulunmaktadır.
Ayakta tedavi.
Ayakta tedavi, bir psikiyatristin muayenehanesinde veya toplum temelli bir poliklinikte konsültasyon için periyodik ziyaretleri içerir. İlk randevularda, bir psikiyatrist genellikle hastanın psikiyatrik değerlendirmesini yapar. Takip randevuları daha sonra ilaç ayarlamaları yapmaya, potansiyel ilaç etkileşimlerini gözden geçirmeye, diğer tıbbi bozuklukların hastanın zihinsel ve duygusal işleyişi üzerindeki etkisini değerlendirmeye ve semptomların iyileşmesini ve hafiflemesini kolaylaştırmak için yapabilecekleri değişiklikler konusunda hastalara danışmanlık yapmaya odaklanır. Bir psikiyatristin tedavi gören kişileri görme sıklığı, her bir kişinin durumunun türüne, ciddiyetine ve istikrarına bağlı olarak ve klinisyen ile hastanın en iyisinin ne olacağına karar vermesine bağlı olarak haftada bir ile yılda iki kez olmak üzere büyük ölçüde değişir.
Bir psikiyatristin, psikofarmakolojinin de bir parçası olduğu geleneksel 50 dakikalık psikoterapi seansları sunduğu, ancak konsültasyon seanslarının çoğunun "konuşma terapisi"nden oluştuğu önceki uygulamaların aksine, psikiyatristler giderek artan bir şekilde uygulamalarını psikofarmakoloji (ilaç reçeteleme) ile sınırlandırmaktadır. Bu değişim 1980'lerin başında başlamış ve 1990'lar ile 2000'lerde hız kazanmıştır. Bu değişimin önemli bir nedeni, psikiyatristler tarafından sağlanan psikoterapi seansları için geri ödemeyi sınırlamaya başlayan yönetilen bakım sigorta planlarının ortaya çıkmasıydı. Bunun altında yatan varsayım, psikofarmakolojinin en az psikoterapi kadar etkili olduğu ve randevu için daha az zaman gerektiğinden daha verimli bir şekilde verilebileceğiydi. Uygulama kalıplarındaki bu değişim nedeniyle, psikiyatristler psikoterapiden fayda göreceğini düşündükleri hastaları sıklıkla klinik sosyal hizmet uzmanları ve psikologlar gibi diğer ruh sağlığı uzmanlarına yönlendirmektedirler.
Telepsikiyatri.
Telepsikiyatri veya telemental sağlık, ruh sağlığı sorunları olan kişilere uzaktan psikiyatrik bakım sağlamak için telekomünikasyon teknolojisinin (çoğunlukla videokonferans ve telefon görüşmeleri) kullanılması anlamına gelir. Teletıbbın bir dalıdır.
Telepsikiyatri, ruh sağlığı sorunları olan kişilerin tedavisinde etkili olabilir. Kısa vadede yüz yüze bakım kadar kabul edilebilir ve etkili olabilir.
Bazıları için ruh sağlığı hizmetlerine erişimi iyileştirebilir, ancak uygun bir cihaza, internete veya gerekli dijital becerilere erişimi olmayanlar için de bir engel teşkil edebilir. Yoksulluk gibi internet erişiminin olmamasıyla ilişkili faktörler aynı zamanda daha yüksek ruh sağlığı sorunları riskiyle de ilişkilidir ve dijital dışlanmayı telemental sağlık hizmetlerinin önemli bir sorunu haline getirmektedir.
COVID-19 pandemisi sırasında ruh sağlığı hizmetleri yüksek gelirli ülkelerde telemental sağlığa uyarlanmıştır. Acil bir durumda kullanım için etkili ve kabul edilebilir olduğu kanıtlandı, ancak uzun vadeli uygulamasına ilişkin endişeler vardı.
Tarih.
En eski bilgiler.
Ruhsal bozukluklarla ilgili bilinen en eski metinler antik Hindistan'a aittir ve Ayurveda metni Charaka Samhita'yı içerir. Akıl hastalıklarını tedavi etmek için ilk hastaneler MÖ 3. yüzyılda Hindistan'da kurulmuştur.
Yunanlar da ruhsal bozukluklar hakkında ilk kitapları yazdılar. Hipokrat fizyolojik anormalliklerin ruhsal bozuklukların kaynağı olabileceği teorisini ortaya atmıştır. Tarihçiler, Thales, Platon ve Aristoteles (özellikle "De Anima" adlı eserinde) dahil olmak üzere Yunan filozofların zihnin işleyişini ele aldıklarını belirtmektedir. M. 4. yüzyılın başlarında Yunan hekim Hipokrat, zihinsel bozuklukların doğaüstü nedenlerden ziyade fiziksel nedenleri olduğunu teorize etmiştir. MÖ 387'de Platon, zihinsel süreçlerin gerçekleştiği yerin beyin olduğunu öne sürmüştür. MÖ 4. ile 5. yüzyıl Yunanistan'ında Hipokrat, Demokritos'u ziyaret ettiğini ve onu bahçesinde hayvanları keserken bulduğunu yazmıştır. Demokritos, deliliğin ve melankolinin nedenini keşfetmeye çalıştığını açıklamıştır. Hipokrat onun çalışmalarını övdü. Demokritos'un yanında delilik ve melankoli üzerine bir kitap vardı. MÖ 5. yüzyılda, özellikle psikotik özellikler taşıyan ruhsal bozuklukların doğaüstü kaynaklı olduğu düşünülüyordu ve bu görüş Antik Yunan ve Roma'nın yanı sıra Mısır'da da mevcuttu. Alkmaiōn, "düşünce organının" kalp değil beyin olduğuna inanıyordu. Vücuttan beyne giden duyu sinirlerini takip ederek zihinsel faaliyetin MSS'den kaynaklandığını ve akıl hastalığının nedeninin beyinde bulunduğunu teorileştirdi. Bu anlayışı akıl hastalıklarını ve tedavilerini sınıflandırmak için uyguladı. Dini liderler ruhsal bozuklukları tedavi etmek için sıklıkla egzorsizm yöntemlerine başvurmuş, çoğu zaman da birçok kişinin zalimce ya da barbarca bulduğu yöntemleri kullanmışlardır. Trepanasyon, tarih boyunca kullanılan bu yöntemlerden biriydi.
MS 6. yüzyılda Lin Xie, insanlardan bir elleriyle kare çizerken aynı anda diğer elleriyle daire çizmelerini istediği (görünüşte insanların dikkat dağınıklığına karşı hassasiyetini test etmek için) erken bir psikolojik deney gerçekleştirmiştir. Bunun erken dönem bir psikiyatrik deney olduğu belirtilmiştir.
İslami Altın Çağ, İslami psikoloji ve psikiyatri alanındaki ilk çalışmaları teşvik etmiş ve birçok alim ruhsal bozukluklar hakkında yazmıştır. "Razi" olarak da bilinen İranlı hekim Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ er-Râzî, 9. yüzyılda psikiyatrik durumlar hakkında metinler yazmıştır. Bağdat'taki bir hastanenin başhekimi olarak, aynı zamanda dünyadaki ilk bimaristanlardan birinin yöneticisiydi.
İlk bimaristan 9. yüzyılda Bağdat'ta kuruldu ve sonraki yüzyıllarda Arap dünyasında giderek karmaşıklaşan birkaç tane daha kuruldu. Bazı bimaristanlar akıl hastalarının bakımına adanmış koğuşlar içeriyordu. Orta Çağ boyunca Avrupa genelinde psikiyatri hastaneleri ve akıl hastaneleri inşa edilmiş ve genişletilmiştir. Londra'daki Bethlem Kraliyet Hastanesi gibi uzman hastaneler, 13. yüzyıldan itibaren Orta Çağ Avrupa'sında akıl hastalıklarını tedavi etmek için inşa edilmiş, ancak yalnızca gözaltı kurumları olarak kullanılmış ve herhangi bir tedavi sağlamamıştır. Bu hastane dünyanın ayakta kalan en eski psikiyatri hastanesidir.
"Sarı Han'ın Dahiliye Kitabı" olarak bilinen eski bir metin, beyni bilgelik ve duyuların bağlantı noktası olarak tanımlar, yin-yang dengesine dayalı kişilik teorilerini içerir ve ruhsal bozukluğu fizyolojik ve sosyal dengesizlikler açısından analiz eder. Beyne odaklanan Çin bilimi Çing Hanedanı döneminde Batı eğitimli Fang Yizhi (1611-1671), Liu Zhi (1660-1730) ve Wang Qingren'in (1768-1831) çalışmalarıyla ilerlemiştir. Wang Qingren sinir sisteminin merkezi olarak beynin önemini vurgulamış, ruhsal bozuklukları beyin hastalıklarıyla ilişkilendirmiş, rüyaların, uykusuzluğun, psikozun, depresyonun ve epilepsinin nedenlerini araştırmıştır.
Tıbbi uzmanlık.
Bir tıp uzmanlığı olarak psikiyatrinin başlangıcı on dokuzuncu yüzyılın ortalarına tarihlense de filizlenmesi on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar izlenebilir. 17. yüzyılın sonlarında, deliler için özel olarak işletilen akıl hastaneleri çoğalmaya ve boyut olarak genişlemeye başladı. 1713 yılında İngiltere'de bu amaca yönelik olarak inşa edilen ilk akıl hastanesi olan Norwich Bethel Hastanesi açılmıştır. 1656'da Fransa Kralı XIV. Louis, akıl hastalığı olanlar için bir kamu hastaneleri sistemi oluşturdu, ancak İngiltere'de olduğu gibi gerçek bir tedavi uygulanmadı.
Aydınlanma Çağı'nda akıl hastalarına yönelik tutumlar değişmeye başlamıştır. Akıl hastalığı, şefkatli bir tedavi gerektiren bir hastalık olarak görülmeye başlandı. 1758 yılında İngiliz doktor William Battie, akıl hastalıklarının tedavisi üzerine "Delilik Üzerine İnceleme" adlı eserini yazdı. Bu eser, özellikle muhafazakar bir rejimin barbarca gözetim altında tedavi uygulamaya devam ettiği Bethlem Kraliyet Hastanesi'ni hedef alan bir eleştiriydi. Battie, hastaların temizlik, iyi yemek, temiz hava, arkadaşlarından ve ailesinden uzak tutulmasını içeren özel bir tedavi yöntemini savunuyordu. Akıl hastalığının zihnin iç işleyişinden ziyade maddi beyin ve bedenin işlev bozukluğundan kaynaklandığını savundu.
Ahlaki tedavi uygulaması Fransız doktor Philippe Pinel ve İngiliz Kuveykır William Tuke tarafından bağımsız olarak başlatılmıştır. Pinel, 1792 yılında Bicêtre Hastanesi'nin başhekimi oldu. Hastaların hastane arazisinde serbestçe dolaşmalarına izin verildi ve sonunda karanlık zindanların yerini güneşli, iyi havalandırılan odalar aldı. Pinel'in öğrencisi ve halefi Jean Esquirol (1772-1840), aynı prensiplerle çalışan 10 yeni akıl hastanesinin kurulmasına yardımcı olmaya devam etti.
Tuke, Pinel ve diğerleri fiziksel kısıtlamayı ortadan kaldırmaya çalışmış olsalar da bu yöntem 19. yüzyılda da yaygın olarak kullanılmaya devam etmiştir. İngiltere'deki Lincoln Akıl Hastanesi'nde Robert Gardiner Hill, Edward Parker Charlesworth'un desteğiyle "her türden" hastaya uygun bir tedavi yönteminin öncülüğünü yapmış, böylece mekanik kısıtlama ve zorlamadan vazgeçilebilmiştir. 1838'de bunu başarmıştır. 1839'da Çavuş John Adams ve Dr. John Conolly, Hill'in çalışmalarından etkilendiler ve bu yöntemi o zamanlar ülkenin en büyüğü olan Hanwell Akıl Hastanesi'nde uygulamaya başladılar.
Akıl hastalarının bakımı için kurumsallaşmanın modern dönemi, 19. yüzyılın başlarında devlet öncülüğünde büyük bir çabayla başlamıştır. İngiltere'de 1845 Akıl Hastalığı Yasası, akıl hastalarının statüsünü açıkça tedavi gerektiren hastalar olarak değiştirdiği için akıl hastalarının tedavisinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Tüm akıl hastanelerinin yazılı yönetmeliklere sahip olması ve yerleşik uzman bir hekime sahip olması gerekiyordu. 1838 yılında Fransa, hem akıl hastanelerine kabulleri hem de ülke genelindeki akıl hastanesi hizmetlerini düzenlemek için bir yasa çıkardı. Amerika Birleşik Devletleri'nde, eyalet akıl hastanelerinin kurulması, 1842'de New York'ta bir tane kurulması için çıkarılan ilk yasa ile başladı. Utica Devlet Hastanesi 1850 civarında açılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki pek çok devlet hastanesi 1850'lerde ve 1860'larda, iyileştirici etkisi olması amaçlanan bir mimari tarz olan Kirkbride Planı üzerine inşa edilmiştir.
Yüzyılın başında, İngiltere ve Fransa'nın toplamında akıl hastanelerinde sadece birkaç yüz kişi bulunuyordu. Bu sayı 1890'ların sonu ve 1900'lerin başında yüz binlere ulaşmıştı. Ancak akıl hastalığının kurumsallaşma yoluyla iyileştirilebileceği fikri zorluklarla karşılaştı. Psikiyatristler sürekli artan hasta nüfusunun baskısı altındaydı ve akıl hastaneleri yeniden gözaltı kurumlarından neredeyse ayırt edilemez hale geldi.
1800'lerin başında psikiyatri, akıl hastalığı kategorisini hastalık düzeyinde delüzyon veya mantıksızlığa ek olarak duygudurum bozukluklarını da içerecek şekilde genişleterek akıl hastalığı teşhisinde ilerlemeler kaydetmiştir. 20. yüzyıl, ruhsal bozukluklara farklı bakış açılarıyla bakan yeni bir psikiyatriyi dünyaya tanıttı. Emil Kraepelin'e göre, biyolojik psikiyatrinin ardındaki ilk fikirler, farklı ruhsal bozuklukların hepsinin doğada biyolojik olduğunu belirterek, yeni bir "sinir" kavramına dönüştü ve psikiyatri, nöroloji ve nöropsikiyatrinin kaba bir yaklaşımı haline geldi. Sigmund Freud'un öncü çalışmalarının ardından psikanalitik kuramdan kaynaklanan fikirler de psikiyatride kök salmaya başladı. Psikanalitik teori psikiyatristler arasında popüler hale geldi çünkü hastaların akıl hastanelerine kapatılmak yerine özel muayenehanelerde tedavi edilmesine olanak sağlıyordu.
Ancak 1970'lere gelindiğinde psikanalitik düşünce ekolü alan içinde marjinalleşmiştir. Biyolojik psikiyatri bu dönemde yeniden ortaya çıkmıştır. Psikofarmakoloji ve nörokimya, Otto Loewi'nin asetilkolinin nöromodülatör özelliklerini keşfetmesi ve böylece onu bilinen ilk nörotransmitter olarak tanımlamasıyla başlayarak psikiyatrinin ayrılmaz parçaları haline geldi. Daha sonra, farklı nörotransmitterlerin davranışın düzenlenmesinde farklı ve çoklu işlevlere sahip olduğu gösterilmiştir. İnsan ve hayvan örneklerinin kullanıldığı nörokimya alanındaki çok çeşitli çalışmalarda, nörotransmitterlerin üretimi, geri alımı, reseptörlerin yoğunluğu ve konumlarındaki bireysel farklılıklar, belirli psikiyatrik bozukluklara yatkınlıktaki farklılıklarla ilişkilendirilmiştir. Örneğin, 1952'de klorpromazinin şizofreni tedavisindeki etkinliğinin keşfi, 1948'de lityum karbonatın bipolar bozuklukta duygudurum iniş çıkışlarını dengeleme yeteneği gibi, tedavide devrim yarattı. Psikoterapi hâlâ kullanılıyordu, ancak psikososyal sorunların tedavisi olarak. Bu, birçok psikiyatrik bozukluğun nörokimyasal doğası fikrini kanıtladı.
Psikiyatrik bozuklukların biyobelirteçlerini aramak için bir başka yaklaşım da ilk kez 1980'lerde psikiyatri için bir araç olarak kullanılan nörogörüntülemedir.
1963 yılında ABD Başkanı John F. Kennedy, Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsünü devlet psikiyatri hastanelerinden taburcu edilenler için Toplum Ruh Sağlığı Merkezlerini yönetmekle görevlendiren bir yasa çıkardı. Ancak daha sonra Toplum Ruh Sağlığı Merkezlerinin odak noktası, akut ancak daha az ciddi ruhsal bozukluğu olanlara psikoterapi sağlamaya kaydı. Nihayetinde, hastanelerden taburcu edilen ağır akıl hastalarını aktif olarak takip ve tedavi etmek için herhangi bir düzenleme yapılmadı ve bu da akıl hastalığı olan kronik evsizlerden oluşan büyük bir nüfusun ortaya çıkmasına neden oldu.
Tartışmalar ve eleştiriler.
Psikiyatri kurumu, başlangıcından bu yana tartışmalara konu olmuştur.  Aralarında sosyal psikiyatri, psikanaliz, psikoterapi ve eleştirel psikiyatrinin de bulunduğu akademisyenler psikiyatriye eleştiriler getirmiştir. Psikiyatrinin zihin bozukluklarını ilaçlarla tedavi edilebilen beyin bozukluklarıyla karıştırdığı; ilaç kullanımının kısmen ilaç şirketlerinin lobi faaliyetlerinden kaynaklandığı ve bunun da araştırmaların çarpıtılmasına yol açtığı; "akıl hastalığı" kavramının genellikle insanların çoğunluğunun kabul etmediği inanç ve davranışlara sahip olanları etiketlemek ve kontrol etmek için kullanıldığı; ve tıbbın fikirlerinden fazlasıyla etkilenerek ruhsal sıkıntıların doğasını yanlış anlamasına neden olduğu ileri sürülmüştür. Psikiyatriye alan içinden eleştiriler İngiltere'deki eleştirel psikiyatri grubundan gelmektedir.
Double, eleştirel psikiyatrinin çoğunun indirgemecilik karşıtı olduğunu savunmaktadır. Rashed, yeni ruh sağlığı biliminin, hastalıklar için bütünleştirici ve biyopsikososyal modeller arayarak bu indirgemeci eleştirinin ötesine geçtiğini ve eleştirel psikiyatrinin çoğunun artık ortodoks psikiyatriyle birlikte var olduğunu savunuyor, ancak birçok eleştirinin ele alınmadığını belirtiyor.
"Anti-psikiyatri" terimi 1967 yılında psikiyatrist David Cooper tarafından ortaya atılmış ve daha sonra Thomas Szasz tarafından popüler hale getirilmiştir. "Antipsychiatrie" kelimesi 1904 yılında Almanya'da kullanılmaya başlanmıştır. Anti-psikiyatri hareketinin temel önermesi, psikiyatristlerin "normal" insanları "sapkın" olarak sınıflandırmaya çalıştıkları; psikiyatrik tedavilerin sonuçta hastalara yardımcı olmaktan çok zarar verdiği; ve psikiyatrinin geçmişinde psikocerrahi gibi (şimdi tehlikeli olarak görülebilecek) tedavilerin yer aldığıdır ki bunun bir örneği de frontal lobektomidir (yaygın olarak lobotomi olarak adlandırılır). Lobotomilerin kullanımı 1970'lerin sonunda büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11880",
"len_data": 37177,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.79
}
|
Aziz Yıldırım (2 Kasım 1952, Diyarbakır), Türk iş insanı, inşaat mühendisi, armatör ve spor yöneticisi. 4. Kulüpler Birliği ve 32. Fenerbahçe Başkanı. 1979 yılında kurulan Maktaş Mühendislik firmasının ve 1980 yılında kurulan DEARSAN Tersanesinin sahibidir. 1998-2018 yılları arasında başkanlık yaparak Fenerbahçe Spor Kulübü tarihindeki en uzun süreli başkanlık görevini üstlenen kişidir.
Ayrıca, kazandığı 92 adet kupa ile Fenerbahçe SK tarihinin en çok kupa kazanan başkanıdır.
Yaşamı.
Aslen Diyarbakırlı olan Yıldırım, 1952 yılında Ergani'de dünyaya gelmiştir. Babası ilkokul öğretmeni Şefik Yıldırım ve annesi Sermet Yalçın'dır. Ailenin en büyük çocuğu olan Yıldırım, babasının 1960 yılında Alanya'ya ve ardından Düzce'ye tayiniyle birlikte, ailesiyle birlikte bu şehirlere taşınmıştır. Aziz Yıldırım, ilkokul ve lise eğitimini Düzce'de tamamlamış ve Düzce'de Hamidiyespor Kulübü'nde amatör futbol oynamıştır.
Daha sonra Ankara Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi'nden (günümüzde Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi) inşaat mühendisi olarak mezun olmuştur. NATO altyapı ihalelerine de katılan Maktaş Mühendislik firmasının ve askeri gemilerin tasarımını ve yapımını yapabilen, yabancı ülkelerle ortaklıklar kuran DEARSAN Tersanesinin sahibidir. Bunların yanı sıra İmsak Savunma, Savtem Savunma, As İnşaat, Asbeton İnşaat, Aly İnşaat, Gülhan Denizcilik, AG Denizcilik, Şahdem Süt Entegre Hayvancılık, yurtdışında Mar Shipping Co Limited, Chem Unity Co Limited, Dearhan Holding Limited, Med Unity Co. Ltd. ve Marine Unity Co Limited şirketlerinin de hissedarıdır.
Yıldırım, 2007 yılında doğduğu yer olan Ergani'de annesi Sermet Yalçın adına bir Anadolu Lisesi yaptırmıştır. Açılışta bölge halkı tarafından coşkuyla karşılanmış ve "En büyük başkan" tezahüratlarıyla selamlanmıştır. Yıldırım, 31 Mayıs 2024 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri ile anlaştığını şu sözlerle duyurmuştur: “Türkmenistan’da 45 donanma gemisi yaptık. Katar, Nijerya, Tanzanya’ya gemiler yaptık. Bugüne kadar Türkiye’yle çalışmıyorduk. İlk kez ocak ayında savunma sanayi anlaşması yaptık, gemi yapacağız.”
Spor yöneticiliği.
Fenerbahçe SK 4344 sicil numaralı kongre üyesidir ve ilk olarak 1990-1992 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü'nün yönetimde görev almıştır. 1991-1992 sezonunda futbol şube sorumlusu olmuştur. 15 Şubat 1998'de yapılan kongrede rakibi Vefa Küçük'ten bir oy fazla alarak başkan seçilmiştir. 1998-2018 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü'nün başkanlığını yapmıştır. Geçmişte Düzcespor Kulübü'nde fahri başkanlık unvanına sahip olmuştur.
Aziz Yıldırım, başkanlığı döneminde Fenerbahçe futbol takımı ile 6 lig şampiyonluğu ve 10 lig ikinciliği yaşamıştır. Takım, UEFA Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline ve UEFA Avrupa Ligi yarı finaline Aziz Yıldırım başkanlığında ulaşmıştır.
Başkanlığında Fenerbahçe Spor Kulübü, aynı sezonda futbol, kadınlar ve erkekler basketbol, kadınlar ve erkekler voleybol branşlarında lig şampiyonu olmuş ve 2010-11 sezonunda beş branşta birden şampiyonluk yaşamıştır.
Yıldırım dönemine kadar Fenerbahçe taraftar grupları, yönetim ve kongrelerde önemli bir etkiye sahipti. Bu grupların desteğini almak, Fenerbahçe başkan adayları için gereklilik olarak görülüyordu. Taraftar gruplarının bu denli etkili olmasının nedeni, Fenerbahçe üyelerinin çoğunluğunun bu gruplardan oluşmasıydı. Ancak, 2000'li yıllarda Aziz Yıldırım'ın başkanlığı döneminde kulübe üye olan kişi sayısının artırılması ve üyeliğin teşvik edilmesiyle birlikte taraftar gruplarının etkinliği kırıldı. Ayrıca, döneminde Fenerbahçe, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'na (Borsa İstanbul) girmiş ve bu alandan yüksek gelirler elde etmiştir.
İlk yılları: 1998–2004.
1998 yılında göreve geldikten sonra Carlo Ancelotti ile anlaşılamayınca Joachim Löw teknik direktör olarak göreve getirilmiştir. UEFA Avrupa Ligi'nde AC Parma'ya elenen takım, ligi üçüncü sırada tamamlamıştır.Yıldırım, başkanlığı döneminde kulüp yatırımlarına büyük önem vermiş; Şükrü Saracoğlu Stadı'nı bölüm bölüm yıkarak yeniden yaptırmıştır. Fenerbahçe Stadının adı, camianın önemli isimlerinden ve kulübün 19. Başkanı Şükrü Saracoğlu’nun anısına; 22 Temmuz 1998 günü Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu olarak değiştirilmiştir. Ayrıca, Düzce Topuk Yaylası'nda kamp tesisleri inşa etmiş, Fenerbahçe semtinde bulunan ve uzun yıllar kulübün merkezi olan Faruk Ilgaz Tesisleri'ni yenilemiş ve Ankara, İncek’te 32 dönümlük bir araziyi kulübe tahsis ederek buraya çok gelişmiş bir konaklama kompleksi yaptırmıştır. Ayrıca, basketbol takımına Ülker Spor ve Etkinlik Salonu'nu kazandırmıştır.
Fenerbahçe başkanlığı dönemde tesisleşme adına önemli adımlar atılmıştır. 1997 yılında temeli atılan Samandıra Can Bartu Tesisleri, 2000 yılında hizmete açılmıştır. Futbol altyapısı için kurulan Fikirtepe Tesisleri, 1999 yılında faaliyete geçmiştir. 2000 yılında taraftarlara ürün satışı yaparak kulübe özkaynak sağlamayı amaçlayan Fenerium'u kurmuştur.
1999-2000 sezonunda, Yıldırım takımın başına Zdeněk Zeman'ı getirmiştir. Yaşadığı başarısızlıkların ardından Zeman, istifasını Aziz Yıldırım'a bildirmeden medyaya duyurmuştur. İddialara göre Yıldırım, tesislerde Zeman'a "hoca ne yaptın?" diye sormuş, Zeman ise "Denizli ile görüştüğünüzü duydum. Eğer benim üstüme hoca arıyorsanız, benim de burada işim olmaz" yanıtını vermiştir. Aziz Yıldırım, Zeman'ın istifasının ardından geçici olarak Turhan Sofuoğlu'nu teknik direktörlüğe getirmiş ve Fenerbahçe sezonu 4. sırada tamamlamıştır.
Dereağzı Tesisleri, 2003 yılında suni çimle kaplanmıştır. Ayrıca, Fenerbahçe Adası'nda 2004 yılında tam olimpik bir yüzme havuzu hizmete açılmıştır. Faruk Ilgaz Tesisleri, 2004 yılında modernize edilerek yeniden hizmete sunulmuştur. Spor faaliyetleri dışında, Fenerbahçe Todori Tesisleri 2005 yılında açılmıştır.
"Aziz'in Mucizesi": 2004–2011.
Fenerbahçe Dergisi yayımlanmaya başlamış ve 16 Ocak 2004'te Fenerbahçe TV kurulmuştur.
Forbes dergisi, 2008 yılında Fenerbahçe'nin "Dünyanın En Değerli 30 Kulübü" listesine girdiğini duyurmuştur. "Aziz'in Mucizesi" başlığı altında Yıldırım'ın fotoğrafının kapakta yayınlandığı yazıda, Fenerbahçe'nin ardındaki başarı öyküsüne odaklanılırken, Aziz Yıldırım'ın kulübü nasıl modernize ettiği ve finansal performansını artırdığı anlatılmıştır.
Başkanlığı sırasında, Fenerbahçe Spor Kulübü tüzüğünü değiştirmeyi genel kurula sunmuş ve tüzüğün değişmesinde önemli katkı sağlamıştır. Yenilenen tüzükle birlikte "Hedef 1 Milyon Üye" projesini başlatmış ve üye sayısını artırmıştır.
Fenerbahçe, 100. yılı olan 2006-2007 sezonuna Yıldırım'ın tekrar başkan seçilmesi ve Christoph Daum'un yerine Arthur Zico'nun getirilmesiyle başladı. Bu dönemde Fenerbahçe, Süper Lig şampiyonu oldu ve Şampiyonlar Ligi'nde ilk kez çeyrek finale yükseldi. Ancak 2007-2008 sezonu sonunda Zico'nun sözleşmesi yenilenmedi. Aziz Yıldırım, Zico'nun "takımı şampiyon yapamadığı", "fazla para istediği" ve "kardeşi Edu'nun yardımcı antrenör olmasında ısrarcı olduğu" gerekçeleriyle yollarını ayırdıklarını belirtti.
3 Temmuz süreci: 2011–2015.
Aziz Yıldırım şike davası kapsamında 3 Temmuz 2011'de "ekonomik çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek" ve "şike yapmak" iddiasıyla gözaltına alınmıştır.
Daha sonra savcılık tarafından ifadesi alınan Yıldırım, tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Yaklaşık 1 yıl Metris Cezaevinde tutuklu kaldı. Şike davasında 23. duruşma sonunda hüküm giymesine rağmen tutuklu kaldığı süre göz önüne alınarak tahliye edildi.
İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, şike davası kapsamında Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı Aziz Yıldırım'ı Süper Lig'deki 13 maçta yargıladı. Bu 13 maçın 6'sından beraat eden Yıldırım'ın, 4 müsabakada şike yapmak, 3 müsabakada teşvik primi vermek suçlarını işlediğine hükmedildi. Mahkeme ayrıca Aziz Yıldırım'a 18 bin 750 gün adli para cezası da verdi. Aziz Yıldırım'ın mali durumunu dikkate alan mahkeme, bu cezanın günlüğü 70 TL'den toplamda 1 milyon 312 bin 500 TL'ye yükseltilmesine ve bu cezanın 20 eşit taksitle ödenmesine karar verdi. Mahkeme, Aziz Yıldırım hakkında "Spor kulüplerinde ve federasyonlarda görev yapmaktan yasaklama" ve "Stadyumlara giriş yasağı" kararları verdi. Mahkeme tarafından toplamda 6 yıl 3 ay hapis cezası, 1 milyon 312 bin 500 lira para cezası ve sportif olarak çeşitli cezalara çarptırılan Yıldırım, kararı temyiz etti. Yargıtay 5. Ceza Dairesi 17 Ocak 2014 tarihinde hakkındaki hükümleri onadı.
Hükmün infazını gerçekleştirecek olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine itiraz eden Yıldırım'ın itirazı 23 Haziran 2014 tarihinde mahkeme tarafından kabul edildi. Buna göre Aziz Yıldırım'ın infazı durdurulmuş ve yeniden yargılanmasına karar verilmiştir.
Fenerbahçe ve Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım yeniden yargılama sonucu tüm maçlardan ve suçlardan beraat etmiştir.
Yıldırım'ın yeniden yargılama talebi 23 Haziran 2014 tarihinde kabul edildi. Davaya bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Aziz Yıldırım'ın da aralarında bulunduğu 6 sanığın yaptığı başvuruları karara bağladı. Mahkeme, Aziz Yıldırım, Olgun Peker, İlhan Ekşioğlu, Abdullah Başak, Ahmet Çelebi ve Selim Kımıl hakkında, "ileride telafisi imkansız zararlara sebebiyet vermemek" açısından "yeniden yargılama ve infazların erteleme" kararı verdi.
Bunun üzerine Trabzonspor ve Bucaspor, Aziz Yıldırım, Olgun Peker, İlhan Ekşioğlu, Abdulah Başak, Ahmet Çelebi ve Selim Kımıl'ın "Yeniden yargılama" ve "İnfazın ertelenmesi" taleplerinin kabul edilmesi kararına itiraz ettiler. Bu itirazları 1 Eylül tarihinde karara bağlayan mahkeme, Trabzonspor ve Bucaspor'un itirazlarını reddederek, dosyayı bir üst mahkeme olan İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. 29 Eylül 2014 tarihinde itirazı değerlendirip reddeden 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Aziz Yıldırım'ın ve diğer sanıkların yeniden yargılanması kararını kesin hükme bağlamış oldu. Dosya 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne geri gönderildi.
31 Mayıs 2015 tarihinde yapılan seçimde, rakibi Hulusi Belgü'nün 1144 oy aldığı genel kurulda Aziz Yıldırım 5504 oyla 12. kez sarı-lacivertli kulübün başkanlık koltuğuna oturmuş ve seçim öncesi yaptığı konuşmada 6 Haziran'daki Şike Davası'nın ardından görevi bırakacağını açıklamıştır.
13 Ocak 2015'te yeniden yargılanmasına başlanan Aziz Yıldırım, 9 Ekim 2015 tarihindeki 6. duruşmada beraat etmiştir. Ayrıca yargılamayı yapan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, daha önceden kapatılmış olan Özel Yetkili İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesinin kararını da iptal etmiştir. Böylelikle Azız Yıldırım, hakkındaki tüm suçlamalardan suçsuz bulunmuştur.
Başkanlığı kaybetmesi: 2015–2018.
Mayıs 2015'te gerçekleştirilen Fenerbahçe SK Seçimli Olağan Genel Kurul Toplantısı'nda, Aziz Yıldırım, "Benden sonra burada böyle çapulcular olacaksa yandık. Bu nedenle Ali Koç'a rica ettim. Bıraktığım gün aday olacak, söz verdi. Çapulculara burada yer yok." ifadelerini kullanmıştır. Ali Koç ise Yıldırım'a olan güvenden dolayı teşekkür ederek kenetlenme ve birlik vurgusu yapmıştır. Fenerbahçe başkanlığının küçüklük hayali olduğunu belirten Koç, 24 Ekim 2016 tarihinde Haziran 2018'deki seçimlerde aday olacağını duyurmuştur. Daha sonraki dönemde başkan Yıldırım, Şike Davası hakkında Yargıtay kararı verilmeden başkanlığı bırakmayacağını ve seçimle gideceğini belirtmiştir.
2018 yılında yapılan kongrede 20 yıl sonra ilk kez başkanlık yarışını kaybetmiştir. Ali Koç'un başkanlığa seçildiği kongrenin ilk gününde, mevcut başkan Yıldırım, Ali Koç'a "Sen futbolu çok iyi biliyorsun, gel futbolu sen yönet, ben amatör branşları yöneteyim, Fenerbahçe kazansın." önerisinde bulunmuştur. Gergin geçen kongrede, her iki adayın da maddi yardım vaatleri dikkat çekmiştir.
Yeniden adaylığı: 2024.
İki başkan adayından biri olan Sadettin Saran'ın diğer aday olan Ali Koç'un lehine çekilmesinin ardından 2024 olağan seçimli genel kurulunda yeniden başkanlığa aday olma kararı aldığını duyurmuştur. Aziz Yıldırım yaptığı açıklamada ilk vaat olarak "yüz yüze görüştüm" dediği José Mourinho'yu teknik direktör olarak getireceğini belirtmiştir.31 Mayıs 2024'te ise Mourinho'nun Fenerbahçe ile anlaştığı doğrulanmıştır. Yıldırım, seçilirse Mourinho ile çalışmaya devam edeceğini ve stadyumu yenileyeceğini ve stadyumun kapasitesini 60.000'e artıracağını söylemiştir. Mourinho anlaşması hakkında, "gerekirse imzalayın" diyen Yıldırım, "ben seçileceğim ve benim dediğim adam burada olacak" ifadelerini kullanmıştır.
Seçimlerde Ali Koç 16.464, Aziz Yıldırım 10.483 oy almıştır. Oy sayımı sırasında kürsüye çıkan Yıldırım, Fenerbahçe'ye yakışan bir kongre olduğunu belirterek Ali Koç'a şu sözlerle başarılar dilemiştir:
Sportif başarıları.
Futbol.
Süper Lig performansı.
Teknik direktör performansı.
"Not: Sadece Süper Lig maçları dahildir."
Derbi karnesi.
"Sadece Resmi Maçlarda alınan sonuçlar dikkate alınmıştır. Hazırlık Maçları dahil değildir."
Kupalar.
Aziz Yıldırım 20 yıllık Fenerbahçe Başkanlığı sürecinde 13'ü Futbol, 17'si Erkek Basketbol, 35'i Kadın Basketbol, 13'ü Erkek Voleybol, 14'ü Kadın Voleybol olmak üzere 92 tane kupa kazanmıştır. Bu kupaların 4 tanesi Avrupa düzeyinde, 1 Tanesi Dünya çapındadır. Aziz Yıldırım, kazandığı 92 adet kupa ile Fenerbahçe SK tarihinin en çok kupa kazanan başkanıdır.
Fenerbahçe (futbol takımı)
Fenerbahçe (erkek basketbol takımı)
Fenerbahçe (kadın basketbol takımı)
Fenerbahçe (erkek voleybol takımı)
Fenerbahçe (kadın voleybol takımı)
Özel yaşamı.
Üç çocuk babası olan Yıldırım, 7 Nisan 2010 tarihinde ilk iki çocuğunun annesi olan 30 yıllık ilk eşi Yıldız Algün'den boşanmıştır. 12 Mayıs 2011'de Gonca Çelikkıran ile evlenmiştir. Bu evlilikten de bir kız çocuğu olmuştur. İkinci evliliğinden olan kız çocuğunun adı Yaz'dır.
Hatırası.
Yaptırdığı Topuk Yaylası Tesisleri ile Düzce'ye önemli katkı yapan Aziz Yıldırım'ın adı Şıralık Mahallesi'ndeki 5615. Cadde'ye verildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11882",
"len_data": 13698,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.27
}
|
Mehmet Şükrü Saracoğlu (d. 1886, Ödemiş - ö. 27 Aralık 1953, İstanbul), Türk iktisatçı ve siyasetçidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin 5. başbakanıdır.
1942-46 arasında başbakan, 1938-42 arasında dışişleri bakanı, 1948 ile 1950 arasında da Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı olan Saracoğlu, bu görevler dışında 1924 ile 1938 arasında da değişik hükûmetlerde millî eğitim, maliye ve adalet bakanlıkları yapmıştır. İsmet İnönü ile II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye'yi savaşın dışında tutan politikalara yön vermiştir. Ayrıca 1934 ile 1950 arasında Fenerbahçe Spor Kulübü başkanlığını yürütmüştür.
Hayatı.
Gençlik yılları ve eğitimi.
Babası, Trabzon'un Akçaabat ilçesinden göç ederek Ödemiş'e yerleşen Saraç Mehmet Tevfik Usta, annesi ise ev hanımı Şerife Hanım'dır. Ailesinin ilk çocuğudur. İlköğrenimini Ödemiş iptidaisinde, ortaöğrenimini ise 1899'da kaydolduğu Ödemiş rüşdiyesinde okuduktan sonra 1901 yılında İzmir İdadisi'ne girdi. İzmir İdadisi'ni birincilikle bitirerek, yine 1901'de açılan imtihanları kazanarak, İstanbul'da Mekteb-i Mülkiye'ye girdi. 1909 yılında Mekteb-i Mülkiye'yi bitirerek İzmir Valiliği Maiyet Memurluğu'na atandı. İzmir Sultanisi'nde matematik öğretmenliği yapan Saracoğlu, 1911 yılında İttihat ve Terakki Ticaret Mektebi müdürlüğü görevine getirildi.
Memur olarak görevini sürdürdüğü 1914 yılının Ocak ayında açılan bir imtihanı kazanarak, devlet bursu kazanan Saracoğlu, Belçika'ya öğrenime gönderilmiştir. Fakat burada 5 ay kaldı ve Osmanlı Devleti'nin, I. Dünya Savaşı‘na giriş yaptığı haberini aldığından, İzmir'e döndü. 1915 Mayıs'ında yine devlet tarafından Cenevre Siyasi İlimler Akademisi'nde okumak için İsviçre'ye gönderilir. Mehmed Şükrü Bey, burada dört yıl kalmış ve 1918'de bu fakülteyi çok iyi bir dereceyle bitirmiştir.
Mondros Mütarekesi'nden sonra Cenevre'de yakın arkadaşı Mahmut Esat Bozkurt ile birlikte Türk Yurdu Cemiyeti'nin Cenevre şubesini kurarlar. Saracoğlu bu cemiyet adına Fransızca bir derginin yayınlanmasını üstlendi, Avrupa kamuoyunda Mondros şartlarının olumsuzluğuna tepki yaratmak için uğraşlar vererek Osmanlı Devleti'nin haklarını savundu.
15 Mayıs 1919'da İzmir işgal edilince Mahmut Esat Bozkurt'la birlikte Türkiye'ye gideceğini öğrendiği bir İtalyan gemisine kaçak binip yurda döndü. Millî Mücadele'ye katılmak için yola çıktıkları Anadolu'ya vardıklarında, ittihatçı olduklarından şüphelenen Demirci Mehmet Efe tarafından önce gözaltına alındılar, sonra da hapsedildiler. Onları bu durumdan İttihat ve Terakki Ticaret Mekteb-i Müdürlüğünden tanıdığı Celal Bayar kurtardı. Kuşadası, Nazilli ve Aydın yörelerinde kurulan Kuvâ-yi Milliye hareketlerinin örgütlenmesinde çalıştı. Ocak 1920'de toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na İzmir milletvekili olarak seçildiyse de, İstanbul'un İtilaf Devletleri'nce işgal edilmesi nedeniyle meclise katılamadan Kuşadası'na geri döndü.
Siyasî hayatı.
Saracoğlu, 5 Mart 1923'ten 31 Mart 1923'e kadar bir süre yaptığı Ödemiş belediye başkanlığından sonra, I. İzmir İktisat Kongresi'nde gösterdiği yoğun çabalarıyla dikkat çekti ve Ağustos 1923'te ikinci dönem İzmir mebusu olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katıldı.
Fethi Okyar hükûmetinde maarif vekilliği yapan Saracoğlu, 1926'da Türk-Yunan Mübadele Komisyonu'nda Türk delegasyonuna başkanlık etti. 1927 ile 1930 arasındaki İsmet İnönü hükûmetlerinde maliye vekilliğini üstlendi. Vekilliği sırasında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu. Lozan Antlaşması'nın getirdiği sınırlamaların bitmesinden sonra yeni gümrük tarifelerini uygulamaya koydu. Dış ticarette kota uygulamasını getirdi. Dünyadaki Büyük Buhran'ın etkilerini azaltmak ve ulusal ekonominin altyapısını oluşturmak amacıyla yürütülen bir dizi millileştirmede önemli rol oynadı.
Vekillikten ayrıldıktan Türk hükûmeti adına ekonomik konularda temaslarda bulunmak üzere Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderildi. Dönüşünden sonra hazırladığı bir rapor, Türk pamuk sanayisinin yeniden düzenlenmesine temel oluşturdu. Saracoğlu, 1932 yılında Paris'te Osmanlı borçlarının ödeme koşullarının saptanması görüşmelerini Türkiye adına yürüttü. 1933'te bir antlaşma imzaladı. Saracoğlu'nun imzaladığı bu anlaşma ile genç Türkiye Cumhuriyeti'nin maliyesi soluk aldı.
1933-1938 arasında İsmet İnönü ve Celal Bayar hükûmetlerinde de adliye vekili olarak görev aldı. Adliye vekilliği döneminde genç cumhuriyet'in devlet organlarının kurumlaşmasında da emeği geçen Saracoğlu, bakanlıkları sırasında avukatlık, hakimlik, icra iflas kanunlarını hazırlamış ve çıkartmış iş esasına dayalı cezaevlerinin oluşmasını ve ilk örnek olarak İmralı Cezaevi’nin kuruluşunu sağlamıştır. Barem ve Emeklilik kanunları da Saracoğlu’nun zamanında oluşturulmuştur.
Dışişleri Bakanlığı.
Yakın dostu olan ve aralarında oynadıkları satranç maçlarının ünlü olduğu İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde siyasal yaşamının en önemli görevlerine atandı. Bu görevlerden ilki 1938 ile 1942 arasında, Celal Bayar ve Refik Saydam hükûmetlerinde üstlendiği dışişleri bakanlığı oldu. Bu görevi ve daha sonra geldiği başbakanlık görevinde Türkiye'nin II. Dünya Savaşı'nın (1939-1945) dışında tutulması politikasında önemli rol oynadı.
Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesi Britanya ve Fransa ile işbirliği görüşmeleri yaparken, Kurtuluş Savaşı'ndan beri yakın ilişkiler içinde olduğu Sovyetler Birliği'nin de Batılı devletlerin yanında yer alacağını umuyordu. Ancak Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalanınca Türkiye, Britanya-Fransız bağlılığında kalmakla Sovyetler Birliği ile ilişkilere devam etmek arasında zor bir seçim yapmak zorunda kaldı. Türkiye imzaya hazır hale gelen Üçlü İttifak'a (Britanya-Fransa-Türkiye) ters düşmeyen bir Sovyet ittifakı kurmak istiyordu. Sovyetler Birliği de, tamamen değişen uluslararası ortamda ilişkileri yeniden değerlendirme taraftarıydı. Bu doğrultuda Dışişleri Bakanı Saracoğlu 15 Eylül 1939'da resmen Sovyetler Birliği'ne davet edildi.
Sovyet tarafının istekleri nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanacak görüşmeler üç gün olarak planlanmasına rağmen 25 Eylül ve 1, 13 ve 15 Ekim tarihlerinde dört oturum hâlinde yapıldı ve 23 güne yayıldı. Josef Stalin ve Vyaçeslav Molotov'un da yer aldığı 25 Eylül'de yapılan ilk görüşmeden sonra Ankara'ya çektiği telgrafta görüşmeyi "boğuşma" olarak nitelendirdi.
Sovyet tarafının başlıca dört maddede özetlenen talepleri (Türk Boğazlarının Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortak olarak savunulması, Montreaux Boğazlar Rejimi'ne Karadeniz'e sahili olmayan devletlerin Boğazlardan geçemeyeceği garantisinin eklenmesi, Türkiye'nin Britanya ve Fransa ile giriştiği ittifak müzakerelerinin istişareye çevrilmesi ve Britanya ile Fransa'nın Sovyetler Birliği ile savaşa girmesi durumunda Üçlü İttifak'ın geçersiz sayılması) Türk tarafınca reddedildi. Görüşmelerden bir sonuç alınamayacağını gören Saracoğlu 17 Ekim'de Moskova'dan ayrıldı ve 20 Ekim 1939'da Türkiye'ye döndü.
1 Eylül 1939'da Polonya'ya giren Almanya, Britanya ve Fransa'nın savaş ilanına da aldırış etmeyerek Belçika, Hollanda, ardından da Fransa'ya saldırdı (Haziran 1940). Alman güçlerinin Balkan ülkelerini de işgal etmesiyle Türkiye savaşın eşiğine geldi. Almanya, asıl hedefi Sovyetler Birliği olduğu için, Türkiye'ye saldırmayacağını açıklayarak Ankara'ya bir saldırmazlık paktı önerdi. Türkiye'nin de Alman tehdidini savuşturmak amacıyla bu öneriyi kabul etmesi üzerine iki ülke arasında Türk-Alman Dostluk Paktı imzalandı (18 Haziran 1941).
Başbakanlığı.
1942 yılında Refik Saydam'ın ani ölümü üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından 9 Temmuz 1942 günü başbakanlığa atanarak hükûmeti kurmakla görevlendirildi. 5 Ağustos 1942'de hükûmet programını okurken "Biz Türk'üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız." demişti.
Saracoğlu, başbakanlığı sırasında izlediği dış politika da bazı çevrelerce Alman yanlısı olarak nitelendirildi. Almanya'nın savaş yıllarındaki Ankara elçisi Franz von Papen ve onunla yakın ilişkide olan Türk hükûmetinde yetkili ekipteydi. Refik Saydam, Şükrü Saracoğlu ve Numan Menemencioğlu'nun da dahil olduğu bu ekip Almanya'yı destekledi, Almanya ile dış ticareti Alman para birimi Reichsmark ile yaptı, Türk banknotlarını Almanya'da bastırdı, Almanya'ya paslanmaz çeliğin hammaddesi olan krom sevkiyatı yaptı ve Sovyetler Birliği'nin işgal ettiği Kırım ve Kafkasya'daki Türk topraklarında askerî harekât yapmakta olan Alman ordusunu cephede takip etmek için komutanlar yolladı.
II. Dünya Savaşı'nın dönümü olan 1942-1943'te Müttefik ordularının Kuzey Afrika'ya çıkması, ardından da Almanların Stalingrad'da aldığı yenilgiyle savaşın ibresi Müttefik Devletler'in lehine döndü. Türkiye de Müttefiklere yakınlaşmaya başladı. Şükrü Saracoğlu da 12 Haziran 1943 tarihinde Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'nda ABD'nin yanında olacağına karar verdiği gerekçesiyle ünlü Time dergisine kapak oldu. Saracoğlu Mustafa Kemal Atatürk (1923, 1927) ve İsmet İnönü'den (1941) sonra Time kapağında yer alan 3. Türk'tür.
Saracoğlu'nun başbakanlığı döneminin ekonomik alanda belki de en fazla akılda kalan ve tartışmaları bugüne değin süren icraatı, Kasım 1942'de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu oldu. II. Dünya Savaşı sırasında yaygınlaşan karaborsa nedeniyle ortaya çıkan savaş zenginlerinin elde ettikleri servetler, temel gıda ürünlerinin bile zor temin edilebildiği savaş döneminde halkın tepkisini çekmişti. Bunun üzerine CHP Meclis Grubu, 12 Kasım 1942'de Varlık Vergisi'ni kabul ederek hem devlet gelirlerini artırarak enflasyonla mücadele etmeyi hem de karaborsayla mücadele etmeyi amaçlamıştı. Servetlerin bir defaya mahsus vergilendirildiği ve vergisini ödemeyenlerin bedensel çalışmaya tabi tutulduğu bu uygulama özellikle gayrimüslim azınlıklara yönelik bir baskı aracı gibi uygulandığı ileri sürülerek büyük tartışmalara yol açmış ve sonuçta 1944 yılı başlarında kaldırılmıştır.
Topraksız köylülere bazı arazileri dağıtmaya yönelik Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu da başbakanken yürürlüğe kondu (11 Haziran 1945). Saracoğlu'nun ısrarla takipçisi olduğu bu kanun özel ormanların ve büyük toprak sahibi ailelerin bir kısmının arazilerinin kamulaştırılmak istenmesi nedeniyle büyük toprak sahiplerinin itirazlarıyla karşılaştı. Milletvekilleri Ali Cavit Oral, Emin Sazak, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Adnan Menderes köylüyü toprak sahibi yapacak bu reformlara tümden karşı çıktılar. Başlangıçta CHP'nin toprak reformu ve dolayısıyla ekonomi politikasına karşı oluşan bu muhalefet hareketi, siyasî bir harekete dönüştü. Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Mehmet Fuad Köprülü'nün, 7 Haziran 1945'te verdikleri Dörtlü Takrir, CHP içinden çıkacak yeni bir siyasi partinin (Demokrat Parti) işaret fişeği oldu.
Saracoğlu'nun başbakanlığı döneminde, 1946 seçimleri öncesi seçim kanunu değiştirildi, 5 Haziran 1946 tarih ve 4918 sayılı kanunla tek dereceli seçim sistemine geçildi. "Açık oy-gizli sayım" esaslarına göre hazırlanan bu kanuna göre her seçmenin hangi partiye oy verdiği herkes tarafından görülebilecek, fakat oy sayımı gizli yapılacaktı. Bu usule göre yapılan 1946 seçimlerini Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kazandı. Demokrat Parti (DP) kurulduktan hemen sonra yapılan bu erken seçimde DP sadece 16 ilde seçime girebilmişti.
1946 seçimlerinden sonra hem yaşadığı sağlık sorunları hem de CHP içinde kan değişikliğine gitmek isteyen İsmet İnönü'nün kararıyla başbakanlığı Recep Peker'e bıraktı (7 Ağustos 1946). 1 Kasım 1948 ile 22 Mayıs 1950 arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı yaptı. 1950 genel seçimleriyle milletvekilliği sona erdi ve siyaseti bıraktı.
Fenerbahçe başkanlığı.
Şükrü Saracoğlu ayrıca 1934 ile 1950 arasında 16 yıl boyunca Fenerbahçe Spor Kulübü'nün başkanlığını yapmıştır. Bugünkü Fenerbahçe Stadyumu ilk haliyle hanedan arazisi olan "Papazın Çayırı", 1908 yılında hürriyet kahramanları namına Fenerbahçe'nin kurucusu ve ilk başkanı Ziya Songülen ile Cemil Topuzlu gibi isimlerle, futbolu Osmanlı topraklarına getiren İngiliz levanten ailelerin çocukları tarafından ücreti karşılığında kiralanmak maksadıyla II. Abdülhamid’den izin alınarak Union Club ismiyle futbol sahası haline getirilmişti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler ile ilişkiler bozulunca, İttihatçı Kara Kemal tarafından 1916’da ele geçirilmiştir ve ismi “İttihatspor Sahası“ olarak değiştirilmiştir. Kuşdili Çayırı'ndaki bahsi geçen bu arazi, Mustafa Kemal Atatürk'ün de onayıyla önce 1929'da Fenerbahçe tarafından kiralanmıştır ve 25 Ekim 1929'da yapılan spor bayramı ile tekrar hizmete açılmıştır. Oluşturulan bu stadyum, Şükrü Saracoğlu ve Kenan Onan'ın çabalarıyla 27 Mayıs 1932 tarihinde, 9.000 TL bedeli 10 ayda ödemek kaydıyla Fenerbahçe Spor Kulübü'nün malı oldu. Bununla birlikte Fenerbahçe Türkiye'de stat mülkiyetine sahip ilk kulüp olma özelliğini kazandı. Hem bugün üzerinde kendi adını taşıyan stadyumun yükseldiği araziyi Fenerbahçe'ye kazandırması, hem de 23 Şubat 1934 günü oynanan olaylı geçen Fenerbahçe-Galatasaray maçından sonra Fenerbahçe'nin kapatılmasına kadar gidecek cezaların gündeme geldiği sırada kulübe sahip çıkmış olması nedeniyle, 22 Temmuz 1998 günü alınan kararla Fenerbahçe Stadı'nın adı Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu olarak değiştirilmiştir.
Son yılları.
Son yıllarında parkinson hastalığı ile mücadele etti. Fransa'da yapılacak tedavisi için verilecek ödenek konusunda Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın isteksiz kalması üzerine, İzmir İttihat ve Terakki Ticaret Mektebi'nden öğrencisi olan Başbakan Adnan Menderes'in araya girmesiyle ödenek çıkarıldı. Fransa'daki tedavisinin de bir sonuç vermemesi üzerine Türkiye'ye döndü. Eşi Saadet Hanım'la birlikte İstanbul'a yerleşti. Teşvikiye'deki evinde 27 Aralık 1953'te, 66 yaşında öldü. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır.
Eski maliye nazırlarından Ahmed Zühdü Paşa'nın torunu, Ahmet Sabit kızı Hatice Saadet Hanım'la evli, Hüseyin Aydın, Ahmet Yılmaz ve Fatma Evin'in babasıdır. 1987 ile 1993 arasında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası başkanlığında bulunmuş olan Rüşdü Saracoğlu'nun dedesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11886",
"len_data": 14044,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Moda, İstanbul ilinin Anadolu yakasında, Kadıköy ilçesinde, tarihî yarımadanın karşısında bulunan semt.
Konum olarak Kadıköy'ün merkezi ile Kurbağalıdere (Yoğurtçu Parkı) arasında kalır. Kadıköy'den kalkan nostaljik tramvayın güzergâhı üzerindedir. Dondurmacıları ve çay bahçeleriyle meşhurdur.
Semtin adını Yusuf Kâmil Paşa sokağında bulunan All Saints Moda Kilisesi'nden aldığı söylense de, Kâtip Çelebi'nin "Cihânnümâ" adlı eserinde yer alan İstanbul haritasında, buranın adı olarak Moda ismi yer almaktadır. Kilise, Kırım Savaşı sonrasında 1878 yılında inşa edilmiştir.
Bölge, kıyılarına dolgu alanları yapılmadan önce aktif falezlere sahipti. Bunlar günümüzde ölü falez alanlarıdır.
Ali Müfit Gürtuna'nın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Kadıköy Yoğurtçu Çayırı - Münir Nurettin Selçuk Caddesi Köprü ve Kavşak inşaatı gündeme gelmiştir. Projenin temelinin atılması, Moda sahilinin otoyola dönüşeceği kaygısını beraberinde getirmiştir. Gelen tepkiler ve Koruma Kurulu kararıyla projeden vazgeçilmiştir.
Moda İskelesi'nin restoran olarak kullanıldığı dönem içerisinde alkol satışına son verilmesi, 2008 yılında semtte protesto eylemlerine neden olmuştur.
İskele, yeniden işlevlendirme projesiyle hem deniz ulaşımı hem de kitap&kafe ve kütüphane işleviyle 19 Ağustos 2022 tarihinde yeniden hizmete açılmıştır. Böylece semte deniz ulaşımı ile erişmek, mümkün hale gelmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11889",
"len_data": 1396,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.47
}
|
Kalamış, İstanbul ilinin Anadolu yakasında Kadıköy ilçesinde bulunan bir semttir.
Kurbağalıdere, Kızıltoprak, Feneryolu ve Fenerbahçe arasındadır. Büyük bir marinası ve parkı vardır. Bazı gece kulüpleri ve lokantalar da bulunur. Galatasaray Spor Kulübü'nün Galatasaray Kalamış Tesisleri de burada bulunur.
Kurbağalıdere Kalamış Koyu'na dökülmektedir. Kurbağalıdere'nin koya döküldüğü yerde Fenerbahçe Spor Kulübü'nün Dereağzı Tesisleri vardır.
1985-1987 yılları arasında Kalamış Koyu ve Fenerbahçe'de yat limanı inşa edilmiştir. Bu durum, aynı zamanda tarihi Kalamış İskelesi'nin yok olmasına neden olmuştur. İskele bu tarihten önce de, denizin burada kayalıklar bulundurması, kum bankları oluşturması, kaptanların güzergahta çalışmak istememesi gibi gerekçelerle atıl durumdaydı.
Kalamış Marina'nın sahille buluştuğu sınırdaki tel çitleri, denizin ancak bunların arkasından izlenebilmesi ve yayaların yola devam edebilmek için araç yoluna yönlendirildiklerini gerekçesiyle eleştiri konusu olmaktadır. Marina, 2024 yılındaki özelleştirme ihalesi ile kamuoyunun gündemine yerleşmiştir.
Güftesi Behçet Kemal Çağlar'a ve bestesi de Münir Nurettin Selçuk'a ait;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11890",
"len_data": 1157,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.29
}
|
Kızıltoprak, İstanbul Anadolu yakasında Kadıköy ilçesinde bir semttir.
Semtte sağlık ve ticarî alanlarda faaliyet gösteren dükkânlar yoğun olarak bulunur. Bağdat Caddesi'nin çift yönlü olarak aktığı tek noktadır, trafiği günün her saati oldukça yoğundur. Yoğun trafiğine rağmen Kızıltoprak'ın ara sokakları sakinliğini korumaktadır.
Vecihi Hürkuş'un heykeli, Kadıköy Müftülüğü, Eski Kenan Evren Lisesi ve yıkılmış durumda olan tarihî Kızıltoprak Karakolu burada bulunmaktadır. Kenan Evren Lisesi daha önce karşılıklı iki bina olarak Kadıköy Orta Okuluydu, ilk yapıldığında ise Rüştiye Mektebi olarak faaliyet göstermiştir.
1930'da Kadıköy ilçe olduğu sırada Kızıltoprak da Zühtü Paşa, Tuğlacıbaşı ve Kızıltoprak mahallelerini içeren bir bucak durumundadır. 1961 yılında Fenerbahçe, 1965 yılında ise Fikirtepe Kızıltoprak mahallesinden ayrılmıştır.
Tuğlacıbaşı ismine bugün tapu kadastro kayıtlarında hala rastlanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11891",
"len_data": 921,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.5
}
|
Graviton, günümüze kadar varlığı kanıtlanamamış, kütleçekim kuvvetini ilettiği varsayılan sanal bir parçacıktır. Einstein'ın Genel Görelilik teorisinin önemli bir parçasıdır. Gravitonun varlığı etkileri sayesinde bilinmektedir fakat onu ölçmek ya da gözlemlemek şimdilik olanaksızdır.
Gravitonun bulunması için araştırmalar yalnızca dünya gezegeninde değil, dünya dışı olan uzayda da yapılmalıdır. Yapılması gereken bu araştırmalar içinse, günümüzdekinden daha yüksek bir teknolojiye ve yüksek miktarda bütçeye gereksinim vardır.
Kuantum mekaniğinin geliştirmeye çalıştığı Standart Model, bütün atomların yapıtaşlarının çok küçük parçacıklardan oluştuğunu ortaya koyar.
Yapıtaşları ile yetinmez, atomlar arası ve içi etkileşimlerin ve bütün kuvvetlerin ardında parçacıklar olduğunu öne sürer. Örneğin, atom çekirdeğini bir arada tutan kuvvetin parçacığı Gluon olarak adlandırılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11892",
"len_data": 880,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.3
}
|
Tantuni, Türk mutfağında yer alan Mersin'e has bir dürüm çeşididir. Özellikle sokak yemeği olarak tüketilmektedir.
Etimoloji ve adlandırma.
"Nişanyan Sözlük"'e göre "tantuni" kelimesinin kökeni belirsizdir. "Tantuni" kelimesinin kökeni için çeşitli teoriler öne sürülmüştür. Tantuni isminin bakır tavaya vurulan kaşığın çıkardığı sesten geldiği, modern tantuniyi ilk yapmaya başlayan kişi olduğu iddia edilen Mehmet Acı'nın müşteri çekmek için bulduğu bir slogan olduğu, "Tantuni" diye çağrılan "Tanta Ahmet" lakaplı Mersinli bir hamamcının bayramlarda akciğerleri sacda kavurarak satması sonucunda buradan türediği, ilk yapılan tantunilerin ekmeği ince uzun olduğu için Arapçada “uzun” anlamına gelen “tawil” sözcüğünden geldiği veya Arapçada tiftiklenmiş et anlamına gelen kelimeden türediği öne sürülmüştür.
Tarihçe.
Tantuninin ilk olarak 1960'ların sonlarında Mersin'deki Çukurova İplik Fabrikası'nın (günümüzde Mersin Adliyesi) duvarlarında kurulmuş küçük işletmeler tarafından servis edildiği ve buradan yaygınlaştığı rapor edilmiştir. Tantuninin ilk yaygınlaşmaya başladığı zamanlarda yiyecek için tantuni yerine "çomaş", "sokum" ya da "dürüm" gibi kelimeler kullanılmıştır. Buna karşın bu tantunide et yerine "takım ciğer" (akciğer, karaciğer, yürek, dalak) kullanıldığı ve bakır tavalarda gaz ateşinde pişirildiği bildirilmiştir. Orijinal tantunide takım ciğerin yanında günümüzdekine benzer şekilde kuyruk yağı, sıvıyağ, soğan, yenibahar, kimyon, pul biber, karabiber, tuz ve maydanoz kullanıldığı belirtilmektedir. Eski tantuninin çevre yörelerde de yapılan ciğer kavurmadan çok da farklı olmadığı öne çıkmaktadır.
Başlangıçta seyyar tezgahlarda hazırlanılmış ve ayak üstü ya da tezgahların önündeki küçük iskemlelerde oturularak yenilmiş tantuni seyyar satıcılığa getirilen kısıtlamalar dolayısıyla günümüzde tantuni salonlarında servis edilmektedir. Mersin'den Türkiye'nin diğer şehirlerine ve diğer ülkelere yayılmıştır. "Mersin Tantunisi" Türk Patent ve Marka Kurumu'na 2014 yılında başvurarak 2016'da tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır. 2017'de bu karar T.C. Resmî Gazete'De yayımlanarak ilan edilmiştir.
Hazırlama ve sunum.
Çok küçük kuşbaşı doğranmış et haşlanır. Sac kızdırılarak yağ ve toz biber eklenir. Önceden haşlanmış et bu yağda çevrilir. Pişirme sırasında saca arada bir su eklenir. Amaç, hem sacın sıcaklığını kontrol etmek, hem de tantuninin sarılacağı ekmeği yumuşatmak için buhar sağlamaktır. Pişen et sumaklı ve maydanozlu soğan piyazı, domates ve çeşitli baharatlar ile ekmek arası ya da dürüm yapılır. Genelde kullanılan çeşitler somun, açık ekmek ve lavaştır. Limon ve acı biber turşusu ile servis edilir. Geleneksel açıdan ayran veya şalgam suyu ile beraber tüketilir.
Coğrafi işarete göre Mersin Tantunisi'nde kullanılacak etin yağlı kaburga kısmından olması, kullanılan sıvıyağın ise pamuk yağı olması gerekmektedir. Buna karşın bu sınıflandırma Mersin'de tantuni üreticilerinin farklı etleri de kullanması, ayçiçek yağının yaygın olması gibi nedenler gösterilerek eksik olduğundan eleştirilmiştir. Tantuni ustadan ustaya çok değişiklik gösterir. Tantuniye eklenen baharatlar ve otlar, malzemenin dürüm ya da somun içindeki katmanlaması, buhar ve yağ oranı, pişme süresi, saca toz biber yanında katılan diğer malzemeler bu değişikliklerden sadece birkaçıdır.
Türleri.
Bugün tüketilen tantuni iki çeşit etle yapılır. Sadece et içeren dürüme "biftek", hem et hem de kuyruk yağı içeren dürüme ise "tantuni" denir. Bu fark özellikle tantunicilerde öğün ısmarlarken önem kazanmaktadır. Ayrıca son dönemlerde yoğurtlu tantuni de tantuni dükkanlarında satışa sunulmaktadır. Yapılışı ise normal tantuniyi lokma halinde dilimleyip üzerine isteğe göre süzme yahut normal yoğurt dökerek toz biberli kızarmış yağı ekleyip servis etmektir.
Kültürel etkileri.
Tantuni, Mersin'in ve Mersinli olmanın en büyük simgelerinden biri olarak tanımlanmıştır. 2014 yılında Mersin'de Tantuni Festivali düzenlenmiş ancak yaşanan izdiham ve gerçekleşen güvenlik zafiyeti nedeniyle tekrarı olmamıştır. 2019'da Mersin'de düzenlenen Uluslararası Narenciye Festivali'nde aşçılık öğrencileri tarafından 33 metrelik tantuni yapılarak en uzun tantuni rekoru kırılmıştır. Tantunide 65 kilogram et kullanıldığı kaydedilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11897",
"len_data": 4233,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.5
}
|
The Division Bell, Pink Floyd'un 1994'te yayınladığı albüm. Bu albüm çıkışından iki hafta sonra ABD'de 1. sıraya yükseldi. Richard Wright, Wish You Were Here'dan sonra ilk kez bu albümde şarkı yazmıştır. Şarkıların çoğunu yazan David Gilmour'a karısı Polly Samson yardım etmiştir. Albümün adını yazar Douglas Adams bulmuştur. Gruptan da kendisine para ödememelerini onun yerine Asya ve Afrika'daki gergedan türlerinin korunması üzerine çalışmalarda bulunan Save The Rhino vakfına 25.000£'luk bağışta bulunmasını istemiştir.
Albümün sonundaki telefon konuşması Steve O'Rouke'nin Gilmour'un üvey oğlu Charles'ı albümde yer almak için araması ancak Charles'ın telefonu yüzüne kapamasından oluşmaktadır. Bu da albümün temalarından olan iletişimsizliğe bir göndermedir. Zaten albüm kapağındaki karşılıklı iki kafa da iletişimle ilgilidir. Keep Talking şarkısında, Stephen Hawking'in `Zamanın Kısa Tarihi` (A Brief History Of Time) adlı kitabından yapılan bir alıntı kendisi tarafından seslendirilmiştir.
Grup "Marooned" şarkısıyla "En iyi rock enstrümantal performans" dalında Grammy'ye aday olmuştur ve müzik hayatlarının tek Grammy ödülünü almışlardır.
Grup elemanları.
Diğer elemanlar
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11899",
"len_data": 1182,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.76
}
|
Roger Keith "Syd" Barrett (6 Ocak 1946 - 7 Temmuz 2006), rock grubu Pink Floyd’un kurucularından biri olan İngiliz şarkıcı-şarkı yazarıdır. 1965’te kurulan gruptan ayrılana kadar; grubun baş şarkıcısı ve birincil şarkı yazarıydı.
Aslen ressamlık üzerine eğitim alan Barrett, on yıldan az bir süredir müzik ile ilgileniyordu. Pink Floyd ile dört tekli, ilk albümleri "The Piper at the Gates of Dawn"’ı (1967), ikinci albümleri "A Saucerful of Secrets"’ın (1968) bir kısmını ve birkaç yayımlanmamış şarkı kaydetti. Nisan 1968'de, akıl hastalığı ve aşırı psikedelik uyuşturucu kullanımı iddiasıyla gruptan çıkarıldı. Kısa süren solo kariyerine 1969'da yayımlanan "Octopus" teklisi ile başladı ve ardından Pink Floyd'un birkaç üyesinin yardımıyla kaydedilen "The Madcap Laughs" (1970) ve "Barrett" (1970) albümleriyle devam etti.
1972'de Barrett müziği bıraktı, inzivaya çekildi ve yaşamının geri kalanını gözlerden uzak bir şekilde geçirdi. Resim yapmaya devam etti ve kendisini bahçe işlerine adadı. Pink Floyd, 1975'teki "Shine On You Crazy Diamond" şarkısı ve 1979’daki "The Wall" albümü başta olmak üzere, kendisine saygı ve övgüde bulunan birçok eser yayımladı. 1988'de EMI, Barrett'ın onayı ile yayımlanmamış şarkılardan ve şarkıların farklı versiyonlarından oluşan "Opel" albümünü çıkardı. 1996'da Barrett, Pink Floyd'un bir üyesi olarak Rock and Roll Hall of Fame'e girdi. 2006’da pankreas kanserinden öldü.
Çocukluk.
Syd Barrett, Roger Keith Barrett adıyla Cambridge'te dünyaya geldi. Beş kardeşin dördüncüsüydü. Küçüklüğünde piyano çalmayı öğrenen Barrett, yazmayı ve resim yapmayı tercih ediyordu. 10 yaşında ukulele, 11 yaşında ise banjo aldı. 14 yaşında ise akustik gitara geçti. Bir yıl sonra ise ilk elektro gitarını aldı ve gitarın amfisini kendisi yaptı. Aynı yıl Cambridgeli bir baterist Sid Barrett'tan esinlenerek "Syd"'i kendi adına kattı.
Barrett, 1957 yılında liseye başladı ve burada Roger Waters ile tanıştı. 11 Aralık 1961'de babasını kanserden kaybetti. Barrett, günlüğünün o günkü sayfasını boş bıraktı. Annesi, Barrett'in girdiği bu depresyondan kurtulması için müzik yapmaya teşvik etti. Barrett'ın kurduğu "Geoff Mott ve The Mottoes" böylece Barrett'in evlerinin önünde konser verebiliyordu. Waters da bu konserleri izleyen isimlerdendi. Hatta, 11 Mart 1962'de grubun bir konserini düzenledi. Geogg Mott'un gruptan ayrılması ile grup dağıldı.
Eylül 1962'de Barrett Cambridge Teknik Üniversitesi'ne başladı ve burada David Gilmour ile tanıştı. 1962 yılının kışında the Beatles'tan etkilenen Barrett bu grubun şarkılarını yorumlamaya başladı. 1963'te ise the Rolling Stones'u takip etmeye başladı ve o dönemki kız arkadaşı Libby Gausden ile Stones'u canlı izledi. Bu dönemde Barrett ilk şarkılarını yazmaya başladı. Bunlardan biri ikinci albümünde yer alacak "Effervescing Elephant"tı. Bu dönemde Barrett ve Gilmour beraber akustik konserler veriyorlardı. Barrett, 1963 ve 1964 yıllarında farklı gruplarda bas gitar çaldı. 1964'te Barrett, Bob Dylan'ı izleme şansı buldu. Bu konserdan sonra "Bob Dylan Blues" şarkısını yazdı. 1964'te Londra'daki Camberwell Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne başvurdu ve eğitim almaya hak kazandı. Yaz ayında eğitimine başlayan Barrett, resim üstüne çalışmalara başladı.
Pink Floyd yılları.
1965 yılında Barrett, bir sene önce temelleri atılmış ancak sıkça isim ve grup elemanları değiştirmekte olan The Tea Set grubuna katıldı. Aynı isimde bir başka grubun varlığını fark ettiklerinden sonra, Barrett "The Pink Floyd Sound" adını önerdi. Syd Barrett grubun adını Pink Anderson ve Floyd Council adlı iki blues müzisyeninden etkilenerek koymuştu. Grubun adı daha sonra önce "The Pink Floyd Blues Band"'e sonra da "The Pink Floyd"a dönüştü. 1965 yılında klavyeci Rick Wright'ın bir arkadaşının stüdyosunda ilk kayıtlarını yaptılar. Bu kayıtlar 2015 yılında "" adıyla yayınlandı. Bu demolar Barrett'in ilk besteleri olan "Lucy Leave", "Double O Bo", "Remember Me" ve "Butterfly"ı içeriyordu. 1965 yazında Barrett ilk kez LSD denedi ve daha sonra da uyuşturucu ile haşır neşir olmaya devam etti. Daha psikedelik şarkılar bestelemeye karar veren Barrett, "Bike" gibi eserlerini bu dönemde yazmaya başladı.
1966 yılında Pink Floyd, Amerikan R&B'si yerine kendi doğaçlama müziklerini yapmaya karar verdi. Bu dönemde gitarist Bob Klose gruptan ayrılırken, Syd Barrett grubun yaratıcı gücü oldu. Pink Floyd'un ilk albümünde ve kendisinin solo albümlerinde yer alacak şarkılar bu dönemde yazılmaya başlandı. 1966'da UFO adında yeni bir konser salonu açıldı ve İngiliz psikedelik rock'ının merkezi haline geldi. Pink Floyd da bu salonun en çok seyirci çeken isimlerinden oldu. Ekim ayının sonlarına doğru Pink Floyd, demo kayıtlarını yapmaya başladı. Bu dönemde grup prodüktör olarak Joe Boyd ile anlaştı.
1967 yılının başlarında Barrett'in sevgilisi Jenny Spires'ın aracılığıyla grup Londra gece hayatını anlatan ve Peter Whitehead tarafından yönetilen Tonite Let's All Make Love in London filminde yer aldı. Ocak ayında Whitehead, yanına prodüktor Joe Boyd'u alarak grubu Chelsea'deki John Wood's Sound Techiques stüdyolarına soktu ve grup "Interstellar Overdrive"ın 16 dakikalık bir versiyonunu ve "Nick's Boogie" adlı doğaçlama bir eseri kaydetti. Bu görüntüler filmde yer aldı ve daha sonra London '66–'67 adıyla piyasaya sürüldü.
Joe Boyd grubun Polydor şirketiyle anlaşmasını isterken, Pink Floyd EMI ile anlaştı. Anlaşmaya bir stüdyo albümü, EMI Stüdyoları'nda sınırsız çalışma hakkı ancak kısıtlı telif ücreti dahildi. Grup, ilk olarak "Arnold Layne"i yeniden kaydetmek istese de Boyd'un prodüktörlüğünü yaptığı versiyon single olarak yayınlandı. 11 Mart'ta yayınlanan Arnold Layne, single listesinde 20 numaraya kadar yükseldi. İkinci single "See Emily Play" ise daha başarılı olup, altıncı sırada yer aldı.
Pink Floyd'un ilk albümü olan "The Piper at the Gates of Dawn" Şubat - Temmuz 1967 tarihleri arasında Abbey Road stüdyolarında kaydedildi ve The Beatles'ın ses mühendislerinden Norman Smith tarafından düzenlendi. Aynı anda bir yan stüdyoda da The Beatles, "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band" albümünü kaydediyordu. Albüm, İngilitere'de başarılı oldu ve altı numaraya kadar çıktı. Barrett, albümdeki sekiz şarkıyı tek başına bestelemiş, ikisini de grup arkadaşları ile yazmıştı. Şarkı sözlerinde kullandığı uyuşturucuların da etkisiyle hayali şeylerden ilham almıştır. "Astronomy Domine"'da gökyüzündeki gezengenlerden bahsederken, "Chapter 24"'te mistik öğeler ve büyülerden bahsetti. Syd'in çocuksu yüzü sevgilisine bisikletini ödünç vermekten bahsettiği "Bike", kedisi "Lucifer Sam", cüceler ("The Gnome") ve korkuluklar ("The Scarecrow") hakkında yazdığı şarkılarda ortaya çıkmıştı. Uyuşturucu etkisinde yazdığı şarkılara örnek olarak ilk versiyonu dakikalarca aynı melodi üstüne kurulu "Interstellar Overdrive", bir konserden sonra gördüğü hayali bir kız hakkındaki "See Emily Play" (Albümün ABD'de versiyonunda yer aldı) ve uyuşturucu sarmayı anlattığı için yasaklanan "Candy and a Currant Bun"' (Albümde yer almayan bir single) verilebilir.
1967 yılı sonları ve 1968'in başlarında Barrett'in davranışları, LSD kullanımının artmasıyla da birlikte, farklılaşmaya ve tahmin edilemez olmaya başlamıştı. Bazı konserlerde sadece tek bir akor çalarken, bazılarında tamamen gitar çalmıyordu. San Francisco'daki The Fillmore'de verdikleri bir konserde "Interstellar Overdrive" şarkısını çalarken grup arkadaşlarının rahatsız olmasına rağmen gitarının akortunu kasıtlı olarak bozdu. Grup ABD turnesinde Pat Boone ve Dick Clark'ın sunduğu televizyon programlarına katılırken Syd Barrett sorulan sorulara soğuk ve ters yanıtlar veriyordu. Kasım 1967'de Jimi Hendrix ile yaptıkları İngiltere turnesinde Syd Barrett yerine zaman zaman The Nice grubundan David O'List sahne aldı. Aralık ayında ise Barrett'in okul arkadaşlarından David Gilmour gruba ikinci gitarist olarak dahil edildi. Gilmour'un çaldığı ilk konserlerde Syd genellikle sahnede dolaşıp zaman zaman grup arkadaşlarına eşlik ediyordu. 26 Ocak 1968'de Southampton Üniversitesi'nde bir konsere giden grup ilk kez Syd Barrett'i evinden almadı ve sahneye onsuz çıktı. Barrett, grubun şarkı yazarı olduğu için, Brian Wilson ve The Beach Boys örneğinde de olduğu gibi, turnelere katılmayan ama grupta olan bir eleman olarak tutulmak istendi ama grup kısa zamanda bunun da yürümeyeceğini anladı.
Roger Waters'ın anlattığı bir hikâyeye göre, Barrett grupla yaptığı bir provada "Have You Got It Yet?" adlı yeni bestesini gruba dinletmişti. Ancak şarkıyı her tekrar ettiklerinde, Barrett şarkıyı tamamen farklı bir biçimde çalarak grubun şarkıyı öğrenmesini engelliyor ve şarkı sözü olarak da şarkının da adı olan "Şu ana kadar öğrenebildiniz mi?" sorusunu tekrarlıyordu. Grup, bir süre sonra Barrett'ın düpedüz dalga geçtiğini ve şarkı öğretmediğini anladı. Bu prova, Barrett ve Pink Floyd'un beraber çaldığı son prova oldu.
Barrett, 1968'de yayınlanan "A Saucerful of Secrets" albümünden sonra grup için beste yapmadı. "The Piper at the Gates of Dawn"'dan sonra yazdığı şarkılardan sadece biri, "Jugband Blues", grubun ikinci albümünde yer aldı. Diğer bir şarkı "Apples and Oranges" single olarak yayınlandı ancak başarılı olmadı. "Scream Thy Last Scream" ve "Vegetable Man" şarkıları ise çok karanlık bulunarak yayınlanmadı. Öte yandan ikinci albümdeki "Remember a Day" ve "Set the Controls for the Heart of the Sun" şarkılarında gitar çaldı. 6 Nisan 1968'de grup resmi olarak Barrett ile yollarını ayırdığını açıkladı.
Solo yıllar.
Barrett, Pink Floyd'dan ayrıldıktan sonra menajeri Peter Jenner'in isteği üzerine Mayıs ayında ilk solo albümü olacak "The Madcap Laughs"'ın kayıtlarına EMI stüdyolarında başladı. Haziran ve Temmuz ayında şarkıların kayıtları başarılı bir biçimde sürerken, Temmuz ayında Barrett kız arkadaşı Lindsay Corner'dan ayrıldı ve arabası ile Birleşik Krallık turu yapmaya başladı. Bu gezi Barrett'in Cambridge'de psikolojik tedavi alması ile sonlandı. 1969 yılına girilikten daha iyi bir durumda olan Barrett, post-modern sanatçı Duggie Fields ile bir apartman dairesi paylaşmaya başladı ve David Gilmour'un komşusu oldu. Müziğe devam etmeye karar veren Barrett, EMI'yi bilgilendirdi ve EMI'nin progressive rock kolu olan Harvest'ın başında olan Malcolm Jones ile çalışmaya başladı. Jones ile beraber, Jenner ile yapılan kayıtların üstünden geçtiler.
Nisan 1969'da Jones'ın prodüktörlüğünü yaptığı kayıtlar başladı. Bu dönemde Barrett'a davulda Jerry Shirley ve Willie Wilson eşlik etti. David Gilmour da bas gitar çaldı. Şarkıların bir kısmında Soft Machine grubu Barrett ile çaldı. Bu dönemde Barrett, Soft Machine vokalisti Kevin Ayers'in ilk solo albümü "Joy of a Toy"'da yer alan "Singing a Song in the Morning" şarkısında gitar çaldı ancak bu kayıt 2003 yılına kadar yayınlanmadı. Kayıtlar sürerken, Barrett bir ara tatile çıkmaya karar verdi ve Pink Floyd'un peşinden İbiza'ya gitti. Burada Barrett, Gilmour'dan kayıtlar için yardım istedi. David Gilmour ve Roger Waters, Barrett'in iki kadını yönetti ve Soft Machine'in çaldığı bir şarkıyı yeniden düzenledil. Bu dönem ikilinin Pink Floyd'un yeni albümü "Ummagumma" için çalışmaya başlamasıyla bir süre kesintiye uğradı ancak Temmuz ayının sonunda üç şarkı daha kaydedebildiler. Albüm 1970 yılının Ocak ayında piyasaya sürüldü.
24 Şubat 1970'te Barrett, John Peel'in BBC radyosunda yaptığı Top Gear programına çıkarak beş şarkı çaldı. Bu beş şarkıdan sadece biri daha önce yayınlanmıştı. Üç tanesi daha sonra ikinci albümü için tekrar kaydedildi. "Two of a Kind" şarkısı ise sadece bu programda çalındı. Bu performansta Barrett'a Gilmour ve Shirley eşlik etmişti. Bu kayıtlar 1987'de adıyla yayınlandı.
İkinci albüm "Barrett," ilkine kıyasla daha uzun bir sürede kaydedildi. Çalışmalar Şubat ve Temmuz 1970 arasında gerçekleşti. Albümün prodüktörlüğünü yapan David Gilmour, bas gitar da çalarken, klavyede Rick Wright, davulda da Jerry Shirley bulunmaktaydı. Bu sırada Pink Floyd da "Atom Heart Mother" albümünü kaydetmekteydi. Barrett, zaman zaman eski grubunun neler yaptığını gizli gizli gözlemliyordu.
Kayıtlar sırasında Barrett, Gilmour ve Shirley üçlüsü Barrett'ın ilk ve tek konserinde sahne aldılar. Konser, 6 Haziran 1970'te "Music and Fashion Festival" adlı festivalin bir parçası olarak düzenlenmişti. Üçlü "Terrapin", "Gigolo Aunt", "Effervescing Elephant" ve "Octopus" şarkılarını çaldılar. Ses miksinde yaşanan bir sıkıntı nedeniyle son şarkıya kadar vokaller duyulamadı. Dördüncü şarkının sonunda Barrett beklenmedik bir şekilde kibarca gitarını yere bırakıp sahneden indi. Barrett, son olarak 16 Şubat 1971'de BBC Radyosu'nda üç şarkı çaldı. Üç şarkı da sanatçının "Barrett" albümündendi. Bu performanstan sonra Barrett müzik hayatına bir yıldan fazla ara verdi.
Şubat 1972'de Barrett, davulda Twink ve basta Jack Monck ile birlikte Stars adında bir grup kurdu. İlk konserlerinde başarılı performanslar gösteren grup, Cambridge'te verdikleri bir konserde sıkıntılar yaşadılar. Bu şovdan birkaç gün sonra Barrett, sokakta gördüğü grup arkadaşı Twink'i durdurup, başarısız performansları hakkında yazılmış bir eleştiri yazısını gösterip yoluna devam etti. Bu performanstan sonra kısa ömürlü Stars grubu dağıldı.
9 Mayıs 1972'de EMI ile kontratı sona eren Barrett, Pink Floyd ile hiçbir finansal ilişkisi kalmadığını belirten bir anlaşmaya imza attı. Ekim 1973'te Barrett, Pete Brown ve Jack Bruce'un sahne aldığı bir caz ve şiir performansına katıldı. Bu performansta Barrett ve Bruce, Horace Silver'ın "Doodlin'" şarkısını çaldı. Daha sonra Brown, Syd'e adanmış bir şiir okurken kendisini "ülkenin en iyi şarkı yazarlarından biri" olarak tanıtırken, Barrett ayağa kalkıp bunun doğru olmadığını söyledi. 1973 yılı sonunda Barrett, Londra'ya geri döndü ve farklı otellerde kalmaya başladı. Zaman zaman telif haklarından kazandığı parayı kazanmak için Pink Floyd'un menajerlerine uğrasa da kardeşi Rosemary dışında herkesle bağlarını kopardı.
Ağustos 1974'te menajeri Jenner, Barrett'ı Abbey Road stüdyolarında yeni bir albüm için kayıt yapmak için ikna etti. Üç gün süren kayıtlar blues tarzı kısa riflerden oluşuyordu. 11 şarkıdan sadece birine isim verildi ("If You Go, Don't Be Slow"). Bu kayıtlardan bir şey çıkmayınca Barrett bir kez daha müziği bıraktı ve hiçbir zaman bu mesleğe geri dönmedi. Solo albümlerinin bütün haklarını müzik şirketine bırakan sanatçı, Londra'da bir otele çekildi. Bu dönem Sex Pistols ve The Damned gibi punk grupları Barrett'ın kendilerine prodüktörlük yapmasını istedi ama Barrett bu çağrılara olumsuz yanıt verdi.
Pink Floyd'da bıraktığı etkiler.
1975 yılında Pink Floyd, "Wish You Were Here" albümünü kaydederken Syd Barrett'ten esinlenerek "Shine on You Crazy Diamond" (kelimelerin baş harflerinden Syd kelimesi ortaya çıkmaktadır) ve "Wish You Were Here" şarkılarını besteledi. "Shine on"un Abbey Road stüdyolarındaki kayıtları sırasında Barrett stüdyoya gelerek grubun çalışmalarını izledi. Bu dönem 29 yaşında olan, kilo almış, kaşları ve saçlarını kazımış Syd Barrett'i grup arkadaşları önce tanıyamadılar. Rivayete göre Barrett gruba gitar kayıtlarını ne zaman yapacağını sormuştur. Başka bir rivayete göre de stüdyoda dolaşıp dişlerini fırçalamıştır. Waters, Barrett'a şarkıyı nasıl bulduğunu sorduğunda da Barrett şarkının kulağa "biraz eski" geldiğini söylemiştir. Kayıtların hemen ardından Ginger Hasenbein ile evlenen David Gilmour'un düğününe de katılan Barrett, haber vermeden erkenden törenden ayrılmıştır.
Bu görüşmeden sonra grup üyeleri ve Barrett bir daha karşı karşıya gelmedi. Sadece birkaç yıl sonra Harrods dükkânı önünde Waters ve Barrett göz göze geldi ancak Barrett elindeki torbaları atıp koşmaya başlayarak Waters'tan uzaklaştı.
Grup, "Dark Side of the Moon" albümünde deliliği anlatan "Brain Damage" şarkısını da Syd'den esinlenerek yazdı. Roger Waters, 1982 tarihli Pink Floyd: The Wall filminin baş kahramanıı Pink'i yaratırken eski arkadaşı Syd Barrett'tan esinlendi.
Müzik sonrası yaşam.
1978'de parası bittikten sonra Syd Barrett, Cambridge'e geri dönerek annesi ile yaşamaya başladı. 1982'de kısa bir süre Londra'ya taşınsa da kısa süre Cambridge'e geri döndü ve ölene kadar orada yaşadı. Bu dönemde Syd, orijinal adı Roger'ı kullanmaya başladı ve müzikten sonra da kendini resim yapmaya adadı. Geçimini Pink Floyd'dan gelen telif parasıyla sağlayan Syd'in finansal durumu ile David Gilmour ilgilendi ancak yüz yüze hiç görüşmediler. Yıllar sonra David Gilmour bir doğum günü partisine Syd'i çağırmak için davetiye yollasa da ancak Syd'in ablası tarafından iyi dilekler aldı. 1996'da Pink Floyd'un bir üyesi olarak Rock and Roll Hall of Fame'e dahil edildi ancak törene katılmadı.
1988'de Barrett'in üçüncü albümü Opel piyasaya sürüldü. Bu albümde Syd'in yayınlanmamış şarkıları ve ilk iki albümdeki şarkıların değişik versiyonları bulunmaktaydı. 1993'te bu üç albüm Crazy Diamond box set'i olarak piyasaya sürülmüştür. Daha sonra 2001'de adlı best of'u yayınlanmamış iki şarkı ile beraber piyasaya sürülmüştür. 2003'te ise kendisini ve Pink Floyd'un ilk yıllarını konu alan The Pink Floyd and Syd Barrett Story adlı DVD yayınlanmıştır.
Yıllar boyunca psikoz ve şeker hastalığı ile mücadele eden Barrett, 7 Temmuz 2006'da Cambridge'deki evinde öldü. Ölüm nedeni pankreas kanseriydi. Ölüm belgesine mesleği "emekli müzisyen" olarak girildi. Ölümünden sonra St. Margaret Meydanı'ndaki evi satıldı ve 28 Kasım 2006'da özel eşyalarının bir kısmı açık arttırma ile satışa çıkarıldı. Ölümünden bir hafta sonra müzik dergisi NME, Barrett'i kapak yaptı.
10 Mayıs 2007'de Barrett için Games for May adında bir saygı konseri düzenlendi. Konsere Robyn Hitchcock, Captain Sensible, Damon Albarn, Chrissie Hynde, Kevin Ayers ve Pink Floyd elemanları katıldı. Ekim 2008'de Cambridge'de "The City Wakes" adında Barrett'in yaşamını, sanatını ve müziğini anlatan bir program düzenlendi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11900",
"len_data": 17754,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.49
}
|
Richard William "Rick" Wright (28 Temmuz 1943 - 15 Eylül 2008) Pink Floyd grubunun klavyecisiydi. Solo albümlerinin ardından son olarak David Gilmour ile birlikte çalışmıştır.
Erken yaşamı.
Wright, 28 Temmuz 1943'te Hatch End, Birleşik Krallık'ta doğdu. On iki yaşındayken bacağını kırdığı sırada istirahat ederken gitar, trombon, trompet ve piyano çalmayı öğrendi. Annesi, Wright'ı piyano yeteneklerinin üzerine gitmesi için yüreklendirince Eric Gilder School of Music'te besteleme ve müzik teorisi dersleri almaya başladı. Bu zamanlarda tekrar popülerleşen geleneksel jaz akımından etkilendi ve piyano üzerinde odaklanmaya devam etse de saksafon gibi yeni enstrümanlar çalmayı öğrendi. Geleceği hakkında kararsız olan Wright, 1962'de Regent Street Polytechnic okuluna yazılıp mimarlık eğitimi almaya başladı.
Regent Street Polytechnic'te okurken Nick Mason ve Roger Waters ile tanışıp sınıf arkadaşları Clive Metcalf'ın kurduğu Sigma 6 adlı grupta çalmaya başladılar. En başlarda Wright, mümkünse piyano çalıyor, ancak sahnede piyano yoksa ritim gitar ya da trombonu üstleniyordu. Zamanla profesyonel bir grup olmak istediklerine karar verdiler ve ciddi provalarda çalmaya başladılar. Mason ve Waters hırslı öğrencilerken Wright, mimarlığa ilgi göstermiyordu ve bir sene sonra London College of Music'de eğitim görmeye başladı. Daha sonra eğitimine ara verip tatil için Yunanistan'a gitti. Bu sırada Wright'ın gruptaki yerini Mike Leonard aldı. Leonard'ın grup için satın aldığı Farfisa marka organ, geri döndüğünde Wright'a kaldı ve kullandığı temel enstrüman oldu.
Kariyer.
1960-70'ler: Pink Floyd'un kuruluşu ve ilk başarıları.
1964 Noel'inin hemen öncesinde Wright, bir arkadaşı aracılığıyla grubunun çalması için bir stüdyo ayarladı. Gitarist Bob Klose ve vokalist Syd Barrett gruba katıldı; bu grup zamanla Pink Floyd olacaktı.
Her ne kadar Barrett grubun baskın üyesi olsa da (şarkıların çoğunu o yazıp söylüyordu) Wright da bazı şarkılar için vokal kaydediyordu. Grubun kataloğunda Wright'ın epey önemli bir yeri vardı: Klavyeyi çalıyor, arka vokalleri üstleniyor, aranjmana katkıda bulunuyordu. Teknik açıdan en kabiliyetli müzisyen olarak Waters'ın bas gitarının ve Barrett'ın gitarlarının sesini Wright ayarlıyordu. Pink Floyd, profesyonel bir yol ekibi kiralayana kadar her konserde grubun ekipmanını Wright kuruyor ve topluyordu.
Wright ile Barrett epey yakın arkadaşlardı, hatta bir noktada ev arkadaşı olmuşlardı. Barrett, 1968'de sağlık sorunlarından mütevellit Pink Floyd'dan ayrılmak zorunda bırakılınca Wright, grubu bırakıp Barrett ile yeni bir projeye atılmayı düşünmüş ancak pratik olmayacağını düşünerek vazgeçmişti. Yine de Barrett'ın ikinci solo albümünün prodüksiyonunda arkadaşına yardımcı oldu.
Barrett'ın yerini David Gilmour'un almasıyla söz yazarlığını Waters ve Wright üstlenmeye başladı ancak zamanla Wright'ın katkıları azaldı. Yine de Wright'ın müzikal önemi azalmamıştı: "Atom Heart Mother", "Echoes", "Shine On You Crazy Diamond", "Us and Them", "The Great Gig in the Sky" gibi şarkılar, Wright'ın katkılarının zirveye ulaştığı şarkılar olmuştu.
1970-80'ler: Grup içi çatışmalar ve Pink Floyd'dan ayrılışı.
Wright, ilk solo albümü "Wet Dream"'i 1978'de kaydetti. Albüm, Eylül ayında yayınlandı ancak başarı yakalayamadı.
Waters'ın baskın rolü iyice üstlenmesiyle Wright'ın Pink Floyd şarkılarına olan katkısı iyice azalmıştı. "Animals" (1977), Wright'ın yazdığı bir şarkı içermeyen ilk Pink Floyd albümüydü. Grubun "The Wall" (1979) için stüdyoya girdiği zamanlarda Waters, Wright'ın hiçbir katkıda bulunmadan eşit derecede telif ücreti almasından şikayetçiydi. Bu dönemde Wright'ın evliliği kötüye gidiyordu ve Wright, ailesiyle yeterince vakit geçiremediği için albüm kayıtlarında geride kalmıştı.
Waters, Wright'ı dava etmeyi düşünmüştü ancak nihayetinde Wright'la konuşmayı tercih etti. Gilmour, Wright'ın grupta kalmasını destekleyeceğini, ancak albüme yeterince katkıda bulunmadığını söyledi. Bunun ardından Wright grubu bırakmaya karar verdi fakat albümün kaydını bitirecek ve takiben yapılacak olan turneye katılacaktı. Waters, Gilmour, yapımcı Bob Ezrin, besteci Michael Kamen ve müzisyen Fred Mandel, zaman zaman Wright yerine klavye bölümlerini çaldılar. Wright genelde gecenin geç saatlerinde, diğer grup üyeleri orada değilken stüdyoya gidiyor ve kayıtlarını yapıyordu.
Wright'ın gruptan ayrılışı 1983'teki The Final Cut'ın çıkışına kadar doğrulanmadı. The Final Cut, Richard Wright'ın emeği olmadan kaydedilen tek Pink Floyd albümüdür.
1983-2005: "Zee", Pink Floyd'a dönüşü, Waters ile uzlaşması ve "Broken China".
1983-84 senelerinde Wright, Fashion grubundan Dave Harris ile birlikte Zee adını verdiği bir grup kurdu ve bu grupla birlikte "Identity" adında bir albüm çıkardı fakat bu albüm başarısız oldu. Wright daha sonra Zee hakkında "unutulması gereken bir deney" dedi.
1985'te Roger Waters Pink Floyd'dan ayrılınca Wright, A Momentary Lapse of Reason ile birlikte eski grubu için çalmaya geri döndü ancak sözleşmesi izin vermediği için resmen grup üyesi olamadı. Grup üyeliğinin resmiyete kavuşması ancak 1994 yılında olacaktı. 1994'te çıkan The Division Bell için beş şarkının yazarlığını yaptı ve "Wearing the Inside Out" için vokalleri seslendirdi. "The Division Bell Tour" adlı turne, Pink Floyd'un son turnesiydi.
1996'da "Broken China" adlı ikinci solo albümünü çıkardı. Bu albümdeki bilgisayar destekli prodüksiyonlar ve Sinead O' Connor, Anthony Moore ve Tim Renwick gibi sanatçıların katkısı, bu albümü ilk solo albümünden daha başarılı kıldı.
1999'da Wright'ın eşi ve Pink Floyd'un turnelerinde çalan klavyecisi Jon Carin, Waters ile Wright'ın uzlaşmasını sağladı. 2 Temmuz 2005'te Londra'da yapılan Live 8 konseri; Mason, Wright, Waters ve Gilmour'un birlikte çaldığı son konser oldu. Aynı senenin Kasım ayında katarakt ameliyatı olan Wright, Pink Floyd'un UK Music Hall of Fame üyesi yapıldığı törene katılamadı.
2005-2008: Gilmour ile partnerliği.
2006'da Wright, Gilmour'un turne grubunun sürekli üyesi oldu. Grupta zamanında Pink Floyd turnelerinde çalan Jon Carin, Dick Parry ve Guy Pratt de bulunuyordu. Gilmour'un 2006'da çıkan solo albümü "On An Island" için klavye çaldı ve arka vokalleri seslendirdi. Wright, Gilmour'un turnelerinin "hayatında katıldığı en eğlenceli turneler" olduğunu söylemiştir. Solo projelerine odaklanmak istediği için Waters ve Mason ile birlikte "Dark Side of the Moon Live" turnesine katılmayı reddetti.
Wright, Gilmour ve Mason ile birlikte Syd Barrett anısına 10 Mayıs 2007'de verilen "Madcap's Last Laugh" adlı konserde çaldı. Bu zamanlarda Wright, Kensington'da yalnız başına yaşıyordu.
Ölümü.
Wright, 15 Eylül 2008'de 65 yaşındayken akciğer kanserine yenik düşüp öldü. Wright'ın ölümünden sekiz gün sonra Gilmour, Later... with Jools Holland adlı televizyon programına katıldı ve Pink Floyd'un ikinci albümü A Saucerful of Secrets'tan "Remember a Day" şarkısını Wright'ın anısına çaldı.
Kişisel yaşamı.
Rick Wright, The Screaming Abdabs grubunda beraber çalıştığı Juliette Gale ile 1964'te evlendi. Çiftin iki çocuğu oldu fakat 1982'de boşandılar. Wright, 1984'te Franka Wright ile evlendi ve bu evlilik 1994'e kadar sürdü. 1995'te Mildred Hobbs ile evlendi ve birlikte bir çocukları oldu. Wright'ın üçüncü evliliği de 2007'de sona erdi.
Ekipman.
Rick Wright müziğe üflemeli çalgılarla başlamıştır. Daha sonra Farfisa marka org kullanmaya başladı. İlk dönemlerde konserlde vibrafon ve "Biding My Time" şarksıında olduğu gibi trombon da kullanıyordu. Daha sonraki yıllarda eko efekti için Binson Echorec kullanan Wright, 1970'lerde Farfisa yerine Fender, Wurlitzer, Hohner gibi markalar kullanmıştır. 1987'de itibaren Kurzweil markasını kullansa da Gilmour'un "On An Island" turunda yine Farfisa e Hammond piyano da kullanmıştır.
Solo Çalışmaları.
Solo Albümler
Zee
David Gilmour
Syd Barrett
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11901",
"len_data": 7801,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.35
}
|
Nicholas Berkeley Mason, kısaca Nick Mason (27 Ocak 1944), Pink Floyd grubunun davulcusu ve bestecilerindendir.1965'te ilk defa Knightbridge Countdown Club'da sahneye çıktıklarından beri Pink Floyd'dan kopmayan, her işte bulunan tek grup elemanıdır.
Nick, İngiltere'nin Birmingham şehrinde doğdu. ilkokulu Frensham Heights yatılı okulunda okudu. Daha sonraları "Regent Street Polytechnic" okuyan Nick, 1964 yılında Roger Waters, Bob Klose ve Richard Wright ile birlikte Sigma 6 grubunu kurdu. Daha sonraları dağılan gruptan ayrılan Waters, Wright ve Mason, Syd Barrett ile birlikte "The Pink Floyd Sound" grubunu kurdular.
Nick Mason, klasik ve spor araba tutkunudur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11902",
"len_data": 667,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.32
}
|
George Roger Waters (d. 6 Eylül 1943, Great Bookham, Surrey), İngiliz müzisyen ve besteci. Pink Floyd grubunun solisti ve basgitaristi olarak tanınmaktadır.
İlk yıllar.
Daha çocuk yaşta babası Eric Fletcher Waters'ı savaşta kaybetti. Bu onun tüm hayatını etkiledi. The Final Cut albümünü babasına adadı.
Askeri okuldan kovuldu ve konusunda mücadele veren gençlik kolunun lideri konumuna geldi.
Daha sonra mimarlık eğitimi için Cambridge'den ayrılarak Londra'daki The Regent Street Polytechnic'e girdi. Nick Mason ve Richard Wright ile burada tanıştı. The T-Set ve The Screaming Abdabs gibi ünlü topluluklarla çalıştılar.
1965–1985: Pink Floyd.
Roger Waters, Syd Barret'in gruptan ayrılmasıyla birlikte, grup liderliğini üstlenmiştir. Bunu, kendisinin bir adım ilerleyerek değil de, diğer grup elemanlarının neredeyse geriye çekilmeleriyle gerçekleştiğini söylemiştir. The Wall albümü sırasında grup üyeleriyle birçok tartışma yaşar.Bazı şarkılarda Richard Wright'ın çalmamasını istemiştir ve Nick Mason'u da sıkça nasıl çalması gerektiği konusunda yönlendirmiştir. Bu tartışmalar The Final Cut'ın yapımı sırasında Richard Wright'ın gruptan ayrılmasına neden olmuş, bu yüzden albümün "sound"u diğer Pink Floyd albümlerine göre sönük kalmıştır. Gruptan ayrılmadan önce Pink Floyd The Wall filminin yapımında çalışır, fakat onun da her ne kadar başarılı bir yönetmen tarafından yönetilmiş de olsa, başarılı bir filmden ziyade, bir "video klip" gibi olduğunu düşünür.
1985'te Pink Floyd’dan ayrıldı ancak parlak lirik zekası ile gruba damgasını vurdu. Bugün bile birçok kişi için Pink Floyd denilince akla gelenler Roger Waters ve grubun Dark Side of the Moon'da birçok şarkıdaki vokalleri ve müthiş gitarıyla David Gilmour'dur.
Roger Waters 1983'te "The Pros and Cons of Hitchhiking" isimli bir albüm çıkardı. Bu albüm The Wall'ın ve The Final Cut'ın bir devamı olarak görülür. Albümdeki şarkılar bir rüya gibi anlatılmıştır. Bu albümde Eric Clapton, Roger Waters'a grubun solo gitaristi olarak eşlik eder.
1984–günümüz: solo kariyer.
Yıllar 1987'i gösterdiğinde ise Roger Waters Radio K.A.O.S isimli albümünü çıkarır. Bu albüm diğer albümleri kadar ilgi çekmez; fakat "The Tide is Turning" isimli şarkı albümün geneline damgasını vurur ve hayranlar tarafından çok sevilir.
Roger Waters 1988'de ise Etienne Roda-Gil ile Fransız Devrimini anlatan bir opera olan Ca Ira üzerinde çalışmaya başlar. Bu opera son halini 2005'te alacaktır. 1990'da ise Berlin Duvarı'nın yıkılmasını takiben Roger Waters Berlin'de The Wall'ın tamamını büyük bir orkestra eşliğinde icra eder.
1992'de ise uzun süredir beklenen Amused to Death isimli albümünü piyasaya sürer. Bu albüm birçok eleştirmen ve hayran tarafından Roger Waters'ın en iyi solo albümü kabul edilir. Bu albümde Roger Waters'a Jeff Beck, John Patituci, Andy Fairwather-Low, Michael Kamen gibi ünlü müzisyenler eşlik eder.
Yıllar 2003'ü gösterdiğinde Roger Waters İnternet üzerinden To Kill The Child ve Leaving Beirut isimli iki parça yayınlar. Bu parçalar George Bush ve Tony Blair hükûmetini ciddi bir biçimde eleştirmektedir. 2005'te ise Ca Ira tamamlanarak piyasaya sürülür ve Roma'da sahnelenir.
20 Haziran 2006'da ise Kuruçeşme Arena, İstanbul'da bir konser vermiş ve Dark Side of The Moon albümünün tamamını canlı çalmıştır.
Roger Waters 4 Ağustos 2013'te İstanbul İTÜ Stadyumunda bir konser vermiş ve "The Wall" albümünün tamamını canlı çalmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11903",
"len_data": 3398,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.4
}
|
Genel görelilik teorisi (kısaca genel görelilik), 1915'te Albert Einstein tarafından yayımlanan, kütleçekimin geometrik teorisidir ve modern fizikte kütle çekiminin güncel açıklamasıdır. Genel görelilik, özel göreliliği ve Newton'ın evrensel çekim yasasını genelleştirerek, yerçekimin uzay ve zamanın veya dört boyutlu uzayzamanın geometrik bir özelliği olarak birleşik bir tanımını sağlar. Özellikle uzayzaman eğriliğine maruz kalmış maddenin ve radyasyonun, enerjisi ve momentumuyla doğrudan ilişkilidir. Bu ilişki, kısmi bir diferansiyel denklemler sistemi olan Einstein alan denklemleriyle belirlenir.
Genel göreliliğin zamanın akışı, uzayın geometrisi, serbest düşme yapan cisimlerin hareketi, ışığın yayılımı gibi konulardaki öngörüleri, klasik fiziğin önermeleri ile belirgin farklılıklar gösterir. Kütleçekimsel zaman genişlemesi, kütleçekimsel merceklenme, ışığın kütleçekimsel kızıla kayması, kütleçekimsel zaman gecikmesi bu farklılıkların örnekleridir. Genel göreliliğin bugüne kadarki tüm önermeleri deney ve gözlemler ile doğrulanmıştır. Her ne kadar genel görelilik kütleçekimin tek göreli kuramı olmasa da, deneysel veri ile uyum sağlayan en basit teoridir. Buna rağmen, teorinin hala cevaplayamadığı sorular varlığını sürdürmektedir. Bunlara örnek olarak pioneer anomalisi, galaksilerin dönüş eğrisi ve genel görelilik ile kuantum mekaniğinin yasalarının hangi şekilde bağdaştırılarak, tamamlanmış kendi içinde tutarlı bir kuantum alan kuramı yaratılabileceğidir.
Einstein'ın teorisinin astrofiziğe kayda değer etkileri olmuştur; örneğin, büyük bir yıldızın ömrünün sonuna yaklaştığı bir zamanda içine çökerek karadelik oluşturduğuna işaret eder. Bazı astronomik cisimlerin yaydığı yoğun radyasyona karadeliklerin sebep olduğuna dair yeterli kanıt mevcuttur. Örneğin mikrokuasarlar, yıldız kaynaklı kara delikler ve etkin galaksi çekirdekleri, süper kütleli kara deliklerin varlıklarının bir sonucu olarak oluşurlar. Işığın kütleçekim nedeniyle bükülmesi, uzaktaki bir astronomik cismin gökyüzünde aynı anda birden fazla yerde görüntüsünün belirmesine sebep olan, kütleçekimsel merceklenme olarak adlandırılan bir duruma neden olur. Genel görelilik aynı zamanda, bugüne kadar ancak dolaylı olarak gözlenmiş olan, kütleçekim dalgalarının da varlığını öngörmektedir. Buna dair doğrudan gözlemlerin yapılması LIGO ve NASA/ESA Laser Interferometer Space Antenna (Lazer girişimölçer uzay anteni) gibi projelerin amaçlarıdır. Tüm bunlara ek olarak genel görelilik, evrenin durmaksızın genişleyen modelinin bugünkü kozmolojik modelinin temelidir.
Tarihi.
1905'te özel görelilik teorisini açıkladıktan hemen sonra, Einstein bu göreli çerçeveye kütleçekimini nasıl dahil edeceğine dair fikir yürütmeye başladı. 1907 yılında serbest düşen bir gözlemciyi ele alan basit bir düşünce deneyinden yola çıkarak, kütleçekimin göreli teorisi üzerine sekiz yıl sürecek bir araştırmaya başladı. Birçok denemenin ardından, bugün Einstein alan denklemleri olarak bilinen çalışmasını sonlandırarak, Kasım 1915'te Prusya Bilimler Akademisi'nde sundu. Bu denklemler Einstein'ın kuramının çekirdeğini oluşturur ve herhangi bir maddenin uzay ve zamanı nasıl etkilediğini belirler.
Einstein alan denklemleri doğrusal olmayan ve çözümü oldukça zor olan diferansiyel denklemlerdir. Einstein, başlangıçta kuramını öngörüye dayanarak biçimlendirmişti. Ancak çok zaman geçmeden 1916 yılında, astrofizikçi Karl Schwarzschild Einstein alan denklemlerinin ilk kesin ve sıfırdan farklı çözümünü bulmayı başardı. Bu çözüm Schwarzschild metriği olarak adlandırılır.
Schwarzschild metriği ile, kütleçekimsel içe çökmenin son evrelerinin, yani bugün bilinen adıyla karadeliklerin tanımının temelleri ortaya koyulmuştur. Aynı yıl Schwarzschild çözümünün elektrik yüklü cisimler için genelleştirilmiş çözümü olan Reissner - Nordström çözümüne ulaşıldı. Bugün bu çözüm elektrik yüklü karadelikler için kullanılmaktadır.
1917'de Einstein, kuramını, evrenin bütününe uygular ve göreli kozmolojinin temelini atar. Genel göreliliğin öngörüsü evrenin genişlemekte ya da büzülmekte olduğu iken, Einstein evrenin durağan olduğunu düşünmüştür ve bunu sağlamak için orijinal alan denklemlerine kozmolojik sabit olarak adlandırdığı yeni bir değişken ekler.
Ancak 1929'da Hubble, evrenin durağan olmadığını, uzak gökadaların tayfının kırmızıya kaydığını buldu. Friedmann 1922'de yaptığı çalışmada genişleyen evren modelini kozmolojik sabit kullanmaksızın ortaya koymuştur. Lemaître bu çözümü Büyük patlama'nın ilk modelini formüle etmek için kullanmıştır. Evrenin genişlediğine dair gözlemlerden sonra Einstein, kozmolojik sabiti, "hayatının en büyük hatası" olarak tanımlar.
Bu süre zarfında genel görelilik merak uyandıran bir kuram olarak kalır. Özel göreliliğin yasaları ile uyumlu olması ve Newton kuramının açıklayamadığı bazı etkilere cevap getirmesi nedeniyle açıkça Newtonsal kütleçekime karşı bir üstünlüğü vardır. 1915'te kuramının Merkür'ün günberi devinimi sorununa isteğe bağlı değişkenler kullanmadan nasıl açıklık getirdiğini, Einstein bizzat kendisi açıklamıştır. 1919'da Eddington tarafından yönetilen bir keşif, 29 Mayıs 1919 tarihindeki tam güneş tutulması sırasında yıldız ışığının güneş tarafından aynı genel göreliliğin öngördüğü şekilde büküldüğünü doğrulamış ve bu, Einstein'ın ününü daha da arttırmıştır. Ancak kuram, altın çağını 1960 ve 1975 yılları arasında yaşamış ve ancak bundan sonra teorik fiziğin ana dallarından biri olarak kabul görmüştür.
Klasik mekanikten genel göreliliğe.
Genel göreliliği iyi anlamanın yolu klasik mekanik ile benzerliklerini ve farklılıklarını gözden geçirmektir. Öncelikle klasik mekaniğin ve Newton'un kütleçekim yasasının geometrik bir şekilde tanımlanabileceği bilinmelidir. Bu tanım özel göreliliğin yasaları ile birleştirilerek, genel göreliliğin yasaları becerikli bir fizikçi tarafından türetilebilir.
Newton kütleçekiminin geometrisi.
Klasik mekaniğin özünde, bir cismin hareketinin serbest (ya da ivmeli) hareketinin ve bu serbest hareketten sapmaların bileşimi yatar. Bu sapmalar cisme etkiyen dış kuvvetlerin varlığından kaynaklanır ve kuvvetin tanımı Newton'un ikinci yasası ile verilmiştir. İkinci yasa bir cisme etkiyen net kuvvetin cismin eylemsiz kütlesi ve ivmesinin çarpımı kadar olacağını söyler. Cismin tercih edeceği eylemsiz hareket, uzay ve zamanın geometrisine bağlıdır: Standart olarak klasik mekaniğin konuşlanma sistemlerinde serbest hareket yapan cisimler düz çizgiler boyunca sabit hızla hareket ederler. Günümüz terminolojisinde, cisimlerin eğri uzayzamandaki bu yollarına jeodezik denilmektedir.
Aksine bir zaman koordinatının yanı sıra, gözlemleyerek ve dış kuvvetleri (elektromanyetizma ve sürtünme gibi) tolerans ederek tanımlanan eylemsiz hareketlerin uzayın geometrisini belirlemek için kullanılması beklenilebilir. Fakat yerçekimi devreye girer girmez bir belirsizlik oluşur. Newton'un evrensel kütleçekim yasası ve bağımsız doğrulanan Eötvös deneyi ve onun ardıllarına göre, serbest düşüşün bir evrenselliği vardır. (ayrıca eylemsiz ve pasif yerçekimsel kütlenin evrensel eşitliği ya da zayıf eşdeğerlik ilkesi olarak da bilinir): serbest düşüş halindeki test cisminin yörüngesi sadece pozisyonuna ve ilk hızına bağlıdır fakat materyal özelliklerine bağlı değildir. Bunun basitleştirilmiş versiyonu Einstein'ın asansör deneyinde, sağ tarafta gösterilen figürde, somutlaştırılır. Küçük kapalı bir odadaki bir gözlemci için odanın kütleçekimsel alanda durağan ya da kütleçekimine eşit kuvvet üreten ve ivmelenen bir rokette boş uzayda olup olmadığına aşağı bırakılan bir cisim gibi yörüngelerini haritalayarak karar vermek mümkün değildir.
Serbest düşüşün evrenselliği göz önünde tutulursa eylemsiz hareket ile kütleçekimsel kuvvet etki altındaki hareket arasında gözlemlenilebilir fark yoktur. Bu kütleçekimi etkisi altında serbest düşüş yapan cisimler olarak adlandırılan eylemsiz hareketin yeni bir sınıfının tanımını destekler. Tercih edilmiş hareketlerin yeni sınıfı ayrıca matematik terimleri ile uzayın ve zamanın geometrisini açıklar.Bu bir kütleçekimsel potansiyelin değişim derecesine bağlı olan özel bağlantı ile ilişkili jeodezik bir harekettir. Bu yapıdaki uzay hala tipik bir Öklit geometrisine sahiptir. Fakat uzay zaman bir bütün olarak daha karışıktır. Farklı test parçacıklarının serbest düşüş yörüngelerini takip eden basit bir düşünce deneyi kullanarak gösterilebileceği üzere, bir parçacığın hızını gösterebilen uzay zaman vektörlerinin (zaman vektörleri gibi) taşınmasının sonucu parçacığın yörüngesine göre değişiklik gösterecektir; matematiksel konuşmak gerekirse Newtonsal ilişkisi tümlevlenemez. Bundan uzay zamanın eğri olduğu sonucu çıkarılabilir. Sonuç sadece eşdeğişken (kovaryant) kavramları kullanan Newton kütleçekiminin geometrik bir denklemlendirilmesidir, yani herhangi bir koordinat sisteminde geçerli olan bir tanımdır. Bu geometrik tanımda gelgit etkileri (serbest düşüş halindeki cisimlerin göreceli ivmesi) kütlenin varlığının geometriyi nasıl değiştirdiğini gösteren bağlantının türevi ile ilişkilidir.
Göreli Genelleme.
Geometrik Newton yerçekimi ne kadar ilgi çekici olsa da temeli olan klasik mekanik, sadece (özel) göreli mekaniğin sınırlayıcı bir durumudur. Kütleçekiminin ihmal edilebileceği simetri dilinde klasik mekanikteki fizik Galile değişmezliği yerine genel görelilikte olduğu gibi Lorentz sabitidir. (Genel göreliliği tanımlayan simetri ayrıca öteleme ve dönmeyi içeren Poincaré grubudur). İkisi arasındaki farklılık ışık hızına yaklaşan hızlarda ve yüksek-enerji durumlarında uğraştığımızda daha fazla öneme sahip olur.
Lorentz simetrisi ile ilave yapılar devreye girer. Bunlar ışık konileri grubu (sol taraftaki resim) ile tanımlanırlar. Işık konileri nedensel bir yapı oluştururlar: her A olayı için prensipte ya etkileyen ya da sinyal yolu ile ya da ışıktan fazla hızlı yol almasına gerek olmayan etkileşimlerden (resimdeki B olayında olduğu gibi) etkilenen olaylar topluluğu vardır ve böyle bir etki için olaylar topluluğu mümkün değildir. (resimdeki C olayında olduğu gibi) Bu gruplar gözlemciden bağımsızdır. Serbest düşüş yapan parçacıkların hayat çizgisi ile bağlantılı olarak ışık konileri uzay zamanın yarı Riemannian metriğini tekrar oluşturması için kullanılabilir, en azından pozitif bir sayısal faktöre bağlı olarak. Matematik terimlerinde bir konform yapıyı tanımlar.
Özel görelilik kütleçekimi yokluğunda tanımlanır. Bu yüzden pratik uygulamalar için ne zaman kütleçekimi ihmal edilebilirse edilsin bu uygun bir modeldir. Eğer yerçekimini dahil eder ve serbest düşüsün evrenselliğini varsayarsak bir önceki bölümdeki benzer bir düşünce uygulanır: evrensel eylemsiz çerçeveler yoktur. Bunun yerine serbest düşüş yapan parçacıkların yanı sıra hareket eden yaklaşık olarak eylemsiz çerçeveler vardır. Uzay-zaman diline çevrilirse, kütleçekimi serbest bir eylemsiz çerçevesi tanımlayan düz zaman çizgileri birbirine göre eğilmiş çizgilere dönüşür (kütleçekiminin dahil edilmesinin uzay zaman geometrisinde bir değişiklik gerektirdiğini farz edersek).
Serbest düşüşteki yeni kısmi çerçevelerin özel görelilik yasalarının (teori ışığın yayılımına dayalıdır ve bu yüzden elektromanyetizmaya da bağlıdır) uygulandığı referans çerçeveleri ile uyuşup uyuşmadığı açık değil. Fakat özel göreli çerçeveler hakkında farklı varsayımlar kullanarak (dünyada sabit olmaları ya da serbest düşüşte olmaları gibi) kütleçekimsel kırmızıya kayma tahminleri türetilebilir. Kütleçekiminden dolayı kırmızıya kayma ışığın yerçekimsel bir alana doğru yayılırken frekansının değişmesidir. Gerçek ölçümler serbest düşüş çerçevelerinde ışığın özel görelilikte olduğu gibi yayıldığını gösterir. Serbest düşüş (ve dönmeyen) çerçeve referanslarındaki özel görelilik yasası ile adlandırılan durumun genelleştirilmesi Einstein'in eşitlik ilkesi olarak bilinir. (özel-göreli fiziği kütleçekimini içerecek şekilde genelleştirmek için çok önemli yol gösterici bir ilkedir.)
Aynı deneysel bilgiler yerçekimsel bir alanda saatlerle ölçülen zaman özel görelilik kurallarını takip etmez. Uzay zaman geometrisi dilinde Minkowski metriği ile ölçülmez. Newtonsal durumda olduğu gibi bu daha fazla genel bir geometriyi akıla getirir. Küçük ölçeklerde serbest düşüşteki bütün çerçeve referansları eşittir ve yaklaşık olarak Minkowakiandır. Bu yüzden Minkowski uzayının eğri bir genelleştirilmesi ile uğraşmıyoruz. Geometriyi özellikle açıların ve uzunlukların nasıl ölçüldüğünü tanımlayan metrik tensörü özel göreliliğin Minkowski metriği değildir. Yarı-Riemann metriği olarak bilinen bir genellemedir. Hatta her Reimannian metriği doğal olarak özel bir bağlantı türü ile ilişkilidir, Levi-Civita bağlantısı ve aslında eşitlik ilkesini karşılayan ve uzayı Minkowskian yapan bir bağlantıdır. (uygun yerel bir eylemsiz koordinatlarda metrik Minkowskiandır ve kısmi türevleri ve bağlantı katsayıları sıfır olur.)
Einstein'in Denklemleri.
Kütleçekiminin göreli geometrik versiyonunun etkilerini formülleştirdikten sonra yerçekiminin kaynağı sorusu geride kalır. Newton yerçekiminde kaynağı kütledir. Özel görelilikte kütle stresin(basınç ve kayma) yanı sıra enerji ve moment yoğunlukları içeren enerji-momentum tensör olarak adrandırılan daha genel bir niteliği çağrıştırır. Eşitlik ilkesini kullanarak bu tensör kolayca eğri uzay zamana genelleştirilir. Analojiyi geometrik Newton yerçekimi ile kaleme alırsak yerçekimi için alan denkleminin bu tensör ve özel bir gelgit etkilerinin sınıfını tanımlayan Ricci tensörü ile ilgili olduğunu varsaymak doğaldır (ilk başta durağan ve sonra serbest düşüş yapan küçük bir test parçacıkları grubu için hacimdeki değişim). Özel görelilikte enerjinin korunumu (momentum, enerji durumuna karşılık gelir) momentum tensörü ıraksayışı serbesttir. Bu formül ayrıca kısmi türevleri diferansiyel geometride çalışılan eşdeğişkin türevleri olan eğri-manifold karşılıkları ile değiştirerek kolayca eğri uzaya genelleştirilebilir. Bu ek koşul ile enerji-moment tensörünün eğdeğişken ıraksayışı ve bu nedenle denklemin diğer tarafında ne olursa olsun Einstein'in (alan) denklemleri olarak adlandırılan en basit bir takım denklemler:
Sol taraftaki Einstein tensörüdür, Ricci tensörünün formula_1 özel ıraksayışı serbest kombinasyonu ve metriğidir. formula_2 simetriktir. Özellikle,
eğrilik skalerdir. Ricci tensörü daha genel Riemann eğrilik tensörü ile ilgilidir.
Sağ taraftaki, "formula_5" enerji-moment tensörüdür. Bütün tensörler soyut dizin semboller ile yazılır. Gezegen yörüngeleri için teorinin tahminleriyle gözlemlenen sonuçları eşleştirirsek orantı sabiti formula_6 olarak sabitlenebilir, formula_7 kütle çekimi sabiti ve formula_8 ışığın hızıdır. Enerji-momentum tensörünün ortadan kalkması için madde mevcut olmadığında, sonuçlar vakum Einstein denklemleridir,
Tanım ve temel uygulamalar.
Bir önceki bölümde bahsedilen türev, inşa modeli için nasıl bir teori kullanılabileceğini açıklayan, fizikteki önemli bir sorunun adresi ve anahtar özelliklerini tanımlayan, genel göreliliği tanımlayabilmek için gerek duyulan bütün bilgileri içerir.
Tanım ve temel özellikler.
Genel görelilik yerçekiminin bir metrik teorisidir. Dört boyutlu bir geometri, uzay zamanı belirten pseduo-Reimannian ile uzay zamanda bulunan enerji-moment arasındaki ilişkiyi tanımlayan Einstein’in denklemleri bir çekirdek gibidir. Kütleçekimi kuvveti (serbest düşüş, orbital hareket ve uzay aracı yörüngeleri gibi) etkisini isnat eden klasik mekanikteki olay, genel görelilikteki uzay zamanın eğik geometrisindeki eylemsiz harekete denk gelir. (nesneleri düz ve doğal yollarından saptıran bir kütleçekimi kuvveti yoktur.) Aslında kütleçekimi uzay ve zamandaki değişikliklerine karşılık gelir- nesnenin doğal bir biçimde takip edebileceği mümkün en düz yolları değiştirir. O halde eğiklik maddenin enerji- momentumundan dolayı oluşur. John rölativist Archibald Wheeler' e göre uzay zaman maddeye nasıl hareket edeceğini söyler, madde uzaya nasıl bükeceğini söyler.
Genel görelilik, klasik fiziğin skaler kütleçekimi potansiyelini simetrik bir iki-kademeli tensör ile değiştirirken, ikincisi bazı sınırlayıcı durumlarda birincisine indirgenir. zayıf kütleçekimi alanları ve ışığın hızına göre yavaş hız için teorinin tahminleri Newton'un evrensel kütleçekimi yasasını birleştirir.
Tensörleri kullanarak oluşturulduğu üzere, genel görelilik genel kovaryansı gösterir. Yasaları (ve genel göreli çerçeve içinde formüle edilen diğer yasalar) tüm koordinat sistemlerinde aynı biçimi alır. Ayrıca, teori herhangi bir değişmez geometrik arka plan yapısı içermez, yani arka plandan bağımsızdır. Böylece göreliliğin daha katı bir genel ilkesini, yani fizik yasalarının tüm gözlemciler için aynı olduğu ilkesini karşılar. Yerel olarak, eşdeğerlik ilkesinde ifade edildiği gibi, uzay-zaman Minkowskiyen'dir ve fizik yasaları yerel Lorentz değişmezliği sergiler.
Model oluşturma.
Genel göreli model oluşturmanın ana fikri Einstein'in denklemlerinin bir çözümünden gelir. Einstein'in denklemleri ve maddenin özellikleri için uygun denklemlere göre böyle bir çözüm spesifik bie yarı-Riemmannian kopyası (genellikle spesifik koordinatlarda metrik vererek tanımlanan) ve spesifik o kopyada tanımlanan madde alanlarından oluşur. Madde ve enerji Einstein'in denklemlerini sağlamalıdır, bu yüzden özellikle maddenin enerji-moment tensörü ıraksaması sabit olmalıdır. Tabii ki madde ayrıca herhangi ek denklemleri de sağlamalıdır. Kısacası, böyle bir çözüm genel göreliliğin yasalarını tatmin eden bir modeldir ve mümkün olduğunca herhangi maddeyi ele alan ilave yasalar ortaya konulabilir.
Einstein'in denklemleri doğrusal olmayan kısmi diferansiyel denklemlerdir ve çözümü de zordur. Yine de, sadece birkaçı direkt fiziksel uygulamalara sahip olsa da, birkaç tamı tamına doğru çözümleri vardır. Bilinen en iyi tam çözümleri ve ayrıca fizik görüşü açısından en ilgi çekici olanları Schwarzschild çözümü, Reissner-Nordström çözümü ve Kerr metriği (başka bir boş uzayda her biri kara cismin belirlenmiş bir türüne karşılık gelir) ve Friedmann - Lemaître - Robertson - Walker ve de Sitter evrenleridir (her biri genişleten bir kozmosu tanımlar). Büyük teorik görüşünün tamı tamına çözümleri Gödel evrenini (eğri uzay zamanlarda, zaman yolculuğunun merak uyandırıcı bir olasılığına açık), Taub-NUT çözümü (homojen fakat eşyönsüz bir evren) ve anti-de Sitter uzayını (son zamanlarda Maldacena ikiliği ile ön planda olan) içerir.
Tam çözümleri bulmadaki zorluk durumunda bilgisayarda integral ile ya da asıl çözümlerin küçük sapmalarını düşünerek Einstein'in alan denklemleri ayrıca sık sık çözülür. Numarasal göreli alanlarda, iki çarpışan kara delik gibi Einstein'in ilginç durumlarda denklemlerini çözmek için ve uzay zaman geometrisini benzeştirmek için güçlü bilgisayarlar kullanılır. Özellikle yeterli bilgisayar kaynakları ile bu metotlar herhangi bir sisteme uygulanabilir ve yalın tuhaflıklar gibi temel problemlere çözüm kazandırabilir. Doğrusallaşmış kütleçekimi ve genelleştirilmesi, post-Newton genişlemesi, gibi sapma teorileri ile yaklaşık sonuçlar bulunabilir. Işığa kıyasla yavaşça hareket eden bir madde dağılımı içeren uzay zamanın geometrisi için çözümde ikincisi sistematik bir yaklaşım sağlar. Genişleme terimlerin bir serisini içerir; ikinci terimler genel görelilik yüzünden Newton'un teorisine daha az düzeltmeleri gösterirken, birinci terimler Newton yerçekimini gösterir. Bu genişlemenin büyümesi alternatif teoriler ile genel göreliliğin tahminleri arasında nicel kıyaslamalara olanak sağlayan parametre edilmiş post-Newton' dur.
Einstein’in teorisinin sonuçları.
Genel görelilik birçok fiziksel sonuçlara sahiptir. Bazıları direkt teorinin aksiyomlarından takip eder, bazıları ise sadece Einstein'in ilk yayını olan 90 yıllık araştırmaları ile açıklığa kavuşur.
Kütleçekimsel zaman genişleşmesi ve frekans kayması.
Eşdeğerlik ilkesinin geçerli olduğunu varsayarsak, zamanın akışını kütleçekimi etkiler. Kütleçekimi haznesine gönderilen ışık maviye kayar ve diğer yönden gönderilen(kütleçekimi haznesinden çıkan) ışık kızıla kayar; bu iki etkiler kütleçekimi ile frekans kayması olarak adlandırılır. Daha genel olarak, uzakta olan yerler ile karşılaştırıldığında büyük bir cismin yanında işlem daha yavaş gerçekleşir; bu etki kütleçekimsel zaman genişlemesi olarak bilinir.
Kütleçekimsel kırmızıya kayma laboratuvarda ve astronomik gözlemlerle ölçülmüştür. Küresel Konumlama Sistemi operasyonunun bir yan etkisi karşıladığı halde, dünyanın kütleçekimi alanındaki kütleçekimsel zaman genleşmesi atomik saatler kullanılarak ölçülmektedir. Bütün sonuçlar genel görelilik ile uyuşmaktadır. Fakat doğruluğun geçerli seviyesinde bu gözlemler eşiklik ilkesinin geçerli olduğu genel görelilik ve diğer teoriler arasındaki farkı ayırmaz.
Işık sapması ve kütleçekimsel zaman gecikmesi.
Genel görelilik, ışığın yolunun bir yıldızın yakınından geçerken uzay-zamanın eğriliğini izleyeceğini öngörür. Bu etki, yıldızların veya uzak kuasarların ışığının Güneş'ten geçerken saptığının gözlemlenmesiyle doğrulandı.
Bu ve ilgili tahminler, ışığın ışık benzeri veya boş jeodezik olarak adlandırılan şeyi takip ettiği gerçeğinden kaynaklanmaktadır (klasik fizikteki ışığın hareketine doğru olan düzgün çizgilerin bir genelleştirilmesi). Bu tür jeodezikler özel görelilikteki ışık hızı sabitinin genelleştirilmeleridir. Uygun uzay zaman modelleri (ya dış Schwarzschild çözümü ya da tek bir kütleden fazlası için Newton-sonrası açılımlar) açıklandığı üzere, yerçekiminin ışığın ortaya dağılmasındaki birçok etkileri. Serbest düşüşün evrenselliğini ışığa vererek ışığın bükülmesi türetebildiği halde, bu tür hesaplamalardan sonuçlanan ışının sapması sadece genel görelilik tarafından verilen değerin yarısıdır.
Kütleçekimsel zaman
gecikmesi ışığın sapması ile yakından ilgili olduğu için kütleçekimsel bir alana
doğru ışık sinyallerinin hareket etmesi
alan yokluğundakilere göre daha uzun sürer.bu tahmin için çok fazla başarılı testler yapılmaktadır. parametre
edilmiş post-Newtoncu biçimcilikte ışığın sapmasının ve kütleçekimsel zaman
gecikmesinin ölçümleri kütleçekiminin uzayın geometrisi üzerindeki etkisini
şifreleyen γ ile adlandırılan bir parametreyi belirler.
Yörüngesel etkiler ve göreliliğin yönü.
Temel metin: Genel görelilikte Kepler sorunu
Yörüngesel cisimler konusundaki birçok tahminler açısından genel görelilik klasik mekanikten farklıdır. Gezegensel yörüngelerin tam bir dönüşünü tahmin eder. (kütleçekimsel dalgaların emilimi ve göreliliğin yönü ile ilgili etkilerin neden olduğu yörüngesel gecikmelerde olduğu gibi)
Apsislerin devinimi.
Genel görelilikte herhangi bir yörüngenin apsisi (yörüngesel hareket eden bir cismin sistemin kütlesinin merkezine en yakın olduğu yer) devinecektir- yörünge eliptik değildir fakat odağına göre dönen bir elipse benzer(gül eğimi gibi bir şekil ile sonuçlanır (resmi gör)). Einstein ilk olarak yörüngesinde hareket eden bir cisme bir test parçacığı gibi davranarak ve Newton limitini gösteren yaklaşık bir metrik kullanarak bu sonucu çıkardı. Urbain Le Verrier tarafından 1859'da keşfedilen Merkür gezegeninin anormal günberi değişiminin açık bir açıklamasını veren teorisi onun için kütleçekimsel alan denklemlerinin doğru halini tanımladığı önemli bir kanıttı.
Tam tamına Schwarzschild metriği (uzay zamanı küresel bir kütle etrafında tanımlayan) ya da daha gele post-Newton biçimciliği kullanarak etki ayrıca türetebilir. Bu durum, bir cismin kütleçekiminin öz enerjine katkısı (Einstein'in denklemlerinin doğrusal olmayışlığında şifrelenen) ve kütleçekiminin uzayın geometrisindeki etkisinden dolayıdır. Kesin devinim ölçümleri sağlayan bütün gezegenler (Merkür, Venüs ve Dünya) için göreli devinim gözlenmektedir.
Yörüngesel gecikme.
Yörünge gecikmesi
Genel göreliliğe göre, ikili sistem enerji kaybederken yerçekimsel dalgaları emecektir. Bu kayıp yüzünden iki yörüngesini izleyen iki cisim arasındaki mesafe azalır ve bu yüzden yörüngesel periyotları da azalır. Güneş sisteminde ya da sıradan çift yıldızlar için etki çok az gözlemlenebilir. İki yörüngesel hareket yapan nötron yıldızları (birisi pulsardır) yakın bir çift pulsar için değildir; pulsardan Dünyadaki gözlemciler, yörüngesel periyodun ölçümlerini sağlayan ve yüksek doğruluğa sahip saat gibi görev yapabilen düzenli bir radyo bakliyatlarını alabilirler. Nötron yıldızları çok yoğun olduğu için enerjinin önemli bir miktarı kütleçekimsel radyasyon olarak salınır.
Yerçekimsel dalgaların salınması yüzünden yörüngesel periyotlarındaki azalmanın ilk gözlemi 1974'te keşfedilen PSR1913+16 çift pulsarı kullanarak Hulse ve Taylor tarafından yapıldı. 1993 Nobel Ödülünü kazandıkları yerçekimsel dalgaların ortaya çıkımı bir ilkti. O zamandan beri birçok diğer pulsarlar bulundu; özellikle PSR J07337-3039 çift pulsarı.
Jeodezik devinim ve çerçeve sürüklenmesi.
Birçok göreli etkiler yönün göreliliği ile direkt bağlantılıdır. Biri jeozdezik devinimdir: eğik uzay zamanda serbest düşüşteki bir jiroskobun yönünün ekseni, böyle bir jiroskop mümkün olduğunca kararlı bir biçimde bir yolu sürdürmenin yolunu gösterdiği halde uzak yıldızlardan gelen ışığın yönü ile karşılaştırıldıkça değişecektir. (paralel taşıma) Ay-Dünya sistemi için bu etki ayla ilgili lazer değişimleri yardımı ile ölçülmektedir. Daha yaygın olarak, % 0.3 den daha iyi bir hassasiyet ile Kütleçekimi B Araştırması uydusunda test kütleleri için ölçülmektedir.
Dönen bir kütlenin yanında çerçeve sürüklenmesi etkisi adında etkiler vardır. Uzak bir gözlemci kütleye yakın cisimler sürükleneceğini saptayacaktır. Bu aşırı dönen kara delikler içindir. (sıcak bir alana giren herhangi bir cisim için dönme kaçınılmazdır) Bu tür etkiler serbest düşüşte jiroskopların yönelimi üzerindeki etkileri ile tekrar test edilebilir. Az çok tartışmaya açık testler LAGEOS uyduları kullanarak yapılmaktadır. ayrıca Evrensel Mars Araştırmacısının Mars üzerine incelemesi kullanılmaktadır.
Astrofizik uygulamaları.
Temel metin: Kütleçekimsel lens
Kütleçekimi ile ışığın sapması astronomik olayın yeni bir sınıfının sorumludur. Eğer ağır bir cisim astronom ile uygun kütleli ve göreli mesafeli uzak hedef bir etkiler arasına yerleştirilir ise astronom hedefin birçok saptırılmış görüntülerini görecektir. Bu tür etkiler kütleçekimsel lens olarak bilinir. Görünüşe ve kütle dağılımına dayanarak iki ya da ikiden fazla görüntüleri olabilir, parlak çember Einstein’in çemberi olarak bilinir. En eski örneği 1979 yılında keşfedildi ve o zamandan beri yüz den fazla kütleçekimsel lensler gözlemlendi. Çözülebilmesi için birçok görüntüler birbirlerine yakın olsa bile etki hala ölçülebilir. (birçok mikro lens olayları gözlemlenmektedir)
Kütleçekimsel lens gözlemsel astronomide gelişmektedir. Kara deliğin varlığını ve yayılımını göstermek için kullanılır. (uzak galaksileri gözlemlemek için doğal bir teleskop sağlar ve bağımsız Hubble sabitinin tahminini elde etmeye katkıda bulunur) Lens bilgilerinin statiksel değerlendirmeleri galaksilerin yapısal evrimine değerli bir anlayış katar.
Kütleçekimsel dalga astronomisi.
Çift pulsarların gözlemleri kütleçekimsel dalgaların varlığı için güçlü dolaylı bir kanıt sağlar. (yukarıdaki yörüngesel gecikmeyi gör) Fakat kozmosun derinliklerinden bize ulaşan kütleçekimsel dalgalar direkt olarak algılanmamıştır. Görelilikle ilgilenen araştırmacıların temel amacı böyle bir buluştur. Birçok kütleçekimsel dalga buluşları denenmektedir ve en önemlisi ferrometrik detektörlerdir: GEO 600, LIGO (iki detektör), TAMA 300 ve VIRGO . Çeşitli zamanlama okları 10−9 -10−6 Hertz frekansları aralığındaki kütleçekimsel dalgaları(çift çok ağır kara deliklerin oluşturduğu) algılamak için milisaniye pulsarları kullanır. Avrupalı uzay detektörü Elısa / NGO sürekli gelişme aşamasındadır. (başlangıcı 2015 e kadar olan haberci bir görev LISA Pathfinder ile)
Kütleçekimsel dalgaların gözlemleri elektromanyetik spektrumdaki gözlemleri tamamlamaya garanti verir. Kara delikler ve nötron yıldızları, beyaz cüceler, süpernova patlamalarının türleri hakkında bilgi vermeleri beklenir.
Kara delikler ve diğer yoğun cisimler.
Bir cismin kütlesinin yarıçapına oranı yeterince büyük olduğu zaman genel görelilik bir kara deliğin(hiçbir şeyin, ışığın bile kaçamadığı düşünülen) oluşumunun kaçabileceğini ileri sürer. Son zamanlarda kabul edilmiş 1.4 güneş kütleleri civarında nötron yıldızları, yıldızımsı kara delikler ve yıldız evrimi modelleri, büyük kütleli yıldızların gelişimi için final durum olduğu düşünülür. Genellikle bir galaksi merkezinde birkaç milyonluk güneş kütleye sahip bir süper kütleli kara deliğe sahiptir.
Astronomik olarak yoğun cisimlerin kütleçekimsel enerjiyi
elektromanyetik radyasyona çeviren fevkalade mekaniği, onlara en önemli
özelliğini katar. Gaz maddelerin ya da tozun yıldız ya da süper kütleli kara
deliklere düşüşü göz alıcı bir şekilde ışıldayan bazı cisimler için sorumlu
olduğu düşünülür. (oldukça galaksi ile ilgili yıldız boyutundaki cisimler(mikro
yıldızımsı gökcisimleri gibi) üzerindeki aktif çekirdeğin farklı türleri)
Özellikle, yığılma yaklaşık ışık hızı ile uzaya fırlatılmış yüksel enerjili
parçacıkların ışınlarına odaklı göreli jetlere neden olabilir. Genel görelilik
bütün bu olayları modellemede merkez bir rol oynar ve gözlemler teori ile
tahmin edilen kara deliklerin varlıkları için güçlü bir kanıt sağlar.
Kara delikler ayrıca kütleçekimsel dalgalar için olan araştırmalarda amaçlarında tebliğ içindedir. İkili kara deliği birleştirme Dünyadaki detektörlere ulaşan en güçlülerden bazı yerçekimsel dalga sinyallerini takip etmelidir ve birleşmeden direkt önceki safha, birleşme olaylarının mesafesini azaltmak için bir standart mum olarak kullanılabilir. Bu yüzden uzak mesafelerde kozmik genişlemenin araştırması olarak hizmet eder.
Kozmoloji.
Kozmolojinin geçerli modelleri kozmoloji sabitini Λ içeren Einstein'in alan denklemelerine dayanır çünkü kozmosun büyük ölçekli dinamiğine büyük etkisi vardır.
"formula_11" uzay zaman metriğidir . Bu ileri denklemlerin eş yönlü ve homojen
çözümleri, Friedmann-Lemaitre-Robertson-Walker çözümleri, Büyük Patlamadan daha evvel 14 milyon yıl süreyi aşkın gelişen bir evreni modellemeye fizikçiler için olanak sağlar. Astronomik gözlemlerle birkaç parametreler(mesela evrenin madde yoğunluğu) sağlandıktan sonra ilaveten gözlemlenen veriler modelleri test etmek için kullanılabilir. Tahminler, ilkel nükleosentez, evrenin yüksek ölçekli yapısı, periyodunda oluşan ilk kimyasal elementlerin bolluğunu ve varlığını ve termal bir ekodan özelliklerini içerir. (kozmik özgeçmiş radyasyonu)
Kozmolojik genişleme oranının astronomik gözlemleri, maddenin doğası gizemli kaldığı halde evrendeki toplam madde miktarının tahmin edilmesini sağlar. Bütün maddelerin yaklaşık %90 ı kara maddedir. (kütleye sahiptir fakat elektromanyetik olarak etkilemez ve bu yüzden direkt gözlemlenemez) Ana hatlarıyla bu yeni tür maddenin parçacık fiziği çatısında kabul edilmiş bir tanımı yoktur. Uzak Süpernovanın kızıla kayma incelemelerinden gözlemlenen kanıtlar ve özgeçmiş kozmik radyasyonun ölçümleri ayrıca kozmik genişlemenin ivmelenmesine ya da karanlık enerjiye neden olan kozmolojik sabitinden önemli derecede evrenin gelişiminin etkilendiğini gösterir.
Yaklaşık formula_12 saniye kozmik zamanında güçlü hızlandırılmış genişlemenin enflasyon safhası adlı yeni bir faz 1980 yılında klasik kozmolojik modeller ile açıklanamayan birkaç karışık gözlemlerin yararına varsayılmıştır. Son günlerdeki kozmik özgeçmiş radyasyonunun ölçümleri bu senaryo için ilk kanıtla sonuçlandı. Fakat geçerli gözlemler ile sınırlanamayan mümkün enflasyon senaryolarının şaşırtıcı bir çeşitliliği vardır. Enflasyon safhasına öncü ve büyük patlama tuhaflığını tahmin eden klasik modellere yakın en erken evrenin fiziği daha geniş bir sorudur. Otoriter cevap henüz geliştirilmemiş olan kuantum kütleçekimi teorisine gerek vardır.
İleri kavramlar.
Global geometri ve sebep gösteren yapı.
Genel görelilikte bir ışığın titreşimine hiçbir şey yetişemez ya da yakalayamaz. Işık A dan X e gönderilmeden A olayından hiçbir etki diğer X yerine ulaşamaz. Neticede bütün ışık hayat çizgilerinin (geçersiz jeodezik) keşfi uzay zamanın nedensel yapısı hakkında ana bilgiler verir. Bu yapı sınırlı bir haritaya oturtmak için uzayın sonsuz geniş alanları ve sonsuz zaman aralıklarının daraltılmış olduğu Penrose-Carter diyagramlarını kullanarak gösterilebilir. (ışık hala standart uzay zaman diyagramlarında olduğu gibi köşegenlere doğru hareket eder)
Nedensel yapının öneminin farkına varan Roger Penrose ve diğerleri neyin evrensel geometri olarak bilindiğini geliştirdiler. Evrensel geometride çalışmanın amacı Einstein'in denklemlerinin belli bir çözümü değildir. Bunun yerine bütün jeodezikler için doğru olan ilişkiler (Raychaudhuri denklemleri gibi) ve maddenin doğası (genelde enerji koşulları kalıbında kullanılır) hakkında özel olmayan varsayımlar genel sonuçları türetmek için kullanılır.
Ufuklar.
Temel metin: Ufuk (genel görelilik ve kara delik mekaniği
Evrensel geometriyi kullanarak
bazı uzay zamanlar ufuklar olarak adlandırılan ve bir bölgeyi uzay zamanın geri
kalanından ayıran, sınırları dâhil etmek için gösterilebilir. En iyi bilinen
örnekleri kara deliklerdir: eğer kütle uzayın yeterince yoğun bir bölgesinde
sıkıştırılırsa(ilgili ölçek uzunluğu Schwarzchild yarıçapı, halka hipotezi
olarak tanımlı) içeriden dışarıya ışık
çıkamaz. Bir ışık titreşimini hiçbir cisim geçemediği için içteki bütün madde
de hapsolmuştur. Dışarıdan içeriye geçiş hala mümkündür. (bu da kara deliğin
ufku yani sınırının fiziksel bir engel olmadığını gösterir)
Kara deliklerin eski çalışmaları Einstein'in denklemlerinin açık
çözümlerine (özellikle statik bir kara deliği tanımlamak için kullanılan
küresel olarak simetrik Schwarzschild çözümü ve dönen statik bir kara deliği
tanımlamak ve dönen bir kara deliğin dışındaki bir bölge gibi ilginç
özellikleri tanıştıran) simetrik eksenli yapılı Kerr çözümüne güvenildi.
Evrensel geometriyi kullanarak sonraki çalışmalar kara deliklerin daha genel
özelliklerini gösterdi. Bunlar, enerji,
çizgisel moment, açısal moment, belir bir zamandaki yerİ ve elektrik yükünü
belirten on bir parametre ile karakterize edilen daha basit cisimlerdir. Bu kara
delik eşsizliği teoremi ile belirtilir. (‘' kara delikler life sahip değildir,
bu da insanların saçından bir farkının olmadığını işaret eder)Bir kara delik
oluşturmak için çöken kütleçekimsel bir cismin karışıklığına bakmazsak cisim daha
basit olur.
Daha önemli bir biçimde termodinamik yasasına benzeyen kara delik mekaniği olarak bilinen yasaların genel bir topluluğu vardır. Mesela kara delik mekaniğinin ikinci yasası (genel bir kara deliğin olay ufkusunun alanı zamanla hiç azalmayacaktır) termodinamik sistemin entropisine benzerdir. Bu, Penrose metodu kullanılarak dönen bir kara delikten klasik araçlar ile çıkartılabilen enerjiyi kısıtlar. Kara delik mekaniğinin aslında termodinamik yasasının bir altkümesi olması güçlü bir kanıttır. Bu da kara delik mekaniğinin orijinal yasalarının değişimine neden olur. Mesela kara delik mekaniğinin ikinci yasası termodinamiğin ikinci yasasının bir kısmı olduğu için özellikle entropi artarsa kara deliğin alanının azalması mümkündür. Sıfır sıcaklığa sahip olmayan termodinamik cisimlerde olduğu gibi kara delikler termal radyasyon salabilirler. Kısmen klasik hesaplamalar onların aslında Planck’in yasasında sıcaklık rolü oynayan yeryüzü kütleçekimi ile yapabildiğini gösterir. Bu radyasyon Hawking radyasyonu olarak bilinir.
Ufukların diğer türleri de vardır. Genişleyen bir evrende bir gözlemci, geçmişin bazı bölgelerinin (parçacık ufku) gözlemlenemeyeceğini ve geleceğin bazı bölgelerinin etkilenmeyeceğini (olay ufku) bulabilir. Minkowski uzayında bile ivmelenen gözlemci tarafından belirtildiğinde, Unruh radyasyonu olarak bilinen kısmen klasik bir radyasyon ile ilişkili ufuklar olacaktır.
Tuhaflıklar.
Genel göreliliğin diğer genel bir özelliği tuhaflık olarak bilinen uzay zaman sınırlarının görünümüdür. Uzay zaman ışıksı ve zamansı jeodezikleri- serbest düşüşte ışık ve parçacıkların yol alabileceği bütün yollar- takip ederek araştırılabilir. Fakat bazı Einstein'in denklemlerinin sonuçları eksik kenarlara(ışığın ve düşen parçacıkların yolunun beklenmedik bir sona vardığı ve geometrinin tam tamamlanmamış olduğu bölge) sahiptir. Daha ilginç durumlarda bunlar, sonsuza kadar giden Ricci sabiti gibi uzay zamanın eğikliğini karakterize eden geometrik niceliklerin olduğu eğiklik tuhaflıklarıdır. Hayat çizgisinin bittiği gelecek tuhaflıkları ile uzay zamanın iyi bilinen örnekleri Schwarzchild çözümü(statik ölümsüz bir kara delik içindeki bir tuhaflığı tanımlayan) ya da ölümsüz ve dönen bir kara delik içindeki halka şeklindeki tuhaflıklara sahip Kerr çözümüdür. Evreni tanımlayan Friedmann-Lemaitre-Robertson-Walker çözümleri ve diğer uzay zamanlar Büyük Patlama isimli hayat çizgisinin başladığı eski tuhaflıklara sahiptir ve bazıları da Büyük Çöküş gibi tuhaflıklara sahiptir.
Bu örneklerin fazlaca simetrik olduğu farz edersek (bu yüzlen kolaylaşır) tuhaflıklarının oluşumunun idealleşmenin bir yapaylığı olması caziptir. Evrensel geometrinin metotlarını kullanarak kanıtlanan ünlü tuhaflık teoremleri bunun dışında gerçekçi madde özelliklerine sahip bir maddenin çöküşü, mutlak bir evrede ve genişleyen evrenin geniş bir sınıfının başlangıcında gerçekleştikten sonra, tuhaflıkların genel göreliliğin kapsamlı bir geleceğini söyler. Fakat teoremler, biraz tuhaflıkların özellikleri hakkında ve daha çok kapsamlı yapıların varlıklarını karakterize etmeye adanmış geçerli araştırmalar(hipotezi kurulan BKL varsayım isimli örneği) hakkındadır. kozmik sansür hipotezi, bütün gelecek tuhaflıkları (harika bir simetrisi olmayan gerçek özellikli madde) güvenlice ufkunun arkasında saklanır ve bu yüzden bütün uzak gözlemcilere görünmezdir. Henüz düzgün bir kanıt olmamasına rağmen numarasal benzetmeler geçerliliğine destekleyici kanıtlar sunar.
Evrim denklemleri.
Temel metin: İlk değeri formülleştirme (genel görelilik
Einstein'in denklemlerinin her bir çözümü bir evrenin bütün tarihini kuşatır. (şeylerin nasıl olduğunun sadece anlık bir fotoğrafı değildir; fakat bütün, mümkün ve madde dolu uzay zamandır) Her yerdeki geometrinin ve maddenin durumunu tarif eder. Genel eşdeğişkenlik nedeni ile Einstein'in teorisi kendince metrik tensörünün zaman evrimini saptaması için yeterli değildir. Koordinat koşulu ile birleştirilebilir. (diğer alan teorilerindeki kapsam sabitlemeye benzer)
kısmi türevlenebilir denklemler olarak Einstein'in denklemlerini anlamak için onları evrenin evrimini tanımlayan bir yolda formülleştirmek yararlı olacaktır. Bu, uzay zamanın üç uzay boyutları ve bir zaman boyutuna bölündüğü "3+1" ile adlandırılan formüller ile yapılır. En bilinen örneği ADM biçimciliğidir. Bu bozulmalar, genel göreliliğin uzay zaman evrim denklemleri, ilk koşullar belirtildikten sonra iyi huyludur, her zaman vardır ve eşsizce tanımlıdır. Einstein'in alan denklemlerinin böyle formülleştirmeleri numarasal göreliliğin temelidir.
Evrensel ve hemen hemen yerel nitelikler.
Evrim denklemlerinin görüşü derinden genel göreli fiziğin diğer yönü ile bağlanmıştır. Einstein'in teorisinde bir sistemin toplam kütlesi ya da enerjisi gibi görünüşte basit görünen genel bir tanım bulmak mümkün değildir. Temel nedeni, herhangi bir fiziksel alan gibi kütleçekimsel alan belli bir enerji ile verilmesidir; fakat o enerjiyi yerelleştirmenin imkânsız olduğunu temel olarak kanıtlar.
Yine de, kuramsal bir sonsuz uzak gözlemci ya da uygun simetrileri Komar kütlesi kullanarak bir sistemin toplam kütlesini tanımlamanın olasılıkları vardır. Eğer kütleçekimsel dalgalar ile enerjiyi sonsuza taşıyarak sistemin toplam kütlesinden dışarı çıkartırsak sonuç önemsiz sonsuzluktaki Bondi kütlesidir. Klasik fizikse olduğu gibi kütlelerin pozitif olduğu gösterilebilir. Evrensel tutarlı tanımlar momentum ve açısal momentum için vardır. Ayrıca o sistemi içeren uzayın sonlu bir bölgesinde tanımlanan nitelikleri kullanarak formülleştirilen izole edilmiş bir kütle gibi, hemen hemen yerel nitelikleri tanımlamak için birçok çaba vardır. Çember tahmininin daha hassas bir formülleştirmesi gibi izole edilmiş sistemler hakkındaki genel açıklamalar için, amaç yararlı bir nitelik elde etmektir.
Mevcut durum.
Genel görelilik, şimdiye kadar pek çok kesin gözlemsel ve deneysel testten geçmiş, son derece başarılı bir kütleçekim ve kozmoloji modeli olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, teorinin eksik olduğu yönünde kuvvetli göstergeler vardır. Kuantum kütleçekimi sorunu ve uzay-zaman tekilliklerinin gerçek olup olmadığı hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Karanlık enerji ve karanlık madde için kanıt olarak alınan gözlemsel veriler, yeni fizik teorilerine ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyor olabilir.
Bu haliyle bile genel görelilik, daha fazla keşif için zengin olanaklar sunmaktadır. Genel göreliliğin matematiksel alanına yoğunlaşan bilim insanları, tekilliklerin doğasını ve Einstein denklemlerinin temel özelliklerini anlamaya çalışırken göreliliğin sayısal alanına odaklananlar giderek daha güçlü bilgisayar simülasyonları (birleşen kara deliklerin modellenmesi gibi) yürütmektedir. Şubat 2016'da, yerçekimsel dalgaların 14 Eylül 2015'te Gelişmiş LIGO ekibi tarafından doğrudan tespit edildiği açıklandı. Ortaya konulmasından bir asır sonra bile, günümüzde genel görelilik hâlâ oldukça aktif bir araştırma alanıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11904",
"len_data": 41156,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.31
}
|
Avusturya şilini (Almanca: "Österreichischer Schilling") Avusturya'nın 1 Ocak 2002'ye kadar kullandığı resmî para birimidir. 1 Ocak 2002'da Avusturya euro bölgesine girerek Euro para birimini kullanmaya başlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11905",
"len_data": 215,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.3
}
|
Avusturya Ulusal Marşı ("Land der Berge, Land am Strome"), Avusturya'nın ulusal marşıdır. 1946 yılından beri ulusal marş olarak kullanılır. Müzik Johann Holzer veya Wolfgang Amadeus Mozart'a, sözler ise dönemin eğitim bakanı Felix Hurdes'in annesi Paula von Preradoviç'e aittir.
Avusturya Ulusal Marşı'nın 22 Ekim 1946 bakanlar kurulu kararı ile son şeklini almış (Almanca) sözleri.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11906",
"len_data": 382,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.38
}
|
Reklam, "insanları gönüllü olarak belli bir davranışta bulunmaya ikna etmek, belirli bir düşünceye yöneltmek, dikkatlerini bir ürüne, hizmete, fikir ve kuruluşa çekmeye çalışmak, onunla ilgili bilgi vermek, ona ilişkin görüş ve tutumlarını değiştirmelerini veya belirli bir görüşü ya da tutumu benimsemelerini sağlamak amacıyla oluşturulan; iletişim araçlarından yer ya da süre satın almak yoluyla sergilenen ya da başka biçimlerde çoğaltılıp dağıtılan ve bir ücret karşılığı oluşturulduğu belli olan (diğer bir deyimle parasal destek sağlayan kişi ya da kuruluşların kimliği açık olan) "duyuru"dur.
Tarihçiler reklamcılığın MÖ 3000'li yıllara Mısır'da bir papirüs üstüne yazılan ve sahibinin, kaçan kölesine geri dönmesini bildiren duyurusunu ilk yazılı reklam saymalarını kabul ederler. Eski yunanda tellalların esir, sığır gibi satışlarında sokaklarda dolaşarak, mallarını duyuru şiirleriyle övmeleri ise ilk sözlü reklama örnek gösterilebilir.
Ancak modern reklamcılığın ve bugün geçerli olan pazarlama ilkelerinin 1920'li yıllarda var olmaya başladığını söyleyebiliriz. Endüstri üretimi arttıkça serbest piyasa rekabeti sıkılaştı ve firmalar kendileriyle aynı işi yapan rakiplerinin önüne geçip kitleye hitap edebilmek için reklamcılık çalışmalarına başladılar. En yaygın reklam türleri sokak reklamı, sosyal reklam, kurumsal reklam, iç mekan reklamı, radyo reklamı, televizyon reklamı, dijital reklam ve mobil reklam gibi reklam türleridir.
Özellikleri.
Reklam, pazarlamanın dört bileşeninden biri olan "tutundurma"nın içinde yer alır. Pazarlamanın diğer bileşenleri "ürün", "fiyatlandırma" ve "dağıtım"dır.
Günümüzde Philip Kotler sayesinde Satışa dayalı anlayışı (ürün-fiyat-yer-tanıtım), Kotler'in müşteriye odaklı anlayışı, 4C'ye (müşteri için değeri-müşteriye maliyeti-kolaylık-iletişim) kaymıştır.
Reklam, pazarlama ağı içinde belki de en geniş yere sahiptir. Ürünün doğumundan pazara sürülmesine kadar olan süreçte önemli rol oynar. Ürüne aşinalık kazandırılması, tanıtılması ve kullandırılması amaçlarını güder ancak ürün odaklı olması şart değildir. Reklam, markaya değer katmak, markayı konumlandırmak, marka farkındalığı yaratmak, kurumsal olarak izlenim, imaj ve itibar oluşturulmasına yardımcı olmak adına da kullanılabilir. İyi bir reklamın özellikleri;
Reklamın yaratıcı ve ticari olmak üzere iki yönü vardır.
Reklamın inandırıcılığı.
Reklam tasarımları, günümüzde, tüketicilerin etkilenmesi için, pek çok değişkeni kullanmaktadır. Değişken derken; mizah, ünlü kişilerin kullanılması, şaşırtıcı olaylar, eğlence, yüksek yaşam standartları, rahatlık, huzur, ileri teknoloji ve buna benzerleri kastedilmektedir. Bütün bunlar, tüketiciyi, markaların üretmiş olduğu, yeni veya zaten pazarlarda satılan ürün ve hizmetleri satın almaya ikna etmeye yöneliktir. Yapılan reklamın amacı, sadece satın alma davranışını göstermelerini sağlamak olmayabilmektedir. Birbirinden farklı amaçlara yönelik ama nihai hedef, her zaman daha fazla satış olmakla birlikte, genellikle, reklamın amaçları; tüketicinin zihnine markaları ve onların özelliklerini yerleştirmek, tüketicilerin markayı benimsemelerini, beğenmelerini, markanın diğer markalara tercih edilmesini sağlamak olabilmektedir. Bunlarla birlikte, firmaların sosyal sorumluluk adına veya kendileriyle ilgili çıkan herhangi bir düşünceyi savunmak veya reddetmek adına yapılabilmektedir. Bütün bunların tasarımı yapılırken, en fazla önem taşıyan konu, inandırıcı bir şekilde işlenmesidir. Kimi reklamlar, inandırıcı olmaktan uzaktır. Kimi konusundan dolayı, kimi işlenme biçiminden dolayı, kimi de seçilen tasarım türünden dolayı, insanları ikna etmekten uzak olmaktadır. İşlenme biçiminden dolayı inandırıcı olamayan reklamlarda sorun, kimi zaman kullanılan oyuncuların toplum içerisinde sahip olduğu konumla ilgili olabilirken kimi zaman karşılıklı diyaloglarda kurulan cümlelerin, oyuncuların mimik, davranış, hal ve hareketlerinin bundan uzak olmasıyla alakalı olabilmektedir. Karşılıklı diyaloglarla örülen tasarımların ikna etmekten uzak olmasının bir diğer nedeni de, tüketicilerle ilgilidir. İnsanın doğası gereği, söylenenlerden çok gördüklerine daha çok inanmaktadır. Bu yüzden bu tip reklam türleri, diğer türlere göre daha az ikna edicidir. Görüntülerden oluşan, ürün veya hizmetin özelliklerini göstererek anlatan, çok az cümle veya ifadelerin yer aldığı reklam türleri daha çok inandırıcı olmaktadır. Diğer türlerde ise, tüketicilere iletilmesi gereken mesajlar, oyuncuların veya kullanılan herhangi bir etki unsurunun gölgesi altında kalmasındandır. Diğer bir ifadeyle, daha güçlü bir etki yaratabilmek için, reklamlarda kullanılan mizah, eğlenceli haller, yüksek yaşam standartları, tüketicilere iletilen mesajların önüne geçmesindendir. Böyle durumlarda insanlar, etki unsuruna yoğunlaşmaktadır. Tüketicilerin en çok etkilendikleri, inandıkları, söze gerek bırakmadan kabul ettikleri reklam türleri, ürün veya hizmetin anlatıldığı, görüntülerin olduğu, fotoğrafların kullanıldığı, üretim biçiminin gösterildiği tasarım biçimleridir. Tüketiciler bu tip tasarımları izlerken hem etkilenmekte hem de gördükleri şeylere inanmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz etki unsurları aslında doğru seçilmektedir. Fakat burada sorun, onların kullanılma biçimi olmakla birlikte, seçilenler ile markanın uyumlu olmasıdır. Yani seçilen etki unsurunun markaya benzeyen, onunla ilişkilendirilebilen, onu çağrıştıran özelliklere sahip olması gerekmektedir. Ama genel olarak reklamlar inandırıcı olmak zorundadır. Bunun yanında başarılı bir reklam kurmanın ana kuralı hedef kitleye hitap etmek, bu hedef kitle ile empati kurarak kampanya yaratmak büyük pay sahibidir. Böylece hedef kitle(ler) markayı ve ürünü daha çok benimser ve ortaya bir kullanıcı sadakati çıkar (customer loyalty).
Reklamın ticari yönü.
Reklamın başarısı ürün ya da hizmetin alıcısının çoğalmasıyla, bir başka deyişle satılmasıyla ölçülür. Bu da gerçek bir satıcı gibi düşünmeyi ve ona göre hareket etmeyi gerektirir. Medya, reklamın yapılması için bir yere ihtiyaç duyulan alanı sağlar. TV, radyo, internet, basılı mecralar, "outdoor" denilen açıkhava panoları ve diğer ilan yerleri medya kapsamı içinde bulunur. Ayrıca firmalar bazı reklam kampanyalarında Growth Stage denilen üretilen mal ve satışların arttığı dönemleri de belirterek; stratejik yönden ticari ve ikna etkenlerine de gözle görülür biçimde verimli hale getirir.
Reklamda 5M.
Reklam için önemli beş terimin İngilizce adlarının baş harfleridir. Bu terimler;
Reklam bütçesini belirlemede, işverenin reklam giderlerini kısıtlamaması gerekir. Reklam bütçesi belirlemede aşağıdaki yöntemler kullanılmaktadır:
İnternet Reklam Paketi Uygulama Şekilleri.
İnternet geliştirildiğinden bugüne kadar çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Günümüzde reklam amaçlı kullanımı oldukça yaygın bir hal almıştır. İnterneti reklam amaçlı kullanma yöntemleri şunlardır;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11915",
"len_data": 6839,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.35
}
|
SAP SE, merkezi Walldorf, Almanya'da bulunan, Avrupa'nın en büyük yazılım şirketidir. SAP, 1972 yılında beş eski IBM çalışanı tarafından Systemanalyse und Programmentwicklung ("Sistem Çözümleme ve Programlama") adı altında Mannheim, Almanya'da kurulmuştur. 120'den fazla ülkede aktif olan SAP, şirket yazılım uygulamaları çeşitli büyüklükte firmalara sunmaktadır. Şirketin en iyi bilinen ürünleri SAP ERP (Enterprise Resources Planning) ve SAP Business Objects yazılımıdır.
SAP SE iş operasyonları ve müşteri ilişkilerini yönetmek için işletme yazılımı, üretkenlik yazılımı, ticari yazılım, kurumsal yazılımlar ve diğer yazılım kategorileri geliştirir. Şirket, dünyanın önde gelen kurumsal kaynak planlama (ERP) yazılım satıcısıdır. SAP, gelire göre en büyük Amerikan dışı yazılım şirketi, gelire göre dünyanın üçüncü en büyük halka açık yazılım şirketi ve piyasa değerine göre en büyük Alman şirketidir. Şirket, ERP yazılımlarının yanı sıra veritabanı yazılımları ve teknolojileri (özellikle kendi markaları), mühendislik sistemleri, sistem yazılımı, uygulama yazılımı, programlama aracı, programlama dili, insan kaynakları yönetimi (HCM) yazılımı, müşteri ilişkileri yönetimi (CRM) yazılımı (müşteri deneyimi olarak da bilinir), iş performans yönetimi (EPM) yazılımı, ürün yaşam döngüsü yönetimi (PLM) yazılımı, tedarikçi ilişkileri yönetimi (SRM) yazılımı, tedarik zinciri yönetimi (SCM) yazılımı, iş teknolojisi platformu (BTP) yazılımı ve tümleşik geliştirme ortamı SAP AppGyver gibi diğer yazılım ürünlerini de satmaktadır. Web geliştirme araçları, yazılım geliştirme kiti, mobil uygulama geliştirme, bulut bilişim, bulut veritabanı, bulut depolama, uygulama sunucusu, sertifika ve sertifikasyon alanlarında da çözümler sunmakdadır.
Tarihsel referanslar, Veri İşleme, SAP AG ve SAP SE'deki Sistemler, Uygulamalar ve Ürünleri içerir.
Tarihçe.
Şirketin kurucuları (Dietmar Hopp, Hans-Werner Hector, Hasso Plattner, Klaus Tschira and Claus Wellenreuther) şirketi ilk kurduklarında Imperial Kimyasal Endüstrileri (ICI) SAP'nin ilk müşterisi idi. Firmanın ismi Systeme, Anwendungen und Produkte in der Datenverarbeitung (Sistem, uygulama ve veri işlemleri) daha sonra da 2005 SAP AG (Anonim Şirketi) olarak değiştirilmiştir.
1988 senesinde şirket SAP GmbH olarak halka açılıp senetleri Frankfurt ve Stuttgart borsalarında yer almaya başlamıştır.
1995 senesinde, SAP Alman borsa endeksi olan DAX'a ve 22 Eylül 2003 senesinde ise Dow Jones STOXX 50 listesine eklenmiştir.
SAP Türkiye.
Türkiye'nin en büyük 500 şirketi arasında yer alan 200'ü aşkın şirkete hizmet veren SAP, 2001 yılının Temmuz ayında Türkiye'deki ofisinin kuruluşunu tamamladı. Günümüzde SAP, Fortune 500 şirketlerinin en az yarısı tarafından kullanılan çözümleri, Türkiye'deki şirketlerle de paylaşmaktadır.
Değer yaratabilmenin yolunun İnternet üzerinde işbirliğine, uyum ve erişime yönelik bir çaba ortaya koymaktan geçtiği günümüz e-iş dünyasında, SAP Türkiye konusunda uzman firmalarla kurduğu güçlü çözüm ortaklığı yapısıyla büyük projelere imza atmıştır. Sadece yazılım sistemleri hizmeti vermekle kalmayıp, şirketlerin bu çözümlerden en verimli şekilde faydalanmalarını sağlayacak eğitim hizmetini de yaptığı işbirliğiyle sürekli hale getirmiştir.
Türkiye'de 15 bin kullanıcısı bulunan SAP, iş analizi ve sistem teknoloji danışmanlığı, yerelleştime, Türkçeleştirme, uygulama desteği ve sistem uyarlama hizmetlerini de sunmaktadır.
SAP Türkiye'nin yaklaşık bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede ortaya koyduğu yüksek performansı çözüm ortaklarıyla kurduğu uyumlu işbirliğini gözlemleyerek değerlendiren SAP AG, 2003 yılında SAP Türkiye'yi tüm dünyadaki SAP şubeleri arasında “En Başarılı Start up” seçerek ödüllendirdi.
Teknik Çözümlerde Dönüm Noktaları.
1973 yılında SAP R/1 ve 1979 yılında SAP R/2 yi piyasaya sürdü. Ancak SAP'nin büyümesi 1985 yılından itibaren başlamıştır, bu teknolojik ilerlemedeki en büyük etken şirketin kurucuları veya çalışanlarından değil, Chico State adlı bir eğitim kurumu ile yapılan bir ortaklıktan doğmuştur.
1985 yılında SAP R/2 ‘nin piyasaya çıkışından 6 sene sonra, SAP'nin ilerlemek adına büyük planları vardı ama ERP sistemlerini geliştirme kaynakları sınırlıydı. Aynı zamanda California Devlet Üniversitesi Chico'da okuyan bir öğrenci tarafından üniversitenin profesörlere ‘değerlendirme'leri için önerilen SAP program, profesörler tarafından incelendikten sonra ‘değerlendirme'den ‘geliştirme'ye geçilmiş ve projede çalışan profesörlere ortaklık teklif edilmiştir.
Chico State uzun bir sure SAP'nin ortaklık yaptığı tek eğitim enstitüsü olarak kalmış, SAP R/2 sistemini geliştirip yeni eklentiler de katarak SAP R/3 sisteminin temelleri atılmıştır. 1992 ve 1995 seneleri arasında SAP ve Chico State R/3 ‘ün çeşitli sürümlerini geliştirmiştir. 1990'ların ortasında SAP o dönemin eğilimleri olan Anabilgisayar işletiminden (Mainframe computing) işlemçi/sunucu mimarisine (client/server architectures) geçilmiştir.
SAP'nin mySAP.com geliştirdiği internet izlemi sayesinde iş sürecine internet ile bütünleştirilmesi açısından yeni bir bakış getirmiştir. SAP Industry Week dergisi tarafından 1999'un en iyi yönetilen firması ödülüne layık görülmüştür. 1997 yılından itibaren SAP'nin, MIT (Massachusetts Institute of Techonology) dahil 25 in üzerinde eğitim enstitüsü ile ortaklıkları bulunmaktadır.
İş ve Pazarlar.
SAP Dünyanın en büyük iş yazılımları ve ciro bakımından en büyük 4. yazılım fırmasıdır. 4 farklı coğrafik alanda yer almaktadır: EMEA (Avrupa, Orta Doğu, Afrika), AMERICA (Amerika ve Kanada), LAC (Latin Amerika ve Karayipler) ve APJ (Asya Pasifik ve Japonya). Ayrıca SAP'nin 115in üzerinde bağlı ortaklık yaptığı firma ve Almanya, Brezilya, Türkiye, Kanada, Çin, Macaristan, Hindistan, İsrail, Bulgaristan ve Kuzey Amerika’da R&D (Araştırma ve Geliştirme tesisleri) bulunmaktadır.
SAP’nin odaklandığı 6 sektör bulunmakta; proses endüstrisi, ayrık üretim (diskrit) endüstrileri, tüketici endüstrileri, servis endüstrileri, finansal endüstrileri ve kamusal endüstriler. Büyük firmalar için 25’in üzerinde endüstriyel çözüm paketleri, orta ve küçük ölçekli firmalar için 550’nin üzerinde mikro-dikey çözümleri bulunmaktadır.
E-SOA Kimlik Doğrulama (Authentication).
Tüm SAP teknolojilerinde desteklenen, SAP E-SOA, müşteri sertifikası-temelli tek kimlik doğrulama metodu (Kullanıcı Adı/Şifre’nin yanı sıra) ve tek Single Sign-On metodudur. Kerberos ve bağlantı biletli sistemler SAP mimarisinde kullanılamaz.
Ortaklıklar.
SAP’nin partnerleri arasında Global Services Partners, Global Software Partners ve Global Teknoloji Partnerleri bulunmaktadır. Global Services Partnerleri içinde farklı sektörlerde hizmet veren uluslararası danışmanlık firmaları, Global Software Partners’ın içinde SAP Business Suite çözümlerini sistemlerine entegre etmiş yazılım firmaları ve Global Teknoloji Partnerleri’de SAP teknolojilerini destekleyen donanımlar (Database, Depolama Sistemleri, Bilgisayar Ağları, Mobil İşlem Sistemleri) alanında uzmanlaşmaktadır.
SAP PartnerEdge.
Orta ve küçük ölçekli firmaların SAP çözümleri Global Partner Network tarafından hazırlanmaktadır. 2008 yılında SAP, HCL Teknolojileri firması (4.9 milyar dolar değerinde bir teknoloji servis firması) ile Global Service partnerliği anlaşması imzalamıştır. Gartner’a göre “SAP PartnerEdge, orta ve küçük ölçekli firmalarda kanal gelişimine yeni bir standart getiriyor”
Organizasyon.
SAP'nin içindeki fonksiyonel bölümler çeşitli organizasyonlar arasında Araştırma&Geliştirme, iş sahası aktiviteleri ve müşteri desteği olarak paylaştırılmıştır. SAP Labs genelde ürün geliştirme alanında uzmanlaşırken, iş sahası aktiviteleri bölümü SAP'nin aktif olduğu her ülke içinde bulunmaktadır. İş Sahası aktiviteleri olarak; Satış, Pazarlama, Danışmanlık vs. sayılabilir. SAP AG'nin bulunduğu ana ofis genel yönetim ve yeni ürün geliştirmeye yönelik temel mühendislik aktiviteleri alanında uzmanlaşır. SAP müşteri desteği, Active Global Support, global bir organizasyon olup SAP'nin dünyanın her yerindeki müşterilerine hizmet vermektedir.
SAP Labs Merkezleri.
SAP Labs, SAP'nin araştırma ve geliştirmelerinin gerçekleştiği ana firmaya bağlı bir kurumdur. SAP'nin geliştirme organizasyonları dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Çoğu SAP Labs bölgeleri SAP araştırma bölgeleri olarak da faaliyet göstermektedir.
SAP labrotuarlarının en önde gelenleri Avrupa (SAP Lab-Bulgaristan),Sao Leopoldo Brezilya, Palo Alto Amerika, Bangalore ve Gurgaon Hindistan, Ra'anana ve Karmiel İsrail, Montreal ve Vancouver Kanada ve Şangay China. SAP genel merkezi olan Walldorf'tan sonra personel sayısı olarak en büyük SAP labratuarları Hindistan'da bulunmaktadır.
Her bir SAP Labs'in belirgin bir uzmanlık ve odaklandığı alanları vardır. Mesela, SAP Labs Bulgaristan Java bazlı SAP yazılımı geliştirme konusunda uzmanlaşmıştır. SAP Labs Amerika'nın uzmanlaştığı alanda yeni metodları icat etmek ve araştırma olarak belirlenmiştir.
SAP 2009 Haziran ayında Latin Amerika'nın ilk ve SAP'nin sekizinci SAP Labs Merkezini Brezilya'da açmıştır. Açılan yeni tesis Sao Leopoldo'da bulunup 375 çalışanı bulunmaktadır. Binanın en dikkat çeken yönleri, binanın yapısı ve iç tasarımıdır. Kullanılan bütün materyallerin çevre dostu olduğunu belirten Erwin Rezelman (SAP Labs Latin Amerika Directörü), amaçlarının sadece yeşil bir bina (green house) olmadığını aynı zamanda keyifli bir çalışma alanı yaratılmak istendiğini belirtmiştir. SAP bu yapılan bina sayesinde Enerji ve Çevresel Dizayn Alanında Liderlik (Leadership in Energy and Environmental Design) Altın Sertificası Ödülüne layik görülmüştür.
Kullanıcı Grupları.
Kullanıcı grupları bağımsız, kâr amacı gütmeyen SAP kullanıcıları olan kuruluşlar ve SAP ekosisteminde bulunan partnerlar tarafından, SAP kullanıcılarına destek ve yeni SAP ürünlerinin gelişiminde tavsiyelerde bulunmalarına ve interaktif bir biçimde iletişim sağlayan bir kullanıcı topluluk grubudur. Üyelerinde katkılarıyla SAP kullanıcılarının programlarını daha verimli bir şekilde kullanmalarını ve ileride çıkacak olan yeni SAP ürünlerinde görmek istedikleri yenilikleri iletebilecekleri olan bu topluluk bölge bazında ayrılmıştır, mesela; Amerika SAP Kullanıcı Grupları (ASUG), Almanca olan SAP Kullanıcı Grupları (DSAG), SAP Avustralya (SAUG) ve SAP İngiltere ve İrlanda.
Konferanslar.
SAPPHIRE SAP'nin prömiyer konferansı olup SAP'nin büyük ürün değişikliklerinin ve stratejik yönünün müşteriye açıklandığı konferanslardır. Bu konferans genellikle ilkbahar aylarında hem SAP Avrupa'da hem de SAP Amerika'da gerçekleşmektedir. SAP TechEd ise sonbahar aylarında gerçekleşip, hedef izleyici kitlesi ekosistem danışmanları ve yazılım geliştirme partnerleri olan bir konferanstır.
SAP Forum 2010.
On beşincisi düzenlenen SAP Forum 2010, 15 Ekim 2010 Cuma günü Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda 16 paralel salonda 28 firmanın yaptığı 112 sunumla tamamlandı. SAP Forum 2010'a farklı sektörlerden yüzlerce firmadan yaklaşık 5 bin kişi katıldı. SAP Genel Müdürü Cem Yeker yaptığı sunumda geçtiğimiz yılın SAP ve Türkiye açısından portresini çizdi. Aynı zamanda SAP olarak öngörülen, gelecek dönemlerde dünyaya ve Türkiye'ye damgasını vuracak teknolojik trendler konusunda ipuçları verdi. Cem Yeker ardından sunum yapan Robert Kaplan ise strateji yönetimi ile ilgili yaklaşımlarını paylaştı. Altı fazdan oluşan yönetim sistemi konusunda birikim ve görüşlerini paylaşan Kaplan, iş dünyasında ayakta kalmak isteyen şirketlerin izlemesi gereken yol haritası çizdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11918",
"len_data": 11437,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.38
}
|
Avanos, Nevşehir iline bağlı bir ilçedir. Nevşehir'in 18 km kuzeyinde olan yerleşiminin, dönemlerine göre adları Hititler döneminde "Zuwinasa", Asurlular döneminde "Nenansa", Bizanslılar döneminde "Venessa" ve Selçuklular döneminde de "Evenüz"dür. Osmanlı dönemindeyse "Uvenez, Evenez, Avanoz" olarak adlandırılmış zamanla da Avanos'a dönmüştür. Çok sayıda çanak çömlek atölyesi bulunan ilçede seramik yapım geleneği Hititlerden beri süregelmektedir. Merkez bucağına bağlı 3, Özkonak bucağına bağlı 10 ve Topaklı bucağına bağlı 5 köyü vardır.
Tarih.
1926'da da dilbilimci Emil Forrer, Boğazköy Hitit Kraliyet Arşivler'inde yaptığı araştırmalar sırasında bir tablette "Zuwinasa" şehrinin adını okudu "Nenessa" ve "Zu-Winasa", Nicole Thierry'nin çalışmalarına göre, Venassa ve Avanos'a dönüşmüştür. Osmanlı belgelerinde Avanoz, "Enes" ve "Evenez" olarak geçer.
Avanos yakınlarında, Kızılırmak'ın hemen kenarındaki bir Roma mezarlığında ele geçen mermerden lahit, merkez Kapadokya bölgesi'nde bugüne kadar ele geçen tek lahit olması açısından ilginçtir. Lahit, 1971 yılında tesadüfen ortaya çıkmış.
Avanos'un Sarılar kasabası yakınlarındaki Prof. Gökberk'in başkanlığındaki Zank Höyük'te yapılan arkeolojik kazılarda Eski Tunç Çağı'ndan Geç Roma Dönemi'ne kadar değişik kültürlere ait kalıntılar açığa çıkarılmıştır. Avanos'ta 13. yüzyıl Selçuklu Dönemi'ne tarihlenen Sarıhan kervansarayı ve Alaaddin Camii, Alaaddin Hamamı, Şairler Sokağı, Bayramtepesi bulunmaktadır.
Avanos ilçesinde, Çeç Tümülüsü adında çapı 50 metre, yüksekliği 20 metre olan bir tümülüs bulunmaktadır bu tümülüs ayrıca Kapadokya'nın en büyük tümülüsüdür.
1954 yılına kadar Kırşehir iline bağlı idi, belediyesi 1884'te kurulmuştur. 1954'te Nevşehir ilinin kuruluşuna beraber ilçe olmuştur.
Çömlekçilik.
Avanos'ta da Hititler'den beri çarkla çanak-çömlek yapıldığı bilinmektedir. Bu el sanatı kavimden kavime, babadan oğula geçerek günümüze kadar gelmiştir. Avanos'un dağlarından ve Kızılırmak'ın eski yataklarından yumuşak ve yağlı kil topraklar elenir ve iyice yoğurularak çamur haline getirilir. Çark adı verilen ve ayakla döndürülen tezgâh üzerindeki çamurun maharetle şekillendirilmesiyle istenilen çanak yapılmış olur. "İşlik" denilen atölyelerde üretilen çanaklar önce güneşte, daha sonra da gölgede kurutulduktan sonra, saman ve talaşla yakılan fırınlarda 800 dereceden başlayıp 1200 derece sıcaklık arasında özenle pişirilir.
Türkiye'nin en uzun nehri Kızılırmak, Avanos yakınlarında suladığı tüflü, killi topraklar nedeniyle eski zamanlarda adına yakışır bir kızıllığa bürünüyor. Barajlar yaptıktan sonra bu özelliği genelde yokolmuştur. Yörede yemek kapları, su testileri, kışlık yiyecek saklamak için çömlekler ve küpler, su küpleri tanınan çanak ürünleridir.
Bağcılık ve tarım.
İlçede önemli uğraşlardan biri de bağcılıktır. Elde edilen üzümler sofralık olarak kullandığı gibi, mağaralarda, doğal depolarda şarap üretiminde kullanılır. Üzümlerin şeker oranı çok yüksektir. Bu nedenle Özellikle el yapımı şarapları Dünyanın her yerinden rağbet görmektedir. Şarap üretiminin yanı sıra bölge kurutmalık üzümleri, kayısı, elma kışlık besin maddeleri üretimi yapılır. Ayrıca ilçe ve köylerinde üzümden elde edilen şıra ile pekmez, köftür gibi geleneksel yiyecek maddeleri üretilir Avanos merkeze bağlı Ayhanlar köyünde patlıcan üretimi yaygındır. Avanos ile çevresindeki bölgenin taze sebze ürünleri ihtiyacının büyük bölümü bu köyden sağlanmaktadır. Ayrıca Kızılırmak nehrinde yapılan balıkçılıkta da yaygındır. Daha çok sazan balığı bulunmakla beraber yayın, çapak, öksürük gibi balık türleri de mevcuttur.
Tarihi yapılar.
Alaaddin Hamamı.
Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılan hamam, Selçuklu mimarisine sahiptir. Hamamın yapım tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, 17. yüzyılın sonları veya 18. yüzyılın başlarına tarihlendirilmektedir. Yapı, soyunmalık, ılıklık ve sıcaklık olmak üzere üç ana bölümden oluşur. Soyunmalık kısmının merkezinde bir fıskiye bulunur. Sıcaklık bölümü ise kubbeli bir yapıya sahiptir ve göbek taşı burada bulunur. Yapımında kesme taş ve tuğla kullanılmış, iç mekânda süslemeler ve geometrik desenler bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11920",
"len_data": 4125,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.32
}
|
Avanos'a 5 km, Paşabağları'na 1 km uzaklıktaki Zelve, Aktepe'nin dik ve kuzey yamaçlarında kurulmuştur.
Özellikle 9. ve 13. yüzyılda Hristiyanların önemli yerleşim ve dini merkezlerinden biri olmuş; aynı zamanda rahiplere ilk dini seminerler de bu yörede verilmiştir. Türklerin Anadolu'ya gelmesiyle vadideki mevcut yapılar kullanılarak bir köy olarak yerleşim devam etmiş, ancak kaya düşmesi sonucu 2 kişinin hayatını kaybetmesi sonucunda köy, 1949-1954 yılları arasında kademeli olarak vadinin 2 km kuzeyinde kurulan Yeni Zelve (Aktepe) Köyü'ne taşınmıştır. Bir süre terk edilmiş halde kalan köy, 1967 yılında açık hava müzesi haline dönüştürülmüştür. 2024 yılı itibarıyla T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı bir ören yeri olarak ziyarete açıktır.
Üç vadiden oluşan Zelve Ören Yeri, peribacalarının en yoğun olduğu yerdir. Vadideki peribacaları sivri uçlu ve geniş gövdelidir.
Zelve Ören Yeri'nde yoğun şekilde bulunan peri bacalarına ek olarak, kayadan oyma meskenler, kilise ve manastırlar, kaya cami, güvercinlikler, değirmen ve bir tünel bulunmaktadır. İkinci vadiyi üçüncü vadiye bağlayan bu tünelin yanı sıra, ören yerindeki dikkat çekici unsurlardan biri yüksek kayalıklara oyulmuş güvercinliklerdir. Büyük çoğunluğu 19. ve 20. yüzyılın başına tarihlenen güvercinliklerin yapım sebebi güvercin gübreleri elde edebilmektir. Güvercinliklerin dış cepheleri nar, çarkı felek ve hayat ağacı gibi sosyal yaşama ve geleneğe uygun olarak zengin bir bezemeler ile süslenmiştir.
Ören yerindeki dikkat çekici bir diğer yapı ise köy meydanında yer alan, kayaya oyulmuş bir camidir. Caminin dört sütunlu, sivri başlıklı minaresinin Erken Osmanlı dönemini simgeleyen “Baldaken” tarzını yansıttığı belirtilmektedir. Bu tarz minarelere, geç dönem Osmanlı cami mimarisinin güzel örneklerinden, altı sütunun taşıdığı baldaken şeklindeki minaresiyle Konya'da bulunan Aziziye Cami gösterilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11928",
"len_data": 1890,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.63
}
|
Özkonak, Nevşehir ilinin Avanos ilçesine bağlı bir beldedir.
Coğrafya.
Belde, Nevşehir iline uzaklığı 35 km, Avanos ilçesine uzaklığı ise 17 km'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11929",
"len_data": 148,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 2.46
}
|
Viswanathan Anand (d. 11 Aralık 1969), Hint satranç büyükustası. Eski Dünya Satranç şampiyonudur. Anand, FIDE reyting listesinde 2.800 puan barajını geçen beş oyuncudan biridir. Vladimir Kramnik ile UEP maçı yapmıştır.
24 Nisan-11 Mayıs 2010 tarihleri arasında Sofya'da düzenlenen Dünya Satranç şampiyonluğu maçında Bulgar usta Veselin Topalov'u 6,5 ve 5,5 mağlup ederek dünya satranç şampiyonu unvanını korumuştur. Anand bu maçta iki, dört ve on ikinci partileri kazanmış, bir ve sekizinci partilerde ise mağlup olmuştur.
Çocukken hızlı oynama hızıyla tanınan Anand, 1980'lerdeki kariyerinin ilk yıllarında Yıldırım Çocuk lakabını kazandı. O zamandan beri evrensel bir oyuncu haline geldi ve birçok kişi onu neslinin en büyük hızlı satranç oyuncusu olarak görüyor. 2003 ve 2017'de FIDE Dünya Hızlı Satranç Şampiyonasını, 2000'de Dünya Yıldırım Kupasını ve diğer birçok üst düzey hızlı ve yıldırım etkinliğini kazandı.
Anand, 1991–92'de Hindistan'ın en yüksek spor onuru olan Rajiv Gandhi Khel Ratna Ödülü'nün ilk sahibi oldu. 2007'de Hindistan'ın en yüksek ikinci sivil ödülü olan Padma Vibhushan ile ödüllendirildi ve bu ödülü alan ilk sporcu oldu.
2022.
Anand, Mayıs ayında 2022 Norveç Satranç Blitz'inde Magnus Carlsen'i neredeyse beş yıl sonra ilk kez mağlup etti.
Varşova'daki 2022 Superbet Rapid & Blitz Turnuvasında Anand, Rapid bölümü tamamlandıktan sonra birinci oldu ve tüm turnuvayı ikinci sırada tamamladı.
Örnek oyun.
FIDE Dünya Satranç Şampiyonası 2000'de kazanma yolunda beyaz piyonlarla oynayan Anand, Büyükusta Viktor Bologan'ı mağlup ediyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11942",
"len_data": 1564,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.39
}
|
Sven Magnus Øen Carlsen (d. 30 Kasım 1990; Tønsberg), beş kez Dünya Satranç Şampiyonu olmuş ve halen dört kez Dünya Hızlı Satranç Şampiyonu ve altı kez Dünya Blitz Satranç Şampiyonu olan Norveçli satranç büyükustası. Carlsen, 1 Temmuz 2011'den bu yana FIDE dünya satranç sıralamasında 1 numarada yer almakta ve dünyanın en yüksek puanlı oyuncusu olarak geçirdiği süre bakımından Garri Kasparov'un (255 ay) ardından ikincidir. En yüksek derecesi olan 2882, tarihteki en yüksek derecedir. Ayrıca klasik satrançta elit seviyede en uzun yenilmezlik serisi rekorunu elinde tutmaktadır. Carlsen, popüler kültürde Satrancın Mozart'ı olarak adlandırılır.
Bir satranç dahisi olan Carlsen, 13 yaşına girdikten kısa bir süre sonra Corus Satranç Turnuvası'nın C grubunu birincilikle bitirdi ve birkaç ay sonra büyükusta unvanını kazandı. 15 yaşında Norveç Satranç Şampiyonası'nı kazandı ve 17 yaşında Corus'un en üst grubunu birincilikle bitirdi. 18 yaşındayken 2800 reytingi aşarak o dönemde bunu başaran en genç oyuncu oldu. 2010 yılında, 19 yaşındayken FIDE dünya sıralamasında 1 numaraya yükseldi ve bunu başaran en genç kişi oldu.
Carlsen 2013 yılında Viswanathan Anand'ı yenerek Dünya Satranç Şampiyonu oldu. Ertesi yıl Anand'a karşı ünvanını korudu ve hem 2014 Dünya Hızlı Şampiyonası'nı hem de Dünya Blitz Şampiyonası'nı kazanarak üç ünvanı aynı anda elinde tutan ilk oyuncu oldu ve bu başarısını 2019 ve 2022'de tekrarladı. Klasik Dünya Şampiyonluğu unvanını 2016'da Sergey Karyakin'e, 2018'de Fabiano Caruana'ya ve 2021'de Yan Nepomnyaşi'ye karşı korudu. Nepomnyaşi'ye karşı 2023'te ünvanı korumayı reddetti.
Gençliğinde hücum stiliyle tanınan Carlsen, o zamandan beri evrensel bir oyuncu haline geldi. Rakiplerinin kendisine karşı hazırlanmasını zorlaştırmak ve oyun öncesi bilgisayar analizlerinin faydasını azaltmak için çeşitli açılışlar kullanıyor. "Saf satranca indiği" için orta oyunun oyunun en sevdiği kısmı olduğunu belirtmiştir. Carlsen'in oyun sonu, yorumcular tarafından sık sık satranç tarihinin en iyileri arasında gösterilmektedir.
Dünya Şampiyonlukları.
2013 FIDE Dünya Satranç Şampiyonu.
Carlsen, 2013 Dünya Satranç Şampiyonluk maçında 9 Aralık'tan 22 Aralık'a kadar Anand'la Chennai-Hindistan'da karşılaşmıştır. Carlsen maçı 6,5-3,5 (5,6 ve 9. maçları kazanmış; geri kalan maçlar berabere bitmiştir) kazanmıştır. Sonuç olarak Carlsen, yeni "Dünya Satranç Şampiyonu" olmuştur.
2014 FIDE Dünya Satranç Şampiyonu.
Carlsen Aralık 2014 Dünya Şampiyonluk Maçı'nda, Adaylar Turnuvası'nı kazandığı için Anand'la tekrar karşılaşmıştır. Tekrarı yapılan maç Rusya, Sochi'de 7 Aralık'ta başlamış ve 23 Aralık'ta bitmiştir. 12 maçın 11'i yapıldıktan sonra, Carlsen seriye 6.5-4.5, üstünlüğünü koymuş ve kazanmayı garantilemiş, böylece 2014 Dünya Satranç Şampiyonu olarak ünvanını korumuştur..
2016 FIDE Dünya Satranç Şampiyonu.
Carlsen Aralık 2016'da gerçekleştirilen 2016 FIDE Dünya Satranç Şampiyonası maçında, Mart 2016'da Moskova'da düzenlenen Adaylar Turnuvası'nı kazanan Sergey Karjakin'le karşılaşmıştır. Maç ABD, New York'ta 11 Kasım'da başlamış ve 30 Kasım'da bitmiştir. 12 maç sonunda 6-6 beraberlik nedeniyle eşitlik bozma oyunları yapılmış ve eşitlik bozma oyunlarında 3-1 skorluk üstünlüğü sayesinde Carlsen, doğum günü olan 30 Kasım'da 2016 Dünya Satranç Şampiyonu ünvanını korumuştur..
2018 FIDE Dünya Satranç Şampiyonu.
Carlsen, 2018 Dünya Satranç Şampiyonası, şampiyonluk maçında 9 Kasım'dan 28 Kasım'a kadar Fabiano Caruana ile Londra, İngiltere'de karşılaşmıştır. Carlsen beraberlikle sonuçlanan ilk 12 oyun sonrası (6-6), rakibine eşitlik bozma oyunlarında 3-0 üstünlük sağlayarak 28 Kasım 2018'de Dünya Satranç Şampiyonu ünvanını korumuştur.
2021 FIDE Dünya Satranç Şampiyonu.
Carlsen, 2021 Dünya Satranç Şampiyonası'nda, ilk beş maçı berabere bitirdikten sonra 6. oyunda rakibi Ian Nepomniachtchi'yi mağlup etti. Aynı zamanda bu oyun 136 hamle ile Dünya Satranç Şampiyonası tarihindeki en uzun oyundu. Ardından Carlsen, Oyunlar 8, 9 ve 11'de Nepomniachtchi'yi de yenerek şampiyonluk ünvanını korudu. Maçtan sonra Carlsen, "Firouzja sonraki Adaylar Turnuvasını kazanmazsa, bir sonraki Dünya Şampiyonası maçını oynamam pek mümkün değil" dedi.
Sonuçlar
FIDE ELO Sıralamasındaki Başarısı.
Ocak 2006 FIDE listesinde, 15 yaşındayken (15 yaş 32 gün), 2625 ELO'ya ulaşmış, böylece 2600 ELO'yu geçen en genç oyuncu olmuştur. Haziran 2007 FIDE listesinde, 16 yaşındayken (16 yaş 213 gün), 2710 ELO'ya ulaşmış, böylece 2600 ELO'dan sonra 2700 ELO'yu da geçen en genç oyuncu olmuştur. 5 Eylül 2008'de ise Bilbao Grand Slam satranç şampiyonasının 4. turunda galip gelmiş, sadece 17 yaşındayken (17 yaş 280 gün) resmi olmayan ELO listesinin 1. sırasına oturmuştur. Carlsen'in 2009 Eylül-Ekim'de Nanjing Pearl turnuvasını kazanması FIDE ELO'sunu 2801'e yükseltmiş, 18 yaşındayken (18 yaş 336 gün), 2800 ELO'yu geçen en genç oyuncu olmuştur. Carlsen'den önce, sadece Kasparov, Topalov, Kramnik ve Anand 2800 ELO'yu geçmeyi başarmıştı. Tal Memorial turnuvasından sonra (Kasım 2009) resmi olmayan FIDE sıralamasında tekrar 1. sıraya oturmuş ve 2805 ELO ile kendi rekorunu kırmış, Veselin Topalov (Kasım 2009 resmi olmayan sıralamada 2.) ile farkını 7.6 ELO'ya çıkarmıştır.
Ocak 2010 FIDE listesinde, Tal Memorial ve London Chess Classic turnuvalarında oynanan 16 maçı dahil eden liste, Carlsen'in ELO'sunu 2810'a taşımaya yetti. Yani Carlsen 2010'un başında, 19 yaşındayken (19 yaş 32 gün), dünyanın en genç resmi 1 numarası olmuş ve aynı zamanda 1971'de Bobby Fischer'in "Batı'dan gelen 1." ünvanını almıştır. Bu konu hakkında Time gazetesinde de bir röportaj bulunmaktadır.
Mart 2010 FIDE listesinde 2813 ELO ile kendini gösteren Carlsen, kendi rekorunu geliştirmiş oldu. Ocak 2013 FIDE listesinde ise Carlsen 2861 ELO'ya ulaşmış, sonuç olarak Garry Kasparov'un Haziran 1999'dan kalma 2851 ELO rekorunu devirmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11943",
"len_data": 5825,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.46
}
|
Sergey Karyakin (Ukrayna dili: Сергій Карякін; Rusça: Сергей Карякин; d. 12 Ocak 1990, Akmescit) Ukrayna asıllı Rus satranç büyükustası. Küçük yaşta dünyanın en iyi oyuncuları arasına girmeyi başarmıştır. 12 yaşındayken (12 yıl 7 ay) büyükusta (grandmaster) olmuştur.
Kariyeri.
Karjakin satrancı beş yaşındayken öğrenmeye başlamıştır. Kramatorsk'deki bir satranç kulübüne katılmış, Vladislav Borovikov tarafından eğitilmiştir. 11 yaşındayken (11 yıl 11 ay) International Master (IM) olmuştur. 2002'de Moskova'daki bir turnuvada Bu Xiangzhi'yi yenerek 12 yaşında (12 yıl 7 ay) büyükusta olmuş ve en genç büyükusta rekorunu kırmıştır.
Sergey Karyakin'den önce en genç büyük usta unvanını elde eden bazı oyuncular şunlardır:
Kişisel hayatı.
Karjakin, Mayıs 2014'te Galiya Kamalova ile evlenmiştir ve bir çocuğu bulunmaktadır. Daha öncesinde Ukraynalı kadın büyükusta Kateryna Dolzhikova ile evlenmişti. 25 Temmuz 2009'da Rusya Başbakanı Dmitri Medvedev'in kararnamesi ile Rus vatandaşlığını kabul etti. 2009'dan beri Rusya'da yaşamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11944",
"len_data": 1036,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.47
}
|
Kızılırmak, eskiden Halis ( "Alys") veya Alis (), Sivas'ın İmranlı ilçesindeki Kızıldağ eteklerinden doğan ve Samsun'un Bafra ilçesinde Karadeniz'e dökülen bir nehir. 1.355 km. (841 mil) uzunluğu ile Türkiye'nin kendi sınırları içerisinde doğup kendi sınırları içinde denize dökülen en uzun akarsuyu olma özelliğini taşır. Sivas, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Ankara, Çankırı, Çorum, Sinop ve Samsun illerinden geçen Kızılırmak, aralarında Delice Irmağı, Devrez ve Gökırmak gibi çok sayıda akarsu ve çayın sularını da toplayarak büyük bir kavis çizerek Bafra Burnu'ndan Karadeniz'e ulaşır.
Kızılırmak, Karadeniz'e döküldüğü alanın da içinde yer aldığı 56.000 hektarlık deltasıyla Türkiye'nin önemli sulak alanlarının başında gelmektedir. Irmak üzerinde kurulu 12 baraj ve hidroelektrik santrali ile ülke enerji üretiminde önemli bir yere sahiptir ve geçtiği illerdeki tarım arazilerinin sulama faaliyetlerinde ırmaktan yararlanılmaktadır.
Havzası.
Irmak, İç Anadolu'nun en doğusundaki Sivas ili İmranlı ilçesinde Kızıldağ 'ın (3025 m) güney yamaçlarından yaklaşık 39,8° Kuzey 38,8° Doğu noktasından doğar, ilk önce batı ve güney batıya 38,7° Kuzey 34,8° Doğu ya kadar akar, daha sonra yay şeklinde biçimlenir. Hafik yakınlarında Koçdere'yi, Sivas'a yaklaşırken Akmescid Deresi ve Tecer Irmağı'nı alır. Sivas'ı geçtikten sonra Yıldız Irmağı bu ırmağa katılır. İlkin batıya, daha sonra kuzey doğudaki Tuz Gölü'nü geçerek kuzey batıya akar. Daha sonra kuzey ve kuzey doğuya yönelir. Burada Delice Irmağı ile noktasında, Kula köyü sınırlarında birleşir. Sonra zig zaglar çizerek kuzey batıya akar. 41.10° Doğu 34.42° Batı da Devrez Çayı ile birlikte akar. Kuzey doğuya doğru döner. Sonuçta Karadeniz'e 41.72° Kuzey 35.95° Doğu noktasında boşalır. Sırasıyla Sivas, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Ankara, Aksaray, Çankırı, Çorum illerinden geçtikten ve Sinop-Samsun sınırının bir bölümünü oluşturduktan sonra çok sayıda dere ve çayın sularını toplayarak Bafra Burnu'ndan Karadeniz'e ulaşır.
Kızılırmak; kuzeydoğusundan Yeşilırmak havzası, doğudan Fırat havzası, güneydoğudan Seyhan, güneybatı ve güneyden Konya kapalı havzası, batıdan Sakarya Irmağı havzası, kuzeybatıdan Yenice Batı Karadeniz akarsuları havzaları ile komşudur. Türkiye toplam alanının 1/10'unu drene eder. Yukarı havzasında jipsli arazilerden geçen ırmağın suları acılaşır.
Havzada bazı alanlarda vadi genişleyerek ovaya dönüşür. Yukarı havzada; Hafik, Zara, Sivas ovaları, aşağı havzada; Kargı, Osmancık, Tosya ve en büyüğü Bafra Ovasıdır.
Akım özellikleri.
Yağmur ve kar sularıyla beslenen ırmağın rejimi düzensizdir. Temmuz ve Şubat arasında düşük su düzeyinde akan ırmak, Mart ayında hızla kabarmaya başlar ve Nisan ayında en yüksek su düzeyine ulaşır. Ortalama debisi 184 m³/sn olan ırmağın 20 yıllık gözlem süresince en az 18,4 m³/sn'ye ve en çok 1.673 m³/sn'ye ulaştığı saptanmıştır. Havzaya kış yağışları kar şeklinde düşer, erime gerçekleşmediğinden akarsuya katılmaz. Sıcaklık düşük olduğundan buharlaşma azdır. İlkbaharda yağış artar, dağlardaki karlar erir, debi artar. Yazın orta ve yukarı havzada yağış yetersizdir, buharlaşma şiddetlidir. Bu mevsimde debi minimum düzeye iner.
Kızılırmak'ın aşağı havzasında Türkiye'de Karadeniz iklimi, orta ve yukarı havzasında karasal iklim etkilidir. En fazla yağışı aşağı havza Bafra Ovası alır. Orta kesimlerde yağış azalır. Yukarı kesimlerde biraz artsa da Karadeniz kıyıları kadar değildir. Yukarı Kızılırmak Havzasında bazı birimlerin yıllık ortalama yağışları şöyledir. Zara:579 mm, Hafik:419 mm, Sivas:414 mm, Yıldızeli:325 mm, Gemerek: 396 mm, Felahiye:429 mm. Bu bölümde yağış maksimumu Mayıs, yağış minimumu Ağustos ayında görülür.
Orta Kızılırmak Havzasında yazlar sıcak, kışlar soğuk karasal iklim etkindir. Avonos:328 mm, Mucur:409 mm, Kırşehir:378 mm, Kaman:455 mm, Keskin: 392, Kırıkkale:355 mm. Delice Çayı havzası Orta Karadeniz bölümünde yer alır, yağış ortalaması 315 mm'dir. Yozgat:555 mm, Sorgun:419, Çiçekdağı:325 mm, Sungurlu:407 mm, Boğazkale:491 mm yağış yağış alır.
Aşağı Kızılırmak Havzasında yıllık ortalama yağış 696 mm ile 362 mm arasındadır. Çankırı:397 mm, Kızlırmak:362 mm, İskilip:661 mm, Laçin:432, Osmancık: 416 mm, Hacıhamza:421 mm, Kargı:335 mm, Durağan:474, Vezirköprü: 518 mm yağış alır. Devrez Çayı havzasında karasal iklim hakimdi, yağış miktarı 379–463 mm arasındadır. Gökırmak havzasında Karadeniz iklimi etkileri hissedilir, yağış miktarı artar. Yerleşim birimlerinde yağış miktarı 388–559 mm arasındadır. Bafra'nın yağış miktarı 755 mm'dir.
Hidroelektrik potansiyel.
Irmak üzerine 12 baraj yapılmıştır. Bunlar Kayseri ilinde Sarıoğlan, Yemliha kasabasında kurulmuş olan Yamula Barajı, Ankara yakınlarındaki Kesikköprü, Hirfanlı ve Kapulukaya barajları ile ırmağın Bafra Ovası'na kurulmuş Altınkaya ve Derbent barajlarıdır. Irmak üzerine son olarak Obruk Barajı yapılarak 2007 yılı içerisinde su tutumuna başlanılmıştır.
İrili ufaklı birçok gölün bulunduğu Kızılırmak Deltası, Türkiye'nin Karadeniz kıyısında özelliğini büyük ölçüde koruyabilmiş en önemli sulak alanlarından biridir. 321 kuş türünün bulunduğu delta bitkiler bakımından da öneme sahiptir. Deltanın doğu tarafında Türkiye'nin nadir su basar ormanlarından Geleriç Ormanı bulunur.
Kızılırmak ve yaşam verdiği kentler.
Akaçlama alanı üzerinde yaşam verdiği ilçe ve merkez ilçe sayısı 11 ilde 45 tanedir. En çok sayıda kentin kurulmasına neden olduğu bölgesi Çorum İl sınırları içerisinde kalan kısmı olup burada 10 adet kentin varlık bulmasını sağlamıştır. 45 adet kentin yalnızca 24 tanesi Sivas, Kırıkkale ve Çorum illerindedir.
Sıralama alan çığırında yer alan ilçe ve merkez ilçe belediyeleri (11 ilde 45 adet); sıralama çoktan aza doğru yapılmıştır:
Bu kentlerin bazıları zaman içinde yapılan baraj göletleri nedeniyle Kızılırmak ile sınır olmuşlardır; Sarıyahşi, Bahşili gibi.
Doğal yaşam.
Aşağı Kızılırmak Sıralaması Balık Dünyası.
Aşağı Kızılırmak ıralaması üzerinde sayılan alanlarda:
"1- Güvercinlik Göleti 2- Cevizlik Göleti 3- Gamlık Deresi 4- Dereköy Göleti 5- İstavloz Çayı 6- Uluçay (Vezirköprü) 7- Narlı Göleti 8- Altınkaya Baraj Gölü 9- Eser Çayı 10- Ağacalan Çayı 11- Derbent Baraj Gölü 12- İlyaslı Çayı 13- Cemal Deresi 14- Kaynatma Deresi 15- Kızılırmak";
olmak üzere Haziran 2003 ila Eylül 2005 tarihleri arasında Prof. Dr. Nazmi Polat ve arkadaşları; Selma Uğurlu, Şevket Kandemir tarafından yapılan bilimsel çalışmalarda; 10 familyaya ait (Anguillidae, Atherinidae, Balitoridae, Cyprinidae, Gobiidae, Percidae, Poecilidae, Salmonidae, Siluridae, Syngnathidae) 22 tür ve 3 alt tür saptanmıştır.
Eski Zamanlarda.
Adını suyunun renginden alan, antik çağda ise tuzlu akarsu anlamına gelen Halys adıyla anılan Kızılırmak, Anadolu'da kurulmuş uygarlıklara hep ev sahipliği yapmış. Bugün Kızılırmak Vadisi'nde tarihin her dönemine ilişkin izler bulmak olanaklı; kaya mezarları ve yerleşimleri, değişik uygarlıklara ilişkin kaleler, köprüler ve daha pek çok iz.
Hititler Marassantiya Irmağı adını vermişlerdi. Hititlerin ana toprakları olan Hatti'nin batı sınırlarını şekillendiriyordu. Klasik eski zamanlarda Ön Asya ve Asya'nın geri kalanı arasında bir sınır oluştururdu. 28 Mayıs MÖ 585 yılında Medler ile Lidyalılar arasında yapılan "Halys Nehri Muharebesi" (Kızılırmak Savaşı) burada olmuştur. Önceleri Lidyalılar ve Persler arasında bir sınırdı. Lidya Kralı Kroisos sınırı geçip Ahameniş İmparatoru II. Kiros saldırdı ve Thymbra Muharebesi'nde (M.Ö.547) yenildi. Böylece İranlılar sınırlarını Ege Denizi'ne kadar genişletti.
Dış bağlantılar.
Kızılırmak Nehri Üzerindeki Barajlar
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11972",
"len_data": 7540,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Half-Life, 1998 yılında Valve tarafından üretilen ve Sierra Studios tarafından yayımlanan birinci şahıs nişancı bilimkurgu video oyunudur. Oyun, serinin ilk oyunu olmakla beraber aynı zamanda Valve'ın ürettiği ilk oyundur.
Oyuncu, bir ışınlanma deneyinin ters gitmesi sonucu Xen olarak bilinen başka bir boyuttan Black Mesa Araştırma Tesisi'ne ışınlanan uzaylılardan savaşarak ve bulmacaları çözerek tesisten kaçmaya çalışan Dr. Gordon Freeman rolünü üstlenir. Zamanın diğer oyunlarına göre Half-Life'da ara sahneler yoktur. Oyuncu her zaman Freeman'ı kontrol eder, hikâyeyi bağlayan bütün olaylar gerçek zamanlı gerçekleşir ve her zaman onun gözünden görür. Valve'ın kurucularından olan Gabe Newell "ekip olarak oyunun sadece ateş etmeye meyilli bir oyundan çok daha fazla olmasını istedik." demiştir. Oyunun grafik motoru, GoldSrc, aslında Quake grafik motorunun kodunun %70'ten fazlasının yeniden yazılmış halidir. Half-Life, grafiğiyle, gerçekçi oynanışıyla ve doğallığıyla küresel olarak beğenilmiştir. Oyun, elliden fazla ödüle sahip olmakla birlikte gelmiş geçmiş en iyi oyunlardan biri olarak görülmüştür. Oyun, kendisinden sonra çıkan oyunlara da ilham kaynağı olmuştur. Half-Life Aralık 2008'de toplam 9.3 milyon kopya satmıştır. 2001'de PlayStation 2, 2013'te OS X ve Linux'a çıkmıştır. 2004'te ise serinin 2. oyunu olan Half-Life 2 piyasaya çıkmıştır.
Oynanış.
Oyuncunun, oyun içerisinde ilerleyebilmesi için önüne çıkan görevleri yerine getirmesi ve bulmacaları çözmesi gerekmektedir. Görevle veya hikâye ile alakalı bir noktaya gelindiğinde oyunda ara sahnelere fazla yer vermeyen akışa sahiptir. Oyun akışı genelde azalmamakla beraber sadece bazı noktalarda kısa sahneler oyun içinde bulunur. Aynı şekilde, oyunla bir seviye atlama sistemi bulunmaz. Daha çok bölüm sistemi kullanılmıştır. Oyunun bölümü ve harita tasarımları arası geçişlerde yükleme ekranı gözükür ve buna rağmen oyuncuyu fazla bekletmeyen bir sistem olacak şekilde tasarlanmıştır. Oyunda bulunan bulmacalar bir kapıyı açmak için ya da bir yerden bir yere gidebilmek için çevreyi kullanmak üzerine kuruludur. Yönlendirilen karakter oyunun çoğunda yalnız başına ilerler ve bazı bölümlerde oyunun yan karakterleri de yönlendirilen karakterin karşına çıkmaktadır. Bu karakterler genellikle Black Mesa'da çalışan bilim adamları ya da güvenlik görevlileri olmaktadır. Oyundaki düşman karakterler genel olarak uzaylılar (Headcrabs, Bullsquids, Headcrab Zombies, Vortigaunts vb.) olmakla birlikte ana karakteri öldürmeye çalışanların arasında askerî birlikler (Hazardous Environment Combat Unit) ve Özel Operasyon Birlikleri de (Black Ops Assassins) vardır. Askerî birliklerin ve özel operasyon birliklerinin amacı olayı örtbas edebilmek için hayatta kalan ne kadar canlı organizma varsa yok etmektir, buna kendi askerleri de dahil.
Genel bakış.
Yer ve Ana karakter.
Oyunun büyük bir bölümü New Mexico'nun çölünde, bölgeden kendini ayıran Black Mesa Araştırma Tesisinde geçiyor. Oyunun ana karakteri M.İ.T.'den Doktorası olan Teorik Fizikçi Gordon Freeman. Freeman aynı zamanda Black Mesa'da yaşanan korkunç kazadan hayatta kalanlardan biridir. Bu kazanın diğer bir adı Black Mesa Olayıdır. Aynı zamanda oyunun bir diğer dikkat çeken karakteri oyunun bazı yerlerinde bir anda gözüken ve kaybolan G-Man'dir.
Hikâye.
İşine geç kalan Dr. Gordon Freeman saat 8:47'de Black Mesa Araştırma Tesisine ulaşır. Kendisinin çalıştığı bölüm olan Anormal Materyaller Laboratuvarına Black Mesa'nın gelişmiş tren sistemini kullanarak varır ve güvenlik görevlisi tarafından çok önemli bir deneyin yapılacağının bilgisini alır. Bu yüzden Freeman iş yerindeki Tehlikeli Ortam Kıyafetini (H.E.V. Süit) giyerek tesisin alt bölümlerine iner ve Anti Kütle Odası'na ulaşır. Bu yer deneyin yapılacağı yerdir. Yapılacak deneyde kullanılacak örnek laboratuvarın şu zamana dek gördüğü en özel ve en değişken örnektir.
Freeman'ın görevi bu örneği analiz etmek için Anti Kütle Spektrometresi'ne yerleştirmektir. Freeman örneği yerleştirdiği anda spektrometre patlar ve Dünya ile Xen arasında bir portal açılır. Patlama sonucu Freeman kısa süreliğine Xen'e ışınlanır ve tekrar Dünya'ya döner. Freeman uyandığında patlamada yıkılan Anti Kütle Odasında olduğunu fark eder, bilim adamlarının ve güvenlik görevlilerini cesetlerini bulur. Freeman hayatta kalanları bulduğunda tesisteki bütün iletişim yollarının kesildiğini öğrenir. Bu yüzden Freeman'ın görevi tesisin yüzeyine çıkarak yardım istemektir. Hayatta kalanlar kaza bölgesine gelen askeri HECU (Hazardous Environment Combat Unit) birliklerinin onları tesisden kurtaracaklarını düşünürler ve umutlanırlar ama kısa süre sonra öğrenirler ki askerler kimseyi kurtarmaya gelmemiştir. Aksine hayatta kalan ne kadar görgü tanığı var ise ortadan kaldırmaya gelmişlerdir.
Freeman yüzeye çıkmadan önce Lambda Kompleksinde bulunan bir ekibin bu durumu düzeltebileceklerini öğrenir. Bu yüzden Freeman onlara yardım edebilmek için Lambda Kompleksine doğru gitmeye başlar. Bu yolculuk sırasında Gordon birçok engelle karşılaşır. Bunlardan biri 3 kollu bir yaratığı yok etmek için Roket Motoru Deneme Tesisi'nde bulunan roketlerden birini yeniden aktive ederek yaratığı öldürmesi gerekir. Freeman yaratığı öldürerek yoluna devam eder. Ama rahatlığı kısa sürecektir çünkü Freeman HECU askerî birliklerinin tuzağına düşer ve bir çöp öğütme makinesinin içine atılır. Ama Gordon levyesini bulur ve kaçmayı başarır. Bu sırada yolculuğu tesisin eskiden kullanılan kısımlarında geçer ve kazadan uzun zaman önce Xen'den toplanmış örnekler bulur.
Freeman yüzeye ulaştığında etrafın savaş alanına dönmüş olduğunu görür, Xen'den gelen uzaylılar ile HECU birlikleri savaş içindedir. Askerlere yardıma gelen destek birimlerine rağmen uzaylılar tarafından yenilgiye uğrarlar. Freeman düşen kayalar ve yıkılan bina parçalarına rağmen güvenli bir şekilde yeraltına ulaşır. Askerler, Black Mesa'ya hava saldırısına başladıkları sırada Freeman yeraltı su kanallarından Lambda Kompleksine ulaşır. Ve Freeman burada öğrenir ki kazadan önce toplanan örnekler, kazadan önce Lambda Kompleksinde yapılan bir portaldan Xen'e geçerek alınmıştır.
Freeman komplekste bulunan ekiple tanıştıktan sonra ekip Freeman'a uzaya fırlattığı uydunun portalı kapatma konusunda başarısız olduğunu, bunun sebebinin ise portalın öteki tarafından, yani Xen'den, bir gücün portalı açık tuttuğunu söyler. Bu yüzden bilim adamları kendi portallarını aktive ederler ve Gordon'ı Xen'e yollarlar. Gordon Xen'e gittiğinde kendisinden çok daha önce Xen'e ulaşan Black Mesa personelinin cesetlerini bulur. Gordon yoluna devam ederken Gonarch (Headcrabs'ların üremesini sağlayan yaratık) ile karşılaşır ve onu öldürmek zorunda kalır. Gonarch'ı öldüren Freeman uzaylıların ve işçi yaratıklarının bulunduğu bir kampa ulaşır. Freeman buradaki yaratıkların düşmanı olmadığının farkına varır.
Freeman yoluna devam eder ve karşısına çıkan bütün saldırgan uzaylılarla savaştıktan sonra büyük portalı bulur ve onu kullanarak ışınlanır. Portaldan içeri giren Freeman Nihilanth ile karşılaşır. Nihilanth'ın kafasında bulunan zayıf noktasını bulan Freeman son bir darbe ile Nihilanth'ı öldürür. Freeman Nihilanth'ı öldürdükten sonra bayılır ve gözlerini G-Man'in önünde açar. G-Man Freeman'a yolculuğu boyunca onu izlediğini söyler ve Freeman'ı Xen'deki görevinde başarılı olduğu için tebrik eder. G-Man, işverenlerinin kendisinin potansiyelinin olduğunu düşündüklerini açıklar ve ona bir iş teklifi sunar. Freeman'ın kararı oyuncunun seçimine bağlıdır. Freeman teklifi kabul ederse süresi olmayan bir sonsuz bir uykuya yatırılır. Eğer oyuncu teklifi kabul etmezse Freeman G-Man tarafından kazanamayacağı bir savaşa sokulur ve ekran karararak oyun biter.
Tepkiler.
Piyasaya çıkarıldığı dönemde olumlu eleştiriler alan oyun, 1998-1999 arasında 50'nin üzerinde ödül almıştır. Oyunun reklamlarında sıkça kullanılan slogan: "Koş, Düşün, Ateş Et, Hayatta kal."
2008'de 9,3 milyon kopya satan Half-Life tüm zamanların en çok satan (bilgisayar oyunu olarak) 1. FPS oyunudur. Ayrıca Blue Shift ve Opposing Force ile devam oyunu olan Half-Life 2, Episode One ve Two ile birlikte toplam 30 milyonun üzerinde satmıştır ve satmaya devam etmektedir.
Yapım aşaması sırasında kurgu Doom ve Quake gibi oyunların yanı sıra Stephen King'in Sis isimli romanı ve çeşitli kaynaklardan esinlenerek hazırlanmasına karşın daha sonra işe alınan Marc Laidlaw tarafından geliştirilerek, yazılmıştır.
Yapım Aşamaları.
Oyun Valve'ın ilk oyunudur, şirket oyun üzerinde çalışmaya 1997 yılının ilk aylarında başlamıştır. Oyunun amaçlarından biri, ondan önce gelen FPS oyunlarının "gördüğünü öldürme" felsefesini ortadan kaldırmak ve inanılabilir, gerçekçi bir dünya içeren bir FPS oyununun ne kadar başarılı olabileceğini göstermektir.
İlk versiyonlarında oyunun adı Half-Life yerine Quiver'dır.
Oyunun 09/08/1997 tarihindeki beta versiyonu, yayınlanan versiyondan çok daha farklıdır ancak ana konsept aynıdır. Yayınlanan versiyonda 13 silah varken, bu versiyonda sadece 3 silah vardır. Hikâye iş kazasından önce başlamak yerine kazadan saniyeler sonra başlar. Oyunda hikâye içerikli sahneler çok daha basittir. Valve oyunun bu aşamasını beğenmez ve oyunu aynı motoru kullanarak baştan yaratmaya başlar.
Valve oyun yayınlandıktan sonra, yan oyunlar geliştirirken aynı zamanda GoldSource motorunu geliştirmeye başlamıştır. Bu gelişmiş motora verilen isim Source'dur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11982",
"len_data": 9354,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.38
}
|
FPS, şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11983",
"len_data": 28,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 1.44
}
|
Valve Corporation (eskiden Valve Software); Bellevue, Washington merkezli, Ağustos 1996'da eski Microsoft çalışanları Gabe Newell ve Mike Harrington tarafından kurulan video oyunu geliştiricisi ve video oyunu yayımcısı şirket. Özellikle 1998 yılında geliştirdikleri birinci şahıs nişancı türündeki bilimkurgu-aksiyon oyunu "Half-Life" ile birçok video oyunu eleştirmeninden beğeniler almıştır. Geliştirdikleri bir diğer birinci şahıs nişancı türündeki aksiyon oyunu "Counter-Strike", dünya çapında en fazla kullanıcıya sahip birinci şahıs nişancı oyunu olarak bir fenomene dönüşmüştür.
Tarihi.
Kuruluşu.
Valve Corporation, 1996 yılında eski Microsoft çalışanları Gabe Newell ve Mike Harrington tarafından kurulmuştur. Valve, Half-Life, Counter-Strike, Portal, Day of Defeat, Team Fortress, Left 4 Dead ve Dota 2 oyunlarını geliştirmiştir ve bu oyunlar eleştirmenler tarafından iyi bir şekilde karşılanmıştır. Valve'in diğer geliştirdiği yapımlar ise Source Engine (oyunları bu grafik motoru üzerine kuruludur), Steam oyun platformu (çeşitli yapımların dağıtımını sağlar) ve bu platform da Steam Machine'e yol açmıştır.
Half-Life.
Valve'in ünlü bir oyun şirketi olmasının başlıca bir sebebi Half-Life isimli oyunu çıkarmasıdır. Half-Life, eski adıyla Valve Software tarafından gelişitirlen ve Sierra Studios tarafından 1998 yılında Windows işletim sistemi üzerinde dağıtılmaya başlanan bir aksiyon oyunudur. Oyunun konusu, kuramsal fizikçi Dr. Gordon Freeman'in yaptığı bir deneyin yanlış gitmesi ardından içinde bulunduğu Black Mesa'dan kaçışıdır. Bu oyun yayınlandıktan hemen sonra iyi bir sunuma ve sürükleyici bir oynanışa sahip olması gerekçesiyle eleştirmenler ve oyuncular tarafından sınırsız övgüler almış ve 1998-1999 yılları arasında 50'nin üzerinde “Yılın Bilgisayar Oyunu” ödülünü almıştır. Günümüze kadar 15 milyon kopya satan Half-Life, tüm zamanların en çok satan birinci-şahış (FPS) oyunu olmuştur.
Source grafik motoru.
Half-Life'in başarısından sonra, Valve takımı oyun modifiyeleri ve Half-Life'in ve diğer oyunların yeni versiyonları üzerinde çalışmıştır. Şu anki Bütün Valve oyunları Source grafik motoru üzerine kurulmuştur. Bu şirket, altı adet oyun dizisi geliştirmiştr: Half-Life, Team Fortress, Portal, Counter-Strike, Left 4 Dead ve Day of Defeat. Valve bu geleneğin üzerine dallanmıştır ve Warcraft III oyununun modifiyesi olarak “Dota 2” yi geliştirmiştir. Bu oyunların hepsi 3. parti oyun şirketleri tarafından modifiye olarak yaratılmış ve Valve tarafından satın alınıp tamamen geliştirilmiştir.
Steam.
Valve, internet üzerinden çeşitli yapımların dağıtılmasını sağlayan Steam yazılımını da Half-Life 2 ile beraber piyasaya sunmuştur. Günümüzde birçok oyun yapımcı ve dağıtıcı kuruluş, Steam yazılımından yararlanmaktadır. Oyun geliştiriciler ise Source Motorunun kendi yapımlarında kullanmak amacı ile satın almıştır. Valve, kısa zamanda gerçekleştirdikleri işler, iş birlikleri ile oyun tasarım işinin önemli bir parçası olmuş ve birçok seven kazanmıştır. Ayrıca kurum, eklenti tasarlama, internet oyunculuğu, bölüm olarak oyun dağıtımı gibi düşüncülere destek vermiştir.
Ödülleri.
Valve, kapsam ve ticari değer olarak büyümüştür. 10 Ocak 2008'de, Turtle Rock Studios'u satın aldı. 8 Nisan 2010'da, “The Escapist” Magazinin en iyi oyun geliştiricisi ödülünü aldı. 2012 yılında ise, “Star Filled Studios”’u satın aldı.
Ağ işgalleri.
Valve’in iç ağına, hackerlar tarafından 3 kez sızılmıştır. İlk olarak 2003 yılında, daha yayınlanmamış olan Half-Life 2’nin gizli bilgileri internete yüklenmiştir. İkinci olarak, Valve’in sahibi Gabe Newell’in e´posta hesabi ele geçirilmiş ve Valve’in sistemlerine virüs yüklenmiştir. 3. olarak, 2011 yılında da başka bir hacker hâlen yayınlanmamış “Call of Duty: Modern Warfare 3”’ün beta kodlarını ele geçirmiştir. Bu 3 büyük saldırıya rağmen Valve şirketine büyük zarar gelmemiştir.
İptal edilen oyunları.
Valve’in günümüze kadar geliştirmeye başladığı fakat bitirmediği birkaç oyun vardır. Bunlardan ikisi “Prospero” ve “Stars of Blood” dır. 2009 yılında ise Arkane Studios ile işbirliği yapan Valve, “The Crossing” isimli FPS oyunu üzerinde çalışmıştır. Fakat bu oyunun 2009 yılında yapımı durdurulmuştur. İptal edilen oyunlar aşağıda listelenmiştir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=11985",
"len_data": 4219,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.19
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.