text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Talcott Parsons (13 Aralık 1902 - 8 Mayıs 1979), Amerikalı sosyolog. 1902 yılında Colorado’da dünyaya gelen Talcott Parsons, 1924 yılında mezun olacağı Amherst Koleji’nde felsefe ve biyoloji okudu. 1925 yılında London School of Economics’e girdi ve burada Bronislaw Malinowski ile çalıştı. Bir yıl sonra Heidelberg Üniversitesi’nden kabul aldı ve bu dönemde, düşünsel seyrini önemli oranda etkileyecek olan Max Weber’in fikirleri ile tanıştı. Son dönem Alman düşüncesindeki kapitalizm analizleri üzerine yazdığı doktora tezi, 1927 yılında kabul edildi. Aynı yıl Harvard Üniversitesi’nde ekonomi dersi vermeye, 1931 yılından itibaren de sosyoloji dersleri okutmaya başladı. 1944’te sosyoloji profesörü oldu. 1946-56 yılları arasında Sosyal İlişkiler Bölümü başkanlığını yürüttü. 1949 yılında Amerikan Sosyoloji Derneği başkanlığı yaptı. Emekli olduğu 1974 yılına kadar Harvard Üniversitesi’nde kaldı. Parsons, en temelde klinik psikoloji ve sosyal antropolojiyi sosyoloji ile birleştiren bir akademik yönelim ortaya koymuştur. Parsons, “eylem” konusuna duyduğu ilginin yanında esasında, geniş boyutlu sistemler ve toplumsal düzen, bütünleşme ve denge sorunları üzerinde durmuştur. "The Social System" en klasik olmuş eseridir. Öğrencileri arasında ünlü din sosyolojisi uzmanı Robert N. Bellah da vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12450", "len_data": 1302, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.96 }
Deutsch, bir Alman ve Yahudi soyadı, şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12451", "len_data": 60, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.02 }
Mustafa Memduh Şevket Esendal (29 Mart 1883, Çorlu - 16 Mayıs 1952, Ankara), Türk yazar, diplomat ve siyasetçi. Türk edebiyatının tanınmış bir öykü yazarı olan Esendal, edebiyatçılığının yanı sıra Tahran, Bakü ve Kabil'de büyükelçilik, TBMM'de dört dönem milletvekilliği, 1941-1945 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği yapmış olan diplomat ve siyasetçidir. En çok bilinen eseri 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanıdır. Ocak 2023 tarihi itibarıyla yazarın eserleri üzerindeki telif hakkı koruması kalkmış ve yazar kamunun olmuştur. Yaşamı. 1883 yılında Çorlu'da dünyaya geldi. Babası Mehmet Şevket Bey, annesi Emine Şadiye Hanım'dır. Varlıklı bir çiftçi ailesinin 3 oğlundan ikincisi idi. Edirne Lisesi'nde eğitim görmüştür. Savaş ve göçler yüzünden çocukluğunda düzenli bir eğitim görme fırsatı olmadı; kendi kendisini yetiştirerek Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Ailesi Balkan Savaşı ve Bulgar baskınları nedeniyle çiftliklerini bırakıp İstanbul’a göç etmişti; savaştan sonra tekrar Çorlu’ya dönüldüyse de I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile ailesi ile tekrar İstanbul’a geldi. Ailesi tüm mal varlığını kaybettiği için geçim sıkıntısı çekerek büyüdü. 1907’de babasının ölümü üzerine ailesinin geçimini üstlendi ve memuriyete başladı. 1908’de dayısının kızı Ayşe Faide Hanım ile evlenen Memduh Şevket Bey’in bu evlilikten Mehmet (1912), Ahmet (1915) ve Emine (1923) adlı üç çocuğu dünyaya geldi. İttihat ve Terakki üyeliği. 1906’da İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu. Fırka’ya girişi Kara Kemal önderliğinde oldu. Başlangıçta ücretli bir eleman olarak cemiyette yer alırken sonradan ittihatçılığı benimsedi. Cemiyet içinde oluşan “"mesleki temsilciler"” grubunda Kara Kemal ve Ali İhsan (İloğlu) ile birlikte yer aldı. Esnaf Odaları Mümessilliği, Anadolu Vilayetleri Müfettişliği gibi görevler üstlendi. Müfettişlik görevi sayesinde Anadolu’yu gezme, Anadolu insanını tanıma fırsatı buldu. I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’daki beslenme sorunu ile ilgili olarak görevler aldı. Teşkilat-ı Mahsusa adlı gizli birlik bünyesinde I. Dünya Savaşı’na katılmasına karar verilince İstanbul’dan ayrıldı. 1915’te cemiyetin Ankara temsilcisi oldu. Millî Mücadeleye katılışı. İşgalci İngiliz kuvvetlerinin İstanbul’daki İttihat ve Terakki merkez binasını bastıkları 13 Kasım 1918 günü orada bulunan Memduh Şevket, kaçmayı başardı. İstanbul hükûmeti tarafından kovuşturmaya uğrayıp takip edildiği için İstanbul’un değişik yerlerinde ve İtalya’da bir süre saklandı. 1920’de işgale karşı ulusal direnişin lideri Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Ankara’ya gitti. Bakü Elçiliği. 1921’de Ankara’daki millî hükûmetin ilk yurt dışı temsilciliğini açtığı Bakü’ye "orta elçi" olarak gönderildi. Görevi, öncelikle Kafkaslar'da ve Rusya içlerinde I. Dünya Savaşı'ndan kalma Türk esirlerinin Anadolu'ya getirilmesi ve silah, cephane nakliyatı idi. Bakü'deki Türk esirlerin yurda dönmeleri konusunda büyük emek sarf etti. Rusya'da seferberlik ilanından sonra Azerbaycan'daki Türk tebaanın Ruslar tarafından askere almasını önledi. Mayıs 1922'de Azerbaycan'da Arap alfabesinden Latin alfabesine dönme girişimi olduğunda bu süreci yakından takip etti ve konu hakkında Ankara'ya rapor yazdı. 1924 yılında Rusya'nın bağımsız Azerbaycan Devleti'ne son vermesi üzerine Bakü'deki Türk temsilciliği kapandı ve Memduh Şevket Bey yurda döndü. Meslek Gazetesi. 1925 yılında yurda döndüğünde Mekteb-i Sultani ve Kabataş Lisesi‘nde coğrafya öğretmeni olarak atandı. O sene eski ittihatçı arkadaşları ile birlikte “"Meslek"" adlı bir haftalık siyasi gazete çıkardı. Amaç, mesleki temsilcilik düşüncesini Cumhuriyet dönemi Türkiyesi'ne taşımaktı. Memduh Şevket Bey'in ilk öyküleri Meslek gazetesinde yayınlandı. Aynı gazetede Miras adlı romanı tefrika edildi. Hayatı boyunca resim yapmayı da hep sürdürmüş olan Memduh Şevket Bey, bu gazetede resim ve karikatürler de yayımlamış ve bazı karikatürleri yüzünden kovuşturmaya uğramıştır. Yayın, iktidar tarafından hoş karşılanmamış ve kapatılmıştır. Tahran elçiliği. Memduh Şevket Bey, 1925 yılının sonunda yeniden yurt dışında elçilik ile görevlendirildi ve Tahran'a elçi atandı. 1926'da Türkiye-İran Dostluk ve Güvenlik Antlaşması'nı imzaladı. İki devlet arasında istenmeyen olayların meydana geldiği gerekçesiyle (Ağrı isyanı sırasında Türk ordusunu İran topraklarına girmesi) 1930 yılında Tahran elçiliğinden istifa etti. Elazığ milletvekilliği. Tahran'dan döndükten sonra Mustafa Kemal'in emri ile CHP Merkez İdare Heyeti'ne alınan Memduh Şevket Bey, 1931-1933 yılları arasında Elazığ milletvekili olarak TBMM'de yer aldı. 1932'de ilk Türk Dil Kurultayı'na Elazığ milletvekili olarak katıldı. Kabil büyükelçiliğine atanması nedeniyle 1933'te milletvekilliğinden istifa etti. Kabil elçiliği. 1933-1941 arasında Kabil Büyükelçiliği görevlerinde bulundu. Komünist rejim baskısından kaçıp Afganistan'a sığınmış Türkmen çocukların Türkiye'ye gönderilip eğitim görmelerini sağladı. II. Dünya Savaşı'nda ülkenin Alman-İtalyan nüfuzuna girmesini engelleyip Sadabat Paktı'nda yer almasını sağlamada rol aldı. Daha önce Vakit gazetesinde tefrika ettiği Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanını Kabil elçisi olduğu dönemde, 1934 yılında yayımladı. Bu, onun kitap olarak yayımlanan ilk romanıdır. Soyadı Kanunu çıktığında kendisine Esendal soyadını İsmet İnönü verdi. 1941'de kendi isteğiyle Kabil'deki görevinden ayrıldı. Bilecik milletvekilliği. Kabil'den yurda dönüşünde hayatını kaybeden Bilecik milletvekili Salih Bozok'un yerine meclise girdi. VI., VII., VIII. Dönem TBMM'de Bilecik milletvekili olarak yer aldı. Dördüncü Türk Dil Kurultayı'na Bilecik milletvekili sıfatı ile katıldı. CHP Genel Sekreterliği. 1942-1945 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği görevini üstlendi. Partinin gençleşmesi için uğraştı ve 35'ler Hareketi'nin gelişmesine destek oldu. 1945 yılında, Genel Sekreterlik görevinden kendi isteğiyle ayrıldı. Yazarlık süreci. Genel Sekreterlik görevini bıraktıktan sonra sadece edebiyatla ilgilendi ve yapıtlarını derleyip kitaplaştırmakla uğraştı. Öyküleri, Sanat ve Edebiyat, Seçilmiş Hikâyeler, Ulus, Ülkü, Hisar, Pazar Postası, Türk Dili gibi gazete ve dergilerde yayınlandı. Siyasetçi ve edebiyatçı kimliklerini ayrı tutmak için yazılarında M.Ş.E, Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk, İstemenoğlu gibi takma isimler kullandı. Yaşamının yalnızca dokuz yılında (1923-1926, 1946-1952) ciddi biçimde edebiyatla uğraşmasına rağmen Türk öykücülüğünün önemli bir ismi oldu. Durum hikâyeciliğinin Türk edebiyatındaki temsilcisidir. Yazdığı öykülerin sayısı 224'ü bulur. En çok bilinen eseri 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanıdır. Esendal, beyin kanaması sonucu 16 Mayıs 1952 gecesi Ankara'da hayatını kaybetti. Cenazesi Ankara daki Cebeci Asri Mezarlığında defnedildi. Anıları. Esendal'ın anılarını yazdığı ve ölümünden 30 yıl sonra yayımlanmasını istediği bilinmekle birlikte söz konusu hatıralar bulunamamıştır. Çocuklarına yazdığı mektuplar Oğullarıma Mektuplar (2003) ve Kızıma Mektuplar (2001) adı altında kitaplaştırılmıştır. Yazarlığı. Türkçe hikâyeden söz edildiğinde akla ilk gelen isimlerden birisidir. Öykülerinde kadın sorunu, Kurtuluş Savaşı öncesi yaşanan çaresizlik, Batı özentisi, sömürü düzeni, ağanın işçiyi, belediye memurunun esnafı sömürmesi, düzenin adamı olan insanları, çok evlilik sorununu işler. Türk edebiyatında durum öykücülüğünün (Çehov tarzı) en önemli temsilcilerindendir. Öyle ki, edebiyat çevresince "Yerli Çehov" olarak adlandırılmıştır.Öykülerinde derin insan sevgisini işlemiştir. Dili sade, temiz ve pürüzsüzdür. Üslubu. Esendal'ın Türk Edebiyatı'na getirdiği en önemli yenilik, ele aldığı konuları büyük bir sadelikle işlemesidir. Bu konular yine sıradan insanların yaşamları etrafında gezinir. Öykücülüğe başladığı ilk yıllarda, dilde sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin'in izinden giden Esendal, ustalık dönemine eriştiğinde, hem Ömer Seyfettin'den, hem de kendi çağdaşlarından daha sade ve düzgün bir dille yazmıştır. Üslubunda Çehov'un etkileri açıkça görülür. Hatta bazı öyküleri Çehov'dan yapılmış uyarlamalardır. Ancak bu etki, yazım tarzı, dildeki sadelik, kişilerin seçilişi ile sınırlı kalır. Esendal, Çehov'un karamsar bakışını tekrarlamaz. Kendi deyişiyle insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanır, insanları mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan hoşlanmaz. Eserleri. Hikâyeleri. Hikâyeleri, 1983'ten itibaren 14 kitap hâlinde yeniden şu isimlerle basılmıştır: Kaynakça.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12455", "len_data": 8450, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.36 }
Ömer Seyfettin (11 Mart 1884, Gönen, Balıkesir - 6 Mart 1920, İstanbul), Türk yazar, şair, asker, veteriner hekim ve öğretmen. Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismi, ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularından olup, Türkçede yalınlaşmanın savunucuları arasındadır. Yaşamı. 11 Mart 1884 tarihinde babasının görevi dolayısıyla bulunduğu Balıkesir ili Gönen ilçesinde doğdu. Binbaşı rütbesine dek yükselen Ömer Şevki Bey'le, İsfendiyaroğulları’ndan Ankaralı topçu kaymakamı Mehmed Bey’in kızı olan Fatma Hanım'ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan biridir. Öğrenimine Gönen'de bir mahalle okulunda başladı. Ömer Şevki Bey'in atanması dolayısıyla Gönen'den ayrılan aile, İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a gelerek, dedesinin Kocamustafapaşa’daki konağına yerleşti. Ömer Seyfettin, önce İstanbul’un Aksaray bölgesinde bulunan özel Türk okullarından Mekteb-i Osmani'ye, 1893 ders yılı başında Askerî Baytar Rüştiyesi'nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Kuleli Askeri İdadisi'ne yazıldı. Daha sonra Edirne Askeri İdadisi'ne nakil olarak eğitimine, arkadaşı Enis Avni ile birlikte burada devam etti. İlk edebi çalışmaları olan şiirlerini Edirne’deki öğrenciliği sırasında yazdı. 1900'de idadîyi bitirerek İstanbul'a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başladı. İstanbul’da "Mecmua-i Edebiye" dergisinde şiirlerinin yayımlanmasıyla yayın dünyasına girdi. "Tenezzüh" adlı ilk hikâyesi bu dönemde, 13 Nisan 1902 tarihinde "Sabah" dergisinde yayımlandı. 9 Ağustos 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklık üzerine Mekteb-i Harbiye'de iken, 2 Ağustos 1903’te Makedonya’da baş gösteren başkaldırı hareketlerinden dolayı onun bulunduğu son sınıf, o bölgede görevlendirilmek üzere "sınıf-ı müstacele" (ivedi mezuniyet) denilen bir hakla okulundan sınavsız şekilde, 19 yaşında mezun oldu. Askerlik yaşamına Kuşadası Piyade Taburu'nda mülâzım-ı sânî rütbesinde başladı. Ancak İzmir'e varmadan taburunun gönderildiği Selânik'te ve Manastır'a bağlı Pirlepe'de görev yaptı. Buradaki başarılardan dolayı iki liyakat madalyasıyla ödüllendirildi. Başkaldırının bastırılmasının ardından, bağlı bulunduğu tabur 6 Eylül 1904'te Kuşadası'na döndü. 1907 Temmuz'u başlarında, İzmir'de konuşlu Aydın Vilâyeti Jandarma Alay Mektebi'nin kuruluşunda İtalyan subayı Miralay Tomas'a yardım etmek üzere bu okulun kavâid-i dîniyye (inanç yasası) hocalığına tayin edildi. 1909 yılında bir ara Köprülü'de Askeri Rüşdiye Mektebi'nde beden eğitimi öğretmenliği görevinde bulunduysa da iki yıl süreyle Balkanlar'daki Velmefçe, Pirlepe, Osenova, Pirbeliçe, Serez, İştip, Babina, Demirhisar, Cum‘a-i Bâlâ, Razlık gibi sınır yerleşim yerlerinde çete takibiyle uğraştı. Serez mutasarrıflığı Menlik kazası Razlık kasabası yakınlarında bulunan Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. İzmir yaşamı. Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na tayin edildi. İzmir'de bulunduğu sırada, Makedonya'da başlayan başkaldırıyı bastırmak üzere Selanik'e ve Manastır'a gönderildi, bu bölgede görev yaptı. Buradaki görevinde gösterdiği başarılardan dolayı Altın ve Gümüş olmak üzere iki Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi. 1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı. Bu vesileyle İzmir'deki fikrî ve edebî faaliyetleri ve bunlar içerisinde yer alan gençleri tanıma fırsatı buldu. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü'den ise yalın Türkçe ve ulusal bir dille yapılan millî edebiyat konusunda fikirler edindi. Selanik ve Genç Kalemler dergisi. Ocak 1909'da Selanik'te konuşlu Üçüncü Ordu'da görevlendirildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'yle olan bağlantısı da bu yıllardan itibaren başlamıştır. Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ kasaba ve köylerinde görev yaptı. Razlık (günümüzde Bulgaristan'da bulunan bir şehir) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Balkan çetecilerinin Türk düşmanlığını dile getirdiği "Bomba", "Beyaz Lâle", "Tuhaf Bir Zulüm" adlı öyküleri, bu görevleri sırasında edindiği izlenimler sonucu yazdı. Yazıları ve öyküleri, İstanbul'da ve Selanik'te çıkan çeşitli dergilerde takma adlarla yayımlandı. Ali Canip'e yazdığı meşhur mektubu da bu sırada Yakorit'te yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin'in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına vesile olmuştur. 31 Mart Olayı'nın bastırılmasında görevli olan Selanik konuşlu Hareket Ordusu'nda bulunan komutanlardan birisiydi. Ancak İstanbul'un siyasi-ideolojik havası ve asker-siyaset ilişkisine tanık olması, askerlikten soğumasına neden oldu. Ardından 1910 yılında Ziya Gökalp'in de istek ve yoğun önerisi ile İttihat-Terakki'nin de tazminatını ödemesiyle, askerlik görevinden ayrıldı. Hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere Selanik'e yerleşti. Rumeli'nin tek Türk bilim ve edebiyat dergisi olarak Selanik'te çıkarılan "Hüsün ve Şiir" dergisinin ismi, Akil Koyuncu'nun istek ve ısrarı üzerine "Genç Kalemler"'e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911'de Ömer Seyfettin'in "Yeni Lisan" isimli ilk başyazısı, imzasız olarak yayımlandı. Balkan Savaşı ve esaret. "Genç Kalemler" yazı kurulunu oluşturanlar, Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin’in sivil yaşamı bir yıl kadar sürmüştü. Yeniden orduya çağrılan yazar, üsteğmen rütbesiyle 14 Eylül 1912 günü Garp Ordusu’nda 39. Alay’ın 3. Tabur’una katıldı. Komanova’da Sırplar’a, Yanya’da Yunanlılar’a karşı savaştı. 20 Ocak 1913’te Kanlıtepe’de Yunanlılar’a esir düştü. Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında on ay kadar süren tutsaklık yaşamının 28 Kasım 1913’te sonlanmasının ardından 17 Aralık 1913 günü İstanbul’a döndü. Tutsaklık süresince gerek okuyarak, gerekse yazarak; yazarlık yaşamı için önemli olacak deneyimler kazandı. "Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi öykülerini de bu dönemde yazdı. Öyküleri; "Türk Yurdu"'nda yayımlandı. İstanbul ve Türk Sözü dergisi. Ömer Seyfettin, 28 Kasım 1913'te tutsaklığı bitince İstanbul'a döndü. Bu sıralarda annesi ölmüş, babası ise yeniden evlenerek İstanbul’dan ayrılmıştı. Kendisini çok yalnız hisseden Ömer Seyfeddin, 23 Şubat 1914’te askerlikten ikinci defa istifa etti. Dârülmuallimîn’de (öğretmen okulu) kıraat (okuma), Kabataş Sultânîsi’nde edebiyat öğretmenliği görevlerini üstlendi. "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. Aynı yıl İstanbul Dârülfünunu’nda kurulan Tedkikat-ı Lisâniyye Encümeni (Dil Araştırma Kurulu) üyeliğine seçildi. 1915’te Harbiye Nezâreti’nin kültür ve sanat adamları için Çanakkale cephesine düzenlediği geziye katıldı. 1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlendi. Bu evlilik Fahire Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen, 3 Eylül 1918'de sonlandı ve Ömer Seyfettin yeniden yalnızlığa döndü. Gerek bozulan evliliği, gerekse I. Dünya Savaşı yenilgisini görmesi onu etkiledi. Anadolu’da uzun seyahatlere çıkarak bu olumsuz havadan kurtulmaya ve her hafta en az bir öykü yazmaya çalıştı. Son yılları. Siyasi ve özel yaşamındaki olumsuzluklar, esasen bozulmuş olan sağlığını iyice kötüleştirdi. Manastır yıllarında kumandanı olan Câvid Paşa’nın Kalamış koyundaki yalısını kiraladı. “Münferit Yalı” adını verdiği bu evde tek başına yaşadı. 1917'den öldüğü gün 6 Mart 1920'ye değin geçen sürede, birçok olumsuz duruma rağmen verimli bir öykücülük döneminin içinde olmuştur. Bu dönemde on kitap dolduran yazar, 125 de öykü yazdı. Hikâye ve makaleleri "Yeni Mecmua", "Şair", "Donanma", "Büyük Mecmua", "Yeni Dünya", "Diken" ve "Türk Kadını" gibi dergilerle "Vakit", "Zaman" ve "İfham" gazetelerinde yayımlandı. Bir yandan da öğretmenlik görevini sürdürdü. Ölümü. 23 Şubat 1920'de hastalığı ağırlaşan Ömer Seyfettin, Üsküdar'daki Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne kaldırıldı. 6 Mart 1920'de 35 yaşında hayatını kaybetti. Önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının diyabet olduğu belirlendi. Hastanede kimsenin ziyaret etmemesi ve cenazesine sahip çıkılmaması nedeniyle kimsesiz olduğu düşünülen Ömer Seyfettin'in naaşı, tıp fakültesi öğrencilerinin dersinde kadavra olarak kullanıldı. Naaşının kadavra olarak kullanıldığı fotoğraf bir gazetedeki tıp haberinde yayımlanınca Ömer Seyfettin'i tanıyanlar hastaneye gitti ancak Seyfettin'in başının gövdesinden ayrıldığı anlaşıldı. Ancak bu iddia, söz konusu görselin 1890 yılında Mekteb-i Tıbbiye’de (Tıphane-i Amire) çekilmiş bir kadavra görüntüsüne ait olduğu anlaşıldığından yalanlanmıştır. Ayrıca Ali Canip Yöntem ve Halit Fahri Ozansoy, Ömer Seyfettin’i öldüğü gün dahi ziyaret ettiklerini aktarmaktadır. Naaşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmutbaba Mezarlığı'na defnedildi. Daha sonra buradan yol geçeceği veya bölgeye araba garajı yapılacağı gerekçesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla mezarı, 23 Ağustos 1939'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledildi. Ölümünden sonra. En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren "Ömer Seyfettin ve Hayatı" adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basıldı. Bu hikâyeler günümüzde de okunmaktadır. Evliliği. Ömer Seyfettin, 1915 yılında Dr. Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlendi. Bu evlilik Eylül 1918'de bitmiştir. Bu evlilikten 20 Aralık 1916 yılında Hatice Fahire isimli kızı doğmuştur. Hatice Fahire Günel Elgen, 1 Aralık 2007'de İstanbul'da ölmüştür. Etkisi. Ömer Seyfettin'in hikâyelerinde kullandığı çocuk teması, eğitsel bakış açısı ve modern Türk hikâyeciliğine etkisi, Türkçe öğretimine katkıları akademik çalışmalara konu olmuştur. Düşünceleri. Evrim kuramına bakış açısı. 1839’da Tanzimat Fermanı ile başlayan Türk modernleşmesi Jön Türk’lerin genellikle Fransız ağırlıklı entelektüel kaynaklardan beslenmesi ve İttihat Terakki kadrosunun düsturu haline gelen 19. yüzyıl pozitivizmi ile güçlü bir “bilimci” damara sahip olanların bir hareketi olagelmiştir. Ömer Seyfettin de bu gelenekten gelen, ancak kuşağının, yüzünü batıya çeviren yüzeysel ve kaba çoğunluğundan farklı kişiliklerinden biridir. 19. yüzyıl Türk modernleşmesi entelijansiyası, kabalaştırılmış biçimiyle Darwin ve evrimden de haberdardır. Bu kaba Darwinizm, modernleşme aktörlerinin devindirici motifleri arasında önemli bir yere de sahiptir. Bu dönemde, kuşağını etkileyen felsefi, edebi, siyasi ve bilimsel kuramların farkında olan yazar, Darwin'i ve dönemindeki evrim anlayışını içinde barındıran iki öykü ile karşımıza çıkmaktadır. (4). Bunlar, "Gizli" "Mâbet" kitabında yer alan "Kesik Bıyık" ve "Pireler" adlı öyküleridir. Kesik Bıyık. Seyfettin'in, "Kesik Bıyık" adlı öyküsünden bir kesit şu şekildedir; "“Darwin denilen herifin sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz; oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hâsılı hâsılı her şeyi…”" Pireler. Seyfettin'in, "Gizli Mâbet" kitabındaki bir diğer öyküsü olan ve özellikle Darwin sonrası maddi dünya algısını bir şekilde içeren akılcı Batı tıbbı karşısında eski usul hekimliğin yerildiği, "Pireler" adlı öyküsünden bir kesit şu şekildedir; "“Siz istersiniz muska…siz istersiniz üfürük…Siz istersiniz ilâç! Halbuki hastalıkların evvelâ sebeplerini bulmak lazım! Bu sebep bulununca şifâ bulundu demektir! Senin köpek hasta, niçin?…Allah dünyada hiçbir hayvanı, hiçbir âzâyı vazifesiz yaratmadı. En fena hayvanların, en muzır mikropların bile vazifeleri vardır. Dört ayaklı hayvanlar çok tembeldirler. Allah bunların üzerine pireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zaman rahatsız olup tekrar uyumamaları için…Bu pirelerin ısırmalarından kaşınarak hareket, yani jimnastik yapmak için…Siz ne yaptınız? Bu köpeği yıkadınız. Üzerine kolonya sürdünüz. Vücudunda hiç pire kalmadı. Rahat uyumağa başladı. Uyandı tekrar uyudu. Uyandıktan sonra onu uyutturmayacak hayvanlar üzerinde yoktu. Uyuya uyuya iştahı kapandı. Midesi bozuldu. Yemedi, içmedi, hareket etmedi. Vücudu toksin doldu. Hastalandı. Bir ay daha üzerine pire koymaya idiniz, açlıktan halsizlikten ölecekti!…”" "“…sonra sineklere, farelere, vızvızlara, kedilere geçti. Küçük buzağıları koşturmak için tabiat, burunlarının dokunamayacağı bir yere, meselâ kuyruklarının dibine bir takım muacciz (taciz eden) sokucu sinekler musallat ediyordu. Darwin’in hakikatlarını dinliyordum…”" Ömer Seyfettin, "Pireler" öyküsünde bahsettiği, Osmanlı’ya dek akseden, “Darwin’in hakikatları” olarak tanımladığı bu kavramsal çerçeve, aslında döneminde Darwin'e de çok yabancı olmayan; evrimsel biyolojinin işleve ilişkin açıklama biçimlerine önemli bir süre egemen olan uyarlanma (adaptasyon) kavramına karşılık gelmektedir. Bu görüşe göre her canlının, canlıdaki her bir organın bir işlevi bulunur. Bu işlevi tanımlayan ise, canlıların içine doğdukları, onların biyolojisinden bağımsız çevrelerin oluşturdukları çözülmesi gereken sorunlardır. Türk edebiyatı. Ruşen Eşref Ünaydın'ın 1918'de yayımlanan "Diyorlar ki" adlı kitabında bulunan mülakatında Ömer Seyfettin, kendisini etkileyen edebiyatçılardan şöyle bahsetti:"Şinasi'den sonraki edebiyata gelince, Kemal Bey'i (Namık Kemal) çok sevdim. 'Evrâk-ı Perîşân'dan sayfalar ezberledim. Bana hayatiyet veren; beni iyiye, doğruya, güzele samimiyetle alakadar eden Kemal'dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, Hâmid'i (Abdülhak Hamit Tarhan) pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey'e (Recaizade Mahmud Ekrem) gelince, Nijad'ı için yazdığı şeylere hâlâ bayılırım. Ne müessir şeylerdir." "Fikret!.. (Tevfik Fikret) İşte bana 'mükemmellik' iştiyakını veren! İdadiye mektebinde iken hep 'Rübab'ı okuyordum. Halid Ziya, bizim ilk üstadımızdır. Ben bir gece hiç uyumamış, sabaha kadar 'Bir Ölünün Defteri'ni okumuştum. Onun yalnız lisanı skolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuvvetlidir ki Avrupa'nın cenûb-ı şarkîsinde; mesela Romanya'da, Sırbistan'da, Bulgaristan'da, Yunanistan'da o kuvvette bir romancı yoktur." Seyfettin, kendini tanımlayıp dönemin edebiyatının eleştirisini yaparken ise şu ifadeleri kullandı:"Bana gelince, ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkârlık hülyasına kapılmam bile! Edebiyatımızın şiarı, 'Çok laf, az eser!'dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi öterek yan gelmekten ise karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin. Değil mi?"
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12456", "len_data": 14496, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.52 }
İlyada (Yunanca: Ἰλιάς, "Iliás"), Homeros'un Truva Savaşı'nı anlatan destanıdır. Yunancada Odysseia ile birlikte en eski destan olduğu düşünülen, epik bir şiirdir. Eldeki veriler ışığında Homeros tarafından MÖ 7. ya da 8. yüzyılda yazıldığı düşünülen Antik Yunan edebiyatının temel eserlerinden biridir. Homeros, İlyada destanında Truva Savaşı'nın tamamını anlatmamaktadır. 24 bölüm ve 16.000'den fazla dizeye sahip olan İlyada, Truva Savaşı'nın dokuzuncu yılında 51 günlük bir dönemi anlatmaktadır. Destan Akhilleus'un öfkesi ile açılır ve Hektor'un cenazesi ile sona erer. Destan söz konusu 51 günlük kısmı kapsamakla beraber, bu dönemin öncesi ve sonrasıyla, savaşın çeşitli evreleriyle ilgili birçok olaya atıfta bulunmaktadır. Sözlü gelenekten yazıya nasıl geçtiğini bilemediğimiz gibi, metinde geç dönemde yapılan değişikliklerin kesin amacını kestirmek de güçtür. Ama Homeros bu savaşın ""toprağı bereketli Truva""da geçtiğini söylemektedir. Özet. I. Bölüm: Sesleniş - Akhilleus'un Öfkesi. Ozan, Musalara seslenip konusunu belirtir: Akhilleus'un öfkesi ve bu yüzden Akhalar arasında beliren veba salgını. Akhaların Truva Ovası'ndaki gemi ordugâhındayız. Tanrı Apollon'un rahibi Khryses gelir, Agamemnon'un tutsak olarak alıkoyduğu kızı Khryseis'i geri ister. Agamemnon kızı vermediği için tanrı Apollon Akha ordusuna veba salar, dokuz gün dokuz gece ordu hastalıktan kırılır. Kâhin Kalkhas, kızı geri vermeyi buyurur. Agamemnon kızı vermeye razı olur, ama onun yerine Akhilleus'un tutsağı Briseis'i alacaktır. Agamemnon Briseis'i alır, ama Akhilleus da barakasına çekilir, savaşa artık katılmayacaktır. Anası Deniz tanrıçası Thetis'ten öcünü almasını ister. Thetis, Olympos'a çıkıp Zeus'a yalvarır: Akhilleus savaştan uzak durdukça Akhalar zaferi kazanamasınlar diye Zeus söz verir, Akhalardan yana olan karısı tanrıça Hera ile kavga ederler. Tanrı Hephaistos onları yatıştırır. Ardından Hera Agamemnon ile buluşur. II. Bölüm: Agamemnon'un Düşü - Toplantı - Gemilerin Sayımı. Zeus, Agamemnon'a yalancı bir düş gönderir: Truva'yı alabileceğini bildirir. Agamemnon Akhaları toplantıya çağırır, onları denemek ister: Herkesin dokuz yıllık savaştan bıktığını, yurtlarına dönmek istediklerini anlar. - Thersites olayı - Ordu savaş düzenine girer. - Ozan bir daha Musa'ya seslenir ve Akha ordularının, komutanlarının ve kentlerini ve gemilerini saymaya koyulur. Aynı sayım Truvalılar için de yapılır. Truva ordusu da safa dizilir. III. Bölüm: Antlar - Surların üstündeki sahne - Paris'le Menelaos'un teke tek savaşı. İki ordu karşı karşıyadır: Paris, Menelaos ile teke tek dövüşe girişmeyi önerir. Dövüşü kazanan Helena'yı alacaktır. Öneri kabul edilir. Priamos'u çağırmaya giderler. Sahne değişir: Priamos'la ihtiyarlar kurulu surların üstünde dizilip teke tek dövüşü gözlerler. Helena gelir, onlara Akha yiğitlerini tanıtır. Teke tek dövüş başlar. Menelaos, Paris'i alt etmek üzereyken tanrıça Aphrodite araya girip Paris'i kaçırır, Helena'yı da kocasının yanına götürür. Helena'nın Aphrodite'ye, sonra da kocasına çıkışması. IV. Bölüm: Antların Bozulması - Agamemnon'un Orduları Denetlemesi. Olympos'ta Zeus, Hera ve Athena arasında çatışma. Hera, Lykialı Pandaros'un savaşmama andını bozmasını sağlar. Menelaos'un yaralanması. - Yine silaha sarılan orduyu Agamemnon gözden geçirir. - Savaş başlar: Akha yiğitlerlerinden Antilokhos, Aias ve Odysseus birçok Truvalıyı öldürürler. V. Bölüm: Diomedes'in Kahramanlıkları. Bütün bölüm Akha yiğidi Diomedes'in kahramanlıklarına ayrılmıştır: Korkunç bir boğuşma başlar, tanrılardan Ares, Athena ve Aphrodite de savaşa katılırlar. Aineias ile Diomedes arasındaki savaş. - Aphrodite'nin araya girip yaralanması... Diomedes savaş tanrısı Ares'i yaralar. VI. Bölüm: Hektor'la Andromakhe'nin Buluşması. Hektor kente gelir, anası Hekabe'ye Athena Tapınağı'na sunular koymasını söyler. Bu arada Diomedes, Lykialı Glaukos ile çarpışırken aralarında konukluk bağları olduğu anlaşılır, savaştan vazgeçip silahlarını değiş tokuş ederler. - Bellerophontes efsanesinin anlatılması. - Hektor, Batı surlarının önünde karısı Andromakhe ile küçük oğlu Astyanaks'a rastlar. Aralarındaki aile sahnesi. VII. Bölüm: Hektor ile Aias Arasındaki Çarpışma - Ölülerin Kaldırılması. Hektor, Akhaların en seçkin yiğitlerinden biri Telamonoğlu Aias ile teke tek savaşır. Başa baş gelip ayrılırlar. Ölüleri toplamak için savaşa ara verilir. Akhaların ordugâhı bir sur ve bir hendekle çevirmeleri. - Olympos'ta tanrılar arasında tartışma. - VIII. Bölüm: Zeus'un İda Dağı'ndan Savaşı Yönetmesi. Zeus, Truva Savaşı'nın yönetimini ele alır, bunun için de gelir İda Dağı'nın doruğuna yerleşir. Üstünlük Truvalılardadır, Akhalar hendeğe kadar çekilirler. IX. Bölüm: Akhilleus'a Gönderilen Elçiler - Yiğidin Barakasındaki Tartışma. Akhalar toplantısında Akhilleus'un savaşa dönmesini sağlamak için elçiler gönderme kararı verilir. Aias ile Odysseus elçi seçilirler. Akhilleus onları iyi karşılar, ağırlar, ama savaşa dönmeme kararını bildirir. Lalası Phoiniks'in bütün yalvarmaları boşa gider. Haberi alınca Akhalar arasındaki üzüntü. X. Bölüm: Odysseus'la Diomedes'in Keşfe Çıkmaları - Dolon. Gece toplanan kurultay: Akhaların en yaşlı önderi Nestor, Truvalılar kampına gözcü gönderilmesini salık verir. Odysseus'la Diomedes görevlendirilirler. Yolda Truvalıların gözcüsü Dolon'a rastlarlar, ağzından birçok bilgi aldıktan sonra onu öldürüp dönerler. Trakyalıların cins atlarını kaçırırlar. XI. Bölüm: Agamemnon'un Kahramanlıkları. Destanın yirmi altıncı gününde üçüncü büyük çatışma. - Hektor'la Agamemnon'un karşılaşması, Agamemnon, Diomedes ve daha birçok Akha yiğidinin yaralanması. - Akhalarda telaş. Nestor, Akhilleus'un arkadaşı Patroklos'a dert yanar. - XII. Bölüm: Duvar Dibindeki Savaş. Truvalılar duvara saldırır. Kıyasıya çarpışma. Lykialıların duvarda delik açmaları. Korkunç boğuşma. Akhaların gemilere doğru kaçışması. XIII. Bölüm: Gemilerin Önündeki Savaş. Akhalardan yana olan tanrı Poseidon, savaşı Semendirek Adası'ndan gözler. İki Aias'ı Truva saldırısına karşı koymaya kışkırtır. Her iki tarafta da yararlık gösterenler olur, amas Truvalılar gemilere kadar sokulurlar. XIV. Bölüm: Zeus'un Aldatılması - Akhalarda Şaşkınlık. Hera, Zeus'u baştan çıkarmak için bir düzen kurar. Tanrıça Aphrodite'den cinsel istek uyandıran memeliğini alır, süslenir püslenir ve İda Dağı'nda Zeus'u bulup onunla sevişmeyi başarır. Tanrı sevişmeden sonra uykuya dalar, o sırada Poseidon, Akhaların yardımına koşar. XV. Bölüm: Duvara İkinci Saldırış. Zeus uyanır, Hera'ya çıkışır. Poseidon uzaklaşır, Zeus, Apollon tanrıyı Hektor'a gönderir. Hektor yine duvara saldırır. Akhalar yine gemilere kadar gerilerler. Durum Akhalar için çok kötüdür. XVI. Bölüm: Patroklos Destanı. Patroklos gelir Akhilleus'a bu korkunç durumu bildirir, Akhilleus gitmeyecekse, kendi savaşa gidip dövüşmeye kararlıdır. Yiğitten silahlarını ister. Akhilleus, silahlarını verir. Patroklos, Akhilleus'un silahlarıyla karşılarına dikilince, Truvalılar önce bozguna uğrar, sonra Lykialı önder Sarpedon, Patroklos'la dövüşür ve ölür. Baştanrı Zeus'un kadere boyun eğerek oğlu Sarpedon'u feda etmesi. Sarpedon'un ölüsü çevresinde kapışma. Patroklos, Hektor'u Batı kapılarına kadar kovalar. Apollon'un kışkırttığı Hektor, Patroklos'u vurur. Patroklos'un ölümü. XVII. Bölüm: Menelaos'un Kahramanlığı. Akha yiğitleri, Patroklos'un ölüsünü Hektor'un elinden kurtarmak için dövüşürler, ama Hektor ölüyü silahlarından soymayı başarır. Akhilleus'un ölümsüz atlarının ağlaması. Zeus, Truvalılara zaferi müjdeler. Akhaların bozgunu. Patroklos'un ölüsü alınır ve kara haber Akhilleus'a götürülür. XVIII. Bölüm: Akhilleus'a Yeni Silahlar Yapılması. Akhilleus'un korkunç yası. Deniz tanrıçası Thetis'i çağırıp yeni silahlar istemesi. Thetis'in, demirci tanrı Hephaistos'a başvurması. Silahlar destanı. XIX. Bölüm: Akhilleus'la Agamemnon Arasındaki Barışma. Thetis, silahları oğluna götürür. Akhaların toplantısında, Akhilleus ile Agamemnon barışırlar. Ordular silah kuşanır. Savaş hazırlıkları. Akhilleus için kara belirtiler: Hektor'u öldürdükten sonra kendi ölümü de yakındır. XX. Bölüm: Tanrıların Savaşa Katılması. Olympos'ta tanrılar toplantısı: Zeus izin verir, her tanrı istediği gibi yardım edebilecektir savaşa. Tanrılar iki cepheye ayrılır: Hera, Athena, Poseidon, Hermes, Hephaistos Akhalardan; Ares, Apollon, Artemis, Leto, Aphrodite ise Truvalılardan yanadır. - Akhilleus'un Aeneas'la karşılaşması, Aeneas'ın savaş alanından kaçırılması. - XXI. Bölüm: Irmak Kıyılarında Savaş. Akhilleus kudurmuş gibidir, önüne gelen Truvalıyı insafsızca tepeleyip Truva Ovası'nda akan Skamandros (Karamenderes Nehri) ve Simoeis (Dümrek Çayı) ırmaklarına atar. Kanlarla kızıla boyanan ırmaklar, kabardıkça kabarır. Irmak tanrı Skamandros öfkelenir, yatağından çıkıp Akhilleus'u kovalamaya başlar. Derken ateş tanrı Hephaistos, ırmakların karşısına dikilip alevleriyle onları durdurur. - Sahne Olympos'a yükselir: Tanrılar arasında kavga dövüş. - Akhilleus, Truvalıları püskürte püskürte Truva'nın surları önüne gelir. Truvalılar surların içine sığınırlar. XXII. Bölüm: Hektor'un Ölümü. Bir Hektor surların dışında kalır. Priamos'la Hekabe yalvarırlar içeriye girip korunsun diye, ama yiğit, anasına babasına aldırmaz. - Hektor'un iç tartışması. - Korkuya kapılması. Tanrılar seyircidir. Sonunda Zeus, kader tartısını kaldırır: Hektor'un ölüm kefesi ağır basar. Apollon bile onu korumaktan vazgeçer. Tanrıça Athena, Truvalı yiğit Deiphobos'un kılığına girip Hektor'u aldatır. Hektor, Akhilleus'un karşısına dikilir. Çarpışırlar. Hektor ölür. Akhilleus, Hektor'un ölüsünü yedi kez Truva surlarının çevresinde sürükler. Truva surlarından izlenen korkunç sahne. Andromakhe'nin bayılması. XXIII. Bölüm: Patroklos'un Ölüsüne Düzenlenen Yarışmalar. Akhilleus'un ordugâhında Patroklos'a yapılan ölü törenleri. Akhilleus'un yası. Patroklos'un yakılması. Yarışmalar. XXIV. Bölüm: Priamos'un Hektor'un Ölüsünü Geri Alması - Hektor'a Ağıtlar. Gece. Kral Priamos, tanrı Hermes'in kılavuzluğunda Hektor'un ölüsünü geri almak için Akhilleus'un barakasına gelir. Priamos'la Akhilleus arasındaki konuşma. Akhilleus yumuşar: Hektor'un ölüsünü babasına geri verir. Priamos ölüyle Truva'ya geri döner. Hektor'a ağıtlar yakılır. Dokuz gün Hektor'un ateş yığını için odun taşınır. Onuncu günü yapılan cenaze töreni ile İlyada kapanır. Türkçe çevirileri. Varlık Yayınları tarafından Ahmet Cevat Emre çevirisiyle 1957 yılında 355 sayfa olarak basıldı. Daha sonra Türk Kültür Yayınları tarafından 1958 yılında 376 sayfa olarak basıldı. Daha sonra İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 1958 ve 1962 yıllarında basılan İlyada; Azra Erhat ve A. Kadir'in çevirisiyle Sander Yayınları tarafından 1975'te; Can Yayınları tarafından 1984'te basılmıştır. 1984'te Can Yayınlarından çıkan bu basım 5. basım olup 6. basım 1992'de, 7. basım 1993'te yapılmıştır. 1993 yılı 7. baskısı; Can Yayınlarında dizilmiş, Özal Basımevinde basılmıştır. En güncel çeviri, klasik filoloji profesörü Erman Gören tarafından yapılan ve 2024'te Everest Yayınları tarafından yayımlanan çeviridir. Not. I: Bu özet, İlyada'nın Azra Erhat - A. Kadir ikilisinin yaptığı çevirisindeki önsözünden alınmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12457", "len_data": 11108, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.59 }
Bor, kimyasal bir elementtir. Şu anlamlara da gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12471", "len_data": 56, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 2.51 }
Ali Ümit Özat (d. 30 Ekim 1976, Ankara), Türk teknik direktör, spor yorumcusu ve sol bek mevkiinde oynamış eski millî futbolcudur. Futbolculuk kariyeri. Kulüp. Ümit Özat, Gençlerbirliği'nde 1995-2000 yılları arasında toplam 166 resmi maçta 14.399 dakika forma giydi. 14 gol attı. Gençlerbirliği forması altında 4 Avrupa Kupası maçında 360 dakika oynadı. 2001-2002 sezonunda Gençlerbirliği'nde ilk önce Bursaspor'a oradan da Fenerbahçe takımına transfer edildi. Libero mevkiinde görev alan Ümit Özat, Christoph Daum'un Fenerbahçe teknik direktörlüğü sırasında oyun kurucu, ön libero ve en son olarak da sol bek mevkiinde görev verilmiştir. Fenerbahçe'de Roberto Carlos'tan önce sol bek olarak görev yapmıştır. 18 Mart 2003 tarihinde Fenerbahçe takım kaptanlığına getirildi. Fenerbahçe'deki ilk resmi maçı, 8 Ağustos 2001'de Rangers ile oynanan UEFA Şampiyonlar Ligi 3. Ön Eleme Turu 1. maçıdır ve bu maçta 8 dakika görev yapmıştır. 25 Mayıs 2007 tarihinde Daum'un çalıştırdığı Bundesliga takımlarından Köln takımına transfer oldu. 2007-2008 sezonunda Köln takımında takım kaptanı oldu. 29 Ağustos 2008 tarihinde oynanan Karlsruhe maçında dili boğazına kaçtı ve sahada yere yığıldı. Alman doktorların başarılı müdahaleleriyle hayata döndü. Futbol hayatına devam edebileceği açıklandı. 11 Kasım 2008 tarihinde saat 5.00 sularında kalp ritmi bozukluğu şüphesiyle tekrar hastaneye kaldırıldı. 14 Mart 2009'da aldığı kararla sağlık sorunları nedeniyle futbolu bıraktığını açıkladı. Fenerbahçe'de yardımcı antrenörluk yapmak için aday olmuştu. Millî takım. 53 kez millî takımlara çağrılan Ümit Özat, 12 kez Türkiye U-21, 41 kez de Türkiye formayı giymiş ve bu maçlarda 2 gol atmıştır. Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı ile 1997 yılında oynanan Akdeniz Oyunları katıldı ve final müsabakasında İtalya Olimpik millî futbol takımına yenilerek ikincilik kazanan kadroda bulundu. Teknik direktörlük kariyeri. 2014-15 sezonu başında PTT 1. Lig ekiplerinden Elazığspor ile 1 yıllık anlaşma sağladı. Ümit Özat 8 Mart 2015 tarihinde Elazığspor teknik direktörlüğü görevinden istifa etti. Fakat daha sonradan yönetim istifasını kabul etmemiş ve görevine devam etmesi kararı verilmiştir. Özat, 18 Nisan 2015'te Denizlispor maçı sonrası Elazığspor teknik direktörlüğünden istifa etmiştir. 22 Haziran 2015 tarihinde PTT 1. Lig takımlarından Boluspor ile anlaştı. Boluspor'daki teknik direktörlük kariyeri fazla sürmeyen Ümit Özat'ın 14 Temmuz'da Boluspor ile sözleşmesi karşılıklı olarak feshedildi. 19 Temmuz 2015 tarihinde Ümit Özat, PTT 1. Lig takımlarından Samsunspor ile anlaştı. 17 Ocak 2016 tarihinde Süper Lig takımlarından Mersin İdman Yurdu ile anlaştı. 8 Kasım 2016 itibarıyla Gençlerbirliği'nin teknik direktörü oldu. 2017-2018 sezonu başında 3 maçta sadece bir beraberlik alan Özat, takımdan gönderildi. Ancak 12. haftanın sonunda tekrar takımın başına getirildi. 16 Aralık 2019'da 2021 yazına kadar kulüple sözleşme imzalayan Bosna Premier League kulübü Čelik Zenica'nın yeni teknik direktörü oldu. İlk resmi maçında Özat'ın ekibi 23 Şubat 2020'de HŠK Zrinjski Mostar'a karşı lig maçında 2-0 mağlup oldu. Čelik'ten Haziran 2020'de ayrıldı. 28 Ağustos 2020 tarihinde 1. Lig ekiplerinden Adana Demirspor ile 1 yıllık anlaşma sağlamıştır ancak 13 Aralık 2020'de oynanan Giresunspor-Adana Demirspor maçı sonrası istifasını vererek kulüpten ayrılmıştır. Siyaset. 16 Nisan 2024 tarihinde Ümit Özat, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ'ın Spordan Sorumlu Başdanışman görevine getirildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12472", "len_data": 3481, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.19 }
Ödemeler dengesi, en geniş anlamıyla, bir ekonomide diğer ekonomilerde yerleşik kişiler ile belli bir dönem içinde yapmış oldukları tüm mal ve hizmet ticareti ile bu ekonominin diğer ekonomilerle olan alacak ve yükümlülüklerinin, mülkiyet değişimi anında, çift kayıt prensibi esasına dayalı olarak kaydedildiği istatistiki bir tablodur. Bu tablo sayesinde, ülkenin toplam dış borç ve varlıklarındaki değişmeler gözlenerek, diğer ülkelerle olan ekonomik ilişkiler görülür. Ödemeler dengesi bilançosu. Cari İşlemler + Sermaye Hesabı + Resmi Rezervler Hesabı + Net Hata ve Noksanlar = 0 Dış bağlantılar. Veri. Ayrıca tarihsel ödemeler dengesi bilgilerini aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12474", "len_data": 688, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.42 }
Çalgı, müzik aleti veya enstrüman, müzik yapmak için kullanılan aletlere verilen genel isimdir. Prensip olarak, ses çıkaran her nesne çalgı olabilir; ancak bir nesneyi çalgı yapan şey, müzik yapmak amacıyla kullanılmasıdır. Çalgıların tarihi, insan kültürünün başlarına kadar uzanır. İlk çalgıların ritüellerde kullanıldığı düşünülmektedir: Örneğin avın başarıyla tamamlandığını belirtmek üzere trompet, dini törenlerde davul kullanılmıştır. Zaman içinde eğlenceli amaçlı müzikler üretilmeye ve melodiler icra edilmeye başlanmıştır. Kullanım alanları arttıkça çalgılar da gelişmiştir. Çalgıların türleri, tarihi, yapım biçimleri gibi konuları inceleyen bilim dalına da "Organoloji" denir. Çalgı yapımı, bazı bilim alanlarını yakından ilgilendiren bir teknolojidir. Akustik bilimi ve sanat tarihi bu yan dallar arasındadır. Çalgıların kullanımları ve tarih içinden gelerek aldıkları yeni biçimler, sosyolojik araştırmaların kapsamındadır. Arkeolojik araştırmalar ise çalgıların 5000 yıl önce kullanıldığını göstermektedir. Çalgı biliminin temeli 20. yüzyıl başlarında atılmıştır. Çalgılarda bulunan parçaların adlandırılarak uluslararası birer terim haline gelmesi de bu yakın döneme rastlar. Müzik yazarı ve çalgı yapımcısı "Victor-Charles Mahillon", çalgı bilim alanında önderlik eden bir uzmandır. Doğal olarak bu alanda derinleşebilmek için, akustikçilerin ve müzikologların katkılarına ihtiyaç duyulmuştur. Çalgıların bilimsel olarak sınıflandırılmasını ve adlandırılmasını 16. yüzyılda "Sebastian Virdung" ve "Martin Agricola" ile 17. yüzyılda "Michael Praetorius" ve "Rahip Marin Mersenne"nin (1588 - 1648) gerçekleştirdikleri söylenebilir. Çalgılar çalınış şekillerine göre şu şekilde gruplandırılırlar:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12485", "len_data": 1710, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.07 }
Hürriyet Daily News Türkiye'nin ilk İngilizce gazetesi. 15 Mart 1961'de yayın hayatına başlayan gazete, 2000 yılında Doğan Yayın Holding bünyesine katılmıştır, daha sonra 2018 yılında Demirören Holding bünyesine katılmıştır. Gazetenin Merkez Bürosu İstanbul'dadır. 3 Kasım 2008 tarihinden itibaren "Turkish Daily News" olan ismini, "Hürriyet Daily News" olarak değiştirerek yeni tasarım ve yeni isimle okuyucularının karşısına çıkmaya başlamıştır. Editör. Genel Yayın Yönetmeni Gökçe Aytulu'dur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12486", "len_data": 495, "topic": "NEWS", "quality_score": 3 }
Nicolas Kiefer (d. 5 Temmuz 1977), Alman tenis oyuncusudur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12489", "len_data": 59, "topic": "SPORTS", "quality_score": 2.42 }
James Augustine Aloysius Joyce (2 Şubat 1882 - 13 Ocak 1941) İrlandalı yazar, şair, öğretmen ve edebiyat eleştirmeni. Modernist avangart akıma katkıda bulunduğu için 20. yüzyılın en etkili ve önemli yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir. Joyce'un "Ulysses" (1922) adlı romanı, Homeros'un "Odisseia"'indeki bölümlerinin, özellikle bilinç akışı olmak üzere çeşitli edebi tarzlarda paralelleştirildiği bir dönüm noktasıdır. Diğer bilinen eserleri kısa öykü derlemesi "Dublinliler" (1914) ile "Sanatçının Gençlik Portresi" (1916) ve "Finneganın Vahı" (1939) romanlarıdır. Diğer yazıları arasında üç şiir kitabı, bir oyun, mektuplar ve zaman zaman gazetecilik bulunmaktadır. Joyce, Dublin'de orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. County Kildare'deki Cizvit Clongowes Wood Koleji'ne, ardından kısa bir süreliğine Hristiyan Kardeşler tarafından işletilen O'Connell Okulu'na devam etti. Babasının öngörülemeyen mali durumunun dayattığı kaotik aile yaşamına rağmen, Cizvit Belvedere Koleji'nde başarılı oldu ve 1902'de Dublin Üniversitesi Koleji'nden mezun oldu. 1904 yılında müstakbel eşi Nora Barnacle ile tanıştı ve Avrupa topraklarına taşındılar. Kısa bir süre Pula'da çalıştıktan sonra Avusturya-Macaristan'daki Trieste'ye taşındı ve İngilizce eğitmeni olarak çalıştı. Roma'da yazışma memuru olarak çalıştığı sekiz aylık bir süre ve Dublin'e yaptığı üç ziyaret dışında Joyce 1915'e kadar orada ikamet etti. Trieste'de şiir kitabı "Oda Müziği"'ni ve kısa öykü derlemesi "Dublinliler"'i yayımladı ve İngil"iz The Egoist" dergisinde "Sanatçının Gençlik Portresi"'ni seri olarak yayımlamaya başladı. Birinci Dünya Savaşı'nın büyük bölümünde Joyce, İsviçre'nin Zürih kentinde yaşadı ve "Ulysses" üzerinde çalıştı. Savaştan sonra kısa bir süre Trieste'ye döndü ve ardından 1920'de Paris'e taşındı ve 1940'a kadar birincil ikametgâhı oldu. "Ulysses" ilk olarak 1922'de Paris'te yayımlandı, ancak müstehcen olduğu gerekçesiyle Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yayımlanması yasaklandı. Kopyalar her iki ülkeye de kaçırıldı ve 1930'ların ortalarına kadar korsan versiyonları basıldı, sonunda yayın yasal hale geldi. Joyce bir sonraki büyük eseri "Finneganın Vahı" romanına 1923'te başladı ve on altı yıl sonra 1939'da yayımladı. Bu yıllar arasında Joyce çok seyahat etti. Nora ile 1931'de Londra'da sivil bir törenle evlendiler. Giderek ağırlaşan göz sorunları için tedavi görmek ve kızı Lucia için psikolojik yardım almak amacıyla sık sık İsviçre'ye gitti. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa, Almanya tarafından işgal edilince, Joyce 1940'ta Zürih'e geri taşındı. Burada 1941 yılında, 59. doğum gününe bir aydan kısa bir süre kala, ülser ameliyatı sonrası öldü. "Ulysses", büyük edebiyat kitapları listelerinde sıklıkla üst sıralarda yer alır ve eserini analiz eden akademik literatür kapsamlı ve devam etmektedir. Birçok yazar, film yapımcısı ve diğer sanatçılar, detaylara gösterdiği titizlik, iç monolog kullanımı, kelime oyunları ve geleneksel olay örgüsü ve karakter gelişimini radikal bir şekilde dönüştürmesi gibi üslup yeniliklerinden etkilendi. Yetişkinlik hayatının büyük bir kısmı yurtdışında geçmesine rağmen, kurgusal evreni Dublin'i merkez alır ve büyük ölçüde orada geçirdiği zamanlardaki aile üyelerine, düşmanlarına ve arkadaşlarına benzeyen karakterlerle doludur. Özellikle "Ulysses", şehrin sokaklarında ve ara sokaklarında geçer. Joyce'un şu sözleri aktarılır: "Kendi adıma her zaman Dublin hakkında yazarım, çünkü Dublin'in kalbine inebilirsem dünyanın tüm şehirlerinin kalbine inebilirim. Tikel olanın içinde evrensel olan vardır." Hayatının erken evresi ve ilk eserleri. James Joyce, 1882 yılında Dublin'de doğdu. Babası, John Stanislaus Joyce ve annesi, Mary Jane Murray Joyce'un beşi yaşayan on çocuğunun en büyüğüydü. Babası ile çeşitli sorunlar yaşasa da annesi ile daha yoğun bir ilişkisi vardı. Cizvit okullarında eğitim gördü; ailenin maddi durumu bozulunca Dublin'deki University College'de felsefe ve sanat okudu. İngiltere'ye karşı bağımsızlık düşüncesini destekleyen İrlanda milliyetçiliğinin yoğun olduğu bir dönemde yetişen Joyce, katolik eğitiminin ardından dini inançlarını sorgulayarak Dublin'den ayrıldı. 1902'de tıp okumak için Paris'e gitse de ertesi yıl ölüm döşeğindeki annesini ziyaret için Dublin'e geri döndü ve edebi eserleri üzerine yoğunlaştı. 1904'te Dublin'i yeniden terk etti. Ancak maddi kısıtlar yaşamını oldukça etkiledi ve bir yandan da eserlerini bastırmakta zorlandı. 1900'de, henüz üniversite öğrencisiyken Ibsen'in bir oyunu üzerine kaleme aldığı uzunca yazı "Fortnightly Review" dergisinde yayımlandı. O sıralar, daha sonra "Chamber Music" (Oda Müziği) adlı kitapta toplanacak olan lirik şiirlerini yazmaya başladı. 1904'ten sonra Nora Barnacle'la yaşamaya başladı. 1905'ten 1915'e kadar Trieste'de yaşadılar. 1906 yazında Roma'ya giden Joyce yaklaşık dokuz ay boyunca bir bankada çalıştı. Roma'dan sıkılınca 1907 kışında tekrar Trieste'ye döndü. Trieste'de "Berlitz School"'da İngilizce öğretmenliği yaptı. Olgunluk dönemi çalışmaları ve ailesi. George Russell'ın önerisiyle "Irish Homestead" için yazmaya başladığı öykü kitabı Dublinliler, yazımından 9 yıl sonra 1914 yılında Birleşik Krallık'ta yayımlandı. Joyce, 1915'te tek oyunu olan Sürgünler'i yazdı. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adli otobiyografik romanı 1916 yılında yayımlandı. Aynı yıl Joyce ve ailesi Zürih'e taşındı. Burada İngiliz Oyuncuları Tiyatrosu'nu kurdu. Büyük bir yoksulluk içinde yaşadıkları Zürih'te en büyük eseri olan Ulysses üzerine çalıştı ve bu kitap "Little Review" adlı bir Amerikan dergisinde dizi halinde yayımlanmaya başladı. Dizileştirme 1918'de başladı; ancak kitap hakkında ahlaksız ve erotik bulunduğu için dava açılması nedeniyle, 1920'de diziye ara verildi. Yayımcılarla yaşadığı çeşitli zorlukların ardından "Ulysses" kitap olarak ilk kez Şubat 1922'de Paris'te basıldı. 16 Haziran 1904 günü Dublin'de geçen 24 saati anlatan roman Homeros'un Odysseia'sı üzerine kuruludur. Pek çok yeni tekniğin kullanıldığı roman yayınlandığında büyük yankı uyandırmıştır ve yayınlanmasından çok sonra dahi farklı yorumlama biçimleriyle ele alınmıştır. Kitap 1924'te yeniden basıldı. Joyce ailesi iki büyük savaş arasında Paris'te kaldı. Bu dönemde son romanı olan Finnegans Wake üzerinde çalıştı. Eşinin Dublin'e dönüşünün etkisiyle 1923'te yazmaya başladığı bu kitap, önce çeşitli bölümleri dergilerde yayınlandıktan sonra, 1939'da basıldı. 1927'de son şiirlerini "Poems Penyach" adıyla yayınladı. 1929'da edebi çevrelerdeki arkadaşları, Joyce hakkında bir kitap yayınladı. Bu süreçte Nora Barnacle'la resmen evlendi; aynı yıl oğlu da evlendi. 1932'de kızları Lucia'nın şizofreni olması, gelininin de akli dengesini yitirmesiyle ailevi sorunlarla uğraştı. Ağır hipermetrop olan ve gözlerinden defalarca ameliyat geçiren Joyce, ülser teşhisiyle ameliyat edilse de kurtarılamadı ve 13 Ocak 1941'de öldü. "Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi"'nin ilk taslağı olan "Stephen Hero" yazarın ölümünden sonra, 1944 yılında basıldı. İlk basımı birçok dizgi yanlışı içeren "Ulysses"'in aslına uygun halde basılması 1984 yılında gerçekleşti. Ulysses'in ilk Türkçe çevirisi Nevzat Erkmen tarafından yapıldı ve Yapı Kredi Yayınları tarafından 1996 yılında basıldı. 2012 yılında ise Armağan Ekici çevirisi ile Norgunk Yayıncılık tarafından basıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12496", "len_data": 7319, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.53 }
Ahmet Mesut Yılmaz (6 Kasım 1947, İstanbul - 30 Ekim 2020, İstanbul), Türk siyasetçi, 21. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve eski ANAP Genel Başkanı. 1991-1999 yılları arasında toplam 2 yıl 3 ay boyunca 3 kez başbakanlık ve çeşitli bakanlıklar yapmıştır. 1991-2002 yılları arasında ise ANAP genel başkanlığı görevini üstlenmiştir. 1983 yılında kurulan ANAP'ın kurucu üyeleri arasında yer almıştır ve Genel Başkan yardımcılığı yapmıştır. İlk defa 1983 Türkiye genel seçimlerinde ANAP Rize milletvekili olarak meclise girmiştir. 1986 ve 1990 yılları arasında Turgut Özal tarafından kurulan hükûmetlerde Dışişleri Bakanı ve Kültür ve Turizm Bakanı olarak görevlendirilmiştir. ANAP Genel Başkanı Yıldırım Akbulut'un istifasının ardından 1991 yılında yapılan kongrede yeni genel başkan seçilerek başbakan olmuştur. 1995 Türkiye genel seçimlerinin ardından kurulan koalisyon hükûmetinde tekrar başbakan olarak görevlendirilmiştir. 1997-1999 yılları arasında da başbakan olarak görev yapmıştır. 2000-2002 yılları arasında DSP-MHP-ANAP koalisyonunda devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak yer almıştır. Koalisyon ortakları ile birlikte Rahşan Affı'nı çıkarmıştır. Partisi 2002 Türkiye genel seçimlerinde meclise giremeyince istifa etmiştir. 2007 Türkiye genel seçimlerinde Rize'den bağımsız milletvekili olarak meclise girmiştir. 15 Ocak 2009-2011 yılları arasında ANAP ve Doğru Yol Partisi'nin birleşmesi sonucu kurulan Demokrat Parti'de siyasi yaşamına devam etmiştir. 2004 yılında Yüce Divan'da yargılanmıştır. Cumhuriyet tarihinde Yüce Divan'da yargılanan ilk başbakan olmuştur. Hayatı. Siyaset öncesi. Aslen Çataldere köyünden Hemşinli bir ailede 6 Kasım 1947 tarihinde Beyoğlu'nda doğdu. Babası Hasan Yılmaz, annesi Güzide Yılmaz'dır. Ortaöğretimine Avusturya Lisesinde başladı ve İstanbul Erkek Lisesinde bitirdi. 1971 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümünden mezun oldu. 1972-1974 yılları arasında Almanya'da Köln Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesinde yüksek lisans çalışması yaptı. 1975-1983 yılları arasında kimya, tekstil ve ulaştırma sektörlerinde, çeşitli özel şirketlerde yönetici olarak görev aldı. Bakanlık dönemi. 1983 yılının Mayıs ayında kurulan Anavatan Partisi'nde kurucu üye ve genel başkan yardımcısı oldu. Aynı yıl Kasım ayında yapılan genel seçimde Rize milletvekili seçildi. Birinci Turgut Özal Hükûmeti'nde Bilgilendirmeden Sorumlu Devlet Bakanlığı'na atandı ve hükûmet sözcülüğü yaptı. 1986 yılında Kültür ve Turizm Bakanı oldu. Bu dönemde Türkiye-Batı Almanya ve Türkiye-Yugoslavya ekonomi karma komisyonlarının başkanlıklarını yürüttü. 1986 yılında ANAP içerisinde yaşanan Turgut Özal ile Bedrettin Dalan arasındaki ayrışmada Dalan tarafında olsa da Özal'ı karşısına almamıştır. 29 Kasım 1987 seçimlerinde yeniden Rize milletvekili seçildi. İkinci Özal Hükûmeti'nde Dışişleri Bakanlığı'na atandı. 1988 yılından sonra Avrupa Demokrasi Birliği genel başkan yardımcılığı yaptı. Yılmaz, Akbulut Hükûmeti'nde de üstlendiği bu görevden 20 Şubat 1990 tarihinde istifa etti. ANAP Genel Başkanlığı ve başbakanlıkları. 15 Haziran 1991 tarihinde yapılan Anavatan Partisi Büyük Kongresi'nde genel başkanlığa seçildi. Kurduğu hükûmet 5 Temmuz 1991 tarihinde TBMM Genel Kurulunda güvenoyu aldı. 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan genel seçimlerden sonra ana muhalefet partisi lideri olarak çalışmalarını sürdürdü. 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimler sonrası Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi tarafından oluşturulan 53. Hükûmet'in başbakanı olarak görev yaptı. 28 Şubat sürecinde mecliste muhalefet milletvekilleri azınlıkta olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hükûmeti kurmakla görevlendirildi ve Demirel'in eski partisi DYP'den kendine yakın milletvekillerini istifa ettirerek onları Demokrat Türkiye Partisi adı altında toplayıp ANAP-DSP-DTP koalisyonuna (ANASOL-D hükûmeti veya 55. Hükûmet) sokmasıyla 20 Haziran 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hükûmeti kurmak ile görevlendirildi ve 30 Haziran 1997 tarihinde ANASOL-D Hükûmeti'nde üçüncü kez başbakan oldu. 25 Kasım 1998 tarihinde, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) kendisi ve devlet bakanı Güneş Taner için verdiği gensoru önergelerinin TBMM'de kabul edilmesinden sonra istifa etti. 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimlerde partisinin büyük oy kaybına rağmen DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yer alarak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı oldu. Rahşan Affı'na destek verdi. 3 Kasım 2002 seçimlerinde partisinin %5,13 oy oranı ile barajın altında kalmasından sonra 27 Kasım 2002 tarihinde görevinden istifa etti. Rize'den milletvekili seçilecek oy oranına ulaşmasına rağmen lideri olduğu ANAP %10'luk barajın altında kaldığından milletvekili seçilememiştir. ANAP sonrası siyasi yaşamı. 25 Mayıs 2007 tarihinde Rize'den bağımsız milletvekilliği adaylığını açıkladı. 4 Haziran 2007 tarihinde ANAP'tan istifa etti. 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde Rize'den bağımsız milletvekili olarak meclise girmeye hak kazandı. 11 Kasım 2009 tarihinde Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin birleşmeleri sonucu kurulan Demokrat Parti'ye 31 Ekim 2009 tarihinde geçti. 15 Ocak 2011 tarihinde Namık Kemal Zeybek'in genel başkan seçilmesinin ardından Demokrat Parti'den 18 Ocak 2011 tarihinde istifa etti. Yüce Divan davası. 13 Temmuz 2004 tarihinde TBMM tarafından, Güneş Taner ile birlikte "Türkbank ihalesi sürecinde malın satımında ve değerinde fesat oluşturacak ilişki ve görüşmelere girdikleri ve bu eylemlerinin Türk Ceza Kanunu'nun 205. maddesine uyduğu" iddiasıyla hakkında Yüce Divan'a sevk kararı alındı. Yüce Divan sıfatıyla görev yapan Anayasa Mahkemesi, her iki kişinin suçlama kararlarının ayrı ayrı ele alınması gereği nedeniyle kararı iade etti. Karar 27 Ekim 2004 tarihinde tekrarlandı ve onaylandı. Böylece Yılmaz, Cumhuriyet tarihinde Yüce Divan'da yargılanan ilk başbakan olmuş oldu. Yılmaz ve eski Devlet Bakanı Güneş Taner'in Yüce Divan'da yargılanmalarına 16 Şubat 2005'te başlandı. 23 Haziran 2006'ya kadar süren yargılama sonunda, heyet eski Başbakan Mesut Yılmaz ve eski Devlet Bakanı Güneş Taner hakkındaki suçu "görevi kötüye kullanma" olarak kabul etti ve Şartla Salıverilme Yasası uyarınca kamu davasının kesin hükme bağlanmasını erteledi. Siyasal kimliği. Mesut Yılmaz, merkez sağda yer alan, liberal düşünceleri ön planda bir siyasetçiydi. Yılmaz, siyasal hayatında manevi değerleri korumaya çalıştığını, liberal ekonomiyi desteklediğini ve devletin ekonomik ve siyasal olarak küçülmesi gerektiğini savunmuştur. Parti içerisinde de temsil edilen milliyetçilik ve muhafazakârlık düşüncelerini, liberalizm ile beraber, ülke gerçekleri nedeniyle birbirlerini dengeleyici unsurlar olarak kabul etmiştir. Özal'dan daha liberal bir çizgide olmuş ve genel başkanlık yaptığı dönem boyunca, partisine daha liberal bir kimlik kazandırmıştır. Kişisel hayatı. Almanca ve İngilizce bilen Mesut Yılmaz, aslen Hemşinli olup Rize ilinin Çayeli ilçesinin Çataldere köyündendir. 1975 yılında Berna Yılmaz (d. 1953) ile tanışan ve 1976 yılında evlenen Mesut Yılmaz'ın bu evlilikten Yavuz (1978-2017) ve Hasan (d. 1987) adlarında iki çocuğu oldu. Yılmaz, 24 Kasım 1996 tarihinde Macaristan'ın Budapeşte kentindeki Hilton Oteli'nde, Veysel Özerdem tarafından yumruklu saldırıya uğradı. 16 Aralık 2017 tarihinde Mesut Yılmaz'ın büyük oğlu Yavuz Yılmaz Temporal Lob Epilepsi hastalığı nedeniyle Beykoz Konakları'ndaki evinde intihar etti. Yılmaz, 7022 sicil numaralı Galatasaray Spor Kulübü Divan Kurulu üyesiydi. Ölümü ve cenaze töreni. 30 Ekim 2020 tarihinde tedavi gördüğü Şişli'deki Florence Nightingale Hastanesi'nde 72 yaşında öldü. Ocak 2019'da yaptırdığı rutin sağlık kontrolünde akciğerinde tümöre rastlanmıştı. Ölümünden önce akciğerindeki kanserli bölge ameliyatla alınmıştı. Mayıs 2020'de bu kez beyin sapında tümör saptanmış ve ameliyat edilmişti. Yılmaz'ın cenazesi, 1 Kasım 2020 tarihinde devlet töreniyle öğle namazına müteakip Marmara İlahiyat Camii'nden uğurlanarak Kanlıca Mezarlığı'na, 3 yıl önce Kanlıca, Beykoz'daki evinde kendisine ait Smith & Wesson marka tabancasıyla intihar eden 39 yaşındaki oğlu Mehmet Yavuz Yılmaz'ın yanına defnedildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12499", "len_data": 8168, "topic": "POLITICS", "quality_score": 2.81 }
Necmettin Erbakan (29 Ekim 1926, Sinop – 27 Şubat 2011, Ankara), Türk yüksek makine mühendisi, akademisyen, siyasetçi ve Millî Görüş ideolojisinin kurucusudur. Başbakan yardımcılığı ve başbakanlık görevlerinde bulunmuştur. 1974 yılında Bülent Ecevit liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi ile kurulan koalisyon hükûmetinde başbakan yardımcısı ve devlet bakanı olmuştur. 1974 Genel Affı ve Kıbrıs Harekâtı'na destek vermiştir. 1996'da başbakan olmuş, başbakanlık görevini 28 Haziran 1996 ile 30 Haziran 1997 tarihleri arasında sürdürmüştür. 28 Şubat sürecinde istifa etmeye zorlanmış, partisi kapatılmış ve kendisine 5 yıl süreliğine siyaset yasağı getirilmiştir. Kayıp Trilyon Davası'nda 2 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Ailesi ve eğitimi. Sinop'ta kadı vekili olarak görev yapan Mehmet Sabri Bey ile Kamer Hanım'ın dört çocuğunun en büyüğü olarak dünyaya geldi. Anne tarafı Çerkes, baba tarafı ise 19. yüzyılın sonlarında Adana'nın Kozan, Saimbeyli ve Tufanbeyli bölgelerinde hüküm sürmüş Kozanoğlu Beyliği'ne dayanır. İlköğrenimine Kayseri'de başlamasına karşın babasının tayin olması dolayısıyla Trabzon'da tamamladı. 1937'de orta tahsile başladığı İstanbul Erkek Lisesi'nden 1943'te birincilikle mezun oldu. Üniversiteye sınavsız giriş hak kazanmış olmasına rağmen sınava girmeyi tercih etti. Erbakan'ın öğrenime başladığı yıl olan 1943'te, öğretim süresi altı yıl olan Yüksek Mühendis Mektebi üniversiteye dönüştürülerek adı İstanbul Teknik Üniversitesi olarak değiştirildi ve öğretim süresi beş yıla indirildi. Bu nedenle Erbakan kendisinden önce okula başlayan öğrencilerle birlikte tahsiline 2. sınıftan başladı. Teknik üniversitede aynı dönemdeki öğrenciler arasında inşaat fakültesinden Süleyman Demirel ve elektrik fakültesinden Turgut Özal da vardı. İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesinden 1948 yılında mezun oldu. 1948'den 1951 yılına kadar motor kürsüsünde asistan olarak görev yaptı. Bu süreçte öğretim üyesi olarak Prof. Dr. Selim Palavan'la beraber motor dersi verdi. Üniversite tarafından 1951'de gönderildiği Almanya'da RWTH Aachen'de (Aachen Teknik Üniversitesi) doktorasını yaptı. Deutz AG motor fabrikasına davet edildi. Alman ordusu için araştırma yapan "DVL Araştırma Merkezi"'nde Prof. Dr. Schmidt ile çalışmalar yaptı. Leopard tankının motor tasarımında görev yaptı. 1953'te doçentlik sınavını vermek üzere Türkiye'ye döndü. 1954'te, 27 yaşındayken, İTÜ'de doçent oldu. Araştırmalar yapmak üzere altı aylığına tekrar Almanya'ya Deutz fabrikasına gitti. Mayıs 1954-Ekim 1955 arasında askerlik hizmetini yerine getirdi. Tekrar üniversiteye döndü. 1956-1963 arasında ilk yerli motoru üretecek olan 200 ortaklı "Gümüş Motor"'u kurdu ve motor üretimini gerçekleştirdi. 1965'te profesör unvanını aldı. 1967'de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin genel sekreterliğine seçildi. Aynı yıl, TOBB'da sekreteri olarak görev yapan Nermin Erbakan'la evlendi. Bu evliliğinden üç çocuğu (Zeynep, d. 1968; Elif, d. 1974 ve Fatih, d. 1978) oldu. Bu dönemde büyük sanayici ve tüccarlara karşı Anadolu'nun tüccar ve küçük sanayicilerini savunmasıyla dikkati çekti. 25 Mayıs 1969'da TOBB genel başkanlığına seçildi. Ama Adalet Partisi hükûmetinin seçimleri iptal etmesiyle 8 Ağustos 1969'da başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. Siyasî hayatı. 12 Eylül öncesi. 1969 genel seçimleri'nde Adalet Partisi'nden milletvekili aday adaylığı Süleyman Demirel tarafından veto edildiği için Konya'dan bağımsız aday oldu ve iki milletvekili seçtirecek oy alarak milletvekili seçildi. 17 Ocak 1970'te 17 arkadaşıyla Millî Nizam Partisi'ni kurdu. Ancak parti 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi'nden kısa süre sonra, "laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü" iddiasıyla açılan dava sonunda 20 Mayıs 1971'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı, yöneticileri hakkında ise ceza davası açılmadı. Erbakan, MNP'nin kapatılmasından sonra İsviçre'ye gitti ve bir süre orada kaldı. 1973 genel seçimlerinden önce Türkiye'ye döndü. Türkiye'ye dönüşüyle ilgili olarak Süleyman Demirel'in liderliğindeki Adalet Partisi'nin oylarını bölmek amacıyla Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ile Orgeneral Turgut Sunalp tarafından ikna edildiği iddia edildi. 11 Ekim 1972'de MNP kadrolarıyla Millî Selamet Partisi'ni kurdu. 14 Ekim 1973 seçimlerinde Millî Selamet Partisi yüzde 12 oy oranıyla 48 milletvekilliği kazandı. Seçimlerden hemen sonra 1974'te Bülent Ecevit'in liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi ile MSP arasında kurulan koalisyon hükûmetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. Erbakan'ın, koalisyonun kurulmasından hemen sonra İstanbul'un Karaköy'deki Güzel İstanbul Heykeli'ni "ahlaksızlık" olduğu iddiasıyla kaldırtıp çöpe attırması ve yayımlattığı genelge ile bira satışlarını yasaklaması büyük tepki çekti. Çıkarılması planlanan genel affın solcuları da kapsamasına karşı çıktı. Genel af çıktı ileride Erbakan'ın yanında siyaset yapacak olan Kadir Mısıroğlu gibi isimler de aftan yararlandı. Her geçen gün koalisyonun iki ortağının dünyaya çok farklı baktıkları ortaya çıktı. Kıbrıs'tan gelen darbe haberi bir anda gündemi değiştirdi ve her şeyi unutturdu. Bu dönemde Kıbrıs Harekâtı'nın yapılmasını savundu. Harekâttan sonra adanın tamamının ele geçirilmesi konusunda Ecevit ile görüş ayrılığına düştü. Ecevit'e göre Erbakan ve MSP, "harekâta bir cihat havası, fetih havası vermeye kalkıyordu ve bu tutum; dünyada ciddi kuşkular uyandırabilecek, Türkiye'nin elini kolunu bağlayabilecek sorunlar yaratabilirdi." 17 Eylül 1974'te hükûmet dağıldı. Mart 1975'te Adalet Partisi, Millî Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) arasında kurulan I. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. 1977 genel seçimlerinde MSP'nin milletvekili sayısı yarı yarıya düşerek 24'e geriledi. Temmuz 1977'de AP, MSP ve MHP koalisyonuyla kurulan II. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nde yine devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu. Adalet Partisi'nin Kasım 1979'da kurduğu azınlık hükûmetini dışarıdan destekledi. 6 Eylül 1980'de partisinin Konya'da düzenlediği Kudüs Mitingi'nde İstiklal Marşı protesto edildi, şeriat sloganları atıldı. Erbakan'ın ve diğer MSP'lilerin kol kola girdiği kortej, Arapça pankartlarla yürüyüş yaptı. Bu mitingin 12 Eylül Darbesi'nin sebeplerinden birisi olduğu söylenmiştir. 12 Eylül sonrası. 12 Eylül'de bir süre İzmir Uzunada'da gözaltında tutuldu. 15 Ekim 1980'de 21 MSP yöneticisiyle birlikte "MSP'yi illegal bir cemiyete dönüştürmek ve laikliğe aykırı davranmak" suçlamasıyla tutuklandı. 24 Temmuz 1981'de serbest bırakıldı. 1983'te hakkında verilen hüküm Askerî Yargıtay'ca bozulduktan sonra 14 Şubat 1985'te beraat etti. Toplamda 395 gün cezaevinde kaldı. 1982 Anayasası gereğince 10 yıl siyaset yapma yasağı aldı. 6 Eylül 1987 halk oylaması sonrası siyasete döndü. Refah Partisi dönemi ve başbakanlığı. 11 Ekim 1987'de Refah Partisi genel başkanı seçildi. Refah Partisi'nin Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile (IDP) ittifak kurduğu 1991 seçimlerinde Konya'dan milletvekili seçildi. 27 Mart 1994'te yapılan yerel seçimlerde partisi %19 oranında oy alarak büyük bir başarı kazandı. İki önemli büyükşehir olan İstanbul ve Ankara'yı genç adayları Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek ile kazandı. 1994 yılında "Refah Partisinin Libya ve Suudi Arabistan'dan yardım aldığı" iddiaları ortaya atıldı. Ardından da "partinin Bosna Müslümanlarına yardım için topladığı milyarlarca liranın parti kasasına aktarıldığı" gündeme geldi. Konuyu gündeme getiren Başbakan Tansu Çiller oldu. Erbakan ise iddialara,"Yardımı toplamışlar. Bu insana inanmışlar, buna parasını vermişler, sen ne karışıyorsun? Sen ne karışıyorsun!" şeklinde cevap verdi.Erbakan daha sonra, "toplanan paralarla Bosna'ya füze fabrikası kurduklarını" söyledi. Başbakan Çiller bunu yalanladı. Toplanan yardım paralarının "partinin kasası" olarak bilinen Süleyman Mercümek'e verildiği, Mercümek'in milyon dolarları ekonomik krizde bankalarda batırdığı ortaya çıktı. Erbakan ve partisi sert şekilde eleştirildi. Mercümek yargılandı ve hapis cezasıyla birlikte cumhuriyet tarihinin o güne kadarki en ağır para cezasına çarptırıldı. Daha sonra Erbakan'ın mal varlığında ortaya çıkan 148 kilo altın gündeme geldi. TRT'den canlı yayımlanan Meclis oturumunda konuyu gündeme taşıyan SHP'li Mustafa Kul'un Refah Partili milletvekilleri tarafından dövülmesi tepki çekti. Bosna'da yaşanan olaylara tepki için Taksim'de düzenlenen mitingde Arapça pankartlarla yürüyüş yapılması, "Laik devlet, yıkılacak elbet." gibi sloganların atılması şeriat tartışmalarını doğurdu. 13 Nisan 1994 tarihinde partisinin grup toplantısında söylediği,"Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak? Tatlı mı olacak, kanlı mı olacak?" sözleri tepkileri daha da artırdı.Millî Görüş Hareketi'nin tarihindeki en büyük başarıyı elde ettiği 1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21,37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükûmetinin istifasından sonra son genel seçimde birinci parti olan Refah Partisi'nin, Tansu Çiller'in DYP'si ile kurduğu Refah-Yol Hükûmeti'nde 28 Haziran 1996'da başbakan olarak göreve başladı. Koalisyon hükûmeti başbakanı olarak görevde olduğu 1996-1997 arası 1 yıllık dönemde Türkiye ekonomisi %7,5 oranında büyümüş ve Türkiye'nin GSMH'si dünya toplamının binde 11,96'sınden binde 12,37'sine yükselmiştir. Yapılan reformlar arasında, kamu kuruluşları arasında havuz sisteminin kurulması ve gelişmekte olan ve halkının çoğunluğu Müslüman ülkelerden 8 tanesini bir araya getiren D8 oluşumu gösterilebilir. Erbakan'ın başbakanlığından sonra Mustafa Kemal Atatürk'e, laikliğe ve cumhuriyete karşı Refah Partisi'nin bazı milletvekilleri, il ve ilçe teşkilatları ve üyeleri tarafından edilen hakaretler ve sokaklardaki şeriat eylemleri kamuoyunun bir kesiminde endişe ve tepki ile karşılandı. Erbakan ilk yurt dışı ziyaretini İran'a yaptı. 2-7 Ekim 1996 tarihleri arasında sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya'yı ziyaret etti. Libya'da bir çadırda Muammer Kaddafi'nin Türkiye Cumhuriyeti'ni suçlayıcı konuşması karşısında sessiz kalması basın ve muhalefet tarafından büyük tepki çekti. 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen trafik kazasından sonra tartışılan mafya-siyasetçi-polis ilişkileri için "Bunlar faso fiso." dedi. Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemine katılanlar için "Gulu gulu dansı yapıyorlar." dedi. Erbakan'ın Adalet Bakanı Refah Partili Şevket Kazan ise bu eyleme katılanlar hakkında, "Bunlar mumsöndü oynuyorlar." diyordu. Bu sözler büyük tepki çekti. Erbakan, 11 Ocak 1997 günü resmî başbakanlık konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verdi. Davetliler arasında Fethullah Gülen de vardı. Ancak Gülen'in davete gitmediği bilinmektedir. 30 Ocak 1997'de Sincan Belediyesi, "Kudüs Gecesi" düzenledi. Salona Hamas ve Hizbullah liderlerinin fotoğraflarının asılması, İran Büyükelçisi'nin yaptığı konuşma, sergilenen cihat oyunu kamuoyunda büyük tepki yarattı. Birkaç gün sonra Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Sincan sokaklarında tanklar yürütüldü. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, tankların yürütülmesi için "Sincan'da demokrasiye balans ayarı yaptık." dedi. 3 Şubat 1997 günü Ankara'da Star TV muhabiri Işın Gürel'in muhafazakar biri tarafından dövülmesi toplumda büyük bir tepkiye neden oldu. 28 Şubat'ta yapılan MGK toplantısı 9 saat sürdü. MGK, "laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu" vurguladı. Toplantıdan "irticayla mücadele" kararları çıktı, hükûmete bildirildi. İrtica, cumhuriyet, laiklik ve Atatürkçülük tartışmaları sonucunda "postmodern darbe" olarak nitelendirilen 28 Şubat süreci ile Erbakan istifa etmeye zorlansa da bu teşebbüs ilk etapta başarıya ulaşamadı. Koalisyon 30 Haziran 1997'ye kadar devam etti. 21 Mayıs 1997 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, "yasa dışı bazı eylemlerin odağı olmaya başladığı ve bazı üyelerinin laik rejimi hedef alan girişimleri" iddiasıyla Refah Partisi'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Başsavcı Vural Savaş, dava ile ilgili yaptığı açıklamada partinin "laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline geldiğini ve ülkeyi giderek bir iç savaş ortamına sürüklediğini" belirtti. Dava devam ederken Erbakan, başbakanlık görevini Tansu Çiller'e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e istifasını sundu. Cumhurbaşkanı Demirel ise yeni hükûmeti kurma görevini Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller'e değil, Mesut Yılmaz'a verdi. 55. Hükûmet (ANASOL-D Hükûmeti), Mesut Yılmaz'ın liderliğinde Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti, Demokrat Türkiye Partisi koalisyonu ile kuruldu. Fazilet Partisi ve Saadet Partisi dönemi. Açılan kapatma davası sonunda Anayasa Mahkemesi, 16 Ocak 1998'de Refah Partisi'nin kapatılmasına ve aralarında Erbakan'ın da olduğu 6 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesine karar verdi. Refah Partisi'nin kapatılma kararından bir ay önce Millî Görüş çizgisindeki Fazilet Partisi kurulmuştu; partinin başına önce İsmail Alptekin, ardından da Recai Kutan getirildi. Bu dönemde tarafların aksi yöndeki demeçlerine karşın Fazilet Partisi'nde Erbakan'a yakın olan ve "Ak Saçlılar" ya da "Gelenekçiler" olarak tanımlanan kanat ile Abdullah Gül'ün temsil ettiği kanat olan "Yenilikçiler" arasındaki gerilim tırmanmaya başladı. Kanatlar arasındaki çekişmenin artık görünür hâle geldiği 14 Mayıs 2000'de yapılan FP 1. Kongresi'nde "Yenilikçi" kanadın adayı Abdullah Gül 521, Recai Kutan 633 oy aldı. Haziran 2001'de Anayasa Mahkemesinin Fazilet Partisi'nin kapatılmasına karar vermesinden sonra kurucusu olduğu Millî Görüş Hareketi bölündü. 16 Ocak 1998'de Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla Millî Görüş geleneğinden gelen siyasiler Fazilet Partisi altında tekrar birleşti. Haziran 2001'de ise Fazilet Partisi AYM kararıyla kapatıldı. Recep Tayyip Erdoğan'ın da aralarına katılması ile Yenilikçiler yeni parti çalışmalarına başladı. 14 Ağustos 2001 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu. 25 Şubat 1994'te Bingöl'de yaptığı konuşma nedeniyle Diyarbakır 1 No.'lu DGM tarafından "halkı din, ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek’" suçundan 1 yıl hapis cezasına çarptırılan ve 14 Ocak 2001'de cezaevine girmesi beklenen Erbakan, 22 Aralık 2000'de çıkarılan Rahşan Affı ile kurtuldu. Affın çıktığı gün umreye gitti. Kayıp Trilyon Davası. Erbakan, Kayıp Trilyon Davası olarak bilinen -Refah Partisi'ne 1998 yılı için yapılan yaklaşık 1 trilyon TL'lik hazine yardımının harcanmış gibi gösterilerek devlete iade edilmemesi- davada, Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 6 Mart 2002'de "özel evrakta sahtecilik" suçundan 2 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildi. 2002 genel seçimlerinde Konya'dan bağımsız milletvekilliği adaylığı başvurusu Yüksek Seçim Kurulu tarafından reddedildi. 5 yıllık siyasi yasağı Şubat 2003'te sona eren Erbakan, 11 Mayıs 2003'te Saadet Partisi'nin genel başkanlığına seçildi. 3 Aralık 2003'te hakkındaki mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından onandı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Kayıp Trilyon Davası'nda mahkûm olan ve mahkûmiyet kararları kesinleşen Erbakan dâhil 6 kişinin parti üyeliğinden çıkarılması ve parti organlarındaki görevlerine son verilmesini isteyince Erbakan, 30 Ocak 2004'te Saadet Partisi genel başkanlığından ve parti üyeliğinden ayrıldı. Aldığı sağlık raporu doğrultusunda infazı ertelen Erbakan'ın "Kayıp Trilyon Davası" nedeniyle aldığı hapis cezası Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yapılan değişiklik uyarınca Nisan 2008'de ev hapsine çevrildi. Erbakan ev hapsini çekerken Adli Tıp Kurumu'nun "sürekli hastalık raporu" doğrultusunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından 19 Ağustos 2008’de affedildi. 17 Ekim 2010'da tekrar Saadet Partisi'nin genel başkanlığına seçildi. Bu sırada ise sağlık durumu giderek kötüleşiyordu. Eski Adalet Bakanı Şevket Kazan, Kayıp Trilyon Davası'nın 28 Şubat Süreci'nin ürünü olan bir kumpas davası olduğunu iddia etmiştir. Bingöl konuşması. Necmettin Erbakan için, 24 Şubat 1994'te Bingöl'de yaptığı "Allah'ın iziniyle çile devri bitti. Zulüm bitti, Türkiye'de Rusya'dan büyük devrim oldu. Nasıl Rusya'da komünizm çöktüyse, Türkiye'de de batı taklitçiliği, gavur uşaklığı çöktü." "Artık bu ülkede 12 parti yok. 2 tane parti var. Hak ve batıl. RP'nin dışındaki hepsi batıldır. Hepsi tek parti sayılır. Bunlar gavur uşağı. Bu ülkenin evlatlarına ne dediler? Dinini bir tarafa bırakacaksınız, arkamıza düşeceksiniz, ne din ne de dünya bıraktılar." "Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken, besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine, 'Türküm, doğruyum, çalışkanım.' Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı, 'Ya öyle mi, bende Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım' deme hakkını kazandı. O Meclis yarın inananların eline geçecek. Bütün bu haklar kan dökülmeden verilecek.". konuşma nedeniyle, 1998 yılında "halkı din, ırk ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinde dava açıldı. 10 Mart 2000'de Diyarbakır 1 No.'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM), Erbakan'ı "halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" gerekçesiyle 1 yıl hapis cezasına mahkûm etti. Aynı yıl içinde Yargıtay 8. Ceza Dairesi, Diyarbakır 1 No.'lu DGM'nin Erbakan'ın 1 yıl hapis cezasına çarptırılmasına ilişkin kararını onadı. Yargıtay'ın yerel mahkemenin kararını onamasıyla birlikte 312. maddeden dolayı hapis cezası alan Erbakan, ömür boyu siyasi yasaklı hale geldi. 2000 yılının sonlarında yasalaşan Şartla Salıverilme Yasası uyarınca Erbakan hakkındaki hapis cezası ertelendi. Necmettin Erbakan'ın avukatları, 4454 sayılı Basın ve Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Yasa uyarınca Diyarbakır 1 No.'lu DGM'ye iadeyi muhakeme talebinde bulundu. Yerel mahkeme, bu yasa uyarınca, Erbakan'ın geçmiş hükümlülüğünün "vaki olmamış sayılmasına" dair talebi reddetti. Bu karar temyiz edilince dosya Yargıtay'da görüşüldü, 8. Ceza Dairesi 2004'te yerel mahkemenin kararını bozdu. DGM'lerin kaldırılması (2004) sonrasında davaya bakan Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi, Erbakan hakkındaki "mahkûmiyet hükmünün vaki olmamış sayılmasına, mahkûmiyet hükmünün tüm sonuçları ile birlikte ortadan kaldırılmasına" ve "beraat isteminin reddine" karar verdi. Karar Erbakan'ın avukatları tarafından "müvekkilinin beraat etmesi gerektiği" ileri sürülerek temyiz edilince dosya Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nce ele alındı. 2006 yılında Yargıtay 8. Ceza Dairesi, oy birliğiyle yerel mahkeme kararını onadı. Erbakan'ın 2000 yılında yaptığı başvuruyu değerlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2006'da açıkladığı kararda Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ifade özgürlüğüyle ilgili 10. maddesi ve adil yargılanma hakkıyla ilgili 6. maddesinin 1. fıkrasını ihlal ettiğine hükmetti. Mahkeme, tanınan süre içinde Erbakan'ın maddi tazminat talebinde bulunmadığı gerekçesiyle para cezasına gerek görmedi. Ölümü. 19 Ocak 2011'de ayağında nükseden vaskülit rahatsızlığı sebebiyle hastanede yoğun bakım altına alınarak, bir süre tedavi görerek taburcu edilmesinin ardından kısa süre sonra solunum ve kalp yetmezliği rahatsızlığı sebebiyle kaldırıldığı Ankara'daki Güven Hastanesinde yoğun bakım altında uygulanan tüm tedavilere rağmen solunum yetmezliğine bağlı kalp ve çoklu organ yetmezliği sebebiyle 27 Şubat 2011 sabahı saat 08.50'de doktorlarının muayenesi esnasında koroner arter rahatsızlığı sonucu şuurunu yitirerek komaya girdi, saatler aynı sabahın 11.40'ını gösterirken doktorların tüm müdahaleleri ile yaşamsal işlevlerinin desteklenmesine rağmen 85 yaşında öldü.Vasiyetine uygun olarak resmî devlet töreni tertip edilmedi ve 1 Mart 2011 Salı günü önce Ankara'da Hacı Bayram Camisi'nde sabah namazını müteakip cenaze namazı kılındıktan sonra cenazesi İstanbul'a getirilerek öğlen namazını müteakip Fatih Camisi'nde kılınan cenaze namazı sonrasında İstanbul Merkezefendi Mezarlığı'ndaki aile kabristanlığında kendisinden önce ölen eşi Nermin Erbakan'nın yanına gömüldü. Mezarına, sevenleri tarafından Türkiye'nin çeşitli bölgelerinden getirilen topraklarla birlikte Kudüs, KKTC ve Boşnak lider Aliya İzzetbegoviç'in mezarından getirilen topraklar serpilmiştir. Cenaze merasimine cumhurbaşkanı, meclis başkanı, başbakan, parti başkanları, bakanlar, milletvekilleri, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, büyükelçiler, belediye başkanları ve partililerin yanı sıra 60 ülkeden cemaat ve hareket liderleri ile temsilcileri katılmış, cenaze namazı iki milyonu aşkın kişi tarafından kılınarak naaşı aile kabristanın da bulunduğu Merkezefendi Mezarlığı'na defnedilmiştir. Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hakkındaki görüşleri. Necmettin Erbakan'ın, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hakkında görüşleri tartışma konusu olmuştur. Erbakan'ın görüşleri özellikle seçim dönemleri daha AK Parti'yi eleştiren çizgideyken, ölmeden önce 2011 yılında seçimlere hazırlanırken katıldığı TRT programında Erdoğan hakkındaki son konuşmasında Erdoğan'ı övmüştür. Erdoğan hakkındaki son konuşmasında Necmettin Erbakan; "Tayyip Bey gençlik kolu başkanımızdı... Yıllarca beraber çalıştığımız evlatlarımız. Bunlar iyi niyetli insanlar, hiçbir zaman bilerek Türkiye'ye kötülük yapmazlar, kendilerine her zamanki sevgim bakidir." demiştir. Erbakan daha önce Erdoğan ve AK Parti'ye karşı sert eleştiriler dile getirdi. Erbakan, Erdoğan'ın Siyonizm'in kasiyeri olduğunu iddia etti ve bir röportajında; "Erdoğan Siyonizm'in kasiyeri oldu. O benim öğrencimdi. Ona yapması gerekenleri söyledim, ama dediklerimi yapmadı." dedi. 2007 Türkiye genel seçimleri döneminde Erbakan, AK Parti'yi ve Erdoğan'ı İsrailci, Amerikancı ve IMF'ci olmakla suçladı. Yaptığı konuşmada; "AKP'ye oy vermek demek İsrail'e oy vermek demek, Amerika'ya oy vermek demek, IMF'ye oy vermek demek." ifadelerini kullandı. İthaflar. İstanbul'un Ümraniye ilçesinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan Kültür Eğitim ve Sosyal Hizmet Merkezi bulunmaktadır. Tokat'ın Turhal ilçesinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan Kültür Merkezi bulunmaktadır. Ankara'nın Mamak ilçesinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan Kültür ve Kongre Merkezi bulunmaktadır.İstanbul'un Bağcılar ilçesinde Prof.Dr Necmettin Erbakan Fen Lisesi bulunmaktadır. Sivas'ta Prof. Dr Necmettin Erbakan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi bulunmaktadır. Selçuk Üniversitesi'nin bölünmesi ile Konya'daki ikinci devlet üniversitesi olarak kurulan Necmettin Erbakan Üniversitesi'ne de ismi verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12501", "len_data": 22502, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
x86-64 (AMD64, x64) AMD tarafından tasarlanan 64-bit'lik bir işlemci mimarisidir. x86-64, x86 mimarisinin bir üst kümesidir; yapısı itibarıyla da onu destekler. x86-64 komut seti AMD'nin Athlon 64, Athlon 64 FX, Athlon 64 X2, Turion 64 ve Opteron işlemcilerinde kullanılmaktadır. Daha sonra Intel tarafından Intel 64 (EM64T) olarak adlandırılıp işlemcilerinde kullanılmaya başlanmıştır. Intel'in "IA-64" olarak da bilinen "Itanium" mimarisiyle uyumsuzdur ve karıştırılmamalıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12502", "len_data": 478, "topic": "CODING", "quality_score": 3.6 }
Mehmet Recep Peker (5 Şubat 1889, İstanbul - 1 Nisan 1950, İstanbul), Türk asker, siyasetçi. 1931-1936 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği ve 7 Ağustos 1946 - 10 Eylül 1947 tarihleri arasında da başbakanlık yaptı. Hayatı. Dağıstan'dan Anadolu'ya göç etmiş bir Lezgi olan Mustafa Bey'in oğludur. Orta öğrenimini Kocamustafapaşa Askeri Rüştiyesi ve İdadisi'nde yaptıktan sonra 1907 yılında Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. 1911 ve 1912 yıllarında Yemen'de ve Trablusgarp Savaşı'nda ve 1912-1913 yıllarında da Balkan Savaşları'nda görev aldı. I. Dünya Savaşı'nda Makedonya ve Kafkas Cephesi'nde görev aldı. 1919 yılında Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni bitirdi. Şubat 1920 tarihinde Türk Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere Anadolu'ya geçti. Binbaşı rütbesi ile 20. Kolordu'da görevlendirildi. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM'nin Genel Sekreterliğine getirildi. 1923 yılında Kütahya Mebusu seçilerek TBMM'ye girdi. Bir süre Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin başyazarlığını yaptı. 1924 ve 1925 yılları arasında Dahiliye Vekili olarak görev yaptı. Ayrıca Mübadele, İmar ve İskân Bakanlığı'na vekalet etti. 3. ve 4. İsmet Paşa hükûmetlerinde 1925-1927 yılları arasında Müdafaa-i Milliye Vekilliği ve 1928-1930 yılları arasında da Nafia Vekilliği yaptı. İtalya'daki Benito Mussolini ve Almanya'daki Adolf Hitler rejimlerine yakın bir siyaseti savundu. 1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası Kâtib-i Umumiliği'ne atandı. 1933 yılında yeniden organize edilen İstanbul Üniversitesi'nde Atatürk tarafından İnkılap Tarihi dersleri vermekle görevlendirildi. 1931-1936 yılları arasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü ile birlikte Tek Parti Rejiminin "güçlü adamı" olarak görüldü. 1936 yılında faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderildi. Dönüşünde yazdığı ve Başvekil İsmet İnönü tarafından da onaylanarak imzalanan ve TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören rapor, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından reddedildi ve sürecin devamında kendi CHP'nin "Katib-i Umumi"lik (Genel Sekreterlik) görevinden alındı. 20 Temmuz 1936 tarihinde İsviçre'nin Montreaux kasabasında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'nin dış siyasette faşist ülkeler yerine, Birleşik Krallık ve askeri teknolojide ileri diğer demokratik ülkelerle birlikte hareket etmesi gerektiğine inanması Recep Peker'in görevden alınmasının asıl nedeni olarak gösterilir. Ağustos 1946 tarihinde çok partili dönemin ilk hükûmetini kurdu. Recep Peker'in, Halkevleri'nin yayın organı "Ülkü" dergisinde çıkan İnkılâp Tarihi ders notları, 1935 yılında "İnkılâp Tarihi Dersleri" adı ile kitap olarak yayımlandı. 1937-1938 tarihlerinde Beşiktaş Jimnastik Kulübü fahri başkanlığı yapmıştır. 1 Nisan 1950 tarihinde İstanbul'da öldü. Mezarı Edirnekapı Şehitliği'ndedir. Sinema sanatçısı Faruk Peker'in dedesidir. Kaynakça.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12504", "len_data": 2869, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.32 }
Kadın, dişi cinsinde olan yetişkin insandır. Etimoloji. Türkçe "kadın" kelimesinin kökeni, Eski Türkçe "kraliçe" manasındaki "ḳātūn" veya "χātūn" sözcüğüne dayanır. Bu kelimelerin kökeni Soğdcadaki "χwatēn" sözcüğüne dayanır. Kelime ses değişimine uğrayarak "kadın" ve "hatun" olarak iki farklı şekilde girmiştir. Biyoloji ve cinsellik. Bazı kadınlar anormal hormonal veya genetik farklılıklara sahip olabilirler (kongenital adrenal hiperplasia, kısmen veya tamamen androjen yoğunluğu sendromu veya diğer koşullar sebebiyle) ve hayatlarının ilk aşamalarında tipik dişi fizyolojisine sahip olmayan veya en azından kısmen sahip olan kadınlar da bulunmaktadır. Erken gelişim sırasında her iki cinsiyetin fetüs morfoloji embriyo 6. veya 7. haftaya kadar benzerdir. Gonadlar, Y kromozomunun hareketi nedeniyle erkeklerde testisler farklılaşır. Cinsel farklılaşma kadınlarda cinsiyet hormonlarından bağımsız bir şekilde gerçekleşir. İnsanlar mitokondriyal DNA'yı yalnızca annenin ovumundan miras aldığından, bundan dolayı soy bilimciler anne soyunu çok eskilere kadar izleyebilmektedirler. Kadın araştırmaları. Kadın araştırmaları, kadınlar üzerine yapılan genel araştırmaları nitelemektedir ve cinsiyet araştırmalarının bir parçasıdır. Kadın araştırmalarına analog olarak cinsiyet araştırmalarında toplum içerisindeki erkeklerin hayatlarını inceleyen erkek araştırmaları ortaya çıkmıştır. Kadın araştırma kurumları ve konuları. Kadın araştırmaları, disiplinler arasıdır ve antropoloji, toplum bilimi, tarih, tıp, estetik ve diğer bilim alanlarını kapsamakta ve onların sorularına kadın hareketleri, özgürleşme (emansipasyon) ve feminizm bakış açısıyla yeniden ortaya koymaktadır. Kadın araştırmaları hem akademik, hem akademik dışı düzlemde (örneğin vakıf ve derneklerde) irdelenmektedir. Konu olarak kadınların hayatlarındaki özellikleri ve örneğin kadın eğitimi gibi yaşam koşulları ön planda durmaktadır. Kadın araştırmaları yöntemleri. Kadın araştırmaları yöntemleri, ilgili bilim alanlarında özellikle toplum bilimi ve tarih biliminde kullanılmaktadır. Kadın araştırmalarına dayanan, sözde bilimsel ve sadece belirli bir çevre tarafından anlaşılabilen birçok yayın olduğundan bilimsel kadın araştırmaları sık sık bu tür yayınlarla karıştırılmakta ve bu da oldukça fazla öznellik ve bilimsel olmama suçlamasına yol açmaktadır. Tarihî kadın araştırmaları. Öncelikli eğilimi kadın tarihinin yeniden oluşturulmasıdır. Kadın araştırmaları, bilimde kadınların "unutuluşu"nu ve kadın bakış açısının yok sayılmasını eleştirmektedir. Kendiliğinden oluşan bu amaçlar, kadınlara ilişkin ve bir denge oluşana kadar kadın bakış açısının uygulanması ile bilimdeki boşlukların ortaya çıkarılması ve doldurulmasını kapsamaktadır. Bu durumda erkek odaklı tarih yazımının kadın odaklı olanlarla tamamlanması veya değiştirilmesi gerekmektedir. Böylece cinsiyet ideolojisi ve esas gerçeklik arasındaki ayrım ön planda durmaktadır. Geniş bir bakış açısıyla "büyük adamlar"ın "büyük kadın"larına ve bütün tabakadan kadın ve erkeklere baktığımızda temel kaynakların genişletilmesi bilimsel tartışmalardaki yazıt bilimsel, nümismatik, arkeolojik ve ikonografik kaynakları da kapsaması gerekmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12506", "len_data": 3175, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.24 }
Sakarya, Türkiye'nin Marmara Bölgesi'nin Çatalca-Kocaeli Bölümü'nde yer alan bir ildir. Ayrıca şu anlamlara da gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12523", "len_data": 121, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.7 }
Reenkarnasyon veya ruh göçü, ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan spiritüalistlerin bu olaya verdiği addır. Reenkarnasyon kavramı Asya dinlerindeki tenasüh kavramından biraz farklı olmakla birlikte, benzerlik arz eder. Günümüzde ruh göçüne inanan insanların sayısı bir milyarı aşmaktadır. (Hindular, Budistler, Jainistler, Vikanlar, Kaodaistler, Ekistler, deneysel Spiritüalistler vs.) Ayrıca Dürzîlik ve Nusayrîlik gibi Orta Doğu'da yayılmış bazı dinlerde de bu inanış mevcuttur. Ruh göçü kavramına inanmış topluluklar. Bilinen Batı tarihinde ilk kez Pisagor ve Platon gibi bazı eski Yunan bilgin ve filozofları tarafından dile getirilmiş olan ruh göçü kavramı, aslında çok eski çağlardan beri, eski Mısır, Kelt, Maya ve İnka uygarlıkları gibi birçok uygarlıkta bilinen ve kabul görmüş olan bir kavramdır. İskandinav mitolojisinde de ruh göçüne ilişkin ögeler bulunmaktadır. Platon ruh göçü fikrine özellikle "Phaidon", "Symposion" metinlerinde ve "Devlet" metninde geçen "Er Mitos"'unda değinmiştir. Antik çağın Yunanistan'ından sonra Gnostiklerce de kabul edilmiş ve Roma Uygarlığı'nda özellikle Mitraizm misterlerinde benimsenmiş bu kavrama Kabbala'da (gilgulim) ve belirgin ifadelerde bulunan sufilerin (Ferideddin Attar, Bahram Elahi) sayısı az olmakla birlikte tasavvufta da rastlanır. Günümüzde de ruh göçü kavramını kabul eden birçok inanç sistemi, tarikat ve felsefi akım bulunmaktadır. Ruh göçü fikrini kabul etmiş eski ve yeni inanç sistemlerinin mensupları arasında, Hindular (Yoga, Vaishnavism, Shaivism), Katharlar (Cathares), Eseniler (Esseniens), Caynacılar (Jainistler), Sihistler, Umbanda'cılar (Makumba, Brezilya), Yezidiler, Nusayriler, Dürzîler, Anadolu Kızılbaşları ve birçok mezhep sayılabilir. Bu kavram Asya’nın Şamanist toplumlarının birçoğunda ve birçok Kızılderili kabilesinde de mevcuttur. Kimi zaman Budist yeniden doğum anlayışı da reenkarnasyon olarak nitelenmektedir. İskandinav mitolojisinde ruh göçü. Reenkarnasyon kavramına İskandinavya veya Viking mitolojisi de denilebilecek İskandinav mitolojisinde, manzum olarak yazılmış Edda destanında rastlanır. Edda destanını kaleme alan, Helgi Hjörvarðsson ve üstadı valkür Sváfa’nın aşk hikâyelerinin Helgakviða Hjörvarðssonar’da anlatıldığını söyler. Onlar Helgi Hundingsbane ve valkür Sigrún olarak yeniden doğmuşlardı. Helgi and Sigrún’un aşk hikâyesi Völsunga destanının bir kısmına ve kahraman I. ve II. Helgakviða Hundingsbana’nın maceralarına konu teşkil eder. Onlar ikinci kez Helgi Haddingjaskati ve valkür Kára olarak doğmuşlardı. Fakat ne yazık ki, hikâyeleri olan Káruljóð, yalnızca Hrómundar saga Gripssonar (Hromund Gripsson) destanında ve muhtemelen değiştirilmiş bir biçimde bulunmaktadır. Vikingler’de ruh göçü inanışının olağan (sıradan) bir inanış olması gerekir. Nitekim Edda Destanı’nın yorumcusu insanların ruh göçüne inanmaya alışkın olduklarını yazar. Şamanizm'de ruh göçü. Asya şamanizminde, bazı Kuzey Amerika ve Güney Amerika Kızılderililerinde ve kimi Afrika kabilelerinde ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yaşadığı öte-âleme ruhlar diyarı adı verilir. Kuzey Asya halkları, insanın birden fazla, üç ya da yedi “can”ı olduğuna inanırlar. Örneğin Yakut Türkleri, Çukçiler ve Yukagirler, insanın üç “can”ı olduğuna inanırlar. Ölüm olayında biri mezarda kalır, biri “ruhlar diyarı”na iner, üçüncüsü “Göğe” çıkar. İnsanın “ruhlar can”ı öte-âlemin eşiğini bekleyen eşik bekçisine rastlar; sonra kayıkla öte yakaya geçer. Gölgeler diyarı’nda ölü, yeryüzünde sürdüğü yaşamı sürer. Ölüler, bir süre sonra, yeryüzünde tekrar doğabilirler. Uygurlar, inandıkları sürekli olarak tekrar doğma olgusuna “sansar” adını verirler. Kişinin ölüm olayı ile bedenini terk etmesinden sonra içine düşeceği teşevvüş Asya şamanizminin kimi tradisyonlarında günahkârların ölüm sonrasında ifritlerle karşılaşma veya “köprü”den geçme dönemi olarak belirtilir. Şamanların görevlerinden biri de ölen kimseye bu ifritlerden kurtulmada yardım etmektir. Şamanist geleneğe göre insanlar günahkâr olduklarından ilâhî yasalar gereği öldükten sonra bu ifritlerle karşılaşmak zorunda kalırlar; fakat Tanrı insana acıdığından şamanların insanlara bu konuda yardım etmesi için yeryüzünde şamanlık kurumunu kurmuştur. Asya Şamanizmin'de ölümden sonraki yolculukta ölünün geçemediği takdirde azap çekmesinin söz konusu olduğu bir köprüyle karşılaşılır. Şaman bu köprüyü kolayca geçebildiği gibi, ölenlere de bu köprüyü geçmelerinde yardım edebilir. Orta Sibirya şamanizmine göre, şaman, birkaç ‘ırmağı’ ve bir “köprü”yü geçtikten sonra “gölgeler diyarı”nın uzandığı “büyük su”ya gelir. Altay Türkleri tradisyonunda şamanın gölgeler diyarını ziyaret edişinde bir dağa çıkış olgusu da bulunur. Bu diyarda ölüler aynen dünyadaki yaşamlarını sürmektedirler. Onlar orada yeryüzünde tekrar doğmaya hazırlanırlar. Ruh göçü kavramına Amerika’nın birçok Kızılderili kabilesinde rastlanır. Inuit’lerde ruh göçü kutsal kabul edilen bir kavramdır. Kuzey Amerika kızılderililerinin birçok kabilesine göre, ölüm olayından sonra ruh ve gölge bedenden ayrılır. Ruh, “kurt”un hükmettiği âleme gider; yeryüzündekilerin ilişki kurabilecekleri onun “gölge”sidir. Ruh, “gölge”yle birleşince yeni bir varlık oluşturur ve yeryüzünde tekrar doğar. Güney Amerika kızılderililerinin çoğunun dillerinde, ruh, gölge ve imaj kavramları aynı sözcükle karşılanır. Taoizm’de Ruh Göçü. Ruh göçünden bahseden en erken Taoist belgeler Han Sülalesi dönemine dayanır. Bu belgelerde “Lao Zi’nin Üç Hükümdar ve Beş İmparator Dönemi”nden itibaren farklı dönemlerde farklı kişiler olarak yaşadığı anlatılır. Taoizm’in kutsal kitaplarından Chuang Tzu’da (MÖ 4. yüzyıl) şöyle denir: “"Doğum başlangıç değildir, ölüm de son değildir. Varoluş sınırsız, sonsuzdur; bir başlangıç noktası olmayan süreklilik söz konusudur. Sınırı olmayan varoluş (varlık) uzaydır. Başlangıç noktası olmayan süreklilik zamandır. Doğum da vardır, ölüm de; biri dışarı doğru olan sonuçtur, diğeri içeriye doğru olan sonuçtur. Böylece, biçimini görmeksizin, 'İlâhî Olanın Kapısı'ndan bir içeri bir dışarı geçilir".” (Zhuang Zi, 23) Grek kültüründe ruh göçü. Ruh göçü inanışının Batı tarihindeki kökenleri bir yandan Kelt rahipleri Drüidler’e ve diğer pagan gruplara bir yandan Grek kültürüne dayanır. Grek uygarlığında ruh göçü inanışının adı "ruhların göçü" anlamına gelen "μετεμψῡ́χωσῐς"'dir ("metempsū́khōsĭs") (Latincede "metempsychosis"). Tarihçi Herodotos’a göre Grek uygarlığındaki bu inanışın kökeni eski Mısır’dı. Hermes Trismegistus'a dayandırılan Hermetika’da reenkarnasyon doktrini merkezî konumdadır. Bu inanışın Grek uygarlığında MÖ 8. yüzyıl ile MÖ 6. yüzyıl arasında yeşerdiği sanılmaktadır. Kökeni tam olarak bilinmemekteyse de birçok araştırmacı Orfe ve Pisagor’la başladığı düşüncesindedir. Sokrates ve Platon da ruh göçüne inanmışlar ve Pisagor ile Platon reenkarnasyon doktrinini çevrelerine inisiyatik eğitimle açıklamışlardır. Birçok eski kaynak Pisagor’un önceki yaşamlarını hatırlayabildiğini doğrulamaktadır. Orfecilik (Orfizm) ve Pisagorculuk ruh göçü doktrininin antik çağdaki temel taşlarını oluştururlar. Bu öğretinin daha sonra Pindar gibi şairleri ve Platon gibi filozofları etkilediği görülmektedir. Platon benimsediği reenkarnasyon ilkesinden "Phaidon", "Menon", "Şölen" adlı eserlerinde ve özellikle "Devlet" eserinde geçen "Er Mitos"'unda doğrudan veya dolaylı olarak söz etmiştir. Romanlaştırdığı "Phaidon" adlı diyaloglarının son kısmında Platon, Sokrates’in şu sözlerine yer verir: “"Yeniden yaşamak… Eminim ki gerçekten böyle bir şey var; bu, ölüden çıkan bir yaşam".” Buna karşılık Sokrates’in yaşamı hakkında bilgi veren diğer kaynak olan Ksenophon Sokrates’ten ruh göçüne inanan biri olarak söz etmez. Platon çalışmalarında reenkarnasyon hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur. Orpheus’dan ve Pisagor’dan esinlenen akımlar Roma uygarlığında her zaman mevcut olmuşlardır. Roma uygarlığında ruh göçü kavramına inananlar özellikle maddi durumu iyi sınıflar, filozoflar ve sanatçılardan oluşuyordu. Vergilius ünlü “"Aeneis"” eserinde ruh göçüne birçok yerde göndermelerde bulunur (örneğin VI, 713). Yahudilikte ruh göçü. Ruh göçü doktrini kıyamet inanışına sahip geleneksel Yahudilikte bulunmamakla birlikte, popüler Yahudi inanışlarında ruh göçü kavramına ilişkin bazı unsurların yer aldığı görülmektedir. Örneğin birçok Yahudi; Âdem’in önce Nuh, sonra İbrahim, sonra Musa olduğuna inanır. Ayrıca vaktiyle inisiyatik bir örgütlenme içinde olmuş Esseniler adlı Yahudi topluluğunun ruh göçünü kabul ettiği bilinmektedir. Öte yandan Yahudiler’in mistik ve ezoterik tradisyonu olan Kabala’da ruh göçü kavramının bulunduğu görülür. Ruh göçüne özellikle "Sha'ar Ha'Gilgulim"’de değinilmektedir. İbranice’de bu kavram ruhların devreleri anlamında kullanılan "Gilgulei Ha Neshamot" terimiyle ifade edilir. Eserde ruhların tekâmül için çeşitli enkarnasyonlardan (doğumlardan, yaşamlardan) geçmesi gerektiği kavramı işlenir. Hristiyanlıkta ruh göçü. 19. yüzyılda doğmuş birçok akım ruh göçü inanışını benimsemiş durumdadır. Bunlar arasında spiritüalistler, okültizmden esinlenen teozofi, antropozofi gibi akımlar sayılabilir. Özellikle teozoflar ve New Age Hristiyanları geçmişteki birçok din ve inanışta ruh göçü kavramının yer almış olduğunu ileri sürerler. Onlara göre, ilk Hristiyanlar reenkarnasyona inanmaktaydı, fakat yanlış çeviriler ve önyargılar bu inanışın yer aldığı metinlerin kaybolmasına veya tahrif edilmesine neden olmuştur. Nitekim II. İstanbul Konsilinde bu inanış politik nedenlerle sansürlenmiş ve «"heretik"» olarak ilan edilmiştir. Politik nedenler arasında, Doğu Roma İmparatorluğu ile Batı Roma İmparatorluğu arasındaki iktidar çatışması, ilk yüzyıllardaki farklı kiliseler ve patrikler arasındaki güç çatışması ve özellikle Hristiyanlık öğretisinin henüz hararetli münakaşalar yaşadığı dönemdeki origencilik, monofizizm, nasturilik, ortodoksluk vs. farklı teolojik görüşler arasındaki çatışmalar sayılabilir. İlk Hristiyanların ruh göçüne inandığını ileri süren teozoflar ve Batılı spiritüalistler İncil’lerdeki bazı pasajları da iddialarına örnek olarak gösterirler. «Kilise Babaları»nın çoğu ruh göçü inanışını mahkûm etmişlerse de, bu inanışa ait birçok imalı söz hâlen kayıtlarda bulunmaktadır. Örneğin Kilise Babaları’nın en etkilisi sayılan Augustinus "İtiraflar"'ında şöyle der: «"Söyle bana Tanrım, söyle bana çocukluğum daha önce yaşamış olduğum, önceki ölümümle ayrılmış olduğum bir neslin devamı mıdır? (…) Bu yaşamdan önce neredeydim ey Tanrım, başka bir bedende mi"?» Augustinus "Contra Academicos" diyaloglarında ise şöyle der: ""Tüm felsefenin en saf ve en aydınlığı olan Platon’un mesajı sonunda hatanın gölgesini dağıttı ve şimdi özellikle Plotinos’ta parlıyor. Belki de üstadına benzeyen Platoncu Plotinos onunla vaktiyle aynı dönemde yaşamıştır ve hatta belki de Platon Plotinos olarak yeniden doğmuştur." » Fakat Teozofların bu yaklaşımı teologlar tarafından, özellikle Katolik teologlar tarafından şiddetle reddedilmiştir. Ruh göçünü kabul eden Kilise Babaları’ndan, üçüncü yüzyılda ölen Origenes’ten kaynaklanan Origencilik de 553’deki II. İstanbul Konsili’nde «"anatema"» olarak ilan edildi. Sonuç olarak, öyle görünüyor ki, Hristiyanlığın erken dönemindeki Sethianism ve Valentinus’un Gnostik Kilisesi gibi bazı Hristiyan mezhepleri reenkarnasyonu gerçekten ilke edinmişler ve bu yüzden Romalılar tarafından zulme uğramışlardır. 19. ve 20. yüzyılda Hristiyanlık ile ruh göçünü bağdaştırmaya çalışan girişimler olmuştur. Bu konuda Geddes Macgregor’ın “"Hristiyanlık ve Reenkarnasyon: Hristiyan Düşüncede Yeniden Doğmaya Yeni Bir Bakış"” ("Reincarnation in Christianity: A New Vision of Rebirth in Christian Thought") adlı kitabı, Antropozofi’nin kurucusu Rudolf Steiner’in “"Hristiyanlık ve Mistik Hakikat"” ("Christianity as Mystical Fact") adlı kitabı ve Tommaso Palamidessi’nin, önceki yaşam kayıtlarını edinebilmeye yardımcı bazı yöntemlerin önerildiği “"Önceki Yaşamların Hafızası ve Kendiliğinden Hatırlama Tekniği"” ("Memory of Past Lives and Its Technique") adlı kitabı belirtilebilir. Günümüzde reenkarnasyonu kabul eden birçok Hristiyan kurum ve mezhep bulunmaktadır. Bunlar arasından Christian Community, Liberal Catholic Church, Unity Church, Christian Spiritualist Movement, Rosicrucian Fellowship ve Lectorium Rosicrucianum örnek olarak gösterilebilir. Gnostisizm'de ruh göçü. Ruh göçünü kabul eden akımlardan biri de Gnostisizm’dir. Gnostikler, özellikle Ürdün, Anadolu ve Mısır’da yaşamışlardır. Gnostik öğretiler çeşitli olmakla birlikte ortak hareket noktalarının şu ilkelerde toplandığı söylenebilir: Gnostik bilgelerin hemen hemen hepsi, reenkarnasyonu kabul eder. Bu bağlamda gnostikler dünya yaşamının kendilerini kurtuluşa götürecek “gnosis”in elde edilmesine bir araç olarak görürler. Kurtulanlar ilahi âleme nüfuz eder, o âlemle birleşirler; kurtulamayanlar da kurtuluşa kadar bu dünyada yeniden doğarlar. En önemli gnostik üstatlar arasında Simon Magus, Valentin, Basilide, Carpocrade, Saturnin, Marcion’un isimleri sayılabilir. MS I ve 2. yüzıllarda okutulan gnostisizmi Kilise hep sapkın bir yol olarak görmüş ve göstermiştir. Gnostisizm’den Orta Çağ’da etkilenen topluluklar arasında Katharlar ve Bogomiller sayılabilir. Bunların görüşlerini heretik kabul eden Kilise tarafından yok edilmişlerdir. Katharlarda ruh göçü. Katharizm ya da Katarcılık Orta Çağ’da Fransa’nın Albi bölgesinde ortaya çıkan, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’nın batı kısmındaki ülkelerde etkili olan bir tarikattır. Din tarihçilerinden bazıları bu tarikatı Hristiyan tarikatlar sınıfına sokmaya çalışmışsa da, Kilise’nin görüşlerine karşı çıkmış ve reenkarnasyonu kabul eden bir tarikattır. “Kathar” adı, sözcük anlamıyla arınmış anlamına gelir. Albigeois olarak da adlandırılan Katharlar'ın (Cathares) temel görüşleri şöyle özetlenebilir: Kilise ve krallık Katharlar'ı birkaç kez imha girişiminde bulunmuş ve bunu sonunda 13. yüzyılda Haçlı orduları başarmıştır. 20.000 kişinin katledilmesi ve keşişlerin yakılmasından sonra, Kathar tradisyonu kısmen Trubadur'lar tarafından sürdürülmeye çalışılmışsa da, bunların yaymaya çalıştıkları öğreti de yine Engizisyon tarafından yasaklanmıştır. İslam’da ruh göçü. Kıyamet kavramını kabul eden diğer tek tanrılı dinlerde olduğu gibi, İslam'da da genel olarak ruh göçü kavramı yoktur. Tenasühü reddedenlerin delilleri. Birçok İslam bilgini, bu öğretiyi İslamiyet kapsamında görmez. İslâm'da tenasüh olmadığını savunanların argümanları şu âyetlerdir: "Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatımda artık iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir lâftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” "Görmediler mi ki, kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine dönüp gelmiyorlar." "Can boğaza dayandığı zaman, ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer cezalandırılmayacak iseniz, onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz. Fakat ölen kişiye gelince, eğer o (Allah'a) yakın kılınanlardan ise, Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır. Eğer O, sağın adamlarından ise, "(ey sağcı), sana sağcılardan selam!" (denir) Ama yalanlayıcı sapıklardan ise; İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır. Ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte. "Hayır hayır, ne zaman ki can köprücük kemiklerine dayanır, "Tedavi edebilecek kimdir?" denilir. Can çekişen bunun o ayrılık anı olduğunu anlar. Bacak bacağa dolaşır.. İşte o gün sevk, ancak Rabbinedir. Tenasühü savunanların delilleri. Tenasühü savunan akımlar, özellikle Bâtınîler, Kuran'da tenâsühle (ruh göçüyle) ilişkili bazı bâtınî (üstü kapalı, sembolik) ifadeler olduğuna inanırlar. Tenâsühün, İslâm'da var olduğunu savunanlar şu âyetleri delil olarak getirirler: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz." "Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz)." Mevlana Celaleddin Rumi'nin ve Yunus Emre'nin şu sözlerinde de reenkarnasyonun ima edildiği düşünülmektedir, ama bu düşünceler tasavvufu yeterince özümsememiş düşüncelerdir: “Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü?"”(Mevlana Celaleddin Rumi) "Ete kemiğe büründüm, Yunus olarak göründüm (…) Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası"."(Yunus Emre) Gnostisizm etkisi altındaki Dürzîlik ve Nusayrilik gibi bazı Şii mezheblerinde de ruh göçüne inanılmaktadır. Örneğin, Yaşar Nuri Öztürk'e göre reenkarnasyon hayatın en muhteşem gerçeklerinden biridir. Yarsanizm’de ruh göçü. Kürt ezoterizminde reenkarnasyonu kabul eden metinler bulunmaktadır. Örneğin, İranlı sufi üstadı , "Kemâl Yolu" eserinde kişinin ruhsal tekâmül yolundaki kurtuluşa ermesi için yaklaşık 50.000 yıl boyunca çeşitli bedenlerde reenkarne olması gerektiğini ifade eder. Hinduizm’de ruh göçü. Ruh göçü Hinduizm'in temel inanışlarından biridir. Hint'in diğer geleneksel dini sayılan Jainizm'de de mevcuttur. Bu dinlerdeki ruh göçü kavramı Türkçede tenasüh olarak bilinir. Reenkarnasyon ve tenasüh kavramları, aynı ilkeleri içerdikleri sanılarak birbirleriyle sık sık karıştırılmaktadır. Oysa bu iki kavram arasında çok temel farklılıklar bulunmaktadır. Bu temel farklar şöyle açıklanır: Kimi spiritüalistlere göre tenasüh inanışı, eski inisiyelerin ezoterik bilgilerine sahip olmayan Hint rahip sınıfının sembolleri yanlış yorumlamasından kaynaklanmıştır. Çağdaş gelişmeler. Modern düşünürler. Rönesans sırasında kamunun ilgisini çeken ve yeni yeşeren bir konu da ruh göçü olmuştu. Yeniden doğma konusunda önde gelen figürlerden biri İtalya’nın baş filozofu ve şair Giordano Bruno (1548-1600) olmuştur. Fakat ruh göçü hakkındaki öğretimi yüzünden Engizisyon tarafından kazıkta yakılmaya mahkûm edilmiştir. Ruh göçü kavramı Alman edebiyatının klasik dönemi sırasında çok ilgi çekmiştir. Örneğin Goethe (1749-1832) eserinde bu kavramı canlandırmış ve Lessing (1729-1781), Charles Bonnet ve Herder’den edindiği ruh göçü fikrini daha ciddi olarak ele almıştır. Hume (1711 -1776) ve Schopenhauer (1788 – 1860) da ruh göçü fikrinden saygıyla söz etmişlerdir. Nobel ödüllü İrlandalı şair William Butler Yeats (1865-1939) okült tezinde yeni reenkarnasyon teorisini sunuyordu. Yeats’e göre reenkarnasyon, lineer zaman taslağı içinde gerçekleşiyor olamazdı. Ruh göçü kavramının sistematize edilişi: Reenkarnasyonizm. 19. yüzyıl sonlarına doğru Batı’da, gerek okültizme artan ilgi etkisiyle, gerekse Hint dinlerinin antropolog ve filozoflarca daha sistemli incelenmesiyle reenkarnasyona doğru büyük bir dönüş yaşanmıştır. Birçok ezoterik grup reenkarnasyon kavramını öğretilerinin merkezine yerleştirdi. Bu yayılım, meyvelerini iki güçlü ekolün kurulmasıyla verdi: Bunlardan biri Avrupa’da spiritizm adıyla ortaya çıkan, Allan Kardec tarafından kurulan deneysel ruhçuluk, diğeri Ukrayna doğumlu H.P. Blavatsky tarafından 1857’de kurulan Teozofi Cemiyeti’dir. Ruh göçü ya da sürekli olarak tekrar doğmak kavramı ilk kez Fransız fizikçi ve yazar Allan Kardec (1804-1869) tarafından sistemli bir hale getirilmiş ve adına “tekrar ete girme” anlamında reenkarnasyon denilmiştir. Kardec, kurduğu “deneysel spiritüalizm”i "spiritizm" adıyla ilk kez 18 Nisan 1857’de yayımladığı “"Ruhların Kitabı"” adlı eserinde açıkladı. Ardından yazdığı diğer eserlerle konuyu ayrıntılı bir şekilde ele aldı. Spiritizm'in ilkelerinden bazıları şunlardır: Fransa ve İspanya Kiliseleri Kardec’in eserlerinin büyük ilgi görmesinden rahatsızlık duymuşlar ve karşı tavır almışlarsa da, Kardec’in açtığı yoldan giden izleyicilerinin sayısı hızla çoğalmıştır. Deneysel Spiritüalizm, Latin Amerika ülkelerinde Kardesizm adını almıştır. Spiritüalistler reenkarnasyon ilkesini kabul etmese de tüm inanç sistemlerine saygı gösterilmesi gerektiğini düşünürler ve inanç ve fikirlerin farklı farklı olmasını doğal karşılarlar. Çünkü spiritüalistlere göre herkesin gelişim gereksinmeleri bir değildir, dolayısıyla herkesin yürüyeceği yollar farklıdır; zaten dünyadaki insanların hepsi aynı fikirde, aynı görüşte olsaydı ve hiçbir anlaşmazlık olmasaydı ne ruhsal gelişim olanağı olurdu, ne de yaşamın tadı kalırdı; herkes robotlardan farksız olurdu. Bu nedenle Neo-spiritüalistler kimseye "kendi yolunuzu bırakın, bizim yolumuza gelin" diye çağrıda bulunmaz. Spiritizm’deki ya da diğer adıyla deneysel spiritüalizmdeki reenkarnasyon kavramı, yukarıda açıklandığı gibi, Hinduizmdeki “tenasüh” adı verilen kavramdan birçok bakımdan farklıdır. Günümüzde bu reenkarnasyon geleneğinin devamı New Age denilen akımda bulunmaktadır. Günümüzde Yeni Çağ (New Age) oluşumlarının da ilgi gösterdiği reenkarnasyon kavramını kabul eden örgütlü topluluklardan başlıcaları spiritüalistler, teozoflar ve antropozoflar adlarıyla bilinirler. Ayrıca, ABD’de de ruh göçü kavramları, spiritüalizmdeki reenkarnasyon kavramına yakın olmakla birlikte bu terimi kullanmayan ve kullanan çeşitli topluluklar ve dernekler bulunmaktadır. Antropozofi. Rudolf Steiner tarafından kurulan Antropozofi akımında reenkarnasyon kavramının önemli bir yeri vardır. Steiner ruhları; gelişim amacıyla yeni deneyimler edinmek üzere, her devirde farklı ırklarda, farklı uluslarda bedenlenen varlıklar olarak tanımlamıştır. Zaafları, kudret ve yetenekleriyle ruhların kişisel yapıları; bulundukları fiziksel bedenin genetik kalıtımının yansımasından ibaret değildir. Her ruh, gelişim gereksinimlerine göre gelecek yaşamında bedenleneceği aileyi kendisi seçer. Kişinin karakteri, geçmiş yaşamlarıyla belirlenir. Antropozofiye göre “şimdi”, “geçmiş” ve “geleceğin” bir tür bileşkesi gibidir. Şimdiye kadar belirlenmiş, kaçınılmaz hale gelmiş mukadderatımız; geçmişteki fiillerimizin bir sonucudur. Karşılaştığımız kimi olaylar geçmişteki fiillerimizin sonucu olarak karşımıza çıkmakta, kimi olaylar da bizi geleceğe doğru biçimde hazırlamak üzere karşımıza çıkmaktadır (sınavlar vs.). Her ikisinde de insana özgür irade hakkı tanınmıştır; mukadderatımızı bizzat kendimiz yaratıyoruz. Antropozofinin mukadderata bu bakış açısı neo-spiritüalist bakış açısına çok yakındır. (Bkz. Mukadderat). Antropozofi, geçmiş yaşamları ve insan varlığının en derin doğasını idrak edebilme yeteneğini geliştirmek üzere çeşitli spiritüel egzersizler geliştirmiştir. Ayrıca Steiner, Julianus’tan Karl Marx’a kadar tarihsel önemi olan birçok kişiyi karmik ilişkileri bakımından incelemiştir. Teozofi. Batı teozofisinin kurucusu, daha doğrusu 1857’de Teozofi Cemiyeti’ni kurarak teozofiyi Batı'da kurumsallaştıran kişi Helena Petrovna Blavatsky'dir. Teozofi Cemiyeti'ne üye olan ünlü isimlerden bazıları Thomas Alva Edison, talyum elementini keşfeden William Crookes, sonradan Antropozofi'yi kuran Rudolf Steiner'dir. Batı teozofisi bir yandan okült tradisyon, diğer yandan Doğu (özellikle Hint) tradisyonları üzerine kurulmuş; ezoterik bilgilerden yararlanan felsefi bir sistemdir. Teozofi kurumu, üç ilkesini şöyle açıklar: Reenkarnasyon, modern teozofinin ana ilkelerinden biridir ve bir teozof yazara göre, “"modern sorunları çözmede üstat-anahtar"dır". Scientoloji. Reenkarnasyonu kabul eden dini akımlardan biri de, temeli Amerikalı bilimkurgu yazarı L. Ron Hubbard tarafından 1952'de atılan Scientoloji’dir. “Geçmiş reenkarnasyonlar” anlamında kullanılan “geçmiş yaşamlar” ifadesi, Scientoloji Kilisesi'nin ilke ve uygulamalarında anahtar rolündedir. ABD'de aralarında Xavier Deluc, John Travolta, Tom Cruise, Juliette Lewis, Catherine Bell, Isaac Hayes, Chick Corea ve Beck gibi ünlü isimlerin de bulunduğu, milyonlarca izleyicisi olan bu dini akımda "kişisel manevi denetleme"nin amacı; kişinin yüksek bir spiritüel idrak haline ulaşarak "yaşam-sonrası" rahatsızlıklardan kurtulabilmesi ve "yaşam-sonrası hafıza"sını tekrar edinebilmesidir. Reenkarnasyon üzerine bilimsel araştırmalar. Ünlü İngiliz biyolog Thomas Huxley, reenkarnasyon fikrinin makul bir fikir olduğunu düşünmüş ve “"Evrim ve Etik" ("Evolution and Ethics")" ve “"Denemeler" ("Essays")" adlı kitaplarında bu fikri tartışmalı olarak ele almıştır. ABD'de son zamanlarda, kimilerince 20. yüzyılın Galilesi sayılan Kanadalı-Amerikalı psikiyatrist Ian Stevenson tarafından sürdürülen bilimsel araştırmaların sonuçlarının yayımlanmasıyla reenkarnasyona olan ilgi biraz daha popüler hale getirilmiştir. Reenkarnasyonun varlığının lehindeki en ayrıntılı kişisel rapor dosyaları Virginia Üniversitesi’nden Prof. Ian Stevenson tarafından “"Yirmi Açık Reenkarnasyon Vakası" "(Twenty Cases Suggestive of Reincarnation)", “Reenkarnasyon ve Biyoloji: Doğum İşaretlerinin ve Doğum Kusurlarının Etiyolojisine Bir Katkı, Cilt 1: Doğum İşaretleri" ("Reincarnation and Biology: A Contribution to the Etiology of Birthmarks and Birth Defects Volume 1: Birthmarks")" ve “"Reenkarnasyon ve Biyoloji: Doğum İşaretlerinin ve Doğum Kusurlarının Etiyolojisine Bir Katkı, Cilt 2: Doğum İşaretleri ve Diğer Anormallikler" ("Reincarnation and Biology: A Contribution to the Etiology of Birthmarks and Birth Defects Volume 2: Birth Defects and Other Anomalies")" adlı kitaplarda yayımlanmıştır. (İncelemelerinin bir kısmı Charlottesville Üniversitesi tarafından İngilizce olarak, 6 büyük cilt halinde yayımlanmıştır.) Prof. Stevenson 40 yılını, geçmiş yaşamlarını hatırlıyor gibi görünen çocukları incelemeye hasretti. Yaklaşık 1000 çocuk üzerinde incelemelerde bulundu. (İncelediği vakaların sayısı 2002 yılında 2006’yı bulmuştur.) Prof. Stevenson her vakada çocukların raporlarını metotlu olarak belgeledi. Böylece çocukların anlattıkları ile ölen kişilere ait olguların paralellik göstermekte olduğunu doğrulamayı başardı. Aynı zamanda söz konusu ölen kişilerde ölüm ve yaralanmaya yol açmış yara izlerinin söz konusu çocuklarda doğum işareti ve doğum kusuru olarak belirmiş olduğunu, otopsi fotoğrafları gibi tıbbi kayıtlarla doğruladı. Prof. Stevenson’un yardımcılarıyla bilimsel anlamda son derece titiz bir şekilde incelediği bu vakalarda, geçmiş yaşamlarını (reenkarnasyonlarını) hatırladıklarını söyleyen bütün çocukların iddiaları araştırılmış ve hepsi doğrulanmıştır. İncelemelerini genellikle reenkarnasyona inanılan ülkelerde sürdürmüş olan Stevenson, yayımlanan son kitabında ise Batı’da rastladığı 6 vakayı sunmuştur. Stevenson tarafından belgelenmiş tipik bir vakada, Beyrut’taki bir çocuk 25 yaşında bir motor tamircisiyken plaj yolu üzerinde hız sınırını aşmış bir arabanın çarpmasıyla ölmüş olduğunu anlatmaktaydı. Çeşitli tanıklıklara göre çocuk; sürücünün adını, kazanın tam olduğu yeri, motor tamircisinin kız kardeşlerinin, anne ve babasının, kuzenlerinin ve birlikte ava gittiği arkadaşlarının adlarını veriyordu. Vaka doğrulandı, çocuk söz konusu motor tamircisinin ölümünden birkaç yıl sonra doğmuştu ve çocuğun ailesinin ölen adamla görünür hiçbir irtibatı yoktu. Stevenson’un ilk incelemelerini daha ziyade reenkarnasyona inancının yoğun olduğu ülkelerde yapmıştı. Bu bakımdan bir eleştiri aldığında, bu kez incelemelerini Batılı ülkelerde de yaptı ve Avrupa’da incelediği bu tür reenkarnasyon vakaları üzerine bir kitap yayımladı. Daha başka birçok kişi reenkarnasyon fenomenini sorgulamış ve bunun makul bir fenomen olduğu sonucuna varmıştır. Bu kişiler arasında Peter Ramster, Dr. Brian Weiss, Dr. Walter Semkiw ve başkaları sayılabilir. Fakat bu kişilerin çalışmaları bilim çevreleri tarafından genellikle kuşkuyla karşılanmıştır. Dr. Karl Sagan gibi bazı kuşkucular, daha fazla reenkarnasyon araştırmasının yapılması gerektiği düşüncesindedirler. Sembolizm'de reenkarnasyon. Eski uygarlıklarda ve çeşitli geleneklerde ruh göçünün simgelenmesinde şu sembol ve sembolizmlerin kullanıldıkları ileri sürülür: Kuyruğunu ısıran yılan, ağaca dolanmış yılan, kelebek, spiral, feniks, mumya üzerine konulan ankh, kemik, daire, bilgi ağacının ya da hakikat ağacının meyvesinin yenilmesi, yaşam çarkı (budizm), geyik (şamanizm), ırmağın karşı kıyısına geçen ak koyunun kara koyuna dönüşmesi (Gal), suyun bir vazodan ötekine aktarılması (eski Yunan). Fakat bu semboller tek anlamlı olmadıklarından yalnızca ruh göçünü simgelemek üzere kullanılmadıkları, çok anlamlı bu sembollerin farklı bağlamlarda farklı anlamlarda da kullanıldıkları belirtilir. Filmlerde reenkarnasyon. Batı’da, reenkarnasyonu konu alan veya reenkarnasyonla ilgili olan filmlerden bazıları şunlardır: Müzikte reenkarnasyon. Reenkarnasyonla ilgili müzik parçaları ve albümlerden bazıları şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12528", "len_data": 28626, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.45 }
Ergenekon Efsanesi veya Ergenekon Destanı; kaynaklara göre Göktürklerin yeniden doğuşuna ilişkin hikâye. Tarihî eserlerde Ergenekon Destanı. 14. yüzyılda Reşidüddin Hamedani'nin kaleme aldığı "Cami’üt-Tevarih" adlı eserinin "Mujallad-i Awwal" (Birinci Kitabı: Moğol tarihi) in "Bāb-i Awwal" (Birinci Bölüm: Türk ve Moğol kabilelerinin tarihi) inde Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılan efsane, 17. yüzyılda Şiban'ın torunlarından ve Hiva Hanlığının hanı olan Ebu'l Gazi Bahadır'ın kaleme aldığı "Şecere-i Türkî" adlı eserde de Moğolların yaratılış destanı olarak anlatılır, bazı kaynaklara göre ise bir Türk destanıdır. Bahsi geçen iki tarihi kaynakta Nekuz (Nüküz) ve Qiyan (Kıyan) adlı kardeşler ile onların eşleri Tatarlar tarafından yenilince önce Ergene Kon (Farsça:"ارگنه قون"; "Ergene Qon") adı verilen dar ve sarp bir yere gitmiş, 400 yılda sülalesi çoğalıp oraya sığmaz olunca Ergenekon'dan çıkmıştır. Ergenekon'dan çıktıkları zaman yol göstericilerinin Börteçine olduğu düşünülmektedir. Başka kaynakçalara göre ise Ergenekon bölgesinde yaşayan Göktürk milletine o bölgenin sahibi olan ülke tarafından baskı yapılmış. Ergenekon'luların bulundukları bölgeden çıkması imkânsızmış. Çünkü etrafları dağlarla çevriliymiş. Ergenekonlular buradan çıkmak için büyük bir ateş yakıp bu dağları eritmiş ve kurtulmuşlardır. Ancak Göktürklerin yaratılış destanıyla olan benzerlikleri gerekçe göstererek Türklere ait bir destan olduğunu iddia eden araştırmacılar da mevcuttur. Ayrıca Talât Sait Halman'a göre ise, bozkurt destanının genişletilmiş bir versiyonudur; mitolojik bir varlık olan bozkurtun koruması sayesinde soylarının tükenmesi tehlikesinden kurtulan ve yine bozkurtun sayesinde geçit vermez dağlarla çevrili Ergenekon vadisinden çıkan bir Türk topluluğunun öyküsünü anlattığını iddia etmektedir. Diğer görüşlere göre ise Türkler ve Moğollar arasında benzer şekilde anlatılan efsaneler söz konusudur. Efsane kimi zaman Nevruz ile de ilişkilendirilmiştir. Ergenekon. Türklerin Orta Asya'daki efsanevi anayurdu. Rus tarihçi Gumilev'in tarifine göre dik yamaç anlamını taşır. Ergenekon'un gerçekte nerede olduğu hakkında çeşitli savlar öne sürülmekle birlikte, bu konuda kesin bir bulgu yoktur. Eski eserlerde yer alan tasvirlere göre Ergenekon'un Altay dağlarındaki, Beluça dağında olduğundan bahsedilmektedir. Destanın kökeni. Önce sözlü olan efsane daha sonra çeşitli kaynaklarda bahsedilerek yazılı hale getirilmiştir. Tamamı hakkında fikir birliği olmadığı ve yazılı metinlerde kısa özet şeklinde olduğu için "Ergenekon Efsanesi" şeklinde de isimlendirilmektedir. Ergenekon Destanı olarak bilinen öykü, iki ana kısımdan oluşmaktadır: İlk öykü üç ayrı Çin vakayinamesinde Türklerin türeyiş öyküsü olarak anlatılmıştır. İkinci öykünün özeti yine Çin kaynaklarında yer almıştır. Reşidüddin Hamedani'nin Cami’üt-Tevarih'i ve ikincisi ise Ebul Gazi Bahadır Han'ın "Şecere-i Türkî" isimli eserleri gibi XIII-XVII. yüzyıl arasında yazılmış çeşitli eserlerde, efsanede yer alan vadiye "Ergenekon" adı verilmiştir; ancak bu kaynaklarda efsanenin kahramanı Türkler değil, Moğollardır. Orta Asya tarihi profesörü Devin DeWeese, bir mağara ya da vadideki tutsaklıktan kurtuluş motifinin Orta Asya halklarınca değişik biçimlerde anlatıldığına dikkat çeker ve Türkler ile Moğollar arasında benzer öykülerin anlatılmasının olağan olduğunu belirtir. Daha sonraki bir tarihte bozkurdun himayesinde türeyiş teması ile vadiye yerleşme ve vadiden kaçma motifleri birleştirilmiş, "Ergenekon Destanı" başlığı altında bir Türk destanı olarak anılmaya başlanmıştır. Fuat Köprülü'ye göre, Cengiz Han'ın soyunda var olan Türk kökenli aile nedeniyle efsanede bahsedilen Moğollar aslında Oğuzlar'dır. Reşidüddin Hamedani ve Ebul Gazi Bahadır Han'ın hikâyelerindeki benzerliğin nedeni de budur. Tarihi kaynaklar. MS VI. yüzyılın ikinci yarısı ve VII. yüzyıl başı arasındaki dönemde yazılmış Çin vakayinamelerinde, bir savaş sonucunda kavminin hayatta kalan tek üyesi olan çocuğun bir kurt tarafından büyütülerek ölümden kurtulması ve soyunu devam ettirmesi anlatılır. Çin kaynaklarına göre Göktürkler bu soydan gelmektedir. Bu öykü daha sonra Ergenekon destanı çerçevesinde anlatılmıştır. Yine VI. yüzyıla ait Çin kaynaklarında Türklerin tutsak kaldıkları bir mağaradan ya da dağlarla çevrili bir vadiden kurtuluşları öyküsü aktarılmaktadır. Ancak bu anlatılarda "Ergenekon" ismi yer almamaktadır. "Ergenekon'dan Çıkış" öyküsü, XIII. yüzyıl sonunda İlhanlı saray görevlilerinden Reşidüddin Hamedani'nin Cami’üt-Tevarih'inde (cilt I, bölüm I) anlatılmıştır. Ancak bu metinde anlatılan öykünün kahramanı Göktürkler değil, Moğollardır. Bu metinde Ergenekon vadisinden çıkış öyküsü ağırlık taşır, "kurttan doğan çocuk" motifi yer almaz. Sonraki dönemlerde, XV. ve XVI. yüzyıllarda Çağatay Türkçesi ve Farsça yazılmış eserlerde Ergenekon destanı bir Moğol efsanesi olarak yer almaktadır. XV.-XVI. yüzyıllarda Farsça yazılmış bir eser olan "Şeceretü'l-Etrak" (Türklerin Şeceresi), XVI. yüzyıl başında Türkçe yazılmış "Tevarih-i Güzide-i Nusretname", XVI. yüzyıl ortasında Türkçe yazılmış olan "Zübdetü'l-Athar" ve XVI. yüzyıl sonuna ait Farsça bir kitap olan "Abdullahname" gibi metinlerde Ergenekon efsanesi aktarılır. Türk Dili ve Edebiyatı profesörü İsa Özkan'ın aktardığına göre, XVII. yüzyılda Ebul Gazi Bahadır Han'ın "Şecere-i Türkî" adlı eserinde aynı öykü anlatılmıştır. Camiü't-Tevarih'ten yararlanılarak yazılan bu eserde de Moğolların konu edildiği görülmektedir. "Meydan Larousse" adlı ansiklopediye göre, XIX. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Rus şarkiyatçı Nikita Biçurin (İakinf / Hyacinth), sarp dağlarla çevrili vadiden çıkış öyküsünün bir benzerini "Ergenekon" adını vermeksizin Türklerin atalarının türeyiş öyküsü olarak anlatır ve bu anlatısını Çin kaynaklarına dayandırır. Destanın özeti. Moğol ilinde Oğuz Han soyundan İl Han'ın hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han, Moğol ülkesine savaş açtı. İl Han'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak yendi. İl Han'ın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız İl Han'ın küçük oğlu Kıyan, yeğeni Nöküz ile eşleri kaçıp kurtulmayı başardılar. Düşmanın, onları bulamayacağı bir yere gitmeye karar verdiler. Yabani koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağda dar bir geçide vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akarsular, pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyve ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrı'ya şükrettiler ve burada kalmaya karar verdiler. Bu yere "maden yeri" anlamında "Ergene Kon" adını verdiler. Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldılar ki, Ergenekon'a sığamadılar. Atalarının buraya geldiği geçidin yeri unutulmuştu. Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar. Bir demirci, dağın demir kısmı eritilirse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İl Han'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Ergenekon'dan çıktıkları gün olan 21 Mart'ta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırdılar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan, daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyarak dövdüler. Bugün hem özgürlük hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır. Türk edebiyatında Ergenekon Destanı. "Şecere-i Türk" Ahmet Vefik Paşa tarafından Çağataycadan Osmanlı Türkçesine çevrilmiş, bu çeviri Ekim 1863'ten itibaren Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edilmiştir. Ergenekon efsanesine ilişkin bölüm gazetenin 8 Kasım 1863 tarihli 143. sayısında yayınlanmıştır. I. Balkan Savaşı döneminde Ergenekon efsanesi milliyetçi yazarlar tarafından ilgi görmüştür. Ziya Gökalp'in Ergenekon temasını işleyen şiiri "Türk Duygusu" dergisinin 8 Mayıs 1913 tarihli sayısında "Türk An'anesi: Ergenekon" başlığıyla yayınlanmıştır; aynı şiir Ziya Gökalp'in 1914 tarihli "Kızılelma" kitabında "Ergenekon" başlığıyla yer almıştır. Ömer Seyfettin de "Halka Doğru" dergisinin 9 Nisan 1914 tarihli sayısında Ergenekon temalı bir şiir yayınlamıştır. Ömer Seyfettin'in bu şiiri büyük ölçüde Ziya Gökalp'in Ergenekon'undan izler taşır. Rıza Nur, 1928 tarihinde İskenderiye'de yayımlanan "Oğuznâme" adlı epik eserinde Ergenekon temasını işlemiştir. "Ergenekon destanı"nın bir Türk efsanesi olarak Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından yazıldığını ve Osmanlı'da, Selçuklu'da en küçük izine rastlanmayan bir hikâye olduğu iddia edilmektedir. Ancak Orhan Çekiç, bu ifadelere; Yakup Kadri'nin yazdığı eserlerin Ergenekon'u değil Kurtuluş Savaşı'nı anlattığını ve Hive Hanı Ebu'l Gazi Bahadır Han'ın 17. yüzyılda yazdığı "Şecere Türkî" eserinde Ergenekon Destanı'ndan bahsettiğini söyleyerek yalanlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12530", "len_data": 8864, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.59 }
Dayanım ya da mukavemet, cisimlerin çeşitli dış etkiler ve bu dış etkilerin neden olduğu iç kuvvetler karşısında gösterecekleri davranış biçimini inceleyen bilim dalıdır. Mekanik biliminin bir alt kolu olan mukavemet bilimi rijit olmayan (elastik, şekil değiştirebilen) cisimlerin mekaniği olarak da tanımlanabilir. Rijit cisimler mekaniği, cisimlerin üzerlerine etkiyen dış tesirler ile şekillerini değiştirmediğini kabul ederken, rijit olmayan cisimler mekaniği şekil değiştirmeleri de göz önüne alır. Teori, yapının bir ya da iki boyutlu öğelerinin incelenip, sonra bunların gerilim düzeylerinin iki boyutlu ve üç boyutlu olarak varsayılıp üç boyuta genelleştirilmesi ve maddelerin elastik ve plastik davranışları hakkında daha tam bir teori geliştirilmesiyle başlamıştır. Maddelerin mekaniğinin önemli kurucu ve öncülerinden biri Stephen Timoshenko’dur. Cisimlerin mukavemeti üzerine çalışma sıklıkla; kiriş, sütun, mil gibi yapısal öğelerdeki gerilim ve zorlamaları hesaplamak için çeşitli yöntemlerden yararlanır. Kullanılan modeller; uzunluk, genişlik, kalınlık makroskobik (geometrik) özellikleri yanında; akma dayanımı, maksimum mukavemet, Young Katsayısı, Poisson Oranı gibi özellikleri de dikkate alarak, bir yapının yüklenmeye verdiği tepkiyi ve bozulmaya karşı hassaslığını öngörmeye çalışır. Mukavemet bilimi birçok mühendislik dalının temel konularındandır. Uygulamada; İnşaat, makine, maden, gemi inşaat, havacılık mühendisliği gibi alanlarda yaygın olarak kullanılır. Bir bina kolonunun, uçak kanadının, makine dişlisinin veya bir maden galerisinin maruz kalacakları tesirlere dayanabilecek şekilde tasarlanması mukavemet biliminin uygulamalarına örnek olarak verilebilir. Kökeni. Mukavemet sözcüğü dilimize Arapçadan geçmiştir. Dayanma, karşı durma, karşı koyma, direnme, direniş, dayanırlık, direnç olarak Türkçeye çevrilebilir. Bir bilim dalı olarak Türkiye'de önceleri ‘’Cisimlerin Mukavemeti’’ olarak adlandırılmış, sonraları ise sadece ‘’Mukavemet’’ olarak adlandırılması yaygın kabul görmüştür. Günümüzde mühendislik dallarında okutulan bu bilim dalı dersleri ‘’Mukavemet’' olarak adlandırılmaktadır. Tanım. Madde biliminde, cismin mukavemeti, uygulanan yüke bozulmadan direnebilme yetisidir. Cisimlerin mukavemeti alanı, kuvvetlerle ve onların maddeler üzerinde yarattığı bozulmalarla ilgilenir. Bir mekanik öğeye yüklenen yük, kuvvetler birim temelinde ele alındığında, öğenin içinde gerilim kuvveti denen bir iç kuvvetin oluşmasına sebep olur. Cisimdeki gerilimler çeşitli şekillerde deformasyona sebep olur. Cisimdeki deformasyon, yine deformasyon birim temelinde ele alındığında, zorlanma olarak tanımlanır. Uygulanan yükler aksiyal (çekme ya da basma) ya da makaslama (shear) şeklinde olabilir. Bir mekanik öğenin yükleme kapasitesini bulmak için, o öğedeki gerilim ve zorlanmalar hesaplanmalıdır. Bu, öğenin geometrisinin, öğeye uygulanan yüklerin ve öğenin yapıldığı malzemenin özelliklerinin tam bilgisini gerektirir. Yükün ve öğenin geometrisinin tam bilgisiyle, öğenin herhangi bir noktasındaki gerilim düzeyi ve zorlanma düzeyi hesaplanabilir. Gerilim düzeyi ve zorlanma düzeyi bilindikten sonra, öğenin mukavemeti (yük taşıma kapasitesi), sertliği, deformasyonları, kararlılığı (orijinal halini koruma yetisi) hesaplanabilir. Hesaplanan gerilimler, öğenin akma dayanımı, maksimum mukavemet gibi mukavemet ölçüleriyle karşılaştırılabilir. Bunun sonucunda ortaya çıkan sapma, öğenin kullanım amacına bağlı sapma kriteriyle karşılaştırılabilir. Öğenin hesaplanan bükülme yüklemesi, uygulanan yükle karşılaştırılabilir. Öğenin hesaplanan sertliği ve kütle dağılımı, öğenin dinamik tepkisini hesaplamakta kullanılabilir ve bu, kullanılacak akustik çevreyle karşılaştırılabilir. Cismin mukavemeti, gerilim – zorlanma eğrisi (akma dayanımı) üzerindeki, ötesine gidildiğinde, uygulanan yük kaldırılsa bile oluşan deformasyonların geri döndürülemediği ve kalıcı bükülmeye uğradığı noktayı ifade eder. Maksimum mukavemet, gerilim – zorlanma eğrisi (stress – strain curve) nde, gerilimin parçalanma yarattığı noktayı ifade eder. Gerilim Terimleri. Tek eksenli gerilim şu şekilde ifade edilir: formula_1 burada "F", "bir A" [m2] alanına etki eden kuvvet [N]'dir.  Alan, mühendislik geriliminin mi yoksa gerçek gerilimin mi ilgi çekici olduğuna bağlı olarak deforme olmamış alan veya deforme olmuş alan olabilir. Zorlanma (deformasyon) terimleri. Deformasyon cisimde kuvvetlerin yarattığı gerilim sonucu oluşan geometrik değişimlerdir. Deformasyon cismin yerdeğiştirme alanıyla ifade edilir. Zorlanma (ya da azaltılmış deformasyon): Cisim alanı doğrultusundaki deformasyon değişimini açıklayan matematiksel bir terimdir. Zorlanma, birim uzunluk başına deformasyondur. Çökme uygulanan yük sonucu yer değiştiren yapısal elementin değerini açıklayan bir terimdir. Gerilim – birim şekil değişimi ilişkisi. Bu çizginin eğimi Young modülü veya "elastikiyet modülü" olarak bilinir. Elastikiyet modülü, gerilim-gerinim eğrisinin doğrusal-elastik kısmındaki gerilim-gerinim ilişkisini belirlemek için kullanılabilir. Doğrusal-elastik bölge ya akma noktasının altındadır ya da gerilme-gerinim grafiğinde bir akma noktası kolayca tanımlanamıyorsa,% 0 ila 0,2 gerinim arasında olacak şekilde tanımlanır ve hiçbir verim (kalıcı deformasyon) meydana gelmeyen gerinim bölgesi olarak tanımlanır. Bir havuç ve çiğnenmiş kabarcık sakızı arasındaki farkı düşünün. Havuç kırılmadan önce çok az gerilir. Öte yandan, çiğnenmiş kabarcık sakızı, nihayet kırılmadan önce plastik olarak büyük ölçüde deforme olacaktır. Mikroyapısal özellikler. Bir cismin mukavemeti mikroyapısına bağlıdır. Mühendislik işlemleri bu mikroyapıyı geliştirmeye yöneliktir. cismin mukavemetini arttıran güçlendirme mekanizması çeşitleri; işleme sertleşmesi (work hardening), çökeltme sertleştirmesi (precipitation hardening) ve tane sınırı güçlendirmesi (grain boundarry strengthing) dir ve nicel ve nitel olarak açıklanabilir. Güçlendirme mekanizmalarına, maddenin diğer başka özelliklerinin güçlendirme çabaları sonucunda dejenere olması tehlikesi eşlik eder. Örneğin, tane sınırı güçlendirmesinde, akma dayanımı azalan tane boyutuyla maksimum düzeye çıkmasına rağmen çok düşük tane boyutu maddeyi kırılgan yapar. Genel olarak, akma dayanımı maddenin mekanik mukavemeti için yeterli bir ölçüttür. Akma mukavemetinin, plastik deformasyonu bulmayı sağlayan bir parametre olması dolayısıyla, maddenin mikroyapısına ve arzu edilen sonuçlara göre cismin mukavemetinin nasıl arttırılacağı konusunda bilgi sahibi olunabilir. Mukavemet, bozulmaya neden olan sıkıştırıcı gerilim, kopma gerilimi ve kayma gerilimlerinin sınır değerleri cinsinden ifade edilebilir. Dinamik yüklemenin etkileri, özellikle de yorulma problemi, muhtemelen maddelerin mukavemetinin en önemli pratik konusudur. Yineleyen yüklenme çoğunlukla, sonunda bozulmaya yol açan çatlaklara sebep olur. Çatlaklar her zaman gerilme yığılması sırasında başlar, özellikle deliklerin çevresinde ve köşelerde.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12545", "len_data": 6939, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.87 }
Toyota Motor Corporation, değişen alanlarda üretim yapan ve büyük bir model yelpazesine sahip olan, 2016 verilerine göre dünyanın en büyük otomotiv şirketidir. Yakın zamanda Ford'u geçerek dünyanın en büyük otomobil firması olan Toyota'nın 2007 yılında dünya üzerinde en çok otomobil üreten firma olan; ancak büyük bir ekonomik kriz içindeki General Motors'u tahtından edeceği düşünülmektedir. 2007 ilk çeyrek dünya satış rakamlarına göre General Motors'u geçmiş ve en çok satılan otomobil markası olmuştur. 2008 yılı itibarıyla dünyanın en büyük otomobil üreticisidir. 77 yıldır bu unvana sahip olan General Motors'tan bu unvanı ele geçirmeyi başarmıştır. 2014 yılı itibarıyla, 10 milyon 230 bin satış rakamıyla, dünyanın en büyük otomobil şirketi olmuştur. 2003 takvim yılında Toyota, Lexus, Daihatsu ve Hino modellerinin yıllık toplam satışları 6,78 milyon adede ulaşmıştır. Japonya'da 12 fabrikası, 11 bağlı kuruluşu ve 26 ülkede 46 üretim tesisi 316.121 çalışanı ile Lexus ve Toyota marka araçlar üreten şirketin ürünleri, 140'tan fazla ülkede müşterilere ulaştırılmaktadır. Toyota'nın otomotiv işlerindeki gelirleri, toplam satışlarının %90'ını kapsamaktadır. 2007 yılı cirosu 239,4 Milyar $ (23,94 Trilyon Yen) dir. Toyota'nın telekomünikasyondan prefabrik evlere ve lüks yatlara kadar değişik alanlarda üretim yapan şirketleri de bulunmaktadır. Küresel Toyota satışları yıllar içerisinde gelişim göstermektedir. 1937 yılındaki kuruluşundan beri Toyota'nın ürün yelpazesi, dünyanın ilk seri üretilen hibrit aracı "Prius" 'u ve pazara hazır ilk hidrojenli aracı "Toyota FCHV" 'yi kapsayacak kadar genişlemiştir. Toyota'nın 1951 yılından beri aralıksız ürettiği "Toyota Land Cruiser" modeli sadece yüksek satış rakamlarına ulaşmakla kalmamış, arazi kabiliyeti ve kalitesi sayesinde sınıfında bir efsane haline gelmiştir. Ayrıca Corolla modeli, 1966 yılından günümüze, 42 Milyon'a yakın satış adediyle, dünyanın en çok satan modelidir. Dünya‘daki varlığı. Japonya dışında, dünyanın birçok yerinde üretim hacmine göre dünyanın en büyük otomotiv üreticileri arasında Toyota fabrikaları vardır. Şirket Arjantin, Belçika, Brezilya, Kanada, Kolombiya, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Endonezya, Meksika, Filipinler, Polonya, Rusya, Güney Afrika, Tayland, Türkiye, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Venezuela'da araç montajı yapmaktadır. Ayrıca şirketin Çin, Fransa, Hindistan, Malezya, Pakistan, Tayvan, Amerika Birleşik Devletleri ve Vietnam'da ortak girişim, lisanslı veya sözleşmeli fabrikaları vardır. Motorsporlarında Toyota. Toyota geçmişten günümüze Toyota Gazoo Racing çatısı altında WRC, Le Mans 24 Saat, NASCAR, Formula E ve Formula 1 gibi motor sporları organizasyonlarında yarışmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12547", "len_data": 2704, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.27 }
Melek (Arapça: ملاك, İbranice: מלאך, Latince: Angelus, Yunanca: Άγγελος), dini bir terim. Melek, birçok dinde inanılan semavi verilen isimdir. Meleklerin görevleri Tanrı'ya hizmet etmektir. Meleklere inancın var olduğu her din ve inançta melek kavramına bakış farklıdır. Tarihçe. İnanç politeist toplumlardan tek tanrılı dinlere kadar birçok inanç sisteminde yer almakta, ancak tanımlanan varlıkların isim ve özellikleri farklılıklar göstermektedir. Örneğin mikail (Mi-Ka-el) ismi Yahudilikten de eski bir döneme tarihlenmektedir. Bazı melek isimleri putperestlik dönem 2. derece tanrılarının dönüşümleri olarak (Harut ve Marut, malik) görülmektedir. Politeist veya animist dünya görüşlerinde doğaüstü güçler (tanrılar, ruhlar, cinler) farklı doğa olaylarına atanmıştır. Monoteizm çerçevesinde bu güçler, özerk doğaüstü varlıkları "meleklere" dönüştüren yüce tanrının hizmetkarlara dönüştürüldü. Monoteizm çerçevesinde, bu güçler bağımsız doğaüstü varlıklar haline geldi, en yüce tanrının hizmetkârları (melekler). Melek kavramı, en nihayetinde en yüce Tanrı'nın kontrolü altındaki doğaüstü güçler tarafından kontrol edilen veya etkilenen dünyanın, doğal olaylar ve insanlar dahil, insanlığın algısı olarak en iyi anlaşılabilir. "Bile "kötü" melekler (örneğin Şeytan, Samael, İblis vb.), insan doğasının içinde etkin bir güç olarak, bencil eğilimlerden sorumlu olarak anlaşılabilir. Yahudiler Babil sürgünü öncesinde hiçbir meleğin ismini bilmezlerdi. Ninova ve Babil sürgünü sırasında Pers ve Keldani etkisinde kalan Yahudiler Zerdüştlüğün iyi ruh ve kötü ruh inancını ve ruhların hiyerarşisini iyilik ve kötülük melekleri şeklinde ve meleklerin hiyerarşisi ile birlikte kendi inanç sistemleri içerisine sokmuşlardır. Etimoloji. Batı dillerinde kullanılan Angel Yunanca elçi anlamına gelen Angelos'tan alınmadır. Semitik dillerde ve Türkçede kullanılan melek ise İbranice "m l k" kökünden gelir. Melek, malik, mülk, malik'ül mülk, memlük gibi kelimelerin köken aldığı "m l k"’in İsraillilerin komşuları olan Amon’luların tanrısı Molek (molech, moloch)’in isminden türetildiği düşünülür. Bu ilişki cehennem bekçisi malik açısından düşünüldüğünde daha açıktır. “Bana ait olan bu tapınağa iğrenç putlarını yerleştirerek onu kirlettiler. Ben-Hinnom Vadisi’nde Molek’e sunu olarak oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Baal’ın tapınma yerlerini kurdular. Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda’yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne de aklımdan geçirdim.” (Yeremya: 32:34-35) Sami kökenli Melek isimlerinin sonunda yer alan El veya İl semitik bir tanrıdır. Yahudilik'te melek. Yahudilikte, İbranicesi "mala‘kh" olarak telaffuz edilen melek, Tanrı tarafından belirli bir görevi yerine getirmek amacıyla yaratılan, günahsız yaratıklardır. Melekler, haham Yahudiliğinde bedene sahip değildir, hepsi ateşten yaratılmış ebedi yaratıklardır ve Midrashim'de insanlarla bir rekabet olarak görünürler. Cennetteki varlıklar Tanrı'nın şefkatiyle güçlenir. İnsan, Tevrat'ı takip ederek, dua ederek, kötü içgüdüye direnerek ve zaten kusursuz melekler olan Teschuba tarafından duyulur. Yahudi geleneğinde de halk arasında duruyorlar. Museviliğe göre meleklerin cinsiyeti olmaz ve yemek içmek gibi ihtiyaçları da yoktur ancak, görevleri icabı insan kılığına büründüklerinde bir cinsiyete sahip gibi görünebilirler ve bu durumdayken yiyip içebilirler. Melekler doğrudan Tanrı'nın direktiflerine göre hareket ederler ve inisiyatif kullanamazlar. Musevilikte başlıca büyük melekler şunlardır. Michael, Gabriel, Uriel, yani Ölüm meleği (Azrail) olan. Yahudi mezheplerinden Sadukiler melek ve cin inancını bu inancın Yahudiliğe Babil ve İran inançlarından geçtiği gerekçesiyle reddederler. Meleklerle ilgili bilgiler Yahudi apokrif ve rabbinik metinlerde geniş yer tutar. Hristiyanlık'ta melek. Hristiyanlık teolojisinde melekler cisimsiz maddelerdir. Ruhları ve zihinleri var ama fiziksel bedenleri yok. Tanrı'ın iradesine uyan ruhlar iyi iken, Tanrı'ın iradesine karşı çıkanlar kötü kabul edilir. Sonunculara şeytanlar denir, ancak yine de meleklerle aynı maddedendir. Origenes, melekleri "saf akıllar" olarak tanımlar, ancak "İlk İlkeleri"nde onları Tanrı'dan ayırmak için "ruhsal" bir bedene sahip olduklarını iddia eder. Origen'e göre, önce akılları Tanrı yarattı, ancak bazı akıllar Tanrı'nın iradesini ihmal etmeye karar verdiler ve Tanrı'nın huzurundan düştüler. Tanrı'nın hizmetinde kalanlar melek oldular, orta derecede günah işleyip yine de tövbe edebilenler insan oldular ve kurtarılamayan canlar şeytan oldular. Bununla Origen, insanları da "düşmüş melekler" olarak kabul eder ve meleksel düşüşü Hristiyanlığın "ilk günah" kavramıyla teselli eder. Melekler, bedensiz akılla ilgili pek çok felsefi tartışmaya zemin oluşturmuştur. Thomas Aquinas, tek bir zihnin beden olmadan nasıl günah işleyebileceğini melekler üzerinde ayrıntılı olarak açıklar. Bedensel arzularla ayartmanın yol açtığı günahlar olduğu gibi, akılda gelişen günahların da olduğunu açıklar. Melekler kibir ve haset gibi günahlar işleyebilirler, fakat beden gerektiren günahlar işlemezler. Ayrıca başka bir günahı gerektiren günahlar, ancak gerekli günah işlendikten sonra meydana gelebilir. Kendini başkalarından çok sevmek (kibir), haset gibi diğer günahlar için de gerekli olduğundan, asl günahın "kibir" olması gerekir ve bu nedenle Iblisın (ilk şeytan) günahı "hibris" ile özdeşleştirilir. 'İbranilere Mektup', sonsuz (sayısız) sayıda melek olduğunu belirtir. İslam'da melek. Meleklere inanmak İslam dini akidesinin bir parçasıdır, yani iman esaslarındandır. Buna göre İslam dininde meleklerin varlığına ve İslam dininin melek görüşüne inanmayan kişi iman etmiş olmaz. Konuya Kur'an'da 2/285 ve 2/177'de değinilmiştir. İslam dininde melekler, yemeyen, içmeyen, erkeklik ve dişiliği olmayan, uyumayan, günah işlemeyen, gözle görülmeyen, nurdan ya da ateş yaratıklar olarak nitelenmiştir. Görevleri, mahlukatı Allah'ın ismiyle seyredip, Allah'ın kudret ve sanat eserlerini o türlerde görerek, Allah'ı bütün eksikliklerden tenzih ve tespih etmek ve Allah'a ibadet etmektir. Ayrıca insanlar dışındaki mahlûkatın Allah'a karşı yaptıkları ibadeti Allah'a sunmakla yükümlüdürler. Bunun yanında hayvanların ve bitkilerin görevlerini onlara ilham etmek ve irade ile olan hareketlerine müdahale etmek, vaziyetlerini bir şekilde düzenlemek ile de vazifelidirler. İslam inancına göre meleklerin bu görevleri onların ibadetleridir. Mahlûkat üzerinde gerçek bir tasarrufları yoktur. Yaptıkları ancak Rablerine karşı dua etme konumunda kalarak, neticeyi Allah'ın yaratmasını istemeleridir. Bu İslâm'daki tevhîd inancının bir gereğidir. Tevhîd inancına göre evrende olan bütün her şey Allah tarafından yaratılır. İnsan, melek ve benzeri bütün mahlûkatın iradeleriyle istemeleri ise, vücuda getirilmek istenen şeyin yaratılmasını Allah'tan talep etmekten ibarettir. İslam dinine göre meleklerin iradeleri vardır. Fakat insandan çok farklı olarak Allah'ın emrine karşı çıkmaya iradeleri yoktur; sadece emredileni cüzzi iradesiyle yerine getirir. Dolayısıyla günahsız varlıklardır. Aynı sebepten ötürü makamları sabittir. İslam dininde, Kur'an'da veya hadislerde meleklerin sayıları ve çeşitleri tam olarak belirtilmemiştir. Yine de bazı melek çeşitleri ve görevleri gerek Kur'an'da, gerekse hadislerde belirtilmiştir. İslam dininde özellikle "dört büyük melek" olarak anılan dört baş melek vardır. Bunlar: Cebrâil, Mîkâîl, İsrâfil ve Azrâîl'dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12548", "len_data": 7394, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.89 }
Cebrâil (, "Jibrāʾīl") veya Gabriel, İbrahimî dinlerde Tanrı'nın mesaj ve emirlerini vahiy yoluyla peygamberlere ulaştıran ve ilk olarak Tanah'da tanımlanmış bir başmelektir. Etimoloji. MÖ 2000'lerde Kenan panteonunda “El” ya da “İl” her şeye kadir, ezeli ve ebedi, yer ile gökteki her şeyin tek hakimi, her şeyi yaratan, yaratıcı, antlaşma yapan ahit tanrısı vs. gibi niteliklere sahip bir baştanrı idi. El tanrısı Aramiceye Eloh veya Elaha ve İbraniceye Eloah olarak geçmiş, Yeni Ahit'te “Eli” ve “Elohi” tanrı anlamında kullanılmıştır. İl veya El sonu el veya il ile biten isimlerde görülmeye devam etmektedir. Gabri-el (Kur'a'nda Cibril), Mika-el (Mikail) ile İsrail, Azrail ve İsrafil, Yişmael (İsmail), Emanuel vb. İslam öncesi Arapça yazıtlarda Hristiyanların MS 6. yüzyılda El ve Eloha kelimelerini kullandıkları bilinmektedir. İsmin diğer bileşeni olan Gebr ise güç ve kuvvet anlamına gelmektedir. Yahudilik ve Hristiyanlıkta. Gabriel, Kitab-ı Mukaddes'te Tanrıʼnın gücü eşliğinde Tanrıʼnın işlerini insanlara bildirip elçilik görevi yapan insanımsı (veya insan görünümlü) bir melektir: Eski Ahit'te Cennetin gözetmeni, birinci semanın hakimi, Tanrı ile insan arasındaki en önemli aracı, tabiat güçlerini yöneten, adalet ilkesi vs. olandır. İslam'da. İslam'a göre peygamberlere vahiy getirmek, Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmekle vazifeli melektir. Cebrâil'in ismi Kur'ân'da Rûh-ul-Emîn ve Ruhu'l-Kudüs diye zikredilir. Cebrâil'e ayrıca Nâmûs-ı Ekber de denilmiştir. Cebrâil, Muhammed'e Mekke yakınındaki Nur Dağı'nda ibâdet ve tefekkürle meşgul iken gelerek ilk vahyi getirmiştir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak"dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir." (Alâk 96/1-5) Cebrâil değişik şekillere girebildiğine, Muhammed'e aslî şekliyle, biri Nur Dağı'ndaki Hira Mağarası'nda ve diğeri Miraç esnâsında Sidret-ül-müntehâda olmak üzere iki defâ göründüğüne inanılır. Cebrâil'in Muhammed'e çoğunlukla Dıhye-i Kelbî sûretinde geldiği anlatılır. "De ki: Cebrail’e kim düşman olabilir? Kendinden öncekileri onaylayan, doğru yolu gösteren ve inananlar için müjdeci olan bu Kur’an’ı senin kalbine o, Allah’ın izni ile indirmiştir.” (Bakara 2/97). “Onu güvenilir Ruh (Cebrail) indirmiştir. O Kur’ân, elbette âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” (Şuara 26/193-194) “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle ona tercih ettiğini vahyeder. O yücedir ve hakimdir.” (Şûrâ 42/51) Görevi ve özellikleri. İsminin etimolojisinden de anlaşıldığı gibi birçok İbrahimi dinde Cebrail'in çok kuvvetli bir melek olduğuna inanılır. Cebrail'in görevi vahiy getirmektir, yani Tanrı'dan peygamberlere haber ve bilgi taşır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12549", "len_data": 2757, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.63 }
Mikâil (; , "Mikhaḗl"; ; , "Mīkhā'īl"), Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'da ismi geçen dört büyük melekten biridir. Etimoloji ve tarihçe. M.Ö. 2000'lerde Kenan panteonunda “El” ya da “İl” her şeye kadir, ezeli ve ebedi, yer ile gökteki her şeyin tek hakimi, her şeyi yaratan, yaratıcı, antlaşma yapan ahit tanrısı vs. gibi niteliklere sahip bir baştanrı idi. El tanrısı Aramiceye Eloh veya Elaha ve İbraniceye Eloah olarak geçmiş, Yeni Ahit'te “Eli” ve “Elohi” tanrı anlamında kullanılmıştır. İl veya El sonu el veya il ile biten isimlerde görülmeye devam etmektedir. Gabri-el (Kur'a'nda Cibril), Mika-el (Mikail) ile İsrail, Azrail ve İsrafil, Yişmael (İsmail), Emanuel vb. İslam öncesi Arapça yazıtlarda Hristiyanların MS 6. yüzyılda El ve Eloha kelimelerini kullandıkları bilinmektedir. Eski Ahit'te İsrailoğulları'nın koruyucusu, birinci ve büyük reis, Yeni Ahit'te İblis'e karşı çıkan, baş melek ve göğün reisidir. İslamda. Evrendeki doğa olaylarından görevlidir. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, refah ve huzur getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle de görevlidir. Muhammed Cebrâil'e; "Ey Cebrâil! Mikâil'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil; "Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mikâil gülmemiştir" diye cevap verdi. "(Muînüddîn Hirevî)"
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12550", "len_data": 1309, "topic": "RELIGION", "quality_score": 2.96 }
İsrafil (), İslam inançlarına göre dört büyük melekten birisidir. İsrâfil'in görevi kıyamet günü Sûr'a üflemektir. İsrâfil kıyamet gününde Allah'ın emri ile iki defa Sûr'a üfleyecektir. "Sûr'a üflenir ve Allah'ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar." İsrâfil'in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek ve dünya hayatı sona erecektir. İkinci defa üflemesiyle de bütün canlılar dirilecek ve ahiret hayatı başlayacaktır. İsrâfil, Sûr'a üfüreceği için, Sûr Meleği de denilmiştir. Muhammed'e Sûr'un mahiyeti sorulunca şöyle demiştir: "Üfürülen bir boynuzdur." "İsrâfil Sûr'u tutmuş hazır bir şekilde kendisine ne zaman üfürmek için emredileceğini bekliyor." İsrâfil'in sûr'a üfürmesini anlatan uzun bir hadis, tefsir kitaplarında konu ile ilgili ayetlerin açıklamasında kullanılmıştır. Hadisin bazı cümleleri sahih hadis kitaplarında konu ile ilgili bahislerde geçmekle beraber, bazı cümleleri ifade ve manâ bakımından münker kabul edilmiştir. Hadisin tek râvisi olan İsmail b. Râfi Medine'nin kıssacılarındandır. Kıssacılar kulaktan kulağa geçen hikâyeleri kolaylıkla ezberleme kabiliyetleri ile bilinirdi. İslâm'da İsrâfil'e ve diğer meleklere atfedilen yüceliklerden dolayı Muhammed'in bazen onların ismi ile dua ettiği rivayet edilir: "Ey Allah'ım, Cebrâil, Mikâîl ve İsrâfil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı ve şehâdet âlemini bilen. Sen kullarının arasındaki ihtilaflar hakkında hüküm sahibisin. Beni izninle ihtilaf edilen şeylerde hakka kavuştur. Sen dilediğini sırat-ı müstakim'e kavuşturursun.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12551", "len_data": 1631, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.62 }
Azrail, İslam'da dört büyük melekten biri ve eceli dolmuş kişilerin canını almaya gelen 'ölüm meleği' olarak görülür. Yahudilikte bu melek bazen ölen kişinin ruhunu taşıyan bir melek olarak uyarlanmıştır. Etimoloji. İsmin Süryanice veya İbranice olduğunu söyleyenlere göre azer ve el veya îl kelimelerinden oluşan bir terkiptir ve El'in yardımcısı manasına gelir. Aslının Arapça olduğunu söyleyenlere göre ise a-ze-ra ve el (îl) kelimelerinden oluşmuştur ve manası da güçlü kuvvetli, salabetli demektir. Kelimenin diğer kullanımları Azeryahu, Azer-el, Azra-el (Yahvenin veye El'in yardımcısı) şeklindeydi ve Yahudilikte Ezra için kullanılmıştı. Yahudilikte. Yahudi Angelojisinde birbirinden farklı canlıların ölümleriyle ilgili farklı ölüm melekleri bulunur: Cebrâil kralların, Kapzil gençlerin, Maşbir hayvanların, Maşhit çocukların, Af ve Hemah da insanların ve büyük hayvanların canlarını alır. Ölüm meleklerinden biri Şeytan ve Samael denir. Günahkarları Tanrı'nın önünde başarılı bir şekilde suçladığında onları öldürür. Yahudilikte Mesih geldiği zaman, ölüm ortadan kalkacak ve Mesih ölüm meleğini yok edecektir. İslamiyette. Allah'ın kendisine verdiği emirle canlıların ruhlarını almakla görevli olan ölüm meleği için Kur'an ve Hadislerde "Melekü'l-Mevt" (ölüm meleği) terimi kullanılmaktadır. "De ki; üzerinize memur edilen ölüm meleği, canınızı alır Sonra Rabbinize döndürülürsünüz" (es-Secde, 32/11) İslamda Azrail kelimesi, Kuran veya hadislerde geçmemektedir, ama tefsirle sabittir. Müslüman alimler bu meleğin adının "Azrail" olduğunu bildirmektedir. O ve onun emrindeki meleklerin hepsi ölüm melekleridir. Azrail, İslam dinindeki dört büyük melekten biridir. İnsanların canını almakla görevlidir. Ölüm Meleği, Kur’an ve sahih hadislerde, melekül-mevt (ölüm meleği) şeklinde de anılmıştır. (Secde Suresi: 11) Onun emrinde de bazı melekler vardır. Bu melekler de kendilerine Allah tarafından ulaştırılan emirleri yerine getirirler. "Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar, onlar hiç geri kalmazlar" (el-En'âm, 6/61) Kur'an'da, meleklerin kâfir olan bir kul ile mümin olan bir kulun canlarını alışları tasvir edilmektedir. Kâfirlerin can verişleri şöyle tarif edilmektedir: "Melekler, kâfirlerin canlarını alırken onları görseydin, onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar: Haydi, yangın (Cehennem) azabını tadın diyorlardı" (el-Enfal, 8/50) Nâşitat meleklerinin müminlerin canlarını da tatlılıkla alışları şöyle ifade edilmektedir: "Melekler iyi insanlar olarak canlarını aldıkları kimselere de: Selâm size, yaptıklarınıza karşılık Cennet'e girin' derler" (en-Nahl, 16/32) Hadislerde. Ölüm meleği Musa‘ya ruhunu alması için gönderilir. Musa, melekul mevt'e tokat atıp bir gözünü çıkarır. Melekul mevt Rabbine dönerek: “Beni öyle bir kula gönderdin ki, ölümü istemiyor" der Allah O'na gözünü iade eder."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12553", "len_data": 2840, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.08 }
Ahiret (, "al-Ākhirah") veya ahret, İslâm termonolojisinde ölümden sonra gidilecek yere verilen bir isim. Ahiret, Kur'an'ın İslâmî eskatolojinin önemli bir parçası olan "Ahiret Hesaplaşması" ile ilgili bölümlerinde defalarca sözedilmektedir. Geleneksel olarak, Müslümanların altı temel inanç esaslarından biridir. İslâma göre, kıyametin kopması ve yeniden dirilme, Kur'an âyetleri ve Muhammed'in hadisleri gibi kaynaklarda ifade edilir ve İslama göre diğer peygamberler de kendi halklarına bu durumu anlatmışlardır. Ahirete inanmak İslama imanın şartlarından biridir. Kur'an'da "Ahiret Günü" farklı isimler ile söz edilmiştir. Ahiret, müminler Allah'a kavuşacakları inancı nedeniyle "Kavuşma Günü" (Mü'min: 40/15), insanlar ve bütündür. Tüm canlı varlık o günde bir araya toplanacağı için "Toplanma Günü" (Teğabün: 64/9), Dünya hayatlarında Allah'a iman etmeyenler ve ölümlü hayata aldandıklarını anlayacaklar için "Aldanma Günü" (Teğabün: 64/9), herkes kabrinden çıkıp dirileceği için "Çıkış Günü" (Kâf: 50/34) ve Dünya'ya geri dönmek isteyenler için "Hasret Günü" (Meryem: 19/40) isimleriyle anılır. İslam dinine göre Âhiret, yedi hayatın yedinci ve sonuncusudur ve yedi hayat şunlardır: Âhiret hayatı Kıyamet ile başlar. Yer ve göğün şekli değişir ve mahşer âlemi kurulur. Mahşerde herkes hesap verip Cennet ve Cehennem'e gidince sonsuz Âhiret âlemi başlar. Cehennem'dekilerin bir kısmı günahları miktarı ceza çekip Cennet'e giderler. Allah'a inanmayanlar ve ortak koşanlar ise Cehennem'de ebediyyen kalırlar. Cehennem, azap ve elem yurdu iken Cennet nimet, mutluluk ve rahatlık yurdudur. Diğer inançlarda. İbrahimî dinler. Yahudilik. Yahudilikte ahiret inancı, dinî kaynaklarının tamamında içerisinde yaşanılan çağa, coğrafyaya ve kültürel ortama göre yeni şekiller alarak ortaya çıkmıştır. Ancak öldükten sonra hayatın devam ettiği düşüncesi daima var olmuştur. Ya'kūb dönemiyle öldükten sonra insanların gittiği yere ‘Şeol’ denmekteydi. Otantik bir İbrânîce kelime olan Şeol, Tanah'ta 66 kere geçmektedir ve "Ölüler Diyarı" demektir. Yahudi mezheplerinden olan Rabinik Yahudiliğin Tanah'tan sonra en önemli kaynağı sayılan Mişna'da, ahiret için Abot:4:22 "…zira unutma ki, sen sana rağmen var edildin, sana rağmen yaşıyorsun, sana rağmen ölüyorsun ve yine mahkemeye çıkarılacak ve Kuddüs ve Aziz olan Kralların Kralı önünde hesap vereceksin." Ölüm, insanların küllî dirilişi, bireysel olarak mahkeme önünde hesap verme ve adaletli hükmün sonuçlarını üzerine almaktır. Hristiyanlık. Hristiyanlıkta genelde bir Âhiret hayatına inanç mevcuttur. İsa'nın çarmıhta inananların ölür ölmez göğe kabul edileceğine inanılır. Burada İsa'nın çarmıhta onunla beraber idam edilenlere verdiği "Sana doğrusunu söyleyeyim, sen bugün benimle birlikte Cennet'te olacaksınız" sözü esas alınır (Luka: 23/43). Burada kullanılan paradeisos kelimesi Adn bahçesi olarak anlaşılır. Ancak bazı kiliselere göre Kitab-ı Mukaddes ve sair kaynaklar farklı yorumlanır. Mesela Yehova Şahitleri'ne göre Yunanca Bölüm'de (Ahd-i Atîk) 12 kere geçen "Gehena" kelimesinin aslında cesetlerin yakıldığı yer demek olduğu esasından hareketle hak inançta olmayanların ebedî hayat için dirilmeyeceklerine inanırlar. Yine başka kiliselere göre bu kaynak ve ifadeler farklı anlaşılmaktadır. Musevilikte Şeol olarak bilinen "Hades" veya "ölüler diyarı", günahlıların gittiği son ceza veya cehennem değil, geçici bir bekleme yeridir. Bir nezarethaneye benzetilen bu yerde bekleyenler, yargılamadan sonra (Esin. 20:11-15) gidecekleri ateş gölü cezasıdır. Antik Mısır. Ölümden sonra dirilme ve yeni bir yaşama uyanma, Antik Mısır inancında temel figürlerden birisidir. Antik Mısır'da ölüler sonraki hayatlarında kullanacaklarına inanılarak özel eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Ölüler kitabı ölenlerin bir sonraki hayatta yaşamlarını kolaylaştırmak için uyulması gereken kuralları bir araya getirmektedir. Hinduizm. Hinduizm'de hayat, yeniden doğum döngüleriyle devam eder. Bu döngülerde mutlak adalet egemendir: İnsan her kötülüğü bir sonraki hayatta çekerek öder. Bu döngülerde hayvandan nihayet insan olunca önce kastsız olarak Dünya'ya gelir, daha sonraki döngülerde eğer hayatta iyi bir insan idiyse daha üst kastlara geçer. En son basamak, İbrâhimî Dinler'deki Âhiret inancı yerine Nirvana'da tanrıyla bir olmaktır. Budizm. Aslında bir yaşam felsefesi olan Budizm, sanki Hinduizmde bir reform hareketi gibi acılarla dolu yeniden doğuş silsilelerini bir çırpıda atlatarak bu yaşamla doğrudan nirvanaya gitmenin, yaşamın acılarına son vermenin yolunu çizer.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12554", "len_data": 4520, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.09 }
AI veya Ai veya A.I. şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12557", "len_data": 44, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 1.18 }
Milliyet, Demirören Holding'in sahibi olduğu günlük gazetedir. Türkiye'nin en önemli günlük gazetelerinden biri olan "Milliyet", önceleri Doğan Grubu bünyesinde yayımlanmaktayken, 2011 yılı başlarında Karacan-Demirören ailelerinin sahibi olduğu DK Gazetecilik'e satılmıştır. Ali Karacan ve Ömer Karacan kardeşler ile Demirören ailesi arasındaki ortaklığın bozulması yüzünden bir süre kayyım tarafından yönetilen gazete, son olarak Karacan ailesinin hisselerini devretmesi ile Demirören ailesinin mülkiyetine geçmiştir. "Milliyet"in internet sitesi milliyet.com.tr, Haziran 2011'de 8,8 milyon ziyaretçisiyle Avrupa'da en çok ziyaret edilen beşinci haber sitesi oldu. Tarihçe. Kuruluş yılları. "Milliyet" gazetesinin ilk sayısı 11 Şubat 1926 tarihinde Atatürk'ün izniyle Siirt Milletvekili Mahmut Soydan tarafından yayımlanmaya başladı. 1 Aralık 1928 yılına kadar Osmanlı Arap harfleriyle basılan gazete, 1935 yılında Ali Naci Karacan tarafından satın alınarak "Tan" adıyla yayımına devam etti. Ancak Tan Olayı nedeniyle kapatılarak 3 Mayıs 1950 tarihinde tekrar "Milliyet" adıyla yayımlanmaya başladı. Gazetenin yazarları arasında Refik Halid, Bedii Faik, İsmail Hami Danişmend, Ulunay bulunmuştur. Abdi İpekçi 1954'te Yazı İşleri Müdürü olunca "Milliyet" gazetesi Türkiye'nin en etkili siyasi gazetelerinden biri hâline geldi. Peyami Safa, Reşat Ekrem, Çetin Altan gibi yazarlar da "Milliyet"te yazmaya başladı. "Milliyet" kurulduğu ilk zamanlar Demokrat Parti'yi destekliyordu, daha sonra giderek sola kaydı. Tirajı 20 binlerden, 100 binlere çıktı. Batı tarzı gazetecilik, Abdi İpekçi'nin dengeli başyazıları, haftalık röportajları, Ali Gevgilili'nin entelektüel yazıları ve açık oturumları "Milliyet"i Babıali'de saygın bir gazete durumuna getirdi. 1960'larda yazı kadrosunda; Burhan Felek, Talat Halman, Refik Erduran, Bülent Ecevit, Kemal Bisalman, İsmail Cem, Metin Toker, Hasan Pulur, Sami Kohen, Ümit Deniz, Bedri Koraman, Mümtaz Soysal, Örsan Öymen ve Yılmaz Çetiner yer aldı. 1970'lerde gazete sosyal demokrat bir çizgiye oturdu ve tirajı 200 binlere çıktı. CHP'ye yakın görünmesine rağmen başta Adalet Partisi olmak üzere sağa da yer verdi. 1970'lerin terör ortamında gazetenin Başyazarı ve Yönetmeni Abdi İpekçi siyasi amaçlı bir suikasta hedef oldu. 1 Şubat 1979'da, İstanbul Nişantaşı'nda bugün adını taşıyan caddede otomobilinin içinde silahlı bir saldırıya uğrayarak öldürüldü. Suikasttan sorumlu olduğu belirlenen Mehmet Ali Ağca, 25 Haziran 1979'da yakalandı. Ancak 23 Kasım 1979'da tutuklu bulunduğu askeri ceza evinden kaçan Ağca 13 Mayıs 1981'da Papa II. Ioannes Paulus'a karşı yaptığı suikast girişimiyle kendisini ve "Milliyet" gazetesini dünya gündemine soktu. Abdi İpekçi suikastı Türkiye'yi 12 Eylül darbesi'ne götüren önemli şiddet eylemlerinden biri olarak anılmaktadır. Abdi İpekçi suikastı sonrası. 20 Temmuz 1979 tarihinde Ercüment Karacan, gazetenin çoğunluk hisselerini Aydın Doğan'a sattı. Aydın Doğan, 6 Ekim 1980 tarihinde gazetenin sahibi olarak gazetenin künyesine girmiştir. "Milliyet", 12 Eylül askeri darbesinden sonra zor günler yaşadı. Başyazarlığı bir süre Ali Gevgilili yaptı, bir süre de Mehmet Barlas aynı görevi üstlendi. Çok sık Genel Yayın Yönetmeni değiştiren "Milliyet", okuyucu kaybetti, çizgisi belirsizleşti. Ancak, promosyon savaşları döneminde, ansiklopedi ve karton oyuncaklarla tekrar tiraj ve gelir artışı sağladı. Eş zamanlı olarak yapılan halka arz ile "Milliyet" büyük bir gelir elde etti ve güçlenme olanağı buldu. "Milliyet", Sedat Ergin'in 2005 yılında Genel Yayın Yönetmenliği görevini üstlenmesinden sonra soldaki siyasi çizgisini tekrar sabitleştirdi. İktidara 'muhalif' diye nitelenebilecek haberler yayımlamaya başladı. Sedat Ergin genç yazarları öne çıkardı ve "Milliyet"'i hem okur hem de fikir olarak gençleştirme çabasına girdi. Meyhane baskısı adı verilen akşam baskısı, 1990'lı yıllarda kaldırılıncaya kadar gazetenin son sayfası spora ayrılıyordu. Bugünkü "Milliyet" spordaki öncülüğünü kaybetmiş olmakla birlikte, genç futbol yazarlarına verdiği destek ile dikkat çekmektedir. "Milliyet" gazetesi DPC tesislerinde, diğer Doğan Yayın Holding gazeteleriyle birlikte basılmaktadır. Her ayın son haftası "Kitap" eki verir. Hafta sonları iki-üç ek yayınlar. Son durum. "Milliyet" Genel Yayın Yönetmenliğini 4,5 yıldır sürdüren Sedat Ergin, 1 Ekim 2009 tarihinden itibaren yerini "Vatan" gazetesi eski Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu'ya bırakmıştır. Eylül 2012 istatistiklerine göre "Milliyet"in internet haber sitesi Türkiye genelinde en çok ziyaret edilen siteler sıralamasında 5. sıradadır. Dünya genelinde ise 323. sıradadır. "Milliyet", Doğan Holding tarafından Nisan 2011'de Karacan ve Demirören gruplarının ortaklaşa oluşturdukları konsorsiyuma, "Vatan" ile birlikte 79 milyon dolar karşılığında satıldı. Sancılı bir sürecin ardından gazetenin sahipliği Demirören ailesine geçti. Demirören Medya Grubu'na geçen diğer gazete ve kanallarda olduğu gibi, Milliyet'te de birçok isim tasfiye edildi. Başta Yazı İşleri olmak üzere çok sayıda isim "Milliyet" ile yollarını ayırmak zorunda kaldı. Ayrılan isimler şöyle: Mart 2012'de "Milliyet" ve "Vatan"dan sorumlu Medya Grup Başkanlığına Akif Beki getirildi. Son olarak, Kanal 24'ün Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüten Beki, daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın basın danışmanlığını da yapmıştı. Ancak Beki ile Demirören ailesi anlaşamadı ve Beki görevi başlamadan bırakmak zorunda kaldı. Ekim 2012'de "Milliyet" Genel Yayın Yönetmenliği görevine Derya Sazak getirildi. Hasan Cemal'in 2013 yılında yazdığı yazılarından dolayı "Milliyet" gazetesindeki işine son verildi. 2013 yazında köşe yazarı Can Dündar ve Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak görevden alındı. Bu görevden almaların sebebi olarak Gezi Parkı olaylarına verdiği desteğin patron Demirören tarafından hoş karşılanmaması gösterildi. Derya Sazak'ın bıraktığı Genel Yayın Yönetmenliği görevine Fikret Bila getirildi. 2015 yılında, gazetenin patronu Erdoğan Demirören hakkında yazdığı bir yazı sebebiyle köşe yazarı Aslı Aydıntaşbaş'ın da işine son verildi. 2016'nın Haziran ayının başında Fikret Bila, 3 yıldır Genel Yayın Yönetmenliğini yürüttüğü ve 30 yıldır çalıştığı "Milliyet" gazetesinden istifa etti. Arşiv. "Milliyet" gazetesinin yayına başladığı 3 Mayıs 1950 ile 31 Aralık 2007 tarihleri arasındaki baskılarını içermektedir. Milliyet Gazete Arşivi sayesinde; tarih belirterek o tarihte yayımlanmış "Milliyet" sayfalarına ve sözcük belirterek belirttiğiniz sözcüklerin geçtiği tüm haberlere ulaşabilirsiniz. Bu özelliği ile Milliyet Gazete Arşivi Türkiye'de bir ilk olma özelliği göstermektedir. Arşivi kullanabilmek için milliyet.com.tr üyeliği yeterlidir. Üyelikten ücret alınmamaktadır. Sözcük araması ile sözcüğü içeren haber kupürlerine ve sayfalara; tarih ve sayfa numarası belirterek ise doğrudan aranan gazete sayfalarına ulaşılabilir. Sitede bulunan "Yardım" bağlantısından, arşiv sisteminin kullanımı hakkında bilgi edinilebilir. Arşiv kullanımı ücretsizdir. Okunan haber ve sayfa sayılarında günlük sınırlar uygulanmaktadır. Milliyet Kitap. Milliyet Kitap, Milliyet Gazetesi'nin her ayın 20'sinde çıkan kitap ekidir. Yayın Yönetmeni, Filiz Aygündüz'dür. İlavenin kapak dosyaları genellikle edebiyat tarihine geçmiş yazarların ölüm ve doğum yıllarını konu edinir. Çok sayıda genç yazar ilavede eleştiri ve tanıtım yazılarıyla yer alır. Aralık 2006'dan itibaren her sayısında yeni çıkan kitaplar hakkında yazılar ve hazırlanan dosyalarla okurlarla buluşmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12558", "len_data": 7474, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.4 }
Pirelli, 1872 yılında Giovanni Battista Pirelli tarafından Milano'da, plastik üreticisi olarak kurulmuş, uluslararası arenada faaliyet gösteren lastik firmasıdır. Lastik sektöründe Pirelli, ciro anlamında dünyanın 5. en büyük markasıdır. 2006 yılında Pirelli Lastikleri 3,94 milyar Euro satış elde ederek, bir önceki yıla göre %8,7 büyüme kaydetmiştir. Pirelli Lastikleri, lastiklerin dizayn, geliştirme, üretim ve pazarlama alanlarında faaliyet göstermesiyle, Uluslararası Pirelli Grubu'nun önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Pirelli Lastiklerinin faaliyet alanı, hafif ticari araç ve motosikletten (cironun %70'ini oluşturan tüketici pazarı), otobüs, kamyon, traktör, iş makinesi ve çelik kordun üretim ve pazarlamasına (cironun %30'unu oluşturan endüstriyel pazar) kadar uzanmaktadır. Tarihçe. 1870 yılında Giovanni Battista Pirelli tarafından buharla çalışan bir makine, 5 memur ve 50 işçi ile Milano'da kurulan Pirelli, şu anda dünyanın 17 ülkesinde toplam 23 fabrikada lastik sektöründe faaliyet göstermektedir. Faaliyetine kauçuk alanında başlayan şirket, günümüzde de lastik ile beraber enerji ve komünikasyon alanlarında kullanılan kabloların üretimini de yapmaktadır. Türkiye'de Pirelli. Fabrika. İzmit-Kocaeli bölgesinde yaklaşık 50 yıllık bir geçmişe sahip olan Pirelli, 1970 yılında hizmete soktuğu Pirelli İlkokulu'ndan sonra 2007 yılında açtığı İzmit Köseköy Pirelli Anadolu Lisesi ile bölgenin kalkınmasına destek olmaktadır. 750 öğrenci kapasiteli lisede, 25 derslik, spor salonu ve laboratuvar bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12559", "len_data": 1529, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.52 }
Windows Vista (Türkçe: "Manzara"), kişisel bilgisayarlar için geliştirilen Microsoft Windows işletim sistemleri ailesinin sürüm olarak altıncı üyesidir. 22 Temmuz 2005'te gerçek adı duyurulmadan önce Longhorn kod adıyla tanınıyordu. Windows Vista, 30 Ocak 2007'de dünya çapında piyasaya sürülmüştür. Microsoft Türkiye, 24 Ocak 2007 tarihindeki tanıtımıyla Vista'nın resmî lansmanını yapan ilk Microsoft şubesi olmuştur. Windows Vista eski sürümle oranla birçok yeni özellik ve değişikliğe sahiptir. Bu değişim geliştirilmiş grafiksel kullanıcı arayüzü, görsel stil, yeniden tasarlanmış arama fonksiyonları, multimedya araçları, yeniden tasarlanmış ağ iletişimi, görüntü ve yazıcı gibi çeşitli fonksiyonları kapsamaktadır. Tarihçe. Windows Vista, kişisel bilgisayarlarda, dizüstü bilgisayarlarda ve Media Center PC'lerde kullanılan Microsoft Windows adlı grafiksel işletim sistemi serisinin bir üyesidir. Vista'nın yerine 2009 yılında önce Blackcomb, sonra Vienna kod isimli ve sürüm numarası 6.1, yapı numarası 7600 olan Windows 7 gelmiştir. Vista, 22 Temmuz 2005'te yapılan resmi açıklamadan önce Longhorn kod adıyla tanınıyordu. 8 Kasım 2006'da Windows Vista'nın geliştirilmesi tamamlanmış ve sistem üreticilerine dağıtılmıştır. Kasım 2006 itibarıyla bazı sürümler toplu ruhsat müşterilerinin, MSDN ve TechNet abonelerinin erişimine açılmıştır. Microsoft son kullanıcılar için Vista'nın dünya çapında çıkış tarihini 30 Ocak 2007 olarak açıklamıştır. Windows XP'nin çıkışından sonraki bu altı yıllık (2001-2007) ara, Windows 10 ile Windows 11 (2015-2021) sürümlerinden sonra temel Windows sürümlerinin çıkışı arasındaki en uzun zaman aralığıdır. Windows Vista, ilk tasarımında Windows XP'nin üzerine temellendirilmiştir. Windows Longhorn, yapı 4093'e kadar XP kod altyapısını kullanmıştır. 2004 yılının Ağustos ayında Microsoft, Windows XP çekirdeğinin artık yaşlı ve eski olduğu, verim ve uyumluluk sorunları yarattığı gerekçesi ile Longhorn projesini sıfırlamış (iptal etmiş) ve Windows Server 2003 çekirdeği üzerine yeni bir proje başlatmıştır. Piyasaya çıkan Windows Vista ile iptal edilen Longhorn arasında çok büyük farklar vardır. İnternet ortamında bulunabilecek çeşitli konsept Longhorn videoları ile, piyasaya sürülen esas proje arasında büyük farklar olduğu gözlemlenebilir. Özellikleri. Microsoft'a göre Windows Vista, güncellenmiş grafiksel kullanıcı arabirimi ve Windows Aero adlı görsel tema başta olmak üzere, değiştirilmiş arama özellikleri, Windows DVD Maker gibi yeni çoklu ortam oluşturma araçları ve yeniden tasarlanmış ağ, ses, yazdırma ve görüntüleme alt sistemleri içermektedir. Vista ayrıca peer-to-peer teknolojisi sayesinde bir ev ağındaki makineler arasında iletişim düzeyini arttırarak bilgisayarlar ve aygıtlar arasında dosya ve sayısal ortam paylaşımını kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Vista, geliştiriciler için geleneksel Windows API'ı kullanarak uygulamalar yazmayı kolaylaştırmayı hedefleyen .NET Çatısı'nın 3.0 sürümünü sunmaktadır. Buna rağmen, Microsoft'un Vista için belirlediği birincil hedef, Windows işletim sisteminin güvenlik durumunu geliştirmek olmuştur. Windows XP'nin ve öncüllerinin en çok eleştirilen yanı güvenlik açıkları ve zararlı yazılımlara, "virüs"lere ve tampon bellek taşmalarına karşı zayıf oluşuydu. Yenilikleri. Windows Vista'nın bazı yeni özellikleri arasında, Windows Aero grafiksel kullanıcı arayüzü, işletim sisteminin her yerinden kolay arama yapmayı sağlayan Windows Arama, oyunlar için yüksek grafikler sunan DirectX 10, Outlook Express'in yerine geçen yeni Windows Mail ve yeni Windows Takvim ve Windows DVD Maker gibi yeni multimedya araçları, ekranın sağ tarafını kaplayan saat, takvim RSS akışları gibi basit araçlar sunan Windows Kenar Çubuğu, Bilgisayarın ve uygulamaların daha hızlı çalışmasını ve yüklenmesini sağlayan Windows SuperFetch, sekmeler, RSS, internetteki zararlı yazılımların bilgisayara bulaşmasını engelleyen korumalı mod gibi yeni özellikleri bulunan Internet Explorer 7, Vista'nın arayüzüne paralel olarak yenilenmiş yeni Windows Media Player 11, Yedekleme ve Geri Yükleme Merkezi, Windows Media Center, oyunlarla ilgili istatistikler verebilen özel Oyun Gezgini ve içerisinde Chess Titans, Purple Place, Hearts, InkBall, Mahjong Titans, gibi yeni oyunlar, Denetim Masası'na entegre edilmiş Windows Update, çocukların bilgisayar kullanımına yönelik Ebeveyn Denetimleri, disk şifreleme uygulaması BitLocker, Windows'u kötü niyetli ve istenmeyen programlara karşı koruyan Windows Defender, bazı dizüstü bilgisayarların üstünde bulunan ekrandan biligsayarı açmadan bazı işlevleri kontrol etmeye yarayan Windows SideShow ve Kullanıcı Hesabı Denetimi bulunmaktadır. Donanım gereksinimleri. Microsoft'a göre Windows Vista'yı çalıştırabilecek bilgisayarlar "Vista Uyumlu (Vista Capable)" ve "Vista Premium Sürümüne Hazır (Vista Premium Ready)" olarak sınıflandırılmaktadır. "Vista Uyumlu" veya dengi bir bilgisayarın en az 800 MHz işlemci, 512 MB RAM ve DirectX 9 destekli bir ekran kartına sahip olması gerekir. Vista Uyumlu PC'ler Aero kullanıcı arabirimi de dahil olmak üzere gelişmiş Vista grafiklerini destekler. "Vista Premium Sürümüne Hazır" bir bilgisayar en az 1.0 GHz işlemci, 1 GB sistem belleği, yeni Windows Görüntü Sürücüsü Modeli'ni destekleyen ve en az 128 MB bellekli bir ekran kartı gerektirir ve Vista'nın üst düzey özelliklerini destekler. Microsoft, bir bilgisayarın Vista'yı çalıştırabilme yeteneğini ölçen Windows Vista Yükseltme Danışmanı adlı bir yazılımı da Windows XP ve Windows Vista kullanıcılarına sunmaktadır. Microsoft'un web sitesinde bazı Vista uyumlu donanımlar listelenmektedir. Belirttikleri "Vista Premium Sürümüne Hazır" dizüstü bilgisayarlarda Intel Core 2 Duo T5500 veya üzeri işlemci ve 1 GB bellek bulunmaktadır. Microsoft'un aldığı bir kararla beyazla boyanmış bir Vista Capable yazısı Home Premium'a uygun gri boyalı ise Home Basic'e uygun olduğunu göstermektedir Hizmet paketleri. Service Pack 1. Microsoft Windows Vista Service Pack 1 (SP1), ilk olarak tüm Microsoft iş ortaklarına 4 Şubat 2008 tarihinde gönderildi. Ardından, 15 Şubat 2008 tarihinde ise, MSDN ve TechNet üyeleri için indirilmeye sunuldu. İlk son kullanıcı sürümü olan "Wave 0", 18 Mart 2008 tarihinde, Microsoft Download Center üzerinden 5 dilde (İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Japonca) tek başına yükleme paketi olarak tüm kullanıcılara, Windows Update ve Download Center üzerinden yayınlandı. SP1, 14 Nisan 2008 tarihinde 31 dilde, bağımsız güncelleştirme olarak sunuldu. SP1 yüklemesi, Haziran 2008 başından itibaren, tüm dillerde otomatik güncelleştirme olarak yayımlandı ve güncelleştirme, yükleneceği Windows Vista sürümüne göre dosya boyutu değişmektedir. Windows Vista için Service Pack 1, 2007 yılında Windows Vista için yayınlanmış olan tüm güncelleştirmeleri içermektedir; ayrıca yeni güvenilirlik ve performans güncelleştirmeleri, yeni donanımlarla uyumluluk ve yazılım programlarıyla uyumluluk güncelleştirmeleri de içermektedir. Windows Vista SP1 bilgisayara yüklendiğinde, yeni bir özellik veya önemli bir değişiklik olmuyor. Windows Vista Enterprise ve Ultimate sürümlerinde yer alan Windows BitLocker yani sabit disk şifreleme özelliği, Service Pack 1 ile birlikte tüm sabit diski ve sürücüleri şifreleme olanağı sunuyor. Service Pack 2. Windows Vista için Service Pack 2, Release to Manufacturing (RTM) aşamasına ulaştı. MSDN aboneleri için 19 Mayıs 2009 tarihinde yayınlandı, ardından 25 Mayıs 2009 tarihinde Microsoft Download Center sitesinde beş dilde (İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Japonca) ve 26 Mayıs 2009 tarihinden itibaren Windows Update üzerinden indirilmeye sunuldu. Türkçenin de içinde bulunduğu 36 dilde yayımlanan "Wave 1" ise 22 Haziran 2009 tarihinden itibaren Microsoft internet sitesinde ve Windows Update üzerinden indirilmeye sununlmuştur. Bir dizi güvenlik ve diğer düzeltmelere ek olarak, aşağıdaki yeni özellikler de eklenmiştir. Ayrıca Internet Explorer 8 dahil edilmemiştir. Platform Güncelleme. Windows Vista Platform Güncelleme, yaklaşık Ekim 2009 sonunda çıkacaktır ve Windows 7 ile birlikte gönderilen önemli yeni bileşenleri içerecektir, (güncellenen kitaplıklar gibi). Windows Update üzerinde önerilen bir yükleme olarak sıkışık olacaktır ve bu, Service Pack 2 gerektirir. Platform güncelleme, hem Windows Vista ve hem de Windows 7 için uygulama geliştiriciler hedef sağlamıştır. Aşağıdaki bişenleri oluşturur. Bazı güncelleştirmeler de ayrı sürümler için kullanılabilir olacak, hem Windows XP ve Windows Vista'da şunlar vardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12560", "len_data": 8510, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.37 }
Havza, bir nehir ya da göl havzası, nehrin kaynağı ile sonlandığı yer arasında kalan, nehre su veren tüm alanı kapsamaktadır. Akarsuyun ana kolu ve yan kolları ile birlikte sularını topladığı ve drene ettiği bu alana "akaçlama havzası" da denilir. Drenaj Havzası. Bir drenaj havzası, yağışın toplandığı bir arazi alanıdır. Nehir, körfez ya da başka bir su kütlesi olarak ortak bir çıkışa akar. Drenaj havzası, yağmur akışı, kar erimesi, dolu, karla karışık yağmur ve çıkışa doğru eğimden aşağıya akan akarsulardan gelen tüm yüzey suyunu ve yüzeyin altındaki yeraltı suyunu içerir. Drenaj havzaları, hiyerarşik bir düzende daha düşük kotlarda diğer drenaj havzalarına bağlanır, daha küçük alt drenaj havzaları ile birlikte başka bir çıkışa akar. Drenaj havzası için havza, havza alanı, drenaj alanı, nehir havzası ve su havzası kullanılan diğer terimlerdir. Kuzey Amerika'da su havzası terimi yaygın olarak drenaj havzası anlamında kullanılır. Ancak diğer İngilizce konuşulan ülkelerde yalnızca orijinal anlamıyla yani drenaj bölmesi anlamında kullanılır. Kapalı bir drenaj havzasında ya da endoreik havzada su lavabo olarak bilinen, kalıcı bir göl, kuru bir göl veya yüzey suyunun yeraltında kaybolduğu nokta olabilen, havza içinde tek bir noktada yaklaşır. Drenaj havzası, bütün suyu toplayarak ve tekbir noktaya yönlendirerek bir huni görevi görür. Her bir drenaj havzası, bir çevre ile komşu havzalardan topoğrafik olarak ayrılır. Drenaj bölünerek, yüksek bariyerler oluşturan coğrafi özelliklerin (sırt, tepe ya da dağlar gibi) art arda oluşmasını sağlar. Drenaj havzaları, çok seviyeli hiyerarşik bir drenaj sistemine yuvalanmak üzere tanımlanan drenaj alanları olan hidrolojik birimlere benzer. Anacak aynı değildir. Hidrolojik üniteler birden çok giriş, çıkış ya da havuz oluşmasına izin verecek şekilde tanımlanmıştır. Tam anlamıyla, tüm drenaj havzaları hidrolojik birimlerdir, ancak tüm hidrolojik birimler drenaj havzası değildir. Türleri. Bazı nehir havzaları, özellikle denize çıkışı olmayan iç bölgelerde, göllerde ve /veya iç deltalarda sona erer. Bu havzalar, kapalı havza olarak adlandırılır. Bu nedenle, nehir havzaları yönetsel ya da politik bölümler yerine doğal hidrolojik sınırlara dayanır ve su kaynakları ile eko-sistemlerin korunmasını ve sürdürülebilir kullanımını planlamak için en elverişli birimlerdir. Bazı akarsularda sularını açık denizlere ulaştırabilen akarsu havzalarını ifade etmek için; "açık havza", "dışa akışlı bölge", "denize akışlı bölge" veya sadece "akışlı bölge" adlandırmaları kullanılır. Akarsuların denize ulaşması çoğunlukla yeryüzünden olurken, karstik araziler gibi bazı alanlarda yer altından da denize ulaşabilir. Dünyanın büyük drenaj havzaları. Okyanusların havza alanları haritası Türkiye ve dünyadan bazı büyük havzalara örnekler: Ceyhan Nehri - 21.982 km². OKYANUS HAVZALARI Aşağıda, başlıca okyanus havzalarının bir listesi bulunur: Dünya topraklarının yaklaşık % 48,7'si Atlantik Okyanusu'na akar. Kuzey Amerika'da yüzey suyu, Saint Lawrence Nehri ve Büyük Göller havzaları, ABD'nin Doğu kıyısı, Kanada Denizcileri, Newfoundland ve Labrador'un çoğu Atlantik'e akar. Andes'in doğusundaki Güney Amerika'nın neredeyse tamamı, Batı ve Orta Avrupa'nın çoğu, Batı Sahra altı Afrika'nın büyük kısmı, Batı Sahra ve Fas'ın bir kısmı Atlantik'e akar. Dünya'nın iki büyük Akdeniz denizi de Atlantik'e akar: Karayip Denizi ve Meksika Körfezi havzası, Appalachian ve Rocky Dağları arasındaki ABD'nin iç kısımlarının çoğunu, Alberta ve Saskatchewan'ın Kanada eyaletlerinin küçük bir bölümünü, doğu Orta Amerika'yı, Karayipler ve Körfez adalarının ve Kuzey Amerika'nın küçük bir bölümünü içerir. Akdeniz havzası, Kuzey Afrika'nın çoğunu, doğu-orta Afrika'yı (Nil Nehri yoluyla), Güney, Orta ve Doğu Avrupa'yı, Türkiye, İsrail, Lübnan ve Suriye'nin kıyı bölgelerini kapsar. Arktik Okyanusu, Batı ve Kuzey Kanada'nın çoğunu Kıta Bölmesinin doğusundan, kuzey Alaska'dan ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Kuzey Dakota, Güney Dakota, Minnesota ve Montana'nın bazı kısımlarını, Avrupa'da ise orta ve kuzey Rusya'daki İskandinav yarımadasının kuzey kıyısını ve dünya topraklarının yaklaşık% 17'sini oluşturan Asya'daki Kazakistan ve Moğolistan'ın bazı kısımlarını boşaltır. Dünyadaki toprakların% 13'ünden biraz fazlası Pasifik Okyanusu'na akıyor. Havzası Çin'in çoğunu kapsıyor. Doğu ve güneydoğu Rusya, Japonya, Kore Yarımadası, Çinhindi, Endonezya ve Malezya'nın çoğu, Filipinler, tüm Pasifik Adaları, Avustralya'nın kuzeydoğu kıyılarını ve Kıta Bölünmesinin batısında Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri'ni (Alaska'nın çoğu dahil) ayrıca Güney Amerika'da Batı Orta Amerika ve And Dağları'nın batısını kapsar. Hint Okyanusu'nun drenaj havzası da Dünya topraklarının yaklaşık% 13'ünü oluşturur. Afrika'nın doğu kıyılarını, Kızıldeniz kıyılarını ve Basra Körfezi'ni, Hindistan Yarımadası'nı, Burma'yı ve Avustralya'nın çoğunu kapsar. Güney Okyanusu Antarktika'yı boşaltır. Antarktika, Dünya topraklarının yaklaşık yüzde sekizini oluşturur. EN BÜYÜK DENİZ HAVZALARI En büyük beş nehir havzası (bölgeye göre), büyükten küçüğe doğru sıralanmıştır. Amazon (7Mkm²), Kongo (4Mkm²), Nil (3.4Mkm²), Mississippi (3.22Mkm²) ve Río de la Plata (3.17Mkm²) havzalarıdır. En çok suyu en aza indirgeyen üç nehir Amazon, Ganga ve Kongo nehirleridir. ENDOREİK DRENAJ HAVZALARI Endoreik drenaj havzaları, bir okyanusa akmayan iç havzalardır. Tüm kara yollarının yaklaşık% 18'i endoreik göllere, denizlere veya bataklıklara akar. Bunların en büyüğü, Hazar Denizi, Aral Denizi ve çok sayıda küçük göle akan Asya'nın iç kısımlarının çoğundan oluşur. Diğer endoreik bölgeler arasında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Büyük Havza, Sahra Çölü'nün çoğu, Okavango Nehri'nin drenaj havzası (Kalahari Havzası), Büyük Afrika Gölleri yakınlarındaki yaylalar, Avustralya'nın iç kısımları, Arap Yarımadası, Meksika'daki bazı bölgeler ve And Dağları bulunmaktadır. Bunlardan bazıları  Büyük Havza gibi tekli drenaj havzaları değildir. Ayrı, bitişik kapalı havzalardan oluşan koleksiyonlardır. Buharlaşmanın su kaybının birincil yolu olduğu endoreik durgun su kütlelerinde, su tipik olarak okyanuslardan daha tuzludur. Bunun aşırı bir örneği Ölü Deniz'dir. JEOPOLİTİK SINIRLAR Drenaj havzaları, özellikle suyla ticaretin önemli olduğu bölgelerde, bölgesel sınırların belirlenmesi için tarihsel olarak önemli olmuştur. Örneğin, İngiliz tacı Hudson's Bay Company'ye, Rupert's Land adı verilen bir alan olan Hudson Körfezi havzasının tamamında kürk ticaretinde tekel sağladı. Bugün biyo-bölge politik organizasyonu, içine aktığı su kütlesini veya kütlelerini yönetmek için belirli bir drenaj havzasındaki devlet anlaşmalarını (örneğin, uluslararası anlaşmalar ve ABD içinde eyaletler arası sözleşmeler) veya diğer siyasi varlıkları içermektedir. Bu tür eyaletler arası sözleşmelerin örnekleri; Büyük Göller Komisyonu ve Tahoe Bölgesel Planlama Ajansıdır. HİDROLOJİ Hidrolojide, drenaj havzası, hidrolojik döngü içinde suyun hareketini incelemek için mantıksal bir odak birimidir, çünkü havza çıkışından deşarj edilen suyun büyük bir kısmı havzaya düşen yağışlardan kaynaklanmaktadır. Drenaj havzasının altından yeraltı suyu sistemine giren suyun bir kısmı başka bir drenaj havzasının çıkışına doğru akabilir, çünkü yeraltı suyu akış yönleri her zaman üstteki drenaj ağlarınınkilere uymaz. Bir havuzdan su tahliyesinin ölçümü, havzanın çıkışında bulunan bir dere ölçeri ile yapılabilir. Yağmur göstergesi verileri, bir drenaj havzasındaki toplam yağışı ölçmek için kullanılır ve bu verileri yorumlamanın farklı yolları vardır. Göstergeler çoksa ve tekdüze yağışlı bir alana eşit olarak dağılmışsa, aritmetik ortalama yönteminin kullanılması iyi sonuçlar verecektir. Thiessen poligon yönteminde, drenaj havzası, poligonuna dahil olan arazi alanındaki yağışları temsil ettiği varsayılan her poligonun ortasında yağmur ölçeri ile poligonlara bölünmüştür. Bu çokgenler, ölçüler arasına çizgiler çizilerek ve daha sonra bu çizgilerin dik açıortaylarının birleşmesiyle oluşturularak yapılır. İzohyetal yöntem, eşit yağış konturlarının bir harita üzerindeki göstergelerin üzerine çizilmesini içerir. Bu eğriler arasındaki alanı hesaplamak ve su hacmini toplamak zaman alıcıdır. İzokron haritaları, sabit ve tekdüze etkili bir yağış varsayılarak, drenaj havzasındaki akış suyunun göle, rezervuara veya çıkışa ulaşmak için geçen zamanı göstermek için kullanılabilir. JEOMORFOLOJİ Drenaj havzaları, akarsu jeomorfolojisinde ele alınan ana hidrolojik birimdir. Bir drenaj havzası, kanal formlarını yeniden şekillendirirken nehir sistemi boyunca daha yüksek yükseklikten daha düşük kotlara doğru hareket eden su ve tortu kaynağıdır. Ekoloji Drenaj havzaları ekolojide önemlidir. Su zeminden ve nehirler boyunca akarken, besin maddelerini, tortuları ve kirleticileri toplayabilir. Su ile birlikte, havzanın çıkışına doğru taşınırlar ve yol boyunca ve alıcı su kaynağında ekolojik süreçleri etkileyebilirler. Azot, fosfor ve potasyum içeren yapay gübrelerin Modern kullanımı drenaj havzalarının ağızlarını etkilemiştir. Mineraller drenaj Havzası tarafından ağza taşınır ve orada birikebilir ve doğal mineral dengesini bozabilir. Bu, bitki büyümesinin ek malzeme tarafından hızlandırıldığı ötrofikasyona neden olabilir. Kaynak yönetimi Drenaj havzaları hidro-mantıksal anlamda tutarlı varlıklar olduğundan, su kaynaklarını bireysel havzalar temelinde yönetmek yaygınlaşmıştır. ABD'nin Minnesota eyaletinde, bu işlevi yerine getiren devlet kurumlarına "havza bölgeleri"denir. Yeni Zelanda'da havza tahtaları denir. Ontario, Kanada'da bulunan benzer topluluk gruplarına koruma yetkilileri denir. Kuzey Amerika'da, bu işlev "havza yönetimi"olarak adlandırılır. Brezilya'da, 1997 tarihli 9.433 Sayılı Kanun ile düzenlenen Ulusal Su Kaynakları Politikası, drenaj havzasını Brezilya su yönetiminin bölgesel bölümü olarak kurmaktadır. Bir nehir Havzası en az bir siyasi sınırı geçtiğinde, bir ulus içindeki bir sınır veya uluslararası bir sınır, sınır ötesi bir nehir olarak tanımlanır. Bu havzaların yönetimi, onu paylaşan ülkelerin sorumluluğundadır. Nil Havzası girişimi, Senegal Nehri için OMVS, Mekong Nehri Komisyonu, ortak nehir havzalarının yönetimini içeren düzenlemelerin birkaç örneğidir. Ortak drenaj havzalarının yönetimi, ülkeler arasında kalıcı barışçıl ilişkiler kurmanın bir yolu olarak da görülüyor. Havza Faktörleri. Havza, sel miktarını veya olasılığını belirleyen en önemli faktördür. Havza faktörleri şunlardır: topoğrafya, şekil, boyut, toprak tipi ve arazi kullanımı (asfalt veya çatılı alanlar). Havza topoğrafyası ve şekli, yağmurun nehre ulaşması için gereken süreyi belirlerken, havza büyüklüğü, toprak tipi ve gelişimi nehre ulaşmak için gereken su miktarını belirler. Topoğrafya; Genel olarak, topoğrafya, akışın bir nehre ne kadar hızlı ulaşacağı konusunda büyük bir rol oynar. Dik dağlık bölgelerde düşen yağmur, drenaj havzasındaki birincil nehre düz veya hafif eğimli alanlardan (örneğin, > %1 Gradyan) daha hızlı ulaşacaktır. Şekilli; Şekil, akışın bir nehre ulaştığı hıza katkıda bulunacaktır. Uzun, ince bir havza, yuvarlak bir havza suyundan daha uzun sürecektir. Boyutlu; Boyut, nehre ulaşan su miktarını belirlemeye yardımcı olacaktır, çünkü havza ne kadar büyük olursa, sel potansiyeli o kadar büyük olur. Ayrıca drenaj havzasının uzunluğu ve genişliği temelinde belirlenir. Toprak tipi; Toprak tipi, nehre ne kadar su ulaştığını belirlemeye yardımcı olacaktır. Drenaj alanından gelen akış, toprak tipine bağlıdır.Kumlu topraklar gibi bazı toprak türleri çok serbest drenaja sahiptir ve kumlu topraktaki yağışların toprak tarafından emilmesi muhtemeldir. Bununla birlikte, kil içeren topraklar neredeyse geçirimsiz olabilir ve bu nedenle killi topraklarda yağış akacak ve sel hacimlerine katkıda bulunacaktır. Uzun süreli yağışlardan sonra, serbest drenajlı topraklar bile doymuş hale gelebilir, bu da daha fazla yağışın toprak tarafından emilmekten ziyade nehre ulaşacağı anlamına gelir. Yüzey geçirimsiz ise, yağış daha yüksek sel riskine yol açacak bir yüzey akışı yaratacaktır; toprak geçirgense, yağış toprağa sızacaktır. Arazi kullanımı; Arazi kullanımı, killi topraklara benzer şekilde nehre ulaşan su hacmine katkıda bulunabilir. Örneğin, çatılar, kaldırımlar ve yollardaki yağışlar, yeraltı suyuna neredeyse hiç emilmeyen nehirler tarafından toplanacaktır Kaynakça. 1.^ https://web.archive.org/web/20040321033433/http://www.uwsp.edu/geo/faculty/ritter/glossary/a_d/drainage_basin.html Fiziksel Çevre. Wisconsin Üniversitesi-Stevens Point. 21 Mart 2004'te orijinalinden arşivlendi. 2.^ https://web.archive.org/web/20120121122519/http://www.wr.udel.edu/cb/whatwhycare.html Delaware Üniversitesi. 2012-01-21 tarihinde orijinalinden arşivlendi. 3.Lambert David 1998 https://archive.org/details/fieldguidetogeol00lamb_0/page/130 4.Uereyen, Soner, Kuenzer, Claduia(9 Aralık 2019)"A Review of Earth Observation-Based Analyses for Major River Basins" .Uzaktan algılama 11(24):2951.2019RemS...11.2951U 5.Huneau, F.; Jaunat, J.; Kavouri, K.; Plagnes, V.; Rey, F.; Dörfliger, N. (2013-07-18). küçük dağlık karstik akiferler için trinsik güvenlik açığı haritalaması, Batı Pireneler (Fransa) için yeni kırmızı biber yönteminin uygulanması". Mühendislik Jeolojisi. Elsevier. 161: 81–93. Verimli yönetim, yayların etrafındaki koruma çevresinin doğru tanımı ve yay havza alanı ("ımpluvium") üzerindeki arazi kullanımının proaktif düzenlenmesi ile güçlü bir şekilde ilişkilidir. 6.Lachassange, Patrick(2019-02-07)"Natural mineral waters" . Encyclopédie de l'environnement. Alındı 2019-06-10." Doğal maden suyunun uzun vadeli istikrarını ve saflığını korumak için, şişeleyiciler kaynaklarının impluviumları (veya havza alanları) için "koruma politikaları" koymuşlardır. Havza alanı, zemine sızan çökeltilmiş yağmur suyunun (ve/veya kar erimesinin) bir kısmının mineral akiferi beslediği ve böylece kaynağın yenilenmesine katkıda bulunduğu bölgedir. Başka bir deyişle, impluvium bölgesinde çökeltilmiş bir damla mineral akifere katılabilir;..." 7.Labat, D.; Ababou, R.; Manginb, A. (2000-12-05)."Karstik kaynaklar için yağış–akış ilişkileri. Bölüm I: konvolüsyon ve spektral analizler". Hidroloji Dergisi. 238 (3–4): 123–148.Bibcode:2000JHyd..238..123L "Karstik olmayan impluvyum, toprak yüzeyinin tüm unsurlarını ve zayıf geçirgen olan toprakları içerir, bunun bir kısmı suyun aktığı ve aynı zamanda başka bir küçük parçaya da nüfuz eder. Bu yüzeysel impluvium, eğer varsa, karstik havzanın drenaj sisteminin ilk organizasyon seviyesini oluşturur." 8."Hydrologic Unit Geography" . Virginia Doğa Koruma ve Rekreasyon Bölümü. 14 Aralık 2012 tarihinde orijinalinden arşivlendi. 9.Amazon Nehri, Kongo Nehri ve Ganj ile ilgili Encarta Ansiklopedisi makaleleri Microsoft tarafından bilgisayarlarda yayınlandı. 10.Bell, V.A Moore R.J.(1998)."A grid-based distributed flood forecasting model for use with weather radar data: Part 1. Formulation" (PDF). Hidroloji ve yer sistemi Bilimleri. Copernicus Yayınları. 2 (2/3): 265–281.Bibcode:1998HESS...2..265B 11.Subramanya, K (2008).Engineering Hydrology Tata McGraw-Hill. s. 298. ISBN 978-0 12."EN 0705 isochrone map" UNESCO 22 Kasım 2012 tarihinde orijinalinden arşivlendi. 13."Isochrone map" Webster'ın çevrimiçi Sözlüğü. 14."Articles" www. "strategicforesight.com".
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12567", "len_data": 15229, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.32 }
Türkiye'deki millî parklar listesi, Türkiye'de bulunan millî parkların derlendiği listedir. Türkiye'de millî park kavramı ilk kez Selahattin İnal tarafından gündeme getirilmiş, "doğa koruma alanlarının millî park statüsü taşıması gerektiği ve doğal güzellik ile turistik potansiyel kıstaslarına göre belirlenmesi gerektiği" savunulmuştur. Kavram, 31 Ağustos 1956 tarihinde kabul edilen nun 25. maddesinde yer bularak ilk kez yasal düzlemde yer almıştır. Kanunla millî parkların sorumluluğu kendisine verilen Orman Genel Müdürlüğü, gerekli gördüğü ormanlık bölgelerin fauna ve florasının korunması şartıyla bilimsel ve halka açık spor ile mesire alanı olarak kullanılması amaçlarıyla herhangi bir bölgeyi millî park ilan etmekle yetkili kılınmış, iki yıl sonra kurulan Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile görev bu kuruma devredilmiştir. 1983 yılına kadar yalnızca orman örtüsüne sahip olan yerler millî park dâhilinde değerlendirilirken 9 Ağustos 1983 tarihinde kabul edilen ile ormanlık olmasa bile tarihî, turistik ya da kültürel değeri haiz alanların da millî park ilan edilmesi sağlanarak tabiat parkı, tabiat koruma alanı, tabiat anıtı gibi yeni koruma statüleri tesis edilmiştir. Kanunun güncel hâline göre Tarım ve Orman Bakanlığı tasarrufunda olan millî park alanlarının belirlenmesi bu bakanlığın yanı sıra imar konularında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve tarihî ile turistik konularda Kültür ve Turizm Bakanlığının görüşleri alınarak sağlanmakta olup cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yayımlanmasıyla resmiyete kavuşmaktadır. Millî park arazileri kamuya ait olmakla birlikte kişilere ait alanların millî park şartlarını taşıdığı durumlarda na dayanılarak Tarım ve Orman Bakanlığınca kamulaştırma, devir, tahsis ya da bağış gibi formüllerle ilgili alan devletleştirilmekte ve millî park ilan edilmektedir. Tarım ve Orman Bakanlığı millî parkların düzenleme, yönetme, işletme veya işlettirme haklarına sahiptir. Bahsi geçen işlettirme hakkı yalnızca devlet ormanı kapsamında olmayan millî parklar için geçerli olup devlet ormanlarının işletme hakkı anayasanın 169. maddesi gereğince devredilememektedir. Tarım ve Orman Bakanlığının tasarrufunda bulunan millî parkların idaresi daha özelde bakanlığa bağlı Doğa Koruma ve Millî Parklar Genel Müdürlüğü altında teşkilatlandırılan Millî Parklar Dairesi Başkanlığınca yürütülmektedir. İç Anadolu'daki antik çağlardan kalma kalıntı ormanlarından biri olması nedeniyle 5 Şubat 1958 tarihinde millî park ilan edilen Yozgat Çamlığı Millî Parkı Türkiye'nin ilk millî parkıdır. Sınırları içerisinde beş farklı millî parkı bulunduran Antalya bu bakımdan en zengin il olup yüzölçümü olan Ağrı Dağı Millî Parkı Türkiye'nin en geniş, yüksekliği olan Hakkâri Cilo ve Sat Dağları Millî Parkı ise en yüksek millî parkıdır. Sonuncusu 30 Mayıs 2025'te millî park ilan edilen Geben Vadisi Millî Parkı ile birlikte Türkiye'de 50 millî park bulunmakta olup bunlar toplam alan kaplamaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12573", "len_data": 2955, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.25 }
D programlama dili, C++ dilinden daha yüksek seviyede ve hedef alınan işletim sistemiyle donanımlara göre uygulama yazılmasını kolaylaştıran bir "sistem ve uygulama" dilidir. D, C gibi sistem programlama dili olmasına karşın birçok üst düzey dilden (Python, Ruby, Lisp, Java, C#, vb.) özellikler almış olan kod okunabilirliği yüksek bir dildir. Üst düzey olanaklarına karşın C ve C++ kadar hızlı çalışan programlar üretir. D'nin artık D1 diye anılan eski sürümünün desteği 31 Aralık 2012'de sona ermiştir. D2 olarak da adlandırılan D'nin tasarımı sona ermiş, bütün olanaklarının derleyiciler tarafından desteklenmesi beklenmektedir. Andrei Alexandrescu'nun "Neden D" adlı makalesinde D2'nin pek çok özelliği belirtilmektedir. Geliştirme araçları. D dilini içeren editörler ve IDE'ler Eclipse, Microsoft Visual Studio, SlickEdit, Sublime Text, emacs, vim, SciTE, Smultron, TextMate, Zeus ve Geany'dir. D dili için Descent (ölü proje) ve DDT adlı iki Eclipse eklentisi mevcuttur, Visual Studio entegrasyonu VisualD eklentisi ile sağlanmaktadır. Ek olarak, Poseidon ve Entice Designer gibi açık kaynak kodlu D IDE'leri mevcuttur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12575", "len_data": 1126, "topic": "CODING", "quality_score": 3.53 }
Göreme Tarihî Millî Parkı, İç Anadolu bölgesinde, Nevşehir ili sınırları içerisinde yer alan Millî park idi. 1985 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alındı. 30 Ekim 1986'da Bakanlar Kurulu kararıyla millî park ilan edildi, 22 Ekim 2019 tarihinde millî park statüsünden çıkarıldı. Parkın alanı Orta Anadolu'nun Hasan Dağı-Erciyes Dağı volkanik bölgesinde kalmaktaydı. Saha; platolar ovalar küçük dağ bitkileri, yüksek tepeler, alüvyonla dolmuş dere ve ırmak vadileri, drenaj havzaları ve erozyonlu dik yamaçlı vadilerde birbirinden ayrılan yüksek düzlüklerden oluşmuştur. Erciyes ve Hasan Dağının büyük volkanik konileri, kuzeyden Kızılırmak vadisinin bir kısmı, bazıları bazaltla kaplı aşınmış tüf yatakları araziye hakim özelliktedir. Alan; volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısı içerisinde Bizans Kilise mimarisi ve dinsel sanat tarihinden önemli bir devri sergilemektedir. Bölgenin özelliklerinden burada yaşayanlar savaşların etkilerinden, merkezi idarenin otoritesinden uzak kalmayı başarabilmişlerdir. Ana ulaşım yollarına uzaklığı ve engebeli bir alan olması, gizlenmek isteyen veya dini inzivaya çekilenler için uygun korunma yeri olmuştur. Manastır hayatı 3. yüzyıl sonları ile 4. yüzyıl başlarında başlamış ve hızla yayılmıştır. Manastırlar, kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve keşiş hücreleri, depo ve şarap yapım yerleri bulunan mekanlar oyulmuş, duvar resimleri ile süslenmiştir. Ayrıca saha içerisinde, Ürgüp, Avcılar, Üçhisar, Çavuşin, Yeni Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy hayatını yansıtan tarihi ve doğal bütünlüğü sağlayan sahaları teşkil eder.UNESCO tarafından korunma altındadır. Gezilecek ve görülecek yerler. Volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısını oluşturan 'peribacaları' aynı zamanda Bizans kilise mimarisi ve dinsel sanat tarihini sergilemesi açısından başta görülmesi gerekli yerlerdendir. Ayrıca Ürgüp, Avcılar, Uçhisar, Çavuşin ve Yeni Zelve yerleşimleri, Devrent Hayal Vadisi, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy (kırsal) hayatını yansıtan yerleşimler olması nedeniyle ziyaretçilerin ilgisini çekecek niteliktedir. "Mevcut hizmetler ve konaklama": Parkın ziyaretçileri için en uygun dönemi 15 Mart-15 Kasım ayları arasındadır. Park içerisinde, hem doğal hem kültürel değerlerinin farklı bir yaklaşımla gezilebilmesi amacıyla tracking (yürüyüş) hatları belirlenmiştir. Ziyaretçiler, Park içerisinde ve yakınındaki yerleşimlerindeki çok sayıdaki otel ve pansiyonlarda konaklanabilir. Alan. Volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısı içerisinde Bizans Kilise mimarisi ve hiristyan tarihinden önemli bir devri sergilemektedir. Bölgenin özelliklerinden burada yaşayanlar savaşların etkilerinden, merkezi idarenin otoritesinden uzak kalmayı başarabilmişlerdir. Ana ulaşım yollarına uzaklığı ve engebeli bir alan olması, gizlenmek isteyen veya dini inzivaya çekilenler için uygun korunma yeri olmuştur. Manastır hayatı 3. yüzyıl sonları ile 4. yüzyıl başlarında başlamış ve hızla yayılmıştır. Manastırlar, kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve keşiş hücreleri, depo ve şarap yapım yerleri bulunan mekanlar oyulmuş, duvar resimleri ile süslenmiştir. Ayrıca saha içerisinde, Ürgüp, Göreme, Uçhisar, Çavuşin, Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy hayatını yansıtan tarihi ve doğal bütünlüğü sağlayan sahaları teşkil eder. Yukarıda anlatılan; Göreme'nin eşsiz jeomorfolojik oluşumu, estetik manzara yapısının görsel değeri ile tarihi ve etnolojik yapısı parkın kaynak zenginliğinin ana başlıkları sayılabilir. Ulaşım. Park alanında; batı ve güney yönünde Ankara-Adana kara yolu, Niğde ya da Aksaray'dan Nevşehir'e ulaşan kara yolu, doğu ve kuzeydoğudan Kayseri'den Avanos'a ya da Ürgüp'e gelen kara yolu ile ulaşılır. Dünya Miras Listesi. Göreme ve Kapadokya Millî Parkı, 6 Aralık 1985 tarihinden 22 Ekim 2019 tarihine kadar doğal ve kültürel varlık olarak Dünya Mirası listesinde yer almaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12577", "len_data": 3956, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.3 }
İslam da Namaz ( "Salah"), İslâm'ın şartlarından biri olarak kabul edilen bir ibadettir. Kur'an'da günün belli vakitlerinde abdestle birlikte duaya kalkılması ifadesi bulunur. Kur'an'a göre namaz Allah'ı anarak teslimiyetin gösterildiği bir arınma biçimi ve İbrâhim peygambere öğretilen bir ibadet şeklidir. Namaz için ön şartlardan birisi kıble istikametine doğru yönelişi içerir. Etimoloji. Yaygın bilinenin aksine "namaz" kelimesi Kur'an'ın orijinal Arapça metninde hiç geçmemektedir. Çünkü Arapça değil Farsça bir kelimedir. Türkçede yer alan "namaz" kelimesi Osmanlıcada نماز‎ (namâz) hâliyle tespit edilmiştir. Türk dilinde geçtiği ilk yazılı kaynak Yûsuf Has Hâcib'in 11. yüzyılda kaleme aldığı, Orta Türkçe döneminde yazılmış "Kutadgu Bilig" eseridir. Sözcük, Türkçeye Farsça "saygı veya ibadet amacıyla yere kapanma, temenna" ile "İslami ibadet biçimi" anlamlarına gelen نماز‎ (namâz) kelimesinden ödünçlenmiştir. Farsça sözcük, Orta Farsça "saygı gösterme, yere kapanma, dua" anlamındaki 𐭥𐭮𐭢𐭣𐭤‎ (namāz) kelimesinden evrilmiştir. Bu sözcüğün aynı anlamdaki Proto İran dilinde *"námah" ile Proto Hint-İran dilinde "*námas" sözcüklerinden evrildiği ve nihai olarak Proto Hint-Avrupa dilinde "kurban (yeri), tapınma" anlamındaki "*némos" kökünden türediği varsayılır. Bu bağlamda Sanskritçede selamlama sözcüğü olarak kullanılan नमस् (namas) ile namaz kelimesi aynı kökene dayanmaktadır. Hint-İran dilleriyle akraba Helenik, İtalik ve Kelt dillerinde kurban yeri anlamındaki kök, Grekçe νέμος (némos) ve Latince "nemus" kelimelerinde olduğu gibi "ormanlık alan" anlamı kazanmıştır. Salâ veya salât, modern Türkçede "namaz" için eskimiş bir kullanım olarak kabul edilmekte olup, Türkçede geçtiği ilk kaynaklar 14. yüzyılda yazılmış Yûnus Emre şiirleri ile Darîr'in Kıssa-i Yusuf tercümesidir. Salâ, Arapça "ṣlw" kökünden gelen ve "secde, secde ederek yapılan ibadet, namaz" anlamındaki "ṣalā(t)" صلاة  sözcüğünden alıntıdır. İslami terimin, İslam öncesi dönemde Hristiyan ve Yahudi Aramcasında yerleşik olan "ṣəlūthā" veya "ṣəlawthā" (צְלוֹתָא) sözcüğünden alıntı olduğu düşünülür. Arent Jan Wensinck, salât kelimesinin kökeninde bir Aramî tesirinin yer aldığını, “Selūtã” kelimesinin bir mastar ismi olduğunu ve ‘katlamak’ manasına geldiğinin açık olduğunu ifade etmiştir. Namaz kılmak deyimi, Türkçede Kur'an'da "ikametü's-salat" şeklinde terkip olarak kullanılan ifadenin yerine konmuştur. Salât dua etmek, ikametü's-salât ise "duanın yerine getirilmesi" anlamlarına gelir. Tarihçe. Namazın İslam'a özgü ve İslam ile başlayan bir ibadet şekli olduğu kanısı Müslümanlar arasında yaygındır. Ancak başta Kur'an ayetleri olmak üzere namazın Müslümanlara özgü bir tapınma tarzı olmadığını gösteren kayıtlar günümüze kadar ulaşmıştır. Mekke döneminde ilk yazılan sureler olduğu rivayet edilen Alak ve Müddessir surelerinde namazdan bahsedilmesi bu görüşü desteklemektedir. Câhiliye döneminde Zeyd bin Amr bin Nüfeyl ve Kus bin Saide gibi hanîflerin namaz kıldığı bilinmektedir. Ebû Zer'in Müslüman olmadan önce üç yıl boyunca yatsı ve sabah namazlarını kıldığı rivayet edilir. Buna karşın haniflerin namaz kıldığına ilişkin metin kayıtları, bu metinleri hazırlamış geç dönem Müslüman yazarların Cahiliye döneminde yaşamış tektanrıcı bireyleri Muhammed'in peygamberliğini desteklemek amacıyla yorumlamaya meyilli olmalarından ötürü güvenilmez olarak nitelendirilmiştir. Hint toplumu ve İslam öncesi Ortadoğu toplumlarında, bu tapınmaların bir arınma ritüelini takip eden, günün belirli saatlerinde belirli bir yöne veya nesneye yönelerek yapılan dua merasimleri olduğu, bu merasimlere değişik vücut hareketlerinin eşlik ettiği bilinmektedir. İslam namazının, bu tapınmalardan farklılaşması ve bugünkü yaygın kabul gören şekli alması üzerinde değişik görüşler bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet kesim bu ibadetin hicrete yakın Mekke döneminde, miraçta emredilmiş olduğuna inanır. Alevîler ise bu ve benzer hadislerin Emeviler döneminde yazıldığına ve çoğunluğunun uydurma olduğuna vurgu yaparlar. Dini önemi ve müeyyidesi. Geleneksel İslam'da ergenlik çağına girmiş kadın erkek her Müslümanın namaz kılması zorunludur. Muhammed'e atfedilen bir söze göre O şöyle demiştir; “Çocuğunuz yedi yaşına geldiği zaman ona namazı emrediniz, on yaşına (bazı rivayetlerde on üç) geldiğinde namaz kılmaz ise dövünüz. Hanbelî mezhebine göre namazı terk etmek küfür, diğer üç mezhebe göre ise fâsıklıktır. Ayrıca İslam fıkıhçıları namaz, oruç veya zekat gibi dini emirlerin terki durumunda uygulanacak şer’i ceza işlemlerini ve kişinin cezaen öldürülmesi sonrasında bu kişilerin cenazelerine yapılacak işlemleri de tartışmışlardır. Şöyle ki bu kişiler mürted kabul edildiklerinde cenaze namazları kılınmaz, Müslüman mezarlığına gömülemez, miras bıraktıkları devlet hazinesine kalır. Kur'an ve hadislerde. Kur’an'da salât () kelimesinin geçtiği günlük namaz vakitlerine ilişkin âyetler şunlardır: İsra 78. âyetinde iki farklı anlama gelen iki ayrı okuma şekli bulunur. Sabah namazını ifade eden şekil "sabah'ın karnı" ifadesidir. "Sabah Kur'ân'ı" ifadesi ise Sünnîlerce okuyuşta tercih edilen, manada tercih edilmeyen ifade olmuştur. Kur'an’da "işâ" (akşam)'ın yatsı anlamında kullanıldığı bir âyet bulunur; "Ey iman edenler! Sağ ellerinizin malik olduğu ile sizden olup da henüz erginlik çağına ermemiş olanlar, üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve akşam namazından sonra. Üçü sizin için mahremdir. Bunların dışında size de, onlara da bir sakınca yoktur; onlar yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin yanında olabilirsiniz..." (Nûr Sûresi: 58) Kur'an'da namazın kılınış şeklini anlatan bir âyet bulunmaz, namaz ile alakalı olduğu düşünülen ifadelerde Allah'ın secde hâlinde (4:102), eğilerek (22:77) ve "ayaktayken" (3:113) anılması veya dua edilmesi anlatılır. Hadislere göre "Namaz, dinin direğidir." Bazı Ehl-i Sünnet fıkıh ekolleri ve hadisçiler tarafından Kur'an'dan sonra İslâm'ın en önemli yazılı kaynağı kabul edilen el-Camîu's-Sahîh'de geçen bir hadise göre Allah, günde beş vakit namazla günahları siler. Mezhepler arası farklılıklar. İslâm mezhepleri arasında namazla ilgili ön şartları, hazırlığı "(abdest)," vakitleri, miktarları, farz, vâcip, sünnet gibi kavramlar ve bu kavramlara verilen anlamlarda farklılıklar görülür. Sünni müslümanlar ve Fâtımîler'in devamı niteliğinde olan İsmâiliyye'nin Müsta'liyye kolu günlük 5 vakit ibadeti benimsemişlerdir. Günlük beş vaktin farz olduğu inancı Kur'an'ın açık emirlerine değil, bazı âyetlerin kapsamını genişleten tefsirler ve hadislere dayanan ve Sünnî İslâm toplumlarınca benimsenen bir uygulamadır. Namaz vakitleriyle ilgili âyetler birçok farklı anlayışın ve rivayetin etkisiyle yorumlanmış, bu âyetlerin hangi namazlarla ilgili olduğu konuları açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. Namaz, şeklen kılınışı ve içerisinde okunan âyet ve duaları itibarıyla günümüzün Ehl-i Sünnet, Şîa ve Hâricîlerden arta kalan İbâzıyye mezheplerinin %98'den fazlasında aynı şekilde icra edilmektedir. Dünya Müslüman nüfusunun %1'ini teşkil eden Bâtıniyye-İsmâiliyye'den olan Nizârîlerde ise kılınış şekli ve yapılan dualar itibarıyla bazı değişiklikler oluşmuşsa da Fâtiha Sûresi ile ardından Kur'an-ı Kerîm'in diğer âyetlerinin okunması hususunda temelde bir farklılık bulunmamaktadır. Bazı küçük tarikat ve cemaatlerin ana grubunun dışında kalması muhtemeldir. Tarih boyunca "Gāliyye" olarak adlandırılan "Keysâniyye" ile ondan ortaya çıkmış olan Râvendiyye, Rizâmiyye, Muhammira gibi kolların ve Bahreyn Ahsâ'da bulunan "Ebû Saîdîler" olarak adlandırılan Karmatîlerin namaz ve oruç gibi ibadetlerle ilgileri yoktu. Bazı âlimler, Şîa Müslümanlar ve Kur'ancı (hadislerin dini referans olmasını reddeden, yalnızca kuranı referans edinen) İslamcılar, günlük üç vakit namazı esas alırlar. Sünnilikteki uygulamalar. Geleneksel Ehl-i Sünnet fıkıhçılara göre Müslümanlara günlük olarak beş vakit namaz farzdır. Ancak bu namazların ikişer rekâtının farz, diğerlerinin sünnet veya farzla bitişik sünnet olduğu kabul edilir. Sünnî İslâm'da yolculuk, korku gibi durumlarda öğle ve ikindi, akşam ve yatsı birleştirilerek günlük üç vakit namaz kılınır. Ayrıca cuma ve cenaze namazlarının farz oluşundan bahsedilir. Cuma namazı, yetişkin ve hür erkekler için gerekli görülürken cenaze namazında birkaç kişinin bu görevi yapması diğer inananlardan yükümlülüğü kaldırır. Selefîlik. Ehl-i Sünnetin Eseriyye-Hanbelî itikadından olan ve temelleri "Muhammed b. Abdülvehhâb" ile onun yirminci yüzyıldaki en önemli takipçisi "Muhammad Nâsır ud-Dîn el-Albanî" tarafından atılan Vehhâbî-Selefilikte namazın sünnetlerinin bid'at sayılabileceği ihtimâli göz önünde bulundurulmak suretiyle bir günde sadece 17 rekât farz olan kısmı kılınır. Namaz vakitlerine karşı aşırı hassâsiyet gösteren Selefiler, namazlarını vaktin girmesiyle birlikte hiç zaman kaybetmeden icrâ ederler. Şiîllikteki uygulamalar. Şiilikte namaz üç vakitte toplanmış beş namaz olarak icra edilir. Sabah iki, öğle ve ikindi dörder, akşam üç, yatsı dört rekâttan oluşur. İsmâîlik. İsmâililiğin Tâyyîb’îyye kolundan olan Alavî Buhrada namaz vakitleri Ca'fer es-Sâdık'ın uygulamaları esas alınmak suretiyle tespit edilmektedir. Bunların görüşüne göre öğle namazının hemen ardından ikindi namazı vakti henüz girmemiş olsa dahî zaruret hasıl olması durumlarında kılınabilmektedir. Esasta ise ikindi namazının asıl vakti Pakistan ve Hindistan Hanefîlerinin de uygulamakta oldukları gibi Türkiye'deki ikindi namazı vaktinden 40-55 dakika daha sonra girmektedir. Öğle namazının vakti süresi ise ikindiye kadar uzamamakta olup ikindinin vaktinden 60-90 dakika daha evvel sona ermektedir. İkindi namazının müddeti ise zaruret hâsıl olduğu hâllerde öğleden hemen sonra başlayıp akşam vaktine kadar devam etmektedir. İsmâililerin diğer bir kolu olan Nizâriyye fırkasının görüşüne göre ise nizarî namazı günde "Üç" kez altışar rekât olarak ve oturarak "Cemâ’at-Hane" adı verilen yerlerde kılınmaktadır. Nizârîlerde namazın ne zaman ve nasıl kılınacağı "İmâm-ı Zaman" tarafından tespit edilmekte ve değiştirilebilmektedir. Şu andaki uygulamaları devrin imâm-ı zamanı olan IV. Ağa Han'ın dedesi III. Ağa Han tarafından tespit edilmiş olan şeklidir. Namazı oturarak icra etmelerinin gerekçesi olarak yaşlıların ayakta kılmalarında karşılaşılan güçlüklerden dolayı olduğu; Üç defa altışar rekât olarak icra etmelerinin gerekçesi olarak da günümüzün yoğun çalışma hayatına uyum sağlayabilmek maksatlı olduğu "İmâm-ı Zaman" IV. Ağa Han tarafından dile getirilmektedir. Alevîlik. Alevî İslâm anlayışında ise namazın şeklî yapısının dînin değil, Arap kültür ve geleneğinin bir uzantısı kabul edilmesi sebebiyle günlük kişinin istek ve iradesine göre dua anlamında bir ibadet dışında şeklî olarak namaza karşı çıkılır. Alevîlikte namaz ibadetinin günlük beş vakte çıkartılmasının Emevîler zamanında yazılan ve (miraç hadisi gibi) birçoğunun Alevîler tarafından hurafe ya da uydurma olduğuna inanılan hadislerle gerçekleştiği ifade edilmektedir. Buna karşın günde beş vakit namaz olduğuna inanan ve bunu üç vakitte cem ederek uygulayan Aleviler de vardır. Kur'ancılık. Kur'ancı Müslümanlara göre namaz üç veya iki vakit olarak kılınır. Üç vakit olduğunu söyleyenlere göre bu üç vakit namazın hangileri olduğu konusu da çok açık değildir. Mesalâ bu üç vakte bir anlayışa göre öğle-ikindi, akşam-yatsı ve sabah olarak, bir başka uygulamada akşam, yatsı ve sabah olarak rastlamak muhtemeldir. Prof. Dr. Süleyman Ateş'e göre öğle ve ikindi namazları Kur'an'a değil, peygamberin uygulamalarına dayalı ibadetlerdir. Ona göre Kur'an'da geçen namazlar sabah, akşam ve gece "(teheccüd)" namazından ibarettir. Ön şartlar ve hazırlık. "Namazın şartları" olarak ifade edilen maddeler İslam bilginlerince yapılan yorumlar çerçevesinde oluşturulmuştur. Bir kişinin namazla sorumlu tutulması için yetişkin, akıllı ve Müslüman olması gerekir. Ayrıca namaz için birtakım hazırlıklar yapılır; Çeşitler ve vakitler. Farz: Fıkıhta bir dini emrin farz olarak tanımlanabilmesi için onun Kuranda açıkça ve hiçbir yoruma ihtimal vermeksizin emredilmiş olması gerektiği ifade edilir. Hadislere dayanan veya Kur'anda açık emir ifade etmeyen işari manalar ve yorumlar farz tanımı için yeterli olmamaktadır. Kur'ancıların aksine Sünni anlayış hadislerin de etkisi ile 5 vakit namazı farz saymıştır. Vacip namazlar. Hanefî mezhebine özgü bir kavram olarak vitir ve bayram namazları vâcip namazlar olarak nitelenir. Hanefi fıkhında bir ibadetin farz olarak nitelendirilebilmesi için o ibadetin farklı anlamlara gelebilen işaret veya yorumlama tarzıyla çıkarılan anlamlar üzerinden değil, açıkça Kur'anda emredilmiş olması gerekmektedir. Kur'anda yer bulmuş olsa bile bu şartları taşımayan ibadetlere daha alt düzeyde bir gereklilik ifadesi olarak vacip (gerekli) denmiştir. Hanefilerde bayram ve vitr namazları vacip olarak nitelenir. Sünnet veya nafile namazlar. Kur'an'da geçmeyen fakat İslam tarihinde uygulama alanı bulan, değişik vakit veya durumlara özgü sünnet veya nafile namazlardır. Farz namazlardan önce veya sonra kılınan namazlar, ramazan geceleri kılınan teravih, kuşluk, gece, mescit ziyaretleri, hacet namazları vs. bu kapsamdadır. Ayrıca geleneksel olarak 4 rekat olarak kılınan Farz namazların iki rekat'ının farz, geri kalanının ise sünnet olduğu ifade edilir. Namaz kılınması sakıncalı bulunan vakitler. Sünni fıkıhçılara göre Güneş'e tapanların ibadet vakitlerinde namaz kılmak mekruhtur. Bu vakitlere "kerahat vakti" denir. Bu vakitler şunlardır: Hanefî fıkhında rekât sayıları ve kılınışı. Türkiye'de yaygın olan Hanefîlikte günlük namazlar: Erkekler namaz kılmak istediklerinde ellerini (elbiselerinin) kollarından (dışarı) çıkarırlar ve kulaklarının hizasına kaldırırlar. Sonra niyet ederek "Allah" lafizınm (elif harfini) uzatmaksızm tekbir alırlar. "Sübhânallah'gibi sırf Allah'ın zikriyle ilgili her türlü cümleyle ve Arapçasını söylemekten âciz olanların Farsça (veya bir başka dil) ile (namaza) başlamaları uygundur. (Arapçasıyla başlamak) mümkün iken Farsça (veya diğer diller) ile başlamak ve bu dil(ler) ile (namazda) okumak uygun değildir. En doğrusu da budur. Sonra iftitah tekbirinin hemen ardından, ara vermeksizin sağ el sol elin üzerinde göbek altına koyarlar ve, "Sübhanekallâhümme ve bihamdik ve tebârekesmük ve teâlâ ceddük ve la ilahe ğayruk (duasını) okurlar. Namaz kılan herkes bunu okumalıdır. Sonra okuma(ya başlama)k için gizlice "eûzü" çekerler. (İmama) sonradan uyanlar da "eûzü"yü okurlar, imama zamanında yetişenler değil. Bayram namazlarında "eûzü", tekbirlerden sonraya bırakılır. Sonra gizlice "besmele" çekerler. Besmele her rek'atta, sadece "Fâtiha"dan önce çekilir. Sonra Fatiha okurlar, imam ve cemaat (Fâtiha'nın ardından) gizlice "âmîn" derler. Sonra bir sûre veya üç âyet okurlar ve tekbir alıp rükûya giderler. Rükûda uzuvlar sükûnet ve istikrar bulmalı, (vücudun) baş kısmı arka tarafla aynı hizada olmalı, parmak araları açık ellerle dizleri kavramalıdır, rükûda en az üç kere teşbih (yani "sübhane rabbiye'l-azîm") okurlar. Sonra gerek imam ve gerekse tek başına kılanlar, "semiallahü limen hamiden, Rabbena leke'l-hamd diyerek başlarını (rükûdan) kaldırırlar ve uzuvların sükûnet ve istikrarını temin ederler. (İmama) uyanlar, (sadece) "Allahümme Rabbena ve leke'l-hamd" demekle yetinirler. Sonra secdeye gitmek üzere tekbir alırlar, (önce) dizlerini, sonra ellerini yere koyarlar. Yüzlerini de iki ellerinin arasına koyarak, uzuvları yerli yerine oturmuş bir halde burun ve alımlarıyla birlikte secde ederler ve en az üç kere teşbih (yani Sübhâne rabbiye'l-a'lâ okurlar. Karınlarını uyluklarından ve sıkışıklık yoksa dirseklerini yanlarından ayırırlar.1 El ve ayak parmaklarını kıbleye yöneltirler. [Kadınlar kollarım yanlarına indirir, uyluklarını karınlarına yapıştırırlar.] (Sonra) iki secde arasında uzuvları istikrar ve sükûnet bulacak şekilde otururlar ve ellerini uyluklarının üstüne koyarlar. Tekrar "Allahü ekber" deyip secdeye kapanırlar, (yine) uzuvların istikrar ve sükûnetini temin ederler; uyluklarım karınlarından, kollarını yanlarından ayırırlar ve (secdede) üç kere teşbih okurlar. Sonra tekbir alıp oturmadan ve elleriyle yere dayanmadan kalkarlar. İkinci rek'at da (tıpkı) birinci rek'at gibi kılınır. Ancak (bu rek'atta) "Sübhâneke" okunmaz, "Eûzü" çekilmez ve tekbir alınırken eller kaldırılmaz. (Farzların) ilk iki rek'atından sonrakilerde Fâtiha'yı okurlar. Sonra oturup et-tahiyyatü'yü ve ardından Muhammed'e salevât'ı okurlar. Sonra da Kur'an'dakilere ve Muhammed'in dualarına benzeyen duaları okuyup önce sağa, sonra da sola "es-selâmü aleyküm ve rahmetullâh" diye, daha önce de belirtildiği gibi, yanındakileri kasdederek selâm verirler. Eleştiriler. Farz olduğuna inanılan ibadetler fıkıhta kaynağını Kur'an'ın açık nasslarından alan ibadetlerdir. Namazın günde beş vakit kılınması ise miraç veya Cibril hadisi gibi fıkıhta ikincil derecede delil kabul edilen ve dinî hüküm koymaya temel teşkil edemeyecek zayıf kaynaklar olarak değerlendirilen hadislerle meşru kılınması eleştiri konusudur. Şeri'at uygulamalarında şekli ve miktarı konusunda görüş birliği bulunmayan bir ibadet veya dua olan namazın terk edilmesinin ceza veya hak mahrumiyeti davalarına konu olması, insan hakları ihlâli gibi diğer birçok sakıncası yanında "cezaların kanunîliği" ilkesine de aykırıdır. Diğer dinlerde namaz benzeri uygulamalar. Sümerler'de namaz ibadeti beş vakit olarak tatbik ediliyordu. Hinduizm'de tekrarlanan matra (dua, selamlama) sözcükleri eşliğinde günün belirli saatlerinde Güneş'e dönük hareketler (yoga) yapılır. (Surya Namaskara) Zerdüştlük'de abdeste benzeyen bir temizlik işleminden sonra günde beş vakit çeşitli dualar (gah) yapılarak ibadet ediliyordu. İslam öncesi tapınmalardan Sâbiîliğin bir yıldız tapınımı olduğu kaydedilir. Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin de yıldızlardan farkı yoktur ve Sabiilikte bu gezegenlere de kendi günlerinde ibadet yapılır. Musa İbni Meymun'a göre Sabiilerde Yıldızlar birer tanrı idi ve en büyük tanrı Güneş idi. Sonra Ay ve diğer gezegenler veya yıldızlar geliyordu. Sabiiler günlük tapınmalarını (Namaz) güneşin gökyüzündeki yerine göre planlarlardı ve öncesinde su ile temizlenme ritüelleri bulunmaktaydı. Bu tapınma Cedi burcuna yönelinerek yapılırdı. Dürzîlik. Dürzîlerde dinî ibâdetler genellikle perşembe geceleri "(perşembenin akşamını cumanın sabahına bağlayan gece)" "Halvetu’l-Bayada" ya da "Meclis" adı verilen, Derezî'nin "Tevhîd Dâvâsı" esnasında ilk defa inzivâya çekildiği varsayılan ve "Halvet-Hâne" olarak da adlandırılan Beyaz Evler'de icra edilir. İbadetleri aşırı bir gizlilik içerisinde icra edildiğinden ve başka mezheplerin mensuplarını içlerine kabul etmemelerinden dolayı da Muhammed Ebû Zehra'nın tâbiriyle "Artık onların durumlarını en iyi Allah bilmektedir"." Yahudi-Hristiyan geleneği. Yahudilikte de "şaharit" (sabah namazı), "musaf" (öğle namazı), "minha" (ikindi namazı), "neilat şerarim" (akşam üstü) ve "maarib" (gece namazı) olmak üzere namaz ibadeti beş vakittir. Süryânî Ortodoks Kilisesi’nde namaz, Hristiyan dininin ilkelerine inanmış bir kimsenin Tanrı’ya taparken; Tanrı'ya niyaz ve şükranlarını sunması, nimet ve rahmetlerini dilemesidir. İnanan kişinin Tanrı’ya bir niyazı, yalvarması ve duasıdır. Süryanilerde namaz günlük yedi vakittir. Sabah, öğle, akşam, gece yarısı namazları mecburi; kuşluk, yatsı, ikindi mecburi değildir. Sabah, öğle, ikindi kilisede topluca kılınır. Diğer namazlar kişisel olup, evde veya iş yerinde kılınabilir. Kıble doğudur, namazlar Pazar ve bayram günleri dışında secdelidir. Namaz esnasında erkeklerin başı açık, kadınların ise örtülü olması gerekmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12579", "len_data": 19532, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4.09 }
Karl Fredrik Lukas Moodysson (d. 17 Ocak 1969, Malmö), İsveçli senarist ve yönetmendir. İskandinavya'nın genç yeteneği Lukas Moodysson, İskandinavya'nın en iyisi Ingmar Bergman'ın en sevdiği yeni yönetmen. Evli ve 3 çocuk babasıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12585", "len_data": 232, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.04 }
Ekosistem, belirli bir kısımda bulunan canlılar ile bunları saran cansız çevrelerinin karşılıklı ilişkileri ile meydana gelen ve süreklilik arz eden ekolojik sistemlerdir. Ekosistem aynı zamanda bir besin ağı ile şekillenmektedir. Ekosistem, küresel ölçekte bir düzeni ifade etmekle beraber yerel ve korunaklı bir sistemin varlığına da atıfta bulunabilir. Karşılıklı olarak madde alışverişi yapacak biçimde birbirlerine etki yapan organizmalarla (biyotik), bitki ve hayvanların birbirine eklemlendiği ve ayrıca kaya, toprak gibi fiziksel çevre faktörlerinin (abiyotik) bir arada bulunduğu herhangi bir doğa parçası bir ekosistemdir. Ekosistem yaklaşımı, bireysel organizmalar ya da topluluklardan çok tüm alanın işlevlerinin nasıl olduğuyla ilgilenir. Bir alandaki organizmalar ve cansız çevreleriyle olan ilişkilerine bakar. Yerküre, tek başına bildiğimiz en büyük ekosistemi oluşturmaktadır, ancak bir taş parçasının altında, bir kavanozun, bir şişenin içinde de ekosistemler oluşabilir. Ekosistemler, birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, içlerindeki canlılar arasındaki etkileşimler dengeli ve enerji sağlanmasında bir sorun olmadığı sürece kendi kendilerine yeterli birimlerdir ve bazı ortak ögelerden oluşurlar. Bu ortak ögeler, canlı ögeler (biyotik) ve cansız ögeler (abiyotik) ögelerdir. Yani bir ekosistem, temel olarak abiyotik yani cansız maddeler ve biyotik yani canlı (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılardan) oluşur. (Ekosistemlerde yaşam, enerji akışı ve besin döngüleriyle sürer.) Ekosistemler, varlıklarını 3 temel işlevle sürdürürler. Bunlar enerji akımı, ekolojik döngüler(kimyasal madde döngüleri) ve populasyon denetimleridir. Bu üç işlev, ekosistemin ögelerinin birbirleriyle ilişkilerini düzenler ve sistemin bir bütün olarak sürmesini sağlar. Vurgulamak gerekir ki, bu üç işlev, ekosistemlerde tek tek değil, kesinlikle birlikte bulunurlar. Açık bir sistem olan ekosistemde, enerji ve besin giriş-çıkışı süreklidir. Sistem kuramı, ekolojik bakış açısının sosyolojik boyutunu ele almaktadır. Ayrıca sibernetik disiplini, canlılarda kontrol ve iletişim boyutuyla kaynağını yine ekosistemde bulmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12591", "len_data": 2143, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.34 }
Doğan, gündüz yırtıcı kuşları (Falconiformes) takımından Falconidae (doğangiller) familyasından "Falco" cinsini oluşturan yırtıcı kuş türlerinin ortak adı. Bazı türlerine kerkenez adı verilir. Üreme. Doğanlar yuvalarını genellikle sarp kayalıkların kenarına, nadir olarak da terk edilmiş yuvalara kurarlar. Her kuluçka döneminde dişi kuş, kabuğu kirli beyaz üstüne kızılımsı kahverengi benek ve lekelerle süslü dört ya da beş yumurta bırakır. Kuluçka süresi yaklaşık 28-35 gündür ve yumurtadan çıkan yavrular, 35 gün kadar yuvada kalarak ebeveyni tarafından beslenir. Yaşam şekli. Doğanlar, güçlü kanatlarıyla havayı yararak hızla ve düz bir çizgi boyunca uçarlar. Bazı türler, yerdeki avın üstüne atlamak için uygun zamanı kollarken kanatlarını hızla çarparak havada daireler çizebilir. Beslenme. Avların niteliği, boyutları ve avlanma yöntemi türlere göre değişir; kimisi kendi boyutlarındaki ya da daha küçük kuşları havada avlarken bir bölümü de tavşan, fare, kertenkele ve böcek gibi hayvanlarla beslenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12639", "len_data": 1010, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.67 }
Doğangiller (Falconidae), gündüz yırtıcı kuşları (Falconiformes) takımından yırtıcı kuş türlerini oluşturan kuş familyası.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12642", "len_data": 122, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.18 }
Johann (Hans) Hölzel, (19 Şubat 1957 - 6 Şubat 1998), Avusturyalı şarkıcı ve müzisyendir. Genellikle Falco ismiyle bilinir. Falco bugüne kadar 20 milyon albüm ve 15 milyon single satmıştır, bu başarısı onu Avusturya'nın en çok sattıran şarkıcısı olarak tarihe geçirmiştir. Falco, "Rock Me Amadeus", "Der Kommissar", "Vienna Calling", "Jeanny", "The Sound of Musik", "Coming Home (Jeanny Part 2)" gibi hitleriyle müzik piyasasında üst sıralara çıkmış, ününü bu zamanlarda yakalamıştır. Şarkıları genellikle Almanca ağırlıklıdır. 6 Şubat 1998 tarihinde bir trafik kazası sonucu hayatını yitirmiştir. Ölümü. 6 Şubat 1998 tarihinde trajik bir şekilde, 41. doğum gününe günler kala Mitsubishi Pajero marka aracıyla Dominik Cumhuriyeti'nde bulunan Villa Montellano'ya sürerken bir otobüs ile çarpışarak, ölmüştür. Çarpıştığı otobüs sürücüsü, sağ kurtulmasının ardından 3 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Falco, Viyana / Avusturya'da gömülerek sonsuzluğa uğurlanmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12644", "len_data": 965, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.18 }
Kore Savaşı (Güney Kore'de "Hanguk-jeonjaeng" [한국전쟁, ""Han-Guk Savaşı"] veya "Yugio sabyeon" [육이오 사변, "25 Haziran Olayı"], Kuzey Kore'de ise "Chogukhaebang chŏnjaeng" ["조국해방전쟁," "Vatan Kurtuluş Savaşı"] olarak bilinir) 1950-1953 yılları arasında yapılan, Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki savaştır. Soğuk Savaş'ın ilk sıcak çatışması olmuştur. Savaş, ABD ve müttefiklerinin, daha sonra da Çin'in müdahalesiyle uluslararası bir boyut kazanmıştır. Kore Savaşı sonunda Kore'nin bölünmüşlüğü korunmuş ve bugüne kadar gelen birçok sorun miras kalmıştır. Çatışma 27 Temmuz 1953'te Kore Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasıyla sona erdi. Antlaşma, Kuzey ve Güney Kore'yi ayırmak için Kore Tarafsız Bölgesi'ni (DMZ) oluşturdu ve mahkumların geri dönmesine izin verdi. Ancak, hiçbir barış antlaşması imzalanmadı ve iki Kore teknik olarak hala savaşta ve donmuş bir ihtilaf halinde. Nisan 2018'de, Kuzey ve Güney Kore liderleri DMZ'de bir araya geldi ve Kore Savaşı'nı resmen sona erdirmek için bir anlaşma üzerinde çalışmaya karar verdiler. Savaş öncesinde Kore. Savaş öncesinde Kore, kolera salgınlarına uğrayan, okuma-yazma oranı düşük ve endüstrileşmeyi kaçırmış bir ülkeydi. Son yüzyıl boyunca, Uzak doğu güç oyunlarında satranç tahtasındaki bir piyon gibi oynanmıştı. Japonya, kendi güvenliğini artırmak ve Çin üzerinde daha rahat nüfuz sahibi olmak için 1905 yılında Rus İmparatorluğu'nu yenerek Kore'ye 1910 yılında sahip olmuştu. Kore; 1945 yılında Japonya'nın teslimiyetinden sonra, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki anlaşmazlığın yüzeye çıktığı ilk yerlerden birisi oldu. Bu iki süper güç Japonya'dan aldıkları Kore toprakları üzerinde yerli ama kendilerine bağımlı hükûmetler kurduktan sonra 1948-1949 yıllarında askerlerini çektiler. Böylece Sovyet yanlısı Kuzey Kore ile Amerikan yanlısı Güney Kore kuruldu ve 38. enlem aralarında sınır oldu. Savaş. ABD'nin tepkisi. ABD Başkanı Truman'a göre bu harekât Sovyetler Birliği tarafından yönetilmekteydi ve geniş ölçekli bir Çin-Sovyet ortak saldırısının ilk adımıydı. Truman Japonya'daki Amerikan birlikleri komutanı 5-yıldızlı General (Mareşal) Douglas MacArthur'a Güney Kore'ye malzeme yardımı yapılması için emir verdi. Ayrıca Amerika, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni derhal toplantıya çağırdı. Bir Amerikan tasarısı dokuz olumlu ve bir çekimser (Yugoslavya SFC) oy ile kabul edildi. Çin'in BM'de temsil edilmemesini protesto etmekte olan Sovyetler Birliği, temsilcilerini konseyden çekmiş olduğu için kararı veto edemedi. Güvenlik Konseyi nin aldığı bu kararla Kuzey Kore'nin saldırgan olduğu belirtiliyor ve birliklerini 38. enlemin kuzeyine çekmesi isteniyordu. Kuzey Kore'nin BM kararını dinlememesi ve askeri durumun Güney Kore açısından gittikçe kötüleşmesi, Amerika'nın Hava ve Deniz birliklerini harekete geçirmesine yol açtı. 8. Amerikan Filosu Tayvan Adası'na yollanarak Kore'nin düşmesi durumunda adanın savunulmasında güçlü olunması sağlandı. Aynı gün, yani 27 Haziran'da, BM Güvenlik Konseyi, üye devletleri Güney Kore'ye yardım etmeye çağıran karar tasarısını kabul etti (1'e karşı 7 oyla; Yugoslavya karşı, Mısır ve Hindistan çekimser). Çin'in savaşa dahil olması. Birleşmiş Milletler'in Güney Kore'ye birlikler yollamasıyla (Bu birliklerde kara kuvvetlerinin %50'si, hava kuvvetlerinin %93'ü ve deniz kuvvetlerinin %86'sı Amerikalıydı.) Kuzey Kore yenilmeye ve geri çekilmeye başladı. Kuzey Kore'yi 38. paralelin kuzeyine iten BM kuvvetleri, eski sınırlarda durmadı ve iki Kore'yi birleştirme amacıyla Kuzey'i işgale başlayıp Çin sınırına kadar yaklaştı. Bu durum savaşa daha önce ilgisiz olan Çin'in tepkisine yol açtı. O zamana kadar Çin, bütün ilgisini milliyetçi Çin Hükûmeti'nin idaresinde olan Formoza (Tayvan) Adası'nın geri alınmasına vermişti. Ancak Amerikan müttefiki bir Kore kurulması Çin'i ciddi bir şekilde tehdit ediyordu. 38. enlemin geçilmesi durumunda savaşa gireceğini açıklayan Çin, BM birliklerinin durmaması sebebiyle aktif olarak Kuzey Kore'yi desteklemeye başladı. 24 Ekim 1950'de ABD Genelkurmay Başkanı Douglas MacArthur; "savaşı bitirecek bir hücuma" girişeceğini söylemesiyle, Çin Halk Gönüllü Ordusu (Çince: 中国人民志愿军) adında yüz binlerce Çinli gönüllü, 25 Ekim 1950 tarihinde sınırdaki Yālù nehrini geçerek gizlice Kore'ye girdi ve birçok Amerikan/BM birliğini savaş dışı bıraktı. BM'nin zaferi, kısa süre içinde toplu geri çekilme halini almıştı. Bu süre zarfında ABD pek çok kez Çin Halk Cumhuriyeti'ne saldırarak Çin Komünist Partisi'nin iktidarını yıkmak istemişti. McArthur, bu amaçla atom silahlarının kullanılabileceğinden söz etmişti. Ama bu saldırganlık Çin ordusunun Çin Halk Gönüllü Ordusu sayesinde başarısızlıkla sonuçlandı. Ocak 1951'de Başkan Truman, savaşı yürütebilmek için Amerikan Kongre'sinden özel yetkiler istedi. 50 milyar Dolarlık bir savaş bütçesi oluşturuldu. Amerikan ordusu kısa süre içinde mevcudunu %50 artırdı ve bölgeye ek hava birlikleri yolladı. Kore Savaşı artık Kuzey-Güney Kore Savaşı değil Çin-ABD Savaşı olmuştu. Savaşın sona ermesi. Çin Halk Gönüllü Ordusu BM birliklerini 38. paralelin güneyine püskürterek güneyi işgale başladı. Ancak, Birleşmiş Milletler ordularının karşı saldırısı sonucunda cephe 38. paralel boyunca sabitlendi. Bu arada Mareşal Douglas MacArthur'un, Başkan Truman'ın aksi yöndeki emirlerine riayet etmeyerek ordularını tekrar Çin sınırına kadar ilerletmek istemesi üzerine Truman tarafından derhal re'sen emekliye sevkedildi. Savaşın durağan bir nitelik alması ve iki tarafın da herhangi bir kazanç elde edememesi, tarafları barış görüşmeleri yapmaya itti. 1952 Nisan'ında başlayıp 159 oturum boyunca devam eden görüşmeler sonucunda ancak 1953 Temmuz'unda ateşkes antlaşması imzalandı. Savaşın sonucu. Kore Savaşı sonucunda Kuzey Kore, Çin ile Batı Bloku arasında tampon bölge haline geldi. Savaştan yine en çok Koreliler zararlı çıktı. Kore yakılıp yıkıldı; yaklaşık olarak 3 milyon insan öldü. Bunlardan yaklaşık 36.000'i Amerikan askerinden, 600.000'i Koreli askerlerden ve 500.000'i Çinli askerlerden oluşmaktadır. Bu savaş Amerika Birleşik Devletleri'ne atom silahların gücüne güvenmemeyi öğretti. Amerika'nın atom üstünlüğüne karşın Çin'in ve Sovyetlerin Kuzey Kore'yi desteklemesi, Batı Bloku'nu konvansiyonel savaş gücünü arttırmaya itti. Kore Savaşı ve Türkiye. Türkiye, TBMM'nin 30 Haziran 1950 tarihli oturumunda verilen karar çerçevesinde Kore'ye asker gönderdi. Kore'ye asker gönderme fikri, halihazırdaki hükûmetin (DP) politikası gereği, artan Sovyet Rusya tehdidine karşı NATO'ya üye olabilmek için bir fırsat olarak görüldü. Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İskenderun limanından hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Busan limanına ulaştı ve 17 Ekim'de ana birliği de Busan'dan karaya çıktı. Aynı gün Busan'dan hareket ederek 20 Ekim'de Taegu'ya vardı. Burada Amerikan teçhizatıyla donatılarak talimlere başladı. Türk Tugayı bir müddet cephe gerisindeki komünist gerillalarla mücadele ettikten sonra süratle kuzeye doğru ilerlemekte olan Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım'da Taegu'dan hareket ederek 21 Kasım'da Kunuri'ye vardı ve Amerikan 9. Kolordusu'nun sağ kanadına konuşlandırıldı. 24 Kasım 1950 sabahı kuzeye Çin sınırına doğru ilerleme emrini alan tugay Kunuri'den hareket ederek Kaechon, Sinnimni, Wawon boyunca Tokchon'a doğru yola çıktı. Ancak Çin Halk Gönüllü birlikleri cephenin arkasına sızmaya başladı. Durumu fark eden Amerika ve Güney Kore birlikleri ricat etmeye başladılar. Ancak Türk tugayına ricat emri geç ulaştı. 1. Tabur'un etrafı kuşatıldı, 1. Tabur süngülü çatışmaya girmek zorunda kaldı. Ricat harekâtını sağlamak için sonuna kadar direnen 3. Tabur 9. Bölük imha edildi. Geri kalan Türk birlikleri ise Chongchon nehri boyunca geri çekildi. Savaşın başından Temmuz 1953'teki ateşkese kadar geçen sürede toplam 14.936 Türk askeri Kore'de görev aldı. Onların 721'i öldü, 175'i kayboldu, 234'ü esir düştü ve 2147'si yaralandı. Böylelikle Türkiye yüzde 22'lik zayiat oranına ulaştı ve bu bakımdan ABD'nin ardından ikinci sırada yer aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12655", "len_data": 8110, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.32 }
Modernizm veya çağdaşlık, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Batı toplumunda sanayileşme, kentleşme ve teknolojik ilerlemenin getirdiği hızlı değişimlere bir yanıt olarak ortaya çıkan kültürel ve sanatsal bir harekettir. Hareket, yenilik arzusu ve geleneksel sanat, edebiyat ve felsefe biçimlerinin reddedilmesiyle karakterize edilir. Modernist sanatçılar, gelişen endüstriyel dünyayı yansıtan yeni ifade biçimleri yaratmaya çalıştılar. Gerçekçiliği reddettiler ve deneyselliği, öz farkındalığı ve yaratıcı süreci benimsediler. Akımın anahtar kavramlarından biri, şair Ezra Pound tarafından ortaya atılan "yeniyi yapma" fikriydi. Modernist yenilikler arasında soyut sanat, bilinç akışı romanları, montaj sineması, atonal ve on iki tonlu müzik, bölünmüş resimler ve modern mimari yer alıyordu. Hareket aynı zamanda geçmişin unsurlarını genellikle tekrarlama, sentezleme, yeniden yazma, özetleme, revizyon ve parodi yoluyla bir araya getirdi. Modernizm, Aydınlanma düşüncesinin ve dini kesinliğin reddedilmesiyle karakterize edildi. Bunun yerine, modernistler sanatsal ve sosyal geleneklerin öz farkındalığını benimsemiş, bu da genellikle sanat eserlerinin yaratılmasında kullanılan biçim ve tekniklerin test edilmesine yol açmıştır. Bazı akademisyenler modernizmin 21. yüzyıla kadar devam ettiğine inanırken diğerleri bunun geç modernizm veya yüksek modernizme dönüştüğünü düşünmektedir. Postmodernizm, modernizmden bir kopuş olarak ortaya çıkmış, onun temel varsayımlarını reddederek kültürel çeşitliliğin ve öznel deneyimin önemini vurgulamıştır. Modernizmin 19. yüzyılın ortalarında Fransa'da ortaya çıktığı ve hareketin kabaca 1884-1914 yıllarını kapsadığı kabul edilir. Temel fikir, geleneksel sanatların, edebiyatın, sosyal organizasyonların ve günlük yaşamın zamanını doldurduğu ve yeni bir kültürle değiştirilmesi gerektiğiydi. Modernizm, ticaretten felsefeye kadar her şeyin sorgulanması gerektiğini, böylece kültür unsurlarının daha yeni ve daha iyi olanlarla değiştirilebileceğini savunuyordu. Modernizme göre, 20. yüzyılın değişimleri ve yenilikleri kalıcıydı ve tam da yeni oldukları için "iyi" ve "güzeldi" ve toplumun dünya görüşünü buna göre uyarlaması gerekiyordu. Modernizm, yeni bir çağa daha uygun biçimler yaratmak amacıyla yerleşik geleneklerin kırılmasını tanımlamak için stilistik bir terim olarak kullanılmıştır. Bazıları modernizm ve postmodernizmi 20. yüzyıldaki iki hareket olarak görürken diğerleri bunları tek bir hareketin parçası olarak görmektedir. Tanım. Modernizm, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan kültürel, sosyal veya siyasi bir hareketi tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bazı yorumcular bu akımı öz-bilinç ve öz-referans ile karakterize edilen bir düşünce tarzı olarak tanımlarken diğerleri insan yaratıcılığını, bilim ve teknolojinin dünyamızı şekillendirme gücünü yücelten sosyal açıdan ilerici bir akım olarak görmektedir. Kültür tarihçisi Roger Griffin'e göre modernizm, giderek parçalanan ve sekülerleşen bir dünyaya düzen ve amaç duygusunu yeniden kazandırma arzusundan kaynaklanıyordu. Modernistler sanat, mimari, felsefe ve siyasette yeni ve yenilikçi yaklaşımları benimseyerek mümkün olanın sınırlarını zorlamaya ve daha ütopik bir gelecek yaratmaya çalıştılar. Modernizm, çok çeşitli sanatsal, felsefi ve siyasi fikirleri kapsayan geniş bir hareketti. Modernizmin en önemli akımları arasında Ekspresyonizm, Fütürizm, vitalizm, Teozofi, psikanaliz, nüdizm, öjenik, ütopik şehir planlaması ve mimari, modern dans, Bolşevizm ve organik milliyetçilik sayılabilir. Farklı kökenlerine rağmen, bu hareketlerin hepsi ortak bir hedefi paylaşıyordu: bireysel ölümlülüğün sınırlamalarını aşan ve insanların tarihin kurbanları olmak yerine yaratıcıları olmalarını sağlayan "kişiler üstü bir gerçeklik deneyimine" erişmek. Bu şekilde modernizm, modern toplumun algılanan çöküşüne ve parçalanmasına bir yanıt ve yeni, daha anlamlı bir gelecek yaratma teklifi olarak görülebilir. Kökeni. Modernizm, 19. yüzyıl sanat ve edebiyat hareketidir. Bazı eleştirmenlere göre, modernizm, Romantizm'in Sanayi Devrimi ve burjuva değerlerine karşı ayaklanmasından gelişmiştir. Modernist sanatçılar, gerçekçiliği reddetmişlerdir. Sanayi Devrimi, demiryolları ve elektrik tellerinin geliştirilmesi gibi teknolojik yeniliklerin yanı sıra, İngiltere'de 1851 yılındaki Büyük Sergi için yapılan Kristal Saray gibi yapısal gelişmeler de modernizme katkıda bulunmuştur. Bazı filozoflar da modernizm fikrine katkı sağlamıştır. 19. yüzyılın ortalarındaki Charles Darwin'in doğal seçilim teorisi, insanın benzersizliği fikrini sorgulamıştır. Ayrıca, Karl Marx'ın kapitalizm sistemine yönelik eleştirileri, modernist düşünceye yön veren düşünceler arasındadır. Modernizmin başlangıç tarihi konusunda farklı görüşler vardır. Bazı tarihçiler, modernizmin 1870'lerde başladığını, bazıları ise 1880'lerde başladığını öne sürerler. Modernizm ve postmodernizm arasındaki farklar. Modernizm ve Postmodernizm iki farklı düşünce ekolüdür. Modernizm geleneksel formlardan ve geleneklerden radikal bir kopuşla karakterize edilirken, postmodernizm bireysel deneyimin önemini vurgulayan ve nesnel hakikat fikrini reddeden modernizme bir tepkidir. Edebiyatta, modernist yazarlar kasıtlı olarak geleneksel biçimlerden koparken, postmodernist yazarlar geleneksel edebi gelenekleri yıkmak için genellikle parodi ve ironi kullanırlar. Sanatta, modernistler orijinal eserleri otantik olarak kabul ederken, postmodernistler görüşlerini hiper-gerçekliğe dayandırır ve kitle iletişim araçlarıyla yayılan şeylerden oldukça etkilenirler. Modernizm 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında gerçekleşirken, postmodernizm İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkmıştır. Kaynakça.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12664", "len_data": 5713, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.05 }
Abdülhak Adnan Adıvar (1882, Gelibolu – 1 Temmuz 1955, İstanbul), Türk siyasetçi, yazar, tarihçi, akademisyen ve hekim. Cumhuriyet tarihinin ilk bilim tarihçisi, 1. Meclis döneminin ilk sağlık bakanıdır. (Cumhuriyet döneminin ilk sağlık bakanı, Adnan Adıvar'dan sonra gelen Refik Saydam'dır). I. TBMM'de milletvekili olarak görev yapmış ve meclis ikinci başkanı olmuştur. Türkiye'nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucularındandır. Romancı Halide Edip Adıvar'ın eşidir. Hayatı. 1882'de Gelibolu'da doğdu. Kadı Ahmet Bahaî Efendi ve Sabiha Hanımın oğludur. Okul hayatı İstanbul'da geçti. İlk öğrenimini Numune-i Terakki Mektebi'nde, lise öğrenimini Mülki İdadî'de tamamladı. Tıp öğrenimine de 1899 yılında İstanbul'da başladı. 1905 yılında Tıbbiye Mektebi'ni bitirdikten sonra Berlin Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde asistanlık yaptı, iç hastalıkları kürsüsünde uzmanlık diploması aldı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra yurda döndü ve 1910'da Tıbbiye Mektebi'nde müderris muavini oldu. 1911 yılında Hilâl-i Ahmer Cemiyeti müfettişi ve doktor olarak Trablusgarp Savaşı'na katıldı. 2 yıl kadar Tıp Fakültesi müdürlüğü yaptı. I. Dünya Savaşı boyunca Sıhhiye Umum Müdürü olarak görev yaptı ayrıca tabip binbaşı rütbesiyle cephede yer aldı, Genel Karargâh Sağlık Müfettiş Yardımcısı olarak görev yaptı. Savaşın sonunda Tıp Fakültesi'ndeki görevine döndü. 1917 yılında o sırada Lübnan'da eğitimci olarak görevli bulunan yazar Halide Edip ile evlendi. Halide Hanım'ın babasına verdiği vekâlet ile nikâhları Bursa'da kıyıldı. Adnan Bey'in 1955'te ölümüne kadar süren bu evlilikten çiftin çocukları olmadı. Abdülhak Adnan, Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra düşman işgallerine karşı İstanbul'da kurulan ilk gizli direniş örgütü olan Karakol Cemiyeti'nin kurucularından birisi oldu. Milliyetçi düşünceleri savunan Milli Türk Fırkası'nın da kurucuları arasında yer aldı. 1919'da yapılan Osmanlı Mebusan seçimlerine Milli Türk Fırkası'nın adayı olarak katıldı ve İstanbul mebusu oldu. İngilizlerin, 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal ettikten sonra Meclisi Mebusan kapatılmıştı; haklarında idam kararı çıkardığı ve padişahın 24 Mayıs 1920'de idamlarını onayladığı ilk altı kişi arasında Mustafa Kemal ile birlikte Adnan Bey ve eşi Halide Hanım da vardı. Ancak Adnan Bey, eşi ile birlikte 19 Mart 1920 günü at sırtında İstanbul’u terk etmiş ve milli mücadeleye katılmak üzere 2 Nisan 1920 günü Ankara’ya varmıştı. Böylece, 23 Nisan 1920 günü TBMM’nin açılışında hazır bulundu. Adnan Bey, Ankara'da Birinci Dönem Büyük Millet Meclisi katıldı; oluşturulan ilk TBMM hükûmetinde Sıhhiye ve İçtimai Muavenet Vekili oldu. 2 Mart 1921'de meclis ikinci başkanı seçilince bakanlıktan ayrıldı. Dahiliye Vekili Refet Bey'in cepheye gittiği dönemlerde (28 Eylül 1920 Konya cephesi, 9 Kasım 1920 Güney cephesi) vekâleten dahiliye bakanlığı görevini yürüttü. Savaş yıllarında Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurucuları arasında yer aldı. Türk Kurtuluş Savaşı'nın Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanmasından sonra Hamid Bey'in yerine TBMM İstanbul Temsilcisi olarak atandı. Çeşitli görüş ayrılıkları sebebiyle 9 Kasım 1924'te Halk Fırkası'ndan ayrıldı, ikinci grup milletvekillerinin arasına dahil oldu. 17 Kasım'da çok partili hayata geçiş denemesi sırasında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katıldı. Partinin 1925 Haziran’ında kapatılmasından sonra bir süre bağımsız milletvekili olarak mecliste yer aldı. 30 Ocak 1926'da milletvekilliğinden çekildi ve Birleşik Krallık'a gitti. 14 yıl boyunca Birleşik Krallık ve Fransa’da yaşadı. 17 Haziran 1926'da Mustafa Kemal Atatürk'e karşı planlanan İzmir'deki suikast girişiminin sorumlularından biri olarak gıyaben İstiklal Mahkemesi'nde yargılanıp beraat etti. Adnan Adıvar, Paris Doğu Dilleri Okulunda sekiz yıl boyunca Türkçe hocası olarak görev yaptı. Yurt Dışına yaşadığı dönemde Bertrand Russell'ın "The Problems of Philosophy" (Londra 1911) adlı eserini "Felsefe Meseleleri" adıyla Türkçeye tercüme ederek 1935 yılında İstanbul’da yayımladı. Bu çalışma ile İngilizlerin kullandığı felsefe diline aşina olmaya çalışmıştır Yine yurt dışında bulunduğu sırada ""La Science chez les Turcs Ottomans" (1939) isimli ünlü eserini yayınladı; Birleşik Krallık'ta, Encyclopedia Britanica'nın "Türkiye'nin Yeni Zaman Tarihi"" bölümünü yazdı; 1939’da yurda döndü. Yurda döndükten sonra Maarif Vekaleti tarafından "İslam Ansiklopedisi" yazı kurulu başkanlığına getirildi. İslam Ansiklopedisi’nin Yayın Kurulu Başkanı olarak Türk kültür hayatına büyük katkıda bulunmuş olan Adıvar’ın yazdığı ansiklopedi maddelerinden bazıları Ali Kuşçu, Ebu'l-Kâsım Zehrâvî, Fârâbî, Hârizmî, İbn Bâcce, İbn Haldûn ve Kınalızâde maddeleridir. 1944 yılında bilim tarihimiz açısından önemli bir başka eserini İstanbul'da yayımladı: "Tarih Boyunca İlim ve Din". Bu eserde din ve bilim ilişkilerini tarihi gelişimi içinde incelemiştir. 1946'daki VIII. dönem seçimlerinde bağımsız İstanbul milletvekili olarak tekrar meclise girdi. 1947’de kurucularından olduğu “"Doğu Araştırmaları Derneği"”’ne başkan seçildi. 1950 yılında meclisten ayrıldı ve ilim alanındaki çalışmalarına döndü. Bilim tarihi alanında ilk metin çalışması. Adnan Adıvar, bilim tarihi alanında ilk çalışmanın yapıldığı çalışmaya katılmıştır. Bu çalışmada, Molla Lütfi ait "Sunak Taşının İki Katının Alınması Hakkında" isimli kısa bir risalesi elde mevcut olan üç nüshayı karşılaştırarak Fransızcaya çevrilmiştir. Çeviriyi Abdülhak Adnan Adıvar ile Henry Corbin gerçekleştirmiştir; çalışmayı Şerafettin Yaltkaya yürütmüştür. Ölümü. Adıvar, 1 Temmuz 1955'te İstanbul’da hayatını kaybetti. Merkezefendi Mezarlığı'na eşi Halide Edib Adıvar ile gömülmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12678", "len_data": 5644, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.33 }
İslami feminizm, modern düşün hayatında yer bulmaya başlayan melez ideolojilerin bir örneği. İslâmi paradigma içinde dile getirilen feminist söylem ve uygulamalar bütününe verilen adlandırma. Modern İnsan Hakları bildirgelerinde tüm insanların eşit olduğu söylenirken, İslam dünyasında, gündelik yaşamda geleneksel inanışlar ve dini inanca dayalı, konjonktür ile uyuşmayan kadın-erkek ayrımı ve erkeklerin üstünlüğü söylemine karşı, kadınların eşitliği ve/veya üstünlüğünü savunan bir düşünce sistemiyle İslam düşüncesini harmanlamaya itmiştir. Tarihçe. İslam dünyasında büyüyen İslâmcılık hareketi içinde gelişen İslamcı feminizm, terim olarak İran'da yazar Afsaneh Najmabadeh ve Ziba Mir-Huseyini'nin eserlerinde ve Tahran kadın dergisi Zanan'da (1992 yılında kuruldu) ve Suudi Arabistanlı yazar Mai Yamani tarafından 1996 yılında yayımladığı "Feminism and Islam" kitabında kullanılmıştır. Terim olarak ortaya çıkışı yakın tarihlere rastlasa da Müslüman toplumlarında kadın haklarının müdafaasının yaklaşık yüz yılı aşan bir geçmişi vardır. Batılı ülkelerin Müslüman toplumlara yönelik eleştirilerine cevap niteliği taşıyan ve ilkin ihyacı-reformist İslamcı erkek yazarların eserlerinde yer alan bu müdafaa biçimi kadınların İslam toplumlarında köleden farksız, ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri suçlamalarını yok etmeye yönelikti. Kadını aile içerisinde ve yeni nesillerin yetiştirilmesinde birinci derecede önemli gören bu anlayış kadın ile erkeğin bir toplumda birbirlerinden farklı görevleri icra ederek karşılıklı bir tamamlayıcılık işlevi gördüklerini öne sürmekteydi. Ancak özellikle 90'lı yıllarda Müslüman toplumlarını kadınlara verilen haklar itibarıyla değerlendirmeye alan yeni, eğitimli İslamcı kadın yazarlar kuşağı geçmişteki "tamamlayıcı" perspektifin yetersiz olduğu hatta Müslüman toplumlardaki kadının ikincil işlevini hasır altı ettiğini iddia ederek kadın ile erkeğin toplumda tamamen eşit hak ve statüde olması gerektiğini, hatta bunun dinin ilkeleriyle de uyumlu bir şekilde savunulabileceğini ifade etmeye ve bu iddialarını İslam dini içindeki unsurları derinlemesine tahlil ederek göstermeye çalışmışlardır. Kadının Müslüman bir toplumdaki statüsü bir inanç (ve de bir "sembol") konusu olduğundan İslamiyetin bütünü içinde uzanımları vardır. Bu sebeple Müslüman ülkelerdeki politik ve kültürel tercihler doğrudan kadının "konumu" ile ilişkilendirilerek anlaşılmaya çalışılmakta ve tercihleri "modernite"den yana olanlar kadını "modernleştirme"ye veya "modernleşme"nin içinde İslamiyet için tehlike unsurlar barındıran bir tehdit olarak algılayanlar da bu çabayı geleneksel İslam yaşantısına bir tehdit olarak algılamaktadırlar. İslamcı feministler ise talepleriyle modernite içinde yer alırken kültürel aidiyetleri ve kullandıkları referansları itibarıyla kendilerini "İslamcı" olarak nitelendirmekte ve argümanlarını her iki gruptan farklı bir dil ile inşa etmek arayışına girmektedirler. Mısırlı araştırmacı Aziza M. Karam (Azîze M. Kerem), kendi ülkesindeki feminist düşünceyi üçlü olarak sınıflandırır: Seküler Feminizm, Müslüman Feminizm ve İslamcı Feminizm. Karam'a göre kadınların cinsiyeti nedeniyle toplumda daha az avantajlı bir konumda sahip olduğunu düşünen ve daha adil cinsiyet ilişkileri geliştirmeye çalışan herkes feministtir, farklılıklar ise feminizm içindeki akım ve türler olarak görülebilir. İddiaları. İslamcı Feminist yazarlar genel olarak batılı feminist hemcinsleri gibi toplumsal cinsiyet ayırımlarının kökenini kadın ve erkek bedeninde yani "biyoloji"de değil toplumsal bir inşa olarak gördükleri "kültür"de aramaktadırlar. Modernist İslamcı yazar Fazlurrahman'ın tarihselcilik denilen ve Kur'an'daki ayetleri o günün sosyo-ekonomik ve kültürel koşulları içerisinde "anlamlandırma" çabası ve bu yönde kullandığı metodoloji İslamcı feminist yazarlar tarafından Kur'an'daki kadına ilişkin ve kadınla ilgili ayetlerin "anlamı"nı araştırmakta kullanılmakta ve böylelikle Amina Vedud Muhsin'in söyleyişiyle bu yöntemle Kur'an'ın modern kadın için anlamlı gelebilecek bir "okuması" yapılabilmektedir. Muhammed'in sözlerini içeren hadis külliyatına yönelik yaklaşımlarında da İslamcı feminist yazarlar, kadının modern toplumdaki statüsüyle uyuşmayacak ifadeleri içerdiklerini düşündükleri hadislerin geleneksel hadis usulü ve kritiğiyle değerlendirilmesinin yetersiz, eksik ve hatalı olacağını hatta dinin "ataerkil" söylemini kuvvetlendireceğini düşünmekte ve hadislerle ilgili modern, Foucaultçu bir özne-iktidar ilişkisine dayalı bir "okuma" yapmaktadırlar. 27-29 Ekim 2005 tarihlerinde Barselona'da 400'e yakın katılımcının bir araya geldiği Barselona Birinci Uluslararası İslamcı Feminizm Kongresi'nden çıkan sonuçların bazıları: Eleştiriler. İslamcı feministlerin iddialarına İslam dünyasından teşvik ve tasvipten şiddetli tenkitlere kadar değişen bir dizi tepkinin doğmasına yol açmıştır. İslamcı feministlerin iddialarının "gerçek" İslam'ın anlaşılması yönünde önemli bir katkı olarak görenler olduğu gibi bu harekete karşı duranlar ve eleştirenler de olmuştur. Bu eleştirilerin temel başlıkları en genel hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir: Görüldüğü gibi İslamcı feminizme yönelik siyasi, sosyal, kültürel ve teolojik bakış açılarından eleştiriler yöneltilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12680", "len_data": 5227, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4.06 }
Mısır Ulusal Hareketi ve Kahire Üniversitesi'nin kurucularından, Mısırlı yargıç Kasım Emin (1863 - 1908) aristokratik bir Osmanlı ailesinin ferdi olarak Mısır'da doğdu. Çoğu kimse tarafından ilk Arap feminist olarak kabul edilmektedir. Bir kızı vardır adı Fehime Hanım. Babası Kürt, annesi Arap'tır. Kasım Emin, aristokrat Mısır kadının "kendi evinde mahpus ve bir köleden bile daha kötü" durumda tutulduğunu öne sürmüştür. Emin, bu durumu İslami ilimler temelinde eleştirmiştir. Emin, İslam ülkelerindeki kadın hareketinde önemli bir yere sahip olan eseri "Tahrir al-Mara"'yi (Kadınların Özgürleşmesi) cahil, tembel ve eğitime ihtiyacı olduğu düşünülen aristokratik Mısır kadınının koşullarını dile getirmek için kaleme aldı. Kasım Emin'in "Abudiat al-Mara" (Kadınların Köleliği) adlı eserinden; ""Şüphesiz ki erkeklerin karılarını hapsetme kararı kadınların doğal hakları olan özgürlükle çelişki arz etmektedir"... "Bir hizmetçinin görevleri haricinde kendini eğitmesi yasaklanan veya eğitim arzusu sınırlanmış kadın kesinlikle bir köledir çünkü doğal içgüdüleri ve Tanrı vergisi yetenekleri, ahlaki köleleştirmeye eşdeğer olarak ikincil plana atılmıştır. Tamamıyla -kolları, bacakları, bedeni- örtülü olduğundan zorunluluk haricinde yürüyemez, bineğe binemez, nefes alamaz, göremez olmak köle olmak hükmündedir"."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12684", "len_data": 1316, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.98 }
Şinâsi (; 5 Ağustos 1826, İstanbul -13 Eylül 1871, İstanbul), Türk gazeteci, yayımcı, şair ve oyun yazarıdır. Türk toplumunda Tanzimat'ın ilanı ile başlayan Batılılaşma sürecinin ilk ve en önemli yazarlarındandır. Türk toplumunu Batı tarzındaki şiirle tanıştıran ve tiyatro, makale gibi Batılı edebi türlerin ilk örneklerini veren Şinâsi, yenilikçi fikirleri ve edebiyat sahasındaki çalışmalarıyla kendi döneminin aydınlarını etkilemiş önemli bir isimdir. Geniş halk kitlelerini eğitmek için gazeteyi bir araç olarak gören Şinâsi, ilk Türkçe özel gazete olan Tercüman-ı Ahval'i Agâh Efendi ile birlikte çıkardıktan sonra matbaa kurup Tasvir-i Efkâr adlı gazeteyi çıkarmış; tefrika, abone gibi kavramları ülkenin gazetecilik yaşamına getirmiştir. Sanatçı tiyatroyu da eğitime katkı sağlamak üzere bir araç olarak değerlendirdi ve ilk Türkçe tiyatro olan Şair Evlenmesi'ni kaleme aldı ancak bu tiyatro sahnelenemedi. Tasvir-i Efkâr Matbaası'nda kendi ekonomik sermayesiyle matbaacılık, yayımcılık yaptı; bastığı eserlerle kültür hayatına katkı sağladı. Hayatının son yıllarını Osmanlıca lügat hazırlamaya adamıştır. Hayatı. İstanbul'un Cihangir semtinde dünyaya geldi. Doğum tarihi tam olarak bilinmez. Farklı kaynaklarda 1824, 1826 veya 1827 yıllarında doğduğuna ilişkin bilgi vardır.Mustafa Nihat Özön, Ömer Faruk Akün, Ahmet Rasim, Ali Canip Yöntem gibi araştırmacı ve yazarlar doğum yılı olarak 1824'ü esas alırlar fakat yakın dostu ve araştırmacı yazar Ebüzziya Tevfik doğum yılının 1826 olduğunu dile getirmiştir. Bazı araştırmacılar doğum yılı bile belli olmayan Şinâsi için 5 Ağustos 1826 tarihini verseler de belgeyle sabit olmadığından bu tarihin doğruluğu kesin olmaktan uzaktır. Bununla birlikte bugün sahip olunan belge niteliğindeki iki kaynağa göre doğum yılının 1826 olduğu tahmin edilmektedir. Babası, topçu yüzbaşı "Mehmet Ağa", annesi ise "Esma Hanımdı. 1828'de babası Yüzbaşı Mehmet Bey'in Rusya ile yapılan savaşta Şumnu'da şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim kaldı. Çocukluğu yokluk içinde geçti. 1832'de Mahalle Mektebi'ne girdi. İlköğretimini Mahalle Sıbyan Mektebi'nde ve Feyziye Okulu'nda tamamladı. Memuriyet hayatı. Memuriyet hayatının on beş yaşından önce başladığı tahmin edilir. Annesi Tophane Müşirliği'nde binbaşı rütbesiyle görevli bir kişiyle evlenince üvey babası tarafından Tophane Müşiriyeti Mektubî Kalemi'ne kâtip adayı olarak girmesi sağlandı. Burada görevli memurlardan İbrahim Efendi'den Arapça ve Farsça öğrendi. Aynı kalemde görevli eski adı Chateauneuf olan Reşat Bey'den Fransızca dersi aldı. Bu görevindeki çalışkanlığı ve başarısı nedeniyle, önce memurluk sonra hulefalık derecesine yükseltildi. Tophane Müşiriyeti'ne verdiği bir dilekçe üzerine 1849'da maliye alanında eğitim alması için devlet tarafından Paris'e gönderildi. Mustafa Reşid Paşa tarafından maliye eğitimine yönlendirildi. ancak edebiyat ve dil konularındaki çalışmalarını sürdürdü. Oryantalist De Sacy Ailesi ile dostluk kurdu. Ernest Renan'la tanıştı, Alphonse de Lamartine'in toplantılarını izledi. Oryantalist Pavet de Courteille'e çalışmalarında yardım etti. Ünlü dilbilimci Paul Emile Littré ile tanıştı. Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye (Osmanlı darb-ı meselleri-atasözleri) adlı eseri hazırladı (1863'te basılmıştır). Bu eserde Türkçe atasözlerini Farsça ve Arapça karşılıkları ile karşılaştırdı; varsa Fransızca benzerlerini ilave etti. 1851'de Société Asiatique'e üye seçildi. Buraya Kemal Efendi'den (Mart 1850) sonra üye olan ikinci Türk'tür. 1854'te Paris dönüşünde bir süre Tophane Kalemi'nde çalıştı. Daha sonra Meclis-i Maarif Üyeliği'ne atandı. Kimi kaynaklara göre Encümen-i Daniş'te de görev yapmıştır. Koruyucusu Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın görevinden ayrılması üzerine Meclis-i Maarif üyeliğinden çıkarıldı. Görevinden uzaklaştırılmasına sebep olarak memuriyete ve rütbesine yakışmayacak davranışlarda bulunması ve hatta sakalını tıraş etmesi gösterilmektedir.Reşit Paşa, 1857'de yeniden sadrazam olunca, Şinâsi de eski görevine döndü. 1858’de Mustafa Reşit Paşa’nın ölümünden sonra Yusuf Kamil Paşa’nın koruyuculuğunu kazandı . 1858-1859 yılları içinde Şinâsi’nin Tiryal Sultan’ın sarayından Nâvekter Hanım’la evlendiği, ilk kitabı "Tercüme-i Manzûme"’yi yayınladığı ve Kuleli Olayı diye bilinen Sultan Abdülmecid’e karşı düzenlenmiş bir suikast olayına adının karıştığı bilinmektedir. 1862’den itibaren çıkardığı Tasvir-i Efkâr adlı gazetesinde siyasi otoriteyi rahatsız edecek bazı hicivleri ve genellikle eleştirici tutumu yüzünden doğrudan Sultan Abdülaziz’in iradesiyle 4 Temmuz 1863’te Meclis-i Maârif’teki işine son verilerek memuriyetten ihraç edilmiştir. Gazeteciliği. Tercüman-i Ahval. 1860'ta Agah Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahvâl Gazetesi'ni çıkararak gazeteciliğe başladı. Bu gazete ile birlikte ilk özel Türk gazetesi yayın hayatına girmiş oldu. Şinâsi’nin Türk edebiyatında Batılı tarzda ilk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi adlı piyesi bu gazetede imzasız olarak yayımlandı. Kostaki Efendi’nin “"Heyet-i Sabıka -i Kostaniye"” adlı eserini de Rumcadan çevirerek gene tefrika tarzında bu gazetede yayımladı. “"Tefrika"”, “"abone"” gibi gazetecilik terimleri de ilk defa onun tarafından dile kazandırıldı. Tasvir-i Efkâr. Altı ay Tercüman-i Ahval’i Agâh Efendi ile çıkardıktan sonra ayrılıp kendi matbaasını ve gazetesini kurmak için tek başına çalışmaya başladı. Tasvir-i Efkâr adlı gazetesinin ilk sayısı 27 Haziran 1862’de yayımlandı. Ebüzziya Mehmed Tevfik’e göre gazetenin ilk sayısı Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa tarafından Abdülaziz’e sunulunca Padişah gazeteyi çok beğenmiş, mükâfat olarak Şinâsi’ye 500 altın göndermiştir. Tasvir-i Efkârın kuruluşundan dört ay sonra Namık Kemal, ardından Ebuzziya Tevfik gazetede çalışmaya başladı. Şinâsi, 1863'te Meclis-i Maarif'teki görevine son verilmesinden sonra 30 Ocak 1865’e kadar Tasvîr-i Efkâr’ın başında kalmaya devam etti. Tasvîr-i Efkâr’da yayımladığı Cerîde-i Askeriyye hakkındaki yazısı üzerine Sadrazam Fuad Paşa kendisine bir mektup göndererek bu dergiyle ilgilenmesini istediyse de Şinâsi’nin bu vazifeyi kabul veya reddettiğine dair bir kayıt bulunamamıştır. Bu dönemde Ruzname-i Ceride-i Havadis gazetesinde bir dil meselesi ile ilgili olarak Şinâsi’ye karşı yazılan imzasız yazılar önemli bir kalem savaşı başlattı. Başkalarının da katılımıyla büyüyen ve edebiyat tarihine “Mesele-i Mebhusetü Anha” olarak geçen bu tartışmada Ruznamedeki yazıların dil konusunda muhafazakâr bir tutumu olan Küçük Sait Paşa’ya ait olduğu bilinir. Tartışma, Şinâsi’nin tutumu ve eleştiri için ortaya koyduğu özlü kurallar bakımından önem taşır. Şinâsi, Tasvir-i Efkar’ın tirajını, o güne kadar hiçbir gazeteye nasip olmamış bir şekilde yükseltip 20.000 üzerine çıkaran tartışmayı 4 ay sonra 27 Aralık 1864’te birden kesmiş ve bir süre sonra Paris’e kaçmıştır. Yayımcılık hayatı. Şinâsi, Tasvir-i Efkar gazetesini kurduktan sonra Bahçekapı’da Tasvîr-i Efkâr Matbaası’nda matbaa, yayım ve editörlük işleriyle de ilgilenmiştir. Şinâsi’den önce bu faaliyetler devlet eliyle resmî ve yabancı tebaa tarafından yarı resmî olarak sürdürülmekteydi. Şinâsi, kendi ekonomik sermayesiyle bu faaliyetleri yürüten ilk kişi oldu. Şair, kendi şiirlerinden yaptığı seçkiyi Müntahabat-ı Eş'ar adıyla 1862’de bu matbaada yayımladı . Şiirlerini “"Divan"” adı dışında bir adla, kendine ait bir matbaada basıp okuyucusuna sunması “"divân tertip etme geleneğini kırma ve yıkma yolunda somut bir adım"” olarak değerlendirilir. Şinâsi, gazetede tefrika halinde yayımlanan yazıları Tasvir-i Efkâr Matbaası’nda kitap olarak bastı. Bu eserlerin başında Ahmed Vefik Paşa’nın Ebülgazi Bahadır Han’dan tercüme ettiği "Uşal Şecere-i Türkî"’si ve "Hikmet-i Târîh"’i, Kâtib Çelebi’nin "Düstûrü’l-amel li-ıslâhi’l-halel" ve "Mîzânü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehak" adlı kitapları, Behcet Molla’nın Bufon’dan yaptığı "Târîh-i Tabîî" tercümesi gelir. Paris’e kaçışı. 1865’te Tasvir-i Efkar’ı Namık Kemal’e bırakıp Fransa’ya gitti. Şinâsi’nin bu gidişinin arkasında 1 Ocak 1865’te yürürlüğe konacak olan Matbuat Nizamnâmesi’nin ağır şartlarının bulunduğu tahmin edilmektedir. Paris’te sözlük çalışmalarına yöneldi. Masrafları Mustafa Fazıl Paşa tarafından karşılandı, Jean Pietri vasıtasıyla Nâmık Kemal’le haberleşti. Ancak Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar Paris’e geldiklerinde onlardan uzak durarak çalışmalarına devam etti. Société Asiatique Üyeliği'nden ayrıldı. 1867’de Sultan Abdülaziz Paris’e gelince Padişaha refakat eden Fuad Paşa ile görüşüp İstanbul’a dönmesi konusunda söz veren Şinâsi, padişahın maiyetiyle beraber Peşte’ye gitti. Padişahın ayrılmasının ardından orada bir süre daha kalıp Macar dil bilginleri ve şarkiyatçılarla görüştü. 24 Eylül 1867’de Köstence yoluyla İstanbul’a dönen Mustafa Fazıl Paşa’nın Peşte’den onu da alıp İstanbul’a getirdiği düşünülür. Sadece birkaç ay İstanbul’da kalan Şinâsi bu arada, Fuad Paşa’ya bir dilekçeyle başvurup İstanbul’a dönmesi yolunda yardım ricasında bulunan karısını bu davranışından dolayı boşadı. Paris'e kısa bir süre sonra tekrar döndü. Burada kaldığı iki yıla yakın sürede, Fransa Millî Kütüphanesi’nde Osmanlı Lügati için çalıştı. Neredeyse hayatının tek amacı haline gelen bu eser “tı” harfine kadar hazırlanmıştır. Ancak bu çalışmaların günümüze kadar hiçbir parçası ele geçmemiştir. Son yılları. Şinâsi, 1869'da İstanbul'a dönüp bir matbaa açtı ve eserlerinin basımıyla uğraşmaya başladı. Önce Bâbıâli'deki matbaasına yerleşip dizgi işlerini kolaylaştırıcı bir sistem arayışına girdi, ilâveleriyle beraber 500-600 çeşidi bulan harf sayısını 112'ye indirdi ve bu yeni teknikle eserlerini bastı. 13 Eylül 1871'de beyin tümöründen öldü. Ayaspaşa Mezarlığı’na defnedildi. Mezarının yeri kaybolmuştur. Mezarı, 3 Ocak 2021'de Beyoğlu'ndaki Ayaspaşa Palas binasının altında tespit edilmiştir. Ölümünden sonra yapılanlar. Şinâsi’nin ölümünden sonra Ebüzziya Tevfik, “"Müntahabat-ı Tasvir-i Efkâr"” (1885–1886) adlı kitabı hazırladı. Yine Ebuzziya Tevfik tarafından aynı isimle 1894 yılında çıkarılan başka bir kitapta ise Şinâsi'nin Tasvir-i Efkâr'da çıkan bazı makaleleri bir araya toplanmıştır. Fatîn Efendi'nin Hâtimetü'l-eş‘âr adlı tezkiresinin, Şinâsi tarafından yeni bir tertip ve ifadeyle hazırlanan baskısının ilk elli iki sayfasını (17-21 arası eksik) Ömer Faruk Akün formalar halinde ele geçirip 1961'de yayımlandı. Ankara Opera ve Bale Binası'ndaki Büstü. Ankara Opera ve Bale Binası lobisinde bulunan büstünde şöyle yazılmıştır.İBRAHİM ŞİNASİ (1826-1871)İlk Türk gazetecisi İbrahim Şinasi, Tanzimatla başlayan Batılılaşma hareketinin öncülüğünü yaparak dil, edebiyat ve düşünce yaşamının gelişmesine etkili olan Türk edebiyatının önemli şair ve yazarlarındandır. Şinasi'nin batı örneğindeki ilk Türk piyesi "Şair Evlenmesi", ulusal Türk tiyatrosunun temel eseridir. İbrâhim Şinasi; şiirde halka yönelmeyi hedeflemiş, "hak", "adalet", "hukuk", "medeniyet" gibi kavramların şiire girmesini sağlamış, bağımsız gazeteciliğin öncüsü olmuştur. Şinasi, kendine özgü şiirini bu kavramların çerçevesinde oluşturmuş bir yenilikçidir. Modern Türk edebiyatının oluşumunda emeği geçen Şinasi, özellikle Türk edebiyatına kazandırdığı yeni edebi türler ve değer yargılarıyla edebiyatı toplumun hizmetine sunmuştur. Batının örnek alınarak eğitim alanında uygulanacak düzenlemeler ile ülkenin uygarlaşma yolunda gelişebileceğini savunmuş, bu amaçla yazarlığınıda çok yönlü bir çaba içine girmiştir. Gazete çıkarmış, makale, şiir ve oyun yazmış, sözcük çalışmaları yaparak halkın aydınlanmasında eğitime önem vermiştir. Fransızca, Arapça, Farsça ve Osmanlıca bilen Şinasi, dilin yalınlaştırılması ve edebiyatı halkın anlayabileceği bir dille yazılması çabasının ilk örneklerini ortaya koymuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun iktisadi ve toplumsal yapısının gelişimine ilişkin sorunlara değinerek, halkın yönetimde söz sahibi olması düşüncesini savunmuş, "ulus", "özgürlük", "kamuoyu"," yasal haklar", "basın özgürlüğü" gibi o günün düşün yaşamına henüz girmemiş bir takım yeni kavramları tartışma gündemine getirmiştir. Eserleri. Şiir Tiyatro Derleme Eleştiri Makale Gazete Yayımlanmayan Eserleri
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12689", "len_data": 12016, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Ney (, Farsça: نی; diğer dillerde: nai, nye, nay, gagri tuiduk, karghy tuiduk), üflemeli çalgıdır. Kaşgarlı Mahmut, Divân-ı Lügati't-Türk adlı Türk kültür ve dilini anlatan eserinde, sagu denilen, "erler" için düzenlenen, ölüm, erdem ve acıları anlatan törenlerde kullanıldığını aktarmıştır. "Ney", içi boş tüpü olan her şeyi ifade eden Farsçaya bir kelimedir Farsçaya "nâ" veya "nay" (kamış) adını almıştır. Farsçaya toplumunda da üflemeli çalgıların hemen tümü için kullanılan "mizmâr" sözcüğü (nefes borusu, ses organı anlamında) ney için de kullanılmıştır. Türkçede ise hemen her zaman "ney" olarak anılmıştır. Romanya'da "nayu" olarak adlandırılır. Sümer toplumunda MÖ 5000 yıllarından itibaren kullanıldığı sanılan bu çalgıya ait elimizdeki en eski bulgu, MÖ 3000-2800 yıllarından kalan bugün Amerika'da Philadelphia Üniversitesi Müzesi'nde sergilenen neydir. Çalgının o dönemlerde de dinsel törenlerde kullanıldığı sanılmaktadır. Yapımı. Kargı denilen bir çeşit budaklı kamıştan yapılır. Bu kamışın tür olarak Latince ismi arundo donax'tır. Türkiye'de güneydoğu, Akdeniz ve Ege bölgelerinde yetişir. Ayrıca Mısır (Nil nehri civarı), Suriye (Asi nehri civarı) ve Kuzey Kıbrıs'tan da neylik kamış toplanmaktadır. Akortlarına göre çeşitli boylarda olan ney, dokuz boğumdan meydana gelmiştir. Üzerinde altısı üstte biri altta olmak üzere 7 delik mevcuttur. Bu delikler, açkı ile delinerek elde edilir. Neye son yüzyıllarda eklenmiş üflemeyi kolaylaştırıcı önemli bir bölüm de başpâredir. Başpareler manda boynuzundan, fil dişinden, şimşir gibi bazı sert ağaçlardan ve son zamanlarda yaygınlaşan delrin denilen bir cins sert plastikten yapılır. Alt kalite neylerin başparelerinde normal plastik, PVC gibi malzemeler de kullanılmakla birlikte bir profesyonel için sayılan dört malzeme önerilmektedir. Manda boynuzu başparenin kalitesini belirleyen en önemli etmenler: boynuzun doğal ömrünün sonlarında ölmüş bir mandadan alınmış olması, yapısında çatlak ve kırık olmayacak şekilde sıkı olması ve ölçülere uygun olarak özenle hazırlanıp doğru şekilde cilalanmış olmasıdır. Bir neyin düzgün akortlu olabilmesi için 9 adet boğumdan oluşması ve bu boğumların her birinin birbirlerine eşit olması şarttır ki böyle bir kamışın sazlıkta bulunması çok enderdir. Bu sebeple ney yapımcıları perde deliklerini açarken kaydırma denilen bir yöntem kullanarak neyin akordunu istenilen frekanslarda ayarlamaktadırlar. İdeal ölçülerde bir neyin fiyatı çok yüksektir ve bulunması çok zordur. Profesyonel kalitede bir neyde aranacak özellikler; kamışın sarı renkli ve sık lifli olması, çok kalın ya da ince olmaması, boğum genişliklerinin ve boylarının orantılı biçimde azalmasıdır. Neyin kalın veya ince olması, inebildiği en kalın sesi ve çıkabildiği en tiz sesleri etkilemektedir. Parazvane. Neyin alttan ve üstten birinci boğumlarının ucuna takılan halka şeklindeki metaldir. Kamışın çatlamaya en müsait yerleri buralar olduğu için neyi koruma ihtiyacına karşılık olarak kullanılmaktadır. Ayrıca başpârenin neye giren kısmı da zamanla çatlamalara neden olabilmektedir. Parazvane yapımında oksitlenmemesinden dolayı bafon (alpaka) kullanılmaktadır. Mesnevi'de Ney. Mesnevi ilk 18 beytinde neyden bahseder, sonraki 6 cildinde de bunu açıklar. Burada ney sembolü altından bir dünya görüşü ve bir medeniyet anlatılır. Neyzen olmakla bu dünya görüşünü öğrenmeye de talip olmak da ilişkilendirilmektedir. Ney çeşitleri. Başlıca 13 çeşit ney vardır. Kısadan uzuna doğru ana ahenk ve ara ahenk (mabeyn) ney çeşitleri aşağıdaki gibidir: Not: Neylerin uzunlukları yaklaşık ölçülerdir. Kamış çapına ve hacmine bağlı olarak bu oranlar artı ya da eksi değişkenlik gösterirler. Neylerin boyları uzadıkça ses elde edilmesi, kontrolü ve parmakların perdelere rahatça ulaşıp kıvrak hareket edebilmesi zorlaşmaktadır. Bu nedenle neye yeni başlayacak bir kişiye mansur veya kız neyi gibi orta-üst uzunlukta neyler tavsiye edilmektedir. Bu neylerde hakimiyet sağlayan kişi daha kısa neylerde kolayca başarılı olabilir. Şah ney günümüzde bazı usta neyzenler tarafından solo olarak kullanılmakta, Davud ney çok nadiren kullanılmakta, Davud-Bolahenk Mabeyni ile Bolahenk neyler ise hemen hiç kullanılmamaktadırlar. Klasik Osmanlı Musıkisi icracıları genellikle mansur, kız, yıldız ve sipürde ahenklerinde icra ettiklerinden bu ahenklerdeki neyler en çok kullanılanlardır. İcrası. Parmaklar. Ney icra olanakları açısından zengin ve teknik yönden güç bir çalgıdır. Neyden sağlıklı bir ses çıkarılması bu çalgıya yeni başlayan birinin karşılaşacağı ilk engeldir. Kişisel seçime bağlı olarak sağ ya da sol üflemeyi seçtikten sonra neyzen adayının kendi dudak ve diş yapısına uygun dudak pozisyonunu ve üfleme açısını deneme yanılma yoluyla bulması ve bu pozisyonu pürüzsüz bir ses çıkartacak şekilde oturtması ilk aşamada kazanılması gereken bir beceridir. Bu sebeple neyden çıkarılması en kolay ses olan neva sesi yani bütün parmaklar açık iken çıkarılabilen en pes ses üzerine yoğunlaşılmalıdır. Daha sonra perdeler gittikçe kapatılarak peste doğru nim hicaz, çargah, segah, kürdi, dügah ve rast sesleri sürekli üflemek suretiyle oturtulmalı, her durumda hatasız çıkartılabilir hale getirilmelidir. Bu aşamadan sonra neyzen adayı zor yolu seçerek dem sesler denilen ve acem aşiran perdesinden aşağıya doğru pestleşen perdelere yoğunlaşabilir ya da nevadan tiz perdeleri ekleyerek ses üflemeye devam edebilir. Deliklerin belli ölçülerde kapatılması ve üfleme açısının içe veya dışarı çevrilmesi ile Türk Sanat Müziğindeki 9 komalık sistemdeki ara sesler icra edilebilmektedir. Neyde eser icra edilmesi, aşılması kişinin yeteneğine göre ortalama iki, üç ya da dört yıl süren teknik zorlukların ortadan kalkmasından sonra anlam kazanır. Çünkü teknik zorlukları aşmamış bir neyzen adayının ses rengi, müzikalite, nüanslar ve ney tavrı gibi ileri aşama noktalarda başarı göstermesi beklenemez. Bu süreç geride kalana kadar bazı icrası kolay eserler etüd olarak çalışılabilir. Ney keman gibi perdesiz bir çalgıdır; Yani nefes ve parmakların ince ayarlı hareketleriyle belli aradaki her frekansı üretebilir. Hangi frekansı çıkaracağını kulağıyla bilmeyenler zorlanacaktır. Öğrenilmesi bu yüzden güç bir çalgı olduğu için müzik konusunda yeteri kadar bilgi ve beceri birikimi olmayan birinin mutlaka bir eğitmen gözetiminde çalışması gerekir. Sesler. Neyde sesler dem ses denilen temel sesler ve bunların doğuşkanlarından elde edilir. Perde olarak da adlandırılan delikler nefesin çıkacağı noktaları belirtip neyin iç kısmındaki hava sütununun uzunluğunu tayin ederler. Üfleme şiddetine göre aynı perdeden doğuşkanlar sırasına göre pek çok ses elde edilir. En hafif üflemede önce sesin kendisi ya da temel ses, daha şiddetli üflendiğinde onun sekizlisi, sonra bir önceki sesin beşlisi ve son olarak aynı oktavın sekizlisi en çok kullanılan sesleri oluşturur. Bundan daha şiddeti üflendiğinde çıkan tüm sesler bir fisagor koması pes çıkacağı için dik düşünülerek üflenmelidir. Böylece kaba rasttan tiz nevaya kadar iki buçuk oktav olan ses sahası, üç oktava yakın bir noktaya kadar genişletilebilir. Tampere sisteminde icra edilirken perdelere yarım basma ya da dudak - başpare açısını değiştirme gibi yöntemler uygulanır. Süslemeler. Neye özgü süslemeler çarpma denilen parmak süslemeleri, triller, mordanlar ve kaydırma denilen glissando ve portamento hareketleridir. Bu kaydırmalar üflenilen seslere hakim olmayı ve ahenkli bir dudak - parmak uyumunu gerektirir. Örneğin neyde kesintili üflemeler dil ile tü-tü şeklinden çok dudak ile vav-vav şeklinde icra edilir. Yanma. Neyin sesi pek çok enstrumanda olduğu gibi çalındıkça güzelleşir. Ancak tınısal karakterdeki bu değişim neyde çok belirgindir. Üflendikçe neyin ses kutusu denilen ilk boğumundan başlayarak kamışın iç kısmı zamanla kararır. Yanma denilen bu olay neyzenin soluğundaki asidin kamış iç yüzeyine nüfuz ederek ince bir tabakayı hafifçe oksidasyona uğratmasından kaynaklanır. Bu durum çok yavaş bir süreç içinde gerçekleşir ve ney üflenmeye başlandıktan ortalama 6 ay sonra genellikle küçük bir leke olarak başlar. Bu süreç tamamlanana yani neyin tüm iç kısmı kararana kadar geçen zamanda neyden çıkan ses gittikçe farklılaşarak yanık ve doğuşkanlar yönünden zengin, etkileyici bir karakter kazanır. Transpozisyon. Ney perdesiz yani ara sesleri de çıkartabilen bir çalgıdır. Dolayısıyla ne ile Klasik Osmanlı Müziği yanında Batı Müziği, Popüler Müzik, Caz Müziği, Halk Müziği gibi pek çok türün ses sistemleri de icra edilebilir. Neyde transpozisyon (göçürüm) farklı boylarda neylerin eserin ahengine (tonuna) göre seçilmesi yoluyla ya da neyzenin çok zor olan dudak transpozisyonunuda icra etmesiyle elde edilir. Neyin ortalama 2,5 oktav olan ses genişliği neyzenin ustalığına bağlı olarak 3 oktava kadar çıkabilmektedir. Son yıllardaki gelişmeler. Ney sazının tasavvuf müziği dışında Türk Sanat müziğinde de kullanımı ve Sanat müziği bestekârlarının Tasavvuf Müziği de bestelemelerinin sonucunda ney ile üflenemeyen ara değer notalar için bir arayışa girilmiştir. Özellikle "Kutb-ün Nayi" Niyazi Sayın ile ney için olmayacak bir ses olan Hisar (Mi bemol) artık üflenebilir hale gelmiştir. Cam ney tasavvufla cam sanatını bir araya getiren çalışmadır. Türkiye'de ilk kez 2006 yılında yapılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12695", "len_data": 9218, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.45 }
Pablo Picasso (25 Ekim 1881, Málaga, İspanya - 8 Nisan 1973, Mougins, Fransa), Fransa'da yaşamış İspanyol ressam, heykeltıraş, sahne tasarımcısı, şair ve oyun yazarıdır. 20. yüzyıl sanatının en iyi bilinen isimlerindendir. Georges Braque ile birlikte kübizm akımının temelini atmış, asamblajı icat etmiş, kolajın icadında yer almış ve çok çeşitli tarzların gelişimine katkı vermiştir. En önemli eserleri olarak öncü kübizm eseri Alman ve İtalyan askerlerin İspanyol İç Savaşı sırasında yaptığı katliamı anlatan Guernica sayılabilir. Hayatını alatımı. Küçük yaşta resim yapmaya ressam ve resim öğretmeni babası tarafından yönlendirildi. Resim yeteneği kısa sürede keşfedildi ve 1895'te Güzel Sanatlar Okulu'na girdi. 1901 yılından itibaren anne soyadı olan Picasso'yu kullanmaya başladı. Eserleri İspanyol bir dergi olan Juventut'ta yayınlandı. 1900'de ilk kez Paris'e gitti. Dönemin yenilikçi sanatçılarının yaşadığı Montmartre semtinde bir süre parasızlık içinde yaşadı. Picasso yaklaşık 1901-04 arasındaki ilk dönem yapıtlarında sıradan insanların, sirk palyaçolarının, akrobatlarının resimlerini yaptı. Büyük kentlerdeki yaşam kadar, sirk yaşamı da ilgisini çekiyordu. Ne var ki, tablolarında bu yaşamın hüzünlü yanını yansıttı. Sanatçının bu dönemi Mavi Dönem olarak tanımlanır. Picasso, Georges Braque ile kübizmin temellerini atmış sayılmaktadır. 1907'den 1914'e kadar kübist olarak adlandırılan tarzda tablolar yapar. Kübist tabloların genel özelliği, geometri ve geometrik şekillerin kullanılmasıdır. Resmedilen nesneler geometrik formlar oluşturacak şekilde basitleştirilmiş yahut geometrik şekillere bölünmüştür. Kübizmin bir diğer özelliği de uzaydaki üç boyutlu bir cismi iki boyutlu yüzeye aktarma çabasıdır. Bu amaçla Picasso, şekilleri yanal yüzeylerine bölüştürüp her birini iki boyutlu yüzeyde göstermeye çalışır. Yine bu nedenden portrelerindeki insanların hem profili hem de önden görünüşü görülmektedir. 1911 yılında Leonardo Da Vinci'ye ait Mona Lisa eserini, bu eserin doğduğu şehir, Floransa'ya kaçırmakla suçlandı. Ancak iddialar hiçbir zaman kanıtlanamadı. I. Dünya Savaşı sırasında Picasso, Jean Cocteau ile beraber Roma'da kalır. 20'li yılların başında ressam klasisizme geri döner: Trois Femmes à la fontaine (1921, Modern Sanat Müzesi, Paris). Ayrıca mitolojiden de esinlenir: les Flûtes de Pan (1923, Picasso Müzesi, Paris). Picasso tanınan en üretken sanatçıdır. Guiness Rekorlar Kitabı'na göre, toplam resim, 100,000 baskı, 34,000 kitap resmi ve 300 heykel ve birçok seramik ve çizim üretmiştir. Bir genelevdeki beş hayat kadınını gösteren ve Kübizm akımının en önemli örneklerinden biri olarak görülen ünlü eseri "Avignonlu Kadınlar", Fransa'da 1907 yılında çizilmiştir. En tanınmış eseri Alman hava kuvvetlerinin Guernica kasabasını bombalamasını anlatan "Guernica" adlı eseridir. Resim 1937'de yapılmıştır. Bu resim şu anda Madrid'de Reina Sofía Müzesinde bulunmaktadır. Picasso, bir sergisi sırasında kendisine, "Bu resmi siz mi yaptınız" diye soran bir Alman generaline, "Hayır, siz yaptınız" cevabını vermiştir. Bu resim Picasso'nun savaşa ve Guernica'nın bombalanmasına karşı duyduğu güçlü nefreti anlatmaktadır. Resimdeki insan ve hayvan figürleri acı, hüzün ve savaşa karşı duyulan nefreti yansıtmaktadır. Sanatçı, ressamlığının yanında yazar ve şair olarak da gündeme geldi. Şiirler kaleme aldı, sürrealist bir oyun yazdı. Özel hayatı. Picasso sahne dekoratörü olarak çalışırken Roma'da tanıştığı Ukraynalı balerin Olga Khokhlova ile Temmuz 1918'de evlendi ve daha sonra onun sayesinde Paris sosyetesi ile tanışma imkanı buldu. Çiftin 1921'de Paulo (Paul) adında oğulları oldu. 1927'de 46 yaşında iken Picasso 17 yaşındaki bir Fransız kız, Marie-Thérèse Walter ile gizli ilişki yaşamaya başladı. Hohlova ancak 1935'te bu ilişkiyi ve Walter'in hamile olduğunu öğrenince derhal Picasso'yu terk edip güneye taşınarak boşanma davası açtı. Fakat kanunen mal varlığının eşit olarak paylaşılması gerektiğinden Picasso boşanmayı reddetti ve bu evlilik Hohlova'nın kanserden öldüğü 1955'e dek kağıt üzerinde devam etti. Picasso'nun 1921 doğumlu oğlu Paulo, 1935 doğumlu kızı Maya'dan sonra, 61 yaşındayken ilişki yaşamaya başladığı 21 yaşındaki Françoise Gilot'dan 1947 doğumlu oğlu Claude ve 1949 doğumlu kızı Paloma oldu. Bu üçü dışında Picasso'nun hayatına Dora Maar, Fernande Olivier gibi daha birçok kadın girdi. İkinci ve son nikahlı eşi Jacqueline Roque ile 1953'te tanıştığında kendisi 72 yaşında, Jacqueline ise 26 yaşındaydı. Altı ay türlü çeşitli kurlar yaptıktan sonra onunla yaşamaya başladı ve 1961'de nikahlandılar. Resmi ya da fiili eşi konumundaki kadının yanı sıra birkaç kadınla daha ilişkisi olan ve bu ilişkilerinde kadınlara şiddet dahil kötü davranan Picasso için torunu Marina Picasso, "Dedem Picasso" adlı anılarında şöyle yazdı: Onları kendi hayvani cinselliği için kullanıyor, itaatkar hale getiriyor, büyülüyor, sindiriyor ve ezip tuvaline sürüyordu. Geceler boyu onların özünü sömürdükten sonra, bitip tükendiklerinde ise onları başından atıyordu. Hayatındaki birkaç önemli kadından Marie-Thèrése Walter ve Jacqueline Roque intihar ettiler, Hohlova ve Dora Maar ise sinir krizleri yaşadılar. Oğlu Paulo depresyon sonucu alkolizmden öldü. Torunu Pablito da ressamın cenazesine katılmasına son nikahlı eşi Jacqueline Roque izin vermeyince aynı yıl klorak içerek intihar etti. Picasso'nun son vasiyetnamesine onu akıl sağlığı yerinde değilken yazdığı gerekçesiyle itiraz eden Françoise Gilot ile Jacqueline Roque arasındaki miras davası önce itiraz reddedilmekle birlikte sonunda Picasso'nun oğlu Paulo'nun ölümünden sonra, miras sahiplerinin Jacqueline ile birlikte Picasso'nun çocukları ve torunları Claude, Paloma, Maya, Bernard ve Marina Picasso olduğuna karar verildi. Politik görüşü. Picasso gençliğinde Katalan bağımsızlık hareketine sempati duyup genel olarak desteğini ifade ederek hareket içindeki aktivistlerle dostlukları olmakla birlikte kendisi bu harekete aktif olarak katılmadı. I. Dünya Savaşı, İspanya İç Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasında da hiçbir tarafın silahlı kuvvetlerine katılmadı. Fransa'da yaşayan bir İspanyol olarak her iki dünya savaşında da işgalci Almanya ordularına karşı savaşa katılma zorunluluğu yoktu. 1940 yılında Fransa vatandaşlığına başvurduğu fakat "komünizme doğru evrilen aşırılıkçı görüşleri" nedeniyle reddedildiği 2003 yılında ortaya çıktı. 1936'da İspanya İç Savaşı başladığında Picasso 54 yaşındaydı. Çatışmalar başladıktan kısa bir süre sonra Cumhuriyetçiler tarafından "gıyaben de olsa Prado'nun müdürü" olarak atandı ve John Richardson'a göre o da "görevlerini çok ciddiye alarak" müze koleksiyonunun Cenevre'ye taşınması için gerekli fonları sağladı. Savaş Picasso'nun ilk açıkça politik çalışmasına fırsat yarattı. 1937 yılında "özellikle propaganda ve bağış toplama amacıyla" yapılan ve 18 resimden oluşan "Franco'nun Rüyası ve Yalanı" adlı çalışmasında Francisco Franco'ya ve faşistlere yönelik öfkesini dile getirdi. 1944'te Fransız Komünist Partisine girdi. 1948'de Polonya'da yapılan Barışı Savunmak İçin Dünya Aydınlar Kongresine katıldı ve 1949'da Dünya Barış Konseyi için çizdiği güvercin uzun yıllar resmi dünya çapında komünist hareket içinde ve dışında yaygın şekilde barış sembolü olarak kullanıldı. 1950'de Sovyet hükûmetinden Stalin Barış Ödülü aldı. 1953'te Stalin'in ölümü üzerine parti yayın organı için çizdiği Stalin portresi yeterince gerçekçi olmadığı gerekçesiyle eleştirilere maruz kalınca Sovyetler Birliği'ne yönelik şevki zayıflamakla birlikte ölümüne kadar Komünist Partinin sadık bir üyesi olarak kaldı. 1962'de Lenin Barış Ödülü aldı. Ölümü. Pablo Picasso, 8 Nisan 1973'te Fransa'nın Mougins kentinde, eşi Jacqueline ile akşam yemeği için arkadaşlarını ağırladıktan sonraki sabah, akciğer ödemi ve kalp krizinden öldü. 1958'de satın aldığı ve 1959 ile 1962 arasında Jacqueline ile birlikte yaşadığı bir mülk olan Aix-en-Provence yakınlarındaki Vauvenargues Şatosu'na defnedildi. Jacqueline, çocukları Claude ve Paloma'nın cenazeye katılmasını engelledi. Picasso'nun ölümünden sonra harap ve yalnız kalan Jacqueline, 1986'da 59 yaşındayken kendisini vurarak intihar etti.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12707", "len_data": 8115, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.63 }
Alparslan şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12710", "len_data": 33, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 1.17 }
Ulus ya da millet, çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk. Şu anlamlara da gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12717", "len_data": 190, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.76 }
Kangren veya gangren, dokuların kendilerini besleyen atardamarların herhangi bir sebeple, tamamen yetersiz hale gelmesi sonucunda hayatiyetini kaybetmesi durumu. Kangren, kuru ve yaş diye nitelendirilebilir. "Kuru kangrende" simsiyah bir renk alan kangren bölgesi, kupkuru bir halde olup, bir mumyayı andırır. Bu tip kangren, atardamar tıkanması sonucu olur. Kangrenli bölge, canlı bölgeden çok belirgin bir çizgi ile ayrılır. Buna demarkasyon hattı veya atılma çizgisi denir. "Yaş kangren" beslenmesi aşırı derecede bozulmuş dokuların sıyrık yoluyla mikrop kapması veya kuru kangrenin enfeksiyona maruz kalması sonucunda meydana gelir. Yaş kangren, en çok şeker hastalığının yaptığı damar bozuklukları sonucu meydana gelen kangrenlerde görülür. Çünkü şeker hastalığında enfeksiyonlara karşı bir eğilim vardır. Enfeksiyon süratle ilerlediğinden, kangrenli uzvun sağlamca görülen kısımları da şişer, kızarır ve bu kısımda su dolu kesecikler meydana gelir. Zararlı maddelerin kana geçmesi sonucu hastanın durumu hızla bozulur. Kangren birçok organ ve dokuda görülebilir. En çok kollar, bacaklar, apandisit ve ince bağırsaklarda görülür. Nadiren safra kesesi, testisler ve erkek cinsel organında da ortaya çıkabilir. Kangrenin bir çeşidi de, "gazlı kangre"ndir. Bol kas harabiyeti olan yaralara, oksijensiz yerlerde yaşayan bakterilerin girmesiyle meydana gelen ve zamanında müdahale edilmezse ölümle sonuçlanan bir durumdur. En çok, savaş yaralarında, kirli ve bakımsız yaralarda görülür. Çoğalan bakteriler gaz meydana getirirler. Bu bakteriler içinde en önemlisi "Clostridium perfringens"tir. Dokular gazla gerildiği için ilk belirti olarak, hasta pansumanları veya sargı alçının sıkmasından şikayet eder. Daha sonra fasyaların (kaslar üzerini örten zarlar), altında toplanan fazla gerilmesi sonucu çok şiddetli ağrılar olur. Bir pensle derinin üzerine vurulunca davul sesi alınır. Durum daha da ilerleyince besleyici damarlar çok sıkıştığından deride mavimsi lekeler meydana gelir. Buna paralel olarak ağır bir septik (iltihabi) şok tablosu, ruhi bozukluklar ve akut böbrek yetmezliği ortaya çıkar. Kangren sebepleri. Damar sertliği zemininde bir atardamarın iç yüzeyinde bir pıhtı oluşursa, o damarın beslediği organda kangren meydan gelir. Örneğin bacakta oluşursa; önce şiddetli ağrı, karıncalanma, solukluk veya morarma, bacağı hareket ettirememe, bacağın altındaki damarlarda nabzın alınamaması ve soğukluk ortaya çıkar. Daha sonra kuru ve yaş kangren gelişir. Tedavi. Komşu dokulardaki dolaşımın durumuna, kangrenin sebebine ve yerine göre değişiklik gösterir. Örneğin; bağırsak düğümlenmeleri, sonucu ortaya çıkan kangrenler, akut apandisit acil cerrahi müdahale gerektirir. Uzuvlarda ortaya çıkan bir kuru kangren durumunda, kangrenli dokunun kendiliğinden düşmesi beklenebilir. Fakat yaş kangren durumunda, acilen uzvun çıkarılması gerekebilir. Şeker hastalığına bağlı kangrenleri önlemek için öncelikle şeker hastalığı kontrol altına alınmalıdır. Kısacası tedavi nedene yönelik olmalıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12718", "len_data": 2999, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.11 }
Kartal, İstanbul ilinin Anadolu yakasında, Marmara Denizi kıyısında, Kocaeli Yarımadası'nın güneybatısında yer alan bir ilçedir. TÜİK 2019 nüfus sayımına göre 470.626 nüfusa sahiptir. Mücavir alanıyla birlikle 48.000 m² yüzölçümü olan bir ilçedir. Kartal ilçesi, batıda Maltepe, kuzeyde Sancaktepe, kuzeydoğuda Sultanbeyli ve doğuda Pendik ilçeleriyle çevrilidir. İstanbul'un en yüksek yeri Aydos Tepesi ve İstanbul'un Balkonu diye adlandırılan Yakacık Tepesi Kartal'dadır. Etimoloji. Kartal'ın merkezi VI. yüzyılda "Kartalimen" adında bir balıkçı köyüydü. İlçenin adının "Kartalimen" isminin Türkçeye aktarılmasından gelmesi veya ilçenin kuzeyinde bulunan ve Rumcada "kartal" anlamına gelen Aydos Tepesinden gelmesi muhtemeldir. Coğrafya. Kartal ilçesi, Kocaeli yarımadasının güneybatı kesiminde yer alır. Doğusunda Pendik, batısında Maltepe, kuzeyinde Sultanbeyli ve Sancaktepe ilçeleri, güneyinde ise Marmara Denizi ile çevrilidir. Kartal yirmi mahalleden oluşmakta olup, 2186 adet cadde ve sokağa sahiptir. Yüzölçümü Aydos Ormanı dahil 391,73 km²dir. İklim. Karadeniz'in yağışlı iklimi ile Akdeniz'in ılıman iklimi arasında kalan Kartal kışın Balkan Yarımadası'nın soğuk, Karadeniz'in yağışlı ve Akdeniz'in ılıman güneşli ikliminin etkisinde kalır. Bu nedenle kıştan ilkbahara, yazdan sonbahara geçiş çok defa fark edilmez. Kış aralık ayından Nisan ayına kadar sürer, ortalama 7 gün kar yağar, yaklaşık 25 gün de don olur. Yazları sıcak ve kurak olup ortalama sıcaklık 24 derecedir. Kış ortalama sıcaklığı ise 5-6 derece civarındadır. İlçede poyraz ve lodos hakim rüzgarlardır. Tarihçe. Kartal ilçesinin tarihi gelişimini 6. yüzyılın başlarından itibaren incelemek olanaklıdır. İlçenin Samandıra ve Yakacık gibi yerleşim birimlerinde yapılan kazılarda çıkan tarihi yapıtların Bizans dönemine ait oldukları anlaşılmıştır. 1080-1083 yıllarında bütün Anadolu'yu ele geçiren Selçuklu Sultanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından Pendik, Kartal ve Maltepe'nin ele geçirilmesinden sonra bu hükümdarla zamanın Bizans İmparatoru arasında Dragos Çayı sınır olarak belirlenerek 1081 yılında bir antlaşma yapılmış ve Süleyman Şah bu sınırın dışına çıkmamayı taahhüt etmiştir. Bu çay bugünkü Maltepe'nin batısında Maltepe ile Kartal arasında sınırı teşkil eden ve Dragos tepesinin yanından geçerek denize dökülen küçük bir sudur. Anadolu'da Türklerle Bizanslıların ilk sınırı bu anlaşma ile oluşturulmuştur. Kartal, 1400 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. 1755 yılında Adalar'a bağlı bir nahiye olan Kartal 1757'de Üsküdar'a bağlı bir nahiye olur. 1850'de İzmit Sancağı'na bağlı bir kaza olan Kartal, 1861'de Vilayet Nizamnamesi'yle tekrar Üsküdar'a bağlanır. 1870 yılında çıkarılan bir nizamnameyle Kartal bir kaymakamlık olarak teşkil edilir ve bir yıl sonra temelli olarak İstanbul şehremaneti sınırlarına katılır. 1871 Vilayet Nizamnamesi gereğince Kartal'da belediye kurulur ve ilçenin ilk belediye reisi Yasin Ağa olur. Kartal, 1888 yılında İstanbul şehremaneti sınırlarına katılır. 1928'e kadar, o zaman Üsküdar'a bağlı olan Kadıköy'ün Bostancı, İçerenköy, Suadiye, İnönü ve Kayışdağı mahallelerini ve bugünkü Adalar ilçesini kapsıyordu. 1947 yılında, endüstri bölgesi olarak ilan edilmesinin ardından, Kartal, İstanbul'un hızla büyüyen ilçelerinden biri haline gelmiştir. 1951'de Gebze'den Tuzla beldesini alan ilçe, 1973'te, Haydarpaşa-Gebze banliyö tren hattının açılması ile birlikte bu gelişme ivme kazanmıştır. 1987'ye kadar İstanbul'un büyük ilçelerinden olan ve o dönem batıda Kadıköy, kuzeybatıda Üsküdar ve Beykoz, kuzeyde Şile ve doğuda Gebze ilçelerine komşu olan Kartal, 1987'de Pendik (1987'de Pendik'e bağlanan Tuzla 1992'de ayrı ilçe olmuş ve 1994'te Esenyalı ve Güzelyalı semtlerini Pendik'e verip bugünkü sınırlarına ulaşmıştır), 1992'de Maltepe (1994'te Ümraniye'ye geçen ve bugün Ataşehir'e bağlı Yeni Çamlıca mahallesini kapsıyordu) ve Sultanbeyli ilçelerinin ayrılmasıyla oldukça küçülmüş, 1998'de Maltepe'den ayrılan Ferhatpaşa mahallesinin Samandıra Beldesi'ne bağlanmasıyla yeniden Kadıköy ilçesine komşu olmuş ve az da olsa büyümüşse de bugünkü sınırlarına 2009'da Ümraniye'den ayrılıp Sancaktepe adıyla ilçe olan Sarıgazi'ye Paşaköy'le Ferhatpaşa mahallesinin küçük bir bölümüyle birlikte bağlanan Samandıra'nın ve Ataşehir'e bağlanan Ferhatpaşa mahallesinin büyük bölümünün ayrılmasıyla ulaşmıştır. 2010'lu yıllarda, İstanbul'un iki ana adalet sarayından biri olan Anadolu Adliyesi'nin Kartal'a inşa edilmesi, ilçenin önemini arttırmıştır. Kültür. Kartal ilçesinin sosyo-kültürel yapısı çeşitlilik gösterir. Bunda iç göçün ve buna bağlı olarak artan nüfusun etkisi büyüktür. Cumhuriyetin erken yıllarında endüstriyel bir bölge olarak tasarlanan ve gelişen Kartal, özellikle 80'lerden sonra, İstanbul'un merkezi yaşama alanlarından birine dönüştü. Buna bağlı olarak kültürel yaşam da hızla gelişti. Hasan Ali Yücel ve Kartal Bülent Ecevit Kültür Merkezleri Kartal'ın merkezinde faaliyet sürdürürken, merkez dışındaki yerleşim yerlerinde ikamet eden vatandaşların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Hürriyet, Uğur Mumcu, Soğanlık ve Yakacık mahallelerinde de kültür merkezleri inşa edilmiştir. 1950 ve 1970'li yıllarda, Kartal'da üç kapalı salon sineması ve 14 tane de yazlık sinema vardı. Eğitim ve sağlık. 2010 yılında kurulan Süleyman Şah Üniversitesi ilçe sınırları içerisinde kurulmuş ilk yükseköğrenim kurumudur. İstanbul Şehir Üniversitesi de Kartal'da bulunmaktadır. Ayrıca Marmara Üniversitesi Özcan Sabancı Sağlık Bilimleri Fakültesi ve Maltepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Kartal'dadır. Kartal ilçesi sağlık kurumları açısından İstanbul'un en zengin ilçelerinden birisidir. İlçede 4 adet devlet hastanesi, 3 adet özel hastane, 5 adet poliklinik, 9 adet tıp merkezi bulunmaktadır. İlçenin en büyük hastanesi olan Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2019 yılında yeni binasında hizmet vermeye başlamıştır. Ayrıca Kartal'ın bütün mahallelerinde çok sayıda eczane, özel muayenehane bulunmaktadır. Ulaşım. Kartal'da ilk vapur iskelesi 1857 yılında inşa edilmiştir. İlçede ulaşım denizyolu, demiryolu ve otoyol ile sağlanmaktadır. Kartal, Kurtköy'de bulunan Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı'na 15 kilometre uzaklıktadır. 1950'lerden beri Kartal ve Yalova arasında çalışan Mudanya ve Çardak isimli arabalı vapurları 1980'lerde emekliye ayrılmıştır. Günümüzde Kartal'dan Adalar ilçesine motor, Yalova iline de deniz otobüsü seferleri yapılmaktadır. 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne giden otoban ve E5 karayolu da Kartal'dan geçer. Kadıköy-Kartal arası uzanan Bağdat Caddesi ve Tuzla ile Bostancı arası sahil yolu Kartal'daki diğer karayolu ulaşım seçenekleridir. Temmuz 2012'de açılan Kadıköy-Tavşantepe metrosunun dört durağı Kartal'dadır. Aynı zamanda Kartal'a Marmaray (Halkalı - Gebze) Banliyö Treni ile ulaşılabilir. Mart 2019'da açılan Marmaray'ın Kartal'da toplamda beş durağı vardır. Ekonomi. Kartal ekonomisi, Cumhuriyet döneminden önce genellikle tarım ve balıkçılığa dayalıydı. Öyle ki günümüzde ilçenin merkezi mahallelerini oluşturan bölgeler 1970'li yıllara kadar bağ, bahçe ve bostanlardan oluşmaktaydı. Özellikle Osmanlı döneminde Kartal'da sahil kesimini mesken edinen Rum ahalinin balıkçılıkla, ilçenin iç kesimlerini mesken edinmiş olan Ermeni ahalinin ise daha ziyade tarımla ilgilendikleri bilinmektedir. Cumhuriyet döneminde, 1947 yılında ilçe sanayi bölgesi ilan edilene kadar bu ekonomik faaliyetler devam ederken; 1947 yılından itibaren ilçede özellikle sanayi kuruluşlarının görülmeye başlamasıyla birlikte sanayi ve buna bağlı olarak ticaret de ilçe ekonomisinde önemli rol oynamaya başlamıştır. Bugün İstanbul'un Anadolu yakasının en önemli oto sanayi sitelerinden biri Kartal sınırları içindedir (Kartal Oto Sanayi Sitesi). Kartal'ın en önemli sanayi kuruluşu ise 5 kıtaya ihracat yapan HABAŞ'tır. Şirketin sınaî ve tıbbî tüp gaz dolum tesisleri, Kartal'da yer almaktadır. Bir diğer önemli sanayi tesisi ise Esentepe Mahallesi'nde bulunan Milangaz dolum tesisidir. Ticarette ise ilçede hemen hemen her alanda faaliyet gösteren büyük ve küçük işletmeler yer almaktadır. Kartal'da bulunan Anatolium Marmara AVM en önemli ticaret merkezi konumundadır. İlçenin bankalar caddesi konumunda bulunan Ankara Caddesi üzerinde ve etrafında Ziraat Bankası, Vakıfbank, Halk Bankası, Türkiye İş Bankası, Yapı ve Kredi Bankası, Garanti Bankası, TEB, Akbank gibi büyük bankaların şube ve ATM'leri, birkaç döviz bürosu ve kuyumcular bulunmaktadır. Turizm. Kartal sınırları içerisinde birçok turistik tesis ve otel bulunmaktadır. Bunların yanı sıra İBB Dragos Sosyal Tesisleri ve sahil yolundaki birkaç Beltur işletmesi önemli turistik mekanlardandır. İlçede genel olarak meydan turizmi yaygınlık gösterir. Yıl boyunca Kartal sahilinde amatör balıkçılık yapmak mümkündür. İlçede bulunan Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi ve İBB Bülent Ecevit Kültür Merkezi, önemli kültürel etkinlikler sayesinde yıl boyu ilçe turizmine önemli katkılar sağlamaktadır. Özellikle yaz aylarında, ilçe belediyesi tarafından düzenlenen ve adeta geleneksel festival havasında geçen, Çeçenistan Parkı etrafında ve Çetin Emeç Bulvarı üzerinde yer alan meydanda yapılan halk konserleri ilçenin önemli turistik faaliyeti arasındadır. Spor. Amatör ve profesyonel spor faaliyetleri için Kartal'da birçok spor tesisi bulunmaktadır. Kartal'ın bütün mahallelerinde bulunan liselerin açık ve kapalı spor salonları İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Gençlik ve Spor Bakanlığı işbirliği ile gerçekleştirilmiştir. Kartal'ın 2 adet profesyonel spor kulübü bulunmaktadır: Kartalspor ve Kartal Belediyespor. Bu iki kulüp dışında ilçede amatör olarak bireysel sporlar ve takım sporlarıyla ilgilenen çok sayıda sporcu bulunmaktadır. İlçede bulunan en önemli kamusal spor tesisi, Esentepe Mahallesi'nde yer alan İBB Hasan Doğan Spor Kompleksi'dir. Yıl boyunca sahil kesiminde yürüyüş, koşu, bisiklet, amatör balıkçılık aktiviteleri gerçekleştirmek mümkündür. Geleneksel olarak her yıl Uğur Mumcu'yu anmak için 5 km'lik bir parkurda düzenlenen Uğur Mumcu Yol Koşusu, Uğurmumcu Mahallesi'nde düzenlenmektedir. Nüfus ve demografik yapı. Yıldız Teknik Üniversitesi'nin Mayıs 2013 tarihinde yaptığı ankette, Bakırköy, Adalar ve Kadıköy'le birlikte halkın kendini en güvende hissettiği dört ilçeden biri olmuştur. Son yıllarda ilçede yapılan büyük ölçekli rezidanslar nedeniyle demografik yapısında ciddi bir değişim gerçekleşmiştir. Kartal'da ortalama oturma süresi 17,22 yıldır. 1987 yılında Pendik, 1992 yılında Maltepe ve Sultanbeyli ve 2009 yılında Samandıra beldesinin Kartal ilçesinden ayrılması nedeniyle Kartal ilçesinin nüfusunda azalma meydana gelmiştir. 2008 TÜİK istatistiklerine göre en yoğun nüfuslu mahallesi Hürriyet mahallesi, en az nüfus barındıran mahalle ise Yukarı mahallesidir. Kardeş şehirler. Kartal'ın kardeş şehirleri aşağıda listelenmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12722", "len_data": 10836, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.46 }
1. periyot elementi, periyodik tablonun 1. periyodunda yer alan her bir element için kullanılan kavramdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12726", "len_data": 106, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.3 }
2. periyot elementi, periyodik tablonun 2. periyodunda yer alan her bir element için kullanılan kavramdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12727", "len_data": 106, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.32 }
Nobel Edebiyat ödülleri her yıl Alfred Nobel'in sözleri ile "bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara" verilmektedir. İsveç Akademisi her yıl bu ödüle layık kişileri seçmektedir. Alfred Nobel'in bu sözü aslında başta birçok tartışmaya neden olmuştur. İsveç dilinde 'idealisk' kelimesi 'idealistik' ve 'ideal' olarak çevrilmektedir. Bu da Lev Tolstoy ve Henrik İbsen gibi dünyaca tanınmış yazarların başlarda yazdıkları yeterince idealistik bulunmadığından ötürü bu ödülü alamamalarına yol açmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12728", "len_data": 514, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.83 }
3. periyot elementi, periyodik tablonun 3. periyodunda yer alan her bir element için kullanılan kavramdır. Bunlar;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12729", "len_data": 114, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 2.16 }
4. periyot elementi, periyodik tablonun 4. periyodunda yer alan her bir element için kullanılan kavramdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12730", "len_data": 106, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.27 }
5. periyot elementi, periyodik tablonun 5. periyodunda yer alan her bir element için kullanılan kavramdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12733", "len_data": 106, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.3 }
6. periyot elementi, periyodik tablonun 6. periyodunda yer alan her bir element için kullanılan kavramdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12734", "len_data": 106, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.3 }
7. periyot elementi, periyodik tablonun 7. periyodunda yer alan her bir element için kullanılan kavramdır. 7. periyotta bulunan tüm elementler radyoaktiftir. Yerkabuğunda bulunan en ağır element olan uranyum bu periyottadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12735", "len_data": 224, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.77 }
Koningsdag (Türkçe: "Kral Günü"), Hollanda'da her yıl nisan ayının 27'sinde Willem-Alexander'ın doğum günü olarak kutlanan bir bayramdır. 2013 yılına dek Koninginnedag (Türkçe: "Kraliçe Günü") adıyla anılmış ve Prenses Juliana'nin doğum günü olarak her yıl nisan ayının 30'unda kutlanmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12740", "len_data": 291, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.43 }
Okmeydanı, İstanbul ilinin Kâğıthane, Şişli ve Beyoğlu ilçelerine bağlı bir semttir. Fatih Sultan Mehmet'in bu bölgede okçuluk müsabakaları için kurdurduğu ok meydanı ve okçuluk tekkesi nedeniyle bu ad verilmiştir. Yakın komşuluğundaki caddelerde uzun mesafelere atılan okların düştüğü yerleri belirlemek için dikilmiş menzil (nişan) taşları vardır. Okmeydanı semtinin tapuları Fatih Sultan Mehmet Vakfındadır. Bu nedenle zaman zaman Okmeydanı semtinin yıkılması söz konusu olmuştur. Vakıf zaman zaman yıkım için bölgeye gelmektedir. Ama yıkım şimdiye kadar gerçekleşmemiştir. II.Abdülhamit döneminde yaşanan göç ve savaşlar nedeniyle, İstanbul'da kimsesiz, bakıma muhtaç kişilerin, çocuk ve yaşlıların barınması ve bakımı için Darülaceze müessesesi kurulmasına karar verilmiş, yer olarak da Okmeydanı seçilmiştir. Darülaceze, Okmeydanı'nda hala faaliyetine devam etmektedir. 1912 yılında İstanbul-Okmeydanı'nda Marconi tarafından bir Telsiz Verici İstasyonu kurulmuştur. Kurulan bu istasyonda 600-1000 metre dalga boyunda yayın yapabilen spark (şimşek) tipi vericiler kullanılmıştır. Günümüzde bu istasyon bulunmamaktadır. Bu istasyon nedeniyle, mevki olarak, günümüzdeki Mahmut Şevket Paşa Mahallesi ve Darülaceze civarı “Telsiz altı” olarak adlandırılırdı. Okmeydanı da kentleşmeden nasibini almıştır. Okmeydanı'nda her ne kadar çok fazla gecekondu bulunsa da, Mecidiyeköy'e yakınlığı gökdelenlerin artışına sebep olmuştur. Memorial Hastanesi buradadır. Ayrıca, Okmeydanı'nda da lüks siteler bulunmaktadır. Okmeydanı ve çevresi 97.478 m² alanıyla 10 Ocak 1976 tarihli 8885 numaralı bir kararla tarihi sit alanı olarak belirlenmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12741", "len_data": 1636, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
İkinci Yeni, Türk şiirinde 1950'li yıllarda ortaya çıkmış bir şiir hareketidir. Garip akımının şiir anlayışına tepki olarak doğmuş ve büyük bir şair topluluğu tarafından benimsenmiştr. İkinci Yeni şairlerinin en belirgin özelliği okuyucunun hayal dünyasında farklı çağrışımlar meydana getirebilmek için şiirlerinde Türkçenin kuralları dışına çıkmalarıdır. Hareketin kuramcısı ve isim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer, Tevfik Akdağ İkinci Yeni Şiir topluluğu şairlerindendir. Hareketin bir bildirgesi yoktur. İlkeleri sonradan şiirler yayımlandıkça ve de şiir üzerine yazılar, makaleler yayımlandıkça belirmeye başlamıştır. İkinci Yeni, birçok edebiyat eleştirmeni tarafından "Çağdaş Türk Şiirinin en son ve en özgün atılımı" olarak kabul görülürken bazıları için de edebiyatta bir skandal olarak değerlendirilmiştir. Ortaya çıkışı. İkinci Yeni, Türk şiirinde Garipçiler ve 1940 toplumcu gerçekçi kuşağının etkilerinin yoğun olarak hissedildiği bir dönemde ortaya çıktı. İkinci Yeni'nin doğuşunda dünyadaki mevcut şiir anlayışının büyük etkisi oldu. İkinci Yeni temsilcileri Dadaizm ve Letrizm gibi akımların dünyadaki yansımalarından etkilendiler. Varoluşçuluk düşüncesinin, Fransız gerçeküstücülerinin, gizemci ya da biçimci şairlerin Türkiye'de iyice tanınmasına paralel olarak İkinci Yeni şiir anlayışı şekillendi. 1950'lerde, önceleri birbirinden habersiz bir şekilde ve genellikle Garip şiirine bir tepki olarak yazan Ece Ayhan, İlhan Berk, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi isimler 1956'dan itibaren şiir ve yazılarını Pazar Postası'nda yayımlamaya başladılar. Böylece bu şairlerin eserlerinde görülen şiirsel değişim belirginleşti ve bir hareket niteliği kazandı. Muzaffer Erdost, 19 Ağustos 1956'da Son Havadis gazetesinde yayımlanan "İkinci Yeni" başlıklı yazısında bu şairlerin bir hareket temsil ettiği belirtildi. "İkinci Yeni" nitelemesi daha sonra benzer şekilde şiir yazan bu şair grubunun adı olarak kabul gördü. Bu şairlere daha sonra Ülkü Tamer, Tevfik Akdağ, Yılmaz Gruda, Kemal Özer, Özdemir İnce, Nihat Ziyalan, Alim Atay, Seyfettin Başçılar, Ercüment Uçar gibi başka isimler de eklendi. Özellikleri. İkinci Yenicilerin genel özelliklerini edebiyat eleştirmeni Asım Bezirci şu şekilde belirtmiştir: ""Gelenekten kopukluk, biçimcilik (formalizm), günlük konuşma dilinden uzaklık ve gramerde deformasyon (değiştirim), duyuları ve algıları karıştırma (karıştırım), özgür çağrışım, soyutlama, anlamsızlık, imgeleme, akıl dışılık, kapalılık, okurdan uzaklık, halka sırt çevirme, çevreden ayrılma ve kaçış…"" İkinci Yeniciler içeriğin biçimi tayin edeceğini savunarak dilin bilinen mantığının dışına çıkmış; türetilmiş suni kelimeler, şaşırtıcı isim ve sıfat tamlamaları kullanmış; alışılmış deyimleri farklı kılmış; noktalama işaretlerini reddetmişlerdir. İkinci Yenicilerin dili, Garipçilerin orta sınıf insanların günlük konuşma diline dayalı şiir diline tepkilerini ifade eder. Bu şiir dilinin benimsenmesinde gerçeküstücülük anlayışının da etkisi vardır. Gerçeküstücülük, ahlaki baskıyı hiçe sayan, içinde kural geçen bütün anlayışları reddeden bir düşünce akımıdır ve bu düşünceyi benimseyen şair noktalama işaretlerini ve bilinen sözdizimini göz önüne almadan şiir yazacaktır. Şiirde anlamı temel öge olarak değerlendirmemesi İkinci Yeni şiirinin bir diğer önemli özelliğidir. Hepsi şiiri biçem ve simgeci bir anlatımla birleştirmiş; kimisi anlamı hiç önemsememiştir. Şehirli insanın iç dünyasını şiirinin başlıca konusu hâline getiren İkinci Yeni şairleri bu kadar soyut bir konuyu ele aldıkları için yeni bir kelime anlayışı getirdiler ve " yaşlı sevinç", "tren dolu kadınlar" gibi alışılmadık kelime grupları kullandılar. Şiirlerinde hayal gücüne ve duyguya ağırlık veren İkinci Yeni şairleri; bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çabaladılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmektir düşüncesini savundular. İkinci Yeni'nin doğuşunu sağlayan kitap Cemal Süreya'nın Üvercinka adlı şiir kitabı oldu. Eleştiriler. İkinci Yeniciler, edebiyat çevresinde benimsendiği kadar eleştirilere de maruz kalmıştır. Sanat ve dil anlayışlarındaki alışılmışın dışındaki tutumları nedeniyle şiirlerine "Soyut Şiir", "Anlamsız Şiir", "Kapalı Şiir" gibi isimler verildi. Dönemin siyasi baskısından kaçmakla ve biçimcilik ile eleştirildiler. bireyci, toplumdan ve insandan uzak, içe kapalı bir şiir olduğu eleştirisi bu şiirle ilgili eleştirilerin başında gelir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12758", "len_data": 4620, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.62 }
Metalurji veya diğer adıyla metal bilimi, metal ve alaşımların, cevher veya metal içeren ham maddelerden; kullanım sürecine uygun kalitede üretilmesini, saflaştırılmasını, alaşımlaştırılmasını, şekillendirilmesini, korunmasını ve "üretim-kullanım" ömrü içindeki çevresel kaygı ve sorumlulukları da dikkate alarak insanların ihtiyaçlarına cevap verecek özellikte ve biçimde hazırlanmasını hedef alan bilim ve teknoloji dalı. Metalurji, metal işleme zanaatından farklıdır. Metalurji, konusu bakımından, üretim metalürjisi (ekstraktif metalürji ya da kimyasal metalurji) ve fiziksel metalurji (malzeme bilimi) olmak üzere iki ana dala ayrılabilmektedir. Üretim metalürjisi, gerek doğada mevcut cevherlerden gerekse metal içeren ham maddelerden veya ikincil kaynaklardan (hurda, artıklar, baca tozları vs.) fiziksel ve kimyasal yöntemlerle saf metallerin veya alaşımların üretimi konularını kapsar. Öte yandan malzeme mühendisliği, metallerle birlikte seramikleri (porselen, fayans, tuğla, kiremit, cam, ateş tuğlası, refrakter malzemeler, özel sermetler vb. malzemeleri), organik yapı malzemelerini (bilhassa polimerler gibi plastikleri, kauçuk maddesini), çimento, ahşap, fiber ve kompozit malzemeleri, elektrik-elektronik ve manyetik malzemelerini, dişçilik ve tıpta kullanılan malzemeleri, yakıt malzemelerini ve bunların özelliklerinin geliştirilmesini ve üretimini inceleyen bilim dalıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12761", "len_data": 1391, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.89 }
James Chadwick (d. 20 Ekim 1891; Cheshire - ö. 24 Temmuz 1974; Cambridge), 1932'de nötronu keşfetmesiyle tanınan İngiliz fizikçi. 1935'te bu keşfiyle Nobel Fizik Ödülü almıştır. 20 Ekim 1891'de Cheshire'de doğdu. Öğrenimini Rutherford'un öğrencisi olarak Manchester Üniversitesinde yaptı. 1919'da çalışmaya başladığı Cambridge'de 1935'e kadar çalıştı. Değişik nükleer fizik problemlerini, özellikle çekirdeklerin yüklenmesini ve elementlerin, alfa ışınlarıyla yapay parçalanmasını incelemiş; 1923'te, Cavendish Laboratuvarı araştırmalar bölümü müdür yardımcısı, 1927'de ise Kraliyet Derneği üyesi olmuştur. 1932'de nötronun yapısını keşfetti ve 1935'te Nobel Fizik Ödülünü kazandı. Ayrıca yine 1935'te Liverpool üniversitesi fizik kürsüsüne geçti. II. Dünya Savaşı'nda, Los Alamos'taki İngiliz atom araştırmalarını yönetti, 1948 yılında Cambridge'de bir kolejin müdürlüğüne getirildi. Döteryumun gama ışınlarıyla parçalanmasını sağlayarak nükleer fotoelektrik etkiyi buldu. 24 Temmuz 1974'te Cambridge'te öldü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12765", "len_data": 1010, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.82 }
Wilhelm Conrad Röntgen (d. 27 Mart 1845, Remscheid - ö. 10 Şubat 1923, Münih), Alman fizikçi. Nobel Fizik Ödülü sahibi olup, Röntgen ışınlarını bulmuştur. Yaşamı. Röntgen Almanya'nın Remscheid şehrinin Lennep ilçesinde doğdu. Çocukluğu ve ilköğretim yılları Hollanda'da ve İsviçre'de geçti. 1865 yılında girdiği Zürih Politeknik Üniversitesinde eğitimi gördü ve 1868 yılında makine mühendisi olarak mezun oldu. 1869 yılında Zürih Üniversitesi'nden doktorasını aldı. Mezuniyetinin ardından 1876'da Strazburg'da, 1879'da Giessen ve 1888'de Würzburg Julius-Maximilians-Üniversitesi'nde profesör olarak çalıştı; ardından 1900 yılında Münih Üniversitesi'nde fizik kürsüsü ile henüz kurulmuş Fizik Enstitüsünün müdürlüğünü yaptı. Kişisel Hayatı. Röntgen, Anna Bertha Ludwig ile 1919'da 80 yaşında ölene kadar 47 yıl evli kaldı. 1866'da Zürih'te Anna'nın babasının kafesi Zum Grünen Glas'ta tanıştılar. 1869'da nişanlandılar ve 7 Temmuz 1872'de Hollanda'nın Apeldoorn kentinde evlendiler; gecikme, Anna'nın Wilhelm'den altı yaş büyük olması ve babasının onun yaşını veya mütevazı geçmişini onaylamamasından kaynaklanıyordu. Evlilikleri, Röntgen'in aile desteği sona erdiği için maddi zorluklarla başladı. Anna'nın tek erkek kardeşi olan babası 1887'de öldükten sonra 6 yaşında evlat edindikleri Josephine Bertha Ludwig adında bir çocuk yetiştirdiler. Babasının ölümünden sonra iki milyon Reichsmark miras aldı. Etik nedenlerden dolayı Röntgen, keşifleri için patent aramadı ve bunların ücretsiz olarak kamuya açık olması gerektiği görüşünü savundu. Nobel ödülünü aldıktan sonra Röntgen, 50.000 İsveç kronunu Würzburg Üniversitesi'ndeki araştırmalara bağışladı. Tıp Doktoru onursal derecesini kabul etmesine rağmen, daha düşük bir soyluluk teklifini veya Niederer Adelstitel'i reddetti ve von ("Sayın" anlamına gelir) edatını soylu bir parçacık (yani von Röntgen) olarak reddetti. I. Dünya Savaşı'nın ardından gelen enflasyonla birlikte Röntgen iflas etti ve son yıllarını Münih yakınlarındaki Weilheim'daki kır evinde geçirdi. Röntgen, karısının ölümünden dört yıl sonra 10 Şubat 1923'te I. Dünya Savaşı'nın yarattığı yüksek enflasyon ekonomisi ortamında maddi sıkıntılar içinde kolorektal kanser olarak da bilinen bağırsak karsinomundan öldü. Vasiyetine uygun olarak, birkaç istisna dışında kişisel ve bilimsel yazışmaları ölümü üzerine yok edildi. Hollanda Reform Kilisesi'nin üyesiydi. Röntgen'in Çalışmaları. X-Işını. Öğretim üyeliği görevinin yanı sıra araştırmalar da yapmaktaydı. 1885 yılında kutuplanmış bir geçirgen hareketinin, elektrik akımı ile aynı manyetik etkilere sahip olduğunu gösterdi. 1890'lı yılların ortalarında çoğu araştırmacı gibi o da katot ışın tüplerinde oluşan lüminesans olayını incelemekteydi. "Crookes tüpü" adı verilen içi boş bir cam tüpün içine yerleştirilen iki elektrottan (anot ve katot) oluşan bir deney düzeneği ile çalışıyordu. Katottan kopan elektronlar anoda ulaşamadan cama çarparak, floresan adı verilen ışık parlamaları meydana getirmekteydi. 8 Kasım 1895 günü deneyi biraz değiştirip tüpü siyah bir karton ile kapladı ve ışık geçirgenliğini anlayabilmek için odayı karartıp deneyi tekrarladı. Deney tüpünden 2 metre uzaklıkta baryum platinocyanite sarılı olan kâğıtta bir parlama fark etti. Deneyi tekrarladı ve her defasında aynı olayı gözlemledi. Bunu mat yüzeyden geçebilen yeni bir ışın olarak tanımladı ve matematikte bilinmeyeni simgeleyen "X" harfini kullanarak "X ışını" ismini verdi. Daha sonraları bu ışınlar, "Röntgen ışınları" olarak anılmaya başlanmıştır.Bu buluşundan sonra Röntgen farklı kalınlıktaki malzemelerin ışını farklı şiddette geçirdiğini gözlemledi. Bunu anlamak için fotoğrafsal bir malzeme kullanıyordu. Tarihteki ilk tıbbi X ışını radyografisini de (Röntgen filmi) yine bu deneyleri sırasında gerçekleştirdi ve 28 Aralık 1895 yılında bu önemli keşfini resmi olarak duyurdu. Ancak X ışınını bulduğu zaman deneylerinde elini kullandığı için aşırı dozda X ışınından parmaklarını kaybetti. Olayın fiziksel açıklaması 1912 yılına kadar net olarak yapılamasa da, buluş fizik ve tıp alanında büyük heyecan ile karşılandı. Çoğu bilim insanı bu buluşu modern fiziğin başlangıcı saydı. Röntgen'in Diğer Çalışmaları. Röntgen, X ışınlarının keşfinden sonra da fizik alanındaki çalışmalarını sürdürdü. Elektrik ve manyetizmanın teorisi üzerinde çalıştı. Ayrıca, gazların elektriksel iletkenliği, radyoaktivite ve ultraviyole ışınları gibi konularda da araştırmalar yaptı. Röntgen'in Önemi. Röntgen'in X ışınlarının keşfi, tıp alanında çığır açtı. X ışınları, kemik kırıklarının, iç organ hastalıklarının ve diğer hastalıkların teşhisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu buluş, modern tıp biliminin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Röntgen'in keşfi, fizik alanında da önemli bir dönüm noktası olmuştur. X ışınları, elektromanyetik spektrumun yeni bir bölümünün keşfedilmesini sağlamıştır. Bu keşif, radyasyon fiziği ve atom fiziği gibi alanlarda önemli gelişmelere yol açmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12769", "len_data": 4942, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.47 }
Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm'de açıklanan vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel Ödülleri 1901 yılında verilmeye başlanmıştır. Nobel Ödülleri her yıl Alfred Nobel'in ölüm yıl dönümü olan 10 Aralık'ta verilir. Tarihçe. Nobel Ödülleri (, ), İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, İsveç Akademisi, Karolinska Enstitüsü ve Norveç Nobel Komitesi tarafından kişiler veya kuruluşlara fizik, kimya, edebiyat, barış ve fizyoloji veya tıp alanlarındaki olağanüstü başarılarına verilmektedir. 1895 yılındaki Alfred Nobel'in vasiyeti doğrultusunda, 1896 yılından bu yana Nobel Vakfı tarafından idare edilmekte ve yürütülmektedir. Ekonomi dalında verilen bir başka ödül ise 1968 yılında Sveriges Riksbank ile Merkez bankasının İsveç ekonomisine yapmış olduğu katkılar nedeniyle verilmeye başlanmıştır. Her ödül ayrı bir komite tarafından verilir: İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi fizik, kimya, ekonomi alanlarındaki ödülleri; Karolinska Enstitüsü fizyoloji veya tıp alanındaki ödülleri ve Norveç Nobel Komitesi edebiyat alanındaki ödülleri vermektedir. Norveç Parlamentosunca İsveç Akademisinden seçilen beş kişilik bir kurul ise barış alanındaki ödülleri verir. Ödül almayı hak eden kişi veya kurum bir madalya, bir diploma ve yıllar içinde değişen miktarda para ödülü almaktadır. 1901 yılında Nobel Ödülü'nü ilk alanlara 150,782 SEK verildi. Bu ödül Aralık 2007 yılındaki 7,731,004 SEK'e eşitti. 10 Aralık 2008 tarihinde Stockholm'de yapılan Nobel'in ölüm yıl dönümü törenlerinde, ödülü kazananlara 10,000,000 SEK para ödülü verilmiştir. 2011 yılı itibarıyla, 20 kuruluş ve 69 ekonomi alanında ödül kazananlar da dahil olmak üzere toplam 826 kişi ve kuruluşa ödül verilmiştir. Nobel Ödülü'nü almaya hak kazanan dört kişinin ödüllerini almalarına kendi hükûmetleri tarafından izin verilmedi. Almanya Adolf Hitler hükûmeti; Richard Kuhn (Kimya, 1938), Adolf Butenandt (Kimya, 1939) ve Gerhard Domagk (Fizyololji veya Tıp, 1939)'ın ödüllerini almasına izin vermedi. Sovyetler Birliği'nin baskısı doğrultusunda Boris Pasternak (Edebiyat, 1958) ödülü reddetti. Ayrıca Nobel Ödülü almaya hak kazanan Jean-Paul Sartre (Edebiyat, 1964) ve Lê Ðức Thọ (Barış, 1973) ödüllerini almayı reddettiler. Bunlardan Sartre hayatı boyunca tüm resmi ödülleri reddetmiştir. Lê Ðức Thọ ise o yıllarda Vietnam'ın içinde bulunduğu durum nedeniyle ödülü almamıştır. Uluslararası Kızıl Haç Komitesi bugüne kadar Nobel Barış Ödülü'nü üç defa almaya hak kazanmıştır. 826 Nobel Ödülü kazanandan 43'ü kadındır. Marie Curie 1903 yılında, fizik alanında Nobel Ödülü'nü kazanan ilk kadın olmuştur. Curie ayrıca 1911 yılında Nobel Kimya Ödülü'nü almaya da hak kazanmıştır. Nobel Ödülü dış nedenler, aday olmamasına bağlı olarak verilmediği yıllardaki para ödülleri, ödülü vermeye yetkili temsilciliklerin fonlarına iade edilmektedir. 1940 ve 1942 yılları arasında II. Dünya Savaşı nedeniyle Nobel Ödülleri verilememiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12773", "len_data": 3033, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.43 }
Kaz, iri ve beyaz veya boz tüylü, ayakları perdeli kuş türlerine verilen ad. Etimoloji. Kaz kelimesinin görüldüğü ilk kaynak Uygurca Budist metinlerdir. Bu metinlerde geçen "kazlar begine oχşatı" günümüz Türkçesinde "kazların liderine benzedi" anlamına gelmektedir. Özellikleri. Erkek ve dişisi aynı büyüklüktedir. Genellikle kuğulardan küçük, ördekten büyüktür. Beslenme şekli kuğu ve ördeklerden farklıdır. Genellikle doğu anadolu bölgesinde bulunur. Özellikle Kars bölgesinde yetiştirilir. Lezzeti ve onunla yapılan yemekler bölgede meşhurdur.Başlıca besinleri otlardır. Fakat böcek, yumuşakça ve küçük omurgalıları yiyen türleri de vardır. Hızlı bir yüzücü olmamasına rağmen suda rahatça yüzer, daldığında uzun zaman su altında kalabilir. Gagaları ile kanatlarını düşmanlarına karşı silah olarak kullanır. Kanatları uzun uçlara doğru sivrilen yumuşak sık tüylerle örtülüdür. Erkek ve dişi birbirine benzese de erkekler genellikle dişilerden iridir. Boyun bölümleri bütün türlerde gövdeden kısadır. Başlıca besinleri olan otları koparmaya uyarlanmış gagaları başa bağlandığı yerde genişler ve bazen kambur oluşturur. Erkek ve dişi kazlar uçarken ya da tehlike karşısında, kornayı andırır bir sesle ötüşür, kızdıkları zaman boyun tüylerini kabartırlar. Kazlar yaşamları boyunca tek eşlidir. Yuvalarını bataklığın sığ sularında veya bir tümseğin üzerinde yaparlar. Kuluçkaya yatan kazların yumurtalarından bir ay (30-34 gün) sonra sarı tüylü yavrular çıkar. Yavrular 3-4 ay içinde uçmaya başlarlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12774", "len_data": 1499, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.44 }
Durağan Rastgele Erişimli Bellek (İngilizce: "Static Random Access Memory"), yarı-iletken bir bellek türüdür. Durağan (“static”) kelimesi, sürekli tazelenmesi gereken devingen RAM'in (DRAM) aksine, belleğe güç verildiği sürece belleğin içeriğini koruduğunu belirtir (Bununla beraber, SRAM, salt okunur bellek ROM ve flaş bellek ile karıştırılmamalıdır). Rastgele Erişim (“Random access”) hafızanın içerdiği konumlara, daha önce erişilmiş olan konumlara bakılmaksızın erişilebileceğini yani yazılıp okunabileceğini belirtir. SRAM içindeki her bit; her biri, iki adet çapraz eşlenmiş tersleyici(inverter) oluşturan transistörlerden dört tanesi üzerine kurulmuştur. Bu hafıza hücresi(bit), genelde “1” ve “0” ifade etmek için kullanılan iki durağan duruma sahiptir. İki adet fazladan erişim (access) transistörü, okuma ve yazma işlemleri sırasında hafıza hücresine erişimi denetlemek üzere hizmet verirler. Bir hafıza hücresini (bit) saklamak için özellikle altı adet MOSFET Bakışımlı (simetrik) devre yapısı bir hafıza konumdaki değerin DRAM'e göre çok daha hızlı okunmasına olanak tanır. SRAM'in daha hızlı olmasını sağlayan, DRAM'le arasındaki bir başka fark ise tüm adres bitlerini bir kerede alan özel çiplerdir. Buna karşılık DRAM'lerin sahip olduğu yarar iki yarım parça halinde çoklanmış adresler kullanmasıdır. İki parça halinde çoklanması demek aynı paket içerisindeki pinler üzerinde, boyutları ve maliyeti düşürmek üzere küçük değerli bitlerin yüksek değerli bitleri izlemesi demektir. SRAM, synchronous (zamanuyumlu) DRAM anlamında olan SDRAM ile karıştırılmamalıdır. SDRAM tamamen SRAM'den farklıdır. Ayrıca pseudostatic (pseudo: yalancı static: durağan) RAM (PSRAM) denen, kendini SRAM'miş gibi maskeleyen DRAM'le karıştırılmamalıdır. Tasarım. Random Access; son erişilen bellek yeri önemsenmeksizin, bellek içindeki yerlerin herhangi bir sırada yazılabilmesi veya okunabilmesi demektir. Rastgele erişimli bellek içindeki her depo hücresi, her biri iki transistörden oluşan iki çapraz bağlı evirici ile gerçeklenebilir. Bu depo hücresi, 0 ve 1'i göstermek için kullanılan iki kararlı duruma sahiptir. İki ek erişimsel transistör, okuma ve yazma işlemleri boyunca depo hücresinde erişimi kontrol etmeye yardımcı olur. Bu yüzden tek bir parça bellek depolamak için tipik olarak 6 tane MOSFET alır. Hücreye erişim, [BL] ve BL, iki line-bit‘e bağlanıp bağlanmaması gerekmediğini içe doğru kontrol eden M5 ve M6, iki erişim transistorünü kontrol eden (örnek WL) word-line tarafından sağlanır. Bunlar hem okuma hem de yazma işlermleri için bilgi transferinde kullanılırlar. İki line-bit'e katı bir biçimde sahip olması gerekli değilken hem işareti hem de ters sonucu, noise margins'i (gürültü tolerans payı) geliştirdiğinden, tipik olarak sağlanır. Okuma erişimi boyunca, line-bit'ler RAM hücresi içinde tersleyiciler tarafından aktif olarak yüksek ve alçak olarak sürdürülür. Bu işlem, DRAM'lere nazaran SRAM hızını arttırır. Line-bit'ler depo kapasitecileriyle bağlanır ve şarj paylaşımı, line-bit'lerinin aşağı yukarı sallanmasına neden olur. SRAM'lerin simetrik yapısı, ayrıca daha kolay incelenebilen küçük voltaj oluşturan, farklı işaretlemelere izin verir. m yolu ve n data-line ile bir SRAM'ın boyutu, 2m words ya da 2m ×n bit'dir. SRAM işleyişi. Bir SRAM, üç ayrı durumda incelenir: yedek(devre işlemiyorsa), okuma (bilgilerin istendiği), yazma(içeriği güncelliyorken). Bu 3 durumu şu şekilde gerçekleştirir: Eğer word-line öne sürülmüyorsa, erişim transistorleri M5 ve M6 bit-line'lardan hücreye bağlanmaz. M1-M4 tarafından şekillenen 2 cross-couplet tersleyicilerin dış dünyayla bağlantısı kesildiğinde de, birbirlerini desteklemeye devam edeceklerdir. Sanılır ki; bellek içeriği Q'da depolanan 1'dir. Okunan devre şarjetme öncesi her iki bit-line tarafından başlatılır. Değerler Q'da depolandığında, 2. adım gerçekleşir. [Q], BL ayrılarak bit-line'a transfer edilir. BL tarafında, M4 ve M6 transistörleri, bit-line'ı, VDD'ye çeker. Eğer bellek içeriği sıfır olursa, tam tersi yaşanır ve [BL], 1'e doğru çekilir. Uygulamalar ve kullanımları. Saat hızı ve gücü. SRAM'ın güç tüketimi ne sıklıkta erişildiğine bağlı olarak bir çeşitlilik gösterir; sıkça kullanıldığında ve bazı IC'ler full hızda birçok watt harcadığında, dinamik RAM kadar güce ihtiyacı olabilir. Diğer bir yandan RAM daha yavaş bir tempoda kullanılır (tıpkı mikro işlemcilerde yapılan uygulamalardaki gibi). Statik RAM öncelikle; Yerleştirilmiş kullanımı. Endüstriyel ve bilimin alt sistemlerinin bazı kategorileri, otomative elektronik ve benzer sistemler static RAM içerir. Bazı miktarlar (kilobyte ve daha az) oyuncaklarda da pratik olarak kullanılır. Birkaç megabyte, cep telefonları, dijital kameralar…vb karmaşık yapıdaki ürünlerde de kullanılabilir. Bilgisayarlarda. SRAM ayrıca kişisel bilgisyarlar, workstationlar, routerlar ve çevresel ekipmanlarda (iç CPU cache ve dış burst mode SRAM caches, hard disk tamponlar, router tamponlar..vb) Ayrıca LCD ekranlar ve yazıcılarda da gösterilen imgeyi tutan static RAM'ler kullanılır. Küçük SRAM tamponları CDROM'larda ve CDRW sürücülerinde bulunur. (genellikle 256k bytes veya daha fazlası, tek bir değer yerine blokları transfer eden track data kullanılır. Aynısını modem kablolarına ve bilgisayara bağlı benzer ekipmanlara uygular. CMOS-RAM olarak da adlandırılır. Fakat günümüzde daha sık EEPROM veya flaş bellek kullanımlarına uygulanır.) Hobi olarak ilgilenenler. Hobi olarak ilgilenenler sıklıkla SRAM'i tercih eder. Güncellemeye gerek olmadığından, kullanımı DRAM'lerden çok daha basittir. Ayrıca SRAM genellikle 3 konrole gerek duyar: Chip Enable (Ce), Write Enable(WE) and Output Enable(OE).
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12775", "len_data": 5634, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.27 }
Dendrokronoloji, Yunanca ağaç (δένδρον "déndron") ve zaman (χρόνος "chrónos") sözcük köklerinden oluşmakta ve ağaç halkaları ile tarihleme yapma yöntemi anlamına gelmektedir. Tarih. Dendrokronoloji, astronom AE Douglass, Arizona Üniversitesi'nde Ağaç Halka Araştırma Laboratuvarı kurucusu olup 20. yüzyılın ilk yarısında geliştirilmiştir. Douglass güneş lekesi faaliyet döngülerini anlamak için güneş aktivite değişikliklerini daha sonra ağaç halkası büyüme modelleri (yani, güneş lekeleri → iklim → ağaç halkaları) tarafından kaydedilen yeryüzünde iklim modellerini kullanılarak oluşturulan bir sistemdir. Büyüme halkaları. Ayrıca, ağaç halkalar veya halkaları olarak adlandırılan büyüme halkaları, bir ağacın gövdesinden geçen yatay bir kesitini gösterebilir. Büyüme halkaları vasküler kambiyum (demet kambiyumu), yanal bir meristem olarak sınıflandırılır ve kabuğa yakın hücre tabakası ise yeni büyüme sonucu oluşur. Bu büyüme çapı, ikincil büyüme olarak bilinir. Yılın sezon boyunca büyüme hızındaki değişim sonucu halkaları görülür ve böylece bir halka genellikle ağacın hayatında bir yıl geçişi işaretler. Mevsimlerdeki farklılık oldukça belirgindir. Bir büyüme, halkanın iç kısmında büyüme nispeten hızlı olduğundan erken büyüme mevsimi oluşur. (dolayısıyla ahşap daha az yoğun olan) ve "erken odun" veya "bahar ahşap" ya da "geç bahar ağaç" olarak bilinir. Dış kısmı "geç ahşap" (ve bazen ama bazen sonbaharda genellikle yaz aylarında üretilen "yaz ahşap", olarak adlandırılan olmuştur) ve yoğundur. [2] "Erken ahşap" kullanılır "ikinci terim olarak "ahşap bahar" tercih edilir, erken ahşap bazı Akdeniz türleri olduğu gibi, erken yaz (örneğin Kanada) veya sonbaharda oluşan iklimlerde yılın bu zamanı için uygun olmayabilir. Ilıman bölgelerde birçok ağaç kabuğu her yıl bir büyüme halkası yapar. Bir ağacın hayatının tüm dönem için, bir yıl-by yıllık kayıt, ağaçın hangi iklim koşullarında büyüdüğü yansıtır. Yeterli nem ve geniş bir halka içinde uzun bir büyüme sezonu ile sonuçlanır. Bir kurak yıl, çok dar bir halkaya neden olabilir. Bu orta yaz kuraklık gibi yoksul ve elverişli koşullar hâkimdir. Eksik yüzükler ise geliştirmek eğiliminde olacaktır ve aynı bölgeden meşe ve karaağaçlar da bir yaz yılı olarak bilinen yıl 1816 yılında meydana gelen meşe ağaçlarında bir kayıp halka yer alır. Örneğin [3] Ağaçlar da belirli bir süre için halka genişlik modelleri bulunur. Bu modellere göre ve aynı coğrafi bölgede ve benzer iklim koşulları altında büyüyen ağaçlar ile halka eşleştirilebilir. Zaman içinde kronoloji hem de tüm bölge için ve dünyanın alt-bölgeleri için olabilir. Böylece antik yapılardan ahşabın bilinen kronolojisi (çapraz partlar olarak adlandırılan bir teknik) ve tam belirlenen ahşap yaşına uygun olabilir. Bilgisayarda istatistik eşleştirme yapmak için boyunduruk edilene kadar çapraz partlar aslında görsel denetim tarafından yapılır. Ağaç halkası büyümesi bireysel farklılıkları ortadan kaldırmak için dendrokronolojist, bir halka, tarih oluşturmak için birden fazla ağaç örneklerinin ağaç halkası genişlikleri düzeltilir ve ortalama alır. Bu işlem, çoğaltma olarak adlandırılır. Ancak olası bir başlangıç ve bitiş tarihleri bilinmemektedir. Bir ağaç halkası tarihine ise ‘kayan kronoloji’ denir. 11.000 'den fazla yıl öncesine uzanan tam demirlemiş çam kronolojisi Güney Almanya (Ana ve Ren nehirleri) ve Kuzey İrlanda'da yer alır. Ayrıca, bu iki karşılıklı tutarlılık ve meşe ağaçları ile dendrokronolojik dizileri kendi radyokarbon ve dendrokronolojik yaş karşılaştırılarak doğrulanmıştır. [6] 8500 yıl öncesine uzanan bir tam demirlemiş kronoloji Güneybatı ABD (Kaliforniya White Mountains) bulunan bristlecone çamı için vardır. 2004 yılında yeni bir kalibrasyon eğrisi INTCAL04 uluslararası (BP) bir ağaç kümesi dünya çapında veri ve deniz çökelleri üzerinde etkilidir. 26.000 geri kalibre tarihler için onaylanmıştır. Bunlar ağaç halkası kanıtlarına dayanır ve yeni kalibrasyon eğrileri (IntCal04) kısmı uzanır 12,410 takvim (cal) yıl BP Bu ve geri 14.700 cal yıl BP ötesinde, IntCal04 özellikle 405 yıl sabit bir rezervuar yaş için düzeltilmiştir. Venezuela Cariaco havzasından foraminiferlerin 14C tarihleri inşa edilmiştir. Örnekleme. Ahşap karot numuneleri yıllık büyüme halkalarının genişliğini ölçmek ve belirli bir bölge içinde farklı siteler ve farklı tabakalarından örnek alarak, araştırmacıların bilimsel kaydının bir parçası haline gelerek kapsamlı bir tarihi dizi oluşturabilir. Örneğin, binalarda bulunan eski ahşap kaynak ağacının bir fikir vermesi için tarih olabilir, ahşap yaşına bir üst sınır belirleyerek, canlı ve büyür. Bazı ağaçların cinsi bu tür bir analiz için diğerlerine göre daha uygundur. Aynı şekilde, ağaçlar gibi kuraklık veya yarı kuraklık marjinal koşulların büyüdüğü alanlarda, Dendrokronolojinin teknikleri nemli yerlerde daha tutarlıdır. Bu araçlar kurak Güneybatı Amerikan yerlilerinin uçurum konutların ahşap arkeolojik dönemden kalma durumu önemli olmuştur. Dendrokronolojinin yararı bir kez yaşayan malzeme mevcut örnekleri doğru bir kalibrasyon olarak kullanılmak üzere belirli bir yıla tarihli ve (BP veya radyokarbon durdurma ile oluşan bir tarih aralığı tahmini ile, radyokarbon tekniğini kontrol yapan durumdur ve mevcut 1950-01-01 eşittir 'B'efore' P'resent,) ve takvim yılı. [10] bristlecone çam, son derece uzun ömürlü ve yavaş büyür, hala yaşayan, bu amaçla kullanılan ve ölü örnekler oluşturan binlerce yıl öncesine giderek ağaç halkası desenleri sağlar. Bazı bölgelerde 10.000 'den fazla yıllık kalma dizileri mevcuttur.[11] Benzer mevsimsel desenleri de buz çekirdeklerinde ve varves (bir göl bir birikimin katmanları, nehir veya deniz yatağı) meydana gelir. Çekirdek birikimi desenli bir buz gibi göle karşı ve tortu inceliği ile donmuş bir-over göl için değişir. Bazı sütunlu kaktüsler de karbon ve dikenler oksijen (acanthochronology) izotoplarına benzer mevsimsel desenleri sergiler. Bu dendrokronolojik benzer bir şekilde uzandığı için kullanılır ve bu tür teknikler arkeologlar ve paleoclimatologists için kullanılabilir. Mevsimsel veri aralığını genişletmek için, dendrokronolojik bir kombinasyon halinde kullanılır. Benzer bir tekniği de balık otolit kemiklerde benzer büyüme halkalarının analizi yoluyla balık stoklarını analiz etmek için kullanılır. Uygulamalar. Ahşap yapılardan yola çıkarak oluşturulan Avrupa kaynaklı kronolojiler, başlangıçta veba salgınının yaşandığı 14. yüzyıla denk gelen bina yapımı alanında görülen boşluğu doldurma konusunda güçlük yaşadı,[28] ancak tarih öncesi zamanlara kadar geriye giden kesintisiz kronolojiler de bulunmaktadır. Danimarka kaynaklı MÖ 352 yılına kadar geriye giden kronoloji buna bir örnektir.[13] İklimi tahmin edilebilir bölgelerde, ağaçların farklı yıllarda farklı hava şartlarına yağmur, sıcaklık, toprak pH, bitki besleme, CO2 konsantrasyonu, vb. faktörlere bağlı olarak yıllık halkaları geliştirilir. Bu halkalardaki çeşitliliğe bakılarak geçmiş iklim değişikliklerinin anlaşılması için dendroklimatoloji bilimi kullanılır. Bir ahşap örneğine bakılarak ağaç halkalarının büyüme değişiklikleri yıllara göre olduğu kadar, konuma göre de eşleşmeler sağlayabilir, çünkü bir kıta çapında iklim tekdüze değildir. Bu ahşap gemilerde kullanılan kerestenin geldiği yeri ve uzun mesafelerden taşınan resim yapmakta kullanılan paneller gibi daha küçük ahşap eşyanın malzemesini oluşturan ağacın kaynağını gösterebilir. Ahşap binaların yapıldığı tarihler dendrokronoloji kullanılarak belirlenmiştir. Bir örnek Dedham, Massachusetts'teki Fairbanks Evidir. Kuzey Amerika'daki en eski ahşap ev olduğu bilinen evin 1640 dolaylarında inşa edildiği iddia edilmiş, alınan örnekler kerestenin 1.637-1638 yıllarında kesilen bir meşe ağacından geldiğini doğrulamıştır. Ek olarak alınan bir örnek üzerindeki inceleme ise 1641 tarihini göstermiş, böylece evin yapımına 1638 tarihinde başlandığı ve 1641 civarında bitirildiği anlaşılmıştır. O zamanlarda New England'da ahşap ev yapımında kullanılan tahtanın kurutma işlemi yapılmıyordu. Kaynakça. 1- McGovern PJ, et al. (1995). Dendrochronology. "Science in Archaeology: A Review". AJA 99 (1): 79–142. 2- Capon, Brian (2005). Botany for Gardeners (2nd ed.). Portland, OR: Timber Publishing. pp. 66–67. ISBN 0-88192-655-8. 3- Lori Martinez (1996). "Useful Tree Species for Tree-Ring Dating". Retrieved 2008-11-08. 4- Friedrich M, Remmele S, Kromer B, Hofmann J, Spurk M, Kaiser KF, Orcel C, Küppers M (2004). "The 12,460-year Hohenheim oak and pine tree-ring chronology from central Europe — A unique annual record for radiocarbon calibration and paleoenvironment reconstructions". Radiocarbon 46 (3): 1111–22. 5- Pilcher JR, et al. (November 1984). "A 7,272-year tree-ring chronology for western Europe". Nature 312 (5990): 150–2. Bibcode:1984Natur.312..150P. doi:10.1038/312150a0. 6- Stuiver Minze, Kromer Bernd, Becker Bernd, Ferguson CW (1986). "Radiocarbon Age Calibration back to 13,300 Years BP and the 14C Age Matching of the German Oak and US Bristlecone Pine Chronologies" (PDF). Radiocarbon 28 (2B): 969–979. 7- Ferguson CW, Graybill DA (1983). "Dendrochronology of Bristlecone Pine: A Progress Report". Radiocarbon 25 (2): 287–8. 8- Reimer Paula J, Baillie Mike GL, Bard Edouard, Bayliss Alex, Beck J Warren, Bertrand Chanda JH, Blackwell Paul G, Buck Caitlin E, Burr George S, Cutler Kirsten B, Damon Paul E, Edwards R Lawrence, Fairbanks Richard G, Friedrich Michael, Guilderson Thomas P, Hogg Alan G, Hughen Konrad, Kromer Bernd, McCormac Gerry, Manning Sturt, Ramsey Christopher Bronk, Reimer Ron W, Remmele Sabine, Southon John R, Stuiver Minze, Talamo Sahra, Taylor FW, van der Plicht Johannes, Weyhenmeyer Constanze E (2004). "INTCAL04 Terrestrial Radiocarbon age calibration, 0–26 cal kyr BP" (PDF). Radiocarbon 46 (3): 1029–58. 9- Fairbanks, Richard. "Current Research: Radiocarbon Calibration". Columbia. 10- Renfrew Colin, Bahn Paul (2004). Archaeology: Theories, Methods and Practice (4th ed.). London: Thames & Hudson. pp. 144–5. ISBN 0-500-28441-5. 11- "Bibliography of Dendrochronology". Switzerland: ETH Forest Snow and Landscape Research. Retrieved 2010-08-08. 12- Baillie Mike (1997). A Slice Through Time. London: Batsford. p. 124. ISBN 978-0-7134-7654-5.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12785", "len_data": 10173, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.71 }
Valentin Louis Georges Eugène Marcel Proust (; 10 Temmuz 1871 - 18 Kasım 1922), Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen. En tanınmış eseri 1913-1927 yılları arasında yayımlanan yedi ciltlik "Kayıp Zamanın İzinde"'dir. Proust, çeşitli yazarlar ve eleştirmenlerce 20. yüzyılın en etkili yazarlarından biri olarak kabul edilir. Yaşamı. Proust Paris'in batı yakasında, Auteuil'de, Frankfurt Anlaşması Fransa-Prusya Savaşı'nı resmen sonlandırdıktan iki yıl sonra büyük amcasının evinde doğdu. Doğumu Paris yönetiminin baskılanması sonucu çıkan şiddet ortamında gerçekleşti ve çocukluğu Üçüncü Cumhuriyetçiler'in göreve geldiği sırada geçti. "Kayıp Zamanın İzinde" özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alır. Proust'un babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya'da koleranın nedenlerini ve yayılmasını araştırmakla görevli bir patolog ve epidemioloji uzmanıydı. Tıp ve hijyen konulu birçok makale ve kitabın yazarıydı. Proust'un annesi Jeanne Clémence Weil, Alsace'li zengin ve yüksek kültürlü bir Yahudi ailenin kızıydı. Eğitimli ve kültürlü bir kadın olan annesinin kaliteli espri anlayışı ve yetkin İngilizcesi yazmış olduğu mektuplardan bilinmektedir. Dokuz yaşına geldiğinde Proust ilk ciddi astım nöbetini geçirdi. Bu yaştan sonra da her zaman hasta bir çocuk olarak kabul edildi. Çocukluğunun önemli bir bölümünü Illiers'de bir çiftlikte tatil yaparak geçirdi. Bu köy, Auteuil'deki amcasının eviyle birlikte "Kayıp Zamanın İzinde"'de sık sık geçen hayali Combray köyü için model oluşturuyordu. 1882'de, 11 yaşındayken Proust Lycée Condorcet lisesine yazıldı, ancak eğitimi hastalığı yüzünden yarıda kaldı. Buna rağmen edebiyat yeteneğiyle ön plana çıkmayı başardı ve son senesinde bir ödül aldı. Sınıf arkadaşları sayesinde yüksek burjuva sınıfının salonlarına girebildi, buralarda da Kayıp Zamanın İzinde için değerli kaynaklar elde edebildi. Kötü sağlığına rağmen Proust bir yıl (1889–90) Fransız ordusunda askerlik yaptı. Bu bir yılını Orléans'da Coligny Caserne'de geçirdi. Romanının üçüncü bölümünü oluşturan Guermante'nin Yolu'nda bu deneyiminden uzun uzadıya bahsetmektedir. Genç bir delikanlı olarak Proust eğlenceye düşkündü ve yaşamı bir yazarın disiplinli yaşamından uzaktı. Bu dönemde, bir snob ve bir amatör olarak yarattığı ünü büyük romanının ilk bölümü olan Swann'ların Tarafı'nı yayınlatma konusunda büyük sıkıntılar yaşamasına neden oldu (1913). Proust'un annesiyle yakın bir ilişkisi vardı. Babası ise sürekli bir kariyer edinmesi konusunda ona baskı yapıyordu. Babasının bu isteklerine karşılık vermek için 1896 yazında Bibliothèque Mazarine kütüphanesinde gönüllü bir işe girdi. Bir süre çabaladıktan sonra, yıllarca sürecek bir hastalık izni almayı başardı. Hiçbir zaman bir işte çalışmayan Proust, annesi ve babası ölünceye dek de aile evinde yaşamayı sürdürdü. Bir eşcinsel olan Proust, eşcinsellik temasını eserlerinde açıkça ve uzun uzadıya işleyen ilk Avrupalı romancıydı. 1894'te Dreyfus olayı başladığında Marcel Proust, Dreyfus yanlıları arasında yer aldı. 1895'te felsefe lisansı diplomasını aldı. Bundan üç yıl sonra 1898'te Dreyfus olayı büyüdü. Aynı yıl Zola'nın "J'accuse" adlı açık mektubu L'Aurore gazetesinde yayımlandı. 1900-1905 döneminde aile çevresi ve genel olarak hayatı büyük değişimler geçirdi. Şubat 1903'te Proust'un ağabeyi Robert evlenip aile evini terk etti. Aynı yılın Kasım ayında babası öldü. Ama Proust en büyük darbeyi Eylül 1905'te annesi öldüğünde yedi. Annesi ölmeden önce ona kayda değer bir miras bıraktı. (2006 yılının kurlarıyla 6 milyon Amerikan dolarına yakın bir meblağ ve aylık 15.000 dolarlık sabit bir gelir.) Ancak bu dönemde kendi sağlığı da ciddi ölçüde zayıflamayı sürdürdü. Proust son üç yılını büyük ölçüde yatak odasında geçirdi. Gündüzleri uyuyor, geceleri romanını tamamlamak için çalışıyordu. 1922 yılında zatürreye yakalanıp akciğer apsesinden öldü. Paris'te Père Lachaise Mezarlığına defnedildi. Proust yaşarken edebiyat dünyasının yarısı onu çok parlak bir yazar, diğer yarısı da okunamayacak kadar ağır buluyordu. Erken yazıları. Proust çok erken yaşlarda yazma ve yayınlanma işiyle ilgilenmeye başladı. Daha okul yıllarında yazılarını yayınladığı "La Revue verte" ve "La Revue lilas" dergileriyle olan ilişkisinin yanı sıra 1890-91 yıllarında "Le Mensuel"jürnalında da toplumla ilgili yazılar yazdığı aylık bir sütunu vardı. 1892 "Le Banquet" (aynı zamanda Platon'un "Sempozyum" kitabının Fransızca adı), adında aylık bir edebiyat dergisi çıkarma girişimine katıldı. Bunu izleyen yıllarda bu derginin yanı sıra, daha prestijli "La Revue Blanche" dergisinde küçük yazıları yayınlandı. 1896 "Les Plaisirs et les Jours" adı altında bu küçük yazıların birçoğundan oluşan bir derleme yayınlandı. Kitabın önsözünü Anatole France yazdı, çizimleri de Mme. Lemaire tarafından yapıldı. Kitap öylesine şaşaalı bir şekilde hazırlanmıştı ki fiyatı normal bir kitabın iki katıydı. O yıl Proust, ancak ölümüden sonra, 1954'te yayınlanacak "Jean Santeuil" adlı bir roman üzerinde çalışmaya başladı. Kayıp Zamanın İzinde'deki temaların birçoğunun ilk hallerine bu tamamlanmamış romanda rastalanabilmektedir. Örneğin hafıza muamması, üzerinde düşünmenin gerekliliği ve bunun gibi başka birçok bölüm. "Jean Santeuil" çalışmasında "Kayıp Zamanın İzinde"de bulunan birçok bölümün ilk hallerine de rastlamak mümkündür. Örneğin "Jean Santeuil"'de betimlenen ebeveynler "Kayıp Zamanın İzinde"ki ebeveynlere göre oldukça kabaca ve anahatlarda betimlenmiştir. "Les Plaisirs et les Jours" aldığı kötü eleştireler ve kurguyu ilerletme konusunda Proust'un karşılaştığı sorunlar, yazarın sonunda "Jean Santeuil"yi 1897'de ilerletmeyi bırakmasına, 1899'da çalışmayı büsbütün rafa kaldırmasına neden oldu. 1895'ten başlayarak Proust uzun yıllar Carlyle, Emerson ve John Ruskin okuyarak geçirdi. Okumaları devam ederken Proust kendi edebiyat kuramlarını geliştirmeye ve sanatçının toplumdaki yeri hakkında kendi fikirlerini geliştirmeye başladı. Aynı zamanda "Kazanılan Zaman"'da Proust'un evrensel kahramanı Ruskin'in "Susam ve Zambak"'ını çevirdiğinden bahsediyor. Sanatçının sorumluluğu doğayla yüzleşmek, onu gözlemek, özünü kavramak, ardından da bunu bir sanat eserinde baştan anlatmak ya da dışavurmaktır. Ruskin'in bakış açısında sanatsal üretim çok belirleyiciydi, Proust için ise Ruskin o kadar önemliydi ki, aralarında "Mimarinin Yedi Lambası," "Amienlerin İncil'i" ve "Praeterita" da dahil olmak üzere, birçok kitabını "ezbere bildiğini" söylemiştir Proust daha sonra Ruskin'in iki çalışmasını Fransızcaya çevirmeye başladı ama İngilizce bilgisindeki yetersizliği buna engel oldu. Bunun üstesinden gelebilmek için çeviri çalışmasını bir grup çalışmasına çevirdi ve kabataslak çeviriyi annesine yaptırdı, ardından kendisi yazıları gözden geçirdi, son olarak da bir arkadaşının İngiliz kuzeni (ve dönem dönem sevgilisi) Marie Nordlinger tarafından son kez gözden geçirdi. Bir editörü yöntemleri konusunda onu sorgulayınca, Proust "İngilizce bildiğimi iddia etmiyorum; Ruskin'i bildiğimi iddia ediyorum" diye yanıtlamıştı. "Amienlerin İncil'i" Proust'un geniş önsözüyle birlikte, 1904'te Fransızcada yayınlandı Hem çeviri, hem önsöz iyi eleştiriler aldı; Henri Bergson Proust'un girişini "Ruskin'in psikolojisine iyi bir katkı" olarak değerlendirdi; çevirinin kendisini de aynı şekilde olumlu sözlerle karşıladı. Bu kitap yayınladığı sıralarda Proust Ruskin'in "Susam ve Zambaklar" eserini çevirmeye başlamıştı bile. Bu eser de 1906'da yayınlandı. Edebiyat tarihçilerine göre, Ruskin'in dışında Proust'u en çok etkileyen sanatçılardan bazıları Saint-Simon, Montaigne, Stendhal, Flaubert, George Eliot, Fyodor Dostoevsky ve Leo Tolstoy'dur. 1908 yılı Proust'un bir yazar olarak kariyeri açısından önemli bir yıldı. Yılın ilk yarısında, farklı dergilerde başka yazarların pastişlerini yayınladı. Bu 'öykünme' çalışmaları, Proust'a kendi tarzını oturtma konusunda yardımcı olmuş olabilir. Buna ek olarak, aynı yılın ilkbaharı ve yazında Proust, daha sonra "Contre Saint-Beuve" adı altında toplanacak bir dizi yazı parçacığı üzerinde çalışmaya başladı. Proust çalışmasının neyle ilgili olduğunu bir arkadaşına yazdığı bir mektupta dile getirmiştir: "Şu anda üzerinde çalıştıklarım şunlardır: asilzadeler üzerine bir Paris romanı, Sainte-Beuve ve Flaubert üzerine bir deneme, kadınlar üzerine bir deneme, kulamparalık üzerine bir deneme (yayınlanması pek kolay olmayacak), mozaik cam üzerine bir çalışma, mezar taşları üzerine bir çalışma ve romancılık üzerine bir deneme." Bu dönemde Proust, birbirinden kopuk bu parçalardan yavaş yavaş bir roman derlemeye başladı. Uyku tutmayan ve her gece çocukken annesinin onu sabahları almaya geldiği zamanları anımsayan bir başkahramanın, birinci ağızdan anlatıldığı bu çalışma, en sonunda da Sainte-Beuve üzerine eleştirel bir incelemeyle noktalanıyordu. Sainte-Beuve'ye göre biyografiler bir sanatçının çalışmalarını anlamak için en değerli belgelerdi; Proust bu görüşe karşı çıkıyordu. Bu romanın taslaklarında, daha sonra "Combray" ve "Swann" çalışmalarında karşımıza çıkacak metinler (özellikle 1. Kitap ve 7. Kitap'ın son bölümü) yer alıyordu. Kitabı için bir yayıncı bulma konusunda yaşadığı sıkıntılar nedeniyle Proust bir süre sonra temelde farklı ama içeriğinde benzer tema ve ögeler içeren başka bir projeye yönelmesine neden oldu. 1910'a gelindiğinde ise artık "À la recherche du temps perdu" üzerinde yoğun olarak çalışıyordu. Kurgusu. Kurgunun merkezinde, 4000 sayfa boyunca adı ancak bir ya da iki kere geçen Marcel adlı baş kahraman yer alıyor. Bir yazar olmak istiyor, ancak hayatının "belleğini" bulmakta güçlük çektiğinden bir türlü oturup yazamıyor. Yazarlık serüveni yedi cilt boyunca sürüyor. Bir noktada yazma işinden büsbütün vazgeçmeye karar veriyor. Eserin sonlarına doğru "belleğini" kazara buluyor ve yazmaya başlayabiliyor. Ancak bu da düşündüğü kadar hoş bir şey olmuyor. "Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır" diyor. Türkçe Çeviriler. Türkçede Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" çalışması ilk defa 1990'larda tam metin olarak yayınlanmaya başlamış ve daha önce Hemingway, Berberova, Juan Benet, Oscar Wilde ve Marguerita Duras'nın da çalışmalarını Türkçeye kazandırmış Roza Hakmen'in çevirisiyle Türk okurunun karşısına çıkmıştır. İngilizce Çeviri. Kitap İngilizceye C. K. Scott Moncrieff tarafından 1922 ve 1931 yılları arasında çevrildi ve ilk baskısında adı "Remembrance of Things Past" (Geçmişte Kalanların Hatırası) idi. Scott Moncrieff da Proust'la benzer bir kader paylaşarak kitabın ilk altı cildini çevirdi ve sonuncu tamamlanamadan öldü. Son cilt, başka çevirmenler tarafından, farklı zamanlarda parça parça çevrildi. Scott Moncrieff'in çevirisi daha sonra gözden geçirildiğinde romanın adı, bugün de kullanılan "In Search of Lost Time" oldu. Dış bağlantılar. Online Metinler [[Kategori:Fransa'da LGBT kişiler]] [[Kategori:Fransız yazarlar|Proust]] [[Kategori:Varoluşçular|Proust]] [[Kategori:Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü sahipleri]] [[Kategori:1871 doğumlular]] [[Kategori:Paris doğumlu yazarlar]] [[Kategori:1922'de ölenler]] [[Kategori:Paris'te ölenler]] [[Kategori:Père Lachaise Mezarlığı'na defnedilenler]] [[Kategori:Fransız LGBT yazarlar]] [[Kategori:Condorcet Lisesinde öğrenim görenler]] [[Kategori:16. arrondissement (Paris) doğumlular]]
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12805", "len_data": 11321, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.54 }
Arif Damar (23 Temmuz 1925, Gelibolu, Çanakkale - 20 Ekim 2010, Göztepe, İstanbul), Türk şair. Toplumcu gerçekçi şiirin öncülerindendir. Yaşamı ve Kariyeri. Çanakkale'nin Gelibolu ilçesi Karainebeyli köyünde 23 Temmuz 1925 günü doğdu. İlkokulu Çanakkale'de, ortaokulu İstanbul'daki Yenikapı Ortaokulu'nda bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi'ndeki öğrenimini hayata atılmak zorunda kaldığı için sürdüremedi. Şiir yazmaya ortaokul birinci sınıf öğrencisi iken başladı. İlk şiiri Edirne'de Akşam, 1940 yılında (şair henüz 15 yaşında iken) Yeni İnsanlık adlı dergide altında "Harika Çocuk" diye bir notla yayımlandı. Bu şiiri ilgi görmüş, yayımlanmasından sonra dönemin ünlü şairi Hasan İzzettin Dinamo kendisini görmeye Yenikapı Ortaokuluna gelmişti. 1944 yılında taşındığı Ankara'da 1950 yılına kadar yaşadı. 1945 yılına Ant Dergisi'nde yayımladığı şiirlerle adını duyurdu. 1944-1947 yılları arasında Atatürk Orman Çiftliği'nde memurluk yaptı. Askerliğini Kayseri ve Sivas'ta sürgün alayında yaptıktan sonra 1950'de İstanbul'a döndü, Mahmutpaşa'da işportacılık yaptı. 1951 Eylül'ünden 1952 Mart'ına kadar Türkiye Komünist Partisi öncülüğünde çıkan "Yeryüzü" adlı kültür dergisinin yönetiminde bulundu. 15 Kasım 1951'de yayımlanan "Dayanılmaz" adlı şiirinin ardından gizli örgüt üyesi olduğu suçlamasıyla 5 Aralık 1951'de tutuklandı. 2 yıl cezaevinde kaldı, delil yetersizliğinden beraat etti. Cezaevinden çıktıktan sonra çok çeşitli işlerde çalıştı. Bir müddet 'Arif Barikat' takma adıyla toplumsal gerçekçi şiirler yazdı. Bu dönem şiirlerini 1956'da "Günden Güne" adlı kitabında topladı. Kitap basıldıktan 5 ay sonra toplatıldı ama beraat etti. 1958 yılında "İstanbul Bulutu" adlı kitabıyla Yeditepe Şiir Armağanı'nı Cemal Süreya ile birlikte aldı. Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren bir şair olarak göründü. 1969'da Suadiye'de Yeryüzü Kitabevi'ni kurdu ve yönetti. Yayınevinde yasak yayın bulundurduğu gerekçesiyle 1982'de üç ay hapis cezasına çarptırıldı, Bozcaada Tutukevi'nde yattı. 1984 yılında kitabevini kapatıp kendini bütünüyle yazılarına verdi. 1985 yılında Melih Cevdet Anday ile ortak imza attığı "Yağmurlu Sokak" adlı romanı yayımladı. Bu kitabı iki yazar 1959'da yazmışlar ve bu kitap Murat Tek takma adıyla Tercüman Gazetesi'nde tefrika edilmişti. En son Cumhuriyet Gazetesi'nde 'Ayın şairi' bölümünü hazırlıyordu. "Arif Barikat"'ın yanında "Arif Hüsnü" ve "Ece Ovalı" takma adlarını da kullandı. En sevilen şiirlerinden biri "Hallaç" ve altı ayda yazdığını söylediği "Gitme Kal'dır." Toplu şiirleri 2004 yılında Alkım Yayınevi'nden çıktı.("Kırık Makara", Alkım Yayınevi, 2004, Ürün kodu: 1199054624) Bir süre Nahit Fıratlı ile evli kalan Damar, bu evliliğin bitmesinin ardından Meriç Tülin ile evlendi. Arif Damar uzun yıllar İstanbul Moda'da yaşadı. Arif Damar, 20 Ekim 2010 tarihinde saat 03.00'da, kaldırıldığı Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kalp yetmezliği sonucu öldü. Kadıköy Moda Camisinde kılınan cenaze namazının ardından Çengelköy Mezarlığında toprağa verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12812", "len_data": 3020, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.29 }
Gürol Tonbul, Tiyatro oyuncusu, yönetmeni ve eğitmeni. Biyografisi. Tiyatro eğitimini İzmir Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü Oyunculuk dalında yaptı. Tiyatro Yüksek Lisansını tamamladı. Milliyet Dost Çocuk Tiyatrosu'nda oyuncu olarak çalıştı. 1983 yılında Devlet Tiyatroları'nın açtığı sınavı kazanarak Adana Devlet Tiyatrosu'nda göreve başladı. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda, İzmir Devlet Tiyatrosu'nda ve Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda görev yaptı. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu müdürü ve sanat yönetmeni olarak çalıştı. Alman Nemo'nun mimik atölyesine, Oyuncu ve Yönetmen Chris Harris'in Commedia Dell Arte oyunculuk atölyesine ve Theatre Un De Ruhr Oyunculuk Atölyesi'ne katıldı.Yönetmen Malcolm Keith Kay'ın kurduğu ITC (Internatıonal Theatre Company) topluluğunda çalıştı. 1986 yılında tiyatro eğitmenlik görevine başladı. İzmir Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü'nde, İzmir Konservatuvarı Şan Bölümü'nde, Dicle Üniversitesi Güzel sanatlar Fakültesi'nde, Isparta Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve çeşitli kurumlarda oyunculuk, mimik, rol, konuşma sanatı ve makyaj dersleri verdi. 2001-2004 yıllarında Şeker Sanat yazı kurulunda görev yaptı ve tiyatro üstüne yazılar yazdı. Aynı yıllarda Çeşitli sanat dergilerine de inceleme ve oyunculuk üstüne notlar kaleme aldı. İzmir Fuar etkinlikleri kapsamında Edebiyat Söyleşilerini gerçekleştirdi. Yaratıcı Drama çalışmalarında bulundu. İletişim gruplarıyla birlikte drama çalışmaları yaptı. İzmir Devlet Senfoni Orkestrası ile birlikte "Çocuklarla Senfoni" projesini 2003-2004 yıllarında gerçekleştirdi ve senfoni orkestrasıyla birlikte turnelere çıktı. 23. Üniversite Oyunları'nda (Universiade 2005)eğitmen olarak görev aldı. İzmir Sanat Kültür ve Eğitim Vakfı (İKSEV) ile etkinlikler gerçekleştirdi. 2002 yılından başlayarak TRT'de Arkası Yarın, Radyo Tiyatrosu, Çocuk Bahçesi ve Çocuk Saati (Beyaz Bisiklet) programlarını yönetti ve televizyon programları için belgesel drama senaryoları yazdı. 2005- 2008 yılları arasında Akademi Ege'de Sahne Sanatları Tiyatro Bölüm Başkanlığı yaptı. Çok sayıda oyunculuk ve çağdaş oyunculuk teknikleri üzerine atölyeler gerçekleştirdi. 2005-2009 yılları arasında Akşam Gazetesi Ege'de sanat ve tiyatro üzerine yazılar kaleme aldı. Soyer Kültür Sanat Fabrikası'nda, tiyatro okulu mezunlarına yönelik Özgür Sahne'yi 2008 yılında kurdu. Özgür Sahne, genç oyuncuların, kendi projelerini yönettiği, yaşama geçirdiği bir sahne kimliğine büründü. Özgür Sahne'de 2 yıl içinde Takıntılar- Bir Delinin Hatıra Defteri- Elveda Saraybosna- Karagöz Delirdi ve Ben Ruhi Bey Nasılım oyunları sahnelendi. 2008 yılında Geleneksel Tiyatro Başarı Ödülleri'nde yönetmenlik dalında tiyatro başarı ödülünü aldı. Soyer Kültür Sanat Fabrikası'nda açılan tiyatro okulunun 2 yıl süreyle sorumluluğunu sürdürdü. Ocak 2011'de Devlet Tiyatrosu'ndan oyuncularla birlikte Tiyatro Reaksiyon'u kurdu. Tiyatro Reaksiyon- Mavi Sanat işbirliği ile Misafir 2011, Almanya'ya göçün 50. yılında sahnelendi. İçinden Mavi Geçti programında (TRT Belgesel Kanal) sunuculuk yaptı. İzmir Yeni Asır Televizyon'unda kültür sanat programı olan Atölyede Buluşalım programında üç yıl yer aldı. 2011 yılından bu yana Yeni Asır Televizyonu'nda Güzel Sanat programını hazırlayıp sundu. Sanatçı, TRT radyolarında çok sayıda kültür sanat ve tiyatro programı hazırlayıp sundu. Halen TRT Radyo 1 de Gecenin İçinden Programı'nda Sanat Gündemi programını hazırlayıp sundu. TRT Nağme'de Dede Makamı programını seslendiriyor. Sanatçının "İyi ki Tiyatro Var" ve "Tiyatroya Bir Bilet" anı deneme kitapları var. Tonbul, Haliç Üniversitesi ve Akademi 35,5'ta eğitmenlik görevine devam ediyor ve İzmir Devlet Tiyatrosu'nda oyunculuk, yönetmenlik yapıyor, Psikeart, Dergisi'nde yazılarını sürdürüyor. Sanatçının Türkiye'deki cezaevleri için hazırladığı, yazdığı ve yönettiği Masallar İnsanlar Bir de Türküler/ Son Kuşlar oyunu çok sayıda cezaevinde sahnelendi. Sanatçı, Tiyatro Büyü isimli Kukla Oyuncu performans topluluğunu oyuncu Soner Akçay ile birlikte kurdu. İlk oyunları Düşler oldu. İkinci oyun Umut Aranıyor 5. Taksav İzmir Uluslararası Tiyatro Festivali'nde prömiyer yaptı. Proje Sanat Tiyatrosu'nda Anne Frank anılarından ve o dönem günlüklerinden oluşturduğu Anılar oyununu sahneledi. Tiyatro dalında, 100.yıl Homeros Ödülü, Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülleri Yılın Yönetmeni Ödülü sahibi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12820", "len_data": 4323, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.6 }
Spice Girls (Baharat Kızlar), kadınlardan oluşan İngiliz müzik grubu. Grup üyeleri; Mel B olarak tanınan Melanie Brown, Sporty Spice (Sportmen Baharat) Mel C olarak bilinen Melanie Chisholm, Baby Spice (Bebek Baharat) Emma Bunton, Ginger Spice (Kızıl Baharat) Geri Halliwell ve Posh Spice (Sosyetik Baharat) Victoria Beckham'dır (Adams). Gruba takma isimlerini 1996 yılında "Top of the Pops" dergisi vermiş ve bu takma isimler hem basın hem de grup tarafından kabul edilmiştir. "Kız Gücü (Girl Power)" sloganıyla hareket eden grup, 90'lı yılların pop kültür ikonlarından olmuştur. Grup, 90'lı yıllardaki genç pop kültürün tekrar ortaya çıkmasında rol oynamış ve İngilizlerin Amerika kıtasını 90'lı yıllardaki ikinci işgali olarak tanımlamıştır. Time dergisi, grubu İngiltere'nin en çok tanınan yüzü olarak tanımlamıştır. Grup, ilk single albümleri olan "Wannabe"yi 1996 yılında Virgin Records'dan çıkartmıştır. Single, 37 ülkede bir numara olmuş ve grubun uluslararası başarısının mimarı olmuştur. İlk albümleri "Spice" (1996), dünya çapında 23 milyondan fazla satmış, tarihte bir kadın grubu tarafından en çok satılan albüm olmuştur. Bir sonraki albümleri "Spiceworld" (1997) de ticari olarak başarılı kabul edilen (3 Miyondan fazla satış) bir albüm olmuştur. Kasım 2000'de Halliwell'ın olmadığı ilk albümleri "Forever"'ı yayımlamışlardır. Ocak 2021'de grup üyeleri solo kariyerlerine ağırlık vereceklerini ama grubun devam edeceğini açıklamışlardır. Spice Girls'ün (Baharat Kızlar) başarısının kaynağı: pazarlama, Geri Halliwell'ın Birleşik Krallık bayrağı desenli ikonik elbisesi, "Spice World" (1997) filmi ve 2007-2008 ile 2019 yıllarında düzenledikleri tekrar birleşme turneleridir. Simon Fuller'ın hamiliği ve menajerliğinde grubun kendisi de bir ürün olarak pazarlanmayı kabul etmiş ve İngiliz ve dünya basınında sürekli yer almıştır. Mayıs 1998 itibarıyla gelirleri yaklaşık olarak $500–800 milyondur. 5 kez Brit Awards kazanan grup, 3 kez American Music Awards, 4 kez Billboard Music Awards, 3 kez MTV Europe Music Awards, 1 MTV Video Music Award ve 3 kez World Music Awards sahibi olmuştur. 2000 yılında Brit Awards'da "müziğe olan katkılarından" kategorisinin en genç kazananı olmuşlardır. Kuruluşu. Grubun ortaya çıkışı, 1994 yılında bir İngiliz gazetesine verilen bir ilan sonucu başvuran yüzlerce genç kız arasından seçilen Geri Halliwell, Melanie Brown, Emma Bunton, Victoria Adams ve Melanie Chisholm'un hizmet ettiği "ortak hedef" çerçevesinde alışılmışın dışında bir şekilde gerçekleşti. Üyeleri. 21 Ocak 1976, Takma Adı: Baby Spice (Bebek Baharat). Gruba en son katılan ve en genç üye olan Emma, özellikle çocuklar arasında popülerdi. Çocukluk döneminde aldığı eğitimle dans becerisi kazandı ve şarkılarda vokal performansıyla yer aldı. Grup dağıldıktan sonra "A Girl Like Me" (2001), "Free Me" (2004) ve "Life In Mono" (2006) adlı üç solo albüm çıkardı. Solo kariyeri, grup dönemindeki kadar geniş kitlelere ulaşmadı. Ağustos 2007'de nişanlısı Jade Jones'tan Beau adında bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. 6 Ağustos 1972, Takma Adı: Ginger Spice (Kızıl Baharat). Geri Halliwell, Spice Girls grubunun en yaşlı ve en deneyimli üyesiydi. Dikkat çeken kızıl-sarı saçları ve gösterişli kostümleriyle grubun öne çıkan üyelerinden biri oldu. Kendine özgü sesiyle Spice Girls şarkılarında önemli bir rol oynadı. 31 Mayıs 1998'de gruptan ayrıldıktan sonra "Schizophonic" (1999) ve "Scream If You Wanna Go Faster" (2001) adlı iki albüm çıkardı. 2005'te üçüncü albümü "Passion"ı yayınladı, ancak bu albüm önceki çalışmalarına kıyasla daha az ticari başarı elde etti. Mayıs 2006'da senarist Sasha Gervasi’den Bluebell Madonna adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi. 2007-2008 turnesi için Spice Girls'ün yeniden bir araya gelmesinde önemli bir rol oynadığı ifade edildi. 2008'de "Ugenia Lavender" isimli bir çocuk kitabı serisi yayımladı. Serinin beklenenden fazla ilgi görmesi üzerine beyaz perdeye uyarlanacağına dair söylentiler çıktı ve Halliwell, serinin resmi sitesinde Hollywood senaristlerinin bu projeye ilgi gösterdiğini belirtti. 29 Mayıs 1975 doğumlu Mel B, Spice Girls grubunda "Scary Spice" (Korkunç Baharat) takma adıyla biliniyordu. Grubun siyahi üyesi olarak dikkat çeken Mel B, leopar desenli kıyafetleri, kabarık saçları ve platform ayakkabılarıyla 1990’larda 1970’ler modasını yansıtan bir tarza sahipti. Dans performansıyla öne çıkan üyelerden biriydi. 1998 yılında Missy Elliott ile düet yaptığı "I Want You Back" adlı single, Birleşik Krallık müzik listelerinde bir numaraya yükseldi. Spice Girls dağıldıktan sonra "Hot" (2000) ve "L.A. State of Mind" (2005) adlı iki solo albüm çıkardı, ancak bu albümler büyük ticari başarı elde etmedi. 1999’da Spice Girls’ün dansçılarından Jimmy Gulzar’dan Phoenix Chi adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi. 2007’de ise oyuncu Eddie Murphy’den Angel Iris adında ikinci kız çocuğunu doğurdu. Haziran 2007’de Stephen Belafonte ile evlendi. 2008 Kâinat Güzellik Yarışması’nda sunuculuk yaptı. Üçüncü solo albümünün 2008 sonunda piyasaya sürülmesi planlanmış olsa da, albüm o tarihte yayınlanmadı. 12 Ocak 1974, Takma Adı: Sporty Spice (Sportif Baharat). Kaslı ve enerjik yapısıyla bilinen Melanie C, Spice Girls grubunun daha sakin üyelerinden biriydi. Grup içinde güçlü vokal yeteneğiyle öne çıktı. Spice Girls’ün ara verdiği dönemde çıkardığı "Northern Star" (1999) albümü büyük bir ticari başarı elde etti. Daha sonra "Reason" (2002), "Beautiful Intentions" (2005) ve "This Time" (2007) albümlerini yayımladı. Solo albümleri, Spice Girls dönemindeki kadar büyük bir etki yaratmasa da Melanie C, solo kariyerini en uzun süre devam ettiren ve en istikrarlı başarılardan birini yakalayan grup üyelerinden biri oldu. 17 Nisan 1974, Takma Adı: Posh Spice (Havalı Baharat). Spice Girls grubunun en şık ve modaya en düşkün üyesi olarak bilinen Victoria, vokal yeteneği grubun diğer üyelerine kıyasla daha sınırlı olmasına rağmen başarılı bir dans performansına sahipti. 1997’de David Beckham ile nişanlandı ve 1999’da evlendi. Çift, zamanla dünya çapında tanınan ünlü isimler arasına girdi. Victoria Beckham, 2001 yılında kendi adını taşıyan bir solo albüm ve "This Groove/Let Your Head Go" adlı bir single çıkardı. Ayrıca "That Extra Half an Inch: Hair, Heels and Everything In Between" adlı bir kitap yazdı. Ancak müzik kariyerinde beklenen başarıyı yakalayamayınca moda sektörüne yöneldi. "Rock and Republic" moda markasını kurarak tasarım dünyasında adını duyurdu ve bir moda ikonu olarak kabul edildi. Brooklyn, Romeo, Cruz ve Harper adında dört çocuğu vardır. Londra’da bir ev kiralayarak birlikte yaşamaya başlayan bu beş genç, menajerleri Simon Fuller’ın desteğiyle Virgin Records ile anlaşma imzaladı. Dans ve şan dersleri alarak imajlarını geliştirdiler ve kısa sürede büyük bir çıkış yakalayarak ünlü oldular. Başlangıç ve başarı. 1996 yazında piyasaya sürüldüğü gibi patlayan "Wannabe" 45'liği, birbirlerinden hem görünüş hem de tavır olarak farklı oldukları için kendilerine taktıkları Spice Girls ismini Britanya listesinde 7 hafta zirveye kazıdığında eleştirmenler tarafından pek ciddiye alınmamıştı. Grubun bu beklenmedik başarısını hitap ettikleri kitlenin yaş ortalamasının oldukça küçük olmasına bağlanmıştı, ta ki Kraliçe Elizabeth bile bir Spice Girls hayranı olduğunu itiraf edene kadar. Baharat Kızlar'ın şöhreti dalga dalga tüm dünyaya yayılırken, ilk çıktıklarında onlara eleştiriler yağdıranlar susarak onların bir açığını yakalamayı beklediler. "Wannabe" 37 ülkede liste başı oldu ve 1996'nın adeta marşı haline geldi. Topluluğun zirve keyfi yaşayan "Say You'll Be There", "2 Become 1" gibi günümüzde pop klasiği olarak nitelendirilen çalışmaları içinde barındıran ilk albümleri "Spice" 90'ların en çok 1 numarada kalan albümü unvanına sahip, 25 milyon satmış bir çalışma olunca haliyle kimse "one hit wonder" diyemedi bu kızlar için. Esas bombanın, her Britanyalılar için "rüya" olan Amerikan müzik piyasası üzerinde yarattığı, benzerine yalnızca The Beatles zamanında yaşanmış başarılar zinciri olduğunu da unutmamak gerekir. "Wannabe"nin Billboard Hot 100'e 11 numaradan girerek -ki bu tüm zamanların İngiliz debut single rekoru- hemen liste başına yerleşmesi ve aynı anda albümün patlaması grubun birçok kez "Beatles'ın tahtının sahibi" olarak anılmasına neden oldu. "Spice" albümünün Atlantik'in iki tarafında da 1 numara olması beraberinde kızlara star unvanını da getirdi. Onlar Birleşik Krallık'ın müzik arenasındaki gururlarıydılar. İnsanlar bu 5 çılgın kız hakkında her şeyi merak ediyorlardı. Çok kısa bir sürede kırılmadık rekor bırakmayan Spice Girls tv programlarının, gazete ve dergilerin vazgeçilmez konu mankenleri oldu. Özel hayatları didik didik edilen kızlar, dünyanın ünlü ve zengin erkekleriyle de anılıyorlardı. Dönemin bir başka başarılı popçusu Kavana, grubun "sportif" kızı Mel C ile, R&B şarkıcısı Jade "bebek" baharat Emma ile birlikte magazin gündemini süsledi. Geri ise şüphesiz spicelar arasında en çapkın olanıydı. Grubun beyni olarak bilinen ve üyeler arasında yaşça en büyük olan Geri giysileri, şovları ve aşklarıyla kızlar arasında en çok dikkat çeken isimdi. Attıkları her adım olay olan Spice Girls'ün 2.albümleri "Spice World" 1997'nin en çok satan albümlerinden biri oldu. Çektikleri "Spice World: The Movie" adlı filmle Cannes Film Festivali'ne katıldılar. Ve gişe rekorları kırdılar. Özellikle "Spice World" döneminde, albümün ve filmin adına yakışır bir şekilde "pazarlama harikası"na dönüşen grubun yan sektörleri oluştu ve hayranların büyük ilgisini çeken oyuncak bebekleri, t-shirtleri, çantaları, şekerleri, deodorantları vs. Spice Girls fenomeninin yansıdığı eşyalardan sadece birkaçı... Bu sırada başlattıkları görkemli dünya turnesi, Spice Girls'ün dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca hayranına seslenmesini sağladı. 100'ün üzerinde konser içeren turne, İstanbul'da başlamıştı. Etkisi. Spice Girls, pop müzikte geniş bir kitleye ulaşarak "girl band" formatının popülerleşmesine katkı sağladı. Grup, müzik endüstrisinde dikkat çeken bir başarı elde etti ve bu durum, plak şirketlerinin benzer konseptte yeni kız gruplarını piyasaya sürmesine yol açtı. Bu dönemde All Saints, "Never Ever" adlı single’larıyla listelerde yer aldı. Close II You, B*Witched, No Angels, Girls Aloud ve Popsie gibi gruplar da müzik kariyerlerine başladı. Ancak, bu gruplar ticari başarı açısından Spice Girls’ün ulaştığı seviyeye erişemedi. Geri Adım. Geri Halliwell, Mayıs ayında Spice Girls'den ayrıldı. Geri'nin ayrılması, her birinin tek başına anılmasına yol açtı. Victoria'nın David Beckham'la olan ilişkisi, Melanie B'nin hamileliği derken grup '98 sonunda bitirdiği Amerika turnesinin ardından müziğe ara verdi. Solo Çalışmalar. 1999'dan beri Spice Girls elemanları solo çalışmalarıyla ayakta kaldı. Geri'nin "If Only" adlı kitabı 500.000 satışla '99'un Avrupa genelinde en çok satan otobiyografisi oldu. Spice Girls'ün müzik yaşamına da ışık tutan kitapta anlatılanlar grupla Geri'nin arasını bir kez daha açmış oldu. Ayrıca Halliwell "Schizophonic" adını taşıyan solo albümünü piyasaya sürdü. "Schizophonic", grubu terk ettiği günden beri dünyanın en çok konuşulan kadını olan Geri'nin yalnızca magazin yönüyle değil, şarkılarıyla da varolabileceğini gösterdi. Melanie C ise ilk solo albümünden çıkardığı "Never Be The Same Again" ve "I Turn To You" hitleriyle listelerde kendine yer buldu. Victoria otobiyografisi "Learning To Fly" ile bestseller olurken, Emma "What Took You So Long",Mel B ise "I Want You Back" ile Britanya'da 1 numaraya yükseldi. Dağılma. 2000'de Halliwell dışındaki üyeler bir araya gelerek "Forever" adını verdikleri 3. albümlerini çıkardılar. Bu kez, önceki albümlerdeki pop soundunu, r&b'ye geçiş yaparak yıkan Spice Girls, büyük bir risk almış oldu. "Holler/Let Love Lead The Way" double single'ı bir numaraya oturdu. Albüm, 5.000.000 sattı." Dünyanın en büyük grubu" olarak tanımlayan Baharat Kızlar, aynı yıl, Brit Awards'ın kendilerine verdiği, efsanelere layık görülen "Hayat Boyu Başarı" ödülü, Spice Girls'ün müzikal sürecini tamamladığına işaret ediyordu. Grup üyeleri Şubat 2001'de yollarını ayırsa da, hiçbir zaman dağıldıklarını resmi olarak açıklamadı. Geri Dönüş ve 2007/2008 Turnesi. Grup dağıldıktan 2 sene sonra Victoria Beckham'ın grubu yeniden bir araya getireceğini iddia etse de yıllarca 5 Baharat Kız'ı birlikte görmek isteyen hayranların rüyaları, ancak 28 Haziran 2007'de gerçek oldu. Spice Girls'ün uzun süredir planlanan geri dönüşü için tek engel olarak gösterilen Mel C, en sonunda Emma, Geri, Victoria ve Mel B ile yeniden bir araya gelmeyi kabul etti. Londra 02 Venue'da basın toplantısı yapmak için 9 yıl sonra ilk kez bir araya gelen Geri Halliwell, Melanie Brown, Victoria Beckham, Melanie Chisholm ve Emma Bunton, Aralık 2007'de başlayacak yeni turneleri hakkında bilgi verdi. Los Angeles'tan Köln'e, Arjantin'den Cape Town'a 11 ülkeyi ve 6 kıtayı kapsayacak olan turne, Noel'de piyasaya sürülecek "The Greatest Hits" toplama albümü ve grubun perde arkasını anlatacak belgesel filmle desteklenecek. Aralarındaki kimyanın 10 yıl öncesinden farksız olduğu gözlenen Baharat Kızlar, 2005 yılında geri dönen Take That grubuyla kıyaslanmak istemediklerini, sadece hayranlarına teşekkür etmek için bir turne hazırladıklarını belirttiler. Geri dönüş turnesi için bir günde 1 milyondan fazla insanın bilet başvurusunda bulundu. Tur biletleri 38 saniyede satılarak bitti. Böylece Spice Girls bir kez daha Guiness Rekorlar kitabına girdi. Veda. Başlangıçta sadece 11 konser içereceğini açıkladıkları Return Of The Spice Girls turnesi, öyle büyük ilgi gördü ki kızlar çareyi konser sayısını 47'ye çıkarmakta buldu. ABD ve Birleşik Krallık konserlerini arttıran kızlar, Çin, Arjantin ve Cape Town konserlerini yoğun programları nedeniyle iptal etmek zorunda kaldılar. Turnenin bitmesiyle yeniden yollarını ayıran Spice Girls üyeleri, haklarında çıkan "kavgalılar, geçinemiyorlar" söylentilerine web sitelerinden yayınladıkları bu mesajla cevap verdi: "Evet zaman doldu, yolun sonuna geldik. Hüzün ve sevinç bir arada. Ne kadar da mesafe kat ettik. Tekrar bir araya gelmemizin böylesine muhteşem bir şey olabileceğini kim tahmin edebilirdi ki? Bizim küçük hayalimiz nasıl da büyüdü, inanılmaz bir rüyaya dönüştü. Bu bizim hayallerimizin gerçek olmasının bir ispatı. 10 yıl sonra tekrar başladık ve eski sevenlerimize yenileri de ekledik. 47 şov boyunca bizlere verdiğiniz ilham ve motivasyon için çok teşekkür ederiz." Dış bağlantılar. http://entertainment.timesonline.co.uk/tol/arts_and_entertainment/stage/article6997164.ece </references>
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12823", "len_data": 14526, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.27 }
Canköy (Kırım Tatarcası: "Canköy", Ukraynaca: Джанкой, Rusça: Джанкой). Ukrayna'ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin kuzey kısmında bulunan Azak Denizi'ne kıyısı olan bir şehir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12826", "len_data": 177, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.35 }
Ayşe Hafsa Sultan (Osmanlı Türkçesi: عایشه حفصه سلطان; d. 1479 – ö. 19 Mart 1534), Osmanlı Padişahı I. Selim'in eşi, Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi ve ilk fiili Valide Sultandır. Kimliği. Ayşe Hafsa Valide Sultan'ın kökenine ilişkin çeşitli kaynaklarda yer alan ve genel olarak iki farklı hipotez mevcuttur. Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı Kitabeler'de Hafsa Sultan'ın ismini "Hafsa bint-i Abdü'l-Muin" olarak vermektedir. Bu Hafsa Sultan'ın cariye kökenli olup Türk asıllı olmadığına bir delil kabul edilebilmektedir. Bir diğer tarihçi Necdet Sakaoğlu'na göre Kırım Hanı Mengli Giray'ın kızı olduğu iddiaları kanıtlanamamıştır. Valide Sultan'ın Osmanlı Padişahı I. Selim'in ilk eşi olan Kırım hanı Mengli Giray'ın kızı Âişe Hâtûn olabileceğine ilişkin de kaynaklar delil gösterebilmektedir. Diğer taraftan da Ayşe Hafsa Sultan, kendisinden yüz yıl kadar önce yaşamış olan Aydınoğlu Beyliği'nin son beyi Aydınoğlu İsa Bey'in kızı ve Yıldırım Beyazıd'ın eşi olan "Hafsa Hatun" ile karıştırılmamalıdır. Edirne'nin Havsa kasabasının ismini Hafsa Hatun'un orada yaşamış olmasından dolayı ondan aldığı söylenir. Ama aslında adını yakınlardaki Has Köyünde büyük bir külliye yaptıran Fatih Sultan Mehmet'in sadrazamlarından Mahmud Paşa'ya izâfeten "Havass'ı Mahmud Paşa"dan (i.e. Mahmud Paşa Has'ları) almıştır. Osmanlı sarayına girişi. 14 yaşında babası ve Osmanlı padişahı Sultan Bayezid Han'ın ortak görüşü neticesinde Şehzade Selim ile evlendirildi. Kerç şehrinden yola çıkan kadırga ile Trabzon'a gelin olarak indi. Orhan, Musa ve Korkut isminde üç oğlu olan Hafsa Sultan'ın çocukları salgın hastalıklarda hayatını kaybetti. Sultan Selim'in şehzadelik döneminde Trabzon'da, oğlu Şehzade Süleyman'ın sancak beyliklerinde de Kefe ve Manisa'da bulundu. Yavuz Sultan Selim'in 1520 yılındaki ani ölümüyle oğlu Kanuni Sultan Süleyman tahta geçti. Valide sultanlık dönemi. Oğlunun tahta geçişiyle Hafsa Sultan da İstanbul'a geldi. Annesini çok seven, sayan ve hürmet eden Süleyman Han tarafında tarihte ilk defa kendisine Valide Sultan makamı uygun görüldü. Hayatının sonuna kadar Hürrem Sultan'ın ilerleyişi önünde set kurmuş ve haremdeki dengeleri iyi tutmuştur. Bu yüzden denilebilir ki iyiliği ile etkili Valide Sultan yaşadığı sürece Hürrem Sultan'ın da yükselmesine bir imkân olmamaktadır. Ayşe Hafsa Valide Sultan'ın günümüze ulaşan eşine ve oğluna gönderdiği birçok mektubu da vardır. Oğlu ve devlet yönetimi üzerindeki etkisi. Oğlu üzerinde yoğun etkisi görülen Valide Sultan'ın baskın bir rol oynadığı bilinmektedir. Fakat bu etkisini hiçbir zaman kötüye kullanmamıştır. Gönderdiği birçok mektup ile siyasi olaylarla ilgili tavsiyelerde bulunan Hafsa Sultan, II. Bayezid'in annesi Gülbahar Hatun'dan sonra oğluna bu tür telkinlerde bulunan ilk padişah annesidir. Vefatı ve eserleri. 19 Mart 1534 tarihinde oğlunun saltanatı sırasında muhtemelen kalbe bağlı sorunlardan elli altı yaşlarında hayatını kaybetti. İstanbul'daki Yavuz Sultan Selim Camii'ndeki türbeye gömüldü. Yanında kızı Şah Sultan da medfundur. Hafsa Valide Sultan'ın ölümüyle saraya sultan ya da soylulardan biri olarak gelin gelen Valide Sultan'ların da devri kapanmıştır. Kendisi bu durumun ilk ve son örneğidir. Eşi Sultan Selim hayatta iken kendi birikimi ile Urla'da birçok dükkân alan Hafsa Sultan daha sonra bunların gelirleri ile camii yaptırmıştır. Manisa'da 1522 yılında tamamlanan bimaristanı ile ünlü külliyesi ise en bilinen eseri olarak bulunmaktadır. Marmaris'teki Osmanlı kervansarayı da, kitabesi 1545 tarihini taşımakla birlikte, Hafsa Sultan'ın ismi ile anılmaktadır. Popüler kültürdeki yeri. 2003 yapımlı "Hürrem Sultan" dizisinde Ayşe Hafsa "Valide Sultan"ı Deniz Türkali canlandırırken, "Muhteşem Yüzyıl" dizisinde ise Nebahat Çehre tarafından canlandırılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12830", "len_data": 3763, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Lee Ritenour, 11 Ocak 1952, Los Angeles doğumlu Amerikalı caz müzisyenidir. Qwest grubunun eski üyelerindendir. 16 yaşında müziğe başlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12839", "len_data": 142, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.01 }
Vostok Gölü, Antarktika'da bulunan 140'tan fazla buz altı gölünün en büyüğüdür. Rusya'nın Vostok İstasyonu'nun altındadır. Doğu Antarktik Buz Tabakası'nın orta bölgelerinde bulunur. Buz tabakasının yüzeyinin rakımı 3488 metredir, göl ise buz yüzeyinin 4000 metre kadar derininde yer almaktadır ve bu da deniz seviyesinden 500 metre daha derinde olduğu anlamına gelmektedir. Bu tatlı su gölü 15,690 kilometrekarelik bir yüzölçümüne sahiptir ve 5,400 kilometreküplük bir hacme sahip olduğu tahmin edilmektedir. Andrey Kapitsa tarafından 1959-64 yılları arasında yapılan sismik araştırmalar sırasında keşfedilmiştir. Üzerindeki buz son 400,000 yılın paleoklimatolojik kayıtlarını barındırsa da göl suyu 15 ila 25 milyon yıldır izole durumdadır. Göldeki araştırmalar. 5 Şubat 2012 tarihinde yirmi yıllık delme çalışmalarının ardından bir grup Rus bilim insanı 3,768 metrelik bir buz tabakasını delerek tarihteki en uzun buz çekirdeğini elde ettiğini ve göl yüzeyine ulaştığını öne sürmüştür. Grup, gölden ve tabanından örnekler toplaması için göle bir robot da indirmeyi planlamaktadır. Gölün sıvı tabakasında antik mikroorganizmaların bulunması beklenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12840", "len_data": 1157, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.1 }
Frithjof Schuon (, , German: [ˈfʁɪtjɔf ˈʃuːɔn] ; 18 Haziran 1907 - 5 Mayıs 1998), Perennelialist veya Gelenekselci düşünce okuluna ait, Alman asıllı İsviçreli bir metafizikçiydi . Metafizik, maneviyat, dini fenomen, antropoloji ve sanat üzerine İngilizceye ve diğer birçok dile çevrilmiş yirmiden fazla Fransızca eserin yazarıydı. Aynı zamanda ressam ve şairdi. René Guénon ve Ananda Coomaraswamy ile birlikte Schuon, "philosophia perennis'in" 20. yüzyılın en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Onlar gibi o da, evrenin kendisinden kaynaklandığı mutlak bir İlkenin – Tanrı'nın – gerçekliğini kabul eder ve farklılıklarına rağmen tüm ilahi vahiylerin ortak bir öze sahip olduğunu savunur: tek ve aynı Hakikat. Aynı zamanda, insanın potansiyel olarak akıl-üstü (supra-rational) bilgiye sahip olabileceğine kesinliğini onlarla paylaştı ve geleneksel köklerinden kopmuş modern zihniyetin sürekli bir eleştirisini üstlenmiştir. Platon, Plotinus, Adi Shankara, Meister Eckhart, İbn Arabi ve diğer metafizikçileri takip eden Schuon, İlke ile İlkenin tezahürü arasındaki metafizik birliği doğrulamaya çalıştı. Şeyh Ahmed el-Alevi tarafından tasavvuf Şâzilî tarikatına dahil "edilerek Meryemiyye Tarikatı'nı" kurdu. Yazıları, bir dini uygulamanın gerekliliği ile birlikte metafizik doktrinin evrenselliğini kuvvetle vurgular; ayrıca erdemlerin ve güzelliğin öneminde ısrar eder. Schuon, çeşitli dini ve manevi ufuklara sahip çok sayıda şahsiyetle yakın ilişkiler geliştirdi. Kuzey Amerika Ovaları Kızılderililerinin geleneklerine özel bir ilgisi vardı, bir dizi liderleriyle sıkı dostluklar sürdürdü ve hem Lakota Sioux kabilesine hem de Crow kabilesine kabul edildi. Hayatının büyük bir bölümünü Fransa ve İsviçre'de geçirdikten sonra 73 yaşında Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. Hayatı ve İşi. Basel, İsviçre (1907–1920). Frithjof Schuon, 18 Haziran 1907'de İsviçre'nin Almanca konuşulan bölgesinde Basel'de doğdu. Alman asıllı Paul Schuon ile Fransızca konuşan Alsaslı Margarete Boehler'in iki oğlundan en küçüğüydü. Sevimli ve seçkin bir adam olan babası bir konser kemancısıydı ve ev halkı sadece müziğin değil, edebi ve manevi kültürün de bulunduğu bir evdi. Schuonlar, Katolik olmalarına rağmen, oğullarını Basel'deki baskın mezhep olan Lutheran cemaatine kaydettirdiler. Schuon, ilkokulda, ömür boyu arkadaş olarak kalan geleceğin metafizikçisi ve sanat uzmanı Titus Burckhardt ile tanıştı. On yaşından itibaren, hakikat arayışı onu sadece İncil'i değil, "Upanishads", "Bhagavad-Gītā" ve "Kuran'ın" yanı sıra Platon, Emerson, Goethe ve Schiller'i de okumaya yöneltti. Schuon daha sonra gençliğinde dört şeyin onu en derinden etkilemiş olduğunu söyleyecekti: "kutsal, büyük, güzel, çocuksu". Fransa (1920–1940). 1920'de, Schuon'un babası öldü ve annesi, genç oğulları ile yakınlardaki Mulhouse, Fransa'daki ailesinin yanına dönmeye karar verdi, burada Schuon , Versay Antlaşması'nın bir sonucu olarak Fransız vatandaşı oldu. Bir yıl sonra, 14 yaşındayken Katolik olarak vaftiz edildi. 1923'te erkek kardeşi bir Trappist manastırına girdi ve Schuon aileyi geçindirmek için okulu bırakarak tekstil tasarımcısı olarak iş buldu. Daha sonra "Bhagavad-Gītā" ve "Vedānta dünyasına daldı" ; Hinduizmin bu çağrısı onu on yıl boyunca ayakta tuttu, ancak kendisinin Hindu olamayacağının tamamen farkındaydı. 1924 yılında, hâlâ Mulhouse'da yaşarken, Fransız filozof René Guénon'un entelektüel sezgilerini doğrulamaya hizmet eden ve keşfetmeye başladığı metafizik ilkelere destek sağlayan eserlerini keşfetti. Schuon daha sonra Guénon için "sevdiği her şeyin derin ve güçlü teorisyeni" diyecektir. 1930'da Fransız ordusunda askerlik hizmeti için Besançon'da 18 ay kaldıktan sonra, Schuon Paris'e yerleşti. Orada tekstil tasarımcısı olarak mesleğine devam etti ve yerel cami okulunda Arapça öğrenmeye başladı. Paris'te yaşamak ona ayrıca geleneksel sanatın çeşitli formlarını, özellikle gençliğinden beri derin bir yakınlık içinde olduğu Asya sanatlarını eskisinden çok daha fazla tanıma fırsatı verdi. 1932'nin sonunda, 1935'te basılacak olan ve daha sonra "Primordial Meditation: Contemplating the Real" başlığı altında İngilizceye çevrilecek olan ilk kitabı "Leitgedanken zur Urbesinnung'u tamamladı" . Doğasına aykırı olan modern değerler nedeniyle Batı'yı terk etme arzusu, İslam'a artan ilgisiyle birleşince, Doğu'nun en büyük çıkış limanı olan Marsilya'ya gitmesine vesile oldu. Orada, her ikisi de Cezayir, Mostaganem'de bir Sufi olan Şeyh Ahmed el-Alevi'nin müridi olan iki önemli şahsiyetle tanıştı. Schuon, bu karşılaşmalarda kaderinin işaretini gördü ve Cezayir'e doğru yola çıktı. Mostaganem'de İslam'a girdi ve Şeyh'in "zaviyesinde" yaklaşık dört ay geçirdi. Şeyh ona intisap verdi ve `Īsā Nūr ad-Dīn' adını verdi. Ancak, Schuon kısa süre sonra Fransız sömürge makamlarının baskısı altında Avrupa'ya dönmek zorunda kaldı. Schuon, Hıristiyanlığı reddetmediği için İslam'a olan bağlılığını bir dönüşüm olarak görmedi; her vahiyde tek ve aynı hakikatin farklı biçimlerde ifade edildiğini görmüştür. Ancak ona göre Hıristiyanlık artık ruhani bir üstadın rehberliğinde bir "bilgi yolu" izleme imkanı sunmazken, İslam ezoterizmi olan Sufizm'de böyle bir yol hâlâ mevcuttur. Schuon, Temmuz 1934'te bir gece "Bhagavad-Gītā'yı" okumaya dalmışken olağanüstü bir ruhsal olay yaşadığını bildirdi. "Allah'ın" ilâhî isminin varlığını ele geçirdiğini ve üç gün boyunca durmaksızın onu zikretmekten başka bir şey yapamadığını söyledi. Kısa bir süre sonra şeyhinin aynı gün öldüğünü öğrendi. 1935 yılında Mostaganem zâviyesine geri döndü ve burada Şeyh el-Alevî'nin halefi Şeyh Adda ben Tounes kendisine mukaddemlik görevini vererek talipleri Alevî kardeşliğine kabul etme yetkisi verdi. Avrupa'ya dönen Schuon, Basel'de bir zâviye, Lozan'da bir zâviye ve "Amiens'te" üçüncü bir zâviye kurdu. Sonraki dört yıl boyunca Alsace'de tekstil tasarımcısı olarak mesleğine devam etti. 1936'nın sonlarına doğru bir gece, manevi bir deneyimden sonra, Schuon, en ufak bir şüpheye yer bırakmadan, manevi öğretmen, şeyh işleviyle donatıldığını hissetti. Bu, daha sonra, müritlerinden birkaçının aynı geceyi gördüklerini bildirdiği vizyoner rüyalarla doğrulandı. Schuon ve Mostaganem "zāwiya" arasındaki perspektif farklılıkları, Schuon'un Guenon tarafından desteklenen bağımsızlığını kademeli olarak kabul etmesine yol açtı. 1938'de Schuon Mısır'a seyahat etti ve burada 7 yıldır yazıştığı Guénon ile tanıştı. 1939'da iki öğrencisiyle Hindistan'a doğru yola çıktı ve Kahire'de uzun bir mola verdi ve Guénon'u tekrar gördü. Bombay'a gelişinden kısa bir süre sonra, İkinci Dünya Savaşı patlak verdi ve onu Avrupa'ya dönmeye zorladı. Fransız ordusunda görev yaparken, Rus cephesinde savaşmak için Alsas kökenli tüm askerleri Alman ordusuna dahil etmeyi planlayan Naziler tarafından gözaltına alındı. Schuon, kırk yıl boyunca evi olacak olan İsviçre'ye kaçtı. Lozan, İsviçre (1941–1980). Lozan'a yerleşti ve 1933'ten beri yaptığı gibi Guénoncu dergi "Études Traditionnelles'e" katkıda bulunmaya devam etti. 1947'de, John G. Neihardt'ın Kara "Elk Konuşuyor'u" okuduktan sonra, Kuzey Amerika Kızılderilileriyle her zaman derinden ilgilenen Schuon, Kara Elk'in Sioux geleneği hakkında kitapta olduğundan çok daha fazlasını bildiğine ikna oldu. Amerikalı arkadaşlarından eski şefi bulmalarını istedi. Bu girişimin ardından, etnolog Joseph E. Brown, Kara Elk'ten "The Sacred Pipe'ın" içeriğini oluşturacak yedi Sioux ayininin tanımını topladı. 1948'de Schuon, ilk Fransızca kitabı olan "De l'Unité transcendante des" Religions'ı yayınladı. TS Eliot bu kitap hakkında şunları yazdı: "Doğu ve Batı dinlerinin karşılaştırmalı incelenmesinde bundan daha etkileyici bir çalışmayla karşılaşmadım." Daha sonraki tüm eserleri - yirmiden fazla - 1982'de yayınlanan "The Transcendent Unity of Religions" ("Von der Inneren Einheit der Religionen") metninin Almanca olarak büyük bir yeniden işlenmesi dışında Fransızca olarak yazılacaktı. 1949'da Schuon, Fransız eğitimli bir Alman İsviçreli olan ve din ve metafizikle derinden ilgilenmenin yanı sıra yetenekli bir ressam olan Catherine Feer ile evlendi. Evlendikten kısa bir süre sonra İsviçre vatandaşlığı aldı. Her zaman yazmaya devam ederken, Schuon ve karısı çok seyahat etti. 1950 ve 1975 yılları arasında çift Fas'ı yaklaşık on kez ziyaret etti ve aralarında Yunanistan ve Türkiye'nin de bulunduğu çok sayıda Avrupa ülkesini ziyaret ettiler ve burada Meryem Ana'nın son evi olduğu sanılan Efes yakınlarındaki evi ziyaret ettiler. 1953 kışında, Schuon ve karısı, bir grup Crow dansçısı tarafından düzenlenen performanslara katılmak için Paris'e gitti. Geleceğin tıp adamı ve Sun Dance Şefi Thomas Yellowtail ile bir dostluk kurdular. Beş yıl sonra Frithjof Schuon eşiyle, 60 Sioux'nun Vahşi Batı konulu gösteriler yaptığı Brüksel Dünya Fuarı'nı ziyaret etti. Bu vesileyle yeni dostluklar da kuruldu. Böylece 1959'da ve yine 1963'te Kızılderili arkadaşlarının daveti üzerine Schuon çifti, çeşitli Plains kabilelerini ziyaret ettikleri ve kutsal geleneklerinin birçok yönüne tanık olma fırsatı buldukları Amerika'nın Batısına gittiler. Bu ziyaretlerin ilki sırasında Schuon ve eşi, Şef Kızıl Bulut'un torunu Şef James Kızıl Bulut'un Sioux ailesine evlatlık verildi ve birkaç hafta sonra Wyoming, Sheridan'daki bir Kızılderili festivalinde resmen Sioux kabilesine kabul edildiler Schuon'un Kızılderili dininin merkezi ayinleri üzerine yazıları ve onların yaşam tarzlarına ilişkin resimleri, onun onların ruhsal evreniyle olan özel yakınlığını doğrular. 1970'lerde daha önce Fransız "Études Traditionnelles" dergisinde yayınlanmış makalelerden oluşan üç önemli eser yayınlandı. Bu eserler şu başlıklar altında tercüme edilmiştir: Schuon hayatı boyunca Meryem'e büyük saygı ve bağlılık duymuş ve bunu yazılarında ifade etmiştir. Sonuç olarak, öğretileri ve resimleri özel bir Meryemî görünüş ile doludur. Meryem'e olan saygısı Amerikalı profesör James Cutsinger tarafından detaylı bir şekilde incelenmiş ve 1965 yılında Schuon'un özel bir Meryem Ana lütfu yaşadığı iki olayı anlatmıştır. Aleviyye - "Darqaviyyah" - Şaziliyye tarikatının bir kolu olarak kurduğu tasavvuf okulunun adının Meryemiyye olmasının sebebi de budur. Amerika Birleşik Devletleri (1980–1998). 1980'de, Schuon ve karısı Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti ve halihazırda büyük bir mürit topluluğunun bulunduğu Bloomington, Indiana'ya yerleşti. Bloomington'daki ilk yıllarda "İlahi Olandan İnsana", "Bir Merkeze Sahip Olmak" ", Metafizik ve Ezoterizm Araştırması ve" "İnsan Durumunun Kökleri" gibi çok sayıda önemli eser yayımlandı. Patrick Laude'a göre Schuon, çok sayıda kitabı, makalesi ve mektubu aracılığıyla kendisini "İngilizce konuşulan ülkelerde bazen perennializm ya da Gelenekselci Okul olarak adlandırılan entelektüel akımın başlıca sözcüsü" olarak kabul ettirmiştir. Lozan ve Bloomington'daki yılları boyunca, "farklı dinlerin uygulayıcıları ve temsilcileri" tarafından düzenli olarak ziyaret edilmiştir. Thomas Yellowtail, Schuon'un 1993'teki ölümüne kadar yakın arkadaşı olarak kaldı, onu her yıl ziyaret etti ve 1984'te onu Crow kabilesine kabul etti. Bu konaklamalar sırasında, Schuon ve bazı takipçileri, Kızılderili danslarının yapıldığı "Hint Günleri" olarak adlandırdıkları etkinlikler düzenlediler ve Bu toplantılar, müritler tarafından, Schuon'un aktardığı, İslami dua ve "zikir" merkezli inisiyatik yöntemin bir parçası olarak değil, kişisel kavrayışlarının ve kavrayışlarının bir paylaşımı olarak anlaşıldı. 1991 yılında Schuon'un takipçilerinden biri onu toplu toplantılar sırasında görevi kötüye kullanmakla suçladı. Bir ön soruşturma başlatıldı, ancak başsavcı, davacının son derece şüpheli bir karaktere sahip olduğunu ve daha önce Kaliforniya'daki benzer bir olayda yalan beyanda bulunmaktan mahkûm edildiğini belirterek kanıt olmadığı sonucuna vardı. Savcı, kovuşturma için herhangi bir gerekçe bulunmadığını açıkladı ve yerel basın da bu durumu telafi ederek düzeltmeler yaptı Mark Sedgwick'in "Against the Modern World" kitabı da dahil olmak üzere bazı makaleler ve kitaplar, bu olayı ve yirminci yüzyılın sonlarında Amerika'nın Ortabatı banliyösünde Bloomington topluluğunun ilgili "ilkel" uygulamalarını tartışıyor. Schuon, ziyaretçi kabul etmeye ve takipçiler, akademisyenler ve okuyucularla yazışmaları sürdürmeye devam etti. Ömrünün son üç yılında doktrin ve manevi öğütlerin iç içe geçtiği üç binden fazla şiir yazdı. Gençliğinin şiirleri gibi, bunlar da Arapça ve İngilizce yazılmış bir diziyi takiben Almanca olarak yazılmıştır. 5 Mayıs 1998'de öldü. Yazılı eserlerine dayanan görüşler. Seyyid Hüseyin Nasr'a göre Schuon hem bir "metafizikçi, teolog, geleneksel filozof ve mantıkçı", "karşılaştırmalı din", "geleneksel sanat ve medeniyet" ve "insan ve toplum bilimi" konularında bilgili; hem de "modern dünyanın sadece pratik değil, aynı zamanda felsefi ve bilimsel yönlerinin de eleştirmeni" olarak biliniyor. Schuon'un yazılarında başlıca temalar "kozmolojik ve antropolojik sonuçlarıyla özsel ve dolayısıyla evrensel metafizik, en geniş anlamıyla maneviyat, içsel ahlak ve estetik, geleneksel ilkeler ve fenomenler", dinler ve ezoterizmleri, kutsal sanattır. Öğretisinin Temelleri. Perennializm. Perennializm Batı dünyasında Rönesans döneminde Marsilio Ficino tarafından kadim bir teolojiye işaretle kullanılmış bir terimdir. Giovanni Pico della Mirandola (1463–94) hakikatin sadece birkaç geleneğe tahsis edilemeyeceğini "prisca theologia'nın" İbn Rüşt, Kabala, Kur'an ve diğer kaynaklarda da olabileceğini ifade etmiştir. 19.yüzyılın sonunda perennial bakış Transandantalizm'de ve Madam Blavatski'nin Teosofist hareketinde yeniden ortaya çıkmıştı. Özellikle Teosofistler Hindu felsefesiyle olan ilgileri sebebiyle bu evrenselciliğin merkezine Hint Advaita Vedanta felsefesini koymuşlardı. Perennialist veya daimici manevi bakış açısı ilk olarak 1920'lerde René Guénon ve 1930'larda Frithjof Schuon tarafından dile getirildi. Metafizikçiler ve sanat uzmanları Ananda Coomaraswamy ve Titus Burckhardt da bu entelektüel akımın önde gelen savunucuları oldular. Gelenekselci yazar William Stoddart'a göre, "Daimici felsefenin ana fikri, İlahi Hakikatin tek, zamansız ve evrensel olduğu ve farklı dinlerin bu tek Hakikati ifade eden farklı dillerden başka bir şey olmadığıdır" - Schuon'un eserine "De l'unité transcendante des Religions" adını vermesi bu yüzdendir. Patrick Laude için, Perenyalist bir yazar, "çağlar boyunca tüm büyük vahiylerde ve bilgelerin ve azizlerin başlıca öğretilerinde ifade edildiği üzere, temel metafizik ilkelerin evrenselliğini ve ilkselliğini ve bu ilkeleri insanda hayata geçiren bilgeliğin daimiliğini iddia eden kişidir". Harry Oldmeadow'a göre bu ilksel hakikat ya da bilgelik "pek çok isim taşımıştır: Philosophia Perennis, Lex Aeterna, Hagia Sophia, Dīn al-Haqq, Akālika Dhamma, Sanātana Dharma" vb. Schuon Schuon, ilksel bilgeliğin Adi Shankara, Pisagor, Platon, Plotinus ve özlü ezoterizmin diğer birkaç temsilcisinin çalışmalarında ifade edildiğine dikkat çekiyor. Survey of Metaphysics and Esoterism (Metafizik ve Ezoterizm Araştırması) adlı eserinde Schuon, hem uyumluluklarını hem de farklılıklarını göstermek için daimi felsefe (philosophia), daimi bilgelik (sophia) ve daimi din (religio) kavramlarını yorumlar:Rönesans kadar erken bir dönemde ortaya çıkan ve yeni skolastisizm tarafından yaygın olarak kullanılan philosophia perennis terimi, temel ve evrensel ontolojik ilkelerin bilimini tanımlar; bu ilkelerin kendileri gibi değişmez olan ve evrenselliği ve yanılmazlığı gerçeğiyle ilksel olan bir bilim. Bunun kelimenin standart ve yaklaşık anlamıyla bir "felsefe" meselesi olmadığını belirtmek için sophia perennis terimini rahatlıkla kullanabiliriz veya bu bilgeliğin edimsel yönüne, dolayısıyla mistik veya inisiyatik yönüne atıfta bulunurken religio perennis terimini de kullanabiliriz.Laude'a göre, Schuon'un öğretisini karakterize eden şey "dinlerin aşkın birliği" kavramı değil, daha ziyade "metafizik bir doktrin ile ruhani gerçekleşmenin bir aracı olarak düşünülen sophia perennis ya da religio perennis'in yeniden formüle edilmesidir". Metafizik. Schuon "saf" metafiziği 1) "özsel", yani "tüm dini formülasyonlardan bağımsız"; 2) "ilksel", yani "tüm dogmatik biçimcilikten önce var olan hakikat"; ve 3) "evrensel", yani "özünde tüm ortodoks sembolizmi kapsayan" ve "bu nedenle herhangi bir dini dille birleştirilebilir" olarak nitelendirir. Ona göre saf metafizik aşağıdaki Vedantik ifade ile özetlenebilir: Brahma satyam jagan mithyā jīvo brahmaiva nāparah (Brahman gerçektir, dünya yanılsamalıdır, bireysel ruh Brahman'dan farklı değildir). Schuon tarafından açıklanan metafizik, Hindu Advaita Vedānta'nın Ātmā ve Māyā olarak adlandırdığı doktrine dayanmaktadır. Ātmā (Ātman) hem aşkın hem de içkin olan Öz'dür; Māyā ile bağlantılı olarak Ātmā Gerçek, Mutlak, İlke, Varlığın Ötesi, Brahma'yı (Brahman); Māyā ise yanılsamalı, göreli, tezahürü ifade eder. Schuon bu metafizik ilkeyi, özellikle Dinlerde Biçim ve Öz'de, "Varlığın Beş Küllî Mertebesi; Hazârat-ı Hams" olarak bilinen Sufi gerçeklik dereceleri doktrinine dayanarak geliştirir: 1. 2. "Māyā in divinis" ("göreceli Mutlak", " "Māyā" olarak "Ātmā" "): Varlık, Kişisel Tanrı, Yaratan İlke, yaratılmamış Ruh, "saguna Brahman",Īshvara. 3. Biçim üstü tezahür: yaratılan Ruh (Akıl, "Logos", "Buddhi"), cennet, melekler. 4. İnce veya animik tezahür: ruhun dünyası ve "ruhlar" 5. Kaba veya maddi tezahür: görünür dünya. İnsan varlığında (mikrokozmos) tersine sıralanan beş derece bedene ve duyusal, ölümlü ruha (5); duyular üstü, ölümsüz ruha (4); yaratılmış ruha (veya akla) (3); yaratılmamış ruha (veya akla) (2); mutlak ve sonsuz Benliğe (1) karşılık gelir."Tanrı'nın suretinde yaratılmış" insanda bu üç üstün derecenin varlığı ona öznelliğin sınırlarını aşan, dolayısıyla ilke olarak "şeyleri oldukları gibi görmesine", yani nesnel olarak görmesine izin veren bir bilgi olasılığı verir: bu gnosis'tir (marifet). Antik Yunan'da Platon, Hinduizmde Adi Shankara, Hristiyanlıkta Meister Eckhardt ve Aziz Gregory Palamas ve İslam'da İbn Arabî gibi Schuon da metafizikteki temel ayrımın Gerçek ile gerçek olmayan (hayali olan), Ātmā ile Māyā arasındaki ayrım olduğunu belirtir. Mutlak ve sonsuz olan Gerçek ya da Varlık Ötesi'nin tüm iyinin (Egemen İyi) özü olduğunu vurgular. Aziz Augustinus'un bize hatırlattığı gibi, İyi'nin (Agathôn) doğasında yayılmak vardır, dolayısıyla Māyā'nın izdüşümü aynı anda hem ilahi (Īshvara), hem göksel (Buddhi ve Svarga) hem de "dünyevi "dir, bu sonuncusu göç (samsâra) alanını da içerir. Dünya tarafından sunulan her iyilik Egemen İyi'nin ışımasından, her kötülük de O'nun uzaklığından gelir. Dünya tarafından sunulan her iyilik Egemen İyi'nin ışımasından, her kötülük de O'nun uzaklığından gelir. Mâyâ, Mutlak olan Tanrı'yı hem perdeler hem de açığa çıkarır. Ezoterizmin Özü. Çoğu din bir ekzoterik-zahiri ve bir ezoterik-batıni boyuttan oluşur. Schuon tarafından bu dini ezoterizmin, "mutlak" ya da "özsel" ezoterizmden ayırt edilmesi için "göreceli" olarak nitelendirilir; bu ne sınırlıdır ne de belirli bir dini form tarafından tamamen ifade edilir. Schuon'a göre, Ātmā ve Māyā (Mutlak ve göreceli) arasındaki ayrımdan yola çıkan bütüncül metafizik, saf ezoterizmin özüdür, Metafizik doktrine bir gerçekleştirme yöntemi eklenmelidir çünkü Patrick Laude'un işaret ettiği gibi :Ezoterik perspektif kavramsal bir anlayışa indirgenemez, çünkü esasen Gerçekliğe entelektüel ve "varoluşsal" bir uygunluk ya da şeylerin doğasının manevi ve ahlaki bir özümsenmesidir. Frithjof Schuon'un bize sık sık hatırlattığı gibi, bilmek olmaktır. Yaşanmış ezoterizm, zirvesinde, olmak ve bilmenin birleştiği bilgeliktir.Dolayısıyla ekzoterizm ve ezoterizm arasında, ikincisi birincisinin iç boyutu olarak ortaya çıktığında ve sonuç olarak onun "dilini" benimsediğinde bir süreklilik, ezoterizm tüm dinleri aştığında ise bir süreksizlik vardır: bu religio perennis, zamansız, özsel, ilksel ve evrensel ezoterizmdir. Dinlerin aşkın birliğini" oluşturur ve metodik olarak vahiylerden birine dayanırken, nesnesi olarak hepsinde ortak olan tek Hakikattir. Tasavvuf. Schuon'a göre Sufizm (Arapça "tasavvuf") – "İslam'ın iliği" – özünde "inancın samimiyeti"dir. "Doktrinel düzeyde" bu samimiyet, "Birlik fikrinden en kesin sonuçlarını alan bir "entelektüel vizyon"dan doğar; nihai sonucu, yalnızca dünyanın hiçliği fikri değil, aynı zamanda yüce Kimlik fikridir. Patrick Laude, Schuon'un "özsel", tamamen ezoterik bir Sufizm ile ezoterizme yönelmekle birlikte egzoterik zihniyete bağlı kalan, dolayısıyla "dindar eylemlerin yoğunlaştırılması, duygusal dışsallaştırma, itaatkâr gayret ve biçimsel vicdan ve korku perspektifine aşırı vurgu" eğilimi gösteren "ılımlı" bir Sufizm arasında yaptığı ayrımın altını çizer. Laude'a göre, özü itibarıyla Sufizmin "en doğru ve özlü tanımı" - temel boyutuyla diğer tüm maneviyatlarda olduğu gibi - "Schuon'un Mutlak ile izafi olan arasında ayrım yapmayı gerektiren temel doktriner ikilisi ve buna karşılık gelen Mutlak üzerinde münhasıran yoğunlaşma yöntemidir". Schuon, "Tasavvufun tamamı [...] şu dört kelimeyle özetlenebilir: "Hak", Kalb, "Zikir", "Faqr" "." : "Gerçek", "Kalp", "Hatırlama", "Fakirlik". Manevi uygulama. Manevi yol. Yazar Ali Lakhani'ye göre, "Schuon hayatın anlamının [...] Tanrı'yı, [...] her birimizin içinde bulunan Hakikati aramaktan başka bir şey olmadığını vurgular; [...] (hayatın anlamı) İlahi Varlığın kalp-bilincine geri dönüştür." Ö te yandan, "Mutlak kavramı ve Tanrı sevgisi [onun] öznelliğinin özünü oluşturur; bu öznellik [...] hem [onun] ölümsüzlüğünün hem de Tanrı'nın bir kanıtıdır; [bu] tam anlamıyla bir teofanidir. Schuon bize dini ya da ruhani yaşamın insan mizacına uygun üç temel yol sunduğunu hatırlatır: 1) eylem, çalışma, çilecilik, korku yolu (Hinduizmdeki karma-mārga veya karma-yoga); 2) sevgi, adanmışlık yolu (bhakti-mārga); ve 3) gnosis, tekil tefekkür yolu (jñāna-mārga); Sufizm'de: makhāfah, mahabbah, ma`rifah. İlk ikisi düalist ve ezoteriktir ve vahye dayanır; bilgi yolu ise monistik ve ezoteriktir ve vahiyle desteklenen akletmeye dayanır. Tıpkı sevgi yolunun iyi işler ve saygılı korku olmadan yapamayacağı gibi, ezoterik veya metafizik yol da diğer iki modu dışlayamaz. Schuon'a göre, her dinin kalbinde mevcut olan bilgi ya da gnosis yolu esasen 1) Gerçek ile hayali olan, âtmâ ile mâyâ, nirvâna ile samsâra, Mutlak ile izafi olan, Tanrı ile dünya arasındaki ayrım; 2) Gerçek üzerinde yoğunlaşma ve 3) içsel ahlak, erdem. Bu ayırt etme, ayinler ve dualar aracılığıyla Gerçek üzerinde yoğunlaşmanın yokluğunda, yani Egemen İyi olan Tanrı ile otantik bir dindarlığa ve benlikten ve dünyadan yeterli derecede kopuşa dayalı etkin bir bağ olmadan, tamamen zihinsel olarak kalacaktır.[. Schuon'un işaret ettiği gibi, Tanrı'ya giden yol her zaman bir tersine çevirmeyi içerir: Kişi dıştan içe, çokluktan birliğe, dağılmadan yoğunlaşmaya, egoizmden bağımsızlığa, tutkudan dinginliğe geçmelidir. Schuon, uygulanan dinin - ve yalnızca o dinin - ezoterik ve egzoterik ayinlerinin ruhani yöntemin temeli olduğunu vurgular. Dua onun merkezi unsurudur, çünkü dua olmadan - ve ilahi lütuf olmadan - kalp aklın kavrayabildiğini özümseyemez veya gerçekleştiremez. Schuon üç dua şeklini hatırlatır: ibadet edenin kendisini kendiliğinden ve gayri resmi olarak Tanrı'ya açtığı kişisel dua; geleneği tarafından öngörülen kanonik, kişisel olmayan dua; ve "zaten bir ölüm ve Tanrı ile bir buluşma olan ve bizi zaten Sonsuzluğa yerleştiren; zaten Cennetten bir şey ve hatta gizemli ve 'yaratılmamış' özünde Tanrı'dan bir şey olan" yakarış duası veya "kalbin duası" (japa, zikr). Bu dua biçimi, ilahi bir ismin, kutsal bir formülün, bir "mantranın" çağrılmasıdır; Hakikatin aşkınlığını ve içkinliğini uzlaştırır, çünkü bir yandan, Hakikat bizi sonsuzca aşıyorsa da, Schuon'a göre gnostik de onun "[kendi] ruhunun özünde ebedi bir yazıyla yazılı" olduğunu bilir; Tanrı hem en yüksek hem de en derindir, ve idrak idrak eden varlığın Tanrı hakkında sahip olduğu bilgi gerçekte Tanrı'nın o varlık aracılığıyla Kendisi hakkında sahip olduğu bilgidir. Seyyid Hüseyin Nasr Frithjof Schuon'un Hindu Şankara okulunun metafizik formülasyonlarına ve Kuzey Amerika Yerlilerinin geleneklerinin ilksel (primordial) ortamına karşı yönelik yakınlığını her fırsatta dile getirmiş olsa da yine kendisinin tarikatını tümüyle İslami ortodoksi ve ortopraksi üzerine inşa ettiğini Kızılderili kültürü, sanatı ve dinine ilişkin sevgisinin tarikatıyla bir ilişkisi olmadığını ifade ettiğini aktarmış ve Schuon'un hem adıyla (İsa Nureddin Ahmed) hem de cenaze töreninin tümüyle gözetilen ritüeller itibarıyla de İslami yönünü vurgulamıştır. Erdem. Schuon yazılarında, doktrin ve metodun iki gerekliliğinin üçüncü bir unsur olan erdem olmadan işlevsiz kalacağında ısrar eder, çünkü ruhani yol zorunlu olarak üç temel insani yetiyi, yani zekayı (doktrin, hakikat, ayırt etme), iradeyi (metot, dua, konsantrasyon) ve ruhu (karakter, erdem, ahlaki uygunluk) bütünleştirmelidir. Schuon'a göre erdem gerçekten de "ruhani birliğin ilk biçimidir; onsuz bilmemizin ve istememizin bize hiçbir faydası yoktur." Ona göre, bir erdeme sahip olmaktanrı bizi erdemli yarattığı için, her şeyden önce buna aykırı olan kusurlardan arınmış olmaktır. Bizi Kendi suretinde yaratmıştır; kusurlar üstümüze bindirilmiştir. Dahası, erdeme sahip olan biz değiliz, bize sahip olan erdemdir. [Erdem, doğamız ya da irademiz aracılığıyla, kolaylıkla ya da zorlukla, ama her zaman Tanrı'nın lütfuyla katıldığımız Egemen İyi'nin bir yankısı gibidir.Schuon için alçakgönüllülük, hayırseverlik ve doğruluk, yani egonun silinmesi, benliğin armağanı ve gerçeğe bağlılık, manevi yolun üç aşamasına karşılık gelen temel erdemlerdir: arınma, genişleme ve birleşme. Dahası, küçüklüğümüzü hissetmek, kutsalı hissetmek ve dindarlık, erdemlerin çiçek açması için vazgeçilmez koşullardır. Yazarı özetleyen James Cutsinger, mükemmel erdemlerin metafizik hakikatlerle örtüştüğünü; bu hakikatleri varoluşsal olarak gerçekleştirdiklerini belirtiyor. Başka bir deyişle, Schuon'un işaret ettiği gibi: "erdemin mükemmelleşmesi için hakikat gereklidir, tıpkı hakikatin mükemmelliği için erdemin gerekli olması gibi". Güzellik. Schuon, herhangi bir manevi yolun temellerinin hakikat, dua ve erdem olduğunu düşünse de ayrıca dördüncü bir unsurun önemi üzerinde ısrar eder: güzellik. Ona göre güzelliğin içselleştirilmesi, karakterin asaletini varsayar ve aynı zamanda onu üretir. Görevi, "akıllı ve duyarlı mahlûkta özlerin hatırlanmasını gerçekleştirmek ve böylece tek ve sonsuz Zât'ın nurlu Gecesine giden yolu açmaktır". İlahi güzelliğin farkındalığı sadece iç güzelliğe, yani erdemlere değil, aynı zamanda ister doğanın tefekküründe ister sanatsal duyarlılıkta olsun, modernitenin kaprislerine yabancı, güzellik ve dinginlikten oluşan geleneksel bir ev ortamının içselleştirici rolünü unutmadan dış güzellik duygusuna da karşılık gelmelidir. "Güzellik, insan ondan ne şekilde yararlanırsa yararlansın, temelde Yaratıcısına aittir; O, bu suretle Kendi Varlığından bir şeyi görünüşler dünyasına yansıtır Schuon'a göre, bu düşünceler kaynağını ve gerekçesini insanın teomorfik doğasında, modern bilimin düşündüğünün aksine değişmez, evrimsel olmayan bir doğada bulur. Gelişmeler. Modernizm eleştirisi. Schuon'un düşüncesini özetleyen Seyyed Hossein Nasr, insanlığın ve evrenin "modernist" veya indirgemeci vizyonunun, birkaç yüzyıl sonra diğer kıtaları etkilemeden önce, Rönesans döneminde Avrupa'da şekillendiğini hatırlatıyor. Modernizm insanı gitgide daha çok rasyonel ve hayvani yönlerine, manevi boyutuna ve dünyevi yaşamın amacına zarar verecek şekilde indirgeyerek, din, bilim veya sanat kadar felsefeyi de etkilemiştir. Schuon'a göre, temel özellikleri akıl-üstü bir bilgi olasılığını reddeden rasyonalizm, yalnızca maddenin hayata anlam kazandırdığı materyalizm, manevi ve entelektüeli psişik olana indirgeyen psikolojizm, şüphecilik, görecilik, varoluşçuluk, bireycilik, ilerlemecilik, evrimcilik, bilimcilik ve ampirizmdir; agnostisizm ve ateizmi de unutmamak gerekir. Modern bilimle ilgili olarak, fiziksel düzlemdeki keşiflerinin ölçeğine rağmen, Schuon onu "hem Vahiy'i hem de Akıl'ı ortadan kaldıran totaliter bir rasyonalizm ve aynı zamanda maddenin metafiziksel göreliliğini görmezden gelen totaliter bir materyalizm olmakla suçlar. uzay ve zamanın ötesindeki duyular-ötesi olanın dünyanın somut ilkesi olduğunu ve dolayısıyla 'madde' adı verilen olumsal ve değişken pıhtılaşmanın da kökeninde olduğunu bilmez. Dolayısıyla Schuon'a göre bilimciliğin çelişkisi, "metafizik olan bu ilk bilimin yardımı olmaksızın gerçekliğin bir açıklamasını yapmak istemek, böylece yalnızca Mutlak'ın biliminin göreli olanın bilimine anlam ve disiplin kazandırdığını göz ardı etmektir" "Görünmez dünyalar hiyerarşisi" kadar "yaratıcı sudurculuk" ilkesini de göz ardı eden bu evren anlayışı, "modern ruhun en tipik ürünü" olan evrim teorisini ortaya çıkarmıştır. sonucu: "insanın ilerlemesi" yanılsaması. Schuon'un eleştirisi felsefeye kadar uzanır - "bilgelik sevgisi" - ki bu aslında "içkin usla (reason) değil, içkin Akla (intellekt) göre düşünme" olgusudur. "O ,tüm temel ilkelerin bilimidir". "Algılayan entelektüel sezgi - akletme - ile çalışır, sadece sonuç çıkaran akıl (reason) ile değil", dolayısıyla bilgenin kesinliğini modern filozofun görüşünden ayıran uçurumdur. Schuon için nihayetinde yalnızca iki olasılık vardır: "suistimalleri ve batıl inançları ima eden bütüncül, manevi uygarlık ve – oldukça geçici olarak – belirli dünyevi avantajları ima eden, ancak tüm insan varlığının yeterli nedenini ve nihai sonunu oluşturanı hariç tutan parçalı, materyalist, ilerici uygarlık". Kutsal sanat. Ananda Coomaraswamy ve Titus Burckhardt ile birlikte Frithjof Schuon bize " kutsal sanatın her şeyden önce Vahiy'in görünür ve işitilebilir biçimi ve sonra da onun vazgeçilmez litürjik giysisi olduğunu" hatırlatır. Bu sanat "bir yandan manevi gerçekleri ve diğer yandan göksel bir mevcudiyeti" iletir. James Cutsinger, Schuon için bir sanatın "sanatçının kişisel amaçlarıyla değil, içeriği, sembolizmi ve üslubuyla, yani nesnel unsurlarıyla" kutsal olduğunu ve yazarının dinine özgü kanonik kurallara saygı göstermesi gerektiğini vurgular. Martyn Amugen'in Schuon'dan aktardığına göre bu sonuncusu "kutsanmış ya da lütuf halinde" olmalıdır çünkü kutsalın dili "sadece profan zevklerden ya da dehadan kaynaklanamaz, ama esasen dinden kaynaklanmalıdır" ve bu dil "insan kaynakları tarafından ikame edilemez, hatta aşılamaz". Örneğin ikona ressamları, her sanatçıyı tehdit eden iki tuzağı aşmak için "çalışmaya başlamadan önce kendilerini oruç, dua, günah çıkarma ve komünyonla hazırlayan keşişlerdi": "Dışa dönük ve yüzeysel olana meyleden bir virtüözlük ve zekâdan ve ruhtan yoksun bir gelenekçilik". Schuoncu düşünceyi tekrarlayan Cutsinger, kutsal sanatın çeşitli biçimlerinin amaçlarının "entelektüel sezgilerin aktarımı" olduğunu ve böylece "maneviyata doğrudan bir yardım" sağladığını belirtir ve bu sanatın "metafizik hakikatleri, arketipsel değerleri, tarihsel gerçekleri, ruhani durumları ve psikolojik tutumları aynı anda aktarabildiğini" not eder. Bizans, Romanesk ve ilkel Gotik sanatlarıyla Orta Çağ'dan Rönesans'a geçişi anımsatan Schuon, "eskiden kutsal, sembolik ve ruhani olan Hıristiyan sanatının" yerini, yalnızca "kolektif psişik özlemlere" yanıt veren natüralist ve duygusal karakteriyle neo-klasik sanatın gelişine bıraktığını belirtmektedir. mugen, Schuon'a atıfta bulunarak, gelenekten kopan sanatın "insani, bireyci ve dolayısıyla keyfi" hale geldiğini, bunun da gerilemenin şaşmaz işaretleri olduğunu ve kutsal karakterini yeniden tesis etme arzusunun, zamansız ve değişmez olan kaynaklarına geri dönmek için bireyci göreceliliği terk etmeyi gerektirdiğini bildirmektedir. Kutsal çıplaklık. Schuon'un eserlerindeki insan teomorfizmi üzerine bir çalışmanın yazarı olan Timothy Scott, Schuon'un bu ilk yorumuna dikkat çeker: "Mutlak ve Sonsuz arasındaki ayrım Gerçek'in iki temel yönünü, özselliği ve potansiyelliği ifade eder; bu eril ve dişil kutupların en yüksek ilkesel ön biçimlenişidir". Schuon insan bedeninde "yükselen ve birleştirici bir dikeylik mesajı görür [...]; erkekte titiz, aşkın, nesnel, soyut, rasyonel ve matematiksel modda", kadında ise "nazik, içkin, somut, duygusal ve müzikal modda". Patrick Laude'un işaret ettiği gibi, dişil güzellik "Schuon'un eserlerinden ve ruhani kişiliğinden çıkan ruhani simyada baskın bir rol oynar". Bu rol, "diğerlerinin yanı sıra İbn Arabî ve Rûzbehân'ın" da kanıtladığı gibi, "gnostik tasavvufun en yüksek ifadelerine" cevap vermektedir. Schuon'u özetlerken Scott bize çıplaklığın normu temsil ettiğini -ilkel insan çıplaktı, ilkel halklar da çıplaktır- ve "özlü ezoterizmi [...], açığa çıkarılmış Hakikati sembolize ettiğini", sıradan giysinin ise ekzoterizmi temsil ettiğini hatırlatır. Jean-Baptiste Aymard, Schuon'un biyografisinde, çıplaklığın manevi önemi konusunda Schuon, Rûzbehân, Ömer Hayyam ve Henri Corbin'i birleştiren görüşlerin yakınlığına dikkat çektikten sonra, Schuon'un bir mektubundan şu alıntıyı yapar "İnsanlığın ruhani yozlaşması göz önüne alındığında, insan bedenine ait olan mümkün olan en yüksek güzellik derecesi sıradan dindarlıkta bir rol oynayamaz; ancak bu teofani ezoterik ruhanilikte bir destek olabilir ve bu Hinduların ve Budistlerin kutsal sanatında gösterilmiştir. Çıplaklık içselliği, özselliği, ilkselliği ve sonuç olarak evrenselliği ifade eder [...]; beden Öz'ün biçimidir ve dolayısıyla biçimin özüdür". Amerikan dergisi "The Quest: Philosophy, Science, Religion, The Arts" tarafından 1996'da yayınlanan bir röportajda, Schuon çıplaklığın kutsallığını açıklar:Tümüyle genel bir şekilde, çıplaklık öze, kökene, arketipe, dolayısıyla göksel duruma dönüşü ifade eder - ve fiilen gerçekleştirir: Büyük Keşmirli azize Lallā Yogishvarī'nin kalbinde İlahi Benliği bulduktan sonra söylediği gibi, "Ve bunun için çıplak olarak dans ediyorum". Kuşkusuz, çıplaklıkta insanın tutkulu doğası nedeniyle fiili bir belirsizlik vardır; ancak sadece tutkulu doğa yoktur, aynı zamanda "kutsal çıplaklıkta" olduğu gibi bunu nötralize edebilen tefekkür yeteneği de vardır. Dolayısıyla sadece görünüşlerin baştan çıkarıcılığı değil, duyusal deneyim yoluyla arketipik özü algılamamıza izin veren fenomenlerin metafizik şeffaflığı da vardır. Aziz piskopos Nonnos, Aziz Pelagia'nın vaftiz havuzuna çıplak girdiğini gördüğünde, insan güzelliğine sadece bir çöküş nedeni değil, aynı zamanda Tanrı'ya doğru bir yükseliş fırsatı da koyduğu için Tanrı'ya şükretmiştir.Schuon, büyük ölçüde yayınlanmamış Anılarından yayınlanan bir pasajda, "neo-pagan ve ateist beden ve çıplaklık kültü ne kadar aşağılayıcıdır. Doğada kendi içinde asil olan şey, bizim için yalnızca doğaüstüne destek olma işleviyle iyidir; Tanrı'dan ayrı olarak geliştirildiğinde, dünyevi çıplaklığın aptallığı ve çirkinliğinin tam olarak kanıtladığı gibi, asaletini kolayca kaybeder ve aşağılayıcı bir budalalık haline gelir".
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12844", "len_data": 34850, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.5 }
Kadın düşmanlığı veya mizojini, kadınlara karşı duyulan soğukluk, antipati veya abartılı düşmanlıktır. İngilizcedeki "misogyny" terimi Yunancadaki kadın (gyne) ve nefret etmek (misein) kelimelerinden türetilmiştir. Kadın karşıtı cinsiyetçilik ile karşılaştırıldığında kadın düşmanlığı (misogyny), genelde erkeklerde görülen kadın karşıtlığı olduğu gibi bazı kadınlarda da buna ilişkin görüşler görülebilmektedir. Feminist teoride kadın düşmanlığı, erkeklerin kadını ikinci plana attığı düşünülen ırkçılık veya Yahudi-karşıtlığına benzer politik bir ideoloji olarak değerlendirilir. Ruhsal bir bozukluktan ileri gelebileceği gibi, sıklıkla bireyin çocukluktaki yaşantılarından, bunların özellikle anne ve babaya ilişkin olanlarından kaynaklanabilir. Gerek erkeklerde, gerekse kadınlarda görülebilir. Psikanalist kurama göre, anne ve babanın Oedipus kompleksi dönemini yaşayan çocuklar karşısında takındıkları yanlış tutum, sergiledikleri yanlış davranış böyle bir duruma neden olabilir. Kimi babaların kız evlatlarına karşı aşağılayıcı, küçümser davranışı, erkek evladın kız evlada üstün tutulması da böyle bir tutumu doğuran etkenler arasındadır. Kadın düşmanlığı bazen, tüm dişisel nesnelere düşman gözüyle bakacak kadar aşırı boyuta varabilir. Örneğin çocuğun gözünü annenin iğdişle korkutması, kadınlara karşı böyle bir düşmanlığa neden olabilir. (Oedipus kompleksi'nin olumsuz yanı)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12845", "len_data": 1387, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 3.99 }
Erkek düşmanlığı erkeklerden nefret etme, aşağılama ve her türlü önyargıyı içeren bir cinsiyet ayrımcılığıdır. Sosyal dışlama, cinsiyetçilik, kin, kadın merkezcilik (gynocentrism), alay, erkeklerin aşağılanması, erkeklere şiddet uygulanması ve erkeklerin cinselleştirilmesi gibi çeşitli yollarla gerçekleştirilebilir. Etimoloji. Misandry kelimesi Yunanca misos (nefret etmek) ve andros(erkek) kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkmıştır. Erkek düşmanlığı "erkeklerden korkmak" anlamına gelen Androfobi (İngilizce: "androphobia") ile karıştırılmamalıdır. Androfobi, erkek düşmanlığına varabilecek boyutlara ulaşabilme potansiyeli taşımakla birlikte sosyal fobiler içinde tanımlanan psikolojik bir hastalıktır. Androfobi durumunda da erkeklerden nefret olabilmekle birlikte bu durum daha çok nefret eden kişinin korkması dolayısıyladır. Genel bakış. Erkek hakları aktivistleri ve diğer maskülenist gruplar erkek düşmanlığının sebebini boşanma, ev içi şiddet, tecavüz gibi konularda geleneksel yasaların erkekleri korumadığını belirtirler. Din araştırmaları profesörleri Paul Nathanson ve Katherine Young, 2001 yılında yayınladıkları üç kitaplık 'Beyond the Fall of Man' serisinde toplumsal alanda erkek düşmanlığının kurumsallaşmasını incelediler. Varılan sonuçlardan biri ise şuydu: "Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki karşılıklı saygıyı uzun süredir engelleyen aynı sorun, aşağılama öğretisi, şimdi erkekler ve kadınlar arasındaki karşılıklı saygıyı engelliyor." Kadın düşmanlığından farklı olarak (kadınlara yönelik patolojik nefret) Erkek Düşmanlığı çok az tartışılmış veya araştırılmıştır. Bazı maskülistler erkek düşmanlığının son otuz yılda doruğa çıktığını ve sosyal bir patoloji halini aldığını öne sürmektedir. Hem feminist hem de maskülist kamplardan bazı kimseler de toplumda yerleşmiş cinsiyet rolleri sonucunda doğmuş olan kadın-erkek eksenindeki tartışma ve kamplaşmalardan oluşan "cinsiyetler savaşı" olarak da nitelenen toplumsal olgununun kadın düşmanlığının da, erkek düşmanlığının da kaynağı olduğunu ileri sürmektedirler. Psikolojik Araştırmalar. Glick ve Fiske adlı araştırmacılar bireylerin erkeklere yönelik tutumlarını ölçmek için psikometrik yöntem geliştirdiler. Erkeklere karşı duygu karmaşası envanteri adlı bu psikometrik yapıda önce kadınlarla küçük bir grup tartışması yapıldı. Bu grup tartışmasından sonra sorulacak olan sorular istatistiki yöntemlerle belirlendi. İstatiski yöntemler sonucu araştırmada erkek düşmanlığı genel olarak üç etkene ayrıldı: Erkeklerin sade erkek gücünü desteklediği inancı, erkeklerin kadınlar tarafından desteklendiği inancı ve erkeklerin düşmanca eylemlerde bulunma olasılığının olduğuna inanan homoseksüel bakış açısı. Psikometrik sonuçlar ülkenin cinsiyet eşitsizliği arttıkça erkek düşmanlığın arttığı yönünde iken, kendisini feminist olarak tanımlayan kişilerde ise erkek düşmanlığının diğer kişilere oranla daha az olduğu yönündedir. Ancak araştırma aleni bir şekilde yapıldığı için kişilerin düşünceleri tam olarak tespit edilememektedir. Edebiyat. Antik Yunan'da. Princeton Üniversitesi'nden klasikler profesörü Froma Zeitlin, "Patterns of Gender in Aeschylean Drama: Seven Against Thebes and the Danaid Trilogy" (Aşilyan Drama'da Cinsiyet Kalıpları: Tebai'ye Karşı Yediler ve Danaid Üçlemesi) başlıklı makalesinde erkek düşmanlığını tartıştı. Yazar: Bununla birlikte, Eteokles(Tebai Kralı) ile yalvaran Danaidler'in en önemli ortak noktası onların karşı cinsle ilgili aşırı konumlarıdır: Eteokles'in nasıl olursa olsun bütün kadınlara düşmanlığı Danaidler'de erkeklere karşı bir nefret olarak gözükür. Mısırlı kuzenlerine karşı olmalarına rağmen (onlarla evlilik ensesttir ve onlar sert erkeklerdir) genellikle itirazlarını bir bütün olarak erkek cinsiyetini kapsayacak şekilde genişletir ve davalarını cinsiyetler arasındaki tutkulu bir yarışma olarak görür. Şekspir (Shakespeare). Edebiyat eleştirmeni Harold Bloom, erkek düşmanlığı teriminin edebiyatta nispeten duyulmamış olmasına rağmen, örtük, hatta açık bir erkek düşmanlığı bulmanın zor olmadığını savundu. Shakespeare'in eserlerine atıfta bulunarak, Bloom şunları savundu: Edebiyatta tek bir kadın düşmanlığı örneği düşünemiyorum, oysa erkek düşmanlığının güçlü bir unsur olduğunu iddia ediyorum. Shakespeare, genel olarak kadınların evlenmek zorunda olduğunu ve erkeklerin narsist olduğunu ve güvenilmemesi gerektiği gibi şeyleri yazar. Genel olarak, bize erkekler hakkında kadınlardan daha karanlık bir bakış açısı verir. Modern Batı Edebiyatı'nda. Anthony Synnott, edebiyatta erkekleri kötü adamlar ve kadınları kurbanlar olarak temsil etme eğilimi olduğunu savunur ve radikal feminist yazar Marilyn French'in The Women's Room(Kadınlara Mahsus) ve Alice Walker'in The Color Purple adlı kitaplarından yola çıkarak, "erkek karşıtı" romanlar için bir pazar olduğunu ve buna karşılık gelen "kadın karşıtı" bir pazar olmadığını savunuyor. Erkeklerin edebiyatta ortak bir tema olarak Nazi hapishane gardiyanlarıymış gibi gösterildiğini belirten karşılaştırmalarda bulunur. Ana akım feminizmin eleştirmeni Christina Hoff Sommers, Eve Ensler'in Vajina Monologları adlı oyununu şöyle eleştirdi: (Oyunda) "takdire şayan erkek yoktur... oyun, erkek kabadayılar, sadistler, çocuk tacizcileri, cinsel sakatlayıcılar, çete tecavüzcüleri ve nefret dolu küçük çocuklardan oluşan bir haydut galerisi sunar" diye eseri(Vajina Monologları) eleştirmiştir ve "çoğu erkeğin vahşi olmadığı(nı)" belirtmiş ve "Onlar(erkeklerin çoğunluğu) zalim değiller" gerçeğine ayak uyduramadıklarını belirtir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12847", "len_data": 5508, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 3.85 }
Warren Farrel (d. 1943) Amerikalı yazar. Master ve doktorasını UCLA ve New York Üniversitesinde yapan Farrel San Diego'da Kaliforniya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Georgetown Üniversitesi, Rutgers, Brooklyn Koleji ve Amerika Üniversitesi'nde dersler vermektedir. "The Myth of Male Power" adlı yayınıyla ilk maskülistlerden olan Farrel 1970'lerde National Organization for Women (NOW)un New York yönetim kurulunda hizmet veren bir feminizm şampiyonuydu. Birkaç yıl içinde organizasyon içinde erkeklere yönelik ayrımcılık ve erkek sorunlarına gösterilen kayıtsızlık sebebiyle hayalkırıklığına uğrayarak NOW'u bıraktı. "The Liberated Man" ve "Why Men Are the Way They Are" adlı ilk kitaplarında erkek sorunlarına feminizmin kadın sorunlarına yaklaşımına benzer şekilde yaklaştı. Farrel'in cinsiyet sorunlarına öncü yaklaşımı maskülizmin köşetaşı olmuştur. İdeolojisi diğer çoğu maskülistlerin geleneksel cinsiyet rollerine yönelik indirgeyiciliğinin tersine cinsiyet eşitliğini ortaya koymaktadır. Ona göre "Kadın hareketi kadını cinsel rollerinden özgürleştirme konusunda harika bir iş çıkarmıştı fakat kimse aynısını erkekler için yapmadı" Farrell 2003 Kaliforniya eyalet seçimlerinde vali adayı idi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12850", "len_data": 1198, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.06 }
Doğa bilimlerinde, bilimsel yöntem yeni bir bilgi edinmek için kullanılan deneyci yaklaşıma sahip bir yöntemdir. Bilim insanları bu yöntemle, zaman içinde bilgilerin üst üste binmesiyle evrendeki olayların doğru ve güvenilir bir şekilde betimlemesini amaçlar. Yöntem, 17. yüzyıldan itibaren bilimin gelişmesini şekillendirmiştir. Bilimsel yöntem, en basit haliyle aşağıdaki şekilde özetlenebilir: Tam tutarlılık sağlandığı zaman hipotez, gözlemlerin açıklanabilip yeni akıl yürütmelerin yapılabileceği bir kuram haline gelir. Böylelikle bir fenomen türünü açıklayan kolay anlaşılır ve tutarlı bir önermeler grubu oluşturulmuş olunur. Tarihçe. Bilim tarihinin önemli tartışmaları Dekart tarafından savunulan akılcılığı; Francis Bacon'un ortaya attığı ve Newton sayesinde tanınan tümevarımcılığı ve deneyciliği; ve 19. yüzyılın başında ortaya çıkan hipotetik tümdengelimciliği ilgilendirir. "Bilimsel yöntem" terimi, bilimin kurumsal olarak geliştiği 19. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Bu dönemde "bilimsel" ile "bilimsel olmayan" arasındaki ayrım belirginleşmiş, "bilim insanı" ve "sahte bilim" gibi diğer kavramlar da ortaya çıkmıştır. Baconculuğun popüler olduğu 1830'larda ve 1850'lerde, William Whewell, John Herschel, John Stuart Mill gibi natüralistler bilginin üretilmesiyle ilgili "tümevarım" ve "olgu" gibi kavramlar üzerine tartışmalar yürütüyorlardı. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, gözlemlenebilir dünyanın ötesinde bilimsel tezlerin ortaya çıkmasıyla gerçekçilik ve karşı-gerçekçilik üzerine tartışmalar yapıldı. Tartışmalar devam ediyor olsa da, "Bilimsel yöntem" terimi 20. yüzyılda popüler olarak sözlüklerde ve ders kitaplarında kullanılmaya başlanmıştır. Eleştiriler. Bilim felsefesinin önemli isimlerinden Paul Feyerabend, bilimsel yöntemin genelleştirilmesi ve tek geçerli yöntem olarak mutlaklaştırılma girişimini eleştirmekte, bunun kuramsal-felsefi olarak temellendirilemez pozitivist bir tutum olduğunu öne sürmektedir. "Yönteme Hayır" adlı ünlü kitabında bu şekilde mutlaklaştırılan bilimsel yöntem anlayışının yanlışlığını hem bilim tarihi içinden örneklerle göstermeye çalışmaktadır, hem de "gözlem", "deney", "önerme", "hipotez", "kuram" gibi terimlerin kendi eleştirisine uygun içerimlerini belirtmektedir. Feyerabend'in itirazı esas olarak bilimsel yöntemin tek ve mutlak bir yöntem olarak kabul edilmesi ve dayatılmasına yönelik olarak görünmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12859", "len_data": 2395, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.2 }
Kedi kuşu, Ptilonorhynchidae, Mimidae ve Timaliidae familyasından bazı kuş türlerinin ortak adı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12862", "len_data": 96, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.4 }
Gri kedi kuşu ("Dumetella carolinensis"), alaycı kuşugiller (Mimidae) familyasının Dumetella cinsinin tek üyesi olan 23 uzunluğunda tepesi kara, kuyruk altı pas kızılı, öbür bölümleri boz olan bir kuş türü. İsmini kedi miyavlamasına benzer ötüşünden alır. Ağaçlık bölgelerde, park ve bahçelerde yaşar, böcek ve meyvelerle beslenir. Kanada'nın güneyinde, ABD'nin kuzey ve orta kesimlerinde ürer; Kuzey Amerika'nın güneyinde ve Orta Amerika'da kışlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12865", "len_data": 449, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.39 }
Türkiye taşıt plaka kodu, Türkiye'de taşıtlarda bulunan plaka kodlarıdır. Plakalarda coğrafi bilgi ile ilişkili bir numaralama sistemi kullanılmaktadır. Türkiye'de plakalar yetkili özel atölyeler tarafından yapılmaktadır. Görünüm. Plaka dikdörtgen şeklindedir ve gövdesi alüminyumdan yapılmıştır. Sol tarafta Avrupa Birliği ülkelerinde olduğu gibi 4×10 cm'lik bir mavi şerit üzerinde beyaz harflerle ülke kodu "TR" yazmaktadır. Metin, genel olarak beyaz zemin üzerine siyah karakterlerde olup resmî araçlar ve diğer kullanımlar için farklı renkler kullanılabilmektedir. Motosiklet ve traktörler hariç diğer tüm araçlarda hem ön hem de arka taraflarda plaka bulunması zorunludur. Orta kısımda diğer ülkelerle uyum çerçevesinde Ç, Ş, İ, Ö, Ü ve Ğ dışındaki Türk alfabesindeki harfler kullanılır. Mavi şerit, Türkiye'nin 1995 yılında Avrupa Gümrük Birliği'ne girmesinden sonra AB yasalarına uyum amacıyla eklendi. Mavi şerit alanı bazı zamanlar siyasi nedenlerden dolayı araç sahipleri tarafından çoğunlukla Türk bayrağı şeklinde kırmızı şerit ile beyaz ayyıldız olarak değiştirilmektedir. Bu tür değişiklikler ilgili yönetmeliklerin gri alanındadır, çünkü şeritte hangi rengin kullanılacağını açıkça belirtilmemektedir. Plaka üzerinde harf veya rakamların üzerine vida gibi plakanın kameralar tarafından okunmasını engellemesi yasal olarak engellenmiştir, Araç muayenesinden geçip karayollarına çıkabilen araçlar için verilen pul genelde plakaya yapıştırılır. Kodlama. Plaka kodları, 27 Eylül 1962 tarihinde yayımlanan yönetmelikle ortaya çıkmıştır. Plakaların iki rakamlı ilk grubu il isimlerinin alfabetik sıraya göre dizilmesiyle aldığı sıra numarasıdır. Yönetmelik 24 Ekim 1962 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Bu listede olmayıp yeniden il olacak yerlere alfabetik sıraya bakılmaksızın sırayla 67'den sonraki sayılar verilmiştir. 01'den 67'ye kadar olan plaka kodlarında iller alfabetik olarak sıralanmıştır. 1962 itibarıyla Zonguldak ili alfabetik olarak son ildir. 68'den 81'e kadar olan plaka kodları sonradan il statüsü verilen yerlere verilmiştir. 68 Aksaray, 69 Bayburt gibi. Örn.: 33 Mersin (Plaka kodları verildiği sırada (1962) ilin adı İçel'di. Daha sonra 2002'de ilin adı "Mersin" olarak değiştirilmiştir.) Harf ve rakam grupları şöyledir: Plaka türleri. Askeri araçların plaka levhalarının üzerinde bulunan yıldızlar, araçta bir General veya Amiral bulunduğunu belirtir. Bu yıldızlar Generallerin apoletlerindeki gibidir. 1 yıldız; araçta bir Tuğgeneral veya Tuğamiral olduğuna, 4 yıldız; araçta bir Orgeneral veya Oramiral olduğuna işaret eder. Bir General veya Amiral, doğrudan bir birliğin komutanı değilse aracında flama bulunmaz. Genelkurmay Başkanı'nın aracında devlet protokol sırası olan 0004 rakamı ve plaka üzerinde dört yıldız ile aracın sol önünde Genelkurmay Başkanı flaması, sağ önünde Türk bayrağı bulunur. Kuvvet komutanlarının araçlarında da devlet protokol sırasına göre verilmiş plaka numaraları, plakaların üzerinde dörder adet yıldız ve araçların sol önlerinde komutanlık flamaları bulunur. Sahil Güvenlik Komutanlığı "tümen" düzeyinde ve Sahil Güvenlik Komutanı'nın rütbesi tümamiral olduğundan dolayı makam aracının plakası üzerinde iki yıldız bulunmaktadır. İlgili kişinin araçta bulunmadığı zamanlarda yıldızlar siyah bir kumaş ile kapatılır. Bunun dışında havalimanlarında çalışan apron araçlarına o havalimanını belirten geçici veya daimi apron plakaları takılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12867", "len_data": 3419, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Öklid ( ; MÖ 330 - 275 yılları arasında yaşamış, İskenderiyeli bir matematikçidir. Megaralı Öklid'den ayırmak için bazen İskenderiyeli Öklid olarak anılır, genellikle "geometrinin kurucusu" veya "geometrinin babası" olarak anılan bir Yunan matematikçiydi. Ptolemy I (MÖ 323–283) döneminde İskenderiye'de aktifti. "Öklid'in Elementleri", yayınlandığı zamandan 19. yüzyılın sonlarına veya 20. yüzyılın başlarına kadar matematik (özellikle geometri) öğretimi için ana ders kitabı olarak hizmet veren, matematik tarihindeki en etkili çalışmalardan biridir. "Elemanlar"’da, Öklid, küçük bir aksiyom setinden, şimdi Öklid geometrisi olarak adlandırılan şeyin teoremlerini çıkardı. Öklid ayrıca perspektif, konik kesitler, küresel geometri, sayı teorisi ve matematiksel kesinlik üzerine eserler yazdı. Öklid gelmiş geçmiş matematikçiler içerisinde adı geometri ile en çok özdeşleştirilen kişidir. Geometri dünyasında kapladığı bu seçkin yeri kendisinin büyük bir matematikçi olmasından çok, geometrinin başlangıcından kendi zamanına kadar bilinen ismi ile Öğeler adını taşıyan kitabında toplamasına borçludur. Öklid derlemesinin tutarlı bir bütün olmasını sağlamak için, kanıt gerektirmeyen apaçık gerçekler olarak 5 aksiyom ortaya koyar. Diğer bütün önermeleri bu aksiyomlardan çıkarır. Eğitimini Akademi'de tamamladıktan sonra İskenderiye’de büyük bir matematik okulu kuran Öklid, çağlar boyu matematikle ilgilenen hemen herkesin gözdesi olmuştur. Geometriyi ispat ve aksiyomlara dayalı bir dizge olarak işleyen 13 ciltlik kitabı “Elementler” bu alandaki ilk kapsamlı çalışmaydı. Kendinden önceki Tales, Pisagor, Platon, Aristoteles gibi matematikçi ve geometricilerin çalışmalarını temel alan Öklid'in bu yapıtı, iki bin yıl boyunca önemli bir başvuru kaynağı olarak kullanılmıştır. Düzlem geometrisi, aritmetik, sayılar kuramı, irrasyonel sayılar ve katı cisimler geometrisi Öklid'in kitabında ele aldığı başlıca konulardı. Öklid'in her önermeyi daha önceki önermelerden çıkarma yöntemi, kendisine atfedilen “geometrinin babası” sözünü de haklı kılar. Kitapta yer alan aksiyomlara, teoremlere ve ispatlara dayanan sentez yöntemlerinin Batı düşüncesi üzerindeki etkisinin Kitabı Mukaddes'ten sonra ikinci sırada yer aldığı söylenir. Russell, Öğeler'in bugüne kadar yazılmış en büyük kitap olduğunu ileri sürer. Einstein ise “Gençliğinde bu kitabın büyüsüne kapılmamış bir kimse, kuramsal bilimde önemli bir atılım yapabileceği hayaline kapılmasın” der. Öklid geometrisi 19. yüzyılın başına kadar rakipsiz kaldı. Hatta 20. yüzyılın ortalarına kadar bile orta öğretimde geometri, Öklid'in öğelerine bağlı olarak okutuldu. Öklid'in yaşamı konusunda hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Önceleri bir Yunan kenti olan Megara'da doğduğu sanıldıysa da, sonradan Megaralı Öklid'in, Öğeler'in yazarı İskenderiyeli Öklid'den yüzyıl kadar önce yaşamış olan bir felsefeci olduğu ortaya çıkmıştır. Öklid üzerinde çalıştığı proje hakkında diyor ki: "bir doğru istenildiği kadar uzatabilir." ve "İki noktadan bir ve yalnız bir doğru geçer." Biyografi. Öklid'e yapılan çok az orijinal referans günümüze ulaşmış olup hayatı hakkında çok az şey biliniyor. Muhtemelen MÖ 325 civarında doğmuştur, ancak hem doğumunun hem de ölümünün yeri ve koşulları bilinmemekle birlikte, yalnızca onunla anılan diğer insanlara göre tahmin yürütülebilir. Nadiren de olsa, Archimedes ( MÖ 287 - MÖ 212)'den itibaren diğer Yunan matematikçiler tarafından ismiyle anılır ve genellikle "ὁ στοιχειώτης" ("Elemanlar'ın yazarı") olarak söz edilir). Öklid'e yapılan birkaç tarihsel referans Proclus ( MS 450) tarafından yazılmış olup Öklid'in yaşadığı dönemden sekiz yüzyıl sonrasına aittir. Öklid'in ayrıntılı bir biyografisi Arap yazarlar tarafından verilmiştir, örneğin Tyre'in doğduğu bir şehirden bahseder. Bu biyografinin genellikle hayali olduğuna inanılmaktadır. İskenderiye'den gelmiş olsaydı, İskenderiye Serapeumu'nu ve İskenderiye Kütüphanesi'ni bilirdi ve o zamanlarda orada çalışmış olabilirdi. Öklid'in İskenderiye'ye gelişi, Büyük İskender tarafından kuruluşundan yaklaşık on yıl sonra, yani MÖ 322'lerde olmalıdır. Proclus, "Elementler Üzerine Yorum" adlı eserinde Öklid'i yalnızca kısaca tanıtır. Proclus'a göre, Öklid sözde Platon'un "mezhebine" dahildi ve Knidoslu Eudoxus ve Platon'un birkaç öğrencisinin (özellikle Theaetetus ve Opuslu Philip) önceki çalışmalarından yararlanarak "Elementleri" bir araya getirdi. Proclus, Öklid'in bunlardan çok daha genç olmadığına ve Arşimet tarafından bahsedildiği için Ptolemy I ( MÖ 367 - MÖ 282) zamanında yaşamış olması gerektiğine inanıyor. Arşimet'in Öklid'e yaptığı açık alıntının, daha sonraki editörler tarafından bir ara değerleme olarak değerlendirilmesine rağmen, yine de Öklid'in eserlerini Arşimet'ten önce yazdığına inanılmaktadır. Proclus daha sonra, Batlamyus'a geometri öğrenmek için Öklid'in "Elementleri"nden daha kısa bir yol olup olmadığını sorduğumda, "Öklid, geometriye giden asil bir yol olmadığını yanıtladı" diye bir hikâye anlatır. Bu anekdot, Menaechmus ve Büyük İskender hakkında anlatılan bir hikâyeye benzediği için sorgulamaya açıktır. Öklid, MÖ 270'te muhtemelen İskenderiye'de öldü. Öklid'e yapılan diğer tek önemli referansta, İskenderiyeli Pappus ( MS 320), kısaca Apollonius'dan "İskenderiye'de Öklid'in öğrencileriyle çok uzun zaman geçirdi ve böylece bir bilimsel düşünce alışkanlığı edindi."( MÖ 247–222), şeklinde bahsetti. Biyografik bilgi eksikliği, dönem için olağandışı olduğundan (Öklid'den birkaç yüzyıl önce ve sonra en önemli Yunan matematikçileri için kapsamlı biyografiler mevcuttur), bazı araştırmacılar Öklid'in tarihi bir şahsiyet olmadığını ve eserlerinin Öklid adını Megaralı Öklid'den alan bir grup matematikçi tarafından (tıpkı Bourbaki gibi) yazıldığını öne sürdüler. Bununla birlikte, bu hipotez bilim insanları tarafından makul kabul edilmemektedir ve lehine çok az kanıt bulunmaktadır. "Elementler". "Elementler"deki sonuçların çoğu daha önceki matematikçiler tarafından elde edilmiş olsa da, Öklid'in başarılarından biri bunları tek, mantıksal olarak tutarlı bir çerçevede, kullanımı ve referansı kolay hale getirerek, 23 yüzyıl sonra dahi matematiğin temeli olarak kalan kesin bir matematiksel kanıt sistemi içerisinde sunmasıydı. "Elementler"in geriye kalan en eski kopyalarında Öklid'den söz edilmez. Kopyaların çoğu "Theon'un baskısından" veya "Theon'un konferanslarından" olduklarını söylerken, Vatikan tarafından tutulan ve birincil olarak kabul edilen metinde yazardan bahsedilmemektedir. Proclus, "Elementler"i Öklid'e bağlayan tek referansı sağlar. En iyi geometrik sonuçlarıyla bilinmesine rağmen, "Elementler" ayrıca sayı teorisi'ni de içerir. Mükemmel sayılar ve Mersenne asal sayıları (Öklid-Euler teoremi olarak bilinir) arasındaki bağlantıyı dikkate alır, asal sayıların sonsuzluğu, çarpanlara ayırma hakkındaki Öklid lemması (asal çarpanlara ayırma'nın benzersizliği hakkındaki aritmetiğin temel teoremine götürür) ve iki sayının en büyük ortak bölenini bulmak için Öklid algoritmasını da içerir. "Element"de tanımlanan geometrik sistem uzun zamandır basitçe "geometri" olarak biliniyordu ve mümkün olan tek geometri olarak kabul edildi. Ancak bugün, bu sistem, 19. yüzyılda keşfedilen diğer sözde "Öklidyen olmayan geometriler"den ayırt etmek için sıklıkla "Öklid geometrisi" olarak anılır. Oliver Byrne'in resimli versiyonu ve David Hilbert'in modern aksiyomlaştırması da dahil olmak üzere "Elementler"in birçok basımı, çevirisi ve uyarlaması yapıldı. Fragmanlar. Oxyrhynchus Papirüs 29 (P. Oxy. 29), Grenfell ve Hunt tarafından 1897'de Oxyrhynchus'da ortaya çıkarılan Öklid'in "Öğeleri"nin ikinci kitabının bir parçasıdır. Daha yeni araştırmalar, MS 75-125 tarihlerini işaret etmektedir. Fragman, 2. Kitabın 5. önermesinin ifadesini içerir ki Thomas L. Heath şunları okur: Öklid'in aksiyomları. Öklid toplam 13 kitaptan oluşan Elementler'in ilk kitabında 10 tane aksiyomdan bahsetmektedir. Bunlardan 5'i ortak kanı şeklinde ifade edilmektedir 5'i de postülatlar olarak nitelendirilmektedir. Bunlardan yola çıkarak Geometrinin diğer önermelerini ispat etmektedir. Öklid'in postülatları: Ortak kanılar: Diğer çalışmaları. "Elementler"in yanı sıra Öklid'in en az beş eseri günümüze ulaşmıştır. Bu eserler de tanımlar ve ispatlanmış önermelerle "Elementler" ile aynı mantıksal yapıyı takip eder. Kayıp eserleri. Diğer eserler güvenilir bir şekilde Öklid'e atfedilir, ancak kaybolmuştur. Mirası. Avrupa Uzay Ajansı (ESA)'nın Öklid uzay aracı onuruna isimlendirilmiştir. Ay krateri Öklid ve küçük gezegen 4354 Öklid onun adını almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12869", "len_data": 8522, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.07 }
Âdî kızılkuyruk ya da bayağı kızılkuyruk ("Phoenicurus phoenicurus"), sinekkapangiller (Muscicapidae) familyasından 14 cm uzunluğundaki Palearktik bölgenin batısında yaygın olarak üreyen kızılkuyruk türü. Özellikleri. 13-14,5 cm boyunda, oldukça yepelek, ürkek ve sakıngan bir kuştur; çoğu zaman dikelip kuyruğunu kıpırdatarak kuyruğundaki tipik kızıllığı ifşa eder. Erkeğin, alında ve kaşüstü bölgesinde beyaz şeritli, boğazına doğru inen siyah maskesi vardır; takke ve sırt düz kül rengine çalan boz, gerdanı turunca çalan kızıl olur; son baharda bu canlı renkler çoğu zaman devetüyü renginde zıhlarla belirsizleşir. Erkek kızılkuyruğun başka bir kuşla karıştırmak güçtür. Türkiye'nin doğusu, Kafkaslar ve Orta Doğu'da görülen "P. p. samamisicus" alt türünde sırt daha koyudur, oldukça değişken fakat çoğunlukla beyaz bir kanat şeridi olur, bu alt türün dişilerinde bile bu şeridi oluşturan ikinci uçma telekleri daha soluk renktedir. Genç bülbüllere çok benzeyen jüvenil kızılkuyrukların kuyruk ortası daha koyu, boyları daha küçük olur. Kısmî gençlik ertesi karınsasına eylül başında girerler. Bundan sonra, ilk kışındaki erkek kızılkuyruklar erişkinlere oldukça benzerler, fakat maske henüz tamamlanmamıştır, parotik bölgede koyu külrengi bir leke olur; gerdan beyazlı-narıncılı çakır, kaşüstü bandı silik ve henüz alına dağılmamıştır. Uçma teleklerinin zıhlarla kontrastı, telekler daha açık kül rengi olduğundan erişkin erkeğe göre daha azdır. Kuyruk telekleri sivri uçlu olur. Üreme ertesi karınsasına eylül başında girerler. Erişkin dişi kızılkuyrukların sırtı kahverengine çalan soluk boz, karnı belli bellirsiz turuncuya çalan nohudî beyaz olur. Kara kızılkuyruk dişisine çok benzerler, fakat daha açık renkte, boz tonları daha azdır; boğazı açıkça daha soluk, gerdan altı ve karın kirli beyazdır. Ender olarak, erkekte olduğu gibi gerdanda turunca çalan kızıl nüanslar olabilir. Dişi kızılkuyruk, bülbülün hem erkeği hem dişine genel itibarıyla oldukça benzemekle beraber, orta uçma teleklerinin koyu kahverengi olmasıyla kesin olarak ayırt edilir; boyu daha ufaktır. İlk kışındaki dişilerle erişkin dişilerin ayırt edilmesi oldukça güçtür; erkekte olduğu gibi, ilk kışındaki kuşun kuyruk teleklerinin sivri olmasına bakılır. Dağılımı ve yaşam alanı. Ormanlarda, ağaçlıklarda, bahçelerde yaşayan bu tür ağaç kovuklarına ya da yarıklarına yuva yapar. Yuvaya dişi altı-yedi yumurta bırakır. Yazın Türkiye'nin her bölgesindeki ağaçlık kesimlerde, özellikle de dağlık yörelerde ürer.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12874", "len_data": 2491, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.45 }
Phoenicurus, Muscicapidae familyasına bağlı bir kuş cinsidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12875", "len_data": 61, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.26 }
Kara kızılkuyruk (Kara kızılkuyruk bülbülü) ("Phoenicurus ochruros"), sinekkapangiller (Muscicapidae) familyasından bir kızılkuyruk türü. Bu kuşun bir diğer adı (Kara kızılkuyruk bülbülü)dür. Özellikleri. 14 cm uzunluğundadır. Erkek kırmızı kuyruğu ve beyaz kanat beneği dışında tümüyle siyah, dişi ise kırmızı kuyruğu dışında boz kahverengidir. Üreme. Kaya yarıklarına yapılan yuvaya dişi dört-altı yumurta bırakır. Dağılımı. Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya'nın batı kesimlerinde yaşayan bu kuşlar daha çok kayalık bölgelerde, yamaçlarda, harabelerde ve kimi zaman da yerleşim birimlerinde bulunurlar. Kara kızılkuyruk Anadolu'nun dağlık, kayalık bölgelerinde yıl boyunca görülür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12877", "len_data": 678, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.36 }
Adi kızılağaç ("Alnus glutinosa"), huşgiller (Betulaceae) familyasından 20–30 m'ye ulaşabilen esmer kabuklu ve seyrek dallı bir türdür.150-200 yaşına kadar yaşayabilir. Genel özellikleri. Adi kızılağaç, Avrupa'nın çoğunda bulunabilen ve hızlı büyüyen yaprak döken bir ağaçtır. Ağaç yetiştiriciliği ve odun endüstrisindeki çoklu kullanımları nedeniyle, ağaç önemli bir orman türü olarak kabul edilmektedir. Kara kızılağaç oldukça yumuşaktır, ancak su altında tutulduğunda dayanıklıdır, dolayısıyla su altı yapıları ve daha küçük tekneler için kullanılır. Ağaç, ekolojik olarak kış boyunca yaban hayatı için değerli bir besin kaynağı sağlar. Adi kızılağaç, ılımlı ila soğuk bir iklimi tercih eder ve en iyi nehir kıyıları ve bataklıklar gibi yüksek su seviyesinin olduğu derin topraklarda yetişir. Bu lokasyonlarda taşkın kontrolüne ve nehir kıyılarının stabilizasyonuna da katkıda bulunur. Adi kızılağaç, azot bağlama kabiliyeti nedeniyle, diğer bitkiler için toprak koşullarını iyileştirme ve böylelikle azotlu gübre ihtiyacını en aza indirme yeteneği ile değerli bir öncü türdür. Bununla birlikte, ağaç ışık talepkardır ve sonunda yeni ve komşu ağaçların rekabetine dayanamaz. Yaygın kızılağaç, yaban hayatı için yiyecek ve barınak sağlar ve çok sayıda böcek, liken ve mantar tamamen ağaca bağımlıdır. Öncü bir türdür, boş arazileri kolonize eder ve arkasında diğer ağaçlar belirdikçe karma ormanlar oluşturur. Sonunda yaygın kızılağaç ormanlık alanlarda ölür çünkü fideler orman tabanında bulunandan daha fazla ışığa ihtiyaç duyar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12881", "len_data": 1533, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.78 }
Çarşamba aşağıdaki anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12886", "len_data": 39, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 2.19 }
Çarşamba, haftanın salıdan sonra, perşembeden önce gelen günüdür. Uluslararası ISO 8601 standardına göre haftanın üçüncü günüdür. Kelime, Farsça "dördüncü gün" anlamına gelen "çahâr şenbe"'den gelir. Türkçede geçen en eski kullanılışı Codex Cumanicus'taki "çahar-şanbe [çaar sanbe]" şeklidir. Çarşamba gününe Eski Türkçede "törtünç" (dördüncü) denir. Halk kültüründe. Çarşamba gününe Türklerde ve özellikle Azeri kültüründe değişik anlamlar yüklenmektedir. Genel olarak çarşamba günlerinde gece vakti dikkatli olunması ve doğaya (doğa ruhlarına) saygısızlık yapılmaması gerektiğine inanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12888", "len_data": 591, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.64 }
Bulgaristan'daki Kırım Tatarları, Bulgaristan'da yaşayan Kırım Tatarı azınlığıdır. Yapılan nüfus sayımına göre 2001 yılında ülkede 1803 Kırım Tatarı yaşamaktaydı. Bu kişilerin çoğu, 1860'lı yıllarda ülkeye gelmiştir. Bazı kaynaklara göre 1860'larda Bulgaristan'a gelen Kırım Tatarı sayısı 110,000 idi. Daha sonra bu kişilerin bir kısmı Bulgaristan'dan göç etmiştir. bu bölgeler 1900'lü yıllarda Romanya'nın olduğu için Tatarlar aslında Romanya'da yaşamaktadır. Türkiye'ye göç eden Tatar Türklerinin çoğu Eskişehir'dedir. Meşhur yemekleri cantık ve çiğ börektir 1920 sonrası Atatürk Romanya'ya gönderdiği gemilerle Tatar Türklerini savaştan Türkiye ye getirtip Türkiye'de çeşitli yerlere yerleştirmiştir. Edirne, Çanakkale gibi yerlerde tatarlara yer vermiştir. Bulgaristan'daki Kırım Tatarları'nın en çok yaşadığı bölgeler ise Varna, Tatar Pazarcık, Balçık kadı-köy Dobriç ve Şumnu'dur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12889", "len_data": 886, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3 }
Dünya'nın iç yapısı: bir dış silikat katı kabuk, oldukça viskoz bir astenosfer ve manto, mantodan çok daha az viskoz olan sıvı bir dış çekirdek ve katı bir iç çekirdek olmak üzere küresel kabuklarda katmanlıdır. Dünya'nın iç yapısının bilimsel olarak anlaşılması, topografya ve batimetri gözlemlerine, dışa doğru kaya gözlemlerine, volkanlar veya volkanik aktiviteyle yüzeye getirilen örneklere, Dünya'dan geçen sismik dalgaların analizine, Dünya'nın yerçekimi ve manyetik alanlarına, Dünya'nın derin iç kısmının karakteristiği basınç ve sıcaklıklardaki kristal katılarla deneyler. Kütlesi. Dünya'nın yerçekimi tarafından uygulanan kuvvet kütlesini hesaplamak için kullanılabilir. Gökbilimciler, yörüngedeki uyduların hareketini gözlemleyerek Dünya'nın kütlesini de hesaplayabilirler. Dünya'nın ortalama yoğunluğu, tarihsel olarak sarkaçları içeren gravimetrik deneylerle belirlenebilir. Yapısı. Dünya'nın yapısı iki şekilde tanımlanabilir: reoloji gibi mekanik özelliklerle veya kimyasal olarak. Mekanik olarak litosfer, astenosfer, mezosferik manto, dış çekirdek ve iç çekirdeğe ayrılabilir. Kimyasal olarak, Dünya kabuk, üst manto, alt manto, dış çekirdek ve iç çekirdeğe ayrılabilir. Dünya'nın jeolojik bileşen katmanları yüzeyin aşağıdaki derinliklerinde bulunur: Dünya'nın katmanlanması dolaylı olarak depremlerin yarattığı kırılmış ve yansıtılmış sismik dalgaların yolculuk süresi kullanılarak çıkarılmıştır. Çekirdek, kesme dalgalarının içinden geçmesine izin vermezken, seyahat hızı (sismik hız) diğer katmanlarda farklıdır. Farklı katmanlar arasındaki sismik hızdaki değişiklikler Snell yasası nedeniyle bir prizmadan geçerken hafif bükülme gibi kırılmaya neden olur. Benzer şekilde, yansımalara sismik hızda büyük bir artış neden olur ve bir aynadan yansıyan ışığa benzer. Kabuk. Yerkabuğunun derinliği 5-70 kilometre (3.1-43.5 mi) arasındadır ve en dıştaki tabakadır. İnce kısımlar, okyanus havzalarının (5–10 km) altında yatan ve bazalt gibi yoğun (mafik) demir magnezyum silikat magmatik kayalardan oluşan okyanus kabuğudur. Daha kalın kabuk, daha az yoğun olan ve granit gibi (felsik) sodyum potasyum alüminyum silikat kayalarından oluşan kıtasal kabuktur. Kabuğun kayaları iki ana kategoriye ayrılır - sial ve sima (Suess, 1831-1914). Sima'nın Conrad süreksizliğinin (ikinci dereceden süreksizlik) yaklaşık 11 km altında başladığı tahmin edilmektedir. Kabuk ile birlikte en üstteki manto litosferi oluşturur. Kabuk-manto sınırı, fiziksel olarak farklı iki olay olarak ortaya çıkar. Birincisi, en yaygın olarak Mohorovičić süreksizliği veya Moho olarak bilinen sismik hızda bir süreksizlik vardır. Moho'nun nedeninin, plajiyoklaz feldspat (yukarıda) içeren kayalardan feldspat içermeyen kayalara (aşağıda) kaya bileşiminde bir değişiklik olduğu düşünülmektedir. İkincisi, okyanus kabuğunda, kıtasal kabuğa konulmuş ve ofiyolit dizileri olarak korunmuş, ultrasifik kümülatlar ile tektonize harzburgitler arasında kimyasal bir süreksizlik vardır. Şu anda Dünya'nın kabuğunu oluşturan birçok kaya 100 yıl (1 × 108) yıl önce oluştu; bununla birlikte, bilinen en eski mineral taneleri yaklaşık 4.4 milyar (4.4 × 109) yaşında olup, Dünya'nın en az 4.4 milyar yıldır sağlam bir kabuğa sahip olduğunu göstermektedir. Manto. Dünya'nın mantosu 2.890 km derinliğe kadar uzanır ve onu dünyanın en kalın tabakası yapar. Manto, geçiş bölgesi ile ayrılan üst ve alt mantoya bölünmüştür. Mantonun çekirdek-manto sınırının yanındaki en alt kısmı, D (belirgin dee-double-prime) katmanı olarak bilinir. Mantonun altındaki basınç ≈140 GPa'dır (1,4 Matm). Manto, üstteki kabuğa göre demir ve magnezyum açısından zengin silikat kayalarından oluşur. Katı olmasına rağmen, manto içindeki yüksek sıcaklıklar silikat malzemenin çok uzun zaman aralıklarında akabileceği kadar yumuşak olmasına neden olur. Mantonun konveksiyonu, yüzeyde tektonik plakaların hareketleri ile ifade edilir. Mantoya daha derine inerken yoğun ve artan basınç olduğundan, mantonun alt kısmı üst mantodan daha az akar (mantodaki kimyasal değişiklikler de önemli olabilir). Mantonun viskozitesi, derinliğe bağlı olarak 1021 ila 1024 Pa · s arasında değişmektedir. Buna karşılık, suyun viskozitesi yaklaşık 10−3 Pa · s ve ziftin viskozitesi 107 Pa · s'dir. Plaka tektoniğini yönlendiren ısı kaynağı, gezegenin oluşumundan kalan ilkel ısı ve ayrıca Dünya'nın kabuğundaki ve mantosundaki uranyum, toryum ve potasyumun radyoaktif bozunmasıdır. Çekirdek. Dünya'nın ortalama yoğunluğu 5.515 g / cm3'tür. Yüzey malzemesinin ortalama yoğunluğu sadece 3.0 g / cm3 olduğu için, Dünya'nın çekirdeğinde daha yoğun malzemelerin bulunduğu sonucuna varmalıyız. Bu sonuç, 1770'lerde yapılan Schiehallion deneyinden beri bilinmektedir. Charles Hutton, 1778 raporunda, Dünya'nın ortalama yoğunluğunun, iç kayaya göre {\ displaystyle {\ tfrac {9} {5}}} {\ tfrac {9} {5}} olması gerektiği sonucuna vardı. Dünya'nın metalik olması gerekir. Hutton bu metalik kısmın Dünya çapının yaklaşık% 65'ini işgal ettiğini tahmin ediyordu. Hutton'un Dünya'nın ortalama yoğunluğuna ilişkin tahmini, 4.5 g / cm3'te hala yaklaşık% 20 çok düşüktü. Henry Cavendish, 1798 burulma dengesi deneyinde, modern değerin% 1'i içinde 5.45 g / cm3 değerinde bir değer buldu. Sismik ölçümler, çekirdeğin iki parçaya ayrıldığını, yarıçapı ≈1,220 km ve bunun ötesinde, 43,400 km'lik bir yarıçapa uzanan sıvı bir dış çekirdek olduğunu göstermektedir. Yoğunluklar dış çekirdekte 9.900-12.200 kg / m3 ve iç çekirdekte 12.600-13.000 kg / m3 arasındadır. İç çekirdek 1936'da Inge Lehmann tarafından keşfedildi ve genellikle esas olarak demir ve bir miktar nikelden oluştuğuna inanılıyor. Bu katman, kesme dalgalarını (enine sismik dalgalar) iletebildiğinden, katı olmalıdır. Deneysel kanıtlar bazen çekirdeğin kristal modellerini eleştirdi. Diğer deneysel çalışmalar yüksek basınç altında tutarsızlık göstermektedir: çekirdek basınçlardaki elmas örs (statik) çalışmaları şok lazer (dinamik) çalışmalarından yaklaşık 2000 K daha düşük erime sıcaklıkları vermektedir. Lazer çalışmaları plazma yaratır ve sonuçlar, iç çekirdek koşullarının sınırlandırılmasının, iç çekirdeğin katı mı yoksa katı yoğunluğuna sahip bir plazma mı olduğuna bağlı olacağını düşündürmektedir. Bu aktif bir araştırma alanıdır. Yaklaşık 4.6 milyar yıl önce Dünya'nın oluşumunun ilk aşamalarında erime, yoğun maddelerin gezegensel farklılaşma (bkz. Demir felaketi) adı verilen bir süreçte merkeze doğru batmasına neden olurken, daha az yoğun malzemeler kabuğa göç ederdi. Bu nedenle çekirdeğin büyük ölçüde demirden (% 80), nikel ve bir veya daha fazla ışık elementinden oluştuğuna inanılırken, kurşun ve uranyum gibi diğer yoğun elementler önemli olmak için çok nadirdir veya daha hafif olana bağlanma eğilimindedir böylece kabukta kalır (felsik maddelere bakınız). Bazıları iç çekirdeğin tek bir demir kristali şeklinde olabileceğini öne sürdü. Laboratuvar koşulları altında bir demir-nikel alaşımı numunesi, 2 elmas ucu (elmas örs hücresi) arasında bir mengene içinde tutup daha sonra yaklaşık 4000 K'ye ısıtılarak corelike basınçlara maruz bırakıldı. Dünya'nın iç çekirdeğinin kuzeyden güneye doğru uzanan dev kristallerden yapıldığı teorisini güçlü bir şekilde destekledi. Sıvı dış çekirdek, iç çekirdeği çevreler ve nikel ile karıştırılmış demir ve eser miktarda daha hafif elementlerden oluştuğuna inanılır. Son spekülasyonlar çekirdeğin en iç kısmının altın, platin ve diğer siderofil elementlerle zenginleştirildiğini göstermektedir. Dünya'yı içeren madde, bazı kondrit göktaşları ve Güneş'in dış kısmı ile temel yollarla bağlantılıdır. Dünya'nın temelde bir kondrit göktaşı gibi olduğuna inanmak için iyi bir neden var. 1940'tan başlayarak, Francis Birch de dahil olmak üzere bilim adamları, Dünya'yı etkileyen en yaygın göktaşı türü olan sıradan kondritler gibi öncül olarak jeofizik inşa ettiler, ancak en az bol miktarda da olsa, entatit kondritler olarak da göz ardı ettiler. İki göktaşı tipi arasındaki temel fark, son derece sınırlı mevcut oksijen koşulları altında oluşan enstatit kondritlerin Dünya'nın çekirdeğine karşılık gelen alaşım kısmında kısmen veya tamamen mevcut olan bazı normal oksifil elementlere yol açmasıdır. Dinamo teorisi, dış çekirdekteki konveksiyonun Coriolis etkisi ile birleştiğinde Dünya'nın manyetik alanına yol açtığını öne sürüyor. Katı iç çekirdek, kalıcı bir manyetik alanı tutamayacak kadar sıcaktır (bkz. Curie sıcaklığı), ancak muhtemelen sıvı dış çekirdek tarafından üretilen manyetik alanı stabilize etmek için hareket eder. Dünya'nın dış çekirdeğindeki ortalama manyetik alan gücünün, yüzeydeki manyetik alandan 50 kat daha güçlü olan 25 Gauss (2.5 mT) olduğu tahmin edilmektedir. Son kanıtlar, Dünya'nın iç çekirdeğinin gezegenin geri kalanından biraz daha hızlı dönebileceğini düşündürmektedir; Bununla birlikte, 2011 yılında yapılan daha yeni çalışmalar bu hipotezin sonuçsuz olduğunu bulmuştur. Doğada salınımlı veya kaotik bir sistem olabilen çekirdek için seçenekler kalır. [Alıntı gerekli] Ağustos 2005'te Science dergisinde bir jeofizik ekibi ekibi, tahminlerine göre Dünya'nın iç çekirdeğinin yılda yaklaşık 0.3 ila 0.5 derece döndüğünü açıkladı yüzeyin dönüşüne göre daha hızlıdır. Dünya'nın sıcaklık gradyanı için mevcut bilimsel açıklama, gezegenin ilk oluşumundan kalan ısının, radyoaktif elementlerin bozulmasının ve iç çekirdeğin donmasının bir kombinasyonudur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12893", "len_data": 9306, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.12 }
Branta, Anatidae familyasına bağlı bir hayvan cinsidir. Taksonomi. Branta cinsine bağlı türler (2024):
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12902", "len_data": 102, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 2.78 }
Levha tektoniği (), Dünya'nın litosferinin yaklaşık 3,4 milyar yıl öncesinden beri yavaş hareket eden birçok büyük tektonik levha içerdiği düşünülen genel kabul görmüş bilimsel bir teoridir. Model, 20. yüzyılın ilk on yıllarında geliştirilen "kıta kayması" kavramına dayanır. Levha tektoniği, 1960'ların ortalarından sonlarına kadar deniz tabanının yayılması doğrulandıktan sonra yer bilimciler tarafından genel olarak kabul edildi. Levha tektoniği veya levha hareketleri, en geniş anlamıyla litosferin yapısını ve bu yapıyı oluşturan evreleri araştıran jeoloji dalıdır. Tektonik, yapısal jeoloji ile yakından ilgili fakat ondan farklı bir jeoloji disiplinidir. Yapısal jeoloji kayaçların geometrisi ile uğraşır; oysa tektonik, yeryuvarının büyük ölçekli yapıları ve bunları oluşturan kuvvetler ve hareketler üzerinde durur. Gezegenin en sert dış kabuğu olan Dünya'nın litosferi (kabuk ve üst manto), nasıl tanımlandıklarına bağlı olarak yedi veya sekiz ana levhaya ve birçok küçük plakaya bölünmüştür. Plakaların buluştuğu yerde, onların göreli hareketi plaka sınırı tipini belirler: "yakınsak", "ıraksak" veya " transform". Depremler, volkanik aktivite, dağ oluşumu ve okyanus çukur oluşumları bu levha sınırlarında veya faylar boyunca meydana gelir. Plakaların göreli hareketi genellikle yılda sıfır ila 10 cm arasında değişir. Tektonik plakalar, her biri kendi kabuğuyla kaplı okyanusal litosferden ve daha kalın kıtasal litosferden oluşur. Yakınsak sınırlar boyunca, yitim işlemi veya bir levhanın diğerinin altında hareket etmesi, alttakinin kenarını manto içine taşır; kaybolan malzeme alanı, deniz tabanının yayılmasıyla farklı kenarlar boyunca yeni (okyanus) kabuğun oluşumuyla dengelenir. Bu şekilde, litosferin toplam geoid yüzey alanı sabit kalır. Levha tektoniğinin bu öngörüsü aynı zamanda taşıma bandı ilkesi olarak da adlandırılır. Daha önceki teoriler, çürütüldüğünden beri, kademeli büzülme (daralma) veya kademeli yerkürenin genişlemesini önerirdi. Tektonik plakalar hareket edebilir çünkü Dünya'nın litosferinin alttaki astenosferden daha çok mekanik dayanımı vardır. Mantodaki yanal yoğunluk değişimleri konveksiyonu yani Dünya'nın katı mantosunun yavaş sürünen hareketiyle ile sonuçlanır. Levha hareketinin, topografyadaki farklılıklar (sırt topoğrafik yüksektir) ve kabuktaki yoğunluk değişiklikleri nedeniyle (yeni oluşan kabuk soğudukça ve sırttan uzaklaştıkça yoğunluk artar) deniz tabanının yayılan sırtlardan uzağa hareketinin bileşimince yönlendirildiği düşünülmektedir. Yitim bölgelerindeki nispeten soğuk, yoğun okyanus kabuğu manto hücresinin aşağı doğru konveksiyon yapan kolu üzerinden mantoya doğru batar. Bu faktörlerin her birinin göreceli önemi ve birbirleriyle olan ilişkileri belirsizdir ve hala tartışma konusudur. Temel ilkeler. Dünyanın dış katmanları litosfer ve astenosfer olarak ikiye ayrılır. Bu bölünüş mekanik özellikler ve ısı transferindeki farklara dayanır. Litosfer daha soğuk ve sertken, astenosfer daha sıcaktır ve daha kolay akar. Isı transferi açısından litosfer ısıyı iletim ile kaybederken, astenosfer ayrıca ısıyı konveksiyon ile aktarır ve hemen hemen adyabatik sıcaklık gradyanlıdır. Bu bölünüş aynı katmanların manto (litosferin hem astenosferi hem de manto kısmını içerir) ve kabuğa "kimyasal" alt bölümü ile karıştırılmamalıdır. Belirli bir manto parçası veya astenosfer sıcaklığına ve basıncına bağlı olarak farklı zamanlarda litosferin parçası olabilir. Plaka tektoniğinin temel ilkesi, litosferin sıvı benzeri (visko-elastik katı) astenosfer üzerinde hareket eden ayrı ve farklı "tektonik plakalar" olarak var olmasıdır. Plakalar yılda 10–40 mm/yıl (Atlantik Ortası Sırtı tırnak uzaması hızında) ile yaklaşık 160 mm/yıl (Nazca Plakası ile saç kılı büyüme hızında) arası hızlarda hareket ederler. Bu hareketin arkasındaki tahrik mekanizması aşağıda açıklanmıştır. Tektonik litosfer plakaları, bir veya iki tür kabuk malzemesiyle kaplı litosferik mantodan oluşur: okyanus kabuğu (eski metinlerde silikon ve magnezyumdan "sima" diye bahsedilir) ve kıtasal kabuk (silikon ve alüminyumdan sial). Ortalama okyanus litosferi genellikle 100 km kalınlığındadır . Kalınlığı yaşının bir fonksiyonudur: zaman geçtikçe iletken şekilde soğur ve tabanına alttaki soğutma mantosu eklenir. Okyanus ortası sırtlarda oluştuğu ve dışa doğru yayıldığı için kalınlığı, oluştuğu okyanus ortası sırttan uzaklığının bir fonksiyonudur. Okyanus litosferinin batmadan önce kat etmesi gereken tipik mesafe, okyanus ortası sırtlarda yaklaşık 6 km kalınlıktan dalma bölgeleri'nde 100 km'den biraz fazlaya kadar değişir. Daha kısa veya daha uzun mesafeler için dalma zonu kalınlığı azalır veya artar. Kıta litosferi genellikle yaklaşık 200 km kalınlıktadır ancak bu kıtaların havzaları, sıradağları ve sabit kratonik iç kısımları arasında büyük miktarda değişir. İki levhanın birleştiği yere "levha sınırı" denir. Plaka sınırları genellikle depremler gibi jeolojik olaylarla ve dağlar, volkanlar, okyanus ortası sırtları ve okyanus çukurları gibi topoğrafik özelliklerin oluşumuyla ilişkilendirilir. Dünyadaki aktif volkanların çoğu günümüzde en aktif ve yaygın olarak bilinen Pasifik Levhası'nın Ateş Çemberi ile levha sınırları boyunca oluşur. Bu sınırlar aşağıda daha ayrıntılı olarak tartışılmaktadır. Levhaların iç kısımlarında bazı volkanlar oluşur ve bunlar çeşitli şekillerde iç levha deformasyonuna ve manto duman bulutlarına dayandırılır. Yukarıda açıklandığı gibi, tektonik plakalar kıta kabuğunu veya okyanus kabuğunu içerebilir ve çoğu plaka her ikisini de içerir. Örneğin, Afrika Levhası kıtayı ve Atlantik ve Hint Okyanuslarının taban kısımlarını kapsar. Okyanusal kabuk ile kıtasal kabuk arasındaki ayrım oluşum biçimlerdedir. Okyanusal kabuk deniz tabanı yayılma merkezlerinde oluşurken, kıtasal kabuk yay volkanizması ve tektonik süreçler yoluyla mikrolevhaların birikmesiyle oluşur ancak bu mikrolevhalardan bazıları standart oluşum ve yayılma merkezleri ve kıtaların altına dalma döngüsünden çıktıklarında kıtanın parçası olduğu düşünülen okyanus kabuğu parçaları olan ofiyolit dizilerini içerebilir. Okyanusal kabuk da farklı bileşimleri nedeniyle kıtasal kabuktan daha yoğundur. Okyanus kabuğu daha yoğundur çünkü kıtasal kabuktan ("felsik") daha az silikon ve daha ağır elementler ("mafik") içerir. Bu yoğunluk katmanlaşmasının sonucu olarak, okyanus kabuğu genellikle deniz seviyesinin altında yer alırken (örneğin Pasifik Levhasının çoğu gibi), kıtasal kabuk yüzer şekilde deniz seviyesinin üzerinden çıkıntı yapar (Bu ilkenin açıklaması için izostasi sayfasına bakınız). Levha tektoniğinin temel ilkeleri, Alman bilim insanı Alfred Wegener'in Kıta Kayması Teorisi'nin geliştirilmesi sonucu oluşmuştur. Günümüzdeki kıtalar, 300 ila 175 milyon yıl önce "Pangea" adı verilen tek parça halinde bir kıtaydı. Bu kıtayı çevreleyen okyanus ise "Panthallasa" olarak adlandırılır. Dünya'nın yüzeyi kesintisiz gibi görünüyorsa da gerçekte dev boyuttaki bir yap-boz gibi birbirine geçen parçalardan oluşmaktadır. Levha adı verilen bu parçalar, çok yavaş olarak sürekli biçimde birbirlerine göre hareket ederler. Bir levha, yalnızca okyanusal ya da kıtasal litosferden oluşabildiği gibi her iki litosfer türünü de içerebilir. Levhalar, levha sınırı ya da levha kenarı ile sonlanır. Depremlerin ve yanardağların çoğu bu bölgelerde görülür. Zaman içerisinde katmanlar hareket ettikçe Pangaea ikiye ayrıldı. Kuzeyde Laurasia ve güneyde Gondwanaland oluştu. Bu iki kıta Tetis denizi ile ikiye ayrıldı. Katmanların hareketi ile kıtalar iyice ayrılarak bugünkü hâlini aldı. Yer kabuğunun parçaları, manto üzerinde, izostazi adı verilen, bir ağacın su üzerinde yüzmesi ile karşılaştırılabilecek bir denge halinde dururlar. Mantonun kaldırma gücü, su ve ağaç örneğinde olduğu gibi kabuğun manto içine 'batmış' olan hacmi ile orantılıdır. Bu nedenle yükseltilerin fazla olduğu kıta bölgelerinde, artan kütle ile koşut olarak kabuğun manto derinliklerine uzanan kısmı da daha fazla olmalıdır. Yüksek dağ sıralarının derinlere dalan 'kökleri' yer kabuğunun böyle alanlarda 70 km kadar kalın olmasına yol açar. Öte yandan, karaların yükselmesi, bağıl olarak daha hafif materyalden oluşmaları ile ilişkilidir. Böylece okyanusal kabuk daha ince olmasına karşın daha ağır materyalden oluşmuş ve astenosfer içine doğru kıtalara oranla daha fazla 'batmış' durumdadır. Bu, kıtaların manto içerisine doğru uzanan daha derin kökleri olmasına rağmen ağırlık merkezlerinin okyanus tabanlarına oranla daha yüksekte yer alması ile sonuçlanır. Yüzey şekillerinin jeolojik zaman boyutu içinde evrimi levha hareketleri çerçevesinde gerçekleşir. Yer kabuğu ve hemen altındaki manto katmanının birleşmesinden oluşan taş küre (litosfer), yavaş bir hareketle yer değiştiren 12 ayrı 'levha' halinde, değişken bir yap-boz tablosu oluşturur. Yarı akışkan astenosfer tabakası üzerinde yüzer durumda bulunan bu levhaların hareketi için gereken enerjiyi, astenosfer tabakasındaki konveksiyon akımları sağlar. Levhalar birbirleriyle sürekli temas halinde olduklarından, hareketlerinin yön ve şiddetini, yerin derinliklerinden gelen itici gücün özellikleri olduğu kadar levhaların birbiri ile olan ilişkileri de belirler. Böylece, kısa dönemde belirli bir düzen içinde süren levha hareketlerinin, zaman ölçeği büyütüldüğünde kaotik ve önceden belirlenemez bir biçimde gerçekleştiği gözlenir. Levhaların hareketlerinde yer kabuğunun bütün bu özellikleri rol oynar. Levhalar ortalama olarak yılda birkaç santimetre ölçeğinde hareket ederler (Bu kayma en uç örnek olan Pasifik levhası için yılda 15 santimetreye ulaşmaktadır). Hareket halindeki levhaların birbirleri arasında üç tür ilişkisi olabilir. Yeryüzünün alanı sabit olduğuna göre yaklaşma sınırlarında bir miktar levha yüzeyinin yok olması, uzaklaşma sınırlarında ise yeni levha yüzeyi yaratılması gerekmektedir. Bu nedenle birinci tür levha sınırlarına 'yıkıcı', ikinci tür sınırlara ise 'yapıcı' sınırlar adı verilir. Üçüncü tür, 'yanal doğrultulu' ya da 'dönüşüm' ("") sınırlarıdır. Yaklaşan levhaların ikisi de okyanussal levha ise biri diğerinin altına doğru kayar, bu durum 'dalma-batma' olarak adlandırılır. Bir okyanus levhası, bir kıta levhası ile karşılaştığında, daha ağır olduğu için onun altına doğru kayar, yine dalma-batma durumu gerçekleşir. Dalma-batma söz konusu olduğunda manto tabakasının sıcak derinliklerine inen taş küre dilimi ısınarak erir ve akışkan halde yükselir. Bu, yaklaşma sınırlarındaki yanardağ etkinliğinin ve dağ oluşumunun temelidir. İki kıtasal levhanın yaklaşması ise çarpışma ile sonuçlanır, her iki levha da manto içine batamayacak kadar hafif ve kalın olduğundan büyük bir deformasyonla yüksek dağ sıraları ve platolar ortaya çıkar (Himalaya dağları ve Tibet yaylası gibi). Uzaklaşan levhalar ise yeni okyanus kabuğunun oluşmasına yol açarlar. Bu olay, iki levha arasında açılan boşluğa üst manto kaynaklı akışkan materyalin dolması ve soğuyarak katılaşması sonucunda gerçekleşir. Bu şekilde oluşan okyanus sırtları yer kabuğunun en genç bölgeleridir. Levhalar ayrıldıkça sırt ortadan büyümeye devam eder, sırtın her iki yanına doğru uzaklaşan genç litosfer soğudukça hacmi azalır, yoğunluğu artar ve hem küçülme hem de batma nedeniyle yükseltisi azalır. Okyanus tabanının okyanus sırtından en uzak kesimleri en yaşlı kısmıdır. Bu alanların eninde sonunda bir başka levha ile karşılaşarak batmaya başlaması kaçınılmaz olduğundan okyanusal kabuğun ömrü sınırlıdır ve bilinen en yaşlı okyanus kabuğu örnekleri 190 milyon yıl yaşındadır. Bu şekilde okyanus kabuğu sürekli yenilenirken, kıta kabuğu dalma-batma mekanizması ile ortadan kaldırılamadığından, yanardağ ve dağ oluşum etkinlikleri ile kıta kütlesine eklenen materyal zaman içinde giderek artar, milyarlarca yıllık süreç içerisinde kıtalar alan ve kalınlık açısından büyümeye devam ederler. Bazen bir kıta, ters yönde etki eden kuvvetlerin sonucunda ikiye ayrılabilir. Böyle bir durumda uzaklaşan parçaların arasını doldurmaya başlayan manto materyali yine okyanus kabuğu niteliğinde bir yapı oluşturmaya başlar, bu alanın soğuyup alçalması sonucunda yeni bir okyanus doğmuş olur. Kıta Kayması Teorisi. Kıtaların birbirlerine ve okyanus havzalarına göre girmiş olduğu büyük ölçekli yatay hareketlere denir. Günümüzdeki kıtaların, büyük taşküre (litosfer) levhalarının sürüklenerek yer değiştirmesi sonucunda ortaya çıktığına ilişkin ilk düşünceler daha 18. yüzyılın sonlarında ortaya atıldı. Güney Amerika'nın doğusundaki çıkıntının Afrika'nın batı kıyılarındaki girintiye tam oturduğuna dikkati çeken Alman doğa bilimci Alexander von Humboldt, 1800 yılında Atlas Okyanusunun iki yakasının çok önceleri bitişik olduğu tezini geliştirdi. Bundan 50 yıl kadar sonra Fransız bilim insanı Antonio Snider, Kuzey Amerika ve Avrupa'daki kömür yataklarında belirlenen benzer bitki fosillerinin Humboldt'un bu varsayımını doğruladığını, aksi halde bu benzerliği açıklamanın başka yolu olmadığını ileri sürdü.1908'de Amerikalı Frank B. Taylor, Dünya'daki bazı sıradağların oluşumunu, kıtaların çarpışması düşüncesine dayalı olarak açıklamaya çalıştı. Son çeyrek milyar yılın benzetimi. Bilgisayar Destekli Haritalama Laboratuvarı'nın bir köşesinde alelâde bir kutu içerisinde 14 jeolojik harita var ve 1 kg ağırlığında. Bu kutu, Dünya coğrafyasının son 250 milyon yıllık serüvenini anlatıyor. Serüvenin kahramanı, hâlen çıkarılmakta olan petrole yataklık etmiş ve "Tetis" adı verilen tropikal bir okyanus. Levhaların kaymasıyla kapanan bu denizden günümüze ulaşan, birer iç deniz olan Akdeniz, Karadeniz ve Hazar Denizi'dir. Proje, 1980'li yılların ortasında başladı. Pierre-Marie Curie Üniversitesi'nden Profesör Jean Decourt, Luc Emmanuel Ricou ve Bruno Vrielynck'in öncülüğünde bir grup jeolog, Yerküre tarihinin son 250 milyon yılı üzerine yapılmış Dünya'nın birçok noktasındaki araştırma sonuçlarını bir araya getirerek büyük bir sentezi gerçekleştirmeye girişti. 124 araştırmacıyı bugüne kadar denenmemiş bir çalışmanın etrafında bir araya getiren projenin hedefi, Tetis'in fiziki coğrafyasını ortaya çıkarmaktır. Tetis Okyanusu. Yaklaşık 250 milyon yıl önce, karaların bütünü Pangea adındaki tek bir kıta şeklindedir. Bu kıta, güneyde Gondvana (bugünkü Güney Amerika, Afrika, Madagaskar, Hindistan ve Avustralya), Kuzeyde Lavrasya (bugünkü Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya)'dan oluşmaktadır. Yeryüzünün geri kalan kısmı ise Panthalassa adındaki uçsuz bucaksız dev bir okyanusla kaplıdır. Pangea'nın doğusunda üçgen şeklinde dev bir körfez yer almaktadır. İşte bu okyanus da Tetis Okyanusu'nu oluşturmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12905", "len_data": 14465, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.42 }
Pyrrhula, Fringillidae familyasına bağlı bir hayvan cinsidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12910", "len_data": 61, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 2.76 }