text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Yer kabuğu, taş küre veya litosfer, Yerküre'nin en dış kısmında bulunan yapıdır.
Karalarda daha kalın (35–40 km), Tibet Platosunda ise 70 km, deniz ve okyanus tabanlarında ise daha ince (8–12 km) olan yer kabuğunun ortalama kalınlığı 33 km kadardır. Kimyasal bileşimi ve yoğunluğu birbirinden farklı iki kısımdan meydana gelir. Bunlardan biri granit bileşimindeki kayaçlardan oluşan granitik yer kabuğu; diğeri ise bazalt bileşimindeki kayaçlardan oluşan bazaltik yer kabuğudur.
Granitik yer kabuğunda silisyum ve alüminyum elementleri hakimdir. Bu nedenle daha hafiftir; yoğunluğu 2,7-2,8 g/cm3 arasında bulunur. Silisyum (Si) ve alüminyum (Al) elementlerinden oluştuğu için "sial" olarak da adlandırılır. Yer kabuğunun üst kısmını teşkil eder. Bazaltik yer kabuğunda ise silisyum ve magnezyumlu unsurlar hakimdir. Dolayısıyla granitik kabuktan daha ağırdır; yoğunluğu 3-3,5 g/cm3 arasında değişir. Granitik yer kabuğunun altında ve okyanus tabanlarında yer alır. Bu nedenle bazaltik yer kabuğuna "okyanusal kabuk" adı da verilir.
Bu iki kısım bütün kıtaların altında bulunmaktadır. Buna karşılık okyanusların altında durum farklıdır. Burada bazaltik kabuk birkaç kilometre kalınlıkta ince bir tabaka halinde uzanır. Buna karşılık granitik kabuk ya hiç yoktur (örneğin Büyük Okyanus) ya da çok incedir (Atlas ve Hint Okyanusları).
Kabuğun sıcaklığı derinlere gidildikçe artar. Sıcaklık, kabuğun üst kısmında her kilometre için 30 °C (54 °F) artar. Altta yatan manto ile sınırında yaklaşık 200 °C (392 °F) ila 400 °C (752 °F) arasındaki değerlere ulaşır. Daha derin kabukta jeotermal gradyan daha küçüktür.
Kabuk ile manto arasındaki sınıra Mohorovicic Süreksizliği (Moho) denilir. Bu kesimde yoğunluğa bağlı olarak sismik P dalgalarının hızı litosferde 7,2 km/s iken, mantonun üst kısmında 8,1 km/s'ye çıkar.
Dünya'nın kabuğu temel olarak ikiye ayrılır:
Dünya'nın çekirdeği, yeryüzünden 2900 km derinlikten başlayıp, 6370 km derinliğe kadar uzanır. Mantodan Wiechert-Gutenberg kesintisiyle ayrılır. En içte bulunur. Büyük basınç altında bulunur. Sıcaklığı 4000 °C nin üzerindedir. Bileşimi demir ile kalayca bileşik oluşturan az miktarda oluşumlar içerir. Bunlar; kükürt, silisyum ve oksijen içeren demir-nikel alaşımıdır.
İki kısımdan oluşur:
1) Dış çekirdek: 2270 km kalınlıktadır. Sıvı bir katmandır. Dünya'nın manyetik alanını oluşturan metalik demir bu zon içinde hareketlidir.
2) İç çekirdek: 1216 km yarıçaplıdır. Dış çekirdeğe göre daha yüksek sıcaklığa sahiptir ancak bu sıcaklığa rağmen; gezegenin merkezindeki çok büyük basınçtan dolayı demir katı halde bulunur.
Mohorovicic süreksizliği, yoğunluk bakımından bir sıçrama ile kendini gösteren ve ultrabazik kayalardan oluşan geçişe karşılık gelen sınıra denir. Kara ve okyanus tabanı yoğunluk farkı ancak moho seviyesinin üstteki kısmında görülür.
Sial.
Yer kabuğunun üst tabakasıdır. Bünyesinde daha çok silisyum ve alüminyum bulundurduğundan bu tabakaya sial adı verilmiştir (Si=silisyum, Al=alüminyum). Jeokimyasal bir terimdir. Silisyum ve alüminyum, yeryüzü elementlerinin çoğundan daha az yoğun olduğu için kabuğun üst tabakasında yoğunlaşma eğilimindedirler.
Ortalama kalınlığı yüzeyden derine 25 km kadardır. Kıtalar esas olarak silikon ve alüminyumdan oluşan daha hafif kaya malzemesinden oluşur. Bu nedenle sial, kıtalar üzerinde kalındır. Özellikle Pasifik okyanusu olmak üzere diğer okyanus tabanlarında çok ince veya yoktur. Ortalama sial yoğunluğu 2.7 gm/cc'dir.
Jeologlar bu tabadaki kayaları felsik olarak adlandırırlar. Çünkü alüminyum silikat mineral serisi yüksek miktarda feldspat içermektedir. Sial, “birçok miktarda bazaltik kayada dahil olmak üzere oldukça çeşitli kaya türlerine sahiptir."
Sial'in tabanı katı bir sınır değildir. Conrad süreksizliği sınırı öne sürülmüştür ancak bu konu hakkında çok az bilgi bilinmektedir.
Büyük baskılar nedeniyle, sima viskozitesi yüksek bir sıvı gibi akar, bu yüzden siya simanın üzerinde izostatik dengede yüzmektedir. Dağlar, okyanustaki buz dağları gibi yukarı ve aşağı doğru uzanır. Kıtasal plakalarda sial 5 km ila 70 km derinliğine kadar uzanmaktadır.
Sima.
Sial tabakasının altında yer alır. Bileşiminde daha çok silisyum ve magnezyum bulunduğundan bu tabakaya "sima" adı verilmiştir (Si=silisyum, Ma=Magnezyum). Sima yüzeye geldiğinde bazalttır, bu nedenle bazen bu tabakaya 'bazalt tabakası' denilmektedir. Magnezyum silikat mineralleri bakımından zengin kayalardan oluşmuştur.
Yoğun sima yüzeye geldiğinde mafik kayaçları oluşturur. En yoğun sima, daha az silikata sahiptir ve ultramafik kayaçları oluşturur.
Kabuk (jeoloji).
Jeolojide kabuk, kayalık bir gezegenin, cüce gezegenin veya doğal uydunun en dıştaki katı kabuğudur. Genellikle altta yatan mantodan kimyasal bileşimi ile ayırt edilir; bununla birlikte, buzla kaplı uydularda, fazına (katı kabuk ve sıvı manto) göre ayırt edilebilir.
Dünya, Merkür, Venüs, Mars, İo, Ay ve diğer gezegensel cisimlerin kabukları magmatik süreçler yoluyla oluşmuştur ve daha sonra erozyon, çarpma krateri, volkanizma ve sedimantasyon ile düzenlenmiştir.
Karasal gezegenlerin çoğu oldukça düzgün kabuklara sahiptir. Bununla birlikte, Dünya iki farklı kabuk türüne sahiptir: kıtasal ve okyanusal kabuk. Bu iki kabuk farklı kimyasal bileşimlere ve farklı fiziksel özelliklere sahiptir. Farklı jeolojik süreçlerle oluşmuşlardır.
Kabuk türleri.
Gezegenlerle ilgilenen jeologlar, kabuğu nasıl ve ne zaman oluştuklarına göre üç kategoriye ayırırlar.
Birincil kabuk/ilkel kabuk.
Bu bir gezegenin "orijinal" kabuğudur. Magma okyanusunun katılaşmasıyla oluşur. Gezegensel birikimin sonuna doğru, karasal gezegenlerin muhtemelen magma okyanusları olan yüzeyleri vardı. Bunlar soğudukça kabuğa dönüştüler. Bu kabuk muhtemelen büyük etkilerle tahrip edilmiş ve Ağır Bombardıman Dönemi sona erdiğinde defalarca kez yeniden şekillenmiştir.
Birincil kabuğun doğası tartışılmaktadır: kimyasal, mineralojik ve fiziksel özellikleri ve bunları oluşturan magmatik mekanizmalar hala bilinmemektedir. Dünya'nın birincil kabuğunun hiçbiri günümüze ulaşamadığı için bunun üzerine çalışmak zordur. Dünyanın plaka tektoniklerinden yüksek oranda erozyon ve kabuk geri dönüşümü nedeniyle Dünya'nın sahip olduğu birincil kabuk da dahil olmak üzere yaklaşık 4 milyar yıldan eski kayalar yok olmuştur.
Bununla birlikte, jeologlar birincil kabuk hakkında diğer karasal gezegenlerde çalışarak bilgi toplayabilirler. Merkür'ün yüksek alanları tartışılsa da birincil kabuğu temsil edebilir. Ay'ın anortozit yaylalarında birincil kabuk vardır. Ayın birincil kabuğu olan plajiyoklazlar ilk magma okyanusunu kristalleştirip üzerinde yüzmüşlerdir. Bununla birlikte, Ay'ın susuz bir sistem olması ve Dünya'da su olması nedeniyle, Dünya'nın benzer bir şekil izlemesi pek olası değildir. Mars göktaşı ALH84001, Mars'ın birincil kabuğunu temsil edebilir ancak bu konu tartışılmaktadır. Dünya gibi, Venüs de birincil kabuktan yoksundur, çünkü tüm gezegen tekrar tekrar yeniden ortaya çıkmış ve değişmiştir.
İkincil kabuk.
İkincil kabuk, mantodaki silikat malzemelerin kısmi erimesi ile oluşur ve genellikle bileşimde bazaltiktir.
Bu, Güneş Sistemindeki en yaygın kabuk türüdür. Merkür, Venüs, Dünya ve Mars'ın yüzeylerinin çoğu, Ay'ın bazaltik ovaları gibi ikincil kabuklardan oluşur. Yeryüzünde, öncelikle manto adyabatik yükselişinin kısmi erimeye neden olduğu okyanus ortası yayılma merkezlerinde ikincil kabuk oluştuğunu görüyoruz.
Üçüncül kabuk.
Üçüncül kabuk, birincil veya ikincil kabuğa kıyasla kimyasal olarak daha çok düzenlenmiştir. Birkaç şekilde oluşabilir:
Üçüncül kabuğun bilinen tek örneği Dünya'nın kıtasal kabuğudur. Diğer karasal gezegenlerin üçüncül kabuğa sahip oldukları söylenip söylenemeyeceği bilinmemekle birlikte, şimdiye kadar elde edilen kanıtlar olmadığını göstermektedir. Bunun nedeni, üçüncül kabuk oluşturmak için plaka tektoniğine ihtiyaç duyulmasıdır ve Dünya, Güneş Sistemimizde plaka tektoniği olan tek gezegendir.
Ay'ın kabuğu.
"Theia" adlı teorik bir gezegenin, çarparak Dünya'yı oluşturması ve bu çarpışmayla uzaya fırlatılan malzemelerle Ay'ın oluşturduğu düşünülmektedir. Ay oluşurken, dış kısmının "ay magma okyanusu" olarak erimiş olduğu düşünülmektedir. Plajiyoklaz feldspat, bu magma okyanusunu büyük miktarlarda kristalleştirmiş ve yüzeye doğru yüzdürmüştür. Kabuğun üst kısmı muhtemelen ortalama %88 plajiyoklaz içermektedir. Kabuğun alt kısmı ise piroksen ve olivin gibi daha yüksek bir ferromagnez mineral yüzdesi içerebilmektedir ancak bu alt kısım muhtemelen ortalama %78 plajiyoklaz içermektedir.
Kabuğun kalınlığı yaklaşık 20 ila 120 km arasında değişmektedir. Ay'ın uzak tarafındaki kabuk, yakın taraftakinden yaklaşık 12 km daha kalındır. Ortalama kalınlık tahminleri yaklaşık 50 ila 60 km arasındadır. Plajiyoklaz bakımından zengin bu kabuğun çoğu, ayın oluşumundan kısa bir süre sonra, yaklaşık 4.5 ila 4.3 milyar yıl önce oluşmuştur. Kabuğun belki %10'u veya daha azı, başlangıç plajiyoklaz bakımından zengin materyalin oluşumundan sonra eklenen magmatik kayadan oluşur. Daha sonraki eklemelerin en iyi karakterize edilen ve en hacimli olanı, yaklaşık 3.9 ila 3.2 milyar yıl önce oluşan mare bazaltlardır. Küçük volkanizma 3.2 milyar yıl sonra, belki de 1 milyar yıl kadar önceye kadar devam etti. Levha tektoniğinin kanıtı yoktur.
Ay'ın çalışması, Dünya'dan önemli ölçüde daha küçük kayalık bir gezegenin gövdesinde bir kabuğun oluşabileceğini göstermiştir. Ay'ın yarıçapı Dünya'nın sadece dörtte biri olmasına rağmen, ay kabuğunun ortalama kalınlığı daha fazladır. Bu kalın kabuk, Ay'ın oluşumundan hemen sonra oluşmuştur. Magmatizma, yaklaşık 3.9 milyar yıl önce sona eren yoğun meteorit etkileri döneminden sonra da devam etti, ancak 3.9 milyar yıldan küçük magmatik kayaçlar kabuğun sadece küçük bir bölümünü oluşturuyor.
Dünya'nın yer kabuğunun oluşumu ve evrimi.
Dünya yaklaşık 4.6 milyar yıl önce Güneş'in etrafında dönen bir toz ve gaz diskiydi. Gezegenlerin ve diğer küçük kayalık cisimlerin çarpıştığı ve sıkıştığı, yavaş yavaş bir gezegene dönüşen toplanma yoluyla oluştu. Bu süreç, erken Dünya'nın tamamen erimesine neden olan muazzam miktarda ısı üretti. Gezegensel toplanma yavaşladıkça, Dünya soğumaya başladı ve birincil veya ilkel kabuk olarak adlandırılan ilk kabuk oluştu. Bu kabuk muhtemelen büyük etkilerle defalarca kez yok edilmiş, maruz kaldığı etkilerle magma okyanusları oluşmuş ve yeniden düzenlenmiştir. Dünya'nın birincil kabuğunun hiçbiri günümüze ulaşamamıştır; bunların hepsi son birkaç milyar yıl boyunca erozyon, etkiler ve levha tektoniği ile yok edilmiştir.
O zamandan beri, dünya ikincil ve üçüncül kabuk oluşturmaya devam ediyor. Altta yatan mantonun kısmi erimesiyle bazaltik magmalar ve yeni okyanus formlarını verdiği okyanus yayılma sırtında ikincil kabuk oluşmaya devam etmektedir. Bu uzaklaşan levhaların itici gücüdür ve sürekli yeni okyanus kabuğu oluşturur. Bu, eski kabuğun bir yerde imha edilmesi gerektiği anlamına gelir, bu nedenle, bir yayılma merkezinin karşısında genelde bir batma bölgesi vardır. Yeni okyanus kabuğu yaratma ve eski okyanus kabuğunu yok etmenin bu sürekli süreci, bugün dünyadaki en eski okyanus kabuğunun yaklaşık 200 milyon yaşında olduğu anlamına gelir.
Buna karşılık, kıtasal kabuğun büyük kısmı çok daha eskidir. Dünya üzerindeki en eski kıtasal kabuk kayaların yaşları 4,28 milyar ile 3,7 milyar yıl arasındadır. Batı Avustralya'da Narryer Granit Dağlık Bölge içerisinde bulunmuştur. Kuzeybatı toprakları üzerindeki Kanada kalkanı ve Baltık kalkanı gibi kratonik bölgelerde acasta gnayslar bulunmuştur.
Mevcut Dünya'nın kıtasal kabuğunun ortalama yaşının yaklaşık 2,0 milyar yıl olduğu tahmin edilmektedir. 2,5 milyar yıl önce oluşan kabuklu kayaların çoğu kratonlarda bulunur. Bu tür eski kıtasal kabuk ve altta yatan astenosfer Dünya'nın başka yerlerinde daha az yoğundur ve bu nedenle batma ile kolayca yok edilemez. Yeni kıtasal kabuğun oluşumu yoğun orojenik dönemlerle bağlıdır. Bu dönemler Rodinia, Pangea ve Gondwana gibi süper kıtaların oluşumlarıyla çakışır. Kabuk kısmen ada yaylarının toplanmasıyla ve metamorfik kıvrım kemerlerinin toplanmasıyla oluşur. Altta yatan mantonun litosferik manto oluşturmak üzere tükenmesiyle korunur.
Yüzey şekilleri - Yer kabuğu etkinlikleri.
Yerkürenin iç ısı kaynağı ve mantonun konveksiyon hareketleri, yer kabuğunun günümüzdeki fiziksel özellikleri (kalınlık, bileşim, esneklik ve kırılganlık), atmosfer ve gezegenin su kütlesi uygun bir birleşim ve karşılıklı etkileşme ile, Yer'in Güneş Sistemi içinde benzerine rastlanmayan bir jeolojik etkinliğe sahip olmasını sağlar. Birlikte evrimleşme ile ortaya çıkmış ve yaşamın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi için vazgeçilmez olan bu sistem, gezegen tarihi boyunca belli sınırlar içinde sabit kalabilmiştir.
Yer kabuğunda kayaların yüzey kısmında yoğunlukları ve bunların yayılış alanları biliniyor ve kabuğu oluşturan farklı parçalar, yani kıtaların yüzey kısımlarının yoğunluklarını hesap etmek mümkün oluyor. Erinç, Washington'a dayanarak 2000'e yakın kabuğun farklı büyük parçaları için aşağıdaki tabloyu oluşturmuş ve şu sonuçlar ortaya çıkmıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12912",
"len_data": 13014,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.87
}
|
Manto, yer kabuğu ile çekirdek arasında yer alan, derinliğe göre değişen ısıya sahip bir yer katmanıdır. Mantonun üst kesimi yüksek sıcaklık ve basınçtan dolayı plastikimsi özellik gösterir. Alt kesimleri ise sıvı halde bulunur. Bu nedenle mantoda sürekli olarak alçalıcı-yükselici hareketler görülür. Kalınlığı 2.860 kilometreye yakındır. Ultra bazik kayaç veya ultramafik kayaçlardan oluşur. Dünya'nın en kalın katmanıdır. Ağır olup yoğunluğu 3,5–6 g/cm³ arasında bulunur. Bazı gezegenler, bazı asteroitler ve bazı gezegen uyduları mantoya sahiptir. Sıcaklığı 1900-3700 °C arasında değişir. Yapısında silisyum, magnezyum, nikel ve demir bulunmaktadır. Okyanus ortası sırtlarında oluşan kısmi manto erimesi okyanusal kabuğu, Yitim zonlarında meydana gelen kısmi manto erimeleri ise kıtasal kabuğu oluşturmaktadır.
Bölümleri.
Dünya'nın mantosu 2 kısıma ayrılır bunlar üst manto (astenosfer) ve alt mantodur.
Üst manto (astenosfer).
Litosferin altından 700 km derinliğe kadar uzanan kuşağa üst manto veya astenosfer denilir. Bu kuşağın yoğunluğu 3,3-4,3 g/cm³ arasında değişmekte olup bileşiminde ultrabazik ve ultramafik (olivinli veya piroksinli), yani fazla miktarda alkali madde ve mineral içeren magma veya ergimiş malzeme bulunur. Üst mantonun alt kısmında P dalga hızı yoğunluk artışından dolayı 10,7–11 km/s'yi bulur. Yer kabuğu parçaları veya plakalar, üst mantonun üzerinde yüzerler. Çünkü bu seviyelerde mantonun bir kısmı eriyebilir. Bunun için de belli bir sıcaklıkta mantonun bir miktar su içermesi yeterlidir. Bu durum gerçekleşince kısmen eriyen astenosfer, hemen hemen hiçbir direnç göstermeden biçim değiştirir.
Alt manto.
700–2.900 km derinlikleri arasına uzanan kısımda ise alt manto başlar. Bu kuşakta demir ve magnezyum silikatları egemen durumdadır. Bundan dolayı alt mantonun alt kısmında yoğunluk 5,5'a kadar çıkmakta ve P dalga hızı ise 13,6 km/s'ye ulaşmaktadır.
Orta manto kısmı üst ve alt manto arasında bir geçiş zonu oluşturur. Manto, yerkürenin toplam hacminin %80'den fazlasını meydana getirir ve yer kabuğu hareketleri (deniz dibi yayılması, kıtaların kayması, epirojenez, orojenez, derin depremler) ile volkanizma için gerekli enerjiyle iç kuvvetlerin kaynağını teşkil eder.
Mineralojik yapı.
Mantonun üstü, ilk olarak 1909'da Andrija Mohorovičić tarafından not edilen sismik hızda ani bir artış ile tanımlanır; bu sınır şimdi Mohorovičić süreksizliği veya "Moho" olarak anılmaktadır.
Üst manto baskın olarak peridotittir, öncelikle olivin, klinopiroksen, ortopiroksen ve alüminli bir fazın değişken oranlarından oluşur. Alüminli faz, en üstteki mantoda plajiyoklazdır, daha sonra spinel ve daha sonra ~ 100 km'nin altında granattır. Yavaş yavaş üst manto boyunca, piroksenler daha az stabil hale gelir ve majoritli granat haline dönüşür.
Geçiş bölgesinin üstünde olivin, wadsleyite ve ringwoodite izokimyasal faz geçişlerinden geçer. Nominal susuz olivinden farklı olarak, bu yüksek basınçlı olivin polimorfları, kristal yapılarında su depolamak için büyük bir kapasiteye sahiptir. Bu, geçiş bölgesinin büyük miktarda suya ev sahipliği yapabileceği hipotezine yol açmıştır. geçiş bölgesinin tabanında, bridgmanite içine ringwoodite ayrıştığında (eski magnezyum silikat perovskit olarak da adlandırılır) ve ferropericlase. Garnet ayrıca geçiş bölgesinin tabanının altında veya biraz altında kararsız hale gelir.
Alt manto esas bridgmanite ve oluşan ferropericlase olarak az miktarda, kalsiyum izotop, kalsiyum-ferrit yapılandırılmış oksit ve sistovit. Mantonun en alt 200 ~ km'sinde, bridgmanit izokimyasal olarak post-perovskite dönüşür.
Kompozisyon.
Mantonun kimyasal bileşimini, büyük ölçüde erişilemediğinden, yüksek bir kesinlik ile belirlemek zordur. Okyanus litosferinin bölümlerinin bir kıtaya yayıldığı ofiyolitlerde nadiren manto kayaçları ortaya çıkar. Manto kayaçları ayrıca bazaltlar veya kimberlitler içinde ksenolit olarak örneklenir.
Manto kompozisyonunun çoğu tahmini, yalnızca en üst mantoyu örnekleyen kayalara dayanmaktadır. Mantonun geri kalanının, özellikle alt mantonun aynı toplu bileşime sahip olup olmadığı konusunda tartışma vardır. Mantonun kompozisyonu, okyanus kabuğu ve kıtasal kabuk oluşturmak için katılaşan magmanın çıkarılması nedeniyle Dünya tarihi boyunca değişmiştir.
Sıcaklık ve basınç.
Mantoda, sıcaklıklar kabuğun üst sınırında yaklaşık 200 °C (392 °F) ile çekirdek manto sınırında yaklaşık 4.000 °C (7.230 °F) arasında değişir. jeotermal gradyan manto hızlı termal artışların sınır tabakalarının yavaş yavaş mantonun iç kısmı boyunca manto üst ve alt ve artar. Her ne kadar yüksek sıcaklıklar yüzeydeki manto kayalarının erime noktalarını aşsa da (temsili peridotit için yaklaşık 1200 °C), manto neredeyse tamamen katıdır. Muazzam litostatik basınç, manto üzerine uygulanan erimeyi önler, çünkü erimenin başladığı sıcaklık (solidus) basınçla artar.
Mantodaki basınç Moho'daki birkaç kbar'dan çekirdek manto sınırında 1390 kbar'a (139 GPa) yükselir.
Hareket.
Ana madde: Manto konveksiyonu
Bu şekil, manto konveksiyon modelinde bir zaman adımının bir anlık görüntüsüdür. Kırmızıya yakın renkler sıcak, maviye yakın renkler soğuktur. Bu şekilde, çekirdek-manto sınırında alınan ısı, modelin altındaki malzemenin termal genleşmesi ile sonuçlanır, yoğunluğunu azaltır ve sıcak malzeme tüylerini yukarı göndermesine neden olur. Aynı şekilde, malzemenin yüzeyde soğutulması da batmasına neden olur.
Dünya yüzeyi ve dış çekirdek arasındaki sıcaklık farkı ve yüksek basınç ve sıcaklıktaki kristal kayaların milyonlarca yıl boyunca yavaş, sürünen, viskoz benzeri deformasyona uğrama kabiliyeti nedeniyle, mantoda konvektif bir malzeme dolaşımı vardır. Sıcak malzeme yukarı kalkar, daha soğuk (ve daha ağır) malzeme aşağı düşer. Malzemenin aşağı doğru hareketi, batma bölgeleri adı verilen yakınsak plaka sınırlarında meydana gelir. Tüylerin üzerinde yer alan yüzeydeki konumların yüksek bir yüksekliğe sahip olduğu (altındaki daha sıcak, daha az yoğun tüylerin kaldırma kuvveti nedeniyle) ve sıcak nokta volkanizması sergilediği tahmin edilmektedir.. Genellikle derin manto tüylerine atfedilen volkanizma alternatif olarak kabuğun pasif olarak genişlemesi ile magmanın yüzeye sızmasına izin verir ("Plaka" hipotezi).
Konveksiyon Dünya mantonun a, kaotik plakalarının hareketinin bir parçası olduğu düşünülmektedir (akışkan dinamiği anlamında) işlemi. Plaka hareketi, yalnızca kıtaların kabuk bileşenlerinin hareketi için geçerli olan kıta kayması ile karıştırılmamalıdır. Litosferin ve alttaki mantonun hareketleri birleştirilir, çünkü inen litosfer mantodaki konveksiyonun temel bir bileşenidir. Gözlenen kıtaların kayması, okyanus litosferinin batmasına neden olan kuvvetler ile Dünya'nın mantosundaki hareketler arasında karmaşık bir ilişkidir.
Daha büyük derinlikte daha büyük viskozite eğilimi olmasına rağmen, bu ilişki doğrusal olmaktan uzaktır ve özellikle üst mantoda ve çekirdekle sınırda viskozitesi önemli ölçüde azalmış tabakalar gösterir. Çekirdek-manto sınırının yaklaşık 200 km (120 mil) üzerindeki manto biraz daha sığ derinliklerde mantodan belirgin şekilde farklı sismik özelliklere sahip gibi görünmektedir; çekirdeğin hemen üzerindeki bu alışılmadık manto bölgesine, 50 yıl önce jeofizikçi Keith Bullen tarafından getirilen bir isimlendirme olan D ″ ("D double-prime") denir. D sub, işlenmiş levhalardan elde edilen malzemeden oluşabilir perovskitte post-perovskite adı verilen perovskitte bulunan çekirdek-manto sınırında ve / veya yeni bir mineral polimorftan aşağı inip dinlenmeye başladı.
Sığ derinliklerde meydana gelen depremler doğrultu atımlı faylanmanın bir sonucudur; bununla birlikte, yaklaşık 50 km'nin (31 mi) altında, sıcak, yüksek basınç koşulları daha fazla depremliliği engellemelidir. Manto viskoz ve kırılgan faylanma yapamaz. Bununla birlikte, batma bölgelerinde, 670 km'ye (420 mi) kadar depremler gözlenmektedir. Bu olguyu açıklamak için dehidrasyon, termal kaçak ve faz değişimi gibi bir dizi mekanizma önerilmiştir. Jeotermal gradyan, yüzeydeki serin malzemenin aşağıya doğru battığı, çevredeki mantonun gücünü artırdığı ve depremlerin 400 km (250 mi) ve 670 km (420 mi) derinliğe kadar düşmesine izin verdiği durumlarda azaltılabilir.
Mantonun altındaki basınç ~ 136 G Pa'dır (1,4 milyon atm ). Derinlik arttıkça basınç artar, çünkü altındaki malzeme üstündeki tüm malzemenin ağırlığını desteklemek zorundadır. Bununla birlikte, tüm mantonun mantoyu oluşturan katı kristaller boyunca nokta, çizgi ve / veya düzlemsel kusurların hareketi ile barındırılan kalıcı plastik deformasyon ile uzun zaman aralıklarında bir sıvı gibi deforme olduğu düşünülmektedir. Üst manto viskozitesi için tahminler, derinliğe bağlı olarak, 10 19 ve 10 24 Pa · s arasındadır, sıcaklık, bileşim, stres durumu ve diğer birçok faktör. Böylece, üst manto çok yavaş akabilir. Bununla birlikte, en üst mantoya büyük kuvvetler uygulandığında, zayıflayabilir ve bu etkinin, tektonik plaka sınırlarının oluşumuna izin vermede önemli olduğu düşünülmektedir.
Keşif.
Mantonun keşfi, okyanus kabuğunun göreceli olarak daha kalın kıtasal kabuğa kıyasla göreceli inceliğinden dolayı genellikle karadan ziyade deniz yatağında gerçekleştirilir.
Project Mohole olarak bilinen ilk manto keşif girişimi, 1966'da tekrarlanan arızalar ve aşırı maliyetlerden sonra terk edildi. En derin penetrasyon yaklaşık 180 m'dir (590 ft). 2005 yılında bir okyanus sondajı, okyanus sondaj gemisi "JOIDES Resolution'dan" deniz tabanının 1.416 metre (4.646 ft) altına ulaştı.
Daha başarılı oldu Derin Deniz Sondaj Projesi 1968'den tarafından koordine 1983 için ameliyat (DSDP) Scripps Oşinografi Enstitüsü'ndeki at California, San Diego Üniversitesi, DSDP desteklemek için önemli veriler sağlamıştır deniz dibi yayılması hipotezini ve teoriyi kanıtlamak için yardımcı bir levha tektoniği. "Glomar Challenger" sondaj operasyonlarını gerçekleştirdi. DSDP, 40 yılı aşkın bir süredir faaliyet gösteren üç uluslararası bilimsel okyanus sondaj programından ilkiydi. Derinlemesine Örnekleme için Ortak Oşinografi Kurumlarının himayesinde bilimsel planlama yapıldı. Danışma grubu dünyanın dört bir yanından akademik kurumlardan, devlet kurumlarından ve özel sektörden 250 seçkin bilim insanından oluşan (JOIDES). Okyanus Sondaj Programı o yerini zaman (ODP) 2003 1985 ila araştırmaya devam etti Entegre Okyanus Sondaj Programı (IODP).
5 Mart 2007 tarihinde, RRS "James" Cook'taki bir grup bilim insanı, Cape Verde Adaları ve Karayip Denizi arasında, kabuğun örtüsüz olarak kabuğun maruz kaldığı Atlantik deniz tabanındaki bir bölgeye yolculuk başlattı. Maruz kalan yer okyanus yüzeyinin yaklaşık üç kilometre altındadır ve binlerce kilometrekareyi kaplar. Dünya'nın mantosundan örnek almak için nispeten zor bir girişim 2007'de daha sonra planlandı. Chikyu Hakken misyonu Japon gemisi "Chikyū'yı" kullanmaya çalıştı.deniz tabanının 7.000 m (23.000 ft) altına kadar delmek için. Bu, önceki okyanus sondajlarının neredeyse üç katıdır.
2005 yılında dünyanın en üst yüzlerce kilometresini keşfetmek için, konumu ve ilerlemesi üretilen akustik sinyaller ile kabuk ve mantodan aşağıya eriyen küçük, yoğun, ısı üreten bir probdan oluşan yeni bir yöntem önerildi. kayalarda. prob bir dış çevrede oluşur tungsten bir çapında bir metre kobalt-60, bir radyoaktif ısı kaynağı olarak iç hareket. Böyle bir prob okyanus ulaşacağı hesaplanmıştır "Moho" az 6 ayda hem altına birkaç on yıl içerisinde 100'ün üzerinde km (62 mil) minimum derinlikleri elde okyanus ve kıta litosfer.
Araştırma, mantonun evriminin bilgisayar simülasyonları ile de yardımcı olabilir. 2009 yılında bir süper bilgisayar uygulaması, mantonun 4,5 milyar yıl önce geliştiği andan itibaren, özellikle demir izotopları olmak üzere mineral yataklarının dağılımına yeni bir bakış sağlamıştır.
Diğer gezegenlerde manto.
Merkür 490 kilometre kalınlığında silikat yapılı bir mantoya sahiptir. Bu manto, Merkür'ün ağırlığının %28'idir. Venüs, Merkür gibi silikat yapıdan oluşan 2800 kilometre kalınlığında bir mantoya sahiptir. Bu manto Venüs'ün ağırlığının %70'ini oluşturur. Mars'ın mantosu da silikat özellik taşıyan 1600 kilometre kalınlıkta olan bir mantodur. Mars'ın ağırlığının %74-%88'ini oluşturmaktadır.
Gezegen uydularında manto.
Jüpiter'in uyduları olan Io, Europa ve Ganymede silikat yapılı mantolara sahiplerdir. Io uydusunun mantosu 1100 kilometre kalınlığında olup Volkanik bir kabuk tarafından üstü kapanmıştır. Europa uydusunun mantosu ise silikat yapıda olup, 1165 kilometre kalınlığındadır. Üstü 85 kilometre kalınlığında buz ve muhtemelen su kütlesi ile kaplıdır. Ganymede'nin mantosu ise diğer 2 uydu gibi silikat yapıda olup 1315 kilometre kalınlığındadır. Üstü ise 835 kilometre kalınlığında buzla örtülüdür.
Gezegenimizin uydusu olan Ay silikat yapıda bir mantoya sahiptir. Kalınlığı 1300 - 1400 kilometre olup ay bazaltlarına ev sahipliği yapmaktadır. Satürn gezegeninin uydusu olan Titan ve Neptün gezegenin uydusu olan Triton mantoya sahip uydulardır. Mantoları buz ya da benzeri sert maddelerden oluşmaktadır.
Asteroitlerde manto.
Bazı en büyük asteriotlerde manto bulunur. Örnek olarak Vesta Asteroiti, silikat yapılı bir mantoya sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12913",
"len_data": 13075,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Yer çekirdeği, Dünya'nın en iç kısmını oluşturur. En kalın yer katmanıdır (geosfer).
Mantodan Wiechert-Gutenberg süreksizliği ile ayrılır. 2.890 kilometre derinlikten Dünya'nın merkezine (6.370 km) kadar uzanır; yani 3.480 kilometre kalınlıktadır. Yoğunluğu dış sınırında 10 g/cm³, Dünya'nın merkezî kısmında ise 13 g/cm³ kadardır. Esas olarak demir-nikel alaşımından oluştuğu sanılmaktadır. Çekirdek, eski literatürde "nife" terimiyle açıklanan kısma karşılık gelir. Deprem dalgalarının yayılışına bakılarak yapılan araştırmalar, çekirdeğin iki kısımdan meydana geldiğini göstermektedir:
Çekirdek, dış çekirdek ve iç çekirdek olmak üzere iki kısma ayrılır. Dış çekirdek, 2.890–5.000 kilometre arasında yer alır ve kalınlığı 2.110 km'dir. Burada yoğunluk 5,5'dan 10'a kadar çıkar ve P dalga hızı ise 13.6 km/s'den 8.1 km/s'ye düşer. Enine deprem dalgaları (S dalgaları) bu kısma sokulmadıklarından dış çekirdeğin sıvı olduğu sonucuna varılmıştır. İç çekirdek ise 5.000-6.370 kilometreler arasında, yani Dünya'mızın tam merkezinde yer alır ve katıdır. Kalınlığı 1.370 kilometredir. Dış ve iç çekirdek arasındaki yoğunluk 12,3, sıcaklık ise 'i bulur. Dış ve iç çekirdek arasındaki en önemli fark, dış çekirdekte demir-nikel alaşımı magma ergimiş hâlde iken iç kısımda çok yüksek basınç etkisiyle kristal hâlinde olmasıdır. İç çekirdekte yoğunluk 13,6 g/cm³, sıcaklık ise 'dir. İç çekirdeğe yoğunluğunun çok fazla olması sebebiyle ağırküre anlamında barisfer de denilir.
Yukarıda da görüldüğü gibi yerkürenin yoğunluğu yeryüzünden mantoya doğru artmaktadır. Granitik yer kabuğunda 2,7–2.8 g/cm³ civarında olan yoğunluk, merkezde 13 g/cm³'ü bulmaktadır.
Yoğunluk artışı sürekli ve tedricî değildir; belirli derinliklerde ani yoğunluk artışları görülür. Bu derinliklerden biri "Mohorovicic kesintisi" veya kısaca "Moho kesintisi" olarak adlandıran ve yer kabuğu ile manto arasındaki sınıra tekabül eden derinliktir. Mantodan çekirdeğe geçişte de bu şekilde bir ani yoğunluk artışı görülür. Mantonun alt zonunda 6 g/cm³'e yakın olan yoğunluk, çekirdeğin üst sınırında birden 10 g/cm³'e çıkar. Ani yoğunluk artışının görüldüğü bu sınıra da "Wiechert-Gutenberg kesintisi" denir.
Yerkürenin merkezine doğru gidildikçe yoğunluk değerleri gibi sıcaklık ve basınç değerleri de artar. Ancak sıcaklığın ve basıncın birim mesafedeki artış değeri, yani gradyanları sabit değildir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12914",
"len_data": 2364,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.11
}
|
Uzanım, gökbilimde Güneş'in uydusu olan bir gök cisminin Yer'den bakıldığında Güneş ile yaptığı açıdır.
İç gezegenler (Merkür ve Venüs) için 'doğu uzanımı', gezegenin batı ufkunda Güneş battıktan sonra görüldüğü durumlarda; 'batı uzanımı' ise, sabah Güneş doğmadan önce doğu ufkunda bulunduğu durumlarda söz konusudur. Her kavuşum döneminde gezegen iki kez Güneş ile en büyük açıyı yapacak konuma gelir. Bunlar 'en yüksek doğu uzanımı' ve 'en yüksek batı uzanımı' olarak adlandırılırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12918",
"len_data": 487,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Bir yörüngenin, eğikliğini belirlemek için referans olarak alınan düzlemi kestiği iki noktaya yörünge düğümleri adı verilir. Bu iki düğüm içinden, yörüngeyi izleyen cismin referans düzlemini güneyden kuzeye doğru aştığı nokta 'çıkış düğümü', 'çıkan düğüm' veya 'kuzey düğümü'; kuzeyden güneye doğru geçtiği nokta ise 'iniş düğümü', 'inen düğüm' veya 'güney düğümü' olarak adlandırılır. Eğikliği sıfıra eşit olan bir yörüngenin düğümleri yoktur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12919",
"len_data": 444,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.76
}
|
Gök mekaniği, gök cisimlerinin hareketlerini inceleyen gökbilim dalıdır.
Gök cisimleri arasındaki kütleçekim etkileşimlerinin belirlediği ilişkilere, Kepler'in ampirik olarak kurduğu matematiksel model üzerine Newton tarafından geliştirilen ve hareketin temel yasaları adı verilen fizik kurallarının uygulanması temeline dayanır. 20. yüzyılda Einstein'ın görelilik kuramı ile bu kurallar yeniden gözden geçirilmiştir. Böylece, giderek daha duyarlı hale gelen ölçüm yöntemleri ile ortaya çıkan ve klasik gök mekaniği kuramının açıklamakta yetersiz kaldığı sapmalar aydınlatılabilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12920",
"len_data": 585,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.09
}
|
Windows XP, Microsoft tarafından geliştirilen Windows NT işletim sistemi ailesinin önemli bir sürümüdür. Hem profesyonel kullanıcılar için geliştirilen Windows 2000'in, hem de genel kullanıcılar için geliştirilen Windows Me'nin doğrudan ardılıydı. 25 Ekim 2001'de başlayan perakende satışlarla 24 Ağustos 2001'de üretime sunuldu.
Windows XP'nin geliştirilmesi, 1990'ların sonunda, özellikle genel tüketici kullanımı için tasarlanmış Windows NT çekirdeği üzerine kurulu bir işletim sistemi olan "Neptune" olarak başladı. Windows 2000'in güncelleştirilmiş bir sürümü de başlangıçta iş piyasası için planlanmıştı; ancak Ocak 2000'de, her iki proje de hem tüketici hem de iş pazarları için tek bir işletim sistemi platformu olarak hizmet edecek olan "Whistler" kod adlı tek bir işletim sistemi lehine rafa kaldırıldı. Bu nedenle Windows XP, Windows 95 çekirdeğine ve MS-DOS'a dayanmayan ilk Windows tüketici sürümüydü.
Piyasaya sürülmesinden sonra Windows XP, eleştirmenler tarafından artan performans ve kararlılık (özellikle Windows Me ile karşılaştırıldığında), daha sezgisel bir kullanıcı arayüzü, gelişmiş donanım desteği ve genişletilmiş multimedya yetenekleri konusunda olumlu eleştiriler aldı. Ancak, bazı incelemeciler yeni lisanslama modeli ve ürün etkinleştirme sistemi konusunda endişeliydi. Windows XP ve Windows Server 2003'ün yerini sırasıyla Ocak 2007 ve Şubat 2008'de piyasaya sürülen Windows Vista ve Windows Server 2008 almıştır.
Windows XP için genel destek 14 Nisan 2009'da, genişletilmiş destek ise 8 Nisan 2014'te sona erdi. Böylece işletim sistemi, daha fazla destek ve güvenlik güncellemesi almayı durdurdu. Windows XP Professional tabanlı Windows Embedded POSReady 2009 ise Nisan 2019'a kadar güvenlik güncellemeleri aldı. Güncelleştirmeleri Windows XP'nin diğer sürümlerine uygulamak için resmi olmayan yöntemler kullanıma sunuldu. Microsoft, uyumsuzluk sorunlarını öne sürerek bu uygulamayı resmi olarak caydırdı.
Mayıs 2022 itibarıyla, Windows PC'lerin %0,44'ü (tüm kıtalarda pay %1'in altındadır) Windows XP çalıştırmaktadır. Windows XP, bilgisayarların %50-60'ından fazlasının kullandığı Ermenistan gibi birçok ülkede hala çok yaygındır.
Geliştirilme süreci.
1990'ların sonlarında, Windows XP olacak işletim sisteminin geliştirmesi için iki ayrı ürüne odaklandı: Windows 2000'in ardılı olmayı amaçlayan "Odyssey"; ve MS-DOS tabanlı Windows 98'in ardından Windows NT mimarisini kullanan tüketici odaklı bir işletim sistemi olduğu bildirilen "Neptune".
Ancak projelerin çok iddialı olduğu ortaya çıktı. Ocak 2000'de, Windows 2000'in resmi olarak piyasaya sürülmesinden kısa bir süre önce, teknoloji yazarı Paul Thurrott, Microsoft'un hem Neptune'ü hem de Odyssey'i rafa kaldırdığını bildirdi. Whistler'ın amacı, hem tüketici hem de iş odaklı Windows hatlarını tek bir Windows NT platformu altında birleştirmekti: Thurrott, Neptune'ün "Windows Me'den alınan tüm özelliklerin basitçe yeniden yorumlandığı bir kara delik haline geldiğini ve Neptune ile Odyssey'in zaten aynı kod tabanına dayanacağından, onları tek bir projede birleştirmenin mantıklı olacağını belirtti."
13 Temmuz 2000'deki PDC'de Microsoft, Whistler'ın 2001'in ikinci yarısında piyasaya sürüleceğini duyurdu.
Microsoft, 31 Ekim 2000'de Whistler'ın ilk halka açık beta derlemesi olan 2296'yı yayınladı. Sonraki derlemeler, Internet Explorer 6.0, Microsoft Ürün Etkinleştirme sistemi ve "Bliss" masaüstü arka planı gibi Windows XP'nin özelliklerini yavaş yavaş tanıttı.
Whistler, 5 Şubat 2001'de gerçekleştirilen bir medya etkinliği sırasında, XP'nin "eXPerience" anlamına geldiği Windows XP adı altında resmi olarak tanıtıldı.
Piyasaya sürülmesi.
Haziran 2001'de Microsoft, Intel ve diğer bilgisayar üreticileriyle birlikte Windows XP'yi pazarlamak ve tanıtmak için en az 1 milyar ABD doları harcamayı planladığını belirtti. Kampanyanın teması "Yes You Can" (Evet Yapabilirsin), platformun genel yeteneklerini vurgulamak için tasarlandı. Microsoft başlangıçta "Prepare to Fly" (Uçmaya Hazırlan) sloganını kullanmayı planlamıştı, ancak 11 Eylül saldırılarının ardından duyarlılık sorunları nedeniyle değiştirildi.
24 Ağustos 2001'de Windows XP build 2600 üretime sunuldu (RTM). Microsoft Redmond Kampüsü'ndeki bir tören medya etkinliği sırasında, RTM yapısının kopyaları, birkaç büyük PC üreticisinin temsilcilerine evrak çantalarında verildi ve daha sonra dekore edilmiş helikopterlere bindiler. PC üreticileri, 24 Eylül 2001'den itibaren XP çalıştıran cihazları piyasaya sürebilecekken, XP'nin 25 Ekim 2001'de genel olarak perakende kullanılabilirliğe ulaşması bekleniyordu. Aynı gün Microsoft, XP'nin iki ana sürümü olan "Home" (ev kullanıcıları için Windows Me'nin yedeği olarak) ve "Professional" (profesyonel kullanıcılar için Windows 2000'in yedeği olarak) için nihai perakende fiyatlandırmasını da duyurdu.
Yeni ve güncellenmiş özellikler.
Kullanıcı arayüzü.
Önceki sürümlerle bazı benzerlikler korunurken, Windows XP'nin arayüzü, işletim sisteminin görünümünü tamamen değiştiren alfa birleştirme efektleri, alt gölgeler ve "görsel stiller" çeşitlerinin artmasıyla yeni bir görsel görünüme kavuştu. Etkinleştirilen efektlerin sayısı, bilgisayarın işlem gücüne bağlı olarak işletim sistemi tarafından belirlenir ve duruma göre devre dışı bırakılabilir. Ayrıca XP, Sıvı kristal ekranlardaki yazı tiplerinin görünümünü iyileştirmek için tasarlanmış yeni bir alt piksel oluşturma sistemi olan ClearType ile birlikte geldi. Yeni bir sistem simgeleri seti de yine XP ile birlikte tanıtıldı. Varsayılan duvar kağıdı olan "Bliss", Napa, Kaliforniya'nın dışındaki Napa Vadisi'nde, yuvarlanan yeşil tepeler ve stratokümülüs ile sirüs bulutlarının olduğu mavi bir gökyüzünün fotoğrafıdır.
Başlat menüsü, XP'de ilk büyük değişikliğe uğradı ve sık kullanılan uygulamaları, son açılan belgeleri ve geleneksel basamaklı "Tüm Programlar" menüsünü listeleme, sabitleme ve görüntüleme özelliğine sahip iki sütunlu bir düzene geçti. Görev çubuğu artık tek bir uygulama tarafından açılan pencereleri, tek tek pencereleri listeleyen bir açılır menü ile tek bir görev çubuğu düğmesinde gruplayabilir hale getirildi. Bildirim alanı ayrıca varsayılan olarak "etkin olmayan" simgeleri de gizlemektedir. Bunların yanı sıra, "ortak görevler" listesi eklendi ve Windows Gezgini'nin kenar çubuğu, ortak eylemlerin listelerini içeren yeni bir görev tabanlı tasarım kullanacak şekilde güncellendi; görüntülenen görevler, bir klasördeki içeriğin türüyle bağlamsal olarak alakalıdır (örneğin, müzik görüntülü bir klasör, klasördeki tüm dosyaları oynatmayı veya bir CD'ye yazmayı önerir).
Hızlı kullanıcı geçişi ile ek kullanıcılar, mevcut kullanıcıların programlarını kapatıp oturumlarını kapatmalarına gerek kalmadan Windows XP işletim sistemine sahip bir bilgisayarda oturum açmasına olanak tanır.
Altyapı.
Windows XP, başlatma ve uygulama açılış sürelerini iyileştirmek için ön başlatıcı kullanır. Güncellenen sürücüler istenmeyen sonuçlar verirse, güncellenmiş bir aygıt sürücüsünün kurulumunu geri almak da Windows XP ile mümkün hale gelmiştir.
Windows Ürün Aktivasyonu olarak bilinen bir kopya koruma sistemi, Windows XP ve onun sunucu versiyonu olan Windows Server 2003 ile tanıtılmıştır. Tüm Windows lisansları, internet veya telefon yardım hattı aracılığıyla iletilen bilgisayar donanımından gelen bilgiler kullanılarak oluşturulan benzersiz bir kimliğe bağlı olmalıdır. Ayrıca Windows, kurulumdan sonraki 30 gün içinde etkinleştirilmezse, işletim sistemi etkinleştirilene kadar çalışmayı durdurmaktaydı.
Ağ ve internet işlevleri.
Windows XP yerleşik olarak Internet Explorer 6, Outlook Express 6, Windows Messenger ve MSN Explorer ile birlikte gelmektedir. İnternet Bağlantısı Güvenlik Duvarı, UPnP ile İnternet Bağlantı Paylaşımı entegrasyonu, NAT geçiş API'leri, Hizmet Kalitesi özellikleri, IPv6 ve Teredo tünelleme, Arka Plan Akıllı Aktarım Hizmeti, genişletilmiş faks özellikleri, ağ köprüleme, eşler arası ağ oluşturma, çoğu DSL modem için destek, otomatik yapılandırma ve dolaşım ile IEEE 802.11 (Wi-Fi) bağlantıları, TAPI 3.1 ve FireWire üzerinden ağ oluşturma gibi özellikler de yerleşik olarak Windows XP ile birlikte gelmektedir. Kullanıcıların bir ağ veya internet üzerinden Windows XP çalıştıran bir bilgisayara bağlanıp uygulamalarına, dosyalarına, yazıcılarına ve cihazlarına erişmesine veya yardım istemesine olanak tanıyan Uzaktan Yardım ve Uzak Masaüstü özellikleri de eklenmiştir.
Geriye dönük uyumluluk.
Windows'un belirli sürümlerini hedefleyen veya kilitleyen çalışan yazılımı etkinleştirmek için "Uyumluluk modu" eklenmiştir. Bu özellik, Windows 95'ten başlayarak, Windows'un seçili önceki bir sürümünün yazılıma benzetilmesine olanak tanır.
Kaldırılan özellikler.
Windows'un önceki sürümlerinin parçası olan bazı programlar ve özellikler, Windows XP'de bulunmamaktadır. Windows 9x öncülünde bulunan çeşitli MS-DOS komutları, POSIX ve OS/2 alt sistemlerinde olduğu gibi kaldırıldı.
Ağ oluşturmada NetBEUI, NWLink ve NetDDE kullanımdan kaldırıldı ve varsayılan olarak gelmedi. Tak ve çalıştır uyumu olmayan iletişim cihazlar da (modemler ve ağ arabirim kartları gibi) artık desteklenmemekteydi.
Sürümler.
İşletim sistemi öncelikle, yoğun yerelleştirme (yerel yer işaretlerinin görüntülerini içeren duvar kağıtları ve ekran koruyucular dahil) ve temel bilgisayar görevleriyle ilgili video eğitimlerini içeren bir "Desteğim" alanı içeren ilk kez bilgisayar sahiplerine yöneliktir.
Windows XP, piyasaya sürüldüğünde; "Home Edition" ve "Professional Edition" olmak üzere iki ana sürüm olarak yayınlandı. Her iki sürüm de perakende olarak yeni bilgisayarlara önceden yüklenmiş yazılımlar ve kutulu kopyalar olarak sunuldu. Kutulu kopyalar "Yükseltme" veya "Tam" lisanslar olarak satıldı; "Yükseltme" sürümleri biraz daha ucuzdu, ancak yüklemek için mevcut bir Windows sürümünü gerektiriyordu. "Tam" sürüm ise, işletim sistemi veya mevcut Windows sürümü olmayan sistemlere yüklenebilirdi. XP'nin iki sürümü farklı pazarlara yönelikti: "Home Edition" açıkça son kullanıcı kullanımına yöneliktir ve bir Windows etki alanına katılma, İnternet Bilgi Hizmetleri ve Çok Dilli gibi "Professional"'da bulunan belirli gelişmiş ve kurumsal odaklı özellikleri varsayılan olarak devre dışıdır. Windows 98 veya Me, her iki sürüme de yükseltilebilir, ancak Windows NT 4.0 ve Windows 2000 yalnızca "Professional"'a yükseltilebilir.
XP'nin iki özel sürümü, 2002'de belirli donanım türleri için, yalnızca OEM kanalları aracılığıyla önceden yüklenmiş yazılım olarak tanıtıldı. "Windows XP Media Center Edition" başlangıçta Windows Media Center'ı içeren TV alıcılı ("Media Center PC" adı altında pazarlanan) yüksek kaliteli ev sineması bilgisayarları için tasarlanmıştı. Microsoft ayrıca, ek kalem girişi özellikleri içeren ve Tablet PC özelliklerini karşılayan mobil cihazlar için optimize edilmiş "Windows XP Tablet PC Edition"'ı da tanıtmıştır. Ayrıca XP'nin iki farklı 64-bit sürümü de kullanıma sunulmuştur. İlki, "Windows XP 64-Bit Edition", IA-64 (Itanium) sistemleri için tasarlanmıştı; İş istasyonlarında IA-64 kullanımı AMD'nin x86-64 mimarisi lehine düştüğünden, Itanium sürümü Ocak 2005'te durduruldu. Aynı yılın Nisan ayında, "Windows XP Professional x64 Edition" adlı x86-64 mimarisini destekleyen yeni bir 64-bit sürümü yayınlandı.
Microsoft ayrıca, düşük maliyetli PC'lere yönelik özel bir Home Edition çeşidi olan "Windows XP Starter Edition"'ın 2004 yılında piyasaya sürülmesiyle gelişmekte olan pazarları da hedef aldı. Bu versiyon öncelikle, yoğun yerelleştirme (yerel yer işaretlerinin görüntülerini içeren duvar kağıtları ve ekran koruyucular dahil) ve temel bilgisayar görevleriyle ilgili video eğitimlerini içeren bir "Desteğim" alanı içeren ilk kez bilgisayar sahiplerine yöneliktir. Ayrıca belirli "gelişmiş" özellikleri barındırmaz ve kullanıcıların aynı anda üçten fazla uygulama çalıştırmasına izin vermez. Hindistan ve Tayland'daki pilot programın ardından Starter sürümü, 2005 yılı boyunca diğer gelişmekte olan pazarlarda da piyasaya sürüldü.
Hizmet paketleri.
Hizmet paketleri, tüm güncelleştirmelerin ve hatta kendisinden önce yayımlanmış hizmet paketlerinin bir üst kümesi olan toplu güncelleştirme paketidir. Windows XP için toplam üç adet hizmet paketi yayımlanmıştır. Service Pack 3, canlı bir işletim sistemini güncellemek için en az Service Pack 1'in kurulu olması gerektiğinden biraz farklıdır. Ancak, Service Pack 3 yine de bir Windows yükleme diskine gömülebilir; SP1 bunu yapmak için bir ön koşul olarak bildirilmemiştir.
Service Pack 1.
Windows XP için Service Pack 1 (SP1) 9 Eylül 2002'de yayımlandı. XP'nin orijinal sürümünden bu yana yayınlanan tüm güvenlik yamalarıyla birlikte 300'den fazla küçük, RTM sonrası hata düzeltmesi içeriyordu. SP1 ayrıca USB 2.0 desteği, Microsoft Java Sanal Makinesi, .NET Framework desteği ve o sırada çıkacak olan Media Center ve XP'nin Tablet PC sürümleri tarafından kullanılan teknolojiler için destekleri içeriyordu. SP1'in en dikkat çekici özelliği ise Windows XP'de kullanılacak varsayılan programların değiştirilebilmesiydi.
3 Şubat 2003'te Microsoft, Service Pack 1a'yı (SP1a) yayımladı. Microsoft Java Sanal Makinesinde yapılan geliştirmeler haricinde SP1 ile aynıydı.
Service Pack 2.
"Windows XP Home" ve "Professional" sürümleri için Service Pack 2 (SP2) 25 Ağustos 2004'te yayımlandı. Başlıca özellikleri arasında Wi-Fi için WPA şifreleme uyumluluğu ve Wi-Fi ağ kullanıcı arabiriminde kullanılabilirlik iyileştirmeleri, kısmi Bluetooth desteği ve güvenlik sistemlerinde (Windows Güvenlik Duvarı) çeşitli iyileştirmeler yer alıyordu.
Ağustos 2006'da Microsoft, Internet Explorer'da ActiveX denetimlerinin bir kullanıcı bunlarla etkileşime geçmeden önce manuel olarak etkinleştirilmesini gerektiren bir düzeltme eki eklemek için Windows XP ve Windows Server 2003 SP2 (SP2b) için güncelleştirilmiş yükleme medyası yayınladı. Bu düzeltme, tarayıcının Eolas'a ait bir patenti ihlal etmemesi için yapılmıştır. Microsoft zaman içinde patenti lisansladı ve Nisan 2008'de değişikliği geri alan bir yama daha yayınladı. Eylül 2007'de, "XP Professional" için SP2c olarak bilinen başka bir küçük revizyon daha yayımlandı.
Windows XP Service Pack 2 daha sonra Windows Embedded for Point of Service ve Windows Fundamentals for Legacy PC's sürümlerine de dahil edildi.
Service Pack 3.
Üçüncü ve son Hizmet paketi olan SP3, Windows Vista'nın yayımlanmasından yaklaşık bir yıl sonra ve Windows 7'nin yayımlanmasından yaklaşık bir yıl önce, Nisan - Haziran 2008 arasında farklı kanallar aracılığıyla yayımlandı.
10 Temmuz 2008'de otomatik güncelleştirmeler kullanıcılara otomatik olarak gönderilmeye başlandı. Microsoft tarafından, Windows XP'ye yönelik bağımsız güncellemeler olarak ayrı olarak sunulan yeni özelliklerin yanı sıra Windows Vista'dan desteklenen özelliklerin yer aldığı ayrıntılı bir özellik grubuna genel bakış yayınlandı. SP3'e toplam 1.174 düzeltme dahildir. Service Pack 3, Internet Explorer 8'e kadar olan sistemlere kurulabilir; Internet Explorer 7, SP3'ün bir parçası olarak dahil edilmedi.
Service Pack 3, geliştiricilerin sistem genelinde uyumluluk uygulama ayarlarından bağımsız olarak kodları için Veri Yürütme Engellemesi'ni etkinleştirmesine olanak tanıyan API'ler, Güvenlik Destek Sağlayıcı Arayüzü, WPA2'deki iyileştirmeler dahil olmak üzere SP2'ye kıyasla güvenlik geliştirmelerini içeriyordu.
Windows XP Service Pack 3 daha sonra Windows Embedded Standard 2009 ve Windows Embedded POSReady 2009'a dahil edildi.
Destek süresi.
Windows XP'nin (hizmet paketi olmadan) orijinal sürümüne yönelik destek 30 Ağustos 2005'te sona erdi. Hem Windows XP Service Pack 1 hem de 1a, 10 Ekim 2006'da kullanımdan kaldırıldı ve hem Windows 2000'nin hem de Windows XP SP2'nin, Windows XP Service Pack 3'ün piyasaya sürülmesinden yaklaşık 24 ay sonra 13 Temmuz 2010'da desteği sona erdi. Microsoft, Windows XP'nin OEM'ler için olan genel lisansını durdurdu ve Windows Vista'nın piyasaya sürülmesinden 17 ay sonra 30 Haziran 2008'de işletim sisteminin perakende satışlarına son verdi. Ancak 3 Nisan 2008'de, 22 Ekim 2009'da Windows 7'nin kullanıma sunulmasından bir yıl sonrasına kadar "ultra düşük maliyetli kişisel bilgisayarlar", özellikle netbook'lar olarak tanımladığı şeyi üreten OEM'ler için bir istisna uyguladı. Microsoft'tan Kevin Hutz, kararın Windows işletim sistemine sahip düşük donanımlı bilgisayarlara yönelik bariz pazar talebi nedeniyle verildiğini belirtmesine rağmen, analistler hareketin esas olarak Linux tabanlı netbooklarla rekabet etmeyi amaçladığını düşündüler.
Gömülü sistemler için geliştirilmiş Windows XP sürümleri de farklı destek ilkelerine sahiptir: Windows XP Embedded SP3 ve Windows Embedded for Point of Service SP3, sırasıyla Ocak ve Nisan 2016'ya kadar desteklenmiştir. Windows Embedded Standard 7'nin yerini alan Windows Embedded Standard 2009 ve Windows Embedded POSReady 7'nin yerini alan Windows Embedded POSReady 2009, sırasıyla Ocak ve Nisan 2019'a kadar desteklendi. Bu güncellemeler, gömülü sistem sürümleri için tasarlanırken, Nisan 2019'a kadar resmî olmayan yamaları etkinleştiren bir kayıt defteri hackiyle standart bir Windows XP'ye de indirilebilir. Ancak Microsoft, uyumsuzluk sorunlarını öne sürerek Windows XP kullanıcılarına bu düzeltmeleri yüklememelerini tavsiye etti.
Destek sonu.
14 Nisan 2009'da Windows XP için temel destek sona erdi ve genişletilmiş destek aşamasına gelindi; Microsoft, Windows XP için her ay güvenlik güncelleştirmeleri sağlamaya devam etti, ancak ücretsiz teknik destek, garanti talepleri ve tasarım değişiklikleri gibi temel destekler artık sunulmuyordu. Genişletilmiş destek, Windows XP'nin piyasaya sürülmesinden 12 yıl sonra, normalde Microsoft ürünlerinin destek ömrü yalnızca 10 yıl olmasına rağmen 8 Nisan 2014'te sona erdi. 8 Nisan'da yayınlanan son güvenlik güncellemelerinin ötesinde, XP için ücretsiz güvenlik yamaları veya destek bilgileri sağlanmamaktadır; "Kritik yamalar" oluşturulmaya devam edecek ve yalnızca ücretli bir "Özel Destek" planına abone olan müşterilere sunulacaktır. Bir Windows bileşeni olduğundan, Windows XP için Internet Explorer'ın tüm sürümleri de desteklenmez hale geldi.
Ocak 2014'te, dünyadaki 3 milyon ATM'nin %95'inden fazlasının hala Windows XP (ATM'lerdeki baskın işletim sistemi olarak IBM'in OS/2'nin yerini alan) çalıştırdığı tahmin ediliyordu; ATM'lerin ortalama yaşam döngüsü yedi ila on yıl arasındadır, ancak bazılarının yaşam döngüleri 15'e kadar çıkmıştır. Birkaç ATM üreticisi ve müşterileri tarafından 2014 yılı boyunca Windows 7 tabanlı sistemlere geçme planları yapılırken, üreticiler ayrıca destek yaşam döngüleri için daha fazla esneklik sağlamak için gelecekte Linux tabanlı platformları kullanma olasılığını da değerlendirdi. Bu tarihten sonra ATM Industry Association (ATMIA) Windows 10'u ATM'ler için yeni bir alternatif olarak onayladı.
Ayrıca, Çin'deki tüm bilgisayarların en az %49'u 2014'ün başında halen XP kullanıyordu. Bu bekletmeler birkaç faktörden etkilenmiştir; Çin Bilimler Akademisi'nden Ni Guangnan, Windows 8 kullanıcılarının Amerika Birleşik Devletleri federal hükûmetinin gözetimine maruz bırakabileceği konusunda uyarıda bulunurken, Microsoft'un "garantili" destek sağlayamamasını protesto etmek için Çin, Mayıs 2014'te hükûmet kurumlarında kullanılması için Windows 8'in satın alınmasını yasakladı. Hükûmet ayrıca, kullanıcıların daha yeni sürümleri yasal olarak satın almak yerine korsan olarak kullanacakları için, yaklaşan desteğin sona ermesinin Microsoft ile korsanlıkla mücadele girişimlerini etkileyebileceğinden endişe duyuyordu. Bu nedenle, hükûmet yetkilileri Microsoft'tan bu nedenlerle XP için destek süresini uzatmasını resmen talep etti. Microsoft isteklerine uymasa da, Lenovo, Kingsoft ve Tencent gibi bir dizi büyük Çinli yazılım geliştiricisi, XP'den geçiş yapan Çinli kullanıcılar için ücretsiz destek ve kaynak sağlayacağını belirtti. Bazı hükûmetler, özellikle Hollanda ve Birleşik Krallık, Windows XP'nin sürekli dahili kullanımı için Microsoft ile "Özel Destek" planları üzerinde pazarlık yapmayı seçtiler; İngiliz hükûmetinin anlaşması bir yıl sürdü. Bu anlaşma aynı zamanda Windows XP ile aynı gün desteği sona eren Office 2003'e de desteği kapsıyordu ve 5,5 milyon sterline mal olmuştu.
8 Mart 2014'te Microsoft, her ayın 8'inde kullanıcılara desteğin sona erdiğini hatırlatmak için açılır pencere şeklinde bir bildirim görüntüleyen bir XP güncellemesi dağıttı; ancak bu bildirimler kullanıcı tarafından devre dışı bırakılabilir. Microsoft ayrıca, kullanıcıların dosyaları ve ayarları XP'den daha yeni bir Windows sürümüne sahip bir bilgisayara taşımasına yardımcı olmak için PCmover yazılımının özel bir "ekspres" sürümünü sağlamak için Laplink ile ortaklık kurdu.
Desteğin sona ermesine rağmen, hala XP'yi geçmemiş kayda değer sorunlar vardı; Windows Vista'nın düşük seviyede talep görmesi, Büyük Durgunluk, Vista'nın etkileri ve Windows'un yeni sürümlerinin kurumsal ortamlarda kullanılan sürümlerinin yenilenmesi için oldukça fazla işlem gerekmesi gibi nedenlerle daha yeni Windows sürümlerine sahip daha yeni bilgisayarların satışları azaldı ve birçok kullanıcı XP'de kalmayı seçti. Başlıca güvenlik yazılımı satıcıları (Microsoft'un kendisi dahil), bu önlemlere rağmen, Google Chrome, Mozilla Firefox ve Opera web tarayıcılarının geliştiricileri ile birlikte, Windows XP için desteğin sona ermesinden sonra değişen kapsamlarda destek ve tanımlar sunmaya devam etmeyi planladı; eleştirmenler benzer şekilde, kullanıcıların sonunda XP'yi bırakıp desteklenen bir sürüme geçmeleri gerektiğini savundu. Amerika Birleşik Devletleri Bilgisayar Acil Durum Hazırlık Ekibi, Mart 2014'te kullanıcılara desteğin yaklaşmakta olduğunu bildiren ve 8 Nisan'dan sonra XP kullanmanın ABD hükûmetinin bilgi güvenliği gereksinimlerini karşılamalarını engelleyebileceğini bildiren bir uyarı yayınladı.
Microsoft, 14 Temmuz 2015'e kadar XP için Kötü Amaçlı Yazılımları Temizleme Aracı (MSRT) için Security Essentials virüs tanımlarını ve güncellemelerini sağlamaya devam etti. Genişletilmiş desteğin de sonu yaklaştıkça Microsoft, güvenlik açısından XP müşterilerini Windows 7 veya 8 gibi daha yeni sürümlere geçmeye daha fazla teşvik etmeye başladı ve saldırganların daha yeni Windows sürümleri için güvenlik yamalarını tersine çevirebileceğini ve bunları hedeflemek için kullanabileceğini öne sürdü. Windows XP, Microsoft'un desteklemeyi bıraktıktan sonra keşfedilen çok sayıda güvenlik açığı tarafından uzaktan kullanılabilir.
Benzer şekilde, XP çalıştıran özel cihazlar, özellikle tıbbi cihazlar, piyasaya sürülmeden önce ilgili düzenleyiciler tarafından onaylanan yazılımlarında herhangi bir revizyona (temel işletim sistemi için güvenlik güncellemeleri dahil) sahip olmalıdır. Bu nedenle, üreticiler genellikle cihazların işletim sistemlerinde herhangi bir güncellemeye izin vermediler ve bu da onları güvenlik açıklarına ve kötü amaçlı yazılımlara açık bıraktı.
Windows XP desteğinin sona ermesine rağmen Microsoft, büyük güvenlik açıklarını düzeltmek için işletim sistemi için üç acil durum güvenlik güncelleştirmesi yayımladı:
Araştırmacılar, Ağustos 2019'da, Windows 10 kullanıcılarının, birden çok sağlayıcının donanım aygıt sürücülerinin tasarım kusurları nedeniyle "kritik" sistem ihlali riski altında olabileceğini bildirdi. Microsoft, Temmuz 2019'da Windows XP ve Windows Me'deki Microsoft İnternet Oyunları hizmetlerinin 31 Temmuz 2019'da (ve Windows 7 için 22 Ocak 2020'de) sona ereceğini duyurdu. Steam gibi diğer oyun hizmeti sunan şirketler de aynı şeyi yaptı ve Ocak 2019'da Windows XP ve Windows Vista desteğini sonlandırdı.
2020'de Microsoft, SHA-1 uç noktaları için Windows Update hizmetini devre dışı bırakacağını duyurdu; Windows XP, SHA-2 için bir güncelleme almadığından, Windows Update Hizmetleri, Temmuz 2020'nin sonlarından itibaren işletim sisteminde artık kullanılamamaktadır. Ancak, Ekim 2021 itibarıyla, Windows XP için eski güncellemeler hala Microsoft Update Katalogu'nda bulunmaktadır.
Kabul görme.
Windows XP, ilk olarak 2001 yılında piyasaya sürüldüğünde olumlu tepkiler almıştır. CNET, yeni arayüzün önceki sürümlerden "daha keskin" ve daha sezgisel olduğunu göz önünde bulundurarak, ancak "el tutuşu" ile deneyimli kullanıcıları "rahatsız edebileceğini" düşünerek işletim sistemini "yutturmaya değer" olarak nitelendirdi. XP'nin genişletilmiş multimedya desteği ve CD yazma işlevi, akıcı ağ araçlarıyla birlikte not edildi. Windows 2000 ve Me'ye kıyasla XP'nin performans iyileştirmeleri ve 2000'e kıyasla artan yerleşik aygıt sürücüsü sayısı da övüldü.
Pazar payı.
Net Applications tarafından oluşturulan web analitiği verilerine göre, Windows XP, Windows 7'nin onu geçtiği (daha sonra Windows 10 tarafından geçildi), Ağustos 2012'ye kadar en yaygın kullanılan işletim sistemiydi, StatCounter ise bunun neredeyse bir yıl önce gerçekleştiğini belirtiyor.
Eylül 2022 itibarıyla, çoğu bölge veya kıtalardaki bilgisayarlarda Windows XP pazar payı, toplam Windows payının bir kısmı olarak %1'in altına düştü (Afrika'da %0,5).
Kaynak kodu sızıntısı.
23 Eylül 2020'de Windows XP Service Pack 1 ve Windows Server 2003'ün kaynak kodları, bilinmeyen bir kullanıcı tarafından 4chan görüntü panosuna sızdırıldı. Anonim kullanıcılar kodu derlemeyi başardı ve bir Twitter kullanıcısı, YouTube'da kodun orijinal olduğunu kanıtlayan sürecin videolarını yayınladı. Videolar daha sonra Microsoft tarafından telif hakkı gerekçesiyle kaldırıldı. Winlogon kaynak kodu ve diğer bazı bileşenler eksik olduğundan sızıntı eksikti. Orijinal sızıntı, mıknatıs bağlantıları ve yükleri orijinal olarak Server 2003 ve XP kaynak kodunu içeren ve daha sonra ek dosyalarla güncellenen torrent dosyaları kullanılarak yayıldı; bunlar arasında Microsoft ürünlerine, patentlerine, aşı karşıtı hareketler tarafından Bill Gates hakkındaki komplo teorileri hakkında medya ve farklı konularda çeşitli PDF dosyaları da bulunuyordu.
Microsoft, sızıntıları araştırdığını belirten bir bildiri yayınladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12922",
"len_data": 25832,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.34
}
|
Bluetooth, sabit veya taşınabilir cihazlar arasında kısa mesafelerde veri aktarımı yapmaya veya kişisel alan ağları (PAN) kurmaya yarayan kablosuz bağlantı standardı. 2,02 GHz ile 2,48 GHz aralığındaki ISM bantlarında UHF radyo dalgalarını kullanır. Genellikle kablolu bağlantılara alternatif olarak, birbirine yakın taşınabilir cihazlar arasında dosya alışverişi yapmak ve müzikçalarlar ile kablosuz kulaklıkları birbirine bağlamak için kullanılır. En sık kullanılan modunda aktarım gücü 2,4 miliwatt ile sınırlı olduğu için kapsama alanı 10 metreyi geçemez.
Bluetooth standardı Bluetooth Special Interest Group (SIG) tarafından yönetilir. Telekomünikasyon, bilgi işlem, ağ ürünleri ve tüketici elektroniği alanlarında 35.000'den fazla şirket gruba üyedir. IEEE, Bluetooth'u IEEE 802.15.1 olarak standartlaştırmış olmasına rağmen artık bu standart üzerinde çalışmamaktadır. Spesifikasyonun gelişiminden, yeterlilik programından ve ticari markaların korunmasından Bluetooth SIG sorumludur. Üreticilerin Bluetooth markasını kullanmaları için Bluetooth SIG standartlarını karşılamaları gerekir. Bluetooth teknolojisiyle ilişkili birçok patent bulunmaktadır. 2009 yılında yaklaşık 920 milyon adet Bluetooth entegre yonga sevk edildi. 2017 itibarıyla bu rakam yılda 3,6 milyara, 2021'de 4,7 milyara ulaştı ve büyümenin her yıl %9 oranında devam edeceği tahmin ediliyor.
Bluetooth ismi Danimarka Kralı I. Harald'ın lakabı olan "mavi diş"ten gelmektedir.
Tarih.
Daha sonra Bluetooth olarak adlandırılan "kısa bağlantı" teknolojisinin geliştirilmesi 1989 yılında İsveç'in Lund kentindeki Ericsson Mobile'ın teknik direktörü Nils Ridbeck tarafından başlatıldı. Amaç, Johan Ullmann'ın 1989-06-12'de yayınlanan SE 8902098-6 ve 1992-07-24'te yayınlanan SE 9202239 numaralı iki buluşuna göre kablosuz kulaklıklar geliştirmekti. Niels Ridbeck, Tord Wingren'i spesifikasyon için, Hollandalı Jaap Haartsen ve Sven Mattisson'u da geliştirme için görevlendirdi. Her ikisi de Lund'daki Ericsson'da çalışıyordu. Ana tasarım ve geliştirme 1994'te başladı ve 1997'de ekip uygulanabilir bir çözüme sahip oldu. 1997'den itibaren Erjan Johansson proje yöneticisi oldu ve teknoloji ve standardizasyonu destekledi.
Uygulama.
Bluetooth, altta 2 MHz genişliğinde ve üstte 3,5 MHz genişliğinde koruma bantları dahil olmak üzere 2,402 ile 2,480 GHz veya 2,400 ile 2,4835 GHz arasındaki frekanslarda çalışır. Bu, küresel olarak lisanssız (ancak düzenlenmemiş) 2,4 GHz kısa menzilli endüstriyel, bilimsel ve tıbbi (ISM) radyo frekans bandındadır. Bluetooth, frekans atlamalı spektrum genişletme adı verilen bir radyo teknolojisi kullanır. Bluetooth, iletilen verileri paketlere böler ve her paketi belirlenmiş 79 Bluetooth kanalından biri üzerinden iletir. Her kanal 1 MHz'lik bir bant genişliğine sahiptir. Uyarlanabilir frekans atlama (AFH) etkinken tipik olarak saniyede 1600 geçiş gerçekleştirir. Bluetooth Low Energy, 40 kanalı barındıran 2 MHz'lik bir aralık kullanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12923",
"len_data": 2942,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.47
}
|
Klasik Mac OS, Apple firması tarafından piyasaya sürülen işletim sistemi idi. Bu, diğer sistemlerle beraber Macintosh işletim sistemleri'ne dahil idi. Apple'ın daha sonra "Mac OS" olarak isimlendireceği şeyin orijinal hali olan, tamamlayıcı ve isimsiz sistem yazılımı ilk olarak 1984 yılında orijinal Macintosh ile tanıtılmıştır. İlk evvel "System" ismi ile tanıtılan sistem Mac OS 7.6-dan (System 7-nin versiyonu) başlayarak "Mac OS" adı ile sunulmaya başladı.En son ana sürümü Mac OS 9'dur. Mac OS ailesinde System 1 (2, 3, 4 ve 5), System 6, System 7, Mac OS 8, Mac OS 9 vardır. Bundan sonra macOS (önceki ismi Mac OS X, OS X) işletim sistemi başlatıldı. Sonundaki X roma rakamındaki 10'u temsil eder. Mac OS, UNIX türevi açık kaynak kodlu bir işletim sistemidir. Yasal olarak sadece Apple marka bilgisayarlar ile uyumludur. Grafik açısından çok ayrıcalıklı olduğundan genellikle yayıncılık alanında ilgi görür. 2014 yılı itibarıyla OS X Yosemite adlı yeni bir sürümü çıkmıştır.
Mac OS'un önceki sürümleri sadece Motorola 68000 tabanlı Macintosh'lar ile uyumlu idi. Apple PowerPC donanımı ile bilgisayarlar ortaya koyduğunda, işletim sistemi de bu yapıyla desteklendi. Mac OS 8.1 68.000 sınıfı işlemci (68.040) üzerinde çalıştırabilir son versiyonudur. "Classic" Mac OS yerine geçmiş olan Mac OS X, 10.5 ("Leopar") sürümü üzerine hem PowerPC ve Intel işlemcileri ile uyumludur. 10.6 ("Kar Leoparı") ve üzeri versiyonları sadece Intel işlemcileri destekler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12924",
"len_data": 1459,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Elektron ( veya simgeleri ile gösterilir), eksi bir temel elektrik yüküne sahip bir atomaltı parçacıktır. Lepton parçacık ailesinin ilk nesline aittir ve bileşenleri ya da bilinen bir alt yapıları olmadığından genellikle temel parçacıklar olarak düşünülürler. Kütleleri, protonların yaklaşık olarak 1/1836'sı kadardır. Kuantum mekaniği özellikleri arasında, indirgenmiş Planck sabiti ("ħ") biriminde ifade edilen, yarım tam sayı değerinde içsel bir açısal momentum (spin) vardır. Fermiyon olmasından ötürü, Pauli dışarlama ilkesi gereğince iki elektron aynı kuantum durumunda bulunamaz. Temel parçacıkların tamamı gibi hem parçacık hem dalga özelliklerini gösterir ve bu sayede diğer parçacıklarla çarpışabilir ya da kırınabilirler.
Elektronlar; elektrik, manyetizma, kimya ve ısı iletkenliği gibi çeşitli fizik fenomeninde temel rol oynamalarının yanı sıra; kütleçekimsel, elektromanyetik ve zayıf kuvvetlerde de yer alır. Yüklü olmalarından dolayı kendilerini çevreleyen bir elektrik alanı bulunur ve gözlemciye bağlı hareket etmesi sonucunda manyetik alan meydana gelir. Diğer kaynaklar tarafından oluşturulan manyetik alanlar, Lorentz kuvveti kanunu gereğince elektronların hareketlerini etkiler. Elektronlar, radyasyona uğramaları veya hızlandırılmaları durumlarında enerjiyi foton şeklinde emerler. Laboratuvar aletleri ile elektronların tek tek ya da elektromanyetik alanlar kullanılarak elektron plazmasından yakalanması ve özel teleskoplar aracılığıyla dış uzaydaki elektron plazmasının saptanması mümkündür. Elektronlar; elektronik, kaynak, katot ışını tüpleri, elektron mikroskopları, radyoterapi, lazerler, gaz iyonlaştırma sayaçları ve parçacık hızlandırıcıları gibi alanlarda kullanılırlar.
Atom çekirdeği içindeki pozitif yüklü protonlar ile dışındaki negatif yüklü elektronlar arasındaki Coulomb kuvveti etkileşimleri, atomları oluşturur. İyonlaşma ve parçacıkların özelliklerinde değişimler sistemin bağlanma enerjisini değiştirir. İki veya daha fazla atom arasında elektronların değişimi veya paylaşımı, kimyasal bağları meydana getirir. İlk olarak 1838 yılında Richard Laming tarafından atomların kimyasal özelliklerini açıklamak için elektron yükünün bölünemez bir özelliğinin olması kavramı hipotezleştirilmiştir. Johnstone Stoney 1891 yılında bu yüke "elektron" adını vermiş, J. J. Thomson ve ekibi ise 1897 yılında onu parçacık olarak tanımlamıştır. Beta parçacıkları olarak bilindikleri yıldız nükleosentezi gibi elektronlar nükleer reaksiyonlara katılırlar. Kozmik ışınların Dünya atmosferine girmeleri gibi yüksek enerjili çarpışmalarda ve radyoaktif izotopların beta bozunması yoluyla elektron oluşabilir. Pozitron olarak adlandırılan elektronun antiparçacığı, zıt simgeli elektrik ve diğer yükleri taşıması dışında elektronla aynıdır. Birer elektronla pozitron arasında yaşanan çarpışmada, her iki parçacık da gama ışını fotonları üreterek annihilasyona uğrayabilirler.
Tarihi.
Elektrik kuvvetinin etkilerinin keşfi.
Antik Yunanlar kehribarın, kürk ile sürtünmesi sonrasında küçük nesneleri çektiğini fark ettiler. Bu fenomen, şimşekle birlikte insanlığın elektrik hakkında kayıtlara geçmiş ilk deneyimiydi. 1600'de yayımlanan "De Magnete" adlı eserinde William Gilbert, Latincede kehribar anlamına gelen ve Yunancada da aynı anlamı taşıyan ἤλεκτρον ("elektron") "electrum" kelimesinden esinlenerek, sürtünme sonrası küçük nesneleri çekme özelliğini tanımlayan Yeni Latince "electricus" kelimesini türetti. Thomas Browne'un 1646'da yayımlanan "Pesudoxia Epidemica" adlı eserinde, yine aynı kelimeler esas alınarak ilk defa İngilizcedeki "electricity" ifadesi kullanıldı. Elektrik kelimesi Türkçeye, Fransızcada da aynı anlama gelen "électrique" kelimesinden geçti.
İki tür yükün keşfi.
1733'te yayımlanan "Sur l'électricité" adlı eserinde Charles François de Cisternay du Fay, yüklü altın varağın ipek sürtülen cam tarafından itildiğini, aynı yüklü altın varağın yün sürtülen kehribar tarafından ise çekildiğini gözlemlediğini yazdı. Buradan yola çıkarak du Fay, "camsal" ile "kehribarsal" adlarını verdiği iki tür elektrik akışı içerdiği sonucuna vardı. Bu iki akışkan, birleştirildiği vakit birbirini etkisiz hâle getiriyordu. Bir müddet sonra Ebenezer Kinnersley de bağımsız olarak aynı sonucu elde etti. 10 yıl sonra Benjamin Franklin, elektriğin iki farklı tür akıştan değil de fazla (+) ya da eksik (-) olacak şekilde aynı akıştan geldiğini tespit ederek bunlara, yüklerin modern gösterimi olan pozitif ve negatif isimlerini verdi. Franklin, yükün taşıyıcısını pozitif olarak düşündü, ancak hangi durumda yük taşıyıcısının fazlası ve hangi durumda yük taşıyıcısının eksiği olduğunu tanımlayamadı.
1838 ve 1852 yılları arasında Richard Laming; atomların, birim elektrik yüklerine sahip atomaltı parçacıklar tarafından çevrelenmiş maddenin özünün birleşimi olduğu fikrini ortaya attı. Johnstone Stoney, elektroliz fenomenine dair çalışmalarının ardından 1874'te, "elektriğin tek kesin özelliği" olduğunu ve bunun da tek değerlikli iyonun yükü olduğunu öne sürdü. Faraday'in elektroliz kanunları aracılığıyla bu temel yükün ("e") değerini tahmin edebilse de, bu yüklerin atomlara sabitlenmiş olduğuna ve ayrılamayacağına inanıyordu. 1881'de Hermann von Helmholtz, hem pozitif hem negatif yüklerin "elektriğin atomları gibi davranan" temel parçalara ayrıldığı fikrini ortaya attı. 1881'de Stoney, "elektroliyon" ("electrolion") terimini bu temel yükleri adlandırmak için kullandı. 1894 tarihli yazısında: "..."elektron" ("electron") adını önermeye teşebbüs ettiğim elektriğin bu en dikkat çekici, temel biriminin gerçek miktarının bir tahmini yapıldı" ifadeleriyle terimin adını değiştirdi. 1906 yılında önerilen "elektriyon" ("electrion") kelimesi, Hendrik Lorentz'in "elektron"u kullanmaya devam etmesi nedeniyle kabul görmedi. "Elektron" kelimesi "elektrik" ve "iyon" kelimelerinin birleşimiyle oluşturulmuştu. Günümüzde, atomaltı parçacıkları tanımlamak için kullanılan "-on" eki de elektron kelimesinden sonra kullanılmaya başlandı.
Madde dışındaki serbest elektronların keşfi.
Seyreltilmiş gazlarda elektrik iletkenliği üzerine çalışmalarda bulunan Julius Plücker, 1859 yılında, katottan yayılan radyasyonun yol açtığı fosforesans ışığın, katodun yanındaki tüpte göründüğünü ve bu ışığın, manyetik alan uygulanmasına bağlı olarak hareket ettiğini gözlemledi. 1869'da Johann Wilhelm Hittorf, katot ile tüpün duvarları arasında koyduğu katı bir cismin bir gölge oluşturduğunu tespit etti. 1876'da Eugen Goldstein, bu cismin gölgesinin cisimden daha büyük boyutlarda olduğunu gözlemleyerek fosforesansı oluşturan ışınların katottan direkt bir yol izleyerek geldiğini belirledi ve bu ışınlara katot ışını (Almanca: "Kathodenstrahlen") adını verdi. 1869-1875 yılları arasında William Crookes, içerisine yüksek vakum olan bir tüp geliştirdi. 1874'te, katot ışınlarının izlediği yola koyulan bir çarkın, ışınların etkisiyle döndüğünü gözlemleyerek bu ışınların momentum taşıdığını ve katottan anoda doğru hareket ettiğini gösterdi. Işınlara uyguladığı manyetik alanla ise ışınları saptırmayı başararak bu ışınların negatif yüklüymüş gibi davrandığını tespit etti. 1879'da, "radyant madde" olarak tanımladığı şeyle bu özelliklerin açıklanabileceğini ve maddenin, negatif yükle yüklenmiş olan yüksek hızla katottan tasarlanmış moleküller dahil dört durumu olduğunu olduğunu ileri sürdü.
Arthur Schuster, katot ışınlarına paralel iki metal levha yerleştirdi ve levhalar arasında bir elektrik potansiyeli uygulayarak Crookes'un deneyini ilerletti. Işınların, alanın etkisiyle pozitif yüklü levhaya doğru sapmasıyla negatif enerji taşıdığı kanıtlanmış oldu. 1890'da, akımın verilen seviyesi için sapma miktarını ölçerek ışın bileşenlerinin kütle-yük oranını tahmin etti. Ancak bu üretilen değer beklenenin bin katından fazlaydı, bu yüzden o dönemde kendisinin hesaplamaları yaygın bir biçimde kabul görmedi. 1892'de Hendrik Lorentz, bu parçacıkların (elektronların) kütlelerinin, onların elektrik yükünün bir sonucu olabileceği fikrini ortaya attı.
1896'da floresans mineraller üzerinde çalışmalar yürüttüğü sıralarda Henri Becquerel, bu minerallerin hiçbir dışsal enerji kaynağına maruz kalmadan radyasyon yaydıklarını keşfetti. Sonrasında Ernest Rutherford, bu radyoaktif malzemelerin parçacık yaydığını tespit ederek bu parçacıkları maddeye nüfuz etme özelliklerine göre alfa ve beta olarak adlandırdı. 1900'de Becquerel, radyumun yaydığı beta ışınlarının elektrik alanını saptırabileceğini ve kütle-yük oranlarının katot ışınlarındakinin aynısı olduğunu belirledi. Bu bulgu, elektronların atomların bileşenleri olduğu fikri için bir kanıt oluşturuyordu.
1897'de J. J. Thomson, John Townsend ve Harold Wilson, öncesinde düşünüldüğünün aksine katot ışınlarının dalga, atom veya molekülden farklı ve özgün parçacıklar olduğunu gösteren deneyler yaptı. Thomson, katot ışın parçacıklarının bilinen en hafif iyon olan hidrojeninkinin binde biri olan kütlesinin ("m") ve yükünün ("e") doğru bir tahminini yaptı. Yük-kütle oranının ("e"/"m") katodun malzemesinden bağımsız olduğunu gösterdi. Devamında ise radyoaktif, sıcak veya aydınlatılmış malzemeler tarafından üretilen negatif yüklü parçacıkların evrensel olduğunu ispatladı. "Elektron" ismi bir kez daha, Johnstone Stoney tarafından bu parçacıklar için önerildi ve ilerleyen dönemde evrensel olarak kabul gördü.
1909'da gerçekleştirdikleri ve sonuçları 1911'de yayımlanan yağ damlası deneyi sonrasında Robert A. Millikan ve Harvey Fletcher, elektronların yüklerini daha hassas bir şekilde ölçtüler. Deneyde, yüklü yağ damlacığının yerçekimi yüzünden düşmesini önlemek için elektrik alanı kullandı. Bu araç sayesinde %0,3'ten az bir hata payıyla, 1-150 kadar az iyonun elektrik yükü ölçülebildi. Benzer deneyler de elektroliz tarafından yönetilen yüklü su damlacıkları bulutları kullanarak Thomson'ın ekibi tarafından daha önce yapılmıştı. 1911'de ise Abram İoffe'nin, metallerin yüklü mikroparçacıklarını kullanarak yaptığı ve Milikan ile aynı sonuca bağımsız olarak ulaştığı deneylerin sonuçları 1913'te yayımlandı.
20. yüzyılın başlarında, belirli koşullar altında hızlı hareket eden yüklü parçacığın yolu boyunca aşırı doymuş su buharı yoğunluğuna yol açtığı keşfedildi. 1911'de Charles Wilson'ın tasarladığı bulut odasında bu prensip kullanıldı ve böylelikle hızlı hareket eden elektronlar gibi yüklü parçacıkların izleri fotoğrafladı.
Atom teorisi.
Ernest Rutherford, Henry Moseley, James Franck ve Gustav Hertz'in 1914'e kadar yaptıkları deneylerle, bir atomun yapısı düşük kütleli elektronla çevrili ve pozitif yüklerin yer aldığı yoğun bir çekirdeği olarak tanımladı. 1913'te Niels Bohr, elektronların çekirdekle ilgili elektron yörüngelerinin açısal momentumlarıyla belirlenen enerjiyle beraber belli bir dereceye kadar enerji içeren durumlarda bulunduğunu tespit etti. Elektronlar, belli sıklıklardaki protonların yayılması veya emilmesi ile bu durumlar ve yörüngeler arasında hareket edebildiğini belirledi. Bu kuantumlanmış yörüngeler aracılığıyla, hidrojen atomunun bu spektrum çizgilerini açıkladı. Fakat Bohr'un modeli bu spektrum çizgilerinin göreli yoğunluklarını hesaplamada yanıldı ve daha karmaşık atomların spektrumlarını açıklamakta başarılı olamadı.
Atomların arasındaki kimyasal bağlar 1916 yılında, iki atom arasındaki kovalent bağın aralarında paylaştıkları elektron çiftleri tarafından korunduğunu ileri süren Gilbert Lewis tarafından açıklandı. 1927'de, Walter Heitler ve Fritz London tarafından, elektron çiftlerinin oluşumu ile kimyasal bağların, kuantum mekaniği bağlamında tam açıklaması gerçekleştirildi. 1919'da, Lewis'in statik atom modelini inceleyen Irving Langmuir, elektronların ardışık "konsentirik (neredeyse) küresel kabuklara dağılmış ve tamamının eşit kalınlıkta" olduğunu öne sürdü. Kabukları, her biri birer elektron çifti içeren birkaç hücreye böldü. Bu modelle Langmuir, genellikle kendilerini periyodik kurallara göre tekrar eden periyodik tablodaki bütün elementlerin niteliksel olarak kimyasal özelliklerini açıklamayı başardı.
1924'te Wolfgang Pauli, atomların kabuk benzeri yapılarının her durum birden fazla elektron tarafından belirlenmedikçe her kuantum enerji durumunu tanımlayan dört parametreyle açıklanabileceğini gözlemledi. Bu aynı kuantum enerji durumunu kaplayan birden fazla elektrona karşı yasaklama olayı, Pauli dışarlama ilkesi olarak kullanıma geçti. İki farkı mümkün değere sahip dördüncü parametreyi açıklamak için kullanılan fiziksel mekanizma, 1925'te yörüngenin açısal momentumuna ek olan bir elektronun bir içsel açısal momentumu ve manyetik dipol momenti olduğunu belirten Samuel Goudsmit ve George Uhlenbeck tarafından belirlendi Bu içsel açısal momentum, ilerleyen dönemlerde spin olarak adlandırıldı ve yüksek çözünürlüklü spektrografla gözlemlenen spektrum çizgilerinin daha önceleri nedeni bilinmeyen ve sonradan ince yapı bölünmesi olarak adlandırılan bir şekilde bölünmesini açıkladı.
Kuantum mekaniği.
1924 tarihli "Recherches sur la théorie des quanta" adlı çalışmasında Louis de Broglie, bütün maddelerin ışık gibi bir dalgaya sahip olduğunu hipotezleştirdi. Bulgulara göre uygun koşullar altındaki elektronlar ve diğer maddeler ya dalga ya da parçacık özellikleri gösteriyordu. Bir parçacığın parçacık özellikleri, verilen anda onun eğik hareketi boyunca uzayda yerleştirildiği konumu olduğu gösterilince ortaya çıkar. 1927'de yaptıkları deneylerle George Thomson, metal bir folyodan bir elektron demetinin geçmesiyle; Clinton Davisson ile Lester Germer ise nikel kristalinden elektronların yansımasıyla elektronun girişim etkisini keşfetti.
De Broglie'nin elektronların dalga yapısı öngörüsü sonrasında Erwin Schrödinger, atom çekirdeğinin etkisi altında hareket eden elektronlar için 1926'da oluşturduğu dalga denklemiyle elektron dalgalarının nasıl yayıldığını tanımladı. Zamanla bu denklem, elektronun yerini belirleyen çözümü sağlamak yerine, özellikle elektron dalga denkleminin zamanla değişmediği uzayda bağlı elektronun olduğu bir pozisyona yakın bir elektron bulunması için de kullanıldı. Bu yaklaşım ikinci bir kuantum mekaniği formülasyonunun oluşturulmasına (ilki 1925'te Werner Heisenberg tarafından yapışmıştı) ve Heisenberg'inki gibi Schrödinger denkleminin çözümleri 1913'te Bohr tarafından elde edilenlere eşit olan ve hidrojen spektrumunu ürettiği bilinen hidrojen atomundaki bir elektronun enerji durumunun türevlerinin elde edilmesine yol açtı. Spin ve çoklu elektronlar arasındaki etkileşimin tanımlanmasının ardından, kuantum mekaniği sayesinde hidrojenden daha yüksek atom numarasına sahip atomlardaki elektronların diziliminin öngörülmesi mümkün kılındı.
1928'de Paul Dirac, Wolfgang Pauli'nin çalışmasını temel alarak görelilik teorisiyle uyumlu olan, kuantum mekaniğinin elektromanyetik alanının hamilton formülasyonuna göreli ve simetrik kavrayışları uygulayarak Dirac denklemi olarak adlandırılan bir elektron modeli oluşturdu. Göreli denklemindeki bazı sorunları çözme amacıyla 1930'da, negatif enerjili parçacıklardan oluşan sonsuz bir deniz olan ve sonraları Dirac denizi olarak adlandırılan bir vakum modeli geliştirdi. Bu sayede elektronun benzer antimaddesi pozitronun varlığını öngördü. Bu parçacık 1932'de, standart elektronlara "negaton" diyen ve "elektron" kelimesini pozitif ve negatif yüklü parçacıkları tanımlamak için kullanmayı öneren Carl Anderson tarafından keşfedildi.
1947'de, Robert Retherford ile birlikte çalışan Willis Lamb, bir hidrojen atomunun aynı enerjiye sahip olması gereken belli kuantum durumlarında, sonraları Lamb kayması olarak adlandırılan farklılıklar yaşandığını buldu. Henry Foley ile birlikte çalışmalarını yürüten Polykarp Kusch 1948'de, elektronun manyetik momentinin Dirac'ın teorisi tarafından öngörülenden daha büyük olduğunu buldu. Anormal manyetik dipol moment olarak adlandırılan aradaki fark 1948'de Julian Schwinger tarafından açıklandı.
Parçacık hızlandırıcılar.
20. yüzyılın ilk yarısında parçacık hızlandırıcıların geliştirilmesiyle birlikte, atomaltı parçacıkların özellikleri üzerine yapılan araştırmalar da derinleşmeye başladı. İlk elektromanyetik indüksiyon kullanarak elektronları hızlandırma denemesini 1940'ta gerçekleştiren Donald Kerst, yaptığı denemelerde betatronu ile 2,3 MeV enerjiye ulaşmayı başardı. 1947'de, sinkrotron radyasyonu 70 MeV elektron sinkrotron ile General Electric'te keşfedildi. Bu radyasyon elektronların, manyetik alana doğru neredeyse ışık hızıyla hareket etmeleriyle meydana geldi.
İlk yüksek enerji çarpıştırıcı, 1,5 GeV enerji demetiyle 1968'de hizmete giren ADONE'ydi. Alet, elektronları ve pozitronları ters yönlerde, çarpışma enerjilerini bir elektronlu durağan bir hedefe çaptığındakinin iki katına çıkararak hızlandırıyordu. 1989'dan 2000'e kadar etkin olan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezindeki Büyük Elektron-Pozitron Çarpıştırıcısı, 204 GeV değerinde enerjiye ulaşan çarpışmalar gerçekleştirmeyi başardı.
Özellikleri.
Sınıflandırması.
Parçacık fiziğinin Standart Model'inde elektronlar, temel parçacıklar olduklarına inanılan lepton adlı atomaltı parçacık grubuna dahildirler. Elektronlar, yüklü herhangi bir leptondan ya da elektrik yüklenmiş herhangi bir tür parçacıktan daha düşük kütleye sahiptir ve temel parçacıkların ilk nesline aittir. İkinci ve üçüncü nesillerdeki yüklü leptonlar olan müon ve tau; yük, spin ve etkileşim açısından elektronlar ile özdeş olsalar da daha büyük boyuttadırlar. Leptonlar, maddenin diğer basit bileşenlerinden olan kuarklardan, güçlü etkileşimi olmaması bakımından ayrılırlar. Lepton grubunun tüm üyeleri gibi elektronlar, yarım tam sayı spine () sahip olduklarından birer fermiyondur.
Temel özellikleri.
Elektronun durgun kütlesi kilogram ya da atomik kütle birimidir. Albert Einstein'ın kütle-enerji eşdeğerliği ilkesine göre bu kütle MeV durgun enerjiye tekabül eder. Protonun kütlesinin elektronunkine oranı yaklaşık 1836'dır. Astronomik ölçümler bu oranın Standart Model'de öngörüldüğü gibi, en azından evrenin yaşının yarısından beri aynı kaldığını gösterir.
Elektronlar, coulomb kadar elektrik yüküne sahiptir. Deneysel hassasiyet sınırları içinde elektronun yükü, protonunkinin aynısının zıt işaretlisidir. Temel yük için "e" simgesinin kullanılması nedeniyle elektron, genellikle şeklinde, negatif yükü temsil eden eksi işaretiyle birlikte simgeler. Elektronla aynı özelliklere sahip olan ve elektronun aksine pozitif yüke sahip olan elektronun antiparçacığı pozitron ise şeklinde gösterilir.
Elektronların, spin olarak adlandırılan içsel açısal momentumu 'dir. Bu spin değerine sahip parçacıklar için spin büyüklüğü ± kadardır ve herhangi bir eksendeki spinin izdüşüm ölçümlerinin sonuçları yalnızca "ħ" olabilir.{2} \hbar \\
\end{alignat}</math>
"s" kuantum sayısı için &equals; }} Spine ek olarak elektron, spin ekseni boyunca içsel bir manyetik momente sahiptir. Bu değer yaklaşık olarak bir Bohr magnetonuna denk gelen kadardır.=\frac{e\hbar}{2m_{\mathrm{e}}}</math>}} Elektronun momentumuna göre spinin yönünün belirlenmesi olayı, temel parçacıkların sarmallık olarak bilinen özelliğini ifade eder.
Elektronun bilinen bir alt yapısı yoktur ve uzamsal bir kapsamı olmayan, noktasal yüke sahip nokta parçacık olarak kabul edilir. Klasik fizikte bir nesnenin açısal momentumu ve manyetik momenti, onun fiziksel boyutlarına bağlıdır. Elektronun boyutsuz olarak kabul edilmesinden dolayı, paradoksal ve elektronun sonlu ve sıfırdan farklı yarıçapına işaret eden Penning tuzağındaki deneysel gözlemlerle ters düşüyor gibi gözükebilir. Elektronun yarıçapı konusu, modern teorik fizikte birtakım sorunlara yol açar. Elektronun sonlu bir yarıçapı hipotezinin kabulü, görelilik teorisinin önermeleriyle uyumsuzdur. Diğer yandan, nokta benzeri elektron (sıfır yarıçaplı) sonsuzluğa yönelen elektronun öz enerjisi nedeniyle matematiksel zorlulara yok açar. Bir Penning tuzağındaki tek bir elektronda, parçacığın yarıçapının üst sınırının 10−22 metre olduğunu gözlemlenmiştir. Enerjideki belirsizlik ilkesi kullanılarak üst sınırın 10−18 metre olduğu da söylenebilir. Protonun yarıçapından fazla, klasik elektron yarıçapı denilen çok daha fazla değeri olan kadar, "klasik elektron yarıçapı" adı verilen bir fiziksel sabit daha olmakla birlikte bu değer, kuantum mekaniğinin etkilerini göz ardı eden basitleştirilmiş bir hesaplama ile elde edildiğinden dolayı elektronun yapısıyla ilgili gerçeği yansıtmaz.
Elektron, bazı temel parçacıkların aksine teorik temellerde kararlıdırlar ve daha küçük boyutlu parçacıklara bozunmazlar. Sıfırdan farklı elektrik yüküne sahip parçacıklar arasında en düşük boyuta sahip olan elektronların bozunması, yük korunumunu ihlal etmesi anlamına gelecektir. Elektronun deneysel ortalama yaşam süresi için alt sınır, %90 güvenilirlikle yıldır.
Kuantum özellikleri.
Tüm parçacıklar gibi elektronlar da dalga gibi davranabilirler. Buna dalga-parçacık ikiliği denir ve çift yarık deneyi kullanarak gösterilebilir. Elektronun dalga benzeri yapısı klasik parçacıklardaki gibi tek yarık yerine, paralel yarıklarından aynı anda geçmesine izin verir. Kuantum mekaniğinde bir parçacığın dalga benzeri özelliği genellikle "ψ" simgesiyle gösterilir ve karmaşık değerli dalga fonksiyonu ile matematiksel olarak tanımlanabilir. Bu fonksiyonun mutlak değerinin karesi alındığında, bir parçacığın bir konumunun yakınında gözlemlenme (olasılık yoğunluğu) ihtimalini verir.
Elektronlar, içsel özelliklerine bakılarak birbirlerinde ayrılamadıkları için özdeş parçacıklardır. Kuantum mekaniğinde bu, etkileşen bir çift elektronun konumlarının, sistemin durumunda gözlemlenebilir hiçbir değişiklik olmadan değiştirilebileceği anlamı taşır. Elektronlar dahil fermiyonların dalga fonksiyonu antisimetriktir. Bu sayede iki elektron, "r"1 ve "r"2 sırasıyla birinci ve ikinci elektronları ifade edecek biçimde, denklemine göre yer değiştirdiğinde elektronların işaretleri de değişir. Simge değişiminde mutlak değerlerde değişim yaşanmadığından olasılıklar eşittir. Antisimetri durumunda, elektronların etkileşimi için dalga denkleminin çözümleri bir çiftin aynı yeri veya durumunu kapsaması sıfır olasılıkla sonuçlanır. Bir atomdaki bağlı elektron gruplarının aynı yörüngede birbirleriyle çakışması yerine farklı yörüngelerde bulunması, iki elektronun aynı kuantum durumunda olmasını engelleyen Pauli dışlama ilkesiyle açıklanabilir.
Sanal parçacıklar.
Her foton, sonrasında hızlıca annihilasyona uğrayan sanal elektron ile antiparçacığı sanal pozitronu birlikte barındıracak şekilde bir süreliğine var olur. Enerji çeşitliliğinin birleşiminin bu parçacıkları üretmesi ve var oldukları süre boyunca, Δ"E" · Δ"t" ≥ "ħ" formülüyle belirsizlik ilkesinde açıklanan keşfedilebilirlik eşiğine dahil olması gerekse de gerçekte, bu sanal parçacıkların üretimi için gerekli enerji olan Δ"E", Δ"t" boyunca vakumdan "ödünç" alınır ve bu sayede ürünleri indirgenmiş Planck sabitinden () daha büyük olamaz. Bu durumda sanal bir elektron için Δ"t" değeri en fazla olabilir.
Sanal bir elektron-pozitron çifti varken, bir elektronu çevreleyen elektrik alanından gelen Coulomb kuvveti, özgün elektronun oluşturulan pozitronu çekmesine, oluşturulan elektronu ise itmesine yol açar. Bu sayede vakum kutuplaşması olarak adlandırılan olay meydana gelir. Gerçekte vakum, bir birimden fazla dielektrik geçirgenliğine sahip bir ortam gibi davranır. Böylece, etkin değeri, gerçek değerinden düşük olan elektronun yükü, kendisinden uzaklaştıkça düşer. Bu kutuplaşma, TRISTAN parçacık hızlandırıcısı kullanılarak 1997 yılında deneysel olarak kanıtlanmıştır. Sanal parçacıklar elektronun kütlesi için benzer bir perdeleme etkisi oluştururlar.
Sanal parçacıklarla etkileşim, elektronun içsel manyetik momentumunun Bohr magnetonundan %0,1 kadar sapmasını da açıklar. Noktasal bir parçacık olan elektronun içsel açısal momentuma ve manyetik momente sahip olması nedeniyle klasik fizik paradoksu, elektron tarafından üretilen elektrik alanındaki sanal fotonların oluşturulmasıyla açıklanabilir. Bu fotonlar, titreşim hareketi olarak adlandırılan elektronların yer değiştirmesi olayına neden olur. Bu hareket, elektronun hem spinini hem de manyetik momentumunu üretir. Atomlarda bu sanal parça üretimi, spektrum çizgilerinde gözlenen Lamb kaymasını da açıklar.
Etkileşim.
Bir elektronun ürettiği elektrik alanı, pozitif yüklü parçacıklara çekme, negatif yüklü parçacıklara ise itme kuvveti uygular. Bu kuvvetin gücünün büyüklüğü Coulomb kanunuyla saptanır. Elektronlar, hareket hâlindeyken manyetik alan oluştururlar. Manyetik alan ile elektronların kütle hareketleri (akım) arasındaki ilişki Ampère kanunu ile açıklanır. İndüksiyonun bu özelliği, bir elektrik motorunu harekete geçiren manyetik alanı sağlar. Rastgele hareket eden yüklü bir parçacığın elektromanyetik alanı, parçacığın hızı ışığınkine (göreli) yakın olduğunda dahi geçerli olan Liénard-Wiechert potansiyelleriyle açıklanır.
Manyetik bir alana doğru hareket eden bir elektron, hızı ile manyetik alana bağlı olan ve düzleme dik etki eden Lorentz kuvvetine maruz kalır. Bu merkezcil kuvvet nedeniyle elektron, eylemsizlik yarıçapı denilen bir yarıçapa sahip alana doğru sarmal bir yörünge izler. Bu eğimli hareketin ivmesi elektronun sinkrotron radyasyonu biçiminde enerji yaymasına yol açar. Elektronun alanının, kendisi üzerindeki karşı tepkiden kaynaklanan Abraham-Lorentz-Dirac kuvveti olarak bilinen sürtünme kuvveti ise, elektronu yavaşlatır.
Fotonlar, parçacıklar arasındaki etkileşimi sağlarlar. Sabit bir hızda izole edilmiş bir elektronun, enerji ve momentumun korunumu kanunlarını ihlal etmiş olacağından gerçek bir fotonu emmesi ya da yayması mümkün değildir. Bunun yerine sanal fotonlar, iki yüklü parçacık arasında momentum aktarımı yapabilirler. Sanal fotonların bu değişimi Coulomb kuvvetini üretir. Hareket eden bir elektronun, proton gibi yüklü bir parçacık tarafından saptırılmasıyla enerji salınımı gerçekleşebilir. Elektronun ivmelenmesi, Bremsstrahlung radyasyonunun salınımı ile sonuçlanır.
Bir foton ile serbest bir elektron arasında yaşanan esnek olmayan çarpışmaya Compton saçılması denir. Bu çarpışma ile parçacıklar arasında momentum ve enerji aktarımı yaşanarak fotonun dalga boyu, Compton kayması olarak adlandırılan miktar kadar değişir.c} (1 - \cos \theta)</math>
Buradaki "c" vakumdaki ışık hızını, "m"e ise elektron kütlesini ifade eder.}} Bu dalga boyu değişiminin en büyük değeri, Compton dalga boyu olarak bilenen "h"/"m"e"c" formülüyle tanımlanır ve elektronlar için bu değer yaklaşık kadardır. Işığın dalga boyu uzadıkça (örneğin görülebilen ışığın dalga boyu 0,4-0,7 μm'dir) dalga boyu kayması daha ihmal edilebilir hâle gelir. Işık ile serbest elektronlar arasındaki bu ilişki, Thomson saçılması olarak adlandırılır.
Elektron ve proton gibi iki yüklü parçacık arasındaki elektromanyetik etkileşimin göreli gücü, ince yapı sabiti ile verilir. Bu değer, bir Compton dalga boyunun ayrımındaki çekmenin ya da itmenin elektrostatik enerjisinin, yükün geri kalan enerjisine oranı ile elde edilen boyutsuz bir niceliktir. "α" ≈ şeklindeki bu değer yaklaşık olarak 'e eşittir.
Elektronlar ile pozitronlar çarpıştığında, toplam enerjisi 1,022 MeV olan iki ya da daha fazla gama ışını fotonu ortaya çıkararak birbirlerini yok ederler. Elektron ve pozitronun ihmal edilebilecek derecede bir momentuma sahip olmaları durumunda, annihilasyon tamamlanmadan önce bir pozitronyum atomu da oluşabilir. Diğer yandan yüksek enerji bir foton, çift üretimi denilen süreç sonrasında, yalnızca bir atom çekirdeği gibi yakındaki bir yüklü parçacığın varlığında birer elektron ve pozitrona dönüşebilir.
Elektrozayıf etkileşim teorisine göre, elektronun dalga fonksiyonun sola dönen bileşeni ile elektron nötrino bir zayıf izospin çifti meydana getirir ve bu, zayıf etkileşimler süresince elektron nötrinolarının elektron gibi davrandıkları anlamına gelir. Bu çiftin herhangi bir üyesi, bir W bozonu yayarak ya da emerek bir yüklü akım etkileşimine maruz kalabilir ve çiftin diğer üyesine dönüşebilir. Bir yük taşıyan W bozonunun dönüşüm sırasında net yükü sıfırlaması nedeniyle bu reaksiyon boyunca yük korunur. Yüklü akım etkileşimleri, radyoaktif bir atomdaki beta bozunmasından sorumludur. Hem elektron ve hem de elektron nötrinosu, değişimi sayesinde nötr akım etkileşimine maruz kalmakta ve bu sayede nötrino-elektron esnek saçılması ortaya çıkar.
Atom ve moleküller.
Elektronlar, çekici Coulomb kuvvetiyle bir atomun çekirdeğine bağlanabilirler. Bir çekirdeğe bağlı bir ya da daha fazla elektronun oluşturduğu sisteme atom, elektron sayısının, atom çekirdeğinin elektrik yükünden farklı olduğu atomlara ise iyon denir. Bağlı elektronun dalga benzeri davranışları, atomik orbital işleviyle açıklanır. Her orbitalin kendisine ait enerji, açısal momentum ve açısal momentumun izdüşümü gibi kuantum sayıları vardır ve sadece bu orbitallerin ayrık grupları çekirdeğin etrafında var olabilir. Pauli dışarlama ilkesine göre her bir orbital, spin kuantum sayısı farklı olan en fazla iki elektron içerebilir.
Elektronlar, potansiyel farkıyla aynı enerjili fotonların salınması ya da emilmesiyle farklı orbitallere aktarılabilirler. Elektronlar gibi parçacıklarla çarpışmalar ve Auger etkisi ile de aktarım gerçekleşebilir. Bir elektronun atomdan ayrılması için, kendisini atoma bağlayan bağ enerjisinin üstünde bir enerji gerekir. Bu durum, atomun iyonlaşma enerjisini aşan bir uyarıcı fotonun elektron tarafından emildiği fotoelektrik etkisiyle oluşabilir.
Elektronların orbital açısal momentumu kuantumlanmıştır. Yüklü bir parçacık olmasından dolayı elektron, açısal momentumlaa orantılı bir orbital manyetik momentum da meydana getirir. Atomun net manyetik momenti, çekirdek ile tüm elektronların spin manyetik momentlerinin vektörel toplamına eşittir. Çekirdeğin manyetik momenti, elektronlarınkine kıyasla ihmal edilebilir düzeydedir. Aynı orbitalde yer alan elektronların (çiftlenmiş elektronlar denir) manyetik momentleri birbirlerini yok eder.
Atomlar arasındaki kimyasal bağ, kuantum mekaniği kanunlarıyla tanımlanan elektromanyetik etkileşimlerin sonucunda ortaya çıkar. Atomlar arasında elektron paylaşımı ya da aktarımıyla meydana gelen en güçlü bağlar, molekülleri oluşturur. Bir moleküldeki birkaç çekirdeğin etkisinde hareket eden elektronlar, moleküler orbitallerin yanı sıra, izole atomların atomik orbitallerinde yer alırlar. Bu moleküler yapılardaki temel etmen, elektron çiftlerinin varlığıdır. Bu elektronlar, zıt spinli olduklarından Pauli dışarlama ilkesini ihlal etmeden aynı moleküler orbitalde bulunabilirler. Moleküler orbitallerdeki elektron yoğunlukları, farklı uzamsal dağılımlarına sahiptir. Örneğin, atomları bir araya bağlayan çiftler gibi bağlı çiftlerdeki elektronlar, çekirdeklerin arasındaki görece küçük hacimli bölgede daha yüksek yoğunlukta bulunur. Tam aksine, bağlı olmayan elektron çiftleri, çekirdeğin etrafındaki görece büyük hacimli bölgeye dağılmıştır.
İletkenlik.
Bir yapının çekirdeklerindeki proton sayısı elektron sayısından fazlaysa yapı pozitif, tersi durumda ise negatif yüklüdür. Elektron ve protonların sayısı aynı ise yükleri birbirlerini sıfırlar ve yapı, elektriksel olarak nötr olur. Makroskobik yapılar sürtünme ile elektriklenebilirler.
Vakumda hareket eden bağımsız elektronlar, serbest elektron olarak tanımlanır. Metallerdeki elektronlar da serbestlermiş gibi davranır. Gerçekte ise metal ve diğer katılardaki elektron olarak adlandırılan parçacıklara sanki elektron denir ve gerçek elektronlar ile aynı elektrik yükü, spin ve manyetik momente sahip olsa da kütle açısından farklılık gösterebilirler. Hem metal hem de vakumdaki serbest elektronlar hareket ettiklerinde, manyetik alan üreten ve elektrik akımı olarak adlandırılan net bir yük akışı oluştururlar. Manyetik alan değişimi ile de elektrik akımı yaratılabilir. Bu etkileşimler, matematiksel olarak Maxwell denklemleriyle tanımlanırlar.
Belirli bir sıcaklıkta her malzeme, elektrik potansiyelinin uygulandığında meydana gelen elektrik akımının değerini belirleyen bir elektrik iletkenliğine sahiptir. Dielektrik malzemelerde elektronlar kendi atomlarına bağlı kalırken malzemeler de bir yalıtkan gibi davranır. Çoğu yarı iletken malzeme, yalıtmanın ve iletmenin sınırları arasında olan farklı iletkenlik seviyesine sahiptir. Diğer yandan metaller, kısmen dolu elektronik bantlardan oluşan bir yapıya sahiptir. Bu bantların varlığı, metallerdeki elektronların serbest veya yöresizleşmiş elektronlarmış gibi davranmalarına yol açar. Bu elektronlar belli atomlarla ilişkilendirilmemiş olduklarından, bir elektrik alanı uygulandığında, serbest elektronlara benzer şekilde malzemeye doğru gaz gibi (Fermi gazı denir) gibi hareket etmekte serbesttir.
Elektronlar ile atomlar arasındaki çarpışmalardan dolayı bir iletkendeki elektronların sürüklenme hızı saniyede milimetreler bazındadır. Malzemenin bir noktasındaki akımın değişmesi ile diğer bölümlerindeki akımların da değişmesine neden olan hız faktörü, ışık hızının %75'i kadardır. Bu durum elektrik sinyallerinin, malzemenin dielektrik sabitine bağımlı bir hızla dalga gibi yayılması nedeniyle gerçekleşir.
Hareket alanı genişleyen elektronların atomlar arasındaki ısı enerjisini taşımak için serbest bir şekilde hareket etmelerinden dolayı metaller, görece ısıyı iyi iletirler. Metallerin ısı iletkenlikleri, elektrik iletkenliklerinin aksine sıcaklıktan neredeyse bağımsızdır. Bu durum matematiksel olarak, ısı iletkenliğinin elektrik iletkenliğine oranının sıcaklıkla orantılı olduğunu söyleyen Wiedemann-Franz kanunuyla açıklanır. Metalik kafesteki ısı düzensizliği, elektrik akımına bağımlı sıcaklık üreterek metalin elektrik direncini artırır.
Malzemeler, kritik sıcaklık denilen noktanın altındaki bir noktaya kadar soğutulunca, elektrik akımına karşı tüm dirençlerini kaybettikleri süperiletkenlik olarak adlandırılan faz değişimine uğradıkları bir sürece girerler. BCS teorisinde, Cooper çifti olarak adlandırılan elektron çiftleri, fonon olarak adlandırılan örgü titreşimleriyle yakınlarında bulunan maddeyle hareketlerini eşleştirerek normalde elektrik direnci oluşturan atomlarla çarpışmaktan kaçınırlar (Cooper çiftlerinin yarıçapı 100 nm kadar olduğundan birbirleriyle üst üste binmeleri mümkündür).
İletken katıların içindeki elektronlar, sözde parçacıktır ve mutlak sıfıra yakın sıcaklıklarda sıkıca hapsedildiklerinde; spinon, orbiton ve holonlar olmak üzere üç farklı sanki parçacığa bölünmüş gibi davranırlar. Spinonlar spin ve manyetik moment, orbitonlar orbital konum, holonlar ise elektrik yükü taşırlar.
Hareket ve enerji.
Özel görelilik teorisine göre, bir elektronun hızı ışık hızına yaklaştıkça gözlemcinin bakış açısına göre bağıl kütlesi artar. Böylelikle gözlemcinin konuşlanma sistemine göre elektronu hızlandırmak gittikçe zorlaşır. Elektronun hızı, vakumdaki ışık hızına ("c") yaklaşabilir ancak hiçbir zaman ulaşamaz. Göreli ("c"ye yakın bir hızda hareket eden) elektronlar, su gibi, ışık hızının "c"den ihmal edilemeyecek kadar az olduğu dielektrik bir ortama sokulduklarında geçici olarak ortamdaki ışıktan daha hızlı hareket ederler. Ortamla etkileşime girdiklerinde ise Çerenkov radyasyonu olarak bilinen zayıf bir ışık oluştururlar.
Özel göreliliğin etkileri, Lorentz faktörü olarak bilinen ve formula_1 şeklinde tanımlanan bir niceliğe bağlıdır. Buradaki "v", parçacığın hızını ifade eder. Bu hızla hareket eden elektronun kinetik enerjisi "K"e ise şu şekildedir:
Buradaki "m"e, elektronun kütlesidir. Örneğin, SLAC Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı bir elektronu yaklaşık 51 GeV'e kadar hızlandırabilir. Verilen hızda elektron dalga gibi davrandığı için de Broglie dalga boyu karakterine sahiptir. Bu değer, "λ"e = "h"/"p" denklemiyle elde edilir ("h" Planck sabitini, "p" momentumu ifade eder). Yukarıdaki 51 GeV değerine sahip elektron dalga boyu, atom çekirdeğinden küçük yapıları keşfetmeye yetecek kadar düşük olan 'dir.
Oluşumu.
Büyük Patlama teorisine göre patlamanın ilk milisaniyesinde, sıcaklık 10 milyar Kelvin'in üzerindeydi ve fotonların ortalama enerjisi bir milyon elektronvolttan yüksekti. Bu fotonlar elektron ve pozitron çiftleri kurmak için birbirleriyle etkileşime girmeye yetecek kadar enerjiye sahipti. Aynı şekilde, pozitron-elektron çiftleri birbirlerini annihilasyona uğratarak enerjili fotonlar yaydı:
Elektron, proton ve fotonlar arasındaki bu denge, evrenin evriminin bu safhası boyunca devam etti. 15 saniye geçmesinin ardından evrenin sıcaklığı, elektron-pozitron yapısının ortaya çıkma eşiğinin altına düştü. Kalan elektron ve pozitronların çoğu, evreni tekrar ısıtan gama radyasyonu salınımı yaparak birbirlerini annihilasyona uğrattılar.
Annihilasyon süreci boyunca, bilinmeyen nedenlerden ötürü parçacık sayısı antiparçacığınkinden fazla olmasından ötürü her bir milyar elektron-pozitron çiftinden bir kadar elektron arta kaldı. Bu durum, antiprotonlar yerine fazla protonların eşleşmelerine ve baryon asimetrisi olarak adlandırılan durumun ortaya çıkmasıyla evrendeki net yükün sıfır olmasına yol açtı. Kalan proton ve nötronlar, nükleosentez olarak bilinen süreçle, hidrojen ve helyum izotopları ile eser miktarda lityum oluşturacak biçimde birbirleriyle reaksiyonlara girmeye başladılar. Bu süreç, yaklaşık 5 dakikanın ardından zirve yaptı. Kalan nötronlar, yaklaşık bin saniyelik yarı ömürlerinin ardından negatif beta bozunmasına maruz kalarak birer proton ve elektron yaydı:
Sonraki 300.000-400.000 yıllık süreçte arta kalan elektronlar, atom çekirdeğiyle bağ kurmak için fazla enerjiye sahipti. Yeniden birleşme olarak adlandırılan sonraki safhada, nötr atomlar oluştu ve genişleyen evren, radyasyona uğrayabilecek derecede saydamlaştı.
Büyük Patlama'dan kabaca bir milyon yıl sonra yıldızların birinci nesli oluşmaya başladı. Yıldızlarda gerçekleşen nükleosentez, atom çekirdeğinin füzyonu sonrasında, elektronlarla annihilasyona uğrayarak gama ışınları salan pozitronların oluşumuna yol açar. Süreç, elektron sayısında sabit bir düşüş ve nötron sayısında bununla eşdeğer bir artışla sonuçlanır. Bununla birlikte yıldız evrimi süreci, radyoaktif izotopların senteziyle de yaşanabilir. Seçilmiş izotoplar, beta bozunmasına maruz kalarak atom çekirdeğinden birer elektron ve antinötrino salınımı yapabilirler. Bozunarak nikel-60 (60Ni) oluşturan kobalt-60 (60Co) izotopu, bu duruma örnektir.
Güneş'inkinden yaklaşık 20 kat büyük kütleli yıldızlar, yaşam süresinin sonunda kütleçekimsel çökmeye uğrayarak kara delik oluşturabilirler. Klasik fiziğe göre bu nesneler, elektromanyetik radyasyon dahil, Schwarzschild yarıçapından kaçınacak herhangi bir şeyi engelleyecek kadar güçlü bir kütleçekimsel çekime sahiptirler. Ancak kuantum mekaniği etkilerinin potansiyel olarak bu mesafeden Hawking radyasyonunun yayılımına izin verdiği tahmin edilir. Elektron ve pozitronların, bu yıldız kalıntılarının olay ufkunda meydana geldiği düşünülür.
Sanal bir parçacık çifti (örneğin elektron-pozitron çifti) olay ufku civarında oluştuğunda rastgele uzamsal dağılımı, bu parçacıklardan birinin dışarıda görünmesine izin verir. Bu süreç, kuantum tünelleme olarak adlandırılır. Kara deliğin kütleçekimsel potansiyeli, bu sanal parçacığın gerçek parçacığa dönüşmesi için gereken enerjiyi sağlayabilir. Buna karşılık çiftin diğer üyesine kara delik tarafından, kütle enerjisinde net bir kayba yol açan negatif enerji verilir. Hawking radyasyonunun oranı, kütlenin azalmasıyla artar ve bu artış, kara deliğin patlayıncaya kadar buharlaşmasına yol açar.
Kozmik ışınlar, yüksek enerjiyle uzayda hareket eden parçacıklardır ve bunlardaki en yüksek enerji değeri olarak kaydedilmiştir. Bu parçacıklar Dünya atmosferinde nükleonlarla çarpışınca, pionların da yer aldığı bir parçacık sağanağına neden olur. Dünya'nın yüzeyinden gözlemlenen kozmik radyasyonun yarısından fazlası, mezosferdeki pionların bozunması sonucu oluşan leptonlar olan müonları içerir:
Müonlar da elektron ya da pozitron oluşturacak şekilde bozunabilirler:
Gözlemlenmesi.
Elektronların uzaktan gözlemlenmesi için radyasyon yapan enerjilerinin saptanması gerekir. Örneğin, bir yıldızın taç küresi gibi yüksek enerjili ortamlardaki serbest elektronlar, Bremsstrahlung radyasyonu nedeniyle enerji saçan bir plazma oluşturur. Elektron gazı, elektron yoğunluğundaki eşzamanlı değişimlerin yol açtığı dalgalar olan plazma salınımına maruz kalır ve radyo teleskoplar kullanarak tespit edilebilen bir enerji yayılımı üretir.
Fotonların frekansları, enerjileriyle oranlıdır. Bir atomun enerji seviyelerinde geçiş yapan bağlı elektronlar, karakteristik frekanslardaki protonları emer ya da yayar. Örneğin atomlar, bir geniş spektrum kaynağı tarafından radyasyona maruz bırakıldığında, iletilen radyasyonun spektrumunda ayrı soğurma çizgileri görünür. Her element ya da molekül, hidrojen spektrumu serileri gibi karakteristik spektral çizgi grubuna sahiptir. Bu çizgilerin kuvvet ve genişliklerinin spektroskopik ölçümleri, maddenin fiziksel özelliklerinin ve bileşenlerinin tespitini sağlar.
Laboratuvar koşullarında bireysel elektronlar arasındaki etkileşimler; enerji, spin ve yük gibi belirli özelliklerin ölçümüne olanak sağlayan parçacık dedektörleriyle yapılabilir. Paul ve Penning tuzaklarının geliştirilmesiyle birlikte yüklü parçacıkların daha uzun süreler boyunca küçük bir alanda tutulabilmeleri mümkün hâle geldiğinden parçacık özelliklerinin daha net ölçülebilmeye başlanmıştır. Elektronun manyetik momenti 1980'de, diğer bütün fiziksel sabitlerden daha kesin olarak 11. basamağa kadar bir hassasiyetle ölçülebilmiştir.
Elektronun enerji dağılımının ilk video görüntüleri Şubat 2008'de, Lund Üniversitesindeki bir ekip tarafından kaydedildi. Deneylerde, attosaniye darbeleri olarak adlandırılan ışık parlamaları kullanılarak elektronun hareketi ilk kez gözlemlenebilmişti.
Katı malzemelerdeki elektron dağılımı, açı çözümlemeli fotoemisyon spektroskopisi tarafından görselleştirilebilir. Fotoelektrik etkisini, özgün yapıyı anlayabilmek için kullanılan periyodik yapıların matematiksel bir gösterimi olan ters uzayı ölçmek için kullanan bu teknik; malzemedeki elektronların yön, hız ve dağılımlarını belirlemek için kullanılabilir.
Plazma uygulamaları.
Parçacık demetleri.
Elektron demetleri, kaynakta kullanılır. arasındaki odak çapı boyunca, 'ye kadarki enerji yoğunluklarında elektron demetleriyle kaynak yapılabilir ve genellikle dolgu malzemesi gerektirmezler. Normalde kaynak için uygun olmayan iletken malzemeleri birleştirmek için kullanılan bu teknik, elektronların hedefe ulaşmalarından önce gazla etkileşmemesi amacıyla vakumda gerçekleştirilir.
Elektron demeti litografi, mikrometreden daha küçük çözünürlüklerdeki yarı iletkenleri aşındırma yöntemidir. Görece yüksek maliyetli olması, yavaş çalışması, ışınların vakumda çalışması gerekmesi, elektronların katılardaki dağılma eğilimi olması ve 10 nm'ye kadar çözünürlük sınırı olması nedeniyle, özelleştirilmiş entegre devrelerin üretiminde kullanılır.
Elektron ışınıyla işleme, fiziksel özelliklerini değiştirmek ya da tıp ve gıda ürünlerini sterilize etme amacıyla metalleri radyasyona uğratmak için kullanılır. Elektron demetleri, yoğun radyasyonda sıcaklık artışına sebep olmadan camları akışkanlaştırır ya da sözde erimesini sağlar. Örneğin yoğun elektron radyasyonu, viskozite şiddetinin ani, aktivasyon enerjisinin ise aşamalı olarak düşmesine sebep olur.
Doğrusal parçacık hızlandırıcılar, elektron demetlerini üreterek tümörlerin radyoterapi yöntemiyle tedavisinde kullanılır. Elektron demetleri soğrulmadan önce belli bir sınırdaki derinliğe (5-20 MeV aralığında enerjiye sahip elektronlar için genelde 5 cm'ye kadar) kadar etki edebilmelerinden dolayı elektroterapi, bazal hücreli karsinom gibi yüzeysel deri bozukluklarının tedavilerinde de etkilidir. Elektron demetleri ayrıca, X ışınları tarafından radyasyona maruz kalmış bölgelerin tedavisinde destekleyici olarak da kullanılır.
Parçacık hızlandırıcılar, elektrik alanları kullanarak elektron ve antiparçacıkların enerjilerini yükseltir. Bu parçacıklar, manyetik alanlardan geçerken sinkrotron radyasyonu yayarlar. Bu radyasyonun yoğunluğunun spine bağlı olmasının elektron demetini kutuplaştırmasına Sokolov-Ternov etkisi denir. Kutuplanmış elektron demetleri, çeşitli deneylerde kullanılır. Sinkrotron radyasyonu ayrıca, elektron demetlerinin soğutularak parçacıkların momentum yayılımlarının azaltılmasını sağlar. Elektron ve pozitron demetleri, ortaya çıkan enerjinin parçacık dedektörleriyle gözlemlenmesi için, gerekli enerjiye ulaşana kadar hızlandırılarak çarpıştırılırlar.
Görüntüleme.
Düşük enerjili elektron kırınımı, kristal malzemeleri koşutlanmış elektron demeti bombardımanına tutma ve sonrasında ortaya çıkan kırınım desenlerini gözlemleyerek malzemenin yapısını belirlemek için kullanılan bir yöntemidir. Elektronların sahip olmaları gereken enerji genellikle 20-200 eV arasındadır. Yansımalı yüksek enerjili elektron kırınımı ise çeşitli dar açılardan yollanan elektron demetini kullanarak kristal malzemelerin yüzeyini belirleme yöntemidir. Demet enerjisi genellikle 8-20 keV, geliş açısı ise 1-4° aralığındadır.
Elektron mikroskobu, gözlemlenmek istenen numuneye, odaklanmış elektron demeti gönderir. Bazı elektronlar, demetin malzeme ile etkileşime girmesiyle birlikte malzemenin hareket yönü, açısı ve bağıl fazı ve enerjisi gibi özelliklerini değiştirirler. Gözlemciler, elektron demetindeki bu değişimleri kaydederek malzemenin kararlı atomik görünüşünü elde ederler. Mavi ışıkta, geleneksel optik mikroskoplar yaklaşık 200 nm'lik kırınımla sınırlı çözünürlüğe sahiplerdir. Elektron mikroskopları ise elektronun de Broglie dalga boyu ile sınırlılardır. Örneğin 100.000 volt değerindeki potansiyel boyunca hızlandırılan elektronlar için dalga boyu 0,0037 nm'dir. Transmission Electron Aberration-Corrected Microscope, bireysel atomları çözümlemek için yeterli olan 0,05 nm'nin altında çözünürlük kapasitesine sahiptir.
Geçirimli ve taramalı olmak üzere iki tür elektron mikroskobu vardır. Geçirimli elektron mikroskopları, bir malzeme parçasından geçen elektron demetiyle bu malzemenin yük bağlaşımlı aygıta ya da fotoğraf slayda lenslerle yansıtılmasını sağlayarak tepegöz gibi çalışırlar. Taramalı elektron mikroskopları ise televizyonda olduğu gibi çalışılmış örnekten görüntü üretmek için iyi odaklanmış elektrona raster tarama yaparlar. Magnifikasyon oranı her iki mikroskop türünde de 100× ilâ 1.000.000× arasında ya da daha fazladır. Taramalı tünelleme mikroskopları ise, keskin metal ucundan üzerinde çalışılan malzemeye kuantum tünelleme ile elektronlar yollayarak malzeme yüzeyinin atomik çözünürlüklü görüntüsünü üretirler.
Diğer.
Serbest elektron lazerlerinde göreli bir elektron demeti, alanları değişken yönleri gösteren dipol mıknatısları sırasının meydana getirdiği salındırıcıdan geçer. Elektronlar, rezonans frekansında radyasyon alanını güçlendirmek için aynı elektronlarla uyumlu olarak etkileşime giren sinkrotron radyasyonu yayarlar. Serbest elektron lazerleri, geniş frekanslarla, mikrodalgalardan hafif X ışınlarına uyumlu yüksek radyans derecesine sahip elektromanyetik radyasyon yayımı gerçekleştirebilirler. Bu araçlar; imalat ve iletişimin yanı sıra yumuşak doku cerrahisi gibi çeşitli tıbbi alanlarla kullanılır.
Elektronlar; laboratuvar araçları, bilgisayar ekranları ve televizyon alıcılarında çoğunlukla görüntüleme aracı olarak kullanılan katot ışını tüpleri için önemlidirler. Fotomultiper tüplerde fotokatoda çarpan her foton, saptanabilir bir akım darbesi üreten bir elektron yayılımı başlatır. Vakum tüpleri, elektron akışını, elektrik sinyallerini idare etmek için kullansa da; yerlerini transistör gibi katı hâl aletlerine bırakmışlardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12926",
"len_data": 47334,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.3
}
|
Sir Karl Raimund Popper (28 Temmuz 1902 – 17 Eylül 1994), Yahudi kökenli Avusturyalı-İngiliz filozof, akademik ve .
20. yüzyılın en etkili bilim filozoflarından biri olan Popper, deneysel yanlışlama lehine bilimsel yöntemle ilgili klasik tümevarım görüşlerini reddetmesi ile bilinir. Popper'e göre, deneysel bilimlerdeki bir kuram asla ispatlanamaz, ancak yanlışlanabilir; yani belirleyici deneylerle incelenebilir (ve incelenmelidir). Popper, eleştirel rasyonalizmin yerini aldığı klasik meşrulaştırma bilgisine, felsefe tarihindeki ilk gerekçesiz eleştiri felsefesine karşıydı.
Siyasi söylemde, liberal demokrasiyi ve gelişen bir açık toplumu mümkün kıldığına inandığı sosyal eleştiri ilkelerini güçlü bir şekilde savunmasıyla tanınır. Popper'in politika felsefesi, sosyalizm/sosyal demokrasi, liberteryenizm/klasik liberalizm ve muhafazakarlık dahil olmak üzere başlıca demokratik siyasi ideolojilerden gelen fikirleri kucakladı ve bunları uzlaştırmaya çalıştı.
Bilim felsefesi.
Yanlışlanabilirlik, Popper'in bilim kuramının temelidir.
Onun bilimsel yöntem görüşü, “bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda nispeten elverişli” sistemi seçmek amacıyla, her kuramı yanlışlamaya tabi tutmaya dayanır. Çünkü Popper'e göre, tümevarım ilkesinin geçersizliği nedeniyle, kuramlar hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz. Ama yanlışlanabilir. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir olması gereklidir.
Popper, Einstein'ın görecelik kuramı, Karl Marx’ın tarih anlayışı, Freud'un psikanaliz kuramı ve Alfred Adler'in bireysel psikoloji kuramlarına ilgi duydu. Özellikle Einstein’ın kuramının ileri sürdüğü bir yaklaşım (güneşin yakınından geçen ışık ışınları, güneşin yerçekimi alanının etkisine girerek eğilmeye uğrarlar) 1919’da güneş tutulmasının olması sırasında doğrulanması Popper’i etkiledi. Popper’i etkileyen kuramın öndeyişinin doğru çıkması değildi. Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, yanlışlanmış olacak olan teori derhal reddedilecekti. Önemli olan kuramın yanlışlanmaya açık biçimde formüle edilmesiydi. Popper, diğer kuramların (Marx, Freud, Adler) sahiplerinin hangi koşullarda kuramlarından vazgeçeceklerini belirtmediklerine dikkat çekti. Doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar ona göre bilimsel olmayan kuramlardı.
Popper, hangi kuram olursa olsun belli koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas aldı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. Karl Popper, en iyi kuram "zamana bağlı olarak yanlışlanabilir, çürütülebilir olan kuramdır" demiştir.
Toplum Bilimleri.
Popper'e göre yöntembilim kuralları hem doğa bilimlerine hem de toplumbilimlerine uygulanabilir. Popper bütün bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden hiç söz etmemiştir. Buna karşılık görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla, tüm bilimlerde aynı yöntembilimin uygulanabilirliğine inanır. Ona göre, toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğu tezi her zaman geçerli değildir.
Popper'in tarih bilimi üzerine de özel bazı görüşleri vardır: Ona göre, olayların peş peşe gelişi hakkındaki bilimsel açıklamalar, eğilimler ve ön-deyiler kanun değildir. Eğer mutlaka bir şey denecekse bir yönelimdir. Yönelim ise kanunun aksine genel olarak bilimsel ön-deyilere dayanak olarak kullanılamaz. Popper'in gösterdiği gerekçeler şunlardır:
1. Beşeri tarihin akışı, beşeri bilginin artışından şiddetli bir şekilde etkilenir.
2. Akli veya bilimsel metotlarla, bilimsel bilgimizin gelecekteki artışını önceden haber veremeyiz.
3. Bu sebeple, beşeri tarihin gelecekteki akış yönünü önceden haber veremeyiz.
4. Bu demektir ki, teorik bir tarihin yani teorik fiziğe tekabul eden bir tarihi sosyal bilimin imkânını reddetmemiz gerekir. Tarihsel ön-deyi için temel görevi yapacak herhangi bir bilimsel tarihsel gelişme teorisi olamaz.
5. Bundan dolayı tarihselci metodların ana hedefi yanlış kavranmıştır; ve böylece tarihselcilik çökmektedir.
Bu durumda, Popper'e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. Tarih gösteriyor ki, sosyal realite tamamen farklıdır. Tarihsel gelişmenin akışı, ne kadar mükemmel olursa olsun, teorik inşalarla asla şekillendirilemez.
Çünkü eğer bu tür yeni bir bilimsel sosyal takvim yapılmış olsaydı ve başkaları tarafından da bilinir hale gelseydi (böyle bir şeyin uzun süre gizli tutulması mümkün olmazdı; çünkü ilke olarak, herhangi bir kimse tarafından yeniden keşfedilebilirdi), bu durum hiç şüphesiz bu etkinin öngörülerini altüst edecek eylemlere sebep olacaktı. Mesela, hisse senetlerinin fiyatlarının üç gün yükselip daha sonra düşeceğinin öngörüldüğünü farz edelim. Açıktır ki, piyasayla ilgili herkes elindeki senetleri üçüncü gün satacak ve böylece fiyatların o günden düşmesine yol açarak söz konusu öngörüyü yanlışlayacaktı. Kısacası, kesin ve ayrıntılı bir sosyal olaylar takvimi fikri kendi kendisiyle çelişkilidir ve bu sebeple kesin ve ayrıntılı bilimsel öngörüler imkânsızdır. O halde tarih nasıl yazılır? Önce tarihe belirli bir bakış açısından bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, bu bakış açısına, "tarih anlayışı" adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla, doğru ya da yanlış oldukları söylenemez.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12930",
"len_data": 5561,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.22
}
|
Şuayb, ( Türkçe: "Doğru yolu gösteren"), Tanah'taki Yitro olduğu sanılan Yahudi din büyüğüydü. Yahudilik ve Hristiyanlık'ta aziz, İslam'da ise bir peygamber olduğuna inanılır.
Hayatı.
Tevrat'a Göre.
Şuayb Tevrat'ta önemli bir yere sahiptir. Musa'nın kayınpederidir ve Tevrat'ta geçen "Yitro" ile aynı kişidir. Tevrat'a göre ahlaki değer yargıları zayıf bir şehir olan Medyen'de Yitro önceleri putperest inanca sahipken daha sonra tek tanrı inancına dönmüştür ve peygamber olmuştur. Peygamber olması ile Midyan şehrindeki putperestlerce dışlanmıştır. Şuayb yaşadığı süre boyunca damadı Musa'ya her zaman destek olmuş, birçok tavsiyelerde bulunmuş ve Musa da ona karşı saygıda kusur etmemiş ve tavsiyelerinin çoğuna uymuştur. Tevrat'ta Yitro'ya olan saygı ifadesi olarak Tevrat'ın 54 alt bölümünden birine Yitro adı verilmiştir.
Yitro'nun kızı olan Sippora'dan Musa'nın iki oğlu olmuş, Musa bunlara "Gerşom" ve "Eliezer" adlarını vermiştir. Musa, firavuna halkını salması için gitmeden evvel karısı ve iki çocuğunu Yitro'ya bırakmıştır. Yitro, kızı ve torunları daha sonra Mısır çıkışında çölde Musa'ya katılmıştır. Urfa'ya bağlı Harran yakınlarında bulunan "Şuayb Şehri", yerel inanca göre Şuayb'in yaşayıp vefat ettiği yerdir.
Dinî kaynaklarda Şuayb.
Kur'an'a göre Medyen halkının peygamberi olan Şuayb, İbrahim'in soyundandı. Musa Mısır'dan kaçtıktan sonra geldiği Medyen ülkesinde Şuayb'in kızıyla evlendi. Şuayb Medyenlilere Allah'ın birliğine inanmalarını, ölçü ve tartıda dürüst olmalarını ve münafıklıktan uzak durmalarını bildirdi. Onlar bu öğütlere uymayınca Allah tarafından lanetlendiler, deprem ve ateş yağmuruyla yok edildiler. "(A'raf Suresi: 85, Hûd Suresi: 84, Şu'arâ Suresi: 186)"
Medyen halkı Tevrat'ta "Midianlılar" adıyla anılan kavimdir. Bugünkü Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve Hicaz'ın kuzeyine denk gelen alanda oturdular. Tevrat'a göre Musa Mısır'dan kaçtığında Midianlılara sığınarak 40 yıl onların arasında yaşadı. Baş rahipleri Yetro'nun kızıyla evlendi. İsrailoğulları, Musa Peygamber önderliğinde Mısır'dan ayrıldıklarında da Midianlılardan yardım gördüler. Ancak daha sonra Midianlılar onlara düşman olup Allah'ın gazabına uğradılar. Tüm şehirleri ateşle yok edildi. Tevrat Midian halkının İbrahim soyundan olduğunu belirtir.
Medyenliler'in Asur ve Hitit kaynaklarında adı geçen ve Harran yöresinde yerleşik oldukları anlaşılan Mitanniler olup olmadığı açık değildir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12934",
"len_data": 2395,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.33
}
|
Şeyh Hamîdüddin veya Hamîd-i Veli (d.1331 - ö.1412) veya bilinen ismi ile Somuncu Baba, Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde yaşamış mutasavvıf ve İslam âlimi. Aynı zamanda Bayramiyye Tarikâtı kurucusu Hacı Bayram Veli'nin de hocasıdır. Safevîyye Tarikâtı'nın Anadolu’ya yayılmasında etkin faaliyetlerde bulunmuş önemli bir mutasavvıftır.
Hayatı.
1331 tarihinde Kayseri'nin Akçakaya köyünde doğmuştur. Anadolu'nun İslamlaştırılması için gelen Horasan Erenleri'nden Şemseddin Musa Kayseri'nin oğludur. Seyyid olup soyu 24. kuşaktan İslam peygamberi Muhammed'e ulaştığı iddia edilir. Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli ilk tahsilini babası Şeyh Şemseddin Musa Kayseri'den almıştır. Bilge kişiliği olan Şeyh Hâmid-i Veli, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil'de sürdürmüştür. Safevilik Erdebilî’nin ya da onun babası Sadreddin Erdebili'nin yanında Erdebil’de tamamlamış ve Bayezid-i Bistami'nin ruhaniyetinden mânevi terbiye almıştır. Safev’îyye Tarikâtı'nın Anadolu’ya yayılması, muhtemelen Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebilî’nin zamanında Şeyh Hâmid-i Veli ile olmuştur.
Dini ve dünyevi ilimlerle ilgili onay alarak, doğru yolu gösterme vazifesi için Anadolu'ya dönerek Bursa'ya yerleşmiştir. Bursa'da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip sokak sokak dolaşarak "somunlar, müminler" nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Şeyh Hamid-i Veli "Somuncu Baba" ve "Ekmekçi Koca" olarak da tanınmıştır. Yıldırım Beyazıd Niğbolu zaferini kazanınca, "Allah'a şükür nişanesi" olarak Bursa Ulu Camii'ni yaptırmıştır. Ulu Cami'nin açılış hutbesini "Şeyh Hâmid-i Veli" okumuş ve hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamıştır. Hutbeyi dinleyen padişah başta olmak üzere tüm cemaat Şeyh Hamid-i Veli'den etkilenmiştir. Mânevi kişiliği ve bilgelik yönü ortaya çıkan "Şeyh Hamid-i Veli" şöhretten korktuğu için talebeleriyle birlikte Bursa'dan ayrılarak Aksaray'a gelmiştir. Abdurrahman el-Askerî ise Somuncu Baba'nın Bursa'dan ayrıldıktan sonra Ceyhan Nehri'nin kenarında bulunan Kozan (Sis) Kalesi yakınlarındaki bir köyde yerleştiğini ve Hacı Bayram-ı Veli'nin de buraya gelip kendisini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Burada bir süre kaldıktan sonra önce Şam'a gitmiş, buradan Mekke'ye hacca gitmiş olan Somuncu Baba, hac dönüşü Aksaray'a yerleşmiştir. Aksaray'da Hacı Bayram-ı Veli'yi dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, onu irşad vazifesi için Ankara'ya görevlendirmiştir.
1412 yılında ölen Somuncu Baba, Aksaray'da Hacı Bayram-ı Veli tarafından cenaze namazı kıldırıldıktan sonra bugünkü türbesinin olduğu yere defnedilmiştir.
Somuncu Baba'nın Yusuf Hâkikî ve Hâlil Taybî adında iki oğlu olduğu bilinmektedir. Yusuf Hâkikî Aksaray'da kalarak burada ölmüştür. Diğer oğlu Hâlil Taybî ise Darende'ye yerleşmiştir. Bazı görüşlere göre Somuncu Baba, Darende'nin Hıdırlık adı verilen bölgesinde oğlu Halil Taybî ile birlikte gömülüdür.
Talebeleri.
Somuncu Baba ve en meşhur talebesi olan Hacı Bayram Veli'nin Osmanlı Devleti'nde yani Anadolu ve Rumeli üzerinde çok büyük etkileri vardır. Bu önemli isimler şunlardır:
Eserleri.
Somuncu Baba, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki derin bilgisine rağmen, çok az eser vermiş veya çok az eseri günümüze ulaşabilmiştir. Bu zikredilen hakikata rağmen, Somuncu Baba'nın bize kadar ulaşan Şerh-i Hadis-i Erba‘în, Zikir Risalesi, Silâh'u-l Mürîdîn adlı eserleri mevcuttur.
Somuncu Baba Türbesi ve Külliyesi.
Somuncu Baba, Şeyh Hamid-i Veli'nin türbesinin nerede olduğu tartışılmaktadır. Büyük ihtimalle Aksaray'da, bir diğer ihtimalse Malatya Darende'dir.
Günümüzde.
Kürşat Kızbaz'ın sinema filminde, Somuncu Baba'yı Furkan Palalı canlandırmıştır. Filmin tamamı Aksaray'da çekilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12935",
"len_data": 3673,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.46
}
|
Müslüm Gürses ya da doğum adıyla Müslüm Akbaş (7 Mayıs 1953, Fıstıközü - 3 Mart 2013, İstanbul), Türk arabesk ve halk müziği sanatçısı, besteci, söz yazarı ve oyuncu. Dünya'da "Father of Arabesque", Türkiye'de ise "Arabeskin Babası" ve "Müslüm Baba" olarak tanınmaktadır.
90'lı yıllardan itibaren bazı pop ve rock tarzındaki parçaları da repertuvarına katarak Kayahan'ın ""Sarı Saçlarından Sen Suçlusun", Zülfü Livaneli'nin "Belalım, Çırak Aranıyor" Nilüfer’in "İnkar Etme, Olmadı Yar", Adnan Ergil'in "Böyle Ayrılık Olmaz, Hava Nasıl Oralarda?", Teoman’ın "Paramparça", Tarkan’ın "İkimizin Yerine", Bülent Ortaçgil'in "Sensiz Olmaz", Murathan Mungan'ın "Olmasa Mektubun"", Kenan Doğulu'nun ""Tutamıyorum Zamanı", Sezen Aksu'nun "Sorma, Vazgeçtim", Fikret Kızılok'un "Gönül" ve Şebnem Ferah'ın "Sigara" adlı çalışmalarını da seslendirdi.
1979 yılında ilk defa "İsyankar"" filmiyle kamera karşısına geçen Gürses, toplam 40 sinema filminde rol almıştır. Ölümünden sonra başta Elenor Müzik etiketiyle yayımlanan 32 adet şarkı olmak üzere hayattayken resmi olarak yayımlanmayan 50'den fazla yeni şarkısı yayımlanmıştır. Gürses'in yapımcısı Muhteşem Candan, Müslüm Gürses'in Türkiye'de korsan albümü en çok yapılan sanatçı olması nedeniyle bu şarkıları o dönemlerde yayımlayamadıklarını belirtti.
Hayatı.
Çocukluğu.
Şanlıurfa dönemi.
Annesi Emine Hanım ile babası Mehmet Bey önceleri Tisa olarak bilinen ancak adı Fıstıközü olarak değiştirilen Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesine bağlı bir köyde tanışmıştır. 1950 yılında evlendiklerinde henüz 16 yaşındaydılar, yaşamları yoksulluk içinde geçmekteydi. 7 Mayıs 1953'te Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesinin Fıstıközü köyünde kerpiç bir evde Emine Hanım ile Mehmet Bey'in ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
Babası Mehmet Akbaş rençberlik yapmaktadır. Müslüm dünyaya gelince geçim sıkıntısı daha da dert olmaya başlamış ve çok geçmeden bu sıkıntılı dönemde Akbaş ailesinin Ahmet isminde bir çocuğu daha olmuştur. Bu köyde yaşamak onlar için çok zor olmaya başlayınca Emine Hanım akrabalarıyla konuşmuş ve daha iyi bir yaşam sürmeleri için taşınmaları gerektiğini söylemiş ve Akbaş ailesi ekonomik nedenlerden dolayı göç etmek zorunda kalmıştır.
Adana dönemi.
Büyük umutlarla Adana Hürriyet Mahallesi'ne varmışlardı. Burada umutları tarifi olmayan acılara dönüşecekti. Yoksulluk yine aynı yoksulluktu. Bu mahalleye alışmaları zor olmamıştır. Baba Mehmet Akbaş çoktan alışmış ve kısa zamanda lakabı Deli Mehmet olmuştur. Emine Hanım çalışmaya başlamış, Müslüm ise o yokken kardeşi Ahmet'e bakmak zorunda kalmıştır. Daha o yaşlarda iken Müslüm'ün davranışları olgun bir erkek gibiydi, hiç çocuk olamamıştır. Okula başladığında bile yaşıtlarıyla hiç oynayamamış ve bir kenarda oturup oyun oynayanları seyretmiştir. Okuldan çıkınca da hemen eve koşup annesine yardım etmiştir. Bu dönemde bir kız kardeşi daha dünyaya gelmiş ve Müslüm'ün sorumluluğu daha da artmaya başlamıştır. Müslüm burada hayatı erken öğrenmek zorunda kalmış ve dirseğini okul sıralarında değil, kunduracıda terzi tezgâhında çürütmüştür.
Sanat yaşamı.
Gürses, şarkıcılığa 1965 yılında, küçük yaşta Adana'da bir çay bahçesinde şarkılar söyleyerek başladı, aynı zamanda halkevine de gitti. Terzi çıraklığı ve kunduracılık yaptı, o yıllarda bir gazinoda sahneye çıktı. Ayrıca ilkokuldan mezun olduktan sonra 17 yaşındayken, 1967 yılında Adana Aile Çay Bahçesi'nde düzenlenen yarışmaya katılmak istedi. Babası Mehmet Akbaş yarışmaya katılmasın diye oğlunun saçını kesti. Gürses yine de yarışmaya katılmış ve birinci olmuştur. Sesiyle küçük yaşlarda dikkat çeken Gürses, kendisiyle yapılan bir röportajda o dönemle ilgili olarak şunları söylemiştir: "İlkokulu bitirdim. Gerisi yok. Adana'da damda yatarken uzun hava okudum. Arkadaşım Halkevine gidiyordu. Ben de gittim. Derken Çukurova Radyosu'nda sanatçı oldum."
Soyadını da orada çalışırken “Gürses“ olarak değiştirirler.
1967 yılından itibaren TRT-Adana-Çukurova Radyosu'nda da her hafta cumartesi günü canlı olarak türküler söyledi. 1968 yılından itibaren piyasaya ilk 45'likleri çıkarmaya başladı. İlk plağı 1968 tarihli "Emmioğlu / Ovada Taşa Basma" plağıdır ve Ömür Plak, Adana basımıdır. Ömür Plak ile toplam 4 adet 45'lik yaptı.
İstanbul'a gelen Gürses, Selahattin Sarıkaya'nın sahibi olduğu Sarıkaya Plak ile 2 adet 45'lik plak doldurdu: "Giyin Kuşan Selvi Boylum / Hayatımı Sen Mahvettin" ile "Gitme Gel Gel / Haram Aşk".
Daha sonra 1969 yılında yine İstanbul'da Palandöken Plak firması ile ilk çıkış parçası olan "Sevda Yüklü Kervanlar" şarkısını içeren "Sevda Yüklü Kervanlar (Gazelli) / Vurma Güzel Vurma" isimli 45'lik plağı çıktı. Bu plak tam 300.000 adet satarak rekor kırmıştır. Ardından yine aynı firma ile Gezdim Dolaştım Gurbet Elleri / Özür Diliyorum Senden isimli 45'lik plağı çıkmıştır. Bu 45'lik plağın Sevda Yüklü Kervanlar (Gazelli) / Vurma Güzel Vurma plağından da daha fazla sattığı iddia edilmiştir.
1971 yılında ise Hülya Plak firması ile ikinci çıkış parçası olduğu söylenen "Ben İnsan Değil Miyim?" şarkısını da içeren Ben İnsan Değil Miyim / Seni Sevmek İçin Ölmek Mi Lazım isimli 45'lik plağı yayınlanmıştır.
1973 yılında Mamak'ta askerliğini yapmıştır.
28 Aralık 1973'te Saklambaç gazetesinde Gürses hakkında şunlar yazılmıştır: ""Öyle beğenmişler ki çevrede sesini Müslüm'ün, atladığı gibi şansını aramaya İstanbul'a gelmiş. Önce kimse yüz vermemiş bu kara yağız mahcup gence. Sonra bir plak doldurmuş. İsmi "Sevda Yüklü Kervanlar", bir de bakmışlar ki kapışılıyor plak. Torbayla para getirmeye başlamış Müslüm'ün plakları ve değeri anlaşılmış. Bu isme dikkat. diyorlar. Müslüm Gürses, Türk müzik dünyasına bir yıldızın doğuşu demektir.""
Palandöken Plak firması ile tam 13, sonra Bestefon Plak firması ile tam 4, daha sonra Hülya Plak ile 15 ve nihayet Çınçın Plak ile 2 adet 45'lik plak doldurdu.
80'ler.
Gürses, 80'li yıllardan itibaren arabesk ve Türk halk müziği tarzlarının yanında diğer tarzları da repertuvarına katmaya başladı. Artık albümlerinde Türk sanat müziği tarzında eserlere daha çok yer vermeye başladı. 70'li yıllarda 45'lik plağında yer verdiği "Ölüyorum Kederimden" eserini tekrar seslendirdi ve Esrarlı Gözler albümünde yayımlandı. "Dalgalandım", "Neyleyim Neyleyim", "Mehtaplı Gecelerde", "Kara Bulutları Kaldır Aradan", "Unutamazsın" gibi şarkılara da albümlerinde yer verdi.
1980 yılında Emre Plak firması etiketiyle Esrarlı Gözler albümü yayımlanmıştır. Albüm, Türkiye ve Almanya başta olmak üzere tüm dünyaya arabesk tarz müziği tanıtan ve sevdiren en marjinal albümlerden birisidir. Albümde hareketli kabul edilebilecek hiçbir parça bulunmamaktadır. Gürses'in artık geniş kitlelere yayıldığı albümdür. Gecekondu kalabalıkları Orhan Gencebay'a Kral, Ferdi Tayfur'a Abi derken Gürses Baba lakabını almıştır.
1984 yılında Elenor Müzik firmasından çıkardığı ilk albüm olan Yaranamadım albümü yayımlandı. 1997 yılında bu albümün başarısından şöyle bahsedilmiştir: "Hazırladığı albümleri satış rekorları kıran Gürses'in "Yaranamadım" adlı Elenor Müzik'ten çıkardığı ilk kaseti, geçen onca yıla rağmen satmaya devam ediyor. Kasetleri için tanıtım yapmayan, televizyon programlarına çıkmayan Müslüm Gürses'in başarısı hayretle izleniyor."
1986 yılında Bayar Müzik firmasından çıkardığı Küskünüm albümü yayımlandı. Albümün devam eden satışlarıyla birlikte Türkiye'de tüm zamanların en çok satan albümü olduğu belirtildi. Albümün sadece yasal olarak 12 milyonluk satışa ulaştığı söylenmiştir.
1987 yılında Elenor Müzik firmasıyla 5. albümü olan Gitme albümü yayımlanmıştır. Albüm Gürses'in en çok satan albümlerinden olduğu söylenmekle birlikte albüme ismini veren Gitme şarkısı 1987 yılının en iyi şarkısı seçilmiştir. 1988 yılında Türk sanat müziği ağırlıklı olan ve 70'lerde seslendirdiği şarkıları tekrar seslendirmiş ve Maziden Bir Demet albümünde yayımlanmıştır. Aynı yıl yapılan bir haberde Müslüm Gürses albümlerinin peynir ekmek gibi satıldığı söylendi.
90'lar.
90'lı yıllarda sıkça artan korsan albümleriyle yıllarca gündeme gelen Gürses artık gazetelere konu olmuştur. Bir gazetede Gürses'in sadece 6 ayda 20 kaset yaptığı yazılmıştır. Gürses, 90'lara kadar arabesk, Türk halk müziği ve Türk sanat müziği tarzında eserlere albümlerinde yer vermiştir. 90'lı yıllar Gürses'in arabesk, Türk halk müziği ve Türk sanat müziği dışında yeni tarzları repertuvarına katmaya dönemin başlangıcı olmuştur.
1990 yılında Uğur Plak firmasından çıkardığı Benim Kaderim / Arkadaş Kurbanıyım albümüne ismini veren Benim Kaderim şarkısında pes ve tiz seslerin aynı anda okunmasıyla Türkiye'de ilk kez çift ses kullanılmıştır.
90'ların başından itibaren Ali Osman Erbaşı ile yaptığı çalışmalarda bazı pop, Azerice, ilahi tarzdaki şarkıları da repertuvarına kattı. Zülfü Livaneli'nin "Belalım, Çırak Aranıyor", Nilüfer'in "İnkar Etme", Adnan Ergil'in "Böyle Ayrılık Olmaz, Hava Nasıl Oralarda?", Kayahan'ın "Sarı Saçlarından Sen Suçlusun"; "Aygız", "Can Yar", "Ayrılık"; "Tövbe Etmek" şarkılarını seslendirdi.
1991'de yayımlanan Bir De Benden Dinleyin ve Yüreğimden Vurdun Beni albümlerinde Türk sanat müziği eserlerine de yer verdi.
90'ların başından medyaya konu olmuştu: "Gürses'in son bir yıl içinde çıkan piyasaya çıkan kaset sayısı 10'u bulmuştu." Gürses, eski kasetlerini başka isimlerle çıkaranlara fena halde bozuluyordu.
1991 yılı, Gürses için milat oldu. Gürses, bu yıl pop, Azerbaycan müziği tarzında eserleri de repertuvarına kattı. Cahit Sıtkı Tarancı, Refik Durbaş Cemal Safi'nin bestelenmiş şiirlerine albümlerinde yer verdi. Elenor Müzik etiketiyle yayımlanan "Bir De Benden Dinleyin" albümünde Sezen Aksu ve Zülfü Livaneli'nin ortak eseri olan "Belalım", Azerbaycan müziği eserlerinden "Aygız", Fatih Kısaparmak tarafından bestelenmiş Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Kara Sevda" şiiri de yer aldı. Ayrıca bu albümde, Muazzez Abacı'nın 1990 yılına damga vuran "Vurgun" albümüne ismini veren, şarkının söz yazarı "Cemal Safi"’ye Hürriyet gazetesinin Altın Kelebek ve Milliyet gazetesinin "Yılın En Sevilen On Şarkısı" birincilik ödülleri, şarkının bestecisi Selçuk Tekay'a 1991 yılında "Altın Kelebek Yılın Bestecisi Ödülü"nü kazandıran Vurgun şarkısına da yer verdi. Sarp Plak etiketiyle yayımlanan "Yüreğimden Vurdun Beni" albümünde Nilüfer ve Buğra Uğur'un ortak eseri "İnkar Etme" ve Cemal Safi'nin Vedat Yıldırımbora tarafından bestelenmiş "Ya Benim Olursun" şiirine yer verdi. Aynı yıl yine Elenor Müzik etiketiyle yayımlanan bir diğer albümü olan "Her Şey Yalan" albümünde Adnan Ergil'in "Böyle Ayrılık Olmaz", "Hava Nasıl Oralarda?; Refik Durbaş'ın (1978 yılında yayımlanan şiir kitabına da ismini veren) Zülfü Livaneli tarafından bestelenmiş "Çırak Aranıyor" şarkıları yer aldı.
1992 yılında Elenor Müzik etiketiyle yayımlanan Müslümce'92 albümünde yer alan Sen ve Ben şarkısı, Gürses'in resmi kayıtlara göre ilk kez kendisinin seslendirmesiyle ünlenen pop tarzındaki şarkı olmuştur. Şarkıyı Seda Sayan, İpek Pınar ve Canan Sabah da seslendirmiştir. Aynı yıl Gürses'in Bayar Müzik etiketiyle Zalim / Bir Bilebilsen albümü yayımlanmıştır. Albüm Gürses'in en çok satan albümlerindendir.
1994 yılında Elenor Müzik etiketiyle Senden Vazgeçmem albümü yayımlandı. Albüm büyük bir etki yaratmış olup Gürses'in medyada ilk kez kliplerinin yayımlandığı ve en çok klip çektiği albümdür. Gürses bu albüm için "Senden Vazgeçmem", "Hangimiz Sevmedik", "Evlat", "Haydar Haydar" şarkılarına klip çekmiştir.
1995 yılında Japonya'daki bir ses laboratuvarında Japon ses mühendisleri tarafından Müslüm Gürses'in sesi incelenmiş ve yapılan testler sonrasında Gürses'in sesini yüzde yüz kusursuz kullandığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Müslüm Gürses'in ses genişliği en az 3.5 oktavdır, bu ses genişliği operacılarda bulunmaktadır.
1998 yılında ise Gürses'in o dönemde 14 yıl boyunca albümlerini çıkardığı Elenor Müzik firmasıyla Müslüm Gürses Klasikleri albümünü yaptıktan sonra Gürses'in Elenor Müzik firmasıyla yolları ayrılmış ve 1999 yılında Ulus Müzik'e transfer olmuştur. Gürses'in Elenor Müzik firmasından yolları ayrılmasına rağmen 1999 - 2001 yılları arasında Garipler, Arkadaşım, Zavallım, Müslüm'ce Türküler 2001 ve Sadece (Türk Sanat Müziği) albümleri yayımlandı. Yayımlanan 50 şarkı Gürses'in 1999 yılından önce seslendirdiği şarkılar olarak bilinmektedir. Gürses bu yıllarda Ulus Müzik ve Universal Müzik firmaları ile çalışmıştır.
Muhterem Nur, 2001 yılında Müslüm Gürses'in Universal Müzik etiketiyle piyasaya sunulan Dünya Yalan albümü hakkında verilen röportajda şu açıklamalarda bulunmuştur: "Elenor diye bir firmamız vardı. İyi bir firmaydı. Kayıtlarda, Müslüm'ün provada okuyup beğenmediği ve bunu atalım dediği parçaları atmıyor, kenara koyuyorlardı. Başka firmayla güzel bir anlaşma yapmıştık. İki güzel kaset yaptık. Elenor, hemen işe yaramayan eski parçaları toplayıp saçma sapan müzikleri doldurup piyasaya yeni kaset diye sürüyor. Müslüm'ün onaylamadığı kasete nasıl bandrol alıyorlar? İnsanlar hangisi yeni kaset, anlayamıyor. Biz Universal'e bağlıyız. Bu firmanın dışında kimseye albüm yapmıyoruz.
2000'ler.
2000'li yıllarda Gürses yine alışılagelmişin dışına çıkmaya devam etmiştir. 90'lı yılların başlarında pop tarzına geçiş süreciyle artık 2000'li yıllarda pop tarzı ön plana çıkmıştır. Popla birlikte rock, caz, world music tarzları da repertuvarına katmıştır.
2000 yılında yıllar sonra yine Uğur Bayar'la bir araya gelerek Biz Babadan Böyle Gördük albümü Ulus Müzik etiketiyle yayımlanmıştır. Gürses, bu albümle birlikte caz ve world music tarzlarını da repertuvarına katmıştır.
Albümde yer alan Dayan Yüreğim şarkısını caz enstrümanları eşliğinde seslendirilmiştir. Albümde yer alan world music tarzındaki O Gitti Dönmeyecek şarkısında ise Doğu - Batı sentezleri kullanılmıştır. Albüm sonrası Gürses, Ulus Müzik firmasından Universal Müzik'e transfer olmuştur.
2001 yılında Universal Müzik etiketiyle Dünya Yalan albümü yayımlandı. Albüm Gürses'in ses getiren albümlerinden olup albümde yer alan Nilüfer'in Olmadı Yar şarkısı tutmuş ve bu şarkıyla birlikte artık Gürses albümlerinde pop tarzı ön plana çıkmaya başlamıştır.
2002 yılında Bayar Müzik etiketiyle Paramparça albümü yayımlandı. Gürses Teoman'ın Paramparça şarkısını seslendirmiş ve artık rock tarzını da repertuvarına katmıştır. Gürses'i stüdyoda ziyaret eden Teoman, Gürses hakkında şunları söylemiştir: ""Ben herkesi dinlemem ama Müslüm Gürses'in yeri ayrıdır. Onun müziğini ve felsefesini severim. Özellikle "Usta" ve "Meselem" şarkılarını çok beğenirim. Paramparça'yı da benden iyi yorumlayacağına eminim."” Süha Yavuz, proje hakkında ilk olarak Gürses'e Şebnem Ferah'ın ""Deli Kızım Uyan"” şarkısını söyletmek istediğini ancak Şebnem Ferah'ın bunu kabul etmemesi üzerine Teoman'a teklif götürmüş ve Teoman "Ben o adama bayılırım. Süper yorumcu." diyerek yeni patlayan şarkısını Gürses'e vermiştir.
2003 yılında sözleri Sezen Aksu'ya bestesi Tarkan'a ait ""İkimizin Yerine"” şarkısını seslendirerek Dirlik Müzik etiketiyle İkimizin Yerine albümü yayımlandı.
2004 yılında Bülent Ortaçgil'in ""Sensiz Olmaz"”, Murathan Mungan'ın ""Olmasa Mektubun"” şarkılarını seslendirdi. Aynı yıl Kadırga Müzik etiketiyle yayımlanan Uyanma Zamanı / Kıyak Bitti albümünde Kemal İnci'ye ait "”Yalnızlar Rıhtımı"” şarkısı da yer aldı.
2005 yılında Sun Müzik etiketiyle yayımlanan Bakma albümünde sözleri Orhan Veli Kanık'a müziği Altan İlter'e ait “"Anlatamıyorum"” eserine yer verdi. Aynı yıl Görüntüevi Müzik firması etiketiyle Ayrılık Acı Bir Şey albümü yayımlandı. Bu albüm bir nevi "Burhan Bayar & Müslüm Gürses Klasikleri" olarak adlandırılabilecek bir albümdür.
1 Şubat 2006'da "Gönül Teknem / Sen Olmayınca" adlı albümü Seyhan Müzik etiketiyle raflardaki yerini almıştır. Daha sonra Gürses'in yazar Murathan Mungan’la hazırlıkları 2 yıl süren ortak projesi “"Aşk Tesadüfleri Sever"” 18 Nisan 2006’da Pasaj Müzik etiketiyle müzik marketlerdeki yerini aldı. Mungan’ın sözlerini yazdığı, David Bowie’den Garbage’a, Leonard Cohen’den Bob Dylan'a
Rainbow'dan, Björk'ten Jane Birkin’e birçok yabancı müzisyenin bestesini yaptığı şarkıları seslendirdi. Ayrıca albümde Müslüm Gürses'in Sezen Aksu ile düet şarkısı olan Sebahat Abla şarkısı da bulunmaktadır.
Sonra 6 Şubat 2009'da yine Pasaj Müzik firmasından çarpıcı bir albüm olan ""Sandık" albümü ile Müslüm Gürses sahnelere geri döndü. Bu albümde Kenan Doğulu'nun "Tutamıyorum Zamanı"” şarkısı yer aldı. Albümde Gürses'in Öykü Gürman ile düet yaptığı Sarıl Bana şarkısı 3 günde 1,5 milyon satarak rekor kırmış böylece Gürses'in internet alanında da kendi rekorunu elde ederek Türkiye'de tek şarkı üzerinden yasal olarak en çok satan sanatçı olduğu söylenmiştir.
8 Ocak 2010'da Gürses'in babası Mehmet Akbaş 75 yaşında prostat kanseri nedeniyle öldü. Gürses, babası Mehmet Akbaş'ın vefatını Almanya turnesi sırasında öğrendi. Konser programlarını iptal ederek Urfa'ya gitti ve cenazesine katıldı.
2010 yılında 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nın açılışında yer aldı.
Aynı yıl kasım ayında yine Pasaj Müzik ile ""Yalan Dünya" isimli bir albüme imza attı. Albümde Şebnem Ferah'ın "Sigara", şarkısı da yer Yahya Kemal Beyatlı'nın "Sessiz Gemi", Şehrazat'ın "Flu Gibi", Tuna Kiremitçi'nin "Mucize" ve Gürses 1991 yılında Elenor Müzik etiketiyle yayımlanan Bir De Benden Dinleyin albümünde bulunan "Belalım" şarkısını tekrar seslendirdi. Bu albüm, Gürses'in hayattayken yayımlanan son orijinal albümü oldu. Aynı yıl çeşitli sanatçıların da yer aldığı Enbe Orkestrası'nın albümü için "Kalbim"" şarkısını seslendirdi ve albümün ismi Kalbim olarak yayımlandı.
Gürses'in ölümünden sonra da albümleri yoğun ilgi görmeye devam ettiği söylenmiştir.
2013 yılında yayımlanan ve çeşitli sanatçıların da yer aldığı "Onurlu Yıllar (25. Yıl Onur Akın Şarkıları)" adlı albüm yayımlandı. Bu albümde Gürses yorumuyla Asi ve Mavi adlı şarkı yer almıştır. Onur Akın, Gürses hakkında şunları söylemiştir: "Müslüm Gürses bu ülkenin Leonard Cohen'idir. Her tarz şarkıyı kendine has tarzıyla olağanüstü yorumlayan muhteşem bir sanatçıdır. Müslüm Baba, içimizde yaradır. Hastaneye yatmadan iki ay önce stüdyoya girip 'Asi ve Mavi'yi okudu. Muhtemelen en son söylediği şarkıydı. Bu projede, stüdyoya girip ilk okuyan Müslüm Baba'dır. Nur içinde yatsın; keşke yaşasaydı da, bu şarkıyı birlikte söyleseydik."
2013 yılında Gürses'in tamamlayabildiği son albüm olan Veda - Ervah-ı Ezelde albümü için Gürses hayattayken "Ölürsem albümün adını Veda koyun." şeklinde vasiyetinde bulunduğu söylenmiş ve ölümünden 40 gün sonra çıkan bu albüm, albüm satışlarının az olmasına rağmen sadece 2 saatte 25 bin satarak tükenmiştir.
Doğum tarihi karışıklığı.
Müslüm Gürses'in bazı yerlerde doğum tarihi 1950,1951 gibi tarihler iddia edilmiş olsa da Gürses, Rüstem Batum'un programına konuk olmuş ve hayatını şöyle anlatmıştır: "1953 senesinde Şanlıurfa'nın Halfeti kazasının Fıstıközü köyünde fakir bir ailenin çocuğu olarak gelmişim. Ondan sonra beş yaşlarında geçim zorluğu nedeniyle Adana'ya gittik."
Gürses'in doğum tarihi resmî olarak 5 Temmuz 1953 olarak geçmektedir. fakat Gürses 16 Eylül 1998'de Esra Ceyhan'ın sunduğu "Esra Ceyhan Show" programında ve 26 Ocak 2007'de Beyazıt Öztürk'ün sunduğu "Beyaz Show" programlarında mayıs ayında doğduğunu belirtmiştir. Hatta 7 Mayıs tarihi 2005 yılından itibaren Gürses hayranları tarafından "Dünya Müslümcüler Günü" olarak kutlanmaya başlanmıştı.
Geçirdiği trafik kazası.
Gürses, 1978 yılında Tarsus'tan Adana'ya dönerken alkollü araç kullandığı söylenen şoförün yolda duran tırı fark edememesi sonucu büyük bir kaza gerçekleşerek şoförün hayatını kaybettiği söylenmiştir. Gürses, 2010 yılında Beyazıt Öztürk'ün sunduğu Beyaz Show programına konuk olmuş ve şunları söylemiştir: "Önemli bir trafik kazasıydı. Sanıyorum ameliyat esnasında kalbimiz duruyor sonra doktorların müdahalesi neticesinde çalıştırılmış." Gürses geçirdiği kaza ile ilgili olarak bir başka yerde de şunları söylemiştir: "78-79 yılıydı. Tarsus'ta bir gazinoda konserim vardı. Şoför arkadaşımız beni her gece iş bittikten sonra evime götürüyordu. Yine gecelerden biri program bitti, arabaya bindik ama içimden bir ses arkaya otur dedi. Program yorgunluğundan olsa gerek sızmışım. Sonra yolda duran bir tıra çarpıyoruz. Yolda jandarmalar tesadüfen fark etmese ölebilirdim. Sonra alıp hastaneye götürmüşler. Ben ölümü yaşadım aslında. Bana göre yeniden hayata dönmüş olmam, Allah’ın bir lütfudur. Alın kemiğim un ufak olduğu için en küçük bir darbede ölebilir ya da kör kalabilirim. Ameliyatta alnıma beynimi koruyacak plaka gibi bir şey taktılar. O korkunç kazadan sonra koku alma duyumu yitirdim. Hiçbir kokuyu alamıyorum ne yazık ki şimdi. Çok kuvvetli parfümler ispirto kokusu veriyor bana. Ayrıca işitme duyumu da yüzde elli yitirdim. Çok ağır işitirim. Neyse, buna da şükür, yaşıyoruz işte."
Jiletli konserleri.
Gürses'in konserlerinde tarihte eşi ve benzeri görülmeyen manzaralar ortaya çıkmıştır. 80'li yılların başlarından itibaren Gürses'in sahneye iniş ve çıkışlarında büyük güvenlik önlemleri alınmaya başlanmıştır. Gürses konserlerinde taşkınlıklar yaşanmış, izleyiciler kendilerini jiletleyerek zarar vermişlerdir. Gürses, konserlerinde yaşanan taşkınlıkların üzerine "Çocuklar yapmayın, kendinizi çok güç duruma sokuyorsunuz, yapmayın bunu yapmayın. Konser yaptığımızın farkına varamıyoruz, ne yapayım şimdi ben." dese de hayranlarına dinletememiştir. Müslüm Gürses konserlerinde taşkınlıkların yaşanması nedeniyle konser alanlarını birçok kez terk etmek zorunda kalmıştır. 1999 yılında ise Gürses'in Sivas'ta verdiği konser sırasında henüz daha ikinci şarkısını seslendirirken yeterli güvenlik önlemlerinin alınmamasından dolayı kavgalar başlamıştır. Olayların yaşandığı sırada bir hayranı Gürses'e çiçek vermek istemiş ve hayranı ile korumalar arasında tartışma çıkmıştır. Çıkan tartışmada hayranının yumruğu Gürses'in suratına gelmiş ve hayranı tarafından gözü morartıldığı iddia edilmiştir.
Birleşik Krallık'taki King's College London'da etnomüzikoloji profesörü Martin Stokes, 1990 Müslüm Gürses Gülhane Konseri'ndeki deneyimlerini "Arabesk Tartışması" isimli kitabında şöyle anlatır:
Bıçaklanma olayı.
Gürses bir gün Bursa'da verdiği konser sırasında kendisine aşırı sevgi duymasından dolayı hayranı tarafından bıçaklanmıştır. 1991 yılında basına, "Hafta Sonu gazetesi" aracılığıyla "Bursa'da vuruldu, İzmir'de coştu." başlığı ile düşmüştür. Olayın konserden ziyade yine Bursa'da bulunan, dönemin popüler gazinosu Taylan'da gerçekleştiği, Gürses'in 5 yerinden bıçak darbesi aldığı ve bir ay yataktan çıkamayacağı söylenmiştir. Bıçaklanma olayı tazeliğini korurken Gürses, İzmir Fuar alanında bulunan "Manolya Bahçesi"nde görülmüş ve konser günü hayranları tarafından büyük bir ilgi odağı olduğu iddia edilmiştir.
Daha sonra Gürses kendisini bıçaklayan hayranından şikayetçi olmamıştır ve affetmiştir.
2009 yılında yayımlanan, Gürses'in başrol oynadığı Esrarlı Gözler filminde bu konu ele alınmıştır.
Dinleyici kitlesi.
Gürses'in dinleyici kitlesi birçok araştırmaya konu olmuştur. Doktora tezleri dahi yazılmıştır (Mesela 2002/ Bağlam Yayıncılık: Caner Işık/Nuran Erol, "Arabeskin Anlam Dünyası ve Müslüm Gürses Örneği").
Ölümü.
Müslüm Gürses, 15 Kasım 2012 Perşembe günü Memorial Hastanesi'nde geçirdiği by-pass ameliyatından sonra akciğer ve kalp yetmezliği nedeniyle yoğun bakıma kaldırıldı ve solunum cihazına bağlandı. Gürses, 3 Mart 2013'te, yaklaşık dört aydır tedavi görmekte olduğu İstanbul Memorial Hastanesinde öldü. 4 Mart 2013 günü Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Müslüm Gürses Müzik ve Sanat Müzesi.
Gürses'in ölümünden sonra Şanlıurfa Valiliği tarafından Gürses'in anısına müze yapmış ve 5 Ekim 2013'te Müslüm Gürses Müzik ve Sanat Müzesi açılmıştır. Müze daha sonra Haliliye ilçesinden Karaköprü ilçesine taşınmış ve 15 Haziran 2021'de tekrar hizmete açılmıştır.
45'likleri ve EP'si.
Gürses "Ömür Plak'tan" 4, "Sarıkaya Plak'tan" 2, "Palandöken Plak'tan" 13, "Bestefon Plak'tan" 4, "Hülya Plak'tan" 15, "Çın Çın Plak'tan" 2 tane olmak üzere hayatı boyunca toplam 40 adet 45'lik plak çıkarmıştır. 45'liklerin yanı sıra Gürses'in bir de Saner Plak etiketiyle bir tane EP'si piyasaya sunulmuştur.
Listede yer alan Müslüm Gürses 45'liklerinin tarihi ve sıralaması kesin değildir.
Stüdyo albümleri.
"Not: Listede yer alan bazı albümlerin tarihi kesin değildir. Bazı albümler, Gürses'in yeni şarkılarından oluştuğu için listeye dahil edilmiştir."
Ölümünden sonra yayımlanan şarkılar.
Müslüm Gürses'in ölümünden sonra önceki yıllarda resmi olarak yayımlanmamış veya ilk defa piyasaya sunulan şarkıları yayımlanmaya devam etmektedir. Gürses'in Elenor Müzik etiketiyle yayımlanan albümlerinde önceden Gürses tarafından seslendirilmiş olan şarkıların üzerine müzik eklenerek veya düzenlenerek piyasaya sunulmuştur. Şu ana kadar Gürses'in farklı müzik şirketleri üzerinden toplam 53 yeni şarkısı yayımlanmıştır.
2013 yılında 13 yeni şarkısı yayımlandı. Bayar Müzik etiketiyle Kamyoncunun Şarkısı adlı tek şarkılık albümü yayımlandı. Gürses bu şarkıyı Mercedes-Benz firması için seslendirmiştir. Onur Akın'ın 25. sanat yılına özel olarak seslendirdiği Asi ve Mavi şarkısı Seyhan Müzik etiketiyle yayımlandı. Gürses'in bitirdiği son albüm olan Veda - Ervah-ı Ezelde 11 şarkıdan oluşan albümü Kadırga Müzik etiketiyle yayımlandı. Albüm 2 saat içerisinde 25 bin sattı.
2014 yılında Gürses'in Kadırga Müzik firmasındaki son şarkıları Benden Bu Kadar / Son Şarkılarım adı altında yayımlandı. Bu albümde Gürses'in 6 yeni şarkısı yayımlandı. Aynı yıl Elenor Müzik şirketinin patronu Muhteşem Candan, Gürses'e ait daha önce resmi olarak yayımlanmamış 104 şarkının olduğunu açıklamıştır.
2017 yılı Mahzendeki Şarkılar albüm serisinin başlangıcı olmuş ve bu seri Elenor Müzik etiketiyle yayımlanmaya başlamıştır. Muhteşem Candan'ın bahsettiği şarkılardan 10 tanesi Mahzendeki Şarkılar adı altında yayımlandı. Gürses, bu albümle 2017 yılına damga vurdu.
2019 yılında Mahzendeki Şarkılar serisinin ikinci albümü olan Mahzendeki Şarkılar 2 albümü yayımlandı.
2020 yılında Gürses'in 1971 yılında Bestefon Plak şirketi için seslendirdiği söylenen Izdırap Yükümdür / Sahte Aşkına Elveda 45'lik plağı Topkapı Plak etiketiyle dijital platformlarda yayımlanmıştır. Izdırap Yükümdür şarkısı Gürses'in 1990 yılında Elenor Müzik etiketiyle Meyhaneci / Kırık Sazım albümünde yayımlandı. Böylece bu şarkının ilk versiyonu da olduğu ortaya çıkmıştır.
2022 yılında Mahzendeki Şarkılar serisinin üçüncü albümü olan Mahzendeki Şarkılar 3 yayımlandı. Bu albüm, serinin ilk 2 albümünden farklı olarak 10 şarkı yerine 5 şarkı olarak yayımlanmıştır.
2023 yılında Yaşamalısın şarkısı Elenor Müzik tarafından resmî olarak yayımlandı. Bu şarkı 1988 yılında Özbir Müzik etiketiyle piyasaya sürülen Aldatılanlar albümünün yedek şarkısı olduğu söylenmekteydi. 1989'da ise Cinan Müzik etiketiyle yayımlanan "Büyük Gülhane Konseri - 2" albümünde Mehmet Ali Erbil sunumuyla ve konser efektleri eklemeleriyle yayımlanmıştı.
2024 yılında "Mahzendeki Şarkılar" serisinin ilk üç albümünden farklı olarak Tozlu Raflar ismiyle 6 şarkı yayımlandı.
Video klipleri.
Bu listede Müslüm Gürses'in albümlerine ve teklilerine ait video klipleri yer almaktadır. "Gürses'in eski görüntülerinin kullanıldığı klipler listede yer almamıştır."
Filmografisi.
Gürses 40 filmde oynamıştır. Filmler aşağıdaki listede belirtilmiştir. Listede yer alan filmlerin tarihleri kesin değildir.
Vasiyeti.
Gürses filminin çekilmemesini vasiyet ettiği söylenmiştir. Biyografisini film haline getirmek isteyenleri her defasında reddettiği söylenmiştir. Gürses 2007 yılında ise bir film teklifini kabul etmiş fakat çekimlerin başlamasına birkaç ay kala Gürses, babası Mehmet Akbaş'ın annesi Emine Akbaş'ı öldürmesinin de filmde yer alacağına dair haberler çıkmasına kızarak finalde kendisinin de görüneceği filmi iptal ettiği söylenmiştir.
Aile içinde yaşanan dramın beyaz perdeye yansımasını istemeyen Gürses, Muhterem Nur'a sık sık "Bana bir şey olursa hayatımın filme çekilmesine izin verme" dedi. Gürses ölümünden önce gelen yeni teklifler üzerine Nur'a filminin çekilmemesini vasiyet ettiği söylenmiştir.
Filmi.
Ketche ve Can Ulkay'ın yönettiği ve Müslüm Gürses'in hayatını konu alan "Müslüm" filmi, 26 Ekim 2018'de vizyona girdi. Filmde Gürses'in gençliğini Şahin Kendirci, yetişkinliğini ise Timuçin Esen canlandırdı. Müslüm filmi 6.5 milyona yakın seyredilerek Türkiye'de tüm zamanların seyirci rekortmeni filmleri listesinde 5. sırada, tüm zamanların seyirci rekortmeni dram filmleri listesinde ise 1. sırada yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12937",
"len_data": 28348,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.12
}
|
Beydağ, İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin batısında ve kuzeybatısında Ödemiş, kuzeydoğusunda ve doğusunda Kiraz ilçeleri, güneyinde Aydın ili bulunmaktadır. Nüfus bakımından ilin en küçük ilçesidir.
Tarihçe.
Beydağ, önce Aydınoğulları, sonra da Osmanlıların egemenliğine geçmiştir.
Coğrafya.
İzmir ilinin güneydoğusunda yer alan Beydağ'ın il merkezine uzaklığı 142 km'dir. Batısında ve kuzeybatısında Ödemiş, kuzeydoğusunda ve doğusunda Kiraz ilçeleri, güneyinde Aydın ilinin Nazilli ve Sultanhisar ilçeleri ile çevrelenir. İlçenin yüzölçümü 172 km²dir.
İklim.
İlçe, Akdeniz iklimi etkisi altındadır.
Ekonomi.
İlçe halkının geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. En önemli ürünler incir, kestane ve zeytindir. Beydağ'da üretilen kestane son derece kalitelidir. Besi ve süt hayvancılığı hızlı gelişme göstermektedir.
Yönetim.
İlçeye bağlı 21 köy bulunmaktadır. Bağlı beldesi yoktur.
Altyapı.
İlçede 28 ilköğretim okulu, 1 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 1872 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 94 öğretmen görev yapmaktadır.
Sağlık hizmeti, 1 sağlık ocağı, 1 sağlıkevi, 1 Ana Çocuk Sağlığı tarafından verilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12940",
"len_data": 1119,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.36
}
|
İki yanı da bilenmiş bir çeşit bıçaktır. Taşımaya elverişli olduğundan silah olarak kullanılır. Hançerlerin boyutları değişkendir. Örneğin Orta Çağ'da kullanılan bazı çeşitlerinin boyu 45 santimetreye ulaşmaktadır. Hançerler günümüzde süs eşyası olarak da kullanılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12942",
"len_data": 273,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Carl Philipp Gottlieb von Clausewitz (1 Temmuz 1780 - 16 Kasım 1831), Prusyalı general ve entelektüel.
Hayatı.
Orta dereceli feodal-aristokrat bir aileden geliyordu. Adındaki "von" sözcüğü onun aristokrat olduğunu gösterir. Devrimci Fransa'nın ordularına karşı piyade askeri olarak Rus-Alman Lejyonunda çarpışmalara katıldı, ilk askeri tecrübelerini böyle kazandı. (Napolyon Savaşları.) Kısa süre sonra Prusya Krallığı kalbinde askeri-siyasi bir kurmay subayı olarak görev aldı.
Babası da Prusya ordusunda subaydı. Clausewitz, ilk muharebeye 13 yaşındayken girdi. 38 yaşında tuğgeneralliğe terfi etti. Aristokrat ailelerden birinin kızıyla evlendi. Askeri yetenekleri sebebiyle Berlin'deki merkezi askeri çevrelere girdi. 1812-1814 yılları arasında Rusya'daydı. Burada da I. Napolyon'un birliklerine karşı savaşlara katıldı.
Napoleon'un sonunu getiren Belçika'daki Waterloo Savaşı'nda önemli rol oynadı.
1818'de tekrar Prusya Savaş Akademisi yöneticiliğine getirildi. Bu görev başındayken öldü.
Eseri.
Clausewitz'in en ünlü eseri "Savaş Üzerine"dir. Ona göre, "Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır." Bütün savaşların amacı, düşman silahlı kuvvetlerini yok etme yoluyla onun iradesini teslim almaktır. Taktik, muharebe bilimi; strateji de savaş bilimidir. Taktik zaferler fiziki olgulardır; ama stratejik zafer manevi bir olgudur. Savaşta savunma pozisyonu saldırı pozisyonuna göre, pasif ve dolayısıyla savaşın doğasına aykırı olmakla birlikte avantajlı bir pozisyondur. Bu kitap hemen bütün dünya dillerine tercüme edilmiştir. Hayattayken kitabını yayınlayamadı, bunda mükemmeliyetçi üslubunun da payı vardır; ancak karısı onun notlarından yararlanarak kitabı yayına sürdü.
Clausewitz savaş üzerine teknik-matematik teorilerin yersiz olduğunu, çünkü savaşın kendi kuralları ve yasaları olmakla birlikte esasen bir belirsizlik ortamı olduğunu söyler. Bu nedenle kitabının üslubu da hayli derindir. Clausewitz'e göre bütün savaşların belirleyici unsuru muharebelerdir; incelemesine de muharebelerden başlar. Son derece çarpıcı diyalektik bir kavrayışı vardır. Yaşadığı dönemde Hegel'den etkilendiği bilinir; ancak üslubu daha çok Karl Marx'ı hatırlatır.
Eserleri günümüzde halen hem askeri okullarda hem de pazarlama kökenli eğitim kurumlarında okutulmaktadır ve bazı pazarlama kitapları Carl von Clausewitz'e ithafen yazılmıştır.
Etkisi.
"Savaş Üzerine", bu konuda yazılmış önemli eserlerden biridir. Ekim Devrimi'nde Lenin'in ondan ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında "ben Clausewitz'i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok" diyerek ifade etmiştir.
Clausewitz savaş tarihinde başka hiç kimsenin olmadığı kadar teorik tartışmalara konu olmuştur. "Savaş Üzerine"nin birçok bölümü gelişen konvansiyonel ve düşük yoğunluklu savaşlarla birlikte tartışmaya açılmakla birlikte bu durum teorik tespitlerin kuvvetini azaltmamış, tersine Clausewitz'in değerini artırmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12950",
"len_data": 2995,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.75
}
|
Ofsayt, [Offside] Genel Sekreteri Urs Lins imzasıyla ülke federasyonlarına gönderilen 968 nolu sirkülere göre; kendisine pas atılan oyuncunun ayağının, kafasının veya vücudunun (kolları hariç) herhangi bir bölümünün, pas atıldığı anda kale çizgisine toptan ve sondan ikinci rakipten daha yakın olduğu anlamına gelmektedir. Ofsayt belirlenirken pası atan oyuncunun pas dokunuşunu yaptığı ilk an esas alınır. Topun ayaktan çıktığı anda top kale çizgisine sondan ikinci rakipten daha yakınsa "Son adam" tabiri top için geçerli olur ve bu durumda pası alan oyuncunun ofsayt sayılması için kale çizgisine sondan ikinci rakipten değil, toptan daha yakın olması gerekir. Top ile kale çizgisi arasında hiç rakip olmasa bile "Son adam" tabiri yine top için geçerli olur. Topun ayaktan çıktığı anda pası alan oyuncu kendi yarı alanında ise, oyuncu hiçbir şekilde ofsaytta sayılmaz, ofsayt kuralı yalnızca rakip yarı alanında geçerlidir. Kollar bu tanıma katılmamıştır. Futbol baş, vücut ve ayaklarla oynanan bir oyundur ve sadece bu bölgeler rakibin kale çizgisine yakınsa orada potansiyel bir avantaj vardır. Yalnızca kollar rakibin ilerisindeyse, kazanılacak bir avantaj yoktur" şeklinde yapıldı.
Sadece ofsayt pozisyonunda bulunmak bir ihlal değildir.
Oyuncu şu pozisyondayken ofsayttadır;
Oyuncu şu pozisyonlarda ise ofsayt değildir;
Ofsayt pozisyonundaki bir oyuncu, topun takım arkadaşına dokunduğu veya takım arkadaşının topla oynadığı anda hakemin kanaatine göre:
Şu şekillerde ofsayt olmaz:
Kural İhlali Nedeniyle Verilen Ceza:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12951",
"len_data": 1526,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.45
}
|
Kale vuruşu, futbolda oyunu başlatmanın bir metodudur. Kale vuruşu ya da başka bir deyişle aut atışıyla top karşı takımın kalesine girerse gol geçerli sayılmaz, onun yerine kale vuruşu olur.
Kale vuruşunun verilmesi
Yöntem
Kural İhlali Nedeniyle Verilen Ceza
"Ceza sahası içerisinde kullanılmadıysa:"
"Kale vuruşu kaleci yerine bir başkası tarafından kullanılırken"
Eğer, top oyuna girdikten sonra, atışı yapan oyuncu atışı yaptıktan sonra topa (elleri hariç) temasta bulunursa:
Aut atışı kaleci tarafından kullanılırken
Eğer, top oyuna girdikten sonra, atışı yapan oyuncu atışı yaptıktan sonra topa elleri dışında bir temasta bulunursa. Eğer, top oyuna girdikten sonra, başka bir oyuncu dokunmadan önce, kaleci ikinci kez topa temasta bulunursa:
Bu kural başka bir şekilde bozulursa:
Degaj.
Degaj, futbolda kalecinin topu oyuna tekrar kazandırması için rakip kaleye topu havaya attıktan sonra ayağıyla vurup göndermesidir. Kale vuruşu ile karıştırılmamalıdır. Kale vuruşundan ofsayt olmaz ama degajdan olur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12952",
"len_data": 1008,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 2.95
}
|
Eşzamansız Aktarım Modu (İngilizce: "Asynchronous Transfer Mode", "ATM"), verileri, 53 byte sabit büyüklüğünde hücreler halinde ileten bir ağ tekniğidir. Veri iletimi için paket anahtarlamanın bir türü sayılabilecek bir yöntem olan hücre aktarımı (İngilizce: "cell relay") tekniğini kullanır. Bu teknik sanal devreler oluşturarak devre anahtarlamanın avantajlarından da faydalanır.
Gelişimi.
ATM, broadband ISDN'nin 1970'li ve 1980'li yıllarda gelişiminde yer almış bir teknolojidir. Teknik olarak paket anahtarlamanın (İngilizce:"packet switching") evrimleşmiş bir hali olarak düşünülebilir. Beklenilenin aksine yerel ağlarda kullanımı kısıtlı kalmış, günümüzde daha çok iletişim ve bilgisayar ağları arasında hızlı omurga (İngilizce: "backbone") yapıları oluşturmak için kullanılır olmuştur.
Özellikleri.
ATM ile yüksek veri işleme/iletme hızları elde edilebilir. En çok kullanılan standart hızlar, 155 Mbps (HDTV için) ve 622 Mbps dir ve 10 Gbps hızlara kadar da çıkılabilmiştir (1996 sonu itibarıyla). ATM ağlarının üstün hız performansı yöneltmenin donanım tabanlı gerçekleşmesinden, paketlerin de sabit büyüklükte ve küçük olmasından kaynaklanmaktadır. Sabit büyüklükteki kısa paketleri donanım ile anahtarlamak (İngilizce: "switching") değişken büyüklükteki paketleri yazılım ile yöneltmekten çok daha hızlıdır (mesela IP paketleri). Ayrıca paketler küçük olmaları sebebiyle bant genişliğini uzun süre işgal etmezler. Bu tür veri alışverişi sırasında anahtarlama/yöneltme yapan ağ donanımlarına ATM anahtarı adı verilir.
"ATM", B-ISDN protokolünün temel öğelerindendir.
Çalışma Şekli.
ATM ağları bağlantı kaynaklı olduklarından, taraflardan biri veri iletişimini başlatmak için önce bir bağlantı kurulum paketi gönderir. Kurulum paketi geçtiği ATM anahtarlarına bağlantının varlığı ve ihtiyaç duyduğu kaynaklar hakkında bilginin kaydolmasını sağlar. Bu bağlantıya sanal devre, yol bilgisine de sanal yol adı verilir. Bağlantıya duyulan ihtiyaç geçici değilse, bilgiler devamlı olarak anahtarlama tablolarında saklı tutulur. Bu tür devamlı bağlantılara kalıcı sanal devre denir. Her bağlantının sadece kendine ait bir kimlik bilgisi vardır.
Bağlantı kurulduğunda her iki taraftan biri veri göndermeye başlayabilir. Veriler 5 byte başlık ve 48 byte bilgi olmak üzere 53 bytelık hücrelere dönüştürülürler. Başlık, bağlantı kimliğini de içerdiğinden, ATM anahtarları gelen hücreleri ne tarafa iletmeleri gerektiğini bilirler. Bu yüzden bütün hücreler aynı yolu takip ederler. Her ne kadar hücreler belli bir sırayı takip etseler de hücrelerin hedefe varıp varmadığı genelde kontrol edilmez.
ATM, daha çok donanım tabanlı olmasına rağmen OSI Modelinin 1., 2. ve 3. katmanları ile karşılaştırılabilir tanımlamalar içerir. Bunlar Fiziksel Katman, ATM katmanı ve ATM Uyum Katmanı olarak adlandırılırlar.
ATM (Eşzamansız Aktarım Modu).
ATM, sayısal verilerin “hücre(cell)” adı verilen kısa ve sabit uzunluktaki veri paketlerine bölünerek iletilmesini sağlayan, bağlantılı hizmet veren “hızlı paket anahtarlama tekniği” dir.
ATM'de Hücre Yapısı.
Bir ATM hücresi 5 byte'lık başlık (header) ve 48 byte'lık kullanıcı verisi (user data) olmak üzere toplam 53 byte uzunluğundadır.
Hücre başlığındaki sanal kanal kimliği (VCI: Virtual Chanel Identifier) ve sanal yol kimliği (VPI: Virtual Path Identifier)
alanları hücrenin ağ içinde nasıl yönlendirileceğini tanımlayan bilgileri taşırlar.
Hatalı hücrelerin düzeltilmesi ve veri akış kontrolü ise uçbirimler tarafından yapılır.
ATM yönetiminde iletim kanallarının yerleri sabit değildir. Hızlı hizmetler için, art arda gelen zaman aralıklarında aynı kanala ait veriler gönderilebileceği gibi, hücre hızı uyarlaması için boş hücreler, ağ sıkışıklığı ya da kaynak yönetimi bilgilerini iletmek için denetim hücreleri de gönderilebilir.
ATM Kullanım Nedenleri.
1-) Hızlı paket hizmeti vermesi: Çok yüksek iletim hızlarında hücrelerin anahtarlanması daha kolaydır.
2-) Farklı bantgenişliklerine sahip verilerin iletimi için elverişli olmasıdır. Hücre anahtarlama oldukça esnektir. Hem sabit hızdaki ses ve video iletişimi için hem de değişken hızda veri iletişimi için uygundur.
3-) Ayrıca paketler küçük olmaları sebebiyle bant genişliğini uzun süre işgal etmezler. Bu tür veri alışverişi sırasında anahtarlama/yöneltme yapan ağ donımlarına ATM anahtarı adı verilir.
ATM Hizmet Sınıfları.
ATM ağları çok farklı trafik türünden veriyi aynı anda iletebilecek şekilde tasarlanırlar. Her ne kadar her türlü trafik sanal devreler üzerinden 53 byte'lık hücrelerle taşınıyor olsa da her veri akışının ağ içinde gördüğü işlemler uygulamanın gereksinimlerine ve trafik akışının karakteristiğine bağlıdır.
Örneğin gerçek zamanlı bir video trafiği minimum gecikme ile iletilmelidir.
Gerçek Zamanlı Hizmetler.
Gerçek zamanlı hizmetler, kullanıcıya gönderilen bilgi akışının kullanıcıda tekrar üretilerek kullanılmasını amaçlayan uygulamaları içerir. Örneğin, ses ya da video iletişiminde kullanıcı bu bilgilerin sürekli ve düzgün olarak gelmesini bekler. Bilgi kayıpları ya da bilgi akışındaki kesilmeler hizmet kalitesini önemli ölçüde azaltır. Bu nedenle, gerçek zamanlı hizmetler gecikme miktarına ve gecikmedeki değişmelere en hassas hizmetlerdir.
Gerçek Zamanlı Olmayan Hizmetler.
Gerçek zamanlı olmayan hizmetler, patlamalı trafik karakteristiğine sahip olan, gecikmelere ve gecikmelerdeki değişikliklere karşı sıkı kısıtlamaları olmayan uygulamalar için kullanılır. Ağ bu tür trafik akışına daha fazla esneklik gösterir ve ağ verimliliğini artırmak için istatistiksel çoğullamadan büyük ölçüde yararlanabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12956",
"len_data": 5544,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.89
}
|
I. Mengli Giray (1445 - 1515, Bahçesaray, Kırım|) 15. yüzyıl sonlarında 1467; 1469-1475 ve 1478-1515) dönemlerinde üç kez Kırım Hanlığı tahtına oturdu.
Saltanatı.
Mengli Giray I. Hacı Giray'ın altıncı oğludur. Doğum yeri bilinmemektedir. 1465'te ağabeyi Nur Devlet Giray babası I. Hacı Giray'ın ölümü üzerine Kırım Hanlığı tahta geçmiştir. Küçük kardeş olan Mengli Giray ise Kefe'de Cenevizlilere sığınmıştır.
1467'de birkaç ay Nogay Şirin'inin desteği ile ve Altın Orda Devleti'nin aleyhinde olmasına rağmen Kırkyer'de kendini Kırım Hanı olarak ilan ederek Kırım yarımadasını idaresi altına almıştır. Ama hanlığın genel politikasını değiştirip geleneksel müttefik olan Polonya-Litvanya Birliği'ne karşı olarak Rusya ile ittifak yapması hanlığı birçok ileri gelenini kendi aleyhine çevirmiştir. Bunlar ile; diğer Nogay ileri gelenleri ve Altın Orda Devleti'nden de destek ile Nur Devlet Giray hemen 1467 yılı sonlarında Kırım Hanlığını tekrar eline geçirmiştir.
Mengli Giray 1468'de Cenevizlilerin ve Nogay Şirin Beyi Eminek Mirza'nın yardımı ve diğer kabile beylerinin desteği ile 1469'da Kırım Hanı oldu. Fakat kardeşleri karşı koydular. Aralarında olan çatışmada Mengli Giray yenildi ve Kefe'ye kaçtı. Cenevizliler tarafından hapse atıldı. Yerine Nur Devlet Han oldu.
Kabile beyleri Fatih Sultan Mehmet'e başvurdular ve yardım istediler. Padişah 1475'te Gedik Ahmet Paşa'nın komutası altında kuvvetli bir deniz filosu gönderdi. Kefe ve diğer sahil şehirler zapt edildi. Mengli Giray serbest bırakıldı. Kırım tahtına geçirildi.
Kazan Hanı Seyitahmet Han 1476'da Kırım'ı işgal etti. Mengli Giray Cufut Kale'ye (Kırk Er Kaleye) sığındı. Seyitahmet Han Solhat ve diğer adıyla Salkat/(Eski Kırım) kasabasını yıkıp yerle bir etti. Epeyce insanın ölümüne sebebiyet verdi. Salkat kasabası önemli bir ticaret ve kültür merkezi idi. Havasının ve suyunun latifliği ile meşhurdu. Bir daha kalkınma imkânı bulamadı ve hanlığın merkezi olamadı.
Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet, Seyitahmet Hani Kırım'ı bırakıp gitmeye mecbur etti. Kırım tahtına yeniden Nur Devlet oturtuldu. Mengli Giray tutulup İstanbul'a götürüldü. Bir müddet sonra Şirin Beyi Aminek ve kabile Beyleri Nur Devlet'ten şikâyet ederek Osmanlı padişahları'na heyet gönderdiler ve Mengli Giray'ı Kırım'a Han olarak göndermesini talep ettiler.
Mengli Giray, 1478'de kızı Ayşe Hafsa Sultan ile evli olup damadı olan Yavuz Sultan Selim'in de müdahaleleri ile üçüncü kez Kırım Hanı oldu ve aralıksız 1514 yılına kadar hanlık yaptı.
Mengli Giray, hanlığında iç istikrarı sağladıktan sonra 1484'te Osmanlı Padişahı II. Beyazıt'ın Akkerman seferine 50.000 Kırım süvarisi ile katılarak Kırım Hanlığı'nı ilk defa Osmanlıların fütuhat harekâtına sokmuştur. Kırım süvarileri Akkerman kalesinin zaptında büyük yardım sağladıklarından Osmanlı Padişahı Mengli Giray Hana değerli hediyeler vermiştir. Ayrıca Kırım askerlerinin Tuna nehri boyunda zapt ettikleri Balta, Tombasar, Kavşan kasabaları ile cıvarlarını Kırım Hanlığı'na bırakmıştır.
Mengli Giray, 1502 yılında Saray şehrini zapt ve tahrip etmiştir. Bu hareketiyle Kazan Hanlığı'na zarar vermiştir. Bu hareketi ile Rusya'nın Kazan ve Astrahan üzerindeki rekabetini ve baskısını önlemek istemiştir. Oysa Rusya bu Hanlıklar üzerindeki baskı ve müdahalesini, bundan sonra, daha çok arttırmıştır.
Mengli Giray'ın üvey oğlu ve Kazan Hanı Abdul Latif Han'in kötü idaresinden Kazanlılar Moskova kinezi III. İvan'a şikâyette bulunarak azlini istediler. Abdul Latif Han, hanlıktan alınarak Moskova'ya çağrıldı. Buna canı sıkılan Mengli Giray III. İvan'a sert bir mektup yazıp tutumunu kınadı. Bu olay üzerine Kırım Hanlığı ile Moskova Knezliği'nin arası soğudu. III. İvan'ın yerine geçen oğlu III. Vasili, Abdul Latif Han'ı hapisten çıkardı, fakat Kırım'a yollamadı. Mengli Giray'ın karısı Nursultan Bıke oğlu Abdul Latif Han'ı görmek için küçük oğlu Sahip Giray ve üç elçi ile birlikte 1508'de Moskova'ya gitti. III. Vasili tarafından büyük saygı ile karşılandı. Nursultan Bıke Moskova'da bir ay kaldı. Abdul Latif Han'ın yerine Kazan Hanı olarak gönderilmiş olan oğlu Mehmetemin'i görmek için Kazan'a gitti. Kazan'dan dönerken Moskova'ya uğradı ve 6 ay kalarak Kırım'a döndü.
Mengli Giray 1511'de Polonya kralları Yagellonlar ile ittifak anlaşması yaptı. Akrusya ve Ukrayna üzerindeki hâkimiyet iddiasından Polonya lehine vazgeçti. Polonya Kırım Hanlığı'na yılda 15 bin altın vermeyi kabul ve taahhüt etti.
Mengli Giray 1514 yılında öldü. Bahçesaray'da yaptırdığı Zincirli Medrese'nin yanındaki türbesine gömülmüştür.
Osmanlı Devleti'yle ilişkiler.
Bazı tarihçilere göre, Osmanlı Devleti 1475 ve 1478 olayları sırasında Hanlığın kendisine tâbi kılmıştır. Diğer bazı tarihçilere göre de Kırım Hanlığı ile Osmanlı Devleti yâni Fatih Sultan Mehmet ile Mengli Giray bir anlaşma yapmış olmalıdır. Buna göre:
Bir müddet sonra hutbelerde padişahların adları da okunmuştur.
Yukarıda adları geçen padişah ile han arasında böyle bir anlaşmanın resmen ve yazılı olarak tespit ve imza edildiği hususunda bir belge henüz ortaya çıkarılmış değildir. Varlığı da bilinmemektedir. Mevcut olsaydı bunun Kırım Kurultayı (Han Divanı) tarafından tasdik edilmiş olması gerekirdi. Bununla beraber, zikredilen maddelerin hükümleri Osmanlı Padişahları ile Kırım Hanları arasında fiilen icra edilmiş ve yürütülmüştür.
Osmanlı Padişahı II. Bayezid saltanatının son yıllarında yaşlanmış olduğundan tahta oğullarından birini geçirmek istedi. Vezirler ve bilhassa baş vezir padişaha yumuşak huylu olan oğlu Şehzade Ahmet'i tavsiye ettiler. Ahmet'in kardeşi Yavuz Sultan Selim bu teklife karşı çıktı ve bir miktar askerle İstanbul'un üzerine yürüdü. Fakat vuku bulan çatışmada yenildi. Kaçıp Kırım'a kayınbabası Mengli Giray'ın yanına geldi. Bunu öğrenen Şehzade Ahmet telaşa düşerek Mengli Giray'a bir mektup gönderdi. Kendisine sığınmış olan kardeşi Yavuz Sultan Selim'i hapsettiği takdirde Kefe'yi ve diğer kale şehirleri Kırım Hanlığı'na bırakacağını bildirdi.
Mengli Giray, mektubu getiren elçiye şu cevabı verdi: "Memleketimize şerefli bir Hanedanın oğlu geldi. Sebep ve maksadı henüz anlayamadım. Ama Rumeli'ye geçmek isterse biz buna nasıl mâni olabiliriz? Hapsetmek kardeşliğe yakışmaz."
Mengli Giray'ın oğlu Mehmed Giray, Şehzade Selim'in tutuklanmasını istedi. Mengli Giray buna razı olmadı. Küçük oğlu Saadet Giray'ın ve koruması altında kara yoluyla Rumeli'ye geçmesini sağladı.
Feodal sisteme dayanan Kırım Hanlığı'nın merkeziyetçi, istikrarlı ve kuvvetli Osmanlı Devleti'nin himayesine girmesi O'nun üç yüz yıldan fazla bir süre ayakta kalmasına imkân vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. yüzyıldan itibaren zayıflayarak gerilemesi ve büyüyüp kuvvetlenen Rusya'nın saldırıları karşı duramaması sonunda Kırım Hanlığı da varlığını koruyamamış ve Rus Çarlığının esaretine düşmüştür. Osmanlı Devleti'nin sınırlarından çok uzak olduğu için bunun askeri kuvvetinden yardım göremeyen Altın Orda Devleti, Kazan Hanlığı ve Astrahan Hanlığı daha az süre hükümran olmuşlar ve Kırım'dan çok daha evvel Rusya'nın istilâsina uğramışlardır.
Çocukları.
Isimleri bilinen erkek oğullari şunlardir:
I. Mehmed Giray, Bahadur Giray, I. Sahib Giray, I. Saadet Giray, Mubarek Giray (I. Devlet Giray'in babasi) ; Fetih (Kazan Hanı Safâ Giray'in babasi); Bektaş Giray; Ahmad Giray; Burnat Giray
Kızları Yavuz Sultan Selim'in eşi olan II. Ayşe Hâtûn ve Çerkes Hükümdarı İdar Mirza Temruko'nun eşi Nazcan Hatun'dur. Nazcan Hatun'un babası olmasindan dolayı Mahidevran Sultan'ın da dedesidir.
Eserleri.
Mengli Giray akıllı, kıyasetli, siyasi görüşleri isabetli ve şâir idi. Lehçesinde yazdığı şiirleri vardır.
Bahçesaray'daki Hansarayini, evvel Bahçesaray'daki Zincirli Medreseyi yaptırmıştır. Böylece ilme ve kültüre olan saygı ve bağlılığını göstermiştir. Bu medresede verecek müderridlerin ve okuyacak talebenin yaşamlarını sağlamak dört bin sekiz yüz desetina toprak vakfetmiştir. Medresenin kapısı Arapça yazılan sözlerin Türkçesi şöyledir:
Bu medreseyi Tanrı'nın yardımıyla Hacı Giray oğlu Mengli Giray yaptırmıştır
Hicri yıl 916 (1511)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12959",
"len_data": 7998,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.21
}
|
Eadweard Muybridge (9 Nisan 1830; Kingston upon Thames, Büyük Londra, İngiltere - 8 Mayıs 1904; Kingston upon Thames, Büyük Londra), birden fazla kamera kullanarak yaptığı hareket incelemeleriyle bilinen İngiliz fotoğrafçı.
Asıl adı Edward James Muggeridge olan fotoğrafçı, sinemanın ilkel halini ilk bulan kişidir. Muybridge önceleri devlet için çalışmış, daha sonra ise endüstriyel ve manzara fotoğrafçılığı konularında uzmanlaşmıştır.
Muybridge, o dönemde çok merak edilen ve üzerine bahisler oynan "Bir at dört nala koşarken dört ayağı birden aynı anda yerden kesilir mi?" sorusunu cevaplamak isteyen dönemin Kaliforniya valisi ve yarış atları sahibi Lelan Stanford tarafından görevlendirilir. Bunun üzerine atın hareket halindeki görüntüsünü yakalamaya çalışan Muybridge, fotoğraf makinelerinden oluşan bir düzenek kurarak, 1/1000 enstantane hızıyla bu görüntüyü elde eder. 1878 yılında gerçekleştirdiği bu deneyde, yaş kolodyum tekniğiyle dört nala giden bir atın bütün hareketlerini kayıt altına almayı başarmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12967",
"len_data": 1022,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.91
}
|
Telnet, Internet ağı üzerindeki çok kullanıcılı bir makineye uzaktaki başka bir makineden bağlanmak için geliştirilen bir TCP/IP protokolü ve bu işi yapan programlara verilen genel isimdir. Telnet iki bileşenden oluşur: (1) iki tarafın nasıl iletişim kuracağını belirleyen protokolün kendisi ve (2) hizmeti sağlayan yazılım uygulaması.Kullanıcı verileri, İletim Kontrol Protokolü (TCP) üzerinden 8 bitlik bayt yönlendirmeli bir veri bağlantısında Telnet kontrol bilgisi ile bant içi serpiştirilir. Telnet, 1969'da RFC 15 ile başlayarak geliştirildi, RFC 855'te genişletildi ve ilk İnternet standartlarından biri olan İnternet Mühendisliği Görev Gücü (IETF) İnternet Standardı STD 8 olarak standartlaştırıldı. encryption sağlayan bazı Telnet eklentileri geliştirilmiştir. Bağlanılan makineye girebilmek (login) için orada bir kullanıcı isminizin (İng:"username") ve bağlantının gerçekleşebilmesi için bir telnet erişim programınızın olması gereklidir. Fakat bazı kütüphane ve herkese açık telnet bazlı web servisleri, bağlantı sırasında kullanıcı ismi (numarası) istemeyebilirler; ya da, kullanıcı isim ve parola olarak ne yazmanız gerektiği bağlandığınızda otomatik olarak karşınıza çıkar. Telnet, BBS ("Bulletin Board Systems") sistemlere İnternet üzerinden erişimde günümüzde yaygın olarak kullanılmaktadır. Telnet erişim programları, günümüzdeki işletim sistemlerinin çoğunda işletim sistemi ile birlikte gelmektedir. Çok kullanıcılı işletim sistemleri (UNIX ve VMS) genellikle kullanıcılara metin tabanlı bir arayüz sunar ve bu sistemlerde tüm işlemler klavye vasıtası ile komut isteminden ("command prompt") gerçekleştirilir.
Telnet programı ile sanal sunucunuza (virtual server) bağlandığınızda, uzaktan UNIX işletim sistemine bağlanmış olursunuz. Bu, UNIX komutları yazabileceğiniz, programları çalıştırabileceğiniz, sanki makinenin karşısında oturuyormuş gibi web sitenizi düzenleyebileceğiniz anlamına gelir.
Telnet güvensiz bir protokoldür. Tüm veriler şifrelenmemiş olarak gönderilir. Bu yüzden telnet oturumundan, sniffer yardımıyla kolaylıkla önemli bilgilere ulaşılabilir.
Telnet protokolü kullanıcı adı ("username") ve şifrenizi ("password") bağlı bulunduğunuz ağda kolaylıkla görebilecek bir format olan PLAIN TEXT (düz metin) düzeninde göndermektedir. Bu kullanıcı isminizin ve şifrenizin ağı dinleyen herhangi biri tarafından kolaylıkla görülebileceği anlamına gelir. Eğer ağınızdaki herkese güveniyorsanız Telnet kullanmanızda bir sakınca yoktur. Fakat güvenlik hakkında en ufak bir endişeniz bile varsa, hesabınıza bağlanırken telnet kullanmamanız yararınıza olacaktır. Veri alışverişini şifreleyen uzaktan bağlantı protokolü olarak SSH'ı örnek verebiliriz.
Bileşenler.
Telnet iki bileşenden oluşur: (1) protokolün kendisi ve (2) servis bileşeni. Telnet protokolü, güvenilir bağlantı yönelimli taşımaya (reliable connection-oriented transport) dayalı bir istemci-sunucu protokolüdür. Bu protokol, bir Telnet sunucu uygulamasının dinleme yaptığı 23 veya 2323 numaralı TCP bağlantı noktasına bağlantı kurmak için kullanılır. Telnet, TCP/IP'den öncesinde de mevcuttu ve ilk tanıtıldığında Network Control Protocol (NCP) üzerinden çalışıyordu.
Telnet Protokolü.
Tarihçe.
Telnet, 5 Mart 1973'e kadar resmi bir tanımı olmayan ad hoc bir protokol olmasına rağmen, aslında Telnet'te RFC 206 (NIC 7176) olarak Teletype Over Network Protocol olarak anılan ad, bağlantıyı netleştirir:
TELNET protokolü, 7 bitlik bir ASCII karakter seti kullanan sanal bir teletip kavramına dayanmaktadır. O halde bir Kullanıcı TELNET'inin birincil işlevi, kullanıcılarının o sanal teletip üzerindeki tüm tuşlara 'vurabileceği' araçları sağlamaktır.
Eklentiler.
Pazarlık edilebilir opsiyon protokol mimarisi nedeniyle Telnet için birçok uzantı yapılmıştır. Bu uzantılardan bazıları İnternet standartları olarak benimsenmiştir, IETF, STD 27'den STD 32'ye kadar belgeler. Bazı uzantılar yaygın olarak uygulanmıştır ve diğerleri, IETF standartları yolunda önerilen standartlardır.
Telnet Servisi.
Telnet hizmeti, Telnet protokolü üzerinden hizmet sağlayan uygulamadır. Çoğu işletim sistemi, istemcilere Telnet hizmetleri sağlamak için kurulabilen veya etkinleştirilebilen bir hizmet sağlar.
Kullanım.
Tarihsel Kullanımı.
Tarihsel olarak Telnet, uzak bir ana bilgisayarda bir komut satırı arabirimine erişim sağlıyordu. Ancak Telnet'i İnternet gibi açık bir ağ üzerinden kullanırken ciddi güvenlik endişeleri nedeniyle, bu amaçla kullanımı SSH lehine önemli ölçüde azaldı.Telnet'in uzaktan yönetim için kullanımı, özellikle halka açık İnternet'te Secure Shell (SSH) protokolü lehine hızla azaldı. SSH, parolalar gibi hassas verilerin ele geçirilmesini önlemek için güçlü şifreleme ve uzak bilgisayarın gerçekten iddia ettiği kişi olduğundan emin olmak için ortak anahtar kimlik doğrulaması ile telnet işlevselliğinin çoğunu sağlar.
Günümüzde Kullanımı.
Telnet, bir sunucuya komutlar vermek ve yanıtları incelemek için SMTP, IRC, HTTP, FTP veya POP3 gibi ağ hizmetlerinde hata ayıklamada kullanılabilir. Örneğin, Telnet istemci uygulamaları, Telnet sunucusu bağlantı noktası dışındaki bir bağlantı noktasına etkileşimli bir TCP oturumu kurabilir. Örneğin, bir komut satırı telnet istemcisi, TCP bağlantı noktası 80'deki bir web sunucusuna aşağıdaki gibi bir HTTP isteği yapabilir:
$ telnet www.example.com 80
GET /path/to/file.html HTTP/1.1
Host: www.example.com
Connection: close
Daha eski protokol, bugünlerde yalnızca nadir durumlarda, daha modern protokolleri desteklemeyen onlarca yıllık eski ekipmanlara erişmek için kullanılıyor. Örneğin, çok sayıda endüstriyel ve bilimsel cihaz, iletişim seçeneği olarak yalnızca Telnet'e sahiptir. Bazıları yalnızca standart bir RS-232 bağlantı noktası ile oluşturulmuştur ve TCP/Telnet verileri ile RS-232 seri verileri arasında çeviri sağlamak için bir seri sunucu donanım aracı kullanır. Bu gibi durumlarda, arayüz aracı SSH için yapılandırılmadığı sürece (veya destekleyen bir SSH ile değiştirilmedikçe) SSH bir seçenek değildir. Telnet, amatör telsiz operatörleri tarafından halka açık bilgi sağlamak için yaygın olarak kullanılır. Tavsiye edilmemesine rağmen, güvenlik araştırmacıları internete bağlı 7.096.465 cihazın Telnet kullanmaya devam ettiğini tahmin ediyor, ancak tahminlerin çoğu yalnızca 23 numaralı TCP bağlantı noktasını taradığı için genellikle çok daha azı tahmin ediliyor.
Protokol detayları.
Telnet Komutları.
Telnet komutları en az iki bayttan oluşur. İlk bayt, IAC kaçış karakteridir (tipik olarak bayt 255), ardından belirli bir komut için bayt kodu gelir.
Güvenlik.
Telnet 1969'da geliştirilmeye başlandığında, bir ağa bağlı olan bilgisayar kullanan kullanıcıların büyük kısmı, akademik kurumların bilgisayar departmanlarında ya da yüksek gizlilikteki devlet binalarındaydı. Bu ortamda güvenlik konusunda, İnternet kullanımının patlama yaptığı 90'lı yıllarda oldugu gibi endişe uyandıran bir şey değildi. İnternet kullanan insan sayısındaki büyük artış, kişilerin başka kişilere ait bilgilere, sunuculara ulaşma girişimlerini beraberinde getirdi ve bu durum şifrelenmiş alternatifler kullanma gereksinimi doğurdu.
SANS Institute ve comp.os.linux.security haber grubu üyeleri gibi bilgisayar güvenliği uzmanları aşağıdaki sebeplerden dolayı normal koşullarda, uzak oturumlarda Telnet kullanılmasına son verilmesini tavsiye etmişlerdir.
Bu güvenlikle alakalı yetersizlikler, ssh protokolünün de 1995 yılında yayınlanması ve tutulmasıyla birlikte, özellikle İnternet üzerinde Telnet protokolü kullanımının hızla azalmasına sebep oldu.
Güncel durum.
2000'lerin ortalarına geldiğimizde Telnet protokolünün uzak oturum amaçlı kullanımı büyük oranda yürürlükten kalktı. Fakat hâlen nadiren de olsa bazı zorunlu durumlarda kullanılabilmektedir. Örneğin, sunucuya komut yollamanın ve gelen cevapları sınamanın kolay bir yolu oldugundan SMTP, IRC, HTTP, FTP veya POP3 gibi servislerdeki sorunları tespit ederken kullanılabilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12972",
"len_data": 7881,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.72
}
|
Internet Relay Chat veya IRC (Türkçe: İnternet Aktarmalı Sohbet), İnternette en çok kullanılan protokollerden bir tanesidir. 1988 yılında Finlandiya'da Oulu Üniversitesi öğrencisi olan Jarkko Oikarinen tarafından yazılmıştır. Günümüzde IRC dünyanın hemen her yerindeki insanların kullandığı bir platform haline gelmiştir.
Microsoft, 1998'de tescilli IRCX aracılığıyla IRC için bir uzatma gerçekleştirdi. Daha sonra IRCX'i destekleyen yazılımları dağıtmayı durdurdu, bunun yerine tescilli MSNP'yi geliştirdiler.
İletişim.
İki kişi arasında.
IRC, asıl olarak bir sunucu ve istemciler ağıdır. ÖrnekNET isminde bir IRC sunucusuna bağlanan kişiler, her türlü iletişimi bu ÖrnekNET ağı üzerinden gerçekleştirirler. Kişi1, Kişi2'ye mesaj yolladığında:
şeklinde bir yol izler. Günümüzde kullanılan MSN Messenger veya Yahoo Messenger gibi üstün özelliklere sahip programlar gibi görüntülü ve/veya sesli sohbet yerine, yukarıda açıklandığı gibi, düz-metin tabanlı bir iletişim söz konusudur, IRC'de. İletişimi sağlarken arada sunucunun bulunması, eğer Kişi1 Kişi2'yi rahatsız ediyorsa, Kişi2'nin dileğine göre Kişi1'in mesajlarının daha Kişi2'ye ulaşmadan engellenebilmesini sağlar.
İkiden fazla kişi arasında.
Tabii ki, IRC'nin bu kadar popüler olmasının sebebi iki kişi arasındaki sağlamasından çok kişiler arası iletişimi aynı anda sağlamasıdır. Bu iletişim, IRC'de #kanal olarak adlandırılmıştır. Kullanıcı birçoklu konuşmaya katılmak istediğinde, yüzlerce kanal arasından dilediğini seçer ve o kanaldaki konuşmalara dahil olur. O zaman durum şöyle olur:
Kanal yöneticileri.
İki kişi arasındaki sohbet, sohbetten hoşlanmayan taraf tarafından sonlandırılabileceği gibi, ikiden fazla kişinin sohbet ettiği ortamları kanal yöneticileri yönlendirir. Kanal yöneticileri ("kanal opları olarak da bilinir") kanaldaki kişi listesinin en üstünde, takma adlarının (takma adlar ileride anlatılacaktır) yanında @ simgesine sahiptirler ("@Kişi1 gibi"). Bu kişiler kanalda seviyesizlik yapanları kanaldan uzaklaştırabilir, kanalda konuşabilecek kişileri belirleyebilir ya da konuyu tümden değiştirebilirler. Ancak, IRC keyfi bir protokol olduğundan dolayı, bir kanal yöneticisi hiçbir sebebi olmadan, sırf canı istediği için kanaldan atabilir veya kanalda konuşma hakkınızı elinizden alabilir. Bu durumda yapabileceğiniz tek şey başka bir kanala katılmaktır.
Sunucu yöneticileri.
Kanal yöneticileri, kişileri kanaldan uzaklaştırabilmekle birlikte kişileri sunucudan uzaklaştıramamaktadırlar. Bu yetki sunucu yöneticilerine verilmiştir. Bir sunucu yetkilisi, teknik, mali, ağ yöneticisi gibi farklı kademelerde görev alır. Bu yetki sıralamasında en üstte tüm yetkilere sahip sunucu sahibi ("root admin, kök yönetici") yer alır. Bir sunucu yöneticisi kişileri sunucudan uzaklaştırabilir, onların sunucuya girmelerini engelleyebilir ve kanal yöneticilerini, bu durum pek yaşanmasa da gerekli olduğunda, değiştirebilir, takma adlara veya kanallara el koyabilir. Kanal yöneticilerinin kişileri kanaldan atmak gibi keyfi kararlarını uygulayabilmeleri gibi, sunucu yöneticileri de, bu yöneticiler genellikle uzman ve meşgul olmalarına rağmen, kanal yöneticilerini veya sıradan kullanıcıları sunucudan atabilir, kanallara el koyabilir ve bunun için hiçbir şekilde hesap vermeyebilir.
Takma ad, nickname.
Tüm bu yaptırımlar takma adlar denilen ("nickname"), kişilerin IRC üzerinde diğer kişilere görünen yansımalarıdır. Örneğin gerçek adı Ahmet olan bir kişi takma ad olarak isterse "Ahmeti, "Mehmeti, "Deryayı, "Melisayı veya "cilgin_adam", "deli_dolu" gibi takma adları kullanabilir. Fakat küfür, örf ve adetlere aykırı takma adlara sahip olan kişiler genellikle duyarlı sunucu ve kanal yöneticileri tarafından ortamdan uzaklaştırılır.
Botlar.
Günümüzde IRC oldukça fazla kişi tarafından kullanıldığından birçok sorunun üstesinden gelinmesini sağlayan otomatik-insansız yansımalar hazırlanmıştır. Bu yansımalar, İngilizce ROBOT (otomatik işlev gören cihaz)'un kısaltılmışı olan BOT olarak IRC sözlüğünde yer alır. Bu botların en özelleşmişleri, ChanServ ("kanal işlerinden sorumlu bot"), NickServ ("takma ad işlerinden sorumlu bot"), MemoServ ("çevrimdışı kişiler arasında iletişimden sorumlu bot"), OperServ ("sunucu yönetiminden sorumlu bot") olmak üzere ayrıca X ve Q adında iki ünlü bot dünya çapında kullanılmaktadır. İki farklı sunucudaki botlar da, takma adları aynı olsalar dahi birbirleri ile alakasızdırlar.
Bouncer (BNC, Fedai).
Bunun yanında IRC sözlüğünde "bouncer" ya da kısaca "bnc" olarak bilinen bir kullanım daha vardır. Güvenlik ve gizliliğine çok fazla önem veren veya aslında bilgisayar başında olmasa bile IRC'ye bağlı olarak kalmak isteyen kullanıcılar tarafından kullanılan bir sistemdir. Bir bouncer, Türkçe olarak "fedai" olarak çevrilmiştir. Fedai anlamını ise şuradan alır:
Bir kullanıcı fedai kullanarak IRC'ye giriyorsa, IRC sunucusu kişiyi Fedai'nin bilgisayarından bağlanan birisi olarak tanır. Yani aslında kendi bilgisayarından fedaisine bağlanan kullanıcı, fedaisine IRC'ye bağlanmasını söyler ve fedai onun yerine IRC'ye bağlanarak bir Proxy sunucusu hizmeti görür (→ Proxy).
Güvenlik ve Dosya Alış-verişi.
Günümüz IRC'si genişletilmiş güvenlik ve dosya alış-veriş hizmetleri sağlar. Bu genişletilmiş güvenlik hizmeti içinde SSL bağlantısı ve karmaşık şifreleme ("encryption") bulunur. Ayrıca dosya alış-veriş hizmeti, yarı sunucu yarı kullanıcı arası tabanlı bir hizmet olup çalışma yapısı şu şekilde açıklanabilir:
Görüldüğü üzere, sadece dosya yollama isteği sunucu üzerinden gerçekleşmekle beraber dosya alış-verişi iki kullanıcının birbirlerine doğrudan bağlanması ile gerçekleşir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12975",
"len_data": 5595,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.47
}
|
Ova akçaağacı ("Acer campestre"), Sapindaceae familyasından 15–25 m boy, 1m çap yapabilen akçaağaç türü.
Morfoloji.
Yaşlı gövdenin düzensiz çatlaklı, koyu renkli kalın bir kabuğu vardır. Genç sürgünler önceleri tüylü, sonra çıplaktır. Tomurcuklar yeşilimsi esmer renkli pullarla örtülü olup üzeri tüylüdür. Yapraklar 5–10 cm büyüklüğünde, çoğunlukla 3-5 lopludur. Lopların uçları küttür. Dip tarafı yürek gibidir. Her iki yüzü gençken yumuşak tüylü, sonra tüylüdür. Koparıldığında süt çıkan uzun bir sapı vardır. Yapraklar sonbaharda dökülmeden önce sarı ya da kırmızı renkler alır. Yapraklanmayı izleyen sarı-yeşil çiçekler, dik duran şemsiyemsi kurullar halindedir. Meyvenin kanatları arasında 180 derecelik açı bulunmaktadır
Özodunu kırmızı, ağır ve güç yarılır.
Doğal olarak Avrupa, Kafkasya ve Türkiye'de bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12979",
"len_data": 818,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
ATM aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Mayınlar
"Not": ATM (Anti Tank Mine), "Anti tank mayını" sözcüklerinin baş harflerinden oluşur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12987",
"len_data": 130,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.31
}
|
Göksu şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12989",
"len_data": 29,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.28
}
|
Ekofeminizm, kadın hareketiyle çevre hareketinin eşitlik ve sömürü tartışmaları etrafında kesişimini içeren bir düşünce ve eylemlerdir. 1968 sonrası gelişen yeni toplumsal hareketlerin iki önemli örneği olan bu ekoller, sonraki süreçte çeşitli eksenlerde birbirine yakınlaşmıştır. Teori ve pratik açısından birlikte ilerleyen bu hareket, çevre ve kadın hayatında erkek egemen düzenin yarattığı normallere karşı köklü değişiklikler yaratmak için çabalamaktadır.
Ekofeminist analiz, kültür, ekonomi, din, politika, edebiyat ve ikonografide kadın ve doğa arasındaki bağlantıları araştırır; doğanın ezilmesi ile kadınların ezilmesi arasındaki paralellikleri ele alır.
Gelişimi.
Ekofeminizm, 1974'te Françoise d'Eaubonne tarafından kadınların dünyayı kurtarmak için önderlik edeceği ekolojik devrimin adı olarak ortaya çıkmıştır. Kadın ve doğa sorunlarının nedeni olarak erkek egemenliğini gören ekofeminizm Ynestra King tarafından 1976'da Toplumsal Ekoloji Enstitüsü'nde (Vermont-ABD) geliştirilmiştir. Rosemary Radford, Susan Griffin ve Carolyn Merchant önde gelen yazarlar olmasına rağmen 1970'lerde tutarlı bir teori oluşturamamıştır, 1980-Amherst, Massachusetts'te “Dünyada Yaşam ve Kadın” adlı konferansta hareket haline gelmiştir, nükleer ve silah karşıtı hareketlerde savunulmuştur. 1980'lerde aktivist gruplar ve konferansların etkisiyle, kültürel feministler kadın ve doğanın birlikte özgürleşeceği düşüncesiyle, ekofeminizme evrilmiştir. 1990'larda Vandana Shiva ve Maria Mies'in çalışmaları bu konudaki temel eserlerden biri olmuştur.
Ekofeminizm zamanla Amerika, Kanada, Kuzeybatı Avrupa, Hindistan ve Avustralya'ya yayılmıştır.
Temel görüşleri.
Ekofeminizmin iki temel ilkesi vardır. Birincisi kadın ve doğanın birbirine tarihsel olarak yakın olduğu önermesidir. İkincisi ise ataerkil kapitalist sistemin kadının ve doğanın sorunlarından sorumlu olduğu tespitidir. Bunların dışında ekofeminizm içinde toplumsal eşitsizliklerin nedenlerini değerlendirme ve önerilen çözümler bakımından ekofeminizm başlıca dört ayrı kola ayrılmıştır; liberal, sosyalist ve kültürel ekofeminizm.
1980'li yıllara gelindiğinde kültürel ekofeminizm ve radikal ekofeminizm bu konudaki ayrışmanın iki temel başlığı olarak öne çıkmıştır. Kültürel ekofeminizme göre kadın ve doğa arasındaki bağ, kadınların biyolojik özellikleri ve toplumsal cinsiyet rolleri ile ilişkilendirilmektedir. Radikal ekofeministlere göre ise kadın ve doğa, ataerkilliğin aşağılamak ve hakimiyet altına almak için bir arada tutuğu, benzettiği kavramlardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12992",
"len_data": 2516,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.98
}
|
Pop feminizm, erkek düşmanlığı ile ilişkili ve çoğunlukla da gynocentrism'in (Yunancada γυνο, gyno-, "kadın", κεντρον, kentron, "merkez" kelimelerinden oluşmuştur, anlamı kişinin dünya görüşünün merkezine kadını yerleştirmesidir) sonucu olan feminizmin bir türüdür. Önde gelen sözcüleri dişi cinsiyetinin ahlaki ve diğer bakımlardan üstünlüğüne inanmakta ve bunu, kadının üstün haklardan yararlanacağı erkeklerin de marjinalleşeceği anaerkil bir toplumu oluşturan toplumsal tavırları yaymakta kullanmaktadırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12993",
"len_data": 511,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.96
}
|
Mihail "Mikis" Teodorakis (Yunanca: Μιχαήλ "Μίκης" Θεοδωράκης "Michael "Mikis" Theodorakis", 29 Temmuz 1925, Sakız Adası - 2 Eylül 2021, Atina), Yunan söz yazarı, besteci, aktivist ve siyasetçi. Zorba (1964), Z (1969) ve Serpico (1973) filmleri için bestelediği müzikleriyle de bilinir. "Holokost hakkında yazılan en güzel müzik eseri" olarak nitelendirilen "Mauthausen'in Ballad'ı" olarak da bilinen "Mauthausen Üçlemesi" önemli görülen eserlerinden biridir. Yunanistan'ın Beethoven'ı olarak tanımlanan Teodorakis, ülkenin en tanınmış bestecisi olarak görüldü. Teodorakis, Lenin Barış Ödülü'nün de sahibidir.
1981-1990 yılları arasında Yunanistan Komünist Partisi'den milletvekili olarak görev aldı. Bununla birlikte, 1989'da Andreas Papandreu hükûmetinin sayısız skandalından dolayı oluşan siyasal krizden çıkabilmesi için, merkez sağdaki Yeni Demokrasi Partisi'nin içinde bağımsız bir aday olarak bir süre çalıştı ve muhafazakârlar, sosyalistler ve solcular arasında büyük bir koalisyon kurulmasına yardımcı oldu. 1990'da yeniden parlamentoda milletvekili seçildi ve Konstandinos Miçotakis yönetimindeki ülkede hükûmet bakanı oldu. Bu süreçte uyuşturucu ve terörle mücadele çalışmaları yürütürken kültür, eğitim ve Türkiye-Yunanistan arasındaki ilişkilerinin normalleştirilmesi çalışmalarına katkıda bulundu.
Yaşamı.
İlk yılları.
29 Temmuz 1925'te İkinci Helen Cumhuriyeti'nin Sakız Adası'nda, Giritli avukat bir baba ve İzmir'in Çeşme ilçesinden gelen Yunan bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarda müziğin büyüsüne kapılan Mikis, henüz hiçbir müzik eğitimi almadan çocuk yaşta kendi kendisine şarkı yazmaya çalışmıştı. İlk müzik derslerini Pirgos ve Patra'da aldıktan sonra, kurduğu bir koro ile birlikte Bizans dinsel müzikleriyle ilk konserlerini verdiğinde henüz 17 yaşındaydı.
1943'te Atina'ya gitti ve ELAS'ın Yedek Biriminin üyesi oldu. Dekemvriana'da İngilizlere ve Yunanlara karşı savaşta bir birliğe liderlik etti. Yunan İç Savaşı sırasında tutuklandı, Icaria adasına sürgüne gönderildi ve ardından işkence gördüğü ve iki kez diri diri gömüldüğü Makronisos adasına sürüldü. İtalya'nın Yunanistan'a savaş açmasıyla birlikte Teodorakis de 17 yaşında direniş hareketine katıldı. Esir düşen Teodorakis bir süre sonra serbest bırakıldı. Ancak Yunanistan'ın Mihver Devletleri tarafından işgali ile birlikte yeniden direnişçilerin saflarına katıldı. Tekrar esir düşen Mikis, yoğun işkencelere maruz kaldı ve ardından ölüm cezasına çarptırıldı. Cezası infaz edilmek üzere kurşuna dizilen Mikis büyük bir tesadüf sonucu ölmedi. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra başlayan Yunan İç Savaşı boyunca (1946-1952 arası) yine birçok kez hapse girip çıktı ve bu dönemin sonunda ülkeden sürgün edildi. Paris'e giden Mikis burada burslu olarak müzik eğitimine devam etti.
Kariyeri.
Teodorakis 1961 yılında Yunanistan'a döndü ve kurduğu Lambrakis Gençlik Örgütü'nün başkanlığına seçildi. Kısa bir süre sonra da Pire'den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. 1967 Albaylar Askerî Darbesinin hemen ertesi günü Teodorakis'e yönelik ciddi bir baskı kampanyası başlatıldı. Albaylar Cuntası 13 nolu ordu kararnamesiyle Mikis Teodorakis'in müziklerinin çalınmasını ve dinlenmesini yasakladı. Yeraltına çekilen Teodorakis, Yurtsever Cephe'yi kurarak cunta rejimine karşı mücadelesini sürdürdü. Ancak kısa bir süre sonra yakalandı. Önce cezaevine konuldu, ardından Oropos toplama kampına götürüldü. Dünya çapında sürdürülen bir dayanışma kampanyası sayesinde cezası sürgüne çevrildi ve böylece 1970 yılında kamptan alınıp sürgüne gönderildi.
Mikis Teodorakis sürgünde de Albaylar Cuntası'na karşı mücadele etti; dünya çapında çıktığı turnelerde bin kadar konser vererek ülkesindeki baskı rejimini teşhir etti. Bu konserlerde özellikle Maria Faranduri gibi isimlerle dinleyici önüne çıktı. Albayların iktidardan düşmesinden sonra zafer kazanmış olarak yeniden Yunanistan'a geri döndü. 1974 yılında tekrar milletvekili seçilerek meclise girdi. Zülfü Livaneli ve diğer dostlarıyla birlikte 1986 yılında Türk-Yunan Dostluk Derneğini kurdu; aynı dönemde İstanbul'da verdiği konserler büyük ilgi topladı. 1988 seçimlerinde yeniden milletvekili seçildi ve Yunan Parlamentosuna girdi. 1990-1992 yılları arasında Konstandinos Miçotakis hükûmetinde iki yıl bakanlık yaptı. Daha sonra iki yıllığına Yunan Radyo Televizyonu (ERT)'nin Senfoni Orkestrası ve Korosu'nun Genel Müzik Direktörlüğü'ne atandı.
Klasik müzik alanında yaptığı başarılı çalışmaların ardından geleneksel ve ulusal çalgılara, ritimlere ve ezgilere yönelen Teodorakis, "Epitafios" Mezartaşı yazıtı beste dizisiyle Yunanistan'da büyük bir kültür devrimi başlattı. Teodorakis 1000 dolayında şarkı yazdı ve çok sayıda senfoni, bale, opera ve oratoryo besteledi. Ayrıca tragedya ve modern tiyatro oyununun müziğini yazdı ve 12 sinema filminin müziğini besteledi. Yazdığı film müzikleri arasında "Z" filminin müziği özellikle ses getirirken, "Zorba" filmi için bestelediği müzik de Sirtaki dansının dünyaya yayılmasını sağlamıştır. Teodorakis siyasal mücadelesini ve sanata ilişkin görüşlerini, yazdığı iki kitapta topladı. Altmış yılı aşkın bir zaman dilimine yayılan çalışmalarından ötürü birçok ulusal ve uluslararası ödül almıştır.
Sanatsal etkinliklerine hep siyasal mücadelesi eşlik etmiştir. Özellikle Albaylar Cuntası'na karşı verdiği mücadele onu dünya çapında diktatörlük karşıtı direnişin sembolü hâline getirmiştir. Mikis Teodorakis sanatsal yeteneklerini ülkesine duyduğu derin sevgiyle harmanlamıştır. Ayrıca dünya çapında insan hakları ihlallerine karşı verilen mücadelenin hep içinde olmuş, çevresel sorunlardan tutun da evrensel bir barışa ulaşılmasına dek pek çok alanda çalışmalar yapmıştır. Mikis Teodorakis sağlığı elverişli olmamasına rağmen Filistin toprakları, Afganistan ve Irak'ta yaşanan savaşlar karşısında dünyanın dikkatini çekebilmek için bildiriler yazmaya, kampanyalar yürütmeye devam etti.
1992 Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü sahibidir.
Ölümü.
Bir süredir solunum rahatsızlıkları sebebiyle tedavi gören Teodorakis, 2 Eylül 2021'de başkent Atina'daki evinde 96 yaşında hayatını kaybetti. Ölümü üzerine Yunanistan'da üç gün ulusal yas ilan edildi. Teodorakis için 8 Eylül 2021'de Atina Metropol Katedrali'nde anma töreni düzenlendi. Ertesi gün naaşı vasiyeti üzerine Girit adasının Hanya şehrine getirilerek burada ebeveynleri ve erkek kardeşinin yanına defnedildi.
Siyasi görüşler.
İsrail ve Yahudiler.
Teodorakis, İsrail'in Gazze ve Batı Şeria'yı işgaline karşı çıktı. Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu'yu, "Lübnan ve Gazze'deki savaş suçlarından" suçlu bulunan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile daha yakın ilişkiler kurmakla eleştirdi. Teodorakis, Siyonizm'in güçlü bir eleştirmeniydi ve kendisinden “anti-siyonist” olarak söz ediyordu. 2003 yılında, "Bugün dünyada olan her şey Siyonistlerle ilgili… Yunanistan'ı da vuran dünya ekonomik krizinin arkasında Amerikan Yahudileri var." dedi. Kendisini "İsrail karşıtı ve Yahudi karşıtı" olarak tanımladı, çünkü "bu küçük ulus (İsrail) kötülüğün köküdür". Teodorakis daha sonra bu yorumları için özür diledi, Yunanistan'daki Yahudiler Merkez Konseyi'ne yazdığı bir mektupta, sadece İsrail hükûmeti ve müttefiki ABD'nin politikalarına başvurduklarını ve "Yahudi halkını sevdiğini" belirtti. 2013'te Holokost'u inkâr ettiği için Altın Şafak'ı kınadı.
Amerika Birleşik Devletleri.
Teodorakis, uzun süre ABD'yi eleştirmiştir. Irak'ın işgali sırasında Amerikalıları "iğrenç, acımasız korkaklar ve dünya halklarının katilleri" olarak nitelendirdi. Hangi nedenle olursa olsun "bu barbarlarla" etkileşime giren herkesi düşmanı olarak göreceğini söyledi. Pek çok Yunan gibi Teodorakis, Yugoslav Savaşları sırasında NATO'nun Yugoslavya'yı bombalamasına büyük ölçüde karşı çıktı. 1999'da bombalamayı protesto eden bir yardım konserine katıldı.
2010-2011: Siyasi olmayan hareket.
1 Aralık 2010'da Mikis Teodorakis, insanları siyasi fikirlerini bir araya getirmeye ve ifade etmeye çağıran siyasi olmayan bir hareket olan "Spitha: Halkın Bağımsız Hareketi"ni kurdu. "Spitha"nın temel amacı Yunanistan'ın içinde bulunduğu ekonomik krizden uzak durmasına yardımcı olmaktı. Theodorakis 31 Mayıs 2011'de Atina'nın merkezinde yaklaşık 10.000 kişinin katıldığı bir konuşma yaparak Yunan hükümetini Uluslararası Para Fonu'ndan aldığı kredi borcundan dolayı eleştirmiştir.
Eserleri.
Şarkı döngüleri Yunan yazarların yanı sıra García Lorca ve Neruda'nın şiirlerine dayanmaktadır: Epitaphios, Archipelagos, Politia AD, Epiphania, The Hostage, Mykres Kyklades, Mauthausen, Romiossini, Sun and Time, Songs for Andreas, Mythology, Night of Death, Ta Lyrika, The Quarters of the World, Dionysos, Phaedra, Mia Thalassa, Os Archaios Anemos, Ta Lyrikotera, Ta Lyrikotata, Erimia, Odysseia. Theodorakis, yetmişli yılların başlarında, Halk Müziği: Yunan Halkının Mücadeleleri (1974) de dahil olmak üzere, Paredon Records ve Folkways Records'ta şarkılarından ve şarkı döngülerinden oluşan iki albüm çıkardı.
Başlıca film müzikleri.
Andreas Kapsokavadis, 1994 yılında 16 Aralık'ta doğdu.
Kaynak: Guy Wagner. Uluslararası Teodorakis Vakfı FILIKI Başkanı.
"O Mousikos Theodorakis"'te yayınlanan Asteris Koutoulas'ın araştırmasına dayanan eserlerin listesi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=12995",
"len_data": 9183,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Madencilik, yeraltındaki maden cevherlerinin araştırılması, çıkarılması ve işletilmesiyle ilgili teknik ve yöntemlerin bütünüdür. Yer kabuğunda bulunan cevher, endüstriyel hammadde, kömür ve petrol gibi ekonomik ekli doğal hammaddeyi sağlamaktır. Ekonomik önemi bulunan mineralleri rasyonel bir şekilde endüstriye sağlamak için geliştirilmiş uygulamalı bilim dalıdır. Maden yataklarının aranması, projelendirilmesi, işletilmesi ve çıkarılan madenin zenginleştirilmesi ile ilgili işlemleri içerir.
Tarihi.
Madencilikte ilk defa bir patlayıcı çeşidi olan karabarut 1627 yılında, Slovakya'da bir maden kuyusunun açılması sırasında kullanılmıştır. Bu kasabada 1762 yılında dünyanın ilk madencilik akademisi de kurulmuştur.
Tarihte bilinen en eski maden Esvatini'daki Aslan Mağarası'dır. 43.000 yıllık olduğu radyokarbon tarihleme yöntemiyle tespit edilen bu sahada, paleolitik dönem insanları demir ihtiva eden hematit madeni çıkarmışlardır. Benzer yaşlardaki Neandertal dönem insanların silah yapımında kullanılmak üzere çakmak taşı madenciliği yaptıkları sahalar Macaristan'da da bulunmuştur.
Erken dönemlerde yapılan madenciliğe başka bir örnek de eski Mısırlılarca Sina Yarımadası'nda işletilen turkuaz madenidir. Turkuaz, ayrıca Kristof Kolomb öncesi Amerika'da New Mexico'daki Cerillos Maden Bölgesi'nde de çıkarılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13000",
"len_data": 1323,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.4
}
|
Dış gezegen, Güneş Sistemi'nin en dıştaki yörüngelerde bulunan gezegenlere verilen isimdir. Dev gezegenler veya Jovian gezegenleri olarak da adlandırılan bu dört dış gezegen: Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'dür. Toplu olarak Güneş'in yörüngesinde olduğu bilinen kütlenin %99'unu oluştururlar. Bu gezegenler, Güneş'e en yakın ilk 4 gezegenden farklı olarak gaz yapıdadırlar. Jüpiter ve Satürn gaz devi, Uranüs ve Neptün ise buz devi olarak sınıflandırılır. Dört dev gezegen de halkalara sahiptir, fakat yalnızca Satürn'ün halka sistemi Dünya'dan kolayca gözlemlenebilir. Jüpiter, Satürn ve Uranüs'ün halka-uydu sistemleri Güneş Sistemi'nin adeta minyatür versiyonları gibidir. Neptün'ün halka sistemi, en büyük uydusu Triton'un yakalanmasıyla dağıldığı için önemli ölçüde farklıdır.
2006 yılına kadar bir gezegen ve ayrıca "dış gezegen" olan Plüton, 24 Ağustos 2006 tarihinde yapılan Uluslararası Gökbilim Birliği (International Astronomical Union; IAU) toplantısında Cüce gezegen sınıfına konularak bu sıfatlarını kaybetmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13006",
"len_data": 1029,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.82
}
|
Yoğun, kayalık bileşimli, az ya da hiç uydusu olmayan, halkası bulunmayan ve Güneş Sistemi'nin iç yörüngelerinde yer alan dört gezegene iç gezegenler veya karasal gezegenler denir.
Kabuk ve manto bileşimleri büyük oranda silikatlar gibi dirençli minerallerden, çekirdekleri ise demir ve nikel gibi metallerden oluşur. Dört iç gezegenden üçü (Venüs, Dünya ve Mars), atmosferlerinde yeterli derecede hava oluşturmak için önemli olan meteor kraterleri ile rift vadileri ve volkanlar gibi tektonik yüzey özelliklerine sahiptirler. İç gezegenler terimi, Güneş'e Dünya'dan yakın olan (Merkür ve Venüs) gezegenleri ifade eden alt gezegenler ile karıştırılmamalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13007",
"len_data": 658,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.91
}
|
Kavuşum, gökbilimde bir gözlem noktasından bakıldığında iki ya da daha çok sayıda gök cisminin gökyüzünde birbirlerine yakın konuma gelmesi.
Yaygın uygulamada bu sözcük, Dünya'dan bakıldığında, Güneş'in uydusu olan bir gök cisminin (örn. bir gezegen, bir asteroid) veya Ay'ın Güneş'e en yakın konumuna geldiği anı tanımlamada kullanılır. Jüpiter'in 'kavuşum'undan söz edildiğinde, Dünya-Güneş-Jüpiter şeklinde bir dizilme ile Güneş'in Dünya ile Jüpiter arasına girdiği ya da başka bir deyişle Jüpiter'in Güneş'in arkasından geçtiği an kast edilmiş olur.
Alt gezegenler söz konusu olduğunda gezegenin yörüngesi boyunca izlediği yol sürekli Dünya yörüngesinin içinde kaldığı için, kavuşum iki değişik konumda gerçekleşir:
Bir üst kavuşumdan ikincisine kadar geçen süre, gezegenin kavuşum dönemi olarak adlandırılır.
Üst gezegenler için kavuşum olayı, yalnızca üst kavuşum konumunda gerçekleşir. Bu terim yine, Güneş'in Yer ile gezegen arasında kaldığı, yani gezegenin Güneş'in arkasından geçtiği, Yer'e en uzak konumunu tanımlar. Üst gezegenlerin Yer'e en yakın oldukları an ise Yer'in gezegenle Güneş arasına girdiği karşı konum durumudur.
Gezegenlerin yörünge düzlemleri arasında küçük de olsa farklılıklar bulunduğundan, bu sıralama her zaman kusursuz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez. Düz bir çizgi üzerinde sıralanmanın gerçekleşebilmesi için, yörünge düzlemlerinin aynı olması veya sıralanmanın düzlemlerin kesiştiği düğümler çizgisi boyunca gerçekleşmesi gerekir. Böyle bir durumda,
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13008",
"len_data": 1486,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.17
}
|
Eugen Berthold Friedrich Brecht, kısaca Berthold ya da Bert Brecht, (10 Şubat 1898, Augsburg, Bavyera, Almanya - 14 Ağustos 1956, Doğu Berlin), Alman şair, tiyatro yazarı ve yönetmenidir.
20. yüzyıl Alman şiirinin ve tiyatrosunun en önemli isimleri arasında kabul edilir. Eserleri uluslararası alanda da saygı ile kabul görmüş ve ödüllendirilmiştir. Daha önce Erwin Piscator tarafından adı konulan "epik tiyatro", diğer bir ifadeyle "diyalektik tiyatro"’ fikrini geliştirdi ve eserleriyle sahneye koydu. Brecht, kendisini (Walter Benjamin’e söylediği gibi) "komünist" olarak tanımlıyordu.
Hayatı.
Çocukluğu ve gençliği.
Berthold Brecht, 10 Şubat 1898'de Augsburg'da dünyaya geldi. Achern doğumlu olan babası Berthold Friedrich Brecht, Haindl'sch Kağıt Fabrikası’nda yönetici olarak çalışıyordu. Annesi Sophie Brecht, Brezing doğumluydu. Gençliğinde "Eugen" olarak çağrılan Brecht, daha sonra "Berthold" veya "Bert" adını kullandı.
Annesi, utangaç ve marazlı bir çocuk olan Eugen'i sürekli kollamak zorundaydı. İlkokuldan sonra, 1908 – 1917 yılları arasında liseyi Peutinger'de tamamladı. Liseyi, savaş nedeni ile uygulamaya konulan, kolaylaştırılmış sınav sonucu bitirdi.
Savaş çığlıklarının atılmaya başladığı zaman, daha okulda iken Horatius’un "Dulce et decorum est pro patria mori" (Anavatan için ölmek hoş ve onurludur) sözü üzerine yazdığı bir kompozisyonda “Anavatan için ölmek hoş ve onurludur” sözü yalnızca boş kafalıların rağbet ettiği bir propaganda sloganıdır.” cümlesi ile savaşa karşı tavrını net bir şekilde koymuştur. Bu nedenle okuldan atılmakla cezalandırılması gündeme gelmişti. Babasının hatırı ve din dersi öğretmeninin araya girmesi ile bu cezadan kurtuldu.
Üniversite yılları.
1917'den 1918'e kadar Münih'teki Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde doğa bilimi, tıp ve edebiyat okudu. 1918 yılında Augsburg askeri hastanesinde sıhhiye askeri olarak görevlendirilmesinden dolayı öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. 1919 yılında derslere girmemek için bir başvuru yaptı ve kabul edildi. Daha sonra da okul etkinliklerine çok nadir olarak katıldı. 29 Kasım 1921 yılında okuldan kaydı silindi. 1921-22 yıllarında Berlin'de bir felsefe fakültesine kaydoldu, fakat öğrenime başlamadı.
1916 yılında, büyük gençlik aşkı "Bi" diye çağırdığı, Paula Banholzer'le tanıştı. Bu ilişkiden 3 Nisan 1919 yılında oğlu Frank Banholzer, Kimratshofen'da dünyaya geldi. Çocuğa, Brecht'in çok önem verdiği şair Frank Wedekind'in adını verdiler. Küçük Frank ilk üç yılını Kimratshofen'de geçirdi. Sonraları değişimli olarak büyükanne, Brecht'in yeni sevgilileri Marianne Zoff ve Helene Weigel çocukla ilgilendiler. Brecht'in oğlu II. Dünya Savaşı’nda diğer cephelerin yanı sıra doğu cephesinde görevlendirildi. Frank Banholzer, 13 Kasım 1943 tarihinde Rusya Porchow’da, ordu sinemasına yapılan bir bombardıman sonucu öldü.
Sürgün öncesi başarılar.
1920 yılında annesi vefat etti. Aynı yıl, çok değer verdiği, tanınmış kabaretist Karl Valentin’le tanıştı. Birlikte yaptıkları çalışmalar Brecht’in ilerideki başarılarını önemli ölçüde etkiledi. 1920 yılından itibaren tiyatrocularla ve edebiyatçılarla ilişkileri geliştirmek için sık sık Berlin’e gitti. Orada başkalarının yanı sıra, zaman zaman evini paylaştığı, Arnolt Bronnen’le tanıştı ve ismini "Bertolt" olarak değiştirdi. 1924 yılında Berlin'e yerleşti. Önceleri Max Rheinhardt'ın Berlin Alman Tiyatrosu'nda, Carl Zuckmayer’le birlikte dramaturg olarak, Münih Oda Tiyatrosu’nda da kendisi sahneye oyunlar koyarak çalıştı. "Gecede Trampet Sesleri" oyunu ile 1922 yılında Kleist Ödülü’nü aldı ve oyuncu ve opera sanatçısı Marianne Zoff ile evlendi. Bir yıl sonra 12 Mart’ta kızları Hane Hiob dünyaya geldi. Kısa bir zaman sonra da ileride evleneceği ve 1924 yılında, ikinci oğlu Stefan Brecht’i doğuran sevgili "Helli"'si Helene Weigel ile tanıştı. Üç yıl sonra Marianne Zoff'dan boşandı. Helene Weigel'le evlenmesinden sonra 1929 yılında kızı Barbara Brecht Schall dünyaya geldi.
1920'li yılların ikinci yarısında Brecht artık inançlı bir komünistti ve çalışmaları da politik amaçlarına uygun hale geliyordu. Hiçbir zaman Alman Komünist Partisi üyesi olmadı. Politik düşüncelerine paralel olarak 1926 yılından itibaren epik tiyatro da gelişiyordu. Peter Suhrkamp ile birlikte, 1930 yılında kaleme aldıkları "Mahagony Şehrinin Yükselişi ve Düşüşü Operası İçin Notlar" makalesi tiyatro teorisi ile ilgili çok önemli bir yazıdır. Kurt Weill ile birlikte yapılan müzikal drama çalışmaları, epik tiyatronun gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur.
Brecht, eserleri ile toplumsal yapıyı şeffaf hale getirmeyi, özellikle yapının değiştirilebileceğini göstermek istiyordu. Ona göre edebi metinler bir işe yaramak zorundaydı.
Brecht'in marksist düşünceleri, gerek Karl Korsch, Fritz Sternberg ve Ernst Bloch gibi dogmatik olmayan parti dışı marksistlerin, gerekse resmî komünist parti çizgisinin etkisi altındaydı. Bir dizi marksist öğretiye dayalı oyunlar ortaya çıkmıştı. O yıllarda yazılan eserler Hegel ve Marx’ın eserlerinin etkisi altındaydı. 1927 yılında yayınlanan toplu şiirleri "Bertolt Brecht’in Dua Kitabı" ("Bertolt Brechts Hauspostille") genelde o zamanlarda yazılan metinlerden oluşuyordu. 1928 yılında Brecht, Weimar Cumhuriyeti’nin tiyatrodaki en büyük başarılarından birisi olan, Kurt Weill’in müziklerini yaptığı "Üç Kuruşluk Opera"’nın, 31 Ağustos 1928 tarihinde yapılan ilk gösteriminin gururunu yaşadı.
Dünya çapında bir üne kavuşan ve birçok tiyatroda sahnelenen oyun yanlış anlamaya kurban gitti. Toplumu eleştirmek için yazılan oyun, Brecht’i eleştirmek isteyenlerin işine yaradı. Başka araştırmacılar, özellikle 1928 yılında yazılan şekli ile oyunun toplumu eleştirmede fazla keskin olmayan bölümlerine vurgu yaparak yanlış anlaşılma tezini ortadan kaldırdılar. İlerideki gözden geçirmelerde Brecht, "Üç Kuruşluk Opera" filmi için yazılan, fakat yapımcılar tarafından reddedilen senaryoda ve 1934 yılında yazdığı "Üç Kuruşluk Roman"’da eleştiri dozunu artırdı.
1928 yılında, oyunları ve şarkıları için önemli bir besteci olacak olan Hanns Eisler ile tanıştı. Bu tanışmadan iyi bir dostluk ortaya çıktı ve ikisi 20. yüzyılın en önemli şair – besteci çiftini oluşturdular.
Sürgünde yaşam.
1933 yılının başlarında "Tedbir" (Die Maßnahme) adlı oyun polis tarafından yasaklandı. Düzenleyiciler vatana ihanetten mahkemeye verildiler. 28 Şubat günü, Reichstag yangını’ndan bir gün sonra Brecht, ailesi ve arkadaşları ile birlikte Berlin’i terk etti ve Prag, Viyana ve Zürih üzerinden, yazar Karin Michaelis’in davetine uyarak, beş yıl kalacağı Danimarka Fünen’deki Skovsbostrand’a kaçtı. Aynı yılın mayıs ayında Brecht’in eserleri naziler tarafından yakıldı. 1935 yılında vatandaşlıktan çıkarıldı.
1938 yılında "Galilei’nin Yaşamı" yazıldı. Oyun yazmanın dışında Brecht, Prag Paris ve Amsterdam’daki çeşitli sürgün gazetelerine de makaleler yazıyordu. 1939 yılında Danimarka’yı terk etti. Stockholm yakınlarındaki bir çiftlik evinde bir yıl yaşadı ve 1940 yılı Nisan ayında Helsinki’ye geçti. Brecht sürgünde hükûmeti, devleti ve toplumu hiçbir zaman açıkça eleştirmedi. Alttan alta, dozunda ve kendi inançlarına zarar vermeden eleştirdi.
Ailesi ile birlikte yaz boyunca kalmak üzere, Finlandiyalı yazar Hella Wuolijoki’nin daveti üzerine gittiği Marlebäck’da, Wuolijokis’in metinlerine dayanarak "Bay Puntilla ile Uşağı Matti"yi yazdı. 1941 yılında Moskova üzerinden Trans Sibirya Ekspresi ile Vladivostok’a, oradan da Sovyetler Birliği’nin doğusundan gemi ileKaliforniya’ya gitti. Senarist olarak çalışmak istedi ise de, o iş olmadı. Politik işler yapması olanaksızdı. Daha sonra Amerika’daki sürgün yıllarında gerçekleştirdiği tek tiyatro eserinde başrolü oynayacak olan Charles Laughton ile birlikte, ilk gösterimi 9 Eylül 1943'te Zürih Tiyatrosu'nda gerçekleşen "Galilei’nin Yaşamı"nı sahneye koydu.
ABD’de komünist parti üyesi olmakla suçlandı ve 30 Ekim 1947 tarihinde "Amerika'ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu" tarafından sorgulandı. Hâlen komünist partiye üye olup olmadığı sorusuna Brecht "hayır" cevabını verdi ve Almanya'da da komünist parti üyesi olmadığını beyan etti. Bir gün sonra, New York'ta "Galilei’nin Yaşamı" oyununun galası oynarken, Paris üzerinden Zürih'e geçti. Kendisini kabul eden tek ülke olması nedeni ile İsviçre’de bir yıl kaldı. Batı Almanya’ya girmesine izin verilmedi. Şubat 1948 tarihinde "Sofokles’in Antigonu" oyunu İsviçre'de Chur Devlet Tiyatrosu'nda ilk kez sahnelendi. 12 Ekim 1950 tarihinde Brecht ve Weigel Avusturya vatandaşlığına kabul edildiler. Aynı ay içerisinde Brecht'in uzun yıllar birlikte çalıştığı arkadaşı Kurt Weill, New York'da öldü.
Berlin’e dönüş.
Ortamın değerlendirilmesi.
Savaştan hemen sonra arkadaşları Brecht'e, Almanya'ya dönmesi ve oyunlarını kendisi sahneye koyması için baskı yapıyorlardı. Ama o bekliyor ve ortamı değerlendiriyordu. Sovyetler Birliği tarafında kalan bölgede, 1948 yılında, birçok tiyatronun açılması ve Berlin Halk Sahnesi'nin yenilenmesi de bitince Ekim 1948'de Brecht, Alman Demokratik Cumhuriyeti Kültür Birliği'nin daveti ile, Zürih'den Salzburg ve Prag üzerinden Berlin'e doğru gitmek üzere yola çıktı. Batı tarafında kalan bölgeden geçmesi hala yasaktı. Berlin'e gelir gelmez hemen önemli sanatçılar ve yöneticilerle ilişki kurdu. Brecht'in çalışmalarına çok değer veren Alexander Dymschitz Sovyet askeri idaresinin başındaydı ve Brecht'in yapacaklarına olumlu bakıyordu. Politik kararlarına çok güvendiği Jacob Walcher ile tekrar buluşması, politik tartışmalar için bir uzmanla karşılaşması Brecht'i çok mutlu etmişti. Brecht önceleri kamuoyuna politik açıklamalar yapmaktan kaçındı. Bekledi ve izledi. Dönüşümün itici gücünün işçi sınıfından değil de yukarıdan geldiğini tespit etmişti. Berlin'deki ilk yıllarında, Brecht daha tam anlamıyla kabul görmemişken, yayıncılarla pazarlıklar gündeme geldi. Biraz bekledikten sonra yayın işlerini düzene soktu: Peter Suhrkamp tarafından, "Denemeler" ("Versuche") ve "Toplu Eserler" ("Gesammelten Werke") yayınlanacak ve lisans sahibi, Alman Demokratik Cumhuriyeti – Aufbau Yayınevi olacaktı. Sahne oyunlarının hakları Basel'daki Reiss Yayınevinde kalacaktı. Aufbau Yayınevi Brecht'in şiirleri ile de ilgileniyordu.
Brecht için önemli olan tekrar tiyatroda çalışmaktı. Wolfgang Langhoff'un, Alman Tiyatrosu'nda kendi eserlerini sahneleme teklifini hemen kabul etti. Böylece Berlinli arkadaşlarının, sanatçıları bir Berlin Tiyatrosu'nda toplama amacına da ulaşıyordu. Erich Engel'in, 1949 yılında Berlin'e gelmesi ile birlikte Brecht hemen Cesaret Ana ve Çocukları oyununu sahnelemeye başladı. Oyunun ilk gösterimi, Brecht, Engel ve başrol oyuncusu Weigel için görülmemiş bir başarıydı. Oyun bir taraftan basında övülürken diğer taraftan ileride, kültür sorumluları ile ortaya çıkacak olan çatışmaların da başlangıcını oluşturuyordu. Jdanov ’un 1948 yılında Sovyetler Birliği’nde başlattığı, biçim tartışmalarının Almanya Demokratik Cumhuriyeti sanat ve kültür çalışmalarına da yansıması umudu ile, halka yabancı kültür çöküşü gibi, soru işaretleri ile dolu kavramlar açıkça kamuoyu önüne çıkarılıyordu.
Kalan işlerini düzene sokmak ve Berlin’deki yeni çalışmaları için oyuncu ayarlamak üzere Zürih’e geldikten kısa bir süre sonra, Paris komünü tarihi üzerine kapsamlı çalışmalar yaptı. Norveçli yazar Nordhal Grieg’in "Bozgun" isimli oyunundan esinlenerek yazdığı "Komün Günleri" oyununun metinleri Nisan 1949'da bitmişti; fakat Brecht sonuçtan çok memnun kalmadığı için oyunun sahnelenmesini ileri bir tarihe attı. 24 Mayıs 1949 tarihinde Zürih'den ayrıldığında, diğerlerinin yanı sıra, Therese Giehse, Benno Besson ve Teo Otto ile sözleşmeler yapmıştı.
Kendi tiyatrosu.
Brecht'in İsviçre'de bulunduğu süre içerisinde, Helene Weigel, Brecht'in kendi tiyatrosunun kurulması için gerekli altyapı çalışmalarına başlamıştı. Bu girişim, Wilhelm Pieck, Otto Grotewohl ve Sovyet askeri idaresi yöneticisi Alexander Dymschitz tarafından güçlü bir şekilde desteklendi. Almanya Birleşik Sosyalist Partisi'nin (SED) Politbürosu "Helene Weigel Ensemble"’si kurulması için 29 Nisan 1949 tarihinde gerekli mercilere, 1 Eylül 1949’da oyun çalışmalarına başlama yetkisi ile, bilgi vermişti.
Helene Weigel’in tiyatro yöneticisi olması Brecht’in yararınaydı. Bir yandan bürokrasi ile uğraşmayacaktı, diğer yandan da Weigel’in onu kendi hırsları nedeni ile uzlaşmalara zorlamayacağından emindi. İlk yıllarda kadro, sürgündeki oyuncular ve yönetmenlerle yurt içindeki genç yeteneklerden oluşuyordu; fakat Soğuk Savaş bu alanda da etkili olmaya başladı. Sözler yerine getirilmemeye başladı. Brecht’in beklediği Peter Lorre gibi sanatçılar Berlin’e gelmediler. Teo Otto gibi biçim açısından anlaşamadığı sanatçılar birlikte çalışmayı sonlandırdılar.
ADC’deki tiyatro çalışmaları.
1949 yılında ADC’nin kurulması ile birlikte bir Sanat Akademisi kurulması da gündeme geldiğinde, Brecht kendi düşüncelerini burada hayata geçirmeyi denedi. "Akademi kesinlikle üretici olmalı, temsili kalmamalı" diyordu. 1950 yılında Alman Sanat Akademisi'ni diğer sanatçılar ve aydınlarla birlikte kurdu. "Usta oyuncular" konusunu da gündeme getirmişti. Brecht daha adı konmamış "Berliner Ensembleda, Benno Besson, Peter Palitzsch, Egon Monk "ve diğer öğrencilerle çok sık bir arada olmaktan hoşlanıyordu. 1950 yılının başlarında, hayatı boyunca sempati duyduğu şair Jakob Michael Reinhold Lenz'in Lala (Der Hofmeister) oyununu yeniden yazdı. 15 Nisan 1950 tarihinde yapılan gala, ensemblenin, Brecht'in yaşadığı zamanlarda gördüğü en büyük başarısıydı ve bu oyunla birlikte Brecht, ilk defa kamuoyu tarafından yönetmen olarak da kabul görüyordu. 1950'li yılların başında SED ilkesel temel kararlar aldı. Buna göre "Sosyalizm’in" inşası en temel görev oldu [,] . Aynı zamanda sanatta biçem tartışmaları da hız kazandı. Brecht bu konuda dikkatli davranıyordu ve teorik tartışmalara katılmıyordu. Daha çok kendi yolunda küçük adımlarla ilerliyordu. 1950/51 yıllarında, izleyicisinin kendisinden istediği "Didaktik Tiyatro" ile uğraşıyor, "Ana" oyununun yeniden sahnelenmesine hazırlanıyordu. Bu sahnelemeye yapılan, daha çok uyarı anlamına gelen lütufkar eleştiriler, bir kez daha Brecht'in özel bir konumda olduğunu ve ADC'de sanat çalışmalarının keyfine vardığını, açıkça gösteriyordu. Paul Dessau gibi diğer sanatçılar biçemle ilgili ithamları çok açık bir şekilde hissediyorlardı. 17 Mart 1951 yılında galası yapılan "Lukullus'un Sorgulaması" operası doğrudan tartışmaların içine girdi. Halk Eğitim Bakanlığı'nın kasıtlı olarak dağıttığı biletler yoluyla bir fiyaskonun organize edildiği çok açıktı. Plan başarısızlıkla sonuçlandı. Oyunla ilgili tartışmalara yüksek mevkilerdeki devlet adamlarının da karışmasına rağmen, Brecht çok dikkatli davrandı ve sürekli uzlaşma yolları aradı. 7 Ekim 1951 tarihinde Demokratik Alman Cumhuriyeti 1. Sınıf Devlet Ödülü'nü aldı. 1952 yılında, daha sonra da sıkça deneyeceği, oyunların önce Berlin dışında oynanması uygulamasına, "Eski Faust"’u ("Urfaust") genç oyuncularla birlikte Potsdam’da sahneleyerek başladı. 2 Temmuz 1952 tarihinde Helene Weigel ile birlikte Buckow’da bir eve taşındı. Övünerek "Ben şimdi yeni bir sınıfa aitim. Kiracıların sınıfına" diyordu. Bu evde Eylül 1953 tarihine kadar "Buckow Ağıtları" şiirleri ve "Turandot veya Aklayıcılar Kongresi" oyunu üzerinde çalıştı. Bu zaman içerisinde, sürekli değişen sevgilileri ile sorunlar yaşadı. Helene Weigel geçici olarak Rheinhardstraße 1 numaraya, Brecht ise Chausseestraße 125 numaralı eve taşındı. Tiyatrodaki işlerini de ihmal etmeye başlayan uzatmalı sevgilisi Ruth Berlau da, Brecht için artık yük olmaya başlamıştı. 1953 yılında PEN Yazarlar Kulübü (Doğu – Batı) başkanı seçildi.
Son yılları.
Ocak 1954'te ADC Kültür Bakanlığı kuruldu ve Johannes R. Becher bakan oldu. Eski idari yapı ortadan kalkınca, sanatçılarla yöneticiler arasındaki gerginlikler de yok oldu. Biçem tartışmalarına son verildi. Brecht bu değişimi sevinçle karşıladı ve sanatçı arkadaşlarını bu yeni şansı kullanmak için çağırdı. Mart 1954'te Berliner Ensemble, Schiffbauerdamm Tiyatrosu'na taşındı. Aynı yıl Brecht Alman Sanat Akademisi Başkan Yardımcısı oldu. 18 Aralık 1954 tarihinde Halklar arası Barış ve Anlaşma Stalin Ödülü'nü aldı. 1955 yılında, arka planda yükselen doğu batı yüzleşmelerinin yapıldığı, batı Berlin'deki tartışma akşamlarına katılıyor, "Savaş Alfabesi"’ni yayınlamakla uğraşıyor ve bunlara paralel olarak tiyatrosunun yöneticilerine yeni oyunlar için fikirler veriyor, planlar yaptırıyordu. Yaşamının son zamanlarında Brecht çok çalışıyordu. Her yıl iki oyun sahneye koyuyor, tiyatronun diğer yönetmenlerinin sahneye koyduğu oyunların hemen hemen tümünde görev alıyor, onlara yardımcı oluyor ve yazarlık işinin her türlüsünde ürün veriyordu. 1954 ve 1955 yıllarında Paris’te iki oyun oynadılar ve uluslararası bir tiyatro haline geldiler. 1955 yılında katıldıkları Paris Festivali’nde "Kafkas Tebeşir Dairesi" oyunu ile ödül kazandılar. Bu muhteşem başarı tiyatro yöneticilerini harekete geçirmişti: Brecht, hiçbir risk almaksızın sahnelenebilir.
Ölüm.
1956 yılının Mayıs ayında Brecht grip oldu ve Berlin’deki Charité hastanesine yatırıldı. Dinlenmek için 1956 yazını Berlin’e 50 km uzaklıktaki Schermützelsee gölünde geçirdi. 12 Ağustos 1956 günü kalp krizi geçirdi. 14 Ağustos 1956 günü saat 23:30 da Berlin’de, bugün Brecht Evi olan Chausseestraße 125 numarada öldü. 17.Ağustos günü çok büyük bir kalabalığın, çok sayıda politikacıların ve kültür camiasından sanatçıların katılımı ile toprağa verildi. Törende hiçbir konuşma yapılmadı. Mezarı, 1971 yılında ölen eşi Helene Weigel’in mezarı ile birlikte Dorotheenstadt mezarlığında yan yanadır ve onur mezarı statüsündedir.
Çalışmalar.
Oyunlar.
Brecht, oyunlarını genelde sahnelemelerinden etkilenerek biçimlendiriyordu. Böylece basılı metinler, en azından sürgünden önceki zamanlardaki sahnelemelere göre ortaya çıkıyordu. Bu deneyimler metinlere yansıyordu. Brecht, 1918 – 1933 yılları arasında sahnenin sağladığı olanaklar çerçevesinde çeşitli sanatsal deneyler yaptı. Almanya’yı terk etmek zorunda kaldıktan sonra bu tutumunu değiştirdi. Bazı istisnalar dışında sahnelenip sahnelenmeyeceğine bakmaksızın sadece üretiyordu. "İkinci Dönem" olarak adlandırılan bu evrede Brecht kendi tarzını, "Epik Tiyatro"’sunu oluşturdu. Oyunlarının yeniden elden geçirilmesi gündemdeydi. Brecht, değişen politik koşulları oyunlarına yansıtıyordu. Burada "Galilei’nin Yaşamı"’nın Amerikan versiyonu, gerek başrol oyuncusu Charles Laughton’un replik ve sahne yetenekleri, gerekse II. Dünya Savaşı’nda atılan Amerikan atom bombasının yarattığı, topluma karşı bilim adamlarının sorumluluğu sorusunun ertelenmesi açısından, örnek olarak gösterilebilir. Savaştan sonra Avrupa’ya döndüğünde, diğer yazarların eserlerinin de üzerinde çalıştığı tiyatro çalışmalarına ağırlık verdi.
Brecht, 48 oyun ve yedi tanesi oynanabilir durumda olan yaklaşık 50 oyun taslağı yazdı. Küçük işlerin dışında "Baal" Brecht’in ilk oyunuydu. Bunu 1919’da, eleştirel bir oyun olan "Gecede Trampet Sesleri" oyunu izledi. En büyük başarısı, "Üç Kuruşluk Opera" 1928 yılında ortaya çıktı. Kurt Weill’in müziği olmasaydı bu başarı elde edilemezdi. 1930 yılında "Mahagonny Şehrinin Yükselişi ve Çöküşü" oyunu Leipzig’de izleyicilerin karşısına çıktığında, büyük bir ihtimalle politik karşıtlarının kışkırtmaları sonucu yapılan ayaklanma benzeri gösteriler yüzünden, Almanya’nın en büyük tiyatro skandallarından birisi ortaya çıktı. Brecht’in sürgündeki oyunları klasik "tiyatro kurumu" çerçevesinin dışına çıkmazken, operaları ve öğretici oyunları avangard olarak değerlendirilir.
Elisabeth Hauptman, Brecht'in, oyun yazmak için "Karşısında canlı ve onunla birlikte çalışan" birisine ihtiyaç duyduğunu söyler. Brecht'in talebesi Manfred Wekwerth de şairin, bir yerlerde bir şeyler bulduğunda, onu değiştirmek ve yeniden yaratmakta usta olduğunu biliyordu. "O’nun için önemli olan bir şeyler yapmak değil, başka bir şeyler yapmaktı". Talebeleri ile birlikte çalışmak ve çok sıkı bir işbirliği yapmak, aslında kendisi olaya hakim olan Brecht için olağan bir durumdu her zaman. Bu çalışma tarzı nedeniyle, Brecht'in ölümünden sonra birkaç efsane ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan Brecht, modern tiyatronun sunduğu tüm olanakları oyunlarının tasarımında kullanıyordu. Burada da bu işin uzmanlarından yardım alıyordu.
Şiirler.
Çok sık alıntı yapılan "400 (Dörtyüz) Genç Şair Üzerine Kısa Bir Bildiri" (Kurzer Bericht über 400 (vierhundert) junge Lyriker)" başlıklı yazısında Brecht, bir şiirin “kullanım değeri” olması gerektiği üzerine görüşlerini açıklıyordu. “[..] Bu tür sadece lirikten ibaret eserler abartılıyor. Bu eserler, bir düşüncenin ya da duygunun asıl mânâlarından çok uzaklaşıyorlar.” Brecht, şiire yüklediği bu işlev ve anlamı, yazdığı tüm şiirlerine yansıttı. Brecht'in şiirleri olağanüstü kapsamlıydı. "Großen kommentierten Berliner und Frankfurter Ausgabe" başlıklı kitabında, bazıları değişik şekillerde de yazılmış, yaklaşık 2300 şiir vardı. Açıkça görülüyor ki, Brecht için her önemli olay ve düşüncelerin şiir formunda yansıtılması neredeyse bir gereksinmeydi. Ölümünden kısa bir süre önce bile yirmi yeni şiir yazmıştı. Şiirleri, kafiyesiz metinlerden, çift kafiyeli klasik destanlara kadar uzanan bir çeşitliliğe sahipti. Türkiye'de şiirlerini besteleyen sanatçılar arasında Arif Kemal de vardır.
Eserleri.
Oyunlar.
Kaynak:
Brecht, eserlerinin çoğunu birçok kez yeniden gözden geçirip değişiklikler yaptığı için eserlerin yazıldığı yıllar sadece ilk yazılan tarih olarak görülmelidir. Araştırmalarda, kesin olduğundan şüphe duyulan tarihlerin yanına soru işaretleri konmuştur.
Şiirler.
Şiir kitapları.
Kaynak: Bertolt Brecht: "Große kommentierte Berliner und Frankfurter Ausgabe". Suhrkamp 1988-1999.
Parantez içinde verilen sayılar, daha sonraki basımlarda eklenen ya da çıkarılan şiirlerin sayısını gösterir. Tarihler, derlemedeki şiirlerin yazıldığı zaman aralıkları, ileriki zamanlarda yapılan değişiklikleri, tamamlamaları ve şair tarafından eski şiirler kullanılarak yapılan yeni düzenlemelerin yapıldığı yılları gösterir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13009",
"len_data": 21941,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
Ak ladin ya da Kanada ladini ("Picea glauca"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Kuzey Amerika'nın kuzeyinde Kanada'nın doğusundan Alaska'ya kadar taygada yetişen 15–30 m boy (maksimum 40 m) ve 1 m çap yapabilen ladin türü.
Morfolojik özellikleri.
Boyu 15–30 m uzunluğundadır ve 40 m ye ulaşabilen örnekleri de görülür. Gövde çapı 1 m dir. Kabuğu ince olupu 5–10 cm ufak dairesel plakalar halinde pulludur. Tacı dar, genç ağaçlarda konik, yaşlı ağaçlarda ise silindiriktir. Sürgünleri soluk devetüyü kahverengidir. Yapraklar iğne biçimli 12–20 mm uzunluğundadır.
Kozalaklar 3–7 cm boyunda, kapalıyken 1.5, açıkken 2.5 sm genişliğinde, sarkık, ince ve silindirik; tohumlar siyah, 2–3 mm uzunlukta, 5–8 mm uzunluğundaki tohum kanadı soluk kahverengidir.
Dağılımı.
Ak ladin doğal olarak Kuzey Amerika'da bulunur. Kanada'nın doğusunda Newfoundland'da Avalon Yarımadasından Alaska ortalarına kadar yaygındır. Amerika Birleşik Devletleri'nde Alaska'dan başka, ayrıca Montana, Minnesota, Wisconsin, Michigan, New York, Vermont, New Hampshire ve Maine eyaletlerinde de görülür. İzole popülasyon olarak Güney Dakota ve Wyoming'te Black Hills'te de bulunur.
Varyeteleri.
Değişik coğrafi varyeteleri tanımlanmıştır, fakat bunlar bütün yazarlarca kabul görmeyebilior:
Güney Alaska'da Sitka ladini ile melezlenir ve bu melez "Picea × lutzii" olarak da bilinir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13012",
"len_data": 1348,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Volkan Konak (1 Şubat 1967, Maçka, Trabzon - 31 Mart 2025, Gazimağusa), Türk halk müziği sanatçısıdır. 2006 yılında çıkardığı albümü, MÜ-YAP tarafından altın plak ile ödüllendirilmiştir.
İlk yılları.
Volkan Konak, 1 Şubat 1967 tarihinde Trabzon'un Maçka ilçesinin Yeşilyurt köyünde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Maçka'da tamamladıktan sonra öğretmeninin teşvikiyle 1983 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'na girdi. 1988 yılında konservatuvarı bitirip aynı yıl İstanbul Teknik Üniversitesinde Halk Müziği üzerine Sosyal Bilimler yüksek lisans eğitimine başladı. 1991 yılında yüksek lisans eğitimini tamamladı.
Müzik kariyeri.
Sanat ve müzik hayatına 1989 yılında Maçka yöresinde yaptığı derleme çalışmalarını topladığı "Suların Horon Yeri" adlı müzik albümüyle başladı. Daha sonraları beste çalışmalarına başladı. Nâzım Hikmet, Yaşar Miraç, Ömer Kayaoğlu, Sunay Akın, Sabahattin Ali gibi şairlerin eserlerini besteleyerek müziğini, tarzını belirlemiş oldu. Beste müziğinin içerisine etnik motifleri katarak örneği olmayan kendine özgü bir tarz yaratmış oldu.
Karadeniz müziğini evrensel müzik formlarıyla buluşturarak özgün bir yapıda yeniden şekillendiren Konak, "Efulim"'i 1993 yılında yaptı. Daha sonra 1994 yılının Ekim ayında "Gelir misin Benimle" adlı albümünü hazırladı. Askerlik görevi nedeniyle bir süre çalışmalarına ara verdi. Askerlik görevini tamamladıktan sonra hemen üçüncü albümü "Volkanik Parçalar"ın çalışmasına başladı. Üç aylık çalışmadan sonra da bu albüm müzikseverlerin beğenisine sunuldu. Volkan Konak, 1998 yılının Nisan ayında kendisi tarafından kurduğu Kuzey Müzik Prodüksiyon isimli firmasından "Pedaliza" isimli albümünü müzikseverlerin beğenisine sundu.
1993 yılından bu yana albüm çalışmalarında yaklaşık elli adet bestesini sergilemiş ve bu çalışmalar sonunda Gazeteciler Cemiyeti, çeşitli vakıf ve dernekler tarafından yılın sanatçısı seçildi. 1997 yılında Politika dergisi tarafından "Yılın En İyi Müzik Sanatçısı" seçildi. Volkan Konak’ın 1993 yılında ürettiği bir bestesinin tüm dünya hakları "Kuzey Müzik Prodüksiyon" ile Fransız prodüktör "Alain Finet" arasında yapılan sözleşme sonucunda Alain Finet tarafından satın alındı. 1998'den itibaren albümlerinde Karadeniz dışında İç Anadolu, Doğu Anadolu, Ege, Akdeniz, Rumeli ve Kıbrıs yörelerinden de türküler seslendirdi.
2000 yılında "Şimal Rüzgarı" adlı albümünü DMC'den çıkararak dinleyicilerine ulaştırdı. 2003 yılı Aralık ayında 3,5 yıl aradan sonra yine DMC etiketiyle yayımlanan "Maranda" isimli albümü çıktı. 2006 yılında ise "Mora" isimli albümüyle müzikseverlerle buluştu. Mora albümünde olan ve ablası Nuran Bahçekapılı'nın sözlerini yazdığı "Gardaş" adlı eseri Kâzım Koyuncu anısına bestelemiştir. Besteci ve söz yazarı kimliğinin yanı sıra şiirsel yönü de olan Volkan Konak'ın birçok şiiri mevcuttur. Konserlerinde şarkılarının yanı sıra birçok şairden şiirler de okuyan Volkan Konak, anlattığı esprili hikâyeleriyle izleyenlerinin ilgisini çekerdi.
İki yıl süren Çernobil araştırmasıyla bu facianın Türkiye ve de özellikle Karadeniz Bölgesi üzerindeki etkilerini derleyip belgelendirmiştir. Kanserden babası dâhil birçok yakınını kaybeden ve bunun acısını devamlı içinde duyan Volkan Konak, sözlerini ablası Nuran Bahçekapılı'nın yazdığı "Cerrahpaşa" adlı eserini babası için bestelemiştir. Yıllardır Karadeniz Bölgesi'ndeki kanser vakalarının artışına dikkat çekmek için uğraşan Volkan Konak, bölgeye Kanser Araştırma Hastanesi kurulması için mücadele etmekteydi.
2009 yılında "Mimoza" adını verdiği yeni albümüyle sevenleriyle tekrar buluşan Volkan Konak, Mimoza albümünün ilk klibini "Göklerde Kartal Gibiydim" adlı eserine, ikinci klibini ise "Mimoza Çiçeği" adlı eserine çekmiştir. Albümünün üçüncü klip çalışmasını ise "Yarim Yarim" adlı eserine çekmiştir. Aynı yıl röportaj yapmış, Rum veya Laz olmadığını açıklamıştır.
2012 yılında ise "Lifor" isimli albümünü çıkararak sevenleriyle tekrar bir araya gelmiştir. Lifor albümünün ilk klibi, "Nerdesin (Karagözlüm)" adlı esere çekilmiştir. Albümün ikinci klip çalışması ise albümü dinleyen ve seven kişilerce yapılan istek üzerine "Ayletme Beni" adlı Rumeli yöresine ait türkü olmuştur. Bu albümünde ayrıca Neşet Ertaş'ın "Aşkın Beni Deleyledi" adlı eserini seslendirmiştir.
Ölümü.
30 Mart 2025 tarihinde KKTC'de konser verdiği esnada kalp krizi geçirdi. Daha sonra çağrılan ambulans ile Gazimağusa Devlet Hastanesine kaldırılan 58 yaşındaki sanatçı hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen 31 Mart 2025 tarihi saat 00.42’de öldü. 1 Nisan tarihinde Barbaros Hayrettin Paşa Camii'nde cenaze namazı kılındı. Cenazesi 2 Nisan tarihinde, memleketi Trabzon'un Maçka ilçesinin Güney Mahallesi'nde defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13015",
"len_data": 4697,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.31
}
|
Ziraat mühendisliği bitkisel üretim (tarla bitkileri, bahçe bitkileri) ve zootekni (büyükbaş ve küçükbaş hayvan yetiştirme ve ıslahı, kümes hayvanları, arıcılık, yemler ve hayvan besleme, biyometri ve genetik) yanında süt teknolojisi, tarımsal biyoteknoloji, tarım makinaları, tarımsal enerji sistemleri, tarımsal yapılar (kültür-teknik), arazi ve su kaynakları, toprak bilimi ve bitki besleme, tarım ekonomisi, tarım ürünleri teknolojisi, bitki koruma, peyzaj mimarlığı, biyoyakıt ve biyogaz enerji üretimi alanlarında uğraş veren mühendislik dalıdır.
Bitkisel üretim.
Kaliteli tahıl, sebze, meyve ile endüstri ve süs bitkilerinin bilimsel ve ekonomik yöntemlerle yetiştirilmesi alanında bilgi ve beceriye sahip nitelikli kişidir.
Tarım teknolojisi.
Tarım alanlarının belirlenmesi, erozyondan korunması, sulanması, tarımda kullanılan her türlü yapının, makine ve enerji türünün belirlenmesi ve üretimin projelendirilmesi alanında bilgi ve beceriye sahip nitelikli kişidir.
Görevleri.
Tarım teknolojisi.
Ziraat Mühendisliği (Bitkisel Üretim) programında okumak isteyen bir öğrencinin;
Ziraat Mühendisliği(Tarım Teknolojisi) programında okumak isteyen bir öğrencinin;
Çalışma ortamları.
Ziraat Mühendisleri (Bitkisel Üretim): Tüm işlerini açık havada yürütürler. Çalışırken çiftçilerle iletişim halindedirler.
Ziraat Mühendisleri (Hayvansal Üretim): Kapalı ve açık alanlarda çalışabilirler. Genellikle hayvancılık işletmelerinde, özel veya kamu işletmelerinde çalışabilirler. Bunun yanında kendi işletmelerini kurabilirler. Yem fabrikaları, tavukçuluk işletmeleri, besicilik ve süt sığırcılığı işletmeleri ile koyun ve keçi yetiştiriciliği işletmelerinde çalışabilirler
Ziraat Mühendisleri (Tarım Teknolojisi): Meslek elemanları, tarım alet ve makineleri üreten kamu ve özel kuruluşlara ait fabrika ve atölyelerde çalışırlar. Çalışırken; ziraat mühendisleriyle, makine mühendisleriyle, makine teknisyenleriyle, çiftçilerle, meslektaşlarıyla ve işçilerle iletişim halindedirler.
Etkinlik alanları.
İstek duydukları alana göre;
işlerini yapabilecek yasal yetkinliktedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13021",
"len_data": 2070,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.18
}
|
Vespa crabro veya Eşek arısı veya Sarıca, "Vespa" cinsine bağlı Avrupa'ya özgü bir yaban arısı türüdür. 1840'ların başında Avrupa'dan Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'ya tanıtılmış, sadece Kuzey Amerika'da bulunan tek "Vespa" türüdür.
Özellikler.
İşçiler ortalama 25 mm uzunluğundayken, kraliçe arı 35 mm'ye kadar büyüyebilir.
Besin kaynağı.
Genel olarak etçildirler. Böcek, güve, yusufçuk ve peygamberdevesi gibi büyük böcekleri avlarlar. Meyveler veya diğer tatlı yiyecekler de besinleri arasındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13022",
"len_data": 507,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.31
}
|
Mahmut Yesari (5 Mayıs 1895 - 16 Ağustos 1945) Türk roman, hikâye ve oyun yazarı.
Yaşamı.
Mahmut Yesâri, 5 Mayıs 1895 tarihinde İstanbul'da doğdu. Miralay Fahrettin Bey'in oğlu, Osmanlı milli marşı Hamidiye'nin bestecisi Ahmet Necip Paşa'nın torunu, öykücü Afif Yesari’nin babasıdır. Soyadını, sol eliyle yazdığı için Yesari lakabı ile anılan Yesârî Mehmet Esad ile oğlu hattat Yesârizâde Mustafa İzzet dedelerinden almıştır. Yesârî Mehmet Esad'ın büyük dedesi ise döneminin ünlü müderrislerinden, Mekke kadılığı da yapmış olan Kazâbâdî Ahmet Efendi'dir.
Lise öğrenimini İstanbul Lisesi’nde tamamladı. Öğrencilik yıllarında Münir Süleyman Çapanoğlu ile arkadaşlık kurdu. Resim öğrenimi için Avrupa'ya gideceği sırada I. Dünya Savaşı patlak verince Güzel Sanatlar Okulu’nda girdi; okulu bitirmeden askere alındı ve Anafartalar Cephesi’nde görev yaptı.
Savaştan döndükten sonra sanat hayatına karikatürle başladı. 1918-1919 yıllarında çizgileri Diken ve Gıdık dergilerinde yer aldı. 1920’lerde oyun yazarlığına yöneldi. Bu alandaki ilk ürünü Fidan Zehra adlı uyarlama oyunudur. Oyunlarının çoğu Darülbedayi tarafından sahnelendi. Oyun yazarlığından sonra roman yazarlığına yöneldi. İlk romanının adı Namus'tur.
Reşat Nuri Güntekin ile birlikte çıkardığı “Kelebek (77 sayı, 1923-24)” olmak üzere “Resimli Her şey”, “Yedigün” ve “Yarımay” gibi dergilerde öyküler yayımladı, gazetelerde romanlar tefrika etti, telif ve uyarlama oyunlar yazdı. 1925 yılında yayımlanan Çoban Yıldızı adlı romanıyla üne kavuştu, 1927'de yayımlanan "Çulluk" adlı romanıyla ünü yaygınlaştı. Bu roman, kimilerince Türk edebiyatının ilk işçi romanı kabul edilir. Hikâye ve romanları Yarın, Her şey, Yedigün, Yarımay dergilerinde dizi halinde yayımlandı. Hikâyelerinin çoğu kitap olarak yayımlanmadı. Konularını yakın çevresinden, halkın günlük yaşamından aldı. Günlük gazetelerde edebiyat ve tiyatro alanında kısa tanıtım ve eleştirileri çıktı. Tiyatro uyarlamaları yaptı. Film senaryoları yazdı. Romanları dışında Yakacık Mektupları adıyla bir anılar-hikayeler kitabı ve Sürtük adlı oyunu en bilinen eserleridir. Yapıtlarından Bağrı Yanık Ömer de edebiyatımızın ilk çocuk romanı olarak bilinmektedir.
Ömrünün son yıllarında kendinden 20 yaş küçük olan Cahit Uçuk ile evlendi. Mahmut Yesari, 16 Ağustos 1945 günü Yakacık Sanatoryumu'nda veremden öldü. Çamlıca'da Çakaldağı'ndaki aile mezarlığı'nda toprağa verildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13026",
"len_data": 2385,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.43
}
|
Herakles, Hercules veya Herkül, doğuştan Alkaios ( "Alcaeus"; veya "Alcides", , "Alkeidēs"), Yunan mitolojisinde Zeus ve Miken kralının kızı Alkmene'nin oğlu ve Amphitrion'un üvey oğlu olan ilahî kahraman.
Perseus'un büyük torunu ve -ikisi de tanrı Zeus tarafından evlat edinildiği için- üvey kardeşidir. Benzer şekilde Diyonisos'un da üvey kardeşidir.
Eski Yunan mitolojik kahramanlarının en büyüğüdür, Heracleidae () olduklarını iddia eden kraliyet klanlarının atası ve Olimpiyat düzeni'nin Kitonik canavarlara karşı şampiyonudur.
Roma mitolojisinde ve modern Batı'da Hercules olarak bilinir, daha sonraki Roma imparatorları özellikle Commodus ve Maximian sıklıkla kendilerini onunla özdeşleştirmiştir. Kültünün ayrıntıları da Roma mitolojisine de uyarlanmıştır.
Mitoloji.
Doğumu ve çocukluğu.
Herakles'i çevreleyen ünlü trajedilerde önemli olan faktör, Zeus'un karısı tanrıça Hera'nın ona duyduğu nefrettir. Zeus'un birçok gayri meşru çocuğu varken, Herakles'e neden Hera tarafından bu kadar eziyet edildiği açıklığa kavuşturmalıdır. Herakles, Zeus'un ölümlü kadın Alkmene ile olan ilişkisinin oğluydu. Zeus Alkmene'yi istediğinde, güneş tanrısı Helios'a Alkmene ile daha çok zaman geçirebilmek için üç gün boyunca yükselmemesini emrederek bir geceyi üç kat uzatmaya karar verdi. Zeus, savaştan erken eve dönen kocası Amfitrion kılığına girdikten sonra onunla sevişti (Ardından aynı gece Amfitrion döndü ve Alkmene, heteropaternal süperfekundasyon vakası (bir kadının farklı babalardan ikizleri olması) ile oğluna hamile kaldı. Böylece, Herakles'in varlığı, Zeus'un birçok yasadışı olayından en az birini kanıtladı. Hera, kocasının sadakatsizliklerinin intikamını almak için sık sık Zeus'un ölümlü çocuklarına karşı komplolar kurdu. Amfitrion'un oğlu olan ikiz ölümlü kardeşi İfiklis, Herakles'in savaş arabacısı Iolaus'un babasıydı.
İkizler Herakles ve İphikles'in doğacağı gece, kocası Zeus'un önceden zina yaptığını bilen Hera, Zeus'u o gece Perseus hanedanının üyesinden doğan bir çocuğun Yüce Kral olacağına dair yemin etmesi için ikna etti. Hera bunu, Herakles'in Perseus'un soyundan doğacağını bildiği halde Eurystheus'un da öyle olduğunu bilerek yaptı.
Yemin edildikten sonra Hera Alkmene'nin evine aceleyle gitti ve doğum tanrıçası İlithiya'yı giysilerini düğümleyip bağdaş kurup oturmaya zorladı böylece ikizleri rahimde hapsedip Herakles ve Iphikles'in ikizlerinin doğumunu yavaşlattı. Böylece Hera, Eurystheus'un erken doğmasına neden oldu ve onu Herakles'in yerine Yüce Kral yaptı. Alkmene'nin hizmetçisi Galanthis tarafından kandırılmamış olsaydı, İlithiya'ya Alkmene'nin bebeği doğurduğunu söyleyerek yalan söylemeseydi, Hera, Herakles'in doğumunu kalıcı olarak geciktirirdi. Bunu duyunca şaşkınlıkla sıçradı, düğümleri çözdü ve istemeden Alkmene'nin Herakles ve İphikles'i doğurmasına izin verdi.
Hera'nın intikamından korkan Alkmene, bebek Herakles'i terk etmek için götürdü ancak kahramanların koruyucusu olarak önemli bir rol oynayan üvey kız kardeşi Athena tarafından alındı ve Hera'ya getirildi. Hera, Herakles'i tanımadı ve acıyarak onu emzirdi. Herakles o kadar güçlü emdi ki, Hera'ya acı çektirdi ve Hera onu itti. Sütü göklere sıçradı ve orada Samanyolu'nu (İngilizce: the Milky Way, sütlü yol demektir) oluşturdu. Ama ilahi sütle Herakles doğaüstü güçler elde etmişti. Athena bebeği annesine geri getirdi ve daha sonra ailesi tarafından büyütüldü.
Çocuğa önceleri ailesi tarafından Alcides adı verildi; Ancak daha sonra Herakles denildi. Hera'yı yumuşatmak için başarısız bir girişimde Herakles olarak yeniden adlandırıldı, Herakles, Hera'nın "gurur" veya "zaferi" anlamına geliyordu. Hera, çocukların odasına iki dev yılan gönderdiğinde, o ve ikizi henüz sekiz aylıktı. İfiklis korkudan ağladı ama erkek kardeşi her iki elinden birer yılanı kaptı ve onları boğdu. Hemşiresi tarafından karyolasında oyuncakmış gibi onlarla oynarken bulundu. Şaşıran Amfitrion, çok sayıda canavarı yeneceğini söyleyerek çocuk için alışılmadık bir gelecek kehanetinde bulunan kahin Teiresias'ı çağırdı.
Gençliği.
Müzik hocası Linus'u bir lir ile öldürdükten sonra üvey babası Amfitrion tarafından bir dağda sığır beslemeye gönderildi. Burada, alegorik bir kıssa, sofist Prodikos (yaklaşık MÖ 400) tarafından icat edilen ve Ksenophon'un "Memorabilia" 2.1.21–34'te bildirilen "Herakles'in Seçimi"ne göre ona hoş ve kolay bir yaşam ile şiddetli ama görkemli bir yaşam arasında bir seçim teklif eden iki kinayeli kişi - Vicdan ve Erdem - tarafından ziyaret edildi: Herakles ikinci seçeneği seçti. Bu, MÖ 5. yüzyılda Herakles'i "etikleştirme" modelinin bir parçasıydı.
Herakles her açıdan üstün bir eğitim görmüştür. En iyi yaptığı işler ok atmak, at sürmek ve güreşmektir.
18 yaşına geldiği zaman Kitharion ormanlarında yaşayan ünlü canavarı öldürmüştür.
Daha sonra İstefe'de Herakles, Kral Kreon'un kızı Megara ile evlendi. Bu kızdan üç oğlu oldu.
Hera'nın yol açtığı bir delilik nöbetinde Herakles, çocuklarını ve karısı Megara'yı öldürdü. Antikira'nın kurucusu Antikyreus tarafından deliliği helleborus ile tedavi edildikten sonra, ne yaptığını anladı ve Delfi'ye kaçtı. Ona bilmediği, Hera tarafından yönlendirilen Kahin rehberlik etti. On yıl boyunca Kral Eurystheus’a hizmet etmesi ve Eurystheus'un kendisinden istediği her görevi yerine getirmesi emredildi. Eurystheus, Herakles'e on tane iş verdi ancak bunları yaptıktan sonra Herakles, Eurystheus tarafından iki tane daha iş eklenerek aldatıldı ve Herakles'in On İki Görevi oldu.
Herakles'in Görevleri.
Hera tarafından deliye dönen Herakles, kendi çocuklarını katletti. Suçun kefaretini ödemek için Herakles'in, Herakles'in yerine kral olan baş düşmanı Eurystheus tarafından belirlenen on görevi yerine getirmesi gerekiyordu. Başarılı olursa günahından arınacak ve efsanenin dediği gibi tanrı olacak ve ölümsüzlüğe kavuşacaktı.
Diğer gelenekler, Herakles'in deliliğini daha sonraki bir zamana yerleştirir ve koşulları farklı şekilde ilişkilendirir. Bazı geleneklerde, Herakles'in on iki çalışması için "yalnızca" ilahi bir neden vardı: Zeus, Herakles'i Hera'nın kıskançlığının kurbanı olarak bırakmamak arzusuyla, Hera’ya “Herakles, Eurystheus'un hizmetinde on iki büyük görev yaparsa ölümsüz olmaldır” sözünü verdirdi. Euripides'in "Herakles" oyununda Herakles, Hera tarafından deliliğe sürüklenir ve on iki görevinden "sonra" çocuklarını öldürür.
Zorluğa rağmen, Herakles bu görevleri yerine getirdi ancak sonunda Eurystheus, kahramanın iki işte elde ettiği başarıyı kabul etmedi: Augean ahırlarının temizlenmesi, çünkü Herakles iş için ödeme kabul edecekti; ve Lernaean Hydra'nın öldürülmesinde Herakles'in yeğeni Iolaus çoğalan kafaların kütüklerini yakmasına yardım etmişti.
Eurystheus, Hesperides'in Altın Elmalarını almak ve Kerberos'u yakalamak olmak üzere iki görev daha verdi. Sonunda, kahraman eklenen her görevi başarıyla gerçekleştirdi ve toplam yapılan görev sayısını sihirli sayı on iki yaptı.
12 Görev.
Bu 12 görev şunlardır:
Başka maceralar.
Bu görevleri yaptıktan sonra Herakles, Oechalia Prensesi Iole'ye aşık oldu. Oechalia'lı Eurytus'un kızı Iole için oğullarını okçuluk yarışmasında yenebilecek kişiye söz verdi. Herakles kazandı ama Eurytus sözünü tutmadı. Herakles'in başarıları, Iole'nin kardeşi İphitus dışında kral ve oğulları tarafından reddedildi. Herakles, kralı ve İphitus hariç diğer oğullarını öldürdü ve Iole'yi kaçırdı. İphitus, Herakles'in en iyi arkadaşı oldu. Ancak Hera bir kez daha Herakles'i çıldırttı ve İphitus'u surların üzerinden ölüme fırlattı. Herakles bir kez daha bu sefer Lidya'nın kraliçesi Omphale'ye hizmet ederek kendini üç yıllık esirlikten kurtardı.
Omphale.
Omphale, Lidya kraliçesi veya prensesiydi. Xenoclea, Delphic Oracle tarafından verilen cinayetin cezası olarak Herakles bir yıl boyunca ona kölelik yapacaktı. Herakles, dişi Nemea aslanının derisini giyip zeytin ağacı sopasını taşırken, kadın işlerini yapmaya ve kadın kıyafetleri giymeye zorlandı.
Bir süre sonra Omphale Herakles'i serbest bıraktı ve onunla evlendi. Bazı kaynaklar, onlardan doğan ve çeşitli adlarla anılan bir oğuldan bahseder. O zamanlar, yaramaz odun ruhları cercopes, Herakles'in silahlarını çaldı. Onları yüzleri aşağı bakacak şekilde bir sopaya bağlayarak cezalandırdı.
Hilas.
Vahşi doğada yürürken, Dryopes Herakles'e saldırdı. Rodoslu Apollonios'un "Argonautika"'sında, Herakles'in, kralları Theiodamas'ı onun boğalarından biri için acımasızca öldürdüğü ve Dryopes‘e "hayatlarında adaleti umursamadıkları için" savaş açtığından bahsedilir. Krallarının ölümünden sonra Dryopes pes etti ve ona Prens Hylas teklif etti. Gençleri silah taşıyıcısı olarak aldı. Yıllar sonra, Herakles ve Hylas "Argo" mürettebatına katıldı. Argonotlar olarak yolculuğun sadece bir kısmına katıldılar. Mysia'da Hylas, yerel bir pınarın perileri tarafından kaçırıldı. Herakles, uzun süre onu aradı ama Hylas perilere aşık oldu ve bir daha ortaya çıkmadı. Diğer versiyonlarda, sadece boğulduğu anlatılır. Her iki durumda da, "Argo" onlarsız yelken açarak yola çıktı.
Prometheus'u Kurtarması.
Hesiodos'un "Theogonia"'sı ve Aiskhylos'un "Zincire Vurulmuş Prometheus"‘u, her ikisi de Herakles'in Prometheus‘a işkence eden kartalı vurup öldürdüğünü anlatır (tanrılardan ateşi çalıp ölümlülere verdiği için Zeus tarafından bu ceza verilmişti). Herakles Titan'ı zincirlerinden ve işkenceden kurtardı. Prometheus daha sonra Herakles'in daha sonraki eylemleriyle ilgili tahminlerde bulundu.
Troya'yı tahrip etti.
Argonotların seferine katıldı.
Herakles, Kyknos ve Antaios'u öldürmüştür.
Deianeira ile evlendi, Sentor Nessos karısına yaklaşmak isteyince onu oklarıyla yaralayarak öldürdü. Nessos ölmeden önce Deianeira'ya kendi kanından vererek bir gün kocan için lazım olabilir dedi.
Bir zaman sonra Herakles esir aldığı bir kızı Deianeira'ya gönderdi lakin Deianeira Herakles'in kendisini bu kızla aldattığını düşünüp sinirlendi. Herakles yeni bir gömlek istediğinde Nessos'un verdiği kana batırılmış gömleği Herakles'e verdi. Gömlek Herakles'in üstüne yapıştı ve dayanılmaz acılar vermeye başladı. Bu dayanılmaz acıya son vermek için Herakles bir odun yığını hazırlatarak kendisini alevlerin içine attı.
Herakles'in ölümüne başta Zeus olmak üzere bütün tanrılar çok üzülmüş ve onu Olympos'a götürerek ölümsüzlük bağışlayıp tanrıça Hebe ile evlendirmişlerdir.
Fizik ve moral gücün simgesi olan Herakles Yunanistan'da hem tanrı hem de kahraman olarak saygı ve tapınım görmüştür. Heraklesoğulları denilen çocukları Yunan yarımadasındaki halkların atası sayılmıştır.
Herakles'in dünyadaki yaşamı boyunca 70 kadar çocuğun babası olduğu söylenir. En öne çıkanlardan biri Herakles ile Deianeira veya Melite'nin oğlu Hyllus'tur.
Soyundan gelen Heraklidler'in Lidya'da bir dönem yönetici hanedanlık yaptığı söylenir.
Roma mitolojisinde Herakles'e "Hercules" denilir ve Jüpiter'in oğlu olarak bilinirdi. İngilizce "Hercules" diye yazılır. Etrüskçe'de de "Hercle" diye yazılırdı.
Herakles'in adı Anadolu'da yerleşim yerlerine de verilmiştir. Günümüzde Konya, Marmara ve Karadeniz olmak üzere üç yerde kullanılan "Ereğli" adı "Herakles" sözcüğünün değişime uğramış biçimidir: "Herakles" > "Herakle" > "İrakle" > "Eregle" > "Eregli" > "Eregliyye" > "Ereğli" şeklini almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13028",
"len_data": 11160,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Phobos Mars'ın iki uydusundan biridir. Yunancada Phobos Korku anlamına gelir. Mars'ın diğer uydusu Deimos'dan hem daha büyüktür, hem de Mars'a daha yakındır. Güneş Sistemi'ndeki tüm diğer uydular içinde gezegenine en yakın konumlanmış uydudur. Yörüngesi Mars yüzeyinden sadece 6000 km yüksekliktedir ve ortalama çapı 22 km'dir.
1877'de Hall tarafından bulunmuş, 1971'de Mariner 9, 1977'de Viking 1 ve 1988'de ise Phobos uzay araçları tarafından fotografları çekilmiştir.
Phobos, eşzamanlı yörünge yarıçapından daha alçak bir yörüngede olduğundan Mars yüzeyindeki bir gözlemci için günde aşağı yukarı iki kez doğup batar. Yüzeye o kadar yakındır ki yüzeydeki bazı yerler için her zaman ufkun altında kalır. (Eşzamanlı yörünge yarıçapı: bir uydunun gezegenin etrafında gezegenin kendi etrafında dönüş süresi kadar bir zamanda döneceği yüksekliği ifade eder. Böyle bir uydu yüzeydeki gözlemci için her zaman aynı noktadadır. Dünyada, iletişim uydularında olduğu gibi)
Bir zamanlar asteroid olduğu, ancak Mars'ın kütleçekimine yakalanarak gezegenin yörüngesine girdiği sanılmaktadır.
Eşzamanlı yörünge yarıçapının altında olduğundan, gelgit kuvvetleri (Dünya ile Ay arasında olduğunun tersine) yörüngesini alçaltmaktadır. Yaklaşık 50 milyon yıl içinde Mars'a düşecek ya da parçalanarak Mars çevresinde bir halka oluşturacaktır.
Muhtemelen Phobos ve Deimos, C tipi asteroidler gibi karbondan zengin kaya oluşumlarıdır, ancak düşük yoğunlukları sadece kayadan oluşmadıklarının, buz ve kaya karışımı olduklarını gösterir. Her ikisi de yoğun olarak kraterlerle kaplıdır. Mars Global Surveyor aracının gönderdiği en son resimlerden yüzeyinin 1 m kalınlıkta ince bir tozla (regolith) kaplı olduğu anlaşılmıştır. Sovyet aracı "Phobos 2" birkaç Phobos resmi gönderebilmiş (sağda), uydudan zayıf fakat sürekli bir gaz çıkışı saptamış, ancak gazın tabiatı anlaşılamadan araçla iletişim kopmuştur. En olası tahmin sudur.
Phobos yüzeyinde en belirgin olan Hall'ın Stickney ismini verdiği (karısının kızlık adı) büyük kraterdir. Krater çevresindeki uzun yarık ve çiziklerin de aynı çarpışma sonucu olduğu sanılmaktadır.
Phobos ve Deimos'un Mars çekimine kapılmış asteroidler olduğu inancı bir hayli yaygındır, ana asteroid kuşağından değil de Güneş Sistemi dışından gelmiş oldukları gibi spekülasyonlar mevcuttur.
Mitoloji.
Korku'nun Tanrısı.
Ares'in yardımcılarından olup, savaşta Ares ile birlikte düşmanların yüreğine korku salar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13034",
"len_data": 2416,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.61
}
|
Merkezî işlem birimi ("Türkçe kısaltması" MİB, ya da kısaca CPU), dijital bilgisayarların veri işleyen ve yazılım komutlarını gerçekleştiren bölümüdür. Çalıştırılmakta olan yazılımın içinde bulunan komutları işler. Mikroişlemciler ise tek bir yonga içine yerleştirilmiş bir merkezî işlem birimidir. 1970'lerin ortasından itibaren gelişen mikroişlemciler ve bunların kullanımı, günümüzde MİB teriminin genel olarak mikroişlemciler yerine de kullanılması sonucunu doğurmuştur.
Merkezî işlem birimi aritmetik ve mantıksal işlem yapma yeteneğine sahiptir. Giriş ve çıkış birimleri arasında verilen yazılım ile uygun çalışmayı sağlar. MİB, makine dili denilen düşük seviyeli kodlama sistemi ile çalışır; bu kodlama sistemi bilgisayarın algılayabileceği işlem kodlarından oluşur. Bir mikroişlemcinin algılayabileceği kodların tamamına o işlemcinin komut kümesi denir.
Merkezî işlem birimi aritmetik ve mantıksal işlemleri Aritmetik Mantık Birimi (AMB) aracılığıyla yapar. Bunun dışında virgüllü sayılarla daha rahat hesap yapabilmesi için bir Kayan Nokta işlem birimi (FPU) vardır. Mikroişlemcinin içerisinde bulunan küçük veri saklama alanlarına yazmaç denir.
İlk Merkezî İşlem Birim'leri (MİB) daha büyük, bazen türünün tek örneği bilgisayarlar için özel olarak tasarlanmışlardı. Ancak belirli bir uygulama için özel MİB tasarımının masraflı olması bir veya birçok amaç için yapılan kitlesel olarak üretilmiş işlemcilerin gelişmesine yol açtı. Bu standartlaşma eğilimi ayrık transistörlü ana sistemler ve mini bilgisayarlar döneminde başladı ve entegre devrelerin (ED) popülerleşmesiyle giderek hız kazandı. ED, giderek daha karmaşık ve nanometre ile ölçülebilecek MİB'lerin tasarlanmasına ve üretilmesine olanak verdi. MİB'lerin küçülmesi ve standartlaşması, modern hayatta dijital cihazların varlığını ilk bilgisayar örneklerinin sınırlı uygulamalarının çok ötesinde artırdı.
Tarihçe.
İlk işlemciler, belli işlemler için özel üretilen ve büyük olan parçalardı. Daha sonraları ise maliyeti çok yüksek olan bu üretim şeklinin yerini, gelişen teknoloji ile daha ufak olan ve tek işlev yerine çok işleve sahip olan üretimler almıştır. Bu dönemin başlaması, transistörlerin ve mini-bilgisayarların ortaya çıkışına dayanmaktadır. tümleşik devrelerin yayılmasıyla da hız kazanmıştır. Tümleşik devreler, işlemcilerin daha kompleks olarak tasarlanmasına ve bunların çok az yer kaplayacak şekilde (milimetreler cinsinden) üretilmesine olanak sağlamıştır. Bu sayede işlemciler modern hayatta birçok yerde kullanılmaya başlanmıştır (otomobiller, cep telefonları...).
Günümüz işlemcilerine benzerliklerin başlamasından önce, ENIAC ve benzeri bilgisayarların belli işleri gerçekleştirebilmesi için bağlantılarının fiziksel olarak değiştirilmesi gerekiyordu. MİB kelimesi genel olarak yazılım (bilgisayar programı) uygulama aracı olarak tanımlandığından, gerçek anlamda MİB'lerin oluşumu kayıtlı-program bilgisayarların gelişimi ile ortaya çıkmıştır.
Kayıtlı-program bilgisayar fikri ENIAC tasarımı esnasında mevcut olmasına rağmen, bu fikir makinenin erken bitirilebilmesi için rafa kaldırılmıştı. 30 Haziran 1945'te, ENIAC henüz tamamlanmadan, matematikçi John von Neumann, EDVAC proje raporunun ilk taslağını yayımladı. Bu taslakta kayıtlı-program bilgisayarının ancak Ağustos 1949'da tamamlanabileceği gösteriliyordu. EDVAC, belli sayıda operasyonları gerçekleştirecek şekilde tasarlanmıştı. EDVAC için yazılan programlar, kabloların fiziksel olarak değiştirilmeyi gerektiren bir ortamda değil, hızlı bir bilgisayar belleğinde kayıtlı tutuluyordu. Bu özelliğiyle de ENIAC'ın kısıtlamalarının üstesinden gelip, zamandan ve zahmet açısından tasarruf sağlıyordu. Her ne kadar von Neumann kayıtlı-program bilgisayar fikrini ortaya koyan kişi olarak gösterilse de ondan önce de (örneğin Konrad Zuse'nin) benzer fikirler vardı. Ayrıca, EDVAC'tan önce tamamlanan Harvard Mark I'nın Harvard mimarisi, elektronik bellek yerine delikli kâğıt şerit kullanarak kayıtlı-program dizaynı gerçekleştirmişti. Günümüzde ise modern MİB'ler temel olarak von Neumann tasarımı olsa da, Harvard mimarisinden de özellikler göze çarpmaktadır.
Dijital aygıt olmalarından ötürü, tüm MİB'ler ayrık durumlarla ilgilenirler; bu yüzden durumları ayırt edebilmek için bir çeşit geçiş unsuruna ihtiyaçları vardır. Transistörlerin kabulünden önce, elektriksel röleler ve vakum tüpleri bu amaç için kullanılırlardı. Bunların her ne kadar hız avantajı olsa da, tamamen mekanik dizayn olduklarından değişik sebeplerden dolayı güvenilir değillerdi. Örneğin, doğru akım ardışık mantık devrelerinin rölelerden dışarı kurulması, kontak sekmesi problemiyle baş edebilmek için fazladan donanım gerektiriyordu. Vakum tüpleri kontak sekmesi sorunu yaşamazken, bunlar, tamamıyla çalışır hale gelebilmek için ısınma gerektiriyordu ve işler durumdan da hep birlikte çıkmaları gerekiyordu. Genelde, tüplerden biri başarısız olduğunda, bozulan parçanın tespit edilmesi için MİB'in teşhis edilmesi gerekmekteydi. Bu yüzden vakum tüplü bilgisayarlar daha hızlı olmasına rağmen röle bazlı bilgisayarlardan daha az güvenilirdi. Tüp bilgisayarlarında (EDVAC) arızalanma 8 saatte bir olurken, röle bilgisayarlarında (Harvard Mark I) daha nadir rastlanıyordu. Sonuç olarak ise tüp bazlı MİB'ler hız avantajının arızalanma sorunundan daha ağır basmasından dolayı daha yaygın hale geldiler. Bu eski senkron MİB çeşitleri, günümüzle kıyaslandığında, oldukça düşük saat frekanslarında çalışmaktaydılar. Kuruldukları geçiş aygıtlarının hızlarıyla kısıtlandıkları için, o zamanlar 100 kHz ile 4 MHz arasında değişen saat sinyal frekans değerleri oldukça yaygındı.
Ayrık transistör.
Çeşitli teknolojilerin daha küçük ve daha güvenilir elektronik aygıtlar üretmeye başlamasıyla MİB tasarımlarının kompleks yapıları da artış gösterdi. Bu yoldaki ilk gelişme transistörlerin gelişiyle başladı. 1950'ler ve 1960'lar da MİB'lerın transistörlere geçişi ile vakum tüpü ve elektriksel röle gibi güvensiz ve kırılgan geçiş elementleri artık kullanılmaz hale gelmişti. Bu gelişim sayesinde de, üzerinde ayrık bileşenler bulunan bir veya birden çok baskı devre kartlarına daha kompleks ve daha güvenilir MİB'ler yerleştirildi.
Bu dönemde, oldukça küçük alanlara fazla sayıda transistör yerleştirebilme metodu popülerlik kazandı. Tümleşik devre (IC) sayesinde, büyük sayıda transistörler, yarı iletken tabanlı kalıplar veya çip denilen birimlerin üzerinde üretilebilindi. İlk başlarda, NOR kapıları gibi sadece belli basit dijital devre tipleri tümleşik devreler üzerine minyatürleştirildi. MİB'lerın bu inşa bloğu olan tümleşik devrelere kurulması durumuna “küçük-ölçekli tümleşme” (SSI) denir. SSI tümleşik devreler, Apollo güdüm bilgisayarında (Apollo guidance computer) kullanılanlar gibi, transistör sayısı açısından onun katları biçimindeydi. Mikro elektronik teknolojisi geliştikçe, tümleşik devre üzerindeki transistör sayılarıda artış gösterdi ve bu sayede bir MİB'i tamamlamak için gereken bağımsız parça sayısını azaltılmış oldu. Orta ve büyük-ölçekli (MSI ve LSI) tümleşik devreler sayesinde, barındırılan transistör sayıları yüzler ve onbinler seviyesine kadar arttı.
1964 senesinde IBM, birkaç seri bilgisayarda kullanılan ve aynı programları değişik hız ve performans değerleriyle yürütebilen System/360 adlı bilgisayar mimarisini tanıttı. O dönemde çoğu elektronik bilgisayar, aynı üreticiden çıkmış olsa bile bir diğeriyle uyumsuzluk sorunu yaşarken bu gelişim oldukça önemli bir yer tutmuştu. Bu gelişimi kolaylaştırmak için, IBM mikro-program (veya mikro-kod) konseptini kullanmaya başladı ki bu konsept modern MİB'lerın çoğunda hala geniş bir biçimde kullanılmaktadır (Amdahl et al. 1964). System/360 mimarisinin popülerliği, onu birkaç onyıl boyunca anaçatı bilgisayar pazarını ele geçirmesini ve IBM zSeries gibi benzer modern bilgisayarlarda kullanılır hale getirecek bir efsane olmasını sağladı. Aynı yılda (1964), Digital Equipment Corporation (DEC), bilimsel ve araştırma pazarlarını hedef seçmiş bir başka bilgisayar olan PDP-8'i piyasaya sürdü. Daha sonları ise DEC, SSI tümleşik devrelere kurulmuş olan ancak sonunda LSI bileşenlerin pratikleşmesiyle bunlarla gerçekleştirilmiş ve oldukça popüler olan PDP-11'i piyasaya sunacaktı. SSI ve MSI öncelleriyle sahip olduğu fark ile, PDP-11'in ilk LSI gerçekleştirilmesi, 4 LSI tümleşik devreden oluşan bir MİB'e sahipti (Digital Equipment Corporation 1975).
Transistör bazlı bilgisayarların, öncellerine kıyasla fazla sayıda ve belirgin avantajları vardı. Yüksek güvenilirlik ve az güç tüketiminin yanı sıra, transistörler sayesinde MİB çalışma hızları transistörlerin sahip olduğu düşük geçiş süreleri sayesinde oldukça artış gösterdi. Bu dönemde, yüksek güvenilirlik ve geçiş süresindeki belirgin hız artışı sayesinde, MİB'lerin saat hızlarında MHz'in on katları seviyesine erişildi. Ek olarak, ayrık transistör ve tümleşik devre MİB'leri sık kullanımda iken, SIMD (Tek Komut Çoklu Data) vektör işlemcileri gibi yeni yüksek performans tasarımlar ortaya çıkmaya başladı. Başlarda deneysel tasarım olan bu sistemler, daha sonraları ise Cray Inc. gibi firmalar tarafından üretilmiş, uzmanlaşmış süper bilgisayarların çağına adım atılmasını sağlayacaktı.
Mikroişlemciler.
Mikroişlemcilerin 1970'lerde ortaya çıkması, MİB tasarımlarını ve kullanımını oldukça etkiledi. İlk mikroişlemci olan Intel 4004'ün çıkması (1970) ve yine ilk geniş çaplı kullanım sağlayan mikroişlemci olan Intel 8080 (1974) ile bu tip MİB'ler, merkez işlem birimini yürütme metotlarını tamamıyla ele geçirmiş oldu. O zamanki tüm üreticiler, bilgisayar mimarilerini geliştirebilmek için tümleşik devre geliştirme programları yayınladılar. Bunun sonucunda da eski yazılım ve donanımlarıyla geri-uyumlu olan komut set uyumlu mikroişlemciler ürettiler. Günümüzün kişisel bilgisayarlarının başarısıyla birleşince de MİB kelimesi genel olarak mikroişlemciler için de kullanılmaya başlandı.
Önceki nesil MİB'ler ayrık parçalardan ve pek çok küçük tümleşik devrelerin bir veya birden çok devre kartlarında bulunmasıyla gerçekleştiriliyordu. Mikroişlemciler ise, MİB'lerin çok az sayıda (genellikle bir) tümleşik devre üzerinde üretiminden oluşuyordu. MİB'lerin tek kalıp üzerinde üretilmesinin getirdiği bu boyut açısından bu küçülme, parasitik sığalık geçitlerinin azalması gibi fiziksel faktörler sebebiyle daha hızlı geçiş sürelerinin olmasına olanak sağladı. Bu sayede de senkron mikroişlemcilerin 10 MHz civarlarında olan saat hızları GHz seviyelerine taşındı. Ayrıca, olabildiğince ufak transistörlerin tümleşik devrelere yerleştirilmedeki artış, tek bir MİB'de sahip olunan transistör sayısını ve karmaşıklığı da artırdı. Bu geniş gözlem, Moore Kuralı ile tanımlanmıştır ve bu kuralın MİB'deki kompleks yapının zamana bağlı olarak artışının oldukça keskin bir tahminini yapabildiği ispatlanmıştır.
Her ne kadar MİB'in karmaşıklığı, ebatları, tasarımı ve genel şekli fazlasıyla değişmiş olsa da temel yapısının ve fonksiyonunun değişmediği görülmektedir. Günümüzde yaklaşık her MİB von Neumann kayıtlı-program makineleri olarak adlandırılabilir.
Moore Kuralı geçerli olmaya devam ettiğinden, tümleşik devre transistör teknolojilerinin sahip olabileceği limitleri hakkında endişeler ortaya çıkmaya başladı. Olabildiğince minyatürleme sonucu ortaya çıkabilecek elektron göçü ve eşikaltı voltajı durumları önemsenecek boyutlara gelmeye başladı. Bu tip endişeler, araştırmacıları yeni metotlar aramaya (quantum bilgisayarı, paralelliğin kullanımının gelişimi) yöneltti.
MİB İşletimi.
Çoğu MİB'nin temel işlemi, aldıkları fiziksel formdan bağımsız olarak, kayıtlı komut serilerisi dediğimiz programları yürütmektir.. Program, bilgisayar belleğinde saklanan seri sayılar ile gösterilir. Genel olarak von Neumann MİB'leri işlemi 4 adımda gerçekleştirirler: Getirme (fetch), kodçözücü (decode), yürütme (execute) ve geri yazma (writeback).
Getirme evresi (fetch).
Bu evre, program belleğinden komutu almayı içerir. Program belleğindeki yer, programın o andaki yerini bir sayıyla tutan program sayıcı tarafından belirlenir. Başka bir deyişle, program sayıcı, MİB'nin o andaki programın hangi kısmında olduğunun yerini tutmaktadır. Bir komut alındıktan sonra program sayıcı, alınan komutun boyunun bellek birim cinsinden değeri kadar artırılır. Bazen getirilmesi gereken komut hızca daha yavaş bir bellekten alınır, böylece MİB'nin komutun geri dönmesini beklerken zaman kazanması sağlanır. Bu konu modern işlemcilerde bellekler ve boru hattı mimarilerinde geniş olarak incelenmektedir.
Kod çözme (decode).
MİB'nin bellekten getirdiği komut, MİB'nin ne yapacağını belirlemede kullanılır. İşte bu kodçözme evresinde, komut MİB'deki önem oranına göre parçalara ayrılır. Sayısal kodun değerinin yorumlanması, MİB'nin komut set mimarisi (Instruction Set Architecture) ile tanımlanır. Genelde, komuttaki sayiların bir grubu, işlem kodu, hangi işlevin gerçekleştirmesi gerektiğini gösterir. Geri kalan kısımdaki sayılar komut için gerekli bilgileri sağlarlar (örneğin bir toplam işlemi için gereken işlenen değerler). Bu tip işlenenler sabit bir sayı olarak verilebileceği gibi, bazen de bir değeri gösterecek yer olarak (yazmaç veya bellek adresi) olarak verilebilir. Eski tasarımlarda, MİB'nin komut çözme işinde sahip olduğu kısımlar değiştirilemez donanımsal parçalardı. Ancak MİB'lerin ve ISA'ların gelişmesiyle, kodun çözümünde ve gerekli ayarların yapılmasında MİB'ye yardımcı olan mikroprogramlar kullanılmaya başlandı. Bu mikroprogramlar, MİB'nin kodçözme şeklini üretiminden sonra da değiştirebilmek için, bazı durumlarda tekrar yazılabilir olurlardı.
Yürütme (execute).
Bu evrede, istenen işin gerçekleşebilmesi için MİB'nin birçok kısmı bağlı haldedir. Örneğin, bir toplama işlemi istendiğinde, aritmetik ve mantık birimi (Arithmetic Logic Unit) bir kısım giriş ve çıkışlara bağlı olacaktır. Girişler toplamada kullanılacak sayıları içerirken, çıkışlar ise sonuç değerini tutacaktır. ALU, girişlerde basit aritmetik ve mantık işlemlerini gerçekleştirecek devre yapılarına sahiptir. Eğer toplama işlemi MİB'nin gerçekleştirebileceğinden çok büyük sonuçlar üretiyorsa, bayrak yazmaçlarındaki aritmetik taşma bayrağı kullanılacaktır.
Geri yazma (writeback).
Basitçe yürütme evresindeki sonucu bir bellek üzerine geri yazma evresidir. Çoğu zaman sonuçlar MİB'nin iç yazmaçlarına, daha sonraki komutlarda kullanımı hızlı olabilsin amacıyla, yazılır. Diğer durumlarda ise sonuçlar daha yavaş ancak daha ucuz ve büyük ana belleklere yazılır. Bazı komut tipleri program sayacını direkt sonuç üretmeden sadece işlerler. Bunlara genellikle atlama (jumps) denir ve döngü, durumsal program yürütme ve program fonksiyonları gibi davranırlar. Bazı komutlar ise bayrak yazmaçlarının durum değerlerini değiştirme amaçlı olurlar. Bu bayraklar, işlemlerin sonucunu gösterdiğinden, programın çalışma şeklini etkilemek amaçlı kullanılabilirler. Örneğin, “karşılaştırma” komutunun bir çeşidi, iki değeri kıyaslar ve bayrak yazmaçlarına hangisinin büyük olduğuna dair bir sayı atar. Bu bayrak daha sonra program akışı acısından başka bir komuta atlama amaçlı kullanılabilir.
Yürütme ve geri yazma evresinden sonra, tüm işlemler tekrarlanır. Bir sonraki komut program sayacının önceden artırılması sebebiyle getirme evresiyle başlatılır. Eğer önceden tamamlanan komut bir atlama ise, program sayacı bir sonraki adresi gösterecek şekilde tekrar ayarlanır ve yürütme ona göre yapılır. Burada bahsettiğimiz MİB'lerden daha gelişmiş olanlarında, birden çok komut aynı anda getirilebilir, kodçözme everisine girebilir ve yürütülebilir. Bu kısım genel olarak klasik RISC Boruhattı başlığında incelenen konuları anlatmaktadır ki birçok elektronik aygıtta (mikrodenetleyici) bu basit MİB kullanılmaktadır.
Kontrol birimi olan MİB, içinde elektrik sinyalini direkt bilgisayar sistemine taşınmasını ve kaydedilmesini sağlayan bir döngü sistemine sahiptir. Kontrol ünitesi program direktiflerin çalıştırmaz, bunun yerine sistemin diğer parçalarını bunu yapması için yönetir. Kontrol ünitesi hem aritmetik/logic ünitesi hem de hafıza ile iletişim kurmalıdır.
Tasarım ve Uygulama.
Tam Sayı Aralığı.
MİB'nin sayıları gösterme şekli bir tasarım tercihidir ve aygıtın çalışma biçimini etkiler. İlk dijital bilgisayarların bazıları, iç yapılarında sayıları göstermek için ondalık sayı sisteminin elektriksel modelini kullanmışlardır. Bunların dışındaki birkaç model ise üçlü sayı sistemini kullanmıştır. Günümüz MİB'lerinın hemen hemen hepsi ise ikili formu kullanmaktadır. Bu formda her basamak iki değerli bir fiziksel niceliği, örneğin yüksek(High) veya düşük(Low) voltaj, gösterir.
Sayıların gösterim şekli, MİB'nin gösterebileceği sayilarin büyüklüğü ve doğruluğu ile ilişkilidir. İkili sayı kullanan bir MİB'de, MİB'nin ilgilendiği sayilardaki tek bir yerin adına bit denmektedir. MİB'nin sayilari göstermek için kullandığı bit sayisina genelde kelime uzunluğu, bit genişliği, veriyolu genişliği veya tamamen tam sayılarla ilgileniliyorsa tam sayi keskinliği denir. Bu sayi (bit sayisi) mimariler arasında farklılık gösterdiği gibi aynı zamanda da aynı MİB'nin farklı bölümlerinde de bu farklılığı gösterir. Örneğin 8-bit bir MİB, 28 veya 256 ayrı sayı aralığıyla ilgilenmektedir. Bu tam sayı büyüklüğü, bir MİB'nin yazılım çalıştırırken kullanılabilecek tam sayı aralığını belirlemede bir donanımsal kısıtlama olarak iş yapmış olur.
Tam sayı aralığı, MİB'nin adres belirlerken bellekte kullanabileceği yer sayısını da doğrudan etkileyebilir. Örneğin, eğer bir MİB bellek adresini gösterirken 32 bit kullanıyorsa ve her bellek adresi bir sekizli(8 bit) ile gösteriliyorsa, bu durumda MİB'nin erişebileceği maksimum adres değeri 232 sekizlisi veya 4 GiB dir. Bu akış açısı MİB “Adres Uzayı”'na oldukça basit bir bakış açısıdır ve birçok dizayn daha kompleks adres metotlarını (örneğin sayfalama) kullanarak tam sayı aralığının izin verdiğinden daha çok belleğe erişmeyi başarmaktadır.
Daha yüksek seviye aralıklar, ek basamaklarla ilgilenebilmek için daha çok yapıya ihtiyaç duyar ve bu sebeple daha fazla karmaşıklık, ebat, yüksek güç tüketimi ve maliyet durumları oluşur. Bu sebepten günümüzde yüksek aralığa sahip (16, 32, 64 ve 128) MİB'ler mevcutken, 4-bit veya 8-bit mikro denetleyicilerin kullanılması oldukça yaygındır. Daha basit mikro denetleyiciler daha ucuz, daha az güç kullanan ve bu sebeple daha az ısınan yapılardır ve bu özellikler, tasarım esnasında seçilmeleri için oldukça yeterli rol oynarlar. Ancak bazı üst-uç uygulamalarda, ekstra aralığın getirdiği kazanç diğer etkenlerden daha büyük rol oynamaktadır. Her iki durumdan da, düşük ve yüksek bit uzunluklarından, kazanç elde etmek için birçok MİB farklı bölümleri için farklı bit genişlikleriyle tasarlanmaktadır. Örneğin, IBM System/370 MİB'si asıl olarak 32 bit kullanırken, gezer noktası (floating point) içerisinde 128-bit keskinlik kullanarak daha net ve daha geniş gezer nokta sayıları elde etmeyi gerçekleştirmiştir. Bundan sonraki MİB tasarımlarında da, özellikle işlemcinin genel amaçlı kullanımlarda tam sayı ve gezer nokta yeteneği arasındaki denge makul bir seviyedeyken, karışık bit genişliğini kullanılmıştır.
Saat Vuruşu Sıklığı.
Çoğu MİB ve doğal olarak çoğu sıralı mantık aygıtları, senkron yapılardır. Bu yapılar senkron bir sinyalde çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Bu sinyale saat sinyali denir ve genelde bir periyodik kare dalga formunda olur. Elektrik sinyallerinin MİB'nin farklı bölümlerine ulaşabileceği maksimum süreyi hesaplayarak, tasarımcılar bu saat sinyalinin periyodunu uygun olarak seçebilirler.
Kötü durum koşulunda bu periyot, sinyalin ilerleme hızından veya yayılmasından daha uzun olmalıdır. Saat periyodu kötü durum yayılma gecikmesinden yeterince yüksek tutulduğunda, tüm MİB'nin ve veriyi saat sinyalinin iniş/çıkışları civarında ilerletmesini tasarlamak mümkün olacaktır. Bu durum, MİB'yi etkili biçimde sadeleştirme avantajını hem dizayn açısından, hem de bileşen sayısı açısından sağlayacaktır. Ancak bunun yanında da, tüm MİB'nin en yavaş elemanını, diğer bölümler çok daha hızlı çalışabilecekken beklemek zorunda kalması dezavantajını da doğuracaktır. Bu kısıtlama, gelişen MİB paralleliğinin çeşitli metotları ile telafi edilmektedir.
Mimari geliştirmeler tek başına global senkronize MİB'lerin dezavantajlarını ortadan kaldıramaz. Örneğin, bir saat sinyali, başka elektrik sinyalinin gecikmesine de bağlıdır. Artan kompleks MİB yapılarındaki yüksek saat hızları, saat sinyalini tüm birim boyunca senkron (aynı fazda) tutmayı zorlaştırır. Bu durum birçok modern MİB'nin birden fazla eş saat sinyali kullanmasına yol açmıştır; böylece tek sinyalin gecikmesi, MİB'nin aksamasını engellemiştir. Diğer bir önemli nokta ise, saat hızları arttıkça, MİB'nin ürettiği ısıda aynı şekilde artmaktadır. Sabit biçimde değişen saat, birçok bileşenin de kullanılmaksızın değişmesine yol açmaktadır. Genel olarak, değişen her bir bileşen, sabit bir bileşenden daha çok enerji tüketmektedir. Bu sebeple, saat hızı arttıkça, ısı dağılması artar, bu da MİB'de daha etkili soğutma yollarının kullanılmasını gerektirir.
İstenmeyen bileşen geçişini engellemenin bir yolu, saat geçitleme yöntemidir. Bu yöntemle istenmeyen bileşenlere giden saat sinyali kapatılır. Ancak bunu uygulaması zor olduğundan düşük güç tüketimli tasarımların dışında kullanımı pek söz konusu değldir. Global saat sinyaline sahip olan problemlerin çözümündeki diğer bir yol ise, tüm saat sinyallerinin birden kaldırılmasıdır. Global saat sinyalinin kaldırılması tasarım sürecini oldukça zorlaştırsada, asenkron (veya saatsiz) tasarımlar güç tüketiminde ve ısı dağılımında sahip oldukları büyük avantajları da beraberinde getirmektedirler. Nadir olmakla birlikte, tüm MİB'lerin global saat sinyali içermeden üretildiği de olmuştur. Bunlardan iki önemli örnek vermek gerekirse ARM uyumlu AMULET ve MIPS R3000 uyumlu MiniMIPS'i gösterebiliriz. Bazı MİB tasarımlarında saat sinyalini tamamıyla çıkarmak yerine, asenkronluk belli bölümlere uygulanmıştır, tıpkı asenkron ALU'ların skalar üstü (superscalar) boruhattı uygulamasıyla birleştirilerek bazı aritmetik performans kazançlarının elde edilmesinde olduğu gibi. Her ne kadar asenkron tasarımların, senkronize karşılıklarından daha iyi bir performans verebileceği çok açık olmasa da, baist matemaiksel işlemlerde daha üstün olduğu bir gerçektir. Bu özelliği, mükemmel güç tüketimi ve ısı dağılım özellikleriyle de birleşince, tümleşik bilgisayarlarda kullanılmak için oldukça uygun olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Paralellik.
Bir önceki bölümde verilen MİB'nin esas çalışmasının tanımı, bir MİB'nin alabileceği en basit şekli tanımlamaktadır. Olağan olarak skalar altı (subscalar) diye temas edilen bu türden MİB bir seferde bir veya iki parça veri üzerinden verilen komut üzerine çalışmaya başlamakta ve uygulamayı gerçekleştirmektedir.
Bu süreç skalar altı MİB'de işin özünde bulunan bir yetersizliği ortaya çıkarmaktadır. Bir seferde sadece bir komutun uygulanabilmesi mümkün olduğundan, MİB'nin tamamı bir sonraki komutu işlemeye başlamadan önce bu ilk komutun tamamlanmasını beklemek zorundadır. Bunun sonucu, skalar altı MİB uygulamanın tamamlanması için bir saatten fazla çevirimi süren yönergelere “kapalı” kalmaktadır. İkinci bir uygulama biriminin ilave edilmesi bile (aşağıya bakılması), performansı daha fazla iyiye götürmemektedir; birden fazla yönergenin kapalı olmasının yerine, şimdi iki yörünge de kapanmakta ve kullanılmayan transistörlerin sayısı artmaktadır. MİB'nin uygulama kaynaklarının sadece bir seferde verilen komuta göre çalışabilmesinin mümkün olduğu bu tasarım sadece skalar performansı (saat başına bir komut) bir olasılıkla öğretebilir. Bununla birlikte, performans hemen hemen her zaman skalar altıdır (yani çevirim başına bir komuttan daha az).
Skalar ve daha iyi performans gerçekleştirmesi için yapılan girişimler, MİB'nin daha az doğrusal ve daha fazla paralel olarak davranmasına neden olan tasarım metodolojilerinde çeşitlilik ile sonuçlanmıştır. MİB'lerde paralellikten söz edilirken, bu tasarım tekniklerinin sınıflandırılması için genel olarak iki deyim kullanılmaktadır. Komut düzeyinde paralellik (ILP) bir MİB içerisinde komutların yerine getirilme hızını artırmayı araştırmakta (yani kalıp üzerinden uygulama kaynaklarının artırılması) ve program düzeyinde paralellik (TLP) bir MİB'nin aynı anda uygulamaya girişebileceği program sayısının (fiili bireysel programları) arttırmayı amaçlamaktadır. Her bir metodun uygulanma tarzlarından aynı zamanda da bir uygulama için MİB'nin performansını artırmada sağladıkları göreceli etkinlik bakımından da birbirlerinden fark etmektedir.
ILP (Instruction Level Parallelism).
Komut boruhatlaması (Instruction pipelining) ve skalar üstü mimari, artan ölçülerde parallelik gerçekleştirilmesinde kullanılan en basit yöntemlerden biri bir evvelki komutun uygulanması tamamlanmadan önce getirme (fetching) ve kod çözme (decoding) komutunun ilk aşamalarına başlanmasıdır. Bu, komut boruhatlaması diye bilinen bir tekniğin en basit şeklidir ve hemen hemen bütün çağdaş genel amaçlı MİB'lerde kullanılmaktadır. Boruhatlama, uygulama yörüngesinin birbirinden ayrı aşamalara bölünmesiyle, birden çok sayıda komutun belirli bir zamanda uygulanmasına olanak sağlamaktadır. Bu ayırma, uygulama dizisinden dışarı çıkana ve çekilinceye kadar, her bir aşamada verilen bir komutun daha tam duruma getirildiği bir montaj hattıyla karşılaştırılabilir.
Bununla birlikte, boruhatlama, bir evvelki işlemin sonucuna bir sonraki işlemi tamamlamak için gereksinme olduğu bir durumun olasılığını getirmektedir; böyle bir duruma çoğu kez veriye bağımlılık çatışması denmektedir. Bununla başa çıkılması için, bu türden koşullar için varlığını kontrol etmek için ek dikkat gösterilmesi gerekmekte ve bu çatışma meydana geldiği takdirde komut boruhattının bir kısmı gecikmektedir. Doğal olarak, bunu gerçekleştirilmesi ek devre donanımını gerektirmekte ve böylece boruhatlı işlemciler skalar altı işlemcilerden çok daha karmaşık (her ne kadar bu pek önemli değilse de) olmaktadırlar. Boruhatlı işlemciler hemen hemen skalar olabilir ve sadece boruhattı durmasıyla (bir aşamada bir saatten fazla çevrim harcanmasına neden olan komut) engellenebilir.
Performans.
Bir işlemcinin performansı ve hızı, o işlemcinin saat vurum sıklığına ve saniye başına komut (IPS) sayısına bağlıdır. Saniye başına komut sayısı arttıkça işlemcinin performansı ve hızı da artar. Ayrıca çok çekirdekli işlemcilerden daha fazla performans elde edilir.
Birçok bildirilmiş IPS değerleri birkaç şubesi bulunan yapay talimat dizilerinde zirve yürütme oranları temsil etmiştir, oysa gerçekçi iş yükleri bazıları diğerlerinden daha uzun çalıştırmak için karıştırılmış talimatları ve uygulamaları içerir. Bellek hiyerarşisi performansı MIPS hesaplamalarında ancak dikkate alınan bir sorun olan işlemci performansını oldukça etkiler. Bu problemlerden ötürü, SPECint gibi çeşitli standartlaşmış testler yaygın olarak kullanılan uygulamalar reel efektif performansını ölçmek girişimi için geliştirilmiştir.
CPU ve RAM Bir bilgisayarın işlem performansı çok çekirdekli işlemci (iki ya da daha çok işlemcinin bir bütünleşmiş devrede birleştirilmesi) kullanılarak arttırılabilir. Çift çekirdekli bir işlemci tek çekirdekli bir işlemcinin neredeyse iki katı kadar güçlü olur. Ancak pratikte güç kazancı kusurlu yazılım algoritmaları ve uygulamaları nedeniyle yüzde elli civarındadır.
Çekirdek Sayısı ile İş Parçacığı Sayısının Karıştırılması.
Çekirdek sayısı; tek bir bilgi işlem bileşenindeki (yonga ya da çip) bağımsız merkezî işlem birimi sayısını belirten donanım terimidir. İş parçacığı sayısı ile karıştırılmaktadır. Bazen pazarlamacılar tek çekirdekli iki iş parçacıklı işlemcileri "çift çekirdekli" diye tanıtabilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13035",
"len_data": 27582,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.97
}
|
Ütopya, Thomas More tarafından yazılan, Yunanca “olmayan yer” sözcüğünden "yaratılmış" kelime ile aynı ismi taşıyan kitap. İki bölümden/kitaptan oluşur. Birinci kitap, "Konsey Diyaloğu" ve ikinci kitap, "Ütopya Üzerine Söylev" başlıklarını içerir. Kurgusal bir ada devletindeki ideal toplumsal yaşam düzenini konu alır.
More, Antik Yunanca'da "yer" anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen ""eu" ve yok anlamına gelen "ou" takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirmiş, böylece aynı anda "iyi yer" ve "yok yer", yani "olmayan yer" anlamını taşıyan bir tür cinas yapmıştır.
More'un 1516'da yazdığı kitap, var olmayan bir kurgusal adada geçmektedir. Kitabın tam adı, "De optimo rei publicae statu deque nova insula Utopia"", "bir cumhuriyetin en iyi devleti ve yeni ada Ütopyası" olarak çevrilebilir. More kitabında Ütopyalıları ve onların sosyal, siyasal ve ekonomik yönleriyle yaşam biçimlerini anlatarak, döneminin İngiltere'sine bir eleştiri getirir. "Ütopya", Avrupa'daki insanların ne kadar dürüst olduğuna dair hicivli eleştiriler ve pek çok şaka da içerir, ancak bunlar genellikle "Ütopyada yaşayanların basit, karmaşık olmayan hayatıyla tezat oluşturur.
Kitap, başta Platon'un “"Devlet"” eseri olmak üzere çeşitli antik dönem düşünürlerinden ve Hristiyanlık içi tartışmalardan esinlenilerek yazılmıştır ancak onların taklidi ya da tekrarından ibaret değildir. Üslubu ve içeriği, farklı akademik disiplinlere mensup akademisyenler arasında tartışılmış ve kitabın içindeki çok katmanlı göndermeler ve mesajlar farklı şekillerde ele alınmıştır.
Thomas More'un Latince kaleme aldığı eser ilk olarak Almancaya çevrildi. İlk İngilizce çevirisi ise 1551 yılında Ralph Robinson tarafından yapıldı. Bazı eksiklikleri olsa da bu çeviri eserin en başarılı çevirisi olarak kabul edilir.
Türkçede çevirileri.
"Ütopya"nın Türkçeye birçok farklı çevirisi mevcuttur. Türkçeye ilk çeviri, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ve Mîna Urgan tarafından İngilizceden yapıldı ve 1964'te Mina Urgan'ın 48 sayfalık önsözü ile Çan Yayınları'ndan çıktı. Bu çeviri daha sonraki yıllarda İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmaya devam etti; 2010 yılındaki 11. baskısında, Mina Urgan'ın "Thomas More’un Yaşamı ve Utopia’nın İncelenmesi" başlıklı 135 sayfalık bir yazısı yer aldı. Latince aslından Çiğdem Dürüşken tarafından yapılan çevirisi Nisan 2009'da Kabalcı Yayınları tarafından yayımlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13038",
"len_data": 2398,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Deliliğe Övgü (Özgün adıyla: "Morias enkomion seu laus stultitiae"), Erasmus'un canlılığını, geçerliliğini ve çekiciliğini günümüze kadar değişmeden koruyabilmiş tek yapıtıdır. Bu küçük kitabın taslağını 1509 yazında, İtalya’dan İngiltere’ye yaptığı yolculuk sırasında çıkaran Erasmus, yazma işini İngiltere’de, dostu Thomas More’un evine vardıktan kısa bir süre sonra gerçekleştirdi; kitabı da Thomas More’a adadı. Yapıtını birkaç gün gibi kısacık bir sürede tamamlayan Erasmus, bu arada hiçbir kitaptan yararlanmadı.
Gülmece türündeki yapıta egemen olan iki temel görüş vardır. Bunlardan birine göre gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. İnsana yeryüzünde yaşama gücü kazandıran şey, gerçek bilgelik olma niteliğiyle doğrudan doğruya deliliğin kendisidir. Kitapta delilik (stultitia), kendi kendisine övgüler düzer; bu arada çocuklukta ve yaşlılıkta, aşkta, evlilikte ve dostlukta, politikada ve savaşta, yazında ve bilimde deliliğin nasıl her zaman egemen olduğu gösterilir. Tüm uğraş alanları, bu arada özellikle din kurumu ve din adamları bu panorama çerçevesinde sergilenir. Deliliği konuşturma kisvesi altında Erasmus, çağının kilisesine ve o kilisenin mensuplarına en acımasız eleştirileri yöneltir. Bu niteliğiyle “Deliliğe Övgü” çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri olmuştur. Yapıtın yazılışını izleyen sonraki yüzyıllarda -haklı olarak- düşünce düzeyindeki bağnazlığın her türlüsüne yönelen bir eleştiri diye yorumlanması, belki de bugüne değin koruduğu kalıcılığın baş nedenidir.
Yazınsal açıdan “Deliliğe Övgü”, Latin ozanı Horatius'un “Hakikati Gülerek Söylemek” ilkesinin belki de en yetkin örneğidir. Biçim açısından Erasmus, yapıtını kaleme alırken daha önce yapıtlarını çevirdiği Lukianos ve Libanios'tan da esinlenmiştir.
Rönesans ressamlarından Hans Holbein, Erasmus'un pek çok portresini yaptığı gibi, Deliliğe Övgü'yü de resimlemiştir. Bu yapıtların bir kısmı Basel, bir kısmı da Louvre Müzesi'ndedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13039",
"len_data": 2027,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.87
}
|
Sürüngenler (), omurgalıların soğukkanlı, yumurtlayarak çoğalan, büyük bir sınıftır. Basitçe yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar, timsahlar ve tuataralardan oluşur.
Değişkensıcaklı (heterotermi veya soğukkanlı) omurgalılardan olan sürüngenler, evrimsel olarak amfibiyenlerle sabitsıcaklı (homeotermi veya sıcakkanlı) hayvanlar (kuşlar ve memeliler) arasındaki geçiş sürecini ve denizden karaya kalıcı geçişi temsil ederler. Vücutlarının pul ya da benzer levhalarla kaplı olması nem kaybını en az düzeyde tutmalarını sağlar, bu sayede kurak ortamlara oldukça iyi uyum sağlarlar.
Vücut sıcaklıklarını sabit tutacak metabolizmik mekanizmalara sahip olmadıkları için, vücut ısıları dış ortamın ısısına bağlı olarak değişkendir. Bu nedenle; sürüngen türlerinin çok büyük bir kısmı dünyanın ılıman iklim kuşaklarında yaşamlarını sürdürür, dolayısıyla daha çok yazın görünürler. Aynı nedenle kasları enerji tasarrufu yapar. Kaslarının güç potansiyeli memelilere oranla 4, kuşlara oranla 2 kat daha fazladır.
Tümü akciğerleriyle solunum yapan sürüngenler, yumurtlayarak ürerler. Bazı türlerde yavruların yumurtadan çıkması, dişinin içinde gerçekleşir.
En eski sürüngen fosillerine Karbonifer döneme tarihlenen kayaçlarda rastlanır. Karbonifer Dönemi izleyen Permiyen Dönem ve tüm Mezozoik Zaman boyunca, tür çeşitliliği yönünden hızlı bir evrimleşme göstermişler, Mezozoik Zaman'da karalardaki hakim türleri oluşturmuşlardır. Kretase Döneminin sonunda gerçekleşen (65 milyon yıl önce) Kretase-Tersiyer yok oluşu sonucunda sürüngen türlerinin büyük bir bölümü yok olmuşsa da Senozoyik'te yeniden çeşitlenmişlerdir. Günümüzde yaklaşık 10.000 kadar sürüngen türü yaşamaktadır – tür sayısı, diğer kara omurgalılarından memeliler ve amfibiyenlere göre (her ikisi de yaklaşık 6000 tür içerir) fazla olup, kuşlarla yaklaşık olarak aynıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13115",
"len_data": 1827,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.13
}
|
Bayağı engerek ("Vipera berus"), engerekgiller (Viperidae) familyasından Avrupa ve Asya'da geniş bir dağılım gösteren zehirli bir engerek türü.
Avrupa'da bayağı engereğin dağılımı Kuzey Kutup dairesine kadar ulaşabilir. Yaklaşık 80 cm uzunluğunda, kalın gövdeli ve genellikle boz renkte; sırtında zikzaklı kara bir bant uzanır, yanlarında da kara lekeler bulunur. Isırığı ender olarak insanı öldürür.
Türkiye'de bir alttürü olan Baran engereği yaşamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13119",
"len_data": 457,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Hicrî takvim (; "at-taqwīm al-hijrī"), İslami, Müslüman ya da Arap takvimi, 1 yılı 354 ya da 355 gün olan ve 12 kamerî aydan oluşan, İslam peygamberi Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretini başlangıç yılı (1. yıl) kabul eden ve Ay'ın Dünya çevresinde dolanımını esas alan bir takvim sistemidir. Hicretin, Muharrem ayı yani takvimin başlangıç günü ya da ayıyla bir ilgisi yoktur.
Tarihçe.
Hicrî takvim, Ömer'in halifeliği zamanında hicretten 17 sene sonra, Milâdî 639'da, toplanan bir meclis tarafından Ali'nin önerisiyle, Hicretin gerçekleştiği yıl 1 kabul edilerek oluşturulmuştur. Bundan önce yıllar rakamla değil o yıl gerçekleşen önemli olayların isimleriyle anılmakta idi. Örneğin: Fil senesi, Fil senesinden iki sonraki sene, Kabe'nin tamirinin yapıldığı tamir senesi, sel senesi gibi.
Hicri takvim, Hicrî Şemsî takvim ve Hicrî Kamerî takvim olmak üzere ikiye ayrılır.
"Haram ayları" yani hürmet ayları, İslam öncesi Arap toplumunda kullanılan ay adlarına göre savaşmanın yasak kabul edildiği Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb aylarıdır. Müslümanlar ayların isimleri için İslam öncesi dönemde kullanılan isimleri kullanmaya devam etmişlerdir. Bunlardan ilk 3'ü ardışık, Recep ise ayrı bir ay idi.
İslam öncesi dönemde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı. Bu aylarda panayırlar kurulur, uzak yakın bölgelerden hacılar büyük bir güvenlik içerisinde bu panayırlara gelir ve tüccar malını hacılara satar, şiir yarışmaları yapılırdı. Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için "Ficâr savaşları" denirdi.
İslam öncesi Arap toplumunda Kamerî takvime 3 yılda bir 1 ay eklenerek ayların yerleri sabitlenir, aylar hicrî takvimde olduğu gibi yılın mevsimleri arasında dolaşmaz, en fazla 1 aylık oynamalar olurdu. Bu duruma nesi ismi verilirdi. İslam Ansiklopedisi'ne göre nesi uygulaması genel gözlemde olduğu gibi sabit bir takvim oluşturmak amacıyla değil, hac ve hac ile bağlantılı panayırların yılın belirli ve uygun bir mevsiminde icra edilmesi amacını taşımaktaydı.
İslam'da da haram aylar korunmuş ve Hac haram aylardan olan Zilhicce ayında yapılmıştır. Kuran'a göre nesi uygulaması haram ayı helal sayıp savaşa ve yağmaya devam edebilmek için yapılan bir hile idi. Ömer zamanında hicri takvime geçilmesi ve nesi uygulamasına da son verilmesi ile İslam'da kutsal aylar (recep, şaban, ramazan, muharrem gibi) her yıl 11 gün önce gelerek yılın her mevsimine uğramaktadır.
Kuran'da haram aylardan bahsedilir:
Aylar.
Hicri takvimde 12 ay bulunmaktadır. Hicri takvimi ayın döngüsüne göre hesaplandığı için, güneş döngüsüne bağlı Milâdî takvimden yaklaşık 10 gün kısadır. Bu da yıllar geçtikçe Hicri takvimin farklı mevsimlere rast gelmesine neden olmaktadır. Bîrûnî ve Ali b. Hüseyin Mes'ûdî İslam öncesi Arapların ve Müslümanların aynı ay isimlerini kullandıklarını ifade etmişlerdir.
Hicri Şemsi takvim.
Hicrî Şemsî takvim, miladı 20 Eylül 622 olan ve Dünya'nın Güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvimdir. Osmanlı Devleti'nde bu takvime Rûmî takvim adı veriliyordu. Aralarındaki fark milatlarının farklı olmasıdır.
Hicri Kameri takvim.
Hicrî Kamerî takvim, miladı 16 Temmuz 622 olan ve Ay'ın Dünya etrafındaki dolanımını esas alan takvimdir. "Hicri takvim" tabiriyle daha çok bu takvim kastedilir. Bu takvim çeşidinde Miladi takvimle arasındaki fark sabit değildir. Bu fark yaklaşık olarak 35 yılda 1 yıl etmektedir. Bu hesapla Hicri takvim, Miladi takvimini 20874 yılının 5. ayında geçecek.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13121",
"len_data": 3462,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.99
}
|
Isırgan ("Urtica"), Isırgangiller (Urticaceae) familyasının "Urtica" cinsinden Mayıs-Ağustos ayları arasında çiçek açan, bir yıllık veya çok yıllık bir evcikli otsu bitki türlerinin ortak adı.
Gövdeleri dik, 4 köşemsi, basit veya tabandan itibaren dallanmıştır. Üzerinde yakıcı tüyleri bulunur. Yapraklar saplı, oval şekilli ve dişli kenarlı, üst tarafı koyu yeşil renkli ve parlak olup, yakıcı tüylerle kaplıdır. Erkek ve dişi çiçekler bir arada olmak üzere yaprakların koltuğunda uzunca saplı küçük durumlar teşkil ederler. Çiçek örtüsü 4 parçalıdır. Meyveleri esmer renkte ve fındıksıdır. Tohum, yağ ihtiva eden bir besi dokuya sahiptir.
Isırgan bitkisinin geleneksel ve güncel kullanılışı; topraküstü kısımları (herba), taşıdığı flavonoit bileşikler, mineral maddeler ve lutein vb karotenoit bileşikler nedeniyle diüretik etkisi dolayısıyladır. Diüretik etkisi nedeniyle; zayıflama çaylarının, idrar yollarını yıkamaya ve romatizmal ödemlerin boşaltılmasına yönelik çayların ve bitkisel ilaçların bileşimine girmektedir.
Taşıdığı emergenz tüyler, bitkiye dokununca başı kırılır ve içindeki formik asit, histamin gibi maddeler, cilde değen yerde kaşıntı ve kızarıklık yapar, bu nedenle Türkçede ısırgan denmektedir.
Yeşil tonlarda boya elde etmek için kullanılır.
Yaprakların ve sapların çoğu gövdenin karşılıklı kenarları boyunca dizilmiştir. Yaprak kanatları eliptik, mızrak şeklinde, oval veya daireseldir. Yaprak ayalarında genellikle üç ila beş, nadiren yedi damar bulunur. Yaprak kenarları genellikle tırtıklı ya da az çok kaba dişlidir. Çoğunlukla kalıcı olan brakteler serbest ya da birbirine kaynaşmış durumdadır. Sistolitler az ya da çok yuvarlak olacak şekilde uzamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13125",
"len_data": 1685,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.77
}
|
The Doors 1965 yılında Los Angeles, Kaliforniya'da kurulmuş Amerikalı Rock grubu.
Genel bakış.
1965'te başlayan ve 1971'de Jim Morrison'ın ölümüyle sona eren asıl süreçte etkileyici ve şiirsel şarkı sözleri, iyi düzenlenmiş müziğiyle öne çıkmış, bir kuşağın en önemli gruplarından biri olarak kabul edilir.
"Break on Through (to the Other Side),", "L.A. Woman," "The End," "The Crystal Ship", "Light My Fire" genelde en iyi bilinen ve birer klasik haline gelmiş parçalarıdır. Özellikle yaklaşık 12 dakikalık "The End" grubun en sarsıcı parçalarından biri olarak kabul edilmektedir. Ayrıca "Light My Fire" için grubun güzel fakat üstüne en yapışmış parçasıdır demek de yanlış olmaz. Doors grubunun adı Aldous Huxley'in meskalin adlı uyuşturucu bir maddeyle yaşadığı gerçek deneyimlerini anlattığı Algı Kapıları (Doors of Perception) isimli kitaptan esinlenerek konmuştur.
Geçmişi.
1965-1971.
Jim Morrison çocuk yaşta ailesiyle beraber bir seyahatte bir kazaya tanık olur. O kazada ölen kızılderili şamanının ruhunun kendi ruhuna karıştığını ve çok küçük yaşta ölümü tanıdığını söyler.
Doors grubu 1965 yılında UCLA (Kaliforniya Üniversitesi-Los Angeles) sinema öğrencileri Jim (James Douglas) Morrison ve Ray Manzarek tarafından kuruldu. Morrison okulu bırakarak ortadan kayboldu ve Ray Manzarek'le şans eseri Venice, Los Angeles'ta karşılaştılar. Morrison'ın bu karşılaşma sırasında ilk kez Ray'e okuduğu "Moonlight Drive" adlı parça grubun kurulmasına vesile olmuştur. Jim'den etkilenen Ray, o sıralardaki grubu "Rick and The Ravens"'tan ayrılıp; Robby Krieger ve John Densmore adında önceden tanıdığı arkadaşlarını da yanlarına katarak grubu kurmuştur. Jim Morrison'a daha sonra hayranları Lizard King (Kertenkele Kral) ismini taktı ve birçok konserinde söylediği I'm a lizard king I can do anything (Ben kertenkele kralım ve her şeyi yapabilirim) sözü ile özdeşleşti.
New Haven Olayı.
Jim Morrison 2 kez tutuklanmıştır. Bu tutuklanmanın ilki New Heaven'da bir konserde gerçekleşmiştir. Sahne arkasında bir kadınla zorla ilişkiye girmek isterken polis memurunun bunu duyması üzerine sahnedeyken tutuklanır ve hayranları orada bir ayaklanma başlatır. Kendisi hiçbir zaman suçlu olduğunu kabul etmemiştir ve "Peace Frog" şarkısında bu olaydan bahsetmektedir; "blood in the streets in the town of New Haven". Bu suç siciline işlenmiştir.
Miami Olayı.
Miami de bir konserdeyken hayranları onu istemeyerek şarkı söylemekten ve bir anda bağırmasından dolayı yuhalamaya başlamıştır. Jim Morrison konserden önce çok içki içmiştir, sarhoştur ve seyircilere hakaret etmeye başlar. Daha sonra seyircileri soyunmakla tehdit eder, fakat soyunmaz, ilerleyen dakikalarda polisler sahneye çıkıp Jim Morrison'ı tutuklarlar ve onu soyunmakla suçlarlar. Bu olayların ardından The Doors'un 21 eyalette sahneye çıkması yasaklanır ve 6 ay hapis cezası istemiyle yargılanır ve suçlu bulunur. Fakat Morrison cezaya itiraz eder ve dava sonucunu beklerken çok sevdiği Paris'e gider.
Ölüm.
Paris'te davasını beklerken Jim Morrison yine sarhoştur ve 3 Temmuz 1971'de otel odasında küvette ölü bulunur. Kalp krizi teşhisi konulur. Öldüğünde 27 yaşındadır. Uyuşturucudan öldüğü iddia edilir ama vücudunda uyuşturucuya rastlanmaz. Mezarı Paris, Pere Lachaise mezarlığındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13130",
"len_data": 3246,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.27
}
|
Osmanlı alfabesi (Osmanlı Türkçesi: الفبا "elifbâ"), 1928'de Latin tabanlı Türk alfabesi kabul edilinceye dek Osmanlı Türkçesini yazmak için kullanılmış bir Fars-Arap alfabesi uyarlamasıdır.
Batı Türkçesi adını verilen Oğuzca; Osmanlı Türkçesi-Azerbaycan Türkçesi ile birlikte olan müşterek devresini, hemen hemen 15. yüzyılın ortalarına kadar sürdürür. Ancak bu zamandan sonradır ki, Selçuklular devrinin sonunda yer alan ve Eski Anadolu Türkçesi adı ile anılan her iki ağzın müşterek oldukları zaman görülen bazı ayrılıkların bir kısmı Osmanlı, bir kısmı da Azericede umumîleşerek 16. yüzyıldan başlamak üzere iki ağzın kesin çizgilerle ayrılmasına sebep olur. Bunun yanında her iki şivenin komşularından alınan sözcükleri, Arapça ve Farsça olanlar hariç, Azerbaycan ve Osmanlı Türkçelerinde anlaşmadan çıkacak, ikinci bir ayrılığı ortaya çıkarır.
Harfler.
Elif ortada ve sonda A olarak okunur. başta A veya E olarak okunur. Vav harfi ortada ve sonda o, u, ü, ö sesleri vermek için kullanılır. Bazen de V olarak kullanıldığı olur. Güzel he sözcük içinde E harfi vermek için ve de he sesi almak için kullanılır. Sözcüğe ı, i ile başlanacaksa,
elif ve Ye harfini yan yana getirilerek ı, i sesi alınır.
Latinizasyon (romanizasyon).
Latinizasyon genel olarak Latin alfabesi dışındaki ses sistemlerinin Latin Alfabesine çevrilmesini ifade eder.
Başka bir versiyon ise şu şekildedir:
Yazı biçimleri.
El yazması eserleri el yazısıyla çoğaltan kimselere "müstensih", bir hattat öğretmenin, aynısını yazmaları için öğrencilerine verdiği yazı örneği'ne de "meşk" denilir. Arap alfabesinden geliştirilen, Osmanlı Türkçesinde kullanılan yazı biçemleri:
Dîvânî.
Dîvânî, sülüs ve tâlik ("ta'lik") yazı şekillerini içerir. 16. yüzyılda farklı büyüklükte "celî dîvânî" adında idari işlerde ve Osmanlı İmparatorluğunda resmi yazışmalarda kullanılmıştır. 18. yüzyılda basitleştirilmiş ve ("kırması dîvânî ") geliştirilmiş ve Osmanlı Saltanatının sonuna dek saray'da kullanılmıştır. Bir bakıma tevki e, bir bakıma ta'like benzeyen son derece hareketli, karmaşık, özel bir yazı türü. ("Fatih döneminde belirmiş, Yavuz döneminde gelişmiştir. Yalnız buyrultularda kullanılır.")
Dîvânî el yazısı kendi altında ikiye ayrılır:
Muhakkak.
(Arapça: محقق) Arap alfabesinde geliştirilen, sülüs yazının yatkın ve yatay bölümleri daha uzun olan türüne verilen ad. Önceleri sadece çok az levhalarda ve bazı besmelelerde ve Muhammed bin Abdullah isminin yazımında kullanılmış, fakat 16. yüzyıldan sonra pek az kullanılmıştır.
Nesih.
Arap alfabesinde geliştirilen, özellikle Osmanlılar tarafından yazmalarda kullanılan, yumuşak, köşeleri yuvarlaklaşmış, işlek bir yazı türü. dür. (Arapça: نسخ, "nasakha", "naskh") de denilen yazı şekli 1928 yılına kadar daha çok Kur'an ve ilmî eserlerin çoğaltılmasında kullanılmıştır.
Rik'a.
(Arapça: الرقعة) Arap alfabesinde geliştirilen, Nesih'in dendansız, yuvarlak ve kıvrak bir türüne verilen isim olup, Osmanlı İmparatorluğunda kullanılan günlük basit el yazısı biçimidir. Onaylar genellikle rika ile yazılmıştır.
Tevki.
(Arapça: توقِ) Arap alfabesinde geliştirilen, sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir yazı biçimidir. Resmî belgelerde kullanılmıştır. Kelime anlamı "1. Padişah buyruklarına çekilen tuğra.
2. Bu tuğrayı taşıyan buyruk" şeklindedir.
Ta'lik.
Arap alfabesinde geliştirilen, sülüsün sağdan sola doğru yatık olarak yazılan yazı türlerinden biridir. Tüm harfleri yuvarlağımsı olan bu yazı biçimi, İran'da geliştirilmiş, bir santim veya daha fazla genişlikte kalemle yazılmış olanına da "celi ta'lik" adı verilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13134",
"len_data": 3540,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
John von Neumann (28 Aralık 1903 - 8 Şubat 1957), Macar-Amerikalı matematikçi ve bilgisayar bilimcisi.
Biyografi.
Yahudi bir ailenin çocuğu olan Neumann 1921 yılından 1923 yılına kadar Berlin Üniversitesinde kimya tahsili gördü. İki yıl sonra İsviçre'de Teknik Yüksek Okulu'ndan kimya mühendisliği diploması aldı. Nihayet 1926 yılında Budapeşte Üniversitesi'nden matematik doktorası aldı. Budapeşte'deki çalışmalarını bitirir bitirmez, genç matematikçiye Göttingen Üniversitesi'nde Rockefeller bursu verilmişti. Burada, 23 yaşındayken ilk şaheser eseri "Kuantum Mekaniğinin Matematik Temelleri"ni yayınladı.
Bu eser bütün atom ve Çekirdek fiziğinin üzerine kurulduğu "Kuantum alan kuramı" anlayışı için çok önemliydi. Gene o yıllarda von Neumann Berlin Üniversitesi'nde ilk öğretim üyeliğini kabul etti.
"John von Neumann" Berlin'de iken poker oyununu incelemeye başladı. Özellikle bu oyun onun ilgisini çekmişti, çünkü bu oyunla sadece şans faktörü değil aynı zamanda oyuncunun strateji meselesi de işe karışıyordu. Böyle bir oyun matematik terimleriyle tarif edilebilir miydi? Genç matematikçi işe girişti! Birkaç ay içinde matematik incelemelerine yeni bir saha getiren "Oyunlar Teorisi"ni geliştirdi. Bu yaklaşımı sadece şans ve strateji oyunlarına değil, aynı zamanda ekonomi, askeri strateji ve sosyoloji gibi önemli alanlara da uygulandı. "Oyunlar teorisi" Von Neumann yalnızca yirmi beş yaşında iken, matematiksel bir sanat eseri olarak kabul edildi. 1930 yılında Princeton'un bir yıllık ders teklifini kabul etti ve 1931 yılında burada kalmaya karar verdi. Burada da Berlin'de olduğu gibi farklı öğretim metotları ile öğrenci ve profesörlerin ilgisini çekmiştir. 1933 yılında von Neumann, Princeton'da araştırmacılar için yeni açılan uluslararası bir merkez olan İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde profesör olması çağrısı aldı. Orada birkaç yıl matematik araştırmalarına derinlemesine daldı.
2. Dünya savaşına uzanan yıllarda ve savaş süresince von Neumann, askeriye için çalışmıştır. Kendisi burada askeriye için ilk elektronik hesaplayıcı olan "ENIAC" ı 1945'te savaş sona erene kadar tamamlamıştı. Ayrıca burada 1957'de kanserden ölümüne sebep olan radyasyon hastalığı ile temas ettiği tahmin ediliyor. Savaştan sonra bir matematikçi (kendi türü bir matematikçi) olarak sürdürmeye devam etti.
Uzun araştırmalar sonucu onun harika makinesi "MANIAC" (Matematiksel Analizci, Nümerik Integralci ve Computer), insanların hizmetine hazırdı. Öyle ki bu makine önceleri birkaç yıl alan bir problemi bir saatte tamamlayabiliyordu. "NORC" (Noval Ordinanse Research Computer - Askeri Düzeni Araştırma Bilgisayarı) von Neumann 'ın ikinci bilgisayarıydı. Bu hünerli makine yirmidört saatlik bir hava tahminini birkaç dakikalık zamanda verebiliyor, yerkürenin özü hakkında bilgi kaydedebiliyordu. Atlantik ve Pasifik Okyanusları'nın med ve cezir hareketlerini hesaplayabiliyor ve askeri manevra problemlerini çözebiliyordu. 1953 yılında, Amerikan güdümlü mermi programının fizibilitesini araştıran bilim adamları ve askeri liderler komisyonuna başkan atandı. Onun başkanlığında "Kıtalararası Balistik Mermi" (ICBM) projesi üzerinde çalışmaya başladı.
1954 yılında von Neumann en büyük düzeyde olan Atom Enerjisi Komisyonu 'na atandı ve burada hücre otomata teorisi üzerine kanserden öldüğü 1957 yılına değin çalışmalarına devam ederek miras olarak geriye bugün hayatımızın ihtiyaçlarını karşılayan teorileri ve kavramları bıraktı. Von Neumann'ın olağanüstü başarıları yeniden gözden geçirilirse, bunların insan aklının ürünü olduğuna inanmak imkânsız gibi görünür. Fizikçi Hans Bethe'nin sözleri Von Neumann'ın dehasını belki de en iyi biçimde açıklar. Şöyle yazmıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13135",
"len_data": 3665,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.67
}
|
Oluşum.
Boksit için çok sayıda sınıflandırma şeması önerilmiş ama 1982'den beri bir fikir birliği sağlanamamıştır.
Vadász (1951), lateritik boksitlerini (silikat boksitleri) karst boksit cevherlerinden (karbonat boksitleri) ayırdı:
Karbonat boksitleri çoğunlukla Avrupa, Guyana, Surinam ve Jamaika'da lateritik ayrışma ve ara katman kil katmanlarının (kimyasal ayrışmasında çevredeki kireçtaşları yavaş yavaş çözündükçe toplanan dağınık killer) kalıntı birikimi ile oluştuğu karbonat kayalarının (kireçtaşı ve dolomit) üzerinde bulunur.
Jamaika örneğinde, toprakların yakın tarihli analizi çok miktarda kadmiyum gösterdi; bu ise Orta Amerika'daki boksitin önemli volkanizma bölümlerinden olan son Miyosen kül yataklarından kaynaklandığını düşündürür.
Yapısı.
Genellikle oolitik, masif, toprağımsı ve kil hâlinde bulunur. Diyasporit, alümin, demir ve manganez hidroksitleri ve hidrarjirit gibi minerallerin karışımından oluşmuştur.
Beyaz, gri ve muhtelif sarı renklerde olabilir. Çizgi rengi de muhtelif renklerdedir.
Kristal sistemi.
Bir karışım minerali olup amorf yapıdadır.
Kullanım yeri.
Alüminyum elde edilmesinde ve elektrik oluşumunda kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13159",
"len_data": 1153,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.52
}
|
Uranyum, radyoaktif bir kimyasal elementtir. Simgesi "U"dur. 1789 yılında Martin Heinrich Klaaproth tarafından keşfedilmiş ve 1841 yılında Eugene-Melchior Peligot tarafından izole edilmiştir. Uranyum ilk zamanda radyoaktivite ile ilgili fazla bilgi sahibi olunmadığından diğer elementler gibi zannedilse de, 1896 yılında bilim tarihinin önemli isimlerinden olan Dimitri Mendeleyev'in çalışmalarıyla radyoaktif bir element olduğu ispatlanmıştır.
Uranyum, cama katıldığı zaman ilginç sarı-yeşil bir renk verir. yüksek radyoaktif elementtir. Yüksek yoğunluğa sahiptir. Çelikten daha yumuşaktır. Kurşundan %65 daha yoğundur. 3 tane allotropu vardır. Kolayca yükseltgenir ve ısıtıldığında yanar. Klor, kükürt ve azotla az ya da çok kolay bileşir; karbonla uranyum karbürü (UC2), uranyum karbür de suyla bozularak hidrojen ve hidrokarbonları verir. Uranyum metali, hidroklorik asit ve sülfürik asit içinde kolayca çözünerek dört değerli uranyum tuzlarını oluşturur; nitrik asit içinde dinginleşir.
Uranyum mineralleri, uraninit, autinit, tobernit, koffinittir. Minerallerde bulunan uranyum kimyasal reaksiyonlar sonucunda uranyum okside veya diğer formlarına dönüştürülür. Metal olarak uranyum, KUF5 ve UF4 bileşiklerinin elektrolizi ile elde edilir.
Çok saf uranyum ise halojenlerinin termal yanması ile elde edilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13160",
"len_data": 1311,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.87
}
|
İstanbul'un Fethi, Kostantiniyye'nin Fethi veya Konstantinopolis'in Düşüşü (), 6 Nisan – 29 Mayıs 1453 tarihleri arasında, 53 gün süren yoğun bir kuşatmanın sonucunda Osmanlı padişahı II. Mehmed komutasındaki Osmanlı ordusunun Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olan Konstantinopolis'i ele geçirmesidir. Olayın sonucunda, bin yılı aşkın bir süredir varlığını sürdürmüş olan Doğu Roma İmparatorluğu yıkılmış ve Osmanlı Devleti bir imparatorluk hâline gelmiştir. Bu fetih, bazı modern tarihçiler tarafından Orta Çağ'ı sona erdirip Yeni Çağ'ı başlatan olaylardan biri kabul edilmektedir.
İstanbul, jeopolitik konumu nedeniyle daha önce de defalarca kuşatılmıştı. 7. ve 8. yüzyıllarda Emevîler ve Abbâsîler tarafından kuşatıldı, ancak başarısız olundu. 1204 yılında, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Haçlılar, İstanbul'u kuşatıp zapt ettiler. Klasik Antik Çağ ve Orta Çağ'ın kültür hazineleriyle dolu olan şehri yakıp yok eden Haçlılar; 1204'te, kendi Orta Çağ ve Katolik inançlarına uyan Latin İmparatorluğu'nu kurdular ve Bizans İmparatorluğu'nun parçalanmasına neden oldular. Haçlıların bu yağmasından kaçan bazı Bizans aileleri, İznik ve Trabzon gibi bölgelere kaçıp orada bağımsız devletler kurdular. Katoliklerin şehirdeki hâkimiyeti, 1261'de İznik imparatoru VIII. Mihail Paleologos'un Konstantinopolis'i geri almasıyla sona erdi. Bu tarihten sonra Bizans İmparatorluğu, Paleologos Hanedanı'nın iktidarlığında varlığını sürdürmeye devam etti.
Osmanlılar da şehri daha önce kuşatmıştı. Orhan Gazi döneminde Matheos Kantakuzinos'un Bizans tahtına geçmesini sağlamışlar ve karşılık olarak da Gelibolu Yarımadası'ndaki Çimpe Kalesi'ni alarak Rumeli'de ilk kez toprak kazanmışlardı. Rumeli'ye geçişle beraber bölgede sınırları genişleyen Osmanlı Devleti, ilk kez I. Bayezid komutasında, 1395 yılında İstanbul'u kuşattı. Bazı kaynaklarda ise 1391 tarihli farklı bir kuşatmadan söz edilmektedir. I. Bayezid'in bu kuşatmasında mancınıklar kullanıldı ve kuşatma üzerine Macar Krallığı, günümüz Bulgaristan topraklarına (Niğbolu civarı) taarruz edince kuşatma sonlandırıldı. Ertesi yıl kuşatma tekrar başladı ve bu sefer I. Bayezid, deniz bağlantısını tümüyle koparmak için Anadolu Hisarı'nı inşa ettirdi. Bizans imparatorunun ateşkes talebi üzerine bu kuşatma da kaldırıldı. 1402 yılındaki Ankara Muharebesi ile beraber Osmanlı Devleti, hükümdarsız bir şekilde 11 yıl sürecek olan Fetret Devri'ne girdi. Bu dönemde, I. Bayezid'in oğullarından olan Musa Çelebi tarafından 1412 yılında İstanbul tekrar kuşatıldı. Musa Çelebi, kargaşanın Bizans yüzünden olduğuna ve bazı rakip şehzadelerin Bizans tarafından desteklendiğine inanıyordu. Ancak rakip şehzadelerden olan kardeşi Mehmed Çelebi'nin harekete geçmesi sebebiyle bu kuşatma da kaldırıldı. İstanbul'un bir diğer kuşatılması ise II. Murad döneminde oldu. Düzmece Mustafa'nın isyanı ile uğraşan II. Murad, Mustafa'ya yardım ettiğine inandığı Bizans'ın üzerine doğru yürüdü ve kuşatma başladı. Bizans imparatoru VIII. İoannis'in, Karadeniz kıyılarında bulunan bazı toprakları ve haraç vermeyi teklif etmesiyle bu kuşatma da kaldırıldı.
II. Mehmed, 1451 yılında 19 yaşında Osmanlı tahtına geçtiğinde etrafı bütünüyle sarılmış olan bir şehirle karşı karşıyaydı. Bizans İmparatorluğu'na savaş açan II. Mehmed, Konstantiniyye'yi almak için harekete geçti. Şehrin kuşatması 6 Nisan 1453 günü başladı ve 53 gün sürdü. Sultan Mehmed, kentin surlarını o zamana dek görülmemiş büyüklükte toplarla dövdü. Şehir, 29 Mayıs 1453 gününün sabah saatlerinde Osmanlı kuvvetleri tarafından ele geçirildi.
Kuşatma öncesi.
Bizans.
Dördüncü Haçlı Seferi'nde zincir kullanan Bizans İmparatorluğu, bu kuşatmada da Haliç'e zincir gerdi. Dövme demirden imal edilen zincir farklı biçimdeki baklalardan oluşmaktaydı. Önceden farklı devletlerin saldırılarına maruz kalan Bizans, zincir kullanımıyla ilgili geçmişteki eksikleri giderebilmişti. 1204 yılındaki Haçlı saldırısında zincirin Galata'da bağlı olduğu kule Haçlılar tarafından ele geçirilmiş ve zincir saf dışı bırakılmıştı. Bundan dolayı Bizanslılar kuleyi güçlendirdi ve etrafını surlarla çevirdi. 1453 yılındaki kuşatma için Bizans donanması takviye edildi, Şubat 1453'te limandaki gemilerin kalması rica edildi fakat birçoğu şehirden kaçtı; sonuç olarak 2 Nisan 1453'te Bartalomeo Soligo tarafından yaptırılan zincir Kastellion ile Eugenios kuleleri arasına çekilerek Haliç kapatıldı ve zincirin arkasında Bizans donanması nöbete başladı. Zincir halkaları aynı değildi, kalınlıkları 1,9 ilâ 6,2 cm arasında değişebilmekteydi.
Bizans'ın bir başka savunma aracı ise grejuva idi. Grejuva, suda sönmüyordu ve hem kara hem deniz savaşında etkin şekilde kullanılacaktı. Fakat Bizans başkenti mezhepsel iç sorunlarla uğraşmaktaydı; 1439 yılında Katolik-Ortodoks kiliselerinin birleşmesi kabul edildi ve olaya Bizans halkı tepki gösterdi. Bazı kaynaklar, halkın "Konstantinopolis'te Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim!" düşüncesini paylaştığını belirtmektedir. İmparator Konstantin'in Avrupalı devletlerden istediği yardımlar da mezhepsel sorunlar sebebiyle aksamaktaydı. Kuşatmadan önce Bizans halkına moral aşılamak için önünde Meryem Ana resmi bulunan bir kafile İstanbul sokaklarında dualar eşliğinde ilerlemeye başladı; resmin yere düşmesi ve ardından yağmur yağması sebebiyle Bizans halkı endişelendi. Halk arasında olumsuz söylentiler dolaştı. Kuşatmadan önce ortalıkta dolaşan bazı kehanet söylentileri şehrin düşeceği yönündeydi; bunun da halk üzerinde olumsuz etki yaptığı düşünülmektedir. Kuşatma esnasında sıkıntı çekilmemesi için erzak, mühimmat depoları takviye edildi; çeşitli ülkelerden gelen askerlerle muhafızların sayısı arttırıldı ve şehir surları güçlendirildi. Papalık tarafından üç kadırgayla beraber 200 asker ve mühimmat gönderildi, 30 geminin ise sefer için hazırlanmakta olduğu bildirildi. Ocak 1453'te iki gemiyle beraber Cenevizli komutan Giovanni Giustiniani komutasındaki 700 askerle yardıma geldi. İmparator Konstantin tarafından Guistiniani başkomutan olarak atandı. Muharebe Bizans zaferiyle sonuçlanırsa Giustiniani'ye Limni adası verilecekti.
Bizans'ın savunma planında ana unsur İstanbul surları idi. İlk olarak 410-442 yılları arasında, 1400 hektarlık alanı kapsayacak şekilde 19 kilometre uzunluğunda Konstantin surları inşa edilmişti. Nüfusun artmasına bağlı olarak II. Theodosius, yaklaşık 1400 metre açığa yeni surlar inşa ettirdi. Bu surların yüksekliği 11 metre, genişliği ise 4,8 metre idi. Surlar tek sıradan oluşmuyordu, ana surun 14,5 metre önünde 8 metre yükseklikte ön surlar bulunuyordu. Bu surların genişliği ise 0,5 ila 1,5 metre arasında değişmektedir. Ön surların da önü tahminen 1000'li yıllarda yapılan çalışmalarla 18 metre genişlikteki hendeklerle çevrilmişti. İstanbul surları sadece karadan gelebilecek taarruza karşı tasarlanmamıştı; kentin deniz kıyısı da bütünüyle surlarla çevriliydi. Günümüzde Sarayburnu olarak bilinen bölge bütünüyle denizden izole edilmişti. 8,5 kilometre uzunluktaki deniz surları yine II. Theodosius tarafından yaptırılmıştı. 36 kapısı, 101 kulesi ve 27 burcu bulunmaktaydı. Haliç kıyısını ören Galata surlarının yapımı ise 439'da başlamıştı. 5,2 kilometre uzunluğa sahip bu surlar 2 ilâ 3 metre genişlikteydi ve 20 kapısı, 172 kulesi bulunmaktaydı. Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin bulunduğu yerde de bir iç kale bulunuyordu. XIV. yüzyılda yaşanan Bizans-Ceneviz Savaşı sebebiyle Galata surlarının da önü hendeklerle çevrilmiştir. İstanbul'un su sistemi de geliştirilmişti. Yaklaşık 250 kilometre uzaklıktaki Yıldız Dağlarından, civardaki derelerden kemerlerle su getirilmekteydi. Getirilen sular, sarnıçlara aktarılmaktaydı.
Osmanlı.
1444'te tahtından feragat eden II. Murad, kendi isteğiyle yerini oğlu Mehmed'e bıraktı. II. Mehmed 12 yaşındaydı ve acemi görülüyordu, dönemin sadrazamı Çandarlı Halil Paşa bu kararı uygun bulmamıştı. Bu taht değişikliği üzerine bir Haçlı ordusu kuruldu ve Osmanlı üzerine yürüdü, Sultan Mehmed 12 yaşında olmasına rağmen babasına şu tarihi mektubu yolladı: "Baba, eğer padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz, yok eğer padişah ben isem size emrediyorum gelip ordunun başına geçiniz." Bu mektubun etkisi ve devlet adamlarının ricasıyla II. Murad geri geldi ve başkomutan olarak yönettiği Varna Muharebesi'ni kazandı. Bu muharebeden sonra devlet adamlarının da telkinleriyle II. Murad tekrar tahta çıktı, tahttan indirilen veliaht Mehmed Manisa'ya gönderildi. Kasım 1445'te II. Murad tekrar tahtı oğlu Mehmed'e bıraktı, Mehmed'in ikinci hükümdarlığında Edirne'de yangın ve yağma olayları yaşandı. Halil Paşa'nın ve diğer devlet adamlarının girişimleriyle Mehmed tekrar tahttan indirildi. Hammer'a göre II. Mehmed'e tekrar tahttan inmesi teklif edilmedi, Halil Paşa kendisine birlikte ava gitmeyi önerdi ve genç Mehmed tahttan indirildiğini avdan dönünce öğrendi. 1444-46 arasında geçici olarak hükümdarlık yapan II. Mehmed, 1451'de babasının ölümü üzerine son defa tahta çıktı. Sadrazam Halil Paşa tarafından sürgün edilen Zağanos Paşa, II. Mehmed'in müdahalesiyle Edirne'ye geri döndü. Halil ile Zağanos paşaların arasındaki anlaşmazlık kuşatmada da görülecek; Halil Paşa kuşatmadan vazgeçilmesini, Zağanos Paşa ise tam aksine kuşatmanın sürdürülmesini isteyecekti. Tahttan indirilmesine sebep olduğu ve kuşatmayı uygun görmediği için Halil Paşa'nın II. Mehmed tarafından düşman olarak algılandığı belirtilmektedir.
İstanbul'un deniz bağlantısını tümüyle kesmek, kuşatma esnasında şehre herhangi bir yardımın gelmesini önlemek için II. Mehmed, Rumeli Hisarı'nın yapımını gerekli gördü. Konumu I. Bayezid'in yaptırdığı Anadolu Hisarı'nın karşısıydı; 1452 yılının nisan ayında inşa çalışmaları başladı. Hisarın yapımında beş veya altı bin işçinin çalıştığı belirtilmektedir. II. Mehmed inşaatla bizzat ilgileniyordu. Ağustos ayında inşaat bitti; hisarın on üç burcu bulunmaktaydı. Üç büyük burcun üstü kurşun çatı ile örtüldü. 400 askerin ve hisarın komutası Firuz Ağa'ya verildi. Rumeli Hisarı'nın inşası ve boğaz trafiğinin kapatılması Bizans İmparatorluğu'nu endişelendirmiştir. Hisarın yapımının durdurulması için gönderilen iki Bizans elçisi, II. Mehmed'in emriyle idam edildi. Kasım 1452'de iki Venedik gemisi boğazdan geçme teşebbüsünde bulundu, iki hisardan da ateş açıldı ve Antonio Rizzo adlı kaptanın gemisi batırıldı. Denize atlayarak kurtulan Rizzo, esir alındı ve Edirne'ye götürülerek kazığa oturtuldu. Kaptanın affedilmesi için İstanbul'dan ayrılan Venedik elçisi, infazın yapıldığını görünce geri döndü ve Osmanlıların Venedik'e de savaş açtığı kabul edildi.
Askerî hazırlıklarda dönemine göre büyük topların yapımına başlandı. Bizans zindanlarından lağımcılar tarafından kaçırılan Urban adlı bir mühendisin yaptırdığı şahi topu bunlardan biriydi, tek güllesi 550 kilogram civarındaydı ve topun uzunluğu 8, çevresi de 2.5 metreydi. Bu topun İstanbul'a götürülmesini Rumeli Beylerbeyi Dayı Karaca Paşa üstlendi. Osmanlı ordusunun mevcudu hakkında çeşitli düşünceler bulunmaktadır, Hammer'a göre 250.000, Barbaro'ya göre 160.000, Sfrantzes ve Dukas'a göre 200.000 asker idi. Kuşatmaya denizden destek vermesi için Osmanlı Donanması da hazırlanmıştı; Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın komutasına verilen filonun mevcudiyeti hakkında farklı düşünceler mevcuttur; Dukas 300, Yeorgios Francis ise 160 demektedir.
Kuşatma.
Kuşatmadan önce kentin çevresindeki bazı kaleler ve kasabalar Karaca Paşa komutasındaki 10.000 asker tarafından ele geçirildi. Bizans İmparatoru Konstantin, son diplomatik girişim olarak kent dışındaki Rum köylerinin ve bu köylerde yaşayan sivillerin zarar görmemesini rica etti ancak II. Mehmed tam aksini yaparak Rum köylerinde hayvanların otlanmasını ve rastlanılan köylülerin derhal öldürülmesini emretti. İmparator Konstantin'in tepkisi ise İstanbul kapılarını kapatmak ve kentteki Türkleri hapsetmek oldu. Konstantin'in kardeşleri tarafından yönetilen Mora Despotluğu üzerine Osmanlı saldırıları başladı.
6 Nisan 1453'te Osmanlı kara ordusu, Haliç'ten Marmara'ya uzanacak şekilde surların önüne mevzilendi. Aynı gün, Bizans ve müttefikleri tarafından zayıf bulunan Adrianopolis Kapısına (Edirnekapı) Bizans İmparatoru Konstantin ve askerleri konuşlandı. Megadük Lukas Notaras ise yüz süvariyle birlikte limanı ve çevresini korumakla görevliydi. Konstantinopolis'te tutulan şehzade Orhan Bey ise askerleriyle birlikte kıyıdaki mahalleleri korumaktaydı. 6 Nisan'da moralleri yükseltme amacıyla imparatorun emriyle zırhlı ve silahlı yaklaşık bin asker, Osmanlı ordusu görecek biçimde surlarda yürüyüş yaptı. Bizans savunmasının biçimi şöyleydi; St. Romanos Kapısı (Topkapı) Giustiniani ve askerlerince tutulmaktaydı, St. Romanos ve Adrianapolis kapıları arası genel olarak Bizans-Ceneviz kuvvetlerince muhafaza ediliyordu. St. Romanos ile güneydeki Selymbria (Silivri) Kapısı arası savunmayı ise Bizans-Venedik kuvvetleri üstlendi. Osmanlı ordusu, hücumdan önce kentin etrafındaki varoşları yıktı. Topların konuşlanacağı yerleri seçmek için surların en zayıf kesimleri tespit edildi. Galata cephesinde Zağanos Paşa'nın kuvvetleri, surların güney kısmında Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa, kuzey kısmında da Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa konuşlandı. St. Romanos ile Adrianopolis kapıları arasındaki merkez cephesinde ise II. Mehmed, yeniçerileriyle birlikte konuşlandı. Bu bölgede Bizans tarafının en zayıf bulduğu surlar bulunmaktaydı. En zayıf kesimi tespit eden Osmanlılar, toplarını buna göre 11 Nisan'da konuşlandırdı; üç top Blaherne Sarayı, üç top Piyi (Silivrikapı), iki top Adrianapolis (Edirnekapı), dört top da St. Romanos (Topkapı) Kapısı önüne yerleştirildi. Osmanlıların döktürdüğü en büyük top, başta Kaligaria Kapısı (Eğri Kapı) önüne yerleştirildiyse de kapı dayanıklı bulundu ve daha zayıf görülen St. Romanos Kapısı önüne kaydırıldı, günümüzdeki "Topkapı" ismi bundan gelmektedir. Topların konuşlanmasından iki gün sonra Baltaoğlu Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması Prinkipos'u (Büyükada) ve Antigoni'yi (Burgaz Adası), Tarabya'daki bir Bizans kalesini de Osmanlı ordusu ele geçirdi.
Topların da konuşlanmasından sonra, II. Mehmed veziri Veli Mahmud Paşa'yı İmparator Konstantin'e göndererek şehrin teslimini istedi. Konstantin, şehri korumaya yeminli olduğunu ancak istenilirse vergi verebileceğini söyledi. 12 Nisan 1453'te Osmanlı topçu ateşi başladı. Dönemine göre kuvvetli görülen bu toplar, birçok kaynağa göre büyük gürültü çıkarmaktaydı ve şehri savunanların moralini bozmaktaydı. Osmanlı topları yaklaşık iki saatte dolduruluyordu, bundan dolayı topçu ateşi sık değildi. II. Mehmed, topların daha sık ateşlenmesini istedi ve sonuç olarak bir top patlayarak parçalandı, topu döken usta Urban ile çevresindekiler öldü. Topların bakımı için ordugahta bir tamirathane kurulmuş olsa da, tarihçi Hammer'a göre Urban'ın ölmesi sebebiyle parçalanan top tamir edilemedi. Macaristan Krallığı komutanı János Hunyadi'den mektup getiren bir elçi, Osmanlı topçularını acemi buldu ve topçular tarafından benimsenecek bir taktik öğretti; küçük toplarla sur üzerinde belirlenen bir hedef noktasının etrafı zayıflatılıyor, sonra büyük toplarla hedef noktasına gülle isabet ettirilerek surdan parçalar düşürülüyor ve gedik açılıyordu. Cenevizli komutan Giustiniani'nin askerleri, gediklere süratle demir kazıklar çakıyor ve üstlerini kayalarla, kum dolu varillerle dolduruyordu. Ayrıca şehirdeki ağaçlar da kesilerek bu gediklere yığılıyordu. Venedikli askerler de bir yöntem keşfetti; surların şehre bakan kısmını asmalarla donatıyorlar ve asma dallarını ıslatarak surla kaynaşmalarını sağlıyorlardı, böylece surdan parçaların düşmesi zorlaşmaktaydı. Osmanlı topçu ateşi, 18 Nisan gününe kadar devam etti.
Savaşta Osmanlıların haricinde Rumların da ateşli silahlara sahip olduğu bilinmektedir. 12-18 Nisan arasında süren Osmanlı topçu ateşi esnasında Rumların bir ağır topu parçalandı; olaya öfkelenen Rumlar topçu kumandanını hain olmakla suçladı ve öldürmek istedi. Ancak yeterli delil bulunamadığından kumandan serbest bırakıldı; bu sırada şehirde mahsur kalanlardan biri olan Alman mühendis Jean Grant, grejuvanın kullanım inceliklerini askerlerlere öğretmekteydi. Grejuvayı artık daha iyi kullanan askerler, St. Romanos kapısı önündeki bir Osmanlı topunu imha etmeyi başardı.
18 Nisan günü Osmanlı merkez ordusunun bulunduğu noktada, Bayrampaşa Deresi taraflarında birinci ve ikinci surlarda gedik açıldı. II. Mehmed'in emriyle surların önündeki hendek taşlarla, kum torbalarıyla dolduruldu. Osmanlı ordusu, gece taarruzu başlattı. Taarruzu desteklemek için II. Mehmed'in emriyle savaş kuleleri inşa edilmişti. Ancak Osmanlılar gece taarruzundan bir sonuç alamadı; yürüyen kuleler grejuvayla tutuştu ve surlara çıkmayı başaran Osmanlı askerleri de inatçı bir savunmayla karşılaştı. Aynı günlerde Osmanlılar deniz taarruzu da başlatmıştı; 15 Nisan 1453 tarihinde Haliç önlerine yığılan Osmanlı donanması, Bizans ve müttefik donanmalarının savunması sebebiyle zinciri kıramayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Her iki taarruzun da başarısızlığa uğraması Bizans tarafında moralleri yükseltti.
20 Nisan'da kaptan Flantanellas'ın komuta ettiği bir Bizans ve üç Ceneviz kalyonundan oluşan yardım filosu İstanbul'a yaklaştı. II. Mehmed, Baltaoğlu Süleyman Bey'i 18 gemi ile yardım filosunun üstüne gönderdi. Rüzgârı arkasına alan yardım filosu daha hızlı ilerlemekteydi ve Osmanlı gemileri bir türlü yanaşamamaktaydı. Günümüzde Yeşilköy adını taşıyan bölgenin açıklarında rüzgâr kesilince dört kalyon hareketsiz kaldı; Osmanlı gemileri kürek çekerek kalyonlara yetişti. Çarpışmaların uzaması sebebiyle arkadan gelen Osmanlı gemileri de yetişti ve dört gemiden oluşan Ceneviz-Bizans filosunun etrafını yaklaşık 150 Osmanlı gemisi sardı. Ancak kalyonların Osmanlı kadırgalarından daha yüksek olması, en öndeki Osmanlı gemilerindeki tayfaların acemiliği sebebiyle üstünlük kurulamadı. Ağır kayıp verildiğini gören Baltaoğlu Süleyman Bey, donanmaya geri çekilme emri verdi. Hakim bir tepeden yenilgiyi gören II. Mehmed sinirlendi ve atını denize sürerek Baltaoğlu Süleyman'a emirlerini duyurmaya çalıştı. Ancak Osmanlı donanması yenilmişti, yardım filosu yoluna devam etti ve karanlık bastırınca Haliç'i kapatan zincirin gevşetilmesiyle iki Venedik gemisinin eşliğinde limana sığınarak Konstantinopolis'e yardımını başarıyla ulaştırdı. Ertesi gün II. Mehmed, on bin atlıyla beraber yenilginin hesabını sormak için donanma komutanlığına gitti. Baltaoğlu Süleyman Bey'i idam etmek isteyen öfkeli padişah, diğer devlet adamlarının yalvarması sonucu idamdan vazgeçti ancak Baltaoğlu'nu topuzuyla döverek azletti; boşalan kaptan-ı deryalığa Çalıbeyoğlu Hamza Bey getirildi.
Gemilerin karadan yürütülmesi.
Şehre yapılan hücumların başarısızlığından sonra yardım getiren kalyonların Osmanlı donanmasını yarıp geçmesi üzerine II. Mehmed, devlet adamlarıyla ve komutanlarla toplantı yaptı. Toplantıda Avrupa devletlerinin yardıma geleceğini tekrarlayan Çandarlı Halil Paşa, kuşatmanın kaldırılmasını ve Bizans'ın 70.000 duka altın vergiye bağlanmasını önerdi. Ancak aralarında II. Mehmed'in eniştesi Zağanos Paşa ile hocası Molla Gürani'nin de bulunduğu diğer kişiler bu öneriye itiraz etti. Buna rağmen toplantıda Haliç'e nasıl girileceği konusunda kimse teklifte bulunamıyordu. Mehmed tahta geçmeden 14 yıl önce Venedikli komutan Gattamelata, Adige'den Garda Gölü'ne gemilerini karadan götürmüştü. Gemilerin karadan yürütülmesinde bu olayın örnek alındığı tahmin edilmektedir.
İlk olarak Zağanos Paşa'ya Galata ile Konstantinopolis surları arasında kara bağlantısı kurmak için Haliç üzerine köprü kurması emredildi. Fakat bu köprünün Haliç'teki Bizans ve müttefik gemilerine karşı savunmasız olacağı düşünüldü. Bunun üzerine II. Mehmed, Diplonsion (Günümüz adı Beşiktaş) önlerindeki Osmanlı donanmasının Galata surları önünden kaydıralarak Haliç'e indirilmesini emretti. Ek olarak, Haliç surlarını ve Haliç'teki donanmayı vurmak için Galata civarında hakim tepelere toplar yerleştirildi. Gemilerin geçeceği mesafe 2 ilâ 4 kilometreydi ve ormanlıktı; güzergâh üzerindeki ağaçlar kesiliyor sonra da ağaçlar Cenevizlilerin verdiği zeytinyağı ile kayganlaştırılarak toprağa sabitleniyordu. Cenevizliler, savaş boyunca denge politikası izlemiş ve hem Bizans hem Osmanlı tarafına yardım etmiştir. Gemiler yürütülmeden önce, Galata taraflarına mevzilenen Osmanlı topçuları Haliç'teki gemileri topa tuttu. Bizanslıların fark etmemesi için gemiler 21-22 Nisan gecesi yürütüldü. Bu sırada dikkatlerini başka yöne çekecek biçimde St. Romanos Kapısı civarında büyük bir gedik açıldı. O gece şehirde bulunanlar, bu gediği kapatmakla meşgul oldu. Sabah olduğunda 72 Osmanlı savaş gemisi başarıyla indirilmiş ve Haliç'i kapatan zincir işlevsiz kalmıştı. Osmanlılar, planın ikinci aşaması olan ahşap köprünün yapımına başladı. 24 Nisan'da Giustiniani'nin bir kadırgası gemileri yakmak üzere yaklaştıysa da Osmanlı topçuları tarafından batırıldı. Olayın ardından Bizans tarafındakiler St. Maria Kilisesi'nde toplandı ve ikinci bir saldırı yaparak gemileri yakmayı gerekli gördü. Saldırı, Venedikli kaptan Jacomo Coco'nun komutasında gece vakti yapılacaktı. Gemileri saldırıya hazırlama bahanesiyle saldırıyı bir gün erteleten Galata Cenevizlileri, kazandıkları vakitten istifade ederek planı II. Mehmed'e gizlice iletti. Planı öğrenen II. Mehmed, Haliç'teki gemilerin takviye edilmesini ve kıyılara iki top daha yerleştirilmesini emretti. 28 Nisan gecesi Jacomo Coco komutasında grejuvayla yüklü iki veya üç gemi, Osmanlı gemilerine yaklaştı. Fakat saldırıdan haberdar olan Osmanlı donanması ateş açtı; Coco'nun gemisi batırıldı. Cabriel Trivixan komutasındaki diğer kadırga, topların gürültüsü sebebiyle Coco'nun gemisine olanları farketmedi ve ilerlemeye devam etti. Osmanlı topçuları bu kadırgayı da vurdu; gövdesinde delik açıldı, ancak iki mürettebatın pelerinlerini deliğe sıkıştırması sayesinde kadırganın su alması önlendi. Buna karşılık Osmanlıların bir gemisi yanmıştı, esir alınan denizciler şehirden görülecek biçimde öldürüldü. Misilleme olarak Bizanslılar da ellerinde bulunan 260 esiri infaz etti ve kesik başlarını surlara dikti.
Haliç surlarının dövülmesi.
Osmanlı gemilerinin Haliç'teki Bizans karşı taarruzlarını savuşturmasından sonra Galata'da mevzilenen topçular Haliç'teki gemilerle birlikte surları da bombalamaya başladı. Bunun üzerine Bizanslılar, Haliç surlarına askerler kaydırmak zorunda kaldı. Yine de Osmanlı topçusu uzun mesafeden dolayı surları yıkamıyordu; 150 atıştan sadece 1 tanesi isabet etmiş ve bir kadın ölmüştü. Bombardımanda batan gemiler arasında Osmanlı'ya gizlice yardım eden Cenevizlilerin de gemileri vardı; Cenevizlilerin şikayetlerine cevaben II. Mehmed, Haliç'teki bütün gemilerin korsanlık yaptığını ve hasmane bir tutum gösterdiğini söyledi. Haliç surlarının hasar görmemesinden dolayı rahatlayan Bizanslılar, yoğun ateş altındaki gemilerini korumak için 3 Mayıs'ta Haliç surlarına iki adet top yerleştirdi. Açılan ateş sonucunda iki Osmanlı gemisi batırıldı. Osmanlıların tepkisi ise karşı kıyıya üç top getirerek bu iki topu ateş altına almak oldu, gece gündüz devam eden çatışmaya rağmen iki taraf da birbirinin toplarını imha edemedi.
Haliç'te karşılıklı bombardıman devam ederken, St. Romanos civarındaki surlar da bombalanmaktaydı. Sayısı arttırılan yürüyen kuleler şehir surlarından yüksekti ve içlerine küçük toplar yerleştirilmişti, bu kuleler vasıtasıyla Osmanlı askerleri açılan gediklerin kapatılmasına mani oluyordu. Surlardan düşen parçalarla dolan hendekler, Osmanlı ordusuna taarruz yapma fırsatı veriyordu. Bizans savunması Osmanlılara kayıp verdirmeye devam ediyordu; dört yürüyen kule yakılmıştı. Surların yeterince yıprandığını düşünen II. Mehmed, 6 Mayıs akşamı taarruz başlattı. Fakat sonuç alınamadı ve ağır kayıp veren ordu geri çekildi. Bu taarruzun ardından surların en yıpranmış bölgesi olan St. Romanos, 400 kadar Venedikli denizciyle takviye edildi. Bundan sonra topçu ateşi Kaligaria Kapısı (Eğri Kapı) ile Blakernai Sarayı arasındaki surlara yoğunlaştı. 12 Mayıs günü açılan gediklere giren Osmanlı ordusu, başlarda üstün geldiyse de Bizans ihtiyat güçlerinin yetişmesi sonucu püskürtüldü. Ardından tekrar taarruz yapıldı; bunda da Kaligaria'dan yardıma gelen bin kişilik Bizans kuvveti sebebiyle Osmanlılar sonuç alamadan geri çekildi.
Şehir savunması son taarruzları da püskürtmüştü ancak kıtlık başlamıştı. Papa Nicholas'ın söz verdiği Jacomo Loredan komutasındaki 30 kalyonluk filodan haber yoktu, İmparator Konstantin filonun ne zaman yetişeceğini öğrenmek üzere bir tekneyi gönüllü 10 kişiyle birlikte Euboea Adası'na (Eğriboz Adası) gönderdi. Osmanlı bayrağı çeken tekne, hiç kimseye yakalanmadan adaya ulaştı ve filonun gelmediğini gördü. Döndüklerinde şehrin düşmüş olmasından endişelenen gönüllüler, imparatora haberi ulaştırmayı gerekli gördü ve şehre geri döndü. Kuşatma sırasında şehirde bulunan Venedikli doktor Barbaro, filonun gelmediğini öğrenen Konstantin'in ümitlerini yitirdiğini ve ağladığını yazmaktadır.
Surlardaki direncin zayıflaması sebebiyle 13 Mayıs günü kaptan Trivixan ve askerleri gemilerini terkederek surlarda konuşlandı. Ertesi gün II. Mehmed, Haliç surlarına ve Bizans gemilerine ateş açan Galata'daki topların Blaherne Sarayı yakınlarına getirilmesini emretti. Bu toplar o güne kadar 91 kiloluk güllelerle 212 atış yapmıştı. Bizans tarafı ise kuşatma boyunca en fazla hasarı alan St. Romanos Kapısını tehlikede görerek 300 kadar piyade ve arbaletli askerle takviye etti. 16 Mayıs gecesi birkaç küçük Osmanlı gemisi süratle Haliç'e ilerledi, buna anlam veremeyen Bizans ve müttefik denizcileri gemilerde Osmanlı'dan kaçan Hristiyanların olduğunu zanneti ve ateş açmadı; fakat yaklaşan gemiler saldırınca karşılık verildi. İki tarafın da kaybı olmadı. 17 Mayıs'ta beş Bizans gemisi Haliç'in ağzına yaklaşarak zincir dışındaki Osmanlı donanmasına ateş açtı; yetmişten fazla gülle atıldıysa da herhangi bir isabet kaydedilemedi. 19 Mayıs sabahı Osmanlı ordusu, surlardan yüksek bir yürüyen kuleyi Adrianapolis Kapısı yakınlarına getirdi. Kat kat öküz/deve derisiyle kaplanmış ahşap bir iskeletten oluşuyordu ve iskeletin boşlukları toprakla doldurulmuştu, ok taş ve ufak güllelerin zarar veremediği bu kule sayesinde surdaki askerlere ok atılırken hendekler de toprakla dolduruldu. Aynı gün Osmanlı ordusu Haliç'in daraldığı yerde birbirine bağlanmış fıçılardan oluşan bir köprü inşa etti; Bizanslıların açabileceği bir ateşle yok edilmemesi için Haliç surlarındaki Kynegos Kapısı'na uzatılmadı. Bizans tarafı, yarım kalmış bu köprünün Kynegos Kapısı'na uzatılması ihtimaline karşın Haliç surlarına asker konuşlandırmak zorunda kaldı. 21 Mayıs'ta bütün Osmanlı donanması Haliç önlerine geldi, genel taarruzun başlayacağını zanneden şehir halkı paniğe kapıldı ve kiliselerde çanlar çalındı; fakat herhangi bir kara taarruzu olmadığı gibi Osmanlı donanması da birkaç saat sonra geri döndü. Kuşatma esnasında şehirde bulunan Venedikli doktor Barbaro'ya göre surlar aralıksız her gün bombalanmaktaydı; tarif ettiği bir top 544 kiloluk gülle atıyordu ve her atışı şehir içerisinde paniğe yol açıyordu.
Yeraltı savaşları.
16 Mayıs sabahı Kaligaria Kapısı civarında yeraltından sesler işiten muhafızlar, Osmanlı lağımcılarının tünel kazdığını fark etti ve bunu durdurmak üzere kendileri de bir tünel kazmaya başladı. Kısa süre içerisinde iki tünel buluşunca yeraltı savaşı başladı; Osmanlıların tünelini her ne pahasına olursa olsun yok etmekle görevli Bizans lağımcılarının kasten çıkarttığı yangın kendileriyle beraber Osmanlı lağımcılarının da ölümüne, her iki tünelin de çökmesine sebep oldu. Tünel girişimi önlenmişti ancak şehir halkıyla beraber İmparator Konstantin endişeye kapılmıştı; henüz keşfedilmemiş Osmanlı tünelleri olabilirdi. Nitekim 21 Mayıs günü Osmanlı lağımcıları, gözetleme kulelerinden yoksun Kaligaria Kapısı civarında ikinci bir tünel daha açtı ve o da şehirdekiler tarafından fark edildi; önceki tünelde olduğu gibi Bizans lağımcılarının yine yangın çıkartacağını tahmin eden Osmanlı lağımcıları fırsat vermeden kendi tünellerini ateşe vererek kendileriyle beraber Bizans lağımcılarının da ölümüne yol açtı. Ertesi gün aynı yerde bir tünel daha keşfedildi; muhafızların döktüğü kızgın yağlar ile içerisindeki lağımcılar öldürüldü ve tünel ateşe verildi, aynı gün yakınlardaki henüz keşfedilmemiş bir Osmanlı tüneli çöktü. Şehri savunanlar arasında bulunan mühendis Jean Grant, başka tünellerin olup olmadığını öğrenmek için çalışmaya başladı ve kuşatmanın son haftasına girilirken her gün birkaç Osmanlı tüneli daha keşfedilir oldu; 23-24-25 Mayıs günleri yine aynı yerde başka tüneller bulundu. 25 Mayıs'ta fark edilen tünel surların altına ulaşmıştı; imha edilmesi halinde surların çökmesi mümkündü; Bizans lağımcıları tüneli duvarla kapatmakla yetindi.
Son hücum.
İmparatora teslim teklifi.
"Şehri sana teslim etme konusuna gelince, bu ne benim ne de başka birinin yapabileceği bir şeydir. Daha açık konuşmak gerekirse, bunun için hepimizi öldürmen gerekiyor. Bu, senatomuzun oy birliğiyle aldığı karardır. Direneceğiz. Bu uğurda ölmeye de hazırız."
—"İmparator XI. Konstantinos"
Haliç'e indirilen donanma, şehirde başlayan kıtlık, yeraltındaki savaşlar ve surlardan yüksek yürüyen kuleden sonra Osmanlı ordusunun son hücum için hazırlıkları başlamıştı; 23 veya 24 Mayıs günü II. Mehmed, eniştesi İsfendiyaroğlu Kasım Bey'i İmparator Konstantin'e elçi olarak gönderdi. Teslim olmaları halinde Konstantin ve ailesinin arzu ettikleri yere güvenle gidebileceği, halkın canına ve malına dokunulmayacağı, son olarak Paleologos Hanedanı'yla dostane ilişkilerin kurulacağı ancak teslim olmazlarsa imparator ve diğer asillerin öldürüleceği, şehir halkının esir edileceği, orduya yağma için müsaade verileceği belirtiliyordu. İmparator şehri teslim etmeyi reddetti fakat vergi vermeye hazır olduğunu belirtti. Konstantin-Mehmed arası diyalogdan hemen sonra 25 veya 26 Mayıs günü Macaristan Krallığı elçisi ordugâha geldi, kuşatmanın kaldırılmaması halinde Macar-Bizans ittifakının kurulacağını ve büyük bir Haçlı donanmasının da yola çıkmış olduğunu iletti. Bahsedilen Haçlı donanması, Konstantin'in beklemekte olduğu Jacomo Loredan komutasındaki donanmaydı ve Sakız Adası'na ulaşmıştı. Bu tehditten sonra 27 Mayıs günü Osmanlı ordugâhında toplantı yapıldı; Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın endişelerine rağmen kuşatmanın sürdürülmesine ve 29 Mayıs'ta son hücumun yapılmasına karar verildi. Macar elçisi hapsedildi, hücum kararı ve günü Osmanlı ordusuna duyuruldu; şehrin fethedilmesi halinde bütün askerlerin üç gün boyunca şehri yağmalama hakkına sahip olduğu padişah tarafından ilan edildi. Ayrıca padişah, surların üzerine çıkacak ilk askere ödül vereceğini fakat savaştan kaçanları da idam ettireceğini ilan etmişti; yağma izninin çıkmasından sonra Osmanlı ordusunda şenlikler başladı ve çadırlar, gemiler ışıklandırıldı; şehirdekiler duyacak biçimde tekbir sesleri yükselmekteydi.
"Buradan gitmem mümkün değildir, ya ben şehri zapt ederim yahut şehir beni ölü veya diri olarak zapt eder. Eğer şehirden sulhen çekilirsen sana Aforo'yu ve kardeşlerine diğer eyaletleri vereceğim; bu suretle dost oluruz. Şayet şehre harben girecek olursam eşraf ve ayanını ve seni öldürüp halkını esir edip mallarını yağmalatırım."
—"Sultan II. Mehmed"
Artık surlar geceleri de bombalanıyordu ve savunmacılara gedikleri kapatmak için fırsat verilmiyordu, 28 Mayıs'ta St. Romanos Kapısı'nda açılan bir gediğe giren Osmanlı birlikleri Cenevizli Giustiniani'nin birlikleriyle çarpıştı ve püskürtüldü. Çarpışma esnasında komutan Giustiniani'yle dövüşen Murad Paşa, Giustiniani tarafından öldürüldü. O gece halkın ve asillerin katılımıyla Ayasofya'da ayin yapılarak insanların görev yerlerine gitmesi için gün boyu çanlar çalındı. Surların mazgallarına yerleştirilmek üzere Venedik elçisi Bailo tarafından getirtilen yedi araba dolusu kalkan, Bizanslı hamalların istediği paranın zamanında karşılanmaması sebebiyle yerleştirilemedi ve ertesi günkü son muharebede kullanılamadı. Sabah olmadan önce Giustiniani, hasar gören yerlerin tamiratıyla meşguldü ve harap haldeki St. Romanos Kapısı'nın ardına derin bir hendek ile siper yaptırdı. Giustiniani, yaptırdığı sipere yerleştirilmek üzere birkaç top istediyse de Megadük Notaras bunu reddetti.
Muharebe.
Sultan Mehmed ordusunu üç gruba ayırmıştı; ilk grup yaşlılardan ve Hristiyanlardan, ikinci grup orduya katılmış Müslüman köylülerden ve azablardan, üçüncü grup ise yeniçerilerden oluşmaktaydı. Her grubun yaklaşık 50 bin askerden oluştuğu kaydedilmiştir. Ordunun büyük kısmı ağır hasarlı St. Romanos Kapısı önlerindeydi. İmparator Konstantin ve Giustiniani de bu hattı savunmak üzere birlikleriyle beklemekteydi. 29 Mayıs Salı günü güneş doğmadan Osmanlı ordusu namaz kıldı ve mehter takımı hücum marşı çalmaya başladı. Yaşlılardan ve Hristiyanlardan oluşan ilk grubun öncelikli görevi merdivenleri surlara taşımak idi. Güneş doğmadan muharebe başlamıştı fakat surlara dikilen merdivenler derhal Bizans askerleri tarafından devriliyor, surlara yaklaşan askerler de fırlatılan taşlarla ve oklarla öldürülüyordu. Bu grubun taarruzu iki saat sürdü. Çoğunluğu imha edilen bu grup, ordugâha doğru kaçmaya başladı. Fakat bir gün önce II. Mehmed'in verdiği emir uygulandı; kaçmakta olan askerler kılıçtan geçirildi ve surlara geri dönmeleri için zorlandı. Sıra ana muharip askerlerden oluşan ikinci gruptaydı, bu grubun da hücumu başladı. Saldırı giderek St. Romanos civarında yoğunlaşıyordu fakat ikinci grubun askerleri bir türlü surlara çıkamıyor, merdivenleri dikemiyordu. Bizans askerleri kızgın yağ, grejuva, ok ve taş kullanarak bütün saldırıları püskürtüyordu. İkinci grup da bitkin düşmekteydi ve bu durum Bizans kuvvetlerinin morali üzerinde olumlu etki yaratıyordu; bir buçuk saatlik savaşın ardından ikinci gruptan da bazı askerler geri kaçmaya başladı. Savaştan kaçanlar da yine komutanlarının infazlarıyla karşılaştı ve Sultan II. Mehmed, birkaç kaçak askeri topuzuyla cezalandırdı. II. Mehmed elinde kalan son grup olan yeniçerileriyle birlikte surlara yaklaştı. Bizans birlikleri artık yorgun düşmüştü, dinç ve tecrübeli yeniçeriler saflarını bozmaksızın surlara ulaştı; bir gece önce karşı taarruz için Konstantin'in emriyle açılan Kerkoporta Kapısı, elli kadar Osmanlı askerinin içeri girmesine olanak sağlayınca Bizans askerlerinin morali bozuldu. O esnada büyük Osmanlı topu ateşlendi ve yeniçerilere bir geçit açıldı, toz bulutunun içerisinde yeniçerilerle Bizans askerlerinin çarpışması başladı. Gözetleme kulesine girmeyi başaran Osmanlı askerlerini imha eden ve yeniçerileri de püskürttüğünü gören Bizans askerleri zafer sevinci yaşamaya başladı ancak Osmanlı topu tekrar ateşlendi; geride kalan Osmanlı birliklerinin taarruzu başlamıştı. Direnci kalmayan ilk sur Osmanlıların eline geçti, azabların da desteğiyle burayı sağlama alan yeniçeriler var güçleriyle ikinci sura yönelik saldırıyı başlatmıştı.
Her iki sur da harap haldeydi ve çarpışmalar sürüyordu. Bu esnada Cenevizli komutan Giustiniani ağır yaralandı, İmparator Konstantin'in ricalarına rağmen yarasının tedavisi için limana götürüldü. Komutan Giustiniani'nin yaralandığı haberi Bizans birliklerinde bozguna yol açtı, Bizanslı askerler şehrin sokaklarında kaçışmaya başladı; Venedik ve Ceneviz askerleri de gemilerine binip kaçmak üzere limana yöneldi. Bozgunun etkisiyle güneydeki Piyi Kapısı da düştü, Osmanlı askerlerinin yağması başlamıştı. Ordunun ağırlığı şehrin merkezine doğru ilerlemekteydi, oradaki zenginlikler daha fazlaydı ve sancaktarlar bir an önce Osmanlı bayraklarını dikmek istiyordu. Öğle olduğunda şehir düşmüş ve yağma başlamıştı ancak Haliç surlarında, Vasileos, Leon, Alexius burçlarında direniş devam ediyordu; daha sonra Haliç surları düşürüldüyse de üç burç direnmeye devam etti, Giritli denizciler tarafından savunulan bu üç burç vire ile teslim oldu ve denizcilere evlerine dönmeleri için II. Mehmed tarafından izin verildi.
Şehir düşerken İmparator Konstantin'e ne olduğu konusunda kesin bilgi bulunmamaktadır. Kaynakların çoğunluğu Konstantin'in savaşırken yüzünden ve sırtından aldığı kılıç darbeleriyle öldürüldüğünü belirtmektedir. Kaçışan askerlerin altında ezilerek öldüğü, kaçma fırsatı bulduğu fakat kendini astığı, kesik başının Megadük Notaras tarafından tanındığı ve diğer Müslüman ülkelere gönderildiği de iddialar arasındadır. Küçük direnişlere rağmen şehirde yağma ve talan devam ediyordu; Osmanlı denizcileri de Galata'ya çıkarak Giudecca adlı Yahudi mahallesini yağmalamaya koyuldu. Sakız Adalı Leonard'a göre rahibeler tecavüze uğradı, manastır ve kiliseler yağmalandı; 50 ilâ 60 bin sivil köle edildi. Bazı kadınların tecavüze uğramamak için intihar ettiği belirtilmektedir. Fakat bazı Osmanlı tarihçileri, sadece şüpheli görülenlerin öldürüldüğünü ve çoğu insanın sadece köle edildiğini yazmaktadır. Talandan kaçan bazı denizciler, kadırgalarıyla beraber denize açılmayı ve yağmayla meşgul olan Osmanlı donanmasını atlatmayı başarmıştı; İstanbul'un Fethi hakkında birçok bilgiye kaynaklık eden Sakız Adalı Leonard ve Niccolò Barbaro da kaçanlar arasındaydı. Yine de denizcilerin çoğunluğu esir edilmiş veya öldürülmüştü, kaptan Cabriel Trivixan esirler arasındaydı. O gün Konstantinopolis'te 300 bin Venedik dukası değerinde yağma yapıldığı tahmin edilmektedir.
II. Mehmed, vezirleri ve komutanlarıyla birlikte St. Romanos Kapısı'ndan (Topkapı) şehre girdi. Ayasofya'nın önüne gelen II. Mehmed, secdeye kapanarak toprağı öptü ve kiliseye sığınan kalabalığın köle yapılmakla yetinileceğini söyleyerek dışarı çıkmalarını istedi; canlarına dokunulmadı. Ayasofya'daki mozaikleri ve değerli mermerleri incelediği tarihî kaynaklarda geçmektedir. Bu sırada mermerleri sökmeye çalışan bir askeri görünce tepki gösterdi ve şehirdeki binaların kendi mülkü olduğunu söyledi. Hücumdan önce askerlere verdiği üç günlük yağma iznine rağmen yağma ve talanın derhal bitirilmesini, itaat etmeyenlerin idam edilmesini emretti.
Marmara surlarını savunan Şehzade Orhan, şehrin düştüğünü anlayınca surlardan aşağı atlayarak intihar etmiş ve başı II. Mehmed'e götürülmüştür. Megadük Notaras tutuklandı, sonra da idam edildi. Kuşatma boyunca Konstantin'in yanında çarpışan Giustiniani ise yaralarından dolayı öldü. İki tarafa destek veren Galata'daki Ceneviz kolonisi sakinleri diğerleri gibi saldırıya uğramaktan korkuyordu ancak Zağanos Paşa'nın telkinleriyle sakinleştirildiler, Vali Giovanni Lomellino, Galata'yı Osmanlılara teslim etti. II. Mehmed'in öldürmekle tehdit ettiği Paleologos ailesi ve birçok asil, Osmanlı donanmasının yağmayla meşgul olmasından istifade ederek Mora'ya kaçtı. Yine de kaçamayan asillerin canına dokunulmadı, esir alınan 29 Venedikli asil 800 ilâ 2000 duka altın fidyeyle serbest bırakıldı, Konstantin'in yeğeni Osmanlı sarayında yaşamına devam etti ve İslamı seçerek Mesih Paşa ismiyle sadrazamlık yaptı.
Sonuçları.
İstanbul.
Hristiyanların şehirde kalabileceği duyuruldu, İslam hukukuna göre yargılanmadılar, ibadetlerini özgürce sürdürdüler ancak ata binmeleri, silah taşımaları ve askerlik yapmaları yasaklandı. Scholarius adlı bir rahip, II. Gennadios ismiyle patrik seçildi ve II. Mehmed'ten bir takım imtiyazlar aldı; patrik tarafından Ortodokslara özel mahkemeler kurulabilecekti ve bu mahkemelerin üyeleri de ruhbanlardan seçilecekti. 1461'de II. Mehmed tarafından Ermeni Patrikhanesi kuruldu ve Bursalı I. Hovagim patrik olarak seçildi. Ortodoks patriği gibi Ermeni patriği de imtiyazlar aldı; Süryani, Habeş ve Kıpti kiliseleri bu patrikhaneye bağlandı. Yahudilere de haklar tanındı, Osmanlı himayesindeki ilk hahambaşı Moş Kapsari oldu.
Padişahın koruyucu tutumu sayesinde Ayasofya tahrip edilmedi, daha sonra Ayasofya'nın camiye çevrilmesi sebebiyle mozaiklerinin sökülmesi icap etti ancak sultanın emriyle mozaikler sökülmeyerek kireçle kaplandı. 1847-1849 arası tamiratta Bizans mozaiklerinin korunmuş olduğu görüldü. Çan kuleleri yıkılmadı, geçici olarak ahşap minareler eklendi. Günümüzdeki minareler II. Selim zamanında inşa edilmiştir. Ayasofya'yla beraber çok sayıda kilise ve manastır camiye ve medreseye çevrildi. Medreselerde eğitim vermeleri ve bilim çalışmaları yapmaları için Semerkant, Bağdat, Kahire, Şam, Buhara gibi şehirlerden âlimler davet edildi. Daha sonra tamamlanan Sahn-ı Seman Medresesi'ne gelir getirmesi için bazı binalar ve araziler bağışlandı.
İstanbul'da Osmanlı hâkimiyetinin başlamasıyla beraber, demografik yapı da ciddi değişime uğradı. Şehir fethedildiğinde nüfusunun 30 ilâ 40 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Başta sanatkârlar olmak üzere birçok insanın İstanbul'a iskân edilmesi emredildi; gönüllü gelenlerin istedikleri mülke sahip olabileceği duyurusundan sonra birçok insan şehre yerleşti. İstanbul çevresindeki tarım arazilerinin işlenmesi için Avrupa'da esir alınan insanlar getirildi. Bunun haricinde isyan tehlikelerinin olduğu Konya, Karaman ve Aksaray yörelerinden de mecburi iskân yapılmıştır. 1477 yılında İstanbul'un nüfus sayımı yapıldığında ortaya çıkan tablo şöyleydi;
Ek olarak İstanbul ile Galata'da toplam 16.324 ev ve 3.927 dükkân kaydedilmiştir.
Osmanlı Devleti.
Çandarlı Halil Paşa'nın idamı.
Osmanlı Devleti için İstanbul'un Fethi'nin sonuçlarından ilki, 1 Haziran 1453'te Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın azledilmesi oldu. Çandarlı Halil Paşa'nın kuşatma sırasında ordudaki olumsuz söylentilere sebep olduğu ve Bizans'tan rüşvet aldığı düşünülmekteydi ancak herhangi bir kanıt bulunamadı. Şehir düştükten sonra Megadük Lukas Notaras'ın, Çandarlı'nın Bizans'la hep iletişim içerisinde olduğunu padişaha söylemesi üzerine şüpheler kuvvetlendi ve sadrazamın mallarına el konuldu, düzenlenen divan toplantısında azledildiği bildirilerek hapse atıldı. Olayı yorumlayan tarihçilerin genel kanısı, Osmanlı Devleti'ne hizmet eden Çandarlı ailesiyle Osmanlı hanedanı arasındaki rekabetin bu idama yol açtığı yönündedir.
Yedikule Zindanlarına kapatılan Çandarlı Halil Paşa, zindandaki ilk günlerinde nazik muamele gördü. Kendisinden önce idam edilmiş başka bir vezir olmadığı ve ailesi, kısa aralıklarla 154 yıldır iktidarda olduğu için son ana kadar idam edileceğine inanmadı. Çandarlı, azlinden kırk gün sonra, 10 Temmuz 1453'te Edirne'de infaz edildi.
İdamından önce gözlerine mil çekilirken, cellat: "Padişahın yüzüne dik bakanların akıbeti işte budur." dediğinde, "Zağanos'un bayramı olsun, ahirette iki elim yakasındadır." dedi.
Çandarlı Halil'in 120.000 dukalık hazinesi ve tüm mal varlığı müsadere edildi. Kuşatmanın sürdürülmesini destekleyen devşirme Zağanos Paşa sadrazam oldu, yüksek devlet kadrolarına devşirmeler yerleştirildi ve böylece devlet üzerinde Osmanlı hanedanının otoritesi kurulmuş oldu. Diğer Türk soyluların da Osmanlı hanedanına rakip olmasından endişelenen II. Mehmed, birçoğunun mallarına el koydu ve Türk aristokrasisi saf dışı bırakıldı. Hanedanına rakip aile bırakmayan II. Mehmed, halk arasında "Fatih" diye anılır oldu. Fatih Sultan Mehmed artık divan toplantılarına katılmıyor ve halkla teması eskiye nazaran düşük tutuyordu; böylece Osmanlı padişahlarının halktan kopuk yaşamı başlamış oldu.
Düzenlenen seferler.
Osmanlıların İstanbul'u almasından sonra II. Mehmed Memlûk Sultanlığı'na, Memlûk himayesindeki Mekke şerifine, Karakoyunlulara fetihnâmeler gönderdi ve bu devletlerden cevap olarak hediyeler, tebrikler geldi. Avrupa'da ise genellikle mücadele hakimdi; Fransa Krallığı ile İngiltere Krallığı arasındaki Yüz Yıl Savaşları yeni bitmiş, savaştan mağlup çıkan İngiltere'de York-Lanchester hanedanları arası mücadeleyle iç savaş çıkmış, İskandinavya'da da Danimarka Krallığı ile İsveç Krallığı arasındaki savaş bitmemişti. Rodos'un hakimi Hospitalier Şövalyeleri haricinde bütün Avrupa devletlerinden tebrik için elçiler geldi, Sırp Despotluğu'nun elçisi hediye maksatlı iki kale anahtarı getirdi fakat II. Mehmed sinirlendi, iki kalenin zaten Osmanlı himayesinde olduğunu ve Sırpların Macaristan Krallığı'yla işbirliği yaptığını söyledi. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun desteğine rağmen Papa V. Nicolaus'un Haçlı girişimleri sonuç vermedi, bilakis Cenevizliler, Eflak Prensliği ve Mora Despotluğu Osmanlı'ya vergi vereceğini duyurmuş, Venedikliler de Osmanlı'yla ticarete başlamıştı. Bundan sonra diğer Rum topraklarına ve Sırbistan'a yönelen Osmanlılar 1454-55 yıllarında Sırp Despotluğu üzerine sefer yaptı, Belgrad kuşatıldı ve Sırbistan tümüyle ilhak edildi. Mora'da ise Konstantin'in kardeşleri Tomas ile Dimitrios taht kavgasına girişti ve tam bu sırada Osmanlıların seferi başladı, 1458'de imzalanan anlaşma ile Korint teslim oldu fakat güney kesim despotluğa ve Venediklilere bırakıldı; üç ay sonra despotluktaki taht kavgası tekrar başlayınca Tomas üstün geldiyse de on bin duka altınlık vergisini vermeyince II. Mehmed taarruza geçti; her iki kardeşin de bütün kaleleri ele geçirildi ve Mora Despotluğu yıkıldı. Dimitrios Osmanlı himayesinde yaşamaya başladı, rakip kardeşi Tomas Avrupa'ya kaçtı ve Bizans tacını VIII. Charles'a satmak zorunda kaldı. Mora meselesi, Osmanlı-Venedik ilişkilerinin bozulmasına yol açtı ve 1463'te Venedik donanması iki kez Mora'ya saldırdı. Mora ile Sırbistan'ın ilhakından sonra Osmanlılar, vergi veren Limni, Midilli, Gökçeada, Eğriboz, Semadirek, Taşoz adalarını ele geçirdi.
II. Mehmet.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra Kayser-i Rûm unvanını, başka bir deyişle Roma İmparatoru unvanını almıştır. Basılan yeni paralarda da Yunanca olarak "Bizans İmparatoru" unvanını kullanmıştır. Bu unvan Batı dünyasınca da kabul edilmiştir ki 1481 tarihinde Rönesans sanatının bazı açılardan nadide örneklerinden olan ve II. Mehmet'e hediye edilen Medici Madalyonu'nda da "Bizans İmparatoru" unvanı yer almaktadır. II. Mehmet kendisini Roma İmparatoru olarak görmekte ve devletini de Roma İmparatorluğu'nun varisi saymaktaydı. Bu ideal doğrultusunda İstanbul'dan sonraki ikinci hedefi de Roma şehriydi.
Efsaneler ve söylentiler.
53 günlük kuşatma çeşitli söylentilere de yol açtı.
İstanbul'un ismi.
Günümüzde yaygın adıyla bilinen İstanbul'un isim kökeni hakkında farklı bilgiler mevcuttur. Niğbolu Muharebesi'nde esir düştükten sonra Osmanlıların hizmetine giren Johannes Schiltberger, anılarında Bizans hakimiyetindeki İstanbul'a ve İstanbul halkının yaşamına yer vermiştir. Schiltberger'in anılarına göre 1453'ten önce Rumlar şehre "İstimboli", Türkler ise "Stanpol" demekteydi. Galata, Rumlar ve Türkler arasında ortakça "Kalathan" diye adlandırılmaktaydı. İstanbul Boğazı ise Rumlar arasında "Hellespont", Türkler arasında "Boghes" biçiminde bilinmekteydi. Osmanlı hakimiyetindeki İstanbul, "Kostantiniyye" (Konstantin'in Şehri), "Stanpolis" (Şehre Doğru), "Dersaadet" (Mutluluk Şehri), "Asitane" (Büyük Dergah), "Makarr-ı Saltanat" (Saltanatın Merkezi) ve "Dârülhilâfe" (Hilâfet Merkezi) gibi farklı isimlerle anıldı. Genel olarak Osmanlı padişahları İstanbul için isim seçimi yapmadı, sadece III. Mustafa İslam Şehri anlamına gelen "İslambol"u kullanmaya gayret etti. Fetihten önce de Türkler tarafından yaygınca kullanılan ve "İstanbul" isminin kökeni olduğu tahmin edilen "Stanpol", Rumca iki kelimenin birleşiminden oluşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti döneminde resmî isim olarak sadece "İstanbul" seçildi. Tarih boyunca farklı dillerde İstanbul'a verilen isimler "Çargrad", "Konstantingrad", "Eskomboli", "Megali Polis", "Kalipolis", "Vizantion", "Nova Roma", "Alma Roma", "Bizantiya", "el-Mahsura" idi.
Popüler kültür.
Baş rollerini II. Mehmed rolüyle Sami Ayanoğlu, Konstantin rolüyle Cahit Irgat ve Çandarlı Halil Paşa rolüyle Reşit Gürzap'ın paylaştığı 1951 yapımı siyah-beyaz "İstanbul'un Fethi" adlı film, fetih hakkındaki ilk Türk filmidir. 2012'de yayına giren "Fetih 1453", yönetmeni Faruk Aksoy'un verdiği bilgiye göre 18.200.000$ bütçeyle en yüksek bütçeli Türk filmlerinden oldu. 17 ülkede vizyona giren "Fetih 1453", toplamda 6.000.000'dan fazla seyirci tarafından izlendi. 2013'te yayına giren "Da Vinci's Demons" ("Da Vinci'nin Şeytanları") adlı ABD-Birleşik Krallık yapımı dizinin 4. bölümünde İstanbul'un Fethi anlatıldı. 2006 yılında çekilen Alman yapımı "Sturm über dem Bosporus" ("İstanbul Boğazı Üzerinde Fırtına"), fethi ele alan bir belgeseldir. Netflix tarafından 24 Ocak 2020 tarihinde yayınlanan 6 bölümlük dizi belgesel türündeki isimli yapımda İstanbul’un Fethi anlatıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13171",
"len_data": 48024,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
HP-UX, HP'nin üretiği 9000 ve Itanium serisi sunucularda kullanılan UNIX varyantı bir işletim sistemidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13179",
"len_data": 105,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.42
}
|
Stefan Zweig (; 28 Kasım 1881 - 22 Şubat 1942), Avusturyalı yazar ve gazeteciydi. Edebi kariyerinin zirvesinde olduğu 1920'li ve 1930'lu yıllarda, dünyanın en çok çevrilen ve en popüler yazarlarından biriydi.
Zweig, Viyana, Avusturya-Macaristan'da büyüdü. Honoré de Balzac, Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski gibi ünlü edebiyatçılar hakkında "" (1920) ve belirleyici tarihsel olaylar hakkında "Yıldızın Parladığı Anlar" (1927) adlı tarihsel incelemeler yazdı. Ayrıca Joseph Fouché (1929), Mary Stuart (1935) ve Marie Antoinette'nin biyografilerini yazdı. Zweig'ın en bilinen kurgu eserleri arasında "Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu" (1922), "Amok Koşucusu" (1922), "Korku" (1925), "Karışık Duygular" (1927), "Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat" (1927), psikolojik roman "Sabırsız Yürek" (1939) ve "Satranç" (1941) yer almaktadır.
1934 yılında Almanya'da Nazi Partisi'nin yükselişi ve Avusturya'da Ständestaat rejiminin kurulmasının bir sonucu olarak Zweig, İngiltere'ye göç etti ve 1940 yılında kısa bir süre New York'a ve daha sonra yerleştiği Brezilya'ya taşındı. Son yıllarında bu ülkeye aşık olduğunu ilan edecek ve "Brezilya, Geleceğin Ülkesi" adlı kitabında bu ülke hakkında yazacaktı. Yıllar geçtikçe Zweig, Avrupa'nın geleceği konusunda giderek daha fazla hayal kırıklığına uğradı ve umutsuzluğa kapıldı. 23 Şubat 1942'de Petrópolis'teki evlerinde eşi Lotte ile birlikte aşırı dozda barbitürattan ölü bulundu. Eserleri birçok film uyarlamasına temel oldu. Zweig'ın anı kitabı "Dünün Dünyası" (1942), I. Franz Joseph yönetimindeki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çöküş yıllarındaki yaşamı betimlemesiyle dikkat çeker ve Habsburg İmparatorluğu hakkındaki en ünlü kitap olarak anılır.
Yaşamı.
Zweig, zengin bir Yahudi tekstil üreticisi olan Moritz Zweig'in (1845–1926) ve bir Yahudi bankacının kızı olan Ida Brettauer'in (1854–1938) oğlu olarak Viyana'da dünyaya geldi. Zweig, 1904'te "Hippolyte Taine Felsefesi" üzerine hazırladığı bir tez ile doktora derecesi alacağı Viyana Üniversitesi'nde felsefe okudu. Din, eğitiminde merkezi bir rol oynamadı ve Zweig daha sonra bir gazete röportajında "annem ve babam doğum gereği Yahudi idi" dedi. Yine de Yahudi kültürü ve dünya görüşünden kopmadı ve Buchmendel'in hikâyesinde olduğu gibi Yahudiler ve Yahudi etnisitesi' temaları üzerine defalarca yazdı. Ayrıca Zweig, bir zamanlar Viyana'nın ana gazetesi olan "Neue Freie Presse"de literal editör olarak çalışırken tanıştığı, Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl ile sıcak bir ilişkisi vardı; Herzl, kariyerine yeni başlayan Zweig'e destek olmak için denemelerini yayımlamayı kabul etti.
Ailenin ikinci oğlu olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı; İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. 1899 yılında Viyana'da Wasagasse Gimnasium'dan mezun oldu. Daha sonra Viyana Üniversitesi'nin felsefe bölümüne kaydoldu. Fakat vaktini üniversiteden ziyade, Theodor Herzl'in yöneticiliğini yaptığı "Neue Freie Presse" gazetesinin kültür sayfaları için yazılar yazmakla geçiriyordu.
1897'den itibaren çeşitli dergilerde ilk şiirleri yayımlandıktan sonra, bu şiirleri ""Silberne Saiten" başlıklı bir derlem hâlinde 1901'de, ilk romanı "Die Liebe der Erika Ewald"" da 1904'te neşredildi. Zweig, aynı yıl Viyana'da "Friedrich Jodl ve Hippolyte Taine felsefesi" üzerine bir tez ile felsefe doktoru unvanı aldı. Stefan Zweig bu dönemde dikkatli psikolojik tahlilleri ve büyüleyici anlatım dilini parlak bir edebî üslupla birleştirerek yavaş yavaş kendi anlatım dilini geliştiriyordu. Zweig bu dönemde bir yandan gazeteciliğe devam ediyor ve kendi öykülerini, denemelerini yazıyor, diğer yandan da Verlaine, Baudelaire ve bilhassa Émile Verhaeren'in eserlerini Almancaya tercüme ediyordu.
Zweig, o dönem için oldukça lüks sayılabilecek bir yaşam tarzı sürdürdü. 1907-1909 yılları arasında Seylan, Gwalior, Kalküta, Varanasi, Yangon gibi Hint adalarını ve Kuzey Hindistan'ı gezdi. 1912'de New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko'yu kapsayan Amerika yolculuğu izledi. Bu seyahatler onu, genellikle uzun süreli yazışmalar yaptığı diğer yazar ve sanatçılarla temas haline getirdi. Zweig aynı zamanda profesyonel çevrelerce de onaylanan bir imza koleksiyoncusuydu.
I. Dünya Savaşı.
I. Dünya Savaşı başlayınca Belçika'dan Viyana'ya dönmüştü Gönüllü olarak orduya katıldı ve 1914-1917 arasında Viyana'da "savaş arşivi"nde memur olarak çalıştı. Zweig, başlangıçta bir gazeteci ve yazar olarak savaşı destekliyordu; fakat Galiçya'ya gidip cephedeki acılara bizzat tanık olduktan sonra savaşın anlamsızlığını anlayıp savaş karşıtı bir tutum sergilemeye başladı. 1916 yılında yayımlanan ""Der Turm zum Babil"/ B"abil Kulesi" ve 1918 yılında yayımlanan "Der Zwang-Zorlama" bu dönemin ürünü savaş karşıtı yazılarındandır. Dönemin trajedisini, cephede yaşanılan acıları "Yeremya" (1917) adlı oyun ile anlatmaya çalıştı. "Yabancı Ülkedeki Dostlarıma"" başlıklı bir açık mektup yayımlayarak savaşı kınadı.
1917'de önce askerlikten muaf tutuldu. Ardından tamamen görevden alındı ve terhis edildi. "Neue Freie Presse" gazetesi için muhabir olarak çalışmaya devam etti ve savaşta tarafsız olduğunu ilan etmiş İsviçre'nin Zürih kentine taşındı. Bu dönemde partilerden ve rejimin siyasi çıkarlarından tamamen uzak olan hümanist görüşleri "Pester Lloyd" gazetesinde yayınlandı.
Salzburg yılları.
Savaşın sona ermesinden sonra Avusturya'ya döndü. Son Avusturya imparatoru I. Karl'ın İsviçre'ye sürgüne gitmek üzere Avusturya'yı terk ettiği gün, 24 Mart 1919'da Zweig da İsviçre'den Avusturya'ya döndü. Sınırda imparator ile bu karşılaşmasını daha sonra "Die Welt von Gestern/ Dünün Dünyası" başlıklı eserinde anlatacaktı.
Salzburg'a yerleşti. 1920 yılında, iki çocuklu Frederike von Winternit ile evlendi. Yaklaşık yirmi yıl Salzburg'da yaşadı. Salburg'un Kapuzinerberg semtindeki köşkte geçirdiği yıllar, Zweig'ın en verimli yılları oldu. "Paschinger Schlössl" adiyla bilinen bu köşkü, Friderike ile evli olduğu yıllarda satın aldı. Salzburg'da geçirdiği yıllarda bu köşkte pek çok eser verdi. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurdu, onları sık sık Salzburg'da konuk etti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo von Hofmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Valery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini ve Richard Strauss bu evde Zweig'in konuğu oldu.
Salzburg'da geçen yıllarında Zweig önce Balzac, Dickens ve Dostoyevski üzerine (1920), ardından Hölderlin, Kleist ve Nietzsche üzerine (1925) birer inceleme yazdı. Casanova, Stendhal ve Tolstoy üzerine incelemesi 1928'de yayımlandı. Zweig ayrıca Verhaeren, Desbordes-Valmore ve yakın dostu Romain Rolland üzerine kitaplar yazdı. Tarihsel kişilikleri ve bilim insanlarını inceleyen eserler verdi.
Zweig, eserlerinde "Avrupalılık" fikri ve Avrupa'nın kültürel birliğini vurgulayan makaleleri ve konferanslarıyla siyasi aşırılıklara karşı uyarılarda bulundu. Diplomatik çevrelere, akıl ve sabır çağrısı yaptı. 1927'de Almanya'nın Münih şehrinde "Duygu Karmaşası", "Yıldızın Parladığı Anlar" ve "Tarihsel Baş Minyatür" adlı kitapları yayımlandı, yine 1927'nin 20 Şubat tarihinde "Rilke'ye Veda" başlıklı konuşmasını yaptı.
1928'de Leo Tolstoy'un 100'üncü doğum yıldönümü kutlamalarına katılmak üzere, Sovyetler Birliği'ne gitti. Maksim Gorki'nin vesile olmasıyla eserleri Rusçaya tercüme edildi. 1931'de yayımlanan ""Die Heilung durch den Geist/" Akıl aracılığıyla iyileşme" adlı kitabı Albert Einstein'a ithaf etti. 1933'te Zweig, Richard Strauss'un yazdığı "Die Schweigsame Frau" operası için bir "libretto" yazdı.
Sürgün yılları.
Ülkede Hitler öncülüğündeki Nasyonal Sosyalizm egemen olmaya başladığında Yahudi bir yazar olan Zweig kara listeye alındı. 1933'te, Nazilerin ideolojileriyle bağdaşmayan kitapları meydanlarda ateşe verdikleri törenlerde yakılan kitaplar arasında Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. 1934'te Gestapo'nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve Londra'ya yerleşti. Bu esnada ""Rotterdamlı Erasmus'un Zaferi ve Trajedisi" adlı eseri yayımladı. Zweig, kendini Londra'da da rahat hissedemedi ve 1939'da Bath'e taşındı.
1937'de ilk eşi Frederike'den ayrıldı ve bir yıl sonra astım hastası Yahudi bir genç hanım olan sekreteri Lotte Altmann ile birlikte Portekiz'e gitti. O sıralarda Avusturya, Almanya tarafından ilhak edilmişti. Zweig da İngiliz vatandaşlığına geçmek için müracaat etti. 1939'da Lotte Altmann'dan etkilenerek yazdığı "Sabırsız Yürek" adlı romanı yayımlandı. Zweig, 6 Eylül 1939'da Altmann ile İngiltere'nin Bath şehrinde evlendi. 1940'ta İngiliz vatandaşlığına geçti. Hitler ordularının batıya doğru ilerlemesi üzerine eşi ile Avrupa'dan ayrıldı. Sırasıyla New York'a, Arjantin'e, Paraguay'a ve Brezilya'ya gitti. Aralık'ta New York'a geri dönerek "Amerigo-Tarihi Bir Hatanın Öyküsü" adlı kitabı yazmaya başladı. 1941'de "Brezilya-Geleceğin Ülkesi"" isimli kitabı yayımlandı. Bu kitabın yayımlanmasından sonra Brezilya'ya yerleşme karar verdi.
Brezilya'da Petropolis kentine yerleşen Zweig, ünlü "Die Schachspiel/ Satranç" başlıklı hikâyesini kaleme aldı. Eser, II. Dünya Savaşı'nın yol açtığı insan kıyımında ruhsal baskılara maruz kalan bir insanın duygularını, tepkilerin anlattı. 1941'de Montaigne üzerine çalışmaya başladı; bu sırada en önemli yapıtlarından biri olan "Dünün Dünyası - Avrupa Anıları" adlı kitabını kaleme aldı. Anı niteliğindeki bu eser, 1900'lerin başında gençliğini yaşamış bir yazarın yaşadığı dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını fark ettiğinde eski günlere düzdüğü bir övgüdür.
İntiharı.
Stefan Zweig, 22 Şubat 1942 gecesi Rio de Janeiro'nun yaklaşık 50 kilometre kuzeydoğusundaki Petrópolis'te aşırı doz Veronal alarak intihar etti. Zweig, yıllardan beri aşırı "depresif" bir ruh hâlinde yaşamaktaydı. Vefat belgesi, 23 Şubat 1942 tarihinde saat 12:30'daki "ölüm zamanı"nı ve "ölüm nedeni"ni “zehir yutmak - intihar” olarak kayda geçti. Karısı Lotte, Zweig'i ölümüne kadar takip etti. Hizmetçiler, her ikisinin cesedini saat 16:00 sularında yataklarında buldular.
Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve Hitler rejiminin getirdiği karamsarlığın yanı sıra, karamsar ve evhamlı karakterinin neden olduğu kabul edilir. İntiharından önce bıraktığı mektubun son satırında: ""Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”"
Petropolis'te gerçekleşen resmî bir cenaze merasimi ile defnedildi. Ölümünden sonra Petropolis'teki evi müzeye dönüştürüldü.
Eserleri.
Oldukça çalışkan bir yazar olan Zweig'in düzyazı çalışmaları ve roman benzeri biyografileri (Joseph Fouché, Marie Antoinette) hâlâ türünün önemli örnekleri arasında kabul edilir. Zweig'ın eserleri arasında özellikle psikolojik tahliller içeren hikaye ve romanlar ile tarihî kişiliklerin hayat hikayeleri ağırlık taşır. Freud ve psikolojiye olan ilgisi onu bu alana yöneltti. Başta "" olmak üzere, Ferdinand Magellan, Lev Tolstoy, Fyodor Dostoyevsky, Napoléon Bonaparte, Georg Friedrich Händel, Joseph Fouché'den Marie Antoinette'e kadar tarihî şahsiyetlerin hayatları ve rûh hâlleri, son derece öznel olarak kişiselleştirilmiş öykülerle betimlenmiştir.
Zweig'in eserlerinin en belirgin ortak özelliği, "trajedi", "drama", "melankoli" ve "teslimiyet" mefhumlarını irdelemesidir. Zweig'in neredeyse tüm eserleri trajik bir teslimiyetle sonuçlanır. Kahramanın kendi mutluluğuna ulaşması dış ve iç koşullar tarafından engellenir ki bu hemen elde edilebilir gibi görünür, bu da her şeyi daha trajik hale getirir. Bu özellik, özellikle Zweig'in tek mükemmel romanı olan kalbin sabırsızlığında belirgindir.
Balzac gibi büyük rol modellerinden esinlenen ve Viyana Okulu'nun anlatı geleneğini takip eden ve saplantılı bir tutku hikâyesi anlatan "Der Amokläufer"de, ana karakter hayatlarının geleneksel düzeninden türetilen şeytani bir zorlamaya maruz kalır. Sigmund Freud'un etkisi burada açıkça görülmektedir.
Zweig'in en tanınmış eseri olan "Schachnovelle/ Satranç"da da "burjuva" insan, yabancılaşmış dünyanın acımasızlığına ile mücadele eder. Kaba açgözlülükle hareket eden havalı, hesapçı, robot benzeri bir dünya satranç şampiyonu, Nasyonal Sosyalistler tarafından hücre hapsinde tutulan bir adama karşı oynar. İnsan bir yandan insanlık dışı bir sistemle (faşizm) karşı karşıya kalırken, diğer yandan Zweig mahkumun acısını dış dünyayla temas imkanı olmadan anlatır. Zweig, eserlerinde ve gerçek hayatında, edebiyatçının her türlü siyasi görevi reddetmesi gerektiğini savunacak kadar ileri bir pasifizmi savunur. Bu politik tavrı, onu özellikle Heinrich Mann ve Ernst Weiss gibi sürgündeki diğer Alman yazarlar ile PEN Kulübü'nden ayırdı.
Stefan Zweig, muhtemel bir savaşı ve Avrupa'da hüküm süren "aşırı milliyetçilik" tehlikesini önlemenin tek yolu olarak tüm Avrupa'nın "Avrupalılık" idealinde uzlaşmaşılmasında görüyordu. Onun uluslar üstü Avrupa birleşme modeli, uluslarüstü Habsburg monarşisinin hümanist evrenselciliği anlamında özellikle anti-politik ve anti-ekonomik boyuta sahiptir. Zweig'in "monarşi"ye yakın bir düzeni savunması, özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın ardından eleştirildi. Joseph Roth ve James Joyce gibi Zweig da, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Avrupa dönemini, Prusya-Kuzey Almanya'nın uzlaşmaz dünya görüşünün karşıt kutbu olarak kabul etti ve toplumları bir arada tutabilen ve dengeleyen monarşinin "Yaşat, kî yaşayasın!" ilkesini savundu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13184",
"len_data": 13363,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Fârâbî () (872, Fârâb - 950/951, Şam), 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış ünlü filozof ve bilim insanıdır. Aynı zamanda gök bilimci, mantıkçı ve müzisyendir.
Mantık ilmine yapmış olduğu katkıları ve düzenlemeleri sayesinde Fârâbî Orta Çağ İslam aydınları arasında "Muallim-i Sânî" ya da "Hace-i Sâni "("İkinci Üstat / Magister secundus") olarak bilinir. "Hace-i Evvel" ("Birinci Üstat / Magister Primus") ise Aristo'dur. Farabi'nin hayatı, halefi olduğu Kindi gibi çok az bilinir. Bağdat, Halep ve Mısır'da bulunduğu, hayatının önemli bir kısmında Halep'teki Şii Hamdani hanedanı tarafından desteklendiği bilinmektedir. Etnik kimliği tartışmalıdır. Kimi kaynaklara göre Fars kimilerine göre Türk kökenlidir. Ancak Farabi, bütün eserlerini Arapça yazmıştır. Farabi, Aristo'nun temel eserlerinin birçoğunu Arapçaya yeniden çevirmiş, bu eserlerin daha iyi anlaşılabilmesini sağlayan şerhler yazmıştır. Bu yanıyla hem İslam dünyasında antik felsefenin anlaşılmasını sağlamış hem de Arapçanın bir felsefe dili hâline gelmesine büyük bir katkı yapmıştır.
Farabi'nin bu büyük katkısının yanında "İkinci Üstat" kabul edilmesinin ana nedeni İbn-i Haldun'a göre onun mantık alanında yaptığı çalışmalardır. Farabi, Aristo'nun 6 ciltlik temel mantık kitabı Organon'un tüm bölümlerini içeren çeviriler ve şerhler kaleme aldı ve Organon'u iki bölüm daha ekleyerek 8 cilte çıkardı. Mantık ifadeleri, onu ifade etmek için kullanılan dil ve bilgi ile ilişkili olduğu için Farabi'nin mantık dışında dil felsefesi ve epistemoloji üzerinde de yoğun şekilde durduğu görülür. Farabi'nin diğer bir çalışma alanı doğa felsefesi, metafizik ve psikoloji olmuştur. Doğa anlayışı dönemin Batlamyusçu dünya merkezli görüşüne uygundur. Farabi'nin geliştirdiği sudûr teorisi ise Neoplatoncu ve İsmaili kökenlere dayanır. Bu anlayış daha sonra İbn-i Sina tarafından geliştirildi. Farabi'ye atfedilen kitapların sayısı 100 ile 160 arasındadır.
Farabi, Kindi'nin kurucusu olduğu kabul edilen ve İslam felsefesi içinde rasyonal/Aristocu eğilimi ifade eden Meşşaîlik akımının ikinci kurucusudur. Pek çok takipçisi olduğu için bazı felsefe tarihçilerine göre bir Farabi okulundan söz edilebilir. Yahudi filozof Maymonides etkilendiği felsefeciler içinde en büyük övgüyü ona yapar: "Mantık hakkındaki eserlere gelince, sadece Ebu Nase el-Farabi'nin eserlerinin çalışılması yeterlidir. Onun tüm eserleri kusursuz ve mükemmeldir. O eserler incelenmeli ve anlaşılmalıdır. Çünkü o büyük bir adamdır." Batı'da Farabi'nin eserleri İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'ün eserlerinden daha az tercüme edilmişse de Farabi'nin eserleri Aristo düşüncesinin yeniden anlaşılmasında merkezi bir öneme sahip olmuş, arkadan gelen felsefi zenginliğe ilk açılımı yapmıştır. İbn-i Rüşd ve Endülüslü filozoflar Farabi'yi mantık, psikoloji ve siyaset konularında önemli bir otorite olarak görürler.
Biyografi.
Farabi'nin kökenine ve soyağacına ilişkin elde bulunan temel kayıtlar, diğer çağdaşlarında da olduğu gibi onun yaşadığı dönemde yazılmış olan biyografiler değil, sonraki dönemlerde rivayetlerden veya tahminlerden yola çıkarak yazılmış olan belgelerdir. Yaşam öyküsüne ilişkin kaynaklar oldukça yetersiz ancak hakkında genel bir bilgi verebilecek düzeydedir. En erken ve güvenilir sayılabilecek kaynaklar ancak 6./12. yüzyıla kadar geriye gider. Farabi'nin, düşünce dünyası üzerinde önemli etkisi olmasına rağmen ne ardılları ne izleyicileri ne de diğer araştırmacılar onunla ilgili bir biyografi hazırlamışlardır. 6./12. yüzyıldan önceki kaynaklar iki gruptan oluşur:
Belli başlı Arap biyografi yazarları Farabi hakkında kapsamlı biyografiler oluşturmaya kalkıştıklarında, ellerinde o kadar az bilgi vardı ki bu durum Farabi hakkında bilinen bazı küçük detayların üzerine kurulan tahmini öykülerden taraflı şekilde yeniden kurulmuş yaşam öykülerine hatta efsanelere kadar bir dizi uydurma öykünün ortaya çıkmasına neden oldu. Filozofun sonraki dönemlerde yazılan birçok modern biyografisi de işte bu uydurulmuş malzemelerden yeniden türetildi. 6./12. yüzyıl ve sonrasına ait bu biyografiler esas olarak üç biyografi metninden oluşur, diğerleri ise bu üç metni esas alan ya da bunların sonraki yeniden kurgulamalarından ibarettir:
Kendi eserlerinden tesadüfen elde edilmiş bilgilere göre zamanının önemli bir kısmını Bağdat'ta Yuhanna bin Haylan, Yahya bin Adi ve Abu İshak İbrahim el-Bağdadi gibi Hristiyan alimlerle geçirmiş olduğu rivayet edilir. Daha sonra ise Şam, Suriye ve Mısır'da yaşamış ve 950-951 yıllarında Şam'da ölmüştür.
Farabi'nin hayatı ve ölümü üzerine çok sayıda hikâye aktarılmış olmasına rağmen, bunların çoğu güvenilir değildir. Farabi'nin "El-Medinetü'l-Fazıla" () adlı el yazmalarındaki bazı notlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla 942 yılı Eylül'üne kadar Bağdat'ta kaldı, daha sonra Bağdat'tan ayrılıp Suriye'ye, Halep'e gitti, bir dönem Halep'te de yaşadı ve dersler verdi. Daha sonra Mısır'ı ziyaret etti ve "El-Medinetü'l-Fazıla"sını özetleyen 6 bölümü 948'de Mısır'da kaleme aldı. Ardından Suriye'ye geri döndü. Suriye'deki Hamdani hanedanından Seyfüddevle'nin koruması altında kaldı ve onore edildi. Bu ilişki sonraki dönem biyografi yazarları tarafından süslenmiştir. Aynı dönemlerde yaşamış olan tarihçi El-Mesûdî'ye göre 339 yılı Recep ayında (14 Aralık 950 ile 12 Ocak 951 arası) Şam'da ölmüştür.
Bu dönemde Suriye'yi kontrolü altında tutan Hamdani hanedanı Şii eğilimli bir hanedandı. Seyfüddevle'nin Farabi'ye büyük saygı duyması ve onu koruması Henry Corbin'e göre nedensiz değildir. Farabi'nin felsefesi ile Şii imamların nübüvvet ve vahiy temelli öğretileri arasında önemli ortaklıklar vardır. Henry Corbin, bu tarihsel ve felsefi değerlendirmelerden yola çıkarak Farabi'nin Şii olduğunu ileri sürer.
Adı.
Tam adı tüm kaynaklarda, özellikle de en eski ve güvenilir olanlardan biri olan El-Mesûdî'nin kabul ettiği gibi Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Farabi'dir. Ancak Farabi'ye ait bazı el yazmalarında Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Tarkanî olarak da geçer. Buradaki Tarkan ailevi kökeni ya da bir unvanı belirtmekte kullanılan bir nisbet () gibi durmaktadır. Farabi'nin yaşadığı dönemde ve hemen sonrasında büyükbabasının adına ilişkin bir şey görünmemesine karşın, sonraki dönem metinlerinde şaşırtıcı şekilde Farabi'nin soyağacına ilişkin yeni bir isim belirir: Avzalağ. Avzalağ, İbn Ebî Useybia'ya göre Farabi'nin dedesinin adıyken, İbn Hallikân dedesinin babası olduğunu ileri sürer. Bu iki yazar aynı dönemlerde yaşamış olmalarına karşın "Avzalağ" ismini ilk kullanan İbn Ebî Useybia'dır, İbn Hallikân ise nasıl telaffuz edildiğini yazmıştır. Modern Türk yazarlar ve bazı başka kaynaklar ise yeterli bir açıklama yapmaksızın ismin Avzalağ şeklinde değil Uyluğ şeklinde telaffuz edilmesi gerektiğini yazarlar.
Doğum yeri.
Doğum yeri bazı kaynaklarda Büyük Horasan'daki Faryab olarak bazı kaynaklarda ise bugünkü Kazakistan topraklarında bulunan Seyhun kıyısındaki Farab şehri olarak gösterilir. Farabi ile hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış olan İbn Havkal Farabi'nin ölümünden 27 yıl sonra yazdığı "Yollar ve Ülkeler" (el-mesâlik-ü ve 'l-memâlik) adlı eserinde Farabi'nin küçük bir kale olan Vesic'de doğduğunu söyler. Vesic küçük bir yer olduğu için nisbesinde bağlı olduğu Farab şehrini kullanmış olmalıdır. Buna karşın İbn-ül Nedim ve Beyhaki Horasan'daki Faryab'ı işaret ederler. Farabi'nin etnik kökeninin Türk mü, Fars mı olduğu çerçevesindeki tartışmaya benzer şekilde doğum yeri konusunda da bir tartışma süregelmiştir. Buna göre Fars kökenli olduğunu söyleyenler Büyük Horasan'daki Faryab'da doğduğunu, Türk kökenli olduğunu söyleyenler de daha doğuda, şimdiki Kazakistan'daki Farab'da doğduğunu ileri sürerler.
Eski Farsçada Pārāb (Hudûd el-âlem'de belirtildiğine göre) ya da Fāryāb (Pāryāb da denilir), "nehir yatağını değiştirerek sulanmış toprak" anlamında kullanılan yaygın bir yer adıdır. 13. yüzyılda ise Farab, Seyhun kıyısındaki Farab şehrinin adı olarak bilinir.
Etnik kökeni.
Farabi'nin etnik kökenine ilişkin farklı birçok görüş vardır. Dimitri Gutas'a göre "[...] sonuç olarak, Farabi'nin etnik kökenini bulmaya çalışmak, bu konuda karar vermek için yeterli delil olmadığı için, yararsız bir çabadır." David C. Reisman'a göre "[...] bu biyografik olgular karanlıkta kalmış, önemli olmayan ayrıntılardır, ancak yine de Orta Çağ biyografi yazarlarının yaptığı gibi hayali öykülerle bezenmiş abartmalara veya modern yazarların yaptığı gibi eserlerinin uydurma yorumlarından yola çıkarak Farabi'nin etnik kimliği ve dinsel aidiyetine ilişkin bir çekişmeye girilmesine karşı durmalıyız."" "Oxford Encyclopaedia of African Thought" 'a göre ise "[...] Farabi'nin kökeni kendi yaşadığı dönemde veya 950'deki ölümünden kısa süre sonra kimse tarafından kayda geçirilmemiş olduğu için, onun etnik kökenine ve doğum yerine ilişkin kayıtların hepsi rivayetlere dayanmaktadır."
Fars kökeni teorisi.
Orta Çağ Arap tarihçisi ve Farabi'nin "ʿOyūn" adlı ilk biyografisinin yazarı olan İbn Ebî Useybia, Farabi'nin babasının Farslı olduğunu yazar. Yine 13. yüzyılda yaşamış olan ve Farabi'nin erken dönem biyografilerinden birini yazan Şemseddin Şehrezuri'ye göre Farslı bir ailede dünyaya gelmiştir. Ayrıca Farabi'nin, eserlerinde Farsça ve Soğdca çok sayıda kaynak ve dipnot kullanmasına hatta Yunancadan alıntılar yapmasına karşın, ilginç şekilde Türkçeden hiçbir alıntı yapmamıştır. Farabi'nin ana dili Soğdca veya Türk dillerinden biri de olabileceği gibi Farab'ın ahalisinin konuştuğu dil de olabilir. Muhammad Javad Mashkoor ise Farsça konuşan Orta Asya kökenli olduğu şeklinde bir argüman geliştirmiştir. Fars kökeni benzer şekilde başka kaynaklarda da ileri sürülmüştür.
Türk kökeni teorisi.
Farabi'nin Türk kökenli olduğunu ileri süren en eski kaynak İbn-i Hallikân (ö. 1282) olmuştur. Farabi'nin Fars kökenli olduğunu ileri süren Useybia'nın çağdaşıdır ve 1271'de tamamladığı "Wafayat" adlı eserinde Farabi'nin bugün adı Otrar olan Farab kenti yakınındaki Wasij köyünde, Türk bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini yazar. İbn Hallikân'ın takipçisi olan modern yazarlar İbn Hallikân'ı referans alarak Farabi'nin Türk olduğunu yazarlar. İbn Hallikân'ın Farabi için "el Türk" lakabını kullanmış olması Dimitri Gutas gibi yazarlar tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerde Farabi'nin hiçbir zaman böyle bir lakap kullanmadığı ileri sürülmüştür. Halbuki İbn Hallikân'ın izleyicisi Ebu el-Fida aslında İbn Hallikân'ın kullandığı "el Türki" ifadesinin sadece "o bir Türk idi" "wa-kāna rajolan torkīyan" şeklinde tanımlamak için kullanılmış olduğunu yazar. İbn-i Hallikân'a göre yaşadığı sürece giydiği Türk kıyafetlerini hiç değiştirmemiştir.
Yaşadığı dönemin kültürel iklimi.
Farabi'nin nasıl bir fikir çerçevesinde yetiştiği açık değildir. Ancak memleketi Samanîlerin kontrolü altında bulunuyordu. Bu sülaleye mensup hükümdarların himayesinde Maveraünnehir'de Yeni İran edebiyatı ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Fars edebiyatının kurucusu sayılan Rudekî başta olmak üzere pek çok şair yetişmiştir. Bunların arasında eserleri bugüne ulaşmamış olan Şehid-i Belhî gibi şair filozoflar da bulunur. Ülke bu dönemde düşünsel akımların gelişmesi açısından son derece verimli idi. Farabi'nin doğum yeri olan Farab da (eğer bu iddia doğruysa) yazar yetiştirmek açısından oldukça bereketliydi. Örneğin "Sahâh-ül-Cevheri" adlı Arapça sözlüğün yazarı İsmail bin Hammâd el-Cevherî (ö. 100?) ve "Dîvân-ül-edeb" yazarı Ebû İbrahim İshak bin İbrahim-il-Farabi (ö. 961) de bu şehirden çıkmıştır. Farabi İslam ülkelerinin merkezi Bağdat'tan uzak fakat düşünce hareketleri bakımından çok canlı ve verimli bir bölgede yetişmiştir.
Farabi ve sonraki dönemin kültürel atmosferi oldukça kozmopolittir. Bu atmosferde inanç farklılıklarına bakmaksızın, Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Paganların düşünceleri yer edinebiliyordu. Farklı inançlardaki alimlerin ortak paydaları "kadim ilimlerin" (el-ulûmu'-evâil) tüm insanlığın ortak malı olduğu ve hiçbir gruba mal edilemeyeceği şeklindeki bir düşünce biçimiydi. Hristiyan alimlerden ders alan Farabi, başka Hristiyan alimlere de dersler verdi. Örneğin önemli bir Hristiyan çevirmen ve mantıkçı Yahya bin Adî'nin (ö. 974) öğretmenidir. Yine dil bilimci İbnü's-Serrâc'a da mantık ilmini öğretmiştir, ondan da gramer (nahiv) öğrenmiştir.
Eğitimi.
Farabi, İbn Ebî Useybia tarafından korunmuş ve kendisine ait olan otobiyografik metinlerde, Bağdat'ta Hristiyan alimlerden Yuhanna bin Haylan ile birlikte mantık çalışmış olduğunu söyler. Farabi, öğrenim müfredatında bulunan kitapların Porfiryus'un "Isagoge"si ve Aristo'nun mantık üzerine 6 ciltten oluşan Organon adlı eserinin Kategoriler, Yorum Üzerine, Birinci Çözümlemeler ve İkinci Çözümlemeler kitapları olduğunu belirtir. Farabi'nin anlatımına göre hocası Yuhanna bin Haylan, dünyevi zevklerden elini eteğini çekmiş, kendisini kiliseye ve dinî görevlere adamış bir rahipti. Yuhanna ile birlikte Aristo mantığı üzerine muhtemelen Bağdat'ta çalıştı. Arap tarihçi El-Mesûdî'ye göre Yuhanna Muktedir'in halifeliği sırasında (908-932) Bağdat'ta ölmüştür. Bunun dışında Aristo'nun eserlerini Arapçaya tercüme edenlerden biri olan Ebu Bişr Metta'nın (ö. 940) yanında da mantık eğitimi gördüğü rivayet edilir. Bu dönemde Bağdat okulu, İskenderiye tıp ve felsefe geleneğinin Arap dünyasında başlıca mirasçısı idi ve Farabi'nin bu Hristiyan alimlerle ilişkisi İslam dünyası ile Yunan felsefesi arasındaki en erken bağlantılardan birini oluşturur.
Bazı kaynaklarda Farabi'nin 40 yaşında Bağdat'a geldiği ve Arapçayı orada birkaç ay içinde öğrendiği söylenmektedir. Farabi'nin Arapçayı bir felsefe dili hâline getirecek kapsamdaki çalışmaları ve Arapçanın o bölgelerde çok daha erken yaşlarda öğrenilebilen bir dil olduğu düşünülürse bu olanaksızdır. Farabi'nin İbnü's-Serrâc'dan gramer (nahiv) dersleri alması ve buna karşılık ona mantık dersleri vermesinde gerçekte bir çelişki yoktur. Farabi, sonraki çalışmalarında Arapçadaki edatların kapsamlı listelerini yapmış ve Arapçayı tüm mantık argümanlarını ifade edilebilir biçimde genişletmeye çalışmıştır. Bazı kaynaklarda da Farabi'nin 70 dil bildiğine dair ifadeler geçer. Her ne kadar uzun yolculuklar yapmış ve birçok ülke dolaşmış olsa bile bu kadar dil bilmesi abartılı görünür. A. Adıvar'a göre bu ifade Arapçada yetmiş anlamına gelen "seb'in" sözcüğünün yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre "seb'in" mutlak olarak söylendiği zaman, belli bir sayıya değil, çok olan bir sayıya karşılık gelir yani Farabi'nin çok sayıda dil bildiğinden bahsedilmektedir.
Kişiliği.
Farabi, Corbin'e göre derin boyutlu bir dinî ve gizemci zekâdır. Büyük bir sadelik içinde yaşar hatta sufilerin giysilerini taşırdı. İç âlemi ile baş başa kalmayı seven bir kişiliği olduğu için sık sık dünya gürültüsünden uzaklaşıp bir kenara çekilirdi. Bununla birlikte musiki meclislerine katılmaktan zevk alırdı. Kendisi müziğe oldukça meraklıydı. "Musiki Üzerine" adlı önemli bir eser bırakmıştı ki bu eser Orta Çağ musiki kuramının en önemli eseri sayıldı.
Hayatı hakkında bilgi veren başlıca Orta Çağ yazarları.
Farabi'ye ilişkin en erken rivayet İbnü'n-Nedîm'in "Kitabu'l-Fihrist"inde yer alır ve Farabi hakkında çok az bilgi verir. Farabi'yi daha detaylı anlatan biyografik eserler ise ancak ölümünden birkaç yüzyıl sonra yazıldı. Bu kaynaklar şunlardır.
Hakkında üretilen efsaneler.
Farabi'ye ilişkin çok az bilgimiz olmasına karşın hakkında üretilmiş bir dizi efsane bulunmaktadır. Bunlardan birkaçından bahsetmek Farabi hakkında nasıl bir evliya yaratılmış olduğuna dair bir fikir verecektir.
70 dil bilmesi efsanesi.
İbn Hallikan'dan başlayarak birçok kaynak bu rivayetin mantıklı olup olmadığına bakmadan aktarmıştır. Buna göre Farabi, Seyfü'd Devle'nin meclisine ilk defa girdiğinde, oturmasına izin verilmiş, Farabi Seyfü'd Devle'ye "Senin oturduğun yere mi, yoksa kendi yerime mi" diye sormuş. Kendi yerine oturması söylenince, herkesi çiğneyerek gelip hükümdarın yanına oturmuş. Hükümdar bunun üzerine sadece etrafındakilerle kendi aralarında konuştuğu bir dil ile Farabi'ye bazı şeyler soracağı, cevap veremezse dışarı atmalarını söylemiş. Ama Farabi, bu özel dille cevap vermiş ve bu özel dili nereden bildiği sorulunca da "yetmiş" dil bildiğini söylemiş. Az sonra içki meclisi başlayınca Farabi içki içmemiş, önce güldürücü bir parça çalıp herkesi güldürmüş, sonra ağlatıcı bir parça çalıp herkesi ağlatmış, sonunda da uyuşturucu bir parça çalıp herkesi uyutmuş ve oradan gitmiş. Bunun üzerine Seyfüddevle filozofu yanında tutmak istemiş ve çeşitli bağışlarda bulunmuş. Ama Farabi bunları kabul etmeyip dört dirhem gibi cüzi bir maaşla yaşamış.
Farabi'nin çalgısı.
Beyhakî'nin aktardığı bir rivayete göre Büveyhîler'in veziri ve dönemin büyük bir yazarı olan Sâhib bin Abbâd, Farabi'nin Tebriz'de olduğunu öğrenince, Rey şehrindeki sarayında görmek istemiş. Farabi bir gün Türk kıyafetlerine bürünüp kendisini tanıtmadan Sâhib bin Abbâd'in toplantısına gitmiş. Onu tanımayanlar giyim kuşamıyla alay etmişler. Sonra yine içki içilmeye başlanıp alkol etkisini gösterince Farabi çalgısıyla herkesi uyutacak bir parça çalmaya başlamış ve herkes ölü gibi uykuya dalmış. Sonra da çalgısının üzerine "Farabi yanınıza geldi, onunla alay ettiniz; o da sizi uyuttu, sonra kayboldu." yazarak orada bırakmış. Sâhib bin Abbâd ve misafirleri uyandıklarında ne olduğunu anlamışlar ama iş işten geçmiş. Arkasından gönderilen kişiler Farabi'yi bulamamış ve Sâhib bin Abbâd hayatı boyunca buna üzülmüş.
Eserleri.
Hakkında sonradan yazılan biyografilerde verilen listelerde 100 ile 160 arasında eserin Farabi'ye atfedildiği görülür. Bu eserlerin ancak küçük bir kısmı bize ulaşmış durumdadır. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar sayesinde ulaşılan eser sayısı giderek artmaktadır. Farabi'nin eserleri küçük risaleler şeklindedir. Örneğin Millî Eğitim Bakanlığı tarafından küçük boyutlu cep kitabı olarak basılan ve en önemli eserlerinden olan "İlimlerin Sayımı" (İhsa'ül Ulûm), çevirenin önsözleri çıkarılırsa 90 sayfa, "Faziletli Şehir" (El-Medinetü'l-Fazıla) 110 sayfa kadardır.
Farabi'nin çok sayıda eseri büyük filozofların eserlerini tanıtma ve açıklama niteliğindeki metinlerdir. Farabi'den önce çok sayıda felsefe kitabı Yunanca ve diğer dillerden Arapçaya çevrilmiş olmasına karşın, bu çeviriler yetersizdi ve çeviriyi yapanlar da yaptıkları çevirilerin içeriklerini tam anlayamamışlardı. Örneğin İbn Sina, Aristo'nun "Metafizik"'ini ("Mâba'd-et-tabîa") 40 defa okuduğunu ancak anlayamadığını, tam ümidini kaybettiği sırada Farabi'nin bu konudaki eserini okuyunca anlayabildiğini anlatır. Farabi'ye ait eserlerin büyük bir kısmı mantık ve dil felsefesine ilişkindir. İbn Haldun, esasen mantık alanındaki önemli çalışmaları dolayısıyla Farabi'ye ikinci öğretmen anlamında "muallim-i sânî" unvanı verildiğini belirtir. Bunun dışında siyaset felsefesi, siyaset felsefesinin bir dalı olarak gördüğü din felsefesi, metafizik, müzik, psikoloji gibi alanlarda da önemli eserler vermiştir.
Yöntemi.
Farabi'nin düşünce sistemi, Aristo mantığına dayanan akılcı bir metafizikti. Aristo'yu temel alarak onu Yeni Platonculuk ile birleştirmeye ve bunu da İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu uzlaştırmayı iki aşamada yapar. Önce Yunan kaynaklarını birbiriyle uzlaştırmaya çalışır. Bunun için İsagogia, Esologia gibi kitaplardan yararlanır. Ardından Aristo ile Platon'u uzlaştırmaya çalışır. Daha sonra da sıra bilimle şeriatın uzlaştırılmasına gelir. Bu yüzden Farabi, birçok Müslüman yorumcu tarafından, İbn Sina ve İbn Rüşd ile birlikte Antik Yunan'daki peripatetiklere benzetilerek Meşşaî ve akılcı olarak kabul edilir. Helenizm'in etkisinde kalan bütün filozoflar için bu uzlaştırma çabası bir dizi sorun yaratmıştır. Örneğin İbn Rüşd de hikmetle dini uzlaştırmaya çalıştırmıştır. Farabi'nin birçok hücuma uğramasının nedeni uzlaştırmaya çalıştığı fikirlerin birbirlerinden çok uzak olmasıdır. Örneğin Yunan felsefesindeki evrenin ezeli ve ebedi olması fikri ile İslam'ın yaratılmış âlem fikrini birbiriyle uzlaştırmakta çok güçlüğe uğradı. Benzer şekilde din felsefesi ya da dinin insanların ürettiği bir felsefe olduğu fikri ile peygamberliğin ilahi bir seçilme olduğu fikri arasında da bir uzlaştırma oldukça zordu. Farabi bu uzlaştırma düşüncesinden sadece siyaset konusunda vazgeçti ve bu alanda da Platon'a bağlı kalarak "Faziletli Şehir" düşüncesini savundu.
Farabi'nin öğretisi uzlaştırıcı bir mistisizmdir. Pisagor ve Pascal gibi sonuçlamaya (el-istintac) dayalı bir akıl yürütme (el-istidlâl) yolunu kullanarak başlar. Matematiksel bir sonuçlamadan başlayarak mistisizme ulaşır fakat mistisizmi bir felsefi sistemden çok bir ruh hâli olarak görür. Evrenin manevi bir ilkesi olduğunu varsayar ve bütün maddi olayları bu manevi ve ruhi ilkelere indirger. Farabi'nin sistemi eklektiktir ve bu eklektizmin temelinde Aristoculuk yer alır. Fakat Farabi Aristo ile Platon arasında derin bir ayrılık olduğunu düşünmez. Ona göre, her ikisi de ruhçudur ve tanrı fikrine dayanır, aralarındaki fark sadece yöntem ve ayrıntıdadır. Bu yolla Farabi, Aristo ile Platon'u birleştirmeye çalışır ve bunlara Harran okulundan aldığı Gök kuramını katarak tek bir manevi ilke etrafında birbirinden oldukça uzak kuramları birleştirir.
Arapçaya çevirilerde kullanılan kavramlar.
İslam dünyasında Farabi'den önce başlayan çeviri faaliyeti çeviri konusunda bazı kavramların oluşmasına neden oldu. Yunan felsefesinin İslam kültürüne aktarılmasında iki tür çeviriden söz edilebilir. Bunlar "Harfi harfine yapılan çeviriler" ve "anlam çevirileri"dir. Harfi harfine çevirilerde kelimelerin en yakın ya da bulunan ilk karşılıkları kullanılır. İlk çevirileri yapanlar ne mantıkçı ne de felsefeci oldukları için bunların çoğu harfi harfine yapılmış çevirilerdi. Daha sonra felsefecilerin yaptıkları anlam çevirileri ortaya çıktı ve bunlar da "telhisi tercüme (özet çeviri)", "şerhi tercüme (açıklamalı çeviri)" ve "tefsiri tercüme (yorumsamacı çeviri)" olarak üç grupta ele alındı. Bunlara daha kısaca "telhis", "şerh" ve "tefsir" de denildi.
Farabi Yunan felsefesinin anlaşılmasını sağlamak için çok sayıda anlam çevirisi yaptı. Farabi ile ilgili yazılan eserlerde sıkça onun Aristo ve Eflatun'un eserlerine şerhler ve telifler yazdığı şeklindeki ifadelere rastlanır. Aristo'nun Organon serisi üzerine yaptığı çevirilerin birçoğu özet çevirilerdir. İbn Sina'nın Aristo metafiziğini anlamasını sağlayan Filozof Aristoteles'in amaçları kitabı ise açıklamalı çevirilerine bir örnek olarak verilebilir. "Kitâb-üs saâde", "Kitâbu’l-Elfâz" ve "Kitâbul-Hurûf" gibi kitapları ise yorumsamacı çeviri olarak nitelenebilir.
Dil Felsefesi, Bilgi Felsefesi ve Mantık.
9. ve 10. yüzyıllarda İslam uygarlığı yayıldıkça dil tartışmaları daha büyük önem taşımaya başladı. İslamiyet'i yeni kabul eden halkların Kur'an'ı anlayabilmeleri için Arapça öğrenmeleri gerekiyordu. Bir taraftan da yeni kültürlerle karşılaştıkça dil öğrenmek ve dil bilgisi daha da önemli hâle geldi. Bu yüzyıllarda Müslüman nahivciler (dil bilimciler) dil bilimi, kelime bilgisi (sarf), dil bilgisi (nahiv), anlam teorisi, seslerin çıkışı (meharicü’l-hurûf) ilmi, kelimelerin konumu ve türetilmesi ilmi (ilmü’l va’z ve ilm-i iştikâk), beyan ilmi, bedi’ ilmi, aruz ilmi, konuşmanın halin gerektirdiği şekle uygunluğu ilmi (ilmü'd-devâvin) ve başkasının sözünün kendi hâline uygunluğu ilmi (ilmü'l-muhazara) gibi gruplara ayırdılar.
Aynı dönemde Yunan dilinden Arapçaya felsefe tartışmalarının aktarılması ile Arapçanın felsefi bir kelime dağarcığına sahip olmadığı ortaya çıktı ve bu konu Farabi'nin üstatları ve öğrencileri olmak üzere ilk Arap filozofları için çok önemli bir sorun hâline geldi. Aristo mantığının önemli bir kısmının dil merkezli olması mantıkçıların Arap grameri yerine Yunan gramerinin konulmasını gündeme getirmesine yol açtı. Mantık biliminin kurucusu sayılan Aristo, Organon'un tamamını varlıklar dünyası, düşünme ve dil arasındaki uyuma ayırmıştı. Organon'un birinci kitabı olan "Kategoriler" varlık, bilgi ve dil felsefesinin temel taşı olarak kabul edilir. Ancak Aristo mantığı Arap diline uyarlanırken ortaya sorunlar çıktı çünkü Aristo'nun kategorileri ile Arap nahivcilerinin (gramerciler) türemiş kelime grupları arasında bir farklılık vardı. Örneğin Aristo'nun kategorileri Cevher'den başlıyor ve diğer kategorileri yükleyerek Nitelik, Nicelik, İzafet, Mekan, Zaman, Durum, Aidiyet, Fiil, İnfial sıralamasıyla devam ediyordu. Halbuki Arap gramercileri Fiil'den hareket edip, bunlardan isim türeterek cümleyi oluşturuyorlardı. Mantık ile dil arasındaki bu uyumsuzluk bir dizi tartışmaya neden oldu. Nahivci Ebû Said Sîrâfî ile mantıkçı Ebû Bişr Mettâ bin Yûnus arasındaki ünlü tartışma buna güzel bir örnektir. İşte Farabi bu karışıklığa çözümler geliştirmeye ve birbirine rakip yaklaşımlar arasında bir uyum yakalayabilmek için sistemli bir çabaya girdi. Mantık ve dil felsefesi üzerinde o kadar önemli çalışmalar yaptı ve eserler verdi ki Arapçanın mantık ve felsefi konuların rahatça ifade edilebilir bir dil hâline gelmesinde onun çalışmalarının önemli bir rolü olduğu kabul edilir.
Farabi, mantığın, hangi dilde olursa olsun doğru bir akıl yürütme için izlenmesi gereken kuralları sağlayan genel bir nahiv (gramer) olduğu şeklinde bir anlayışı benimsedi. Buna göre mantık ve nahiv kuralları olan iki ayrı ilimdi, mantık gramer ile çatışmaktan ziyade onu tamamlayan, dil hakkında özel bir araştırma alanı sağlayan bir bilimdi. Mantıkçının veya felsefecinin kendini herhangi bir dilde ifade edebilmesi için nahivciye dayanması gerekiyordu. Yani "mantık sanatınının evailini bize bildirmesi ve ikaz etmesi için nahiv sanatından kifayet miktarınca öğrenmemiz gereklidir" Diğer taraftan örneğin Kitâbu’l-Elfâz'ında Arapça edatların var olan tasnifinin yeterli olmadığını ve mantıki sınırlar çerçevesinde yeniden tasnif edilmesi gerektiğini de söyler. Daha sonra Kitâbu’l-Hurûf'unda Arapça edatları tasnif etme işine girer.
Farabi'nin eserlerinin önemli bir kısmı mantık ve dil felsefesine ilişkindir. Birçok Orta Çağ aydını, Farabi'nin mantıktaki dehasını ve titizliğini onun ününün temeli olarak görür.
Farabi, mantık üzerine temel metinler sayılan Aristo'nun Organon'una şerhler yazdığı gibi ayrı risaleler de kaleme aldı. Farabi, sınıflandırmasında Porfirios'un "İsagoci"sini başa, "Şiir" ("Poetika") ve "Hitabe"'yi ("Retorika") de sona koyarak bunu dokuz kitaba çıkardı. Şerhlerinde Farabi sadece bir özet çıkarmadığı gibi ayrıntılı bir tefsir de yazmıyordu. Aristo'nun düşüncelerinden ilham alıyor ama Aristo okulundan gelişen düşünceleri ve kendi yorumlarını da ekliyordu. Bağımsız makale olarak yazmış olduğu metinlerden Harfler Kitabı ve El-Elfazu’l-Müsta’mele fi’l-Mantık büyük oranda mantık ve linguistik konularına ayrılmıştır ve sıradan dil ile felsefi terminoloji arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışır.
Farabi'ye göre felsefe, din, mantık ve dil bilimleri birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır. Mantık ile dil bilimi birbirlerinin farklı alanlarda eş değerleri gibidir. Felsefe ve din ilişkisini de yine dil bilimi ile ilişkilendirilerek açıklanır. Örneğin Farabi'ye göre din, felsefenin mantık bilimlerinden sayılan hitabet ve şiir sanatlarının popüler biçimde kullanılarak ifade edilmesi olarak görülür. Bunun için popüler terimlerden oluşan bir dilden öncelikle felsefi terimler dağarcığı gelişir ve bu felsefi terimler ile geliştirilen felsefe tekrar popüler/avami terimler aracılığı ile halka ulaştırılır. Farabi, burada ideal gelişim modelinden sapmalar olduğunu ve bazı kavimlerin kendi yerli dili ve mantık gelişiminden bir felsefe üretmek yerine başka felsefe ve dillerden etkilenebileceğini gösterir. Böylece İslam'ın Yunan felsefesi ile ilişkisini de bir tarihi sürece yerleştirmeye çalışır.
Dilin kökeni ve gelişimi.
İslam dünyasında dilin nasıl oluştuğu konusunda Bakara suresindeki "Allah, Adem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti" şeklindeki 31. ayet tartışmalara yol açmıştır. İbni Abbas, İbn Fâris, Eş'ari gibi alimler dilin vahiy yoluyla oluştuğunu kabul ederken, Mutezile akımına mensup olanlar dilin insanlar tarafından geliştirildiğini ileri sürdüler. Fahreddin er-Râzî ve Ebû İshâk el-İsferâyînî gibi alimler ise başlangıçta Allah tarafından verildiğini, sonra insanlar tarafından geliştirildiğini söyleyerek bir ara çözüm ile her iki iddianın da doğru olduğunu savundular.
Farabi'nin yaşadığı dönemde bu konuda farklı ekoller oluşmuş durumdaydı. Farabi dilin ortaya çıkışını felsefi bir tarzda, biyolojik ve antropolojik olgular eşliğinde açıklamaya çalışır. Dilin kökeni ve gelişimi konusunu Farabi'den önce hiçbir filozof onun kadar kabul edilebilir ve sağlam dayanaklarla açıklamamıştı. Farabi dilin bir defada değil, aşama aşama ortaya çıktığını kabul eder, bu da insan idrakinin gelişmesi ve ihtiyaçların artması ile olur. Farabi de Platon ve Aristo gibi insanın ilk olarak "işaret dilini" kullandığını, ikinci aşamada sesli konuşmaya geçtiğini düşünür. Sesli iletişimin ilk basamağı "nida/ünlem"dir. Bir bölgede yaşayan insanların ağız, dil, gırtlak yapıları birbirine benzediği için organlarına en kolay gelen sesler kullanılır. Ardından da nesnelere isim verilmesi gelir. Farabi bu "lakapların" (adların) oluşmasında bir topluluk ittifakı olduğunu belirtir. Lakapların oluşması aşamasından sonra lafızların ve terkiplerin oluşması aşaması gelir ki, burada da belli kurallar gerekir. Farabi'ye göre bilimden uzak bir toplumda, dil, sadece tabiattaki seslerin taklidinden ibarettir. Lafızlarını oluşturan bir toplum ise kendi ifadesiyle artık "fıtratlarının talep ettiği zekaya ve bilgiye meyyaldir. Daha sonra (lâfızların) anlamlarının (el-meânî) taklidi olan anlamlar üzerine gösterge yaparak ve onları (lafızlar),varlık alanındaki düzeni yansıtacak şekilde düzenlerler. Anlamların derli toplu olarak bir araya getirilip düzenlendiği bu lafızları, onların zihinleri araştırarak elde eder. Daha sonra, anlamların tiplerinden kendi hallerine benzer durumda olanları açıkça ifade etmeye çalışırlar. Toplumun ittifak edemediklerinde ise yöneticiler, lafızların kurallarını koyarlar."
Farabi'ye göre, dil, varlık ve bilinç ile birlikte ortaya çıkar. "Varlık" Farabi'nin dil felsefesinde merkezi öneme sahip ve metafizik bir kavramdır. Farabi'ye göre "varlık" tanımlanamaz, çünkü bir şeyin tanımlanabilmesi için kendinden daha geniş anlamlı bir ifadenin bulunması gerekir, halbuki "varlık" kavramı, en geniş anlama sahip kavramdır ve hiçbir kategoriye sahip değildir. Bu durumda insanın bilincinin açılması ile "varlık" kavramının insan bilincinde ortaya çıkması aynı anda olmuştur. Yani varlık, bilinç ve dil aynı anda ortaya çıkan şeylerdir. Dil, varlık ve bilincin bir surete bürünmesi ve konuşma aracılığıyla başkalarına aktarılabilmesidir."
Bilgi felsefesi.
Aristo felsefesinin "Her insan doğal olarak bilmek ister", Farabi felsefesinin ise "her insan doğal olarak mutlu olmak ister" önermesine dayandığını ve bu anlayıştan yola çıktığını söyleyebiliriz. Farabi, mutluluğun anahtarının ise bilgide ya da başka bir deyişle felsefede olduğunu şöyle ifade eder: "Mutluluğa güzel şeyler bizde yerleşik hale geldiğinde ulaştığımıza ve güzel şeyler de bizde ancak felsefe sanatı sayesinde yerleşik hale geldiğine göre, bundan, kendisi ile mutluluğa ulaşılan şeyin felsefe olduğu, zorunlu olarak ortaya çıkar. Felsefe ise, bizde ancak temyiz yetkinliği ile oluşur" Sadece Farabi'nin değil, genel olarak islam filozoflarının bilgi felsefesi ile uğraşmalarının arkasındaki neden bilgi ile mutluluk arasında böylesine yakın bir ilişki olduğunu düşünmeleridir. Bu yüzden Farabi'nin belli başlı eserlerinde "bilinmesi gereken şeyler"den söz edilir.
Farabi'deki bilgi probleminin metafizik, psikolojik ve mantık bağlamında üç uzantısından söz edilebilir.
Bilgi felsefesinin metafizik boyutu kısaca şöyle ifade edilebilir: Mutluluk insanın kendisi için en son yetkinliktir ve mutlak iyiliği ifade eder. O yetkinliğe ulaşınca talep edilecek başka bir şey kalmamıştır. Yani mutluluk, bütün amaçların arasında kendisi için istenen biricik amaçtır. Farabi'ye göre insan bu amaca maddi boyutunu aşarak, ruhunu maddi olan her şeye karşı bağımsızlaştırarak ulaşabilir. İnsan, bir akıl varlığı olduğu için, bunu ancak akla dayalı bir yetkinleşme çabası ile gerçekleştirebilir.
Farabi'de bilgi teorisi psikoloji alanındaki bir uzantıya da sahiptir. Buna göre varlık ile düşünceyi ilişkiye sokan şey "suret"tir. Biz nesneleri onun "suret"ine göre tanımlarız. Yani "suret" hem cismin kendisinde vardır hem de var olanın zihnimizdeki bir karşılığıdır. Varlığın işleyiş mekanizmasıyla, düşüncenin işleyiş mekanizması arasında da bir uyum vardır. Farabi'ye göre "suret", "cisim"de, "duyu"da ve "akıl"da bulunabilir ve bu bulunuşlar insan psikolojisinin aşamaları biçimindedir. Suretin cisimde bulunuşu maddi olarak etkilenme yoluyla olur ve onun dış dünyadaki varlığıdır. Suretin "zihin"deki bulunuşu ise idrak, yani soyutlama yoluyla gerçekleşir ve bu "duyu"da ve "akıl"da olmak üzere iki biçimde gerçekleşir. "Suret"in "duyu"da bulunuşu bir etkilenme ile değil tasavvur yoluyla olur, yani "duyu" nesnenin suretini bulunduğu durumlar içinde idrak eder. "Suret"in "akıl"da bulunuşu ise yine idrak yoluyla olur fakat bir takım zihinsel süreçler sonunda olan ve maddi olmayan bir bulunuştur. "Suret" işte bu aşamada cisimden ve maddi ilişkilerden tamamen soyutlanır ve "bilgi" dediğimiz şey de bu aşamada oluşur.
Mantık felsefesi.
Farabi'nin bilgi felsefesinin en önemli kısmını mantık felsefesi oluşturur. Farabi'ye göre varlıklar dünyası ile düşünceler dünyası arasında uyum sağlanabilir ve bunu sağlayabilmek için mantık sanatının sağlayacağı bir zihin eğitimi gereklidir. İnsana özgü olan iyiliklerin başında akıl olduğuna göre ve mantık sanatı da aklın doğru çalışmasını sağlayan bir araç olduğuna göre bu mantık sanatı insana özgü iyiliklerin başında gelmektedir.
Mantık kavramı modern zamanlarda ortaya çıkmış bir kavramdır. Aristo'nun kitabı Organon yüzyıllarca mantık anlamında kullanılmıştır. Aristo'ya göre mantık, bilgi elde etmenin bir aracıdır. Farabi'ye göre mantık hem bir alet/sanat, hem de bir bilim'dir. Mantık dilbilim ile çok yakın bir ilişkiye sahiptir. Mantık düşünmenin evrensel kurallarını, dil bilim ise o dile özgü kurallarını belirler. Aynı şekilde Farabi'ye göre mantığın matematik ve geometri ile de çok yakın bir ilişkisi vardır. Bu yüzden mantık öğrenmek isteyenlerin önce geometri öğrenmeleri gerektiğini söyler.
Farabi'ye göre "mantık sanatı" beş şekilde icra edilir. Bunlar "burhanî", "cedelî", "sofistâî", "hatabî" ve "şi'rî" sanatlardır.
Burhanî sözler ("kanıtlama") kesin bilgi (Farabi'de "yakin" diye tabir edilen bir kesin bilgi anlayışı vardır) vermeğe yarar. "..bütün hallerinde kesin bilgiyi ifade etmek için kullanılır. Bu kesin bilgi de aksi bulunması mümkün olmayan bilgidir. İnsanın bundan dönmesi mümkün değildir, bundan dönülebileceğini zannetmesi de mümkün değildir, onun hakkında yanlış yaptığı şüphesine de düşmez, mugalâta onu bu düşünceden vazgeçirmez, bir yön ve sebepten dolayı ondan şüphe etmez ve tereddüte düşmez" Görüldüğü gibi "Burhan" sanatı Farabi'ye göre mantığın en önemli kısmıdır.
Cedelî sözler ("diyalektik") doğruyu bulmaktan çok galip gelmek için kullanılan sözlerdir. İki kişinin karşılıklı sözlü çekişmesinde cedeli sözler kullanılır. "Diyalektik" veya "kavl" da denilir. Farabi'ye göre iki şekilde kullanılır. Birincisinde taraflar, bütün insanların kabul ettiği "meşhur sözler" ve "meşhur deliller" kullanarak birbirlerini yenmeye çalışırlar. Ancak taraflar meşhur olmayan sözler ve deliller kullanarak zafer elde etmek isterlerse bu cedel olmaz. İkinci kullanımda ise kişiler bir insan ya da bir fikir hakkında bir zan yaratmak için bu sözleri kullanırlar. Bunlar kesin bir bilgi olmadığı halde insanlar onu kesin bilgi zanneder.
Sofistâî sözler ("satsata") insanı şaşırtmak, sapıtmak ve yanlışa düşürmek için kullanılan sözlerdir. "Gerçek olmayan şey hakkında gerçek ve gerçek olan şey hakkında gerçel değil zannını verir; alim olmayan kimseyi kuvvetli bir alim zannettirir, hakîm olan bir kimse hakkında da öyle değilmiş zannı verir." Bu sanata sahip olan kimseler insanları yanıltmaya (mugalâta), şaşırtmaya ve aldatmaya yenenekli olurlar. Aynı zamanda kişi kendisi hakkında da gerçek olmayan bir fikre sahip olabilir. Farabi, kelimenin Yunanca felsefe, hikmet anlamındaki "sofiya" ile göz boyayan anlamındaki "istis" sözcüklerinden oluştuğunu ve "göz boyayıcı hikmet" anlamına geldiğini belirtir.
Hatâbi sözler ("retorik") insanları bir fikre inandırmak, hiç değilse kabul ve tasdik ettirmek için söylenen sözlerdir. Burada kandırıcı sözler kullanılır ki, bunlar cedeldeki kuvvetli zanlar kadar güçlü olmamalarına karşın, diğer bazı kandırıcı sözlerden daha güçlü olurlar ve daha güçlü etki yaparlar. Hat'abi sözlerde kesin bilgiye yakın bir zan oluşturacak bir şey yoktur. Bu yüzden cedelden ayrılır.
Şiiri sözler ("poetika") konuşulan bir şeyi daha üstün veya daha alçak, daha güzel veya daha çirkin şekilde tasavvur etmemizi sağlayan sözlerdir. Farabi insanların zan, ilim ve tasavvurlarının birbirinden farklı olabileceğini, şiiri sözlerin insanın tasavvurlarını etkilediğini belirtir. Buna göre insanlar pek çok kere "zan ve ilimlerini" takip etmek yerine tasavvurlarını takip ederler. Şiiri sözler, insanların bir şeyi yapmasını sağlamak için kullanılır. Bir insan bir işe derece derece sevk edilmek istendiğinde, ona şiiri sözler söylenir. İnsan başka zaman o işi yapıp yapmayacağına emin değilse bile şiiri sözlerin etkisiyle bu işe girişir. Bu yüzden öteki sözler değilse de "şiiri sözler süslenir, bezenir, kelimeler kuvvet verilir ve "Mantık ilmi"nde zikrettiğim şeyler ile, onun parlaklık ve güzelliği artırılır."
Farabi'ye göre Arap dilinin anlam dünyası başlangıçtan beri "hitabet sanatını" kullanıyordu, halbuki kesin bilgiye ulaşılabilmesi için "burhan ilmi"nin kullanılması gerekiyordu. Hitabet sanatı kavramları ve bunlara delalet eden kelimeleri birbirinden yeterince ayırmadığı için Arapça "burhan sanatı"nı icra edecek kıvamda değildi. Arap dünyasında ortaya çıklan fıkıh ve kelam gibi ilimler teorik konuları tasavvur ve ikna ile öğretiyor ve kelimelerin kavramsal çerçevesi ise ancak tahayyül gücü ile oluşuyordu. Farabi'nin mantık anlayışına göre ise tahayyül yöntemi ancak kesin bilgiye ulaşmaya yarayan burhani sözler için değil, ancak insanları etkilemeye yarayan şiiri sözler için kullanılan bir yöntemdi.
Arapça ile Yunancanın bu karşılaştırması Farabi'nin dil felsefesi ile bağlantılıdır. Zira Farabi'ye göre dil belli evrelerden geçerek olgunlaşır. Dil içerisinde oluşan ilk metotlar şiir ve hitabet'tir. Daha sonra cedelî, ardından sofistâî ve nihayet en son burhanî metotlar gelişir. Halk tarafından kabul edilmiş olan meşhur önermelerin hepsi hitabidir ve halk şiir ve hitabet ile ilgilenir, onları ezberler. Ne zaman ki ezberlemek zor gelir, o zaman yazı sanatı ortaya çıkar. Yazı sanatı ile birlikte dilbilimi gelişmeye başlar. Dilbilimciler hitabet ve şiir sanatını kullananlardan duyduklarını yazarlar ve bunlardan yola çıkarak dilin kurallarını oluştururlar. Ancak hitabet metodunu kullananlar arasında anlaşmazlıklar doğar ve tartışmalardan Cedel doğar. Cedel'in ardından veya Cedel ile birlikte Sofistik metot gelişir. Ancak bu metotlar kesin bilgiye ulaşmaya yetmediği için Burhan metodu doğar.
Mantığın bölümleri.
Farabi, Mantığı 8 bölümde ele alır ve her bölümün bir kitapta bulunduğunu belirtir. Bu bölümlendirme tarzı Aristo'dan alınmıştır. Bu bölümleri şu şekilde sıralar:
Birinci kitap: Mâkulat (Kategoriler): Farabi, Aristo'nun kategori kavramını "mâkul", kategorileri ise "mâkulât" şeklinde niteler. Bu kitapta "mâkuller ile onlara delalet eden tek kelimelerin kanunları" olduğunu belirtir.
İkinci kitap: El-ibâre (Önermeler): Farabi, Yunancası "Bârî erîminyâs" "Peri Hermeneias") olan bu kitabın Arapçada "El-ibâre" olarak bilindiğini yazar. Bu kitapta ikişer mâkul'den oluşan mâkuller ile ikişer kelimeden oluşan kelimeler ve bunların kanunları anlatılır.
Üçüncü kitap: El-kıyâs (Birinci Analitikler): Bu kitapta mantık ilmini icra etmede kullanılan ve yukarıda sayılan beş sanatta ortak olan kıyasları sınayıp denemeye yarayan kanunlar anlatılır. Farabi Yunancada "ânâlûtîka'l-ûlâ" denilen kitabın Arapçada "el-kıyâs" olarak geçtiğini yazar.
Dördüncü kitap: El-Burhân (İkinci Analitikler): Farabi'ye göre bu kitapta "burhani sözleri sınamaya yarayan kanunlar ile felsefeyi mükemmel ve tam hale getiren şeylerin kanunları" vardır. Yunancası "ânâlûtîka's-sâniye" olan kitap Arapçada "el-burhan" adıyla geçer.
Beşinci kitap: El-Cedel (Topikler): Cedelî (diyalektik) soru ve cevapların nasıl olacağı, cedel sanatını mükemmel bir hale getirmeye yarayan şeylerin kanunları bu kitapta anlatılır. Farabi kitabın Arapça "Kitâb-ül-mevâzi'-il-cedelîye", Yunancada ise "Tûbikâ" olarak geçtiğini yazar.
Altıncı kitap: El-hikmet-ül-mümevvihe (Sofistik Deliller): İnsanları yanıltmaya, şaşırtmaya ve aldatmaya yarayan şeylerin kanunları ve bu işleri icra eden kişilerin kullandığı şeylerin kanunları bu kitapta anlatılır. Farabi'nin ifadesiyle "bunun arkasından, yalan saçıp aldatanın kullandığı yanıltıcı sözlerin karşılanması için lazım gelen bütün şeyler sayılır; bunların nasıl bozulacağı, neler ile reddedileceği ve insanın araştırdığı şeyde yanlıştan ve yanıltmadan nasıl korunacağı gösterilir" Bu kitaba Yunancada "Sofistika" denilir ki anlamı "Yanıltıcı felsefe"dir.
Yedinci kitap: Hitabet (Retorik): Nutukların ve güzel konuşan hatiplerin sözlerinin çeşitlerini sınayıp denemeye yarayan kanunlar bulunur. Hitabet sanatının nasıl mükemmel hale getirilebileceğini ve daha etkili olabileceğini öğretir.
Sekizinci kitap: Şiir (Poetika): Şi'rî sözlerin çeşitlerini ve bu sanatın nasıl mükemmelleştirileceğini anlatır. Şiir türleri ile bunların nelerden oluştuğu, nasıl daha kuvvetli, daha parlak ve hoş hale getirileceği sayılır.
Burhan dışındaki mantık sanatlarının rolü.
Farabi, mantığı bu şekilde bölümlere ayırdıktan sonra bunlardan dördüncüsünün, yani "Burhan"ın (kanıtlama) hepsinden üstün olduğunu belirtir.("Çerçeve yazıya bakınız.") "İlimlerin Sayımı"nda "Burhan"ı bu kadar net bir şekilde diğer tüm mantık sanatlarından ayırıp, üstünlüğünü belirtmesine ve felsefenin "Burhan" ile yapıldığını vurgulamasına karşın, diğer sanatları tek tek ele aldığı kitaplarda görüşleri çok daha karmaşık bir hale gelir ve "Burhan" dışındaki sanatların felsefe içinde bir çevre rolünden çok bir "rükün" (integral, tamamlayıcı) rolü olduğu görüşünü kabul eder görünür.
"Kitâbu’l-Cedel"in girişindeki tartışmalarda cedelî fonksiyonların felsefeye nasıl hizmet ettiğini ve onu desteklediğini göstermeye çalışır. Cedelin 5 konuda burhani ilmi desteklediğini söyler. Bunlar:
Buna göre Cedel (diyalektik) pedagojik ve yardımcı bir sanattır, ama aynı zamanda özellikle ikinci ve üçüncü yararları sayesinde sadece yardımcı değil, burhanın fiilen ortağı bir uğraş haline gelir.
Benzer şekilde şiir sanatı konusunu ele aldığında şiiri bilgi felsefesinin önemli bir konusu haline getiri, zira şiire bir amaç oluşturur. Bu amaç tahayyül, yani bir nesnenin hayali bir resminin zihinde canlandırılmasıdır. Şiiri bu özellikleriyle ilk ele alan müslüman filozof Farabi olmuştur ve bu tahayyül düşüncesi islam aleminde şairane taklit konusunda sonraki yorumların köşetaşı olmuştur. Böylece şiirin psikolojik temelleri üzerinden ilerleyerek din ve safsata konularındaki rolünü de açıklığa kavuşturur.
Yine aynı şekilde hitabet sanatının da belli amaçları yansıttığını ve formel mantık yetenekleri henüz başlangıç aşamasında olan kitlelerle iletişimde çok önemli bir rol oynadığını açıklar. "Mutluluğu kazanma kitabı (Kitâb-ü tahsil-il saâde)" adlı kitabında da filozofların kendi felsefelerini diğerlerine iletmeye çalışmakla görevli olduklarını öne sürer ve hitabet, cedel ve şiir sanatlarının kitlelere bu felsefeyi anlatma aracı olduklarını belirtir. Böylece bu ilimleri felsefenin ve burhani ilimlerin bir parçası haline getirir.
Doğa Felsefesi, Metafizik ve Psikoloji.
Farabi'de doğa felsefesini metafizik ve psikolojiden ayırmak oldukça güçtür. Çünkü Allah ile "göklerin" hareketleri arasında, gök akıllarının dereceleri ile insan aklı arasında sıkı bir bağlantı vardır. Farabi, diğer Meşşai filozofları ve ilk İslam ansiklopedistleri sayılabilecek İhvan-ı Safa aydınları gibi, ilk olarak Plotinus tarafından geliştirilmiş olan sudûr teorisini () kabul eder. Buna göre tanrının taşması ile alemler/felekler/gökler ve akıllar oluşur. Yani fizik ile metafizik, hem gökler hem de akıllar aracılığıyla iç içe geçer.
Doğa Felsefesi.
Farabi gökleri(alemler, felekler) akıllar kuramına ve metafiziğe bağlar. Aristo kitapları için yazdığı şerhlerde Fizik'in 8. kitabındaki ilk hareket ettirici (Allah) fikrini Metafizik'in 5. kitabındaki akıllar kuramı ve De Anima'nın 2 ve 4. bölümlerindeki "insan aklı" fikriyle birleştirir. Farabi'nin eserlerinde açıkladığı sudûr teorisi Batlamyusçu yer-merkezli bir kozmoloji ile metafizik karışımı bir teoridir. Yani teori hem evreni hem de "yaratılış" anlayışını açıklar. Teorsinin iskeletini kozmoloji sağlar. Batlamyus kozmolojisinde âlemin, ortak merkezi dünya olan bir dizi kürelerden oluştuğu kabul edilir. İlk sema olarak adlandırılan en dıştaki küre, beş sabit yıldızdan oluşan bir küre ve Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve nihayet Ay küreleri. Ay küresi (felek) yer-merkeze en yakın küredir. Bu kozmolojik iç içe küreler dizilişi iskeleti oluştururken, ilahiyat da içeriği oluşturur. Farabi'ye göre Tanrı'nın alemi yaratmasını sağlayan şey Tanrı'nın aklî faaliyetidir. Tanrının kendini düşünmesinin ("tefekkür") bir sonucu olarak Tanrıdan ikinci bir akıl oluşur yani "sudûr" eder. Ortaya çıkan bu akıl hem kendini düşünür hem de kendisini yaratan Tanrı'yı yani ilk aklı düşünür. Tanrıyı düşünmesi sayesinde ortaya bir üçüncü akıl çıkar kendini düşünmesi sayesinde ise ilk semâ (felek), yani en dıştaki küre oluşur. Üçüncü akılın da aynı şekilde ilk aklı düşünmesi sayesinde dördüncü bir akıl, kendisini düşünmesi sayesinde ise ikinci semâ ortaya çıkar. Bu küre ise yıldızlardan oluşan küredir. Bu süreç tekrarlanır ve Tanrı'dan başka on akıl ile sıra ile iç içe Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür semâları oluşur, en son olarak da ay-altı alemimiz, yani dünya oluşur.
Farabi'nin doğa görüşü oldukça deterministtir. Bu determinizm onun metafizik anlayışındaki determinizmden gelmektedir. Plotinus'çularda olduğu gibi Farabi'de de "âlemin özü" problemi felsefesinde büyük bir rol oynar. Bunu açıklayabilmek için Plotinus Bir, akıl ve ruh üçlüsünü dünyanın ilkesi olarak kabul eder. Farabi bunu kabul etse bile maddi bir dünyanın açıklanması ile meşgul gibidir. Bazı Eflatuncuların "Gök"ü mutlak olarak manevi kabul etmelerine karşın, Farabi göğün maddi olduğunda ısrar eder.
Hilmi Ziya Ülken, Hristiyanlıktaki teslis anlayışına yaklayan Plotinus'un üçlük (Bir/Allah, akıl, ruh) eğilimini Farabi'nin kabul etmesinin bir çelişki olduğunu, Vahdaniyetçi, yani Tanrı'nın birliğine inanan bir müslüman filozof olan Farabi'nin bu teslisi reddetmesi gerektiğini söyler. Çünkü akıl ile Allah arasında epey büyük bir mesafe vardır. Ancak Farabi bu sayede fizik ile metafiziğin iç içe geçmesini sağlamış ve Farabi metafiziği Musa ibn Meymun yoluyla Spinoza felsefesinin oluşmasını sağlamıştır.
Metafizik.
Farabi'nin metafizik öğretileri modern araştırmacılara bazı zorluklar çıkarmaktadır. Bu zorlukların bir kısmı İbn-i Sina öğretisini yansıtan bazı eserlerin Farabi'ye atfedilmedilmesinden, bir kısmı da Farabi'nin olduğu kesin olan eserlerde bile Aristocu ve Neoplatoncu metafiziklere yaklaşımındaki belirsizlikten gelmektedir. Druart'ın ileri sürdüğü ve Deborah L. Black'ın da kabul ettiği yaklaşıma göre Farabi, Neoplatonculuğun merkezinde yer alan sudûr teorisinin Aristo'nun görüşü olmadığını fark etmesine rağmen benimsemiştir. Yazarlar, Farabi'nin bu teoriyi kabul etmesinin nedeni olarak, Aristo'nun ihmal ettiği ilahi ve maddi varlıklar arasındaki nedensellik ilişkisini Neoplatoncu sudûr felsefesinin açıklayabildiğini ileri sürerler.
Farabi'nin metafiziğinin kendisinden sonraki dönemlere nasıl etki etmiş olduğunu en iyi İbn-i Sina'nın aktardığı bir anısı gösterir. Buna göre İbn-i Sina Aristo'nun "Metafizik"ini kırk defa okumasına karşın amacının kendisine kapalı kalmış olduğunu, ancak tesadüfen Farabi'nin "Filozof Aristoteles'in amaçları (Kitâb-ül agrâz-il-Hâkîm Aristôtâlis)" adlı risalesini okuyunca şaşkınlığı ortadan kalkmıştır. İbn-i Sina bu kafa karışıklığını Farabi'nin nasıl çözdüğünü belirtmez ancak bunda Farabi'nin teoloji ile ifadelerinin etkili olduğu anlaşılır. Çünkü Farabi risalesine Aristo metafiziğinin bir "ilahi ilim" olarak tanımlandığını, halbuki gerçekte ilahi varlıklarla ilgili değil maddi varlıklarla ve onların kökenleri ve özellikleri ile ilgili bir inceleme içerdiğini söyleyerek başlar.
Farabi akıllar ve feleklerden oluşan sudûr teorisine karşın müneccimlerin yıldızlara bakarak onlardan anlamlar çıkarmasına karşı "Yıldızlar üzerine doğru olan ve olmayan şeyler hakkında nükteler kitabı (Kitâb-ün-nüket fî-mâ yesihhü velâ yesihhü min ahkâm-in-nücüm)" adlı bir risale yazmıştır. Tüm Orta Çağ dönemi boyunca düşünürleri ve Farabi'yi bu kadar uğraştıran gök akılları ve felekleri kuramı Rönesanstan sonra felsefede bütün değerini kaybetmiştir.
Psikoloji ve Zihin Felsefesi.
Farabi'nin psikoloji ve zihin felsefesi anlayışı metafizik ve tasavvuf anlayışına bağlıdır. "Akıl hakkında kitap (Kitâb-ün fi'l-akl)" psikoloji konusuna özel olarak değindiği tek eseridir. Gerçi "Hikmetlerin yüzük taşları kitabı (Kitâb-ü füsûs-il-hikem)" adlı kitapta da bu konuya değinilir, ancak Halil Georr bu eserin Farabi'ye ait olmadığını, düşüncelerine yakın bir başka kişiye ait olabileceğini ileri sürmüştür. Bu konudaki görüşleri metafizik ve siyasetle ilgili yazıları içinde yer alır.
İnsan nefsi konusundaki görüşlerini ayrıntılı olarak "Faziletli şehir halkı fikirlerinin esasları (Kitâb-ün fî mebâdî ârâ-i ehl-il Medînet-il-fâzıla)" adlı kitabında açıklar. Buna göre nefis beş kısımdan oluşur: Besleyici kuvvet, duyma kuvveti, muhayyile kuvveti, nâtık (düşünme) kuvveti ve isteme kuvveti. Her bir kuvvetin bir hakim kuvveti, bir ya da birkaç hadım/tabii kuvveti vardır. "Besleyici kuvvet" ("ğaziye") insanda ilk vücud bulan kuvvettir ve onu beslenmeye sevk eder. Hakim kuvveti ağızda bulunur. Tabi ve hadım kuvvetleri ise vücudun çeşitli yerlerine dağılmış durumdadır. Kursak, karaciğer, dalak vb. hadım kuvvetler olarak hakim kuvvete hizmet eder. "Duyma kuvveti"nin ("hâssa") hakim kuvveti kalpte bulunur. Hadım kuvvetler ise gözlere, kulaklara ve diğer uzuvlara dağılmıştır. "Muhayyile kuvveti"nin ise diğer uzuvlara dağılmış tabi kuvvetleri yoktur. Sadece hakim kuvveti vardır ve o da kalpte oturur. "Duyma kuvveti" ile duyduklarımızı, duyularımızdan silindikten sonra "muhayyile kuvveti" muhafaza eder. "Nâtık kuvvet"in de, diğer organlara dağılmış tabi ve hadım kuvvetleri yoktur. Aynı muhayyile kuvveti gibi kalpte bulunur ve hem muhayyile hem duyma kuvvetlerine reislik eder. "İsteme kuvveti" ise bir şeyi özleyen veya yadırgayan kuvvettir. İrade bu kuvvet sayesinde oluşur.
"Muhayyile kuvveti" ile "düşünme kuvveti"nin yeri olarak kalbin gösterilmesi Aristo geleneğine dayanmakta idi. Aristo'dan sonra yaşamış olan Galen'in geliştirdiği fizyoloji bilgileri sayesinde bu kuvvetlerin merkezlerinin beyinde yer aldığını gösterilince, bu geleneği takip eden filozoflar bu görüşte bir revizyon yaptılar ve kalbin merkez gösterilmesinin bâtınî olduğunu ifade ettiler. Farabi beyinin (dimağ) rolünü kalbe hizmet etmek olarak tanımlar. Dimağ duyma sinirlerinin kuvvetlerini muhafaza etmektedir. Ayrıca omirilik ile beyin arasındaki ilişkiyi de şöyle tanımlar:"Bu sinirlerin çoğunun bitki tarlası, dimağ olup onları muhafaza eden kuvvetler dahi bizzat dimağdan beslenirler. Bazı sinirlerin bitki tarlası, murdar ilik olup üst ucundan dimağa bitişik bulunmaktadır. Bu sinirleri dimağ, murdar ilik yardımiyle besler."
Farabi'nin peygamberlik ve kehanet konularında tahayyül kuvvetine verdiği önem yüzünden "muhayyile kuvveti" ile ilgili görüşeri önem taşır. "Muhayyile kuvveti" varlıkların resimlerini muhafaza etmek ve bunları birbirine ekleyerek sentezlemenin dışında bir üçüncü işlevi daha yerine getirir ki, bunu Farabi "benzetme" ve "taklit" olarak tanımlar. Bu yetenek sayesinde kaydetmiş olduğu varlıklarla ilgili resimleri ilgili bulundukları duyguya benzetir; "bazen makulleri, bazen besleme kuvvetini, bazen isteme kuvvetini taklit eder, bazı anlarda cismimizin tesiri altında kaldığı mizacı taklit eder; cismiminizin mizacını nemli bulursa, su veya yüzme gibi nemle ilgili mahsûsleri taklit eder; cismimizin mizacını kuru bulursa, kuraklıkla ilgili şeyleri taklit eder. Aynı surette soğuk ve sıcak bulduğu cismimizin soğuk ve sıcaklığını teklid eder." Muhayyile kuvveti bu taklit yeteneği sayesinde nesneleri diğer nesnelerin suretiyle temsil edebildiği gibi, beden mizaçları, arzuları, heyecanları ve hatta maddi olmayan şeylerin dahi taklidini yapabilir. Farabi, tahayyülün bu taklit yeteneğini "şiir ilmi' ile ilgili psikolojik temelleri açıklarken kullandığı gibi peygamberlik ve kehanet gibi konuları açıklarken de kullanır. Ancak bu ilişkiyi anlayabilmek için önce Farabi'nin "natık kuvvet" yani akıl ile ilgili düşüncelerini bilmek gerekir.
Farabi Aristoteles'in De Anima'sındaki tanımlardan yola çıkar. De Anima 3, 4 ve 5'te yapılan "her şey olan" bir akıl ve "her şeyi yapan" bir akıl şeklindeki nispeten gevşek tarifleri "güç halinde akıl" (bilkuvve akıl) ve "faal akıl" olarak yeniden tanımlar. Ve aklın aşamalardan oluştuğu ve bu iki derece arasında da derecelerin olduğunu şeklinde bir görüşü benimser. Buna göre Farabi dört akıl aşaması tanımlar.
Farabi Afrodisyaslı İskender gibi "güç halinde aklı" nesnelerin formlarının ve özelliklerinin onlara karşılık gelen suretlerinden ("sensible images") ayrılmasını sağlayan potansiyel bir yetenek olarak görür. Bu "güç halinde akıl" yeteneklerini artırdıkça potansiyel bir güç olmaktan çıkar ve eyleme dönüşür ve ikinci tür bir akla, yani "fiil halinde akıl"a dönüşür. Bu dönüşüm birdenbire değil tedrici olarak gerçekleşir ve hedefi tüm varlıkları ve insanın bilmesi mümkün olan tüm bilgileri bilmesidir. Bu hedefe muhtemelen sadece birkaç kişi ulaşabilecektir. Akıl nihayet bu hedefe ulaştığında potansiyel halinden kalan tüm izler yokolur ve saf suret ve saf fiililik halini alır. Bu noktada artık maddeden ayrılabildiği için kendini tefekkür edebilme yeteneğine ulaşır. Bu yetenek sayesinde de üçüncü akıla, yani "kazanılmış akıla" ulaşabilir. Bu akıl aşamasında insan aklı tamamen fiili hale gelmiş olur ve maddi olmayan varlıkların alemine daha çok yaklaşmış olur. Ancak bu üçüncü aşamaya ulaşabilenlen faal akıla yaklaşabilir, onu düşünebilir. Aristo'ya göre faal akıl ilk ilkedir (Allah). Fakat Farabi'ye göre faal akıl ilk ilke değildir, çünkü ilk ilke (Allah) şeylere varoluş ve yetkinlik vermeli, kendisi de kusursuz olmalıdır.Oysa faal akıl sınırlı şekilleri meydana getirir, bu da onda bir eksiklik olduğunu gösterir. Bu yüzden faal akıl Allah olamaz. Allah, faal akla hareket veren bir ilke olmalıdır. Bu yolla Farabi'nin metafizik psikolojisi onu tasavvufa götürmüştür. İlahi akıl düşünülemez, insan aklı için bilinemez kalır. İlahi güce ulaşabilmek için ancak aşk ve vecd yolları, yani tasavvuf kullanılabilir.
Siyaset felsefesi.
Farabi siyaset felsefesi üzerine iki eser yazmıştır: "Faziletli Şehir Halkı Fikirlerinin Esasları (Kitâb-ün fî mebâdî ârâ-i ehl-il Medînet-il-fâzıla)" ve "Şehir Siyaseti kitabı (Kitâb-ül-siyâset-il-medeniye)". Birbirini bütünleyen bu kitaplarda Farabi Eflatun'un görüşlerine yakın görüşler geliştirir. Eflatun'un "Devlet" diyaloglarını tamamlar ve İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışır. Ülgen'e göre Farabi bir çeşit ütopisttir ama onun ütopyası Thomas More'un ve Campanella'nın ütopyalarından farklıdır çünkü Farabi bu ütopik toplumun yanında gerçek toplumu da kabul eder ve açıklamaya çalışır. Farabi aynı zamanda Hümanisttir çünkü onun yetkin devleti bütün insanlığı kuşatan bir dünya devletidir. Farabi burada dayanmış olduğu Yunan filozoflarını aşar. Ülgen'e göre bunun nedenini eski sitelerin toplum anlayışları yerine İslam'ın evrensel toplumsal algısında aramak gerekir.
Farabi'nin ideal bir toplum ütopyası vardır. Buna "Medînet-il-fâzıla" der, Türkçeye "faziletli toplum", "fâzıl şehir", "erdemli toplum" biçimlerinde çevrilebilir. Faziletli bir şehrin reisinde bulunması gereken 12 özellik sayar. Bunlar vücudunun tam olması; kavrayışının güçlü olması; hafızasının iyi olması; uyanık ve zeki olması; güzel konuşması; öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmesi; yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olmaması; doğruyu sevip yalandan nefret etmesi; paraya pula değer vermemesi; adaletli olması; ılımlı olması ve nihayet azimli ve iradeli olmasıdır. Bu özellikler kolaylıkla bir kişide olmayacağı için, her biri bu özelliklerin bir kısmını karşılayan ve birbirleriyle uyumlu bir grup lider de topluma önderlik edebilir. Bu özellikleri olan bir lider bulunamazsa toplum kralsız/başsız kalır ve tehlikeye düşer, sonunda da yıkılır.
Farabi "faziletli şehir"e aykırı düşen durumları da sıralayıp özelliklerini sıralamaya çalışır. Buna göre "cahil şehir", "fasık şehir", "değişmiş şehir" ve "şaşkın şehir" gibi şehir türleri sıralar. Bunlardan "cahil şehrin" halkı gerçek mutluluğu ne tanır ne de düşünür. Kendilerine öğretilse bile kabul etmez ve inanmazlar. Onlar ancak dünyevi zevklerin peşinde koşar ve bunu mutluluk sanır. "Fâsık şehir" ise düşüncesi itibarıyla faziletli şehirden ayırt edilmez. Allah'ı, yüce varlıkları ve faziletli şehrin bildiği her şeyi bilirler ama işleri, "cahil şehrin" yaptığı işler gibidir. "Değişmiş şehir", daha önceden faziletli bir şehir olup başka fikirlerin etkisiyle değişmiş ve başka türlü düşünen ve yaşanan şehirdir. "Şaşkın şehir" dünya hayatından sonra saadete kavuşacaklarını sanan şaşırmış bir şehirdir. Liderleri kendisine vahiy olunduğunu ve doğru yolda olduğunu, olduklarını söyleyerek yalan söylemekten, aldatmaktan kaçınmaz.
Farabi'ye göre bunlar içindeki en önemlisi olan "cahil şehir" de kendi içinde çeşitli gruplara ayrılır. Bunlar:
Bilimler sınıflaması.
"İlimlerin Sayımı kitabın"da bilimleri beş sınıfa ayırır. Kitaptaki sınıflama aşağıdaki gibi derlenebilir:
Farabi'nin bilimler sınıflaması esas olarak Aristo'ya sadık görünür ancak bazı noktalarda ondan ayrılır. Önce bilimleri teorik ve pratik bilimler olarak ikiye ayırır. Mantık, doğa bilimleri ve ilahiyatı pratik bilimler; ahlak ve siyaseti teorik bilimler olarak ayırır. Farabi'de Aristo'da olduğu gibi ayrı bir "yaratma bilimleri" kategorisi yoktur. Şiir (poetika) ve hitabeti (rhetorika) ise mantık ilimlerinin içine koyar.
Sonraki dönemlere etkisi.
Farabi, İslam'da Aristoculuk olarak bilinen Meşşai okulunun El-Kindi'den sonraki ikinci kurucusudur. Yahya bin Adi, Ebu Süleyman Es-Sicistani, Ebu Hayyan Tevhîdî ve İbn Miskeveyh onun takipçileri oldular. İbn Miskeveyh Farabi'nin düşüncelerini basitleştirerek halka yaymak amacıyla "Tezhîbu’l-Ahlâk" adında bir kitap yazdı. Ancak bu kitapta ahlakın metafiziğe, pratiğin teoriye üstünlüğünü savunması bakımından Farabi'den ayrıldı. Ebu Hayyan Tevhîdî "El-Mukabasat (Felsefi Parçalar)" adlı kitabıyla bir felsefe antalojisi kaleme aldı. Beyhakî, "Tetimmetü Sıvan el-hikme" adı ile bu okula göre bir felsefe tarihi kaleme aldı.
Kelamcılar üzerindeki etkisi.
Farabi'nin kelamcılar üzerindeki etkisi de büyüktür. Gazali Farabi ve İbn Sina'ya saldırmışsa da psikoloji ve felsefi konularda ondan etkilenmiştir. Fahreddin Razi Farabi'nin determinist irade kuramını taklit etti. Nasîrüddin Tûsî "Ahlâk-ı Nâsıri" adlı kitabını Farabi'nin ahlak konusundaki görüşlerine dayanarak yazdı. Celaleddin Devvani ve Kınalızade Ali de bu eserin takipçileri oldular. Tûsi, Farabi'nin mantık eserlerinden esinlenerek Fahreddin Razi ve Sadreddin Konevî ile tartışmalara girdi.
Bilim insanları üzerindeki etkisi.
Bilim tarihinde Farabi'den en çok etkilenen, Batı dünyasında Alhazen diye tanınan fizikçi İbn-i Heysem olmuştur. İbn-i Heysem, ışık fiziği ile uğraşırken algı üzerine psikolojik çalışmalar yapmış ve kuşkuculuğa düşmüş, bundan ise ancak Farabi'nin bilgi felsefesi sayesinde kurtulmuştur. Farabi'nin bilgi felsefesinde "suret" cismin hem kendisinde hem de beynimizde vardır. Böylece cisimden çıkan ışınlar gözümüzle alınıyor, şeklin bilgisi ise akıldan geliyordu.
Tasavvufçular üzerindeki etkisi.
Farabi'den sonraki tasavvufçular onun psikoloji ve metafizik üzerine görüşlerinden büyük ölçüde yararlandılar. Bu etki en çok Muhyiddin İbn Arabi'de görülür. Farabi'nin "büyük alem", "küçük alem" görüşünü bu filozof daha da geliştirmiştir. Bedrettin Simavi "Varidât" adlı kitabında Farabi'nin dini sembolizmini yeniden ele almıştır. Farabi'nin din felsefesi hakkındaki görüşleri önce yüzeysel olarak İbn-i Sina tarafından, sonra şiddetli bir biçimde Gazali, hatta İbn-i Rüşd tarafından eleştirilmiştir.
Batı felsefesi üzerindeki etkisi.
Farabi'nin eserlerinin bir kısmı 11. ve 12. yüzyıllarda Latinceye çevrildi. Bu çevirileri yapanların en bilinenleri Johannes Hispalensis ve Dominicus Gundissalinus'dur. Orta Çağ düşünürlerinden Albertus Magnus onun psikolojisinden etkilenmişti. Yine Akinolu Thomas Allah'ın varlığına dair bir kısım kanıtlarını Farabi'ye borçludur.
Yahudi filozof Maymonides etkilendiği felsefeciler içinde en büyük övgüyü ona yapar: "Mantık hakkındaki eserlere gelince, sadece Ebu Nase el-Farabi'nin eserlerinin çalışılması yeterlidir. Onun tüm eserleri kusursuz ve mükemmeldir. O eserler incelenmeli ve anlaşılmalıdır. Çünkü o büyük bir adamdır." Batı'da Farabi'nin eserleri İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'ün eserlerinden daha az tercüme edilmişse de Farabi'nin eserleri Aristo düşüncesinin yeniden anlaşılmasında merkezi bir öneme sahip olmuş, arkadan gelen felsefi zenginliğe ilk açılımı yapmıştır. İbn-i Rüşd ve Endülüslü filozoflar Farabi'yi mantık, psikoloji ve siyaset konularında önemli bir otorite olarak görürler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13197",
"len_data": 61598,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.98
}
|
Osmanlı döneminde ölçü birimleri, Osmanlı İmparatorluğu'nda kullanılan, ölçü ve tartı devrimine kadar Türkiye Cumhuriyeti'nde de kullanılan ölçü birimleridir. Bunların temelinde İslâm Devleti'nin kullandığı dinar ve dirhem bulunmaktadır. Taşımanın zor olduğu ve seyahatlerin uzun sürdüğü eski zamanlarda şehirlerde kullanılan dinar ve dirhemler, birbirlerinden farklı olabiliyorken Muhammed bin Abdullah zamanında kullanılan dinar, 4,5479 g kütlesi olan altın bir sikke, dirhem de 2,97 g gümüş paraydı.
Zaman ölçüleri.
Her dairede üç yüz altmış derece ve her derece üçer menzil mesafedir. Fırdolayı bütün dünya bin seksen menzil olur
Türkiye'de ölçü birimlerinin değiştirilmesi.
Cumhuriyetten önce, Osmanlı Devleti'nde kullanılan ölçü birimleri Avrupa Devletleri'nin kullandığı ölçülerden farklıdır. Uzunluk ölçü birimi metre yerine arşın, ağırlık ölçüsü olarak da okka, batman, dirhem denilen ölçü birimleri kullanılıyordu. Dünya ülkelerinin çoğunda miladi takvim kullanırken, Türkiye'de hicrî takvim kullanılıyordu. Saat olarak da Alaturka saat kullanılıyordu. Bu nedenle dünyada genel olarak kullanılan ölçü birimleri ve takvim ile uyum sağlanabilmesi için TBMM hazırladığı bir kanunla ölçü birimleri ve takvim sistemini değiştirerek bugün kullandığımız metre, kilogram, miladi takvim, saat gibi ölçü araçlarını kabul etmiştir.
Uzunluk birimleri.
Metre hesabıyla çarşı arşını 68 cm'dir. Bina ve mimar arşını 75,8 cm'dir. Bu arşının uzunluğunda zamanla değişiklikler oldu. Üçüncü Selim Han abanoz ağacından bir mimar arşını yaptırdı. Bunun ölçü olarak kullanılmasını istedi ve kütüphaneye kaldırttı. Bunun bir tarafı 24 parmağa ve her parmak 10 hat'ta bölündü. Böylelikle bu bölümle basımevinde kullanılan punto büyüklükleri de alınabilecekti. Diğer tarafı sadece 20 eşit parçaya bölündü. Değerli kumaşları bilhassa ipekleri ölçmede endâze kullanılırdı (endâze 65,25 cm'dir).
Türkiye'de 26 Mart 1931 tarih ve 1782 sayılı kanunla arşın ölçü birimi kaldırılıp yerine metre sistemi kabul edildi. 1933'ten sonra da arşının bütün çeşitleri tamamen ortadan kaldırılıp metre sistemine geçildi.
Zirai mimari, arşın ve endâze ölçü birimlerinin ast ve üst katları aşağıda gördüğünüz gibi gösterilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13206",
"len_data": 2196,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.16
}
|
Satranç kitabı, temelde bir satranç maçını anlatıyor gibi görünse de aslında konusu Nazi yönetimine bir eleştiri niteliğindedir. İnsan psikolojisinin derinliklerine girmemizi sağlayan bu kitap, Stefan Zweig'ın eşiyle birlikte intihar etmeden önce yazdığı son kitap olmasıyla da dikkat çeker. Dr. B. üzerinden kendisini anlatan Zweig, Satranç kitabıyla II. Dünya Savaşı'nın etkilerini, gestapo'nun zulmünü derin bir şekilde hissettirir.
Olay örgüsü.
Kitap, New York'tan Buenos Aires'e giden bir gemiye binen iki arkadaşın hikâyesiyle başlar. Gemide dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic'in de bir turnuvaya katılacağı için birçok gazeteci bulunmaktadır. Mirko Czentovic aslında küçük yaşlarda anlama, konuşma gibi birçok konuda zorluk çeken bir köylüdür. Babası rahip olan Mirko, her akşam arkadaşının oynadığı üç el satranç müsabakalarını izleyerek satranç öğrenir.
Bir akşam babası işi çıkınca, Mirko arkadaşının yerine oyuna girer, o eli ve devamındaki iki eli de kazanır. Babası buna şaşırır ve Mirko'nun yeteneğini herkese göstermek için şehirdeki satranç kulübüne gider. Böylece Mirko Czentovic, büyük bir şöhrete kavuşur ve en sonunda dünya şampiyonu olarak zirveye çıkar. Ancak satranç oyunu bittiğinde çevresindekilere küçüklüğündeki aptal yüz ifadesiyle bakış atar ve ardından gazetecilere anlaşılmayan, saçma yanıtlar verir. Bu yüzden gazetecilerle veya çevresindeki insanlarla satranç dışında hiç konuşmaz.
Gemide geçen günlerde, yolcular arasında bir satranç şampiyonu olduğu dedikoduları yayılmaya başlamıştır. Bu haberi alan petrol zengini McConnor, Czentovic'e para karşılığı bir satranç oyunu teklif eder. Czentovic, teklifi mutlulukla kabul eder. Ancak Czentovic'e karşı olan tüm satranç meraklıları da oyuna katılmak istemiştir. Oyun sırasında Czentovic, sırası geldiğinde hızlı bir şekilde hamlesini yapar ve sadece kırk ikinci hamlede rakiplerini mat eder. McConnor, yenilgiyi kabul edemez ve Czentovic'e bir oyun daha teklif eder. Ancak beklenmedik bir şekilde, yanlarına gelen biri onlara doğru hamleleri söyler ve sonunda Czentovic ile berabere kalırlar. McConnor, bu duruma çok şaşırır ve sevinir. Ardından, Dr. B. adındaki bir dostuna Czentovic ile tek başına oynaması için teklifte bulunur ve masrafını kendisi karşılar. Ancak, Dr. B. oyun sonrası pişman bir hâle gelir ve 25 yıldır hiç satranç oynamadığını söyler. Sonrasında Dr. B. hikâyesini anlatmaya başlar.
Seneler önce, babasıyla bir avukatlık bürosu işletirken hükûmetin gizli işleriyle ilgili bir davada tutuklanır. Fakat hapishaneye atılmak yerine, küçük bir odada tutulur. Odasında sadece bir koltuk, bir dolap, bir leğen ve küçük bir pencere bulunmaktadır. Zamanla, gardiyanı dışında kimseyle konuşamaması ve zamanı bilemeyerek kendisini aynı duvarlara bakarken bulması nedeniyle beyin fonksiyonlarını yitirir. Sorguya götürüldüğünde ise zayıflayan beyniyle ağzından bir şey kaçırmamak için büyük bir çaba sarf etmektedir.
Bir gün, beklemekte olduğu sorgu odasında askıda duran bir asker montunun içinde kitap gören bir mahkûm, kitabı çalar. Bu durum, onu oldukça mutlu eder çünkü uzun zamandır zihnini meşgul edecek bir şey bulamamıştır. Hücresine döndüğünde kitabı açar ve içinde bir satranç oyunları kitabı olduğunu görür. Önce hayal kırıklığına uğrar ancak daha sonra yatak örtüsünü satranç tahtası olarak kullanarak kitaptaki tüm oyunları oynamaya başlar ve hatta zamanla zihninde tahtayı ve taşları canlandırarak oynamaya devam eder.
Ancak bu bir süre sonra saplantı hâline dönüşür ve tüm zamanını -uyku dâhil- satranç oynayarak geçirir. Kendi kendisiyle oynadığında bile yenildiğinde kendine kızar ve gereğinden fazla heyecanlanır. Bir kez, kaybettiğinde sinir krizi geçirir ve elini camla kırar. Hastanede, doktorun soyadını tanıması sayesinde kaçar ve artık özgürdür. Ancak bir daha asla satranç oynamamaya karar verir.
Fakat gemide karşılaştığı Czentovic ile bir kez daha oynamayı kabul eder ve bu kez Czentovic'i yener. Ertesi gün, Czentovic ilk elde yenilince Dr. B. bir el daha oynamak istediğini söyler. Ancak, Dr. B. tekrar heyecanlanmaya başladığı için oyunu bırakır ve masada Czentovic ile taşları baş başa bırakır.
Uyarlamalar.
"Satranç", orijinal adı "Schachnovelle" olan 1960 yapımı Gerd Oswald filmi Brainwashed'in yanı sıra iki Çekoslovak filmine de ilham kaynağı olmuştur: 1980 yapımı "Královská hra" ("Kraliyet Oyunu") ve 1964 yılında televizyon için yapılan "Šach mat" ("Şah Mat").
"Satranç", orijinal adı "Schachnovelle" olan 2021 yapımı Philipp Stölzl filmi "Satranç Hikâyesi" için de ilham kaynağı olmuştur.
Romandan uyarlanan operanın ilk gösterimi 18 Mayıs 2013 tarihinde Kiel Opera Binası'nda yapıldı. Müziği Cristóbal Halffter'e, librettosu ise Wolfgang Haendeler'e aittir.
Hikâye, Rhum and Clay Theatre Company'nin Ağustos 2015'te Edinburgh Festival Fringe'de sunduğu "64 Squares" adlı prodüksiyonun temelini oluşturmuştur. Bu yapımda "B" karakteri hem ayrı ayrı hem de birlikte üç oyuncu tarafından canlandırılmakta ve bir perküsyonist tarafından desteklenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13210",
"len_data": 4989,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.22
}
|
Ernest Miller Hemingway (; 21 Temmuz 1899 - 2 Temmuz 1961), Amerikalı romancı, kısa öykü yazarı ve gazeteciydi. Daha sonraki 20. yüzyıl yazarlarını önemli ölçüde etkileyen ekonomik ve abartısız üslubuyla tanınan yazar, maceracı yaşam tarzı, açık sözlü ve dobra imajıyla sıklıkla romantize edilir. Hemingway'in eserlerinin çoğu, yedi roman, altı kısa öykü koleksiyonu ve iki kurgu dışı eser de dahil olmak üzere 1920'lerin ortaları ile 1950'lerin ortaları arasında yayınlandı. Yazıları, Amerikan edebiyatının klasikleri haline geldi; 1954 Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü, üç romanı, dört kısa öykü koleksiyonu ve üç kurgusal olmayan eseri ölümünden sonra yayımlandı.
Hemingway, Oak Park, Illinois'de büyüdü. Liseden sonra, Kızıl Haç'a yazılmadan önce "The Kansas City Star"'da altı ay yavru muhabir olarak çalıştı. Birinci Dünya Savaşı'nda İtalya Cephesi'nde ambulans şoförü olarak görev yaptı ve 1918'de ağır yaralandı. Savaş deneyimleri 1929'da yazdığı "Silahlara Veda" adlı romanının temelini oluşturdu. Dört eşinden ilki olan Hadley Richardson ile 1921 yılında evlendi. Paris'e taşındılar ve burada "Toronto Star" gazetesinde dış muhabir olarak çalıştı. 1920'lerin "Kayıp Kuşak" gurbetçi topluluğunun modernist yazar ve sanatçılarının etkisi altında kaldı. İlk romanı "Güneş de Doğar", 1926 yılında yayımlandı.
1927'de Hemingway, Richardson'dan boşandı ve aynı yıl içinde Pauline Pfeiffer ile evlendi. Gazeteci olarak çalıştığı ve 1940 tarihli romanı "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"'un temelini oluşturan İspanya İç Savaşı'ndan döndükten sonra boşandılar. Martha Gellhorn, 1940 yılında üçüncü eşi oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra'da Mary Welsh ile tanıştıktan sonra Gellhorn ile ayrıldılar. Hemingway, Normandiya çıkarması ve Paris'in kurtuluşunda gazeteci olarak Müttefik birlikleriyle birlikte bulundu. 1930'larda Key West, Florida'da, 1940'larda ve 1950'lerde ise Küba'da sürekli ikamet etti. 1954 yılında Afrika'ya yaptığı bir gezide, art arda geçirdiği iki uçak kazasında ciddi şekilde yaralandı ve hayatının geri kalanının büyük bir bölümünde ağrı ve sağlık sorunları yaşadı. 1959 yılında Ketchum, Idaho'da bir ev satın aldı ve 1961 yılının ortalarında burada intihar ederek öldü.
İlk yılları ve eğitim hayatı.
Ernest Miller Hemingway, 21 Temmuz 1899'da Chicago'nun batısındaki zengin bir banliyö olan Oak Park, Illinois'de doktor Clarence Edmonds Hemingway ve müzisyen Grace Hall Hemingway'in çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi iyi eğitimli ve muhafazakâr bir toplum olan Oak Park'ta saygın bir yere sahipti. Clarence ve Grace Hemingway 1896'da evlendiklerinde, altı çocuklarından ikincisi olan ilk oğullarına adını verdikleri Grace'in babası Ernest Miller Hall ile birlikte yaşıyorlardı. Ablası Marcelline, 1898'de ondan önce dünyaya geldi ve küçük kardeşleri arasında 1902'de Ursula, 1904'te Madelaine, 1911'de Carol ve 1915'te Leicester vardı. Grace, Viktorya döneminin çocuk giysilerini cinsiyete göre ayırmama geleneğini izledi. Aralarında sadece bir yıl olan Ernest ve Marcelline birbirlerine çok benziyorlardı. Grace onların ikiz gibi görünmesini istiyordu, bu nedenle Ernest'in ilk üç yılında saçlarını uzun tuttu ve her iki çocuğa da benzer şekilde fırfırlı kadınsı kıyafetler giydirdi.
Grace Hemingway tanınmış bir yerel müzisyendi ve isteksiz oğluna çello çalmayı öğretti. Daha sonra müzik derslerinin, "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"'un "kontrpuan yapısında" görüldüğü gibi, yazarlık tarzına katkıda bulunduğunu söyledi. Bir yetişkin olarak Hemingway, benzer coşkulu enerjileri paylaşmalarına rağmen annesinden nefret ettiğini itiraf etti. Babası ona ahşap işçiliğini, ailenin yazları Petoskey, Michigan yakınlarındaki Walloon Gölü'nde bulunan Windemere'de geçirdiği ve Ernest'in Kuzey Michigan'ın ormanlarında ve göllerinde avlanmayı, balık tutmayı ve kamp yapmayı öğrendiği dönemde öğretti. Bu erken deneyimler ona yaşam boyu sürecek bir açık hava macerası ve uzak ya da izole bölgelerde yaşama tutkusu aşıladı.
Hemingway 1913-1917 yılları arasında Oak Park'taki Oak Park and River Forest Lisesi'ne gitti ve burada boks, atletizm, su topu ve futbol dallarında yarıştı. İki yıl boyunca kız kardeşi Marcelline ile birlikte okul orkestrasında çaldı ve İngilizce derslerinden iyi notlar aldı. Lisedeki son iki yılında okul gazetesi ve yıllığının editörlüğünü yaptı, popüler spor yazarlarının dilini taklit etti ve bu sırada Ring Lardner Jr. takma adını kullandı. Liseyi bitirdikten sonra "The Kansas City Star"'da çaylak muhabir olarak çalışmaya başladı. Orada sadece altı ay kalmasına rağmen, Star'ın stil kılavuzunda yer alan "Kısa cümleler kullanın. Kısa ilk paragraflar kullanın. Güçlü bir İngilizce kullanın. Olumlu olun, olumsuz değil" ifadeleri onun düzyazısının temeli oldu.
1. Dünya Savaşı.
Hemingway savaşa gitmek istedi ve ABD Ordusu'na yazılmaya çalıştı ancak gözleri iyi görmediği için kabul edilmedi. Bunun yerine Aralık 1917'de Kızıl Haç'ın askere alma çalışmalarına gönüllü olarak katıldı ve İtalya'daki Amerikan Kızıl Haç Motor Birliği'nde ambulans şoförü olmak için imza attı. Mayıs 1918'de New York'tan yola çıktı ve şehir Alman topçularının bombardımanı altındayken Paris'e vardı. Haziran ayında İtalya Cephesi'ne ulaştı. Milano'daki ilk gününde, kadın işçilerin parçalanmış cesetlerini kurtaranlara katılmak üzere bir mühimmat fabrikasının patladığı yere gönderildi. Bu olayı, 1932 yılında yazdığı kurgusal olmayan kitabı "Öğleden Sonra Ölüm"'de şöyle anlattı: "Ölülerin tamamını iyice aradıktan sonra parçaları topladığımızı hatırlıyorum." Birkaç gün sonra Fossalta di Piave'de görevlendirildi.
8 Temmuz'da, kantinden cephedeki askerlere çikolata ve sigara götürdükten hemen sonra, grup havan topu ateşi altında kaldı. Hemingway ağır yaralandı. Yaralarına rağmen İtalyan askerlerinin güvenli bir yere ulaşmasına yardımcı oldu ve bu nedenle İtalyan Savaş Liyakat Haçı Croce al Merito di Guerra ile ödüllendirildi. O sırada henüz 18 yaşındaydı. Hemingway daha sonra bu olay hakkında şunları söyledi: "Bir çocuk olarak savaşa gittiğinizde büyük bir ölümsüzlük yanılsaması yaşarsınız. Diğer insanlar öldürülür, siz değil... Sonra ilk kez ağır yaralandığınızda bu yanılsamayı kaybedersiniz ve bunun sizin de başınıza gelebileceğini bilirsiniz." Her iki bacağından da ciddi şarapnel yaraları aldı, bir dağıtım merkezinde acil bir ameliyat geçirdi ve iyileşmek üzere Milano'daki Kızıl Haç hastanesine nakledilmeden önce sahra hastanesinde beş gün geçirdi. Hastanede altı ay geçirdi ve burada "Chink" Dorman-Smith ile tanıştı. İkili on yıllarca sürecek güçlü bir dostluk kurdu.
Hemingway, iyileşme sürecinde kendisinden yedi yaş büyük bir Kızıl Haç hemşiresi olan Agnes von Kurowsky'ye aşık oldu. Hemingway, Ocak 1919'da Amerika Birleşik Devletleri'ne döndüğünde, Agnes'in birkaç ay içinde kendisine katılacağını ve ikisinin evleneceğini düşünüyordu. Bunun yerine, Mart ayında ondan bir İtalyan subayla nişanlandığı haberini içeren bir mektup aldı. Biyografi yazarı Jeffrey Meyers, Agnes'in reddinin genç adamı harap ettiğini ve yaraladığını; Hemingway'in gelecekteki ilişkilerinde, eşinin kendisini terk etmesinden önce onu terk etme yolunu izlediğini yazdı. 1919'da eve dönüşü zor bir yeniden uyum süreciydi. Yirmi yaşından önce savaştan, evde işsiz yaşamakla ve iyileşme ihtiyacıyla çelişen bir olgunluk kazandı. Reynolds'un açıkladığı gibi, "Hemingway kanlı dizini gördüğünde ne düşündüğünü ailesine tam olarak anlatamadı." Onlara "başka bir ülkede, bacağının çıkıp çıkmayacağını İngilizce olarak söyleyemeyen cerrahların yanında" ne kadar korktuğunu anlatamadı.
Eylül ayında, lise arkadaşlarıyla birlikte Michigan'ın Yukarı Yarımadası'nın taşrasına bir balık tutma ve kamp gezisine çıktı. Bu gezi, yarı otobiyografik karakter Nick Adams'ın savaştan döndükten sonra yalnızlık bulmak için taşraya gittiği "Big Two-Hearted River" adlı kısa öyküsüne ilham kaynağı oldu. Bir aile dostu Hemingway'e Toronto'da bir iş teklif etti ve yapacak başka bir şeyi olmadığı için kabul etti. O yılın sonlarında "Toronto Star Weekly"'de serbest yazar ve kadrolu yazar olarak çalışmaya başladı. Bir sonraki Haziran'da Michigan'a döndü ve Eylül 1920'de arkadaşlarıyla yaşamak üzere Chicago'ya taşındı, bir yandan da "Toronto Star" için hikâyeler yazmaya devam etti. Chicago'da aylık "Cooperative Commonwealth" dergisinde yardımcı editör olarak çalıştı ve burada romancı Sherwood Anderson ile tanıştı.
Oda arkadaşının kız kardeşi aracılığıyla Hadley Richardson'la tanıştı. Daha sonra, "Onun evleneceğim kız olduğunu biliyordum," dedi. Kızıl saçlı, "yetiştirme içgüdüsüne" sahip Hadley, Hemingway'den sekiz yaş büyüktü. Aradaki yaş farkına rağmen, muhtemelen aşırı korumacı annesi yüzünden, kendi yaşındaki genç bir kadın için normalden daha az olgun görünüyordu. "The Hemingway Women" kitabının yazarı Bernice Kert, Hadley'nin Agnes'i "çağrıştırdığını", ancak Agnes'in Hadley'nin çocuksuluğundan yoksun olduğunu iddia eder. Hemingway ve Hadley birkaç ay mektuplaştıktan sonra evlenmeye ve Avrupa'ya seyahat etmeye karar verdiler. Roma'yı ziyaret etmek istiyorlardı ama Sherwood Anderson onları Paris'e gitmeye ikna etti ve genç çift için tanışma mektupları yazdı. Çift, 3 Eylül 1921'de evlendi; iki ay sonra Hemingway, "Toronto Star"'da dış muhabir olarak işe başladı ve çift Paris'e gitti. Hemingway'in Hadley ile evliliği hakkında Meyers şöyle diyor: "Hadley ile Hemingway, Agnes ile umduğu her şeyi elde etti: güzel bir kadının aşkı, rahat bir gelir, Avrupa'da bir hayat."
Paris yılları.
Anderson, Paris'i ucuz olduğu ve "dünyanın en ilginç insanlarının" yaşadığı yer olduğu için önerdi. Hemingway orada Gertrude Stein, James Joyce ve Ezra Pound gibi "genç bir yazara kariyer basamaklarını tırmanmasında yardımcı olabilecek" yazarlarla tanışacaktı. Hemingway "uzun boylu, yakışıklı, kaslı, geniş omuzlu, kahverengi gözlü, pembe yanaklı, kare çeneli, yumuşak sesli bir genç adamdı." Hadley ile birlikte Latin Mahallesi'ndeki 74 rue du Cardinal Lemoine'de küçük bir apartman dairesinde yaşıyor ve iş için yakınlarda bir oda kiralıyordu. Paris'te modernizmin kalesi olan Stein, Hemingway'in akıl hocası ve oğlu Jack'in vaftiz annesi oldu; onu "Kayıp Kuşak" olarak adlandırdığı Montparnasse Mahallesi'nin gurbetçi sanatçı ve yazarlarıyla tanıştırdı. Stein'ın salonunun müdavimlerinden olan Hemingway, Pablo Picasso, Joan Miró ve Juan Gris gibi etkili ressamlarla tanıştı. Sonunda Stein'ın etkisinden uzaklaştı ve ilişkileri on yıllara yayılan edebi bir kavgaya dönüştü.
1922'de Sylvia Beach'in Shakespeare and Company adlı kitapçı dükkânında tesadüfen tanıştıklarında Pound, Hemingway'den 14 yaş büyüktü. 1923'te İtalya'yı ziyaret ettiler ve 1924'te aynı sokakta yaşamaya başladılar. İkili güçlü bir dostluk kurdu; Pound, Hemingway'de genç bir yeteneği fark etti ve teşvik etti. T. S. Eliot'ın "Çorak Ülke"'sinin editörlüğünü yeni bitirmiş olan Pound, Hemingway'i İrlandalı yazar James Joyce ile tanıştırdı ve Hemingway onunla sık sık "alkolik çılgınlıklar" yaptı.
Hemingway, Paris'teki ilk 20 ayında "Toronto Star" gazetesi için 88 öykü kaleme aldı. İzmir'in yakılmasına tanıklık ettiği Türk-Yunan Savaşı'nı haber yaptı ve "İspanya'da Orkinos Balıkçılığı" ve "Tüm Avrupa'da Alabalık Avcılığı: En İyisi İspanya'da, Sonra Almanya'da" gibi gezi yazıları yazdı. Hadley, Aralık 1922'de Cenevre'de kendisine katılmak üzere seyahat ederken, Lyon Garı tren istasyonunda el yazmalarıyla dolu bir bavulu kaybettiğinde neredeyse tüm kurgu ve kısa öyküleri kayboldu.
Etkisi ve mirası.
Hemingway, Amerikan edebiyatına kendine özel tarzıyla damga vurdu; kendisinden sonra gelen yazarlar, bu tarzı örnek aldılar veya bundan kaçındılar. "Güneş de Doğar" adlı kitabının yayımlanmasıyla ün kazanan Hemingway, takip edilmesi gereken bir üslup oluşturarak Birinci Dünya Savaşı sonrası kuşağın sözcüsü haline geldi. Kitapları 1933'te Berlin'de "modern dekadansın bir anıtı" olarak yakıldı ve ailesi tarafından "pislik" olarak reddedildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında J. D. Salinger, Hemingway'den etkilendiğini kabul etti ve onunla tanışıp mektuplaştı. Hemingway'e yazdığı bir mektupta Salinger, görüşmelerinin "kendisine tüm savaş boyunca tek umutlu dakikalarını verdiğini" iddia etti ve şakayla karışık "kendisini Hemingway Fan Kulüpleri'nin ulusal başkanı ilan etti".
Mary Hemingway, 1965 yılında Hemingway Vakfı'nı kurdu ve 1970'lerde kocasının belgelerini John F. Kennedy Kütüphanesi'ne bağışladı. 1980'de bir grup Hemingway akademisyeni, bağışlanan belgeleri değerlendirmek üzere bir araya geldi ve daha sonra "Hemingway bursunu desteklemeye ve geliştirmeye kendini adamış" Hemingway Derneği'ni kurarak "The Hemingway Review"'u yayınladı. Torunu Margaux Hemingway bir süper model ve oyuncuydu ve 1976 yapımı "Lipstick" filminde küçük kız kardeşi Mariel ile birlikte rol aldı. Margaux'un ölümü daha sonra intihar olarak değerlendirildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13219",
"len_data": 12748,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.41
}
|
Menemen, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin kuzeyinde Aliağa ve Foça, güneyinde Çiğli, Karşıyaka ve Bornova ilçeleri, doğusunda Manisa ili, batısında İzmir Körfezi bulunmaktadır. Nüfusu 2022 yılı itibarıyla 200.904 kişidir. Menemen yemeği, çileği, testileri ve diğer çömlekçilik ürünleri ile ünlüdür. Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biri olan ve laik devlet düzenine karşı çıkan Menemen İsyanı burada yaşanmıştır.
Tarihçe.
16 Haziran 1919 günü, işgal esnasında halka itidal telkin etmiş bulunan Menemen Kaymakamı Kemal Bey ve maiyetindeki 6 jandarma öldürülmüştür. 17 Haziran 1919 günü Bergama baskınında hezimete uğrayarak dönmüş bulunan Yunan birliklerinin Menemen'de gerçekleştirdikleri, muhtemelen 1000'e yakın kişinin bir gün içinde öldürüldüğü katliam Ege Bölgesi'nde işgal döneminin en kara sayfalarından birini oluşturmuştur.
İşgale rağmen Menemenli hiçbir zaman Yunan buyruğu altına girmemiş zaman zaman dağlara çıkarak Yunan askerî birliklerine baskınlar yaparak zayiatlar verdirmişlerdir.
Menemen, Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında zafer kazanan Türk Ordusu'nun 9 Eylül 1922'de şehre girmesiyle tekrar bağımsızlığına kavuşmuştur. 9 Eylül günü Menemen'in kurtuluş günü kabul edilmiştir.
23 Aralık 1930 günü Derviş Mehmet isminde şeriatçı ve kendini Mehdi ilan eden bir kişi ve yandaşları hükûmet konağına gelerek irticai isyan çıkarmıştır ve bu isyan sonucunda Mustafa Fehmi Kubilay isimli yedek subay, bir bekçi ve bir jandarma ölmüştür. Bu olayın haberi Mustafa Kemal Paşa'ya ulaştıktan sonra Menemen ilçesi için Vilmodit ilan edilmiştir ama Paşanın emri hemen yerine getirilmediği için zamanla unutulup iptal edilmiştir. Bu isyan tarihe "Menemen Olayı" olarak geçmiştir. İsyanın sorumluları idam cezasına çarptırılmıştır.
Coğrafya.
İzmir'in kuzeyinde yer alan Menemen, il merkezine 33 km uzaklıktadır. İlçenin kuzeyinde Aliağa ve Foça, güneyinde Çiğli, Karşıyaka ve Bornova ilçeleri, doğusunda Manisa ilinin Yunusemre ilçesi, batısında İzmir Körfezi bulunmaktadır. Yüzölçümü 573 km2dir. Kıyı bölgesinde Gediz Deltası yer almaktadır.
Kültür.
Mutfak.
Yumurta, biber, domates ve bazen soğan kullanılarak yapılan bir yemek olan menemen, ilk kez mübadele ile ilçeye gelen Girit Türkleri tarafından yapılmıştır ve adını ilçeden almaktadır.
Eğitim.
Bakırçay Üniversitesi ilçede yer almaktadır.
Altyapı.
Menemen-Çandarlı Otoyolu ilçeden geçmektedir. İlçede ulaşım İZBAN trenleri ve İZTAŞIT otobüsleri ile sağlanmaktadır. İlçede bir Bisim istasyonu bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13243",
"len_data": 2490,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.38
}
|
Dere otu ("Anethum graveolens"), maydanozgiller (Apiaceae) familyasından anavatanı Asya olan tek yıllık bir bitki türüdür. Bitkinin botanikteki adı ise Anethum Graveolens'tir ve bu cinsteki tek türdür. Anavatanı Avrupa'nın güneyi ve Asya'nın batısıdır. Türkiye'de de yabani olarak bulunduğu gibi, kültür bitkisi olarak bahçelerde de yetiştirilir. Dereotu, yaprakları ve tohumlarının yemeklere tat vermek için ot veya baharat olarak kullanıldığı Avrasya'da yaygın olarak yetiştirilmektedir.
Morfolojik özellikleri.
Dereotu ince ve içi boş dallara sahiptir.
Yaprakları, ince, yumuşak ve sık bölünen dallar halinde büyür. Yaprakları 10–20 cm uzunluğundadır.
Bitkinin tamamı 40–60 cm'ye kadar büyür.
Çiçekleri beyazdan sarıya, küçük şemsiyeler şeklinde ve 2–9 cm çapındadır. Çiçekler küçük hermafrodittir. Çanak yapraklar dumura uğramıştır. Taç yapraklar kirli sarı renktedir.
Kültürü yapılan dereotunun çiçek salkımı oldukça büyüktür. Ortalama çapı 20 cm'dir.
Görünüşü her yana dağılmış ışınımsıdır.
Tohumları 4–5 mm uzunluğunda ve 1 mm kalınlığındadır, düz ila hafif kavislidir ve uzunlamasına çıkıntılı bir yüzeye sahiptirler.
Kökleri iğ şeklinde ve beyazımsıdır. 120 cm'ye kadar yükselebilen sap, yuvarlak beyaz ve yeşil uzunlamasına çizgilidir. Esas yapraklar genellikle 3-4 parçalıdır. Alt yapraklar saplı, üst yapraklar sapsızdır. Yaprak kısmı beyaz kenarlı, kısa ve ucunda iki kulakçık oluşturur.
Meyve yumurta şeklinden dar veya geniş eliptik şekle kadar değişir. Üst taraftan hafif basık, 3–5 mm uzunlukta, 1,5-3,5 mm genişlikte sarı kahverenginden kırmızı kahverengine kadar farklılık gösterir. Kenarları geniş ince düz ve sarımsı kanatla çevrilmiştir.
Ticarette genellikle meyveler ayrılmış olarak bulunurlar. Ayrılmış olan meye sırt taraftan kuvvetlice basıktır. Beş esas damardan üçü sırt tarafındadır.
Meyve büyüklükleri çok değişiktir. Küçük formlarda uzunluk 2,90-3,28 mm, genişlik 1,68-1,96 mm; büyük formlarda ise uzunluk 3,64-4,08 mm, genişlik 2.52 mm kadardır.
Kullanımı.
Dere otu bitkisinin yapraklarının ya da tohumlarının kurutulmasıyla baharatı elde edilir. Genellikle balık ve deniz ürünlerinden yapılan yemeklerde kullanılır. Ayrıca zeytinyağlı yemeklere de hoş bir tat ve koku verir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13244",
"len_data": 2210,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Meteoroloji mühendisliğinin temel konusu atmosfer olayları ve atmosferdeki olayların yeryüzündeki etkileri üzerine araştırma ve eğitim yapmaktır. Meteoroloji mühendisleri çalıştığı kurumlarda geniş coğrafi alanlarda sıcaklık, yağış, basınç, nem, don vb. yönlerden meydana gelen değişmeleri inceler, bölgelerin sıcaklık, yağış, basınç, nem, uçuş, haritalarını hazırlarlar. Hava değişikliklerini önceden kestirmeye çalışır; atmosferdeki elektrik ve nem mekanizması üzerinde incelemeler yapar. Meteoroloji mühendislerinin uçuş hareket uzmanlığı, rüzgâr ve güneş enerjisi gibi konularda özel sektörde çalışma imkânları giderek artmakta ve şu an hem özel sektör, hem de kamu kurum ve kuruluşlarında önemli miktarda meteoroloji mühendisi açığı bulunmaktadır.
Belli başlı dersler.
Meteoroloji mühendisliği programının birinci yılında, fen bilimleri, matematik, bilgisayar gibi temel mühendislik ve bilim dersleri okutulur. Öğretimin diğer yıllarında ise meteoroloji, iklim, iklim modellemesi, hava kirliliği, hidroloji, güneş ve rüzgâr enerjisi, vb. çeşitli uzmanlık alanlarında dersler verilir.
Özellikle "dinamik meteoroloji" meteoroloji mühendisleri için son derece önemlidir.
Kazandıkları unvan ve yaptıkları işler.
Meteoroloji programını bitirenlere "Meteoroloji Mühendisi" unvanı verilir. Meteoroloji mühendisi çalıştığı kurumda geniş coğrafi alanlarda sıcaklık, yağış, elektrik basınç, nem, don vb. yönlerden meydana gelen değişmeleri inceler; bölgenin sıcaklık, yağış, basınç, nem haritalarını hazırlar, hava değişikliklerini önceden kestirmeye çalışır. Meteoroloji teknik bir alan olup meteoroloji mühendisleri çeşitli dallarda uzmanlaşabilmektedirler. Örneğin sinoptik meteoroloji bir uzmanlık alanı olup dünyanın çeşitli meteoroloji istasyonlarından gelen gözlem raporlarının yorumlanması, belli bir bölge için kısa ve uzun vadeli hava tahminleri yapılması ile ilgilidir. Klimatolog belli bir bölgenin uzunca bir süre sıcaklık, güneş ışığı, yağış miktarı, bağlı nem ve yağmur durumuna ilişkin geçmiş kayıtlarını toplar, değerlendirir ve tarım, hayvancılık, ticaret vb. alanlarda kullanılmak üzere hava tahmin raporları hazırlar. Dinamik meteorologlar hava ve akımlarına ilişkin fiziksel kanunları incelerler. Fiziksel meteorolog atmosferin kimyasal bileşimini, elektrik, ses ve ışık özelliklerini inceler. Endüstriyel meteorologlar ise hava kirlenmesi ve duman kontrolü üzerinde çalışırlar. Meteoroloji mühendislerinin hava tahmin merkezlerinde çalışanları, atmosferdeki değişiklikleri doğru ve ayrıntılı bir biçimde saptayabilmek için günün 24 saatinde çalışma halindedir. Bu nedenle meteoroloji mühendisleri bulunduğu yere göre nöbetleşerek görev yaparlar. Gece ve hafta sonu nöbetleri de olabilir.
Çalışma alanları.
Meteoroloji mühendisliği mezunlarının en çok aşağıdaki özel sektör ve devlet kuruluşlarında görev aldıkları belirlenmiştir:
Meteoroloji Genel Müdürlüğü (DMİ), Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ), Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve İl Çevre Müdürlükleri, Elektrik İşleri Etüt İdaresi, Üniversiteler, Türkiye Elektrik Dağıtım Kurumu, Tarım Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Havacılık ve Uzay Ajansları, Türk Silahlı Kuvvetleri, Devlet Oseanografi Dairesi, Türk Hava Yolları, Kitle İletişim Kurumları, Özel Televizyon Kanalları, Hidrolik, Rüzgâr ve Güneş Enerji ile ilişkili özel sektör ve devlet kuruluşları.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13245",
"len_data": 3360,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Gezegen; genellikle bir yıldız, yıldız kalıntısı ya da kahverengi cücenin yörüngesinde bulunan, yuvarlak hâle gelmiş bir astronomik cisimdir. Uluslararası Astronomi Birliğinin (IAU) tanımına göre Güneş Sistemi'nde sekiz gezegen bulunur. Bunlar, karasal gezegenler Merkür, Venüs, Dünya ve Mars, gaz devleri Jüpiter, Satürn ve buz devleri Uranüs ve Neptün'dür. Gezegen oluşumunu açıklamaya yönelik bilimde en yaygın kabul gören görüş, bir bulutsunun kendi içine çökmesi sonucu bir yıldızlararası bulut meydana getirdiğini ve yıldızlararası bulutun da bir önyıldız ve bunun yörüngesinde dönen bir öngezegen diski oluşturduğunu öne süren bulutsu hipotezidir. Gezegenler bu disk içinde, kütleçekiminin etkisiyle maddelerin kademeli olarak birikmesi sonucu, yığılma (akresyon) olarak adlandırılan süreçte büyürler.
Gezegen sözcüğü, Türkçede "gezmek" fiilinden türemiştir. "Gezenler" ya da "dolaşanlar" anlamına gelen Antik Yunanca "πλανήται" ("planḗtai") sözcüğü ise Antik Çağ'da Güneş, Ay ve gökyüzünde çıplak gözle görülebilen "beş ışık noktası" olan Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn için kullanılan bir isimdi. Gezegenlerin tarihsel olarak birtakım dinî çağrışımları olmuştur. Birçok kültür gök cisimlerini tanrılarla özdeşleştirmiştir. Mitoloji ve folklorla ilgili olan bu bağlar, yeni keşfedilen Güneş Sistemi cisimlerinin adlandırılmasında hala devam eder. 16. ve 17. yüzyıllarda yermerkezliliğin yerini günmerkezliliğin almasıyla, Dünya da bir gezegen olarak kabul edilmiştir.
Teleskobun gelişmesiyle birlikte "gezegen" kelimesinin anlamı da; Dünya'nın ötesindeki gezegenlerin uydularını, buz devleri olan Uranüs ve Neptün'ü, Ceres ve daha sonra asteroit kuşağının bir parçası olduğu anlaşılan diğer gök cisimlerini ve Kuiper Kuşağı olarak bilinen buzlu cisimler topluluğunun en büyük üyesi olan Plüton gibi çıplak gözle görülemeyen cisimleri de kapsayacak şekilde genişledi. Kuiper Kuşağı'ndaki diğer büyük cisimlerin ve özellikle de Eris'in keşfi, bir gezegenin tam olarak nasıl tanımlanacağı konusunda tartışmalara yol açtı. 2006 yılında Uluslararası Astronomi Birliği, Güneş Sistemi'ndeki dört karasal gezegeni ve dört dev gezegeni "gezegen kategorisine" yerleştiren bir tanım yayımladı. Bu tanıma göre Ceres, Plüton ve Eris, cüce gezegen kategorisinde yer almıştır. Buna rağmen birçok gezegen bilimci "gezegen" terimini daha geniş anlamda, Ay gibi yuvarlak uyduların yanı sıra cüce gezegenleri de içerecek şekilde kullanmaya devam etmiştir.
Astronomideki gelişmeler, Güneş Sistemi dışında bulunan ve ötegezegen olarak adlandırılan beş binden fazla gezegenin keşfedilmesini sağlamıştır. Ötegezegenler, 51 Pegasi b gibi ana yıldızlarına yakın yörüngede bulunan sıcak Jüpiterler ve HD 20782 b'de gözlemlenebilen oldukça eksantrik yörüngeler gibi genellikle Güneş Sistemi gezegenlerinin sahip olmadığı olağandışı özellikler gösterir. Kahverengi cücelerin ve Jüpiter'den daha büyük gezegenlerin keşfi, bir gezegen ile yıldız arasındaki çizginin tam olarak nerede çizileceğine ilişkin tanımlama tartışmalarını da alevlendirmiştir. Çok sayıda ötegezegenin, yıldızlarının yaşanabilir bölgelerinde (gezegen yüzeyinde suyun sıvı hâlde var olabileceği bölgeler) yörüngede döndüğü tespit edilmiştir, fakat yaşamı desteklediği bilinen tek gezegen Dünya'dır.
Oluşumları.
Gezegenlerin nasıl oluştuğu kesin olarak bilinmemektedir. En yaygın kabul gören teori, bir bulutsunun ince bir gaz ve toz diskine çökmesi sonucu bulutsudaki materyallerin toplanarak oluştukları yönündedir. Bu teoriye göre öncelikle, dönen bir öngezegen diskinin merkezinde bir önyıldız oluşur. Yığılma (esnek olmayan bir çarpışma süreci) yoluyla diskteki toz parçacıkları sürekli olarak kütle biriktirerek daha büyük cisimler meydana getirir. Ortaya çıkan ve gezegenimsi olarak bilinen bölgesel kütle yoğunlaşmaları, kütleçekimleri sayesinde daha fazla maddeyi çekerek yığılma sürecini hızlandırır. Bu yoğunlaşmalar, kütleçekiminin etkisiyle içe doğru çökerek öngezegenleri meydana getirene kadar daha da sıklaşır. Bir gezegen, Mars'ın kütlesinden daha büyük bir kütleye ulaştıktan sonra geniş çaplı bir atmosfer biriktirmeye başlar. Bu durum gezegenciklerin atmosfer sürüklenmesi yoluyla yakalanma oranını artırır. Katı ve gaz maddelerin yığılma geçmişine bağlı olarak bir dev gezegen, buz devi ya da karasal gezegen oluşur. Jüpiter, Satürn ve Uranüs'ün düzenli uydularının da benzer şekilde oluştuğu düşünülse de, Triton muhtemelen Neptün tarafından yakalanmış, Dünya'nın uydusu Ay ile Plüton'un uydusu Charon ise tahminen çarpışmalar sonucu oluşmuştur.
Bir önyıldız yeterince büyüdükten sonra yanarak bir yıldız hâline geldiğinde; geride kalan disk fotobuharlaşma, Güneş rüzgârı, Poynting-Robertson sürüklenmesi ve diğer benzer etkilerle içeriden dışarıya doğru kaybolur. Bundan sonra dahi birbirleri veya bir yıldızın yörüngesinde dönen öngezegenler varlıklarını sürdürebilir, fakat çoğu zaman içinde birbirleriyle çarpışarak daha büyük bir gezegen oluşturur ya da içeriğindeki maddeleri etrafına yayarak bu maddelerin kendilerinden daha büyük öngezegen veya gezegenler tarafından emilmesine sebep olurlar. Yeterince büyük hâle gelen bu gök cisimleri, komşu yörüngelerindeki maddenin büyük çoğunluğunu yakalayarak birer gezegen hâlini alırlar. Baska bir gök cismiyle çarpışmamış öngezegenler, kütleçekimsel yakalanma süreciyle başka bir gezegenin doğal uydusu haline gelebilir ya da diğer gök cisimlerinin kuşaklarında kalarak cüce gezegen veya küçük cisimlere dönüşürler.
Daha küçük gezegenimsilerin çarpması; radyoaktif bozunma ile birlikte, büyüyen gezegeni ısıtarak en azından kısmen erimesine yol açar. Gezegenin iç yoğunluğu değişmeye başlar ve daha yoğun malzemeler çekirdeğe doğru çekilir. Daha küçük karasal gezegenler bu yığılma nedeniyle atmosferlerinin büyük çoğunluğunu kaybetse de kaybolan gazlar, gezegenin mantosundan gaz çıkışıyla ve kuyruklu yıldızların gezegene çarpmasıyla yenilenebilir (daha küçük gezegenler ise elde ettikleri tüm atmosferi çeşitli kaçış süreçleriyle kaybederler).
Güneş haricinceki yıldızların etrafındaki gezegen sistemlerinin keşfedilmeleri ve gözlemlenmeleriyle birlikte bu görüşün geliştirilmesi, gözden geçirmesi ve yenilenmesi mümkün hâle gelmiştir. Atom numarası 2'den (helyum) büyük olan elementlerin bolluğunu tanımlayan metallik düzeyi teriminin, bir yıldızın gezegenlere sahip olma olasılığını belirlediği düşünülür. Bu nedenle, metal açısından zengin bir öbek I yıldızının, metal açısından fakir bir öbek II yıldızından muhtemelen daha büyük çapta bir gezegen sistemine sahip olacağı düşünülür.
Güneş Sistemi'ndeki gezegenler.
Uluslararası Astronomi Birliğinin (IAU) tanımına göre Güneş Sistemi'nde sekiz gezegen vardır. Bunlar, Güneş'e yakınlık sıralarına göre en yakından en uzağa sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'dür. Jüpiter, Güneş Sistemi'ndeki en büyük gezegen olup Dünya'nınkinin 318 katı kadar kütleye sahiptir. Merkür ise 0,055 Dünya kütlesiyle Güneş Sistemi'ndeki en küçük gezegendir.
Güneş Sistemi'ndeki gezegenler, bileşimlerine göre kategorilere ayrılabilirler. Karasal gezegenler Dünya'ya benzer ve çoğunluğu kayaç ve metalden oluşur. Merkür, Venüs, Dünya ve Mars, Güneş Sistemi'ndeki karasal gezegenlerdir. Dünya Güneş Sistemi'ndeki en büyük karasal gezegendir. Dev gezegenler olan Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün, karasal gezegenlerden daha büyüktür. Bu gezegenler, bileşim açısından karasal gezegenlerden farklıdırlar. Güneş Sistemi'ndeki en yüksek kütleli iki gezegen olan Jüpiter ve Satürn, birer gaz devidir ve temelde hidrojen ile helyumdan oluşur. Satürn, 95 Dünya kütlesi kadardır ve bu kütle Jüpiter'in üçte birine tekabül eder. Buz devleri olan Uranüs ve Neptün ana olarak su, metan ve amonyak gibi düşük kaynama noktalı maddelerden oluşurken hidrojen ve helyumdan ibaret yoğun bir atmosfere sahiptirler. Uranüs ve Neptün, gaz devlerine kıyasla daha düşük kütlelilerdir (14 ila 17 Dünya kütlesi).
Cüce gezegenler, kütleçekim etkisiyle yuvarlak hâlde olsalar da yörüngelerini diğer gök cisimlerinden temizlemiş değildirler. Güneş'ten ortalama uzaklık sırasına göre, astronomlar arasında genel kabul görenler Ceres, Orcus, Plüton, Haumea, Quaoar, Makemake, Gonggong, Eris ve Sedna'dır. Ceres, Mars ve Jüpiter'in yörüngeleri arasında yer alan asteroit kuşağındaki en büyük gök cismidir. Diğer sekiz cüce gezegenin tamamı Neptün ötesi yörüngede bulunur. Orcus, Plüton, Haumea, Quaoar ve Makemake; Neptün'ün yörüngesinin ötesinde yer alan Kuiper Kuşağı'nda; Gonggong ve Eris ise Kuiper Kuşağı'ndan daha uzakta bulunan ve Neptün ile etkileşimlerde Kuiper Kuşağı'na göre nispeten daha kararsız olan dağınık diskte yer alır. Sedna, bilinen en büyük ayrık cisimdir. Ayrık cisimler, hiçbir zaman Güneş Sistemi gezegenlerinden herhangi biriyle etkileşime girecek kadar Güneş'e yaklaşmazlar ve yörüngelerinin kökenleri de hâlâ tartışılır. Katı bir yüzeye sahip olmaları bakımından dokuzu da karasal gezegenlere benzese de, kayaç ve metal yerine buz ve kayaçtan meydana gelmişlerdir. Tamamı Merkür'den daha küçüktür. Plüton, boyutu bakımından bilinen en büyük cüce gezegen, Eris ise en yüksek kütleli cüce gezegendir.
Güneş Sistemi'nde az on dokuz gezegen kütleli uydu veya uydu gezegen (elipsoit şekiller alabilecek kadar büyük uydular) vardır:
Ay, İo ve Europa karasal gezegenlerle benzer bileşimlere sahiptir. Diğerleri, cüce gezegenler gibi buz ve kayadan, Tethys ise neredeyse saf buzdan oluşur. Europa genellikle buzlu bir gezegen olarak kabul edilir çünkü yüzeyindeki buz tabakası iç kısmının incelenmesini zorlaştırır. Ganymede ve Titan yarıçap bakımından Merkür'den daha büyüktür. Callisto'nun da yarıçapı neredeyse Merkür'e eşittir fakat üçünün de kütlesi Merkür'e kıyasla daha azdır. Mimas, Dünya'nın kütlesinin yaklaşık altı milyonda biri kadar olan kütlesiyle genel olarak jeofiziksel açıdan gezegen olduğu kabul edilen en küçük cisim olsa da, jeofiziksel anlamda gezegen sayılamayacak ancak daha büyük birçok cisim bulunur (örneğin Salacia).
Güneş Sistemi'ndeki jeofiziksel açıdan gezegen olarak kabul edilen gök cisimlerinin tam sayısı bilinmemektedir. Önceleri potansiyel olarak yüzlerce sayıda olduğu düşünülürken artık sadece çift haneli sayılarla ifade edilecek kadar düşük sayılarda oldukları tahmin edilir.
Ötegezegenler.
Ötegezegen veya Güneş dışı gezegen, Güneş Sistemi'nin dışında bulunan gezegenlerdir. Kütleçekimsel mikromercekleme verilerini analiz eden 2012 tarihli bir araştırmanın sonucuna göre, Samanyolu'ndaki her yıldızın yörüngesinde ortalama en az 1,6 gezegen olduğu tahmin edilir.
1992'de Aleksander Wolszczan ve Dale Frail, PSR B1257+12 adlı pulsarın yörüngesinde dönen iki gezegeni keşfettiklerini açıkladı. Doğrulanan bu keşif, genellikle ötegezegenlerin ilk kesin tespiti olarak kabul edilir. Araştırmacılar, pulsarı meydana getiren süpernovadan arta kalan bir disk kalıntısından oluştuklarını tahmin eder.
Sıradan bir anakol yıldızının yörüngesindeki bir ötegezegenin ilk doğrulanmış keşfi, Cenevre Üniversitesi'nden Michel Mayor ve Didier Queloz'un 51 Pegasi civarında bir ötegezegen tespitini duyurduğu 6 Ekim 1995 tarihinde gerçekleşti. Bu tarihten uzay aracı Kepler'in yeni keşiflerine kadar bilinen bütün ötegezegenler, kütle bakımından Jüpiter ile karşılaştırılabilir seviyede olmaları veya daha kolay tespit edilebilmeleri dolayısıyla Jüpiter'den daha büyük gaz devleriydi. Kepler ile keşfedilen aday gezegenler kataloğunda, boyut bakımından çoğunlukla Neptün büyüklüğündekilerden Merkür'den daha küçüklerine kadar çeşitli gezegenler vardır.
20 Aralık 2011'de Kepler uzay teleskobu ekibi, Güneş benzeri bir yıldız olan Kepler-20'nin yörüngesinde dönen ilk Dünya büyüklüğündeki ötegezegenler olan Kepler-20e ve Kepler-20f'nin keşfini duyurdu. O zamandan bu yana, 20'sinin yörüngesinde oldukları yıldızlarının yaşanabilir bölgesinde (yeterli atmosferik basınç sağlandığında karasal bir gezegenin yüzeyinde sıvı su bulundurabileceği yörünge aralığı) konumlandığı, Dünya ile yaklaşık olarak aynı büyüklükte 100'den fazla ötegezegen tespit edildi. Güneş benzeri her 5 yıldızdan 1'inin yaşanabilir bölgesinde "Dünya büyüklüğünde" bir gezegen bulunur, bu nedenle en yakınının Dünya'dan 12 ışıkyılı uzaklıkta olduğu düşünülür. Bu tür karasal gezegenlerin oluşum sıklığı, Samanyolu'ndaki akıllı ve iletişim kurabilen uygarlıkların sayısını tahmin eden Drake denklemindeki değişkenlerden biridir.
Dünya gibi kayalık olabilen dev dünyalar veya Neptün gibi uçucu madde ve gazların karışımından oluşan mini Neptünler gibi Güneş Sistemi'nde olmayan bazı gezegen çeşitleri de bulunur. Dünya'nın kütlesinin yaklaşık iki katından daha az olan gök cisimlerinin Dünya gibi kayalık olması beklenir. Fakat iki katından fazla olan gök cisimleri, Neptün gibi uçucu maddelerin ve gazların bir karışımından meydana gelir. Dünya'nın yarıçapının 1,75 katı, bu iki gezegen çeşidi arasında olası bir ayrım noktasıdır.
Dünya'nın kütlesinin 5,5-10,4 katı kütleye sahip Gliese 581c gezegeni, potansiyel anlamda yaşanabilir bölgede olduğu için ilk keşfedildiğinde dikkat çekti fakat daha sonraki çalışmalarda bu gezegenin yaşanabilir olabilmesi için yıldızına fazla yakında bulunduğu sonucuna varıldı. Kahverengi cüceler içinde değerlendirilebilecek ve Jüpiter'den daha büyük gezegenlerin varlığı da bilinmez.
Ana yıldızlarına Güneş Sistemi'ndeki herhangi bir gezegenin Güneş'e olan yakınlığına göre çok daha yakın olan ötegezegenler bulunmuştur. Güneş'e 0,4 AU ile en yakın gezegen olan Merkür'ün Güneş etrafındaki bir turu 88 gün sürerken, ultra kısa dönemli gezegenler bir günden daha kısa sürede bir tam turu tamamlayabilir. Kepler-11 sisteminde Merkür'ünkinden daha kısa bir yörüngede bulunan beş gezegen vardır ve bu gezegenlerin hepsi Merkür'den çok daha büyüktür. Yörüngesinde bulundukları yıldıza çok yakın oldukları için buharlaşmadan ötürü sadece bir çekirdekten ibaret kalan kitonyen gezegenlere dönüşen 51 Pegasi b gibi sıcak Jüpiterler bulunur. Yıldızlarından çok daha uzakta olan ötegezegenler de bulunur. Neptün, Güneş'ten 30 AU uzaklıktadır ve Güneş etrafında tam tur atması 165 yıl sürer fakat, yıldızlarından binlerce AU uzaklıkta olan ve kendi yıldızlarının etrafında bir tam tur atması bir milyon yıldan fazla süren ötegezegenler vardır (örneğin COCONUTS-2b).
Özellikler.
Her gezegenin benzersiz fiziksel özellikleri olmasına rağmen, aralarında birçok ortak nokta vardır. Halkalar veya doğal uydular gibi özelliklerden bazıları henüz yalnızca Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerde gözlemlenirken diğer bazı özellikler de ötegezegenlerde sıkça gözlemlenir.
Dinamik özellikler.
Yörünge.
Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler Güneş'in etrafında, Güneş'in kendi etrafında döndüğü yönde döner. Bu yön, Güneş'in kuzey kutbunun üzerinden bakıldığında saat yönünün tersinedir. En az bir ötegezegenin, WASP-17b'nin, ana yıldızının dönüşünün tersi yönde bir yörüngede olduğu tespit edilmiştir. Bir gezegenin yörüngesini baştan sona bir kez tamamlamasına o gezegenin yörünge periyodu veya yılı denir.
Hiçbir gezegenin yörüngesinin dairesel olmamasından ötürü, her birinin etrafında döndüğü yıldızdan uzaklığı yıl boyunca değişir. Bir gezegenin yıldızına en yakın olduğu noktaya Güneş Sistemi'nde günberi (periastron, perihelion), en uzak olduğu noktaya ise günöte (apastron, aphelion) denir. Bir gezegen günberisine yaklaşırken, kütleçekimsel potansiyel enerji kinetik enerjiye dönüşür ve hızlanır. Gezegen günöteye yaklaştığındaysa, yörüngesinin en ucuna yaklaştığı için yavaşlar.
Her gezegenin yörüngesi bir dizi öğeyle tanımlanır:
Eksen eğikliği.
Gezegenler, yıldızlarının ekvator düzlemine göre bir açıyla dönerler ve dolayısıyla eksen eğiklikleri farklılık gösterir. Bu durum, her yarım kürenin yıl boyunca aldığı ışık miktarının değişmesine yol açar. Kuzey yarımküre yıldızdan uzaklaştığında, güney yarımküre yıldıza doğru yönelir veya bunun tam tersi gerçekleşir. Bundan dolayı her gezegenin mevsimleri vardır ve bu da yıl boyunca iklimde değişikliklere yol açar. Her yarımkürenin, yörüngesi boyunca yıldızına en uzak veya en yakın olduğu zamanlara gündönümü adı verilir. Bir yarımküre yaz gündönümünde en uzun gündeyken diğer yarımküredeyse kış gündönümünde en kısa gün gerçekleşir. Her yarımkürenin aldığı ışık ve ısı miktarındaki fark, gezegenin her iki yarısı için hava durumunda yıllık değişikliklere neden olur. Jüpiter'in eksen eğikliği görece küçük olduğundan mevsimden mevsime gerçekleşen değişiklikler daha azken; daha fazla eksen eğikliğine sahip olan ve neredeyse yan yatmış Uranüs'ün yarımküreleri, gündönümleri sırasında sürekli olarak güneş ışığına veya karanlığa maruz kalır.
Güneş Sistemi'nde Merkür, Venüs, Ceres ve Jüpiter'de görece küçük; Pallas, Uranüs ve Plüton'da aşırı; Dünya, Mars, Vesta, Satürn ve Neptün'de ise orta derecede eksen eğikliği vardır. Ötegezegenlerde ise eksen eğiklikleri kesin olarak bilinmez, ancak çoğu sıcak gaz devinin, yıldızlarına olan yakınlıklarının bir sonucu olarak ihmal edilebilir bir eksen eğikliğine sahip olduğu düşünülür. Benzer şekilde, gezegen büyüklüğündeki uyduların eksen eğikliği dereceleri neredeyse sıfırdır ve Ay, 6,687° eğikliği ile bu konuda en büyük istisnadır. Bunlara ek olarak, Callisto'nun eksen eğikliği binlerce yıllık zaman dilimlerinde 0° ila 2° arasında değişir.
Dönme.
Gezegenler, merkezlerinden geçen görünmez eksenler etrafında dönerler. Bir gezegenin yıldızı etrafında dönme süresine yıldız günü denir. Venüs ve Uranüs dışındaki Güneş Sistemi'ndeki gezegenler, Güneş etrafında saat yönünün tersine, yani Güneş'in kuzey kutbu üzerinden bakıldığında saat yönünün tersine doğru döner. Ancak Uranüs'ün aşırı eksen eğikliği nedeniyle "kuzey" kutbunun hangisi olduğu konusunda farklı teamüller bulunur. Bu yüzden bu gezegenlerin saat yönünde mi yoksa saat yönünün tersine mi döndüğü konusunda da farklı yaklaşımlar vardır. Uranüs, hangi teamülün kullanıldığına bakılmaksızın yörüngesine göre geri yönlü bir şekilde döner.
Bir gezegenin dönüşü, oluşumu sırasında çeşitli etkenlerle tetiklenebilir. Yığılan cisimlerin ayrı ayrı sahip oldukları açısal momentumlar, gezegenin toplamında da bir açısal momentum oluşturabilir. Dev gezegenlerde gaz yığılması, açısal momentumun artmasına neden olur. Gezegenin oluşma sürecinin son aşamalarında, öngezegenlerin birleşimi esnasında gerçekleşebilecek stokastik bir süreç, gezegenin dönme eksenini rastgele değiştirebilir.
Gezegenlerin gün uzunluklarında farklılıklar vardır. Venüs'ün kendi etrafında dönmesi 243 gün sürerken dev gezegenler için bu süre birkaç saattir. Ötegezegenlerin kendi etrafında dönme süreleri bilinmemekle birlikte, sıcak gaz devleri yıldızlarına olan yakınlıkları nedeniyle kütleçekimsel olarak kilitlenmiş durumdadırlar (yani yörüngeleri dönüşleriyle senkronizedir). Bu da bu gezegenlerin yıldızlarına daima sadece bir yüzünü gösterdiği anlamına gelir ve bu bağlamda bir tarafı sürekli gündüz, diğer tarafı ise sürekli gecedir. Güneşe en yakın olan gezegenler olan Merkür ve Venüs benzer şekilde görece daha yavaş bir şekilde kendi etraflarında dönerler. Merkür, Güneş etrafındaki her iki devri için üç kez kendi etrafında döndüğü bir kütleçekim kilidindedir. Venüs'ün ise kendi etrafında dönüşü, kütleçekim kuvvetlerinin yavaşlatması ve Güneş ısısıyla oluşan atmosfer gelgitlerinin hızlandırması arasında bir denge durumunda olabilir.
Tüm büyük uydular, ana gezegenleriyle kütleçekim kilidindedir. Plüton ve Charon gibi Eris ve Dysnomia da birbirlerine kütleçekimsel olarak kilitlenmiştir. Orcus ve uydusu Vanth, birbirleriyle karşılıklı kütleçekim kilidi olan gezegenlere bir başka örnek olabilse de bu konu hakkındaki veriler kesin değildir. Bilinen dönme sürelerine sahip olan diğer cüce gezegenler, Dünya'dan daha hızlı döner. Örneğin Haumea'nın şekli, dönüş hızından dolayı bozulerak üç eksenli bir elipsoit hâline gelmiştir. Tau Boötis b adlı ötegezegen ve etrafında döndüğü yıldız Tau Boötis'in birbiriyle karşılıklı kütleçekim kilidindedir.
Yörünge temizleme.
IAU tanımına göre bir gezegenin belirleyici dinamik özelliği, etrafını temizlemiş olmasıdır. Etrafını temizlemiş bir gezegen, yörüngesindeki tüm küçük gezegenimsi cisimleri toplamak veya süpürmek için yeterli kütleyi biriktirmiştir. Bu durumda gezegen, diğer benzer boyuttaki gök cisimleriyle yörüngesini paylaşmak yerine, yıldızı etrafında tek başına döner. Bu özellik, IAU'nun Ağustos 2006'da açıkladığı gezegen tanımında yer alır. Şu ana kadar bu kriter yalnızca Güneş Sistemi'ne uygulansa da, keşfedilen birçok genç ötegezegen sisteminde kanıtlara göre çöküntü çemberlerinde yörünge temizliğinin gerçekleştiği görülür.
Fiziksel özellikler.
Boyut ve şekil.
Kütleçekimi, gezegenleri neredeyse küresel bir şekle getirdiği için bir gezegenin boyutu yine yaklaşık bir ortalama yarıçapla ifade edilebilir. Genellikle bir gezegenin şekli, sferoidin kutupsal ve ekvatoral yarıçapları verilerek veya bir referans elipsoidi belirlenerek açıklanabilir. Bu tür bir belirlemeyle gezegenin basıklığı, yüzey alanı ve hacmi hesaplanabilir; boyutu, şekli, dönme hızı ve kütlesi bilindiğinde normal kütleçekimi de hesaplanabilir. Örneğin, Dünya'nın kendi etrafında dönüşü kutuplarda hafifçe basıklaşmasına ve ekvator çevresinde bir şişkinliğe neden olur. Bu nedenle Dünya'nın şekli tam anlamıyla bir küreden ziyade ekvator çapının, kutuptan kutba çapından 43 kilometre daha büyük olduğu basık bir küredir.
Kütle.
Bir gezegenin belirleyici fiziksel özelliği; kendi kütleçekim kuvvetinin, fiziksel yapısını bağlayan elektromanyetik kuvvetlere üstün gelmesi için yeterince büyük olmasıdır. Bu durum, hidrostatik dengenin oluşmasına ve böylece tüm gezegenlerin küresel ya da sferoit bir şekil almasına yol açar. Gök cisimleri, kimyasal yapılarına bağlı olarak değişkenlik gösteren belli bir kütle değerine kadar düzensiz bir şekle sahip olabilir; ancak bu belli kütle değeri aşıldığında, kütleçekim kuvveti cismi bir küre hâline çökene kadar kendi kütle merkezine doğru çeker.
Kütle, gezegenleri yıldızlardan ayıran temel özelliktir. Güneş Sistemi'nde Güneş ve Jüpiter kütleleri arasında bir kütleye sahip hiçbir cisim yoktur, ancak bu büyüklüklerde ötegezegenler bulunur. Alt yıldız kütlesi sınırının Jüpiter'in yaklaşık 75 ila 80 katı ("M"J) olduğu tahmin edilir. Alt yıldız kütlesi sınırının yaklaşık olarak Jüpiter'in 75 katı ("M"J) olduğu tahmin edilirken, güneş tipi izotop bolluğuna sahip gök cisimleri için üst gezegen kütlesi sınırı yaklaşık 13 "M"J'dir. Bu noktadan sonra gök cismi döteryum nükleer füzyonu için uygun koşullara ulaşır. Güneş Sistemi'nde Güneş haricinde böyle bir kütleye sahip gök cismi yoktur fakat bu boyutta ötegezegenler bulunur. 13 "M"J sınırı evrensel olarak kabul edilmez ve "Extrasolar Planets Encyclopaedia", 60 "M"J'ye kadar ve "Exoplanet Data Explorer" 24 "M"J'ye kadarki gök cisimlerini gezegen kategorisine dahil eder. Gezegen kütlesi ve yarıçapı arasındaki ilişki, döteryum füzyonunun başlangıcıyla dikkate değer ölçüde değişmez. Gezegen yarıçapı, herhangi bir gök cisminin kütlesi Satürn kütlesinden (dikkate değer seviyede sıkışmanın başladığı kütle değeridir), Güneş kütlesinin ("M"☉) 0,08 kadarına (yaklaşık 80 "M"J olup hidrojen yanması ve bir kırmızı cüceye dönüşümün başlangıcıdır) kadar yaklaşık olarak sabit kalır ve bu nedenle bazı bilim insanları, kahverengi cücelerin de birer gezegen olarak kabul edilmesi gerektiğini savunur.
Merkür'ün yaklaşık yarısı kadar kütleye sahip olan PSR B1257+12 A adlı ötegezegen, bir pulsarın yörüngesinde olup 1992 yılında keşfedilmiştir. Daha da küçük olan WD 1145+017 b, bir beyaz cüce etrafında döner. Kütleçekimi yaklaşık olarak cüce gezegen Haumea'nın kütleçekimi kadardır ve genellikle küçük gezegen olarak adlandırılır. Güneş dışında, Güneş benzeri bir anakol yıldızının etrafında dolandığı bilinen en küçük gezegen, muhtemelen Ay'dan biraz daha yüksek bir kütleye sahip olan Kepler-37b'dir. Genellikle jeofiziksel olarak gezegen olarak kabul edilen Güneş Sistemi'ndeki en küçük gök cismi Satürn'ün uydusu Mimas'tır. Mimas'ın yarıçapı Dünya'nın yaklaşık %3,1'i ve kütlesi Dünya'nın yaklaşık %0,00063'ü kadardır. Satürn'ün daha küçük bir uydusu olan Phoebe, Dünya'nın yarıçapının %1,7'si ve Dünya'nın kütlesinin %0,00014'ü kadarlık bir asteroit olarak kabul edilir. Phoebe'nin geçmişte hidrostatik dengeye ve farklılaşmaya ulaştığı ancak çarpışmalarla şeklinin bozulduğu düşünülür. Bazı asteroitler, bir zamanlar yığılma ve farklılaşmaya başlamış fakat yıkıcı çarpışmalar sonucu sadece metalik veya kayalık bir çekirdekten ya da çarpışma kalıntılarının yeniden bir araya gelmesinden ibaret birer öngezegen kalıntıları olabilir.
İç farklılaşma.
Akışkan hâlde bulundukları oluşumları sırasında daha yoğun ve ağır maddeler gezegenin merkezine çökerken, daha hafif maddeler de yüzeye yakın kaldılar. Dolayısıyla her bir gezegenin yoğun bir çekirdeği ve çekirdeğini çevreleyen, şimdi veya daha önceleri akışkan hâlde bulunan bir mantodan oluşan farklılaşmış bir iç kısmı bulunur. Karasal gezegenlerin mantosu sert kabuklar altında bulunurken dev gezegenlerin mantosu direkt üst bulut katmanlarına karışmış durumdadır. Karasal gezegenlerin çekirdekleri demir ve nikel gibi elementlerden, mantoları ise silikatlardan oluşur. Jüpiter ve Satürn'ün, kayaç ve metal çekirdekleri olduğu düşünülür. Bu çekirdeklerin etrafında bir metalik hidrojen mantosu bulunur. Uranüs ve Neptün'ün; su, amonyak, metan ve diğer buzlardan oluşan mantolarla çevrili kayaç çekirdekleri vardır. Bu gezegenlerin çekirdeklerindeki akışkan hareketi, manyetik alan üreten bir jeodinamo yaratır. Benzer farklılaşma süreçlerinin bazı büyük uydular ve kimi cüce gezegenlerde de gerçekleşmiş olması muhtemel olsa da, bu süreç her zaman tamamlanmış olmayabilir. Ceres, Callisto ve Titan'ın farklılaşma süreçleri tamamlanmıştır. Çarpışmalar sebebiyle yuvarlak olmadığı için bir cüce gezegen sayılmayan asteroit Vesta'nın; Venüs, Dünya ve Mars gibi farklılaşmaya uğramış bir iç yapısı vardır.
Atmosfer.
Merkür hariç Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler, yüzeylerine yakın gazları tutabilmek için yeterli kütleçekimine sahip olduklarından dolayı kayda değer bir atmosfere sahiptirler. Satürn'ün en büyük uydusu Titan, Dünya'nın atmosferine kıyasla daha yoğun bir atmosfere sahipken Neptün'ün en büyük uydusu Triton ve Plüton'un atmosferlerinin yoğunlukları daha azdır. Bu gezegenlerden daha büyük olan dev gezegenler, hafif gazlar olan hidrojen ve helyumu büyük miktarlarda tutacak kadar yüksek kütleye sahiptir. Öte yandan daha küçük gezegenler ise bu gazları uzaya kaybeder. Yıldızlar arası gezegenlerin analizi, bu hafif gazları tutabilme eşiğinin yaklaşık olarak "M"E civarında olduğunu gösterir ve bu, Dünya ve Venüs'ün karasal gezegenler için maksimum boyuta yakın olduğu anlamına gelir.
Dünya'nın atmosferi, Dünya üzerinde meydana gelen çeşitli yaşamsal süreçlerin serbest oksijen molekülü üretmesi nedeniyle diğer gezegenlerden farklı bir bileşime sahiptir. Mars ve Venüs'ün atmosferlerinde en fazla bulunan gaz karbondioksittir ancak yoğunlukları açısından atmosferleri birbirlerinden farklılık gösterir. Mars atmosferinin ortalama yüzey basıncı Dünya atmosferinin %1'inden daha azdır (bu basınç, suyun sıvı hâlde bulunmasına engel olacak kadar düşüktür), Venüs atmosferinin ortalama yüzey basıncıysa Dünya'nın yaklaşık 92 katıdır. Venüs atmosferinin, geçmişte meydana gelen bir kaçak sera etkisi sonucu oluştuğu muhtemeldir. Bu durum Venüs'ü yüzey sıcaklığı açısından, Merkür'den bile daha sıcak kılar. Zorlu yüzey koşullarına rağmen, yerden 50–55 km yükseklikte Venüs atmosferinin sıcaklık ve basınç değerleri Dünya koşullarına benzerdir (Dünya dışında bu durumun Güneş Sistemi'nde görüldüğü tek yerdir) ve bu bölge, gelecekte gerçekleştirilecek mürettebatlı keşif görevleri için olası bir üs olarak önerilmiştir. Titan ise Güneş Sistemi'nde Dünya dışında atmosferi azot açısından zengin olan tek gök cismidir. Dünya'nın koşulları, suyun üçlü noktasına yakın olduğu için suyun gezegen yüzeyinde üç farklı hâlde var olmasına imkân tanırken, Titan'ın koşulları da metanın üçlü noktasına yakındır.
Gezegen atmosferlerinin değişen güneş radyasyonu veya gezegenin iç enerjisinden etkilenmesi, dinamik hava sistemlerinin oluşmasına yol açar. Dünya'daki kasırgalar, Mars'taki kum fırtınaları, Jüpiter'deki (Büyük Kırmızı Leke olarak adlandırılan) Dünya'dan daha büyük antisiklon ve Neptün'ün atmosferindeki lekeler, bu sistemlere örnek teşkil eder. HD 189733 b üzerindeki Büyük Kırmızı Leke'den iki kat daha büyük olan sıcak bölge, Jüpiter tipinde sıcak bir gezegen olan Kepler-7b'deki bulutlar, bir süper dünya olan GJ 1214 b vb. gibi örnekler, ötegezegenlerde tespit edilen hava durumu modellerindendir.
Kuyruklu yıldızların kuyruklarını kaybetmesi gibi, sıcak Jüpiterlerin de yörüngesinde döndükleri yıldızlarına oldukça yakın bulunmalarından dolayı yıldız radyasyonu nedeniyle atmosferlerinin uzaya dağıldığı kanıtlanmıştır. Bu gezegenlerin gündüz ve gece tarafları arasında süpersonik rüzgârlar üreten sıcaklık farkları yaşanabilse de, bunu etkileyen birden fazla etmen söz konusudur.
Manyetosfer.
Gezegenlerin içsel manyetik momentleri, manyetosferlerinin oluşmasına yol açar. Manyetik alanın varlığı, gezegenin jeolojik anlamda hâlâ canlı olduğunu gösterir. Başka bir deyişle, manyetize gezegenlerin iç kısımlarında manyetik alanlarını oluşturan iletken madde akışları vardır. Bu alanlar, gezegenlerin Güneş rüzgârıyla etkileşimini etkiler. Manyetize bir gezegen, kendi etrafında manyetosfer adı verilen ve Güneş rüzgârının nüfuz edemediği bir boşluk yaratır. Manyetosfer, gezegenin kendisinden daha büyük olabilir. Buna karşın manyetize olmayan gezegenler, sadece iyonosferin Güneş rüzgârıyla etkileşiminden oluşan ve gezegeni etkin bir şekilde koruyamayan manyetosferlere sahiptir.
Güneş Sistemi'ndeki sekiz gezegenden yalnızca Venüs ve Mars'ın bir manyetik alanı yoktur. Manyetize gezegenler arasında Merkür, manyetik alanı en zayıf olanıdır ve Güneş rüzgârını ancak saptırabilir. Jüpiter'in uydusu Ganymede, Merkür'den birkaç kat daha güçlü bir manyetik alana sahiptir. Jüpiter'in manyetik alanı Güneş Sistemi'ndeki en güçlü manyetik alandır ve bu alanın yoğunluğu, Jüpiter'e Callisto'dan daha yakın olan tüm uydularına yapılacak mürettebatlı keşifler için bir sağlık riski oluşturur. Diğer dev gezegenlerin yüzeylerinde ölçülen manyetik alanların gücü kabaca Dünya'nınkine benzese de, manyetik momentleri Dünya'ya kıyasla dikkate değer ölçüde daha büyüktür. Uranüs ve Neptün'ün manyetik alanları, dönme eksenlerine göre yüksek derecede eğiktir ve gezegen merkezinden farklı yerde bulunur.
2000'de Avustralya Astronomik Gözlemevi'nde HD 179949 yıldızının yörüngesinde yaklaşık Jüpiter büyüklüğünde bir gezegen bulunduğu keşfedildi. Aynı yıl Kanada-Fransa-Hawaii Teleskobu'yla çalışan bir grup astronom yıldızın dışındaki gaz katmanda "parlak bir nokta" tespit etti. Bu parlak noktanın hareketlerini bir yıl boyunca izleyen astronomlar sonunda bu noktanın aslında keşfedilmiş gezegenin hareketleriyle kesin bir korelasyon gösterdiğini fark etti. Gezegenin kendi manyetik alanının, ana yıldıza enerji aktararak yıldızın kromosferini ısıttığı anlaşıldı. Bir gezegenin yıldızını ısıtabileceği ihtimali, 2000 yılında başka bilim insanları tarafından öngörülmüştü ancak bu keşif bir gezegenin gerçekten yıldızını ısıttığının net bir şekilde gözlemlendiği ilk örnektir.
İkincil özellikler.
Neptün ve Plüton gibi Güneş Sistemi'ndeki bazı gezegen ya da cüce gezegenler, birbirleriyle veya daha küçük cisimlerle rezonans halinde olan yörünge periyotlarına sahiptir. Bu durum uydu sistemlerinde yaygındır (örneğin Jüpiter etrafındaki Io, Europa ve Ganymede arasındaki ya da Satürn etrafındaki Enceladus ve Dione arasındaki rezonans). Merkür ve Venüs dışındaki Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin doğal uyduları vardır. Dünya'nın bir, Mars'ın iki, dev gezegenlerin ise karmaşık gezegen sistemlerine benzer tipte çok sayıda uydusu vardır. Ceres ve Sedna dışında, üzerinde uzlaşılan tüm cüce gezegenler de en az bir uyduya sahiptir. Dev gezegenlerin birçok uydusu, karasal gezegenler ve cüce gezegenlerle benzer özelliklere sahiptir ve bazıları (özellikle Europa ve Enceladus) yaşama ev sahipliği yapma ihtimali açısından incelenmiştir.
Dört dev gezegenin yörüngesinde farklı büyüklük ve karmaşıklıkta gezegen halkaları bulunur. Halkalar ana olarak toz veya partikül maddeden oluşur, ancak kütleçekiminin yapılarını şekillendirdiği ve koruduğu "uyducuklar" barındırabilir. Gezegen halkalarının kökenleri tam olarak bilinmemekle birlikte, ana gezegenin etrafında dönen doğal uyduların Roche limitlerinin altına düşmesi ve gelgit kuvvetleri tarafından parçalanması sonucu oluştuğu düşünülür. Cüce gezegen Haumea ile Quaoar'ın da halkaları vardır.
Ötegezegenlerin etrafında herhangi bir ikincil özellik gözlemlenmemiştir. Bir yetim gezegen olarak tanımlanan kahverengi altcüce Cha 110913-773444'ün yörüngesinde bir öngezegen diski olduğu düşünülür ve kahverengi altı cüce OTS 44'ün de en az 10 Dünya kütlesinde bir öngezegen diskiyle çevrelendiği kanıtlanmıştır.
Tarih ve etimoloji.
Güncel tanımlara göre bir gezegen, genellikle bir yıldızın, yıldız kalıntısının veya bir kahverengi cücenin yörüngesinde olması gerektiği düşünülen ve bu sayılan gök cisimlerinden biri olmayan, yuvarlak şeklindeki bir astronomik cisimdir.
Gezegen fikri, tarihi boyunca antik çağın ilahi ışıklarından bilim çağının dünyaya benzer cisimlerine kadar değişmiş, yalnızca Güneş Sistemi'ndekileri değil, Güneş Sistemi dışındaki cisimleri kapsayacak şekilde genişlemiştir. Hangi gök cisimlerinin gezegen sayılacağı konusundaki fikir birliği, zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Günümüzdeki gezegen kavramı öncelerinin aksine asteroit, uydu ve cüce gezegenleri kapsamamaktadır. Günümüzde de bu konudaki anlaşmazlıklar devam eder.
Antik uygarlıklar ve klasik gezegenler.
Güneş Sistemi'nin çıplak gözle görülebilen ve antik çağlardan beri bilinen beş klasik gezegeninin; mitoloji, dinî kozmoloji ve antik astronomiye birtakım etkileri olmuştur. Antik çağlarda astronomlar, gökyüzünde görece sabit bir konumda olan "sabitlenmiş yıldızların" aksine bazı ışıkların gökyüzü boyunca hareket ettiğini fark ettiler. Antik Yunanlar, bu ışıklara günümüzde "gezegen" kelimesinin İngilizcesi "planet" sözcüğünün kökeni olan Grekçe πλάνητες ἀστέρες (, "gezgin yıldızlar") ya da kısaca πλανῆται (, "gezginler") adını verdiler.
Antik Yunanistan, Çin, Babil ve hatta bütün ilk çağ uygarlıklarında neredeyse tümüyle Dünya'nın evrenin merkezinde olduğuna ve bütün "gezegen"lerin Dünya'yı çevrelediğine inanılıyordu. Bu anlayışın sebebi yıldızların ve gezegenlerin her gün Dünya'nın etrafında dönüyor gibi görünmesi, Dünya'nın katı ve durağan olması ve hareket etmeyip sabit olduğu yönündeki sağduyuya dayanan algılardı.
Babil.
Gezegenlere ait işlevsel bir teoriye sahip olduğu bilinen ilk uygarlık MÖ 2. ve 1. binyıllarda Mezopotamya'da hükûm süren Babillilerdir. Gezegenlerle ilgili günümüze ulaşan en eski astronomik metin, aşağı yukarı MÖ 2. binyıl kadar erken bir zamana tarihlenen ve Venüs'ün gökteki hareketlerinin gözlemlerini içeren bir listenin MÖ 7. yüzyıldan kalma bir kopyası olan Ammi-Şaduqa Venüs tabletidir. MÖ 7. yüzyıla tarihlenen MUL.APİN, Güneş, Ay ve gezegenlerin yıl boyunca hareketlerini gösteren, bir çift çiviyazısı tabletidir. Batı astronomisinin ve aslında tüm Batı müspet ilimlerindeki çabaların kökeni, geç dönem Babil astronomisidir. Yeni Asur İmparatorluğu döneminde yazılan "Enuma Anu Enlil", bir alametler listesi ve bu alametlerin gezegenlerin hareketleri de dahil çeşitli göksel olaylarla ilişkilerini içerir. Venüs, Merkür, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerinin tamamı Babil astronomları tarafından tanımlanmıştır. Erken modern dönemde teleskobun icat edilişine kadar bu söz konusu gezegenler bilinen yegâne gezegenler olarak kalacaktı.
Greko-Romen astronomi.
Antik Yunanlar gezegenlere ilk başta Babilliler kadar anlam yüklememişlerdi. MÖ 6. ve 5. yüzyıllarda Pisagorcular; Dünya, Güneş, Ay ve gezegenlerin, evrenin merkezindeki "Merkezî Ateş" etrafında döndüğü bağımsız bir gezegen teorisi geliştirdi. Çok daha önce Babilliler tarafından biliniyor olsa da Pisagor ve Parmenides'in akşam yıldızı (Hesperus) ile seher yıldızının (Fosforus) aynı ve tek (Latincede Venüs'e karşılık gelen Yunan tanrısı Afrodit) olduklarını tespit eden ilk kişiler olduğu söylenir. MÖ 3. yüzyılda Sisamlı Aristarkus gezegenlerin Güneş'in çevresinde dolandığı bir günmerkezli sistem ortaya koydu. Bilimsel devrime kadar yermerkezli sistem görüşü hâkim olmaya devam etti.
MÖ 1. yüzyılda, Helenistik Dönem sırasında Yunanlar gezegenlerin konumlarını tahmin etmek için kendi matematiksel düzenlerini geliştirmeye başladılar. Babillilerin aritmetiğinden ziyade geometriye dayanan bu düzenler, Dünya'dan çıplak gözle gözlemlenebilen astronomik hareketlerin birçoğunu açıkladı. Bu teoriler MS 2. yüzyılda Batlamyus tarafından yazılan "Almagest" ile tam bir biçimde ifade edildi. Batlamyus'un teorileri, astronomi üzerinde gerçekleştirilmiş tüm önceki çalışmaların yerine geçti ve yaklaşık 1300 yıl boyunca Batı dünyasının nihai astronomi metni olarak kaldı. Yunanlara ve Romalılara göre, her biri Batlamyus'un açıklığa kavuşturduğu karmaşık yasalara istinaden Dünya'nın etrafında döndüğü varsayılan yedi gezegen vardı. Bunlar Dünya'ya yakınlıklarına göre sırasıyla (modern isimleri ve Batlamyus'un sıralaması) Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'dü.
Orta Çağ astronomisi.
Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra astronomi, Hindistan ve İslam dünyasında daha fazla gelişti. MS 499'da Aryabhata, Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüşünü açıkça bünyesinde barındıran bir gezegen modeli öne sürerek söz konusu durumun yıldızların görünür bir şekilde batıya doğru hareket etmesinden ötürü gerçekleştiğini açıkladı. Ayrıca gezegenlerin yörüngelerinin eliptik olduğuna inanıyordu. Aryabhata'nın takipçileri, diğer görüşler arasında Dünya'nın günlük dönüşü ilkelerinin takip edildiği ve bunlara dayanan bir dizi ikincil çalışmanın gerçekleştirildiği Güney Hindistan'da bilhassa nüfuzluydu.
1500'de Kerala astronomi ve matematik okulundan Nilakantha Somayaji, "Tantrasamgraha" adlı eserinde Aryabhata'nın modelini gözden geçirdi. Somayaji, Aryabhata'nın "Aryabhatiya" eserinin bir eleştirisi olan "Aryabhatiyabhasya"da, kendisinden daha sonra Tycho Brahe tarafından 16. yüzyılın sonlarında ortaya konulan Tycho sistemine benzer şekilde Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün Güneş'in etrafında, Güneşin de Dünya'nın etrafında döndüğü bir gezegen modeli geliştirdi. Geliştirdiği gezegen modeli, Kerala okulundan kendisini takip eden birçok astronom tarafından kabul gördü.
İslam'ın Altın Çağı'nda astronomi çalışmaları, çoğunlukla Orta Doğu, Orta Asya, Endülüs ve Kuzey Afrika'da, daha sonra da Uzak Doğu ve Hindistan'da gerçekleşti. Bir hezârfen olan İbnü'l-Heysem gibi bu astronomlar, Batlamyus'un ilmek sistemine itiraz etmelerine ve alternatifler aramalarına rağmen genellikle yermerkezciliği kabul etmişlerdi. 10. yüzyıl astronomu Siczî, Dünya'nın kendi ekseni etrafında döndüğünü ifade etti. 11. yüzyılda Venüs geçişi İbn Sina tarafından gözlemlendi. İbn Sina'nın çağdaşı Bîrûnî, Dünya'nın yarıçapını belirlemek için Eratosthenes'in yalnızca tek bir dağda gözlem yapılmasını gerektiren eski yönteminden farklı olarak trigonometrik bir yöntem geliştirdi.
11. yüzyılda İbn Sina, Venüs geçişini gözlemleyerek Venüs'ün en azından zaman zaman Güneş'in altında olduğunu ortaya koydu. 12. yüzyılda İbn Bacce "iki gezegeni Güneş'in önündeki kara noktalar" hâlinde gözlemledi. Bu durum daha sonra 13. yüzyılda Meragalı astronom Kutbüddîn Şîrâzî tarafından Merkür ve Venüs geçişi olarak tanımlandı. İbn Bacce'nin yaşadığı dönemde bir Venüs geçişi gerçekleşmediğinden bu durumu gözlemleyebilme imkânı yoktu.
Bilimsel Devrim ve dış gezegenlerin keşfi.
Bilimsel Devrim'in ortaya çıkışıyla "gezegen" terimi gökyüzü boyunca hareket eden bir şeyden (sabit yıldızların karşıtı); Dünya'nın etrafında dönen bir cisme (veya o sırada öyle olduğuna inanılan) dönüştü. 18. yüzyıla gelindiğinde Nicolaus Copernicus, Galileo Galilei ve Johannes Kepler'in günmerkezli modelinin kabul görmesiyle gezegen tanımı doğrudan Güneş'in etrafında dönen cisimlere evrildi. Böylece Dünya gezegenler listesine eklenirken Güneş ve Ay bu listenin dışında kaldı. Copernicus'un birincil gezegen sayısı, William Herschel'in Uranüs'ü keşfettiği 1781'e kadar geçerliliğini korudu.
17. yüzyılda Jüpiter'in dört uydusu ile Satürn'ün beş uydusu keşfedildiğinde, Ay'ın da içinde değerlendirildiği birincil gezegenlerin yörüngesinde dönen "uydu gezegen" ya da "ikincil gezegen" olarak adlandırılsalar da sonraki yıllarda bunlara "uydu" denilmeye başlandı. 1920'lere kadar uydular da gezegen olarak kabul ediliyordu, ancak bu kullanım bilim camiası dışında yaygın değildi.
19. yüzyılın ilk on yılında Ceres (1801'de), Pallas (1802'de), Juno (1804'te) ve Vesta (1807'de) keşfedildi. Daha sonraları bunların daha önce bilinen gezegenlerden oldukça farklı oldukları anlaşıldı: Hepsi Mars ve Jüpiter arasındaki (asteroit kuşağı) genel uzay bölgesinde bulunuyor ve yörüngeleri bazen çakışıyordu. Bu bölge sadece bir adet gezegenin yörüngede olmasının beklendiği bir bölgeydi. Ayrıca bu gök cisimleri diğer tüm gezegenlerden çok daha küçüktü ve hatta parçalanmış daha büyük bir gezegenin parçaları olabileceklerinden şüpheleniliyordu. Herschel bunlara, en büyük teleskoplardan bakıldığında bile bir diske sahip olmayan yıldızlara benzemelerinden dolayı "asteroit" (Yunanca "yıldız benzeri") adını verdi. Bu durum 1840'larda birkaç asteroit daha keşfedilene kadar (1845'te Astraea; 1847'de Hebe, Iris ve Flora; 1848'de Metis ve 1849'da Hygiea) kırk yıl boyunca değişmedi. Her yıl yeni "gezegenler" keşfediliyordu. Sonuç olarak astronomlar asteroitleri (küçük gezegenler) büyük gezegenlerden ayrı olarak tablolaştırmaya ve asteroitlere soyut gezegen sembolleri yerine numaralar atamaya başladılar. Ancak asteroitler hâlâ küçük gezegenler olarak kabul görüyorlardı.
1846'da keşfedilen Neptün'ün konumu, Uranüs üzerindeki kütleçekiminin etkisi sayesinde tahmin edildi. Merkür'ün yörüngesi de benzer şekilde etkileniyor gibi göründüğü için, 19. yüzyılın sonlarında Güneş'e daha yakın başka bir gezegen olabileceği düşünülüyordu. Ancak Merkür'ün gerçek yörüngesiyle Newton'un kütleçekim yasalarının tahminleri arasındaki tutarsızlık, daha sonraları gelişmiş bir kütleçekim teorisi olan Einstein'ın genel göreliliği ile açıklandı.
Plüton, 1930'da keşfedildi. İlk gözlemlere göre Dünya'dan daha büyük olduğu düşünülmüş ve dokuzuncu gezegen olarak kabul edilmişti. Daha sonraki gözlemler, Plüton'un aslında daha küçük olduğunu ortaya koydu. 1936'da Raymond Lyttleton, Plüton'un, Neptün'ün yörüngesinden çıkmış bir uydusu; 1964'te Fred Lawrence Whipple ise bir kuyruklu yıldız olabileceğini öne sürdü. 1978'de, Amerika Birleşik Devletleri Deniz Gözlemevi'nde çalışan astronomlar olan Robert Sutton Harrington ve James W. Christy, yaptıkları gözlemler sonucunda Plüton'un uydusu Charon'u keşfetti ve Plüton ve Charon'un kütlesinin toplamının Dünya'nın ancak %0,002 kadarı olduğunu tespit ettiler. Yine de bu kütle bilinen asteroitlerin kütlesinden çok daha yüksek olduğundan ve o sırada başka hiçbir Neptün ötesi cisim keşfedilmediğinden Plüton'un gezegen statüsü korundu. 2006'da ise gezegen statüsünü resmî olarak kaybetti.
1950'lerde Gerard Kuiper, asteroitlerin kökeni üzerine makaleler yayımladı. Asteroitlerin daha önce düşünüldüğü gibi genellikle küresel olmadığını ve asteroit ailelerinin, gök cisimlerinin çarpışmalarının kalıntıları olduğunu fark etti. Böylece en büyük asteroitleri "gerçek gezegenler", daha küçük olanları ise çarpışma kalıntıları olarak ikiye ayırdı. 1960'lardan itibaren "küçük gezegen" terimi çoğunlukla "asteroit" terimiyle yer değiştirdi ve jeolojik olarak evrimleşmiş en büyük üçü olan Ceres, Pallas ve Vesta hariç literatürde asteroitlerden gezegen olarak bahsetme oranı azaldı.
1960'larda Güneş Sistemi'nin, uzay sondalarıyla keşfedilmeye başlanmasıyla birlikte, uydularla ilgili tanımlamalarda bir bölünme meydana geldi. Gezegen bilimciler büyük uyduları da gezegen olarak yeniden değerlendirmeye başladı, ancak gezegen bilimci olmayan astronomlar genellikle bundan uzak durdu (bu tanımlama, 19. yüzyılda Satürn'ün uydusu Hyperion veya Mars'ın uyduları Phobos ve Deimos gibi yuvarlak olmayanlar da dahil tüm uyduları ikincil gezegenler olarak sınıflandıran tanımla aynı değildir).
"Gezegen" kavramının tanımlanması.
1990'lar ve 2000'lerin başında, Güneş Sistemi'nin aynı bölgesinde (Kuiper Kuşağı) Plüton'un boyutlarına yaklaşan birçok benzer cisim bulunduğu için Plüton'un bir gezegen olarak sınıflandırılmaması gerektiğini savunan astronomların sayısı artış gösterdi. Plüton'un binlerce cisimden oluşan bir popülasyon içinden "küçük" bir cisim olduğu anlaşıldı. Astronomlar, Plüton'un gezegenlikten çıkarılmasını gerekçelendirmek adına asteroitlerin kategori düşürülmesini sık sık emsal olarak gösterdiler ancak bu düşürülme asteroitlerin bir kuşakta yer almasından ziyade asteroitlerin gezegenlerden jeofiziksel farklılıklarına dayanarak yapılmıştı.
2005'te, Plüton'dan %27 oranında daha büyük bir gök cismi olan Eris'in keşfi, resmî bir gezegen tanımı oluşturulması için bir itici güç oldu. Bunun sebebi temelde, Plüton'un bir gezegen olarak kabul edilmesinin mantıken Eris'in de bir gezegen olarak kabul edilmesini gerektirmesiydi. Gezegenlere ve gezegen olmayan gök cisimlerine isim vermek için farklı prosedürler uygulandığından Eris'in keşfi bir nevî acil bir durum yarattı, çünkü kurallara göre bir gezegenin ne olduğu tanımlanmadan Eris de belli bir kategoriye edilemezdi. O dönemde ayrıca bir Neptün ötesi cismin yuvarlak olması için gereken büyüklüğün, dev gezegenlerin uyduları için gereken büyüklükle (yaklaşık çap 400 km) aynı olduğu düşünülüyordu ki bu sayı Kuiper Kuşağı'nda yaklaşık 200, kuşağın ötesindeyse binlerce yuvarlak cisim olduğuna işaret ediyordu. Birçok astronom, halkın bu kadar çok sayıda gezegen yaratan bir tanımı kabul etmeyeceğini savundu.
Sorunu çözmek için Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), Ağustos 2006'da bir gezegen tanımı oluşturdu. Buna göre bir gezegen:
Bu tanıma göre Güneş Sistemi'nde sekiz gezegen (Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün) vardır. İlk iki koşulu yerine getirip üçüncüyü yerine getirmeyen cisimler, diğer gezegenlerin uyduları olmamaları koşuluyla birer cüce gezegen olarak sınıflandırılır. Başlangıçta Uluslararası Astronomi Birliği komitesi, 3 numaralı maddeyi bir kriter olarak dahil etmediği için daha fazla sayıda gezegeni içerecek bir tanım hazırlamıştı. Uzun tartışmalardan sonra oylamayla, üçüncü maddeyi sağlamayan gök cisimlerinin cüce gezegen olarak sınıflandırılmasına karar verildi. Bu cüce gezegenlere örnek olarak Ceres, Plüton ve Eris örnek olarak verilebilir.
Eleştiriler ve alternatif tanımlar.
Uluslararası Astronomi Birliğinin tanımı evrensel kabul görmemiş ve kullanılmamıştır. Gezegen jeolojisinde gök cisimleri jeofiziksel özelliklerine bakılarak gezegen olarak tanımlanır. Bir gök cismi, mantosunun kendi ağırlığı altında plastikleşmesi için gereken kütleye yaklaştığında dinamik (gezegensel) bir jeoloji kazanabilir. Bu, cismin kararlı, yuvarlak bir şekil aldığı hidrostatik denge durumuna yol açar ve bu da jeofiziksel tanımlarda gezegenliğin ayırt edici özelliği olarak kabul edilir. Örneğin:
Güneş Sistemi'nde bu kütle genellikle bir cismin yörüngesini temizlemesi için gereken kütleden daha azdır. Dolayısıyla jeofiziksel tanımlara göre "gezegen" olarak kabul edilen Ceres ve Plüton gibi bazı cisimler Uluslararası Astronomi Birliğinin tanımına göre gezegen olarak kabul edilir (uygulamada hidrostatik denge gerekliliği dünya çapında "gevşetilerek" gök cisimlerinin kendi yerçekimi altında yuvarlanma ve sıkışma gerekliliğine dönüştürülmüştür; örneğin Merkür aslında hidrostatik dengede değildir ancak yine de bir gezegen olarak kabul edilir). Bu tür tanımların savunucuları genellikle uzaydaki konumun önemli olmaması gerektiğini ve gezegenliğin bir gök cisminin içsel özellikleriyle tanımlanması gerektiğini savunur. Cüce gezegenlerin bir küçük gezegen kategorisi olarak önerilmiş olmasına (küçük gezegenlerin gezegen altı cisimler kategorisinin altında incelendiği tanımın aksine) ve Uluslararası Astronomi Birliğinin tanımına karşın gezegen jeologları cüce gezegenleri normal birer gezegen olarak ele almaya devam eder. Birçok gezegen bilimci de gezegen terimini cüce gezegenlerin yanı sıra Ay gibi yuvarlak hâle gelmiş uyduları da kapsayacak şekilde daha geniş anlamda kullanmaya devam etmiştir.
Bilinen cisimler arasında bile cüce gezegenlerin sayısı kesin değildir. 2019 yılında Grundy ve çalışma arkadaşları, bazı orta büyüklükteki Neptün ötesi cisimlerin düşük yoğunluklarına dayanarak, bir Neptün ötesi cismin hidrostatik dengeye ulaşması için gereken sınırlayıcı boyutun aslında dev gezegenlerin buzlu uydularından çok daha büyük olduğunu ve yaklaşık 900–1000 km çapında olduğunu ileri sürmüştür. Asteroit kuşağında bulunan Ceres ve muhtemelen bu eşiği geçen diğer sekiz Neptün ötesi gök cismi Orcus, Plüton, Haumea, Quaoar, Makemake, Gonggong, Eris ve Sedna'nın birer cüce gezegen olduğu üzerinde genel bir fikir birliği vardır.
Gezegen jeologları, tıpkı ilk modern astronomlar gibi, Dünya'nın uydusu Ay ve Plüton'un uydusu Charon da dahil olmak üzere bilinen on dokuz gezegen kütleli uyduyu kimi zaman “uydu gezegenler” adı altında inceler. Bazıları daha da ileri giderek Pallas ve Vesta gibi nispeten büyük, jeolojik açıdan evrimleşmiş ama yine de çok yuvarlak olmayan cisimleri; Hygiea gibi çarpışmalarla yüzeyi tamamen bozulduktan sonra yeniden yığılma süreci geçirip yuvarlaklaşmış cisimleri; hatta en küçük gezegen kütleli uydu olan Satürn'ün uydusu Mimas çapındaki her şeyi gezegen olarak kabul eder (bu tanıma göre Neptün'ün uydusu Proteus gibi yuvarlak olmayan ancak Mimas'tan daha büyük olan gök cisimleri bile kapsama alınabilir).
Ötegezegenler.
Ötegezegenlerin keşfinden önce bile, bir gök cisminin bir asteorit kuşağı gibi farklı bir popülasyonun parçası olması halinde mi yoksa döteryumun termonükleer füzyonu yoluyla enerji üretecek kadar büyük olması halinde mi gezegen olarak kabul edilmesi gerektiği konusunda belli anlaşmazlıklar vardı. Buna ek olarak döteryum füzyonuyla enerji üretemeyecek kadar küçük olan (hatta kütlesi sadece Jüpiter kadar olan) gök cisimleri, tıpkı yıldızlar ve kahverengi cücelerde olduğu gibi bir gaz bulutunun çökmesiyle oluşabilir. Bu nedenle, bir gök cisminin gezegenlik değerlendirilmesinde o cismin nasıl oluştuğunun dikkate alınıp alınmaması gerektiği konusunda bir anlaşmazlık vardı.
1992 yılında astronom Aleksander Wolszczan ve Dale Frail, PSR B1257+12 adlı bir pulsarın etrafında gezegenler keşfettiklerini duyurdular. Bu keşif, başka bir yıldızın etrafındaki bir gezegen sisteminin ilk kesin tespiti olarak kabul edilir. Daha sonra 6 Ekim 1995'te, Cenevre Gözlemevi'nde çalışan astronom Michel Mayor ve Didier Queloz, sıradan bir anakol yıldızı olan 51 Pegasi'nin yörüngesinde bulunan bir ötegezegenin ilk kesin tespitini duyurdular.
Ötegezegenlerin keşfi, bir başka belirsizliğe yol açarak bir gezegenin ne zaman bir yıldız olarak değerlendirilebileceği konusunda tartışma yarattı. Bilinen birçok ötegezegen, Jüpiter'in kütlesinin birkaç katında olup kahverengi cüceler olarak bilinen yıldız cisimlerine yakın kütle değerine sahiplerdir. Kahverengi cüceler, hidrojenin döteryum adı verilen daha ağır bir izotopunu füzyon tepkimesine sokabilmeleri nedeniyle genellikle birer yıldız olarak kabul edilir. Jüpiter'in kütlesinin 75 katından daha ağır olan cisimler hidrojeni füzyon tepkimesine sokabilirken, Jüpiter'in kütlesinin 13 katı olan cisimler döteryumu füzyon tepkimesine sokabilir. Döteryum oldukça nadirdir ve galaksimizdeki hidrojenin %0,0026'sından daha azına tekâbül eder. Keşfedilmelerinden çok önce çoğu kahverengi cücede döteryum füzyonu durmuş olduğu için bu durum onları süper kütleli gezegenlerden ayırt edilemez hâle getirir.
Uluslararası Astronomi Birliğinin ötegezegen tanımı.
2006 Uluslararası Astronomi Birliği tanımı, kullanılan dilin Güneş Sistemi'ne özel olması ve yuvarlaklık ile yörünge bölgesinin temizlenmesi gibi kriterlerin ötegezegenler için şu anda gözlemlenebilir olmamasından ötürü ötegezegenler için bazı zorluklar taşıyordu. 2018'de bu tanım, ötegezegenler hakkındaki bilginin artmasıyla yeniden değerlendirildi ve güncellendi. Mevcut resmî ötegezegen tanımı şöyledir:
Uluslararası Astronomi Birliği bu tanımın, ötegezegenler hakkındaki bilginin artmasıyla birlikte değişebileceğini belirtti. 2022'de bu tanımın tarihini ve gerekçesini tartışan bir inceleme makalesi, 3. maddede geçen "genç yıldız kümelerinde" ifadesinin, bu tür gök cisimleri uzayda başka yerlerde de bulunduğu için çıkarılmasını önerdi. Ayrıca, "alt kahverengi cüceler" teriminin daha güncel olan "serbest gezegen kütleli cisimler" ile değiştirilmesi gerektiğini öne sürdü. "Gezegen kütleli cisim" terimi, kütlesi tipik bir gezegen kütlesine sahip olup serbest dolaşan veya bir yıldız yerine bir kahverengi cüce etrafında dönen gök cisimlerini tanımlamak için de kullanılmıştır. Özellikle de yetim gezegenler gibi gezegen kütlesine sahip serbest dolaşan gök cisimleri bazen yine de gezegen olarak anılır.
13 Jüpiter kütlesi sınırı, evrensel kabul görmemiştir. Bu kütle sınırının altındaki gök cisimleri bazen döteryumla füzyon tepkimesi gerçekleştirebilir ve tepkimeye giren döteryum miktarı da gök cisminin bileşimine bağlıdır. Bununla beraber döteryum evrende oldukça nadir bulunur ve bu nedenle gök cisimlerinin döteryum füzyonu evresi esasında çok uzun sürmez. Bir yıldızda gerçekleşen hidrojen füzyonundan farklı olarak döteryum füzyonu bir gök cisminin gelecekteki evrimini önemli düzeyde etkilemez. Kütle ve yarıçap (veya yoğunluk) arasındaki ilişki, 13 Jüpiter kütlesi sınırında özel bir unsura sahip değildir. Bu durum, kahverengi cücelerin kendilerinden kütlesel açıdan daha hafif Jüpiter benzeri gezegenlerle aynı fiziksel özelliklere ve iç yapıya sahip olduğunu ve doğal olarak gezegen olarak kabul edilebileceğini gösterir.
Bu nedenlerden ötürü birçok ötegezegen kataloğu, bazen 60 Jüpiter kütlesine kadar çıkabilen 13 Jüpiter kütlesinden daha ağır cisimleri içerir (hidrojen füzyonunun başladığı ve bir kırmızı cüce yıldız hâline gelme sınırı yaklaşık 80 Jüpiter kütlesidir). Anakol yıldızlarının durumu, "gezegen" teriminin bu kapsayıcı tanımını savunmak için de kullanılmıştır çünkü anakol yıldızları da kapsadıkları iki büyüklük derecesi boyunca yapılarında, atmosferlerinde, sıcaklıklarında, spektral özelliklerinde ve muhtemelen oluşum mekanizmalarında büyük ölçüde farklılık gösterseler de hepsi hidrostatik dengeye sahip, nükleer füzyonun gerçekleştiği gök cisimleri olarak tek bir sınıf altında kabul değerlendirilirler.
Mitoloji ve adlandırma.
Dünya haricindeki Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin birçok dildeki adları, Antik Çağ'da Babilliler, Yunanlar ve Romalılar tarafından birbiri ardına geliştirilen adlandırma uygulamalarından türetilmiştir. Yunanlardaki gezegenlere tanrı isimleri verme geleneği, neredeyse tamamıyla Babillilerden alınmadır. Babilliler, Fosforus'u (Venüs) aşk tanrıçaları olan, Akadca adıyla "İştar"; Pirois'i (Mars) savaş tanrıları olan "Nergal", Stilbon'u (Satürn) bilgelik tanrıları olan "Nabu" ve Faeton'u (Jüpiter) baş tanrıları "Marduk" adıyla anıyorlardı. Yunan ve Babil adlandırma gelenekleri arasındaki benzerlikler, bu adlandırma sistemlerinin birbirlerinden bağımsız bir şekilde ortaya çıkmadıklarını işaret eder. Buna karşın iki adlandırma geleneği arasında çeviri bakımından farklar bulunur. Örneğin Nergal, Babillilerin savaş tanrısıydı ve Yunanlar, bundan ötürü Nergal'i Ares ile özdeşleştirmişti. Ancak Ares'in aksine Nergal aynı zamanda veba ve yeraltı tanrısıydı.
Antik Yunanistan'da, ışık saçan iki büyük gök cismi olan Güneş ve Ay, antik Titan tanrıları olan "Helios" ve "Selene"; en yavaş gezegen (Satürn) "parıldayan" anlamına gelen "Fainon"; ardından gelen gezegen (Jüpiter) parlak anlamına gelen "Faeton"; kızıl gezegen (Mars) "Pirois"; en parlak olan (Venüs) ışık getiren anlamına gelen "Fosforus" ve son olarak anlık görünen gezegen (Merkür) ışıldayan anlamına gelen "Stilbon" olarak adlandırılmıştı. Yunanlar ayrıca her bir gezegeni, Olimposlular ve Titan panteonlarındaki tanrılardan birine verdiler:
Modern Yunanların gezegenleri kendi dillerindeki antik adlarıyla anıyor olmalarına rağmen diğer Avrupa dilleri, Roma İmparatorluğu ve sonrasında Katolik Kilisesi'nin etkisiyle gezegenlerin Yunanca adları yerine Latince adlarını kullanır. Yunanlar gibi Hint-Avrupalı olan Romalılar, Yunanlarla farklı tanrı isimleri altında ortak bir panteonu paylaşsa da, Yunan şiir kültürünün tanrılarına vermiş olduğu zengin anlatı geleneklerinden yoksundular. Roma Cumhuriyeti'nin geç dönemlerinde Romalı yazarlar Yunan anlatılarının çoğunu alıp neredeyse aslından ayırt edilemez hâle gelene kadar kendi panteonlarına uyguladılar.
Romalılar, Yunan astronomisini incelerken gezegenlere kendi tanrı isimleri olan "Mercurius" (Hermes için), "Venüs" (Afrodit), "Mars" (Ares), "Iuppiter" (Zeus) ve "Saturnus" (Kronos) isimlerini verdiler. 18. ve 19. yüzyıllarda sonraki gezegenler keşfedildiğinde bu adlandırma uygulaması" Neptūnus" (Poseidon) ile korundu. Bazı Romalılar muhtemelen Mezopotamya'da ortaya çıkmış ancak Helenistik Mısır'da gelişen bir inancı takip ettiğinden, gezegenlerin adlarını aldığı yedi tanrının Dünya işleriyle saatlik vardiyalarla ilgilendiğine inanıyorlardı. Vardiya sırası Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve Ay (en uzak gezegenden en yakın gezegene) şeklindeydi. Bu nedenle ilk gün Satürn tarafından başlatılırken (1. saat), ikinci gün Güneş tarafından başlatılıyor (25. saat), ardından Ay (49. saat), Mars, Merkür, Jüpiter ve Venüs geliyordu. Her güne o günü başlatan tanrının adı verildiğinden, Roma takviminde haftanın günlerinin sıralaması da Nundina döngüsünün reddedilmesinden sonra bu şekildeydi. Birçok modern dilde bu sıralama korunmuştur. İngilizcedeki "Saturday" (Cumartesi), "Sunday" (Pazar) ve "Monday" (Pazartesi), söz konusu Latince gün isimlerinin doğrudan çevirisidir. Diğer günler ise adlarını sırasıyla Mars, Merkür, Jüpiter ve Venüs'e benzer veya eşdeğer kabul edilen Anglosakson tanrıları olan "Tīw" (Tuesday - Salı), "Wōden" (Wednesday - Çarşamba), "Þunor" (Thursday - Perşembe) ve "Frīġ" (Friday - Cuma) adlı tanrılardan almıştır.
Dünya, İngilizce adı Greko-Romen mitolojiden türetilmemiş tek gezegendir. Dünya'nın bir tanrı adı ile anılmamasının sebebi henüz 17. yüzyılda genel anlamda bir gezegen olarak kabul edilmiş olmasıdır (aynı durum İngilizcede Güneş ve Ay için de geçerlidir ancak artık birer gezegen olarak kabul edilmezler). Dünya'nın İngilizce adı olan "Earth", "toprak" ve "kir" anlamına geldiği gibi, direkt Dünya için de kullanılan Eski İngilizcedeki "eorþe" kelimesinden gelir. İngilizcedeki "earth", Almancadaki "Erde", Felemenkçedeki "aarde" ve İskandinav dillerindeki "jord" sözcüklerinden görülebileceği üzere, İngilizcedeki Earth sözcüğü, tıpkı muadili olan diğer Cermen dillerindeki gibi nihayetinde Proto-Cermencedeki "erþō" kelimesinden türemiştir. Latin dillerinin çoğu, "deniz" sözcüğünün karşıtı "kuru toprak" anlamındaki eski Latince "terra" (veya terra'nın bazı çeşitlerini) sözcüğünü korur. Romence olmayan diller kendi yerel sözcüklerini kullanır. Örneğin Yunanlar, orijinal adı olan "Γή" "(Ge)" sözcüğünü kullanmayı sürdürür.
Avrupa dışındaki kültürler başka gezegen adlandırma sistemleri kullanır. Gezegen sözcüğü, İslam dünyası ve Osmanlı dönemi astronomi çalışmalarında kullanılan Arapça "سيارة" ("seyyare") sözcüğünün karşılığı olarak, Cumhuriyet döneminde Türkçe terimlerin teşvik edilmesi kapsamında "gezmek" fiilinden türetilmiştir. Modern Türkçede, Dünya dışındaki Güneş Sistemi gezegenleri Latince isimlerinin Türkçe okunuşlarıyla anılır. Bu gezegenler Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün ve Uranüs'tür. Kutadgu Bilig'de Merkür'e dilek anlamındaki "Tilek", Mars'a "Kürüd" ("Bakır Sokum, Bakır-sukımı" olarak da adlandırılır), Jüpiter'e "Ongay" (Anadolu'da Öngay veya Öngey olarak da adlandırılır) ve Satürn'e "Sekentir" denilir. Güneş için Eski Türkçede "Kün" ve "Kuyaş" gibi sözcükler kullanılırken, Ay sözcüğü korunarak günümüze gelmiştir. Dünya ise Eski Türkçede "Acun" ismiyle anılıyordu.
Gezegenlerin çoğunun yerel Farsça isimleri, Yunan ve Latin isimlerine benzer şekilde, Mezopotamya tanrılarının İran tanrılarıyla özdeşleştirilmesine dayanır. Merkür, Nabu'ya benzeyen Batı İran tanrısı "Tīriya"'nın (kâtiplerin koruyucusu) adından gelen "Tir" (Farsça: تیر); Venüs, Anahita'nın adından gelen "Nāhid" (ناهید); Mars, Veretragna'nın adından gelen "Bahrām" (بهرام); ve Jüpiter, Ahura Mazda'nın adından gelen "Hürmüz" (هرمز) adıyla anılır. Satürn'ün Farsça adı "Keyvān" (کیوان), “kalıcı, sabit” anlamına gelen Akadca "kajamānu"dan alınmıştır.
Hindistan, yedi geleneksel gezegeni (Güneş için "Surya", Ay için "Çandra", Merkür için "Budha", Venüs için "Şukra", Mars için "Mangala", Jüpiter için "Bṛhaspati" ve Satürn için "Şani") ve sırasıyla kuzey ve güney ay düğümleri olan "Rahu" ve "Ketu"yu içeren Navagraha'ya dayalı bir sistem kullanır.
Çin ve tarihsel olarak Çin'in kültürel etkisi altında kalmış Doğu Asya ülkeleri (Japonya, Kore ve Vietnam gibi) beş Çin elementi olan su (Merkür 水星 “su yıldızı”), metal (Venüs 金星 “metal yıldızı”), ateş (Mars 火星 “ateş yıldızı”), tahta (Jüpiter 木星 “tahta yıldızı”) ve toprağa (Satürn 土星 “toprak yıldızı”) dayalı bir adlandırma sistemi kullanır. Uranüs (天王星 “gökyüzü kralı yıldız”), Neptün (海王星 “deniz kralı yıldız”) ve Plüton'un (冥王星 “yeraltı kralı yıldız”) Çince, Korece ve Japoncadaki isimleri, bu tanrıların Roma ve Yunan mitolojisindeki rollerine dayanan birer öyküntüdür. 19. yüzyılda Alexander Wylie ve Li Şanlan ilk 117 asteroitin isimlerini öyküntü yoluyla Çinceye çevirmişlerdir ve bu isimlerin birçoğu günümüzde de kullanılır. Bu çevirilere örnek olarak Ceres (穀神星 “tahıl tanrıçası yıldızı”), Pallas (智神星 “bilgelik tanrıçası yıldızı”), Juno (婚神星 “evlilik tanrıçası yıldızı”), Vesta (灶神星 “ocak tanrıçası yıldızı”) ve Hygiea (健神星 “sağlık tanrıçası yıldızı”) verilebilir. Bu tür çeviriler, 21. yüzyılda keşfedilen Haumea (妊神星 “hamilelik tanrıçası yıldızı”), Makemake (鳥神星 “kuş tanrıçası yıldızı”) ve Eris (鬩神星 “kavga tanrıçası yıldızı”) gibi bazı cüce gezegenler de dahil olmak üzere daha sonra keşfedilen bazı küçük gezegenlere genişletilmiştir. Bununla beraber nispeten daha iyi bilinen asteroitler ve cüce gezegenler dışında bu çevirilerin çoğu, Çince astronomi sözlükleri dışında nadiren kullanılır.
Geleneksel İbrani astronomisinde, yedi geleneksel gezegenin çoğunlukla tanımlayıcı isimleri vardır. Güneş "sıcak olan" anlamına gelen חמה "Ḥammah", Ay "beyaz olan" anlamına gelen לבנה "Levanah", Venüs "parlak gezegen" anlamına gelen כוכב נוגה "Kokhav Nogah", Merkür "gezegen" (ayırt edici özelliklerinden yoksun olduğu düşünülürse) anlamına gelen כוכב "Kokhav", Mars "kırmızı olan" anlamına gelen מאדים "Ma'adim" ve Satürn "dinlenen" (diğer görünür gezegenlere kıyasla yavaş hareket etmesine dayanarak) anlamına gelen שבתאי "Şabatay" adıyla anılır. Aralarında farklı olan צדק "Tzedek", yani "adalet" olarak adlandırılan Jüpiter'dir. İlk olarak Babil Talmudu'nda görülen bu isimler, aslında gezegenlerin orijinal İbranice isimleri değildir. Salamisli Epifanios MS 377 yılında pagan veya Kenan bölgesine ait çağrışımları olan bir dizi ismi kayda geçmiştir. Dini nedenlerle değiştirilen bu isimler muhtemelen gezegenlerin tarihi ve orijinal Sami isimleridir. Bu isimler Babil astronomisine kadar uzanan eski bir kökene sahip olabilirler. Uranüs (אורון "Oron", “küçük ışık”) ve Neptün (רהב "Rahab", İncil'de geçen bir deniz canavarı) için İbranice isimler 2009 yılında seçilmiştir. Bundan önce “Uranüs” ve “Neptün” isimleri aynen kullanılıyordu.
Arapça'da Merkür, (عُطَارِد, "Utârit"), Venüs (الزهرة, el-Zühre, "parlak olan", tanrıça el-Uzzâ'nın bir sıfatı), Dünya (الأرض, el-"Arz", "eretz" ile aynı köktendir), Mars (اَلْمِرِّيخ, "el-Merih"), Jüpiter (المشتري, "el-Müşteri") ve Satürn (زُحَل, "Zühal", "geri çekilen") ismiyle anılır. Merkür, Mars ve Jüpiter'in Arapçası için farklı kelime kökenleri ortaya atıldıysa da akademide bu üçünün kökeni hakkında bir fikir birliği yoktur.
Güneş Sistemi'ndeki diğer gezegenler 18. ve 19. yüzyıllarda keşfedildiğinde, Uranüs bir Yunan tanrısının, Neptün ise bir Roma tanrısının (Poseidon'un Roma Panteonu'ndaki karşılığı) adını almıştır. Asteroitler de başlangıçta mitolojiden isimlendirilmiştir - Ceres, Juno ve Vesta ana Roma tanrıçalarıdır ve Pallas Yunan tanrıçası Athena'nın bir lâkabıdır. Daha fazla gök cismi keşfedildikçe bunlara ilk olarak küçük tanrıçaların isimleri verilmeye başlanmış ve 1852'deki yirminci asteroit Massalia'dan itibaren mitolojik adlandırma kısıtı kaldırılmıştır. Plüton (adını Yunan yeraltı tanrısından almıştır) keşfedildiğinde bir gezegen olarak kabul edildiğinden klasik isimlerden biri verilmiştir. Neptün ötesinde daha fazla cisim keşfedildikten sonra, yörüngelerine bağlı bazı adlandırma kuralları uygulamaya konmuştur: Neptün ile 2:3 rezonansta olanlara (plütinolar) yeraltı mitlerinden isimler verilirken diğerlerine yaratılış mitlerinden isimler verilmiştir. Neptün ötesi küçük gezegenlerin çoğu diğer kültürlerdeki tanrı ve tanrıçaların isimlerini almıştır (örneğin Quaoar bir Tongva tanrısının adını taşır). Roma ve Yunan tanrılarının adının verilmesi geleneğini devam ettiren birkaç istisna vardır. Keşfedildiğinde onuncu bir gezegen olarak kabul edilen Eris, bu istisnalara bir örnektir.
Uydulara (gezegen kütleli olanlar da dahil) genellikle ana gezegenleriyle ilişkili isimler verilir. Jüpiter'in gezegen kütleli uyduları Zeus'un dört sevgilisinin (ya da ilişkiye girdiği partnerlerinin) adını; Satürn'ün uyduları, Kronos'un kardeşler olan Titanların adını; Uranüs'ün uyduları, Shakespeare ve Pope'un eserlerindeki karakterlerin (başlangıçta özellikle peri mitolojisinden esinlenilmişti ancak bu durum Miranda'nın isimlendirilmesiyle sona ermiştir) adını almıştır. Neptün'ün gezegen kütleli uydusu Triton adını Neptün'ün oğlundan; Plüton'un gezegen kütleli uydusu Charon, adını yeni ölenlerin ruhlarını yeraltı dünyasına (Plüton'un etki alanı) taşıyan ölülerin kayıkçısı Haron'dan almıştır.
Semboller.
Merkür, Venüs, Jüpiter, Satürn ve muhtemelen Mars'ın yazılı sembollerinin geç Yunan papirüs metinlerinde bulunan biçimlerine kadar izi sürülmüştür. Jüpiter ve Satürn sembolleri, bu sembollere karşılık gelen Yunanca adların monogramları olarak tanımlanırken, Merkür'ün sembolü stilize bir kadüsedir.
Annie Scott Dill Maunder'e göre, gezegen sembollerinin öncülleri sanatta klasik gezegenlerle ilişkili tanrıları temsil etmek için kullanılmıştır. Francesco Bianchini tarafından 18. yüzyılda keşfedilen ancak 2. yüzyılda yapılmış "Bianchini" "planisferi", tanrıların gezegen sembollerinin tahminen ilk hâllerini ellerinde tuttuğu Antik Yunan kişileştirmelerini gösterir. Merkür'ün elinde bir kadüse; Venüs'ün kolyesinde başka bir kolyeye bağlı bir kordon; Mars'ın elinde bir mızrak; Jüpiter'in elinde bir asa; Satürn'ün elinde bir tırpan; Güneş'te ışınlar saçan bir taç; Ay'ın ise bir hilâlin tutturulduğu bir başlığı vardır. Haç işaretli modern şekiller ilk olarak 16. yüzyıl civarında ortaya çıkmıştır. Maunder'e göre, haçların eklenmesi “eski pagan tanrılarının sembollerine bir nevî Hristiyanlık tadı verme girişimi" gibi görünür. Dünya ise klasik bir gezegen olarak kabul edilmediği için günmerkezli modelin kabulünün öncesinden kalma ve dünyanın dört yanını temsil eden bir sembolden türemiştir.
Güneş'in etrafında dönen başka gezegenler keşfedildiğinde yeni semboller üretildi. En yaygın astronomik sembol olan Uranüs'ün sembolü⛢, Johann Gottfried Köhler tarafından yapılmıştır ve sembolün üretildiği tarihlerde henüz yeni keşfedilmiş bir element olan platini temsil etmesi amaçlanmıştır. Jérôme Lalande tarafından üretilmiş olan alternatif sembol ♅, Uranüs'ün kâşifi Herschel'i temsilen tepesinde H harfi olan bir küredir. Günümüzde ilk sembol⛢ çoğunlukla astronomlar tarafından, ikinci sembol ♅ ise astrologlar tarafından kullanılır, ancak her iki sembolü de farklı bağlamlarda bulmak mümkündür. Keşfedildiklerinde gezegen olarak kabul edilen bazı asteroitlere de aynı şekilde soyut semboller verilmiştir. Örneğin Ceres'i bir orak (⚳), Pallas'ı mızrak (⚴), Juno'yu bir kraliyet asası (⚵) ve Vesta'yı bir ocak (⚶) sembolü temsil ediyordu. Ancak keşfedilen gök cisimlerinin sayısı giderek arttıkça sembol vermek yerine numaralandırma uygulamasına geçildi (mitolojiden bir isim almamış ilk asteroit olan Massalia, aynı zamanda kâşifi tarafından bir sembol verilmeyen ilk asteroittir). İlk keşfedilen dört asteroit olan Ceres, Pallas, Juno ve Vesta'nın sembolleri diğerlerinden daha uzun süre kullanımda kalmıştır. Öyle ki günümüzde bile NASA Ceres'in sembolünü kullanır - Ceres aynı zamanda bir cüce gezegen olan tek asteroittir. Neptün'ün sembolü (♆), Neptün'ün üç dişli mızrağını temsil eder. Plüton'un astronomik sembolü bir P ve L harflerinin bir monogramından ibarettir (♇)<ref name="JPL/NASA Pluto's Symbol"></ref> ancak Uluslararası Astronomi Birliği, Plüton'u yeniden sınıflandırdığından beri bu sembolün kullanımı azalmıştır. Plüton'un yeniden sınıflandırılmasından bu yana NASA, Plüton'un geleneksel astrolojik sembolü olan ve Plüton'un çatal dişi üzerinde bir gezegen küresi olan sembolü (⯓) kullanır.
Uluslararası Astronomi Birliği, modern makalelerde gezegen sembollerini kullanmak yerine, büyük gezegenler için tek harfli veya iki harfli (Merkür ve Mars'ı birbirinden ayırt etmek için) kısaltmaları destekler. Güneş ve Dünya'nın sembolleri yine de yaygın kullanılır çünkü Güneş kütlesi ve Dünya kütlesi gibi benzer birimler astronomide yaygındır. Günümüzde diğer gezegen sembollerine çoğunlukla astrolojide rastlanır. Astrologlar ilk keşfedilen birkaç asteroit için eski astronomik sembolleri yeniden diriltmiş ve diğer gök cisimleri için de yeni semboller üretmeye devam eder. Bunlara 21. yüzyılda keşfedilen cüce gezegenler için verilen nispeten standart astrolojik semboller de dahildir. Bu cüce gezegenlere astronomlar tarafından sembol verilmemiştir zira keşfedildikleri tarihlerde gezegen sembollerinin kullanımı astronomide çoğunlukla bırakılmıştı. Birçok astrolojik sembol Unicode'a dahil edilmiştir ve bu yeni sembollerden birkaçı (Haumea, Makemake ve Eris'in sembolleri) Unicode'a dahil edildiğinden beridir NASA tarafından da astronomide kullanılır. Örneğin Eris'in sembolü, tanrıça Eris'e tapan bir din olan Discordianizm'e ait geleneksel bir semboldür. Diğer cüce gezegen sembolleri çoğunlukla (Haumea hariç) geldikleri kültürlerin yerel yazılarındaki baş harflerdir. Buna ek olarak Makemake'nin yüzü veya Gonggong'un yılan kuyruğu gibi bazı semboller, söz konusu gök cismiyle ilişkilendirilen tanrı veya kültürle ilgili bir öğeyi de temsil ederler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13246",
"len_data": 70568,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.23
}
|
Henry Ford (30 Temmuz 1863 - 7 Nisan 1947) Amerikalı sanayici büyük işadamı, Ford Motor Company'nin kurucusu ve seri üretim'in montaj hattı tekniğinin baş geliştiricisidir. Ford Motor Company'nin kurucusu olarak, Fordizm denilen sistem aracılığıyla orta sınıf Amerikalılar için otomobilleri uygun fiyatlı hâle getirmekte öncü olarak kabul edilir. 1911'de Ford Model T ve diğer otomobillerde kullanılacak olan şanzıman mekanizması için bir patent almıştır.
Ford, Michigan'daki Springwells Township'te bir çiftlik evinde doğdu ve 16 yaşında iş bulmak için evden ayrıldı. Ford'un otomobillerle ilk deneyimi bundan birkaç yıl önceydi ve 1880'lerin ikinci yarısında motor tamiri ve daha sonra üretimiyle uğraştı ve 1890'larda Edison Electric'in bir bölümünde çalıştı. İş hayatındaki başarısızlıkların ve otomobil üretimindeki başarının ardından 1903 yılında Ford Motor Company'yi kurdu.
Ford Model T otomobilinin 1908'de piyasaya sürülmesinin hem ulaşımı hem de Amerikan endüstrisini devrim niteliğinde değiştirdiği kabul edilir. Ford Motor Company'nin tek sahibi olarak Ford, dünyanın en zengin kişilerinden biri haline geldi.
Ayrıca beş günlük çalışma haftasının öncüleri arasındaydı. Ford, tüketiciliğin dünya barışını sağlamaya yardımcı olabileceğine inanıyordu. Maliyetleri sistematik olarak düşürme konusundaki kararlılığı, Kuzey Amerika genelinde ve altı kıtadaki büyük şehirlerde otomobil bayiliklerine olanak tanıyan franchise sistemi de dahil olmak üzere birçok teknik ve ticari yeniliğe yol açtı.
Ford, tüketiciliği barışın anahtarı olarak gören küresel bir vizyona sahipti. Maliyetleri sistematik olarak düşürme konusundaki yoğun bağlılığı, Kuzey Amerika'da ve altı kıtadaki büyük şehirlerde bayilikler veren franchise sistemi de dahil olmak üzere birçok teknik ve ticari yenilikle sonuçlandı. Ford, engin servetinin çoğunu Ford Vakfı'na bıraktı ve ailesinin onu kalıcı olarak kontrol etmesini sağladı.
Ford, Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında pasifizmi ile de tanınıyordu, ancak savaş sırasında şirketi büyük bir silah tedarikçisi haline geldi. Milletler Cemiyeti'ni destekledi. Ford, 1920'lerde "The Protocols of the Elders of Zion" (Türkçe: Siyon Liderlerinin Protokolleri) dahil olmak üzere "The Dearborn Independent" gazetesi ve "The International Jew" adlı kitabı aracılığıyla antisemitizmi teşvik etti. Ülkesinin II. Dünya Savaşı'na girmesine karşı çıktı ve bir süre Amerika Önce Komitesi'nde görev aldı.
Oğlu Edsel 1943'te öldükten sonra Ford şirketin kontrolünü yeniden ele geçirdi, ancak karar almak için çok zayıftı ve kısa sürede birkaç astının kontrolü altına girdi. Şirketi 1945'te torunu Henry Ford II'e devretti. 1947'deki ölümünden sonra servetinin çoğunu Ford Vakfı'na ve şirketin kontrolünü ailesine bıraktı.
Ransom Eli Olds'un kendine ait Oldsmobile isimli otomobil firmasında 1902'de basit tarzda geliştirdiği yürüyen bant tekniğini, zaman içerisinde Ford tutarlılıkla mükemmelleştirdi. Ford'un otomobil üretim taslağı sadece sanayi üretimini değil, kültürü de etkiledi (Fordizm).
1879 yılında evinden ayrılarak makinistliği öğrenmek için yakınındaki Detroit'e yerleşen Ford, öğreniminden sonra Westinghouse Company'de iş bularak benzin motorları üzerine çalışmalar yaptı. Clara Bryant ile evliliğinden sonra maddi durumunu kendine ait bir kereste fabrikasıyla iyileştirdi. Thomas Alva Edison'in kurduğu "Edison Illuminating Company'de" 1881 yılında mühendisliğe başladı. Dünyaca ünlü mucit Edison ile Ford sonraki yıllarda arkadaş oldular. Baş mühendisliğe terfisinden sonra içten yanmalı motorlar üzerindeki şahsi araştırmalarına yeterince zaman ve para ayırabilen Ford, "Quadricycle" isimli aracının gelişimini 1896 yılında tamamladı. Söz konusu başarının ardından Edison Illuminating'den ayrılarak, başka yatırımcılarla birlikte 1899 yılında "Detroit Automobile Company'i" kurdu. Kendi modellerinin üstünlüğünü göstermek amacıyla araçlarını başarıyla diğer üreticilerin araçlarıyla yarıştırdı. Ancak 1901'de Detroit Automobile Company iflas etti.
Erken yaşam.
Henry Ford, 30 Temmuz 1863'te Springwells Township, Michigan'da bir çiftlikte doğdu.
Babası William Ford (1826–1905), İrlanda'da County Cork'ta, 16. yüzyılda İngiltere'deki Somerset'ten göç etmiş bir ailede dünyaya geldi. Annesi Mary Ford (doğumdaki soyadı Litogot; 1839-1876), Michigan'da Belçikalı göçmenlerin en küçük çocuğu olarak doğdu. Ebeveynleri o çocukken öldü ve komşuları O'Herns tarafından evlat edinildi. Henry Ford'un kardeşleri John Ford (1865-1927); Margaret Ford (1867–1938); Jane Ford (c. 1868–1945); William Ford (1871–1917) ve Robert Ford'du (1873–1877). Ford sekizinci sınıfı tek odalı bir okul olan Springwells Ortaokulu'nda bitirdi. Liseye hiç gitmedi; daha sonra bir ticaret okulunda muhasebe kursu gördü.
Ford, 1875'te 12 yaşındayken iki önemli olay meydana geldiğini belirtti. Babası, gençliğinin başlarında ona bir cep saati verdi ve bir Nichols ve Shepard yol motorunun çalışmasına tanık oldu, "...gördüğüm atlı araç dışında ilk araçtı" dedi.
Ford, 15 yaşında, arkadaşlarının ve komşularının saatlerini onlarca kez söküp yeniden takarak saat tamircisi olarak ün kazandı. Ford, yirmi yaşında, her pazar piskoposluk kilisesine dört mil yürüyerek gitti geldi.
1876'da annesi öldüğünde Ford harap oldu. Babası onun sonunda aile çiftliğini devralmasını bekliyordu, ama o çiftlik işlerinden nefret ediyordu. Daha sonra, "Çiftliğe hiçbir zaman özel bir sevgim olmadı - çiftlikte sevdiğim sadece annemdi" diye yazdı.
1879'da Ford, önce James F. Flower & Bros. ile ve daha sonra Detroit Dry Dock Co. ile Detroit'te çırak makinist olarak çalışmak üzere evden ayrıldı. 1882'de Westinghouse portatif buhar motoru'nu çalıştırmada ustalaştığı aile çiftliğinde çalışmak için Dearborn'a döndü. Daha sonra Westinghouse tarafından buhar motorlarına bakım yapması için işe alındı.
Bu dönemde Ford, Detroit'teki Goldsmith, Bryant & Stratton Business College'de muhasebe eğitimi aldı.
Ford, çiftlik atölyesinde bir "buharlı vagon veya traktör" ve bir buharlı araba yaptı, ancak "buharın hafif araçlar için uygun olmadığını" düşündü, çünkü "kazan tehlikeliydi." Ford ayrıca "tramvay tellerinin maliyeti nedeniyle elektrikle deneme yapmanın bir faydası olmadığını" ve "pratik bir ağırlık için görünürde depolama aküsü olmadığını" söyledi. 1885'te Ford bir Otto motorunu onardı ve 1887'de bir inçlik çaplı ve üç inçlik stroklu dört zamanlı bir model yaptı. 1890'da Ford iki silindirli bir motor üzerinde çalışmaya başladı.
Ford, "1892'de, iki silindirli dört beygir gücünde bir motorla çalışan, iki buçuk inç çaplı ve altı inç stroklu, bir kayışla karşı mile ve ardından bir zincirle arka tekerleğe bağlı ilk motorlu arabamı tamamladım" dedi.
Kayış, saatte 10 veya 20 mil hıza kadar, hızı kontrol etmek için debriyaj koluyla değiştiriliyor ve gaz kelebeği ile destekleniyordu. Diğer özellikler arasında kauçuk lastikli 28 inç telli bisiklet tekerlekleri, ayak freni, 3 galonluk benzin deposu ve daha sonra, silindirlerin etrafında soğutma için su ceketi vardı. Ford, "1893 baharında makine kısmen tatmin edici bir şekilde çalışıyordu ve tasarımını ve malzemesini yolda daha fazla test etme fırsatı veriyordu" diye ekledi.
Ford, 1895 ile 1896 arasında bu makineyi yaklaşık 1000 mil sürdü. Daha sonra 1896'da ikinci bir arabaya başladı ve sonunda evdeki atölyesinde üçüncüsünü de yaptı.
Evlilik ve aile.
Ford, 11 Nisan 1888'de Clara Jane Bryant (1866–1950) ile evlendi ve çiftçilik yaparak ve bir kereste fabrikası işleterek geçimini sağladı. Bir çocukları oldu, Edsel Ford (1893–1943).
Kariyer.
1891'de Ford, Edison Illumination Company of Detroit'te mühendis oldu. 1893'te Baş mühendisliğe terfi ettikten sonra, benzinli motorlar üzerindeki deneylerine dikkatini verecek kadar zamanı ve parası vardı. Bu deneyler, 1896'da Ford Quadricycle adını verdiği kendinden tahrikli bir aracın tamamlanmasıyla sonuçlandı. 4 Haziran'da test sürüşü yaptı. Ford, çeşitli test sürüşlerinden sonra Quadricycle'ı geliştirmenin yolları hakkında beyin fırtınası yaptı.
Ayrıca 1896'da Ford, Thomas Edison ile tanıştığı Edison yöneticilerinin toplantısına katıldı. Edison, Ford'un otomobil deneylerini onayladı. Edison'dan cesaret alan Ford, 1898'de tamamlayarak ikinci bir araç tasarladı ve yaptı. Detroit'in başkenti kereste baronu William H. Murphy tarafından desteklenen Ford, Edison Şirketinden istifa etti ve 5 Ağustos 1899'da Detroit Otomobil Şirketi'ni kurdu. Ancak üretilen otomobiller Ford'un istediğinden daha düşük kalitede ve daha yüksek fiyattaydı. Sonuç olarak, şirket başarılı olamadı ve Ocak 1901'de feshedildi.
C. Harold Wills'in yardımıyla Ford Ekim 1901'de 26 beygir gücünde bir otomobil tasarladı, yaptı ve başarıyla yarıştı. Bu başarı ile Murphy ve Detroit Otomobil Şirketi'ndeki diğer hissedarlar 30 Kasım 1901'de Ford'un baş mühendisliğiyle Henry Ford Şirketi'ni kurdular. 1902'de Murphy danışman olarak Henry M. Leland'i getirdi; Ford, yanıt olarak, kendi adını taşıyan şirketten ayrıldı. Ford'un gitmesiyle Leland, şirketin adını Cadillac Otomobil Şirketi olarak değiştirdi.
Eski yarış bisikletçisi Tom Cooper ile bir araya gelen Ford, Barney Oldfield'in sürücülüğüyle Ekim 1902'de bir yarışta zafere ulaşacak olan 80'den fazla beygir gücündeki racer "999"u imal etti. Ford, Detroit bölgesinde kömür satıcısı eski bir tanıdık Alexander Y. Malcomson'un desteğini aldı. "Ford & Malcomson, Ltd." adlı otomobil üretmek için bir ortaklık kurdular. Ford, ucuz bir otomobil tasarlamaya başladı ve ikili bir fabrika kiraladı ve 160,000 doların üzerinde parça tedarik etmek için John ve Horace E. Dodge'a ait bir makine atölyesi ile sözleşme imzaladı. Satışlar yavaştı ve Dodge kardeşler ilk gönderileri için ödeme talep ettiğinde kriz çıktı.
Ford Motor Şirketi.
Buna karşılık, Malcomson başka bir yatırımcı grubu getirdi ve Dodge Brothers'ı yeni şirketin bir bölümünü kabul etmeye ikna etti. Ford & Malcomson, 16 Haziran 1903'te 28,000 $ sermaye ile Ford Motor Company olarak yeniden birleştirildi. İlk yatırımcılar arasında Ford ve Malcomson, Dodge kardeşler, Malcomson'un amcası John S. Gray, Malcolmson'ın sekreteri James Couzens ve Malcomson'ın iki avukatı John W. Anderson ve Horace Rackham vardı. Ford'un oynaklığı nedeniyle, Gray şirketin başkanı seçildi. Ford daha sonra Lake St. Clair'in buzunda, 1 mili 39.4 yolu saniyede giden ve 146.9 km/saat (91.3 mil/saat) hızla yeni kara hız rekoru kıran yeni tasarlanmış arabayı gösterdi. Bu başarıya ikna olan, bu yeni Ford modeline günün en hızlı lokomotifi onuruna "999" adını veren yarış sürücüsü Barney Oldfield, Amerika Birleşik Devletleri genelinde Ford'u bilinen marka yaparak arabayı ülkenin dört bir yanına götürdü. Ford ayrıca Indianapolis 500'ün ilk destekçilerinden biriydi.
Model T.
Model T 1 Ekim 1908'de piyasaya çıktı. Solda direksiyon simidi vardı ve diğer tüm şirketler kısa sürede bunu kopyaladı. Tüm motor ve şanzıman kapatılmıştı; dört silindir katı bir blok halinde dökülmüştür; süspansiyon iki yarı eliptik yay kullandı. Arabayı sürmek çok kolaydı, tamiri de kolay ve ucuzdu. 1908'de 825 dolardan ($ bugün) o kadar ucuzdu ki fiyatı her yıl düşüyordu, Model T'yi yalnızca Model T'nin ayakla çalışan benzersiz planet şanzıman ve direksiyon direğiyle çalışan gaz kelebeği hızlandırıcısına aşina olan sürücülerin zamanın diğer benzinli otomobillerini kullanma becerileri tamamen farklı bir dizi öğrenmesi gerekmesine rağmen, 1920'lere gelindiğinde çoğu Amerikalı sürücü Model T'de kullanmayı öğrenmişti.
Ford, Detroit'te her gazetenin yeni ürünle ilgili hikâyeler ve reklamlar yayınlamasını sağlamak için devasa bir tanıtım makinesi yarattı. Ford'un yerel bayi ağı, otomobili Kuzey Amerika'daki hemen hemen her şehirde yaygın hale getirdi. Bağımsız bayiler olarak, bayilikler zenginleşti ve sadece Ford'u değil, aynı zamanda otomobil konseptini de duyurdu; yerel motor kulüpleri yeni sürücülere yardım etmek ve onları kırsal bölgeyi keşfetmeye teşvik etmek için ortaya çıktı. Ford, araca işlerine yardımcı olacak ticari bir cihaz olarak bakan çiftçilere her zaman satmaya hevesliydi. Satışlar fırladı—birkaç yıl önceki yıla göre %100 kazanç sağladı. 1913'te Ford, üretimde muazzam bir artış sağlayan hareketli montaj bandlarını fabrikalarına soktu. Bu fikir genellikle Ford'a atfediliyor olsa da çağdaş kaynaklar kavram ve geliştirmenin Clarence Avery, Peter E. Martin, Charles E. Sorensen ve C. Harold Wills adlı çalışanlardan geldiğini gösterir. (Bkz. Ford Piquette Avenue Fabrikası)
Satışlar 1914'te 250,000'i geçti. 1916'da, temel tur otomobilinin fiyatı 360 dolara düştüğünde, satışlar 472,000'e ulaştı.
1918'de Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tüm arabaların yarısı Model T'ydi. Tüm yeni arabalar siyahtı; Ford'un otobiyografisinde yazdığı gibi, "Her müşteri, siyah olduğu sürece istediği renge boyanmış bir arabaya sahip olabilir." dedi. Daha hızlı kuruma süresi nedeniyle siyahın zorunlu olduğu montaj hattının geliştirilmesine kadar, Model T'ler kırmızı dahil diğer renklerde mevcuttu. Tasarım Ford tarafından hararetle desteklendi ve savunuldu ve üretim 1927'ye kadar devam etti; nihai toplam üretim 15,007,034 idi. Bu rekor sonraki 45 yıl boyunca geçerliydi ve ilk Model T'nin (1908) piyasaya sürülmesinden 19 yıl sonra elde edildi.
Henry Ford, Aralık 1918'de Ford Motor Company'nin başkanlığını oğlu Edsel Ford'a devretti. Henry nihai karar yetkisini elinde tuttu ve bazen oğlunun kararlarını tersine çevirdi. Ford, Henry Ford and Son adlı başka bir şirket kurdu ve kendisini ve en iyi çalışanlarını yeni şirkete götürmek için bir gösteri yaptı; amaç, Ford Motor Company'nin kalan hisselerini, değerlerinin çoğunu kaybetmeden önce ona satmaya korkutmaktı. (Stratejik kararlar üzerinde tam kontrole sahip olmaya kararlıydı.) Hile işe yaradı, Ford ve Edsel kalan tüm hisseleri diğer yatırımcılardan satın alarak şirketin tek mülkiyetini aileye verdi.
1922'de Ford, Cadillac'ın kurucusu Henry Leland ve oğlu Wilfred tarafından I. Dünya Savaşı sırasında kurulan Lincoln Motor Co.'yu da satın aldı. Lelandlar kısaca şirketi yönetmek için kaldılar ancak kısa süre sonra şirketten kovuldular. Birinci sınıf bir otomobil üreticisinin bu satın alınmasına rağmen, Henry, Ford'u aktif olarak lüks pazara genişletmeye çalışan Edsel'in aksine, lüks otomobiller için nispeten az heves gösterdi. Lelandlar'ın 1920'de tanıttığı orijinal Lincoln Model L de on yıl boyunca el değmeden çok eski hale gelene kadar üretimde tutuldu. 1931'de yerini modernleştirilmiş Model K aldı.
1920'lerin ortalarında General Motors, önde gelen Amerikan otomobil üreticisi olarak hızla yükseliyordu. GM başkanı Alfred Sloan şirketin "fiyat merdivenini" kurdu, burada GM, Ford'un alt sınıf pazar dışındaki herhangi bir şeye ilgi duymamasının aksine "her çanta ve amaç" için bir otomobil sunacaktı. Henry Ford, şu anda 16 yaşında olan Model T'nin değiştirilmesine karşı olmasına rağmen, Chevrolet, GM'nin şirketin fiyat merdivenindeki giriş seviyesi bölümü olarak yeni ve cesurca meydan okuyordu. Ford, arabalar için giderek daha popüler hale gelen ödeme planları fikrine de direndi. Model T satışlarının düşmeye başlamasıyla Ford, 18 ay boyunca üretimi durdurarak halefi bir model üzerindeki çalışmaları yumuşatmak ve onaylamak zorunda kaldı. Bu süre zarfında Ford, 1927'de piyasaya sürülen yeni Model A için River Rouge'da devasa bir yeni montaj tesisi inşa etti.
Fiyat merdivenine ek olarak, GM ayrıca Harley Earl'ün Sanat ve Renk Departmanı altında otomotiv stilinin ön saflarında yer aldı; bu, Henry Ford'un tam olarak takdir etmediği veya anlamadığı bir başka otomobil tasarımı alanıydı. Ford, uzun yıllar boyunca GM stil departmanının gerçek eşdeğerine sahip olmayacaktı.
Model A ve Ford'un sonraki kariyeri.
1926'ya gelindiğinde, Model T'nin satışlarının azalması sonunda Ford'u yeni bir model yapmaya ikna etti. Gövde tasarımını oğluna bırakırken, motor, şasi ve diğer mekanik ihtiyaçların tasarımına büyük bir ilgiyle projeyi sürdürdü. Ford kendisini bir mühendislik dehası olarak görse de, makine mühendisliği konusunda çok az resmi eğitimi vardı ve bir çizim (ing:blueprint) bile okuyamıyordu. Yetenekli bir mühendis ekibi, Model A'yı (ve daha sonra düz başlı V8'i) tasarlama işinin çoğunu, Ford'un onları yakından denetlemesi ve onlara genel bir yön vermesiyle gerçekleştirdi. Edsel ayrıca, kayan vitesli şanzımanın dahil edilmesi konusunda babasının ilk itirazlarına karşı üstün gelmeyi başardı.
Sonuç, başarılı Ford Model A oldu, Aralık 1927'de tanıtıldı ve 1931'e kadar toplamda dört milyondan fazla üretildi. Daha sonra Ford şirketi, yakın zamanda rakibi General Motors tarafından öncülük edilene (ve bugün hala otomobil üreticileri tarafından kullanılmaktadır) benzer bir yıllık model değiştirme sistemini benimsedi. 1930'lara kadar Ford, finans şirketlerine olan itirazının üstesinden gelemedi ve Ford'un sahip olduğu Universal Credit Corporation büyük bir araba finansmanı operasyonu haline geldi. Henry Ford, Ford araçlarının 1935-36'ya kadar benimsemediği hidrolik frenler ve tamamen metal çatılar gibi birçok teknolojik yeniliğe hala direndi. Ancak, 1932 için Ford ilk düşük fiyatlı sekiz silindirli motor olan düz kafalı Ford V8 ile bir bomba attı. Varyantları 20 yıldır Ford araçlarında kullanılan, düz kafa V8 1930'da başlatılan gizli bir projenin sonucuydu ve Henry, geleneksel bir tasarımı kabul etmeden önce başlangıçta radikal bir X-8 motoru düşünmüştü. Ford'a hot-roding için çok uygun bir performans markası olarak ün kazandırdı.
Ford muhasebecilere inanmıyordu; Şirketini kendi denetim idaresi altına sokmadan dünyanın en büyük servetlerinden birini elde etti. Bir muhasebe departmanı olmadan, Ford'un her ay ne kadar para alındığını ve harcandığını tam olarak bilmesinin hiçbir yolu yoktu ve şirketin faturalarının ve faturalarının bir terazide tartılarak tahmin edildiği bildirildi. Ford, 1956 yılına kadar halka açık bir şirket olmayacaktı. Ayrıca, Edsel'in ısrarı üzerine Ford, 1939'da Dodge ve Buick'e meydan okumak için orta menzilli bir marka olarak Mercury'yi piyasaya sürdü, ancak Henry de bunun için nispeten az heves gösterdi.
Emek felsefesi.
Beş dolarlık ücret.
Ford, çalışanlarının çoğunu iyileştirmek ve özellikle de birçok departmanın yılda 100 kişilik yeri doldurmak için 300 kişiyi işe aldığı ağır ciro'yu azaltmak için tasarlanmış "refah kapitalizmi" 'nin öncüsüydü. Verimlilik en iyi çalışanları işe almak ve tutmak anlamına geliyordu.
Ford, 1914'te çalışanlarının çoğunun oranını iki katından fazla artıran günlük $5' lık ücret ($ bugün) teklif ederek dünyayı hayrete düşürdü. Bir Cleveland, Ohio gazetesi, duyurunun "mevcut endüstriyel bunalımın kara bulutlarının arasından kör edici bir roket gibi fırladığını" yazdı. Hareketin son derece kârlı olduğu kanıtlandı; sürekli çalışan devri yerine, Detroit'teki en iyi mekanikçi insan sermayesi ve uzmanlıklarını getirerek, üretkenliği artırarak ve eğitim maliyetlerini düşürerek Ford'a akın etti. Ford, 5 Ocak 1914'te nitelikli erkek işçiler için asgari günlük ücreti 2.34 ABD Dolarından 5 ABD Dolarına yükselterek günlük 5 $5'lık programını açıkladı.
Detroit zaten yüksek ücretli bir şehirdi, ancak rakipler ücretleri yükseltmek veya en iyi çalışanlarını kaybetmek zorunda kaldılar. Ford'un politikası, çalışanlara daha fazla ödeme yapmanın, ürettikleri arabaları satın almalarını sağlayacağını ve böylece yerel ekonomiyi canlandıracağını kanıtladı. Artan ücretleri, en üretken ve iyi karakterli olanları ödüllendirmekle bağlantılı kar paylaşımı olarak gördü. Ford'u 5 günlük ücreti kabul etmeye ikna eden Couzens olabilir.
Şirkette altı ay veya daha uzun süre çalışan ve daha da önemlisi hayatlarını Ford'un "Sosyal Departmanı"nın onayladığı şekilde sürdüren çalışanlara gerçek kâr paylaşımı teklif edildi. Ağır içki içmeye, kumar oynamaya ve şimdi ölü babalar (ing:deadbeat dads) denenlere kaşlarını çattılar. Sosyal Departman, çalışan standartlarını korumak için 50 müfettiş ve destek personeli kullandı; işçilerin büyük bir yüzdesi bu "kar paylaşımına" hak kazanabildi.
Ford'un çalışanlarının özel hayatlarına müdahalesi oldukça tartışmalıydı ve kısa süre sonra en müdahaleci yönlerden geri adım attı. 1922'deki anısını yazdığı zaman, Sosyal Departman'dan ve kâr paylaşımının özel koşullarından geçmiş zaman kipinde bahsetmişti. "Paternalizmin endüstride yeri yoktur. Çalışanların özel çıkarlarını gözetlemekten ibaret olan refah işinin modası geçmiştir. Adamların nasihate, erkeklerin ise yardıma, genellikle özel yardıma ihtiyacı vardır; ve bütün bunlar nezaket adına yapılmalıdır." Ancak geniş uygulanabilir yatırım ve katılım planı, endüstriyi sağlamlaştırmak ve organizasyonu güçlendirmek için dışarıdaki herhangi bir sosyal hizmetten daha fazlasını yapacaktır. İlkeyi değiştirmeden ödeme yöntemini değiştirdik."
Ayrıca Ford çalışanlarına kara katılım arz ediyordu. Öte yandan fabrikalarında sendikalaşmaya kesinlikle karşı olan Ford, sendika faaliyetlerini önlemek için Harry Bennett'i işe aldı. Bennett sendika örgütlenmelerini yıkmak için yıldırma stratejileri izledi. "United Auto Workers"'in 1941'de yürüttüğü grevin sonunda bazı Ford fabrikalarında toplu sözleşmeler üzerinde anlaşılabilindiyse de, sendikal örgütlenme ancak Ford ve Bennett'in 1945'te şirketten ayrılışından sonra fabrikalarda büsbütün yayıldı. 1947 yılında hayatını kaybetti.
Çok geniş araştırmalar yaptırarak hazırladığı Beynelmilel Yahudi adlı eseri büyük yankı uyandırmıştır.
Beş günlük çalışma haftası.
Ford, işçilerinin ücretlerini artırmanın yanı sıra 1926'da yeni ve indirgenmiş bir çalışma haftasını da uygulamaya koydu. 1922 yılında Ford ve Crowther'in aldığı karar doğrultusunda haftada 6 günlük sekizer saatlik çalışma modelinin yerini 1926'da alınan kararla haftada 5 günlük sekizer saatlik çalışma modeli almıştır. 1 Mayıs 1926'da Ford Motor Company'nin fabrika çalışanları beş gün, 40 saatlik çalışma haftasına geçerken, şirketin ofis çalışanları da bir sonraki Ağustos ayında bu geçişi gerçekleştirdi.
Ford verimliliği artırmaya karar vermişti, çünkü işçilerin daha fazla boş zaman karşılığında işlerine daha fazla çaba göstermeleri bekleniyordu. Ford ayrıca makul boş zamanın iş için iyi olduğuna, işçilere daha fazla mal satın almak ve tüketmek için ek zaman verdiğine inanıyordu. Bununla birlikte, hayırsever kaygılar da bir rol oynadı. Ford, "İşçiler için boş zamanın ya 'kayıp zaman' ya da bir sınıf ayrıcalığı olduğu fikrinden kurtulmanın tam zamanıdır" açıklamasını yaptı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13251",
"len_data": 22239,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Menemen, İzmir'in bir ilçesidir.
Menemen ayrıca şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13264",
"len_data": 71,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 2.77
}
|
Çiğli ayrıca şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13271",
"len_data": 36,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.56
}
|
Pornografi (kısaca porno), cinsel konunun yalnızca cinsel uyarılma amacıyla betimlenmesidir. Pornografi, dergi, animasyon, yazı, film, video ve video oyunları gibi çeşitli medyalarla sunulabilir. Bu tanım seks gösterileri ve striptiz gibi canlı gösterileri içermez. Günümüz pornografik betimlerinin birincil konuları, hareketsiz fotoğraflar için poz veren pornografik modeller ve filme alınmış cinsel eylemlerde bulunan oyunculardır.
Çeşitli toplumsal gruplar, cinsel nitelikteki betimleri ahlaka aykırı, bağımlılık yapıcı ve zararlı olarak değerlendirmiş ve müstehcenlik iddiasıyla engellemeye, sansürlemeye veya yasadışı olarak nitelemeye çalışmıştır. Bu tür gerekçeler ve hatta pornografinin tanımı, çeşitli tarihsel, kültürel ve ulusal bağlamlarda farklılık göstermiştir. Cinselliğin tartışılmasına ve sunumuna yönelik toplumsal tutumlar Batı ülkelerinde daha hoşgörülü duruma gelmiş, müstehcenliğin yasal tanımları, 1969'da Amerika Birleşik Devletleri'nde geniş çapta gösterime giren, cinsel ilişkiyi betimleyen ilk yetişkin erosal filmi olan Andy Warhol'un "Blue Movie" filmi ile daha sınırlı hâle gelmiştir. Bunu, pornografik filmlerin ana akım kültürün bir parçası hâline geldiği "Golden Age of Porn" olarak isimlendirilen ve pornonun altın çağı (1969-1984) olarak nitelendirilen dönem izledi.
20. yüzyılın ikinci yarısında pornografi üretimi ve tüketimi ile büyüyen pornografik bir sanayi gelişti. Video oynatıcıları ve İnternet'in yaygınlaşmasıyla dünya çapında pornografi sanayisinde yılda milyarlarca dolara ulaşan ekonomik bir artış görüldü. ABD'de pornografi pazarının büyüklüğü 10 ila 12 milyar dolar arasındadır. 2006'da dünya pornografi geliri 97 milyar dolar olmuştur. Bu sanayi, destek ve üretim kadrosunun yanı sıra binlerce oyuncu istihdam etmektedir. Bunu ayrıca özel sektör yayınları ve ticaret grupları, ödül gösterileri, ana akım medya, özel kuruluşlar (izleme grupları), devlet kurumları ve siyasal kuruluşlar izlemektedir. Rıza dışı içerik ve siber seks ticareti içeren videolar, 21. yüzyılda popüler pornografi sitelerinde barındırılıyor.
Etimoloji ve tanım.
Pornografi kelimesi iki antik Yunanca kelimenin birleşimidir: πόρνος (pórnos) "fuhuş, fahişe" ve γράφειν (gráphein) "yazma, kaydetme veya açıklama." Yunan dilinde pornografi terimi, cinsel aktivite anlamı verir.
Porno terimi, pornografinin kısaltmasıdır. Eski Yunanistan'da bir geneleve "porneion" adı verilirdi. Pornografi kelimesinin Yunancada ilk kez kullanıldığı tarih bilinmiyor; Yunancada bulunabilecek en eski onaylanmış, πορνογράφος (pornográphos) terimi MS 3. yüzyılda Athenaeus'un Deipnosophists adlı çalışmasında bulunur. Modern zamanda pornografi terimine yapılan en eski yayın referansı 1638'e kadar uzanıyor ve İngilterede Nathaniel Butter'a atfediliyor.
Genellikle cinsel materyali tanımlamak için kullanılan başka bir terim erotiktir. Bazen "pornografi" ile eşanlamlı olarak kullanılan "erotik", antik Yunan sıfatının dişil biçiminden türetilmiştir: ἐρωτικός (erōtikós) ve ἔρως (érōs) - şehvet ve cinsel aşkı belirtir.
Geçmiş.
Venüs heykelciklerinde ve taş sanatında görüldüğü gibi, cinsel nitelikteki betimler tarih öncesi çağlardan beri hep var olmuştur. Antik Mezopotamya'dan açık heteroseksüel seksi betimleyen çok sayıda açık yapıt bulundu.
Sümer Erken Hanedan Dönemi'nden gelen gliptik sanat, misyoner konumunda sıklıkla önden seks sahneleri gösterir. Mezopotamya'nın MÖ 2. binyılın başlarından kalma adak levhalarında, erkek genellikle bir kamışla bira içerek eğilirken kadına arkadan girerken gösterilir. Orta Asur öncü adak figürleri genellikle bir sunağın tepesinde dururken kadını ayakta tutan ve kadının içine giren erkeği temsil eder. Bilim insanları geleneksel olarak tüm bu betimleri ritüel seks sahneleri olarak yorumladılar, ancak bu sahneler daha çok cinsellik tanrıçası İnanna kültüyle ilişkilendirilirler. Ayrıca Asur'daki İnanna tapınağında, erkek ve kadın cinsel örgenlerinin modellerini de içeren birçok cinsel içerikli resim bulundu.
Cinsel ilişki betimleri, eski Mısır biçimcilik sanatının genel repertuvarının bir parçası değildi, ancak çanak çömlek parçalarında ve duvar yazılarında heteroseksüel ilişkinin ilkel taslakları bulundu. Deir el-Medina'da bulunan bir Mısır papirüs parşömeni olan "Turin Erotic Papyrus"'un ("Papyrus 55001") son üçte ikisi, çeşitli cinsel konumlarda erkek ve kadınları gösteren on iki vinyet serisinden oluşuyor. Parşömen muhtemelen Ramesside döneminde (MÖ 1292-1075) boyanmıştır ve yüksek sanatsal kalitesi, zengin bir izleyici kitlesi için üretildiğini göstermektedir. Henüz buna benzer parşömenler bulunmadı.
Fanny Hill (1748), "ilk özgün İngiliz düzyazı pornografisi ve romanın biçimini kullanan ilk pornografi" olarak kabul edilir. John Cleland'ın ilk kez İngiltere'de "Memoirs of a Woman of Pleasure" adıyla yayımladığı erosal bir romandır. Tarihte en çok yargılanan ve yasaklanan kitaplardan biridir. Yazarlar "kralın uyruğunu bozmakla" suçlandılar.
1860'larda Pompeii'de büyük ölçekli kazılar yapıldığında, Romalıların erosal sanatının bir kısmı gün ışığına çıktı ve kendilerini Roma İmparatorluğu'nun aydın mirasçıları olarak gören Viktoryalıları şok etti. Açıkça cinsellik betimleri ile ne yapacaklarını bilmiyorlardı ve onları üst sınıf bilim insanları dışında herkesten uzak tutmaya çalıştılar. Buluntular Napoli'deki Secret Museum'a kilitlendi ve çıkarılamayanlar, kadınların, çocukların ve işçi sınıflarının duyarlılığını bozmamak için örtüldü ve kordon altına alındı.
Fotoğrafın çağdaş buluşundan sonra fotoğraf pornografisi doğdu. Parisli kibar hayat kadını sınıfı, büyük toplantılarda fotoğrafları sergileyen erken bir patron olan Napolyon üçün bakanı Charles de Morny'yi içeriyordu.
Dünyanın pornografiyi suç sayan ilk yasası, "Society for the Suppression of Vice" derneğinin ısrarıyla yürürlüğe giren 1857 "English Obscene Publications Act" yasasıydı. Birleşik Krallık ve İrlanda için geçerli olan yasa, açık saçık materyallerin satışını yasal bir suç hâline getirerek mahkemelere rahatsız edici materyali ele geçirme ve imha etme yetkisi verdi. bu yasanın Amerikan karşılığı, posta yoluyla herhangi bir "açık saçık, ahlaksız ve/veya şehvetli" materyal göndermeyi yasa dışı kılan 1873 "Comstock" yasası idi. İngiliz yasası, teamül hukukun uygulanmaya devam ettiği İskoçya için geçerli değildi. Ancak ne İngiliz ne de Birleşik Devletler yasası neyin "açık saçık" olduğunu tanımlayarak bunu mahkemelerin belirlemesi için bıraktı.
İngiliz yasasından önce, açık saçık materyallerin yayınlanması teamül hukukta bir kabahat olarak görülüyordu ve materyalin açıkça pornografi olarak tasarlandığı durumlarda bile yazarları ve yayıncıları etkili bir şekilde yargılamak zordu. On dokuzuncu yüzyıl yasaları sonunda pornografik olarak kabul edilen belirli yazıların ve görüntülerin yayınlanmasını, perakende satışını ve kaçakçılığını yasaklasa ve satış amaçlı dükkân ve depo yığılımının imha edilmesini emretse de pornografinin bazı biçimlerinin özel mülkiyete geçirilmesi ve bireysel olarak görüntülenmesi yirminci yüzyıla kadar suç sayılmadı.
Tarihçiler pornografinin toplumsal tarihteki rolünü ve ahlaki tarihini araştırdılar. Viktorya döneminde pornografinin seçilmiş birkaç kişi için olduğu yönündeki inanç, 1868'deki bir davadan kaynaklanan Hicklin testinin ifadelerinde şöyle geçmektedir: "Açık saçıklık olarak suçlanan sorunun eğilimi, zihinleri bu tür ahlaksız etkilere açık olanları ahlaksızlaştırmak ve yozlaştırmak mıdır?" Bastırılmalarına rağmen, erotik imgelem betimleri tarih boyunca yaygındı.
1895'te sinema filminin icadından hemen sonra pornografik film üretimi başladı. İlk öncülerden ikisi Eugène Pirou ve Albert Kirchner idi. Kirchner, Pirou için "Léar" ticari adıyla hayatta kalan en eski pornografik filmi yönetti. 1896 yapımı "Le Coucher de la Mariée" filmi, Louise Willy'nin striptiz yaptığını gösterdi. Pirou'nun filmi, kadınları soyarken gösteren açık saçık Fransız filmlerine ilham verdi ve diğer film yapımcıları bu tür filmlerden kâr elde edilebileceklerini fark etti.
Cinsel içerikli filmler yapımcıları ve dağıtımcıları kovuşturmaya uğrattı. Bu tür filmler 1920'lerden başlayarak, özellikle Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde amatörler tarafından yasa dışı bir şekilde üretildi. Filmin işlenmesi, dağıtımları kadar riskliydi. Dağıtım kesinlikle gizliydi. 1969'da Danimarka sıkı denetimi kaldıran ve böylece pornografiyi suç olmaktan çıkaran ilk ülke oldu, bu da yatırımda ve ticari olarak üretilen pornografide bir patlamaya yol açtı. Bununla birlikte, diğer ülkelerde yasaklanmaya devam edildi ve "tezgâh altında" satıldığı veya bazen "özel üyeler" tarafından girilebilen sinema kulüplerinde gösterildiği yerde kaçırılmaması gerekiyordu. Bununla birlikte, 1969'da Andy Warhol'un "Blue Movie"'si, Amerika Birleşik Devletleri'nde geniş çapta gösterime giren açık cinsel ilişkiyi betimleyen ilk yetişkin erotik filmiydi. Film, "Golden Age of Porn"'da çığır açan bir filmdi ve Warhol'a göre, Marlon Brando'nun başrol oynadığı uluslararası tartışmalı bir erotik dram filmi olan "Paris'te Son Tango"'nun yapımında önemli bir etkiye sahipti ki "Blue Movie"'den birkaç yıl sonra piyasaya sürülmüştü.
2015 verileri, son birkaç on yılda pornografi izlemede bir artış olduğunu gösteriyor ve bu, 1990'ların sonlarında dünya çapında ağa yaygın kamu erişiminden bu yana genel ağ pornografisinin büyümesine bağlanıyor. 2010'lar boyunca, pek çok pornografik yapım şirketi ve en iyi pornografik web siteleri (PornHub, RedTube ve YouPorn gibi) "tekel" olarak tanımlanan MindGeek tarafından satın alındı.
Özellikle kültürel araştırmalardaki akademik çalışmalar, belki de feminizmin konu hakkındaki tartışmalarından dolayı sınırlıdır. Pornografi ile ilgili hakemli akademik dergi olan "Porn Studies" 2014 yılında yayınlandı.
Sınıflandırılma.
Pornografi genellikle cinselliğin yüksek sanat özlemleri ile betimlenmesinden oluşan erotizmden ayırt edilir. Erotizm aynı zamanda duygulara ve heyecana da odaklanırken, pornografi, eylemlerin çarpıcı bir şekilde betimlenmesini içerir ve tüm dikkat hızlı, yoğun tepkiler uyandırmak için fiziksel eyleme odaklanır. Pornografik bir çalışma, ne kadar az olursa olsun herhangi bir "hardcore" içeriğe sahipse "hardcore" olarak nitelendirilir. "Softcore" pornografi genellikle cinsel açıdan açık cinsel durumlarda çıplaklık veya kısmi çıplaklık içerir, ancak açık cinsel etkinlik, cinsel girme veya "aşırı" fetişizm içermezken, "hardcore" pornografi taklit edilmemiş seks sahneleri de dâhil olmak üzere grafik cinsel etkinlik ve görünür girme içerebilir. Her iki pornografi türü de genellikle çıplaklık içerir.
Alt türler.
Pornografi çok çeşitli türleri kapsar. Heteroseksüel eylemler içeren pornografi, pornografinin büyük bir kısmını oluşturur ve "ortalanmış ve görünmez" olup sanayiyi heteronormatif olarak işaretler. Bununla birlikte, pornografinin önemli bir kısmı heteronormatif değildir ve "şişman pornografisi, amatör pornografi, engelli pornografisi, kadınlar tarafından üretilen pornografiler, queer pornografisi, BDSM ve vücut modifikasyonu pornografisi" gibi daha az geleneksel senaryo ve cinsel etkinlik biçimlerini içerir.
Pornografi, katılımcıların fiziksel özellikleri, fetişizmleri, cinsel yönelimleri vb. özelliklerinin yanı sıra öne çıkan cinsel etkinlik türlerine göre de sınıflandırılabilir. Gerçek ve röntgenci pornografisi, canlandırmalı videolar ve yasal olarak yasaklanmış eylemler de pornografinin sınıflandırılmasında etkilidir. Pornografi birden fazla türe ayrılabilir.
Ticari tutum.
İktisat.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yetişkin sanayisinin gelirlerini belirlemek zordur. 1970 yılında, federal bir araştırma, Birleşik Devletler'deki "hardcore" pornografinin toplam perakende değerinin 10 milyon dolardan fazla olmadığını tahmin etti. 1998'de Forrester Research, çevrimiçi "yetişkinlere uygun içerik" sanayisi hakkında yıllık gelirin 750 milyon ila 1 milyar dolar arasında olduğunu tahmin eden bir yazanak yayınladı. 2001'deki araştırmalar toplamı (video, izleme başına ödeme, genel ağ ve dergiler dâhil) 2,6 milyar ila 3,9 milyar dolar arasında buldu.
2014 itibarıyla, pornografi sanayisinin Amerika Birleşik Devletleri'nde yıllık bazda 13 milyar dolardan fazla gelir getirdiğine inanılıyordu. CNBC, pornografinin ABD'de 13 milyar dolarlık bir sektör olduğunu tahmin ediyor, her saniyede 3.075 dolar pornografiye harcanıyor ve her 39 dakikada bir yeni bir pornografi videosu üretiliyor.
1970'lerden bu yana yetişkin filmleri yapımında öncü bir bölge olan ve o zamandan beri çeşitli modeller, aktörler/aktrisler, yapım şirketleri ve dâhil olan diğer çeşitli işletmelerin yuvası hâline gelen San Fernando Koyağı'nda önemli miktarda pornografik video çekildi.
Pornografi sanayisi, VHS-Betamax biçim savaşı (videokaset biçim savaşı) ve Blu-ray-HD DVD biçim savaşı (yüksek çözünürlüklü biçim savaşı) dâhil olmak üzere medyadaki biçim savaşlarına karar vermede etkili olarak görülmüştür.
Teknoloji.
Pornocular, görsel görüntülerin üretimi ve dağıtımındaki her teknolojik ilerlemeden yararlandı. Pornografi, basımevinden fotoğrafçılık (hareketsiz ve hareketli), uydu televizyon, ev videosu, diğer video türleri ve genel ağa kadar teknolojilerin geliştirilmesinde itici bir güç olarak kabul edilir.
Küçük kameraların ve kablosuz takımların ticari olarak bulunması, "röntgenci" pornografi izleyici kitlesi oluşturdu. Taşınabilir kameralar pornografik fotoğraflar veya videolar çekmek için kullanılır ve cinsel mesajlaşma olarak bilinen bir uygulama olan MMS olarak iletilir.
Bilgisayar tarafından oluşturulan görüntüler ve manipülasyonlar.
Dijital manipülasyon, kaynak fotoğrafların kullanılmasını gerektirir, ancak bazı pornografiler hiçbir şekilde insan oyuncular olmadan üretilir. Tamamen bilgisayar tarafından üretilen pornografi düşüncesi, bilgisayar grafikleri ve 3B oluşturma için en bariz uygulama alanlarından biri olarak çok erken düşünüldü. Teknolojideki ilerlemeler, fotogerçekçi 3B figürlerin etkileşimli pornografide kullanılmasına izin verdi.
1990'ların sonlarına kadar, dijital olarak manipüle edilen pornografi uygun maliyetli bir şekilde üretilemedi. 2000'li yılların başında, modelleme ve canlandırma yazılımı olgunlaştıkça ve bilgisayarların görselleştirme yetenekleri geliştikçe büyüyen bir segment hâline geldi. 2004 yılı itibarıyla, Lara Croft gibi kurgusal karakterlerle çocukları ve cinsel ilişkiyi içeren durumları gösteren bilgisayar tarafından oluşturulan pornografi zaten sınırlı bir ölçekte üretildi. "Playboy"'un Ekim 2004 sayısında "BloodRayne" video oyunundaki başlık karakterinin üstsüz resimleri yer aldı.
3 boyutlu pornografiler.
3B olarak çekilen ilk pornografik film, Nisan 2011'de Hong Kong'da yayınlanan "3B Sex and Zen: Extreme Ecstasy" idi.
Bölgelere göre üretim ve dağıtım.
Pornografinin üretimi ve dağıtımı bir miktar öneme sahip iktisadi etkinliklerdir. Pornografi iktisadının tam boyutu ve siyasal çevrelerde sahip olduğu etki tartışma konusudur.
Amerika Birleşik Devletleri'nde seks filmi sanayisi Los Angeles'ın San Fernando Koyağı'nda merkezîleşmiştir. Avrupa'da, Budapeşte sanayi merkezi olarak kabul edilmektedir.
Materyalin yasa dışı kopyalanması ve dağıtımı olan korsanlık, davaların konusu olan pornografi sanayisi ve resmîleştirilmiş korsanlıkla mücadele çabaları için büyük bir endişe kaynağıdır.
Çalışma ve çözümleme.
Pornografinin etkileri'ne ilişkin araştırmalar birden çok sonuçla ilgilidir. Bu tür araştırmalar tecavüz, aile içi şiddet, cinsel işlev bozukluğu, cinsel ilişkilerde zorluklar ve çocuğun cinsel istismarı üzerindeki gizil etkileri içerir. Bazı kaynak incelemeleri pornografik görüntülerin ve filmlerin bağımlılık yapabileceğini öne sürerken, sonuç çıkarmak için yeterli kanıt yoktur. Bazı araştırmalar, toplumda pornografinin serbestleştirilmesinin, tecavüz ve cinsel şiddet oranlarının azalmasıyla ilişkili olabileceği sonucuna varırken diğerleri hiçbir etkiye işaret etmiyor veya sonuçsuz kalıyor.
Kanunlar ve yönetmelikler.
Pornografinin yasal statüsü ülkeden ülkeye büyük farklılıklar gösterir. Çoğu ülke en azından bir tür pornografiye izin veriyor. Bazı ülkelerde "softcore" pornografi, genel dükkânlarda satılacak veya televizyonda gösterilecek kadar uysal kabul edilir. Öte yandan, "hardcore" pornografi genellikle düzenlenir. Çocuk pornografisinin üretimi ve satışı ve biraz daha az oranda bulundurulması neredeyse tüm ülkelerde yasa dışıdır ve bazı ülkelerde, örneğin tecavüz pornografisi veya hayvan pornografisi gibi şiddeti betimleyen pornografi kısıtlamaları vardır.Çoğu ülke, ergin olmayanların "hardcore" materyallere erişimini, seks dükkânları, posta siparişi ve diğer yolların yanı sıra ailelerin kısıtlayabileceği televizyon kanallarına erişimini sınırlamaya çalışır. Pornografik dükkânlara giriş için genellikle asgari bir yaş vardır veya materyaller kısmen örtülü olarak sergilenir veya hiç gösterilmez. Daha genel olarak, pornografiyi ergin olmayan birine yaymak genellikle yasa dışıdır. Bu çabaların çoğu, yaygın olarak bulunan genel ağ pornografisi tarafından pratik olarak yersiz hâle getirildi. Başarısız bir ABD yasası, aynı kısıtlamaları genel ağ için de geçerli kılardı.
Kaliforniya'daki yetişkin film sanayisi düzenlemeleri, tüm aktörlerin ve aktrislerin prezervatif kullanarak güvenli seks yapmalarını gerektiriyor. Pornografide prezervatif kullanımı nadirdir. Pornografi, oyuncular korunmasız olduğunda daha iyi hâle geldiğinden, birçok şirket başka eyaletlerde çekim yapıyor. Miami, amatör pornografi için önemli bir alandır. Twitter, bir oyuncunun başarısında büyük rol oynar: Twitter, içeriği sansürlemediği için, Instagram ve Facebook'un aksine, oyuncular kendi kendini sansürlemeden özgürce gönderi paylaşabilir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde, pornografik (veya başka bir şekilde saldırgan) olarak gördüğü istenmeyen ticari postalar alan bir kişi, Amerika Birleşik Devletleri Posta Servisi'ne başvurarak, belirli bir gönderenden gelen tüm postalara veya cinsel içerikli tüm postalara karşı yasaklayıcı karar alabilir. Cinayetlerin pornografik amaçlarla filme alındığı "snuff" filmlerinin yinelenen şehir efsaneleri var. Bu söylentilerin doğruluğunu tespit etmek için yapılan kapsamlı porno çalışmaları'na rağmen, kolluk kuvvetleri böyle bir çalışma bulamadı.
Pornografi yapımcısı Larry Flynt ve Yazar Salman Rushdie de dâhil olmak üzere bazı kişiler, pornografinin özgürlük için hayati önem taşıdığını ve özgür ve uygar bir toplumun pornografiyi kabul etme isteğiyle yargılanması gerektiğini savundu.
Birleşik Krallık hükûmeti, Jane Longhurst'un oldukça kamuoyuna duyurulan cinayetini takiben, kendi deyimiyle "uç pornografinin" sahipliğini suç ilan etti.
Çocuk pornografisi çoğu ülkede yasa dışıdır ve bir çocuk genellikle 18 yaşın (yaş değişse de) altındadır. Bu ülkelerde, bir çocuğu cinsel eylemde gösteren herhangi bir film veya fotoğraf pornografisi yasa dışı kabul edilir.
Pornografi, özellikle cinsel rıza alınmadığında, dahil olanların temel insan haklarını ihlal edebilir. Örneğin, intikam pornografisi, hoşnutsuz cinsel partnerlerin, diğer kişinin izni olmadan, genellikle genel ağda, samimi cinsel etkinliğin resimlerini veya videolarını yayınladığı bir olgudur. Milletvekilleri, kadınların rızaları olmadan çekilen "etek altı" fotoğraflarıyla ilgili endişelerini de dile getirdi. Pek çok ülkede, bu tür etkinlerin, yalnızca gizlilik veya görüntü haklarının ihlali veya cinsel içerikli materyallerin dolaşımından daha yüksek cezalar getirerek özellikle yasa dışı hâle getirilmesi yönünde bir istem olmuştur. Sonuç olarak, bazı yargı bölgeleri "intikam pornografisine" karşı belirli yasalar çıkarmıştır.
Pornografi ne değildir.
ABD'de, Temmuz 2014'te Massachusetts'te verilen bir ceza davası kararı, Commonwealth-Rex, 469 Mass. 36 (2014), neyin "pornografi" olarak değerlendirilmeyeceğine ve bu özel durumda "çocuk pornografisine" ilişkin yasal bir karar vermiştir. "National Geographic" dergisi, toplum bilimi ders kitabı ve çıplaklar kataloğu gibi kaynaklardan alınan çıplak çocukların fotoğraflarının, Massachusetts'te hükümlü ve (o sırada) hapsedilmiş bir cinsel suçlunun elindeyken bile pornografi olarak kabul edilmediği belirlendi.
Çizginin çizilmesi zamana ve yere bağlıdır: Batılı ana akım kültürü giderek daha fazla "pornografik" hâle geldi. (Yani pornografik temalar ve ana akım filmler tarafından lekelenmiş taklit edilmemiş cinsel eylemler dahil var.)
Telif hakkı durumu.
Amerika Birleşik Devletleri'nde bazı yargıevleri, pornografik materyallere ABD telif hakkı koruması uygulamıştır. İlk ABD telif hakkı yasası özellikle açık saçık materyalleri kapsamamakla birlikte, yargı daha sonra kaldırılmıştır. Pornografik yapıtların çoğu kuramsal olarak kiralıktır, yani pornografik modeller performansları için yasal telif ücreti almazlar. Özellikle zorluk, açık saçık kabul edilenlere ilişkin değişen topluluk tutumudur: Bu, yapıtların geçerli aktöre ölçünlerine dayalı olarak telif hakkı korumasına girip çıkabileceği anlamına gelir. Bu, telif hakkı korumasının kayıt gerektirdiği 1972 yılına kadar telif hakkı yasasıyla ilgili bir sorun değildi. Yasa, telif hakkı korumasını yazarın hayatı için otomatik hâle getirdi.
Bazı yargıevleri, telif hakkı korumasının açık saçık olsun ya da olmasın yapıtlar için etkili bir şekilde geçerli olduğuna karar verdiler, ancak tüm yargıevleri aynı şekilde karar vermedi. Amerika Birleşik Devletleri'nde pornografinin telif hakkı koruma haklarına Şubat 2012'de yeniden itiraz edildi.
Cinsel yolla bulaşan hastalıkları önleme ve doğum kontrol yöntemleri.
Netflix belgeseli "Hot Girls Wanted"'a göre, pornografik film oyuncularının çoğu iki haftada bir cinsel yolla bulaşan hastalıklar için taranmaktadır. Buna karşın aktrislerin doğum kontrolünde olmaları gerekli değildir. Belgeselde yer almış bir aktris, döl yoluna boşalmayı içeren bir "creampie" çekimine katıldıktan sonra, kendisini hamilelikten korumak için B Planı adı verilen acil doğum kontrol hapı satın alması talimatının verildiğini belirtmiştir. "Creampie" sahnelerinde yer almak daha kazançlı olduğundan ötürü kadınlar hamile kalma riskini almaktadır.
Pornografiye ilişkin görüşler.
Pornografiye ilişkin görüş ve düşünceler, çeşitli biçimlerde ve çeşitli demografik ve toplumsal gruplardan gelir. Konunun muhalefeti, yalnızca olmasa da, genel olarak üç ana kaynaktan geliyor: tüze, kadın hareketi ve din.
Feminist görüşler.
Andrea Dworkin ve Catharine MacKinnon da dâhil olmak üzere pek çok feminist, pornografinin hem üretimi hem de tüketimi açısından kadınları aşağıladığını veya kadına yönelik şiddete katkıda bulunduğunu savunuyor. Pornografi üretiminin, içinde performans sergileyen ve kadınların istismar ve sömürüsünün yaygın olduğunu iddia ettikleri fiziksel, ruh bilimsel veya iktisadi zorlamayı gerektirdiğini iddia ediyorlar; tüketirken pornografinin kadınların zorbalık, aşağılama ve baskılarını erotikleştirdiğini ve tecavüz ve cinsel tacize suç ortağı olan cinsel ve kültürel tutumları pekiştirdiğini iddia ediyorlar.
Cinsel dışlayıcı feministler, pornografinin ciddi şekilde çarpıtılmış bir cinsel ilişki imgesi sunduğunu ve seks mitlerini güçlendirdiğini, kadınları her zaman hazır olarak ve herhangi bir zamanda, herhangi bir erkekle ya da herhangi bir erkek rolünü üstlenenle cinsel ilişkiye girmeyi arzuladıklarını gösterirken, erkeklerin yaptığı her türlü ilerlemeye her zaman olumlu yanıt verir. Pornografi genellikle kadınların erkekler tarafından şiddetle saldırıya uğramaktan zevk aldığını ve arzuladığını gösterdiğinden, gerçekten seks istediklerinde "hayır" dediklerini, karşılık verdiklerinde ancak daha sonra eylemden zevk almaya başladıklarını, bunun rıza gibi tüzel sorunların kamuoyunun anlayışını etkileyebileceğini savunuyorlar.
Bu itirazların aksine, diğer feminist bilim insanları 1980'lerde sevici feminist hareketinin pornografi sanayisindeki kadınlar için iyi olduğunu savunuyorlar. Sektörün gelişimsel tarafına daha fazla kadın girdikçe, bu, kadınların hem aktrisler hem de izleyiciler uğruna ne istediğini bildikleri için pornografileri kadınlara daha çok yöneltmelerine izin verdi. Bunun iyi bir şey olduğuna inanılıyor çünkü çok uzun zamandır pornografi sanayisi erkekler tarafından yönetiliyor. Bu aynı zamanda erkekler yerine seviciler için sevici pornografisi yapmanın gelişini de ateşledi.
Dahası, birçok feminist, VCR, ev videosu ve uygun fiyatlı tüketici video kameralarının ortaya çıkmasının feminist pornografi olasılığına izin verdiğini savunuyor. Tüketici videoları, video pornografisinin dağıtımının ve tüketiminin kadınları yasal pornografi tüketicileri olarak konumlandırmasını mümkün kıldı. Tristan Taormino, feminist pornografinin "tamamen adaletli bir çalışma ortamı yaratmak ve dahil olan herkesi güçlendirmekle ilgili" olduğunu söylüyor. Feminist pornografi yönetmenleri, kadın ve erkek temsillerine meydan okumanın yanı sıra, birçok türde vücudu içeren cinsel açıdan güçlendirici görüntüler sağlamakla ilgileniyor.
Yazar Susan Faludi, "The New Yorker" için 1995 yılında yazdığı bir denemede, pornografinin, kadınların iş yerinde güç kazanımına sahip olduğu birkaç sektörden biri olduğunu savundu: "Sıradaki erkeklerden biri olan Alec Metro, X-rated sanayiden acıklı bir şekilde not aldı. Olumlu eylem için bir iş teklifini kaybettiğini iddia eden eski bir itfaiyeci olan Metro, pornografinin 'ters ayrımcılık' dediği şeyin güçlerinden kaçmak için ideal bir kariyer seçeneği olmayabileceğini zaten tahmin ediyordu. Kadın oyuncular genellikle hangi erkek oyuncularla çalışıp çalışmayacağını belirleyebilirler. 'Bizden daha çok para kazanıyorlar.' Pornografi -en azından heteroseksüel bir izleyici kitlesi için üretilmiş pornografi- aylık farkının kadınların lehine olduğu birkaç çağdaş meslekten biridir ve ortalama bir aktris erkek meslektaşından yüzde elli ila yüz daha fazla para kazanıyor. Ama o zaman arzunun nesnesidir, o sadece onun eklentisidir, nesnenin nesnesidir."
Harry Brod, Marksçı feminist bir görüş sundu: "Erkeklerin cinsel olmayan duygusal ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla seks aradıkları için seksin abartıldığını iddia ediyorum ve bu başarısızlığa mahkûm bir arayış. Bu başarısızlığın nedenlerinden biri, niceliğin cinsiyetin niteliği üzerindeki önceliğidir ve cinselliğin metalaşmasıyla birlikte gelir."
Dinsel görüşler.
Dinsel kuruluşlar pornografiye karşı siyasal eylemde bulunmada önemli olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nde dinsel inançlar pornografiyi ilgilendiren siyasal inançların oluşumunu etkiler.
Sektördeki kadınlar.
2012 "Why Become a Pornography Actress?" araştırması kadın pornografik film aktrislerini ve mesleği seçme nedenlerini inceleyerek, birincil nedenlerin para (%53), seks (%27) ve ilgi (%16) olduğunu tespit etti. Katılımcılar ayrıca çalışmalarının beğenmedikleri yönlerini de ifade ettiler. Bunlar arasında; "tavırları, davranışları ve kötü hijyen çalışma ortamlarında idare etmesi zor" olan veya vicdansız ve profesyonel olmayan sanayi ile ilişkili kişiler, (%39) -örneğin; iş arkadaşları, yöneticiler, yapımcılar ve temsilciler gibi- cinsel yolla bulaşan hastalıklar riski (%29) ve sanayi içinde sömürü (%20) vardı.
Kaynaklar.
__DİZİN__
__YENİBAŞLIKBAĞLANTISIYOK__
__DEĞİŞTİRYOK__
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13275",
"len_data": 26977,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4
}
|
Palearktik biyocoğrafik bölgesi ya da Palearktik ekozon, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika'yı içine alan bölge. Güney çöl kuşağına kadar uzanır. Büyük Sahra, Arabistan ve İran çölleriyle Çin bu bölgenin içindedir. Wallace'ye göre dört alt bölgeye ayrılır:
1 - Avrupa Bölgesi: İspanya, İtalya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan hariç geriye kalan Avrupa'yı Ural dağlarına kadar içine alan bölgedir.
2 - Akdeniz Bölgesi: Afrika kıtasının ve Arap yarımadasının yengeç dönencesi üzerinde kalan kısmını, Fransa hariç Akdeniz ülkelerini, İran'ı, Azerbaycan'ı, Kafkasları, Karadenizin Romanya ve Ukrayna kıyıları dışında kalan kısımlarını içine alan bölgedir.
3 - Sibirya Bölgesi: Asya kıtasının Himalayalar, Çin Seddi, Japonya, İran ve Azerbaycan'ın dışında kalan kısmıdır. Hazar Denizi tamamı ile bu bölgededir.
4 - Mançurya Bölgesi: Çin'i ve Kore'yi içine alan kısım.
Avrupa ve Akdeniz Bölgesi ise birlikte Batı Palearktik (E. Mayr) bölgeyi oluşturur. Batı Palearktik bölge özellikle ornitoloji (kuş bilimi) bilimi için çok önemli bir yere sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13276",
"len_data": 1041,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
Yaş, ağaç türü kombinasyonu, büyüme ya da kuruluş şekli, bunların hepsi veya bir kısmı ile kendisini çevresinden açık olarak ayıran ve en az bir hektar büyüklükte olan orman parçasıdır. En küçük orman parçasıdır. Çevresinden ağaç türü, gelişim çağı, kapalılık, karışımın şekli, büyüme ve kuruluş şekilleri açısından açık şekilde ayrılmaktadır. Amenajman planında tip verebilen en küçük orman alanıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13279",
"len_data": 402,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.41
}
|
Flora ya da bitey bir ülke, bir bölge veya belirli bir yöredeki bitki, mantar ve bakteri türlerinin tümüne verilen ad.
Sözcük Latinceden alınmıştır; Flora, Roma mitolojisinde bitkiler ve ilkbaharın tanrıçasına verilen isimdir. İlgili bir terim olarak Fauna da hayvan topluluklarını tanımlar. (Türkiye'nin flora bölgeleri için bkz. Türkiye biteyi)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13280",
"len_data": 346,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.57
}
|
Nikola Tesla (İngilizce telaffuz: ; ; ; 10 Temmuz 1856 - 7 Ocak 1943), Sırp-Amerikalı mucit, elektrik mühendisi, makine mühendisi ve fütüristti. Günümüzde en çok alternatif akım (AC) elektrik kaynağı sistemine ve mühendisliğe verdiği katkılarla tanınmaktadır.
Avusturya İmparatorluğu'nda doğup büyüyen Tesla, 1870'lerde mühendislik ve fizik alanında ileri bir eğitim aldı ve 1880'lerin başında telefonculukta ve Continental Edison'da yeni elektrik enerjisi endüstrisinde çalışırken uygulamalı deneyim kazandı. 1884 yılında vatandaşı olacağı Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. New York'ta kısa bir süre kendi yoluna koyulmadan önce Edison Machine Works'te çalıştı. Ortaklarının fikirlerini finanse etmeleri ve pazarlamaları için Tesla, New York'ta çeşitli elektrikli ve mekanik cihazlar geliştirmek için laboratuvarlar ve şirketler kurdu. Kendisinin alternatif akım (AC) indüksiyon motor ve 1888'de Westinghouse Electric tarafından lisanslanan ilgili çok fazlı AC patentleri kendisine önemli miktarda para kazandırdı ve şirketin pazarlayacağı çok fazlı sistemin temel taşı oldu.
Patentini alabileceği ve pazarlayabileceği icatlar geliştirmeye çalışan Tesla, mekanik osilatörler /jeneratörler, elektriksel deşarj tüpleri ve erken X-ışını görüntüleme ile ilgili çeşitli deneyler yaptı. Ayrıca ilk sergilenenlerden biri olan kablosuz kumandalı bir tekne inşa etti. Bir mucit olarak tanınan Tesla, laboratuvarındaki ünlülere ve zengin müşterilere başarılarını gösteriyordu ve halk konferanslarında şovmenliğiyle dikkat çekiyordu. Ayrıca sık sık Delmonicos'ta yemek yiyordu. 1890'lar boyunca New York ve Colorado Springs'teki yüksek voltajlı, yüksek frekanslı güç deneylerinde kablosuz aydınlatma ve dünya çapında kablosuz elektrik enerjisi dağıtımı konusundaki fikirlerini sürdürdü. 1893 yılında, cihazlarıyla kablosuz iletişim olasılığı hakkında açıklamalar yaptı. Tesla, bu fikirleri kıtalararası bir kablosuz iletişim ve güç ileticisi olan bitmemiş Wardenclyffe Kulesi projesinde pratik kullanıma sunmaya çalıştı, ancak bunu tamamlamadan önce parası tükendi.
Wardenclyffe'tan sonra Tesla, 1910'larda ve 1920'lerde çeşitli derecelerde başarıya sahip bir dizi icatla çalıştı. Parasının çoğunu harcayan Tesla, New York'ta birçok otelde yaşadı ve ödenmemiş faturaları geride bıraktı. Ocak 1943'te New York'ta öldü. Tesla'nın çalışması, onun ölümünden sonra 1960'larda Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansı'nda SI birimi olarak manyetik akı yoğunluğuna tesla adı verilene kadar göreceli belirsizliğin içine düştü. Bu durum 1990'lı yıllardan beri Tesla'ya duyulan ilginin yeniden ortaya çıkmasını sağladı.
İlk yılları.
Nikola Tesla, 1856 tarihinde Avusturya İmparatorluğu'nda (günümüzde Hırvatistan) Lika ilçesinin Smiljan kasabasında Sırp kökenli olarak dünyaya geldi. Babası Milutin Tesla (1819-1879), Doğu Ortodoks rahibiydi. Tesla'nın annesi, kendi babası da Ortodoks rahibi olan Đuka Tesla (evlilik öncesi soyadı Mandić; 1822-1892), evde zanaat aletleri ve mekanik aletler yapabilme becerisine sahipti. Sırp epik şiirlerini ezberleme yeteneği vardı. Đuka hiç resmî bir eğitim almamıştı. Tesla, fotoğrafik hafızası ve yaratıcılık yeteneklerini annesinin genetiğinden aldığını ve ondan etkilendiğini düşünüyordu. Tesla'nın ataları Karadağ yakınlarındaki Batı Sırbistan'dan geliyordu.
Tesla, beş çocuğun dördüncüsüydü. Milka, Angelina ve Marica adında üç kız kardeşi ve Dane adında bir ağabeyi vardı. Dane, bir ata binme kazasından dolayı öldüğünde Tesla beş yaşındaydı. 1861 yılında Tesla, ilkokulunu Smiljan'da okudu. Orada Almanca, aritmetik ve din dersi okudu. 1862 yılında Tesla'nın ailesi, Tesla'nın babasının kilise rahibi olarak çalıştığı Gospić, Lika yakınlarına taşındı. Nikola, ilkokulu bitirdikten sonra ortaokula başladı. 1870 yılında liseyi Higher Real Gymnasium'da okumak için Karlovac'ın kuzeyine taşındı. Okul Avusturya-Macaristan askerî sınırında olduğu için dersler Almancaydı.
Tesla daha sonra fizik profesörü sayesinde elektrik gösterilerine ilgi duyduğunu yazacaktı. Tesla, "gizemli olayların" bu gösterileriyle "bu harika kuvveti daha fazla bilmek" istediğini belirtiyordu. Tesla, kafasında integral hesabı yapabildiğinde öğretmenleri onun hile yaptığına inanıyordu. Dört yıllık eğitimini üç yılda tamamladı ve 1873'te mezun oldu.
1873 yılında Tesla, Smiljan'a döndü. Döndükten kısa bir süre sonra koleraya yakalandı. Dokuz ay yataklara düştü ve defalarca ölümden döndü. Bir umutsuzluk anında Tesla'nın başından beri rahip olmasını isteyen babası, hastalıktan kurtulduğunda oğlunu en iyi mühendislik okuluna göndereceğine söz vermişti.
1874 yılında Tesla, Lika'nın güneydoğusunda bulunan Gračac yakınlarındaki Smiljan'daki Tomingaj'a kaçarak Avusturya Macaristan ordusuna zorunlu askerlikten kaçındı. Orada avcı kıyafeti giyerek dağları keşfetti. Tesla, doğa ile olan bu temasının onu hem fiziksel hem de zihinsel olarak daha güçlü yaptığını söyledi. Tomingaj'dayken birçok kitap okudu ve daha sonra Mark Twain'in eserlerinin, önceki hastalıklarından mucizevi bir şekilde iyileşmesini sağladığını söyledi.
1875 yılında Graz, Avusturya'daki bir askerî sınır okulu olan Avusturyalı Politeknik okuluna girdi. Tesla, ilk yılında hiçbir dersini kaçırmadı. Mümkün olan en yüksek notları alarak dokuz sınavı (gerekenin neredeyse iki katı) geçti. Bir Sırp kültür kulübü başlattı, hatta teknik fakülte dekanından babasına, "Oğlunuz ilk derecenin yıldızıdır." diyen bir övgü mektubu gönderildi. İkinci yılında Nikola Tesla, komütatörlerin gerekli olmadıklarını önerdiğinde gramme dinamosu üzerinden Profesör Poeschl ile bir tartışmaya girdi.
Nikola Tesla, Pazar günleri ve tatiller haricinde saat 03.00'dan 23.00'a çalıştığını söyledi. 1879 yılında babasının ölümünden sonra Tesla, profesöründen babasına gelmiş bir paket mektup buldu. Mektupta okuldan çıkarılmadığı sürece Tesla'nın çok çalışarak öleceği konusunda uyarılar vardı. İkinci yılının sonunda Tesla bursunu kaybetti ve kumar bağımlısı oldu. Üçüncü yılında ödeneği ve öğrenim parasıyla kumar oynadı. Daha sonra ilk zararlarını tekrar kumar oynayarak geri döndürdü ve paraları ailesine teslim etti. Tesla, "o zaman oradaki tutkusunu fethettiğini" söyledi ama daha sonra ABD'de tekrar bilardo oynadığı biliniyordu. Sınav zamanı geldiğinde, Tesla hazırlıksızdı ve çalışmak için uzatma istedi ancak onun bu istediği reddedildi. Üçüncü yılın son döneminde not alamadı ve hiçbir zaman üniversiteden mezun olmadı.
Aralık 1878'de Tesla, Graz'dan ayrıldı ve okulu bıraktığı gerçeğini gizlemek için ailesiyle olan tüm ilişkilerini kopardı. Arkadaşları onun Mora Nehri yakınlarında boğulduğunu sanıyordu. Tesla, Maribor'a taşındı ve orada ayda 60 florin için teknik ressam olarak çalıştı. Boş zamanlarını yerel halkla sokaklarda oyun oynayarak geçirdi.
Mart 1879'da Tesla'nın babası Maribor'a gelip oğlunun eve dönmesi için yalvardı, ama o kabul etmedi. Nikola, aynı zamanda sinir krizi geçirdi. 24 Mart 1879 tarihinde Tesla, ikamet izni bulunmadığı için polis memurları eşliğinde Gospić'e iade edildi.
17 Nisan 1879 tarihinde Milutin Tesla, belli olmayan bir hastalığa yakalandıktan sonra 60 yaşındayken öldü. Bazı kaynaklara göre kalp krizinden öldü. O yıl Tesla, Gospić'teki eski okulunda büyük bir öğrenci sınıfında öğretmenlik yaptı.
Ocak 1880'de Tesla'nın amcalarından ikisi, onun Prag'da okuyabilmesi için yetecek kadar para topladı. Charles-Ferdinand Üniversitesi'ne çok geç kaydoldu ve zorunlu bir ders olan Yunancayı hiç okumamıştı. Diğer bir zorunlu ders olan Çekçeyi ise okuyup yazamıyordu. Tesla, üniversitede denetçi olarak felsefe derslerine katıldı ancak dersler için not alamadı.
Budapeşte Telefon Borsasında çalışması.
Tesla, 1881 yılında Macaristan Krallığı'ndaki Budapeşte'ye taşındı. Budapeşte Telefon Borsası adında bir telgraf şirketinde Tivadar Puskás'ın emri altında çalıştı. Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra Tesla, yapım aşamasında olan bu şirketin işlevsel olmadığını fark etti. Bu yüzden Merkez Telgraf Ofisi'nde teknik ressam olarak çalıştı. Birkaç ay içerisinde şirket işlevsel duruma geldi ve Tesla baş elektrikçi pozisyonuna atandı. İşi sırasında Tesla, Merkez İstasyon teçhizatında birçok geliştirme yaptı ve hiç patentlenmemiş veya halka açıklanmamış bir telefon tekrarlayıcı veya amplifikatör geliştirdiğini söyledi.
Edison ile çalışması.
1882 yılında Tivadar Puskás, Tesla'ya Paris'teki Continental Edison Company'de başka bir iş daha verdi. Tesla o zamanlar yepyeni bir endüstride çalışmaya başladı ve şehir genelinde elektrik santrali şeklinde bir akkor aydınlatma tesisi kurdu. Şirketin birkaç bölümü vardı ve Nikola Tesla, Paris'in Ivry-sur-Seine banliyösünde bulunan aydınlatma sisteminin kurulmasından sorumlu Société Electrique Edison'da çalıştı. Orada elektrik mühendisliği alanında birçok pratik deneyim kazandı. Yönetim, mühendislik ve fizik alanındaki ileri düzeydeki bilgisinin farkına vardı ve kısa süre sonra dinamo motorları ve motorlarının gelişmiş versiyonlarını tasarlayıp inşa ettirdi. Ayrıca Fransa ve Almanya'da inşa edilen diğer Edison tesislerinde mühendislik sorunlarını gidermesi için yine onu gönderdiler.
Amerika Birleşik Devletleri'ne taşınması.
1884 yılında, Paris kurulumunu denetleyen Edison müdürü Charles Batchelor, New York'ta bir üretim bölümü olan Edison Machine Works'ü yönetmesi için Amerika Birleşik Devletleri'ne geri getirildi. Batchelor, Tesla'nın da ABD'ye getirilmesini istedi. Tesla, Haziran 1884'te Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. Neredeyse hemen Manhattan'ın Lower East Side mahallesindeki Machine Works'te çalışmaya başladı. Machine Works; birkaç yüz makinist, işçi, yönetici ve oradaki büyük elektrik hizmetini kuran 20 "saha mühendisi" işgücüne sahip kalabalık bir dükkândı. Paris'te de olduğu gibi Tesla, tesislerdeki sorunları gidermek ve jeneratör geliştirmek konusunda çalışıyordu. Tarihçi W. Bernard Carlson, Tesla'nın birkaç kez şirketin kurucusu Thomas Edison ile görüşmüş olabileceğini belirtti. Bu zamanlardan birinde Tesla'nın otobiyografisine göre Tesla, bütün gece okyanus gemisi SS "Oregon"'daki hasarlı dinamoları tamir ettikten sonra Batchelor ve "Parisli"lerin bütün gece dışarıda kaldıklarını söyleyen Edison'a rastladı. Tesla onlara tüm gece uğraşıp "Oregon"u tamir ettiğini söyledikten sonra Edison, Batchelor'a Tesla'nın "lanet olası iyi bir adam" olduğunu söyledi. Tesla'ya verilen projelerden biri ark lambalı bir sokak aydınlatma sistemi geliştirmekti. Ark aydınlatması en popüler sokak aydınlatması türü olmasına rağmen yüksek voltaj gerektiriyordu ve Edison'un düşük voltajlı akkor sistemi ile uyumsuzdu. Bu da şirketin sokak aydınlatması isteyen şehirlerdeki sözleşmelerini kaybetmesine neden oldu. Tesla'nın tasarımları hiçbir zaman, muhtemelen akkor sokak aydınlatmasındaki teknik gelişmelerden veya Edison'un bir ark aydınlatma şirketi ile kestiği bir montaj anlaşması nedeniyle üretime alınmadı.
Tesla, Machine Works'ten ayrıldığında orada toplam altı ay çalışmıştı. Hangi olayın onun şirketten ayrılmasını hızlandırdığı belirsizdi. Jeneratörü yeniden tasarlamak veya rafa yayılan ark aydınlatma sistemi için alamadığı bir ödemeden dolayı ayrılmış olabilirdi. Tesla, Edison şirketinden daha önce hak ettiğine inandığı ödemeleri alamamıştı. Daha sonra kendi biyografisinde Tesla, Edison Machine Works yöneticisinin kendisine "yirmi dört farklı tip standart makine" tasarlaması için 50.000 $ ödeyeceğini söylediğini ama daha sonra "bunun şaka olduğu" cevabı aldığını belirtti. Sonraki kaynaklara göre Thomas Edison, bu teklifi yapmıştı ama daha sonra Tesla'ya "Amerikan mizahlarını anlamadığını" söylemişti. Her iki kaynakta da yapılacağı söylenen ödemenin miktarı şirketin elinde o kadar nakit parası (bugün 12 milyon dolara eş değer) bulunmadığı için garip olduğu söylendi. Tesla'nın günlüğündeki 7 Aralık 1884 ve 4 Ocak 1885 tarihlerini kapsayan iki sayfada "Edison Machine Works'e göre iyi" diyerek yazdığı notlarda çalışmasının sonunda ne olduğuna dair sadece bir yorum içeriyordu.
Nikola Tesla Elektrikli Aydınlatma Şirketi.
Edison firmasından ayrıldıktan kısa bir süre sonra Tesla, muhtemelen Edison'da geliştirdiği ark aydınlatma sistemini patentlemek için çalışıyordu. Mart 1885'te Avukat Lemuel W. Serrell ile görüştü. Serrell, patentin sunulmasında yardım almak için Edison tarafından kullanılan aynı avukattı. Avukat, Tesla'yı ark aydınlatma üretim ve hizmet şirketi olan Tesla Electric Light and Manufacturing'i finanse etmeyi kabul eden iki iş adamı Robert Lane ve Benjamin Vail ile tanıştırdı. Tesla, yılın geri kalanında ABD'de kendisine verilen ilk patentleri ve Rahway, New Jersey'de sistemi inşa edip kurarak geliştirilmiş bir DC jeneratörlerini kapsayan patentleri almaya çalıştı. Tesla'nın yeni sistemi, gelişmiş özellikleri hakkında teknik basından yorumlar aldı.
Yatırımcılar Tesla'nın yeni tip alternatif akım motorlar ve elektrikli transmisyon ekipmanları hakkındaki fikirlerine fazla ilgi göstermedi. Kamu hizmetleri 1886'da çalışmaya başladıktan sonra, işletmenin üretim tarafının çok rekabetçi olduğuna karar verdi ve sadece bir elektrik tesisini işletmeye karar verdi. Tesla'nın şirketini terk edip mucidi parasız bıraktılar yeni bir hizmet şirketi kurdular. Tesla, ürettiği patentlerin kontrolünü bile kaybetti, çünkü bunları hisse karşılığında şirkete atamıştı. Çeşitli elektrikli tamir işlerinde ve günde 2 dolara hendek kazıcı olarak çalışmak zorunda kaldı. İlerleyen zamanlarda Tesla, 1886 yılının bir bölümünde sıkıntılar çektiğini belirterek bilim, mekanik ve edebiyatın çeşitli dallarında kendi yüksek öğreniminin alay konusu gibi göründüğünü yazdı.
Alternatif akım ve indüksiyon motoru.
1886'nın sonlarında Tesla, bir Western Union müfettişi olan Alfred S. Brown ve New York avukatı Charles F. Peck ile tanıştı. İki adam, şirketler kurmada ve icatların, patentlerin finansal kazanç için teşvik edilmesinde deneyimliydi. Tesla'nın termo-manyetik motor fikri de dahil olmak üzere elektrikli ekipman konusundaki yeni fikirlerine dayanarak, mucidi finansal olarak desteklemeyi ve patentlerini almayı kabul ettiler. Birlikte Nisan 1887'de Tesla Electric Company'yi kurdular. Üretilen patentlerin elde edilen kârın 1/3'ünün Tesla'ya, 1/3'ünün Peck ve Brown'a, kalan 1/3'ünün ise fon geliştirme olarak bölüneceği konusunda anlaştılar. Manhattan'daki 89 Liberty Street'te Tesla için bir laboratuvar kurdular. Tesla, burada yeni tip elektrik motorları, jeneratörler ve diğer cihazlar yapmak ve geliştirmek için çalıştı.
1887 yılında Tesla, uzun mesafeli, yüksek voltajlı iletimdeki avantajları nedeniyle Avrupa'da ve Amerika'da hızla genişleyen bir güç sistemi formatı olan alternatif akım (AC) kullanan bir indüksiyon motoru geliştirdi. Motor, motoru döndürmek için dönen bir manyetik alan üreten çok fazlı akım kullandı (Tesla'nın 1882'de tasarladığını iddia ettiği bir prensip). Mayıs 1888'de patentlenen bu yenilikçi elektrik motoru, komütatör gerektirmeyen basit bir kendiliğinden çalışan tasarımdı. Böylelikle kıvılcım ve mekanik fırçaların sürekli bakım ve değiştirme işlemlerinin yüksek bakımdan kaçınılmasını önledi.
Motorun patent almasının yanı sıra Peck ve Brown, motorun duyurulmasını sağladı. İşlevsel bir gelişme olduğunu doğrulamak için bağımsız testlerden başlayarak, patentle eşzamanlı olarak çalışacak makalelerin teknik yayınlara gönderdiği basın açıklamalarını takip etti. Motoru test eden fizikçi William Arnold Anthony ve "Electrical World" dergi editörü Thomas Commerford Martin, Tesla'nın AC motorunu 16 Mayıs 1888 tarihinde Amerikan Elektrik Mühendisleri Enstitüsü'nde göstermesini istediler. Westinghouse Electric & Manufacturing Company için çalışan mühendisler, George Westinghouse'a Tesla'nın uygulanabilir bir AC motoruna ve ilgili bir güç sistemine sahip olduğunu bildirdi. Hâli hazırda pazarladığı alternatif mevcut sistem için Westinghouse'a ihtiyaç duyuyordu. Westinghouse, İtalyan fizikçi Galileo Ferraris tarafından 1885'te geliştirilen ve Mart 1888'de kağıt üzerinde sunulan benzer komütatörsüz, döner manyetik alan tabanlı indüksiyon motoru için bir patent almaya çalıştı, ancak Tesla'nın patentinin muhtemelen piyasayı kontrol edeceğine karar verdi.
Temmuz 1888'de Brown ve Peck, Tesla'nın çok fazlı indüksiyon motoru ve transformatör tasarımları için George Westinghouse ile nakit ve stokta 60.000$ ve her bir motorun ürettiği AC beygir gücü başına 2,5$'lık bir lisans anlaşması için anlaşma sağladı. Westinghouse ayrıca Tesla'yı, Westinghouse Electric & Manufacturing Company'nin Pittsburgh laboratuvarlarında danışman olması için ayda 2.000$'lık bir ücret karşılığında (günümüzde $) işe aldı.
Tesla, yıl boyunca Pittsburgh'da çalıştı ve şehrin tramvaylarına güç sağlamak için alternatif bir mevcut sistem oluşturmaya yardımcı oldu. Diğer Westinghouse mühendisleriyle AA gücünün en iyi nasıl uygulanabileceği konusundaki tartışmalardan dolayı çok sinirlendiği zamanlar oldu. Bunlar arasında, Tesla'nın önerdiği 60 devirli bir AC sistemine (Tesla'nın motorunun çalışma frekansına uymak için) yerleştiler, ancak kısa sürede Tesla'nın indüksiyon motorunun sabit bir hızda çalışabildiğinden tramvaylar için işe yaramayacağını gördüler. Bunun yerine bir doğru akım cer motoru kullandılar.
Pazar karmaşası.
Tesla'nın kendi indüksiyon motorunu göstermesi ve Westinghouse'un 1888'de patentini ruhsatlandırması elektrik şirketleri arasındaki aşırı rekabet döneminde gerçekleşti Üç büyük firma olan Westinghouse, Edison ve Thomson-Houston, yoğun bir iş dünyasında sermayelerini büyütmeye çalışırken birbirlerini finansal olarak engellemeye çalıştılar. Edison Electric'in doğru akım sistemlerini Westinghouse'un alternatif akım sisteminden daha iyi ve daha güvenli olduğunu iddia etmeye çalışan bir "Akım Savaşı" propaganda kampanyası bile vardı. Bu pazarda rekabet etmek, Westinghouse'un Tesla'nın motorunu ve ilgili çok fazlı sistemini geliştirmek için nakit ve mühendislik kaynaklarını sağlayamayacağı anlamına geliyordu.
Tesla sözleşmesini imzaladıktan iki yıl sonra Westinghouse Electric'in başı dertteydi. Londra'daki Barings Bank'in yakın zamanda çöküşü 1890 finansal paniği tetiklemesi sonrası yatırımcıların WE (Westinghouse Electric) şirketinden kredilerini çekmesine neden oldu. Ani nakit kıtlığı, şirketi borçlarını yeniden finanse etmeye zorladı. Yeni borç verenler Westinghouse'un Tesla sözleşmesindeki motor lisans başına telif hakkı da dahil olmak üzere diğer şirketlerin, araştırmaların ve patentlerin satın alınmasında aşırı harcama gibi görünen miktarları kesmesini istedi. Bu noktada, Tesla indüksiyon motoru başarısız olmuş ve geliştirilme aşamasında kalmıştı. Westinghouse, motorun az sayıda çalışan örneği olmasına ve bu motoru çalıştırmak için gerekli olan çok fazlı güç sistemlerinin daha az sayıda olmasına karşın yıllık 15.000 $ telif ücreti ödüyordu. 1881'in başında George Westinghouse, Tesla'ya malî zorluklarını kesin olarak açıkladı. Eğer borç verenlerinin taleplerini yerine getirmezse, Westinghouse Electric'i artık kontrol edemeyeceğini ve Tesla'nın da artık gelecekteki telif haklarını toplamak için "bankacılarla uğraşmak" zorunda kalacağını söyledi. Westinghouse'a sahip olmanın avantajları, motorun şampiyonluğunu sürdürmeye devam etmesi büyük olasılıkla Tesla'ya açık gözüküyordu ve şirketi sözleşmedeki telif ödeme koşulundan çıkarmayı kabul etti. Altı yıl sonra Westinghouse, Tesla'nın patentini General Electric (1892 yılında Edison ve Thomson-Houston birleşmesinden oluşan bir şirket) ile imzalanan patent paylaşım anlaşmasının bir parçası olarak 216.000$'lık toplu ödeme için satın alacaktı.
New York laboratuvarları.
Tesla'nın AA patentlerini lisanslamasından elde ettiği para, onu bağımsız olarak zenginleştirdi ve kendi hisselerini sürdürmesi için ona zaman ve fon sağladı. 1889 yılında Tesla, Liberty Sokağı'ndaki Peck ve Brown'un kiraladığı dükkândan taşındı ve gelecek 12 yıl boyunca Manhattan'daki bir dizi atölye ve laboratuvar alanında çalışacaktı. Çalıştığı alanlar arasında 175 Grand Street'teki (1889-1892), 33-35 Güney Beşinci Cadde'de dördüncü kattaki (1892–1895) ve 46 & 48 Doğu Houston Street'te altıncı ve yedinci katlardaki laboratuvarlar (1895-1902) bulunuyordu. Tesla ve onun işe aldığı çalışanları bu atölye çalışmalarında en önemli çalışmalarından bazılarını yürütecekti.
Tesla bobini.
1889 yazında Tesla, Paris'teki 1889 Exposition Universelle'a yolculuk yaptı ve Heinrich Hertz'in radyo dalgalarını da içerdiği elektromanyetik radyasyonun varlığını kanıtlayan 1886-88 yılları arasındaki deneylerini öğrendi. Tesla bu yeni keşfi "canlandırıcı" buldu ve onu tamamen keşfetmeye karar verdi. Deneyleri tekrarlayarak ve daha sonra onları genişleterek Tesla, geliştirilmiş bir ark aydınlatma sisteminin bir parçası olarak geliştirdiği, yüksek hızlı bir alternatöra sahip Ruhmkorff bobinine güç vermeye çalıştı. Ancak yüksek frekans akımının demir çekirdeği aşırı ısıttığını ve bobindeki birincil ve ikincil sargılar arasındaki yalıtımı erittiğini buldu. Tesla, bu sorunu birincil ve ikincil sargılar ile bobinin içinde veya dışında farklı pozisyonlara hareket ettirilebilen bir demir çekirdek arasındaki yalıtım malzemesi yerine hava boşluklu Tesla bobini ile çözdü. Ayrıca Tesla Bobini, Nicola Tesla tarafından 1891 yılında icat etmiştir.
Vatandaşlığı.
30 Temmuz 1891 tarihinde Tesla, 35 yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri'nin vatandaşı oldu. Aynı yıl, kendi Tesla bobininin patentini aldı.
Kablosuz aydınlatma.
1890'dan sonra Tesla, Tesla bobini ile üretilen yüksek AC voltajlarını kullanarak indükleyici ve kapasitif kavramayla güç iletmeyi denedi. Yakın alanda indükleyici ve kapasitif bağlantıya dayanan bir kablosuz aydınlatma sistemi geliştirmeye çalıştı ve Geissler tüplerini ve bir aşamadan itibaren akkor ampullerini yakarak halka açık gösteri yaptı. Son on yılın çoğunu, bu yeni aydınlatma şeklindeki varyasyonlar üzerinde çeşitli yatırımcıların yardımıyla çalışmak için harcadı, ancak bu girişimlerin hiçbirinden bulgularından ticarî bir ürün çıkarmayı başaramamıştı.
1893 yılında St. Louis, Missouri'de; Philadelphia, Pensilvanya'daki Franklin Institute ve National Electric Light Association'da Tesla, izleyicilerine "kabloları kullanmadan anlaşılabilir sinyaller gönderebileceğini veya her mesafeye güç aktarabileceğinden emin olduğunu" söyledi.
1892-1894 yılları arasında Tesla, günümüzde IEEE'nin (Radyo Mühendisleri Enstitüsü ile beraber) öncülüğünü yapan Amerikalı Elektrik Mühendisleri Enstitüsünün başkan yardımcılığını yaptı.
Buharla çalışan salınımlı jeneratör.
Alternatif akım üretmek için daha iyi bir yol bulmaya çalışan Tesla, buharla çalışan pistonlu bir elektrik jeneratörü geliştirdi. 1893 yılında patentini aldı ve o yıl Chicago Kolomb Dünya Fuarı'nda tanıttı. Manyetik armatür yüksek hızda yukarı ve aşağı titreşti ve alternatif bir manyetik alan oluşturdu. Bu, tel bobinleri bitişik olarak yerleştirilen indüklenmiş alternatif elektrik akımıydı. Buhar motoru/jeneratörün karmaşık parçalarıyla uzaklaşsa da asla elektrik üretmek için uygun bir mühendislik çözümü olmadı.
Çok Fazlı Sistem ve Kolomb Fuarı.
1893 yılının başında Westinghouse mühendisi Benjamin Lamme, Tesla'nın endüksiyon motorunun verimli bir versiyonunu geliştirmede büyük ilerleme kaydetti ve Westinghouse Electric, tüm çok fazlı AA sistemlerini "Tesla Çok Fazlı Sistemi" olarak markalaştırmaya başladı. Diğer AC sistemlerine göre Tesla'nın patentlerine öncelik veriyorlardı.
Westinghouse Electric, Tesla'nın şirketin elektrik sergilerine adanmış bir binada geniş bir alana sahip olduğu Chicago'daki 1893 Kolomb Dünya Fuarına katılmasını istedi. Westinghouse Electric, fuarı alternatif akımla aydınlatmak için bir teklif kazandı ve bu, Amerikalı kamuoyuna tam entegre bir alternatif akım sisteminin güvenliğini, güvenilirliğini ve verimliliğini gösterdiği için AA gücünün tarihinde kilit bir olaydı. Tesla, daha önce Amerika ve Avrupa'da gerçekleştirdiği bir gösteriyi kullanarak alternatif akımla ve kablosuz aydınlatma sistemiyle ilgili bir dizi elektriksel etki gösterdi. Yüksek voltajlı ve yüksek frekanslı alternatif akım kullanarak kablosuz bir gaz deşarj lambası aydınlattı.
İcatları.
Nikola Tesla'ya göre bu doğru akım uygulanan doğru sistem değildir. Hem jeneratör (üreteç) hem de motordaki komütatörü ortadan kaldırmak ve alternatif akımı tüm sistemde kullanmak daha akla uygun gelmekteydi. Fakat hiç kimse alternatif akımda çalışabilen bir motoru oluşturmamıştı ve Nikola Tesla bu sorunu çok düşündü. 1882'nin Şubat ayında, Budapeşte'nin bir parkında Szigetti adında bir sınıf arkadaşı tüm elektrik endüstrisinde devrim yapacak olan "Dönen Manyetik Alan"ı bulmuştu. Dönen elemana bağlantı gereği olmayacaktı. Komütatör yoktu artık.
Daha sonradan tüm alternatif akım elektrik sistemlerini tasarladı. Alternatörler, elektrik enerjisinin ekonomik iletimi ve dağıtımı için gerilim yükseltici ve alçaltıcı transformatörler ve mekanik güç sağlamak için alternatif akım motorları. Dünyanın her tarafında harcanıp giden su gücünün bolluğundan esinlenip, gerekli olan yerlere enerji dağıtabilen hidroelektrik santralleriyle bu büyük gücün elde edilmesini tasarladı. "Budapeşte'de" "Bir gün Niagara Şelaleleri'ni elektrik elde etmek için kullanacağım" diyerek dinleyenleri şaşırttı. Üstelik, Tesla alternatif akımın (AC) güvenli olduğunu göstermek için bedenine tam 250.000 voltluk elektrik vermiştir.
Floresan, radar, MRI, Nikola Tesla'nın teorileri kaynaklık edinilerek yaratılmış projelerdir.
Kendi deyimiyle zihninde çakan şimşekler çoğu zaman rehberi olmuştur. Bunlardan ışık patlamaları olarak bahseder;
O günlerde genellikle doğru akım, ısıtmaya, aydınlatmaya, güç sağlamaya ve iletmeye en uygun yol olarak bilinirdi. Fakat doğru akımla direnç kayıpları o kadar büyüktü ki, her mil kare için bir güç santraline gerek vardı. İlk akkor ampuller (110 Volt'ta), güç santraline yakın olsalar bile parlak ve bir milden daha uzaklıktakiler ise kaybolan güce bağlı olarak sönük yanıyorlardı.
Elektrik mühendisliğini bırakıp, 1884'te cebinde sadece 4 sentle New York'ta gemiden ayrıldı. Tecrübesi onu doğru akım motorları ve dinamolardaki komütatör sorunlar yaratan, gereksiz bir karışıklık inandırmıştı. Doğru akım üretecinin bir komütatörle dış devrede tamamen aynı yöne akan dalga dizileri şeklinde alternatif akım oluşturduğunu gördü. Motorda dönme hareketini sağlayacak bir doğru akım elde etmek için, yöntem tersine çevrilmeliydi. Her elektrik motorunun endüvisi, motora alternatif akım beslemek için döndüğü anda manyetik yönlerini değiştiren, döner komütatöre sahipti.
Alternatif akım.
Bir yıl boyunca, Tesla, bu yabancı ülkede açlıktan korunmak için mücadele etti. Bir süre çukur kazarak geçimini sağladı. Fakat birlikte çalıştığı çukur kazıcı, Western Union'un ustası, yemek saatlerinde Nikola Tesla'nın ilgilendiği yeni elektrik sistemlerinin hayali tariflerini dinleyerek, bu konu üzerinde bir plan yaptı. Nikola Tesla'yı A.K.Brown adlı firmanın sahibiyle tanıştırdı. Nikola Tesla'nın parlak planlarıyla büyülenerek, Brown ve bir ortağı büyük bir atılım yapmaya karar verdiler. Ortaya belirli bir miktar para koydular ve Nikola Tesla, Batı Broadway'de bir deney laboratuvarı kurdu. Orada Nikola Tesla jeneratör, transformatörler, iletim (transmisyon) hattı, motorlar ve ışıklar gibi tasarladığı sistemlerin tümünün planlarını hazırladı. Hatta iki ve üç fazlı sistemleri de tasarladı.
Cornell Üniversitesi'nden Profesör W.A. Anthony yeni alternatif akım sistemini sınadı ve derhal Nikola Tesla'nın senkron motorunun en iyi doğru akım motoruna eşit yeterlikte olduğunu açıkladı.
O zaman Nikola Tesla bütün kısımlara sahip tek bir patent altında sistemini tescil ettirmek istedi. Patent Bürosu her önemli fikir için ayrı bir dilekçeyle başvurulmasında ısrar etti. Nikola Tesla, 1887'nin Kasım ve Aralık ayında dilekçelerini verdi ve daha sonraki altı ayda yedi tane ABD patenti aldı. 1888'in Nisan ayında çok fazlı sistemini de içeren dört ayrı patent için başvurdu. Bunlar da hızla, bekletilmeden verildi. Yılın sonuna kadar 18 patent daha aldı. Bunları, çeşitli Avrupa patentleri izledi. Bu kadar hızla dağıtılan bu patent çığırının, eşi görülmemişti. Fikirler ilginç ve bir o kadar farklıydı, bir çelişme ya da bir tahmin yoktu. Bu yüzden patentler tek bir tartışma bile yapılmadan verildi.
Bu sırada Nikola Tesla, New York'ta AIEE (Şimdiki IEEE)'nin bir toplantısında çok gösterişli bir konferans verip, tek ve çok fazlı alternatif akım sistemlerinin gösterisini yaptı. Dünya mühendisleri, muazzam gelişmenin kapısını açarak, telle yapılan elektrik enerjisi iletimindeki sınırlamaların giderilmiş olduğunu gördüler.
George Westinghouse, alternatif akım konusunda uzman olan çalışanı William Stanley, Jr. istifa edince, Nikola Tesla'nın çalışmalarını inceleyip ondaki potansiyeli fark etti. laboratuvarlarına gitti ve Nikola Tesla ile tanıştı. Westinghouse, alternatif akım patentleri için bir milyon dolar nakit ve her satış üzerinden 2,5 dolar teklif etti. Ve Tesla'yı 1 yıllık işe aldı.
Ülke çapındaki Westinghouse yatırımlarının başarısı, gelişen elektrik endüstrisinde rakip durumunu korumak için General electric, Westinghouse'dan bir lisans almak zorunda kaldı.
Bazı kaynaklarda Westinghouse'un iflasın eşiğine geldiği için Tesla'dan sözleşmesinden vazgeçmesi durumunda 1 Milyon dolar ödeme teklif etmiş, Tesla'nın teklifi kabul edip etmediğini bilinmese de kontrattan vazgeçildiği biliniyor.
1890'da, uluslararası Niagara komisyonu elektrik üretmek için, Niagara Şelalelerinin gücünü kullanmak amacıyla çalışmaya başladı. Bilgin Lord Kelvin, komisyonun başkanlığına atandı ve derhal doğru akım sisteminin en iyi olacağına dair açıklamasını yaptı. Fakat güç, 26 mil uzaklıktaki Buffalo'ya iletilecekti. Bu durumda alternatif akımın gerekliliğini kabul etti.
Westinghouse, on tane 5000 beygir gücündeki hidroelektrik jeneratörü için ve General Electric ise iletim hattı için kontrat yaptılar. Bu sistem iletim hattı, yükseltici ve alçaltıcı transformatörler Nikola Tesla'nın 2 faz projesine uygundu. Hareket eden parçaları azaltmak için, dıştan dönen alan ve içi sabit armatürlü, büyük alternatörler planlanmıştı.
O zamana kadar bu büyüklükte bir proje yapılmadığı için, bu tarihi proje heyecan yarattı. Dakikada 250 devir yapan, her biri 1775 amper veren, 2250 Volt'luk on büyük alternatör, iki fazlı 25 Hz (Hertz)'de 50.000 beygir gücü veya 37.000 kW'lık çıkış oluşturuyordu. Rotorların her biri, "3 metre" çapında, "4,5 metre" uzunluğunda (düşey jeneratörlerde 4,5 metre yükseklik) ve 34 ton ağırlığındaydı. Sabit parçaların her biri 50 ton ağırlığındaydı. Gerilim, iletim için 22.000 Volt'a çıkarıldı.
Nikola Tesla, alternatif akım ve yüksek frekansla ilgili olarak aşağıdaki sözleri söylemiştir;
Uzaktan radyo kontrolü.
Sonradan, Telsiz denilen, radyo alanında Nikola Tesla'nın öncülüğü, Mors koduyla yapılan haberleşmeden de ileri gitti. 1898'de New York şehrinin Madison Parkı'nda (Madison Square Garden) telsiz ile uzaktan kontrollü, parlak bir gösteri düzenledi. Geleneksel Elektrik Fuarı'nın geliştiği yer ve genellikle Barnum-Bailey sirkinin çalıştığı büyük alanın ortasına büyük bir tank koydu ve suyla doldurdu. Bu küçük gölün üzerine, yüzmesi için, 1 metre uzunluğunda anten direği olan bir tekne koydu. Teknenin içinde bir radyo alıcısı vardı. Nikola Tesla, seyircilerin isteği doğrultusunda ileri gitme, sağa veya sola dönme, durma, geri gitme, ışıkları yakıp söndürme gibi çeşitli şeyleri uzaktan radyo kontrol sayesinde yaptı. Unutulmaz gösteri tüm seyircileri hayran bıraktığı gibi günlük gazetelerin ön sayfalarında yer aldı.
Yüksek frekans öncülüğü.
Nikola Tesla, araştırmalarında yüksek gerilim ve yüksek frekansın bilinmeyen alanlarına daha çok yer verdi. Yüksek frekans cihazlarını kullanırken, bir elini daima cebinde tutardı. Bütün laboratuvar asistanlarına bu ön tedbiri almalarında ısrar ederdi ve bu kural, bugüne kadar daima gerilim bakımından tehlikeli cihaz etrafındaki uyanık araştırıcılar tarafından da uygulanmaktadır. O zaman yararlanılmamış olmasına rağmen, Nikola Tesla'nın yüksek frekans ve yüksek gerilim alanındaki keşifleri, modern elektroniğin yolunu açtı. Bir yüksek frekans transformatörü ile (Nikola Tesla Bobinleri - "Nikola Tesla Coils") çıplak elinde tuttuğu gazlı tüpü yakacak şekilde vücudundan, zarar vermeden, yüksek gerilimli akım geçiriyordu. O günlerde Nikola Tesla, aslında neon tüpünün ve floresan lambanın aydınlatmasını gösteriyordu.
Bazen, frekans aralığının alt ve üst kısımlarında yaptığı denemeler, Nikola Tesla'yı keşfedilmemiş bölgelere yöneltti. Mekanik ve fiziksel titreşimlerle çalışırken, Houston Caddesi'ndeki yeni laboratuvarının etrafında hakiki bir depreme neden oldu. Binanın doğal rezonans frekansına yaklaşan, Nikola Tesla'nın mekanik osilatörü, eski binayı sarsarak tehdit etti. Bir blok ileride, polis karakolundaki eşya esrarengiz bir şekilde dans etmeye başladı. Böylece, Nikola Tesla, rezonans, vibrasyon ve "doğal 7 periyot"a ait matematiksel teorileri ispatladı.
Dünya çapında telsiz.
Long Island'ın tepelik bölümünde, Wardenclyffe yakınında yavaş yavaş yükselen garip yapı bütün seyredenlerin ilgisini çekerdi. Tek parça olması dışında, büyük bir mantara benzeyen yapı, yerdeki kısmı geniş ve "62 metre" yukarısındaki tepe noktasına doğru daralan, kafes şeklinde bir iskelete sahipti. Tepede "30 metre" çapında bir yarım küreyle örtülüydü. İskelet, bronzdan kalın cıvata ve bakır lambalarla birbirine bağlanmış, sağlam ağaç kolonlarından yapılmıştı. Yarım küre şeklindeki tepe, üstten yüzeysel olarak bakır bir elekle kaplıydı. Tüm yapıda demir metali yoktu.
Mimar Standford White, konuyla o kadar ilgilendi ki, en iyi yardımcısı "W. D. Crow"'u görevlendirerek proje işini ücretsiz yaptı.
34'üncü caddedeki eski Waldorf-Astoria otelinde oturan Nikola Tesla, her gün taksiyle, çarklı araba vapuruna binerek Long Island şehrine giderek, oradan da Long Island demir yoluyla Shoreham'e aktarma yaparak inşaata gidiyordu. Proje kontrolünün aksamaması için, trenin yemek servisi onun için özel yemek hazırlıyordu.
Büyük kulenin yakınında, 30 metre karelik tuğla bina tamamlandığı zaman, Nikola Tesla Houston Caddesi'ndeki laboratuvarını binaya taşımaya başladı. Bu sırada radyo frekans jeneratörleri ve onları çalıştıran motorların yapımında bazı gecikmelerle karşılaşıldı. Birkaç camcı, planları hazır olan özel tüpleri şekillendirmeye çalışıyorlardı.
Dünya'nın en güçlü vericisi.
Yüksek gerilim ve yüksek frekanslı elektrik iletimi konusundaki araştırmalar, Nikola Tesla'yı Colorado Springs yakınlarındaki bir dağın üzerine Dünya'nın en güçlü radyo vericisini kurup çalıştırmaya yöneltti. 60 metrelik direğin etrafında, 22,5 metre çapında, hava çekirdekli transformatörü yaptı. İç kısımdaki sekonder 100 sarımlı ve 3 metre çapındaydı. Üreticisi, istasyondan birkaç mil uzaklıkta bulunan enerjiyi kullanırken, Nikola Tesla ilk insan yapımı şimşeği oluşturdu. Bir direğin tepesindeki 1 metre çaplı bakır küreden, 30 metre uzunluğunda, kulakları sağır eden şimşekler çaktı. 40 km uzaklıktaki kasabalarda bile bu gök gürültüsünün işitildiği kaydedilmiştir. 100 milyon Volt değerinde gerilim kullanılıyordu.
İlk denemesinde, vericideki güç jeneratörünü yaktı. Fakat tamir ederek 26 mil uzağa, gücü telsiz ile iletebilince dek deneylerine devam etti. O uzaklıkta, toplam 10 "kW"'lık 200 tane akkor ampulü yakmayı başardı. Daha sonra, kendi patentleriyle meşhur olan Fritz Lowenstein, Nikola Tesla'nın yardımcısı iken bu gösterişli başarıya şahit oldu.
1899'da alternatif akım patentleri için Westinghouse'dan aldığı paranın sonunu harcadı. Albay John Jacob Astor, onu mali yönden kurtarmaya geldi ve Colorado Springs'deki denemeleri için 30.000 dolar destek verdi. Sonra bu para da bitti ve Nikola Tesla, New York'a geri döndü.
J.P. Morgan, gösterişli başarıları ve şahsiyeti dolayısıyla, Nikola Tesla'nın hayranı olmuştu. Nikola Tesla, kısa zamanda J.P. Morgan'ın sürekli misafiri oldu. Kusursuz giyinişli, birkaç dilde yaptığı kültürlü konuşması ve medeni davranışıyla gösterişli centilmen Nikola Tesla, New York sosyetesinin gözdesi oldu.
İyonosfer çalışmaları, radar ve türbinler.
Nikola Tesla Dünya'nın katmanlarından biri olan iyonosferin insanlığın yararına kullanabileceğini söyleyen ve bunu ispatlayan bilim adamıdır. İyonosfer, 19. yüzyılda keşfedilmiştir, Dünya'nın üzerinde bulunan üçüncü sıra katmandır ve Nikola Tesla'yı ilgilendiren en önemli özelliği elektrik enerjisinin ve radyo, ses ve elektro manyetik dalgaların kablosuz olarak çok uzak bir noktadan diğer noktaya taşımasını sağlamaktadır.
Nikola Tesla, iyonosfer ile ilgili çok fazla araştırma yaparak ilk radyo yayın merkezi ve kablosuz elektrik taşıma merkezi olan Shoreham, Long Island'da 1901 ile 1905 yılları arasında Wardenclyffe Kulesi'ni inşa etti.
Radyo frekans alternatörü.
1890'da Nikola Tesla yüksek frekans alternatif akım üreteçlerini yapmıştı. 184 kutuplu olan bir tanesi 10 kHz'lik çıkış veriyordu. Daha sonra, 20 kHz'e kadar yüksek frekansları elde etti. Ancak on yıl kadar sonra 50 kW çıkışlı radyo frekans üretecini Reginald Fessenden geliştirdi. Bu makine, General Electric tarafından 200 kilo Watt'a çıkarıldı ve Fessenden'in ilk alternatörlerini kuran, çalışmasını kontrol eden adamın adı verilerek, Alexanderson alternatörü satışa çıkarıldı.
Hemen hemen dünya kablolarının çoğunu elinde tutan İngiliz iş adamlarının, bu makineye ait patentleri elde etmek üzere olduklarını görünce, Amerika Birleşik Devletleri Donanması'nın acele çağrısıyla "Radio Corporation of America (RCA)" şirketi kuruldu. Yeni firmanın 1919'da kurulmasıyla, Marconi Wireless Telegraph Co. of America firmasının güçlü fakat yetersiz, Marconi kıvılcımlı vericileri, çok başarılı olan radyo frekans alternatörleri ile yer değiştirdiler.
Birincisi N.J. New Brunswick'te kuruldu. 200 kilo Watt'ta ve 21,8 kilo Hertz frekanslı titreşim oluşturdu ve ticari işte kullanıldı. Bu ilk, sürekli, güvenilir Atlantik aşırı radyo servisiydi. Bu alternatörler, Nikola Tesla'nın kulesinin yerine, radyo merkezinin tüm güçlerini sağladı. Böylece Nikola Tesla'nın Dünya çapında telsiz hayali, 30 yıl sonra, icat ettiği vericinin kullanılmasıyla yeniden gerçekleştirildi.
Tesla'nın ölümünden 5 ay sonra Amerikan Yüksek Mahkemesi daha önce Amerikan Patent Ofisi tarafından Marconi adına onaylanan kablosuz iletişim tekniğinin geçersiz olduğuna ve patent hakkının Nikola Tesla'ya ait olduğuna karar vermiştir.
Uzaktan kumanda, kozmik ses dalgaları ve uzay.
1898 yılında ilk defa uzaktan kumanda ile yönetim sistemini bir araca uygulamıştır. Mayıs, 1898'de Madison Square Garden'da dünyaya bu buluşunu tanıtmıştır. Bahsi geçen araç su üstünde hareket eden ve uzaktan kumanda ile yönetilebilen bir bottur. Projelerinin tanıtımında afili yöntemler uygulayan Nikola Tesla'yı izleyen herkes Nikola Tesla'nın bunu beyin gücüyle yaptığına inanmıştır. Daha sonra Nikola Tesla uzaktan kumandayı açıklamıştır.
Bir sene sonra Nikola Tesla uzaydaki hayatın varlığı ile de yakından ilgilenmiş. Dünya'da ilk defa 1899 yılının Mart ayında kendi laboratuvarından uzaya ses dalgaları göndermiştir. Uzaydan kozmik ses dalgalarının kaydını yapmıştır. Bunun duyurusunu yaptığında bilim çevresinden ilgi ve destek görememesinin sebebi o yıllarda kozmik radyo dalgalarının bilim camiasında yeri olmamasıdır.
1917'nin Ağustos'unda uzaktaki cisimlerin üzerine kısa dalga darbeleri gönderip, yansıyan kısa dalga darbelerinin bir flüoresan ekran üzerinde toplanmasıyla izlenebileceklerini açıklamıştır.
Kişiliği.
Nikola Tesla hiç evlenmemiştir. Bekar ve aseksüel olmasının bilimsel yeteneklerine yardımcı olduğunu düşünüyordu. Kolay öfkelenen Nikola Tesla ile Thomas Edison, Waterside Enerji Tesisi ve Allis Charmes Fabrikası'ndaki araştırmalarında onunla çalışan bazı mühendis ve yardımcıları arasında ortaya çıkan sürtüşme, aleyhine oldu. Bugün, düz rotorlu Nikola Tesla türbinlerinin sonucu hakkında hiçbir bilgimiz yoktur.
Yıllar geçtikçe, ondan, gittikçe daha az haber alınmaya başlandı. Bazen gazeteci ve biyografi yazarları onu arayıp röportaj yapmak istiyorlardı. Gittikçe garipleşti, gerçeklerden uzaklaştı, aldatıcı hayalciliğe yöneldi. Not alma alışkanlığı edinmemişti. Her zaman tüm araştırma ve deneylerine ait tüm bilgiyi aklında tutabildiğini iddia ve ispat etti. 150 yıl yaşamaya kararlı olduğunu ve 100 yaşının üstüne eriştiği zaman, araştırma ve deneyleri sırasında topladığı bütün bilgiyi etraflıca anlatarak, anılarını yazacağını söyledi. II. Dünya Savaşı sırasında öldüğü zaman, kasasına askeri yöneticiler el koydular ve kayıtların cinsine ait herhangi bir şey duyulmadı.
Nikola Tesla'nın kendine özgü bir tutarsızlığı da, kendisine iki şeref unvanı verildiği zaman ortaya çıktı. Birini reddetti. 1912'de Nikola Tesla ve Thomas Edison'un 40.000 dolarlık Nobel Ödülü'nü paylaşmaya seçildikleri açıklandı. Nikola Tesla, bu ödülü de reddetti. Her nasılsa, Thomas Edison'u sevenler tarafından kurulan AIEE Edison madalyasını 1917'de Nikola Tesla'ya layık görüldüğünde, bunu kabul etmeye yanaşabildi.
Nikola Tesla ve Thomas Edison.
Nikola Tesla'nın aradığı fırsat ve şans kolayca eline geçmedi. O zamanlar New York'ta Pearl Caddesi'ndeki ilk laboratuvarında akkor lambası için pazar aramakla meşgul olan Thomas Edison'a rastladığı zaman Nikola Tesla, gençlik heyecanıyla, kendisinin bulduğu alternatif akım sisteminin açıklamasını yaptı. Edison, "Sen teori üzerinde vaktini harcıyorsun" dedi.
Tesla, Edison'a çalışmalarından ve alternatif akım planından bahseder. Edison alternatif akımla fazla ilgilenmez ve Tesla'ya bir görev verir.
Tesla, Edison tarafından kendisine verilen görevi her ne kadar sevmemiş olsa da Edison'un kendisine 50.000 dolar vereceğini öğrenince görevi birkaç ay içinde tamamlar. Doğru akım santralindeki sorunları çözmüştür. Edison'un kendisine söz verdiği ücreti talep ettiğinde, Edison şaşırmış bir şekilde “tam bir Amerikalı gibi düşünmeye başladığında Amerikan şakalarından da anlayabileceğini” söyler ve bir ücret ödemez. Tesla derhal istifa eder. Kısa süren birlikte çalışma dönemini, uzun süreli bir rekabet izleyecektir.
Nikola Tesla ve J.P. Morgan.
1904'ün Mart ayında, Elektrik Dünyası ve Mühendisliği Dergisinde, Nikola Tesla, Kanada Niagara enerji firmasının telsiz enerji iletimi sistemini uygulamasını istediğini ve bunun için 10 milyon Volt'luk gerilimde 10.000 beygir gücü dağıtabilecek bir sistem kullanmayı istediğini açıkladı.
Niagara Projesi kâğıt üzerinde belirtildiği gibi asla gerçekleşmedi fakat küçük bir elektrik santrali kuruldu. Fakat, gösterişli Long Island'ın kaderine etki yaptı.
Tesla'nın en önemli projesi "Kablosuz Enerji İletişimi" idi. 20 adet ampulü kablo olmadan 25 mil uzaktan yakabildiği kayıtlara geçmiştir.
Nikola Tesla, ilk defa elektriğin bir kaynaktan çevreye yayılarak kablosuz ve çok yüksek miktarlarda iletimini söylemiştir. Kağıt üstünde bunu ispatlayan Nikola Tesla daha sonra yaptığı deneylerle de bunu göstermiştir. Kendisinin elinde kablosuz yanan bir ampul tutan fotoğrafı bulunmaktadır. Bu projenin patentini aldıktan sonra Nikola Tesla'nın en büyük destekçisi J.P. Morgan bu kablosuz enerji iletimi ile şirketin ekonomisinin batacağını anlamış ve finansman desteğini kesmiştir. Eğer destek o gün kesilmeseydi, günümüzde insanlar elektriği ücretsiz bir şekilde kablosuz olarak kullanabilecekti.
Öngörü Yeteneği.
Bu sırada Elektro-adam Nikola Tesla (1904), Mors koduyla sınırlı olan büyük endüstrinin geleceğine ait, uzak görüşünü açıklayan kuramsal broşürünü yayınladı. Bu broşür, Nikola Tesla'nın kahin olduğuna herkesi inandırdı. "Dünya çapında telsiz sistemi"nde, çeşitli olanakları sağlayacak olan özellikler açıklanıyordu. Broşürde, telgraf, telefon, haber yayını, borsa görüşmeleri, deniz ve hava trafiğine yardım, eğlence ve müzik yayını, saat ayarı, resimli telgraf, telefoto ve teleks hizmetleri ile, Nikola Tesla'nın sonradan oluşumunu gördüğü radyo sitesi anlatılıyordu.
Ölümü ve sonrası.
Tesla, para yönetiminde hiçbir zaman başarılı olamadı. Hayatının son yıllarını borçlarından kaçmak için sürekli otel değiştirerek geçirdi. 7 Ocak 1943 tarihinde 86 yaşındayken New Yorker Oteli'nin bir odasında kalp yetmezliği sebebiyle hayata veda etti. Cesedi daha sonra, Tesla'nın odasına girdikten sonra, Tesla'nın iki gün önce kapısına astığı "rahatsız etmeyin" işaretini görmezden gelen hizmetçi Alice Monaghan tarafından bulundu. Tıbbi muayene asistanı H.W. Wembley cesedi inceledi ve ölüm nedeninin "koroner tromboz" olduğuna karar verdi.
Ölmeden önce Teleforce silahı adını verdiği bir çalışma yürütmekte olan Tesla'nın ölümünden iki gün sonra Federal Araştırma Bürosu, Yabancı Mülkiyet Sorumlusu'na Tesla'nın eşyalarına el koymasını emretti. Bütün dokümanlarına ABD hükûmeti tarafından el konuldu.
John G. Trump, M.I.T. ve Ulusal Savunma Araştırma Komitesi'nin teknik yardımcısı olarak görev yapan tanınmış bir elektrik mühendisi, gözaltında tutulan Tesla'nın eşyalarını incelemek için çağrıldı. Üç günlük bir soruşturmanın ardından, Trump'ın raporu, dostça olmayan ellerde tehlike oluşturacak hiçbir şeyin olmadığı sonucuna vardı ve şunları belirtti:
12 Ocak'ta Manhattan'daki St. John the Divine Katedrali'nde Tesla için düzenlenen bir devlet cenazesine iki bin kişi katıldı. Cenazeden sonra Tesla'nın cesedi, daha sonra yakıldığı New York, Ardsley'deki Ferncliff Mezarlığı'na götürüldü. Ertesi gün, New York City'deki Trinity Şapeli'nde (bugünkü Aziz Sava Sırp Ortodoks Katedrali) önde gelen rahipler tarafından ikinci bir ayin düzenlendi.
Mirası.
1952'de Tesla'nın yeğeni Sava Kosanović'in baskısı üzerine Tesla'nın tüm mülkü, N.T. olarak işaretlenmiş 80 sandıkla Belgrad'a gönderildi.
1957'de Kosanović'in sekreteri Charlotte Muzar, Tesla'nın küllerini ABD'den Belgrad'a taşıdı. Külleri, Nikola Tesla Müzesi'nde mermer bir kaide üzerinde altın kaplama bir kürede tutuluyor.
Tesla'nın geride bıraktıkları ile en çok ilişkilendirilen kurum Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü oldu. Tesla'dan geride kalanlar üzerinde çalışmalara devam edildiği ve geliştirilen teknolojiler olduğu söylentileri bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13283",
"len_data": 45659,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Sorgun, Yozgat'ın bir ilçesidir.
Etimoloji.
Sorgun kelimesinin Osmanlı devrinde asıl yazılışı Sorkun şeklindedir. Bazı kaynaklarda Sorgun, Sorhun şeklinde de görülebilmektedir. Çobanoğulları beyliği zamanında Türk soylu bir Moğol generalinin (Sorkhon Shira) adından gelir. Sözcük Farsçada "çiçek" ve "söğüt ağacı" anlamına gelir. Türk Dil Kurumu Tarama Sözlüğü'nde eski edebiyattaki "sorkun, sorgun, sorhun" kelimelerinin geçtiği yazılar gösterilmiştir. Türkiye'de Sorgun ve Sorkun adlı çok sayıda yerleşim yeri bulunmaktadır. Osmanlı Türkçesi ve Farsçada yazılış şekilleri şöyledir: صورقون (Sorkun), سورقون (Sorkun), صورغون (Sorgun), صورقين (Sorkın), سورخون (Sorĥun).
Yeraltı zenginliği.
İlçe linyit, uranyum ve toryum açısından zengin bir yeraltı kaynağına sahiptir. Ancak Türkiye'de yeterli teknoloji mevcut olmadığı için uranyum ve toryum çıkarılmamaktadır. Ayrıca şifalı su kaynakları açısından ilçe Türkiye'nin önde gelen merkezlerinden biridir. Yeraltı termal sıcak su Sorgun'un bir bölümünde ısınmada da kullanılmaktadır.
Ekonomik durum.
Tarım ve Hayvancılık.
İlçe genelinde nüfusun bir bölümü tarımla uğraşmaktadır. Tarımsal işletmeler genelde küçük ve orta değerde olup, bunun yanı sıra kiracılık ve ortakçılık şeklindeki üretim de yaygındır. İlçe bir tahıl ambarıdır. Az da olsa sulu tarımda yapıldığı halde daha çok kuru şartlarda hububat üretilmektedir. Birinci sırayı buğday alır. Bunu arpa ve çavdar üretimi izler. Bunları baklagillerden nohut, mercimek üretimi takip eder. İlçede şeker pancarı üretimi de oldukça fazla olup 1998 yılında Sorgun Şeker Fabrikasının faaliyete geçmesi nedeniyle şeker pancarı üretimi oldukça artmıştır. İlçemizde bağ, bahçe ziraatı daha ziyade aile ve il içi tüketime yöneliktir. Bitkisel üretimin yanında hayvancılıkta önemli yer tutmaktadır. Tarımsal işletmelerin hemen hepsine hayvancılık teşvik uygulamaları ilçede modern hayvancılığa doğru gidişi hızlandırmıştır. Tabii, suni tohumlama, ithal inek dağıtımı ile kaynak kullanımı destekleme fonundan teşvikle modern işletmeler kurulmasına çalışmaktadırlar.
İlçede küçükbaş ve büyükbaş çiftlikleri her geçen gün çoğalmaktadır. İlçede gelişmeye paralel olarak şirketleşme ve kooperatifleşme çalışmalarında önemli artışlar kaydedilmiştir.
Sanayi.
İlçedeki en önemli sanayi kuruluşu şeker fabrikasıdır. İlçedeki kömür ocakları nakliyeciliğin, nakliyecilikte ticaretin hareketlenmesini sağlamıştır. Yine ilçede küçük sanayi sitesi, taşıyıcılar kooperatifi, tuğla fabrikaları, gıda ve yem fabrikaları ilçe ekonomisinin gelişmesinde katkıda bulunmaktadırlar.
Turizm.
Kaplıcalar ilçe turizminde önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca ilçe yakınlarında bulunan Kerkenez Yeraltı Şehri halihazırda fazla tanınmasa da gelecekte ilçe ekonomisi açısından önemli bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Ayrıca Alişar höyüğü gibi höyüklerde mevcuttur. Sorgun tarihî eserler açısından çok önemli bir merkezdir.
İlçenin gurbetçi miktarının hayli yüksek olması da yaz aylarında ekonomik hareketlilik sağlamaktadır.
Nüfus durumu.
1990 yılında yapılan nüfus sayımında, ilçenin nüfusu 97.657, 30 Kasım 1997 yılında yapılan genel nüfus tespitine göre nüfusu 118.160 iken 22 Ekim 2000 tarihinde yapılan nüfus sayımının kesin sonucuna göre nüfusu 120.262'ye ulaşmıştır. İlçe merkezinin nüfusu yaklaşık 60.000, belediyelerin nüfusu 39.434 ve köylerin nüfusu ise 26.944 olarak tespit edilmiştir. Nüfusun %81,5'i belediye teşkilatında, %18,5'i köylerde yaşamaktadır. 2011 nüfus sayımına göre toplam nüfus 84.591'dir.
Maden ocağı kazaları.
Sorgun ilçesinde tarihi boyunca birçok maden ocağı kazası meydana gelmiştir. 26 Mart 1995'te bir kömür ocağında gerçekleşen grizu patlaması sebebiyle 38 kişi göçük altında kalarak, ölmüştür. 27 Temmuz 2012'de yaşanan kazada ise 1 kişi ölmüş 5 kişi ise yaralanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13284",
"len_data": 3770,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.39
}
|
Sorgun aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13286",
"len_data": 37,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.71
}
|
Kayısı ("Prunus armeniaca"), Rosaceae (gülgiller) familyasından, 2–10 m yüksekliğinde, dikensi ve tüysüz, "Prunus" cinsinden bir ağaçtır. Yerli yayılımı, kapsamlı tarih öncesi ekimi nedeniyle biraz belirsizdir. Genetik araştırmalar, Orta Asya'nın ana vatanı olduğunu göstermektedir. Birçok ülkede yaygın olarak yetiştirilir ve birçok yerde yabani olarak bulunur.
Etimoloji.
Kayısı kelimesi, kökeni Arapça "ḳys" kökünden gelen ve “zerdalinin iyi ve iri cinsi” manasındaki قَيْسِي ("ḳaysī") sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça “kıyaslama, ölçme” anlamındaki قيس ("ḳays") sözcüğünden +ī ekiyle türetilmiştir. Türkçede ilk olarak 1360'a tarihlenen "Dânişmendnâme" eserinde bahsi geçmektedir.
Zerdali, Türkiye'nin bazı bölgelerinde genel olarak kayısı anlamında kullanılabilmekle birlikte, kayısının Akdeniz'de yetişen daha küçük meyveli kültivarlarına atıfta da bulunabilir. Tarihi açıdan "zerdali" kayısıyı belirtmek için kullanılmasına rağmen günümüzde bu anlamlara evrilmiştir. Zerdali kelimesinin kökeni Farsça "kayısı” manasındaki زرد الو ("zardālū") sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük motamot çevrildiği takdirde "sarı erik" anlamına gelir ve Farsça "sarı" manasındaki زرد ("zard") ve erik cinsi meyvelerin genel adı olarak kullanılan آلو ("ālū") sözcüklerinin bileşiğidir. Türkçede ilk kullanımı 1400'lerin öncesinde görülmektedir.
Meyve Klasik Dönem'de Yunan kaynaklarında Ermenistan ile ilişkili isimler (Ἀρμενιακὰ) ile bilinmekteydi. Bitkinin isminin bir bilimsel kaynakta Ermenistan ile özdeşleştirilmesi ilk olarak İsviçreli botanist Gaspard Bauhin'in 1623'te yazılmış "Pinax Theatri Botanici" türe "Ermenistan elması" anlamına gelen "Mala armeniaca" denmesiyle kaydedilmiştir. Bu kalıp Gaius Plinius Secundus'a atfedilse de bu savı destekleyen bir kaynak yoktur. Linnaeus Bauhin'in ismini 1753'te yayımladığı "Species Plantarum" eserinde kullanmasıyla "Prunus" "armeniaca" Linnaeus sistemine girmiştir.
Latincede "zamanından önce olgunlaşan" anlamına gelen ve kayısının şeftaliden önce olgunlaşmasına atıfta bulunan "(persica) praecocia" söz öbeğiyle bilinen kayısı, daha sonra Grekçeye πραικόκιον ("praikókion") olarak alıntılanmıştır. Bu dilden Süryaniceye ܒܪܩܘܩܐ ("bārqoqa"), Süryaniceden Arapçaya البرقوق ("al-barqūq") olarak geçmiştir. Avrupa'da konuşulan pek çok dilde kayısı için kullanılan kelimelerin kökeni Arapça "al-barqūq/barquq" kelimelerine dayanır. Bu örnekler arasından İspanyolca ("albaricoque"), İtalyanca ("albicocca") İngilizce ("apricot") Fransızca ("abricot"), Katalanca ("albercoc"), Almanca ("Aprikose"), Baskça ("arbeletxeko"), Rusça, Adıgece ve Tatarca (абрико́с) yer alır.
Açıklama.
"Prunus armeniaca" kadar gövde ile çapında ve yoğun, yayılan bir kanopi. Yapraklar oval, uzun ve genişliğinde, yuvarlak tabanlı, sivri uçlu ve ince tırtıklı kenarlı küçük bir ağaçtır. Çiçekler çapında, beş beyaz ila pembemsi yaprakları ile; İlkbaharda yapraklardan önce tek başlarına veya çiftler halinde üretilirler. Küçük bir şeftaliye benzer bir sert çekirdekli çapında (bazı modern çeşitlerde daha büyük) meyveleri (drupa) vardır. sarıdan turuncuya, genellikle güneşe en çok maruz kalan tarafta kırmızı renkte; yüzeyi pürüzsüz (botanik olarak tüysüz olarak tanımlanır) veya kadifemsi ve çok kısa tüylü (botanik olarak: tüylü) olabilir. Meyve eti genellikle serttir ve çok sulu değildir. Tadı tatlıdan ekşiye kadar değişebilir. Tek tohum, bir taraftan aşağı doğru inen üç sırt dışında, grenli, pürüzsüz bir dokuya sahip, genellikle "taş" olarak adlandırılan sert, taşlı bir kabuğun içine yerleştirilmiştir.
Varyeteler.
Çin Bitki Örtüsü ve Yaşam Kataloğu'na göre altı çeşit "P. armeniaca vardır":
Yetiştirme ve kullanımlar.
Kökeni, evcilleştirme ve yayılma.
Sovyet botanikçi Nikolai Vavilov'a göre "P. armeniaca'nın" ana vatanı, evcilleştirilmesinin gerçekleştiği yer olan Orta Asya'dır ve Çin başka bir evcilleştirme merkezidir. Bu hipotez genetik çalışmalarla doğrulanmıştır.
"P. armeniaca'nın" demografik tarihinde en az üç bağımsız evcilleştirme olayı vardır:
Evcilleştirilmiş kayısı batıya iki ana yoldan yayılmıştır: biri Orta Asya → Batı Asya → Akdeniz Avrupa ve Kuzey Afrika, diğeri Orta Asya → Kıta Avrupası'dır. Ayrıca Japonya'dan yetiştirilen kayısının Akdeniz Avrupa'sına çok az katkısı olmuştur.
Yetiştirme tarihi.
Kayısı, eski çağlarda Ermenistan'da biliniyordu ve orada o kadar uzun zamandır yetiştirilmekteydi ki daha önceleri kayısının ana vatanının Ermenistan olduğu düşünülmekteydi. Ermenistan, Garni'de yapılan bir arkeolojik kazıda, Kalkolitik döneme ait bir alanda kayısı tohumları bulunmuştur. Bilimsel adı "Prunus armeniaca" (Ermeni eriği) bu varsayımdan gelmektedir. Üstelik, Belçikalı arborist Baron de Poerderlé 1770'lerde bu konu hakkında "Cet arbre tire son nom de l'Arménie, region d'Asie, d'où il est originaire et d'où il fut porté en Europe..." "(""Bu ağaç adını, doğduğu yer olan ve Avrupa'ya getirildiği Asya ülkesi olan Ermenistan'dan alır... " ")" demiştir. Bugün Ermenistan'da 50 civarında kayısı çeşidi yetiştirilmektedir.
Kayısı, MÖ 1000'den sonra Çin'de yetiştirilmektedir. Yaklaşık yedinci yüzyıldan itibaren Çin'deki kayısılar, tuzlama ve tütsüleme ve daha yaygın kurutma gibi çeşitli yöntemlerle korunmuştur. Hubei, siyah füme kayısıları ile ünlüdür.
Yunanistan'a girişi Büyük İskender ile ilişkilendirilmektedir.
Kayısı, antik çağlardan beri İran'da yetiştirilmektedir ve kuru olanlar, İran ticaret yollarında önemli bir üründür. Kayısı, günümüz İran'ında önemini sürdürmektedir.
İspanya Endülüs'te Kayısı yetiştiriciliği üzerine bir makale, İbnü'l-Evvam'ın 12. yüzyıl tarımsal çalışmasında, "Book on Agriculture'da" yayımlandı.
Mısırlılar genellikle kayısıları kurutur, tatlandırıcı ekler ve daha sonra bunları "amar al-dīn" adlı bir içecek yapmak için kullanırlar.
İngiltere'de 17. yüzyılda kayısı yağı, tümörler, şişlikler ve ülserlere karşı etkili olan şifalı bitkiler tedavilerinde kullanılmıştır.
17. yüzyılda İngiliz yerleşimciler kayısıyı Yeni Dünya'daki İngiliz kolonilerine getirdiler. Modern Amerikan kayısı üretiminin çoğu, İspanyol misyonerler tarafından Batı Kıyısı'na taşınan fidelerden geliyor. ABD ticari üretiminin neredeyse tamamı Kaliforniya'da, bir kısmı da Washington ve Utah'da gerçekleşir.
Günümüzde kayısı yetiştiriciliği, büyüme ihtiyaçlarını karşılayabilecek iklime sahip dünyanın her yerine yayılmıştır.
Kullanımlar.
Orta Asya'da ve Akdeniz çevresinde yetişen kayısının çekirdekleri veya çekirdekleri o kadar tatlıdır ki, badem yerine kullanılabilir. İtalyan likörü "amaretto" ve "amaretti biscotti", badem yerine kayısı çekirdeği özü ile tatlandırılmıştır. Bu çeşit çekirdekleri preslenen ve badem yağı olarak bilinen, yemeklik yağ olarak kullanılmıştır. Çekirdekler %2,05 ile %2,40 arasında hidrojen siyanür içerir, ancak normal tüketim ciddi anlamda sorun teşkil etmez.
Kültürdeki yeri.
Çinliler kayısıyı eğitim ve tıpla ilişkilendirmektedir. Örneğin klasik kelime 杏壇 (kelimenin tam anlamıyla: 'kayısı altar') 'eğitim dairesi' anlamında, hâlen yaygın olarak yazı dilinde kullanılır. MÖ 4. yüzyılda Çinli bir filozof olan Chuang Tzu , Konfüçyüs'ün öğrencilerine kayısı ağaçlarıyla çevrili bir forumda öğrettiği bir hikâye anlatmıştır. Tıpla ilişki, kayısı çekirdeklerinin geleneksel Çin tıbbında bir bileşen olarak yaygın kullanımından ve Üç Krallık döneminde hastalarından başka hiçbir ödeme talep etmeyen doktor Dong Feng'in (董 奉) hikâyesinden kaynaklanmaktadır. hastalıklarından kurtulmak için bahçesine kayısı ağaçları diktiklerini ve bunun sonucunda büyük bir kayısı ağacı korusu ve düzenli olarak tıbbi malzemeler sağladıklarını söyledi. "Kayısı Korusu Uzmanı" (杏林 高手) terimi hala hekimlere şiirsel bir gönderme olarak kullanılmaktadır.
Ermenistan'da kayısı ağacının ahşabı, Ermenistan'da popüler bir nefesli çalgı olan ve aynı zamanda kayısı piposu olarak da adlandırılan "duduk" gibi ahşap oymalarında kullanılmaktadır"." Kayısı ağacından el yapımı birtakım hediyelik eşyalar da yapılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13290",
"len_data": 7895,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.93
}
|
Vişne ("Prunus cerasus"), gülgiller (Rosaceae) familyasından kiraza benzeyen ve tadı kiraz tadından daha ekşi olan bir meyve türü.
Birçok kaynakta vişnenin muhtemel anavatanı olarak Hazar Denizi ile Kuzey Anadolu dağları arasında kalan bölge kabul edilmektedir. Vişnenin botanikteki latince adı olan "P. cerasus" bugünkü Giresun'un eski adı olan Kerasus'tan gelmektedir.
Kirazla, meyvesinin dışında farklılıkları vardır. Yaprakları kiraz yapraklarından daha küçüktür. Dalları kiraz ağacının dallarına göre daha yaygındır. Vişnenin İran'ın kuzeyiyle Türkmenistan arasındaki bölgede ortaya çıktığı ve oradan Avrupa'ya kadar yayıldığı sanılmaktadır.
Anayurdu Anadolu ve Balkanlar olan vişne, 5–7 m kadar boylanabilir; 4 yaşındayken meyve vermeye başlar ve 40-50 yıl yaşar.
Vişne, yuvarlak taçlı ve kiraza göre daha çalımsı görünüşlüdür. Gövdesi kırmızımtırak gri benekli, donuk ya da parlak renklidir. Dalları kirazınkinden ince ve yay gibi olup sarkıktır. Yaprakları da kirazınkinden daha küçük, ayası düz, parlak yeşil renkli ve tüysüzdür. İlkbaharda erken açan çiçekleri beyaz renklidir. Bir salkımında birden fazla ve altıya kadar değişen sayıda çiçek açar. Temmuz ayı ortalarında olgunlaşmaya başlayan meyveleri, kirazdan biraz basıkçadır. Olgun vişneler, bol sulu ve siyaha yakın kırmızı renklidir.
Türkiye'de iki önemli vişne ağacı çeşidi yetiştirilmektedir. Bunlardan meyvesi her tür kullanıma elverişli olan Kütahya vişnesi, uzun saplı, iri boyda, ucu hafif sivrice, koyu kırmızı ince kabuklu, çok sulu, ekşi ve kırmızı etli meyveler verir. Macar vişnesi ise, kısa saplı, ince, koyu kırmızı renkli kalınca kabuklu, ekşi ve kırmızı etli meyve vermektedir. Her iki çeşidin ağaçları da, temmuz ayından başlayarak bol ürün verir.
Vişne meyvesi, sofralıktan çok meyve suyu, şurubu, reçeli, marmeladı, kompostosu, likörü ile diğer bazı içkileri, pasta ve tatlıları yapılarak tüketilir. Ayrıca kurutularak da yenir.
Besin değeri.
Vişnenin besin değerleri kirazınkine benzer. Ancak şeker oranı daha düşük olduğundan, vişnenin tadı ekşi ya da mayhoş olur. Aynı nedenle kalorisi de kirazınkinden düşüktür.
Ortalama 100 g taze vişnede, 58 kalori ile 14,3 g karbonhidrat vardır. Oysa, vişnenin A vitamini yüksek olup 1.000 lU'ya kadar varır. Vişnenin diğer besin değerleri kirazınkine çok yakındır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13291",
"len_data": 2293,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.75
}
|
Karayemiş ("Prunus laurocerasus"), gülgiller (Rosaceae) familyasından küçük beyaz renkli çiçekler açan, daha çok rutubetli ve gölgeli yerlerde yetişen 5–15 m boyunda, yaprak dökmeyen bir ağaç türü. Türkiye'de çeşitli yöresel adlarla bilinmektedir. Yaygın olarak "Karayemiş" adıyla bilinen bitki, "Gürcü kirazı", "Laz kirazı", "Laz üzümü", "Laz yemişi", "Tanal", "Tçkoo" adlarıyla da bilinmektedir.
Morfolojik özellikleri.
Yapraklar derimsi kısa saplı ve oval şekillidir. Orta damar alt tarafta çıkıntı teşkil eder. Çiçeklerin 30 - 40 tanesi bir arada bulunur. Taç ve çanak yapraklari 5 parçalıdır. Meyveleri zamanla siyah renk alır.
Genel kullanımı.
Yaprakları şeker, tanen, kalsiyum, oksalat, emülsin, prunasin ihtiva eder. Taze yapraklardan elde edilen taflan suyu, antispazmodik ve öksürük dindirici, bulantı ve karın ağrılarını giderici olarak kullanılır. Fazla alınırsa, zehirlenme yapar. Taze meyveleri yenir. Taze meyvelerinin idrar söktürücü ve taş düşürücü etkileri vardır. Yaprakları ise gıdalara koku vermekte kullanılır.
Yapılan çalışmalarda on fenolik ve altı şeker içeriği tespit edilmiştir. Bilinen en yaygın üç fitesterolden biri olan β-sitosterolün karayemiş meyve çekirdeklerinde % 73' ünü oluşturduğu belirtilmiştir. Yeteri kadar araştırması olmamasına rağmen topikal kullanımlarda ağrı üzerinde analjezik etki gösterdiği söylenmektedir. Besin ve nutrasötik takviye formülasyonlarında potansiyel olarak kullanılabilen iyi bir doğal antioksidan kaynağıdır. Halk ilacı olarak mide ülseri, sindirim sistemi şikâyeti, bronşit, egzama, hemoroit, diüretik ajan olarak kullanıldığı bilinmektedir. Meyvelerinin ise yenerek diyabette kullanıldığı bilinmektedir.
Dağılımı.
Güneybatı Asya ile Güneydoğu Avrupa'da doğal olarak yetişir. Türkiye'de Samsun, Giresun, Trabzon, Rize, Ordu ve Artvin civarında yüksek dağlık bölgelerde doğal olarak bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13294",
"len_data": 1857,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Hayvan, canlılar dünyasının ökaryotlar (Eukaryota) üst âlemindeki hayvanlar (Animalia) âleminde sınıflanan canlıların ortak adıdır. Arapça "canlı varlık" anlamındaki ḥayevān sözcüğünden Türkçeye geçmiş olan "hayvan" sözcüğü, günlük kullanımda esasen insan dışı, nefes alan ve hareket eden canlıları ifade etmek için kullanılsa da, biyolojik bağlamda insanı da içerir. Anadolu ağızlarında hayvan anlamında "bav, bobos, böçü, çer, çokgal, dölük, evcimen, evlük, karaböcü, karaltı, medek, tereke, töm" gibi sözcükler kullanılmaktadır. Hayvan sözcüğünün eş anlamlısı "döngül" sözcüğüdür. Hayvanlar âleminin bilimsel ve Latince adı olan "Animalia" terimi ise yine Latince olan ve "yaşayan" ya da "ruh" anlamına gelen "anima"dan türetilmiş "animal" sözcüğünün çoğuludur. Hayvanlar âlemini tanımlayan bir başka Yunanca bilimsel terim de metazoa'dır ("μετάζωα").
Genellikle çevrelerine uyum sağlayan ve diğer canlılarla beslenen çok hücreliler âlemidir. Vücutları, embriyonun bazı metamorfozlar geçirmesiyle gelişir. Ökaryotik çok hücreli organizmalardır. Besinlerini genel olarak sindirerek alırlar.
Hayvanların birçoğu hareketlidir ve bitkilerde tipik olan bulunan kalın hücre duvarları genellikle yoktur. Embriyonik gelişim esnasında büyük ölçülerde hücresel göçler ve doku organizasyonları görülür. Üremeleri primer (birincil) olarak seksüeldir; diploit kromozom taşıyan dişi ve erkekler mayozla haploit kromozomlu gametleri, bunlar da birleşerek diploit zigotu oluşturur.
Yaklaşık 1 milyonu böcek olmak üzere 1,5 milyondan fazla hayvan türü tanımlanmıştır, fakat tanımlanmamış olanlarla birlikte 7 milyondan fazla hayvan türü olduğu tahmin edilmektedir.
Ayırıcı özellikleri.
Hayvanları diğer canlılardan ayıran pek çok nitelik vardır. Hayvanlar hücre çekirdeklerine sahip (ökaryot) canlılardır ve çok hücrelidirler. Birçok hayvan güneş ışığını dolaylı yollardan kullanarak gelişir. Hayvanların tersine bitkiler bu ışığı fotosentez ile doğrudan basit şekerler üretmek için kullanır. Bu onları bakteriler ve protozoalardan ayırır. Hayvanlar dışbeslenendir (heterotrof), kendi besinlerini üretememeleri onları bitkiler ve alglerden ayırır. Hücre duvarlarının olmayışı da onları bitkiler, algler ve mantarlardan ayırır. Hayvanlar bazı yaşam evreleri dışında devingendirler. Birçok hayvan türü dölyatağında blastula evresinden geçer ki bu hayvanlara özgü bir evredir.
Üreme ve gelişme.
Hemen hemen tüm hayvanlar çiftleşerek ürerler. Yetişkinler diploit ya da polidiploittir. Her birinin kendine has üreme hücresi vardır. Birçok hayvan çiftleşerek üremeye yatkındır.
Hayvanların üç üreme şekli vardır:
Evrimsel tarih.
Hayvanları temsil edebilecek ilk taşıllar, Güney Avustralya'daki Trezona Oluşumu'nun 665 milyon yıllık kayalarında ortaya çıkar. Bu taşıllar, erken süngerler olarak yorumlanıyor. En eski hayvanlar, yaklaşık 610 milyon yıl önce, Kambriyen öncesinin sonlarına doğru Ediayakaran faunasında bulunur. Bu canlıların, hayvanların içinde olup olmadığı uzun süredir kuşkuluydu. Ama "Dickinsonia" fosillerinde hayvansal lipit kolesterolünün keşfi, bunların gerçekten de hayvanlar olabileceğini ortaya koyuyor. Hayvanların düşük oksijen koşulları altında ortaya çıktıkları düşünülür, bu da onların ilk önce bütünüyle oksijensiz solunum yoluyla yaşayabildiklerini ancak oksijenli solunum için uyarlandıkça çevrelerindeki oksijene bütünüyle bağımlı hale geldiklerini düşündürür.
Birçok hayvan şubesi, taşıl kayıtlarında ilk olarak yaklaşık 542 milyon yıl önce başlayan Kambriyen patlaması sırasında Burgess Şeyli gibi yataklarda ortaya çıkıyor. Bu kayaçlardaki şubeler arasında, yumuşakçalar, dallı bacaklılar, kütük ayaklılar, su ayıları, eklem bacaklılar, derisi dikenliler ve yarı sırtipliler bulunurken, ayrıca yırtıcı "Anomalocaris" gibi günümüzde soyu tükenmiş sayısız canlı da bulunur. Bu olayın görünen apansızlığı, tüm bu hayvanların aynı anda ortaya çıktıklarını göstermekten çok, taşıl kayıtlarının bir eseri olabilir.
İnsan haricinde hayvanlar.
Hayvan hakları hareketinde, hayvan haklarından bahsederken, insanların da hayvan kategorisinde olduğunu vurgulamak için "İnsan harici hayvanlar" kalıbı kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13295",
"len_data": 4117,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.91
}
|
Kordalılar (), sırt iplikliler veya kordatlar olarak da bilinir, tulumlularda (Tunicata) yaşamın belirli bir evresinde, omurgalılar (Vertebrata) ve kafatassızlarda (Cephalochordata) ise bütün yaşam süresince vücuda desteklik yapan bir notokordaya (sırt ipliği), yutağa, solungaç yarıklarına, sırt tarafında ortası boş sinir şeridine ve kuyruğa sahip hayvan şubesidir.
Hayvanların en iyi bilinen grubudur.Yaşayan yaklaşık 50.000'den fazla türü bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13296",
"len_data": 457,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Bor, Niğde iline bağlı ilçe ve bu ilçenin merkezi olan kent. Niğde'nin 14 km güneyindeki 1100 metre rakımlı Bor Ovası'nda (ya da yaylasında) yerleşmiştir. Merkez bucağına bağlı 7, Kemerhisar bucağına bağlı 16 köyü vardır. Yüzölçümü 1354 km² olup, nüfus yoğunluğu 39'dur. İlçe topraklarının büyük bölümü Obruk Platosu'nda yer alır. Doğu, kuzey ve güneydoğusu dağlıktır. Doğusu Aladağlar, kuzeyi ise Hasan ve Melendiz dağları ile çevrilidir. Başlıca akarsuyu Küçüköz Deresidir. Bor Ovası, Ereğli Ovası'nın devamıdır.
Tarih.
Türkler öncesi dönem.
Hitit İmparatorluğu zamanında Bor-Kemerhisar-Bahçeli üçgeni ortasındaki İftiyan mevkiinde kurulmuştur. Sırasıyla Frigya Devleti, İran İmparatorluğu, Makedonya İmparatorluğu, sonrasında 395 yılında Doğu Roma İmparatorluğu yönetimine girmiştir. 707 yılında Müslüman Araplar tarafından ele geçirilmiş ancak kısa bir süre sonra yeniden Roma İmparatorluğu tarafından geri alınmıştır.
Türkler dönemi.
1071 Malazgirt zaferinden sonra Kutalmış Oğlu Süleyman Şah tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra bölgeye Kayı Boyuna bağlı Bayat, Emen ve Badak aşiretleri yerleştirilmiştir. Yöreye ilk gelen Müslüman Türkler, şimdiki ilçe merkezinin Humam Çayı etrafındaki Çay, Kala ve Harım mahallelerinin bulunduğu sulak araziye yerleşmişler, eski adı Tyana yahut Tuana olan şehir de zamanla Bor, Kemerhisar ve Bahçeli arasında yok olmuş, bölgede yaşayan gayrımüslim halk (çoğunluğu Rum) zaman içerisinde asimile olmayıp ilçeden göç etmişlerdir. I. Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı sonrası yapılan mübadele ile Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan'dan göç eden Türklerin de ilçeye yerleşmesi ile bugünkü etnik yapı oluşmuştur.
Ekonomi.
İlçenin belli başlı geçim kaynakları tarım, halıcılık ve dericiliktir. Arazinin tarıma müsait ancak yetersiz olması ve mevcut tarım arazilerinin yerleşim yeri haline gelmesi zamanla halkın tarımdan uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu durum halkı okumaya, sunuçta memuriyete ve gurbetçiliğe yönlendirmiştir. Dolayısıyla nüfus artışı yavaşlamış (30 senelik artış 10.000 civarı), yöre ticareti canlılığını kaybetmiştir. Yıllardır süregelen gurbetçilik ilçedeki halıcılık ve elma üreticiliğini de bitirmiştir. Geleneksel dabaklık ise zor şartlar altında sürdürülmektedir. Niğde Üniversitesi'nin kurulması ile son yıllarda bölge ekonomisi biraz olsun canlanmıştır. Bor ilçesinde üniversiteye bağlı Bor Meslek Yüksekokulu ve Bor Halil Zöhre Ataman Meslek Yüksekokulu faaliyet göstermekte olup bu okullar başta bilgisayar, elektronik ve hayvancılık olmak üzere birçok alanda ara eleman yetiştirmektedir.
İlçede bulunan sanayi kuruluşları da ilçe ekonomisine önemli katkılar yapmaktadır; bunlardan bazıları Şeker Fabrikası, Askeri Fabrika, BİRKO (Koyunlu) halı fabrikası ve ham deri işleyen imalathaneleridir. Bor'da yıllardır pek çok deri imalathanesi olmasına rağmen bunlar geniş çaplı ve fabrikasyon üretim yapacak şekilde birleşememiş, geleneksel yöntemlerle üretim yapan küçük imalathaneler olarak ayakta durmaya çalışmaktadırlar. İlçede üretilen işlenmiş derileri kullanabilecek başka bir sanayi kuruluşu da kurulamamıştır. Hâlen Acıgöl mevkiinde bulunan bu imalathanelerin Konya yoluna taşınma süreci devam etmektedir.
Türkiye'nin ekmek sacını Bor karşılamaktadır. Soğuk ve sıcak lastik kaplama yeni yeni gelişmektedir.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, nohut, patates, soğan, fasulye ve şekerpancarıdır. Sebze ve meyvecilik yaygın olarak yapılır. Vâdi boylarında meşhur Niğde elması yetiştirilir. Hayvancılık ekonomik açıdan önemli gelir kaynağıdır. İlçenin [İftiyan] denen bölgesinde bulunan pek çok üzüm bağı bu bölgenin yerleşime açılması nedeniyle yapılan parselleme ve yol çalışmaları nedeniyle neredeyse tamamen yok olmuştur.
İlçede apartmanlaşma ve tarım arazilerinin parsellenmesi hızla devam etmektedir. Eskiden "Yeşil Bor" olarak tanımlanan ilçede sadece ilçe merkezinin Bentkavak, Kayı yolu, Köfterlik ve Manastır mevkilerinde üzüm bağları ve meyve bahçeleri kalmıştır. Köylerde halı ve keçe dokunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13301",
"len_data": 4001,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Engerek, engerekgiller ya da Viperidae, Alethinophidia infratakımına bağlı bir hayvan familyasıdır. Uzun, kıvrık ve içi boş olan ikişer tane zehir dişleriyle bunların gerisinde daha küçük yakalama dişleri mevcuttur. Başları üçgen şeklinde ve kuyrukları küttür. Daha çok geceleri avlanırlar.
Taksonomi.
Viperidae familyasına bağlı altfamilyalar (2022):
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13302",
"len_data": 351,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.4
}
|
Vipera, Viperinae altfamilyasına bağlı bir hayvan cinsidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13303",
"len_data": 59,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.92
}
|
Kuş; tüyleri, dişsiz gagaları, yumurtladıkları sert kabuklu yumurtalar yoluyla üreyen, yüksek metabolizma hızına sahip, dört odacıklı kalpleri ve hafif ama güçlü bir iskelet yapısına sahip, Aves sınıfını oluşturan sıcakkanlı omurgalı hayvanlar grubudur. Tüm dünyada yaygın olarak yaşayan kuşların boyutları arı sinek kuşunda 5 cm ila deve kuşunda 2,75 m arasında değişir. On bin kadar yaşayan kuş türü bulunur ve bunların yarısından fazlasını ötücü kuşlar oluşturur. Kuşların türlere göre farklılık gösteren kanatları vardır ve kanatsız olduğu bilinen tek grup kivi kuşu ve soyları tükenmiş olan moa ile fil kuşudur. Ön ayakların evrimleşerek kanatlara dönüşmesi kuşlara uçma yeteneği sağlamış ancak daha sonra yine evrimin devam etmesiyle penguenler, deve kuşları ve adalarda endemik olan bazı türler uçma yeteneğini kaybetmişlerdir. Kuşların sindirim ve solunum sistemleri de uçma yeteneğine uyum sağlamıştır. Özellikle deniz kuşları ve bazı su kuşları gibi kuşlar ayrıca evrimleşerek yüzme yeteneği de kazanmıştır.
Kuşlar tüylü teropod dinozorlardır ve yaşayan tek dinozor grubunu oluştururlar. Ayrıca yaşayan en yakın akrabaları timsahlardır. İlk olarak 160 milyon yıl önce Çin'de ortaya çıkan ve aralarında "Archaeopteryx"in de bulunduğu ilkel uçucuların soyundan gelmektedirler. DNA kanıtlarına göre günümüz kuşları (Neornithes) Orta ve Geç Kretase Dönemi'nde evrimleşmiş ve 66 milyon yıl önce teruzorlar ile tüm uçmayan dinozorları öldüren Kretase-Tersiyer yok oluşu zamanında oldukça önemli oranda türleşmişlerdir.
Özellikle kargagiller ve papağansılar olmak üzere bazı kuşlar en zeki hayvanlar arasındadır; çeşitli kuş türleri alet yapıp kullanırken bazı kuşların alet kullanımı primatların en iyi kullanımları ile boy ölçüşebilir. Birçok sosyal tür bilgiyi nesilden nesle geçirmekte ve bu da bir çeşit kültür olarak kabul edilmektedir. Kuşlar yavrularını müşterek olarak büyütme, birlikte avlanma, sürü olarak hareket etme ve avcılara karşı birlikte savunma yapma davranışları gösteren, görsel yollarla ya da öterek birbirleri ile iletişim kuran sosyal hayvanlardır. Kuş türlerinin büyük çoğunluğu genellikle bir üreme mevsimi boyunca, bazen yıllar boyunca cinsel açıdan olmasa da sosyal açıdan tek eşlidir ama yaşamları boyunca tek eşli olan türlere nadir rastlanır. Diğer türlerin üreme sistemleri genellikle polijinik yani tek erkek çok dişili ve nadiren de poliandrik yani tek dişi çok erkeklidir. Kuşlar eşeyli üreme yoluyla döllenen yumurtalar yumurtlayarak çoğalır. Genellikle bir yuvaya yumurtlanan yumurtalar üzerinde ebeveyn kuluçkaya yatar. Kuşların çoğu yumurtadan çıktıktan sonra yavrularının bakımına belirli bir süre devam eder.
Birçok kuş türü insanlar tarafından besin olarak ya da üretim sektöründe hammadde kullanımı açışından ekonomik olarak önem taşır. Evcil ya da yabani kuşlar yumurta, et ve tüy için önemli kaynaklardır. Ötücü kuşların, papağanların ve diğer kuş türlerinin ev hayvanı olarak kullanımı yaygındır. Guano (kuş dışkısı) gübre olarak kullanılmak üzere toplanır. Kuşlar insanlık kültüründe çağlar boyunca yer almıştır. İnsan eylemleri nedeniyle 17. yüzyıldan beri yaklaşık 120 ila 130 kadar kuş türünün soyu tükenmiştir ve daha önceki yüzyıllarda soyu tükenen kuş türlerinin sayısı yüzleri aşmaktadır. İnsanlık nedeniyle günümüzde 1200 kadar kuş türü soylarının tükenmesi tehdidi altındadır ama onları koruma altına almak için çalışmalar da yapılmaktadır. Kuş gözlemi ekoturizm sektörü içinde önemli bir yer tutmaktadır.
Evrim ve sınıflandırma.
Kuşların ilk sınıflandırması Francis Willughby ve John Ray tarafından 1676 yılına ait "Ornithologiae" kitabında yapılmıştır.
Carl Linnaeus 1758 yılında bu çalışmayı değiştirerek günümüzde kullanılan taksonomik sınıflandırma sistemini ortaya koydu. Kuşlar klasik taksonomide Aves biyolojik sınıfında sınıflandırılırken kladistik sınıflandırmada dinozor kladı Theropoda içinde yer alırlar.
Tanım.
Aves ve kardeş grubu Crocodilia takımı sürüngen kladı Archosauria'nın tek yaşayan temsilcilerini içerir. Aves, 1990'ların sonlarında filogenetik olarak yaygın şekilde günümüz kuşlarının en yakın ortak atası ve "Archaeopteryx lithographica" türünün soyundan gelenler olarak tanımlanmaktaydı. Ancak Jacques Gauthier tarafından daha önce yapılan bir tanımlama 21. yüzyılda yaygınlık kazandı ve "PhyloCode" sisteminin takipçileri de dahil olmak üzere birçok bilim insanı tarafından kullanılmaya başlandı. Gauthier, Aves'i yalnızca günümüz kuşları kümesinin taç grubunu içerecek şekilde tanımladı. Bu tanımlama geleneksel olarak teropod dinozorlar olduğu düşünülen hayvanlar ile "Archaeoptryx"in ilişkisi konusundaki belirsizlik sorununu aşmak için yalnızca fosillerden bilinen çoğu grubu dışarıda tutmakta ve onları Avialae içine dahil etmektedir.
Gauthier aynı "Aves" biyolojik adı için dört farklı tanım olduğunu belirlemiş ve bu sorunu aşmak için Aves terimini yalnızca aşağıda verilen dördüncü tanımlama için kullanmayı önermiş ve diğer gruplara da farklı adlar vermiştir.
Dördüncü tanım kabul edildiğinde "Archaeopteryx" Aves grubunun bir üyesi değil Avialae grubunun bir üyesidir. Gauthier'nin önerileri paleontoloji ve kuşların evrimi üzerinde uzmanlaşmış araştırmacıların çoğu tarafından kullanılmaya başlansa da tam olarak tanımlamalar tutarlı şekilde kullanılmamaktadır. Başlangıçta Aves'in geleneksel fosil içeriğini kapsamak üzere önerilen Avialae bu araştırmacılar tarafından sıklıkla yaygın "kuş" terimi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Çoğu araştırmacı Avialae grubunu bir dal esaslı klad olarak tanımlasa da bu tanımlamalar farklılık gösterir. Birçok yazar "Deinonychus"tan çok kuşlara daha yakın olan tüm teropodlar" benzeri bir tanım kullanmıştır. Avialae aynı zamanda sıklıkla apomorfi esaslı klad olarak yani fiziksel özellikler üzerine kurulmuş olarak tanımlanır. Avialae adını 1986'da veren Jacques Gauthier 2001 yılında grubun tanımını uçmak için tüylü kanatlara sahip tüm dinozorlar ve onların soyundan gelen kuşlar olarak yeniden yaptı.
Sınıflandırma.
Paleognathae (Koşucu kuşlar)
Neognathae (Uçucu kuşlar)
Dinozorlar ve kuşların kökeni.
Fosil ve biyolojik kanıtlara dayanarak bilim insanlarının çoğu kuşların teropod dinozorların uzmanlaşmış bir alt grubu olduğunu kabul etmektedir. Daha da özel olarak aralarında Dromaeosauridae ve Oviraptoridae familyalarının da bulunduğu Maniraptora kladının bir üyesi olarak kabul edilirler. Bilim insanları kuşlara yakın akraba teropodları buldukça daha önceden kuş ve kuş olmayanlar arasındaki açık ayrım belirsizleşmeye başlamıştır. Çin'in kuzeydoğusunda Liaoning eyaletinde yakın geçmişte bulunan birçok küçük tüylü dinozor fosili bu belirsizliği artırmıştır.
Paleontoloji dalında günümüzde görüş birliği uçan teropodların ya da Avialae'nin, içinde Dromaeosauridae ve Troodontidae familyalarını da kapsayan Deinonychosauria kladının en yakın akrabaları olduğu yönündedir. Bunlar birlikte Paraves denen grubu oluşturur. "Microraptor" gibi bu grubun bazı bazal üyelerinin uçmaya ya da süzülmeye yarayan özellikleri vardı. En bazal Deinonychosauria üyeleri çok küçüktü. Bu kanıt tüm Paraves grubunun atasının ağaçlarda yaşamış olabileceği ve/veya süzülme yeteneğine sahip olduğu olasılığını artırır. Asıl olarak et ile beslenen "Archaeopteryx" ve Avialae grubundan olmayan tüylü dinozorların son zamanlarda yapılan araştırmalar Avialae grubunun ilk üyelerinin hepçil olduğunu gösterir.
İlk bulunan geçiş fosillerinden biri olduğu için çok iyi tanınan Geç Jura Devrinden "Archaeopteryx" 19. yüzyılın sonlarında evrim teorisini destekleyen kanıtlardan biri olmuştur. "Archaeopteryx" hem dişleri, pençeli parmakları ve uzun kertenkele kuyruğuna benzer bir kuyruk gibi geleneksel sürüngen özellikleri hem de günümüz kuşlarına benzer uçuş tüyleri olan kanatlar gibi özellikleri bir arada gösteren ilk fosil olmuştur. Her ne kadar kuşların doğrudan atası olarak kabul edilmese de muhtemelen kuşların gerçek atası ile yakın akrabadır.
Evrimin başlangıcı.
Bilinen en eski Avialae fosilleri Geç Jura Devrine, yaklaşık 160 milyon yıl önceye ait olan kalıntıların bulunduğu Çin'deki Tiaojishan Oluşumunda bulunmuştur. Bu devre ait Avialae türleri arasında "Anchiornis huxleyi", "Xiaotingia zhengi" ve "Aurornis xui" türleri bulunur.
Çok iyi tanınan Avialae grubundan "Archaeopteryx" Almanya'da Jura Devrinin biraz daha sonlarına, yaklaşık 155 milyon yıl öncesine aittir. Bu ilk Avialae grubu üyeleri günümüz kuşlarının atası sayılabilecek ama evrim sırasında kaybolmuş sıra dışı anatomik özellikler paylaşmaktadır. Bu özelliklerin arasında ikinci arka ayak parmağında büyümüş pençeler, uzun tüyler ve arka ayaklar ile bacakları da örten ve havada manevra yapmak için kullanıldığı düşünülen "arka kanatlar" bulunur.
Availae grubu Kretase boyunca çok geniş bir yelpazede türleşti. Birçok grup pençeli kanatlar ve günümüz kuşları (Aves) de dahil olmak üzere birçok Avilae grubunda birbirinden bağımsız olarak kaybolan dişler gibi ilkel fiziksel özellikleri korudu; örneğin "Archaeopteryx" ve "Jeholornis" atalarının uzun kemikli kuyruklarına sahiplerken daha gelişmiş Avialae türlerinin kuyrukları Pygostylia grubunda pigostil kemiğinin ortaya çıkmasıyla kısaldı. Kretase'nin sonlarına doğru yaklaşık 100 milyon yıl önce günümüz kuşlarının ataları gövde boyutlarına göre daha büyük yumurta yumurtlamalarına izin verecek şekilde daha açık bir pelvise sahip olacak şekilde evrildiler.
Yaklaşık 95 milyon yıl önce daha iyi bir koku duyusu geliştirdiler.
Kuş atalarının ilk çeşitliliği.
Evrimleşen ilk kısa kuyruklu Avialae grubu enantiornithes ya da "zıt kuşlar" soyudur. Bu adın verilmesinin nedeni günümüz kuşları ile kıyaslandıklarında omuz kemiklerinin yapısının ters şekilde olmasıdır. Enantiornithes grubu, kumda av arayan kıyı kuşları ile balıkla beslenenlerden ağaçta yaşayan ve tohumla beslenenlere kadar çok geniş bir ekolojik niş yelpazesi içinde yer almışlardır. Kretase döneminde Avilae içinde baskın grubu oluştursalar da Mezozoik sonunda birçok diğer dinozor grubu ile birlikte soyları tükenmiştir.
Avialae içinde türleşen ikinci ana soy grubu, günümüz kuşlarının atalarını da içerdiği için "gerçek kuşlar" anlamına gelen Euornithes adı verilen grup yarı suda yaşayan ve balık ile diğer küçük su organizmalarını yemek üzerine özelleşmiş çok türlü gruptur. Karasal ve ormansal yaşam alanlarında baskın olarak bulunan enantiornithes soyunun aksine ilk euornithes türlerinde tüneme adaptasyonları yoktur ve kıyı kuşları, yüzücü ve dalıcı kuşlardan oluşmuş gibi görünmektedir.
Euornithes grubu içinde yüzeysel olarak martılara benzeyen "Ichthyornis" ile denizde balık avlamaya çok iyi uyum sağlamış olan ve hatta uçma yeteneğini tamamen kaybedip suda yaşayan hayvanlar hâline gelen Hesperornithiformes grubu da bulunur. İlk euornithes arasında karina şeklini almış göğüs kemiği, dişsiz ve gaga şeklinde çeneler gibi günümüz kuşlarının çoğu özelliğinin geliştiği görülür. Euornithes ayrıca havada manevra yapabilmek ve uçuş sırasında durabilmek için "arka kanadın" yerine geçen gerçek pigostili ve tamamen hareketli kuyruk tüylerini geliştirmiş olan ilk Avialae üyelerini de içeriyor olabilir.
Kuş kafataslarında yapılan bir mozaik evrim araştırması tüm neornithesin en son ortak atasının günümüz "Vanga curvirostris" türünün gagasına benzer bir gagaya ve günümüz bayağı sarıasma türünün kafatasına benzer bir kafatasına sahip olmuş olabileceğini göstermektedir. Her iki tür de küçük ve orman örtüsü altında yiyecek arayan hepçil türler olduğu için de bu varsayımsal atanın benzer bir ekolojik niş içinde olduğu sonucu çıkarılmıştır.
Günümüz kuşlarının farklılaşması.
Tüm günümüz kuşları Aves (ya da Neornithes) taç grubu içinde yer alır. Aves iki alt gruba ayrılır: deve kuşları gibi uçamayan ratitler ve çok az uçabilen tinamulardan oluşan Palaeognathae ile tüm diğer kuşları içeren oldukça büyük farklılığa sahip Neognathae Bu iki alt gruba Livezey ve Zusi "kohort" seviyesi vermiş olsa da sıklıkla üst takım seviyesi verilir. Taksonomik bakış açısına göre yaşayan kuş türlerinin sayısı 9.800 ila 10.758 arasında değişiklik gösterir.
Anatidae familyasının Kretase döneminin sonlarında yaşamış üyesi "Vegavis"in keşfi günümüz kuşlarının farklılaşmasının Senozoik Devirden önce başladığını kanıtlamıştır. Daha önceki bir döneme ait olan, 85 milyon yıl öncesine ait muhtemel tavuksu "Austinornis lentus" fosili günümüz kuşlarının sınıflandırılması için bir fosil kanıtı olarak değerlendirilmek için henüz daha çok tartışmalı durumdadır.
Bilimsel çalışmaların büyük çoğunluğu günümüz kuşlarının en son ortak atasının Kretase döneminde yaşadığında hemfikirdir ancak tahminler Kretase'nin orta dönemi ile son dönemi arasında değişir. Benzer şekilde günümüz kuşlarının ilk farklılaşmasının Kretase-Tersiyer yok oluşundan önce mi sonra mı olduğu konusunda da bir görüş birliği yoktur. Bunun nedeni ortaya sürülen kanıtlardaki farklılıktır; moleküler tarihlemelerin çoğu Kretase döneminde bir evrimsel yayınım olduğunu gösterirken fosil kanıtlarının Senozoik yayınımı göstermesidir. Moleküler ve fosil kanıtları uzlaştırma için daha önceleri yapılan girişimlerde görüş birliğine ulaşılamamış ancak son zamanlarda daha kapsamlı fosil örneklemi ile moleküler saati ayarlamanın yeni bir yolunu kullanan tahminler günümüz kuşlarının kökeninin Geç Kretase döneminin başlarında olmasına rağmen Kretase-Tersiyer yok oluşu civarlarında tüm ana gruplarda bir çeşitlilik artışı olduğunu göstermektedir.
Kuş takımlarının sınıflandırılması.
Prum vd. tarafından 2015 yılında yapılmış çalışmaya dayanarak ve bazı klad adlarının Yuri vd. tarafından 2013 yılında yapılmış çalışmasından yararlanarak hazırlanmış günümüz kuşlarının ilişkilerini gösteren kladogram
Kuşların bilimsel sınıflandırması tartışmalı bir konudur. Sibley ve Ahlquist'in 1990'da yayımlanan "Phylogeny and Classification of Birds" (Kuşların Filogenisi ve Sınıflandırması) adlı eseri bu konuda çığır açan bir eser olsa da sıklıkla üzerinde tartışılmakta ve sürekli olarak yeniden düzenlenmektedir. Kanıtların çoğu takımların sınıflandırılmasını doğru olduğunu göstermekte ancak bilim insanları takımların kendi aralarındaki ilişkiler konusunda fikir ayrılığına düşmektedirler; günümüz kuşlarının anatomisinden, fosillerden ve DNA'dan kaynaklanan tüm kanıtlar sorunu çözmek için bir araya getirilmiş olsa da büyük bir görüş birliği ortaya çıkmamıştır. Son zamanlarda yeni fosil ve moleküler kanıtlar günümüz kuş takımlarının evrimi hakkında giderek daha açık bir tablo ortaya koymakta yardımcı olmaktadır.
Dağılım.
Kuşlar kıtaların tamamında ve karasal habitatların çoğunda yaşar; en uç güney noktası Antarktika'nın 440 km. içlerine kadar ulaşabilen "Pagodroma nivea" türünün üreme kolonilerinin bulunduğu yerdir. En fazla kuş çeşitliliği tropik bölgelerde görülür. Önceleri bu yüksek çeşitliliğin tropiklerde daha büyük türleşme oranlarının sonucu olduğu düşünülmekteyse de son zamanlarda yapılan çalışmalar yüksek enlemlerde daha fazla türleşme oranı olduğunu ancak tropiklere göre daha fazla soy tükenmesi oranı nedeniyle çeşitliliğin daha az olduğunu göstermiştir. Birçok tür her yıl uzun mesafeler ve hatta okyanusları kat ederek göç eder; çeşitli kuş familyaları hem okyanus üzerinde hem de içinde yaşamak için adaptasyon sağlamıştır; bazı deniz kuşları yalnızca üremek için kıyıya gelirken bazı penguenlerin denizde 300 m. derinliğe kadar dalabildikleri kaydedilmiştir.
Çok sayıda kuş türü insanlar tarafından sokuldukları bölgelerde üreme popülasyonları oluşturmuştur. Bu sokulmaların bazıları av hayvanı olarak sokulan bayağı sülün örneğinde olduğu gibi isteyerek yapılmıştır. Bazıları ise esaret altında yaşayan "Myiopsitta monachus" türü kuşların kaçarak Kuzey Amerika'nın bazı şehirlerine yerleşmesi gibi kaza sonucu gerçekleşmiştir. Aralarında sığır balıkçılı, "Milvago chimachima", ve galah türlerinin de bulunduğu bazı türler tarımsal uygulamaların yeni uygun habitatlar yaratması sayesinde özgün yaşam alanlarının çok daha ötesine yayılabilmişlerdir.
Anatomi ve fizyoloji.
Diğer omurgalılarla kıyaslandığında kuşların vücut planında, çoğunlukla uçuşu kolaylaştırmak için oluşmuş birçok sıra dışı adaptasyon görülür.
İskelet sistemi.
İskelet çok hafif kemiklerden oluşur. Kemiklerde pnömatik kavite denilen ve solunum sistemi ile bağlantılı büyük ve hava dolu boşluklar bulunur. Erişkinlerin kafatasında kemikler birbirine kaynamıştır ve ek yeri görünmez. Göz çukurları büyüktür ve kemiksi bir septum ile ayrılmıştır. Omurga servikal, torasik, lumbar ve kaudal bölgelere ayrılır; servikal omurlar (boyun bölgesi) türler arasında değişkenlik gösterir ve oldukça esnektirler ancak ön torasik omurlarda hareket azalmıştır ve sonraki omurlarda ise yoktur. Son birkaç omur pelvis ile birleşerek sinsakrumu oluşturur. Kaburga kemikleri yassılaşmıştır ve uçamayan kuş takımları dışında kalanlarda uçma kaslarının bağlanabilmesi için sternum karina şeklini almıştır. Ön üyeler kanatlara dönüşmüştür. Kanatlar türlere göre az ya da çok gelişmiştir; kanatlarını kaybettiği bilinen tek gruplar soyları tükenmiş moa ve fil kuşlarıdır.
Boşaltım ve sindirim sistemi.
Sürüngenler gibi kuşlar da ürikoteliktir yani böbrekleri kanlarından nitrojenli atıkları ayırır ve bunları üre ya da amonyak olarak değil de ürik asit olarak üreterler yoluyla bağırsaklara boşaltır. Kuşların ne idrar kesesi ne de deve kuşları dışında dışa açılan üretra açıklığı vardır ve böbreklerden bağırsaklara geçen ürik asit dışkı ile birlikte yarı katı atık olarak dışarı atılır. Ancak sinek kuşları gibi kuşlar bilinçli şekilde ammonotelik olabilir yani nitrojenli atıkları amonyak olarak dışarı atabilirler. Kuşlar ayrıca memeliler gibi kreatinini değil kreatini dışarı atarlar. Bu madde ile bağırsaklardan geçen atıklar kuşun kloakından dışarı atılır. Kloak çok işlevli bir açıklıktır; atıklar ondan dışarı atılır, birçok kuş türü kloaklarını birleştirerek çiftleşir ve dişiler yumurtalarını ondan geçerek yumurtlar. Ayrıca bazı kuş türleri regurjitasyon yoluyla dışarı peletler atar.
Besinleri depolamak için bir kursakları ve dişlerinin olmamasını telafi etmek için yuttukları taşlarla besinleri öğüttükleri bir taşlıkları olan kuşların sindirim sistemleri kendilerine özgüdür. Kuşların çoğu uçuşa yardımcı olması için hızlı sindirme yönünde adaptasyon geçirmişlerdir. Bazı göçmen kuşlar, bağırsaklarındaki proteinler de dahil olmak üzere vücutlarının çoğu kısmındaki proteini göç sırasında ek enerji kaynağı olarak kullanmak üzere adaptasyon geçirmişlerdir.
Üreme sistemi.
Palaeognathae türlerinin kivi haricindeki erkek kuşları, Anhimidae familyası haricinde Anseriformes takımından bulunan erkek kuşlar ve Galliformes takımındaki erkek kuşlarda bulunan penis, Neoaves kladında yoktur. Galliformes takımında ise Cracidae familyası haricinde penis tam gelişmemiştir. Kuşlardaki penis uzunluğunun sperm rekabeti ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Çiftleşme dışında kloakın içinde proktodeum kısmında saklı olarak durur. Dişi kuşlar ise spermin ilişkiden sonra daha uzun süre dayanmasını sağlayan sperm depolarına sahiptir. Bazı dişi kuş türlerinde sperm keseleri, spermi yüzlerce gün boyunca saklayabilmektedir. Bu mekanizma sayesinde birden fazla erkekten alınan spermler rekabet edebilmektedir. Dişi kuşların çoğu vücudunun sol kısmında tek bir asimetrik yumurtalığa ve yumurta kanalına sahiptir. Birkaç kuş takımında ise çift yumurtalık görünür. Ancak bu türler bile genellikle tek yumurta kanalına sahiptir. Bazı kuş bilimciler bunun uçuşu kolaylaştıracak bir adaptasyon olduğunu düşünmüştür. Ancak erkek bireylerde iki testis görünür. Ayrıca kuş gonadlarının üreme mevsimi dışında ciddi bir oranda küçüldüğü bilinmektedir. Ayrıca karasal kuşlarda tıpkı yumurtlayan bir memeli olan ornitorenklerde olduğu gibi tek bir yumurtalık vardır. Durumun olası açıklaması yumurtanın yumurta kanalından yaklaşık bir gün boyunca geçerken bir kabuk geliştirmesidir. Eğer aynı anda iki yumurta gelişseydi hayati bir risk oluşacaktı.
Kuşlarda iki erkek ve dişi olmak üzere cinsiyet bulunur. Cinsiyet tayini memelilerdeki X ve Y kromozomu yerine Z ve W kromozomlarına bakılarak yapılır. Erkek kuşlarda iki Z kromozomu bulunur (ZZ) dişi kuşlarda ise bir Z ve bir W kromozomu bulunur.
Kuş türlerinin neredeyse hepsinde bireyin cinsiyeti döllenme sırasında belirlenir. Latince ismi "Alectura lathami" olan bir çalı hindisi türünde cinsiyetin ortam sıcaklığına bağlı belirlendiğine ilişkin çalışmalar olsa da daha sonra bunun sıcaklık etkisiyle cinsiyet bazlı ölümlerden kaynaklı erkek-dişi oranının azalması olduğu ortaya çıkmıştır.
Solunum sistemi.
Kuşlar hayvanlar arasında en karmaşık solunum sistemine sahiptir. Aldıkları havanın 3/4'ü akciğeri geçerek kemiklerdeki akciğerle bağlantılı hava keselerine gider. Kalan 1/4'ü ise akciğerlerde solunum için kullanılmaktadır. Soluk verme işleminde ise akciğerdeki kirli hava dışarı çıkarken eşzamanlı olarak hava keselerinde bulunan temiz hava akciğere döner. Bu sayede kuşlar hem soluk alırken hem de soluk verirken akciğerlerinde temiz hava bulunur. Ses üretimi sirinks denilen göğüs gırtlağında gerçekleşir. Trakenin alt ucunda bulunan bu kas grubu, trakenin altında bulunan timpanik zarları birleştirir. Bu organ kuşların soluk yardımıyla ses telleri olmadan ses üretmesini sağlar. Soluk borusu bazı türlerde uzayarak sesin yüksekliğini arttırır.
Davranışları.
Kuşlarda, beyinin gelişmiş olmasına bağlı olarak, davranış şekilleri karmaşıklaşmıştır. Özellikle sesle iletişim kurulması gelişmiştir. İnsan dışında başka bir canlının sesini taklit etme özelliği sadece kuşlarda bulunur. Ses analizleri tür ayrımlarında bir kriter olarak kullanılır. Beslenme- kur yapma, saldırma ve korunma ile ilgili davranışlar türden türe farklılık gösterir.
Kış uykusu.
Kuşlar kural olarak, Çobanaldatanlar (Caprimulgiformes) haricinde kış uykusuna yatmazlar. Kış uykusu sırasında "Phalaenoptilus nuttallii" türü vücut sıcaklığını 7 °C'ye kadar düşürmez.
Göç.
Kuşlarda göç, yılın belli bir dönemini, kuluçkaya yattığı yerden uzak olarak geçirmek anlamına gelir. Gezici kuşlar, kuluçka yerinden değişik yönlere doğru kısmen ayrılan kuşlardır. Yerli kuşlar ise, sürekli kuluçka bölgesinde kalan kuşlardır. Her üç grubunda arasında geçiş formu gruplar bulunmaktadır. Göç davranışı, kuluçka bölgesinde geçici olarak besinin azalması ile ortaya çıkabilir. Kuzeydeki kuşların soğuk mevsimle ve bitkilerin yapraklarını dökmesiyle göç ettikleri bilinir. Örneğin su kuşlarının yaşadıkları yerde suların buz tutmasıyla ya da güneyde yaşayanlarda kuraklık nedeniyle yazın kuzeye de göç davranışı başlar. Çoğu kuşta, kışlama ve kuluçkaya yatma bölgeleri kalıtsal bir birlik olarak saptanmıştır. İlkbaharda ya da yazın iç, kısmen dış etkilerle göç başlatılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13309",
"len_data": 22538,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.98
}
|
Junco, Emberizidae familyasına bağlı bir hayvan cinsidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13310",
"len_data": 57,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.91
}
|
Cacatua, Cacatuidae familyasına bağlı bir kuş cinsidir.
Taksonomi.
Cacatua cinsine bağlı türler (2024):
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13311",
"len_data": 103,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.79
}
|
Lezbiyen feminizm lezbiyenliğin feminizmin mantıksal sonucu olduğu görüşünü savunan feminist bir ideolojidir. Feminizme kara çalmak isteyen kimseler aynı iddiayı feminizmi gözden düşürmekte kullansalar da lezbiyen feministler feminizmin bu türünü lezbiyenliğin yayılmasının bir yolu olarak ortaya atmaktadırlar.
Feminist olan tüm lezbiyenleri lezbiyen feminizm ile karıştırmamak gerekir. Lezbiyen feminist olmak tüm feminist olan lezbiyenlerin üzerinde fikir birliği etmediği özel bir ideolojiye bağlı olmaktır.
Lezbiyen feminizmin en önemli iddiası ve temeli, tüm kadınların enerjilerinin büyük bir kısmını kadın hareketine destek vermek ve sevgi duymakta kullanmaları için lezbiyen olmaları ve olabilecekleridir. Lezbiyen feministler, erkeklerle cinsel ilişki kurmaya devam etmenin, ayrımcı yasaların kadınları erkek partnerleri kadar kazanmalarına engel olmasına veya hatta iyi nitelikleri için gereken yeterli ödemeyi alamamalarına, evli kadına baskı uygulamakta kullanılan ve onun kariyer yapmasını engelleyen tam gün bebek bakıcılığı yaptırılmalarına ve ev hanımlarını erkeğe ekonomik bakımdan bağımlı kılmaya sebep olan baskıcı heteroseksüel modele yakalanmak anlamına geldiğini iddia etmektedirler. Hatta erkeklerle cinsel ilişkiye giren biseksüel kadınlar dahi erkek partnerlerini terk etmeleri için lezbiyen feminizm tarafından tamamen kadınlarla cinsel ilişki kurmaya teşvik edilmektedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13314",
"len_data": 1402,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.62
}
|
Bükreş (Rumence: "București"), Romanya'nın başkentidir. Romanya Ovasının ortasında, Tuna Nehri'nin bir kolu olan Dimboviçe'nin kıyısında kurulmuştur. Nüfusu 2016 itibarıyla 2,1 milyon civarındadır.
Bükreş 1862'de Romanya'nın başkenti olmuştur. Bu sebeple Rumen medya, kültür ve sanatının merkezidir. Şehrin mimarisi, tarihi (çoğunlukla Eklektik, aynı zamanda Neoklasik ve Art Nouveau), interbellum (Bauhaus ve Art deco), komünist ve modern dönemlerin bir karışımıdır. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde, şehrin zarif mimarisi Bükreş'e 'Doğunun Paris'i' (Rumence: Parisul Estului) veya 'Küçük Paris' (Rumence: Micul Paris) lakabını kazandırmıştır. Tarihi şehir merkezindeki binalar ve semtler savaş ve depremler nedeniyle ağır hasar görmüş veya yıkılmış olsa da, günümüzde birçoğu varlıklarını sürdürmektedir. Son yıllarda şehir ekonomik ve kültürel bir patlama yaşamaktadır. Financial Times, CBRE, TechCrunch ve diğer şirketlere göre Bükreş, Avrupa'nın en hızlı büyüyen yüksek teknoloji şehirlerinden biridir. Bükreş, 2019'dan beri Güneydoğu Avrupa'daki en büyük yüksek teknoloji zirvesine de (Romanya Blockchain Zirvesi) ev sahipliği yapmaktadır.
2016 yılında şehir merkezi, Dünya Anıtlar İzleme Örgütü tarafından 'tehlike altında' olan yerler listesine alınmıştır. Mastercard Küresel Kentsel Destinasyonlar Endeksi'ne göre, Bükreş 2017'de, gece konaklayan turist sayısında en yüksek artışa sahip olan Avrupa şehri olmuştur. Aynı araştırmaya göre Bükreş 2018 ve 2019'da, en yüksek gelişme potansiyeline sahip Avrupa şehri olmuştur. Başka bir araştırma, Bükreş'in 2050 yılına kadar Avrupa'nın en zengin şehri olacağını tahmin etmektedir.
Bükreş ekonomik olarak Romanya'nın en gelişmiş şehridir. Şehirde çok sayıda kongre tesisi, eğitim enstitüsü, kültürel mekân, geleneksel alışveriş pasajı ve dinlenme alanı bulunmaktadır.
Etimoloji.
Bükreş'in Rumence adı olan "București", henüz doğrulanmamış bir kökene sahiptir. İsim, tarihteki farklı efsanelere göre prens, haydut, balıkçı, çoban veya avcı olan "Bucur"'un adıyla ilişkilendirir. Rumence'de "bucurie" kelimesi 'neşe' ('mutluluk') anlamına gelmektedir ve Daçyaca kökenli olduğuna inanılır. Bu nedenle Bükreş şehri 'neşe şehri' anlamına gelmektedir.
Tarih.
Çok eski yerleşim yeri olduğunu gösteren arkeolojik kalıntılar olmakla beraber Bükreş (București) adına ilk defa 1459'dan kalma yazılı belgelerde rastlanmıştır. 1448-1476 arasında üç dönem tahta çıkan III. Vlad Tepeş (Kazıklı Voyvoda), Eflak Devletini ve özellikle o dönemde başkent olan Tirgovişte'yi Osmanlılara karşı korumak için Bükreş Kalesi'ni yaptırdı. Ardından birçok başka yer de tahkim edilmişti. Bilhassa eline geçirdiği Müslümanları kazığa vurarak azap içinde öldürmesi sebebiyle Türkler Vlad Tepeş'e Kazıklı Voyvoda derlerdi.
Fatih Sultan Mehmet, Vlad'ın bu katliamları üzerine 1462'de Eflak üzerine büyük bir sefer düzenledi. Bir ay süren hareket neticesinde Eflak, Osmanlıların mümtaz bir eyaleti hâline geldi. Böylece Osmanlı idaresine giren Bükreş, hızla gelişerek Eflak'ın başlıca ekonomi merkezi oldu. 1659'da başkent yapıldı. Kürkçüler sokağı ve Eyerciler sokağı gibi bazı sokak isimleri şehirde loncaların kurulduğunu göstermektedir.
Eflak ve Boğdan, Romanya Prensliğini oluşturmak üzere birleştirildi ve 1862 yılında, Bükreş yeniden ülkenin başkenti oldu; 1881 yılında, 19. yüzyılın ikinci yarısında I. Carol altında Romanya'nın yeniden ilan Krallığı'nın siyasi merkezi haline geldi. Bu yüzyılda kentin nüfusu önemli ölçüde artmıştır ve kentsel gelişmede yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde, gaz aydınlatmasında, tramvaylar ve sınırlı elektrifikasyon getirilmiştir.
18. yüzyıldan başlayarak Bükreş'e mahallî prensler yerine İstanbul'daki Fenerli Rumlardan seçilen yöneticiler yollandı. 1821'de Tudor Vladimirescu önderliğinde başlayan ayaklanma sonucunda, Fener yönetimine son verildi. 1859'daki ayaklanmadan sonra da Eflak ve Boğdan birleşti ve 1862'de de Bükreş Romanya'nın başkenti ilan edildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Romanya tamamen ayrıldı.
Romanya'da komünizmin kurulmasının ardından, şehir büyümeye devam etti. Çoğu kule bloklarına hakim olan yeni ilçeler inşa edildi. Nikolay Çavuşesku liderliği (1965-1989) sırasında şehrin tarihi bölümlerinin çoğu yıkıldı. 4 Mart 1977'te kentin 135 km (83.89 mil) uzağında, Vrancea merkezli olarak bir deprem meydana geldi ve 1500 kişinin ölümüne ve şehrin tarihi merkezinde fazla hasara yol açtı.
2000 yılından sonra kentin modernize ve kentsel yenilemesi deva etmektedir. Bükreş'in tarihi merkezinde restorasyon çalışmalarının yanı sıra, Konut ve ticari gelişmeler özellikle kuzey bölgelerinde devam etmektedir.
Bükreş'teki en önemli yükseköğretim kurumları Gheorghe Gheorghiu-Dej Politeknik Enstitüsü ve Bükreş Üniversitesi'dir. Ayrıca, çok sayıda araştırma merkezi ile bilim ve sanat dallarında öğrenim veren yüksek okullar vardır.
İmalat sanayisi olarak, başta makine aletleri ve tarım makineleri, elektrik ve otomotiv donanımı, otobüs ve troleybüs yapımı sayılabilir.
Ulaşım bakımından metro ve tramvay olarak gelişmiş durumdadır.
Yönetim.
Bükreş 6 sektöre ayrılmıştır. Bunlar;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13315",
"len_data": 5076,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.59
}
|
Audi A8, Audi firmasının 1994 yılında ilk nesli üretilen üst sınıf lüks bir otomobil modelidir. 2002 ikinci nesli piyasaya sunulmuştur. 2005'te makyajlanan araç 2009 yılının sonunda tamamen yenilenerek 3. nesline kavuşmuştur. Ardından 2017 yılında 4. Nesline kavuşmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13318",
"len_data": 271,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 2.98
}
|
II. Gazi Giray veya Bora Gazi Giray (1554 - 1607) 16. yüzyıl sonlarında iki kez Kırım Hanlığı tahtına oturdu.
II. Gazi Giray I. Devlet Giray'ın (saltanat: 1551-1577) oğludur. İki defa tahtta oturdu: (1588 - 1596) ve (1596 - 1607). Uzun zaman İran'da esir kalan Bora Gazi Giray Han, medrese tahsili görmüştür. Esaretten kurtularak önce Erzurum'a daha sonra Yanbolu üzerinden Kırım'a geçen II. Gazi Giray Macaristan ve İran'a yönelik seferlere katıldı. Bahçesaray'da veba hastalığından 1607'de öldü.
Sanat yaşamı.
Başarılı bir devlet adamı ve asker olmasının yanında iyi bir şair ve besteci idi. Ayrıca hattattı. Sanatçıları, bilginleri korumuş; çok değerli saz eserleri bestelemiştir. Peşrevleri, saz semaileri bugün hâlâ sık sık çalınır. Hüzzam peşrevi, mahur peşrevi ile saz semaisi, bayatîaraban peşrevi, şedaraban saz semaisi Klasik musiki repertuvarının en güzel saz eserleri arasındadır. Eski mecmualarda adı "Tatar" diye geçer. (Gazayî) mahlası ile birçok şiir yazmıştır.
Şiir yazan Girayların içinde en meşhuru Bora Gazi Giray Han'dır. Uzun zaman İran'da esir kalan Bora Gazi Giray Han, medrese tahsili görmüştür. Gazi Giray'ın Farsça rubaileri olduğu gibi, gazelleri de Osmanlı şairlerinin gazelleri düzeyindedir. Gazi Giray Han'ın Kıpçak Türkçesi ile yazdığı şiirleri de vardır. Osmanlılarla beraber Avrupa seferine katılan Bora Gazi Giray'ın oradan padişaha yazdığı manzum mektuplar da çok meşhur olmuştur. 1607 yılında ölen Bora Gazi Giray Han'ın şiirleri, bir divançe halinde İsmail Hikmet Ertaylan tarafından basılmıştır.
Râyete meylederiz kâmet-i dil-cû yerine
Tuğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
Gazi Giray Han mûsikîde olduğu kadar klasik Türk şiirinde de önemli bir şahsiyettir. Bilhassa devrinin diğer şairlerinden (Epik) mahiyetteki şiirleriyle ayrılır. Ayrıca mesnevi tarzında yazdığı (Gül ve Bülbül) isimli eseri, mektupları, devrin alimlerinden Kefeli Hüseyin Efendi'ye yazmış olduğu manzum ve mensur münşeatı(mektupları) önemlidir.
Padişah tarafından sefere memur olunduğunda gönderdiği manzum mektup:
Bir mücahid kulunuz bezlederiz cân-u teni
Padişahım ne diyem sonra duyarsız haberi
Kaçmayız tir-ü teberden çalışub din yoluna
Ol benim boynuma ger var ise ânın zararı
Biz de ikdâm ederiz varmaya bir gün ileri
Geri kalmaz ânı bil, her kim ola cenk eri
Macerâ-yı seferin derdini şerh eyler isem
İstima edene tesir eder ol gam haberi
Azmeder oldu gaza-yı sefere sultanım
Kıl ana hayır dua, işte kulundur iş eri.
Kaynak: Türk Mûsikîsi Tarihi, Dr. Nazmi Özalp, İstanbul 1986
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13319",
"len_data": 2509,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.34
}
|
Aladağlar, Kayseri-Niğde-Adana illeri arasında bulunan dağ sırası, bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği bakımından zengindir. Bu nedenle dağın 54.524 hektarlık bölümü ilk önce Hacer Ormanı Tabiat Parkı adı altında koruma altına alınmıştır, ardından 1995 yılında biraz daha geniş bir yüz ölçümüyle millî park ilan edilmiştir.
Tanıtım.
Akdeniz Bölgesi'nde, Niğde, Kayseri, Adana illeri sınırları içinde Aladağlar üzerinde yer almaktadır. 1995 yılında ilan edilmiştir. Yüz ölçümü 55.065 hektardır. Toros sıradağlarının en yüksek zirvelerine sahip olan Aladağlar jeolojik olarak da Türkiye'nin en ilginç yerlerinden biridir. Buzul Gölleri ve Kapuzbaşı Şelaleleri görülmeye değer yerlerdir. Millî parkın düşük rakımlı kesimlerinde kızılçam bulunurken, yüksek kesimlerde sedir, karaçam ve göknar toplulukları bulunmaktadır. Ağaç sınırının üzerinde ise kayalar arasında yetişen alpin çayırlar mevcuttur. Alanın florasında endemik bitki türleri oldukça fazladır. Millî parkta yaban keçisi, yaban domuzu, kurt, çakal, sansar, gelengi gibi memeliler bulunur. Ayrıca kaya kartalı ve küçük kartal gibi kartal türleri ile sakallı akbaba, kızıl akbaba ve küçük akbaba bulunur. Kuş gözlemcilerinin özellikle görmek için geldiği urkeklik de bölgede çoğalan önemli kuşlar arasındadır.
Aladağlar'ın güney kısımda Akdeniz İklimi, kuzey kısımlarında Karasal iklim hâkimdir. Güney bölümde kızılçam, sedir, karaçam ve Toros göknarı yaygındır. Kuzey yamaçlarda, İran-Turan bitki topluluğuna ait bozkır türleri yaygındır. Kuzey bölümlerde insan baskısıyla Antropojen bozkır alanları artmaktadır.
İlk baharda eriyen karlardan dolayı Aladağlar'da birçok göl oluşur ama kurak yaz mevsiminde bu göllerden çoğu buharlaşıp yok olur. Yalnızca yer altı suları ile de beslenen birkaç göl kalır. Aladağlar içinde birçok gölün bulunduğu genişçe bir kazanı andırır.
Kalker kayalardan oluşan Aladağlar'da Emli, Barazama vadileri ve güney yamaçları dışında ormanlık alan görülmez. Dağda alpin bitki toplulukları gelişmiştir.
Aladağlar, hem Türkiye'den hem de diğer ülkelerden dağcıların Türkiye'de en çok rağbet ettikleri yerlerden biridir. Alanda dağcılık, yürüyüş, kuş gözlemciliği, kampçılık gibi aktiviteler yapılmaktadır. Yüksek kaya duvarları, derin vadiler ve buzul gölleri önemli çekim noktalarındandır.
Dağcılık faaliyetleri.
En yüksek doruğu 3771 metre yüksekliğindeki Kızılkaya'dır. Aladağlar'da, tırmanışlar için 3700 metre üzerinde dört doruğun yanı sıra 3500 metrenin üzerinde 50'den fazla doruk vardır. Bu doruklar Niğde il sınırları içinde devam eden Toros dağ kıvrımlarının (Orta Toroslar) en yüksek doruklarıdır.
Bölgede 100 yıldan fazla süredir profesyonel dağcılık yapılmaktadır. Kaydedilen ilk tırmanış jeolog Franz Schaffer'in 1901 yılında gerçekleştirdiği Alacabaşı çıkışıdır. Bilimsel amaçlı gerçekleştirilen bu seyahati takiben Avrupalı tırmanıcılar Georg Künne, Wilhelm Martin ve Marianne Martin tarafından 1927 yazında bölgeye bir ekspedisyon gerçekleştirilmiştir ve Demirkazık, Kızılkaya, Eznevit, Kaldı ve Alaca zirvelerinin ilk çıkışları yapılmıştır.
Her mevsimde tırmanış gerçekleştirmek mümkündür. Ancak dağcıların bu kararı kendi bilgi, deneyim ve fiziksel yeterliliklerine göre karar vermesi gerekir. Kışın yoğun kar, tipi ve rüzgar görülür, sıcaklıklar uzun süre donma noktasının altında seyreder. Sıcaklıkların yükselmesiyle birlikte ilkbahar mevsimi en fazla çığın görüldüğü zamanlardır. Şubat-mayıs arasında tırmanış yapacak kişilerin çığ koşullarına özellikle dikkat etmesi gerekir. Havaların ısındığı, kar miktarının azaldığı ve günlerin daha uzun olduğu haziran ve temmuz aylarında tırmanış faaliyetleri artar. Bu dönemde su kaynakları da boldur. Ağustos ve eylül ayları hava koşullarının en stabil olduğu, yağışın çok az görüldüğü aylardır. Bu aylar da tırmanışa uygun olsa da, yaz sonuna doğru su kaynaklarının kurumasından dolayı tırmanışçılar yanlarında ihtiyaçları olan suyu taşımak zorundadırlar.
Tırmanış yapacak kişilerin olası acil durumlarda iletişimi sağlamak adına tırmanışlarını jandarmaya bilgilendirmesi gerekmektedir. Bunun haricinde, Uludağ'da yaşanan bir kaza sonrası Türkiye genelinde dağcılık amacıyla gerçekleştirilen her türlü tırmanış için önceden yazılı izin alınması gerektiğine dair bir genelge yayınlanmıştır. Ancak bu genelge beraberinde tartışmaları da beraberinde getirmiş, pek çok dağcı tırmanış izninin dağcılığın ruhuna aykırı olduğunu belirtmiştir. 2022 Aralık itibarıyla bu uygulamada tutarsızlıklar vardır.
Bölgede farklı derece ve zorluklarda pek çok tırmanış rotası bulunmaktadır. Ziyaretçiler eğer deneyim sahibi değillerse olası kazaları önlemek adına tırmanışlarını sadece rehber eşliğinde gerçekleştirmeleri gerekir. Millî park sınırlarının hemen dışında, kuzeyde Çukurbağ ve Demirkazık köylerinde, güneyde ise Ulupınar ve Kapuzbaşı köylerinde aktif pek çok turizm firması, rehber ile pansiyon ve bungalov tipi konaklama tesisi vardır.
Kazalar.
Tutulan kayıtlara göre Aladağlar, Türkiye'de en çok dağ kazasının yaşandığı bölgedir. Bunun en büyük sebebi, diğer dağlara kıyasla bölgeye daha fazla sayıda eğitim, tırmanış ve yürüyüş amaçlı faaliyet düzenlenmesi denebilir. Türkiye'deki ölümlü dağ kazaları en çok düşme ve çığ sebebiyle gerçekleşmiştir. Bölgede kaydedilen ilk ölümlü kaza 1956 yılında olmuştur ve Engin Kongar hayatını kaybetmiştir.
Tırmanış.
Demirkazık Tırmanışı: Aladağların en önemli zirvelerinden olan Demirkazık (3757 m) tırmanışı için Çukurbağ köyünden yaya olarak 1,5 saat uzaklıktaki Sokullupınar kamp yeri olarak seçilir. Kamp yerinden doruğa tırmanış ve dönüş normal olarak 10-12 saat sürer. Aladağlar'da birden fazla tırmanış yapacaklar Yedigöller bölgesini ya da Çelikbuyduran mevkiini kamp yeri olarak seçebilirler. Çukurbağ köyü Yedigöller arası yaya olarak 10-12 saattir. Yedigöllerden Emler Zirvesi, (3723 m) Kızılkaya, (3771m) Direktaş (3510 m) zirvelerinde çeşitli rotalardan tırmanmak mümkündür. Demirkazık köyünde İl Özel İdaresi tarafından yaptırılmış olan 100 yataklı yeni ve modern bir dağ evi bulunmaktadır. Burada yemek ve duş imkânı olduğu gibi, bir kütüphane ve dinlenme salonu da mevcuttur. Dağ evinden hareket edilerek birçok spor ve geleneksel tırmanış rotalarının bulunduğu Cımbar Boğazı'na ulaşmak ve Demirkazık (3756) ile Küçük Demirkazık (3425m) zirvelerine tırmanmak mümkündür.
Ayrıca, Çukurbağ köyünden hareketle 1,5-2 saatlik bir yürüyüş sonunda Emli vadisi girişine varılır. Buradan da Kaldı (3734 m), Güzeller (3461 m) ve Alaca (3588 m) zirvelerine tırmanmak mümkündür.
Ulaşım.
Millî Park'a Adana, Kayseri ve Niğde illerini çevreleyen karayolu, havayolu ve demiryolu ile ulaşılabilir. Milli Park İstanbul'a 795 km, Ankara'ya 365 km, Adana'ya ise 160 km mesafededir. Demirkazık köyüne ulaşım, Niğde ve Adana'dan Çamardı otobüsleri ile sağlanmaktadır. Kayseri-Yahyalı arası 66 km, Niğde-Çamardı arası 65 km, Adana-Çamardı arası ise 160 km'dir. En yakın havalimanı Çukurova Havalimanı'dır. Demiryolu ile ulaşmak isteyenler Niğde istasyonunda indikten sonra karayoluyla devam etmelidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13321",
"len_data": 6977,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.67
}
|
Kapalı havzalar, sularını denizlere kadar ulaştıramayıp kuruyan, yer altına sızdıran veya göle dökülüp kalan havzalardır. Kapalı havzaların oluşmasında; yer şekillerinin oluşumu ve iklim etkilidir. Kapalı havzalar genellikle iç kesimlerde, kurak iklim bölgelerinde görülür. Açık havzalar ise kıyı kesimlerde ve nemli iklim bölgelerinde görülür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13328",
"len_data": 344,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.6
}
|
John Ronald Reuel Tolkien (3 Ocak 1892, Bloemfontein, Özgür Orange Devleti - 2 Eylül 1973, Bournemouth), İngiliz yazar, şair, filolog ve akademisyendir. "Hobbit" ve "Yüzüklerin Efendisi" gibi fantastik kurgu eserleriyle tanınır.
1925'ten 1945'e kadar Tolkien, Oxford Üniversitesi'nde Rawlinson ve Bosworth Anglo-Sakson Profesörü ve Pembroke Koleji üyesiydi. Daha sonra aynı üniversitede Merton İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü ve Merton Koleji üyesi olarak 1945'ten 1959'daki emekliliğine kadar sürdürdüğü pozisyonlara geçti. Tolkien, resmî olmayan edebi tartışma grubu The Inklings'in ortak üyesi C. S. Lewis'in yakın arkadaşıydı. 28 Mart 1972'de Kraliçe II. Elizabeth tarafından Britanya İmparatorluk Nişanı Komutanı olarak atandı.
Tolkien'in ölümünden sonra oğlu Christopher, babasının kapsamlı notlarına ve "Silmarillion" da dahil olmak üzere yayınlanmamış el yazmalarına dayanan bir dizi eser yayınladı. Bunlar, "Hobbit" ve "Yüzüklerin Efendisi" ile birlikte, Arda ve onun içinde Orta Dünya adlı bir fantezi dünyası hakkında bağlantılı bir masallar, şiirler, kurgusal tarihler, icat edilmiş diller ve edebi denemeler bütünü oluşturur. 1951 ve 1955 yılları arasında Tolkien, bu yazıların büyük bir kısmına "legendarium" terimi adını verdi.
Diğer birçok yazar Tolkien'den önce fantastik eserler yayınlamış olsa da, "Hobbit" ve "Yüzüklerin Efendisi'nin" büyük başarısı, türün doğrudan popüler bir yeniden canlanmasına yol açtı. Bu, Tolkien'in popüler olarak modern fantezi edebiyatının ya da daha doğrusu yüksek fantezinin "babası" olarak tanımlanmasına neden oldu.
Hayatı.
Soyu.
Tolkien'in doğrudan baba tarafından ataları, Londra ve Birmingham'da saat ve piyano yapıp satan orta sınıf zanaatkarlardı. Baba tarafından bilinen en eski atası olan Michel Tolkien'in 1620'de, Orta Çağ Almanlarının doğuya doğru genişlemesi sırasında, Königsberg yakınlarındaki Doğu Prusya kasabası Kreuzburg'da doğdu. Michel'in oğlu Christianus Tolkien (1663-1746) Kreuzburg'da zengin bir değirmenciydi. Onun da oğlu Christian Tolkien (1706-1791) Kreuzburg'dan yakındaki Danzig'e taşındı. İki oğlu Daniel Gottlieb Tolkien (1747-1813) ve Johann (John) Benjamin Tolkien (1752-1819) 1770'lerde Londra'ya göç etti ve İngiliz Tolkien ailesinin ataları oldu; küçük erkek kardeş Johann Benjamin Tolkien, J.R.R. Tolkien'in büyükbabasıydı. 1792'de John Benjamin Tolkien ve William Gravell, Londra'daki Erdley Norton üretimini devraldı ve o andan itibaren Gravell & Tolkien adı altında saat ve saatler sattı. Daniel Gottlieb 1794'te İngiliz vatandaşlığı aldı, ancak John Benjamin görünüşe göre hiçbir zaman İngiliz vatandaşı olmadı. Londra'daki iki kardeşe diğer Alman akrabaları da katıldı. Günümüzde soyadı Tolkien veya benzer bir yazımla, bazıları JRR Tolkien ile aynı ailenin üyeleri, kuzey Almanya'da yaşamaktadır. Çoğu, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda 1945'te Doğu Prusya'yı tahliye eden insanların torunlarıdır.
Ryszard Derdziński'ye göre, Tolkien adı Aşağı Prusya kökenlidir ve muhtemelen "Tolk'un oğlu/torunu" anlamına gelir. Tolkien, yanlışlıkla soyadının "aptal" anlamına gelen Almanca tollkühn kelimesinden türetildiğine inanırdı ve şaka yoluyla kendisini The Notion Club Papers'a kelime oyunu yaparak tam çeviriyle "Rashbold" adı altında bir "kameo" olarak soktu. Ancak Derdziński bunun yanlış bir etimoloji olduğunu göstermiştir. Babası erken öldüğü için J.R.R. Tolkien, Tolkien ailesinin Alman kökenli olduğunun farkındayken, ailenin geçmişi hakkındaki bilgisi sınırlıydı.
Çocukluğu.
John Ronald Reuel Tolkien, 3 Ocak 1892'de Özgür Orange Devleti'nde (daha sonra Britanya İmparatorluğu tarafından ilhak edildi; şimdi ise Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Özgür Devlet Eyaleti) Bloemfontein'de bir İngiliz banka müdürü olan Arthur Reuel Tolkien (1857-1896) ve eşi Mabel'ın, doğumdaki soyadı Suffield (1870-1904) oğlu olarak doğdu. Çift, Arthur'un çalıştığı İngiliz bankasının Bloemfontein ofisinin başına terfi ettiğinde İngiltere'den ayrılmıştı. Tolkien'in 17 Şubat 1894'te doğan Hilary Arthur Reuel Tolkien adında küçük bir erkek kardeşi vardı.
Çocukken, Tolkien bahçede büyük bir babun örümceği tarafından ısırıldı. Hikâyelerindeki büyük örümceklerin bu olaydan esinlenildiği düşünülse de, Tolkien olayla ilgili önemli bir hatırası olmadığını ve bir yetişkin olarak örümceklere karşı özel bir nefreti olmadığını söylemiştir. Tolkien'in bebeklik dönemindeki bir olayda, genç bir aile hizmetçisi bebeği evine götürdü ve ertesi sabah geri verdi.
Üç yaşındayken, uzun bir aile ziyareti olması düşünülerek annesi ve erkek kardeşiyle birlikte İngiltere'ye gitti. Ancak babası, onlara katılamadan Güney Afrika'da romatizmal ateşten öldü. Bu, aileyi gelirsiz bıraktı, bu yüzden Tolkien'in annesi onu ailesiyle birlikte Kings Heath, Birmingham'e götürdü. Birmingham'da yaşamaya başladı. Kısa bir süre sonra, 1896'da, daha sonra Birmingham'a eklenen bir Worcestershire köyü olan Sarehole'a (şimdi Hall Green'de) taşındılar. Daha sonra kitaplarındaki sahnelere ilham verecek olan Sarehole Mill ve Moseley Bog ile Clent, Lickey ve Malvern Hills'i, Bromsgrove, Alcester ve Alvechurch gibi yakındaki kasaba ve köyleri ve teyzesi Jane'in çiftliği olan adını hikâye kurgusunda kullandığı Bag End gibi yerleri keşfetmekten keyif aldı.
Anne Mabel Tolkien iki çocuğunu evde eğitti. Ailede bilindiği gibi Ronald hevesli bir öğrenciydi. Ona bolca botanik öğretti ve onda bitkilerin görünüşünün ve hissinin zevkini uyandırdı. Genç Tolkien manzara ve ağaç çizmeyi severdi, ancak en sevdiği dersler dillerle ilgiliydi ve annesi ona Latincenin temellerini çok erken öğretti.
Tolkien dört yaşında okumayı ve kısa bir süre sonra akıcı bir şekilde yazabilmeyi öğrendi. Annesi onun çokça kitap okumasına izin verirdi. Define Adası ve Fareli Köyün Kavalcısı'dan hoşlanmadı ve Lewis Carroll'ın Alice Harikalar Diyarında kitabını "eğlenceli ama rahatsız edici" olduğunu düşündü. "Kızıl Kızılderililer" (Yerli Amerikalılar) hakkındaki hikâyeleri ve George MacDonald'ın fantezi eserlerini severdi. Ek olarak, Andrew Lang'ın "Peri Kitapları" onun için özellikle önemliydi ve etkileri daha sonraki yazılarından bazılarında açıkça görüldü.
Mabel Tolkien, Baptist ailesinin kendisine yapılan tüm mali yardımları durduran şiddetli protestolarına rağmen 1900 yılında Roma Katolik Kilisesi'ne kabul edildi. 1904'te J.R.R. Tolkien 12 yaşındayken annesi, kiraladığı Rednal'daki Fern Cottage'da 34 yaşında akut diyabetten öldü. Mabel o zamanlar yaklaşık 34 yaşındaydı, tip 1 diyabetli bir kişinin tedavi olmadan hayatta kalabileceği yaştaydı - insülin, yirmi yıl sonra 1921'e kadar keşfedilmeyecekti. Annesinin ölümünden dokuz yıl sonra, Tolkien şöyle yazdı: "Benim kendi sevgili annem gerçekten de bir şehitti ve Tanrı, Hilary (erkek kardeşi) ve bana yaptığı gibi, onun büyük armağanlarına bu kadar kolay bir yol herkese bahşetmez, inancımızı korumamızı sağlamak için bize emek ve zahmetle kendini öldüren bir anne veriyor."
Ölümünden önce, Mabel Tolkien oğullarının velayetini yakın arkadaşı, onları iyi Katolikler olarak yetiştirmekle görevlendirilen Birmingham Oratory'den Peder Francis Xavier Morgan'a vermişti. 1965 yılında oğlu Michael'a yazdığı bir mektupta Tolkien, her zaman "Francis Baba" olarak adlandırdığı adamın etkisini hatırladı: "O, üst sınıf bir Galli-İspanyol muhafazakarıydı ve bazılarına sadece çömlekçilik yapan eski bir dedikoducu gibi görünüyordu. Öyleydi - ve değildi. Hayırseverliği ve bağışlamayı ilk önce ondan öğrendim ve onun ışığında içinden çıktığım 'liberal' karanlığı bile deldim, 'Kanlı Meryem' hakkında, Romanistler tarafından kötü bir tapınma nesnesi olmasının dışında asla anılmayan İsa'nın Annesinden daha çok şey biliyordum." Annesinin ölümünden sonra Tolkien, Birmingham'ın Edgbaston bölgesinde büyüdü ve King Edward's School, Birmingham ve daha sonra St Philip's School'a gitti. 1903'te Vakıf Bursu kazandı ve King Edward's'a döndü.
Gençliği.
Tolkien, gençliğinin ilk yıllarında, kuzenleri Mary ve Marjorie Incledon'ın bir icadı olan, kurgulanmış bir dil olan Animalic ile ilk defa kurgulanmış dillerle tanıştı. Tolkien o sırada Latince ve Anglo-Sakson okuyordu. Animalic'e olan ilgileri kısa sürede geçti, ancak Mary ve Tolkien'in kendisi de dahil olmak üzere Nevbosh adında yeni ve daha karmaşık bir dil icat etti. Daha sonra Naffarin adında bir kurgu dili kendi eseri olacaktı. Tolkien, Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından 1887 yılında yaratılan yapay dil Esperanto'yu 1909'dan bir süre önce öğrendi. 10 Haziran 1909 civarında, on altı sayfalık bir defter olan "Foxrook'un Kitabı"nı besteledi ve burada "kendi icat ettiği alfabelerden birinin en eski örneği" ortaya çıktı. Bu defterdeki kısa metinler Esperanto dilinde yazılmıştır.
1911'de King Edward's School'dayken Tolkien ve üç arkadaşı Rob Gilson, Geoffrey Bache Smith ve Christopher Wiseman, T.C.B.S. adını verdikleri yarı gizli bir topluluk kurdular. Topluluğun baş harfleri, okulun yakınındaki Barrow's Mağazalarında ve gizlice okul kütüphanesinde çay içmeye olan düşkünlüklerini ima eden Tea Club ve Barrovian Society'nin kısaltmasıydı. Okuldan ayrıldıktan sonra üyeler iletişim halinde kaldılar ve Aralık 1914'te Londra'da Wiseman'ın evinde bir konsey topladılar. Tolkien bu toplantılar sonucunda şiir yazmaya yönelik güçlü bir bağ yakaladı.
1911'de Tolkien, 1968'de yazdığı bir mektupta bahsettiği bir gezi olan İsviçre'de bir yaz tatiline gitti. Bilbo'nun Dumanlı Dağlardaki Yolculuğu (kayan taşların çam ormanlarına kayması dahil), doğrudan onun 12 kişilik grubu Interlaken'den Lauterbrunnen'e ve Mürren'in ötesindeki morenlerde kamp yapmak üzere yürüyüşe çıktığı maceralarına dayanmaktadır. Elli yedi yıl sonra Tolkien, Jungfrau ve Silberhorn'un sonsuz karlarının manzarasını terk etmekten duyduğu pişmanlığı anlatır, "Rüyalarımın Silvertine (Celebdil)'i". Kleine Scheidegg üzerinden Grindelwald'a ve Grosse Scheidegg üzerinden Meiringen'e gittiler. Grimsel Geçidi boyunca, yukarı Valais üzerinden Brig'e ve ardından Aletsch buzuluna ve Zermatt'a devam ettiler.
1911 Ekim ayında, Tolkien Oxford Exeter College'da okumaya başladı. Başlangıçta klasikleri okudu, ancak 1913'te kursunu İngiliz dili ve edebiyatına çevirdi ve 1915'te birinci sınıf onur derecesiyle mezun oldu. Oxford'daki hocaları arasında, Gotik Dilinin İlk Öğreticisi olan Joseph Wright vardı. Bu hoca Tolkien'e çocukluk yıllarında büyük bir ilham kaynağı olmuştur.
Kız arkadaşı ve evliliği.
16 yaşındayken Tolkien, erkek kardeşi Hilary ile Edgbaston'daki Duchess Road'da bir pansiyona taşındı. Orada kendisinden üç yaş büyük olan Edith Mary Bratt ile tanıştı. Humphrey Carpenter'a göre, "Edith ve Ronald, özellikle kaldırıma bakan bir balkonu olan Birmingham çay dükkânlarına sık sık gidiyorlardı. Orada oturup yoldan geçenlerin şapkalarına şeker topakları atıyor, şekerlik bittiğinde bir sonraki masaya geçiyorlardı. Kişiliklerinde ve konumlarında iki kişiyle, romantizmin gelişmesi kaçınılmazdı. İkisi de şefkate muhtaç yetimlerdi ve bunu birbirlerine verebileceklerini anladılar. 1909 yazında aşık olduklarına karar verdiler."
Vasisi Peder Morgan, vekil oğlunun daha yaşlı, Protestan bir kadınla romantik bir ilişki içinde olmasını "tamamen talihsizlik" olarak değerlendirdi; Tolkien, birleşik gerilimlerin "sınavlarını boğmasına" katkıda bulunduğunu yazdı. Morgan, onun 21 yaşına kadar Edith ile görüşmesini, konuşmasını ve hatta onunla yazışmasını yasakladı. Peder Morgan, durmazsa üniversite kariyerini yarıda kesmekle tehdit edince Tolkien bu yasağa harfiyen uydu.
21. doğum gününün akşamında Tolkien, Cheltenham'da aile dostu C.H. Jessop ile birlikte yaşayan Edith'e bir mektup yazdı. Onu sevmekten asla vazgeçmediğini ilan etti ve onunla evlenmesini istedi. Edith, en yakın okul arkadaşlarından birinin erkek kardeşi George Field'ın teklifini zaten kabul ettiğini söyledi. Ancak Edith, Field'la evlenmeyi yalnızca kendini "rafta" hissettiği için kabul ettiğini ve Tolkien'in hâlâ ona değer verdiğinden şüphe etmeye başladığını söyledi. Tolkien'in mektubu yüzünden her şeyin değiştiğini açıkladı.
8 Ocak 1913'te Tolkien trenle Cheltenham'a gitti ve platformda Edith tarafından karşılandı. İkisi kırsalda yürüyüşe çıktı, bir demiryolu viyadükünün altına oturdu ve konuştular. Günün sonunda Edith, Tolkien'in teklifini kabul etmişti. Field'a yazdı ve nişan yüzüğünü geri verdi. Field "ilk başta çok üzüldü" ve Field ailesi "hakarete uğramış hissetti ve kızgınlık" yaşadı. Edith'in yeni planlarını öğrendikten sonra Jessop, koruyucusuna şöyle yazdı: "Tolkien'e karşı söyleyecek bir şeyim yok, o kültürlü bir beyefendi, ancak beklentileri aşırı derecede zayıf ve ne zaman evlenebilecek bir konumda olacağını hayal edemiyorum. Meslek edinmiş olsaydı daha farklı olurdu."
Nişanlarının ardından, Edith isteksizce Tolkien'in ısrarı üzerine Katolikliğe geçtiğini açıkladı. Jessop, "yaşı ve sınıfındaki pek çok kişi gibi... şiddetle Katolik karşıtı" çileden çıktı ve Edith'e başka konaklama yerleri bulmasını emretti.
Edith Bratt ve Ronald Tolkien Ocak 1913'te Birmingham'da resmen nişanlandılar ve 22 Mart 1916'da Warwick'teki St Mary Immaculate Katolik Kilisesi'nde evlendiler. Tolkien 1941'de Michael'a yazdığı mektupta, karısının işi olmayan, az parası ve Büyük Savaş'ta öldürülme olasılığı dışında hiçbir umudu olmayan bir adamla evlenmeye istekli olmasına hayranlığını dile getirdi.
Birinci Dünya Savaşı'na katılması.
Ağustos 1914'te İngiltere Birinci Dünya Savaşı'na girdi. Tolkien'in akrabaları, Tolkien'in İngiliz Ordusu için hemen gönüllü olmamasını fark ettiklerinde şok oldular. Tolkien 1941'de oğlu Michael'a yazdığı bir mektupta şunları dedi: "O günlerde ahbaplar bir araya geldi ve herkesin önünde küçük görüldüm. Çok fazla hayal gücü ve çok az fiziksel cesarete sahip genç bir adam için kötü bir travmaydı." Bunun yerine, Tolkien "iğrençliğe katlandı" ve bir programa girdi ve bu programla askerliği bir müddet erteledi. Temmuz 1915'te finallerini geçtiğinde Tolkien, akrabalarının imalarında daha açık sözlü olduklarını fark etti.
15 Temmuz 1915'te Lancashire Fusiliers'de geçici teğmen olarak görevlendirildi. Staffordshire, Rugeley yakınlarındaki Cannock Chase, Rugeley Kampında 13. (Yedek) Tabur ile 11 ay eğitim aldı. Tolkien, eşi Edith'e yazdığı bir mektupta, "Üstler arasında beyler nadirdir ve hatta insanlar bile nadirdir" diye yakınıyordu.Orduya alındıktan sonra Tolkien eşi ile beraber, eğitim kampının yakınında konaklamaya başladı. 2 Haziran 1916'da Tolkien, kendisini Fransa'ya göndermek üzere Folkestone'a çağıran bir telgraf aldı. Tolkien, ayrılmadan önceki geceyi Birmingham, Edgbaston'daki Plough & Harrow Hotel'deki bir odada geçirdi. Daha sonra şunları yazdı: "Genç subaylar öldürülüyordu, dakikada bir düzine. O zaman karımdan ayrılmak... ölüm gibiydi."
Fransa'da görevlendirilmesi.
5 Haziran 1916'da Tolkien, Calais'e bir gecelik yolculuk için bir birlik nakliyesine bindi. İlk kez gelen diğer askerler gibi, İngiliz Seferi Kuvvetleri'nin (BEF) Étaples'deki ana deposuna gönderildi. 7 Haziran'da, kendisine 11. (Hizmet) Taburu, Lancashire Fusiliers'e sinyal subayı olarak atandığı bilgisi verildi. 74. Tugay, 25. Tümen'in bir parçasıydı. Birliğine çağrılmayı beklerken Tolkien can sıkıntısına kapıldı. Zaman geçirmek için Calais'e deniz geçişi sırasındaki duygularından esinlenerek "Yalnız" Ada adlı bir şiir besteledi. İngiliz Ordusunun posta sansüründen kurtulmak için Edith'in hareketlerini takip edebileceği bir nokta kodu geliştirdi. 27 Haziran 1916'da Étaples'ten ayrıldı ve Amiens yakınlarındaki Rubempré'de kendi taburuna katıldı. Kendisini esas olarak Lancashire'ın madencilik, değirmencilik ve dokuma şehirlerinden gelen erlere komuta ederken buldu. John Garth'a göre, "bu işçi sınıfı adamlarına bir yakınlık hissetti", ancak askeri protokol "diğer rütbelerle" dostlukları yasakladı. Bunun yerine, "onların sorumluluğunu üstlenmesi, disipline etmesi, eğitmesi ve muhtemelen mektuplarını sansürlemesi" gerekiyordu. Mümkünse, onların sevgisine ve sadakatine ilham vermesi gerekiyordu.” Tolkien daha sonra, "Bir erkeğin en uygunsuz işi... diğer erkeklere patronluk taslamaktır. Milyonda biri buna uygun değil, hele de fırsat kollayanlar."
Somme Savaşı.
Tolkien, Temmuz 1916'nın başlarında Somme'ya geldi. Boozincourt'taki hatların gerisindeki dönemler arasında, Schwaben Redoubt ve Leipzig çıkıntısına yapılan saldırılara katıldı. Tolkien'in savaşta geçirdiği zaman, kapıya her vurulduğunda kocasının ölüm haberini taşıyabileceğinden korkan Edith için korkunç bir stresti. Edith, kocasının hareketlerini Batı Cephesi haritasında takip edebilirdi. 27 Ekim 1916'da taburu Regina Siperine saldırdığında, Tolkien bitlerin taşıdığı bir hastalık olan siper hummasına yakalandı. 8 Kasım 1916'da İngiltere'ye kabul edilmedi. En sevdiği okul arkadaşlarının çoğu savaşta öldürüldü. Bunların arasında, Somme'un ilk gününde adamlarına Beaumont Hamel'e yapılan saldırıda önderlik ederken öldürülen Çay Kulübü ve Barrovian Derneği'nden Rob Gilson da vardı. TCBS üyesi Geoffrey Smith, savaş sırasında bir Alman topçu mermisinin bir ilk yardım direğine inmesi sonucu öldü. Tolkien'in taburu neredeyse tamamen yok edilmişti.
Somme Meydan Muharebesi, 1916 yılındaki Fransa'da gerçekleşen 1 milyondan fazla ölüm ile I. Dünya Savaşı'nın en büyük çarpışmaların yaşandığı bir cephe oldu.
Eve dönüş.
Zayıf ve bir deri bir kemik kalmış bir Tolkien, savaşın geri kalanını hastaneler ve garnizon görevleri arasında gidip gelerek, tıbbi olarak genel hizmet için uygun görülmeyerek geçirdi. Staffordshire, Little Haywood'daki bir kulübede iyileşmesi sırasında, "Gondolin'in Düşüşü" ile başlayarak "Kayıp Öyküler Kitabı" adını verdiği şey üzerinde çalışmaya başladı. "Kayıp Masallar", Tolkien'in İngiltere için bir mitoloji yaratma girişimini temsil ediyordu; bu proje, asla tamamlamadan vazgeçeceği bir projeydi. 1917 ve 1918 boyunca hastalığı tekrarlamaya devam etti, ancak çeşitli kamplarda ev hizmeti yapacak kadar iyileşti. Bu sırada Edith ilk çocukları John Francis Reuel Tolkien'i doğurdu. Tolkien, 6 Ocak 1918'de geçici teğmen rütbesine terfi etti. Kingston upon Hull'da görev yaptığında, o ve Edith, yakındaki Roos'taki ormanda yürümeye gittiler ve Edith, çiçek açan baldıranların arasındaki açıklıkta onun için dans etmeye başladı. 16 Temmuz 1919'da Tolkien, Salisbury Ovası'ndaki Fovant'ta geçici sakatlık aylığı ile aktif hizmetten alındı.
Akademik ve yazarlık kariyeri.
3 Kasım 1920'de Tolkien terhis edildi ve teğmen rütbesini koruyarak ordudan ayrıldı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ilk sivil işi Oxford İngilizce Sözlüğü'ndeydi ve burada ağırlıklı olarak W harfiyle başlayan Germen kökenli kelimelerin tarihi ve etimolojisi üzerinde çalıştı. 1920'de Leeds Üniversitesi'nde İngilizce okuru olarak görev aldı ve oradaki en genç profesör oldu. Leeds'deyken Orta İngilizce Kelime ve Sir Gawain ve Yeşil Şövalye'nin E. V. Gordon ile birlikte kesin bir baskısının yapımcılığını yaptı; her ikisi de birkaç on yıl boyunca akademik standart eserler haline geldi. Sir Gawain, Pearl ve Sir Orfeo'yu tercüme etti. 1925'te Pembroke Koleji'nde bir bursla Rawlinson ve Bosworth Anglo-Sakson Profesörü olarak Oxford'a döndü.
1919'un ortalarında, kadın kolejlerinin ilk yıllarında iyi öğretmenlere büyük ihtiyaç duyduğu ve Tolkien'in evli olduğu düşünüldüğünde, en önemlisi "Lady Margaret Hall" ve "St Hugh's College" lisans öğrencilerine özel ders vermeye başladı.
Tolkien, Pembroke Koleji'nde geçirdiği süre boyunca, Kuzey Oxford'daki 20 Northmoor Road'da yaşarken "Hobbit'i" ve "Yüzüklerin Efendisi'nin" ilk iki cildini yazdı. Ayrıca 1932'de Sir Mortimer Wheeler'ın 1928'de Gloucestershire'daki Lydney Park'ta bir Roma Asklepeion'unu ortaya çıkarmasını takiben "Nodens" adı üzerine bir filolojik makale yayınladı.
"Beowulf" kitabının çevirisi.
1920'lerde Tolkien, 1926'da bitirdiği ancak yayınlamadığı bir anglosakson destanı olan "Beowulf'un" bir çevirisini üstlendi. Sonunda oğlu tarafından düzenlendi ve 2014'te, Tolkien'in ölümünden 40 yıl sonra ve tamamlanmasından neredeyse 90 yıl sonra yayınlandı.
Çevirisini bitirdikten on yıl sonra, Tolkien, "Beowulf" araştırmaları üzerinde kalıcı bir etkisi olan ""Beowulf": Canavarlar ve Eleştirmenler" adlı çalışma hakkında çok beğenilen bir konferans verdi. Lewis E. Nicholson, makalenin "Beowulfian eleştirisinde bir dönüm noktası olarak yaygın olarak kabul edildiğini" söyledi ve Tolkien'in, eserin tamamen dilsel unsurlarına karşıt olarak şiirsel doğasının önceliğini belirlediğini belirtti. O zamanlar, bilim insanlarının fikir birliği, "Beowulf'u" gerçekçi kabile savaşından ziyade canavarlarla çocukça savaşlarla uğraştığı için reddetti; Tolkien, "Beowulf'un" yazarının belirli kabile politikalarıyla sınırlı değil, genel olarak insan kaderini ele aldığını ve bu nedenle canavarların şiir için gerekli olduğunu savundu. "Beowulf'un" Finnsburg'da olduğu gibi belirli kabile mücadeleleriyle uğraştığı yerde, Tolkien fantastik öğelerle okumaya şiddetle karşı çıktı. Tolkien, makalesinde Beowulf'a ne kadar değer verdiğini de ortaya koydu: ""Beowulf" benim en değerli kaynaklarımdan biri"; Bu etki, Orta Dünya efsanelerinde görülebilir.
İkinci Dünya Savaşı.
İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında, Tolkien bir kod çözücü olarak belirlendi. Ocak 1939'da, ulusal bir acil durumda Dışişleri Bakanlığı'nın kriptografik bölümünde görev yapması istendi. 27 Mart'tan itibaren, Hükümet Kodunun Londra Merkezinde ve Cypher School'da bir eğitim kursu aldı. Ekim ayında, hizmetlerinin gerekli olmayacağı konusunda bilgilendirildi.
1945'te Tolkien, Oxford'daki Merton Koleji'ne taşındı ve Merton İngiliz Dili ve Edebiyatı Profesörü oldu ve 1959'da emekli olana kadar bu görevde kaldı. Uzun yıllar University College, Galway (şimdi NUI Galway) için harici bir denetçi olarak görev yaptı. 1954'te Tolkien, İrlanda Ulusal Üniversitesi'nden (Üniversite Koleji, Galway, kurucu bir kolejdi) fahri bir derece aldı. Tolkien, "Yüzüklerin Efendisi'ni" 1948'de, ilk eskizlerden yaklaşık on yıl sonra tamamladı.
Ailesi.
Tolkienlerin dört çocuğu vardı: John Francis Reuel Tolkien (17 Kasım 1917 - 22 Ocak 2003), Michael Hilary Reuel Tolkien (22 Ekim 1920 - 27 Şubat 1984), Christopher John Reuel Tolkien (21 Kasım 1924 - 16 Ocak 2020) ve Priscilla Mary Anne Reuel Tolkien (18 Haziran 1929 doğumlu). Tolkien çocuklarına çok bağlıydı ve onlara küçükken Noel Baba'dan resimli mektuplar gönderdi.
Emeklilik.
1959'dan 1973'teki ölümüne kadar olan emekliliği boyunca, Tolkien giderek artan bir şekilde kamuoyunun dikkatini ve edebi şöhretini aldı. 1961'de arkadaşı CS Lewis onu Nobel Edebiyat Ödülü'ne bile aday gösterdi. Kitaplarının satışı o kadar kârlıydı ki erken emekliliği seçmediğine pişman oldu. 1972'de yazdığı bir mektupta, bir kült figür haline gelmekten üzüntü duysa da, "çok mütevazı bir idolün burnu bile... tütsünün tatlı kokusundan tamamen gıdıklanmadan kalamaz!"
Hayranların ilgisi o kadar yoğunlaştı ki, Tolkien telefon numarasını halka açık rehberden çıkarmak zorunda kaldı ve sonunda o ve Edith, o zamanlar İngiliz üst orta sınıfının koruduğu bir sahil beldesi olan Bournemouth'a taşındı. Tolkien'in en çok satan yazar statüsü, onlara kibar topluma kolayca giriş yapmalarını sağladı, ancak Tolkien, Inkling'lerin arkadaşlığını derinden özlüyordu. Ancak Edith, Tolkien'in ilk etapta Bournemouth'u seçmesinin nedeni olan bir sosyete hostesi rolüne adım atmaktan çok memnundu. Ronald ve Edith arasındaki gerçek ve derin sevgi, birbirlerinin sağlığına verdikleri önem, hediyeleri paketlemek gibi ayrıntılarda, Bournemouth'a emekli olabilmek için Oxford'daki hayatından cömert bir şekilde vazgeçmeleriyle kanıtlandı.
Son yılları.
Edith, 29 Kasım 1971'de 82 yaşında öldü. Ronald, Merton Koleji'nin ona High Street yakınında uygun odalar verdiği Oxford'a döndü. Edith'i özlemişti ama şehre geri dönmekten zevk alıyordu.
Tolkien, 1972 Yeni Yıl Onurlarında Britanya İmparatorluğu Nişanı Komutanı yapıldı ve 28 Mart 1972'de Buckingham Sarayı'nda Nişanı aldı. Aynı yıl Oxford Üniversitesi ona fahri Edebiyat Doktorası verdi.
Oxford'daki Wolvercote Mezarlığı'ndaki Edith'in mezar taşına Luthien [sic] adını kazımıştı. 21 ay sonra 2 Eylül 1973'te Tolkien, yaşında iken kanayan bir ülser ve göğüs enfeksiyonundan öldüğünde, aynı mezara gömüldü ve adına "Beren" eklendi.
Irk tartışmaları.
Tolkien'in fantezi yazıları sıklıkla ırka karşı modası geçmiş tutumları somutlaştırmakla suçlandı. Bununla birlikte, bilim adamları, Viktorya döneminin ırk ve edebi bir canavar geleneğine karşı tutumlarından etkilendiğini ve hem barış zamanında hem de İkinci Dünya Savaşı sırasında ırkçılık karşıtı olduğunu belirtmişlerdir. 19. yüzyılın sonlarında öjeni geçmişi ve ahlaki çöküş korkusuyla, bazı eleştirmenler Yüzüklerin Efendisi'nde ırk karışımından bahsetmenin bilimsel ırkçılığı somutlaştırdığını gördüler. Diğer yorumcular Tolkien'in orklarında Japonların savaş zamanı propaganda karikatürlerinin bir yansımasını gördüler. Eleştirmenler de, eserin Batı'da iyi, Doğu'da kötü olmak üzere ahlaki bir coğrafya içerdiğini belirtmişlerdir. Buna karşı bilim adamları, Tolkien'in barış zamanı Nazi ırk teorisine karşı olduğunu, İkinci Dünya Savaşı'nda ise Alman karşıtı propagandaya eşit derecede karşı olduğunu belirttiler. Diğer bilim adamları, Tolkien'in Orta Dünya'sının kesinlikle çok kültürlü ve çok dilli olduğunu ve Tolkien'e Yüzüklerin Efendisi'ne dayanan saldırıların genellikle metinden ilgili kanıtları atladığını belirtti.
Eserleri.
"1936 - Beowulf": Canavarlar ve Eleştirmenler.
Kurgu yazmanın yanı sıra, Tolkien akademik edebi eleştiri yazarıydı. Daha sonra bir makale olarak yayınlanan 1936'daki ufuk açıcı konuşması, Anglo-Sakson destanı Beowulf'un edebiyat eleştirmenleri tarafından ele alınmasında devrim yarattı. Deneme, bu güne kadar Eski İngiliz edebiyatı çalışmalarında oldukça etkili olmaya devam ediyor. Beowulf, Tolkien'in sonraki kurgusu üzerindeki en önemli etkilerden biridir. Hem Hobbit hem de Yüzüklerin Efendisi'nin önemli detayları Browulf'taki şiirlerden uyarlanmıştır.
1939 - Makale: "Peri Hikayeleri Üzerine".
Bu makale peri masalını edebi bir biçim olarak tartışıyor. Başlangıçta, İskoçya'daki St Andrews Üniversitesi'nde 1939 Andrew Lang Dersi olarak yazılmıştır. Tolkien, Andrew Lang'ın bir folklorcu ve peri masalları koleksiyoncusu olarak çalışmalarına odaklanıyor. Lang'in Peri Kitabı koleksiyonlarında gezgin masalları, canavar masalları ve diğer hikâye türlerine geniş yer vermesiyle aynı fikirde değildi. Tolkien daha dar bir perspektife sahipti ve peri hikâyelerini, karakter olarak perili veya perisiz, büyülü bir diyar olan Faerie'de geçenler olarak görüyordu. Onları insan hayal gücü ve insan dilinin etkileşiminin doğal gelişimi olarak gördü.
Çocuk kitapları ve diğer kısa eserler.
Mitolojik bestelerine ek olarak, Tolkien çocuklarını eğlendirmek için fantastik hikâyeler icat etmekten keyif aldı. Onlar için Noel Baba'dan yıllık Noel mektupları yazdı ve bir dizi kısa öykü oluşturdu (daha sonra Noel Baba Mektupları olarak derlendi ve yayınlandı). Diğer eserler arasında Bay Bliss ve Roverandom (çocuklar için) ve Leaf by Niggle, Tom Bombadil'in Maceraları, Smith of Wootton Major ve Farmer Giles of Ham yer aldı.
Hobbit.
Tolkien hikâyelerinin popüler olmasını hiç beklemiyordu, ancak birkaç yıl önce kendi çocukları için yazdığı Hobbit adlı bir kitap, 1936'da Londra yayıncılık firması George Allen'ın bir çalışanı olan Susan Dagnall'ın dikkatini çekti. Tolkien'i yayımlanmak üzere göndermeye ikna etti. Bir yıl sonra yayınlandığında, kitap yetişkinlerin yanı sıra çocukların da ilgisini çekti ve yayıncıların Tolkien'den bir devamını yazmalarını istemesi için yeterince popüler oldu. Daha sonraları Hobbit Amerika'da da basıldı ilerleyen yıllarda Oxford profesörünü fantastik kurgunun babasına dönüştürdü
Yüzüklerin Efendisi.
Hobbit'ten sonra yayıncı firmanın bir devam serisi talebi, Tolkien'i en ünlü eseri haline gelen epik romanı The Lord of the Rings'e (başlangıçta 1954–1955'te üç cilt olarak yayınlandı) başlamasına neden oldu. Tolkien seriye 1937'de başladı. 1937-1947 arası üzerinde çalıştı. Yüzüklerin Efendisi'nin ana anlatısını ve eklerini yazmak için on yıldan fazla zaman harcadı ve bu süre zarfında Inklings'in, özellikle de Narnia Günlükleri'nin yazarı olan en yakın arkadaşı C.S.Lewis'in sürekli desteğini aldı. Hem Hobbit hem de Yüzüklerin Efendisi, Silmarillion'dan sonrasını anlatmaktadır ama ikisi de Silmarillion'dan önce kurgulanmış kitaplardır.
Tolkien, ilk başta "Yüzüklerin Efendisi'nin" "Hobbit" tarzında bir çocuk masalı olmasını amaçlamıştı, ancak yazarken hızla daha karanlık ve daha ciddi hale geldi. Hobbit'in doğrudan bir devamı olmasına rağmen, Tolkien'in önceki yıllarda inşa ettiği ve sonunda Silmarillion ve diğer ciltlerde ölümünden sonra yayınlandığını gören Beleriand'ın muazzam arka planına dayanan daha eski bir kitleye hitap etti. Tolkien, kitabın başarısından sonra gelişen fantezi türünü güçlü bir şekilde etkiledi.
"Yüzüklerin Efendisi" 1960'larda son derece popüler hale geldi ve o zamandan beri, hem satış hem de okuyucu anketlerine göre 20. yüzyılın en popüler kurgu eserlerinden biri olarak sıralandı. 2003 yılında BBC tarafından yapılan "Big Read" araştırmasında "Yüzüklerin Efendisi" İngiltere'nin "En Sevilen Romanı" olarak belirlendi. Avustralyalılar, Avustralya ABC tarafından 2004 yılında yapılan bir ankette "Yüzüklerin Efendisi'ni" "Favori Kitabım" olarak seçtiler. Amazon.com müşterilerinin 1999'da yaptığı bir ankette, "Yüzüklerin Efendisi" en sevdikleri "binyılın kitabı" olarak değerlendirildi. 2002'de Tolkien, BBC tarafından yapılan bir ankette 92. "En Büyük Britanyalı" seçildi. Popülaritesi İngilizce konuşan dünyayla sınırlı değil: İngiltere'nin "Big Read" anketinden esinlenilen 2004 tarihli bir ankette, yaklaşık 250.000 Alman "Yüzüklerin Efendisi'ni" en sevdikleri edebiyat eseri olarak buldu.
Silmarillion.
Tolkien kitabın temellerini 1914'te başlatır. Amacı İngiliz Tarihini mitolojik bir dille anlatmaktı. Tolkien, Beren, Lúthien ve Túrin'in hikâyelerini içeren kısa bir mitolojinin taslağını yazdı; ve bu taslak sonunda Tolkien'in üç kez başlattığı ama asla yayınlamadığı destansı bir tarih olan Quenta Silmarillion'a dönüştü. Tolkien umutsuzca Yüzüklerin Efendisi ile birlikte yayınlamayı umdu, ancak yayıncılar (hem Allen & Unwin hem de Collins) reddetti. Ayrıca 1950'lerde İngiltere'de baskı maliyetleri çok yüksekti ve Silmarillion da Yüzüklerin Efendisi gibi üç cilt olarak yayınlanması gerektiriyordu. Bu sürekli yeniden yazmanın öyküsü, Tolkien'in oğlu Christopher Tolkien tarafından düzenlenen, ölümünden sonra yayınlanan Orta Dünya Tarihi serisinde anlatılıyor. 1936'dan itibaren Tolkien, bu çerçeveyi Atlantis efsanesinden esinlenen Númenor'un Düşüşü hikâyesini içerecek şekilde genişletmeye başladı.
Tolkien, oğlu Christopher'ı edebi vasisi olarak atadı ve o (daha sonra kendi başına tanınmış bir fantezi yazarı olan Guy Gavriel Kay'ın yardımıyla) bu materyalin bazılarını tek bir tutarlı cilt halinde düzenledi ve 1977'de "Silmarillion" olarak yayınlandı. 1978'de En İyi Fantastik roman dalında Locus Ödülü'nü aldı.
Bitmemiş Öyküler ve Orta Dünya Tarihi.
1980'de Christopher Tolkien, "Unfinished Tales of Númenor and Middle-earth" başlığı altında daha parçalı bir materyal koleksiyonu yayınladı. Sonraki yıllarda (1983–1996), geri kalan yayınlanmamış malzemelerin büyük bir kısmını, notlar ve kapsamlı yorumlarla birlikte, "Orta Dünya Tarihi" adlı on iki ciltlik bir dizi halinde yayınladı. Tolkien için her zaman devam eden bir çalışma olduklarından ve Tolkien için hikâyelerin herhangi biri için kesin bir versiyona nadiren karar verdiğinden, tamamlanmamış, terk edilmiş, alternatif ve tamamen çelişkili hesaplar içeriyorlar. En yakın iki eser olan "Yüzüklerin Efendisi" ve "Hobbit" arasında tam bir tutarlılık yoktur, çünkü Tolkien hiçbir zaman tüm geleneklerini birbirine tam olarak entegre etmemiştir. 1965'te "Hobbit'i" üçüncü baskı için düzenlerken, düzyazı tarzından dolayı kitabı tamamen yeniden yazmayı tercih edeceğini söylemişti.
Etkileri.
Tolkien ve eserlerindeki karakterler ve yerler, birçok gerçek dünya nesnesinin adları haline geldi. Bunlar arasında Satürn'ün uydusu Titan gibi astronomik özellikler, Hobbit'ten esinlenilen There ve Back Again Lane gibi sokak adları, Kanada'daki Shadowfax Dağı, Gandalf Dağı ve Aragorn Dağı gibi dağlar, Palantir Technologies gibi şirketler Tolkien'in eserlerinin etkilerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13330",
"len_data": 32121,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.44
}
|
Türkiye, Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü (eski adıyla Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü) hazırlanan çalışmalar sonrasında 26 adet büyük ölçekli hidrolojik havzaya ayrılmıştır. Havzaların ortalama yıllık toplam akışları 186 milyar m³'tür. Havza verimleri birbirlerinden farklı olup, Fırat ve Dicle havzalarının toplam ülke potansiyelinin yaklaşık % 28,5'ine sahip olduğu görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13331",
"len_data": 400,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.72
}
|
Tolkien aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13333",
"len_data": 38,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 1.59
}
|
Kişisel alan ağı (İngilizce: Personal Area Network) bir bilgisayar ağı sistemidir. Günümüzde bir endüstri standardıdır.
Bir kişisel alan ağı kişisel dijital asistanların ve telefonların da dahil olduğu bilgisayar aygıtları arasında iletişim için kullanılan bilgisayar ağıdır. Bir PAN genellikle birkaç metre mesafededir. PAN'lar, internet veya daha yüksek seviyeli ağa bağlanmak için veya kişinin kendi kişisel aygıtları arasında iletişim için kullanılır. Kişisel alan ağlarında Firewire ve USB gibi bilgisayar kablosu kullanılır. Bir kablosuz kişisel alan ağı IrDA, bluetooth, kablosuz USB, Z-Wave ve ZigBee gibi kablosuz ağ teknolojileri ile yapılır.
Bilgisayar aygıtları arasında iletişimi kurmak için kullanılan ağdır.Bunlar telefon, kişisel dijital asistanlar gibi kişiye yakın bulunurlar.Bu cihazlar söz konusu kişiye ait olabilir ya da olmayabilir. PAN'ın menzili birkaç metredir. PAN kişisel aygıtların birbirleriyle haberleşmelerinin yanı sıra, Internet veya bir yüksek düzeydeki ağa bağlantı gerçekleştirmek için de kullanılabilir. Kişisel alan ağları USB ve FireWire gibi veri yollarıyla kablolu kurulabilir. Kablosuz bir kişisel alan ağı da IrDA, Bluetooth, UWB, Z-Wave ve ZigBee gibi ağ teknolojileriyle kurulabilir.
Teknolojisi.
Bir Bluetooth PAN'a piconet denir ve en fazla 8 tane master-slave ilişkisinde bulunan cihazdan oluşabilir. Piconete bağlanan ilk Bluetooth cihazı master olur ve bu cihaz ile haberleşecek diğer bütün cihazlar da slave durumdadır. Piconetin ortalama menzili 10 metre olmasına rağmen, ideal koşullar altında bu menzil 100 metreye kadar çıkabilir.En son yeniliklerle Bluetooth antenleri, söz edilen menzilleri aşmaya izin verecek şekilde tasarlandı. DEF CON 12'de, "Flexilis" olarak bilinen bir grup uzman programcı 2 Bluetooh cihazını 800 metreden daha uzak bir mesefade birbirine bağladı. Antenle beraber teleskop ve Yagi anteni kullandılar.Bunların hepsi ise bir tüfek dipciğine sabitlendi. Bir kablo yardımıyla anten bilgisayardaki Bluetooth kartına bağlandı. Daha sonra bunun adını "BlueSniper" koydular. Skinplex de bir diğer PAN teknolojisidir, insan cildine yakın olan kapasitif alan üzerinden iletim sağlar. Skinplex insan vücudundan bir metreden fazla uzaklıkta bulunan cihazları bile fark edip, iletişim kurabilir. Bu teknoloji kapı kilitlerinin kontrolünde ve üstü açılabilir araçların parazit koruma sistemlerinde şu anda kullanılıyor.
Kablosuz Kişisel Alan Ağı.
Kişisel çalışma alanı çevresindeki aygıtların birbirleriyle kablosuz bağlanması için oluşturulmuş bir kişisel alan ağıdır.Genelde, bir kablosuz PAN'da ortalama 10 metre menzil sağlayan teknolojiler kullanılır. Diğer bir deyişle, çok kısa mesafe. Böyle bir teknoloji olan Bluetooth, yeni bir standart olan IEEE 802.15'in temelinde kullanılmıştır. Bir WPAN bütün bir bilgi işlem merkezine bağlantı hizmeti verebilir ve birçok insanın o gün yanında getirdiği ya da masasının üstünde duran iletişim cihazını birbirine bağlayabilir.Ayrıca bir cerrahın operasyon sırasında ekip arkadaşlarıyla görüşebilmesi için iletişimi sağlamak gibi özel amaçları da yerine getirebilir. WPan teknolojisindeki anahtar kavram "takmak"(plugging in) olarak bilinir. İdeal koşullarda, iki WPAN destekli donanıma sahip cihaz yeterli yakınlıktaysa (birkaç metre) veya merkezi sunucudan birkaç kilometre yakınlıktaysa, birbiriyle kabloyla bağlıymış gibi haberleşebilirler. Bir diğer önemli özellik ise ağa yapılabilecek istenmeyen girişimleri önleyip, ağın güvenliğini sağlamaktır. Wpan teknolojisi daha bebeklik evrelerini yaşamaktadır ve çok hızlı bir gelişim gösterecektir. Önerilen çalışma frekansı dijital modda yaklaşık 2.4GHZdir. Amaç ev ve işyerlerinde kesintisiz rahat bir çalışma ortamı ortamı sağlayabilmektir. Wpandaki her cihaz uygun bulunan mesafeler sağlandığı takdirde aynı Wpandaki bütün diğer cihazlarla kontakt kurabilir. Ek olarak, Wpanlar dünya çapında hizmet verebileceklerdir. Bu ölçüde, Yunanistan'da, bir yerde bulunan bir arkeolog direkt olarak Minneapolis'teki Minnesota Üniversitesindeki PDA'sına doğrudan bağlanabilecek ve aradığı veritabanını bulunduğu yere çekebilecek.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13336",
"len_data": 4087,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.15
}
|
Dünya'nın 400.000 km2'den büyük olan ırmak veya göl su toplama havzalarının listesi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13337",
"len_data": 84,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.22
}
|
Su bilimi ya da hidroloji, suların yerküre üzerindeki dağılımını ve mekanik, fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerini inceleyen disiplinler arası bir bilimdir.
Yeryüzünde canlıların yaşamını devam ettirmek için suyu kullanmak ve kontrol altına almak istemesi gerektiğinden insanlar tarihin başlangıcından beri su ile ilgilenmişler, suyun her türlü özelliklerini tanımaya, hareketini yöneten kuramları belirlemeye, oluşturabileceği tehlikeleri belirlemeye, önlemeye ve sudan en iyi şekilde yararlanmaya çalışmışlardır. Suyun hareketini inceleyen bilime hidromekanik, bu bilimin teknikteki uygulamasına da hidrolik denir. hidroloji veya su bilimi ise suyun dünyadaki dağılımını ve özelliklerini inceler.
Hidrolojinin en geniş tanımı, 1962 senesinde ABD Bilim ve Teknoloji Federal Konseyi Bilimsel Hidroloji Komisyonu tarafından önerilmiştir ve önerdikleri tanım ise: "Hidroloji, yerküresinde (yani yeryüzünde, yeraltında ve atmosferde) suyun çevrimini, dağılımını, fiziksel ve kimyasal özelliklerini, çevreyle ve canlılarla karşılıklı ilişkilerini inceleyen temel ve uygulamalı bir bilimdir".
Bu tanımıyla hidroloji diğer birçok bilimlerin alanlarına da girmektedir. Disiplinler arası bir niteliği olan hidroloji bilimi matematik, fizik ve kimya gibi bilimlerle çok yakın bir ilişki içindedir. Hidrolojiyle diğer bilimler arasındaki sınırları kesin olarak belirginleştirmek çok güçtür. Ancak atmosferdeki su ile daha çok meteorolojinin, denizlerdeki su ile oşinografinin, yerin derinliklerindeki su ile de hidrojeolojinin uğraştığı söylenebilir.
Metotları.
Su bilim çalışmalarında genelde şu yöntemler kullanılır:
Ölçümler.
Bütün hidrolojik çalışmalarda ilk adım gerekli doğal verilerin toplanması için ölçümler yapılmasıdır. Hidrolojik olayları laboratuvarda benzeştirmek bugün için mümkün olmadığından ölçümlerin doğrudan doğruya doğada yapılması gerekmektedir. Bunun için yeteri sıklıkta bir ölçme ağının kurulması, bu ağdaki istasyonların yeterli hassasiyeti olan araçlarla donatılması ve bu ölçeklerin itinalı bir şekilde okunması gerekir. Hidrolojik veriler gerek zamanla gerekse yerden yere çok değiştikleri için ölçmelerin sık noktalarda ve sürekli olarak yapılması gereklidir. Son yıllarda hidrolojik ölçümlerde hassasiyeti arttıran araçlar kullanılmaktadır, bu arada nükleer tekniklerin kullanılması gittikçe yaygınlaşmaktadır.
Verilerin işlenmesi.
Ölçmeler sonunda elde edilen bilgiler çok sayıda ve dağınıktır. Bu verilerin insan eliyle kaydedilmesi yerine otomatik olarak kartlara, şeritlere geçirilmesi ve veritabanları halinde saklanması uygundur. Bu kayıtları en iyi şekilde yararlanılabilecek hale getirmek gerekir. Bu iş için günümüzde ileri bilgi işlem metotları kullanılmakta, işlemler bilgisayarlarla yapılmaktadır.
Matematik modeller kurulması.
Bütün hidrolojik verileri ölçerek elde etmek ekonomik olmayacağı gibi birçok hallerde mümkün de olmadığından ölçümlerin bulunmadığı ya da yetersiz olduğu hallerde hidrolojik olayları yöneten kanunların belirlenmesi için bu olayların matematik modellerinin kurulması ve bunların doğruluğunun ölçme sonuçlarıyla karşılaştırılarak kontrol edilmesi gerekir. Fizik kanunları esas alınarak kurulan bu modeller doğadaki hidrolojik sistemlerin soyutlanmış benzerleri olarak düşünülebilir. Bu modellerin kurulmasında sistem analizi metotları önem kazanmaktadır. Hidrolojik modeller insanların doğada yapacakları değişikliklerin sonunda hidrolojik büyüklüklerde oluşacak değişmelerin tahmininde de kullanılır.
Olasılık hesabı ve istatistik metotlarının kullanılması.
Hidrolojik olaylar değerleri zaman içinde değişen çok sayıda değişkenin etkisi altında meydana geldikleri için önceden kesinlikle belirlenemeyen bir nitelik taşırlar. Örneğin elde bulunan 30 yıllık ölçme sonuçlarını kullanarak bir akarsuda gelecek 100 yıl içinde görülecek en büyük taşkını kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Bu bakımdan olasılık teorisi ve istatistiğin hidrolojide kullanılması büyük önem taşır. Ancak bu bilimler yardımıyla 100 yıllık taşkın debisi için tahminler yapmak mümkün olabilir. Bu bilimlerin hidrolojideki önemleri son yıllarda daha iyi anlaşılmış ve hidroloji öğretiminde bu gibi metotlara büyük bir yer verilmeye başlanmıştır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta bu metotları gözü kapalı olarak uygulamamak, daima önce hidrolojik olayın fiziksel yönlerini incelemek zorunluluğudur.
Hidrolojik olayların incelemesinde değişkenlerin çokluğu ve aralarındaki ilişkilerin karmaşıklığı yüzünden teorik bir analiz çoğu zaman mümkün olmadığından yaklaşık yöntemler kullanmak gerekir. Bu sebeple birçok problemlerin çözümü için birden fazla yöntem kullanılabileceği görülür. Bunların arasında uygun bir seçim yapmak bilgi ve deneyimi gerektirir. Kullanılacak metot incelenen olayın zaman ölçeğiyle de ilişkilidir.
Çevrim.
Su doğada çeşitli yerlerde ve çeşitli hallerde bulunmakta ve yer küresinin çeşitli kısımları arasında durmadan dönüp durmaktadır. Yerküresinin iklim sistemi ile yakından ilişkili olan hidrolojik çevrim günlük ve yıllık periyotları olan bir süreçtir.
Atmosfer biriktirme sisteminden yüzeysel biriktirme sistemine düşen yağışın bir kısmı sızma yoluyla zemin nemi biriktirme sistemine, oradan da perkolasyon yoluyla yer altı biriktirme sistemine geçmektedir. Her üç sistemin de buharlaşma ve terleme yoluyla atmosfer ile ilişkileri bulunduğu gibi yüzeysel biriktirme sistemine düşen yağış eklenip buharlaşma kayıpları çıktıktan sonra geriye kalan su akarsularda akış şeklinde denizlere veya göllere ulaşmakta, oradan buharlaşma ile atmosfere geri dönmektedir. Hidrolojik çevrim sırasında su aynı zamanda yer yüzeyinden söktüğü katı taneleri akarsular yoluyla göl ve denizlere taşıyarak yerkabuğunun biçim değiştirmesine sebep olur.
Sistem, düzenli bir şekilde birbirleriyle ilişkili olan ve çevresinden belli bir sınırla ayrılan bileşenler takımı olarak tanımlanır. Sistemi çevresinden ayıran sınırın çizilmesi incelenen problemin özelliklerine bağlıdır. Hidrolojik çalışmalarda göz önüne alınan sistem bir akarsu havzasının bir bölümü olabileceği gibi bir havzanın tümü de olabilir, birkaç havza bir arada bir sistem olarak da düşünülebilir. Bir sistemin çevresiyle olan ilişkileri girdi ve çıktı vektörleriyle belirlenir.
Yerküresinde insanın varlığı hidrolojik çevrimi etkilemektedir. Bu diyagram hidrolojinin mühendislikteki önemini de ortaya koymaktadır. Mühendislik hidrolojisinde yüzeysel akışını aynı çıkış noktasına gönderen bölge olarak tanımlanan su toplama (drenaj) havzasını esas ünite olarak ele almak uygun olur. İnsanın hidrolojik çevrim üzerindeki etkisi yağış safhasında suni yağış şeklinde görülür. Diyagramda bir havzaya düşen yağışın bir kısmının buharlaşma ve terleme ile atmosfere geri döndüğü bir kısmının zemine sızarak yer altı taşıma ve biriktirme sistemine katıldığı, bir kısmının da yüzeysel taşıma ve biriktirme sisteminde yüzeysel akış haline geçtiği görülmektedir. İnsan doğal bitki örtüsünü değiştirerek tutma, terleme ve sızma kayıplarını etkileyebilir. Bunun sonunda yüzeysel akış değişir. Örneğin ormanların kesilmesi sonunda yüzeysel akış hacminin ve taşkınların büyüdüğü görülmüştür. Şehirleşme de sızma kayıplarını azaltacağından yüzeysel akış üzerinde etkili olur, yer altı biriktirme sistemini de etkiler. Bir yandan da kirli artıkların akarsulara dökülmesiyle insan doğada suların kirlenmesine, böylece su kalitesinin düşmesine sebep olmaktadır. Şehirleşmenin ve endüstrinin ilerlemesiyle daha da önem kazanan bu sorun insanın hidrolojik çevrim üzerine etkisinin olumsuz bir yönünü yansıtmaktadır. İnsanlar tarafından meydana getirilen büyük biriktirme hazneleri akarsulardaki akış rejimini değiştirirler, bu hazneler aynı zamanda önemli miktarda buharlaşmaya yol açtığı için haznelerden buharlaşma diyagramda ayrıca gösterilmiştir.
İnsan kendisi için gerekli olan suyu akarsular ve haznelerden su alarak yüzeysel sistemden ve yerçekimi ya da pompajla yer altı sisteminden elde edebilir. Bir havzada mevcut toplam su miktarı hidrolojik çalışmalarla belirlenir. Bu miktarı ihtiyaçla karşılaştırarak suyun en ekonomik şekilde kullanılmasını sağlamak ise su kaynaklarını geliştirme çalışmalarının konusudur.
Dolaşım ve yeraltı sularının oluşumu.
Hidrolojik dolaşım.
Yeryüzüne düşen yağış yoluyla oluşan sular, yağış esnasında daha yere ulaşmadan, arazi üzerinden akarken ve bitkiler tarafından alınıp terleme yolu ile dışarı çıkıp buharlaşır. Bu suyun kısa dolaşım yapması ve tekrar atmosfere dönmesi olayıdır.
Aynı şekilde oluşan suların bir kısmı ise yüzeyde akar ve çeşitli akarsuları oluşturur. Diğer bir kısmı da yeraltına sızar; buralarda birikir ve yeraltısularını meydana getirir. Yeraltına sızan bu sular boşlukları ve çatlakları doldurur; bu boşluk ve çatlaklar boyunca derinlere kadar gider; ya da bir noktadan "Kaynak" şeklinde yeryüzüne yeniden çıkar, akarsulara, göllere veya denize boşalır. Bu yüzden su daha uzun yollu Büyük dolaşım yapmış olur. Suyun çeşitli şekillerde yapmış olduğu bu dolaşımlarına "Hidrolojik Dolaşım" adı verilir. Bu devam edegelen döngü, güneş kaynaklı ısı enerjisi ve yerçekimi ile oluşmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13338",
"len_data": 9048,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.84
}
|
Udo Steinke (2 Mayıs 1942 - 12 Ekim 1999), Alman yazardır.
Udo Steinke Łódź şehrinde dünyaya geldi. Doğu Almanya'da yirmi altı sene yaşadıktan sonra 1968 yılında Batı Almanya'ya sığındı. Steinke gazetecilik ve reklam müdürlüğü yapmış, Münih'te Goethe Institut'te çalışmış, Bavyera eyaletinde liseler için çıkan gazetenin müdürlüğünü yapmıştır.
Udo Steinke'nin 1980'de çıkarmış olduğu "Ich kannte Talmann" hikâyesi ile Bavyera edebiyatında kusursuzlaşmıştır. Ölüm yılı olan 1999'a kadar altı kitap daha çıkarmıştır. Onun yapılarından "Doppeldeutsch" kitabında sık dönüşlü konu içeriğini bulabilirsiniz. Udo Steinke'nin Heinrich Böll, Willy Brandt ve Hans-Dietrich-Genscher ile sıkı dostluk bağları vardı. Onun edebiyattaki katkılarından dolayı hatırasına Steinke Institut Bonn şehrinde kuruldu. Enstitüt Udo Steinke'nin arşivlerini bünyesinde bulundurmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13339",
"len_data": 859,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.41
}
|
Ceritler soy kökünün Oğuzların Bozok koluna bağlı Beğdili (Begtili) boyu olduğu bildirilir. Yerleştikleri yer olarak da Dulkadiroğlu Beyliği'nin sınırları içi olduğu değişik kaynaklarda belirtilmektedir. Dulkadir veya Zülkadiriye denen yer 1831 yılında Maraş adını almıştır.
Etimoloji.
“Cerit” kelimesinin anlamı hakkında çeşitli sözlüklerde farklı anlamlar verilmektedir; “yiğit, cesur, ata iyi binen, eli çabuk, becerikli, sopa, kuru hurma dalı, cirit sopası, kuru verimsiz toprak” gibi anlamlara gelmektedir.
Tarih.
Oğuz Türkmeni olan Ceritler/ceridler ile Beydilli begdilli oymağıdır, hicri ve rumi takvime göre 1205 yılında, miladi takvime göre ise 1791 yılında bir savaş olmuştur. Bu savaşın yeri Osmaniye ile Nizip arasındaki Yarsuvat ile Zencirli denen yerler arasındadır. Buraya daha sonra Kanlıgeçit denmiştir. Ceritler buradaki savaşı kazanmışlar ve Dadaloğlu'nun oymağı büyük kayıp vermiştir. 1691 yılından itibaren devletin iskân politikası gereği Ceritler başlarına devlet tarafından görevlendirilen beyler idaresinde özellikle bugün Suriye sınırları içinde kalan Halep Vilayeti'ne bağlı Rakka kasabasına zorla iskan edilmiş, bu iskandan sonra defalarca geri gelmiş ve defalarca yeniden zorla Rakka'ya iskan edilmişlerdir. Bu arada Rakka dışında Harran, Hama, Humus ve Halep'e de iskan edildiklerine dair de bilgiler vardır. Ceritler bu zorla yapılan iskânlara isyan ettikleri için zaman zaman bizzat asker eliyle, zaman zaman da üzerlerine başka oymaklar gönderilerek Rakka'ya geri gönderilmek istenmiştir. Recepli Avşarları ise o tarihte Ceritleri olursa Rakka'ya olmazsa kendi suvatları ve otlakları dışına göndermek istemişlerdir. Bu yüzden aralarında çıkan savaşta Kırım'a (Elbistan'a) dönmeleri istenmiştir. 1600'lü yıllarda Ceritlerin bir kısmı İran'a gitmiş, bir kısmı daha sonraki iskanlarla Balkanlar dahil olmak üzere Suriye ve Kıbrıs'a (1713) zorla iskân edilmişlerdir. En son olarak da 1865 yılında Fırka-i İslahiye denilen askeri kuvvetle Ceritler de dahil olmak üzere tüm Yörük-Türkmen oymakları Anadolu'nun değişik yörelerine zorla iskana tabi tutulmuşlardır. Bunlar arasında Denizli, Afyon, (AFYON ÇAY AYDOĞMUŞ KÖYÜ) Mersin, Hatay, Karaman, Amasya, Çorum, Kırıkkale, Yozgat, Kırşehir, Adana Sarıçam ilçesi Müminli köyü, Ceyhan İlçesi Malatya, Aksaray, Avanos, Kahramanmaraş, Gaziantep, Şarkışla gibi yerler sayılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=13342",
"len_data": 2350,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.