text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Mantık veya lojik, geçerli çıkarım biçimlerini inceleyen bir disiplindir.
Akıl yürütme süreçlerini inceler ve bu sayede doğru ile yanlış arasındaki akıl yürütmenin ayrımını belirler. Doğru düşüncenin aletidir. Önceleri bir felsefe dalıyken, daha sonra kendi başına bir ihtisas alanı olmuştur. Matematik ve bilgisayar biliminin de parçası haline gelmiştir. Bir disiplin olarak Aristoteles tarafından kurulmuştur. Aristoteles'ten etkilenen Farabi tarafından iki kısımda kategorize edilmiştir (düşünce ve sonuç). İbn-i Sina, geçicilik ve içerme arasındaki ilişkiyi geliştirmiştir. Çağdaş zamanlarda Frege, Russell ve Wittgenstein önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Mantık uygulaması.
Basit bir örnek vermek gerekirse: Eğer bütün insanlar memeli ise ve Aristoteles insan ise, Aristoteles de memelidir.
Bu örnek mantık sembolleriyle şöyle gösterilebilir:
veya; bu örnek daha genel olarak şöyle ifade edilebilir:
bu
Tüm az bulunanlar değerlidir. Zümrüt az bulunur. O hâlde, zümrüt değerlidir.
Mantık, doğru düşünmenin kurallarını inceleyen felsefi bir disiplindir. Bu açıdan mantık, bilginin doğruluğunu değil, bilginin doğruluğunu ifade eden düşünce ve kavramların kendi içsel bütünlüğünün doğruluğunu inceler. Böylece mantıken doğru olan, bilgi ve bilim açısından yanlış olabilir. Akıl yürütme biçimleri, usavurma (akıl yürütme) yöntemleridir.
Mantık ilkeleri.
Özdeşlik.
Mantık ilkesi, "Bir şey ne ise odur" ifadesinde mana bulur. Bir akıl yürütmede her kavram ve önerme kendisiyle aynı manada olmalıdır. Platon'a kadar kaynağı bulunabilecek bu temel ilkeyi en kapsamlı olarak Gottfried Leibniz formülize etmiştir.
Çelişmezlik.
Bir şeyin hem kendisi hem de başkası olamayacağını ifade eden kuraldır. Aynı özdeşlik ilkesi gibi kavram veya önermeler kendisiyle çelişmemektedir.
Üçüncü durumun olanaksızlığı.
Bu ilke, bir önermenin ya doğru ya yanlış olacağını ifade eder. Bu mantığa göre bir önerme hem doğru hem yanlış olamaz.
Temel matematikteki küme kavramı bu ilkeleri belli ölçülerde tartışmaya açar. Zira bir nesneye ait olan nitelik farklı nesnelere ait olabilir. Bunu da sağlayan aslında benzeşim özelliğidir. İnsan bir canlıdır ancak canlı olmayan şeylerden de oluşmuştur. O halde insan hem canlıdır hem de canlı değildir. Bu ilkelerde sorun iki değerli mantık yerine çok değerli mantığın gelişmesine sebebiyet vermiştir. Doğru ve yanlış yerine "belirsiz" tanımının eklenmesine yol açmıştır. Bu ilkeye göre her yargının doğruluğu için bir başka yargı gereklidir. Yeterli sebep olmadıkça bir yargının doğruluğundan söz edilemez. Tüm ilkelere bakınca modern usavurmada yetersiz kaldıkları görülebilir. Bu da bizi kuantum fiziğinin de oluşmasında yardımcı olduğu yeni kurallara götürebilir. Kuantum deneylemelerinde bir kedi hem ölü hem diri olabilir. Yani hem o, hem diğeridir.
Mantığın tarihçesi.
Hint ve Çin felsefelerinde kavram belirleme teknikleri, Mezopotamya ve Mısır'da ölçme, sayma, sınıflandırma usulleriyle mevcuttu. Buralarda kimi aritmetik işlemler oldukça gelişmiş olmasına rağmen, matematik ve mantık sistemi kurulamamıştır. Bu nedenle mantık tarihi, genellikle logos kavramının ortaya çıktığı Yunanistan ve Ön Asya'dan başlatılır. Logos: söz, yasa, akıl, akıl ilkesi, tanrısal akıl, gibi pek çok anlam içeren ve doğu felsefesinden etkilenerek Yunan felsefecilerinde şekillenen merkezi bir kavramdır. İlk olarak Herakleitos bahsetmiştir. Thales ve Platon arası devirde diğer felsefeciler tarafından da tartışılmıştır. Bugün bildiğimiz anlamdaki mantık üzerine ilk bütünsel düşünme ve araştırmayı Aristoteles yapmıştır. Mantık üzerine altı kitap yazmış ve bu kitaplar o öldükten sonra Organon başlığı altında toplanmıştır. Bunlara, Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler, Sofistik Kanıtlar, daha sonra da Poetika, Retorik ve Porphyrios'un İsagoci'si de eklenmiştir. Organon, Porphyrios tarafından sadeleştirilmiş, MS 6'da, Boethius tarafından Latinceye çevrilmiştir. Orta Çağ boyunca Aristo'nun öncülük ettiği Skolastik düşünce hakimiyetini sürdürmüştür.
F. Bacon, tümevarım mantığını içeren deneysel yöntemin geçerli olduğunu göstermiştir. Descartes ve Ramus gibi düşünürler bilimcil yöntem konusunu Yeni Çağ'da ön plana çıkarmıştır.
Sembolik mantık üzerine ilk sistemli çalışma Leibniz tarafından yapılmıştır. De Morgan sembollerle ifade edilebilecek bir mantık üzerine çalışmıştır. G. Boole gibi matematikçiler mantığın matematikleştirilmesine çalışırken, G. Frege bugünkü önermeler ve niceleme mantığını kurmuştur. Sembolik mantığın en önemli klasiklerinden biri B. Russel ve N. Whitehead'ın birlikte yazdığı Matematiğin İlkeleri kitabıdır. Günümüzde lojik adı verilen sembolik mantık büyük ölçüde bu kitaba dayanmaktadır. Lukasiewic üç değerli mantık sistemi geliştirmiş, Reicheinbach olasılık mantığı adıyla sonsuz doğruluk değerli mantık sistemini kurmuştur.
İslam Dünyasında mantık.
Kindi ("Alkindus") (805–873)
Farabi ("Alfarabi") (873–950)
İbn Sina ("Avicenna") (980–1037)
İbn Hazm (994-1064)
Gazali ("Algazel") (1058–1111)
İbn Rüşd ("Averroes") (1126–1198)
Fahreddin Razi (1149-1210)
Şahabeddin Sühreverdi ("Sohrevardi") (1155-1191)
İbn Nefis (1213-1288)
İbn Teymiyye (1263-1328)
Muhammad ibn Fayd Allah ibn Muhammad Amin al-Sharwani (15. yy)
Nasîruddin Tûsî
Lotfi Zadeh (b. 1921) İslam dünyasındaki diğer mantıkçılardır.
Dış bağlantılar.
[[Kategori:Mantık| ]]
[[Kategori:Soyutlama]]
[[Kategori:Eleştirel düşünme]]
[[Kategori:Formal bilimler]]
[[Kategori:Mantık tarihi]]
[[Kategori:Felsefe tarihi]]
[[Kategori:Düşünce tarihi]]
[[Kategori:Felsefi mantık]]
[[Kategori:Mantık felsefesi]]
[[Kategori:Muhakeme]]
[[Kategori:Düşünce]]
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7122",
"len_data": 5587,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.69
}
|
Deneycilik, empirizm veya ampirizm, bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle kazanılabileceğini öne
süren görüştür. Deneyci görüşe göre insan zihninde doğuştan bir bilgi yoktur. İnsan zihni, bu nedenle boş bir levha (tabula rasa) gibidir.
Deneycilik akılcılığın karşıtıdır. Akılcılığa karşıt olarak deneycilik, yalnızca duyum ve deneyimle temellenen bilgileri bilgi olarak kabul etmektedir. Bu tanıma göre, insan bilgisinin tek kaynağı deneyim ya da duyumdur. Bilginin kaynağında aklı gören rasyonalizm geleneğine karşıt olarak deneycilik her tür bilginin sonradan deneyimle, duyumlarla elde edildiğini ileri süren bir felsefi temele sahiptir.
İlk Çağ felsefesinde deneycilik.
İlk Çağ felsefesinde temel felsefi problemler özellikle evrenin başlangıcı ve oluşumu, varlığın sebebi ve varoluşun anlamı, bilginin kaynağı ve anlamı gibi meselelerdir. Buna bağlı olarak deneycilik daha o zamanlardan bir epistemolojik tutum olarak belirir ve bilgiyi aklın yasalarına göre değil nesnelerin görünüşlerine göre belirleme yaklaşımı olarak şekillenir. Sofistlerde, Septiklerde, Stoacılarda belirli ölçülerde deneyciliğin izlerini bulmak mümkün olmakla birlikte, esas olarak iki önemli filozof bu gelenek içinde belirgin bir yere sahip olarak görünmektedir. Duyum, deneyim ve dolayısıyla ampirik bilgiyi merkeze alan felsefi yaklaşımın izleri bu iki filozoftan itibaren belirginleşmektedir.
Demokritos.
Atomculuk olarak bilinen ilk çağ felsefe akımının öncüsü Demokritos'tur. Maddeci doğa bilimi anlayışının kökleri Demokritos'a dayanır, aynı zamanda nedensel-zorunlu evren anlayışı ve bu anlayış ekseninde temellenen felsefi-bilimsel düşünce de köklerini Demokritos'ta bulur. Her şeyin özü nedir sorusuna verdiği cevap "atom" olmuştur; bölünemeyen, nesnelerin son dayanak noktası, özü olarak atom. Her şey atomlar ve atomların hareketliliğinden ibarettir. Demokritos bu fikirlerinin felsefi çerçevesini, sonradan giderek sistematikleşerek deneycilik olarak adlandırılan akıma uygun bir nitelikte ortaya koymuştur. Bu bakımdan birçok önemli felsefe tarihçisi Demokritos'u aynı zamanda deneycilik akımının öncü isimlerinden saymaktadır.
Epikuros.
Demokritos gibi deneyci filozofların öncülerinden sayılan Epikuros (ya da Epikur), soyut felsefi söylemlerden uzak durmuş, mutluluk problemini ele alarak farklı bir ahlak felsefesi geliştirmeye yönelmiştir. Epikuros'a göre Mutluluk, insanın doğayı ve evreni tanımasıyla mümkündür. Hareketlerin yasalarını tespit edebilmek içinse "bilgi"ye gerek olduğunu söyler. Bilgi ise duyu verilerinden gelir; yani duyu verilerinin birçok kez tekrarlaması sonucunda elde edilen genel tasavvurlar, Epikuros'a göre, bilgilerdir. Bu tasavvurlar ya da bilgiler nesnelerin kendileri değil onlardan gelen yansımalardır. Epikuros, duyu organlarının yanıltıcı olabileceğini ya da yansımaları farklı şekillerde algılayabileceğini de öne sürer. Böylece akılla da bir yer verilmiş olur bilgi sürecinde. Epikur için duyu organları ve akıl, bilginin ortaya konulduğu araçlardır bir anlamda. Duyu organlarınca edinilen duyum ve izlenimler akıl vasıtasıyla tasavvurlara dönüştürülürler ve böylece bilgi ortaya çıkar. Ayrıca Epikuros, haz ve acı duygulanımlarının da bilgiyi etkilediğini, bilginin doğruluk değerinin kişilerin haz ve acı duyumlarına bağlı olarak değişiklikler gösterdiğini öne sürer.
17-18. yüzyılda deneycilik.
İlk Çağ felsefesinde deneycilik, izlenimcilik ve duyumculuk akımlarının öncüsü sayılabilecek yaklaşımlar ortaya konulmakla birlikte, asıl olarak deneyciliğin sistematik bir felsefe olarak ortaya konulması Yeni Çağ olarak adlandırılan dönem ile birlikte meydana gelmiştir. Bu evrede deneycilik ilk çağ felsefesindeki duyumculuktan belirli ölçülerde ayrılarak sistematik bir yönelime girer. İngiliz deneyciliği olarak bilinen ünlü empirizm akımı yalnızca empirizmin en önemli akımı olmakla kalmaz, felsefe tarihi içinde de belirleyici bir öneme sahiptir, özellikle bilgi sorunsalı açısından kendi açmazlarıyla birlikte derinlikli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Locke, Berkeley, Hume, Hobbes ve Bacon İngiliz deneyciliğinin tartışmasız isimleridir ve kendilerinden sonraki felsefenin yönünü etkilemişlerdir.
İngiliz deneyciliği.
John Locke.
John Locke İngiliz felsefesinin ve deneycilik felsefe akımının yeni çağda yeniden doğmasını ve gelişmesini sağlayan filozoftur. Deneyciliğin kendi başına ve sistematik bir felsefe olarak ortaya çıkmasında Locke öncü isimdir. Locke'un etkisi özellikle 18. yüzyıl boyunca belirgindir. Hem insan düşüncesinin özgürlüğünü savunması hem de insan bilgisi ve eylemliliğini deneye dayandırması bakımından Locke, aydınlanmacı felsefeyi de önemli ölçüde etkilemiş düşünürlerden biridir. Bilgi düzeyinde Locke'a göre, doğuştan gelen ya da deneyimden önce var olan herhangi bir bilgi ya da önsel ilke (apriori) söz konusu değildir. Aksine bütün bilgiler, düşünce ve kavramlar deneyden ileri gelmektedir, çünkü zihinde herhangi bir duyumla bağlantılı olmayan hiçbir düşünce mevcut değildir. Daha önceden mevcut olduğu varsayılan kavram ve ilkeler ise, başka insanların kendi deneylerinden çıkarıp doğru ve geçerli saymış olmalarından ileri gelmektedir. John Locke "İnsan Anlığı Üzerine Deneme" adlı kitabında felsefesini açıklar. Genel anlamda "insan unsurunu" konu edinmekle birlikte, özel olarak bilgi sorunsalı üzerinde durmaktadır burada. İnsan zihninin dünyaya geldiğinde bir "tabula rasa" olduğunu teorik bir önerme olarak ileri sürer Locke. Böylece bilgi ve bilginin dayandırıldığı bütün kavramların deneyle kazanıldığı tezi öne sürülür. Zihnimiz, deney ve gözlemlerin sonucu ortaya çıkan izlenimlerle zaman içinde dolar. Locke deney alanını iki bölüme ayırır; "dış algılar" (sensation) ve "iç algılar" (reflexion). Bütün bilgi ve düşünceler bu ikili deneyden gelmektedirler.
David Hume.
David Hume, emprizmin sistematikleştirilmesinde ve kuramsal gücünü felsefi bir akım olarak doruk noktasına taşınmasında daha da belirgin bir isim olarak ortaya çıkar. 17. yüzyılın doğa bilimi anlayışında geçerli olan nedensellik ilkesini Hume felsefî bir konumda yeniden değerlendirir; "her sonucun bir nedeni olduğu ve her etkinin bir sebebi bulunduğu" fikriyle öne sürülen bu düşünce, David Hume sonradan "çağrışımcılık" olarak bilinecek olan akımın öncüsü olarak tesciller. Öyle ki aklın ve mantığı ilkeleri ve temel kategorileri bile, sonuçta izlenimlere dayanır. Hume nedensellik ilkesinin böyle olduğu belirtir. Bu bakımdan empirizm Hume'da doruk noktasına ulaşmıştır. "İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme" kitabında Hume, tıpkı önceki Locke gibi, insan kavramlarının ve fikirlerinin kaynağının ne olduğu sorusuyla ilgilenir. Her iki filozof da empirist olmasına rağmen Hume, bazı noktalarda Locke'dan ayrılır. İç ve dış algı ayrımını reddeden Hume, bu iki alanı birleştirmeye yönelir, insanın bilgi alanının bu şekilde bölümlenemeyeceğini ileri sürer. Hume'un ortaya koyduğu ayrımlar daha başkadır; izlenimleri ve kavramları ayırır. İzlenimler duyu organlarının algıladıklarından ileri gelir; kavramlar ya da düşünceler ise artık canlılığını yitirmiş olan izlenimlerin tasavvurlarından meydana gelir. Zihnin temel görevi, duyularla elde edilen verilerin üzerinde işlem yapmak, izlenimleri bilgiye dönüştürmektir. Bütün fikirlerin temeli bu izlenimlere dayanır çünkü. En soyut idealardan bir olan "Tanrı ideası" bile, insanların deneyimlerindeki izlenimlerinden meydana gelmiştir.
John Locke rasyonalistlere karşı bir fikir ortaya koymuştur. Ona göre duyumlarla algılanamayan bir şey bilinemez.
Thomas Hobbes.
Belirli anlamda materyalizmin de Yeni Çağ felsefesi içinde temsilcisi sayılan Hobbes, fiziksel gerçekliği her şeyden üstün tutmuş, her şeyin fizik maddenin hareketinden ileri geldiğini öne sürmüştür. Hobbes asıl olarak ününü siyaset felsefesindeki düşüncelerine borçludur. Bununla birlikte Hobbes'i söz konusu dönem içindeki deneycilik akımı içinde değerlendirmek yerinde olur. Hobbes da deneyci felsefenin kuramsal ve yöntemsel ögelerini sahiplenir. Bilginin kaynağı olarak fiziksel gerçekliğin deneyimini, yani duyu algılarının rolünü öncelikli olarak alır. Hobbes da diğerleri gibi tüm bilginin temelinde duyuların, yani duyu deneyinin olduğunu öne sürer. Bununla birlikte Hobbes empirik filozoflarda görülmeyecek şekilde matematikle, özellikle geometri ile ilgilenmiştir.
George Berkeley.
Berkeley, empirist felsefe akımının önemli isimlerinden olup geliştirdiği felsefi yaklaşımla materyalist yönelimli empirisitlerden farklı olarak tamamen idealist yönelimli bir yaklaşım geliştirdi. Öyle ki, Berkeley sonuç olarak maddi varlığın gerçekte var olmadığı sonucunu öne sürdü. John Locke'u, maddenin kendi başına var olduğunu düşündüğü, bu anlamda da eski soyut felsefelere inandığı gerekçesiyle eleştirdi. Berkeley bu anlamda idealizmin en ünlü temsilcilerinden sayılır; ancak aynı zamanda empirist felsefe içinde de yer almaktadır. "İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme" adlı kitabında temel felsefi kavramlarını geliştirir. Berkeley'e göre, nesnelerin özü, algılanmış olmalarından ibarettir. Buna göre nesneler düşünceden başka bir şey değildirler. Algılar saf düşüncelerdir ve kendisiyle ilgili edindiğimiz düşünceler dışında madde diye bir şey yoktur. Her şeyin dayanak noktası "duyumsal kesinliktir", bilginin değeri duyumsal kesinliğe dayanmasıyla anlam bulur.
Francis Bacon.
Bilimsel düşüncenin Yeni Çağdaki öncüsü sayılan Francis Bacon, aynı zamanda belirli bir şekilde deneyci felsefeninde öncü isimleri arasında yer alır. Locke ile sistematikleşip Hume ile doruğuna ulaşan Mill ve Bertrand Russell ile devam eden İngiliz empirizminin bir anlamda kurucu Bacon'dır. Bacon'ın bilimsel yöntem olarak öne sürdüğü tümevarımsal yöntemi, gözlem ve olguların toplanması, bunlar üzerinden sonuçlara gidilmesi yaklaşımını içerdiğinden, empirik felsefenin temel yöntemsel yaklaşımına denk düşer. Bacon'a göre bilim nedenlerin keşfedilmesi uğraşıdır. Nesnelerin biçimsel nedensellikleri onların fiziksel niteliklerinden ileri gelir ve tümevarımsal yöntem bu nedenselliklerin ortaya konulup bilgiye ulaşılmasının yöntemidir.
John Stuart Mill.
John Stuart Mill asıl olarak yararcılık olarak adlandırılan bir düşünür olarak ün yapmış olan İngiliz filozofudur. Mantıkta tümevarımsal yaklaşım geliştirilmesine önemli katkılar sağlamıştır. Deneyci filozofların çizgisinde devam ederek, özellikle Berkeley'le bağlantılı önermeler geliştirmiştir. Mill, Berkeley'den dış dünyanın/maddenin gerçekliği konusunda ayrılır, ona göre duyumların dayanak noktası, maddi gerçekliktir.
Condillac.
Fransız filozof Condillac, empirik felsefenin özellikle Sensualizm (duyumculuk) yönünde geliştirilmesini sağlamış ve bu yönde temellendirmiştir. Bilgi teorisi konusunda kapsamlı yapıtlar üretmiş olan Condillac, aydınlanma çağında özellikle İdeolog olarak adlandırılan düşünürleri etkilemiş ve günümüze kadar gelen birçok tartışmanın teorik temellerini atmıştır. Condillac için felsefe kısaca duyumların bilgisi üzerine düşünmek olarak tanımlanır ki, bu aynı zamanda her tür bilginin temelinde duyumlar olduğu tezinin öne sürülmesidir.
Çağrışımcı deneycilik.
Kurucuları David Hardey ve Joseph Priestley olan deneyci akım.
Duyumculuk, Pozitivizm, Pragmatizm ve Deneycilik ilişkileri/ayrımları.
Empirist felsefe, ince nüanslar ve kavram ayrımları üzerinden ya da öncelikli ilkelerin neler olduğu ve yöntemsel yaklaşım noktasındaki ayrımlardan hareketle farklı kollara ayrılır ve kuramsal konumlanışları itibarıyla birbirlerinden farklılaşırlar. Belirli bir noktada bu farklılıklar farklı felsefe eğilimleri olarak belirlemelerini getirir. Bunun yanında, hepsinin öncelikli ilkesel kavramı farklı olmakla ve farklı bir felsefi konuma yönelmeleri söz konusu olmakla birlikte, rasyonalist geleneğe karşıt olarak, deneye, gözleme, pratik olana, yaşama öncelik verdiğini iddia eden bir epistemolojik temele dayanırlar. "Duyumculuk" duyu verilerinin bilginin temeli olduğunu, "pozitivizm" gözlem ve deneyin doğrulanabilirliğin tek kaynağı olduğunu, pragmatizm somut yaşamın ve pratiğin her şeyin ölçüsü olduğunu öne sürdüğünde deneycilik felsefesinin epistemolojik konumundan kalkış yapmaktadırlar.
Viyana Çevresi.
Mantıksal empirizm ya da mantıkçı olguculuk olarak bilinen bir felsefi konuma sahip olan Viyana Çevresi, belirli şekillerde deneycilik felsefesinin teorik öncüllerini sürdürür. Özellikle pozitivist anlamda deneyciliği değerlendirmişlerdir. Mantıksal empiristlerde "anlan" kavramı önemli bir yer tutar. Anlamlı önermeler doğrulanabilir, yani gözlem ve deney ile açık seçik bulgulanabilir olan cümlelerdir bulgular Doğrulanabilirlik ilkesini öne sürmüşler ve bunun temeline de deney ve gözlemi koymuşlardır. Bu gruba göre gözlemle doğrulanamayan her şey metafiziktir ve metafizik olan her şey de anlamsızdır.
Viyana çevresi düşünürleri.
Viyana Üniversitesi'nden Moritz Schlick etrafında toplanmış düşünürlere ilave olarak, Berlin Üniversitesi'nden Alman düşünürler de bu akımın etrafında toplanmışlardır.
Bertrand Russell.
Bertrand Russell, matematiksel mantık alanındaki çalışmalarını felsefe alanına genişleterek bir mantıksal atomculuk öğretisini geliştirmiştir. İngiliz filozofu olarak Russell epistemolojik olarak empirizmi benimser ve deneysel bilgimizin temel olduğunu, bunların betimsel ve tanışıklık yoluyla elde edilmelerine bağlı olarak iki türe ayrıldığını öne sürer. Russell, analitik felsefeyle ve mantıksal empiristlerle ya da mantıksal olgucularla bazı bakımlardan benzer teorik konumlara sahiptir.
Empirizm eleştirileri.
Duyuları ve duyumları bilgi problemi açısından yeniden önemli kılmasıyla etkili olan deneycilik felsefesi, duyum ve deneye aşırı ve buna bağlı olarak da yanlış bir yer vermekle eleştirilir. Özellikle aklı tamamen geri plana itmesi ve hatta tamamen önemsiz kılması, deneyciliğe yönelik yoğun eleştirilerin ortaya çıkmasına yol açar. Zihnin boş bir levha olduğu önermesi, sonradan daha çok yanlışlanabilir bir önerme olarak belirmiştir; zihnin, duyumların etkisiyle hareket eden bir makine/araç olmadığı ya da nesnelliği yansıtmaktan ibaret edilgen bir konum olmadığı psikanaliz, antropoloji gibi bilim alanlarından gelen katkılarla da eleştirilebilir olmuştur. Dil-zihin-gerçeklik ilişkisinde empirik önermelerin geçerli olmadığı, bağımsız bir deney ve gözlem alanı bulunmadığı, her tür gözlem ve deneyin, izlenimlerin belirli bakış açılarına göre üretildiği ileri sürülmüştür. Empirizm eleştirilerinin doruk noktası W. V. Quine'in "Deneyciliğin İki Dogması" adlı kitabıdır. Quine, burada deneyciliğin temel önkabullerine yönelik eleştirilerini yöneltir. Bir yandan, analitik önermeler ile sentetik önermeler arasında yapılan katı ayrım eleştirilir ve apiriori bilgilerin olduğu öne sürülür. İkinci olaraksa, deneyciliğin öne sürdüğü deneyimin koşullarına yönelik bilginin nereden geldiğine ilişkin eleştiri dile getirilir. Ayrıca gözlem sonuçlarının sentezlenmesini sağlayan tümevarım ilkesinin deneyimle nasıl temellendirileceği sorusu da deneyci felsefecilere yöneltilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7123",
"len_data": 14867,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.05
}
|
Akılcılık; usçuluk veya rasyonalizm olarak da adlandırılan, bilginin doğruluğunun duyum ve deneyimde değil, düşüncede ve zihinde temellendirilebileceğini öne süren felsefi görüş.
Tanım ve genel tarihçe.
"Akılcılık", bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemsel yaklaşımla ulaşılabilir. Dünya hakkındaki önemli olan bilginin yalnızca deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her bireyin eşit ve değişmez ussal ve mantıksal ilkelere sahip olduğunun varsayımı ile, çeşitli ""a priori" ve apaçık gerçeklerin varolduğunu onaylar. Son zamanlarda, çeşitli dilbilimcilerin bazı dilbilim kavramları hakkındaki yazıları haricinde, "a priori"" bilginin varlığı sıklıkla reddedilmiş, kabul edilse dahi etki alanı ve konumu daraltılmıştır.
Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği matematiktir. Hakikate ve eşyanın bilgisine sadece akıl ile erişilebileceğini savunur. Bu sebeple akılcılık, deneyciliğin karşıtıdır. Akla karşı yaklaşım pek çok bağlamda dindeki vahiy ile yahut etikteki duygu ve hisle karşılaştırılan bir yaklaşımdır. Bununla birlikte felsefede akıl genellikle içgörüyle ("içe doğmayla değil") karşılaştırılır.
Batı'da akılcı gelenek Elealılar, Pisagorcular ve Platon ile ("aklın kendine yeterliliği teorisi Yeni-Platonculuğun ve idealizmin başat temasıdır.") başlar (Runes, 263). Aydınlanma'dan beri akılcılık felsefenin hizmetine matematiğin yöntemlerini sunmaya çalışır. Descartes, Leibniz ve Spinoza buna örnek gösterilebilir (Bourke, 263). Akılcılık Avrupa'da genellikle kıta felsefesi olarak bilinir, çünkü İngiltere'de deneycilik daha baskındır. Nitekim Leibniz ve Spinoza gibi filozofların düşünceleri, İngiliz deneyci filozoflarınkilerle sık sık karşılaştırılmıştır. Fakat bu akılcılık ve deneycilik akımları ile filozofların akılcı ve deneyci fikirleri detaylıca incelendiğinde pek doğru bir eylem veya bakış açısı değildir. Geniş bir bakış açısından bir filozof hem akılcı hem de deneyci olabilir (Lacey, 286–287). Aşırı noktasında, deneycilik deneyim dışı her türlü bilgiyi reddeder ve her türlü bilginin deneyim ile edinildiğini savunur. Akılcılık ise, aşırı noktada bilginin deneyim ve algı olmaksızın saf akıl ile tamamen ve en iyi şekilde edinilebileceğini savunur. Yani deneycilik ile akılcılık arasında en temel tartışma (insan) bilgi(si)nin kaynağıdır. Bununla birlikte, bu tüm rasyonalistlerin doğa bilimlerinin deneyimsel bilgi ve algıların yardımı olmadan tam anlamıyla bilinebileceğini öne sürdükleri anlamına gelmez. Aslında çoğu rasyonalist filozof deneyime de en azından belirli oranda önem vermiştir ve belirtilen derecede aşırı bir noktada bulunan herhangi bir rasyonalist okul ortaya çıkmamıştır (Hatfield).
Felsefî bir okul olarak akılcılık ve içerdiği temel ilkeler 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır. Bununla birlikte bu dönemde de, sayıları az da olsa, akılcılığı savunan filozoflar olmuştur. Örneğin Alman Christian August Crusius ve yine Alman Moses Mendelssohn. 18. yüzyılda akılcılığa en büyük eleştiri deneyci çevrelerden gelmiştir. Bununla birlikte, örneğin Alman filozof Kant da geleneksel akılcı düşünce okulunu tenkit etmiştir. Kant eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir rasyonalizm fikrini temellendirmeye yönelir. Rasyonalizm geleneği başlangıcından itibaren ele alındığında karşımıza pek çok farklı türlerde rasyonalizm yorumları ya da yaklaşım biçimiyle karşılaşılır.
Antik Çağ felsefesinde rasyonalizm.
Rasyonalizm geleneği Elea Okulu ile birlikte başlatılabilir. İlk akılcı filozof Parmanides'tir denilebilir. Ona göre duyumlar değişebilen şeyler olduklarından bilginin temeli olamazlar, aksine aklın değişmeyen ilkeleri bilginin temeli olabilir. Elealı Zenon, hocası Parmenides'in akılcılığını daha ileriye götürmüştür. Duyuların güvenilmezliğini kanıtlayan paradokslarının ardında rasyonalizm düşüncesi temellendirilir. Platon ise idealar teorisiyle rasyonalizmi belli başlı bir kuram olarak şekillendiren kişi olarak anılır. Platon, rasyonalizmin yöntemsel ilkesi olarak bilinen tümdengelimli yönteminin de önde gelen isimlerindendir. Ayrıca Aristoteles'i de akılcılığın kurucu isimlerinden biri olarak belirtmek gerekir.
Kıta felsefesinde akılcı filozoflar.
Genel anlamda kişinin akılcı olarak adlandırılabilmesi için iki temel noktayı onaylaması ve kabul etmesi gerekmektedir, bunlar:
Elealılar ile başlayan akılcı geleneğin Batı'daki en önemli isimleri Descartes, Spinoza, Malebranche ve Leibniz'dir.
Descartes'ın metafizik hakkındaki savları ve metafiziksel ilkelerinin sonucu olarak gördüğü dualistik yapıya sahip (akıl-vücut ayrımını barındıran) Kartezyen ruh kavramı Avrupa'daki akılcılık geleneği için çok önemli bir noktayı oluşturmaktadır. Nitekim Descartes'ın metafiziğe dair akılcı görüşleri yaygın kabul görmüş ve 17. yüzyılın ikinci yarısında, fiziksel görüşleriyle birlikte bunlar da kitap olarak birçok öğretim merkezinde okutulmuştur. Descartes'ın görüşleri kendisinden sonraki filozofları da büyük oranda etkilemiştir. Nitekim Descartes'ın ortaya attığı insanın ontolojik dualizmi fikri modern toplumlarda dahi sıklıkla kabul edilen bir savdır.
Bir diğer ünlü akılcı filozof Spinoza ise başlarda Descartes'ın metafizik savlarını benimsese de, zamanla kendi düşüncelerinin olgunlaşması ve gelişmesiyle birlikte Descartes'in savlarını bırakarak daha farklı bir metafiziksel anlayış geliştirmiştir. Kartezyan akıl-vücut dualizmini reddeden Spinoza, Tanrı'nın yaratılmış dünyadan ayrı olarak mevcut olduğu fikrine de karşı çıkmıştır. Ona göre bir tek ebedî varlık vardı. Spinoza'nın bu fikri ve metafiziksel açıklamaları Batı'da panteizm açısından çok önemlidir. Metafiziğe dair savları detaylıca "Etik" isimli eserinde yer alır. Ayrıca dinin de akılcı eleştirisini yapmıştır (Hatfield).
Kartezyan ruh kavramıyla birlikte Descartes'in metafiziğe dair görüşlerini genel olarak benimseyen Malebranche ise aklî fikirlerin bireysel zihinlerden ziyade, Tanrı'da var olduğu ve Tanrı'nın gerektiğinde insanlara bu bilgileri ilâhî bir anlamda sunduğunu öne sürerek Descartes'tan ayrılmıştır.
Anılan diğer filozoflar gibi Leibniz de başlarda Descartes'in fikirlerinin takipçisi olmuştur. Bununla birlikte daha sonra Descartes'in fikirlerini reddederek, kendi geliştirdiği metafiziksel fikirleri savunmuştur. Leibniz düşüncesinde Tanrı'nın yarattığı dünya bilinçli ve ayrı küçük varlıklardan oluşur. Daha sonra bu varlıklara "monad" ismini vermiştir ("Monadoloji", 1714). Ayrıca Leibniz'in düşüncesinde Tanrı tüm olası dünyalardan en iyisi olarak dünyayı yaratmıştır ki burada kastedilen "en iyi", "mükemmel", "eksiksiz" anlamındadır. Bu fikir daha sonraları birçok filozof tarafından tenkit edilmiştir.
Kantçılık.
Rasyonalizm konusunda en temel eleştirileri, kendisi de özgül bir rasyonalist olan Kant'tan gelir. Kant "Saf Aklın Eleştirisi" (1781) isimli eserinde bu noktadaki temel eleştirisini ortaya koymuş ve felsefi ilkelerini açıklamıştır. Hem amprizmin hem de rasyonalizmin felsefi problemleri eleştirel bir şekilde değerlendirilerek Kant felsefesinde aşılmaya çalışıldığı görülür. Bu bakımdan eleştirel felsefe olarak adlandırılan felsefe geleneğinin kurucusu Kant'tır ve o bu yolla ampirizmin ve rasyonalizmin yetersizliklerinden kurtulmaya çalışmıştır. Kant insan bilgisinin sınırlarını ve yapısını soruştururken, bir yanda aklın kuramsal statüsünün belirlenmesi ile ilgilenmiş öte yandan da her tür deneyimin kuramsal sınırlarını belirlemeye çalışmıştır. "Saf Aklın Eleştirisi"'de özellikle "deneyimin zorunlu doğası"nın incelenmesine yönelik kapsamlı bir girişim vardır. A priori ve a posteriori bilginin varlığını kabul eden Kant, bunları farklı bilgi türleri olarak sınıflandırır ve önceki felsefe geleneklerinin yetersizliklerini bu kategoriler ekseninde değerlendirir.
Hegelci rasyonalizm.
Rasyonalizm geleneği Parmenides'ten Hegel'e uzanan bir gelişim çizgisi gösterir, bu çizgi üzerinde birbirinden çok farklı akılcılık anlayışlarıyla karşılaşılır. Farklı rasyonalizm tanımlarına rağmen; "doğruluğun ölçüsünü akıl olarak ele almasını" bu felsefe geleneğinin ortak bir öğesi olarak ele alırsak, söz konusu düşüncenin doruk noktasında Hegel ile karşılaşılır. Hegelci diyalektik yöntem rasyonalizmin kendi içinde kendini temellendirmesinin bir yöntemi olarak ortaya çıkmıştır. Hegel'in ünlü sav sözü, "Gerçek olan her şey ussal, ussal olan her şey gerçektir." deyişi, tüm bir rasyonalizm geleneğinin en özlü ifadesi olarak görülür.
Aydınlanma ve rasyonalizm.
Aydınlanmacılık ile birlikte akıl ve akılcılık kavramları farklı bir anlam daha kazandı. Felsefî bir vurgudan öte, feodal ve dinî müessese ve uygulamalar ile sosyal ve politik uygulamaları akıl ışığında ve aklı temel alarak eleştiren kişilere rasyonalist adı verilmeye başlandı ve bu tip eleştirel yaklaşım da rasyonalizm olarak anılmaya başlandı. Burada felsefi ilkelerin aynı zamanda toplumsal düzenlemelerde yeni bir yönelimin kurucu ilkeleri haline gelmesi söz konusudur. Bu anlamda rasyonalizm aklı kurucu ilke olarak benimseyen ve dinsel toplumsal örgütlenmelere karşı akılcı toplumsal düzenlemelerini temel alan yaklaşımları ifade eder. Kant'ın "Aydınlanma nedir?" sorusuna verdiği, "İnsanın kendi aklını kullanmasıdır." şeklindeki cevabı, aklın aydınlanmacılıkta felsefî bir ilke olduğunu gösterir. Buna göre evrensel bir dayanak noktası olan akıl, toplumsal yaşamın herkes için geçerli olabilecek akılcı bir düzenlemesini mümkün kılabilecektir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7124",
"len_data": 9513,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4
}
|
Bilinç, genel olarak, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yetidir. Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış yoluyla bilinen, duyumları, algıları ve anıları ihtiva eden bölümüdür.
Tanımlaması daha çok doğrudan olmasından ziyade dolaylı yollardandır (farkındalık gibi) ve birçok farklı şeyi ifade edebildiği için zordur. Çünkü bilinç ağırlıklı olarak kişisel bir deneyimdir. “Canlı maddenin öğretimini denetleyen özel bir öğretmendir, bazen yeterince eğitilmiş olan öğrencisi, öteki görevleriyle uğraşmak için yalnız bırakır” şeklinde basit ve anlamlı tanımlamaları da varsa da, “bir kişinin kendi varlığının/var oluşunun, duyularının, düşüncelerinin, çevresinin farkında olması” olarak da tanımlanır. İç durumumuzu sorgulayarak bir şeylerin farkında oluruz ve bilinçli bir varlık olduğumuzu hissederiz ve bilincin en önemli noktası da budur. Bilinç, çoğu kez "farkında olma, farkındalık" ile aynı anlamda kullanılır. Yani bilinçli kabul edilen varlıkların “nesnel/dışsal gözlem” ve “öznel/içsel gözlem”leri vardır. Öznelci kuramların tuzağına düşmemek elde değildir. Bilincin bütün tanımları temelde hep aynı gibidir. Ama her tanım “eski bir şişede yeni bir şarap gibi” sunulur. Ya da bazıları “görüntüyü kurtarmak” adına öne sürülmüşlerdir. Tanımı yapacak bir doctor universalis (evrensel bilgin) bulmak mümkün değildir ya da bekleyeceğimiz ani bilgisizlikten, ani bilgili bir duruma geçme, ani bir kavrayış (anagnoresis) mümkün gözükmemektedir.
Öznelcilik.
İçsel, kişiye ait olan öznel bakış açısıyla bakıldığında bilincin bazı özellikleri tamamen başka biri tarafından değerlendirilemez. Her zaman öznel olan “görüyorum, hayal ediyorum, inanıyorum, düşünüyorum” gibi kendi içselliğimize ait ifadeler kullanırız. Bütün bunlar, öznel yapımızla birlikte geçmiş ve geleceği göz önüne alarak, geçmiş deneyimlerimizin sentezinden oluşurlar. Bu zamana bağlı yerleşik durum belleğimizle de yakından ilişkilidir. Bu yönüyle bakıldığında bilinç, diğer bir kişiye içselliğimizi aktarım için öznel dil ile sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Felsefeci Daniel Dennett bilinci, beynin değişik bölgelerinin aynı anda değişik işler yaptığı ve olayları kendine göre yorumladığı yaratıcı kargaşa olarak kabul eder. Ortada tek ve doğru bir yorum yoktur. Bilinci kafalarının içinden dışarıya bakarak anlamaya çalışan bir insan olarak tanımlayan düşünceleri eleştirir. "Belki de, bir tanım bulmaya çalışmamalıyız." der. Bu çeşitlilik göz önüne alındığında tanım yanıltıcı da olabilir. Dolayısıyla kesin bir tanımdan uzak durabiliriz çünkü esas problem, bir yirminci yüzyıl sorunu olan bilinci, modası geçmiş on dokuzuncu yüzyıl terimleriyle tartışmamızdan kaynaklanmaktadır.
Bilinç hakkında bugünkü tartışma David Chalmers tarafından öne sürülen ve ayrımı yapılan bilincin “kolay” ve “zor” problemleridir. Kolay problem, bilinç deneyimi olmaksızın sinir hücresel olayların doğasını anlamadır. Bir dereceye kadar bu soru yanıtlanmıştır. Bunlar arasında; "beyinde paralel bilgi işleme nasıl oluşur?", "Bellek nasıl depolanır ve geri çağrılır?" ve "Seçici dikkatte hangi mekanizmalar devreye girer?" gibi sorulara kısmen yanıtlar oluşturulmuştur. Zor soru ise, bilincin genel açıklamasını içerir. Nasıl fiziksel dünyadan bilinç doğar? Niçin bazı sinir hücresel olaylar bilinçli deneyimle sonuçlanırken diğerleri sonuçlanmaz? En önemlisi de bilinç denilen şey nedir?
Fizikçi Roger Penrose'a göre bilinç, fiziksel olarak yanına yaklaşılması gereken ve bilimsel bir kavramdır. Tanımlamadan ziyade tarif edilmesinin daha uygun olacağını belirterek, aktif ve pasif olarak iki parçaya ayırır. Renk ve armonilerin algılanmasını farkındalıkla birlikte pasif olarak kabul ederken, bilincin özgür irade ile iş görme yeteneğini de aktif kısmı olarak ele alır. Anlayışı bu ikisi arasına yerleştirir ve farkındalıkla anlayışın ayrılamayacağını, eğer farkındalık olmazsa anlayıştan bahsetmenin anlamsız olduğunu belirtir. Bilincin tanımını da farkındalıkla eşanlamlı olarak kabul eder. Yine zekâyı da anlayışa bağlar.
Aktif-Pasif.
Aktif ve pasif bilinç yanında, değişik ayrımlar da vardır. Birincil bilinç ile dönüşlü (kendine dönen: reflective) bilinç arasındaki keskin ayrım da bunlardandır. Birincil bilinç daha basittir ve duyusal uyarıların farkındalığı ile birliktedir. Bu tür bilinç, beyinde bazı işlemlerin bilinçli bazılarınınsa bilinçaltı aracılığı ile nasıl yapıldığını anlatır. Dönüşlü bilinç ise benlik ile ilişkilidir ve “ben” veya “benim, kendim” temsiliyeti ile ilgili bir kavramdır.
Fenomenal-Psikolojik.
Bir başka ayrım ise, fenomenal ve psikolojik bilinç arasında yapılır. Fenomenal bilinç “bazı fenomenal niteliklerin varlığını ifade eder, yani “birincil kişi” deneyimini yansıtır; hâlbuki psikolojik bilinç; uyanıklık, içgörü, aktarabilirlik, kendilik–bilinci, bir şeye dikkat veya bilgisini (farkındalığı) ifade eder. Felsefi bakış açısı ile fenomenal bilinci açıklamak çok zordur. Yani bu Thomas Nagel’in sorduğu “(Yarasa)…gibi olmak nasıl bir şeydir?” sorusunun yanıtını vermek anlamına gelir. Özel olarak hissedilen “ben”, bilincin temel kavramıdır.
Birçok durumda felsefede kullanılan bir terimle ne denmek istendiğini anlamamıza rağmen anlamının duru bir açıklamasını vermeyi ya da onu tam olarak tanımlamayı başaramayabiliriz. “Bilinç-zihin/beyin-beden” ya da kısaca simgesel olan “psi/phi” sorununun geçmişine uzanmak istediğimizde, genellikle beklediğimizden ifadelerden farklı olarak “ruh/beden” ilişkisi hakkında yapılan değerlendirmeler ve adlandırmalar göze çarpar. Çoğu felsefeci hem antikçağda hem de modern felsefenin doğumu sıralarında bedenden farklı olan ve genellikle karşıtında bulunan “bir şey” için farklı tanımlamalar ve adlandırmalar kullanmışlardır: pneuma, öz, töz, tin, can, ruh, nefs, maneviyat, akıl gibi... “Sık sık şaşırır ve genellikle kullanımda olan sözcüklerin duru ve belirli anlamlarını elde etmede güçlüklere düşeriz” der Berkeley. Yanlışa neden olan “şey” ya da “töz” kelimesinden ziyade anlamları üzerine düşünme tutumudur diyerek “sözcüklerin anlamını bir karara bağlamak istiyorum” ifadesi ile çözüm sunmaya çalışır. Berkeley, “Terimler bir ölçüde konuşmayı kısaltmak için ortak alışkanlık tarafından yaratılmış ve bir ölçüde de öğretim amacıyla düşünülmüşlerdir... Gerçeklik arayışında doğru olarak anlamadığımız terimler tarafından yanlışa düşürülmemeye dikkat etmeliyiz... Neredeyse tüm felsefeciler uyarıda bulunurlar ve çok azı ona dikkat eder” der.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7125",
"len_data": 6430,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 4.27
}
|
Zihin ya da bilinç; düşüncenin, algılamanın, belleğin, duygunun, isteğin ve düşlemenin bazı birleşimlerinde görünür olan bilincin ve zekânın kolektif görünüşlerini kapsar. Zihin bilinç akışı olarak tanımlanabilir. İnsan beyninin bilinçli süreçlerin tümünü içerir. Ayrıca bu sözcük kesin içeriklerde hayvanların bilinçli veya insanların bilinçaltı düşüncelerinin çalışmasını içermek için kullanılır. "Zihin" mantığın düşünce süreçlerine özellikle değinmek için sıklıkla kullanılır.
Zihnin ne olduğu ve nasıl çalıştığı ile ilgili; Plato, Aristo, Adi Shankara, Siddhārtha Gautama, Antik Yunan ve Hint felsefecilere tarihlendirilen birçok teori vardır. Ön bilim teorileri teoloji, ruh ve zihin arasındaki beraberliğe yoğunlaşmış kişisinin tanrının verdiği veya ilahi öz varlığına kök salmıştır. Modern teoriler, zihni, beynin bilimsel anlamı üzerine kurulmuş, psikoloji'nin bir olgusu ve az çok bilinç ile eş anlamlı olarak sıklıkla kullanılan bir terim olarak görür.
Aynı zamanda insan öz niteliklerinin zihni hazırlamasının sorunu fazlaca tartışılır. Bazıları sadece yüksek entelektüel işlevlerin zihni meydana getirdiğini iddia eder: bilhassa mantık (reason) ve bellek. Bu görüşte, doğada duygular (sevgi, nefret, korku, sevinç) ilkel veya özneldir ve aklın kökeninden veya doğasından ayrı olarak görülmelidir. Diğerleri insan kişisinin benzer doğada ve kökende olan duygusal ve rasyonel taraflarının birbirinden ayrılamayacağını iddia eder ve tümü bireysel zihnin bir parçası olarak görülmesini savunur.
Zihnin popüler kullanımı çoğunlukla düşünüş ile eş anlamlıdır, kafamızın içinde yürüttüğümüz kendimiz ile özel konuşmalardır. Bu duyuda zihnin anahtar öz niteliklerinden biri sahibinden başka hiç kimsenin erişemediği bir özel alan olmasıdır. Hiç kimse bizim zihnimizi okuyamaz ve sadece ilettiklerimizi bilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7126",
"len_data": 1816,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 4.06
}
|
Mars şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7127",
"len_data": 28,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.35
}
|
Dinozor (Dinosauria), ilk olarak Mezozoyik zamanda ortaya çıkan ve yaşayan tek üyeleri kuşlar olan arkozor sürüngen grubu. Dinozor adı, Richard Owen tarafından Grekçe "korkunç" anlamına gelen "deinos" ve "kertenkele" anlamına gelen "sauros" sözcüklerinin birleştirilmesinden oluşur. Dinozorlar, 243 ile 233 milyon yıl önce Geç Triyas döneminde ortaya çıkmış ve 66 milyon yıl önce kuşlar dışındaki tüm türlerinin soyu tükenmiştir. Dinozorlar, sıcakkanlı ve soğukkanlı arası özellikler gösteren mezoterm canlılardı. Mezozoyik'te oldukça başarılı biçimde tüm kıtalara yayılan dinozorlar çok farklı nişleri doldurdu. Yapılan araştırmalarda şimdiye kadar yaklaşık olarak 1.000 kadar kuş olmayan dinozor türünün yaşadığı belgelendi. Bugün dinozorların evrimsel olarak devamı olan kuşların 11.000 kadar türü vardır ki bu, yaşayan memelilerin tür sayısının (~6000) yaklaşık iki katıdır. Dinozorların nasıl yaşadığı, ne kadar çeşitlendiği ve ekosistemdeki yerleri kadar, kuş olmayan dinozorların nasıl yok olduğu da bilim camiasını uzun zamandır meşgul etmektedir. Kuş olmayan dinozorları yeryüzünden silen yok oluşun aşamalı mı, yoksa yerbilimsel olarak katastrofik (ani) mi olduğu tartışmalıdır.
Dinozorlarla ilgili bir diğer konu da onların büyük çeşitlilik gösteren boyutlarıdır. Bu canlılar, yerküreyi titreten 65-75 tonluk "Argentinosaurus" gibi dev titanozor sauropodlardan en küçük yaşayan dinozor olan "Arı sinek kuşu"na değin boyut konusunda çok geniş bir yelpaze sunar. Farklı dinozor grupları farklı metabolizma hızları ve büyüme stratejileri geliştirdi, sauropodlar devleşip ısı kaybını aza indirirken, daha küçük bedene sahip gruplar da ısı kaybını önlemek için tüy barındırmış olabilir. Dinozorların ayırt edici fiziksel özelliklerinden birisi beden duruşlarıdır, yapılan çalışmalar dinozorların atalarının bipedal (iki ayak üstünde) olduğunu ileri sürdü. Yaşayan kertenkele türlerindeki bipedal duruşun evrimsel olarak koşucu özellikleri artırıcı bir adaptasyon olduğu biliniyor, bundan yola çıkarak kimi dinozorlarda da gerek avlanma gerekse avcılardan kaçmak için bipedal hareket biçiminin evrimleştiği düşünüldü.
Dinozorların evrimsel tarihi temelinde yerküre tarihidir, özellikle Dünya'nın geçirdiği büyük değişiklikler farklı dinozor ailelerinin veya aynı aileler içinde farklı cinslerin evrimleşmesine yol açtı. Bunun en önemli örneklerinden biri Kretase dönemi Kuzey Amerika'sında karaları ayıran Batı İç Denizyolu'dur ve yaşanan coğrafi izolasyon yoluyla Laramidya ve Appalachia karalarında ayrı cinsler oluştu.
Keşif.
Dinozorların ilk olarak ne zaman toplumların ilgisini çektiği bilinmiyor ancak Antik Çağ'dan başlayarak belli varsayımlarda bulunulabilir. Bazı tarihçiler ve paleontologlar Geç Kretase döneminin Kampaniyen aşamasında yaşamış "Protoceratops"un fosilleri bulunduğunda, bunların Greko-Romen kültürde yansımasını bulmuş olabileceğine inanıyorlar. Bunun yanı sıra Antik Çin kültüründeki ejderha motifinin de dönemin insanlarının bulduğu dinozor kemiklerinden kaynaklandığı ileri sürüldü. Muhtemelen bu kalıntıların bulunması ve onların dönemin insanlarınca masalsı yaratıklar olarak adlandırılması söz konusu olabilir (Griffon, feniks vb). Bununla birlikte 2024 yılında Witton ve Hing'ın yaptığı çalışma, önceden ileri sürülen "Protoceratops"'un kalıntılarının altın arayan Asyalı göçebelerce bulunduğu ve daha sonra griffon adlı mitolojik varlığın yaratılmasını esinlediği ve bunun ticaret ile antik dünyada yayıldığı varsayımına karşı bir görüş ileri sürdü. Çalışmanın ana argümanları fosil kalıntılarının yakınında altın yataklarının bulunmaması ve griffon sanatının coğrafi yayılımının Orta Asya'dan kaynaklanma ve sonradan Batı'ya yayılma iddiasına uymamasıydı.
Yeni Çağ dolaylarında artık modern bilimin ayağa kalkmaya başladığı zamanlarda eksik keşifler yapılmıştır. 1676'da Oxford Üniversitesi'nde görevli bir rahip olan Robert Plot, bir dinozora ait olduğu bugün bilinen bir uyluk kemiğini Roma döneminden kalma savaş filine ait bir kalıntı sanmıştır. Örnekler çoğaltılabilir; ancak dinozorların ve doğa bilimlerinin doruk noktası 19. asrın başlarıdır. İlk olarak dinozorların ciddi bilimsel araştırmaların konusu olması İngiliz doğa bilimci Richard Owen'in katkısıyla oldu, çünkü dinozor terimini ortaya koyan kendisiydi. Bilimsel anlamda incelenen ilk dinozor fosili ise "Megalosaurus"'tur, bu orta Jura dönemi etçili, William Buckland tarafından bulunmuş ve tanımlanmıştır.
Tanımlanan ikinci dinozorsa 1822 yılında Gideon Mantell'in keşfettiği "İguanodon"'dur, cins 1825 yılında Mantell tarafından resmi olarak tanımlanmıştır. Bilimsel anlamda son 200 yılda bir avuç eksik numuneyle başlayan dinozorları tanımlama süreci bugün en az 800 cins ve neredeyse 1000 türle çok büyük bir sayıda temsil edilmeye başladı. Bu geniş canlılar grubunun da hâlâ daha yeni bulgularla değişebilecek bir evrim süreci vardır.
Avrupa'da bu gelişmeler ve keşifler yapıldıktan sonra paleontoloji bilimi Amerika kıtasındaki çalışmalarla daha da genişlemiştir. Bilhassa Avrupa'da eğitim almış, ama saha çalışmalarını Kuzey Amerika'da yapan iki önemli bilimsel kişilik Othniel Charles Marsh ve Edward Drinker Cope sahneye çıkmıştır. Bu önemli keşifler git gide ekol hâline gelmiş ve ikili etrafında rekabete dayalı bir bilimsel hareket başlamıştır. Hem Cope hem de Marsh arazi gezilerine çıkarak fosil ararlarken; bir süre sonra arazi çalışmaları için işçi ekipleri kurup başlarına asistanlarını geçirmişlerdir. İlerleyen zamanlarda, bulunan ve ulaştırılan fosilleri ofislerinde inceleme ve tasnif etme işlerini yürütmüşlerdir. Bu ikilinin rekabeti ise fikir ayrılıkları ve fosil alanları ile ilgili çatışmalar nedeniyle kavgaya dönüşmüş olup 1890 yılının ocak ayında bu kavga gazete manşetlerine düşmüş ve kamuoyunun taraf olduğu bir hadiseye dönüşmüştür. Aralarındaki kavga, düşmanlık boyutuna vardı ve rüşvet, hırsızlık ve fosillere zarar vermeye kadar uzanan kötü eylemlere sahne oldu. Bu bilimsel tartışma ise bilim tarihine "Kemik Savaşları" () olarak geçmiştir.
Paleobiyoloji.
Boyut.
Dinozorlar pek çok özellikleri noktasında yüksek çeşitlilik yakaladılar. Boyut bu özelliklerin başında gelmektedir. Memeliler ile karşılaştırmak gerekirse ortalama memeli boyutu köpek ölçülerindeyken; ortalama dinozor boyutu ayı ölçülerine karşılık gelir. Tüm dinozorlar, boyut konusunda dikkate değer bir evrimsel öykü sunar, Mezozoyik dönemde dinozor beden kütlesinin modu 1-10 ton arasındaydı. Günümüzde tamamıyla karada yaşayan en büyük sürüngenler dev kaplumbağalar ve monitör kertenkelelerdir ve 1 tona yaklaşamazlar, ancak büyük etçil dinozorlar 6-10 tona kadar ulaşabilen örneklere sahiplerdi. Geç Jura'nın Avrupa'sından bilinen "Compsognathus" 1-1,25 m uzunluğundayken, "Tyrannosaurus rex" 12 metre uzunluğunda ve 8 ton kadar gelmekteydi. Sauropodlar için boyut konuşulacaksa devleşme söz konusu olmalıdır, örnek olarak 75 tona kadar ulaşabilen "Argentinosaurus" ve 35 tonluk "Supersaurus" verilebilir. Bilinen en büyük ornithischian ve sauropod olmayan en büyük dinozor olan "Shantungosaurus" için de Gregory S. Paul, 15 m uzunluk ve 13 ton ağırlık tahmin etti.
Ayrıca 2024 yılında yapılan bir çalışmada "Tyrannosaurus" cinsine yeni bir tür eklenmiştir. "T. mcraeensis", "T. rex"'ten 6-7 milyon yıl önce Laramidya'nın daha güneyinde yaşadı ve kendisinden daha genç akrabasıyla yarışır boyutlara sahipti. "T. mcraeensis"in 12 metre uzunluğa sahip olduğu düşünülüyor. Bu yeni türün keşfiyle Tyrannosauridlerin büyük boyutlara nasıl ulaştıkları ve kökenlerine ilişkin evrimsel tarihleri daha iyi anlaşılabilir.
Dinozorlar aynı zamanda farklı beden yapılarının boyutu konusunda da uç örnekler sergilediler. İlginç örneklerden biri "Mamenchisaurus"tur. Andrew Moore ve ekibi tarafından 2023'te yapılan çalışmaya göre 15 m uzunluğundaki boynuyla "Mamenchisaurus"un şimdiye kadar bilinen en uzun boyna sahip canlı olduğu bulundu.
Bergmann kuralı zoolojide hayvanların boyutlarıyla yaşadıkları enlem arasındaki ilişkiyi konu eden bir ekolojik kuraldır. Wilson "ve ark".'nın (2024) yaptıkları çalışmada bu kural Mezozoyik'te yaşamış dinozorlar ve memeliler ile onların torunları olan günümüz kuşları ve memelilerine uygulandı. Özellikle son yıllarda keşfedilen Kuzey Kutup Dairesi çevresinde yaşamış "Nanuqsaurus" gibi dinozorların da ele alındığı çalışmada beden büyüklüğünün yaşanılan yerin enlemiyle bir ilgisinin olmadığı bulundu. Kuzey Amerika'nın daha alt enlemlerinde yaşamış dinozorlarla onların Arktik çevrelere yakın yaşamış akrabalarının beden büyüklüklerinin benzer olduğu görüldü.
Metabolizma.
Omurgalılar dünyasında temel olarak iki tip enerji üretim sistemi metabolizmayı ve canlı yaşamını yönetir. Bunlardan biri yüksek metabolizma hızına sahip memeli ve kuşlardaki enerji sistemiyken; diğeri düşük metabolizma hızına sahip sürüngen, amfibi ve balıklarda görülen enerji üretim sistemidir. Dinozorların genellikle dik bacaklara sahip olması onların da memeli ve kuşlar gibi etkin canlılar olduğu fikrini desteklemektedir. Bu noktada pelvisin (kalça kemiği) boyutu önemli bir belirteçtir, sürüngenlerde yavaş harekete olanak sağlayan ufak bacak kasları (uyluk kasları) yine görece küçük bir pelvise bağlanır ve bu durum kuş ve memelilerde tam ters durumdadır onların büyük pelvisleri vardır. Özellikle prosauropodlar, erken teropodlar gibi bazı ilkin dinozor grupları, küçük pelvislere sahiptir ve kimi çalışmalarda onların da düşük metabolizma hızına sahip olduğu düşünülmüştür, ancak özellikle avian dinozorlarda, gelişmiş teropod ve sauropodlarda, modern kuşlardaki gibi hava keselerinin bulunması, bazı kuş kalçalı dinozorlarda diyafram benzeri bir yapının korunması da dinozorların yüksek metabolizma hızına veya en azından sürüngenler ile kuş-memeli metabolizması arasında bir metabolizmaya sahip olduğunu gösterir. Ayrıca fosilleşmiş kemik kalıntıları da canlının yaşadığı süreçteki ısı değişimini gösterecek izotoplar barındırır, yapılan incelemelere göre dinozorlar genelde aynı ortamda yaşadıkları timsahgillerden daha duraylı (sabit) vücut sıcaklıklarına sahip olmuştur.
Dinozorların vücut sıcaklıklarını dengelemek için sahip oldukları çeşitli adaptasyonları vardır. Büyük sauropod "Camarasaurus" ağır yapısı nedeniyle kolayca ısı kaybedemez ve aşırı ısınan kafatasını burun boşluklarında ve ağzında yer alan ısı transfer alanlarındaki kan damarlarıyla fazla ısıyı atarak soğutur. Yine "Euplocephalus"'ta döngüsel burun boşlukları vardır ve geniş kan damarları burada fazla ısıyı uzaklaştırır. Orta boy bir teropod olan "Majungasaurus" çenesiyle bağlantılı bir sinüs sistemine sahiptir, hayvan ağzını açtığında bu sinüslere hava dolar, sonra sinüsleri çevreleyen kan damarları havayı ısıtır ve fazla ısısını havaya kaybeden serin damarlar beyne gitmektedir. Hayvan ağzını kapatınca da ısınan hava burun ve ağızdan dışarı atılır.
Son zamanlardaki çalışmalarda "Tyrannosaurus rex"'in kafatasındaki deliklerin farklı işlevleri olabileceği bulundu. İlk olarak hayvanın kafasının soğumasına yardım ettiği düşünüldü, diğer olasılıklar da kafatasının ağırlığını azaltan veya daha iyi bir işitme duyusuna sahip olmasına yardım eden bir adaptasyon sayılmasıdır.
Dinozorların büyüme hızları da metabolizma incelemelerine konu edilir. Sauropodların evrimsel olarak boyutlarını büyütme eğilimi günümüzdeki büyük memelilerle karşılaştırılmıştır. Örnek olarak, beş yaşında bir afrika fili 1 ton kadar gelirken; aynı yaştaki "Apatosaurus"un ise 20 tona ulaştığı biliniyor. Bu büyüme hızı yüksek görünse de yaşayan balinalarla karşılaştırılınca çok yüksek olmadığı görülmektedir. Yine 30 tonluk gri balina,
20,700 kg/gün büyüme hızı yakalarken "Apatosaurus" 14,460 kg/gün büyüme hızına sahiptir. Yaşamış en büyük kara hayvanı olduğu tahmin edilen "Argentinosaurus"un da 55,638 kg/gün'lük büyüme hızıyla, 66,00 kg/gün'lük büyüme hızına sahip gelmiş geçmiş en büyük hayvan mavi balinanın gerisinde kalır. 2023 yılında D'emic ve meslektaşlarının yaptığı çalışmada farklı teropod dinozorların büyüme hızları ve süreleri belirlendi. Uyluk ve kaval kemiklerindeki büyüme halkaları üzerinde yapılan incelemeler sonucu "Spinosaurus", "Tyrannotitan", "Acrocanthosaurus", "Majungasaurus" gibi cinslerin "Tyrannosaurus"tan daha yavaş büyüdüğü saptandı. "Mapusaurus"un da yılda % 200 oranında kütlesini artırarak hızlı büyüdüğü belgelendi.
2024 yılında Rogers ve arkadaşları tarafından yapılan bir çalışmaya göre Triyas döneminde yaşayan ilk dinozorların ve onlarla yan yana yaşayan diğer sürüngenlerin benzer olarak hızlı ve sürekli büyüdüğü ortaya kondu. Ischigualasto Formasyonunda yaşayan bir dizi dinozor ve sürüngenin uyluk kemiklerinin histolojisi üzerine yapılan araştırma ile erken dinozorların Jura ve Kretase dönemlerindeki torunlarından daha sürekli büyüdüğü de keşfedildi.
Üreme ve davranış.
Dinozorlar da tıpkı kuşlar ve sürüngenler gibi yumurtlayarak üremiştir ve bu durum fosilleşmiş yumurta ve hatta embriyo kalıntılarıyla belgelenmiştir. "Troodon", "Maiasaura", "Oviraptor" ve "Hypacrosaurus" cinslerine ait yumurtalar bulunmuştur ve en tam yumurta grubu da "Troodon"'a ait olanlardır. Yuva yapımı ve dinozorların kuluçkaya yatmasıyla ilgili ciddi kalıntılar ortaya çıkmıştır, en ünlü örnek yuvası üstüne kapanan "Oviraptor" fosilidir. "Oviraptor" kalıntıları ilk keşfedildiğinde bir "Protoceratops" yuvasına olan yakınlığı dolayısıyla yuvadan yumurtaları çaldığı düşünülerek bu canlıya yumurta hırsızı anlamına gelen "Oviraptor" adı verilse de 1993'te Mark Norell, ilgili yumurtaların birinde bulduğu embriyo inceleyerek yumurtaların "Oviraptor"a ait olduğunu ortaya çıkardı ve bu dinozorun hırsızdan çok bir ebeveyn olduğu anlaşıldı. Ayrıca "Troodon" yumurtalarının bulunduğu yuvanın kenarlarında topraktan 12 cm'lik bir bariyer bulunmuştur.
Yavru bakımı konusunda kuş kalçalı dinozorlardan gelen fosil kanıtları bulunmuştur, özellikle "Maiasaura" adlı ördek gagalı dinozorun yavrularına tıpkı modern kuşlarda görüldüğü gibi baktığı anlaşılmıştır.
Dinozorların bazı türlerinin sürüler halinde yaşamış olabileceği ileri sürülmektedir, özellikle toplu fosil alanları bu konuda en önemli kanıtları oluşturmaktadır. Hadrosauridler ve ceratopsidler yuva alanlarında veya normal yaşamlarında toplulukla hareket ediyorlardı. Hem genç hem de yetişkin dinozorların fosillerinin bir arada bulunması veya toplu dinozor mezarlarının ortaya çıkmasıyla dinozorların toplu yaşamları konusunda daha net açıklamalar getirilebilmiştir. Wyoming'de bulunan beş "Triceratops" bireyine ait 1200 kemik ve kemik parçası üzerinden yapılan bir çalışmaya göre de bu dinozorların sürü davranışı gösterip göstermediği tartışıldı ve makalesinin de yazımına başlandı. Yüzlerce "Triceratops" dişinin incelenmesine dayanrak da bu beş dinozor için ortak olan toplu göçebe bir yaşam biçimi ileri sürüldü.
Dinozorların özel vücut yapıları da türler arası ve tür içi iletişimde önemli yer tutmaktadır. Özellikle boynuzlar, dikenler veya kemiksi yapılar bu oluşumlara örnektir. Boynuzların eşleri cezbetmek veya avcılardan korunma amaçlı kullanıldığı düşünülür, tıpkı stegosauridlerdeki dikenlerin kullanıldığı gibi. Ayrıca yavru-yetişkin iletişiminde de fizyolojik farklar rol oynamaktadır, örnek olarak yavru hadrosauridlerin yetişkinlerden daha farklı bir iskelet yapısı vardır. Teropod dinozorlarda da bireylerin kendi aralarında belli etkileşimlere girdiği bazı fosil kanıtlar üzerinden anlaşıldı. Özellikle fosil teropod çeneleri ve kranyumlarındaki yara, delik veya sıyrık izleri bu canlıların birbirleriyle av, yaşam alanı, yuva yeri veya çiftleşme hakkı için kavga ettiğini tezini doğruladı. Teropodlar arasında kurak günlerde yamyamlık görüldüğü hipotezi de birtakım fosil materyallerde bulunan travma izleri üzerinden açıklandı. Mygatt-Moore Quarry'deki kayalar Geç Jura yaşlı Morrison formasyonundan gelen dinozorların fosil topluluğunu içerir. Buradan gelen teropod fosillerinde başka bir teropod tarafından bırakılan izlere rastlandı. Diş izlerini "Allosaurus", "Ceratosaurus" veya daha büyük olan "Saurophaganax" gibi cinslerden biri bırakmış olabilir.
Dinozorlar çağından kalan av avcı ilişkisinin somut bir kanıtı 1971'de Moğolistan'ın Geç Kretase yaşlı katmanlarında bulunan ve Savaşan Dinozorlar olarak ünlenen fosil kalıntılardır. Bu fosil örnek, bir "Protoceratops" ve "Velociraptor" arasındaki mücadeleyi betimlemektedir. Daha da ötesi bu iki canlının olası bir kum fırtınası veya kum tepesi çökmesi sonucu canlı canlı tam dövüşürlerken gömülmesidir. Dinozorların dünyasındaki davranış kalıplarına ilişkin çarpıcı bir örnek sunar.
Ünlü spinosaurlardan biri olan "Irritator" ile ilgili yapılan bir çalışmada dinozorun kafatası ve alt çenesinin duruşu ve yapısı konusunda yeni keşifler yapıldı. Yarım daire kanalları ve oksipital kondilin yönelimlerine dayanarak hayvanın başının yaklaşık 45° kadar öne eğik durduğu iddia edildi. Bunun yanı sıra, "Irritator"un alt çenesindeki baskıcı kasların, paroksipital çıkıntının arka-yan yüzeyi ile retroartiküler çıkıntının posterodorsal yüzeyi arasında uzanarak bu canlının alt çenesinin güçlü ve hızlı bir açılma hareketine izin verdiği bulundu. Günümüzdeki pelikanlar gibi alt çenelerini beslenme sırasında genişlettikleri ileri sürüldü.
Yakın zamanda Çin'in Guizhou eyaletindeki Ziliujing Formasyonunda 3 yetişkin dinozor ve yumurta kümeleri bulundu. Yapılan çalışmada bu yumurtaların kabuğunun dokusunun derimsi olduğu anlaşıldı ve bu özelliğin arkozor atalarından gelen bir özellik olabileceği ileri sürüldü. Yumurta kabuğu kalınlığındaki artışın da teropod ve sauropodomorf evriminde erkenden gerçekleştiği bulundu.
Paleopatoloji.
Fosil materyallerin araştırılmasıyla günümüz hayvanlarını etkileyen hastalıkların soyu tükenmiş canlılarda da olduğu ortaya kondu. Alberta, Kanada'da 77 milyon yıllık bir fosil yatağında bir "Centrosaurus" sürüsüne ait fosil kalıntılar bulunmuştur. Bu dinozorların toplu halde fosilleşmesi ani gelişen fırtınanın yarattığı selin hepsini boğmasıdır, ama bu fosil yatağındaki bir "Centrosaurus"'un kemikleri çok önemli bir bulguya işaret ediyordu. Ekhtiari ve ark. yaptığı çalışmada bir "Centrosaurus" bireyinin kaval kemiğinde osteosarkoma adlı kötü huylu bir kemik tümörünün bulunduğu ortaya konmuştur. Bu hasta dinozor erkek ve 19 yaşında bir bireydi.
Başka bir çalışmada Montana Dinozor Müzesinden Cary Woodruff, 145 milyon yıllık Diplodocid benzeri bir sauropodun boyun kemiklerinde garip, brokoli benzeri büyümeler gözlemledi. Yapılan BT taramaları ve X-ray incelemeleri ile bu oluşumların solunum yolları enfeksiyonu sonucu geliştiği ortaya konmuştur. Uzmanlar ilgili dinozorun, olasılıkla ateş, akıntı ve öksürükten muzdarip olduğunu düşünüyorlar. Bu keşif, kuşlara özgü solunum yolu enfeksiyonlarının kuş olmayan dinozorlarda görüldüğü ilk vaka olma özelliğini taşıyor. "Dolly" adı verilen dinozorun günümüzde de var olan hastalıklardan birisini göstermesi bu tip hastalıkların evrimsel tarihine ışık tutacaktır.
Baiano "ve ark."'nın (2024) yaptığı bir çalışmaya göre Tetanurae olmayan teropodlarda ilk kez patolojik bir durum keşfedildi. Abelisaurid olan "Aucasaurus"un kuyruk omurları ile hemal yayının sıkı şekilde birbirine bitişik olduğu bulundu. Bilgisayarlı tomografi ve morfolojik incelemeler kuyruk omurlarının büyümelerini tamamlamadığı ve birbirlerinden ayrılmadığını ve böylece bunun doğuştan bir şekil bozukluğuna işaret ettiğini gösterdi. Yine aynı çalışmada bir başka abelisaurid "Elemgasem"in kuyruk omurlarında patolojik koşullara rastlandı. Omur gövdesinin eklem yüzeyinin sağ kenarında kemik büyümesi saptandı ve omur gövdesi arasındaki belirgin intercentrum boşlukları bu hayvanın artritten muzdarip olduğunu ortaya koydu.
Sınıflandırma.
Dinozorlar hakkındaki ilk bilimsel açıklama çabaları Richard Owen'dan gelmiştir ki, bu canlılara genel dinozor adını veren de oydu. Richard Owen başlangıçta "Iguanodon", "Megalosaurus" ve "Hylaeosaurus" olarak adlandırdığı 3 cins üzerinden bir sınıflandırma sistemi kurmaya çalıştı, hatta 1851 yılındaki ünlü sergi için Crystal Palace Parkı'nda Owen'ın isteğiyle heykeltıraş Waterhouse Hawkins ölçekli olarak heykeller yaptı, o dönem dinozorların dev kertenkeleler olduğu düşüncesi hâkim olduğu için sergilenmek üzere, yaşayan sürüngen türlerinin heykelleri de yapılmıştı. Dönemin bilim dünyası, yeni fosillerin ışığında Mezozoik sürüngen çeşitliliğinin günümüzden çok olduğu kanaatine varmıştı. Yeni sınıflandırma önerileri peşi sıra geldi. Önce T. H. Huxley 1868'de yeni bir takım önerdi. Ona göre Ornithoscelida adlı bir takım tasarlanmalıydı, zira bu canlıların kuşlara benzeyen çok yönü vardı. Bu takımı ikiye ayırdı ve ilkini dinosauria yapıp Iguanodontia ve Megalosauria grubunu ve "Scelidosaurus" cinsini bu alt takıma koydu ve kuş benzeri küçük etçil Compsognathus da diğer alt takıma alındı.
Bir süre sonra tabii ki yeni fikirler üretildi; ancak en yetkini 1887'de İngiliz biyolog H.G. Seeley'nin hipoteziydi. Seeley, fosili bulunan dinozorların kemik yapılarını incelediğinde ayırıcı iki tip kalça kemiği şekli görmüştür. Bunlardan bir kısmı kuş kalçasına benzer bir yapıdayken; diğerleri kertenkele kalçasına benzer yapıdadır. Ayrımı takım seviyesinde terimleştirmiştir: (Ornithischia) kuş kalçalılar ve (Saurischia) kertenkele kalçalılar. Bu takımları da alt takımlara bölmüştür. Ornithischia dört alttakım içeriyordu: Ornithopoda (Iguanodon ve benzerleri), Stegosauria (plakalı türler), Ankylosauria ("Hylaeosaurus" ve diğer zırhlı türler) ve Ceratopsia (Kuzey Amerika'da yeni keşfedilen boynuzlu türler). Ayrıca kuş kalçalı dinozorların kalça özellikleri ve beslenme gibi ortak biyolojik karakterleri Geç Kretase zamanına dek korunmuştur.
Seeley'nin ikinci takımı Saurischia ise tüm teropod (etçiller) cinslerini içerdiği gibi büyük otçulları ("Cetiosaurus", "Brontosaurus") da içeriyordu. Bu devrimsel sınıflama dinosauria grubu üzerinde birtakım şüpheler doğurdu zira iki takıma bölünen bu canlıların ortak şemsiyesi dinosauria grubu olabilir miydi, yoksa tamamen farkı canlılar mıydı. Bu belirsizlik bir asır daha sürse de artık Dinosauria'nın ortak özellikler paylaşan bu canlıların doğal bir şemsiyesi olduğunu biliyoruz. Bundan bir sene sonra Belçika'nın Benissart kasabasında bir kömür madeninin işletmesi yapılırken; kazara bir düzine eklemli ve tam "Iguanodon" fosili bulundu. Bu muazzam bir keşifti ve Belçika Kraliyet Doğa Bilimleri Enstitüsü uzun bir süre bu çalışmaları sürdürdü ve 1883'te bu "Iguanodon" sürüsü sergilendi. Bu hayvanların sürü hâlinde dolaştığı ve bazılarının bipedal (iki ayak üstünde) hareket ettiği anlaşılabildi. Dinozorların sınıflandırılması konusunda önemli bir nokta da dinozorların kökeni meselesidir. Dinozorların ataları için en temel açıklama erken Triyas döneminde yaşayan arkozor cinsini işaret eder: "Euparkeria". Geç Triyas'ın erken dönemine (237-201 milyon yıl önce) tarihlenen bazı arkozor cinsleri de dinozorların atası olarak kabul edilmektedir: "Lagosuchus", "Lagerpeton". Hatta "Herrerasaurus" ve "Eoraptor" gibi, bazı bilim insanlarının dinozor kabul ettiği, kimilerininse dinozor benzeri saydığı cinsler bulunmaktadır.
Paleoekoloji.
Dinozorlar ve bitkiler.
Dinozor araştırmalarında bitki-dinozor etkileşimini gösteren doğrudan fosil kanıtlar (korunmuş dinozor dişlerindeki bitki izleri gibi) olmamasına karşın bitkisel dünyaya ilişkin incelemeler ve hipotezler yapmak zorunludur, çünkü bitkiler Mezozoik Çağ'da çoktan kara yaşamına egemen olmuş ve büyük bir çeşitlilik arz etmeye başlamışlardı. Bitkilerin iki anlamda dinozorlar üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bunlardan ilki besin olarak onların ekosisteminde temel üretici rolü üstlenmişler, ikinci olarak da evrimsel olarak onların karşılıklı ilişkide olduğu grubu oluşturmuşlardır. Dinozorlar Çağı'nda üç büyük damarlı bitki grubu mevcuttu. Bunlar: tohumsuz bitkiler, açık tohumlular ve Kretase içinde evrimleşen kapalı tohumlu bitkiler. Eğrelti otu, kurt ayağı gibi bitkiler tohumsuz ürerler; hızlı büyüme ve hızlı üreme özellikleriyle nemli bölgelerde otçul dinozorların otlama potansiyellerini dengelemiştir. Daha sonra ilk tohumlu bitkilerin üyeleri olan açık tohumlu bitkiler evrimleşmiş ve birtakım modifikasyonları kazanır hâle gelmişlerdir, zira otsu ve tohumsuz bitkilere nazaran yavaş büyüyen ve üreyen açık tohumlularsa otçul baskısına daha açıktılar. Bu duruma karşı güçlü evrimsel cevaplar verildi, örnek olarak güçlü hücre duvarları, reçine üretimi, dikensi doku ve kalın ağaç gövdesi yapısı otçulların onları daha az tercih etmesini sağladı. Tohum avantajı uzak yerlere taşınma metoduyla dağılımı sağlayıp bitkilerin çevreye olan hâkimiyetinin önünü açtı. Kretase içinde kapalı tohumlu bitkiler de ortaya çıktı, bir koruyucu doku yani meyve içinde kalan tohum daha iyi korunuyordu ve bu bitkiler açık tohumlu bitkilerden daha hızlı büyüyor ve ürüyorlardı. Bu nedenledir ki, günümüzde de bitkisel yaşamın en büyük üyeleri kapalı tohumlu bitkilerdir. Bitki dünyasının evrimsel yolu, 66 milyon yıl önce yerküreye çarparak kuş olmayan tüm dinozorları yok eden meteordan sonra değişerek devam etti. Geç Kretase toplu yok oluşunun, hemen tüm ekosistemler için sıfırlayıcı etkide bulunduğu bilinmektedir. Carvalho "ve ark." (2021), Kolombiya'daki Geç Kretase ve Paleosen yaşlı kaya katmanlarından gelen binlerce polen ve yaprak fosillerini inceleyerek meteor çarpması öncesi ve sonrası süreçte, orman ekosistemlerinin durumunu karşılaştırdı. Dinozorlar çağında, kozalaklı ve çiçekli bitkilerden oluşan orman örtüsü ve ağırlıklı olarak eğrelti otlarından oluşan taban örtüsü, meteorun çarpmasıyla köklü değişimler geçirdi. Yapılan hesaplamalara göre Güney Amerika'nın Geç Kretase yaşlı bu ormanları, büyük olasılıkla meteor çarpmasının tetiklediği büyük orman yangınlarıyla barındırdığı türlerin %45'ini kaybetti. Dinozorların, düzenleyici etkilerinin de ortadan kalkmasıyla çiçekli bitkilerin hakimiyet kuracağı Amazon Ormanlarının evrim yolu açılmış oldu ve çalışma verilerinin analizine göre 6 milyon yıllık bir sürede Güney Amerika'nın ormanlarının çarpma öncesi çeşitliliğine döndüğü ileri sürüldü. Azot bağlayıcı bakterilerle mutualist olarak etkileşimde bulunan çiçekli bitkiler, meteor çarpmasının yarattığı katmanlardan gelen fosforla birlikte havadaki azotu da onların aracılığıyla yapılarına katarak toprağı beslediler; böylece çiçekli bitkiler, kozalaklı bitkilerin yerlerini almaya başladılar ve aşamalı biçimde günümüzdeki Amazon Yağmur Ormanları doğdu.
Habitat.
Dinozorlar Mezozoyik'te farklı kıtalarda çeşitli habitatlarda varlıklarını sürdürmüşlerdir. Kurak ortamlardan çöllere, taşkın ovalarından lagünlere ve orman ekosistemlerine dek farklı yaşam alanlarına dağılmışlardır. Geç Jura'da yaşayan "Archaeopteryx"'in fosilleri lagün ortamında bulunmuştur ki o dönem Avrupa'nın takım adalar halinde olduğu bilinir.
Geç Kretase'de bugünkü Sahra çölü bir ırmak ekosistemiydi ve "Spinosaurus" ve "Carcharodontosaurus" menderes yapan ırmakların, taşkın ovalarının yer aldığı bu ortamda yaşamaktaydı. Son yıllarda "Spinosaurus"un özelinde spinosaur ailesinin üyelerinin yaşam biçimleri üzerinde çok fazla tartışma yapıldı. Kimi çalışmalarda su yüzeyinde yüzen veya su kaynaklarının kıyılarında gezen yarı sucul bir canlı (bozayı, kaz) gibi betimlenirken; bazı çalışmalarda bilim insanları tarafından su altında hareket eden, suya tamamen dalan ilk dinozor olarak düşünüldü. Nathan P. Myhrvold "ve ark." 2024 yılında yaptıkları çalışmada, makine öğrenmesine dayalı bir yöntem (pFDA) kullanarak "Spinosaurus"un tamamen sucul yaşam biçimine sahip olduğunu ileri süren bir önceki çalışmanın verileri ve onların nasıl kullanıldığını yeniden değerlendirdi. Sonuç olarak yaratığın tamamen suya dalan ve avını su içinde deniz aslanı gibi takip eden bir yaşam biçimine sahip olmadığı düşünüldü. Daha çok su kıyısında 2 metreyi aşmayan sığlıklarda dolaşarak pençeleri ve ağzıyla balık yakalayabilecek bir yaşam biçimine sahip olduğu iddia edildi.
Yine geç Kretase yaşlı ünlü Kuzey Amerika fosil faunasına sahip Hell Creek formasyonu da sulak kıyı ovaları ve menderes çizen ırmakların taşkın ovaları çökellerini barındırır. "T-rex", "Triceratops" ve "Edmontosaurus" gibi dinozorlar bu nemli arkaik çevrede yaşadı.
Güney Amerika dinozor fosili barındıran çokça jeolojik oluşuma sahiptir. Ünlü fosilli oluşumlardan biri de Geç Kretase yaşlı Candeleros formasyonudur. "Giganotosaurus", "Buitreraptor", "Jakapil" ve pek çok sürüngen bu formasyondan bilinmektedir. Bu formasyon, akarsu ortamı ve eoliyen ortamı yansıtan orta-büyük taneli kumtaşlarından oluşur. Silttaşı ve çamurtaşı varlığı da paleoçevrenin bataklık koşullarını temsil eder.
Çin de zengin fosil içeriğine sahip formasyonlara sahiptir. Bunlardan biri Liaoning eyaletindeki Erken Kretase yaşlı Yixian formasyonudur. Buradaki kaya oluşumları periyodik olarak gerçekleşen volkanik patlamaların çökel kayıtlarındaki izlerini taşır ve bu nedenle Mezozoyik Pompeii olarak da adlandırıldı. Formasyonun temsil ettiği arkaik çevre yüksek bir canlı çeşitliliğiyle sıcak bir iklimi işaret eden ve çok sayıda gölü de barındıran bir çevreydi ve "Dilong paradoxus" gibi erken tyrannosauridlerden birini içeriyordu.
Evrimsel süreçler.
Dinozorlar, Mezozoyik boyunca arkaik yeryüzünde her kıtaya yayıldılar. Bu yayılış tüm türlerin yerküre boyunca sınırsız hareket ettiği bir dağılış değil, her türün kendine özgü bir dağılım şekline sahip olmasıyla tanımlanır. Bu yayılış büyük oranda kıtaların fiziksel konumları, iklim ve sıcaklık kuşaklarıyla ilgilidir.
Dinozorların çevreye muazzam ölçüde iyi adapte olması ve ekolojik anlamda tüm nişleri doldurması, kayda değer bir başarıdır. Bitkiler bile bu karşıtlık üzerinden kendi evrimsel rotalarını çizmişlerdir; örneğin "Araucaria" cinsi ağaçlar uzun boyunlu sauropodlardan korunmak adına alt dallarından kurtulmuşlardır. Yine "Stegosaurus" cinsi geç Jura dinozoru temel diyeti olan çikas türevi bitkilerin yok olmasıyla ortadan kaybolduğu ileri sürüldü. Dinozorların uzun evrimsel öyküsü ise aslında soylarının tamamen tükenmemesidir, bugün artık pek çok bilimsel çalışmada kuşlar dinozorların yaşayan torunları olarak kabul edilmektedir. Kuşlar, Erken Kretase döneminde çeşitlenmeye başlamıştır. Dinozorlarla kuşların aralarındaki akrabalık ilişkisini vurgulayan ilk bilim insanı Thomas Huxley'dir. Uzun bir süre ilk kuş olarak adlandırılan "Archaeopteryx lithographica"nın bulunmasıyla fosildeki korunmuş olan tüyler yıllar sonra ciddi bir tartışmaya yol açtı ve yıllar yılı soğukkanlı, pullu ve hantal sürüngenler olarak düşünülen dinozorların kuşlarla yakın akraba olabilecekleri üzerine araştırmalar yapıldı. Yakın zamanlarda Çin'de pek çok tüylü dinozor bulunması, kuşların kanatlarındaki tüy formasyonuna benzer olarak dinozorların kol kemiklerinde tüy kökü çıkıntıları bulunması önemli kanıtlardan biridir. Kuşlarla yakın akraba oldukları genetik olarak belli olan dinozorların ön kollarındaki parmak yapılarının kuşlara benzemesi ve birçok dinozorun kuşlar gibi sıcakkanlı olduklarının yaşadıkları bölge ve fosiller yardımıyla saptanması sonucu böylesi bir akrabalık bilimsel anlamda netleşmiştir.
Bunun yanı sıra arkozor gruplarında, yaygın biçimde görülen ortak bir anatomik özellik olan hava kesesi yapıları da kuş ve dinozor bağlantısını güçlendirdi. Günümüzde hava kesesi barındıran tek arkozor grubu olan kuşların, uçmalarını kolaylaştıran bu adaptasyonu dinozorlardan evrimleşen atalarından miras aldığı düşünüldü. "Bonapartenykus" adlı teropod dinozorun fosillerinde keşfedilen hava kesesi yapıları, bir alvarezsaurid dinozorda keşfedilen ilk hava kesesi yapıları oldu.
Dinozorların irdelenen bir diğer yönü de kimi grupların evrimsel olarak yakınsak özellikler göstermesidir. Örnek olarak tyrannosauridler ve abelisauridler büyük bedenlerine ve kafataslarına göre çok küçük kalan ön kollara sahiptirler. Teropodlar içinde bu küçük kollu olma eğilimine bir grup daha sahiptir: Carcharodontosauridler. 2022 yılında yapılan bir çalışmada Arjantin'de Huincul formasyonundan tanımlanan "Meraxes gigas"'ın fosil örneği tam bir ön kolu korumuştu ve bu da canlının büyük bedenine göre bir hayli ufak kalmaktadır. Sonuç olarak üç teropod grubunun da büyük bedenlere karşın küçük kollar barındırarak yakınsak evrim örneği sunduğu belgelendi.
Ayrıca bilim insanlarının dinozorların nasıl göründüğüne ilişkin algısı bilimsel çalışmalar ışığında ciddi oranda değişmiştir. Hantal, kertenkele benzeri pullu canlılar olarak gösterilirken; bugün artık fosil kanıtlar sayesinde pek çok teropodun kuş akrabalarınınkine benzer tüy türevi yapılara sahip olduğunu biliyoruz. Özellikle bilim insanlarının bu konudaki anatomik görüşü de evrim geçirmiştir. En bilinen dinozor unvanını hâlâ sürdüren karizmatik teropod türü "Tyrannosaurus rex" ortalama olarak 12 metre uzunluğunda, 5 metre yüksekliğinde ve kabaca 9 ton ağırlığında bir canlıydı, bu tahminler yaklaşık bir asır önceki keşfinden bu yana çok değişmedi; ancak bu canlının rekonstrüksiyonu oldukça değişmiştir. "Tyrannosaurus" hatta neredeyse tüm teropodlar için eski görüşler, kuyruğunu sürüyen, neredeyse insan gibi dik duran ve hantal bir varlık düşünürken; modern görüş hızlı, tüylü bir vücut ve eğik bir duruş betimlemiştir.
Kuşlarda yaygın olarak gözlenen uyku pozisyonunun bazı dinozorlarda da görüldüğünü ortaya koyan fosil kalıntılar bulundu. 2004 yılında Xu Xing ve Mark Norell bir Troodontid olan "Mei long"u tanımladı, bu dinozorun kalıntıları günümüz kuşlarında görülen uyku pozisyonunu yansıtan bir duruşla korunduğu anlaşıldı ve hayvanın uyurken aniden gelişen bir afetle gömüldüğü sanılıyor, fosil alanındaki tüf katmanları da volkanik bir etkinliği doğruladı.
Tüylülük.
Tüyler dinozorların bir grubu olan kuşların en göze çarpan özelliklerinden biridir. Son 30 yılda yapılan çalışmalarda ise kuş olmayan dinozorların çeşitli üyelerinin fosillerinde de tüy vb. yapıların kalıntılarına rastlandı ki bazı bilim insanlarına göre dinozor soy ağacının farklı gruplarında tüylü üyelerin bulunması tüylülüğün atasal bir özellik olduğu düşüncesini doğurdu. Son yıllarda Çin'de bulunan tüylü kuş olmayan dinozorlardan sonra "Tyrannosaurus rex" gibi büyük Geç Kretase Tyrannosauridlerinin de tüylü olabileceği tartışıldı. Yakın zamana kadar tüylülüğün daha çok küçük dinozorlarda görülen özellik olduğu düşünüldü çünkü canlılar büyüdükçe yüzey alanı/hacim oranı düşer ve bu da ısı kaybını azaltır ve sonuç olarak beden sıcaklığını korumak için tüylere gereksinim kalmaz. "Yutyrannus"'un keşfiyle büyük bir teropodun da tüylü olabileceği görüldü ve büyük Geç Kretase tyrannosauridleri de tüylerle betimlenmeye başladı, ancak Montana'da "Tyrannosaurus rex"'e ait olan fosil bir deri baskısı bulunmasıyla hayvanın pullarla kaplı olduğu anlaşıldı. Büyük Tyrannosauridlerin tüy barındırsalar bile bunların gövdelerinin yanlarıyla sınırlı olduğu düşünüldü.
Erken Kretase döneminde bugünkü Çin'de yaşayan "Psittacosaurus"un da kuyruğunun gerisinde tüy benzeri yapılar taşıdığı çok iyi korunmuş bir fosil parçası sayesinde belirlendi. Tüy benzeri yapıların gösteriş veya uyarı için kullanılmış olabileceği ileri sürüldü. Bu yapıların tam olarak tüylerle mi yoksa epidermal çıkıntılarla mı homolog olduğu hala tartışmalı olsa da teropod olmayan bir dinozorda tüy benzeri bir yapının rapor edilmesi önemliydi.
Dinozorların özellikle küçük boyutlu cinslerinde ilkel tüylerin bulunduğu kanıtlandı, öte yandan bu tüyler de lifli ve basit yapıları nedeniyle ilkin ısı kaybını önlemek için izoloasyon katmanı görevi görüyordu. Kuşlara daha yakın olan dinozorlardaysa basit tüylerden çok günümüz kuşlarındaki gibi karmaşık ve düzlemsel tüylerin bulunduğu belirlendi. Bununla birlikte modern kuşlarda, cinsel seçilimin renkli gösteriler üzerinden ilerlediği bilgisine dayanarak bu düzlemsel tüylerin, tıpkı kuşlarda olduğu gibi dinozorlarda da renk iletişimini sağladığı düşünüldü. Farklı renklerin bireyler arasında görsel bir dil oluşturması da ancak bu renklerin algılanabilmesi sayesinde gerçekleşebilirdi. Günümüzde yaşayan sürüngenlerin hemen tümünün farklılaştırılmış renk görüşüne sahip olmalarından yola çıkarak sürüngenlerin, memelilere oranla daha fazla rengi ayırt ettikleri ve Ultraviyole (UV) ışınlarını algıladıkları saptandı. Bu özelliğin, filogenetik ilişkiler nedeniyle dinozorlarda da olabileceği iddia edildi.
Sert doku.
Dinozorların bazı grupları fiziksel görünüm konusunda sıradışı olan canlıları barındırır. Boynuzlar, dikenler, plakalar, topuzlar ve yumrular gibi özelleşmiş yapılar dinozorların ekosistem içindeki evrimsel gelişiminin bir sonucudur. Bu yapıların işlevi hakkında 5 temel açıklama ileri sürüldü: Fizyolojik görevler, savunma, cinsel seçilim, tür içi rekabet ve tür içi tanınma. En ünlü dinozorlardan biri olan "Stegosaurus"un karakteristik görünümünü borçlu olduğu sırt plakaları da işlevlerinin özelinde çok tartışıldı. Başlangıçta savunma amaçlı olduğu düşünülen bu fosil yapıların görece kırılgan ve damarlı iç yapıları nedeniyle termoregülasyon işlevi gördüğü ileri sürüldü.
Bir avcıya karşı gösterilen savunma davranışına ilişkin fosil kanıt bir "Allosaurus" bireyinin pelvisine saplanmış "Stegosaurus" kuyruk dikenidir. Sadece otçul dinozorlarda değil teropodlarda da boynuz ve kemiksi çıkıntılar görülür. Boynuza sahip sahip tek teropod "Carnotaurus"tur ve bu boynuzların tür içi rekabet veya çiftleşme döneminde dişileri etkilemekte kullanıldığı öne sürüldü. Özelleşmiş yapılara sahip dinozorlar içinde olan bir diğer grup da ankylosaurlardır. Zırhlı dinozorlar olarak bilinen bu grubun en yi bilinen cinsi "Ankylosaurus"tur. Bu cins, sırtındaki kemiksi plakaların yanı sıra kuyruğunun ucunda yırtıcılara veya tür içi rakiplerine karşı savurduğu bir topuz da bulundurur.
Yumuşak doku.
Yumuşak dokular, fosilleşmeleri çok zor olduğu için seyrek olarak fosil kayıtlarda bulunurlar. Yine de dinozor çalışmaları içinde önemli yumuşak doku keşifleri yapıldı. Daha 19.yy'da pullu deri örnekleri bulundu, ama bunlar o dönemde yanlış olarak timsahlara atfedildi. İlgili bulgu, 20. yy'ın ilk çeyreğinde Reginald Hooley tarafından daha ayrıntılı olarak incelendi. Bunun yanı sıra sonradan "Edmontosaurus" olarak bilinen dinozorun kalıntıları arasında da yumuşak dokulara rastlandı ve 1912'de H. F. Osborn tarafından pullu derili dinozor betimlendi.
Teropodlar arasında da yumuşak dokuları korumuş fosillere sahip dinozorlar bulundu. İtalya'da bulunan ve "Scipionyx" adı verilen dinozor çarpıcı biçimde kas yapılarını koruyan ve iç organ yerleşimlerini gösteren kalıntılara sahipti.
Yakın tarihli çalışmalar da önemli bulguları ortaya koydu. 2022 yılında Bell "ve ark". "Psittacosaurus" fosili üstünde pul yapılarına rastladı. Hayvanın kuyruğunda dörtgenel pullar varken, omuzlarındakiler kesik koni biçimindeydi. Ayrıca Dakota lakabı verilen "Edmontosaurus" fosili çok iyi korunmuş bir ön ayak örneğine sahipti, canlının ön ayaklarındaki orta parmakların birleşerek günümüz atlarındaki toynaklara benzeyen bir yapıyı oluşturduğu bulundu.
Büyük grupların yok oluşu.
Büyük dinozorların nasıl yok olduğuna dair bugüne değin birçok iddia ortaya atılmıştır. Geçmişte, dinozorların kısa bir süre içinde toplu olarak nasıl yok oldukları uzun bir süre açıklanamamış ve yanardağ patlamalarından dünyadaki iklim değişikliklerine kadar çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu konuda en yeni teori gök taşı (asteroid) çarpması sonucu bir felaket zinciri hâlinde yok oluşun tetiklendiği varsayımıdır. Yaklaşık 66 milyon yıl önceye tarihlenen yani stratigrafik olarak Kretase-Paleojen yok oluşu dizisi diye adlandırılabilecek bir çökel istif bu yok oluşu temsil ediyor.
Ünlü jeolog Walter Alvarez İtalya'nın Gubbio şehrinde bu yok oluş anını aydınlatacak önemli bir jeolojik iz keşfetti; bu Kretase döneminin sonunu temsil eden kil tabakasındaki anomaliydi. Bu anomali K-T sınırındaydı ve fosilsizdi. Bu jeolojik sınır Kretase ve Paleojen yaşlı birimlerin oluşturduğu tezatları gösteriyordu zira fosilce zengin Kretase kireçtaşları, ince bir kil tabakası ardından fosilsiz Paleojen kayaçlarına yerini bırakıyordu. Bu noktada kil tabakası jeolojik tarihte nasıl bir olayı betimliyordu sorusu gündeme gelmiştir ve bu sorunsalın yanıtına Walter'ın babası olan ünlü fizikçi Luis Alvarez 1970'lerde Gubbio şehrinde bu jeolojik sınırda nadir bir element olan iridyumu bularak yaklaşmıştır. Dünya'nın kabuğunda milyonda 0,3 olarak bulunan bu element (sondaj karotları veyahut yüzlek veren kayalardan örnekler toplanarak), K-T yok oluş sınırında milyonda 6,3'lük bir oranda bulundu yani 20 kat daha fazla bir miktar vardı. Dolayısıyla bugün Güneş sistemi bünyesindeki pek çok asteroitin de ortalama olarak bu düzeyde bir iridyum varlığına sahip olduğu bilindiğinden yaklaşık 66 milyon yıl önce Dünya'nın yüzeyine çarpan dev bir asteroidin toplu yok oluşun bir dizi sebebini ortaya çıkarabileceği mantıklı bir görüş hâline gelmiştir. Çapı 10 km, ağırlığı ise 1 katrilyon ton olarak hesaplanan bu dev asteroidin çarptığı yerin Meksika'daki Yucatan yarımadası Chicxulub krateri olduğu tahmin ediliyor. Çarpışma anında hızının saatte 100 bin km olabileceği düşünülürken, 11.0 Mw büyüklüğünün üstünde bir depremi tetiklemiştir (beraberinde dev tsunamiler) ve sonuç olarak böylesine bir çarpışma alanı (astrobleme) yüzlerce km çapında bir alanı kaplayabilir.
Daha da ilginci son araştırmalarda Ukrayna Boltiş kraterinin Chicxulub krateri ile hemen hemen aynı yaşta olduğu Ukrayna'daki kraterin sadece 2000-5000 yıl daha yaşlı olduğu görülmüştür. Bu durum da paleontologlara K-T yok oluşunun çoklu bir dünya dışı etkinin sonucu olduğunu düşündürmektedir. Kafa karıştıran bir nokta da dünyaya nazaran oldukça küçük bir asteroidin taşıdığı iridyum nasıl olur da K-T stratigrafik sınırı boyunca tüm yerküreye görece istikrarlı dağılabilmiştir; ama bu soruya rağmen asteroid hipotezi yaygın kabul görür. Bu noktada asteroid çarpması, dinozorları yeryüzünden anında sildi açıklaması doğru değildir, bu teorinin devamına kulak vermek gerekir. Çarpışma sonucu büyük miktarda kıtasal ve meteorik parça atmosfere saçıldı ve sonuçta devasa bir toz-partikül (silikat parçaları) bulutu dünyayı sararak güneş ışığının yeryüzüne ulaşmasını engelledi. Bu ise zincirleme birtakım felaketlere neden oldu, zira önce fotosentetik canlıların soyları tükendi (büyük oranda bitkilerin) ve bu da herbivor (otçul) dinozorların kademe kademe yok oluşuna gitti ve nihayet carnivor (etçil) dinozorlar bu yok oluş silsilesinden etkilendi.
Yukarıdaki söylendiği gibi günümüzde kuş olmayan dinozorları yok eden olayın gerçekleşme biçimi hâlâ tartışma konusudur. Kuş olmayan dinozorların yok oluşuna ilişkin en önemli tartışma konularından birisi de bu yok oluşun ani (katastrofik) mi, yoksa aşamalı olarak mı gerçekleştiğidir. Çin'de dinozor yumurtaları üzerinde yapılan bazı çalışmalara göre Kretase-Tersiyer yok oluşu öncesi iki milyon yıllık bir zaman diliminde yaklaşık 1000 kadar yumurta kabuğu ve tam yumurta fosilinin sadece üç farklı yumurta kabuğu çeşidinden geldiği belirlenmiştir. Bu üç çeşit yumurta kabuğundan ikisi dişsiz oviraptorlardan gelirken diğeri otçul hadrosaurlarınkidir. Bu veriler ışığında yok oluş öncesinde zaten dinozorların çeşitlilik düşüşüne uğradığı ve yok oluşun aşamalı olduğu ileri sürülebilir.
Genelde fosil çalışmaları gösteriyor ki, toplu yok oluşlar ufak türleri es geçmektedir. Bilhassa özel nişleri dolduran ve belli bir oranın üstünde vücut büyüklüğü bulunan canlılar yok oluşları atlatamamıştır. K-T yok oluşu da kuşlar, sürüngenler ve memelilerin atlattığı; ama kuş olmayan dinozorların atlatamadığı bir dönemeç olarak görülebilir. Son olarak belirtmek gerekir ki, Kretase periyodunun sonuna doğru Dekkan yaylasındaki volkanik kapanların da püskürdüğü ve onların da bu yok oluşta bir paylarının olduğu düşünülebilir. Kuş olmayan dinozorları yok eden asteroidin yeryüzüne çarpmasından yaklaşık 300.000 yıl önce bu volkan kapanlarının harekete geçtiği belirlendi. Neredeyse 1 milyon yıl süren püskürmeler sonucu Dekkan kapanlarının, atmosfere 10,4 trilyon ton karbondioksit ve 9,3 trilyon ton kükürt saldığı tahmin edildi.
Yakın zamanda yapılan bir çalışmada kuş olmayan tüm dinozorları ve diğer bazı canlıları yok eden Geç Kretase sonu toplu yok oluş olayının Kuzey yarımküre'nin ilkbahar aylarında yaşandığı belirlenmiştir. Bu çalışmada yok oluşun mevsimi Acipenseriform grubu balıkların kalıntılarındaki duraylı izotoplardan yola çıkılarak mevsimsel bir döngü üzerinden bulunmuştur.
Olası Paleosen dinozorları.
Kimi zaman Kretase-Paleosen yok oluşu sınırının üstünde kuş olmayan dinozor kalıntılarına rastlanır. Bu kalıntıların bazılarının aşınma sonucu Geç Kretase yaşlı katmanlardan kopup Paleosen yaşlı kayalarda yeniden gömüldüğü anlaşıldı. Ancak Fasset "ve ark." (2011), New Mexico eyaletindeki Ojo Alamo Sandstone oluşumundan çıkan bir "Alamosaurus" sol uyluk kemiğini (kemikten boyuna ve enine enkesitler alarak) Uranyum-kurşun dönüşümü kullanarak doğrudan yaşlandırdı ve bu fosil örneğin yaşı 63.4 ± 0.6 milyon yıl önceye tarihlendirildi.
Fassett "ve ark." (2009, 2011)'nın ortaya attığı Paleosen dinozorları hipotezine bazı araştırmacılar tarafından itiraz edildi. Lucas ve ark. (2011)'de Fassett'in çıkarımlarına stratigrafik yönlerde karşı çıktı, ilk olarak Ojo Alamo kumtaşının Kretase-Paleosen yok oluş çizgisini içerdiğini ve alt Ojo Alamo kumtaşının yaşının Maastrichtian olduğunu iddia ettiler. Bu hipoteze getirilen önemli bir itiraz da Paleosen çökellerine bulunan hadrosaur bacak kemiğinin Geç Kretase yaşlı tabakalardan taşındığı ve Paleosen tabakalarına yeniden çökeldiği ve dolayısıyla Paleosen'de kuş olmayan dinozorların yaşamadığının öne sürülmesiydi. Kalıntıların parçalı ve aşınmış olması kanıt olarak sunuldu. Paleosen dinozorları hipotezine bir diğer karşı çıkış da Koenig "ve ark." (2012)'nın yaptığı çalışmada dile getirildi, bu çalışma özetle Fassett'in 2011 tarihli çalışmasında yaptığı radyoaktif yaşlandırma ile çok geniş bir yaş aralığı bulduğunu, hipotezi için yeterli paleopalinolojik ve manyetostratigrafik kanıtlar öne süremediğini ve yaşlandırma noktasında yeniden kristallenme işleminin süresini belirlemediğini savundu.
Bu konudaki bir diğer görüş de Kretase-Paleosen yok oluş çizgisinin 1.3 metre üstünde bulunan ve Paleosen dönemine tarihlenen çökellerde yer alan dinozor dişlerine dayanarak kuş olmayan dinozorların yok oluştan sonra yaklaşık 40.000 yıl boyunca yaşadığı savıdır. Özellikle dişler üstünde aşınma ve deformasyon olmaması da bu dişlerin daha yaşlı tabakalardan Paleosen çökellerine taşındığı iddiasını çürütebilir. Sonuç olarak, olasılıkla Kretase-Paleosen yok oluşundan binlerce yıl (yaklaşık 40 bin yıl) sonra bile yerküre üzerinde kuş olmayan dinozorların yaşadığı düşünülüyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7132",
"len_data": 46383,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.28
}
|
Kırgızca ya da Kırgız Türkçesi (, ya da , ), Kırgızların ana ve Kırgızistan'ın resmî dili. Altay dillerinin içerisinde sınıflanan Türk dillerinin Kıpçak grubuna ait bir dildir. Kazakça ile yakın özellikler gösteren Kırgızca 4 milyondan fazla kişi tarafından konuşulmaktadır.
Tarihçe.
Kırgızlar hakkındaki ilk tarihî bilgiler M.Ö. 200'lü yıllara dayanmaktadır. Çin kaynaklarında korunmuş bu belgelerde Kırgızlar, daha o dönemlerde kendi devlet yapısına ve kuvvetli orduya sahip en eski Türk boyu olarak gösterilir. Daha sonraki Çin, Türk, Arap, Fars kaynakları Kırgızların Orta Asya'nın geniş topraklarında dinamik bir göçebe hayat sürdürdüklerini, Kırgız Kağanlığı gibi uzun ömürlü devlet kurduklarını göstermektedir. 6. yüzyılın ortasında kurulmuş olan Kırgız devleti yedi asır yaşadıktan sonra 13. yüzyılın sonlarında Cengiz Han'ın oğulları tarafından yıkılmıştır.
Kırgızcanın oluşum tarihi de Kırgız halkının tarihi kadar eski çağlara dayanır. Bu oluşum tek bir sahada gerçekleşmemiştir. Kırgızcanın diğer Türk boyları ve Moğol, Fars kökenli diller ile uzun süreli temasları ve onlardan etkilenmeleri söz konusudur.
Kırgızcanın bir yandan Moğolca, en eski Türk dillerinden Sarı Uygurca ve Sibirya Türk dilleriyle, diğer yandan Kıpçak grubu ile yakınlık gösteren özellikleri ona Türkoloji bölümlemelerinde bazen Kıpçak grubu içinde, bazen de Sibirya Türk dilleri içinde yer verilmesine neden olmaktadır. Son Türkoloji bölümlemelerine göre Kırgızca, Kıpçak grubu içinde yer almaktadır. Ancak bu grup içinde Kırgızcanın ayrıca bir konumu hep olacaktır. Bu özellik, Kırgızcanın ses ve söz varlığı açısından Sibirya Türk dilleri ve Moğolca ile, dilbilgisi yönünden de Kıpçak grubu ile yakınlık göstermesinden kaynaklanmaktadır.
11. yüzyıldan itibaren Kırgızların Yeniseyden Tanrı Dağlarına doğru göçü başlar. Bununla beraber Kırgızcanın da Kıpçaklaşma süreci başlamış olur. Orta Çağ Kırgızcasının durumu kısmen Kâşgarlı Mahmud'un "Dîvânü Lugâti't-Türk" sözlüğünde yansıtılmıştır. Kırgızcanın daha sonraki çağlardaki gelişme sürecini belirleyici olgulara bakılırsa, Kırgızcayı diğer Kıpçak lehçelerinden ayıran ve ikincil uzun ünlülerin oluşması, yuvarlaklaşmanın eklere de yansıması, ortak Moğolca kelimelerin varlığı gibi sadece Altayca ile yakınlık gösteren özellikler bu çağın sonlarına doğru oluştuğu görülür.
Yeni Kırgız Türkçesi çağı Kırgızların şimdiki Kırgızistan topraklarına yerleşmesinin tamamlanması, Kırgız etnogenezinin oluşmasından sonraki dönemdir. Bu oluşumun esası Yenisey'den göç etmiş Kırgız tayfaları ile Tanrı Dağlarında eskiden beri yerleşik yaşayan Türk ve Fars kökenli tayfaların asimile sürecinin sonucu olarak oluşmuştur. Günlük hayat, ziraat, yerleşik yaşam tarzı ve İslam ile ilgili çok sayıda Arapça, Farsça kelimeler Kırgızcaya bu dönemde girmiştir. Kırgızcanın hem dilbilgisi, hem söz varlığı açısından birbirinden farklı iki ağzının oluşumu da bu dönemde başlamıştır.
Çağdaş Kırgız edebî dilinin temeli 1920'li yıllarda atılmıştır. Sovyet dönemindeki ilk alfabe, Arap alfabesinin Kırgızcanın özelliklerine uydurulmuş şekli idi. Bu alfabeyle ilk Kırgız gazeteleri "Erkin-Too", "Kızıl Kırgızstan" yayımlanmış; ilkokul kitapları, dergiler, resmî dokümanlar yazılmıştır. Kırgızistan'ın ilk yazarları, şairleri ilk eserlerini sözü edilen Arap alfabeleriyle yayımlamışlardır.
1928 yılında bu alfabe Latin alfabesiyle değiştirilmiştir. 1940'a kadar kullanılmış olan Latin yazısı 1940'ta diğer Sovyet cumhuriyetlerinde olduğu gibi Kırgızistan'da da ortak Kiril esaslı yeni alfabenin kabul edilmesiyle kullanımdan kalkmıştır. 36 harften oluşan Kiril alfabesi günümüzde de kullanılmaktadır.
Ses bilgisi.
Kırgızcada 14 ünlü ses vardır. Bunların а, э, ы, и, о, ө, у, ү olmak üzere 8'i kısa; а, э, о, ө, у, ү olmak üzere 6'sı kısadır. Bazı Türk dillerinde rastlanan ы, и seslerinin uzunları Kırgızcada yoktur. Kırgız ünlüleri teşekkül noktalarına, açıklık-kapalılık derecesine, teşekkülleri sırasında dudakların aldığı duruma ve uzunluk-kısalıklarına göre sınıflandırılır.
Oluşum noktalarına göre.
а, ы, о, у harflerinden oluşan kalın ve э, и, ө, ү harflerinden oluşmuş ince olarak ikiye ayrılır. Kalın ünlülerin oluşumu dilin arka kısmının çeşitli noktalarının kabararak arka (yumuşak) damağa yaklaşmasıyla gerçekleşir. İnce ünlülerin oluşumu ise dilin ön yarısının çeşitli noktalarının kabararak ön (sert) damağa yaklaşmasıyla yapılır.
Açıklık- kapalılık derecesine göre.
а, э, о, ө harflerinden müteşekkil geniş ve ы, и, ү, ү harflerinden müteşekkil dar olarak ikiye ayrılır. Geniş ünlülerin teşekkülünde çenelerin birbirine az yaklaşması nedeniyle dilin kabargan kısmı ile damak arasındaki açıklık geniş, ağızdaki ses yolu serbest olur. Dar ünlülerin teşekkülünde ise çeneler birbirine daha çok yaklaşır ve dilin kabargan kısmı ile damak arasındaki açıklık dar, ağızdaki ses yolu engelli olur. O nedenle gür ve güçlü olan geniş ünlülere nazaran dar ünlüler zayıf olur ve ses olaylarında düşme ihtimalleri daha fazladır.
Eklerin çok varyantlılığıyla tanınan Kırgızca gibi dillerde ünlülerin açıklık-kapalılığına göre ayrılması büyük önem taşır çünkü geniş ünlü bir ekin sadece geniş ünlü varyantları oluşabileceği gibi dar ünlü bir ekin de ancak dar ünlü varyantları olur.
Oluşum sırasında dudakların aldığı duruma göre.
о, ө, у, ү harflerinden oluşan yuvarlak ve а, ы, и, э harflerinden oluşan düz olarak ikiye ayrılır. Yuvarlak ünlülerin söylenmesinde dudakların yuvarlaklaşması etkili olur, oysa düz ünlüler dudakların az katılması veya katılmaması ile söylenir. Kırgızca gibi kelimenin bütün hecelerinde hatta eklerinde de yuvarlaklaşma, yani yuvarlak uyumu tam egemen olan bir dilde ünlüleri bu niteliğine göre ayırmanın büyük önemi vardır.
Uzunluk kısalık derecesine göre.
а, э, о, ө, у, ү harflerinden müteşekkil uzun ve а, э, о, ө, у, ү, ы, и harflerinden müteşekkil kısa olarak ikiye ayrılır. Kısa ünlülere göre uzun ünlüler 1,5-2 kat daha uzun söylenir. İkisinin kalan bütün ses nitelikleri, yuvarlak-düzlüğü, çıkış noktaları, kalınlık-incelikleri aynıdır. Kelime içinde uzun ünlüler de kısa ünlüler gibi tek hece oluşturur.
Dilbilgisi.
Zamanlar.
Kırgızcada şimdiki zaman çeşitliliği de görülür. -a / -e, -y ekiyle kurulan şimdiki zamandır (cönököy uçur çak - basit şimdiki zaman):
Tataal uçur çak (birleşik şimdiki zaman) "cat-, cür-, tur-, otur-" fiilleriyle kurulan şimdiki zamana Kırgızcada birleşik şimdiki zaman denir:
Мен иштеп жүрѳм (men işte-p cür-ö-m): "ben çalışıyorum".
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7134",
"len_data": 6412,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.99
}
|
Meksika (, ), resmî adıyla Meksika Birleşik Devletleri (, ), Kuzey Amerika'nın güney yarısında yer alan federal cumhuriyet. Kuzeyde Amerika Birleşik Devletleri; güney ve batıda Büyük Okyanus; güneydoğuda Guatemala, Belize ve Karayip Denizi; doğuda ise Meksika Körfezi ile komşudur. 1.972.550 km² yüzölçümü ile Amerika kıtasındaki altıncı, dünyada ise 13. en büyük bağımsız ülke konumundadır. Worldometer en son Birleşmiş Milletler verilerinin detaylandırılmasına göre Ekim 2022'de 132.162.532 kişilik nüfusa sahip olan Meksika, nüfus bakımından dünyanın 10. büyük ülkesidir. Federal seviyede resmî bir dil olmasa da ülkede en çok konuşulan dil ve hükûmetin "fiilen" dili İspanyolcadır. Ülke, 31 eyalet ile aynı zamanda ülkenin başkenti ve nüfus bakımından en büyük şehri olan federal bölge statüsündeki Meksiko (İspanyolca, Cuidad de Mexico) olmak üzere 32 birinci seviye idari bölümden meydana gelir. Guadalajara, Monterrey, Puebla, Toluca, Tijuana ve León, ülkedeki diğer metropoliten alanlardır.
Kolomb öncesi Meksika; Olmek, Toltek, Teotihuacan, Zapotek, Maya ve Aztek başta olmak üzere çeşitli gelişmiş Mezoamerikan uygarlıklara ev sahipliği yapmaktaydı. 1519'da İspanyol İmparatorluğu'nun, Yeni İspanya adıyla hüküm sürmeye başladığı Tenochtitlan'daki merkezinden başlayarak bölgeyi fethetme ve kolonileştirme faaliyetleri 1521'de tamamlandı. Üç yüz yıl kadar İspanyol kolonisi olan bölge, 1821'de koloninin zaferiyle sonuçlanan Meksika Bağımsızlık Savaşı sonrasında Meksika adıyla bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlık sonrası dönem ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklarla geçti. 1846-48 yılları arasındaki Meksika-Amerika Savaşı sonrasında, ülke topraklarının üçte birine denk gelen kuzeydeki bölgelerden çekilmek ve buraları Amerika Birleşik Devletleri'ne bırakmak zorunda kaldı. Ülke, 19. yüzyıl boyunca Birinci Fransa-Meksika Savaşı, Meksika'ya Fransız müdahalesi, Reform Savaşı, iki farklı dönemde imparatorluk ve bir diktatörlük gördü. 1910'da gerçekleştirilen Meksika Devrimi ile diktatörlük rejimine son verildiği ve günümüzde de yürürlükte olan 1917 Anayasası oluşturularak ülke yönetimi günümüzdeki hâlini aldı.
Meksika, ülkelerin nominal gayri safi yurt içi hasıla sıralamasında 15., satın alma gücü paritesi sıralamasında ise 11. sırada yer alır. Ülke ekonomisi en çok, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, üyesi olduğu Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'nın (NAFTA) diğer üyeleriyle ilişkilidir. 1994'te katıldığı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütünün (OECD) Latin Amerika'dan ilk üyesi olan Meksika; aynı zamanda Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, G8+5, G20, Uzlaşma için Birlik üyesi olup, 2014'ten beri Frankofon'da gözlemci konumundadır. Dünya Bankası tarafından üst-orta seviyede gelire sahip olarak sınıflandırılmakta olup, çoğu analizciye göre yeni sanayileşen ülkeler arasında gösterilir. Ülke, bölgesel güç ve orta güç olarak kabul edilir. UNESCO'nun Dünya Mirası olarak tanımladığı bölgeler, ülkeyi Amerika kıtasında birinci, dünyada ise yedinci sıraya koymaktadır. 2015 verilerine göre yıllık 32,1 milyon turist ile dünyanın en çok ziyaret edilen dokuzuncu ülkesi olmuştur.
Tarihçe.
İspanyol işgali öncesi dönem.
Orta Meksika'da, Olmekler ve daha sonra gelişen Aztekler, özellikle Yucatan Yarımadasında ve Meksika´nın güney bölgesiyle Guatemala ve Belize de var olmuş Mayalar, Meksika'nın önemli İspanyol işgali öncesi uygarlıklarıdır.
İspanyol işgali.
1519 yılında, Meksika'nın yerli uygarlıkları İspanya tarafından işgal edildi. İki sene sonra 1521'de Aztek başkenti olan Tenochtitlan işgal edildi. Francisco Hernández de Córdoba, 1517 senesinde Güney Meksika kıyılarını araştırdı, onu 1518'de Juan de Grijalva izledi.
Erken dönem Conquistador'larının en önemlisi, 1519 yılında yerli bir kıyı yerleşimi olan "Puerto de la Villa Rica de la Vera Cruz"dan ülkeye giren Hernán Cortés'di. Burası günümüzün Veracruz şehridir.
Yaygın kanının aksine İspanya, Cortes'in 1521 yılında Tenochtitlan şehrini ele geçirmesiyle Meksika'yı işgal etmiş olmadı.Tenochtitlan kuşatmasından sonra işgalin tamamlanması için diğer bir iki yüz senenin geçmesi gerekti.
Bu süre zarfında yerli halk tarafından İspanya'ya karşı isyanlar, saldırılar ve savaşlar sürmeye devam etti.
Demografi.
Meksika'da nüfusun %60'ı "mestizo", %10'u beyaz, geri kalanlar ise yerli halktır. Resmî dil İspanyolcadır ayrıca bunun dışında Meksika'da hâlen 68 farklı yerli dili konuşulmaktadır ve Meksika dünya üzerinde anadili olarak İspanyolca konuşan insan sayısının en yüksek olduğu ülkedir. Ülkedeki inançlar; Katolikler %89, Protestan %6 ve diğer %5 şeklinde özetlenebilir. Toplam nüfus içinde okuma yazma oranı %92,2'dir.
<noinclude>
Coğrafya.
Meksika, 14° ve 33° kuzey enlemleri ile 86° ve 119° batı boylamları arasında, Kuzey Amerika'nın güneyinde yer alır. Ülke topraklarının neredeyse tamamı Kuzey Amerika levhasında bulunurken, Baja California Yarımadası'nda bulunan görece küçük kısımları Pasifik ve Cocos levhaları üzerindedir. Jeofiziksel olarak, bazı coğrafyacılar, Tehuantepec Kıstağı'nın doğusundaki, ülkenin toplam yüzölçümünün yaklaşık %12'sine gelen kısmı Orta Amerika'ya dahil kabul etmektedir. Jeopolitik olarak ise Meksika, tamamıyla Kuzey Amerika'da kabul edilmektedir.
Toplam 1.972.550 km²'lik yüzölçümüyle Meksika, toplam yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük 14. ülkesi konumundadır. Ülke topraklarında birbirine en uzak iki nokta arasındaki mesafe 3.219 km'den fazladır. Kuzeyde, Amerika Birleşik Devletleri ile 3.141 km uzunluğunda sınırı bulunur. Ciudad Juárez'den Meksika Körfezi'nin doğusuna olan kısımdaki sınırı Rio Grande belirler. Ciudad Juárez'in batısı ile Büyük Okyanus arasında kalan sınır ise çeşitli doğan ya da yapay işaretlerle belirlenmiştir. Meksika, güneyde ise Guatemala ile 871 km, Belize ile 251 km uzunluğunda sınır paylaşmaktadır.
Ülkenin kuzey-güney doğrultusunda, Sierra Madre Oriental ve Sierra Madre Occidental olmak üzere iki ana sıradağ uzanır. Ülkenin merkez kısmında, doğudan batıya doğru uzanan Trans Meksika Yanardağ Kemeri yer alır. Ülkedeki dördüncü ana sıradağ ise, Michoacán-Oaxaca arasında yer alan Sierra Madre del Sur'dur. Ülkenin orta ve kuzey bölümlerinin çoğu yüksek takımlı olup, en yüksek noktalar Trans Meksika Yanardağ Kuşağı üzerinde yer alan Pico de Orizaba (5.700 m), Popocatépetl (5.462 m), Iztaccihuatl (5286 m) ve Nevado de Toluca (4.577 m)'dır. Üç ana şehir yerleşmesi; Toluca, Büyük Meksiko ve Puebla da bu dört yükselti arasında bulunan vadilerde yer almaktadır.
İklim.
Ülkeden geçen Yengeç Dönencesi, ülkeyi iklim açısından sıcak ve tropik bölgeler olarak ikiye ayırır. 24. enlemin kuzeyinde kalan bölümler, kış aylarında diğer bölgelere oranla daha soğuk olur. 24. enlemin güneyindeki bölümlerdeki sıcaklık ise yıl içerisinde genel olarak sabitken yalnızca rakıma bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Bu bölümde yer alan ve 1.000 m'den az rakıma sahip bölgelerde (her iki kıyı bölgesinin güney kısımları ile Yucatán Yarımadası), yıl içerisindeki ortalama sıcaklık 24-28 °C (75,2-82,4 °F) arasında değişkenlik gösterir. Yıl içerisindeki yaz ile kış mevsimleri arasındaki ortalama sıcaklık farkı en fazla 5 °C (9 °F) kadar değişim göstermektedir. Ülkenin her iki kıyı şeridin de (Campeche Körfezi'nin güney kıyıları ile Baja'nın kuzeyi hariç), yaz ve sonbahar aylarında kasırgalar etkili olur. 24. enlemin kuzeyinde bulunan düşük rakımlı bölgeler, yaz aylarında görece daha sıcak ve nemli havaya sahip olup, kış aylarında yine güneydeki bölgelere göre daha soğuk olduğundan yıllık sıcaklık ortalaması 20-24 °C (68,0-75,2 °F) arasında değişkenlik göstermektedir. Meksika'daki en büyük şehirlerin çoğu Meksika Vadisi'nde veya çevresindeki vadilerde, 'den düşük rakımda yer aldığından yıllık ortalama sıcaklıkları 16-18 °C (60,8-64,4 °F) arasında değişiklik gösterir ve yıl boyunca gece sıcaklıkları, gündüz vaktine göre oldukça düşüktür.Başta kuzey bölümleri olmak üzere Meksika'nın çoğu bölgesi kurak bir iklim yapısına sahiptir.
Ekonomi.
Meksika ekonomisi, Uluslararası Para Fonu'na göre, nominal olarak dünyanın en büyük 15. ve satın alma gücü paritesine göre 11. büyük ekonomisidir. 1994 krizinden bu yana, idareler ülkenin makroekonomik temellerini iyileştirmiştir. Meksika, 2002 Güney Amerika krizinden önemli ölçüde etkilenmemiş ve 2001'de kısa bir süre durgunluktan sonra, büyüme hızının düşük olmasına rağmen pozitifliğini korumuştur. Bununla birlikte, Meksika, 2008 durgunluğundan en çok etkilenen Latin Amerika ülkelerinden biriydi ve gayri safi yurt içi hasıla o yıl %6'dan fazla azalış göstermiştir.
Meksika ekonomisi görülmemiş bir makroekonomik istikrâra sahipti, bu da enflasyonu ve faiz oranlarını düşük seviyelere indirmiş ve kişi başına düşen geliri artırmıştı. Buna rağmen, kentsel ve kırsal nüfus ile kuzey ve güney eyaletlerinde zengin ve fakir arasında büyük boşluklar belirgindir. Çözülmemiş konulardan bazıları, altyapının iyileştirilmesi, vergi sisteminin çağdaşlaştırılması ve iş yasaları ve gelir eşitsizliğinin azaltılmasını içerir. 2013 yılında GSYİH'nın yüzde 19,6'sı olan tüm vergi gelirleri 34 OECD ülkesi arasında en düşük olanıydı.
Yönetim birimleri.
Meksika 1 federal bölge ile 31 eyaletten oluşmaktadır.
Kültür.
Tarihsel, etkin, toplumsal ve ekonomik etkenlerden kaynaklanan bölgesel farklılaşmalara karşın, yerel halk sanatlarının yanı sıra Avrupa kaynaklı klasik sanatlara dayanan özgün bir Meksika kültüründen bahsedilebilir. 1930'larda güçlenen Indigenismo akımı Yerli kültür mirasına ilgiyi canlandırmıştır.
Daha çok kırsal kesimde yaygın olan ve hem günlük kullanıma, hem de süslemeye dönük işlevler taşıyan geleneksel halk sanatları ülke çapında çok tutulur. En ilginç örnekler arasında Oaxaca Vadisine özgü kil çömleklerle Tomala köyünde üretilen kuş ve hayvan figürleri sayılabilir. Renkli süslemeler taşıyan pamuk giysilere, pamuk ya da yünden yapılan omuz atkılarına (rebozo) ve serape'lere, renkli sepetlere ve değişik desenli kilimlere ülkenin hemen her yanında rastlanır. Halk müziği Meksika tarihi boyunca en önemli sanat biçimlerinden biri olmuştur. Eski charro'lar (sığır çobanı) gibi giyinen şarkıcılar, günümüzde de şenliklerde ve özel günlerde gitar ve davul eşliğinde şarkı söyler.
Meksika Devrimi'ne ilişkin temalar uzun bir dönem Meksika edebiyatına damga vuran başlıca öğe olmuştur. Köylülerin sorunları ve acıları günümüzde de Juan Rulfo gibi yazarların yapıtlarına konu olmakla birlikte, Meksika edebiyatında evrensel temalara yöneliş belirgin bir ağırlık kazanmıştır. Bu yeni kuşak edebiyatçılar arasında uluslararası düzeyde ün kazanmış Samuel Ramos, Octavio Paz, Carlos Fuentes, Gustavo Sainz ve Juan José Arreola gibi adlar öne çıkar. Oyun yazarı Rodolfo Usigli'nin yapıtlarında da benzer bir yönelim görülür. Meksika tiyatrosuna katkıda bulunmuş öteki çağdaş yazarlar arasında Luisa Josefina Hernández ve Emilio Carballido sayılabilir. Müzikte evrenselleşme çığırına öncülük eden Carlos Chávez'i başka bazı genç besteciler de izlemiştir.
Duvar resmi Meksika'nın dünya çapında adını duyurduğu sanat dallarının başında gelir. Diego Rivera, José Clemente Orozco ve David Alfaro Siqueiros gibi ressamlar Meksika tarihi ve kültürünü kalabalık, canlı, figüratif kompozisyonlarla yansıtan yapıtlarıyla tanınmıştır.
Önde gelen kültür kurumlarından Ulusal Güzel Sanatlar Enstitüsü güzel sanatları yaymaya ve bu alandaki incelemeleri desteklemeye yönelik etkinlikler yürütür. Meksika Senfoni Orkestrası ve çeşitli bale toplulukları da devletten önemli çapta destek görür. Yerli Enstitüsü geleneksel el sanatlarını korumak ve geliştirmekle görevlidir.
Boğa Güreşi Meksika'da bugün de çok sevilen bir eğlencedir.En yaygın spor olan futbolun yanı sıra beyzbol da büyük ilgi toplar. Meksika hafif sıklette birçok dünya şampiyonu boksör yetiştirmiştir.
Basın dünyasında özel sektör egemendir; ülkenin iki büyük televizyon kanalı olan Televisa ve TV Azteca ile "Excélsior", "Novedades" ve "El Universal" gazeteleri en etkili medya organlarıdır.
Diğer bilgiler.
ABD ve Kanada'yla beraber NAFTA'yı oluşturan ülke, hızlı nüfus artış oranı, yüksek işsizlik gibi tipik bir gelişmekte olan ülke görünümündedir. ABD'de yaklaşık on beş milyon Meksika asıllı insan yaşamaktadır.
Yılbaşlarını 12 üzüm yiyerek kutlarlar. Tam saat 12 olduğunda kilise çanı 12 kere çalar her çalışında bir üzüm yenir ve her üzüm yenildiğinde bir dilek tutulur. Eğer böyle yapılırsa dileklerin yerine geleceğine inanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7138",
"len_data": 12347,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Karayipler, Karayip Denizi'ni, adalarını ve çevreleyen sahilleri kapsayan ve coğrafî olarak Orta Amerika'ya dâhil edilen bölgedir. Bu adalar, Florida'nın güneyinden başlayıp bir kıvrım oluşturarak Güney Amerika'da Venezuela'nın kuzey batısına dek inmektedir. Bölgede 7.000 dolayında ada, adacık ve kayalık bulunur. Burada otuz beş bağımsız ülke ya da bağımlı bölge yer almaktadır.
Uluslararası Hidrografi Örgütü'nün çizdiği sınırlara göre yay formatında sıralanan adalar Karayip Denizi'nin içerisinde yer almaktadır. Lucayan Adaları olarak adlandırılan ve Karayip Denizi sınırları içerisinde yer almayan Bahamalar ve Turks ve Caicos Adaları da bu bölge içerisinde yer bulmaktadır.
Köken bilimi.
1492'de Hindistan'a ulaştığını zanneden Kristof Kolomb tarafından "Batı Hint Adaları" (Batı Hindistan) adı verilen bölge günümüzde de nadiren de olsa bu isim ile ifade edilmektedir. Günümüzde bölgenin ilk yerleşimcilerinden olan ve Aravaklar yerli grubunun bir kolu olan Karayipler'in adı ile anılmaktadır.
Tarihçe.
Adaların en eski sahipleri Aravak (Karayipçe: Aruac) ve Karayip (İspanyolca: Caribe) yerlileridir. 1492'de Ceneviz doğumlu İspanyol kâşif Kristof Kolomb tarafından keşfedilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7140",
"len_data": 1190,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.8
}
|
İdris Dağı; Ankara'nın yaklaşık 50 kilometre kuzey doğusunda, Kalecik ilçe sınırları içerisinde yer alan bir dağdır.
Jeoloji.
Çubuk Ovası'nın doğusunda konuşlanmış olan İdris Dağı, kuzey kesiminde bulunan "Hayasız" sırtlarından doğu-batı yönlü olarak akan Kızılırmak aracılığıyla ayrılır. Dağın en yüksek noktası, 1.900 metre rakımda bulunan "Kırkkız Doruğu"dur.Kızılcahamam'da bulunan Işık Dağından sonra Ankara'nın en yüksek dağıdır.Doğu yakası çoğunlukla kireçtaşı ve bazalt gibi kalker kayalıklardan oluşurken; kuzeybatı kesiminde ise kalkersiz yuvarlak tepeler ve sırtlar vardır. Yüksek kesimlerinde ise fiziksel aşınmalar sonucunda oluşmuş düzlükler bulunur.
Flora ve iklim.
Yörede yaz aylarının sıcak ve kurak yaşanmasından dolayı dağ florasını oluşturan bitkilerin pek çoğu kserofit özellik gösterir. İlkbahar ve sonbahar ayları genellikle ılıman ve yağmurlu geçer. Yüzyıllar boyunca aşırı otlatma ve orman tahribatlarına maruz kalsa da, yer yer küçük meşe ormanlarına ev sahipliği yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7148",
"len_data": 1002,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.61
}
|
Gökçeada veya 1970 yılına kadar kullanılan adıyla İmroz "(, Imvros)", Çanakkale'nin bir ilçesi ve Türkiye'nin en büyük adasıdır. Ege Denizi'nin kuzeyinde, Saros Körfezi girişinde yer almaktadır. 91 km kıyı şeridine sahiptir. Yıllık yağış miktarı metrekareye 950 – 1050 mm arasında değişmektedir. Adanın batısında yer alan İnceburun Türkiye'nin de en batı noktasını oluşturmaktadır. 2011 ve 2012 yıllarında haftada 2 kez Gökçeada-İstanbul uçak seferleri yapılmış olup, 2013 ve sonrasında ticari yolcu uçuşları yapılmamıştır.
Gökçeada, Türkiye'de 26 tane olan "sakin kent"lerden "(Cittaslow)" birisidir. Cittaslow hareketi, Türkiye'ye 2009 yılında Seferihisar ilçesinin katılmasıyla gelmiştir. Dönemin Seferihisar Belediye Başkanı, Cittaslow Uluslararası Başkan Yardımcısı, Cittaslow Türkiye Koordinatörü olan Tunç Soyer, Cittaslow hareketinin Türkiye'de gelişmesine öncü olmuş, İzmir ili Seferihisar ilçesi dünyanın 129′uncu, Türkiye'nin ilk sakin şehri olmuştur. Bu üyelik, Türkiye'nin tanıtımı için yeni bir vesile olmakla birlikte, sakin kent unvanı almış ilçelerin gelişimi, kültürel ve tarihi değerlerinin korunması için önemli bir adımdır. Gökçeada, 2011 yılı Haziran ayında almış olduğu Cittaslow unvanı ile dünyanın ilk ve tek sakin adasıdır.
Tarihçe.
Ada'nın ilk çağlardaki durumu hakkında fazla bilgi mevcut değildir. Bilgiler, Orta Çağ'da başlamıştır. Ada 1204-1261 tarihleri arasında Latin İmparatorluğu'na tabi kalmıştır. Bizans İmparatorluğu'nun son zamanlarında bütünlüğünü koruyamaması üzerine, Cenevizli Gattilusıo Ailesi diğer Ege Adalarında olduğu gibi, bu ada üzerinde de hâkimiyet kurmaya gayret etmiştir. Bu aile o zamana kadar 1. Murat devrinden itibaren siyasi manevralarla Türkleri ada'dan uzak tutmuştur. Fatih 1453 yılında İstanbul'u alıp, Bizans İmparatorluğu'na son vermesi ile imparatorlukla sıkı ilişkileri olan bu Latin devletinin de sonu gelmiş oldu. Dorino Gattilusio ölünce yerine geçen oğlu Dominiko, Dukas'ı Fatih'e elçi olarak gönderdi.
Bunun sebebi, her sene Midilli Adası için verilen 3000, Limni Adası için verilen 2300 altın vergiyi padişaha takdim etmekti. Aslen Limni Adası her sene mezkûr vergiyi vermek için Midilli hakimine ve Gökçeada senede 1200 altın vergi vermek şartı ile Enez hakimine verilmişti. İstanbul'un fethinden sonra, Gattilusio Ailesi'nin davranışına benzer davranışları diğer aileler de göstermişti. Aslen Gökçeada'lı olan Kristobulos'un bu husustaki gayretlerini önemsemek gerekir. Kristobulos, İstanbul'un fethinden sonra bir heyet tanzim ederek, Fatih Sultan Mehmet'e göndermiştir. Bizans'a tabi olan Gökçeada, Limni ve Taşoz Adalarına imparatorluk tarafından tayin edilmiş olan memurlar, İstanbul'un fethini ve imparatorun ölümünü haber alınca, Gökçeada'dakiler Kefaloz Burnundan İtalyan gemilerinden memleketten çıktılar.
Ada halkı da bunun üzerine göç girişiminde bulunuyorlardı. Kristobulos, göçe engel olabilmek için Gelibolu sancak beyi bir elçi göndererek, adalara hücum etmemesi için onunla bir anlaşma yaptı. Hamza Bey'in aracılığı ile de bir başpiskoposu ve kocabaşıdan ibaret sefaret heyetini Fatih'e gönderdi. Heyet hükümdara bağlılıklarını bildirdikten sonra, Fatih'ten şimdiye kadar olduğu gibi idare edilmelerini, yılda muayyen bir vergi vermelerini ve tayin edilen bir kişinin ada idaresinden sorumlu olmasını istediler. Bu sırada Enez Bey'i Palamede, kendi memurlarından birini ve Midilli Bey'i Dorya'nın oğlunu elçi sıfatıyla padişaha göndererek adaların idaresinin kendisine verilmesini rica ettiğinden Kristobulos tarafından gönderilen heyet ile görüşülüp iki taraf anlaştıktan sonra 1453 yılında Ada, Palamede Gattilusio'yu Limni ve Taşoz Adaları ise Dorya'ya verildi. Böylece göç, meşhur tarihçi Gökçeada'lı Kristobulos'un çabaları ile önlenmiş oldu. Aynı yıl içinde Palamede ölünce, bırakmış olduğu vasiyetinde hissenin çoğunu, ölen büyük oğlunun zevcesi ve çocuğuna bırakmakla beraber, Enez şehri, Gökçeada ve Semadirek adalarının idari sorumlusu olan küçük oğlu Dorino, bu vasiyetnameye iltifat etmeyip, babasının bırakmış olduğu bütün hisseye zorla sahip oldu. Onun namına Gökçeada'da Joannes Laskaris Enez'de valilik yaptı. Dorino idaresinde kardeşinin zevcesi ve oğlunu hiç gözetmediğinden, yakınları bu hareketin doğru olmadığını, hissesi olup da payını alamayan bu kadının padişaha şikâyette bulunabileceğini söylediler. Nihayet bu kadın, dayısını elçi olarak padişaha gönderdi. Bu zat, Dorino'nun haksızlığından bahsettikten sonra, padişaha karşı da İtalyanlarla anlaşmakta olduğunu, asker toplayarak Enez ve adalara muhafız tayin ettiğini kötü sonuçlanacağını anlattı.
Bunun üzerine padişah, Dorino'ya müsamaha yapılmamasını buyurdu. Kaptan Yunus Paşa, Dorino'yu getirmek için Semadirek Adası'na 50 çiftelik bir kayık gönderdiğinden, kendi de Dorino'nun memurlarını değiştirip ve idareyi tanzim için ada'nın Kefaloz Koyu'na yanaştı ve haberci göndererek, ada'nın idaresini Kristobulos'a verdiğini bildirdi. Dorino ise, korktuğundan Yunus Paşa'nın gönderdiği kayığa binmeyip önce Enez'e oradan Edirne'ye varıp, padişahın huzuruna çıkarak af diledi ancak Kaptan Yunus Paşa'nın bu kişinin normal biri olmadığını adaları kendi içlerinden birine verilmesinin doğru olduğunu bildirmesi üzerine, Dorino'ya sadece Trakya'da birkaç köy tahsis edilerek, ada'nın idaresi Kristobulos'a verildi. (1456) Gökçeada bu şekilde 1460'a kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır.
Doğru ve dürüst bir insan olduğunu ispatlayan Kristobulos, Mistra Despotu Demetrios Paleologos'a mektup yazarak, Midilli ve Gökçeada'nın Osmanlı hükümdarlığı'ndan elde etmenin zamanı olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Paleologos, iki adamını Fatih'e gönderdi. O sırada Mora Fethi'ni tamamlamış olan Fatih, Despot Demetrios'a Limni ve Gökçeada'nın idaresini verdi. Gökçeada Venedik ve Osmanlılar arasında cereyan eden bazı olaylara sahne oldu. Papalık donanmasının ada'ya hücumu Kristobulos tarafından diplomasi ile savuşturuldu. Ada 1466'da Venediklilerin eline geçti ise de birkaç yıl sonra, kesin olarak 1470 yılında tekrar Türkler tarafından alındı. Ada halkının vergi haricinde devlete karşı bazı vazifeleri vardı. Ada'nın kalelerini ve yalılarını korumakla görevliydiler. Kendilerine hizmet karşılığı dirlik verilirdi. Ancak, meydana gelen zarar neticesinde dirlikleri ellerinden alınırdı. Gökçeada 17. yy ortalarında Girit Savaşı sebebi ile Venedik Donanması ile yapılan mücadelelere sahne oldu. 1655'te Kaptan-ı Derya olan Ali Paşa, donanma ile, boğaz, Venedik Donanması tarafından kapatılmış iken, Akdeniz'den çıkıp Girit'e gitmeye teşebbüs etmişti. Derya Beylerinin filoları Venedik donanması ile karşılaştığında, top atışları ile başlayan savaşın sonucu bilinmemektedir. Ada Venedik donanmasının, sık sık sığındığı bir yer oldu.
1698 tarihinde 73 parçalık donanma ile ada'nın kömür Limanı'na girip ada halkını haraca kesmiştir. Bu durumu öğrenen Boğazhisar muhafızı Vezir İbrahim Paşa, haberi İstanbul'a ulaştırdı. Bunun üzerine Mustafa Ağa 30 fırkatalık donanma ile Türk kıyılarını savunmak için Gökçeada'ya hareket etti. Bunun üzerine 21 Ağustos 1698'de Venedik donanması çatışmadan korkarak ada'dan kaçtı. Venedik donanmasını Midilli Adası'nın Zeytin Burnunda yakalayan Türk donanması, bu savaşı da zaferle kazandı. Balkan Savaşları sırasında, Kefaloz açıklarında, İmroz Deniz Savaşı adı altında bir savaş olmuştur. Savaşın ilk ateşini 16 Aralık 1912'de Barbaros ve Turgut Reis, Averof zırhlısına açmıştır. Yunan komutan muhabereyi kesip Mondros Limanı'na doğru hareket edince savaş bitmiş oldu. Çeşitli nedenlerle göçlerin yaşandığı Gökçeada, çok değişken bir nüfusa sahip idi; Lozan Anlaşması neticesinde, 22 Eylül 1923'te Türkiye Cumhuriyeti topraklarına fiilen katılmıştır.
Yerleşim birimleri.
Merkez / Çınarlı.
Adanın merkezidir. Kamu kurumları ve nüfusun çoğu buradadır. Eskiden tarifeli seferler yapılmış olan bir havaalanı mevcuttur. Yunanca adı "Panaghia"'dır. Kaleköy, Zeytinliköy, Eski ve Yeni Bademli köyleri çok yakındır.
Dereköy.
Adanın iç batı kesimindedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin en büyük köyü olarak kabul edilmektedir. 1970'li yıllara kadar Gökçeada'nın en büyük köyü olma niteliğini korumuştur. Yoğun göç vermesi nedeniyle şu anda terk edilmiş durumdadır. Dereköy'ün Yunanca adı "Shinudi"'dir. Meryem Ana bayramında (15 Ağustos) yurtdışına göç edenler, çocukları ve torunlarının geri dönmesiyle köy hareketlenir.
Kaleköy.
Adanın kuzeydoğusundadır. Kaleköy iskelesi, I. Dünya Savaşı sırasında Fransız Donanma Kumandanlığı tarafından düzenlenmiş, 1970'li yıllarda Kuzulimanı'na yeni iskele yapılıncaya kadar tüm adanın ulaşımını sağlamıştır. Ancak küçük tonajlı gemilerin ve yatların yanaşması için uygundur. Bu yıllara kadar adanın ulaşımı, Ayvalık ve Gemlik adlı yolcu gemileri ile sağlanmıştır. Yunanca adı "Kastro"'dur.
Haftada iki kez (Çarşamba ve Cumartesi) saat 23:00 civarında adaya ulaşan bu gemiler iskeleye yanaşamadıkları için yaklaşık 1,6 km açıkta demirlemek zorunda kalırlardı. Gemiler ile iskele arasında ulaşım balıkçı/süngerci tekneleri ile sağlanırdı. Kaleköy iskelesinin hemen sağ tarafında yer alan tepenin üzerinde köye eski ismini veren kale yer almaktadır.
Zeytinli.
Adanın kuzey iç kesimlerinde, Merkez ilçeye çok yakın eski bir Rum köyüdür. Hâlen küçük bir Rum kökenli nüfus yaşamaktadır. Ayrıca Fener Rum Patriği Bartholomeos'un doğum yeridir. Yunanca adı "Aya Teodoroi"'dir. Köyde Rum İlkokulu bulunur.
Tepeköy.
Adanın kuzeyinde bir Rum köyüdür. Hâlen küçük bir Rum kökenli nüfus yaşamaktadır. Yunanca adı "Agridya"'dır. Köyde Rum Lisesi ve Ortaokulu bulunur.
Uğurlu.
Türkiye'nin en batı noktasında yer almaktadır. Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Muğla ve Burdur illerinden 1970'li yıllarda ailelerin yerleştirilmesi ile köy teşekkül etmiştir. İlçe merkezine 25 km uzaklıktadır.
Ekonomisi tarım, hayvancılık, balıkçılık ve turizme dayalıdır. Ev pansiyonculuğu başlıca gelir kaynaklarından olup, çok sayıda pansiyon bulunmaktadır. Özellikle kamp severler için deniz ve doğanın birleştiği sakin koylar mevcuttur.
Köyde, ilköğretim okulu ve sağlık ocağı mevcuttur. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi bulunmaktadır. Köy içinin yolları taşla kaplıdır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik, sabit telefon ve internet vardır. Uğurlu köyü denize 100 metre mesafede olmakla birlikte, adanın iki iskelesinden biri Uğurlu köyünde bulunmaktadır. Limni Adası'na 20 km mesafede bulunması itibarıyla adalar arası turizm, ilerisi için Uğurlu köyünün yeni yüzünü belirleyebilir.
Bademli.
Adanın kuzeydoğusunda, merkez ilçe ile Kaleköy arasında yer alır. Bademli'nin Yunanca adı "Gliki"'dir.
Yenibademli.
Yeni kurulan köylerdendir, Isparta'lı aileler iskan edilmiştir. Adanın kuzeydoğusundadır, motel ve pansiyon bölgesidir. Denize uzaklığı 500 metredir. Adanın en büyük köyüdür.
Eşelek.
Yeni kurulan köylerdendir, Çanakkale'li aileler iskan edilmiştir. Adanın güneydoğusunda olan Eşelek, bir tarım bölgesidir ve sebze meyve üretilir.
Şahinkaya.
Adanın yerleşik ilk Türk köyüdür. 1973-1974 yıllarında Trabzon ili Çaykara ilçesi Şahinkaya (Şur) köyünden iskân gelmiştir. Tarım, hayvancılık, son yıllarda pansiyonculuk yapılmaktadır. Köyün tam karşısı çam ormanı ile kaplıdır. Köyün içme suyu 3 farklı yeraltı kaynağının beslediği depodan gelmektedir. Köy adanın güney sahillerine yakın, Laz Koyuna 5 km civarındadır. Köy içinde zeytinyağı, bal, oğlak eti, kuzu eti, keçi peyniri temin edilebilir.
Şirinköy.
Yeni kurulan köylerdendir, 80 sonrası Bulgaristan göçmenlerinin iskan edilmiştir.
Fatih.
Adanın en kalabalık ve ada merkezinin bir kısmını içine alan bir mahalledir.
Tarihi Yapılar.
Camiler.
Adadaki camiler, nüfusun etnik yapısına bağlı olarak mimaride sınırlı yer bulmuştur. Osmanlı Dönemi’nden günümüze ulaşan tek cami, Çınarlı Mahallesi’nde bulunan ve günümüzde Merkez Cami olarak adlandırılan yapıdır.
Caminin kesin inşa tarihi bilinmemekle birlikte, 1878 tarihli Osmanlı arşiv belgelerinde Hamidiye Camii ile birlikte anıldığı, 1885 ve 1889 tarihli belgelerde ise padişahın adına izafeten inşa edilmiş bir camiden bahsedildiği görülmektedir. Ayrıca, 1895 tarihli bazı tarihî yayınlarda adada yalnızca bir caminin varlığına dikkat çekilmektedir. Bu belge ve kaynaklardaki bilgiler göz önüne alındığında, söz konusu yapı ile bugünkü Merkez Cami’nin aynı yapı olması kuvvetle muhtemeldir.
Kayıtlara göre 1907 yılında büyük oranda yenilenen cami yakın zamanda da esaslı bir onarım geçirmiştir. Kuzey-güney yönde dikdörtgen prizmal bir kütle teşkil eden cami kırma çatı ile örtülür. Sonradan eklendiği anlaşılan kuzeydoğu köşedeki minare, caminin genel boyutlarıyla orantılı ve dengeli bir görünüm sergilemektedir. Kaba yontu ve moloz taştan inşa edilen yapının pencere söve ve lentoları ise düzgün kesme taştan yapılmıştır. Yalın mimarisi ve mütevazı boyutlarıyla mahalle mescidi niteliği taşıyan cami, çevresindeki mimari doku ile uyum içindedir.
Yapının kuzey ekseninde yer alan sade bir kapıdan girilen harim, ahşap düz tavanla örtülüdür. İç mekân, zaman içinde sıvanıp badana edilmesi nedeniyle özgün tarihî dokusunu büyük ölçüde yitirmiştir.
Merkez Camisi dışında Gökçeada'da farklı bir tarihi cami bulunmasa da mübadele öncesi Biga'da yer alan Eşelek Köyü, mübadele sonucu adaya yerleştirildiğinde eski köy camisinin minaresini de beraberlerinde getirmişlerdir. Bu iki cami ile birlikte Gökçeada'daki köylerde sonradan yapılan pek çok Gökçeada camileri bulunmaktadır.
Kilise ve manastırlar.
Gökçeada, tarih boyunca farklı uygarlıkların egemenlik mücadelesine sahne olmuş; bu nedenle dili, mutfağı, mimarisi ve dini yapıları zamanla köklü değişimlere uğramıştır. Bu çok katmanlı tarihsel süreç, adada camilerin yanı sıra Rumlardan kalma kilise ve manastırların da varlığını sürdürmesine olanak tanımıştır. Resmî kayıtlara göre 19. yüzyıl sonlarında adada sekiz kilise bulunmakta olup, yapılan araştırmalar bu sayının on bire ulaştığını göstermektedir.
Gökçeada merkezindeki üç mahalleden biri olan Çınarlı Mahallesi’nde yer alan Aya Panayia Kilisesi, 1835 yılında inşa edilmiş olup günümüzde de ibadete açık olan kiliseler arasındadır. Merkezin bir diğer mahallesi olan Fatih Mahallesi'nde ise Metropolitan Kilisesi yer alırken, Yeni Mahalle’deki Aya Varvara Kilisesi, hemen yanındaki eski çeşme ile dikkat çekmektedir. Adanın sahil kesimindeki tek yerleşim yeri olan Kaleköy’de bulunan Aya Marina Kilisesi ise restore edilmiş kiliseler arasında yer almaktadır.
Adanın bilinen en eski kilisesi, Zeytinliköy’deki Agios Georgios Kilisesi’dir. Bu köy aynı zamanda, dünya genelindeki yaklaşık 300 milyon Ortodoks Hristiyan’ın ruhani lideri olan I. Bartholomeos’un 1940 yılında doğduğu yerdir. 1991 yılında İstanbul Rum Ortodoks Patriği ilan edilen Bartholomeos, doğduğu Zeytinliköy’deki evini yılda birkaç kez ziyaret etmektedir. Tepeköy’de, 1832 yılında inşa edilmiş olan Evangelismos Teotoku Kilisesi ile birlikte eski bir Rum mezarlığı da bulunmaktadır.
Gökçeada’nın Rum köylerinden biri olan Dereköy’de ise ibadete açık iki kilise mevcuttur: Köy girişinde yer alan Hagia Marina Kilisesi ve çarşı merkezindeki Koimesistis Theotokos Kilisesi. Her iki yapı da 1800’lü yılların başlarında inşa edilmiştir.
Manastırlar.
Kiliselerle birlikte adada yaklaşık 360 şapelin varlığından söz edilir. Halkın ‘manastır’ olarak da adlandırdığı şapeller ibadetin yanında, kötülüklerden korumak ve bereket getirmesi amacıyla, başta kent merkezleri olmak üzere adanın her yerine inşa edilmiştir.
Kaya Mezarları.
Kaya mezarları adanın birçok noktasında bulunmaktadır, ancak mezarların hepsi tahrip edilmiştir. Mezarların hangi dönemde yapıldıkları bilinmemektedir.
Ada'daki kaya mezarları genellikle tuz gölü yakınında'ki eski askeri bölge ve Kokina Mevkiin'de bulunmaktadır.
Kaleler.
Gökçeada'da 2 tane kale bulunmaktadır kalelerden bir tanesi ve en meşhur olanı Kaleköy'de bulunmaktadır diğeri ise pek bilinmemektedir ve Dereköy'de bulunmaktadır.
İskiter (Kastro) Kalesi.
Yukarı Kaleköy mevkiinde bulunan İskiter kalesi adanın en eski yapılarından birisidir. Cenevizliler tarafından inşa edilen kalenin surlarının bir kısmı hala ayaktadır. İskiterkalesi, Çınarlı Ovasına hakim bir tepededir. Kalenin bulunduğu mevkiden aşağı Kaleköy, Yeni bademli, Eski bademli ve Zeytinli köyleri net olarak görülebilir.
Ayrıca, yapısı nedeniyle tıpkı bir yelkeni andıran ve ancak denizden ulaşılabilen Yelkenkaya'yı da kuzeydoğu yönüne bakıldığında görmek mümkündür.
İskinit (Paleokastro) Kalesi.
Dereköy mevkiinde bulunan İskinit kalesi adanın en eski yapılarından birisidir. Tam olarak ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Halk arasında Şeytan veya Korsan kalesi olarak'da geçmektedir. Gökçeada'ya hakim bir tepede bulunmaktadır kale adanın her noktasını görebilmektedir. Kale'ye ulaşmak ise oldukça zordur yüksek bir nokta'da bulunmaktadır ve bu noktaya giden bir yol veya patika yoktur.
Çamaşırhaneler.
Çamaşırhaneler ada geleneğinde önemli bir yere sahipti. Geçmiş yıllarda, her köyün özel bir çamaşır yıkama günü olmakta ve kadınlar arasında aynı zamanda haberleşme ve yiyecek-içecek sunma günü olarak geçmekteydi.
Anadolu'da "yunak" olarak da adlandırılan çamaşırhaneler, kadınların belirli günlerde toplanıp çamaşır yıkadıkları ve sonrasında kapılarını kapatarak yıkandıkları yapılardır.
Ada'daki hemen her köyde birden çok çamaşırhane bulunmaktaydı. Bunlar bir cephesi açık veya kapalı dikdörtgen planlı basit yapılardır. Geleneksel yığma taş duvarla inşa edilen yapıların üzerleri kiremit kaplı kırma çatılarla örtülüdür. İçerisinde yer alan çeşmeler, kazanlarda suların ısıtıldığı ocaklar, çamaşır yıkama tekneleri, sekiler, malzemelerin konduğu nişler ve suların atıldığı açık kanallar bu yapıların temel unsurlarıdır.
Dereköy'deki Hagia Panaghia Kilisesi yanında yer alan çamaşırhane bunların anıtsal bir örneğini teşkil eder.
Nüfus.
Gökçeada'da Nüfus Değişimi
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7149",
"len_data": 17763,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Garry Kimovich Kasparov (, ; doğum Garik Kimovich Weinstein, 13 Nisan 1963), 1985-2000 yılları arasında dünya şampiyonu olan Rus (geçmişte Sovyet) satranç büyükustası.
1985'te Anatoli Karpov'u yenerek dünya şampiyonu unvanını kazandı, bu unvanı 2000 yılında yenildiği Vladimir Kramnik'e devretti. Onun Temmuz 1999'daki FIDE Rating listesinde gerçekleştirdiği 2851 ELO puanı yalnızca Magnus Carlsen tarafından geçildi. Pek çok kişi kendisini tarihte görülmüş en güçlü oyuncu olarak değerlendirmektedir. 10 Mart 2005'te bir daha satranç turnuvalarına katılmayacağını açıkladı.
Kasparov satrançtan emekli olduğundan beri zamanını yazmaya ve politikaya adadı. İlk kez 2003 yılında yayınlanan My Great Predecessors adlı kitap serisi, kendisinden önceki dünya şampiyonu satranç oyuncularının tarihini ve oyunlarını ayrıntılarıyla anlatıyor. Birleşik Sivil Cephe hareketini kurdu ve Vladimir Putin'in yönetimine ve politikalarına karşı çıkan bir koalisyon olan Diğer Rusya'nın bir üyesiydi.
2008 yılında, o yılki Rusya başkanlık yarışına aday olma niyetini açıkladı ancak kampanyasında "resmi engellemeyi" suçladığı lojistik sorunlarla karşılaştıktan sonra geri çekildi. 2011'de başlayan Rus kitlesel protestolarının ardından, Haziran 2013'te zulüm korkusu nedeniyle yakın gelecekte Rusya'yı terk ettiğini duyurdu. Rusya'dan kaçışının ardından ailesiyle birlikte New York'ta yaşadı. 2014 yılında Hırvatistan vatandaşlığını aldı ve Split yakınlarındaki Podstrana'da ikamet etti.
Kasparov, İnsan Hakları Vakfı'nın başkanıdır ve Uluslararası Konseyine başkanlık etmektedir. 2017 yılında, ABD'de ve yurtdışında liberal demokrasiyi destekleyen ve savunan bir Amerikan siyasi örgütü olan Demokrasiyi Yenileme Girişimi'ni (RDI) kurdu. Grubun başkanlığını yürütüyor. Kasparov aynı zamanda yazılım şirketi Avast'ın güvenlik elçisidir.
Ailesi ve erken kariyeri.
Kasparov, 1963'te SSCB'nin Bakü şehrinde (günümüzde Azerbaycan), Garik Kimovich Weinstein () ismi ile dünyaya geldi. Babası Kim Moiseyeviç Weinstein Yahudi, annesi Klara Shagenovna Kasparova ise bir Ermeni idi. Kasparov kendini "kendinden-menkul-Hristiyan" olarak nitelendirdi ve kendini şöyle tanımladı: "Yarı Ermeni, yarı Yahudi olmama rağmen ben kendimi Rus kabul ediyorum. Çünkü anadilim Rusça, Rus topraklarında öğrenim gördüm ve Rus kültürüyle büyüdüm."
Kasparov, Mihail Botvinnik'in satranç okulunda satranç eğitimini aldı. 13 yaşında 9 üzerinden 7 puan alarak 1976 yılında Tiflis'te gerçekleştirilen Sovyet Küçükler Şampiyonası'nı kazandı. Sonraki yıl da bu başarıyı tekrarlayarak 9 üzerinden 8,5 puan aldı.
1978 yılında Minsk'te gerçekleşen Sokolski Memorial Turnuvası'na katıldı. Turnuvaya davet edilmeden katılmıştı, fakat turnuva birincisi olarak "usta" unvanını aldı. Kasparov bu başarısını, hayatının dönüm noktası olarak değerlenmişti ve bu başarının kendisini satrancı meslek olarak seçmesinde yüreklendirdiğini belirtti. Bir yazısında "Yaşadığım sürece Sokolski Memorial'i hatırlayacağım" demiştir.
Kasparov FIDE sıralamasında hızla yükseldi. Rusya Satranç Federasyonu'nun dikkatsizliği ile Garri Kasparov, yeterli olmamasına rağmen, Banya Luka'da "büyükustalar" turnuvasına katıldı. Bu üst düzey turnuvada 2595 puan elde etmeyi başardı. Bu, Kasparov'un üst düzey oyuncular arasına yükselmesine yetti.
Bir sonraki yıl, 1980'de Batı Almanya, Dortmund'daki Dünya Gençler Şampiyonası'nı kazandı.
Bu sıralarda Kasparov dünya şampiyonu Anatoli Karpov ile oyun oynama şansı arıyordu. Ama öncesinde adaylar turnuvasını geçmesi gerekiyordu.
1984 Dünya Şampiyonası.
1984'te Anatoli Karpov ile Garri Kasparov arasında oynanan dünya şampiyonluğu oyunu, ortaya çıkan sonuç itibarıyla satranç tarihindeki en tartışmalı maçlardan biri oldu. Galibiyet sayısı 6'ya ulaşan tarafın şampiyon olacağı oyuna Karpov çok iyi başladı ve ilk 6 maçta 4 galibiyet alarak 4-0'lık skoru yakaladı. Karpov'un kazanması için sadece 2 oyun daha alması yeterliydi ama Kasparov buna izin vermemek için elinden geleni yaptı. Arka arkaya 17 maç berabere bitti ve sonunda Karpov bir galibiyet daha aldı ve skoru 5-0 yaptı. Şampiyonluğa ulaşması için önünde sadece 1 galibiyet kalmıştı. Daha sonra 32'nci oyuna kadar yine beraberliklerle geçti ve Kasparov sonunda ilk galibiyetini aldı.
Bu noktadan sonra Kasparov'dan 11 yaş büyük olan Karpov fiziksel olarak neredeyse tükenmişti. Karşılaşma boyunca toplam 10 kg verdi. Birkaç oyun sonra Kasparov üst üste 2 galibiyet daha alıp skoru 5-3'e getirdi. Maç sırasında birkaç kere hastaneye kaldırılan Karpov'un durumu iyi değildi. Karpov her ne kadar iyi olduğunu ve maça devam etmek istediğini söylese de doktorlar durumunun iyi olmadığını ve devam edemeyeceğini söylüyorlardı. Kasparov ise 5-3 geride olmasına rağmen son 2 oyunu kazanmış olmanın verdiği moralle maçın favorisi olduğunu düşünüyordu ve maça devam etmek istiyordu. Ama FIDE Başkanı Florencio Campomanes iki oyuncunun da maça devam etmek istemesine rağmen, maçın uzunluğu nedeniyle iki oyuncunun da sağlığının zorlandığı gerekçesiyle maçın iptal edildiğini ve yeni maçın birkaç ay sonra yapılacağını açıkladı. Böylece ilk defa bir dünya şampiyonluğu maçı sonuç elde edilmeden bitirilmiş oldu.
1985 Dünya Şampiyonası ve sonrası.
İkinci Kasparov-Karpov maçı 1985 yılında 24 maç üzerinden organize edildi. 12,5 puana ulaşan ilk oyuncu şampiyonluğa ulaşmış olacaktı. 12-12 beraberlik durumunda ise son şampiyon olan Karpov unvanını koruyacaktı.
Kasparov maça iyi başladı ve ilk oyunu kazanarak durumu 1-0 yaptı. İki beraberlikten sonra Karpov toparlandı ve üst üste 2 galibiyet alarak skoru 2-3 yaptı. Daha sonraki oyunlarda son maça gelinene kadar Kasparov 2, Karpov ise 1 galibiyet alabildi. Böylece skor Kasparov lehine 12-11 oldu. Karpov'un unvanını koruyabilmesi için bu oyunu alarak 12-12 beraberliği sağlaması gerekiyordu. Karpov oyunu kazanmak için saldırgan bir strateji izledi ama Kasparov 26. ve 31. hamlelerde 2 piyon fedası yaparak oyunu karmaşık bir hale soktu ve Karpov 36. hamlede büyük bir hata yaparak bir taş kaybetti ve birkaç hamle sonra terk etti. Böylece maçı 13-11 kazanan Kasparov, Karpov'un 10 yıllık Dünya Şampiyonluğuna son verdi. Kasparov 22 yaşında Dünya Şampiyonu olarak tarihteki en genç Dünya Şampiyonu oldu. (Daha önceki en genç şampiyon 1960'ta 23 yaşındayken Botvinnik'i yenerek şampiyonluğa ulaşan Mihail Tal'dı.)
1986 yılında Karpov'la Londra ve Leningrad'da yaptığı rövanş maçını 12,5-11,5 kazandı. 1987 yılında İspanya'da yeni bir maç yaptılar. Diğer maçlardan daha çekişmeli geçen bu maçın skoru 23. oyunun sonunda 12-11 Karpov'un lehineydi. Son oyunda Kasparov'a mutlak bir galibiyet gerekiyordu. O ana kadar 23 oyunda sadece 3 oyun kazanabildiğini dikkate alırsak bu çok zor bir görevdi. Ne var ki oyuna beklenmedik şekilde sakin "Reti açılışı"yla başlayan Kasparov son oyunu kazandı ve skor eşit olmasına rağmen unvanını korumuş oldu. 1990 yılında yapılan maçta bu sefer Kasparov unvanını daha rahat bir şekilde korudu. Kasparov 1993 yılında unvanını Nigel Short'a ve 1995 yılında New York Dünya Ticaret Merkezi'nin en üst katında gerçekleşen karşılaşma sonucunda Viswanathan Anand'a karşı korudu.
2000 yılında FIDE'den ayrı olarak "Brain Games"in organizasyonu altında yaptığı maçı Vladimir Kramnik'e karşı kaybetti.
Emeklilik.
Garry Kasparov, Linares turnuvasını birinci bitirdikten sonra 10 Mart 2005 günü düzenlenen basın toplantısında, aktif satrancı bıraktığını ve artık turnuvalara katılmayacağını açıklamıştır. Kasparov'un açıklamasına rağmen FIDE, kurallar gereği Kasparov'un ELO ratingini 1 yıl kadar tutmuştur. Nisan 2006 ELO listesinden Kasparov çıkarılmıştır.
Bilgisayara karşı satranç.
Kasparov, dünya çapındaki ünü sayesinde bilgisayar üreticilerinin de ilgi odağı olmuştu. Kasparov Dünyaya Karşı oyunu yaratıldı. Bazı şirketler, teknolojinin ne kadar geliştiğini göstermek için onu yenebilecek bir bilgisayar geliştirmek istediler. IBM, Deep Blue (Derin Mavi) isimli bir bilgisayar yaparak Kasparov ile bir maç ayarladı. 1996'da yapılan 6 setlik maçlar sonunda Kasparov, Deep Blue'yu 4-2 yendi.
IBM sonraki yıla kadar Deep Blue'yu geliştirdi (Deeper Blue olarak da bilinmekle beraber resmi adı Deep Blue'dur). 3 dakikada 60 milyar hamleyi gözden geçirebilen bu bilgisayarla Kasparov, 1997'de tekrar maç yaptı. Yine 6 setten oluşan bu maç sonucunda Deep Blue Kasparov'u 2.5 a karşı 3.5 puanla yenmeyi başardı. Böylece insanlık tarihinde ilk kez bir bilgisayar, dünya satranç şampiyonunu yenmiş oldu. Kasparov 2. oyunun 37.Be4 hamlesinde Deep Blue'ya insanlar tarafından müdahale edilerek yardım edildiğini iddia etti. Çünkü böyle bir durumda bir bilgisayarın 37.Qb6 hamlesini yaparak bir piyon kazanma eğiliminde olması bekleniyordu ve bu beklentisi pek çok satranç otoritesi tarafından da onaylandı. Fakat IBM bu iddiayı ve Kasparov'un yeniden maç önerisini reddederek Deep Blue projesini sona erdirdi.
Pussy Riot.
Kasparov, 17 Ağustos 2012'de, Rus punk grubu Pussy Riot üyelerinin 2 yıl hapis cezasına çarptırılmalarına karşı düzenlenen bir gösteriye katılmıştır. Bu gösteride polis tarafından en az 60 kişi ile birlikte gözaltına alınmak istenmiştir. Kasparov gözaltına alınmamak için direnmiş ve bir polisin kolunu ısırmıştır. Şu an kendisine, görev halindeki memura fiziksel saldırı suçundan 5 yıl hapis cezası istenmektedir.
Kasparov ilerleyen aylarda bu suçu reddetmiş ama grubu desteklemeye devam edeceğini belirtmiştir. Kendisi hakkında açılan dava ise düşmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7158",
"len_data": 9360,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.38
}
|
Anatoli Yevgenyeviç Karpov (, ; d. 23 Mayıs 1951), Rus siyasetçi, satranç büyükustası ve eski Dünya Satranç Şampiyonudur. 1975 ile 1985 yılları arasında 12. Dünya Satranç Şampiyonu, üç kez FIDE Dünya Şampiyonu (1993, 1996, 1998), SSCB takımının bir üyesi olarak iki kez Dünya Satranç Şampiyonu (1985, 1989) ve SSCB takımının bir üyesi olarak altı kez Satranç Olimpiyatları galibi (1972, 1974, 1980, 1982, 1986, 1988) oldu. Uluslararası Satranç Basını Birliği kendisine dokuz Satranç Oscarı verdi (1973-77, 1979, 1980, 1981, 1984).
Karpov'un satranç turnuvalarındaki başarıları arasında 160'ın üzerinde birincilik bulunmaktadır. En yüksek Elo derecesi 2780'dir ve toplam 102 ay süren dünya birinciliği, Magnus Carlsen ve Garri Kasparov'un ardından tüm zamanların en uzun üçüncü birinciliğidir. Karpov aynı zamanda Rusya Devlet Duması'nın seçilmiş bir üyesidir. 2006 yılından bu yana Rusya Federasyonu Sivil Odası'nın Ekolojik Güvenlik ve Çevre Koruma Komisyonu'na başkanlık etmektedir ve 2007 yılından bu yana Savunma Bakanlığı'na bağlı Kamu Konseyi üyesidir.
Erken dönem.
Karpov 23 Mayıs 1951'de doğdu, eski Sovyetler Birliği'nin Urallar bölgesinde Zlatoust'ta ve dört yaşında satranç oynamayı öğrendi. 11 yaşında usta adayı olduğu için satrançtaki erken yükselişi hızlıydı. 12 yaşında Mikhail Botvinnik'in prestijli satranç okuluna kabul edildi, ancak Botvinnik genç Karpov hakkında şu açıklamayı yaptı: "Çocuğun satranç hakkında hiçbir fikri yok ve bu meslekte onun için hiçbir geleceği yok."
Karpov, o zamanlar satranç teorisi anlayışının çok karışık olduğunu kabul etti ve daha sonra, satranç kitaplarına başvurması ve gayretle çalışması gerektiğinden, Botvinnik'in kendisine verdiği ödevin kendisine çok yardımcı olduğunu yazdı. Karpov, Botvinnik'in vesayeti altında o kadar hızlı gelişti ki, 1966'da 15 yaşında tarihteki en genç Sovyet ustası oldu; bu, 1952'de Boris Spasski'nin kurduğu rekoru bağladı.
Emeklilik sonrası kişisel yaşam.
2005 yılından bu yana Rusya Kamu Odası üyesidir. Son zamanlarda iyotlu tuz kullanımını savunmak gibi çeşitli çalışmalarda bulundu. Karpov, 17 Aralık 2012'de Rus parlamentosunun çıkardığı “Rus yetimlerinin ABD vatandaşları tarafından evlat edilmesinin yasaklandığı” yasayı destekledi
Karpov, Kırım'ın Rusya Federasyonu tarafından ilhak edilmesini desteklediğini ifade etti ve Avrupa'yı Putin'i şeytanlaştırmaya çalışmakla suçladı. Ağustos 2019'da Maxim Dlugy, Karpov'un 1972'den beri ülkeyi sık sık ziyaret etmesine rağmen, Mart ayından beri Amerika Birleşik Devletleri'ne göçmen olmayan vize onayını beklediğini söyledi. Karpov'un Chess Max Academy'de yaz satranç kampı yapacağı planlanmıştı. Dlugy, Karpov'un Moskova'daki ABD büyükelçiliğinde Amerikalı politikacılarla iletişim kurmayı planlayıp planlamadığı konusunda sorgulandığını söyledi.
Örnek oyun.
Anatoly Karpov - Veselin Topalov Linares, 1994, Beyaz üç defa kale fedası yapıyor.
1. d4 Af6 2. c4 c5 3. Af3 cxd4 4. Axd4 e6 5. g3 Ac6 6. Fg2 Fc5 7. Ab3 Fe7 8. Ac3 O-O 9. O-O d6 10. Ff4 Ah5 11. e3 Axf4 12. exf4 Fd7 13. Vd2 Vb8 14. Kfe1! g6 15. h4 a6 16. h5 b5 17. hxg6 hxg6 18. Ac5 dxc5 19. Vxd7 Kc8 (diyagram) Beyazın 20. Fxc6 ile siyah atı kazanacağı düşünülebilir, ancak siyah 20. ... Ka7 hamlesiyle beyaz veziri geri gitmeye mecbur bırakıp 21. ... Kxc6 ile fili alarak durumu eşitler ve pozisyonunu iyileştirir. Bu yüzden Karpov, konum üstünlüğünü devam ettirmek için satranç tarihinin en ilginç hamlelerinden birini yapar:
20. Kxe6!! Ka7 [20...fxe6 21.Fxc6 Ka7 22.Vxe6+ Şg7 23.Fe4 Beyaz daha iyi] 21. Kxg6+! fxg6 22. Ve6+ Şg7 23. Fxc6 Kd8 24. cxb5 Ff6 25. Ae4 Fd4 26. bxa6 Vb6 27. Kd1 Vxa6 28. Kxd4!! Kxd4 [28...cxd4 29.Vf6+ Şh6 30.Vh4+ Şg7 31.Vxd8 Vxc6 32.Vxd4+ beyaz daha iyi] 29. Vf6+ Şg8 30. Vxg6+ Şf8 31. Ve8+ Şg7 32. Ve5+ Şg8 33. Af6+ Şf7 34. Fe8+ Şf8 35. Vxc5+ Vd6 36. Vxa7 Vxf6 37. Fh5 Kd2 38. b3 Kb2 39. Şg2 Siyah terkeder 1-0
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7159",
"len_data": 3839,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.44
}
|
Nevzat Süer (d. 1925 - ö. 23 Mart 1987), müzisyen ve satranç oyuncusu.
Türkiye'nin ilk profesyonel satranç oyuncusu ve ilk uluslararası satranç ustasıdır. 1960'lı yıllarda Türkiye'de tanınmış bir profesyonel müzisyen idi ancak daha çok ülkede modern satrancın gelişmesine katkıları ile tanınmıştır. Süer; 1968, 1969 ve 1973 yıllarında Türkiye Satranç Şampiyonu oldu, defalarca Milli Takımda yer alarak Türkiye'yi temsil etti. 1975 yılında uluslararası usta ünvanını kazandı. Federasyon Başkanı, İstanbul Satranç Derneği Başkanı, milli sporcu, yazar, arşivci, eğitmen olarak, Türk satrancına hizmet verdi.
Yaşamı.
1926'da İstanbul'da doğdu. Küçük yaşta keman çalmayı öğrendi. Lise öğrenimini Haydarpaşa Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde öğrenim gördü ama bitirmedi. 1937-1945 arasında keman çaldıktan sonra piyanoya geçti. Profesyonel sanat hayatına 1946'da İstanbul Radyosu'nda başladı.
1943'te, lise öğrencisiyken Kadiköy Halkevinde tesadüfen satrançla tanıştı. 1946 yılında İstanbul satranç turnuvasında 5. oldu. Sonraki yıllarda aynı turnuvada şampiyonluklar kazandı (1947, 1948, 1963, 1972 ve 1979 turnuvaları).
Müzik alanına, Türkiye'ye mambo modasını getiren önemli birkaç isimden birisi olarak katkı verdi. 1960'lı yıllarda gerek solo olarak, gerekse kendi adını verdiği orkestrayla dönemin gözde lokallerinde program yaptı. Aynı dönemde İtalyan yolcu gemisiyle, piyanist olarak yurtdışına gitti ve gemide çok beğenilen repertuvarı seslendirdi. Yaşı ilerleyince aktif müziği bıraktı fakat satranca devam etti.
Satranç alanında Türkiye'nin ilk IM “Uluslararası Usta”sı olarak ünvanını 1975 yılında İtalya’da yapılan zonal turnuvada İlhan Onat ile birlikte kazandı. Toplam sekiz satranç olimpiyatında (1962 Varna, 1964 Tel Aviv, 1966 Havana, 1968 Lugano, 1972 Üsküp, 1974 Nice, 1980 Malta, 1982 Luzern) Türkiye'yi temsil etti. Ayrıca 1971 Tahran RCD kupası ve Balkan satranç yarışmalarında da Türkiye'yi temsil etti.
1973'ten başlayarak 17 yıl boyunca Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde satranca ilişkin yazdıklarıyla, Türkiye'de satrançla ilgili kitap ya da başka bir Türkçe kaynak bulmanın güç olduğu bir dönemde çok önemli bir boşluğu doldurdu. Mektupla yazışmalı turnuvalar düzenleyip, bunların sonuçlarını ve partilerini gazetede yayınlamak gibi uygulamalara öncülük etti. Cumhuriyet gazetesi-Millî Eğitim Bakanlığı iş birliği ile okullar arası satranç yarışmaları düzenlenmesine önayak olmakla, bugünkü yaş grupları turnuvalarının temellerini attı. Gençlerle kurduğu yakın diyaloglar ve İstanbul dışındaki satrançseverlerle yazışmaları nedeniyle Türk satrancında bir "başöğretmen" olarak nitelenmiştir.
Kendi imkanlarıyla yayımladığı Süer Satranç Dergisi, Türk satranç literatürüne yazınsal anlamda en önemli katkılarından biri kabul edilir. Dergiyi 1967'de teksir makinası ile çıkarmaya başladı. 1970 yılının Temmuz ayından itibaren dergi, matbaada aylık olarak basılmaya başlandı ve 1983 yılına kadar "özbeöz Türk satrançseverlerin malıdır" mottosuyla yayınlanmayı sürdürdü. Türkiye'de gerçekleşen hemen hemen tüm satranç faaliyetleri bu dergide duyurulurdu. "Süer Satranç Dergisi" arşivi, günümüzde bu dönem hakkında Türk satranç tarihine ilişkin en temel kaynak olarak kabul görür.
27 Mart 1987'de yaşamını yitirdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7160",
"len_data": 3263,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.44
}
|
Satranç, iki oyuncu arasında satranç tahtası ve taşları ile oynanan bir masa oyunudur. Dünya çapında turnuvaları düzenlenir ve bir spor dalı olarak kabul edilir.
Bu oyun satranç tahtası denilen 8×8'lik kare bir alan üzerinde 32 adet satranç taşıyla oynanır. Toplam 64 karenin yarısı siyah, yarısı beyaz renklerden oluşur. Taraflar beyaz ve siyah renkli taşları alır, her oyuncunun bir seferde bir hamle yapmasıyla oyun gelişir. Oyunun başında her oyuncunun 16 taşı bulunur. Bunlar bir şah, bir vezir, iki kale, iki fil, iki at ve sekiz piyondan oluşur. Oyunun amacı karşı tarafın şahını mat etmektir. Buna şah mat denir. Şah mat edildikten sonra oyunun kazananı belli olur ve oyun biter.
Tarihçe.
MÖ 2000'li yıllarda satrancın oynandığına dair bulgular Mısır'da piramitlerdeki kabartmalarda vardır. Satranç, MS 6. yüzyılda Hindistan'da ortaya çıktı. MS 10. yüzyıla gelindiğinde tüm Asya'ya, Ortadoğu ve Avrupa'ya yayılmıştı. En geç 15. yüzyıldan itibaren Avrupa'da soylular arasında çok popüler bir oyun haline geldiğinden "kraliyet oyunu" olarak anılmaya başlandı. Kurallar ve dizilişler zaman içerisinde çeşitli değişiklikler gösterdi ve 19. yüzyılda bugünkü standart halini aldı. 20. yüzyıl Avrupası'nda toplumun entelektüel üst tabakaları arasında yayıldı ve dünyanın en popüler oyunlarından biri haline geldi.
Oyunun icadı konusunda birkaç efsane mevcuttur. Bunlardan biri Sissa ibn Dahi, buğday tanesi efsanesidir. Satranç, 6. yüzyıldan beri İran'da oynanmaktadır. Buradan 7. yüzyılda İslam'ın yayılışıyla birlikte Orta Doğu'ya ve Kuzey Afrika'ya da yayılır. Endülüs Emevileri, İtalya, Bizans İmparatorluğu ve Rusya yoluyla oyun, 9. ila 11. yüzyıllar arasında Avrupa'nın diğer yerlerine yayılır. Burada bir yandan şövalyelerin yedi yiğit erdeminden sayılırken diğer yandan kilise tarafından uygun bulunmuyordu. 15. yüzyılda oyun kuralları belirleyici şekilde değişti. Bu yüzyıldan sonra bugün oynanan satranca benzeyen "modern satranç"tan bahsedilebilmektedir. İspanya (16. yüzyıl), İtalya (16./17. yüzyıl), Fransa (18./19. yüzyıl), İngiltere (19. yüzyıl) ve Rusya (20. yüzyıl), sırayla satrançta Avrupa'nın önder ülkelerinden oldular.
19. yüzyılın ortasından beri düzenli satranç turnuvaları yapılmaktadır. İlk resmî Dünya şampiyonu Wilhelm Steinitz'tir. 1924'te Dünya Satranç Federasyonu (FIDE) kurulmuştur.
Bilgisayarların icadı ile birlikte 20. yüzyılın sonunda iyi satranç oynayabilen satranç programları piyasaya çıkmıştır. Bu programlardan bazıları günümüzde dünya şampiyonları seviyesinde oynayabilmektedirler. Hafızalara yer etmiş olan en iyi örnek Garri Kasparov ile Deep Blue (IBM) adlı bilgisayar arasında 1996-1997 yıllarında oynanmış olan satranç maçlarıdır.
Temel kavramlar ve oyunun hedefi.
Oyunun amacı rakip şahı mat etmektir. Bunun anlamı rakip şahın bulunduğu karenin tehdit altında bulunması ve tehdit altında olmayan bir kareye kaçış ya da tehdidi engelleyecek başka bir hamlesinin olmamasıdır. Bu da rakibin diğer taşlarını alarak onu güçsüz bırakma ilkesine dayanır. Ayrıca satrançta hızlı gelişim de önemlidir. Hızlı gelişim göstermek için yapılan en önemli adımlardan biri gambit, yani piyon fedasıdır. Bu daha fazla taşın merkeze rahatça açılmasına olanak sağlar.
Bir oyuncunun yapabileceği hiçbir geçerli hamle kalmaması durumunda "pat" olur, yani berabere biter. Ayrıca oyun herhangi bir anda oyunculardan birinin yenilgiyi kabul etmesi veya bir oyuncunun beraberlik teklif etmesi ve diğerinin de bunu kabul etmesiyle de sona erebilir ama bu durum mat olarak adlandırılamaz. Oyun sırasında taşları avantajlı yerlere yerleştirerek rakibin hareketini kısıtlamak ve rakibin taşlarını "almak" yoluyla gücünü azaltmak esastır. Her taş, kurallara göre ulaşabileceği bir karedeki rakip taşın bulunduğu kareye yerleşerek, yerinden ettiği taşı oyun dışı bırakma gücüne sahiptir, buna "taş almak" denir. Alınan taş oyuna bir daha geri dönemez, ancak bulunduğu hattın son karesine varan bir piyon, oyun haricinde bulunsun bulunmasın, arzulanan piyondan değerli, şahtan değersiz başka bir taşla değiştirilebilir. Buna "terfi etmek" denir.
Oyunun kuralları.
Satranç tahtası, sekiz satır (1-8) ve sekiz sütunda (a-h) bulunan, yarısı açık ve yarısı koyu renkte 64 kareden meydana gelir. Oyun her zaman beyaz taşlarla başlar. Beyaz oynayan oyuncunun sağında açık renk h1 karesi bulunmalıdır. Satranç tahtasında oyun başında toplam 32 taş bulunmaktadır. Bunların 16'sı "beyaz" (veya açık renk), 16'sı da "siyah"tır (veya koyu renk). Oyuncuların her birinin (kısaca "beyaz" ve "siyah") şu 16 satranç taşları vardır:
Satranç tahtası, oyuncular arasına oyuncu perspektifinden bakıldığında sağ alttaki kare beyaz olacak şekilde yerleştirilir. Taşlar, resimde gösterildiği gibi satranç tahtasının iki tarafına yerleştirilir. Sondan bir önceki sırada piyonlar yer alır. Son sırada da figürler yer alır. Bunların sırası (beyaz için soldan sağa, siyah için ters yönde) şöyledir: Kale, at, fil, vezir, şah, fil, at ve kale. Vezir, bu arada her iki tarafta oyunculara verilen rengin rengini taşıyan kare üzerindedir. Latinceden gelen bu konudaki kural: "Regina regit colorem" ya da "Vezir (karenin) rengi(ni) belirler"dir.
Oyuna beyaz başlar ve oyuncular sırayla bir taşla oynarlar (istisna: rok). Böyle iki kişinin arka arkaya birer kere satranç taşlarından birini hareket ettirmelerine "hamle" denir. Bununla beraber satranç notasyonu, her zaman bir beyaz ve bir siyah taş hareketine bir sayı ve bir harf eşlemekte ve buna bir "hamle" demektedir. Bu bağlamdan genelde ne ifade edilmek istendiği anlaşılmakla beraber bazen bir oyuncunun yaptığı harekete "yarı hamle" de denir. Satrançta hamle sırası geldiğinde sıra gelen oyuncunun oynama zorunluluğu vardır (Alm. İng. "Zugzwang" [okunuşu: tsug tsvang]).
Bir karede en fazla bir taş durabilir. Taş, o alanda durduğu sürece bütün diğer taşlar için o kareyi kendi taşları için bloke eder. Karşı tarafın taşları için bu böyle değildir. Bir taşın gitmek istediği hedef karesinde rakibin bir taşı durmaktaysa bu taş, kendi taşını o alana koymak isteyen oyuncu tarafından önce tahtadan uzaklaştırılır, sonra böylece boşalmış olan bu alana kendi taşını koyar. Buna satrançta karşı tarafın taşını "almak" denir.
Bir satranç taşı öbür hamlede alınabilecek konumdaysa bu taş "tehdit" altındadır. Eğer akabindeki yarı hamlede onu alan taşı da almak mümkünse bu taş "korunmuş"tur.
Şahlardan biri bir hamleyle tehdit altına girerse bu durumu oluşturan oyuncu, karşı tarafa "Şah!" diyerek ikaz eder. Eskiden karşı tarafı ikaz mecburiyeti var idiyse de bugünkü turnuvalarda artık bu alışılagelmiş değildir ve FIDE kurallarında bulunmamaktadır. Şah çekilince (kiş çekmek) karşı tarafın tedbir alması gerekmektedir. Oyunun hedefi öyle bir pozisyon oluşturmaktır ki bu pozisyonda karşı tarafa şah çekilmiş olsun ve o şahı korumak mümkün olmasın (şah mat).
Hamleler.
Satranç taşları sadece bazı kurallar çerçevesinde yürütülebilir:
Şah.
"Şah", satrançta karşı tarafın mat etmek istediği taş olduğundan en önemli taştır.
"Mat etmek", karşı tarafın, rakip şahı en az bir taşla, rakibinin bu tehdidi engellemek için hiçbir çözümünün kalmayacağı şekilde tehdit etmesidir. Bu durumda tehdit altında kalan şahın ne kaçacak tehdit altında olmayan bir karesi, ne ona şah çeken taşlar arasına perdeleyebileceği (yani bir duvar işi gören ve "kiş"in önüne bariyer olabilecek) bir taşı, ne de şah çeken taşı alma imkânı kalmaz. Böylece "şah mat" olmuş olur ve oyun biter. Satrancın karakteristiklerinden biri, satranç tahtasında mat edilen karşı tarafın şahını uzaklaştırmadan oyunu öylece bitirmektir. Bu özelliği, muhtemelen oyunun icat edildiği zamanlardan kalan kralın haysiyetinin dokunulmazlığından kaynaklanmaktadır. Yenmenin bir jesti olarak mat edilen şahı devirmek mümkündür.
"Şah mat" kelimesindeki "şah", kral; "mat" ise ölüm demektir ve Farsça kökenli bir sözcüktür. Şah mat sözcüğü de "kral öldü", "kral alt edildi" anlamına gelmektedir.
Mümkün hamleleri.
Şah, satrançtaki en önemli ama bu önemine karşın güçsüz bir taştır. Çünkü Şah, (eğer tehdit oluşturan bir taş yoksa) ileri-geri, sağa-sola ve çapraz olmak üzere sadece bir kare ilerleyebilir. Vezir, Kale ve Fil gibi uzun menzilli değildir ve At gibi başka taşların üstünden atlayamaz. Ve rakip taşı alabilecek durumda olsa bile, eğer o rakip taşı koruyan başka bir taş varsa (yani rakip taşın "sağlaması" varsa), yakınındaki taşı da alamaz. Beyaz ve siyah şah, birbirlerini tehdit etmeleri ve şahın da tehdit edilmiş bir kareye gitmesinin yasak olmasından dolayı hiçbir zaman yan yana duramazlar.
Rok.
Rok, özel bir hamledir. Çünkü rok, bir hamlede iki taşın, yani şah ve kalenin hareket etmesine izin verilen tek hamle çeşitidir. Rok yapılabilmesi için her iki taşın daha önce hareket etmemiş olması gerekir. Şah, rok yapacağı taraftaki kaleye doğru iki kare gider ve o kale de şahın üzerinden geçerek şahın üzerinden geçtiği (şahın yanındaki) karede yer alır.
Açılışta genelde şahı bir an önce rok yaptırarak daha emin bir pozisyona götürmek amaca uygundur. Rok pozisyonunda bulunan piyonlar, mümkün olduğunca hareket etmemiş olmalıdır. Oyunun ortasında da şahın emin bir pozisyonda korunulmasının önemi vardır. Oyunun son safhasında şahın etkisi büyük olabilir. Bu safhada şaha aktif ve oyunun kaderini tayin edecek bir rol düşer. Bunun yanında çoğu zaman şahı satranç tahtasının ortasında bir yerde tutmak gerekir. Bilhassa bir "piyonlu oyun sonu"nda şahın pozisyonu sonucu belirleyicidir. Şahın düşmanın son hattına (beyazda 1. satır, siyahta 8. satır) erişmesi oyunu lehine çevirir.
Vezir.
"Vezir", satranç taşlarının en kuvvetlisidir. Pratikte bir vezir, kale ve filin birleşmesinden oluşmuş gibidir. Kale, fil ve at ile beraber güçlü bir savunma ve aynı zamanda saldırı oluşturabilir. Maddi değeri 9 veya daha fazla (satranç ustası Larry Kaufman'a göre 93⁄4) piyon birimidir.
Mümkün hamleleri.
Vezir, satrançtaki en güçlü taştır. Her yöndeki her boş kareye (çapraz, yatay ya da dikey olarak) başka taşların üzerinden atlamamak şartıyla ileri-geri fark etmeksizin gidebilir. Dolayısıyla kendinde bir kale ve filin özelliklerini toplamaktadır. Böylece vezir çok hareketli bir taştır.
Vezir, benzer pozisyonlarda duran iki kale kadar kuvvetlidir. Kelimenin kökeni 'dır. Türkçeye de geçmiş olan bu ad, Hint-Avrupa dillerinde kullanılan "Queen"den daha uygundur.
Kale.
"Kale", satrançtaki ikinci kuvvetli taştır. Muhtemelen İran'da eski zamanlarda oynanan satranç oyunlarında kale, herhalde birkaç kez çentiklenmiş bir tahta parçası şeklinde canlandırılan bir savaş arabasıydı. Bu sembolü İranlılardan satrancı gören Avrupalılar, bir kule olarak gördüler. İngilizcede kaleye "rook" () denmektedir. Kalenin maddi değeri 5 piyon birimidir.
Temel pozisyonda ve açılışta vezir tarafı ve şah tarafı kaleleri ayırt edilir. Vezir tarafı kaleleri; beyaz tarafta a1, siyah tarafta a8 karesindedir. Şah tarafı kaleleri de beyaz tarafta h1, siyah tarafta h8 karesindedir.
Mümkün hamleleri.
Her oyuncunun, tahtanın her iki kenarında bir tane olmak üzere toplam iki kalesi bulunur.
Bir kale, satır ve sütunlarda her tarafa doğru istediği kadar gidebilirse de başka taşların üzerinden atlamasına izin yoktur. Tek istisna roktur. Burada aynı hamlede şahla kale hareket eder, dolayısıyla bir hamlede iki taşın oynayabileceği tek hamle budur. Kalenin uzanabileceği kareler, ancak satranç tahtasının kenarlarınca sınırlanır. Tahtanın her karesine erişebilmektedir. Oyun ortasında etkili olan kale çiftine batarya da denir. Sadece kale ve şahla karşı tarafın şahını mat etmek mümkündür.
Diğer bakımlardan eşit şartlarda kale, bu yüzden bir at ya da filden hatırı sayılır ölçüde daha kuvvetlidir. Fakat roktan önce pek hareket etme imkânı olmadığından oyunun başında pek etkili değildir. Çok kuvvetli olmasına rağmen bir kale, bir at ve bir filin toplamından biraz daha zayıftır. (Kale 5; At 3; Fil 3 piyon birimine eşittir.) Kale gibi bir taşla at veya fil arasındaki değer farkına kalite denir. Bir kaleyi bir at ya da fil feda ederek almaya "kalite artışı" (çünkü bu +2 maddi kazanç demektir), bile bile başka bir menfaat için daha kıymetli bir taşı, karşılığında maddi değer açısından daha düşük olan bir taşa vermeye (örneğin fil karşılığında vezir feda etmek [bu -6 maddi değer kaybı]) "kalite fedası" denir.
At veya file karşın kale, satranç tahtasındaki pozisyonundan bağımsız olarak boş bir tahtada hep 14 kareyi tehdit eder.
Fil.
Satrancın başlangıcında her iki tarafın beyaz ve siyah alanlarda giden birer fili vardır. Bunlara vezir kanadı fil ve şah kanadı fil de denmektedir. Genelde bir fil 3 piyon biriminden daha değerlidir (Larry Kaufman'a göre 3¼ piyon birimi). Fakat genelde biraz daha düşük olan 3 piyon birimi değeri verilir. Açık pozisyonlarda, yani engel olan piyonlar yokken çok etkili olan fil çiftine "batarya" da denir. Genelde bir fil çifti, beraberce hareket edebildikleri ve birbirlerini hiçbir zaman bloke etmediklerinden bir at çifti ya da bir fil ve bir attan daha etkilidir. (Çünkü örneğin, beyaz karelerde çapraz hareket eden bir fil, siyah karelere geçemez.) Larry Kaufman'a göre fil çiftini yarım piyon birimiyle değerlendirmek mümkündür. Bu itibarla iki fil, neredeyse bir kale ve iki piyon gibidir. Bu da toplam 7 piyon birimine eşittir. Oyun sonunda bir şaha karşı şah ve fil çifti olursa ikinci taraf kazanır. Filler, uzaklara kolaylıkla erişebilen taşlardır ve bir hamlede satranç tahtasının bir yanından öbür yanına gidebilirler. Farklı renkli filler dendiğinde taraflardan birinin beyaz, diğerinin siyah çaprazlarda giden birer fili var demektir. Bunlar birbirlerini tehdit edemezler. "Kötü fil", kendi piyonlarınca çevrilmiş olup, hareket yeteneği sınırlanmış olan filler için kullanılan bir tabirdir.
Mümkün hamleleri.
Filler, üzerinde durdukları renkteki çaprazlar üzerinde istedikleri kadar hareket ederler. Başka satranç taşları üzerinden atlamalarına izin yoktur. Filler, genelde çok sayıda kareyi tehdit ederek merkezi kontrol ederlerse etkilidirler.
At.
At, iki düz bir yan veya bir düz iki yan, sembolik olarak "L" şeklinde gider. Atın en dikkat çekici özelliği taşların üzerinden atlayabilmesidir. Başlangıç pozisyonu kalenin ve filin ortasıdır. At aynı zamanda ortadaki 4 karede çok fazla güç kazanır (Bu bütün taşlar için geçerlidir ancak atta daha belirgindir). Maddi değeri 3 piyon birimine eşittir. Özellikle kiş (şah) çekmekte ve çatal yapmakta çok elverişlidirler. Çünkü hareketlerinin özel durumu sayesinde (öteki taşlara nazaran) daha rahatça aynı anda en fazla dört taş tehdit edebilirler.
Piyon.
Her oyuncu satrancın başında sekiz piyona sahiptir. Bunlar, diğer taşların önünde bir duvar oluştururlar. Sınırlı hareket imkânından dolayı piyon, satrancın en zayıf taşıdır. Diğer taşlar gibi geriye doğru hareket edemez. Fakat oyun sürdükçe piyonların karşı tarafın en son sırasına erişerek şah hariç daha değerli bir taşa dönüşebileceğinden önemi oyun sonuna doğru gidildikçe artmaktadır.
Mümkün hamleleri.
Bir piyon karşı tarafın en dipteki satırına geldiğinde (beyaz piyon için 8., siyah piyon için 1. satır) bu yarı hamlenin bir parçası olarak kendi renginde bir vezir, kale, fil ya da ata dönüştürülmek zorundadır. Bu dönüşüm vezirden başka bir taşa olmuşsa değer kaybı olan bir dönüşümdür (Alm. "Unterverwandlung"). Piyon oyundan çıkarılıp bu kareye yeni taş konur. Yeni taşın özellikleri hemen etkisini gösterir ve icabında hemen şah mata götürebilir. Dönüşüm, bu taşın oyun esnasında önceden alınmış olup olmamasına bağlı değildir. Dolayısıyla bir oyuncu dönüşümle aynı taştan başlangıç pozisyonunda olduğundan daha fazlasına sahip olabilir. Genelde dönüşüm veziredir. Bazı maçlarda bir vezir yerine tahtaya ters bir kalenin konması, turnuvalarda kurallara aykırıdır. Gerekirse başka oyun taşlarından bir vezir alınması gerekmektedir. Satranç literatüründe taşların değerini sözde piyon birimiyle ölçülmesi yaygındır. Buna göre bir piyonun değeri bir piyon birimi olarak tanımlanır.
İran oyununda bir piyona denilmiş ve o şekil verilmiştir.
Piyonlar şu şartlarda bilhassa kuvvetlidirler:
Terfi.
Terfi, satranç tahtasının karşı kenarına (son sıraya) ulaşan piyonların arzu edilen bir taşa (vezir, kale, at veya fil) dönüşmesidir. Örneğin karşı kenara ulaşan siyah bir piyon, siyah bir vezire (oyuncunun veziri olsa dahi) dönüşebilir. Yaygın olarak yanlış bilinen bir kural piyonların sadece kaybedilmiş (eksik) taşlara dönüşebileceğidir. Teoride bir oyuncu 9 vezire sahip olabilir.
Notasyon.
Satrançta taşların konumları ve hamleleri genellikle cebirle gösterilir. Satranç tahtasında düşey sütunlarda (aşağıdan yukarı) birer harf (a, b, c, d, e, f, g, h) ve yatay sütunlara (soldan sağa) birer sayı (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8) ile gösterilir.
Satranç türevleri.
Satranç türevleri satrancın değişik bir tahtayla, özel taşlarla ya da farklı kurallarla oynanan biçimidir. İki binden fazla yayınlanmış satranç türevi vardır. Bunlardan en çok oynananı Çin'de xiangqi, Japonya'da ise şogidir.
Satranç türevleri üçe ayrılabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7162",
"len_data": 16868,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.6
}
|
Alan Mathison Turing (23 Haziran 1912 – 7 Haziran 1954), İngiliz matematikçi, bilgisayar bilimcisi ve kriptolog. Bilgisayar biliminin kurucusu sayılır. Geliştirmiş olduğu Turing testi ile makinelerin ve bilgisayarların düşünme yetisine sahip olup olamayacakları konusunda bir kriter öne sürmüştür.
II. Dünya Savaşı sırasında Alman şifrelerinin kırılmasında çok önemli bir rol oynadığı için savaş kahramanı sayılmıştır. Ayrıca Manchester Üniversitesi'nde çalıştığı yıllarda, Turing makinesi denilen algoritma tanımı ile modern bilgisayarların kavramsal temelini atmıştır.
Adı ayrıca Princeton'da beraber çalıştığı tez hocası Alonzo Church ile geliştirdiği Church-Turing Hipotezi ile de matematik tarihine geçmiştir. Bu tez, bir algoritmayla tarif edilebilecek tüm hesaplamaların dört işlem, projeksiyon, eklemleme ve tarama operasyonları ile tarif edilebilecek hesaplamalardan ibaret olduğunu ifade eder. Bir matematiksel teorem olmaktan ziyade matematik felsefesi hakkında çürütülememiş bir hipotezdir.
1952 yılında şantaja maruz kaldığı şikayetiyle polise başvurup eşcinsel olduğunu açıklayan Turing, eşcinsellik suçlamasından yargılanıp 1 sene boyunca kimyasal olarak hadım etme yöntemi olarak kullanılan östrojen iğnesi vurulmaya mahkûm edilmiştir. 1954 yılında potasyum siyanid zehirlenmesinden ölmüştür. Polis araştırmasında Turing'in yediği elma ile siyanür zehiri alarak intihar sonucu öldüğüne karar verilmiştir. Buna rağmen, Turing'in zehirlenmesinin kendisi tarafından intihar nedeniyle olmadığı ve başkalarının bu şüpheli ölümde bir parmağı olduğu iddiası öne sürülmüştür.
Adı anısına verilen ve bilgisayar biliminin Nobel'i sayılan Turing Ödülü ile de akademik bilişim dünyasının bir parçası olmuştur.
Gelişim biyolojisi alanındaki en önemli matematiksel modellerden biri olan reaksiyon-difüzyon modeli de Turing tarafından formüle edilmiştir.
Çocukluğu ve gençliği.
Annesi Sara, Hindistan'ın Orissa şehrinin Chatrapur kasabasında hamile kalmıştır. Babası Julius Mathison Turing, Britanya Hindistan koloni idaresinde Hindistan devlet memuru idi. Julius ve annesi Sara Alan'ı İngiltere'de dünyaya getirmek istediler ve böylece Londra'ya gelerek Alan Turing'in 23 Haziran 1912'de doğduğu (şimdi Colonnade Hotel olan) Maide Vale'de bir eve yerleştiler. John adlı bir abisi vardı. Babası Hindistan Devlet Memurluğu işine devam etmekteydi ve Turing'in çocukluk yılları boyunca ailesi iki oğlunun kalması için İngiltere Hastings'teki arkadaşlarına bırakarak Guildford, İngiltere ve Hindistan arasında seyahat etti. Turing yaşamının erken dönemlerinde deha belirtileri gösterdi ve bunları sürekli olarak sergiledi.
Ailesi onu 6 yaşında iken bir gündüz okulu olan St Michaels'a kaydettirdi. Diğer eğitmenleri ve sonra da okulun başöğretmeni çabucak onun zekâsının farkına varmıştır. 1926'da 14 yaşındayken Dorset'te ünlü çok pahalı bir özel okul olan Sherborne Okuluna girdi. Okul sömestrinin birinci günü İngiltere'deki Genel Greve denk geldi; ancak Turing okuluna o kadar hevesliydi ki, trenlerin ülkede işlemediği o günü Southhampton'dan okula 60 milden fazla süren yolu tek başına bisikletle gitti ve yarıyolda geceyi bir otelde geçirdi.
Turing'in matematik ve bilim üzerine doğal eğilimi, Sherborne'daki eğitim tanımı daha çok klasik Antik Yunanca ve Latince üzerinde odaklanan, öğretmenlerinin saygısını kazandırmadı. Okul Müdürü ailesine şöyle yazmıştır: "Umarım iki okul arasında bilgisiz kalmaz. Eğer özel okulda kalacaksa özel okulun özel eğitimini almayı kabul etmeli; eğer sadece bir kendini bilime adamış bir bilim adamı olacaksa, vaktini bu özel okulda boşuna harcıyor."
Buna rağmen Turing sevdiği çalışmalarda göze çarpan yeteneğini göstermeye devam ediyordu, derslerinde daha türev ve entegrasyon konularını öğrenmeden bile ileri yüksek matematik konulu problemleri çözümlemeye başlamıştı. 1928'de 16 yaşına geldiğinde Albert Einstein'ın çalışmasıyla karşılaştı; onu kavramakla kalmadı; bunu Einstein'ın Newton hareket savlarını tenkitlerini (bunların açıklamasını yapmayan ders kitabı metinleri kullanmadan) kendi kendine çalışarak ortaya çıkardı.
Turing okulda kendinden yaşça biraz daha büyük akademik öğrenci Christopher Morcom'la yakın arkadaşlık ve aşk ilişkisi kurdu. Morcom, çocukken veremli inek sütü içmesi dolayısıyla kaptığı tüberküloz hastalığı nedeniyle, Sherborne'daki son sömestirinin bitmesinden sadece birkaç hafta sonra öldü. Turing'in dini inancı yıkıldı ve ateist oldu. İnsan beyninin çalışması da dâhil, tüm dünya fenomenlerinin materiyalistik olduğu inancını benimsedi.
Üniversite ve hesaplanabilirlilik üzerinde çalışmaları.
Turing'in klasik eski Yunanca ve Latince çalışmalara istekli olmaması ve matematik ve bilimi daima tercih etmesi onun Cambridge Trinity Koleji'ne bir burs kazanmasına engel oldu. İkinci tercihi olan Cambridge Kings Kolej'e gitti. 1931'den 1934'e kadar orada öğrenciydi, seçkin bir dereceyle diploma aldı ve merkezi limit teoremi üzerinde hazırladığı bir tez yazısı dolayısıyla 1935'te Kings Kolej'e akademik üye seçildi.
28 Mayıs 1936'da sunduğu "Hesaplanabilir Sayılar: Karar Verme Probleminin bir Uygulaması" adlı çok önemli bir makalesinde, Kurt Gödel'in 1931'de evrensel aritmetik-tabanlı biçimsel diliyle hazırladığı hesaplama ve kanıtın sınırları ispat sonuçlarını yeniden formüle ederek, onun yerine şimdi Turing makineleri diye andığımız, daha basit ve formel usullere dayanan ispatı ortaya attı. Eğer bir algoritma ile temsil edilmesi mümkün ise düşünülmesi mümkün olan her türlü matematiksel problemin böyle bir çeşit makine kullanılarak çözülebileceğini ispat etmiş oldu.
Turing makineleri günümüzün hesaplama teorilerinin ana araştırma öğesidir. Turing makineleri için Sonlanma Problemi'nin karar verilemez olduğunu göstererek Karar Verme Probleminin bir sonucu olmadığını ispatlamaya devam etti: genel anlamda, algoritmik olarak sunulan bir Turing makinesi her zaman sonlanıyor olsa bile, karar vermek mümkün değildir. Kanıtının, Alonzo Church'ün "lambda hesaplama" teorisine dayandırdığı Turing sonucuna eşit olan kanıttan daha sonra yayınlanmasına rağmen, Turing'in çalışması çok daha kabul edilebilir ve sezgiseldi. Teorisinin yeni bir tarafı da "Evrensel (Turing) Makinesi" kavramı idi ve bu herhangi bir diğer makinenin görevlerini yerine getirecek bir makine fikri idi. Makale ayrıca tanımlanabilen sayılar kavramını da tanıtıyordu.
Eylül 1936'dan Temmuz 1938'a kadar Princeton Üniversitesi, İleri Etüdler Enstitüsü'nde, Alonzo Church yanında hemen hemen devamlı çalışarak geçirdi. Soyut matematik çalışmaları yanında kriptoloji üzerinde de çalışmalar yaptı ve ayrıca dört aşamalı elektro-mekanik ikili çarpma makinesinin üç aşamasını tamamlayıp bitirdi. Haziran 1938'de tezini verip Princeton'dan Felsefe Doktoru unvanını kazandı. Bilimsel tezinde bir Turing makinesinin çözemeyeceği problemler araştırmasına olanak sağlayarak, kehanet makineleri ile bağlantılı Turing makineleri ile hesaplama kavramını inceledi.
İngiltere'de Cambridge’e geri dönerek, Ludwig Wittgenstein’in matematik temelleriyle ilgili derslerine katıldı. İkisi aralarında tartışmalar yapıp birbiriyle uyuşamadılar. Turing biçimciliği savunmaktaydı ve Wittgenstein ise matematiğin mevcut olan gerçekleri yeniden keşfetmek yerine onları yeni olarak icat ettiğini iddia etmekteydi. Ayrıca Hükümet Kod ve Şifre Okulunda (GCCS) yarı-zamanlı çalışmaktaydı.
Kriptanaliz.
II. Dünya Savaşı sırasında, Turing Bletchley Park’ta Alman şifrelerini kırma girişimlerinde baş katılımcılardan biriydi. Savaştan önce Marian Rejewski, Jerzy Rozycki ve Henryk Zygalski tarafından Polonya Şifre Bürosunda geliştirilen kriptanaliz üzerine eklemeler yaptı.
Hem Enigma makinesi hem de bu makineye eklenen (İngilizler tarafından ‘Tunny’ kodadı verilen teletip makinesi olan) Lorenz SZ 40/42 makinesinin şifrelerinin kırılmasına birçok anlayışla katkıda bulundu. Bir süre de, 8 Numaralı Kulübede bulunan Alman Deniz Kuvvetleri şifreli iletişimi okumadan sorumlu bölüme başkanlık yapmıştır.
Turing makinesinin şematik gösterimi (solda)
ve Enigma kodunu deşifre eden
"Bombe" adlı elektro-mekanik cihaz (sağda)
Turing, Eylül 1938 itibarıyla Hükûmet Kod ve Şifre Okulu adındaki, İngiliz şifre kod kırma organizasyonunda yarı-zamanlı çalışmıştır. Alman Enigma makinesi problemi üzerinde çalışmış ve GCCS’de kıdemli kod kırıcı Dilly Knox’la işbirliği yapmıştır. 4 Eylül 1939’da, Birleşmiş Krallık’ın Almanya’ya karşı savaş ilan etmesinin ertesi günü, Turing askeri hizmet görmek için GCCS’nin savaş zamanı üssü Bletchley Park’a katıldı.
Turing-Welchman "bombe" makinesi.
Bletchley Park’a katılışından birkaç hafta sonra, Turing Enigma’yı hızlı kırmaya yardımcı olacak elektromekanik bir makine tasarladı; bu makineye Bombe adı daha önce 1932'de Polonya tasarımlı makinelerinden geliştirilmiş olan cihaza verilen Bomba adına atıfla verildi. Matematikçi Gordon Welchman’ın önerileriyle eklemelerle, Bombe Enigma, korumalı mesaj trafiğine saldırmada en önemli ve tek tam otomatikleştirilmiş kod kırma makinesi olarak kullanıldı.
Turing ile aynı dönemde Bletchley Park’ta kriptanaliz üzerine çalışan Profesör Jack Good daha sonra Turing'i şu sözlerle onurlandırmıştır: "Turing'in en önemli katkısı, bence, kriptanalitik makine Bombe’nin tasarımıdır. Bunun esası eğitilmemiş bir kulak için çok saçma gelen bir mantık teoremine, hatta her şeyi anlayabileceğimizin muhtemel olduğuna dair çelişkili bir fikre dayanmaktaydı."
Bombe bir Enigma makinesi mesajında kullanılacak muhtemel doğru ayarlamaları (örn. çark komutları, çark ayarları vs.) araştırdı ve uygun ve makul bir şifresiz metin parçasını bulunan test için kullandı. Çarklar için, üç çarklı genel Enigma makineleri için 1019 olası durum ve 4 çarklı denizaltı Enigma makineleri için 1022 olası durum mevcuttu. Bombe elektriksel olarak tamamlanan, crib'i esas alan bir dizi mantıksal sonuç sergiledi. Bombe bir çelişki belirdiğinde tespit etti ve bir sonrakine taşıyarak düzenlemeleri eledi. Muhtemel düzenlemelerin çoğu çelişkilere sebep oluyor ve detayların araştırılması için birkaç tane bırakarak kalanı bir kenara atılıyordu. Turing'in Bombe'si ilk kez 18 Mart 1940'ta kuruldu. Savaş sonunda operasyonda iki yüzün üzerinde Bombe vardı.
Kulübe 8 Bölümü ve Alman Deniz Kuvvetleri Enigma makinesi.
Aralık 1940'ta Turing, diğer servislerin kullandığı göster geç sistemlerinden daha karmaşık olan, deniz kuvvetleri Enigma göster geç sistemini çözdü. Turing ayrıca Deniz Kuvvetleri Enigmasını kırmaya yardımcı olması için ‘Banburismus’ adı verilen Bayes tipi istatistik tekniği keşfetti. Banburismus Bombe'lerin düzenlemelerini test etmek için gerekli zamanı kısaltarak, Enigma çarklarından çıkan kesin komutları eliyordu.
1941 baharında, Turing Hut-8'deki iş arkadaşı Joan Clarke'a evlilik teklifinde bulundu, ancak yazın her iki tarafın anlaşmasıyla bu nişan bozuldu.
Temmuz 1942 yılında, Turing, Almanların ‘Fish’ kod adlılardan biri olan yeni Geheimschreiber (gizli yazıcı) makinesinde kullanılan Lorenz şifrecisine karşı kullanılmak üzere Turingismus ya da Turingery adı verilen bir teknik icat etti. Ayrıca, günlük-değişken şifrelere faydalı bir şekilde uygulanan kaba-kuvvet zoru ile kod çözme tekniklerine üstün hız sağlayan, öncelikle basit makinelerin yerine geçen, dünyanın ilk programlanabilen dijital elektronik bilgisayarı Collossus'un oluşturulmasına devam etmiş Max Newman'ın koruması altındaki Tommy Flowers'ın Fish takımıyla da tanıştırılmıştır. Sık rastlanılan yanlış bir kanı ise, Turing'in Colossus'un dizaynında anahtar şahıs olduğuydu ki bu doğru değildi.
Bletchley'da çalışırken, Turing, ara ara üst-seviye karşılamalarda ona ihtiyaç duyulduğunda Londra'ya 40 km koşmuş, başarılı bir uzun-mesafe koşucusudur.
Turing, Kasım 1942 yılında Birleşik Devletler'e (USA) seyahat etti ve ABD Deniz kuvvetleri kriptanalistleriyle Deniz Kuvvetleri Enigması ve Washington'da Bombe yapımı üzerinde çalıştı ve Bell laboratuvarlarında korumalı konuşma cihazlarının geliştirilmesine yardımcı oldu. Mart 1943'te Bletchley Park'a geri döndü. Hugh Alexander, Turing bazen bölümün koşturmacasında günlük ufak işlerini hallederken geçici lider olduğundan, yokluğunda resmi olarak Hut-8'in liderlik pozisyonunu üstlenmişti. Turing ise Bletchley Park'taki kriptanalistlerin genel danışmanı oldu. Savaşın ileriki kısmında, işini, mühendis Donald Bailey'in yardımıyla elektronik bilgisini daha ileri seviyede geliştirdiği Hanslope Park'a taşıdı. Birlikte Delilah kod adlı portatif, korumalı ses iletişimleri makinesinin tasarımı ve yapımına giriştiler. Farklı uygulamalara ayrılmıştı, uzun-mesafe radya yayınlarının kullanımı için eksik kapasite ve her halükarda Delilah savaş sırasında kullanabilmek için çok geç tamamlanmıştı. Turing'in onu memurlar için bir Winston Churchill’in konuşma kaydının şifreleme/deşifreleşmesi için memurlara ispat etmesine rağmen Delilah kullanıma kabul edilmedi.
1945’te, Turing savaş zamanındaki hizmetleri için OBE ile ödüllendirildi, ancak çalışması yıllarca bir sır olarak kaldı. Royal Society tarafından ölümünden kısa bir süre sonra basılan bir biyografide şöyle kayıtlara geçmiştir:
Savaştan hemen önce, o kritik zamanda bazı büyük problemler üzerine çalışmalara kendini verseydi sunulabilecek çalışmasının kalitesini gösteren, çeşitli matematiksel konuda üç kayda değer makale yazıldı. Yabancı Bürodaki çalışmasına istinaden OBE ile ödüllendirildi.
İlk bilgisayarlar ve Turing testi.
1945'ten 1947’ye kadar ACE (Otomatik Bilgisayar Motoru) tasarımında çalıştığı Ulusal Fizik Laboratuvarı'ndaydı. 19 Şubat 1946’da ilk program-hafızalı bilgisayarın detaylı dizaynının makalesini sundu. ACE uygulanabilir bir dizayn olmasına rağmen, Bletchley Park’taki savaş zamanı çalışmalarını saran esrarengizlik proje başlangıcının ertelenmelerine öncülük etti ve onu hayal aleminden çıkardı. 1947’nin sonlarında altı yıllık devamlı çalışmadan sonra kendi istediği bir alanda istediği gibi çalışmak üzere Cambridge’e döndü. O Cambridge’deyken yokluğunda Pilot ACE yapıldı. İlk programı 10 Mayıs 1950’de gerçekleştirildi.
1948’de Manchester’da Matematik Departmanına Okutman tayin edildi. 1949’da Manchester Üniversitesi'ndeki bilgisayar laboratuvarında vekil yönetici oldu ve ilk gerçek bilgisayarlardan biri için Manchester Mark 1 yazılımı üzerinde çalıştı. Bu süre zarfında daha soyut işler yapmaya devam etti ve ‘Bilgisayar Mekanizması ve Zeka’ da (Mind, Ekim 1950) Turing yapay zekaya işaret etti ve şu anda Turing testi olarak bilinen, bir makine için ‘zeki’ denilebilme standardını saptama girişimi olan bir deney ileri sürdü. İddiası eğer soru soran kişiyi, diyalog içerisinde olduğunun bir insan olduğu konusunda kandırabilirse, bir bilgisayar için düşünmenin söz konusu olabileceğiydi.
1948'de Turing aynı sınıftan mezun olduğu meslektaşı D.G. Champernowne ile çalışırken henüz var olmayan bir bilgisayar için satranç programı yazmaya başladı. 1952'de programı gerçekleştirmeye yetecek kadar bir bilgisayarı güçlendirerek, Turing bilgisayarını taklit ettiği, her bir hamlesi yaklaşık yarım saat alan bir oyun oynadı. Oyun kaydedildi, Champernowne'nın karısına karşı oyunu kazandığı söylense bile, program Turing'in meslektaşı Alick Glennie'ye karşı kaybetmiştir.
Örnek biçimleme ve matematiksel biyoloji.
Turing 1952'den 1954'teki ölümüne kadar matematiksel biyoloji, özellikle morfogenez üzerine çalışmıştır. 1952'de Turing örnek biçimlendirme hipotezini öne sürerek, ‘ Morfogenezin Kimyasal Temeli ‘ adlı bir makale yazmıştır. Bu alandaki ilgi odağı canlıların yapısındaki Fibonacci numaralarının varlığını, Fibonacci filotaksisini anlamaktır. Örnek biçimlendirme alanının şu an merkezi olan reaksiyon-difüzyon denklemini kullanmıştır. Son makaleleri 1992'de A.M. Turing'in Derleme Çalışmaları eserinin basımına kadar yayınlanmamıştır.
Müstehcen uygunsuzluktan hüküm giymesi.
Homoseksüellik İngiltere'de yasa dışıydı ve bir akıl hastalığı olarak dikkate alınmakla birlikte cezai yaptırımı olan suç sınıfına girmekteydi. Ocak 1952'de Turing 19 yaşında bir genç olan Alan Murray ile bir sinemada tanıştı ve Alan Murray birkaç defa Turing'in evine giderek onunla birlikte kaldı. Birkaç hafta sonra Alan Murray bir tanıdığı ile birlikte Turing'in evini soymaya gitti. Turing bu hırsızlığı polise bildirdi. Polis hırsızları yakaladı ve soruşturma sırasında Alan Murray'in Turing ile eşcinsel ilişkisi olduğu gerçeği ortaya çıktı. Turing de bunun gerçek olduğunu itiraf etti. Turing ve Murray 1885 Ceza Kanunu'na ek yasanın 11. kısmı gereğince müstehcen uygunsuzluktan suçlanıp mahkemeye verildiler. Turing pişman değildi ve 50 yıl önce Oscar Wilde'ın başına geldiği gibi aynı suçtan mahkûm edildi.
Turing'e mahkûmiyet ve durumuna bağlı olarak libidosunu azaltmak için devam eden hormonal tedavisinde göz hapsi arasında bir tercih sunuldu. Hapisten kaçmak için, bir yıl içinde kendini hadım edecek östrojen hormonu iğnelerini kabul etti. Suçlu bulunması dolayısıyla devletin gizli işleri için güvenilirlik izni kaldırıldı ve o zamanlar çok gizli olan GCHQ'daki kriptografik konular üzerine devam eden danışmanlığı da sona erdirildi. O dönemde İngiltere hükûmeti Cambridge Beş adlı çoğu akademik eğitimleri sırasında Oxford-Cambridge'de tahsil yaparken Sovyetler Birliği hesabına casusluk yapmayı kabul etmiş ve sonradan İngiliz entelejans kurumunda en yüksek rütbeleri almış olan (Guy Burgesss ve Donald Maclean) bir grup ajanlar sorunu ile uğraşmaktaydı. Casuslar ve Sovyet ajanlarının önemli mevkilerde bulunan eşcinselleri tuzağa düşürmelerinden endişe edilmekteydi. Turing o kadar yıl sonra bile çok gizli olan Bletchley Park'ta çok önemli mevkilerde çalışmıştı ve eşcinsel olma suçundan mahkeme tarafından hüküm giymişti.
8 Haziran 1954'te temizlikçisi onu Manchester'deki evinde ölü buldu. Bir gün evvel, yatağının kenarında bıraktığı yarı-yenmiş siyanür-zehirli elmayı yemek suretiyle siyanür zehirlenmesinden öldüğü açıklandı. Elmanın kendisi nedense hiçbir siyanür zehri testine tabi tutulmadı. Ölüm sebebinin siyanür zehirlenmesi olması iddiasına rağmen naaşına otopsi yapılmadı.
Bu şartlarda devletin çok gizli işleri için çok önemli görevlerde bulunan ve şüpheli bir tarzda ölen bir kişi olan Turing'in ölümünün kasıtlı, hatta İngiliz MI5 (gizli istihbarat) servisi tarafından bir suikast olduğuna ve intihar süsü verildiğine inanılmasına yol açmıştır. Annesi ise oğlunun laboratuvar ecza maddelerini dikkatsizce depolanıp kullanılmasına bağlı olarak zehirin yemeğe başladığı elmaya kazara bulaştığını iddia etmiştir. Bazı kişiler Turing'in Pamuk Prenses peri masalı rolü yaparak intihar ettiğine inanırlar. Diğer kişiler Turing'in resmi güvenilirli izini kaybetmesine rağmen pasaportunun alınmadığına ve bu hükümden sonra (ABD tarafından kabul edilmemekle beraber) birkaç defa akademik nedenlerle Avrupa'ya gitmesine izin verildiğine işaret etmektedirler. Bu ziyaretler sırasında Turing'e bir suikast yapılma olasılığının çok yüksek bulunduğu bilinmektedir. Buna rağmen İngiliz resmi makamları bu ziyaretleri ve yüksek suikast olasılığına göz yummalarını kasıtlı bulmaktadırlar. Turing'in biyografisini yazan Andrew Hodges, Turing'in bu şekilde intiharının annesine biraz makul bir inkâr etme imkânı verebilmek için olduğunu öne sürmektedir.
Ölüm sonrasında takdirle anılma.
1966'dan beri, Bilgisayar Mekanizmaları Birliği tarafından her yıl, bilgisayar camiasına teknik makaleler yazan bir kişiye Turing Ödülü verilmektedir. Bu ödül, günümüzde bilgisayar dünyasının Nobel Ödülü olarak kabul edilmektedir.
Turing'in Londra'da doğum yeri olan (şimdi Colonnade Hotel olan) bina önüne ve Manchester'de yaşayıp öldüğü evinin önüne, İngiltere'deki önemli tarihsel kişilerin orada yaşadığına işaret etmek için binalara birer mavi plaka konulmuştur.
23 Haziran 2001'de Manchester'de Whitworth Sokağı'ndaki üniversite binaları arasında bulunan Sackville Park'ta Turing'in bir bronz heykeli için açış töreni yapıldı. Güney İngiltere'de Guildford'da yerleşik "Surrey Üniversitesi" kampüsünde heykeltıraş "John W. Mills" tarafından yapılan bir bronz heykel için 28 Ekim 2004'te açılış töreni yapılmıştır. Turing'in çalışmış olduğu Beltchley Park'ta ise Galler'den gelen ince kayrak taşlardan heykeltıraş Stephen Kettle tarafından yapılmış 1,5 ton ağırlıkta bir diğer Turing heykeli 19 Haziran 2007'de törenle açılmıştır.
İngiltere'de ve dünyanın çeşitli yerlerinde, özellikle üniversitelerde, Turing'in anısını devam ettirmek hedefiyle çeşitli etkinlikler yapılmakta ve fakültelerde ve kampüslerde özel salon, bina ve meydanlara Turing adı verilmektedir. Örneğin İstanbul Bilgi Üniversitesinde her yıl 'Turing Günleri' adlı uluslararası katılımlı bilimsel bir sempozyum organize edilegelmektedir. Toplantının amacı 'Hesaplama Teorisinde ve Bilgisayar Bilimlerinde' uluslararası çevrelerdeki yeni eğilimlerin ve gelişmelerin tartışıldığı tanıtıldığı bir zemin yaratmaktır.
10 Eylül 2009 tarihinde yani Alan Turing'in ölümünden 50 yıl sonra İngiliz başbakanı Gordon Brown ünlü matematikçiye yapılanların korkunç olduğunu kabul etti. Ve 2013'te Kraliçe 2. Elizabeth, ölümünün ardından Turing'e kraliyet affı bahşedip, eşsiz başarılarını onurlandırdı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7167",
"len_data": 20956,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Sait Faik Abasıyanık (18 Kasım ya da 22 Kasım ya da 23 Kasım 1906 - 11 Mayıs 1954), Türk hikâye ve roman yazarı, şair. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından birisi olan Sait Faik, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılar nedeniyle Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olarak kabul edilir.
Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yenilikler nedeniyle, "kökü kendisinde olan" bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, iyi ve kötü taraflarıyla, olduğu gibi ama aynı zamanda şiirsel ve usta bir dille anlattı. Döneminin pek çok sanatçısından farklı olarak, kendisini Batı'daki gelişmelerle sınırlamadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi, belli bir tarzın takipçisi olmadı. Asaf Hâlet Çelebi'nin ifadesiyle "Sait Faik kendi ismi içinde mahsur kalacaktır. Hele bizde son zamanlarda onun bazı "raté" taklitleri türemekle beraber muhakkak ne kendisinden evvel ve ne de sonra ona yakın kimse gelmedi."
Toplumsal sorunlara değil, bireyin toplum içindeki sorunlarına eğilen Sait Faik, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkarak insanın hakikatini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını, balıkçı, işsiz, tacir, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, arzularını, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.
İlk yazısı 9 Aralık 1929'da Milliyet gazetesinde yayımlanan "Uçurtmalar"dır. Yazı hayatı boyunca "sorumlu avare", "gözlemci balıkçı", "çakırkeyf sirozlu", "küfürbaz şair", "müflis tacir", "züğürt yazar", "hamdolsun diyemeyen rantiye", "anadan doğma çevreci" gibi sıfatlarla anılan Sait Faik'in tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içeriyordu. Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü tarzı ile kaynaştırdı. Yazarın, anlık heyecanlarını yansıtan, izlenimci ve fovist ressamların üslubunu anımsatan bir tarzı olduğu söylenmiştir.
Kendi özgün dilini oluştururken André Gide, Comte de Lautréamont ve Jean Genet gibi isimlerden etkilenen Sait Faik, kendisinden sonra gelen Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu ve Demir Özlü gibi yazarlara ışık tuttu. Ölümünün ardından Burgaz Adası'ndaki evi müzeye dönüştürülen yazar adına her sene Sait Faik Hikâye Armağanı verilmektedir.
Hayatı.
Çocukluğu ve eğitimi.
Sait Faik, 18 Kasım 1906 tarihinde, dedesi Seyyid Ağa'nın Adapazarı Semerciler Mahallesi'nde bulunan evinde dünyaya geldi. Seyyid Ağa, Adapazarı'nın önde gelenlerinin toplandığı bir kahve işletiyordu. Sait Faik'in babası Mehmet Faik Bey, annesi ise kentin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Efendi'nin kızı Makbule Hanım'dır. Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında bir sene boyunca (1922) Adapazarı belediye başkanlığını yürüten Mehmet Faik Bey'e, Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti'ndeki hizmetlerine karşılık İstiklal Madalyası verilmiştir. Yazarın amcası Ahmet Faik de tıpkı babası gibi Adapazarı belediye başkanlığı yaptı, daha sonra ise milletvekilliği görevinde bulundu.
Sait Faik doğduğunda, kendisine Mehmet Sait ismi verildi. Sonraki yıllarda yazar, ismine babasının adını ekleyip Mehmet'i atarak Sait Faik adını kullanmaya başladı. "Abasızzadeler" ya da "Abasızoğulları" olarak anılan aile, Soyadı Kanunu çıktığında, Sait Faik'in isteği ile "Abasıyanık" soyadını aldı.
1910 yılında, Sait Faik'in babasının tahrirat kâtibi olarak Karamürsel'e tayini çıktı. Üç sene boyunca bu kasabada yaşayan aile 1913 yılında Adapazarı'na geri döndü. Mehmet Faik Bey kereste ve ceviz kütüğü ticareti ile uğraşmaya başladı.
Yazar, ilköğrenimini yabancı dilde eğitim veren "Rehber-i Terakki" isimli özel okulda tamamladı. Bu okul yabancı dilde eğitim verdiği için şehirde "Gâvur Mektebi" olarak anılıyordu. Sait Faik daha sonra, çocukluğunda "haşarı bir burjuva çocuğu" olduğunu yazacaktı. Arkadaşları, o dönemde yazarı "Abasızın Mançuko" olarak çağırırdı.
İlköğrenimi sırasında anne ve babası geçimsizlik sebebiyle ayrıldı. Üç buçuk yıl süren ayrılık döneminde Sait Faik, babası ile birlikte yaşadı, annesini ancak haftada bir görebiliyordu. "Rehber-i Terakki"'yi bitirdikten sonra Adapazarı İdadisine girdi. 1920'de Yunan işgali sebebiyle eğitimine ara vermek durumunda kaldı. Bu dönemde Abasıyanıklar diğer akrabalarıyla birlikte önce Düzce'de, ardından Bolu'da, son olarak da Hendek'te yaşadılar. Sait Faik, işgalin sona ermesinden sonra Adapazarı'na dönünce idadi eğitimine devam etti.
Abasıyanık ailesi 1924 yılında, oğullarının lise eğitimi için İstanbul'a göç etti. Şehzadebaşı semtinde, Bozdoğan Kemeri yakınındaki Kirazlı Mescit Sokak'ta, 7 numarada oturmaya başladılar. Sait Faik de İstanbul Erkek Lisesinde okumaya başladı.
Onuncu sınıfa kadar bu okula devam eden Abasıyanık, Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi'nin sandalyesine iğne koydukları için, 41 arkadaşıyla beraber okuldan atıldı ve öğrenimini Bursa Erkek Lisesinde tamamladı. İlk hikâyesi "İpekli Mendil"'i bu okulda, edebiyat ödevi olarak yazdı. "İpekli Mendil", Varlık dergisinin 15 Nisan 1934 tarihli 19. sayısında yayımlandı. "Uçurtmalar" ve "Zemberek" hikâyelerini de gene Bursa'da kaleme aldı.
Edebiyat öğretmeni Hakkı Süha Gezgin, Bursa Lisesindeki Sait Faik'i "sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız" olarak anlatır. Lise eğitimindeki aksaklıklar ve isteksizliği yüzünden parlak bir eğitim hayatı olmadı.
1928 yılında liseyi bitirip İstanbul'a döndü ve yazmaya devam etti. Yazdığı hikâyeleri ve şiirleri çeşitli dergilere ve gazetelere gönderiyordu. Aynı yılın sonunda girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine iki sene devam ettikten sonra Uygurca öğrenmek istemediği için ayrıldı. 9 Aralık 1929'da "Uçurtmalar" isimli hikâyesi Milliyet gazetesinde yayımlandı. Sait Faik, İstanbul Üniversitesinde okuduğu dönemde sık sık Beyoğlu'nda dolaşıyor, evinin ve okulunun yakınındaki Şehzadebaşı kıraathanelerine gidiyordu. Sanat ve edebiyat çevreleriyle o günlerde tanışmaya başladı. 9 Eylül 1930 ile 23 Eylül 1930 tarihleri arasında, on öyküsü ve bir yazısı "Hür Gazete"'de yayımlandı. Yazar, bu öykülerin hiçbirini kitaplarına almadı. Eserlerinin basılmaya başladığı o günlerden hayatının son anına kadar Hüsamettin Bozok'un ifadesi ile "genç hikâyeci" damgasını, "acı bir gülümseme" ile taşıdı.
1931 yılında babasının isteği üzerine iktisat okumak üzere İsviçre'nin Lozan şehrine gitti. 15 gün kaldığı şehrin sıkıcılığından bunalarak Fransa'nın Grenoble şehrine geçti. Bu şehirde Fransızca öğrenmek amacıyla Champollion Lisesine devam etti. Ardından, üç dönem boyunca Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okudu. Yazar, Alpler'in eteklerinde kurulmuş, çeşitli endüstri ve bilim kurumlarıyla tanınan Grenoble'de üç seneden fazla yaşadı. Orada bulunduğu günlerde Paris'i, Lyon'u, Strazburg'u ziyaret etti, kısa bir süre amcasının yanına, Milano'ya gitti. 1932 yaz tatilinde İstanbul'a geldi, 1934 yılında ise ailesinin isteğiyle Orta Avrupa üzerinden Tuna Nehri yoluyla İstanbul'a geri döndü. Ailesinin yeni taşındığı, Nişantaşı'nda Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı'na yerleşti. Bursa Erkek Lisesinden sonra İstanbul'da ve yurt dışında gittiği okulları diploma alamadan terk etmiş oldu.
İlk kitapları ve İstanbul'daki yaşamı.
Yazar, 1934 yılında İstanbul'a döndükten sonra Halıcıoğlu'ndaki Ermeni Yetim Mektebinde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Okula sürekli geç kalan Sait Faik'in ay sonunda gecikmeleri hesaplanıp maaşından düşülmüştü. Bu yüzden okulda çalıştığı ilk ay eline sadece 13 lira geçti. Öğrenciler üzerinde hâkimiyet kuramaması okul idaresi ile tartışmasına yol açıyordu. Hem yaşadığı disiplin problemleri, hem de babası Mehmet Faik'in kendisine bir zahire alım satım dükkânı açması sebebiyle öğretmenlikten ayrıldı. İleriki günlerde bu durumu "anladım ki öğretmenlik benim harcım değildi" diyerek açıklayacaktı.
Babası, onu ortaklarından Ali Emali'yle birlikte çalışması için dükkâna yerleştirdi. Sait Faik, işlerle ilgilenmediği için altı ay sonra dükkânı babasına boş olarak teslim etti. Aynı dönemde babası ileriki yıllarda Sait Faik'in yerleşeceği, Şişli Kırağı Sokak'taki İkbal Apartmanı'nı satın aldı.
Sait Faik yazmaya ağırlık vermişti. Ayrıca André Gide'den çeviriler yapıyordu. Fransa anılarından oluşan öyküleri Varlıkdergisi'nde yayınlandıktan sonra, 1936 yılında babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı Semaver'i Remzi Kitabevi'nden çıkardı. İlk kitabının yayınlanmasından büyük bir sevinç duyan Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra "Hallaç" isimli öyküsünde anlattı. Semaver'in çıkışından sonra yazmaya devam etti fakat bir mektubunda da söylediği gibi, aylaklığı sebebiyle yazdıklarını orada burada unutuyordu. Yazdıklarının fazla ilgi görmemesi yüzünden küskünlük ve kırgınlık duyuyordu.
O günlerde askere çağrıldı. Asabiye kliniğinden aldığı rapor sayesinde askerlikten muaf tutuldu. Bu raporun varlığını onaylayan Yaşar Nabi konuyla ilgili "Askerlik yapmamıştı. Ruh hastası olduğuna dair asabiyecilerin verdiği bir rapor askerlikten ihracını temin etmiş. Bir tıbbi gerekçeye mi dayanıyor yoksa hatır için mi verilmiş, bilmiyorum" açıklamasını yaptı. Sait Faik'in söz konusu raporu bir kavga sırasında cebinden çıkarıp Aziz Nesin'e gösterdiği bilinmektedir.
Eylül 1937'de ikinci kez yurt dışına çıkarak Marsilya'ya gitti. Bu şehirde 18 gün kaldıktan sonra İstanbul'a geri döndü. 1938 yılında, babası Burgaz Adası'nda, Çayır Sokak 15 numaradaki köşkü satın aldı ve aile bu köşke taşındı. Mehmet Faik Bey, 29 Ekim 1938'de bu köşkte, yakalandığı ağır bronşitten kurtulamayarak öldü. Sait Faik, babasının ölümünden sonra kışları Nişantaşı'ndaki apartmanlarında, yazları ise Burgaz Adası'nda yaşamaya başladı.
Abasıyanık, on altı hikâyeden oluşan ikinci kitabı Sarnıç'ı 1939 yılında Çığır Kitabevi'nden çıkarttı. Kitabın kapağında adı "Said Faik" olarak yazılmıştır. Bu kitabında da tıpkı ilk kitabı Semaver'de olduğu gibi, Adapazarı ve Bursa'da geçirdiği çocukluk günleri ile hem İstanbul'daki hem de yurt dışındaki yaşamında yaptığı gözlemlere yer verdi.
Hakkında açılan dava.
Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan'da diğer iki kitabının aksine Fransa'da gözlemlediği olaylara yer vermedi. Yazar, bu kitapta yer alan "Çelme" isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askerî mahkemeye verildi. Bu öykü ilk olarak 22 Mart 1937'de "Kurun" gazetesinde, ikinci olarak ise 15 Haziran 1940'ta Varlık dergisinde yayınlanmıştı. Sait Faik, 10 Eylül 1940'ta yapılan duruşmaya katılmak üzere bizzat Ankara'ya gitti. Oğlunun mahkemeye düşmesine en az onun kadar üzülen annesi Makbule Hanım da, yazarı yalnız bırakmadı. Avukatlığını kendisi de şair olan Fuat Ömer Keskinoğlu yaptı. Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır, dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Münir Paşa'yla temasa geçerek Sait Faik için destek bulmaya çalıştı. Orhan Veli Kanık, Abasıyanık'a o dönemde yazdığı bir mektupta "... bu arada "Çelme" hikâyesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara küfrettim. Harika hikâye azizim." diye yazarak arkadaşına destek oldu.
Yazarın ilk kitabını öven Peyami Safa ise bu olaylar sonrasında Abasıyanık'ı Marksçıların ardına takılmakla suçladı. Bu suçlamayı duyan Yaşar Nabi'nin yorumu "Peyami Safa edebî günahlarına bir yenisini ekliyor" oldu. Sonuçta, yazar davadan beraat etti. Fakat bu olay sonrasında annesi yazma hevesinin başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığını iddia ederek oğlunun yazarlığa devam etmesine karşı çıktı.
Sonraki çalışmaları ve romanının toplatılması.
Sait Faik, "Çelme" hikâyesi yüzünden yargılanmasının etkisi ve bu olayın annesini üzmesi sebebiyle uzun süre kitap çıkartmadı. 28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, bir uğraşı olması için "Haber-Akşam Postası" isimli gazete adına muhabirlik yaptı. Mahkemelerde röportaj yapan yazar, bu röportajlarına gözlemlerini de katarak "Mahkemelerde" başlığı ile yayınlıyordu. Abasıyanık bu işe bir ay dayanabildi. Bu süre zarfında 28 mahkeme röportajı yazdı. Hikâye tadındaki bu yazıları, 1956 yılında Varlık Yayınları, Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaştırdı. Çok aktif bir yazı hayatının olmadığı 1940 ile 1948 yılları arasında "Yürüyüş", "Büyük Doğu", "İnkılapçı Gençlik", "Servet-i Fünun" gibi dergilerde hikâye yayınlamaya devam etti.
Muhabirlik yapmadan önce, 4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında, "Yeni Mecmua'da," derginin 75. sayısından 95. sayısına kadar 19 bölüm hâlinde yayınladığı Medarı Maişet Motoru'nu 1944 yılında kitap olarak bastırmaya karar verdi. Fakat hiçbir yayınevi kitabı yayınlamayı istemedi. Sonunda Yokuş Kitabevi'nin sahipleri Agop Arad ve Burhan Arpad'ın yardımı ve annesinin maddi desteğiyle kitabı yayınladı. Ancak Medarı Maişet Motoru, kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı. Sait Faik, "Medarı Maişet" ismini ilk kez Vakit gazetesinde yayınlanan "Bir Balık Avı Hikâyesi"'nde kullandı. Hakkı Süha Gezgin'in söylediğine göre yazar bu sözcüğü çok seviyordu. Kitap, 1952 yılında, Varlık Yayınları tarafından yeniden basılırken Abasıyanık, kitabın ismini "Birtakım İnsanlar", romanda geçen "Medarı Maişet" motorunun ismini ise "Ceylan-ı Bahri" olarak değiştirdi. Medarı Maişet Motoru'nun ilk baskısı sadece 99 adet satılmıştır.
"Çelme" olayının ardından Medarı Maişet Motoru da asılsız bir ihbar sebebiyle toplatılınca yazarın yazın hayatı bir kere daha yavaşladı. Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak aylak geziniyordu. Beyoğlu'na sık gittiği bu dönemde Şişli'de İkbal Apartmanı'ndaki evlerinde kalıyordu. Bekâr hayatından sıkıldığında ise Ada'ya annesinin yanına dönüyordu. Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin etkisini taşıyan hikâyelerden oluşan kitabı Lüzumsuz Adam'ı 1948 yılında yayımladı. Sait Faik, kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yazdığı günlerde ona isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali'den duyduğu "Lüzumsuz Adam ismini" önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik, onu kullandı.
Son eserleri, hastalığı ve ölümü.
Hastalığın belirtileri 1945 yılında ortaya çıkmıştı. Amcasının oğlu Mustafa Raşit Abasıyanık'ın söylediğine göre 1947 yılında, burnundan ara sıra kan gelmeye başlayan Sait Faik, aynı zamanda yazar da olan doktor arkadaşı Fikret Ürgüp'e muayene olmuş ve karaciğerinin büyüdüğü ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine çok düşkün olduğu içkiyi kesip perhize başladı. Arada sırada gelen sıkıntıları ve tehlikeli krizleri de bu yolla atlatmaya çalıştı. 1948 yılında hastalığının siroz olduğu kesinleşti. Bu arada, 1950 yılında Mahalle Kahvesi, Varlık Yayınları tarafından yayımlandı. Sık sık doktorlara görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine, amcası ve Samet Ağaoğlu'nun desteği ve Doktor Kazım İsmail Gürkan'ın tavsiyesiyle, Doktor Justin Besançon'a muayene olmak için 31 Ocak 1951'de Paris'e gitti. Paris'te sadece beş gün kalıp İstanbul'dan uzakta öleceği korkusu ve tedavinin ağırlığı nedeniyle geri döndü. Sait Faik, daha sonra amcasına yazdığı bir mektupta geri dönüş sebebini, doktorlarla olan konuşması üzerine hastaneye yatmaya karar verildikten sonra düştüğü panik ve yaşadığı kriz olarak açıkladı. Paris'teki doktorlar, Sait Faik'e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı. Fransa'dan döndükten bir hafta sonra pişman oldu. Annesinin de baskısıyla, Paris'e geri dönme ve tedaviye devam etme arzusunu ölene kadar muhafaza etti.
Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen Sait Faik, bir yandan da yazarlık kariyerinin en verimli günlerini geçiriyordu. Önce 1951'de Varlık Yayınları'ndan Havada Bulut ve Kumpanya, ertesi yıl yine aynı yayınevinden Havuz Başı ve Son Kuşlar yayımlandı. Yazılarında ölüm teması görülmeye başlandı. İlk zamanlar oyalanmak için sık sık resim sergilerine, şiir toplantılarına ve tiyatroya giderken daha sonraki günlerde, çok sevdiği İstanbul'dan nefret etmeye başladı.
1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mark Twain Cemiyeti, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü yazara onur üyeliği verdi. Sait Faik'ten önce Türkiye'den Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı çıksa da yazarın sevinerek aldığı bilinmektedir. Mark Twain Cemiyeti üyesi olan Halide Edib Adıvar, derneğin Türkiye'de bu ödülü kime verebileceğini araştırırken Vedat Günyol Halide Edip'e, bu kişinin Sait Faik olabileceğini söylemişti. İlgililer konuya eğilip araştırdılar ve yazarı ödüle layık gördüler. Sait Faik ödülle ilgili olarak "Demek ki şimdiden sonra, dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete, dünyanın dört bucağından kendi hâlinde hikâyeciler de seçilecek" açıklamasını yaptı.
1953 yılında, ikinci romanı Kayıp Aranıyor, Varlık Yayınları'ndan, tek şiir kitabı olan Şimdi Sevişme Vakti ise Yenilik Yayınları'ndan çıktı.23 Ocak 1953'te Paris'e gidebilmek için bir kere daha pasaport aldı. Sanatı hanesinde “yok” yazan bu pasaportu hiç kullanamadı. Ölümünden kısa bir süre önce yazarla Burgaz Adası'nda karşılaşan Nurullah Ataç, Sait Faik'i "dudakları büsbütün incelmiş, kupkuru ve benzi sapsarı" bulmuştu.
1954 yılında Alemdağ'da Var Bir Yılan ve Georges Simenon'dan çevirdiği Yaşamak Hırsı isimli kitaplar çıktı.
5 Mayıs 1954 günü yemek borusu kanaması nedeniyle komaya girdi. Doktor Ahmet Erbelger tarafından acilen Şişli'deki Marmara Kliniğine kaldırıldı. Beş gün süren krizler nedeniyle yazara kan verilmesi de gerekti. Yapılan bütün müdahalelere rağmen, 10 Mayıs'ı 11 Mayıs'a bağlayan gece saat 02.35'te aynı klinikte öldü. 12 Mayıs 1954 günü saat 11.00'de Sait Faik'in naaşı Marmara Kliniğinden alınarak Şişli Camii'ne getirildi. Burada kılınan namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Naaşı, mezarlığa götürülürken Abasıyanık'ın isteği üzerine Kırağı Sokağı'ndaki evlerinin önünden geçirildi.
Ölümünün ardından aynı yıl, Az Şekerli isimli kitabı Varlık Yayınları tarafından yayımlandı.
Kişiliği.
Sait Faik, eserleri ile kişiliği arasında yakın ilişki bulunan sanatçılardan biriydi. Yazar, hayatı boyunca çevresine uyum sağlayamamıştı ve bu uyuşmazlık onun her şeyden şikâyet etmesine sebep oluyordu. Hikâyelerindeki karakterlerde olumsuz yön aramaması ve onları iyi yanları ile göstermesinin sebebinin, yazarın ideale ulaşma arzusu olduğu söylenir. Annesi Makbule Hanım'ın "Şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu hâlde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi" tespitlerine katılan Yaşar Nabi Nayır ise Abasıyanık hakkında "Aristokrat değildi. Halktan üstün görünmeye çalışandan hoşlanmazdı. Herkes gibi olmak, herkese uymak isteği onda sonradan edinilmiş bir his değildir. Doğuştan gelme bir tabiattır." dedi.
Abasıyanık'ın psikolojik özelliklerine dair bir deneme yazan Fikret Ürgüp, sanatçının karakteriyle ilgili iki noktanın üzerinde durdu. Bunlardan birincisi annesinin ilgisi ve babasının aşırı ilgisizliğinin oluşturduğu iç çatışmalar ile yazarın "çekingen, kendisini çevresinden ve kendisinden gizleyen, anlamak ve anlaşılmak istemeyen" bir kişiliğe sahip olduğuydu. Ürgüp ayrıca, Sait Faik'i hayatı boyunca koruyan annesinin, aynı zamanda yazarın kendine olan güveninin gelişmesine engel olduğunu belirtti.
Hakkında söylenen yergiler kadar övgülere de karşı çıkan Abasıyanık, yazarlığından söz açıldığında işi kavgaya kadar götürüp bulunduğu yeri terk ederdi. Sanatkâra ait bu tarz uyuşmazlıklarla ilgili olarak Fikret Ürgüp "Münakaşalı durumlarda, ilkel iç tepkimelerden kuvvet alarak haşin, kavgacı ve isyankâr olur ve kimseye güvenmediğini belli ederdi. İnsanlara ve topluma inanmadığı için kendisi gibi, geleneklere isyan edip o zamana kadar kabul edilmemiş hırsızları, cinsel sapıkları, toplumun içinden attığı kimseleri anlayıp onlarda yaşama hakkını savunan yazarları sever ve okurdu. (Gide ve Genet gibi)" dedi.
Özel hayatı.
Sait Faik'in hayatındaki en önemli insan annesi oldu. Yazar, ölene kadar annesi ile birlikte yaşamayı sürdürdü. Yaratılışındaki uyumsuzluk sebebiyle kimseyle uzun süreli dostluklar kuramasa da pek çok arkadaşı olan, herkesle tanışık bir insandı. Burgaz Adası'ndaki balıkçılar ve esnafla zaman geçirdiği gibi, sanat dünyasından Hüsamettin Bozok, Özdemir Asaf, Orhan Kemal, Mücap Ofluoğlu, Adalet Cimcoz, Oktay Akbal, İlhan Berk, Orhan Veli, Tarık Buğra ve Abidin Dino gibi pek çok isimle de yakın arkadaştı.
Üç kez evliliğe yaklaşan Sait Faik hiç evlenmedi. İlk evlilik teşebbüsünü annesi onaylamadı, ikincisinde ise teklifi reddedildi. Annesinin isteği üzerine nişanlanan Sait Faik'in bu nişanı on ay sürdü. Vedat Günyol, arkadaşının kimseye anlatmayı sevmediği aşk hayatını öykülerinde dile getirdiğini belirterek yazarın aslında eşcinsel olduğunu açıkladı. Günyol, yazarın eşcinselliğinin, halkın gözündeki itibarını kaybetmemesi için sanat çevrelerince gizlendiğini söyledi. Günyol'un bu açıklamalarına katılan Fethi Naci, Sait Faik'in ölümüne yakın yazdığı öyküleri değerlendirirken yazarın cinsel yönelimini de göz önünde bulundurdu, Abasıyanık'ın son dönem öykücülüğünde söyleyeceklerini söyleyebilmek için hikâyelerinin biçimini değiştirerek gerçeklik duygusu uyandırma isteğinden vazgeçtiğini vurguladı.
Çalışmaları.
Hikâyeciliği.
Abasıyanık'ın öykücülüğü üç dönemde incelenebilir: 1936 - 1940 tarihleri arasındaki ilk dönem hikâyeleri, 1948'de Lüzumsuz Adam kitabıyla başlayıp 1952'de yayınladığı Son Kuşlar'a kadar devam eden ikinci dönem hikâyeleri ve bu tarihten ölümüne kadar süren, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki hikâyelerle örneklenebilecek son dönemi.
İlk dönem (1936 - 1940).
Sait Faik'in ilk üç hikâye kitabı olan Semaver (1936), Sarnıç (1939) ve Şahmerdan (1940) yazarın hikâyeciliğinin ilk dönemi olarak kabul edilir. Yazar, bir sonraki hikâye kitabı Lüzumsuz Adam'ı üçüncü kitaptan sekiz sene sonra, 1948 yılında çıkartmıştır. Bu dönemde, Sait Faik'in dilinde, üslubunda, hikâyelerinin kahramanlarında, geçtikleri çevrede büyük değişiklikler oldu. Ayrıca, yazarın yasaklara ve toplum baskısına karşı duruşu, özgürlük ve ahlak anlayışı da farklılaştı.
Yazarın ilk dönem hikâyelerindeki ortak özelliklerinden biri içerdikleri insan sevgisidir. Sait Faik yazdığı ilk hikâyelerde zenginlere kızmakta, emekçileri yüceltmektedir. Karakterleri ise geneli yansıtmaktadır. Öykülerinde anlattığı tipleri toplumda sıkça karşılaşılan insanlardan seçmesi, onu bir taraftan Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Refik Halit Karay gibi yazarlara yaklaştırırken diğer yandan Sabahattin Ali'nin öncülüğünü yaptığı "sosyal gerçekçiliğe" bağlamaktadır. Yazar küçük insanların dünyasına yönelirken uzun süre düşünüp bilimsel eserler okumamıştır. Anlattığı küçük insanların ekmek kavgasına ya da sınıf çatışmalarına yönelik ideolojik sanatın dışında kalmış, kavgasız, şikâyetsiz küçük insanların mutlu dünyasını resmetmeye çalışmıştır. Bu yüzden de onun gerçekçiliği, "beş duyu gerçekçiliği"dir.
Tahir Alangu'ya göre "Eskilerin varlıklarından bile haberdar olmadığı 'küçük adamları' edebiyatımıza ilk getiren o olmadıysa bile iyice yerleştiren, bilinmeyeni gösteren, güçlü bir akım hâline getiren, en güzel hikâyelerini yazan" Sait Faik olmuştur. Bu ilk döneminde, Abasıyanık "fakir insan iyi insandır" genellemesinden çabuk kurtulup çalışana duyduğu sevgiyi soyutlaştırarak insan sevgisine dönüştürdü. Bu aşamadan sonra öykülerinde kişilerin iyiliğini ve onları ne kadar sevdiğini anlatmaya başladı. Sevgide evrenselliği yakalayan yazar dil, din ve millet farkı gözetmeksizin insanlara eşit şekilde yaklaştı. Örneğin, Şahmerdan'daki öykülerde yazar, sevdiği insanların dünyalarını tanımak için sürekli gezer.
Abidin Dino'nun, 1 Eylül 1940'ta tek sayı olarak çıkardığı "Küllük" dergisinde, dönemin ünlü yazarlarının, Sait Faik ve Sabahattin Kudret Aksal'ı değerlendirdiği yazıda Asaf Hâlet Çelebi, Sait Faik'in edebiyatını şöyle tarif eder: "Sait, uyuşuk ve donuk gibi görünen bir kalıp içinde korkunç bedbinlikler ve acı bir melal taşır. Bununla beraber kayıtsız görünmek ister. Sait Faik'in nüvelerinde yalnız insanlar değil, kediler bile "morbide" bir yaradılıştadır, buna rağmen o, bu şahsiyetlerin maraziliklerini göstermeğe çalışmaz; onlar kendi kendilerini gösterirler, tahlil ederler. Sait Faik, yazdığı şeylerle alakası yokmuş gibi durur, hâlbuki bütün yazıları münhasıran kendisini anlatır. 0, bir "conscience onirique" içinde, daima rüya gören bir adam gibidir. Onun en çok sevdiğim tarafı da için için kendisiyle alay etmesidir."
Bu hikâyelerde olayların geçtiği yerler de değişiklik gösterir. Bu dönemde çıkan üç kitabındaki 54 hikâyeden 16'sında olaylar kentte, 12'sinde Burgaz Adası'nda, 8'inde köyde, 8'inde yabancı ülkelerde, 6'sında kasabada, ikisinde vapurda, birinde trende, birinde de okulda geçmektedir.
Sait Faik hikâyelerinde bir "dil savrukluğu" ve "bol Türkçe yanlışı" olduğu konusunda yaygınlanmış bir kanı vardır. Oysa, bu dönemki kitaplarından Semaver'de 4 Türkçe yanlışı, Sarnıç'ta 2 Türkçe yanlışı, Şahmerdan'da ise 1 Türkçe yanlışı vardır.
Bu dönem hikâyelerinin çoğunun cümle yapısı klasiktir. Sait Faik, bu dönemde tamamen şahsıyla özdeşleşecek bir özellik göstermediği gibi, anlatımda genellikle konuşma dilinin canlılığından yararlanmamıştır. Yine de bu durumun istisnaları vardır. İkinci dönem hikâyeciliği ile birlikte ortaya çıkacak "Sait Faik dili"nin coşkulu ve şiirli havasına, az da olsa, ilk dönem hikâyelerinde de rastlanır.
Orta dönem (1948-1952).
1948 yılında yayınlanan Lüzumsuz Adam isimli hikâye kitabıyla birlikte, yazarın hikâyeciliğinde orta dönemin başladığı kabul edilir. Bu dönem 1952'de yayınlanan Son Kuşlar'a kadar sürer.
Sait Faik'in bu döneminde, en büyük değişiklik dilinde oldu ve yazar "özgür hikâye" anlayışı ile yazmaya başladı. Abasıyanık, klasik cümle yapısına son vererek devrik cümle ve argo kullanmaya, günlük konuşma dilinden çokça yararlanmaya başladı. Yazar, ilk hikâyelerinde rastlanan mekânlardan olan yurt dışındaki şehirlere ve Anadolu'daki köylere bu dönem öykülerinde çok az yer verdi. Sanatçının Adapazarı ve Bursa'da geçen çocukluk günleri ile yurt dışında geçirdiği zamana ait anılara fazla yer vermemesi, hikâyelerde geçmiş zaman kipine fazla rastlanmamasına sebep oldu. Sait Faik, bu dönemki hikâyelerinde çoğunlukla şimdiki zaman kipini kullanmayı tercih etti. Orta döneme ait çalışmaların dikkat çeken bir diğer özelliği ise Sait Faik'in "ve" bağlacını kullanmamaya gösterdiği özendir. Yazarın bu özeninde kendine Nurullah Ataç'ı örnek aldığına inanılır.
Abasıyanık'ın ilk çalışmalarında rastlanan "insan sevgisi" teması bu çalışmalarında yerini boşvermişliğe, insan korkusuna, kent nefretine ve umutsuzluğa bıraktı. Sait Faik'in artık daha karamsar olmasının ve gelecek umudunun yok olmasının sebebini, onu ölüme götürecek olan siroz hastalığına bağlayanlar vardır. Bu dönemki eserlerinde, yazarın içine kapandığı, yalnızlığından, kendi sorunlarından bahsettiği görülür ve çoğunlukla anlatıcı kendisidir.
Sanatçının hem orta dönem hem de son dönem öykülerinde görülen bir diğer özellik ise eserlerin şiirsel dilidir. Yazar, bir mektubunda bu konuyla ilgili şu yorumu yapmıştır:
Son dönem (1952'den sonrası).
Sait Faik'in, Alemdağ'da Var Bir Yılan isimli kitabıyla sürrealizme geçtiği kabul edilir. Vedat Günyol'a göre Sait Faik "içe tepilmiş isteklerini düşsel bir dünyada gerçek görme isteğinin verdiği dayanılmaz, ama o ölçüde olağan bir tutkuyla düpedüz kendiliğinden" sürrealizme kayıvermiştir. Fikret Ürgüp de Sait Faik'in son dönem hikâyeleri hakkında Vedat Günyol'la benzer fikirdeydi. Ürgüp bu hikâyelerle ilgili olarak "Artık o eski kalıplardan kurtulmuş hikâyelerdir. Bunlara sürrealist demek yerinde olur" demiştir.
Orta döneminde de birçok yenilik deneyen Sait Faik Abasıyanık, o güne kadar geliştirdikleriyle yetinmeyerek Alemdağ'da Var Bir Yılan'da daha farklı biçimler deneyip topluma ve doğaya bakmadığı açılardan baktı. Ayrıca yazar, bu döneme kadar üstü kapalı anlattığı bazı duygularını divan şairlerine özgü bir pervasızlıkla yazmaya başladı. Fethi Naci'ye göre Sait Faik, bu döneminde yazdığı eşcinsel temalı hikâyelerinde anlatmak istediklerini anlatabilmek için hikâyesinin biçimini bir kere daha değiştirerek somut ayrıntılardan hareket yerine imgelemi kullanmaya başladı. Bu da yazarı o günlere kadar üstünde taşıdığı "gerçekçi yazar" sıfatından uzaklaştırarak "sürrealist yazar" sıfatına yaklaştırdı. Bazı eleştirmenler, yazardaki bu tarz değişikliğini onun ilerleyen sirozuna, yaklaşan ölümünün doğurduğu umutsuzluğa, toplumsal baskılara ve saygınlığını kaybetme korkusunu boşvermişliğine bağladılar.
Ahmet Oktay, Sait Faik'in son dönemini şu cümlelerle yorumlar: "Rembrandt'in gençlik dönemi otoportreleri ile yaşlılık dönemi portreleri arasında gözlenen "değişim", Sait Faik'in son dönem öyküleri ile önceki öyküleri arasında da görülebilir: Hazdan acıya, güvenden korkuya, inançtan kuşkuya geçiş. Hastalık, terk edilmişlik ve iletişimsizlik bakışı kuşatmış, onu yapıtın tam içinde "dondurmuştur"."
Son dönem hikâyelerinin bir diğer ortak özelliği, birinde var olan bir karakterin diğerlerinde de kullanılmış olmasıdır. Bu hikâyelerin kahramanı çoğunlukla "Panco"'ydu. Panco ilk olarak "Öyle Bir Hikâye"'de okuyucunun karşısına çıktı. "Yalnızlığın Yarattığı İnsan", "Panco'nun Rüyası", "Alemdağ'da Var Bir Yılan" gibi pek çok öykünün de kahramanıydı.
Bu hikâyelerde yazarın, o güne kadar yazılarında sevgiyle andığı İstanbul'dan nefretle bahsettiği görülür. Bu değişimin sebebini Sait Faik'in toplumdan, toplumun baskısından ve ahlak anlayışından sıkılmış olması olarak görenler vardır. Yazar önceki dönemlerinde insan sevgisi konulu öyküler yazarken, bu dönemdeki umutsuzluğunu ve İstanbul'dan artık neden hoşlanmadığını şöyle açıklamıştır:
Romancılığı.
Sait Faik'in 2 romanı vardır: 18 Temmuz 1940 tarihinde tamamlayıp 1944'te yayımladığı Medarı Maişet Motoru ve 1953 yılında yayımladığı Kayıp Aranıyor.
Yazar, ilk romanının toplatılmasının ardından 11 Kasım 1949'da yaptığı bir konuşmada: "Medarı Maişet isminde bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı toz pembe görmüyorum diye mahkeme parası ödedim, üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!" dedi. Fethi Naci, Abasıyanık'ın eserden roman değil hikâye kitabı olarak bahsetmesine dikkat çekip bu sözün rastgele mi yoksa bilinçli mi olduğunu sorguladı. Çünkü bu ilk roman denemesinde Sait Faik'in başarısı tartışmalıdır. Hikâyeye göre daha uzun soluklu bir tür olan, büyük bir "inşa kabiliyeti" gerektiren, uzun süreli ve sürekli bir çalışma sonucunda ortaya çıkan roman türü için Sait Faik'in mizacı uygun değildi. Yazar, bir konu üzerine uzun süre odaklanamıyordu.
Dört bölüm olarak tasarlanmış Medarı Maişet Motoru'nda bölümler birbirinden bağımsızdır ve romanın yapısı tesadüfi ilişkiler üzerine düzenlenmiştir. Yazarın, dikkat problemine bir diğer örnek de iki bölüm boyunca Fahri olarak geçen roman kahramanının adını üçüncü bölümde Necmi olarak anmasıdır. Bu hata ikinci baskıdan sonra düzeltilmiştir.
Sait Faik, eserde şekle bağlı kalamayıp olayları yer yer keserek okuyucuyu duyguya çektiği için olay örgüsünde bütünlüğü sağlayamadı. Bu çalışma için Tahir Alangu, "Aynı çevreye bağlı, zaman zaman karşılaşan kişilerin kopuk hikâyelerinin bir roman bütünlüğünü vermeyecek kadar zayıf bağlantılarla bir araya getirilmesinden meydana gelmiş bir taslak" yorumunu yaptı. Vedat Günyol ise "Sait Faik'in 'Medarı Maişet Motoru' isimli romanı, yüzünü fazlasıyla ağartacak bir deneme sayılmaz. Roman birbirini ancak tutan sahnelerden kurulu. Roman, kişilerinden Fahri'nin hayatı gibi birtakım kopuk, yarım şeritlerden meydana gelmiş." dedi.
Sait Faik'in ikinci romanı Kayıp Aranıyor, roman anlatım özelliği açısından daha başarılı bulundu. Yazarın roman kurgusunda daha dikkatli davranması dikkat çekti. Kadın kahraman Nevin'in erkeksi bir yapıya sahip olmasının sebebinin Nevin'in yazarı temsil etmesi olduğu iddia edildi. Bu eser, Sait Faik'in romancılığı açısından bir aşama olarak kabul edilse de, roman yazmak için tahammülü ve zamanı olmayan Sait Faik'i bu edebî türde çok ileri aşamalara taşıyamamıştır. Bu açıdan da Sait Faik'in roman denemeleri, "hikâyelerinin uzaması" olarak kabul edilir.
Şairliği.
Sait Faik'in şiirleri de öykülerinin havasını taşır. İlk şiirlerini çocukken yazmış, bunları en yakın dostlarından bile saklamıştır. İlk şiiri olan "Hamal", 21 Ocak 1932'de "Mektep" dergisinde yayınlandı. Ayrıca, yazarın 1928'de "Meş'ale" dergisine 3 şiir gönderildiği bilinmektedir. Yazarın bu şiirlerle birlikte gönderdiği mektuptaki "edebiyatın bir heves, bir arzudan çok bir iç ihtilalin fışkırması olduğunu bilmez değilim, fakat her heveskâr gibi ben de içimde bir ihtilal varmış gibi yazı yazdım... Bugün size gönderdiğim, şu yazılar da o günlerin atılmayan, yırtılmayan mahsulü" satırlarından, bu eserlerin ilk şiirlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Bu 3 eser de biçim ve içerik olarak dönemin özelliklerini yansıtmaktadır. Hece vezniyle yazılmış olan bu şiirlerde, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Necip Fazıl Kısakürek'in etkileri görülmektedir. Sanatçının o dönem yayınlanmayan diğer üç şiiri ise ölümünün ardından Varlık dergisinde çıktı.
Uzun süre şiir yazmaya ara veren Sait Faik, 1936 tarihinde yazdığı bir makalede, gençlik döneminde yazdığı şiirleri reddedercesine, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon ve Yusuf Ziya Ortaç gibi hece vezniyle şiir yazan şairleri eleştirdi. 1939'da tekrar şiir yayınlamaya başladı. 1944 yılında "Söyleyemiyorum" isimli eseri "İşte" dergisinde çıkana kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınladı. Şimdi Sevişme Vakti sağlığında yayınlanan son şiiri oldu. Aynı isimli şiir kitabı 1953 yılında çıktı.
Öykü alanında belirli bir seviyeye ulaşmış, kendi özgün dilini oluşturmuş bir sanatçının, edebî yaşamının belirli bir döneminde şiire dönerek şiir kitabı yayınlamasının riskli bir teşebbüs olduğunu belirten Mehmet Kaplan, yazarın bu geçişte başarılı olduğunu belirttikten sonra "şiirlerinde de o orijinal şahsiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş, bilakis daha fazla kendi kendisi olmuş. Burada onu en öz tarafıyla karşımızda buluyoruz" demiştir. Sait Faik'in şiirlerindeki dize yapısı ve biçim sorunu çeşitli eleştiriler alsa da, edebiyatçılar şiirlerinin de güçlü olduğu ve yazarın şiirleriyle sanat bütünlüğünü bozmadığı konusunda hemfikirdir.
Çevirmenliği.
Sait Faik Fransızcadan çok sayıda çeviri yaptı. Çevirideki serbest tutumu sebebiyle çalışmaları bir tür uyarlama olarak kabul edilen sanatçının André Gide ve Liam O'Flaherty gibi yazarların eserlerinden yaptığı çevirilerin bir kısmı uzun süre kendi eseri sanıldı, çeviri oldukları daha sonraki yıllarda ortaya çıktı. 2 Mayıs 1948 ile 25 Mayıs 1948 tarihleri arasında Hürriyet gazetesinde yayınlanan "Müthiş Bir Tren", "Ecel Altı", "Saadet", "Bir Eşek Hikâyesi", "Diş Ağrısı", "Çiviler", "Gümüş Saat" ve "Venüs'ün Sevgilisi" gibi çeviri öyküleri daha sonraki yıllarda kitaplaştırılarak Müthiş Bir Tren ismiyle yayınlandı. "Müthiş Bir Tren" ve "Gümüş Saat" yazarın ölümünden sonra, 1954 yılında yayınlanan "Az Şekerli" isimli öykü kitabına kendi eserleriymiş gibi alınmıştı, daha sonra bu hata düzeltildi.
Ayrıca Georges Simenon'un "L'Homme qui regardait passer les trains" isimli romanını "Gece Yarısı Trenleri" adıyla çeviren Sait Faik, bu eseri 1 Aralık 1949 ile 27 Temmuz 1950 tarihleri arasında Yedigün dergisinde yayınladı. Yazarın bu çevirisi 1954 yılında Varlık Yayınları'ndan "Yaşamak Hırsı" adıyla çıktı.
Filmcilik ve oyun yazarlığı girişimleri.
Sait Faik yaşamının son döneminde, aralarında Mengü Ertel, Ayfer Feray ve Özdemir Asaf'ın bulunduğu bir grup arkadaşıyla bir film şirketi kurma teşebbüsünde bulundu. Plana göre kurulacak şirkete girmek için biner liralık bir ortaklık payı verilecek, Sait Faik senaryolaştırılacak üç öykü yazacak, Mengü Ertel de filmleri yönetecekti. Sait Faik, "Burgaz Film Şirketi"'nin stüdyosunun Şişli'deki apartmanının üst katı olmasına karar vermişti. Fakat, aynı dönemde hastaneye yatırıldı ve bu plan gerçekleştirilemeden öldü. Sait Faik'in daha önceden de film çekmek istediği biliniyordu. Fikret Ürgüp, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki ilk üç öyküden sürreal bir film çekme planları olduğunu yazarın vefatından sonra anlattı.
Sait Faik Arşivi'ndeki müsveddeler arasında iki de tiyatro oyunu taslağı vardır. Bu oyunlardan ilkinin ismi "Saül"'dür ve çeviri olduğu düşünülmektedir. İkinci oyunun ismi ise "Hıfzısıhha"'dır ve yazarın Grenoble'da kullandığı Fransızca gramer defterinin arkasına yazılmıştır.
Yazarın ilerleyen yıllarda Sabahattin Kudret Aksal ve Cahit Irgat gibi arkadaşlarına, ortaklaşa bir tiyatro oyunu yazmayı teklif ettiği bilinmektedir. Fakat bu plan da hiçbir zaman gerçekleşemedi. Recep Bilginer'e göre yazar bir sohbetleri esnasında, üslubunun oyun yazarlığına müsait olduğunu ancak uzun yazmaktan hoşlanmadığını söylemiştir.
Türk edebiyatına etkisi.
1950 ile 1960 yılları arasında Türk edebiyatında iki tür hikâyecilik gelişti. Bunlardan birincisi toplumcu sanatçılar tarafından geliştirilen öyküler iken diğeri bireysel anlayış kökenli, bireyin iç dünyasına açılan öykülerdi. Sait Faik, tarz kaygısından uzakta, anlatım incelikleriyle süslü hikâyeleri ile ikinci türün öncü ismi oldu.
Sait Faik, kendisinden sonra gelen yazarları da etkilemiştir. Örneğin, Oktay Akbal, kendi öykücülüğü ile ilgili olarak "(...) Sonra Ömer Seyfeddin'den kopuş, Sabahattin Ali ve Sait Faik öykücülüğünün etkileri. Öykü derken ille de başı sonu belli bir olayı anlatmak inancı değişmiş. Kendimi kendim sandığım birini, bir insanı gündelik, basit, iç yaşamıyla vermek denemeleri. Meydan, semt, köprü gibi semt görünüşlerini vermek istekleri, ilk köklü sevgilerin belirtileri..." diyerek geldiği noktayı Sait Faik'le birlikte anmıştır. Adalet Ağaoğlu ise yazarlığa nasıl başladığını anlatırken "İlk gençlikten gençliğe ağdığımız yıllarda, bilebildiğim kadarıyla beni sırtımdan yazmaya doğru güçlü bir rüzgârla iten, Sait Faik hikâyeleri olmuştur" diyerek onun, üzerindeki etkisini açıklamıştır. 2004'te, Sait Faik'in ölümünün 50. yılında yapılan bir sempozyuma katılan şair İlhan Berk "Sait Faik'te Dil" isimli konuşmasında, Abasıyanık'ın öykünün yapısını değiştirmek için verili dili yıkıp yeniden yarattığını söylemiş ve yazarın şiirsel dilinin İkinci Yeni şairlerini, Ferit Edgü ve Demir Özlü gibi yazarları etkilediğini belirtmiştir. Bir diğer şair Ece Ayhan da yazarın "Şimdi Sevişme Vakti" isimli şiir kitabının Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üzerinde büyük etkisi olduğunu iddia etmiştir.
Yazar Murat Gülsoy "Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık" kitabında onu şöyle tarif eder: "Sait Faik, edebiyatımızın en Batılı kalemlerinden biridir, insanlarla, toplumla, toplumsal olanla sorunları olduğunu keşfeden bireyin arketipidir. Bu nedenle de hemen her yazar, günü gelir Sait Faik'le hesaplaşmak gereği duyar. (...) Nâzım'ın dediği o "zıpırlıkla hassasiyetin karmaşası"nın bugünden baktığımda Türkiye'de bireysel özgürlük fikrinin gelişiminde çok önemli olduğunu düşünüyorum."
Sinema ve tiyatroda Sait Faik.
Sait Faik’in, ilk olarak "Yedigün" dergisinin 9 Şubat 1947 tarihli 727. sayısında yayımlanan, daha sonra Lüzumsuz Adam kitabında yer bulan "Menekşeli Vadi" adlı hikâyesi 1968 yılında, Lütfi Ömer Akad tarafından Vesikalı Yarim adıyla sinemaya uyarlandı. Filmin başrollerinde Türkan Şoray ve İzzet Günay vardı.
Vesikalı Yarim filminin de senaristi olan Safa Önal 1970 yılında "Medarı Maişet Motoru" romanını Ağlayan Melek ismiyle filme çekti. Filmin başrollerini Türkân Şoray ve Ekrem Bora oynadı.
Lütfi Ömer Akad 1972 yılında Sait Faik'in Şahmerdan kitabında yer alan "Mahpus" hik"â"yesini Irmak adıyla senaryolaştırarak filme aldı. Filmin başrollerini Serdar Gökhan ve Aysun Güven oynadı.
Metin Erksan, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu için hazırladığı Türk Edebiyatı uyarlamaları serisinin ilk filmi olarak Sait Faik'in "Müthiş Bir Tren" adlı hikâyesini filme aldı. 1975 yapımı film daha sonra, hikâyenin Sait Faik'e ait olmadığı ve filmin komünizm propagandası yaptığı iddialarıyla tartışmalara sebep oldu.
1975 yılında, Tuncer Baytok ve Tanju Turunç birlikte Sait Faik'in "Kumpanya" hikâyesini TRT için filme aldılar. "Kumpanya"'yı ilk olarak seslendirme sanatçısı olarak tanınan Ferdi Tayfur'un filme çekmek istediği, bu isteğini Mücap Ofluoğlu aracılığıyla Sait Faik'e ilettiği ve Sait Faik'in teklife çok sevindiği bilinir.
Safa Önal 1981'de, Kayıp Aranıyor romanını ve "Baba-Oğul" hikâyesini televizyon filmi olarak uyarladı.
TRT 2003 yılında, Ayfer Tunç'un Sait Faik'in hikâyelerinden yola çıkarak yazdığı "Havada Bulut" isimli 4 bölümlük bir televizyon dizisi hazırladı. Dizinin yönetmenliğini Tarık Alpagut yaptı.
Ümit Efekan'ın 2004 tarihli Papatya ile Karabiber filminin senaryosu da Safa Önal tarafından, Sait Faik'İn eserlerinden uyarlanmıştır.
"İpekli Mendil" adlı hik"â"yesi, 2006 yılında Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nin desteğiyle Yalçın Kümeli tarafından kısa film olarak çekildi.
2014'te Ali Tansu Turhan Mahalle Kahvesi, 2017'de Müjdat Çetin "Öyle Bir Hikâye" uyarlamalarına imza attılar.
2016 yılında Yılmaz Atadeniz, Sait Faik'in Medarı Maişet Motoru'undan esinlenerek "İkimize Bir Dünya" filmini çekti.
Savaş Dinçel, Sait Faik'in yaşamını anlatan, "Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye" isimli tek kişilik bir oyun yazdı. Oyun ilk kez 1993 yılında Macit Koper rejisi ile, gene Dinçel tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oynandı. Savaş Dinçel'in 2007 yılında vefatının ardından İstanbul Şehir Tiyatroları oyunu yeniden programına aldı. Sait Faik'i, Naşit Özcan'ın canlandırdığı oyun, 15 Ekim 2008'de Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nde sergilenmeye başlandı.
Onur Barış'ın yönettiği, 2019 yapımı, Benden Hik"â"yesi: Sait Faik Abasıyanık Belgeseli, Sait Faik'i, hikâyelerinden kurgulanmış metinler ve röportajlarla anlatıyor. Belgeselde yazarı Mert Er canlandırıyor.
Sait Faik Hikâye Armağanı.
Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine de katıldı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka Lisesi'ndeydi. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için Abasıyanık'ı ikna etmişti. Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti.
Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona "Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükafatı" vermesini istedi.
Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan 1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın vefatından sonra 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verildi.
1978 yılından itibaren, ölüm yıldönümü olan 11 Mayıs'ı izleyen ilk pazar günü Burgaz Adası'nda "Sait Faik'i Anma Günü" düzenlenmektedir. Bu günde ayrıca o yılın "Sait Faik Hikâye Armağanı" sahibine ödülü de verilmektedir.
Sait Faik Abasıyanık Müzesi.
Sait Faik'in annesi Makbule Hanım, eşi Mehmet Faik Bey'in vefatından sonra yaşamına Burgaz Adası'ndaki evlerinde devam etti. Yazar da kışları Şişli'de yazları ise adada annesinin yanında kalıyordu. Abasıyanık, hastalığının da ortaya çıkmasından sonra ömrünün son on senesinin çoğunu adadaki köşklerinde geçirdi.
Yazarın ölümünden sonra Burgaz Adası, Çayır Sokak, 15 numaradaki evi annesinin isteği ile müzeye dönüştürüldü. 22 Ağustos 1959 günü açılan Sait Faik Abasıyanık Müzesi 1964 yılından beri Darüşşafaka Cemiyeti tarafından yönetilmektedir. 2009 yılında, güçlendirme, restorasyon ve konservasyon çalışmaları nedeniyle kapatılan müze, çağdaş müzecilik anlayışıyla yeniden düzenlenerek 11 Mayıs 2013 tarihinde ziyarete açılmıştır. Sait Faik'in vasiyeti doğrultusunda ücretsiz olarak hizmet veren müze Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri 10.30-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Müze sanal olarak da gezilebiliyor.
2014 yılında müzenin içinde Sait Faik Araştırma Atölyesi kurulmuştur. Canan Cürgen, Zafer Yalçınpınar, Tekin Deniz ve Şükret Gökay tarafından kurulan atölye, Sait Faik'in edebiyatına ve yaşamına değinen “yeni” bulgulara ulaşmayı amaçlamaktadır. Atölye kapsamında arşiv tarama ve dijitalleştirme çalışmalarının yanı sıra Sait Faik'in eserlerindeki kavramlarla ilgili olarak bilişsel haritalama, mülakat ve diskur (söylem) analizi çalışmaları yapılmıştır.
Müzenin açılması, edebiyat dünyasında da tartışmalara sebep oldu. Orhan Seyfi Orhon, Türk sanatında birçok önemli yazar varken işe Sait Faik'le başlanmasını eleştirmiştir. Orhon'un bu yazısına cevap veren Aziz Nesin ise makalesinde böyle bir müzenin kurulmasının önemli olduğunu vurgulayarak bu müzenin bir öncü olduğunu belirtmiştir.
Eserleri.
Hikâye
Şiir
Roman
Çeviri
Röportajları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7170",
"len_data": 44590,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.57
}
|
Mehmet Raşit Öğütçü, yazar olarak Orhan Kemal (15 Eylül 1914, Adana, Osmanlı İmparatorluğu - 2 Haziran 1970, Sofya, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti), aydınlık gerçekçi Türk roman ve oyun yazarıdır.
Adı, Türk edebiyatının büyük ustaları arasında anılan yazar; roman, öykü, oyun, şiir gibi farklı tarzlarda birçok esere imza atmış olsa da daha çok romancılık yönü ile tanınmıştır. İlk öykü kitabı "Ekmek Kavgası" (1949) ve "Küçük Adamın Notları" başlığı altında yayımladığı öz yaşam öyküsü roman dizisiyle yaygın bir üne kavuştu. Edebi hayatı 1960'lı yıllarda zirveye ulaştı. Adana'da toprak ve fabrika işçilerinin dünyasını, İstanbul'daki gecekondu mahallelerini, fabrika çevrelerini eserlerine yansıttı. "Murtaza", "Hanımın Çiftliği", "72. Koğuş" adlı eserleri başyapıtlarındandır. Adanaspor'da futbol oynamıştır. Golcü Raşit olarak bilinmektedir.
Yaşamı.
Ailesi, çocukluk ve gençlik yılları.
15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Babası, o sırada Çanakkale cepheside, Dardanos'ta topçu teğmeni olan avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu, iki yıl kadar memleketinde ilkokul öğretmenliği yapmış Adanalı Azime Hanım'dır.
Çocukluğunun ilk yılları Adana'da geçti. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Adana'nın Fransız işgaline uğraması üzerine ailesi ile önce Niğde'ye, sonra Konya'ya taşındı. Konya'da bulunduğu dönemde Kuvâ-yi Milliye hareketine karşı Delibaş isyanına tanıklık etti. Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmış olan babası, isyanın bastırılmasından sonra TBMM'ye Kastamonu milletvekili olarak girdi. Ankara'ya taşınan aile, 1923'te Adana'ya döndü. Ceyhan'da çiftçilikle uğraşmaya başlayan babası "Toksöz" gazetesini çıkardı. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ardından pek çok gazete ile birlikte Toksöz de kapatıldı ve Abdülkadir Kemali Bey 11 ay tutuklu kaldı. 1930'da Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Bey, "Ahali" adlı gazeteyi çıkardı. Babasının aktif siyaset yaşamı içinde olmasına rağmen Orhan Kemal bu yıllarda siyaset ile ilgilenmedi. Abdülkadir Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kendini feshetmesinden sonra partisini kapatıp Suriye'ye kaçtı. 1931'de bütün aile Beyrut'a yerleşti.
Orhan Kemal, Suriye'deki babasının yanına gidince orta öğrenimini kendi isteğiyle yarıda bıraktı ve Beyrut'ta bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı. Bir yıl sonra tek başına Türkiye'ye dönerek babaannesinin yanına yerleşti. Adana'da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yaptı. Bu yıllardaki birikimleri, ileride Baba Evi, Avare Yıllar romanlarına hayat verdi. 1937'de çırçır fabrikasında (Millî Mensucat) bir işçi olan Nuriye ile evlendi. Bir yıl sonra ilk çocuğu "Yıldız" doğdu.
Cezaevi yılları ve ilk hikâyeleri.
1938'de askerliğini yapmak üzere Niğde'ye gitti. Askerliğini yaparken "Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi ve Kayseri Hapishanesi'ne gönderildi. İlk şiirini Kayseri Hapishanesi'nde yazdı. "Duvarlar" adlı şiiri Yedigün dergisinde "Reşat Kemal" imzası ile yayımlandı.
Babası Abdülkadir Kemali Bey, sekiz yıllık sürgünün ardından 1939 yılında Adana'ya döndü. Babasının girişimi ile önce Adana Cezaevi'ne, onun Bergama Ağır Ceza Reisliğine atanmasından sonra da Bursa Cezaevi'ne nakledildi.
1940'ta, Bursa Cezaevi'nde ünlü şair Nazım Hikmet ile tanıştı. Onun toplumcu görüşlerinden etkilendi. Üç buçuk yıl Nazım Hikmet'le oda arkadaşlığı yapan Orhan Kemal, kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Orhan Kemal'i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nazım Hikmet oldu. İlk düzyazı denemesi olan "Onsekiz Yaş" adlı romanını Nazım Hikmet'in yardımı ile yazdı. Bir çalışma olarak yazdığı ancak yayımlamadığı bu romanın ardından öykü yazmaya yöneldi.
İlk öykülerini "Bacaksız Orhan" takma adıyla yayımladı. 1940 yılında Yeni Edebiyat dergisinde çıkan Balık, onun yayımlanan ilk öyküsü sayılsa da Oğlu Işık Öğütçü, 1939'da Türk Sözü Gazetesi'nde yayımlanmış öyküsünün bulunduğunu söylemiştir. Orhan Kemal ismini ilk kez 1943'te İkdam gazetesinde "Asma Çubuğu" öyküsünde kullandı. Öykülerinde Panait Istrati ve Maksim Gorki eserlerinden etkilendi. Hayatın içinden basit konuları, samimi bir dille anlattı.
Adana yılları.
1943'te tahliye olunca Adana'ya döndü. Karataş'ta toprak taşıma işinde amelelik, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nda hamallık yaptı. 1944'te doğan oğluna "Nazım" adını verdi. Hapse girmesi nedeniyle tamamlayamadığı 35 günlük askerlik hizmetini tamamlamak üzere 1945 yazında askere çağrıldı. Askerden döndükten sonra sebze nakliyatçılığı, Verem Savaş Derneği'nde memurluk gibi işler yaptı ancak hiçbir işte uzun süreli kalamadı ve geçim sıkıntısı çekti.
Bu yıllarda hikâye yazmaya devam eden ve edebiyat dergilerinde eserleri yayımlanan Orhan Kemal, okurlar tarafından beğenilen, tanınmış bir yazar oldu. 1945'te Varlık Dergisi'nin yaptığı ankette okurlar tarafından ‘en beğenilen hikâyeci’ seçildi. İlk öykü kitabı "Duygu" 1948, ilk romanı Baba Evi 1949 yılında yayımlandı.
İstanbul yılları.
1949'da babasını kaybetti ve aynı yıl doğan çocuğuna babasının adını verdi ve doğumdan sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşti. Hayatının geri kalanında geçimini kitap, makale, film senaryosu yazarak sağladı. 17 Nisan 1951 yılında taşındığı İstanbul'da 1954-1966 yılları arasında Cibali semtindeki Orhan Kemal Sokağı'nda 14 numaralı evde kalmıştır. 1952'de yayımladığı Murtaza ve Cemile romanları ile edebiyatçı olarak ünü yayıldı. 1954 yılında Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı ile topraksız tarım işçilerinin dramını edebiyat dünyasına taşıdı. Aynı yıl 72. Koğuş’u yazmaya başladı. 1957'de dördüncü çocuğu Işık doğdu.
1958'de Sait Faik Hikâye Armağanı'nı "Kardeş Payı" adlı öyküsü ile aldı. Sinema senaryoları yazsa da çoğu sansürden geri dönmekteydi. O da senaryoları "İlhan F. Demir", "Yıldız Okur" imzalarıyla kaleme aldı. 1964'te Devlet Kuşu romanına dayanılarak uyarlanan İspinozlar oyunu ile ilk kez tiyatroya adım attı. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen oyun iki buçuk ay sonra bilinmeyen bir nedenle kaldırıldı. 1965 yılında "Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl" adlı anı kitabını yayımladı. Aynı yıl yayımlanan Bir Filiz Vardı adlı romanı ile otobiyografik romana döndü. 1960 yılında tanışıp duygusal bir ilişkiye girdiği ancak ilişkilerinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra ayrılmak zorunda kaldığı son aşkını anlattı.
1966'da "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı. "Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı" yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı.
Kimi romanlarını oyun olarak tekrar kaleme alan yazar, 1967'de 72. Koğuş romanını oyunlaştırdı. Eser, Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelendi. Orhan Kemal, "bu oyunu" ile Ankara Sanat Sevenler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969'da Türk Dil Kurumu Ödülü'nü ve Sait Faik Hikâye Armağanı'nı "Önce Ekmek" adlı kitabı ile aldı.
Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine 1970 yılında Sofya'ya gitti. Asıl amacı babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezip not almak ve "93'ten Bu Yana" adıyla ailesinin hikâyesini yazmaktı. Ancak bu isteğini gerçekleştiremedi. Geçirdiği bir beyin kanaması nedeniyle tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970'te öldü. Cenazesi özel bir araba konvoyuyla birlikte 5 Haziran 1970'te yurda getirildi; Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Anısını yaşatmak için İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açıldı. 1972'den bu yana adına bir roman yarışması (Orhan Kemal Roman Armağanı) düzenlenmektedir. Ayrıca Fatih Ordu Caddesi üzerinde bulunan İl Halk Kütüphanesi'ne adı verilmiştir.
Eserleri.
Orhan Kemal, yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin, "kerhanedeki adamın" yaşamını anlatan öykü ve romanlar yazmış ve insan-toplum ilişkilerini gerçekçi bir dille yansıtmıştır. 27 roman, 19'u öykü kitabı ile anı, inceleme, oyun, röportaj türünde kitaplar bırakmıştır.
Öyküleri.
Öykülerinden yapılan derlemeler Bilgi Yayınevi'nce beş cilt olarak yayınlandı:
Aydınlık gerçekçilik.
Eserlerinde bulunan gerçekçilik Orhan Kemal'in temel özelliğidir ve gerçeğe yaklaşımı kendi söyleyişiyle "Aydınlık gerçekçilik" olarak belirtilir. Topluma bakış ve malzeme seçiminde "toplumcu gerçekçi", gerecin yansıtılması bakımından "gözlemci ve eleştirel gerçekçi" yaklaşımdır. Aynı zamanda "sosyalist insancılık" olarak da görülür. Orhan Kemal, Mehmet Fuat'a yazdığı mektubunda aydınlık gerçekçiliğin, "active realisme" (etkin gerçekçilik) kavramının Türkçeleştirilmiş hâli olduğunu belirtir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7172",
"len_data": 8515,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.34
}
|
Felemenkçe, Hint-Avrupa dil ailesinin Cermen dilleri grubundan dil. Hollandaca ve Flamanca gibi lehçeleri vardır, bunlar özellikle yazılı dilde birbirine oldukça yakındır. Felemenkçe ve lehçeleri; Hollanda, Belçika ve Surinam'da resmî dil konumundadır.
Belçika'da konuşulan lehçesine Flamanca, Hollanda'da konuşulana ise Hollandaca denir. Belçika'da daha çok kuzeyde bulunan Flaman bölgesinde konuşulur. Felemenkçe ise Aşağı Almanca ve Friz diline yakındır.
Felemenkçe ve yerel lehçeler.
Felemenkçe, Belçika devleti içinde Fransızcanın baskısına karşı mücadele vererek geçen tarihi içinde özgün bir gelenek, edebiyat ve kendi içinde lehçeler oluşturmuş, ancak Belçika'nın federal devlet yapısına bürünmesi ile Felemenkçe ile ortak noktalarını tekrar keşfetmiştir. Flamanlar günümüzde yerel şivelerini konuştukları zaman "Flamanca konuşuyorum" ("Ik spreek Vlaams"), "Algemeen Nederlands" (Genel/Ortak Felemenkçe) adını verdikleri standartlaştırılmış eğitim, bilim ve yönetim dilini kullandıkları zaman "Felemenkçe konuşuyorum" ("Ik spreek Nederlands)" derler. Yine de, aksan farkları, kullandıkları bazı kelimeler ve söyleyiş tarzlarından ötürü bir Hollandalı muhatabının bir Flaman olduğunu hemen anlayabilir. Dahası her yörenin kendine ait bir konuşma şekli olduğundan hangi bölgeden, şehirden hatta köyden geldiğini de çıkarabilir. Bunun sebebi de Felemenkçenin coğrafî olarak çok küçük bir bölgede konuşulsa da, topluluklar oldukça birbirine bağlı yoğun ve sık bir dokuda olmasıdır. Böylelikle dil konuşulduğu, bölge içinde resmî sınırlardan bağımsız olarak, oldukça heterojen bir yayılım gösterir. Resmî kaynaklara göre yalnızca Flaman Bölgesi içinde lehçe olarak tanımlanabilecek 26 farklı Felemenkçenin konuşulduğu tespit edilmiştir. Bunların başlıcaları arasında
sayılabilir. Aynı şekilde Hollanda'nın çeşitli bölgelerinde birbirinden oldukça farklılık gösteren çeşitli lehçeler bulunur. Bunlardan bazıları:
Genel/Ortak Felemenkçe ise Türkiye'de bölgeler arası lehçelerden ve şivelerden bağımsız olarak konuşulan modern Türkçe ile kıyaslanabilir. Her yöre kendine özgü bir lehçe ve şive ile konuşsa da eğitim, öğretim, basın, yayın, radyo, TV, yazım ve devlet işlerinde hep standartlaştırılmış ortak resmî dil kullanılır. Ancak halk kendi yöresel aksan ve lehçelerini bir kültürel değer olarak görerek yaşar, yaşatır ve korurlar. Bu yüzden her yöre kendine ait olan lehçelerde gazete ve dergiler çıkarır yerel radyo, televizyonlarda kendi lehçeleri ile yayın yaparlar.
Lehçeler arasındaki fark o kadar güçlüdür ki coğrafî olarak Limburgcanın konuşulduğu Limburg Bölgesi ile Batı Flandra Bölgesi'nin konuşulduğu yöre arasındaki mesafe 100 km'yi aşmamasına karşın her iki lehçenin konuşanları birbirlerini anlamakta büyük güçlük çeker. Bu anlamadaki güçlük bir bakıma Türkçe ile Azerice ile karşılaştırılabilir. Bu sebepten devlet televizyonları genelde halkın konuşmalarını büyük çoğunlukla Genel Felemenkçe alt yazı ile verir. Aynı şey Belçika'da yayınlanan Hollanda filmleri ve dizileri ile Hollanda'da yayınlanan Flaman dizi ve filmleri için de geçerlidir ve genelde Genel Felemenkçe alt yazı ile verilir.
Felemenkçe, Hollanda sömürgesi olan ülkelerde (Aziz Martin, Surinam, Aruba, Guyana, Hollanda Antilleri, Virgin Adaları) de konuşulmaktadır. Geçmişte en büyük Hollanda sömürgesi olan Endonezya'da yaygınlığını sürdürmekte olup yerel diller üzerinde büyük tesiri olmuştur.
Fransa'nın kuzeybatısındaki Nord ilinde, özellikle Dunkerque komününde de konuşulur.
17. yüzyıldan itibaren Güney Afrika'ya göçmüş olan Hollanda asıllı Boerler
(nl:Boer-Çiftçi), Felemenkçenin coğrafî kopukluk nedeniyle farklılaşmış bir lehçesi (picini) olan Afrikaans konuşmaktadır.
Felemenkçe konuşulan ülkeler.
Dünyada yaklaşık 24 milyon insan resmî dil olarak Felemenkçe konuşmaktadır.
Ana dili Felemenkçe olanlar, dillerinin İngilizce ve Almanca ile benzer noktaları bulunduğundan bu dilleri öğrenmeye yatkındırlar. Cümle yapısı ve kullanılan sözcükler bakımından İngilizce ve Almanca ile benzerlik göstermektedir.
İngilizce ve Almanca benzerliğe örnek:
Alfabe.
Felemenkçe alfabesi "a" dan "z" ye kadar Temel latin alfabesinde bulunan tüm harfleri içerir. Diyakritik işareti bulunan harfler alfabede yer almaz. Alfabe böylece 26 harften oluşurken, bazen kendisinde tek harf özelliği verilen diftong "IJ" ile alfabedeki harf sayısı 27 ye çıkar. Bu harf genellikle alfabeye eklenmezken, örneğin telefon defterlerinde veya sözlüklerde "x" ve "y" arasında yer alır.
Dilin Türkçe adıyla ilgili tartışmalar.
Dilin Osmanlıca adı فلمنكجه olarak yazılır.
Bazı batı dillerinde Felemenkçeyi karşılayan tek bir kelime olmaması ve "Felemenk" sözcüğünün günümüzde belli bir siyasi ülkeye karşılık gelmemesi nedeniyle, Türkçede Felemenkçe yerine Hollandaca sözcüğünün kullanılmasını savunanlar vardır. Buna karşın, Türk Dil Kurumu sözlüğünde "Felemenk" sözcüğünün tanımı "Bugünkü Hollanda, Belçika ve Kuzeydoğu Fransa'ya eskiden verilen ad." olarak ve "Felemenkçe" sözcüğü de "Felemenk dili" olarak tanımlanmaktadır. Hollanda'da ve Belçika'da konuşulan Felemenkçe arasındaki fark çok az olup, aynı dilin iki lehçesi düzeyindedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7173",
"len_data": 5103,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.63
}
|
Tekstil mühendisliği, ne bağlı bir yükseköğretim bölümüdür. Tekstil mühendisliği bölümleri 4 yıllık lisans programlarına bağlı olarak özel sektöre yönelik Tekstil mühendisi yetiştirmektedir.
tekstil hammaddelerini değişik tekniklerle işleme ve bu alanda yeni teknikler geliştirme konusunda eğitim ve araştırma yapan mühendislik dalıdır. Tekstil mühendisleri genelde dokuma ve konfeksiyon fabrikalarında, fiziksel kontrol laboratuvarlarında, yapay lif üreten fabrikalarda, boyarmadde ve tekstil yardımcı maddesi üreten fabrikalarda çalışırlar.
Tekstil mühendisleri; doğal, suni ve sentetik liflerin tanımlanması ve ayırt edilmesi,
tekstil ürünlerinden beklenen konfor ve performans özelliklerine uygun hammaddelerin seçilmesi, malzeme makine etkileşimini dikkate alarak uygun çalışma şartlarının belirlenmesi ve kontrol edilmesi, üretim verimliliği ve ürün kalitesini etkileyen koşulların yönetilmesi ve problemlerin çözülmesi, proses ve teknoloji tasarımı ya da iyileştirme, güvenlik ve sağlık, enerji tasarrufu, atık ve kirlilik kontrolü, bilimsel ve mühendislik temelli metotların, lif, iplik, kumaş, hazır giyim, teknik ve fonksiyonel tekstil ürünlerinin çok yönlü, tasarımı, üretimi ve kontrolüne uygulanması günlük giysiden ileri teknoloji ürünlere, geniş bir yelpazede yer alan tekstil ürünlerinin geliştirilmesi ve üretilmesi, yeni ürün ve proseslerin mühendislik tasarımı alanlarında çalışır.
Tekstil mühendisliğinde lifler ve iplikler yapı malzemesi olarak kullanılır.
Tekstillerin kullanım ve uygulama alanları.
Dokuma ve örgü iplikleri olarak sınıflandırılabilir.
Tekstiller, giysi, ev tekstilleri, döşemelik kumaşlar gibi günlük yaşantımızda vazgeçilmez bir parçası olmalarının dışında, iletişim uyduları ve bilgi işlem sistemlerine yönelik elektronik devre tasarımında yer alacak kadar yüksek teknoloji ürünleri de olabilir. Örneğin uçak kanatlarında kullanılan çok hafif ve dayanıklı lifler, astronotlar tarafından ısı kalkanı olarak kullanılan giysi ve sistemler, suni organlar, damarlar, kaslar, binalarda kullanılan jeo-tekstiller, yüksek teknoloji tekstil ürünleri arasındadır.
Kariyer olanakları.
Türkiye'de tekstil ve hazır giyim ihracatı, toplam ihracat payı içerisinde birinci sıradadır (Temmuz 2012 itibarıyla son 12 aylık ihracat diliminde, tekstil + hali + hazır giyim toplam ~ %20, ikinci sırada ise otomotiv sanayi %15). Dolayısıyla Türkiye'de yüksek katma değerle ve güçlü temeliyle bu sektörde tekstil mühendislerine her zaman ihtiyaç olacaktır. Tekstil Mühendislerine de gerek fabrikalarda gerekse ticari hizmet veren kurumlarda planlamadan üretime, satış pazarlama, araştırma geliştirme'den satın almaya kadar her birimde çalışabilir ve kendi islerini de kurabilirler.
İstihdam.
Tekstil ve hazır giyim sanayisi Türkiye'de önemini korumakta ve her gecen gün artmaktadır. Bu nedenle kendini iyi yetiştirmiş, iyi bir üniversiteden mezun, yabancı dil bilen ve temel mühendislik bilgileri güçlü bir Tekstil Mühendisi her zaman iyi şartlarda is bulacaktır.
Gereken nitelikler.
Tekstil mühendisliği alanında çalışmak isteyenlerin matematik ve fen derslerinde başarılı olmaları, kimya ve ekonomi konularına ilgili olmaları gerekir. Ayrıca gelişmeye ve sürekli öğrenmeye açık bir zihin yapısı gereklidir
Eğitim.
Bölümün temel eğitim süresi 4 yıldır.
Eğitim süresince matematik, fizik, kimya gibi temel fen dersleri; statik, malzeme, mukavemet, dinamik, elektrik makineleri, akışkanlar mekaniği, termodinamik, ısı iletimi, otomatik kontrol gibi mühendislik dersleri yanında dokumacılık esasları, tekstil kimyası, kalite kontrol, dokuma hazırlık, pamuk iplikçiliği, yün iplikçiliği desencilik gibi meslek dersleri okutulmaktadır. Öğrenciler dersleri kuramsal ve uygulamalı olarak izlemekte, yaz aylarında staj yapmaktadırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7179",
"len_data": 3747,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.56
}
|
Trakya (Yunanca: Θράκη, "Thraki"; Bulgarca: Тракия, "Trakiya"), Güneydoğu Avrupa'da yer alan güney Bulgaristan, kuzeydoğu Yunanistan ve Türkiye'nin Avrupa kıtasındaki topraklarını içeren bir bölgedir. Türkiye sınırları içindeki yüzölçümü 23.764 km2 olan bu bölgenin Karadeniz, Marmara Denizi ve Ege Denizi ile sınırı vardır.
Etimoloji.
"Trakya" kelimesi Eski Yunancadaki "Thrāikē" (Θρᾴκη) kelimesinden türemiştir ve Trak kavimine dayanmaktadır. Kökenini Yunan mitolojisinden alan "Trak" ismine ise ilk olarak Homeros'un İlyada destanında rastlanır.
Tarihçe.
Arkeolojik çalışmalar.
Türkiye'nin batı ucunda kalan Trakya bölgesi son yapılan arkeolojik kazı çalışmalar hız kazanmış ve bazı yeni yerleşim bölgeleri bulunmuştur. Belgesel yönetmeni "Gül Tekin Gün" Direnen Tarih Trakya eserinde geçen antik bölgenin Neolitik döneme ait bulguların gün yüzüne çıktığını, Uygarlığın başlangıç bölgesinin Yakındoğu olduğu genel bir bakış olarak kabul görülse de, bu bağlamda, tarih öncesi insanların Avrupa'ya Anadolu üzerinden Trakya'yı kullanarak geçtiğini ve Trakya'nın bir köprü görevi gördüğünü söyleyebilmemiz mümkün olacaktır. Bu nedenle Trakya'daki arkeolojik bilgilerin jeoloji ve diğer bilim dalları tarafından desteklenmesi ve bölgenin tarih öncesi geçmişinin açığa çıkarılması gerekmektedir. Bölge olarak arkeolojik açma ve bilimsel kazı çalışmalarının fakir kaldığı coğrafya olarak bilinen Trakya oysaki daha sert ve daha düzgün taş aletler yapılmış Cilalı Taş Devri dönemini anlatmakta olduğunu Bölgede yapılan küçük çaplı açmalarda (güneybatı Trakya'da), Neolitik dönem yerleşim izleri olduğu tespit edilirken, alan çalışmalarında toplanan arkeolojik örnekler ile bölgede yüzeylenen Yeniköy karışığı'na ait kayaçlar mineralojik petrografik ve dokusal özellikleri bakımından karşılaştırılmış ve benzerlikleri ortaya konmuştur. Ayrıca Trakya'nın diğer bazı kesimlerinden gelen örnekler de çalışma kapsamına alınıp, incelenmiş olduğu kayıtlara geçmiştir. Sonuç olarak, cilalı taş balta yapımında kullanılan arkeolojik malzemenin kaynak bölgesinin GB Trakya ve kullanılan kayaçların da Yeniköy Karışığı'na ait metamorfik kayaçlar olduğu tespit edilmiştir. Bu sonuç karşımıza çıkarken Trakya'nın ve yakın çevresinin genel jeolojik özellikleri de dikkate alınmış ve bu baltalara kaynak olacak nitelikte başka kayaçlar bulunamamıştır. Ayrıca sadece jeolojik özellikleri değil, balta tipolojisi gibi arkeolojik faktörler de değerlendirilmiştir. Ayrıca TSAP çalışması kapsamında sadece GB Trakya değil, Trakya'nın diğer bölgelerindeki sit alanlarından (Edirne'de Altıağaç ve Hocaçeşme; Kırklareli'de, Aşağıpınar ve Tepeyanı) gelen örnekler de petrografik olarak incelenmiş ve bölge kayaçlarıyla olan ilişkileri ortaya konmuştur.
Trakya'nın bölünmüşlüğü.
Trakya'nın toprakları, Türkiye Trakyası, Bulgaristan Trakyası ve Yunanistan Trakyası olmak üzere farklı üç siyasi üniteye ayrılmıştır. Türkiye Trakyası'na Doğu Trakya, Bulgaristan Trakyası'na Kuzey Trakya, Yunanistan Trakyasına ise Batı Trakya adı verilir. Türk medyasında Batı Trakya kelimesinin Yunanistan'ın Trakya (Doğu Makedonya ve Trakya) bölgesi için kullanıldığı görülmektedir.
Türkiye.
Edirne'nin Karaağaç mahallesi Türkiye'nin, Batı Trakya'daki tek toprağıdır.
Coğrafya.
Balkan Yarımadasının güneydoğusunda yer alan Trakya'nın başlıca yüzey şekilleri, Rodop Dağları, Yıldız Dağları ve bölgenin kuzey sınırını oluşturan Balkan Dağlarıdır. Balkan Dağlarının sadece güney tarafları bölgeye dahil edilebilir. Batı Trakya'daki, dar kıyı ovalarının dışında, bölgenin en geniş açık alanları, Kuzey Trakya Ovası (Yukarı Trakya Ovası) ve Doğu Trakya'nın büyük bölümünü oluşturan düzlüklerdir. Trakya'nın başlıca akarsuları, Meriç nehri ve kollarıdır. Bunlar;
Doğu Trakya'da kalan Gelibolu Yarımadası ve Çatalca Yarımadalarıda Trakya'nın parçalarıdır. Trakya, Makedonya'dan Mesta Karasu Nehri ile ayrılır. Nehir bölgenin batı sınırını oluşturur. Trakya bölgesi aynı zamanda Ege Denizi' nin kuzeydoğusu bölümüne adını vermiştir. Denizin bu kısmına "Trakya Denizi" denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7185",
"len_data": 4018,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
Robert James Fischer (9 Mart 1943 - 17 Ocak 2008), Amerikalı büyükusta ve 11. Dünya Satranç Şampiyonudur. 1972-1975 yılları arasında Dünya Satranç Şampiyonu ünvanını almıştır. ABD'de doğan Fischer, vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra İzlanda'ya yerleşmiş ve parlamento kararıyla kendisine vatandaşlık takdim edilmiştir. Burada şehirden uzak bir hayat sürdüren Fischer, 2008 yılında hayata gözlerini yummuştur. ABD'nin yetiştirdiği tek dünya satranç şampiyonu olan Fischer'ın oyunlarında kullandığı stratejiler, uyguladığı kombinasyonlar, yaptığı çarpıcı hamleler ve etkileyici galibiyetleri topluca "Fischer Humması" olarak adlandırılmıştır.
Çocukluğu ve gençliği.
Fischer, 9 Mart 1943'te Chicago’da, Polonya ve Rus İmparatorluğu'ndan göçmüş Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 1945 yılında annesi ile babasının boşanmasından sonra annesi ile birlikte taşındıkları Brooklyn’de büyümüştür. Satrancı 6 yaşındayken öğrenen Fischer, kısa zaman içinde bir satranç fanatiği haline gelmiş ve "Yapmak istediğim tek şey satranç oynamak" sözlerini sarf etmiştir.
Henüz 13 yaşında ABD Gençler Şampiyonu olarak bu unvanı kazanan en genç satranç oyuncusu unvanını elde eden Bobby Fischer, satranç tarihine adını yazdırmıştır. 14 yaşında “En Genç ABD Şampiyonu” unvanını kazanarak dikkatleri üzerine çeken Fischer, 1958 yılında, 15 yaşındayken uluslararası satranç tarihinin en genç büyükustası (Grandmaster) unvanını alan oyuncu olmuştur.
Dünya şampiyonu oluşu ve unvanını kaybetmesi.
Fischer, 1972 yılında İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te Dünya Satranç Şampiyonu Boris Spassky’i 2-0 gerideyken 12.5-8.5 yenerek Dünya Şampiyonu olmuş ve Sovyetlerin bu alandaki hakimiyetine son vermiştir. Soğuk Savaş nedeniyle bu maç dünyada büyük yankı uyandırmıştır.
1975 yılında Anatoly Karpov ile unvan maçı yapması beklenen Fischer, Uluslararası Satranç Federasyonu FIDE’ye maçın oynanabilmesi için bazı koşulların yerine getirilmesini istemiş, aksi halde maça çıkmayacağını söylemiştir.
Fischer'ı reddeden FIDE, unvan maçı yapılmadığı halde Karpov’u yeni Dünya Şampiyonu ilan etmiştir. Bu olaydan sonra Fischer kayıplara karışmış, yaklaşık 20 yıl ortalarda görünmemiştir.
Fischer satrancı.
1996 yılında Bobby Fischer, kendi adıyla anılan yeni bir satranç varyantı olan **"Fischer satrancı"**nı (ya da diğer adıyla Chess960) ortaya koymuştur. Bu satranç türünde, piyonlar klasik satrançtaki gibi yerleştirilmekle birlikte, arka sıradaki taşlar (vezir, kale, fil, at ve şah) kura yöntemiyle rastgele bir dizilimde yerleştirilmektedir. Ancak dizilimler belirli kurallara (örneğin şah ile kalelerin rok yapabilmesini ve filler ile vezirin farklı renk karelere yerleşmesini sağlayacak biçimde) uygun olmak zorundadır.
Fischer, bu sistem sayesinde oyuncunun hamle derinliği, stratejik düşünme becerisi ve doğaçlama yeteneğinin daha belirgin şekilde ortaya çıkacağını savunmuştur. Aynı zamanda, klasik satrançta büyük yer tutan açılış teorisi hazırlıklarının bu sistemde geçerliliğini yitireceğini ve böylece oyunun daha yaratıcı ve adil bir zeminde oynanacağını öne sürmüştür.
Kanun kaçağı oluşu.
BM'nin, Yugoslavya'ya uyguladığı ambargoyu delerek 1992 yılında gizlice ülkeye girip bir satranç şampiyonasına katılan Fischer, o tarihten bu yana "kanun kaçağı" olarak yaşamıştır.
Fischer, o yıl ABD hükûmetinin karşılaşma yapmama taleplerine meydan okumuş ve hükûmetin kendisine gönderdiği resmi yazıya tükürerek cevap vermiştir. Bu olayın sonucunda da eski rakibi Spassky ile Karadağ'ın açığında bulunan bir adada satranç karşılaşması yapmıştır. Spassky'yi 20 yıl sonra, 10-5 yenen Fischer, 3,35 milyon dolar para ödülü kazanmıştır.
Japonya'da yakalanışı.
Bobby Fischer'ın 12 yıllık kaçak hayatı Japonya'nın Narita Uluslararası Havalimanı'nda son bulmuştur. Kendisine ait olan ancak suçlamalar yüzünden ABD tarafından iptal edilen "geçersiz bir pasaportla" Japonya'dan Filipinler'e geçmeye çalışırken yakalanmıştır. Başkent Tokyo'da yakalanan Fischer, 9 ay gözaltında tutulmuştur ve Mart 2005 tarihinde İzlanda vatandaşlığına geçmiştir.
1992 yılından bu yana çok çileli bir hayat sürdüren, ülkeler arasında dolaşıp duran ve sığınacak ülke arayan Fischer, İzlanda'dan önce Japonya'da bir kaçak olarak gözaltında tutulup suçlu muamelesi görmüştür. Japonya'da işlediği suç, “geçerli bir pasaporta sahip olmadan ülkeyi terk etme teşebbüsü” olarak belirtilmiştir. Bunun sebebi ise Fischer'ın yıllardır kullandığı pasaportu, kendisinin haberi olmadan Amerikan Büyükelçiliği tarafından iptal edilmiş, bu da Japon yetkililere bildirilmiştir. Japon yetkililer bundan dolayı Fischer'ı tutuklamıştır ancak bu arada devreye İzlanda girmiş ve Fischer'a vatandaşlık vererek kendisini bu durumdan kurtarmıştır.
Fischer, o tarihten bu yana kendisini yakalamak, tutuklayıp cezalandırmak isteyen Amerika'dan kaçmış; Japonya, Macaristan ve Filipinler gibi ülkelerde satrançsever dostlarının himayesi altında firari bir hayat yaşamış ve yakalanmamaya gayret etmiştir.
Anti-Amerikancılık ve Anti-Semitizm iddiaları.
Kanun kaçağı yılları içerisinde Fischer, ikinci bir suç daha işlemiştir. İkinci suç, resmî kanuna aykırı bir suç değildir; bu suç 11 Eylül saldırıları ve Yahudiler hakkında sarf ettiği birtakım sözler ve değerlendirmelerdir.
11 Eylül 2001 günü Filipinler'de yayın yapan bir radyoya saldırıları yorumlarken şöyle dedi: "Ne kadar güzel haber bu. Ben bu saldırıyı alkışlıyorum. Amerika ve İsrail yıllardır Filistinlileri öldürüyorlar, soyuyorlar; ama bunlar kimsenin umurunda değil. Şimdi iş tersine tepiyor... Amerika yeryüzünden silinmeli."
Fischer, kendisi de anne tarafından Yahudi olmasına rağmen Yahudi karşıtı ifadeleri ile tepki çekmiştir.
Ölümü.
Fischer'ın, 17 Ocak 2008'de Reykjavík'de bir hastanede öldüğü, aile dostu Gardar Sverrisson tarafından bildirilmiştir. Ölümünün nedeni bilinmemektedir. Bobby Fischer, öldüğünde Amerika değil, İzlanda vatandaşıydı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7192",
"len_data": 5844,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.48
}
|
Amerika Birleşik Devletleri başkanı, Amerika Birleşik Devletleri'nin devlet ve hükûmet başkanıdır. Seçiciler Kurulunu oluşturan ikinci seçmenler tarafından dört yıllık bir dönem için seçilen başkan, anayasaya göre ayrıca yürütme erkinin başı ve ABD Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanıdır. İlk başkan, Seçiciler Kurulunun oy birliğiyle seçilmiş George Washington'dır. Görevde olan başkan, görevine 20 Ocak 2025'te başlamış Donald Trump'tır. Makamda, oluşturulduğu 1789'dan beridir 47 başkanlık dönemi boyunca 45 kişi hizmet vermiştir. Dönem sayısının, başkan sayısından iki fazla olma sebebiyse hizmet ettiği iki dönemin arasında birer dönem ara bulunan iki kişinin olmasıdır: Grover Cleveland 22. ve 24. ABD başkanı olarak sayılırken, Donald Trump ise 45. ve 47. ABD başkanıdır.
William H. Harrison'un 1841'de başlayan başkanlık dönemi, makam sahibinin 31 gün sonra ölmesi sebebiyle en kısa sürenidir. En uzunu, 12 yıldan fazla süre boyunca başkan kalan ve dördüncü döneminin başlamasından bir süre sonra ölen Franklin D. Roosevelt'tir. 1951'de yürürlüğe giren Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın 22. değişikliği sebebiyle, artık hiçbir kişi iki dönemden fazlası için seçilememektedir. Bir başkasının seçilmesine rağmen, ilgili başkanlık döneminin iki yıldan fazlasını başkan olarak üstlenmiş biri varsa o kişi de yalnızca bir defalığına seçilebilmektedir.
Görev süresindeyken dört başkan doğal sebeplerden ölmüştür (William H. Harrison, Zachary Taylor, Warren G. Harding ve Franklin D. Roosevelt), dördü suikaste uğramıştır (Abraham Lincoln, James A. Garfield, William McKinley ve John F. Kennedy) ve birisi istifa etmiştir (Richard Nixon). John Tyler, William H. Harrison'ın ölümüyle birlikte başkanlık görevini üstlenen ilk başkan yardımcısıdır ve Harrison'ın kabine üyelerinin istifalarının ardından dönem içerisinde kendi kabinesini kurmuştur.
Siyasi partiler, anayasada belirtilmemelerine rağmen ülke siyasetinde rol oynamaktadır. Anayasa yürürlülüğe girdiği sırada herhangi bir organize partiye sahip olmayan ABD'de ilk parti örgütlenmeleri Washington dönemi sırasında farklı ekonomik ve siyasi fikirlere sahip hiziplerin çatışmaları sırasında görülmektedir. O dönemde federalistler hazine bakanı Alexander Hamilton etrafında toplanırken antifederalistler dışişleri bakanı Thomas Jefferson ve fikirlerini desteklemekteydi. Tarafsız kalmayı isteyen Washington, başkanken herhangi bir siyasi partiyi temsil etmemiş tek kişidir.
Yaşayan eski başkanlar.
itibarıyla yaşayan dört eski başkan bulunmaktadır:
Jimmy Carter (1924-2024), 29 Aralık 2024'te 100 yaşında hayatını kaybederek ölen son eski ABD başkanı olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7211",
"len_data": 2624,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Arda Denkel (6 Temmuz 1949, Ankara - 21 Mayıs 2000, İstanbul), Türk filozoftur.
Hayatı.
İlk yılları ve eğitimi.
6 Temmuz 1949'da Ankara'da doğdu. 1968'de Saint Benoît Lisesi'ni bitirdi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünde lisans eğitimine başladı. Lisans eğitimi sırasında; Teo Grünberg, Hüseyin Batuhan ve Cemal Yıldırım gibi filozofların derslerine katıldı. Buradan 1972'de mezun oldu ve Oxford Üniversitesi'nde Peter Strawson'ın danışmanlığında dil felsefesi üzerine doktora yapmaya başladı. 1977'de "Communication and Meaning" başlıklı tezi ile doktora derecesini aldı ve Türkiye'ye döndü.
Kariyeri.
Türkiye'ye dönüşünün ardından aynı yıl Boğaziçi Üniversitesi Beşerî Bilimler Bölümünde çalışmaya başladı. 1982'de Boğaziçi Felsefe Bölümünün kurulmasında büyük rol oynadı ve bölümün ilk başkanlığını yaptı. 1988'de profesör oldu. Hastalandığı 1999 tarihine dek Boğaziçi Üniversitesi'nde görev yapmaya devam etti. 1985 ve 1989'da Wisconsin Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 1994 yılında Uludağ Üniversitesi'nde, 1995-97 yılları arasında Koç Üniversitesi'nde ders verdi.
Denkel; dil felsefesi, ontoloji, epistemoloji, zihin felsefesi ve felsefe tarihi konulu eserler üretmiştir. "Philosophia", "Philosophy and Phenomenological Research", "Australasian Journal of Philosophy", "Philosophical Quarterly", "Mind" ve "Philosophical Papers" gibi dergilerde makaleleri; Cambridge University Press'ten de "Object and Property" isminde bir kitabı yayımlanmıştır. Türkiye Bilimler Akademisi'ne üye seçilen ilk filozoftur. Türkiye'de analitik felsefenin yaygınlaşması amacıyla çalışmalar yapmış; Avrupa Analitik Felsefe Topluluğu'nda yürütme kurulu üyeliği ve Türkiye temsilciliği görevlerinde bulunmuştur. "Felsefe Tartışmaları" dergisinin kurulması için uğraşmış ve derginin uzun süre genel yayın yönetmenliğini üstlenmiştir.
Ölümü, özel hayatı ve hatırası.
Denkel; 21 Mayıs 2000'de, 50 yaşında, beyin tümörü yüzünden İstanbul'da öldü. Ayşegül Denkel ile evliydi. Çiftin, Esi isminde bir kızları vardı. Ölümü sonrasında; meslektaşları, "Arda Denkel'in Ardından: Anılar, Düşünceler, Tartışmalar" isimli bir hatıra kitabı yayımladı. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü; 2015'ten itibaren, "Arda Denkel Festivali" düzenlemeye ve festival kapsamında "Arda Denkel Ödülleri" vermeye başladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7217",
"len_data": 2330,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.41
}
|
Uruguay veya resmî adıyla Uruguay Doğu Cumhuriyeti (İspanyolca: "República Oriental del Uruguay"), Güney Amerika'nın güneydoğusunda bulunan ülkedir. Batı ve güney batısında Arjantin, kuzeyi ve kuzeydoğusunda Brezilya bulunan ülke yaklaşık 176.000 kilometrekarelik bir alana sahiptir. Coğrafi olarak Surinam'dan sonra Güney Amerika'ın en küçük ülkesidir. Nüfusu 3,51 milyon olan Uruguay'da, başkent Montevideo yaklaşık 1,8 milyon kişiye ev sahipliği yapmaktadır.
Bölgeye 13.000 yıl önce avcı toplayıcı insanlar tarafından yerleşildiği bilinmektedir. İspanyollar ve Portekizliler bölgeye gelip sömürge imparatorluğu kurmadan önce Charrúa, Guaraní ve Chaná adı verilen yerel halklar yaşamaktaydı. Bu dönemlerde Colonia del Sacramento gibi ilk yerleşimler kuruldu.
Uruguay, Portekiz ile İspanya ve daha sonra Arjantin ve Brezilya arasında dört yönlü bir mücadelenin ardından 1811 ve 1828 yılları arasında bağımsızlığını kazandı. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar yapılan ekonomik ve sosyal reformlar sayesinde ülke "Amerikanın İsviçresi" olarak anılmaktaydı. Bununla birlikte ekonomik krizler, 1960'lı yıllarda aşırı solcu örgütlerin sokaktaki gerilla savaşları, 1973 yılındaki askeri darbe ve ardından 1985 yılına kadar kurulan askeri diktatörlük hükümeti yaşandı. Uruguay günümüzde demokratik anayasal cumhuriyettir.
Ülke günümüzde İGE, GSYİH büyümesi, inovasyon ve altyapı açısından Arjantin ve Şili'den sonra kıtadaki en iyi üçüncü ülkedir. Kürtaj, eşcinsel evliliği, esrar üretimini, satışını ve tüketimini yasallaştırma politikasını kabul eden, dünyada sosyal açıdan en ilerici olan ülkelerden biri olarak kabul edilir. Uruguay; Birleşmiş Milletler, Amerikan Devletleri Örgütü ve MERCOSUR gibi kuruluşların kurucu üyesidir.
Tarih.
Uruguay, 1516 yılında İspanyol Juan Diaz de Solis tarafından keşfedilmiştir. Ülke halkını o zamanlar Çarrua yerlileri meydana getiriyordu. 1624'ten itibaren İspanyollar ülkeye yerleşmeye başladı. 18. yüzyılda Uruguay İspanya'nın Rio de la Plata genel valiliğine bağlandı. 1811'de Josè Gervasio Artigos liderliğinde bağımsızlık hareketleri başladı.
25 Ağustos 1828'de Uruguay bağımsızlığını elde etti. Bundan sonra ülkede Coloradolar (İspanyolca kırmızı renk) olarak bilinen liberaller ve Blancolar (İspanyolca beyaz) olarak bilinen muhafazakarlar arasında siyasi çekişme başladı. Colorado-Blanco çatışması ülkeyi 1839-1851 yılları arasında iç savaşa sürükledi. 1852'de Coloradolar iktidarı ele geçirdiler. Uruguay 1865-1870 yıllarında Paraguay'a karşı Brezilya ve Arjantin'le ittifak yaparak kanlı bir savaşa girdi. Paraguay'ın yenilmesi ile Uruguay'ın kontrolü Coloradolara kaldı.
Her ne kadar Uruguay'da uzun zamandan beri Komünist Partisi varsa da, bu parti 1960 ve 1970 yılları arasında işçi hareketlerini yönlendirmeye başladı. Ekonomik durgunluk, enflasyon, sel baskınları ve 1967'deki kuraklık ve 1968'deki genel grev hükûmeti devalüasyon, fiyat ve ücret kontrolü yapmaya zorladı. Tuparmarolar (solcu gerillalar) 1970 yıllarında tedhiş hareketlerini artırdılar. Şiddet eylemleri devam ederken başkan Juan Maria Bordaberry, 20 Şubat 1973'te askeri idareyi kabul etti. Temmuz ayında Kongreyi feshederek yerine Devlet Konseyini kurdu. 1974 yılında, askerler sıkı baskı tedbirleri uygulayarak Tupamaroları tamamen sindirdiler. 1976'da başkan Bordaberry askerler tarafından azledildi. 1980'de askeri rejim normal düzene geçmek için yeni bir anayasa hazırladı. Bu anayasa Kasım 1980'de halk oylamasına sunulduğunda kabul edilmedi. 1981'de General Gregorio Alvarez başkan olarak iktidarı ele aldı. 1981'den sonra çok partili parlamenter sisteme geçiş için hazırlıklar başladı ve 1984'te yapılan seçimlerde. Julio Maria Sanqulmetti başkan seçildi. Yüksek dış borçlar, ekonominin rayına oturtulmasına mani oldu.
Coğrafya.
Kuzeydeki yüksek araziler hariç, Uruguay toprakları dalgalı, yeşillik ovalar ve alçak tepelerle kaplıdır. Kuzey dağlık olmakla birlikte ülkenin en yüksek noktası olan Cerro Mirador (540 m) güneydedir.
Uruguay akarsular bakımından oldukça zengindir. Fakat çoğu, Negro ve Uruguay nehirleri hariç kısa olup, ulaşım bakımından büyük bir önem taşımaz. Doğuda Mirim Gölü, ülkeyi Brezilya'nın güney kıyı ucundan ayırır.
Uruguay'ın yaklaşık dörtte üçü otlaklarla kaplıdır ve sadece %3'ü ormanlıktır. Ormanlar palmiye, meşe, sedir, manolya, söğüt ve aksalkım gibi ağaçları ihtiva eder. Amerikan devekuşu, geyik, tilki, susamuru ve ayıbalığı ülkenin başlıca vahşi hayvanlarıdır. Belli başlı yeraltı zenginlikleri mermer ve granittir.
İklim.
Uruguay'da ılıman bir iklim hüküm sürer. Köppen iklim sınıflandırmasına göre ülkenin tamamına yakınında ılıman dönencealtı iklimi (Cfa) hakimdir. Sıcaklık ortalaması Ocak ve Şubat aylarında 22 °C, Temmuz aylarında 10 °C'dir. Yağmur en fazla Nisan ve Mayıs aylarında yağar. Yıllık yağış miktarı yaklaşık 890 mm civarındadır. Yaz aylarında sık sık fırtınalar olur. Mayıstan ekime kadar sis yaygın olarak görülür. Fakat nadiren bütün gün boyunca devam eder.
İdari yapılanma.
Uruguay, 19 adet ile bölünmüştür.
Ekonomi.
Ülke topraklarının büyük bölümü otlaklarla kaplı olduğundan hayvancılık gelişmiştir. En çok sığır ve koyun yetiştirilir. Ülke topraklarında yetiştirilen belli başlı bitkiler; mısır, buğday, turunçgil meyveleri, pirinç, yulaf ve keten tohumudur.
Ülkede tarımla ilgili olarak, et paketleme, yün, sanayi, şeker sanayii ve un fabrikaları yer alır. Küçük çapta mühendislik ve elektrik malzemeleri firmaları ve kimya tesisleri vardır. Ayrıca küçük çelik ve alüminyum için hadde fabrikaları bulunur. Uruguay'da bilinen petrol veya maden kömürü yatakları mevcut değildir. Bundan dolayı ısıyla çalışan tesisler ve motorlu araçlar tamamen yakıt ithalatına bağlıdır.
Karayollarının uzunluğu 52.000 km olup, bunun 11.960 km'si asfalttır. Demiryolu ağı yaklaşık 3000 km'dir. Montevideo'da yer alan büyük bir milletlerarası havaalanı vardır.
İhraç mallarının başlıcaları et ve et ürünleri, yün, tekstil ürünleridir. Hammaddeler ve makineler imalat sanayi için ithal edilen belli başlı mallardır. Hidroelektrik zenginlikleri artmasına rağmen, ülke petrol ithalatına bağımlı olmaya devam etmektedir. Ticaret yaptığı ülkelerin başlıcaları Brezilya, ABD, Arjantin, Irak ve Almanya'dır.
Demografi.
3.017.000 nüfuslu Uruguay'da halkın büyük bölümü (%83) şehirlerde yaşar. Nüfusun yarıya yakın kısmı (1.260.000) başkent Montevideo'dadır. Salto ve Montevideo dışında başka nüfusu 100.000'i geçen şehir yoktur. Diğer önemli yerleşim merkezleri Paysandu, Mercedes ve Fray Bentos'tur. Bu kentlerin hepsi Uruguay Nehri'nin kenarına kurulmuştur.
Uruguaylıların çoğu son yüzyıllık bir dönemde Avrupa'dan göç edenlerin soyundan gelir. Bunların çoğu İspanyol ve İtalyan asıllıdır. Ayrıca bir miktar Alman, Doğu Avrupa ve İngiliz asıllı vardır. Avrupa asıllılar nüfusun %89'unu teşkil eder. Geri kalan nüfusun %9'u melez, %2'si Afrika asıllıdır. Ülkenin resmi dili olan İspanyolca herkes tarafından konuşulur.
İlköğretim zorunlu olup, halkın %94'ü okuma-yazma bilmektedir. Ülkede iki üniversite bulunmaktadır. Çoğu Latin Amerika ülkelerinin aksine Uruguay'da çok düşük bir nüfus artışı görülür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7221",
"len_data": 7060,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Böcekler (Latince: "insectum") eklem bacaklılar (Arthropoda) şubesinin sınıfı ve tür ve takson bakımından en kalabalık hayvan sınıfıdır.Genellikle trake solumu yaparlar ve 1.000.000'dan fazla olan tür sayılarıyla Dünya'daki en fazla türe sahip canlılardır. Dünya'nın hemen hemen her yerinde bulunur ve bazen çok yoğun popülasyonlarda görülebilirler. Her yıl birkaç bin böcek türü tanımlanmaktadır. Toplam tür sayısının 2.000.000 (eski tahminler) ila 30.000.000 (daha güncel tahminler) kadar olduğu tahmin edilmektedir. Tür, cins, familya gibi taksonomik kategoriler bakımından 6-10.000.000 sayıya ulaşırlar ve Dünya'daki hayvanların %90 kadarını oluştururlar.
Türce en zengin böcek familyası cepkenli böcekgiller (Staphylinidae) familyasıdır. 2010 verilerine göre 56.768 türle canlılar arasında en çok tür barındıran familyadır. İkinci büyük böcek grubu hortumlu böcekgiller (Curculionidae) familyasıdır.
İnsanlar tarafından evcilleştirilen bal arısı ve ipek böceği gibi türleri bulunduğu gibi, bazı türleri de Dünya'nın muhtelif yerlerinde, özellikle de Meksika'da doğrudan besin olarak kullanılırlar.
Terminoloji.
"Böcek" adının Türkçede Insecta üyeleri için yoğun olarak kullanılması türlerinin çokluğu yüzündendir. Türkçenin tarihi gelişimi içinde böcek adı, Insecta dışındaki eklem bacaklıları da kapsayacak kadar geniştir. Bu kullanımı halk dilinde hâlâ görmemiz mümkündür. Insecta dışındaki eklem bacaklıları hatta diğer omurgasızları terim dışı olarak "böcek" adıyla anmak o kadar da yanlış sayılmamalı. Bu, adlandırmalarda kendini belli eder: kabuklulardan tespih böceği, örümceğimsilerden uyuz böceği, karından bacaklılardan sümüklü böcek gibi.
Takımın Latince bilim adı "Insecta" kelimesi Yunanca: ἔντομον [éntomon] "parçalar halinde doğramak" kelimesinin 1600'lü yıllarda Latinceye "insectum" biçimindeki çevrilmesinden gelir. Yunanca kelime bugün 'böcek bilimi' ya da 'böcek bilim' de denilen entomoloji adında kalmıştır.
Böcekler ve diğer böcekler.
Ayırt edici özellikler.
Genel konuşmada böcekler ve diğer karasal eklem bacaklılara sıklıkla "'böcekler" denir.
Böcek bilimciler bir dereceye kadar "böcekler" adını dar bir "gerçek böcek" kategorisi olan Hemiptera takımından, örneğin ağustos böcekleri ve kalkan böcekleri gibi böcekler için saklarlar. Kırkayaklar, çıyanlar, tahtakuruları, örümcekler, akarlar ve akrepler gibi diğer karasal eklembacaklılar, eklemli dış iskeletleri olduğundan bazen böceklerle karıştırılırlar. Yetişkin böcekler, göğüste iki çifte kadar kanat bulunan tek eklembacaklıdır. Kanatlı olsun ya da olmasın, yetişkin böcekler baş, göğüs ve karın olmak üzere üç parçalı vücut planlarıyla ayırt edilebilirler; göğüste üç çift bacakları vardır.
Çeşitlilik.
Böcek türlerinin toplam sayısına ilişkin tahminler önemli ölçüde farklılık göstermektedir ve bu da yaklaşık 5,5 milyon böcek türünün var olduğunu ve bunlardan yaklaşık bir milyonunun tanımlandığını ve adlandırıldığını göstermektedir.
Bunlar, hayvanlar, bitkiler ve mantarlar dahil olmak üzere tüm ökaryot türlerinin yaklaşık yarısını oluşturur.
En çeşitli böcek takımları Hemiptera (gerçek böcekler), Lepidoptera (kelebekler ve güveler), Diptera (gerçek sinekler), Hymenoptera (eşek arıları, karıncalar ve arılar) ve Coleoptera (böcekler), her biri 100.000'den fazla tanımlanmış türe sahiptir.
Genel tanımlama.
Kural olarak karasal hayvanlar olmakla beraber, derin denizlerin dibi dışında tüm biyotoplara uyum yapmış birçok türe sahiptir. Kutuplardan okyanuslara kadar hemen her ekosistemde ayakta kalmayı başarabilmiş canlılardır. Canlılar aleminin belki de en kalabalık sınıfıdır. Bu sınıfta 32 takım yer almaktadır.
Dış iskelet bulunur. Büyüme esnasında dış iskeletin neden olduğu kısıtlama, deri değişimi ile telafi edilir. Vücutlarında sadece çizgili kas bulunur, bu yüzden çok hızlı hareket ederler. Solunum trake sistemiyledir. Açık dolaşım sistemi görülür. Vücutta dolaşan solunum sıvısı "hemolenf" adını alır ve çoğunlukla renksiz, bazen de soluk yeşil-sarı renktedir. Vücutları bez bakımından zengindir. Çekici veya itici koku, mum, zehir, ipek, yağ, tükürük, antikoagülan madde gibi birçok maddeyi salgılamak üzere özelleşmiş çok sayıda bez taşırlar. Duyu organları ve sinir sistemleri iyi gelişmiştir. Birçok grupta, özel görevleri olan duyu organlarına rastlanır (yeri geldikçe açıklanacaktır). Avlanmak veya avcılarından korunmak için son derece başarılı uyumlar kazanmışlardır. Renklenmeleri büyük çeşitlilik gösterir. Bazılarında ışık çıkarma özelliği görülür.
Kural olarak yumurta ile çoğalırlar ve gelişmelerinde çoğunlukla bir metamorfoz görülür.
Bazı gruplarda koloni hâlinde sosyal yaşam örnekleri görülür. Yaşam ve beslenme şekillerine göre, ağız parçaları, anten ve bacak yapıları farklılık gösterir.
Morfoloji ve fizyoloji.
Vücut örtüsü.
Vücut örtüsü ("integument"): Embriyonik olarak iki tabakaya ayrılır. Üstte ektoderm kökenli epidermis ve "kaide zarı"; altta peritondan meydana gelmiş, hücreli ince bağdoku yapısında ve kasların üzerine yığılmış olarak duran "kutis" bulunur. Vücut örtüsü dıştan içe doğru şu katmanlara ayrılır:
Baş bölgesi.
Baş ("caput"): Embriyonik olarak kaç segmentten yapıldığı tartışmalıdır. Başta bulunan segmentlerin her biri ayrı bir üye taşımadığından, ayrıca segmental gangliyonlardan bazıları da birbiriyle kaynaştığından dolayı, köken olarak segment sayısı kesin olarak söylenemiyor. 5 (en fazla 6) segmentten oluştuğu varsayılmaktadır:
1. "preantennar": Embriyonik evrede görülür.
2. "antennar": Duyargalar bu segmentteki gangliyona bağlıdır.
3. "intercalar"; 4. "mandibular"; 5. "maksillar": Baştaki iç organları içine alan sert bir kapsül şeklinde birbiriyle kaynaşmıştır. Bağlantı yerlerine stur denir. Sturlar arasındaki alanlar alın ("frons"), tepe ("vertex") ve yanaktır ("genae").
6. "labial"
Duyargalar ("antennae"): Kamçı şeklinde bulunan duyargalar içtençenelilerdeki gibi gerçek segmentli değildir. 3 bölümden oluşur. Kaide ("scapus"), ara bileziği ("pedicellus") ve kamçı ("flagellum"). Böceklere özgü duyu organı olan Johnston organı, "pedicellus" bölümünde bulunur.
Gözler: Optik sistemlerine göre 2 çeşit göz tanımlanır:
Renk görme: Böcekler 300-650 nm lik dalga boylarındaki ışınları algılarlar. Örnek olarak, Bal arısı ("Apis mellifera") bu bant aralığında sarı, mavi-yeşil, mavi ve morötesi ışınları algılamalarına karşın, kelebeklerin aksine, kırmızıyı algılayamazlar. Ancak kırmızı çiçeklere, bu çiçekler mor ışınları yansıttığı zaman giderler. Güneş ışınlarındaki morötesi ışınları absorbe eden beyaz çiçekleri, morötesi ışının komplementeri olan mavimsi-yeşil; vişneçürüğü çiçekleri ise mavi olarak görürler. Bazı böceklerin (örn. "Carausius morosus" ve bazı kın kantlılar) renk görme yeteneği yoktur.
Ağız parçaları: Gerçek ağız üyeleri üst dudak ("labrum"), üst çene ("mandibul"), alt çene ("maxilla") ve alt dudak ("labium")tan oluşur.
Konumuna göre:
İşlev bakımından:
Boyun ("cervix"): Başa derimsi bir zarla yapışmıştır. Başla göğüs arasında sınırları belirsiz zarımsı bölgedir. Boynun ön kısmı başın son segmentine, arka kısmı ise göğsün ilk segmentine aittir.
Göğüs bölgesi.
Göğüs ("thorax"): Baş ile karın arasında bulunur. Yapıları birbirinden farklı olan üç segmentten oluşur: 1. " prothorax"; 2. "mesothorax"; 3. "metathorax". Son iki segmente birlikte "pterothorax" denir ve kanatlar buraya bağlanır. Yönlerine göre 1. "sternum" (göğsün karın tarafı); 2. "pleurum/pleura" (göğsün yan tarafları); 3. "tergum/tergi" (göğsün sırt kısmı) adlarını alır.
Bacaklar ("arthropodium"): Her göğüs segmentinde bir çift olmak üzere toplam 3 çift bacak bulunur. Köken olarak, vücut yan duvarlarının segmentsiz uzantılarından meydana gelmiştir. Daha doğrusu halkalı solucanların (Annelida) parapodiumlarından türemiş, yere daha iyi dayanabilmek için zamanla karın tarafına doğru kaymışlardır (< A. Demirsoy, "Yaşamın Temel Kuralları", sa:46). Bacak segmentleri birbirlerine ya esnek bir zarla ya da birbirine uyabilen bir eklem oluşumuyla bağlanırlar. Bacağın vücuda bağlandığı yere kalça ("coxa") denir. Daha sonra sırasıyla uyluk bileziği ("trochanter"), uyluk ("femur"), baldır ("tibia") ve ayak ("tarsus") kısımları gelir. En uçta çift tırnaktan oluşan pençe ("ungues") yer alır. Tırnaklar arasında, çoğunluk derimsi yapıda, bazen sırt tarafı kitinleşmiş "arolium" denen bir balon vardır. Dinlenme sırasında simetrik olarak ön bacaklar öne, orta ve arka bacaklar geriye uzanacak şekilde durur. Böcekler bacak-ayak uçlarında yürürler. Bitler ise pençeye dayanarak yürürler.
Bacak tipleri:
Kanatlar: Hayvanlar âleminde kanatlar ilk önce böceklerde çıkmıştır ve bunlar uçabilen tek omurgasız grubudur. Kuşlar ve yarasalardaki gibi ön üyelerin değişmesiyle oluşmamıştır. Pterothorax'ta bulunurlar. Kas ve segment taşımadıklarından üye olarak kabul edilmezler.
Boyuna (kaideden uca uzanan) damarların hepsi trake taşır. Bu trakeler bacaklara giden trakelerden türemiştir. Enine damarlar kanadın sağlamlaşması için oluşmuştur ve hiçbir zaman trake taşımazlar.
Kelebeklerde kanatlar pullarla kaplanırken, hamam böcekleri ve çekirgelerde ön kanatlar ("tegmina") derimsi olarak kitinleşmiştir. Kın kanatlılarda ön (üst) kanatlar ("elitra") kuvvetlice kitinleşip koruma görevi üstlenmişlerdir. Sineklerde arka kanatlar, Stepsiptera'da ise ön kanatlar denge organına (halter) dönüşerek uçma işlevini yitirmiştir.
İkincil olarak sonradan kanat yitimi, özellikle mağara böceklerinde ve bit gibi parazitlerde (kullanma gereği duymadıkları için), yüksek dağlarda yaşayanlarda (rüzgâra kapılıp sürüklenmemek için) ve saklanarak yaşayanlarda (engellere takılıp yırtılmaması için) görülür.
Uçulmadığı zamanlarda kanatlar kulağakaçan, çekirge, hamam böceği, peygamberdevesi, kın kanatlılar gibi gruplarda katlanmış olarak dururken, pul kanatlılar, kız böcekleri, zar kanatlılar ve çift kanatlılar gibi gruplarda katlanmayıp açıkta dururlar.
Karın bölgesi.
Karın ("abdomen"): Sindirim borusunun büyük bir kısmını, kalbi ve eşey bezlerini içine alır. Ön kısmıyla göğüse bağlanır ve arkaya doğru genellikle gittikçe azalır. 11 segment ve sölom kesesi ve gangliyonu olmadığı için segment olarak kabul edilmeyen bir telsondan oluşmuştur. Karın segmentlerinde göğüste görülen gerçek üyeler ve kanatlar yoktur. Segmentleri üç ana grupta değerlendirilir:
Solunum sistemi.
Böceklerde temel solunum biçimi trake sistemidir. Altı bacaklılar (Hexapoda) ile çok bacaklılar (Myriapoda) alt şubeleri trakeliler (Tracheata) adı altında bir üst grupta toplanırlar. Çünkü her iki grupta da integümentin içeriye çökmesiyle trake sistemi oluşmuştur. Böceklerde trake sistemi her organa ulaşacak şekilde dallara ayrılmıştır. Dolaşım sisteminin solunuma katkısı pek azdır.
Özellikle iyi uçan böceklerin trake sisteminde ilave gelişmeler (trake kollarında çoğalma ve dallanma) görülür. En çok görülen şekli ana trake kollarının genişlemesiyle meydana gelen "trake keseleri" ya da "hava keseleri" denen oluşumdur. bu kesecikler, mayıs böceğinde ("Melolontha") olduğu gibi, fazla sayıda fakat küçük olabilir. Diğer taraftan bal arısında ("Apis mellifera") olduğu gibi birçok küçük hava kesesinin kaynaşmasıyla az sayıda fakat büyük yapıda hava keseleri ortaya çıkar. Hava keselerinin hepsi havanın depo edilmesi için kullanılır. Keselerden çıkan ince dallar ve borular dokulara kadar uzanır. Ayrıca bu keseler miksosölü sıkıştırmak suretiyle dolaşımı hızlandırır ve dokulara besin ulaşımının daha etkin olmasını sağlar. Trake duvarlarından kan sıvısına sızan oksijen kısmen erimiş durumda bu sıvıda taşınabilir.
Sindirim sistemi.
Sindirim organları.
Ön bağırsak: Başta bulunan ağız açıklığı ile başlar. Ektodermal stomodeumdan meydana gelmiştir. Epiteli ektoderm epiteli gibi kutikula ("intima") içerir.
Orta bağırsak ("mesenteron"): Endodermden meydana geldiği için ön bağırsakta olduğu gibi kitinle astarlanmamıştır. Genellikle önde göğüs içine kadar uzanmaz.
Son bağırsak: Ön bağırsak gibi ektodermal kökenli olduğundan kitinle astarlanmıştır. Kuvvetli yapıda iç tarafta boyuna kaslar, dış tarafta da halka kaslar bulunur.
Sindirim ve Beslenme.
Böcekler öncelikli olarak bitki yiyicisidirler. Bununla birlikte canlı hayvanlarla beslenenlerden tek tür besine özelleşmiş (örn. balmumu güvesi) beslenenlere kadar her çeşit beslenme tarzına rastlanır. Kural olarak etle beslenenlerde bağırsak en kısa, bitkiyle beslenenlerde uzun ve dışkı yiyicilerde ise en uzundur.
Besinleri genel olarak üç ana grupta toplanır: Protein, karbonhidrat ve yağ. Bu besinleri parçalamak için enzimler (amilaz, maltaz, invertaz, laktaz, proteaz, karbohidraz, peptidaz, lipaz, selülaz) salgılanır. Bazı yırtıcı (Adephaga, Planipennia) ve leşçil ("Panorpa") böceklerde dış sindirim görülür. Sindirim, çoğunlukla orta bağırsakta olur, fakat termitlerde arka bağırsaktadır. Ön bağırsakta emilme (daha çok hamam böceklerinde yağ emilir) pek azdır. Orta bağırsak emilmenin esas merkezidir.
Boşaltım sistemi.
Böceklerde boşaltım sistemi Malpighi tüpleri denen özel yapılardan oluşur. Dışkının şekli bazı türlerde (odun güvelerinde ve odun yiyen diğer bazı böceklerde) karakteristik olup tanıma anahtarlarında kullanılırlar.
Sinir ve Endokrin sistemleri.
Sinir sistemi.
Böceklerin sinir sistemi, boyuna ve enine bağlantılarla birbiriyle ilişkide olan, çok defa çift gangliyonlardan oluşmuş bir "merkezi sinir sitemi" ile, bu merkezlerden çıkarak tepkime organlarına uzanan "periferik sinirler"den ve çeşitli şekillerdeki "duyu organları"ndan meydana gelmiştir.
Sinir sisteminin yapı taşları olan sinir hücresi ("nöron") farklı bölümlerden oluşur. Hücre gövdesi ("perikaryon"), omurgalı hayvanların nöronlarından farklı olarak, birçok "glia" hücresinden meydana gelmiş birkaç tabakalı bir kılıfla örtülmüştür. Omurgalı hayvanlar için çok karakteristik olan Nissl tanecikleri (İng. "Nissl body") böceklerde pek az ya da tipik olmayan durumlarda belirgindir ve bunların perikaryon içerisindeki dağılımı da aşağı yukarı tekdüzedir. Endoplazmik retikulum, Golgi aygıtı, yaşlılık pigmentleri ve serbest ribozomlar, yalnız perikaryonda bulunmasına karşın, granüller ve mitokondriler düzenli olarak hücre uzantılarının içerisine de göç ederler. Sinir uzantıları, akson ve dendritlerden oluşur. Akson ve dendritler her iki yönde de iletim yeteneğine sahiptir. Bu iki yönlü iletimi engeleyip tek yönlü iletilmesini sağlayan yapıya sinaps denir. Merkezi sinir sisteminin sinir düğümleri gangliyonlardır. Sinir sisteminin dağılımı ("tipografisi") gangliyonlar tarafından olur. Gangliyonlar üç ana gruba ayrılır: 1. Yutak (ya da özofagus) üstü gangliyon ("cerebral ganglion"), üç bölümden oluşur: "protocerebrum, deutocerebrum, tritocerebrum". 2. Yutak (ya da özofagus) üstü gangliyon, mandibular, maksillar ve labiyal gangliyon biçiminde üçe ayrılır. 3. Vücut gangliyon zinciri, göğüs gangliyonları ve abdominal gangliyonlar diye ikiye ayrılır.
Sinir sistemi çoğu kez endokrin sistemiyle birlik oluşturur
Endokrin sistemi.
Çok hücrelilerin hepsinde hormon sistemi filogenetik olarak sinir sisteminden gelişmiştir. Bu yüzden bütün hormonal olayların denetim mekanizması yüksek organizasyonlu hayvanlarda sinir merkezlerindedir. Böceklerde bu denetim mekanizması nörosekretorik hücrelerdir.
Nörosekretorik hücreler: Böceklerde hormon sisteminin en üst düzenleyici merkezidirler. Ektoderm hücrelerinin yeteneğini saklayan nöronlar salgı meydana getirirler. Salgı, granüller ya da sıvı halinde oluşur, hücre gövdesinde ve aksonlarda biriktirilir ve sinir uyarımıyla en azında aksonlar aracılığıya iletilir ve salgılanır. Daha sonra tekrar meydana getirilir. Bu böyle döngü olarak devam eder. Sinir salgıları her zaman hemolenfe verildiği için hormon olarak kabul edilir ve nörohormon adını alırlar. Hormon ya da salgı, hücre gövdesinden, tepki yapacağı organa, bir aksonla gönderilir ve orada hemolenfe verilir.
Nörohemal organlar: Uzun zamandan beri "corpora cardiaca" 'nın böceklerin tek nörohemal organı olduğu kabul ediliyordu. Bu organ, birçok böcekte aortun açık ön kısmında bulunur; ya birbirinden ayrı çift hâlindedir ya mediyan kısımda kaynaşarak tek bir vücut olmuştur ya da hiposerebral gangliyon ile kaynaşmıştır. Diğer bir nörohemal organ Rhodnius prolixus adlı böceğin abdomen sinirinde tespit edilmiştir. Son zamanlarda yapılan birçok araştırmada yeni nörohemal organlar bulunmuştur.
Böceklerde nörohormonlarla işlevleri düzenlenmeyen birçok hormon bezi (endokrin bezi) bulunur: protoraks bezleri, ventral (ya da sevikal) bezler, perikardiyal bez.
Böcek hormonları içinde en dikkate değer olarak, larva evresini geçirmesinde etkili olan gençlik hormonu ("juvenil hormon") ile deri değiştirmesini sağlayan deri değiştirme hormonu ("metamorfoz hormonu, ekdizon hormonu") sayılabilir.
Duyusal.
Birçok böcek, kampaniform sensilla, ışık, su, kimyasallar (tat ve koku duyuları), ses ve ısı gibi uzuv pozisyonu (propriyosepsiyon dahil olmak üzere uyaranları algılayabilen çok sayıda özel duyusal organa sahiptir. Arılar gibi bazı böcekler ultraviyole dalga boylarını algılayabilir veya polarize ışığı algılayabilirken, anten (biyoloji)|erkek güvelerin antenleri]] dişi güvelerin feromonlarını bir kilometreden fazla mesafeden algılayabilir. Görsel keskinlik ile kimyasal veya dokunsal keskinlik arasında bir denge vardır, öyle ki iyi gelişmiş gözlere sahip çoğu böceğin antenleri küçültülmüş veya basitleşmiştir ve bunun tersi de geçerlidir. Böcekler sesi ince titreşen zarlar (timpan) gibi farklı mekanizmalarla algılarlar. Böcekler sesleri üreten ve algılayan ilk organizmalardı. İşitme, farklı böcek gruplarında en az 19 kez bağımsız olarak evrimleşmiştir.
Bazı mağara cırcır böcekleri hariç çoğu böcek, ışığı ve karanlığı algılayabilir. Birçoğunun küçük ve hızlı hareketleri algılayabilen keskin görüşü vardır. Gözler, basit gözler veya ocelli'nin yanı sıra daha büyük bileşik gözler de içerebilir. Birçok tür, renkli görüşle kızılötesi, ultraviyole ve görünür ışık dalga boylarındaki ışığı algılayabilir. Filogenetik analiz, UV-yeşil-mavi trikromasisinin en azından Devoniyen döneminden, yaklaşık 400 milyon yıl önce var olduğunu göstermektedir.
Bileşik gözlerdeki bireysel mercekler hareketsizdir, ancak meyve sineklerinin her merceğinin altında, fotoreseptör mikrosakkadları adı verilen bir dizi hareketle hızla odak içinde ve dışında hareket eden fotoreseptör hücreleri vardır. Bu, onlara ve muhtemelen diğer birçok böceğe, daha önce varsayıldığından çok daha net bir dünya görüntüsü verir.
Bir böceğin koku alma duyusu, genellikle antenler ve ağız kısımlarında bulunan kimyasal reseptörler aracılığıyla gerçekleşir. Bunlar, diğer böceklerden gelen feromonlar ve besin bitkileri tarafından salınan bileşikler de dahil olmak üzere hem havadaki uçucu bileşikleri hem de yüzeylerdeki koku maddelerini algılar. Böcekler, çiftleşme partnerlerini, yiyecekleri ve yumurtlayacakları yerleri bulmak ve yırtıcılardan kaçınmak için koku alma duyusunu kullanır. Bu nedenle, böceklerin binlerce uçucu bileşik arasında ayrım yapmasını sağlayan son derece önemli bir duyudur.
Bazı böcekler manyetoresepsiyon yeteneğine sahiptir; karıncalar ve arılar bunu hem yerel olarak (yuvalarının yakınında) hem de göç ederken kullanarak yön bulurlar. Brezilya iğnesiz arısı, antenlerindeki kıl benzeri sensillayı kullanarak manyetik alanları algılar.
Yaşam döngüsü.
Üreme.
Eş bulma ve kur: Dişi, erkek tarafından aktif olarak aranır. Bu aramada en etkin faktör feromonlardır. Sesle bulma, çekirge ve ağustos böceklerinde yaygındır. Kur, birçok böcekte duyargalarla dokunmayla yapılır. Pul kanatlılarda ve günlük sineklerde özel kur dansı vardır.
Çiftleşme: Kural olarak, penisin dişi organına sokulmasıyla meydana gelir. Hemiptera'da olduğu gibi sperma ya doğrudan doğruya reseptakuluım içerisine boşaltılır ya da birçoğunda olduğu gibi vajina veya "bursa kopulatriks" içerisine boşaltılır ve spermalar daha sonra kendileri reseptakulum içerisine girerler. Birçoğunda spermalar spermatofor içerisinde iletilir. Spermatofor, erkeğin yardımcı bezleri tarafından salgılanan sert bir kabukla örtülü, içerisinde spermaların bulunduğu bir kese ya da pakettir. Bu paket ya penis tarafından "bursa kopulatriks" içerisine itilir (kelebeklerde ve bazı kın kanatlılarda) ya da dişinin eşey açıklığına yapıştırılır (çekirgelerin birçoğunda). Kız böceklerinde erkeklerin ikinci abdomen segmentinde yardımcı kavuşma organları oluşmuştur. Çiftleşmede her iki eşeyde de görülen yardımcı çiftleşme organları birbirine sıkıca uyacak şekildedir. Bu organlarda meydana gelecek bir değişiklik, çiftleşmeyi başarısız kılar. Bu sebeple böceklerde tür tanımlanmasında en çok bakılan ve taksonomik özellik açısından en çok güvenilen organlar bu yardımcı çiftleşme organlarıdır. Çiftleşmenin yeri, zamanı ve süresi değişkenlik gösterir.
Yumurtlama: Böceklerin bir kısmının yavrularını canlı olarak doğurdukları ("vivipar"), bir kısmının larva ("larvipar") ya da pup ("pupipar") halinde çıkardıkları bir yana bırakılırsa, çoğu tek tek ya da paket halinde ("kokon") yumurta döker.
Gelişim.
Yumurtadan çıkış: Koryonun parçalanmasında en sık görüleni yarılma çizgisi boyunca kabuktaki incelmedir. Patlama çizgisinin oluşmadığı durumlarda larva, yumurta dişi ("oviruptor") denen kuvvetlice sklerotize olmuş çıkıntılar yardımıyla dışarı çıkar.
Yumurtadan ya ergine benzeyen (hemimetabol) nimf ya da hiç benzemeyen (holometabol) larva bir yavru çıkar. Çoğunlukla her ikisine de yani nimf'e de larva denir. Yumurtadan çıkan larva postembriyonik olarak gelişmeye devam eder. Büyüme, deri değiştirme ile olur. Son deri değiştirildikten sonra tamamen gelişmiş ergin (imago) meydana gelir. Gelişme evrelerine göre "larva, pronimf, nimf, prepup, pup" diye çeşitlere ayrılırlar. Deri değiştirme erginlikte de sürebilir (Apterygota ve Ephemeroptera).
Yarı başkalaşım ("hemimetabol başkalaşım"): Larva evresi ergine benzer. Gerçek pup evresi yoktur.
Tam başkalaşım ("holometabol başkalaşım"): Larva evresi ergine hiç benzemez. Gerçek pup evresi vardır.
Larva tipleri:
"Pup (krizalit, koza):" Larva evresi ile ergin evre arasında hareketsiz ve besin alınmayan evredir.
Başkalaşım sonrası gelişme:
Olgunlaşma:
Ergin evresi kısa olan ve bu evrede çoğunlukla beslenmeyen Ephemeroptera, Plecoptera, bazı Homoptera ile Lepidoptera türlerinde eşey bezleri, puptayken işleve hazır hâle gelmektedir ve kısa olan ömürlerini cinsel olgunlukla geçirmezler. Bir başka deyişle erginliğe ilk adımlarını attıklarında, cinsel açıdan olgunlaşmışlardır. Diğer böceklerde ise erginlik sonrası eşey bezlerinin bir olgunluk süreci vardır.
Yaşlılık devresi:
Erginlerde yaşam süresince sadece dış organlar (pul, kıl vs.) değil, aynı zamanda iç organlar da aşınır. Metabolizmanın etkinliğini kaybetmesinden dolayı atık maddelerin son türevlerinden olan pigmentlerin gittikçe çoğaldığı görülür. Birçok organ buna bağlı olarak işlevlerini büyük ölçüde yitirir. Yaşlanan böceklerde uçuş isteği azalır ve uyarılabilme yeteneği büyük ölçüde düşer. Gangliyon hücrelerinde, sitoplazma dejenerasyonu, kromatin yığılmaları ve hücre bağlantılarında gevşemeler olur. Atık maddeler atılmayıp vücutta birikir. Ölüm, beynin ölmesiyle değil, hücre metabolizmasının durmasıyla ortaya çıkar.
İletişim.
Ses üreten böcekler genellikle duyabilirler. Çoğu böcek yalnızca üretebildikleri seslerin frekansına bağlı frekansların dar aralıklı bir frekans aralığını duyabilirler. Sivrisinekler 2 kilohertz'e kadar duyabilirler. Belirli yırtıcı ve parazit böcekler sırasıyla avlarının veya konaklarının çıkardığı karakteristik sesleri algılayabilir. Benzer şekilde, bazı gececi güveler ultrasonik yayılımlarını algılayabilir ve bu da onların avlanmadan kaçınmalarına yardımcı olur.
Işık üretimi.
Mycetophilidae (Diptera) ve böcek aileleri Lampyridae, Phengodidae, Elateridae ve Staphylinidae gibi birkaç böcek biyolüminesanstır. En bilinen grup, Lampyridae ailesinden böcekler olan ateş böcekleridir. Bazı türler, flaşlar üretmek için bu ışık üretimini kontrol edebilir. İşlevleri, bazı türler eşlerini çekmek için kullanırken diğerleri avlarını cezbetmek için kullandıkları için değişir. Mağarada yaşayan "Arachnocampa" (Mycetophilidae, mantar sivrisinekleri) larvaları, yapışkan ipek ipliklerine küçük uçan böcekleri çekmek için ışık saçarlar. "Photuris" cinsine ait bazı ateşböcekleri, dişi "Photinus" türünün parıltısını taklit ederek o türün erkeklerini çekerler ve bu erkekler daha sonra yakalanır ve yutulur. Yayılan ışığın renkleri donuk maviden ("Orfelia fultoni", Mycetophilidae) bilindik yeşillere ve nadir kırmızılara ("Phrixothrix tiemanni", Phengodidae) kadar değişir.
Ses üretimi.
Böcekler çoğunlukla uzantıların mekanik hareketiyle ses çıkarırlar. Çekirgelerde ve cırcır böceklerinde bu stridülasyon ile elde edilir. Ağustos böceğiler, vücutlarında timballar ve ilişkili kaslar oluşturmak için özel değişiklikler yaparak sesleri üreterek ve yükselterek böcekler arasında en yüksek sesleri çıkarırlar. Afrika ağustos böceği "Brevisana brevis" 50 cm mesafede 106,7 desibel olarak ölçülmüştür.
"Helicoverpa zea" güveleri, şahin güveleri ve Hedylid kelebekleri gibi bazı böcekler, yarasalar tarafından tespit edildiklerini hissettiklerinde ultrasonik sesleri duyabilir ve kaçamak cevaplar verebilirler. Bazı güveler, yırtıcı yarasaları tatsız oldukları konusunda uyaran ultrasonik tıklamalar üretir (akustik aposematizm), bazı lezzetli güveler ise bu çağrıları taklit edecek şekilde evrimleşmiştir (akustik Batesian taklidi). Bazı güvelerin yarasa sonarını sıkıştırabildiği iddiası yeniden ele alındı. Yarasa-güve etkileşimlerinin ultrasonik kaydı ve yüksek hızlı kızılötesi videografisi, lezzetli kaplan güvesinin yarasa sonarını sıkıştıran ultrasonik tıklamalar kullanarak saldıran büyük kahverengi yarasalara karşı gerçekten savunma yaptığını göstermektedir.
Coleoptera, Hymenoptera, Lepidoptera, Mantodea ve Neuroptera'nın çeşitli türlerinde çok az sesler üretilir. Bu düşük sesler böceğin hareketi tarafından üretilir ve böceğin kasları ve eklemlerindeki stridülasyon yapıları tarafından yükseltilir; bu sesler diğer böcekleri uyarmak veya onlarla iletişim kurmak için kullanılabilir. Ses çıkaran böceklerin çoğu, havadaki sesleri algılayabilen timpanal organlara da sahiptir. Corixidae gibi bazı hemipteranlar, su altı sesleriyle iletişim kurarlar.
Renklenme.
Böceklere esas rengi veren deridir. Oluşumuna göre 2 gruba ayrılır:
Renklenme ve desen oluşumu: Vücut üzerinde, çoğunluk türlere özgü, çeşitli desenler bulunur. bunların şekli genellikle kalıtsal olmasına karşın, büyüklükleri ve koyulukları, çevre koşulları ve iç koşullarla denetlenebilir. kalıtsal renkler hemen her zaman simetrik olarak ortaya çıkar. Modifikasyon renklerde bu simetri bazen görülmeyebilir. Beslenmenin, sıcaklığın, eşey hormonlarının, parazitlerin renk oluşumu üzerindeki etkisi çok fazladır.
Uçma.
Uçabilen tek omurgasız hayvan grubu böceklerdir. Göğsün ("thorax") ikinci ("mesothorax") ve üçüncü ("metathorax") segmentlerinde yer alan "pterothorax" kaslarının büyük bir kısmı uçma işlevini yüklenmiştir. Epipleural kasın antigonistik etkisiyle keza subalar kasın katkısıyla büyük kanatlar katlanma yerlerinden açılarak uçmaya hazırlık yapılır. Uçma, göğüs kaslarının doğrudan doğruya ya da dolaylı etkisiyle gerçekleştirilir.
Kız böceklerinde (Odonata) iki tip kasın birleşik hareketini görmek olasıdır. Kural olarak ilkel böceklerde ya yatay (Odonata) ya da temel olarak dikey (Ephemeroptera) uçuş söz konusudur. Kanatlar kural olarak yukarıdan aşağıya doğru çırpılır. Kanatların aşağıya doğru çırpılmasında arka kanadın arka kenarı zayıf damarlı olduğu için yukarıya doğru, yukarıya doğru çırpıldığında ise aşağı doğru bükülür. Birinci durumda havaya dayanma yüzeyi büyürken, ikinci durumda dayanma yüzeyi küçülür ve dolayısıyla hayvan, toplam değer bakımından yukarıya doğru iten bir güç kazanır. Böceklerin birçoğunda yatay ve dikey uçma yetenekleri birleştirilerek her yöne uçma niteliği kazanılmıştır. Bu yetenek, kanatları kulaç atar gibi döndürmek için gelişen kaslar aracılığıyla olur. Ayrıca manevra yeteneğini artırmak ve uçuş etkinliğini yükseltmek için kanadın kaidesine yakın anal sahada ve jugumda (bazen vannusda) büyük ölçüde küçülmeler görülür.
İlkel kanatlı böceklerde her kanat çifti kendi başına bağımsız olarak çırpılır; fakat senkronize edilir ("yani her iki kanat çifti de aynı zamanda çırpılır"). Yalnız kız böceklerinde kanat çiftlerinin çırpılması alternatiftir ("yani biri diğerinden sonra çırpılır"). Bu şekilde kanat çırpan kız böceklerinin uçuş hızı çok yüksektir. Bir ön kanadını bir arka kanadını çırpan kız böceklerinde vücudun takla atmasını önleyebilmek için özellikle karında uzama görülür.
Diptera (sinekler) takımı, böcekler içinde en iyi ve en hızlı uçan böceklerdir.
Evrimsel tarih.
Bilinen ilk böcekler Geç Devoniyen'de yaşayan küçük, kanatsız eklembacaklılardı. Birçok bilim insanı, böceklerin kabuklularla yakın bir ata paylaştığını düşünüyor. 320 milyon yıl önce (Karbonifer) bazı böcekler kanat geliştirmişti. Uçan böcekler sonunda farklı kanat türleri geliştirdiler. Uçuş, böceklerin eş bulmasına, düşmanlardan kaçmasına ve yeni gıda kaynaklarına erişmesine yardımcı oldu. Kretase zamanlarında ortaya çıkan çiçekli bitkiler, nektar yiyen kelebekler ve polen yiyen arılar için yiyecek sağladı. 150 milyon yıl önce, karınca benzeri termitler, koloninin gelişmesine ve yavrularını büyütmesine yardımcı olmak için farklı bireylerin özel görevler üstlendiği "şehirler" oluşturuyordu. Daha sonra karıncalar, arılar ve yaban arıları da koloniler oluşturdu. Böcekler o kadar başarılı oldular ki, dünya artık milyonlarca böcek türüyle dolu. Başka hiçbir karada yaşayan eklembacaklı bu kadar bol veya çeşitli değildir.
İnsan besini olarak tüketimi.
Böcekler büyük bir protein kaynağı olup yağ ve diğer besin öğelerince zengindir. İnsan gıdası olarak 500 kadar böcek türünün yenildiği bilinmektedir. Bunların %40'ı Meksikalılar tarafından tüketilmektedir. Henüz dünyada yaygınlaşmayıp ulusal mutfak tadları olarak kalan, böcek yeme alışkanlığı görülebilen yerlerden bazıları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7231",
"len_data": 29799,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
Avrasya, Avrupa ile Asya'yı kapsayan coğrafi bölgeye verilen isim.
Avrasya kelimesi, Avrupa ile Asya (yani avr ile asya) sözcüklerinin birleşmesinden oluşur. Yerkürenin en büyük kıtasıdır. Adaları ile birlikte 54.759.000 km²dir. Dünya karalarının %36,2'sini oluşturur. 5 milyardan fazla nüfusu ile dünya nüfusunun %70'ini barındırır.
Avrasya'da en sıcak ve en soğuk yerler ile en kurak ve en yağışlı alanlar dahil Köppen iklim sınıflandırmasındaki tüm iklim tipleri görülmektedir.
Konumu.
Avrasya'nın uç noktalarını; kuzeyde Çelyuskin Burnu, güneyde Piay Burnu, batıda Roca Burnu, doğuda Dezhnev Burnu oluşturur. Dünyanın en yüksek noktası Everest Tepesi, karaların en alçak noktası Ölü Deniz (Lut Gölü), en derin göl Baykal, en nemli alan Çerapunçi Avrasya kıtasında yer alır. Doğu-batı uzunluğu 16.000 km, kuzey-güney genişliği 8.000 km'dir.
Avrasya, batıdan Atlas Okyanusu, doğudan Pasifik Okyanusu, kuzeyden Arktik Okyanusu, güneyden Hint Okyanusu ile çevrilidir. Avrupa ile Asya kıtaları arasında fiziki bir ayrım yoktur, jeolojik olarak Avrasya tek bir yapı kabul edilir. İnsanların 60.000 ile 120.000 yıl önce kıtaya yerleştiği kabul edilir. Büyük Britanya, İzlanda, İrlanda, Japonya, Filipinler ve Endonezya gibi adalar Avrasya tanımına dahildir.
Avrupa Asya sınırı eskiden Marmara Denizi ve Karadeniz kabul edilirken bugün Ural Dağları ve Kafkaslar sınır kabul edilir. Süveyş Kanalı Afrika ile Avrasya'yı birbirinden ayırır. Bazen bu üç kıta Afrika-Avrasya kıtası olarak bir bütün olarak değerlendirilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7242",
"len_data": 1513,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Casus belli (IPA: [ka:zus beli:]), Türkçeye "savaş nedeni" olarak çevrilebilecek Latince bir uluslararası ilişkiler terimi. Bir ülkenin savaşa girme nedenini belirtmek için kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7247",
"len_data": 184,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.21
}
|
Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın ilk romanıdır. 1970 yılında TRT Roman Ödülü'nü kazandı. Oğuz Atay'ın 25'inci ölüm yıldönümü olan 2002 yılında UNESCO, Tutunamayanlar'ı "İngilizce'ye tercüme edilmesi gereken seçkin edebiyat eseri" listesine seçti.
Çoğu yazar ve okuyucuya göre modern Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Hatta dil ve üslup itibarıyla, Türk edebiyatında bir "devrim" olarak kabul edenler de vardır.
Kitap belirli bir olayı sergilemekten çok; izlenimler, çağrışımlar, taşlamalar, ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerden oluşur. Berna Moran, bu kitabı hem içerik hem de biçimsel özellikleri bakımından Türk edebiyattında yepyeni bir evre olarak değerlendirmekte, Jale Parla ise "Don Kişot'tan Günümüze Roman" başlıklı çalışmasında modern ve postmodern roman bağlamında Atay'ın ve "Tutunamayanlar"'ın yerini belirtmektedir. Berna Moran, "Tutunamayanlar"'ı “hem söyledikleri, hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirir. Moran'a göre “Oğuz Atay’ın mizah gücü, duyarlılığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar’ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, yapıttaki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.”
Hürriyet gazetesinin pazar eki Hürriyet Pazar tarafından oluşturulan yüz kişilik jüri, "Türk Edebiyatının Gelmiş Geçmiş En İyi 100 Romanı" listesinde "Tutunamayanlar"'a ikinci sırada yer verdi.
Konusu.
Selim Işık'ın intihar ettiğini öğrenen Turgut Özben, ihmal ettiğini düşündüğü arkadaşının geçmişinin izini sürmeye ve Selim'in tanıdığı insanlar aracılığıyla onu tanımaya çalışır. Her insana farklı bir yönünü gösteren Selim'in görüntüsü, Turgut'un bu insanlarla konuşması sonucu okuyucunun ve Turgut'un gözünde netlik kazanacaktır. Romanda birçok kişi vardır ama her biri aslında Selim'in hayatındaki kişilerdir ve tüm anlatılanlar Selim Işık'ı aydınlatır. Selim Işık, "düşünen ve sorgulayan insanın" simgesidir ve bu yüzden hayata tutunamamış ve bir "tutunamayan" olmuştur.
Yıldız Ecevit'in yazdığı "Ben Buradayım..." başlıklı Oğuz Atay biyografisinin ardından, romanın pek çok otobiyografik öğe taşıdığı anlaşılmıştır. Berna Moran'a göre küçük burjuva dünyasını zekice alaya alan Atay, saldırısını, tutunanların anlamayacağı, red edeceği türden bir romanla yapar.
Romanın "yeniden" keşfedilişi.
"Tutunamayanlar," 1970 TRT Roman Ödülü'nü almasına rağmen, pek bir ilgi görmemiş ve hatta bir, iki sene sonra unutulmuştu. Oğuz Atay da "Günlük"'de "Ben, yaşarken unutulmuş biriyim." diyerek bu durumu betimlemiştir.
12 Mart 1971 Askerî Muhtırası sonrasında cezaevine giren Ömer Madra 1973 yılında, koğuşun 250-300 kitaptan ibaret kitaplığında "Tutunamayanlar"'ın birinci baskısına rastlar. Kitabın kapağı ve adı ilgisini çeker, "TRT Roman Ödülü" aldığını da görünce, adını sanını duymadığı bu yazarın, adını sanını duymadığı romanını "Tutunamayanlar"'ı okumaya karar verir. Daha ilk sayfalarından itibaren Tutunamayanlar'dan ve yazarı Oğuz Atay'dan olağanüstü etkilenir. Cezaevinden çıkar çıkmaz, Oğuz Atay ile bir şekilde iletişim kurmaya karar verir.
Ömer Madra, bu emeline hiç ulaşamaz ve Oğuz Atay ile görüşmeyi ve tanışmayı beceremez. Hapishaneden çıktıktan sonra, akademik görevinden ayrılır. Hapishanede tanıştığı Altan Öymen aracılığıyla Milliyet gazetesinde çalışmaya başlar. Madra burada Enis Batur, Oruç Aruoba ve Sevin Okyay ile birlikte "kültür servisinde" çalışmaya başlar. Burada Sevin Okyay'ın Oğuz Atay ile tanıştığını öğrenir. Bu şekilde Oğuz Atay'ın o zamana kadar kayıp olarak addedilen günlüğünün aslında kayıp olmadığını öğrenirler ve günlüğü bulurlar. 1982 yılında Oğuz Atay'ın bu günlüğü Milliyet gazetesinde tefrika hâlinde yayınlanır. Günlüğün yayınlandığı günlerde Milliyet'in tirajı 10.000 artar. Fakat Ömer Madra ve Enis Batur, gazetenin yayın yönetmenleri Altan Öymen ve Tarhan Erdem'in dahi Oğuz Atay'ı tanımadıkları, Tutunamayanlar'ı da hiç duymadıklarını fark ederler. Bu durum, "Tutunamayanlar"'ın ilk neşrinin yapıldığı 1972 yılından 1982 yılına kadar geçen sadece 10 yıl zarfında Oğuz Atay'ın tamamen "unutulmuş" bir isim olduğunu da ortaya koyar.
Ömer Madra ve Enis Batur, bu ilgi üzerine Oğuz Atay'ın ilk romanı "Tutunamayanlar"'ı İletişim Yayınları'na götürürler. İletişim Yayınları, 1984 yılının Ocak ayında Ömer Madra'nın ve Enis Batur'un önsözleriyle "Tutunamayanlar"'ı yeniden neşreder. Tutunamayanlar "yeniden" keşfedildikten ve "yeniden" yayınlandıktan sonra adeta bir patlama yaratır. 2021 yılı Nisan ayı itibarıyla 102'nci baskıya ulaşır ve Türk edebiyatının en çok satılan ve en meşhur eserlerinden biri hâline gelir. "Tutunamayanlar"'ın ardından İletişim Yayınları Oğuz Atay'ın 7 kitaptan oluşan bütün eserlerini yayınlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7248",
"len_data": 4676,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.54
}
|
Gelibolu, Türkiye'nin Çanakkale ilinin, Gelibolu ilçesinin merkezi olan yerleşim. Avrupa yakasındaki Doğu Trakya'da, kendi adını taşıyan yarımadanın güney kıyısında, Marmara Bölgesi'nin Çanakkale Boğazı'nın Avrupa tarafında, karşı kıyı Lapseki'den 3 km uzaklıkta kuruludur.
Tarihçe.
Adı, Yunancada "Güzel Şehir" anlamına gelen Kallipolis'ten gelir. Makedon şehri Kallipolis, MÖ 5. yüzyılda kuruldu. Bir deniz üssü olarak Kallipolis'in zengin bir tarihi vardır.
Ancak ilçe geçmişinin Troya kenti kadar eski olduğu varsayılmaktadır. Yörenin eski adı "Crithote"dir. Antik Çağ'da Keltler tarafından iskân edildiği için Eski Yunanca'da "Galliopolis" olarak adlandırılmıştır: Galli (Kelt) + polis (şehir) = Keltler'in şehri. Bu isim, Türkçeye de Gelibolu olarak geçmiştir.
Günümüzde Fransa, Belçika, İsviçre ve Ren kıyılarını içine alan bölgeyi ele geçirmiş ve Romalılar tarafından bu bölgeye Galya, halkına da Galatlar adı verilmiş.
Galatlar olarak adlandırılan bu savaşçı halk MÖ 281 yıllarında Trakya Krallığı'nın içinde bulunduğu bocalama döneminde Balkanlar'a, Çanakkale ve boğazlar üzerinden Anadolu'ya geçmişler. MÖ 278 yılında Anadolu'da Sakarya ve Kızılırmak havzasını kapsayan bölgeye de "Galatia" adı verilmiş.
İmparator I. Justinianus Gelibolu'yu güçlendirdi ve hâlâ bugün bile bazı Bizans kalıntılarının görülebildiği, mısır ve şarap önemli askerî depolar kurdu.
1204'teki Latinler tarafından Konstantinopolis'in alınması sonrasında Gelibolu Venedik Cumhuriyeti'nin hâkimiyetine geçti. 1204'ten 1235'e kadar Venedik Cumhuriyeti bölgeyi yönetti.
1294'te Cenevizliler civardaki bir Venedik kuvvetini yendi.
1306'da Roger de Flor idaresindeki Almogavarlar'dan oluşan bir Katalan Bölüğü Gelibolu'ya yerleşti ve liderlerinin ölümünden sonra neredeyse tüm vatandaşları katletti. Venedik ve Bizans İmparatorluğu'nun müttefik birlikleri şehri kuşattı ama tahkimatları dağıttıktan sonra 1307'de geri çekildiler.
Bizans İmparatorluğu bölgeyi 1356'ya kadar yönetti.
Osmanlı çağı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Gelibolu'yu fethi.
1 ve 2 Mart 1354 gecesi, güçlü bir deprem Gelibolu'yu ve surlarını tahrip edip savunmasını zayıflattı.
1354'teki yıkıcı depreminden bir ay sonra Osmanlılar Gelibolu'yu kuşatıp fethetti. Gelibolu, böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki ilk kalesi oldu. Sultan I. Bayezid (1389–1403) Gelibolu'da hâlâ görülen bir kale ve kule inşa ettirdi.
1366'da Bizans lehine gerçekleştirilen Savoyard Haçlı Seferi'nde Gelibolu, Bizans tarafından geri alındı ama Eylül 1376'da yeniden kuşatılan Gelibolu'yu Osmanlılar geri aldı. Gelibolu'da yaşayan Yunanlar'ın ise kalıp gündelik hayatlarına devam etmelerine izin verildi.
1416'da Pietro Loredan komutasındaki Venedikliler Gelibolu Muharebesinde Osmanlı güçlerini yendi.
Gelibolu'da Osmanlı yazarlar Ahmed Bican (ö. 1466) ve kardeşi Mehmed Bican'ın (ö. 1451) mezarları da vardır.
19. yüzyılda Gelibolu (, Edirne Vilayeti içinde Rumlar, Türkler ve Yahudilerden oluşan yaklaşık otuz bin nüfuslu ilçeydi.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Gelibolu Sancağı'na bağlı olan, Gelibolu'dan başlayarak İstanbul civarında son bulan bu coğrafyaya eskiden “Trasya” adı verilirdi.
Sancak olarak 6.457 hanede 25.889 Müslüman, 13.831 hanede 64.029 Gayrimüslim, toplamda 89.918 nüfus vardır.
Gelibolu kazası, Eceabat ve Evreşe adlı iki resmi, Bolayır ve Tayfur adlı iki fahri nahiye müdürlüğü ve kaza olarak 3608 evde 13691 Müslüman, 4.768 hanede 21.80 Rum, 188 hanede 1.032 Bulgar ve 210 hanede 1.756 Yahudi olmak üzere toplamda 38.259 nüfusa sahiptir.
Eski eserlerden, iç limanda onarılan bir havuz ve bir kule, 12 cami, 4 mescit, 2 medrese, 1 Dar-ül kur'a, 1 lise, 7 ilkokul, 1 kütüphane, 6 kilise, 2 havra, 11 tekke, Abdülhamit tarafından genişletilmiş bir Mevlevîhane, 1 muvakkithane, saat kulesi, hükûmet konağı, adliye, belediye, jandarma, askeri karantina daireleri, gazino, gazhane, reji dairesi, 10 fabrika, 1 otel, 4 han, 7 hamam, 19 yel değirmeni, 1 kiremithane ve Hamidiye adında bir asker hastanesi vardır.
Gelibolu kasabasında 22 el tezgahı vardır. Bunların 3'ünde yılda 3.000 zira kazmir, diğer 19'unda yılda 112.000 zira yelken bezi dokunur.
Kırım Savaşı (1853–1856).
1854'te Kırım Savaşı sırasında Gelibolu'da İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin önemli bir kampı vardı ve Gelibolu limanı batı Akdeniz ile İstanbul arasında bir mola yeriydi.
Mart 1854'te İngiliz ve Fransız mühendisler, yarımadayı olası Rus saldırısına karşı korumak ve Akdeniz yolunun kontrolünü güvenceye almak için 11.5 km boyunda savunma hattı inşa etti.
Birinci Balkan Savaşı (1912–1913).
Birinci Balkan Savaşı sırasında, 1913 Bolayır Muharebesi ve Osmanlı ordusunun Gelibolu yakınlarındaki Rum köylerinde savaştığı birkaç küçük çatışma yaşandı".
I. Dünya Savaşı: Gelibolu Harekatı (1914–1918).
I. Dünya Savaşı sırasında (1914-1918), Fransız, İngiliz ve müttefik kuvvetler (Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Newfoundlandlı, İrlandalı ve Hint) doğu müttefikleri Rusya'yı rahatlatmak için bir deniz yolu güvence altına almaya çalışarak yarımadada ve yakınında Gelibolu Harekatı'nda (1915-1916) savaştılar. Osmanlılar yarımada boyunca savunma tahkimatları kurdular ve işgalci kuvvetleri durdurdular.
1915'in başlarında, İstanbul Boğazı'nı ele geçirerek I. Dünya Savaşı'nda stratejik bir avantaj elde etmeye çalışan İngilizler, Fransız, İngiliz ve Britanya İmparatorluğu kuvvetlerinin yarımadaya saldırmasına izin verdi. İlk Avustralya birlikleri 25 Nisan 1915 sabahının erken saatlerinde Anzak Koyu'na çıktı. Sekiz ay süren şiddetli çatışmaların ardından son Müttefik askerleri 9 Ocak 1916'da geri çekildi.
Savaş sırasında Osmanlı'nın en büyük zaferlerinden biri olan bu sefer, tarihçiler tarafından aşağılayıcı bir Müttefik başarısızlığı olarak kabul edilir. Türkler bunu, uluslarının tarihinde ve ulusal kimliğinde belirleyici bir an olarak görürler ve sekiz yıl sonra, ilk olarak Gelibolu'da komutan olarak öne çıkan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına katkıda bulunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu, Gelibolu Yıldızı'nı 1915'te askerî bir nişan olarak tesis etti ve I. Dünya Savaşı'nın geri kalanında da bunu verdi.
Harekât, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın (veya ANZAKların) bağımsız egemenlikler olarak gerçekleştirdiği ilk büyük askerî eylemdi ve Avustralya ve Yeni Zelanda askerî tarihi için bir temel oluşturdu ve gelişmekte olan ulusal kimliklerine katkıda bulundu. Çıkarma tarihi olan 25 Nisan, "Anzak Günü" olarak bilinir. Avustralya ve Yeni Zelanda'da askerî kayıpların ve "geri dönen askerlerin" en önemli anma günü olmaya devam etmektedir.
Müttefikler tarafında, seferin destekçilerinden biri, itibarına zarar veren ve bunun onarılması yıllar süren, İngiliz Amirallik Birinci Lordu Winston Churchill'di.
Müttefiklerin Nisan 1915'teki çıkarmalarından önce, Osmanlı İmparatorluğu, Rum sakinleri Gelibolu ve çevresindeki bölgeden ve Marmara Denizi'ndeki adalardan, iç bölgelere sürdü.
Yunan-Türk Savaşı (1919–1922).
Yunan birlikleri, 1919–22 Yunan-Türk Savaşı sırasında 4 Ağustos 1920'de Gelibolu'yu işgal etti. Bu savaş, Türk Kurtuluş Savaşı'nın bir parçası olarak kabul edildi. 30 Ekim 1918'deki Mondros Mütarekesi'nden sonra "Kallipolis" adıyla bir Yunan vilayet merkezi oldu. Ancak Yunanistan, Ekim 1922'deki Mudanya Mütarekesi'nden sonra Doğu Trakya'yı terk etmek zorunda kaldı. Gelibolu, 20 Ekim 1922'de kısa süreliğine İngiliz birliklerine devredildi, ancak sonunda 26 Kasım 1922'de Türk yönetimine geri döndü.
1920'de, General Pyotr Vrangel'in Rus Beyaz ordusu'nun yenilgisinden sonra, önemli sayıda göçmen asker ve aileleri Kırım Yarımadası'ndan Gelibolu'ya tahliye edildi. Oradan birçoğu, Yugoslavya gibi Avrupa ülkelerine gitti ve buralara sığındı.
Şimdi Gelibolu yarımadasında birçok mezarlık ve savaş anıtı vardır.
Türkiye Cumhuriyeti.
1923-1926 yılları arasında Gelibolu, Gelibolu, Eceabat, Keşan ve Şarköy ilçelerini kapsayan Gelibolu Vilayeti'nin merkezi oldu. Vilayetin dağılmasından sonra Çanakkale ili'nin bir ilçe merkezi oldu.
Ulaşım.
Trakya'dan yarımadaya yalnızca Keşan'dan ana yolla veya Tekirdağ, Şarköy'den küçük dağ yollarından ve Anadolu'dan Lapseki'den Gelibolu'ya ve Çanakkale'den Eceabat'a feribotla veya 1915 Çanakkale Köprüsü'nden geçerek ulaşılır.
Gökçeada'dan (Yunanca: "İmbros") Gelibolu'ya feribotla ulaşılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7252",
"len_data": 8280,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.62
}
|
Ömer Altuğ (d. 1907; Sivas - ö. 9 Mart 1965; Sivas), Türk tamburi ve bestekâr. Ankara Radyosu sanatçılarındandır.
Özgeçmişi.
Ömer Altuğ, 1907 yılında Sivas'ta doğdu. Sivas Sultanisi'nde orta öğrenimini tamamladı. Lise eğitiminden sonra müzik tutkusu ağır bastığından, eğitimine devam etmedi ve kendini müziğe adadı. Kendi çabalarıyla öğrendiği Ud ile başladı. En çok etkilendiği kişi Tamburi Cemil Bey oldu. Klasik Türk müziği'nin, notaya dayanan kültürüne vakıftı. Bir ara, kemana da heves etti. Yatağının yanında udu, kemanı daima dururdu. Sabahları, en büyük zevki sazları ile uğraşmak olurdu. Sonradan, tambura tutuldu. Uddaki başarısını tamburda gösterebilmek için, bütün çalışmalarını bu saza döktü. Mızrabı güzeldi, artık o udi değil; Tamburi Ömer Altuğ olarak anılmaya başlamıştı. Kemanın verdiği yetenekle yaylı tamburdaki başarısı daha da üstün oldu. Bunun sonucunda da güfte, beste ve saz semaileri ortaya çıkardı.
Müziğe olan tutkusunun yanında, güzel sanatların her dalına karşı da bir eğilimi vardı. Bunlardan biri olan hattatlık ile ilgilendiği gibi, kendi yeteneği dahilinde çalışmalar yapardı. Sivas Halkevi'nde, kimi konuşmacıların yanında, müziğini icra eder, konuşmalara ayrı bir hava ve renk getirirdi. Bu olaylar onu ve kendini müziğe adamış sanatçı arkadaşlarını Halkevi'ne bağlamıştı. Artık her hafta Cumartesi günleri, Halkevi hoparlörlerinden Sivas bu müziği dinliyordu.
Çok geçmeden TRT Ankara Radyosu'nda tertiplenen, müzik folkloruyla ilgili çalışmalara Sivas Halkevi'ni de çağırdılar. Bu vesileyle, Radyoevi'nin Türk Müziği bölümünde çalışanlarla tanıştı ve kısa bir süre sonra da 1944 yılında Ankara Radyosu sınavlarını kazanarak radyonun kadrolu sanatçılarından biri oldu. Radyo sanatçılığının yanı sıra Milli Savunma Bakanlığı ve Harita Genel Müdürlüğü'nde çalıştı.
Hiçbir zaman, piyasada çalışmadı. Çünkü müzik, O'nun için bir geçim kaynağı değil, ruhunun besin ve ilham kaynağıydı. Onun sanatçı ruhu Ankara'ya hiçbir zaman ısınamadı. Emekli bile olamadan hastalığının belirtileri ortaya çıkınca Sivas'a döndü ve bir bürokrat şehri olan Ankara'nın her çeşit hengamesinden uzak bir yaşam sürmeyi tercih etti.
Bir süre sonra hastalığı ilerledi ve 9 Mart 1965'te 58 yaşında, Sivas'ta öldü. Geride, birçok beste, güfte ve şarkı bıraktı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7255",
"len_data": 2266,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.59
}
|
Benin ya da resmî adı ile Benin Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batı bölümünde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Nijer, Nijerya, Togo ve Burkina Faso oluşturmakta olup, ülkenin güneyinde Gine Körfezi içerisinde yer alan Benin Körfezi yer almaktadır. Geçmişte Fransa sömürgesi olan ülke 1960 yılında Dahomey Cumhuriyeti adı ile bağımsızlığa kavuşmuştur. 1975 yılında ülke içerisinde yaşanan siyasi gelişmeler neticesinde ülke adı Benin Halk Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş, 1990 yılında da rejimin bir kez daha değişmesi ile ülkenin ismi günümüzde de kullanılan Benin Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Ülkenin başkenti Porto-Novo'dur.
Ülke ismi.
Ülkenin kurulu olduğu topraklara Fransa sömürgesi olduğu dönemlerde Dahomey Krallığı'nın kurulu olduğu bölgelerde yer almasına istinaden Dahomey olarak adlandırılmış, bu isim bağımsızlık döneminde de yeni ülkenin ismi olarak benimsenmiştir. Ülke içerisinde yaşanan rejim değişiklikleri neticesinde Benin adını alan ülkenin bu isminin Benin'in hem güncel toprakları hem de tarihi açısından ilişkisi bulunmayan "Benin Krallığı"'ndan esinlenerek kullanılmıştır.
Coğrafya.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 2.123 km'lik kara sınırından 386 km'si Burkina Faso, 277 km'si Nijer, 809 km'si Nijerya, 651 km'si Togo ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 121 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır.
Güney kuzey yönünde uzun ince bir yapıya sahip olan ülkede, kıyı şeritide yer alan lagünlerin arkasından itibaren verimli, tarıma elverişli alanlar başlamaktadır. Bu alanlar Togo Sıradağları'nın bir parçası olan Atakora Sıradağları ile birleşmektedir. Ülkenin kuzeydoğu bölümlerinde ise coğrafi yapı Nijer nehrine yaklaştıkça alçalarak düz zemin oluşmaktadır.
Ülkenin en yüksek noktasını 658 m ile Atakora Sıradağları içerisinde yer alan ve Togo sınırına yakın bir konumda bulunan Sokbaro Dağı oluşturmaktadır. Ülkenin sahip olduğu toprakların %30'u dağlık orman arazisi konumunda olurken, %12'si tarımsal alan, %4'ü ise çimenlik alanlardan ve yaylalardan oluşmaktadır.
İklim.
Ülke genelinde üç farklı iklim çeşidi görülmektedir. Ülkenin güney bölgelerinde tropikal ekvator iklim hakim konumdayken, ülkenin kuzeybatı ve orta kesimlerinde Sudan iklimi, Atakora Sıradağları'nın bulunduğu kesimlerde de Atakora iklimi görülmektedir. Tropikal iklimin hakim olduğu güney bölgelerde Nisan-Temmuz ve Ekim-Kasım dönemlerinde olmak üzere iki kere yağmur sezonu yaşanmakta olup, Ağustos-Eylül dönemlerinde ise yağmur yağmasa da hava genellikle kapalı konumdadır. Bu bölgelerde ortalama yıllık sıcaklık değerleri gündüz 30 °C, gece 23 °C düzeyinde, ortalama yıllık nem değerleri ise %90 düzeyinde bulunmaktadır. Yıl içerisinde bölgeye ortalama 2000 mm yağış düşmektedir. Sudan ikliminin hakim olduğu ülkenin kuzeybatı ve orta bölümlerinde yağmur sezonu Mart/Nisan döneminden itibaren başlayarak Ekim ayına kadar sürmektedir. Bu bölgelerde ortalama yıllık sıcaklık değerleri gündüz 29 °C - 38 °C arasında, gece ise 16 °C - 26 °C arasında yer almaktadır. Yıl içerisinde bölgeye tropikal iklimin hakim olduğu bölgelerin aksine daha az yağmur düşmekte olup bu oran yıllık ortalamada 1000 mm seviyesindedir. Atakora Sıradağları bölgesinde hakim olan Atakora iklimi, Sudan ikliminde sadece ortalama yıllık yağış oranlarında farklılık göstermekte olup, bölgenin coğrafi özellikleri neticesinde bölgeye yoğun şekilde yağmur yağışları gerçekleşmektedir.
Bitki örtüsü ve yaban hayat.
Benin genelinde hakim olan bitki örtüsü türü geniş çayır alanları olan savanlardır. Sudan ve Gine bitki örtüsü bölgeleri arasında yer alan Benin'in ülke genelinde kurak dönemlerde yapraklarını döken ağaçlara sahip orman toplulukları da mevcuttur. Ayrıca ülkede bataklıklara sahip orman bölgesi olan Lokali'de yer almaktadır.
Yabah hayat açısında ülkenin kuzey bölgelerinde yer alan W Ulusal Parkı ve Pendjari Ulusal Parkı önemli bir konumda olup, fil, aslan gibi birçok batı Afrika çayırlık alanlarında görülebilen yaban hayvanlar ülkede bulunmaktadır.
Nüfus.
Benin'de son olarak 2013 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 9,983,884 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmî sayım konumunda olup, 2018 tahmini sayım sonuçlarına göre ülkede 11,340,504 nüfus belirlenmiştir. Ülke içerisindeki nüfus yoğunluğu 88,6 kişi/km2 düzeyindedir. Ülke nüfusunun büyük bölümü başkent Porto-Novo ile hükûmetin ve kamu kurumlarının merkezinin yerleşik bulunduğu Cotonou'da yaşamaktadır.
Benin genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun %65,92'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,39'u 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %45.56 (erkek 2,955,396/kadın 2,906,079)
15-24 yaş: %20.36 (erkek 1,300,453/kadın 1,318,880)
25-54 yaş: %28.54 (erkek 1,735,229/kadın 1,935,839)
55-64 yaş: %3.15 (erkek 193,548/kadın 211,427)
65 yaş ve üzeri: %2.39 (erkek 140,513/kadın 167,270)
Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %49,5 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %3,34 düzeyindedir.
Etnik gruplar.
Ülke nüfusunun %39,2'si Fon etnik grubuna mensupturlar. Fon etnik grubu özellikle güney kesimlerde başta olmak üzere toplum içerisinde ağırlığı olan etnik grubudur. Nüfusun %15,2'si Adja etnik grubuna üye konumunda olup, ülke içerisindeki ikinci çoğunluğa sahip etnik grup konumundadır. En büyük üçüncü etnik grup %12,3 ile Yorubalar gibi Yoruboid dilini konuşan gruplardır.
Dil.
Ülkenin Fransa sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını ilan etmesi sonucu ülkenin resmi dili koloni ülkesi Fransa'nın dili olan Fransızca seçilmiştir. Resmi dilin yanı sıra ülke genelinde yerel diller olan Gur dilleri, Hausa dilleri, Eve ve Mina dilleri konuşulmaktadır. Benin'in güneyinde Fon dili yaygın olarak iletişim dili olarak kullanılmakta olup, 1,7 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Ülke nüfusu genelinde ise nüfusun %47'si Fon dilini anadili olarak kullanmaktadır.
Din.
Benin genelinde yerel dinlere inananların oranı günümüzde de yüksek oranda gözlemlenebilmektedir. Vudu başta olmak üzere yerel dinlere inananların oranı %23,4 seviyesinde olup, sadece Vudu dinine inanların oranı %17,3 düzeyindedir. Yerel dinlerin dışında ülkede hakim olan din Hristiyan dinidir. Buna göre nüfusun %42,8'i Hristiyan inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Bu oran içerisinde Katolik mezhebine mensup Hristiyanların oranı %27,1 Protestan mezhebine mensup %10,4 ve diğer Hristiyan mezheplerine mensupların oranı da %5,3 düzeyindedir. İslamiyet ülke içerisinde en yaygın ikinci din konumunda olup, islami inancına göre yaşamlarını sürdürenlerin oranı %24,4 düzeyindedir. (İngilizce)
Sosyal durum.
Sağlık.
Benin genelinde gıda ve tıbbi malzeme ihtiyaç sıkıntısı yüksek düzeyde yaşanmaktadır. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2012 tahmini verilere göre nüfusun %76'sı temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Nüfusun sadece %14,3'ü tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabilen ülkde, nüfusun %85,78'si daha ilkel şartlarda sağlık hizmetini alabilmektedir. Ülke içerisinde sıtma, menenjit, tifo, hepatit, malarya çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %1,1 düzeyindedir.
2014 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 61.07 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 59.75, kadınlarda ise 62.47 seviyesindedir.
Eğitim.
Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2010 verilerine göre %42.4 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %55.2 iken, kadınlarda %30.3 seviyesindedir. Benin'de ilkokula gitme zorunlulu bulunmamakta olup, eğitim ve öğretim ücret karşılığında gerçekleştirilebilmektedir. Benin genelinde ücretsiz bir eğitim-öğretim Benin tarihi boyunca hiç uygulanmamıştır. İlkokul çağında okula giden erkek çocuklarının oranı tahmini %78, kız çocuklarının oranı ise tahmini %46 seviyesindedir. Benin hükûmeti bu oranları artırmak adına düzenlemeler gerçekleştirmekte olup, okula giden çocukların yüzdesini yükseltmeyi hedeflemektedir. Ülke genelinde 5-14 yaş aralığında bulunan çocukların 2006 verilerine göre %46'sı çocuk işçi olarak kullanılmaktadır.
Tarih.
Fransa sömürge dönemi.
Günümüzde Benin'in var olduğu topraklarda 17. yüzyılda Dahomey Krallığı'nın büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. Bu bölgeye 1805 yılında Napolyon Bonapart'ın emri doğrultusunda el koyan Fransa askerleri bölgeyi Fransa İmparatorluğu'na bağlı bir bölge konumuna getirdiler. 1814 yılında Birleşik Krallık ile sömürge bölgeleri hakimiyeti adına yaşanan çekişmenin kaybedilmesi neticesinde bölgeyi Birleşik Krallık'a bırakmak zorunda kalan Fransa, 1863 yılında ikinci imparatorluk dönemini yaşadığı bir dönemde bölgenin güneyinde yer alan Porto Novo Krallığı'nı himayesi altına alarak tekrar bölgede söz sahibi olmuştur. 1868 yılında Cotonou bölgesi için de himaye antlaşması yapan Fransa, 1879 yılından itibaren de söz konusu bölgelerin kuzey kısımlarına da el koyarak hakimiyet alanını genişletmiştir.
1890'lı yıllarda Dahomey Krallığı'nın varlığına son verilmesi ile birlikte günümüzde Benin'in olduğu bölge 1899 ile 1960 yılları arasında başkenti Dakar olan Fransız Batı Afrikası'nın bir parçası haline getirilmiştir. Dahomey'in tahtta olan son kralı Béhanzin bu olaylar neticesinde Karayip'te bulunan Martinik adasına sürgüne gönderilmiştir. Bölgenin ele geçirilmesi döneminde özellikle Fransa adına savaşan Senegal askerleri tarafında gerçekleştirilmiş, bölgenin hakimiyetini sağlamak adına da Cotonou'da liman inşa edilmiştir. II. Dünya Savaşı'nın yaşandığı dönemde önceleri Vichy Fransası'na bağlı kalan bölge 1942 yılında Charles de Gaulle önderliğindeki bağımsız Fransa'ya bağlanmıştır.
Dördüncü Fransa Cumhuriyeti anayasasının hazırlandığı dönemde denizaşırı bölgelerin de Fransız Birliği kapsamında meclise ve senatoya temsilci göndermesi karara bağlanmış, bu doğrultuda da 1945 ile 1960 yılları arasında bölgede temsilci göndermiştir. Beşinci Fransa Cumhuriyeti anayasasının 4 Aralık 1958 yılında kabul edilmesi ile birlikte özerk bir bölge konumuna kavuşan Dahomey, kendi parlamentosunu oluşturmuştur. Özerk bölgenin ilk hükûmet başkanlığına Sourou-Migan Apithy seçilmiş, 1959 yılında yenilenen seçimlerde de bu göreve Coutoucou Hubert Maga seçilmiştir.
Bağımsızlık.
Afrika Yılı olarak adlandırılan 1960 yılında birçok Afrika ülkesi gibi Dahomey'de Dahomey Cumhuriyeti adı altında Fransa'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiştir. 1961 yılında Ouidah şehri yakınlarında bulunan ve Portekiz'in yerel bir idareciden koloni bölgesi olarak işgal ettiği ve belli bir dönem dünya üzerindeki en küçük koloni bölgesi olan São João Baptista d’Ajudá'yı ilhak ederek ülke sınırlarına katmıştır. Bu ilhak Portekiz tarafından uzun süre kabul edilmemiş, 1975 yılında durumun kabullenmesi ile birlikte bölgede tadilat işlemlerini gerçekleştirerek müze olarak kullanılması yönünde çalışmalar gerçekleştirmiştir. Benin'de Mathieu Kérékou'nun darbe ile başa gelmesi ile 1972 yılından itibaren hakim olmaya başlayan Marksizm - Leninizm ideolojisi neticesinde 1975 yılında ülkenin ismi Benin Halk Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş, bu değişim kendini ülke bayrağında ve armasında da göstermiştir. Bu değişim neticesinde tek partili bir siyasi sisteme geçiş yapan ülkede birçok kuruluşta kamulaştırılmıştır. İdeoloji doğrultusunda Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içerisinde bulunan Benin'de iktidara ve yeni düzene karşı 1977 yılı başında gerçekleştirilen darbe girişimi bastırılmış, darbeye teşebbüs eden Bob Denard ve ona bağlı askerler yakalanarak yargılanmışlardır. 26 Ağustos 1977 kabul edilen yeni anayasa ile devlet başkanı Kérékou iktidarını güçlendirerek 1979, 1984 ve 1989 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerini formalite seçimlerine dönüştürmüş, tüm bu seçimleri kazanarak görevine devam etmiştir.
Özellikle 1980'li yıllardan itibaren Sovyetler Birliği'nin üçüncü dünya ülkelerinde yer alan müttefikleri ile olan ilişkilerini azaltması ile Benin'in de içerisinde olduğu ülkeler için sıkıntılı bir sürecin yaşanmasına neden olmuştur. Doğu Bloku'nun dağılması ile birlikte Kérékou yeni bir düzen arayışı içerisine girmiş, bu doğrultuda 1991 yılı sonuna kadar çok partili siyasi hayata geçişi gerçekleştirmiştir. Ülke içerisinde yaşanan olumsuz ekonomik veriler ile birlikte toplum içerisinde yaşanan huzursuzluklar gösterilere neden olmuş, olaylar neticesinde 1989 yılı sonunda ulusal konferans toplanmıştır. 9 Mart 1990 yılında eski devlet başkanları Maga, Ahomadegbé-Tomêtin, Congacou ve Zinsou'nun da dahil olduğu ve "Haut Conseil pour la République" (Türkçe: "Cumhuriyet Yüksek Kurulu") olarak adlandırılan kurul geçici hükûmetin kurulmasını sağlamış, geçici başkan olarak da
eski Dünya Bankası başkanlarından Nicéphore Dieudonné Soglo başbakan olarak atanmıştır.
1991 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Soglo, Kérékou'ya karşı kazanarak resmen görevine başlamıştır. 1996 yılında gerçekleştirilen seçimlere 80 siyasi parti katılmış, bu seçimlerde Kérékou oyların %52,49'unu alarak yeniden devlet başkanı seçilmiştir. 2001 ve 2003 yılında gerçekleştirilen seçimleri de kazanan Kérékou, 2006 yılında yapılan seçimlere yasa gereği katılamadığı için görevi devretmiştir. 2006 yılında yapılan seçimleri kazanan Thomas Yayi Boni bu görevi on yıl boyunca sürdürmüştür. Mart 2016 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde katılım hakkı bulunmayan Boni haricinde katılan adaylar arasında gerçekleştirilen seçimlerde Patrice Talon ikinci turda Haziran 2015'ten bu yana Benin başbakanı olarak görev yapan Lionel Zinsou'ye karşı başarı ile ayrılarak Nisan 2016 itibarıyla Benin devlet başkanı olmuştur.
Siyaset.
Benin ulusal meclisi 83 sandalyeye sahip olup, milletvekili seçimleri her dört yılda bir gerçekleştirilmektedir. Bağımsızlığın kazanıldığı 1961 yılından 1963 yılına kadar Dahomey'in tek partisi "Rassemblement Démocratique du Dahomé" konumunda iken, komünist rejim ile tek parti döneminin yaşandığı 1975 ile 1990 yılları arasında "Parti de la Révolution Populaire du Benin" ülkenin tek partisi statüsündeydi. Günümüzde Benin'de çok partili siyasi hayat yaşanmakta olup, mecliste birden fazla parti temsil edilmektedir.
Ülkenin güncel olarak devlet başkanlığı görevini yürüten Thomas Yayi Boni 2006 yılında bu yana bu görevde bulunmaktadır. Devlet başkanlığı seçimleri her beş yılda bir gerçekleştirilmektedir.
İdari yapılanma.
Benin idari açıdan 12 bölgeye ayrılmış konumda olup, bölgelerin altı tanesi (* ile işaretlenmiştir) 1999 yılında gerçekleştirilen yeni düzenleme ile oluşturulmuştur. Benin bölgeleri şu şekildedir:
Yeni oluşturulan bölgelerin merkez şehirleri her ne kadar resmi olarak bölgenin başkenti olarak açıklanmamış olsa da, şehirler tüm başkent özelliklerini taşımaktadır.
Ülkenin on iki bölgesi kendi içerisinde 77 komüne ayrılmış konumdadır.
Şehir.
Ülke içerisinde kalabalığın en yoğun olduğu şehir Cotonou'dur. Benin'in başkenti konumunda olan Porto-Novo ülkenin en büyük üçüncü şehridir. Ülke nüfusunun %33'ü bu bölgelerde yaşamaktadır. Ülke içerisinde 2013 resmi nüfus verilerine göre en kalabalık beş şehir şu şekilde sıralanmaktadır: Cotonou (678.874), Djougou (266 522), Porto-Novo (263.616), Parakou (254.254), Banikoara (248 621)
Ulaşım.
Ulusal yollar.
Benin genelinde var olan ulusal yolların listesi şu şekildedir:
Uluslararası yollar.
Benin'den geçen ve diğer ülkeler ile bağlantıyı sağlayan uluslararası yollar şu şekildedir:
Ekonomi.
Benin'nin ticari imkânları günümüzde tam olarak kullanılabilmiş konumda değildir. Ülkenin sahip olduğu yüksek dış borç uluslararası kalkınma programlarına katılımını engellemektedir.
Ülke ekonomisinin en önemli parçasını tarımsal faaliyetler oluşturmaktadır. Ülke nüfusunun %90'ını direkt ya da dolaylı olarak etkileyen tarımsal faaliyetler Benin için önem arz etmektedir. Kahve, hurma, yer fıstığı, tütün, fasulye, biber, patates ekilen ve yetiştirilen en önemli tarım ürünlerin oluşturmaktadır. Bunun haricinde belli bölgelerde hindistan cevizi de işlenmektedir. Benin genelinde gerçekleştirilen hayvancılık ticari amaçlardan ziyade kişilerin toplum içerisindeki konumunu belirlemek için yapılmaktadır.
İhracat.
Ülkenin 2012 verilerine göre ihracat yaptığı ilk beş ülke şu şekildedir:
Çin 25.4% <br>
Hindistan 24.6% <br>
Lübnan 15.6% <br>
Nijer 4.8% <br>
Nijerya 4.2%
İthalat.
Ülkenin 2012 verilerine göre ithalat yaptığı ilk beş ülke şu şekildedir:
Çin 37.2% <br>
ABD 8.9% <br>
Hindistan 6.7% <br>
Fransa 5.6% <br>
Malezya 5.3%
Spor.
Ülke genelinde yaygın olarak sevilen spor türü futboldur. Ülkeyi Benin millî futbol takımı temsil etmektedir. Ülke millî takımı kurulduğu günden bu yana hiçbir uluslararası turnuvalarda başarılı olamamıştır. Benin Futbol Federasyonu tarafından yönetilen Benin futbolu, isim değişikliği yaşamadan önce Dahomey millî futbol takımı olarak bilinmekteydi.
Kültür.
Ülke genelinde "Akan ön isimleri" olarak adlandırılan isimler doğan çocuklara verilmektedir. Buna göre doğduğu günün "Aka-Günü"nde karşılığı olan isme yakın bir isim çocuklara verilmektedir.
Benin'de kız çocuklarının sünnet edilmesi kültürü yaygın olarak kullanılmaktadır. Benin 9 Nisan 2005 tarihinde Afrika kıtası ülkeleri içerisinde kız çocuklarının sünnet edilmesini resmi olarak yasaklayan ilk ülke olarak tarihe geçmiştir. Benin, Batı Afrika’nın geleneksel müzik mirasının önemli merkezlerinden biridir; özellikle “vodun” (voodoo) ritüellerinde kullanılan geleneksel davul ritimleri UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras listesine aday gösterilmiştir.
Edebiyat.
Benin edebiyatı, Fransızcanın hakim olmadığı dönemlerden çok önce de güçlü bir sözlü geleneğe sahip konumdaydı. Benin'in ilke edebi eseri 1929 yılında Felix Couchoro tarafından yazılan "L'Esclave" olmuştur. Benin'in önemli yazarları şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7262",
"len_data": 17770,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Togo, resmî adıyla Togo Cumhuriyeti, Batı Afrika'da yer alan bir ülkedir. Kuzeyde Burkina Faso, doğuda Benin ve batıda Gana ile komşudur. Güneyde Gine Körfezi içerisinde yer alan Benin Körfezi'ne kıyısı bulunur. Başkenti ülkenin güneybatı ucundaki Lomé'dir. Yaklaşık 8 milyonluk nüfusu ve 57.000 km²'lik yüzölçümüyle Afrika'nın en küçük ülkelerinden biridir. Gana ve Benin sınırları arasında ortalama uzaklığı yalnızca 115 km olan Togo ayrıca dünyanın en dar ülkelerindendir.
Togo tarihi 11-16. yüzyıllar arasında çeşitli kabilelerin bölgeye yerleşmesiyle başlar. 16-18. yüzyıllarda Togo kıyıları Avrupalıların köle satın almak için uğradıkları önemli bir ticaret merkezi haline geldi. Bu nedenle Togo ve çevresine "Köle Sahili" denmiştir. 1884'te Almanya bölgeyi Togoland ismiyle himayesi ilan etti. I. Dünya Savaşı'nın ardından Fransa'ya devredilen Togo 1960'ta bağımsızlığını kazandı. 1967'de Gnassingbé Eyadéma bir askerî darbeyle iktidara geldi ve ülkeyi antikomünist bir tek parti devletine dönüştürdü. 1993'te Togo çok partili sisteme geçti, ancak usulsüzlüklerle lekelenen seçimlerle Eyadéma üç kez daha başkan seçildi. 38 yıl devlet başkanlığı yapan Eyadéma öldüğünde modern Afrika tarihinin en uzun görev yapmış lideriydi. 2005'te başkan seçilen oğlu Faure Gnassingbé bu görevi 2025 yılına kadar sürdürmüş, söz konusu yılda yapılan anayasa değişikliği ile sembolik bir makam hâline getirilen devlet başkanlığı makamı yerine 3 Mayıs 2025 tarihi itibarıyla yeni oluşturulan ve başbakanlık görevlerini üstlenen bakanlar kurulu başkanlığı görevini üstlenmiştir.
Togo tropikal kuşakta yer alan bir Sahra altı ülkesidir. Ülke iklimi tarıma elverişli olup ülke ekonomisi büyük oranda tarıma dayanır. Resmi dil Fransızcadır, başta Gbe dilleri olmak üzere birçok Afrika dili de konuşulmaktadır. Ülke nüfusunun çoğu yerli dinlere inanmaktadır, Hristiyan ve Müslüman azınlıklar da mevcuttur. Togo Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı, Güney Atlantik Barış ve İşbirliği Bölgesi, Uluslararası Frankofoni Örgütü ve Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu üyesidir.
Ülke ismi.
Ülkenin ismi Ewe dilinden gelmektedir. Ewe dilinde Togo kelimesi to (Türkçe:"su") ve go (Türkçe:"liman") kelimelerinden oluşmaktadır. Almanya'nın burada kurduğu ilk sömürge düzeninde bölgeyi Togoland ismi verilmiş, buradan da esinlenerek ülkenin tamamına genelinde Togo ismi kullanılmış, bağımsızlık sonrası da bu isim yeni ülkenin ismi olarak da seçilmiştir.
Coğrafya.
"Bakınız: Togo coğrafyası"
Togo sahip olduğu 56.785 km2 yüzölçümü ile Afrika kıtası standartlarına göre küçük bir ülke konumundadır. Kıta üzerinde bu yüzölçümünden daha az bir yüzölçümüne sahip olan çok az sayıda ülke bulunmaktadır. Ülke uzun ve dar bir yapıya sahip olup, kuzey-güney yönünde uzunluğu 550 km olup, batı-doğu yönünde en dar bölgesi 50 km en geniş bölgesi ise 140 km'dir. Atakora Sıradağları ülkeyi çapraz bir şekilde bölerken, sıra dağların ortalama yüksekliği 600 m düzeyindedir. Ülke topraklarının %16'sı ormanlar ile kaplı konumdayken, %25 tarım alanı, %3,5 ise yaylalardır. Togo'nun orta bölgeleri yükseltilerle kaplı iken, kuzeyinde ise hafif engebeli savan bölgesi yer alır. Ülkenin güneyinde ise ormanlık platolar, lagün ve bataklıklar görülür.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 1.647 km'lik sınırından 664 km'si Benin, 126 km'si Burkina Faso, 877 km'si Gana ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 56 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır.
Togo'da bulunan en yüksek dağ 986 m ile Agou Dağı, en uzun nehri ise 50 km'si deniz taşımacılığına da uygun olan ve kuzey-güney yönünde akan 400 km'lik Mono nehridir.
İklim.
Togo'da yıl boyu tropikal ve nemli bir iklime sahiptir. Yıl boyunca ortalama sıcaklıklar ülkenin kuzeyinde 30 °C, güneyinde ise 27 °C konumdayken, yıl içerisinde gece sıcaklık oranlarında ise küçük oranlarda değişiklik yaşanmaktadır.
Ülkenin kuzeyinde savan iklimi hakim konumdayken, en sıcak ayları Şubat ve Mart aylarıdır. En kurak dönem Ocak ayı içerisinde yaşanmakta olup, Mayıs ile Ekim arasında yağan yağmurlar özellikle Ağustos ayında şiddetini artırmaktadır. Ülkenin güney bölümünde ise Nisan-Haziran ve Eylül-Kasım dönemlerinde yağışın en bol olduğu dönemler olmakla birlikte en çok yağmur Haziran ve Ekim aylarında yağmaktadır.
Bitki örtüsü ve yaban hayat.
Togo'nun doğal bitki örtüsü kurak mevsimde savan, yağışlı mevsimde ise maki ve çalıdır. Deniz kıyısındaki bölgelerde lagünlerin çevresinde oluşmuş sazlık arazilere rastlanır. Atakora Sıradağları'nda görülebilen tropikal yağmur ormanları belli ırmak vadilerinde de görülebilmektedir. Günümüzde orman alanlarının bilinçsiz kesilmesi ve ormanlık arazilerin tarımsal arazilere çevrilmesi nedeniyle Togo çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir ülke konumundadır.
Togo'da yaban hayat genellikle kuzey bölgelerde yaşam bulmakta olup, güney bölgelerde neredeyse yok olma noktasına gelmiştir. Aslan, fil, su aygırı, maymun, timsah sık görülen vahşi hayvanlardandır.
Nüfus.
Togo'da son olarak 2010 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 6,191,155 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2018 tahmini nüfus sonuçları verilerine göre 8,176,449 kişi yaşamaktadır. Togo'nun 2010 resmi nüfus sayım sonuçlarına göre en büyük nüfusu başkent Lomé'dir.
Togo genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun %58,76'sı 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,57'si 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %39.73 (erkek 1,716,667/kadın 1,703,230)
15-24 yaş: %19.03 (erkek 817,093/kadın 820,971)
25-54 yaş: %33.26 (erkek 1,423,554/kadın 1,439,380)
55-64 yaş: %4.42 (erkek 179,779/kadın 200,392)
65 yaş ve üzeri: %3.57 (erkek 132,304/kadın 175,074)
Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %43,9 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %2,48 düzeyindedir.
Etnik gruplar.
Ülke nüfusunun %40,1'i Ewe etnik grubuna mensuptur. Eweler ülke içerisinde çoğunluğu oluşturmakta olup, çoğunlukla ülkenin güney bölgelerinde yaşamaktadırlar. Ülke içerisinde ikinci kalabalık etnik grubu ise %23,1 ile Temba etnik grubu oluşturmakta ve ağırlıklı olarak ülkenin orta kesimlerinde ve kuzey kesimlerinde yaşamaktadırlar.
Dil.
Ülkenin Fransa sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını ilan etmesi sonucu ülkenin resmi dili koloni ülkesi Fransa'nın dili olan Fransızca seçilmiştir. Fransızcanın yanı sıra ülke genelinde ulusal diller olarak kabul edilen Ewece ve Kabiyece dilleri de belli bir nüfus tarafından iletişim dili olarak konuşulmaktadır. Bu dillere ulusal dil özelliği 1975 yılında dönemin devlet başkanı Eyadéma tarafından verilmiştir. Bu dillerin yanı sıra toplum arasında konuşulan birçok yerel dil de mevcuttur.
Din.
Togo'da din özgürlüğü mevcuttur ve %33 ile halkın yarıdan fazlası doğacılık inancına sahiptir. Ülkede %47'lik bir kesim Hristiyan inancına göre yaşarken, giderek artan ve güncel olarak %18'lik bir kesimi oluşturan topluluk ise İslamiyet inancına inanmaktadır. Ayrıca sahil bölgesinde az da olsa Yahudi toplulukları yaşamakta, çok az bir kesim ise de Vudu inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Yerel dinler arasında en önemlisi, Togo'da ortaya çıkmış ve Benin, Nijerya, Burkina Faso gibi ülkelere de sirayet etmiş bulunan, bölge kültürünün ve sanatının oluşmasında önemli katkılarda bulunan vudu dini, daha sonraki dönemlerde Avrupalılarca toplanan Togolu ve Beninli köleler tarafından Haiti'ye götürülmüş ve burada da yaygın hale getirilmiştir.
Sosyal durum.
Sağlık.
Togo genelinde gıda ve tıbbi malzeme ihtiyaç sıkıntısı yüksek düzeyde yaşanmaktadır. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı 2012 tahmini verilere göre %60 düzeyinde olup, geri kalan %40 nüfus temiz kaynaklardan su temin edememektedir. Nüfusun sadece %11,3'ü tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabilen ülkede, nüfusun %88,7'si daha ilkel şartlarda sağlık hizmetini alabilmektedir. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %2,9 düzeyindedir. Ülke genelinde sıtma, menenjit, hepatit, tifo, kuduz çok görülen hastalıklar arasında yer almaktadır.
Eğitim.
Ülkede uygulanan kesintisiz eğitim süresi mecburi altı yıldır. Eğitim sisteminde öğretmenlerin az olması ve eğitim için gerekli olan malzeme ve maddelerin zor bulunması, özellikle şehir dışında öğrenim gören öğrencileri zor konumda bırakmaktadır. 2003 yılı verilerine göre ülkede okuma yazma bilmeyenlerin oranı %46,8 dolayındadır.
Tarih.
Koloni öncesi dönem.
16. yüzyıldan itibaren günümüzde Togo'nun da yer aldığı sahil kesimi Avrupalılar için köle ihtiyacını karşıladıkları kaynak olarak görüldüğü Avrupalılar tarafından "köle sahili" olarak adlandırılmaktaydı. Bu bölgede yer alan küçük ülkeler de o dönem Avrupa ülkelerinin bu ticaretinden kendileri adına yararlanabilmek adına ticarette yer almışlardır. Günümüzdeki Togo sahil kesimlerinin batı ve doğu kesimlerinin aksine Togo sahilinde Avrupalıların oluşturduğu ilk merkez 1884 yılında gerçekleşmiş, bu bağlamda sadece Aného önemli bir ticaret merkezi haline gelmiştir.
Togo çevresinde yer alan diğer bölgelerin aksine, günümüzde Togo'nun var olduğu topraklarda koloni öncesi dönemde birçok küçük ülke kurulmuş, bölgede kurulan ülkelerin çoğu da batıda yer alan Ashanti Krallığı ile doğuda yer alan Dahomey Krallığı'nın etkisi altında kalmıştır.
Koloni dönemi.
Almanya himaye bölgesi.
5 Temmuz 1884 tarihinde günümüzde Togo içerisinde yer alan belli şehirlerin o dönemin kralı III. Mlapa'nın temsilcisi ile Almanya'nın batı Afrika elçisi Gustav Nachtigal ortak açıklamasında "Almanya himaye bölgesi" olarak ilan edilmiştir. Bu olaydan iki ay sonra 5 Eylül 1884 tarihinde sözlü olarak gerçekleştirilen bu antlaşma yazılı hale getirilerek bölgenin korunması için Almanya ile dönemin Lomé büyükelçisi Kaufmann Randad ile Porto Seguro kralı arasında "himaye antlaşması" imzalanmıştır. 24 Aralık 1885 yılında imzalanan bir protokol ile Fransa, Aného'daki Almanya egemenliğini kabul ettiğini beyan etmiştir. Koloni bölgesinin diğer komşu koloniler ile sınırlarının belirlenerek çizilmesi adına Almanya ile Fransa arasında 23 Temmuz 1897 tarihinde "Alman-Fransız Antlaşması" imzalanmıştır. Bu antlaşma haricinde Togo'nun Fransa kontrolünde olan Dahomey Krallığı (günümüzde Benin) ile Fransız Sudanı ile olan sınırları 28 Eylül 1912 tarihinde yapılan antlaşma ile belirlenmiştir. Fransa ile yapılan bu antlaşmaların paralelinde Birleşik Krallık ile de sınır ile ilgili antlaşmalar 1 Temmuz 1890 ve 14 Kası 1914 tarihinde yapılmış ve Togo'nun tüm sınırları kontrol altına alınmıştır. Bu ülkeler ile gerçekleştirilen antlaşmalar neticesinde Togo 1914 yılında 87.200 km2'lik bir yüzölçümüne sahip bir bölge konumuna gelmiştir.
Almanya imzalanan himaye antlaşması çerçevesinde 1886 yılında itibaren Towe, Kewe, Agotime, Agome-Palime ile 1887 yılında Liati üzerindeki hakimiyeti ele alarak alanını genişletmiştir. 1888 yılında itibaren bölgenin iç kısımlarına da ilerlemeye başlayan Almanya, buradaki yerel idareciler ile de himaye antlaşmaları yaparak iç kesimlerde de üsler oluşturmuştur.
18 Temmuz 1905 tarihinde Togo'nun ilk demiryolu hattı olan 44 km'lik uzunluğa sahip Lomé–Aného demiryolu hattı hizmete açılmıştır. 1914 yılında Togo sekiz idari bölgeden oluşmaktaydı: Lome-Şehir, Lome-Kırsal, Anecho, Misahöhe, Atakpamé, Kete Krachi, Sokodé ve Sansane-Mangu.
Milletler Cemiyeti manda bölgesi ve BM mütevelli bölgesi.
I. Dünya Savaşı'nın başlaması ile birlikte bölge Fransa ve Birleşik Krallık tarafından işgal edilmiş, sonucunda da Alman polis birlikleri 27 Ağustos 1914 tarihinde teslim olarak Togo'nun idaresini bırakmışlardır.
I. Dünya savaşının sona ermesi ile birlikte bölge toprakların üçte ikisini kapsayan doğu kısımları sahil kesimi ile birlikte Fransa'ya verilmiş (Fransız Togoland), batı kesiminin idaresi de Milletler Cemiyeti tarafından manda yönetim bölgesi biçiminde gerçekleştirilebilmesi adına Birleşik Krallık'a (Britanya Togoland) devredilmiş, bölge Milletler Cemiyeti bölgesi olmasına rağmen aslen Altın Sahili yönetimi tarafından yönetilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası bölge Birleşmiş Milletler mütevelli bölgesi olarak ilan edilmiştir.
1957 yılında Britanya Togosu halk oylaması sonucu bağımsızlığını ilan eden Gana'ya dahil olmuş, Fransa tarafında kalan bölüme ise 1955 yılında Fransa tarafından özerklik verilmiş, bölge de 1960 Togo adı bağımsızlığına kavuşmuştur.
Bağımsızlık.
27 Nisan 1960 tarihinde tam bağımsızlığa kavuşan Togo'da ilk devlet başkanlığı görevine Sylvanus Olympio getirilmiştir.
Ülkede bağımsızlığın kazanılmasından sonra belirli alanda sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Togo'nun komşusu olan Gana, 1956 yılında yapılan bir halk oylaması neticesinde topraklarına kattığı Togo'nun belli bir bölümünden daha fazlasına talip olma isteği ve bu uğurda Olympio muhalifi parti liderlerinin Gana liderlerine gösterdiği ilgi ve alaka bu sıkıntıların ilki olarak ön plana çıkmaktaydı. Ayrıca Cezayir Savaşı sonrasında Fransa silahlı kuvvetlerinden çıkarılan 676 adet askerin, kendilerine ülkeleri silahlı kuvvetlerinde Olympio'nun dayanak olarak gösterdiği mali sorunlar nedeniyle yer bulamaması ve halkın büyük kısmının devletin ülkenin güneyinde yaşayanlara ayrıcalıklı davrandığını düşünmesi ülkenin diğer büyük sorunları olarak ortaya çıkmaktaydı.
Tüm bu sorunlarla boğuşulduğu dönemde üç ayrı suikastı (Mayıs ve Aralık 1961, Ocak 1962) atlatan Olympio, 13 Ocak 1963 tarihinde içerisinde ilerleyen yıllarda Togo'yu uzun yıllar yönetecek olan Gnassingbé Eyadéma'nın da yer aldığı Emmanuel Bodjollé önderliğinde küçük bir askeri grubun gerçekleştirdiği darbe sonucu hayatını kaybetmiş, bu darbe sonucu Nicolas Grunitzky ordu tarafından devlet başkanlığı görevine getirilmiştir. Bu darbeden 4 yıl sonra 13 Ocak 1967 yılında Gnassingbé Eyadéma önderliğindeki ordu güçlerinin devlet başkanına gerçekleştirdiği bir darbe sonucu kısa bir süre Kléber Dadjo'nun üstlendiği görevi 14 Nisan 1957 yılında Eyadéma devralarak kendisini Togo'nun yeni devlet başkanı olarak ilan etmiştir. 1967 yılında iktidarı ele geçirmesinde sonra Afrika kıtası ülkeleri içerisinde en uzun sürede görevde kalan devlet başkanı olarak ülkeyi hayatını kaybettiği 2005 yılına kadar yöneten Eyadéma bu süre içerisinde bağımsız çok partili seçimlerin gölgesinde ülkeyi diktatör rejim ile yönetmiştir. 1974 yılında bir uçak kazasından sağ kurtulan Eyadéma, 1975 yılında Étienne Eyadéma olan ismini Gnassingbé Eyadéma olarak değiştirmiştir. Özellikle 1990 yılından itibaren toplum arasında baş gösteren huzursuzluk, ülke içerisinde şiddet olaylarına neden olmuştur. Avrupa'nın ülke genelinde insan haklarının ihlal edilmesinin yanı sıra başkent yakınlarında bulunan 28 cesedin ortaya çıkması neticesinde Eyadéma'ye ye uyguladığı baskılar neticesinde Gnassingbé Eyadéma ulusal bir komitenin kurulması için çağrıda bulunmuştur. Joseph Kokou Koffigoh önderliğinde oluşturulan geçici hükûmet Koffigoh'un tavsiye kararlarının dışına çıkmasının yanı sıra Eyadéma ile de yasaklı RPT üyesi eski bakanların yeni hükûmete alınması konusunda yaptığı çalışmalar ile yine Eyadéma'nin orduyu muhalefet partisi üyelerin karşı baskı aracı olarak kullanması nedeniyle başarılı olamamıştır. Tüm demokratikleşme çalışmalarına rağmen istenilen adımları atmada gerekli özeni gösteremeyen Eyadéma, 5 Şubat 2005 tarihinde Fransa'ya yurt dışı gezisi düzenlediği bir dönemde uçak Tunus üzerinde bulunduğu sırada geçirdiği kalp krizi neticesinde ölmüştür.
Gnassingbé Eyadéma'nin ölümü sonrasında anayasaya aykırı bir şekilde oğlu Faure Gnassingbé ordu tarafından yeni devlet başkanı olarak belirlenmiştir. Uluslararası alanda oluşan büyük baskılar neticesinde 25 Şubat 2005 tarihinde görevi bırakan Gnassingbé'nin boşalttığı göreve geçici süre ile meclis başkanı vekalet etmiştir. 24 Nisan 2005 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde tartışmalar ışığında seçimleri kazanan Gnassingbé Togo'nun seçilmiş devlet başkanı olarak göreve başlamıştır. Tartışmalı seçimin sonrası ülke genelinde baş gösteren şiddet olaylarında yüzlerce kişi hayatını kaybederken, binlerce kişi de ülkeyi terk ederek komşu ülkelere sığınmışlardır.
Siyaset.
Togo 1967 yılından bu yana başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Söz konusu tarihten itibaren 2005 yılındaki ölümüne kadar ülkeyi diktatör bir rejim ile yöneten Gnassingbé Eyadéma, 1993 yılında uluslararası baskılar neticesinde liberal bir anayasaya geçişi sağlasa da yönetiminde ve iktidara kalma mücadelesinde kendi yöntemlerini uygulamaya zaman zaman devam etmiştir.
Ülkenim meclisi konumunda olan "Assemblée Nationale du Togo" (Türkçe:"Togo Ulusal Meclisi") güncel olarak 91 sandalyeye sahiptir. 2013 seçimlerine kadar 81 sandalyeye sahip olan meclis, bu seçimlerden sonra 10 sandalye arttırılarak 91'e çıkartılmıştır. Ülke genelinde son genel seçimler 25 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleştirilmiş olup, bir sonraki seçimler 2018 yılı için planlanmaktadır.
Mecliste partilerin sandalye dağılımları seçim yıllarına göre şu şekildedir:
2020 Togo cumhurbaşkanlığı seçimi ise 22 Şubat 2020 tarihinde yapıldı. Cumhuriyet için Birlik partisinin başkanı Faure Gnassingbé, ilk turdaki oyların %71'i ile dördüncü dönemine yeniden seçildi.
Kaynak:
İdari yapılanma.
Togo idari ve coğrafi şartlar göz önünde bulundurularak beş bölgeye ayrılmıştır. Bu beş bölge ise ayrıca 30 idari bölge ve bir komüne ayrılmıştır. Togo'da en büyük idari birim olan bölgeler, idari bölgeleri de kapsar.
Togo, 1950'li yılların başında Fransa'ya bağlı bir bölge iken altı seçim bölgesine ayrılmış konumdaydı. 1955 yılında bugün de var olan dört bölgeye (Centre, Maritime, Plateaux ve Savanes) ayrılan Togo'da 1966 yılında tüm bölge ve idari bölgeler kaldırılmış, 1970 yılında ise yeniden oluşturulmuştur. 1970 yılında yeniden oluşturulan dört bölgeye ilaveten Centrale ve Savanes bölgelerin bir bölümü alınarak 1981 yılında oluşturulan Kara bölgesi de dahil edilmiştir.
Ulaşım.
Demiryolu.
Ülke genelinde 2008 verilerine göre 568 km demir yolu mevcut olmasına rağmen demiryolu taşımacılığı çok küçük mesafeler hariç geçtiğimiz yıllarda durdurulmuştur. Demiryolu ulaşımının ilk temeli Almanya'nın sömürge bölgesi olduğu dönemlerde atılmış olan ülkede, 44 km'lik bir uzunluğa sahip olan Lomé-Aného demiryolu hattı döşenerek hizmete açılmıştır.
Denizyolu.
Ülkenin ithalat ve ihracatını gerçekleştirdiği tek büyük limanı ise Lomé'de bulunmaktadır. Ülke genelinde yük ve insan taşımacılığının yapılmasının mümkün olduğu 50 km'lik su yolu mevcuttur.
Karayolu.
Togo genelinde 2376 km'si asfaltlanmış konumda olan toplam 7520 km karayolu bulunmaktadır. Dakar-Lagos Otoyolu üzerinde bulunan başkent Lomé bu hattın önemli duraklarında birini oluşturmaktadır. Bu otoyol ile doğu da yer alan Benin ve Nijerya, batı bölümünde de yer alan Gana ve Fildişi Sahili ile çoğu asfaltlanmış yol ile bağlantılarını sağlayabilen Togo, proje genişletildiğinde ve çalışmalar sonlandığında Sierra Leone ve Liberya ile de bağlantı sağlamış olacaktır.
Havayolu.
Ülkenin Lomé Havalimanı (IATA-Code LFW) ve Niamtougou Havalimanı (IATA-Code LRL) olmak üzere iki adet de uluslararası standartlara sahip havalimanı vardır. Bu iki havaalanının haricinde asfaltlanmamış pistlere sahip altı adet havaalanı daha mevcuttur.
Spor.
Ülkenin geleneksel sporları arasında güreş ve futbol yer almaktadır.
Ülkenin millî futbol takımı Togo millî futbol takımı uluslararası turnuvalarda yer almakta olup, güncel olarak bir başarı elde edememiştir. Bugüne kadarki tek FIFA Dünya Kupası katılımını 2006 yılında başaran Togo, Almanya'da gerçekleştirilen 2006 FIFA Dünya Kupası'nda birinci turda elenmiştir. Togo millî takımı özellikle Angola'da gerçekleştirilen 2010 Afrika Uluslar Kupası öncesinde Cabinda bölgesinde isyancıların takım otobüsüne saldırması sonucu dünya gündemine gelmiş, bu saldırıda üç Togo millî takım görevlisinin hayatını kaybetmesi ve içerisinde futbolcuların da olduğu bir grubun da yaralanması sonucu Togo hükûmetinin bildirisiyle turnuvaya katılmaktan vazgeçmiş, bu tutum nedeniyle Afrika Futbol Konfederasyonu tarafından bu ve bundan sonraki iki turnuvadan men edilmiş, Togo açıklanan ceza ile ilgili hukuki adımlar atacağını açıklamış ancak bu ceza daha sonra CAF'ın FIFA ile yapılan görüşmeleri neticesinde kaldırılmıştır.
Togo millî takımı ayrıca Eylül 2010'da yaşanan bir olay nedeniyle yine manşetler çıkmış, sahte futbolculardan oluşan sözde Togo millî takımı Bahreyn millî futbol takımı ile Bahreyn'de 7 Eylül 2010 tarihinde dostluk maçı yapmış ve maçı 0-3 kaybetmiştir. Bahreynli teknik kadronun rakip oyuncularının tecrübesiz ve zayıf görüntüsü nedeniyle kuşkulanması ve olayı sorgulaması neticesinde ortaya çıkan durum sonrasında "Fédération Togolaise de Football" (Türkçe:"Togo Futbol Federasyonu") yaptığı açıklamada söz konusu tarihte söz konusu maç için millî takımı göndermediğini açıklamıştır.
Togo'nun Afrika Uluslar Kupası'na katılım yılları ve aldığı dereceler şu şekildedir:
Ekonomi.
Ülke ekonomisinin en önemli bölümünü tarımsal faaliyetler oluşturmaktadır. Ülke çalışan nüfusunun üçte ikisi tarımsal faaliyetlerde bulunmaktadır. Mısır, yams, manyok, darı, yer fıstığı, sorgum, kahve ülke genelinde ekilen ve yetiştirilen en önemli tarım ürünlerini oluşturmaktadır.
Yıllık %3 ekonomik büyüme gösteren Togo, bu büyümeden yeterince faydalanamamaktadır. Ülke ekonomisi toplumun kendi geçimini sağlamak için yaptığı tarımsal faaliyete ve kısmi olarak da ticarete bağlıdır. Ülke ihtiyacı olan gıda maddelerini ise yurt dışından ithal etmektedir.
Ülke genelinde gerçekleştirilen özelleştirmelere rağmen günümüzde birçok önemli sektör devletin kontrolü altındadır. Togo, 16 üyeli Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu'nun üyesi konumuda olup, topluluğun kalkınma fonu merkezi başkent Lomé'dedir. Bunun haricinde CFA Frangı kullanan sekiz devletin üye olduğu Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği'nin (UEMOA) de Burkina Faso, Benin, Fildişi Sahili, Gine Bissau, Mali, Nijer ve Senegal ile birlikte üyesidir. UEMOA'ya bağlı bir kuruluş olan Batı Afrika Kalkınma Bankası'nın (BOAD) merkezi de Lomé'dir.
İhracat.
Ülkenin 2012 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir:<br>
Hindistan %14.2 <br>
Lübnan %10.6 <br>
Burkina Faso %7.6 <br>
Benin %7.5 <br>
Çin %6.1 <br>
Nijer %5.8 <br>
Hollanda %5.2 <br>
Gana %4.4
İthalat.
Ülkenin 2012 verilerine göre ithalat yaptığı ilk dört ülke şu şekildedir:<br>
Çin %40.4 <br>
Hollanda %7.9 <br>
Fransa %5.4 <br>
Birleşik Krallık %5.3
Kültür.
Togo kültürü Ewe, Mina, Kabiye gibi başlıca büyük kabilelerin kültürünü yansıtmaktadır. Bunun haricinde vudu dininin yaygın olduğu yerlerde bu dinin kültüre olan etkileri de görülebilmektedir. Heykeller, ahşap maske, boyalı kumaş gibi sanat eserleri ülkede sık görülen el sanatlarının başında gelmektedir.
1975 yılında kurulan Lomé Ulusal Müzesi, etnografik, tarihi ve mimari açıdan öneme sahip eserleri bünyesinde barındırmaktadır. Lomé Ulusal Müzesi dışında Aneho, Kara, Savanes ve Sokode'de de bölgesel müzeler yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7263",
"len_data": 22905,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Gine ya da resmî adı ile Gine Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batısındaki bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Senegal, Mali, Fildişi Sahili, Liberya, Sierra Leone ve Gine-Bissau oluşturmakta olup, ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti Conakry'dir.
Fransa'nın sömürgesi olarak kurulan Gine, bağımsızlığını 1958'de kazandı. Bağımsızlığından sonra uzun yıllar boyunca askeri cuntalar ve otoriter rejimlerin yönettiği Gine'nin ilk demokratik yollarla seçilen cumhurbaşkanı Alpha Condé, 2010 yılında seçildi. 9 Eylül 2021'de Condé, bir askeri darbe sonucunda koltuğundan indirildi.
Ülkenin ismi.
Ülkenin ismi bir Tuareg kelimesi olan "aginaw" sözcüğünden gelmekte olup, sözcük "siyahi" anlamına gelmektedir. Bu kelimeden yola çıkarak ülke ismi "siyahilerin yaşadığı ülke" anlamında kullanılmaktadır.
Gine sousou dilinde kadın demektir ve Gine'nin paralarında bile sembolü kadındır.
Tarihçe.
Erken dönem.
Günümüzde Gine'nin kurulu olduğu bölgeler erken dönemde Avrupalıların Batı Afrika'da kullandığı ticaret yolların dışında kalmaktaydı. Avrupalıların kullandığı "Trans-Sahra Ticaret Yolları" Gine kuzeyinde ya da batısında sona ermekteydi, bunun haricinde kıyısı bulunan Atlas Okyanusu ticari amaçlı kullanılmamaktaydı. Bu dönemde bölgede yaşayan topluluklar genel olarak küçük topluluklar olarak yaşamaktaydı. XII. yy'da Futa Djalon'un yaylalarında "Susu Krallığı" kurulmuş, Krallık XIII. yy'da Gana Krallığı'nın varlığına son verilmesi ile hakimiyet alanını genişletmiştir.
1235 yılında Susu Kralı'nın Mali İmparatorluğu Kralı tarafından "Kirina Muharebesi"nde yenilgiye uğratılması sonucu bölgenin kuzeydoğu bölgeleri Mali hakimiyeti altına girmiştir.
Mali İmparatorluğu'nun sona ermesi sonrası bölgede hakimiyeti ele alan Songhay İmparatorluğu'da merkezi yönetimi Gine bölgesinin çok dışında yer almasına rağmen günümüzde Gine'nin bulunduğu bölgelerde de hakimiyet kurmuşlardır.
Susular ilerleyen dönemlerde göçebe Fulbeler tarafından Futa-Djalon'dan uzaklaştırılmış, bunun sonucunda da diğer göçebe Fulbelerin aksine yerleşik düzene geçerek bu bölgede yaşamaya başlamışlardır. Fulbeler, 1735 yılında dini önderleri imam önderliğinde bölgede dini temeller esasına dayalı bir devlet kurmuşlar. Bu devlette, 1896 yılında Fransa tarafından yıkılana kadar varlığını sürdürmüştür.
Avrupalılar ile ilk temas.
XV. yy'ın ortalarında günümüzdeki Gine kıyılarına gelen ilk Avrupalılar olan Portekizli tüccarlar ve kaşifler, buradaki halktan ziyada Gambiya Nehri ağzında bulunan topluluklar ile ticaret yapmışlardır. Özellikle Portekizli denizci António Fernandes'in 1445-1446 yılları arasında gerçekleştirdiği gözlemler ile Gine kıyıları hakkında bilgi sahibi olunmuştur.
Avrupalılar ilk olarak 16. yüzyıl içerisinde günümüzde Gine'nin başkenti konumunda olan Conakry açıklarında yer alan küçük adaları ticaret merkezi olarak kullanmaya başlamışlar, adaları da "Ilhas dos Idolos" (Türkçe: İlahiler Adası) olarak adlandırmışlardır. Bu duruma rağmen Gine sahilleri 19. yüzyıl ortalarına kadar Avrupalılar tarafından kalıcı olarak kullanılmamıştır.
1850 yılından itibaren Fransızlar bölgede hakimiyet kurmaya çalışarak bölgeyi kolonileştirmeye başlamışlardır. Fransa, Portekiz'in kuzeyde sahip olduğu kıyı şeridi ile güneyde Britanyalılar'ın sahip olduğu kıyı şeridi arasında kalan küçük bir kıyı şeridini işgal etmeye çalışarak iç kısımlara doğru ilerlemeye çalışmışlardır. Bu bölgede başlatılan işgal faaliyetleri "kölelik karşıtı hareket" adı altında gerçekleştirilmiş, Fransız deniz memurları buradaki yerel yöneticiler ile anlaşmalar imzalanmış, bu imzalar neticesinde de köle ticaretine son vererek onun yerine altın, mum, fildişi ve hayvan kürkü ticareti gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Fransa tarafından atılan bu adımlara 1880'li yıllardan itibaren özellikle bölgenin iç kısımlarında bulunan ve ilerleyen yıllarda Gine'nin ulusal kahramanı olacak olan Samori Ture önderliğinde yaşayan topluluklar muhalif bir tutum sergilemiş, 1882 yılında da Fransızlara ilk askeri yenilgiyi yaşatmışlardır. Bu süreçte "Sudan" (günümüzdeki Senegal ile Sudan arasındaki bölge) olarak adlandırılan bölgede büyük bir hakimiyet elde ederek imparatorluk oluşturan Ture, günümüzde Gine'nin doğu kısımlarını da hükümdarlığı altına almıştır. Bunun haricinde günümüzdeki Mali'nin güneyi, Fildişi Sahili'nin kuzey kesimleri ile Burkina Faso'nun belli bir bölümü bu imparatorluk içerisinde yer almaktaydı. Ture tarafından oluşturulan bu imparatorluk 1875 yılından 1893 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. 1891 yılına kadar Fransa ile arasında bulunan antlaşma gereği herhangi bir fiili saldırı olmasa da, Fransa bu süreçte askeri yöntemlerin yanı sıra yerel grup liderleri ile yaptığı antlaşmalar ile bu bölgedeki varlığını genişletmiştir. Bu yaşananlar neticesinde Ture, 1894 yılında imparatorluğunu o anki konumundan 600 km doğuya taşıyarak, günümüzdeki Gine topraklarından tamamen çıkmıştır. Bu doğuya kayma işlemi sonucu "İkinci Samori Ture İmparatorluğu"nu kuran Ture, bıraktıkları bölgelerde Fransa'nın egemenlik kurmasını engelleyememiştir. Yaşanan bu gelişmeler nedeniyle 1891 yılından itibaren Ture ile sürekli doğu yönünde ilerleyen ve kendilerini de bu yönde ilerlemesine neden olan Fransa arasında çatışmalar yaşanmıştır. 1881 yılından Fransa'nın Fulbe Krallığı ile yaptığı "Koruma Antlaşması" 15 yıl boyunca devam etmiş, 1896 yılında bu antlaşmaya son vermiş, ülkenin kralını öldürerek bölgeyi kukla yönetime emanet ederek dolaylı yoldan elde etmişlerdir.
Fransa sömürge dönemi (1885-1939).
1885 yılında Conakry, Fransa Valisi'nin Gine'deki ilk yerleşim yeri olmuş, burada bulunan valilik 1893 yılına kadar Fildişi Sahili'nde bulunan Dahomey için de sorumlu olmuştur. Almanya'nın bu bölgede hak sahibi olduğu Kapitaï ve Koba bölgelerinden 24 Aralık 1885 tarihinde Fransa lehine çekilmesi ile bölgede tam bir hakimiyet kuran Fransa, Berlin Konferansı sonucu 15 Mayıs 1886 tarihinde Portekiz ile anlaşarak bölgedeki sınırların tam olarak çizilmesine olanak sağlamıştır. Bölge, 1892-1893 döneminde Fransız Batı Afrikası içerisinde yer alan bir koloni olduğu ilan edilmiştir. 1897 yılından itibaren her bir kişiden alınan vergiler, o dönem ki yönetimin en önemli vergi gelir kaynağını oluşturmaktaydı. Fransa yönetimi altındaki bölgelerde hakimiyeti tam olarak sağlama amacını hedeflemiş, bölgelerindeki liderleri bu konuda yeterli gördüğü takdirde yönetime devam etmesini sağlıyor, yeterli kapasitede görmediği liderleri de hemen değiştiriyordu.
Fransa, diğer birçok Afrika sömürge bölgelerinde olduğu gibi Gine'de de elde edilen her toprağı kendilerinin kazandığı ve sahip olduğu toprak olarak görmekteydi. 1904 yılında bölgede bulunan tüm "boş" yani kullanılmayan ya da üzerinde herhangi bir yapı bulunmayan tüm toprak parçalarını Fransa toprağı ilan etmiştir.
1925 yılından itibaren bölgedeki yerel halkın da koloni yönetiminde yer alması konusunda adımlar atılmış lakin bu girişim herhangi bir etki yaratmamıştır.
Fransa sömürge dönemi (1939-1958).
Fransa anakarasının Almanya tarafından işgal edilmesi sonucu Fransız Batı Afrika'sı üyeleri, Almanya ile işbirliği içerisinde olan Vichy hükûmeti ile Londra'da Özgür Fransa'nın sürgündeki hükûmetinin lideri Charles de Gaulle arasında tercih yapmak zorunda kalmış, Charles de Gaulle hükûmetini destekleyen Fransız Ekvatoral Afrikası hariç, Fransız Ginesi'nin de dahil olduğu diğer tüm bölgeler Vichy yönetimini destekleme kararı almışlardır. Bu gelişmeler neticesinde Gine'de de Almanya'da sürdürülen politikaların bir yansıması olarak sömürge bölgelerinde ırkçı yasalar kabul edilmiş, "sadece beyazlar" ibaresinin olduğu tabelalar bölge genelinde asılmış, siyahilere yönelik ayrımcı bir politika izlenmiştir. Almanya'nın ve böylece Vichy rejiminin savaşı kaybetmesi neticesinde de bu tür ırkçı ve ayrımcı faaliyetlere bölgede son verilerek eski düzene geri dönülmüştür.
Bağımsızlığa giden yol.
1958 yılında Charles de Gaulle'un önemli yetkiler ile Fransa'da başbakan olması sonrasında, bu yetkilerini ilk olarak yeni bir anayasanın kabulünü referanduma götürerek kullanmıştır. Bu referandumda ayrıca Fransa'ya bağlı bulunan sömürge bölgeleri kendi gelecekleri hakkında da seçim yapma durumundaydılar. Buna göre sömürgeler ya Fransa'ya daha sıkı ve tamamen bağlanmayı ya da derhal bağımsızlık ile Fransa'nın tüm desteğinden yoksun kalmayı oylamış olacaklardı. Bu dönemde Fransız Batı Afrikası'nın en önemli ve güçlü partisi olan ve gelecekte Afrika'daki frankofon ülkelerde başa gelecek kişilerin içerisinden çıktığı "Rassemblement Démocratique Africain" (RDA) partisinin Gine'deki lideri olan Ahmed Sékou Touré, "varlık içerisinde köle olacağıma, yoksulluk içerisinde özgür olurum" tezi ile bağımsızlıktan yana tavır alarak oylamada bir milyondan fazla Gineli'nin Fransa'ya bağlanmaya karşı oy kullanmasını sağlamış, 2 Ekim 1958 tarihinde de Touré önderliğinde bu referandumun yapıldığı sömürge bölgeleri içerisinde bağımsızlığını ilan eden tek ülke olarak ön plana çıkmıştır.
Bağımsızlık.
Gine'nin Fransa'ya bağlı kalmayı reddeden oylaması sonucunda bağımsızlığı kazanmış olsa da Fransa yaşanan bu durum neticesinde ülke içerisinde bulunan binlerce sivil çalışanını geri çekerek Fransa'ya geri göndermiştir. Gine'de bulunan tüm telekomünikasyon altyapısı ile hastane, okul gibi yerlerde bulunan büro malzemeleri ile tıbbi araç ve gereçler ile ilaçlar kullanılamaz bir halde bırakılmış ya da lagünlere atılmıştır. Bu olayların yanı sıra Gine ile tüm ticari ilişkileri sonlandıran Fransa, bağımsızlık kararını aldığı bu kararlar ile "cezalandırma" yoluna gitmiştir. Gine, Fransa ile kaybettiği bu yakın çalışma ortamını Sovyetler Birliği ile yakalama gayreti içerisine girmiş, bu yakınlık sayesinde de Sovyetler Birliği ülkeye boksit çıkarılması ve işlenmesi konusunda yardım etmiştir. Touré 1961 yılında Sovyetler Birliği'nin kendisi ile ilgili gizli bir planın içerisinde olduğunu iddia ederek ilişkileri bitirmiştir.
Touré, ülkesinin Afrika'da yer alan frankofon bölgeleri içerisindeki bağımsızlığı ne denli önemli ise, 1957 yılında bağımsızlığına kavuşan Gana'nın İngilizce konuşan bölgeler içerisindeki ilk bağımsızlık olması nedeniyle bu ülke ile olan ilişkilerini genişletmek hedefindeydi. Bu doğrultuda Gana lideri Kwame Nkrumah ile sosyalist ve Pan-Afrika fikirlerini paylaşarak, birleşik bir Afrika'nın dünyada hak ettiği yere gelebileceğini ifade ediyordu. 1958 yılında iki ülke kısa süreli de olsa Afrika Devletler Birliği çatısı altında birleşmiş, bu birliğe 1961 yılında Mali'de katılmış ancak bu birliktelik 1962 yılında sonlandırılmıştır.
Bağımsızlık sonrası izlenen politikaların başında ülke genelinde ortak bir Afrika kültürünün oluşturulma planı ciddi oranda desteklenmesi gelmiş, yaygın olan "kabilecilik" düzenine son vermeyi amaçlamıştır. İlk başlarda olumlu adımlar atılsa da daha sonra tek parti düzeni kurarak ülkede muhaliflere yönelik sert adımlar atmış, ülkede işsiz olan gençler için çalışma zorunluluğu getirmiş ve diktatör bir rejim oluşturmuştur.
1970 yılında Mar Verde Operasyonu (Portekizce:"Operação Mar Verde") kapsamında komşusu olan Portekiz kolonisi Portekiz Ginesi (günümüzde Gine-Bissau) üzerinden silahlı kuvvetler ülkeye giriş yaparak hükûmeti devirme girişiminde bulunmuştur. Portekiz'in de silah ve mühimmat desteği sağladığı kuvvetlerin gayesi Portekiz Ginesi'nde faaliyet gösteren özgürlük hareketi PAIGC'e destek verdiğini düşündükleri Touré'yi ülke yönetiminden uzaklaştırmaktı. Birkaç gün süren çatışmaların neticesinde Gine ordusu saldırganları yenerek ülkeden çıkarmıştır.
Sekou Touré kalp ameliyatı olmak için gittiği Amerika Birleşik Devletleri'nde 26 Mart 1984 tarihinde ameliyat sonrası ölmüştür.
Touré'nin ölümü sonrası bu göreve geçici olarak başbakan Louis Lansana Béavogui atanmış olsa da görevinin henüz ilk haftasında 3 Nisan 1984 tarihinde Lansana Conté ve Diarra Traoré önderliğinde gerçekleştirilen kansız askerî darbe ile görevinden uzaklaştırılarak Lansana Conté başkanlık, Diarra Traoré'de başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Conté iktidarı döneminde bir önceki dönemde yaşanan insan hakları ihlallerini eleştirmiş, demokratikleşme sağlanamasa da sosyalist düzenden vazgeçmiş, 250 siyasi tutukluyu salıvermiş ve 200.000 Gine vatandaşının ülkelerine geri dönmesini sağlamıştır.
1992 yaptığı açıklama ile sivil bir hükûmete dönüleceğini ifade eden Conté, 1993 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerine katılarak kazanmış ve bu göreve seçilen cumhurbaşkanı olarak devam etmiştir. 1995 yılında gerçekleştirilen genel seçimlerde Conté'nin partisi zafer ile ayrılmıştır.
Gine 2000 yılında komşu ülkeleri Liberya ve Sierra Leone'de yaşanan iç savaşın bir parçası olmuş, bu ülkelerden kaçan asi güçler Gine sınırlarına girmiş ve böylece Gine'nin de iç savaşın eşiğine gelmesine neden olmuştur. Yaşanan bu olaylar neticesinde Conté komşu ülkelerin Gine'nin doğal zenginliklerini elde etme çabası içerisinde olduğunu ifade etmiş, bu ifade söz konusu ülkeler tarafından yalanlanmıştır.
Dış siyasette bunlar yaşanırken, Conté ülke içerisinde en önemli muhalefet liderlerinden biri konumunda olan Alpha Condé'yi ülkeyi tehlikeye soktuğu için cezaevine göndermiş, kendisini bir dönem daha başkan yapacak olan anayasa değişikliğini de referanduma sunarak kabul edilmesini sağlamıştır. Bu referandum sayesinde 2003 yılında üçüncü dönemine başlayan Conté, aynı yıl komşu ülkeleri Sierra Leone ve Liberya ile anlaşmalar imzalayarak asi güçlere karşı birlikte hareket etme kararı almıştır. Conté 2005 yılında uğradığı bir suikasttan kurtulmayı başarmıştır.
Şubat 2007'de muhalefetin ülke genelindeki en büyük sendikalar ile birlikte hareket etmesi neticesinde Gine genelinde grev kararları alınmış, bu grevler halk ayaklanmasına dönüşmüş, Conté'de bu olaylar nedeniyle talepleri karşılamak zorunda kalmıştır. Talepler arasında yer alan tarafsız başbakan ataması noktasında Lansana Kouyaté başbakan olarak atanmış, bir diğer önemli talep olan gıda maddelerin ücretlerinin düşürülmesi konusu da işleme alınarak gıda maddelerinde fiyat indirimleri gerçekleştirilmiştir.
2007 yılının başında alınan bu kararlarda geri dönüşler gören ve özellikle gıda madde fiyatlarının yeniden yukarıya doğru düzeltildiğini ifade eden ve siyasi kararların meclis dışında bulunan muhalefet üyelerin bilgisine başvurulmadan alındığını savunan muhalif sendikalar yağmur sezonunun bitmesi ile birlikte yeniden grev kararı almışlardır.
Başbakan Kouyaté Mayıs 2008'de görevinden alınmış, aynı ay ordu içerisinde huzursuzluklar yaşanmış, Haziran 2008'de de polisler, öğretmenler ve doktorlar da greve gitmiştir. Ülke genelinde yaşanan bu olayların sonucunda cumhurbaşkanı Conté 20 Haziran 2008 tarihinde içerisinde ilk defa muhalifleri temsilen bakanların da yer aldığı yeni hükûmeti açıklamış, Ahmed Tidiane Souaré'yi de başbakan olarak atamıştır.
23 Aralık 2008 tarihinde Conté'nin uzun süreli hastalığının etkisi ile hayatını kaybetmesi sonucu anayasa gereği oluşan boşluğu geçici görev ile meclis başkanı Aboubacar Somparé üstlenmesi gerekirken, Conté'nin ölümünden sadece bir gün sonra bir grup ordu üyesi adına devlet radyosundan ulusa seslenen ordu komutanı Moussa Dadis Camara hükûmetin ve diğer kamu kurumlarının lav edildiğini, sivil anayasanın askıya alındığını, sendikaların işlemlerinin durdurulduğunu açıklamıştır. Gine halkının "derin bir çaresizlik" içerisinde olduğunu vurgulayan Camara, sivil ve askeri kişilerin birlikte oluşturacağı bir danışma kurulu ile ülke yönetiminin sağlanacağını ifade etmiştir.
28 Eylül 2009 tarihinde Gine ordusu Camara'nın otorite yönetimine karşı protestolarda bulunan göstericilere karşı sert bir müdahalede bulunmuş, yaşanan olaylarda 157 gösterici ölmüştür. 3 Aralık tarihinde uğradığı suikastten ağır yaralı olarak kurtulan Camara, tedavi olabilmek için Fas'a gitmiştir. Camara Ocak 2010'dan bu yana Burkina Faso'nun başkenti Ouagadougou'da yaşamaktadır.
27 Haziran 2010 tarihinde gerçekleştirilen ve ordu mensuplarının katılmasının yasaklandığı devlet başkanlığı seçimleri Gine'nin bağımsızlığını kazandığı 1958 yılından bu yana gerçekleştirilen ilk bağımsız seçimler olarak kayda geçmiş, 24 adayın yarıştığı seçimlerin ilk turunun sonuçlanması sonrasında ortaya çıkan birçok şikayet nedeniyle ikinci tur seçimleri birçok kez ertelenmiştir. Bu ertelemeler olaylara neden olmuş 24 Ekim 2010 tarihinde planlanan ikinci tur seçimlerinin yapılmaması ile birlikte bu iki üyenin mensubu olduğu Fulbe ve Malinke etnik grupları arasında ölümlü çatışmalar yaşanmış, bu olaylar neticesinde ordu toplantı ve gösteri yasağını devreye almıştır. İkinci tura kalan eski başbakanlardan Cellou Dalein Diallo ile uzun süreli muhalefet liderlerinden Alpha Condé arasında yaşanan çekişme 7 Kasım 2010 tarihinde yapılan seçim ile noktalanmış, Alpha Condé bu seçimlerden başarılı çıkarak Gine'nin yeni cumhurbaşkanı olmuştur.
9 Eylül 2021'de Conté, bir darbe sonucunda koltuğundan indirildi.
Coğrafya.
Ülke'nin 4.046 km sınırının 816 km'si Fildişi Sahili, 421 km'si Gine-Bissau, 590 km'si Liberya, 1.062 km'si Mali, 363 km'si Senegal ve 794 km'si Sierra Leone ile dir. Ülkenin kara sınırı haricinde Atlas Okyanusu kıyısında 320 km'lik sahil şeridi vardır.
Ülkenin kıyıdan iç kesimlerine, doğuya doğru ilerlendiğinde arazi basamaklar halinde yükselerek 1.000 m yüksekliğe kadar çıkar. Burada bulunan ve Futa-Djalon olarak adlandırılan dağlık bölgede yağmur ormanları da yer almaktadır. Bu dağlık bölgenin güneydoğusunda yer alan yaylalar, ülkenin bu bölgesinde yer alan dağlık bölgeler ile köprü vazifesi görür. Gine'nin güneydoğu kesiminde yer alan bölgeler ülkenin en yüksek noktalarını oluşturmakta olup 1.752 m ile ülkenin en yüksek noktasını konumunda olan Nimba Dağı'da bu bölgededir. Nimba dağı ve civarı 1982 yılında bu yana UNESCO'nun Dünya Mirası listesindedir. Futa-Djalon bölgesinin doğusunda, Nimba bölgesinin ise kuzeyinde kalan kesimlerde ise ovalar yer alır. Afrika kıtasının önemli nehirlerinden biri konumunda olan Nijer nehri ve kolları bu ovaları sular.
Yaban Hayatı.
Gine'nin güney kısmı olan batı Afrika Gine ormanları, biyoçeşitliliğin çok azaldığı kuzeydoğusu kuru savan ormanlarıyla anılır. Bazı hayvanların azalan nüfusları parkların ve korumaya alınmış arazilerin ıssız uzak kısımlarıyla sınırlıdır.
Gine'de bulunan canlı türleri şunlardır:
Bölgeler ve iller.
Gine Cumhuriyeti, batı Afrika'nın , ekvatorun yaklaşık 10. kuzey enlemini kapsar.
Gine kendi içinde sekiz bölgedir. Bu bölgeler de 33 ile ve iller de 341 ilçeye ayrılmıştır.
1.675.069 nüfuslu başkent Konakri, başkent bölgesi olarak özel bölgedir ve herhangi bir ili ya da ilçesi yoktur.
Gine bu bölgelerin haricinde ayrıca gayri resmi olarak farklı beşeri, coğrafi ve iklimsel özellikleri olan 4 doğal bölgedir:
"Üst bölgeler" olarak adlandırılan bölgeler ve kapladıkları alanlar şunlardır:
Şehirler.
Gine'de nüfusun en yoğun olduğu şehir başkent Konakri'dir. Gine nüfusunun %16'sı başkentte yaşar. Ülkede 2014 resmi nüfus verilerine göre en kalabalık dört şehir şu şekilde sıralanır:
Konakri (1.667.864), Nzérékoré (194.178), Kankan (193.800), Kindia (135.000)
İklim.
Gine'de genelde tropikal iklim şartları hüküm sürer. Bölgesel olarak bazı farklılıklar gözlemlenebilse de kurak dönem ile yağmur dönemi uzun sürer. Kıyı kesimlerinde sıcak ve nemli bir iklimin yanı sıra yoğun yağışların hakim olduğu ülkede, Futa-Djalon bölgesinin doğusuna doğru ilerlendikçe yağışlar azalır.
Ülkede Muson yağmur sezonu mayıs-eylül ayları arasındadır. Bu yağışlar genellikle şiddetli fırtınalar ve yoğun gök gürültüsü eşliğinde gerçekleşir. Muson yağmurları ülkenin güney bölgesindeki yağmur ormanı bölgelerinde şubat ayı itibarıyla başlar. Gine temmuz-ağustos döneminde Muson yağmurlarının en çok yağdığı dönemi yaşar ve kasım-nisan ayları arasında kurak bir döneme geçilir. Özellikle bu dönemde ülke "harmattan" olarak adlandırılan ve Sahra Çölü yönünden esen alize rüzgarlarının etkisi altındadır.
Gine'de yıllık sıcaklık ortalamaları 22 °C ile 32 °C arasındadır. En yüksek sıcaklık değerleri 28 °C ile 35 °C arasındadır. Futa-Djalon yaylalarında kış aylarında en düşük sıcaklık değeri 6 °C ölçülür.
Ülkenin Atlas Okyanusu kıyısında yer alan başkent Konakri'de yağmur ya da kurak sezondan bağımsız sürekli 24 °C ile 32 °C aralığında sıcaklık değerleri ölçülür ve yıllık yağış ortalaması 4.000 mm düzeyindedir.
Ülkenin nemli havası özellikle ziyaretçiler tarafından boğucu ve çok yorucu bulunur.
Yağmur sezonunun başlangıç ve bitiş dönemleri (Nisan/Mayıs-Ekim/Kasım) Gine'de yaşam koşullarını zorlaştıran şiddetli yağışların ve gök gürültülerinin, kasırga şiddetindeki rüzgarların yaşandığı dönemdir.
Siyaset.
Gine 1991 yılında kabul edilen yasaya göre başkanlık sistemi ile yönetilen bir cumhuriyettir. Ülkenin cumhurbaşkanı Kasım 2001 yılında yapılan yasa değişikliği ile o güne kadar beş yıllık bir süre için seçilirken söz konusu tarihte gerçekleştirilen değişiklik ile artık yedi yıllık süre için cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmektedir. Gine meclisi toplamda 114 sandalyelidir.
Ülkenin en önemli siyasi partilerini Parti de l'Unité et du Progrès (PUP), Rassemblement du Peuple Guinéen (RPG), Parti du Renouveau et du Progrès (PRP) ve Union pour la Nouvelle République (UNR) oluşturmaktadır
Cumhurbaşkanı Lansana Conté'nin Aralık 2008 yılında hayatını kaybetmesi sonrası yönetimi Moussa Dadis Camara önderliğinde ele alan ordu, anayasayı askıya almış ve hükûmeti feshettiğini bildirmiştir. Son olarak Aralık 2010 yılında gerçekleştirilen seçimleri kazanan Alpha Condé, bu tarihten günümüze kadar Gine cumhurbaşkanı olarak görevini sürdürmektedir.
Dış siyaset.
Gine birçok uluslararası organizasyonlara üyedir. Gine, Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, Uluslararası Frankofon Organizasyonu, Afrika Kalkınma Bankası, Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, İslam Kalkınma Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlarda yer almaktadır.
İnsan hakları.
Gine bağımsızlığını ilan ettiği 1958 yılından birkaç yıl sonra askeri diktatörlük ile yönetilmeye başlanmıştır. Günümüzde geçerli olan anayasada resmi olarak kuvvetler ayrımına vurgu yapsa da genel hukuk ve temel haklar konusunda topluma sabit haklar tanımış olsa da bu yasalar gerçek anlamda neredeyse hiç uygulanmamaktadır.
2008 yılında gerçekleştirdiği darbe ile yönetimi ele alan Moussa Dadis Camara önderliğindeki ordu güçleri ile orduya karşı protesto gösterileri gerçekleştirilen topluluk arasında 28 Eylül 2009 tarihinde çıkan çatışmalarda ordu mensuplarının göstericiler üzerine ateş açması sonucu 157 kişinin öldüğü insan hakları örgütleri ile yerel hastaneler tarafından açıklanmıştır. Aynı dönemde 100'ün üzerinde kadının da askerler tarafından tecavüze uğradığı ifade edilmiştir.
Uluslararası Af Örgütü'nün ("Amnesty International") yayınladığı 2012 raporuna göre ülke genelinde uygulanan baskıcı politikaların devam ettiği vurgulanmış ve silahlı kuvvetlerin toplum üzerinde aşırı şiddet uygulayarak sindirme politikası izlediği belirtilmiştir. Asker ya da polis tarafından tutuklanan kişilerin suçu ispat edilmemesine rağmen işkence gördüğü ve kötü muameleye maruz kaldıkları ifade edilmiştir. 2009 yılında yaşanan olaylar ile ilgili açılan davalarda öldürülen kişilerin aileleri ile tecavüze uğrayan kadınlar suçluların adalet önüne çıkarılması yönünde hâlâ bekledikleri belirtilmiştir.
Ekonomi.
Gine ekonomisi 1980'li yılların ortalarına kadar özellikle Ahmed Sékou Touré dönemindeki kötü yönetimin de etkisi ile zarar görmüştü. Bu dönemde yürütülen politikalar nedeniyle ekonominin altyapısı çökmüş, ülkenin yer altı ve yer üstü zenginlikleri olumlu bir şekilde kullanılamadığı için halk geçim sıkıntısı yaşamıştır. O yıllarda Gine'de bulunan birçok işletme devlete aitti ve devlet kontrolü altında faaliyetlerini sürdürmekteydi. Touré'nin 1984 yılında hayatını kaybetmesi ile birlikte ekonomi alanında farklı adımlar atılmış, piyasa odaklı döviz kuru sistemi kurulmaya çalışılmış ve devlete ait işletmeler ya özelleştirilmiş ya da tamamen kapatılmıştır. Bu olumlu gelişmeler 2000 yılına kadar sürdürülmüş, söz konusu yıldan itibaren hükûmet düşünülen başka reformların ele alınmasını yavaşlatmış ve bastırmış, sonuçta rüşvet olaylarında artış gözlemlenmiştir.
Gine 2014 yılında yayınlanan "Yolsuzluk Algılama Endeksi" verilerine göre 175 ülke içerisinde 145. olarak, alt sıralardadır.
Tarım.
Toprakları nadasa bırakma Gine'de yaygındır. Ülke topraklarının %5'i kadarı tarımsal faaliyetlerde kullanılmakta olup, burada elde edilen mahsul de kişisel kullanımı bile karşılamakta yetersiz kalmaktadır.
Gine nüfusunun yaklaşık %75'i tarımda çalışır.
Akarsular arasındaki taşkın bölgelerinde prinç yetiştirilir. Yerli pirinç üretimi ülke nüfusunu beslemeye yetmediğinden pirinç Asya'dan ithal edilir.
Gine'de pirinç ve kahvenin yanı sıra meyvelerden ananas, şeftali, nektarin, mango, portakal, elma, armut, muz, üzüm, nar ve sebzelerden patates, domates, salatalık ve biber yetiştirilir.
Gine, elma ve armutta gelişen bölgesel bir üreticidir.
Son yıllarda dikey hidroponik sistemli çilek tarlaları ile de üretim yapılır.
Fransız yönetimindeyken ve bağımsızlığının başlangıcındayken Gine, muz, ananas, kahve, yer fıstığı ve palmiye yağı ihracatçısıydı.
Ülkede tarıma dayalı bira, meyve suları, alkolsüz içecekler ve tütün işleme gibi tarımsal tesisler vardır.
Doğal kaynaklar.
Dünyanın bilinen boksit rezervlerinin %25'i Gine'dedir. Boksit ve alümina madencilikte en büyük ihracat ürünüdür. Ülkede ayrıca elmas, altın, demir yatakları da vardır.
Madencilik.
Mineral zenginliği 4 milyar tondan fazla çok kaliteli demir cevheri, elmas, altın yatakları ve uranyumu kapsar.
Gine'de 25 milyar ton (metrik ton) boksit- dünya rezervlerinin neredeyse yarısı vardır.
Kuzeybatı Gine'deki ortak girişim boksit madenciliği ve alümina operasyonları tarihsel olarak Gine'nin döviz rezervleri'nin yaklaşık %80'ini sağlar.
Boksit, alümina olarak saflaştırılır sonra ergitme ile alüminyuma dönüştürülür.
"Compagnie des Bauxites de Guinée" (kısaca CBG) yılda yaklaşık 14 milyon ton çok kaliteli boksit ihraç eder. CBG, %49'u Gine hükûmetine ve %51'i Halco Mining Inc. adlı uluslararası konsorsiyuma ait ortak bir girişimdir. CBG‘nin kendisi de alüminyum üreticisi Alcoa (AA), küresel madenci Rio Tinto Group ve Dadco Investments tarafından yönetilir. CBG, 2038 yılına kadar kuzeybatı Gine'deki boksit rezervleri ve kaynakları üzerinde münhasır haklara sahiptir.
Gine hükûmeti ile RUSAL arasındaki ortak girişim "Compagnie des Bauxites de Kindia" (CBK), yılda yaklaşık 2,5 milyon ton boksit üretir ve neredeyse boksitin tamamı Rusya ve Doğu Avrupa'ya ihraç edilir.
Gine/Ukrayna ortak boksit girişimi olan Dian Dian, yıllık tahmini 1000,000 ton üretim kapasitelidir ve birkaç yıla kadar faaliyete geçmesi beklenmemektedir.
Eski Friguia Konsorsiyumu'nu devralan "Alümina Compagnie de Guinée" (ACG), alümina rafinerisi için hammadde olarak 2004 yılında yaklaşık 2,4 milyon ton üretmiştir. Rafineri yaklaşık 750.000 ton alümina ihraç eder.
Hem Global Alümina hem de Alcoa-Alcan, Gine hükûmeti ile yılda yaklaşık 4 milyon ton toplam kapasiteli büyük alümina rafinerileri inşa etmek için sözleşmeler imzalanmıştır.
Simandou demir cevheri rezervidir.
Mart 2010'da Anglo-Avustralya şirketi Rio Tinto Group ve en büyük hissedarı Aluminum Corporation of China Limited (Chinalco), Rio Tinto'nun demir cevheri projesini geliştirmek için ön anlaşma imzalanmıştır.
Eskiden model olan Tigui Camara Gine'de madencilik şirketi sahibi ilk kadındır.
Petrol.
2006'da Gine açık deniz petrol sahasını keşfetmek için Houston'daki Hyperdynamics Corporation ile üretim paylaşım anlaşması imzaladı ve ardından Dana Petroleum PLC (Aberdeen, Birleşik Krallık) ile ortak oldu. İlk kuyu Sabu-1'in Ekim 2011'de yaklaşık 700 metre derinlikteki deniz tabanında sondaja başlaması planlanıyordu. Sabu-1, üst Kretase kumlu 4 yollu antiklinal bir petrol damarını hedeflemişti ve toplam 3.600 metre derinliğe kadar sondaj yapılması bekleniyordu.
2012 yılında keşif sondajının tamamlanmasının ardından Sabu-1 kuyusu ticari olarak uygun görülmedi.
Kasım 2012'de Hyperdynamics'in yan kuruluşu SCS imtiyazın %40'ının Tullow Oil'e satışı için anlaşma yaptı ve Gine'nin açık deniz sahasındaki mülkiyet hisseleri %37 Hyperdynamics, %40 Tullow Oil ve %23 Dana Petroleum'un oldu. Hyperdynamics'in mevcut anlaşmaya göre bir sonraki seçeceği yer olan Fatala Cenomanian turbidite petrol sahasında sondaja başlamak için Eylül 2016'ya kadar süresi vardı.
Turizm.
Gine'de çoğunlukla Basse Gine (Aşağı Gine) ve Moyenne Gine (Orta Gine) bölgelerindeki şelaleler ilgi çekici yerlerdir.
Kindia'daki Kakoulima dağının eteğindeki Soumba şelalesi, Dubreka'da Voile de la Mariée (Gelin duvağı), Pita vilayetindeki Kokoula nehri üzerinde yaklaşık 80 m yüksekteki Kinkon şelaleleri, aynı nehirde yağmur mevsimi boyunca 100 metreye ulaşabilen Kambadaga şelaleleri, Dalaba'daki Ditinn & Mitty şelaleleri, Fetoré şelaleleri ve Labe bölgesindeki taş köprü Gine'deki turistik yerler arasındadır.
İhracat.
Gine ekonomisinin en önemli ihracat ürünleri boksit, alüminyum, altın, elmas, kahve, balık, palmiye ağacı yağı, kakao, ananas ve pamuktur. Ülkenin 2016 verilerine göre ihracat yaptığı ilk beş ülke şu şekildedir:
Birleşik Arap Emirlikleri %27.6
Gana %15.3
Hindistan %9.1
İsviçre %7.7
Fransa %6
İthalat.
Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini petrol ürünleri, metal, makine, ulaşım araçları, tekstil, tahıl ve diğer gıda maddeleridir.
2012 verilerine göre Ülkenin ithalat yaptığı ilk beş ülke şu şekildedir:
Çin %16.8
Birleşik Arap Emirlikleri %13.4
Hollanda %12.8
Hindistan %8.3
Fransa %7
Nüfus.
Gine'da son olarak 2014 yılında gerçekleştirilen sayım sonuçlarına göre nüfusu 10,628,972 kişidir. Bu güncel olarak son resmi nüfus sayımıdır. Gine nüfusunun 13,5 milyon olduğu tahmin edilmektedir.
Ülke nüfusunun çoğunluğu başkent Konakri'de yaşar.
Gine genç nüfuslu bir ülke olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun %60,52'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,91'i 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %41.2 (erkek 2,601,221/kadın 2,559,918)
15-24 yaş: %19.32 (erkek 1,215,654/kadın 1,204,366)
25-54 yaş: %30.85 (erkek 1,933,141/kadın 1,930,977)
55-64 yaş: %4.73 (erkek 287,448/kadın 305,420)
65 yaş ve üzeri: %3.91 (erkek 218,803/kadın 270,492)
2022 verilerine göre, nüfusun şehirde yaşayan oranı %37,7 olan ülkede nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %2,76 düzeyindedir.
Etnik gruplar.
Gine nüfusu yaklaşık 24 etnik gruptan oluşur. Mandingo veya Malinké olarak da bilinen Mandinka halkı, nüfusun %29,4'ünü oluşturur ve çoğunlukla doğu Gine'de Kankan ve Kissidougou illeri çevresinde yoğunlaşmıştır.
Fulanîler, nüfusun %33,4'ünü oluşturur ve çoğunlukla Futa Djallon bölgesindedirler. Nüfusun %21,2'sini oluşturan Soussou, ağırlıklı olarak başkent Konakri, Forécariah ve Kindia çevresindeki batı bölgelerindedir. Kpelle halkı, Kissi halkı, Zialo, Toma ve diğerleri dahil olmak üzere nüfusun geri kalan %16'sını daha küçük etnik gruplar oluşturur. Gine'de, çoğunlukla Lübnan, Fransız ve diğer Avrupalılar olmak üzere yaklaşık 10.000 Afrikalı olmayan kişi yaşar.
Dil.
Gine'nin resmi dili Fransızcadır. Ülkenin Fransa sömürgesi olduğu dönemlerde kullanılmaya başlanan Fransızca bağımsızlık sonrası da resmi dil olarak kabul edilip kullanılmıştır. Fransızca resmi dil olmasına rağmen nüfusun sadece %15-25 tarafından kullanılmaktadır. Fransızcanın özellikle 1980'li yılların sonlarından itibaren okullarda tek eğitim dili yapılması ve buna bağlı olarak toplumun Fransızcayı daha sık kullanması sonucunda Fransızcayı anadili olarak konuşan nüfusun oranında artmıştır. Halen nüfusun %2'si Fransızcayı anadili olarak ifade eder. Son yıllarda yapılan araştırmalarda nüfusun %63,2'si Fransızcayı kısmen ya da tamamen konuştuğunu ifade etmiştir.
Fulanice 2018'de nüfusun %33,9'u tarafından ilk veya ana dil olarak konuşuluyordu, ardından %29,4 ile Mandinka dili geliyordu. En çok konuşulan üçüncü yerel dil 2018'de nüfusun %21,2'si tarafından birinci dil olarak konuşulan Susu diliydi. Gine'de Ginelilerin yerel dili olarak konuşulan diğer dillerse Kissi ve Kpelle dahil olmak üzere 2018'de nüfusun %16'sını oluşturdu. Bu dillerin haricinde ülkede etnik gruplar tarafından konuşulan 40 farklı bölgesel dil daha vardır.
Din.
Gine genelinde hakim olan din İslam dinidir. Buna göre nüfusun %85'i islam inancına göre yaşamını sürdürmektedir. İslam topluluğun büyük bir kısmı islamiyeti sünni mezhebine göre yaşamaktadır. Hristiyan dini ülke içerisinde en yaygın ikinci din konumunda olup nüfusun %8'i Hristiyan inancına göre yaşamlarını sürdürmektedir. Bu iki dinin haricinde yerel dinlere inanan %7 dolayında küçük bir topluluk da mevcuttur.
Eğitim.
Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2010 verilerine göre %41 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %52 iken, kadınlarda %30 seviyesindedir. Ülkede ilk öğretimin süresi altı yıl olup, bu sürenin sonuna kadar eğitim alan çocukların sayısı azdır.
1999 verilerine göre ilk öğretim çağındaki çocukların %40'ı okula gitmektedir. Okul çağında bulunan çocukların birçoğu da okul eğitimine ya hiç başlamamakta olup aile içerisinde tarımda ya da diğer dış işlerde kullanılmak üzere çocuk işçi olarak çalışmaktadır. Ülke genelinde 5-14 yaş aralığındaki çocukların %25'i 2003 verilerine göre işçi olarak çalışma hayatına atılmaktadır. Erkek çocukların okula gitmeme durumu fiziki olarak çalıştırılması ile ilgili olup, kız çocuklarında bu duruma ek olarak evlendirilmesi engel teşkil etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün 2012 verilerine göre Gine, %63'lük bir oran ile çocuk evliliklerinin en fazla olduğu dördüncü ülke konumundadır.
Sağlık.
Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup 2012 tahmini verilerine göre nüfusun %74,8'i temiz kaynaklardan su temin etmektedir.
Nüfusun sadece %18,9'unun tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlandığı ülkede nüfusun %81,1'i ilkel şartlarda sağlık hizmeti almaktadır. Sıtma, humma, ishal, tifo, hepatit ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine az görülmekte olup bu oran 2012 verilerine göre %1,7'dir.
Ebola.
Gine 2014 yılında ebola virüsü salgını ile karşı karşıya kalmış, Gine Sağlık Bakanlığı 23 Mart 2014 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü'ne ülke genelinde ebola virüsünün yayıldığını bildirmişti. Ülke genelindeki virüs salgını ile ilgili olarak Mart 2014 tarihinde ilk açıklama gelmiş olmasına rağmen ilk vakanın Aralık 2013 tarihinde geldiği bildirilmiştir. Önlem olarak sağlık bakanlığı, hastalığın taşıyıcısı olduğu düşünülen yarasaların satışını ve tüketimini yasakladı. Virüs sonunda kırsal alanlardan Konakri'ye yayıldı. Haziran 2014'e kadar Gine'nin haricinde diğer Batı Afrika ülkeleri olan Sierra Leone ve Liberya'da da çok sayıda kişi bu salgına yakalandı.
Ağustos 2014'te Gine, virüsün yayılmasını kontrol altına almak için Sierra Leone ve Liberya sınırlarını kapattı çünkü bu ülkelerde Gine'den daha fazla yeni hastalık vakası bildirilmişti. Gine'de 2014-2015 dönemi içerisinde 3.429 kişinin bu virüse yakalandığı açıklanmış, yine aynı dönem içerisinde de 2.263 kişinin ebola virüsü nedeniyle öldüğü bildirilmiştir. DSÖ Kasım 2014 tarihinde yaptığı açıklamada Gine genelinde ebola salgınının insidans oranını iyi olarak gördüğünü bildirmiştir.
Salgın aralık ayında Gine'nin güneydoğusunda, Liberya ve Sierra Leone sınırlarına yakın Meliandou adlı bir köyde başladı. Bilinen ilk vaka, 6 Aralık'ta ateş, kusma ve siyah dışkı çıkardıktan sonra ölen 2 yaşındaki bir çocuğu içeriyordu. Çocuğun annesi bir hafta sonra öldü, ardından bir kız kardeşi ve bir büyükanne ateş, kusma ve ishal gibi semptomlarla öldü. Daha sonra bakım ziyaretleri veya cenazelere katılım yoluyla salgın diğer köylere de sıçradı.
"Güvenli olmayan cenazeler" hastalığın bulaşma kaynağıdır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), yerel topluluklarla iletişim kuramamanın sağlık çalışanlarının virüsün kökenlerini ve türlerini izleme becerisini engellediğini bildirdi.
DSÖ, Uluslararası önemli halk sağlığı acil durumunu (PHEIC) 29 Mart 2016'da sona erdirirken, 30 Mart'ta yayınlanan Ebola durum raporu, önceki 2 hafta içinde 5 vakayı daha doğruladı ve vakaların birisi Kasım 2014'e salgın ilişkin viral sekanslama ile doğrulandı.
Ebola salgını Gine'deki diğer hastalıkların tedavisini de etkiledi. Enfeksiyon korkusu ve sağlık sistemine duyulan güvensizlik nedeniyle nüfusun sağlık kurumlarını ziyaretleri ve Ebola salgını nedeniyle sistemin düzenli sağlık hizmeti ve HIV/AIDS tedavileri azaldı.
Ebola Ocak-Şubat 2021'de Gine'de yeniden ortaya çıktı.
Anne ve çocuk sağlığı.
2021 yılında Gine'de 100.000 doğumda anne ölüm sayısı 576'dır. Bu sayı 2010'da 680, 2008'de 859,9 ve 1990'da 964,7 ile karşılaştırıldığında zamanla ölüm sayılarında azalma vardır. 5 yaş altı ölüm sayısı 1000 doğumda 146'dır ve yenidoğan ölüm yüzdesi 5 yaş altında yüzde 29'dur. Gine'de her 1000 canlı doğumda ebe sayısı sadece 1'dir ve hamile kadınların yaşam boyu ölüm riski 26'da 1'dir. Gine, dünyada kadın sünnetinin en çok görüldüğü ikinci yerdir.
HIV/AIDS.
2004 yılı sonunda tahminen 170.000 yetişkin ve çocuğa virüs bulaştı. 2001 ve 2002'de yürütülen hastalık yaygınlığı araştırmaları, kentsel alanlarda kırsal alanlara göre daha yüksek HIV oranları gösterdi. Hastalığın yaygınlığı %5 ile en çok Konakri'de ve %7 ile Fildişi Sahili, Liberya ve Sierra Leone sınırındaki Gine Orman bölgesindeki şehirlerdeydi.
HIV öncelikle çok eşli heteroseksüel ilişki yoluyla yayılır. Erkekler ve kadınlar HIV için neredeyse eşit risk altındadır ve 15 ila 24 yaş arasındaki kişiler en savunmasızdır.
2001'den 2002'ye kadar izlenen yüzdeler ticari seks işçileri arasında %42, aktif askerî personelde %6,6, kamyon şoförleri ve taksi şoförlerinde %7,3, madencilerde %4,7 ve tüberkülozlu yetişkinlerde %8,6 idi. Gine'deki HIV/AIDS salgınını körükleyenler birçok faktör vardır. Korunmasız cinsel ilişki, birden fazla cinsel partner, cehalet, yoksulluk, değişken sınırlar, mülteci göçü, sivil sorumluluk eksikliği ve kıt tıbbi bakım ve kamu hizmetleri bunlara dahildir.
Yetersiz Beslenme.
2012 yılında yapılan bir araştırma, bölgelere göre %34 ile %40 arasında değişen düzeylerde yetersiz beslenme oranlarını ve Yukarı Gine'nin maden bölgelerinde %10'un üzerinde akut yetersiz beslenme oranlarını bildirmiştir. Anket, 139.200 çocuğun akut yetersiz beslenmeye, 609.696 çocuğun kronik yetersiz beslenmeye ve ayrıca 1.592.892 çocuğun anemiye sahip olduğunu göstermiştir. Kişisel bakımın yetersizliği, tıbbi hizmetlere sınırlı erişim, yetersiz hijyen uygulamalar ve gıda çeşit eksikliğinin bu seviyeleri açıklamaktadır.
Sıtma.
Sıtma, temmuz'dan ekim'e kadar en yüksek aktarımla yıl boyunca görülür. Bu hastalık Gine'de sakatlık nedenidir.
2014 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam süresi 59,6 yıl olup bu oran erkeklerde 58,08, kadınlarda ise 61,17 yıldır.
Ulaşım.
Gine'de insan ve mal taşımacılığının %95'i karayolu ile yapılır. Karayolu haricinde kalan diğer ulaşım araçlarıyla yapılan taşıma azdır.
Karayolu.
Gine genelinde toplamda 20.000 km karayolu bulunmakta olup, bu yolların sadece %10'u asfalttır. Ülkede bulunan en önemli karayolları şu şekildedir:
Demiryolu.
Gine genelinde 20. yy. başlarında birçok demiryolu hattı planlanmış ve inşa edilmiştir. Bu demiryolu hatları içerisinde "Nijer Demiryolu" olarak adlandırılan ve 600 km'lik uzunluğu ile başkent Conakry'yi Kankan ile bağlayan demiryolu hattı en önemli hat konumunda olmuştur. Günümüzde demiryolu seferleri neredeyse tamamen bitmiş bir konumda olup sadece yakıt taşımacılığının yapıldığı bir hat kullanılmaktadır.
Denizyolu.
Başkent Conakry'de bulunan liman ülkenin en önemli limanı konumundadır. Bu limanda konteyner terminalinin yanı sıra yakıt tankerlerinin konumlandırılacağı alanlar yer almaktadır. Ülke içerisinde yer alan diğer su yollarında özellikle komşu ülke Mali ile gerçekleştirilen ihracat ve ithalat ürünlerinin taşımacılığı da gerçekleştirilmektedir.
Havayolu.
Ülke genelinde bulunan on beş adet havaalanı içerisinde en önemlisi başkent Conakry'deki Conakry Uluslararası havalimanı'dır. Gine'deki diğer havaalanlarından sadece iç hat uçuşları yapılır. Halen Gine'nin ulusal bir havayolu şirketi bulunmadığından iç hat uçuşları sürekli yapılmaz. 1960 yılında kurulan ülkenin ulusal havayolu "Air Guinée" 2002 yılında faaliyetlerini durdurmuştur.
Spor.
Ülkenin en sevilen spor dalı futboldur. Gine futbol millî takımı uluslararası alanda herhangi bir başarı göstermemiş olsa da ülke genelinde ilgi gören bir konumdadır. "Le Sylli National" olarak adlandırılan Gine millî futbol takımının en büyük başarısı 1976 yılında Etiyopya'da gerçekleştirilen Afrika Uluslar Kupası'nda elde edilen ikincilik olmuştur.
Ülke futbolu 1960 yılında kurulan Gine Futbol Federasyonu ("Fédération Guinéenne de Football") tarafından yönetilmektedir. Gine millî futbol takımı Aralık 2006'da FIFA sıralamasında en büyük başarısını elde ederek genel sıralamada 23. sırayı elde etmiştir.
Kültür.
Müzik ve Dans.
Özellikle Sekou Touré yönetimi döneminde teşvik edilen yerel dillerdeki müzik ve dansın Gine kültüründe önemli bir yeri vardır. Avrupa'da da gösterilere çıkan en önemli dans grupları "Ballet Africain" ve "Ballet Djoliba"'dır.
Mutfak.
Kırsal bölgelerde aileler arasında yemekler genelde tek bir tabaktan el ile yenilir.
Esasen pirincin kullanıldığı Gine mutfağı bölgeye göre değişir.
Batı Afrika mutfağı'nın bir parçası olan Gine yiyecekleri arasında jollof pirinci, maafe ve tapalapa ekmeği vardır.
Gine'de birçok Batı Afrika ülkesinde olduğu gibi "Fufu" denilen yiyecek önemli bir yer tutar. Manyok, patates ve pişirilebilen muzun karışımı ile yapılan katı püre birçok yemeğin yanında yenir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7264",
"len_data": 41531,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Senegal (Fransızca: "le Sénégal"), resmî adıyla Senegal Cumhuriyeti (Fransızca: "République du Sénégal"), Senegal Nehri'nin güneyinde, Batı Afrika'da yer alan bir ülkedir. Batıda Atlas Okyanusu 531 km, kuzeyde Moritanya 813 km, doğuda Mali 419 km, güneyde ise Gine 330 km ve Gine-Bissau 338 km sınırı bulunan Senegal'in toplam sınır uzunluğu Atlas Okyanusu dahil 3171 km'dir. Yeşil Burun Adaları Senegal kıyılarının 560 km ötesindedir. Gambiya bu ülkenin 300 km içerisine kadar ilerleyen bir anklav halindedir.
Ülkenin başkenti Dakar'dır. Dakar, ülkenin ve Afrika kıtasının en batısında bulunan Cap-Vert yarımadasında kurulmuştur. Atlantik Okyanusu'na 531 km kıyısı bulunan Senegal'de tarihte çeşitli sömürge kolonileri kurulmuştur. Dakar'ın 300 metre açıklarında bulunan Gorée Adası 19. yüzyılda köle ticareti için kullanılmaktayken günümüzde ise bir turizm merkezi olarak tüm dünyaya köle ticaretinin dehşetini göstermek için kullanılmaktadır.
Senegal, Fransa'dan bağımsızlığını 4 Nisan 1960 tarihinde kazanmıştır.
Tarihçe.
Bölge genelinde bulunan arkeolojik bulgular, Senegal'de tarih öncesi çağlarda da yerleşim olduğunu göstermektedir. Senegal'in bilinen ilk sakinleri Takruriler'dir. 11. yüzyılda ise Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Portekizlilerin 15. yüzyılda Senegal Nehri kıyılarında bazı kolonileri vardı ve ilk Fransız yerleşimi 1659 yılında St Louis'de yapıldı. Ülkenin kuzey batısında bulunan St Louis kenti Fransız Batı Afrika Sömürge Kolonisinin başkentiydi, 1902 yılında ise başkent Dakar'a taşındı.
İngilizler çeşitli zamanlarda Senegal'e sömürge amacıyla saldırdı; fakat 1840 yılında Fransa Senegal'i işgal etti ve 1895 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin bir parçası haline getirdi. Senegal 1946 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin diğer parçaları ile birlikte Fransa'nın deniz aşırı topraklarından birisi oldu.
4 Nisan 1959 tarihinde Senegal ile Fransız Sudanı "Mali Federasyonu" adı altında birleştirildi. Bu oluşum 20 Haziran 1960 tarihinde Fransa'dan tamamen bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlık sonrası 20 Ağustos 1960 tarihinde Senegal'in birlikten ayrılması ile birlik dağıldı.
Stratejik olarak önemli bir yerde olan Senegal, 4 Nisan 1960'ta Fransa ile yetki devri anlaşması imzalayarak Fransa'dan bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Afrika siyasetinde önemli bir rol oynadı. %90'ı siyah ve Müslüman bir millet olarak İslam-Afrika dünyası arasında diplomatik ve kültürel bir köprü olmuştur.
Bağımsızlığını kazandıktan sonra Senegal, Fransa'nın nüfuzu altında demokratik hayatına girdi. Léopold Sédar Senghor ilk Devlet Başkanı oldu ve 1963 yılında bir ihtilal teşebbüsü atlatıldı. 1963 ile 1970 arası Başbakanlık makamı kaldırıldı. 1981 yılında gönüllü olarak emekliliğine kadar Senghor, ülkenin siyasi hayatı üzerinde çok önemli bir rol oynadı. Senghor'dan sonra Devlet Başkanı Abdou Diouf oldu. 1983 ile 1991 arası Başbakanlık makamı 2. kez kaldırıldı.
Abdou Diouf, 1981 ve 2000 yılları arasında Devlet Başkanlığı yaptı. Diouf, daha geniş alanlarda siyasi katılımı sağladı ve ekonomide devlet katılımını azaltmaya çalıştı, diğer gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerini güçlendirdi. Zaman zaman iç siyaset üzerinde sıkıntılar yaşadı; sokakta şiddet, sınır gerginliği ve Casamance güney bölgesinde şiddetli ayrılıkçı hareketler oldu. Yine de, demokraside kararlılığını sürdürdü ve insan haklarını güçlendirdi. Diouf, Cumhurbaşkanı olarak dört dönem görev yaptı.
1999 yılında uluslararası gözlemcilerin özgür ve adil gördüğü bir seçimde muhalefet lideri Abdoulaye Wade, Diouf'u mağlup etti. Senegal, bir siyasi partiden diğerine barışçıl bir geçiş yaşadı. 30 Aralık 2004 günü Cumhurbaşkanı Abdoulaye Wade, Casamance bölgesindeki ayrılıkçı grup ile bir barış antlaşması imzalamak istediğini duyurdu ancak uygulama aşamasına bir türlü geçilemedi. 2005 yılında müzakerelere hız verildi fakat hâlen bir sonuca ulaşılamadı.
Ekonomi.
Senegal'de ekili alanların önemli bir bölümü yer fıstığına ayrılmıştır. Bundan başka darı, pirinç, pamuk ve şekerkamışı yetiştirilir. Bol miktarda balık avlanır. En gelişmiş sanayileri yer fıstığı yağı işleme ve balık konserveciliğidir.
1973 yılında Senegal ve diğer Batı Afrika ülkeleri Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğunu (ECOWAS) oluşturdu. Petrol ve Senegal'in en büyük ihraç ürünü olan yer fıstığının fiyatlarının yükselmesi sebebiyle 1970'li yıllarda ekonomide kötü dalgalanmalara sebep oldu, bundan dolayı Senegal turizm ve balıkçılık gibi yeni endüstrilere yönelmek zorunda kaldı.
Ülke için en önemli döviz getirici kalemler arasında turizm sektörü sayılabilir. 1970'li yıllarda başlayan süreç önemli bir döviz getirici kalem olmuştur. Dakar, Thiès ve Ziguinchor turizmde hareketliliğin yaşandığı bölgelerdir. Gelen turistlerin çoğunluğu Avrupalı, yarıdan fazlası ise Fransız’dır.
Coğrafya.
Güneydoğusu dışında, Senegal oldukça düz ve alçak bir ülkedir. İklimi çok sıcaktır. Kuzeyde sakız ağacı ve mimoza, Senegal Irmağı vadisinde de arap zamkı çıkarılan akasya ağaçları yetişir. Orta kesimi çöl gibi kumluk bir alandır. Güneyi ise tropik bitki örtüsüyle kaplıdır. Ülkede yaşayan yabancıl hayvanlar arasında en önemlileri maymun, antilop, aslan ve sırtlandır. Akarsularda timsah, suaygırı ve kaplumbağa bulunur.
Senegal'in başkenti Dakar'daki pembe göl bakteriler hariç hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar tuzludur.
Ulaşım.
Hava taşımacılığında Dakar Léopold Sédar Senghor International Airport, Batı Afrika hava ulaşımında önemli bir yere sahiptir. İç hava yolları olan Air Senegal International Dakar’dan, Senegal’in diğer şehirleri yanında uluslararası alanda da gittikçe büyüyen bir şekilde Afrika’nın diğer bölgelerine ve Fransa’ya uçuşlar gerçekleştirmektedir. Diğer taraftan, birçok bölgesel havayolu Dakar’a uçuşlar gerçekleştirmektedir. Turkish Airlines, Ivorian Airlines, Royal Air Maroc, TunisAir, AirMauritanie, Air Cap Vert, Gambia International, Air Algérie, Air Gabon, Cameroon Airlines, Air Guinea Paramount, Air Burkina bunlardan en önemlileri olarak söylenebilir. Ayrıca Avrupa’dan Dakar’a Air France, SN Airlines, Alitalia, TAP ve Iberia Airlines uçuşlar gerçekleştirmektedir.
Dakar-Bamako (Mali) arasında trenle seyahat etmek mümkün olmakla beraber eski teknoloji ve bozuk raylardan dolayı gecikmelere sıklıkla rastlanmakta ve trenler çok kalabalık olmaktadır.
Nüfus.
Senegal'in nüfus olarak büyüme oranı yüzde 2,94 olmakla beraber, doğum oranı yılda 1000 kişi başına 37,94 doğum, 1.000 kişi başına 8,57 ölüm olarak tahmin edilmiştir. Senegal nüfusunun %45'i 15-64 yaşları arasında, %52'si 14 yaşından küçük ve sadece %3'ü 65 yaşın üzerinde olarak tahmin edilmektedir. Dünya Bankasının 2000 yılında yayınladığı raporda her yıl 125.000 Senegallinin işgücüne katılması beklenmekle birlikte bunların çok azının iş bulabildiği gösterilmiştir, bundan dolayı işsizlik ülkenin kalkınma çabalarına önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu nedenle Senegal hükûmetinin nüfus kontrol politikaları Senegalli kadınların doğum oranı sınırlamak için tasarlanmış ve benimsemiştir.
Demografi.
Birçok Afrika ülkesinde olduğu gibi, Senegal halkının etnik kökeni de çeşitlilik göstermektedir. Senegal nüfusunu oluşturan birçok etnik grup vardır, bunların %43,3'ü Wolof-Serer, %23,8 Pular, %14,7 Jola, %3 Mandinka, %1,1 Soninke ve %1 Avrupalı ve Lübnanlıdır. Birkaç küçük etnik grup da nüfusun kalan %9,4'ünü oluşturur. Ülkenin %92'si Müslüman, %2'si ise Hristiyan'dır, yerli dinler ise geri kalan %6'yı oluşturmaktadır. Ülkenin resmî dili Fransızcadır fakat birçok kişi Wolof, Pulaar, Jola veya Mandinka gibi yerli dilleri de konuşmaktadır.
İdari bölgeler.
Senegal 14, bölgeye bölünmüştür, her bir bölge "Conseil Régional" tarafından yönetilir. Ülke 45 departman (Départements)’a ve 103 Arondisman (Arrondissements)’a bölünmüştür ve idari görevlilerin kim olacağına "Collectivités Locales" karar verir.
Söz konusu bölgelerin aynı isimlerle başlayan merkez bölgeleri vardır;
Başlıca şehirler.
Dakar, Senegal’in en büyük şehridir ve iki milyonun üzerinde sakini vardır. İkinci en büyük şehri ise kırsal alan olarak yönetilmekte olan Touba’dır ve nüfusu yarım milyonu bulmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7265",
"len_data": 8049,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.46
}
|
Moritanya ya da resmî adıyla Moritanya İslam Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batısında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Fas tarafından ilhak edilen Batı Sahra ile aynı bölge üzerinde Polisario tarafından tek taraflı bağımsızlığı ilan edilen Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti, Cezayir, Mali ve Senegal oluşturmaktadır. Bunun haricinde ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti ve en büyük şehri Nuakşot'tur.
Ülke ismi.
Ülkenin ismi olan "mūrītāniyya" Berberi köklere sahip olan geçmiş dönemlerde Berberi bir krallık olan "Mauretania"'ya da ismini veren Morolar'dan gelmektedir. "Maure" kelimesinin Fenikece bir kelime olan "mahurim" (Türkçe: "batının adamı") kelimesinden geldiği tahmin edilmektedir.
Tarih.
Erken tarih.
Beşinci yüzyıl ile yedinci yüzyıl arasında, Kuzey Afrika'dan Berberi kabilelerin göç etmesiyle bugünkü Moritanya'nın asil sakinleri ve Soninkelerin ataları olan Bafourlar yerlerinden oldu. Bafourlar asıl olarak tarımla uğraşıyorlardı ve Sahra halkları içinde geleneksel göçebe yaşamı terkeden ilk halk da onlardır. Sahra yavaş yavaş kurumaya devam ederken güneye yöneldiler. Bafourları Sahra'nın orta kesimlerinde yaşayanlar izledi. Batı Afrika'ya göç ettiler, ancak 1076'da İslamı yaymayı kendilerine amaç edinmiş savaşçı Murabıtlar hücuma geçerek dönemin Gana İmparatorluğu'nu ele geçirdiler. Sonraki 500 yıl boyunca Araplar yerel halkın (Berberi ve diğerleri) direnişini bastırarak Moritanya'ya hakim oldular.
Moritanya'da 1644-1674 yılları arasındaki savaşlarda Beni Hasan aşiretinin (Hassaniler) öncülüğündeki Yemenli Arapları bölgeden çıkarma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Beni Hasan aşiretinin soyundan gelenler, yani Hassaniler, buradaki Mağrib toplumunun bir anlamda üst sınıfını oluşturdular. Günümüzde ülkedeki birçok Berberi kavim Yemen soyundan geldiklerini iddia etse de buna pek az kanıt bulunabilmiştir.
Fransız hâkimiyeti ve bağımsızlık sonrası dönem.
Fransızlar, 1800'lerin sonlarından itibaren bölgeyi, bugünkü Moritanya topraklarını kolonisi haline getirdi. Moritanya 1920'den itibaren sekiz eyaletten oluşan Fransız Batı Afrikası'nın bir eyaleti oldu. Moritanya'nın 1960 yılında bağımsızlığını elde etmesiyle başkent Nuakşot kuruldu.
Bağımsızlıkla beraber siyah Afrikalı kavimler (Haalpulaar, Soninke ve Wolof), kalabalık gruplar halinde ülkelerine döndüler. Fransızca eğitim öğretimden geçmiş bu kavimler yeni devlet yönetiminde söz sahibi oldular, orduda yer aldılar. Bir yandan Fransızlar, güneydeki en uzlaşmaz kavimlerden biri olarak görülen Hassanileri bastırma faaliyetlerinde bulunurken bir yandan da iktidar dengeleri değişti, bu durum güneyde yaşayanlarla Mağrib halk arasında yeni bir anlaşmazlığa temel oluşturdu. Geçmişte köle olan ama Araplaştırılmış ve Mağrib toplumu içinde alt sınıfta kabul edilen Haratinler yer alıyordu. Mağribler arasında Moritanya'yı bir Arap ülkesi olarak görenlerle bölgenin Mağrip kökenli olmayan asıl sakinlerinin baskın bir rol üstlenmesini isteyenler ayrıştı.
Etnik anlaşmazlıklar 1989'da yaşanan iç çatışmalarla doruk noktaya ulaşsa da o zamandan bu yana yatışmış görünüyor. Etnik gerginlikler ve hassas bir konu olan kölelik, geçmişte olduğu kadar hâlâ siyasi tartışmaların merkezinde yer alıyor. Moritanya'da birçok grup ülkeyi daha çoğulcu ve çeşitliliğe önem veren bir yer haline getirme yolunda çabalarını sürdürüyor. 5 Ağustos 2008 yılında askerî darbe yaşanmıştır.
Coğrafya.
Moritanya 1,030,631 kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın 29. en büyük ülkesidir. Ülkenin toplamda sahip olduğu 5.002 km'lik kara sınırından 460 km'si Cezayir, 2.236 km'si Mali, 742 km'si Senegal ve 1.564 km'si ise Batı Sahra oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 754 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır.
Ülkenin büyük bölümü düzlüklerden oluşur, merkezi bölgelerde bazı tepeler vardır. En yüksek noktası 915 m ile Kediet İclil'dir. Topraklarının yalnızca %0.2'si tarıma elverişlidir. Aşırı otlatma, ormanların tahrip edilmesi ve toprak erozyonu, kuraklıklarla da birleşerek ülkede önemli bir sorun olan çölleşmeye yol açmaktadır. Ülkenin tek daimi akarsuyu olan Senegal Nehri'nden uzak bölgelerde temiz su kaynakları azdır.
İklim.
Çöl iklimi etkisi altındaki ülkede hava yıl boyunca sıcak, yağışsız ve tozludur. Kurak iklimin etkisindeki ülkeye serinlik Kanarya Akıntısı ile gelmekte, bu akıntı ile kıyı bölgelerinde yoğun sis görülebilmektedir. Ülkenin kuzey kesimlerinde yağışlar genellikle kış aylarında görülmekte olup, bu yağışlar da genel itibarıyla yıllık 100 mm'nin altında gerçekleşmektedir. Ülkenin uç güney kesimlerinde ise bu miktar çoğu Temmuz-Ekim arası olmak üzere yıllık 300 mm ile 400 mm arasında gözlemlenmektedir. Ülke genelinde sıcaklıklar Ocak ayında 20-24 °C arası, Temmuz ayında ise 30-34 °C arası ölçülmekte olup, yaz aylarında 50 °C varan yüksek sıcaklıklar ölçülebilmektedir.
Bitki örtüsü ve yaban hayat.
Ülkenin güneyinde yer alan Sahel kuşağında dikenli çalılar, otlar ve Akasya ağaçları hakim bir konumda iken, kuzey kesimlerinde çöl hakimdir.Sénégal Nehri boyunca aralıklarla Baobab, Rafya, Palmiye gibi ağaç türleri yer almaktadır. Ülkenin kıyı kesimlerinde tuzlu bataklıklar gözlemlenmektedir.
Ülke yaban hayat açısından farklı türlere ev sahipliği yapmaktadır. Moritanya ovalarında antilop, fil ve sırtlangiller ailesine mensup hayvanlar gözlemlenebilmektedir. Çölün hakim olduğu bölgelerde ise ceylan, deve kuşu, düğmeli domuz, pars ve Afrika yaban kedisi kendilerine yaşam alanı bulabilmektedir. Bunların haricinde Moritanya'da Nil timsahı da gözlemlenmiştir.
Nüfus yapısı.
Moritanya'da son olarak 2013 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 3.537.368 nüfus tespit edilmiştir. 2018 tahmini sayım sonuçlarına göre ise 3,840,429 nüfus belirlenmiştir.
Moritanya genç bir nüfusa sahip olup, 2018 tahmini verilerine göre nüfusun %58,02'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,81'i 65 yaş ve üzerindedir. Ülkenin genel nüfusunu 0-14 yaş grubu %38.24 (erkek 737,570/kadın 730,969), 15-24 yaş grubu %19.78 (erkek 372,070/kadın 387,375), 25-54 yaş grubu %33.44 (erkek 595,472/kadın 688,620), 55-64 yaş grubu %4.74 (erkek 82,197/kadın 99,734) ve 65 yaş ve üzeri grup %3.81 (erkek 62,072/kadın 84,350) oranlarında oluşturmaktadır.
Şehirde yaşayanların oranı 2019 verilerine göre %54,5 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2018 tahmini verilerine göre %2,14 düzeyindedir.
Dil.
Ülkenin tek resmî dili Arapçadır. Ülkede Mağrip Arapçası'nın lehçesi olan Hasaniye Arapçası konuşulmaktadır. Bunun haricinde ulusal dil olarak kabul göre Pölce, Volofca ile Mande dil ailesi üyesi Soninkece de yerel olarak konuşulmaktadır.
Ülkenin Fransa'nın sömürgesi olduğu süreçte resmî dil olan Fransızca günümüzde iş, eğitim ve ticarette kullanılmakta olup, okullarda Arapçanın yanında ikinci eğitim dili konumundadır.
Din.
Ülkede hakim olan din İslamdır. Moritanya nüfusunun büyük çoğunluğu bu dinin Sünni mezhebine göre yaşamını sürdürmektedir. Ülke genelinde diğer dinlere inananların oranı yok denecek kadar düşük konumda bulunmaktadır.
Demografik Yapı.
Ülkenin en büyük çoğunluğunu %70'lik bir oran ile Morolar oluşturur. Ülkenin geri kalan kısmı ise %10 Halpular, %10 Voloflar, %4.5 Soninkeliler, %3 Bambaralar ve %0.4 İmragenler'den oluşur.
İdari yapılanma.
Moritanya kendi içerisinde en üst idari yapılanma olarak on iki tanesi bölge, bir tanesi de başkent bölgesi olmak üzere 13 bölgeye ayrılmıştır.
Ekonomi.
Doğal kaynakları zengin olmasına rağmen, Moritanya'nın GSYİH'si azdır. 1970'ler ve 1980'lerde tekrarlayan kuraklıklar nedeniyle göçebelerin çoğu ve çiftçilerin çoğu şehirlere göç etmek zorunda kalsa da, nüfusun çoğunluğu geçimini hâlâ tarım ve hayvancılığa bağlamaktadır Moritanya, toplam ihracatın neredeyse %50'sini oluşturan büyük demir cevheri yataklarına sahiptir. Altın ve bakır madenciliği yapan şirketler iç kesimlerde maden açmaktadır.
Ülkenin ilk derin su limanı, 1986'da Nuakşot yakınlarında açıldı. Son yıllarda, kuraklık ve ekonomik kötü yönetim, dış borcu artırdı. Mart 1999'da hükûmet, Dünya Bankası-Uluslararası Para Fonu ortak göreviyle 54 milyon dolarlık gelişmiş yapısal uyum tesisi (ESAF) için bir anlaşma imzaladı. Özelleştirme en önemli konulardan biri olmaya devam etmektedir. Moritanya'nın, ESAF'ın %4-5'lik yıllık GSYİH büyüme hedeflerini karşılaması pek mümkün görünmemektedir.
Petrol, Moritanya'da 2001 yılında açık denizde Chinguetti sahası keşfedildi. Moritanya ekonomisi için potansiyel olarak önemli olmasına rağmen, genel etkisini tahmin etmek zordur. Moritanya, "Arap ve Afrika dünyalarını birbirine bağlayan ve küçük ölçekli de olsa Afrika'nın en yeni petrol üreticisi olan, çaresiz fakir bir çöl ülkesi" olarak tanımlandı. Taoudeni havzası iç kesimlerinde başka petrol rezervleri olabilir ancak zorlu ortam, madenciliği pahalı yapar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7269",
"len_data": 8775,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Bu liste tarih boyunca Türk halkları tarafından kurulmuş özerk cumhuriyet, bağımsız cumhuriyet, beylik, imparatorluk ve hanedanlık hakkındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7273",
"len_data": 143,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
FreeBSD x86 uyumlu, AMD64, IA-64, PC-98 ve UltraSPARC® mimarileri için ileri seviye bir işletim sistemidir. Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nde geliştirilmiş UNIX® türevi olan BSD'yi temel almıştır. FreeBSD, topluluk tarafından geliştirilmeye devam etmektedir.
Kullanım alanları.
Sunucu ya da masaüstü bilgisayar olarak yapılandırmaya bağlı olarak ihtiyaç duyulan alanlarda kullanılabilir.
Linux uyumluluğu.
Linux üstünde çalışan çoğu yazılım FreeBSD üzerinde de herhangi bir uyumluluk katmanına ihtiyaç duymaksızın çalıştırılabilir. FreeBSD yine de Linux da dahil olmak üzere diğer UNIX® türevi işletim sistemleri için bir uyumluluk katmanını desteklemektedir. Linux temelli uygulamaları kullanmanın FreeBSD temelli uygulamaları kullanmaya karşı dikkate değer bir performans kaybı söz konusu olmamaktadır.
Ücretlendirme.
FreeBSD ücretsiz bir işletim sistemidir ve bütün kaynak kodu ile beraber gelir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7283",
"len_data": 908,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.52
}
|
İskender (, "Aleksandros III ho Makedon"; MÖ 20 Temmuz 356 – MÖ 10 Haziran 323), asıl adıyla III. Aleksandros veya yaygın adıyla Büyük İskender, Yunan Antik Makedonya Krallığı'nın MÖ 336–323 yılları arasındaki kralıdır. MÖ 356 yılında Pella'da doğdu ve 20 yaşında babası II. Filip'in yerine tahta geçti. İktidarının uzun yıllarını Güneybatı Asya ve Kuzeydoğu Afrika'da eşi benzeri görülmemiş büyük askerî seferlerle geçirdi ve 30 yaşına geldiğinde Yunanistan'dan Kuzeybatı Hindistan'a kadar uzanan antik dünyanın en büyük imparatorluklarından birini oluşturdu. Hükümdarlığı süresince girdiği hiçbir muharebede yenilmeyen Büyük İskender, pek çok uzman kişi tarafından tarihin en başarılı askerî komutanlarından birisi olarak kabul edilir.
İskender, gençliğinde 16 yaşına kadar ünlü filozof Aristoteles tarafından eğitim gördü. MÖ 336'da, babası II. Filip'in bir suikaste uğrayıp ölmesinden sonra, babasının yerine Makedonya tahtına geçti. İskender, "Yunanistan'ın Lideri" unvanıyla ödüllendirildi ve bu yetkiyi, babasının Perslerin fethi için Yunanları bir araya getirmeyi amaçlayan "Pan-Helenistik" tasarısını hayata geçirmek için kullandı.
MÖ 334'te Ahameniş İmparatorluğu'nu ele geçiren İskender, bundan sonra 10 yıl sürecek olan bir dizi sefere başladı. Anadolu'nun fethine müteakiben İskender, bir dizi belirleyici savaştan sonra, özellikle İssos ve Gaugamela muharebelerinde Ahameniş hükümdarı III. Darius'u perişan etti. Daha sonra Pers Kralı III. Darius'u devirdi ve Ahameniş İmparatorluğu'nu tamamen fethetti. Gelinen son noktada ise İskender'in imparatorluğu, Adriyatik Denizi'nden Beas Nehri'ne kadar uzanmaktaydı.
İskender, hayatı boyunca "Dünyanın sonu"na ve "Büyük Dış Deniz"e ulaşmak için çok uğraştı ve MÖ 326'da, Hydaspes Muharabesi'nde Pauravas'a karşı önemli bir zafer kazanarak Hindistan'ı işgal etti. Sonrasında, vatan hasreti çeken birliklerinin yoğun talepleri üzerine geri döndü ve MÖ 323'te, başkent olarak ilan etmeyi planladığı Babil'de, Arabistan'ın işgalini tasarladığı seferlerini hayata geçiremeden hastalandı ve öldü. Cenaze korteji, komutanlarından biri olan Ptolemaios tarafından kaçırılıp Mısır'daki İskenderiye'ye götürüldü. Daha sonra Jül Sezar tarafından da ziyaret edilen mezarı günümüzde kayıptır.
İskender'in ölümünü takip eden yıllarda, İskender'in hayatta kalan generalleri ve varisleri olan Diadohoiler tarafından yapılan bir dizi iç savaş ve taht kavgaları, İskender'in kısa ömürlü büyük imparatorluğunun parçalanmasına neden oldu. Krallık; Makedonya, Ptolemaios Krallığı, Seleukos İmparatorluğu ve Pergamon Krallığı olmak üzere dört ana parçaya bölündü.
İskender, Yunan efsanelerini öğrenmiş ve kendinin yenilmez ve hatta ilahi birisi olduğuna inanmıştır. Seferleri sırasında kendi adını taşıyan 20 kadar şehir ve bölge kurdu. Birçoğunun adı günümüze kadar ulaşabilen bu yerleşimlerin en ünlüsü, Mısır'da bulunan İskenderiye'dir. Ayrıca Türkiye'nin Hatay ilinin sınırları içerisinde yer alan İskenderun ilçesi de buna örnek verilebilir.
İskender, Akhilleus gibi klasik bir kahraman olarak efsaneleşti ve hem Yunan hem de Yunan olmayan pek çok kültürün tarihinde ve efsanelerinde ön plana çıktı. Girdiği hiçbir savaşta mağlup olmamasından ötürü birçok askerî liderin kendilerini kıyasladıkları bir ölçü oldu. Dünya çapındaki askerî akademiler hâlâ taktiklerini öğretmektedir. Tarihteki en nüfuzlu kişilerden birisi olmuştur. Araplar ona Zülkarneyn adını vermiştir.
Adı.
İskender'in Grekçe olan adı Aleksandros'tur. Hükümdarlığı sırasında yürüttüğü geniş fetih seferleri ve kazandığı savaşlar sayesinde "Büyük Aleksandros" anlamına gelen "Aleksandros ho Mégas" () olarak anılmaya başlamıştır. Türkçe kaynaklarda çoğunlukla geçtiği hâliyle İskender () adı ise, Arapçadan Türkçeye geçmiştir. Yine kumandanlık başarıları nedeniyle Türkçe yazında da "büyük" sanıyla anılan İskender'den ayrıca "İskender Rumî", "İskender Yunanî" ve "Makedonyalı İskender" adlarıyla da bahsedilmektedir. Bunların yanı sıra, hayat hikâyesinin Kur'an'da geçen bir karakter olan Zülkarneyn ile bağdaştırılması neticesinde İslami edebiyatta zaman zaman "İskender-i Zülkarneyn" adıyla da anılmaktadır.
Gençliği.
Soyu ve çocukluk yılları.
İskender, Antik Yunan ayı Hekatombaion'un 16. gününde, Makedonya Krallığı'nın başkenti Pella'da doğdu. Her ne kadar kesin tarih belirsiz olsa da bu, muhtemelen MÖ 20 Temmuz 356'ya tekabül etmektedir. Babası Makedonya Kralı II. Filip, annesi ise Epir Kralı I. Neoptolemus'un kızı Olympias idi. Her ne kadar II. Filip'in yedi ya da sekiz eşi olsa da, Olympias muhtemelen İskender'i doğurduğu için, onun göz bebeğiydi.
İskender'in doğumu ve çocukluğunu konu alan pek çok efsane vardır. Antik Yunan biyografi yazarı Plutarkhos'a göre Filip'le gerdeğe gireceği günün arifesinde Olympias, rüyasında ölmeden önce dört bir yana alevler saçılmasına neden olan, rahmine çakan bir yıldırım gördü. Nikahtan bir süre sonra, Filip'in rüyasında kendinin karısının rahmini üzerine aslan resmi oyulmuş bir mühürle koruduğu söylenir. Plutarkhos, bu rüyanın farklı yorumlarını sundu: Rahminin mühürlü olduğundan anlaşılacağı üzere, Olympias'ın nikahtan önce hamile olması veya İskender'in babasının Zeus olması. Antik Dönem yorumcuları, kimileri Olympias'ın bunu İskender'e söylediğini, kimileri de öneriyi din dışı bularak reddettiğini iddia ederek İskender'in Tanrı soyluluğu hakkındaki hikâyesini, hırslı Olympia'nın yayıp yaymadığı konusunda görüş ayrılığına vardılar.
İskender'in doğduğu gün II. Filip, Halkidiki yarımadasındaki Potidea şehrini kuşatmaya hazırlanıyordu. Aynı gün Filip, generali Parmenion'un birleşik İliryalı ve Paeonyalı ordularını yendiği ve atlarının Olimpik Oyunları kazandığı haberini aldı. Yine bu gün, dünyanın yedi harikasından biri olan Efes'teki Artemis Tapınağı'nın yandığı söylenir. Bu durum, Yunan tarihçi Hegesias of Magnesia'nın, Artemis Tapınağı'nın İskender'in doğumuna katılmasından dolayı uzaklaşmasından yandığını söylemesine sebep oldu. Bu tür hikâyeler, İskender kral iken kendinin insanüstü olduğunu ve ihtişamın kaderine yazıldığını göstermek için kendi tarafından ortaya çıkarılmış da olabilir.
İlk yıllarında İskender, Lanike adında, gelecekteki komutanı Kara Cletius'un kız kardeşi olan bir hemşire tarafından yetiştirilmişti. Daha sonradan İskender, çocukluğunda annesinin bir akrabası olan katı huylu Leonidas ve Akarnanialı Lysimachus tarafından eğitim gördü. İskender okumayı öğrenerek, lir çalarak, ata binerek, dövüşerek ve avlanarak soylu Makedonyalı gençliği usulünde yetiştirilmişti.
İskender on yaşına geldiğinde Teselyalı bir tüccar, II. Filip'e 13 "talent"e satmayı teklif ettiği bir at getirdi. At, üzerine binilmesine izin vermeyince Filip onun götürülmesini emretti. Ancak İskender, atın kendi gölgesine olan korkusunu fark edince, atı evcilleştirmek için izin istedi ve sonunda bunu başardı. Yunan tarihçi Plutarkhos konu hakkında, Filip'in bu cesaret ve hırs gösterisinden çok memnun kaldığını, "Evladım, hırsların için yeterince büyük bir krallık bulmalısın. Makedonya senin için çok küçük." diyerek gözyaşları içinde oğlunu öptüğünü ve atı onun için aldığını söyledi. İskender, atın adını "öküz kafalı" anlamına gelen "Bukefalos" koydu. Bukefalos, İskender'i seferlerinde Hindistan'a kadar taşıdı. At öldüğünde İskender, hatıra olarak bir şehre onun ismini verdi: Bukefalo.
Eğitimi.
İskender 13 yaşına bastığında babası Filip, onun için bir özel hoca aramaya başladı ve İsokrates ile bu vazifeyi üstlenmek için Akademi'deki görevinden çekilmeyi teklif eden S<dfn>peusippos</dfn> <dfn>gibi alimleri göz önünde bulundurdu. En sonunda Filip, Aristo'yu seçti ve Mieza'daki Nymphs Tapınağı'nı derslik olarak sağladı. İskender'i eğitmesi karşılığında Filip, daha önceden yağmaladığı Aristo'nun memleketi Stagira'yı, köleleştirilmiş eski vatandaşları satın alarak özgürleştirip ve sürgüne gönderilenleri affedip iskan ederek yeniden inşa etmeyi kabul etti.</dfn>
Mieza; İskender, Ptolemy, Hephaistion ve Kassandros gibi diğer Makedon soylularının çocukları için bir yatılı okul gibiydi. Bu öğrencilerin birçoğu, "yoldaşlar" olarak anılan arkadaşları ve gelecekteki generalleri olacaktı. Aristo, İskender ve yoldaşlarına tıp, ahlak, felsefe, din, mantık ve sanat hakkında eğitimler verdi. Aristo'nun vesayetinde İskender, özellikle "İlyada" olmak üzere Homeros'un eserlerine merak sardı. Aristo da ona eserin, İskender'in daha sonra seferlerinde hep yanında taşıyacağı, açıklamalı bir nüshasını verdi.
Gençliğinde İskender, Makedonya sarayında, III. Artakserkses'e karşı geldikleri için uzun yıllar boyunca II. Filip'in himayesine giren Persli sürgünlerle tanışmıştı. Bunlardan bazıları II. Artabazos ile Makedonya sarayında MÖ 352-342 yılları arasında ikamet eden, İskender'in gelecekteki metresi olacak olan Barsine'nin yanı sıra, İskender'in gelecekteki satrapı Amminapes ve Sisines adında Persli bir soyluydu. Bu, Makedonya sarayının Pers sorunları hakkında iyi bilgi sahibi olmasını sağladı, hatta Makedonya devletinin yönetimindeki bazı yenilikleri bile etkilemiş olabilir.
Suda ansiklopedisi, Lampsakoslu Anaksimenes'in de İskender'in hocalarından biri olduğunu yazmaktadır. Ayrıca Anaksimenes'in, ona seferlerinde eşlik ettiğini de söyler.
Filip'in Varisi.
Naiplik ve Makedonya'nın yükselişi.
16 yaşında, İskender'in Aristo altındaki eğitimi sona erdi. Filip, Byzantiyon'a karşı savaş açtı ve İskender'i naip ve vâris olarak sorumlu bıraktı. Filip'in yokluğunda, Trakyalı Maediler Makedonya'ya karşı ayaklandı. İskender çabucak karşılık verdi ve onları topraklarından uzaklaştırdı. Bölgeyi Yunanlarla iskan etti ve Aleksandropolis adında bir şehir kurdu.
Filip'in dönüşü üzerine, İskender'i küçük bir güçle Güney Trakya'daki isyanları bastırmak için gönderdi. Yunan şehri Perinthus'a karşı sefer düzenleyen İskender'in, babasının hayatını kurtardığı söylenir. Bu arada Amfissa şehri Delfi yakınlarında Apollon için kutsal olan toprakları işlemeye başladı. Bu kutsala saygısızlık davranışı, Filip'e Yunan meselelerine daha fazla müdahale etme fırsatı verdi. Hâlâ Trakya'da meşgul olan İskender'e Yunanistan'ın güneyinde bir sefer için bir ordu toplamasını emretti. Diğer Yunan devletlerinin müdahale edebileceğinden endişe duyan İskender, bunun yerine İllirya'ya saldırmaya hazırlanıyormuş gibi davrandı. Bu kargaşa sırasında İliryalılar Makedonya'yı işgal etti; ancak İskender tarafından püskürtüldüler.
Filip ve ordusu MÖ 338'de oğluna katıldı ve Thebai garnizonundan inatçı direnişin ardından ele geçirdikleri bölge Thermopylae'den güneye yürüdüler. Hem Atina'dan hem de Thebai'den sadece birkaç günlük yürüyüş mesafesinde olan Elatea şehrini işgal etmeye gittiler. Demosthenes liderliğindeki Atinalılar, Makedonya'ya karşı Thebai ile ittifak kurmayı seçti. Hem Atina hem de Filip, Thebai'yi kendi yanına çekmek için elçiler gönderdi; ancak yarışmayı kazanan Atina oldu. Filip Amfissa'ya yürüdü (görünüşte Ampfiktiyonik Konseyi'nin isteği üzerine hareket ediyordu), Demosthenes tarafından oraya gönderilen paralı askerleri yakaladı ve şehrin teslim olmasını kabul etti. Filip daha sonra Elatea'ya döndü ve Atina ve Thebai'ye son bir barış teklifi yolladı ve her ikisi de teklifi reddetti.
Philip güneye ilerlerken, rakipleri Boeotia'daki Heroneya, yakınlarında önüne çıktı. Sonraki Chaeronea Muharebesi sırasında, Filip sağ cenahı ve İskender de Filip'in güvendiği generaller eşliğinde sol cenahı komuta etti. Antik kaynaklara göre, iki taraf bir süre acı bir şekilde savaştı. Filip, sınanmamış Atinalı hoplitlerinin takip edeceğine güvenerek birliklerine kasıtlı olarak geri çekilmelerini emretti ve böylece muharebe hattını bozdu. Thebai hatlarını ilk kıran İskender oldu, ardından onu Filip'in generalleri takip etti. Düşmanın birliğini bozan Filip, birliklerine ilerlemelerini ve hızla düşmanı bozguna uğratmalarını emretti. Atinalıların kaybetmesiyle Thebaililer kıskaca alınmıştı. Tek başlarına savaşmak zorunda kalan Thebaililer mağlup oldu.
Chaeronea'daki zaferden sonra, Filip ve İskender, tüm şehirler tarafından memnuniyetle karşılanarak, mukavemetle karşılaşmadan Mora'ya yürüdüler ancak Sparta'ya vardıklarında geri çevrilseler de savaşa başvurmadılar. Korint'te Filip, Sparta dışındaki çoğu Yunan şehir devletini içeren bir "Helen İttifakı" (Greko-Pers Savaşları'nın eski Pers karşıtı ittifakını örnek alan) kurdu. Filip daha sonra bu birliğin (modern bilim adamları tarafından Korint İttifakı olarak bilinir) Hegemon'u (genellikle "Yüksek Komutan" olarak çevrilir) olarak adlandırıldı ve Pers İmparatorluğu'na saldırmayı planladığını duyurdu.
Sürgün ve geri dönüş.
Filip, Pella'ya döndüğünde MÖ 338'de generali Attalus'un yeğeni Kleopatra Eurydice'ye âşık oldu ve onunla evlendi, Evlilik -yarı Makedonyalı İskender'in aksine Kleopatra'nın herhangi bir oğlu tam Makedonyalı olacağından- vâris olarak İskender'in yerini zayıflattı. Nikah şöleninde sarhoş Attalus tanrılara evliliğin meşru bir vâris doğurması için dua etti.
MÖ 337'de İskender, annesi ile Makedonya'dan kaçtı ve onu Molossianların başkenti Dodona'da, kardeşi Epirus Kralı I. İskender'in yanında bıraktı. Kendisi İlirya'ya doğru yola devam etti ve burada bir veya daha fazla İlirya kralına, belki de Glaukias'a sığındı ve birkaç yıl önce onları savaşta mağlup etmesine rağmen misafir olarak ağırlandı. Bununla birlikte, Filip hiçbir zaman siyasi ve askerî konularda eğitilmiş oğlunu reddetmek niyetinde değil gibi görünmekteydi. Buna münasip bir şekilde İskender, iki taraf arasında arabuluculuk yapan aile dostu Demechan'ın çabaları sayesinde altı ay sonra Makedonya'ya döndü.
Ertesi yıl, Karya'nın Pers satrabı Pixodarus, en büyük kızını İskender'in üvey kardeşi Filip Arrhidaeus'a teklif etti. Olympias ve İskender'in birkaç arkadaşı, bunun Filip'in Arrhidaeus'u varisi yapma niyetinde olduğunu gösterdiğini öne sürdü. İskender, Korintoslu Thessalus'u aracı olarak göndererek Pixodarus'a kızının elini gayrimeşru doğan bir adama değil, kendine vermesi gerektiğini söyledi. Filip bunu duyduğunda müzakereleri kesti ve İskender'i bir Karyalı'nın kızıyla evlenmek istediği için azarladı ve kendi için daha iyi bir gelin istediğini söyledi. Filip, İskender'in dört arkadaşı Harpalus, Nearchus, Ptolemy ve Erigyius'u sürgüne gönderdi ve Korintliler'e Thessalus'u kendine tutsak olarak getirtti.
Makedonya Kralı.
Tahta çıkışı.
MÖ 336 yazında Vergina'da kızı Kleopatra ile Olympias'ın erkek kardeşi Epiruslu I. İskender'in düğününe katılırken Filip muhafızlarının şefi Pausanias tarafından suikaste uğradı. Pausanias kaçmaya çalışırken ayağı asmaya takıldığı için yere düştü ve İskender'in iki yoldaşı Perdiccas ve Leonnatus da dahil olmak üzere kendini kovalayanlar tarafından öldürüldü. İskender hemen orada soylular ve ordu tarafından yirmi yaşında kral ilan edildi.
İktidarın sağlamlaştırılması.
İskender, tahtta hak iddia eden potansiyel rakipleri ortadan kaldırarak saltanatına başladı. Kuzeni eski IV. Amyntas'ı idam ettirdi. Ayrıca Lyncestis bölgesinden iki Makedon prensini öldürdü ancak üçüncüsü Alexander Lyncestes'i kurtardı. Olympias; Kleopatra Eurydice ve Filip'in kızı Europa'yı diri diri yaktırdı. İskender bunu öğrendiğinde çok sinirlendi. İskender ayrıca, Küçük Asya'daki ordunun ileri muhafızının ve Kleopatra'nın amcasının komutanı olan Attalus'un öldürülmesini emretti.
Attalus o zamanlar Atina'ya kaçma olasılığı konusunda Demosthenes ile yazışıyordu. Attalus ayrıca İskender'e şiddetli bir şekilde hakaret etmişti ve Kleopatra'nın öldürülmesinin ardından İskender onu hayatta bırakamayacak kadar tehlikeli bulmuş olabilir. İskender, muhtemelen Olympias tarafından zehirlenmesinin bir sonucu olarak, tüm anlatımlara göre zihinsel engelli Arrhidaeus'u bağışladı.
Filip'in ölüm haberi, Thebes, Atina, Teselya ve Makedonya'nın kuzeyindeki Trakya kabileleri de dahil olmak üzere birçok eyalette isyanlar çıkmasına sebep oldu. İsyan haberi İskender'e ulaştığında, hemen yanıt verdi. Diplomasiye başvurulması tavsiye edilmesine rağmen, İskender 3.000 Makedon süvarisi topladı ve güneye Tesalya'ya doğru yol aldı. Olympos Dağı ile Ossa Dağı arasındaki geçidi işgal eden Teselya ordusunu buldu ve adamlarına Ossa Dağı üzerinden geçmelerini emretti. Teselyalılar ertesi gün uyandıklarında, İskender'i arka cenahlarında buldular ve derhal teslim oldular ve süvarilerini İskender'in gücüne eklediler. Daha sonra güneye, Mora Yarımadası'na doğru devam etti.
İskender, güneye Korint'e gitmeden önce Amfiktiyonik Konseyi'nin lideri olarak tanındığı Thermopylae'de durdu. Atina'yla barış yaptı ve İskender isyancıları affetti. İskender ve Kinik Diyojen arasındaki ünlü karşılaşma, İskender'in Korint'te kaldığı süre boyunca gerçekleşti. İskender, Diogenes'e kendi için ne yapabileceğini sorduğunda, filozof kibirli bir şekilde İskender'den güneş ışığını engellediği için biraz yana doğru çekilmesini istedi. Bu cevap, "Ama doğrusu, İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim" dediği söylenen İskender'in çok hoşuna gitti. Korint'te İskender, "Hegemon" ("lider") unvanını aldı ve tıpkı Filip gibi, Persler'e karşı yaklaşan savaş için komutan olarak atandı. Ayrıca bir Trakya ayaklanmasının gerçekleştiği haberini aldı.
Antik Sikkeleri.
Büyük İskender, tarihte tek bir yenilgiye uğramadan sadece on yılda kurduğu devasa imparatorlukla tanınmaktadır. Aynı zamanda geniş antik sikke geçmişi ile nümizmatik alanını fethetmede büyük başarı elde etmiştir. Kaliteli gümüş ve altın kullanılarak büyük miktarlarda darp edilen antik sikkeler 2.300 yıl boyunca günümüze kadar etkileyici ve iyi durumda kalmıştır. Büyük İskender için birçok farklı antik sikke darp edilmiş olsa da, üç ana değerli sikke kategorisi olarak Gümüş Drahmiler, Gümüş Tetradrahmiler ve Stater olarak sınıflandırabiliriz. Büyük İskender'in ölümünden sonra generalleri arasında çıkan savaşlar Büyük İskender sikkelerini daha da fazlalaştırmıştır. III. Aleksandros'un sikkelerini darp eden generallerinden bazıları başlıca Seleucus I, Ptolemy I, Lysimachus, Cassander ve Phillip III idi.
Büyük İskender'in Gümüş Tetradrahmi antik sikkeleri antik dünyanın en iyi bilinen antik sikkelerinden bazılarıdır. 4 Drahmi değerinde olan bu büyük gümüş sikkeler, III. İskender döneminde Makedon gümüş para biriminin bel kemiğini oluşturdu. İlk önce sadece Makedon madenlerinden elde edilen metal kullanılarak darp edilmiştir. Ancak daha sonra ele geçirilen Pers gümüşü de sikkelerde kullanılmıştır. Gümüş Tetradrahmiler sadece III. Aleksandros'un büyük ordusuna ödeme yapmak için değil, aynı zamanda uluslararası ticaret para birimi olarak yurt dışında dolaştırılmak için yaratılmıştır.
Çok sayıda çeşidi olmasına rağmen, Büyük İskender'in çoğu Gümüş Tetradrahmisi sikke ön yüzlerde Herakles'in aslan derisi kaplı başının ön yüz tasarımına ve sikke arka tip oturan Zeus'un yer aldığı ters bir tasarıma sahiptir. Bu tasarımlar Yunan tanrılarını onurlandırıyordu ancak buradaki vurgu Büyük İskender için uygun bir eşleşmeydi. Tetradrahmiler yüzyıllar önce Atina Şehir Devleti tarafından kurulmuş olan Attika ağırlık standardına uygun olarak basılmıştır. Tetradrahmiler kabaca 17.2 g ağırlığında olduğu anlamına gelir.
Büyük İskender Gümüş Drahmileri.
Büyük İskender'in Gümüş Drahmileri, Makedon krallığı ve ardıl krallıklarında üretilen en yaygın ikinci gümüş sikkelerdir. Büyük İskender'in Drahmi sikkelerinin çoğunun darb edildiği Küçük Asya'da 55 milyon Gümüş Drahmi basıldığı tahmin edilmektedir. III. Aleksandros'un tasarımlarını taşıyan çoğu Gümüş Drahmi Büyük İskender'in ölümünden sonra darp edilmiştir. Gümüş Drahmiler üzerinde Tanrıları onurlandıran aynı semboller kullanılmıştır. Bu küçük gümüş sikkeleri Tetradrahmiler kadar çok sayıda şehir darp etmemiştir.
Büyük İskender Altın Stater Sikkeleri.
Makedonya ve Trakya'da bulunan madenler ve ardından İran'dan alınan büyük miktarda altın sayesinde Büyük İskender'in altın sıkıntısı olmadığı halde Büyük İskender'in Altın Stater'leri, Gümüş Tetradrahmileri ve Drahmileri kadar yaygın değildi. Gümüş Tetradrahmiler ve Drahmiler gibi altın Stater'ler, Yunanistan'ın ilahilerini onurlandıran tasarımlar sergilemektedir. Ancak bu sefer onurlandırılanlar Yunanistan'ın tanrıçalarıdır. Stater sikkelerin ön yüzlerinde Athena'nın Korint miğferi taktığı portresi ve arka yüzde elinde bir defne çelengi tutan kanatlı Nike tasarımı vardır. Alexander arka yüzünde Yunanca olarak yazılıdır. ΑΛΕΞΑΝΔΡΟΥ/ALEKSANDROU.
Balkan Seferi.
İskender Asya'ya geçmeden önce kuzey sınırlarını korumak istiyordu. MÖ 335 baharında birkaç isyanı bastırmak için ilerledi. Amfipolis'ten başlayarak doğuya, "Bağımsız Trakyalılar" ülkesine gitti ve Haemus Dağı'nda Makedon ordusu tepelerde yer alan Trakya güçlerine saldırdı ve onları yendi. Makedonlar, Triballi ülkesine ilerlediler ve ordularını Lyginus nehri (Tuna'nın bir kolu) yakınlarında yendiler. İskender daha sonra üç gün boyunca Tuna Nehri'ne doğru ilerlerdi ve karşı kıyıda Getae kabilesiyle karşılaştı. Geceleri nehri geçerek onları şaşırttı ve ilk süvari çatışmasının ardından ordularını geri çekilmeye zorladı.
Daha sonra İskender'e, İllirya Kralı Cleitus ve Taulantii Kralı Glaukias'ın otoritesine karşı açık bir isyan çıkardığı haberi ulaştı. Batıya, İllirya'ya doğru ilerleyen İskender, her birini sırayla yenerek iki hükümdarı birlikleriyle birlikte kaçmaya zorladı. Bu zaferlerle kuzey sınırını güvence altına aldı.
İskender kuzeye doğru ilerlerken, Thebaililer ve Atinalılar bir kez daha isyan ettiler. İskender hemen güneye yöneldi. Diğer şehirler yine tereddüt ederken, Thebai savaşmaya karar verdi. Thebai direnişi etkisizdi ve İskender şehri yerle bir etti ve topraklarını diğer Boeotia şehirleri arasında paylaştırdı. Thebai'nin sonu Atina'yı yıldırdı ve tüm Yunanistan'ı geçici olarak barış içinde bıraktı. Sonra İskender, Antipatros'u naip olarak bırakarak Asya seferine çıktı.
Eski yazarlara göre Demosthenes, İskender'i "Margites" (Yunanca: Μαργίτης) ve bir çocuk olarak adlandırdı. Yunanlar, "Margites" kelimesini, Margites'ten dolayı aptal ve işe yaramaz insanları tanımlamak için kullandılar.
Asya'nın fethi.
Pers İmparatorluğu'nun fethi.
Anadolu.
MÖ 336'da II. Filip; Amyntas, Andromenes ve Attalus'la birlikte Parmenion'u ve 10.000 kişilik bir orduyu, batı sahillerinde ve adalarda yaşayan Yunanları Ahameniş yönetiminden kurtarmak için bir saldırı hazırlığı yapmak üzere Anadolu'ya göndermişti. İlk başta her şey yolunda gitti. Anadolu'nun batı kıyısındaki Yunan şehirleri ayaklandı, ta ki Filip'in ölümünün ve yerine küçük oğlu İskender geçtiğinin haberi gelene kadar. Filip'in ölümüyle birlikte Makedonların moralleri bozuldu ve ardından paralı asker Rodoslu Memnon komutasında, Magnesia civarında Ahamenişler tarafından mağlup edildiler.
Tahta çıkışından beri Pers İmparatorluğu'nu ele geçirmeyi tasarlayan Büyük İskender, II. Filip'in kurduğu orduyu beslemek ve 500 talente ulaşan borçları ödemek için gerekli kaynakları bulma düşüncesiyle hemen sefer hazırlıklarına girişti. Kral naibi olarak yönetimi Sibonlu Antipatros'a bıraktıktan sonra MÖ 334 ilkbaharında toplam 30 bin piyade ve 5 binin üzerinde süvariden oluşan ordusuyla yola çıktı. Bu ordunun içinde 14 bin Makedonyalı ve Helen Birliği'ne bağlı 7 bin asker yer alıyordu. Silah ve güç dağılımı açısından çok iyi düzenlenen orduya mühendis, mimar, bilim insanı, saray görevlisi ve tarihçiler de eşlik ediyordu.
Homeros'tan aldığı esinle önce İlion'u (Troya) ziyaret ederek Akhilleus'un mezarına çelenk koyan İskender, Pers ordularıyla ilk kez Granikos Savaşı'nda karşı karşıya geldi. Bu çarpışmada elde ettiği zafer ona Batı Anadolu'nun kapılarını açtı. Yunanistan'da izlediği politikanın tersine, tiranları sürerek demokrasilerin kurulmasına önayak oldu. Ama kentleri fiilen kendine bağlama yoluna gitti. Karya'daki Miletos (Milet) ve Halikarnassos (Bodrum) kentlerinin direnişini kırarak yöneticilerini teslim olmaya zorladı. MÖ 334-MÖ 333 kışında Batı Anadolu'nun fethini tamamladıktan sonra, MÖ 333 ilkbaharında Akdeniz kıyı yolunu izleyerek Perge'ye ulaştı. Söylenceye göre Frigya'dan geçerken, Asya'ya hükmedecek kişinin çözebileceğine inanılan Gordion düğümünü kesti. Gordion'dan Ancyra'ya (Ankara) yöneldi, oradan da Kapadokya ve Kilikya Kapıları (Kilikiai pilai; bugün Gülek Boğazı) üzerinden güneye indi.
Doğu Akdeniz ve Suriye.
Misis Köprüsünden geçerek Miryandros (bugün İskenderun yakınında) dolayında kamp kurduğunda, Pers hükümdarı III. Darius da Pinaros Çayı (bugün Deliçay) kıyısında savaş düzeni almış bulunuyordu. Bu karşılaşmayı izleyen İssos Çarpışması (MÖ 333 sonbaharı) sonunda III. Darius kesin bir yenilgiye uğradı ve ailesini savaş alanında bırakarak kaçtı.
İskender bu zaferden sonra Suriye ve Fenike'ye doğru ilerledi. Amacı Fenike kıyılarını fethederek Pers donanmasını üssüz bırakmak ve etkisizleştirmekti. III. Darius'un barış önerisine karşı, kendini Asya'nın efendisi olarak tanımasını ve koşulsuz teslim olmasını istedi. Başlangıçta Pers kentlerini kolayca ele geçirmesine karşın, Tiros (bugün Sur) önünde sert bir direnişle karşılaştı. Uyguladığı bütün kuşatma taktiklerine karşın, bu müstahkem ada kenti yedi ay boyunca başarıyla saldırılara karşı koydu. Kuşatma sürerken III. Darius, ailesi için fidye olarak 10 bin talent ödemeyi ve Fırat Irmağı'nın batısında kalan topraklarını bırakmayı önerdi. Bu olayla ilgili olarak, İskender'in komutanı Parmenion'un "İskender'in yerinde olsam kabul ederdim" dediği, buna karşılık İskender'in de "Parmenion olsaydım, ben de kabul ederdim" biçiminde bir karşılık verdiği anlatılır.
Tiros, şiddetli saldırılara daha fazla direnemeyerek MÖ 332 yılının Temmuz ayında düştü. İskender'in en büyük askerî başarısı sayılan bu harekâta geniş çaplı bir yağma da eşlik etti. Kentin bütün erkekleri öldürüldü, kadın ve çocukları da köle olarak satıldı.
Mısır.
Suriye'yi Parmanion'a bırakarak güneye ilerleyen İskender, Gaza'da (Gazze) iki ay süren direnişe son verdikten sonra MÖ 332 yılının Kasım ayında Mısır'a girdi ve halk tarafından kurtarıcı olarak karşılandı. Memphis'te (Memfis) kutsal Apis'e kurbanlar keserek firavunların geleneksel çifte tacını giydi. Kışı Mısır'da yönetimi düzenlemekle geçirdi. Mısırlı yöneticiler atamakla birlikte, orduyu Makedonyalıların komutasında tuttu. Günümüzde İskenderiye olarak anılan Aleksandreya kentini kurdurdu. Bazı kaynaklara göre Nil'in taşmasının nedenlerini araştırmak üzere bir keşif grubunu görevlendirdi. Siva'da ünlü bir kahinin, İskender'in Zeus'un oğlu olduğunu ilan etmesi ve Amon Tapınağında Tanrı Amon ile görüştüğü yolundaki söylentiler onun halkın gözündeki tanrısallığını bir kat daha arttırmıştı. Mısır'ın fethiyle Doğu Akdeniz'de kesin denetimi sağlayan İskender, MÖ 331 ilkbaharında Tiros'a döndü.
Asurya ve Babil.
Suriye'ye Makedonyalı bir satrap atadıktan sonra Mezopotamya'ya ilerledi ve temmuzda Fırat kıyısındaki Tapsakos'a vardı. Ninive'yle Arbela (Erbil) arasındaki Gaugamela Savaşı'nda III. Darius'le yeniden karşı karşıya geldi ve onu bir kez daha yenerek kaçmaya zorladı. Güneye inerek Babil'i aldı ve Mazayos adında bir Pers'i satrap olarak atadı. Ardından Susa'ya girdi ve Zagros Dağları'nı aşarak İran içlerine yöneldi. Persepolis'te I. Kserkses'in sarayını törenle yaktı. Kserkses'in Yunanistan'da yaptıklarına karşı bir misilleme olan bu hareketle aynı zamanda "öç seferi"nin sona erdiğini gösterdi.
İmparatorluğun ve Doğu'nun düşüşü.
MÖ 330 ilkbaharında Media'ya girerek, başkent Ekbatana (Modern Hamedan)'yı aldıktan sonra, Yunan askerlerinin geri dönmesine izin verdi. Pers topraklarını içine alan yeni bir imparatorluk kurmayı ve "Asya'nın efendisi" olmayı amaçlayan İskender, daha doğudaki toprakları ele geçirmeye yönelik yeni bir sefer başlattı. Kısa sürede yerel satraplara boyun eğdirerek Hazar kıyılarına, oradan da Afganistan içlerine ulaştı. Bu fetihler sırasında Makedonyalı ve Pers bileşimine dayalı yeni bir yönetim sistemi oluşturduğundan, eski komutanlarıyla baş-gösteren anlaşmazlıklar giderek derinleşti. Kendisine suikast girişimiyle suçladığı Parmenion'la oğlunu ortadan kaldırarak ordusunu yeni baştan düzenledi. MÖ 330-329 kışında Helmand Irmağı'nı izleyerek kuzeye doğru ilerledi. Bu sırada Baktriya satrabı Bessus'un genel bir ayaklanma başlatması üzerine, Hindukuş Dağları'nı aşarak karışıklıklara son verdi. Bu harekâtı yürütürken Siriderya'ya kadar ilerledi ve burada İskitlerin sert direnişiyle karşılaştı. Başka göçebe halkların da ayaklanmasıyla büyük güçlükler çıkaran bu direnişi ancak MÖ 328 sonbaharında bastırabildi. Davranışlarıyla giderek bir Doğu despotuna dönüşen İskender, Pers hükümdarları gibi giyinmeye ve proskinesis (hükümdar karşısında yere kapanarak selamlama) uygulaması gibi Pers geleneklerini benimsemeye başladı. Bu arada Baktriane prenseslerinden Roksana'yla evlendi. Kendini tanrılaştırmaya giriştiyse de, Makedonlar ve Yunanlarca alaya alınınca bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Bir komploya karıştığı gerekçesiyle tarihçi Kallisthenes'i hapse attırması bilgin ve filozoflar arasındaki desteğini yitirmesine neden oldu.
Hindistan'ın fethi.
Ele geçirdiği ülke halklarından yeni askerler toplayarak engebeli arazide savaşma yeteneğine sahip yeni bir ordu oluşturan İskender, MÖ 327 yazında Hindistan üzerine yürümek amacıyla Baktriane'den ayrıldı. Daha hafif silahlar kullanan piyade birliklerinin yanı sıra ok ve mızrak kullanan süvari birliklerinin yer aldığı bu ordunun asıl savaşçı gücü 35 bin askerden oluşuyordu. Plutarkhos'un bu ordu için verdiği 120 bin rakamının, yedek kuvvetleri, katır ve deve sürücülerini, sağlık görevlilerini, seyyar satıcıları, askerleri eğlendirmekle görevli gösteri gruplarını, kadın ve çocukları da kapsadığı sanılmaktadır. Hindukuş Dağları'nı ikinci kez geçen İskender, MÖ 326 baharında İndus Irmağı yakınındaki Taksila'ya (bugün Takshaşila) girdi. Hydaspes (bugün Cihelum) ile Akesines (bugün Çenab) ırmakları arasındaki bölgenin hükümdarı Poros'u, Hidaspes Çarpışması'nda yenilgiye uğrattı. Esir olarak ele geçirilen Poros'a "Nasıl bir muamele görmek istiyorsun?" diye sorduğunda Poros "Krallara yakışır bir muamele" cevabını verdi. Daha sonra Poros'u affetti ve dost oldular. Başarısını kutlamak üzere Aleksandreia Nikaia kentini, ayrıca burada ölen atı Boukefalos'un adını verdiği Bukefala (Boukephalia) kentini kurdu. Asya'nın doğusuna doğru yoluna devam etmek için Hifasis (Beas) Irmağı'na kadar gitmesine karşın, ordusunun ayaklanmak üzere olduğunu görerek geri dönmeye karar verdi.
Hidaspes Irmağı kıyısında 800-1.000 gemiden oluşan bir donanma kurduktan sonra bazı birlikleri karadan yürüterek İndus Irmağı boyunca Hint Okyanusu'na kadar ilerledi. Bu arada Hydroates (Ravi) Irmağı yakınlarında Mallilerle girişilen çarpışmada ağır biçimde yaralandı. MÖ Ağustos 325'te İndus Deltası'nın ağzındaki Patala'ya vardı; burada bir liman ve tersane yaptırdı. Dönüş yolculuğu için ordusunun bir bölümü Nearkhos'un komutasındaki gemilerle MÖ Eylül 325'te denize açılırken, kendi de kıyıyı izleyerek yiyecek sıkıntısı içinde ve çok zor koşullarda Gedrpsia'yı (bugün Belucistan) geçti. Bu arada Hindistan seferi hazırlıklarına başladı.
İmparatorluğun sağlamlaştırılması.
Daha Hindistan seferine başlamadan yönetimde kanlı temizlik hareketlerini başlatan İskender, yokluğu sırasında da bu politikayı sürdürerek satraplarından üçte birini değiştirmiş, altısını öldürtmüştü. MÖ 324 ilkbaharında Susa'ya vardığında hazine görevlisi Harpalos'un 6 bin paralı asker ve 5 bin talentle Yunanistan'a kaçtığını öğrendi. Harpalos daha sonra Girit'te öldürüldü. Makedonyalılarla Persleri kaynaştırma politikasına daha çok ağırlık verdiği bu dönemde, Pers satrabı II. Artabazos'un kızı Barsine'yle (Stateira olarak da bilinir) evlendi ve komutanlarıyla askerlerini de aynı yolu izlemeye özendirdi. Ama Perslerin ordu ve yönetimde giderek eşit bir konuma yükselmesi Makedonyalıların tepkisini çekmeye başladı. Makedonya'da askerî eğitim gören 30 bin Pers gencin dönüşü, Baktriya, Soğdiana ve Arakhosia gibi Doğu ülkelerinden gelenlerin süvari birliğine, ayrıca Pers soylularının kraliyet muhafız birliğine alınmaları bu hoşnutsuzluğu daha da artırdı. İskender'in Makedonyalı eski askerleri ülkeye geri göndermeye karar vermesi, imparatorluğun güç ve yönetim merkezini Asya'ya kaydırmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirildi. MÖ 324'te Gpis'te çıkan ayaklanmaya kraliyet muhafızları dışında bütün ordu katıldı. Bunun üzerine İskender bütün orduyu dağıtarak Perslerden yeni bir ordu kurdu ve ayaklanmanın sona ermesinden sonra 10 bin eski askerî armağanlarla yurda gönderdi. Bu sayede ordu daha da güçlendi.
Ölümü ve halefleri.
Kendisine tanrısal onurlar yakıştıran ve bunu Yunan kentlerine zorla kabul ettiren İskender, MÖ 324 kışında Luristan'da yerel halka yönelik sert bir sindirme hareketine girişti. İlkbaharda Babil'e geçerek bir bölümü uzak ülkelerden gelen elçileri kabul etti. Bu arada Hindistan'la deniz bağlantısını sağlamak için Arabistan kıyılarına yönelik bir sefer için hazırlıklara başladı. Ayrıca Hazar Denizi'nin ötesine bir keşif birliği gönderdi. Babil'de sulama kanalları yaptırmayı ve Basra Körfezi kıyılarında yeni kentler kurmayı planladığı bir sırada, uzun bir içkili eğlencenin ardından hastalandı ve on gün sonra henüz 32 yaşındayken MÖ 323 yılında öldü. Cenazesi önce Memfis'e, oradan İskenderiye'ye götürüldü ve burada altın bir tabuta kondu. Ölmeden önce kendine bu kadar büyük bir imparatorluğu kime bıraktığı sorulduğunda ise son söz olarak "En güçlünüze" cevabını verdiği söylenir. Büyük İskender'in mezarının konumu ise hâlen araştırılmaktadır. İskender'in ölümünden sonra imparatorluk 4 parçaya ayrıldı. Kassandros Yunanistan'a, Creatus ve Antigonos Batı Asya'ya, Selevkos Doğuya, Ptolemaios ise Mısır'a hükümdar oldular. Kassandros güce olan tutkusunu kısa zamanda göstererek 7 yıl sonra İskender'in annesi Olimpias'ı idam ettirdi. 12. yılın sonunda ise İskender'in karısı Roksana ve imparatorluğun gerçek vârisi olan oğlunu zehirlettirdiğinde ise artık İskender'in soyunu tamamen kurutmayı başarmıştı. İskender'in metresi Barsine'den doğan oğlu Herakles'i de zehirletti. Hatta Antipatrid Hanedanı'nın kurucusu olan Kassandros'un İskender'in ölümünden sorumlu olduğu da iddia edilmektedir.
Değerlendirme.
Genç yaşta ölmesine karşın 12 yıl 8 ay süren hükümdarlık dönemine büyük çaplı seferleri sığdıran İskender'in kurduğu geniş imparatorluk temelde Perslerden kalma yönetim sistemine dayanıyordu. Bununla birlikte yerel satraplara bağlı olmayan tahsildarlardan oluşan merkezî bir vergi toplama mekanizması kurarak yeni bir mali sistemin temelini attığı bilinmektedir. Görevlilerin yolsuzlukları ve yiyiciliği nedeniyle bu sistemi iyi işletememekle birlikte, sikke çıkarma hakkını tekeline alarak ve Pers hazinelerinde birikmiş gümüş ve altını para biçiminde piyasaya sürerek bütün Ön Asya'da ve Akdeniz'de ticaret ve para ekonomisini geliştirdiği söylenebilir.
Öte yandan İskender'in yeni kentler kurması (Plutarkhos bu kentlerin sayısının 70'in üzerinde olduğunu söyler) Yunan yayılmasında yeni bir dönem açtı. Askerî birer üs olarak kurulan, ama zamanla birer kültür ve ticaret merkezine dönüşen bu kentler Eski Yunan etkisinin Hindistan'a kadar yayılmasında önemli rol oynadı. Bu arada Pers-Makedonya karışımıyla yeni bir ırk yaratma girişimi sonuçsuz kaldıysa da, Yunan kültürüne yatkın ama Doğu'ya özgü yeni bir soylu sınıfı ortaya çıktı. Kendisini ve askerlerini en güç işlere yöneltmeyi başaran güçlü bir irade ve yetenekle esnek bir düşünce yapısını birleştiren İskender, koşullar gerektirdiğinde geri çekilmeyi ve değişiklikler yapmayı bilen bir kişiydi. Düş gücü ve romantizmi kendini Herakles, Akhilleus ve Diyojen gibi kahramanlarla özdeşleştirmesine yol açacak ölçüde güçlüydü. Çabuk öfkelenme, acımasızlık ve inatçılık gibi özellikleri uzun seferlerde daha çok ortaya çıkıyordu. Güvenmediği kişileri hiç sorgulamadan öldürmekten çekinmemesine karşın, adamları onun peşinden gidiyor, ona bağlı kalıyor ve güçlüklere katlanıyordu. Dünyanın en büyük askerî dehaları arasında sayılan İskender, değişik kuvvetleri bir arada kullanmada ve düşmanın yeni savaş biçimlerine yeni taktiklerle karşı koymada son derece ustaydı. Yaratıcılığıyla, savaşın sonucunu belirleyecek fırsatları değerlendirmeyi çok iyi bilirdi.
İskender'in kısa süren hükümdarlığı, Avrupa ve Asya tarihi açısından önemli bir dönüm noktası sayılır. Seferleri ve bilimsel araştırmalara merakı, coğrafya ve doğa tarihi gibi konulardaki bilgilerin gelişmesine katkıda bulunmuş, ayrıca büyük uygarlık merkezlerinin geliştirdiği bilgi birikiminin ortak bir potada kaynaşmasına zemin hazırlamıştır. Siyasal açıdan olmasa bile, ekonomik ve kültürel açıdan Cebelitarık'tan Pencap'a uzanan, ticarete ve toplumsal ilişkilere açık bir imparatorluk kurduğu ve ortak sayılabilecek bir uygarlığa ve bir lingua franca olarak Yunan Koine lehçesine dayalı yeni bir dünya meydana getirdiği söylenebilir.
Sonuçta İskender'in, kendinin Herakles'in soyundan geldiğini benimsemesi ve kendini tanrısallaştırması, onun halkın gözündeki büyüklüğünü ifade etmekteydi. Temsil edilen figürlerinde bile kendini Amon gibi koç boynuzu ile, Herakles gibi Aslan başlı postuyla göstermektedir.
İskender'in askerî taktikleri ve stratejileri.
II. Filip'in ordusunda mızraklarının boyları 3,5–4 m kadar uzun olan ve pezheteroi ya da phalangitai adlı askerler bulunuyordu. Bu disiplinli askerler Falanks (Phalanx) adlı bir sistemle savaşıyorlardı. Falanks birliği normalden 2 kat daha uzun olan ve "sarissa" olarak isimlendirilen mızrakları kullanan askerlerden oluşuyordu. Falanks'ta ilk sıralardaki askerler mızraklarını öne doğru uzatır ve düşmana mızraktan bir duvar örerlerdi. Bu sayede İskender'in babası Filip, Falanks'a göre daha kısa mızrakları bulunan Yunan şehir devletlerindeki hoplitlere, Trakya kabilelerine ve bölgedeki diğer uluslara karşı üstünlük sağlamıştır. II. Filip'in ölümünden sonra yerine geçen İskender Falanks'ları güçlü Companion (Hetairoi) süvarileriyle desteklemiş ve ek olarak hypaspiste gibi yeni birimler oluşturarak Falanks'lara koruma sağlamıştır. Buna ek olarak İskender ele geçirdiği bölgelerdeki Teselyalı süvariler, Rodoslu sapancılar, Giritli okçular gibi birlikleri de ordusuna katmış ve üstün stratejileriyle dağınık ve stratejileri sayı üstünlüğüne dayanan ve daha çok hafif donanımlı birimlerden oluşan Persleri sayıca az olmasına rağmen yenilgiye uğratmış ve Helenik uygarlığı başlatmıştır. Daha sonraki dönemlerde orduda filler de kullanılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7294",
"len_data": 38117,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Fizikte, özel görelilik teorisi (kısaca özel görelilik) veya izafiyet teorisi, uzay ve zaman arasındaki ilişkiyi açıklayan bir bilimsel teoridir. Albert Einstein'ın orijinal çalışmalarında teori, iki varsayıma dayanmaktadır:
1905'te Albert Einstein tarafından "Annalen der Physik" dergisinde, "Hareketli cisimlerin elektrodinamiği üzerine" isimli makalenin ikinci sayfasında açıklanan ve ardından beşinci sayfasındaki "bir cismin atıllığı enerji içeriği ile bağlantılı olabilir mi?" başlıklı makaleyle pekiştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Teoriye göre bütün varlıklar ve varlığın fiziksel olayları görelidir. Zaman, mekan, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı, göreli olaylardır. Nesne zamanla, zaman nesneyle, mekan hareketle, hareket mekanla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Bunlardan hiçbiri bağımsız değildir, kendisi bu konuda şöyle demektedir:
Zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle vardır. O halde; cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galilei'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.
Einstein'ın teorisi, Galilei'nin Görelilik Prensibi ile doğrusal ve değişmeyen hareketinin durumu ne olursa olsun tüm gözlemcilerin ışığın hızını her zaman aynı büyüklükte ölçeceği önermesini birleştirir. Bu teori sezgisel olarak algılanamayacak, ancak deneysel olarak kanıtlanmış birçok ilginç sonuca varmamızı sağlar. Özel görelilik teorisi, uzaklığın ve zamanın gözlemciye bağlı olarak değişebileceğini ifade ederek Newton'ın mutlak uzay zaman kavramını anlamsızlaştırır. Uzay ve zaman gözlemciye bağlı olarak farklı algılanabilir. Bu teori, madde ile enerjinin ünlü E=mc² formülü ile birbirine bağlı olduğunu da gösterir (c ışık hızıdır). Özel Görelilik teorisi, tüm hızların ışık hızına oranla çok küçük olduğu uygulama alanlarında Newton mekaniği ile yaklaşık aynı sonuçları verir.
Teorinin "özel" ifadesiyle anılmasının nedeni, görelilik ilkesinin yalnızca eylemsiz gözlem çerçevesine uygulanış şekli olmasından kaynaklanır. Einstein, tüm gözlem çerçevelerine uygulanan ve yerçekimi kuvvetinin etkisinin de hesaba katıldığı Genel Görelilik teorisini geliştirmiştir. Özel Görelilik, yerçekimi kuvvetini hesaba katmaz ancak ivmeli gözlemcilerin durumunu da inceler. Özel Görelilik, günlük yaşamımızda mutlak olarak algıladığımız, zaman gibi kavramların göreli olduğunu söylemesinin yanı sıra, sezgisel olarak göreceli olduğunu düşündüğümüz kavramların ise mutlak olduğunu ifade eder. Birbirlerine göre hareketi nasıl olursa olsun tüm gözlemciler için ışığın hızının aynı olduğunu söyler. Özel Görelilik, c katsayısının sadece belli bir doğa olayının –ışık– hızı olmasının çok ötesinde, uzay ile zamanın birbiriyle ilişkisinin temel özelliği olduğunu ortaya çıkarmıştır. Özel Görelilik ayrıca, hiçbir maddenin ışığın hızına ulaşacak şekilde hızlandırılamayacağını söyler.
Öngörüleri.
Özel görelilik, kendi zamanı için inanılması güç, pek çok öngörülerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlileri:
Özel görelilik, mantığımıza ve sağ duyumuza aykırı bir evren tanımladığından, bilim insanları 100 yılı aşkın bir süredir bunun doğruluğunu gözleri ile görmek ve bir açık bulmak umudu ile deneyler yapıp durmaktadırlar.
Bu öngörülerin pek çoğu 1905'ten günümüze dek defalarca denenmiş ve doğru çıkmıştır:
Galileo ve Lorentz dönüşümleri.
Değişik gözlemciler, Newton fiziğinde Galileo dönüşümleri tarafından tanımlanmaktadır. Öncelikle belirli bir O olayı için (x, y, z, t) koordinatlarını kullanan bir K1 referans sistemi düşünelim (örn. yer). Aynı olayın başka bir gözlemci tarafından (x',y',z',t') koordinatlarıyla ifade edildiğini farz edelim (K2 referans sistemi). Eğer K2, K1 sistemine göre sabit bir hızla x ekseninde hareket ediyorsa (örn. bir tren vagonu) gözlemlenen O için kullanacakları referans sistemleri arasındaki bağıntı şöyle olacaktır:
Bu dönüşümler Newton'un mekanik yasalarına uygulandığında, yasalar formlarını korumaktadır. Fakat aynı şey Maxwell denklemleri için geçerli değildir. Maxwell denklemleri Lorentz dönüşümleri altında ancak formlarını koruyabilmektedir. Lorentz dönüşümleri, Galileo dönüşümlerinden farklı olarak şu şekildedir:
Ayrıca ters halleri:
burada formula_13.
Lorentz Dönüşümlerinde görüldüğü üzere iki gözlemci için aynı zaman betimlemesi geçerli değildir. Bu dönüşümlerde Einstein'ın Özel Görelilikle ortaya çıkardığı düşünce değişimi görülmektedir, yani farklı hızlardaki iki gözlemci aynı olay için farklı zaman değerleri ölçer.
Bu dönüşümleri y ve z eksenlerinde de düşünüp yöney (vektör) gösterimi kullanılabilir. Bunun için konumu hıza paralel ve hıza dik olacak şekilde iki bileşene ayırabiliriz:
Bu biçimde sadece hıza paralel bileşen olan formula_15 dönüşüme uğrar. O halde, Lorentz dönüşümleri
biçimine indirgenmiş olur.
Dört boyutlu uzay zaman.
Minkovski uzayzamanı, özel göreliliğin dört boyutlu yapısını matematiksel olarak betimleyen geometridir. Bu geometride yöneyler (vektörler) dört bileşene sahiptir. Örneğin Öklid uzayında bir konum yöneyi
olarak ifade edilir. Özel görelilikte ise "uzayzaman"da bir "konum"u, daha doğru bir deyişle, bir "olay"ı ifade etmek için "dörtyöneyler" kullanılır. Bu durumda dörtkonum yöneyi,
olarak tanımlanır. Burada dördüncü bileşen olan zamanın "ct" şeklinde konulması sadece yöneyin her bileşeninin biriminin "metre" olması içindir. Çoğu kaynak "c=1" seçerek daha sade bir biçim verir. Aynı şekilde dörthız yöneyi de, hızın tanımından
olarak çıkarsanır. Buradaki formula_19 özel zamandır.
Aynı şekilde dörtmomentum da,
olarak bulunur.
Bu uzayzamanda bir dörtyöneyin boyu,
olarak tanılandığından, dörthız yöneyinin boyu
olarak bulunur. Yine, dörtmomentumun boyu
Ayrıca dörtmomentumun boyu
olarak da hesaplanabildiğinden, bu iki sonuç birleştirilip her taraf formula_24 ile çarpıldığında
gibi özel göreliliğin en önemli denklemlerinden biri elde edilmiş olunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7296",
"len_data": 6116,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.35
}
|
Karl Werner Heisenberg (5 Aralık 1901, Würzburg - 1 Şubat 1976, Münih), Alman teorik fizikçidir. Kendi ismiyle anılan belirsizlik ilkesi'ni buldu. Atom yapısı bilgisine katkılarından dolayı 1932 yılında Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü.
Münih Üniversitesi'nde Arnold Sommerfeld ile beraber araştırmalar yaptı. Daha sonra Max Born, David Hilbert ve Niels Bohr gibi meşhur fizikçilerle çalıştı. 1941 yılında atom bombası yapımında Almanya'ya destek olması için Bohr'u ikna etmeye çalıştı, ancak ahlaki nedenler yüzünden Bohr teklifi reddetti.
Heisenberg (1925'te) ve Erwin Schrödinger (1926'da) çok yakın zamanlarda birbirlerinden bağımsız olarak atomun kuantum (dalga) mekaniğini farklı olarak, fakat matematik yönünden eşit şekilde formüllendirdiler. Bu teoriler 1928 senesinde İngiliz teori fizikçisi Paul Dirac tarafından genişletilip geliştirildi. 1927'de Leipzig Üniversitesi fizik profesörlüğüne tayin edildi. Aynı yıl meşhur belirsizlik prensibini ortaya koydu.
1941 senesinde şimdiki Max Planck Enstitüsü'nün müdürü olan Heisenberg, 1952 senesinde Alman hükümeti adına CERN'ün kuruluş sözleşmesini imzaladı. 1961'e kadar Bilimsel Politika Komitesi üyesi ve 1963'e kadar konsey üyesi olarak CERN'e katkı vermeye devam etti. 1958'de, atomun içindeki temel parçacıkların yapısını izah eden, birleşik alan teorisinin formülünü ortaya koydu.
Heisenberg'in belirsizlik prensibi.
Bir elektronun yerini tespit edebilmek için dalga boyu kısa olan ışınlara ihtiyaç vardır. Bu ışınlar da enerji paketlerinden (fotonlardan) ibaret olduğundan, elektrona çarparak onun yerini değiştirirler (Compton olayı). Elektrona çarparak onu etkilememesi için fotonları çok küçük ve dalga boyu uzun olan ışınların kullanılması gerekir. Bu suretle elektronun hareketinde önemli bir değişme olmayacaktır. Fakat uzun dalgalı ışınlar kuvvetli bir görüntü sağlamadığından, ancak çok belirsiz bir görüntü elde edilir. Şu halde, bir elemanın yerini tespit etmek mümkün değildir. Genel ifadeyle; birbirine bağlı iki büyüklük aynı anda, yüksek duyarlılıkla ölçülemez (birinin ölçülmesindeki duyarlılık arttıkça diğerinin ölçülmesindeki duyarlılık azalır). Enerji-zaman, açısal konum-açısal momentum, konum- momentum bu fiziksel büyüklükler olup, bu iki büyüklüğün ölçüm hatalarının çarpımı Planck sabitine büyükeşittir.
Kişisel hayatı.
Heisenberg klasik müziği seviyordu ve başarılı bir piyanistti. Müziğe olan ilgisi eşiyle tanışmasına yol açtı. Ocak 1937'de Heisenberg, Elisabeth Schumacher ile özel bir müzik resitalinde tanıştı. Elisabeth, ünlü bir Berlin ekonomi profesörünün kızıydı. 29 Nisan'da evlendiler. 1938 yılında çift yumurta ikizleri Maria ve Wolfgang dünyaya geldi. Sonraki 12 yıl içinde Barbara, Christine, Jochen, Martin ve Verena adında beş çocuğu daha oldu. Jochen, New Hampshire Üniversitesi'nde fizik profesörü oldu.
Popüler kültürde Heisenberg.
- Heisenberg'in hocası Bohr ile II. Dünya Savaşı sırasında ideolojik fikir ayrılığına düşmesi ve Heisenberg'in Bohr'u 1941 yılında Kopenhag'da ziyaretinde aralarında geçen konuşma birçok spekülasyona neden olmuş ve herhangi bir resmi kaydı olmadığı için aydınlatılamamıştır. İngiliz yazar Michael Frayn'ın 1998 sahnelenen Kopenhag adlı oyunu bu görüşmeyi anlatmaktadır.
- Amerika'da AMC tarafından yayınlanan Breaking Bad dizisinin başrol karakteri Walter White, illegal uyuşturucu ticareti yaparken Heisenberg takma adını kullanmaya başlar. Daha sonraları bu isimle yerel uyuşturucu ticaretinde en nüfuzlu kişi olarak tanınır.
- Christopher Nolan tarafından yönetilen, Robert J. Oppenheimer'ın hayatının konu alındığı 2023 yapımı Oppenheimer filminde Matthias Schweighöfer tarafından canlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7301",
"len_data": 3645,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.05
}
|
Planck şunları ifade edebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7302",
"len_data": 30,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.48
}
|
Max Karl Ernst Ludwig Planck (d. 23 Nisan 1858, Kiel - ö. 4 Ekim 1947, Göttingen), Alman fizikçi ve 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi.
Planck, Kuantum Kuramı'nı geliştirdi ve Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla bilinen Planck sabitini ve Planck ışınım yasasını buldu. Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.
Gençliği ve Kariyeri.
Planck, geleneksel ve entelektüel bir aileden gelmektedir. Baba tarafından büyük dedesi ve dedesi Göttingen'de ilahiyat profesörüydüler. Babası Kiel ve Münih'te hukuk profesörüydü.
Planck Kiel, Holstein'da doğdu. Babası Johann Julius Wilhelm Planck ve annesi babasının ikinci eşi olan Emma Patzig idi. O, Karl Ernst Ludwig Planck Marx adıyla vaftiz edildi ve ona verilen isim Marx birincil adı olarak belirlenmişti. Ancak 10 yaşındayken Max ismi ile imza atmış ve hayatının devamında bu ismi kullanmıştır. O, ailenin altıncı çocuğuydu. İki tane kardeşi babasının ilk evliliğindendi. Onun ilk anıları arasında, 1864 yılında İkinci Schleswig Savaşı sırasında Kiel içine Prusya ve Avusturya askerlerinin yürüyüşü oldu. 1867 yılında ailesiyle beraber Münih'e taşındılar ve Max Maximilians Gymnasium okuluna alındı. O, burada Hermann Müller vesayeti altında geldi. Hermann bir matematikçiydi ve Max'a mekaniği ve astronomiyi öğretti. Müller'den ilk Enerjinin Korunumu Yasası'nı öğrendi. Plank 17 yaşındayken erken mezun oldu. Bu Planch'ın ilk fizik alanına temasını sağladı.
Planck müzikte de yetenekliydi. Şan dersleri aldı: piyano, çello ve org çaldı. Ayrıca şarkılar ve opera besteledi. Ancak, o bunların yerine fizik okumayı seçti. Münih'te fizik profesörü olan Philipp von Jolly dersine girecek olan Planck'a bir tavsiye de bulundu ve şu cümleyi söyledi: “"Bu alanda, hemen hemen her şey zaten keşfedilmiş ve bütün olay geride kalmış olan delikleri doldurmak."”. Planck da "yeni şeyler keşfetmek isteyen birisinin olmadığı" cevabını verdi. Ancak bu alanın bilinen temelini anlamak için Münih Üniversitesinde 1874 yılında çalışmalarına başladı. Jolly gözetiminde, Planck bilimsel kariyeri ile ilgili sadece deneyler yapıyordu. Isıtılmış platinin içinden hidrojenin difüzyon üzerinde çalışıyordu ama daha sonra teorik fiziğe aktarıldı. 1877 yılında fizikçi Hermann von Helmholtz ve Gustav Kirchhoff; ve matematikçi Karl Weierstrass ile bir yıllığına çalışmak için Berlin’e gitti. O, Helmholtz’un hiçbir zaman hazırlanarak gelmediğini yazmış. Ayrıca çok yavaş konuştuğunu, yanlış hesaplamalar yaptığını ve onu dinlerken sıkıldığını yazmış. Kirchhoff da konuşmalarında kuru ve monoton olduğunu ama derslere özenle hazırlanmış olduğunu yazmıştır. Helmholtz ile yakın arkadaş oldu. Oradayken o, alanı olarak Isı Teorisi'ni seçmesi için götürdü, Clausius yazılarını da çoğunlukla kendi isteği üzerine çalışmıştır. 1878 yılında Planck, eleme sınavlarını geçti ve Şubat 1879'da tezini savundu. Tezi ise, “ber den zweiten Hauptsatz der mechanischen Wärmetheorie” (Termodinamiğin İkinci Yasası Üzerine) idi. O, sonra Münih'te eski okulunda matematik ve fizik eğitimi verdi.
Haziran 1880 yılında ise Max, habilitasyon tezini sundu. Tez başlığı “Gleichgewichtszustände isotroper Körper in verschiedenen Temperaturen” (Farklı Sıcaklıklarda İzotropik Cisimlerin Denge Durumları) idi.
Akademik kariyeri.
O, habilitasyon tezinin tamamlanması ile Münih'te ücretsiz olarak çalışan özel öğretim üyesi oldu. O sıralarda Max, akademik pozisyon için teklif bekliyordu. Başlangıçta akademik topluluk tarafından göz ardı edilmesine rağmen, ısı teorisi alanında yaptığı çalışmalarını daha da ilerletti ve farkında olmadan aynı Gibbs gibi başka termodinamik formalizmine katkıda bulundu. Entropi ile ilgili Clausius'un fikirleri eserlerinde merkezi bir rol oynadı.
1885 yılında Planck, Kiel Üniversitesi'nde teorik fizik alanına doçent olarak atandı. Entropi ve özellikle fiziksel kimya uygulanan tedavisiyle ilgili daha fazla çalışmalar yaptı. 1897 yılında Treatise'sını (bilimsel çalışma) yayınladı. O, elektrolitik ayrışma Svante Arrhenius teorisi için bir termodinamik temel önerdi. 4 yıl içerisinde Berlin Üniversite'sinde Kirchhoff'un konumuna varis gösterildi. Bu olay muhtemelen Helmholtz'un aracılığı sayesinde gerçekleşti ve 1892 yılında profesör oldu. 1907 yılında Planck, Viyana'da Boltzmann'ın pozisyonu teklif edildi ama Berlin'de kalmak için teklifi reddetti. 1909 yılı süresince, Berlin Üniversitesin'de profesör olarak O, New York Columbia Üniversitesinde Teorik Fizik Ernest Kempton Adams Öğretim Üyesi olmaya davet edildi. Onun derslerinden bir dizisi Columbia Üniversitesi profesörü AP Wills tarafından tercüme edildi ve yayımlandı. 10 Ocak 1926 tarihinde Berlin'den emekli oldu.
Ailesi.
1887 Mart ayında Planck, Marie Merck (1861-1909) ile evlendi. Kiel'de bir apartman dairesi kiraladı ve onunla oraya taşındı. Dört tane çocukları oldu. İsimleri Karl (1888-1916), ikizler Emma (1889-1919) ve Grete (1889-1917); ve Erwin (1893-1945).
Planck ailesi, Berlin'de oturdukları apartman dairesinden sonra, Berlin-Grunewald, Wangenheimstrasse 21'de bir villada yaşamaya başladılar. O bölgede birçok profesör oturuyordu. Bunların içinde ilahiyat profesörü Adolf von Harnack da vardı. Harnack yakın zamanda Planck'ın en iyi arkadaşlarından biri olmuştu. Planckların evi, yakın zamanda kültür ve sosyal merkezine dönüştü. Albert Einstein, Otto Hahn ve Lise Meitner gibi çok sayıda tanınmış bilim adamları sık sık ziyaret ederlerdi. Ortaklaşa performans sergiledikleri müzik geleneği zaten Helmholtz evinde kurulmuştur.
Birkaç mutlu yıldan sonra, 1909 Temmuz ayında Marie Planck muhtemelen veremden öldü. 1911'in Mart ayında Planck, Marga von Hoesslin (1882-1948) ile evlendi. Aralık ayında beşinci çocukları dünyaya geldi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ikinci oğlu Erwin, 1914 yılında Fransızlar tarafından esir alınmıştı. Bu sırada en büyük oğlu Karl, Verdun eyleminde öldürüldü. Grete ilk çocuğunu doğururken öldü. Bu olaydan iki yıl sonra kız kardeşi de aynı şekilde öldü. Bu doğan iki kız çocuğuna annelerinin isimleri verildi. Planck, bu acıya metanetle dayandı.
1945 Ocak ayında Erwin, Hitler'e suikast girişiminde bulundu ancak başarılı olamadı. Nazi Volksgerichtshof tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. Erwin, 23 Ocak 1945 tarihinde idam edildi. Eşleri: Marie Merck (evlenme tarihi 1887), von Marga Hoesslin (evlenme tarihi 1910)
-Çocukları: Karl (1888-1916), ikizler Emma (1889-1919) ve Grete (1889-1917), Erwin (1893-1945), Hermann (1911-1954)
Berlin Üniversitesi'nde profesörlüğü.
Planck, Berlin'deyken yerel Fizik Derneği'ne katıldı ve şu sözleri yazdı: “Ben o günlerde orada teorik fizikçi olarak bulunuyordum. Bu benim için kolay olmadı. Çünkü sözüme entropi ile başladım. Bu konuya o zamanlarda rağbet görülmüyordu. Bu yüzden matematiksel bir hortlak gibi olarak kabul edildi.”. Onun girişimi sayesinde, Almanya'nın çeşitli yerel Fiziksel Dernekleri 1898 yılında birleşti çünkü Alman Fizik Derneği (Deutsche Physikalische Gesellschaft, DPG) oluşturmak istiyorlardı. 1905 ve 1909 yılları arasında Planck, orada başkanlık yaptı.
Planck, altıncı dönemin teorik fizik derslerine başlamıştı. Lise Meitner'e göre, dersleri kuru ve biraz kişiliksizdi. Ama İngiliz katılımcı James R. Partington, dersler için şunları söyledi: “Not kullanmadan, hiçbir hata yapmayarak, konuşmasında hiçbir tutukluk olmadan geçti. Dinlediğim en iyi dersti.” Sözlerine şu cümle ile devam etti: “Ayakta dersi dinleyen birçok kişi vardı. Konferans salonu, iyi ısıtılmış ve oldukça yakın olduğu için dinleyicilerin bazıları zaman zaman yere düştü. Ama bu dersin akışını bozmadı. Planck, aslında gerçek bir okul kurmadı. Sadece 20 tane yüksek lisans yapan öğrencisi oldu. Bunlardan yedisi:
Siyah-cisim Işıması.
1894 yılında Planck, siyah cisim radyasyon sorununa ilgi gösterdi. Sorun 1859 yılında Kirchhoff tarafından ifade edilmişti: “Neden siyah bir cisim tarafından yayılan elektromanyetik radyasyonun yoğunluğu sıklığına ve cismin sıcaklığına bağlıdır?” Soru deneysel olarak incelenmiştir ve hiçbir teorik değer deneysel değer ile eşleşmemiştir. Wilhelm Wien, Wien yasasını önerdi. Bu yasaya göre doğru bir şekilde yüksek frekanslarda davranış tahmin edilebilir, ancak düşük frekanslarda başarısız şekilde tahmin edilebilirdi. Rayleigh-Jeans yasası da ayrıca o probleme yönelik bir yasaydı. Bu yasa daha sonra "ultraviyole felaket" olarak bilineni yarattı, ancak birçok ders kitaplarının aksine bu Planck için bir motivasyon kaynağı oldu.
Planck, 1899 yılında problemin çözümüne bir çözüm önerdi ve buna "temel bozukluğun ilkesi" adını verdi. Bu ona Wien'in yasasının türetmek için ideal bir osilatör entropi hakkında varsayımlar sağladı. Yakında deneysel kanıtlar yeni bir yasa olmadığını ispat etti. Bu yüzden Planck, hayal kırıklığına uğradı. Planck'ın yaklaşımı ünlü "siyah cisim radyasyon yasası"nın ilk versiyonunu türetmek oldu. Bu yasa deneysel olarak gözlemlenebilen siyah cisim spektrumu olarak nitelendirdi. İlk olarak 19 Ekim 1900 tarihinde DPG bir toplantıda önerildi ve 1901 yılında yayınlandı. Bu ilk türevde enerji kantizasyonu içermiyordu ve istatistiksel mekaniği kullanamadı. 1900 yılının Kasım ayında Planck’ın ilk yaklaşımı termodinamiğin ikinci yasasının Boltzmann’ın istatistiksel yorumuna dayanarak o radyasyon yasasının arkasında ilkeleri daha temel bir anlayış kazanma yolu arıyordu. Planck Boltzmann yaklaşımının böyle felsefi ve fiziksel etkileri derinden şüphelenerek daha sonra şu cümle ile bitirdi: “bir umutsuzluk eylemi... Fizik hakkındaki önceki kanaatlarımdan herhangi birini feda etmeye hazırdım.” 14 Aralık 1900'de DPG'ye sunulan yeni türetiminin arkasındaki temel varsayım, şu anda Planck postülatı olarak bilinen, elektromanyetik enerjinin yalnızca nicelenmiş biçimde yayılabileceğiydi. Başka bir deyişle enerji sadece bir temel birimi formula_1 ve katları olabilir. Burada formula_2 Planck sabiti ayrıca (1899 yılında zaten tanıtıldı) Planck'ın kuantum kuramı olarak da bilinir. formula_3 ise (Yunan harfi olarak nu, Roman alfabesindeki v değildir) radyasyon frekansıdır. Burada tartışılan konu enerjinin temel birimini formula_4'den ve sadece formula_2 ifade edildiğidir. Fizikçiler şimdi bu niceliklere proton diyorlar ve frekans olan bir foton kendine özgü ve eşsiz enerjiye sahiptir. Bu frekanstaki toplam enerji, frekanstaki fotonların sayısının formula_4 çarpımına eşittir.
İlk başlarda Planck, kantizasyonu “saf formel bir varsayım... Aslında ben bu konuda pek düşünmedim...” Günümüzde bu varsayım ile klasik fizik ile uyumsuzdur ancak kuantum fiziğinin doğumu olarak kabul edilir ve Planck'ın kariyerinin büyük entelektüel başarısıdır. (Ludwig Boltzmann 1877'de teorik kağıdın da fiziksel bir sistemin enerji halleri ayrık olabilme olasılığını tartışılıyordu) Planck sabitinin keşfi fiziksel birimlerin yeni bir dizi evrensel tanımlamaya etki ediyordu (Planck uzunluğu ve Planck kütlesi gibi). Bütünüyle kuantum teorisinin dayandığı temel fiziksel sabitler dayanmaktadır. Planck'ın fizik temeline katkısı ona 1918 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazandırdı.
Daha sonra enerjideki kuantumu anlamaya çalıştı. Ama boşuna uğraşmıştı. Hatta birkaç yıl sonra Rayleigh, Jeans ve Lorentz gibi diğer fizikçiler klasik fizik ile uyum sağlayacak Planck sabiti sıfır yapma amacını gösterdiler ama Planck bu sabitin sıfır olmayan bir değer olduğunu biliyordu. O “Jeans’in inadını anlamak mümkün. Varolanı asla gerektiği gibi kullanmayan bir kuramcı örneği. Aynı filozof Hegel gibi. Kendi iradeleri yoksa gerçekle onlar için çok kötü” dedi. Max Born bir yazısında Planck için “O doğası gereği muhafazakâr bir zihin oldu. O spekülasyonlar konusunda oldukça şüpheli birisi.” ifadelerinde bulundu.
Einstein ve görelilik teorisi.
1905 yılında, şimdiye kadar tamamen bilinmeyen Albert Einstein'ın üç çığır açan kâğıtları Annalen der Physik dergisinde yayınlandı. Planck özel görelilik teorisinin önemini hemen kabul eden birkaç kişi arasındaydı. Onun etkisi sayesinde, bu teori yakında yaygın olarak Almanya'da kabul edildi. Planck, aynı zamanda görelilik teorisini uzatmak için epeyce katkıda bulunmuştur.
Einstein'ın ışık alanı (foton) hipotezi (Fotoelektrik etki, Philipp Lenard'a ait 1902 keşfetmiştir) başlangıçta Planck tarafından reddedildi. O tamamen Maxwell'in elektrodinamik teorisini atmak için isteksizdi. Ona göre “ışık teorisi onlar onlarca yıl geriye atacaktı.”
1910 yılında Einstein klasik fiziğin bir başka fenomen örneğine yani düşük sıcaklıklarda özgül ısı anormal davranışlarına dikkat çekti. Planck ve Nernst çelişkilerin açıklamak için Birinci Solvay Konferansı (Brüksel 1911) düzenlediler. Bu toplantıda Einstein Planck'ı ikna etmeyi başardı. Bu arada, Planck Berlin Üniversitesi'nin Dekanı olmuştu. Bu da ona 1914 yılında Einstein'a üniversitede profesörlük için teklifte bulunmayı sağladı. İki bilim insanı yakın arkadaş oldu ve birlikte müzik çalmak için sık sık bir araya geldiler.
Birinci Dünya Savaşı.
Planck Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın yaşadığı telaşı şu sözlerle dile getirdi “O kadar korkunç ki, ama ayrıca o kadar güzel ve beklenmedik şeyler var ki; en zoru iç siyasi tüm tarafların birleşmesi ile sorunlar ve yumuşak çözümüdür. O iyi ve soylu her şeyi öven birisi.” Bununla birlikte, Planck'ın milliyetçiliği aşırıya kaçtı. 1915 yılında, İtalya İtilaf Devletleri'ne katılmak üzereyken bir anda O, İtalya'dan gelen bir bilimsel kağıdı başarıyla onaylattı. Bu da ona Prusya Bilimler Akademisi'nden bir ödül almayı sağladı. Planck, oranın dört daimi başkanından biriydi. Planck, ayrıca kötü ünlü "93 Aydının Manifestosu"nu imzaladı. Ama 1915 yılında Planck, Hollandalı fizikçi Lorentz ile birkaç toplantıdan sonra, Manifesto'nun parçalarını iptal etti. Sonra 1916 yılında Alman yayılmacılığına karşı bir deklarasyon imzaladı.
Savaş sonrası ve Weimar Cumhuriyeti.
Çalkantılı savaş sonrası yıllarda, Planck Alman fizik otoritesinin yüksek makamındayken meslektaşlarına “Direnin ve çalışmaya devam edin” sloganını yayınladı.
1920 Ekim ayında Planck ve Fritz Haber Notgemeinschaft der Deutschen Wissenschaft'ı (Alman Bilim Acil Örgütü) kurdu. Amaçları bilimsel araştırma için mali destek sağlanmaktı. Örgütü yaymak istiyorlardı ve paraların büyük bir kısmını yurt dışından temin ediyorlardı.
Planck, aynı zamanda Berlin Üniversitesi'nde, Prusya Bilimler Akademisi'nde, Alman Fizik Derneği'nde ve Kaiser-Wilhelm-Gesellschaft'ta (1948 yılında Max-Planck-Gesellschaft hâline geldi) liderlik pozisyonunda bulundu. Bu zamanlarda Almanya da araştırma için ekonomik koşullar pek de parlak değildi. İki savaş arası dönemde, Planck Deutsche Volkspartei (Alman Halk Partisi) üyesi oldu. Bu partinin kurucusu Nobel Barış Ödülü almış Gustav Stresemann'dı. Planck, genel oy kullanma hakkı ile aynı fikirde değildi.
Kuantum Mekaniği.
1920'lerin sonunda Bohr, Heisenberg ve Pauli kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumunu üzerine çalışmışlardı ancak Planck tarafından reddedildi ve daha sonra Schrödinger Laue ve Einstein tarafından yapıldı. Fazla çalışması sadece kuantum teorisini pekiştirdi. Hatta onun ve Einstein'ın felsefesine kuvvetli tepki gösterdiler. Planck, daha önceden gözlem deneyimi yaşadı. Şu cümleyi söyledi: “Bilimsel gerçekleri rakipleri yenmek için değil onları ikna etmek ve onların ışığı görmek için kullanılır. Çünkü ileride var olan rakipler ölebilir. Ve yeni yetişen nesil bununla aşina olur.”
Nazi diktatörlüğü ve İkinci Dünya Savaşı.
Naziler 1933 yılında iktidarı ele geçirdiğinde Planck 74 yaşındaydı. O, Yahudi olan arkadaşlarının ve meslektaşlarının kovulmalarına ve aşağılanmalarına tanık oldu. Yüzlerce bilim insanı Almanya'dan göç etti. O, yine de “Dayanın ve çalışmaya devam edin” sloganını yayınladı ve göç etmeyi planlayan arkadaşlarına Almanya'da kalmalarını istedi. Çünkü bu krizin yakın zamanda azalacağını umuyordu. Otto Hahn Yahudi profesörlerine yapılan bu muameleyi kamuya bildirmek amacıyla tanınmış Alman profesörleri toplamak için Planck'tan yardım istedi. Planck şu sözlerini yayınladı: “Bugün 30 adamı alırsanız, yarın 150 tanesi gelip konuşma yapacaktır. Çünkü onlar başkalarının pozisyonlarını devralmak için inanılmaz istekli olacaktır.” Planck'ın liderliğinde Kaiser-Wilhelm-Gesellschaft (KWG) Fritz Haber ile ilgili olanlar haricinde, Nazi rejimi ile açık bir çatışma kaçınılması lazımdı. Planck Adolf Hitler ile konuyu görüşmek için çalıştı ama başarısız oldu. Ertesi yıl 1934 yılında Haber sürgünde öldü.
Bir yıl sonra Planck, KWG tarafından düzenlenen biraz kışkırtıcı tarzda Haber için resmi bir anma toplantısı oldu. Ayrıca Planck Yahudi bilim adamlarını KWG'da çalışmaya devam etmelerini gizlilikle sağlamıştır. 1936 yılında KWG başkanlığı sonlandırılmış ve Nazi Hükûmeti ona baskın yapmıştır. Almanya'daki siyasi iklim giderek daha düşmanca davranmaya başladı. Planck'a saldırdılar. Planck'ı kökenine dair bir soruşturmaya aldılar. 1'de 16 ihtimalle Yahudi olduğu ortaya çıktı. Ama Planck bunu inkâr etti.
1938 yılında, Planck, 80. doğum gününü kutladı. Fransız fizikçi Louis de Broglie'ye Max-Planck madalyası verildi ve bir kutlama düzenlendi. 1938 sonunda, Prusya Akademisi kalan bağımsızlığını kaybetmiş ve Naziler tarafından ele geçirilmişti. Planck başkanlığından istifa ederek protesto etti. Planck bu zamanlarda sık sık seyahatlere katılıyordu. Hatta 5 yıl sonra Alp Dağının üç bin metre tepesine tırmanmıştır.
Planck ve eşini şehirden ayrılıp kırsal yerlerde yaşamaya zorlandılar. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefikler Berlin'e karşı bombardımanları artırıyordu. 1942 yılında şunları yazdı: “Benim içinde ateşli bir şekilde direnme arzusu büyüdü ve yeni bir yükselişin başlamasına tanık olabilmek için uzun yaşadım." Şubat 1944'te Berlin'de yaptığı evi tamamen bir hava saldırısıyla imha ettiler. Bütün bilimsel kayıtları ve yazışmaları yok oldu. Yaşadığı kırsal yere iki taraftan Müttefik askerleri geliyordu. Savaşın sonunda o Göttingen'de bir akrabasının yanına gitti.
Planck, elli yaşından sonra birçok kişisel trajediler dayandı. 1909 yılında, ilk eşi evlendiklerinden 22 yıl sonra öldü. Onu iki erkek çocuk ile ikiz kızlar ile bıraktı. Planck'ın büyük oğlu Karl, 1916 yılında öldürüldü. İki tane kızı doğum sırasında öldüler. Margarete 1917 yılında, Emma ise 1919 yılında öldü. İkinci Dünya Savaşı sırasında 1944 yılında bir bomba ile Berlin'deki evleri yok oldu. 20 Temmuz'da en küçük oğlu Erwin, Hitler'e suikast yüzünden tutuklandı ve 1945 yılında öldü. Bunlara rağmen yaşamaya devam etti. Savaşın sonunda oğlu, ikinci eşi ile Göttingen'deki akrabalarına gittiler ve 4 Ekim 1947 yılında burada öldü.
Dini görüşleri.
Planck alternatif görüşe ve dinlere karşı çok hoşgörülü birisiydi. Sembollerle alay ettiği için ateistleri eleştirmişti. Çünkü aşırı dindar kişiler için bazı semboller çok önemliydi ve o bunun önemini vurguladı.
Planck, hayal gücü kuvvetli ve inançlı bir bilim insanı kabul edilir. Buradaki inanç “hipotez üzerinde çalışma” ile benzer özelliği taşımaktadır. Örneğin nedensellik ilkesi doğru ya da yanlıştır, burada bir inanç eylemi vardı. Ve şunları söylemiştir: "“Dinde ve bilimde tanrı inancı gerekebilir. İnananlar için tanrı bir başlangıçtır. Fizikçiler için her şeyin sonundadır.”"
Daha sonraki yaşamında Planck, Tanrı'nın var olduğuna kanaat etti ve deist oldu. Bir söylentiye göre Planck'ın ölümünden altı ay önce Katolik olduğu açıklandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7303",
"len_data": 19181,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.74
}
|
Maxwell şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7305",
"len_data": 31,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 1.27
}
|
James Clerk Maxwell (13 Haziran 1831 – 5 Kasım 1879), İskoç teorik fizikçi ve matematikçi. En önemli başarısı, klasik elektromanyetik teorisinde daha önceden birbirleriyle ilişkisiz olarak gözüken elektrik ve manyetizmanın aynı şey olduğunu kendisine ait olan Maxwell Denklemleri'yle (4 denklem) ispatlamasıdır. Bu denklemler elektrik, manyetik ve optik alanlarında kullanılır. Maxwell Denklemleri sayesinde bu alandaki klasik denklemler ve yasalar basitleştirilmiş oldu. Maxwell'in elektromanyetik alandaki çalışmaları, birincisi Isaac Newton tarafından gerçekleştirilmiş, "fizikteki ikinci büyük birleşme" olarak isimlendirilir.
Maxwell elektrik ve manyetik alanların uzayda dalga formunda sabit ışık hızında ilerlediğini bulmuştur. 1864 yılında Maxwell "A Dynamical Theory of the Electromagnetic Field" (Elektromanyetik Alanın Dinamik Teorisi) adlı kitabı yayınlamıştır. Işığın aslında aynı ortamda dalga hareketi yaptığı, bunların da elektriksel ve manyetik bulgular olduğu ilk kez bu kitapta yer almıştır. Elektrik kuvveti ile manyetik kuvveti birleştirdiği elektromanyetizm modeli, fizikteki en önemli gelişmelerden biri olarak kabul edilir.
Maxwell ayrıca gazların kinetik teorisini istatistiksel olarak açıklayan Maxwell-Boltzmann Dağılımı'nın geliştiricilerinden biridir. Bu iki buluş modern fizikte yeni bir çağın başlamasına neden olmuş, özel görelilik ve kuantum mekaniğinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Maxwell ayrıca 1861'de ilk gerçek renkli fotoğrafı yaratması ve birçok köprünün yapısını oluşturan çubuk-mafsal sistemlerinin esnemezliği (Rijitlik) konusundaki temel oluşturan çalışmalarıyla bilinir.
Birçok fizikçi tarafından 19. yüzyılda yaşayıp 20. yüzyıl fiziğine en büyük katkıyı sağlayan kişi olarak görülür. Maxwell'in bilime katkıları Isaac Newton ve Albert Einstein'ınkilerle eşdeğer görülür. 1999'un sonlarında 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Maxwell, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Einstein ve Newton'dan sonra 3. sırayı almıştır. 1931 yılında Einstein, Maxwell'in doğum günü töreninde Maxwell'in çalışmasını "Newton'dan sonra fizikte en verimli ve en önemli çalışmadır" diye tanımlamıştır. Einstein çalışma odasının duvarına Michael Faraday ve Isaac Newton'un yanı sıra Maxwell'in de fotoğrafını asmıştı.
Biyografi.
İlk yılları (1831–1839).
James Clerk Maxwell 13 Haziran 1831 tarihinde İskoçya'nın başkenti Edinburgh'da avukat John Clerk Maxwell ve eşi Frances Maxwell'in çocukları olarak dünyaya gelmiştir. Babası Penicuik bölgesinin baronetliğini elinde bulunduran Clerk ailesinden olan varlıklı bir kişi olup, kardeşi 6. baronet unvanı almıştır. Asıl adı John Clerk olan babası, "Middlebie, Kirkcudbrightshire" kasabasında, soylulardan Maxwell ailesi ile olan bağlantısından kendisine miras kalmasından sonra Maxwell soyadını ekletmiştir.
Maxwell'in anne ve babası o dönemde pek rastlanmayan bir biçimde 30'lu yaşlarına kadar tanışmamış dahası o doğduğunda annesi 40 yaşına yaklaşmıştır. Daha önce Elizabeth adlı bir kızları olmuş ancak ilk döneminde ölmüştür. Yaşayan tek çocuklarına dedesi ve diğer birçok aile büyüğünün anısına James adını koymuşlardır.
Maxwell henüz küçükken ailesi Middlebie kasabasında 6.1 km² üzerine inşa ettirdikleri "Glenlair House" diye anılan eve taşınmıştır. Eldeki bütün işaretler Maxwell'in daha o yaşta bitmeyen bir merak duygusuna sahip olduğunu göstermiştir. 3 yaşında iken çevresinde hareket eden, ışık saçan, ses çıkaran her şeyi sorguladığı söylenmiştir.
Eğitimi (1839–1847).
Viktorya dönemi'nde sıkça görüldüğü üzere, potansiyeli kolaylıkla fark edilebilen genç James'in eğitiminden sorumlu kişi annesi Frances'ti. Fakat karın kanserine yakalanan annesi, başarısız bir ameliyattan sonra Aralık 1839'da Maxwell daha 8 yaşındayken ölmüştür. Bundan sonra onunla babası John Maxwell ile kardeşinin karısı Jane ilgilenmiş, ikisi de hayatında önemli rol oynamıştır. Okul hayatı babasının tuttuğu 16 yaşındaki özel hocası gözetiminde kötü başlamıştır. Bu kişi hakkında çok bilgi olmasa da John'a acımasızca davrandığı, yavaş ve dik başlı olduğu gerekçesiyle azarladığı söylenmiştir. Babası 1841 Kasım'ında bu hocayı kovmuş, bunu yerine James'i saygın Edinburgh Akademisi'ne göndermiştir. Buradaki dönemde halası Isabella'nın yanında kalmış, kendisi yetenekli bir ressam olan kuzeni Jemima onu çizime olan tutkusu konusunda cesaretlendirmiştir.
Kırsaldaki evlerinde çevresinden izole bir şekilde büyüyüp 10 yaşına gelen Maxwell, okula uyum sağlayamamıştır. İlk yıl sınıfları dolu olduğu için, kendisinden bir üstteki sınıflara katılmak zorunda kalmıştır. Kendine has davranışları ve sahip olduğu Gallowey aksanı sebebiyle köylü olarak görülmüş, okulun ilk gününde giydiği el yapımı ayakkabı ve giysiler sebebiyle arkadaşları ona salak, deli anlamlarına gelen "daftie" lakabını takmıştır. Maxwell bu duruma rağmen hiç gücenmiş gibi görünmemiş, şikayet etmeden durumu kabullenmiştir. Akademideki yalnızlığı, sonraki dönemlerde tanınmış isimler haline gelen yaşıtları Lewis Campbell ve Peter Guthrie Tait ile tanıştığında sona ermiş, onlarla ömür boyu dost kalmıştır.
Maxwell ilk döneminde geometri'ye büyük ilgi duymuş, herhangi bir ödev, yönlendirme olmadan düzenli çok yüzlü kavramını yeniden keşfetmiştir. Maxwell'in zekası bu duruma rağmen büyük oranda fark edilememiş; okuldaki ikinci yılında kazandığı kutsal metin ödülüne rağmen, akademik çalışmaları 13 yaşında kazandığı matematik madalyası ile İngilizce-şiir birincilik ödüllerine kadar karşılıksız kalmıştır.
İlk bilimsel makalesini 14 yaşında yazan Maxwell, bu çalışmasında bir parça ip ile oluşturabilen matematiksel eğrilerin mekanik anlamlarıyla birlikte elipslerin ve ikiden fazla odaklı eğrilerin özelliklerini ortaya koymuştur. Oval Eğriler ("Oval Curves") adlı çalışması o dönem Edinburgh Üniversitesi'nde doğa felsefesi profesörü olan James Forbes tarafından Edinburgh Kraliyet Topluluğu'na ("Royal Society of Edinburgh") sunulmuştur. Maxwell'in bu sunumu yapmak için çok genç olduğu düşünülmüştür. Maxwell'in bu çalışmasının, Descartes'in de 17. yüzyılda çok odaklı eğrileri incelediği düşünüldüğünde, tamamen özgün olduğu söylenemese de; çalışma bu yapıları basitleştirmiştir.
Edinburgh Üniversitesi (1847–1850).
Maxwell 1847'de akademiyi bırakıp Edinburgh Üniversitesi'nde derslere katılmaya başladı. Cambridge Üniversitesi’ne katılma şansı elde etse de, bunun yerine Edinburgh’daki lisans derslerini bitirmeye karar verdi. Maxwell’in üniversitede bulunduğu dönemde Edinburgh Üniversitesi'nin akademik kadrosu birçok saygıdeğer kişiyi içermekteydi. İlk senesinde Sir William Hamilton’dan mantık ve metafizik, Philip Kelland’dan matematik ve James Forbes’dan doğa felsefesi dersleri aldı. Fakat üniversitedeki dersleri pek çekici bulmayan Maxwell boş zamanlarında, özellikle Glenlair'deki evinde, kendini özel çalışmalarına verdi. Asıl ilgi alanı polarize ışığın özellikleriydi. Şekillendirilmiş jelatin blokları farklı baskılara maruz bırakıp, kendisine ünlü bilim insanı William Nicol tarafından verilen polarizasyon prizmalarını kullanarak jelatinde oluşan renkli fringeleri(ışığın kırılmasıyla oluşan koyu çizgiler) gösterdi. Bu denemesi sırasında (daha sonraları madde üzerindeki baskıyı hesaplamak için kullanılacak olan) fotoelastisiteyi buldu.
18 yaşında iki farklı makale yayımlayan Maxwell “kürsüde durmak” için çok genç olarak nitelendirilmiş ve makalelerin sunumu hocası Kelland tarafından gerçekleştirilmiştir.
Cambridge Üniversitesi, 1850–1856.
1850 Ekim'inde, zaten başarılı bir matematikçi olan Maxwell, Cambridge Üniversitesi için İskoçya'dan ayrıldı. Başlangıçta Peterhouse'a katıldı, ancak ilk döneminin bitiminden önce, bir burs almanın daha kolay olacağına inandığı Trinity'ye transfer oldu. Trinity'de Cambridge Havarileri olarak bilinen elit gizli topluluğa seçildi. Maxwell'in Hristiyan inancına ve bilime ilişkin entelektüel anlayışı Cambridge yıllarında hızla gelişti. Entelektüel seçkinlerin münhasır tartışma topluluğu olan "Havariler" e katıldı ve denemeleri aracılığıyla bu anlayışı geliştirmeye çalıştı.
Kasım 1851'de Maxwell, ona "kıdemli savcı ustası" lakabını kazandıran William Hopkins'in yanında çalıştı.
1854'te Maxwell, Trinity'den matematik alanında bir derece ile mezun oldu. Final sınavında ikinci en yüksek puanı alarak Edward Routh'u geride bıraktı ve kendisine İkinci Wrangler unvanını kazandı. Maxwell, derecesini kazandıktan hemen sonra Cambridge Philosophical Society'ye "On the Transformation of Surfaces by Bending" adlı makalesini okudu. Bu, bir matematikçi olarak büyüyen itibarını gösteren, yazdığı tamamen matematiksel birkaç makaleden biridir. Maxwell, mezun olduktan sonra Trinity'de kalmaya karar verdi ve birkaç yıl almasını bekleyebileceği bir süreç olan bir burs için başvurdu.
Rengin doğası ve algısı, Forbes öğrencisi iken Edinburgh Üniversitesi'nde başlamış olduğu bu türden bir ilgiydi. Forbes tarafından icat edilen renkli topaçlarla Maxwell, beyaz ışığın kırmızı, yeşil ve mavi ışık karışımından kaynaklanacağını gösterebildi. "Renk Deneyleri" adlı makalesi renk kombinasyonunun ilkelerini ortaya koydu ve Mart 1855'te Edinburgh Kraliyet Cemiyeti'ne sunuldu.
Maxwell Kasım 1856'da Cambridge'i terk ederek Aberdeen'de profesörlük yaptı.
Bilimsel Kuramları.
Renk görüşü.
Zamanın çoğu fizikçisinin yanı sıra, Maxwell psikolojiye güçlü bir ilgi duyuyordu. Isaac Newton ve Thomas Young'ın adımlarını takip ederek, özellikle renkli görme çalışmasıyla ilgilendi. Maxwell, 1855'ten 1872'ye kadar aralıklarla renk algısı, renk körlüğü ve renk teorisi ile ilgili bir dizi araştırma yayınladı ve "Renk Görme Teorisi Üzerine" Rumford Madalyası ile ödüllendirildi.
Isaac Newton, prizmalar kullanarak, güneş ışığı gibi beyaz ışığın, daha sonra beyaz ışığa dönüştürülebilecek bir dizi monokromatik bileşenden oluştuğunu göstermişti. Newton ayrıca, iki tek renkli sarı ve kırmızı ışıktan oluşmasına rağmen, sarı ve kırmızıdan yapılmış turuncu bir boyanın tam olarak tek renkli turuncu bir ışığa benzeyebileceğini gösterdi. Zamanın fizikçilerinin kafasını karıştıran paradoks bu yüzden: iki karmaşık ışık (birden fazla monokromatik ışıktan oluşan) birbirine benzeyebilir ancak fiziksel olarak farklı olabilir, metamer adı verilir. Thomas Young daha sonra bu paradoksun, üç yönlü olmasını önerdiği, gözlerde sınırlı sayıda kanal aracılığıyla algılanan renklerle açıklanabileceğini öne sürdü, trikromatik renk teorisi. Maxwell, Young'ın teorisini kanıtlamak için yakın zamanda geliştirilen doğrusal cebiri kullandı. Üç reseptörü uyaran herhangi bir monokromatik ışık, üç farklı monokromatik ışıktan oluşan bir setle (aslında, üç farklı ışıktan oluşan herhangi bir setle) eşit olarak uyarılabilmelidir. Renk eşleştirme deneyleri ve Renk Ölçümü icat ederek durumun böyle olduğunu gösterdi.
Maxwell, renk algısı teorisini, yani renkli fotoğrafçılığa uygulamakla da ilgileniyordu. Bu doğrudan renk algısı üzerine yaptığı psikolojik çalışmasından kaynaklanıyordu "Herhangi bir üç ışığın toplamı, algılanabilir herhangi bir rengi yeniden üretebiliyorsa, üç renkli filtre seti ile renkli fotoğraflar üretilebilir." Maxwell, 1855 tarihli makalesi sırasında, bir sahnenin üç siyah-beyaz fotoğrafının kırmızı, yeşil ve mavi filtrelerden çekilmesi ve görüntülerin şeffaf baskılarının, üç projektörle donatılmış üç projektör kullanılarak bir ekrana yansıtılmasını önerdi. benzer filtreler, ekrana bindirildiğinde, sonuç insan gözü tarafından sahnedeki tüm renklerin eksiksiz bir yeniden üretimi olarak algılanacaktır.
Renk teorisi üzerine bir 1861 Kraliyet Enstitüsü dersi sırasında Maxwell, bu üç renkli analiz ve sentez prensibiyle dünyanın ilk renkli fotoğraf gösterimini sundu. Tek lensli refleks kameranın mucidi Thomas Sutton fotoğrafı çekti. Kırmızı, yeşil ve mavi filtrelerden bir ekose kurdeleyi üç kez fotoğrafladı ve ayrıca Maxwell'in hesabına göre gösteride kullanılmayan sarı bir filtreden dördüncü bir fotoğraf yaptı. Sutton'ın fotoğraf plakaları kırmızıya ve yeşile çok az duyarlı olduğu için, bu öncü deneyin sonuçları mükemmel olmaktan uzaktı. Konferansta yayınlanan açıklamada, "kırmızı ve yeşil görüntüler mavi kadar tamamen fotoğraflanmış olsaydı", şeridin gerçekten renkli bir görüntüsü olacağı belirtildi. daha az kırılabilir ışınlar olursa, nesnelerin renklerinin temsili büyük ölçüde iyileştirilebilir. "1961'de araştırmacılar, kırmızı filtreli maruz kalmanın görünüşte imkansız olan kısmi başarısının morötesi ışığa bağlı olduğu sonucuna vardılar. Bazı kırmızı boyalar tarafından güçlü bir şekilde yansıtılır, kullanılan kırmızı filtre tarafından tamamen engellenmez ve Sutton'ın uyguladığı ıslak kolodiyon işleminin hassasiyet aralığı dahilindedir.
Kinetik Teori.
Maxwell ayrıca gazların kinetik teorisini araştırdı. Daniel Bernoulli ile başlayan bu teori, John Herapath, John James Waterston, James Joule ve özellikle Rudolf Clausius'un ardıl emekçileri tarafından genel doğruluğunu şüpheye dayandıracak şekilde ilerletildi; ancak bu alanda bir deneyci (gazlı sürtünme yasaları hakkında) ve bir matematikçi olarak ortaya çıkan Maxwell'den muazzam bir gelişme aldı.
1859 ve 1866 arasında, daha sonra Ludwig Boltzmann tarafından genelleştirilen bir gaz parçacıklarındaki hızların dağılımı teorisini geliştirdi. Maxwell-Boltzmann dağılımı adı verilen formül, verilen herhangi bir sıcaklıkta belirli bir hızda hareket eden gaz moleküllerinin fraksiyonunu verir. Kinetik teoride, sıcaklıklar ve ısı sadece moleküler hareketi içerir. Bu yaklaşım önceden belirlenmiş termodinamik yasalarını genelleştirdi ve mevcut gözlemleri ve deneyleri daha önce elde edilenden daha iyi bir şekilde açıkladı. Termodinamik üzerine yaptığı çalışma, onu Maxwell'in şeytanı olarak bilinen düşünce deneyini tasarladı; burada termodinamiğin ikinci yasası, parçacıkları enerjiye göre ayırabilen hayali bir varlık tarafından ihlal edildi.
Kaynakça.
Bu makalenin çoğu aynı başlıklı İngilizce makalesinden (29.12.2010) alınmadır. İngilizce makalenin gösterdiği kaynaklar aşağıdadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7307",
"len_data": 13898,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Burun, temel olarak cisimlerin ön ve sivri bölümüne verilen addır. Canlıdan canlıya şekli değişmekle birlikte, solunum yapmaya yaramaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7313",
"len_data": 140,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan sözlere veya kavramlara Türkçe eğretileme; Arapça mecaz, istiare; Fransızca trope denir.
"Mecaz" Arapça, "trope" Eski Yunanca ve metafor Yunancadır. "Ad değişimi" olarak da bilinir. Mecaz sanatı, anlatımı daha etkili kılmak ve söze canlılık kazandırmak amacıyla yapılır. Söze güzellik, güçlülük, canlılık, zarafet, derinlik veya genişlik verir. Eski Yunan'da "mecaz" anlamda kullanılan "metafor" sözcüğü Antik Çağ'ın sonlarına doğru anlam daralmasına uğramış ve yerini "trope" sözcüğüne bırakmıştır.
Yukarıdaki mısralarda Kandilli semtinin uykularda yüzmesi ve mehtabın sularda sürüklenmesi; sözcüklerin asıl anlamının dışında güzelleştirme, zarifleştirme ve güçlendirme gibi amaçlarla mecaz olarak kullanılmasına örnektir.
Etimoloji.
"Mecaz" sözcüğü Türkçeye en geç 1300'lü yıllarda, Arapça "macāz" sözcüğünden geçmiştir. Bu sözcük Arapçadaki "cwz" (geçit, köprü) kökünden gelir. Türkçeye Fransızcadan geçen, Antik Yunancada "taşıma, transfer etmek" anlamlarına gelen "metafor" sözcüğü daha sonra anlam daralmasına uğramıştır.
Aristoteles tarafından "mecaz" anlamında kullanılan "metafor" sözcüğü, Antik Çağ'ın sonlarına doğru ise anlam daralmasına uğrayarak Türkçedeki "istiare, eğretileme" kavramları karşılığında kullanılmaya başlanmıştır.
Gerçek anlam.
Bir kavramın mecaz olmayan anlamlarına gerçek anlam denir:
Yan anlam.
Mecaz anlam sıklıkla yan anlam ile karıştırılır. Yan anlamların her biri, sözcüğün gerçek anlamlarından biridir ve birincil anlamla (temel anlamla) yakından ilişkilidir.
Mecaz türleri.
Mecaz, sözcük ve fikir mecazları olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcük mecazında bir sözcük gerçek anlamı dışında; fikir mecazında ise herhangi bir fikir kendi anlamının dışında bir amaçla kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7315",
"len_data": 1782,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.73
}
|
Anamur Burnu, Türkiye'nin en güney ikinci noktasıdır. Koordinatları dır.
Burnun hemen kuzeyinde Anemurium yer alır. Antik kent kuzeyinde Ören beldesi, kuzeydoğusunda ise modern Anamur ilçe merkezi vardır. Ancak Ören günümüzde Anamur kent dokusu içinde kalmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7323",
"len_data": 262,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.24
}
|
Yelkenli, yelkeni olan, yelkenle giden deniz, göl veya akarsu taşıtıdır.
Teknenin şekli, yelkenlerinin sayısı ve düzenine göre farklı isimlerle adlandırılır. Türk sularında yelkenli olarak kullanılabilir en yaygın sabit salmalı tekne gulettir. Ancak gulet ve Ege Denizi'nin diğer yaygın teknesi tırhandil, özellikle son 40 yılda daha çok makine ile kullanılır hale gelmişlerdir.
Yelkenli gemileri ilerleten, kabasorta arma veya, sübye arma kullanan çeşitli yelken planları vardır. Bazı gemiler her direk üzerinde kare yelkenler taşır. Üç veya daha fazla direk olduğunda brik ve tam teçhizatlı gemidir. Diğerleri, örneğin bazı uskunalar gibi her direkte yalnızca baş-kıç yelkenleri taşır. Diğerleri, barka yelken, barqentin ve brigantin dahil olmak üzere kare ve ileri-geri yelkenlerin bir kombinasyonunu kullanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7330",
"len_data": 813,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.49
}
|
Yelken, rüzgâr gücünden yararlanarak geniş yüzey oluşturacak biçimde yan yana dikilen ve teknenin direğine uygun biçimde takılarak onu hareket ettiren kumaş veya şeritlerin tümü.
Rüzgâr prensibi.
Bernoulli'nin prensibine göre rüzgâr açısının yelkenin yüzeyindeki yüküne bağlı olarak, yelkenin bir tarafında diğerinden daha fazla hava basıncı oluşur. Bu basınç farkı kaldırma gücü yaratarak yelkeni düşük basıncın olduğu tarafa iter. Omurga (veya ağırlık merkezi) yelken üzerindeki bu yanal gücü yelkenlinin yana yatarak ileri doğru hareketine dönüştürür. Bu yan yatma hareketinde dengeyi sağlamak için teknenin ağırlık merkezinden sallanan bir ağırlık vardır bu ağırlığa salma denir.
Bernoulli denklemi kullanılarak bulunan basınç farkı, tekneye aktarılan itkinin bir kısmını oluşturmaktadır. Asıl itki, momentumun korunumu sayesinde oluşur. Rüzgâr hareket halindeki hava moleküllerinden oluşmaktadır. Bu moleküller sahip oldukları hız ve kütle sayesinde belli bir momentum ile yelkene çarparlar. Yelkenin önünden giren rüzgâr, arka tarafından çıkarken momentumunun bir kısmını tekneye yelken vasıtasıyla iletir ve hızı yavaşlar. Tekne kendi ağırlığı oranında kazandığı bu momentumu harekete çevirir. Bu hareketin yan bileşenleri salma ile dengelenir, ileri yönlü bileşeni ise teknenin hız kazanmasıyla dengelenir.
mrüzgâr·Vrüz_giren=mtekne·Vtekne+mrüzgâr·Vrüz_çıkan
Yelkenli tekne tarihi.
Arkeolojik bulgular ilk yelkenli teknelerin Obeyd Döneminde (MÖ 6000-4300) kullanıldığını göstermiştir. MÖ 3200'lerde Mısırlılar duvar resimleriyle Nil'de seyreden yelkenli tekneler tasvir etmişlerdir. Tümüyle korunmuş biçimde bulunmuş en eski yelkenli tekne, Levantein menşeli MÖ. 14 yy'a tarihlenen Uluburun batığıdır. İlk yelkenin malzemesi papirüstür. Mısırlıların ardından, Polinezyalılar kanolarında rüzgâr teknolojisini kullanmışlardır. Yelkenli tekneler daha sonra Roma, Yunan, Çin, İspanyol, Portekiz, Fransız ve İngilizler tarafından benimsenmiştir. İlk yat yarışları 1660 yılında İngiltere'de organize edilmiş, yarış o zamanın York Dükü ve 2. Charles'ın sahip oldukları yelkenli tekneler arasında geçmiştir. 1749 yılında Galler prensi tarafından ilk yelken trofisi (trophy) düzenlenmiştir. İlk kez 1851 yılında yapılan Hundred Guineas Kupası yarışlarını ABD takımı birincilikle bitirmiştir. Bu kupanın ismi daha sonra America's Cup (Amerika Kupası) olarak değiştirilmiştir. 20. yüzyılda ünlü araştırmacılar ve gezginler (örneğin Slocum, Chichester, Moitessier ve Tabarly) yelken sporunun popülerliğini artırdılar. Bugün yelken hem hobi hem de spor olarak pek çok kişi tarafından benimsenmektedir. Yelken sporu 1896 yılında Olimpiyatlardaki yerini almıştır. Yelken yarışları ve uluslararası müsabakalar Uluslararası Yelken Federasyonu tarafından düzenlenmektedir.
Türkiye'de yelkenin özerk örgütü Türkiye Yelken Federasyonu'dur (TYF) ve merkezi İngiltere'de bulunan ISAF'a (İnternational Sailing Asosation Federation) bağlı olarak çalışır.
Seyir şekilleri.
Seyir şekilleri, teknenin başından kıçına doğru geçtiği varsayılan doğrunun rüzgâr vektörüyle yaptığı açı ile belirlenir:
Manevralar.
Yelkenli teknelerde iki çeşit manevra yapmak mümkündür. Bunlar " tramola " ve " kavança " dır.
Yelken Yarışları.
Yarışma kuralları tüm yelkenli tekne kategorilerinde aynı şekilde uygulanır. Yarışmalara erkekler ve kadınlar (özel yarışlar dışında) katılabilirler.
Yarışmaların olimpik seyri üçgen şeklindedir ve seyir denize atılan şamandıralar ile belirlenir. Yarışmanın yönü rüzgârın estiği yöne göre belirlenir. Yarışma mesafesi yarışılan yelkenli tekne kategorisine göre değişir.
Olimpik yelken yarışları.
Yelkenli tekne sınıflarından Finn, 420'(yelkenli) 470, 49er, Laser ve Laser Radial; yat sınıflarından Star ve Elliott 6m; sörf sınıflarından Neil Pryde RS-X olimpiyatlarda yarışları yapılan sınıflardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7337",
"len_data": 3803,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Rüzgâr ya da yel, hava veya diğer gazların gezegen yüzeyine göre doğal hareketidir. Rüzgârlar, onlarca dakika süren fırtına’lardan, kara yüzeylerinin ısınmasıyla oluşan ve birkaç saat süren yerel meltemlere, Dünyanın iklim bölgeleri arasındaki güneş enerjisinin soğurulma farkından kaynaklanan küresel rüzgârlara kadar çeşitli ölçeklerde oluşur. Büyük ölçekli atmosferik dolaşımın iki ana nedeni, ekvator ve kutuplar arasındaki farklı ısınma ve dünyanın dönüşüdür (Coriolis etkisi). Tropik ve subtropik bölgelerde, arazi ve yüksek platolar üzerindeki alçak ısıl dolaşımlar muson sirkülasyonlarını yönlendirir. Kıyı bölgelerinde deniz meltemi/kara meltemi döngüsü yerel rüzgârları belirler. Değişken arazi yapılı bölgelerde dağ ve vadi meltemleri hakimdir.
Rüzgârlar genellikle uzaysal ölçek, hız ve yönlerine, onlara neden olan kuvvetlere, oluştukları bölgelere ve etkilerine göre sınıflandırılır. Rüzgârın hızı, ilgili gaz yoğunluğu, enerji içeriği veya rüzgâr enerjisi gibi çeşitli özellikleri vardır.
Meteoroloji'de rüzgâr genellikle güçlerine ve rüzgârın estiği yöne göre anılır. Yön kuralları, rüzgârın nereden geldiğini ifade eder; bu nedenle, "batı" rüzgârı batıdan doğuya, "kuzey" rüzgârı güneye doğru eser vb.
Yüksek hızlı rüzgârın kısa patlamalarına rüzgâr esintisi denir. Orta süreli (yaklaşık bir dakika) şiddetli rüzgârlara bora denilir. Uzun süreli rüzgârların esinti, fırtına, tornado, kasırga ve kasırga gibi ortalama güçleriyle ilişkilendirilen çeşitli adları vardır.
Uzay'da Güneş rüzgârı, gazların veya yüklü parçacıkların Güneş'ten uzaya hareketidir, gezegensel rüzgâr ise gezegenin atmosferinden uzaya hafif kimyasal elementlerin gaz çıkışıdır.
Güneş Sistemi'ndeki bir gezegende gözlenen en güçlü rüzgârlar Neptün ve Satürn'de oluşur.
Hava hareketlerinin temel sürücüsü, atmosfer basıncının bölgeler arasında farklı değerlerde bulunmasıdır. Rüzgâr, alçak basınçla yüksek basınç bölgeleri arasında yer değiştiren hava akımıdır, daima yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru hareket eder. İki bölge arasındaki basınç farkı ne kadar büyük olursa, hava akım hızı o kadar fazla olur. Rüzgâr sahip olduğu hıza göre esinti, fırtına gibi isimler alır.
Rüzgârın yönü rüzgâr gülü, hızı ise anemometre ile ölçülür. Anemometre, rüzgârın bir pervaneyi döndürme hızından yararlanarak rüzgâr hızını gösteren basit ölçü aletidir. Yükseklerdeki rüzgârlar, balonlar yardımı ile ölçülmektedir. Yükselme hızı bilinen balonlar belli yüksekliğe gelince rüzgâr hızı ile yol almaya başlar. Balonun hareketi gözlenir, trigonometrik hesaplarla balonun birim zamanda kat ettiği yol hesaplanır ve buradan da rüzgârın hızı bulunur. Daha hassas ölçümler için balon ya radarla takip edilir veya balona bir telsiz vericisi monte edilir.
Okyanuslardaki akıntıların ve dalgaların oluşmasına neden olup, kıyıların şekillenmesinde etkilidir. Kıyılarda kıyı oku, tombolo, lagün, falez gibi şekillerin oluşumu dalgalarla ilgilidir. Karada ise özellikle çöllerde etkilidir. Çöllerde akarsu, buzul ve dalgalar etkili olmadığından tek şekillendirici güç rüzgârlardır. Kumul, tafoni, yardang, çöl kaldırımı gibi şekiller rüzgâr ile ilişkilidir. Rüzgârların bitki sporlarını taşıyarak çiçeklerin döllenmesini sağlaması bitki neslinin devamı açısından çok önemlidir. Yeldeğirmeni ve yelkenli gemilerde gücünden yararlanılan rüzgâr, orman yangınlarında olumsuz etki yaparak yangının büyümesine neden olur.
Nedenleri.
Yüksek basınç alanından, alçak basınç alanına akarken:
rüzgârın yönü ve türbülansın varlığı veya yokluğu gibi niteliklerini değiştirir.
Rüzgâr, alçak (siklon) ve yüksek (antisiklon) alanlarda farklı özellikler taşır.
Siklon içerisinde;
etki eder.
Antisiklon içerisinde;
Bütün bunların etkisi sonucunda rüzgâr eşbasınç çizgilerine dik olarak yoluna devam eder. Bu hatların çizilmesiyle meteoroloji haritaları elde edilir. Yüzey sürtünmeleri ve Coriolis kuvveti rüzgârın eşbasınç çizgilerine dik yönünü saptırabilir. Denizlerde bu sapma açısı 20°, karalarda ise 30° ile 45° arasında olabilir.
Atmosferin alt tabakalarında meydana gelen rüzgârlarda, yerin ısı ve mekanik özelliklerinden dolayı türbülans oluşur. Türbülans yapmadan basınç alanları arasında dolaşan rüzgârlara, meyilli rüzgârlar denir. Eğer karadan denize doğru hafif meyilli eserse logaritmik olarak alçalan bir spiral hat çizerek ilerler. Düz bir hat yerine spiral çizilmesine yol açan kuvvet yine Coriolis kuvvetidir. Kuzey yarımkürede bu spiralin dönüşü saat ibresi yönünde, güney yarımkürede saat ibresinin tersi yönündedir. Atmosferin üst tabakalarında rüzgâr hızı saatte 400 km'ye kadar çıkabilir.
Türleri.
Bölgelere ve meydana geliş nedenlerine göre farklı isimler alır.
Atmosferdeki genel hava dolaşımına bağlı olarak meydana gelen Sürekli rüzgârlar;
Yaz ve kış atmosfer basıncında ters yönde değişiklik olması ve bölgede basınç alanları arasında büyük fark olmasından meydana gelen rüzgârlara ise muson rüzgârları denir. Yazın karaya, kışın denize doğru eser. Kış musonu soğuk ve kuru, yaz musonu oldukça nemlidir.
Rüzgârlar bulundukları bölgeye göre de özellikler taşırlar:
Rüzgâr aşınım ve birikim faaliyetleri.
Türkiye'de Rüzgâr adları.
Rüzgârlar estikleri yönlere göre isim alırlar. Kuzeyden esene "yıldız", güneyden esene "kıble", doğudan esene "gündoğusu", batıdan esene "günbatısı", kuzeydoğudan esene "poyraz", kuzeybatıdan esene "karayel", güneydoğudan esene "keşişleme", güneybatıdan esene ise "lodos" denir.
Türkiye'de Marmara, Trakya, Akdeniz, Karadeniz kıyılarında genellikle kuzey ve kuzeydoğuda "poyraz" rüzgârları hâkimdir. Bu rüzgârlar bahar aylarında bol miktarda yağış getirir. İç bölgelerde kuzey ve güneyden gelen rüzgârlar hâkimdir. Güneybatıdan esen "lodos" sıcak ve bunaltıcıdır. Ege'de esen deniz meltemine "imbat" denir.
Yıldız, kıble gibi adlar İstanbul merkez alınarak konulmuş adlardır. Uluslararası literatürde yönlere göre isimlendirilir (kuzey, kuzeydoğu, batı gibi). Antalya'da "Lodos" denizden karaya eser, Sinop'ta karadan denize. Lodos yön belirtir ve Güneybatıdan esen Rüzgârı tanımlar. Yani onun karadan denize mi, denizden karaya mı estiği, karanın nerede denizin nerede olduğuna bağlıdır.
Yaşadığımız atmosfer, oksijen başta olmak üzere çeşitli gazlardan oluşmuştur. Gazlar hava moleküllerini meydana getirirler. Basınç değişimlerine göre bu hava molekülleri, durağan halden harekete geçerler. Bir bakıma rüzgâr, havanın yeryüzüne paralel gibi görülen ama aslında böyle olmayan bir hava harekettir. Hava, daima yüksek basınç merkezinden alçak basınç merkezine doğru hareket eder. Bu basınç farkı sonucunda rüzgâr doğar. Basınç farkının oluşma sebeplerinin başında ısınan havanın yükselmesi gibi bilinmesi gereken faktörler vardır. Bu basınç alanları kendiliğinden oluşamazlar. Sıcaklık birinci etkendir.
Günlük rüzgârlar.
Genel hava basıncının etkisiz, durgun olduğu zamanlarda gece ve gündüz arası sıcaklık farklarının yaptığı basınç farklarından oluşan rüzgârlardır. Gündüzleri karalar, denizlerden daha çabuk ısınırlar. Dolayısıyla deniz üzerinde yüksek, kara üzerinde de bir alçak basınç alanı oluşur. Bunun sonucunda denizden karaya doğru bir rüzgâr başlar. Bu rüzgâra deniz meltemi denir. Bu rüzgâr hızı, sıcaklık arttıkça artarak ve öğlen saatlerinde en fazla hızına ulaşır. Güneş batıp ve hava karardığında ise tüm bunların tam tersi yaşanır. Kara daha çabuk soğuduğu için bu seferde karadan denize bir rüzgâr esmeye başlar. Buna da kara meltemi denir.
Yerel rüzgârlar.
Bölgelerde genelde esen hakim rüzgârlardır. Dolayısıyla bölgesel isimlerle söylenirler. Bu rüzgârlar atmosferde gezen gezici alçak ve yüksek basınç merkezlerinin yaptığı rüzgârlardır.
Rüzgâr yönleri.
Kuzeyli olan rüzgârlar (yıldız, poyraz, karayel) özellikle kış aylarında havayı soğutucu etki yaparlar. Güneyli rüzgârlar ise ısıtıcı etki yaparlar.
Aralık ayı sonu, Ocak ve Şubat aylarınca oldukça şiddetli lodos rüzgârları görülür. İstanbul'a denizden gelen bu rüzgâr denizi kabartarak, deniz ulaşımına ve denizcilere olumsuz etki yapar. Lodos Ege ve Akdeniz'de de kış aylarında şiddetli eser. Yaz aylarında ise genelde kuzeyli rüzgârlar hakimdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7338",
"len_data": 8045,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.76
}
|
Basınç, bir yüzey üzerine etkide bulunan dik kuvvetin, birim alana düşen miktarıdır. Katı, sıvı ve gazlar ağırlıkları nedeniyle bulundukları yüzeye bir kuvvet uygularlar. Kuvvetin kaynağı ne olursa olsun birim yüzeye dik olarak etki eden kuvvete basınç (P), bütün yüzeye dik olarak etki eden kuvvete de basınç kuvveti (F) denir.
formula_1
Katılarda basınç.
Katı maddeler ağırlıklarından dolayı bulundukları zemine kuvvet uygularlar. Bu nedenle katıların bulundukları zemine uyguladıkları basınç, oluşturan dik kuvvet ağırlıklarıdır. Uygulanan kuvvet ve yüzey alanı değiştirilerek basıncın büyüklüğü değiştirilebilir.
Katılar kendilerine uygulanan kuvveti, yönü ve şiddetini değiştirmeden aynen iletir. Bazı durumlarda yüzey alanı artırılarak basınç etkisi azaltılmaya çalışılır. Basınç, birim zamanda birim noktaya uygulanan kuvvet olarak da tanımlanabilir.
Kapalı kaplardaki gazların basıncı.
Gazlarda basınç, birçok unsurla bağlantılıdır. Gazların basıncının hesaplanmasında sıcaklık, bulunduğu kabın hacmi, gazın miktarı ve R sayısı önemlidir. Bunları formülle ifade edecek olursak:
formula_2.
Gazlarda basınç, gazın molekül sayısı ve sıcaklığı artarsa artar; gazın bulunduğu kabın hacmi artarsa azalır. R sayısı ise sabit bir sayıdır. Kapalı kaplardaki gazlarda basınç, manometreler yardımı ile ölçülür.
Sıvılarda basınç.
Sıvı basıncı, sıvının ağırlığından dolayı bulunduğu kabın her noktasına uyguladığı basınçtır. Sıvı basıncı, o noktanın sıvı sütununun ağırlığı kadardır.
Yani,
formula_3
"(Sıvı basıncı = yükseklik × yoğunluk × yer çekimi ivmesi)"
Sıvı basıncı, kabın biçimine ve genişliğine bağlı değildir.
Basınç birimleri.
Örneğin: 1 Pa = 1 N/m² = 10⁻⁵ bar = 9.8692×10⁻⁶ atm = 7.5006×10⁻³ Torr
Fizik problemlerinde genellikle basınç birimi olarak "Pascal" kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7342",
"len_data": 1782,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.98
}
|
Reşat Nuri Güntekin (25 Kasım 1889, İstanbul Vilayeti - 7 Aralık 1956, Londra),
Milli Edebiyat Döneminde önemli bir yeri olan "Çalıkuşu", "Yeşil Gece, Yaprak Dökümü" ve "Anadolu Notları" gibi eserlere imza atmış Türk roman, öykü ve oyun yazarıdır.
Müfettişlik görevi ile Anadolu'da gezdiği için Anadolu insanını yakından tanımıştır. Eserlerinde Anadolu'daki yaşamı ve toplumsal sorunları ele almış; insanı insan-çevre ilişkisi içinde yansıtmıştır.
Yaşamı.
İlk yılları.
1889'da İstanbul'un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. Babası, askeri tabip Nuri Bey, annesi Kars valisi Yaver Paşa'nın kızı Lütfiye Hanım'dır. Reşide adlı kız kardeşi çok genç yaşta öldü, tek çocuk olarak büyüdü.
Eğitim hayatı.
Babası askeri doktor olduğu için öğrenim hayatı boyunca birçok il gezen Reşat Nuri, ilk öğrenimine Çanakkale'de başladı. Çocukluk yıllarında okuduğu Fatma Aliye Hanım’ın Udi isimli romanı hayatına iz bırakıp, sanata heveslendiren eserleri arasına girdi. Babasının Çanakkale’deki evlerinde zengin bir kütüphanesinin olması onu kitaplara iten ve yazı yazma kültürünün gelişmesini sağlayan bir araç oldu.
İzmir'deki Saint Joseph Lisesi'nde bir süre öğrenim gördükten sonra İstanbul’da Saint Joseph Lisesi’nde öğrenim gördü. Yükseköğrenimini Darülfünun Edebiyat Şubesi'nde 1912'de tamamladı. Böylece öğrenim hayatını yirmi üç yaşında bitirmiş oldu.
Kariyeri.
1927'ye kadar Bursa ve İstanbul’da çeşitli okullarda Fransızca ve Türkçe öğretmeni ve müdür olarak görev yaptı. Görev aldığı okulların bazıları Bursa Sultanisi, İstanbul Beşiktaş İttihat Terakki Mektebi, Fatih Vakf-ı Kebir Mektebi, Akşemseddin Mektebi, Feneryolu Murad-ı Hâmis Mektebi, Osman Gazi Paşa Mektebi, Vefa Sultanisi, İstanbul Erkek Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi ve Erenköy Kız Lisesi'dir.
Güntekin, 1927'de maarif müfettişi oldu ve bu arada Dil Heyeti'yle birlikte bazı çalışmalarda bulundu. Anadolu'yu baştan sona dolaşmasını sağlayan müfettişlik görevi sayesinde ülkenin gerçeklerini yakından görme ve tanıma imkânı buldu. 1939'da ise Çanakkale milletvekili olarak TBMM'de bulundu. Bu görevini 1946'ya kadar sürdürdü. İki dönem vekillikten sonra sonra tekrar müfettişliğe döndü, 1947'de başmüfettiş oldu. 1941'de tek çocuğu olan kızı Ela dünyaya geldi. Kızı Ela oyuncu Mehmet Keskinoğlu ile evlendi. Yine 1947'de, Cumhuriyet Halk Partisi'nin Ankara'da yayımlanan "Ulus" gazetesinin İstanbul kolu olan "Memleket" gazetesini çıkardı. 1950'de Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Türkiye temsilciliği ve öğrenci müfettişliği görevleriyle Paris'e gitti. Paris kültür ataşeliği yaptı. 1954'te ise yaşından dolayı bu görevden ayrılmak zorunda kaldı. Emekliliğinden sonra bir süre İstanbul Şehir Tiyatrosu edebi heyeti üyeliği yaptı.
Levent’te oturduğu sokağa “Çalıkuşu” ismi, Kadıköy’de ve İzmir’de bir ilköğretim okuluna ve Fatih'te bir tiyatro sahnesine Reşat Nuri Güntekin ismi verilmiştir. "Çalıkuşu" ve "Dudaktan Kalbe" romanlarını yazdığı İzmir'deki evi Reşat Nuri Güntekin Evi adıyla kütüphaneye çevrilmiş ve evin bulunduğu mahalleye Çalıkuşu adı verilmiştir.
Özel hayatı.
1927’de Erenköy Lisesi’nden yeni mezun olan öğrencisi Hadiye Hanım ile evlendi.
Çalışma yöntemi hakkında.
Bütün romanlarının tiyatro halinde senaryoları olduğunu söyleyen Reşat Nuri, Hikmet Feridun'la yaptığı bir konuşmada çalışma yöntemlerini şöyle açıklar:
Etkileri.
Millî Edebiyat akımıyla başlayan, halka ve halkın gerçeklerine edebi yönelişin Anadolu'ya erişen ilk başarılı temsilcisi sayılır. Gözlemci, gerçekçi kalemi ve sevecen yaklaşımı, eğildiği sorunları yansıtmada etkilidir. Bireyselle toplumsalı aynı potada eritebildiği yapıtları ile bu özellikleri öne çıkar. Ayrıca (“Sönmüş Yıldızlar” ve “Bir Yudum Su” adlı hikâyeleri ile Gökyüzü adlı romanında kendi muhitinin ve düşünce dünyasının aksine hüküm vermekten çekinmişse de) kendisinden sonra gelen post modern dönem sonrası yazarlara insan – din ilişkisini irdelemede rahat yazabilmelerinin kapısını açmasıyla öncü olmuştur.<br>Arap alfabesiyle basılmış olan ilk üç hikâye kitabını sonradan Latin alfabesiyle tekrar yayımlanmıştır. Hikâyelerinde genelde aşk, aile, çocuk, ahlak ve buna bağlı olarak gelişen bireysel ve toplumsal konular işlenmiştir. Eserlerde geleneksel karşısında yeniyi sunma, Cumhuriyet ideolojisini yayma çabası görülür, Eğitimci karakterler ideal tipleri olarak belirip (yazarın bu çabasını yerine getirmek için fedakarca) çalışmışlardır.
Eserleri.
Öğretmenlik mesleğinin yanı sıra edebiyatla uğraşan Reşat Nuri, Halit Ziya’nın eserlerinden aldığı ilhamla hikâye yazma hevesi duymaktaydı. Daha sonra tiyatro edebiyatını benimseyerek bir tiyatro yazarı olmak için uğraştı.
Yazı hayatına I. Dünya Savaşı sonlarında başladı.
Başlangıçta uzun bir öykü olan “Eski Ahbap” (1917) Diken dergisinde yayınlandı.
1918-19 yıllarında Zaman gazetesinde 'Temaşa Haftaları' adı altında tiyatro eleştirileri ve tanıtım yazıları yazdı.
“Hançer”(1920) ve “Eski Rüya” (1922) gibi sahne eserleri, “Gizli El” (1924) gibi romanlar yazan, tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayınlayan sanatçı; “Çalıkuşu” adlı romanının 1922'de Vakit Gazetesi’nde tefrika edilmesiyle şöhrete kavuştu.
1923-1924 yılları arasında Mahmud Yesâri, Münif Fehim Özarman ve İbn-ür Refik Ahmed Nuri ile beraber Kelebek adlı Osmanlıca haftalık mizah dergisini çıkardı.
Tristane Bernard’dan Hakiki Kahramanlık (1918) adıyla adapte ettiği ilk piyesi Hayreddin Rüşdü takma adıyla yayımlanmıştır, Émile Zola’nın 1903 yılında yayınlanan ve Dreyfus davasının anlattığı Gerçek (Vérité) romanını 1929 yılında “Hakikat” başlığıyla Türkçeye çevirdi. Türk Kıraati (İstanbul 1930), Fransızca - Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (İstanbul 1935) yayınladığı eserler arasındadır.
Ölümü ve hatırası.
Güntekin'e akciğer kanseri teşhisi konulduktan sonra tedavisi için Londra'ya gitti ve orada, 7 Aralık 1956'da hastalığına yenik düşerek öldü. 13 Aralık 1956 günü, Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi. Büyükada'da yaşadığı üç katlı evin dış cephesi Reşat Nuri Güntekin Evi olarak korunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7343",
"len_data": 6016,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.35
}
|
Siklon ("Cyclone"), atmosferde bir alçak basınç alanı çevresinde hızla dönen rüzgârların oluşturduğu şiddetli fırtınadır. Siklonlar güney yarımkürede saat yönünde, kuzey yarımkürede aksi istikamette dönerler.
Sapatik siklonlar ve ekstratropik siklonlar olmak üzere iki tür siklon vardır. Bu siklonlar bir alçak basınç merkezi etrafında saate ters yönde hareket eden rüzgarlara sahiptir. Birbirlerinden bazı farkları vardır.
Sapatik siklonlar.
Tropik siklonlar okyanuslar üzerinde oluşur. Fırtına merkezi çevre havasından daha sıcaktır. Cepheleri yoktur. En kuvvetli rüzgarlar yeryüzü yakınındadır. Tropik siklonlar daha çok yaz mevsimlerinde etkilidir.
Ekstratropik siklonlar.
Tropikler dışında oluşurlar. Fırtınanın merkezi çevre havasından daha soğuktur. Cepheleri vardır. En kuvvetli rüzgarları daha üst atmosferdedir. Ekstratropik siklonlar özellikle kış mevsimi boyunca etkilidir.
Kısaca birbirlerinden oluşum yerleri, güçleri ve etki süreleri farklıdır. Burada rüzgarlar alçak merkez etrafında saat yönünün tersinde eserler. Böylece sıcak hava yükselir. Yükselen hava ortamın nem oranı durumuna göre her 100 m yükseklikte 0.6-1.0 derece arasında soğur. Havanın soğumasıyla içindeki buhar yoğunlaşmaya başlar ve böylece bulut oluşumlarına yol açarken açığa çıkan gizli ısı bulutun gelişmesini sağlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7350",
"len_data": 1305,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Formula 1 (Formula Bir veya F1 olarak da bilinir); Uluslararası Otomobil Federasyonu (FIA) tarafından onaylanmış, tek koltuklu açık tekerlekli arabalar için en yüksek uluslararası yarışlar dizisidir.
FIA Formula 1 Dünya Şampiyonası, 1950'deki açılış sezonundan bu yana dünya çapında önde gelen yarış biçimlerinden biri olmuştur. Adındaki "formula" kelimesi, tüm katılımcıların arabalarının uyması gereken kurallar kümesini ifade eder. Formula 1 sezonu, Grand Prix olarak bilinen bir dizi yarıştan oluşur. Grand Prix, dünyanın dört bir yanındaki birçok ülke ve kıtada, pistlerde veya halka açık yollarda gerçekleşir.
Grand Prix'de iki yıllık Dünya Şampiyonasını belirlemek için bir puan sistemi kullanılır: biri sürücüler için, diğeri üreticiler (takımlar) için. Her sürücü, FIA tarafından verilen en yüksek yarış lisansı sınıfı olan geçerli bir FIA Süper Lisansı'na sahip olmalıdır. Yarışlar, FIA tarafından pistler için verilen en yüksek not olan "1" dereceli pistlerde yapılmalıdır.
F1; bir yıl boyunca, her birine Grand Prix adı verilen ve değişik ülkelerde özel yollarda koşulan yarışlardan oluşur. Yıl sonunda toplanan puanlara göre Pilotlar Şampiyonluğu ile Üreticiler Şampiyonluğu (Otomobil Yapımcıları Birinciliği) ödülleri verilir.
Yarışları Mohammed bin Sulayem'in başkanlığını yaptığı FIA (Uluslararası Otomobil Federasyonu) düzenler. F1'in geçmişinde yarışların çoğunluğu Avrupa'da yapılmış olmasına karşın, son yıllarda artan sayıda yarışlar Avrupa dışına kaydırılmaktadır. Bunda ana neden, FIA'nın gelişen yeni pazarlara açılmak istemesi olsa da, yasal düzenlemelerin AB ülkelerindeki kadar sıkı olmadığı ülkelerin çekiciliği de bu kararda etkin olmuştur. Son yıllarda AB'deki yarışlarda, sağlık gerekçeleriyle tütün ürünlerinin tanıtımlarının yasaklanması, ölümle sonuçlanan bazı kazaların yerel savcılıklarca (takımların savsaması sonucu olup olmadığının) soruşturulması, FIA tarafından hoş karşılanmamıştır. Dünyanın en çok izlenen spor dallarındandır. 2010 yılında dünya çapında 527 milyon televizyon izleyicisine ulaşmıştır.
Formula 1 aracı, büyük miktarlarda aerodinamik bastırma kuvveti oluşturarak elde edilen çok yüksek viraj alma hızları sayesinde, dünyanın en hızlı düzenlenmiş yol parkuru yarış arabasıdır. Bu bastırma kuvvetinin çoğu, her arabanın arkasında şiddetli türbülansa neden olan yan etkiye sahip olan ön ve arka kanatlar tarafından üretilir. Türbülans, doğrudan arkadan gelen arabaların ürettiği bastırma kuvvetini azaltır ve sollamayı zorlaştırır.
2022 sezonu için arabalarda yapılan büyük değişiklikler, sollamayı kolaylaştırmak ve arabaların arkasındaki türbülansı azaltmak için yer etkisi aerodinamiği ve değiştirilmiş kanatları daha fazla kullanıldı. Arabalar elektronik, aerodinamik, süspansiyon ve lastiklere bağlıdır. Çekiş kontrol sistemi, kalkış kontrolü, gelişmiş sürücü yardım sistemi, otomatik vites değiştirme ve diğer elektronik sürüş yardımcıları ilk olarak 1994'te yasaklandı. 2001'de kısaca yeniden tanıtıldılar ve daha yakın zamanda sırasıyla 2004 ve 2008'den beri yasaklandılar. Bir ekibi çalıştırmanın ortalama yıllık maliyeti (araba tasarlama, inşa etme ve bakımını yapma, ödeme yapma, taşıma) yaklaşık 220.000.000 £ (veya 265.000.000 $) olduğundan, finansal ve politik savaşları geniş çapta rapor edilmektedir. 23 Ocak 2017'de Liberty Media, Formula One Group'u özel sermaye şirketi CVC Capital Partners'tan 6.600.000.000 £ (veya 8.000.000.000 $) karşılığında satın aldı.
Tarih.
Formula 1 yarışlarının kökeni 1920'ler ve 1930'lar da yapılan Avrupa Grand Prix motor yarışlarına dayanır. Formula tüm katılımcıların ve arabaların uymak zorunda oldukları kurallar bütünüdür. Formula 1, II. Dünya Savaşından sonra 1946 yılında üzerinde anlaşılan yeni kuralların adıdır. Savaştan önce Dünya Şampiyonası için pek çok Grand Prix yarış organizasyonu düzenlenmiştir ancak Dünya Sürücüler Şampiyonası 1947'den önce biçimlendirilememiştir. İlk dünya şampiyonası yarışı 1950 yılında İngiltere'nin Silverstone pistinde yapıldı. Üreticiler için şampiyona 1958 yılında yapılmaya başlamıştır. 1960'lar ve 1970'ler de Güney Afrika ve İngiltere de ulusal şampiyonalar yapılmaktaydı. Şampiyona dışı Formula 1 yarışları pek çok yılda yapılmıştır, fakat artan maliyetler dolayısıyla bunlardan sonuncusu 1983 yılında yapılmıştır.
Yarışların dönüşü (1950-1958).
İlk Formula 1 Dünya Şampiyonası olan sezonu'nu İtalyan Nino Farina Alfa Romeo (Formula 1) ile kazanmıştır. Arjantinli takım arkadaşı Juan Manuel Fangio'yu ucu ucuna geçerek birinci olabilmiştir. Buna rağmen, Fangio , , , ve sezonlarını kazandı, onun bu serisi iki kez dünya şampiyonu Ferrariden Alberto Ascari tarafından kesilmiştir. Britanya'dan Stirling Moss da düzenli olarak rekabet halinde olsa da, asla Dünya Şampiyonluğunu kazanamamıştır ve hâlâ bu başarıyı elde edememiş en büyük pilot olarak anılır. Fangio Formula 1 yarışlarının ilk on yılını domine eden kişi olarak anılmaktadır. Uzun bir süre boyunca Formula 1'in “büyük ustası” olarak anılmıştır.
Bu dönem yol aracı üreten üreticiler tarafından domine edilmiştir - Alfa Romeo, Ferrari, Mercedes-Benz ve Maserati - bu üreticilerin tamamı savaştan önce de yarışıyorlardı. İlk sezonlar Alfa'nın 158'si gibi savaş öncesi arabaları kullanarak geçti. Bunlar önden motorlu, dar tırtıklı lastikleri olan ve 1.5 litre kompresörlü ya da 4.5 litre normal doğal emişli motoru olan arabalardı. 1952 Formula 1 sezonu ve 1953 Formula 1 sezonu dünya şampiyonaları mevcut Formula 1 araba sayısından duyulan endişeler sebebi ile, daha küçük ve daha az güce sahip arabalar için olan Formula Two kurallarına göre koşuldu. 1954 yılında Formula 1'e motorların 2.5 litre ile sınırlandırılması kuralı eklendiğinde Mercedes-Benz geliştirilmiş W196yı ortaya çıkardı. Bu araba desmodromic valfler ve yakıt enjeksiyonu gibi yenilikleri içermesinin yanında akış çizgilerini de içeren şasi tasarımına sahipti. Mercedes, 1955 Le Mans faciasından sonra tüm motor sporlarından çekilene kadar, sürücüler şampiyonluğunu iki yıl boyunca kazandı.
'Garagistes' (1959 - 1980).
İlk temel teknolojik gelişme, Cooper’ın motoru ortada olan arabalarıdır. Bu araba şirketin başarılı Formula 3 dizaynından geliştirilerek ortaya çıktı. Avustralyalı Jack Brabham, 1959 Formula 1 sezonu, 1960 Formula 1 sezonu ve 1966 Formula 1 sezonu Dünya Şampiyonu, kısa sürede bu yeni dizaynın üstünlüğünü kanıtladı. 1961 Formula 1 sezonu itibarıyla, tüm yarışmacılar motoru ortada arabalara geçtiler.
İlk İngiliz Dünya Şampiyonu, 1958 Formula 1 sezonunda Ferrari ile liderliğe oturan Mike Hawthorn idi. Buna rağmen, Colin Chapman’ın F1’e şasi dizayncısı olarak girmesi ve daha sonra Team Lotus’u kurması ile, BRG pistlerin gelecek onyılını domine etti. Jim Clark ile Jackie Stewart, John Surtees, Jack Brabham, Graham Hill ve Denny Hulme arasında, İngiliz takımları ve sürücüleri 1962 ile 1973 arasında on iki dünya şampiyonluğu kazandılar.
1962 Formula 1 sezonunda, Lotus geleneksel iskelet dizaynının yerine alüminyum monocoque şasiyi kullanan bir arabayı yarışlara soktu. Bunun motoru ortada olan arabaların geliştirilmesinden bu yana gerçekleşen en büyük teknolojik gelişme olduğu iddia edildi. 1968 Formula 1 sezonunda, Lotus Imperial Tobacco amblemini arabalarının üzerine boyadı, bu sponsorluk kurumunun spora girişidir.
1960'larınn sonlarına doğru kanatçıkların ortaya çıkması ile araba dizaynında aerodinamik downforceun önemi giderek artmaya başladı. 1970'lerin sonunda Lotus muazzam downforce ve büyük oranda artan viraj dönüş hızı sağlayan yer etkisi aerodinamiklerini arabasına taşıdı. Bu müthiş aerodinamik güçler arabayı yarış pistine 5”g” ye varan güçle bastırır.
Büyük İş (1981-2000).
1981 yılı ilk Concorde Anlaşması'nın imzalandığı yıl olmuştur. Bu anlaşma takımlara iflas etmedikleri sürece yarışma zorunluluğu getirmekle birlikte onlara televizyon yayın haklarından elde edilen gelirden pay vermektedir. FISA-FOCA savaşını bitirerek Bernie Ecclestone'a sporun tüm finansal kontrolünü devretmiştir.
FIA 1983 Formula 1 sezonunda yer etkisi aerodinamiklerine ceza yaptırımı uyguladı. Bundan sonra, buna rağmen, turbocharger motorlar ki Renault bunun öncülüğünü 1977 Formula 1 sezonunda yapmıştı, 700 bhp üzerinde güç üretmekte ve bu motorlar rekabetçi olabilmek için bir zorunluluk olarak görülmekteydi. İlerleyen yıllarda, özellikle 1986 Formula 1 sezonunda, Formula 1 turbo arabaları yarış esnasında 1,100 bhp (820 kW) güç ürettiler (ve özellikle sıralama turlarında 1,400 bhp / 1,050 kW güç üretildi). Bu arabalar bugüne kadar yapılmış olan en güçlü pist yarış arabalarıydı. Motor gücü çıktısını ve bu sayede hızı düşürmek için, FIA 1984 Formula 1 sezonunda yakıt tanklarının büyüklüklerini sınırlandırdı ve 1988 Formula 1 sezonunda motor güçlendirici sistemlere sınırlama getirdi. 1989 Formula 1 sezonunda turboşarjlı motorları tamamen yasakladı.
1990'ların başlarında, takımlar aktif süspansiyon, yarı-otomatik vites kutuları ve çekiş kontrol gibi elektronik sürücü yardımlarını kullanmaya başladılar. Bu icatlardan bazıları çağdaş yol arabaları tarafından alınarak kullanılmaya başladı. FIA, yarışların sonuçları üzerinde sürücülerden daha çok teknolojinin etkili olmaya başladığını belirterek bu elektronik yardım sistemlerinden çoğunu 1994 Formula 1 sezonunda yasakladı. buna rağmen, pek çok gözlemci sürücü yardımlarına getirilen bu yasakların sadece sistemlerin isimlerine getirildiği görüşünde. FIA'nın bu uygulamaları yarışmanın dışarısına çıkaracak herhangi bir teknolojik iş imkânı ya da metodu yoktur.
Takımlar ikinci Concorde Anlaşmasını 1992'de ve üçüncüsünü de 1997'de imzaladılar. Bu son anlaşmanın süresi 2007'nin son günü doldu.
McLaren ve Williams takımları 1980'ler ve 1990'ları domine etmişlerdir. Bu dönemde Porsche, Honda ve Mercedes-Benz tarafından motor desteği verilen McLaren, 16 şampiyonluk (yedi üreticiler, dokuz sürücüler) kazanırken, Williams takımı Ford, Honda ve Renault motorları kullanmış ve yine 16 şampiyonluk (dokuz üreticiler, yedi sürücüler) kazanmıştır. Efsane pilotlar Ayrton Senna ve Alain Prost arasındaki mücadele 1988 Formula 1 sezonunda F1'in ana konusu haline gelmiş ve Prost'un 1993 Formula 1 sezonundan sonra emekli olmasına değin sürmüştür. Trajik bir şekilde, Senna 1994 San Marino Grand Prixinde duvara çarparak ölmüştür. FIA, Roland Ratzenberger’in de Cumartesi sıralama turlarında hayatını kaybettiği o hafta sonundan sonra, sporun güvenlik standartlarını geliştirmek için çalışmalara başladı. O günden beri Formula 1 direksiyonu başında , 2014 Japonya Grand Prix'ine kadar hiçbir pilot hayatını kaybetmemiştir. (Jules Bianchi)
Ayrton Senna, Roland Ratzenberger ve Gilles Villeneuve’ün ölümleri, FIA’nın güvenlik kural değişikliklerini uygulamak için önemli bir gerekçe oluşturmuştur. Bu durum, Concorde Anlaşması kapsamında kural değişikliklerinin tüm takımlar tarafından onaylanmasını da gerektirmektedir. Güvenlik önlemlerinin bir parçası olarak, "dar yarış pisti" dönemi ile birlikte daha küçük arka tekerleklere sahip araçlar geliştirilmiştir. Ayrıca mekanik tutunmayı azaltmak amacıyla oluklu lastikler tasarlanmıştır. Bu lastikler, hem ön hem de arka tekerleklerde toplamda dört oluk bulundurmak zorundadır. Bu düzenlemenin amacı, viraj hızlarını düşürmek ve lastik ile yarış pisti arasındaki temas yüzeyini azaltarak yarış koşullarını daha doğal hale getirmektir. Bu yaklaşım, sürücülerin yeteneklerini daha iyi bir şekilde ödüllendiren bir sistem olarak kabul edilmektedir.
Christijan Albers'in 2005 Kanada Grand Prix'de kullandığı Minardi PS05]]
Mekanik tutunmanın eksikliği dahi dizaynırların bu açığı aerodinamik tutunma ile kapatma çalışmalarına sebep oldu - kanatlar yardımı ile tekerleklere daha fazla güç uygulanması gibi.
Alex Wurz 1997 İngiltere Grand Prix'de]]Daha yenilikçi takımlar bu dramatik değişikliği maksimize etmek için başka yollar buldu. McLaren, Adrian Newey tarafından dizayn edilen arabada, sağ ya da sol tekerleklerin ayrı ayrı fren yapmasını sağlayan bir sistem geliştirdi. Böylece virajları çok daha hızlı dönebiliyorlardı. Bu buluş da sürücü yardımı olarak algılandı ve yasaklandı.
McLaren, Williams, Renault (zamanında Benetton) ve Ferrari'den pilotlar, “Büyük Dörtlü” yü oluştururlar. 1984 Formula 1 sezonundan bugüne kadar tüm dünya şampiyonalarını kazanmışlardır. 1990'ların teknolojik gelişmeleri sebebi ile, Formula 1'de yarışmanın maliyeti önemli ölçüde yükseldi. Bu artan finansal yük, dört büyük takımın üstünlüğü ile de birleşince (geniş fonlara sahip büyük araba üreticileri Mercedes-Benz (DaimlerChrysler) gibi), daha fakir bağımsız takımların sadece mücadele güçlerini etkilemedi, aynı zamanda bu iş kolunda kalamamalarına sebep oldu. Finansal sıkıntılar bazı takımları Formula 1'i bırakmaya zorladı. 1990 Formula 1 sezonundan bu yana, 28 takım Formula 1'den ayrılmıştır.
Üreticilerin Dönüşü (2000-2008).
1999 ile 2004 yılları arasında Michael Schumacher ve Ferrari benzeri görülmemiş beş art arda sürücüler şampiyonluğu ve altı art arda üreticiler şampiyonluğu kazanmıştır. Schumacher pek çok yeni rekor kırmıştır. Bunların arasında Grand Prix galibiyet sayısı (91), bir sezonda galibiyet sayısı (18 yarışın 13 ü) ve en çok şampiyon olan sürücü (7). 2003 sezonu Raikkönen dünya şampiyonluğunu 2 puanla kaçırdı.2004'te Ferrari yine rakipsizdi. Schumacher'in şampiyonlukları 25 Eylül 2005'te Renault sürücüsü Fernando Alonso'nun Formula 1'in en genç şampiyonu olması ile sona erdi.2005 sezonu Kimi Raikkönen ve Fernando Alonso'nun çekişmesiyle büyük heyecanlıydı.2006'da, Renault ve Alonso şampiyonluğu yeniden kazandı. Yedi kez Dünya Şampiyonu Schumacher, Formula 1'de geçirilen 16 yılın ardından 2006 İtalya GP sonunda emekliye ayrıldığını açıkladı.2007 sezonu tam bir heyecan küpüyü son yarışta Raikkönen 110 puanla 109 puanlı 2 McLaren'i geçerek şampiyon oldu ve sezona cassusluk skandalı damga vurdu.2008'de ise bu sefer yine 1 puanla bu sefer Lewis Hamilton şampiyon oldu.
Bu süreç içerisinde şampiyonanın kuralları pistteki rekabeti geliştirmek ve maliyetleri azaltmak amacı ile sık sık FIA tarafından değiştirilmiştir. Şampiyonanın başladığı 1950 yılından itibaren yasal olan Takım emirleri, 2003 yılında takımların açık açık yarış sonuçlarına hile karıştırmalarından sonra yaşanan pek çok olaydan sonra olumsuz bir kamuoyu yarattı ve yasaklandı. Bu yaşanan olaylardan en meşhuru 2002 Avusturya Grand Prix’inde Ferrari tarafından yapılmıştır. Diğer değişiklikler sıralama formatı, puanlama sistemin, teknik düzenlemeler ile motor ve lastiklerin ne kadar süre ile kullanılması gerektiğini düzenleyen kuralları içermektedir. Lastik sağlayıcı firmalar Michelin ile Bridgestone arasındaki savaş tur sürelerini azaltmasına rağmen, 2005 Amerika Grand Prix’inde Indianapolis’de bazı takımlar lastiklerin güvensiz olduğunu iddia etti. 2006’nın sonunda Max Mosley, Formula 1 için “yeşil” bir gelecek çizdi ve bundan sonra enerjinin verimli kullanımı önemli bir faktör haline geldi.
1983'ten beri, Formula 1 yarışları Williams, Mc Laren ve Benetton gibi uzman yarış takımları tarafından domine edilmiştir. Bu takımlar Mercedes-Benz, Honda, Renault ve Ford gibi büyük araba üreticisi firmaların motorlarını kullanmaktadır. 2000 yılında Ford'un çok başarısız olan projesi Jaguar Racing takımı ile, 1985 yılında Alfa Romeo ve Renault'un yarışlara girmesinden bu yana ilk kez yeni üretici firma takımları Formula 1'e girmeye başladı. 2006 itibarıyla, üretici firma takımları - Renault, BMW, Toyota, Honda ve Ferrari - şampiyonayı domine ettiler ve üreticiler şampiyonasındaki ilk altı pozisyondan beşini aldılar. Tek istisna Mercedes-Benz ile ortaklık yapan McLaren takımı olmuştur. Grand Prix Manufacturers Association (GPMA) {Grand Prix Üreticiler Birliği} vasıtası ile Formula 1'in ticari karından daha büyük bir pay almışlar ve sporun geleceği ile ilgili daha çok söz sahibi olmuşlardır.
Dünya Şampiyonasının Dışında.
Günümüzde, "Formula 1 yarışı" ve "Dünya Şampiyonası yarışı" terimleri uygulamada tamamen aynı anlamı taşımaktadır; 1984'ten bu yana, her Formula 1 yarışı Dünya Şampiyonası için puanlanmış ve her Dünya Şampiyonası yarışı Formula 1 kurallarına göre yapılmıştır. Bu her zaman böyle değildi. Formula 1'in eski zamanlarında dünya şampiyonası dışında pek çok yarış daha düzenlenirdi.
Otomobiller.
Çağdaş F1 otomobilleri tek kişilik olup, sürücü yeri ile tekerlekleri açıktadır. Takımlar otomobilleri kendileri üretseler de, hemen hepsi büyük otomobil markalarının motorlarını, parçalarını kullanırlar. Formula 1' de kullanılan motorlar önceleri V tipi 3 litre, 10 silindirli ve dakikada 19.000 döngüde 900 beygir güç üretirlerken, 2006 yılı için yapılan kural değişiklikleri neticesinde artık V tipi 2,4 litre, 8 silindir ve dakikada 18.000 döngüyle 700 - 750 beygir güç üretmektedir. 2008 sezonuna kadar her araba aynı motorla iki yarış bitirmek durumundaydı. Ancak yeni yapılan kural değişiklikleriyle birlikte her pilotun sezon boyunca toplamda 8 motor kullanma hakkı bulunmaktadır ve değişiklik zamanları pilotların stratejilerine bırakılmıştır. Hız (vites) kutusu 8 yarı otomatik hız konumundan oluşur. Sürücü bir hız konumundan ötekine direksiyondaki düğmelere basarak (debriyaja dokunmadan) geçer. 2014 yılında yapılan yeni kural değişikliği ile 2.4 litre hacmindeki V8 motorlar yerine hâlen kullanılmakta olan 1.6 litrelik turbo beslemeli V6 motorlar kullanılmaya başlanıldı. Bu motorlar dakikada 15.000 döngüyle 750 - 800 beygir güç üretmektedir. Ayrıca F1 araçlarının motorlarının minimum ağırlığı 145 kilogram olmak zorundadır.
F1 otomobilleri, diğer tek kişilik yarış otomobillerine kıyasla çok daha yüksek hızlara ulaşma kapasitesine sahiptir. ABD'de yapılan Indiana yarışlarında kullanılan otomobillere oranla daha hafif ve teknolojik olarak daha gelişmişlerdir.
Logo.
Liberty Media tarafından yapılan bir değişiklikle, 23 yıl boyunca kullanılan Formula 1 logosu yenilenmiş ve bu yeni tasarım Uluslararası Otomobil Federasyonu (FIA) tarafından onaylanmıştır.
Yeni logo 2017 Abu Dhabi Grand Prix'inin sonunda düzenlenen sezon finalinden sonra tanıtılmıştır.
2018 sezonuyla birlikte kullanılmaya başlanacak olan logonun anlamı, bitiş çizgisini geçmek için yarışan iki araç olarak betimlenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7444",
"len_data": 18044,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.54
}
|
Grand Prix (telaffuz: Grand Pri, Fransızcada "Büyük Ödül") bazı yarışmalarda verilen en büyük ödül ve bu yarışmaları tanımlamakta kullanılan bir terim.
Sporda, genellikle motorlu sporlar ile bisiklet yarışları için kullanılsa da en yaygın kullanımı Formula 1 yarışları için olanıdır.
Kısaltması GP'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7507",
"len_data": 302,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.53
}
|
GNU Özgür Belgeleme Lisansı ("GNU FDL" veya basitçe GFDL), GNU projesi için Özgür Yazılım Vakfı (FSF) tarafından tasarlanmış bir lisans modelidir. GNU GPL'nin açık içerik karşılığıdır. Lisansın mevcut son sürümü 1.3 olup, resmi metni www.gnu.org/copyleft/fdl.html adresinde bulunabilir.
Lisans; el kitapları, ders kitapları ve diğer kaynak ve yol gösterici materyaller için tasarlanmıştır. Ancak, konusu ne olursa olsun herhangi bir ders temelli çalışma için kullanılabilir. Materyalin herhangi bir kopyasının, değiştirilmiş dahi olsa, aynı lisansı taşımasını şart koşar. Bu kopyalar satılabilir ancak eğer çok miktarda kopya üretilirse, daha sonra düzenlenebilecek (değiştirilebilecek) bir biçemde olmalıdır.
GFDL hakkında.
İkincil Bölümler.
Lisans, herhangi bir "Belge"yi belgeye eklemlenmemiş, fakat ön materyal veya ek olarak var olan "İkincil Bölümler"den açık olarak ayırır. İkincil bölümler konuyla yazarın ya da yayımcının ilişkisine değinen bilgiler içerebilir ancak kendi ile ilgili hiçbir bilgi içermemelidir. Belgenin kendi de tamamen değiştirilebilir ve gerekli biçimde GNU Genel Kamu Lisansı'na denk olan (fakat her iki yönden de onunla bağdaşmayan) bir lisans kapsamında olduğundan, ikincil bölümlerin bazıları, daha önceki yazarların katkılarına uygun olması için daha önceden tasarlanan birtakım sınırlamalara sahiptir.
Özellikle, daha önceki sürümlerin yazarları kabul edilmelidir ve orijinal yazar tarafından belirlenen birtakım "değişmez bölümler" ve onun konuyu ele alışı değiştirilemeyebilir. Eğer materyal değiştirildiyse, (önceki yazarlar başlığın korunması iznini vermemişse) başlığı da değiştirilmelidir. Lisans aynı zamanda, "Tarihçe", "Kabuller", "Katkılar" ve "Onaylar" bölümlerinin olduğu kadar ders kitabının ön-kapak ve arka-kapaklarının ele alınmasıyla ilgili koşullara da sahiptir.
GFDL kullanımı.
Ticari olarak tekrar dağıtımı yasak olan materyaller, genellikle GFDL-lisanslı bir belgede kullanılamaz. Örneğin bir Vikipedi makalesi buna güzel bir örnektir, çünkü lisans ticari tekrar-kullanmayı dışlamamaktadır. Ancak bazı özel durumlarda, ticari tekrar-kullanmalar adil kullanım (fair use) kapsamında değerlendirilebilir. Bu durumda bu tür materyaller, eğer bu adil kullanım bütün potansiyel sonraki kullanımları da kapsıyorsa, GFDL altında lisanslanmak zorunda değildir. Bu tür serbest ve ticari adil kullanımın güzel bir örneği parody dir.
GFDL'nin eleştirelliği.
Pek çok insan ve gruplar, özellikle de (Debian Özgür Yazılım Yönergeleri'ye dayanan) Debian projesi, GFDL'yi özgür-olmayan bir lisans olarak görmektedir. Bunun nedenleri, GFDL'nin değiştirilemeyen veya kaldırılamayan "değiştirilmez" metne izin vermesi ve geçerli kullanımları da etkileyen dijital hakların yönetimi (DRM) sistemlerine karşı olan yasaklarıdır.
(Creative Commons lisansı gibi) alternatif lisanslar kullanılmasını öneren bazı eleştirilerle birlikte, GNU FDL'ye hatta GNU GPL'ye yönelik bir dizi itiraz getirilmiştir. Debian projesinin itirazlarının detaylarını içeren ve
Nathanael Nerode'un itirazlarını özetlediği sayfaları vardır. GFDL'ye karşı sıkça kullanılan argümanlar şunlardan oluşmaktadır:
Genel DRM (Dijital Haklar Yönetimi) hükümleri.
GNU FDL aşağıdaki cümleleri içerir.
Bu dile yönelik bir eleştiri çok geniş bir ifade olmasıdır, çünkü yapılan ancak dağıtılmayan özel kopyalara da uygulanır. Bu demektir ki, 'yaptığınız' doküman kopyalarını bir özel dosya formatında veya şifreleme kullanarak saklamanıza izin verilmez.
Richard Stallman yukarıdaki cümle hakkındaki görüşleri ve debian-legal e-posta listesi:
"Bu demektir ki, kopyaların sahipliliğini sınırlamak için DRM sistemleri altında yayımlayamazsınız. Kendi kopyanızın dosya erişim kontrolü veya şifrelemenin kullanımına gönderme yapmamanız gerekir. Avukatlarımla görüşüp bu cümlenin daha açık biçimde ifade edilmesinin gerekli olup olmadığına bakacağım."
Her iki yönle de bağdaşmayan GPL.
GNU FDL, GPL'nin her iki yönüyle de bağdaşmaz: yani GNU FDL materyali bir GPL programına konulamaz ve bir GNU programından alınan metin GFDL'ye konulamaz. Bu nedenle, kod örnekleri genelde çift-yönlü lisanslanır ki dokümantasyonda görünebilsinler.
Baskı sırasındaki mükellefiyetler.
Bu lisans altındaki bir dokümanın çıktısını alırken GNU FDL şunların yapılmasını da ister: "bu Lisans, telif hakkı ikazı ve Dokümana bu Lisans uygulanmaktadır diyen bir lisans uyarısı, bütün sayfalarda yer almalıdır". Bunun manası, eğer Wikipedia'daki bir makalenin çıktısını alıyorsanız, buna aynı zamanda bir telif hakkı ikazı ve GNU FDL'nin fiziki bir çıktısını eklemelisiniz.
Tarihçe.
FDL, 1999'un sonuna doğru görüş alınmak üzere taslak halinde çıkarılmıştır. Düzeltmelerden sonra, sürüm 1.1 Mart 2000'de, sürüm 1.2 Kasım 2002'de yayımlanmıştır. Belge daha sonra 1.3 sürümüne 3 Kasım 2008 tarihinde geçmiştir. Bu yeni sürüm eski sürüme eklenen ve GPL lisansının 3. sürümü ile uygun olmasını sağlayan bazı düzenlemelere ve GFDL'den Creative Commons lisansına göçe izin vermektedir. Buna göre ilk defa bir "çok sayıda kullanıcı tarafından yaratılan sitelerde" GFDL lisansı ile yayınlanan ya da 1 Kasım 2008 tarihinden önce başka bir yer de ilk defa yayınlanıp da bu tip sitelere aktarılan metinler hakkında eğer o "çok sayıda kullanıcı tarafından yaratılan web sitesinin" istemesi durumunda 1 Ağustos 2009'a kadar tüm bu dökumanlar CC-BY-SA lisansına göç ettirilebilecektir.
İçinde değiştirilemez metin bulunan ya da kapak yazısı zorunlu tutulan GFDL lisanslı bu belgeler bu göç izninin dışında tutulmuştur.
Diğer içerik lisansları.
Bunların bir kısmı, GNU FDL'den bağımsız olarak geliştirilmiştir, diğerleri ise GNU FDL'deki algılanan kusurlara karşılık olarak geliştirilmiştir.
Dış bağlantılar.
GFDL'nin uygunluğunu tartışan kaynaklar:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7527",
"len_data": 5696,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.67
}
|
Rönesans, Orta Çağ ve Reform arasındaki tarihsel dönem olarak bilinir. 15 - 16. yüzyıl İtalya'sında batı ile klasik İlk Çağ (Eski Roma ve Yunan Eserlerinin incelenmesi) arasında güzel sanatlar, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Yunan filozoflarının ve bilim insanlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insan yaşamı (hümanizm) üzerine yoğunlaşıldığı, matbaanın icat edilmesiyle bilginin geniş kitlelerle paylaşımının arttığı ve kökten değişimlerin yaşandığı bir dönemdir.
Bu çağ, uzun süredir geriye düşmüş olan Avrupa'nın ticaret ve Coğrafi Keşifler'le yükselişinin öncüsü olmuştur. İtalyan Rönesansı bu dönemin başlangıcındaki sanatsal ve bilimsel gelişmeyi ifade eder. İlk kez İtalyan sanatçı Giorgio Vasari tarafından Vite'de kullanılmış, 1550 yılında basılmıştır. Rönesans teriminin kökeni Fransızcadır. Fransız tarihçi Jules Michelet tarafından kullanılmış ve İsviçreli tarihçi Jacob Burckhardt tarafından 1860'larda geliştirilmiştir. Yeniden doğuş iki anlamı içerir. Birincisi İlk Çağ'daki klasik metinlerin yeniden keşfi, öğrenimi, sanat ve bilimdeki uygulamalarının belirlenmesidir. İkincisi ise bu entelektüel etkinliklerin sonuçlarının Avrupalılık kültürünü genelde güçlendirmesidir. Bu yüzden Rönesans'tan bahsederken iki ayrı ancak anlamlı yoldan söz edilebilir: Klasik öğrenmenin ve bilimin İlk Çağ metinlerinin yeniden keşfiyle yeniden doğması ve genel anlamda bir Avrupalılık kültürünün yeniden doğuşu. Bu dönemde, Raphael Sanzio ve Michelangelo gibi birçok ressam mevcuttur.
Rönesans döneminin yaratıcılığının esas yürütücü gücü tüccarlardır. Bunlar en kârlı ticaretin hangi alanda olduğunu araştırdılar ve bu yoldan sağladıkları zenginlikleri sanat ve endüstri yeniliklerine yatırdılar. Rönesans; Floransa, Venedik, İngiltere, Portekiz, Hollanda gibi büyük kent-devletlerinde ya da metropollerde doğmuştur.
Rönesans üzerinde derin araştırmalar yapan Burkhard: “Rönesans insanın keşfedilmesidir.” demektedir. Gerçekten de Ortaçağ Avrupa'sında insanın hiçbir değeri yoktu. Engizisyon mahkemelerinde yüz binlerce insan haksız yere ve çok kez yalnızca servetlerini ele geçirebilmek için öldürüldü. Papazlar çeşitli çıkarlar karşılığında günahları bağışlıyorlarda. Hatta cennetten yerler satıyorlardı. Mantık ve insanî temeller kaybolmuştu. Dünya'nın döndüğü kanısına varan Galileo Galilei ve daha pek çok düşünür ya da bilim insanı çeşitli işkenceler görmüş pek çoğu öldürülmüştür. Bu saygınlıkla Rönesans hareketi bilim ve teknolojideki ilerlemenin yanı sıra insan ve doğa sevgisini de birlikte getirdi. Rönesans'ın öncüleri, sanat eylemlerinin yanı sıra edebiyat, tarih ve arkeolojiye de önem verdiler. Resim ve betimleme anlayışı gelişti. Mimaride Gotik tarzı bırakılarak barok ve rokoko üslubu geliştirildi. Rönesans mimarlığının başlıca özellikleri ölçü, yalınlık ve doğallıktır.
Bu biçimde İtalya'da başlayan Rönesans hareketi kısa zamanda bütün Avrupa'da yayıldı. Rönesans daha çok Fransa'da sanat; Almanya'da dinî tablo ve resimler; İngiltere'de edebiyat; İspanya'da resim ve edebiyat alanında gelişti. İtalya'daki rönesans hareketinde eski Yunan ve Roma edebiyatçılarından Tacitus, Sophokles, Domosten, Platon, Cicero ve Virgil'in eserleri yeniden ortaya çıkarıldı. İtalyan düşün adamı ve yazarlarından Niccolò Machiavelli (1469-1531) ve Tasso (1544-1595) yetişip eserler verdiler. Machiavelli'nin "Prens" adlı eseri ünlüdür. Ressamlardan Rafael (1483-1520) aynı zamanda heykeltıraş, mimar ve edebiyatçı da olan Leonardo da Vinci (1452-1519), Michelangelo (1475-1564) bu devirde İtalya'da yetişen sanatçılardır. Fransa, edebiyat ve düşün sahalarında İtalya'yı geçerek; Ronsard (1525-1585), Montaigne (1533-1592), Rabelais (1495-1555), mimarlıkta Louvre Sarayı'nı yapan Pierre Loscot, Tuileries Sarayını yapan Jean Bullant, resimde de François Clouet yetiştiler. Fransız krallarından I. François (1515-1547) zamanında Collège de France kuruldu. Almanya'da ise daha çok din alanında değişiklikler oldu. Almanya'da hümanizm akımında Erasmus (1467-1536), Röklen (1452-1522), Luther (1483-1546), resimde Albrecht Dürer (1471-1528) yetişti. İngiltere'de tiyatro sahasında eserleriyle tanınan ve Hamlet'in yazarı Shakespeare (1564-1616), İspanya'da Don Kişot'un yazarı Cervantes (1547-1616), ressam Velasquez (1599-1660), Hollanda'da ressam Rembrandt (1607-1669), Polonya'da ilk kez dünyanın güneş etrafında döndüğünü söyleyen Kopernik yetiştiler. Rönesans devrinde yapılan eserler Avrupa'da hâlâ bulunmaktadır. Ressam ve heykeltıraşların tablo ve heykelleri müzelerde bulunmaktadır.
Kökenler.
Birçoğu, Rönesans'ı niteleyen fikirlerin kökeninin 13. ve 14. yüzyılların başında Floransa'da, özellikle Dante Alighieri (1265-1321) ve Petrarch'in yazılarında (1304-1374) ve Giotto di Bondone'in (1267-1337) resimleri olduğunu iddia eder. Bazı yazarlar Rönesans'ı kesin olarak tarihlendirir; önerilen başlangıç noktası, rakip dahiler Lorenzo Ghiberti ve Filippo Brunelleschi'nin Floransa Katedrali'nin Vaftizhanesi için bronz kapıları inşa etme sözleşmesi için yarıştığı 1401'dir. (O zaman bu sözleşmeyi Ghiberti kazanmıştı). Diğerleri Brunelleschi, Ghiberti, Donatello ve Masaccio gibi sanatçılar ve bilginler arasındaki daha genel rekabetin, Rönesans'ın yaratıcılığının kıvılcımını oluşturduğuna bakar. Yine de Rönesans'ın neden İtalya'da ve neden başladığı çok tartışılır. Buna göre, kökenlerini açıklamak için çeşitli teoriler ileri sürülmüştür.
Rönesans sırasında para ve sanat el ele dolaştı. Sanatçılar tamamen patronlara bağlıyken, patronların sanatsal yetenekleri geliştirmek için paraya ihtiyacı vardı. Ticaret Asya ve Avrupa'ya yayarak, 14., 15. ve 16. yüzyıllarda zenginlik İtalya'ya getirildi. Tirol'deki gümüş madenciliği para akışını artırdı. Haçlı Seferleri sırasında İslam dünyası'ndan yurda getirilen lüks mallar Cenova ve Venedik'in refahını artırdı.
Jules Michelet 16. yüzyıl Fransız Rönesansını, Orta Çağ'dan kopuşu temsil eden, modern insanlık anlayışını ve dünyadaki yerini yaratan Avrupa'nın kültürel tarihinde bir dönem olarak tanımladı.
Rönesans hümanizminin Latin ve Yunan evreleri.
Latin bilim adamlarının neredeyse tamamen Yunanca ve Arapça doğa bilimleri, felsefe ve matematik eserlerini incelemeye odaklandıkları Yüksek Orta Çağ'ın tam tersine, Rönesans bilim insanları en çok Latin ve Yunan edebi, tarihi ve hitabet metinlerini kurtarmak ve incelemekle ilgilendiler.
Genel olarak konuşursak bu, Petrarch, Coluccio Salutati (1331-1406), Niccolò de' Niccoli (1364-1437) ve Poggio Bracciolini (1380–1459) gibi Rönesans bilginlerinin Cicero, Lucretius, Livius ve Seneca gibi Latin yazarların eserlerini Avrupa kütüphanelerinde taradığı 14. yüzyıldaki Latin evresiyle başladı.
15. yüzyılın başlarında, bu tür Latin edebiyatının eserlerinin geriye kalan büyük kısmı kurtarılmıştı; Batı Avrupalı bilim adamları eski Yunan edebi, tarihi, hitabet ve teolojik metinlerini kurtarmaya yönelirken, Rönesans hümanizminin Yunan aşaması devam ediyordu.
Geç antik çağlardan beri Batı Avrupa'da korunan ve incelenen Latince metinlerin aksine, antik Yunan metinlerinin incelenmesi Orta Çağ Batı Avrupa'sında çok sınırlıydı. Bilim, matematik ve felsefe üzerine Antik Yunan eserleri, Batı Avrupa'da Yüksek Orta Çağ'dan ve İslam'ın Altın Çağı'ndan (normalde çeviri olarak) beri incelenmişti, ancak Yunan edebi, hitabet ve tarihî eserler (örneğin, Homer gibi, Yunan oyun yazarları Demosthenes ve Thukydides) ne Latincede ne de Orta Çağ'da İslam dünyası incelenmedi; Orta Çağ'da bu tür metinler sadece Bizans bilginleri tarafından incelendi.
Bazıları, kültürel yeniden doğuşun merkezi Floransa ile ayarlanan Semerkant ve Herat'taki Timuri Rönesansı'nın ihtişamının Yunan bilginlerinin İtalyan şehirlerine göç etmesine yol açan Osmanlı İmparatorluğu fetihleri ile bağlantılı olduğunu iddia eder. Rönesans bilginlerinin en büyük başarılarından biri, tüm bu Yunan kültür eserlerini geç antik çağdan beri ilk kez Batı Avrupa'ya geri getirmekti.
Müslüman mantıkçılar, özellikle İbn Sina ve İbn Rüşd, Mısır'ın ve Levanta'ni işgal edip fethettikten sonra Yunan fikirlerini miras almışlardır. Bu fikirlerin tercümeleri ve yorumları, Arap Batısı üzerinden Iberia ve Sicilya'ya doğru ilerledi ve bu fikirlerin aktarımı için önemli merkezler haline geldi. 11. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar, İberya'da, Klasik Arapçadan Orta Çağ Latincesi'ne felsefi ve bilimsel eserlerin çevirisine adanmış birçok okul, özellikle de Toledo Çevirmenler Okulu kuruldu. İslam kültüründen yapılan bu çeviri çalışması, büyük ölçüde plansız ve düzensiz olmasına rağmen, tarihteki en büyük fikir aktarımlarından birini oluşturdu.
Yunan edebi, tarihi, hitabet ve teolojik metinlerin düzenli incelenmesinin Batı Avrupa müfredatına yeniden birleştirme hareketi, genellikle Coluccio Salutati'nin Bizanslı diplomat ve bilgin Manuel Hrisoloras'a (y. 1355-1415) Floransa'da yunanca dersi vermesi için 1396'daki davetiyle tarihlendirilir. Bu miras, Basilios Bessarion'dan Leo Allatius'a kadar bir dizi gurbetçi Yunan bilgin tarafından devam ettirildi.
İtalya'daki sosyal ve politik yapılar.
Geç Orta Çağ İtalya'sının benzersiz siyasi yapıları, bazılarının, alışılmadık sosyal ikliminin nadir görülen kültürel gelişip olgunlaşmaya imkan verdiğini kuramına yol açtı. İtalya, erken modern dönemde bir siyasi varlık olarak var olmadı. Bunun yerine daha küçük şehir devletleri ve bölgelere bölündü: Napoli Krallığı güneyi, merkezde Floransa Cumhuriyeti ve Papalık Devletleri, sırasıyla kuzey ve batıda Milano ve Ceneviz ve doğuda Venedikliler kontrol etti. On beşinci yüzyıl İtalyası, Avrupa'nın en çok kentleşmiş bölgelerinden biriydi. Şehirlerinin çoğu antik Roma binalarının kalıntıları arasındaydı; Rönesans'ın klasik doğasının Roma İmparatorluğu'nun kalbindeki kökeniyle bağlantılı olması muhtemeldir.
Tarihçi ve siyaset filozofu olan Quentin Skinner, 12. yüzyılda kuzey İtalya'yı ziyaret eden Alman piskopos Otto von Freising‘in (y. 1114-1158), toplumunun tüccarlara ve ticarete dayandığını gözlemleyerek İtalya'nın feodalizm’den çıkmış gibi göründüğünü ve böylece çok yeni siyasi ve sosyal bir örgütlenme biçimini fark ettiğini belirtir. Bununla bağlantılı olarak, ünlü erken Rönesans fresk döngüsünde temsil edilen "İyi ve Kötü Hükümet Alegorisi"'ndeki Ambrogio Lorenzetti tarafından temsil edilen anti-monarşik (1338–1340 arasında resmedilen) hakkaniyet, adalet, cumhuriyetçilik ve iyi yönetimin erdemleri hakkında güçlü mesaj veren düşüncesi vardı. Hem Kiliseyi hem de İmparatorluğu körfezde tutan bu şehir cumhuriyetleri, özgürlük kavramlarına adanmıştı. Skinner, Matteo Palmieri (1406–1475) gibi Floransalı dehanın yalnızca sanat, heykel ve mimaride kutlanması değil "aynı zamanda Floransa'da oluşan ahlaki, sosyal ve politik felsefenin olağanüstü gelişip olgunlaşması" gibi birçok özgürlük savunması olduğunu bildirir.
O zamanlar Floransa Cumhuriyeti gibi orta İtalya'nın ötesindeki şehirler ve eyaletler bile tüccar Cumhuriyetler, özellikle Venedik Cumhuriyeti olarak tanınmıştı. Uygulamada bunlar oligarşik olmalarına ve modern demokrasi ile çok az benzerlik göstermelerine rağmen, demokratik özelliklere sahiptiler ve yönetime katılım biçimleri ve özgürlüğe inanç ile duyarlı devletlerdi. Sağladıkları görece siyasi özgürlük, akademik ve sanatsal ilerlemeye yardımcı oldu. Aynı şekilde, Venedik gibi İtalyan şehirlerinin büyük ticaret merkezleri olarak konumu, onları entelektüel kavşak haline getirdi. Tüccarlar yanlarında dünyanın uzak köşelerinden, özellikle Levant'tan fikirler getirdi. Venedik, Avrupa'nın Doğu ile ticarete açılan kapısı ve Venedik camı üreticisi iken, Floransa bir tekstil başkentiydi. Bu tür işletmelerin İtalya'ya getirdiği zenginlik, büyük kamu ve özel sanat projelerinin devreye alınabileceği ve bireylerin eğitim için daha fazla boş zamanları olduğu anlamına geliyordu.
Kara Ölüm.
Geliştirilen bir teoriye göreyse, 1348 ile 1350 yılları arasında Avrupa'yı vuran Kara Ölüm'ün Floransa'da neden olduğu tahribat 14. yüzyıl İtalya'sındaki insanların dünya görüşünde değişime yol açmıştır. İtalya vebadan kötü etkilendi ve ölümle sonuçlanan aşinalığın, düşünürlerin, maneviyat ve Ölümden sonra yaşam yerine Dünya'daki yaşamları üzerinde daha fazla durmalarına neden olduğu tahmin edilmektedir. Kara Veba'nın, dini sanat eserlerinin sponsorluğu ile kendini gösteren yeni bir dindarlık dalgasına yol açtığı da iddia edildi. Ancak bu, Rönesans'ın neden 14. yüzyılda özellikle İtalya'da olduğu tam olarak açıklamaz. Kara Ölüm, sadece İtalya'yı değil, tarif edilen şekillerde tüm Avrupa'yı etkileyen bir pandemi idi. İtalya'da Rönesans'ın ortaya çıkışı büyük olasılıkla yukarıdaki faktörlerin karmaşık etkileşiminin sonucuydu.
Veba, Asya limanlarından dönen yelkenli gemilerde pireler tarafından taşındı ve uygun sağlık koşullarının olmamasından dolayı hızla yayıldı: o zamanlar yaklaşık 4.2 milyon olan İngiltere nüfusu hıyarcıklı veba nedeniyle 1.4 milyon insanı kaybetti. Floransa'nın nüfusu 1347 yılında neredeyse yarı yarıya azaldı. Nüfusun azalmasının bir sonucu olarak işçi sınıfının değeri arttı ve halk daha fazla özgürlüğün tadını çıkarmaya başladı. Artan işgücü ihtiyacına cevap vermek için işçiler ekonomik olarak en uygun konumu aramak için seyahat ettiler.
Veba nedeniyle yaşanan nüfusun azalmasının ekonomik sonuçları oldu: 1350 ile 1400 yılları arasında Avrupa'nın çoğu bölgesinde gıda fiyatları düştü, arazi değerleri %30-40 oranında azaldı. Arazi sahipleri büyük bir kayıpla karşı karşıya kaldı, ancak sıradan erkekler ve kadınlar için bu beklenmedik bir şeydi. Vebadan kurtulanlar, yalnızca yiyecek fiyatlarının daha ucuz olduğunu değil, aynı zamanda toprakların da daha bol olduğunu keşfetti ve birçoğuna da ölü akrabalarından mülkler miras kaldı.
Hastalığın yayılması, yoksulluk bölgelerinde çok daha yaygındı. Salgın şehirleri, özellikle çocukları harap etti. Veba, bitler, temiz olmayan içme suyu, ordular veya kötü sağlık koşulları nedeniyle kolayca yayıldı. Tifüs ve doğuştan frengi (ing: congenital syphilis) gibi birçok hastalık bağışıklık sistemini hedef alarak küçük çocukları mücadele şansından mahrum bıraktığı için en çok çocuklar etkilendi. Şehirlerdeki çocuklar, hastalığın yayılmasından zenginlerin çocuklarına göre daha fazla etkilendi.
Kara Ölüm, Floransa'nın sosyal ve politik yapısında sonraki salgınlardan daha büyük bir karışıklığa neden oldu. Egemen sınıfların üyeleri arasında önemli sayıda ölüme rağmen, Floransa hükûmeti bu dönemde işlemeye devam etti. Seçilen temsilcilerin resmi toplantıları, şehirdeki belirsiz koşullar nedeniyle salgının yüksekliği sırasında askıya alındı, ancak şehrin işlerini yürütmek için hükûmetin sürekliliğini sağlayan küçük bir memur grubu atandı.
Floransa'daki kültürel koşullar.
Rönesans'ın neden İtalya'nın başka bir yerinde değil de Floransa'da başladığı uzun zamandır bir tartışma konusu olmuştur. Akademisyenler, böyle bir kültürel harekete neden olabilecek Floransa kültürel yaşamına özgü çeşitli özellikler kaydetti. Birçoğu, bir bankacı aile olan Medici'nin ve daha sonra dukal iktidar hanedanı sanatı himaye etme ve teşvik etmede oynadığı rolü vurguladı. Lorenzo de' Medici (1449-1492), muazzam miktarda sanat himayesi için katalizör oldu ve vatandaşlarını Leonardo da Vinci, Sandro Botticelli ve Michelangelo Buonarroti dahil olmak üzere Floransa'nın önde gelen sanatçılarından eserler sipariş etmeye teşvik etti. Neri di Bicci, Botticelli, da Vinci ve Filippino Lippi'nin eserleri, Floransa'daki Scopeto'daki San Donato Manastırı tarafından ayrıca sipariş verilmişti.
Rönesans, Lorenzo de' Medici iktidara gelmeden önce, hatta Medici ailesinin kendisi Floransa toplumunda hegemonya kurmadan önce devam ediyordu. Bazı tarihçiler, Floransa'nın şans eseri, yani "Büyük Adamlar" orada tesadüfen doğduğu için Rönesans'ın doğum yeri olduğunu öne sürdü: Leonardo da Vinci, Botticelli ve Michelangelo Toskana'da doğdu. Böyle bir şansın olanaksız göründüğünü savunan diğer tarihçiler, bu "Büyük Adamlar"ın ancak o zamanlar geçerli olan kültürel koşullar nedeniyle öne çıkabildiklerini iddia ettiler.
Özellikler.
Hümanizm.
Bazı yönlerden Rönesans hümanizmi felsefe değil, öğrenme yöntemiydi. Yazarlar arasındaki çelişkileri çözmeye odaklanan ortaçağ skolastik tarzının aksine, Rönesans hümanistleri eski metinleri asıllarından inceler ve onları akıl yürüterek ve deneysel kanıtla birleştirerek değerlendirirdi. Hümanist eğitim, beş beşeri bilimlerin incelenmesi olan “Studia Humanitatis” programına dayanıyordu: şiir, dil bilgisi, tarih, ahlak felsefesi ve retorik. Tarihçiler bazen hümanizmi tam olarak tanımlamak için uğraşmış olsalar da, çoğu "yol tanımının ortası... eski Yunan ve Roma'nın dilini, edebiyatını, öğrenimini ve değerlerini yeniden kazanma, yorumlama ve özümseme hareketi"ne karar verdi. Her şeyden önce, hümanistler "insanın dehasını ...insan aklının eşsiz ve olağanüstü yeteneğini" öne sürdüler.
Hümanist bilim insanları, erken modern dönem boyunca entelektüel manzarayı şekillendirdi. Niccolò Machiavelli ve Thomas More gibi siyaset felsefecileri, İbn Haldun'un İslami adımlarını izleyerek Yunan ve Romalı düşünürlerin fikirlerini canlandırdı ve bunları çağdaş hükûmet eleştirilerinde kullandı.
Giovanni Pico della Mirandola, canlı bir düşünme savunması olan Rönesans'ın "manifesto"’su "İnsanın Onuru Üzerine Söylev"‘i yazdı. Başka bir hümanist Matteo Palmieri (1406-1475), en çok sivil hümanizm'i savunan "Della vita Civile" ("Sivil Yaşam Üzerine"; 1528'de basıldı) adlı çalışmasıyla ve Toskana lehçesi'ni Latince ile aynı seviyeye getirmedeki etkisiyle tanınır.
Palmieri, teorisyen ve filozof ve ayrıca Quintilian, vatandaş ve memur olarak aktif kamusal hayat yaşayan Palmieri gibi Romalı filozof ve teorisyenlerden özellikle Cicero’dan yararlandı.
Belki de onun hümanizm konusundaki bakış açısının en özlü ifadesi 1465 tarihli “La città di vita” adlı şiirsel çalışmasındadır, ancak daha önceki çalışması “Della vita Civile” daha geniş kapsamlıdır. 1430 vebasında Floransa'nın dışındaki Mugello kırsalındaki bir kır evinde geçen bir dizi diyalogdan oluşan Palmieri, ideal vatandaşın niteliklerini anlatır. Diyaloglar, çocukların zihinsel ve fiziksel olarak nasıl geliştiği, vatandaşların ahlaki olarak nasıl davranabilecekleri, vatandaşlar ve devletlerin kamusal yaşamda dürüstlüğü nasıl sağlayabilecekleri hakkında fikirleri ve pragmatik olarak faydalı olan ile dürüst olan arasındaki fark üzerine önemli bir tartışmayı içerir.
Hümanistler, mükemmel bir zihin ve bedenle ahirete geçmenin eğitimle elde edilmesinin önemine inanıyorlardı. Hümanizmin amacı, kişiliği entelektüel ve fiziksel mükemmellikle birleştiren ve her zaman her durumda onurlu iş yapan evrensel insanı yaratmaktı. Bu ideoloji, eski bir Greko-Romen ideali olan "uomo universale" olarak anılırdı. Klasiklerin ahlaki eğitim ve insan davranışının iyi anlaşılmasını sağladığı düşünüldüğünden, Rönesans döneminde eğitim esasen eski edebiyat ve tarihten oluşuyordu.
Sanat.
Rönesans sanatı, Orta Çağ'ın sonunda ve Modern dünyanın yükselişinde kültürel bir yeniden doğuşa işaret eder. Rönesans sanatının ayırt edici özelliklerinden biri, son derece gerçekçi doğrusal perspektif geliştirmesiydi.
Giotto di Bondone (1267-1337), bir tabloyu uzaya açılan bir pencere olarak ele alan ilk kişidir, ancak mimar Filippo Brunelleschi'nin (1377-1446) gösterilerine ve Leon Battista Alberti'nin (1404-1472) müteakip yazılarına kadar perspektif sanatsal bir teknik olarak resmîleşmedi.
Perspektif'in gelişimi, sanatta gerçekçilik yönündeki daha geniş bir eğilimin parçasıydı.
Ressamlar, ışık, gölge ve ünlü Leonardo da Vinci insan anatomi örneğini inceleyerek başka teknikler geliştirdiler.
Sanatsal yöntemdeki bu değişikliklerin altında yatan şey diğer sanatçılar tarafından çokça taklit edilen sanatsal zirveleri temsil eden Leonardo, Michelangelo ve Raphael'in yapıtlarıyla, doğanın güzelliğini tasvir etme ve estetik aksiyomlarını çözme arzusunun yenilenmesidir. Diğer önemli sanatçılar arasında Floransa'da Medici için çalışan Sandro Botticelli, başka bir Floransalı Donatello ve Venedik'te Titian ve diğerleri sayılabilir.
Hollanda'da özellikle canlı bir sanat kültürü gelişti. Hugo van der Goes ve Jan van Eyck'in çalışmaları, hem teknik olarak yağlı boya ve tuvalin tanıtılmasıyla hem de temsilde natüralizm açısından stilistik olarak İtalya'da resmin gelişimi üzerinde etkili oldu. Daha sonra, Baba Pieter Brueghel'in çalışmaları sanatçılara günlük hayatın temalarını tasvir etme konusunda ilham verecekti.
Mimaride, Filippo Brunelleschi, antik klasik binaların kalıntılarını incelemede en öndeydi. 1. yüzyıl yazarından Vitruvius yeniden keşfedilen bilgiler ve gelişen matematik disiplini ile Brunelleschi, klasik formları taklit eden ve geliştiren Rönesans stilini formüle etti. En büyük mühendislik başarısı Floransa Katedrali'nin kubbesini inşa etmekti. Bu stili gösteren bir diğer yapı ise Alberti tarafından inşa edilen Mantua'daki St. Andrew kilisesidir. Yüksek Rönesans'ın olağanüstü mimari eseri, Bramante, Michelangelo, Raphael, genç Antonio da Sangallo ve Maderno'nun becerilerini birleştiren St. Peter Bazilikası'nın yeniden inşasıydı.
Rönesans döneminde mimarlar sütunları, pilasterleri ve entablaturlar bütünleşik bir sistem olarak kullanmayı amaçladılar. Roma düzeni sütun türleri kullanılır: Toskana ve Kompozit. Bunlar ya yapısal olabilir, bir pasaj veya arşitravı destekler ya da pilasterlar şeklinde bir duvara yaslanmış tamamen dekoratif olabilir. Pilasterları bütünleşik bir sistem olarak kullanan ilk binalardan biri Brunelleschi tarafından Old Sacristy'de (1421-1440) yapıldı. Kemerler, yarı dairesel veya (Mannerist tarzında) parçalı, genellikle kemeraltılarda kullanılır, payanda veya sütun başlıklarına oturtulmuştur. Başlık ile kemerin çıkışı arasında bir saçaklık bölümü olabilir. Alberti, kemeri anıtsal bir anıtta ilk kullananlardan biriydi. Rönesans tonozlarında kaburga yoktur; genellikle dikdörtgen olan Gotik tonozun aksine, yarım daire veya parçalı ve kare planlıdırlar.
Rönesans sanatçıları, antik çağa hayran olmalarına ve Orta Çağ geçmişinin bazı fikir ve sembollerini muhafaza etmelerine rağmen, pagan değildi. Nicola Pisano (y. 1220 – y. 1278) İncil'den sahneleri betimleyerek klasik formları taklit etti. Pisa'da Vaftizhane'den yaptığı "Müjde", klasik modellerin, Rönesans edebi bir hareket olarak kök salmadan önce İtalyan sanatını etkilediğini gösterir.
Bilim.
Uygulamalı yenilik ticarete yayıldı. 15. yüzyılın sonunda Luca Pacioli, muhasebe üzerine ilk çalışmayı yayınlayarak muhasebe'nin kurucusu oldu.
Yaklaşık 1440'ta eski metinlerin yeniden keşfi ve matbaanın icadı, öğrenmeyi demokratikleştirdi ve daha geniş çapta dağıtılan fikirlerin daha hızlı yayılmasını sağladı. İtalyan Rönesansı'nın ilk döneminde, hümanistler beşeri bilimler üzerine çalışmayı doğa felsefesi veya uygulamalı matematik yerine tercih ettiler ve klasik kaynaklara olan saygıları Aristotelesçi ve Batlamyuscu evren görüşlerini daha da yüceltti. 1450 civarında yazan Nicholas Cusanus, Copernicus'un günmerkezli dünya görüşünü felsefi bir tarzda öngördü.
Bilim ve sanat Rönesans'ın başlarında, Leonardo da Vinci gibi bilge sanatçıların anatomi ve doğanın gözlemsel çizimlerini yapmasıyla iç içe geçmişti. Da Vinci, suyun akışı, tıbbi teşrih ve hareket ve aerodinamiğin sistematik çalışmasında kontrollü deneyler yaptı ve Fritjof Capra'nın kendisini "modern bilimin babası" olarak sınıflandırmasına yol açan araştırma yöntemi ilkelerini tasarladı. Da Vinci'nin bu dönemdeki katkısının diğer örnekleri arasında mermerleri kesmek ve yekpare taşları kaldırmak için tasarlanmış makineler ve akustik, botanik, jeoloji, anatomi ve mekanikte yeni keşifler sayılabilir.
Klasik bilimsel doktrini sorgulamak için uygun bir ortam oluşmuştu. 1492'de Kristof Kolomb tarafından Yeni Dünya’ ın keşfi klasik dünya görüşüne meydan okudu. Batlamyus coğrafyada ve Galen'in tıptaki eserlerinin her zaman günlük gözlemlerle eşleşmediği bulundu. Reformasyon ve Karşı Reformasyon çatışırken, Kuzey Rönesansı odak noktasında Aristotelesçi doğa felsefesinden kimyaya ve biyolojik bilimlere (botanik, anatomi ve tıp) doğru kayma gösterdi. Daha önce sahip olunan gerçekleri sorgulama ve yeni yanıtlar arama isteği, büyük bilimsel gelişmelerin yaşandığı bir dönemle sonuçlandı.
Bazıları bunu modern çağın başlangıcını müjdeleyen "bilimsel devrim" olarak, diğerleri ise antik dünyadan günümüze uzanan sürekli bir sürecin hızlanması olarak görür. Bu dönemde bu kez Galileo Galilei, Tycho Brahe ve Johannes Kepler tarafından önemli bilimsel ilerlemeler kaydedildi.
Kopernik, "De revolutionibus orbium coelestium" ('Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine") adlı eserinde, Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü öne sürdü. "De humani corporis fabrica" ("İnsan Vücudunun Çalışması Üzerine") yazan Andreas Vesalius, diseksiyon rolüne, gözleme ve mekanistik anatomi görüşüne yeni bir güven verdi.
Bir diğer önemli gelişme keşif "süreci"nde bilimsel yöntem, deneysel kanıta ve matematiğin önemine odaklanırken, Aristotelesçi bilimin çoğunu bir kenara bıraktı. Bu fikirlerin ilk ve etkili savunucuları arasında Copernicus, Galileo ve Francis Bacon vardı. Yeni bilimsel yöntem astronomi, fizik, biyoloji ve anatomide büyük katkılar sağladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7533",
"len_data": 25046,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.18
}
|
Hümanizm (), insancıllık veya beşeriyetçilik; kanunların düzenlenmesinde Tanrı'nın değil insan aklının esas alındığı rasyonalizm ile ampirizme odaklanan, 14. yüzyıl ile 16. yüzyıl sonlarında Avrupa'nın geniş bir kesiminde kabul görmüş felsefi düşünce öğretisi ve edebiyat akımıdır.
Hümanizm, ahlaki ve felsefi sorgulamanın başlangıç noktası olarak insanoğlunun potansiyelini ve failliğini vurgular. İtalyan Rönesansı sırasında ortaya çıkmış ve Aydınlanma Çağı'nda bilim ve teknolojideki ilerlemelerle yeniden güçlenmiştir. Günümüzde hümanizm, insanlığı bireyleri teşvik etmek ve geliştirmekten sorumlu olarak gören ve insan refahı, özgürlük, özerklik ve ilerlemeyi vurgulayan dini olmayan, seküler bir harekettir. Hümanistler insan haklarını, ifade özgürlüğünü, ilerici politikaları ve demokrasiyi savunur ve dinin ahlak için bir ön koşul olmadığına inanırlar.
Gelişimi.
Hümanizm.
Hümanizm terimsel tanım açısından "sevgi" içermez. Çünkü daha felsefi ve bilimsel bir temeli ifade eder. Türkçe karşılığı "insanmerkezcillik"tir. Yani tanrımerkezcillik geri plana atılır ve bir anlamda reddedilir, insanmerkezcillik esas alınır. Bu kavram psikolojik derinliği olan sübjektif bir kavram (sevgi ve benzeri duygu durumları) değil, felsefi temelli objektif bir kavramdır. Örneğin bir fiilin değerlendirmesinde "tanrının/tanrıların hoşnutluğu" değil, "insana faydası/hoşnutluğu" esastır. Bu açıdan da sekülerizmle sıkı bir ilişkisi vardır. Yine kanunların düzenlenmesinde tanrımerkezcilliği değil, insanmerkezcilliği önermektedir.
Adının Türkçe anlamı insancıllıktır (human). Genelde deizm, ateizm ve agnostisizm ile bütünleşebilir ama hümanist anlayış bunlar için değildir. Hümanizm, bu tür doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir görüştür. Seküler bir hayat duruşu ilkesi ve her otorite karşısında insanı özgürleştirme çabası hümanizmin tanımıdır.
Hümanizme göre doğruyu bulmak insanın bir yetisidir. Fakat doğruyu bulma yönteminde gizemcilik, mistisizm, gelenek ve bunlar gibi genelgeçer kanıtlarla ve mantıkla bütünleşmeyen yöntemler izlenemez. Gerçeğe duyulan bu arzu, gözü kapalı kabullenimlerle değil, bilimsel şüphecilik ve bilimsel yöntemle doyurulmalıdır. Otoriteyi ve aşırı şüpheciliği de reddederken, kaderin olaylar üzerindeki etkisini kabul etmez. Doğrunun ve yanlışın bilgisine kişisel ve ortak bilincin en doğru biçimde algılanmasıyla ulaşılabileceğini savunur.
Bunun yanı sıra, hümanizm insanın tüm diğer canlı türlerinden daha özel olduğu düşüncesini reddeder. Hümanist Filozof Peter Singer "“Birçok istisna olmasına rağmen hümanistlerin çoğu, kendilerini en büyük dogmadan özgürleştiremiyor: önyargılı türcülük. Hümanistler diğer canlı türlerine karşı düşüncesizce istismarlara karşı durmalıdır.”" diyerek hümanizmin doğalcılığını ve hayvanseverliğini belirtir. Bizim diğer canlıların üzerinde tanrı vergisi bir hüküm hakkımız olmadığını ekler.
Hümanizm insanın kapasitesine iyimser yaklaşır, bunun yanı sıra insan doğasının tümüyle iyi ya da tüm insanların hümanizmin savunduğu ussalcı ve manevi değerlere ulaşabileceğini savunmaz. Bu hedef birey için azim ve diğerlerinin yardımını gerektirir. İnsanın gelişimidir hümanizmin ereği, bütün insanlar için hayatı daha iyi yapmak. Hümanizm güzel şeyler yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaşır.
Hümanizmin tarihi.
Hümanizm Rönesans'a, İslamiyet'in Altın Çağı’na ve Antik Yunan kalıntılarına dayandırılabilir ve hatta hümanist düşünce Buddha ve Konfüçyüs'te de görülebilir. Bunun yanında hümanizm terimi daha çok batı felsefesiyle bağlaşıktır. Hümanizm terimi 19. yüzyılın başlarında, 15. yüzyıl İtalya'sında klasik edebiyatla ilgilenen kimseler için söylenen "umanista "sözcüğünden kökenlenir. Hümanizm asıl gücüne 15. yüzyılda ulaştı ve bu 16. yüzyılın sonuna kadar devam etti.
14. yüzyıl Avrupası yaklaşık bin yıldır tamamıyla Hristiyanlığın belirlediği skolastik düşünce ile yaşamaktaydı. Eski eserlerin çoğunu okumak günahtı, eski Yunan-Latin eserlerinden çoğu kaybolmuştu. Bazı ilahiyatçılar, filozoflar Latince yoluyla eski eserlere, bu eserlerdeki düşünceye yöneldiler. Tercüme edilme ve matbaa yardımıyla hızlandı ve müesseseler sorgulanmaya başlandı.
Hümanizma.
Rönesans düşüncesinin üzerinde durup antik örneklere göre işlediği ilk sorun insan sorunudur. İnsanı arayan insana özgü olan bu dünyadaki yerinin ne olduğunu araştıran çalışmalara verilen addır.
Hümanizm deyimi ilk olarak filolojik açıdan değerlendirilmiştir. Ancak sadece bu açıdan değerlendirilirse bilimsel bir akım olamazdı. Oysa hümanizm geniş anlamıyla modern insanın hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren bir akımdır.
Antik Yunan'da hümanizm.
Milattan önce 6. yüzyılda yaşamış Miletoslu Thales ve Kolophonlu Ksenophanes kendilerinden sonrakiler için hümanist düşüncenin yolunu hazırlamıştır. Thales “kendini bilmeyi dünyasının merkezine oturturken, Ksenophanes döneminin tanrılarına inanmayı reddetmiş ve kutluluğu evrene ve evrendeki şeylere yüklemiştir. Sonra gelen ve ilk serbest düşünür olarak görülen Anaksagoras bilimsel yöntemlere katkıda bulunarak evreni anlamanın başka bir yolunu göstermiş oldu. Anaksagoras’ın öğrencisi Perikles de demokrasinin oluşumunu, özgür düşünceyi savunmuş ve etkilemiştir. Yazılarından çok azı bugüne gelebilmişse de Protagoras ve Demokritos da bilinmezciliği benimsemiş ve ruhani varoluşlarının doğaüstü bir varlıktan bağımsız olduğunu savunmuştur.
Hümanizm çeşitleri.
Hümanizm, bireysel ve kolektif olarak insanın değerini ve failliğini vurgulayan ve genellikle dogma veya batıl inançları kabul etmek yerine eleştirel düşünceyi ve kanıtı (bilimsel, felsefi veya etik) tercih eden felsefi ve etik bir duruştur. "Hümanizm" teriminin anlamı, kendisiyle özdeşleşen birbirini izleyen entelektüel hareketlere göre dalgalanmıştır.
Dini hümanizm, Rönesans hümanizmi, Hristiyan hümanizmi, etik hümanizm, bilimsel hümanizm, seküler hümanizm ve Marksist hümanizm gibi çeşitli hümanizm türleri vardır. Esas olarak 20. yüzyılın başlarında Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulanan dini hümanizm, hümanizmi bir din olarak görmüş ve uygulayıcıları kilise benzeri cemaatlere katılmıştır. Rönesans hümanizmi, 14. ve 15. yüzyılın başlarında, akademisyenlerin klasik antik çağa odaklanmayı Hristiyan inancı ve insan refahına olan ilgiyle birleştirdiği kültürel ve eğitimsel bir reform hareketiydi. Hristiyan hümanizmi, Orta Çağ'ın sonlarında Hristiyan akademisyenlerin inançlarını klasik ilgi alanlarıyla birleştirdikleri tarihsel bir akımdı. Etik kültür olarak da bilinen etik hümanizm, 20. yüzyılın başlarında ABD'de öne çıkmış ve insanlar arasındaki ilişkilere odaklanmıştır. Bilimsel hümanizm, hümanizmin bir bileşeni olarak bilimsel yöntemi vurgularken, seküler hümanizm 20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmıştır ve çağdaş hümanist hareketle eş anlamlıdır. Marksist hümanizm, temel hümanist ilkeleri kabul eden ancak demokrasi konusundaki duruşu ve özgür iradeyi reddetmesi nedeniyle diğer hümanizmlerden ayrılan bir Marksist düşünce ekolüdür.
Kaynakça.
Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve "Sosyolojiye Giriş" Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Diğer Ders Notları (Ömer YILDIRIM), MEB Sosyoloji Ders Kitabı, Açıköğretim Ders Kitabı
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7534",
"len_data": 7200,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.97
}
|
Fransızca ("français" veya "langue française" ), Hint-Avrupa dil ailesinin bir Romen dilidir. Tüm Romen dillerinde olduğu gibi, Roma İmparatorluğu'nun Halk Latincesinden türemiştir. Fransızca, Gallo-Romen dillerinden, Galya'da konuşulan Latinceden ve özellikle Kuzey Galya'da gelişmiştir. En yakın akrabası Oïl dilleridir. Fransızca, Gallia Belgica gibi Kuzey Roma Galyası'nın yerli Kelt dillerinden ve Roma sonrası Frank işgalcilerin (Cermen) Frank dilinden de etkilenmiştir. Bugün, Fransız sömürge imparatorluğu sayesinde, en önemlisi Haiti Kreolü olmak üzere, Fransız kökenli çok sayıda kreol dili vardır. Fransızca konuşan bir kişi veya ulus, Frankofon olarak anılır.
Dünyada yaklaşık olarak 200 milyon insan Fransızca bilmektedir. 128 milyon insan Fransızcayı anadili veya ikinci dili olarak konuşurken, 54 ülkede 72 milyon insan tarafından da bilinmekte ve konuşulmaktadır. Avrupa'da Fransa ve Monako dışında Belçika, İsviçre ve Lüksemburg ülkelerinin belirli bölgelerinde olmak üzere, Afrika ve Amerika kıtası dahil, dünyanın farklı köşelerinde resmî dil konumundadır.
Fransızca; İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Katalanca ve Rumence gibi Roma İmparatorluğu'nun dili olan Latincenin devam dillerindendir ve Latin dilleri'nin kuzeybatı kolundandır.
Fransızca tarih içerisinde Roma Galyalılarının Kelt dillerinden ve Roma sonrası Frenk göçmenlerinin Cermen dillerinden etkilenmiştir.
Fransızca 29 ülkede resmî dildir. "La Francophonie" denilen Frankofon Fransızca konuşan uluslar topluluğudur. Birleşmiş Milletler'in bütün alt kurumlarında ve uluslararası kuruluşların çoğunda resmî dildir.
Avrupa Birliği verilerine göre 27 üye ülkedeki 129 milyon insan (497.198.740 %26'sı) Fransızca konuşmakta ve bunun 65 milyonu (%12) anadili, 69 milyonu (%14) ise ikinci dili olarak konuşmaktadır. Bu verilere göre Fransızca, birlik içerisinde İngilizce ve Almancadan sonra en sık konuşulan üçüncü dildir.
Dağılım.
Avrupa.
Fransa'daki yasal konumu.
Fransız Anayasası'na göre Fransızca 1992'den beri Fransa'nın resmî dilidir. (Aslında 1539'dan beri önceki birtakım yasal metinlerde de Fransızca resmî dildir)
Resmî hükûmet yayınlarında, eğitim sisteminde, yasal sözleşmelerde, reklamlarda yabancı sözcüklerin Fransızcaya çevrilmesi zorunludur.
Fransızcaya ek olarak Fransa'da pek çok yerel dil de konuşulur. Fransa, Avrupa Yerel Diller Sözleşmesi'ne imza atmış olmasına karşın, 1958 anayasasına karşı olduğu gerekçesiyle bunu onaylamamıştır.
İsviçre.
Fransızca, İsviçre'nin 4 resmî dilinden biri olup (diğerleri Almanca, İtalyanca, Romanşça) İsviçre nüfusunun %20'sinin anadilidir. Romanş dili İtalyancaya yakın bir dildir ve İsviçre halkının %6'sınca kullanılır.
Belçika.
Fransızca Belçika'nın Valon bölgesinin resmî dilidir ancak bu bölgede Almanca konuşanlar doğu kantonlarda yaşar. Başkent Brüksel'in içinde yer aldığı merkez bölgesinin Felemenkçe ile birlikte iki resmî dilinden biridir. Bu bölgede çoğunlukla anadilleri olmamasına karşın nüfusun büyük çoğunluğu tarafından konuşulur. Valon ve Brüksel-merkez bölgelerine sınırı olmasına rağmen Flaman bölgesinde ise Fransızca ve Almanca resmî dil olmayıp Felemenkçe konuşulur. Ancak bu bölgede anadilleri Fransızca olan insanlar da yaşar.
Toplamda nüfusun %40'ı Fransızca, %60'ı Felemenkçe konuşur. Felemenkçe konuşan insanların %59'u da Fransızcayı ikinci dilleri olarak konuşurlar. Bu bilgilere göre Belçikalıların %75'i Fransızca bilmektedir.
Monako ve Andorra.
Monako Prensliğinin ulusal dili Monakoca (Monégasque) olmasına karşın Fransızca tek resmî dildir ve Fransız kökenliler ülke nüfusunun %47'sini oluştururlar.
Andorra'nın resmî dili ise Katalancadır. Fransa'ya yakın komşuluğu nedeniyle Fransızca da konuşulur. Fransız kökenliler ülke nüfusunun %7'sini oluşturur.
İtalya.
İtalyanca ile birlikte Fransızca, İtalya'nın Aosta vadisi bölgesinde resmî bir dilidir. Buna ek olarak bölgede başka lehçeler de konuşulmaktadır. Ancak bunlar resmî açıdan tanınmamıştır.
Buradaki insanların %78,6'sının Fransızca bilmesine rağmen sadece %0,99'luk bölümü anadil olarak konuşur. Diğer taraftan İtalyanca; nüfusun %96'sı tarafından konuşulurken, anadil olarak konuşanların oranı %71,5'dir.
Lüksemburg.
Fransızca Lüksemburg'un Almanca ve Lüksemburgca ile birlikte üç resmî dilinden birisidir. Lüksemburg eğitim sistemi üçlü dil yapısındadır. İlkokulun ilk yıllarında dersler Lüksemburgca, sonraki yıllarda Almanca, liseden itibaren ise Fransızca olarak okutulmaktadır.
Amerika.
Kanada.
Fransızca Kanada'nın resmî dillerinden biri olup İngilizceden sonra en çok konuşulan dildir. Québec eyaletinde ise Fransızca tek resmî dil olup 7 milyon insanın anadilidir.
Nüfusunun üçte biri Frankofon içinde yer alan New Brunswick bölgesinin ise iki resmî dili vardır. Nüfusunun üçte biri Frankofon içinde yer alan Kanada'nın başkenti Ottawa, Ontario şehrinin ise iki resmî dili vardır.
Ontario, Nova Scotia ve Manitoba bölgelerinde de resmî dil olmamasına karşın Fransızca konuşan insanlar yaşar.
Haiti.
Fransızca toplumun okuryazar kesiminde konuşulmasına karşın Haiti'nin resmî dillerinden biridir. Fransızca kökenli Kreol dillerinden biri olan Haiti Kreolü ise nüfusun büyük kısmının anadilidir.
Birleşik Devletler.
Federal düzeyde resmî bir tanınması olmamasına karşın Fransızca Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizce ve İspanyolcadan sonra en çok konuşulan üçüncü dildir. Louisiana, Maine, Vermont ve New Hampshire eyaletlerinde ise en çok konuşulan ikinci dildir. Louisiana'da Kayun ve Kreol Fransızcası konuşulur. 2000 verilerine göre Louisiana da 194.000 insan evlerinde Fransızca konuşmaktadır.
Afrika.
Dünyada Fransızca konuşan nüfusun büyük çoğunluğu Afrika'da yaşar. Uluslararası Fransızca konuşan Ülkeler Topluluğunun ("Organisation internationale de la Francophonie") 2007 raporuna göre 31 farklı Afrika ülkesinde yaşayan 115 milyon Afrikalı Fransızcayı anadili ya da ikinci dili olarak konuşabilmektedir. Fransızca Afrika genelinde ikinci bir dil olmasına karşın Abidjan, Libreville gibi şehirlerde ve Fildişi Kıyısı'nda sadece Fransızca konuşulmaktadır.
Afrika dillerinden etkilenerek gelişen Afrika Fransızcası'nın birçok çeşidi olmasından dolayı tek bir Afrika Fransızcasından söz edilemez. Fransızca kökenli Kreol dillerine ek olarak Fransızca Hint Okyanusu'nda bulunan adalarda da konuşulur. Madagaskar'da Fransızcanın yanında Malayo-Polinezyan bir dil olan Malagazi konuşulur. Mauritius ve Seyşel Adaları'nda İngilizcenin resmî dil olmasından bu yana Fransızca ve İngilizce arasında bir çekişme vardır. Madagaskar'da da son yıllarda İngilizce resmî dil olmuştur.
Sahra altı ülkelerde eğitimin yaygınlaşmasıyla birlikte Fransızca dili de yaygınlaşmış ve evrime uğramıştır.
Diğer ülkelerden Afrika'ya gelenler için Afrika Fransızcası'nı anlamak biraz güç olabilir, buna karşılık yazı dilinde çok büyük farklılıklar yoktur.
Fransızca pek çok Afrika ülkesinde resmî dildir:
Mauritius ve Magrip ülkelerinde resmî dil olmayıp idari dilde yaygın olarak kullanılır:
Son yıllarda Cezayir özellikle eğitim dilinde Fransızcanın yerine Arapçanın kullanımını yaygınlaştırmak için dille ilgili çeşitli düzenlemeler yapmıştır.
Mısır’da çoğunlukla kullanılan yabancı dil İngilizce olmasına karşın üst ve orta sınıflarda Fransızca daha yaygın olarak bilinir ve konuşulur. Bu yüzden eğitim süreci içerisinde bir Mısırlı İngilizceye ek olarak Fransızca da öğrenir. Mısır, Fransızca konuşan ülkeler topluluğu (Frankofon) içerisinde yer alır.
Fransa’nın Hint Okyanusu’nda yer alan iki denizaşırı bölgesi Mayotte ve Réunion’da da resmî dil Fransızcadır.
Asya.
Asya'da; eski Fransız sömürgeleri olan Hindistan'ın Puduçeri şehrinde, Vietnam, Kamboçya ve Laos'ta ticaret ve azınlık dili Fransızca olarak kabul edilir. Ayrıca Asya'daki diğer eski Fransız sömürgeleri olan Suriye ve Lübnan'da çoğunlukla kullanılan yabancı dil İngilizce olmasına karşın üst ve orta sınıflarda Fransızca daha yaygın olarak bilinir ve konuşulur. Lübnan, Fransızca konuşan ülkeler topluluğu (Frankofon) içerisinde yer alır.
Sınıflama.
Fransızca bir Hint-Avrupa dilidir. Aşağıdaki aile ağacında gösterilen diğer kardeş dilleri gibi Fransızca, Latince soyundandır. Daha belirgin olarak Roma İmparatorluğu'nda yaşayanların çoğu tarafından konuşulan Kaba Latince soyundan ve teknik terimlerinden dışında Klasik Latince ile pek benzerliği yoktur. Örneğin Klasik Latincede "at" anlamına gelen "equus"'un Kaba Latince karşılığı "caballus" idi ve bu Fransızca "cheval" kelimesine yol vermiştir. Diğer örnekler:
Söz dağarcığının yanı sıra grameri de daha çok Kaba Latinceninkine benzerdir. Klasik Latincede bir kelimenin çekim ekini değiştirerek herhangi bir durumu belirtmek için kelimeler çekilir; örneğin: "kızda" = "puellae", "kıza" = ""puellam" olmuştur. Bunun aksine Kaba Latincede zaman geçince bu çekim işlemi kaybolmuş ve çağdaş Fransızcada olduğu gibi sadece ilgeçler (ör. "ad", "in"") kullanılmaya başlamıştır. Bu durum bir tek adların cinsiyetlerini belirten çekimlerde kalmıştır. Örneğin bir erkek kedi "le chat", bir dişi kedi "la chatte" olarak tanımlanır. Bir erkek dansçı "le danseur", bir kadın dansçı "la danseuse" olarak bilinir.
Dilbilgisi.
Her Fransızca isim eril ya da dişil olarak ikiye ayrılır. Fransız isimleri cinsiyet için etkilenmediğinden, bir ismin formu cinsiyetini belirleyemez. Yaşamla ilgili isimler için, onların gramer cinsiyetleri sıklıkla bahsettiklerine karşılık gelir. Örneğin, bir erkek öğretmen bir "enseignant" iken, bir kadın öğretmen bir "enseignante"dir. Bununla birlikte, hem eril hem de dişil varlıkları içeren bir gruba atıfta bulunan çoğul isimler daima erkektir. Yani iki erkek öğretmenden oluşan bir grup “enseignants” olacaktır. İki erkek öğretmen ve iki kadın öğretmenden oluşan bir grup hâlâ "enseignants" olacaktır. Birçok durumda "enseignant", bir ismin hem tekil hem de çoğul şekli aynı şekilde telaffuz edilir. Tekil isimler için kullanılan artikel, çoğul isimler için kullanılandan farklıdır ve artikel, konuşmadaki ikisi arasında ayırt edici bir faktör sağlar. Örneğin, tekil "le professeur" veya "la professeur(e)" (erkek veya kadın öğretmen, profesör) çoğul "les professeurs"dan ayırt edilebilir, çünkü "le", "la" ve "les" hepsi farklı telaffuz edilir. Bir ismin hem feminen hem de maskülen formunun aynı olduğu ve artikelin tek farkı sağladığı bazı durumlar vardır. Örneğin, "le dentiste" erkek bir dişçiye, "la dentiste" bir kadın dişçiye karşılık gelir.
Diğer dillerle karşılaştırma.
Fransızca, Hint-Avrupa dili olan Latincenin soyundan gelen bir Latin dilidir ve bunun sebebiyle İtalyanca, İspanyolca gibi dillerle sözsel benzerliklere sahiptir. Aşağıdaki tablo bazı Fransızca sözleri İtalyanca, İspanyolca, Oksitanca, Katalanca, Portekizce, Rumence ve Latince eşdeğerleri ile karşılaştırmaktadır. Bu diller, Fransızcaya sözsel benzerliklerine göre sıralanmaktadır, örneğin İtalyanca, Fransızca ile %89 sözsel benzerliğe sahip olmasına rağmen o önce sıralanmaktadır, vesaire.
Metin örneği.
Aşağıda Fransızcada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin birinci maddesi, bunun Uluslararası Fonetik Alfabesi telaffuzu ve bu maddenin Türkçesi bulunmaktadır.
Fransızca sayılar
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7535",
"len_data": 11041,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.34
}
|
Parlamento ya da yasama kurulu, birincil görevi yürütmeyi denetlemek olan, yasama gücüne ve yetkisine sahip meclis veya meclislerdir.
Kelime kökeni.
Kelimenin kökeni olan Eski Fransızca "parlement" kelimesi, "konuşmak" anlamına gelen "parler" kelimesinden türemiştir.
Tarihçe.
İngiltere'de krallar, devletin işlerini görüşmek ve özellikle yeni bir vergi koymak istedikleri zaman, devlet üstlerinden başka, halk tarafından da salgutlar seçilmesini emreder ve bunları bir meclis biçiminde toplarlardı. Konular görüşüldükten sonra, karar meclisi dağılırdı. Yurdun dört bir köşesinden gelen mebuslar, mebusluk hakkını kaybederek evlerine dönerlerdi. Kral yeniden bir görüşmede bulunmak isterse yeniden seçimler yapılır ve yeni bir meclis meydana getirilirdi. Böylece bir sene içinde üç kez seçim yapılır, üç yeni meclisin toplandığı görülürdü. Meclisin belli bir zamanı ve süresi yoktu. Aslen bu meclis tamamıyla uzman nitelikli bir meclisti. Sonradan bu yöntem değiştirilmiş ve daha pratik bir yöntem konulmuştur. Neticede, seçilen milletvekillerinin üç dört sene gibi daha uzun bir zaman görevede kalmaları ve "parlamento" adı verilen bir meclis meydana getirmeleri sağlanmıştır. Parlamenter rejim İngiltere'de yerleştikten sonra, parlamento bu rejimin unsurlarından biri hâline gelmiştir.
İngiltere'de parlamento iki meclislidir. Bunlardan biri zengin ve soyluların meydana getirdiği Lordlar Kamarası, diğeri ise halkın temsilcilerinden meydana gelen Avam Kamarasıdır. On üçüncü yüzyılın başlarında İngiltere'de Lordlar Kamarası daha ağır basıyordu. Sonraları, Lordlar Kamarasının parlamentodaki gücü zayıfladı. Avam Kamarası daha güçlü duruma geldi.
Parlamento sayısı.
Hemen hemen bütün dünya devletlerinde üye sayıları ve yetkileri ülke şartlarına göre değişen parlamentolar vardır. Her ülkede yasa oluşturmak, yeni kurallar saptama yetkisi parlamentolara verilmiştir. Eskiden yasa oluşturma yetkisi de krallara ait olduğu için, parlamentonun doğuşu büyük uğraşlar sonucu gerçekleşmiştir. Özellikle Fransız tarihi bu tip uğraşlarla doludur. Parlamento tek meclisli veya birden fazla meclisli olabilmektedir. İngiltere'de, ABD'de, Fransa'da iki meclisli parlamento vardır. Türkiye'de 1876 Kanun-ı Esasi iki meclisli, 1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları tek meclisli, 1961 Anayasası iki meclisli 1982 Anayasası tek meclisli parlamento usulünü kabul etmiştir.
Çalışması.
Parlamentolarda bulunan milletvekili sayısı da ülke şartlarına göre değişmektedir. Parlamentonun kaç kişiden meydana geleceği her ülkenin kendi anayasası ile belirlenmiştir. Mesela Türkiye'de 1982 Anayasası, parlamentonun 400 milletvekilinden teşekkül etmesini hükme bağlamış; daha sonra yapılan değişikliklerle 550'ye çıkarılmıştır. 1961 Anayasası ise 600 kişilik bir parlamento kabul etmişti. Bunun 450 üyesi Millet Meclisinde 150 üyesi ise Cumhuriyet Senatosunda bulunuyordu. Ayrıca 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapan Millî Birlik Komitesi üyeleri, ömür boyu Tabii Senatör olarak Cumhuriyet Senatosu üyesi sayılmışlardı. Bunların dışında 15 üye de Cumhuriyet Senatosuna Cumhurbaşkanı tarafından Kontenjan Senatörü olarak tayin ediliyordu. 1982 Anayasası ile kaldırılmıştır.
Parlamento çalışmaları aleni olarak cereyan eder. Yani isteyen vatandaşlar parlamento çalışmalarını takip edebilir. Fakat parlamento gizli kalmasını istediği önemli konuları görüşürken kapalı toplantılar da yapabilir. Parlamentoda oyların sayımı muhtelif şekillerde olabilir. Kapalı zarf usulü, ayağa kalkarak veya parmak kaldırmak gibi usullerle oylama yapılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7547",
"len_data": 3514,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.06
}
|
Nirvana, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7550",
"len_data": 39,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.04
}
|
Merkezî İstihbarat Teşkilatı (İngilizce: "Central Intelligence Agency") veya kısaca CIA, Amerika Birleşik Devletleri federal hükûmetinin bir dış istihbarat servisidir. Dünyanın dört bir yanından istihbarat toplayıp analiz ederek ve gizli operasyonlar yürüterek ulusal güvenliği korumakla görevli olan teşkilatın merkezi Langley, Virginia'daki George Bush İstihbarat Merkezi'nde bulunmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri İstihbarat Topluluğu'nun (IC) önemli bir üyesi olan CIA, 2004 yılından bu yana ulusal istihbarat direktörüne bağlı olarak çalışmaktadır ve başkan ile hükûmeti için istihbarat sağlamaya odaklanmıştır.
ABD başkanı Harry Truman döneminde kurulan, ABD'nin birimleri için gereken ABD dışı ülkelerle ilgili istihbarat bilgilerini toplayan kurum. Merkezi Virginia eyaletindeki Langley'de bulunmaktadır. CIA yasasına göre kurum, organizasyonunu, görevlerini, personelinin sayısını ve maaşlarını saklı tutmak hakkına sahiptir. Soğuk Savaş yıllarında ve sonrasında CIA pek çok gizli operasyonda rol alarak çeşitli sebepler dolayısıyla siyasi rejimleri zayıflatmaya ve hükûmetleri devirmeye çalışmıştır. Terör saldırıları ve yabancı liderlere yönelik planlı suikastların gerçekleştirilmesinde de yer aldı.
1947'de Kongre tarafından, Ulusal Güvenlik Konseyi (National Security Council, NSC) ile bu konseyin yönetimi altında çalışmak üzere kuruldu. CIA, NSC'ye millî güvenliği ilgilendiren konularda bilgi toplayıp verecek, elde edilen bilgileri değerlendirdikten sonra, hükûmetle ilgili yerlere ulaştırılmasını sağlayacaktı. CIA; NSC'nin vereceği emirler doğrultusunda, güvenlikle ilgili istihbarat işlerini yerine getiriyordu.
Değişik kesimlerden seçilen CIA direktörleri arasında, ABD'ye başkanlık yapan George W. Bush'un babası George H. W. Bush da bulunmaktaydı.
Organizasyon yapısı.
CIA dört direktörlük halinde çalışmaktadır:
CIA'de Rütbe ve Konumlar.
CIA'nın şimdiye kadar başka devletlerde birçok operasyon yaptığı meydana çıkarıldı. Bütün bu işleri yapabilmek için, CIA'ya geniş bir maddi imkân tahsis edilmektedir. Kadrolarında devamlı memur şeklinde on altı bin kişi (tahmini) çalışmaktadır.
CIA'nın faaliyetleri çeşitli dedikodulara sebep olduğundan son yıllarda ABD Kongresinde durumu incelenmiş, Pike Raporu hazırlanmış, kamuoyuna açıklamalar yapılmıştır.
Bazı devlet başkanlarını, devlet ileri gelenlerini suikast düzenleyerek öldürtmek, ülkeler içinde bazı etnik grupları teşvik ve tahrik ederek karışıklıklar çıkarmak, hükûmetleri devirmek gibi işleri CIA'nın yaptığı ortaya çıkarılmıştır.
CIA, ABD içinde olduğu gibi, bütün dünyada ve özellikle Orta Doğu'da faaliyet gösterir.
CIA, 30 Eylül 2007 tarihinde İran parlamentosunun aldığı bir kararla terörist örgüt ilan edildi.
CIA, 6 Mayıs 2014 tarihinde @CIA kullanıcı adı ile sosyal paylaşım ağı Twitter'a katılmıştır.
Bütçe.
CIA dahil Amerika Birleşik Devletleri merkezli istihbarat servislerinin gelir gider ve bütçe bilgileri halka açık olarak açıklanmamaktadır. 1948 tarihli Merkezi İstihbarat Teşkilatı yasası uyarınca Direktör Örtülü ödenek adı altında devletin limitsiz olarak tüm parasını harcayabilen tek devlet yetkilisidir. Amerika Birleşik Devletleri Hükûmetinin 2013 yılı mali raporunun toplam rakamının 52,6 milyar dolar olduğu ve Küresel izleme ifşası araştırmalarına göre ise bu bütçenin 14,7 milyar doları CIA tarafından harcanmıştır. Ayrıca bu bütçe Amerika Birleşik Devletlerinin ana istihbarat ağı olan Ulusal Güvenlik Teşkilatının %50 oranında daha fazlasıdır. Saha yani insan kaynaklı istihbaratlar için 2,3 milyar dolar, elektronik istihbarat için 1,7 milyar dolar, Operasyonlar için 2,5 milyar dolar ve "gizli eylem programları (Silahlı insansız hava aracı ve İran'ın nükleer programı adına eylemler vb.)" adı altında yürütülen şeyler için 2,6 milyar dolar Bütçe CIA tarafından harcanmıştır.
Diğer istihbarat teşkilatlarıyla ilişki.
CIA, Amerika Birleşik Devletleri İstihbarat Topluluğu'nun 16 üyeden oluşan teşkilatına üyedir. Bu nedenle Ulusal İstihbarat Direktörüne bağlıdır ve Amerika Birleşik Devletleri'nde insan kaynaklı istihbarat ve genel analiz konularında birinci teşkilat olarak hizmet vermektedir.
ABD Merkezli Teşkilatlar.
CIA personeli Amerika Birleşik Devletleri ordusuna ait casus uyduları yönetmektedir ve CIA ile Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri ve bir takım diğer ortaklar ile ortak girişimi olarak Ulusal Keşif Ofisi kurulmuştur.
Ulusal Güvenlik Ajansı ve CIA girişimi olarak Özel Bilgi Toplama Servisi (SCS) yabancı ülkelerin büyükelçilikleri ve iletişim merkezleri gibi ulaşılması zor yerlere gizlice dinleme ekipmanı yerleştirmekle görevli kurumu kurdular.
Yabancı Ülke Teşkilatları.
CIA, Amerika Birleşik Devletleri ile müttefik olan birçok ülkede istihbarat teşkilatlarının kurulmasında öncül olmuştur. Almanya'nın ulusal istihbarat teşkilatı olan Almanya Federal Haber Alma Servisi (BND) CIA yardımları ile kurulmuştur. Ayrıca Anglosfer ülkeleri ile istihbarat alanında bilgi paylaşımı yapılabilmekteydi.
Almanya Federal Haber Alma Servisi'nin """Verbindungsstelle 61" adlı birimi Wiesbaden'deki CIA ofisi ile iletişim halindedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7555",
"len_data": 5068,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.46
}
|
Abana, Kastamonu ilinin bir ilçesidir.
Kastamonu'nun Karadeniz kıyısındaki beş ilçesinden biri olan Abana, ilin en fazla turist çeken ilçesidir. Abana kasabasının yaklaşık 3.000 kişi olan kış nüfusu yaz aylarında 15-20 bini bulur. Yaklaşık 6 km uzunluğundaki kumsalları ve yemyeşil doğası ile bölgenin önemli bir turizm merkezidir.
Tarihçe.
Abana ile ilişkilendirilen Aiginetes (Αίγινήτης) antik yerleşimi günümüz Abana merkezinin 3 km doğusunda, sahildeki Hacıveli mevkisine denk gelmektedir. Bizanslı Stefanos burasını "Poliksenon" olarak adlandırmıştır. Fransız coğrafyacı Jean-Baptiste Bourguignon d'Anville'nin 1791 tarihli haritasında yerleşim yeri Ghinue adıyla gösterilmiştir. Çoğu seyyahta yerleşimi Apana olarak adlandırmıştır. Günümüzde yerleşim yeri içerisinden akarak Karadeniz'e mansaplanan Ezine Çayı'da tarihte Aiginetes ve Ekinetes şeklinde adlandırılmıştır. Romalı tarihçi Flavius Arrianus'un seyahat notlarında, Abonouteikhos'tan (İnebolu) Aiginetes'e 150 stadialık (yaklaşık 28 km) mesafe olduğu belirtilmekte olup günümüzde bu mesafe hemen hemen Hacıveli mevkisine denk gelmektedir.
19. yüzyılda yaşamış Fransız seyyah Xavier Hommaire de Hell gezi notlarında, konakladığı İlişi'den ayrıldıktan sonra nehrin (Ezine Çayı) Karadeniz ağzında oluşturduğu deltada ikiye çatallandığı, sol çatal bölümünde Harmeson İskelesi ve sağ çatal bölümünde de Apana İskelesi, Apana'nın biraz doğusunda da Hacıvelioğlu Burnu tariflenmiştir. Bu anlatılardan yola çıkarak Aeginetes antik kentindeki yerleşimin zamanla batıya kaydığı ve tarihte Ezine Çayı ağzının koy olduğu bölümün, seller sonucu taşınan malzemeyle dolarak delta oluşturmasıyla da Apana İskelesi olarak adlandırılan yerde günümüz Abana yerleşiminin ortaya çıkmaya başladığı değerlendirilmektedir.
Yerleşim Osmanlı idaresine geçtikten sonra 1487 yılında yapılan tahrirde Abana adıyla, Devrekani kazasının Sahil Kinyoli (Ginolu, günümüz Çatalzeytin'in 5 km batısı) Divanına bağlı bir köy olarak görülmektedir. Yerleşimde; 1487 yılı tahririnde 23 hane ve 3 mücerred (yetişkin bekar erkek), 1530 tahririnde de 24 hane ve 5 mücerred kaydedilmiştir. Buna göre Osmanlı idaresinin ilk dönemlerinde yerleşimde 120-130 kişilik küçük bir nüfus yaşamaktadır.
Abana 1882 yılında nahiye statüsü kazanmıştır. Nahiye merkezi olmasıyla birlikte yerleşimde gelişme görülmeye başlamıştır. 1896 yılı Kastamonu Vilâyet Salnâmesi'nde Aşağı Abana ve Yukarı Abana olmak üzere iki köy bulunmaktadır. Buna göre Aşağı Abana köyünde 50 hanede 374 kişi, Yukarı Abana köyünde ise 56 hanede 380 kişi yaşamaktadır. 30 Mart 1914 tarihli bir belgeye göre o tarihte Abana nahiyesine bağlı 84 köy bulunmaktadır. 1916 yılı Ocak ayında Kastamonu Vilayet Meclisince nahiye merkezi Abana'dan Evrenye'ye taşınmıştır. Abana ileri gelenleri aynı yılın Şubat ayında bu duruma olan itirazlarını Dahiliye Nezaretine bildirmiştir. Kastamonu Valisi Atıf Bey'in 8 Mart 1916 tarihinde Dahiliye Nezaretine verdiği görüşte Abana yerleşimi, otuz kırk haneden ve baraka halinde yirmi beş kadar dükkândan oluşan küçük bir iskele olarak tanımlanmıştır. Abanalılar'ın yoğun itirazı üzerine 48 köyden oluşan Abana nahiyesi kurulmakla birlikte bu durum netlik kazanamamıştır. Sonuç olarak 2 Mart 1919 tarihli Kastamonu Vilayet Meclisi toplantısında nahiye merkezi yeniden Abana'ya alınmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte de nahiye ve sonrasında bucak olarak görülen yerleşim, 1945 yılında ilçe olmuştur. 21.12.1953 tarihli kanunla Abana'nın ilçeliğine ve belediyesine son verilmiştir. 1961'de belde belediyesi kurulan Abana, Anayasa Mahkemesi kararı ile 1968'de kendisine bağlı 10 köyü ile beraber tekrar ilçe yapılmıştır.
Turizm.
Kastamonu'ya 98 km uzaklıktaki Abana'da konaklama için çeşitli seçenekler mevcuttur. Kamp alanlarından ve konaklama tesislerinden yararlananılabilir. Tatil köyü, kiralık ev, pansiyon ve otel tipi tesislerde de uygun fiyatlara kalmak mümkündür. Son yılların gözde sporu trekking için çok sayıda parkur bulunmaktadır. Özellikle dağ içindeki yürüyüş alanı çok tercih edilmektedir.
Denize girmek için uygun plajlar bulunmaktadır. Abana'da denize girmek için en uygun dönem ise Temmuz ve Ağustos aylarıdır. Temmuz ayının son haftasında düzenlenen Deniz Şenlikleri 3 gün sürer. Bu şenliklerde kültürel ve sanatsal birçok faaliyet yer alır.
Gece hayatının da işlek olduğu kentte çok sayıda bar, çay bahçesi, cafe bulunmaktadır. Şenlikler boyunca çok sayıda ünlü sanatçı ilçeyi ziyaret eder. Deniz ile dağ arasında sadece 100 metre olması nedeniyle temiz hava hakimdir. İlçeyi bir uçtan diğer uca katetmek yaklaşık on dakika sürmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7556",
"len_data": 4585,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.7
}
|
Demirhan Baylan (d. 25 Aralık 1970, Sivas, Divriği), besteci, müzisyen, ses mühendisi, modern düşünür ve yazar.
Müzik kariyerine basgitarist olarak başlayıp, daha sonra buna şarkı yazarlığı ve ses mühendisliğini de eklemiştir. Eğitim hayatı Yıldız Teknik Üniversitesinde Mimarlık'la başlamış fakat bunu tamamlamadan Berklee College of Music'e giderek burada Müzik Prodüksiyonu ve Mühendisliği lisansı almıştır. 1999'da Türkiye'ye döndükten sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesinde ses mühendisliği dersleri vermiştir. Bu arada Deneyevi isimli canlı müzik kayıt stüdyosunu kurmuştur.
Müzikal ve Sanatsal Yaklaşımı.
Müzik tarzı ilk dönemlerinde elektronik, enstrümantal ve deneysel bir noktadan başlayıp üçüncü albümüyle beraber şarkı yazarlığı ve hikâyeciliğe yönelmiştir. Tüm solo çalışmalarının ortak noktası müziğin bestelenmesi, icrası ve özellikle kaydedilmesinin tamamen kendisi tarafından yapılmış olmasıdır. Yapı itibarıyla pop ve Rock stilleri ağırlık kazanmakla birlikte gerek söz yazarlığı gerekse icracılık konusundaki sıradışılığı geniş kitlelerce tanınmasına engel teşkil etmiş olmasına rağmen, dünya müzik endüstrisi üzerine yazdığı kitapta da belirttiği üzere "merkezinde kendisinin olduğu ürünlerinin ve fikirlerinin dünyaya yayılabilmesi için çeşitli formüller" denemiştir. Bu eylemlerin başlangıcı kendi firmasını kurarak müziğini yaymaya başladığı 2003 tarihli Anlamlı Hatalar'dır. Daha sonra 2006 tarihinde Deli Fatma'nın Bilmeceleri projesinde dinleyiciden ekonomik destek alarak piyasada var olmayı hedeflemiştir. 2008 tarihi itibarıyla yine aykırı bir proje üreterek The Fool Is The Devil isimli albüm ve kitaptan oluşan çalışmasını başlangıç olarak dünya çapında 12 kişiyle paylaşmış ve bir nev'i zincir oluşmasını öngörmüştür. Bu projeyi aynı zamanda içeriğinden bağımsız olarak dünya müzik endüstrisine alternatif bir yöntem önerme çabası olarak tanımlamıştır. Enstrümanist olarak yer aldığı projeler caz, modern müzik ve de rock olarak gruplanabilir.
Politik Duruş.
Çeşitli yerlerde hakkında "Anarşist" ve/veya "sosyalist" olduğuna dair tanımlamalar çıkmış olmakla birlikte kendisinin bunları kabul ettiği herhangi bir kaynak bulunmamaktadır. Şimdilik tek kitabı olan Wolpadinga biraz pasifist, liberal/sosyal demokrat izler taşımakla beraber bu görüşlerin doğrudan savunulduğuna dair bir gönderme mevcut değildir. Ancak agnostik ve septik olduğu kesindir. Müzikal kariyerine Türkiye'nin sol söyleme sahip önde gelen gruplarından biri olan Bulutsuzluk Özlemi'nde başlamıştır ve bu sayede ağırlıklı olarak İnsan Hakları'nı destekleyen etkinliklerde yer almıştır. 2005 ve 2006 yıllarında Barışarock inisiyatifinin konserlerinde de çalmıştır.
"Bildiğin Şeyler (Yangın)" şarkısını Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf etmiştir.
Solo Çalışmaları.
Numaralanmış, kişiye özel olarak tasarlanmış albüm projesi. Sadece 74 kopya yapılmış.
Albüm mp3 ve ogg vorbis formatlarında, kitap ise pdf olarak hazırlanmış. Bunun dışında içerik, katkıda bulunan müzisyenlerle ilgili bilgi mevcut değil. Elden ele, bedava olarak kopyalanması destekleniyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7557",
"len_data": 3094,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.31
}
|
Charles Robert Darwin (12 Şubat 1809 - 19 Nisan 1882), evrimsel biyolojiye yaptığı katkılarla tanınan İngiliz doğa bilimci, jeolog ve biyologdur. Tüm yaşam türlerinin ortak bir atadan türediği yönündeki önermesi günümüzde genel kabul görmekte ve bilimde temel bir kavram olarak kabul edilmektedir. Alfred Russel Wallace ile ortak bir yayında, evrimin bu dallanma modelinin, var olma mücadelesinin seçici üremede yer alan yapay seçilime benzer bir etkiye sahip olduğu doğal seçilim adını verdiği bir süreçten kaynaklandığına dair bilimsel teorisini ortaya koymuştur. Darwin insanlık tarihinin en etkili isimlerinden biri olarak tanımlanmış ve Westminster Abbey'e gömülerek onurlandırılmıştır.
Darwin'in doğaya duyduğu erken ilgi, Edinburgh Üniversitesindeki tıp eğitimini ihmal etmesine yol açtı; bunun yerine deniz omurgasızlarının araştırılmasına yardımcı oldu. Cambridge Üniversitesi Christ's College'da 1828'den 1831'e kadar sürdürdüğü çalışmaları doğa bilimlerine olan tutkusunu teşvik etti. gemisiyle 1831'den 1836'ya kadar yaptığı beş yıllık yolculuk Darwin'i, gözlemleri ve teorileri Charles Lyell'in kademeli jeolojik değişim kavramını destekleyen seçkin bir jeolog haline getirdi. Yolculuk günlüğünün yayınlanması Darwin'in popüler bir yazar olarak ünlenmesini sağladı.
Yolculuk sırasında topladığı vahşi yaşam ve fosillerin coğrafi dağılımı karşısında şaşkınlığa düşen Darwin, detaylı araştırmalara başladı ve 1838'de doğal seçilim teorisini geliştirdi. Fikirlerini birçok doğa bilimciyle tartışmasına rağmen, kapsamlı bir araştırma için zamana ihtiyacı vardı ve jeolojik çalışmaları öncelikliydi. Alfred Russel Wallace ona aynı fikri açıklayan bir makale gönderdiğinde, 1858'de teorisini yazıyordu ve hemen her iki teoriyi de Londra Linne Derneğine ortaklaşa sundular. Darwin'in çalışmaları, doğadaki çeşitlenmenin baskın bilimsel açıklaması olarak modifikasyonla evrimsel soyu oluşturdu. 1871'de "İnsanın Türeyişi" adlı kitabında insanın evrimini ve cinsel seçilimi inceledi, bunu "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" (1872) izledi. Bitkiler üzerine yaptığı araştırmalar bir dizi kitapta yayımlandı ve son kitabı olan "Solucanlar"'da (1881) toprak solucanlarını ve onların toprak üzerindeki etkilerini inceledi.
Darwin, evrim teorisini ikna edici kanıtlarla birlikte 1859 tarihli "Türlerin Kökeni" adlı kitabında yayınladı. 1870'lere gelindiğinde, bilim camiası ve eğitimli halkın çoğunluğu evrimi bir gerçek olarak kabul etmişti. Bununla birlikte, pek çok kişi doğal seçilime sadece küçük bir rol veren rakip açıklamaları tercih etti ve 1930'lardan 1950'lere kadar modern evrimsel sentezin ortaya çıkmasına kadar doğal seçilimin evrimin temel mekanizması olduğu konusunda geniş bir fikir birliği oluşmadı. Darwin'in bilimsel keşfi, yaşamın çeşitliliğini açıklayan, yaşam bilimlerinin birleştirici teorisidir.
Yaşamı.
İlk yılları ve eğitimi.
Darwin, 12 Şubat 1809'da Shropshire, Shrewsbury'de, ailesinin evi The Mount'ta doğdu. Zengin sosyete doktoru ve finansçı Robert Darwin ile Susannah Darwin'in (kızlık soyadı Wedgwood) altı çocuğundan beşincisiydi. Büyükbabaları Erasmus Darwin ve Josiah Wedgwood önde gelen kölelik karşıtlarıydı. Erasmus Darwin, torununun genişlettiği kavramları öngören gelişmemiş fikirler içeren kademeli yaratılışın şiirsel bir fantezisi olan "Zoonomia"'da (1794) evrim ve ortak soyun genel kavramlarını övmüştü.
Wedgwood'lar Anglikanizmi benimsemiş olsalar da her iki aile de büyük ölçüde Üniteryendi. Özgürlükçü bir düşünür olan Robert Darwin, bebek Charles'ı Kasım 1809'da Shrewsbury'deki Anglikan St Chad Kilisesinde vaftiz ettirdi, ancak Charles ve kardeşleri anneleriyle birlikte yerel Üniteryen Kilisesine devam ettiler. Sekiz yaşındaki Charles, 1817'de vaiz tarafından yönetilen gündüz okuluna katıldığında doğa tarihine ve koleksiyonculuğa ilgi duymaya başlamıştı bile. 1817 Temmuz ayında annesi öldü. Eylül 1818'den itibaren eğitimine ağabeyi Erasmus'la birlikte yakındaki Anglikan Shrewsbury School'da yatılı olarak devam etti.
Darwin, Ekim 1825'te kardeşi Erasmus ile birlikte saygın Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesine gitmeden önce, 1825 yazını doktor çırağı olarak babasının Shropshire'ın yoksullarını tedavi etmesine yardım ederek geçirdi. Darwin dersleri sıkıcı ve cerrahiyi üzücü bulduğundan çalışmalarını ihmal etti. Charles Waterton'a Güney Amerika yağmur ormanlarında eşlik etmiş olan azatlı siyah köle John Edmonstone'dan haftalık yaklaşık 40 saat süren seanslarla tahnitçiliği öğrendi.
Darwin üniversitedeki ikinci yılında, materyalist görüşlere sahip radikal demokrat öğrencilerin geleneksel dini bilim kavramlarına meydan okuduğu canlı tartışmaların yer aldığı bir öğrenci doğa tarihi grubu olan Plinian Society'ye katıldı. Robert Edmond Grant'ın Firth of Forth'taki deniz omurgasızlarının anatomisi ve yaşam döngüsü üzerine yaptığı araştırmalara yardımcı oldu ve 27 Mart 1827'de Plinian'da istiridye kabuklarında bulunan siyah sporların bir paten sülüğünün yumurtaları olduğuna dair kendi keşfini sundu. Bir gün Grant, Lamarck'ın evrimsel fikirlerini övdü. Darwin, Grant'ın bu cüretkârlığı karşısında hayrete düşmüştü, ancak kısa süre önce büyükbabası Erasmus'un günlüklerinde de benzer fikirler okumuştu. Darwin, Robert Jameson'ın Neptünizm ve Plütonizm arasındaki tartışmalar da dahil olmak üzere jeolojiyi kapsayan doğa tarihi dersinden oldukça sıkılmıştı. Bitkilerin sınıflandırılmasını öğrendi ve o dönemde Avrupa'nın en büyük müzelerinden biri olan Üniversite Müzesinin koleksiyonları üzerindeki çalışmalara yardımcı oldu.
Darwin'in tıp eğitimini ihmal etmesi babasını kızdırdı ve babası onu Ocak 1828'de Anglikan papazı olma yolunda ilk adım olarak Sanat Lisansı diploması almak üzere Cambridge'deki Christ's College'a gönderdi. Darwin, Cambridge'in "Tripos" sınavları için yeterli değildi ve bunun yerine normal derece kursuna katılması gerekiyordu. Okumak yerine ata binmeyi ve atıcılık yapmayı tercih etti.
Darwin'in Christ's College'a kaydının ilk birkaç ayında, ikinci kuzeni William Darwin Fox hâlâ orada okuyordu. Fox, kelebek koleksiyonuyla onu etkilemiş, Darwin'i entomolojiyle tanıştırmış ve onu böcek toplamaya yönlendirmiştir. Bunu gayretle yaptı ve bulduklarından bazılarını James Francis Stephens'ın "Illustrations of British entomology" (1829-32) adlı kitabında yayınlattı.
Fox sayesinde Darwin, botanik profesörü John Stevens Henslow'un yakın arkadaşı ve takipçisi oldu. Bilimsel çalışmayı dini doğal teoloji olarak gören diğer önde gelen papaz-doğabilimcilerle tanıştı ve bu papazlar tarafından "Henslow ile yürüyen adam" olarak tanındı. Kendi sınavları yaklaştığında Darwin kendini çalışmalarına verdi ve William Paley'in "Evidences of Christianity" (1795) adlı kitabının dili ve mantığından çok etkilendi. Ocak 1831'deki final sınavında Darwin başarılı oldu ve 178 aday arasından onuncu olarak normal dereceye yükseldi.
Darwin Haziran 1831'e kadar Cambridge'de kalmak zorunda kaldı. Paley'in "Natural Theology or Evidences of the Existence and Attributes of the Deity" (Doğal Teoloji ya da Tanrının Varlığının ve Niteliklerinin Kanıtları, ilk kez 1802'de yayımlandı) adlı kitabını okudu; bu kitap doğadaki ilahi tasarım için bir argüman oluşturuyor ve adaptasyonu Tanrı'nın doğa yasaları aracılığıyla hareket etmesi olarak açıklıyordu. John Herschel'in doğa felsefesinin en yüksek amacını gözlemlere dayalı tümevarımsal akıl yürütme yoluyla bu tür yasaları anlamak olarak tanımlayan yeni kitabı "Preliminary Discourse on the Study of Natural Philosophy"'yi (1831) ve Alexander von Humboldt'un 1799-1804 yılları arasındaki bilimsel seyahatlerinin "Kişisel Anlatı"'sını okudu. Katkıda bulunmak için "yakıcı bir şevkle" ilham alan Darwin, mezun olduktan sonra bazı sınıf arkadaşlarıyla birlikte tropik bölgelerde doğa tarihi çalışmak üzere Tenerife'yi ziyaret etmeyi planladı. Hazırlık olarak Adam Sedgwick'in jeoloji kursuna katıldı, ardından 4 Ağustos'ta onunla birlikte Galler'deki tabakaları haritalamak için iki haftalık bir yolculuk yaptı.
HMS Beagle ile keşif gezisi.
Sedgwick'i Galler'de bıraktıktan sonra Darwin Barmouth'ta öğrenci arkadaşlarıyla birkaç gün geçirdi. Eve 29 Ağustos'ta döndüğünde, Henslow'un kendisine HMS "Beagle"'da kaptan Robert FitzRoy'la birlikte kendi finanse ettiği bir ek görev için uygun (tamamlanmamış olsa da) bir doğa bilimci olarak önerdiği bir mektup buldu; bu görev "sadece bir koleksiyoncudan" ziyade bir beyefendiye göreydi. Gemi dört hafta içinde Güney Amerika kıyılarının haritasını çıkarmak üzere yola çıkacaktı. Robert Darwin oğlunun iki yıl sürmesi planlanan yolculuğuna zaman kaybı olarak görerek karşı çıktı, ancak kayınbiraderi Josiah Wedgwood II tarafından oğlunun katılımını kabul etmeye (ve finanse etmeye) ikna edildi. Darwin, koleksiyonunun kontrolünü elinde tutmak için özel bir sıfatla kalmaya özen göstermiş ve koleksiyonunu büyük bir bilimsel kurumda kullanmayı amaçlamıştır.
Gecikmelerden sonra yolculuk 27 Aralık 1831'de başladı, neredeyse beş yıl sürdü. FitzRoy'un amaçladığı gibi, Darwin bu sürenin çoğunu karada jeoloji araştırmaları ve doğa tarihi koleksiyonları yaparak geçirirken, HMS Beagle kıyıları araştırdı ve haritalarını çıkardı. Gözlemleri ve teorik spekülasyonları hakkında dikkatli notlar tuttu ve yolculuk sırasında aralıklarla örneklerini, ailesi için günlüğünün bir kopyasını da içeren mektuplarla birlikte Cambridge'a gönderdi. Darwin'in jeoloji, böcek toplama ve deniz omurgasızlarını parçalara ayırma konularında biraz uzmanlığı vardı, ancak diğer tüm alanlarda acemiydi ve uzman değerlendirmesi için ustalıkla örnekler topladı. Deniz tutmasından çok muzdarip olmasına rağmen Darwin gemideyken bol bol not tutmuştur. Zooloji notlarının çoğu, sakin bir dönemde topladığı planktonlardan başlayarak deniz omurgasızlarıyla ilgilidir.
Yeşil Burun Adaları'ndaki St Jago'da karaya ilk çıktıklarında Darwin volkanik kayalıkların yükseklerindeki beyaz bir şeridin deniz kabuklarından oluştuğunu gördü. FitzRoy ona Charles Lyell'ın "Jeolojinin İlkeleri" adlı kitabının ilk cildini vermişti; bu kitapta karaların muazzam dönemler boyunca yavaşça yükselip alçaldığına dair tekdüze kavramlar ortaya konuyordu ve Darwin de Lyell gibi düşünerek teoriler üretiyor ve jeoloji üzerine bir kitap yazmayı düşünüyordu. Brezilya'ya ulaştıklarında Darwin tropik ormandan çok hoşlanmış, ancak orada köleliğin bulunmasından nefret etmiş ve bu konuda Fitzroy ile tartışmıştır.
Araştırma Patagonya'da güneye doğru devam etti. Bahía Blanca'da durdular ve Punta Alta yakınlarındaki kayalıklarda Darwin, modern deniz kabuklarının yanında nesli tükenmiş dev memelilerin fosil kemiklerini bularak, iklim değişikliği veya felaket belirtisi olmaksızın yakın zamanda bir neslin tükendiğini gösterdi. Yerel armadilloların üzerindeki zırhın dev bir versiyonu gibi kemikli plakalar buldu. Bir çene ve dişten devasa "Megatherium"'u tanımladı, ardından Cuvier'in tanımından yola çıkarak zırhın bu hayvana ait olduğunu düşündü. Buluntular İngiltere'ye gönderildi ve bilim insanları fosilleri büyük ilgi çekici buldu. Darwin Patagonya'da, bölgenin sürüngenlerden yoksun olduğuna dair yanlış bir inanca kapıldı.
Darwin, jeolojiyi keşfetmek ve daha fazla fosil toplamak için gaucho'larla birlikte iç bölgelere yaptığı yolculuklarda, bir devrim döneminde hem yerli hem de sömürge halkına dair sosyal, politik ve antropolojik bilgiler edindi ve iki tür rhea'nın ayrı ama örtüşen bölgeleri olduğunu öğrendi. Daha güneyde, deniz kabuklarından oluşan basamaklı düzlükleri bir dizi yükseklikte yükseltilmiş kumsallar olarak gördü. Lyell'in ikinci cildini okudu ve türlerin "yaratılış merkezleri" görüşünü kabul etti, ancak keşifleri ve teorileri Lyell'in pürüzsüz devamlılık ve türlerin yok oluşu fikirlerine meydan okudu.
Gemide bulunan ve ilk "Beagle" yolculuğu sırasında ele geçirildikten sonra İngiltere'de Hristiyanlık eğitimi almış olan üç Fuegolu, bir misyonerle birlikte geri dönüyordu. Darwin onları dost canlısı ve medeni buldu, ancak Tierra del Fuego'da evcilleştirilmiş hayvanlarla vahşi hayvanlar kadar farklı olan "sefil, aşağılanmış vahşilerle" karşılaştı. Bu çeşitliliğe rağmen, tüm insanların ortak bir köken ve uygarlığa doğru gelişme potansiyeli ile birbiriyle ilişkili olduğuna ikna olmaya devam etti. Bilim adamı arkadaşlarının aksine, artık insanlar ve hayvanlar arasında kapatılamaz bir uçurum olmadığını düşünüyordu. Bir yıl sonra görevden vazgeçildi. Jemmy Button adını verdikleri Fuegolu da diğer yerliler gibi yaşıyordu, bir karısı vardı ve İngiltere'ye dönmek istemiyordu.
Darwin 1835'te Şili'deyken bir deprem yaşadı ve gelgitin üzerinde karaya vurmuş midye yatakları da dahil olmak üzere karanın yeni yükseldiğine dair işaretler gördü. And Dağları'nın yükseklerinde deniz kabukları ve bir kumsalda yetişmiş birkaç fosil ağaç gördü. Kara yükseldikçe okyanus adalarının battığı ve etraflarındaki mercan resiflerinin büyüyerek atolleri oluşturduğu teorisini ortaya attı.
Darwin, jeolojik olarak yeni olan Galápagos Adaları'nda yaban hayatını daha eski bir "yaratılış merkezine" bağlayan kanıtlar aradı ve Şili'dekilere benzeyen ancak adadan adaya farklılık gösteren alaycı kuşlar buldu. Kaplumbağa kabuklarının şeklindeki küçük farklılıkların hangi adadan geldiklerini gösterdiğini duymuş, ancak gemiye yiyecek olarak alınan kaplumbağaları yedikten sonra bile bunları toplamayı başaramamıştır. Avustralya'da keseli sıçan-kanguru ve ornitorenk o kadar sıra dışı görünüyordu ki Darwin sanki iki farklı Yaratıcı'nın iş başında olduğunu düşündü. Avrupalıların yerleşmesiyle sayıları azalan Aborjinleri "güler yüzlü ve hoş" buldu.
FitzRoy, Cocos Adaları'ndaki mercan adalarının nasıl oluştuğunu araştırdı ve bu araştırma Darwin'in teorisini destekledi. FitzRoy, Beagle yolculuklarının resmi anlatısını yazmaya başladı ve Darwin'in günlüğünü okuduktan sonra onu da anlatıya dahil etmeyi önerdi. Darwin'in günlüğü sonunda jeoloji ve doğa tarihi üzerine ayrı bir üçüncü cilt olarak yeniden yazıldı.
Güney Afrika'nın Cape Town kentinde Darwin ve FitzRoy, kısa bir süre önce Lyell'a yazdığı mektupta onun üniformitaryanizmini överek "gizemlerin gizemi, soyu tükenmiş türlerin yerini başkalarının alması" konusunda "mucizevi bir sürecin aksine doğal bir süreç" olarak cesur spekülasyonlar başlatan John Herschel ile tanıştılar. Gemi eve dönerken notlarını düzenleyen Darwin, alaycı kuşlar, kaplumbağalar ve Falkland Adaları tilkisi hakkında artan şüpheleri doğruysa, "bu tür gerçekler türlerin istikrarını zayıflatır" diye yazdı, sonra ihtiyatlı bir şekilde "zayıflatır" kelimesinden yerine "zayıflatacaktır" kelimesini ekledi. Daha sonra bu tür gerçeklerin "bana türlerin kökenine biraz ışık tutuyor gibi göründüğünü" yazmıştır.
Darwin'e söylenmeden, Henslow'a yazdığı mektuplardan alıntılar bilimsel topluluklara okunmuş, Cambridge Felsefe Topluluğu üyeleri arasında özel dağıtım için bir broşür olarak basılmış ve "Athenaeum" da dahil olmak üzere dergilerde haber yapılmıştı. Darwin bunu ilk kez Cape Town'da duydu ve Ascension Adası'nda Sedgwick'in Darwin'in "Avrupa Doğa Bilimcileri arasında büyük bir isme sahip olacağı" öngörüsünü okudu.
Darwin'in evrim teorisinin başlangıcı.
2 Ekim 1836'da "Beagle", Falmouth, Cornwall'a demir attı. Darwin hemen evini ziyaret etmek ve akrabalarını görmek için Shrewsbury'ye uzun bir yolculuk yaptı. Ardından, Darwin'in hayvan koleksiyonlarını kataloglamak ve botanik örneklerini almak için uygun doğa bilimcileri bulması konusunda kendisine tavsiyelerde bulunan Henslow'u görmek için Cambridge'a koştu. Darwin'in babası yatırımları organize ederek oğlunun kendi kendini finanse eden bir centilmen bilim adamı olmasını sağladı ve Darwin heyecanlı bir biçimde Londra'da şenlik yapılan kurumları dolaşarak koleksiyonları tanımlayacak uzmanlar aradı. O dönemde İngiliz zoologlar, doğa tarihi koleksiyonculuğunun Britanya İmparatorluğu genelinde teşvik edilmesi nedeniyle büyük bir iş birikimine sahipti ve örneklerin depoda öylece bırakılması tehlikesi vardı.
Charles Lyell 29 Ekim'de Darwin'le ilk kez hevesle buluştu ve kısa süre sonra onu, Darwin tarafından toplanan fosil kemikler üzerinde çalışmak üzere Kraliyet Cerrahlar Kolejinin olanaklarına sahip olan, gelecek vaat eden anatomist Richard Owen'la tanıştırdı. Owen'ın elde ettiği şaşırtıcı sonuçlar arasında Darwin'in tanımladığı "Megatherium"'un yanı sıra soyu tükenmiş diğer devasa yer tembel hayvanları, bilinmeyen "Scelidotherium"'un neredeyse eksiksiz bir iskeleti ve "Toxodon" adında dev bir kapibarayı andıran su aygırı büyüklüğünde kemirgen benzeri bir kafatası vardı. Darwin'in ilk başta düşündüğü gibi, zırh parçaları aslında devasa bir armadillo benzeri yaratık olan "Glyptodon"'a aitti. Bu soyu tükenmiş canlılar Güney Amerika'da yaşayan türlerle akrabaydı.
Aralık ortasında Darwin, koleksiyonlarının uzman sınıflandırmasını düzenlemek ve kendi araştırmasını yayına hazırlamak için Cambridge'da bir lojman tuttu. Günlüğünün "Anlatı" ile nasıl birleştirileceğine dair sorular ay sonunda FitzRoy'un Broderip'in ayrı bir cilt yapma önerisini kabul etmesiyle çözüldü ve Darwin "Günlük ve Açıklamalar" üzerinde çalışmaya başladı.
Darwin'in ilk makalesi Güney Amerika kara kütlesinin yavaş yavaş yükseldiğini gösteriyordu ve Lyell'in coşkulu desteğiyle 4 Ocak 1837'de Londra Jeoloji Topluluğunda okudu. Aynı gün Zooloji Topluluğuna memeli ve kuş örneklerini sundu. Kuşbilimci John Gould çok geçmeden, Darwin'in karatavuk, "grosbeak" ve ispinoz karışımı sandığı Galapagos kuşlarının aslında on iki ayrı ispinoz türü olduğunu açıkladı. 17 Şubat'ta Darwin, Jeoloji Topluluğu Konseyine seçildi ve Lyell başkanlık konuşmasında Owen'ın Darwin'in fosilleriyle ilgili bulgularını sunarak türlerin coğrafi sürekliliğinin üniformiteryen fikirlerini desteklediğini vurguladı.
Mart ayının başlarında Darwin bu çalışmaya yakın olmak için Londra'ya taşındı ve Lyell'in, Tanrı'yı yasaların programcısı olarak tanımlayan Charles Babbage gibi bilim adamları ve uzmanlardan oluşan sosyal çevresine katıldı. Darwin, bu Whig çevresinin bir parçası olan ve refahın aşırı nüfusa ve daha fazla yoksulluğa neden olmasını önlemek için tartışmalı Whig Yoksul Yasası reformlarının temelini oluşturan Malthusçuluğu destekleyen yazar Harriet Martineau'nun yakın arkadaşı olan özgür düşünceli kardeşi Erasmus ile birlikte kaldı. Bir Üniteryen olarak, Grant ve Geoffroy'dan etkilenen genç cerrahlar tarafından desteklenen türlerin transmutasyonunun radikal sonuçlarını memnuniyetle karşıladı. Transmutasyon, sosyal düzeni savunan Anglikanlar için bir nefret konusuydu, ancak saygın bilim adamları konuyu açıkça tartıştılar ve John Herschel'in Lyell'in yaklaşımını yeni türlerin kökeninin doğal bir nedenini bulmanın bir yolu olarak öven mektubuna büyük ilgi vardı.
Gould Darwin'le buluştu ve ona farklı adalardaki Galápagos alaycı kuşlarının sadece çeşit değil, ayrı türler olduğunu ve Darwin'in "çitkuşu" sandığı şeyin ispinoz grubunda olduğunu söyledi. Darwin ispinozları adalara göre etiketlememişti, ancak FitzRoy da dahil olmak üzere gemideki diğer kişilerin notlarından türlerin adalara göre dağılımını yapmıştı. İki ispinoz farklı türlerdi ve Darwin 14 Mart'ta güneye doğru dağılımlarının nasıl değiştiğini açıkladı.
Mart 1837'nin ortalarında, İngiltere'ye dönüşünden ancak altı ay sonra Darwin, "Kırmızı Defter"'inde rhealar gibi yaşayan türlerin ve bir lama akrabası olan dev bir guanakoya benzeyen garip soyu tükenmiş memeli "Macrauchenia" gibi soyu tükenmiş türlerin coğrafi dağılımını açıklamak için "bir türün diğerine dönüşmesi" olasılığı üzerine spekülasyonlar yapıyordu.
Temmuz ortalarında "B" not defterine, Galápagos kaplumbağalarında, alaycı kuşlarda ve rhealarda gözlemlediği varyasyonları açıklayarak, yaşam süresi ve nesiller arası varyasyon hakkındaki düşüncelerini kaydetti. "Bir hayvanın diğerinden daha yüksek olduğundan bahsetmek saçmadır" diyerek, Lamarck'ın bağımsız soyların daha yüksek formlara ilerlediği fikrini bir kenara bırakarak, dallanarak inişin ve ardından tek bir evrim ağacının soyağacı dallanmasının taslağını çizdi.
Aşırı çalışma, hastalık ve evlilik.
Darwin, transmutasyon üzerine bu yoğun çalışmayı geliştirirken daha fazla işle meşgul olmaya başladı. "Günlük"'ü yeniden yazmaya devam ederken, koleksiyonlarıyla ilgili uzman raporlarını düzenleyip yayınlamayı üstlendi ve Henslow'un yardımıyla, çok ciltli "Zoology of the Voyage of H.M.S. Beagle"'ni desteklemek için 1000 sterlinlik bir Hazine yardımı aldı; bu miktar 2021'de yaklaşık 115.000 sterline denk geliyordu. Jeoloji üzerine planladığı kitapları da kapsayacak şekilde fonu genişletti ve yayıncıyla gerçekçi olmayan tarihler üzerinde anlaştı. Viktorya Dönemi başladığında Darwin "Günlük"'ü yazmaya devam etti ve Ağustos 1837'de matbaa tashihlerini düzeltmeye başladı.
Darwin baskı altında çalıştıkça sağlığı bozuldu. 20 Eylül'de "rahatsız edici bir kalp çarpıntısı" geçirdi, bu nedenle doktorları onu "tüm işleri bırakmaya" ve birkaç hafta kırda yaşamaya çağırdı. Shrewsbury'yi ziyaret ettikten sonra Staffordshire'daki Maer Hall'da Wedgwood akrabalarına katıldı, ancak onları seyahatlerinin hikâyelerini dinlemek için fazla hevesli buldu.
Darwin'den dokuz ay büyük olan çekici, zeki ve kültürlü kuzeni Emma Wedgwood, hasta halasına bakıyordu. Amcası Josiah, cürufların balçık altında kaybolduğu bir alanı işaret ederek bunun solucanların işi olabileceğini öne sürdü ve Darwin'in 1 Kasım 1837'de Jeoloji Topluluğunda sunduğu, toprak oluşumundaki rollerine dair "yeni ve önemli bir teoriye" ilham verdi. "Günlük"'ü, "Anlatı"'nın ilk cildi gibi Şubat 1838'in sonunda basılmış ve yayına hazır hale gelmişti, ancak FitzRoy hala kendi cildini bitirmek için yoğun bir şekilde çalışıyordu.
William Whewell, Darwin'i Jeoloji Topluluğu Sekreterliği görevini üstlenmesi için zorladı. Başlangıçta reddettikten sonra Mart 1838'de görevi kabul etti. "Beagle" raporlarını yazmanın ve düzenlemenin yoruculuğuna rağmen Darwin, uzman doğa bilimcileri ve alışılmadık bir şekilde çiftçiler ve güvercin yetiştiriciler gibi seçici yetiştirme konusunda pratik deneyime sahip kişileri sorgulamak için her fırsatı değerlendirerek transmutasyon konusunda dikkate değer bir ilerleme kaydetti. Zamanla araştırmalarında akrabalarından, çocuklarından, aile kahyasından, komşularından, sömürgecilerden ve eski gemi arkadaşlarından aldığı bilgilerden yararlandı. Başından beri spekülasyonlarına insanoğlunu da dahil etti ve 28 Mart 1838'de hayvanat bahçesinde bir orangutan gördüğünde onun çocuksu davranışlarını not etti.
Haziran ayına gelindiğinde mide sorunları, baş ağrıları ve kalp semptomları nedeniyle günlerce yatağa bağlı kaldı. Hayatının geri kalanında, özellikle toplantılara katılmak veya sosyal ziyaretler yapmak gibi stresli zamanlarda mide ağrıları, kusma, şiddetli çıbanlar, çarpıntı, titreme ve diğer semptomlarla tekrar tekrar iş göremez hale geldi. Darwin'in hastalığının nedeni bilinmiyordu ve tedavi girişimleri sadece geçici başarılar sağladı.
23 Haziran'da bir mola verdi ve İskoçya'da "jeoloji araştırması" yaptı. Glen Roy'u muhteşem bir havada ziyaret ederek üç yükseklikte yamaçları kesen paralel "yolları" gördü. Daha sonra bunların denizden yükselmiş kumsallar olduğu görüşünü yayınladı, ancak daha sonra bunların proglasyal bir gölün kıyıları olduğunu kabul etmek zorunda kaldı.
Tamamen iyileştikten sonra Temmuz ayında Shrewsbury'ye döndü. Hayvan yetiştiriciliği üzerine günlük notlar almaya alışkın olduğundan, evlilik, kariyer ve beklentiler hakkındaki karmakarışık düşüncelerini, biri ""Evlen" ve diğeri "Evlenme" başlıklı sütunlardan oluşan iki kağıt parçasına karaladı. "Evlen"" başlığı altındaki avantajlar arasında "kitaplar için daha az para" ve "korkunç zaman kaybı" gibi noktalara karşı "sürekli bir arkadaş ve yaşlılıkta bir dost... her halükarda bir köpekten daha iyi" yer alıyordu. Evlilik lehine karar verdikten sonra babasıyla tartıştı ve 29 Temmuz'da kuzeni Emma'yı ziyarete gitti. Evlenme teklif etmeye fırsat bulamadı ama babasının tavsiyesine karşı çıkarak transmutasyon konusundaki fikirlerinden bahsetti.
Malthus ve doğal seçilim.
Araştırmalarına Londra'da devam eden Darwin'in geniş okumaları arasında Malthus'un "Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme" adlı eserinin altıncı baskısı da vardı. 28 Eylül 1838'de bu kitabın "insan nüfusunun kontrol edilmediğinde her yirmi beş yılda bir ikiye katlandığı ya da geometrik bir oranla arttığı" iddiasını not etti. Bu geometrik ilerleme nüfusun, kısa süre içinde Malthus felaketi olarak bilinen şekilde gıda arzını aşmasına neden oluyordu. Darwin bu durumu Augustin de Candolle'un bitkilerdeki "türlerin savaşı" ve yaban hayatı arasındaki var olma mücadelesiyle karşılaştırarak, bir türün sayısının nasıl kabaca sabit kaldığını açıklamak için iyi hazırlanmıştı
Türler her zaman mevcut kaynakların ötesinde ürediğinden, elverişli varyasyonlar organizmaları hayatta kalma ve varyasyonları yavrularına aktarma konusunda daha iyi hale getirirken, elverişsiz varyasyonlar kaybolacaktır. "Tüm bu sıkışmanın nihai nedeni, uygun yapıyı ayırmak ve değişikliklere adapte etmek olmalıdır" diye yazdı, böylece "Doğanın ekonomisindeki boşluklara her tür adapte olmuş yapıyı sokmaya çalışan ya da daha zayıf olanları dışarı iterek boşluklar oluşturan yüz bin kama gibi bir güç olduğu söylenebilir." Bu da yeni türlerin oluşumuyla sonuçlanacaktır. Daha sonra "Otobiyografi"'sinde yazdığı gibi:
Aralık ayının ortalarında Darwin, çiftçilerin seçici ıslahta en iyi hayvanları seçmesi ile Malthusçu Doğa'nın "yeni edinilen yapının her parçasının tamamen pratik ve mükemmel olması" için tesadüfi varyantlardan seçmesi arasında bir benzerlik gördü ve bu karşılaştırmanın "teorisinin güzel bir parçası" olduğunu düşündü. Daha sonra teorisini, seçici yetiştirmenin "yapay seçilimi" olarak adlandırdığı şeye benzeterek doğal seçilim olarak adlandırdı.
11 Kasım'da Maer'e döndü ve Emma'ya fikirlerini bir kez daha anlatarak evlenme teklif etti. Emma kabul etti, ardından karşılıklı sevgi dolu mektuplarla, güçlü Üniteryen inançlarını ve dürüst şüphelerinin öbür dünyada onları ayırabileceğine dair endişelerini dile getirirken, farklılıklarını paylaşma konusundaki açıklığına ne kadar değer verdiğini gösterdi.
Londra'da ev ararken, hastalık nöbetleri devam etti ve Emma ona biraz dinlenmesini tavsiye eden mektuplar yazdı ve neredeyse kehanette bulunurcasına "Ben sana bakana kadar daha fazla hasta olma sevgili Charley" dedi. Gower Caddesi'nde "Macaw Cottage" adını verdikleri bir yer buldu ve Noel'de "müzesini" buraya taşıdı. 24 Ocak 1839'da Darwin, Kraliyet Cemiyeti Üyesi (FRS) seçildi.
29 Ocak'ta Darwin ve Emma Wedgwood, Maer'de Üniteryenlere uygun olarak düzenlenmiş bir Anglikan töreniyle evlendikten sonra hemen Londra'ya ve yeni evlerine giden trene bindiler.
Jeoloji kitapları, midyeler, evrimsel araştırmalar.
Darwin artık "başlıca hobisi" olarak "üzerinde çalışacağı" doğal seçilim teorisinin çerçevesine sahipti. Araştırmaları, bitki ve hayvanların kapsamlı deneysel seçici ıslahını, türlerin sabit olmadığına dair kanıtlar bulmayı ve teorisini rafine etmek ve kanıtlamak için birçok ayrıntılı fikri araştırmayı içeriyordu. On beş yıl boyunca bu çalışmalar, jeoloji üzerine yazmak ve "Beagle" koleksiyonları, özellikle de midyeler üzerine uzman raporları yayınlamak olan asıl uğraşının arka planında yer aldı.
FitzRoy'un uzun süre geciken "Anlatı"'sı Mayıs 1839'da yayımlandı. Darwin'nin "Günlük ve Açıklamalar"'ı üçüncü cilt olarak iyi eleştiriler aldı ve 15 Ağustos'ta tek başına yayımlandı. 1842 yılının başlarında Darwin, fikirlerini Charles Lyell'e yazdı ve Lyell, müttefikinin "türlerin her bir ürününde bir başlangıç görmeyi reddettiğini" belirtti.
Darwin'in mercan kayalıklarının oluşumuna ilişkin teorisini anlattığı "The Structure and Distribution of Coral Reefs" (Mercan Kayalıklarının Yapısı ve Dağılımı) adlı kitabı üç yıldan fazla süren bir çalışmanın ardından Mayıs 1842'de yayımlandı ve ardından doğal seçilim teorisinin ilk "kalem taslağını" yazdı. Londra'nın baskısından kaçmak için aile Eylül ayında Kent'teki kırsal Down House'a taşındı. 11 Ocak 1844'te Darwin botanikçi Joseph Dalton Hooker'a teorisinden bahsetti ve melodramatik bir mizahla "bu bir cinayeti itiraf etmek gibi" diye yazdı. Hooker şöyle cevap verdi: "Bana göre, farklı noktalarda bir dizi üretim olmuş olabilir ve ayrıca türler kademeli olarak değişmiş olabilir. Bu değişimin nasıl gerçekleşmiş olabileceğini düşündüğünüzü duymaktan mutluluk duyacağım, çünkü bu konuda beni tatmin eden bir fikir yok."
Temmuz ayına gelindiğinde Darwin "taslağını", erken ölmesi halinde araştırma sonuçlarıyla genişleteceği 230 sayfalık bir "Deneme" haline getirmişti. Kasım ayında, anonim olarak yayınlanan sansasyonel en çok satan "Vestiges of the Natural History of Creation" (Yaratılışın Doğal Tarihinin İzleri) transmutasyona geniş bir ilgi uyandırdı. Darwin kitabın amatörce jeoloji ve zoolojisini küçümsedi ama kendi argümanlarını da dikkatle gözden geçirdi. Tartışmalar patlak verdi ve bilim adamları tarafından küçümsenmesine rağmen iyi satmaya devam etti.
Darwin üçüncü jeoloji kitabını 1846'da tamamladı. Grant ile geçirdiği öğrencilik günlerinden kalma deniz omurgasızlarına olan hayranlığını ve uzmanlığını, yolculuk sırasında topladığı midyeleri kesip sınıflandırarak, güzel yapıları gözlemlemekten ve benzer yapılarla karşılaştırmalar yapmaktan zevk alarak yeniledi. Hooker 1847'de "Deneme"yi okudu ve Darwin'e ihtiyaç duyduğu sakin eleştirel geri bildirimi sağlayan notlar gönderdi, ancak kendini adamadı ve Darwin'in yaratılış eylemlerinin devam etmesine karşı çıkışını sorguladı.
Darwin, kronik hastalığını iyileştirmek amacıyla 1849'da Dr. James Gully'nin Malvern kaplıcasına gitti ve hidroterapiden bir miktar fayda gördüğüne şaşırdı. Ardından, 1851'de, çok değer verdiği kızı Annie hastalandı ve hastalığının kalıtsal olabileceğine dair korkularını yeniden uyandırdı ve uzun bir dizi krizin ardından Annie öldü.
Midyeler üzerinde sekiz yıl süren çalışmalarında Darwin'in teorisi, hafifçe değişen vücut parçalarının yeni koşulları karşılamak için farklı işlevlere hizmet ettiğini gösteren "homolojiler" bulmasına yardımcı oldu ve bazı cinslerde hermafroditler üzerinde parazit olan küçük erkekler buldu, bu da farklı cinsiyetlerin evriminde bir ara aşama olduğunu gösterdi. Bu çalışması 1853 yılında Royal Society'nin Kraliyet Madalyası'nı kazanmasını sağladı ve bir biyolog olarak ün kazandı. 1854'te Londra Linne Derneğinin üyesi oldu ve kütüphanesine posta yoluyla erişim hakkı kazandı. Tür teorisini büyük ölçüde yeniden değerlendirmeye başladı ve Kasım ayında torunların karakterindeki farklılaşmanın "doğa ekonomisinde çeşitlenen yerlere" adapte olmalarıyla açıklanabileceğini fark etti.
Doğal seçilim teorisinin yayınlanması.
1856 yılının başlarında Darwin, türlerin okyanuslar arasında yayılması için yumurta ve tohumların deniz suyunu geçerek hayatta kalıp kalamayacağını araştırıyordu. Hooker, türlerin sabit olduğuna dair geleneksel görüşten giderek daha fazla şüphe duyuyordu, ancak genç arkadaşları Thomas Henry Huxley hala türlerin dönüşümüne kesinlikle karşıydı. Lyell, Darwin'in spekülasyonlarının boyutunu fark etmeden ilgisini çekmişti. Alfred Russel Wallace'ın "Yeni Türlerin Girişini Düzenleyen Yasa Üzerine" adlı makalesini okuduğunda, Darwin'in düşünceleriyle benzerlikler gördü ve onu emsal teşkil etmesi için yayınlamaya teşvik etti.
Darwin hiçbir tehdit görmemesine rağmen, 14 Mayıs 1856'da kısa bir makale yazmaya başladı. Zor sorulara yanıt bulmak onu sürekli oyaladı ve planlarını, "İnsan üzerine notunu" da içerecek olan "Natural Selection" başlıklı "türler üzerine büyük bir kitap" olarak genişletti. Borneo'da çalışan Wallace da dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki doğa bilimcilerden bilgi ve örnekler alarak araştırmalarına devam etti.
1857 yılının ortalarında, "İnsan Irklarına Uygulanan Teori" başlıklı bir bölüm eklemiş, ancak bu konuyla ilgili bir metin eklememiştir. Darwin, 5 Eylül 1857'de Amerikalı botanikçi Asa Gray'e fikirlerinin ayrıntılı bir taslağını ve "Doğal Seçilim"'in insan kökenini ve cinsel seçilimi içermeyen bir özetini gönderdi. Aralık ayında Darwin, Wallace'tan kitabın insan kökenini inceleyip incelemeyeceğini soran bir mektup aldı. Darwin, Wallace'ın teorisini teşvik ederken "önyargılarla çevrili" bu konudan kaçınacağını söyledi ve ekledi: "Ben senden çok daha ileri gidiyorum.
Darwin'in kitabı, 18 Haziran 1858'de Wallace'tan doğal seçilimi anlatan bir makale aldığında henüz kısmen yazılmıştı. "Önüne geçildiği" için şok olan Darwin, Wallace'ın istediği gibi o gün Lyell'a gönderdi ve Wallace yayınlanmasını istememiş olsa da Darwin, Wallace'ın seçeceği herhangi bir dergiye göndermeyi önerdi. Ailesi krizdeydi, köydeki çocuklar kızıl hastalığından ölüyordu ve Darwin meseleyi arkadaşlarına havale etti. Bazı tartışmalardan sonra, Wallace'ı dahil etmenin güvenilir bir yolu olmadığından, Lyell ve Hooker 1 Temmuz'da Linne Derneğinde "Türlerin Çeşitlilik Oluşturma Eğilimi ve Doğal Seçilim Yoluyla Çeşitliliklerin ve Türlerin Devamlılığı Üzerine"'nin ortak bir sunumuna karar verdiler. 28 Haziran akşamı, Darwin'in küçük oğlu neredeyse bir hafta süren ağır bir kızıl hastalığının ardından öldü ve Darwin toplantıya katılamayacak kadar perişan haldeydi.
Teorinin bu duyurusuna hemen pek ilgi gösterilmedi; Linne Derneği başkanı Mayıs 1859'da o yıla devrim niteliğinde herhangi bir keşfin damgasını vurmadığını belirtti. Sadece bir eleştiri Darwin'in daha sonra hatırlamasına neden olacak kadar tepki çekmişti; Dublin'den Profesör Samuel Haughton "yeni olan her şeyin yanlış, doğru olanın ise eski olduğunu" iddia etmişti. Darwin on üç ay boyunca "büyük kitabının" bir özetini çıkarmak için uğraştı, sağlık sorunları yaşadı ama bilimsel dostlarından sürekli teşvik aldı. Lyell kitabın John Murray tarafından basılmasını sağladı.
"Türlerin Kökeni" beklenmedik bir şekilde popüler oldu ve 22 Kasım 1859'da kitapçılarda satışa çıktığında 1250 kopyalık stoğun tamamı tükendi. Darwin kitapta ayrıntılı gözlemler, çıkarımlar ve beklenen itirazların değerlendirilmesinden oluşan "uzun bir argüman" ortaya koydu. Ortak türeyişi savunurken, insanlar ve diğer memeliler arasındaki homolojilere dair kanıtlara yer verdi. Cinsel seçilimin ana hatlarını çizdikten sonra, bunun insan ırkları arasındaki farklılıkları açıklayabileceğini ima etti. İnsanın kökenine dair açık bir tartışmadan kaçındı, ancak çalışmasının önemini şu cümleyle ima etti; "İnsanın kökenine ve tarihine ışık tutulacaktır." Teorisi giriş bölümünde basitçe ifade edilmiştir:
Kitabın sonunda şu sonuca varmıştır:
Son kelime, kitabın ilk beş baskısında "evrimleşmiş" kelimesinin tek varyantıydı. O dönemde "evrimcilik" başka kavramlarla, en yaygın olarak da embriyolojik gelişimle ilişkilendiriliyordu. Darwin "evrim" kelimesini ilk kez 1871'de "İnsanın Türeyişi" adlı kitabında kullanmış, daha sonra 1872'de "Türlerin Kökeni" kitabının 6. baskısına eklemiştir.
Yayına verilen tepkiler.
Kitap, popüler ve daha az bilimsel olan "Yaratılışın Doğal Tarihinin İzleri"'ne kıyasla daha az tartışmayla uluslararası ilgi uyandırdı. Darwin'in hastalığı onu kamusal tartışmalardan uzak tutsa da bilimsel tepkileri hevesle inceledi, basın kupürleri, eleştiriler, makaleler, hicivler ve karikatürler hakkında yorumlarda bulundu ve dünya çapındaki meslektaşlarıyla bu konuda yazıştı. Kitap açıkça insanın kökenini tartışmıyordu ancak insanların hayvan ataları hakkında çıkarım yapılabilecek bir dizi ipucu içeriyordu.
İlk eleştiri "Bir maymun insan olduysa bir insan ne olamaz?" diye soruyordu. Sıradan okuyucular için çok tehlikeli olduğu için bunun ilahiyatçılara bırakılması gerektiği söyleniyordu. İlk olumlu tepkiler arasında, Huxley'nin eleştirileri, Huxley'nin devirmeye çalıştığı bilim kurumunun lideri Richard Owen'ı yerden yere vuruyordu.
Nisan ayında Owen'ın Darwin'in arkadaşlarına saldıran ve fikirlerini küçümseyerek reddeden eleştirisi Darwin'i kızdırdı, ancak Owen ve diğerleri doğaüstü güdümlü evrim fikirlerini desteklemeye başladılar. Patrick Matthew, yeni türlere yol açan bir doğal seçilim kavramını öneren kısa bir ek içeren 1831 tarihli kitabına dikkat çekti, ancak bu fikri geliştirmemişti.
İngiltere Kilisesinin tepkisi karışıktı. Darwin'in eski Cambridge hocaları Sedgwick ve Henslow fikirleri reddetti, ancak liberal din adamları doğal seçilimi Tanrı'nın tasarımının bir aracı olarak yorumladı ve din adamı Charles Kingsley bunu "aynı derecede asil bir Tanrı anlayışı" olarak gördü. 1860 yılında yedi liberal Anglikan teolog tarafından "Essays and Reviews" (Denemeler ve İncelemeler) adlı kitabın yayınlanması din adamlarının dikkatini Darwin'den uzaklaştırdı. Yüksek eleştiri de dahil olmak üzere fikirleri kilise yetkilileri tarafından sapkınlık olarak saldırıya uğradı. Baden Powell bu kitapta mucizelerin Tanrı'nın yasalarını çiğnediğini, dolayısıyla bunlara inanmanın ateistlik olduğunu savunmuş ve "Bay Darwin'in doğanın kendi kendini geliştirme gücüne dair büyük ilkeyi [destekleyen] ustaca kitabını" övmüştür.
Asa Gray, teleolojiyi Darwin'le tartışmış, Darwin de Gray'in teistik evrimle ilgili broşürü "Doğal Seçilim doğal teolojiyle tutarsız değildir"'i ithal edip dağıtmıştır. En ünlü karşılaşma, 1860 yılında İngiliz Bilimin İlerlemesi Derneğinin bir toplantısı sırasında Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce'un türlerin dönüşümüne karşı çıkmamasına rağmen Darwin'in açıklamasına ve insanın maymundan geldiğine karşı çıktığı halka açık Oxford evrim tartışmasıydı. Joseph Hooker, Darwin'i güçlü bir şekilde savunmuş ve Thomas Huxley'in, yeteneklerini kötüye kullanan bir insan olmaktansa bir maymundan gelmeyi tercih edeceği şeklindeki efsanevi cevabı, bilimin din karşısındaki zaferi olarak sembolize edilmiştir.
Darwin'in yakın arkadaşları Gray, Hooker, Huxley ve Lyell bile çeşitli çekincelerini dile getirmekle birlikte, özellikle genç doğa bilimcileri olmak üzere pek çok kişi gibi güçlü destek verdiler. Gray ve Lyell inançla uzlaşma ararken, Huxley din ve bilim arasındaki kutuplaşmayı tasvir etti. Eğitimde din adamlarının otoritesine karşı sert bir kampanya yürüten Huxley, Owen yönetimindeki din adamları ve aristokrat amatörlerin egemenliğini yeni nesil profesyonel bilim adamları lehine yıkmayı amaçlıyordu. Owen'ın beyin anatomisinin insanların maymunlardan ayrı bir biyolojik takım olduğunu kanıtladığı iddiası, Kingsley tarafından "Büyük Hipokampus Sorunu" olarak parodileştirilen uzun süreli bir tartışmada Huxley tarafından yanlış olduğu gösterildi ve Owen'ın itibarını sarstı.
Yaşamın kökeninin açıklanamadığı yönündeki itirazlara yanıt olarak Darwin, yerçekiminin nedeni bilinmemesine rağmen Newton yasasının kabul edilmesine işaret etmiştir. Bu konudaki eleştiri ve çekincelere rağmen, 1871'de Hooker'a yazdığı bir mektupta yaşamın kökeninin "sıcak küçük bir gölde" meydana gelmiş olabileceğini ileri sürerek ileri görüşlü bir fikir ortaya atmıştır.
Darwinizm çok çeşitli evrimsel fikirleri kapsayan bir hareket haline geldi. 1863'te Lyell'in "Geological Evidences of the Antiquity of Man" (İnsanın Antik Çağına İlişkin Jeolojik Kanıtlar) adlı kitabı tarih öncesini popülerleştirdi, ancak evrim konusundaki ihtiyatı Darwin'i hayal kırıklığına uğrattı. Haftalar sonra Huxley'in "Evidence as to Man's Place in Nature" (İnsanın Doğadaki Yeri) isimli kitabı anatomik olarak insanların insansı olduğunu gösterdi, ardından Henry Walter Bates'in "The Naturalist on the River Amazons" (Amazon Nehri'ndeki Doğa Bilimci) kitabı doğal seçilime dair deneysel kanıtlar sundu.
Lobi faaliyetleri Darwin'e 3 Kasım 1864'te İngiltere'nin en yüksek bilimsel ödülü olan Royal Society Copley Madalyası'nı kazandırdı. O gün Huxley, "dinsel dogmalardan azade, saf ve özgür bilime adanmışlık" şiarıyla "X Club"ın ilk toplantısını düzenledi. On yılın sonuna gelindiğinde, bilim insanlarının çoğu evrimin gerçekleştiği konusunda hemfikirdi, ancak yalnızca bir azınlık başlıca mekanizmanın doğal seçilim olduğu Darwinci görüşü destekliyordu.
"Türlerin Kökeni" birçok dile çevrildi ve Huxley'in derslerine akın eden "işçiler" de dahil olmak üzere toplumun her kesiminden ilgi gören temel bir bilimsel metin haline geldi. Darwin'in teorisi o dönemde çeşitli hareketlerde yankı buldu ve popüler kültürün önemli bir demirbaşı haline geldi. Karikatüristler, insanları hayvan özellikleriyle gösteren eski bir gelenekte hayvan soyunun parodisini yaptılar ve İngiltere'de bu komik görüntüler Darwin'in teorisini tehditkar olmayan bir şekilde popülerleştirmeye hizmet etti. Darwin 1862'de hastayken sakal bırakmaya başladı ve 1866'da yeniden kamuoyunun karşısına çıktığında, maymun olarak çizilen karikatürleri evrimciliğin her türünün Darwinizm ile özdeşleştirilmesine yardımcı oldu.
"İnsanın Türeyişi", cinsel seçilim ve botanik.
Hayatının son yirmi iki yılında tekrarlayan hastalık nöbetlerine rağmen Darwin'in çalışmaları devam etti. Teorisinin bir özeti olarak "Türlerin Kökeni"'ni yayınladıktan sonra deneylere, araştırmalara ve "büyük kitabını" yazmaya devam etti. Toplumun ve zihinsel yeteneklerin evrimi de dahil olmak üzere, insanların daha önceki hayvanlardan türeyişini ele almış, vahşi yaşamdaki dekoratif güzelliği açıklamış ve yenilikçi bitki çalışmalarına yönelmiştir.
Böcek tozlaşmasıyla ilgili araştırmalar, 1861'de yabani orkidelerle ilgili yeni çalışmalara yol açtı ve çiçeklerinin her türe özgü güveleri çekmek ve çapraz döllenmeyi sağlamak için uyarlandığını gösterdi. 1862'de "Fertilisation of Orchids" (Orkidelerin Döllenmesi), doğal seçilimin karmaşık ekolojik ilişkileri açıklama ve test edilebilir tahminlerde bulunma gücünün ilk ayrıntılı gösterimini yaptı. Sağlığı kötüleştikçe, tırmanan bitkilerin hareketlerini izlemek için yaratıcı deneylerle dolu bir odada hasta yatağında yattı. Hayran ziyaretçileri arasında Lamarkizm ve Goethe'nin idealizmini birleştiren Darwinizm'in gayretli bir savunucusu olan Ernst Haeckel de vardı. Wallace, giderek daha fazla spiritüalizme yönelmesine rağmen destekleyici olmaya devam etti.
Darwin'in "The Variation of Animals and Plants Under Domestication" (Evcilleştirme Altında Hayvanların ve Bitkilerin Değişimi) (1868) adlı kitabı, planladığı "büyük kitabın" ilk bölümüydü ve kalıtımı açıklamaya çalışan başarısız pangenezis hipotezini içeriyordu. Büyüklüğüne rağmen ilk başta çok sattı ve birçok dile çevrildi. Doğal seçilim üzerine ikinci bir bölümün çoğunu yazdı, ancak bu bölüm hayattayken yayınlanmadı.
Lyell insan tarih öncesini çoktan popüler hale getirmiş, Huxley de anatomik olarak insanların insansı olduğunu göstermişti. Darwin, 1871'de yayınlanan "İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Göre Seçilim" adlı kitabında, insanların hayvan olduğuna dair çok sayıda kaynaktan elde edilen kanıtları ortaya koymuş, fiziksel ve zihinsel özelliklerin sürekliliğini göstermiş ve tavus kuşunun tüyleri gibi pratik olmayan hayvan özelliklerinin yanı sıra insanın kültür evrimini, cinsiyetler arasındaki farklılıkları ve fiziksel ve kültürel ırksal sınıflandırmayı açıklamak için cinsel seçilimi sunmuş, ancak insanların tek bir tür olduğunu vurgulamıştır. "Nature" dergisindeki bir başyazıya göre: "Charles Darwin köleliğe karşı çıkmasına ve insanların ortak bir ataya sahip olduğunu öne sürmesine rağmen, beyazların diğerlerinden daha yüksek olduğu bir ırklar hiyerarşisini de savunmuştur."
Görüntüler kullanarak yaptığı araştırmalar, insan psikolojisinin evrimini ve hayvanların davranışlarıyla sürekliliğini tartışan, basılı fotoğrafların yer aldığı ilk kitaplardan biri olan 1872 tarihli "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" adlı kitabında genişletildi. Her iki kitap da çok popüler oldu ve Darwin görüşlerinin genel kabul görmesinden etkilendi ve "herkes şok olmadan bu konu hakkında konuşuyor" dedi. Vardığı sonuç şuydu: "İnsan tüm asil nitelikleriyle, en aşağılanmış olana karşı hissettiği sempatiyle, yalnızca diğer insanlara değil en alçakgönüllü canlıya kadar uzanan yardımseverliğiyle, güneş sisteminin hareketlerine ve yapısına nüfuz eden tanrısal zekâsıyla - tüm bu yüce güçleriyle - bedensel yapısında hâlâ alçakgönüllü kökeninin silinmez damgasını taşır."
Evrimle ilgili deneyleri ve araştırmaları "Insectivorous Plants" (Böcekçil Bitkiler), "The Effects of Cross and Self Fertilisation in the Vegetable Kingdom" (Sebzeler Aleminde Çapraz ve Kendine Döllenmenin Etkileri,) aynı türden bitkilerde farklı çiçek biçimleri ve "The Power of Movement in Plants" (Bitkilerde Hareketin Gücü) adlı kitapları yazmasını sağladı. Bilimsel çalışmalarında sebat etmesi için teşvik ettiği Mary Treat de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki bilimsel muhabirlerinden bilgi toplamaya ve görüş alışverişinde bulunmaya devam etti. Darwin, bitkilerde etoburluğun önemini fark eden ilk kişiydi. Botanik çalışmaları Grant Allen ve H. G. Wells de dahil olmak üzere çeşitli yazarlar tarafından yorumlandı ve popülerleştirildi ve 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bitki biliminin dönüşümüne yardımcı oldu.
Ölümü ve cenazesi.
1882 yılında, o zamanlar koroner tromboz ve kalp hastalığı anlamına gelen "anjina pektoris" teşhisi kondu. Öldüğünde doktorlar "anjinal ataklar" ve "kalp yetmezliği" teşhisi koydular; o zamandan beri yaşamı boyunca yaşadığı sağlık sorunları hakkında bilimsel spekülasyonlar yapılmaktadır.
Darwin, Down House'ta 19 Nisan 1882 tarihinde öldü. Son sözlerini ailesine söyledi: "Ölümden en ufak bir korkum yok - bana ne kadar iyi bir eş olduğunu unutma - tüm çocuklarıma bana ne kadar iyi davrandıklarını hatırlamalarını söyle". Dinlenirken Henrietta ve Francis'e defalarca "Sizin tarafınızdan bakılmak için hasta olmaya değer" demiştir.
Downe'daki St Mary kilisesi bahçesine gömülmesi bekleniyordu, ancak Darwin'in meslektaşlarının talebi üzerine, halkın ve parlamentonun dilekçelerinin ardından William Spottiswoode (Royal Society Başkanı) Darwin'in Westminster Abbey'de, John Herschel ve Isaac Newton'a yakın bir yere gömülerek onurlandırılmasını ayarladı. Darwin'in 26 Nisan Çarşamba günü düzenlenen cenaze törenine ailesi, dostları, bilim insanları, filozoflar ve ileri gelenler de dahil olmak üzere binlerce kişi katıldı.
Miras ve anma.
Alfred Russel Wallace'ın ifadesiyle, Darwin "çeyrek yüzyıl içinde insan düşüncesinde zamanımızdaki herhangi bir insandan - ya da belki de herhangi bir zamandan - daha büyük bir devrim yaratmış", "bize yaşam dünyasına ilişkin yeni bir anlayış ve kendisi de güçlü bir araştırma aracı olan bir teori vermiş; tüm ayrı işçi sınıfları tarafından biriktirilen olguların tutarlı bir bütün halinde nasıl birleştirileceğini göstermiş ve böylece tüm doğa çalışmalarında devrim yaratmıştır".
Bilim insanlarının çoğu artık evrimin değişime uğrayarak türeme olduğuna ikna olmuştu, ancak çok azı Darwin'le aynı fikirdeydi: doğal seçilim "değişimin ana aracıdır ancak tek aracı değildir". "Darwinizmin tutulması" sırasında bilim insanları alternatif mekanizmaları araştırdılar. Daha sonra Ronald Fisher, Mendel genetiğini "The Genetical Theory of Natural Selection" (Doğal Seçilimin Genetik Teorisi)'ne dahil ederek popülasyon genetiğine ve gelişmeye devam eden modern evrimsel sentezi sağladı. Bilimsel keşifler Darwin'in temel görüşlerini doğrulamış ve geçerli kılmıştır.
Adının verildiği coğrafi özellikler arasında, her ikisi de Tazı Yolculuğundayken adlandırılan Darwin Sound ve Darwin Dağı ile bir sonraki yolculukta eski gemi arkadaşları tarafından adlandırılan ve sonunda Avustralya'nın Kuzey Bölgesi'nin başkenti Darwin'in yeri haline gelen Darwin Limanı bulunmaktadır. Darwin'in adı, resmi ya da gayriresmi olarak, yolculuk sırasında topladığı birçok bitki ve hayvana verildi. Londra Linne Derneği, Darwin ve Wallace'ın teorilerini yayınladıkları makalelerin 1 Temmuz 1858'de birlikte okunmasının ellinci yılını kutlamak amacıyla 1908 yılında Darwin-Wallace Madalyası vermeye başlamıştır. Daha sonraki ödüller 1958 ve 2008 yıllarında verilmiş olup, 2010 yılından bu yana madalya ödülleri yıllık olarak verilmektedir. Cambridge Üniversitesinde 1964 yılında kurulan bir yüksek lisans koleji olan Darwin Koleji, Darwin ailesinin adını taşımaktadır. 2000 yılından 2017 yılına kadar İngiltere Merkez Bankası tarafından basılan 10 sterlinlik banknotların arka yüzünde Darwin'in portresinin yanı sıra bir sinek kuşu ve HMS "Beagle" yer almıştır.
Çocukları.
Darwin ailesinin on çocuğu oldu: ikisi bebekken öldü ve Annie'nin on yaşında ölümü ebeveynleri üzerinde yıkıcı bir etki yarattı. Charles sadık bir babaydı ve çocuklarına karşı alışılmadık derecede ilgiliydi. Ne zaman hastalansalar, eşi ve kuzeni Emma Wedgwood ile paylaştığı yakın aile bağları nedeniyle akraba evliliğinden kaynaklanan zayıflıkları miras almış olabileceklerinden korkuyordu. Yazılarında akraba evliliğini incelemiş ve bunu birçok türdeki soy dışı çaprazlamanın avantajlarıyla karşılaştırmıştır.
Aralık 1856'da doğan Charles Waring Darwin, çocukların onuncusu ve sonuncusuydu. Emma Darwin doğum sırasında 48 yaşındaydı ve çocuk zihinsel olarak normalin altındaydı ve yürümeyi ya da konuşmayı asla öğrenemedi. Muhtemelen o zamanlar tıbbi olarak tanımlanmamış olan Down sendromuna sahipti. Kanıtlar, William Erasmus Darwin'in bebeğin ve annesinin karakteristik kafa şeklini gösteren bir fotoğrafı ve ailenin çocukla ilgili gözlemleridir. Charles Waring 28 Haziran 1858'de kızıl hastalığından öldü ve Darwin günlüğüne "Zavallı bebek öldü" şeklinde yazdı.
Hayatta kalan çocuklarından George, Francis ve Horace sırasıyla astronom, botanikçi ve inşaat mühendisi olarak Royal Society üyesi oldular. Üçü de şövalye unvanı aldı. Bir diğer oğlu Leonard ise asker, politikacı, ekonomist, öjenikçi ve istatistikçi ve evrimsel biyolog Ronald Fisher'ın akıl hocası oldu.
Görüşleri ve fikirleri.
Dini görüşleri.
Darwin'in aile geleneği konformist olmayan Üniteryenizm iken, babası ve büyükbabası serbest düşünürdü ve vaftizi ve yatılı okulu İngiliz Kilisesi idi. Anglikan din adamı olmak için Cambridge'e gittiğinde, "Kutsal Kitap'taki her kelimenin katı ve harfi harfine doğruluğundan en ufak bir şüphe duymadı". John Herschel'in - William Paley'in doğal teolojisi gibi - açıklamaları mucizeler yerine doğa yasalarında arayan ve türlerin adaptasyonunu tasarımın kanıtı olarak gören bilimini öğrendi. HMS "Beagle" gemisinde Darwin oldukça Ortodoks'tu ve ahlak konusunda bir otorite olarak Kutsal Kitap'tan alıntı yapıyordu. Dağılımı açıklamak için "yaratılış merkezleri" aradı ve Avustralya ve İngiltere'de bulunan çok benzer karıncaslanlarının ilahi bir elin kanıtı olduğunu öne sürdü.
Döndüğünde, Kutsal Kitap'ın tarihsel doğruluğuna dair eleştirel bir görüş dile getirdi ve bir dini diğerinden daha geçerli görmenin temelini sorguladı. Sonraki birkaç yıl içinde, jeoloji ve türlerin dönüşümü üzerine yoğun bir şekilde spekülasyon yaparken, din üzerine çok düşündü ve inançları benzer şekilde yoğun bir çalışma ve sorgulamadan gelen karısı Emma ile bunu açıkça tartıştı.
Paley ve Thomas Malthus'un teodisesi, açlık gibi kötülükleri, iyiliksever bir yaratıcının genel olarak iyi bir etkiye sahip olan yasalarının bir sonucu olarak haklı çıkarmıştır. Darwin'e göre, doğal seçilim adaptasyon gibi iyi bir şey üretmiş ancak tasarım ihtiyacını ortadan kaldırmıştır ve yumurtaları için canlı besin olarak tırtılları felç eden ichneumon yaban arısı gibi tüm acı ve ıstıraplarda her şeye gücü yeten bir tanrının eserini görememiştir. Dini, bir kabilenin hayatta kalma stratejisi olarak görmesine rağmen Darwin, nihai kanun koyucu olarak Tanrı fikrinden vazgeçmekte isteksizdi. Kötülük problemi onu giderek daha fazla rahatsız ediyordu.
Darwin, Downe papazı John Brodie Innes ile yakın arkadaşlığını sürdürdü ve kilisenin cemaat çalışmalarında önemli bir rol oynamaya devam etti, ancak yaklaşık 1849'dan itibaren ailesi kiliseye giderken Darwin pazar günleri yürüyüşe çıkıyordu. "Bir insanın hem ateşli bir teist hem de evrimci olabileceğinden şüphe etmenin saçma" olduğunu düşünüyordu ve dini görüşleri konusunda suskun olsa da 1879'da şöyle yazmıştı: "Hiçbir zaman bir Tanrı'nın varlığını inkar etme anlamında bir ateist olmadım. - Genel olarak ... agnostik olmanın ruh halimi en doğru şekilde tanımlayacağını düşünüyorum".
1915'te yayınlanan "Lady Hope Hikayesi", Darwin'in hasta yatağında Hristiyanlığa döndüğünü iddia ediyordu. Bu iddialar Darwin'in çocukları tarafından reddedilmiş ve tarihçiler tarafından da yanlış olarak nitelendirilmiştir.
İnsan toplumu.
Darwin'in sosyal ve siyasi konulardaki görüşleri yaşadığı dönemi ve sosyal konumunu yansıtıyordu. Amcası Josiah Wedgwood gibi seçim reformunu ve kölelerin azat edilmesini destekleyen Whig reformcularından oluşan bir ailede büyüdü. Darwin köleliğe tutkuyla karşı çıkarken, İngiliz fabrika işçilerinin veya hizmetlilerin çalışma koşullarında bir sorun görmüyordu.
Darwin'in uzun süre "çok hoş ve zeki bir adam" olarak hatırladığı azatlı köle John Edmonstone'dan 1826'da tahnitçilik dersleri alması, siyahların da aynı duyguları paylaştığına ve diğer ırklardan insanlar kadar zeki olabileceğine dair inancını pekiştirdi. "Beagle" yolculuğunda karşılaştığı yerli halklara karşı da aynı tutumu sergiledi.
O dönemde Britanya'da yaygın olsa da Silliman ve Bachman köle sahibi Amerika'yla olan tezatı fark ettiler. Yaklaşık yirmi yıl sonra ırkçılık İngiliz toplumunun bir özelliği haline geldi, ancak Darwin köleliğe, "sözde insan ırklarının ayrı türler olarak sıralanmasına" ve yerli halklara kötü muamele edilmesine şiddetle karşı çıkmaya devam etti.
Darwin'in HMS "Beagle"'ın ikinci yolculuğu sırasında Jemmy Button gibi Yamanalarla (Fuegyalılar) etkileşimi, yerli halklara bakışını derinden etkilemiştir. Tierra del Fuego'ya vardığında "Fuegya vahşileri" hakkında renkli bir tanımlama yapmıştır.
Yamana halkını daha ayrıntılı olarak tanıdıkça bu görüşü değişti. Darwin, Yamanaları inceleyerek farklı insan gruplarının bazı temel duygularının aynı olduğu ve zihinsel yeteneklerinin Avrupalılarla aşağı yukarı aynı olduğu sonucuna vardı. Darwin, Yamana kültürüne ilgi duymakla birlikte, 1850'lerde 32.000 kelimelik bir Yamanaca sözlüğünü inceleyene kadar onların derin ekolojik bilgilerini ve ayrıntılı kozmolojilerini takdir edemedi.
Avrupa sömürgeciliğinin genellikle yerli uygarlıkların yok olmasına yol açacağını gördü ve "sömürgeciliği doğa tarihine benzer bir evrimsel uygarlık tarihine entegre etmeye çalıştı".
Darwin'in kadınlarla ilgili görüşü, erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğünün cinsel seçilimin bir sonucu olduğu yönündeydi; bu görüşe Antoinette Brown Blackwell 1875 tarihli "The Sexes Throughout Nature" (Doğadaki Cinsiyetler) adlı kitabında karşı çıkmıştır.
Darwin, üvey kuzeni Francis Galton'ın 1865'te ortaya attığı, kalıtımın istatistiksel analizinin ahlaki ve zihinsel insan özelliklerinin kalıtsal olabileceğini ve hayvan ıslahı ilkelerinin insanlar için de geçerli olabileceğini gösterdiği iddiasından etkilenmişti. "İnsanın Türeyişi" adlı eserinde Darwin, zayıflara hayatta kalmaları ve aile kurmaları için yardım etmenin doğal seçilimin faydalarını ortadan kaldırabileceğini belirtmiş, ancak bu tür yardımları esirgemenin "doğamızın en asil parçası" olan sempati içgüdüsünü tehlikeye atacağı ve eğitim gibi faktörlerin daha önemli olabileceği konusunda uyarıda bulunmuştur.
Galton, yayıncılık araştırmalarının "doğal olarak yetenekli olanlar"dan oluşan bir "kast" içinde evlilikleri teşvik edebileceğini öne sürdüğünde, Darwin pratik güçlükleri öngörmüş ve bunun "insan ırkını geliştirmek için tek uygulanabilir, ancak korkarım ütopik bir prosedür planı" olduğunu düşünerek, sadece kalıtımın önemini duyurmayı ve kararları bireylere bırakmayı tercih etmiştir. Francis Galton, Darwin'in ölümünden sonra 1883'te bu çalışma alanına "öjeni" adını verdi ve teorileri öjenik politikaları teşvik etmek için kullanıldı.
Evrimci toplumsal hareketler.
Darwin'in ünü ve popülaritesi, adının kimi zaman yazdıklarıyla sadece dolaylı bir ilişkisi olan, kimi zaman da doğrudan kendi yorumlarına ters düşen fikir ve hareketlerle birlikte anılmasına yol açmıştır.
Thomas Malthus, kaynakların ötesindeki nüfus artışının, insanların üretken bir şekilde çalışmasını ve aile kurmada itidal göstermesini sağlamak için Tanrı tarafından emredildiğini savunmuştu; bu 1830'larda çalışma evlerini ve laissez-faire ekonomisini haklı çıkarmak için kullanıldı. Evrimin o zamana kadar sosyal etkileri olduğu düşünülüyordu ve Herbert Spencer'ın 1851 tarihli "Social Statics" kitabı insan özgürlüğü ve bireysel özgürlükler hakkındaki fikirlerini Lamarkçı evrim teorisine dayandırıyordu.
"Türlerin Kökeni" 1859'da yayınlandıktan kısa bir süre sonra, eleştirmenler onun varoluş mücadelesi tanımını dönemin İngiliz sanayi kapitalizmi için Malthusçu bir gerekçe olarak alay ettiler. "Darwinizm" terimi, Spencer'ın serbest piyasa ilerlemesi olarak "en iyinin hayatta kalması" ve Ernst Haeckel'in insan gelişimine dair poligenistik fikirleri de dahil olmak üzere başkalarının evrimsel fikirleri için kullanıldı.
Yazarlar doğal seçilimi; laissez-faire köpek-yiyen-köpek kapitalizmi, sömürgecilik ve emperyalizm gibi çeşitli ve çoğu zaman çelişkili ideolojileri savunmak için kullandılar. Ancak Darwin'in bütüncül doğa görüşü "bir varlığın diğerine bağımlılığını" da içeriyordu; bu nedenle pasifistler, sosyalistler, liberal sosyal reformcular ve Pyotr Kropotkin gibi anarşistler tür içinde mücadeleden ziyade işbirliğinin değerini vurguladılar. Darwin'in kendisi de sosyal politikaların sadece doğadaki mücadele ve seçilim kavramları tarafından yönlendirilmemesi gerektiğinde ısrar etmiştir.
1880'lerden sonra, biyolojik kalıtım fikirleri üzerine bir öjeni hareketi gelişti ve fikirlerini bilimsel olarak gerekçelendirmek için Darwinizmin bazı kavramlarına başvurdular. İngiltere'de çoğu kişi Darwin'in gönüllü gelişim konusundaki ihtiyatlı görüşlerini paylaşıyor ve "pozitif öjeni" ile iyi özelliklere sahip olanları teşvik etmeye çalışıyordu.
"Darwinizmin Tutulması" sırasında, Mendel genetiği tarafından öjeni için bilimsel bir temel sağlandı. "Akılsızları" ortadan kaldırmaya yönelik negatif öjeni Amerika, Kanada ve Avustralya'da popülerdi ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki öjenik, zorunlu kısırlaştırma yasaları getirdi ve bunu diğer birkaç ülke izledi. Daha sonra, Nazi öjeniği bu alanın itibarını zedelemiştir.
"Sosyal Darwinizm" terimi 1890'lardan itibaren seyrek olarak kullanılmış, ancak 1940'larda Richard Hofstadter tarafından William Graham Sumner gibi reform ve sosyalizme karşı çıkanların laissez-faire muhafazakarlığına saldırmak için kullanıldığında aşağılayıcı bir terim olarak popüler hale gelmiştir. O zamandan beri, evrimin ahlaki sonuçları olduğunu düşündükleri şeylere karşı çıkanlar tarafından bir istismar terimi olarak kullanılmaktadır.
Çalışmaları.
Darwin üretken bir yazardı. Evrim üzerine çalışmaları yayınlanmasaydı bile, "Tazı Yolculuğu"'nun yazarı olarak, Güney Amerika üzerine kapsamlı yayınlar yapmış ve mercan adalarının oluşumuna dair bulmacayı çözmüş bir jeolog olarak ve midyeler üzerine nihai çalışmayı yayınlamış bir biyolog olarak hatırı sayılır bir üne sahip olacaktı. "Türlerin Kökeni" çalışmaları hakkındaki algılara hakim olsa da "İnsanın Türeyişi" ve "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" de önemli bir etkilere sahipti ve "Bitkilerde Hareket Gücü" de dahil olmak üzere bitkiler üzerine yazdığı kitaplar, "Solucanlar" adındaki son çalışması gibi büyük önem taşıyan yenilikçi çalışmalardı.
Notlar.
. Robert FitzRoy yolculuktan sonra Kuysal Kitap'ın gerçekçiliği ile tanınacaktı, ancak o sırada Lyell'in fikirlerine büyük ilgi duyuyordu ve yolculuktan önce Lyell Güney Amerika'da gözlemler yapılmasını istediğinde tanıştılar. FitzRoy'un Patagonya'da Santa Cruz Nehri'ne tırmanışı sırasında tuttuğu günlüğünde düzlüklerin yükseltilmiş kumsal olduğu düşüncesi kayıtlıydı, ancak dönüşte çok dindar bir hanımla yeni evlenmişti ve bu fikirlerinden vazgeçti.
. Türlerin Kökeni'nin XIII. bölümünün "Morfoloji" kısmında Darwin, insanlar ve diğer memeliler arasındaki homolog kemik yapıları hakkında yorumda bulunarak şunları yazmıştır "Kavramak için şekillendirilmiş bir insan elinin, kazmak için şekillendirilmiş bir köstebeğin, atın bacağının, yunusun küreğinin ve yarasanın kanadının aynı model üzerine inşa edilmiş olmasından ve aynı kemikleri aynı göreceli konumlarda içermesinden daha ilginç ne olabilir?" ve sonuç bölümünde: "İnsanın elinde, yarasanın kanadında, domuzbalığının yüzgecinde ve atın bacağında aynı olan kemiklerin iskeleti... yavaş ve hafif ardışık değişikliklerle kendilerini soy teorisinde hemen açıklar."
Darwin, "Türlerin Kökeni" adlı kitabının sonunda insanın kökenlerinden bahsederken şöyle diyordu: "Uzak gelecekte çok daha önemli araştırmalar için açık alanlar görüyorum. Psikoloji yeni bir temele, her zihinsel gücün ve kapasitenin aşamalı olarak edinilmesi gerekliliğine dayanacaktır. İnsanın kökenine ve tarihine ışık tutulacaktır."
"Bölüm VI: Teorideki Zorluklar" başlıklı yazısında cinsel seçilim konusuna değinmiştir: "Aynı amaçla, insan ırkları arasında çok belirgin olan farklılıklara da değinebilirdim; bu farklılıkların kökenine, esas olarak belirli bir tür cinsel seçilim yoluyla biraz ışık tutulabileceğini ekleyebilirim, ancak burada bolca ayrıntıya girmeden akıl yürütmem anlamsız görünecektir."
Darwin, 1871 tarihli "İnsanın Türeyişi" adlı eserinde ilk pasajı ele almıştır: "Uzun yıllar boyunca insanın kökeni ya da türeyişi üzerine notlar topladım; bu konuda herhangi bir yayın yapma niyetim yoktu, daha ziyade görüşlerime karşı önyargıları artırmaktan başka bir işe yaramayacağını düşündüğüm için yayınlamamaya kararlıydım. 'Türlerin Kökeni' kitabımın ilk baskısında, bu çalışmayla 'insanın kökenine ve tarihine ışık tutulacağını' belirtmek bana yeterli göründü; ve bu, insanın bu dünyada ortaya çıkış biçimine ilişkin herhangi bir genel sonuca diğer organik varlıklarla birlikte dahil edilmesi gerektiğini ima eder." 1874'teki ikinci baskıya yazdığı önsözde, ikinci noktaya bir atıfta bulunmuştur: "Bazı eleştirmenler tarafından, insandaki yapının birçok ayrıntısının doğal seçilim yoluyla açıklanamayacağını fark ettiğimde, cinsel seçilimi icat ettiğim söylenmiştir; bununla birlikte, 'Türlerin Kökeni'nin ilk baskısında bu ilkenin oldukça açık bir taslağını verdim ve orada bunun insan için geçerli olduğunu belirttim."
. Örneğin Deborah M. De Simone'un WILLA cilt 4, Charlotte Perkins Gilman and the Feminization of Education adlı kitabına bakınız: "Gilman, Darwin'in Türlerin Kökeni'nin neden olduğu "entelektüel kaos" döneminde olgunlaşan düşünürler kuşağıyla birçok temel eğitim fikrini paylaşmıştır. Bireylerin insani ve toplumsal evrimi yönlendirebileceği inancının damgasını taşıyan pek çok ilerici, eğitimi toplumsal ilerlemeyi ilerletmek ve kentleşme, yoksulluk ya da göç gibi sorunları çözmek için her derde deva olarak görmeye başladı."
. Örneğin, Gilbert ve Sullivan'ın Prenses Ida'sında yer alan ve erkeğin (ama kadının değil!) insansıdan geldiğini anlatan "Yüksek soylu bir hanımefendi" şarkısına bakınız.
. Darwin'in siyahların Avrupalılarla aynı temel insanlığa ve birçok zihinsel benzerliğe sahip olduğuna dair inancı, 1826'da John Edmonstone'dan aldığı derslerle pekişti. "Beagle" yolculuğunun başlarında Darwin, FitzRoy'un köleliği savunmasını ve övmesini eleştirdiğinde neredeyse gemideki konumunu kaybediyordu. Evine, "seçimlerde de görüldüğü gibi genel hissiyatın Köleliğe karşı ne kadar istikrarlı bir şekilde yükseldiğini" yazdı. Köleliği tamamen ortadan kaldıran ilk Avrupa ülkesi olması İngiltere için ne kadar gurur verici bir şey! İngiltere'den ayrılmadan önce, köleci ülkelerde yaşadıktan sonra tüm fikirlerimin değişeceği söylenmişti; bildiğim tek değişiklik, zenci karakteri hakkında çok daha yüksek bir tahminde bulunmak." Fuegolularla ilgili olarak, "vahşi ve medeni insan arasındaki farkın ne kadar geniş olduğuna inanamazdı: insanda daha büyük bir gelişme gücü olduğu için vahşi ve evcil bir hayvan arasındaki farktan daha büyüktür", ancak Jemmy Button gibi medeni Fuegoluları tanıyor ve seviyordu: "Tüm iyi özelliklerini düşündüğümde, burada ilk karşılaştığımız sefil, aşağılanmış vahşilerle aynı ırktan olması ve şüphesiz aynı karaktere sahip olması bana yine de harika geliyor."
"İnsanın Türeyişi" kitabında, "sözde insan ırklarının ayrı türler olarak sıralanmasına" karşı çıkarken, Fuegoluların ve Edmonstone'un zihinlerinin Avrupalılarınkine benzerliğinden bahsetmiştir.
Yerli halka kötü muamele edilmesini reddetti ve örneğin Patagonyalı erkek, kadın ve çocuklara yönelik katliamlar hakkında şunları yazdı: "Buradaki herkes bunun en adil savaş olduğuna tamamen ikna olmuş durumda çünkü bu, barbarlara karşı yapılıyor. Bu çağda, uygar bir Hristiyan ülkesinde böyle bir vahşetin işlenebileceğine kim inanır?"
. Genetikçiler insan kalıtımını Mendel genetiği olarak incelerken, öjenik hareketler Birleşik Krallık'ta sosyal sınıfa, Amerika Birleşik Devletleri'nde ise engellilik ve etnik kökene odaklanarak toplumu yönetmeye çalışmış, bu da genetikçilerin bu hareketi pratik olmayan bir sahte bilim olarak görmesine yol açmıştır. Gönüllü düzenlemelerden "negatif" öjeniye geçiş, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki zorunlu kısırlaştırma yasalarını içeriyordu ve Nazi Almanyası tarafından şiddetli ırkçılık ve "ırksal hijyen"e dayalı Nazi öjeniğinin temeli olarak kopyalandı.( )
. David Quammen, "Darwin'in bu gizli botanik çalışmalarına yöneldiği teorisi - sağlam ampirik, ihtiyatlı bir şekilde evrimsel, ancak 'korkunç bir sıkıcı' olan birden fazla kitap üretti - en azından kısmen maymunlar, melekler ve ruhlar hakkında kavga eden yaygaracı tartışmacıların onu yalnız bırakması için..." diye yazıyor. David Quammen, "The Brilliant Plodder" (review of Ken Thompson, "Darwin's Most Wonderful Plants: A Tour of His Botanical Legacy", University of Chicago Press, 255 pp.; Elizabeth Hennessy, "On the Backs of Tortoises: Darwin, the Galápagos, and the Fate of an Evolutionary Eden", Yale University Press, 310 pp.; Bill Jenkins, "Evolution Before Darwin: Theories of the Transmutation of Species in Edinburgh, 1804–1834", Edinburgh University Press, 222 pp.), "The New York Review of Books", vol. LXVII, no. 7 (23 April 2020), pp. 22–24. Quammen, quoted from p. 24 of his review.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7558",
"len_data": 65621,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.04
}
|
Vladimir Kramnik (d. 25 Haziran 1975), Rus satranç büyükustası. 2000 yılında Londra'da Garri Kasparov'u 16 oyunluk bir maçta yenmiştir. Bu maç FIDE için resmi bir dünya şampiyonası maçı olmasa da, genel olarak böyle kabul edildiğinden, kendisi 2000 yılından beri dünya satranç şampiyonu olarak kabul edilmektedir. Kasparov bu maçın ardından 2005 yılında satrancı bıraktığını açıklamıştır.
Yirmi yıla yakın zamandır satranç dünyası iki ayrı kuruluş ile temsil edilmekte ve bu iki kuruluşun iki ayrı Dünya şampiyonası süre gelmekteydi. Bu şampiyonalar sonucunda "Klasik Satranç Dünya Şampiyonu" ve "FIDE Dünya Şampiyonu" olmak üzere iki ayrı satranç şampiyonluk unvanı alınmaktaydı. 2000 yılında Kasparov'u yenerek Klasik Dünya Satranç şampiyonu olan Rus Kramnik ile FIDE Dünya şampiyonu olan Bulgar Veselin Topalov 2006 yılında birleştirilen ve bu yıl ilk defa Elista'da düzenlenen Dünya Satranç Şampiyonası'nda 12 oyunluk maçta kozlarını paylaştılar. 6-6 berabere biten oyunların ardından yirmibeşer dakikalık uzatma maçlarında 2.5-1.5 farkla kazanan yeni birleştirilmiş satranç dünya şampiyonu Kramnik oldu. Kramnik bu unvanını 2007 yılında Viswanathan Anand'a yenilerek kaybetti. 2008 Dünya Satranç Şampiyonası'nda unvanını geri kazanmak için Anand'a meydan okudu, ancak kaybetti. Yine de en iyi oyuncu olarak kaldı; Ekim 2016'da 2817 ile en yüksek reytinge ulaştı ve bu da onu tüm zamanların en yüksek reytingli sekizinci ortak oyuncusu yapıyor.
Kramnik, Ocak 2019'da profesyonel bir satranç oyuncusu olarak emekli olduğunu kamuoyuna duyurdu. Çocuklar için satranç ve eğitim ile ilgili projelere odaklanmayı planladığını belirtti.
Özel hayatı.
30 Aralık 2006'da Kramnik, Fransız gazeteci Marie-Laure Germon ile evlendi. Düğünleri Paris'teki Alexander Nevsky Katedrali'nde gerçekleşti. İki çocukları var: kızı Daria ve oğlu Vadim Vladimirovich. Cenevre'de ikamet ediyorlar.
Kramnik'e nadir görülen bir artrit türü olan ankilozan spondilit teşhisi kondu. Oynarken ona büyük fiziksel rahatsızlık veriyor. Ocak 2006'da Kramnik, artritinin tedavisi için Wijk aan Zee'deki Corus Satranç Turnuvasını atlayacağını duyurdu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7559",
"len_data": 2117,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.49
}
|
Kıbrıs (Akadca ve Hititçe: 𒀀𒆷𒅆𒅀 "Alaşiya;" Yunanca: Κύπρος, "Kipros"), Güneybatı Asya'da bulunan ve Akdeniz'deki Sicilya ve Sardinya'dan sonra gelen üçüncü büyük adadır. Kıbrıs Cumhuriyeti, Birleşik Krallık'a bağlı üs bölgeleri dışında "de jure" olarak adanın tamamını, fiilî olarak adanın %59'luk güney kesmini yönetir. 1974'ten beri "de facto" olarak ikiye bölünmüş olan adanın kuzeyinde yer alan %36'lık bölgesinde günümüzde yalnızca Türkiye tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bulunur.
Kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye, doğusunda 112 km mesafe ile Suriye, 267 km ile İsrail, 162 km ile Lübnan; güneyinde 418 km ile Mısır; kuzeybatısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır.
Ada, Akdeniz'in doğusunda 34,33 ve 35,41 Kuzey enlemleri ve 32,23 ve 34,55 Doğu boylamları arasında yer almaktadır.
Etimoloji.
"Kipros" ismi konusunda birçok etimolojik kaynak vardır. Türkçede "Kıbrıs", Arapçada "Kubrus (Kubruş)", Batı ülkelerinde "Cyprus, Cypre, Chypre, Gipros" ve "Cypern" olarak isimlendirilmiştir. Hitit kaynaklarında "Alaşya" diye geçmektedir.
Mısırlılar "Asi", Asurlularda "Yatnana", İbrani halkları tarafından da "Kittim" diye adlandırılmıştır. "Kypros" adı ile ilk defa İyonyalı araştırmacı Homeros tarafından kullanılmıştır. En çok kabul edilen düşünce ise Kıbrıs metali veya Kıbrıs bakırı anlamına gelen Latince "aes Cyprium" ya da kısaltılmış şekli ile "Cuprum" kelimelerinden geldiğidir.
Yunan mitolojisinde güzellik ve aşk tanrıçası olarak kabul edilen Afrodit'in adanın Baf bölgesi'nde Petra tou Romiou adlı yerde doğduğuna inanıldığı için "Afrodisia" ve "Amatosia" olarak da anılmaktadır. Kıbrıs'ın doğal zenginlikleri nedeni ile Yunanca "kutsanmış" anlamına gelen "Makaria" ismi de kullanılmıştır.
Nüfus dağılımı.
1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken yapılan nüfus sayımına göre adanın toplam nüfusunun %82'i Rum, %18'u Türk'tü. 1980'lere kadar adada çok az nüfusla İngiliz, Ermeni ve Maruni toplulukları da bulunmakta idi. Özellikle 1983 yılında KKTC'nin ilanından sonra Türkiye'nin çeşitli bölgelerinden adaya göçler ile adadan başta Türkiye, İngiltere, Avustralya ve ABD'ye olmak üzere yapılan göçler yüzünden demografik yapı değişmiş ve adanın kuzeyindeki yerli Kıbrıslı Türk olmayan, "Türkiye kökenli" kişilerin sayısı artmıştır.
Coğrafya.
Adanın başlıca yüzey şekilleri, kuzeyde denize paralel uzanan Girne Dağları ile adanın büyük kısmını kaplayan ve en yüksek noktasının bulunduğu güneydeki Karlı Dağ'dır (1952m). Karpaz Yarımadası, adanın kuzey doğusunda yer alır. Adanın güney ve doğu kıyılarında Larnaka Tuz Gölü gibi ufak tuz gölleri vardır. Ekilebilen %45'lik verimli arazinin %20'si sulanmaktadır.
Bitki Örtüsü.
Turunçgiller, zeytingillerin yanı sıra, makilik ve bodur ağaçlar Kıbrıs'ın genel bitki örtüsünü oluşturur.
Yaygın orman tipi ağaç türleri çam, servi, meşe ve sonradan adada yetiştirilen okaliptüstür. Kıbrıs'ta Gramineae otu da dâhil 150'ye yakın değişik türde, doğal olarak yetişen tahmini 1900 çeşit çiçekli bitki bulunmaktadır. Dünyada bilinen orkide türlerinden 30 kadarı Kıbrıs'ta yetişmektedir.
Fauna.
Kıbrıs gerek adada yaşayan, gerekse kıtalar arasında göç eden hayvanları barındırması özelliğiyle zengin hayvan türüne sahip bir adadır. Kuzey Kıbrıs coğrafik konumundan dolayı Afrika ve Doğu Avrupa arasında kuşların konaklama ve yumurtlama merkezidir. Adadaki 350 türden 7'si endemiktir, yani salt bu adada bulunur. Ayrıca 26 farklı çeşit sürüngen ve amfibyum da yaşamaktadır.
Kıbrıs'ın eşsiz sahilleri ayrıca Akdeniz'de nesli tükenmekte olan "caretta caretta" ve "chelonia mydas" kaplumbağaları için uygun yumurtlama merkezleridir.
Karpaz Millî Parkı'nda 250 civarında yabani eşek bulunmaktadır.
Tarih.
Tarih öncesi çağlar.
Kıbrıs'a insanların yerleşiminin M.Ö. 10000 yıllarını bulduğu tahmin edilmektedir. Adanın güneyinde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde ilk insan yerleşimcilerinin M.Ö. 9000 yıllarında bazı yapılar bıraktıkları görülmüş ve Cilalı Taş Devri döneminde buralara yerleştikleri anlaşılmıştır. Ayrıca ilk yerleşimcilerin Anadolu'dan gelmeye başladıkları, M.Ö. 7000 tarihlerinde de Filistin, Lübnan ve Suriye üzerinden de insanların buraya geldikleri tahmin edilmektedir. Kıbrıs'a Anadolu üzerinden gelen kişiler kıyı bölgelerinde toplu yerleşim bölgeleri kurmuşlardır. İlk yerleşimcilerin Anadolu üzerinden gelen insanlar olduğu tezi ise, bazı tarihî yerleşim bölgelerindeki eserlerin birbirlerine benzemesinden dolayı iddia edilmektedir.
Kıbrıs'ın Tunç Çağı'na geçiş dönemiyle birlikte yaşam biçimleri değişmiş ve insan toplulukları dağların etekleri ile ovalara yerleşmeye başlamıştır. M.Ö. 6000 ve daha sonra adaya gelen insan toplulukları çanak, çömlek, testi, bardak gibi kilden kaplar yapabilme sanatını buraya getirmişlerdir. Bu dönemde Kıbrıs halkları çanak ve çömlekçilikte kendilerine has stiller ve tasarımlar üretmeyi başarmıştır. Bu zamana ait ortaya çıkarılan iki yerleşim biriminden biri kuzey sahilinde Girne'nin 10 kilometre doğusunda kalan "Vrisi" harabeleri, diğeri de Limasol ve Lefkoşa arasında kalmış bulunan "Kirokitia" denilen harabelerdir.
Kıbrıs'ta M.Ö. 3000 yıllarında bakır madeninin çıkarılması ile birlikte insanlar bu madeni işlemeyi öğrenerek günlük hayatta kullanılabilecek aletler yapmaya başlamış ve Mısır, Suriye, Filistin üzerinden Mezopotamya halklarının adaya gelmeye başlaması ile birlikte ticari yaşamda faal duruma geçmiştir. Bu dönemin yerleşim izleri Lapta'da görülmüş ve Pigades Tapınağı, Tumba Tu Skuru Mezarları, Karmi Tunç Çağı Mezarlığı, Enkomi Tapınağı bu devrin en önemli yapıtlarından birkaçıdır. Ayrıca Mağusa'nın kuzey doğusunda kalan "Enkomi" kalıntıları bu çağda gelişen ticaretin merkez şehirlerinden biri olmuştur.
Demir Çağı'ndaki aletlerin ve eserlerin çoğu Anadolu kaynaklıdır. Milattan önceki dönemin en zor şart bu dönemde yaşanmıştır. Geliştirilen ve öğrenilen yazı türlerinin çoğu unutulmaya başladığı tahmin edilir. Bunlara rağmen adaya yeni gelen insanlarla kültürel etkileşim devam etmiştir. Salamis ve Soli gibi yeni yerleşim bölgeleri kurulmuştur.
Bu tarihî dönemlerde bulunan taş tabak ve kaplar, pişmiş toprak kaplar, küçük topraktan yapılmış heykeller, idollar, altın ve gümüş takılar, balta ve silahlar, tunç, demirden yapılmış ok, bıçak, mızrak gibi arkeolojik kazılarla bulunmuş eserler, dünya üzerinde birçok müzede sergilenmektedir.
Eski Çağdan Osmanlı'ya.
Kıbrıs halkları M.Ö. 1500 yıllarına kadar bağımsız yapılı mahalli idare şeklinde yaşamaktaydı. Mısır ile yapılan ekonomik ve siyasi ilişkiler sonucunda MÖ 1500-1450 yılların kesin olarak III. Tutmosis döneminde Mısır İmparatorluğu'nun egemenliğine girdi. M.Ö. 1320'ye kadar Hititler ve Mısırlıların mücadelelerine sahne olduktan sonra Hititler M.Ö. 1200'lü yıllara kadar Kıbrıs'ı kendi idaresi altında tutmuştur. Bu dönemde Hitit uygarlığı adayı sürgün alanı ve bakır ihtiyaçlarını karşılamak için kullandı.
Hitit uygarlığından sonra Mısır firavunu III. Ramses döneminde yeniden Mısır hâkimiyeti altına girdi. Bu dönemde Dor istilası sebebiyle Ege Denizi'ndeki adalardan ve Anadolu'dan gelen bazı halklar Kıbrıs Adası'nda koloni yapılanmasına girdi. M.Ö. 1000 senelerinde ise bu kolonilerin birçoğunu elinde bulunduran Fenikeliler adanın tamamının hâkimiyetine sahip oldular. Fenikeliler'in hâkimiyeti M.Ö. 709'da Asurluların Kıbrıs'ı ele geçirmesi ile son buldu. Bu tarihte Kıbrıs'ta bulunan koloni yönetimleri bir araya gelerek Asur hakimiyetini tanımış ve yaptıkları anlaşma ile vergi vermeye başlamışlardır.
Asur yönetimi M.Ö. 669'da sona erdikten sonra Kıbrıs, bir müddet bağımsız olarak varlığını sürdürdü. M.Ö. 570 tarihlerinde yeniden Mısır'ın yirmi altıncı hanedanının firavunu II. Amasis döneminde Mısır hâkimiyetine girdi. Bu dönemde Mısırlıların etkisi kıyafet ve çömlekçilikte görülmüştür. Ahameniş Pers Kralı II. Kambises M.Ö. 525'te Mısır'ı ele geçirince Kıbrıs da Pers hâkimiyetine girmiş oldu. Asur ve Mısırlılar dönemlerinde de olduğu gibi Kıbrıs koloni yönetimleri vergi vermeye devam etmiştir. Ağır vergiler yüzünden birçok kez koloni (veya krallık) yönetimleri ayaklanmıştır. Makedonyalı Büyük İskender'in M.Ö. 333'te Perslere karşı kazandığı İssus Savaşı'ndan sonra Kıbrıs'ta, Antik Yunanistan hâkimiyeti başlamış ve Büyük İskender, krallıklara kuşatma sırasında yardımcı oldukları için özerklik tanımıştır.
M.Ö. 323 yılında Babil'de Büyük İskender'in ölmesi ile birlikte Makedonya İmparatorluğu parçalanmış ve sonucunda onun ardıllarından olan Ptolemaios Hanedanlığı'nın egemenliğine girmişti. Pitolemeler döneminde Kıbrıs, yarı bağımsız statüsüyle Mısır'a bağlandı. M.Ö. 58'e doğru Roma Cumhuriyeti'nin Genç Cato tarafından fethedilerek ada, Provincia Cyprus oldu. Kleopatra ve Marcus Antonius Kıbrıs'ı elde ettiyse de Aktium Deniz Muharebesi'nde (M.Ö. 31) yenilince M.Ö. 30'da tekrar Roma Cumhuriyeti'nin hâkimiyetine girdi. M.Ö. 22'den itibaren Roma İmparatorluğu'nun senatolu eyaleti oldu.
M.S. 394 yılında imparatorluğun parçalanması sonucunda Bizans İmparatorluğu'nun Fenike, Filistin, Suriye ve Kilikya'ya bağlı bir ili hâline getirildi. Bizans hâkimiyeti ile Kıbrıs Adası'nda büyük değişiklikler meydana gelmiş, Hristiyanlığın doğuşunda bu dini ilk kabul eden Roma vilayetlerinden biri olmuş ve Kıbrıs Ortodoks Kilisesi kurulmuştur. Kilise, İmparator Zeno'nun döneminde bağımsız statüye kavuşmuştu. Hristiyanlığın etkisi ile şehirlerinde önemli yapılar meydana getirilmiş ve "Salamis" şehrinin adı "Constantia" olarak değiştirilmiştir.
Kıbrıs adasına denizden ilk Arap hücumu Osman bin Affan halife iken Şam'da vali olan Muaviye'nin isteğiyle 649 yılında oldu. Bu seferde Araplar o zaman Herakleios Hanedanı'ndan II. Konstans'ın imparatorluk döneminde, Bizans İmparatorluğu'nun Kıbrıs valisinin merkezi olan "Salamis/Constantia"'yı kısa süren bir kuşatma sonucu ellerine geçirdiler ve limanı ve liman hizmetleri tesislerini battal ettiler. Adaya ikinci Arap Emevi hücumu, daha önceki yapılan antlaşmayı bozarak, yine Osman bin Affan halife iken Muaviye'nin Şam'da Suriye Eyaleti valiliği sırasında, MS 654'te olmuştur. Bu sefer 500 kadar gemi ile gelen Arap donanması ve adaya çıkan Arap askerleri adayı idareleri altına almıştır. Bu donanma adanın fethini bitirdikten sonra adada 12.000 askeri garnizon bırakmıştır. Bu garnizon adadaki Müslüman ahalinin ve Müslüman etkilerin başlangıcını teşkil etmiştir.
688'de Bizans İmparatoru II. Justinianos ile Emevi Halifesi I. Abdülmelik, kendilerinden daha önceki İmparator IV. Konstanios ve Halife Muaviye zamanında yapılan antlaşmaya atıf yaparak, aralarında Kıbrıs üzerinde bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmaya göre Bizans Emevi halifelerine eskisi gibi yılda 1.000 Bizans altını tazminat ödeyecek ve bunun yanında, ek olarak o yıl içinde olan cuma günü sayısı kadar (yaklaşık 50 küsur) atı ve esiri tazminat olarak verecekti. Kıbrıs'tan alınan vergiler eşit olarak iki taraf arasında bölüşülecekti. Bunu başarmak için de Kıbrıs adası askerden arınacak ve iki tarafın da atadığı valiler ile ortak olarak nispeten özerk olarak idare edilecekti. Böylece Kıbrıs Adası 688'den 868'e kadar bir Kıbrıs Arap-Bizans Kondominiyumu olarak idare edilmiştir. 868'de Bizans İmparatorluğu, meşru imparator III. Mihail'i tahttan indirip öldüren Makedonyalılar Hanedanı'nın kurucusu olan köylü asıllı I. Basileios'un eline geçti. Bu imparator hemen Araplara karşı savaş açtı ve Araplarla 280 yıldır birlikte hareket ederek Kıbrıs Adası'nın kondominiyum olarak idaresi, Bizans imparatoru için uygun gelmediği için hemen Bizanslı generallerden Aleksios Kıbrıs'ı fetih için gönderildi ve kondominiyum idaresi böylece 866'da sona erdi.
Fakat Bizans idaresi uzun sürmedi ve bu sefer Kıbrıs'ın idaresi doğrudan doğruya Arapların eline geçti. Kıbrıs adasında bu Arap iktidarı X. yüzyıla kadar sürdü. Bizans İmparatoru II. Nikiforos'ın 964-966 yıllarında Suriye üzerine 40.000 kişilik bir orduyla sefere çıkması sırasında yüksek patrisiyen sınıflı general Nikitas, Kıbrıs'ı ele geçirip tekrar Bizans idaresi altına almasına neden oldu. Bundan sonra 966 ile 1191 arasında Kıbrıs, bir Bizans İmparatorluğu parçası olarak Bizanslılar tarafından idare edildi.
Üçüncü Haçlı Seferi sırasında İngiltere Kralı I. Richard tarafından 1191 yılında Kıbrıs'ın alınmasından sonra Kıbrıs halkının bu yönetimi beğenmeyip ayaklanmaları üzerine ada Tapınak Şövalyeleri'ne satıldı. Bu yönetimden de memnun olmayan Kıbrıs halkları 1192 tarihinde Beşparmak Dağları'nda isyan etmeleriyle ada üzerinde daha fazla kalamayacaklarını düşünen Tapınak Şövalyeleri, adayı I. Richard'a geri verdi. I. Richard, Kudüs Kralı Guy de Lusignan'ı Kıbrıs Krallığı'na getirdi. Guy de Lusignan, Filistin'den getirdiği adamları ile Lüzinyan Hanedanlığı'nı kurarak yaklaşık 300 yıl Kıbrıs'ın bu hanedanlık tarafından yönetilmesini sağladı. Kıbrıs Krallığı 14. yüzyılda Cenevizli tüccarların eline geçti. 1426 yılında Memlüklüler adayı kendilerine bağladılar. 1489'da da son kraliçe Caterina Cornaro'nun adayı Venediklilere satmasıyla Kıbrıs Krallığı son buldu.
Osmanlı dönemi.
Kıbrıs 1571 yılında adadaki 60 bin askerlik güç ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. Yeniçeriler'in adaya yerleşmeleri ile Antik Çağ'dan beri ilk kayda değer nüfus değişimi yapılmıştır.
Osmanlılar Kıbrıs'ta feodal sistemi kaldırıp millet sistemini uyguladı. Adanın imar ve iskânı için, 21 Eylül 1571 tarihli Padişah fermanı ile Karaman Eyaleti'nin belli şehir ve köylerinden adaya mecburi iskan yapılması kararlaştırıldı ve adaya Türkler yerleştirilmeye başlandı. Dört sancağa (Lefkoşa, Mağusa, Girne ve Baf) bölünen Kıbrıs, bir eyalete dönüştürüldü ve adada Karaman Eyaleti kanunlarının yürürlüğe konulması kararlaştırıldı. Bu sistem altında Gayrimüslimler kendi dini yetkilileri tarafından yönetildi. Latin egemenliğindeki dönemin aksine, Kıbrıs Kilisesi bağımsızlığa kavuşarak Kıbrıs Rumları'nın başı olarak tayin edilmiş, Hristiyan Rum Kıbrıslılar ve Osmanlı yönetimi arasında aracı olarak faaliyet göstermiştir. Bu hal, Kıbrıs Kilisesi'nin Roma Katolik Kilisesi'nin devamlı tecavüzünden kurtulmasına vesile olmuştur.
Girit Savaşı sonrasında Kıbrıs Eyaleti'nin yönetimi 1670 yılında Ege Adaları ve Girit'le birlikte Kaptanpaşalık'a bağlandı.
1745-1814 döneminde, Müslüman Türk Kıbrıslılar, Kıbrıs adasında Hristiyan Rum Kıbrıslılara karşı çoğunluğu oluşturmaktaydı (bu dönemde, Türk Kıbrıslıların sayısı ada nüfusunun %75'ine kadar çıktı) (Drummond, 1745: 150.000'e 50.000; Kyprianos, 1777: 47.000'e 37.000; De Vezin, 1788-1792: 60.000'e 20.000; John M. Kinneir 1814: 35.000'e 35,000).
1878 yılında Osmanlı'dan 'Ruslara karşı yardım' vaadiyle yıllık yaklaşık 92.000 altın karşılığında ada Birleşik Krallık tarafından kiralandı. Daha sonra Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı’na girmesi gerekçe gösterilerek Birleşik Krallık tarafından ilhak edildi.
Birleşik Krallık dönemi.
93 Harbi'nde Rus İmparatorluğu karşısında yenilen Osmanlı, Ruslara karşı fazla ödün vermemek amacıyla, Birleşik Krallık'ın isteği üzerine Berlin Antlaşması kapsamında 92.799 sterlin karşılığında adayı 4 Haziran 1878 tarihinden itibaren imzalanan Kıbrıs Sözleşmesi ile kiralandı. Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, yönetim tamamen Birleşik Krallık'a geçti. Birleşik Krallık adayı "Komiser" diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare etmiştir. 1914'te başlayan I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Birleşik Krallık karşısındaki Almanya'nın yanında savaşa girmesi üzerine Birleşik Krallık adayı 5 Kasım 1914'te ilhak edip adaya vali tayin etti. 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi gereğince, Birleşik Krallık'a ilhakı tanındı. 1925 yılında Kıbrıs "Crown Colony" olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı.
Ekim 1931'den itibaren Rumlar Enosis isteğiyle ayaklandı, Rumlar'ın Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklanması sonucu Birleşik Krallık'ın politikası sertleşti. Yunan ve Türk tarihinin okutması, iki ülkenin bayraklarının kullanılması ve Yunan ya da Türk ulusal kahramanlarının resimlerinin sergilenmesi yasaklandı.
Ocak 1950 tarihinde Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum düzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın %90'ı Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi olan enosis lehinde oy verdi. 1955'te Kıbrıslı Rumların kurduğu EOKA örgütü Birleşik Krallık kuvvetlerini adadan çıkarmak için silahlı eylemlere başladı. Bu zaman zarfında Kıbrıs Türkleri de silahlanmaya başladı ve Birleşik Krallık adanın tüm bölümünü kontrolde tutmakta zorlanıyordu. Bu tarihten itibaren taksim isteğinde bulunan Türkler ile enosis isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı.
1960 sonrası.
Ada, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık kazanmıştır. 1974'te Yunan darbesinin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gerçekleştirdiği harekât sonucu adanın kuzeyinde de facto olarak tek yanlı Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuş, bu devlet sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını almıştır.
24 Nisan 2004 tarihinde Birleşmiş Milletler genel sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan birleşme planı adada referanduma sunulmuştur. Kuzey Kıbrıs plana %35'e karşı %65'le “evet” deyip kabul ederken, Güney Kıbrıs %25'e karşı %75 ile “hayır” deyip kabul etmemiştir.
1 Mayıs 2004 tarihinde adanın Rumlar tarafından yönetilen güney kesimi adanın tamamını temsilen, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla Avrupa Birliği'ne katılmıştır.
İklim.
Kıbrıs, Mayıs ayının ortasından ekim ortasına kadar uzun yazları ve kısa sonbahar ve ilkbahar mevsimleriyle ayrılan Aralık ve Şubat ayları arasında ılık geçen kışları ile yoğun bir Akdeniz iklimine sahiptir. Trodos Dağları'nda kışlar genellikle yağmurlu ve kar yağışlıdır (genellikle kıştan önce başlar). Kıbrıs, Akdeniz bölgesinde en sıcak iklimlere ve en sıcak kışlara sahiptir. Yaz ortası (Temmuz ve Ağustos) genellikle sıcaktır, gündüzleri ortalama 35 °C (95 °F) ve gece 25 °C (77 °F) ortalama maksimum kıyı sıcaklığına sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7560",
"len_data": 17784,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Hunlar, MS 4-6. yüzyıllar arasında Orta Asya, Kafkaslar ve Doğu Avrupa'da yaşayan göçebe bir halktır. İlk olarak Volga'nın doğusunda, o zamanlar İskitya'nın bir parçası olan bir bölgede yaşadıkları tahmin edilmektedir. MS 370 yılına gelindiğinde Hunlar Volga bölgesine varmış ve 430 yılına gelindiğinde ise Avrupa'da kısa ömürlü de olsa geniş bir hakimiyet kurmuşlardır. Gotları ve Roma sınırları dışında yaşayan diğer birçok Cermen halkını fethetmiş ve diğerlerinin Roma topraklarına kaçmasına neden olmuştu. Hunlar, özellikle Attila döneminde Doğu Roma İmparatorluğu'na sık ve yıkıcı baskınlar yaptılar. 451'de Hunlar, Batı Roma eyaleti Galya'yı işgal ettiler ve burada Katalonya Tarlaları Savaşı'nda Romalılar ve Vizigotlardan oluşan birleşik bir orduyla savaştılar ve 452'de İtalya'yı işgal ettiler. 453'te Attila'nın ölümünden sonra Hunlar Roma için büyük bir tehdit olmaktan çıkmış ve Nedao Savaşı'ndan sonra imparatorluklarının çoğunu kaybetmişlerdir (454?). Hun isminin varyantları Kafkasya'da 8. yüzyılın başlarına kadar kaydedilmiştir.
Kökenler.
Hunların kökeni ve diğer eski antik topluluklar ile ilişkileri hâlâ kesinlik kazanmamış tartışmalı bir konudur. Akademisyenler genellikle Hunların kökenlerini Orta Asya'ya dayandırmakla beraber hangi kavimden türedikleri konusunda ortak bir fikre sahip değillerdir. Klasik kaynaklar Hunları 370 yılı civarında Avrupa'da birden ortaya çıkan bir kavim olarak tanımlamaktadır. Pek çok Romalı yazar Hunların köklerini diğer bozkır göçebe toplumları ile bağdaştırmaya çalışmıştır. Romalı yazarlar aynı zamanda Hunların Avrasya stepleri olarak adlandırılan bölgeden Kırım'a gelerek Gotlar'a saldırmalarını konu alan hikâyelerden bahsetmektedirler. Jordanes'in "Getika" eseri Gotların Hunları kötü ruhların ve cadıların soyundan gelen bir halk olarak gördüklerini belirtmiştir
Hiung-nular ile ilişkileri.
Joseph de Guignes ilk defa 18. yüzyılda 4. ve 5. yüzyılda yaşamış Avrupa Hunları ile M.Ö. 3. yüzyıl ile M. S. 2 yüzyıl arasında Çin ve Moğolistan'da yaşamış Hiung-nu halkı arasında kökensel bir bağ olduğu iddiasını öne sürmüştür. İlerleyen yıllarda Hiungnuların (Türk tarih literatüründe Büyük Hun İmparatorluğu) kuzey kolunun Çin ile yaptıkları savaşı kaybetmelerinden ötürü kuzey batıya göç etmesi ve Avrupa Hunlarının kısmende olsa göç eden bu halkların kökensel, kültürel ve genetik açıdan bir devamı olduğu fikri yaygınlaşmaya başladı. Akademisyenler aynı zamanda Eftalitler'in ve Kidaritlerin'de Hunlar ile akraba bir kavim olduğunu düşünmeye başlamışlardır.
Otto J. Maenchen-Helfen bu geleneksel fikrin birincil kaynak olarak arkeolojik bulgulara dayanmak yerine yazılı kaynaklara dayandığı gerekçesini öne sürerekten güvenilmez olduğunu savunan ilk kişi olmuştur. Maenchen-Helfen'in çeşitli çalışmaları sonucunda Xiongnu ve Hunların aynı kavim veya aynı ataya sahip olan akraba kavimler olması fikri tartışmalı bir konu olmaya başlamıştır. Buna ek olarak daha önce Hunlar ile bağdaşlaştırılmış Eftalitler'in (Akhunlar) ve Kidarite Krallığı'nın da Hunlardan farklı bir kavim olduğuna dair çalışmalar yürütülmüştür. Walter Pohl ise hiçbir savaşçı bozkır konfederasyonunun etnik olarak tek bir milletten oluşmadığını, tarihte görülen farklı gruplarca kurulmuş benzer isimli devletlerin bu isimleri ismin prestiji yüzünden seçtiklerini veya diğer devletler tarafından kan bağına bakılmaksızın sadece geldikleri yer veya yaşayış tarzları yüzünden onlara bu isimlerin verildiklerini söylemiş ve Hiung-nular, Akhunlar ve Avrupa Hunları arasında bir köken ya da kan ilişkisi olmadığını savunmuştur. Fransız tarihçi Étienne de la Vaissière ise 2005 yılında yayınladığı makalesinde, Hunların ve Hiung-nuların, yeni buluntular ışığında aynı kavim olduğunu ileri sürmüştür.
Dil.
Hunca, M. S. 4. ve 5. yüzyıllarda konuşulmuş ölü bir dildir.Ayrıca bazı kaynaklarda Hunların dili her zaman Türk dil ailesinde sınıflandırılmıştır, denmektedir Dönemin tarihçi ve diplomatlarının kayıtları Avrupa Hun İmparatorluğu'nda Hunca'nın yanı sıra Gotların ve diğer kavimlerin dillerinin de konuşulmuş olduğunu ortaya koymaktadır. Hyun Jin Kim, Hunların develetin çeşitli bölümlerinde hiçbir dil dominant olmayacak şekilde, Latince, Gotça, Sarmatça ve Hunca'yı kapsayan dört kadar dili konuştuğunu savunmuştur.
Hunca hiçbir metin günümüze ulaşmamış olduğundan ötürü dil hakkındaki kaynaklar neredeyse tamamen yabancı kaynaklarda geçen özel isimlerden oluşmaktadır. Günümüzde Hun dili sınıflandırılamamakla birlikte, genellikle Moğol dilleri, Yenisey dilleri ve Türki diller ile akraba olduğuna dair teoriler oluşturulmaktadır. Ancak pek çok akademisyen bu iddiaları ikna edici bulmamakta, dilden günümüze ulaşmış söz varlığının çok küçük olması nedeni ile sınıflandırılamayacağını öne sürmektedir.
Macar Türkolog Gyula Németh, "Hunlar Hangi Dili Konuşurdu" adlı makalesinde Avrupa Hunlarının dili üzerine şu açıklamayı yapmaktadır: "Tüm bunlardan yola çıkarak Avrupa Hunlarının yönetici boyunun ve elbette Hun halkının da Türk dilini konuştuğunu, daha doğrusu bir halk olarak Türki olduğunu söyleyebiliriz." Lajos Ligeti de "Attila ve Hunların Tarihi Kökenleri" makalesinde, Avrupa Hunlarının dili ile ilgili şu saptamalarda bulunmaktadır: "...var olanlardan çıkarılabilecek sonuç, her iki bölgede de genellikle Türki konuşan bir halkla karşı karşıyayız." Péter Váczy ise "Avrupa'da Hunlar" adlı makalesinde "Antropoloji, Latin yazarlarını destekliyor; Hunlar Türktüler. Ama Türk olan sadece dış görünüşleri değildi, dilleri de Türk idi." tanımlamasını yapmaktadır.
Türkçe ve Moğolca üzerine uzmanlaşmış Macar dilbilimci Lajos Ligeti, "Attila ve Hunların Tarihi Kökenleri" çalışmasında Hunların kökeni ilgili şöyle söylemiştir: "Ama egemen olan Attila halkının ve boyunun Türk olduğu gerçeği yadsınamaz. Burada çok sayıda Türk kökenli ad kanıt olarak gösterilebildiği gibi, Attila'nın ölümünden sonra egemen hanedan ailesinin erkeklerinin yönetiminde oluşturulan alt imparatorluklar tamamen saf Türk halkları içermekteydi." Peter Vaczy ise Hunların Türk kökenlerinin, eski dönem kaynakları ve antropolojik veriler ile desteklendiğini belirttikten sonra şu açıklamayı yapmaktadır: "Ama Türk olan sadece dış görünüşleri değil, dilleri de Türk idi."
Ek olarak "Attila", "Bleda", "Laudaricus", "Onegesius", "Ragnaris" ve "Ruga" gibi Hunca özel isimlerin büyük olasılıkla bir Cermen dili kökenli olduğu tahmin edilmektedir. Bu dilin Moğolca ve Türk dillerinin bir karışımı olmuş olabileceği ise Karl Heinrich Menges tarafından savunulmuştur. Lajos Ligeti ve Edwin G. Pulleyblank gibi akademisyenler ise Yenisey dilleri dil ailesine mensup Ketçe gibi Sibirya dillerinin Hunların ve Hiung-nuların dilleri ile akraba olduğu veya dillerinin temelini oluşturduğunu savunmuşlardır.
Tarih.
Kavmin MS 4. yüzyılda bugünkü Kazakistan'dan Volga-Don havzalarına ulaştıkları tahmin edilmektedir. M. S. 375'te Hunların Ostrogotları (Doğu Gotları) içine alıp Vizigotları (Batı Gotları) kovması Kavimler Göçü'nün başlamasında etkili nedenlerden biri olmuştur.
Hunlar Pannonia'ya (bugünkü Macaristan) yerleştikten sonra 433'te Batı Roma İmparatorluğu generali Flavius Aetius ile anlaşarak Pannonia ve İlirya'nın (bugünkü Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek) bir kısmının hükümdarlığını Batı Roma İmparatorluğu'na kabul ettirmişlerdir. 441'de Attila önderliğinde Batı Roma İmparatorluğu'nu istila etmiş ve Hun İmparatorluğu'nu kurmuşlardır. Fakat imparatorluğun ömrü çok uzun olmamıştır. Attila'nın ölümüyle oğulları arasında taht kavgaları başlamıştır. Çıkan kavgalar sonucunda Attila'nın kurduğu imparatorluk dağılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7562",
"len_data": 7537,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.96
}
|
Hititler ya da Etiler, Tunç Çağı'nda Anadolu, Levant ve Kıbrıs'ta varlık göstermiş bir halk.
MÖ 3000 yıllarında pek iyi bilinmeyen nedenlerden ötürü güneye doğru göçe başlayan Kuzey Avrupa kavimlerinden birisi olan Hititler, Anadoluya MÖ 2100-2000 yılları arasında Kafkasya üzerinden gelmişler ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya geçmişlerdir. MÖ 2000-1600 yılları arasında, Anadolu'da o dönemlerde hâkim olan Hatti ve Hurri beyliklerinin yanı sıra Hint-Avrupalı kavimlere de rastlanmaktadır. Bu dönemlerde Hitit prenslerinin kendilerine çeşitli politik sebeplerle Hattice ve Hurrice ad takmaları kimin yerli halk, kimin Hint-Avrupalı göçmen kavimler olduğunun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.
Günümüzde Hitit olarak adlandırdığımız halk aslında kendine "Nesili" yani Nesice konuşan adını vermiştir. Nesili sözcüğü Kültepe'nin en eski adı olan Neşa'dan gelmektedir. Hititler'in başta politik sebepler olmak üzere, diğer birçok sebepten ötürü bulundukları yeri "Hatti Ülkesi" kendilerini de "Hatti sakini" olarak adlandırmalarından ötürü yüzyılın başında Anadolu'da çalışma yapan bilim insanları, Hititlere Hatti adını koydular.
Boğazköy'de 1910'lu yıllarda tabletler okunmaya başlandıktan ve 1917 yılında Bedřich Hrozný Hititçe'nin bir Hint-Avrupa dili olduğunu ortaya koymasından sonra Eski Ahit'te "Hittim" olarak bahsedilen halkın Anadoluda yaşayan Hititler oldukları anlaşılmıştır. Günümüzde Hititler artık bu sözcüğün çoğul haliyle anılmaktadır. Türkçede ilk başta Etiler olarak adlandırılsalar da sonradan Hititler denmeye başlanmıştır.
Sedat Alp tarafından incelenen Asurca metinlerdeki Anadolulu şahıs adlarında yer alan "ala", "ili" ve "ula" takılarının, Hattice "al", "il" ve "ul" takılarının Hititçeye uygulanmış hali olduğunu belirtmesi üzerine Anadoluda belirgin Hitit izlerinin MÖ 1800-1700 yılları arasında Neşa'da günümüzdeki adıyla Kültepe'de rastlanılmıştır.
Hititlerin Anadolu'daki egemenlikleri Eski Krallık Dönemi (MÖ-1660-1460) ve Büyük Krallık Dönemi (MÖ 1460-1190) olarak iki kısımda incelenebilir. MÖ 1660 civarında İç Anadolu'daki Hatti beyliklerini ele geçirerek Hattuşaş merkezli olarak kurdukları devlet MÖ 14. yüzyıl ortalarında I. Şuppiluliuma yönetimi altında Levant ve Yukarı Mezopotamya'ya değin genişleyerek bir süper güç hâlini almış ve egemenliklerinin pik noktasında Mısır ile beraber o zamanın medeniyet dünyasını paylaşmışlardır. Hitit tarihinde ilk kez Hititçe olduğu kabul edilen bir isimle tahta çıkan I. Şuppiluliuma yönetimi altında Hititlerin etkisi öylesine artmıştır ki genç yaşta ölen Mısır firavunu Tutankhamun'un dul eşi Ankhesenpaam, Şuppiluliuma'nın oğullarından biri ile evlenmek istemişti.
Halk, Hint-Avrupa dillerinin bilinen ilk örneği olan ve Anadolu dilleri sınıfına ait Hititçe ve Luvice dillerini konuşmuştur. Bu dillerin yanı sıra tabletlerinde Sümerce ve Akadca yazılar da mevcuttur. Anadoluya gelmeden önce mi yoksa geldikten sonra mı kullanmaya başladıkları bilinmemekle beraber çivi yazısını ve hiyeroglif yazı sistemini kullanmışlardır. Hititler anal adı verilen günlükler tutmuş, çok-tanrılı bir dine inanmışlardır.
Etimoloji.
Hititler krallıklarına "Hattuşa" (Akadca "Hatti") adını vermişlerdir; bu isim, MÖ 2. bin yılın başlarına kadar Orta Anadolu'da yaşayıp hüküm sürmüş olan Hatti adlı farklı bir halktan devralınmıştı. Hatti dili ise Hititçe ile akraba olmayan bambaşka bir dildi.
Modern anlamda kullandığımız "Hititler" ismi ise 19. yüzyıl arkeologlarının, Hattuşa halkını İncil'de bahsedilen Hititler ile ilişkilendirmelerinden kaynaklanıyor. Hititler, yaklaşık iki yüz yıl boyunca gelişen Neşa kentinden sonra kendilerini “Neşitler” ya da “Neşalılar” olarak adlandırmışlardır. Ta ki Labarna adında bir kral MÖ 1650 civarında I. Hattuşili (“Hattuşa'nın adamı” anlamına gelir) adını alıp başkentini Hattuşa'da kurana kadar.
Keşfi.
Eski Ahit'teki atıflar.
Hitit uygarlığının arkeolojik olarak keşfedilmesinden önce haklarındaki tek bilgi kaynağı Eski Ahit'te bulunan atıflardı. Francis William Newman, 19. yüzyılın başlarında yaygın olan eleştirel görüşü şu şekilde ifade etmişti: "Hiçbir Hitit kralı, güç konusunda bir Yehuda Kralı ile karşılaştırılamaz..."
19. yüzyılın ikinci yarısındaki keşifler Hitit krallığının ölçeğini ortaya çıkardığında, Archibald Sayce, Anadolu medeniyetinin Yehuda ile karşılaştırılmasından ziyade "bölünmüş Mısır Krallığı ile karşılaştırılmaya değer olduğunu" ve "Yehuda'nınkinden sonsuz derecede daha güçlüydü" şeklinde fikirler öne sürdü.
Sayce ve diğer bilim insanları ayrıca Yehuda ve Hititlerin İbranice metinlerde asla düşman olmadıklarını belirtmişlerdir; Krallar Kitabı'nda anlatıldığına göre, İsrailoğullarına sedir, savaş arabaları ve atlar konusunda takviyede bulunmuşlar, ayrıca Yaratılış Kitabı'nda anlatıldığına göre İbrahim'in dostları ve müttefikleri idiler. Hititli Uriya, Kral Davud'un ordusunda bir yüzbaşıydı ve 1. Tarihler 11'e göre onun "güçlü adamlarından" biri olarak sayılmaktaydı.
İlk keşifler.
Fransız bilim insanı Charles Texier, 1834'te ilk kez Hitit kalıntılarını keşfetti, ancak bunları böyle tanımlamadı. Kendisinin ve bilim camiasının genel kanısı, bu antik yerleşimin Herodot'un bahsettiği Pteria (günümüzde Kerkenes'de olduğu bilinmektedir.) olduğu yönündeydi.
Hititler hakkında ilk arkeolojik kanıtlar, Kültepe'deki karumda bulunan ve Asurlu tüccarlar ile belirli bir "Hatti ülkesi" arasındaki ticari ilişkileri kayıt altına alan tabletlerde ortaya çıktı. Tabletlerdeki bazı isimlerin, Hattice ya da Asurca değil, Hint-Avrupa isimleri olduğu düşünülmekteydi.
Boğazkale'de William Wright tarafından 1884 yılında keşfedilen, "Hattuşalılar" tarafından yapılan bir anıtın üzerindeki yazının, Kuzey Suriye'deki Halep ve Hama'dan gelen değişik hiyeroglif yazılarla eşleştiği keşfedildi. Aslında Hama'daki hiyeroglif yazılar çok önceden, 1722 yılında keşfedilmişti; ancak bu yazıların Mısır hiyerogliflerinden farklı olduğunun farkına varan ilk kişi 1822 yılında J. L. Burckhardt olmuştu. 1870'e gelindiğinde A. Johnson ve S. Jessup, burada iki tane daha anıt keşfetmiş, ancak bölge halkının engellemesiyle onları kopyalayamamış, elleri boş dönmüşlerdi. Niyahet, iki yıl sonra, William Wright, Vali Suphi Paşa'nın da yardımıyla yazıların kopyalarını British Museum'a yollamış, aslını da İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne taşıtabilmişti.
1887'de Mısır-Amarna'da yapılan kaçak kazılar sonucunda, Firavun III. Amenhotep ve oğlu Akhenaton'un diplomatik yazışmaları ortaya çıktı. Bu mektuplardan ikisi, "Kheta Krallığı" tarafından Akad çivi yazısıyla bilinmeyen bir dilde yazılmıştı, akademisyenler sesleri az çok yorumlayabilseler de içeriğini çözememişlerdi.
Bundan kısa süre sonra Sayce, 1880 yılında "Eski Ahit'teki Hititlerin Anadolu'da büyük bir imparatorluk kurduğu" şeklinde ortaya attığı teorisini, "Anadolu'daki "Hatti" veya "Khatti", Mısır'da bulunan metinlerde anılan "Kheta krallığı" ile hem de Eski Ahit'teki Hititler ile aynıdır." şeklinde genişletti.
Max Müller gibi diğerleri, "Khatti"'nin muhtemelen "Kheta" olduğunu kabul ettiler ancak onu Eski Ahit Hititleri yerine yine Eski Ahit'ten Kittim ile ilişkilendirmeyi önerdiler.
Sayce'ın tanımlaması, 20. yüzyılın başlarında geniş çapta kabul görmeye başladı; Boğazköy'de ortaya çıkarılan medeniyete "Hitit" adı verildi.
Arkeolog Hugo Winckler, Boğazköy'de, 1906'da başlayan aralıklı olarak yapılan kazılarda, Akadca çivi yazısıyla yazılmış ve "Kheta"'dan gelen Mısır harfleriyle aynı bilinmeyen dilde yazılmış 10.000 tabletlik bir kraliyet arşivi buldu. Ayrıca Boğazköy'deki kalıntıların, bir noktada Kuzey Suriye'yi kontrol eden bir imparatorluğun başkentinin kalıntıları olduğunu da kanıtladı.
Hattuşaş'da Alman Arkeoloji Enstitüsü başkanlığında 1907 yılından başlayan kazılar I. Dünya Savaşı sebebiyle durdu. 1931-1939 yılları arasında hız kazanan çalışmalar bu sefer de, II. Dünya Savaşı sebebiyle durduruldu, nihayetinde 1951 yılında tekrar başlatıldı. Kültepe, 1948'den 2005'teki ölümüne kadar Profesör Tahsin Özgüç tarafından başarıyla kazıldı. Hitit hükümdarlarını ve Hitit panteonunun tanrılarını tasvir eden çok sayıda kaya kabartmasının bulunduğu Yazılıkaya kaya tapınağı da dâhil olmak üzere Hattuşa'nın yakın çevresinde daha küçük ölçekli kazılar da yapılmıştır.
Tarihçe.
Kökenleri.
Hititlerin ataları, Anadolu dil ailesinin (Proto)-Hint-Avrupa'dan ayrıldığı MÖ 4400 ile 4100 yılları arasında Anadolu'ya gelmişlerdir. Son genetik ve arkeolojik araştırmalar, Proto-Anadolu dilini konuşanların bu bölgeye MÖ 5000 ile 3000 yılları arasında geldiklerini göstermiştir. Proto-Hitit dili MÖ 2100 civarında gelişmiştir ve Hitit dilinin kendisinin MÖ 20. ve 12. yüzyıllar arasında Orta Anadolu'da kullanıldığına inanılmaktadır.
Hititler ilk olarak MÖ 1750'den bir süre önce Kussara krallığı ile ilişkilendirilir.
Anadolu'da Bronz Çağı boyunca Hititler, Hatti ve Hurriler ile birlikte yaşadılar. Bu beraberlik fetih yoluyla veya kademeli olarak asimile edilmeyle sağlanmış olabilir. Arkeolojik açıdan Hititlerin Balkanlar'daki Ezero kültürü ve Kafkasya'daki Maykop kültürü ile ilişkileri daha önce göç çerçevesinde ele alınmıştı.
2007 yılında David W. Anthony tarafından yapılan araştırmalar, MÖ 4200-4000 yılları arasında arkaik Hint-Avrupa dilleri konuşan göçebe çobanların Tuna Nehri vadisine doğru yayıldıklarını ve bu göçlerin Eski Avrupa uygarlığının çöküşüne yol açtığını veya bu çöküşten faydalandığını gösteriyor. Anthony, bu göçebelerin dillerinin "muhtemelen Anadolu'da kısmen korunmuş arkaik Proto-Hint-Avrupa lehçelerini içerdiğini" ve torunlarının bilinmeyen bir tarihte, belki de MÖ 3000 gibi erken bir tarihte Anadolu'ya yerleştiğini öne sürüyor.
J. P. Mallory, Anadoluluların MÖ 3. binyılda kuzeyden, Balkanlar veya Kafkaslar üzerinden Yakın Doğu'ya ulaşmış olabileceğini öne sürmüştür.
Parpola ise, Hint-Avrupa dilini konuşan toplulukların Avrupa'dan Anadolu'ya göçünü ve Hititçenin doğuşunu, Proto-Hint-Avrupa dilini konuşanların MÖ 2800 civarında Yamnaya kültüründen Tuna Vadisi'ne göç etmesiyle ilişkilendiriyor. Bu görüş, Proto-Hint-Avrupa dilinin Anadolu'ya MÖ 3. binyılda girdiği şeklindeki "geleneksel" varsayıma da uymaktadır.
Ancak Petra Goedegebuure, Hitit dilinin doğu sınırlarındaki kültürlerden tarımla ilgili birçok kelime ödünç aldığını göstermiştir. Bu durum, Hititlerin Kafkasya üzerinden göç ettiklerine dair bir kanıttır.
Orta Anadolu'nun baskın yerli sakinleri Hint-Avrupa kökenli olmayan diller konuşan Hurriler ve Hattilerdi. Bazıları Hattice'nin Kuzeybatı Kafkasyalı bir dil olduğunu ileri sürmüştür, ancak Hurrice neredeyse izole bir dildir (yani Hurro-Urartu ailesindeki sadece iki veya üç dilden biridir).
Eski Asur İmparatorluğu'nun gücünün zirvesinde olduğu dönemde, bölgede Asur kolonileri de bulunmaktaydı. Hititler, çivi yazısını bu dönemde Yukarı Mezopotamya'da yaşayan Asurlulardan öğrenmişlerdir. Bölgede bulunan bazı metinler, Eski Asur İmparatorluğu'nun MÖ 18. yüzyılın ortalarında yıkılmasının ardından, Hititlerin hakimiyet kurmasının zaman aldığını göstermektedir.
Birkaç yüzyıl boyunca, genellikle çeşitli şehirleri merkez alan ayrı Hitit grupları vardı. Daha sonra, Hattuşa (bugünkü Boğazkale) şehri merkezli güçlü liderler ortaya çıkmış ve bu grupları birleştirmeyi başarmışlardır. Bu liderler, Orta Anadolu'nun büyük bir kısmını fethederek Hitit Krallığı'nı kurmuşlardır.
Hattuş ve Asur ticaret kolonileri dönemi.
Hititlerin bu dönemde Anadolu'daki varlığı tartışmalı bir konudur. Bu çağdan kalma bazı belgelerde Hititçe isimlere ve kelimelere rastlanmaktadır. Hititlere ait bazı metinlerde ise yine bu çağa ait bağlantılara epey silik bir şekilde de olsa rastlanmaktadır. Ancak bu durum Hititler bu çağda Anadolu'da bulunuyorlar ise neden yazıyı iç içe yaşadıkları Asurlu tacirlerden değil de Babil'den aldıkları hakkında sorular doğurmaktadır.
Hitit olup olmadığı konusunda tartışmalar olan Anitta, Hattuş kentini bir gecede ele geçirerek şehrin iskân edilmemesi için yabani otlar dikmiş ve şehri lanetlemiştir. Anitta için Hattuş'un tekrar iskân edilmemesi önemliydi zira bulunduğu konum itibarıyla oldukça stratejik bir yer olan bu kent, anlaşıldığına göre Anitta'nın başkenti Neşa'ya kafa tutabilecek seviyedeydi.
Anitta'dan sonra kral olan ve Eski Krallık döneminin ilk kralı sayılan Labarna, Hattuş'u ele geçirerek burayı başkent yapmış, kendi ismini de bu kente ithafen Hattuşili olarak değiştirmiştir. Hititçe bir ek olan "a/aş" sonekini alan kentin ismi de Hattuşa/Hattuşaş olmuştur.
Eski krallık dönemi.
Anadolu, Erken Tunç Çağı'nın son yüzyıllarından başlayarak irili ufaklı pek çok beylik arasında paylaşılmaya başlamıştı. Anadolu'da beylikler düzenine son verilip merkezî devlete doğru ilk adımlar Hititlerce atılmıştır. Anadolu'nun yerli halklarından oldukları anlaşılan Hititler MÖ 3 bininci yılın içlerinde başlayan toplumsal gelişmelerin bir sonucu olarak giderek büyük bir devlet durumuna gelme başarısını göstermişlerdir. Bu başarıda Hititlerin dil ve ırk farkı gözetmeyen melez bir toplum yapısına dayanmaları en önemli rolü oynamış olmalıdır. Bu devlet içinde Hititlerin yanında Hattiler, Palalar, Hurriler, Luviler vb. pek çok etnik unsur bulunmaktaydı.
Yazılı metinlere göre Koloni Çağı'nın son safhalarında, Pithana'nın oğlu Anitta Anadolu'da şehir beylikleri halinde yaşayan Hititlerin birleşmesinde ilk adımı atarak Anadolu'nun merkezî sistemle idare edilen ilk devletini kurmuştur.
Eski Asurlu koloniciler Anadolu'yu terk ettikten bir süre sonra MÖ 1650'lerde I. Hattuşili devletin başkentini Neşa'dan Hattuşaş'a taşımıştır. Hattuşaş'ın başkent olmasıyla birlikte Eski Hitit Krallığı hızlı bir biçimde gelişmeye başlar. Kısa sürede Kuzey Suriye (Alalah) ve Batı Anadolu'daki Arzava ülkesi ele geçirilmiştir. I. Hattuşili'yi izleyen I. Murşili döneminde Halpa ve Babil Hitit Krallığı'na dâhil edilmiştir. Böylelikle Hititler kısa sürede Yakın Doğu'nun etkin siyasal güçlerinden biri olarak adlarını duyururlar. Eski Hitit Krallığı olarak anılan bu dönemde sanat, başta Boğazköy olmak üzere Alacahöyük, Bitik, Alişar, Eskiyapar, İnandık, Maşat Höyük, Hüseyindede ve İmikuşağı kazılarının ortaya koyduğu gibi büyük ölçüde Anadolu geleneğine bağlıdır. Seramikte teknik ve form bakımından Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nda yaratılmış olan esaslar zamana uygun olarak devam eder. Devrin seramik formları arasında büyük boy banyo kapları, matara biçiminde kaplar, süzgeçli kaplar, kantharoslar ve çanak içindeki tanrıçalı kült kabı özellik gösteren türlerdendir. Çokça talep edilen törensel içki kaplarının bu dönemde Boğazköy ve İnandık boğalarında olduğu gibi daha büyük boyda yapılarak kullanıldığı görülür.
Koloni Çağı'ndan da tanıdığımız kabartmalı vazo yapma geleneği, Eski Hitit döneminde devam etmiş ve en iyi örnekleri ilk kez Eskiyapar, İnandık, Bitik ve Hüseyindede gibi merkezlerde ele geçmiştir. Kabartmalı motiflerin firizler halinde üzerine yerleştirildiği İnandık vazosu, bu tipin en iyi örneklerindendir.
Bu dönemin maden sanatını temsil eden örneklerden ikisi Boğazköy'de bulunan, altından yapılmış, oturan tanrıça biçimli kolye tanesi ile Dövlek'te bulunmuş tunç tanrı heykelciğidir. Eski Hitit dönemi tasvir sanatında tunçtan yapılan heykelciklerde tanrılar betimlenmektedir. Bunların mabetlerde saklandıkları ve koruyucu nitelikte oldukları yazılı belgelerden bilinmektedir.
İmparatorluk dönemi.
Ülke içindeki politik çekişmeler nedeniyle zayıflayan Eski Hitit Krallığı, MÖ 2. binin ikinci yarısında, II. Tuthaliya devrinde yeniden kuvvetlenmiş ve bir imparatorluk haline gelmiştir. Mısır ile Babil'in yanında Ön Asya'nın üçüncü büyük politik gücünü oluşturmuştur. Bu yeni evreye Yeni Hitit Devleti ya da Hitit İmparatorluk Çağı denir.
I. Şuppiluliuma ülkesinin sınırlarını Kuzey Suriye'ye, etki alanını da Kuzey Mezopotamya'ya ve MÖ 2. binyılın ortalarında kurulmuş olan Hurri-Mitanni ülkesine değin genişletmiş; Doğu Anadolu'nun batı kesimindeki Hurri kökenli İşuva ülkesini ele geçirmişti. Hükümdarlığı sırasında, Mısır firavunu Tutankhamun'un genç yaşta ölümü üzerine karısı, Hitit Krallığı'na başvurarak kendisi için bir eş talebinde bulunmuştur. I. Şuppiluliuma, oğullarından Zannanza'yı gönderdiyse de genç prens yolda bir Mısır entrikasına kurban gitmiştir. Bu olay, Suriye topraklarına sahip olmak isteyen Mısır ve Hitit arasında, sonuçta Kadeş Antlaşması ile bitecek olan bir dizi savaşı bahanesi olmuştur.
Kadeş Muharebesi.
II. Murşili ölünce imparatorluk tahtına oğlu ve I. Şuppiluliuma'nın torunu II. Muvatalli geçer. İlk yıllarında o da Batı Anadolu'daki karışıklıklar ve ayaklanmalarla uğraşmak zorunda kalır ve sonuçta Troya Kralı Aleksandros ile bir antlaşma yaparak huzuru sağlar. Ancak esas stratejisini Kuzey Suriye'nin egemenliği için çatışmak zorunda olduğu Mısır'a göre belirlemiştir. Bu dönemde Mısır tahtına II. Ramses çıkmış ve Suriye üzerinde hak iddia etmeye başlamıştır. Bununla ilgili olarak hükümdarlığının dördüncü yılında bir sefer düzenleyerek, Hitit İmparatorluğu'na bağlı küçük Amurru Krallığı'nı ele geçirmiştir. Böylelikle savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. MÖ 1285'te Kadeş kenti yakınında yapılan savaşta Mısır orduları savaş düzeni almaya zaman bulamadan Hitit savaş arabalarının baskınına uğramışsa da savaşın ne şekilde sonuçlandığı açık değildir. Çivi yazılı Hitit belgelerinde bu konuda hiçbir bilgi yoktur. Buna karşılık Mısır'da Uksur kentindeki Luksor ve Karnak tapınaklarıyla, daha güneydeki Ebu Simbel Tapınağı'nın duvarlarında, Firavun II. Ramses'in, bunu bir zafer olarak anlatan abartılı yazıtları ve kabartmaları bulunmaktadır. Savaştan sonra, çatışmayı başlatan Amurru Krallığı'nın yeniden Hitit'e bağlı hale gelmiş olması, esas galibin Muvatalli olduğuna işaret eder.
Mısır ve Hitit devletleri arasında MÖ 1270 yılında imzalanan Kadeş Antlaşması, dünyanın iki büyük gücü arasında imzalanmış ilk büyük antlaşma olma özelliğine sahiptir. Antlaşma metni o zamanın diplomatik yazı dili olan Akad ve Mısır dillerinde hazırlanmıştır. Mısır'dan Hattuşaş'a yollanan ve gümüş bir tablet üzerine kazınmış olan Akadca özgün nüsha bulunamamıştır. Buna karşılık aynı metnin kil tablet üzerine yazılmış olan bir kopyası Boğazköy arşivlerinde ele geçmiştir. Antlaşmaya göre iki ülke de barış içerisinde yaşayacak ve sonsuza dek birbirlerine saldırmayacaktı. Diğer önemli belge ise 1986 yılında Boğazköy kazılarında bulunan dikdörtgen çivi yazılı bronz tablet olup IV. Tuthaliya ile Tarhuntaşşa Kralı Kurunta arasında imzalanan bu metin sınır düzenlemesi ile ilgilidir. Bu eser, Anadolu'da bulunan tek bronz tablettir.
İmparatorluğun sonu.
III. Hattuşili'den sonra Hitit tahtına büyük kraliçe Puduhepa'nın oğullarından biri olan IV. Tuthaliya geçmiştir. IV. Tuthaliya babasından devraldığı saygın ve güçlü imparatorluğu sürdürmekle birlikte, ölümünden sonraki yıllarda imparatorluk hızla yıkılmaya yüz tutmuştur.
Hitit İmparatorluğu gibi büyük bir devletin sonunu getiren olaylar arasında MÖ 1200 yılları civarında Balkanlardan Anadolu'ya ulaşan büyük göç dalgalarının etkisi olabileceği düşünülür. Ancak göçebe bir yaşam sürdüren ve genellikle aşiretler çevresinde kümelenmiş köylülerden oluşan bu insanların Hitit başkenti Hattuşaş'a ulaşarak bu devlete doğrudan doğruya son vermiş oldukları kabul edilemeyecek bir varsayımdır. Bununla birlikte bu göçler sonucunda Batı ve Kuzeybatı Anadolu'da ortaya çıkan karmaşa-belirsizlik ortamının Hitit devletinin ekonomisini olumsuz yönde etkilemiş olabileceği varsayılabilir. MÖ 2. binyılın son yüzyılları tüm Anadolu yarımadası için kaos ve sıkıntıların doruk noktasına ulaştığı bir dönemdi. Çeşitli yönlerden kopup gelen istilacılar ve göçmenlerin yarattığı bunalımlar sonucunda Hattuşaş'ın son hükümdarı II. Şuppiluliuma'dan sonra Hitit devleti son bulmuş, böylelikle yüzyıllardır süren mevcut durum ortadan kalkmıştır.
Hitit İmparatorluğu'na son veren etkenler arasında en önemlisi, kuzeyde dağlık Karadeniz bölgesinde yaşayan savaşçı halk Kaşkaların MÖ 2. binyılın son yüzyılları içinde yaptıkları göçtür. Hitit devletine yüzyıllardır sorun yaratan bu istilacı kavmin, sonuçta bir kez daha Orta Anadolu'ya inerek Hitit topraklarını yağmalayarak başkent Hattuşaş'ın ıssızlaşmasına neden olduğu düşünülmekteydi. Ancak 1996 yılında Büyükkaya sırtında başkentin yıkılışından sonra kurulan bir yerleşme kazılmıştır. Bu bir Hitit yerleşmesi değildi. Bu yerleşme ile şehrin Demir Çağı tarihi başlamaktadır.
İç Anadolu Demir Çağı'nın ilk dönemi önceleri Karanlık Çağ olarak adlandırılıyordu çünkü Hitit İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra yaklaşık 300 yıl devam bu dönemde hiçbir yerleşme görülmüyordu. Ancak son yıllarda bu döneme tarihlenen çeşitli yerler saptanmıştır. Hattuşaş'ın kuzeydoğusundaki Büyükkaya yerleşmesi de bunlardan biridir. Yerleşmede Hititlerden bilinen pek çok özelliğin eksik olduğu görülür. Örneğin seramik kapların üretiminde büyük ölçüde çömlekçi çarkı seri üretim aracı olarak kullanılmıştı. İlkel barınaklarının Hitit mimarlığı ile ortak hiçbir yanı yoktu ve yazı kullanılmıyordu. Maddi kültürleri bariz İlk ve Orta Tunç Çağ karakteri taşır. İmparatorluk çöktükten sonra yerli Kuzey Anadolu boyları, eski Hitit çekirdek bölgesine sızarak ülkeyi ele geçirmişlerdir. Bu insanların sözü edilen Kaşkalar olma olasılığı vardır.
Geç krallıklar dönemi.
Yaklaşık beş asır boyunca devam eden Hitit yönetimindeki siyasi birliğin yok olmasının arkeolojik veriler arasındaki en belirgin göstergesi kil tabletlerin düzenlendiği ve korunduğu imparatorluk arşivlerinin son bulmasıdır. Devlet ve bürokrasinin sessizliği, Hitit İmparatorluğu yönetimi altında Anadolu ve güneydoğusundaki bölgelerde yaşayan halkların yok olması gibi algılanmamalıdır. Nitekim imparatorluk çöktükten kısa süre sonra başkent Hattuşaş'ta hayat daha kısıtlı imkânlarla olsa da sürer. Ayrıca MÖ 2. binyıldan beri kullanılagelen, hiyeroglif ile yazılan Luvice, MÖ 1200'den sonra da taş eserler ve mimari bağlamda yaklaşık beş yüzyıl daha yerel iktidarların sesini duyurmaya devam eder. Günümüze ulaşan Hitit hiyeroglifi ile yazılmış arkeolojik kalıntıların tamamı bu döneme tarihlenmektedir. Bu dilin Luvice olduğu açıktır. Daha sonraları bu bölgelerde Fenikece ve Aramicenin de kullanıldığı görülmektedir.
Güneydoğu Anadolu'da yani Kilikya ve Kuzey Suriye'deki Toros Dağlarının olduğu bölgede geç Hitit beylikleri, Hitit İmparatorluk Çağı geleneğini devam ettirmişlerdir. Şuppiluliuma, Muvatalli ve Labarna gibi isimler taşıyan buradaki yöneticiler Hitit İmparatorluk Çağı'nda olduğu gibi aynı unvanları taşımışlardır.
Hitit İmparatorluğu fiilen ortadan kalkmasına rağmen Eski Ahit'te Kuzey Suriye Bölgesi'nin Hatti memleketi olarak geçmesi de dikkat çekicidir. İmparatorluk sonrasında mimari ve sanat, özellikle de yontular bakımından da bir devamlılık söz konusudur. Bu süreç özellikle Fırat havzasındaki MÖ 3. binyıldan beri önemli merkezlerden Karkamış'ta ve Tarhuntaşşa'da kanıtlanmaktadır.
MÖ 14. yüzyılda Hitit devletini imparatorluğa dönüştürmesiyle tanınan I. Şuppiluliuma Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'ye doğru genişlettiği hâkimiyetini kolaylaştırmak ve sürdürebilmek amacıyla bölgenin iki önemli kenti Karkamış ve Halpa'nın başına oğullarını getirir. Lidar Höyük'de bulunan bir mühür baskısından Karkamış'ta beş nesil devam eden hanedanlığın son kralı Kuzi-Teşub'un, imparatorluğun çöküşünden sonra kendine Hititlerdeki gibi "büyük kral" unvanı vererek bölgede hâkimiyetini sürdürdüğü öğrenilir. Karkamış kazılarında Kuzi-Teşub'a dair ize rastlanmamasına rağmen iki ayrı dikit üzerinde büyük kral unvanını kullanan Tuthaliya ve Tarhunzas'ın isimleri bulunur. Ancak uzun süredir bilimsel çevrelerde bu unvanların gerçek bir iktidarı yansıttığı düşünülmemektedir.
Halpa'da Şuppiluliuma soyundan gelen iktidarın ne kadar sürdüğünü bilinmemektedir. Halep Kalesi'nin altında kalan kent merkezi henüz geniş çaplı kazılmamıştır. Ancak son yıllarda Kay Kohlmeyer'in çalışmaları ile ortaya çıkarılan tapınak yapısının duvarında bulunan kabartmalı taş levhalar, Hitit kültürünün buradaki nüfuzunu ve devamlılığını belgeler.
Henüz kalıntıları kesin tespit edilmemiş olsa da sınırları yazılı belgelerde en ince ayrıntısına kadar tanımlanan Tarhuntaşşa'da ise yine soyu Hitit imparatorlarına dayanan bir hanedanlık hüküm sürer. II. Muvatalli'nin oğulları III. Murşili ve kardeşi Kurunta, amcaları III. Hattuşili'nin iktidara el koyması sonucu merkezden uzaklaştırılır. III. Murşili sürgüne yollanır. Kurunta'ya ise asla merkezî iktidarı aklından geçirmemesi karşılığında Tarhuntaşşa bölgesinin yönetimi verilir. Ancak tüm önlemlere rağmen, mühür ve kaya kabartmalarına bakılırsa, Kurunta bir dönem kendisini büyük kral ilan etme fırsatını yakalamış görünür. Bu kralın sonunu bilinmese de son Hitit imparatoru II. Şuppiluliuma yazılı belgelerde Tarhuntaşşa'yı yenip işgal ettiğini açıklar. Sonraki yıllarda Karadağ ve Kızıldağ'da bulunan kabartmalar ve yazıtlarda kendisini büyük kral olarak tanıtan Murşili'nin oğlu Hartapus ortaya çıkar. Karkamış'ta da benzeri görülen durum MÖ 1. binyılın başlarında her ne kadar kendilerine büyük kral demeyi meşru kılacak hanedanlık bağlantıları olan yöneticilerin varlığını kanıtlasa da, iktidarların çaplarının yerel boyutları aşamadığını gösterir. Hitit İmparatorluk Çağı'nın hemen sonrasına tarihlenen Karkamış buluntuları yok denecek kadar azdır. Geç Hitit dönemine ait en erken buluntular Malatya'dadır. Burası Karkamış'ta devam eden Hitit imparatorluk soyundan gelen hükümdarlar tarafından yönetilen bir kent devletidir. Hitit geleneği, söz konusu bu Hitit beylikleri tarafından Asurluların sürekli saldırıları ile tarih sahnesinden silindikleri devir olan MÖ 700 yıllarına kadar devam ettirilmiştir.
Karkamış, Zincirli, Arslantepe, Sakçagözü, Karatepe ve Tell Tayinat'ta yapılan kazılarda bu dönemin önemli merkezleri açığa çıkarılmıştır. Ayrıca aynı çağa ait dağınık eserler de birçok yerlerde bulunmuştur. Bu küçük krallıklar MÖ 1. binin ilk çeyreğinde, İç Anadolu'nun kuzey ve batısında Frig, Doğu Anadolu'da Urartu, Kuzey Mezopotamya'daki Asur politik güçleri arasında yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Sanat.
Hitit İmparatorluk Çağı'nda en yüksek seviyeye ulaşan Hitit sanat eserleri sadece Hitit çekirdek bölgesinde değil, Hititlerin egemenliği altına girmiş ya da Hitit politik gücünden etkilenmiş olan çeşitli Ön Asya şehirlerinden ele geçmiştir. Hitit İmparatorluk Çağı'ndan bugüne kalan sanat eserlerinin önemli grubunu Hititlerin başkenti olan Hattuşaş, Alacahöyük, Eskiyapar ve Anadolu'nun Hitit etkinlik bölgelerinde yer alan merkezlerden ele geçen eserler oluşturmaktadır.
Yakın Doğu'nun en önemli başkentlerinden biri olan Hattuşaş, önceleri kuzeydeki alçak alanda kurulmuştur. Güneydeki daha yüksek yukarı şehir I. Şuppiluliluma'dan itibaren inşa edilmeye başlanmış ve bayındırlık etkinliği imparatorluğun yıkılışına değin sürmüştür. Yukarı şehirde 31 tapınak tespit edilmiş olup burası tümüyle törensel amaçlara hizmet etmek üzere tasarlanmıştı. Dinsel törenler sırasında güney uçtaki Sfenksli Kapı'nın da önemli bir işlevi vardı. Buradaki 71 metrelik yeraltı geçidi yine törensel amaçlara hizmet etmekteydi. Halka ait konutlar ve mahalleler yukarı şehrin dışında tutulmuştu. Aslanlı Kapı'nın iki yanında, kenti kötülüklerden koruyan kükrer durumda iki aslan kabartması yer almaktadır. Bunlar kübik gövde yapılarıyla tipik Hitit özellikleri taşırlar.
MÖ 1400'lerde başlayan Hitit İmparatorluk Çağı sanatı, kesintisiz olarak MÖ 1200'lerde Hititlerin siyasi güçlerini kaybedişlerine kadar sürmüştür. Hitit tasvir sanatında işlenen konular Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nın geç evresinde başlayıp, MÖ 1200'lere kadar devamlı olarak dinsel ve kralî olayları işlemiştir. Günlük işlerin resmedildiği olaylar bile dinsel törenlerin betimlemeleri içinde yer alır.
Hattuşaş'taki Hitit mabetleri, plan ve yapı tekniği bakımından ortak özellikler gösterir. Hepsinde bütün bir avlu, çevresinde sıralanmış revaklar ve odalar vardır. Tanrı heykeli kutsal mahaldedir. Bu Hitit mabedi, bütün personeli ile büyük bir organizasyonun merkezidir.
Hattuşaş'ta yer alan en büyük açık hava tapınağı Yazılıkaya'dır. Doğal bir kayalıkta yer alan bu açık hava tapınağı iki galerilidir. Girişteki A galerisi duvarlarında Hurri kökenli tanrı ve tanrıçaların, hava/fırtına tanrısı Teşup ve eşi Hepat'ın önderliğinde Yeni Yıl Bayramı kutlamaları için bir araya gelmeleri gösterilmiştir. Büyük panoda Teşup iki dağ tanrısına basar durumdadır. Karşısında, bir aslan üzerinde eşi Hepat durur. Tanrı ve tanrıçalar onların gerisinde sıralanır. Girişin sağında, tapınağı yaptıran başrahip-kral IV. Tuthaliya tören giysileriyle resmedilmiştir. Sol elinde krallık simgesi kıvrık asa tutar. Sağ elinin üzerinde hiyerogliflerle adı yazılıdır. B galerisinde hızla koşan 12 yeraltı tanrısı ve kılıç tanrı kabartmalarıyla IV. Tuthaliya ve koruyucu tanrısı Şarruma panosu yer alır.
Hitit tasvir sanatında, mimaride kullanılan ortostatların en nitelikli örnekleri Hattuşaş'ta görülmektedir. Ortostatların üzerinde Hitit sanatının diğer eserlerinde görüldüğü gibi dinsel konular işlenmiştir. Bu çağda büyük heykellerin, ortostatların yanında aynı üsluba göre altın, fildişi, tunç ve taştan yapılmış küçük tanrı heykelcikleri ve kabartmaları da önemli bir yer tutmaktadır. Hititli tanrıları temsil eden bu eserler iri badem göz, çatma kaş, iri-kemerli burun ve gülümseyen dudaklarla ifade edilmişlerdir. Kabartmalarda ise baş ve ayaklar profilden, gövde cepheden işlenmiş olup bunlar saf Hititli özelliklerdir.
Geç Hitit sanatı.
Geç Hitit sanatının en belirgin ürünleri anıtsal yapılarda rastlanılan kabartmalar ve devasa insan görünümlü heykellerdir. MÖ 1. binyılda sanat, modern sanatçı ile bağdaştırılan yaratıcılık ve ifade özgürlüğü gibi kavramlardan uzak, zanaatkârların ve ustaların elinde yavaş yavaş şekillenen, aynı zamanda yapıtları ısmarlayan kişi ve kurumların beklentileri doğrultusunda gelişen bir olgudur. Sanat ile zanaatin henüz ayrılmadığı bu dönemde sanatçı kendi kimliğini vermez. Bu durum MÖ 2. binyıl süresince de geçerliydi ancak MÖ 1. binyıl ile karşılaştırıldığında belki de en büyük değişiklik eskiden ağırlıklı olarak merkezî kurumların denetimindeki sanat ve zanaatin artık hem yerel güçler ve kişiler tarafından benimsenmesi hem de kurumların dışında kişisel amaçlar için de kullanılmasıdır.
Bu bağlamda akla gelen en çarpıcı örnekler Kahramanmaraş ve civarında rastlanan mezar stelleridir. İlk defa halktan varlıklı kişilerin krallar, kraliçeler veya rahipler gibi tasvirleri vasıtası ile dünyaya kendilerinin izlerini bıraktıklarını görülür. Anadolulu bu aileler mezar stellerinin üzerinde kadın erkek birlikte, bazen çocukları ile beraber, üzerlerinde yaşantılarında giydikleri kıyafetler ile görünürler ve daha sonra Greko-Romen klasik devirlerde bu gelenek olarak yerleşecek tasvirli, kimi zaman yazıtlı mezar stellerinin temellerini atmış olurlar. Kişiler genellikle üzerinde ölü ziyafeti için yiyeceklerin durduğu masanın başında, çoğu kez bir sandalye üzerinde oturarak ve profilden tasvir edilirler. Nadiren ön cepheden resmedildikleri görülür. Ellerinde, havaya kaldırdıkları büyük olasılıkla içki dolu bir kâse dışında, dinî inançlarını ve hangi tanrılara bağlı olduklarını tanımlamak için seçtikleri ayna, üzüm, iğ veya yazı levhası gibi simgesel nesneler bulunur.
Anıtsal yapıların kabartmalı taş levhalar ile donatılması Anadolu'da MÖ 2. binyıldan beri görülen, ancak kökenleri Kuzey Suriye ve MÖ 3. binyıldan beri Hurrilerin yaşadığı bölgelere uzanan bir adettir. Anadolu'da Hititliler tarafından benimsenen ve kendilerine özgü bir şekil alan mimari yontular, önceleri ağırlıklı olarak giriş yapılarına yerleştirilen aslan ve sfenksler ile başlayıp daha sonra gerek kral ve kraliçeyi gösteren dinî törenler olsun, gerek bütün tanrıların tanıtıldığı geçit törenleri olsun, tümü dinî içerikli olmak sureti ile çeşitlenerek artar.
Hitit İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra anıtsal yapı kabartmaları geleneği daha da gelişip yaygınlaşır. Daha önceleri bir anlamda imparatorluğun tekelindeki görsel üretim ve onun etkin alanlarda kullanımı, merkezî güç dağılıp da yeni iktidar odakları türedikçe artık yeni yerel güçlerin kendi iktidar söylemini yansıtır. I. Şuppiluliuma'nın oğlu tarafından başlatılan hanedanlık tarafından yönetilen Karkamış kenti, Hattuşaş'tan sonra Hitit/Luvi kültürünü devam ettiren en önemli merkez olarak Geç Hitit sanatının hem içerik hem de üslup açısından çeşitliliğini en zengin biçimde sunmaktadır.
MÖ 2. binyılda kabartmalar ile beraber kullanılan Luvice hiyeroglif yazıtlar daha çok kısa tanımlar şeklinde kullanılıyordu. Uzun yazıtlar ya hiç tasvir olmadan ya da en fazla 1-2 figür ile yan yana bulunuyordu. MÖ 1. binyıldaki değişikliklerden biri de tasvir ile yazının giderek daha fazla bir arada kullanılması, yazıtların kabartmalar yani görüntüler ile beraber neredeyse günümüz reklamcılarının kullanımına yakın bir beceri ile birbirini tamamlayarak, hatta etkisini arttırarak tasarlanmasıdır. Büyük olasılıkla okuma yazma bilmeyen geniş kitleler ile iletişim kurmak için hiyeroglif yazısının orada bulunması bile yerel iktidara meşruiyet kazandırıyordu, tasvirler ile bir arada sunulması ise etkinliğini katlayarak arttırıyordu. Okuryazar olamayan topluluklarda yazı muska gibi de algılanırdı ve bu durum kurguların oluşmasını da beraberinde getiriyordu.
Kahramanmaraş'ta bulunan ve "Maraş Aslanı" olarak adlandırılan yazıtlı kapı aslanı heykeli, yazıt ile tasvirin örtüştüğü çarpıcı bir örnektir. MÖ 2. binyılda yapılan kabartmalar sadece ruhani konuları, kral ve kraliçelerin de katıldığı kutsal törenleri ve çeşitli mitolojik olayları yansıtırlar. MÖ 1. binyılda bunların yanı sıra dünyevi konular da görüntülenmeye başlanır. Yeni konular arasında en sık rastlananlar savaş sahnelerini ve kralların üst düzey bürokrasi ile işbirliğini gösterenlerdir.
MÖ 2. binyılda başlayıp ancak 1. binyılda artarak üretilen Karkamış, Malatya, Zincirli ve Karatepe-Arslantaş'tan bilinen dev ebatlı tanrı ve hükümdarı tasvir eden heykeller de bulunur. Bu büyük yontular genellikle ayakta veya oturur durumdadır. Tanrılar mutlaka çifte aslan veya çifte boğadan, hatta boğaların çektiği arabadan oluşabilen bir kaidenin üzerinde yer alırlar. MÖ 2. binyılda tanrılar tasvir edilirken mutlaka özel başlıkları veya boynuzları olurdu, MÖ 1. binyılda bu kural geçerliliğini yavaş yavaş yitirir. Ölümlüler ile tanrıların görüntüleri, bir yerde klasik Yunan sanatında olduğu gibi birbirine yaklaşır.
Tabiatın içerisinde ve doğal kayaların konumundan faydalanarak onların uygun yüzeylerine işlenen kabartmalar Hitit İmparatorluk Çağı sanatının kendine özgü yarattığı ifade biçimlerinden biridir. Geç Hitit yerel yönetimlerinin zaman zaman bu alanda da eser ürettiklerini görülmektedir. Bunlardan en bilineni İvriz kaya kabartmasıdır. Dev boyda tasvir edilen Tarhunz'un karşısında "haddini bilerek" kendini mütevazı ebatlarda gösteren Tabal Kralı Varpalavas'tır. Varpalavas'ın Frig desenli kumaştan kıyafeti ve şalını tutturduğu süslü Frig fibulası örneğinden dönemin kıyafetleri anlaşılır.
Geç Hitit sanatı, Aram ve özellikle Fenike etkisi altına girdikten sonra Karkamış'ta, Zincirli'de, Sakçagözü'nde, Tell Halaf ve Tell Tayinat'ta geliştirdiği sütun, kaide ve başlıkları ile yüksek bir düzeye ulaşarak Asur sanatına olduğu gibi İyon sanatına da büyük ölçüde örnek olmuştur. Aynı dönemde Geç Hitit mimarlık sanatı eski bir Huri yaratısı olan bit hilani yapı tipini de geliştirerek bu bakımdan da Asurlulara etki etmiştir. Geç Hitit sanatı, Tell Halaf bit hilanisinde görülen insan figürlü sütunlarla Yunan sanatındaki karyatidlere örnek olmuştur.
Dil ve yazı.
Hint-Avrupa dil ailesi içerisinde sınıflanan Hititçe, bu ailenin bilinen en eski dilidir. Kendilerini Neşalı olarak adlandıran Hititler çivi yazısı ve hiyeroglif olmak üzere iki tür yazı kullanıyor ve konuştukları dile Neşaca adını veriyorlardı. Her ikisi de hece sistemindeki bu yazılardan ilki Asur Ticaret Kolonileri Çağı'nda öğrenilen Babil yazısından türetilmişti. Çivi yazısı daha çok kil tabletler, bazen de tunç veya üzeri balmumu kaplı ahşap plakalar üzerine yazılıyordu. Kil tabletlerin ön yüzleri düz, arka yüzleri ise hafif dışbükeydi. Yalnızca Hattuşaş'taki devlet arşivlerinde ele geçen kil tabletlerin sayısı 30 bini aşmaktadır.
Luvi hiyeroglifi, Anadolulu bir kökene dayanır ve Hititlerin yarattığı bir yazı sistemidir. MÖ 1650 yıllarına doğru ortaya çıktığı anlaşılan bu yazı taş anıtlar, mühürler ve çanak çömlekler üzerinde kullanılmıştır. Özellikle halka ait mühürlerde kullanılmış olması geniş kitlelerce daha kolay anlaşılabildiğinin bir belirtisidir.
Resmî yazışmalar ve saray arşivleri Asur çivi yazısıyla yazılırken kayalardaki kabartmalar ve yazıtlar için Anadolu hiyeroglifi denilen yazı kullanılırdı. Bugün, bu harflerle yazılan dilin bir Luvice lehçesi olduğu bilinmektedir. Hurrice de önemli bir diplomatik yazışma diliydi ve bilhassa Mitannilerle yapılan yazışmalarda kullanılırdı. I. Hattuşili döneminde resmî dil haline gelen Hititçe imparatorluğun çöküşüyle bir daha konuşulmamak üzere ortadan kalkmış, bu dil ancak Bedřich Hrozný tarafından 1915'te çözülerek yeniden keşfedilmiştir. Anadolu hiyeroglif yazısının 1940'lı yıllarda başlayan çözülmesinde ise Helmuth Theodor Bossert'in büyük katkısı olmuştur.
Kanunlar.
Hitit kanunları, imparatorluğun diğer kayıtları gibi, pişmiş kilden yapılmış çivi yazılı tabletlere kaydedilmiştir. Hitit Kanunnamesi olduğu anlaşılan ve her biri 186 madde içeren iki kil tablet, Hitit Krallığı'nın erken dönemlerinde uygulanan kanunların bir derlemesidir. Tabletlere ek olarak, Orta Anadolu'da imparatorluğun yönetim ve hukuk kurallarını anlatan Hitit çivi yazılı anıtlar da bulunmaktadır. Tabletler ve anıtlar Eski Hitit Krallığı'ndan (MÖ 1650-1500) Yeni Hitit Krallığı olarak bilinen döneme (MÖ 1500-1180) kadar uzanmaktadır. Bu zaman dilimleri arasında, dili modernleştiren ve birçok suça daha insani cezaların verildiği bir dizi yasal reform yaratan farklı çeviriler bulunabilir. Bu değişiklikler muhtemelen tarihi imparatorluk boyunca yeni ve farklı kralların yükselişine ya da kanunnamelerde kullanılan dili değiştiren yeni çevirilere atfedilebilir. Her iki durumda da, Hitit kanunnameleri belirli suçlar için çok özel para cezaları ya da cezalar öngörmektedir ve Çıkış ve Tesniye kitaplarında bulunan İncil kanunlarıyla pek çok benzerlik taşımaktadır. Kanunnameler cezai yaptırımların yanı sıra miras ve ölüm gibi belirli durumlara ilişkin talimatlar da vermektedir.
Din.
Çoktanrılı bir inanç olan Hitit dininin panteonu içinde binlerce tanrı ve tanrıça vardır ve bunların pek çoğu diğer kavimlerin dinlerinden devşirilmiştir. Hititlerde tanrılar, tıpkı insanlar gibidir. Fiziksel şekilleri insan gibi olduğu kadar ruhen de onlarla aynı olup insanlar gibi yerler, içerler, kendilerine iyi bakıldığı sürece insanlara iyilik ederler ancak ihmal edildikleri zaman hemen intikam almaya, insanları en acımasız yöntemlerle cezalandırmaya hazırdırlar. Bir Hitit metni, insanlarla tanrıları birbirleriyle kıyaslamakta ve tanrı-insan ilişkilerini bey-hizmetçi ilişkilerine benzetmektedir.
Hitit panteonu, Anadolu ve Suriye şehirlerinin çeşitli yerel panteonlarının zamanla bir araya getirilip birleştirilmesinden oluşmuştur. Hitit devletinin başlangıcından itibaren baş tanrı aynı zamanda fırtına tanrısı olan Teşup'tur. Kâinatı yaratan, krallığı ve ülkenin düzenini koruyan Teşup olup kral, efendisi adına ülkeyi yönetir.
Eski Ahit ve Hititler.
Kutsal Kitap'ta, Tekvin'den sürgün-sonrası Ezra-Nehemya'ya kadar olan pek çok pasajda Hititler'den söz edilir. Hititler, genellikle İsrailoğulları arasında yaşayan bir halk olarak tasvir edilir. İbrahim, Makpela'daki mağarayı ve tarlayı Hititli Efron'dan (Ephron Hachiti) satın alır; ayrıca, Davud'un ordusunda görev aldıklarından da bahsedilir. Bununla birlikte, 2. Krallar 7:6'da anlatılana göre, Hititler, coğrafi olarak Kenan'ın dışında bulunan, bir Suriye ordusunu korkutacak kadar güçlü olan ve kendi krallıkları olan (pasaj çoğulda "krallar" anlamına gelir.) bir halktır.
Eski Ahit'teki Hititler'in aşağıdakilerden herhangi birini mi, yoksa hepsini mi ifade ettiği önemli bir bilimsel tartışma konusudur: 1) orijinal Hattiler; 2) Orta Anadolu için "Hatti" adını taşıyan ve bugün "Hititler" olarak anılan Hint-Avrupalı fatihler (bu makalenin konusu); veya 3) Anadolu gruplarından biri veya her ikisi ile ilişkili olan veya olmayan, aynı zamanda sonraki Geç-Hitit devletleri ile aynı olan veya olmayan Kenanlı bir grup.
Diğer İncil bilginleri (Max Müller'i takiben), Kenan'ın oğlu Heth ile bağlantılı olmak yerine, Anadolu'nun Eski Ahit literatüründe ve apokriflerde, Cava'nın oğlunun adını aldığı söylenen bir halk, yani "Kittim" (Chittim) olarak anıldığını iddia ettiler.
Kaynakça.
Özel
Genel
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7564",
"len_data": 40398,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.79
}
|
Pier Paolo Pasolini (5 Mart 1922 - 2 Kasım 1975), İtalyan film yönetmeni, senarist ve şairdir.
Çocukluk yılları.
Pier Paolo Pasolini 5 Mart 1922'de Bolonya'da doğdu. Babası piyade subayı Alberto Pasolini, annesi ilkokul öğretmeni Susanna Colussi idi. Babası Ravennalı köklü bir aileden geliyordu. 1921 yılında Casarsa'da evlendiler ve Bolonya'ya taşındılar.
Pasoliniler Bolonya'da uzun süre kalmadı ve sırasıyla Parma, Conegliano, Belluno, Sacile, Idria, Cremona, tekrar Bolonya ve kuzey İtalya'nın çeşitli şehirlerinde yaşadı.
1925'te Belluno'da Pasolinilerin ikinci oğlu Guido doğdu. Aile durmadan taşınırken iz bırakan tek yer Casarsa oldu. Pier Paolo'nun babasıyla arası her zaman problemliyken, annesiyle ilişkileri hep iyi oldu.
Kardeşi Guido ile ilişkileri oldukça iyiydi. Guido, derslerinde başarılı ve spor yetenekleri gelişmiş olan ağabeyine yoğun bir hayranlık besliyordu, bu hayranlığı ölümüne kadar sürdü.
Çocuklukları boyunca sürekli taşınmaları Pier Paolo'nun başarısını hiç etkilemedi. 1928'de şairliğe ilk adımlarını attı, bulduğu bir defteri şiirler ve küçük resimlerle doldurdu. Bunu diğerleri takip etti ama hepsi savaş sırasında kayboldu.
İlkokuldan sonra Conegliano ortaokuluna başladı. Bu yıllarda Teta Velata adını verdiği bir metin yazdı.
Üniversite.
Pier Paolo 17 yaşında liseyi bitirdi ve Bolonya Üniversitesi'ne yazıldı. Üniversite yılları boyunca Luciano Serra, Franco Farolfi, Ermes Parmi (bu isim yıllar sonra Guido tarafından Osoppo'daki partizanlık günlerinde ödünç alınacaktı), Fabio Mauri ile bir grup oluşturup Bolonya'daki sol çevrelerin gazetesi "Il Setaccio" çevresinde toplandılar. Pasolini "Stroligut" dergisine katkıda bulunmaya başladı ve diğer edebiyatçı arkadaşlarıyla birlikte "Academiuta di lenga furlana"'ni (Furlana dili akademiciliği) yarattı. Diyalekt kullanımı faşist rejime başkaldırı anlamına geliyordu.
Diyalekt kullanımı aynı zamanda, az gelişmiş halk kitleleri üzerinde kilisenin sahip olduğu hegemonyayı da kırmaya yönelik bir eylemdi. Sol da İtalyan dilinin kullanımından yanaydı aslında, diyalekt kullanımı onlara göre de Jakoben bir yaklaşım ve ayrıcalık anlamına geliyordu. Pasolini 'sol'a diyalekt kullanımının kültür zenginliği anlamına geldiğini anlatmak için çaba gösterdi.
Üniversite eğitimi boyunca Casarsa'ya dönüşleri Pasolini için hep mutluluk verici oldu. Nisan 47'de Silvana Ottieri'ye şöyle yazdı:
İkinci Dünya Savaşı yılları.
İkinci Dünya Savaşı yılları Pasolini için çok zor geçti. Ruh hali o yıllarda yazdığı bir mektuptan çok iyi anlaşılıyor:
Pasolini 1943'te Livorno'da askere alındı. Hemen ertesi günü Almanlar'a silah teslimatı yapmayı reddederek kaçtı. Biraz İtalya'yı gezdikten sonra Casarsa'ya döndü. Pasolini ailesi Almanlardan ve bombalardan uzak olan Versutta'ya gitmeye karar verdi. Pasolini burada lise öğretmenliği yapmaya başladı.
Guido'nun ölümü.
O yıllara damgasını vuran olay kardeşi Guido'nun ölümü oldu. Guido, Versutta'da saklanmayı reddedip partizanlara katılmıştı. Pier Paolo, Guido'yu tren istasyonuna götürdü ve şüpheleri dağıtmak için de Bolonya'ya bir bilet aldı. Guido, Spilimbergo'dan Pielunga'ya hareket etti ve Osoppo partizan birliğine katıldı. Pier Paolo'nun kaybolan arkadaşı Ermes'in adını kendine kod adı olarak aldı.
Anti-faşist grupların aralarında anlaşmazlık vardı. Garibaldi birliklerine bağlı Komünist birlikler Fruili'nin Tito'nun Yugoslavyası ile birleşmesini, Osoppo birlikleri ise İtalyan kalmasını istiyordu. Guido, Pier Paolo'ya yazdığı mektuplarda bu konuda yazılar yazmasını ve Osoppo birliklerini desteklemesini istedi. Pier Paolo bu makaleleri yazma fırsatını bulamadı.
Şubat 1945'te Guido, Osoppo birliğinin diğer elemanlarıyla beraber Porzus'ta katledildi. Yaklaşık yüz Garibaldili silahsız taklidi yaparak birliğe yaklaştı ve yakaladıkları Osoppo birliği üyelerini öldürdü. Guido yaralı olarak bir köylü kadının yanına sığınmayı başardı ancak Garibaldi birlikleri tarafından bulundu, zorla evden dışarı sürüklenip kurşuna dizildi. Pasolini ailesi Guido'nun ölümünü ve nasıl gerçekleştiğini ancak savaş bittikten sonra öğrenebildi.
Pasolini, okuyucularının isteği üzerine, "Vie Nuove" adlı komünist derginin 15 Eylül 1971 tarihli nüshasında kardeşinin ölümü hakkında konuşur:
Guido'nun ölümü Pasolinileri özellikle de anneyi yıktı. Babalarının Kenya'daki tutsaklığından dönüşüyle Pier Paolo ve annesi arasındaki ilişki daha da sağlamlaştı.
Takip eden yıllarda Guido'nun ölümü sağcı İtalyan basını tarafından Pier Paolo'ya saldırmanın bir yolu olarak defalarca sömürüldü.
‘Marksist yazar Pier Paolo, kendi kardeşine acımasızca davranan sistemi savunup avukatlığını üstleniyor.’ Secolo d'Italia, 24 Eylül 1960.
‘Pasolini’nin komünistlerce öldürülen kardeşi, her hâlde ağabeyinin kendisine yardım etmesini boşuna beklerdi.’ Il Tempo, 26 Mart 1970
İtalyan Komünist Partisi dönemi.
1945 yılında Pasolini 'lirik şiir antolojisi' (giriş ve yorumlar) adlı teziyle mezun oldu ve Friuli'ye yerleşti. Udine yakınlarındaki Valvasone'de lise öğretmeni oldu. Politik faaliyetlerine de aynı yıllarda başladı. 1947'de İtalyan Komünist Partisi'ne yakınlaştı. Partinin haftalık dergisi Lotta y Lavoro'ya yazılar vermeye başladı. Kardeşi Guido'nun ölüm sebebi yüzünden partiye girişinde kişisel zorluk yaşadı. Ancak Pasolini, kardeşinin hatırasını lekelememek için bu olayı gündeme getirmekten kaçınıyordu. Annesine yakınlığı daha da arttı. Babası, Guido'nun ayak takımına kapılıp gitmesinden dolayı annesini suçlamaya devam ediyordu.
İtalyan Komünist Partisi'ne sadakat cesaret işiydi. Pier Paolo böylece derin acısını bastırma fedakârlığı gösteriyordu; ne de olsa Friuli Komünist Partisi, dolaylı da olsa Guido'nun ölümüne yol açan kurumdu. Pasolini "San Giovanni di Casarsa" bölgesinin sekreteri oldu. Ama ne parti, ne de etraftaki entelektüller ondan pek hazetmiyordu. Diğerleri 1900'lerin dilini kullanıyor, Pasolini halk dilinde yazmakla kalmayıp derin politik konulara da pek girmiyordu. Pek çok komünist Pasolini'nin sosyal gerçekçiliğe olan ilgisizliğinden şüphe duyuyor ve burjuva kültürüne sempati duyduğuna inanıyordu.
Pasolini, ölene kadar arkadaş kalacağı ressam Zigaina ile o yıllarda tanıştı. Komünist Parti dönemi Pasoli'nin aktif olarak politik mücadele gösterdiği tek dönemdir.
Davalar.
15 Ekim 1949'da Cordovado Jandarması tarafından çocuklara yönelik cinsel tacizle suçlandı ve hakkında dava açıldı. Ardından, oldukça hassas ve küçük düşürücü başka davalar da açıldı. Genel kanı, o ilk dava olmasaydı, takip eden diğerlerinin de olmayacağı yönündedir.
Yıllar sonra Silvana Ottieri'ye yolladığı bir mektubunda şöyle söyler: 'Bende Rimbaud'nun, Dino Campana'nın, Wilde'ın izleri var. Bundan memnun olsam da olmasam da, bu diğerlerinin hoşuna gitse de gitmese de...'
Pasolini 30 Eylül 1949'da Ramuscello'da iki ya da üç çocuğa sarkıntılık etmekle suçlandı. Çocukların ebeveynleri şikayetçi olup dava açmamıştı, ama Cordovado jandarması bu durumla özel olarak ilgileniyordu. O yıllarda sol ile sağın arası oldukça açıktı ve Pasolini zor durumdaydı. Ramuscello davası yüzünden hem sol hem sağ, aleyhindeydi. 26 Ekim 1949 günü Komünist Parti'den atıldı. Bu haber 29 Ekim günü solcu l'Unita gazetesinde yayımlandı.
Roma yılları.
Birkaç gün içinde Pasolini adeta içinden çıkışı mümkün olmayan bir uçuruma yuvarlanmış gibiydi. Ramuscello olaylarının Casarsa'daki yankıları çok büyük oldu, Pasolini kendini aklamaya çalışırken her şeyini yitirdi. Partiden atıldı, işini kaybetti, annesiyle geçici süre de olsa arası açıldı. Pasolini Casarca'dan ve adeta mitleştirdiği Friuli'den kaçmak istiyordu. Annesiyle birlikte Roma'ya taşındı. Pier Paolo için artık yeni bir hayat başlıyordu:
Roma varoşlarının sert gerçekliğiyle tanışan Pasolini için ilk yıllar oldukça zor geçti. Güvencesiz, fakir ve yapayalnız yıllardı. Pasolini'nin kendi sözleri o yıllarda yaşadığı dramı açıkça ortaya koyuyordu:
50'lerin başında Roma'da annemle yalnızdım. Birkaç sene sonra babam da yanımıza geldi. O zaman Piazza Costaguti'den Ponte Mammolo'ya taşındık. Aynı yıllarda Ragazzi di vita (Kenar Mahalle Çocukları) nın da ilk sayfalarını yazmaya başlamıştım. İşsizdim, ölümcül bir ümitsizlik içindeydim. Diyalektle şiir yazan başka bir şair, Vittori Clemente yardımıma yetişti ve ayda 25.000 liret maaşla Ciampino özel okulunda öğretmen olarak işe başladım."
Aynı dönemde arkadaşı Silvana Ottieri'ye şöyle yazıyordu bir mektubunda:
Babası hastaydı. Casarsa'da Pasolini'nin başına gelen tatsız olaylardan sonra araları iyice açılmıştı.
Sinema, kitaplar.
Pasolini tanıdıkları aracılığıyla bir yerlere gelmektense kendi işini kendi bulmaya karar verdi ve Cinecitta'nın en alt basamaklarında senaryo editörü olarak çalışmaya başladı, bu arada kitaplarını çeşitli yayınevlerine yolluyordu.
Pasolini'nin sahip olduğu yoğun Friuli miti yavaş yavaş yerini Roma varoşlarının düzensiz çehresine bıraktı, artık onun hayatı buydu. Sancılı bir doğum gibi bu kez de Roma lümpen proletarya miti ortaya çıkıverdi.
Pasolini, Anna Banti ve Roberto Longhi'nin 'Paragone' dergisi için İtalyan diyalektleriyle yazılmış şiir antolojileri hazırlıyordu ve ilk romanı 'Raggazi di vita'nın ilk bölümü de yine bu dergide yayımlandı. İtalyan radyosundan Angioletti, onu edebiyat programları yapmak için davet etti. En zor Roma yılları artık yavaş yavaş geride kalıyordu.
1954'te Roma'nın burjuva mahallelerinden Monteverde Vecchio'ya taşındı ve en önemli diyalekt şiir seçkisi 'La meglio gioventu'yu yayımladı.
1955 yılında ilk romanı 'Raggazi di vita' nihayet yayımlandı. Okuyucular ve eleştirmenler kitabı çok beğendi, ancak resmi edebiyat çevrelerinin yaklaşımı olumsuzdu. Kitabı bayağı bir zevkin ürünü, muzır ve adice diyerek yorumladılar. İçişleri Bakanlığı hem yazar hem yayımcı hakkında dava açtı, kitap toplatıldı. Ancak mahkeme kitabı beraat ettirdi ve suça teşvik eden bir unsur bulunmadığını açıkladı. Kitap raflardaki yerini tekrar aldı.
Yine aynı dönemde, Pasolini pek çok iftiraya maruz kaldı ve ucuz gazetelerin üçüncü sayfalarının gözdesi oldu. Hakkında uydurulan suçlar, hırsızlığa yardım ve yataklık, silahlı soygun gibi çok çeşitliydi.
1957 yılında, Fellini'nin La notti di cabiria (Kabirya geceleri) filminin diyalekt kullanılan bölümlerini yazdı. Filmin jeneriğinde ismi, Bolognini, Rosi, Vaccini ve Lizzani ile birlikte senarist olarak yer aldı. 1960 yılında Il gobbo filminde aktör olarak ilk rolünü oynadı.
Ölümü.
1975'te sahilde kanlar içinde feci halde dövülmüş bulundu. Yapılan otopside dövüldükten sonra kafasının üzerinden de araba ile geçildiği belirtildi. Katiller ile ilgili çeşitli iddialar atıldı. Ancak gerçek katiller bulunamadı. 2014 yılında Abel Ferrara Pasolini'nin son dönemlerini anlatan bir film çekti. adlı filmde ölümüne değinilmiştir. Ünlü yönetmeni filmde aktör Willem Dafoe canlandırmıştır.
Filmleri.
Uzun metrajlı filmler.
Aşağıdaki tablodaki tüm filmler -aksi belirtilmediği sürece- Pier Paolo Pasolini tarafından yazılmış ve yönetilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7566",
"len_data": 10860,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.7
}
|
Necatigil Şiir Ödülü, şair Behçet Necatigil anısına ailesinin düzenlediği ve 1980'den beri her yıl şairin doğum günü olan "16 Nisan"da verilmekte olan şiir ödülü. En son 2019 yılında verildi.
Tarih.
Ödül, 1993'e kadar şairin ölüm yıldönümü olan 13 Aralık'ta verilmiş, 1994 yılından itibaren doğum yıldönümü olan 16 Nisan'da verilmeye başlanmış, ödüle değer eser olmadığı kaydıyla verilmediği 1989, 1993 ve 1998 yılları hariç her yıl ödül verilmiştir.
Ödülün amacı, "Necatigil" ailesi tarafından şu şekilde açıklanıyor:
"Necatigil Şiir Ödülü"’nün ilkini İlhan Berk almıştı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7576",
"len_data": 572,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.41
}
|
Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı (MİT), Türkiye'nin Cumhurbaşkanlığına bağlı resmî istihbarat örgütüdür. MİT'in mevcut merkezi, Ankara'nın Etimesgut ilçesindeki KALE binasıdır.
1965 yılında Millî Emniyet Hizmeti yerine kurulan; Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzenine, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine ve millî gücünü meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan gelecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında bilgi toplamak, önlem almak ve gerekli durumlarda ilgili makamları uyarmakla görevli bir teşkilattır.
Devletin millî güvenlik politikasının hazırlanmasıyla ilgili her konuda istihbaratın tek elde toplanabilmesi amacıyla 22 Temmuz 1965 tarihinde TBMM tarafından 644 sayılı kanun kabul edildi ve bu kanun ile kuruluşun adı "Millî İstihbarat Teşkilatı" (MİT) olarak değiştirildi. Kanun ile MİT'in bir müsteşar tarafından yönetilmesi ve müsteşarın, kanun ile belirlenen görevlerin yerine getirilmesinde sadece başbakana karşı sorumlu olması öngörüldü.
MİT, yaklaşık on dokuz yıl süre ile faaliyetlerini 644 sayılı kanun hükümleri doğrultusunda yürüttü ancak hızla değişen ve gelişen koşulların ışığında yeni bir yasal düzenlemeye gidilmesi ihtiyacı ortaya çıktı. Bu amaçla, 1 Kasım 1983 tarihinde 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu çıkarıldı ve kanun 1 Ocak 1984 tarihinde yürürlüğe girdi. Teşkilat, 2017 yılında yapılan değişiklikle başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır.
2024 yılı itibarıyla MİT, tarihi istihbarat belgelerini kamuya açmaya ve açık kaynak olarak paylaşmaya başladı.
Tarihçe.
Teşkilât-ı Mahsusa.
Ülkelerin birbirlerine yönelik siyasal, sosyal, ekonomik ve askerî faaliyetleri ile beklentilerinin önceden saptanması ihtiyacının zaman içerisinde giderek artması, haber almaya dönük yapılanmaların varlığını zorunlu kılmıştır. Yine Türkiye'de, sistemli ve organize nitelikte istihbarat örgütü kurma girişimleri, Osmanlı Devleti'nin son yıllarında başladı. Siyasi birliğin korunması, ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi ve özellikle yabancı devletlerin Orta Doğu üzerinde odaklaşan faaliyetlerinin izlenebilmesi için bireysel bazda ve sınırlı nitelikte sürdürülen istihbarat çalışmalarının bir merkezden organize biçimde yürütülmesine ihtiyaç duyuldu ve 17 Kasım 1913 tarihinde Enver Paşa tarafından Teşkilât-ı Mahsusa isimli istihbarat örgütü kuruldu. I. Dünya Savaşı sırasında askerî ve paramiliter hareketlerde bulunarak önemli görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağıldı.
Karakol Cemiyeti.
İstanbul'un İşgali'nden sonra millî uyanışın başlaması ile kişiler kendi kendilerine çeşitli örgütler kurdular. Bu örgütlerin birisi de kimilerine göre hâlâ yaşayan "Karakol" örgütüdür. İlk olarak 5 Şubat 1919 tarihinde kurulan Mütareke Dönemi'nin ilk gizli direniş grubu, İstanbul'da kurulan Karakol Cemiyetidir. 1918'in ekim sonları veya kasım başlarında Talât Paşa'nın emri ile kurulan cemiyetin kurucuları arasında Kurmay Albay Kara Vâsıf, emekli Yüzbaşı Bahâ Said Bey, Albay Galatalı Şevket ve Yenibahçeli Şükrü Bey gibi İttihât ve Terâkki Cemiyeti mensubu kişiler bulunmaktaydı. Kısa zamanda örgütlenme çalışmalarını tamamlayan Karakol Cemiyeti'nin Millî Mücadele'ye yaptığı en büyük hizmet, İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve cephane ile subayların kaçırılmasını sağlaması, İngiliz Muhipler Cemiyeti gibi kuruluşların planlarını ve faaliyetlerini Mustafa Kemal Paşa'ya haber vermesi oldu. Ancak Cemiyet, Bolşevikler ile gizli ilişkilere girmesi ve kendi başına Millî Mücadele'ye sahiplenme çalışmalarında bulunması sebepleriyle Anadolu ordusu kadrosuna dâhil edilmedi. 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgali sırasında liderlerinin tutuklanmaları ile büyük bir darbe yedi ve nihayet Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi'nin kararlarını uygulamak için seçilen Heyet-i Temsiliyenin kararıyla faaliyetlerine son verildi.
Zâbitân, Yavuz, Hamza ve Felâh Grupları.
Karakol Cemiyetinin dağılmasından sonra Zâbitân Grubu ve Yavuz Grubu gibi çeşitli istihbarat grupları oluşturuldu. Bunlardan 23 Eylül 1920 tarihinde faaliyete geçen Hamza Grubu'nun adı 31 Ağustos 1921 tarihinde Felâh Grubu olarak değiştirildi. Bu istihbarat grupları, Türk Kurtuluş Savaşı sonuna kadar faaliyetlerini sürdürebildi. Kurtuluş Savaşı sonrasında lağvedilerek mensuplarının bir kısmı Askeri Polis Teşkilatı veya ileri dönemlerde MEH/MAH bünyelerine kazandırıldı.
Askerî Polis Teşkilatı.
İstihbarat örgütleri arasındaki dağınıklığı gidermek, ordu içerisine sızan düşman casusluk faaliyet ve propagandasına karşı koymak amacıyla 18 Temmuz 1920 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından Askerî Polis Teşkilatı (AP veya P) kuruldu. Savaş yıllarında başarılı hizmetler veren örgütün faaliyetlerine 21 Mart 1921 tarihinde son verildi. Günümüzde silahlı kuvvetler bünyesindeki Jandarma Genel Komutanlığı devamı niteliğindedir.
Tedkik Heyeti Amirlikleri.
Askerî Polis Teşkilatının kapatılmasının istihbarat faaliyetleri açısından kısa bir süre doğurduğu boşluk ise yine Genelkurmay Başkanlığı tarafından kurulan ve 1 Nisan 1921 ile 22 Haziran 1922 tarihleri arasında Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde faaliyet gösteren Tedkik Heyeti Amirlikleri vasıtasıyla giderildi.
Müsellâh Müdâfaa-i Milliye (Mim Mim Grubu).
Edinilen tecrübelerin ışığında ve belirlenen yeni hedeflere ulaşılabilmesi amacıyla bu defa Enver Paşa tarafından Müsellâh Müdâfaa-i Milliye isimli bir istihbarat grubu kuruldu. TBMM Hükümeti, 3 Mayıs 1921 tarihinde kısa adı "MM" (Mim Mim) olan bu örgüte resmiyet kazandırdı. Tedkik Heyeti Amirlikleri Anadolu'da faaliyetlerini sürdürürken "MM örgütü;" asker ve sivil kesimden oluşmuş kadrolarıyla, İstanbul'da büyük bir ajan ve haber ağı kurmayı başardı, Anadolu'ya silah ve cephane kaçırılması faaliyetlerini organize etti. Düşman karargâhları, iş birlikçi gruplar ve yabancı misyona sızarak çok sayıda önemli belge ve bilgi elde etti. Kurtuluş Savaşı sırasında düşman faaliyetlerine karşı oluşturulan çeşitli istihbarat gruplarıyla da iş birliği yapan örgütün faaliyetleri, İstanbul'un Kurtuluşu'ndan sonra 5 Ekim 1923'te son buldu.
Millî Emniyet Hizmeti Riyaseti.
İstihbarat örgütlerinin kapatılmasından ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra, 1926 tarihine kadar geçen dönem içinde haber alma çalışmaları Ordu Müfettişlikleri İstihbarat Şubeleri tarafından yürütüldü. 1925 yılı sonunda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, gelişmiş devletlerdeki gibi çağdaş bir istihbarat örgütü kurulması talimatını verdi. Bunun üzerine Avrupa ülkelerinde eğitilen kadroların da katılımıyla, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın 6 Ocak 1926 tarihli emri doğrultusunda, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk istihbarat kuruluşu olan Millî Emniyet Hizmeti Riyaseti (MEH/MAH) kuruldu. Teşkilat, 5 Ocak 1927 tarihinde şeklen İçişleri Bakanlığına bağlandı. 6 Ocak 1926 ile 5 Ocak 1927 tarihleri arasındaki bir yıllık dönem çalışmaları, dönemin yöneticileri tarafından Riyasetin kuruluşuna hazırlık dönemi olarak değerlendirildi ve bir gün sonraki 6 Ocak 1927 tarihi MAH'ın kuruluş tarihi olarak kabul edildi. Başkanlığına Şükrü Âli Ögel getirildi.
MAH, duyulan ihtiyaçlara bağlı olarak zaman içerisinde birkaç kez küçük yapısal değişiklikler geçirdi ve 1965 yılına kadar Türkiye'nin istihbarat faaliyetini yürüttü.
Birimler.
Güvenlik Tahkikat Başkanlığı.
Güvenlik Tahkikat Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) bünyesinde faaliyet gösteren ve kamu görevine atanacak kişilere yönelik güvenlik soruşturmalarının yürütülmesinden sorumlu birimdir. Birim stratejik pozisyonlara aday gösterilen bireylerin geçmişlerine ilişkin arşiv araştırmaları, biyografi istihbaratı ve geçmiş kontrollerini (arkaplan araştırması) gerçekleştirmektedir. Arşiv Araştırması Faaliyetleri, 2937 Sayılı Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu ile Teşkilat’ın görev ve yetkilerini düzenleyen ilgili mevzuat çerçevesinde yürütülmektedir. Elde edilen bilgiler raporlanarak karar vericiye sunulmaktadır. 2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu uyarınca MİT elde ettiği verileri ilgili karar vericiye sunmakta ve işleyerek işlevsel bir İstihbarat ürünü oluşturmaktadır.
İstihbarata Karşı Koyma Başkanlığı.
İstihbarata Karşı Koyma Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) bünyesinde faaliyet gösteren ve İstihbarata Karşı Koyma (İKK) görevlerini üstlenen ve yürüten birimdir. Görevi yabancı istihbarat teşkilatlarının Türkiye'ye yönelik istihbarat faaliyetlerini tespit etmek ve önlemektir. İstihbarata Karşı Koyma Başkanlığı basında daha çok MOSSAD'a yönelik düzenlediği kontr-espiyonaj operasyonları ile bilinmektedir. Birimin İKK görevleri haricinde diğer birimlerle koordine olarak Türkiye'ye yönelik subversif faaliyetleri önleme görevini yerine getirir.
Dış Operasyonlar Başkanlığı.
Dış Operasyonlar Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) bünyesinde faaliyet gösteren ve Türkiye'nin stratejik çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi konusunda faaliyet gösteren birimdir. Ayrıca "Nokta Operasyonları" düzenlemek için Özel Kuvvetler Komutanlığı ile beraber müşterek operasyonlar yürütür. Birim tarafından düzenlenen 29 Nisan 2023 terör örgütü DAEŞ Lideri Ebu-El Kureyşi Operasyonu sırasında MİT ve ÖKK koordine olarak Ebu-El Kureyşi'yi tespit etmiş ve herhangi bir sivil/askeri zayiat olmadan DAEŞ liderini etkisiz hale getirmiştir. Yurt içi ve yurt dışı iki farklı görev sahasında faaliyet yürütmektedir. Milli İstihbarat Teşkilatının Irak, Suriye, Yunanistan, Gürcistan, Ermenistan, Filistin vd. ülkelerde yurt dışı faaliyetlerini yerine getirir.
Terörle Mücadele Başkanlığı.
Terörle Mücadele Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) bünyesinde faaliyet gösteren Terörle Mücadele konusunda ilgili faaliyetleri yürüten birimdir. Türkiye'ye yönelik terör faaliyetleri organize eden Terör Örgütlerinin durdurulması ve dekapute edilerek etkisiz hale getirilmesi faaliyetlerini gerçekleştirir. MİT'in PKK/KCK, DAEŞ, FETÖ ve Eş-Şabab vd. terör örgütleriyle mücadelesinde asıl görevlerini üstlenir. Terörle Mücadele Başkanlığı gerekli görülen durumlarda Emniyet Genel Müdürlüğü, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri ile ortak operasyonlar düzenler.
Siber İstihbarat Başkanlığı.
Siber İstihbarat Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) bünyesinde faaliyet gösteren Siber Casusluk ve Siber Güvenlik görevlerini icra eden birimdir.
Sinyal İstihbaratı Başkanlığı.
Sinyal İstihbarat Başkanlığı (SİB) eski adıyla Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı'nın 2012 yılında MİT'e devri ile kurulmuş olan ve sinyal istihbaratı (SIGINT) yapan birimdir. Görevi elindeki elektronik araçlar ve yetenekleri kullanarak elektronik sinyalleri ve verileri toplayarak analiz etmek ve karar vericiye raporlaştırarak sunmaktır. GESK'nin FETÖ'cülerce ele geçirilmesinin önlenmesi amacıyla Genel Kurmay Başkanlığı'nın imzaladığı protokol kapsamında Milli İstihbarat Teşkilatına devredilmiştir. Devir tamamlandıktan sonra MİT tarafından birime "Sinyal İstihbaratı Başkanlığı" ismi verilmiştir. 2020 yılından sonra İstihbarat Gemisi ve Elektronik Harp ekipmanı ile Bombardier Challenger 600 tipi Elektronik Harp Uçağı kazandırılmıştır.
Operasyonlar.
Ülke içi operasyonları.
26 Ocak 1956 Nikolay İyoçenko Operasyonu.
MİT'in resmi olarak selefi olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti tarafından düzenlenen bir operasyondur. Yapılan operasyon sonucunda SSCB adına istihbarat topladığı tespit edilen Nikolay İyoçenko bir suçüstü baskını ile tutuklanmış ve istenmeyen adam (persona non grata) ilan edilmiştir. SSCB'nin askeri istihbaratı olan GRU yapılanması önemli bir darbe almıştır.
1977 Sabahattin Savaşman Operasyonu.
MİT, kendi mensubu olmasına karşın çift taraflı ajanlık faaliyetlerinde bulunduğu ve gizli bilgileri CIA ve MI6 ilettiğini tespit ettiği üst düzey bir yetkilisi olan Sabahattin Savaşman'a karşı operasyon düzenlemiştir. Operasyon dönemin MİT müsteşarı Hamza Gürgüç ve Mehmet Eymür'ün de katılımı ile tamamlanmış ve çift taraflı ajanlık yaptığı tespit edilen Sabahattin Savaşman yakalanmıştır. Yakalandıktan sonra 17 yıl hapse mahkûm edilen Sabahattin Savaşman 1994 yılında tahliye olduktan sonra şüpheli bir şekilde öldü.
15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi.
MİT, 7 Şubat Krizi sonrasında ikinci kez FETÖ mensuplarıyla karşı karşıya gelmiştir. 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sırasında MİT'in eski merkezi olarak bilinen Yenimahalle kompleksine ağır makineli ve uzun namlulu silahlarla saldırılar düzenlenmiştir. MİT daha sonradan yayınlayacağı koleksiyon ve arşiv görüntülerinde bu saldırılardan kalma bir boş mermi kovanı yayınlamıştır.
2016-2018 FETÖ Operasyonları.
15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrasında dönemin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin MİT müsteşarı Hakan Fidan tarafından verilen talimatlar sonucunda Fetullahçıların yakalanmasına yönelik MİT operasyonlarına başlamıştır. Yapılan en büyük operasyonlardan birisi de İzmir'de yapılmış olup FETÖ'nün bölge de yeniden yapılanmaya çalıştığı tespit edilmiştir. Yapılan yakalama operasyonu ve Emniyet ile yürütülen koordineli takip sonucunda 118 hücre evi basılmış ve 92 kişi tutuklanmıştır.
19 Aralık 2016 FETÖ Operasyonu.
Rus büyükelçi Andrey Karlov 19 Aralık 2016 tarihinde eski bir polis memuru tarafından kendisine ateş açılması sonucunda suikaste uğradı. Kendisinin ölümü ardından MİT ve FSB işbirliği yaparak daha detaylı bir operasyon düzenlemesi ve onu vuran eski polis memurunu kimin yönlendirdiğine dair bir çalışma başlatıldı. Elde edilen sonuçlar ışığında talimatın FETÖ tarafından verildiği ayrıca suikastten sonra FETÖ'yü gizlemek adına Mevlüt Mert Altıntaş'a kendisini radikal dini örgüt mensubu gibi davranmasını ve sıklıkla kelimeyi şehadeti tekrarlamasını söylendiği tespit edildi.
Aralık 2022 MOSSAD Kontr Espiyonaj Operasyonu.
MİT, Aralık 2022'de İsrail istihbarat servisi MOSSAD'a karşı kontr-espiyonaj operasyonu başlattı. Başlatılan operasyon sonucunda Mossad'a veri sağladığını tespit ettiği 68 kişiyi Emniyet ile beraber ortak düzenlediği bir baskın operasyonu ile yakaladı. İlgili operasyonun devamında ayrıca 7 kişilik bir özel dedektiflik ekibi de yakalanmıştır.
2023 Terör Örgütü DAEŞ Operasyonları.
MİT, Ocak 2023 itibarıyla DAEŞ'e karşı operasyonlar başlatmaya karar vermiştir. 2023 yılında toplamda 122 operasyon yapmış ve 426 kişiyi yakalamıştır.
2024 MOSSAD Kontr Espiyonaj Operasyonu.
2024 yılında Türkiye'ye sığınan uluslararası sığınmacılara yönelik istihbarat topladığı öne sürülen ve elde ettiği bilgileri İsrail İstihbarat servisi MOSSAD'a sağladığı tespit edilen 46 şüpheliye yönelik yakalama kararı çıkartılmıştır. MİT ve Emniyet güçlerinin 8 ilde 57 adrese düzenlediği koordineli operasyon sonucunda 46 şüpheliden 33 kişi yakalanmıştır. MOSSAD'a doğrudan bilgi sağladığı tespit edilen kişilerse tutuklanmış olup halen kayıp 13 kişi aranmaktadır. MİT tarafından MOSSAD'a yapılan ikinci büyük kontr-espiyonaj operasyonudur.
1-4 Ağustos 2024 Rehine Takası Operasyonu ve İstihbarat Diplomasisi Koordinasyonu.
Türkiye'nin arabulucuğu ile gerçekleştiren operasyonda ABD, İsrail, Almanya, Ukrayna ile Rusya, Belarus arasında esir takası gerçekleştirilmiştir. CIA, MOSSAD, BND, Ukrayna GRU ve GRU, Belarus KGB'si arasında yürütülen rehine takaslarına MİT aracılık etmiş ve taraflar arasında arabuluculuk rolünü üstlenmiştir.
Rehine takası için Esenboğa Havalimanı seçilmiş olup 7 uçaklık bir filo gönderilmiş ve toplamda yirmiden fazla politik suçlu, emekli asker, gazetici, muhbir ve savaş tutsakları takas edilmiştir. Buna göre taraflar kendi tutsaklarını alınmış ve MİT tarafından belirlenen zaman çizelgesi içerisinde gerekli kontrol ve işlemlerden sonra taraflar kendi hava araçlarına binerek Esenboğa Havalimanını terk etmiştir.
Yerli ve yabancı basında geniş bir etki uyandıran operasyon MİT'in ülke içinde yaptığı en büyük rehine takası operasyonu olma özelliğine sahiptir. Yapılan rehine takası 2. Dünya Savaşı sonrasındaki en büyük rehine takaslarından birisidir.
27 Ocak 2025 Panel Operasyonu.
MİT; Jandarma Genel Komutanlığı ve Ulusal Siber Olaylara Müdahale (USOM) birimleri tarafından yürütülen ve "Avatar" veya "Adalet" olarak bilinen ulusal hukuk sistemi UYAP'tan izinsiz kişisel verileri topladığı tespit edilen yazılımı geliştiren kişilere yönelik düzenlenen bir operasyondur. İstanbul ve İzmir'de koordineli olarak gerçekleştirilen operasyon sonucunda 5 kişi gözaltına alınmıştır.
Mart 2025 İran Kontr Espiyonaj Operasyonu.
MİT ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen bir operasyon sonucunda İran İstihbaratına bilgi sağladığı tespit edilen 5 kişi 3 ilde yapılan koordineli bir operasyon sonucunda gözaltına alındı.
11 Mayıs 2025 Sahte Baz İstasyonu Operasyonu.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), İstanbul'da sahte baz istasyonu kurarak siber casusluk Çin uyruklu 7 şüpheliyi suçüstü yakaladı. Şüpheliler, çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı. Şüphelilerin sahte baz istasyonlarını kullanarak izinsiz dinleme, siber casusluk faaliyetleri yürütüldüğü tespit edildi. MİT'e yakın kaynaklara göre operasyonda yakalanan Çinliler, Türkiye'de ikamet eden ve göçmen koruma programına alınan Uygurlar ile ilgili hassas bilgileri ele geçirmeye çalışıyordu. MİT konuyla ilgili herhangi açıklamada bulunmadı.
Avrupa.
Ukrayna.
Temmuz 2018 FETÖ Operasyonu.
Temmuz 2018'de MİT'in düzenlediği operasyonların ardından Fethullahçılarla bağlantılı bir şüpheli Türkiye'ye getirildi.
Şubat 2022 FETÖ Operasyonu.
Şubat 2022'de MİT operasyonuyla Necip Hablemitoğlu'nun suikastından sorumlu ve Fethullahçılarla bağlantılı olduğu düşünülen kişi Türkiye'ye getirildi.
İspanya.
6 Ağustos 2023 Muhammed Yakut Operasyonu.
Sedat Peker, Süleyman Soylu, Mehmet Ağar gibi isimler hakkında ciddi iddialarda bulunan Muhammed Yakut, MİT ve İspanyol polisinin düzenlediği ortak operasyon sonucu İspanya'nın Santander şehrinde yakalandı.
Afrika.
Gabon.
Mart 2018 FETÖ Operasyonu.
MİT, Fethullahçılarla bağlantılı üç şüpheli üyesini Gabon'dan kaçırdı ve onları özel bir jetle Libreville'den Ankara'ya nakletti.
Sudan.
27 Kasım 2017 FETÖ Operasyonu.
MİT ve NISS'in ortak operasyonunda Fethullahçıların baş finansörü olduğuna inanılan bir kişi yakalanarak Türkiye'ye sevk edildi.
Kenya.
8-9 Mayıs 2019 Hemşire Operasyonu.
Kenya içinde bir STK'ya bağlı olarak hemşirelik ve hastane hizmetleri sağlayan İtalya vatandaşı Silvia Constanzo Romano 2018 yılında kaçırılarak rehin alınmıştır. İtalyan makamların talebi üzerine MİT bir kurtarma operasyonu başlatmaya karar verdi: Aralık 2019'da başlayan çalışmalara göre hemşire kaçırıldıktan sonra Somali'ye nakledilmişti ve sağ oluğu tespit edilmişti. 18 ay boyunca esaret altında kalan hemşire MİT tarafından 8-9 Mayıs günlerinde düzenlenen bir kurtarma operasyonuyla kurtarıldı. Kurtarılmasının ardından İtalya'ya teslim edilmek üzerine Somali'nin başkenti Mogadişu'ya nakledildi. Buradan özel bir jetle İtalya'ya geri döndü.
Nijerya.
2021-2022 Türk Rehineleri Kurtarma Operasyonu.
23 Ocak 2021 yılında Nijerya'nın Lagos kentinde seyrini yapmakta olan uluslararası tescilli bir gemide görev yapan mürettebat kaçırılmıştır. Kaçırılmanın ardından Dışişleri Bakanlığı ve MİT koordineli bir çalışma başlatmış ve mürettebatı kurtarmayı başarmıştır. Kurtarılan kişilerse Türk Hava Yolları tarafından Nijerya'dan İstanbul'a getirilmiştir.
Asya.
Filistin.
"Güvene Yolculuk" Operasyonu.
"Güvene Yolculuk" adı verilen operasyon: NASA'yla çalışan Füze Mühendisliği Ekibi Direktörü Loay el-Basyuni'nin Filistin kökenli Alman vatandaşı ebeveynleri, Milli İstihbarat Teşkilatının dört gün süren kurtarma operasyonunun ardından Gazze Şeridi'nden çıkarıldı. Basyuni, ebeveynlerinin Refah'tan çıkmasının ardından Alman yetkililerin onları almaya geldiğine ve buradan bir prestij devşirmeye çalıştığına dikkati çekerek, "Almanlar onları almaya çalıştılar ve ısrarcı oldular. Ancak ben arayıp 'Hayır, her şeyi Türk hükümeti yaptı. Onları çıkaran da buraya ulaştıran da Türk hükümetidir. Onları buraya İstanbul’a getireceğiz.' dedim." ifadelerini kullandı.
Suriye.
6 Haziran 2020 Natalia Barkal Operasyonu.
2013'te Suriyeli eşiyle birlikte Suriye'ye ticaret yapmak için ziyarette bulunan Moldova vatandaşı Natalia Barkal, iskeletini terör örgütü YPG'nin oluşturduğu SDG tarafından alıkonularak önce Menbic'de bir hapishaneye, daha sonra Haseke'de bulunan Hol Kampı'na götürüldü. Uzun süre kendisinden haber alınamaması sonrası Moldova, Türkiye'deki yetkili makamlar ile iletişime geçti ve yardım talebinde bulundu. Millî İstihbarat Teşkilatı, SDG tarafından alıkonulan Barkal'ı 6 Haziran 2020'de düzenlediği bir operasyonla SDG bölgesinden çıkardı ve Türkiye'nin Barış Pınarı Harekâtı ile kontrol ettiği Tel Abyad bölgesine getirdi, ardından da Türkiye'ye geçişi sağlandı. Natalia Barkal, kurtarıldıktan sonra "Türk devletine minnet duyuyorum. Türkiye, çok büyük bir ülke." derken Barkal, Moldova'ya döndüğünde Moldova Cumhurbaşkanı Igor Dodon tarafından çiçeklerle karşılandı.
29 Nisan 2023 DAEŞ Lideri Ebu-El Kureyşi Operasyonu..
MİT tarafından Suriye'nin kuzeyinde terör örgütü DAEŞ lideri Ebu el-Hüseyin el-Hüseyni el-Kureyşi'ye yönelik operasyon düzenlenmiştir. Düzenlenen operasyon sonucunda DAEŞ lideri Ebu-el Kureyşi MİT ve ÖKK mensupları tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Ebu-el Kureyşi'nin ölümünü ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan duyurmuştur.
2 Aralık 2024 Tel Rıfat Nokta Operasyonu.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), terörden arananlar listesinde kırmızı kategoride yer alan terör örgütü PKK/YPG'nin sözde sorumlularından "Yaşar Hakkari" kod adlı Yaşar Çekik'i Suriye'nin Tel Rıfat bölgesinde etkisiz hale getirdi. İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Çelik'in Suriye'nin Şehba bölgesinde terör eylemlerine devam ettiğini tespit edildi. Takibe alınan terörist, MİT tarafından düzenlenen operasyonda Tel Rıfat'ta etkisiz hale getirildi.
3 Şubat 2025 Nokta Operasyonu.
MİT, terör örgütü PKK/YPG'nin sözde Ayn-el-arab sorumlularından "Azad" kod adlı Mahmut Ağca'yı Suriye'de nokta operasyonla etkisiz hale getirdi. Güvenlik kaynaklarından edinilen bilgiye göre MİT, 2015'ten beri Türkiye'de gerçekleştirilen bazı terör eylemlerini organize ettiği belirlenen terörist Ağca'yı öncelikli hedef listesine aldı. Suriye'nin Ayn-el-arab bölgesindeki bir evde örgütsel görüşme yaptığı tespit edilen terörist Ağca, düzenlenen nokta operasyonla etkisiz hale getirildi.
25 Şubat 2025 Reyhanlı Faili Operasyonu.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde 2013 yılında 53 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısının faillerinden Temir Dükancı'yı Suriye'den Lübnan'a kaçmak üzereyken yakaladı. Terörden Arananlar Listesi'nde turuncu kategoride yer alan Dükancı, MİT'in, Suriye-Lübnan sınırında düzenlediği operasyonla yakalanarak Türkiye'ye getirildi. Terörist Dükancı, Hatay İl Emniyet Müdürlüğüne teslim edildi.
Irak.
Millî İstihbarat Teşkilatı, terör örgütü PKK/KCK'nin yöneticilerine karşı operasyonlar düzenlemektedir. PKK'nın yöneticileri, eğitim sorumluları ve saldırı planlayıcıları günümüzde de hâlâ devam eden operasyonlarla etkisiz hâle getirilmektedir. MİT tarafından en çok operasyon icra edilen faaliyet bölgelerinden birisi olup Suriye ile beraber MİT'in faaliyet alanının ana noktasıdır.
5 Temmuz 2023 Terör Örgütü PKK/KCK Irak İstihbarat Sorumlusu Nokta Operasyonu.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), terör örgütü PKK'nın sözde Irak istihbarat sorumlusu, diplomat Osman Köse'nin Erbil'de şehit edildiği eylemin azmettiricisi Hasan kod adlı Celal Kaya'yı, Irak'ın kuzeyindeki Süleymaniye'de etkisiz hale getirdi. Osman Köse'nin terör örgütü PKK/KCK tarafından yapılacak eylemler öncesi istihbarat toplanması, Türk kamu görevlilerinin alıkonulmasına yönelik terör eylemlerinin planlanması için çalıştığı tespit edildi.
7 Şubat 2025 Murat Keleş Operasyonu.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), terör örgütü PKK/KCK'nın sözde sorumlularından "Berhudan Harun" kod adlı Murat Keleş'i, Irak'ın Hakurk bölgesinde düzenlediği operasyonla etkisiz hale getirdi.
21 Şubat 2025 Hakurk Nokta Operasyon.
Güvenlik kaynaklarından alınan bilgiye göre MİT, teröristler "Rojda Azad" kod adlı Zehra Sebat ve "Çirav Cudi" kod adlı Serhat Erdoğan'ın Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına yönelik terör saldırısı hazırlığı yaptığını belirledi. Yerleri tespit edilen ve haklarında terör suçundan aranma kaydı bulunan teröristler Zehra Sebat ve Serhat Erdoğan, Irak'ın Hakurk bölgesi kırsalında düzenlenen nokta operasyonla etkisiz hale getirildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7581",
"len_data": 24313,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.54
}
|
Karşınızda Peter Sellers (özgün adı: The Life and Death of Peter Sellers), yönetmenliğini Stephen Hopkins'in üstlendiği, 2004 ABD yapımı bir filmdir. Roger Lewis'in aynı adlı kitabından uyarlanan ve ünlü İngiliz güldürü oyuncusu Peter Sellers'ı konu edinen film, Peter Sellers'ı canlandıran Geoffrey Rush'a 2005 yılı Altın Küre ödülünü getirmiştir.
Çeşitli film festivallerine katılmış ve Türkiye dahil pek çok ülkede sinemalarda gösterilmiş olan film, aslında televizyon için çekilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7590",
"len_data": 489,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 3.32
}
|
Dünyalar Savaşı (Özgün ad: War of the Worlds), Steven Spielberg tarafından yönetilen ve Josh Friedman ile David Koepp tarafından H.G. Wells'in 1898 tarihli romanı "Dünyaların Savaşı"ndan ("The War of the Worlds") uyarlanarak yazılan 2005 yapımı Amerikan bilimkurgu, aksiyon gerilim filmidir. Başrolde Tom Cruise'un yanı sıra Dakota Fanning, Miranda Otto ve Tim Robbins yer alırken, filmin anlatıcılığını Morgan Freeman üstleniyor. Film, ayrı yaşadığı çocuklarına bakmak zorunda olan Amerikalı bir liman işçisinin, uzaylılar Dünya'yı istila edip dev savaş makineleriyle şehirleri harap ettiğinde onları korumak ve anneleriyle yeniden bir araya getirmek için verdiği mücadeleyi anlatıyor.
Yapımcılığını Paramount Pictures, DreamWorks Pictures, Amblin Entertainment ve Cruise/Wagner Productions'ın üstlendiği filmin çekimleri Kaliforniya, Connecticut, New Jersey, New York ve Virginia'daki mekânların yanı sıra beş farklı ses sahnesi kullanılarak 73 günde tamamlandı. Gösterime girmeden önce çok az detayın sızdırılması için bir gizlilik kampanyası yürütüldü. Hitachi de dâhil olmak üzere çeşitli şirketlerle bağlantılı promosyonlar yapıldı.
"Dünyalar Savaşı" 29 Haziran 2005'te Paramount Pictures tarafından sinemalarda gösterime girdi ve genel olarak olumlu eleştiriler aldı. Wells'in romanındaki heyecan ve gerilim unsurlarını etkili bir şekilde yakaladığı, aksiyonu ve efektleri modernize ederek çağdaş izleyicilere hitap ettiği için övgüler aldı. Film aynı zamanda ticari bir başarı elde ederek dünya çapında 603 milyon doların üzerinde hasılat elde etti ve 2005 yılının en başarılı dördüncü filmi oldu. En İyi Görsel Efekt, En İyi Ses Miksajı ve En İyi Ses Kurgusu dallarında Akademi Ödülleri adaylığı kazandı.
Konusu.
Filmin açılış anlatımında, Dünya'nın muazzam bir zekaya sahip ve merhametsiz dünya dışı varlıklar tarafından gözlemlendiğini açıklıyor.
İnsan, kuşkusuz bir damla suda bulunan mikroorganizmaların sürüsü gibi dünyaya hükmettiği için, bu varlıklar her şeyi bizden almak için komplo kurmuşlardır.
Karısından boşanmış olan liman işçisi Ray Ferrier (Tom Cruise), New York, Brooklyn,'de bir rıhtımda vinç operatörü olarak çalışmaktadır ve çocukları 10 yaşındaki kızı Rachel ve genç oğlu Robbie'den uzaklaşmıştır. Ray'in hamile eski karısı Mary Ann, Boston'daki ailesini ziyarete giderken iki çocuğunu da Bayonne, New Jersey'deki evine bırakır. Daha sonra, yakındaki bir kavşağın ortasına birden çok kez yıldırım düştüğü ve neredeyse tüm elektronik cihazları anında kızartan elektromanyetik darbeye neden olan garip bir fırtına meydana gelir. Bir müddet sonra "tripod" şeklinde devasa bir savaş makinesinin yerin altından çıkıp yükselir ve bölgeyi yok etmek için güçlü enerji silahları kullanır. Halk panik halinde kaçışırken, Ray'de kalabalığa katılır, kaçışan insanların çoğu ateşlenen silahlardan gri bir kül haline getirilmektedir.
Ray çocuklarını toplar, kasabaya gitmeden önce ona nasıl tamir edileceği konusunda tavsiyede bulunan yerel tamirciden bir minibüs çalar ve güvenli bir yere sığınmak için eski karısı Mary Ann'in New Jersey banliyösündeki boş evine gider. O gece bodrum katına sığınırlar, ancak çok geçmeden garip bir kükreme sesi ve ardından evi yok eden bir patlama duyarlar. Ertesi sabah Ray ve Robbie, bir Boeing 747'nin mahallenin ortasına düştüğünü görürler. Ray, yiyecek bulmak için enkazı toplayan gezgin bir TV haber ekibiyle tanışır ve ona birden fazla tripodun dünyanın dört bir yanındaki büyük şehirlere saldırdığını açıklarlar. Tripodların insan saldırısından korunmak için güç kalkanları olduğunu ve tripodların pilotlarının, binlerce yıldır yeraltında gömülü olduğu varsayılan makinelerine girmek için şimşek fırtınaları ile yeraltına indikleri bilgisini verir.
Ray, çocukları anneleriyle birlikte olmaları için Boston'a götürmeye karar verir, ancak çaresizlik içinde olan bir insan kalabalığı, araçlarını terk etmeye zorlayarak onları dışarı çıkarmaya zorlar. Sonunda bir Hudson Nehri feribotuna ulaşırlar, aniden ortaya çıkan savaş tripodları, mültecilerin çoğunu ya katleder ya da kaçırır, ancak Ray'in ailesi kaçmayı başarır. ABD Deniz Piyadelerinin bazı tripodlarla savaşa girdiğine tanık olurlar. Ray ve Rachel hızla olay yerinden kaçarken, Robbie sonunda uzaylılara karşı beyhude savaşa katılır. Deniz Piyadeleri, Robbie'nin onlarla birlikte öldürüldüğü varsayılarak yok edilir. Kısa bir süre sonra, çifte Harlan Ogilvy adlı dengesiz bir adam tarafından yakındaki bir bodrum katında barınmaları teklif edilir.
Bir arama sondası ve bir grup uzaylı bodrumu keşfeder fakat itinayla ses çıkarmadan saklanırlar ve günlerce fark edilmeden orada kalırlar. Yakın bir yerde uzaylıların hızla yayılan manzara boyunca kırmızı renkli bir bitki örtüsü yetiştirmeye başladıklarını keşfederler ve grup, uzaylıların Dünya'yı terraforme ettiği ve potansiyel olarak kırmızı bitki örtüsünü bir gıda kaynağı olarak kullandıkları sonucuna varır. Ertesi sabah Ogilvy, uzaylı bitki örtüsünü döllemek için insan kanını ve dokusunu toplayan tripodlara tanık olduktan sonra zihinsel bir çöküntü yaşar. Ogilvy'nin çılgınca bağırmasının uzaylıları uyaracağından korkan Ray, isteksizce onu öldürür. İkinci bir tripod sondası daha sonra Ferrier ailesini uyurken yakalar ve Rachel'ın kaçmasına ve tripod tarafından kaçırılmasına neden olur. Ray daha sonra Rachel'ı kurtarmak için kasıtlı olarak uzaylıların dikkatini tripoda girmek için çeker; Diğer kaçırılanların yardımıyla Ray, tripodu el bombalarıyla içeriden yok eder.
Birkaç gün sonra Ray ve Rachel Boston'a vardıklarında uzaylı bitki örtüsünün solduğunu ve tripodların anlaşılmaz bir şekilde çöktüğünü görürler.
Birden hâlâ aktif durumda olan fakat yalpalayan bir tripod görünür, Ray üzerine kuşların konduğunu fark eder ve bu, güç kalkanlarının devre dışı bırakıldığını gösterir. Ray, kaçan kalabalığa eşlik eden ve Güdümlü tanksavar füzesi kullanan askerleri uyarır. Askerler tripod'a füzelerle ateş eder, tripod devrilir, bir kapak açılır ve içinden solgun, hastalıklı bir uzaylı sarkar, son nefesini vererek ölür. Ray ve Rachel sonunda Mary Ann'in ebeveynlerinin evine ulaşırlar ve burada bir şekilde hayatta kalan Mary Ann ve Robbie ile tekrar bir araya gelirler.
Filmin kapanışında, Anlatıcı, uzaylıların ölümlerinin, bağışıklık sistemlerinin Dünya'da yaşayan sayısız mikropla başa çıkamamasından kaynaklandığını açıklar; bu, "Tanrı'nın bilgeliğiyle" diğerleriyle doğal olarak bir arada var olan insanları korumak için gezegene yerleştirilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7593",
"len_data": 6432,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 2.94
}
|
Cennetin Krallığı (Orijinal adı: "Kingdom of Heaven"), 2005 yapımı, yönetmenliğini Ridley Scott'ın yaptığı, Haçlı Seferleri konusu üzerine olan tarih, aksiyon, savaş ve dram türündeki bir sinema filmidir. Filmin başrollerinde Orlando Bloom, Eva Green, Liam Neeson, Jeremy Irons, Edward Norton, David Thewlis, Brendan Gleeson ve "Selahaddin Eyyubi" rolünde Gassan Mesud bulunmaktadır. Film, Müslüman komutan Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü Haçlıların kurmuş olduğu Kudüs Krallığı'ndan geri alması öncesinde Haçlı Seferleri'ni ve iki tarafın bu savaşlara bakışını anlatmaktadır. Filmin tamamı, 1189–1192 yılları arasındaki Üçüncü Haçlı Seferi'ne yol açan olayların kurgulanmış bir tasviridir.
Çekimler, yönetmen Ridley Scott'ın daha önce "Gladyatör" (2000) ve "Black Hawk Down" (2001) filmlerini de çektiği Fas'ın Varzazat şehrinde ve İspanya'nın Loarre Kalesi (Huesca), Segovia, Ávila, Palma del Río ve Sevilla (Casa de Pilatos, Alcázar) bölgelerinde yapıldı. Film, 6 Mayıs 2005 tarihinde 20th Century Fox tarafından gösterime girdi. Dünya çapında toplam 218 milyon dolar hasılat elde etti.
Konusu ve özeti.
Film, temel olarak 11–12. yüzyıldaki Haçlı Seferleri sonrası Kudüs'ün durumunu ele almaktadır. Üç büyük İbrahimî din için de kutsal sayılan topraklara, filmdeki zaman çerçevesinde Hristiyanlar egemen vaziyettedir. Bu sırada Fransa'da demircilik yapmakta olan genç yaştaki Balian'ı bir şövalye olan babası Godfrey ziyaret eder ve Kudüs'teki barışı koruması için onu kendisiyle birlikte gelmeye davet eder.
Başta çekinceli olan Balian, daha sonra babası ile yola çıkar; ancak karışık olan politik yapılar ve kargaşa nedeniyle oluşan çatışmada babası yaralanır ve Kudüs'e varmadan ölür. Balian bu sırada Kudüs'ün kralı IV. Baldwin ile tanışır. Kral, barışı korumanın ellerinde olduğunu söyler ve ondan yardım etmesini ister. Ancak kralın kız kardeşi Sibylla ile evli olan Guy de Lusignan (Lüzinyanlı Guy) da şehirde sözü geçen bir şövalyedir ve savaş yanlısıdır. Guy, acımasız ve Müslüman karşıtı bir tarikat olan Tapınak Şövalyeleri'ni desteklemekte ve Kral Baldwin ile Müslüman Eyyûbî sultanı Selahaddin arasındaki hassas ateşkesi bozma niyetindedir.
Balian, halkın susuzluktan mücadele ettiği İbelin'de, kendisine miras kalan malikanesinde ölmüş babasının topraklarını işleyerek yeni bir hayata hazırlanırken, Guy de Lusignan ve arkadaşlarının Müslümanlara yaptığı bir saldırı ortalığı karıştırır. 1185'te Guy ve müttefiki Renaud de Châtillon, bir Müslüman (Sarazen) kervanına saldırır ve Selahaddin, misilleme amacıyla ordusunu toplayıp Renaud'un kalesi Kerek'e ilerler. Kralın isteği üzerine bölgeye gidip köylüleri savunan Balian, Eyyûbî askerleri tarafından yakalanır. Balian, askerlerin başındaki adamın aslında Selahaddin'in yaveri İmadeddin olduğunu öğrenir. İmameddin, daha önceki merhametinin karşılığını ödemek için Balian'ı serbest bırakır.
Selahaddin ve Baldwin, devasa iki ordu arasında konuşurlar. Baldwin, barışın devamı için saldırıyı yapan Renaud'u ve diğerlerini cezalandırma sözü verir. Bu söze güvenen Selahaddin geri çekilir. Kerek Kalesi'ne varan Baldwin, Renaud'u cezalandırır. Cüzzam hastalığından muzdarip olan ve maske ile gezen Baldwin, ölümünün yaklaştığını anlayınca tahta Guy de Lusignan'ın geçmemesi için kız kardeşi Sibylla'nın ondan ayrılmasını, Balian ile evlenerek onun kral olmasını teklif eder. Balian bunu reddeder. Bir süre sonra da Baldwin ölür. Öldüğünde henüz 24 yaşındadır.
Yeni kral Guy de Lusignan, Müslümanlara karşı savaş ilan etmekte gecikmez. Balian ile de geçimsizdir ve ona bir suikast düzenler ve başarısız olur. Ardından Selahaddin'e karşı Filistin civarındaki Taberiye mevkiinde saldırıya gider, ancak taktik hataları nedeniyle ağır bir yenilgi alır. Selahaddin, savaş sonunda Guy'ı esir alır, Renaud'u idam eder ve Kudüs'e yürür. Kudüs'ün savunması artık Balian'a kalmıştır Balian, halkı korumak amacıyla kalır ve onlara ilham vermesi için savaşan her erkeği şövalye ilan eder.
Üç günlük bir kuşatmanın ardından Selahaddin, Balian ile müzakere eder. Balian, Selahaddin'in şartlarını kabul etmemesi hâlinde Kudüs'ü yok edeceğini yeniden teyit ettiğinde Selahaddin, Hristiyanların sağ salim ayrılmalarına izin vermeyi kabul eder. Uzun süren kuşatma ve taktik savaşları sonrası Balian ve Selahaddin anlaşmaya varırlar ve kutsal kent Müslümanlara teslim edilirken, Balian ve Hristiyanlar da ülkelerine doğru yola çıkarlar.
Yine demirciliğe dönmek üzere olan Balian, filmin sonunda yeni bir Haçlı seferinin Kudüs'ü geri almak için yola çıktığına şahit olur...
Yapım aşaması.
Çekimler.
Çekimler, yönetmen Ridley Scott'ın daha önce "Gladyatör" (2000) ve "Black Hawk Down" (2001) filmlerini de çektiği Fas'ın Varzazat şehrinde ve İspanya'nın Loarre Kalesi (Huesca), Segovia, Ávila, Palma del Río ve Sevilla (Casa de Pilatos, Alcázar) bölgelerinde yapıldı. Filmin görüntü yönetmeni , birçok büyük ve geniş manzara yarattı ve 'in yapım tasarımı temel alınarak büyük bir Kudüs seti inşa edildi.
Filmin başrol oyuncularından Orlando Bloom'un, "İbelinli Balian" rolü için 20 kilo aldığı bildirildi.
Görsel efektler.
İngiliz görsel efekt firması , film için 440 efekt çekimi tamamladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7596",
"len_data": 5131,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.31
}
|
Filipinler (Filipince: "Repúbliká ng Pilipinas"), resmî adıyla Filipinler Cumhuriyeti, Pasifik Okyanusu'nun batısındaki coğrafyada konumlanan bir Güneydoğu Asya devletidir. Ülke irili ufaklı 7.641 adet ada ve adacıktan oluşur. Ancak ülkeyi oluşturan üç ana coğrafi kara parçası vardır. Bunlar Luzon, Visayas ve Mindanao'dur. Ülkenin başkenti Manila iken, en kalabalık şehri Quezon City'tir. Bu iki kent de Büyükşehir Manila yönetimsel birimine bağlıdır.
Filipinler'in deniz aşırı komşuları kuzeyde Tayvan ve Çin, batıda ise Vietnam'dır. Filipinler'i kuzeyde Luzon Boğazı, batıda ise Güney Çin Denizi çevrelemektedir. Ülkenin güneybatısında bulunan Sulu Denizi'nin karşı kıyılarında Borneo adası uzanır. Güneyde ise, Celebes Denizi ülkenin diğer adaları ile Endonezya'yı birbirinden ayırır. Filipinler'in doğusunda Filipin Denizi ve Palau ada ülkesi bulunur. Filipinler Pasifik Deprem Kuşağı'nda yer alır. Bunun için ülkede deprem sıklığı ve yıkıcılığı fazladır. Ayrıca ekvatora yakın yerleşim konumu, Filipinler'i tayfun felaketine eğilimli hâle getirmektedir. Bununla birlikte, ülke doğal kaynaklar açısından zengindir. Filipinler, dünyadaki biyolojik çeşitliliğin en fazla olduğu ülkelerden biri olup devlet sınırları dünya yüzeyindeki 342.353 km2'lik alanı kaplar, Filipinler dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip 64. ülkesidir.
Ülke yaklaşık 100 milyonluk nüfusuyla, Asya kıtasının en kalabalık 8. ülkesidir. Dünyanın ise en çok nüfus barındıran 13. ülkesidir. Ek olarak 12 milyon Filipinlinin yabancı devletlerde yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu yönüyle Filipinliler dünyanın en büyük kopuntularından (diaspora) birini oluşturmaktadır. Filipinler çok kökenli ve mozaik kültürlü bir demografik yapıya sahiptir. Tarih öncesi devirlerde, ülkedeki ilk yerleşimleri Ön Avustralya ırklarından olan Negritoların başlattığı düşünülmektedir. Bu boyun başlattığı göç hareketini, diğer Avustronezyan ırktan olan boylar takip etmiş ve Filipinler Avustronezyan ırk için yeni bir yerleşim alanı olmuştur. Ülke topraklarında tarih boyunca, Çinliler ile Malay, Hint ve İslami kökenli hanedanlıkların egemenlik savaşı hüküm sürmüştür. MS 900-1521 yılları arasında ise Filipinlerde Datu, Rajah, Sultan ve Lakan boylarının kurduğu devletler hüküm sürmüştür.
1521'de Filipinler'e Ferdinand Magellan'nın gelmesi, ülkedeki İspanyol sömürgeciliğinin başlangıcı olmuştur. 1543'te İspanyol kâşif Ruy López de Villalobos bu takımadalara İspanyol kralı II. Felipe'nın onuruna "Las Islas Filipinas" adını vermiştir. Seyahatine Meksika'dan başlayarak 1565'te takımadalara ulaşan Miguel López de Legazpi, buradaki ilk İspanyol yerleşimini kurmuştur. Filipinler 300 yıldan daha fazla bir süre, İspanyol İmparatorluğu'nun bir parçası olarak kalmıştır. Bu durum, ülkede Katolikliğin baskın hâle gelmesiyle sonuçlanmıştır. Bu dönemde, Manila Asya ve Amerika kıtaları arasındaki ticaretin yönetildiği bir stratejik merkez hâline gelmiştir.
19. yüzyılın bitimiyle son dönemlerinde; Filipin Halk Uyanış Hareketi hızlı bir şekilde genişlemiştir. Bu hareket sonucunda ilk Filipin Cumhuriyeti kurulmuştur. Ancak bu devlet uzun ömürlü olmamış; Filipinlilerin bağımsızlık isteğine karşı Amerika Birleşik Devletleri bu ülkeye savaş ilan etmiştir. Filipin-Amerikan Savaşı, ABD'nin kesin galibiyeti ile sonuçlanmış, savaşta yaklaşık 1,5 milyon Filipinli ölmüştür. Bunu takip eden yıllarda, ülke Japon işgaline uğramıştır. Ancak Birleşik Devletler, takımadalardaki egemenliği yeniden sağlamıştır. Ülkedeki Amerikan egemenliği 1945'e kadar sürmüştür. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Filipinler'in bağımsızlığı dünya devletleri tarafından tanınmıştır. Bu zamandan beri, ülkede kargaşalı bir demokrasi deneyimi sürecine girilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ülkedeki demokratik düzen bozulmuş ve Ferdinand Marcos ülkedeki tüm gücü ele geçirmiştir. Bunun üzerine 1986'daki "İnsanların Gücü Hareketi" olarak bilinen olaylardan sonra Marcos yönetimi devrilmiştir. Bugün Filipinler, kalabalık nüfusu ve ekonomik potansiyeli ile orta güç devletlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Ülke; Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, ASEAN ve Doğu Asya Zirvesi örgütlerine üyedir.
Etimoloji.
Ülkeye Filipinler adı, İspanyol kralı II. Felipe'nin onuruna verilmiştir. İspanyol kâşif Ruy López de Villalobos 1542'deki seferi sırasında, Leyte ve Samar adalarını "Filipinler" olarak adlandırdı. Sonuç olarak, "Las Islas Filipinas" adlandırması takımadanın tüm adalarını kapsar biçimde kullanılmaya başlandı. Bu ad yaygınlaşmadan önce, "Islas del Poniente" (Batıdaki Adalar) ve Magellan'ın ada için kullandığı tabir olan "San Lázaro"da İspanyollar tarafından ada için kullanılmıştır.
Filipinlerin resmî adı, ülke tarihi boyunca birçok kez değişmiştir. Filipin Halk Hareketi sürecinde yapılan Malolos Kongresi'nde ülkenin adı "República Filipina" ya da "Philippine Republic" olarak adlandırılması kararlaştırılmıştır. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898) ve Filipin-Amerikan Savaşı (1899–1902)'ndan İngiliz Milletler Topluluğu'na dâhil olunan 1935-1946 dönemine kadar ülke resmî olarak, "Philippine Islands" (Filipin Adaları) olarak adlandırılmıştır. Bu adlandırma, ülkenin İspanyolcada kullanılan isminin çevirisi niteliği taşır. 1898 Paris Antlaşması'nda ülke için Filipinler adı kullanılmış ve bu ad günümüze kadar ülke için yaygın olarak kullanılan isim olmuştur. Ülkenin resmî adı, II. Dünya Savaşı'ndan beri "Filipinler Cumhuriyeti"dir.
Tarih.
Tarih öncesi.
Ülkede yapılan araştırmalarda Callao (Kalo) adı verilen ön insan modelinin metatarsal kemiklerine rastlanmıştır. Bu kemikler üzerinde Uranyum-toryum tarihlendirme tekniği ile yapılan değerlendirmede; ülkedeki ilk yerleşimlerin 67,000 yıl önceye kadar gittiği saptanmıştır. Bu keşiften önce ülkedeki ilk yerleşim gösteren insanların, Palawan'da bulunarak karbon testiyle 24,000 yıl önceye tarihlendirilen Tabonlar olduğu düşünülüyordu. Negritolar da yarımadaya gelen ilk yerleşimcilerdendir. Ancak onların Filipinlere ne zaman geldiğine dair güvenilir bir kaynak yoktur.
Antik Filipinlilerin kökeni hakkında birçok karşıtlık içeren görüş vardır. Dilbilimsel ve arkeolojik kanıtlara dayanarak en yaygın olarak kabul edilen görüş "Tayvan'dan çıkış modeli" olarak bilinir. Bu varsayıma göre, Avustronezyanlar kitle olarak MÖ 4000'den başlayarak Filipinlere göç etmeye başlamıştır. Ancak bundan daha önce takımadaya gelenler de vardır. MÖ 1000'e kadar takım adaya yerleşenler, dört ayrı kol toplumsal grup olarak gelişim göstermiştir. Avlayıcı-toplayıcı boylar, savaşçı topluluklar, plütokratlar ve sahil şeridi beylikleridir.
İlk devletler.
Ülkedeki bazı topluluklar dağınık bir yapı teşkil ederek kendi adalarında izole bir yaşam sürdürmüştür. Buna karşın, ülkede devlet teşkilatlanması kurarak Doğu, Kuzey ve Kuzeydoğu Asya ile önemli ticari ve kültürel ilişkiler oluşturan yapılanmalar oluştu. Bu dönemde, özellikle Brunei, Çin, Hindistan, Endonezya, Malezya ve Japonya ülkenin dış ilişkilerinde önemli devletlerdir. Bunun yanında bölgedeki küçük ada devletleriyle de ticari ilişkiler gelişmiştir. Birinci binyılda ülkeyi oluşturan deniz beylikleri bu ticari ilişkilerin de yardımıyla önemli bir sosyoekonomik gelişim göstermiştir. Datular tarafından Malay Talassokrasi ile birlikte oluşturulan ittifak ve denizci beyliklerin katılımıyla İspanyolların önderliğinde kurulan bağımsız koloniler olan barangaylar bu gelişimin saç ayaklarını oluşturmuştur. Huanglar tarafından Çin himayesinde kurulan devletçikler. ve Rajahlar tarafından Hindistan hinterlandında oluşturulan krallık da ülkedeki ticari etkinliklerin gelişmesinde etkili olmuştur.
Filipinler'in millî devlet yapısındaki boy devleti hikâyesi çok eski değildir. Örneğin, Datu Puti, Atilerin yaşadığı bölgeyi satın alarak (Madja-as) Maca Emirliği'ni yönetmiştir. Maca Emirliği, kurulduğu Panay adasının adını alarak Panay Emirliği ismiyle tarih sahnesine çıkmıştır. Hint kökenli Rajah Sri Bata Shaja önderliğindeki Butuan Emirliği ülkede ticari ayrıcalıklar kazanmıştır. Lakandula hanedanlığının yönettiği Tondo Emirliği ve Cebu Emirliği de Filipinler'deki, Hint kökenli yönetimlere örnektir.
Filipinler'deki İslam bölgelerinin kurularak; ülkenin İslam'dan haberdar olması 14. yüzyılın başlarına rastlamaktadır. 1380'de, Kerîmü'l-Mahdûm ve Şerîfü'l-Hâşim-Ebu-Bekir adlı Johore doğumlu bir Arap, Malakka yoluyla Sulu'ya geldi ve burada Sulu racasının kızıyla evlenerek Sulu Sultanlığı'nı kurdu. 15. yüzyılın sonlarında Mindanao adası, Johoreli Şerîf Muhammed Kabungsuvan'ın çalışmalarıyla İslam'ı tanıdı. Şerîf Muhammed, bir İranun prensesi olan Paramisuli ile evlenerek Maguindanao Sultanlığı'nı kurdu. Bu sultanlık yönetimi, Lanao'yu da içerisine alan bir konfederasyon yapısına büründü.
İslam, Mindanao'nun dışına çıkarak, kuzeyde Luzon'un güneyine kadar yayıldı. Manila, 1485-1521^deki Sultan Bolkiah yönetiminde İslamlaşmaya başladı. Tondo Emirliği, Raca Salalila'nın animistik yerli dinden vazgeçerek İslam'ı seçmesiyle Müslümanlığın yayılım alanları içerisine girdi. Ancak buna rağmen, Animist İgorotlar, Malay Madja-aslar, Ma-iler ve Butuanlar gibi topluluklar kendi kültürlerini muhafaza etti. Bunun yanında bazı emirliklerde, İslam'a karşı bir tutum oluştu. Sonuç olarak, datular, racalar, huanglar, sultanlar ve kalanlar arasındaki mücadele, İspanya sömürge yönetimi ülkeye hâkim olana dek sürdü. İspanyol egemenliği yıllarında bu devletler İspanyol İmparatorluğu'na dâhil oldu. Böylece ülkenin İspanyollaşma ve Hristiyanlaşma süreci başlamış oldu.
İspanyol sömürgeciliği.
1521'de Portekizli kâşif Ferdinand Magellan, Filipinler'e ulaşmıştır. Sömürge kolonileri ise, İspanyol kâşif Miguel López de Legazpi'nin Meksika yoluyla adaya ayak basmasıyla 1565'te kurulmaya başlanmıştır. Ülkedeki en eski İspanyol sömürge yerleşimi Cebu'da kurulmuştur. Buradaki koloni daha sonra Panay adasına taşınmış ve yerli Visayanlar ile İspanyol askerileri arasında kurulan ittifak ülkedeki İspanyol nüfuzunu daha da artırmıştır. Böylece, bazı yerli toplulukların da desteğini alan İspanyollar İslam etkisindeki Manila yerleşimleri kendi etkileri altına almıştır. İslami yapılanmaların Manila'daki gücünü kıran İspanyollar, Manila'yı doğu Hint adalarındaki kolonilerinin yönetim merkezi olarak kullanmaya başlamıştır. Filipinli yerlilerin çıkardığı bir isyan olan Tondo Komplosu'nu bastırmayı başaran sömürge yönetimi, ülke üzerindeki çıkarlarından vazgeçmek istemeyen Çinli diktatör Limahong'u yenilgiye uğratmıştır.
İspanyol egemenliği, ülkedeki dağınık yönetim erklerinin İspanyol temelli bir otoritede birleşmesi sonucunu doğurmuştur. Böylece, İspanyol sömürgeciliği, takımadaların siyasi birliklerini kurabilmeleri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. 1565'ten 1821'e kadar, Filipinler Nueva España Genel Valiliği'ne bağlı bir bölge olarak yönetilmiştir. Meksika Bağımsızlık Savaşı'ndan sonra ise ülke doğrudan Madrid'e bağlanmıştır. 16. ve 19. yüzyıllar arasında, Manila kalyonları ve Manila ile bağlantılı diğer donanma gücü, yılda bir ya da iki kez Acapulco'ya seferler düzenlemiştir. Bu sayede Amerika kaynaklı, mısır, domates, patates, biber ve ananas gibi gıdalar; Filipin topraklarında tanınmaya başlanmıştır. Tüm bunlar olurken, Katolik misyonerler; ülkedeki geniş ovalarda yaşayan halkın büyük bölümünü Hristiyanlığa yöneltmiştir. Ülkeye gelen Hristiyan vakıfları, birçok okul, üniversite ve hastane inşa etmiş; böylece halkın Hristiyanlığa girişi hızlanmıştır. İspanyol sömürge yönetimi, 1863'te aldığı bir kararla ülkedeki devlet okullarını parasız hâle getirmiştir. Filipinler'deki büyük eğitim seferberliği ise meyvelerini, Amerikan yönetimi yıllarında vermiştir.
Takımadadaki İspanyol egemenliği süresince; İspanya birçok dış ve iç sorunla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Ülkedeki yerli boyların çıkardığı çokça isyan bastırılmış; özellikle ticaret gemilerine saldıran Çinli korsanlarla mücadele edilmiştir. Bunun yanında İspanyollar için adadaki en büyük dış tehditler Hollanda ve Portekiz yayılmacılığı olmuştur. Yedi Yıl Savaşı'nın bir parçası olarak Büyük Britanya Krallığı, Manila'yı 1762'den 1764'te kadar işgal altında tutmuştur. Ülkedeki İspanyol hakimiyeti Paris Antlaşması ile yeniden tesis edilmiştir.
19. yüzyılda, Filipin limanları dünya ticaretine açıldı ve ülkede antropolojik sınıflar oluşmaya başladı. Birçok İspanyol ticaret için geldikleri Filipinler'de, aile kurdu. İber Yarımadası devlet geleneğine göre; yeni açılan Latin Amerika yerleşimlerindeki devlet pozisyonlarına sadece İspanyol kökenliler atanabiliyordu. Bu nedenle, özellikle Filipinler'deki Mestizo adı verilen karışık kökenli İspanyollar, yapılan ticaret çalışmalarıyla büyük finansal girdiler elde etti. Ülke ekonomisindeki kalkınma ve yerli halkın özgürlük isteği; Filipinler'deki yenilik hareketlerini güçlendirmeye başladı. 1872'de başarısızlıkla sonuçlanan Cavite İsyanı, Filipin Devrimi'nin öncüsü oldu.
Ülkedeki sömürge yönetimini yıkma düşüncesi, 1872'de Mariano Gómez, José Burgos ve Jacinto Zamora adındaki üç rahibin "insanları isyana azmettirmek suçuyla "idam edilmesi sonrasında iyice alevlenmiştir. Marcelo H. del Pilar, José Rizal ve Mariano Ponce; bu olaydan etkilenerek İspanya'da; Filipinler'de yapılacak yeni bir reform için lobi faaliyetlerine başlamıştır. Bunun sonucunda Rizal, 30 Aralık 1896'da isyan çıkarmaya teşvik suçundan idam edilmiştir. Ancak reform yanlıları Andrés Bonifacio önderliğinde bir araya gelerek gizli bir örgüt olan ve Katipunan olarak adlandırılan yapılanmayı kurmuştur. Örgüt, silahlı isyan yoluyla İspanyol hükûmetinden bağımsızlık taleplerinde bulunmuştur.
Bonifacio yönetimindeki Katipunan, 1896'da, Filipin Devrimi'ni başlatmıştır. Cavite'de Katipunan'dan ayrılan yeni bir grup Bonifacio'yu devirerek yerine Emilio Aguinaldo'yu getirdi. 1898'de Küba'da başlayan İspanya-Amerika Savaşı, Filipinler'e taşındı. Aguinaldo, 12 Haziran 1898'de Filipinler'in İspanya'dan bağımsızlığını Cavite'de ilan etti. Bir sonraki yıl, Birinci Filipin Cumhuriyeti, Barasoain Kilisesi'nde kuruldu.
ABD Dönemi.
İspanya-Amerika Savaşı'nın son Amerikan zaferi olarak; Filipinler İspanya tarafından Amerika Birleşik Devletleri'ne devredilmiştir. Buna karşın ABD, 1898 Paris Antlaşması uyarınca İspanya'ya 20 milyon dolar tazminat ödemiştir. ABD'nin yeni bir kurulum aşamasında olan Birinci Filipin Cumhuriyeti'ni tanımayacağı gittikçe netlik kazanmıştır. Bunun üzerine patlak veren Filipin-Amerikan Savaşı Birinci Cumhuriyet'in yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Böylece ABD tarafından kurulan yeni bir hükûmete adayı yönetme yetkisi verilmiştir.
Amerikan yönetimi ülkedeki, Birinci Cumhuriyeti oluşturan alt devletçikleri baskı altına almış ve güçlerini kırmıştır. Başta Sulu Sultanlığı olmak üzere, başkaldıran Tagalog Cumhuriyeti, Negros Cumhuriyeti ve Zamboanga Cumhuriyeti bu politika ile hakimiyet sahalarını kaybetmiştir. Ancak bu dönem Filipinler için kültürel bir aydınlanma sürecini başlatmıştır. Filipin sineması ve edebiyatında büyük bir gelişim gözlemlenmiştir. Daniel Burnham Manila'nın modern bir kente dönüşümü için yeni bir mimari plan hazırlamıştır
1935'te, Filipinler'e dönemin Filipin Devlet Başkanı Manuel L. Quezon'un çabalarıyla İngiliz Milletler Topluluğu statüsü verilmiştir. Quezon, ulusal bir dilin tasarlanması ve kadınlara oy hakkının verilmesi konusunda çalışmalar yapmıştır. Ülkenin bağımsızlığına kavuşması için çeşitli planlar yapsa da, ilerleyen yıllarda patlak veren II. Dünya Savaşı bu süreci sekteye uğratmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında ülke Japon İmparatorluğu tarafından işgal edilmiştir. Bunun ardında Japon destekli İkinci Filipin Devleti, José P. Laurel tarafından kurulmuştur. Bu devletin kurulmasının ardından, Manila Savaşı Dönemi'nde birçok katliam yapıldığı ve savaş suçunun işlendiği iddia edilmektedir. Bataan ölüm yürüyüşü ve Manila Katliamı bilinen tarihî vakalar bu iddiaların en önemlileridir. 1944'te Quezon sürgünde olduğu ABD'de ölmüştür ve onun yerine Sergio Osmeña geçmiştir. 1945'te ise Müttefik Devletler Japonları yenilgiye uğratmıştır. II. Dünya Savaşı sonlanana kadar bir milyondan fazla Filipinlinin öldüğü tahmin edilmektedir.
1986 yılında Japonya imparatoru Hirohito bu yaşananlardan ötürü özür dile getirmiştir.
Soğuk Savaş Dönemi.
24 Ekim 1945'te, Filipinler Birleşmiş Milletler'in kurucu üyelerinden biri olmuştur. Bir yıl sonra (4 Temmuz 1946'da) ise Amerika Birleşik Devletleri Manuel Roxas yönetimindeki Filipinler'in bağımsızlığını tanımıştır. Soğuk Savaş Dönemi'nde Komünist bir gerilla hareketi olan Hukbalahap özellikle ülkenin kırsal kesiminde etkili olmuştur. Başkan Elpidio Quirino'nun halefi Ramon Magsaysay; ülkedeki Hukbalahap propagandasını bastırmıştır. Magsaysay'ın halefi Carlos P. Garcia ise ülkenin ilk millî politikalarının geliştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır; Garcia, Emilio Aguinaldo'nun bağımsızlık ilanınını bayram ilan etmiştir. Böylece 4 Temmuz ile 12 Temmuz arası, Bağımsızlık Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Bunun yanında Filipinler, ülkenin doğusunda kalan Kuzey Borneo üzerinde hak iddia etmeye başlamıştır.
1965'te, Macapagal; Ferdinand Marcos ile girdiği başkanlık yarışını kaybetmiştir. Marcos başkanlığının ilk dönemlerinde birçok kamusal projenin mimarı olmuştur. Ancak, halka açık fonlarda yapıldığı iddia edilen banka vurgunu gibi büyük yolsuzluk iddiaları ortaya çıkmıştır. Bu iddiaların ardından, Marcos rejiminin son dönemlerinde, toplum geneline büyük bir kargaşa hâkim olmuştur. Bunun üzerine 21 Eylül 1972'de Marcos ülkede sıkıyönetim ilan etmiştir. Bu dönem ülkede büyük bir politik geri çekilme ortaya çıkmıştır. İnsan hakkı ihlalleri yaşanmış ve basına sansür uygulanmıştır. Marcos'un eşi olan Imelda'nın savurganlıklarının yanında ülkedeki yoksul sayısında büyük bir artış yaşanmıştır.
21 Ağustos 1983'te, muhalif liderlerden Benigno Aquino Jr.'ye Manila Uluslararası Havaalanı'nda bir suikast düzenlenmiş ve Aquino öldürülmüştür. Aquino'nun eşi ise eşinin ölümünden sonra muhalefet cephesinin başına geçmiş ve başkanlık adayı olmuştur. Sonuç olarak, Aquino'nun eşi Maria Corazon Aquino; Marcos'a karşı 1986 devlet başkanlığı seçimlerinde aday olmuştur. Marcos kazandığını açıklasa da muhalefet seçim sonuçlarının şaibeli olduğunu iddia etmiştir. Bunun üzerine halk sokaklara çıkmış ve Halkın Gücü Devrimi olarak bilinen olaylar sonucunda; Marcos rejimi devrilmiştir. Marcos ve onun müttefikleri, Hawaii'ye kaçmıştır. Ülkenin yeni devlet başkanı Corazón Aquino olmuştur.
Günümüz.
1986'da ortaya çıkan reform hareketlerinden sonra; demokrasinin geri getirilmesi, ulusal borçların azaltılması ve yolsuzlukların önlenmesi için mücadele verilmiştir. Bunun yanında yeni rejimi devirmek için düzenlenen darbe girişimi engellenmiş, Moro'daki ayrılıkçı milislerle mücadele edilmiş, 4362 kişinin ölümüyle sonuçlanan MV Doña Paz feribot kazasının yaraları sarılmaya çalışılmış ve yeniden canlanan Komünist hareketlerin etkinliği azaltılmıştır. Corazon Aquino'nun yönetimi Haziran 1991'deki Pinatubo Yanardağı patlamasıyla son bulmuştur. 1991'de ABD Üslerinin Süresinin Uzatılması Antlaşması parlamentoda kabul edilmemiştir. Bu karar uyarınca, Kasım 1991'de Clark Hava Üssü; Aralık 1992'de ise Subic Bay'daki üs tahliye edilmiştir. Böylece ülkedeki Amerikan askerî üstleri son bulmuştur.
Filipinler ekonomisi "Asya Ekonomisinin Kaplanı" olarak adlandırılmaktadır. Mayıs 1992'deki Filipinler başkanlık seçimleriyle başa geçen Fidel V. Ramos'un yönetiminde yıllık ortalama %6'lık bir GSYİH artışı sağlanmıştır. Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi ile sağlanan uzlaşı; ülkedeki ekonomik gelişim ve siyasi istikrara rağmen; 1997 Doğu Asya Mali Krizi ülkenin gelişimini sekteye uğratmıştır.
Ramos'tan sonra başkanlık seçimlerini kazanan Joseph Estrada Haziran 1998'de göreve başlamıştır. Estrada döneminde Filipinler, 1997 Doğu Asya Mali Krizi'nin ortasında %-0,6 büyüme oranından % 3.4'lük (1999) bir büyüme oranına kadar ulaşmıştır. Hükûmet, Mart 2000'de Moro İslamî Kurtuluş Cephesi 'ne karşı başlatılan operasyonlarda, direnişçilerin karargâhı da dâhil olmak üzere örgüt kampları etkisiz hâle getirilmiştir. Ebu Seyyaf ile yapılan savaşın ortasında, hükûmet için yolsuzluk iddiaları gündeme gelmiştir. Bunun üzerine, Estrada rejimi 2001 EDSA Devrimi ile yıkılmıştır. Estrada'nın yerine, Başkan Yardımcısı Gloria Macapagal-Arroyo 20 Ocak 2001, devlet başkanlığı koltuğuna oturmuştur.
Arroyo'nun 9 yıllık yönetiminde, %4'lük GSYİH büyümesi 2002'den 2007'ye kadar %7'ye yükselmiştir ve 2004'te tamamlanan Manila Hafif Raylı Sistemi gibi önemli altyapı projeleri gerçekleştirilmiştir. Küresel Ekonomik Kriz'den en çok etkilenmesi beklenen ülkelerden olan Filipinler; Arroyo yönetiminde krizin etkilerini azaltmayı başarmıştır. Buna rağmen, ülke tarihinde birçok kez olduğu gibi ortaya çıkan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları, Arroyo yönetiminin sonunu getirmiştir. 2004 başkanlık seçimlerinde kullanılan oyların yönlendirime uğratılmasıyla ortaya çıkan Hello Garci skandalı; ortaya atılan yolsuzluk iddialarının en çok öne çıkan maddesi olmuştur. 23 Kasım 2009'da 34 gazetecinin öldürülmesine sonuçlanan Ampatuan Katliamı, Arroyo yönetiminin iyice sarsılmasına yol açtı.
2010 seçimlerini kazanan Benigno Aquino III, ülkenin 15. devlet başkanı olmuştur. Aquino, ülkenin ilk bekâr devlet başkanı olmuştur. 15 Ekim 2012'de Müslüman azınlığın yaşadığı ayrılıkçı Mindanao bölgesi ile Bangsamoro Çerçeve Antlaşması imzalanmıştır. Bangsamoro adıyla kurulacak özerk yapının temelleri atılmıştır. Buna rağmen, ülkenin doğusundaki Sabah (Malezya) bölgesindeki sınır tartışmaları ve Güney Çin Denizi sorunu daha da kızışmıştır. Filipinler, mali politikalar açısından başarılı bir dönem yaşamıştır. Özellikle 2013'te gayrisafi yurt içi hasılada sağlanan %7.2'lik büyüme ile Asya'nın en hızlı büyüyen ikinci devleti olmuştur. Aquino 2013 Geliştirilmiş Temel Eğitim Yasası'nı onaylayarak yaygın olarak K-12 programının uygulanmasına başlanmıştır. 8 Kasım 2013'te, Haiyan Tayfunu ülkeyi vurmuş ve özellikle Visayan bölgesinde büyük yıkıma neden olmuştur.
Siyaset.
Filipinler, başkanlık sistemi ile yönetilen demokratik bir anayasal cumhuriyettir. Özerk bir yapıda olan ve ulusal hükûmettin büyük ölçüde özgürler verdiği Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi haricinde ülke üniter sistem ile yönetilmektedir. Ülkedeki yönetim sistemi Ramos yönetiminden beri tartışılmaktadır. Federal, tek meclisli ve parlamento sistemi ülkede uygulanması düşünülen yönetim biçimlerinden olmuştur.
Filipinler'de başkan; hem devlet başkanı hem de hükûmet başkanıdır. Aynı zamanda başkomutandır. Başkan, halkın oylarıyla altı yıllık bir süre için seçilir. Seçilen başkan bakanlar kurulunu oluşturur ve bakanlar kuruluna başkanlık eder. Ülkede çift meclisli sistem vardır. Meclisin üst kanadı olan senato, halk tarafından altı yıllık süre için seçilen vekillerden oluşur. Ülkedeki alt meclis ise Temsilciler Meclisi'dir. Temsilciler Meclisi için seçimler dört yılda bir yapılır. Vekiller, geniş bir temsili sağlama amacıyla hem belirli seçim bölgelerinden hem de sektörel alanlardan oysal parametrelerle seçilir. Ülkedeki yargı yetkisi Yargıtay'a aittir. Filipinler Yargıtay'ı bir mahkeme başkanı ve raportör ile on dört kurum yargıcından oluşur. Bu üyelerin tamamı, Yargı ve İletişim Kurulunun aday göstermesi ile Başkan tarafından atanır.
Uluslararası ilişkiler.
Filipinler'in uluslararası ilişkileri ticaret ve diğer ülkelerde yaşayan yaklaşık 11 milyon Filipin kökenli yurttaşın korunması üzerine kurulmuştur. Ülke Birleşmiş Milletler'in etkin ve kurucu üyesidir. Filipinler birçok kez Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne seçilmiştir. Carlos P. Romulo, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun eski başkanlarındandır. Filipinler, BM İnsan Hakları Konseyi'nin de etkin üyelerindendir. Bunun yanı sıra ülke, Doğu Timor'daki barış misyonu kuvvetleri içerisinde yer alır.
Filipinler, ASEAN'ın kurucu ve etkin üyelerindendir. Bu örgüt, Güneydoğu Asya bölgesinde bulunan devletler arasındaki ekonomik, kültürel ve sosyopolitik alandaki ilişkileri kuvvetlendirmek amacıyla kurulmuştur. Ülke, blok ülkelerinin birçok zirvesine ev sahipliği yapmıştır.
Filipinler'in Amerika Birleşik Devletleri ile güçlü ilişkileri vardır. ABD'nin NATO dışı müttefiklerinden olan ülke; Soğuk Savaş ve uluslararası terörizmle mücadele yıllarında Birleşik Devletler'in yanında yer almıştır. Buna rağmen zaman zaman ABD'nin ülkedeki varlığına dair tartışmalar alevlenmektedir. ABD'nin Subic Bay ve Clark'ta bulunan eski askerî üsleri ve güncel olarak bu ülke ile yapılan Askerî Güçlerin Geçişi Anlaşması ülke içinde tartışmalara neden olmaktadır.
Japonya, ülkenin resmî gelişim programlarına yardımcı olan bir ülke olarak bilinmektedir. Ancak iki ülke arasında seks işçisi kadınların durumu gibi bazı tarihî sorunlar vardır. II. Dünya Savaşı'nda karşıt iki cephede yer alan bu iki ülke arasında bu açıdan kayda değer bir husumet yoktur.
Ülkenin yabancı ülkelerle olan ilişkileri genellikle artı yönlüdür. Ortak demokratik değerler Avrupa ülkeleri ve Batı ile Filipinler'in ilişkilerini kolaylaştırmaktadır. Diğer gelişmekte olan ülkelerle benzer bir ekonomik durum çizelgesi gösteren ülke ekonomisi, bu yönden gelişmekte olan ülkelerle kuvvetli bir ekonomik ağ geliştirme misyonunu uygulamaktadır. Tarihî bağlar ve kültürel benzerlikler ülkenin İspanya ile ilişkilerinde köprü görevi üstlenmektedir. Aile içi şiddet ve yurt dışına çalışmak için giden işçilerin savaşlardan etkilenmeleri gibi sorunlara rağmen, Filipinler'in Orta Doğu ülkeleri ile kuvvetli ve iyi bağları vardır. Bu ülkelerde iki milyondan fazla Filipinli işçi çalışmaktadır.
Komünizmin bir tehdit olmaktan çıkmasının ardından, 1950'lerdeki Filipinler ve Çin arasında oluşan düşmanca ilişkiler büyük ölçüde düzelmiştir. Ülke ile Çin arasındaki temel sorunlar Tayvan, Spratly Adası ve Çin'in yayılmacı dış politikasıdır. Bunun için Filipinler hâlâ Çin ile ilişkilerini dikkatli bir seyirde geliştirmeye çalışmaktadır. Ülkenin son yıllarda geliştirdiği uluslararası siyaset şekli, özellikle Kuzeydoğu Asya ve Asya-Pasifik ülkeleri ile ticari ilişkiler kurmak üzerinedir.
Filipinler, Doğu Asya Zirvesi, Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği, Latin Birliği, G-24 ve Bağlantısızlar Hareketi'nin etkin bir üyesidir. Ülke ayrıca İslam ülkeleri ile iş birliğini geliştirebilmek amacıyla İslam İşbirliği Teşkilatı'na gözlemci olarak katılmaktadır.
Ordu.
Filipinler Silahlı Kuvvetleri, anayasal olarak Filipinler'in korunmasından sorumlu olan ulusal güvenlik kurumudur. Ordu, üç ana koldan oluşur. Bunlar hava kuvvetleri, donanma (sahil güvenlik dâhil) ve kara kuvvetleridir. Güncel olarak, Filipinler Ordusu istihdam yoluyla askere alınan gönüllülerden oluşmaktadır. Buna rağmen, Filipinler Anayasa'sına göre, belirli durumlarda askerlik zorunlu olabilmektedir. Ülkedeki asayişin sağlanması Filipin Ulusal Polis Dairesinin sorumluluğundadır. Bu daire, İçişleri ve Yerel Yönetimler bakanlığına bağlıdır.
Mindanao Müslüman özerk bölgesinde faaliyet gösteren Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi ülkenin en büyük ayrılıkçı gücüdür. Filipinler'in güvenlik siyasetini daha çok bu örgüte karşı mücadele oluşturmaktadır. Ülkedeki komünist Yeni Halk Ordusu ve Ebu Seyyaf gibi örgütler de merkezî yönetim tarafından önlem alınan diğer yapılanmalardır. Bunların yanında özellikle Mindanao'nun güneyindeki adalarda yabancıların fidye için kaçırılması gibi suç teşkil eden şebekeler etkindir. Ancak son zamanlarda Filipinler hükûmetinin aldığı tedbirlerle bu şebekeler tarafından işlenen suçlar büyük oranda azaltılmıştır.
Filipinler, II. Dünya Savaşı'ndan beri ABD'nin güvenlik ortağıdır. 1951'de bu ülke ile birlikte ikili savunma antlaşması imzalanmıştır. Filipinler Soğuk Savaş boyunca Amerikan politikalarını desteklemiştir. Bunun bir sonucu olarak, Filipinler Kore ve Vietnam savaşlarına katılmıştır. Komünizmin özellikle Güney Asya'ya yayılmasını engellemek amacıyla ABD, Birleşik Krallık, Tayland, Pakistan, Yeni Zelanda ve Avustralya'nın oluşturduğu SEATO'nun üyelerinden biri olmuştur. ABD'nin uluslararası terörizm ile mücadele adı altında yürüttüğü faaliyetlerde ve Irak Savaşı'nda Filipinler koalisyon güçlerinin yanında yer almıştır.
Yönetim birimleri.
Filipinler üç ada grubuna ayrılır, bunlar: Luzon, Visayas ve Mindanao'dur. Ülke 17 bölge, 81 il, 144 kent ve 1,491 belediyeden meydana gelir. Ek olarak, 5446 sayılı Filipin Takımadaları Karasularının Tanımlanmasına Dair Kanun'un ikinci bendine göre, Filipinler Malezya'ya ait Sabah'ın doğusu hakkında hak iddia etmemektedir.
Coğrafya.
Filipinler, 7.645 adacıktan oluşan bir takımadadır. Ülkenin yüzölçümü, kara içinde bulunan su kitleleri de dikkate alındığında yaklaşık olarak 300.000 kilometre karedir. 36.289 kilometrelik kıyı şeridi, ülkeyi dünyanın en uzun kıyı şeridine sahip 5. ülkesi yapmaktadır. Filipinler, 116° 40' ve 126° 34' doğu boylamları ile 4° 40' ve 21° 10' kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. Ülkenin doğusunda Filipin Denizi, batısında Güney Çin Denizi ve güneyinde Celebes Denizi bulunmaktadır. Borneo adası ülkenin güneyinde bulunurken, ülkenin kuzeyinde Tayvan konumlanmaktadır. Maluku Adaları ve Sulawesi ülkenin güneybatısında iken Palau ülkenin doğusundadır.
Ülkedeki dağlık adaların çoğu volkanik topraklardan oluşan tropik yağmur ormanları ile örtülüdür. Ülkenin en yüksek dağı Apo Dağı'dır. Mindanao adasında bulunan Apo Dağı, deniz seviyesinden 2.954 metre yüksektedir. Filipin Çukurluğu'nda bulunan Galate Derinliği ülkenin en alçak noktasıdır. Ayrıca bu derinlik dünyadaki en alçak üçüncü noktadır. Bu çukurluk Filipin Denizi'nde bulunmaktadır.
Ülkenin en uzun akarsuyu Kuzey Luzon'da bulunan Kagayan Nehri'dir. Manila Koyu, başkent Manila'nın kıyı şeridi boyunca uzanmaktadır. Bu koy ülkenin en büyük gölü olan Laguna'ya Pasig Nehri'yle bağlıdır. Subic Koyu, Davao Körfezi ve Moro Körfezi ülkedeki diğer önemli körfez ve koylardır. San Juanico Boğazı, Samar ve Leyte adalarını birbirinden ayırmaktadır. Ancak, San Juanico Köprüsü bu iki karayı birbirine bağlamaktadır.
Ülke, Pasifik Deprem Kuşağı'nın batı saçakları üzerinde bulunmaktadır. Bunun için takımadalarda sıkça sismik ve volkanik faaliyetler görülmektedir. Filipin Denizi'nin doğusunda yer alan Benham Platosu, etkin bir deniz altı tektonik dalma kuşağıdır. Filipinler'de günde yaklaşık 20 adet hafif şiddetli-hissedilmeyen deprem saptanmaktadır. Filipinler'deki bilinen son büyük deprem 1990 Luzon Depremi'dir.
Ülkede Mayon, Pinatubo ve Taal gibi birçok aktif volkan vardır. Haziran 1991'deki Pinatubo Yanardağı patlaması, 20. yüzyıldaki en büyük ikinci volkanik patlamadır. Ülkenin en önemli doğal miraslarından biri, Puerta Princesa Doğal Parkı'nın bulunduğu alandır. Burada bulunan yeraltı nehri, ülkenin tanınmış doğal turizm noktalarından birini oluşturmaktadır. Ayrıca Asya'nın en önemli orman ekosistemlerinden birini bölge bitey ve direy çeşitliliği açısından da önemli zenginliklere sahiptir.
Ülkedeki volkanik faaliyetler nedeniyle toprağın mineral seviyesi ve maden çeşitliliği oldukça yüksektir. Tahminlere göre Filipinler, dünyada Güney Afrika Cumhuriyeti'nden sonra en fazla altın rezervine sahip ikinci ülkedir. Bunun yanında dünyadaki en büyük bakır rezervleri, Filipinler'dedir. Ülke; nikel, kromit ve çinko açısından da zengindir. Buna rağmen, yüksek nüfus yoğunluğu, kötü yönetim ve teknik yetersizlikler sonucunda bu kaynakların büyük çoğunluğu işletilememektedir.
Filipinler, jeotermal enerji konusunda önemli yatırımlar yapan ülkelerden biridir. Ülkedeki elektrik ihtiyacının %18'i jeotermal enerjiden sağlanmaktadır. Böylece Filipinler ABD'den sonra dünyadaki en büyük jeotermal enerji üreticisidir.
Yaban yaşamı.
Filipinler'in sahip olduğu yağmur ormanları ve uzun sahili birçok kuş, bitki, hayvan ve deniz canlısına ev sahipliği yapmaktadır. Filipinler dünyadaki "on büyük biyoçeşitlilik barındıran ülke"den biridir. Ülkede yaklaşık 1,1000 omurgalı canlı türü yaşamaktadır. Filipin topraklarında, başka yerlerde yaşamadığı düşünülen 100'den fazla memeli, 170'ten de fazla kuş türü bulunmaktadır. Filipinler, son on yılda yeni keşfedilen 80 kadar memeli tür ile; dünyada en fazla yeni memeli tür keşfedilen ülkedir. Bu nedenle ülkedeki saptanan endemik çeşitlilik artmaktadır.
Filipinler, büyük yırtıcı hayvanlardan yoksundur. Ancak, tuzlu su timsahları, piton ve kobra gibi yılan türleri ve bazı yırtıcı kuşlar bu durumun istisnasıdır. Özellikle, Filipinler'in ulusal kuş türü olarak bilinen "Pithecophaga jefferyi"; bazı araştırmacılar tarafından dünyanın en büyük kartalı olarak nitelendirilmektedir. Ülkede yerel olarak Lolong adı ile bilinen timsah, bugüne kadar dünya üzerinde yakalanan en büyük timsah olarak kayıtlara geçmiştir.
Asya palmiye misk kedisi, dugong ve Bohol'da yaşayan Filipin tersiyeri; ülkedeki önemli yerli hayvanlardır. Ülkede tahminen 13,500 bitki türü bulunmaktadır. Bunların 3,200 kadarı adaya özgü bitkilerdir. Filipin yağmur ormanları bitey açısından oldukça zengindir. Orchidaceae ve Rafflesialar bu bitki örtüsünün en nadir türlerindendir.
Filipin açıklarındaki deniz suyunun 2.200.000 kilometre karelik bölümünde, endemik ve çeşitli bir deniz yaşamı vardır. Burası Mercan Üçgeni olarak bilinen denizel bölgenin önemli bir parçasıdır. Mercan ve deniz balıklarının toplam sayısının, sırasıyla 500 ve 2,400 civarında olduğu sanılmaktadır. Ancak, yeni kayıtlar ve keşfedilen türler Filipin denizlerindeki bilinen türsel çeşitliliğin ve endemik varlığın sürekli bir biçimde artmasını sağlamaktadır. Sulu Denizi'nde bulunan Tubbataha Resifi, 1993'te, Dünya Mirası listesine alınmıştır. Ayrıca Filipin sularında yosun, inci ve yengeç yetiştiriciliği yaygındır.
Sık sık yasa dışı kesimler yoluyla ormanların yok edilmesi, Filipinler'de iveğen bir sorundur. 1990'da ülke yüzölçümünün %70'i ormanlarla kaplıyken 1999'da bu oranda %18.3'lük bir azalma söz konusu olmuştur. Ülkedeki birçok tür yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Araştırmacıların söylemlerine göre sadece Filipinler'in egemen olduğu Güneydoğu Asya bölgesinde 21. yüzyılın sonuna kadar türlerin %20'sini kapsayabilecek bir nesil tükenme tehlikesi bulunmaktadır. Uluslararası Koruma Örgütü'ne göre, Filipinler biyoçeşitliliğin en fazla olduğu alanlardandır ve buna bağlı olarak öncelikli korunma alanlarından biridir.
İklim.
Filipinler genel olarak sıcak ve nemli bir özellik gösteren tropik bir denizel iklime sahiptir. Ülkede üç mevsim yaşanmaktadır. "Tag-init" olarak bilinen mevsim, sıcak ve kurak yaz mevsimine karşılık gelir. Bu mevsim, marttan mayısa kadar sürmektedir. "Tag-ulan", hazirandan kasıma kadar süren yağmurlu bir mevsimdir. Üçüncü mevsim ise "tag-lamig "adıyla bilinir. Aralıktan şubata kadar süren bu mevsimde kuru-soğuk bir hava ülkeye hâkim olur. Habagat adıyla bilinen ve ekimden mayısa kadar etkili olan rüzgârlar kuzeybatı musonlarıdır; kuru rüzgârlar şeklinde kasımdan nisana kadar kendini gösteren musonlar ise kuzeydoğu musonlarıdır. Bu kuzeydoğu musonlarına yerel dilde "amihan" adı verilmektedir. Filipinler ülke genelinde genellikle ile seyretmektedir. Buna rağmen mevsimlere bağlı olarak daha soğuk veya daha sıcak sıcaklıklar da ölçülmektedir. Ülkenin en soğuk ayı ocaktır. En yüksek sıcaklıklar ise mayıs aylarında ölçülmektedir.
Ülkenin yıllık sıcaklık ortalaması civarındadır. Ülke içerisindeki yerel sıcaklık değerleri karşılaştırıldığında, enlem ve boylamsal konum sıcaklık üzerinde birincil bir etki yaratmamaktadır. Ülkenin kuzeyi, güneyi, doğusu veya batısı dikkate alındığında, indirgenmiş sıcaklık (deniz seviyesindeki sıcaklık) yakın değerlerde olma eğilimindedir. Ülkedeki sıcaklık değerlerinde en etkili etkenin yükselti olduğu düşünülmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 1.500 metre olan Baguio'da yıllık sıcaklı ortalaması deniz seviyesinin yaklaşık altındadır. Bu durum Baguio'yu sıcak yaz döneminde önemli bir uğrak noktası hâline getirmektedir.
Temmuzdan ocak ayına kadar, ülkede tayfun kuşağı etkisini göstermektedir. Bu dönem sel felaketlerinin yaşandığı ve sağanakların bastırdığı bir dilimdir. Bu şekilde yağmurlarla birlikte, ülkede yılda yaklaşık olarak 90 kadar tayfun oluşur. Bu tayfunların sekiz ya da dokuzu kara üzerinde etkili olmaktadır. Ülkedeki yıllık yağış miktarı dağlık doğu sahillerinde 5.000 milimetre kadardır. Ancak bazı korunaklı vadilerde bu değer 1.000 milimetreden daha azdır. Takımadayı vuran bilinen en büyük dönencesel (tropik) kasırga Temmuz 1911'de meydana gelmiştir. Bu kasırgada Baguio'ya 24 saat içinde -birim alana- 1.168 milimetre yağmur düşmüştür. Bagyo, Filipinlerde kasırga için kullanılan yerel bir tabirdir.
Ekonomi.
Filipinler tarımsal alanda, elektronik endüstrisinde ve hizmet sektöründe yeni endüstrileşen ülkedir. "Sonraki Onbir" ekonomilerinde listelenmiştir. Filipinler'in ekonomisinde önemli bir canlılık görülür.
Asya Finansal Krizi sonucunda Filipinler pesosunu bir doları 40 pesodan 26 pesoya düşürerek Filipin ekonomisini son derecede etkiledi. Düşük yabancı sermaye ülkeye girmesiyle temelini tarımın oluşturduğu ekonomide 1999'da %3 ve 2000'de %4 küçülme oldu. 2000'deki politik belirsizlikler peseyu zayıflatmış hatta daha ötesi bir doları 55 pesoya çıkararak pesonun en düşük seviyeye inmesine neden olmuştur.
1990'lardaki Asya finansal krizi, Filipinler'in ekonomisinde deneyim sağlamasına ve 2004'te %6'lık bir büyüme elde etmesini sağladı. Başbakan Gloria Macapagal Arroyo, 2020'lerde ülkesinin gelişmiş ülkeler arasında yer alacağını taahhüt etti. 2005'te Filipin pesosu Asya'nın en işlevsel parası oldu. 2006'da Filipin ekonomisi geçen yıla oranla %5,4'lik bir büyüme sağladı. Hükûmet gayrisafi millî hasılayı artırmak için 2007'de %7'lik, 2008'de %8'lik ve 2009'da %9'luk bir büyüme hedefliyor.
Muz ticaretinin ülke ekonomisine katkısı büyüktür. Bunun yanı sıra turizmin Filipin ekonomisinde önemli bir payı vardır.
Nüfus.
Filipinler 105 milyonu aşan nüfusuyla (2012) dünyanın en çok nüfusuna sahip 12. ülkesidir. dünyanın en kalabalık 11. başkentidir. Okur-yazarlık oranı %92.5'tir (2003) ve bunda erkeklerin oranı kadınlarınkine hemen hemen eşittir. Yaşam süresi kadınlarda 69.91 ile 72.28 arasında, erkeklerde 66.44 yıldır. Nüfus yılda yaklaşık olarak %1.92 artmaktadır. 1903'ten beri 100 yılda nüfus 11 kat arttı. Bu da gösteriyor ki, büyüme oranı bölgedeki diğer ülkelere göre daha hızlıdır. (Endonezya aynı sürede sadece 5 kat büyüdü).
Etnik gruplar.
Filipinliler çeşitli Avustralyanca kelimelerinin birbirini takip eden bin yıldan daha uzun bir süre boyunca etkisi altında kalmıştır.
Filipinliler şu anda, çeşitli etnik gruplar içeren, fakat sınırlanmayan şu gruplara bölünmüştür:
Visayanlar, Tagaloglar, Ilocanolar,
Morolar, Kapampangan,
Bicolano,
Pangasinense,
Igorot,
Lumad,
Mangyan,
Ibanag, Chabacano,
Bajau,
Ivatan ve Palawantribes.
Diller.
1987 Yasasında Filipince ve İngilizcenin her ikisi de resmî dil ilan edilmiştir. Birçok Filipinli İngilizceyi, Filipince'yi ve yerel dillerini anlayabilir, yazabilir ve konuşabilir.
On iki büyük bölgesel dil, yerel bölgelerinin yardımcı resmi dillerinin her birine konuşan bir milyondan daha fazla kişiden oluşmuştur. Bu diller: Tagalog, Cebuano, Ilocano, Hiligaynon, Waray-Waray, Kapampangan, Bikol, Pangasinan. Kinaray-a, Maranao, Maguindanao ve Tausug.
Din.
Filipinler din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı laik bir ülkedir. Ülke, uzun süre İspanyol kültürünün etkisinde kaldığı için Katolik yapı baskındır. Bu yönüyle, eski Portekiz sömürgesi olan Doğu Timor ile birlikte Asya kıtasında Katoliklerin çoğunlukta olduğu iki ülkeden biri'dir. 2020 nüfus sayımına göre nüfusun yaklaşık %88'i Hristiyan; yaklaşık %79'u Katolik Kilisesi'ne, yaklaşık %9'u ise Protestanlığa ve Filipin Bağımsız Kilisesi, Iglesia ni Cristo, Yehova Şahitleri, Yedinci Gün Adventist Kilisesi, Apostolik Katolik Kilisesi, Filipinler Birleşik Mesih Kilisesi, Tanrı'nın Uluslararası Üyeleri Kilisesi (MCGI) ve Pentekostallar gibi mezheplere mensuptur.
Mindanao, Palawan ve Bangsamoro olarak bilinen Sulu Takımadaları Müslüman toplulukların yoğunlaştığı yerlerdir. Ancak, bazı Müslüman Filipinliler; bu bölgelerden ülkenin farklı kırsal ve kentsel yerleşimlerine göç etmiştir. Ülkedeki Müslümanlar arasında, Sünni İslam'ın Şafii kolu yaygındır. Ancak ülkede Ahmedîliğe mensup insanlar da vardır.
Filipinler'de ülke nüfusunun yaklaşık %2'sini geleneksel Filipin dinleri oluşturmaktadır. Bu dinler bazı yerli kabilelerde yaygındır. Bu dinler kültürel etkilenme ile Hristiyanlık ve İslam ile uyumlu hâle gelmiştir. Animizm, halk kültü ve Şamanizm inançları; geçmişten günümüze ulaşan inanış biçemleridir. Dinî kanaat liderleri olan "albularyo", "babaylan" ve "manghihilotlar, "geleneksel dinlerin bugüne ulaşmasında önemli etki sahibidir. Filipinler'de halkın yaklaşık %1'i Budizm ve Taoizm inancına sahiptir. Bu dinler ve Çin halk kültlerinin oluşturduğu inançlar; özellikle Çin kökenli toplulukların bulunduğu bölgelerde yaygındır. Ayrıca ülkede, az sayıda Hinduizm, Sihizm, Yahudilik ve Bahailik dinlerinin inanırları vardır. Ülkede, hiçbir dine inanmayanların sayısı yaklaşık 1% ile 11% arasındadır.
Kültür.
Filipin kültürü doğu ve batı uygarlıklarının birleşiminden oluşur. Filipinler, Malay mirasının diğer Asya ülkelerini de etkileyen yönlerini barındırır. Bununla birlikte, Amerikan ve İspanyol kültürü; ülkedeki kültürel varlığın önemli parçalarıdır. Filipinler'de, önemli bir kişinin adına düzenlenen anma veya kutlama şölenleri oldukça yaygındır. Bu şölenler ülkede "barrio fiestas "adıyla bilinmektedir.
Moriones ve Sinulog festivalleri ülkedeki en bilinen şölenlerdir. Bunun gibi toplumsal kutlamalarda müzik ve dans ön plandadır. Ülkedeki bazı geleneksel değerler değişime uğrarken bazıları adım adım modernleşme nedeniyle yok olmaktadır. Bayanihan Filipin Ulusal Halk Dansları Birliği, ülke genelindeki birçok geleneksel dans türünü koruma altına almak için çalışmalar yürütmektedir. Birliğin yaptığı simgesel çalışmalar; bu oluşumun adını ülke çapında duyurmasını sağlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7601",
"len_data": 41570,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Hadis (), Muhammed'e atfedilen ve onun sözleri, fiilleri, onaylamaları ve sıfatlarını içeren bilgilerdir. Hadis âlimleri buna sahâbe ve tabiînin söz ve fiillerini de eklemişlerdir. Ancak bunlar, kaynak olma bakımından Muhammed'in fiil ve sözleriyle aynı seviyede değildir ve hadis ilmi içerisinde farklı şekilde isimlendirilir.
Muhammed'in râvî zincirleri aracılığıyla aktarılan söz, eylem veya bir eylem karşısında sessiz kalarak onaylaması hakkında nakledilen rivayet veya haberler hadistirler. Emad Hamde'nin ifadesi ile her haber Muhammed hakkında bir veridir; bu veriler toplandığında sünnet olarak adlandırılan daha büyük bir resmi çizer.
Hadisler, İslâm medeniyetinin "bel kemiği" olarak adlandırılır. İslâm'da, dinî hukuk ve ahlakî rehberlik için bir kaynak olarak hadisin otoritesi, Kur'an'dan sonra ikinci sırada yer alır.
Kur'an'da şeriatla ilgili âyetlerin sayısı nispeten az olmakla beraber hadisler; gusül, abdest, doğru selam verme ve köleler için iyiliğin önemine kadar her konuda dinî yükümlülüklerin detaylarına yön verir. Ayrıca şeriat kurallarının da "büyük kısmı" Kur'an'dan ziyade hadislerden türetilmiştir.
Hadis konuşma, rapor, hesap, rivayet gibi şeyler için kullanılan Arapça bir kelimedir. Kur'ân'ın aksine, Müslümanların tümü hadis rivayetlerinin (ya da en azından tüm hadis rivayetlerinin) ilâhî vahiy olduğuna inanmazlar. Farklı hadis koleksiyonları, İslâm inancının farklı dallarını ayırt etmeye uygundur.
Bazı Müslümanlar İslâmî rehberliğin sadece Kur'an'a dayanması gerektiğine inanır ve hadisin otoritesini reddeder; birçokları hadislerin M.S. 8. ve 9. yüzyıllarda ortaya çıkarılan ve Muhammed'e atfedilen uydurma (sahte yazı)lar olduğunu ifade eder.
Bazı hadislerin sorgulanabilir ve çelişkili ifadeler içermesi sebebiyle hadislerin doğrulanması, İslâm'da önemli bir çalışma alanı hâline gelmiştir. Tipik olarak bir hadisin iki bölümü bulunur: isnad zinciri ve rivayetin ana metni. Hadisler Müslüman âlimler ve hukukçular tarafından ("gerçek"), ("iyi") veya "zayıf" gibi kategorilere ayrılır. Ancak bu sınıflandırma özneldir, farklı dinî grup veya âlimler, bir hadisi farklı şekilde tasnif edebilir.
Ehl-i Sünnet âlimleri arasında hadis terimi sadece Muhammed'in sözlerini, tavsiyelerini, uygulamalarını v.s. değil, aynı zamanda arkadaşlarının sözlerini de içerebilir. Şîa İslâm'da hadis, Şiilikte olarak bilinen Muhammed ve ailesinin, (On İki İmam ve Muhammed'in kızı Fâtıma) sözleri ve eylemleri olarak 'in, somutlaşmış hâlidir.
Etimoloji.
Hadis kelimesi Arapçada "yeni", "haber" ve "söz" manalarına gelmektedir. Çoğulu "ehâdîs"tir. ()
Yeni, yani Arapça olarak "cedîd," kadîm yani eskinin zıttı olarak gelir ve büyük ihtimalle cedîdden kasıt, Allah rasulünün sözleri, kadîm ise âyetlerdir.
Tanım.
Juan Campo'ya göre İslâmî terminolojide "hadis", Muhammed'in söz, fiil veya onun huzurunda söylenen veya yapılan bir şeyi zımnen onayladığı/eleştirdiği anlamına gelir.
İbn Hacer el-Askalânî, dinî gelenekte "hadisin" amaçlanan anlamının Muhammed'e atfedilen, ancak Kur'an'da bulunmayan bir şey olduğunu söyler.
Patricia Crone, hadis tanımına Muhammed'den başkaları tarafından yapılan raporları dahil eder: "Bir olay karşısında, önüne bir nakil zinciri eklenmiş Muhammed'in kendisi veya erken bir arkadaşı gibi bir şahsın belirli bir durumda ne söylediği veya yaptığını kaydeden kısa söz. Ancak, "günümüzde hadis neredeyse her zaman Muhammed'in kendisinden rivayet edilen söz anlamına gelir" diye de ekliyor.
Buna karşılık Şiî İslâm Ehl-i Beyt Dijital Kütüphane Projesi'ne göre, "... açık bir Kur'an beyanı olmadığında veya Müslüman okullarının üzerinde anlaşmaya vardığı bir hadis olmadığında. . . . Şiî İslâm... Peygamber'in sünnetini türetmek için Ehl-i Beyt'e atıfta bulunur." Bu, sünnet ile birlikte hadisleri Muhammed'in "gelenekleri" ile sınırlı tutan genel anlayıştan, sünnetin , yani Şiî İslâm'ın imamlarına genişletilmesi ile ayrılıyor.
Muhammed'in veya ilk İslâm toplumunun normatif bir geleneğine atıfta bulunmak için de kullanılır.
Joseph Schacht, hadisi "sünnetin belgeleri"ni sağlamak olarak tanımlar.
Joseph A. Islam, iki söz arasında ayrım yapar:'Hadis' Peygamber'den veya onun öğretilerinden türetildiği iddia edilen sözlü bir iletişim iken, 'sünnet' (yaşam tarzı, davranış veya örnek) belirli bir topluluk veya halkın hâkim geleneklerini ifade eder. 'Sünnet', bir topluluk tarafından nesilden nesile topluca aktarılan bir gelenek iken hadisler, derlenen rivayetler olup çoğu zaman kaynağından yüzyıllarca uzaktadır. Hadis içinde yer alan bir uygulama sünnet olarak kabul edilebilir, ancak bir sünnetin onu onaylayan, destekleyici bir hadise sahip olması gerekli değildir.Halid Ebu'l-Fadl gibi bâzı kaynaklar, hadisi sözlü raporlarla sınırlandırır. Onlara göre Muhammed'in eylemleri ve sahabeleri hakkındaki raporlar sünnetin bir parçası olmasına rağmen hadis değildir.
Diğer edebiyatlardan farkı.
Hadis'e benzer İslâmî edebî sınıflandırmalar, ve dir. Konuya göre değil, "nispeten kronolojik" olarak düzenlendikleri için hadisten farklıydılar.
İslâm'ın hadislerle ilgili diğer "gelenekleri" şunları içerir:
Hadislerin derlenmesi.
Bugün kullanılan hadis literatürü, Muhammed'in ölümünden sonra dolaşımda olan sözlü rivayetlere dayanmaktadır. Kur'ân'ın aksine hadisler, Muhammed'in hayatı sırasında veya ölümünden hemen sonra yazılmamıştır. Hadisler, Muhammed'in ölümünden sonra Hulefâ-yi Râşidîn döneminin sona ermesinden sonra, yazılı olarak derlendiği 8. ve 9. yüzyıllara kadar, Muhammed'in yaşadığı yerden uzakta, büyük koleksiyonlarda derlendi ve bu zamana kadar nesiller boyunca sözlü kaynaklar olarak değerlendirildi.
Kur'an âyetlerinden "binlerce kez" daha fazla olan içeriğiyle hadisler, İslâmî inançların "çekirdeği"ni çevreleyen katmanlar şekilde tanımlanmıştır. Tanınmış, yaygın kabul gören hadisler, iç tabakayı oluşturur ve hadis dışa doğru genişledikçe daha az güvenilir ve kabul edilir hâle gelir.
Muhammed'in (ve bazen arkadaşlarının) davranışlarına ilişkin hadis derleyicileri tarafından toplanan haberler, Kur'an'da bulunmayan zorunlu beş vakit , elbise, duruş gibi ritüel dinî uygulamaların ayrıntılarını ve sofra âdâbı gibi günlük davranışları içerir. Hadisler ayrıca Müslümanlar için Kur'an'da kısaca bahsedilen şeyleri açıklayıcı () bir kaynaktır.
Günümüzde İslâmî uygulama ve inancın parçası kabul edilen unsurlardan Kur'an'da değil, hadislerde bahsedilir. Bu nedenle Müslümanlar, Kur'ân'ın sessiz olduğu alanlarda Müslümanlara İslâmî uygulama ve inancın ayrıntılarını veren hadislerin İslâm'ın doğru şekilde uygulanması için zorunlu bir gereklilik olduğunu iddia ederler. Bunun bir örneği, Kur'an'da emredilen, ancak hadislerde açıklanan farz namazlardır.
Mesela namazın olarak bilinen bölümlerinin detayları ve bunların kaç defa kılınacağı hadislerde bulunur. Ancak hadislerde bu ayrıntılar farklılık göstermekte ve namaz, farklı İslâm mezhepleri tarafından farklı şekillerde kılınmaktadır. Diğer taraftan Kur'ancılara göre Kur'an, bir konuda sessiz kalıyorsa bunun nedeni, Tanrı'nın onu önemli tutmadığıdır; ve bâzı hadislerin Kur'an'la çelişmesi, bâzı hadislerin Kur'ân'ın tamamlayıcısı değil, bozulma kaynağı olduğunun kanıtıdır.
Muhammed'in olmayan hadis.
Joseph Schacht, İslâm hukukunda Muhammed'in yoldaşlarına dinî otoriteler olarak atıfta bulunulmasını "haklı kılmak"ta kullanılan bir hadisi aktarır: "Arkadaşlarım gökteki yıldızlar gibidir."
Schacht ve diğer bilginlere göre Muhammed'in ölümünden sonraki ilk nesillerde ve hadislerinin kullanımı kural, Muhammed'in hadislerinin kullanılması "istisna" idi. Schacht, Şâfiî mezhebinin kurucusu Şâfiî'nin Muhammed'in hadisinin İslâm hukuku için kullanılması ilkesini tesis etmesi ve başkalarına ait sözlerin aşağılığını vurgulaması konusunda şunu kaydeder:"...Peygamber'den gelen bir rivayet karşısında onu doğrulasalar da, yalanlasalar da, onların sözlerinin hiçbir değeri yoktur; Peygamber'den gelen hadisi bilselerdi, ona uyarlardı."Bu, Sahabe ve diğerlerinden gelen rivayetlerin "neredeyse tamamen ihmal edilmesine" yol açtı.
Hadis koleksiyonları bazen Muhammed'inkileri başkalarının rivayetleriyle karıştırır. Mâlik b. Enes'in el-Muvatta'sı "en eski yazılı hadis koleksiyonu" olarak tanımlanır, ancak Muhammed'in sözleri "arkadaşların sözleriyle harmanlanmıştır". (Muhammed'den 822 hadis ve diğerlerinden 898 hadis)).
Abdü'l-Hâdî el-Fadlî tarafından girişinde, , Muhammed'in yetkisiyle yazılan ilk " hadis kitabı" olarak anılır. Burada Muhammed'in fiil, beyan veya onaylarına , sahabelerin fiil, beyan veya onaylarına , tâbiîn fiil, beyan veya onaylarına hadis denir.
Etkileri, tür ve özellikler.
Hadislerin Kur'an "tefsir"leri üzerinde derin ve tartışmalı bir etkileri vardır. En eski Kur'an tefsiri Tenvîr-el Mikbâs olarak bilinir ve İbn Abbas'a atfedilir.
Hadisler, "şeriat" ve "fıkıh" olarak tanımlanan İslâmî yargının temelini oluşturur. İslâm'da tek bir "fıkıh" sisteminin değil de paralel sistemlerin olmasının temelinde hadisler yatar.
Bugün mevcut olan erken dönem İslâm tarihinin çoğu, birincil kaynak materyaldeki eksiklik ve ikincil materyalin iç çelişkileri nedeniyle sorgulanmasına rağmen hadislere de dayanmaktadır.
Şiî düşünce okulunda hadislere dönük iki temel yaklaşım vardır: Usûliyye ve Ahbâriyye görüşü. Usûlî âlimler, "hadislerin kabûlünde" ictihad kullanılarak ilmî olarak incelenmesinin önemini vurgularken Ahbarî âlimler, dört Şiî hadis kitabının tüm hadislerini sahih kabul eder.
Kudsî hadisler bazılarına göre Allah'ın sözleridir.
Seyyid Şerif Curcânî'ye göre kudsî hadis Kur'an'dan, birincisinin "Muhammed'in sözleriyle ifade edilmesi" ile, ikincisi ise birinciden" Allah'ın doğrudan sözleri " olmasıyla ayrılır. "Kudsî hadîsin" "sahih" olması şartı yoktur, ancak "zayıf," hatta "uydurma" olabilir.
Bir örneği, Muhammed'in şöyle dediğini söyleyen Ebû Hüreyre'nin hadisidir:Allah, yaratmaya hükmettiği zaman kendi katında bulunan kitabına şöyle yazdırdı (yemin): "Rahmetim gazabıma galip gelsin".
Hadis kıssaları, bir kısmı Kur'an'da da anlatılan, bâzı hadis külliyatlarında Muhammed'in ağzından anlatılan mağara ağzını kapatan kaya (Ashâb-ı kehf), "ala tenli, kel ve âmâ" yüz kişiyi öldürüp tevbe eden şahıs, borç alan kişinin deniz suyu üzerinde gönderdiği odun parçası, uhdûd, İbrâhîm ve İsmâil, "akşamları hazine malını avuçlayıp götüren cin" gibi ayrıntılı hikâyelerdir. Bazı hadisçiler tarafından bu kıssaların Muhammed'e âidiyeti reddedilmemekle birlikte ders verme amacıyla anlatılan temsilî (mesel, tr. masal) hikâyeler oldukları da dile getirilmiştir.
Hadisler, Muhammed'in zamanından (Sünnî kaynaklar 200-300, Şiî hadis kitapları 400-500 yıl) birkaç asır sonra yazılan ve Muhammed'e bir rivayet zinciri ile isnâd edilen söz ve fiillerden oluşan sözlü kültür ürünleridir. Bu rivayetlerde yer alan ve kayda geçiren kişilerin hafıza, dürüstlük ve iyi niyetlerine tamamen güvenme durumunda bile, sözlerin kapsamı ve bağlamıyla ilgili mana ile nakil, unutma, atlama, yanlış hatırlama, abartma, önemsizleştirme, yüceltme veya alçaltma gibi gerçeğin kısmen veya tamamen değiştirilmesi sonucunu doğuran problemlere rastlanması muhtemeldir. Hadisçilerin zincirdeki son kişiyi görme olanakları bulunsa bile, bir önceki nesle ait ve çoğunlukla ölmüş kişilerden oluşan rivayet zincirlerinin kullanılarak hadislerin doğrulanması veya yanlışlanması mümkün görülmemektedir. Hadisleri rivayet edenler, yazanlar ve dînî kaynak olarak kullananlar, bazı eleştirilerin hedefi olmuşlardır.
Kur'ancılar uydurma hadislerle dolu binlerce hadis kitabı yazıldığından bahisle bu hadisleri tanımlayıcı bazı önermeler ileri sürmüşlerdir: Bunlardan bazıları:
Külliyatlar.
İslâm'ın farklı mezhepleri, farklı hadis koleksiyonlarını referans alır:
Diğerleri.
Genel olarak Şiî ve Sünnî koleksiyonlar arasındaki fark, Şiilerin Muhammed'in aile ("Ehl-i Beyt") ve yakın arkadaşlarına atfedilen hadisleri tercih etmesi, Sünnîlerin ise hadis ve sünneti değerlendirirken aile soyunu dikkate almamasıdır.
Tarih, gelenek ve kullanım.
Tarih.
Muhammed zamanında hadislerin kullanımı iki ayrı dönemde farklı şekilde gerçekleşmiştir. İlkinde hadis yazımı yasaktı ve sözlü rivayet şeklinde aktarılırdı. İkincisinde ise bu yasak kalkmış ve hem sözlü hem yazılı aktarım gerçekleşmiştir. Muhammed'in hadislerin yazımını yasakladığı ve izin verdiği farklı sahih rivayetler bulunmaktadır. Âlimler bu rivayetleri inceledikten sonra Muhammed'in, hadislerin Kur'an ayetleri ile karışmasından korktuğu için başta yasakladığını, nübüvvetin sonraki dönemlerinde ise yazıma izin vermiş, rivayet etme hususunda ise belli kurallar koymuş olduğu sonucuna varmışlardır.
Sahabeler bu kaidelere uyarak hadisleri rivayet etmişlerdir.
Farklı kitaplarda farklı tariklerle geçmekle birlikte yazımı yasaklayan tek "sahih" rivayet şudur:“Benden yazmayınız. Kim benden Kur‟ân‟dan başka bir şey yazdıysa onu [derhal] imha etsin. Benden hadis nakledebilirsiniz. Bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ama her kim benim üzerimden kasten yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın. (Müslim)
Hatib El-Bağdadi yazma yasağının sebebi ile ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:"İslam'ın ilk devirlerinde hadislerin yazılması yasaktı; çünkü Kur'an ile diğer metinleri ayırt edebilecek seviyede olanların sayısı azdı. Arapların çoğu dini ileri seviyede anlayabilecek durumda değillerdi ve bu kimselerle uzun süre birlikte bulunmamışlardı. Bu durumda böylesi hadislerin sahifelerde yazılı olarak Kur'an ile karıştırıp Allah'ın kelamı zannetmelerinden emin olunamazdı.Yazıma izin veren bazı güvenilir hadisler ise şunlardır:"“Resulullah’dan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş beni bundan nehyetti ve ‘Resulullah kızgınlık ve sükûnet hallerinde konuşan bir insan iken, sen ondan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın?’ dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resulullah’a arzettim. Eliyle ağzına işaret ederek; ‘Yaz, canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz.’ buyurdu.”" (Ebu Davud)"“Resulullah’ın ashabı içinde Abdullah bin Amr hariç, benden daha fazla hadis rivayet eden kimse yoktur, Abdullah yazar, ben yazmazdım.”"(Buharî)"“Ensar'dan bir adam vardı, Resûlullah ile birlikte oturur, Peygamber'in hadislerini dinler, onlara hayran kalır, fakat onları hatırlayamazdı. Bunun üzerine Allah Resûlü'ne şikâyette bulunarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Resûlü! Ben senin hadislerini dinleyerek hayran kalıyorum ama onları hatırlayamıyorum' Bunun üzerine Resûlullah : 'Kendine sağ elin vasıtasıyla yardım et' dedi ve eliyle yazıyormuş gibi yaptı.”" (Tirmizi)"Ebu Şah için (hadisi) yaz!" (Buhari,Müslim,Tirmizi)
Bu hadislerin dışında hadis rivayetine dikkat çeken hadisler de bulunmaktadır:
Bu gibi hadislere dayanarak sahabelerden bazıları hadisleri yazmış, bazıları ise rivayet etmiştir. En çok hadis rivayet eden sahabeler şunlardır:
Muhammed Mustafa Azami'ye göre 52 sahabe hadis yazmıştır. Bu sahifelerden günümüze ulaşanı ise Ebû Hüreyre'nin, talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırdığı es-Sahifet'us Sahiha'dır. Kitapta Allah’ın sıfatları, sünnetin önemi, namaz, oruç, cihad, tövbe, ahlâk, geçmiş ümmetler, peygamberler, cennet, cehennem gibi konularda 139 hadis bulunmaktadır.
Hadislerin sistematik olarak yazılıp toplanmasına Tâbiîn zamanında başlandı. Muhammad ibn-i Muslim ibn-i Ubeydullah, hadisleri verimli bir şekilde anlatmıştır. İbn Hâcer'e göre Zührî, ilk hadis toplayan kişidir ve Miladî 719 yılında Ömer b. Abdülazîz'in emriyle hadisleri toplamaya başlamıştır.” Zuhrî'nin hadisleri yazdırmasındaki sebeplerden biri muhtemelen bir kısmı kendisine değişli bâzı rivayetlerin Iraklı râviler tarafından değiştirildiğini görmesidir. Kendisinin, “"Buradan bir karış olarak çıkan hadis, Irak’tan döndüğünde bir kulaç olur."” ve “"Meşrikten gelen şu tanımadığımız rivayetler olmasaydı hadis yazımına müsaade etmezdik."” sözleri bu manada ele alınabilir. Fakat Zuhrî'den hiçbir kitap kalmamıştır. Hadis rivayetleri, Neysâbûrî (ö. 258) tarafından iki cilt hâlinde toplanmış olup bu esere ez-Zuhrîyyât denilmektedir.
Hadisleri ilk olarak büyük ölçüde toplayarak bir araya getiren Mâlik b. Enes, bunları el-Muvatta' adlı eserinde toplamıştır.
Abbasîler döneminde Mütevekkil'in İbn Ebu Şeybe ve ağabeyi Osman'ın bulunduğu bir ekibi yüksek maaş ve tahsisata bağlayarak Mu‘tezile ve Cehmiyye'ye ait görüşleri reddeder mahiyetteki hadisler ile rû'yet hakkındaki hadisleri halka anlatmasını istediği belirtilir.
Muhammed b. İsmâil Buhârî (810-869) ve diğer hadis imamları Muhammed'in ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra o zamana kadar çoğunlukla rivayetlerle aktarılan hadisleri toplayıp yazarak hadis külliyatlarını oluşturdular.
Ehl-i Sünnet ekol arasında ünlü olmuş altı adet (Kütüb-i Sitte) hadis külliyatı bulunur. Bunlardan Muhammed b. İsmâil Buhârî ve Müslim'in kitaplarına "sahiheyn" de denilir. Muhammed b. İsmâil Buhârî ve Müslim'in kitaplarında ortak olarak bulunan hadislere "müttefekun aleyh" denilir. Bâzı hadis külliyatları ise yazarları tarafından "Câmi", "Müsned", "Mûcem", "Müstedrek", "Mustahrec", "Cüz", "Tabâkat" gibi isimlerle isimlendirilmişlerdir.
Hadis öğrenimi mecâlis denilen sohbet toplantıları şeklinde İslâm'ın ilk devirlerinde başlanmıştır. Eğitimin sistematize edilmesi özel medreselerin açılmasıyla başlamıştır. Hadis öğretimi yaptığı bilinen ilk dâru'l hadîs, Hicrî 6. yüzyılda (M.S. 12. yüzyıl) Şam'da Nûreddin Zengî Mahmud tarafından kurulan “en-Nûriyye” medresesi olup ilk idarecisi İbn Asâkîr'dir. Bundan sonra Eyyûbî hükümdarlarından Nâsıruddin Muhammed tarafından H. 622 (M.S. 1225) Kahire'de “el-Medresetu'l-Kâmiliyye” kurulmuştur. H. 626'da yine Şam'da el-Meliku'l-Eşref Ebu'l-Feth Musa b. Âdil “el-Medresetu'l Eşrefiyye” adlı ikinci bir dâru'l-hadis açıldı. Yine Hicrî altıncı yüzyılda aynı yerde Emeviyye Camii içinde Seyfeddîn Muhammed bin Urve'ye nisbetle “Dâru'l-Hadîsi'l-Urviyye” adını taşıyan ve bir kütüphânesi olan başka bir hadis medresesi daha açıldı. Daha sonraları İslâm âleminin her tarafında dâru'l-hadisler yaygınlaştı.
Şiî ve Sünnî metin gelenekleri.
Sünnî ve Şiî hadis koleksiyonları farklıdır. Muhammed'in ölümünü takip eden liderlik tartışmalarında Ali'den ziyade Ebû Bekir ve Ömer'in tarafını tutan rivayetleri nakleden râviler Şiîler tarafından güvenilmez olarak kodlanırken Ali'ye, Muhammed'in ailesine ve onların taraftarlarına kaynak veren rivayetler tercih edilir. Sünnî âlimler, Şiîlerin reddettiği Âişe gibi râvîlere güvenirler. Hadis koleksiyonlarındaki farklılıklar, ibadet uygulamaları ve şeri'at hukukundaki farklılıklara katkıda bulundu ve iki gelenek arasındaki ayrım çizgisini sertleştirdi.
Sünnî geleneğinde kapsam ve doğa.
Sünnî gelenekte bu tür metinlerin sayısı 7.000 ile 13.000 arasında olmasına rağmen aynı metni paylaşan birçok "isnad", ayrı hadis olarak sayıldığından "hadislerin" sayısı çok daha fazladır. Diyelim ki on sahabe, Muhammed'in hayatındaki tek bir olayı bildiren bir metin kaydederse hadis âlimleri bunu on hadis sayabilirler. Hatta bir sahabeden farklı tariklerle (rivayet zinciri) gelen her bir hadis metni ayrı birer hadis sayıldığından 10 sahabeden onar farklı tarikle gelen bir hadis metni 100 hadise kadar çıkmış olur. Yani örneğin Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde 30.000'den fazla hadisi vardır, ancak bu sayı, metin içinde veya rivayet zincirleri içinde küçük farklılıkları kaydetmek için tekrarlanan metinleri içerir. Bir başka örnek ise İmam Müslim'in Sahih'idir, İmam Müslim metod olarak bir hadisi rivayet ettikten sonra o hadisin farklı tariklerini de ana hadisin sıhhatini güçlendirmek ve farklı anlamları aktarmak amacıyla rivayet etmiştir. Müslim'de ana hadislerin hepsi Sahih olmakla beraber bu destekleyici hadislerde (Metin olarak aynı hadis olmasına rağmen, destekleyici hadisin rivayet zincirindeki ravilerin, ana hadisin metnini rivayet eden ravilere göre zayıflığından dolayı.) zayıflık bulunabilir. Bu durum Buharide de kısmen karşımıza çıkar. Bir metnin en sağlam rivayetini, hem de rivayetlerinde en sağlam râvîleri tespit etmek için çeşitli metinlerin râvîlerini tespit etmek, aynı metinlerin rivayetlerini karşılaştırmak 2. yüzyıl boyunca hadis âlimlerini meşgûl etmiştir.
İslâm'ın 3. yüzyılında (225-275), hadis uzmanları, seçtikleri ve en sağlam şekilde belgelendiğini düşündükleri ve Müslüman âlimlerce referans alınan 2.000 ile 5.000 hadisten oluşan hadis külliyatlarını yazdılar.
4. ve 5. yüzyıl, bu altı eserin oldukça geniş bir şekilde yorumlandığını gördü.
Buhârî ve Müslim, sahihlerinde hadislerin sadece en sahihlerini topladıklarını iddia etmişlerdi. Sonraki âlimler de onların iddialarını kabul ederek bugün de bu sahihler en güvenilir hadis koleksiyonları olarak kabul edilir.
H. 5. yüzyılın sonlarında İbn-i Tâhir el-Qaisarânî, Sünnî kanonunu bu güne kadar kalan bir tasvirle resmî olarak altı önemli eserde standartlaştırdı.
Yüzyıllar boyunca birkaç farklı koleksiyon kategorisi ortaya çıktı. Musannef, "mu'cem" ve câmi' gibi isimlerle yazılanlar daha "genel," sünenler (hukukî-litürjik geleneklerle sınırlı) ya da "kırk hadisler" gibi bazıları işlenen konulara daha spesifiktir.
Şiî geleneğinde kapsam ve doğa.
Şiîler, Sünnîlerin râvîlerinin çoğuna güvenmedikleri için altı büyük hadis koleksiyonunu nadiren kullanırlar. Kendi geniş hadis literatürüne sahiptirler. En iyi bilinen hadis koleksiyonları şu Dört Kitap'tır Küleynî (Hicretten Sonra 329) tarafından yazılan "Kitab al-Kafi", Şeyh Saduk İbn Bâbeveyh tarafından "Man la yahduruhu al-Faqih" ve ikisi de Ebû Ca‘fer Tûsî tarafından derlenen "Al-Tahdhib" ve "Al-Istibsar".
Şiî din adamları da sonraki yazarların kapsamlı koleksiyon ve yorumlarından yararlanır. İmam Ali er-Rızâ şöyle nakledilir: "Hadislerimizde Kur'an'da olduğu gibi müteşabih ve Muhkemler vardır. Belirsiz olanları açık olanlara yönlendirmelisiniz.”
Şiîlerin çoğunluğu Sünnîlerin aksine hadis koleksiyonlarının hiçbirini bütünüyle sahih görmezler. Ancak Ahbarî mezhebi, dört kitaptaki tüm hadisleri sahih kabul eder.
Şiî düşünce okulunda hadisin önemi iyi belgelenmiştir. Bu, Muhammed'in kuzeni Ali ibn Ebi Talib tarafından yakalanabilir: ""Taraftarlarımız(şia)dan kim şeriatımızı bilir ve ümmetimizin zayıflarını cehalet karanlıklarından bizim (Ehl-i Beyt) kendilerine ihsan ettiğimiz ilim nuruna (Hadis) çıkarırsa, o Kıyamet Günü'nde, başında bir taçla gelecek, Kıyamet ovasında toplanan insanlar arasında parlayacak."
Muhammed'in soyundan gelen Hasan b. Ali el-Askerî, bu rivayete destek vererek "Kim Dünya hayatında cehalet karanlığından çıkardıysa, Kıyâmet ovasının karanlıklarından Cennet'e çıkarılmak üzere nurunu tutabilir. Sonra onun Dünya hayatında hayırdan bir şeyler öğrettiği veya kalbinden bir cehalet kilidi açtığı veya şüphelerini giderdiği kimseler gelir."
Doğruluğun önemi için Muhammed'in torunu Muhammed el-Bâkır'ın "Şüpheli bir meselede durmak, helâke girmekten daha hayırlıdır. Hadis rivayet etmemen, iyice araştırmadığın bir hadis rivayet etmenden daha hayırlıdır. Her doğrunun üzerinde bir gerçek, her gerçeğin üzerinde bir ışık vardır. Allah'ın kitabına ne uyuyorsa onu al, ihtilafa düşeni de bırak." dediği kaydedilir.
El-Bakır ayrıca, Ehl-i Beyt'in, Muhammed'in eski bir arkadaşı olan Câbir b. Abdullah ile yaptığı konuşma aracılığıyla Muhammed'in geleneklerini korumaya özverili bağlılığını vurguladı. Bakır dedi ki: "Ey Cabir, seninle görüş ve arzularımızdan konuşsaydık, helak edilenlerden sayılırdık. Allah Resulü'nden alıp koruduğumuz hadisi size söylüyoruz, "Allah'ım, Muhammed'e ve ailesine (onların altınlarını ve gümüşlerini emanet ettikleri gibi), senin davana hizmetlerine layık bir tazminat ver." Ayrıca el-Bakır oğlu Ca'fer es-Sâdık'ın hadis hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onu yazmalısın, yazmadıkça hatırlayamazsın."
Dindeki yeri.
Kur’an'ın farklı yorumları gibi hadislerin de farklı yorumlarının yapılması, hangi hadislerin kaynak kabul edileceği, hangilerinin edilmeyeceği gibi hususlar farklı fıkıh mezheplerinin oluşmasına yol açmıştır. Şiî, Alevî ve Sünnîlerin anlayışları farklı olduğu gibi, Sünnîlerin Bağdat ekolü (Hanefî mezhebi) ile diğer ekollerin (ehl-i hadis, nakilciler) kendi içlerindeki yaklaşımları da farklılıklar göstermiştir. 7. yüzyılda aklı öne çıkaran kelâmcılar ile ehli-hadis arasında tartışmalar çıkmış ve hadisler sorgulanmaya başlanmıştır. Birbiriyle zıtlaşan akıl ile nakil arasında hangisinin tercih edilmesi gerektiği tartışmaları İslâm coğrafyasında son dönemlere kadar devam etmiştir.
Ehl-i Sünnet İslâm anlayışında hadis Kur'an'ı açıklayıcı ikincil bir kaynak olarak düşünülür. İslâm inançları, ibadet, tefsir, siyer, fıkıh, tasavvuf ve tarikat gibi alanlarda yol gösterici, bazen de şeriat hükümlerinde olduğu gibi kanun belirleyici ve emredici olarak görülür. Bu anlayışta bir kısım hadislerin zayıf veya uydurulmuş olabileceği, ancak hadis imamlarının bu sözleri ayıkladıklarına inanılır. Sünnî anlayış "“Hayır; Rabbine and olsun ki bunlar inanmazlar. Ama aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapar, sonra verdiğin kararı, içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul eder ve tam olarak teslim olurlarsa başka.”" (Nisa 4/65) gibi bazı Kur'an ayetlerine dayandırılır.
Ehl-i rey (Akılcılar).
İmam Ebû Hanîfe ve takipçileri dinî görüşlerini oluşturmada diğer imamların aksine hadislerin sıhhatine daha az güvenmekte ve onlara az yer vermekteydi. Ebû Hanîfe rey ehli olarak bilinir, hadisleri sadece senet ve rivayet açısından değil, anlam açısından da kritiğe tâbî tutar. Mana açısından akla aykırı gördüğü ve Muhammed'e atfedilemiyeceğine inandığı hadisleri kabul etmez ve bu hadislere aykırı fetvalar vermekten çekinmezdi. Bu şekilde 200 kadar hadise aykırı fetvası bilinir ve bu yüzden bazı hadisçiler tarafından tenkit edilir. Mevcut kaynaklara göre Ebû Hanîfe'yi tenkit edenlerin başında Buhârî gelmektedir. Buhârî el-Câmiʿu'ṣ-ṣaḥîḥ'inin bab başlıklarında isim zikretmeden, “Kāle ba‘zu’n-nâs” (insanlardan biri şöyle dedi) ifadesini kullanarak Ebû Hanîfe'yi tenkit etmiş, diğer eserlerinde de onun İslâm dinine zarar veren Mürcie'ye mensup olduğuna ilişkin rivayetleri zikretmiştir Hatta Buhârî'nin ed-Duafâü‟s-Sağir adlı eserinin 388 numaralı maddesinde Ebu Hanife'nin iki defa küfürden imana davet edildiğiyle ilgili bir rivayete yer verdiği belirtilir. Hadisleri kaale almayan ve Reyci (Akıl ve görüşçü) tutumu sebebiyle katledildiği düşünülen Ebû Hanîfe'nin mezhebi talebesi ve nakilcisi olan Ebû Yûsuf eliyle kısa sürede hadisçi-nakilci bir çizgiye çekilmiştir.
Ehl-i hadis.
Ahmed b. Hanbel, Şâfiî ve Mâlik b. Enes gibi, hadisleri derleyen ve fıkhî görüşlerini bu rivayetlere dayandıran nakilcilerden oluşuyordu. Nakilciler rivayet zinciri açısından "sahih" gördükleri hadisleri muhkem nasslar olarak değerlendirirler ve akıl yönünden kritiğe tâbî tutmazlar.
Rivayetçi eğilimlerin bir başka karakteristiği, halkın nezdinde hadislerin itibarını artırmak için hadis imamlarına insan üstü vasıflar yüklenmesidir. Bu rivayetlere göre hadis imamları milyonlarca hadisi râvî zincirleriyle birlikte hafızalarında tutabilirler. Muhammed b. İsmâil Buhârî, bir hadisi kaynağından almak için aylarca yolculuk yapar, ancak rivayet eden kişinin boş eliyle ahıra götürerek atını kandırdığı için hadisi ondan almaktan vazgeçer, şartlarına tamamen uygun bile olsa rüyasında Muhammed'i görerek kaydettiği bütün hadisleri tasdik ettirir.
İmâmiyye yalnızca 12 imam kanalıyla gelen söz ve rivayetleri dinî kaynak (hadis) olarak kabul etmektedir. Bu anlayışta Muhammed'in sözleri yanında 12 imamın söz ve hikâyelerine de hadis denilir.
Kur'ancılar.
Kur'ancı Müslümanlar Kur'an merkezli İslâm'ı savunan bazı gruplardır. Bunlar için hadislerin herhangi bir dînî değeri yoktur. Bunlar da anlayışlarını Kur'anın kendisini "tam", "apaçık", "ayrıntılı" ve "mükemmel" olarak tanımlaması ve "Kur'an'da biz hiçbir şeyi unutmadık" benzeri ayetlerine ve hadislerle ilgili sorunlara dayandırırlar. Alevî İslâm anlayışında da Sünnî veya Şiî hadis koleksiyonlarına herhangi bir değer atfedilmez.
Muhammed İkbâl gibi bazı âlimlere göre hadisler kanun kaynağı olarak kullanılamaz, fıkıh usulünde ve inançla ilgili konularda kanıt olamaz.
Mustafa İslamoğlu, İslâm'da mutlak kriterlerle hareket edilmediğini, el-Câmiʿu’s-sahîh ve el-Câmiʿu’s-sahîh'in kendi kriterlerine göre sahih olan hadisleri eserlerinde topladığına işaret eder. Mesela Buhârî'nin sika dediği (güvenilir) 420 küsur râvînin hadislerini talebesi Müslim, kitabına almamıştır. Yine Müslim'in güvenilir dediği 600 küsur râvînin hadislerine ise hocası Buhârî güvenmemiştir. Dolayısıyla güvenilirliğin kriteri içtihâdîdir, kişiseldir. Başka bir ifadeyle hadisin sahih olması, ona sahih diyene göredir, "demektedir. İslamoğlu'na göre rivayet edilmiş 1.000.000 hadîsin aslen kaç olduğu konusu, Ebû Dâvûd es-Sicistânî tarafından ciddi olarak tartışılmış, bu sayının 4.500-6.300 civarında olduğu ileri sürülmüştür. Hadis ilminin bu saatten sonra devam edecekse bu 1.000.000'u nasıl "6.000'e irca ederiz", konusu artık bu olmalıdır der.
Batılı akademisyenlere (müsteşriklere) göre.
Aloys Sprenger, William Muir ve Reinhart Dozy gibi müsteşriklere göre Buhârî ve benzeri kaynaklarda yer alan hadislerin yarısı veya buna yakın kısmı güvenilebilecek materyallerdir. Jay Horowitz ise hadislere güvenilebileceğini belirtmekle birlikte hadislerin Muhammed zamanından 200-300 yıl sonra yazıldığı iddiasının gülünç bir iddia olduğunu belirtir. C. Snouck Hurgronje, David Samuel Margoliouth, Henri Lammens ve Ignaz Goldziher gibi bazı müsteşriklerse hadislere bu kadar da güvenmemektedirler. Margoiouth'a göre "sünnet", başlangıçta İslâm öncesi toplumun âdetleri için kullanılan bir kavram iken, bu uygulamalara Muhammed'e atfedilmek suretiyle otorite kazandırılmıştır.
Modern kullanım.
Ana akım mezhepler, hadisleri İslâm'ın kutsal kitabı olan Kur'ân'ın açıklayıcısı tamamlayıcısı görürler. Hadis uzmanı İbnü's-Salâh es-Şehrezûrî, hadis ile dinin diğer yönleri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: "Çeşitli dallardaki ilimlerin içlerinden en önemlisi fıkıhtır." İbn Hâcer "Buradaki 'diğer bilimler'den kastedilen dinle ilgili olanlardır" diye açıklıyor, "Kur'an tefsiri, hadis ve hukuk. Hadis ilmi, bu üç ilimden her birinin sergilediği ihtiyaçtan dolayı en yaygın olanı hâline geldi. İhtiyaç ortadadır. Kur'an tefsir'ine gelince, Allah'ın kelâmını açıklamak için tercih edilen yol, Muhammed'in sözü olarak kabul edilenler iledir. Buna bakan, kabul edilebiliri kabul edilemezden ayırma ihtiyacındadır. Fıkıhla ilgili olarak fakih, istisna için kabul edilebilir olana delil göstermeye muhtaçtır ki bu ancak hadis ilmiyle mümkün olan bir şeydir.”
Hadis Metodolojisi.
Hadislerin dinde kaynaklık açısından ilim ifade etmesi konusunda birçok Sünni ilahiyatçı, Muhammed'in, dolayısıyla hadislerin dinde hüküm koyuculuğunu ve örnekliğini Kur'an ayetlerine dayandırır.
İmam Kurtubi, tefsirinde şöyle demektedir:Buradaki hikmet Allah Resulü vasıtasıyla Kitap'ta hakkında nas buyurmadığı hususlarda Allah'ın muradını açıklayan Sünnet'tir.Ehli Sünnet alimler bu gibi ayetlere dayanarak hadislerin bağlayıcılığını anladıktan sonra hadislerin güvenli bir şekilde kayda geçirilmesi için hadis metodolojisini oluşturmuşlardır. Hadis senedleri üzerinden, Rical ilminden de yararlanarak Cerh ve Ta'dil metodu yoluyla -alt ıstılahlar olmakla birlikte- dinde kaynak olarak kullanılabilecek güvenilirlikte olduğu tespit edilen hadislere Sahih Hadis, güvenilirliği o dereceye ulaşamamış hadislere ise Zayıf Hadis denilmiştir. Uydurma olduğu tespit edilen hadislere ise Mevzu Hadis tabiri kullanılır. Bir hadisin sahih kabul edilmesinde aranan belli başlı esaslar vardır:
İlk iki ilke ravilerle, üçüncüsü senedle, dört ve beşincisi, hem sened hem de metinle alakalıdır. İllet konusu hadis metodolojisinin en önemli konularından biridir ve metin tenkidi ile alakalıdır. İlletli Hadis görünüş olarak sahih olabilir, yani ravisi güvenilir ve hafızası güçlüdür ama yine de hata yapmıştır. Bu tür hataların olduğu hadis sahih hükmünü yitirir ve zayıf hadislerin kolu olan muallel hadis konumuna gelir. İllet genel olarak ravinin muhalefet ve teferrütüne bağlı olarak tespit edilir.
Ravi eğer;
Muhalefet etmişse o hadis muallel (illetli) olur.
İlk dönemlerden beri illetle ilgili birçok kitap yazılagelmiştir. Bazıları:
Bunların dışında Dârekutnî'nin "el-İlêl'ul-vâride fi'l-ahâdîs"i ve İbnü'l-Cevzî'nin "el İlel'ul Mutenahiye"'si gibi büyük hacimli ve meşhur eserler de yazılmıştır.
Eleştiri.
Hadisler, çeşitli yazarlara göre bir dindar kurgular koleksiyonu olup II. ve III. yüzyıllarda ortaya çıkan ihtiyaçlara göre uydurulmuşlardı. Sir W. Muir, II. (M.S. VIII.) yüzyılın ortalarından önce yazılı hadis belgesinin bulunmadığını, I. Goldziher ve J. Schacht, hadislerin Emevîler devrinde ahlak, zühd, Âhiret hayatı ve siyaset konularıyla ilgili olduğunu, bu dönemde fıkhî hadis bilinmediğini ileri sürmüş, J. Robson, hadislerdeki senetlerin II. yüzyılda uydurma birtakım hadisleri sahih göstermek için meşhur isimler kullanılarak ortaya konduğunu ifade etmiştir.
Hadislere uydurma olabileceği, râvîlerinin güvenilirliği ve içerik noktasında eleştiriler bulunmaktadır:
Bişr b. Sa'îd'in "Allâh'a yemin olsun ki biz Ebû Hureyre'nin meclisinde bulunurduk, O bize Rasûlullah’tan ve Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayet ederdi. Ebû Hureyre kalkıp gittikten sonra bizimle birlikte oturan bâzı insanların Rasûlullah’ın hadisini Kā'b'ın sözü, Kā’b’ın sözünü de Rasûlullah’ın hadisi diye naklettiğini işitirdim. Allah'tan korkun ve hadis konusunda korunun!" dediği belirtilir. İmam Buhârî'nin, Kâb'ın görüşü dediği bir rivayetin İmam Müslim tarafından Muhammed'e ait olarak nakledildiğinden de bahsedilmektedir.
Ebû Hureyre'nin Kā'b ei-Ahbâr'dan etkilenerek "israiliyat" nakleden rivayetlerinin âdetâ Tevrat ve Talmud'un bir kopyası gibi olduğu şeklinde görüşü de mevcuttur.
İmam Ebû Hanîfe'ye göre sıhhatinde şüphe olmayan hadislerin sayısının ancak on yedi olduğu; İmam Mâlik'e göre ise bu tür hadislerin adedinin üç yüzden fazla olmadığı zikredilir. Prof. Dr. Süleyman Ateş ise buna ilâveten Târih-i Bağdat'ta Ebû Hanîfe'nin sabahtan öğle vaktine kadar hadis okuttuğunu, ardından da “Bunlar hep havadır, boş şeylerdir.” dediği şeklinde bir rivayetin bulunduğunu, ancak ilgili eserin yazarı tarafından bunun Ebû Hanîfe'ye iftira olduğunun belirtildiğini yazmıştır. Ateş, ayrıca aynı yazısında hadisçi veya rivayetçi olarak bilinen Şafiî ve Hanbelî ekollerinin aslında şüphe taşıyan bir iki kişi haberini haram hükmü vermeye kaynak kabul ederek Kur'ân'ın geniş yolunu daralttıklarını, İslâm'ı sonunda yaşanmaz hâle getirdiklerini iddia eder.
Başlangıçta birkaç yüzyıl boyunca sözlü rivayetler şeklinde anlatılan hadisler, daha sonra yazıya geçirilen İslâm'ın "sözel geleneğini" oluşturmuşlardır. Muhammed'in ölümünü takip eden yıllarda konuşulan hadis sayısının birkaç yüz veya birkaç bin hadisi geçmediği, daha sonraki dönemlerde bu rivayetlerin hızla çoğaldığı ve milyonlara ulaştığı bilinmektedir. Bu artış, hadislere şüphe ile yaklaşan kesimler açısından da eleştiri konusu olmaktadır.
Buhârî'nin hocalarından Nuaym b. Hammâd'ın hemen bütün hadis münekkitleri tarafından zayıf ve münker hadis rivayet etmekle tanındığı, rivayetlerinde çokça yanılıp bunları birbirine karıştırdığı, rivayetleri pek kabul görmeyen muhaddislerden hadis rivayet ettiği için de eleştirildiği, rivayetlerinin delil olarak kullanılamayacağı ileri sürüldüğü ve hatta sünneti koruma gayretiyle hadis uydurduğunu söyleyenlerin de olduğu, fakat Buhârî'nin ondan hadis rivayet ettiği belirtilmektedir.
Zühlî'nin Kur'an okuyan kişinin telaffuzunu mahluk kabul ettiği gerekçesiyle Buhârî'nin bidatçı olduğunu ve onun meclisine katılanların Kur'ân'ın mahluk olduğu görüşüne sahip olmakla itham edilmesi gerektiğini bildirerek İmam Müslim ve Ahmed b. Seleme hariç insanların çoğunun Buhârî'nin meclisine katılmasını engellediği belirtilmektedir. lbn-u Ebî Halîm er-Râzî (ö.h. 327) Buhârî'nin biyografisinde babası Ebû Hâtim er-Râzî'nin Buhârî'den hadis işitmekle beraber Muhammed b. Yahya tarafından onun "Kur'an'ın okunuşu -lafzı- mahluktur" görüşü iletilince Buhârî'nin hadisini terk ettiğini anlatır. Bu durumun Buhârî'nin Sahîh'inin şöhretini geciktiren faktörlerden biri olduğu ve asırlar geçtikçe bu haberin unutulduğu ifade edilir.
Sahîh-i Buhârî'de yer alan 160 rivayetin senedinde kopukluk bulunduğu ifade edilmektedir.
İbn Hazm'ın (ö. H. 456/M.S. 1064) mûsiki konusunda en sağlam ve en kuvvetli olduğu belirtilen Buhârî'nin sahihinde geçen "Ümmetimin içinde zina yapmayı, ipekli giymeyi, içki içmeyi ve mûsikî dinlemeyi helâl sayan kimseler türeyecektir." şeklinde başlayan rivayetin uydurma olduğunu söylediği ve Buhârî'yi kitabına uydurma hadis almakla suçlayanların başında geldiği, bu rivayet de dahil olmak üzere mûsikînin haram olduğunu söyleyenlerin hüccet olarak kullandıkları bütün hadis rivayetlerini teker teker ele alarak bunların hiçbirinin sağlam olmadığını belirttiği anlatılmaktadır. Bu rivayetlerin zayıflığı konusunda İbnu'l-Arabî'nin, İbnu'n Nahvî'nin, Gazâlî'nin ve İbn Tâhir'in İbn Hazm'a muvafakat ettikleri belirtilir. Bilindiği kadarıyla el-Uṣûlü'l-ḫamse'ye İbn Mâce'nin es-Sünen'ini ekleyerek Kütüb-i Sitte tabirini ilk defa oluşturduğu belirtilen İbnü'l-Kayserânî'nin (ö. 507/1113) de Kitâbü's-Semâʿ adlı eserinde Mûsikî dinlemenin haram olmadığını, aksini savunanların uydurma rivayetlere dayandıklarını söyleyerek mûsikî dinlemeyi haram sayanların dayandığı delillere güvenilemeyeceğini ileri sürdüğü belirtilmektedir. Bazı oryantalistlerin görüşüne göre ise bu rivayetlerin müziğe ve müzisyenlere gösterilen ilgiyi kıskanan Abbâsî devri ilahiyatçıları tarafından uydurulmuş olduğu iddia edilmektedir.
Serahsî (ö. 483/1090), recm ile ilgili âyetin bulunduğu sayfayı bir keçinin yediği şeklindeki rivayeti eleştirerek Muhammed'in ölümünden sonra neshin mümkün olmadığını, fakat bazı mülhidlerin İslâm'a zarar vermek için bu tarz rivayetleri kabul ettiklerini belirtmiştir.
Ünlü hadisçi İbn Hâcer el-Askalânî'nin asılsız haber rivayet etmekle tanınan râvî ve tarihçi Ebû Huzeyfe el-Buhârî'yi kaynak olarak kullandığı da belirtilir.
Geleneksel İslâmî düşünce tarzlarına karşı ilk ciddî ve sistematik hareketin kurucusu olarak nitelendirilen Seyyid Ahmed Han, hadisler için Müslümanları bağlayan sözler olmadığını savunmuştur. Öğrencisi Şirag Ali ise daha ileri giderek neredeyse bütün hadislerin uydurma olduğunu ileri sürmüştür.
Gulam Ahmed Pervez ise hadisleri geçmiş asırların çarpıtılmış sözleri olarak yorumlar ve Kur'an öğretilerine aykırı olanlarının Muhammed'e atfedilmesine karşı çıkar. Pervez, görüşleri dolayısıyla binin üzerinde ortodoks âlim tarafından imzalanan fetva ile kâfir ilan edildi.
Goldziher'e göre hadis olarak rivayet edilen haberlerin Muhammed'le ilgisi yoktur. Bu rivayetler İslâm'ın birkaç asır devam eden oluşum süreci içinde bu sürece katılan siyasî, ictimâî, iktisadî v.s. birçok faktörün belgeleridir. Müslümanlar Kur'an'da bulamadıkları pek çok konuyu, ayrıca kendi kanaatlerini ve doğru bulduklarını hadis formunda ifade etmişlerdir.
Kütüb-i Sitte adı verilen kitapların haber-i âhâd olarak nitelendirilen rivayetlerden ibaret oldukları ve bunların tamamı için sahih demenin mümkün olmadığı belirtilir. Prof. Dr. Mikail Bayram, Kütüb-i Sitte isnat edilen kişilerin tamamının Sâmânî devletinden olduklarını ve Sâmânî devlet otoritesinin bu kitapları sahih kabul edip diğer hadis kitaplarını ise sahih kabul etmediklerini ve o dönemde Abbasîlerin de onlarla ittifak ederek bu altı kitabı sahih kabul ettiklerini iddia eder. Konuyla ilgili olarak Kütüb-i Sitte'nin dördünün Horasan bölgesinde yazıldığı; Buhârî'nin (ö. H. 256) Buharalı, Müslim'in (ö. H. 261) Nişâburlu, Nesâî'nin (ö. H. 303) Nesâlı, Tirmîzî'nin (ö. H. 279) Tirmizli, Ebû Dâvûd'un (ö. H. 275) Sicistânlı, İbn Mâce'nin (ö. H. 273) Kazvinli olduğu ifade edilmektedir. Müslim gibi Nişaburlu olan Hâkim en-Neysâbûrî'nin (ö. H. 405) tarihî gerçeklere uymayacak şekilde Buhârî ve Müslim'in otoritesinin Hicaz, Irak ve Şamlılar tarafından tanındığı neticesine varılabilecek ifadeler kullandığı ve bunun bu eserler üzerinde icmâ olduğu görüşünün ortaya çıkmasında tesirli olduğu belirtilmektedir.
Müslümanlardan hadis literatürüne yönelik tenkidin temeli, sahihliği ile ilgilidir. Bunlardan bazıları İslâmî, teolojik ve felsefî eleştiri temellerine de sahiplerdir.
Müslüman âlimler, hadis literatürünü sorgulamada uzun bir geçmişe sahiptir. Batılı akademisyenler de 1890'dan başlayarak ancak 1950'den beri çok daha sık olarak bu alanda aktif hâle geldiler.
Bazı Müslüman hadis eleştirmenleri, hadisleri (İslâm'ın temel metinleri olarak) tamamen reddedecek kadar ileri gitmektedir.
Edip Yüksel ise Sünnî gelenekte güvenilir olarak nitelenen hadislerden örneklerle, hadise dayalı din anlayışını eleştirmektedir. Kassim Ahmad tarafından yazılan "Hadith: A Re-evaluation" kitabı, hadisleri ayrımcı, bilim, akıl ve kadın karşıtı olarak nitelemektedir. Bugünün en önde gelen eleştirmenleri arasında, Kur'ancı Müslümanlar, Mısırlı Reşad Halife, Malezyalı Kasım Ahmed ve Türk Edip Yüksel bulunuyor.
Kur'ancılar, Kur'ân'ın kendisinin Kur'ân'ın yanında ikinci bir teolojik kaynak olarak hadisleri kabul etmeye davetiye içermediğini iddia eder. 3:132 veya 4:69'da geçen "Allâh'a ve Resûl'e itaat etmek" tabirinden, görevin Kur'ân'ı tebliğ etmekten ibaret olan Resûl'e sadece Kur'ân'ı takip ederek uymak olduğu anlaşılmaktadır. Kur'ancılara göre Muhammed'in aracılığı, sadece Kur'an iledir, hadislerle değil.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7604",
"len_data": 41066,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.26
}
|
Çekicilik, bir ahşap oymacılığı sanatıdır. Özellikle Amasra'da, bölgede yetişen ağaçlardan elverişli olanların el tezgâhlarında oyulması, işlenmesi ile küçük ev ve hediyelik eşya yapılır. Zanaatkârların toplandığı Çekiciler Çarşısı Amasra'nın önemli merkezlerinden biridir. Bu çarşıda yöreye özgü tahta kaşık, çatal, havan ve salata tabağı türü eşya satılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7608",
"len_data": 364,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.62
}
|
Kafein, matein veya guaranin ya da bilimsel ismi ile 1,3,7-Trimetilksantin veya 3,7-dihydro-1,3,7-trimethyl-1H-purine-2,6-dione olarak da bilinen merkezî sinir sistemi (MSS) uyarıcısı psikoaktif ve metilksantin sınıfına ait bir alkaloiddir. Kahvede, çayda, yerba mate'de, guaranada ve, az miktarda, kakao içinde pestisit amaçlı bulunur. Kafeinin saflaştırılmış formunun karakteristik, yoğun bir acı tadı vardır. Çay ve kahvede bulunan etkin madde olmasının yanı sıra kafein, kola gibi gazlı içecekler, çikolata ve bazı ilaçlarda ağrı kesici olarak da bulunur.
İlk olarak Alman kimyager Friedlieb Ferdinand Runge tarafından 1819'da bulunmuştur. Aynı zamanda kafein ismini kimya literatürüne geçirmiştir. Kahveden yararlanarak bu ismi vermiştir.
Kafein, merkezî sinir sistemine etki ederek, beyne giden ve gelen ve mesajlarının süresini hızlandırır ve uyarıcı etkisi yapar. Emilimi büyük oranda ince bağırsaktandır.
Kafein birçok bitkide değişik miktarlarda bulunmaktadır. Fasulyelerde, yapraklarda ve 60 çeşit bitkide bulunur. Analeptik bir moleküldür.
Bilinen kuru çay, %10 luk Pb(CH3COO) (kurşun asetat) ya da Ca2CO3 (kalsiyum karbonat) ile birlikte kaynatıldıktan sonra ayırma hunisinde kloroform ile ekstrakte edilir kalan alt faz alınıp içindeki kloroform uçurulur ve kalan sıvı süblimasyon yöntemi ile saflaştırılarak kafein elde edilebilir.
Kafein aşırı tüketildiğinde veya hassas ruh hâlinde olan insanlarda anksiyete krizlerine neden olabilir. Ayrıca melatonin salgısını azaltarak ve adenozin reseptörlerini bloke ederek insanlarda uykusuzluk yaratabilir.
Kullanım amaçları.
Kafeinin en yaygın kullanımı uyarıcı olarak kullanılmasıdır. İnsanlar, uyanık kalmak için kahve ve kafein içeren diğer içecekleri tüketirler.
Kafein, ilaç olarak da kullanılır. Sıklıkla baş ağrısı için kullanılır. Bazen prematüre (çok erken doğan) bebeklerin nefes almasına, solunuma yardımcı olmak için kullanılır. Bu tedavinin kısa süreli riski, tedavi edilen bebeklerin normalden daha az kilo alması gibi görünmektedir.
Kafein bazen bir kişinin menenjit olup olmadığını görmek için yapılan bir test olan lomber ponksiyon sonrası kişilere verilir.
Kafein başlangıçta açlığı hafiflettiği için kilo kaybı için kullanılmıştır. Kafein, yanlış kullanıldığında çok tehlikeli bir madde olabilir.
Kafein; Excedrin, Midol ve Anacin gibi birçok reçetesiz ilaçta bulunur. Diğer ağrı kesicilerle birlikte kullanıldığında, kafein baş ağrısı ve krampları hafifletmeye yardımcı olabilir.
Kafeinin spor performansına etkisi.
Kafeinin yaygın kullanım alanlarından biri de spor performansını artırmaktır. Tarih boyunca pek çok kez performansı ve dayanıklılığı artırmak için kullanılmıştır. Kafein bu konuda kullanılan uyarıcılardan belki de en yaygınıdır. ABD'de kişi başı günlük ortalama 200 mg kafein tüketimi düşmekte; bu sayı, nüfusun %10'luk bir kısmında günlük 1000 mg'ı aşabilmektedir.
Kafeinin performans artışına etkisi ilk olarak 1970'li yıllarda David Costill tarafından yürütülen çalışmalar ile fark edilmiştir. Deney sırasında 5 –13 mg/kg kafein verilen grupta ağırlık direncinde yüksek bir artış gözlemlense de istenmeyen yan etkiler oluştu. Aynı şekilde 3 mg/kg kafein verilen grupta, herhangi bir ciddi yan etkiye rastlanmadan ergojenik etkiyle beraber dayanıklılık, güç artışı gözlemlendi.
Kafein, vücutta kortizol hormonlarının salgılanmasının artması ve kandaki adrenalin miktarlarının yükselmesi ile performansa etki ediyor. Adrenalinin salgılanması ile beraber kalp atış hızı yükseliyor, nefes alış veriş sayısı hızı artıyor, kanda serbest yağ asidioranı yükseliyor ve daha çok yağ yakılıp enerji üretimi arttırılmış oluyor.
Olimpiyatlar sırasında kafein kullanımına IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi) tarafından sınırlama getirilmiştir. Aynı şekilde uluslararası müsabakalar kafein kullanımını sınırlandırmaktadır.
Guaranin.
Guaranin, kafeinin yakın akrabasıdır. Sinir sistemi üzerinde etkilidir. Guarana adlı bitkide bolca bulunur.
Tannin.
Tannin, kafein ile benzer özellikler taşıyan ve sinir sistemi üzerinde etkileri bulunan bir maddedir. Çay içinde bulunan etkin maddedir. Vücutta su kaybını artırma özelliği vardır.
Matein.
Matein, kafeinin stereoizomeri olduğu öne sürülen kimyasaldır. Yerba matte adlı bitkide olduğu söylenmektedir. Kimyasal olarak kafeinin stereoizomeri olamayacağından bu iddia yanlıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7613",
"len_data": 4307,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.35
}
|
Yunus, balinalar (Cetacea) takımının dişli balinalar (Odontoceti) alt takımı içindeki yunusgiller (Delphinidae) familyasında sınıflanan türlerin büyük çoğunluğu ile nehir yunusları (Platanistoidea) üst familyasında sınıflananların tümü için kullanılan ortak addır.
Başta kıta sahanlıklarının görece sığ denizleri olmak üzere, tüm Dünya denizlerinde ve bazı nehirlerde bulunan yunuslar etobur canlılardır ve genellikle balık ve mürekkep balığı ile beslenirler. Omurgalı hayvanların içine girer. Yunusgiller (Delphinidae) familyası, balinalar (Cetacea) takımı içindeki en kalabalık familyadır üyeleri yaklaşık 10 milyon yıl önce, Miyosen devrinde ortaya çıkmıştır. Yunusların hayvanlar âleminin en zeki canlılarından olduğu kabul edilir ve arkadaş canlısı genel görünümleri ile oyuncu tavırları, onları insanların gözünde popüler bir yere koyar.
Adlandırma.
En sık rastlanan yunus türü olan ve "yunus" denildiğinde akla ilk gelen canlı, 1970'li yıllarda Türkiye'de de yayınlanan ABD televizyon dizisi Flipper'ın özellikle popülerleştirdiği ve Türkçede "şişe burunlu yunus" (ya da "afalina") olarak anılan "Tursiops truncatus" türüdür. Ancak, yunusgiller (Delphinidae) familyasının tipik türü "Tursiops truncatus" değil, Türkçede "tırtak" adı ile anılan ve bayağı yunus "(Delphinus)" cinsi içinde sınıflanan "Delphinus delphis"'tir.
Yunusgiller (Delphinidae) familyası içindeki görece büyük altı tür, bu familya içinde sınıflandıkları için aslında yunus olsalar da daha çok "balina" adı ile anılır. Bu canlılar şunlardır:
Dişli balinalar (Odontoceti) alt takımı içinde bulunan ve açık olarak "yunus" adı ile anılan diğer türler, nehir yunusları (Platanistoidea) üst familyası içindeki dört familyada birer tür olarak sınıflanan Amazon nehir yunusu, Ganj ve İndus nehir yunusu, La Plata yunusu ve Çin nehir yunusudur.
Yine dişli balinalar (Odontoceti) alt takımı içinde bulunan Phocoenidae familyası ve bazı türleri, yunuslardan farklı olsalar da bazen "yunus" adı ile ilişkilendirilir. Örneğin İngilizcede, bu familyanın türleri için "domuz balığı" anlamına gelen bir kökten genel "porpoise" kelimesi kullanılır ve bu kelime, özellikle gemiciler ve balıkçılar tarafından herhangi bir küçük yunusu adlandırmak için kullanılmıştır. Türkçede Phocoenidae familyası için "domuz balinaları", "nehir yunusları", "liman yunusları" ve "liman yunusugiller" gibi adlara rastlanabilir. Bu familyanın tipik türü olan "Phocoena phocaena" için ise "domuz balinası", "mutur", "gerçek yunus", "azak yunusu" ve yalnızca "yunus" adlarının kullanıldığı görülebilir.
Sınıflama.
Yukarıda verilmiş olan bilgiler ışığında, "yunus" ortak adı ile anılan canlıların sınıflama listesi aşağıda sunulmuştur; yalnızca ilgili familya (yunusgiller - Delphinidae) ile üst familya (nehir yunusları - Platanistoidea) ayrıntılı verilmiştir.
Yakın tarihli moleküler çözümlemeler, henüz aksi kabul ediliyor olsa da yunusgillere dahil çeşitli cinslerin tek soylu olmadığını göstermiştir. Dolayısıyla, başta "Stenella" ve "Lagenorhynchus" cinsleri için geçerli olan bu durum nedeniyle, yunusgiller familyasının sınıflamasında ileriki yıllarda önemli değişiklikler olabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7616",
"len_data": 3129,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.72
}
|
Jüpiter'in kalın ve karmaşık bir atmosfer tabakası bulunmaktadır. Bu atmosferi oluşturan gazların bileşim açısından Güneş Sistemi'nin kökenini oluşturan Güneş Bulutsusu'nun varsayılan yapısına yakın olduğu ve aynı şekilde güneş sisteminin ilkel bulutsudan en az farklılaşmış gezegeni olduğu tahmin edilen Jüpiter'in iç yapısını da kabaca yansıttığı düşünülür. Atmosferin iki temel bileşeni moleküler hidrojen (H2) ve helyum (He)'dur. Bu gazların moleküler dağılımı %88 - %12 civarındadır. Bunları %0.1 oranla su buharı (H2O) ve metan (CH4) ve %0.02 oranla amonyak (NH3) izler. Azot, hidrojen, karbon, oksijen, kükürt, fosfor ve diğer elementleri içeren çeşitli bileşiklere milyonda bir düzeyini geçmeyen oranlarda rastlanmıştır.
Aslında gaz devlerinin belirli bir yüzeyi olduğu söylenemez, gezegenden atmosfer olarak adlandırılabilecek en dış gaz tabakasına doğru kesintisiz, yumuşak bir geçiş söz konusudur. Atmosferin değişik katmanları arasında da çok keskin sınırlar bulunmaz. Atmosferin incelerek gezegenlerarası ortamdan ayırdedilemez hale geldiği üst sınırı gibi, basınç ve ısının çok yükseldiği, ideal gaz ortamından uzaklaşılarak gezegenin moleküler hidrojen tabakasındaki sıvı yapıya doğru geçildiği alt sınırı da belirsizdir.
Troposfer.
Yer atmosferinde olduğu gibi, yoğun konvektif atmosfer akımlarının ve meteorolojik olayların yer aldığı ve atmosfer kütlesinin büyük kısmını barındıran en alt katman troposfer olarak adlandırılır. Tropopoz adı verilen ve 100 K civarındaki sıcaklığıyla atmosferin en soğuk kısmını oluşturan yüzey, troposfer tabakasını atmosferin daha üst katmanlarından ayırır. Basıncın 0,1 bar (Yer atmosferinde deniz seviyesindeki basıncın onda biri) civarında olduğu bu düzey '0' derinlik olarak alınır. Troposferin en üst bölgelerindeki en yüksek bulutlar amonyak buzundan oluşmuştur ve tropopozun yaklaşık 10 km. altında, sıcaklığın 130 K, basıncın 0,7 bar olduğu düzeyde yer alır. Yeryüzünden bakıldığında Jüpiter yüzeyinde izlenebilen en dış oluşumlar bu bulutlardır.
Troposferin derinliklerine doğru inildiğinde, basınç ve sıcaklığın artmasına paralel olarak çeşitli kimyasal bileşiklerin yoğuşmasına bağlı çok sayıda bulut tabakası ile karşılaşılır. 25–35 km. derinlikte, sıcaklığın 200-225 K arasında olduğu alanda amonyum sülfid buzu, 40–70 km. arasında ise katı halde sudan oluşmuş bulutlar yer alır. Bu tabakanın hemen altında su içinde erimiş amonyak damlacıklarından oluşan sıvı nitelikte bir bulut tabakası bulunur. Bunu 100 km. nin altında amonyum halid'lerin, daha derinlerde ise potasyum sülfid, rubidyum sülfid, sodyum oksitin yoğuşmasından meydana gelen bulutlar izler. Sıcaklık ve basıncın devasa boyutlara vardığı 1000 km. altında çeşitli silikat bileşikleri 'kaya bulutları'nı oluşturur. 2500-2700 K sıcaklık ve onbinlerce bar basınçla demir ve diğer ağır metal bileşiklerin yoğuştuğu aralık olan 1400–1700 km. derinlik aşıldığında, tüm bileşenlerin eriyik halinde bulunduğu berrak bir sıvı ortam görünümü ağır basar. 2000 km. derinlikte sıcaklık 3000 K, basınç 50.000 bar, 4000 km. de ise sıcaklık 5000 K, basınç 300.000 bar kadardır. 20.000 km. derinliğe gelindiğinde sıcaklık 10.000 K, basınç 3 milyon bar düzeyine ulaşır. Bu koşullar hidrojenin Van der Vaals tarafından tanımlanan metalik yapıyı aldığı alanı belirler. Atmosferin alt sınırı olarak hangi değerin kabul edileceği bilimsel gerekliliklerden çok, kişisel tercihlere bağlı görünmektedir.
Atmosfer akımları.
Jüpiter'i kaplayan bulutların renk açısından büyük farklılıklar gösteren ve ekvatora paralel biçimde dizilmiş çok sayıda kuşaklar oluşturduğu gözlenir. Koyu renkli 'kuşaklar' ile açık renkli 'bölgeler'in sırayla birbirini izlediği, iki komşu alanda egemen olan hava akımlarının birbirine zıt yönde ilerlediği ve hızı zaman zaman 600 km./saat düzeyine ulaşan rüzgarların, kuşak ve bölgelerin sınırlarında büyük türbülanslara neden olduğu görülür. Bu alanlarda değişik boyut ve renklerde ve değişen sürelerle dairesel yapılar izlenir. Büyük Kırmızı Leke bunların en iyi bilineni ve en azından Jüpiter'in teleskoplarla izlenebildiği üç yüz yılı aşkın sürede varlığını sürdürerek en uzun ömürlü olanıdır. Büyük Kırmızı Leke'nin ve kuşakların renkleri ve kontrastları zaman içerisinde önemli değişiklikler gösterebilmektedir. Ekvatordan kutuplara doğru atmosfer hareketliliği giderek azalır ve kutuplara yakın enlemlerde kuşak yapısı tümüyle kaybolarak yerini daha türdeş bir bulutluluğa bırakır.
Bu hareketliliğin nedeninin Jüpiter tarafından üretilen büyük miktardaki ısı enerjisi olduğu düşünülür. Atmosferin derinliklerinde, gezegen içinden aldığı ısı ile genleşerek yükselmeye başlayan gazlar, yüzeye doğru yaklaştıkça soğur ve yoğuşma derecelerine göre sıra ile sıvı hale dönüşerek değişik yükseltilerdeki bulutları ve yağışları oluştururlar. Bu yolla tropopoza ulaştığında 'kuru' ve soğuk hale gelen gazlar ağırlaşarak yeniden alçalırlar. Dönüş yolunda ısınma ile birlikte değişik düzeylerdeki yoğuşmuş bileşikleri yeniden içine alarak zenginleşirler. Bu döngü binlerce kilometre uzunluğunda dikey bir yolculuğu gerektirir ve tipik olarak yıllar sürebilir. Jupiter'in ağırlık merkezinden uzaklaşarak yükselen gaz kütleleri sahip oldukları açısal momentumu koruyarak gezegenin dönüş hızının gerisinde kalırken, alçalan kütleler hızlanırlar. Coriolis etkisi adı verilen bu durum art arda gelen kuşaklarda sıra ile doğu-batı ve batı-doğu yönünde zıt akımların oluşmasına yol açar. Yükselen sıcak gaz kütlelerinin oluşturduğu antisiklon 'bölge'lerinde bulutların yüksekliği, alçalan soğuk ve kuru gazlardan oluşan siklon 'kuşak'larına göre çok daha fazladır. Nemli bölgeler gezegenin yüksek yansıtıcılığa sahip açık renkli alanlarını oluşturur. Kuru gazlar ise atmosferin çok daha derinlerine kadar inen bir görüş alanına izin verir ve koyu renkli kuşakları meydana getirir. 15o Kuzey ve 15o Güney enlemleri arasını kaplayan Ekvator Kuşakları'ndaki 380 km./saat hızında batı-doğu yönünde sürekli hava akıntısı, Jüpiter'in ekvatorda kutuplara oranla daha hızlı döndüğü izlenimi verir ve bu nedenle gezegen için 9 saat 50 dakika 30 saniye süren Sistem I ve 9 saat 55 dakika 41 saniye süren Sistem II olmak üzere iki ayrı dönüş süresi tanımlanmıştır. Radyo dalgalarının ölçümü ile belirlenen Sistem III ise gezegenin manyetik iç yapılarının dönüş hızını gösterir ve hemen hemen Sistem II ile yani kutuplardaki atmosferin dönüş hızı ile eşdeğerdir.
Kutupların yakınında bölge ve kuşakların görülmemesi, Coriolis kuvvetlerinin bu enlemlerde önemini yitirmesi ile ilişkilidir. Yükselen ve alçalan gaz sütunlarının bu bölgelerde de varlığı, benek ya da halkalar şeklinde gözlenen farklı renklere sahip atmosfer yapıları ile doğrulanmaktadır. Ayrıca ekvator ve kutuplar arasında hemen hemen hiç sıcaklık farkı gözlenmemesi, atmosfer içindeki ısı aktarımının tüm enlemlerde etkin bir biçimde sürdürüldüğünü düşündürmektedir.
Çok yeni veriler, koyu renkli kuşaklarda da yükselen gaz hücrelerinin oluşturduğu küçük açık renkli alanların bulunduğunu ve net gaz hareketinin yükselme yönünde olabileceğini düşündürmektedir. Bu çelişkili bulgular henüz tam olarak aydınlatılabilmiş değildir.
Stratosfer.
Tropopoz düzeyinin üzerinde hem dikey, hem de yatay hava akımlarının çok az olduğu, yoğunlaşma ve bulutların bulunmadığı stratosfer tabakası yer alır. Bu katmanda fotokimyasal etkinlik ön plandadır ve atmosfer bileşimini ve özelliklerini etkileyen en önemli mekanizmadır. Güneş‘ten kaynaklanan morötesi ışınımların etkisi altında gerçekleşen bu tepkimelerin sonucunda bazı kimyasal bileşikler parçalanarak eksilirken, bazı yeni bileşiklerin oluşması ve atmosferin daha alt tabakalarına 'yağması' ile Jüpiter‘in kimyasal bileşimi yavaş ama sürekli biçimde değişmektedir. Soğurulan güneş ışınlarının bıraktığı enerji nedeniyle stratosferde sıcaklık troposferdekinden daha fazladır ve yükselti ile birlikte artmaya devam eder. En yüksek sıcaklığın olduğu düzey stratosferi mezosferden ayıran 'stratopoz'u belirler.
Mezosfer.
Tropopoz düzeyinden yaklaşık 150 km. yükseklikte başlayan mezosfer, 300 km. yüksekliğe dek devam eder. Burada daha da seyrelmiş olan atmosferde, stratosferdekine benzer fotokimyasal etkinlik devam eder. Sıcaklık bu katman boyunca 180K civarında sabittir.
Termosfer.
Mezosferin üst sınırını belirleyen türbopoz düzeyinin üzerinde Güneş kaynaklı morötesi ve X ışınlarının etkisi ile 750K sıcaklığa ulaşan termosfer tabakası bulunur. Bu katmanın üst kısımları yüksek enerjili ışınların etkisi ile iyonize duruma geçmiş atomlar ve serbest elektronlardan zengindir, bu nedenle iyonosfer olarak da adlandırılır.
Egzosfer.
Jüpiter atmosferinin en üst tabakalarında, yavaşça yerini güneş rüzgarı ve gezegenlerarası ortama bırakan çok seyrelmiş hidrojen atomlarını içeren geniş bir alan bulunur. Bu alanın ısı dengeleri incelendiğinde, gezegenin kütleçekim gücünün dış kaynaklı ışınımların etkilerine açık farkla baskın çıktığı ve Venüs, Yer ve Mars gibi küçük gezegenlerin aksine Jüpiter atmosferinden hafif gazların kaçışının olanaklı olmadığı görülür. Bu nedenle Güneş sistemi'nde bugün var olan koşullar devam ettiği sürece Jüpiter ve sisteminin yapısının korunacağı sonucuna varılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7627",
"len_data": 9121,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.16
}
|
Salma Valgarma Hayek Pinault ( , ; kızlık soyadı: Hayek Jiménez; d. 2 Eylül 1966), Meksikalı ve Amerikalı bir oyuncu ve film yapımcısıdır. Kariyerine Meksika'da başrol oynadığı telenovela "Teresa" (1989-1991) ve romantik drama "Midaq Alley" (1995) gibi yapımlarla başladı. Kısa sürede Hollywood'da "Desperado" (1995), "From Dusk till Dawn" (1996), "Wild Wild West" (1999) ve "Dogma" (1999) gibi filmlerdeki rolleriyle tanındı.
Hayek'in aynı zamanda yapımcılığını üstlendiği biyografik film "Frida" (2002) ile ressam Frida Kahlo'yu canlandırması, onu En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü'ne aday gösterilen ilk Meksikalı oyuncu yaptı. Sonraki yıllarda Hayek, yapımcılığa daha fazla odaklanırken, aksiyon ağırlıklı filmler olan "Once Upon a Time in Mexico" (2003), "After the Sunset" (2004) ve "Bandidas" (2006)'da başrol oynadı. Komedi filmleri "Grown Ups" (2010), "Grown Ups 2" (2013) ve "The Hitman's Bodyguard" (2017) ile ticari başarı elde etti ve animasyon filmleri "Puss in Boots" (2011), "Sausage Party" (2016) ve "" (2022)'de seslendirme yaptı. Ayrıca, dram filmleri "Tale of Tales" (2015), "Beatriz at Dinner" (2017) ve "House of Gucci" (2021)'deki performanslarıyla eleştirmenlerden övgü topladı. Marvel Sinematik Evreni filmi "Eternals" (2021)'de Ajak karakterini canlandırdı ve bu film, onun en yüksek gişe hasılatı yapan canlı aksiyon filmi oldu.
Hayek'in televizyondaki yönetmenlik, yapımcılık ve oyunculuk çalışmaları ona dört Emmy Ödülleri adaylığı kazandırdı. "The Maldonado Miracle" (2004) ile Çocuk Özel Programında Üstün Yönetmenlik Daytime Emmy Ödülü'nü kazandı ve ABC televizyon komedi-draması "Ugly Betty" (2006-2010)'deki çalışmalarıyla iki Primetime Emmy Ödülü adaylığı aldı (biri Komedi Dizisinde Konuk Oyuncu, diğeri Üstün Komedi Dizisi kategorisinde). Ayrıca, Showtime filmi "In the Time of the Butterflies" (2001)'de yapımcılık yaptı ve Minerva Mirabal karakterini canlandırdı, NBC komedi dizisi "30 Rock" (2009–2013)'te konuk oyuncu olarak yer aldı.
Bir kamu figürü olarak Hayek, çeşitli medya kuruluşları tarafından Hollywood'un en güçlü ve etkili Latin oyuncularından biri ve dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak gösterilmiştir. "Time" dergisi, onu 2023 yılında dünyanın en etkili 100 kişisi listesine dahil etti. 2021'de Hollywood Walk of Fame'de bir yıldızla onurlandırıldı. İş insanı François-Henri Pinault ile evli olan Hayek'in bir kızı bulunmaktadır.
Hayatı.
Salma Valgarma Hayek Jiménez, 2 Eylül 1966 tarihinde Coatzacoalcos, Veracruz'da İspanyol bir annenin ve Lübnanlı bir babanın kızı olarak dünyaya geldi. 1988 yapımı Un Nuevo Amanecer adlı televizyon dizisiyle oyunculuk kariyerine başladı. 2001 yılında Chopard için modellik yaptı. 2011 yılında V dergisine verdiği bir röportajda uzun bir süre olmasa da bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri'nde yasadışı göçmen olarak yaşadığını belirtti.
2012'de, Fransa hükümeti tarafından Fransız Onur Lejyonu Şövalyesi unvanına layık görüldü.
Aralık 2017'de Hayek, film yapımcısı Harvey Weinstein'ı, 2002'de "Frida" filminin çekimleri sırasında kendisine cinsel tacizde bulunmakla suçladı. "New York Times" için bir makale yayınladı. Weinstein bu iddiaları yalanladı.
Hayek, 2020'de COVID-19 pandemisinin başlangıcında koronavirüse yakalandı ve ağır geçirdi. Kendi ifadesine göre yedi hafta boyunca bir odada izole kaldı ve bir süre oksijen desteği aldı.
Özel hayatı.
Hayek, vatandaşlığa kabul edilmiş bir Amerika Birleşik Devletleri vatandaşıdır. Ramtha's School of Enlightenment'da eğitim almıştır ve yoga yapmaktadır. Katolik olarak yetiştirilen Hayek, 2007'de verdiği bir röportajda kısmen AIDS ve aşırı nüfus artışının yaygın olduğunu söylediği Afrika'da prezervatif karşıtı kampanya gibi uygulamalara katılmadığı için artık dindar olmadığını ve Kilise'ye inanmadığını belirtmiş, ancak hala İsa Mesih ve Tanrı'ya inandığını da eklemiştir.
9 Mart 2007'de Hayek, Fransız milyarder ve Kering CEO'su François-Henri Pinault ile nişanlandığını ve hamile olduğunu doğruladı. Kızları, 21 Eylül 2007'de Los Angeles, CA'daki Cedars-Sinai Tıp Merkezi'nde dünyaya geldi. Çift, Sevgililer Günü 2009'da Paris'te evlendi. 25 Nisan 2009'da Venedik, İtalya'da yeniden evlilik yeminleri ettiler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7630",
"len_data": 4171,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 3.27
}
|
Dire Straits, 1977'de Londra'da Mark Knopfler (baş vokal ve baş gitar), David Knopfler (ritim gitar ve arka vokal), John Illsley (bas gitar ve arka vokal) ve Pick Withers (davul ve perküsyon) tarafından kurulmuş bir İngiliz rock grubuydu. 1977'den 1988'e ve yine 1990'dan 1995'e kadar aktiftiler.
1978 tarihli kendi adını taşıyan ilk albümlerinden ilk single'ları "Sultans of Swing" Birleşik Krallık ve ABD listelerinde ilk ona girdi. Bunu "Romeo and Juliet" (1981), "Private Investigations" (1982), "Twisting by the Pool" (1983), "Money for Nothing" (1985) ve "Walk of Life" (1985) gibi hit single'lar izledi. Ticari açıdan en başarılı albümleri Brothers in Arms (1985), 30 milyondan fazla kopya sattı;İngiltere tarihinde. Guinness İngiliz Hit Albümleri Kitabı'na göre Dire Straits, Birleşik Krallık albüm listesinde 1.100 haftadan fazla zaman geçirdi ve bu, tüm zamanların en çok beşincisi.
Dire Straits'in müziği country, folk, JJ Cale'in blues rock'ı ve caz gibi çeşitli etkilerden geliyor. Sadeleştirilmiş sesleri punk rock ile tezat oluşturuyordu ve pub rock'tan çıkan köklü bir rock etkisini gösteriyordu. Grubun varlığının başlangıcından sonuna kadar devam eden tek üyeler Mark Knopfler ve Illsley olmak üzere, personelde birkaç değişiklik oldu. 1988'deki ilk ayrılıklarının ardından Knopfler, Rolling Stone'a şunları söyledi: "Birçok basın haberi bizim dünyanın en büyük grubu olduğumuzu söylüyordu. O zamanlar müzikte bir vurgu yok, popülerlikte bir vurgu var. Dinlenmeye ihtiyacım vardı." 1995'te tamamen dağıldılar, ardından Knopfler tam zamanlı bir solo kariyer başlattı. O zamandan beri çok sayıda yeniden birleşme teklifini reddetti.
Dire Straits, Classic Rock dergisi tarafından "80'lerin en büyük İngiliz rock grubu" olarak adlandırıldı; Temmuz 1985'te Live Aid'de bir performans içeren 1985-1986 dünya turları, Avustralasya'da bir rekor kırdı. 1991'den 1992'ye kadar olan son dünya turları 7.1 milyon bilet sattı. Dire Straits dört Grammy Ödülü, üç Brit Ödülü (iki kez En İyi İngiliz Grubu), iki MTV Video Müzik Ödülü ve çeşitli başka ödüller kazandı. 2018'de Rock and Roll Hall of Fame'e alındılar. Dire Straits dünya çapında 100 ila 120 milyon birim sattı ve 51,4 milyon sertifikalı birim de dahil olmak üzere, onları en çok satan müzik sanatçılarından biri yaptı.
Kuruluş, çalışmalar ve başarılar.
Dire Straits, 1970'li yılların punk döneminde ortaya çıktı. Müzikleri daha minimalist olsa bile punk'dan etkilendikleri ve bir bakıma punk akımına borçlu oldukları düşünülebilir. Pub-rock yeniden ortaya çıkıp iyi dönemlerini kutlamaya başladığında Dire Straits müziklerindeki melankolinin üzerine basa basa dinleyicilerine kendilerini kabul ettirdi.
Gitarist ve vokalist Mark Knopfler önderliğindeki grup müziklerinde JJ Cale tarzı siyah blues müziğini kullanırken jazz ve country etkileşimlerini de ekledi. Zaman zaman ise progresif rock'ın epik şarkı yapısına kendilerini batırdılar. Grubun müziği Knopfler'ın, Bob Dylan tarzı şarkı sözleriyle dengeleniyordu. Kariyerleri gün geçtikçe ilerleyen Dire Straits'in müziği de daha rafine oldu ve bu olgunlukları da MTV jenerasyonu ve CD'lerin piyasaya hakim olma dönemine rastladı. 80'lerin ortasında atak yapan bu iki müzikal devrim Dire Straits'in altıncı albümünü yapmasına yardım etti. "Brothers in Arms" uluslararası bir başarıydı.
Grup, Eric Clapton, Phil Collins ve Steve Winwood'la birlikte zamanın en önemli grup ve sanatçıları olmayı başarmış; bununla birlikte ilerleyen yıllarda ortaya çıkan grupların da ilham kaynakları oldular. Elde ettikleri ulusal başarının yanı sıra grup kazandıkları bu şöhreti elinde tutamadı fakat "Brothers in Arms"ı çıkarana kadar 6 dolu yıl geçirdi.
Mark Knopfler her zaman Dire Straits'den ayrı bir güçtü. Bir mimarın oğlu olan Knopfler, Leeds Üniversitesi'nde İngiliz Dili okudu ve kolejdeyken rock eleştirmeni olarak Yorkshire Evening Post'ta çalıştı. Okuldan mezun olduktan sonra İngilizce öğretmenliği yapmaya başladı, aynı zamanda Brewer's Droop adlı bir grubun da solistiydi.
1977-1979: İlk yıllar ve ilk iki albüm.
1977 yılında kardeşi David ve oda arkadaşı John Illsley'le birlikte çalıyordu. Aynı yılın yazında üçlü, baterist Pick Withers'la birlikte bir demo doldurdu. Londra'lı bir DJ olan Charlie Gillett bu demoyu duyup BBC'de yaptığı programda 'Sultans of Swing'i çalmaya başladı. Talking Heads'in verdiği konserde ön grup olarak çıktıktan sonra grup, Vertigo Records'la ilk albümlerini 1978 yılında prodüktör Muff Winwood'la birlikte kaydetmeye başladı.
Aynı yılın yazında grup, ABD'de Warner'la anlaşma imzaladı sonbaharda da ilk albümlerini piyasaya sürdü. Müzik listelerinde ilk 10'a gire 'Sultans of Swing'in de büyük katkılarıyla grup hem ABD'de hem de Birleşik Krallık'ta büyük başarı kazandı. Albüm ve çıkan single Atlantik'in her iki kesiminde de ilk 10'a girmeyi başardı.
Grubun kazandığı bu başarı 1979 yılı çıkışlı ikinci albümleri "Communique"le devam etti. "Communique" grubun dinleyicileriyle olan bağını güçlendirdi, albüm dünya çapında 3 milyon kopya sattı. Dire Straits'in üçüncü albümünün kayıtları sırasında Dave Knopfler, solo kariyeri için gruptan ayrıldı. Dave Knopfler'ın yerine ise Darling'in elemanlarından olan Hal Lindes geçti.
1980-1984: Artan müzikal karmaşıklık ve erken başarı.
"Making Movies" alınan bazı olumsuz eleştirilere rağmen yine hem Amerika Birleşik Devletleri'nde hem de Birleşik Krallık'ta büyük başarı elde etti. MTV ve radyoların desteğiyle çıkan hit parçalar 'Romeo and Juliet' ve 'Skateaway'inde katkılarıyla albüm, altın plak ödülünü aldı.
Dire Straits'in bir sonraki albümü iki yıl sonra piyasaya çıktı. "Love over Gold"da uzun deneysel pasajlar yer alıyordu. Albümden çıkan single 'Private Investigations' Birleşik Krallık Müzik Listeleri'nde iki numaraya yükseldi. "Love over Gold"; ABD'de altın albüm ödülünü alırken Birleşik Krallık Albümler Listesi'nde 4 hafta bir numarada kalmayı başardı. "Love over Gold"un piyasaya çıkmasından kısa bir süre sonra baterist Witners'ın yerine Terry Williams geçti.
1982 yılı boyunca Mark Knopfler grubundan bağımsız bir takım çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar arasında Bill Forsyth'in filmi "Local Hero"nun film müziklerini yapmak ve "Beautiful Vision"da Van Morrison'la beraber çalmak oldu.
1983 yılının başında "Twisting By the Pool" EP'sini çıkartmak dışında Dire Straits 1983 ve 84 yıllarının büyük çoğunluğunda sessiz kaldı. Bu arada; "Aztec Camera" ve "Willy de Ville"de olduğu gibi Mark Knopfler; Bob Dylan'ın "Infidels" albümünün de prodüktörlüğünü yaptı. Ayrıca Tine Turner'ın geri dönüş albümü için 'Private Dancer'ı yazdı. 1984 yılının baharında grup "Dire Straits Live - Alchemy" double albümünü yayınladı. Aynı yılın sonunda Dire Straits yeni keyboardcuları Guy Fletcher'la birlikte beşinci stüdyo albümlerinin kayıtlarına başladı.
1985-1986: Brothers in Arms dönemi ve uluslararası başarı.
1985 yılında piyasaya çıkan "Brothers in Arms" grup için bir dönüm noktası oldu ve grubun uluslararası statüye ulaşmasını sağladı. Bilgisayar animasyonuyla gerçekleştirilen klip 'Money for Nothing'inde katkılarıyla albüm haftalarca Amerika listelerinde üst sıralarda kalmayı başardı, bu başarının bir başka kanıtı ise albümün dokuz milyon kopya satmasıydı. Dokuz milyon kopya satan bu albüme Birleşik Krallık'ta, 80'li yılların en fazla satış yapan albümü unvanı verildi. 'Walk of Life' ve 'So Far Away'; "Brothers in Arms"ı 1986 yılına kadar listelerde tutmayı başardı, Dire Straits'de albümü desteklemek için 200 günden fazla konser verdi. Turne bitince Dire Straits yıllarca sürecek bir boşluğun içine düştü.
1987-1990: İlk ayrılık.
Bu arada Knopfler; Randy Newman ve Joan Armatrading'in albümlerinin prodüktörlüğünü üstlenip birçok filmin müziklerine imzasını attı, Eric Clapton'la turneye çıktı ve 1990 yılında piyasaya çıkan "Neck and Neck" albümünde Chet Atkins'le düet yaptı. 1989 yılında country-rock grubu olan Notting Hillbillies'i kurdu. Notting Hillbillies'in 1990 yılı çıkışlı albümü "Missing...Presumed. Having a Good Time" Birleşik Krallık Listelerinde bir numaraya kadar yükseldi. Bu ara sırasında John Illsley ise ikinci albümü kaydetti.
1990 yılında Knopfler, Dire Straits'i tekrar bir araya getirdi. Bu defa kadroda Illsley, Clark ve Fletcher'ın yanı sıra birçok müzisyen de yer alıyordu. 1991 yılında grup beklenen albüm "On Every Street"i piyasaya sürdü. Bu büyük bekleyişin karşılığını veremeyen albüm sadece ABD'de platin albüm ödülünü aldı; Birleşik Krallık'ta ise 40 numaranın üzerine çıkamadı. Aynı zamanda grubun çıktığı turne de çok başarısız oldu. Hem Amerika'da hem de Avrupa'daki konserlerin biletlerinin birçoğu satılamadı bile.
1991-1995: Diriliş, son albümler ve son dağılma.
Turne bitiminde canlı performansların toplandığı albüm "On the Night" 1993 yılında piyasaya çıktı ve grup tekrar bir boşluğun içine düştü. 1996 yılında Mark Knopfler solo kariyerine Golden Heart'la devam etme kararı aldı. Şu an birçok hayranı var.
"Kaynak: Kanal D (VH1 çevirisi)"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7632",
"len_data": 8904,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.46
}
|
Amasra, Batı Karadeniz Bölgesi'nde, Bartın iline bağlı bir ilçedir.
Denize doğru uzanmış bir burun, burnun iki yanında korunaklı birer liman görevi gören iki koy ve ana karaya bağlı bağımsız adalarına sahip olan Amasra, antik dönemde Amastris 3000 yıllık tarihiyle; hem çekicilik ve balıkçılığa dayanan yerel sanatlarına, hem de kendini çevreleyen ormanlık alanlarına sahip bir yerleşim yeridir. Amasra hâlen özgün balık lokantaları, otelleri ve ev pansiyonlarına sahip bir turizm bölgesidir.
Amasra yaz aylarında özellikle Ankara'ya olan yakınlığı nedeniyle çok fazla yerli turist ağırlar. Günübirlik ve konaklamalı birçok geziye ev sahipliği yapan Amasra'da Amasra plajı, Amasra müzesi, Gürcüoluk mağarası, Kuş Kayası yol anıtı, Göldere şelalesi, Ağlayan Ağaç, Direkli kaya, Amasra Kalesi ve Amasra feneri en çok ziyaret alan yerlerdir. Sanatçı Barış Akarsu'nun memleketidir. Akarsu, Ocak 2007'de çıkardığı son kasetini Amasralılara ithaf etmiştir. Amasra'da Barış Akarsu heykeli bulunmaktadır. Amasra'yı fetheden Fatih Sultan Mehmed'in heykeli de Amasra Müzesinin önünde bulunmaktadır.
Tarihçe.
Bölgede yapılan bilimsel araştırmalarda çıkan arkeolojik kalıntılar ve Nümismatik veriler ışığında çıkan sonuçların Amasra tarihi hakkında ilk yerleşim tarihini M.Ö. 5000 - M.Ö. 8500 (Neolitik Çağ) yılları arasına, hatta Üst Palelotik (Eski Taş Devri'nin üçüncü ve son alt devri) tarihlendiren bölgede antik kalıntıları araştıran belgesel yönetmeni G.Tekin Gün Paflagonya bölgesi yerleşimleri adlı eserde geçmektedir. Kurucaşile ve Ulus ilçelerinde tarih öncesi kaya üzerine Tamga, betimlemeleri Türklerin Orta Asya'dan Anadolu göçlerini desteklediği tarih öncesi varlıklarının izleri olduğunu, üzerinde bilimsel çalışmaların neticesinde daha fazla verilere ulaşılabileceği sanılmaktadır. Kentin isim kaynağı olan Amastris, Pers İmparatorluğu'nun son yöneticisi III. Dareios'un yeğeni, bir Pers prensesidir. Amastris'in Pers sarayından Karadeniz kentine gelen kadar geçirdiği macera dolu yaşamı ve sonucunda tarihte kendi adına bir devlet kurarak adına para basılan ilk kraliçe olmasıyla fark yaratmıştır. Amasra tarihi hakkındaki en net bilgiler bölgede uzun süre arkeolojik araştırma yapan Prof. Dr. Semavi Eyice Küçük Amasra Tarihi ve Eski Eserleri Kılavuzu eserinde geçmektedir. 1965 yılında yayınlanan eserde Amasra (Küçük Amasra tarihi) sırasıyla Amasra tarihinin başlangıcı, İyon kolonizasyonu, İranlılar ve İskender'in seferi, Roma İmparatorluğu, Hristiyanlık dönemi Amasra, Bizans idaresinde Amasra, Cenovalılar, Fatih ve Amasra, Amasra'nın fethi, Türk idaresinde Amasra, Amasra'nın eski eserleri olarak sıralanabilir.
Osmanlı dönemi.
13. yüzyılda Cenevizliler tarafından ele geçirilen Amasra'ya Fatih Sultan Mehmet liderliğindeki Osmanlı İmparatorluğu orduları Ekim 1460'ta bir sefer düzenler. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet şehre hakim bir tepeye geldiğinde hayranlığını belli etmek için şu sözü sarf etmiştir;
Rivayetin devamına göre, bu olay üzerine Amasra Kalesi komutanı anahtarı Fatih'in bulunduğu tepeye getirir ve şehir savaşmadan alınmış olur. Şehir ele geçirildikten sonra Karabük - Eflani yöresinde yaşamakta olan Kıpçak Türklerini buraya yerleştirilir. Ardından yörede yaşayan Rumlar'ın büyük bir kısmı ise İstanbul'a göç etmeye zorlanmıştır.
Turistik yerler.
Mimari mirasıyla Amasra, Norwich merkezli Avrupa Tarihi Kentler ve Bölgeler Birliği üyesidir.
Arkeoloji Müzesi.
1955 yılında belediye binasında küçük bir salondan oluşan ilk müze açılmıştır. 30 Ocak 1982'de bu bina daha büyük bir müze olarak ziyaretçilere yeniden açıldı. Dört sergi salonu ile tek kattan oluşmaktadır. Objelerin çoğu Amasra ve çevresinden gelmekte olup Helenistik, Roma, Doğu Roma, Ceneviz ve Osmanlı dönemlerine aittir.
Hem karadan hem de su altından kalıntıların bulunduğu, deniz kenarında orta büyüklükte güzel bir arkeoloji müzesi vardır. Özellikle ilgi çekici olan, Roma imparatorluk döneminde yerel bir girişimcinin hileli bir yaratımı olan yılan tanrısı Glykon'un heykelidir.
Amasra Kalesi.
Amasra Kalesi Roma döneminde inşa edilmiştir. Kalenin surları Bizanslılar tarafından yapılmıştır. Ön duvarlar ve kapılar 14. ve 15. yüzyıllarda Cenevizliler tarafından yapılmıştır. Dar bir yarımada üzerinde yer almasına rağmen kalenin altından tatlı su havuzuna giden bir tünel vardır.
Fatih Camii.
Aslen MS 9. yüzyılda bir Bizans kilisesi olarak inşa edilmiştir. Kilisenin narteks bölümü üç bölümden oluşmaktadır. Osmanlı Sultanı II. Mehmed 1460 yılında Amasra'yı fethettikten sonra camiye çevrilmiştir. Duaya açıktır. Aynı sokakta bir de şapel var ama 1930'dan beri ibadete kapalıdır.
Kuşkayası Anıtı.
Kuşkayası Yol Anıtı MS 41-54 yılları arasında Bitinya ve Pontus Valisi Gaius Julius Aquila'nın emriyle yapılmıştır. Bir dinlenme yeri ve anıttıdır. Claudius'un Roma İmparatoru olduğu dönemde, Aquila doğu vilayetlerinde ordunun inşasının komutanıydı. Amasra'nın biraz dışında yer alır ve yol kenarından inilen merdivenlerle kolayca erişilebilir.
Ulaşım.
Amasra'ya D010 karayolu ağı üzerinden Bartın-Amasra tüneli ile ulaşım sağlanmaktadır. Aynı zamanda ilçe Bartın ile Samsun arası sahil karayolunun başlangıcında bulunur. Özellikle yaz aylarında en fazla turistin geldiği Ankara'ya yaklaşık 290–300 km uzaklıktadır.
Amasra ilçesinin çevredeki bazı önemli yerleşim yerlerine uzaklığı aşağıdaki gibidir.
Zonguldak: 95 km
Karabük: 100 km
Kastamonu: 190 km
Sinop: 290 km
Ankara: 295 km
İstanbul: 380 km
Samsun: 380 km
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7639",
"len_data": 5416,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.56
}
|
Pierre de Fermat ( French: [pjɛːʁ də fɛʁma]; 31 Ekim ve 6 Aralık 1607 arasında - 12 Ocak 1665), neredeyse eşitlik (“adequality”) tekniği de dahil olmak üzere sonsuz küçük hesaplara yol açan erken gelişmeler için yaptığı katkılarla bilinen bir Fransız matematikçiydi. Özellikle, eğri çizgilerin en büyük ve en küçük koordinatlarını bulmanın özgün bir yöntemini keşfetmesiyle tanınır; bu, o zamanlar bilinmeyen diferansiyel kalkülüsünkine benzer ve sayı teorisi üzerine yaptığı araştırmadır. Analitik geometri, olasılık ve optiğe kayda değer katkılarda bulundu. En çok ışık yayılımı hakkındaki Fermat ilkesi ve Diophantus'un "Aritmetica"sının bir kopyasının kenarındaki bir notta açıkladığı sayı teorisindeki Fermat'nın Son Teoremi ile tanınır. Aynı zamanda Fransa'nın Toulouse "Parlamento"su'nda avukattı.
Fermat, memurluğunun yoğun işlerinden geriye kalan zamanlarında matematikle uğraşmıştır. Arşimet'in eğildiği diferansiyel hesaba geometrik görünümle yaklaşmıştır. Sayılar teorisinde önemli sonuçlar bulmuş, olasılık ve analitik geometriye de katkılarda bulunmuştur.
Günümüzde hatırlanmasının en önemli sebebi Fermat'nın son teoremi'dir. Modern sayılar kuramının kurucusu olarak kabul edilen 17. yüzyıl matematikçisi Pierre de Fermat'nın adını taşıyan bu teorem, şu şekilde ifade edilebilir:
Herhangi "x", "y" ve "z" pozitif tam sayıları için,
ifadesini sağlayan ve 2'den büyük bir doğal sayı "n" yoktur. Fermat, bu problemi çözmüş, kanıtı da Eski Yunan matematikçi Diophantus'un "Arithmetika" adlı kitabının kendindeki kopyasının sayfalarından birinin kenarına 1637'de şöyle yazmıştı:
Ancak bu kanıt bulunamamıştır. Fermat'tan sonra matematikçiler bu önermenin bir türlü içinden çıkamamışlardır. Fermat'nın bıraktığı defterler arasında teoremin kanıtına rastlayamadıkları gibi, kendileri de ne doğruluğunu ne yanlışlığını kanıtlayabilmişlerdir. Yıllar boyunca (300 yıl sonrasına kadar) bu konuda yapılan çalışmalar sonucu bu teoremin Shimura-Taniyama Konjektürü'nün bir özel durumu olduğu anlaşılmış, ardından da 1993'te İngiliz matematikçi Andrew Wiles, eski öğrencilerinden Richard Taylor'ın da yardımıyla ve cebirsel geometrinin çok karmaşık araçlarını kullanarak teoremi kanıtlamanın bir yolunu bulmuş ve bu kanıtı 1995'te "Annals of Mathematics" adlı dergide yayımlamıştır. Shimura-Taniyama Konjektürü'nün böylelikle ispatlanması sonucu Fermat'nın Son Teoremi de 1995'te ispatlanmış oldu.
Asal sayılar üzerinde çok durmuştur. Onun bu konuda çeşitli teoremleri vardır. Örneğin iki kare toplamı teoremine göre,
formundaki bir p asal sayısı, yalnızca bir tek şekilde iki karenin toplamı olarak yazılabilir.
Örneğin p'nin bazı küçük değerleri için:
yazılabilir. Bu teoremi daha sonra Euler kanıtlamıştır.
Biyografisi.
Fermat, 1607'de Fransa'nın Beaumont-de-Lomagne kentinde doğdu-Fermat'nın doğduğu 15. yüzyılın sonlarındaki malikane şimdi bir müze haline getirilmiştir. Babası Dominique Fermat'nın zengin bir deri tüccarı olduğu ve Beaumont-de-Lomagne'nin dört konsolosluğundan biri olarak birer yıllık üç dönem görev yaptığı Gaskonyalıydı. Annesi Claire de Long'du. Pierre'in bir erkek ve iki kız kardeşi vardı ve neredeyse kesin olarak doğduğu şehirde büyümüştür.
1623'ten itibaren Orleans Üniversitesi'ne girdi ve Bordeaux'ya taşınmadan önce 1626'da medeni hukuk alanında lisans derecesi aldı. Bordeaux'da ilk ciddi matematiksel araştırmalarına başladı ve 1629'da Apollonius'un "De Locis Planis"’inin restorasyonunun bir kopyasını oradaki matematikçilerden birine verdi. Elbette Bordeaux'da Beaugrand ile temas halindeydi ve bu süre zarfında, matematiksel çıkarları Fermat ile açıkça paylaşan Étienne d'Espagnet'e verdiği maksimumlar ve minimumlar üzerine önemli çalışmalar yaptı. Orada François Viète'nin çalışmalarından çok etkilendi.
1630'da Fransa'daki Yüksek Adliye Mahkemelerinden biri olan Parlement de Toulouse'da bir meclis üyesi ofisini satın aldı ve Mayıs 1631'de Büyük Meclis tarafından yemin etti. Hayatının geri kalanında bu görevi sürdürdü. Böylece Fermat, adını Pierre Fermat'tan Pierre de Fermat'a değiştirme hakkına sahip oldu. 1 Haziran 1631'de Fermat, annesi Claire de Fermat'nın (kızlık soyadı de Long) dördüncü kuzeni Louise de Long ile evlendi. Ailenin sekiz çocuğu vardı ve bunlardan beşi yetişkinliğe kadar hayatta kaldı: Clément-Samuel, Jean, Claire, Catherine ve Louise.
Altı dili (Fransızca, Latince, Oksitanca, klasik Yunanca, İtalyanca ve İspanyolca) akıcı olarak kullanan Fermat, birkaç dilde yazdığı şiirleriyle övüldü ve Yunanca metinlerin düzeltilmesi konusunda tavsiyesi hevesle karşılandı. Çalışmalarının çoğunu mektuplarla arkadaşlarına iletti, çoğu zaman teoremlerinin çok az kanıtı veya hiç kanıtı yoktur. Arkadaşlarına yazdığı bu mektupların bazılarında, Newton veya Leibniz'den önce kalkülüsün temel fikirlerinin çoğunu araştırdı. Fermat, matematiği bir meslekten çok bir hobi haline getiren eğitimli bir avukattı. Yine de analitik geometri, olasılık, sayılar teorisi ve kalkülüse önemli katkılarda bulunmuştur. O zamanlar Avrupa matematik çevrelerinde gizlilik yaygındı. Bu doğal olarak Descartes ve Wallis gibi çağdaşlarla öncelikli anlaşmazlıklara yol açtı.
Anders Hald, "Fermat'nın matematiğinin temeli, Vieta'nın yeni cebirsel yöntemleriyle birleştirilmiş klasik Yunan incelemeleriydi" diye yazıyor.
Çalışmaları.
Fermat'nın analitik geometrideki öncü çalışması ("Methodus ad disquirendam maximam et minimam et de tangentibus linearum curvarum") 1636'da (1629'da elde edilen sonuçlara dayanarak), işi suistimal eden Descartes'ın ünlü "La Geométrie"sinin (1637) yayınlanmasından önce el yazması biçiminde dağıtıldı. Bu el yazması ölümünden sonra 1679'da "Varia opera mathematica"'da "Ad Locos Planos et Solidos Isagoge" ("Düzlem ve Katı Konuma Giriş, Introduction to Plane and Solid Loci") olarak yayınlandı.
"Methodus ad disquirendam maximam et minimam" ve "De tangentibus linearum curvarum" adlı eserlerde Fermat, maksimum, minimum ve çeşitli eğrilerin teğetlerini belirlemek için diferansiyel hesaba eşdeğer olan bir yöntem (neredeyse eşitlik - adequality) geliştirdi. Bu çalışmalarda, Fermat çeşitli düzlem ve katı şekillerin ağırlık merkezlerini bulmak için bir teknik elde etti ve bu da kareleştirmede daha fazla çalışmasına yol açtı.
Fermat, genel kuvvet fonksiyonlarının integralini değerlendirdiği bilinen ilk kişidir. Yöntemi ile bu değerlendirmeyi geometrik serilerin toplamına indirgemeyi başardı. Ortaya çıkan formül Newton'a ve sonra Leibniz'e, bağımsız olarak kalkülüsün temel teoremini geliştirdiklerinde yardımcı oldu.
Sayı teorisinde Fermat, Pell denklemini, mükemmel sayıları, dost sayıları ve daha sonra Fermat sayıları olacak olanları inceledi. Mükemmel sayıları araştırırken Fermat'nın küçük teoremi keşfetti. Bir çarpanlara ayırma yöntemi - Fermat'nın çarpanlara ayırma yöntemi - icat etti ve "n" = 4 durumu için Fermat'nın Son Teoremi'ni içeren Fermat dik üçgen teoremini kanıtlamak için kullandığı sonsuz azalma ile ispatı popüler hale getirdi. Fermat, iki kare teoremini ve her sayının üç üçgensel sayı, dört kare sayı, beş beşgen sayı vb. toplamı olduğunu belirten çokgensel sayı teoremini geliştirdi.
Fermat, tüm aritmetik teoremlerini ispatladığını iddia etmesine rağmen, ispatlarının çok az kaydı günümüze ulaşmıştır. Gauss da dahil olmak üzere birçok matematikçi, özellikle bazı problemlerin zorluğu ve Fermat için mevcut olan sınırlı matematiksel yöntemler göz önüne alındığında, onun iddialarının birçoğundan şüphe duydu. Ünlü Son Teoremi ilk olarak oğlu tarafından, babasının Diophantus'un bir baskısının kopyasının kenar boşluğunda keşfedildi ve kenar boşluğunun ispatı içeremeyecek kadar küçük olduğu ifadesini içeriyordu. Görünüşe göre Marin Mersenne'e bu konuda yazmamış. İlk olarak 1994 yılında Sir Andrew Wiles tarafından Fermat'ta bulunmayan teknikler kullanılarak kanıtlanmıştır.
1654'teki yazışmaları sayesinde Fermat ve Blaise Pascal, olasılık teorisinin temellerinin atılmasına yardımcı oldular. Noktalar problemi üzerine bu kısa ama verimli işbirliği ile, şimdi her ikisi de olasılık teorisinin ortak kurucuları olarak görülmektedir. Fermat, şimdiye kadarki ilk kesin olasılık hesaplamasını yapmakla tanınır. İçinde, profesyonel bir kumarbaz tarafından, mademki iki zarın 24 atışında en az bir çift-altı atma bahisi kaybetmesine neden oluyor, bir zarın dört atışta en az altısını atacağına bahse girerse neden uzun vadede kazandığı sorulmuştu. Fermat bunun neden böyle olduğunu matematiksel olarak gösterdi.
Fizikteki ilk varyasyon ilkesi, Öklid tarafından "Catoptrica"'sında dile getirildi. Bir aynadan yansıyan ışığın yolu için geliş açısının yansıma açısına eşit olduğunu söylüyor. İskenderiyeli Heron daha sonra bu yolun en kısa ve en az zamanı verdiğini gösterdi. Fermat bunu, şimdi "en az zaman ilkesi" olarak bilinen "en kısa zaman yolu boyunca verilen iki nokta arasında ışık seyahatleri" olarak rafine etti ve genelleştirdi. Bunun için Fermat, fizikte en az eylem temel ilkesinin tarihsel gelişiminde kilit bir figür olarak kabul edilmektedir.Fermat prensibi ve "Fermat fonksiyoneli" terimleri bu rolün tanınmasıyla isimlendirilmiştir.
Ölümü.
Pierre de Fermat, 12 Ocak 1665'te, bugünkü Tarn bölümündeki Castres'de öldü. Toulouse'daki en eski ve en prestijli liseye onun adı verilmiştir: . Fransız heykeltıraş Théophile Barrau, şimdi Capitole de Toulouse'da, Fermat'a bir övgü olarak "Hommage à Pierre Fermat" adlı mermer bir heykel yaptı.
Çalışmalarının değerlendirilmesi.
Fermat, René Descartes ile birlikte 17. yüzyılın ilk yarısının önde gelen iki matematikçisinden biriydi. Peter L. Bernstein'a göre, 1996 yılında yayınlanan "Tanrılara Karşı" ("Against the Gods") kitabında, "Fermat nadir güce sahip bir matematikçiydi. Analitik geometrinin bağımsız bir mucidiydi, kalkülüsün erken gelişimine katkıda bulundu, dünyanın ağırlığı üzerine araştırmalar yaptı ve ışık kırılması ve optik üzerinde çalıştı. Blaise Pascal ile uzun bir yazışma olduğu ortaya çıktığında, olasılık teorisine önemli bir katkı yaptı. Ama Fermat'nın en büyük başarısı sayılar teorisindeydi." şeklinde dile getirilmiştir.
Fermat'nın analiz çalışmalarıyla ilgili olarak, Isaac Newton kalkülüs hakkındaki kendi erken fikirlerinin doğrudan "Fermat'nın teğet çizme yönteminden" geldiğini yazdı.
20. yüzyıl matematikçisi André Weil, Fermat'nın sayılarla ilgili teorik çalışması hakkında şunları yazdı: "1. cinsin eğrileriyle uğraşma yöntemlerinde sahip olduğumuz şeyler dikkate değer ölçüde tutarlıdır; hâlâ bu tür eğrilerin modern teorisinin temelidir. Doğal olarak iki kısma ayrılır; ilki ..., haklı olarak Fermat'nın kendisine ait olduğu kabul edilen azalmanın aksine, uygun bir şekilde bir yükseliş yöntemi olarak adlandırılabilir. Fermat'nın yükseliş kullanımıyla ilgili olarak Weil şöyle devam etti: "Yenilik, Fermat'nın standart bir kübik üzerinde rasyonel noktaların grup teorik özelliklerinin sistematik kullanımıyla elde edeceğimiz şeyin en azından kısmi bir eşdeğerini vererek, Fermat'nın ondan yaptığı geniş kapsamlı kullanımından oluşuyordu." Sayıların birbiriyle ilişkileri konusundaki ve teoremlerinin çoğuna kanıt bulma yeteneği ile Fermat, esasen modern sayılar teorisini yarattı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7643",
"len_data": 11073,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.04
}
|
Behçet Necatigil (Mehmet Behçet Gönül) (16 Nisan 1916, İstanbul - 13 Aralık 1979, İstanbul); Türk şair, öğretmen ve çevirmendir.
Modern Türk şiirinin önde gelen şairlerindendir. Herhangi bir edebî akıma katılmamış; bağımsız bir şair ve fikir adamıdır. Şiir dışında, tiyatrodan mitolojiye, sözlük biliminden roman çevirilerine ve radyo oyunlarına kadar edebiyat alanında birçok eser vermiştir. Türkiye'de radyofonik oyunun bir edebiyat dalı olarak benimsenmesinde oyunları, çevirileri ve uyarlamalarıyla büyük emek vermiştir. "Evler Şairi" olarak anılan sanatçı, edebiyatçılığının yanında öğretmen kimliği ile de tanınır.
Hayatı.
16 Nisan 1916'da İstanbul'un Fatih semtinde, Atikalipaşa Mahallesi'nde bir konakta doğdu. Babası Kastamonulu Hacı Mehmet Necati (Gönül) Efendi, annesi Gevyeli müderris Hafız İbrahim Hakkı Efendi'nin kızı Bedriye Hanım'dır. Bir dersiâm müderris olan babası, Beyoğlu ve Sarıyer ilçelerinde müftülük yapmıştır. Asıl adı "Mehmet Behçet Gönül" olan şair, 1951 yılında mahkemeye başvurarak resmen Necatigil soyadını almıştır.
Atikalipaşa mahallesindeki Necatigil'in dünyaya geldiği konak 1918'de meydana gelen Büyük Fatih Yangını'nda yandı ve ağır bir mide humması geçirmekte olan annesinin hastalığı bu travmanın etkisi ile ağırlaştı. Henüz iki yaşında olan Mehmet Behçet o yıl annesini kaybetti. Bir süre anneannesi Emine Münire Hanım'ın Karagümrük Mahallesi'ndeki evinde yaşadı. Bir saray memurunun kızı olan Saime Hanım'la ikinci evliliğini yapan ve bu evlilikte iki kızı olan babası Mehmet Necati Efendi ise Beşiktaş Valideçeşme'de yaşamaktaydı. Necatigil anneannesinin rahatsızlığı üzerine 1923'te babasının yanına taşındı ve Beşiktaş'taki Cevriusta Okulunda ilköğrenim gördü.
Aile, babasının Singer Dikiş Makineleri firmasında müfettiş olarak işe girmesinden sonra Kastamonu'ya taşındı. Necatigil, ilköğrenimini Kastamonu Erkek Muallim Tatbikat Mektebinde tamamladı. Ortaöğrenimine Kastamonu Lisesi'nde başladı. Ancak yetersiz beslenme ve bakımsızlık nedeniyle geçirdiği "adenit tüberküloz" nedeniyle öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Aile İstanbul'a taşındı. Necatigil, tedavisinin ardından 1931 yılında Kabataş Erkek Lisesinde, orta ikinci sınıftan yeniden başladı.
Hastalığıyla gelen duyarlılık, onda yazma hevesi uyandırdı. 1927-1928 yıllarında el yazısı ile haftalık “"Küçük Muharrir"” adıyla dergi çıkarıp, hazırladığı on dört sayıyı arkadaşları ve aile üyelerine sundu. Kabataş Lisesinde öğrenimine yeniden başladıktan sonra Küçük Muharrir'i yeni harflerle hazırlamaya başladı ve bir yaz boyunca on iki sayı çıkardı. Bu yıllarda Akşam gazetesinin Çocuk Dünyası sayfasına Küçük Muharrir adıyla fıkralar, şiirler, küçük hikâyeler de yayımladı. Necatigil bu deneyimi hiç unutmadı. Edebî metin değerinde yayımlanan ilk şiiri ise lise yıllarında “"Behçet Necati" imzasıyla Varlık dergisinde yayımlanan "Gece ve Yas” adlı şiiri oldu." 1936'da okulun edebiyat bölümünden birincilikle mezun oldu.
Liseyi bitirdikten sonra Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yükseköğrenim gördü. Bu okulda ders veren Ali Nihat Tarlan ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın öğrencisi oldu; Divan şiiri ve Tanzimat şiiriyle tanıştı. Öğretmen Okulu yıllarında Cahit Külebi en iyi arkadaşı oldu. Alman Filolojisi bölümünün bazı derslerine de misafir öğrenci olarak katıldı ve "Deutscher Austauschdienst" kuruluşunun davetlisi olarak bursla Berlin'e gönderildi, dört ay Almanca kursuna devam etti. 1940 yılında yükseköğrenimini tamamladı ve öğretmenliğe başladı.
Edebiyat öğretmeni olarak ilk görev yeri Kars Lisesi idi. İklim koşullarına uyum sağlamakta güçlük çekip hastalanması üzerine 1941 yılında Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesine tayin oldu. Burada Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur ile ortak çalışmalar yaptı; Zonguldak'ın gazetelerinden "Ocak"’ta, "Kara Elmas" dergisinde ve İstanbul’da çıkan "Değirmen" adlı dergide bu şairlerle birlikte şiirleri yayımlandı. 1943 Mart ayında da İstanbul'a, Pertevniyal Lisesine tayin oldu.
İki ay sonra askerlik görevi nedeniyle İstanbul'dan ayrılan şair, iki yıl sonra döndüğünde Kabataş Erkek Lisesine atandı. Öğretmenlik mesleğinin en uzun dönemini bu okulda geçirdi. Kabataş Erkek Lisesinde Demir Özlü, Hilmi Yavuz gibi yazar ve şairlerin öğretmeni oldu. Bu okulda “"Dönüm"” adlı derginin çıkarılmasına vesile oldu. İlk şiir kitabı “"Kapalı Çarşı"” 1945 yılında yayımlandı. Hayatı boyunca öğretmenlik ile şairliği bir arada yürüttü.
1948 yılında geçici bir süre için Kabataş Lisesinin yanı sıra Sarıyer Ortaokulunda ders verdi. Bu dönemde tanıştığı meslektaşı Huriye Korkut ile evlendi. Çiftin iki kızları oldu.
1945-1955 arasında "Çevre" (1951), "Evler" (1953), "Eski Toprak" (1956) kitaplarını yayımlayan şairin bu kitaplardaki şiirleri gözlemlerini, deneyimlerini dolaysız anlatan, çağrışımlara kapalı şiirlerdi. 1955’te poetikasında değişiklik yaptı. Öykü unsuru az, çağrışımlara açık şiirlerle dolu kitaplar yazdı. "Eski Toprak" (1956) ile Yeditepe Şiir Armağanı'nı, "Yaz Dönümü" (1963) adlı kitabı ile 1964 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü'nü, Carl Zuckmayer'den çevirdiği “"Kurtlar"” adlı şiirle Türk Alman Derneği Çeviri Yarışması birincilik ödülünü aldı.
1963 yılında radyo oyunları yazmaya başladı. Türkiye’de en çok emek verenlerden biri oldu, bu alandaki eserlerini dört ciltte topladı. Rainer Maria Rilke, Miguel De Unamuno, Knut Hamsun, August Strindberg, Thomas Mann, Stefan Zweig gibi pek çok Alman ve Norveçli yazar ve şairin kitaplarını da Türkçeye çevirdi. Şiir, radyo oyunu ve çevirilerinin yanı sıra “"Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü"” (1960), “"Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü"” (1979), “"100 Soruda Mitologya"” (1969) adlı kitapları hazırlamıştır.
1960 yılında Çapa Eğitim Enstitüsüne tayin olan Necatigil, 1972'de bu okuldan emekli oldu. Emeklilik günlerini evinde edebiyatla yoğunlaşarak, çalışarak geçirdi.
Kanser teşhisiyle kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesinde 13 Aralık 1979 tarihinde. hayatını kaybetti.
Anısını yaşatanlar.
Ailesi ölümünden sonra, Necatigil Şiir Ödülü'nü her yıl verilmek üzere oluşturdu ve 2019 yılında otuzuncu ödül ile sona erdi.
Kabataş Erkek Lisesi 3 Fen-F sınıfına "Behçet Necatigil Dersliği" adı verildi.
Şairin 1955-1964 yılları arasında yaşadığı ve bir şiirine de konu olan "Camgöz Sokak"'ın adı 1987 yılında "Behçet Necatigil Sokağı" olarak değiştirilmiştir. Eskişehir Tepebaşı bölgesinde bir tramvay durağı şairin adını taşımaktadır.
Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu hakkındaki 2013 yapımı Kelebeğin Rüyası adlı filmde Necatigil'in Zonguldak'taki stajyer öğretmenlik günleri canlandırılmıştır.
Behçet Necatigil'in 1952-1956 yıllarında Kabataş Erkek Lisesinde öğretmenlik yaparken öğrencilerinin çıkardığı ve isim babası olduğu Dönüm dergisi, 2019 yılından itibaren edebiyat öğretmeni ve şair Emrah Ayhan'ın yayın yönetmenliğinde yeniden çıkarılmaya başlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7645",
"len_data": 6775,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.52
}
|
Andy Goldsworthy (d. 26 Temmuz 1956, Cheshire, Birleşik Krallık), Büyük Britanyalı heykeltıraş, fotoğrafçı ve çevrecidir.
İskoçya'da yaşamaktadır. Doğada ve doğal malzemelerle eserlerini yaratmakta ve fotoğraflarını çekmektedir. Arazi sanatı ("Land art") hareketinin önemli ve popüler temsilcilerinden biridir.
Beş değişik sanat okulundan reddedildikten sonra Bradfort ve Lancaster sanat okullarında öğrenim görmüştür. Her yılın altı ayı İngiltere'de, diğer altı ayı ise dünyanın değişik bölgelerinde sanat çalışmalarını yapar. Birçok heykeltıraş malzemeleri yontma ya da kesme yoluyla şekillendirirken sanatçı, eserlerini doğanın kendi akışından yararlanarak oluşturmaktadır. Doğada ne bulursa o malzemeyle heykellerini yapar ve asla yaşayan hiçbir canlıya zarar vermez.
Rivers and Tides adlı 2001 yılında Alman sinemacı Thomas Riedelsheimer tarafından çekilen belgesel filmde, çalışmalarını gerçekleştirme süreçleri kaydedilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7648",
"len_data": 933,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.7
}
|
Gün Batımından Şafağa (Özgün adı: From Dusk Till Dawn), Quentin Tarantino'nun senaryosunu yazdığı, Robert Rodriguez'in yönetmenliğini üstlendiği filmdir.
Gecko kardeşlerin Meksika'ya kaçışını ve beraberinde gelişen olayları anlatan filmin ilk yarısı bir yol filmi olmasına karşın, ikinci yarısı korku filmidir. Bu "tür" geçişi Quentin Tarantino'nun senaryonun akışına hâkim oluşu ve Rodiriguez'in sinemasal yeteneğini konuşturması ile hayret ve takdir ile izliyoruz.
Filmin akıllarda kalan sahnelerinden en önemlisi şüphesiz Salma Hayek'in yılan dansı sahnesidir. Bu sahne sinema tarihinin en seksi sahnelerinden biri olarak sinema dergi ve sitelerince kabul görür. Film birçok ödül almıştır. Filmin ilk yarısı gangster ikinci yarısı da vampir filmi olarak uyarlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7650",
"len_data": 771,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 3.09
}
|
Meksiko (, ; "CDMX" olarak kısaltılmaktadır), Meksika'nın 32 federal yapılanmasından biri, ülkenin başkenti ve nüfus bakımından en büyük şehri. "Alfa" bir küresel şehir olup, Amerika kıtasının en önemli finansal merkezlerinden biridir.
Ülkenin merkezinde bulunan Meksika Vadisi'ndeki platolarda, rakımda yer alır. İdari olarak 16 belediyeye ayrılmıştır. 1.485 km² yüzölçümüyle ülkenin en küçük idari birimidir. 2015 sayımına göre 8.918.653 nüfusa sahiptir. Federal ve eyalet hükûmetlerinin hemfikir olduğu Büyük Meksiko tanımına göre tahmini olarak 21,3 milyonun üzerine ulaşan nüfus, şehri batı yarımküredeki en büyük ikinci metropol, en büyük onuncu kentsel yığışım ve İspanyolca konuşulan şehirlerin en büyüğü yapmaktadır. Şehir, Meksika'nın gayri safi yurt içi hasılasının yaklaşık %15,8'ini oluştururken, Büyük Meksiko göz önüne alındığında bu oran %22'ye kadar çıkar.
Meksiko, Amerika kıtasının en eski başkenti olmasının yanı sıra, Quito ile birlikte kızılderililer tarafından kurulan iki başkentten biridir. Şehir, Tenoçtitlan adıyla Aztekler tarafından 1325 yılında, Texcoco Gölü üzerine inşa edildi. Aztek İmparatorluğu'nun İspanyollar tarafından fethi sırasında, 1521'deki Tenoçtitlan Kuşatması sonrasında şehrin neredeyse tamamı yıkıma uğradı. Bu yıkımın ardından, İspanyol mimarisiyle şehir yeniden inşa edildi. 1524'te Meksiko belediyesi kuruldu ve şehir "México Tenochtitlán" olarak adlandırıldı. 1585'te ise resmî olarak "Ciudad de México" (Meksiko Şehri) adı benimsendi. Şehir, İspanyol İmparatorluğu'nun büyük bir bölümünün siyasi, idari ve finansal merkezi olarak faaliyet gösterdi. 1821'de sona eren Meksika Bağımsızlık Savaşı ile birlikte bağımsızlığını kazanan Meksika'nın bir parçası oldu ve 1824 yılında federal bölge statüsüne kavuştu.
Tarihi.
Tarih öncesi.
Gustavo A. Madero'daki San Bartolo Atepehuacan'da bulunan ve karbon-14 yöntemiyle 10.755±75 yıllık olduğu belirlenen "Peñon kadını", Meksiko'da varlığı tespit edilen en eski insan kalıntısıdır. Bulunan kemiklerin mitokondriyal DNA'sı üzerinde yapılan çalışmalar, kendisinin Asya, Batı Avrupalılara benzer bir görünüşe sahip Kafkas ırkından ya da Avustralya Aborjini olduğunu gösterir.
Kolomb öncesi dönem.
Toltek İmparatorluğu'nun yıkılması sonrasında Azteklerin yanı sıra çeşitli Nahuatl konuşan topluluklar, Meksika Vadisi'ne göç etti. Buraya göç edenler arasındaki Meşikalılar 1325 yılında, vadide yer alan Texcoco Gölü üzerindeki bir adada Tenoçtitlan adlı şehri kurdular. Azteklerin, ana tanrıları Huitzilopochtli'nin kendilerini adaya yönlendirmesi sonrasında bu şehri kurduklarına dair bir anlatısı vardır. Hikâyeye göre tanrı, bir nopal kaktüsüne türemiş ve gagasında yılan tutan bir kartalla yeni evlerini işaret etmiştir.
1325 ile 1521 yılları arasında genişleyen ve güçlenen Tenoçtitlan, Texcoco Gölü ile Meksika Vadisi çevresinde kurulan "altepetl"lerin en baskını hâline geldi. İspanyolların bölgeye ulaştığı dönemde Aztek İmparatorluğu'nun sınırları doğuda Meksika Körfezi'ne, batıda ise Büyük Okyanus'a kadar uzanmaktaydı.
İspanyol hakimiyeti.
Veracruz'da karaya çıkmasının ardından Hernán Cortés ve beraberindekiler, bazı yerlilerin de yardımıyla Tenoçtitlan'a doğru hareket etti ve 8 Kasım 1519'da buraya ulaştı. Iztapalapa tarafından şehre giriş yapan Cortés önderliğindeki birimler, şehrin hükümdarı II. Montezuma tarafından barışçıl bir şekilde karşılansa da bir süre sonra bu barışçıl ortam bozularak Cortés, şehrin kontrolünü sağlama amacıyla Montezuma'yı ev hapsinde tuttu. Zaman içerisinde artan gerilim, "La Noche Triste" olarak adlandırılan 30 Haziran 1520 gecesindeki, İspanyollar ile Tlaşkalalı müttefiklerinin bölgeden atılmasıyla sonuçlanan Aztek isyanına kadar sürdü. Sonrasında Aztekler, yeni kralları olarak Kuitlauak'ı seçseler de kendisinin aynı yıl içerisinde ölmesinin ardından yeni kral Cuauhtémoc oldu.
Tlaşkala'da tekrar toplanan Cortés'in önderliğindeki birlikler, Mayıs 1521'de şehri kuşattı. Üç ay süren çatışmaların ardından Cuauhtémoc, 31 Ağustos 1521'de teslim olarak şehri İspanyol hakimiyetine bıraktı.
İlk olarak Coyoacán'a yerleşen Cortés, şehrin tamamını yıkarak baştan inşa etmeye başladı. İspanyol İmparatorluğu'na sadık bir şekilde faaliyetlerin sürdürüldüğü şehir, tekrar bir şehir devleti hâline gelerek hakimiyet alanlarını şehrin dışına doğru genişletmeye başladı. Bu dönemde Aztek tapınakları yıkılarak bunların yerine Katolik kiliseleri yapılmaktaydı. İspanyollar tarafından telaffuzunun daha kolay olduğu gerekçesiyle şehrin adı "Meksiko" olarak değiştirildi.
Sömürge durumundaki şehrin genişlemesi.
İspanyol hakimiyeti altında şehir, İspanyol İmparatorluğu'nun bir parçası olan Yeni İspanya'nın da başkenti oldu. Yeni İspanya genel valileri, Zócalo olarak adlandırılan şehir merkezindeki sarayda ikamet etmekteydi. Bu meydana Meksiko Metropol Katedrali, Yeni İspanya Başpiskoposluğunun merkezi ve şehir konseyi binası inşe edildi.
Bağımsız Meksika dönemi.
1810-1821 yılları arasında gerçekleşen Meksika Bağımsızlık Savaşı'nı Meksikalı milliyetçilerin kazanmasının ardından ülke, İspanyol İmparatorluğu'ndan ayrılarak bağımsızlığını kazandı. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'ndan uyarlanan 1824 Anayasası ile birlikte şehir, federal bölge statüsünü elde ederek ülkenin başkenti oldu. Bu tanımlama öncesinde Meksiko, hem Meksika eyaletinin hem de ülkenin hükûmet merkezi konumundaydı.
19. yüzyıl boyunca şehir sırasıyla ilk imparatorluğun (1821-1823), geçiş hükûmeti (1823-1824) ile ardındaki ilk cumhuriyetin (1824-1835), merkezci cumhuriyetin (1835-1846), ikinci cumhuriyetin (1846-1863), ikinci imparatorluğun (1864-1867) ve son olarak günümüzde varlığını sürdüren federal cumhuriyetin başkenti oldu. Öte yandan şehir, 1861-1867 yılları arasında Fransız askerî müdahalesine, Meksika-Amerika Savaşı kapsamında ise 1847 yılında Amerikan işgaline maruz kalırken 2 Şubat 1848'de imzalanan Guadalupe Hidalgo Antlaşması'na kadar bu işgal sürdü.
Coğrafya.
Şehir; ülkenin orta-güney kısımlarında yer alan Trans Meksika Yanardağ Kuşağı'nın bir parçası olan Meksika Vadisi'nde konumlanmıştır. En düşük rakımı ortalama deniz seviyesinden yüksekliği olan şehir, yüksekliği 'yi aşan dağ ve yanardağlarla çevrilidir. Kendisini çevreleyen dağlardan gelen suların drenajı için doğal bir sisteme sahip olmayan vadi sebebiyle şehir, gerçekleşebilecek sellere müsait bir durumdadır. Bu sebeple 17. yüzyıldan itibaren drenaj amacıyla çeşitli kanallar ve tüneller yapılmıştır.
Meksiko'nun büyük bir kısmı, 17. yüzyılda başlayan süreç sonrasında günümüz itibarıyla tamamen kurumuş olan Texcoco Gölü'nün yer aldığı alan üzerine kurulmuştur. Sismik aktivitelerin yoğun olarak yaşandığı bir bölgedir. Göl yatağının bulunduğu kısımların zemini doygun kilden meydana geldiğinden dolayı, yeraltı sularının aşırı miktarda çekilmesine ve bu da zeminin çökmesine yol açmaktadır. 20. yüzyılın başlarından itibaren şehir, bazı noktalarda 'ye ulaşan boyutlarda çökmüştür. Bu çökme, yüzey akışı ve atık suyun tahliyesinde sorunla yol açmakta, özellikle yağışlı mevsimde su baskınlarının meydana gelmesine sebebiyet vermektedir. Günümüzde göl yatağının bulunduğu bölgede doğal yeşil alan kalmamış olup, ağaçlık alanların büyük bir kısmı güneyde: Milpa Alta, Tlalpan ve Xochimilco belediyelerinde bulunmaktadır.
İklim.
Meksiko'da, tropikal kuşakta bulunmasına karşın yüksek rakımlı bir şehir olmasından ötürü subtropikal dağ iklimi (Köppen iklim sınıflandırmasında "Cwb"), görülmektedir. Vadinin alçak kısımları, güneydeki yüksek kısımlarına göre daha az yağış alır.
Yıllık ortalama sıcaklık, bölgenin yüksekliğine göre arasında değişmektedir. Sıcaklık, nadiren 'nin altına düşer veya 'nin üstüne çıkar. Şehir tarihinde ölçülen en düşük sıcaklık 13 Şubat 1960'ta ile gerçekleşirken en yüksek sıcaklık 9 Mayıs 1998'de ile gerçekleşmiştir.
Meksika Vadisi, yüksek basınçlı sistemlerin etkisine maruz kalır. Bu sistemlerin oluşturduğu zayıf rüzgârlar, şehirdeki kirli havanın vadi dışına dağılmamasına sebep olur.
Şehir her yıl, ortalama yağış alır. Haziran ayından eylül-ekim aylarına kadarki dönem, yağışların en yoğun yaşandığı dönemdir ve yılın kalan kısmında bu döneme kıyasla çok az yağış görülür. Yağmurun yanı sıra dolu yağışı da görülebilirken kış aylarında nadiren kar yağışı gerçekleşir ki şehirde kaydedilen son kar yağışı 12 Ocak 1967'dedir. Rüzgârların etkisiyle denizden gelen nemli havanın yol açtığı yağışlarla, haziran-ekim arasında yaşanan yağışlı mevsim ile yılın geri kalan kısmında görülen ve yağışlı mevsime kıyasla çok az yağış görülen kurak mevsim, Meksiko'da görülen iki ana mevsimdir. En çok yağış alan ay temmuz iken, aralık ayı en az yağışın gördüğü aydır. Kurak mevsim, soğuk ve ılık dönem olmak üzere ikiye ayrılır. Kasım-şubat arasında süren soğuk dönemde, kuzeyden gelen kutupsal hava kütleleri havanın büyük oranda kurak kalmasını sağlar. Mart-mayıs arasındaki ılık dönemde ise tropikal rüzgârların etkisi görülse de yağış oluşturacak kadar nem taşımazlar.
Yönetim.
İdari birimleri.
İdari olarak 16 belediyeye ("alcaldía") ayrılmış olup, bu belediyeler de kendi içerisinde mahallelere ("colonia") bölünmüştür. Şehri oluşturan 16 belediye şu şekildedir:
Ulaşım.
Toplu ulaşım.
Raylı sistemler.
Şehirde hizmet veren metro sistemi uzunluğunda olup, Latin Amerika'daki en büyük metro ağıdır. 4 Eylül 1969'da tek hatla hizmete giren metro, günümüzde 12 hatta sahiptir ve toplamda 195 istasyondan oluşmaktadır. 2015 verilerine göre yaklaşık olarak yıllık 1,624 milyar, günlük ise 4,44 milyon yolcu taşır ve bu verilerle dünyadaki en kalabalık 8. metro ağı konumundadır.
Servicio de Transportes Eléctricos'un idaresinde troleybüs hatları ile bir hafif raylı sistem şehirde faaliyet gösterir. Metropol bölgede hizmet veren banliyö treni, şehrin idari bölümlerinin dışına da çıkar. Günümüzde, 27 km uzunluğundaki hatta yer alan 7 durakla hizmet verir. Meksiko'da kullanılan son tramvay hattı ise 1979'da kapatılmıştır.
Lastik tekerlekli araçlar.
Şehirdeki otobüs seferleri, Red de Transporte de Pasajeros tarafından idare edilir. 2009 verilerine göre şehirde faaliyet gösteren yaklaşık 28.000 minibüs, şehirdeki yolcuların yaklaşık %60'ını taşımaktadır.
Şehirde faaliyet gösteren ilk metrobüs hattı Haziran 2005'te, Avenida Insurgentes üzerinde seferlerine başladı. 2. hat Aralık 2008'de Eje 4 Sur'da, 3. hat Şubat 2011'de Eje 1 Poniente'de ve 4. hat Nisan 2012'de Benito Juárez Uluslararası Havalimanı ile Insurgentes üzerindeki San Lázaro ve Buenavista metro istasyonları arasında hizmete girdi. Günümüzde metrobüs ağı 7 hattan oluşmaktadır.
Sanat.
Kent en az 17. yüzyıldan sonraki sömürge dönemi yapıları bakımından zengindir: büyük Zocalo alanındaki katedral ve churrigueresco üslubunda Sagrario; ince bir işçilikte çalışılmış Guadalupe kilisesi ve Pocito capellası; manastırlar, kiliseler, Ulusal saray ya da Madenler sarayı gibi saraylar. 19. yüzyılın seçmeciliğinden sonra, 1920-1930'dan başlayarak, modern mimarlarla, Rivera, Orozco ve Siqueiros gibi duvar ressamlarıyla bir yenileşme hareketi ortaya çıktı. 1949'da yeni üniversite sitesinin yapımına başlandı; sitenin en ayırt edici yapısı Gustavo Saavedra, Juan Martinez de Valesco ve Juan O'Gorman tarafından yapılan merkez kitaplığıdır. 1964'te Mario Pani, Tlatelolco Aztek tören merkezi kalıntılarını da içine alan La Plaza de Las Tres Culturas'ı gerçekleştirdi. Siqueiros kültürel polyforumu 1971'de açıldı. Chapultepec parkı içindeki Ulusal Antropoloji Müzesi, Pedro Ramires Vasquez tarafından 1963-64'te tasarlandı. Burada Kolomb öncesi dönemden ve yerlilerden kalma olağanüstü koleksiyonlar sergilenmektedir. Meksiko'nun önemli müzelere arasında, Ulusal tarih müzesi, Kral naipliği resim müzesi, San Carlos Akademisi ve Güzel Sanatlar Sarayı'nı saymak gerekir.
Medya.
Meksiko, Latin Amerika'nın televizyon, müzik ve sinema endüstrilerinde en önde gelen merkezi konumundadır. Meksika'da ise, basılı medya ve kitap yayımı endüstrilerindeki en önemli şehridir. Şehirde basılan ve yayınlanan günlük gazeteler arasında en yüksek tiraja sahip olanları "El Universal", "Excélsior", "Reforma", "La Jornada", "Milenio", "Crónica", "El Economista" ve "El Financiero"dır. "Proceso", "Poder", "Vanidades", "Quién", "Chilango", "TVNotas" ile "Vogue", "GQ" ve "Architectural Digest"ın yerel sürümleri ise şehirde basımı gerçekleşen en yüksek tirajlı dergilerdir.
Reklamcılık endüstrisinde de bir merkez konumunda olan şehirde; JWT, Leo Burnett, Euro RSCG, BBDO, Saatchi & Saatchi ve McCann Erickson firmalarının ofisleri bulunur. Şehirde hizmet veren 60 radyo istasyonun yanı sıra çeşitli yerel radyo istasyonları da vardır. İspanyolca konuşan ülkelerdeki en büyük iki medya şirketi, Televisa ve Azteca'nın merkezi Meksiko'da bulunur. Merkezi şehirde bulunan diğer yerel televizyon kanalları ise XEW-TV, XHTV-TV, XHGC-TV, XHIMT-TV, XEQ-TV, XEIPN-TV, XHDF-TV, XHUNAM-TV, XEIMT-TV, XHRAE-TV, XHTVM-TV ve XHCDM-DT'dir.
Kardeş şehirler.
Meksiko, 24 şehirle kardeş şehir konumundadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7657",
"len_data": 12870,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Greenwich Ortalama Zamanı (), Greenwich Saati veya kısaltmasıyla GMT, başlangıç meridyeni üzerinde ortalama güneş zamanı. GMT, Britanya Adaları'nın standart zaman dilimidir. Adını Londra'nın güneydoğusundaki Greenwich banliyösünden alır. Burada bulunan rasathanenin üzerinde bulunduğu kabul edilen meridyen, baş meridyen (0°) kabul edilir.
Atomik olarak hesaplanan ve GMT'den daha hassas olan UTC kullanılmaya başlanmadan önce dünyadaki saat ayarlamaları Greenwich'ten geçen meridyene göre yapılmaktaydı. Her boylam derecesi arası 4 dakikadır. Bu nedenle 15 derecelik her meridyen dilimi bir saate eşittir. Böylece 12 saat doğuda, 12 saat batıda olmak üzere, yeryüzü 24 saat dilimine bölünmüştür. Greenwich meridyeninden doğuya doğru gidildikçe saatler ileri (+), batıya doğru gidildikçe geri (-) gider.
Osmanlı Devleti'nde saatleri, Ayasofya'nın kubbesinden geçtiği varsayılan ve "Arz-ı Halife" veya "Arz-ı İstanbul" olarak adlandırdıkları meridyene göre ayar ederlerdi. 1925'te 697 sayılı Günün Yirmi Dört Saate Taksimine Dair Kanun ile birlikte, saat diliminde de uluslararası bir standart haline gelmiş olan GMT sistemi kabul edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7658",
"len_data": 1141,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.71
}
|
Foton, (Grekçe: φῶς"," φωτός "(phôs, phōtós)" 'ışık') Modern Fizik'te ışık, radyo dalgaları gibi elektromanyetik radyasyonu içeren Elektromanyetik Alan kuantumu yani ışığın temel birimidir. Ayrıca, Elektromanyetik Kuvvet'lerde kuvvet taşıyan, kütlesiz (ya da duru kütlesi=sıfır kabul edilen) temel parçacıktır. Parçacık terimi; genelde kütlesi olan veya ne kadar küçük olursa olsun bir cismi var olan anlamıyla kullanılır. Ancak, fotonlar için kullanılırken "en küçük enerji yumağı"nı temsil eden bir birimi ifade eder. Fotonlar Bozon sınıfına aittir. Kütlesiz oldukları için boşluktaki hızı 299.792.458 m/s (veya 299.792 km/s) dir.
Kuvvet etkileri hem mikroskobik ölçülerde, hem de makroskobik ölçülerde gözlemlenebilir. Foton herhangi bir duru kütleye sahip değildir ve bu durum uzak mesafelerde etkileşimlere izin vermektedir. Diğer bütün temel parçacıklar gibi foton da Kuantum mekaniğine dahildir ve dalga parçacık ikiliği gösterir. Bu durum fotonun hem dalga hem de parçacık özelliği gösterdiğini gösterir. Örnek olarak herhangi bir foton bir mercek tarafından kırılıma uğrayabilir veya dalga girişimi özelliği gösterebilirken ayrıca sayısal kütlesi ölçüldüğünde parçacık gibi davranabilir.
Foton'un modern kuramı Albert Einstein tarafından açıklanmıştır. Einstein, gözlemlerine göre klasik ışık dalga modelinin yetersizliği üzerine foton modeline gerek duymuştur.
Foton davranışlarını gözlemlemek için yapılan "Çift Yarık Deneyi" fotonların dalga mı yoksa tanecik davranışı mı gösterdiği tartışmalarını zirveye çıkarmıştır. Bu deneyin en çarpıcı sonucu deney ölçüm yapılmadan gerçekleşirse dalga modeline, ölçüm yapılırsa tanecik modeline göre hareket etmesi olmuştur.
Fotonlar.
Işığın parçacıklardan oluştuğu fikrini ilk kez Isaac Newton ortaya koydu. Sonraları ışığın dalgalardan oluştuğu düşüncesi yayıldı. Ancak, Max Planck bazı deneylerinde ışığın tanecikmiş gibi davrandığını fark etti. Işık sanki devamlı dalgalar değil de, enerji paketçikleri gibi geliyordu. Einstein ve Planck bu enerji paketlerini ışık kuantumu veya foton olarak adlandırdılar. Fotonlar sanki birer parçacıklarmış gibi davranıyordu. Relativite (izafiyet) teorisine göre, bir parçacığın ışık hızında gidebilmesi için kütlesinin sıfıra eşit olması gerekiyordu. Demek ki ışığın enerjisi sadece kinetik enerjiydi; kütlesinden kaynaklanan hiçbir enerjisi yoktu. Einstein o güne dek açıklanamamış olan fotoelektrik olayını bu kavramla açıkladıktan sonra, bilim adamlarının ağzında yeniden 'ışık nedir?' sorusu gündeme gelmişti. Işığın bazı özellikleri sadece dalga olgusu (mantığı) ile açıklanırken (girişim veya kırınım gibi), bazı özellikleri ise sadece foton konsepti ile açıklanabiliyor (Fotoelektrik olay veya atomların enerji soğurması ve salması gibi).
Foton nedir?
Fotonun en bariz özelliklerini şöyle sayabiliriz: Durgun kütlesi sıfırdır; ışık hızıyla gider; ışık hızıyla gittiği için fotonlar için zaman durgundur; etkileşimlere parçacık olarak girebilir ancak dalga olarak yayılır; E=h x f, p=h/l ve E=pc bağıntılarına uyar; kütlesi sıfır olduğu halde, diğer parçacıklar gibi kütle çekiminden etkilenir. zamandan etkilenmediği için evrim geçirmeyen tek maddedir (ışık hızında giden diğer maddelerle birlikte)
Işık dalga özelliklerine de sahiptir. Etkileşimlere parçacık olarak girebilir ancak dalga olarak yayılır.
Fotonlar kütleçekiminden neden etkilenir?
Fotonların kütleçekiminden etkilenme nedeni, kütleçekiminin kütleli cisimler etrafındaki uzay-zaman dokusunu bükmesidir. Işık da bu uzay-zaman içinde hareket eden bir dalga/parçacık olduğu için, bükülen uzay zaman dokusundan etkilenir.
Fotonlar ışık hızından başka bir hızda gidebilir mi?
Maxvell denklemlerini çözdüğümüz zaman elektrik ve manyetik alanın birbirini sonsuza kadar besleyeceği bir hız değerine ulaşırız. Bu değer sadece iki sabite bağlıdır "ε0" boş uzayın elektrik alana karşı gösterdiği direnç ve "μ0" boş uzayın manyetik alana karşı gösterdiği direnç. Bunlar evrenin dokusundan kaynaklı değerler olduğu için bütün evrende bu hız değeri aynıdır (başka evrenlerde veya evrenimizin dışında farklı değerler alabilir).
formula_4
Bu hızın değeri saniyede 299.792.458 metredir yani ışık hızı. Maxvell bu formül ile ışığın bir elektomanyetik dalga olduğunu göstermiştir.
Bütün elektromanyetik dalgalar evrenin dokusundan kaynaklı belirli bir hız ile gitmek zorundalardır (ışık hızı) eğer bunun dışında bir hızla gidecek olsalar elektromanyetik dalga olmaktan çıkıp enerjilerini kaybederlerdi.
Bir araba 100 kilometre/saniye hıza anında ulaşmaz. 5 km/h, 20 km/h 50 km/h gibi süreğen bir artış gösterir ama ışık kaynaktan çıktıktan sonra anında ışık hızına ulaşır süreğen bir artış göstermez.
70 km/h hızla giden bir arabadan geriye doğru 20 Km/h hızla bir top fırlatırsak topun hızı 50 km/h olur ama 0.5 c hızla giden bir uzay gemisinden geriye doğru ışık tutarsak bu ışığın hızı 0.5 c değil c olur ışık hızı göreli sistemlerden bağımsız olarak tek bir hızda gider.
e0 = 8.854 187 817... × 10−12 F·m−1 (metre başına farad).
"µ"0 = 4"π" × 10−7 N A−2
Tarihçe.
19. yüzyılda en çok tartışılan konulardan biri, ışığın parçacık mı yoksa dalga mı olduğu sorusuydu. James Clerk Maxwell'in elektromanyetik kuramı ve Hertz'in deneylerinden sonra ışığın dalga olduğu kabul edilmeye başlandı. Ancak bazı deneyler ışığın dalga olduğu gözlemiyle uyuşmuyordu. Karacisim ışıması hakkında Rayleigh ile Jeans'in kurduğu teori bunun zirveye çıktığı yerlerden biriydi. Rayleigh ve Jeans dalga yaklaşımını kullanarak, belli bir sıcaklığa sahip bir cismin etrafa hangi dalga boyunda ne kadar ışıma yapacağını hesaplamaya çalıştılar. Buldukları sonuç, uzun dalga boylarında deneylerle uyumluydu ama düşük dalga boylarında çok büyük bir sapma gösteriyordu. Teorileri, dalga boyu küçüldükçe, yapılan ışımanın sonsuza gideceğini söylüyordu (bu yüzden buna morötesi felaketi denir). Daha sonra Max Planck, ışık dalga olarak değil de enerji paketçikleri olarak düşünülürse bu problemin aşılabileceğini fark etti (bu, Max Planck'a 1918 Nobel Fizik Ödülü'nü kazandırmıştır). Daha sonra Arthur Compton tarafından açıklanan Compton saçılması olayı ve Albert Einstein'ın açıkladığı Fotoelektrik olay ışığın parçacık yapısını ortaya çıkardı. Fakat girişim ve kırınım deneyleri gibi başka deneyler de ancak ışığın dalga olduğu varsayıldığında açıklanabilmektedir. Şu anda kabul edilen ışığın ikili bir yapısı olduğu ve hem parçacık hem dalga özelliği gösterdiğidir (daha sonraki deneyler bütün maddelerin böyle olduğunu göstermiştir).
Fotonun momentumu.
Işık hızında ilerleyen bir taneciğin momentumu:
Momentumun tam formülü formula_5 dir. Bu formüle göre hız ışık hızına yaklaştıkça payda sıfıra ve momentum sonsuza yaklaşır. Hız(v) ışık hızına ulaşıldığında payda sıfır ve momentum sonsuz olur yani ışık hızına çıkmak için kütle(m) sonsuza gitmeli bunun için de sonsuz enerji gerekmektedir.
formula_6
Işık hızına ulaşmak için ise sonsuz momentum gerekmez. fotonların kütlesi(m) sıfır olduğu için formula_7 çıkar ve formula_8 belirsizliği ortadan kaldırıldığında fotonun momentumu bulunur, kütlesi olan hiçbir cisim ışık hızına çıkamaz. ışık hızına çıkmanın tek yolu sıfır kütle ile belirsizlik yaratmaktır.
alternatif yol:
Bir taneciğin enerjisi (Einstein formülü):
Bir fotonun enerjisi (Planck formülü):
Foton da bir tanecik olduğu için:
O halde; Fotonun momentumu:
Burada;
formula_14: Planck sabiti=formula_15, J·s biriminde,
formula_16: taneciğin dalga boyu, metre birimindedir.
Not.
Bu sayfadaki bütün formüllerde:
Ayrıca bakınız.
Fotonik
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7681",
"len_data": 7463,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.34
}
|
Kazakça veya Kazak Türkçesi (қазақ тілі / "Qazaq tili", қазақша / "Qazaqşa"), Kıpçak öbeğine ait, Kazakistan'da konuşulan çağdaş Türk dillerinden biridir. Nogayca ve Kırgızcaya yakındır.
Dünyada yaklaşık 23 milyon kişi, Kazakistan'da da 13 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Moğolistan'ın batı bölgesindeki Bayan Ölke (diğer adı Bayan Ölgey) eyaletinde yaşayan Kazaklar, Kazakistan'ın kullandığı alfabeyi kullanarak Kazakça yazmaktadırlar. Bayan Ölgey'in nüfusunun %94'ünü Kazaklar oluşturur. Ayrıca Rusya'nın Astrahan Oblastı'nın %14,21'inin Kazak olduğu belirtilmektedir.
Özellikleri.
Eski Türkçe asıllı kelimelerde; baştaki y'ler c'ye (yok → coq, yıl → cıl, yay → cay, yaman → caman, yan → can), ç'ler ş'ye (ağaç → ağaş, aç → aş, açık → aşıq), ş'ler s'ye (aş → as, boş → bos, baş → bas) dönüşmüştür. Eklerde de aynı değişme olur: Qazaqşa (Kazakça)... Yabancı asıllı kelimelerde bu değişmeler görülmez: şükir, şahar, ğaşıq (şükür, şehr, aşık). Kazakça bir kelime birleşik ya da alıntı bir kelime değilse ikinci heceden sonra yuvarlak ünlü barındırmaz ve bu uyumu bazı alıntı kelimelere uydurmuştur.
J ile başlayan kelimeler c olarak okunur.: Jasaymız (yapıyoruz, yapacağız)- casaymız. Kazakçadaki (J, j) harfi Türkçedeki gibi C sesini verir. Jalğız, Jaqsı, Jaman, Jañalıq (yazılış Kazakça); Calğız, Cahsı, Caman, Cañalık okunuş. Konuşmadaki Q(Қ) harfi, Q'den sonra bir ünsüz gelirse H(Х)'e dönüşür.
Ayrıca konuşma dilinde ilk hecede ö, u ya da ü gelirse ikinci ve üçüncü hecelerde de gelebilir. Bu yazıda olmaz. Bügin- bügün, tündiz- tündüz (tün - dün); durıs-durus(dürüst).
Örnek: Körgende (yazılış) - Körgöndö (okunuş) "gördüğünde"
Kazakçada üç farklı şimdiki zaman vardır. Jalpı osı şak (genel şimdiki zaman), nak osı şak (kesin şimdiki zaman), negaybıl osı şak (belirsiz şimdiki zaman).
Alfabe.
Kazakçanın eski şekilleri 38 harfli Orhun yazısıyla yazılmıştır. Günümüzdeyse Kazakça bazı ilâve harfler kullanılarak Latin alfabesi, Kiril alfabesi ve Arap alfabesiyle yazılabilmektedir.
Kiril alfabeli Kazakistan Alfabesi 42 harf olup şu işaretlerden oluşmaktadır: а (a), ә (a-e arası), б (b), в (v), г (ince g), ғ (kalın g), д (d), е (e), ё (yo), ж (c), з (z), и (iy), й (y), к (ince k), қ (kalın k, q), л (l), м (m), н (n), ң(nazal n, genizden n, ñ), о (o), ө (ö), п (p), р (r), с (s), т (t), у (uv), ұ (u), ү (ü), ф (f), х(hırıltılı h), һ (geniş h), ц (ts), ч (ç), ш (ş), щ (şç), ъ (kalın ün verir), ы (ı), і (i), ь (inceleştirir), э (é), ю (yu), я (ya).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7685",
"len_data": 2464,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.77
}
|
Guarani'nin birkaç anlamı vardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7687",
"len_data": 33,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.43
}
|
Wilhelm Reich (24 Mart 1897 – 3 Kasım 1957), Avusturyalı-Amerikalı psikiyatrist ve psikanalist, psikiyatri tarihinin en radikal isimlerden biri, "Faşizmin Kitle Psikolojisi (The Mass Psychology of Fascism)" ve "Kişilik Çözümlemesi (Character Analysis)" gibi çok bilinen ve dikkate değer kitapların yazarı (her iki kitap da 1933 yılında yayımlanmıştır), Sigmund Freud'un öğrencilerinden biri, Carl Gustav Jung ve Alfred Adler'in tersine Sigmund Freud'un cinsellikle ilgili tezlerini daha ilerilere götürmeye çalışmıştır.
Reich, 1920'lerde Sigmund Freud ile birlikte çalıştı. Hayatının büyük bölümünde hatırı sayılır bir analist olarak tanındı. Kişisel nevrotik semptomlar yerine karakter yapısına odaklandı. Hastalarda ortaya çıkan nevrozların fiziksel, cinsel, ekonomik ve sosyal şartlardan kaynaklı olduğunu savunarak Marksizm ile psikanalizi bağdaştırmaya çalıştı. Ruhsal hastalıkların tedavisinde cinselliği bir tedavi aracı olarak kullandı, başarı sağladı ancak muhafazakâr toplumdan gelen tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Ergenlik dönemi cinselliği, evlilik dışı cinsel ilişki, doğum kontrol hapı ve kürtaj yolu ile doğum kontrolü ve kadının ekonomik bağımsızlığını kazanması gibi önemli konulara önayak oldu. Çalışmaları, Saul Bellow, William Burroughs, Paul Edwards, Norman Mailer ve A. S. Neill gibi birçok entelektüeli etkilemiş ve ayrıca Fritz Perls'in Gestalt Terapisi, Alexander Lowen'in Biyo-enerjetik Analiz'i ve Arthur Janov'un İlksel Çığlık Terapisi (Primal Scream Therapy) gibi birçok çalışmayı da etkilemiştir.
Hayatının sonraki dönemlerinde hem hayranlık duyulan hem eleştirilen tartışmalı bir figür hâline geldi. Seans esnasında hastaya dokunarak veya hastaların içlerindeki orgazm potansiyelini (orgastic potency) geliştirmek amacıyla iç çamaşırlarıyla seansa girmeye teşvik ederek psikanalizin bazı kilit tabularını ihlal etti. Orgazm esnasında yayılan orgon adını verdiği ve çoğu insanın Tanrı dediği bir ilkel kozmik enerji keşfettiğini söyledi. Sağlıklı bir hayat için gerekli olduğunu düşündüğü bu enerjinin atmosferden toplanarak depolanması amacıyla telefon kulübesi boyutlarında olan Orgone Enerji Akümülatörü'nü icat etti. Nezle, iktidarsızlık ve kanser gibi hastalıkları tedavi ettiğini düşündüğü bu buluşu gazetelerde "seks kutuları" adıyla yayımlandı.
Reich, 1933 yılı ocak ayında Hitler başbakan olduğunda Almanya'daydı. 2 Mart 1933'te "Völkischer Beobachter" adlı Nazi gazetesi, Reich'in "Ergenlerin Cinsel Mücadelesi (The Sexual Struggle of Youth)" adlı kitabı hakkında bir saldırı yazısı yayımladı. Bu yazı üzerine Reich derhal Viyana'ya, oradan İskandinavya'ya ve sonunda 1939'da Amerika Birleşik Devletleri'ne göçtü. Burada, Orgone hakkında 1947 yılında "The New Republic" ve "Harper's Magazine" dergilerinde yayımlanan makaleleri üzerine Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi'nin "(Food And Drug Administration - FDA)" aldığı bir mahkeme kararı ile Orgone Enerji Akümülatörü'nün eyaletler arasında satışı yasaklandı. Yasağa uymamak ve mahkeme kararına itaatsizlikle suçlandı. Kendi savunmasını kendisi üstlenerek yazmış olduğu tüm kitapları okunması ve tartışılması amacıyla mahkeme heyetine sundu. Ancak Mahkeme, bilimsel konular hakkında karar verecek bir merci olmadığından tutuklandı ve iki yıl hapse mahkûm oldu. 1956 Ağustos'unda yüzlerce makalesi ABD tarihindeki en yanlış sansür uygulamasından biri olduğu tartışmaları arasında FDA tarafından yakılarak yok edildi. Hapiste geçirdiği bir yıl sonunda kefaletle tahliyesini istemesinden günler sonra kalp yetmezliğinden hayata gözlerini yumdu.
Hayatının ilk yılları.
Çocukluğu.
Wilhelm Reich'in babası, zengin bir çiftçi olan Leon Reich, annesi Cecillia Roniger'dır. Ailenin iki oğlundan ilki olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Galicia şehrinin Dobrzanica köyünde dünyaya gelmiştir. Babası otoriter, soğuk ve güvensiz bir Yahudi'dir. Ancak Reich'in sonradan belirttiği üzere babası Yahudilik'ten ayrılmış, çocuklarını Yahudi gelenekleri ile yetiştirmemiş ve hatta çocuklarının Yidiş konuşan diğer çocuklarla oynamasına bile hiçbir şekilde müsaade etmemiştir. Yetişkinliğinde, kendisini Yahudi olarak adlandıran kişilere Yahudi olmadığını söylemiştir. Reich'in biyografisini yazan Myron Sharaf, Reich'in bu şekilde davranmasını kısmen "Yahudi Aşırı Milliyetçiliği"ni reddetmesine, kendi seçimi olmayan bir sınıflandırmaya sokulmaktan hoşlanmamasına ve dışlanan biri olmayı hiçbir zaman istememesine bağlamaktadır.
Doğumundan kısa bir süre sonra ailesi, annesinin amcası Josef Blum'un sahibi olduğu, güneyde Chernivtsi - Bukovina'da bulunan Jutinetz Hayvan Çiftliği'ne taşındı. Reich, seks ve duygulanımların biyolojik kökenleri üzerine olan ilgisinin ve yaptığı araştırmaların kaynağı olarak, hayatın doğal fonksiyonlarının kendisinden asla gizli kalmadığı bu çiftliği gösterecektir. Hatta bir keresinde aile hizmetçisi kızın, erkek arkadaşıyla ilişkisine tanık olmuş ve sonra bu "aşk oyununu" kendisiyle de oynayıp oynamayacağını sormuştur. Reich'in belirttiğine göre bu olay olduğunda dört yaşındadır ve onun açısından seks hakkında hiçbir gizli yön yoktur. "Gençlik Tutkusu (Passion of Youth)" adlı otobiyografisinde belirttiği üzere, on bir buçuk yaşlarındayken ilk cinsel ilişkisini, ona bunun nasıl yapılacağını öğreten bir aşçı kadın ile yaşamış ve o günden itibaren yıllar boyunca neredeyse her gün cinsel birleşme yaşadığını söylemiştir.
12 yaşına gelinceye kadar aile ile birlikte çiftlikte kalan bir özel öğretmenden ders gördü. 12 yaşına geldiğinde, özel öğretmeni ile annesinin gönül ilişkisinin ortaya çıkması üzerine annesinin intihar etmesiyle dersleri de sona erdi. Annesinin ölümü oldukça vahşiceydi, gündelik ev temizliğinde kullanılan kimyasalları içerek günler boyu büyük acılar içinde kıvranarak öldü. Bu olay üzerine öğretmen kovuldu ve Reich hem annesiz hem öğretmensiz ve içinde büyük bir suçluluk duygusuyla kalakaldı.
1920 yılında Reich, annesinin gönül ilişkisinin kendisini ne kadar derinden etkilediğini anlatan bir yazı yazdı. Her gece ama her gece, annesini yatak odasında öğretmeni ile oynaşırken görüyordu, içeriye girmiyor dışarıdan dinliyor, utanıyor, öfkeleniyor, kıskanıyordu; eğer onları izlediğini fark ederlerse kendisini öldürürler mi idi merak ediyordu, kısa bir an aklına annesini kendisiyle de ilişkiye zorlamak geliyordu. Annesini korumak ile babasına şikâyet etmek arasında parçalanıyordu. Sonra onun ölümünden kendisini sorumlu tutarak aklında onu öldürmüş olduğu düşüncesiyle karanlığa yürüyordu.
Eğitim.
Latince, Yunanca ve doğa bilimlerinde yetkinleşmesi amacıyla, Czernowitz Gymnasium lisesine gönderildi. Lise dönemlerinde, kendisini hayatı boyunca rahatsız edecek sedef hastalığı ortaya çıktı. Sharaf'ın tahminine göre annesinin intiharı buna neden olmuş olabilir. Tedavi sırasında kendisine, şu an hastalığı daha da kötüleştirdiği bilinen arsenik içeren ilaçlar verildi.
Annesinin intiharı üzerine babası perişan oldu. 1914 yılında kendisine bir hayat sigortası alarak soğuk bir gölün kenarına gidip saatlerce kaldı. Görünürde balık tutmak amacıyla, ancak Reich ve kardeşi Robert'e göre gerçekte yavaş bir intihar için. Sonuçta, hayat sigortasından hiç para alamayacak şekilde zatürreye ve vereme yakalanarak 1914 yılında öldü.
Reich, bir yandan çiftliği yöneterek diğer yandan çalışmalarını sürdürdü. 1915 yılında "mit Stimmeneinhelligkeit"'ten mezun oldu. Aynı yılın yaz ayında Ruslar Bukovina'ya saldırdı ve Reich kardeşler sahip oldukları her şeyi geride bırakarak Viyana'ya kaçtı. ""Gençlik Tutkusu (Passion of Youth)""nda belirttiği üzere: "Bir daha ne vatanımı ne de sahip olduklarımı gördüm. Tüm o hali-vakti-yerinde geçmişten geriye hiçbir şey kalmadı."
Reich, okuldan sonra Avusturya ordusuna katıldı ve son iki yılında teğmen olmak üzere 1915'ten 1918'e kadar orduda görev yaptı. 1918 yılında savaş sona erdiğinde Viyana Üniversitesi'nde tıp okuluna girdi. Burada öğrenciyken, 1919 yılında Reich'in bir seksoloji semineriyle ilgili belgeleri almak amacıyla Sigmund Freud'u ziyaret etmesiyle ikisi tanıştılar. Freud'un Reich üzerinde güçlü bir etkisi oldu ve Reich, Freud'un gözde öğrencilerinden biri oldu. 1920 Ekiminde 23 yaşında iken Reich'in, Viyana Psikoanalitik Derneği'ne misafir üye olarak kabul edilmesi üzerine Freud, Reich'e analitik hastaları inceleme izni verdi. Savaş gazisi olması nedeniyle altı yıllık eğitim sonucunda alınan tıp diplomasını dört yılda almasına izin verildi ve Reich, 1922 yılının Temmuz ayında Tıp Doktoru unvanını aldı.
İlk kariyeri ve ilk evliliği.
Reich, 1922-1924 yılları arasında Viyana Üniversite Hastahanesi'nde dahiliye bölümünde çalışırken diğer yandan Nöroloji ve Psikiyatri Kliniğinde, Profesör Julius Wagner-Jauregg gözetiminde nöropsikiyatri alanında çalışmalarını sürdürdü. 1922'de psikanalist olarak kendi muayenehanesini kurarak klinik asistan oldu ve 1924 yılında Freud'un Psikoanalitik Polikliniğinde müdür yardımcılığı yaptı, Viyana'daki Psikoanalitik Enstitüsü fakültesine girdi, nevrozun sosyal nedenleri üzerine araştırma yaptı.
Viyana'dayken kendisine analiz için gelen ve sonradan kendisi de analist olacak tıp öğrencisi Annie Pink ile tanıştı. 17 Mart 1922'de Annie Pink 20'sinde, Reich ise 25 yaşına girmesine bir hafta kala Otto Fenichel'in şahitliğinde evlendi. Bu evlilikten iki kızı oldu, 1924'te Eva ve 1928'de Lore dünyaya geldi. 1930'da işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı Berlin'e taşınarak kliniğini açtı. Seks hakkında eğitimler vererek broşürler hazırladı, ""Cinsel Devrim (The Sexual Revolution)"" adlı kitabı Viyana'da yayımlandı. Alman Komünist Partisi'ne katıldı ancak Komünistlere aşırı açık sözlü ve sözünü esirgemez geldiği için 1933'te partiden ihraç edildi. 1934'te politik saldırganlığından ötürü Uluslararası Psikanaliz Birliği'nden de ihraç edildi.
Evliliği esnasında, 1927'de eşinin arkadaşlarından Lia Lasky da dahil olmak üzere birçok ilişkisi oldu. 1932'de Elsa Gindler'dan Laban Hareket Analizi eğitimini almış bir koreografist ve dans terapisti olan Elsa Lindenburg ile başlayan ciddi ilişkisi sonucunda 1933 yılında eşi Annie Pink ile ayrıldılar. Ocak 1933'te Hitler başbakan olduğunda Reich ve Lindenburg Almanya'da yaşıyorlardı. 2 Mart 1933'te "Völkischer Beobachter" adlı Nazi gazetesi, Reich'in "Ergenlerin Cinsel Mücadelesi (The Sexual Struggle of Youth)" adlı kitabı hakkında bir saldırı yazısı yayımladı. Kendisini küçük düşürmeye yönelik "kadın avcısı", "komünist" ve "özgür cinsel sevginin avukatı" gibi yakıştırmalar yapıldı. Ertesi gün Lidenburg ile birlikte Viyana'dan ayrılarak İskandinavya'da, ilk olarak Danimarka'ya taşındılar. Burada Danimarka gençliğini Alman Seksolojisi ile kötü etkilediği suçlaması gibi daha birçok sorunla karşılaşınca İsveç'e ve oradan da 1934 yılında Norveç'e taşındılar.
1934 - 1939 : Oslo.
Vagetoterapi ve orgazm.
Detaylı bilgi için: Vagetoterapi
Reich, Oslo Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü'nde Profesör Schjelderup'un desteğiyle beş yıl Norveç'te kaldı.
Vegeto-Terapi'nin ilkeleri ile ilgili ilk sunumunu 1934'te İsviçre-Lucerne'de düzenlenen 13. Uluslararası Psikanaliz Kongresi'nde, "Psişik Temas ve İstem Dışı Akım (Psychic contact and vegetative current)" adlı makalesi ile yaptı ve 1935-1940 yılları arasında terapi tekniğini geliştirdi. Cinsel aşka arzu duyma yeteneğinin, "Orgazm Potansiyeli" (orgastic potency) adını verdiği, cinsel aşkı gerçekleştirebilmek için gerekli olan fiziksel yeterliliğe bağlı olduğunu savundu. Fizyolojik olarak ortaya çıkan dört ayrı safha üzerinden erkek orgazmını ölçümlemeyi denedi: Birinci safha psikoseksüel cinsel gerilim safhası; ikinci safha penisin sertleşmesi ve enerji yüklenmesi - Reich bunu elektriksel olarak ölçmüştür; Üçüncü safha orgazm esnasında peniste yüklü olan enerjinin boşalımı; ve dördüncü safha penisin gevşemesi. Reich, ölçümleri sonucunda gözlemlediği bu enerjinin tüm yaşam formlarında açıkça var olan bir güç olduğuna inandı.
Reich, Avrupa'daki psikanaliz dergilerinin üretken bir yazarıydı. Esasen psikanaliz, nevrotik semptomların tedavisi konusuna odaklanıyordu. Reich'in "Kişilik Çözümlemesi (Character Analysis)" bugün ego psikolojisine doğru olan gelişimin önemli adımlarından biriydi. Reich'e göre bir insanın sadece kendine özgü semptomları değil tüm karakteri nevrotik fenomen olarak dikkate alınmalıydı. Bu kitapta ayrıca Reich'in ""Zırh Teorisi (The Theory of Body Armoring)"" de ortaya kondu. Bu teoriye göre bastırılmış psikoseksüel enerji, kaslarda ve organlarda gerçek fiziksel engellere neden olabilir ve bahsedilen bu beden zırhı, enerjinin serbest kalmasını engelleyebilirdi. Orgazm, bu zırhı delmenin tek yoluydu. Bu teoriden hareketle, Freud'un görüşlerine de uygun olan; mutlu ve sağlıkli bir hayat için sağlıklı cinsel hayatın önemi ortaya kondu.
Reich'in düşüncesine göre orgazm, sadece boş zaman değerlendirmeye yarayan bir zevk değil, bedenin duygusal enerjisini düzenleyen bir düzenleyicidir. Orgazmın en iyi yanı, fazla enerjinin serbest kalmasıyla nevrotik durumların oluşumunu azaltmasıdır. Reich toplumdaki seksüel baskı nedeniyle, orgazm sırasında fazla enerjinin vücuttan atılımını sağlayan, kendisinin "Orgazm Potansiyeli" dediği, bu yeteneğin çok az kişi tarafından gerçekleştirilebildiğini iddia etti. Orgazmdan yoksun olan erkek ve kadın sürekli bir gerginlik içindeydi ve bu gerilimi içinde tutmak için beden zırhı geliştiriyordu. Dış baskılar ve iç gerginlik nevrozun, nefretin, sadizmin, aç gözlülüğün, faşizmin, yabancı düşmanlığının ve antisemitizmin temeliydi.
Freud'la birlikte, akıl hastalıklarının kaynağının cinsel gelişim olduğunu kabul etti. İkisi de birçok psikolojik sorunun bilinçaltı süreçlere dayandığına inandılar; çocukluğun erken dönemlerinden itibaren gelişmeye başlayan cinsel duyguların bastırılmasının akıl sağlığı açısından önemli sonuçları vardı. Tam bu noktada, bir Marksist olan Reich (bakınız: Freudo-Marxism), cinsellik üzerindeki sosyal baskının kaynağı olarak burjuva ahlakını ve onun sosyo-ekonomik yapısını gösterdi. Birçok nevroza neden olan cinsel baskının en iyi tedavisi aktif ve günahkarlık duygusundan arındırılmış bir cinsel hayat olabilirdi. Böylesi bir ahlaki özgürlüğün ancak ve ancak baskıcı burjuva ahlakının kökeni olan ekonomik yapı ortadan kalktığında mümkün olabileceğini iddia etti. 1928'de Avusturya Komünist Partisi'ne katıldı ve "Sosyalist Cinsel Danışma ve Araştırma Derneği (Socialist Association for Sexual Counseling and Research)"'ni kurdu.
Biyon deneyleri.
1934'te 1939'a kadar, bedendeki istem dışı enerji üzerine - özellikle de hayatın kaynağına yönelen Deri Direnç Yanıtı hakkında gözlem, deney ve araştırmalar yaptı ve bunları "Biyon Deneyleri" olarak adlandırdı.
Çekirdekli tek hücreli canlılar (protozoa) üzerinde incelemeler yaptı. Çimen, kum, demir ve hayvan dokusunu kaynatarak, potasyum ve jelatin ekleyerek vezikül yetiştirdi. Bunları bir heat-torch yardımıyla kor oluncaya kadar ısıtarak, gözle görülebilir şekilde ışıyan enerjinin parlaklığını, yanışını gözledi ve mavi kesecikleri tespit etti. Hayatın ilkel formlarından biri olduğuna inandığı, ölü madde ile canlı doku arasında özelliğe ve protozoa gibi tekhücreli organizmalara dönüşebilecek potansiyele sahip olan bu veziküllere "biyon" adını verdi. Soğutulmuş karışımı besiyeri içine koyduğunda bakteriler üredi ama havada veya kullandığı malzemelerde daha önceden bakteri olduğu gerekçesiyle araştırmadan vazgeçti.
T-Basili.
1936'da Reich şunları yazdı: "Madem ki her şey zıtlığı ile var, öyleyse tek hücreli organizmaların iki farklı var oluşu olmalı: (a) hayat, organizmaları yok ediyor, başka bir ifade ile var olan organizmalar organik çürüme sonucu yok oluyorlar ya da (b) hayat organizmaları koruyor ve inorganik materyal hâlinden organik hayata getiriyor."
Cansızdan canlı oluşumunu ifade eden bu dirim dışı türeme (spontaneous generation) düşüncesi Reich'ı kanserin tedavisini bulduğuna inandırdı. Hayatı yok eden organizmalara Almanca "ölüm" anlamına gelen "Tod" kelimesinin ilk harfini ekleyerek "T-Basili" adını verdi. "Kanser (The Cancer Biopathy)" adlı kitabında yerel bir hastahaneden aldığı çürüyen bir kanserli doku kültüründe bu basilleri nasıl bulduğunu açıkladı. T-Basili'nin protein parçalanmasından meydana geldiğini yazdı. Neşter şeklinde, 0.2 ila 0.5 mikrometre uzunluğundaydılar ve farelere enjekte edildiğinde iltihap ve kansere neden oluyorlardı. Hücredeki orgone enerjisi yaşlanmaya veya yaralanmaya bağlı olarak azaldığında, hücreler biyolojik bozulmaya uğradığı ya da öldüğü sonucunu çıkardı. Bir noktada, T-Basili gelişimine hücre içinden başlıyordu. Kanserin öldürücü etkisinin nedeni ise T-Basili'nin önlenemeyen gelişimiydi.
Çıplaklık ve seans esnasında dokunma.
"Detaylı bilgi için": Aktarım, Karşı aktarım, Beden psikoterapisi ve Neo-Reichyen masaj
1930'dan sonra Reich, terapi seansları esnasında hastalarının fiziksel yanıtları ile daha ilgili hale geldi. 1930'un sonlarına doğru psikoanalizin birçok büyük tabusunu ihlal etmeye; hastalarının arkasına oturmak yerine yanına oturmaya ve onlara dokunmaya başladı. Erkek ve kadın hastalarından soyunmalarını, bazen ise iç çamaşırlarını da çıkartarak tamamen çıplak kalmalarını istiyordu. Sadece şikâyetlerini dinleyip "Neden böyle düşünüyorsun?" analizinin yanıtlarını not almaktansa onlarla sohbet ediyor, sorularına cevap veriyordu.
Bu yaklaşım, analitik tarafsızlığı sarsıcıydı. Bir analizci, aktarım adı verilen süreçte, hastaların geçmiş arzularını, aşklarını, nefretlerini, nevrozlarını yansıttığı boş bir projektör perdesi gibi olmalıydı, hasta ile diyaloğa girmemeliydi. Reich, psikanalizde mevcut bu gibi tabuların hastaların nevrozlarını daha da güçlendiğini ve hastalarının kendisinin de bir insan olduğunu görmelerini istediğini yazarak, gittikçe bu tabulardan uzaklaştı. Hastaların "beden zırhları" üzerine kasıtlı olarak gidiyor, hastaların kaslarını gevşetmek ve böylece gerginliklerini azaltmak amacıyla parmakları veya avucuyla hastaların ağız, boyun, sırt ve kalçalarına dokunuyor, hastaların hareketlerinin yumuşaması ve nefes alışlarının sakinleşmesini istiyordu. Beden zırhının bu şekilde ihlal edilerek çözülmesi sonucunda çocukluk dönemlerinde bilinçaltına itilmiş anılar tekrar hatırlanıyordu. Eğer seans başarıyla sonuçlanmışsa, hastaların memnuniyet bildiren istemsiz hareketler içeren beden dilinden bunu anlayabiliyordu. Reich, buna "orgazm refleksi" adını verdi. Cinsel ilişki sırasında "orgazm potansiyeli" ve "orgazm refleksi" Reichyen terapi'nin iki amacı hâline geldi. Reich, hastalarının bedenlerinde gözlediği bu enerji akışına "biyo-elektrik" ve bu terapiye de "orgazmoterapi(orgasmotheraphy)" adını verdi. Ancak sonradan, politik nedenlerle bu terapiden vazgeçti.
Reich'ın düşüncelerine muhalefet.
Oslo'daki bilim adamları, Reich'ın biyonlar hakkındaki çalışmalarını saçmalık olarak değerlendirerek şiddetle karşı çıktılar. "Tidens Tegn" adlı önde gelen liberal bir gazete 1937'de bilim adamlarının ve diğer gazetelerin de desteğini alarak Reich aleyhinde bir mücadele başlattı. 1937'nin Eylül ayından 1938'in sonbaharına kadar Oslo'nun büyük gazetelerinde aleyhinde 100'ün üzerinde makale yayımlandı.
1937'de ülkenin önde gelen kanser uzmanlarından Leiv Kreyberg'in Reich'in biyon deney örneklerini mikroskop altında incelemesine izin verildi. Kreyberg, Reich'ın hazırladığı karışımında kullandığı kültür ortamının aslında steril olduğunu ancak söz konusu bakterilerin beklendiği gibi stafilokoklar olduğunu açıkladı. Reich'ın havayoluyla gelen bakterileri önlemek için kullandığı araçların Reich'ın inandığı kadar güvenilir olmadığını söyledi. Kreyberg, Reich'ı basit bakterijolojik ve anatomik gerçekleri önemsememekle suçlarken Reich da Kreyberg'i mikroskop altında, yaşayan kanser hücrelerini tanılamakta başarısız olmakla suçladı. Böylece, bir bilimsel gelişme fırsatı daha uygunsuz çekişmelerle bozuldu.
Reich, bu bakteri örneklerinden birini bir başka Norveçli biyolojiste, Oslo Bakteriyoloji Enstitüsü Profesörü Thjötta'ya gönderdi. Profesör Thjötta bakterilerin havadan geldiğini söyleyerek Kreyberf ile aynı sonuca vardı. Thjötta ve Kreyberg, görüşlerini 19 ve 21 Nisan 1938 tarihleri arasında "Aftenposten" gazetesinde yayımladılar. Söz konusu yazıda Reich'e "Bay Reich" diye hitap eden Kreyberg, Reich'in birinci sınıfta okuyan bir tıp öğrencisi kadar bile bakteri ve anatomi bilgisi olmadığını iddia etti. Reich, Kreyberg'den çalışmalarını bir kez daha kontrol etmesini istediğinde, Kreyberg buna değmeyeceğini söyleyerek reddetti.
Reich'ın "Hayatın Kaynağı Üzerine Biyon Deneyleri (The Bion Experiments on the Origin of Life)" adlı kitabı 1938'de yayımlanması üzerine hakkında sistemli yalan haber saldırıları başlatıldı. "Yahudi pornocu" ve "hayatın kökeni"ni kirletmeye cüret eden biri olarak lanse edildi. Alan Vantwell, Reich'ın araştırma sonuçlarını açıkladığı yazısının sadece bir paragrafına odaklanarak, Reich'ın söylediği "Kanserin anlaşılması açısından faydalı olduğu kanıtlandı." cümlesinden yola çıkarak uydurma bir kanser tedavisinin provokasyonunu yapmakla suçladı.
Şubat 1938'de vizesi doldu. Norveçli birkaç bilim adamı vizenin uzatılmasına karşı çıktı. Kreyberg, konuyla ilgili "Eğer bu tutum, Reich'ı gestaponun kucağına atmak amacını taşıyorsa buna karşı çıkarım ancak Reich'ı edepli davranmaya itecek bir şey olursa bu çok iyi olurdu." demiştir. Yazar Sigurd Hoel, amatör biyolojik deneyler yapmanın nasıl olup da bir suç hâline geldiğine hayret etmişti, "Ne zamandan beri biyoloji eğitimi almamış birinin mikroskoptan bakması sürgün için bir gerekçe hâline geldi?" diye soruyordu. Reich, deniz aşırı ülkelerden büyük destek gördü. İlk olarak 1938'de Norveç gazetelerinde Reich'ın sosyolojik çalışmalarının "bilime benzersiz ve çok değerli katkılar sağladığı"nı söyleyen Bronislaw Malinowski'den ve tüm dünya tarafından ilerici olarak bilinen İngiltere'deki Summerhill School'un, kurucusu Alexander Sutherland Neill'den destek gördü. A. S. Neill, Norveç basınına verdiği demeçte "Reich hakkında başlatılan karalama kampanyasının oldukça cahil ve barbarca olduğunu, demokrasiden çok faşizmi andırdığını" söyledi. Norveç entelektüel hoşgörüsüyle gurur duyuyordu, o nedenle "Reich meselesi" hükûmeti yola getirdi ve bu nedenle bir uzlaşma sağlandı. Reich'ın vizesi uzatıldı ancak ülkede psikanaliz çalışması yapmak isteyenlere lisans almalarını gerektirecek bir kanun çıkarıldı ve tabii ki Reich'a bu lisans verilmeyecekti.
Tüm bu karalama kampanyası sırasında Reich, bir komisyona "biyon deneylerini tekrarlamak" ile ilgili sorduğu soru dışında kamuoyuna bir açılımı olmadı. Sharaf, Reich'in çalışmalarına karşı başlatılan bilimsel muhalefetin Reich'ı kişisel olarak sarstığını ve ilişkilerini kötü etkilediğini yazar. Dikkatsizce davranışları sonucunda kazandığı kötü ün, onu küçük düşürdü ve gücendirdi, kendine güveni sarsıldı. Kendini yaftalanmış, avlanmış ve işkence görmüş gibi hissediyordu. Artık halkın arasında rahat değildi ve aleyhinde olan araştırmacılar karşısında şiddetli ve kötü duygular besliyordu.
Kişisel hayatı.
Sharaf'ın yazdığına göre, 1934 ve 1937 yılları arası Reich'ın hayatının en mutlu yıllarıydı. Elsa Lidenberg ile olan ilişkisi iyi gidiyor ve onunla evlenmeyi düşünüyordu. 1935 yılında Lidenberg hamile kaldığında sevinçten havalara uçtular, bebek için elbiseler ve oyuncaklar aldılar. Ancak Reich'ın, kendi geleceği hakkında büyük endişeleri vardı. Elsa'nın büyük karşı çıkışlarına rağmen Reich kürtajda ısrar etti ve Berlin'de bir psikanalizci olan Edith Jacobson'un yardımıyla kürtajı gerçekleştirdiler.
1937'de Reich, bir meslektaşının eski karısı sinema sanatçısı bir hastasıyla gönül ilişkisine başladı. Reich'ın böyle bir ilişkinin imkânsız olduğunu söylemesine rağmen, başından beri Reich'ı baştan çıkarma niyetiyle terapilere katıldığı belli olan kadın istediğini aldı. Bu süre içinde, bu ilişki nedeniyle Reich çalışmalarına ara vermiş olsa da, ilişkinin bitimiyle birlikte oldukça profesyonellik dışı şartlarda analizlerine tekrar başladı. Sonunda, kadın Reich'ı basına gidip aralarındaki ilişkiyi anlatmakla tehdit etti. Ancak böyle bir durumun Reich kadar kendisini de yıpratacağını anladı. Bir meslektaşı kendisine "Neden böyle bir ilişkiye girdin?" diye sorduğunda "Bir erkeğin bazen aptalca davranması gerekir." diye cevap verdi. Reich'ın ayrıca Norveçli bir tekstil tasarımcısı olan 25 yaşındaki Gerd Bergersen'le de bir ilişkisi oldu.
Kendisi aleyhinde basında başlatılan karalama kampanyası son hızla ilerlerken, içinde aniden Elsa'ya karşı şiddetli bir kıskançlık hissederek kendisine işlerinde yardımcı olmasını isteyip hiçbir şekilde ondan ayrı bir hayat istemediği belirtti. Elsa bir koreografi üzerinde çalışırken çıkan tartışmada Reich'ın şiddete başvurması üzerine önce polisi aramayı düşünen Elsa, Reich'ın bir skandalı daha kaldıramayacağını düşünerek bundan vazgeçti ancak bu olay ilişkilerini olumsuz etkiledi. Reich, Elsa'ya kendisiyle birlikte Amerika'ya gelmesini teklif ettiğinde Elsa, "Hayır." cevabını verdi. Sonradan yazdığı bir mektupta belirttiği üzere bu hayatındaki en zor "Hayır." idi.
1939: Amerika'ya taşınma.
Öğretmenlik ve ikinci eşiyle karşılaşma.
1938'yılında Hitler, Avusturya'yı istila etti. Reich'in eski eşi ve iki kızı zaten çoktan Avusturya'yı terk ederek Amerika'ya gitmişti. Bu yılın sonunda, Kolombiya Tıp Okulu'ndan bir psikanalizci olan Theodore P. Wolfe, Norveç'e gelip Reich gözetiminde çalışmaya başladı. Wolfe, Reich'e Reich'in Amerika'ya yerleşmesinde yardım etmeyi ve New York'taki "Sosyal Araştırmalar Okulu (New School for Social Research)"ndan resmi davet almayı önerdi. Wolfe ve Reich'in eski öğrencilerinden Walter Briehl, Reich'in birkaç bin dolarlık maaş alacağını garanti ettiler. Wolfe, ayrıca Amerikan hükûmetinde çalışan bir memur olan Adolph Berle'ye Reich için torpil de yaptırdı. Sonunda 1939 Ağustos ayında vizesini alan Reich, savaşın başladığı 3 Eylül'den önce Amerika'ya giden son gemi olan "Stavenger Fjord" ile Norveç'ten Amerika'ya yola çıktı.
İki yıl boyunca New School'da öğretmenliği sırasında ilk olarak Amerika'nın New York şehrinin Queens ilçesinin Forest Hills semtinde 75-02 Kessel Caddesi'nde kaldı. Sonra aynı bölgede, 9906 69. Avenue caddesinde hayvan deneyleri için kullandığı bodrumu, birinci katında ofis olarak kullandığı geniş bir odası, yemek odası, oturma odası ve her hafta seminer öğrencilerini ağırladığı bir odası daha olan iki katlı bir eve taşındı. Normalde yemek odası olan oda laboratuvar oldu. En üst katta sekreteri Gertrud Gaasland ve hizmetçisinin paylaştığı iki yatak odası vardı, diğer üç oda ise Reich'in yatak odası ve trapi odalarıydı.
Gertrud Gaasland, Reich'i 29 yaşındaki Ilse Ollendorf ile tanıştırdı. Reich hâlâ Elsa'ya aşıktı ama Ilse, Reich'in hayatını düzenlemek adına Reich'in hayatına girdi. Sekreterlik ve muhasebecilik işlerini üstlendi, laboratuvar tekniklerini öğrendi ve Elsa'nın yapmaya isteksiz olduğu bu işler ile, Reich'in hayatında olmaya ne kadar istekli ve uyumlu olduğunu gösterdi. Ilse ve Reich, 1939 Noelinde birlikte yaşamaya başladılar ve Ilse 2 Ocak 1940'ta Reich'le birlikte çalışmaya başladı. 1944'te Peter adında bir çocukları oldu ve 1946'da evlendiler.
Oslo'da aleyhinde başlatılan karalama kampanyası sonrasında Reich'in karakteri değişti, kendini sosyal hayattan çekti. Eski arkadaşları ve eski karısıyla bile arasına mesafe koydu. Bir arkadaşına oyunu kuralına göre oynayacağını söyledi: mesafeli, az da olsa gururlu ve aşktan uzak... Böylece toplumdaki insanlar saygı duyacaklardı. Amerika'daki öğrencileri onu meslektaş olarak değil insan olarak tanır hale geldiler, kendisine yakın olmayanlar bile ona adıyla hitap ediyorlardı. Ocak 1940'ta Elsa'ya aralarındaki ilişkiyi bitirmek amacıyla, çaresizlik içinde olduğunu ve bir köpek gibi onursuz bir şekilde öleceğine inandığını söylediği bir mektup yazdı.
Akıl hastalığı söylentisi.
1920'lerin sonlarına doğru Sharaf'ın iftira olduğunu belirttiği, Reich'in akıl hastası olduğu ve hastahanede tedavi gördüğü ile ilgili bir dedikodu yayıldı. Reich, paranoyak, sinsi, saldırgan ve fanatik olarak görülüyordu. Sharaf konu ile ilgili, psikanalistlerin aykırı gördükleri kişiler ile ilgili hastalık iddia ederek onları dışlama eğilimi olduğunu ama bu eğilimin hiçbir zaman Reich'e yapıldığı kadar amansızca ve yıkıcı yapılmadığını yazar. Reich'in çalışmaları, dedikoduyu yayan kişi tarafından, hoşuna gidip gitmemesine göre pre-psikotik (psikoz öncesi) "iyi Reich" ve post-psikotik (psikoz sonrası) "kötü Reich" olarak bölümlendirilmişti. Psikanalistler, 1920'lerde karakter üzerine yaptığı sağlam çalışmaları gerekçesiyle; politik radikaller ise 1930'larda Marksizmi baz alan psikoloji araştırmaları nedeniyle aklı başında olarak değerlendirdiler.
Orgonomi.
"Ana Makale: Orgon"
"Detaylı bilgi için: Animizm, Esîr (Ether), Esîr Teorileri, Enerji (Ezoterizm), Vitalizm", "Biyoenerji"
Freud, başlangıçta "artma, azalma, elegeçirme ve deşarj özelliğine sahip, geçmiş hatıraların üzerine yayılan beden üzerindeki aşırı elektrik yükü" olarak tanımladığı libido kavramını, 1925'te terkederek bunun sadece bir fiziksel enerji olduğunu söyledi. Reich, Freud'un terk ettiği bu düşünceyi biraz daha geliştirerek, ilkel kozmik enerjiyi keşfettiğini öne sürdü. Buna "orgon", bu konudaki araştırmalara ise "orgonomi" adını verdi.
Orgon; mavi renkli, aynı anda birden fazla yerde var olan (omnipresence), çıplak gözle görülebilen ve hava olayları, gökyüzünün rengi, yerçekimi, galaksilerin oluşum düzeni, duygulanımların ve cinselliğin biyoloyik ifadesi gibi şeylerden sorumluydu. Fırtınalı havalarda yolculuk yapan gemilerin direklerinden sıçrayan elektrik akımının (Bkz: St. Elmo Ateşi) orgonun varlığının kanıtı olduğunu öne sürdü. Kırmızı kan hücreleri, bitki klorofilleri, eşey hücreleri, protozoalar ve kanser hücrelerinin orgon sayesinde olduğunu iddia etti.
İlk zamanlarda insanlığın, orgon bilgisini ikiye ayırdığını söyledi: fiziksel ve mekanik yaklaşım için "Esîr (ether)" ve ruhsal ve öznel yaklaşım için Tanrı. Reich şunu yazdı: "Tanrı var oluşun her aşamasında olan, beden içinden ve var olan her şeyin içinden aralıksız akan en temel kozmik enerjidir."
Orgon akümülatörleri.
1940 yılında orgon akümülatörleri adını verdiği, atmosferdeki orgon enerjisini toplamaya ve depolamaya yarayan kutuları üretti. Bu kutulardan bazıları laboratuvar hayvanları içinken, bazıları da bir insanın sığabileceği kadar genişti. Bunlar çeşitli metal (ferrous) katmanlardan ve yüksek bağıl yalıtkanlık sabitli organik yalıtkanlardan oluşuyordu. Görünümü, büyük ve boş bir kondansatör gibiydi. Orgone enerjisinin, doğadaki maddelerin organizasyonu ve yoğunlaşmasından, negatif-entropik gücüyle sorumlu olduğu düşüncesi bu kutu ile yapılan deneylerin dayanağıydı. Bu kutular, kısa süre sonra basında şiddetli dedikodulara neden oldu: bu kutuların, kontrol edilemez sertleşmeye neden olan "seks kutuları" olduğu şeklinde haberler yapıldı.
Reich'in teorisine göre, hastalıkların birincil nedeni orgon enerjisinin azalması veya beden içinde hapsedilmesiydi. Çeşitli hastalıklardan muzdarip birçok hasta üzerinde orgon akümülatörü ile klinik deneyler yaptı. Hasta, akümülatörün içine oturur ve vücudunun "yoğunlaştırılmış orgon enerjisi"ni emmesi sağlanırdı. Vücudun bazı parçalarına uygulanması için daha küçük taşınabilir akümülatörler üretti. Bu akümülatörlerin gözlenen etkileri, bağışıklık sistemini güçlendirmesi, bazı tür tümörleri yok etmesi olmasına rağmen Reich, bunu böyle bir tedavi yöntemi olarak ortaya koymaktan kaçındı. Akümülatör, ayrıca kanserli fareler ve yetiştirilen bitkiler üzerinde de denendi ve elde edilen olumlu sonuçlar plasebo etkisine dayandırılamayacağı konusunda Reich'i ikna etti. Yapılan deneyler Psikanaliz Birliği tarafından şarlatanlık olarak değerlendirildi ancak Reich, fiziksel ve akıl hastalıklarında bir "Büyük Birleşik Teori (Grand Unification Theory)" geliştirdiğine inanıyordu.
Bulut Dağıtan (Cloudbuster).
"Ana makale: Bulut Dağıtan"
Reich, orgonun aksine hayat sonlandıran bir başka enerji türü daha olduğunu varsaydı ve bunu Ölümcül Orgon - ÖOR olarak adlandırdı. ÖOR'un çölleştirme gibi etkileri üstlendiğini yazdı ve atmosferdeki orgon enerjisini manipule ederek, bulutları birleştirip dağıtarak yağmur yağmaya zorlayacak Bulut Dağıtanları tasarladı. Bu, içi boş metal borular ve suya sokulmuş kablolardan oluşuyordu. Reich'e göre bu cihaz, atmosferde öncekinden daha güçlü orgon enerji alanı oluşturacaktı.
Reich, Bulut Dağıtan ile "Kozmik Orgon Mühendisliği" adını verdiği birçok deney yaptı. 1953'te, Maine eyaletinin Bangor şehrinde yabanmersini tarlalarında kuraklık tehlikesi ortaya çıkınca birkaç çiftçi Reich'e eğer yağmur yağdırabilirse para ödemeyi teklif ettiler. Meteoroloji dairesi günlerdir, Reich'in deneylerine başladığı 6 Temmuz 1953'te saat 10:00'dan önce yağmur yağmayacağını belirtiyordu. Bangor "Daily News" gazetesinin 24 Temmuz tarihli haberinde:
Dr. Reich ve üç asistanı, "yağmur yapıcı" cihazı Grand Lake gölünde, Bangor hidroelektrik barajı yakınlarına kurdular. Küçük bir silindir üzerine asılmış, kablolarla bağlı, bir takım içi boş borulardan oluşan bu cihaz bir saat on dakika kadar çalıştı.
Ellsworth şehrindeki güvenilir bir kaynağa göre 6 Temmuz gecesi ve 7 Temmuz sabah erken saatlerine kadar aşağıdaki değişiklikler gözlendi: "Pazartesi akşamı saat 10:00'u geçtikten kısa bir süre sonra yağmur çiselemeye başladı, geceyarısına doğru hafif ve düzenli yağmura dönüştü. Yağmur gece boyunca devam etti ve ertesi sabah Ellsworth'taki yağış miktarı 0,61 santimetrekare olarak ölçüldü."
Hayrete düşmüş bir görgü tanığı ise yağmur yapma süreci hakkında şunları söyledi: "Cihazı çalıştırmaya başladıklarından kısa bir süre sonra, şimdiye kadar gördüğünüz en tuhaf görünümlü bulutlar toplanmaya başladılar." Yine aynı görgü tanığı, biliminsanlarının bu cihazı manipule ederek rüzgârın yönünü ayarlayabileceklerini söyledi.
Yabanmersini ekinleri hayatta kaldı, çiftçiler memnun olduklarını beyan ettiler ve Reich ücretini aldı.
Einstein ile birlikte orgon deneyleri.
30 Aralık 1940'ta Reich, Albert Einstein'a bilimsel bir keşif yaptığını ve konuyu tartışmak istediğini belirten bir mektup yazdı ve 13 Ocak 1941'de Princeton'a, Einstein'ı ziyarete gitti. Beş saat boyunca konuştular ve Einstein, Reich'in çinko kaplı çelik ve ağaç ve kâğıt ile izole edilmiş Faraday kafesi dışına inşa ettiği orgon akümülatör deneylerini kabul etti. Reich'in tahmin ettiği gibi, Einstein, eğer bir cismin sıcaklığı bir etken olmadan artıyorsa bu fizikte "bomba etkisi" (bombshell) olabilirdi.
İkinci görüşmelerinde Reich, Einstein'ın bodrumunda, üzerinde, içinde ve yakınlarındaki sıcaklığı alan küçük bir akümülatör cihazı denedi. Cihazı ayrıca faraday kafesi içinde de deneyerek sıcaklıkları karşılaştırdı. Reich'in deneyinde olduğu gibi, Reich'in orgon enerjisinin faraday kafesinde biriktirilebileceği iddiasına uygun olarak, Einstein'ın deneyinde de sıcaklık artışı gözlendi. Ancak, Einstein'ın asistanlarından biri, yerdeki sıcaklığın tavandakinden düşük olduğunu fark etti. Bu açıklama üzerine Einstein deneyi değiştirdi ve bu etkinin basitçe oda içerisindeki sıcaklık eğiminden kaynaklı olduğu sonucuna vardı. Reich'e mektup yazarak deneyinin sonucunu ve Reich'in deneylerine biraz daha kuşkucu bakması gerektiğine yönelik umut ifadelerini belirtti.
Reich 25 sayfalık bir mektupla Einstein'a cevap verdi. Tavandan yayılan ısıma, "havada bulunan mikroplar" ve "brown hareketi"ne katılarak yeni buluşlara neden olabileceğini söyledi. Einstein ile Reich arasındaki bu mektuplaşmalar 1953 yılında, muhtemelen Einstein'in izni olmadan, "Einstein Meselesi (The Einstein Affair)" adıyla yayımlandı.
FBI tarafından tutuklanma.
12 Aralık 1941'de, Pearl Harbor'dan beş gün sonra Reich, gece saat 02'de evindeyken FBI tarafından komünist geçmişe sahip olan bir göçmen olduğu gerekçesiyle tutuklandı ve üç haftadan fazla tutulacağı Ellis Island'a götürüldü. Öfkeden ne yapacağını bilmez bir halde geçmişinde komünist olmasından, yeterli tanık olmamasına karşın, ilk eşini ve yaşadıkları fakir hayatı sorumlu gösterdi. Sedef hastalığı yeniden azdığı için doktoru tarafından Reich'in bir hastahane gözetiminde tutulması gerektiğine otoriteler ikna edildi. Ilse, haftada iki kez onu ziyaret etmeye izinliydi. Wolfe ve bir avukat ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. Wolfe, birçok kez Washington'a protesto amacıyla gitmesine rağmen, tutuklandığını 26 Aralık'ta ancak öğrenebildi ama yine de Reich'in neden tutuklanmış olabileceğini anlayamıyordu. FBI tarafından Reich'e evinde bulunan Hitler'in "Kavgam", Troçki'nin "Hayatım" ve çocuklar için Rusça alfabesi kitaplarıyla ilgili sorgulandı. Sonunda, Reich'in açlık grevine gitmekle tehdit etmesi üzerine 5 Ocak 1942'de serbest bırakıldı. 2000'yılında FBI tarafından Reich ile ilgili 789 sayfalık belgeler açıklandı:
Bu Alman göçmen, kendisini Tıbbi Psikoloji Doçenti, Orgon Enstitüsü Yöneticisi, Wilhelm Reich Vakfı'nın araştırmacı hekimi ve genel müdürü ve biyolojik enerjinin veya hayat enerjisinin kaşifi olarak tanımlamaktadır. 1940'ta Reich'in komünist bağlantılarının derinliğini tespit etmek amacıyla bir soruşturma başlatıldı. Bir Düşman Uyruk kurulu, Reich'in ABD güvenliği için bir tehdit oluşturmadığına hükmetti.
Orgonon'u satın alışı.
Terapi gelirlerinden kazandıkları ve öğrencilerinin bağışlarıyla geçinen Reich, 1942 Kasım'ında Maine'de Dodge Pond yakınlarında 647,5 dönüm arazi, orman ve tepelerden oluşan "Orgonon"u satın aldı. 1945'te orada bir laboratuvar kurdu ve 1948'de yine bir laboratuvarı, kütüphanesi ve atmosferik orgon çalışmaları için gözlem güvertesi olan Orgon Enerji Gözlemevi'nin inşaasına başladı.
Münakaşalar.
1947: Brady makalesi ve FDA.
1947'ye kadar Reich, Amerika'da eleştirisiz basının keyfini sürüyordu. Psikoterapi uygulamaları iyi gidiyor, psikoanalitik teorileri üniversitelerde öğretiliyor ve "Amerikan Medikal Birliği Gazetesi" ve "Amerikan Psikiyatri Gazetesi"nde tartışılıyordu. İsmi "Amerikan bilim insanları" listesinde yayımlandı ve "The Nation" dergisi Reich'in yazıları hakkında olumlu görüş belirtti. Sadece bir bilimsel gazete, "Psikosomatik Tıp (Psychosomatic Medicine)" gazetesi, Reich'in orgon hakkındaki düşüncelerine "gerçeküstücü yaratım" diyerek onu eleştirdi.
Şöhreti Mayıs 1947'de aniden düşüşe geçti. 26 Mayıs'ta bağımsız yazar Mildred Edie Brady tarafından "The New Republic" gazetesinde "Wilhelm Reich'in Tuhaf Durumu" başlıklı ve alt başlığında Reich'i "Nevroz ve kanseri tatmin edici olmayan cinsel birleşmeye dayandıran, sadece bir bilimsel gazetenin karşı çıktığı adam" olarak tanımlayan bir makale yayımlandı. Brady, söz konusu makalesinde şunları yazdı: "Orgon, cinsel orgazm sonrası olduğu söylenen, Reich'e göre, kozmik enerjidir. Reich onu sadece keşfetmekle kalmamış, görmüş, ispatlamış ve Maine'de bir kasabaya -Orgonon- da adını vermiş. Burada, muhtemelen bundan "orgazmik potansiyel" sağlayan, hastalarına kiraladığı akümülatörleri üretmiş." Sharaf buradaki imalı anlatımın açık olduğunu, ancak bu akümülatörlerin kullanılmasındaki asıl amacın kanser tedavisi olduğunu ve kanserli olmayan biri için orgazmik potansiyeli harekete geçirdiğini yazar. Brady'e göre, büyüyen Reich tarikatına dikkat edilmesi gerekiyordu.
Tıbbi aletlerle ilgili reklamlar ve düzenlemeler "Federal Ticaret Komisyonu (Federal Trade Commission)" ve "Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (U.S. Food and Drug Administration - FDA)" tarafından ortaklaşa düzenleniyordu. 23 Temmuz'da Federal Ticaret Komisyonu'nun Tıbbi Tavsiye Departmanı'ndan Dr. J.J. Durrett, FDA'ya mektup yazarak Reich'in talebi üzerine orgonun sağlığa yararlarını incelemelerini istedi. FDA, konuyla ilgilenmek üzere bir müfettiş atadı. Teftiş sonucunda Reich'in 250 akümülatör ürettiği öğrenildi. FDA, "büyük ölçüde dolandırıcılık" olduğuna karar verdi. Sharaf konuyla ilgili, FDA'nın incelemeleri sırasında bir tür seks mesleği olduğundan kuşkulandığını, orgonomi ile ilgilenen kadınlar hakkında FDA'nın "bu kadınlarla ne yapıldığı"nı sorduklarını yazmaktadır.
Kasım ayında, Reich "Komplo" adında bir yazı yayımladı. "Zincirleme Duygusal Reaksiyon:" "Doğasal fenomenleri, silahlar bana doğrultulmadan araştırma hakkım için yalvarıyorum. Ayrıca asılarak idam edilmeden hata yapabilme hakkını da istiyorum. Kızgınım, çünkü iftiralar her şeyi yapabilir ancak şu an da görüldüğü gibi hakikatler çok az şey." Sharaf konuyla ilgili, Reich'in gittikçe, Brady'in Stalin'in ajanlarından biri ve "komünist suikastçı" olduğuna inandığını yazar.
1954: Yasaklama emri.
Yıllar boyunca FDA, Reich'in öğrencileriyle, hastalarıyla ve hekimlerle Reich'in orgon akümülatörleri hakkında sorular sorarak görüşmeler yaptı. 29 Temmuz 1952'de FDA tarafından Orgonon'a önceden haber verilmemiş bir denetim yapıldı. Müfettişlerden biri FDA'nın kendi müfettişi, diğeri FDA'nın tıp uzmanı ve üçüncü müfettiş ise FDA'nın tıbbi cihaz uzmanıydı. Reich'in çatkapı misafirlerden nefret ettiği biliniyordu: bir keresinde yandaki araziyi gözetleyen bazı insanları elinde silahıyla kovalamıştı. FDA'dan gelen müfettişlere de ateş açıp kendisiyle görüşmek istiyorlarsa önce yazdıklarını okumalarını söyleyerek Orgonon'dan ayrılmalarını söyledi.
Bu ziyaret ile FDA'nın denetleme dönemi, Reich'in de "hükûmetin kabadayıları", "kızıl faşistlerin maşaları" gibi kavgacı karşılıkları ile birlikte başlamış oldu. Reich, hükûmette devlet başkanı olan Eisenhower da dahil olmak üzere kendini koruyacaklarına inandığı güçlü arkadaşları olduğu fikrine kapıldı. ABD hava kuvvetlerinin Orgonon üzerinden uçuyor oluşu da her şeyin yolunda olduğu izlenimi destekliyordu.
10 Şubat 1954'te, ABD savcılığı, "Federal Yiyecek, İlaç ve Kozmetik Kanunu'nun (Federal Food, Drug, and Cosmetic Act)" 301. ve 302. maddesine dayanarak orgon akümülatörlerinin eyaletler arası dolaşımının ve Reich'in bu cihazın promosyon ve reklamını yapan yazılarının yasaklanması istemiyle dava açtı. Reich, hiçbir mahkemenin onun çalışmalarını değerlendirebilecek nitelikte olmadığını söyleyerek mahkemeye çıkmayı reddetti. Clifford Mahkemesi'ne yazdığı uzun mektupta şunları yazdı:
Benim bu davadaki hakiki konumumla birlikte bugünün bilim dünyası, benim Yiyecek ve İlaç Dairesi'ne karşı bir davaya girmeme müsaade etmiyor. Böyle bir davaya girmek, ilkel, atom öncesi orgon enerjisi gibi özel bir branş hakkında hüküm verme hak ve yetkisinin hükûmette olduğunu kabul etmek anlamına gelecektir. Ben, bu nedenle, tarafınıza eksiksiz bir güven ile bu davadan çekiliyorum.
Mahkeme 19 Mart 1954'te, Reich'in akümülatörleri satışıyla ilgili yasaklama emrini Reich'in gıyabında onayladı. Verilen hüküm, dava isteminde talep edilenden daha kapsamlıydı: Tüm akümülatörler ve parçaları ile bunlar hakkında yazılmış tüm promosyon materyalleri ve kullanma talimatlarının yok edilecekti. Bu, Reich'in orgone enerjisi hakkında yazdığı on kitabı da, orgon ile ilgili referansları silininceye kadar kapsıyordu. Bu kitaplar arasında "Kişilik Çözümlemesi" ve "Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı" da vardı.
Mayıs 1956: Duruşma.
Mayıs 1956'da Reich Bulut Dağıtan (cloudbuster) ile deney yapmak amacıyla Arizona'ya seyahat etti. Reich'in yokluğunda ve bilgisi olmadan, öğrencilerinden biri olan Dr. Michael Silvert yasaklama emrini ihlal ederek akümülatörlerden bazılarını ve yasaklı bazı kitapları Maine eyaletindeki Rengeley Kasabası'ndan New York'a götürdü. Reich ve Silvert mahkemeye itaatsizlik ile suçlandılar. Bir kez daha Reich yasal savunmasını yapmayı reddetti ve bunun üzerine Maine'de Portland'daki mahkemeye zincire bağlanmış olarak çıkarıldı. Kendi avukatlığını kendisi üstlendi, yasayı ihlal ettiğini kabul etti ve savunmasında mahkemeye kitaplarının bir kopyasını gönderdi. 7 Mayıs 1956'da mahkemeye itaatsizlikten suçlu bulundu ve iki yıl hapsine karar verildi. Silvert ise bir yıl bir güne hüküm giydi. 1949'da Wilhelm Reich ve öğrencileri tarafından kurulan Wilhelm Reich Vakfı'na ise 10.000 dolar para cezası verildi.
Reich'in arkadaşlarından ve akademi üyesi bir psikiyatrist olan Dr. Morgan Herskowitz, mahkeme heyetine şunları yazdı: "Kendisini tarihsel bir kişilik olarak gördüğünden, tarihsel konuşmalar yapıyor ve böyle yaparak mahkeme heyetini etkiliyordu. Onun yerinde olsaydım, hapishaneden kaçmak isterdim, özgür olmak isterdim vs. Ben olsaydım, mahkemeyi kesinlikle hukuk ilkeleri ile etkilemeye çalışırdım. Ama o bunu yapmadı." Reich Ocak 1956'da temyize gitti ancak Temyiz Mahkemesi, alt mahkemenin verdiği 11 Aralık tarihli kararı uygun bularak onayladı. Bunun üzerine ABD Yüksek Mahkemesine başvuran Reich, Mahkemenin 25 Şubat 1957 tarihinde, alt mahkemelerin kararlarının incelenmesine gerek olmadığına hükmetmesi üzerine Silvert'le birlikte cezalarında mümkünse bir indirim ya da ara verme isteminde bulundular. 11 Mart'ta talepleri kabul edilmezse hapishane yolunun görüneceği bir celse duruşma daha düzenlendi. Duruşma sonucunda mahkeme heyeti ABD Şartlı Tahliye Kuruluna Reich'in cezada bir indirim veya erteleme istediğini bildirdi ancak hükûmet Reich'in orgon akümülatörü pazarlamaktan vazgeçmeyeceğini belirtti. Reich son olarak devlet başkanına müracaat etti ancak sonuç alamadı.
1957: Kitaplarının yakılışı.
5 Haziran 1956'da, Reich mahkeme kararına ilk kez temyize giderken, iki FDA görevlisi de Reich'in akümülatörlerinin imha edilişini denetlemek için Orgonon'a geldi. Akümülatörlerin büyük çoğunluğu satılmış olmakla birlikte 50 tanesi Silvert ile birlikte New York'taydı. Orgonon'da ise sadece üç akümülatör vardı ve FDA görevlilerinin bunları imha etmeye yetkileri yoktu, sadece imhanın gözetlenmesi ile yetkilendirilmiştiler. Bu nedenle Reich'in arkadaşları ve oğlu Peter baltalarla makineleri parçaladılar. 26 Haziran'da görevliler bu kez reklamla ilgili materyallerin ve Reich'in bazı kitaplarının imhasına gözcülük etmek için geri geldiler.
26 Temmuz'dan önce Reich tarafından akümülatörlerin imhasına engel olmaları için birçok kez başvurulan "Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (American Civil Liberties Union - ACLU)", 26 Temmuz'da Reich'in onlardan yardım istemeyi kesmesine rağmen, konuya ayrılan yer az da olsa kitap yakmayı eleştiren bir basın bülteni yayımladı. İngiltere'de de A. S. Neill ve Herbert Read imzalı bir protesto mektubu yazıldıysa da yayımcı bulunamadı. 23 Temmuz'da, kalan 50 akümülatör de New York'ta onları üreten S.A. Colins and Sons şirketi tarafından imha edildi.
23 Ağustos'ta, altı ton ağırlığındaki kitapları, dergileri ve makaleleri New York'un doğu yakasında 25. Cadde'deki Gansevoort çöp yakma fırınında yakıldı. Sadece yasaklanacağı ama imha edilmeyeceği zannedilen 12,189 kopya "Orgon Enerji Bülteni", 6,261 kopya "Uluslararası Seks Ekonomisi ve Orgon Araştırmaları", 2,900 kopya "Duygusal Salgın ve Orgon Biyofiziği Karşılaştırması", 2,976 kopya "Orgon Enstitüsü Yıllıkları" ve ciltli kitaplarının "Cinsel Devrim", "Kişilik Çözümlemesi", "Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı" gibi birçoğu da imha edildi. Bu imha faaliyeti, Amerikan tarihindeki en yanlış sansür uygulamalarından biri olarak değerlendirildi.
Kitapların imhasında da, akümülatörlerin imhasında olduğu gibi, Reich'in arkadaşları imha emrini uygularken FDA'nın sadece imhayı gözleme yetkisi vardı. Bunlardan biri olan Victor Sobey şunları yazdı: "Tüm harcamalar ve emekler Orgon Enstitü Matbaası tarafından sağlandı. Üç büyük kamyon kiralandı. Kendimi tıpkı öldürülmeden önce kendi mezarları kazdırılan insanlar gibi hissettim. Kendi mezarlarını kazdır, vur ve içeri fırlat. Sürekli, yazılı eserlerle dolu, kutu üstüne kutu taşıdık."
1957: Hapsedilme ve ölüm.
20 Şubat 1957'de Reich, vasiyet hükümlerini gerçekleştirmek için kızı Eva'yı tayin ederek son vasiyetini imzaladı. 12 Mart'ta, kendisine hayran bir psikiyatrist olan Richard C. Hubbard'ın bulunduğu Danbury Federal Hapishanesi'ne gönderildi. Hubbard, Reich'ı muayene ederek paranoya, büyüklük kuruntusu, zulüm ve referans fikirleri tespit etti:
Hasta kendisinin üstün keşifler yaptığını hisseder. Yıllar geçtikçe hatalı ve psikozlu düşüncelerini giderek evrensel kabul görmüş düşüncelere uygun şekilde detaylandırarak açıklar. "Rockerfellows bana karşı" (Büyüklük kuruntusu). "Hapishane üzerinden uçan uçaklar, hava kuvvetleri tarafından beni cesaretlendirmek için gönderiliyorlar." (Referans fikirleri ve megalomani)
22 Mart'ta Pensilvanya eyaletinde, Levisburg şehrindeki, öncekinden daha iyi psikiyatrik imkânları olan, Federal Cezaevi'ne gönderildi. Burada tekrar muayene edildi ve bu kez akli olarak yeterli olduğu ve kişiliğinin bozulmamış olduğu görüldü. Ancak yine de stresten dolayı psikozlu olabilirdi. İki gün sonra, 13 yaşındaki oğlu Peter'a şunları yazdı:
Levinsburg'dayım. Ben iyiyim ve kesinlikle düşüncelerim de. Zamanın çoğunu hesap yaparak geçiriyorum. Ben bir tür "şeyler üstü"yüm, neler olduğunun tamamen farkındayım. Bana bir şey olursa benim için çok üzülme. Biliyorum, Peter, güçlüsün ve iyi. Önceleri, beni burada ziyaret etmenin iyi olmayacağını düşündüm. Bilmiyorum. Kargaşa içindeki bu dünyada, şu an öyle hissediyorum ki, senin yaşındaki genç bir erkek, hayat yolunda kendisini nelerin beklediğini tecrübe etmeli, "karın ağrısı"ndan önce onu anlamalı. Bu nedenle, konuşmak, hakikat bildiğin yoldan ayrılmamak, aslında, dürüstlük, tarafsızlık ve kurumların üzerinde olmaktır - asla sinsi ve korkak olmak gibi değil...
Peter onu Levisburg'da birkaç kez ziyaret etti. Reich Peter'a çok ağladığını söyledi ve gözyaşlarının "harika sakinleştirici" olduğunu söyleyerek ağlamasına izin vermesini istedi. Peter'a son mektubunu 22 Ocak'ta yazdı. Keyfi yerinde olduğunu ve 10 Kasım'da serbest bırakılacağı günü iple çektiğini söyledi. Cezasının üçte birini tamamladığında birkaç gün için izin almak amacıyla bir duruşma ayarladığını ve Peter'la birlikte Horward Johnson Restaurant'ta bir yemek ayarladığını yazdı.
Reich, 3 Kasım günü sabah yoklamasına katılamadı ve saat 7:00'de yatağında ayakkabıları dışında tamamen giyinik halde ölü olarak bulundu. Hapishane hekimi, "ani kalp sektesi sonucu miyokardiyal yetersizlik" nedeniyle gece öldüğünü söyledi. Orgonon'da orman içinde belirlediği bir araziye, bir yıl önce satın aldığı, Maineli bir zanaatkar tarafından yapılan tabut içinde gömüldü. Ölümünde dini tören yapılmasını istemedini, sadece Franz Schubert'in bestelediği, Marian Anderson'un seslendirdiği Ave Maria şarkısı çalınmasını istediğini belirtti. Mezar taşında kolayca okunabildiği üzere: "Wilhelm Reich, Doğum: 24 Mart 1987, Ölüm:... " Reich'in doktor arkadaşlarından Dr. Elsworth F. Baker, Reich'in cenazesinde şunları söyledi: "Binlerce yıldır, dahası son iki bin yıldır insan ırkının kaderini değiştirecek böyle bir adam dünyaya geldi. Tüm büyük adamlara olduğu gibi; çarpıtma, iftira ve zulüm onu izledi. O hepsiyle mücadele etti, ta ki organize komplo tezgâhı onu hapishaneye gönderip öldürünceye kadar." Mezarının yanında Bulut Dağıtan'ın bir kopyası vardır ve laboratuvarının olduğu evi ise şu an Wilhelm Reich Müzesi'dir.
Hiçbir psikiyatrik veya bilimsel gazetede ölüm ilanı veya anma yazısı yayımlanmadı. Time Dergisi 18 Kasım'da şunları yazdı:
Miras.
Çalışmalarının statüsü.
Reich'in çalışmalarına, söz konusu talimat gereği engel olundu. Ölümünden sonra 50 yıl boyunca "imhadan ve tahrif edilmekten korunacak şekilde" depolanan yayımlanmamış yazılarını bıraktı. Araştırmacılar, bilim insanı olsalar bile, 2007 yılına kadar bunlara ulaşamadılar.
Yeni araştırma dergileri 1960'larda Reich'in çalışmalarıyla ilgilenmeye başladılar. Hekimler ve doğal bilimcilerden oluşan küçük çalışma grupları ve enstitüler, Reich'in çalışmalarıyla ilgilenerek araştırma çalışmalarına başladılar. Yine de geniş bilim çevreleri Reich'in çalışmalarına uzak kaldı. William Steig, Robert Anton Wilson, Norman Mailer, William S. Burroughs, Jerome D. Salinger ve Orson Bean, Reich'in orgon terapilerine sahiptiler ve orgon akümülatörleri Avrupa'da, özellikle de Almanya'da bazı alanlarda kullanılıyordu. Orgon akümülatörlerinin etkileri üzerine çift-kör deney yönetemiyle ilk çalışma, Marburg Üniversitesi'nden Stefan Müschenich ve Rainer Gebauer tarafından yapıldı ve Reich'in ulaştığı bazı sonuçlar doğrulandı. Bu çalışma, sonradan Vienna Üniversitesi'nden Günter Hebenstreit tarafından da tekrarlandı.
Reich'in etkisi modern psikolojide hissedildi. Reich, Beden Psikoterapisi ve bazı duygulanım bazlı psikoterapilerin öncüsüdür: Örneğin, Fritz Perls'in Gestalt Terapisi ve Arthur Janov'un Primal Terapi'sini etkilemiştir. Biyoenerjetik Analiz'in kurucusu Alexander Lowen ve Radiks Terapi'nin kurucusu Charles Kelley, Reich'in çalışmalarına alabildiğine özen gösterdiler. Birçok pratisyen psikanalist, 1933'te "Kişilik Çözümlemesi" yayımlandığında (1949'da genişletilmiştir) Reich'in karakter teorisine itimat etti. "Amerikan Orgonomi Fakültesi (American College of Orgonomy)" 1968 yılında Dr. Elsworth Baker tarafından ve "Orgonomik Bilim Enstitüsü (Institute for Orgonomic Science)" Dr. Morton Herskowitz tarafından kuruldu ve bugün hâlâ Reich'in orijinal tedavi yöntemlerini kullanmaktadır.
Reich'in, Wilhem Reich Müzesi'nde fotokopi olarak bulunan araştırma günlükleri dışında, eserlerinin neredeyse tamamı yeniden basıldı. Ancak kitapların ilk baskılarına ulaşmak mümkün değil. Çünkü Reich, hayatı boyunca kitaplarını sürekli geliştirdi ve kitapların telif hakkında sahip olanlar sadece en son versiyonun yayımlanmasına izin veriyorlar. 1960'ların sonlarına doğru, Farran, Straus ve Giroux onun tüm büyük çalışmalarını tekrar yayımladılar.
Popüler kültürdeki yeri.
Reich sürekli olarak popüler kültürü etkilemeye devam etti. Orgon ve cloudbuster'a Clutch, Hawkwind, Pop Will Eat Itself, Turbonegro, Bob Dylan ve Patti Smith ("Birdland" albümünde Horses) şarkılarında rastlanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7692",
"len_data": 53236,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.75
}
|
Viyana (Almanca: "Wien," İngilizce: "Vienna"), Avusturya'nın başkenti ve en büyük şehri, aynı zamanda ülkenin dokuz eyaletinden yüzölçümü bakımından en küçüğü, yaklaşık 1.900.000 kişilik nüfusuyla ülkenin en kalabalık şehridir. Çevre ilçeleriyle birlikte Viyana'da yaklaşık iki milyon insan yaşar ki bu da Avusturya nüfusunun yaklaşık dörtte biridir. Nüfus bakımından Viyana Avrupa Birliği'nin en büyük onuncu kentidir. Birleşmiş Milletler bürosuyla Viyana Birleşmiş Milletlerin dört resmî merkez temsilciliğinden birine sahiptir. Kentte bulunan diğer önemli uluslararası kuruluşlar OPEC, AGİT ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'dur (IAEA).
Yüzyıllar boyu Habsburg hanedanının yerleşim yeri olan kent, bu süre boyunca Avrupa'nın kültürel ve politik merkezlerinden biri haline gelmiştir. Kent Londra, New York ve Paris'ten sonra iki milyon nüfusuyla dünyanın en büyük dördüncü kentiyken, I. Dünya Savaşı sonrasında nüfusunun dörtte birini kaybetmiştir.Viyana coğrafi konumu ve çoğu imparatorluğuna yıllarca başkentlik yapmış olmasından dolayı gerek mimari gerekse kültürel açıdan Avrupa'nın en güzel şehirlerinden biridir. hâlâ daha Habsburg hanedanının izlerini taşıyan eski kent merkezi ve Schönbrunn Sarayı Avusturya devletinin başvurusu üzerine Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından dünya kültür mirası olarak kabul edilmiştir. Viyana'nın sembolü olan Aziz Stefan Katedrali şehrin merkezinde bulunur.
Tarihi.
Avusturya Macaristan İmparatorluğu.
19. yüzyılın sonlarından 1938'e kadar şehir, yüksek kültür ve modernizmin bir merkezi olarak kaldı. Bir Dünya Müzik başkenti olarak şehir, Brahms, Bruckner, Mahler ve Richard Strauss gibi bestecilere ev sahipliği yapmıştır. Şehir, sonradan Şansölye olan Engelbert Dollfuss sosyalist milisleri tarafından işgal edilerek 1934 Avusturya İç Savaşına sahne oldu.
Avusturya - Osmanlı İlişkileri.
Viyana, Osmanlı İmparatorluğu tarafından tarihinde iki kere kuşatılmıştır. Birincisi 1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman, ikincisi ise 1683 tarihinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından kuşatılmıştır. Her iki kuşatmada da iki tarafın da büyük kayıpları olmuştur. İkinci kuşatma sonrasında ağır darbe alan Osmanlı İmparatorluğu'nun geri çekilişi Viyana'da yenilgi olarak kabul edilmiş ve bu yenilgiyi ölümsüzleştirmek adına Innere Stadt bölgesinde bulunan ve bulunduğu meydan ile aynı ismi taşıyan Aziz Stephan Katedrali'ne Osmanlı askerinin ayaklar altına alındığı bir heykel yapılmıştır. Ayrıca Aziz Stephan Katedrali, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuşatmaları sırasında Viyana halkı için sığınak haline gelmiş, savaştan korunmak için katedralin içinde uzun süre kalmışlardır. Birçok savaşa tanık olan bu katedral, Viyana'nın özgürlük sembolü haline gelmiştir. İkinci kuşatmada geri çekilen Osmanlı İmparatorluğu'nun arkasında bıraktığı metal eşyaların toplanması ve toplanan metal eşyaların eritilmesi üzerine Türk Çanı olarak da bilinen "Pummerin Çanı" yapılmıştır. 1711 yılında Çan ustası olan Johannes Archamer tarafından 300 farklı teçhizatın (Osmanlıdan kalan toplar, gülleler, kılıçlar ve diğer materyaller) eritilip, 316 santim çapında ve 22,5 ton ağırlığında dev bir çan haline getirilmiştir. 26 Ocak 1712'de katedralin güney kulesine monte edilen çan, II.Dünya Savaşının patlak vermesiyle ve Avusturya'nın, Amerika, Almanya ve Rusya gibi büyük devletlerin arasında savaşta kalmasından dolayı büyük hasarlar almıştır. Bu dönemde katedral de büyük hasarlar görmüş, çatısı yanmış ve Pummerin Çan'ı yere düşerek parçalanmıştır. Parçalanan çanın yerine Yukarı Avusturya Eyaleti'nin (Oberösterreich) Sankt Florian kentinden yirmi ton ağırlığında olan ve yeniden ülkenin en büyük çanı haline gelen Pummerin Çanını yeniden yaparlar. 1952 yılında yapımı biten çan, uzun uğraşlar sonucu 5 Ekim 1957 tarihinde bugünkü yeri olan kuzey kulesine konulmuştur. Çanın üzerine demirden yapılan yeniçeri başları ve II. Viyana Kuşatması'nı hatırlatan bir tablo yapılmıştır. 1534 yılında ihdas edilen Osmanlı akıncılarının yaklaştığını önceden fark edip çanı çalmak için 1956 yılına kadar çanın yanında bir asker görevde kalmıştır. 1956 yılında Viyana Belediye Meclisinin, Osmanlı tehdidinin kalmadığını belirtmesi üzerine çanın yanındaki asker görevden alınmıştır.
Anschluss ve İkinci Dünya Savaşı.
1938 yılında, Avusturya doğumlu Adolf Hitler Avusturya'ya yaptığı (savaşsız) muzaffer girişten sonra (Anschluss) Heldenplatz'daki Neue Burg balkonundan Avusturyalılara Nasyonal Sosyalizmi dikte etmiştir. Bu gelişme sonrasında Viyana İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar başkent statüsünü kaybetmiştir. 2 Nisan 1945'te Sovyetler Almanlara karşı Viyana Tarruzu'nu başlatarak şehri kuşattı. Birleşik Krallık ve ABD hava saldırılarında tramvay hizmetleri ile su ve elektrik dağıtımı sekteye uğramış kamu ve bir kısım özel binalar yıkılmış ya da hasar görmüştür. Çarpışmalar sonrasında Viyana on bir gün sonra düştü ve Avusturya Nazi Almanyası'ndan ayrılarak Viyana'yı yeniden cumhuriyetin başkenti ilan etti. Şehir 1955 yılına kadar ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve SSCB orduları tarafından bölünmüştür, 1955 yılında imzalanan Staatsvertrag sonrasında Sovyet askerleri kentten çekilmiştir.
Coğrafya.
Viyana 414,89 km² yüzölçümüyle Avusturya'nın en küçük eyaletidir. Ayrıca bir komşu ülkeyle sınırı olmayan tek eyalettir. Küçüklüğüne karşın eyalet-kent olmasının getirdiği avantajlarla Viyana ülkenin en yoğun trafik ve yapılaşma oranlarına sahiptir. Kapladığı alanın % 11,3'ü yapılaşmış alan, % 11,1'i trafik ve % 2,2'si de raylı sistem alanıdır. Bununla birlikte Viyana 117,76 km² yani toplam alanının % 28,4'ü oranında yeşil alana sahiptir ve ülkenin en yoğun kent içi yeşil alana sahip olan eyaletidir. 19,1 km², yani % 4,6 oranında alan sularla kaplıdır ve bu oran sadece Burgenland'da daha yüksektir. Ayrıca Viyana şarap üretilen dört eyaletten biridir. Toplam yüzölçümünün % 1,7 oranındaki bölümünde üzüm bağları bulunur. % 16,6 oranındaki bölge ormanlıktır ve % 15,8 oranındaki bölge de tarım alanıdır.
Coğrafi konum.
Orta Avrupa'nın en büyük kentlerinden biri olan Viyana gelişimini büyük oranda coğrafi konumuna borçludur. Şehir Kuzeydoğu Alplerinin alçaldığı bölgede, Viyana Havzası'nın kuzeybatı bölgesinde bulunur. Tarihi kent Tuna Nehri'nin güneyinde bulunmaktadır. Günümüzde kent nehrin diğer kıyısına geniş biçimde taşmıştır. Viyana doğu-batı ve kuzey-güney doğrultularındaki eski ticaret yollarının kavşağında kurulmuştur. Tuna nehri Viyana Havzası'nda adalar nedeniyle birçok kola ayrıldığından Viyana'da geçilebilir durumdadır.
Doğu Bloku'nun 1989 yılında yıkılışından bu yana Avusturya'nın kuzey ve doğu komşularıyla ticari ve ekonomik ilişkileri yoğunlaşmıştır. Viyana'nın eski Doğu Bloku ülkelerine coğrafi yakınlığı bu anlamda dikkat çekicidir. Örneğin Viyana Slovakya'nın başkenti Bratislava'ya 60 km yakınlıktadır. İki başkentin bu kadar birbirine yakın olması (Vatikan-Roma ilişkisi sayılmazsa) Avrupa'da benzeri olmayan bir durumdur.
İlçeleri.
Viyana günümüzde 23 bölgeden oluşur. Bunların adlarının yanında numaraları da vardır. Örneğin 'Innere Stadt'a ayrıca '1. bölge' denir. Adres ve posta kodlarında da bu bölge numaraları bulunur.
Viyana 1850 yılına kadar bugün 1. Bölge'nin büyük bir bölümünü oluşturan tarihi kentten oluşuyordu. İmparator Franz Joseph döneminde ilk büyük kent genişletilmesi yapıldı: Kentin yakın çevresindeki varoşlar, kentin bugünkü 9. bölgesine kadar olan ilçeleri oluşturacak şekilde kente dahil edildi. 1 Ocak 1892'de kent ikinci defa genişletildi ve toplam 19 bölgeye kavuştu. 1900 yılında 2. bölgenin kuzey kesimi 20. bölge haline geldi.
1904 yılında yapılan genişletmeyle Tuna'nın sol kıyısındaki Floridsdorf ve Kagran 21. bölge olarak birleştirildi. Bu kent sınırları 1938 yılına kadar sürdü. Nazi işgali altında Büyük Viyana'nın kurulmasıyla Viyana'nın kapladığı alan dört katına çıkartıldıysa da, bu karar 1946 yılında geri alındı. Ama 1954 yılında yürürlüğe giren bu karara göre bugün 22. ve 23. bölgeleri oluşturan kesimler kente bağlı kaldı. Kent sınırları 1954'ten bu yana değişmedi.
Birçok ilçede eski köylerin isimleri hâlen bugün "Grätzl" adı verilen kimi semtleri adlandırmak için kullanılmaktadır. Ancak birçok eski yerleşim bugün kaybolmuştur. Kentin sınırları belirlenirken büyük caddelerin ya da akarsuların sınır olarak kabul edilmesi sonucu kimi yerleşimler bölünmüştür.
İklim.
Viyana'nın iklimi batıdan okyanus etkisi ve doğudan karasal etkiler arasında bir geçiş iklimidir. Yazlar ılıktır ve ortalama sıcaklık 22 °C-26 °C'dir. Kışlar soğuk ve genellikle sıfırın altındadır. 60 günlük yaza karşı 70 gün kış ortalaması vardır. Aralık'tan Mart'a kadar kar yağışı görülür. Bütün yıl boyunca bol yağış alır ve ortalama yağış miktarı 620 mm'dir.
Demografi.
Diller.
Viyana Eyaleti'nin resmî dili Almancadır. Bununla birlikte yoğun olarak bulunan azınlıkların dilleri de kullanılmaktadır. Kimi park tabelaları Almanca, Boşnakça/Hırvatça/Sırpça ve Türkçe olmak üzere üç dilde düzenlenmektedir. Yine Viyana Eyaleti'nin hazırladığı bilgilendirme ve tanıtım broşürleri de bu üç dilde yayınlanmaktadır. Halk arasında kullanılan başlıca dil Güney Almancası'nın Viyana şivesidir.
Ekonomi.
Viyana Avrupa Birliği'ndeki en zengin şehirlerden biridir. Kişi başına düşen millî gelir yaklaşık olarak 47.200 Euro'dur. Bu sayı AB ortalamasının % 159 una denk gelmektedir ve bu rakam Avusturya ekonomisinin % 25.7 sine tekabül etmektedir. 2015 yılında hazırlanan ekonomik olarak en güçlü şehirler listesinde şehir 9. olmuştur.
1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ile birlikte Viyana Avrupa'nın Doğu Avrupa'ya açılan kapısı haline geldi. 300 tane uluslararası şirketin merkezleri Viyana ve çevresinde bulunuyor. Bunlar arasında Hewlett-Packard, Henkel, Baxalta ve Siemens gibi firmalar bulunmaktadır. Viyana'daki şirketler, şehrin Habsburg İmparatorluğu'nun merkezi olarak tarihi rolü nedeniyle Doğu Avrupa ile iş yapma konusunda geniş bağlantılara ve yetkinliğe sahiptir. Viyana'daki uluslararası şirketlerin sayısı hâlâ artıyor. 2014'te 159 2015'te 175 uluslararası firma Viyana'da ofisler kurdu.
2004'ten beri Viyana'da her yıl yaklaşık 8300 yeni şirket kuruluyor. Bu şirketlerin büyük çoğunluğu endüstri, iletişim teklonojileri ve medya hakkındadır. 2012'den beri şehir, Hofburg İmparatorluk Sarayı'nda gerçekleşen 2.500 uluslararası katılımcıyla Orta Avrupa'nın en büyük start-up etkinliği olan yıllık Öncüler Festivali'ne ev sahipliği yapıyor. Start-up sahnesi için çevrimiçi bir portal olan Tech Cocktail, Viyana'yı dünya çapındaki ilk on start-up şehri arasında altıncı sırada yer aldı.
Turizm ve Konferanslar.
2019 yılında Viyana'da toplam 17.6 milyon kişi bir gece konakladı (2018'e göre %6.8 artış). 2019'daki en büyük ilk 10 pazar ise Almanya, Avusturya, Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, Birleşik Krallık, İspanya, Çin, Fransa, Rusya ve İsviçre'dir.
2019'da Viyana Uluslararası Kongre Birliği dernek toplantıları için Viyana'yı 6. sıraya koydu. Uluslararası Dernekler Birliği 2019 yılında Viyana'yı 306 uluslararası toplantı ile Singapur, Brüksel, Seul ve Paris'in ardından 5. sıraya koymuştur. Şehrin en büyük konferans salonu Austria Center Vienna'dır. 22.800 kişilik kapasiteye sahiptir ve Viyana'daki Birleşmiş Milletler Genel Merkezi'nin yanında yer almaktadır. Diğer merkezler ise Messe Wien Sergi ve Kongre Merkezi (3.000 kişiye kadar kapasite) ve Hofburg İmparatorluk Sarayı'dır (4.900 kişi).
Turistik mekânları.
Kafeler ve ziyaret edilebilecek mekânlar.
Viyana, müzelerinin ve operalarının yanı sıra kahve kültürü ve lezzetli kekleri ile ünlüdür.
Pazarlar.
Viyana Alışveriş16, Brunnungasse U6 Josefstädter Strasse
Pazartesi-Cuma:06.00-17.00 Cumartesi:07.00-14.00
Özellikle Balkan/Türk ürünlerini kolaylıkla bulabileceğiniz bir alışveriş merkezi.
4, Linke und Rechte Wienzeile U1, U2, U4 Karlplatz. Pazartesi-Cumartesi: 06.00-17.00. Viyana'nın taze meyve ve sebze bulabileceğiniz çok ünlü marketlerinden biri. Bu pazar özellikle Cumartesi günleri çok kalabalık oluyor. Burada ayrıca birçok lokanta ve café ve Çinli ve Hint mağazalar bulabilirsiniz.
Giyim mağazaları.
1, Kaerntner Strasse 19 Tel: 523 1756 U1, u3 Stephansplatz.
Pazartesi-Cuma: 09.30-19.00 Cumartesi:09.30-17.00
Birkaç kattan oluşan mağazada DKNY'den Ralph Lauren'e kadar birçok farklı markaya rastlayabilirsiniz. Ayrıca içeride bir İtalyan restoranı, internet kafe ve kitapçı dükkânı bulunuyor.
7,Mariahilfer Strare 38-40 Tel:52 180-0 U3 Neubaugasse
Pazartesi-Cuma: 9.30-19.00 Cumartesi:9.00-17.00
Beş katlı mağazada sushi bar ve bir teras cafe de hizmet veriyor.
Altyapı.
Viyana Belediyesi Yöneticisi, neredeyse Viyana Belediye Ofisi gibi şehrin teknik ve sosyal altyapısının büyük bir kısmından sorumludur.
Konusunda uzmanlaşmış 60'tan fazla belediye dairesi, 19 belediye bölge ofisi ile birlikte Viyana Şehir Anayasası'nın 71. maddesine göre (Krankenanstaltenverbund, Wiener Wohnen, Wien Kanal) şirketlerini ve şehrin dış kaynaklı veya en başından beri özel şirketlerini (Wiener Stadtwerke Holding AG, Museen der Stadt Wien, Wien Holding GmbH) ve federal başkentte kamu yaşamının önemli alanlarını (Anaokulları, okullar, parklar, halka açık orman alanları, çöp toplama vb.) yönetir.
Altyapı projelerini finanse etmek için 1998'de, Avrupa'daki büyük belediyelerde yaygın olduğu gibi Viyana metrosu ve 2002 yılında, 21. ve 22. bölgelerdeki Viyana kanalizasyon sistemi sınır ötesi bir kiralama sözleşmesi kapsamında satıldı ve o zamandan beri 35 yıllığına geri kiralandı. Viyana şehrinin Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bir vergi teşvikinden yararlanması gerekiyordu, ancak bu vergi kaçağı birkaç yıl önce kapatıldı ve yatırımcının herhangi bir kazanç kaybı şehir tarafından karşılanmak zorundadır. Bu yasa, 17 Eylül 2003 tarihinden önce akdedilmiş sözleşmelerin geçerli kalmasını şart koşsa da, bu Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) düzenlemelerini ihlal etmekte ve AB direnişiyle de karşılaşmaktadır, bu yüzden bu kuralın değiştirilmesi gerekmektedir. Bu arada, sınır ötesi sözleşmeler Viyana belediyesi tarafından iptal edildi.
Viyana Belediyesi yöneticisi (inşaat zabıtası, demiryolu hukuku, su kanunu, vb.); inşaat zabıtalığında eyalet hükûmeti ile, demiryolu kanununda Ulaştırma Bakanlığı ile, su kanununda ikinci derece olarak Çevre Bakanlığı ile şehrin teknik güvenliğinden sorumludur.
Ulaşım.
Viyana'nın uluslararası Schwechat Havaalanı şehir merkezinden 20 km uzaklıktadır. Şehir merkezine her 30 dakikada bir (05.00-23.45) kalkan Post Bus otobüsleri veya S-Bahn treniyle ulaşılabilir. Ayrıca her 30 dakikada bir (06.06-23.36) sefer yapan ekspres CAT(City Airport Train) treni ile Landstrasse - Wien Mitte tren istasyonuna ulaşabilirsiniz. Bu istasyondan ana güzergâh (Stammstrecke) üzerinde işleyen tüm banliyö trenlerine ile bölgesel bazı trenlere, U3 ve U4 metro hatlarına ve O tramvay hattına aktarma imkânı bulunmaktadır.
Şehiriçi ulaşımda raylı sistemler yoğun olarak kullanılmaktadır. Kentte U simgesi ile gösterilen 5 metro hattı, belediye ve özel olmak üzere 100 e yakın otobüs hattı, 29 tramvay hattı ve Banliyö trenleri (S-Bahn) ile işletilmektedir. Cuma ve Cumartesi geceleri metro hatları 24 saat hizmet vermektedir, bunun dışında haftanın tüm günleri gece seferleri yapan Night Line otobüsleri ve belli noktalar arasında hizmet veren gece dolmuşları (ASTAX) bulunmaktadır.
Kent içi toplu taşımada farklı özellikleri bulunan biletler kullanılmaktadır. Biletleri Tabak-Trafik dükkanlarından, metro ve banliyölerde istasyon girişlerinde bulunan otomatlardan, tek binişlik kartları tramvaylarda araç içerisinde bulunan otomatlardan satın alabilirsiniz. Tek binişlik ya da saatle sınırlanmış biletleri metro ve banliyö istasyon girişlerinde bulunan, tramvay ve otobüslerde ise araç içinde bulunan validatörler aracılığı ile damgalatmak zorunludur, damgalanmayan biletlere biletsiz yolcu muamelesi yapılır. Viyana'da toplu taşıma araçlarında turnike sistemi yoktur, bilet kontrolü sivil kontrolörler aracılığı ile yapılmaktadır.
Havaalanı.
"Viyana Havalimanı", Viyana merkezinin 16 km güneydoğusunda bir belediye olan Aşağı Avusturya Schwechat'dadır. Austrian Airlines, Eurowings Europe ve EasyJet Europe ana üssü ve merkezi ve Avusturya'nın doğu bölgesindeki en büyük işverendir. 2017 mali yılında, 74 havayolu dünya çapında 70 ülkede 195 varış noktasına bağlandı. Yeni bir yolcu rekoru kırıldı. 17.844.391 milyonu iç hat yolcusu (+%4,5) ve 6.442.112 milyonu transfer yolcusu (+%4,4) olmak üzere toplam 24.392.805 milyon yolcu (+%4,5), 224.568 uçuş (- %0,8) ile seyahat etti.
Türk Hava Yolları her gün karşılıklı 3 sefer ile Viyana'ya ulaşım imkânı sunmaktadır.
Politika.
1918'den beri her zaman SPÖ en çok oy alan partidir. SPÖ, Yeşiller ve Liberal Forum'un seçim sonuçları her zaman ortalamanın üstünde ve ÖVP'nin sonuçları ortalamanın altında.
Viyana Eyalet Parlamentosundaki partiler.
1: Nisan 2005'ten seçimine kadar BZÖ 7, FPÖ 14 koltuğa sahip
Kardeş şehirler.
Viyana'nın 13 tane kardeş şehri bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7694",
"len_data": 16819,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Merkür sözcüğü birden fazla maddeye karşılık gelmektedir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7700",
"len_data": 58,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 2.57
}
|
Paraguay Cumhuriyeti, Güney Amerika'da bir ülkedir. Denize kıyısı olmayan bir ülke, güneyi ile güneybatısında Arjantin, kuzeyi ile kuzeydoğusunda Brezilya, kuzeybatısında ise Bolivya ile çevrelenmiştir.
Etimoloji.
Paraguay adı, Guarani dilindeki "para" (bu yaka) ile "guay" (ırmak) sözcüklerinin birleşiminden gelir. Her ne kadar Guarani'ler "Paraguay" adını, bugünkü başkent Asuncion için kullanmışlarsa da, bölgeyi ele geçiren İspanyollar, bu adı bütün bölgeyi tanımlamak için kullanmışlardır.
Tarih.
Yaklaşık 300 yıl boyunca İspanyol İmparatorluğu'nun bir parçası olan ülke, 19. yüzyılın başlarında Bask kökenli soylu bir İspanyol aileden gelen Simón Bolívar'ın başlattığı devrim hareketi ile 1811 yılında bağımsızlığına kavuştu.
1862'de Carlos Antonio Lopez'in ölümü üzerine iktidara gelen oğlu Francisco Solano López, Güney Amerika halklarının makus bir talihi olsa gerek, ordunun da desteği ile ülkede tam bir diktatörlük kurdu.
Paraguay, 1864 yılında "Üçlü İttifak Savaşı" olarak adlandırılan Brezilya, Arjantin ve Uruguay koalisyonuyla çok kanlı ve uzun bir süre devam edecek olan bir savaşa girdi. Savaş diktatör López'in öldürülmesi ile 1870 yılında sona erdiğinde Paraguay'ın toprak ve insan kaybı sayıları inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Yapılan barış antlaşması ile ülkenin yaklaşık 170.000 kilometre karelik arazisi Brezilya ve Arjantin arasında paylaştırıldı. Ayrıca Paraguay devleti bu ülkelere yüklü bir savaş tazminatı ödemek zorunda kalıyordu. Savaş sonrası duruma bakıldığında ülke; tam bir yıkıma uğramış, ekonomi çökmüş, muntazam durumdaki demografik yapı altüst olmuş ve ayrıca savaş sırasında ülke nüfusunun yaklaşık yarısı ve yetişkin erkek nüfusunun % 90'ı (yaklaşık 28.000 erkek kalmıştır) ölmüştür. Yukarıda sözünü ettiğimiz durum kadın/erkek oranında büyük bir dengesizlik ortaya çıkardı. Bunun üzerine muazzam derecedeki nüfus kaybının telafisi amacıyla Kilise, bir erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesinin yolunu açan bir karar aldı.
1932 yılında, sınır anlaşmazlıkları yaşadığı kuzey komşusu Bolivya ile olan gerginlik sıcak bir çatışmaya dönüştü. Chaco Savaşı olarak tarihe geçecek olan bu savaş üç yıl sürdü ve 1935'te Paraguay ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandığında, Paraguay ihtilaflı arazinin %75'ini ele geçirdi.
Coğrafya.
Paraguay, Güney Amerika'da yer almakta ve güney ve batıda Arjantin, kuzeybatıda Bolivya ve kuzeydoğuda Brezilya tarafından sınırlanan karayla çevrili bir ülkedir. Arazi nispeten düzdür, batıda Chaco bozkır bölgesi (bölge alanının 2/3'ü), karasal iklim kuru, nüfus seyrek, otlaklarda hayvancılık bölgedeki ana faaliyettir; Doğu bölgeleri, Paraguay ve Paraná nehir havzalarının ovalarını içerir. Paraguay Nehri ve Alto Paraná Nehri, ülkedeki ana su yollarıdır.
Paraguay Nehri, ülkeyi Doğu Paraguay olarak bilinen ve Paraná bölgesi olarak bilinen doğu kısmına böler; resmi olarak Batı Paraguay olarak bilinen ve yaygın olarak Chaco olarak bilinen batı bölgesi. Paraguay'ın arazisi, doğu ve batıda çoğunlukla bataklıklar ve alçak ovalar olmak üzere çayırlar ve ormanlık tepelerden oluşur. Paraguay, rakıma bağlı olarak subtropikal ila ılıman bir iklime sahiptir, doğu kısmı yoğun yağış alır ve en batı kısmı yarı kurak bir iklime sahiptir.
Siyaset.
Paraguay'ın Senato (45 vekil) ve Temsilciler Meclisi'nden (80 vekil) oluşan çift meclisli parlamentosu vardır. Vekiller beş yıllığına seçilir.
Ekonomi.
Paraguay, İnsani Gelişme Endeksi 0,755 olan gelişmekte olan bir ülkedir. 2016 yılında kişi başına düşen GSYİH 4.102 ABD Doları ile Güney Amerika'da en düşük ikinci sırada yer aldı. Yaklaşık 2,2 milyon kişi veya nüfusun %35'i yoksulluk içinde yaşıyor ve yaklaşık 1 milyon kişi veya nüfusun %18'i günde 2 ABD dolarının altında bir gelirle yaşıyor. Bununla birlikte, Asunción üst üste beş yıl içinde yaşamak için en ucuz şehir olarak yer aldı. 2016 itibarıyla, Paraguay'ın GSYİH'sı 27.323 $'a ulaştı ve dünyada 102. sırada ve Latin Amerika'da 16. sırada yer aldı.
Paraguay, binlerce küçük işletme ile komşu ülkelerle tüketim mallarının yeniden ihracatı ve ithalatı ile karakterize edilen kayıt dışı sektörlerle ayrı bir pazar ekonomisine sahiptir. Paraguay'ın en büyük ekonomik faaliyeti tarım, çiftçilik ve hayvancılığa dayanmaktadır. Paraguay kara tahta ihracatında dünyada üçüncü sırada yer alıyor ve sığır eti ihracat endüstrisi ülkenin büyüklüğüne göre oldukça gelişmiş durumda.
Paraguay, yabancı toprak sahiplerine izin verir ve alanı sınırlamaz. Sadece Brezilyalılar, Arjantinliler ve Bolivyalılar sınırda toprak sahibi olamazlar. Paraguay ekonomisinde alçak arazilere sahip yabancıların oldukça yaygın olduğu doğrudur. Nüfusun büyük bir bölümü geçimini tarımsal faaliyetlerden sağlamaktadır. Siyasi istikrarsızlık, yolsuzluk ve yavaş reformun neden olduğu zorluklara rağmen Paraguay, Mercosur Serbest Ticaret Bloğu'nun bir üyesi ve onun kurucu üyesidir.
Paraguay'ın ekonomik potansiyeli iç kesimlerdeki coğrafi konumu ile sınırlıdır, ancak ülke Paraná Nehri üzerinden Atlantik Okyanusu'na bağlanabilir. Yerel coğrafyası nedeniyle Paraguay ekonomisi, ana ticaret ortakları olan Brezilya ve Arjantin'e büyük ölçüde bağımlıdır. GSYİH'nın yaklaşık %38'i ticaretten ve Brezilya ve Arjantin'e yapılan ihracattan geliyor. Bir dizi anlaşma ile Paraguay'a ihracat gönderileri için Arjantin, Uruguay ve Brezilya limanlarına, en önemlisi Brezilya'nın Paranaguá limanına ücretsiz erişim hakkı verildi.
Sosyal.
Demografi.
Paraguay İstatistik, Soruşturma ve Hesaplama Departmanı (DGEEC) tarafından nüfus sayımlarında ırk veya etnisite kavramı olmadan, yerliler hakkında bilgi sahibi olunmasına rağmen, Paraguay nüfusunun etnik bileşimi hakkında resmi bir veri yoktur. 2002 nüfus sayımına göre, yerli halklar Paraguay'ın toplam nüfusunun %1,7'sini oluşturuyordu. Geleneksel olarak, Paraguay nüfusu, Guaraní kadınları ile İspanyol yerleşimci erkekler arasında Batı yönetimi altında doğan çok sayıda çocuk nedeniyle "mestizo" (yani karma veya melez) olarak kabul edilir. İspanya ülkeye hakimdir. Paraguay Eğitim ve Kültür Bakanı, ülkesinin nüfusuna şu şekilde atıfta bulunur: "Hakim soy, nüfusun çoğunluğu için tipik olan, çoğu İspanyolların, Almanların, İtalyanların (çoğunluğa katkıda bulunan etnik kökenler) torunları için tipik olan Avrupa'dır. (geleneksel Paraguay halkı nedeniyle) en az yerli özelliklere sahip Latin Amerika ülkelerinden biridir -yarı İspanyol-Guaraní- 1870 yılında Müttefikler tarafından yok edildi ve bu da yeniden nüfusa yol açtı.
CIA World Factbook'a göre, Paraguay'ın 6.669.086 kişilik bir nüfusu var, %95'i mestizos ve %5'i "diğer" veya kabile gruplarının üyeleri olarak kabul ediliyor. 12 farklı etno-linguistik gruba ayrılırlar. Nüfusun %90'ı tarafından anlaşılan Guaraní dili aracılığıyla Paraguay'da Guaraní kültürünün izlerinin hâlâ var olduğunu belirtmekte fayda var.
Tüm Paraguaylıların yaklaşık %70'i İspanyolca konuşur. Guaraní ve İspanyolca ülkenin resmi dilleridir. İtalyanlar, Almanlar, Ruslar, Japonlar, Koreliler, Çinliler, Araplar, Ukraynalılar, Brezilyalılar ve Arjantinlilerden oluşan küçük gruplar da Paraguay'a yerleştiler ve aynı zamanda özelliklerini korudular. Onlar en büyük topluluktur. Bir tahmine göre 400.000 Brezilyalı Paraguay'da yaşıyor. Bunların çoğu Brezilyalı Alman, İtalyan ve Polonyalı göçmenlerin soyundan geliyor. Nüfusun %1'ini temsil eden Afrika kökenli 63.000 Paraguaylı olduğuna dair bir tahmin var. Paraguay'daki Chaco'da yaklaşık 10.000 Almanca konuşan Menno Hristiyan yaşıyor.
Paraguay'da nüfus dağılımı düzensizdir. Paraguaylıların yaklaşık %56'sı kentsel alanlarda yaşıyor. Nüfusun çoğu, başkent Asunción yakınlarındaki doğu bölgesinde yaşıyor ve şehir, ülke nüfusunun %10'unu oluşturuyor. Alto Paraguay, Boqueró ve Presindente Hayes eyaletlerinden oluşan Gran Chaco bölgesi, bölgenin %60'ını, ancak nüfusun sadece % 2'sini oluşturuyor.
Din.
Hristiyanlık, özellikle Roma Katolikliği, Paraguay'da baskın dindir. 2002 nüfus sayımına göre, nüfusun %89,9'u Roma Katoliği, %6,2'si Protestan, %1,1'i diğer Hristiyan mezhepleri olarak tanımlanmış ve %0,6'sı ise yerli dini idi. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Din Özgürlüğüne ilişkin bir raporu; Roma Katolikliği, Protestanlık, Yahudilik, Ortodoksluk, Mormonluk ve Bahailik önde gelen dini gruplardır. Ayrıca Alto Paraná'da büyük bir Müslüman topluluktan ve Boquerón'da önde gelen bir Mennonit topluluğundan bahseder.
Sosyal Sorunlar.
Birkaç farklı tahmin, Paraguay nüfusunun %30-50'sinin yoksul olduğunu gösteriyor. Kırsal kesimde nüfusun %41,2'si temel yemeklerini temin edecek gelirden yoksunken, kentsel kesimde bu oran %27,6'dır. En zengin %10, milli gelirin %43,8'ini oluştururken, en yoksul %10'u ise sadece %0,5'ini oluşturuyor. Ekonomik gerileme, özellikle kırsal alanlarda gelir eşitsizliğini daha da kötüleştirdi. Aynı şekilde, Paraguay kırsalındaki arazi konsantrasyonu dünyadaki en yüksek oranlardan biridir: Nüfusun %10'u toplam arazinin %66'sını kontrol ederken, kırsal nüfusun %30'unun verimli arazisi yoktur. Bu eşitsizlik, topraksızlarla toprak sahipleri arasındaki çatışmaların nedenidir.
Eğitim.
Halk eğitimi ücretsizdir, ancak öğrencilerin kendi üniformalarını satın almaları ve öğretim ekipmanı için ödeme yapmaları gerekir. Resmi eğitim dili İspanyolcadır.
Paraguay'da okuma yazma oranı %91'dir. İlköğretim ücretsiz olup zorunludur ve 9 yıl sürer. Ortaokul kalan üç yıl boyunca devam eder. Paraguay'da 1889'da kurulan Ulusal Asunción Üniversitesi gibi birkaç üniversite var. İlk mezuniyet oranı 2005'te %88'di. 2000'lerin başında eğitim ücretleri GSYİH'nın %4,3'ünü oluşturuyordu.
Kültür.
Ülkenin kültürü nispeten karışıktır, yerli halklar ülkenin gururudur.
Paraguay nüfusu, Amerika Yerlileri, Métisler, Avrupalılar ve Asyalılar gibi birçok etnik gruptan oluşmaktadır. Guarani resmi dil olmasına rağmen ana dil İspanyolcadır. Paraguay farklı kültürler nedeniyle sanat, mutfak, edebiyat ve müzik gibi alanlarda büyük bir çeşitliliğe sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7702",
"len_data": 9833,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.63
}
|
İşçi sendikası, çalışanların sosyal, ekonomik hak ve çıkarlarını korumak, sorunlarını çözme amacı ile kurulmuş ekonomik öğeler taşıyan, devlet, siyasi parti ve iktidar örgütlenmelerinden bağımsız örgütlerdir.
Sendikalar sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan çalışanlarla işverenler arasındaki güç eşitsizliğini ortadan kaldırmak için oluşturulmaya başlamıştır. Sendikal yapılanma öncesi iş koşullarına itiraz, yardımlaşma dernekleri ve meslek sandıkları aracılığıyla olmuştur. Bugünkü anlamda sendikal örgütlenme ise önceleri belirli niteliğe sahip çalışanların oluşturduğu ve meslek sendikaları olarak tanımlanan bir yapıdan, niteliksiz işçilerin de yer aldığı genel sendikalara doğru bir evrim geçirmiştir.
Sendikal yapı, iş yeri temsilcilikleri temelinde şekillenmektedir. Şube ya da bölge merkezleri çatısı altında birleşen bu birimler en üstte Genel Merkez çatısı altında toplanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7703",
"len_data": 890,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.82
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.