text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Avrupa Birliği'nin genişlemesi, Avrupa Birliği'nin yeni üye devletleri kabul etme sürecidir. Bu süreç ilke defa altı ülkenin Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu adı altında 1952'de başladı. Genişleme sürecinde AB, 2007'de Bulgaristan ve Romanya'nın da katılımı ile 27 ülkeye çıktı. 1 Temmuz 2013'te Hırvatistan birliğin 28. üyesi olmuştur. 2020'de Birleşik Krallık'ın birlikten ayrılmasıyla üye sayısı tekrar 27'ye düşmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5965", "len_data": 421, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.47 }
Ribonükleik asid (RNA), bir nükleik asittir, nükleotitlerden oluşan bir polimerdir. Her nükleotit bir azotlu baz, bir riboz şeker ve bir fosfattan oluşur. RNA pek çok önemli biyolojik rol oynar, DNA'da taşınan genetik bilginin proteine çevirisi (translasyon) ile ilişkili çeşitli süreçlerde de yer alır. RNA tiplerinden olan mesajcı RNA, DNA'daki bilgiyi protein sentez yeri olan ribozomlara taşır, ribozomal RNA ribozomun en önemli kısımlarını oluşturur, taşıyıcı RNA ise protein sentezinde kullanılmak üzere kullanılacak aminoasitlerin taşınmasında gereklidir. Ayrıca çeşitli RNA tipleri genlerin ne derece aktif olduğunu düzenlemeye yarar. RNA, DNA'ya çok benzer olmakla beraber bazı yapısal ayrıntılarında farklılık gösterir. Hücre içinde RNA genelde tek zincirli, DNA ise genelde çift zincirlidir. RNA nükleotitleri riboz içerirler, DNA ise deoksiriboz (bir oksijen atomu eksik olan bir riboz türü) vardır. DNA'da bulunan timin bazı yerine RNA'da urasil vardır ve genelde RNA'daki bazlar ayrıca kimyasal modifikasyona uğrar. RNA, RNA polimeraz enziminin DNA'yı okuması (transkripsiyonu) ile sentezlenir ve ardından başka enzimler tarafından işlenerek değişime uğrar. Bu RNA işleyici enzimlerin bazıları kendi RNA'larını içerirler. Yapısı. RNA'daki her nükleotit bir riboz şekeri içerir, bunun karbonları 1' ila 5' olarak numaralandırılır. 1' konumuna bir baz bağlıdır, genelde adenin (A), sitozin (C), guanin (G) veya urasil (U). İki riboz arasında bir fosfat grubu vardır, bu fosfat bir ribozun 3' konumuna, öbür ribozun ise 5' konumuna bağlıdır. Fizyolojik pH'de fosfat grubu negatif bir yük taşıdığı için RNA yüklü bir moleküldür (polianyon). Bazı bazlar arasında hidrojen bağları oluşabilir: sitozin ve guanin, adenin ve urasil ve bazen guanin ve urasil arasında bu tür bağlar oluşur. Ancak, RNA zinciri çeşitli şekiller alabildiği için bunlardan başka baz-baz etkileşimleri de mümkündür, örneğin bir grup adenin birbiriyle bağlanarak RNA zincirinde bir tümsek oluşturabilir, veya GNRA dörtlüsü'nde bir guanin-adenin etkileşimi olur. RNA'yı DNA'dan farklı kılan önemli bir fark, riboz şekerin 2' konumundaki hidroksil grubudur. Bu fonksiyonel grubun varlığı c3'-endo şeker konformasyonunu zorunlu kılar, buna karşın DNA'nın deoksiriboz şekerinin C2'-endo konformasyonu vardır. Bunun sonucu olarak RNA'nın çifte sarmallı kısımları, DNA'da yaygın olarak görülen B şekilli sarmaldan farklı olarak A-şekilli olur. A-şekilli sarmalın büyük oyuğu B şekilli sarmala kıyasla daha derin ve dardır, küçük oyuğu ise sığ ve geniştir. 2' hidroksil grubunun ikinci bir etkisi ise, RNA'nın esnek olan bölgelerinde (yani çift sarmal oluşturmamış kısımlarında) bu hidroksil grubunun yanındaki fosfodiester bağa saldırıp şeker-fosfat zincirin kesilmesine neden olabilmesidir. RNA transkripsiyonu sırasında sadece dört baz kullanılır (adenin, sitozin, guanin ve urasil) ama ergin RNA'larda pek çok değişime uğramış şeker ve baz vardır. Psödouridin (Ψ) adlı nükleozitte urasil ile riboz arasındaki bağ, bir C-N bağından C-C bağına değişmiştir. Psödouridin ve ribotimidin (T) beraberce çeşitli RNA'larda görülür, özellikle tRNA'ların TΨC ilmiğinde. Değişime uğramış bazlardan bir diğeri olan hipoksantin, deamine olmuş bir guanin bazıdır, nükleozit hali inosin olarak adlandırılır. Genetik kodun değişkenliğinin açıklanmasında inosin anahtar bir rol oynar. Değişime uğramış 100'e yakın nükleozit bilinmektedir, bunların arasında psödouridin ve 2'-O-metilribozlu nükleozitler en yaygın olanlarıdır. Bu modifikasyonların çoğunun işlevi bilinmemektedir. Ancak ribozomal RNA'da çoğu transkripsiyon sonrası modifikasyon, ribozomun en işlevsel bölgelerinde, örneğin peptidil transferaz merkezinde ve altbirim arayüzlerinde yer alması kayda değerdir, bu nedenle bu modifikasyonların normal fonksiyon için gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Tek iplikli bir RNA'nın işlevsel şekli, tıpkı proteinlerde olduğu gibi, çoğu zaman belli bir üçüncül yapı gerektirir. Bu yapının iskeleti, molekülün içindeki bazlar arasındaki hidrojen bağlarıyla ortaya çıkar. Bu şekilde firkete yapısı, tümsek ve ilmik gibi belli ikincil yapı elemanlarından oluşan bölgeler ortaya çıkar. Bir RNA dizisinin nasıl bir üç boyutlu şekil alacağının tahmini hâlen aktif bir araştırma konusudur. DNA ile kıyaslama. RNA ve DNA, üç ana özellikleriyle birbirlerinden farklılık gösterirler. Birincisi, DNA çift iplikli olmasına karşın, çoğu biyolojik fonksiyonunda RNA tek ipliklidir ve DNA'dan çok daha kısadır. İkincisi, DNA'yı oluşturan şeker molekülleri deoksiriboz, RNA'yı oluşturanlar ise ribozdur, yani DNA'da pentoz halkasının 2' konumunda bir hidroksil grubu yoktur, RNA'da ise pentoz halkasının iki hidroksil grubu vardır. RNA'da fazladan bulunan hidroksil grupları, hidroliz nedeniyle DNA'dan daha az dayanıklı olmasına neden olur. Üçüncüsü, adenin bazını tümleyen baz DNA'daki gibi timin değil, urasildir. RNA genelde tek iplikli olmasına rağmen, çoğu RNA molekülü katlanarak baz eşleşmesi ile çift sarmallı bölgeler oluşturur. DNA'dan farklı olarak RNA'lar uzun çift iplikli sarmallar değil, birbirine sıkıca sokulmuş kısa sarmallardan oluşur. Bu baz eşleşmeleri RNA molekülüne belli bir şekil verir ve bazların fonksiyonel gruplarının bir araya gelmesi sonucu reaktif özelliğe sahip olan yapılar ortaya çıkar. Bu sayede RNA, bir enzim gibi, kimyasal katalizör olarak işlev görebilir. Örneğin, peptit bağını oluşturan bir enzim olan ribozimin aktif merkezi tamamen RNA'dan oluşmaktadır. Sentez. RNA sentezi genelde DNA'yı bir şablon olarak kullanarak, RNA polimeraz enzimi tarafından katalizlenir. Sentezin başlaması DNA üzerinde, RNA'ya yazılacak bölgenin hemen "yukarı" tarafındaki bir diziye enzimin bağlanması ile olur. DNA çifte sarmalı, RNA polimerazın helikaz aktivitesi ile açılır. Sonra, enzim DNA'nın şablon ipliği üzerinde 3'- 5' doğrultusunda ilerler ve bunun dizisini tümleyici bir diziye sahip bir RNA zincirini 5'-3' doğrultusunda sentezler. DNA üzerinde bulunan belli bir dizi, RNA sentezinin nerede sona ereceğini belirler. Yukarıda anlatılan DNA'ya bağımlı RNA polimerazdan farklı olarak bir de RNA'ya bağımlı RNA polimerazlar vardır, bunlar yeni bir RNA zincirini sentezlemek için şablon olarak bir RNA zinciri kullanırlar. Örneğin, bir grup RNA virüsleri (çiçek virüsü gibi) bu enzimi kullanarak genetik malzemelerini çoğaltırlar. Ayrıca, RNA'ya bağımlı RNA polimeraz çoğu canlıda RNA enterferans yolunda görev alır. RNA Tipleri. Genel bakış. Mesajcı RNA (mRNA) DNA'daki bilgiyi protein sentezi (translasyon) için ribozomlara taşıyan RNA'dır. mRNA'daki kodlayıcı nükleotit dizisi ondan üretilen proteinin amino asit dizisini belirler. RNA genleri proteine çevrilmeyen, RNA kodlayan genlerdir, bunlar kodlamayan RNA veya küçük RNA olarak adlandırılır. Kodlamayan RNA'lar intronlardan da ortaya çıkabilir. Kodlamayan RNA'ların en belirgin örnekleri taşıyıcı RNA (tRNA) ve ribozomal RNA (rRNA)'dır, bunların ikisi de translasyon sürecinde rol oynarlar. Gen düzenlemesi, RNA işlenmesi ve başka işleveleri olan RNA'lar da vardır. Bazı RNA'lar, başka RNA'ların kesilmesi ve birleştirilmesi (ligasyon) ve ribozomda peptit bağı oluşumu gibi kimyasal tepkimeleri katalizleme yeteneğine sahiptir; bu tip RNA'lar "ribozim" olarak adlandırılırlar. Çift iplikli RNA (İng. "double stranded RNA"'nın kısaltması olan dsRNA olarak değinilir), birbirini tümleyici iki iplikten oluşmuş RNA'dır, bu bakımdan şekli DNA'ya benzer. Çift iplikli RNA, bazı virüslerin (çift iplikli virüslerin) genetik malzemesini oluşturur. Ökaryotlarda, virüs RNA'sına benzeyen uzun çift iplikli RNA'lar RNA enterferansını harekete geçirir. RNA enterferansında, siRNA (İng. "small interfering RNA", kısa enterferansçı RNA) olarak adlandırılan kısa çift iplikli RNA'lar gen ifadesini susturur. Translasyonda. Mesajcı RNA (mRNA) bir proteinin amino asit dizisi hakkında bilgiyi protein sentez yeri olan ribozomlara taşır. Bu bilgi, her üç nükleotit (bir kodon) bir amino asite karşılık gelecek şekilde şifrelenmiştir. Ökaryotlarda bir öncül (prekürsör) mRNA (pre-mRNA) DNA'dan yazıldıktan sonra ergin mRNA'ya dönüştürülür. Bu işlem sırasında pre-mRNA'nın protein kodlamayan kısımları (intronlar) çıkartılır, ayrıca mRNA'nın iki ucuna, onu nükleazlardan koruyucu eklemeler yapılır. Bunun ardından mRNA çekirdekten sitoplazmaya taşınır, orada ribozomlara bağlanır ve tRNA'nın yardımıyla çevirisi (translasyonu) yapılır. Prokaryotlarda, çekirdek olmadığından, RNA'nın transkripsiyonu sürerken ribozomlar tarafından çevirisi başlar. Bir süre sonra mesajcı RNA ribonükleazlar tarafından parçalanır. Taşıyıcı RNA (tRNA) yaklaşık 80 nükleotit uzunluğunda bir RNA zinciri olup, ribozomun protein sentez konumunda büyümekte olan polipeptide spesifik aminoasitler taşır. Yapısında, mRNA'daki kodonları tanımak için onlarla hidrojen bağı kuran bir antikodon bölgesi ve amino asidin ona bağlanması için gerekli bölgeler vardır. Ribozomal RNA (rRNA) ribozomların katalitik kısmıdır. Ökaryotik ribozomlar dört RNA içerirler: 18S, 5.8S, 28S ve 5S rRNA. Bu rRNA'lardan üçü çekirdekçikte sentezlenir. Sitoplazmada ribozomal RNA ve proteinler bir araya gelip ribozomu oluştururlar. Ribozom mRNA'ya bağlanır ve protein sentezini gerçekleştirir. Bir mRNA'ya aynı andan birkaç yüz ribozom bağlanabilir. Tipik bir ökaryotik hücre sitoplazmasındaki RNA konsantrasyonu 10 mg/ml'dir, bunun %80 rRNA'dan oluşur. Gen düzenlemesinde. Bazı RNA tipleri genin belli bir kısmının dizisine tümleyici olarak gen ifadesinin aşağı ayarlayabilirler. Ökaryotlarda bulunan mikro RNA'lar (miRNA; 21-22 nt) RNA enterferans yoluyla etki eder. RNA enterferansında miRNA ve enzimlerden oluşan bir kompleks, miRNA'nın tümleyici olduğu bir mRNA'yı parçalayabilir veya mRNA'nın translasyonunu bloke edebilirler veya promotörün metilasyonuna neden olarak genelde geni aşağı ayarlarlar. Bazı miRNA'lar ise genleri yukarı ayarlarlar (RNA aktivasyonu). Küçük enterferansçı RNA (İng. "small ınterfering RNA", siRNA)'lar 20-25 nt uzunlukta olurlar, genelde viral RNA'nın parçalanmasından meydana gelmelerine karşın, bu RNA tiplerinin endojen kaynakları da mevcuttur. siRNA'lar, miRNA'ya benzer şekilde)RNA aktivasyonu da dahil olmak üzere) RNA enterferansı aracılığyla etki ederler. Hayvanlarda bulunan Piwi etkileşimli RNA'lar (İngilizce "Piwi-interacting RNAs", piRNA; 29-30 nt) eşey hücrelerinde etkindirler, transpozonlara karşı savunmaya yaradıkları ve gametogenezde rol oynadıkları düşünülmektedir. Dişi hayvanlarda görülen X kromozom inaktivasyonu, X kromozomlarından birini kaplayarak onu inaktive eden Xist adlı bir RNA tarafından meydana gelir. Ters anlamlı RNA bakterilerde yaygındır; çoğu genleri aşağı ayarlar ama bazıları da transkripsiyon aktivatörüdür. Bir mRNA'nın kendisi de 5 üssü çevrilmeyen bölgesinde veya 3 üssü çevrilmeyen bölgesinde riboanahtar gibi düzenleyici elemanlar içerebilir. Bu beri-düzenleyici unsurlar (İng. "cis-regulatory element") mRNA'nın etkinliğini düzenlerler. RNA işlenmesinde. Çoğu RNA başka RNA'ların modifikasyonunda rol oynar. Örneğin uçbirleştirmede, pre-mRNA'daki intronların çıkartılmasını sağlayan splisozom, küçük nükleer RNA (snRNA)'lar içerir. RNA'yı oluşturan nükleotitlerler A, C, G ve U'dan farklı bazlara değişime uğrayabilir. Ökaryotlarda RNA nükleotitlerinin modifikasyonu genelde çekirdekçik ve Cajal cisimlerinde bulunan küçük nükleolar RNA ("small nucleolar RNA", snoRNA; 60-300 nt) tarafından yönlendirilir. SnoRNA'lar enzimlerle birleşip onları RNA üzerindeki belli bir noktaya yönlendiriler, bunu sağlamak için RNA ile baz eşleşmesi yaparlar. Bu enzimler sonra o noktadaki nükleotit modifikasyonunu gerçekleştirler. rRNA ve tRNA bu şekilde büyük oranda değişime uğrarlar, ama snRNA ve mRNA'ların da bu yolla modifiye oldukları görülmüştür, RNA tipleri. Yukarıda belirtilenlere ilaveten, pek çok virüs genomu RNA'dan oluşur. Bunlar çift iplikli RNA virüsleri, pozitif anlamlı tek zincirli RNA virüsler, negatif anlamlı tek zincirli RNA virüsleri ve çoğu satelit virüslerdir. Keşif. Nükleik asitler 1868'de Friedrich Miescher tarafından keşfedilmiş, hücre çekirdeğinde ("nucleus"ta) yer aldığı için Miescher bu maddeye 'nüklein' adını vermişti. Daha sonradan nükleik asitlerin çekirdeksiz olan prokaryotlarda da olduğu bulunmuştu. RNA'nın protein sentezinde rol oynadığı 1939'ten itibaren, Torbjörn Caspersson, Jean Brachet ve Jack Schultz'un deney sonuçlarından dolayı, tahmin edilmekteydi. Gerard Marbaix ilk mesajcı RNA'yı (tavşan hemoglobinine ait olan) saflaştırmış ve onu yumurta hücrelerine enjekte edince bunun hemoglobin sentezini sağladığını göstermişti. Severo Ochoa RNA'nın nasıl sentezlendiğini keşfettikten sonra 1950 Nobel Tıp Ödülünü kazandı. Robert W. Holley bir maya RNA'sının ilk 77 nükleotidinin dizisini 1965'te çözmüş, bundan dolayı 1968 Nobel Tıp ödülünü kazanmıştır. Carl Woese ve diğerleri 1967'de RNA'nın katalitik olduğunu buldular en eski canlı tiplerinin bir "RNA Dünyası" içinde yaşadıklarını, RNA'yı hem genetik bilgi taşımak hem de biyokimyasal tepkimeleri katalizlemek için kullanmış olabileceğini öne sürdüler. 1976'da Walter Fiers ve arkadaşları ilk defa bir RNA virüs genomunun (bakteriyofaj MS2'nin) tüm nükleotit dizisini belirlediler. 1990 başlarında bitki hücrelerinin içine sokulan genlerin bunlara benzer endojen genleri susturduğu bulundu. Yaklaşık aynı dönemde, 22 nt uzunlukta (günümüzde mikroRNA olarak adlandırılan) RNA'ların "C. elegans" solucanının gelişimine etki ettiği keşfedildi. Gen düzenleyici RNA'ların keşfi üzerine, onkogenleri ve viral genleri susturabilecek RNA'dan oluşmuş ilaçlar geliştirmeye yönelik çabalar başladı. 2006 itibarıyla piyasada bu özellikli tek bir ilaç bulunmaktadır, bir sitomegalovirüs genini inhibe etmeye yarayan Vitravene (bir ters anlamlı RNA), ama RNA enterferans yoluyla genleri aşağı ayarlamak için siRNA kullanmaya yönelik ümit verici araştırmalar sürmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5966", "len_data": 13792, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.25 }
Tibet'te Yedi Yıl (İngilizce orijinal adı: "Seven Years in Tibet") gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak hazırlanmış, 1997 yılı yapımı ABD filmidir. Film, bir dağcının Tibet’te yedi yıl süren macerası boyunca yaşadıklarını ve geçirdiği değişimi konu ediniyor. Filmin gösterime girmesinin ardından Çin hükümeti başrol oyuncusu Brad Pitt'in Çin'e girmesini yasaklamıştır. Konu. Heinrich Harrer’in kendi yaşamını anlattığı kitaptan yola çıkılarak hazırlanan “Tibet’te Yedi Yıl”, insan kişiliğinin geçirebileceği değişimin bir örneğini sunar. 1939 sonbaharında, Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer ve arkadaşı Peter Aufschnaiter, Himalayalar'ın en yüksek tepelerinden birisi olan Nanga Parbat'a tırmanmak üzere yola koyulurlar. Ancak, elverişsiz hava şartları ve çığ tehlikesi onları engeller. Dağcılar kamp yerlerine dönerken, İngiliz askerleri tarafından yakalanıp bir esir kampına götürülürler. Başarısızlıkla sonuçlanan birçok kaçma girişiminin ardından, Harrer ve Peter en sonunda Hindistan'ın dağlarından geçip Tibet'e kaçmayı başarır. Zorluklarla göğüs göğüse mücadele ettikten sonra bu iki adam kutsal şehir Lhasa'ya varır. Lhasa halkı ilk önce Harrer ve arkadaşını yabancı oldukları için yadırgasa da kısa sürede onları aralarına kabul eder. Bu arada, Harrer, 11 yaşındaki dini lider 14. Dalai Lama Tenzin Gyatso'nun dikkatini çeker. Aralarında bir dostluk başlar ve Harrer, Dalai Lama'ya İngilizce ve coğrafya öğretip Batı'yı anlatır. Harrer, Tibet'te yedi yıl sürecek macerası sırasında büyük bir politik çalkalanmanın yanında genç Dalai Lama'nın arkadaşlığına ve ruhsal aydınlığına da şahit olur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5968", "len_data": 1600, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.58 }
Steven Allan Spielberg (d. 18 Aralık 1946, Cincinnati, Ohio), Amerikalı sinema yönetmeni, yapımcı ve senarist. Filmleri büyük gişe başarıları kazanmış, tüm zamanların en çok hasılat yapan yapımlarına imza atmıştır. Premiere dergisine göre Amerikan film endüstrisindeki en güçlü ve en etkili figürdür. Ayrıca Life dergisi yönetmeni, kendi jenerasyonundaki en etkili kişi olarak liste başı yapmıştır. 70'lerden 90'lara, üç önemli döneme damga vuran, uluslararası arenada popüler olup büyük gişe başarısı kazanan "Jaws", "E.T." ve "Jurassic Park" filmlerini yönetmiş, sinema endüstrisinin köşe başlarından birini tutan DreamWorks Pictures'ı kurmuştur. Filmlerinde birbirinden farklı temalar kullanmış, macera ve bilimkurgunun en başarılı örneklerine imza atmış, son yıllarda dramatik ögeler üzerine yoğunlaşmış, aile, savaş, ilişkiler ve terörizm konularında filmler çekmiştir. II. Dünya Savaşı konusu filmografisinde önemli bir yer tutmaktadır. Spielberg filmleri birçok kez Oscar'la ödüllendirilmiştir. Orijinal film müzikleri için çoğunlukla John Williams'ı tercih eden yönetmen, Tom Hanks, Harrison Ford ve Richard Dreyfuss gibi oyuncularla sık sık çalışmıştır. Hayatı. Spielberg 18 Aralık 1946'da Ohio, Cincinnati'de doğdu. Annesi Leah (née Posner, daha sonra Adler; 12 Ocak 1920 - 21 Şubat 2017), bir lokanta ve konser piyanisti, babası ise Arnold Spielberg (1917) elektronik–bilgisayar bilimcisidir. Ailesi, dinine sadık Aşkenazi Yahudileriydi. Spielberg'in baba ve büyükbabası 1900'lerde Cincinnati'ye yerleşen Rus İmparatorluğu Yahudileri’ydi. Elektrik mühendisi olan babası Arnold Spielberg’in işleri dolayısıyla çocukluğu Camden, New Jersey, Haddon Township, New Jersey, Phoenix, Arizona ve Saratoga, California gibi farklı şehirlerde geçen Spielberg’in izlediği ilk film, Cecil B. DeMille’in "The Greatest Show on Earth"’üydü. Küçük yaşlarda sinemaya duyduğu büyük ilgiyle hayaller kuran Spielberg, daha sonraları American Film Institute’e verdiği bir röportajda da belirttiği gibi, ilk filmini 12 yaşında yaptı. Filmin konusu kendi oyuncak trenlerini kullandığı bir tren kazasıydı. Henüz buluğ çağına gelmeden, arkadaşlarıyla birlikte 8mm’lik macera filmleri çeken Spielberg, filmlerin gösterimini evde para karşılığında yapıyor, ablası da misafirlere popcorn satıyordu. Spielberg ilk ödülünü 13 yaşındayken adını Escape to Nowhere koyduğu 40 dakikalık savaş türündeki filmiyle kazandı. Bu filmde lise arkadaşlarını oynatmıştı. 1963 yılında Phoenix, Arizona ’daki Arcadia High School’a devam ederken Spielberg ilk uzun metrajlı bağımsız filmini yazıp yönetti. 140 dakikalık bir bilimkurgu filmi olan ve daha sonra "Close Encounters"’ı çekerken ona ilham verecek Firelight’ı 400 dolarlık bir bütçeyle çekip, 100 dolar kazandı. Firelight, Spielberg’in ilk büyük tanıtım başarısı oldu, zira Phoenix gazeteleri 16 yaşındaki bu çocuğun büyük gelecek vadettiğini yazıyordu. Annesiyle babasının boşanmalarının ardından babasıyla birlikte California ’ya taşındı. 3 kız kardeşi ve annesi Arizona’da kalmıştı. Öğrenimine devam ederken yaşadığı “En kötü tecrübe” ve “Yeryüzündeki cehennem” olarak nitelendirdiği okulu Saratoga High School'dan 1965 yılında mezun oldu. Arkadaşları ona Spielbug lakabını takmışlardı. Kartal İzci olan ve Amerika'nın Erkek İzcileri (BSA)’dan Distinguished Eagle Scout ödülünü ve sinematografi şeref rozetini alan Spielberg, daha sonraları BSA’nın anti-homoseksüel duruşundan hoşlanmadığı için BSA’dan istifa edecekti. Spielberg California’ya taşındıktan sonra 3 kez UCLA’nın University of Southern California's School of Cinema-Television bölümüne sinema eğitimi almak için müracaat etmesine rağmen, kabul edilmemişti. Spielberg, hem UCLA’ya kabul edilmeyişi hem de Vietnam Savaşı'nda askere alınması riskine karşı ailesinin isteği yüzünden Long Beach’taki California State University’ye kaydoldu. Henüz mezun olmadan sinema tutkusuyla kendini Universal Studios’un kurgu bölümünde haftanın üç günü para almadan çalışan bir stajyer olarak buldu ve film kariyeri bu şekilde başladı. Kariyeri. 1960'lar. 1968’de, Universal Studios’ta çalışırken ilk kısa filmi olan "Amblin"'i çekti. Universal Studios başkan yardımcısının 24 dakikalık filmi görmesinden sonra, 21 yaşındaki Spielberg kendisiyle uzun vadeli kontrat imzalanan en genç yönetmen olacaktı. Daha sonraları ona profesyonel anlamda yönetmenlik yolunu açan bu kısa filmin anısına ilk prodüksiyon şirketinin adını da "Amblin" koyacaktı. 1969’da California State University’deki eğitimini Universal Studios ile imzaladığı anlaşma nedeniyle bırakıp, profesyonel olarak yönetmenlik yapmaya başladı. 1970'ler. Spielberg’in Universal Studios’taki ilk işi Joan Crawford’un başrolde oynadığı TV dizisi "Night Gallery"’ydi. 1977’de hayata gözlerini yumana kadar Spielberg’le yakın dost olan Crawford, kendisiyle röportaj yapmak için Night Gallery’nin setine gelen Detroit Free Press’ten Shirley Eder’e Spielberg için şunları söyledi: “Git onunla röportaj yap, çünkü o tüm zamanların en büyük yönetmeni olacak!” Universal Studios, Spielberg'ün işlerinden çok memnun kalınca yönetmenle 3 TV filmi için yeni bir anlaşma daha imzaladı. Bunların ilki Richard Matheson’un romanından uyarlanan ve aynı zamanda yönetmenin ilk uzun metraj filmi olarak kabul edilen, 1971 tarihli "Bela i"di. Ardından 1972’de "Something Evil" ve 1973’te "Savage Grace" geldi. Spielberg, yola 1974 tarihli "The Sugarland Express"’le devam ettikten sonra, ona kariyerinin ilk yıllarında büyük bir başarı getirecek olan "Jaws" filmi için 1975’te kamera arkasına geçti. Kurgu, film müziği ve ses dallarında 3 oskarı kucaklayan filmin gişe hasılatı 100 milyon dolar oldu. Box-office rekoru kıran film için basın “Jawsmania” tanımlamasını yaptı. En iyi film adayı olarak da gösterilen "Jaws"'tan sonra Spielberg, aktör ve sonraları alter-egosu olduğunu belirteceği Richard Dreyfuss'la ortak oldu. "Jaws 2"'yi çekmesi yönünde yapılan teklifleri reddeden Spielberg, 1977'de çocukluğundan beri çekmeyi düşündüğü UFO'larla ilgili olan "Close Encounters of the Third Kind" için kamera arkasındaydı. Film en iyi sinematografi dalında Vilmos Zsigmond'a Oscar Ödülü kazandırdı. 1979'da Pearl Harbor'la ilgili ironik değerlendirmeler yaptığı, Dan Aykroyd, John Belushi ve John Candy'nin başrollerini paylaştıkları "1941" filmini çekti. 1980'ler. "1941", gişede istediği başarıyı yakalayamayınca Spielberg, George Lucas ve ekibiyle bir macera filmi için kolları sıvadı: "Raiders of the Lost Ark". Film en iyi sanat yönetimi dalında Oscar Ödülü aldı, Spielberg'e ikinci en iyi film Oskar adaylığı getirdi ve 1981 yılının en çok gişe hasılatı kazanan yapımı oldu. Ayrıca Spielberg'in daha sonraki projelerinde de birlikte çalışacağı Harrison Ford'la tanışması için harika bir fırsattı. 1982'de Spielberg ikinci bilimkurgu filmi için kamera arakasındaydı: "The Extra-Terrestrial". ET yönetmenin 1993'te çekeceği "Jurassic Park"'a kadar en çok gişe hasılatı yapan ve Spielberg'in en kişisel filmi oldu. 4 dalda Oscar kazandı. Ayrıca prodüksiyonunda storyboard kullanılmayan ve global pazarlama&reklamcılık stratejileriyle hazırlanan ilk Spielberg filmiydi. Spielberg filmi, anne babası ayrıldığında ne hissettiği hakkında çektiği çok kişisel bir film olarak tanımladı. 27 Haziran 1982'de dönemin Amerika başkanı Ronald Reagan ve eşi Nancy Reagan Spielberg'i davet ederek filmin Beyaz Saray'da gösterimini gerçekleştirdiler. Spielberg ayrıca o dönemde vizyona "E.T."'den bir hafta önce giren "Poltergeist" filminin prodüksiyonunda ve senaryo grubunda yer aldı. 1984'te Spielberg, Star Wars filmlerini çeken George Lucas'ın hikâyesini yazdığı ve başrolde Harrison Ford'u oynatacağı yeni filmi "Indiana Jones and the Temple of Doom"'u çekti. Film en iyi efekt dalında Oscar ödülünün sahibi oldu. "Güneş İmparatorluğu" ve "The Color Purple" filmlerinden sonra serinin ikincisi "Indiana Jones and the Last Crusade" için 1989'da kamera arkasındaydı. Bu kez kadroda ünlü oyuncu Sean Connery de vardı. 1989 yılı Spielberg'ün 2 film çektiği ilk yıl oldu. Zira aynı yıl "Always"'i de izleyiciyle buluşturan Spielberg, gişede istediği sonucu alamadı. Ancak Always, Audrey Hepburn'ün oynadığı son film olarak sinema tarihindeki yerini aldı. 1990'lar. Always'in yarattığı hayal kırıklığından sonra Peter Pan'ın hikâyesi "Hook"'u beyaz perdeye uyarlayan Spielberg, gişede beklediği başarıyı elde edemedi. 1993'te, yeniden bir macera filmi çekmek için kolları sıvayan yönetmen bu kez Michael Crichton'ın romanından beyaz perdeye uyarlayacağı "Jurassic Park" için iş başındaydı. Film en iyi ses, görüntü efektleri ve en iyi ses dallarında olmak üzere toplam üç Oscarın sahibi oldu ve E. T.'den sonra tüm zamanların en çok ticari başarı kazanan filmiydi. Ayrıca, filmin prodüksiyonu sinema endüstrisinde ilk kez kullanılan DTS (Digital Theatre System) ile yapılmıştı. Spielberg ayrıca 1993'te Oskar Schindler'in gerçek özyaşam öyküsünü beyaz perdeye taşıdığı ve ona en iyi yönetmen, en iyi film de olmak üzere toplam 7 dalda Oscar kazandıracak "Schindler's Listi çekti. 1100 kişiyi kendi hayatını kaybetmeyi göze alarak Nazi kampından kurtaran Oskar Schindler'in hayatı, birçok eleştirmen tarafından yönetmenin en önemli ve olgun filmi olarak tanımlansa da, Spielberg filmin en önemli filmi olduğunu kabul etmekte, ancak "E.T".'yi en büyük filmi olarak birinci sıraya koymaktadır. American Film Institute tüm zamanların en iyi 10 filmi listesinde "Schindler's Liste yer vermiştir. Jurassic Park ve Schindler's List'in başarılarıyla geçen 1993, Spielberg'ün film şirketi Dreamworks'ün de kuruluş tarihiydi. Zira Spielberg 1997'de kendini "Jurassic Park", "The Lost World"'ü çekerken yönetmen koltuğunda buluncaya kadar DreamWorks için çalıştı. Aynı yıl yeniden bir tarihi drama için kolları sıvayan yönetmen "Amistad"'ı çekti. Spielberg, 1998'de ona ikinci kez en iyi yönetmen oskarı kazandıracak 2. dünya savaşındaki kişisel bir hikâyeyi anlattığı "Saving Private Ryan" için yönetmen koltuğundaydı. 2000'ler. 7 Şubat 2000 tarihinde Spielberg'ün doktoru yönetmenin rutin muayenesinde böbreğinde kansere neden olabilecek hücre değişiklikleri kaydetti. Los Angeles'teki Cedars Sinai Medical Center'da tedavi gören Spielberg, kısa sürede iyileşti. 2001 yılında yakın arkadaşı Stanley Kubrick’in yıllardır çekmeyi planladığı final projesi ""’i çekti. Efsane yönetmen Billy Wilder, filmin çok önemli olduğunu ancak hakkının teslim edilmediğini belirtti. Philip K. Dick’in romanından beyaz perdeye aktarılan ve Roger Ebert’in 2002’nin en iyi filmi olarak nitelendirdiği "Minority Report", gişede 300 milyon dolar hasılat yaptı. Aynı yıl Salt Lake City’de yapılan Kış Olimpiyatları’nın açılış töreninde, geleneksel olimpiyat bayrağını taşıma görevi Spielberg’e verildi. Yönetmen ayrıca 1965’te kaydolduğu ve sinema kariyeri yüzünden bıraktığı California State University’deki eğitimini de 2002’de tamamladı. Mezuniyetinin senelerce uzamasını montaj süreci 33 yıl boyunca süren bir filme benzeten yönetmen, elektronik sanatlar ve sinema dalında lisansını aldı. Okuldaki profesörlere mesleki deneyim olarak "Saving Private Ryan", "Schindler's List" ve "Jurassic Park" filmlerini sundu. Spielberg daha sonra "Catch Me If You Can" (2002), "Terminal" (2004), "War of the Worlds" (2005), "Münih" (2005) filmlerinin yönetmenliğini yaptı. "Münih" 5, "War of the Worlds" 3, "Catch Me If You Can" 2 dalda Oscar'a aday oldu. Temalar. Spielberg filmlerinde farklı temalar kullanmaktadır. Sıradan insanların kendilerini sıra dışı durumların içinde bulduğu konsept ağırlık kazanmaktadır. "Duel, Jaws, Close Encounters of the Third Kind, E.T. the Extra-Terrestrial, Empire of the Sun, Hook, Jurassic Park, Saving Private Ryan, Catch Me if You Can, War of the Worlds" ve "Munich" bu temaya örnektir. Bilimkurguya olan düşkünlüğünün babasından geldiğini açıklayan yönetmen, filmlerinde aile bağları üzerinde de sıklıkla durmuş, naif, merak ve inanç duygusu gelişmiş bir duruş geliştirmiştir. Özellikle çocuk ve ebeveyn ilişkileri ekseninde gelişen konular üzerine gitmiştir. Anne babası ayrı çocuklar, ilgisiz babalar, aile sorunları yanında II. dünya savaşı başta olmak üzere, savaş, terörizm, ırkçılık gibi global konularla da yakından ilgilenmiştir. Gönül Projeleri. Sinemanın ‘dâhi çocuğu’ diye anılan Steven Spielberg, "Schindler'in Listesi"'nden bu yana, kendisi açısından özel önem taşıyan konuları filme çekmek için yönetmen koltuğuna oturacağını açıkladı. Yönetmenin projelerinden biri de Filistinli ve İsrailli çocuklara 250 video kamerayla oynatıcı dağıtmak. Onların her gün ne yiyip içtikleri, nelerle ilgilenip hangi oyunları oynadıkları gibi günlük yaşamlarıyla ilgili detayları kameraya çekmelerini ve sonra birbirlerine vermelerini istiyor. Spielberg, bu yolla İsrailli ve Filistinli çocukların aralarındaki farkın ne kadar az olduğunu göreceklerine inanıyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5969", "len_data": 12765, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.39 }
Amerikyum, periyodik tablonun aktinitler dizisinde yer alan ve yapay olarak elde edilen kimyasal bir element. Doğada varlığı saptanamayan Amerikyum 1944'te Glenn T. Seaborg, Ralph A. James, Leon O. Morgan ve Albert Ghiorso ekibi tarafından bir nükleer reaktörde plütonyum-239'dan (atom numarası 94) amerikyum-241 izotopu halinde elde edilir. Bulunan dördüncü uranyum ötesi element (atom numarası 96 olan küriyum bundan birkaç ay önce bulunmuştur) olan amerikyum gümüş beyazlığında bir metaldir. Oda sıcaklığındaki kuru havada çok yavaş kararır. Kolay elde edilebildiği için en önemli izotopu amerikyum–241'dir; bu izotop plütonyumdan elde edilmiş ve akışkan yoğunluklarının ölçümünde, kalınlık ölçmede uçak yakıtı göstergelerinde ve uzaklık algılayıcı aygıtlarda kullanılmıştır. Bu uygulamaların hepsine amerikyum–241'in gamma ışımasından yararlanılır. Amerikyumun (Am) bütün izotopları radyoaktiftir. Amerikyum–241'in yarı ömrü 458 yıl iken en kararlı izotopu olan amerikyum–243'ün yarı ömrü 7.370 yıldır ve bu nedenle kimyasal ayrıştırmalar için daha elverişlidir. Kullanım. Amerikyum, uçak yakıtı göstergeleri, eğer Berilyum ile preslenirse çok verimli bir nötron kaynağı olur. Ev tipi iyonizasyon duman dedektörlerinde de küçük bir miktar Amerikyum 241 bulunmaktadır. 1 Ton nükleer atıkta yaklaşık 100 gram Amerikyum bulunur. Amerikyum'un en önemli izotopu Amerikyum-241'dir. Bu izotop fisyon gerçekleştirebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5970", "len_data": 1416, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.99 }
Gevaş (), Van'ın 13 ilçesinden birisidir. Yüzölçümü 727,5 km² olup, denizden yüksekliği 1750 metredir. İlçe Güneydoğu Toroslar'ın bir uzantısı olan Kavuşşahap (İhtiyarşahap) dağlarının en yükseği olan Artos Dağının (3650 m) eteğinde kurulmuştur. Doğusunda Gürpınar, batısında Hizan ve Tatvan (Bitlis) ilçeleri, kuzeyinde Van Gölü, kuzeydoğusunda Edremit, güneyinde Çatak, güneybatısında da Bahçesaray ilçeleri bulunur. İl merkezine uzaklığı 40 km'dir. Sınırları içerisindeki Akdamar Adası, ilçenin en önemli turistik mekânıdır. Tarihçe. İlçe merkezinin bulunduğu verimli vadi Urartular döneminden beri yoğun yerleşime sahne olmuştur. Eski kaynaklarda kasabanın adı Vostan, Vastan ve son olarak Vestan (1960'tan itibaren) diye geçer. Bugünkü ilçe merkezinin 20 km kadar batısında Ahtamar Adası karşısında bulunan eski kent, MS 421 yılında Sasani Devleti'nin egemenliğine giren Doğu Ermenistan'ı yöneten İran askeri valilerinin ("vostikan") ikametgâhı olarak önem kazanmıştır. 7. yüzyılda Sasani Devletinin İslam egemenliğine girmesinden sonra Vostan'da Ermeni kökenli Rştuni beyliği hüküm sürmüştür. 705 yılında diğer Ermeni beylerinin ittifak ederek "Vart Rştuni"yi öldürmesinden sonra bölge Başkale (Ağbak) kökenli Ardzruni hanedanının tasarrufuna geçmiştir. 908 yılında I. Gagik Ardzruni bazı Arap beylerinin de desteğiyle Vostan'da "Ermenistan kralı" olarak taç giymiş, ancak daha sonra ikametgâhını Ahtamar Adasında inşa ettiği yeni kasabaya taşımıştır. Van Gölü'nün Güney ve Doğu kıyılarına hakim olan Ardzruni beyliği 1021 yılında Bizans tarafından tasfiye edilinceye kadar varlığını sürdürmüştür. Gevaş'ın Türk fethinden sonraki ilk iki yüzyıldaki durumu karanlıktır. Kasabanın bugünkü yerine Moğol egemenliği döneminde 1264 veya 1297 yılında taşındığına dair veriler mevcuttur. Kasaba 1380'li yıllarda Hakkâri ve Van'ı içeren bölgede güçlü bir beylik kuran İzzeddin Şîr (Kürtçe: Yezdan Şêr)'in başkenti olmuştur. 1386'da Timur'a karşı Van Kalesi'ni savunan İzzeddin Şir daha sonra sırasıyla Timur'a ve Karakoyunlu'lara bağımlı olarak beyliğini sürdürmüştür. Kasabanın en önemli tarihi anıtı olan Celme Hatun Türbesi (veya Halime Hatun Türbesi), İzzeddin Şir'in Karakoyunlu hanedanından olan eşine aittir. Öte yandan Ahlat'ta bulunan Selçuklu mezarlığından sonra bölgenin en büyük ikinci Selçuklu mezarlığı da ilçededir. Siyaset. 2024 Türkiye yerel seçimleri sonucunda Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi adayı Ruknettin Hakan seçimi kazandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5971", "len_data": 2452, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (, "Russko-Turetskaya voyna"; 1877-1878), Osmanlı padişahı II. Abdülhamit ve Rus çarı II. Aleksandr döneminde yapılmış olan bir Osmanlı-Rus Savaşı'dır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde "93 Harbi" olarak bilinir. Hem Osmanlı Devleti'nin batı sınırındaki Tuna (Balkan) Cephesi'nde, hem de doğu sınırındaki Kafkas Cephesi'nde savaşılmıştır. Savaşa hazırlıksız yakalanan Osmanlı Devleti, çok ağır bir yenilgi almıştır. Savaşın başlıca sebepleri; Osmanlı Devleti'nde yaşanan azınlık isyanları, Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinde, Osmanlı Devleti'nde yaşayan Hristiyanların insan haklarının çiğnendiği konusunda oluşan tek taraflı kamuoyu, Rusya'nın Balkanlardaki genişleme siyaseti, Romanya ve Bulgaristan'ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımıdır. Avrupa'nın büyük güçleri savaşı önlemek için İstanbul'da Tersane Konferansı'nı toplamışlar, ancak Osmanlı Devleti'ne yaptıkları taleplerin reddedilmesi üzerine savaş patlak vermiştir. Yaklaşık 1 yıl süren savaşta Osmanlı orduları, savunma savaşı yapmıştır. Batılı devletler ise tarafsız kalarak, savaşı bitirmek için ara buluculuk yapmıştır. Özellikle Balkanlarda bu olaylar neticesinde etnik temizlikler yaşanmış ve yer yer kıyımlar görülmüştür. Sonunda batıdaki Osmanlı savunma hatlarını kıran Rus ordularının önü açılmış, dirençle karşılaşmadan İstanbul'un eşiğine Yeşilköy'e kadar ilerleyerek Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmiş ve bunun sonucunda Osmanlı Devleti Ayastefanos Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Ancak Batı Avrupa ülkelerinin bu antlaşmanın koşullarından hoşnut kalmamaları sonucu bu antlaşma geçerliliğini yitirmiş ve yeniden imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti, çok fazla toprak kaybetmiş, Balkanlardaki nüfuzunu büyük ölçüde yitirmiştir. Balkanlar'da ve Kafkasya'da sayıları 1 milyonu aşkın Osmanlı vatandaşı mülteci konumuna düşmüş, savaş süresince ve savaştan sonra Anadolu'ya dev göç dalgaları yaşanmıştır. Ayrıca Batum'da yaşayan Müslüman Lazlar ve Gürcüler Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır. Savaş öncesi durum. Osmanlı Devleti'ndeki Hristiyan hakları sorunu. Rus İmparatorluğu 18. yüzyılda güçlenmiş ve zamanla kendisini Ortodoks dünyasının lideri ve koruyucusu olarak görmeye başlamıştı. Bu nedenle de Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda yaşayan ve çoğunluğu Ortodoks olan Hristiyan vatandaşlarının haklarını korumak bahanesiyle İstanbul'daki elçileri vasıtasıyla Osmanlı hükûmetinden çeşitli taleplerde bulunmaya başladı. Nitekim 1853 yılında, Rusya'nın Kudüs topraklarındaki İsa'nın doğduğu kilisenin anahtar hakimiyetinin Ortodokslara verilmesi talebi Kırım Savaşı'na yol açtı. Bu savaş Birleşik Krallık ve Fransa'nın da müdahalesiyle Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Ama yine de Rusların istediği gibi, kilisede Ortodoks rahiplere de söz sahipliği verildi. Böylece Rusya, kendisini Ortodoksların sözcüsü olarak kabul ettirmişti, nitekim Ortodokslar da bundan hoşnuttu. 1858 yılında da Osmanlı yönetimindeki Lübnan topraklarında Hristiyanlarla ilgili bir sorun yaşandı. Fransızların desteklediği Maruniler ile İngilizlerin desteklediği Dürziler çatışmaya başlamıştı. Kayıplar artıyor ve bölgede iç savaş tehlikesi büyüyordu. Fransız basını, Lübnan'da Hristiyanlara yönelik katliamların yapıldığını yazıyordu. Dönemin Hariciye nazırı Keçecizade Fuat Paşa, Lübnan topraklarına giderek çatışmaları bastırdı. İsyanın ele başlarını idam ettirdi. Ama Osmanlı Devleti Fransız ve İngilizlerin baskısıyla Lübnan'a Hristiyan bir vali atanmasını kabul etmek zorunda kaldı. 1861 yılında tahta çıkan sultan Abdülaziz'in döneminde de Osmanlı Devleti'nin Hristiyan halkları arasında huzursuzluklar devam etti. Saltanatının ilk yılında Sırbistan topraklarında ayaklanmalar başladı. Kendilerini geniş anlamdaki Slav milletinin bir parçası olarak kabul eden Sırp halkı özerklik talebiyle ayaklandı. Çeteler kuruldu. Müslüman halkla karşılıklı kıyımlar yaşandı. İstanbul hükûmeti, bölgeye müdahale etti. Fakat tam başarı elde edilemedi, Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı askerleri, Belgrad'ı topa tutunca birçok kayıp verildi. Avrupa kamuoyunda Osmanlıların aleyhinde bir tutum gelişti. Paris Antlaşması'nın ihlal edildiği söyleniyordu. Bunun üzerine görüşmeler yapıldı, Osmanlı Devleti için önemli olan birçok kale, özerkliğini kazanmış olan Sırbistan'a bırakıldı. Belgrad ve gerisi ise yine Osmanlı'da kaldı. 1864 yılında ikinci bir İstanbul protokolü yapıldı. Buna göre Romanya, prenslik haline geldi. Bölgedeki Osmanlı nüfuzu azalıyordu, daha sonra Romanya da özerkliğini kazandı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında Rusya tarafında savaştı. 1866 yılında da Girit adasında ayaklanmalar patlak verdi. Bağımsızlığını 1832 yılında kazanmış olan Yunanistan Krallığı, Girit'i de Yunan yönetiminde görmek istiyordu. Yunanistan'ın kışkırtmalarıyla Girit adasında yaşayan Rum halkı Osmanlı yönetimine isyan etti (1866). Rum çetelerini Yunan Krallığı, dolaylı olarak da Avrupalı devletler destekliyordu. Bölgedeki kırımlar artmaya başladı, müdahalelerde sonuç alınamadı. Sadrazam da heyet topladı ve Girit idaresinde değişiklik yapıldı. Buna göre valinin iki yardımcısından biri de Rum olacaktı. Buna rağmen çete savaşları bitmedi, Yunanlar bu çeteleri desteklemeye devam edince Osmanlı Devleti ültimatom verdi. Ancak 1869 yılında Yunanistan'la yapılan bir anlaşma sonucu, Yunanistan bu tutumundan vazgeçti ama 19. yüzyılın sonlarında ayaklanmalar tekrar alevlendi ve 1898 yılında Girit'in özerklik kazanmasıyla sonuçlandı. Avrupa'daki güç dengeleri. 19. yüzyılın ortalarında Avrupa birçok savaşa sahne olmuştu. 1866 yılında bir Prusya-Avusturya Savaşı patlak verdi, 7 hafta süren savaşı Prusya ve müttefikleri kazandı. Böylece diğer Alman eyaletlerinde Prusya egemenliği baş gösterdi. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı ise 1 yıl sürdü ve kesin Prusya zaferiyle sonuçlandı. Böylece Alman kökenli eyaletler birleşerek Alman İmparatorluğu'nu kurdular. Bundan itibaren Almanya sürekli güçlendi, Avrupa'nın söz sahibi ülkelerinden biri haline geldi. Fransa ise ağır bir darbe aldı, ekonomik açıdan önemli birçok topraklarını kaybetti ve III. Cumhuriyet kuruldu. 1866 yılındaki yenilgi sonrası Avusturya İmparatorluğu, prestij kaybetti ve Macaristan ile birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu kurdu. Avrupa'daki eyaletlere bölünmüş ülkelerin yönetimleri birleşik bir yönetim biçimine geçiyordu. İtalyan birliğini kurma ümitleriyle Kırım Savaşı'na katılmış olan Sardinya Krallığı da 1861 yılında amacına ulaşarak bu birliği sağladı ve İtalya Krallığı kuruldu. İtalyanlar da aynı Almanlar gibi, gecikmeli olsa da sömürgeciliğe başladılar. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Avusturya güç kaybetmiş, İtalya ve Almanya ise güçlenmişti. Rusya ise yenileşme sürecindeydi. Kırım Savaşı'nda ağır bir yenilgi alan Ruslar, Prusyalı subaylar getiriyor ve orduyu ıslah ediyorlardı. Balkanlar'da da Slav propagandası yapılıyordu. İngiliz İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı, Rusya'ya karşı bir tutum içindeydi. Avrupa ülkeleri arasında yalnızca Alman İmparatorluğu, Rusya'ya dostça davranıyordu. Balkanlar'daki güç dengesi de değişmişti. Bölgedeki Osmanlı nüfuzu azalıyordu. Milliyetçilik akımı güçleniyor, bölgede katliamlar gerçekleşiyordu. Sırplar ve Yunanlar bağımsızlıklarını kazanmıştı. Romanya ise özerkleşmiş, Bosna'da da özgürlük hareketleri başlamıştı. Sırplar, Rusya'ya yaklaşıyor ve kendilerini ortak bir Slav ırkından sayıyordu. Osmanlı yönetimi 19. yüzyıl başlarından beri Balkanlardaki karışıklıklarla uğraşıyordu. 93 Harbi'ne birkaç yıl kala, Osmanlı Devleti'nde büyük bir ekonomik sıkıntı baş göstermişti. Bu sıkıntıyı gidermek üzere vergiler arttırıldı. Bu da Bulgar isyanları'na yol açtı. 1876 Balkan isyanları. Osmanlı hazinesi, Sultan Abdülmecid'in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa'ya karşı ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlardaki vergileri yükseltmişti. Bu ağır vergiler Balkan halkları arasında hoşnutsuzluk yarattı. Ayrıca Kafkaslar'dan Ruslar tarafından Çerkes Sürgünü sonucu göçe zorlanan Çerkes ve Abhaz gibi Müslüman gruplar Balkanlar'da yerleştirilmiş; bu göçmenlerle Balkanlar'ın yerlisi olan Hristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan 1876 zamanında ortaya çıkan Bulgar isyanları, başıbozuklar vasıtasıyla bastırıldı. Fakat isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa'da büyük bir sempati oluştu. İsyanlar sırasında ölen Müslümanların sayısını hiçe sayan Avrupa basını, Osmanlı Devleti'ne karşı çok olumsuz bir kamuoyu yarattı. Bulgar isyanları'ndan kısa bir süre sonra, Sırplar da topyekûn savaşa girişti. 30 Haziran 1876 tarihinde Sırbistan, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. Temmuz ayına gelindiğinde, Bulgarları savunan Avrupa kamuoyu, Sırpları da savunmaya başladı. Rus çarı II. Alexander ve prens Aleksandr Mihayloviç Gorçakov, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu imparatoru Franz Joseph ile 8 Temmuz 1876 tarihinde bir görüşme yaparak Avusturya'ya, Osmanlı Devleti'ne karşı bir ittifak teklifinde bulundu. Avusturya ile Rusya, daha önce Osmanlı'ya karşı yaptıkları son ittifaklarını 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nda kurmuşlardı. Fakat Prusya'ya ve İtalya'ya yenilmiş olan Avusturya, henüz toparlanamadan bir savaşa daha girmek istemedi. Rusların büyük miktarda toprak teklifine rağmen sonuç alınamadı. Rus yönetimi yalnız kaldı. Temmuz ayında, Osmanlı Devleti'yle savaşan Sırp saflarında Rus askerleri de görünmeye başlamıştı. Ayrıca Rus ordusu, Sırplara silah ve asker yardımı da yapıyordu. Buna rağmen Osmanlı ordusu, Sırpları yenmeyi başardı. Sırpların hücum kolları imha edildi, savunma hatları saf dışı bırakıldı ve Sırbistan çok güç durumda kaldı. Ağustos ayında, Sırplar ateşkese razı oldular ve Avrupa'dan ara buluculuk yapmalarını istediler. Savaşı önleme çabaları. Avrupa'nın da baskısıyla Osmanlı tarafı, barış yapmaya razı oldu. Balkanlardaki bütün bu sorunları çözüme ulaştırmak için İstanbul'daki Tersane-i Amire'de uluslararası bir konferans yapılmasına karar verildi. Tersane Konferansı adı verilen bu konferansta Osmanlı Devleti'ne Balkanlardaki Hristiyan halklarıyla ilgili ağır baskılar yapılması bekleniyordu. Konferansın kararlarını yumuşatmak için tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamit konferansın toplandığı 23 Aralık 1876 günü alelacele I. Meşrutiyet'i ilan etti. Ama yine de konferans Osmanlı Devleti'ne karşı çok ağır kararlarla sonuçlandı. Rusya, Paris Antlaşması'nın (1856) Karadeniz'de tersane ve savaş gemisi bulundurulmayacağına ilişkin hükümlerini tanımadığını Prusya'nın güçlendiği ve Avrupa dengelerinin sarsılmaya başladığı 1870'te bir nota ile Paris antlaşmasına taraf ülkelere bildirmişti. Bu nedenle kendisini Karadeniz ve Balkanlarda sınırlayan hemen tüm yükümlülüklerden kurtulmuştu. Ardından da Ortodoks uyruklarına söz konusu antlaşmadaki hükümleri uygulaması için Osmanlı Devleti'ne baskıda bulunmaya başladı. Bu sırada Birleşik Krallık, Rusya'nın Osmanlılara savaş ilan etmesini önlemek amacıyla Londra Konferansı'nın toplanmasına önayak oldu. Osmanlı sadrazamı İbrahim Edhem Paşa, konferansta hazırlanan 1877 Londra Protokolü'nü içişlerine müdahale sayarak reddetti. Ülkedeki Panslavist akımların etkisiyle protokolün reddini bir savaş nedeni sayacağını önceden bildirmiş olan Rusya 24 Nisan 1877'de Eflak ve Boğdan'a girerek Osmanlılara savaş açtı. Kısa bir süre sonra da tam bağımsızlığını kazanmak isteyen Rumenler savaşa Rusların safında katıldı. Bulgar isyancıları ve Sırplar da Osmanlılarla savaşan Ruslara ve Rumenlere katıldı. Savaşın gidişi. Osmanlı İmparatorluğu'nu hem doğudan, hem de batıdan kıskaca almak isteyen Rusya, 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bağlı Romanya'ya girdiği gibi, 27 Nisan 1877 tarihinde de Osmanlı Devleti'nin doğu sınırındaki Doğubayazıt'a girdi. Osmanlılar böylece Kafkasya ve Tuna olmak üzere iki cephede, kendilerinden silah ve asker gücü bakımından çok daha üstün durumdaki Rus ordusuna karşı zorlu bir savunma savaşı vermek zorunda kaldılar. Tuna Cephesi. Hem Rus, hem de Osmanlı tarafının güçlerini en yoğunlaştırdığı cephe Tuna cephesi idi. Savaş başladığında Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa Rumeli Ordusu başkomutanı olarak Balkanlardaki bütün Osmanlı birliklerinin en üst düzeydeki komutanı durumundaydı. Bölgedeki Osmanlı kuvvetleri Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna arasında bulunan Ahmed Eyüb Paşa'nın komutasındaki Doğu Tuna Ordusu, Vidin'de üslenen Osman Nuri Paşa'nın komutasındaki Batı Tuna Ordusu ve ikisinin arasında yer alan Süleyman Hüsnü Paşa'nın komutasındaki Balkan Ordusu olmak üzere üç ordudan oluşuyordu. Balkanlardaki Rus birliklerinin en yüksek düzeydeki başkomutanı ise Grandük Nikolay Nikolayeviç idi. Ancak savaş meydanındaki Rus birliklerine komuta eden kişi General İosip Gurko idi. Rusların Tuna'yı geçerek ilerlemeleri. Rus ordusu, savaş ilanından bir süre sonra Rumen ordularıyla beraber Tuna Nehri'nin kuzeyinde toplanmaya başladı. Osmanlı ordusu da hazırlıklarını sürdürüyor, gönüllü askerler yazılıyordu. Bu süreçte Rumen topçuları, nehirdeki Osmanlı gambotlarını dağıtmayı başardı. Böylece nehri savunan Osmanlı deniz gücü ortadan kalkmış oldu. Savaş ilanından iki ay sonra, 21 Haziran 1877 tarihinde Rus askerleri, tekneler ile nehri geçmeye başladı. Rusların nehri geçmesini önlemek ile görevlendirilen Osmanlı güçleri, zamanında yetişemedi. Ruslar nehri büyük bir direnişle karşılaşmadan aştı. Bu başarısızlık, avantajın Ruslara geçmesine sebep oldu. Zira Tuna'dan sonra daha büyük bir engel yoktu. 27 Haziran gecesi, Ziştovi'ye bağlanmak için gizlice bir köprü kuruldu. Ruslar, nehri geçtikten beş gün sonra nehre en yakın yerler olan Ziştovi ile Niğbolu'ya taarruz etti. Ziştovi Muharebesi ve Niğbolu Muharebesi'ni kolayca kazandılar. Balkan ana ordusu henüz yetişememişti ve Rus askerleri, her bakımdan Türk askerlerine göre üstündü. Savaşın başındaki bu başarısızlıktan dolayı Başkumandan Abdülkerim Nadir Paşa görevden alındı ve 18 Temmuz'da yerine Mehmet Ali Paşa getirildi. Bu genç paşanın böyle önemli bir göreve getirilmesi, subaylar arasındaki birliği bozdu. Tırnova ve Niğbolu'nun düşmesi, Türk kamuoyunda büyük üzüntüye ve umutsuzluğa neden oldu. Çünkü Osmanlının planı bozuluyordu. Plan şöyle idi: Süleyman Hüsnü Paşa'nın birlikleri, Şıpka geçidini geçecek ve kontrol altında tutacaktı. Kuzeydeki Osmanlı orduları da (Osman Paşa ile Ahmed Eyüb Paşa'nın orduları) Rus ana ordusunu kıskaca alarak durduracaktı. Süleyman Paşa'nın ana ordusu da yetişince, nehre doğru Türk taarruzu başlayacak ve Ruslar, Türk toprağından atılacaktı. Nehrin geçilmesinden birkaç hafta sonra, 17 Temmuz 1877 tarihinde Şıpka geçidi de düştü. Vidin'deki Osman Paşa birlikleri Şıpka Geçidi düşünce yürüyüşe geçti. Plevne yönüne gidilecek, bölge kontrol altına alınacak ve Niğbolu da kurtarılacaktı. Plevne Savunması. Ruslar, Bulgar topraklarında bir hayli ilerlemesine rağmen, kuzeyde hala direnen ve başarılı olan Osmanlı bölgeleri vardı. Oldukça stratejik önemi olan Plevne ve Lofça, henüz işgal edilmemişti. Daha doğuda olan ve Doğu Tuna Ordusunun kapısı olan Elena kasabası da Temmuz ayında Rus saldırısını püskürtmüştü. Osmanlı birlikleri Şıpka Geçidi'ni geri almak için çarpışırken General Yuri Şilder-Şuldner komutasındaki Rus birlikleri Osmanlı ordusunu Plevne'de abluka altına aldılar. Plevne Kalesinin komutanlığını Osman Nuri Paşa üstlenmişti. Kuşatmaya Rus generalleri Mihail Skobelev, Nikolay Kridener ve Kral I. Carol'un emrindeki Rumen askerleri de katıldı. Aslında Plevne'deki Osmanlı birliğinin amacı başkaydı; Niğbolu'ya gelinecek ve burada Rus ordusu durdurulacaktı. Fakat Niğbolu'ya Rus ana ordusunun girmesi, bir de Şıpka geçidinin düşmesi bu planı bozdu. Osman Nuri Paşa, yakınında bulunan Plevne'ye çekilmekle yetindi. Plevne'deki Osmanlı orduları beklenmedik bir şekilde başarılı bir savunma koydular. Rus ordusu aylar boyunca taarruzlara devam etti. Fakat sonuç alamadılar ve çok fazla zayiat verdiler. Yaklaşık 5 ay boyunca Ruslar, bu kasabayı ele geçirmek için savaştı. Kuşatmanın ilk safhalarında tek yönlü taarruz uygulandı. Ağustos'ta Rus taarruzu geri püskürtüldü. Avrupa kamuoyunda Rusların yenileceği ve savaşı Osmanlıların kazanacağı söylenmeye başlandı. Rus ordusunda moralsizlik başladı. Plevne'ye güneydeki Lofça kasabasından da mühimmat ve takviye birlikleri geliyordu. Eylül ayına gelindiğinde Plevne'deki Osmanlı gücü 40.000 askeri bulmuştu. Rus generalleri, kasabayı tam bir kuşatma altına alma kararı aldılar. Bunun için Plevne'ye mühimmat ve takviye sağlayan Lofça'ya saldırıldı (Bkz. Lofça Muharebesi). Bu kasaba 3. Plevne Muharebesi'nden hemen önce kaybedildi. Buna rağmen 3. Plevne muharebesi Osmanlı zaferi ile sonuçlandı. Rus komutanlığı bunun üzerine Plevne'yi tamamen kuşatma kararı aldı. Radomirçe ve Teliş Mevziileri yoğun Rus saldırıları ile alınarak Plevne üzerindeki çember daraltıldı. Bunun yanında Gosif Gurko, 24 Ekim'de Gorni Dubnik Muharebesi'ni kazanarak Sofya - Plevne arasındaki tek lojistik yolu da kesti. Böylece Plevne'ye giden tüm yollar kapanmış oldu. Buna rağmen Osmanlı direnişi devam etti. Erzağı, cephanesi biten Osmanlı askerleri, Rus taarruzlarına karşı bir süre daha direndi. Plevne'ye yapılan 13 Ekim ve 13-14 Kasım'daki Rus ve Rumen kısmi saldırıları püskürtüldü. Osman Paşa, güneydeki Şıpka Geçidi Muharebeleri'ndeki Osmanlı taarruzlarından ümitliydi. Bu saldırılar başarıya ulaşırsa, Plevne'ye yardım gelebilir ve Rus ordusu dağılabilirdi. Fakat Osmanlı taarruzları sonuç almıyordu. 2 Ekim'de başarısız bulunan Mehmet Ali Paşa da başkomutanlık görevinden alınarak yerine Süleyman Hüsnü Paşa getirildi. Süleyman Hüsnü Paşa, Deli Fuad Paşa ile birlikte Elena ve Tırnova, Maçka yönünde kuzey Bulgaristan'da Ruslara saldırılarda bulundu. 4 Aralık 1877'de Osmanlı Ordusu Elena Muharebesi'ni kazansa da bu muharebedeki zafer fazla bir yarar getiremedi. Zira Maçka yönündeki Osmanlı saldırıları bir ilerleme sağlayamadı. Artık gücü kalmayan Osmanlı askerleri, çareyi 9 Aralık günü yarma harekâtına girmekte buldu. Rusların ilk safları yarıldı fakat Osmanlı kaybı çok artmıştı ve Rusların gücü çok fazlaydı. Osman Nuri Paşa, 10 Aralık 1877 tarihinde teslim olmayı kabul etti. Plevne Savunması, yaklaşık 35.000 Rus kaybına sebep olmuştu. Plevne, Rus ana ordusunu durduran önemli bir noktaydı. Buranın da düşmesi, İstanbul'un yolunu açtı. Bununla birlikte Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Tırnova'yı ele geçirme ve Plevne'ye yardım götürme amaçlı Maçka Muharebesi'ni 12 Aralık 1877'de kaybederek zaten Plevne teslim olmasa bile, Plevne'deki kuşatmayı yarma ve Bulgaristan'dan Rusları çıkarmadaki son fırsatı da harcamıştı. Böylece Kuzey Bulgaristan'da Ruslar mevziilerini sağlamlaştırıp saldırıya geçti. Plevne'nin düşmesinden sonra Bulgar halkı, Türk yaralılarını katletmeye başladı, Sırplar da Osmanlılara karşı yoğun saldırıya geçtiler. Türk kontrolündeki Sırbistan'ın bazı güney bölgelerini ele geçirdiler. Batı ve Doğu Bulgaristan'da bulunan Çerkes gönüllü asker sayısının 15.000 civarındaydı, Osman Paşa'nın Plevne'deki ordusundaki Çerkes atlı asakir-i muavine sayısının 8.000 civarındaydı. Tuna Cephesi'ndeki Çerkes başıbozukların sayısı 20.000 civarında idi. Osmanlıların Balkanlardaki son direnişleri. Plevne'nin doğusunda, Ahmed Eyüb Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu direniyordu. Elena'da Osmanlı başarısından sonra Rus ordusu taarruza devam etmişti. Rusçuk yönünden de başarılı bir direniş gerçekleşti. Fakat Rus ordusu, ani bir saldırı ile Köstence'ye girdi. 1878 yılına girildiğinde Rus ordusu, Plevne engelini de kaldırmıştı ve Ahmed Eyüb Paşa ordularına daha fazla yoğunlaştı. Köstence ve Rusçuk yönünden saldırıya geçtiler. Çapraz ateşe düşen Osmanlı ordusu fazla direnemedi. Dobruca ve Kavarna art arda düştü. Dağılmış Osmanlı askerleri, Varna'da teknelere binerek bölgeyi terk etti. Böylece Balkanlardaki Osmanlı direnişi son bulmuş oldu. Avrupa kamuoyunda savaşı Rusların yeneceği fikri benimsendi. Zira Şıpka Geçidi Muharebeleri de ağır Osmanlı yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Plevne muharebesi devam ederken İosif Gurko komutasındaki sadece bir Rus tugayı, geçidi ele geçirmişti. Süleyman Hüsnü Paşa komutasındaki yaklaşık 30.000 kişilik Osmanlı tümeni de geçidin etrafını sarmış ve Ruslar zor durumda kalmıştı. Bu durum sebebiyle Süleyman Paşa, Osmanlı kamuoyunda kahraman olarak görülüyordu. Türk taarruzları Ocak'a kadar devam etti. Rus gücü 60.000'i buldu ve Ocak ayında Osmanlı birlikleri ani bir Rus saldırısına uğradı. Ağır zayiat veren Osmanlı askerleri, bölgeyi terk etti. Böylece Edirne'nin de yolu açılmış oldu. Şıpka geçidi, savaşın kaderini belirleyecek önemli bir geçitti. Savaş Osmanlı zaferiyle sonuçlansaydı, Plevne kuşatması kesin Osmanlı zaferiyle sonuçlanabilir ve Ruslar hızla çekilebilirdi. Kafkasya cephesi. Kafkasya'da Rus ordusunun 75.000 askeri Rusya'nın Kafkasya valisi Grandük Mihail Nikolayeviç'in komutasında idi. Nikolayeviç'in emrindeki alt düzeydeki komutanlar ise çoğu Ermeni asıllı olan Beybut Şelkovnikov, Mihail Tarieloviç Loris-Melikov, İvan Davidoviç Lazarev ve Arşak Ter-Gukasov ile Rus asıllı Vasiliy Aleksandroviç Geyman idi. Rus ordusu yalnız değildi. Gürcüler Ermeniler, Terek Kazakları tarafından destekleniyorlardı. Osmanlı ordusu ise Ahmed Muhtar Paşa'nın komutasındaki 80.000 askerden oluşuyordu. Ruslar'ın kendi geliştirdikleri top mermileri bulunuyordu. Osmanlı'da ise İngiliz yapımı toplar mevcut idi. Rus topçu birlikleri, gelişme döneminde Prusyalı subaylarca eğitilmiş tecrübeli birliklerdi. Kafkas Rus ordusu, Akkilise - Gümrü ve Iğdır yönünden taarruza geçti. Osmanlı birlikleri ise Kobuleti - Kars - Ardahan ve Doğubayazıt arasında bulunuyordu. Gerandıqo Berzeg ise Güney Marmara bölgesinden, özellikle Manyas yöresinden Çerkeslerden oluşan "Kuva-yi Muavene" gönüllü süvari birliğini kurmuş ve 93 harbine Osmanlı saflarınd katılmıştır. Doğubayazıt'ın düşmesi. Ruslar için Kafkasya cephesi, Tuna cephesi kadar başarılı olamadı. Çünkü yeterince ilerleme şansı bulamamışlardı. 27 Nisan 1877 tarihinde Doğubayazıt Rus işgaline girdi. Fakat Osmanlı vatandaşı müslüman grupları saldırıları sebebiyle ilerlemeleri zorlaştı. Arazinin aşırı dağlık olması, gerilla saldırıları ve Osmanlı direnişleri, Rusları durdurmaya yetiyordu. Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. 17 Mayıs'ta ise Ardahan Ruslarca işgal edildi. Böylece Rus ordusu stratejik önemi büyük Kars'ın gerisine sızdı. Mayıs ayının son haftasında Kars kuşatıldı. Fakat Kars gerisinde bulunan Halyaz ve Zivin bölgelerinde Osmanlı başarısı gerçekleşti. Daha sonra Gedikler Muharebesi (25 Ağustos 1877) ve Yahniler Muharebesi (4 Ekim 1877) de Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Böylece Kars'taki Rus tehlikesi savuşturuldu. Alacadağ Muharebesi'ne kadar Rusların kaybı 10.000 kadardı. Osmanlı kaybı ise yaklaşık 2.500 idi. Kars-Erzurum savunması. 15 Ekim'deki Digor'da gerçekleşen Alacadağ Muharebesi'nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı'nın 5-6.000 ölü ya da yaralı ile 8.500 savaş esiri kaybı oldu. Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. 17 Kasım 1877 tarihinde Kars, tekrar kuşatıldı. Şehri yaklaşık 25.000 Osmanlı askeri savunuyordu. Cephane ve sayı üstünlüğü olan Rus ordusu, şehrin etrafını sarmıştı. Kars işgal edildi ve Osmanlı kaybı yaklaşık 2.500 ölü idi. Rusların kaybı da o kadardı ve Türkler, geri kalan askerlerini esir vermişti. Ahmed Muhtar Paşa, Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi. Deveboynu Muharebesi ağır Osmanlı kayıpları, Rus zaferi ile sonuçlanmasına, Ruslar ardından ilerleyerek Erzurum'a doğru taarruz etmelerine karşın bu savunma hattını geçemediler. Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşlar Aziziye Tabyası'nda savunma yaptı. Türk kamuoyunda bu olay, kahramanca gösterildi. Gazi Ahmed Muhtar Paşa, çok yıpranmış ve destek alamayan ordusunun imha olmasından endişelendi. Osmanlı Erzurum'dan çekildi ancak Erzurum'un çevresi Rus Ordusunca sarılsa da Ruslar, ikinci bir sert direniş olabilir endişesiyle şehre tekrar doğrudan saldırmadılar. Erzurum'u tamamen sarıp abluka altında aldılar. Bununla birlikte Rus ordusu Bayburt ile Çoruh vadisine burada kurulmaya çalışılan, doğudaki son Osmanlı savunma hattına kadar ilerledi. Bu arada İstanbul'un Rus işgali tehlikesi altında kalma durumu belirince elindeki az kuvvetle başarılı bir savunma yaptığı düşünülen Ahmet Muhtar Paşa, buradaki görevinden alınıp, acilen balkanlardaki ve İstanbul'daki kuvvetlerin başına getirildi. Savaşın bitmesinden sonra Ayastefanos Antlaşmasında Erzurum Ruslara teslim edilip, bırakılsa da; Berlin Antlaşması sonrası Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi ama Kars, Ardahan, Artvin ve Batum; Berlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakıldı. Bu şehirler, yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması'na kadar Rusya'nın elinde kaldı. Savaşın bitmesi. Rus ordularının duraklaması ve ateşkes imzası. 1878 yılına girildiğinde Ruslar Plevne Savunması'nı kırmış, İstanbul'a doğru ilerlemeye başlamışlardı. Rusların İstanbul'a varana kadar önünü kesecek hiçbir ciddi Osmanlı savunma birlikleri bulunmuyordu. İstanbul'un işgal edilmesinden korkan Osmanlı Devleti, 31 Ocak 1878 tarihinde Rusya'ya ateşkes teklifinde bulundu. Bu arada Osmanlı'nın bu zayıf durumundan istifade eden Rus desteğiyle Yunanistan savunmasız durumdaki Teselya bölgesini işgal etti. Durum Osmanlı için faciaydı; bütün Bulgaristan, Kuzey Yunanistan, Makedonya, Sırbistan bölgeleri ile Edirne Rusya ve müttefiklerinin elindeydi. Ateşkes teklifi, Rusya tarafından kabul edildi. Fakat Rus kuvvetleri İstanbul'a doğru ilerlemeye devam ettiler. Tekirdağ, Çorlu Rus birliklerince işgal edildi. Nihayetinde Rus ordusu İstanbul'a da girdi. Balkanlarda Ruslara direnecek düzenli bir ordusu kalmayan Osmanlı İmparatorluğu yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kuleli Askeri Lisesi tahliye edildi, İstanbul'da olağanüstü önlemler alınıyordu. Doğu cephesindeki başarıları sonrası buradan acilen İstanbul'daki Osmanlı Ordusunun komutanlığa getirilen Ahmet Muhtar Paşa, Yeşilköy'de Ruslara karşı elinde kalan son kuvvetleri bir araya getirip, son bir savunma hattı daha kurmaya uğraşıyordu. Avrupa ülkeleri ise Rusların bu başarısından hoşnut değildi. Birleşik Krallık, Rusların ilerlemesini durdurmak için İstanbul boğazına filosunu gönderdi. Rusya'ya verdiği bir nota ile Paris Antlaşması hükümlerince Rusların İstanbul'u işgal etmeleri halinde müdahale etme hakları bulunduğunu bildirdi. Rus ordusu da Ayastefanos (Bugünkü adıyla "Yeşilköy") bölgesinde durdu. Avrupalı devletlerin (Birleşik Krallık, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Almanya) ara buluculuğuyla ateşkes ilan edildi. 3 Mart 1878 tarihinde de Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Antlaşma hükümleri, Osmanlı aleyhindeydi. Karadağ ve Sırbistan tamamen özgür olacak, yeni topraklar kazanacaklardı. Romanya da bağımsız olacaktı. Bulgaristan ise özerkleşecekti. Rusya, doğuda birçok ili topraklarına katıyor, ağır savaş tazminatı istiyordu. Osmanlı delegeleri bunu kabul etti. Fakat sonraki düzenlemeler ile bu antlaşma hiçbir zaman geçerli olamadı. Diplomatik girişimler. Osmanlı padişahı II. Abdülhamit, ağır tazminat koşulunu kabul etmedi. Özellikle Birleşik Krallık da bu hükümleri uygun bulmadı. Osmanlı Devleti, Kıbrıs'ı Birleşik Krallık'a verdi ve barış görüşmelerinde İngiliz desteği sağlandı. 13 Haziran 1878 tarihinde, Berlin'de, şansölye Otto von Bismarck'ın başkanlığında görüşmeler başladı. 13 Temmuz 1878'de de Berlin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Ayastefanos Antlaşması'na göre Osmanlı tarafı için daha iyiydi. Bosna-Hersek imtiyazlı bir devlet olarak kuruluyordu. Romanya ve Sırbistan bağımsız olacaktı. Bazı bölgeler Sırbistan'a bırakılacaktı. Doğuda ise Batum, Kars, Ardahan Rus idaresine bırakılıyordu. Bununla beraber Kıbrıs da Birleşik Krallık'a ödünç verilmişti (Britanya sonra bu adayı iade etmedi). Yine de, önceki antlaşmaya göre Osmanlı tarafının kazancı vardı. Çok daha az vergi verilecek, Doğubayazıt ve Erzurum geri alınacak, Selanik - Manastır - Üsküp bölgeleri Osmanlı idaresinde kalıyordu. Savaş esnasında gerçekleşen kırımlar ve göçler. 93 Harbi, Balkanlarda ve Kafkaslarda özellikle Müslüman - Türk kesimleri için çok etkili olmuştur. İşgale giren topraklardan kaçan Türk ve Müslüman halkları, daha güvenli olarak düşündükleri bölgelere göç etmişlerdi. Plevne Savunması sona erdiğinde Bulgar halkı kasabaya girmiş ve yaralı Türklerin hepsi katledilmiş, kemikleri de gübre fabrikalarına satılmıştır. Avrupalı devletler de, savaşın sonunda müzakereler için bu kırımları da sebep olarak göstermiştir. Mülteci sayıları 130.000 ila 1.5 milyon arasında farklı tahminlerle ifade edilmektedir. Mark Levene, bu kırımların Avrupalı devletlerce pek de dikkate alınmadığını belirtmiştir. Fransız komutan Romieu, Fransa Savaş Bakanlığı'na gönderdiği raporda, 1878 ve ilerleyen yıllarda, Ermeni çetelerinin Türklere karşı terörist faaliyetlerde bulunduklarını ve nefret beslediklerini belirtmiştir. Mülteciler, Osmanlı idaresindeki şehirlere gelmiş, camilere, mekteplere, sivil evlere sığınmışlardır. Bu da Osmanlı ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Savaşın diğer sonuçları. 93 Harbi, Balkanları baştan aşağı değiştirmeye yetmiştir. Savaş sonucunda 2 özgür devlet ve 2 özerk devlet kurulmuş, Osmanlı nüfuzu oldukça azalmış ve bölgede Rusların etkisi artmıştı. Bu savaş, Romanya için kurtuluş savaşı niteliğindeydi. Savaşta güç kazanan diğer bir devlet de Yunanistan Krallığı idi. Plevne Savunması sona erdikten sonra cesaretlenen Yunan ordusu, Teselya'ya girmişti. Kafkaslarda da stratejik önemi büyük birçok il, Rus idaresine geçmişti. Ayastefanos Antlaşmasına göre Rusya ve müttefiklerinin kazancı çok daha fazlaydı, fakat Osmanlı'nın diplomatik uğraşları sonucunda düzenlenen Berlin Müzakerelerinde bu kazanç indirgenmiş, tazminat hafifletilmiş ve kaybedilen birçok il geri alınmıştı. İki tarafın da kaybı oldukça fazlaydı. Rusya ve müttefiklerinin, 100.000'den fazla kaybı vardı. Osmanlı kayıpları da o kadardı. Hastalıktan ölenlerin sayısı iki tarafta da oldukça fazlaydı. Bununla beraber Plevne Savunması ve Aziziye Tabyası, Türk kamuoyunda kahramanca görülmüştü. Rusya ve müttefikleri de, Plevne Savunması ile Şıpka Geçidi Muharebeleri için anıtlar dikmişti. Osmanlı Devleti, bu savaştan sonra Balkanlardaki varlığını 35 yıl daha sürdürebilecekti. Sultan II. Abdülhamid, savaştan sonra meclisi süresiz olarak tatil etti ve mutlakiyet yönetimine geri dönüldü. Süleyman Hüsnü Paşa ve Abdülkerim Paşa yenilgi sorumlusu tutularak yargılandı. Osman Nuri Paşa ile Ahmed Muhtar Paşa ise "Gazi" unvanını aldı. Ahmed Eyüp Paşa da padişahın yaveri oldu. Ülke içerisinde padişaha güvenmeyenlerin sayısı arttı ve bunun sonucunda Çırağan Baskını yaşandı. Rus tarafında ise başarılı komutanların bazıları valiliğe atandı. Savaşın sonunda, Vacha vadisinde 20 civarında köyde bulunan Pomakların başlattığı ayaklanma, Doğu Rumeli vilayetinden özerklik elde edilmesiyle sonuçlandı. Timraş köyünü merkez alarak kurulan özerk Timraş Cumhuriyeti 8 yıl kadar sürebilmiş, 1886'da Bulgaristan egemen olmuştur. Etkileri. Edebiyat. Namık Kemal, 93 Harbi esnasında duygularını yazdığı "Vatan Mersiyesi"nde dile getirmiştir ve yazmış olduğu manzumelerle ülkedeki erkekleri vatan için yardıma çağırmıştır. Savaş sonrası "Vaveyla", "Hilal-i Osmani" gibi manzumeler yazmıştır. Savaş esnasında Recaizade Mahmud Ekrem halkı savaşa katmak ve hazırlamak için yazı ve manzumeler kaleme almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5972", "len_data": 31443, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.51 }
Kurt Gödel (28 Nisan 1906 - 14 Ocak 1978), Avusturyalı-Amerikalı mantıkçı, matematikçi ve matematik felsefecisidir. Kendi ismiyle anılan Gödel'in Eksiklik Teoremi ile tanınır. Aristoteles'ten bu yana en büyük mantıkçılardan biri olarak kabul edilir. Teoremlerinde tam sayı aritmetiğini içerecek kadar karmaşık herhangi bir sistemin içinde, sistemin aksiyomlarından yola çıkarak doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanamayacak önermeler bulunacağını ispatlamıştır. Bunun için ise Gödel numaralandırması ismi verilen bir metot geliştirmiştir. Meşhur teoremini Viyana Üniversitesindeki doktora çalışması sırasında 1931 yılında ispatlamış, bununla 20. yüzyıl matematiğinin yönünü değiştirmiştir. 1940'larda Princeton Üniversitesi İleri Araştırmalar Enstitüsünde Kurt Gödel, Einstein’ın kütleçekimi alanı denklemlerine, ekseni etrafında dönen bir evreni tanımlayan bir çözüm getirdi. Evrenin dönüşü ışığı (ve dolayısıyla cisimler arsındaki nedensellik bağlarını da) birlikte sürükleyecekti. Dolayısıyla maddi cisimde, ışık hızını aşmaya gerek kalmaksızın uzayda ve zamanda kapalı bir halka çizecekti. Gödel’in modeli, zamanda geriye gitmenin görelilik kuramınca yasaklanmadığını ortaya koydu. Kurt Gödel, Einstein'ın alan denklemlerini kullanarak, bir evren modeli tasarladı. Tasarım Einstein'ınkine benziyordu ama Gödel'in yaklaşımında kozmolojik sabitlere negatif bir değer veriliyordu. Einstein da kuramının bazı durumlarda geçmişe yolculuğa izin verdiği düşüncesinden rahatsızlık duyduğunu ifade etmiştir. Yalnız Gödel'in bu modeli gökbilimcilerin gözlemlediği kütleçekimsel kızıla kayma tarafından yanlışlanmaktadır. İçine kapanık bir kişiliği olan Gödel, son yıllarında zehirleneceği paranoyasına kapılarak hiçbir şey yememeye başlamış, bunun sonucunda beslenme eksikliğinden 14 Ocak 1978'de Princeton'da ölü bulunduğunda cenin pozisyonundaydı ve sadece 29.5 kiloydu. Yaşamı. Çocukluğu. Kurt Friedrich Gödel 28 Nisan, 1906'da Brünn, Moravya'da etnik Alman ailesinin; bir tekstil firmasında yönetici olan Rudolf Gödel ve Handschuh doğumlu Marianne Gödel, çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğduğu zamanda, şehirde konuşulan diller içinde Alman dili daha yaygındı ve bu aynı zamanda anne ve babasının diliydi. Gödel, I. Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılınca, 12 yaşında Çekoslovak vatandaşlığına geçmiş oldu. Gödel, daha sonra biyografisini yazan John D. Dawson'a bu zamanlarda kendini "Çekoslovakya'daki Avusturyalı sürgün" ("ein österreichischer Verbannter in Tschechoslowakien") gibi hissettiğini söylemiştir. Hiçbir zaman Çekçe konuşamadı ve okulda öğrenmeyi reddetti. 23 yaşında kendi seçimiyle Avusturya vatandaşı oldu. Nazi Almanyası Avusturya'yı istila edince, Gödel 32 yaşında doğrudan Alman vatandaşı olmuş oldu. II. Dünya Savaşı sonunda, Gödel, 42 yaşında Amerikan vatandaşlığına kabul edildi. Gödel, gençliğinde, dinmek bilmeyen soruları yüzünden ailesi içinde "Der Herr Warum" ("Bay Neden") olarak anılırdı. Abisi Rudolf'a göre, Kurt 6 veya 7 yaşında, ateşli romatizma hastalığına yakalandı; tamamen iyileşti, ama hayatının geri kalanında kalıcı bir kalp rahatsızlığına sahip olduğu konusunda kendini inandırdı. Gödel, eğitim öğretimin Almanca yapıldığı ilkokul ve ortaokulunu 1923 yılında dereceyle bitirdi. Kurt, ilk olarak dil konusunda üstün olmasına rağmen daha sonraları matematik ve tarihle daha çok ilgilenmeye başladı. Matematiğe olan ilgisi, 1920 yılında abisi Rudolf'un (1902 doğumlu) tıp eğitimi görmek için Viyana 'ya, Viyana Üniversitesi (UV) 'ne gitmesiyle arttı. Gençliği boyunca, Kurt, Gabelsberger stenografisi'ni, Goethe'nin "Renklerin Teorisi" ni, Isaac Newton'nun eleştirilerini ve Immanuel Kant 'ın yazdıklarını okudu. Viyana'da öğrenim. Kurt, 18 yaşındayken, abisi Rudolf'a katılıp Viyana Üniversitesi'ne girdi. O zamanda zaten üniversite seviyesinde matematik bilgisine sahipti. İlk başta teorik fizik alanında öğrenim görmeye niyetli olsa da Kurt aynı zamanda matematik ve felsefe derslerine katılıyordu. Kant'ın "Metaphysische Anfangsgründe der Naturwissenschaft" adlı eserini okudu ve Moritz Schlick, Hans Hahn ve Rudolf Carnap'ın içinde olduğu Viyana Çevresi'ne katıldı. Kurt daha sonraları sayı teorisi alanında çalıştı ama Moritz Schlick tarafından Bertrand Russell'in "Introduction to Mathematical Philosophy" (Matematiksel Felsefeye Giriş) kitabı hakkında verilen bir seminere katıldıktan sonra matematiksel mantık alanıyla ilgilenmeye başladı. David Hilbert tarafından Bologna'da matematiksel sistemlerin eksiksizliği ve tutarlılığı üzerine verilen bir seminere katılması Gödel'in hayatını önemli ölçüde etkileyecekti. 1928 yılında Hilbert ve Wilhelm Ackermann "Grundzüge der theoretischen Logik" (Teorik Mantığın İlkeleri) eserini yayımladı. Bu eser, eksiksizlik probleminin bulunduğu alan olan birinci seviye mantık alanına bir giriş niteliğindeydi:"Bir biçimsel sistemin belitleri sistemin tüm modellerinde doğru olan deyimleri türetmek için yeterli midir?". Bu konu Gödel'in doktora çalışması için seçtiği konuydu. 1929 yılında, Gödel 23 yaşındayken, doktora tez ini Hans Hahn'ın danışmanlığı altında tamamladı. Gödel, doktora tezinde, bugün bu sonuç Gödel eksiksizlik teoremi adıyla anılıyor, birinci derece kalkülüs önermeleri nin eksiksizliğini gösterdi. 1930 yılında doktora derecesini aldı. Tezi ilave çalışmalarla birlikte Viyana Bilim Akademisi'nde yayımlandı. Viyana'da çalışma hayatı. 1931 yılında, Gödel "Über formal unentscheidbare Sätze der "Principia Mathematica" und verwandter Systeme." adıyla meşhur eksiklik teoremini yayımladı. Bu makalesinde, Gödel doğal sayılar ın aritmetiğini tanımlamaya yetecek kadar güçlü herhangi bir hesaplanabilir belitsel sistem (ör:Peano belitleri ve ZFC) için şunların doğruluğunu kanıtlamıştır: Bu teoremler, yarım yüzyıl süren ve Frege 'nin çalışmalarıyla başlayan, Principia Mathematica ve Hilbert'in formalizmi ile doruğa ulaşan, tüm matematik için yeterli bir belitler kümesi bulma çalışmalarını sona erdirdi. Eksiklik teoremleri aynı zamanda tüm matematiksel soruların hesaplanabilir olmadığını da gösterdi. Aslında eksiklik teoreminin kalbinde yatan fikir oldukça basittir. Gödel bir formel sistemde "bu önerme ispatlanabilir değildir" şeklinde bir önerme kurdu. Eğer önerme ispatlanabilirse; yanlıştır bu da ispatlanabilir önermelerin her zaman doğru olduğu gerçeği ile çelişir. Bu yüzden, her zaman en az bir tane doğru olan fakat ispatlanamayan önerme vardır. Önemli yayınları. Türkçe çeviri: Almanca: İngilizce: İngilizce çeviri:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5973", "len_data": 6454, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.84 }
Manitoba, Kanada'nın Batı Kanada bölgesindeki bir eyâletidir. Manitoba'da İngilizce daha yoğun olarak kullanılmaktadır. Thlewiaza Nehri'nin berrak soğuk suları, Manitoba-Nunavut sınırındaki Nueltin Gölü'nün kuzey ucundan, Arviat'taki küçük İnuit topluluğunun güneyinde yer alan Hudson Koyu sahiline kadar uzanır. Bölge, yaz aylarında yiyecek, giyecek ve barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamak için ren geyiğinin mevsimlik göçlerini takip eden Athapascan yerlilerince kullanılır. Bu grup, kış aylarında da avlanmak ve tuzaklarını kurmak için bölgeye gidip gelmeye devam ederler. Bu, oldukça genç bir nehirdir ve henüz, yolunu bulmak için tundralar arasında ilerlerken yoluna çıkan küçük gölleri tamamen kendisine katacak derinliğe ulaşamamıştır. Tam anlamıyla tundra olarak adlandırılamayan bu bölgeye tayga denmektedir. Burası rüzgârlı ve kayalık kamp yerleri, sonsuz gökyüzü ve kırmızı etli alabalıklarca zengin derin mavi göllerin diyarıdır. Manitoba çok sayıda etnik grubun merkezidir. Ontario, Saskatchewan, Nunavut, Hudson Körfezi ve ABD ile çevrelenmiş olan eyâlet, Prairie bölgesinin üç eyâletinden biridir ve Kanada'nın merkezinde konumlanır. Manitobalıların çoğu İngiliz asıllıdır fakat iç ve dış göç yapısındaki değişiklikler hıçbir etnik grubun sayıca baskın olmadığı bir eyâlet yaratmıştır. Eyâlette Yeni Kanadalıları ve Kanadalı göçmenleri destekleyen 700'den fazla organizasyon vardır. 1.000.000'den fazla Manitobalının yaklaşık %60'i başkent Winnipeg metropolitanında yaşamaktadır. İkinci büyük şehir Manitoba'nın güney-batısındaki Brandon'dür. Manitoba ismi "büyük ruhun geçitleri" anlamına gelen "Manitiu bou" kelimelerinden gelir. Ayrıca, Manitoba dünya barışına adanmış ve dünyanın en büyük bahçesi olan Uluslararası Barış Bahçesi'ne ev sahipliği yapar. İklim. Manitoba'nın iklimi aşırı kara iklimidir. Sıcaklıklar ve yağış genellikle güneyden kuzeye doğru, yağışsa doğudan batıya doğru azalır. Manitoba, ılımanlaştıran dağ silsilelerinden veya büyük sulardan çok uzaktadır. Genellikle düz olan yüzeyinden dolayı arktik yüksek basıncıyla kuzeybatıdan gelen hava kitleleriyle soğuğa ocak ve şubatta maruz kalır. Yazın hava kileleri bazen Amerika Birleşik Devletleri'nin güneyinden Meksika Körfezi'nden gelen ılık ve nemli hava gelir. Sıcaklıklar yazın 30 °C ' ye kadar çıkar, ısı ve nem bir arada humideks değerini 40 ortalarına getirir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5975", "len_data": 2354, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.58 }
Modena (Modena lehçesi: "Mòdna"), kuzey İtalya'da Emilia-Romagna bölgesinde kendi ismini taşıyan Modena ilinin merkezi olan bir komündür. 1545 yılında Po Nehri ovası ortasında kurulmuş olan, sanat başyapıtlarının kenti Modena, muhteşem katedrali ile tanınmıştır. Ekonomi. Modena "otomobil motorları başkenti" olarak tanınmaktadır. Dünyaca ünlü İtalyan lüks spor otomobil üreticileri Ferrari, Maserati, De Tomaso ve Pagani Modena'da konumlanmışlardır ve diğer bir üretici Lamborghini üretim merkezi ise Bologna ilinde bulunmakta ama Modena'ya çok yakın bulunmaktadır. Ferrari marka otomobilin önemli bir modeli (360 Modena) şehrin ismini taşır ve Ferrari'nin özel bir ün kazanan otomobil rengi "Modena sarısı"dır. Ayrıca dünyaca ünlü tenor Pavarotti'nin doğduğu yerdir. Coğrafi konum. Modena, Po Nehri ovasında bulunur. İki tarafında Po Nehri'ne akan "Secchia Çayı" ve "Panaro Çayı" vardır. Şehir merkezini Panaro Çayı'na bağlayan "Naviglio" adlı bir kanal bulunmaktadır. İtalya yarımadasının bel kemiğini teşkil eden Apeninler şehrin güneyinde 10 km uzakta başlamaktadırlar. Modena'nin iklimi ılımandır. Yazları çok az yağışlı ama sıcak ve nemli geçmekte ve kışları ise soğuk ve ıslak geçmektedir. Semtler ve komşu komünler. Modena şehri içinde bulunan semtler yerel idare hizmetleri için dört "circoscrizioni" adı verilen semt grubuna ayrılmıştır: Modena komününe bağlı olan alt semt/köy yerel idareleri şunlardır: Albareto, Baggiovara, Ca' Fusara, Cognento, Cittanova, Collegara, Ganaceto, Lesignana, Marzaglia, Navicello, Portile, San Damaso, San Donnino, Tre Olmi, Villanova Modena komünü etrafında bulunan komşu komünler şunlardır: Bastiglia, Bomporto, Campogalliano, Carpi, Casalgrande (Revanna ili), Castelfranco Emilia, Castelnuovo Rangone, Formigine, Nonantola, Rubiera (Revanna ili), San Cesario sul Panaro, Soliera, Spilamberto. Modena muftağı. Modena yemekleri ve mutfağı ile ünlüdür. Modena jambonu ve Parma jambonu devamlı rakiptirler. Modena'nın kaynatılmış mercimek veya beyaz fasulye ve patates püresi veya mısır unundan yapılmış "polenta" ile birlikte sunulan domuz paçasından "zampone" (yağlı ve doyurucu) veya "cotechino Modena" (daha az yağlı) taze sosisleri Avrupa Birliği tescilli olarak İtalya'da geleneksel olarak yeni yılın ilk yemeği olarak yenmektedir. Modena ayrıca özel ve çoğu özel Avrupa Birliği tescilli "Modena balsamlı sirke" ve "lambrasco" tipi kırmızı şarap üretim merkezidir. Eğitim. Modena Üniversitesi 1175'te kurulmuştur ve 1686'da Modena Dükü II. Fransesco D'Este tarafından genişletilmiştir. Günümüzde yaklaşık 20.000 öğrencisi bulunup İktisat, Hukuk ve Tıp bilimleri üzerinde geleneksel olarak ünü bulunmaktadır. Modena, İtalyan ordusunun subaylarını yetiştirmek için kurulmuş "İtalyan Harp Akademisi"'nin bulunduğu şehirdir. Bu kurum kısmen tarihi Barok Düklük Sarayı'nda konumlanmıştır. "Biblioteca Estense" kütüphanesinde çok sayıda yazma eserler ve eski baskı eserler bulunmaktadır. Kardeş şehirler. Modena şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: Resimler. Modena
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5976", "len_data": 3019, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.37 }
Angola, resmî adıyla Angola Cumhuriyeti (), Afrika kıtasının güneybatı bölümünde yer alan bir ülkedir. Kimbundu, Umbundu ve Kikongo dillerinde Ngola olarak adlandırılan ülkenin komşularını güneyde Namibya, kuzeydoğuda Kongo DC, doğuda Zambiya oluşturmakta olup, ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Angola'ya bağlı olmasına rağmen anakara ile fiziki bağlantısı bulunmayan ve ülkenin kuzeyinde Atlas Okyanusu kıyısında yer alan Cabinda bölgesi de Kongo Cumhuriyeti'nin yanı sıra yine Kongo DC ile sınıra sahiptir. Resmi dili Portekizcedir. İsim. Ülkenin günümüzde kullanılan ismi geçmişte Angola'nın batı kesimlerinde kurulu olan ve bir Bantu krallığı olan Ndongo Krallığı'nda krala verilen unvandan gelmektedir. O dönem krallara verilen "Ngola" unvanı o dönem sömürge devleti olarak bölgeye gelen Portekizli denizciler tarafından önce Luanda ve çevresi için kullanılmış, daha sonraları da günümüzde başka bir ili olan Benguela'yı kapsayacak şekilde genişletilmiş, 19. yy itibarıyla de o dönem henüz sınırları tam belirlenmeyen ancak Portekiz'in hakimiyeti altına aldığı bugünkü Angola topraklarını tamamı için kullanılmıştır. Coğrafya. Ülkenin toplamda sahip olduğu 5.198 km sınırın 2.511 km'si Demokratik Kongo Cumhuriyeti (bu sınırın 225 km'lik bölümünü Cabinda bölgesine olan sınır oluşturmaktadır), 1.376 km'si Namibya, 1.110 km'si Zambiya ve 201 km'si ise Kongo Cumhuriyeti devleti ile oluşmaktadır .Angola sahip olduğu 1.246.700 km² ile dünyada en büyük 23. ülke konumunda iken bu alanların neredeyse tamamı karasal alanları oluşturmakta olup hiç sulak alan bulunmamaktadır. Ülkenin batısında Atlas Okyanusu kıyısında başlayan dar vadiler, doğu yönünde ülke topraklarının içerisine ilerlendiğinde yükseltinin de artması ile birlikte dağlık arazi olarak gözlemlenebilmektedir. Bu araziyi oluşturan Bié dağlık alanları Angola'nın merkezinde yer almakta olup, 2.619 m ile ülkenin en yüksek noktasını oluşturan Môco dağı da bu yüksek arazide yer almaktadır. Ülkenin güney bölgesi ise daha alçak bir konumdadır. Angola'nın doğu kısımlarında ise Zambezi nehrinin kolları yer almaktadır. İklim. Ülke üç farklı iklim bölgesine ayrılmış durumdadır. Buna göre ülkenin sahil kesiminde ve kuzey bölgelerinde tropikal iklim etkisini göstermektedir. Bu iklimde yıl boyu yüksek sıcaklıklar ölçülmekte olup, gündüz 25 °C ila 30 °C arasında sıcaklıklar ölçülmektedir. Bu bölgelerde Kasım ile Nisan arası yağmur sezonu yaşanmakta olup, yıllık yağış ortalaması 500 mm düzeyindedir. Bu yağışlı dönemde bu bölgenin soğuk Benguela Akıntısı etkisinde olması nedeniyle sık bir şekilde sis görülebilmektedir. Ülkenin orta kısmında yer alan yüksek kesimlerinde ve güneyinde ise ılımlı bir tropikal iklim gözlemlenmektedir. Özellikle kış aylarında gündüz ile gece sıcaklıklarında yüksek farklılıklar yaşanabilmektedir. Bu bölgede yer alan Huambo'da Temmuz ayında gündüz sıcaklığı 25 °C ile ölçülebilirken gece sıcaklıkları 7-8 °C düzeyinde görülebilmektedir. Bölgede Ekim ile Nisan ayları arasında yağmur sezonu yaşanmakta olup, yıllık ortalama 1000 mm yağış düşebilmektedir. Angola'nın güneydoğu bölgesinde ise oldukça sıcak ve kurak bir iklim yaşanmaktadır. Gece sıcaklıkların düşük olduğu bölgeye düşen yağış miktarı az olup, yıllık ortalama 250 mm yağış düşmektedir. Bitki örtüsü ve yaban hayat. Ülke genelinde yaşanan farklı iklim çeşitliliğine bağlı olarak kuzeyde ve Cabinda'da tropikal yağmur ormanlarından, orta kesimlerde ağaçlı geniş çayırlara ve güneyde ise sütleğen, akasya ve baobabın sık bulunduğu geniş otlaklıklara kadar farklı bitki örtüsü gözlemlenebilmektedir. Ülkenin güneybatı ucunda ise Namibya'dan başlayarak kıyı şeridi boyunca ilerleyen çöl yer almaktadır. Angola'nın yaban hayatı zenginlik arz etmekte olup, fil, su aygırı, çita, gnu, deve kuşu, timsah, gergedan ve zebra gibi vahşi hayvanlar gözlemlenebilmektedir. Ülke genelinde giderek artan tarımsal alanlar ile birlikte yaşanan iç savaş ve fildişi ticareti gibi nedenler ülkedeki yaban hayatı tehlike altına almaktadır. Nüfus. Angola nüfusu ile ilgili kesin bir bilgi bulunmamakta olup, Birleşmiş Millet ' lerinin 2012 tahmini verilerine göre 21,6 milyon kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Bazı kaynaklar 17 Milyon nüfustan bahsetmektedir. Birleşmiş Milletler 2009 verilerine göre nüfusun 18 milyon olduğunu tahmin etmiştir. Güncel olarak bu rakamların daha gerçekçi olduğu varsayımları yapılmakta olup, bugüne kadar tahmin edilen 12-13 milyon nüfustan çok daha fazlasının Angola'da yaşadığı düşünülmektedir. Farklı bir kaynağa göre de 2018 tahmini nüfusun 30,355,880 olduğu ifade edilmiştir. Bir Angola internet sitesi, 2010 yayınladığı verilerde, Angola'da resmi olarak 15,1 milyon insanın yaşadığını ifade etmiştir. Ülke içerisinde uzun yıllar süren iç savaş, buna bağlı olarak tahmin edilemeyen ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçlar Angola'da akut demografik sorunların doğmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 2000'li yıllarda nüfusun belli bir kesimi büyük şehirlere, bataklık, ormanlık alanlar gibi kimsenin ulaşamayacağı yerlere ya da komşu ülkelere (Namibya, Botsvana, Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Zambiya) kaçarak yerini terk etmiştir. 2000'li yıllarda iç barışın sağlanması neticesinde nüfusun belli bir kesimi yaşadığı yerlere geri dönüş yapmış olsa da, beklenen geri dönüş etkisi gözlemlenememiştir. Bu süreçte iş olanaklarının da daha fazla olması ile bağlantılı olarak da kıyı şeridinde yer alan şehirlerde nüfus artışı yaşanmış olup, özellikle ülkenin iç kısımlarında insansız, ıssız bölgeler oluşmuştur. Angola genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre %66,47'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,30'si 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %47.83 (erkek 7,758,636/kadın 7,797,869) 15-24 yaş: %18.64 (erkek 2,950,999/kadın 3,109,741) 25-54 yaş: %27.8 (erkek 4,301,618/kadın 4,740,463) 55-64 yaş: %3.43 (erkek 523,517/kadın 591,249) 65 yaş ve üzeri: %2.30 (erkek 312,197/kadın 436,050) Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %68,1 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %3,36 düzeyindedir. 2022 tahminî verilerine göre Angola'da 34,795,287 milyona yakın kişi yaşadığı tahmin edilmektedir. Etnik gruplar. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu kendisini Bantu etnik grubuna mensup olarak ifade etmektedir. Bantu etnik grubu içerisinde de çoğunluğu ülke nüfusunun içerisinde üçte çoğunluğu kapsayan Ovimbundu grubu oluşturmaktadır. Ovimbundu etnik grubundan sonra ülke nüfusunda ikinci derecede öneme sahip olan grup Ambundu etnik grubudur. Ülke içerisinde Kimbundu dilini konuşan etnik grup olarak nüfusun %25'ini oluşturmaktadırlar. Angola nüfusunun %13'ünü oluşturan ve çoğunlukla ülkenin kuzeybatı bölgelerinde yaşayan grup olan Bakongo etnik grubu ülkenin en büyük üçüncü etnik grubunu oluşturmaktadır. Ülke içerisinde "meleços" olarak adlandırılan ve yerli Afrikalı-Avrupalı melezi olan topluluğun oranı %2 düzeyinde olup, ülke içerisinde çoğunluğunu Portekizlilerin oluşturduğu beyaz Avrupalıların oranı ise %1 civarındadır. İlk sömürge döneminde 320.000 - 350.000 arasında bir nüfusa sahip olan Portekizliler, özellikle Angola'nın bağımsızlık ilanından hemen önce ya da hemen sonra ülkeyi terk ederek Portekiz, Brezilya ve Güney Afrika'ya kaçmışlardır. Avrupalı toplulukların haricinde son dönemde yaşanan göç dalgası ile 300.000 civarı Çin vatandaşı Angola'ya gelmiştir. Angola'da, başta Afrika ülkeleri olmak üzere, diğer birçok ülkeden farklı olarak etnik grup farklılıkları hemen hemen hiçbir sorunun ve çatışmanın kaynağı olarak gözlemlenememiştir. Sadece 1970'li yıllarda Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ne kaçan Bakongolar, geri dönüşlerinde Luanda ve civarındaki yerleşim yerlerine yerleştirildiklerinde o dönem orada yaşayan diğer etnik gruplar ile 'yabancılaşma' yaşansa da şiddet olayları yaşanmamıştır. Dil. Angola'da konuşulan neredeyse her yerel dil Bantu dil grubuna ait dillerdir. Portekizce ülkenin resmi dili konumunda olup, çoğunluğu Luanda'da yaşayanlar oluşturmak üzere nüfusun %30'u tarafından anadili olarak konuşulmaktadır. Afrika dilleri içerisinde en yaygın dil ise Ovimbundu etnik grubu tarafından konuşulan Umbundu dilidir. Umbundu'nun haricinde Ambundu etnik grubunun konuştuğu Kimbundu dili ile Bakongo etnik grubunun konuştuğu Kikongo dili diğer yaygın diller olarak ülkede konuşulmaktadır. Bunun dışında günlük hayatta Portekizce ve Kikongo başta olmak üzere birkaç dilin karıştırılması ile oluşturulan Angola Kreol dili olan Kituba konuşulmaktadır. Bu dillerin haricinde daha küçük gruplar tarafından konuşulan Chilunga, Lingála, Ngangela, Oshivambo (Kwanyama, Ndonga), Otjiherero ve Chokwe dilleri de mevcuttur. Angola içerisinde toplam 40 değişik dil/lehçe konuşulmaktadır Din. Ülke genelinde nüfusun yarısından biraz fazlası Hristiyan dinine mensuptur. Burada Katolik mezhebine göre inancını yaşayanların oranı %41 olarak ifade edilirken, Protestan mezhebine inananların oranı %38 düzeyindedir. Angola'da nüfusun geriye kalan kısmı ise yerel dinlere inanmaktadır. İslamiyet, Angola'da neredeyse hiç görülmemekte olup, İslam inancına göre yaşamını idame ettiren ve çoğu diğer Afrika ülkelerinden gelen %1 civarı topluluğun çoğu ise Sünni mezhebine göre inancını yaşamaktadır. Burada dini inançlarda ortaya çıkan farklılıklar nedeniyle İslami topluluk bir birliktelik sağlayamamaktadır. Suudi Arabistan 2010 yılında ülkede içerisinde İslamiyeti ilerletmek adına Luanda'da İslami bir üniversitenin kurulumunu finanse edeceğini duyurmuştur. Angola hükûmeti Ekim 2013'te yaptığı açıklamada ülke içerisinde İslam inancını yasa dışı din olarak ilan ederek, tüm İslami unsurları yasaklayarak camileri kapatmış ya da yıktırmıştır. Bu yasaklama Angola kültürüne ve geleneklerine zarar veren tüm dini hareketleri kapsayacağı hükûmet yetkilileri tarafından ifade edilmiştir. Sosyal durum. Sağlık. Angola'da gıda ve tıbbi ihtiyaç sıkıntısı had safhada yaşanmaktadır. Ülke nüfusunun sadece %30'u temel sağlık hizmetlerine erişim sağlayabilmektedir. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı ise %40 düzeyindedir. Her yıl binlerce insan ishal, solunum yolu enfeksiyonu gibi kısa sürede atlatılabilecek hastalıklardan hayatlarını kaybetmektedir. Ayrıca ülke içerisinde cüzzam, sıtma, menenjit ve verem çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının özellikle güneyinde yer alan ülkelerin aksine Angola'da düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %2,3 düzeyindedir. Ülke genelinde 5 yaş altı çocuklarda ölüm oranı, dünya geneli ortalamasının çok üzerinde gerçekleşmekte olup, en yüksek ikinci oran olduğu ifade edilmektedir. Angola'da her üç dakikada bir çocuk hayatını kaybetmektedir. 2013 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 54,95 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 53,83, kadınlarda ise 56,11 seviyesindedir. Eğitim. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2011 tahmini verilerine göre %70,4 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %82,6 iken, kadınlarda %58,6 seviyesindedir. Angola'da ilkokula gitmek zorunlu olmasına rağmen bu eğitimlere katılım çocuklar arasında üçte bir oranı seviyesindedir. İlkokula giden çocukların %54'ü aynı sınıfa bir veya birden fazla yıl tekrar gitmektedir. Ülke genelinde 5. ve 6. sınıfı içeren okulların azlığı sebebiyle ilkokul 5. sınıfa erişen öğrenciler arasında eğitim hayatına devam etme oranı %6 gibi düşük bir seviyededir. Ayrıca ülkede yaşanan iç savaş nedeniyle ölen ya da göç eden birçok öğretmen olması nedeniyle, ülke genelinde öğretmen bulma ve yetiştirme sıkıntısı da yaşanmaktadır. Günümüzde Angola Eğitim Bakanlığı'nın, "Ajuda de desenvolvimento de Povo para Povo em Angola" yardım kuruluşu ile ortaklaşa gerçekleştirdiği projede Huambo, Caxito, Cabinda, Benguela, Luanda, Zaire ve Bié'de kurulan eğitim merkezlerinde öğretmen ihtiyacını karşılama adına öğretmen adaylarına eğitimler verilmektedir. 2006 yılına kadar eğitimi tamamlanan 1000'den fazla öğretmen kırsal alanlarda eğitime başlamış olup, 2015 yılına kadar eğitilen öğretmen sayısının 8000'i bulması amaçlanmaktadır. Angola'da yükseköğrenim kurumları 1990'lı yıllara kadar devlet tarafından idare edilmekteydi. Özellikle, çoğu kötü bir durumda bulunsa da sahip olduğu 40 farklı merkezdeki yerleşkesi ile Universidade Agostinho Neto önemli bir yere sahipti. Bu üniversitenin haricinde ayrıca Luanda'da yerleşik Universidade Católica de Angola (UCAN) bulunmaktaydı. Günümüzde çoğunluğu başkent Luanda'da olmak üzere ve Portekiz'de aynı ismi taşıyan üniversiteler ile sıkı işbirliğinde içerisinde olan Universidade Lusíada de Angola, Universidade Lusófona de Angola ve Universidade Jean Piaget de Angola özel üniversiteler olarak hizmet vermektedir. Bunların haricinde tamamen Angola merkezli üniversiteler olan Universidade Privada de Angola, Universidade Metodista de Angola, Universidade Metropolitana de Angola, Universidade Independente de Angola, Universidade Técnica de Angola, Universidade Gregório Semedo, Universidade Óscar Ribas, Universidade de Belas ve Instituto Superior de Ciências Sociais e Relações Internacionais gibi özel üniversilerde öğrencilere eğitim-öğretim imkânı sunmaktadır. Tarih. Günümüzde Angola'nın varlığını sürdürdüğü topraklarda yaşayan ilk topluluk Khoisan topluluğu olmuştur. Khoisan topluluğu ilerleyen yıllarda Bantu halkları tarafından bölgeden uzaklaştırılmıştır. 15. yy sonlarına doğru Avrupalılar ve özellikle de Portekizli denizciler ile başlayan temasın sonucunda Portekiz 1483 yılında, günümüzde Luanda'nın bulunduğu sahil kesiminde ve iç bölgelerde ticaret merkezleri oluşturmuştur. Angola'nın bugünkü sınırlarının sistematik olarak ele geçirilmesi ve işgal edilmesi ise 19. yy sonlarında başlatılmış olup, bu işgal 1920'li yıllara kadar sürdürülmüştür. Angola 1920'li yılların ortasından 1960'lı yılların başına kadar 'klasik' sömürü sistemi içerisinde Portekiz tarafından yönetilmiştir. Bu dönemde koloni sahibi Portekiz, 1926 yılından Karanfil Devrimi'nin yaşandığı 1974 yılına kadar askerî cunta tarafından idare edilmiştir. Koloni döneminde ülkenin en büyük ekonomik değerini tarım ve hayvancılık oluşturmaktaydı. Bu tür faaliyetler Avrupalı yerleşimciler tarafından büyük işletmelerde yapılmasının yanı sıra, Afrikalı yerliler tarafından da aile işletmelerinde gerçekleştirilmekteydi. Bunun haricinde koloni ülkesi için çıkartılan elmasın ihracatı, önemli bir kaynak oluşturmaktaydı. 1950'li yıllarda milliyetçi direnişin şekillenmesi ile başlayan süreç, 1961 yılında silahlı mücadeleye dönmüştür. Özellikle Afrika Yılı olarak adlandırılan 1960 yılında 18 Afrika ülkesinin sömürge sahibi ülkelerden bağımsızlığını ilan etmesi Angola'da da bu sürecin ilerlemesine neden olmuştur. Portekiz, 1962 yılından itibaren ülkede köklü reformlar gerçekleştirerek geç sömürge dönemini devreye almıştır. Bu durum Angola'da niteliksel olarak yeni bir durum yaratsa da bağımsızlık mücadelesine herhangi bir etkisi olmamıştır. Bu mücadele dolaylı olarak Portekiz'de 25 Nisan 1974 tarihinde gerçekleştirilen Karanfil Devrimi neticesinde diktatör askerî cuntanın devrilerek yerine demokratik rejimin gelmesi sonucunda başarıya ulaşmış, yeni Portekiz Hükûmeti derhal sömürge ülkelerden çekilme sürecini başlatmıştır. Angola İç Savaşı. Portekiz'de gerçekleştirilen devrim, Angola'da bağımsızlık mücadelesi veren ve birbirinden farklı etnik kökenleri temsil eden FNLA "(Türkçe: Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi)", MPLA "(Türkçe: Angola'nın Bağımsızlığı İçin Halk Hareketi)" ve UNITA "(Portekizce: União Nacional para a Independência Total de Angola, Türkçe: Angola'nın Tam Bağımsızlığı için Ulusal Birlik)" özgürlük hareketleri arasında iktidarı ele geçirme amacıyla gerçekleşen silahlı çatışmaların yoğunlaşmasına sebep olmuştur. ABD, ilerleyen zamanlarda Demokratik Kongo'ya dönüşen Zaire ve apartheid rejimiyle yönetilen Güney Afrika, bu çatışmalarda FNLA ve UNITA'yı desteklemiştir. Sovyetler Birliği ve Küba ise, MPLA'nın yanında yer almıştır. MPLA mücadeleyi kazanan taraf olarak 1975 yılında Luanda'da bağımsızlığı ilan etmiştir. FNLA ve UNITA da aynı dönemde Huambo'da bağımsızlık açıklamasında bulunmuştur. Bu karşı hükûmet her ne kadar kısa süre içerisinde dağılsa da, bağımsızlık ilanından kısa bir süre sonra taraflar arasında Angola İç Savaşı'nın başlamasına neden olan çatışmalar şiddetlenmiştir. FNLA kısa bir süre içerisinde bu mücadeleden elenmiş, UNITA ise 2002 yılında Jonas Savimbi'nin ölümüne kadar MPLA'ya karşı savaşmayı sürdürmüştür. MPLA ülkenin yönetimini üstlenmesinin ardından, sosyalist ülkeleri rol model alarak ekonomik ve siyasi bir rejim oluşturmuştur. Marksizm-Leninizm ve sol milliyetçiliği ön plana çıkararak, tarım sosyalizmi üzerine kurulu bir siyasi ekonomi geliştirmişlerdir. Angola Halk Cumhuriyeti'nin ekonomik yapısında petrol ve elmas başta olmak üzere doğal kaynakların işlenmesi önemli bir yere sahip olmuştur. 1977 yılında gerçekleştirilen ilk kongrede MPLA'nın ismine "işçi partisi" tanımı eklenmiştir. Demokratikleşme süreci. Bu sistem 1990/91 yılları arasında iç savaşta yaşanan kısa süreli duraklamada çok partili sistem lehine değiştirilmiştir. 1992 yılında gerçekleştirilen ve UNITA'nın da yer aldığı genel seçimlerde MPLA parti olarak parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etse de, partinin cumhurbaşkanı adayı José Eduardo dos Santos cumhurbaşkanı olmak için Jonas Savimbi'ye karşı gereken çoğunluğu sağlayamayarak yasa gereği zorunlu olan ikinci seçim turuna girmek durumunda kalmıştır. Yapılan bu seçimler ülkede 2002 yılına kadar sürecek karmaşık bir yapıya sebep olmuştur. Bir tarafta MPLA ve UNITA ortaklaşa parlamentoda hatta hükûmette yer alırken, UNITA'nın askeri kanadı seçimlerden hemen sonra silahlı mücadeleyi yeniden başlatmıştır. Ülkedeki siyasi gelişmeler neticesinde yönetimde otoriter bir devlet başkanlığı yönetimi benimsenmiş, ülke genelinde ciddi yıkımlar gerçekleştirilmiştir. 2002 yılında UNITA lideri Jonas Savimbi'nin ülkenin doğusunda ordu tarafından yakalanıp vurulmasından sonra UNITA silahlı mücadeleyi bıraktığını açıklamıştır. Bu olay neticesinde silahlı kanadını lav edilen UNITA'da buradaki güçlerin bir bölümünü Angola ordusu bünyesine alınmıştır. Yeni genel başkanları Isaias Samakuva önderliğinde normal bir muhalefet partisi görüntüsüne bürünen UNITA, 2008 yılında gerçekleştirilen ve MPLA'nın oyların %80'ini elde ettiği seçimlerde bir varlık gösterememiştir. Son yıllarda özellikle ülkede var petrol rezervlerinden elde edilen gelirlerle tüm ülkede yeniden yapılanma gerçekleştirilmektedir. Angola'da 2010 yılında kabul edilen yeni anayasa, iktidardaki MPLA'yı güçlendirmekte ve devlet başkanına otoriter bir yönetim imkânı sağlamaktadır. İdari yapılanma. Angola 18 bölgeye ayrılmış olup, bu bölgeler şu şekildedir: Bu var olan 18 bölge ayrıca 157 ile ve 618 ilçeye bölünmüş konumdadır. <noinclude> Siyaset. Siyasi ilişkiler. Angola'da güncel olarak siyasi güç devlet başkanındadır. Yürütme gücü aynı zamanda ordunun başkumandanı ve hükûmet yetkilisi de olan Cumhurbaşkanı João Lourenço ile bakanlar kurulunun elinde bulundurmaktadır. Bakanlar kurulu çok sık aralıklarla devlet başkanının başkanlığında toplanarak güncel konular hakkında görüşmeler gerçekleştirirler. Ülkede bulunan 18 bölge, devlet başkanı tarafından atanan valiler tarafından yönetilmektedir. Ülkenin hukuk sistemi, sömürge döneminde ülkeyi elinde bulunduran Portekiz'in hukuk sisteminden esinlenerek oluşturulmuş olmasına rağmen yetersiz ve bölük pörçük bir konumdadır. Ülke genelinde 140'tan fazla belediye yer almasına rağmen sadece 12 yerleşim alanında mahkemeler bulunmaktadır. Ülkenin en yüksek mahkemesi, temyiz olarak işlev görmektedir. 2010 yılında parlamento tarafından kabul edilen yasaya ile otoriter eğilimli siyasi sistem daha da otoriter bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu yasa ile gelecekte gerçekleştirilecek olan genel seçimlerden birinci olarak çıkacak olan partinin başkanının ve kurmaylarının aynı zamanda ülkenin devlet başkanı ve devlet başkanı yardımcısı makamına getireleceği karara bağlanmıştır. Ülkenin devlet başkanı günümüzde kaldırılan anayasa mahkemesi de geçmişte dahil olmak üzere tüm devlet kurumlarındaki işleyişi kontrol yetkisine sahiptir. Angola'da bir kuvvetler ayrılığından bahsedilememektedir. Ülkede 27 yıl boyunca süren iç savaş nedeniyle siyasi binaların yanı sıra kamu kurum ve kuruluş binaların da birçoğu hasar görmüş bir konumdadır. Parlamento. Angola'da 2002 yılında sona eren iç savaştan sonra gerçekleştirilen ilk seçimler olan 2008 seçimlerinde, halk parlamentoya gidecek üyeleri seçmiştir. Seçimlerin olaysız ve sükûnet içerisinde geçtiği Afrika Birliği ile Güney Afrika Geliştirme Birliği seçim gözlemci heyetleri tarafından bildirilmiştir. Seçim günü olumlu geçmiş olsa da, Avrupa Birliği yetkilileri seçim öncesinde muhalefet partilerine yeterince söz hakkı verilmediği ve kamu kurum ve kuruluşları ile televizyonların MPLA propaganda aracı olarak kullanıldığı yönünde eleştiriler getirmiştir. Söz konusu seçimlerde oyların %82'sini alan MPLA kazanırken, muhalefet partisi konumunda olan UNITA oyların %10'unu alabilmiştir. UNITA bu seçim sonuçlarına önce itiraz etse de daha sonra seçim sonuçlarını kabullenmek durumunda kalmıştır. 2008 seçimleri sonrası mecliste milletvekili dağılımı şu şekildedir oluşmuştur: İnsan hakları. Amnesty International'ın 2012 raporuna göre ülkede sık sık düşünce ve fikir özgürlüğü hakkını savunan ya da toplantı ve gösteriş yapan birçok kişi tutuklanmıştır. Ülkede devletin güvence verdiği bir sosyal korunma sistemi bulunmamaktadır. Ülkenin özellikle kırsal bölgesindeki belli bölümlerinde tek başına kalan kadınların gelenek ve göreneklere göre mal ve mülk sahibi olması kabul edilmemektedir. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'nun 2009 yılında gerçekleştirdiği Afrika turunda ziyaret ettiği Angola'da, ülkenin insan hakları örgütleri ve önemli şahsiyetlerinin kendisine ilettiği mektupta, Angola'daki demokrasi ve insan haklarının son durumu hakkında bilgilendirilmiş ve bu konuda yetkililer ile görüşülmesi talep edilmiştir. Son dönemde ülke genelinde Çin'in etkili olması "Associação Mãos Livres" gibi sivil organizasyonların tepkisini çekmekte olup, Çin'in kendi ülkesindeki insan hakları ihlalleri nedeniyle sabıkalı olması nedeniyle ülke içerisindeki etkisi tartışma yaratmaktadır. Uluslararası ilişkiler. Angola Halk Cumhuriyeti döneminde ülke, Doğu Bloku üyeleriyle iyi diplomatik ilişkiler sürdürmüştür. Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Küba, Romanya ve Yugoslavya gibi ideolojik yakınlık gösterilen ülkelerle iş birliği içerisinde bulunmuştur. Angola İç Savaşı sırasında Küba'dan yoğun bir askeri destek alınmıştır. Küba, gönderdiği birliklerle ülkeye gerçekleştirdiği müdahalenin yanında tank, zırhlı araç ve topçu yardımında bulunmuştur. Agostinho Neto ve Che Guevara arasında gerçekleşen görüşmeyle birlikte, Küba'nın verdiği destek artmıştır. Yugoslavya, 14 milyar dolarlık bir ekonomik yardımda bulunmakla birlikte, Angola'ya diplomatik destek sağlamıştır. Sovyetler Birliği ve Kuzey Kore'nin Angola'da bulunan birlikleri, UNITA'ya karşı verilen savaşta doğrudan yer alarak ve askeri danışmanlık vererek MPLA'yı desteklemiştir. Doğu Almanya ve Romanya da, savaş boyunca Angola'nın yanında durmuştur. Sovyetler Birliği, Angola İç Savaşı boyunca ülkede kayda değer bir etkinlik göstermiştir. MPLA'yla aralarındaki bağın güçlenmesi üzerine geçmişte iş birliği içerisinde bulundukları RDL'nin gizli bilgilerini paylaşmışlar ve grubun ortadan kalkmasını sağlamışlardır. MPLA içerisinde, Sovyetler Birliği'yle yakınlaşılmasını ve aşırı sol politikaları destekleyen üyeler, genel olarak Nito Alves'in liderliğindeki muhalifler olmuştur. Agostinho Neto'nun partide mutlak otoritesini kabul ettirmesi ve Sovyetler Birliği'ni de ikna etmesinin ardından, bu grup yok edilmiştir. Çin-Sovyet ayrılığı boyunca Angola, Sovyetler Birliği'nin yanında yer almış ve Çin'e mesafeli yaklaşmıştır. Portekiz Sömürge Savaşları devam ederken UNITA'nın Maoizm'i benimsemesi ve Çin tarafından desteklenmesi başta olmak üzere birçok etken, iki ülkenin birbirinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Ronald Reagan döneminden başlayarak yaklaşık on beş yıl boyunca, MPLA'yı iktidardan indirme üzerine kurulu bir politika izlemeleri nedeniyle, Angola uzun bir süre ABD'ye karşı çıkmıştır. Cabinda Bölgesi'nde bağımsızlık elde etmek için savaşan FLEC'e verdikleri destek yüzünden, Fransa'yla kurulan diplomatik ilişkiler de mesafeli bir yapıya sahip olmuştur. Angola İç Savaşı'nın ilerlemesiyle UNITA, aldığı uluslararası desteği artırabilmek için kendisini milliyetçi ve muhafazakar bir grup olarak yeniden yapılandırmıştır. Güney Afrika ve Zaire'yle kurulan diplomatik ilişkiler UNITA'ya verdikleri destek nedeniyle, İsrail'le kurulan diplomatik ilişkiler ise FNLA'ya verdikleri destek nedeniyle gergin bir yapı içerisinde devam etmiştir. Marksizm-Leninizm'i benimseyen birçok grup ve siyasi parti, Angola tarafından desteklenmiştir. Sao Tome ve Principe'de MLSTP'nin iktidarda olduğu süre boyunca, Angola'nın gönderdiği birlikler ülkede iç güvenliği sağlamıştır. FLNC, Zaire'ye karşı verdiği savaşta kullandığı üslerin çoğunu Angola'da kurmuştur. Güney Afrika'da bağımsızlık elde etmek için SWAPO ve ırkçılığa karşı mücadele eden ANC'yle de iş birliği yapılmıştır. Angola, 1976 yılından bu yana Birleşmiş Milletler, 1996 yılından bu yana Dünya Ticaret Örgütü, 2007 yılından bu yana da kurucu üye olarak Güney Afrika Geliştirme Birliği ile Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu, üye olarak OPEC ve Afrika Birliği katılımcısı durumundadır. Portekiz ve Angola arasında var olan stratejik ortaklık, 15 Ekim 2013 tarihinde Cumhurbaşkanı José Eduardo dos Santos'un yaptığı açıklamada iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin iyi olmadığını ifade etmesinin ardından sona ermiştir. Ekonomi. Angola 2012 verilerine göre sahip olduğu 114,2 milyar dolar Gayri safi yurt içi hasıla ile Afrika kıtasının Güney Afrika Cumhuriyeti ve Nijerya'dan sonra üçüncü büyük ekonomisi konumundadır. Bu denli büyük bir ekonomiye sahip olan ülkede, nüfusun büyük çoğunluğu açlık sınırında yaşamaktadır. Angola ekonomisi yıllarca süren iç savaşın etkileri günümüzde de devam etmektedir. Özellikle son yıllarda başta sahip olunan petrol rezervlerinin yanı sıra diğer yeraltı zenginlikler sayesinde ciddi bir ekonomik kalkınma yaşayan ülke, gösterdiği bu hızlı yükseliş ile Afrika kıtasının en büyük ekonomik büyüme verilerine sahip ülkesi konumundadır. Ancak petrolden ve diğer yeraltı zenginliklerinden elde edilen gelirlerin neredeyse tamamı ülkenin siyasetini ve ticaretini yöneten nüfusun küçük bir kısmına ulaşmakta olup, nüfusun geriye kalan büyük çoğunluğu bu gelirlerden fayda görememektedir. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu işsiz olup, yarısından fazla açlık sınırının altında yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler'in yayımladığı 2013 İnsani Gelişim Endeksi raporuna göre ülke 'az insani gelişim' kategorisinde yer almakta olup 186 ülke içerisinde 148. konumda kendisine yer bulabilmektadır. Ülkenin mal ve hammadde ihracatında en önemli ticaret ortaklarını Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Fransa, Belçika ve İspanya oluşturmaktadır. Portekiz, Güney Afrika Cumhuriyeti, ABD, Fransa ve Brezilya ise ülkenin ithalatındaki en önemli ticaret ortaklarını oluşturmaktadır. 2009 yılında Angola, Portekiz'in Avrupa dışındaki en önemli ihracat ortağı konumuna gelmiş, bu doğrultuda 24.000 Portekizli son yıllarda Angola'ya yerleşerek iş arayışına girmiş ya da şirket kurmuşlardır. Buna rağmen Çin'in ülke içerisindeki mevcudiyeti kurduğu büyük firmalar nedeniyle Angola için daha büyük önem arz etmektedir. Bölgesel eşitsizlik. Angola ekonomisinin yapısal sorunlarından bir tanesini de bölgeler arası ortaya çıkan keskin farklılıklardır. 20.yy son dönemlerinde ülkede yaşanan iç savaşın bir etkisi olarak ülkenin birçok bölgesi ekonomik gelişimlerden yeterli katkıyı alamamaktadır. Ülkenin ekonomik faaliyetlerinin üçte biri Luanda ile birlikte Luanda'nın genişleme alanında yer alan komşu bölge Bengo'da gerçekleşmektedir. Buna karşı ülkenin özellikle iç kesimlerinde kalan diğer bölgelerinde çarklar ya durma ya da gerileme noktasında gelmiş bir konumdadır. 2007 verilerine göre ülkenin ticari faaliyetlerinin %75,1 ile tüm kamusal ve özel iş yerlerinin %64,3'ü başkent Luanda ve çevresinde yer almaktaydı. 2010 verilerine göre Angola'da yerleşik tüm şirketlerin %77'si Luanda, Benguela, Cabinda, Kwanza Sul bölgesi ve Namibe'de yerleşik konumdadır. Ülkede 2007 yılındaki verilere göre Luanda ve çevresinde GSYİH kişi başı 8.000 Dolar seviyelerine çıkmış, iç Angola'nın batı kesimlerinde 2.000 Dolar olarak belirlenmiş olup, geriye kalan diğer bölgelerde ise 1.000 Dolar seviyelerinin çok altında tespit edilmiştir. İç savaşın sona ermesinden sonra kıyı kesimlere kesilmesi beklenen göç daha sonraları da devam etmiş ve iç bölgelerin insansız alanlar haline gelmesine neden olmuştur. Ekonomi verileri. Gayri safi yurt içi hasıla, enflasyon ve dış ticaret değerlerinin yıllar içerisinde değişimini gösteren bilgiler şu şekilde sıralanmaktadır: Ulaşım. Demiryolu. Ülkede var olan demiryolları kıyı şeritlerinde yer alan liman şehirlerine bağlantı sağlamaktadır. Ülke genelinde birbirine bağlantısı olmayan üç demiryolu güzergâhı bulunmaktadır. Bu hatlarda insan taşımacılığının yanı sıra ürün taşımacılığı da yapılmaktadır. Angola'nın genel olarak sahip olduğu toplamda 2.764 km'lik demiryolunun işletmesi devlet kuruluşu olan Caminhos de Ferro de Angola "(Türkçe: Angola Demiryolları)" gerçekleştirilmektedir. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1975 yılında başlayan ve 2002 yılına kadar süren iç savaşın etkisi ile var olan demiryolları ciddi zararlar görmüş, bu nedenle seferler gerçekleştirilememiştir. 2002 yılında biten iç savaş sonrası yeniden toparlama sürecine giren Angola demiryolları işletmeciliği bu yıldan sonra gerçekleştirdiği kısmi düzeltmeler ile insan ve mal taşımacılığına kademeli olarak başlanmasını sağlamıştır. Angola genelinde birbirinden bağımsız olarak var olan demiryolu bağlantıları şu şekildedir: Karayolu. Tüm ülke genelinde 2001 verilerine göre var olan toplam 52.429 km karayolundan sadece 5.349 km'si asfaltlanmış konumdadır. Burada da yaşanan iç savaşın etkileri gözlemlenmekte olup, Luanda çevresindeki yollar hariç genel olarak karayollarının özellikle iç kesimlerde kalan birçok bölümü sürüşe uygunluk arz etmemektedir. Denizyolu. Angola 2008 verilerine göre gemilerin geçiş yapabileceği ve insan taşımacılığına uygun 1.300 km'lik karasularına sahiptir. Havayolu. Ülke genelinde var olan irili ufaklı 211 havaalanından sadece 30 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Başkent Luanda'da bulunan Aeroporto Internacional Quatro de Fevereiro havaalanı günümüzde Angola'nın en büyük havaalanı olup, uluslararası standartlara uygun bir konumdadır. Ancak ilerleyen dönemlerde bu havaalanındaki uluslararası uçuş yükünü almak üzere "Angola International Airport" havaalanını inşaatı Luanda'da devam etmektedir. Ülke iki adet havayolu şirketine sahip olup, bunlardan ilki devlet kontrolünde olan TAAG Angola Airlines'tır. Havayolu sahip olduğu 13 uçaklık filosu ile Angola'nın en büyük havayolu şirketidir. TAAG dışında ayrıca özellikle petrol üretim sahalarına yolcu taşıyan ve özel olarak işletilen Sonair bulunmaktadır. Sonair'in AB standartlarına uygun olmadığı gerekçesiyle Avrupa Birliği hava sahasına girişine izin verilmemektedir. Havacılık tarihinin en önemli gelişmelerinden biri 23 Mayıs 2003 yılında Angola'da yaşanmış olup, bir yıldır park etmiş olarak bekleyen bir Boeing 727 Luanda havaalanından kimliği belirsiz kişiler tarafından çalıştırılarak kaçırılmıştır. Yer hizmetlerinin bağlantı sağlayamadığı uçaktan o günden sonra haber alınamamıştır. Her ne kadar Kanadalı bir pilot uçağı Haziran 2003 yılında Gine'nin başkenti Conakry'de gördüğünü ifade etse de, bu bilgi uluslararası birimlerin yanı sıra FBI ve CIA tarafından doğrulanmamış, bu uçağın daha sonra Gine havayollarına bağlı benzer bir uçak olduğu açıklanmıştır. Uçağın aynı şekilde o tarihten bu yana bir daha görünmeyen uçak mühendisi olan ve aynı zamanda küçük uçaklarda özel pilotluk yapan "Ben Charles Padilla" tarafından kaçırıldığı tahmin edilmektedir. Spor. Futbol. Angola millî futbol takımı 2006 yılında Almanya'da gerçekleştirilen 2006 FIFA Dünya Kupası müsabakalarına beklenmedik bir şekilde katılarak büyük bir başarı elde etmiştir. Dünya Kupası elemelerinin son karşılaşmasında grup sonuncusu olan Ruanda millî takımına karşı elde edilen 1-0 galibiyet Angola'yı bu turnuvaya taşımış, 1994 yılından bu yana kesintisiz olarak Afrika kıtasını dünya kupasında temsil eden Nijerya'yı saf dışı bırakmıştır. Dünya Kupası grup mücadelelerinin ilkinde Portekiz'e karşı alınan 1-0 yenilginin ardından, Meksika ile 0-0 ve İran ile de 1-1 beraber kalarak turnuvaya veda etmiştir. Angola ayrıca 1996, 1998, 2006 ve 2008 yıllarında Afrika Uluslar Kupası'nda yer almış, bu turnuvanın 2010 yılında da organizasyonunu üstlenmiştir. Basketbol. Angola millî basketbol takımı Afrika kupası tarihinin en başarılı takımı olarak gerçekleştirilen son on iki Afrika kupasının onunda şampiyon olmuştur. Bu kupada elde ettiği başarılar ile sürekli Basketbol Dünya Kupası turnuvalarında da yer alan Angola, buradaki en büyük başarılarını 2002, 2006 ve 2010 yıllarında gruptan ikinci tura çıkarak göstermiştir. Hentbol. Angola Kadın Hentbol millî takımı Afrika kupasını on bir kez kazanmış olup, Afrika kıtasından ilk takım olarak hentbol dünya kupası turnuvasında yer almıştır. Kültür. Edebiyat. Angola'nın tanınmış yazarları olarak Mário Pinto de Andrade, Luandino Vieira, Arlindo Barbeitos, Alda Lara, Agostinho Neto, Pepetela, Ondjaki ve José Eduardo Agualusa sayılmaktadır. Televizyon. Ülkede devletin sahip olduğu Televisão Pública de Angola'nın yanı sıra TV Zimbo, AngoTV gibi özel televizyon kanalları da bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5977", "len_data": 33662, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.51 }
Saskatchewan, Kanada'nın Batı Kanada bölgesindeki bir eyâletidir. Kuzey Amerika'nın merkezinde yer alır. Komşu eyaletleri Manitoba ve Alberta'dır. Güneyinde ABD'nin Montana ve Kuzey Dakota eyâletleri, kuzeyinde ise Kanada eyâletlerinden Kuzeybatı Toprakları ve Nunavut yer alır. Saskatchewan 651.036 km²lik bir alanı kaplar. Yaygın görüşün aksine, eyâletin yarısı orman, üçte biri çiftlik ve sekizde biri tatlı sularla kaplıdır. Eyalette 100.000'den fazla göl bulunmaktadır. Regina başkent olup, Saskatoon'la birlikte eyâletin iki büyük şehrini oluşturur. Tarım konusunda oldukça meşhur olan Saskatchewan Üniversitesi Saskatoon'da yer almaktadır. Saskatchewan'da kökleri Avrupa, Rusya, Ukrayna, İskandinavya ve Büyük Britanya'ya dayanan bir milyon insan yaşamaktadır. Eyâlet ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanmakla birlikte halkın üçte ikisi şehir ve kasabalarda yaşar. Eyalette 5 milyondan fazla eser barındıran yaklaşık 250 müze vardır. Saskatchewan isminin Plains yerlilerine ait olduğu kabul edilir. Kelimenin aslı 'hızlı akan nehir' anlamına gelen "kisiskatchewan"dır ve yerlilerin bölgesinden geçen en önemli su olan Saskatchewan Nehrine atıfta bulunur. Saskatchewan Kanada'nın "ekmek sepeti" olarak ovaları ve buğday tarlaları ile ünlenmiştir. Kanada'nin batisinda konumlanan Saskatchewan; Manitoba, Alberta, Kuzeybatı Toprakları ve Amerika Birleşik Devletleri ile çevrelenmiştir Saskatchewan altın, uranyum ve petrol gibi önemli yer altı zenginlikleriyle de dikkati çekmektedir. Eyâletin en büyük üniversitesi, 1907 yılında kurulmuş olan Saskatchewan Üniversitesi'dir. Yerliler. Diğer Kanada Kızılderilileri gibi Saskatchewan eyaletindeki Kızılderililer de "First Nations" («İlk Milletler») yasal adıyla anılırlar. Bunların sayısı 70 olup her biri tek tek yasal olarak muhatap alınır. Bu 70 "First Nation" 9 "Tribal Council" olarak bir üst yapılanma gösterirler ve hepsi birlikte "Federation of Saskatchewan Indian Nations" adı altında tek federasyonda toplanırlar. Kanada genelinde olduğu gibi burada da Kızılderililerin etnik kimliklerinin öne çıkarılması tasvip edilmez, daha çok dil grubu ("linguistic group") olarak lanse edilirler. Buna göre Saskatchewan eyaletindeki 70 Kızılderili "kabilesi" beş dil grubunda toplanır: Kriler ("Cree"), Dakotalar ("Dakota"), Denesulineler ("Dene, Chipewyan"), Nakotalar ("Nakota, Assiniboine") ve Saulteaux Ojibvaları.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5978", "len_data": 2368, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.48 }
William Bradley Pitt (d. 18 Aralık 1963; Shawnee, Oklahoma, ABD), Amerikalı oyuncu ve film yapımcısıdır. Yapım şirketi Plan B Entertainment ile yapımcı olarak bir Akademi Ödülü ve Primetime Emmy Ödülü'nün yanı sıra oyunculuğuyla iki Altın Küre Ödülü ve bir Akademi Ödülü de dâhil olmak üzere birçok ödül almaya hak kazanmıştır. Missouri Üniversitesinin gazetecilik bölümünden mezun olmasına kısa bir süre kala, uzun süredir aklında olan oyunculuk kariyerini başlatmak için ailesine Pasadena'daki bir Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam edeceğini söyleyerek Hollywood'a gitti. Bir süre çeşitli tanıtımlarda tavuk kostümü giyip limuzin şoförlüğü gibi işler yaptıktan sonra "Dallas" ve "Another World" gibi dizilerde küçük rollerde oynamaya başlamıştır. 1989'da "Cutting Class" isimli düşük bütçeli bir yapımda rol alarak ilgi çekti. Bundan iki yıl sonra "People Magazin"in kendisine “Dünyanın En Seksi Adamı” unvanını layık görmesine neden olacak olan, "Thelma & Louise"deki on beş dakikalık rolü geldi. Büyük bütçeli prodüksiyonlardaki ilk başrol performansını "A River Runs Through It" (1992) ve "Legends of the Fall" (1994) adlı drama filmleri ile "Interview with the Vampires" (1994) adlı korku filmi ile gösterdi. Suç gerilim filmi "Seven"da (1995) ve bilimkurgu filmi "12 Maymun"da (1995) eleştirmenlerce beğenilen performanslar sergiledi, 12 Maymun filmi ona En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Altın Küre Ödülü ve Akademi Ödülü adaylığı kazandırdı. Pitt, Fight Club (1999) adlı kült film ve soygun filmi Ocean's Eleven (2001) ile devam serisi, Ocean's Twelve (2004) ve Ocean's Thirteen (2007) filmlerinde rol aldı. En büyük gişe başarıları, Ocean's Eleven (2001), Troy (2004), Mr. & Mrs. Smith (2005), World War Z (2013) ve Once Upon a Time in Hollywood (2019) ile oldu. "Bir Zamanlar Hollywood'da" filmindeki oyunculuğu ona ikinci Altın Küre Ödülünü ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülünü kazandırdı. Pitt'in Oscar adayı olan diğer performanslarının yer aldığı filmler The Curious Case of Benjamin Button (2008) ve Moneyball (2011) idi. Her ikisi de En İyi Film dalında Akademi Ödülü'nü kazanan The Departed (2006) ve 12 Yıllık Esaret'in (2013) yapımcılığını üstlendi. Ayrıca En İyi Film dalında aday gösterilen The Tree of Life (2011), Moneyball (2011) ve The Big Short (2015) filmlerinin de yapımcısıdır. Halk tarafından bilinen birisi olarak Pitt, Amerikan eğlence endüstrisindeki en etkili ve güçlü kişilerden biri olarak gösteriliyor. Birkaç yıl boyunca çeşitli medya kuruluşları tarafından dünyanın en çekici adamı olarak gösterildi ve özel hayatı büyük bir magazin konusu oldu. 2000'den 2005'e kadar aktris Jennifer Aniston ile evliydi; 2014'te aktris Angelina Jolie ile evlendi; 2019'da yasal olarak ayrıldılar. Pitt ve Jolie'nin birlikte altı çocuğu var, bunlardan biri Afrika, ikisi Asya'dan evlat edinilmiş çocuklar iken diğer üçü biyolojik çocuklarıdır. İlk yılları. William Bradley Pitt, 18 Aralık 1963 tarihinde Oklahoma'da dünyaya gelmiştir. Ebeveynleri; okulda danışman olan annesi Jane Etta ile kamyon şirketi işleten babası William Alvin Pitt'tir. Ailesi ile birlikte Springfield, Missouri'ye taşınmıştır. Burada erkek kardeşi Douglas Pitt ve kız kardeşi Julie Neal ile birlikte yaşamıştır. Muhafazakâr bir ailede büyüyen ve Güneyli Baptist olarak yetişen Brad Pitt, agnostisizm ile ateizm arasında gidip geldiğini belirtmiştir. Liseyi, Kickapoo High School'da okumuş ve burada golf, yüzme ve tenis takımlarına katılmıştır. 1982'de Missouri Üniversitesi'nde gazetecilik bölümüne başlamıştır. Mezun olmasına iki hafta kala okulu bırakıp oyuncu olmak için Los Angeles'a gitmiş burada çeşitli işlerde çalışmış ve oyunculuk dersleri almıştır. Kariyer başlangıcı. Pitt, Los Angeles'ta yerleşmeye çalışırken, oyunculuk koçu Roy London'dan dersler aldı. Pitt'in oyunculuk kariyeri 1987'de No Way Out (1987), No Man's Land (1987) ve Less Than Zero (1987) filmlerinde adının jenerikte geçmediği küçük rollerle başladı. 1987 yılının Mayıs ayında, televizyondaki ilk çıkışı NBC pembe dizisi Another World'de iki bölümlük bir rolle geldi. Aynı yılın Kasım ayında Pitt, CBS sitcomu Trial and Error ve ABC sitcomu Growing Pains'te konuk oyuncu olarak yer aldı. Aralık 1987 ile Şubat 1988 arasında CBS primetime dizisi Dallas'ın dört bölümünde Charlie Wade'in (Shalane McCall) erkek arkadaşı Randy olarak rol aldı. 1988'de Pitt, Fox polis draması 21 Jump Street'e konuk oyuncu olarak katıldı. Aynı yıl Yugoslavya – ABD Ortak yapımı The Dark Side of the Sun (1988) ile Pitt ilk başrolünü oynadı. Film, Hırvat Bağımsızlık Savaşı'nın başlamasıyla rafa kaldırıldı ve 1997'ye kadar gösterime girmedi. Pitt, 1989'da iki sinema filminde yer aldı: Birincisi Happy Together'da bir yardımcı rol; ikincisi, Pitt'in sinemalara ulaşan ilk filmi olan korku filmi Cutting Class'da öne çıkan bir rol. Head of the Class, Freddy's Nightmares, Thirtysomething ve (ikinci kez) Growing Pains adlı televizyon dizilerinde konuk oyuncu olarak yer aldı. Pitt, 1990'da NBC televizyon filmi Too Young to Die? 'da evden kaçmış genç bir kızdan yararlanan uyuşturucu bağımlısı Billy Canton olarak rol aldı. Entertainment Weekly'nin televizyon eleştirmeni Ken Tucker rolü hakkında: "Pitt, gerçekten korkutucuydu," dedi. Aynı yıl, Pitt kısa ömürlü Fox draması Glory Days'in altı bölümünde rol aldı ve HBO televizyon filmi The Image'da destekleyici bir rol oynadı. Sonra 1991 yapımı Across the Tracks filminde; Pitt, suçlu bir erkek kardeşi olan liseli atlet Joe Maloney'i canlandırdı. Filmlerdeki küçük rolleri ve televizyonda sık sık konuk oyuncu olarak göründükten sonra Pitt, Ridley Scott'ın 1991 tarihli yol filmi Thelma & Louise'deki yardımcı rolüyle daha geniş bir beğeni topladı. Thelma ile arkadaş olan küçük çaplı bir suçlu olan J. D.'yi canlandırdı. Filmde Geena Davis ile olan aşk sahnesi, Pitt'i bir seks sembolü olarak tanımlayan olay olarak gösterildi. Thelma & Louise'den sonra Pitt, 1991 yapımı, gelecek vadeden bir rock yıldızı hakkında düşük bütçeli bir film olan Johnny Suede'de ve 1992'de canlı aksiyon/animasyon fantastik filmi Cool World'de rol aldı, ancak ikisi de kariyerini ilerletmedi; filmler kötü eleştiriler aldı ve düşük gişe performansı gösterdi. Pitt, Robert Redford'un yönettiği 1992 yılındaki biyografik film A River Runs Through It'te Paul Maclean rolünü üstlendi. Onun karakteri canlandırması People Dergisinde Janet Mock tarafından kariyerin başlangıç performansı olarak tanımlandı, bu da Pitt'in "kovboy şapkalı yapılı çocuktan" daha fazlası olabileceğini kanıtladı. Filmi yaparken baskı altında hissettiğini itiraf etti ve bunun "en zayıf performanslarından biri olduğunu düşündüğünü, en çok dikkat çeken rolünün Paul olmasını o dönem çok tuhaf bulduğunu söyledi." Pitt, çok yetenekli bir oyuncu kadrosuyla çalışmaktan fayda gördüğüne inanıyordu, Redford'la çalışmayı üstün bir oyuncuyla tenis oynamakla karşılaştırdı ve "senden daha iyi biriyle oynadığın zaman oyunun daha iyi olur" dedi. 1993'te Pitt, Juliette Lewis ile Kalifornia aldı yol filmi için yeniden bir araya geldi. Rolling Stone'dan Peter Travers tarafından "olağanüstü, tümüyle çocuksu bir çekicilik ve ardından saf tehdit yayan biri" olarak tanımlanan performansta, Lewis'in karakterinin erkek arkadaşı olan seri katil Early Grayce'i canlandırdı. Pitt ayrıca kült hiti True Romance'da Floyd adlı karakterle kısa süreli performasıyla dikkat çekti ve aksiyon filminde çok ihtiyaç duyulan komedi unsurunu gösterdi. 1994–1998: Dönüm Noktası. 1994, Pitt'in kariyerinde önemli bir dönüm noktası oldu. Anne Rice'ın 1976 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan Vampirle Röportaj: Vampir Günlükleri adlı korku filminde vampir Louis de Pointe du Lac rolünde oynadı. Rol arkadaşları Tom Cruise, Kirsten Dunst, Christian Slater ve Antonio Banderas idi. 1995'te iki MTV Film Ödülü kazanmasına rağmen performansı kötü karşılandı. Interview with the Vampire'ın yayınlanmasının ardından Pitt, Jim Harrison'ın yirminci yüzyılın ilk kırk yılında Batı Amerika'da geçen aynı adlı romanından uyarlanan Legends of the Fall'da (1994) rol aldı. Cornish göçmenlerinden Albay William Ludlow'un (Anthony Hopkins) oğlu Tristan Ludlow'u canlandıran Pitt, En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde ilk Altın Küre Ödülü adaylığını kazandı. Filmin resepsiyonu karışık olmasına rağmen birçok film eleştirmeni Pitt'in performansını övdü. 1995 yılında Pitt, Morgan Freeman ve Gwyneth Paltrow ile birlikte polisiye gerilim filmi Seven'da bir seri katilin peşindeki dedektifi canlandırdı. Filmle beraber "güzel çocuk" olayından kurtulma ve kusurları olan birini oynama" niyetini ifade etti. Performansı eleştirmenlerce iyi karşılandı. Seven, uluslararası gişede 327 milyon dolar kazandı. Seven'ın başarısının ardından Pitt, Terry Gilliam'ın 1995 yılındaki bilimkurgu filmi 12 Monkeys'de Jeffrey Goines rolünü üstlendi. Film ağırlıklı olarak olumlu eleştiriler aldı, özellikle Pitt övgü aldı. The New York Times'tan Janet Maslin, Twelve Monkeys'i "şiddetli ve rahatsız edici" olarak nitelendirdi ve Pitt'in "şaşırtıcı derecede çılgın performansı" na dikkat çekerek "Jeffrey'i filmde daha sonra önemli hale gelen garip bir cazibe ile heyecanlandırıcı bir şekilde canlandırdığı" sonucuna vardı. Filmle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Altın Küre Ödülü kazandı ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ilk Akademi Ödülü adaylığını aldı. Ertesi yıl, Lorenzo Carcaterra'nın aynı adlı romanına dayanan Sleepers'da (1996) rol aldı. 1997 yapımı The Devil's Own filminde Pitt, Harrison Ford karşısında İrlanda Cumhuriyet Ordusu teröristi Rory Devany rolünü oynadı, bu rol için İrlandalı aksanı öğrenmesi gerekiyordu. The Devil's Own, dünya çapında 140 milyon dolar hasılat elde etti. Aynı yılın ilerleyen günlerinde Jean-Jacques Annaud'un Seven Years in Tibet filminde Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer rolünü üstlendi. Pitt, rol arkadaşı David Thewlis ile Kaliforniya ve Avrupa Alpleri'nde kaya tırmanışı da dahil olmak üzere önemli dağ tırmanışı ve trekking uygulamaları gerektiren rol için aylarca eğitim aldı. Pitt, 1998'in fantastik romantik filmi Meet Joe Black'de başrolü oynadı. İnsan olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için genç bir adamın vücudunda yaşayan ölüm meleğini oynadı. Film karışık eleştiriler aldı ve çoğu Pitt'in performansını eleştirdi. San Francisco Chronicle'dan Mick LaSalle'e göre Pitt, "izleyiciyi ölüm ve sonsuzluğun tüm gizemlerini bildiğine inandıramadı." Roger Ebert, "Pitt iyi bir oyuncu, ancak bu performans bir hesaplama hatası" dedi. 1999–2003. 1999'da Pitt, Chuck Palahniuk'un David Fincher'in yönettiği aynı adlı romandan uyarlanan Dövüş Kulübü'nde Tyler Durden'ı canlandırdı. Pitt, boks ve tekvando dersleriyle role hazırlandı. Rol için Pitt, ön dişlerinin parçalarının çıkarılmasına izin verdi. Film sonunda dişleri düzeltildi. Bir bütün olarak film hakkındaki eleştirel görüş ayrılıklarına rağmen, Pitt'in performansı büyük beğeni topladı. CNN'den Paul Clinton, filmin riskli ama başarılı doğasına dikkat çekerken, Variety, Pitt'in "havalı, karizmatik ve dinamik olarak fiziksel" olma becerisine dikkat çekti. Beklenenden daha kötü bir gişe performansına rağmen Fight Club, 2000 yılında DVD olarak basımından sonra kült bir klasik haline geldi. Pitt, Guy Ritchie'nin 2000 gangster filmi Snatch'te zar zor anlaşılır aksanıyla İrlandalı Çingene boksör olarak rol aldı. San Francisco Chronicle'dan Mick LaSalle, Pitt'in "İngilizler tarafından bile anlaşılamayacak kadar zor bir aksana sahip İrlandalı adam olarak rol aldığını" söyledi ve Snatch'tan önce Pitt'in "kara kara düşünmeyi gerektiren rollerle zincirlendiğini" söyledi. Ertesi yıl Pitt, Julia Roberts'la birlikte bir dizi eleştiri toplayan ancak gişede başarı elde eden romantik komedi filmi The Mexican'da rol aldı. 2001'de 143 milyon dolarlık hasılat getiren Soğuk Savaş gerilimi Spy Game'de Pitt'in rolü, CIA'nın Özel Faaliyetler Bölümü'nün bir ajanı olan Tom Bishop rolüydü. 22 Kasım 2001'de Pitt, o sırada eşi olan Jennifer Aniston tarafından oynanan Rachel Green'e karşı kin besleyen Will adlı bir adamı canlandırarak Friends dizisinin sekizinci sezonunda konuk oyuncu olarak yer aldı. Bu performansıyla Komedi Dizisinde En İyi Konuk Erkek Oyuncu kategorisinde Emmy Ödülü'ne aday gösterildi.] Aralık 2001'de Pitt, 1960 Rat Pack orijinalinin yeniden yapımı olan Ocean's Eleven adlı soygun filminde Rusty Ryan'ı canlandırdı. George Clooney, Matt Damon, Andy García ve Julia Roberts gibi oyuncularla beraber rol aldı. Eleştirmenler tarafından iyi karşılanan Ocean's Eleven, gişede oldukça başarılı oldu ve dünya çapında 450 milyon dolar kazandı. Pitt, Şubat 2002'de MTV'nin realite dizisi Jackass'ın iki bölümünde oynadı, ilk olarak Los Angeles sokaklarında goril kıyafetli birkaç oyuncu ile koştu ve başka bir bölümde kendi sahnelediği kaçırılma olayına katıldı. Aynı yıl, Pitt, George Clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi Confessions of a Dangerous Mind'da küçük bir rol oynadı. İlk seslendirme rolünü 2003 yılında, DreamWorks animasyon filmi Sinbad: Legend of the Seven Seas'ın baş karakteri olarak konuştu ve animasyon televizyon dizisi King of the Hill'in bir bölümünde Boomhauer'in kardeşi Patch'i canlandırdı. 2004–2013. Pitt, 2004'te Truva'da Aşil rolüyle ve Ocean's Twelve adlı devam filminde Rusty Ryan'ı yeniden canlandırdığı iki önemli film rolü üstlendi. lyada'ya dayanan Truva filminin çekimleri öncesinde altı ay kılıç eğitimi aldı. Aşil tendonunda sette meydana gelen bir yaralanma, birkaç hafta boyunca filmin çekimini geciktirdi. The Washington Post'tan Stephen Hunter, Pitt'in böylesine zorlu bir rolde mükemmel olduğunu belirtti. Troy, iki yıl önce Jennifer Aniston ve Paramount Pictures'ın CEO'su Brad Gray ile birlikte kurduğu film yapım şirketi olan Plan B Entertainment tarafından üretilen ilk filmdi. Ocean's Twelve dünya çapında 362 milyon dolar kazandı ve Pitt ve Clooney'nin dinamiği, CNN'den Paul Clinton tarafından "Paul Newman ve Robert Redford'dan bu yana en iyi erkek kimyası" olarak tanımlandı. 2005 yılında Pitt, evli bir ajan çiftin yeni görevlerinin birbirlerini öldürmek olduğu, aksiyon komedisi Mr. & Mrs. Smith'de John Smith rolünü oynadı. Bu film makul eleştiriler aldı ancak genellikle Pitt ve karısı Jane Smith'i canlandıran Angelina Jolie arasındaki kimyadan ötürü övgü aldı. Bay ve Bayan Smith dünya çapında 478 milyon dolar kazandı ve bu onu 2005'in en büyük hitlerinden biri yaptı. Pitt bir sonraki filmi için Alejandro González Iñárritu'nun çok anlatımlı drama filmi Babil'de (2006) Cate Blanchett'le birlikte rol aldı. Pitt daha sonra bu rolü kariyerinin en iyi kararlarından biri olarak gördüğünü söyledi. Film 2006 Cannes Film Festivali'nde özel bir sunumda gösterildi ve daha sonra 2006 Toronto Uluslararası Film Festivali'nde gösterildi. Babil yedi Akademi ve Altın Küre ödülüne aday gösterildi, En İyi Drama Altın Küre ödülünü kazandı ve Pitt'e En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Altın Küre adaylığını kazandırdı. Aynı yıl Pitt'in şirketi Plan B Entertainment, En İyi Film dalında Akademi Ödülü'nü kazanan The Departed'ın yapımcılığını üstlendi. Rusty Ryan rolünü yeniden canlandıran Pitt, 2007'de Ocean's Thirteen'de rol aldı. İlk iki filmden daha az kazançlı olsa da, bu devam filmi uluslararası gişede 311 milyon dolar kazandı. Pitt'in bir sonraki film rolü, Ron Hansen'ın 1983 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan 2007 Western draması "The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford" da Amerikan kanun kaçağı Jesse James rolü oldu. Andrew Dominik'in yönettiği ve yapımcılığını Pitt'in şirketi Plan B Entertainment'ın üstlendiği filmin prömiyeri 2007 Venedik Film Festivali'nde yapıldı. Filmde "korkutucu ve karizmatik" bir rol oynadı. Pitt rolüyle, 64. Venedik Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu dalında Volpi Kupası ödülünü kazandı. Pitt'in bir sonraki görünümü, Coen kardeşlerle yaptığı ilk işbirliği olan 2008 kara komedi Burn After Reading'teydi. Film eleştirmenlerce olumlu karşılandı ve The Guardian, Pitt'in performansının en komiklerinden biri olduğuna dikkat çekti. Daha sonra, F. Scott Fitzgerald'ın 1921 tarihli kısa öyküsünün uyarlanmış versiyonu olan David Fincher'ın 2008 filmi "The Curious Case of Benjamin Button" da başrol Benjamin Button rolünü üstlendi. The Baltimore Sun'dan Michael Sragow'a göre hikâye, ters yaşlanan bir adamı takip ediyor; Pitt'in "hassas" performansı Benjamin Button'ı "zamansız bir şaheser" yapıyor. Performans Pitt'e hepsi En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde, ilk Screen Actors Guild Award adaylığını, dördüncü Altın Küre ve ikinci Akademi Ödülü adaylığını kazandırdı. Film, toplamda on üç Akademi Ödülü adaylığı aldı ve dünya çapında gişede 329 milyon dolar hasılat elde etti. Pitt'in bir sonraki başrolü, 2009'da, prömiyeri 2009 Cannes Film Festivali'nde yapılan Quentin Tarantino'nun yönettiği Savaş filmi Inglourious Basterds ile geldi. Pitt, Alman işgali altındaki Fransa'da Nazilerle savaşan Amerikalı direniş savaşçısı Teğmen Aldo Raine'i canlandırdı. Film dünya çapında 311 milyon dolarlık gişe rekoru kırdı ve genel olarak olumlu eleştiriler aldı. Film, sekiz Akademi Ödülü adaylığı ve Pitt için En İyi Erkek Performansı da dahil olmak üzere yedi MTV Film Ödülü adaylığı da dahil olmak üzere birçok ödül ve adaylık aldı. Daha sonra süper kahraman karakteri Metro Man'i 2010 animasyon filmi Megamind'de seslendirdi. Pitt, Terrence Malick'in 2011 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazanan, Sean Penn'in de başrol oynadığı deneysel draması The Tree of Life'ın yapımcılığını üstlendi ve rol aldı. Güçlü övgüler alan bir performansla, 2003'te Michael Lewis tarafından yazılan aynı adlı kitaba dayanan Moneyball adlı drama'da Oakland Athletics genel menajeri Billy Beane'i canlandırdı. Moneyball ile, Pitt En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu dahil altı Akademi Ödülü adaylığı aldı. Bir sonraki rolü, Andrew Dominik yönetmenliğinde, 2012 yapımı "Killing Them Softly" filminde mafya tetikçisi Jackie Cogan rolüydü. Pitt 2013 yılında, Max Brooks'un aynı adlı romanından uyarlanan zombi kıyameti temalı bir gerilim filmi olan Dünya Savaşı Z'de rol aldı. Filmin yapımcılığını da Pitt yaptı. Dünya Savaşı Z, dünya çapındaki gişelerde 540 milyon dolar hasılat yaparak Pitt'in en yüksek hasılat yapan filmi oldu. Daha sonra 2013'te, Solomon Northup'un otobiyografisine dayanan tarihi bir drama olan 12 Years a Slave'de küçük bir rol oynadı ve filmin yapımcılığını üstlendi. Film eleştirel beğeni topladı, dokuz Akademi Ödülüne aday gösterildi ve En İyi Film de dahil olmak üzere üç ödül kazandı. Ayrıca 2013'te Pitt, Ridley Scott'ın The Counselor filminde yardımcı rol oynadı. Plan B Entertainment, ilk televizyon dizisini 2013–2014 sezonunda başlattı. Bilimkurgu/fantastik drama "Resurrection" ABC tarafından yayınlandı. 2014–Şimdi. Pitt, David Ayer tarafından yönetilen ve yazılan ve Shia LaBeouf, Logan Lerman, Jon Bernthal ve Michael Peña'nın rol aldığı II. Dünya Savaşı filmi Fury'de rol aldı. Çalışmasının sonunda, Fury ticari ve kritik bir başarı olduğunu kanıtladı; dünya çapında 211 milyon dolardan fazla hasılat yaptı ve eleştirmenlerden son derece olumlu eleştiriler aldı. 2015 yılında Pitt, eşinin yazdığı senaryodan uyarlanan krizdeki bir evliliği konu alan romantik drama "By the Sea" de eşi Jolie ile birlikte rol aldı. Filmin yönetmenliğinde Angelina Jolie yaptı. Film, 2005'te Bay ve Bayan Smith'ten bu yana çiftin ilk ortak çalışmasıydı. Pitt'in bir sonraki rolü de yapımcılığını da üstlendiği biyografik komedi-drama The Big Short ile geldi. Film, ticari ve kritik bir başarıydı. Dünya çapında 102 milyon doları aştı ve eleştirmenlerden olumlu eleştiriler aldı. Film, En İyi Film de dahil olmak üzere beş Akademi Ödülü'ne aday gösterildi ve Pitt'e yapımcı olarak üçüncü Akademi Ödülü adaylığını kazandırdı. Pitt 2016'da Robert Zemeckis'in romantik gerilim filmi Allied'de rol aldı. Burada, II. Dünya Savaşı'nda bir Alman yetkiliyi öldürme görevi sırasında Fransız bir casusa (Marion Cotillard oynadı) âşık olan casus suikastçıyı canlandırdı. 2017'de yine yapımcılığını üstlendiği Netflix hicivli savaş komedisi War Machine'de oynadı. Pitt, 2017 boyunca gece talk show programı "The Jim Jefferies Show"da hava durumu sunucusu olarak tekrar eden bir rol oynadı. 2016'da, Pitt'in resmi çıkış tarihi 9 Haziran 2017 olarak belirlenen Dünya Savaşı Z'nin devam filminde başrol oynayacağı açıklandı. Ancak 2017'nin başlarında vizyon tarihinin süresiz olarak erteleneceği açıklandı. Haziran ayında, David Fincher'ın Dünya Savaşı Z'nin devam filmini yöneteceği doğrulandı, ancak sonuçta bütçe sorunları nedeniyle film rafa kaldırıldı. Pitt, Quentin Tarantino'nun 2019 filmi "Once Upon a Time in Hollywood" da Leonardo DiCaprio'nun dublörü olan Cliff Booth olarak rol aldı. Filmdeki performansıyla Akademi Ödülleri, Altın Küre Ödülleri, BAFTA Ödülleri, Sinema Oyuncuları Birliği Ödülleri ve Eleştirmenlerin Seçimi Film Ödülleri'nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini aldı. Bu, oyunculuk için kazandığı ilk Akademi Ödülü idi. 2019'da, uzay mühendisi Roy McBride'ı canlandırdığı, James Gray'in uzay destanı Ad Astra'da da rol aldı. Pitt'in performansı kariyerinde en iyi dönüşlerinden biri olarak övüldü ve "pasifliği ölümcül bir kendini savunma biçimine dönüştüren" bir performans sergiledi. Pitt, Damien Chazelle'in yönettiği Babylon'da ve David Leitch'in yönettiği Bullet Train'de Emma Stone ile birlikte rol alacak. Yardımseverlik ve Politik Duruş. Pitt, öğrencileri 2004 başkanlık seçimlerinde oy kullanmaya teşvik etmek için Ekim 2004'te Missouri Üniversitesi kampüsünü ziyaret etti. Ekim ayının sonlarında, embriyonik kök hücre araştırmaları için kamu finansmanı ilkesini destekledi. Pitt, gelişmekte olan ülkelerde AIDS ve yoksullukla mücadeleyi önlemeye çalışan bir organizasyon olan One Campaign'i destekliyor. Mevcut küresel sağlık sorunlarını tartışan 2005 PBS televizyon dizisi Rx for Survival: A Global Health Challenge'ı seslendirdi. Ertesi yıl Pitt ve Jolie, Haiti doğumlu hip hop müzisyeni Wyclef Jean tarafından kurulan bir hayır kurumu olan Yéle Haïti tarafından desteklenen bir okulu ziyaret etmek için Haiti'ye uçtular. Mayıs 2007'de Pitt ve Jolie, Çad ve Sudan'da Darfur bölgesindeki krizden etkilenenlere adanmış üç kuruluşa 1 milyon dolar bağışladı. Clooney, Damon, Don Cheadle, David Pressman ve Jerry Weintraub ile birlikte Pitt, küresel dikkati "kitlesel zulümleri" durdurmaya odaklayan bir kuruluş olan Not On Our Watch'un kurucularından biridir. Pitt'in mimariye sürekli bir ilgisi var, hatta ünlü mimar Frank Gehry'nin Los Angeles ofislerinde bilgisayar destekli tasarım okumak için film çekimlerinden ayrı olarak zaman ayırıyor. Sürdürülebilir mimari ve tasarım yoluyla çevre dostu yapılar inşa etmek için dünya çapındaki çabalara odaklanan bir PBS televizyon dizisi olan e2 design'ı seslendirdi. 2000 yılında, mimarlar Thomas A. Heinz ve Randell Makinson ile Blacker House üzerine bir mimari kitap yazdı. 2006 yılında, Katrina Kasırgasının neden olduğu yıkımın ardından New Orleans'ın Dokuzuncu Bölgesinde 150 sürdürülebilir, uygun fiyatlı yeni evi finanse etmek ve inşa etmek için New Orleans'ta Make It Right Vakfı'nı kurdu. Proje, 13 mimarlık firmasını ve çevre örgütü Global Green USA'i içermektedir ve birkaç firma hizmetlerini bağışlamaktadır. Pitt ve hayırsever Steve Bing'in her biri 5 milyon dolarlık bağışta bulundu. İlk altı ev Ekim 2008'de tamamlandı ve Eylül 2009'da Pitt, binaların nasıl tasarlandığı ve inşa edildiği konusunda sürdürülebilirliği teşvik eden kâr amacı gütmeyen bir ticaret örgütü olan ABD Yeşil Bina Konseyi'nden projenin takdiriyle bir ödül aldı. Pitt, ulusal bir model olarak yeşil konut konseptini tanıtmak ve federal finansman olanaklarını tartışmak için Mart 2009'da ABD Başkanı Barack Obama ve Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi ile bir araya geldi. Pitt ve Jolie ilk biyolojik çocukları, Shiloh'un fotoğraflarını 4 milyon dolara sattı. Para Afrika'daki çocuklar için çalışan vakıflara bağışlandı. 2008 yılında ikiz çocuklarının fotoğrafları 14 milyon dolara satıldı. Satış gelmiş geçmiş en pahalı ünlü fotoğrafı olarak tarihe geçti. Para çiftin kendi vakıflarına bağışlandı. Eylül 2006'da Pitt ve Jolie, dünya çapında insani yardım amaçlarına yardım etmek için Jolie-Pitt Vakfı adında bir hayır kurumu kurdu. Vakıf, Global Action for Children and Doctors For Borders'a her biri 1 milyon dolarlık ilk bağışta bulundu, ardından Ekim 2006'da, Amerikalı gazeteci Daniel Pearl'ün anısına kurulan Daniel Pearl Vakfı'na 100.000 dolarlık bağış yaptı. Federal başvurulara göre, Pitt ve Jolie 2006 yılında vakfa 8,5 milyon dolar yatırım yaptı; 2006'da 2.4 milyon $ ve 2007'de 3.4 milyon $ verdi. Haziran 2009'da Jolie-Pitt Vakfı, askerler ve Taliban militanları arasında savaşarak yerlerinden edilmiş Pakistanlılara yardım etmek için bir BM mülteci kuruluşuna 1 milyon dolar bağışladı. Ocak 2010'da vakıf, Haiti depreminin kurbanlarına yardım etmek amacıyla acil tıbbi yardım için Sınır Tanımayan Doktorlara 1 milyon dolar bağışladı. Pitt, eşcinsel evliliğin destekçisidir. Ekim 2006'da Esquire ile yaptığı bir röportajda Pitt, Amerika'daki herkes yasal olarak evlenebildiğinde Jolie ile evleneceğini söyledi. Eylül 2008'de, aynı cinsten evliliği yasallaştıran eyaletteki Yüksek Mahkeme kararını bozma girişimine karşı olan kampanyaya 100.000 dolar bağışladı. Mart 2012'de Pitt, Dustin Lance Black'in 8 numaralı oyununun performansında yer aldı. Kaliforniya'nın eşcinsel evlilik yasağını kaldıran federal davanın yeniden canlandırmasında Yargıç Vaughn Walker rolünde yer aldı. Pitt, ABD'de Corona Virüsle mücadelede bir numaralı isim, Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Başkanı Dr. Anthony Fauci'yi canlandırdı. Pitt, Dr. Fauci canlandırmasıyla ABD Başkanı Donald Trump'un bugüne kadar Corona Virüsle ile ilgili yaptığı saçma açıklamalarla dalga geçti. Basında. Pitt, onu 1995 yılında film tarihindeki en seksi 25 yıldızdan biri olarak adlandıran Empire da dahil olmak üzere birçok kaynak tarafından fiziksel olarak çekici olarak gösterildi. Aynı yıl Pitt, 2000 yılında tekrar aldığı bir ödül olan, Yaşayan En Seksi Adam seçildi. Pitt, Forbes'un 2006 ile 2008 yılları arasında sırasıyla 20. 5. ve 10. olduğu en güçlü 100 ünlünün seçildiği yıllık Celebrity 100 listesinde yer aldı. 2007'de, her yıl Time tarafından seçilen dünyanın en etkili 100 kişisinin derlemesi olan Time 100 listesinde yer aldı. Dergi, Pitt'in "yıldız olarak sahip olduğu gücünü insanları kameraların genellikle yakalayamadığı yerlere bakmalarını sağlamak için" kullandığını belirtti. 2005'ten başlayarak, Pitt'in Angelina Jolie ile ilişkisi dünya çapında en çok konuşulan ünlü hikâyelerinden biri haline geldi. Jolie'nin 2006'nın başlarında hamile olduğunu doğruladıktan sonra, çifti çevreleyen önemli medya hikâyeleri Reuters'ın "Brangelina ateşi" başlıklı bir yazısında "deliliğin zirvesi" dediği şeye ulaştı. Medyanın ilgisini çekmemek için çift, paparazzi blogunda "İsa Mesih'ten bu yana en çok beklenen bebek" olarak tanımlanan kızları Shiloh'un doğumu için Namibya'ya uçtu. Benzer şekilde, Jolie'nin ikinci çocuklarının duyurusu da yoğun medya ilgisi ile karşıladı. Jolie Nice'de bir sahil hastanesinde geçirdiği iki hafta boyunca, muhabirler ve fotoğrafçılar doğumu bildirmek için gezinti yolunda kamp kurdu. ACNielsen'in 42 uluslararası pazarda yaptığı 2006 küresel endüstri anketinde, Pitt, Jolie ile birlikte dünya çapında markalar ve ürünler için en sevilen ünlüler arasında gösterildi. Özel hayatı. 1980'lerin sonlarında ve 1990'ların başında Pitt, aralarında Robin Givens, Jill Schoelen ve Juliette Lewis dahil olmak üzere birkaç rol arkadaşı ile birbirini izleyen ilişkiler içinde yer aldı. Ek olarak, Pitt'in 1994'ten 1997'ye kadar çıktığı Seven filmindeki rol arkadaşı Gwyneth Paltrow ile çokça bilinen bir ilişkisi vardı. Pitt, 1998 yılında Friends oyuncusu Jennifer Aniston ile tanıştı ve 29 Temmuz 2000'de Malibu'da özel bir düğün töreninde onunla evlendi. Ocak 2005'te Pitt ve Aniston ayrılmaya karar verdiklerini açıkladılar. İki ay sonra Aniston, uzlaşılamaz farklılıkları gerekçe göstererek boşanma davası açtı. Pitt ve Aniston'ın boşanması Los Angeles Yüksek Mahkemesi tarafından 2 Ekim 2005 tarihinde sonuçlandırıldı. Medyada Pitt ve Aniston'ın kötü bir ilişkisi olduğuna dair çıkan haberlere rağmen, Pitt, Şubat 2009'da yaptığı bir röportajda kendisinin ve Aniston'ın "birbirleriyle görüştüklerini" ve her ikisinin de birbirlerinin hayatlarının büyük bir parçası olduklarını söyledi. Pitt'in boşanma davası sırasında, Bay ve Bayan Smith filmindeki rol arkadaşı Angelina Jolie ile olan ilişkisi medyanın dikkatini çekti. Jolie ve Pitt sette âşık olduklarını ama aldatma olmadığını söylediler. Nisan 2005'te, Aniston'ın boşanma davası açmasından bir ay sonra, Kenya'daki bir plajda Pitt, Jolie ve Jolie'nin evlatlık oğlu Maddox'u gösteren bir dizi paparazzi fotoğrafı yayınlandı; basın fotoğrafları Pitt ile Jolie arasındaki ilişkinin kanıtı olarak yorumladı. 2005 yılında, ikisi artan sıklıkta birlikte görülmeye başladı ve eğlence medyası çifte "Brangelina" adını verdi. 11 Ocak 2006'da Jolie, People dergisine Pitt'in çocuğuna hamile olduğunu söyledi ve böylece ilk kez ilişkilerini kamuya açıkladılar. Pitt ve Jolie, yedi yılın ardından Nisan 2012'de nişanlandıklarını duyurdu. 23 Ağustos 2014'te Château Miraval, Fransa'da özel bir törenle evlendiler. 19 Eylül 2016'da Jolie, uzlaşmaz farklılıkları gerekçe göstererek Pitt'e boşanma davası açtı. 12 Nisan 2019'da mahkeme Jolie ve Pitt'i bekar statüsüne getirdi. Filmografi (seçme). ' Megamind (Megazeka) ses
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5983", "len_data": 29343, "topic": "ENTERTAINMENT", "quality_score": 3.31 }
Tabgaçlar (تابغاچ Tabghach, تاۋغاچ Tawghach ya da Tabgac, Topa, Toba, Çince: 拓跋 pinyin: Tuòbá veya Tuòbá Shi 拓拔氏 „Tuoba sülalesi“), Siyenpilerin (Sien-pi, 鮮卑 xiān bēi) bir boyu. Dilleri ve kökenleri. Tabgaçların kökeni konusunda tartışmalar halen sürmektedir. Moğol veya Türk kökenli olduğunu savunan tarihçiler vardır. Bunlar arasından en yaygın ve kabul görmüşü ise Moğol kökenli bir dil olduğudur. Etimoloji. Divân-ı Lügati't-Türk'te; Tawgaç: Maçin'in adıdır. Burası Çin'den dört aylık uzaklıktadır. Çin, aslında üç bölüktür: Birincisi, Yukarı Çin'dir ki, doğudadır; buna ""Tawgaç" derler. İkincisi, Orta Çin'dir; burası, "Xıtay" adını alır. Üçüncüsü, Aşağı Çin'dir, "Barxan" adı verilir; bu, Kaşgar'dadır. Lâkin, şimdi "Maçin", "Tawgaç" diye tanınmıştır. "Xıtay" ülkesine de "Çin"" denilmiştir. Theophylactos Simocatta göre Çin'in bir kısmına ("Tavγάσг" = Tabgaç = Wei hanedanı) ve "Movкρί" bir parçasıdır. Göktürklerin Orhun bölgesine diktikleri bengü taşlarda Çin adı yerine kullanılan "Tabgaç" sözcüğü, gerçekte 4. yüzyılda Kuzey Çin'de etkili bir politika ile sivrilen Tabgaç devletinin adından yadigardı. Orhun Yazıtlarında pek çok yerde geçmektedir, çoğu çevirilerde çin devleti veya çinli halk manasında kullanılmıştır. Bilge Tonyukuk 1. taş, 1. yüz, (Batı yüzü) 7. dizi'de şöyle yazılmıştır; ""Bilge Tonyukuk ben özüm tabgaç iliñe kılındım Türk bodun tabgaçka körür erdi." (Ben Bilge Tonyukuk. Kendim Tabgaç ilinde doğdum. Türk boyları Tabgaç'a bağlı idi.) "Tawgaç, (Tabgaç, Tavgaç)" adı 鮮卑; "Xiānbēi", yani Sibir kabileleri içerisindeki "Tuo-ba" (拓跋) veya "Tuo-ba Shi" (拓跋氏) diye bilinen kabile adından gelmedir. Tuo-ba kabile konferderasyonunda Hun, Dingling, Kırgız, Jujuan, Wuhuan ve doğu Siyanpileri gibi 31 kabile bulunuyordu. Tuo-ba'lar (拓跋) Kuzey Wei Hanedanlığı (M. S. 386 – 534) nı kurarak Çin'i aşağı yukarı 150 sene hakimiyeti altında tutmuştur. Dolayısıyla batıdaki kavimler Çin'i "Tabgaç" (Taughast) adıyla anmışlardır. Orhun Yazıtları’nda da görülen "Tabgaç" adı Orta Asya’da Çağatay dönemine kadar kullanılmaya devam etmiştir. Çinliler (Hanlar) ne "Qin", "Çin" adını, ne "Kıtay" adını, ne de "Tabgaç, Tawgaç" adını benimsemişlerdir. Onlar kendi ülkeleri için eskiden beri "Zhong-guo" (中國), kendileri için de "Xia" (夏), "Han" (漢), "Han-ren" (漢人), "Han-zu" (漢族), "Hua-xia" (華夏) terimlerini kullanmışlardır. Yalnız ilginç olan şudur ki, "Tabgaç (Tawgaç)"" adı Tang (T’ang) Hanedanlığı (唐朝) için de kullanılmıştır. Mesela Singku Seli Tutung "Hsüan-tsang (Xuan-zang)’ın Biyografisi"nde Çince 唐朝 ("Táng Cháo": "Tang (T’ang) Hanedanlığı")yı ""t(a)vgač" diye tercüme etmektedir: Göktürk Kağanlığı döneminden çok sonralara kadar Çin adı yerine bu sözcüğü kullanmayı sürdürdüler. Çin kaynaklarının Topa diye zikrettiği Tabgaçların adı, Kâşgarlı Mahmud tarafından "ulu, saygıdeğer" diye açıklanmıştır ki yaşadığı dönemde Türkistan coğrafyasına egemen olan Karahanlı hükümdarlarınca "tafgaç, tamgaç" şeklinde unvan olarak kullanılmaktaydı. Modern Köken bilimsel araştırmalarda ise L. Bazin değişik bir yorum getirmiş: Türkçe tab+gaç = (mala, mülke) sahip, malik. Kâşgarlı Mahmud'un Türklüğünü iddia ettiği Tabgaçlar, Çin kaynaklarına göre de Hiung-nu'lardan bir bölüktür ve Motun (Mete)'u eski Toba hükümdarı sayarlar. Çin kaynaklarından saptanan bazı etnografik ve dilsel bulgular da, onların Türklüklerine ilişkin ipuçları vermektedir. Örnek sunmak gerekirse, kurt ve göç efsanelerinin varlığı; mağara, dağ ve orman kültleri (Tengricilik); dillerinde tespit edilen bitegçin (bitikçi, kâtip), kapukçın (kapıcı, hacip?), atlaçın (atlı, süvari), korakçın (koruyucu, muhafız alayı), aşçın (aşçı), törü (yasa, töre), il (devlet) gibi sözcükler mevcuttu. Ancak siyasal erki elinde tutan Türk zümresinin yanında yönetimleri altında pek çok Moğol kabilesinin olduğu da bir gerçektir. Bu konuda kafası karışık olan ünlü sinelog Eberhard bir kitabında kabilelerin yarısından fazlasını Moğol kökenli gösterirken, başka bir araştırmasında yüzdelik sunacak kadar kesin fakat ters bilgi veriyor: %60'ı Türk, %35'i Moğol; %2 Tunguz ve bir Hint-Avrupalı kabile (Kabile oranlarıyla ilişkili bu bilgiler, asla nüfusun kesin yoğunluğunu vermez). Siyasal tarih. Doğuda önemli bir siyasal boybirliği Tabğaç (385 - 550) devleti kuzey Çin'deki bölgede ("günümüz Gansu Eyaleti ve Qinghai üzerindeki Ningxia Hui Özerk bölgesini Sarı Irmağına kadar uzanan alanı kapsar") kurulmuştur. 119 göçebe yaşamları yasaklanan veya kısıtlanan boy ve oymakların kurduğu Tabğaç Devleti ortalama 170 yıl sürmüş 20 yönetici görmüştür. Tai (315-376). Hiung-nu'nun çöküşünden sonra, Çin'in kuzeyine geldikleri anlaşılan Toba'lar Beş Barbar Onaltı Krallık döneminde Kuzey Çin'de Şan-şi bölgesinde merkezi Tai kenti olmak üzere küçük Tai (代, "I. Topa") hanedanı kurdular (315 - 376). İlk kralı olarak bilinen Toba Yilu (拓跋猗盧) Jin Hanedanı'na yardım edererek Hiung-nu'ların Han Zhao hanedanına karşı savaştığı için Jin Hanedanı tarafından Büyük Tanhu unvanını verilmiş ve Jin Hanedanı'nın çöküşü üzerine etkin bir siyasi güç olarak belirmeye başladılar. Wei Hanedanı ve Yükseliş. 4. yüzyılın son çeyreğine girerken Kuzey Vey Hanedanının el koyduğu Tabgaç Devleti Çin'de yaşanılan siyasal buhranlardan da yararlanarak hızla gelişmeye başladı. Vey sülalesinin ilk hükümdarı "Kuei" zamanında amansız hasımları olan, fakat yeni bir siyasal oluşum öncesi sancılar yaşayan bazı Sien-pi kabileleri egemenlik altına alındı. Bazı Çin krallıkları da kendine bağlayarak Sarı Irmak ile kuzey çölü arasını denetlemeye başlayan Kuei, kuzeyde Gobi'nin ötesinde Orhun bölgesinde Moğol boylarını derleyen Rouran'lar ile sonu gelmez didişmeler öncesinde öldü. Sseu (409-423)'un hükümdarlığından sonra başa geçen ve bütün kuzey Çin'i Toba hakimiyetinde birleştiren Tai-wu (424-452) dönemi Tobaların altın çağı olarak görülmektedir. Çin'in kuzey ve güneydeki her iki başkentini de zapteden, 425'te Rouranları yenerek çölün kuzeyinde kalmalarını sağlayan, 427'de Xia, 435-439 arasında egemenliğini batıya doğru yayarak, İç asya'daki Vu-sun, Yue-pan ülkeleri ile Kuça, Kaşgar, Karaşar, Turfan gibi 30 civarında şehir devletini ortadan kaldıran Tai wu, 439'da Kansu Hun devletine son verdi. Böylece İpek Yolu'nun denetimi Toba'ların eline geçmiş oldu. 450'de Çin kuvvetlerini dağıtarak Gök ırmak'a kadar ilerleyen Tai Wu Di, Çin askerlerini "taydan ve düveden farksız" olarak nitelerken kendisi börü (kurt) lakabını kullanıyordu. Gittikçe çeşitli uluslardan insanları barındırır hale gelen ve Çin nüfusun ezici yoğunluğu hissedilmeye başlayan imparatorluk topraklarında Sien-pi'ler sürekli olarak bozkır bölgesinde tutan Tai Wu Di, Sien-pi yaşayışına uygun görmediği Budizmin de asal budun içinde yayılmaması için bütün önlemleri alıyordu. 438 yılında tapınaklar dışında Budist propaganda yapılmasını yasaklayan bir ferman yayımlamıştı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5984", "len_data": 6787, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.6 }
Satürn veya Eski Türkçedeki adıyla Sekentir ya da Sekendiz, Güneş'e en yakın altıncı gezegen ve Jüpiter'den sonra Güneş Sistemi'ndeki en büyük ikinci gezegendir. Ortalama yarıçapı Dünya'nın yaklaşık dokuz buçuk katı olan bir gaz devidir. Dünya'nın ortalama yoğunluğunun yalnızca sekizde birine sahiptir, ancak Dünya'dan 95 kat daha büyüktür. Satürn, neredeyse Jüpiter büyüklüğünde olmasına rağmen, Jüpiter'in kütlesinin üçte birinden daha azına sahiptir. Satürn, Güneş'in etrafında mesafede 29,45 yıllık bir yörünge periyoduyla dolanır. Satürn'ün iç kısmının, derin bir metalik hidrojen tabakası, sıvı hidrojen ve sıvı helyumdan oluşan bir ara tabaka ve son olarak gazlı bir dış tabaka ile çevrili kayalık bir çekirdekten oluştuğu düşünülmektedir. Satürn, üst atmosferindeki amonyak kristalleri nedeniyle soluk sarı bir renk tonuna sahiptir. Metalik hidrojen katmanı içindeki bir elektrik akımının, Satürn'ün Dünya'nınkinden daha zayıf olan, ancak Satürn'ün daha büyük olması nedeniyle Dünya'nınkinden 580 kat daha büyük bir manyetik momente sahip olan gezegensel manyetik alanına yol açtığı düşünülmektedir. Satürn'ün manyetik alan gücü, Jüpiter'in manyetik alan gücünün yaklaşık yirmide biri kadardır. Uzun ömürlü özellikler ortaya çıkabilse de, dış atmosfer genellikle yumuşak ve kontrasttan yoksundur. Satürn'deki rüzgar hızları saatte ulaşabilir. Gezegen, daha az miktarda kayalık döküntü ve toz ile esas olarak buz parçacıklarından oluşan parlak ve geniş bir halka sistemine sahiptir. Gezegenin yörüngesinde 63'ü resmî olarak adlandırılmış en az 274 uydudan oluşan bir uydu sistemi olduğu bilinmektedir; bu sayıya halkalarındaki yüzlerce uyducuk dâhil değildir. Satürn'ün en büyük uydusu ve Güneş Sistemi'ndeki ikinci en büyük uydu olan Titan, Merkür gezegeninden daha büyüktür ve Güneş Sistemi'nde önemli bir atmosfere sahip olan tek uydudur. İsmi ve sembolü. Satürn, adını Roma'nın zenginlik ve tarım tanrısı ve Jüpiter'in babasından almaktadır. Astronomik sembolünün geçmişi, Yunan Oxyrhynchus Papirüslerine kadar uzanmaktadır. Gezegenin Yunanca adı olan Κρονος'un (Kronos) kısaltması olarak, yatay vuruşlu bir Yunanca kappa-rho ligatürü olduğu görülmektedir (). Daha sonra, bu pagan sembolünü Hristiyanlaştırmak için 16. yüzyılda tepesine eklenen haç ile küçük harfli bir Yunan ita'sı gibi görünmeye başladı. Romalılar, haftanın yedinci günü olan Cumartesi'ye Satürn gezegenine ithafen "Sāturni diēs" (Satürn Günü) adını vermişlerdir. Fiziksel özellikleri. Satürn, ağırlıklı olarak hidrojen ve helyumdan oluşan bir gaz devidir. Belirli bir yüzeyi yoktur, ancak katı bir çekirdeğe sahip olması muhtemeldir. Satürn'ün dönüşü onun basık bir sferoit şekline sahip olmasına neden olur; yani kutuplarda düzleşir ve ekvatorunda şişkinleşir. Ekvator yarıçapı, kutup yarıçapından %10 daha büyüktür. Satürn'ünki kadar olmasa da, Güneş Sistemi'ndeki diğer dev gezegenler olan Jüpiter, Uranüs ve Neptün de basıktır. Çıkıntı ve dönüş hızının birleşimi, ekvator boyunca etkili yüzey yerçekiminin, 8,96 m/s2, kutuplardakinin %74'ü olduğu ve Dünya'nın yüzey yerçekiminden daha düşük olduğu anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, yaklaşık 36 km/s'lik ekvatoral kaçış hızı, Dünya'nınkinden çok daha yüksektir. Satürn, Güneş Sistemi'nde sudan daha az yoğun olan tek gezegendir - yaklaşık %30 daha az. Satürn'ün çekirdeği sudan oldukça yoğun olmasına rağmen, atmosfer nedeniyle gezegenin ortalama özgül yoğunluğu 'tür. Jüpiter, Dünya'nın 318 katı kütleye sahiptir ve Satürn, Dünya'nın kütlesinin 95 katıdır. Jüpiter ve Satürn birlikte Güneş Sistemi'ndeki toplam gezegen kütlesinin %92'sine sahiptir. İç yapısı. Çoğunlukla hidrojen ve helyumdan oluşmasına rağmen, Satürn'ün kütlesinin çoğu gaz fazında değildir, çünkü yoğunluk 'ün üzerine çıktığında hidrojen ideal olmayan bir sıvı hâline gelir, bu da Satürn'ün kütlesinin %99,9'unu içeren bir yarıçapta ulaşılır. Satürn'ün içindeki sıcaklık, basınç ve yoğunluk, çekirdeğe doğru giderek artar, bu da hidrojenin daha derin katmanlarda bir metal olmasına neden olur. Standart gezegen modelleri, Satürn'ün iç kısmının Jüpiter'inkine benzer olduğunu, hidrojen ve helyumla çevrili küçük bir kayalık çekirdeğe ve eser miktarda çeşitli uçucu maddelere sahip olduğunu öne sürmektedir. Bozulmanın analizi, Satürn'ün Jüpiter'den çok daha fazla merkezî olarak yoğunlaştığını ve bu nedenle merkezinin yakınında hidrojenden daha yoğun önemli miktarda malzeme içerdiğini göstermektedir. Satürn'ün merkezî bölgeleri kütlece yaklaşık %50 hidrojen içerirken, Jüpiter'inki yaklaşık %67 hidrojen içerir. Bu çekirdek, bileşim olarak Dünya'ya benzer, ancak daha yoğundur. Satürn'ün yerçekimi momentinin incelenmesi, iç kısmın fiziksel modelleriyle birlikte, Satürn'ün çekirdeğinin kütlesine kısıtlamalar getirilmesine olanak sağlamaktadır. 2004 yılında bilim insanları, çekirdeğin Dünya'nın kütlesinin 9-22 katı olması gerektiğini ve bunun da yaklaşık bir çapa karşılık geldiğini tahmin ettiler. Ancak Satürn'ün halkaları üzerinde yapılan ölçümler, kütlesinin yaklaşık 17 Dünya'ya eşit olduğuna ve Satürn'ün tüm yarıçapının yaklaşık %60'ına eşit bir yarıçapa sahip çok daha dağınık bir çekirdeğe işaret etmektedir. Bu çekirdek, daha kalın bir sıvı metalik hidrojen tabakası ile çevrilidir ve bunu artan yükseklikle birlikte yavaş yavaş gaza dönüşen helyuma doymuş moleküler hidrojenden oluşan sıvı bir tabaka takip eder. En dıştaki katman, yaklaşık uzunluğundadır ve gazdan oluşur. Satürn, çekirdeğinde ulaşan sıcak bir iç kısma sahiptir ve uzaya Güneş'ten aldığından 2,5 kat daha fazla enerji yaymaktadır. Jüpiter'in termal enerjisi, Kelvin-Helmholtz yavaş yerçekimsel sıkıştırma mekanizması tarafından üretilir, ancak daha az kütleli olduğu için böyle bir süreç Satürn'ün ısı üretimini açıklamak için tek başına yeterli olmayabilir. Alternatif ya da ek bir mekanizma, Satürn'ün iç kısmının derinliklerindeki helyum damlacıklarının "yağması" yoluyla ısı üretimi olabilir. Damlacıklar, daha düşük yoğunluklu hidrojenden aşağı doğru inerken, süreç sürtünme yoluyla ısıyı serbest bırakır ve Satürn'ün dış katmanlarını helyumdan arındırır. Bu alçalan damlacıklar, çekirdeği çevreleyen bir helyum kabuğunda birikmiş olabilir. Satürn'ün yanı sıra Jüpiter ve buz devleri Uranüs ve Neptün'de de elmas yağmurlarının meydana geldiği öne sürülmektedir. Atmosferi. Satürn'ün dış atmosferi, hacim olarak %96,3 moleküler hidrojen ve %3,25 helyum içerir. Helyum oranı, bu elementin Güneş'teki bolluğuna kıyasla önemli ölçüde eksiktir. Helyumdan daha ağır elementlerin miktarı (metallik) kesin olarak bilinmemektedir, ancak oranların Güneş Sistemi'nin oluşumundaki ilkel bolluklarla eşleştiği varsayılmaktadır. Bu daha ağır elementlerin toplam kütlesinin Dünya kütlesinin 19-31 katı olduğu ve önemli bir kısmının Satürn'ün çekirdek bölgesinde bulunduğu tahmin edilmektedir. Satürn'ün atmosferinde eser miktarda amonyak, asetilen, etan, propan, fosfin ve metan tespit edildi. Üst bulutlar amonyak kristallerinden oluşurken, alt seviye bulutların amonyum hidrosülfür () veya sudan oluştuğu görülmektedir. Güneş'ten gelen ultraviyole radyasyon, üst atmosferde metan fotolizine neden olarak bir dizi hidrokarbon kimyasal reaksiyonuna yol açmakta ve ortaya çıkan ürünler girdaplar ve difüzyon yoluyla aşağıya doğru taşınmaktadır. Bu fotokimyasal döngü, Satürn'ün yıllık mevsimsel döngüsü tarafından modüle edilir. "Cassini", kuzey enlemlerinde bulunan ve "İnciler Dizisi" olarak adlandırılan bir dizi bulut özelliği gözlemlemiştir. Bu özellikler, daha derin bulut katmanlarında bulunan bulut açıklıklarıdır. Bulut katmanları. Satürn'ün atmosferi, Jüpiter'inkine benzer bantlı bir desen sergilemektedir, ancak Satürn'ün bantları çok daha soluktur ve ekvatora yakın yerlerde çok daha geniştir. Bu bantları tanımlamak için kullanılan isimlendirme Jüpiter'dekiyle aynıdır. Satürn'ün daha ince bulut desenleri "Voyager" uzay aracının 1980'lerdeki uçuşlarına kadar gözlemlenemedi. O zamandan bu yana, Dünya tabanlı teleskoplar düzenli gözlemlerin yapılabileceği noktaya kadar geliştirildi. Bulutların bileşimi, derinliğe ve artan basınca göre değişiklik göstermektedir. Üst bulut katmanlarında, 100-160 K aralığında sıcaklıklar ve 0,5-2 bar arasında uzanan basınçlarla, bulutlar amonyak buzundan oluşmaktadır. Su buzu bulutları, basıncın yaklaşık 2,5 bar olduğu bir seviyede başlamakta ve sıcaklıkların 185 ila 270 K arasında değiştiği 9,5 bar'a kadar uzanmaktadır. Bu katmanda, 190-235 K sıcaklıklarla 3-6 bar basınç aralığında uzanan bir amonyum hidrosülfür buz bandı bulunmaktadır. Son olarak, basınçların 10 ila 20 bar arasında ve sıcaklıkların 270-330 K olduğu alt katmanlar, sulu çözelti içinde amonyaklı su damlacıklarından oluşan bir bölge içermektedir. Satürn'ün genellikle sönük olan atmosferinde zaman zaman uzun ömürlü ovaller ve Jüpiter'de görülen diğer özellikler görülmektedir. 1990 yılında Hubble Uzay Teleskobu, Satürn'ün ekvatoru yakınlarında "Voyager" karşılaşmaları sırasında bulunmayan muazzam bir beyaz bulut görüntüledi ve 1994 yılında daha küçük bir fırtına daha gözlemlendi. 1990 yılındaki fırtına, kuzey yarımkürenin yaz gündönümü zamanında her Satürn yılında bir kez, kabaca her 30 Dünya yılında bir meydana gelen kısa ömürlü bir fenomen olan Büyük Beyaz Leke'nin bir örneğiydi. Daha önceki Büyük Beyaz Lekeler 1876, 1903, 1933 ve 1960 yıllarında gözlemlendi; 1933'teki fırtına en iyi gözlemleneniydi. En son dev fırtına 2010 yılında gözlemlendi. 2015 yılında araştırmacılar, Satürn atmosferini incelemek için Very Large Array teleskobunu kullandılar ve "tüm orta enlem dev fırtınalarının uzun süreli imzalarını, yüzlerce yıllık ekvator fırtınalarının bir karışımını ve potansiyel olarak 70°N'de bildirilmemiş daha eski bir fırtına" bulduklarını bildirdiler. Satürn'deki rüzgârlar, Güneş Sistemi gezegenleri arasında Neptün'den sonra ikinci en hızlı rüzgârlardır. "Voyager" verileri, doğudan esen rüzgârların olduğunu göstermektedir. "Cassini" uzay aracından 2007 yılında alınan görüntülerde, Satürn'ün kuzey yarımküresi Uranüs'e benzer şekilde parlak mavi bir renk sergiledi. Bu renk büyük olasılıkla Rayleigh saçılmasından kaynaklanıyordu. Termografi, Satürn'ün güney kutbunun sıcak bir kutup girdabına sahip olduğunu gösterdi ki bu, Güneş Sistemi'nde böyle bir olgunun bilinen tek örneğidir. Satürn'deki sıcaklıklar normalde -185 °C iken, girdaptaki sıcaklıklar genellikle -122 °C'ye kadar ulaşmaktadır ve Satürn'deki en sıcak nokta olduğundan şüphelenilmektedir. Altıgen bulut desenleri. Yaklaşık 78°N'de atmosferdeki kuzey kutup girdabının etrafında devam eden altıgen dalga deseni ilk olarak "Voyager" görüntülerinde fark edildi. Altıgenin kenarlarının her biri yaklaşık uzunluğundadır ki bu da Dünya'nın çapından daha uzundur. Tüm yapı, Satürn'ün iç kısmının dönüş periyoduna eşit olduğu varsayılan 10 saat 39 dakika 24 saniyelik bir periyotla (gezegenin radyo emisyonlarıyla aynı periyot) dönmektedir. Altıgen özellik, görünür atmosferdeki diğer bulutlar gibi boylamda kaymamaktadır. Desenin kökeni pek çok spekülasyona konu olmaktadır. Çoğu bilim insanı bunun atmosferdeki durağan bir dalga deseni olduğunu düşünmektedir. Çokgen şekiller, sıvıların diferansiyel rotasyonu yoluyla laboratuvarda çoğaltıldı. Güney kutup bölgesinin Hubble Uzay Teleskobu görüntüsü, bir jet akımının varlığına işaret etmektedir, ancak güçlü bir kutup girdabı ya da altıgen duran dalga yoktur. Kasım 2006'da NASA, "Cassini"'nin güney kutbuna kilitli, açıkça tanımlanmış bir göz çeperine sahip "kasırga benzeri" bir fırtına gözlemlediğini bildirdi. Göz çeperi bulutları daha önce Dünya dışında hiçbir gezegende görülmemişti. Örneğin, "Galileo" uzay aracından gelen görüntüler, Jüpiter'in Büyük Kırmızı Leke'sinde bir göz çeperi göstermedi. Güney kutbundaki fırtına milyarlarca yıldır mevcut olabilir. Bu girdap, Dünya'nın büyüklüğüyle kıyaslanabilir ve saatte 550 km'lik rüzgarlara sahiptir. Manyetosferi. Satürn'ün manyetik bir dipol olan kendine özgü, basit, simetrik bir şekle sahip olan içsel bir manyetik alanı vardır. Ekvatordaki gücü -0,2 gauss (20 μT)- Jüpiter'in etrafındaki alanın yaklaşık yirmide biri kadardır ve Dünya'nın manyetik alanından biraz daha zayıftır. Sonuç olarak Satürn'ün manyetosferi, Jüpiter'inkinden çok daha küçüktür. "Voyager 2" manyetosfere girdiğinde, güneş rüzgârı basıncı yüksekti ve manyetosfer sadece 19 Satürn yarıçapı ya da 1,1 milyon km (684.000 mil) genişledi, ancak birkaç saat içinde genişledi ve yaklaşık üç gün boyunca öyle kaldı. Büyük olasılıkla manyetik alan Jüpiter'dekine benzer şekilde, metalik hidrojen dinamosu adı verilen sıvı metalik hidrojen katmanındaki akımlar tarafından üretilmektedir. Bu manyetosfer, Güneş'ten gelen güneş rüzgârı parçacıklarını saptırmada etkilidir. Titan uydusu, Satürn'ün manyetosferinin dış kısmında yörüngede dolanır ve Titan'ın dış atmosferindeki iyonize parçacıklardan plazma üretir. Satürn'ün manyetosferi, Dünya'nınki gibi kutup ışıkları üretir. Yörüngesi ve dönüşü. Satürn ile Güneş arasındaki ortalama uzaklık 1,4 milyar kilometrenin (9 AU) üzerindedir. Ortalama yörünge hızı 9,68 km/s olan Satürn'ün Güneş etrafındaki bir turunu tamamlaması 10.759 Dünya günü (ya da yaklaşık 29+1⁄2 yıl) sürer. Sonuç olarak, Jüpiter ile yaklaşık 5:2 ortalama hareket rezonansı oluşturmaktadır. Satürn'ün eliptik yörüngesi, Dünya'nın yörünge düzlemine göre 2,48° eğimlidir. Günberi ve günöte uzaklıkları sırasıyla ortalama 9.195 ve 9.957 AU'dur. Satürn'deki görünür özellikler enleme bağlı olarak farklı oranlarda dönmektedir. Gök bilimciler, Satürn'ün dönüş hızını belirlemek için üç farklı sistem kullanmaktadır. "Sistem I", (844,3°/d) bir periyoda sahiptir ve Ekvator Bölgesi, Güney Ekvator Kuşağı ve Kuzey Ekvator Kuşağı'nı kapsamaktadır. Kuzey ve güney kutup bölgeleri hariç diğer tüm Satürn enlemleri ise "Sistem II" olarak gösterilir ve (810,76°/d) dönme periyoduna sahiptir. "Sistem III", Satürn'ün iç dönüş hızını ifade eder. "Voyager 1" ve "Voyager 2" tarafından tespit edilen gezegenden gelen radyo emisyonlarına dayanarak, "Sistem III"'ün dönüş periyodu (810,8°/d). "Sistem III", büyük ölçüde "Sistem II"'nin yerini aldı. İç kısmın dönme periyodu için kesin bir değer bulmak hala güçtür. "Cassini", 2004 yılında Satürn'e yaklaşırken Satürn'ün radyo dönüş periyodunun kayda değer bir şekilde artarak yaklaşık yükseldiğini tespit etti. "Cassini", "Voyager" ve "Pioneer" sondalarından alınan çeşitli ölçümlerin bir derlemesine dayanan Satürn'ün dönüşünün tahmini (bir bütün olarak Satürn için belirtilen dönüş hızı olarak) 'dir. Gezegenin C Halkası üzerinde yapılan çalışmalar 'lik bir dönüş periyodu vermektedir. Mart 2007'de, gezegenden gelen radyo emisyonlarındaki değişimin Satürn'ün dönüş hızına uymadığı tespit edildi. Bu farklılık Satürn'ün uydusu Enceladus'taki gayzer faaliyetinden kaynaklanıyor olabilir. Bu faaliyet nedeniyle Satürn'ün yörüngesine yayılan su buharı yüklü hale gelir ve Satürn'ün manyetik alanı üzerinde bir sürüklenme yaratarak gezegenin dönüşüne göre dönüşünü biraz yavaşlatır. Satürn için belirgin bir tuhaflık, bilinen herhangi bir truva asteroidine sahip olmamasıdır. Bunlar Güneş'in yörüngesi boyunca gezegene 60°'lik açılarla yerleştirilmiş L4 ve L5 olarak adlandırılan kararlı Lagrange noktalarında dolanan küçük gezegenlerdir. Mars, Jüpiter, Uranüs ve Neptün için Truva asteroidleri keşfedildi. Seküler rezonans da dahil olmak üzere yörüngesel rezonans mekanizmalarının kayıp Satürn trojanlarının nedeni olduğuna inanılmaktadır. Doğal uyduları. Satürn'ün bilinen 274 uydusu vardır ve bunlardan 63'ünün resmî adı vardır. Çapı büyük dış düzensiz uydu daha olduğu tahmin edilmektedir. Buna ek olarak, Satürn'ün halkalarında gerçek uydu olarak kabul edilmeyen 40-500 metre çapında düzinelerce ila yüzlerce uyducuğun varlığına dair kanıtlar bulunmaktadır. En büyük uydu olan Titan, halkalar da dahil olmak üzere Satürn'ün yörüngesindeki kütlenin %90'ından fazlasını oluşturmaktadır. Satürn'ün ikinci en büyük uydusu olan Rhea'nın da kendine ait zayıf bir halka sistemi ve zayıf bir atmosferi olabilir. Diğer uyduların çoğu küçüktür: 131'inin çapı 50 km'den azdır. Geleneksel olarak Satürn'ün uydularının çoğu, adlarını Yunan mitolojisindeki Titanlar'dan almaktadır. Titan, Güneş Sistemi'nde karmaşık bir organik kimyanın oluştuğu büyük bir atmosfere sahip tek uydudur. Hidrokarbon göllerine sahip tek uydudur. 6 Haziran 2013'te IAA-CSIC'deki bilim insanları, Titan'ın üst atmosferinde yaşam için olası bir öncül olan polisiklik aromatik hidrokarbonların tespit edildiğini bildirdi. 23 Haziran 2014'te NASA, Titan atmosferindeki azotun, Satürn'ü daha önceki zamanlarda oluşturan malzemelerden değil, kuyruklu yıldızlarla ilişkili Oort bulutundaki malzemelerden geldiğine dair güçlü kanıtlara sahip olduğunu iddia etti. Kimyasal yapısı kuyruklu yıldızlara benzeyen Satürn'ün uydusu Enceladus, mikrobik yaşam için potansiyel bir habitat olarak görülmektedir. Bu olasılığın kanıtı, uydunun tuz bakımından zengin parçacıklarının, Enceladus'un dışarı atılan buzunun çoğunun sıvı tuzlu suyun buharlaşmasından geldiğini gösteren "okyanus benzeri" bir bileşime sahip olmasıdır. "Cassini"'nin 2015 yılında Enceladus'taki bir tüycük üzerinden yaptığı bir uçuşta, metanojenez yoluyla yaşayan yaşam formlarını sürdürmek için gerekli bileşenlerin çoğu bulundu. Gezegen halkaları. Satürn, muhtemelen en çok onu görsel olarak eşsiz kılan gezegen halkaları sistemiyle bilinir. Halkalar, Satürn'ün ekvatorundan dışarı doğru arasında uzanır ve ortalama kalınlıkları yaklaşık . Ağırlıklı olarak su buzundan, eser miktarda tholin safsızlıklarından ve yaklaşık %7 amorf karbondan oluşan biberli bir kaplamadan oluşurlar. Halkaları oluşturan parçacıkların boyutları toz zerreciklerinden 10 m'ye kadar değişir. Diğer gaz devlerinin de halka sistemleri olsa da Satürn'ünki en büyük ve en görünür olanıdır. Halkaların yaşı konusunda bir tartışma vardır. Bir taraf çok eski olduklarını ve Satürn ile eş zamanlı olarak orijinal nebüler materyalden (yaklaşık 4,6 milyar yıl önce) ya da LHB'den kısa bir süre sonra (yaklaşık 4,1 ila 3,8 milyar yıl önce) oluştuklarını savunmaktadır. Diğer taraf ise çok daha genç olduklarını, yaklaşık 100 milyon yıl önce oluştuklarını desteklemektedir. İkinci teoriyi destekleyen bir MIT araştırma ekibi, halkaların Satürn'ün ″Chrysalis″ adlı yok olmuş bir uydusunun kalıntısı olduğunu öne sürdü. Ana halkaların ötesinde, gezegenden 12 milyon km (7,5 milyon mil) uzaklıkta seyrek Phoebe halkası bulunur. Diğer halkalara göre 27°'lik bir açıyla eğiktir ve Phoebe gibi yörüngesinde geriye doğru dönmektedir. Pandora ve Prometheus da dahil olmak üzere Satürn'ün bazı uyduları, halkaları sınırlamak ve yayılmalarını önlemek için çoban uydular olarak hareket ederler. Pan ve Atlas, Satürn'ün halkalarında kütlelerinin daha güvenilir hesaplanmasını sağlayan zayıf, doğrusal yoğunluk dalgalarına neden olur. Gözlem ve keşif tarihi. Satürn'ün gözlemlenmesi ve keşfedilmesi üç aşamaya ayrılabilir: (1) çıplak gözle modern öncesi gözlemler, (2) 17. yüzyılda başlayan Dünya'dan teleskopik gözlemler ve (3) yörüngedeki veya uçuş halindeki uzay sondaları tarafından ziyaret. 21. yüzyılda, teleskopik gözlemler Dünya'dan (Hubble Uzay Teleskobu gibi Dünya yörüngesindeki gözlemevleri dahil) ve 2017'de emekli olana kadar Satürn çevresindeki "Cassini" yörüngesinden devam etmektedir. Teleskop öncesi gözlem. Satürn, tarih öncesi çağlardan beri bilinmektedir ve kayıtlı tarihin erken dönemlerinde çeşitli mitolojilerde önemli bir karakter olarak yer almaktadır. Babilli astronomlar Satürn'ün hareketlerini sistematik olarak gözlemledi ve kaydetti. Antik Yunan'da gezegen "Φαίνων" (Phainon) ve Roma döneminde "Satürn'ün yıldızı" olarak bilinirdi. Antik Roma mitolojisinde Phainon gezegeni, gezegenin modern adını aldığı bu tarım tanrısı için kutsaldı. Romalılar, tanrı Saturnus'u Yunan tanrısı Kronos'un eşdeğeri olarak kabul etmişlerdir; modern Yunancada gezegen Kronos (Κρόνος) adını korumaktadır. Yunan bilim adamı Batlamyus, Satürn'ün yörüngesine ilişkin hesaplamalarını Satürn karşıt konumdayken yaptığı gözlemlere dayandırdı. Hindu astrolojisinde Navagrahalar olarak bilinen dokuz astrolojik nesne vardır. Satürn, "Shani" olarak bilinir ve herkesi hayatında yaptığı iyi ve kötü işlere göre yargılar. Eski Çin ve Japon kültürü Satürn gezegenini "dünya yıldızı" () olarak tanımlamıştır. Bu, geleneksel olarak doğal elementleri sınıflandırmak için kullanılan Beş Element'e dayanıyordu. Teleskopik uzay uçuşu öncesi gözlemler. Satürn'ün halkalarını çözmek için en az 15 mm çapında bir teleskop gerekir ve bu nedenle Christiaan Huygens, 1655'te onları görüp 1659'da yayınlayana kadar var oldukları bilinmiyordu. Galileo, 1610'da ilkel teleskopuyla Satürn'ün tam yuvarlak olmayan görünümünü yanlışlıkla Satürn'ün yanlarında iki uydu olarak düşündü. Huygens daha büyük bir teleskopik büyütme kullanana kadar bu düşünce çürütülmedi ve halkalar ilk kez gerçekten görüldü. Huygens ayrıca Satürn'ün uydusu Titan'ı da keşfetti; Giovanni Domenico Cassini daha sonra dört uydu daha keşfetti: Iapetus, Rhea, Tethys ve Dione. 1675 yılında "Cassini", günümüzde Cassini Bölümü olarak bilinen boşluğu keşfetti. William Herschel'in Mimas ve Enceladus adlı iki uyduyu daha keşfettiği 1789 yılına kadar başka önemli bir keşif yapılmadı. Titan ile rezonansa sahip olan düzensiz şekilli uydu Hyperion, 1848 yılında bir İngiliz ekip tarafından keşfedildi. 1899 yılında William Henry Pickering, büyük uydular gibi Satürn ile eşzamanlı olarak dönmeyen oldukça düzensiz bir uydu olan Phoebe'yi keşfetti. Phoebe bu türden bulunan ilk uydudur ve Satürn'ün yörüngesinde geriye doğru bir yörüngede dönmesi bir yıldan fazla sürmüştür. 20. yüzyılın başlarında Titan üzerinde yapılan araştırmalar, 1944 yılında Titan'ın Güneş Sistemi uyduları arasında benzersiz bir özellik olan kalın bir atmosfere sahip olduğunun doğrulanmasına yol açtı. Uzay uçuşu görevleri. "Pioneer 11" uçuşu. "Pioneer 11", Satürn'e ilk uçuşunu Eylül 1979'da, gezegenin bulut tepelerinin 20.000 km (12.000 mil) yakınından geçerek gerçekleştirdi. Gezegenin ve uydularından birkaçının görüntüleri alındı, ancak çözünürlükleri yüzey detaylarını ayırt etmek için çok düşüktü. Uzay aracı Satürn'ün halkalarını da inceleyerek ince F halkasını ve halkalardaki karanlık boşlukların yüksek bir faz açısıyla (Güneş'e doğru) bakıldığında parlak olduğunu, yani ince ışık saçan malzeme içerdiklerini ortaya çıkardı. Ayrıca "Pioneer 11", Titan'ın sıcaklığını da ölçtü. "Voyager" uçuşları. Kasım 1980'de "Voyager 1" sondası, Satürn sistemini ziyaret etti. Gezegenin, halkalarının ve uydularının ilk yüksek çözünürlüklü görüntülerini geri gönderdi. Çeşitli uyduların yüzey özellikleri ilk kez görüldü. Voyager 1 Titan'a yakın bir uçuş gerçekleştirerek uydunun atmosferi hakkındaki bilgileri artırdı. Titan'ın atmosferinin görünür dalga boylarında nüfuz edilemez olduğu kanıtlandı; bu nedenle hiçbir yüzey detayı görülemedi. Uçuş, uzay aracının yörüngesini Güneş Sistemi düzleminin dışına doğru değiştirdi. Neredeyse bir yıl sonra, Ağustos 1981'de "Voyager 2", Satürn sistemini incelemeye devam etti. Satürn'ün uydularının daha yakın plan görüntülerinin yanı sıra atmosfer ve halkalardaki değişikliklere ilişkin kanıtlar elde edildi. Uçuş sırasında sondanın dönebilen kamera platformu birkaç gün takılı kaldı ve planlanan bazı görüntüler kayboldu. Satürn'ün yerçekimi, uzay aracının yörüngesini Uranüs'e doğru yönlendirmek için kullanıldı. Sondalar, gezegenin halkalarının yakınında veya içinde yörüngede bulunan birkaç yeni uydunun yanı sıra küçük Maxwell Boşluğu (C Halkasında bir boşluk) ve Keeler Boşluğu (A Halkasında 42 km genişliğinde bir boşluk) keşfetti ve doğruladı. "Cassini-Huygens" uzay aracı. "Cassini-Huygens" uzay sondası, 1 Temmuz 2004'te Satürn'ün yörüngesine girdi. Haziran 2004'te Phoebe'ye yakın bir uçuş gerçekleştirerek yüksek çözünürlüklü görüntüler ve veriler gönderdi. "Cassini"'nin Satürn'ün en büyük uydusu Titan'a yaptığı uçuşta, çok sayıda ada ve dağ ile büyük göllerin ve kıyı şeritlerinin radar görüntüleri çekildi. Yörünge aracı, 25 Aralık 2004'te "Huygens" sondasını bırakmadan önce iki Titan uçuşunu tamamladı. "Huygens", 14 Ocak 2005'te Titan'ın yüzeyine indi. 2005 yılının başlarından itibaren bilim insanları Satürn'deki şimşekleri izlemek için "Cassini"'yi kullandılar. Şimşeklerin gücü, Dünya'daki şimşeklerin yaklaşık 1.000 katıdır. 2006 yılında NASA, "Cassini"'nin Satürn'ün uydusu Enceladus'ta gayzerler halinde püsküren ve yüzeyin en fazla onlarca metre altında bulunan sıvı su rezervuarlarına dair kanıtlar bulduğunu bildirdi. Bu buzlu parçacık jetleri Satürn'ün güney kutup bölgesindeki bacalardan yörüngeye yayılmaktadır. Enceladus'ta 100'den fazla gayzer tespit edildi. Mayıs 2011'de NASA bilim insanları Enceladus'un "bildiğimiz yaşam için Güneş Sistemi'nde Dünya'nın ötesinde en yaşanabilir nokta olarak ortaya çıktığını" bildirdi. Cassini fotoğrafları, Satürn'ün parlak ana halkalarının dışında ve G ve E halkalarının içinde, daha önce keşfedilmemiş bir gezegen halkasını ortaya çıkardı. Bu halkanın kaynağının Janus ve Epimetheus'a çarpan bir meteoroid olduğu varsayılmaktadır. Temmuz 2006'da Titan'ın kuzey kutbuna yakın hidrokarbon göllerinin görüntüleri elde edildi ve bunların varlığı Ocak 2007'de doğrulandı. Mart 2007'de Kuzey kutbu yakınlarında, en büyüğü neredeyse Hazar Denizi büyüklüğünde olan hidrokarbon denizleri bulundu. Ekim 2006'da sonda Satürn'ün güney kutbunda çapında siklon benzeri bir fırtına tespit etti. Sonda, 2004'ten 2 Kasım 2009'a kadar sekiz yeni uydu keşfetti ve doğruladı. Nisan 2013'te "Cassini", gezegenin kuzey kutbunda Dünya'dakinden 20 kat daha büyük ve daha hızlı rüzgârlara sahip bir kasırganın görüntülerini gönderdi. 15 Eylül 2017'de "Cassini-Huygens" uzay aracı görevinin "Büyük Finalini" gerçekleştirdi: Satürn ve Satürn'ün iç halkaları arasındaki boşluklardan bir dizi geçiş. Cassini'nin atmosfere girişi görevi sona erdirdi. Gözlemler. Satürn, Dünya'dan çıplak gözle kolayca görülebilen beş gezegenden en uzak olanıdır; diğer dördü Merkür, Venüs, Mars ve Jüpiter'dir. Satürn gece gökyüzünde çıplak gözle parlak, sarımsı bir ışık noktası olarak görünür. Satürn'ün ortalama görünen büyüklüğü 0.46, standart sapması ise 0.34'tür. Büyüklük değişiminin çoğu halka sisteminin Güneş ve Dünya'ya göre eğiminden kaynaklanır. En parlak büyüklük olan -0,55, halkaların düzleminin en fazla eğimli olduğu zamanın yakınında meydana gelir ve en sönük büyüklük olan 1,17, en az eğimli oldukları zaman meydana gelir. Gezegenin, Zodyak'ın arka plan takımyıldızlarına karşı ekliptiğin tüm bir turunu tamamlaması yaklaşık 29,4 yıl sürer. Çoğu insan Satürn'ün halkalarının net bir çözünürlüğe sahip görüntüsünü elde etmek için en az 30 kat büyüten optik bir yardımcıya (çok büyük bir dürbün veya küçük bir teleskop) ihtiyaç duyacaktır. Dünya, her Satürn yılında iki kez (kabaca her 15 Dünya yılında bir) halka düzleminden geçtiğinde, halkalar çok ince oldukları için kısa süreliğine gözden kaybolurlar. Böyle bir "kaybolma" bir sonraki 2025 yılında gerçekleşecek, ancak Satürn gözlemler için Güneş'e çok yakın olacak. Satürn ve halkaları en iyi, gezegen 180°'lik bir uzanımda olduğunda ve böylece gökyüzünde Güneş'in karşısında göründüğünde gezegenin konfigürasyonu olan karşıt konumda ya da buna yakın olduğunda görülür. Satürn karşıtlığı her yıl -yaklaşık 378 günde bir- meydana gelir ve gezegenin en parlak halinde görünmesine neden olur. Hem Dünya hem de Satürn Güneş'in etrafında eksantrik yörüngelerde dolanır, bu da Güneş'e olan uzaklıklarının zamanla değiştiği anlamına gelir, dolayısıyla birbirlerine olan uzaklıkları da değişir, dolayısıyla Satürn'ün parlaklığı bir karşıtlıktan diğerine değişir. Satürn ayrıca halkalar daha görünür olacak şekilde açılı olduğunda daha parlak görünür. Örneğin, 17 Aralık 2002'deki karşıtlık sırasında, Satürn 2003'ün sonlarında Dünya'ya ve Güneş'e daha yakın olmasına rağmen, halkalarının Dünya'ya göre uygun yönelimi nedeniyle Satürn en parlak halinde göründü. Satürn zaman zaman Ay tarafından okültasyona uğrar (yani Ay gökyüzünde Satürn'ü örter). Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenlerde olduğu gibi, Satürn'ün okültasyonları da "mevsimler" halinde gerçekleşir. Satürn okültasyonları yaklaşık 12 aylık bir dönem boyunca aylık olarak gerçekleşir ve bunu böyle bir aktivitenin kaydedilmediği yaklaşık beş yıllık bir dönem izler. Ay'ın yörüngesi Satürn'ün yörüngesine göre birkaç derece eğiktir, bu nedenle okültasyonlar yalnızca Satürn gökyüzünde iki düzlemin kesiştiği noktalardan birine yakın olduğunda meydana gelecektir. Popüler kültürdeki yeri. Voltaire'in 1752 tarihli kısa öyküsü "Micromega"'da, Sirius'tan gelen ve aynı adı taşıyan kahraman, ilk olarak Satürn'e varır ve 72 duyusu olan ve 15.000 yıl yaşayan sakinleriyle arkadaş olur, daha sonra onlardan biriyle Dünya'ya doğru yolculuğuna devam eder. Jules Verne, "Güneş Sistemi'nde Seyahat"'te (1877) Satürn'e giden bir kuyruklu yıldızın güvertesinde güneş sistemi boyunca yapılan bir yolculuğu anlatır. Romanın çizimleri Satürn'ü kayalık ve ıssız bir yüzeye sahip, 8 uydusu ve 3 halkası olan bir gezegen olarak göstermektedir. IV. John Jacob Astor'un "Başka Dünyalara Seyahat" (1894) adlı eserinde, Dünya'dan gelen kaşifler Jüpiter'den Satürn'e ulaşırlar, Satürn eski Dünya'ya çok benzeyen tropik bir orman dünyasıdır ve gezegenin karanlık, kuru ve ölmekte olduğunu görürler. Satürn'ün tek sakinleri, telepatik olarak iletişim kuran ve geleceği tahmin edebilen dev hayalet benzeri yaratıklardır. 20. yüzyılda modern bilimin gelişmesiyle birlikte, Satürn'ün katı bir yüzeyi olmayan ve yaşama elverişli olmayan bir atmosfere sahip bir gezegen olduğunu doğrulandı ve bilimkurgu yazarlarının dikkati daha çok Satürn'ün uydularına kaydı. Örneğin Isaac Asimov, "Lucky Star and the Rings of Saturn" adlı eserinde halkalardan geniş bir şekilde bahsetti, ancak eserin devamını Mimas ve Titan uyduları üzerine kurdu. Arthur C. Clarke tarafından yazılan ve senaryosunun ilk versiyonunun temelini oluşturan "2001: A Space Odyssey" (1968) adlı roman, Satürn sisteminde, özellikle de Japetus uydusunda sona ermektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5986", "len_data": 29909, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.54 }
Tavşanlı, Kütahya iline bağlı bir ilçedir. Tavşanlı Adronos çayının (Kocasu) kaynak bölgesinde dağlık bir kesimde, Yaylacık dağının güneybatı kenarında kuruludur. Tarihçe. 13. ve 14. asırda Harguş olan ilçe ismi 14. asır itibarıyla Tavşanlı olarak kaydedilmiştir. İlçedeki önemli ekonomik gelir kaynağı kömürdür. Tavşanlı'nın çeşitli yerlerinde yapılan araştırmalarda elde edilen buluntular, tarihin Bakır Çağında çağda başladığını göstermektedir. Tavşanlı Belediye Müzesinde sergilenen çeşitli buluntular, neolitik, kalkolitik, eski tunç dönemlerine aittir. Tavşanlı'ya 5 km uzaklıktaki Frig kaya mezarı bu bölgenin, Phrygia Epictetus (küçük Frigya) olarak adlandırılmasının sebebidir. Henüz bir kazı yapılmamasına rağmen Tavşanlı höyüğü ve yakın çevredeki üç höyük, Tavşanlı'nın tarihinin ve dört önemli yerleşimin göstergesidir. Merkezinde MÖ 4. asırdan kalma İyon usûlü yapılmış sütunlar mevcuttur. Kent içinde, çeşitli yerlerdeki mermer, stel, lahit, lahit kapağı ve bazı mimari yapıtlarda, yoğun bir Roma yerleşmesinin bulunduğunu belgelemektedir. Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasıyla, Bizans topraklarında kalan kent, Türklerin Anadolu'ya girmesiyle Anadolu Selçuklularına daha sonra Germiyanoğulları'na bağlanmıştır. 1378 yılında, Germiyanoğlu Süleyman Şah kızı Devlet Hatun'un Yıldırım Beyazıt ile evlenmesi üzerine Osmanlı'lara çeyiz olarak verilmiştir. Tavşanlı adının verilmesi de bu zamana rastlamaktadır. Kasaba yakınlarındaki fundalıklar içinde çok tavşan olması münasebetiyle, bu civarlarda avlanmasından dolayı, Yıldırım Beyazıt tarafından bu bölgenin adının Tavşanlı olmasını söylemesi rivayetler arasındadır. Milli Mücadele dönemi. I. Dünya Savaşı'nın bitişi ve Mondros Mütarekesi'nden sonra, Milli Mücadele döneminde idealist bazı genç doktorlar "Köycüler Cemiyeti" adıyla bir dernek kurdular. Bu gençlerin amacı, köylüler arasında insancıl bir yaklaşımla çalışmak, sağlık ve eğitim konularında köylülere yardımcı olmaktı. İşgal öncesi bu doktorlar Anadolu'ya gitme kararı aldılar. Dr. Reşit Galip, Dr. Hasan Ferit ve Dr. Fazıl Doğan önce Kütahya'ya ziyarete geldiler, ardından Tavşanlı'ya hareket ettiler. Tavşanlı'da özellikle köylüler üzerinde ağaların baskısını gören doktorlar, Tavşanlı'da çalışmalara başladılar. Dr. Reşit Galip ve arkadaşları "Tavşanlı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"ni kurdular. Daha sonra Dr. Fazıl Doğan Tavşanlı'dan ayrılmış ve görevine Emet'te devam etmiştir. II. İnönü zaferinden sonra Küçük Asya Ordusu Başkomutanı Papulas, hükûmetine gönderdiği raporunda; Türklerin ordularını güçlendirdiklerini, morallerinin ise yükseldiğini bildirerek büyük Yunanistan ideâllerinin gerçekleşmesi için Türkleri kesin olarak mağlup etmek gerektiğini vurgulamıştır ve Yunanlar bu dönemde Anadolu'daki kuvvetlerini 11 tümene çıkararak Bursa-Eskişehir, Bursa-Tavşanlı-Kütahya ve Uşak-Dumlupınar-Seyitgazi istikametlerinde, üç koldan saldırı için hazırlıklarına başlarlar. Dr. Fazıl Bey Yunan ilerleyişini Batı Cephesi'ne bildirir ve o günlerde Miralay İsmet Bey (İnönü) de Tavşanlı'ya gelir. Yunanların birkaç güne kadar Tavşanlı'yı işgal edeceklerini ve cepheyi Kütahya'dan ileride kuracağını bildirerek Tavşanlı'dan ayrılır. 12 Temmuz'da Yeniköy, 13 Temmuz'da Dutlar ve Bozbelen, 14 Temmuz'da Derbent Köyü ve Tavşanlı işgal edilir. Tavşanlı'da asayişin temin için "Tazılı Komutan Zamanist"in emrindeki jandarma birliği buraya yerleştirilir ve bu birliğin iaşesi Tavşanlılıların sırtına yükletilir. Bazı Ermeniler ve Rumlar, hatta bazı Türkler, Yunanların daimi olarak bırada kalacağını zannederek onlara istihbarat hizmeti vermişler, kimde ne kadar para, hayvan olduğunu ihbar etmişlerdir. Bir gece yarısı Uzunçarşı'da Türklere ait dükkânların kapıları Ermeniler tarafından teker teker işaretlenmiş ertesi günü de bu dükkânlar Yunanlar tarafından yağmalanmıştır. Buna karşılık Tavşanlı'daki Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri ve bazı vatan severler de Tavşanlı'daki bazı Ermeniler'in evlerine ve kiliseye baskınlar düzenleyerek silah aramışlardır. Nisan 1922'deki Emet Hükûmet Konağı Baskınından sonra yörede Yunanlar olağanüstü tedbirler alırlar. Kabakçı Salih Efe ve çetesi, daha önce araları bozulan Yunan Komutanı Zamanist'ten intikam almak için pusu kurarlar. Eşen Köyü'nde Yunan komutanı Zamanist, diğeri Artıranlar Maden Katibi Ermeni asıllı Ahmet Rıza ve iki Yunan askeri öldürülür. Zamanist'in Keles'e ulaşmadığı bilgisini alan Yunan taburu araştırma yaparak Eşen Köyü'ndeki cesetleri bulurlar ve 18 Temmuz 1921'de Derbent Köyü'ne gelerek evleri basarak buldukları tüm insanları köy camisine doldurup ateşe vererek yakarlar. Aynı gün Derbent'ten başka Eşen, Bozbelen, Alabarda (Çamalan) ve Merkezyeniköy de yakılır. 26 Ağustos 1922'de Afyon Cephesi'nde başlayan Büyük Türk Taarruz'u 2 Eylül 1922'de Tavşanlı'da etkilerini gösterir. Yunan subay ve askerleri evleri basarak at, araba gibi nakil vasıtalarını toplayıp partiler halinde Tavşanlı'yı boşaltmaya başlarlar. 3 Eylül 1922 sabahı Tavşanlı'nın tüm minarelerinden sâlâlar verilir. Coğrafya. Kütahya merkezine 50 km uzaklıkta olan ilçe İzmir demiryolu üzerinde olup, Bursa, Emet, Balıkesir'e karayolu bağlantısı bulunmaktadır. Tavşanlı önemli doğal ve tarihi değerlere sahiptir. Halk arasında 'Vakıf Çamlığı', 'Mehmetçik' adlarıyla bilinen, 'Premidal Karaçam' türü ormana sahiptir. Tavşanlı'nın bir başka doğal zenginliğiyse ilçe merkezinden yaklaşık 15 dakikalık uzaklıkta olan Göbel Kaplıcası'dır. İklim. Tavşanlı Ege ve İç Anadolu Bölgesi iklim kuşaklarının ortasında bulunmaktadır. Sıcaklık şartları açısından Akdeniz iklimi ile karasal iklim arasında geçiş özelliği göstermektedir. Yıllık 12 santigrat derecelik ortalama sıcaklık ile merkez Kütahya'nın ikliminden daha ılıman özellikler göstermektedir. İlçe en çok yağışı da kış aylarında almaktadır. Ekonomi. Leblebi. Tavşanlı, leblebisi ile meşhurdur. İlçede çoğu evin altında leblebi imalathanesi bulunmaktadır. Buralarda imal edilen leblebi aynı zamanda ihraç edilmektedir. Çeşit bakımından 43 çeşit üretilip tescillendiği bilinmektedir. Bir rivayete göre ilçenin ismi de leblebinin tavlanarak yapılmasından dolayı Tav'ı şanlı yani Tavşanlı olmuştur. Kömür. Tavşanlı'nın kömür ile ilk tanışması 1940 yılında Tavşanlı şehir merkezine 12 kilometre uzaklıktaki Tunçbilek havzasında bulunan linyit kömürü madenlerinin çıkartılması ile başladı. Bu kömürün meskenlerde ve elektrik üretimi için kullanılabilir olması Tunçbilek havzasına daha çok yatırım sağladı. Ardından madencilik faaliyetlerinin sürekli gelişmesi ile birlikte Tavşanlı'da büyük ölçüde gelişim gösterdi. Özellikle 1980'li ve 1990'lı yıllarda zirve noktasını bulan kömür madenciliği şehir ekonomisin can damarlarından biri olmuştur. Organize Sanayi Bölgesi. Tavşanlı'ya 2010'lu yılların başlarında kurulan Organize Sanayi Bölgesi günümüzde birçok ulusal firmanın yatırımları ile birlikte büyük bir gelişme göstermiştir. Bu sayede şehir ekonomisi yeniden canlanmış ve bölgedeki iş gücünü Tavşanlı'ya çekmiştir. Organize Sanayi Bölgesi sayesinde Tavşanlı ekonomisi leblebi imalatı ve madenciliğe alternatif bir sektör kazanmıştır. İş kolu olarak OSB'nin ağırlığı her gün daha fazla artmaktadır. Spor. Tavşanlı Linyitspor. Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumuna (T.K.İ.) bağlı olan Garp Linyitleri İşletmesinde (G.L.İ.) çalışan Memur ve İşçiler ile eş ve çocuklarının spor faaliyetlerinde bulunması amacı ile 1943 yılında kurulmuş, 3530 sayılı Beden Terbiyesi Kanunu ve Dernekler Kanununun ilgili hükümlerine istinaden 16 Mayıs 1945 tarihinde G.L.İ. Gençlik Kulübü adı altında sportif faaliyetlerine başlamıştır. 17 Eylül 1973 tarihinde G.L.İ. Linyitspor Gençlik Kulübü adı altında dernekleşmiş, 28 Ağustos 1980 tarihinde G.L.İ. Tavşanlı Linyitspor Kulübü adı altında yeniden Müessese kulübü haline dönüşmüş, 27 Haziran 1987 tarihinde Kurum Kulübü sıfatı ile T.K.İ. Tavşanlı Linyitspor Kulübü adı altında dernek olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 2006-2007 futbol sezonunda, Bolu'da gerçekleştirilen terfi maçında Beşikdüzüspor'u 2-1 yenerek 11 yıl aradan sonra tekrar 3. lige çıkmayı başarmıştır. 2007 yılında yapılan olağanüstü Kongrede isim değişikliğine gidilmiş ve ismi Tavşanlı Belediyesi TKİ Linyitspor olarak değiştirilmiştir. Yerel seçimlerden sonra kulübün hâlen Onursal başkanlığını yapan dönemin AK Parti Milletvekili Hüsnü Ordu'nun girişimleri ile 2009 yılı Olağan Kongrede tekrar isim değişikliğine gidilmiş, Kulübün adı TKİ Tavşanlı Linyitspor olarak değiştirilmiştir. Kulüp renkleri Kırmızı-Siyah olarak belirlenmiş olup, kırmızı renk kömürden çıkan ateşi temsil ederken, siyah renkte G.L.İ.çalışanlarının ürettiği Kömürü temsil etmektedir. Kulüp en parlak dönemini 2010-2011 futbol sezonunda Bank Asya 1. Lig'de play off oynayarak elde etmiştir. Süper Lig'e çıkma yolunda Gaziantep Büyükşehir Belediyespor ile yarı final maçında karşılaşan Linyitspor Kütahya Dumlupınar stadyumunda oynan ilk maçı kaybetmiş, Gaziantep'te oynanan maçtan galip ayrılmasına rağmen elenmiştir. İlk kez 1984-1985 sezonunda profesyonel lige katılan Tavşanlı Linyitspor, o dönemde de 11 yıl boyunca başarılı sonuçlar alarak Türkiye'nin tanınan kulüpleri arasına girmiştir. 11 yıl mücadele ettiği bu ligde her yıl şampiyonluğa oynamış ancak Türkiye 2. Ligine çıkmayı başaramamıştır. Ligleri ikinci ve üçüncü sıralarda bitirerek Türkiye Kupası müsabakalarına katılmaya hak kazanarak Türkiye'nin sayılı takımları ile başarılı müsabakalar oynamıştır. Kulübümüzün bu yıllardaki başarılı mücadelesi ekmeğini taştan çıkaran yöre halkının sosyal aktivitesini ve çehresini değiştirmesine etken olmuştur. Tavşanlı'da yerel medya. Kütahya'nın en büyük ve gelişmiş ilçesi olan Tavşanlı'da 1 adet yerel radyo kanalı bulunmaktadır. Yerel Radyo Kanalları Yerel Gazeteler ve Basın Kuruluşları Turizm. Tavşanlı'da bulunan Göbel Kaplıcaları ilçenin en büyük turizm markasıdır. Tavşanlı Belediyesi tarafından işletilen Göbel Termal Tesisleri Tavşanlı ve Kütahya başta olmak üzere çevre il ve ilçelerden aynı zamanda Türkiye'nin birçok noktasından gelen ziyaretçileri ağırlamaktadır. Göbel Termal Tesislerinde 1+1, 2+1 daireler ile dubleks daire seçenekleri ve havuzlu villalar bulunmaktadır. Yeni inşa edilen otel bu yıl itibarıyla hizmete girecektir. Göbel Köyünde bulunan Tesisin Tavşanlı'ya uzaklığı yaklaşık 10 dakikadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5989", "len_data": 10207, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
John Herbert Dillenger (d. 22 Haziran 1903, Indianapolis, Indiana, ABD - 22 Temmuz 1934, Chicago, Illinois, ABD), 1930'lu yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nin Ortabatı Bölgesi'ni kasıp kavurmuş, 1903-1934 yılları arasında yaşamış banka soyguncusu. Cana yakınlığı, şiddetten kaçınması ve o sıralarda halkın pek çoğunun ekonomik zorlukların sorumlusu olarak gördüğü bankaları hedef alması nedeniyle bir kanun kaçağı olmasına rağmen bazı çevrelerde bir halk kahramanı olarak anılmıştır. Birkaç kez yakalanmış ancak tutuklu bulunduğu yerlerden her seferinde kolaylıkla kaçarak yerel polis örgütlerini zor durumda bırakmıştır. Bir seferinde tutuklu bulunduğu Indiana'nın Crown Point (Taç Noktası) Kasabası'ndaki tutukevinden siyaha boyalı bir tahta parçasını silah gibi göstererek kaçması üzerine çevre şehirlerde bu kasabanın adının Clown Point'e (Palyaço Noktası) çevrilmesine yol açmıştır. Hakkındaki bir diğer rivayete göre ise, tutuklu bulunduğu hapishanenin müdürünü rehin aldıktan sonra hapishanenin arabası ve şoförü ile kaçarken çevredeki bir bankaya girip soymuş ve bankadan aldığı paranın bir kısmını hapishane müdürü ve şoförüne pay olarak vermiştir. Bir diğer rivayet ise, o gün arabadayken müdüre şarkı bile söylediğidir. FBI, banka soygunları ve cinayetler o sıralar görev alanına girmediği için konu ile ilgilenmiyordu. Fakat son soygununda Dillinger hayatının en büyük hatasını yaparak kaçtığı polis merkezindeki şefin aracını çalmıştı. Bu bir federal suçtu ve FBI'ın görev alanına giriyordu. FBI'ın efsanevi başkanı J. Edgar Hoover, Dillinger'ın yakalanması durumunda halkın, o sıralarda yeni kurulmuş olan FBI'a desteğinin artacağını düşünerek bu konuyu çok önemsiyordu. John Dillinger, Chicago Kenti'nde, ilişki içinde bulunduğu Polly Hamilton'ın yanında saklanmaktayken, Hamilton'ın arkadaşı Ana Cumpanas'ın Amerika'da oturma izni karşılığında FBI'a ihbarda bulunması sonucu Melvin Purvis adlı üst düzey FBI yetkilisi öncülüğünde bir sinema çıkışı pusuya düşürülüp öldürüldü. Öldürüldükten sonra kendisiyle özleşen Tommy Gun silahına Dillenger ismi verilmiştir. Silah 1940 yıllarında İtalyan mafyası tarafından sıkça kullanılmıştır. FBI'ın atış poligonlarındaki hedeflerin üzerinde hala daha John Dillinger'ın resminin bulunduğu söylenir. "Halk Düşmanları" filminde John Dillinger'ın gangsterlik dönemi anlatılmış ve onu Johnny Depp canlandırmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5993", "len_data": 2369, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, tüm idari ve akademik birimleriyle İstanbul Üniversitesinin Beyazıt merkez kampüsünde faaliyet gösteren Türkiye'nin ilk hukuk fakültesidir. Türkiye Barolar Birliğinin hukuk fakültelerine yönelik 22 ölçütlü değerlendirmesine göre Türkiye'nin en iyi hukuk fakültesidir. Fakültede görevli 48 profesör, 38 doçent, 28 doktor öğretim üyesi, 1 öğretim görevlisi ve 76 araştırma görevlisi olmak üzere toplam 184 akademisyen bulunmaktadır. Tarihçe. 1874 yılında kurulan ve Hukuk Fakültesinin temelini oluşturan Mekteb-i Hukuk-i Sultani 1878'de kapatıldı. Yerine kurulan Mekteb-i Hukuk, 17 Haziran 1880'de Adliye Nezareti bahçesinde bulunan binada faaliyete geçti. Daha sonra, 1 Eylül 1900 yılında açılan Darülfünun-ı Şahane'nin (İstanbul Darülfünunu) bünyesinde bir hukuk fakültesi oldu. Darülfünun Hukuk Fakültesi 11 Ekim 1919'da tüzel kişilik ve bilimsel özerklik, 7 Ekim 1925 tarihli İstanbul Darülfünunu Talimatnamesiyle de idari özerklik elde etti. 31 Temmuz 1933'te Darülfünun ilga edildi ve İstanbul Üniversitesi olarak yeniden örgütlenildi. Bu dönemden sonra ağırlıklı olarak Batı kökenli hukuk öğretim üyeleri fakültede çalışmaya başladı. Aralarında Andreas B. Schwarz, Ernst E. Hirsch, Richard Honig gibi Nazi Almanyası'ndan kaçmak zorunda kalan hukuk profesörleri de vardı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde ilk doktora tezi 1881 yılında kabul edilmiştir. Anabilim dalları. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde anayasa hukuku, Avrupa Birliği hukuku, bilişim ve teknoloji hukuku, ceza ve ceza muhakemesi hukuku, deniz ticaret ve sigorta hukuku genel kamu hukuku, hukuk felsefesi ve sosyolojisi, hukuk tarihi, idare hukuku, insan hakları hukuku, iş ve sosyal güvenlik hukuku, karşılaştırmalı hukuk, mali hukuk, medeni hukuk, medeni usul hukuku ve icra-iflas hukuku, milletlerarası hukuk, milletlerarası özel hukuk, Roma hukuku ve ticaret hukuku anabilim dalı kürsüleri ile aynı zamanda ceza ve ceza muhakemesi hukuku anabilim dalı kürsüsünün altında yer alan bir kriminoloji bilim dalı kürsüsü bulunmaktadır. Ayrıca, 1979 yılında kurulan ve önlisans düzeyinde öğretim faaliyetleri yürütülen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Adalet Meslek Yüksekokulu da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Araştırma ve uygulama merkezleri. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde ceza hukuku ve kriminoloji, mukayeseli hukuk, idare hukuku, milletlerarası hukuk ve milletlerarası münasebetler, insan hakları hukuku, Avrupa hukuku, hukuk tarihi, iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku dallarında enstitüler ile hukuk araştırma ve uygulama merkezleri yer almaktadır. Ayrıca, İstanbul Üniversitesi bünyesinde yer alan Uluslararası Soykırım ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile yakından ilişkilidir ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar ve Soykırım Araştırmaları anabilim dallarında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi kadrosunda yer alan akademisyenler ile lisansüstü çalışmalar gerçekleştirilmektedir. Hukuk kütüphanesi. Mevcut binası 1950 yılında faaliyete geçen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanesi, 120.000'den fazla yerli ve yabancı kitap ile 25.600 ciltten fazla yerli ve yabancı süreli yayın ile gerek yayın sayısı gerek mekân açısından Türkiye'nin en büyük hukuk kütüphanesi olmakla birlikte, haftanın 7 günü 24 saat hizmet veren ilk hukuk kütüphanesidir. Bu yayınlar arasında fakültenin kendi hakemli akademik dergilerinden 1935'ten bu yana Türkçe ve yabancı dilde yayınlanan "İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası", 1951'den bu yana yabancı dilde yayınlanan "Annales de la Faculté de Droit d’Istanbul", 1957'den bu yana Türkçe ve yabancı dilde yayınlanan "İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi", 1978'den bu yana Türkçe ve yabancı dilde yayınlanan "Ceza Hukuku ve Kriminoloji Dergisi", 1980'den bu yana Türkçe yayınlanan "İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi" ve 1981'den bu yana Türkçe ve yabancı dilde yayınlanan "Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni" de vardır. İlgili vakıflar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde faaliyet gösteren İstanbul Hukuk Vakfı, Vedat Ardahan Vakfı, Tahir Taner Vakfı, Kemal Halil Tanır Vakfı, Tinçel Kültür Vakfı ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Eğitim Öğretim ve Yardımlaşma Vakfı, 1200 kadar İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisine karşılıksız burs imkânı sağlamaktadır. Öğrenci kulüpleri. 2022-2023 öğretim yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde faaliyetlerini sürdüren öğrenci kulüpleri şunlardır: Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali. İlki 2011 yılında düzenlenen festivalin fikri, ceza hukuku profesörü Prof. Dr. Adem Sözüer tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikir ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öncülüğünde hayata geçirilmiştir. Festival, sinema ile özellikle hukuk dünyasını çok yönlü bir şekilde ortak bir zeminde buluşturmaktadır. Dünyadaki bütün tematik film festivalleri arasında suç ve ceza konulu ilk film festivalidir. Festivalin temel amacı; suç, ceza ve adalet ile ilgili sorunların sinema sanatındaki yansımasını kitlelere ulaştırarak, bu sorunları sinema ve akademik perspektiften tartışmak, hukuk, adalet ve insan hakları konusunda toplumsal bilinci geliştirmek, sinema sanatı aracılığıyla hukuksal-toplumsal sorunlarda uluslararası ölçekte farkındalık, iletişim, dayanışma ve iş birliğini artırmak suretiyle, yerel ve evrensel planda hukukun üstünlüğü ve demokrasinin etkinleşmesine katkı sağlamaktır. 2015 yılında yapılacak festivalin konusu "ayrımcılık" olarak belirlenmiştir. Uluslararası işbirliği. Avrupa çapında 68 hukuk fakültesi ile Erasmus öğrenci ve öğretim üyesi değişimi anlaşması olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, aynı zamanda 10 uluslararası işbirliği protokolüne de taraftır. Bunlardan Hamburg Üniversitesi ile olan protokole göre oluşturulan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi - Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ortak Hukuk Lisans Programı, 4 yıllık lisans diploması düzeyinde, iki ülkede, iki dilde (Türkçe-Almanca), ücretsiz, çift diplomalı hukuk eğitimi vermek üzere 2019-2020 eğitim yılında öğrenci alımına başlamıştır. Buna göre, öğrencilerden Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki 2 yıllık eğitim süresince eğitim harcı alınmayacak olup, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki 2 yıllık eğitim süresince ikinci öğretim öğrencilerine mahsus eğitim harcından başka bir harç alınmayacaktır. Mezunlar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenim görmüş kimselerin Vikipedi sayfaları aşağıdaki bağlantıdan incelenebilir: Öğretim üyeleri. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim görevinde bulunmuş kimselerin Vikipedi sayfaları aşağıdaki bağlantıdan incelenebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5999", "len_data": 6744, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.56 }
İstanbul Üniversitesi (İÜ), ana yerleşkesi İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan, Türkiye'nin en eski devlet üniversitesidir. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki ilk Avrupa tarzı üniversite olarak kabul edilen Darülfünun'un doğrudan devamı olan İstanbul Üniversitesinin bazı birimlerinin temelleri İstanbul'un fethinin ertesi günü olan 30 Mayıs 1453'te Fatih Sultan Mehmet'in emriyle kurulan Sahn-ı Seman medreselerine kadar dayandığından okulun kuruluşu bu tarihe dayandırılır. 1933 yılına kadar Darülfünun-ı Şahane, Darülfünun-ı Osmani ve İstanbul Darülfünunu adıyla eğitim veren kurum, 1 Ağustos 1933'te İstanbul Üniversitesi adını alır ve aynı yıl 18 Kasım'da Türkiye'deki ilk ve tek üniversite olarak eğitim hayatına başlar. 2019 yılında, Dünyanın en iyi 500 üniversitesi sıralamasına Türkiye'den giren tek üniversitedir. İstanbul Üniversitesi dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında 2006'dan beri yer almaktadır. Üniversite, aynı zamanda Asya Pasifik bölgesinin en iyi 100 üniversitesi arasındadır. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi, tüm dünyadaki işletme okullarını akredite eden, en önemli kuruluş olan The Association to Advance Collegiate Schools of Business (AACSB) tarafından, 2012 yılında akredite edilmiştir. Böylece İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi, Türkiye'deki devlet üniversiteleri arasında ilk ve tek AACSB akreditasyonu alan işletme fakültesi olmuştur. Üniversitede yaklaşık 73.000 lisansüstü, lisans ve ön lisans öğrencisi öğrenim görmektedir. Bu yükseköğretim işlemi 12.000 öğretim üyesi ve öğretim elemanı tarafından gerçekleştirilmektedir. Amblem. İstanbul Üniversitesinin simgesi olan "yılanlı amblem", 1243 tarihli Selçuklu Şifa Yurdu motiflerinden ilham alınarak Süheyl Ünver tarafından tasarlanmıştır. Tarihçe. Osmanlı dönemi. İstanbul Üniversitesinin kuruluşuna ilişkin tezler 1321 yılına kadar gidebilmektedir. Alman tarihçi Richard Honig, bugün Beyazıt Yerleşkesi'ndeki merkez binanın bulunduğu yerde Roma üniversiteleriyle eşdeğer nitelikte tıp, hukuk, felsefe ve edebiyat eğitimi veren bir kurumdan söz eder ve bu kurumun kurulduğu 1 Mart 1321 tarihinin bir bakıma İstanbul'da eğitimin başlangıç tarihi olduğunu belirtir. Türk tarihçiler ise İstanbul Üniversitesinin kuruluşunu 1453 olarak kabul ederler. İstanbul'un Fethi'nin ertesi günü 30 Mayıs 1453'te kentte yapılan toplantılarda kentte bir eğitim kurumunun kurulmasının kararlaştırılır. Bu karar üzerine 1470 yılında Fatih Camii çevresinde sekiz bölüm halinde açılan ve "sekiz avlulu" anlamına gelen Sahn-ı Seman Medreseleri günümüzde İstanbul Üniversitesinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple İstanbul Üniversitesinin logosunda kuruluş tarihi 1453 olarak yazmaktadır. Bir dönem İstanbul Üniversitesi rektörlüğünü de üstlenen hukukçu Cemil Bilsel ise üniversitenin kuruluş yılının Sahn-ı Seman Medreseleri'nin açıldığı yıl olan 1470 olduğunu belirtir. Osmanlı Devleti'nde Avrupa tarzında modern bir üniversite kurma girişimleri 1846'da başlamıştır. 1863, 1870 ve 1874'teki başarısız denemelerden sonra nihayet II. Abdülhamid'in fermanıyla 31 Ağustos 1900'de Darülfünûn-ı Şahane adı verilen ilk üniversite açılmıştır. İstanbul Üniversitesi, işte bu kurumun doğrudan devamıdır. Ayrıca Atatürk, Yahya Kemal Beyatlı'nın önerisiyle Darülfünun'a "fahrî müderris" seçilmiştir. Cumhuriyet'in İlk Yılları. Türkiye Cumhuriyeti 21 Nisan 1924 tarihli ve 493 sayılı Kanun'la İstanbul Darülfünunu'nun tüzel kişiliğini tanıdı. Lağvedilen Fatih ve Süleymaniye Medreseleri, 7 Ekim 1925'te Darülfünun'a bağlı İlahiyat Fakültesi olarak "reorganize" edildi. (1925-26 ders yılında 284 talebesi olan bu fakülte, 1933 Üniversite Reformu sonucunda Yüksek İslam Enstitüsüne çevrildi, ertesi yıl sadece 20 öğrencisi kaldığından kapatıldı.) 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla ilk ve orta öğretimi devletleştiren Cumhuriyet yönetimi, Darülfünun'un özerk statüsüne kuşku ile yaklaşmıştır. Yönetim ile üniversiteyi karşı karşıya getiren ilk olay, 1923'te Cumhuriyet'in ilanı üzerine bir kutlama mesajı gönderilmesi teklifine, Darülfünun Talebe Birliği genel kurulunun, "üniversitenin siyasi akımların dışında kalması kanaatiyle" karşı çıkması oldu. İkinci bir olay, harf devrimi konusunda bazı Darülfünun hocalarının çekinceler ifade etmeleri idi. Ancak bardağı taşıran damla, Atatürk'ün 1930'dan itibaren benimsediği Türk tarih ve dil tezlerine Darülfünun'un ilgi göstermemesidir. Aralık 1930'daki Darülfünun ziyareti sırasında, "Ankara, Ege, Aka, Eti, ata, arkeos, amiral, kaptan" kelimelerinin kökeni hakkında sınadığı bazı profesörlerin kuşkucu yaklaşımları, Atatürk'ü kızdırmıştır. 1932 Türk Tarih Kongresinde, bazı profesörlerin (Mehmet Ali Ayni ve Zeki Velidi Togan gibi) açıkça, bazılarının tevil ve yumuşatma yoluyla Gazi'nin tezlerine karşı çıkmaları, Darülfünun'un sonunu getirdi. İlhan Başgöz'ün deyimiyle: "Bu kongrede İstanbul Darülfünunundan bazı öğretmenler resmi dil ve tarih görüşlerini eleştirmek cesaretini gösterirler. Mustafa Kemal'in öz ilgi ve desteği ile yürütülen ve hükümetin kültür politikası halini alan bu iki görüşün Üniversitede destek bulamaması bir yana, bir de eleştirilmesi Ankara'da şiddetli tepki yaratır." Kongreden iki ay sonra sonra, Türk tarih tezinin ateşli savunucusu, eski İstiklal Mahkemesi hakimi Dr. Reşit Galip Maarif Vekili tayin edilerek, üniversiteye çeki düzen vermekle görevlendirildi. Bu kapsamda, İsviçreli eğitimci Albert Malche ülkeye çağrılarak, Darülfünun'un üzerine bir rapor yazması sağlandı. Profesör Malche'nin yazdığı olumsuz rapor üzerine Temmuz 1933'te çıkarılan 2252 sayılı yasa ile Darülfünun ve ona bağlı bütün kurumlar, kadro ve örgütüyle lağvedildi. Yerine İstanbul'da Maarif Vekâletine bağlı yeni bir üniversite kurulması öngörüldü. İstanbul Üniversitesi, 1 Ağustos 1933'te yeni bir kadro ve yapıyla açıldı. 18 Kasım 1933'te Türkiye'nin "ilk ve tek" üniversitesi olarak eğitime başladı. Merkez Binası ve Kapısı. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünün bulunduğu Beyazıt Kampüsü Osmanlı İmparatorluğu devrinde Eski Saray adı ile anılmaktaydı. Burada Fatih'in İstanbul'u fethinden sonra bir saray yapılmış ancak Topkapı Sarayı yapıldıktan sonra burasının kullanımı bırakılmıştı. II. Mahmud Yeniçeri Ocağı'nı kaldırıp yerine yeni bir ordu kurunca bu orduya bir komutan ve ona da bir karargah ihdas etti ve Eski Saray bölgesini bu teşkilata verdi. Bu kuruma önce Seraskerlik daha sonra ise Harbiye Nezareti adı verildi. Seraskerlik karargahının bulunduğu yere de Bab-ı Seraskeri("Başkomutanlık Kapısı") denildi. Buraya Sultan Abdülaziz döneminde 1864-66 yılları arasında taştan büyük bir bina ve büyük bir kapı inşa edildi. Bu yapı 1922'ye kadar Harbiye Nezareti tarafından kullanıldı. Cumhuriyetin ilanı ile hükûmet kurumları Ankara'ya taşınınca bu yapı İstanbul Üniversitesine devredildi. Günümüzde bu bina İstanbul Üniversitesi Rektörlük binası, kapı ise İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü giriş kapısı olarak kullanılmaktadır. Saat kuleleri. Üniversitenin Beyazıt Meydanı'na açılan anıtsal giriş kapısının iki tarafında yer alan Mustafa Şem'i Pek imzalı eklektik saat kuleleri 1865 yılında yaptırılmıştır. Fakülte ve diğer akademik birimler. İstanbul Üniversitesi'nde fakülte, enstitü, yüksekokul ve meslek yüksekokulu olmak üzere toplam 33 akademik birim faaliyet göstermektedir. İstanbul Üniversitesi'nin fakülteleri aşağıda sıralanmıştır: Hukuk Fakultesi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 1874 yılında kurulmuş ve modern temellere göre yeniden düzenlendiği 1933 yılına kadar farklı yükseköğretim kurumları adı altında faaliyet göstermiştir. Modern Türkiye'nin ilk hukuk fakültesi olma özelliğini taşıyan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Türkiye Barolar Birliği'nin hukuk fakültelerine yönelik 22 ölçütlü değerlendirmesine göre Türkiye'nin en iyi hukuk fakültesidir. Fakültenin ceza hukuku ve kriminoloji, karşılaştırmalı hukuk, idare hukuku, uluslararası hukuk, insan hakları, Avrupa hukuk sistemi, hukuk tarihi, ticaret hukuku alanlarında enstitüleri ve araştırma merkezleri bulunmaktadır. Öğretim süreci ağırlıklı olarak Türkçe yapılsa da İngilizce, Almanca ve Fransızca hukuk seçmeli dersleri de bulunmaktadır. 1950 yılında faaliyete geçen Hukuk Fakültesi kütüphanesi, 114.500'ü aşkın yerli ve yabancı kitap, 25.600 ciltlik akademik yayın ile Türkiye'nin en büyük kütüphanelerinden biridir. Aynı zamanda fakültede öğrencilere çeşitli burslar sağlayan dernekler ve "Cumhuriyetçi Avukatlar", "Sınır Tanımayan Hukuk", "Sosyal Hukukçular" gibi öğrenci bilim toplulukları da faaliyet göstermektedir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 2019-2020 akademik yılından itibaren Almanya'daki Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile işbirliğine başlamış ve bu çerçevede ortak müfredat hazırlanmıştır. Özel programda her iki üniversitenin öğrencilerine lisans düzeyinde ilgili dersler yıllara göre her iki üniversitede de verilmektedir. Böylece, söz konusu yükseköğretim kurumlarının hukuk fakültesi öğrencileri, çift diploma almanın yanı sıra, farklı hukuki dayanaklara sahip yükseköğretim kurumlarının deneyimlerini de tanımaktadır. İstanbul Tıp Fakültesi. 15. yüzyılda "Fâtih Dârüşşifâsı" adıyla faaliyete başlayan kurum II. Mahmud'un reformlarıyla, 14 Mart 1827'de "Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane" adıyla modern bir eğitim kurumu halini almıştır. Bu bakımdan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, modern Türkiye'nin ilk tıp fakültesi olarak kabul edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Philip Schwartz, Siegfried Oberndorfer, Erich Frank ve fakültedeki diğer kişiler. Akademik potansiyelini Alman profesörlerle güçlendirmesi daha sonraki dönemde başarısını belirleyen temel faktörlerden biri oldu. 1933 yılında Atatürk'ün yükseköğretim reformuyla birlikte bilimsel birim "Tıp Fakültesi" olarak yeniden oluşturulmuştur. Şu anda "Çapa" kampüsünde yer alan fakültede 1500 yataklı hastane, 193 poliklinik, 96 laboratuvar, 126 yoğun bakım ünitesi ve çeşitli araştırma merkezleri bulunmaktadır. Fakültede öğretim süreci Türkçe olarak yürütülmektedir. Diş Hekimliği Fakültesi. Darülfünun-i Osmani'ye bağlı olarak faaliyet gösteren tıp fakültesinin ana okullarından biri de "Diş Hekimliği Mektebi" idi. 28 Ekim 1909'da okul yönetim kurulu toplanarak yeni bir ders programı hazırlayarak, modern temelde faaliyet gösterecek olan kuruma öğrenci kabulüne başlanması kararı aldı. Daha sonra "Diş Hekimliği Mektebi" uzun yıllar faaliyet göstereceği Bayezid'deki binasına taşındı. Yükseköğretim reformu sonrasında "İstanbul Darülfunu"nu iptal edilerek İstanbul Üniversitesi olarak yeniden düzenlenmiş, dolayısıyla söz konusu okulun adı "İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Diş Hekimliği koleji" olarak değiştirilmiş ve eğitim süresi 4 yıl olarak belirlenmiştir. Daha sonra 1948 yılında mezunlara Diş Hekimliği Doktoru (Dr. Med. Dent.) özel tıp unvanı verilmesine karar verildi. 11 Temmuz 1964 tarihinde bağımsız bir fakülte haline gelen İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi, 1970 yılından itibaren "Çapa" yerleşkesinde faaliyet göstermektedir. 10 bölümden oluşan fakültede şu anda bine yakın öğrenci eğitim görüyor. Eczacılık Fakültesi. Osmanlı Devleti'nde modern eczacılık eğitimi, Sultan II. Mahmud döneminde açılan "Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane" adlı askeri tıp okulunun bünyesinde oluşturulan "Eczacılık sınıfı" ile başlamıştır. 1867 yılında kurulan sivil tıp fakültesi bünyesinde de eczacılık eğitimi verilmektedir. 1933 yılında yapılan yüksek öğrenim reformu ile eczacılık eğitiminin tabiat bilimleri fakültesi bünyesinde verilmesine karar verilmiş ve eğitim süresi 3 yıldan 4 yıla çıkarılmıştır. 1944 yılında tıp fakültesine geri iade edildi. 1961 yılında fakülte statüsüne kavuşan bilimsel birim şu anda İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt yerleşkesinde bulunmaktadır. Avrupa Eczacılık Öğrencileri Birliği'nde üniversiteyi temsil eden İstanbul Üniversitesi Eczacılık Öğrencileri Birliği Uluslararası, 9 katedralli fakülte bünyesinde faaliyet göstermektedir. İşletme Fakültesi. 1954 yılında Harvard Üniversitesi İşletme Fakültesi'nin İstanbul Üniversitesi'ne bağlı İşletme Fakültesi'nin Türkiye şubesinin kurulmasıyla İşletme ve Yönetim Fakültesi kurulmuştur. 1968 yılında şimdiki adıyla eğitime başlayarak Türkiye'nin ilk işletme fakültesi olmuştur. 1989 yılından bu yana İstanbul'un Avcılar semtindeki İstanbul Üniversitesi yerleşkesinde faaliyet göstermektedir. Fakültede hem Türkçe hem de İngilizce dilleri öğretiliyor. Fakültedeki bilimsel araştırma süreci esas olarak fakülteye bağlı "Yönetim Ekonomisi Enstitüsü" tarafından yürütülmektedir. Söz konusu fakülte, 2012 yılında dünyanın en prestijli işletme ve yönetim okullarını akredite eden AACSB ("The Association to Advance Collegiate Schools of Business") tarafından Türkiye'deki devlet üniversiteleri arasında akredite edilen ilk ve tek bilimsel kurum olmuştur. Eduniversal'in 2020 üst yönetim okulları raporuna göre İstanbul Üniversitesi İşletme ve Yönetim Fakültesi Ortadoğu'nun en iyi 3., Türkiye'nin ise en iyi 2. fakültesi oldu. Siyasal Bilgiler Fakültesi. İstanbul Üniversitesi'nin "Beyazıt" yerleşkesinde bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi, üniversitenin Hukuk Fakültesi'nden 7 akademisyenin yönetim kurulu kararıyla oluşturulmuş ve 13 Ekim 1979 tarihinde faaliyete geçmiştir. 2006 yılından bu yana 3 uzmanlık alanında (Siyaset bilimleri ve uluslararası ilişkiler, siyaset bilimleri ve kamu yönetimi, işletme) öğretim süreci yürütülmektedir. Şu anda tüm uzmanlık dallarında öğretim Türkçe olarak yapılmaktadır. 1993 yılından bu yana fakülte bünyesinde "İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Bilim Dergisi" yayınlanmaktadır. İktisat Fakültesi. İstanbul Üniversitesi'nin ilk yıllarında Hukuk Fakültesi'nde iktisat dersleri yoğun bir şekilde okutulmaktaydı. Ancak zamanla iki bilim arasındaki farklar genel öğretim sürecini ciddi şekilde etkisiz hale getirdi. Böylece 1936 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Yahudi asıllı Alman profesörler ile Türk bilim adamlarının ortak katılımıyla bir iktisat fakültesi kuruldu. Fakülte, 1937 yılında ilk öğrencilerini almış, 1940 yılında ise ilk mezunlarını vermiştir. Halen iktisat, çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri, maliye, ekonometri, siyaset bilimleri ve uluslararası ilişkiler, işletme ve turizm işletmeciliği fakültelerinde öğretim süreci hem Türkçe hem de İngilizce olarak yürütülmektedir. İktisat Fakültesi bünyesinde 1943 yılında kurulan İktisat Fakültesi Mezunları Topluluğu faaliyet göstermektedir. Halkla İlişkiler Fakültesi. Halkla İlişkiler Fakültesi'nin temeli, 1950 yılında "İstanbul Gazeteciler Cemiyeti"nin İstanbul Üniversitesi yönetim kuruluna talebi üzerine üniversiteye bağlı "Gazetecilik Enstitüsü"nün kurulmasıyla atılmıştır. Söz konusu enstitünün kuruluş amacı, gazetecilik ve basın alanında bilimsel temellere dayalı metodolojilerin uygulanmasının yanı sıra mesleki alışkanlıkların yaygınlaştırılmasını sağlamaktı. 1950-1992 yılları arasında farklı isim ve statülerde faaliyet gösteren bilimsel birim, 1992 yılında fakülte statüsüyle dönüştürülmüştür. Fakültede halihazırda gazetecilik, halkla ilişkiler, radyo, televizyon ve sinemacılık alanlarında lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim ve öğretim verilmektedir. Fakültede 2 adet uygulama stüdyosu bulunan bir televizyon kanalı, internet üzerinden yayın yapan bir radyo kanalı ve bir haber portalı bulunmaktadır. İletişim Fakültesi. Gazetecilik Enstitüsü adı ile kurulan fakülte. Türkiye'nin ilk iletişim fakültesidir. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Senatosu'na başvurarak, gazetecilik eğitimi veren bir yükseköğrenim kurumunun faaliyete geçmesini istemiştir. Amaç, ülkenin yaşamında önemli payı olan gazetecilerin bilimsel temellere dayalı, çağdaş bir eğitim ortamından geçerek yetişmeleridir. Bu düşünceden hareketle Gazetecilik Enstitüsünün kuruluşuna öncülük eden Gazeteciler Cemiyeti Kurucu Başkanı Sedat Simavi, bir mektup hazırlamış ve bunu dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar'a sunmuştur. 1975-1980 arasında üniversitenin İktisat Fakültesi altında Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Enstitüsü adını alan okula, 1980'de Yüksekokul statüsü verilmiş ve (yine İktisat Fakültesi altında) adı Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu olmuştur. 1982'de İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne bağlanarak Basın Yayın Yüksek Okulu'na dönüştürülmüştür. Okul, 1992 yılında, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi olmuştur. 1992-1993 öğretim yılında, Fakülte'nin ilk dekanlığına Yüksek Okul müdürü Tayfun Akgüner atanmıştır. Günümüzde, Gazetecilik, Halkla İlişkiler ve Tanıtım ile Radyo Televizyon Sinema dallarında lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimine devam etmektedir. "İÜRTV", İstanbul Üniversitesi'nin uygulamalı kapalı devre televizyon kanalıdır. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından yayın hayatına sokulmuştur. İletişim Fakültesi Öğrencilerinin, iç staj uygulamaları, kısa film, belgesel ve daha birçok prodüksiyonu bünyesinde gerçekleştirebildiği, altyapı çalışmalarına hız vererek, öğrencilik yaşamları boyunca profesyonel anlamda yayın yapabilmelerine olanak sağlayan uygulamalı yayın organıdır. İlahiyat Fakültesi. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin temeli Darülfünun döneminde atılmıştır. Ayrıca 1900 yılında eğitime başlayan Darülfünuni Şahane'ye bağlı bir İlahiyat Fakültesi de bulunmaktadır. 1914 yılında medrese statüsünde eğitime devam eden akademik birim, 1924 yılında çıkarılan kanunla fakülte statüsüne kavuşturulmuştur. Burada tevsir, hadis, içtihat ve metodoloji, Arap edebiyatı, İslam felsefesi, sosyal ahlak, İslam tarihi ve dinler tarihi de öğretiliyordu. 1933 yılında gerçekleştirilen yükseköğretim reformundan sonra "İstanbul Darülfünunu", İstanbul Üniversitesi oldu. Bu tarihe kadar öğrenci sayısı önemli ölçüde azaldığı için söz konusu fakülte reformdan sonra faaliyetine ara vermiştir. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi'ne bağlı olarak restore edilen fakülte, 1996 yılında öğrenci kabul etmeye başlamıştır. Şu anda lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyindeki öğrenciler burada eğitim görmektedir. Fen Fakültesi. 1933 yılında yükseköğretim reformuyla kurulan Doğa Bilimleri Fakültesi, yurt dışından davet edilen uzmanların katılımıyla eğitim vermeye başladı. 1935 yılında rasathane, 1936 yılında ise Botanik Enstitüsü faaliyete geçmiştir. Reformdan sonra fakülte bünyesinde modern temelde astronomi, botanik, fizik, jeoloji, kimya, matematik ve zooloji bölümleri oluşturuldu. 1952 yılında jeofizik eğitimine de başlandı. Aynı yıldan itibaren Laleli yerleşkesindeki binada eğitim-öğretime devam edilmektedir. 1981 yılında çıkarılan yükseköğretim kanunu ile fakültede astronomi ve uzay bilimleri, biyoloji, fizik, matematik bölümleri kurulmuş, 2003 yılında ise moleküler biyoloji ve genetik bölümleri yeniden yapılandırılmıştır. Fakülte bünyesinde “Matematik”, “Drama”, “Spor” vb. Öğrenci dernekleri var Doğa Bilimleri Fakültesi, uluslararası ölçekte dünyanın en büyük yüksek enerji fiziği laboratuvarı olan Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü'nde yürütülen 4 önemli araştırmada Türkiye'yi temsil etmektedir. Edebiyat Fakültesi. Darülfünun döneminde başlayan edebiyat eğitimi, 1900 yılında sistematize edilerek Edebiyat Fakültesi bünyesinde verilmeye başlandı. 1911 yılında bilimsel yapısı yeni uzmanlıklarla zenginleştirilen fakülteye "Ulum-i Edebiye Fakültesi" adı verilmeye başlandı. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında bilim kadrosuna Alman akademisyenlerin katılması, fakültede yeni metodolojik temellere dayalı eğitimin başlangıcı olmuştur. 1933 yılında yükseköğretim reformu ile yeniden inşa edilen fakülte, modern temelde eğitime devam etmiştir. Laleli yerleşkesinde yer alan Edebiyat Fakültesi, geçtiğimiz yüzyılın 50'li yıllarından bu yana Türk edebiyatına pek çok kişilik yetiştirdi. Fakülte bünyesinde şu anda 8 araştırma merkezi bulunmaktadır. Burada Türk dili ve edebiyatı, doğu çalışmaları, batı dilleri ve edebiyatı gibi 15 uzmanlık alanında lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde 15.000'den fazla öğrenci eğitim görmektedir. Akademik kadroda 109 profesör ve 72 doçent bulunmaktadır. Ayrıca fakülte bünyesinde 29 adet bilimsel ve gazetecilik dergisi yayınlanmaktadır. Ulaştırma ve Lojistik Fakültesi. 1999 yılında "Uluslararası Nakliyeciler Derneği", ulaştırma ve lojistik alanlarında kaliteli insan kaynağının yetiştirilmesi için İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne açık çağrıda bulundu. Üniversitenin yönetim kurulu bunu dikkate alarak o yıl "Ulaştırma ve Lojistik Yüksekokulu"nu oluşturarak öğrenci kabul etmeye başladı. 2014 yılında akredite olan kolej, lojistik ve ulaştırma alanında Türkiye'de rakipsiz bir yükseköğretim kurumu haline gelmiş ve 2015 yılında fakülte olmuştur. Fakültede İngilizce ve Türkçe dillerinde 2 lisans, 3 yüksek lisans ve 2 doktora programı sunulmaktadır. Ayrıca Ulaştırma ve Lojistik Fakültesi'nde "Lojistik" ve "Kültür" ile "Mezunlar Platformu" adlı 2 öğrenci-bilim topluluğu faaliyet göstermektedir. Su Bilimleri Fakültesi. 1951 yılında İstanbul Üniversitesi bünyesinde Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü kuruldu. Kurum, 1982 yılına kadar hem iç sularda hem de denizlerde çok sayıda önemli hidro-araştırmalar gerçekleştirdi. Bu açıdan bakıldığında 1982 yılında kurulan ve 1984 yılında öğrenci almaya başlayan İstanbul Üniversitesi "Su Bilimleri Yüksekokulu" söz konusu kurumun devamı olarak kabul edilmektedir. Zaman geçtikçe araştırmaların ölçeği genişledikçe bilimsel birimin fakülte düzeyinde faaliyet göstermesi ihtiyacı ortaya çıktı. Böylece söz konusu yüksekokul 1992 yılında fakülte olmuş, 2017 yılında çıkarılan kanunla adı "Su Bilimleri Fakültesi" olmuştur. Halen fakültede 1 lisans, 6 yüksek lisans ve 6 doktora alanında 350 lisans, 64 yüksek lisans ve 47 doktora öğrencisi eğitim görmektedir. Öğrencilerin 13'ü yabancıdır. Su Bilimleri Fakültesi envanterinde "Yunus S" isimli araştırma gemisi bulunmaktadır. Fakültenin Gökçeada ve Sapanca yakınlarında araştırma merkezleri bulunmaktadır. Enstitüler. İstanbul Üniversitesine bağlı 12 enstitü bulunmaktadır. Üniversitenin eğitim verdiği enstitüler şunlardır: Yüksekokullar. İstanbul Üniversitesine bağlı 2 yüksekokul bulunmaktadır. Üniversitenin eğitim verdiği yüksekokullar şunlardır: Meslek Yüksekokulları. İstanbul Üniversitesine bağlı 2 meslek yüksekokulu bulunmaktadır. Üniversitenin eğitim verdiği meslek yüksekokulları şunlardır: Bölümler. İstanbul Üniversitesine bağlı 2 bölüm bulunmaktadır. Üniversitenin eğitim verdiği bölümler şunlardır: Yerleşkeler. İstanbul Üniversitesi'nin İstanbul'da en çok bilinen "Beyazıt" kampüsü de dahil olmak üzere birçok kampüsü vardır. Beyazıt kampüsü. Osmanlı döneminin ilk yıllarında "Beyazıt" olarak anılan bölgede ahşaptan yapılan eski üniversite yapısı, şiddetli bir yangının ardından 1865 yılında Fransız mimar Bourgeois tarafından tasarlanan yeni bir taş bina ile değiştirildi. Bu tarihten sonra bina Osmanlı İmparatorluğu Harbiye Nezâreti olarak faaliyet göstermiştir. Günümüz rektörlük binası, 1894 yılındaki depremde ciddi hasar görmüş ve İtalyan mimar Raymondo D'Aronco'nun başkanlığında yenilenmiştir. 1828 yılında Sultan II. Mahmud"un emriyle binanın yakınına bir saat kulesi yaptırılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra Milli Savunma Bakanlığı'nın öncülü olan Harbiye Nezâreti dahil tüm devlet yapıları yeni başkent Ankara'ya taşınmış, bina ve çevresi yeniden İstanbul Darülfünunu'na devredilmiştir. Böylece adını binanın önündeki "Beyazıt" meydanından alan Beyazıt yerleşkesi kurulmuş oldu. Kurumun 1933 yılında İstanbul Üniversitesi olarak yeniden düzenlenmesinin ardından yeniden yapılanma kapsamında "Beyazıt" yerleşkesinde çeşitli yıllarda rasathane, kütüphane, yemekhane ve birçok yeni eğitim binası inşa edilerek kullanıma açılmıştır. Şu anda "Beyazıt" kampüsünde siyaset bilimleri, halkla ilişkiler, ekonomi, hukuk, mimarlık, su bilimleri ve eczacılık fakülteleri bulunmaktadır. Laleli kampüsü. Edebiyat ve doğa bilimleri fakültelerini barındıran "Laleli" kampüsü, 1952 yılında inşa edilen binalardan oluşan bir kompleksi kapsamaktadır. Bu tarihten önce bölgedeki binada 1909 yılından itibaren önce Darülfünü'nün edebiyat, tabiat bilimleri ve ilahiyat fakülteleri, daha sonra da üniversite faaliyet göstermiştir. Günümüzde yerleşkenin sınırları Vezneciler meydanı ile Laleli tramvay istasyonu arasında yer almaktadır. "Laleli" yerleşkesinin arka kısmında yer alan "korhor" olarak adlandırılan alanda İlahiyat Fakültesi'nin eğitim binası bulunmaktadır. Avcılar kampüsü. Geçtiğimiz yüzyılın 70'li yıllarında İstanbul Üniversitesi'nde yeni fakülteler açılmaya başlandı ve buna bağlı olarak öğrenci sayısı da önemli ölçüde arttı. Yönetim kurulu bunları dikkate alarak 1978 yılında İstanbul'da Küçükçekmece Gölü kıyısında bulunan "Avcılar" kampüsünün inşasına karar verdi. Söz konusu yerleşke İstanbul Üniversitesi'nin en büyük öğrenci yerleşkesidir. Şu anda İşletme ve Yönetim Fakültesi'nin yanı sıra Lojistik Fakültesi'nin yanı sıra çeşitli öğrenci yurtları, kantinler ve çok amaçlı akademik binalara ev sahipliği yapmaktadır. Çapa kampüsü. İstanbul Üniversitesi'nin tıp ve diş hekimliği fakülteleri, İstanbul'un Fatih ilçesinde, tarihi yarımada bölgesinde, Adnan Menderes ile Turgut Özal Caddelerinin kesiştiği noktada yer alan kampüste yer almaktadır. Eğitim binasının yanı sıra üniversitenin 1.500 yataklı hastanesi ve 91 polikliniği ile araştırma merkezi binaları da burada yer alıyor. Kampüs önünde T1 hattı üzerinde "Çapa-Şehremini" tramvay istasyonu bulunmaktadır. Değerlendirmeler. İstanbul Üniversitesi son 30 yılda uluslararası sıralamalarda yoğun bir şekilde yer aldı. CTWS Dünyanın en iyi 500 üniversitesi listesine 2006 yılından bu yana giren Türkiye'nin ilk devlet üniversitesi olmasının yanı sıra, 2019 yılı sıralamasına göre genel konularda dünya çapında 335. sırada yer aldı. Eduniversal'in 2020 raporuna göre İstanbul Üniversitesi İşletme ve Yönetim Fakültesi Ortadoğu'nun en iyi 3., Türkiye'nin ise en iyi 2. fakültesi oldu. 2019 yılında dünya üniversiteleri akademik sıralamasının sunduğu sıralamada Türkiye birincisi olmuştur. Aynı sıralamada veterinerlikte 251'inci, klinik tıp bilimlerinde 401'inci, diş hekimliği ve ağız sağlığında 105'inci, tıp teknolojisinde ise 322'nci sırada yer alıyor. Times Higher Education dergisinin 2020 yılında yayınladığı sıralamada üniversite pedagojide 401-500, sosyal bilimlerde ise 501-600 aralığında yer aldı. 2020 QS Dünya Üniversite Sıralamasına göre İstanbul Üniversitesi'nin küresel sıralaması tıpta 324, sosyal bilimler ve biyolojide 401-450, dilbilimde 201-250, tarımda 301-350 arasında yer alıyor. RUR sıralamasına göre İstanbul Üniversitesi 2019 yılında sosyal bilimlerde 490'ıncı, tıpta 329'uncu, teknik bilimlerde ise 506. sırada yer aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6000", "len_data": 26500, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.6 }
"Bu madde tifo hastalığı hakkındadır. İlişkisiz bir hastalık olan tifüs ile karıştırılmamalıdır." Tifo ya da Karahumma, kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşan bakteriyel bir hastalıktır. Hastalık etkeni "Salmonella" Typhi adlı bir bakteridir. Bu bakteri vücuda girdikten 7-15 gün sonra hastalık ortaya çıkar. Bu bakteri, tifolu hastaların dışkılarında, idrarlarında, kanlarında, tükürüklerinde veya vücutlarında görülen deri döküntülerinde bulunur. Genellikle salgın şeklinde ve yaz-sonbahar aylarında görülür. Dünyada her yıl 21 milyon civarında tifo vakası ortaya çıkarken, bu vakaların 200.000 kadarı ölümle sonuçlanmaktadır. Tifo göz ve kulak sinirlerini, kalbi, beyni, böbrekleri, akciğerleri ve karaciğeri etkiler. Paratifo. Etkeni "Salmonella paratyphi" A, B ve C suşları olan ve tifodan daha hafif seyreden enfeksiyon hastalığı. Belirtiler. KOMPLİKASYONLAR: ▪︎Kalp kası iltihabı (miyokardit) ▪︎Kalp kapakçıklarının iltihaplanması (endokardit) ▪︎Kalp zarlarının iltihabı (perikardit) ▪︎Zatürre ▪︎Pankreas iltihabı (pankreatit) ▪︎Böbrek veya mesane enfeksiyonları ▪︎Beyni ve omuriliği çevreleyen zarların ve sıvıların iltihabı (menenjit) ▪︎Deliryum, halüsinasyonlar ve paranoid psikoz gibi psikiyatrik sorunlar ▪︎Bağırsak kanaması ▪︎Bağırsak delinmesi Kaynakça. 4.https://www.medicalpark.com.tr/tifo-hastaligi/hg-2039
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6001", "len_data": 1331, "topic": "HEALTH", "quality_score": 2.95 }
Trabzonspor, 2 Ağustos 1967'de Trabzon merkezli kurulan spor kulübüdür. Özellikle futbol şubesiyle tanınan kulüp, profesyonel futbol ligleri tarihinde şampiyon olan 6 kulüpten biri ve şampiyon olmayı başaran ilk Anadolu kulübüdür. Kulübün başkanlığını Ertuğrul Doğan yapmaktadır. Trabzonspor, güncel olarak futbol branşında birinci lig düzeyinde temsil edilmektedir. Bu dalların yanında kulübün basketbol, eskrim, e-spor, voleybol, atıcılık, atletizm, boks, judo ve masa tenisi takımları mevcuttur. Birinci lig düzeyinde kulübün toplamda 8 şampiyonluğu vardır. Bu şampiyonlukların tümü, erkeklerde 7 ve kadınlarda 1 olmak üzere futbol şubesine aittir. Bu başarı ile Trabzonspor, hem erkeklerde hem de kadınlarda Birinci Lig'de şampiyon olan ilk kulüp olmuştur. Trabzonspor Futbol Takımı (erkekler), şampiyon olmuş altı takımdan biri ve İstanbul dışından şampiyon olmuş ilk takımdır. Bunun yanında, futbol erkek takımı armasında yıldız bulunan -yıldız, Süper Lig'de beş şampiyonlukta bir verilir- 4 Türk takımından biridir. Ayrıca kulübün 1 şampiyonluğu bulunan kadın futbol branşı 2011'de faaliyetlerine ara verse de 2021-2022 sezonunda yeniden Kadınlar Süper Ligi'ne kabul edilmiştir. Trabzonspor, espor futbol liginin katılımcıları arasındadır. Kulüp, 2023-2024 sezonunda bu ligde şampiyon olmuştur. Uzun süre bir "futbol kulübü" olarak anılan Trabzonspor, 2008'de TB2L takımlarından Alpella'yı satın alarak, ilk kez futbol dışında bir takım sporunda ikinci lig ve üzeri bir düzenlemeye katılmaya hak kazanmıştır. Trabzonspor Basket, ikinci lige terfi ettikten iki yıl sonra (2010); Türkiye Basketbol Ligi'ne çıkmıştır. 2014-2015 sezonunda, basketbol şubesi EuroChallenge'de finale yükselerek takım sporları baz alındığında kulüp tarihinin Avrupa kupalarındaki ilk final karşılaşmasını oynamıştır. Ancak basketbol şubesi 2019 yılında kapatılmıştır. Ardından sadece altyapı faaliyetleri sürdüren bir basketbol yapılanmasına gidilmiştir. Trabzonspor Basketbol Kulübü, 2024 yılında Erkekler Bölgesel Basketbol Ligi'ne katılarak basketbola geri dönmüştür. Bu lige katıldığı ilk sezonda şampiyon olmuştur. 2024-25 sezonunun başlamasına kısa bir süre kala Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından, Türkiye Basketbol Ligi'ne davet edilmiştir. Trabzonspor, 1984'te kentteki hentbol kulüplerini birleştirerek bir takım kurmayı planlamıştır ancak daha sonra bundan vazgeçmiştir. Bu olaydan 26 yıl sonra (2010) 24 Şubat Hentbol Takımı'nı bünyesine katarak, Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde etkinlik göstermeye başlamıştır. Böylece erkek hentbol takımı, kulüpte icra edilen üçüncü takım sporu olmuştur. Ancak bu branş kurulduktan altı yıl sonra yani 2016 yılında kapatılmıştır. Trabzonspor, 2013 yılında (erkek voleybol takımı) kurma kararı aldıktan sonra federasyona başvurmuş ve Voleybol Erkekler 3. Lig B Grubunda oynamaya başlamıştır. Takım normal sezonu lider bitirmiş ve play-off süreçlerinde yarı final ve final gruplarında ilk iki sırayı alarak bir üst lige çıkma başarısı göstermiştir. Takım, 2014-15 sezonunda Türkiye Erkekler Voleybol İkinci Ligi'nde mücadele etmiştir. Trabzonspor Kulübü, 2016 yılı itibarı ile voleybol şubesinin faaliyetlerini durdurma kararı almış ve şubeyi kapatmıştır. Tarihçe. Kuruluşu. 1962-63 futbol döneminde, zamanın Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak, Türkiye liglerini güçlendirmek ve futbolu tüm yurda yaymak amacıyla "Ulusal Lig"lerin kurulmasına ve bu yapının il takımlarıyla desteklenmesine karar verdi. Ancak, Trabzon'da süregelen İdmanocağı-İdmangücü çekişmesi, bu iki takımın birlikte olabileceği bir yapının oluşmasını oldukça güç duruma getirdi. Yapılan görüşmelere rağmen; bu iki takım birleşmeye, aynı renk ve ülkü altında mücadele etmeye uzun süre yanaşmadı. Görüşmelerdeki görüş ayrılıklarının kavga boyutuna geldiği, adli soruşturmaların açıldığı toplantılar oldu. İdmanocağı birleşmeye yanaşmayınca 21 Haziran 1966'da İdmangücü, Martıspor ve Karadenizgücü takımları birleşerek kırmızı-beyaz renklerle "Trabzonspor Gençlik Kulübü"nü kurdu. Bu takımın başkanlığını Ali Osman Ulusoy üstlendi. Ancak takımın ismi resmî kayıtlara "Trabzonspor 1966" olarak geçti. "Trabzonspor 1966" İkinci Lig Beyaz Grup'a alındı. Buradaki ilk yılında onar galibiyet, beraberlik ve yenilgi alan Trabzonspor 1966; İdmanocağı'nın Danıştay'a açtığı dava sonucu feshedildi ve yeniden genel kurula gidildi. Bu genel kurulda takımın liglere katılabilmesi için adını "Trabzonspor" olarak değiştirmesi gerekiyordu. Federasyonun verdiği sürenin azalması ve Beden Terbiyesi Genel Müdürü Ulvi Yenal'ın birleşme olmazsa hem İdmangücü'nün hem de İdmanocağı'nın ulusal liglere alınmayacağını açıklanmasıyla bu iki kulüp daha somut adımlar atmak zorunda kaldı. Yapılan görüşmelerden sonra, 2 Ağustos 1967'de İdmanocağı'nın da katılımıyla Trabzonspor; İdmangücü, Martıspor ve Karadenizgücü ortaklığıyla birlikte resmen kuruldu ve İkinci Lig'e alındı. Trabzonspor'un ilk kurmayları. Kuruluşundan itibaren uzun süre yalnızca futbol dalında etkinlik gösteren Trabzonspor'un ilk teknik direktörü Hayri Gür oldu. Hayri Gür 1912'de Limni'de doğdu. Gerçek adı Hayrettin olmasına rağmen, Hayri adıyla tanındı. Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan nüfus göçüyle birlikte İzmir-Foça'ya yerleşti. Gür'ün babası; Limni'nin son belediye başkanıydı. Gür İzmir'e geldikten sonra, liseyi öğretmen okulunda yatılı okuyup; Gazi Beden Eğitimi Bölümü'nden mezun oldu. Almanca da öğrenen Gür; Trabzon'a öğretmen olarak atandı. Beden eğitimi öğretmenliğinin yanında müzik, Almanca ve coğrafya öğretmenliği de yaptı. Trabzon'a atanmadan önce Ege'de yapılan askeri bir tatbikatta, ödül kazandı. Ödülünü bizzat Mustafa Kemal Atatürk'ün elinden aldı. Birçok spor dalıyla ilgilendi, Trabzon'da yerel futbol takımlarında ve Trabzonspor'da oynadı, teknik direktörlük ve antrenörlük yapıp; Trabzonspor kurulduktan sonra takımın ilk teknik direktörü oldu. Gür, 2010 Nisan ayında 98 yaşındayken ölene dek; Trabzonspor'un en yaşlı divan kurulu üyesi unvanını taşıdı. Bu özelliği nedeniyle, ölmeden birkaç ay önce zamanın Trabzonspor teknik direktörü Şenol Güneş onu evinde ziyaret etti. Gür'ün öldüğü hafta Trazonsporlular, Trabzonspor'un Beşiktaş ile oynadığı maça kollarında siyah kurdele ile çıktı. Ölümünün ardından, Trabzon-Pelitli'de yapılan ve Trabzonspor Basketbol'un maçlarını oynayacağı spor salonuna, onun adı verildi. Ayrıca Gür, Trabzonspor'un maçlarını oynadığı Hüseyin Avni Aker Stadyumu'nun adının belirlenmesini sağlayan kişi oldu. Stada ad vermek için valilikte yapılan toplantıda; stadın yapılması için önemli katkıları bulunan, zamanın Trabzon Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü Asbaşkanı ve Trabzon'un ilk beden eğitimi öğretmeni Avni Aker'in adının stada verilmesini sağladı. Trabzonspor'un ilk başkanıysa, Ali Osman Ulusoy oldu. Ulusoy, 1966'da kurulup Danıştay kararıyla dağıtılan takımda başkan olsa da, genel kurul sonrasında kurulan takımda başkanlık görevini Rıfat Dedeoğlu ile birlikte yürüttü. Ulusoy'un 1970'te başkanlığı bırakmasından sonra yeniden başkanlık görevine getirilen Dedeoğlu, bir süre de Trabzonspor Divan Kurulu Başkanlığı yaptı ve 6 Kasım 2004'te öldü. Şamil Ekinci Müzesi. Şamil Ekinci Müzesi, 23 Eylül 1996'da hizmete "Trabzonspor Müzesi" adıyla açılan ve Trabzonspor tarihini konu alan spor müzesi. Müze bugünkü adına, 2008 yılında alınan bir kararla kavuştu. Daha önceden Sadri Şener Sosyal Tesisleri'nin arka kısmında hizmet veren müze, daha sonra Sadri Şener Sosyal Tesisleri'nin ikinci katında hizmete girdi. Yaklaşık 600 kupa ve diğer tarihi materyallerin bulunduğu müzenin; yapılan yeni bir proje ile birlikte tek bir binada hizmet vermesi için çalışmalar başlatıldı. Çalışmalar 9 Şubat 2010'da tamamlandı ve aynı gün müze yeni binasında hizmete girdi. Şamil Ekinci Müzesi, hafta içi her gün saat: 09.00-17.30, Cumartesi ise 11.00-17.00 arası ziyarete açıktır. Müzede 7 adet Süper Lig Şampiyonluk Kupası, 9 adet Türkiye Kupası, 7 adet Cumhurbaşkanlığı Kupası, 5 adet Başbakanlık Kupası, Kıbrıs Barış Kupası, 3 adet Süper Kupa, TB2L Şampiyonluk Kupası ve daha birçok kupa yer almaktadır. Ayrıca müzede, Trabzonspor kurulmadan önceki dönemlere ait yarım kupa ve Atatürk'ün İdmanocağı'na hediye ettiği büst ve bayrak gibi materyallere de yer verilmektedir. Anıtlar. Trabzon'da Trabzonspor tarihini konu alan üç adet anıt bulunur. Bunların ikisi kent merkezinde, diğeri Sürmene ilçesindedir. Ayrıca kent merkezindeki Atatürk Alanı'nda (Meydan) bir adet büyükçe led ışıklandırmalı Trabzonspor Arması bulunmaktadır. Başkanlar. Spor sezonlarına göre bugüne kadar görev yapmış Trabzonspor başkanları, aşağıdaki tabloda belirtilmiştir. Renkler. Trabzonspor'un kuruluş aşamasındaki en önemli sorunlardan biri de renklerdi. Takımın iskeletini teşkil eden; İdmanocağı ve İdmangücü takımları, takıma kendi renklerinin verilmesini istedi. Hatta 1966'da İdmanocağı'nın önderliğinde kurulan ve Danıştay kararıyla feshedilen Trabzonspor 1966'ya kırmızı-beyaz renkler verilmişti. Ancak; bu iki takımın (İdmanocağı ve İdmangücü) birleşmeye karar verilmesiyle, yeni renkler bulma gereksinimi doğdu ve bordo-mavi renklere karar kılındı. Trabzonspor'un renkleri alelade bordo ve mavi değildir. Mürdüm moruna çalan koyu bir bordo renk ve açık bir gök mavisidir. Kuruluşundan itibaren bu renklere sahip Trabzonspor, bazı sezonlarda buna uygun birebir renklerde formalar giyse de, çoğu sezonlarda bu renklerin dışında tonlarda bordo-mavi renklerde formalar giymiştir. Bu renklere en uygun formalar sağdaki resimde gösterilmiştir. Kulüp 2022 yılında hem logoda hem de renk tonlarında kurumsal anlamda bu renkleri tanıtmıştır. Trabzonspor'un renkleri mürdüme çalan koyu bir bordo ve açık gök mavisidir. Bordo için resmi renk kodları #5A122A , mavi için resmi renk kodları ise #76B6E5 ' dir. Trabzonspor'un renklerini; Trabzon'un simgesi olan hamsinin gözünün bordomsu duruşu ve teninin mavimsi grisinden aldığı veya iki takımın (İdmangücü ve İdmanocağı) birer renk seçmesiyle aldığı gibi iddialar vardır; Bunun yanı sıra Trabzonspor renklerini, kurulduğu dönemde İngiltere'nin en başarılı takımlardan biri olan Aston Villa'dan aldığı da iddia edilir. Ayrıca yöneticilerin, İngiltere'den gelirken; West Ham United'ın 1960-1976 arasında giydiği iç saha formalarını getirmiş ve Trabzonspor 68-69 ve 69-70 sezonunda logosuz West Ham United formalarıyla mücadele etmiştir. Bundan dolayı, Trabzonspor'un renklerinden olan mavi, açık mavidir. Ek olarak dönemin başkanı Şamil Ekinci, 1976-77 sezonunda Barcelona şehrinden koyu mavi renkte çubuklu formalar da getirmiş ve o sezonda iç saha forması olarak kullanılmıştır. Bunun sonucu olarak koyu mavi rengin de Trabzonspor renkleri olduğu düşünüldüğü ve efsane dönemi yansıttığı için 90'ların sonu ve 2000'lerin ortasına kadar koyu mavi renkli formalar kullanılmıştır ancak bazı kesimlerin tepkisine neden olmuştur. Trabzonspor ilk alternatif rengini 99-2000 sezonunda önce açık gri, daha sonraki iki sezondaysa lacivert renklerde kullanmıştır. 03-04'te ilk kez alternatif renk olarak turuncu, 04-05 sezonundaysa Şampiyonlar Lig'i grupları için su yeşilini alternatif forma rengi olarak kullanmıştır. 05-06,08-09 ve 09-10 sezonlarında tekrar turuncu renk kullanılmıştır. 10-11'de açık gri ve sonraki sezonda da altın sarısı denemeleri de olmuştur. 2018'den sonraysa siyah, gri ve lacivert renklere ağırlık veren kulüp, 25-26 sezonundaysa tekrar turuncu renge geri dönmüştür. İç Saha Forması Kültürü. Trabzonspor'un iç saha forması kültürü, genelinde çubukluya dayanan ama sadece çubuklu formayla kalmayıp, yıllar içerisinde bordo ve mavinin eşit dağıldığı çeşitli formaların da kullanıldığı bir kültürdür. Aynı zamanda da aynı sezonda birden fazla iç saha forması niteliği taşıyan forma kullanma kültürü de vardır. Kuruluş sezonu olan 67-68 sezonunda ana iç saha forması bir çubukluyken, ikinci iç saha forması ortasından kalın şerit geçen formadır. İkinci ve üçüncü sezondan itibaren ise İngiltere'den getirilen koldan parçalı West Ham formaları iç saha forması olarak kullanılmıştır. Bunların yanında parçalı forma, diyagonal parçalı forma ve düz mavi ve düz bordo formalar da bazı sezonlarda iç saha forması olarak kullanılmıştır. Bunların harici istisna olarak 86-87, 87-88 ve 89-90 sezonlarında bir bütünün iki eşit parçası olarak düz bordo ve düz mavi formalar bir iç saha formasını tamamlayacak şekilde de kullanılmıştır. Aynı sezonda birden fazla iç saha forması kullanıldığında (ki 91-92 sezonu 8 iç saha formasıyla buna büyük bir örnektir) iç saha forması hiyerarşisi şöyledir. Aynı sezonda varsa eğer; 1. Çubuklu forma> 2. Kalın Şeritli Forma > 3. Koldan Parçalı forma > 4. Düz Parçalı forma> 5. Diagonal Parçalı forma> [Hiçbiri yoksa] Düz bordo veya Mavi formalar. İç Saha Kombini Kültürü. Trabzonspor'un iç saha kombini kültürü ise ilk sezonlarından itibaren beyaz şortla kombinlenen bordo veya mavi çoraptı. Bu daha sonra zaman zaman beyaz şort ve beyaz çoraba da dönmüştür. Ayrıca 75-76 sezonunda siyah şort ve siyah çoraplı kombinler de giymiştir (Bundan yıllar sonra 2001-2002 sezonunda da koyu lacivert kombin denenmiştir.) İlk yıllardaki dönemlerde bordo ve mavi şort üretmesi zor olduğu için zorunluluktan çıkan bu kültür, 70'lerin ortası 80'lerin başları gibi ara ara yurt dışından getirilen bordo ve mavi şortlarla değişse de 85'in ortalarına kadar beyaz şort kültürü büyük oranda korunmuştur. 85'ten ve özellikle de 90'lardan itibaren formacılık endüstrisinin Türkiye'de yaygınlaşmasıyla Trabzonspor, daha rahat bordo ve mavi şortların bulabilir olmasıyla beyaz şort geleneğini terkedip, ağırlıkla bordo ve mavi şortlu kombinler yapmaya başlamıştır. Daha sonraki sezonlarda ara ara beyaz şortlu kombinli iç saha formalarının giyildiğini görsek de, hiçbir zaman eskisi gibi birinci tercih olamadı. Beyaz şort ve çorabın tekrar birincil tercih olacağı sezonlar için 2020'li yıllara kadar beklenilmek zorunda kalındı. Şampiyon olunan 2021-22 sezonundan itibaren, 22-23, 24-25 ve 25-26 sezonlarında iç saha formalarını ana kombin olarak beyaz şort olarak bildiren Trabzonspor, sahada yine ağırlıklı olarak göremesek de bu kültürünü korumak adına adım atmıştır. Arma. Trabzonspor'un ilk logosu, mavi bir T ve bordo renkte bir S harflerinden oluşan beyaz renkte, yumurta şeklinde kalkana sahip bir armadır. Kulübün kuruluş yılı 1967 yazmaktadır, siyah bir kontura sahiptir. 1975-76 sezonundaki ilk şampiyonluktan sonra kulüp idarecileri, şampiyon bir kulüp olduklarını ve şampiyon bir kulübe yakışır yeni bir amblemlerinin olması gerektiğini düşündükleri için 28.08.1976 tarihinde gazeteye ilan verip bir yarışma ilan etmişlerdir. Yarışmanın kazananı Prof. Dr. Sinan Baykurt'un üstteki resimde ortada görünen, günümüzde kullandığı aynı taslak armanın ilk prototipidir. Sinan Baykurt, bu çizimi yaparken T ve S harflerini estetik bir bütünlük içinde birleştirerek bu logoyu ortaya çıkartmıştır. Logoyu çizerken şu detay da olsun, bu detay da olsun diye düşünerek çizmemiştir. Önemli olan çok detay içermesi değil, estetik bütünlük ve zamanın ötesine geçen çizgilerdir. 92 yılından sonra S harfinin sivrileşmesi, 96 yılından sonra 1967 ibaresinin gelmesi, 2000 yılından sonra 5 şampiyonluğa bir yıldız uygulamasıyla bir yıldız eklenmesi, topun şeklinin ve renginin değişmesi vb. ufak eklemelerle yıllar içinde değişime uğrayıp, en son 2022 yılında resmi olarak güncellenerek en son halini almıştır. Arma, ilk olarak 16 Mayıs 2003'te kulüp adına tescil edilmiştir. Futbol branşı. Tarihçe. İlk yılları. 1967'de Trabzonspor'un çatısı altında oluşturulan Trabzonspor Futbol Takımı, 1967-68 sezonunda İkinci Lig Beyaz Grup'ta mücadele etmeye başladı. Trabzonspor, profesyonel liglere katıldığı bu ilk yılı, -20 takımlı bu ligde- Boluspor'un ardından altıncı sırada bitirdi. Daha sonraki iki yıl ligi dördüncü tamamladı ve bir sonraki sene ligde 8. oldu. 1971-72 sezonunda, Kırmızı Grup'ta mücadele eden Trabzonspor, liderden iki puan geride kalıp Türkiye 1. Futbol Ligi'ne çıkamadı. Bir sene sonra yeniden aynı kaderi yaşan Trabzonspor, bu kez lider Kayserispor'la aynı puana sahip olmasına rağmen; averajla ligi ikinci bitirip Türkiye 1. Futbol Ligi'ne çıkma şansını bir kez daha yitirdi. 1973-74 sezonuna gelindiğinde Kırmızı Grubu en yakın rakibi Sakaryaspor'a altı puan fark atarak birinci bitiren Trabzonspor, diğer grubun birincisi Zonguldakspor'la oynadığı şampiyonluk maçını penaltılarda kaybetse de Türkiye 1. Futbol Ligi'ne yükseldi. Bu yıllarda Necmi Perekli, Şenol Güneş ve Cemil Usta gibi daha sonra şampiyon olan takımın oyuncuları da kadroda yer almaya başladı. Şampiyonluklar dönemi. Trabzonspor, 1974-75 sezonunda ilk kez mücadele ettiği Türkiye 1. Futbol Ligi'ni 30 puanla 9. olarak tamamladı. Bunun yanında aynı yıl Türkiye Kupası'nda finale kadar çıkmayı başaran Trabzonspor, evinde Beşiktaş'ı 1-0 yenmesine rağmen, deplasmanda 2-0 yenilince ikincilikle yetindi. 1975-76 sezonunda, Trabzon'da oynanan ve Trabzonspor'un 1-0 kazandığı Fenerbahçe maçından sonra liderliğe yükseldi ve sezon sonuna kadar liderliğini korudu. Ahmet Suat Özyazıcı önderliğindeki takım 43 puan toplayarak, Fenerbahçe'nin 3 puan önünde şampiyonluğa uzanırken, Türkiye 1. Futbol Ligi şampiyonluğu yaşayan ilk Anadolu takımı oldu. Trabzonspor ilk şampiyon olduğu 1975-76 sezonundan 1983-84 sezona kadar olan süreç içerisinde altı lig şampiyonluğu yaşadı. Sözü geçen süreçte 1977-78 ve 1981-82 sezonlarında 1, 1982-83 sezonunda 2 puan farkla şampiyonluğu kaçıran Trabzonspor; Fenerbahçe'nin beş puan önünde bitirdiği 1983-1984 sezonunda şampiyonluğu kazandı. 1976-77 sezonunda attığı 18 golle gol kralı olan Necmi Perekli, Trabzonspor'un Türkiye 1. Futbol Ligi'ndeki ilk gol kralı oldu. Zamanın kalecisi Şenol Güneş ise 17 Eylül 1978 ile 18 Şubat 1979 arasında oynanan lig maçlarında kalesinde gol görmeyerek (1110 dakika), Türk liglerinin en uzun süre gol yemeyen kalecisi, dünyanın en uzun süre gol yemeyen 15. kalecisi oldu. Ayrıca Trabzonspor bu dönemde, 3 Türkiye Kupası, 6 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 3 Başbakanlık Kupası ve bir Kıbrıs Barış Kupası'nı kazandı. Elde edilen iki şampiyonluk Özkan Sümer yönetiminde diğer dört şampiyonluksa günümüzde Trabzonspor Futbol Danışmanlığı görevini yürüten Ahmet Suat Özyazıcı'nın teknik direktörlüğü döneminde geldi. 1984-1996 arası. Trabzonspor, 1984'ten 1994-95 sezonuna kadar; sezonları üçüncülük, yedincilik ve bu aradaki derecelerle tamamladı. Yeni kadro yapılanmasına giden Trabzonspor, teknik direktör Georges Leekens döneminde (1992-93 sezonu) sezonun ilk on haftasında liderin on puan gerisine düştü; altı hafta hiç maç kazanamadı ve Trabzonspor tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşadı. Ancak, bu dönemde takıma kazandırılan Ünal Karaman (millî takımda kaptanlığa kadar yükseldi.) ve Tolunay Kafkas gibi oyuncular; 1994-95 ile 1995-96 sezonlarında ligi ikinci bitiren ve yeniden şampiyonluk yarışına dahil olan Trabzonspor'un kadrosunda, ilk on birin değişmez isimleri arasında yer aldı. Bu dönemde; Trabzonspor'un en büyük başarıları olarak: 1992 ve 1995'te kazanılan Türkiye Kupası, 1995'te kazanılan Cumhurbaşkanlığı Kupası ve 1985 ile 1994 yıllarında kazanılan Başbakanlık Kupası oldu. 1995-1996 sezonu ve sonraki yıllara etkileri. 1993-94 sezonunun bitişiyle birlikte takımın başına İstanbulspor'u çalıştıran Şenol Güneş geldi. 218 golle Trabzonspor formasıyla en fazla gol atan oyuncu olan Hami Mandıralı ve Ogün Temizkanoğlu gibi oyuncuların yanına, Şota Arveladze ve Arçil Arveladze gibi oyuncular kadroya eklendi. Şota, takıma katıldığı ilk yıl önemli sayıda gol attı. 1994-95 sezonunda şampiyonluğu Beşiktaş'a kaptıran ancak hem Türkiye Kupası'nı hem de Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı kazanan Trabzonspor, Şota'nın gol kralı olduğu 1995-96 sezonunda 5 Mayıs 1996'da Hüseyin Avni Aker Stadyumu'nda 1-0 öne geçtiği maçta; Aykut Kocaman ve Oğuz Çetin'in golleriyle Fenerbahçe'ye 2-1 yenilerek, şampiyonluğu ligin bitimine iki hafta kala kaçırdı. Takımın uzun bir aradan sonra bu kadar yaklaştığı şampiyonluğu kaçırmasının etkileri, 2008'de CNN Türk tarafından belgeselleştirildi. Aynı sezon takım Başbakanlık Kupası'nı kazansa da, kaçırılan şampiyonluğun etkileri bir sonraki sezon da devam etti. 2000'li yılların başına gelindiğinde, takımda büyük bir değişime gidildi. Abdullah Ercan, Ogün Temizkanoğlu ve Tolunay Kafkas gibi oyuncular takımdan gönderilerek Rune Lange, Kevin Campbell ve Jean-Jacques Missé-Missé gibi yüksek bonservis ücretli oyuncularla sözleşme imzalandı. Ancak transfere harcanan paraya rağmen alınan oyuncular Trabzonspor'da başarılı olamadı. 2000'li yıllar. 2000'li yılların başı, Trabzonspor'un en başarısız dönemlerinden biri oldu. Takım 2001-02 sezonunda, ligi 14. bitirerek tarihinin en kötü sezonunu yaşadı. Ayrıca bu sezon Trabzonspor'un en çok gol yediği ve en çok yenildiği sezon olarak tarihe geçti. Bu sezondan sonra zamanın başkanı Özkan Sümer teknik direktörlüğe Samet Aybaba'yı getirerek yeniden yapılanma kararı aldı. Bu yeniden yapılanma ile birlikte, Trabzonspor'da asist kralı ve en uzun süre forma giymiş yabancı futbolcu olan Ibrahim Yattara ve Michael Petković gibi yabancı isimler transfer edildi. Samet Aybaba, takım kadrosunu gençleştirmek amacıyla Gökdeniz Karadeniz ve Fatih Tekke gibi kulüp altyapısından yetişen oyuncuları kadroya dahil ederken, Hami Mandıralı ve Orhan Çıkırıkçı gibi tecrübeli futbolcularla yolları ayırdı. Fatih Tekke, 2004-05 sezonunda attığı 31 golle gol kralı oldu. Kurulan bu iskelet, 2002-03 ve 2003-04 sezonlarında Türkiye Kupası'nı kazanıp; 2003-04 ve 2004-05 sezonlarında sezon sonuna dek şampiyonluğu kovaladı ve her iki sezonda da Fenerbahçe'nin ardından ikinci oldu. Trabzonspor, 2006 yılında başkanlığa Nuri Albayrak'ın gelmesiyle birlikte, kariyerli yabancı oyuncular getirerek başarıya ulaşma yoluna gitti. Marcelinho ve Kiki Musampa gibi gibi kariyerli oyuncular transfer edilse de bu oyuncular takıma uyum sağlayamadı. Mirosław Szymkowiak ve Fatih Tekke gibi önemli oyuncular takımdan ayrıldı. Şike süreci ve sonraki yıllar. 2008'de Sadri Şener'in başkan seçilmesiyle birlikte takımdaki oyuncuların büyük bir kısmıyla yollar ayrıldı. Teknik direktörlüğe Ersun Yanal getirilip, 25 transfer yapıldı. Yapılan bu transferlerle, Trabzonspor 2008-09 sezonunda şampiyonluk yarışını son haftaya kadar sürdürdü ve lig üçüncüsü oldu. Bir sonraki sene göreve Hugo Broos'u getiren Trabzonspor yönetimi, takım başarısız sonuçlar alınca; Broos'un görevine son verdi ve yerine Şenol Güneş'le anlaşıldı. Güneş'in gelmesiyle birlikte takım başarılı sonuçlar aldı. 2009-10 sezonunda Trabzonspor; hem Türkiye Kupası'nı hem de Süper Kupa"yı kazandı. Ayrıca Trabzonspor, 2010-2011 sezonunda ilk yarıyı lider kapatmayı başarmasına rağmen, lig sonunda Fenerbahçe'nin averaj ile arkasında kalarak ligi ikinci tamamladı. Ancak sezon bittikten sonra başlatılan şike davası sonucu sezonu 1. tamamlayan Fenerbahçe'nin yerine Şampiyonlar Ligi grup müsabakalarına tarihinde ilk kez katılma hakkı elde etti. 3 Temmuz 2011'de başlayan şike soruşturması sonucunda Trabzonspor, Fenerbahçeli bazı yöneticilerinin şike yapmak suçuyla yargılanarak hapis cezasına çarptırılmasından sonra çeşitli tarihlerde resmi sitesinden yayınladığı bildirilerde; "Etik Kurul raporu ve UEFA değerlendirmesine göre, fair-play'e aykırı herhangi bir faaliyete girişmediği açık ve kanıtlanmış olan Trabzonspor’un 2010-11 Süper Lig sezonunun şampiyonu olarak tescil ve ilan edilmesi için gerekli tüm adımların atılmasını" TFF ve uluslararası kurumlardan talep etmiştir. Kulüp taraftarları 2010-2011 sezonu şampiyonluğunun resmî olarak Trabzonspor'a verilmesi için, 13 Ekim 2013'te İstinye TFF Binası önünde ve 25 Ocak 2014'te Trabzon'da "Haksızlığa karşı tek yürek!" sloganıyla; TFF'yi protesto etmiştir. Protestolarda, dönemin TFF Başkanı Yıldırım Demirören taşınan boş tüplerle istifaya davet edilmiştir. 30 Ağustos 2014 tarihinde "Türk Futbolu Kirlidir!" başlıklı bildiride TFF ye ve TFF Başkanı'na ağır eleştiriler getirilip, şike düzeninin devam ettiği vurgulanmıştır. Trabzonspor'un resmî İnternet sitesinde, 2010-2011 sezonu şampiyonu Trabzonspor görülmektedir. Trabzonspor, 2010-2011 sezonundan sonra, UEFA Avrupa Ligi'nde nispi başarılar elde etse de; ligde şampiyonluk mücadelesine dâhil olmayı başaramamıştır. Kulübün verdiği hukuki mücadele ve taraftarda oluşan süreçsel yıpranma, kulübün birçok kez saha dışı olaylarla gündeme gelmesine neden olmuştur. Hakemlere ve karşı takıma gösterilen tepkiler nedeniyle kulüp cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalmıştır. 10 Mart 2014'te oynanan Trabzonspor-Fenerbahçe maçında yaşanan saha olayları nedeniyle maç tamamlanamamış ve yarıda kalan maç Fenerbahçe'nin hükmen galibiyetiyle sonuçlanmıştır. 2015-2016 sezonunda hakem kararlarına verilen tepkiler, Trabzonspor'un önemli oranda maddi zarara uğramasına neden olmuştur. Bu sezonun ilk devresinde oynanan Galatasaray ve Konyaspor maçlarındaki hakem kararları nedeniyle kulüple TFF'nin arasında gerginlik hat safhaya çıkmıştır. Sezonun 10. haftasına gelindiğinde oynanan Trabzonspor-Gaziantepspor maçından sonra hakemlere gösterilen tepki sebebiyle Trabzonspor, Türk futbol tarihindeki toplam cezalar bakımından en ağır cezaya çarptırılmıştır. Bu maç sonucunda Trabzonsporlu yönetici ve futbolculara verilen men cezalarının toplamı 9 yılı bulmuş ve kulüp 2 milyon avro para cezasına çarptırılmıştır. Aynı sezonun ikinci devresindeki Galatasaray maçına ise, Trabzonspor'un Galatasaray'dan kiraladığı Salih Dursun'un maçın hakemi Deniz Ateş Bitnel'e gösterdiği kırmızı kart damga vurmuştur. Bu maçta hakem Trabzonsporlu oyunculara 4 kırmızı kart çıkartmıştır. Yurt dışındaki medya organlarında da gündem olan bu olayın ardından, Salih Dursun'un adı Trabzon'un Yomra ilçesindeki bir sokağa verilmiştir. Bu maçın ardından MHK Başkanı Kuddusi Müftüoğlu, maçta Trabzonspor'un haksızlığa uğradığını kabul etmiş ve maçın hakemi Deniz Ateş Bitnel'e gözlemci tarafından sezonun en düşük notu verilmiştir. Salih Dursun maçtan sonra yaptığı açıklamada: "Pişman değilim, savunma yapmayacağım. 7 kişiye karşı 12 kişi oynamak adaletsizlikti, kırmızı kartı 11 kişi kalmaları için çıkardım." demiştir. Yeniden şampiyonluk ve sonrası. 2021-22 sezonunda Trabzonspor, 1983-1984 yılından sonra ilk kez Süper Lig şampiyonu olmuştur. Fakat bir sonraki sezon yani 2022-23 sezonunda şampiyonluk yılında takımın başkanı olan Ahmet Ağaoğlu alınan kötü sonuçların ardından görevinden istifa etmiştir. İstifanın ardından başkanlığa vekaleten asbaşkan Ertuğrul Doğan getirilmiştir. Olağanüstü genel kurul 26 Mart tarihlerinde Hayri Gür Spor Salonu'nda yapılmıştır. 9 bin 278 üyenin oy kullanma hakkı bulunan genel kurulda, 1231 kişi oyunu kullanmıştır. Ertuğrul Doğan, tek liste olarak girdiği başkanlık seçiminde 1129 geçerli oyun 919'unu alarak 2024 yılının Aralık ayına kadar başkanlık görevine seçilmiştir. Ayrıca kötü saha sonuçları, 2021-22 sezonunda takımı şampiyonluğa taşıyan teknik direktör Abdullah Avcı'nın da istifa etmesine sebep olmuştur. 2023-2024 sezonuna Nenad Bjelica yönetiminde giren Trabzonspor, istenen saha sonuçları gelmeyince göreve tekrar Abdullah Avcı'yı getirmiştir. Abdullah Avcı yönetimindeki Trabzonspor, 4 Kasım 2023 tarihinde 26 yıl sonra Fenerbahçe'yi deplasmanda mağlup etmeyi başarmıştır. Başarılar. "Şampiyonluk (1)": 1973-74 Teknik heyet ve başkan. Trabzonspor başkanlığını Ertuğrul Doğan yürütmektedir. Güncel olarak futbol şubesinin teknik direktörlüğünü Şenol Güneş yapmaktadır. Avrupa Kupaları. Trabzonspor; UEFA Şampiyonlar Ligi'ne 9, UEFA Kupa Galipleri Kupası'na 3, UEFA Avrupa Ligi'ne 17, UEFA Intertoto Kupası'na ise 2 kez katılmıştır. Trabzonspor, 1975-76 sezonunda ligde şampiyon olarak ertesi sezon ilk kez bir UEFA organizasyonuna (Şampiyon Kulüpler Kupası) katılmaya hak kazandı. Avrupa'da ilk maçını İzlanda temsilcisi ÍB Akraness ile oynayan ve bu takımı eleyen bordo-mavili takımın Avrupa arenasındaki ilk golünü Necmi Perekli attı. IA Akranes'ı eleyen Trabzonspor, ikinci turda Liverpool ile eşleşti. Trabzon'daki ilk maçı 1-0 kazanan Trabzonspor, İngiltere'de elenmekten kurtulamasa da; Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanan Liverpool'a, o sene Avrupa maçlarındaki tek yenilgisini tattırdı. Trabzonspor'un Avrupa arenasındaki en büyük başarısı UEFA Kupası 3. Turu olsa da; tarihi boyunca Olympique Lyonnais ve Aston Villa gibi önemli Avrupa kulüplerini eledi. Internazionale, Liverpool ve Barcelona gibi Avrupa'da şampiyonluklar yaşamış takımları yenmeyi başardı. Trabzonspor, 2011-2012 futbol sezonu öncesi Şampiyonlar Ligi'ne katılmak için ön eleme oynayıp, Benfica'ya elenmesine rağmen; TFF; UEFA'nın isteğiyle (2011 Türkiye futbolu şike soruşturması nedeniyle) Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nden men etti ve Trabzonspor ilk kez Şampiyonlar Ligi grup müsabakalarına davet edildi. Trabzonspor; Şampiyonlar Ligi gruplarındaki ilk maçına 14 Eylül, 2011'de çıktı ve Giuseppe Meazza Stadyumu'nda Inter ile oynanan bu maçı Ondřej Čelůstka'nın golüyle 1-0 kazandı. Trabzonspor Avrupa'daki en farklı galibiyetini 2007 yılında 6-0 ile Vllaznia Shkodër karşısında alırken, en farklı mağlubiyetini 1990-91 sezonunda 7-2'lik sonuçla FC Barcelona karşısında aldı. Altyapı ve 1461 Trabzon. Trabzonspor'da altyapı eğitimi, düzenlenen futbolcu seçmeleriyle takım bünyesine alınan genç oyuncuları kapsar. Farklı takımlarda mücadele eden ve gelecek vadettiği düşünülen oyuncularsa, Trabzonspor'un pilot takımı olan 1461 Trabzon'a transfer edilir veya kiralanır. Ayrıca, genç kategorilerden Trabzonspor U21'e yükselen bazı oyuncular da tecrübe kazanmaları için 1461 Trabzon'a gönderilir. 1461 Trabzon, Değirmenderespor'un kulübün bünyesine katılmasıyla kurulmuş ve 2. Lig'de oynamaya başlamıştır. Trabzonspor altyapı etkinliklerini organize etmek amacıyla, Gençlik Geliştirme Merkezi Koordinatörlüğünü kurmuştur. 31 Mayıs 2011'e kadar baş koordinatör görevini üstlenen Sadi Tekelioğlu; bu tarihe dek kurul başkanlığı yapmıştır. Altyapı ile ilgili projeler bu birim tarafından yürütülmektedir. 2021 senesinde 1461 Trabzon liglere katılmama kararı aldı. 24 Aralık 2021 tarihinde ise 1461 Trabzon'un isim hakkı Hekimoğlu Trabzon kulübüne devredildi. Günümüzde 1461 Trabzon ismini bu takım kullanmaktadır. Trabzonspor U19 Erkek Futbol Takımı, U19 Elit A Ligi'nde 2020-21 ve 2023-24 sezonlarında olmak üzere 2 kez şampiyon olmuştur. Takım, ligde şampiyon olduğu sezonlardan sonra UEFA Gençlik Ligi'nde mücadele etme hakkı da elde etmiştir. 2024-25 UEFA Gençlik Ligi'nde Son 32 Tur'unda rakibi İtalyan temsilcisi Juventus'u kendi sahasında 1-0'lık skor ile geçerek Son 16 Tur'una kalan bordo mavili genç oyuncular bir diğer İtalyan temsilcisi Atalanta'yı kendi evinde oynadığı maçın normal süresi 0-0 biten karşılaşmanın penaltı atışları sonucunda 5-3 ile geçerek adını Çeyrek Final turuna yazdırmıştır. Böylelikle ilk kez bir Türk takımı UEFA Gençlik Ligi'nde çeyrek final turuna çıkma başarısı elde etmiştir. Kadın futbol takımı. 16 Ekim 2007 tarihinde kurulan kadın futbol takımı, 2003'te feshedilen Kadınlar 1. Ligi'nin 2007'de yeniden kurulmasıyla Birinci Lige davet edildi. Aynı yıl kadın futbol branşını kuran Trabzonspor, Zeliha Şimşek önderliğinde Kadınlar 1. Ligi'nde mücadele etmeye başladı. Trabzonspor kadın futbol takımı, 2007'de kurulan Kadınlar 1. Ligi'nin ikinci şampiyonu oldu. Ayrıca takım, 2009-10 UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi'ne katılarak Türkiye'yi UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi'nde temsil eden ilk Türk kadın futbol kulüp takımı olarak tarihe geçti. Ancak, 2011'de ödenek yetersizliği nedeniyle kadın futbolu şubesi kapatıldı. Takımın kapatılmasıyla, Trabzonspor Kadın Futbol Takımı'nın birçok oyuncusu şehrin diğer ekibi İdmanocağı Kadın Futbol Takımı'na aktarıldı. 2021-2022 sezonunda ise Trabzonspor Kadın Futbol Takımı yeniden kurularak Kadınlar Süper Ligi'ne dâhil edildi. 2021-22 Sezonu Kadınlar Süper Ligi B Grubunda mücadele eden Trabzonspor Kadın Futbol Takımı, grubunu 8. sırada tamamlayarak grupta ilk 4 takımın yer aldığı play off'lara katılamadı ve sezonu noktaladı. 2022-23 Sezonu Kadınlar Süper Ligi B Grubunda mücadele eden takım, grubunu 8. sırada tamamlayarak ligde kalabilmek adına play out müsabakalarına çıktı ve rakibi Dudulluspor'u eleyerek ligde kalmayı garantiledi. Yeni sezon öncesi değişen statüsüyle birlikte 16 takımın yer aldığı, grup ve play off sisteminin kaldırıldığı 2023-24 Sezonu Kadınlar Süper Ligi'nde mücadele eden takım, ligi 33 puan toplayarak 11. sırada tamamladı. Espor branşı. Trabzonspor Espor, Trabzonspor tarafından 2019 yılında kurulan profesyonel eSpor şubesidir. Şubede "FIFA" takımı günümüzde faaliyet göstermektedir. Basketbol branşı. Trabzonspor'un profesyonel liglerde mücadele eden ilk basketbol takımı olan Medical Park Trabzonspor 2005'te İdmanocağı'nın oyuncuları ve teknik heyeti takım bünyesine katılarak kuruldu ve EBBL'de mücadele etmeye başladı. 2008'de Trabzonspor tarafından Alpella'nın satın alınmasıyla TB2L'de yer alma hakkı elde etti. Alpella'nın alınmasından sonra resmî olarak Trabzonspor çatısından ayrılan takımın ilk başkanlığını, Saner Ayar üstlendi. İki sezon sonra ise Aleaddin Yakan önderliğinde Türkiye Basketbol Ligi'ne çıktı. Takımın ilk ismi "Trabzonspor Basket" şeklinde koyulmuştu. Medical Park'ın takımın isim sponsoru olmasıyla birlikte bu ismin önüne "Medical Park" ifadesi eklendi. Ancak takımın ligde geçirdiği bir yılın ardından; Medical Park, takımın isim sponsorluğundan çekildiğini açıkladı. Medical Park'ın sponsorluktan ayrılmasının ardından yeni sponsor arayışlarının sonuçsuz kalması sonrasında, kulüpte basketbol branşının kapatılması gündeme geldi. Ancak daha sonra branşın kapatılmasından vazgeçildi ve yönetim tarafından, takımın "Trabzonspor Basketbol" adıyla yeniden yapılanmasına karar verildi. Takım, 2011-12 sezonunda Beşiktaş'a 81-77 yenilerek o dönemki adıyla "Beko Basketbol Ligi"'nden düştü. Ancak 2012-2013 sezonu sonunda yeniden Türkiye Basketbol Ligi'ne çıkmayı başaran Trabzonspor Basket'te; Trabzonspor kulüp başkanlığı seçimini kaybettikten sonra basketbol şubesine sponsor olan Muharrem Usta takımın finansörlüğünü üstlendi. Bu kapsamda Medical Park yeniden Trabzonspor Basket'e ad sponsoru oldu ve şube başkanlığına Abiş Hopikoğlu getirildi. Trabzonspor Medical Park 2014-15 EuroChallenge sezonunda dörtlü finale kadar yükselmeyi başardı. Trabzon'da yapılan dörtlü finallerde, finale çıkan Trabzonspor Medical Park, finalde Fransız takımı Nanterre'ye 63-64 yenilerek ikinci oldu. Aynı yıl Trabzonspor Medical Park, Türkiye Basketbol Ligi eşleşme serilerinde yarı final oynayarak tarihindeki en iyi lig derecesini elde etti. Kulüp maddi imkânsızlıklar gerekçe gösterilerek 2019'da feshedildi. Trabzonspor (basketbol takımı), Şubat 2024'te Erkekler Bölgesel Basketbol Ligi'ne katılarak basketbola geri dönmüştür. Bu lige katıldığı ilk sezonda şampiyon olmuştur. 2024-2025 sezonu başlamasına kısa bir süre kala Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından, Türkiye Basketbol Ligi'ne davet edilmiş ve halen bu ligde mücadele etmektedir. Hentbol branşı. 2010'da 24 Şubat Hentbol Takımı'nı bünyesine katan Trabzonspor'un kurduğu ve Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde mücadele eden, Türk hentbol takımı. Trabzonspor, 1984'te kentteki hentbol kulüplerini birleştirerek bir takım kurmayı planlamış ancak daha sonra bundan vazgeçmiştir. Bundan 26 yıl sonra (2010) 24 Şubat Hentbol Takımı'nı bünyesine katarak, Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde etkinlik göstermeye başlamıştır. Böylece hentbol, kulüpte icra edilen üçüncü takım sporu olmuştur. Ancak bu branş kurulduktan altı yıl sonra 2016 yılında kapatılmıştır. Voleybol branşı. Trabzonspor (erkek voleybol takımı), Trabzonspor'un 2013 yılında kurulan ve 2016 yılına kadar Türkiye Erkekler Voleybol İkinci Ligi'nde mücadele eden voleybol takımıdır. Trabzonspor, 2013 yılında erkek voleybol takımı kurma kararı aldıktan sonra federasyona başvurmuş ve Voleybol Erkekler 3. Lig B Grubunda oynamaya başlamıştır. Takım normal sezonu lider bitirmiş ve play off süreçlerinde yarı final ve final gruplarında ilk iki sırayı alarak bir üst lige çıkma başarısı göstermiştir. Takım, 2014-15 sezonunda Türkiye Erkekler Voleybol İkinci Ligi'nde mücadele etmiştir. Trabzonspor Kulübü, 2016 yılı itibarı ile voleybol şubesinin faaliyetlerini durdurma kararı almış ve şubeyi kapatmıştır. Diğer branşlar. Trabzonspor bünyesinde güncel olarak futbol dışında etkinlik gösteren şubeler basketbol, eskrim, e-spor, voleybol, atıcılık, atletizm, boks, judo ve masa tenisidir. Stadyum ve tesisler. Şenol Güneş Spor Kompleksi. Trabzonspor'un maçlarını oynadığı 40.782 kişi kapasiteli futbol stadyumudur. Trabzon'un Ortahisar ilçesinde yer alan stadyumun yapımına 24 Kasım 2013'te başlanılmış ve stadyum 18 Aralık 2016 tarihinde kullanıma açılmış, yapımı için yaklaşık 270 milyon lira harcanmıştır. Stat Türkiye'nin deniz üzerine dolgu yapılarak inşa edilen ilk stadı olmuştur. Stadın dolgu alanı jeologlar arasında zemin güvenliği açısından tartışma konusu olmuştur. Stadyumda, 29 Ocak 2017 tarihinde Trabzonspor ile Gaziantepspor arasında oynanan maçı Trabzonspor 4-0 kazanmış, bu maçtaki ve stattaki ilk golü Fabián Castillo atmıştır. Hüseyin Avni Aker Stadı. Trabzon'da bulunan, Trabzonspor'un maçlarını oynadığı ve 2007 Karadeniz Oyunları'nda ana stat görevini gören, doğal çim zeminli eski kent stadıdır. Stat, 2017'nin son aylarında yıkılmıştır. Yıkılan stadın yerine Trabzon Millet Bahçesi inşa edilmiştir. Trabzonspor, günümüzde maçlarını yeni inşa edilen Şenol Güneş Spor Kompleksi Medical Park Stadyumu'nda oynamaktadır. Stadın, 19.800 kişilik kapasitesine 2008'den sonra yapılan eklemelerle stadın kapasitesi 21.260'a ulaşmıştır. Hüseyin Avni Aker Stadyumu 1951 yılında, 2.400 kişilik bir stadyum olarak inşa edilmiş, daha sonra birçok kez onarım geçirmiştir. Stada 1981'de büyük bir tadilat yapılmış, 1994'te stadın üstü kapatılıp ışıklandırılmıştır. 2008'de 1.200, 2010'da 260 kişilik kapasite artışına tabi tutulamuştur. Ayrıca 2008'de yapılan onarımda, maraton tribününün üzeri açılmıştır. Stat, adını Hüseyin Avni Aker'den almıştır. Stada ad vermek için valilikte yapılan toplantıda, stadın yapılması için çokça uğraşıp önemli mesai harcayan, zamanın Trabzon Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü Asbaşkanı ve Trabzon'un ilk beden eğitimi öğretmeni Hüseyin Avni Aker'in adı, Hayri Gür'ün teklifiyle stada verilmiştir. Trabzonspor, 26 Ocak 2016'da oynanan ve 1-0 üstünlüğüyle sonuçlanan Ziraat Türkiye Kupası maçı ile Hüseyin Avni Aker Stadyumu'na veda etmiştir. Mehmet Ali Yılmaz Tesisleri. Trabzonsporlu sporcuların, çalışmalarını gerçekleştirdiği tesislerdir. Tesislerde: antrenman alanları (5 antrenman sahası); kafeterya vb. dinlenme alanları ve organik tarım alanı gibi bölümler bulunur. Tesisin toplam kapladığı alan, 50 bin m².dir. Mehmet Ali Yılmaz Tesisleri'nin sponsoru İstikbal Mobilya'dır. 1983'te yapımına başlanan ve 1985'te hizmete açılan tesisler, 2010 yazında yenilenmiştir. Tesislerde 60 idari, 24 teknik (organik tarım alanı dahil) olmak üzere; toplamda 84 kişi çalışmaktadır. Bu tesisler isimlerini; eski Spor Bakanı ve Trabzonspor'un onursal başkanı M. Ali Yılmaz'dan almaktadır. Trabzonspor Kadir Özcan Tesisleri. Trabzonspor Kadir Özcan Gençlik Geliştirme Merkezi veya kamuoyunda bilinen adıyla Trabzonspor Kadir Özcan Tesisleri, 2005'te TFF tarafından yapılmış ve Haluk Ulusoy Tesisleri olarak adlandırılmıştır. Tesisler bir süre altyapı eğitimi için kullanılmış ve 2008'de Trabzonspor'a devredilmiş futbol tesisleridir. Bu tesisler, adını eski TFF başkanlarından Haluk Ulusoy'dan almaktaydı. Ocak 2014 tarihinde tesislerdeki Haluk Ulusoy ismi Trabzonspor tarafından silinmiş, yerine 1972-1978 yılları arası Trabzonspor'un efsane kadrosunda yer alan efsane isimlerinden ve 1461 Trabzon takımında teknik direktörlük yaparken 22 Ekim 2013'te ölmüş Kadir Özcan'ın isminin verilmesine karar verilmiş ve ismi Kadir Özcan Gençlik Geliştirme Merkezi olmuştur. 2022-2023 sezonundan itibaren Trabzonspor (kadın futbol takımı)'nın iç saha maçlarına ev sahipliği yapmaktadır. 19 Mayıs Spor Salonu. Trabzonspor'un bünyesinde olan Trabzonspor'un, şehirdeki lise takımlarının ve Trabzonspor Erkek Hentbol Takımı'nın hentbol maçlarını oynadığı kapalı spor salonudur. Zemini parke döşemelidir. Spor salonu 1100 kişi kapasiteli durumundadır. Yapılmakta olan Hayri Gür Spor Salonu bittikten sonra, Trabzonspor maçlarını yapılan bu yeni salonda oynayacaktır. Hayri Gür Spor Salonu. Trabzon-Pelitli'de konumlanan 7.500 kişi kapasiteli spor salonudur ve "Pelitli Spor Salonu" olarak da bilinir. Türkiye Basketbol Ligi ekiplerinden Trabzonspor maçlarını bu salonda oynamaktadır. Salon EYOF Trabzon 2011 için yapılmaya başlamıştır. Önceleri salonun 5.000 kişi kapasiteli olması planlansa da, daha sonra bu rakam 7.500'e çıkartılmıştır. Pelitli'de bulunmasından ötürü adı "Trabzon Pelitli Spor Salonu" olması öngörülse de; Trabzonspor'un ilk teknik direktörü ve Trabzon'un önemli spor adamlarından Hayri Gür'ün vefatı üzerine; dönemin Trabzon valisi Recep Kızılcık salona Gür'ün adının verileceğini söylemiştir. Salon EYOF Trabzon 2011'de basketbol maçları için kullanılmıştır. Sosyal tesisler ve taşınmaz mallar. Trabzonspor, anonim şirket olmuş ve borsaya girmiş bir kulüptür. Takımın tüzel kişiliğine ait mal varlıkları bulunmaktadır. Bunların en önemlileri: Trabzon Yat Limanı, Hüseyin Avni Aker Stadyumu'nun yol tarafında kalan boş alan, Kartal Tesisleri, Yenimahalle fuar alanı, Sadri Şener Sosyal Tesisleri ve çeşitli yerlerde açılan 17 adet TS Club mağazalarıdır. Sadri Şener Sosyal Tesisleri, 1994 yılında Sadri Şener'in kulüp başkanlığı zamanında Özel İdare Müdürlüğü'nden kiralanmıştır. Dönemin yönetimi bu binanın giriş katını Cafe-Bar, 1. katını restoran ve 2. katını başkanlık ve yönetim kurulu toplantı yeri olarak planlamışlardır. Daha sonra Faruk Nafiz Özak Başkanlığında binanın dekorasyonu yapılmış ve bina kulüp idari bölümleriyle yönetim kuruluna tahsis edilmiştir. 1998 yılında Mehmet Ali Yılmaz yönetiminde giriş katı Cafe-Bar, 1.kat Halkla İlişkiler Bürosu, 2. katta lokal olarak kullanılmış. Daha sonra giriş katı Ts Club Mağazası, 1. katı Trabzonspor Müzesi ve 2. katı Divan Kurulu ve Yönetim Kurulu toplantı salonu olarak planlanmıştır. Yeni düzenlenen Sadri Şener Sosyal Tesisleri'nin giriş katında yerini alan TS Club mağazasında takımın resmi ürünlerinin satışının yanı sıra üyelik işlemleri de yapılmaktadır.Ayrıca burada maç bileti satılmaktadır. Tesis meydan içerisinde olduğu için kolayca ulaşılabilmektedir. Bu tesislerden Kartal Tesisleri İstanbul'da bulunmaktadır ve içerisinde bar, restoran vs. iş yerleri bulunmaktadır. Ayrıca Trabzonspor, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Girne kentinde kamp ve dinlenme tesisleri yapmayı planlamaktadır. Bunların yanında kulüp, elektrik üretimi sektöründe de etkindir. Trabzon-Akyazı sahilinin bir kısmı da TOKİ ile yapılan anlaşma gereği Trabzonspor'a tahsis edilmiş ve bu alanın üzerinde bir spor kompleksi yapılması planlanmıştır. Taraftar. Hüseyin Avni Aker Stadyumu (futbol maçlarında) ve Trabzon 19 Mayıs Spor Salonu (basketbol ve hentbol maçlarında) maç günlerinde önemli sayıda taraftar çekmektedir. Ayrıca Hüseyin Avni Aker Stadyumu, Türkiye'de biletli izleyici sayısının açıklandığı tek stattır. 2010-11 sezonunda 21.260 kişi kapasiteli stadın yaklaşık 13 bin koltuğu yıllık bilet (kombine) olarak satılmıştır. Yapılan bir araştırmaya göre, Trabzonspor'un Türkiye çapında %8 civarında taraftar oranına sahip olduğu ve bu oranla Türkiye'nin en çok taraftarı olan 4. kulübü olduğu verilerine ulaşılmıştır. Yine 2013 Eylül ayında bağımsız bir araştırma şirketinin 27 büyükşehirde 1001 kişi üzerinde yaptığı ankette, Trabzonspor'un taraftar oranı %6.8 olarak belirlenmiştir. Trabzonspor'un Trabzon dışında da önemli sayıda taraftarı bulunmaktadır. Aralık 2010'da İstanbul'da oynanan İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçında Trabzonspor'u yaklaşık 61 bin taraftar desteklemiştir. 61. dakika tribün gösterileri ve kolbastı. Trabzonspor'un oynadığı karşılaşmalarda taraftarın, maçın 61. dakikasında gerçekleştirdiği gösteriler 61. dakika tribün gösterileri diye anılır. 2008-09 sezonu başında, kazanılan maçlardan sonra Trabzon'un yerel oyunlarından kolbastının oynanması ve 61. dakikada tribün gösterilerinin yapılmasına karar verildi. 61. dakikada havaya uçan bordo-mavi balonlar ve konfetiler bırakılmaya başladı. 2008-09 sezonunun ikinci yarısında oynanan Trabzonspor-Galatasaray maçında yapılan 61. dakika gösterilerinde havaya uçurulan balonların bir anda sahaya dolmasıyla maçın durması sonucu, Trabzonspor Profesyonel Futbol Disiplin Kuruluna sevk edilmiş ve bir ara gösterilerin durabileceği konuşulmuştur. Daha sonra ise Trabzonspor: "Sezon başından bu yana gerek Trabzon'da gerekse de deplasmanda oynanan tüm maçlarda gerçekleştirilen 61. dakika şovundan bugüne kadar övgüyle bahsedilirken ve bu şov diğer kentlere de örnek olmaya başlamışken, Galatasaray karşılaşmasında yaşanan küçük aksaklıklar nedeniyle taraftarlarımızın mahkûm edilmeye çalışılmasına anlam vermemiz mümkün değildir." sözleriyle gösterileri savunmuş ve gösterilerin devam edeceğini açıklamıştır. Marşlar. Kulübün ilk şampiyonluk yıllarında çalınan birçok marşı resmî sitede yer almakla birlikte, bunlardan en bilineni "Şen Ola Trabzon!"(1976 Şampiyonluk Marşı) dur. Bunun haricinde kulübün "onur üyesi" Karadenizli ünlü şarkıcı Kazım Koyuncu'nun anısına çok sevilen "Trabzonspor Marşı"(Uy Aha Trabzon) her golden sonra Hüseyin Avni Aker Stadyumunda çalmaktadır. Vira taraftar grubunun da çok sevilen iki marşı bulunmaktadır. Bunun dışında Fuat Saka-İbrahim Can, Erkan Ocaklı, Kazım Koyuncu, Gece Yolcuları, Volkan Konak, Yusuf Güney, Hülya Polat, Sinan Sami, Kibar Sürmen, Sinan Yılmaz, Adnan Yılmaz, İslam Yıldız, Seyfettin Çakıral, Sait Uçar gibi ulusal veya yöresel sanatçıların Trabzonspor'a yazdığı veya seslendirdiği marş, şarkı ve türküler bulunmaktadır. Kardeş kulüpler. Trabzonspor, biri yurt dışından biri de Türkiye'den olmak üzere iki kardeş kulübe sahiptir. 2010 Türkiye Kupası finalinin oynandığı Şanlıurfa'da Şanlıurfaspor'un Trabzonspor'a gösterdiği ilgiden dolayı; Trabzonspor yönetimi 163 sayılı kararla Şanlıurfaspor'u kardeş takım ilan etmiştir. Ayrıca Trabzonspor, aynı renkleri taşıdığı ve logosunda ay-yıldız bulunan İrlanda takımlarından Drogheda United FC ile de kardeş kulüptür. Finansal durum. Trabzonspor'un toplam mali kaynağı Mayıs 2023 itibarıyla yaklaşık 5,7 milyar liradır. 2024'ün mart ayında Trabzonspor'un borcu; 4 milyar 955 milyon TL olarak açıklanmıştır. Bu borcun 1 milyar 610 milyon TL'si ise uzun vadelidir. Kulübün temel gelir kaynaklarını telekomünikasyon, Hidroelektrik santrali ve kambiyo sektörlerinden elde edilen kazançlar, forma ve stadyum reklamları, naklen yayın geliri, maç başına satılan biletler, İddaa ve kulüp mağazalarından yapılan satışlar oluşturmaktadır. Kulübün resmî ürün satışını yapan TS Club'un yıllık kârı 2022 yılında 300 milyon TL'dir. Kulüp, 2024 yılında, İstanbul'un Kartal ilçesinde bulunan gayrimenkulünün kullanım hakkını 30 yıllığına devretmesi karşılığında 4 milyar TL kazanç elde etmiştir. Elde edilen bu gelirin açıklanmasından yaklaşık 1 ay sonra kulüp Bankalar Birliğine olan 2.1 milyar TL'lik borcunu kapatarak, Bankalar Birliği Anlaşması'ndan çıkan ilk kulüp olmuştur. Trabzonspor Başkanı Ertuğrul Doğan, 30 Eylül 2024 tarihinde yaptığı açıklamada, yabancı bir girişim grubunun Trabzonspor'a ortak olmak için resmî teklif yaptığını duyurmuştur. Sponsorlar. Kulübün ana sponsoru, kulüp stadyumunun isim haklarının sahibi ve kulübün çeşitli kampanyalardaki destekçisi Papara'dır. Papara ile diğer sponsorluklar da dâhil olmak üzere 5 yıllığına 50 milyon dolara varan bir anlaşma yapılmıştır. Futbol takımının forma üreticisi olarak yıllar içerisinde Nike vb. firmalarla çalışılmış olup şu anda İspanyol markası Joma Trabzonspor'un formalarını üretmektedir. Trabzonspor'un birçok firma ile sponsorluk anlaşması vardır. GNC takımın doğal ürünler sponsoru, Sarar giyim sponsoru, Yurtiçi Kargo kargo sponsoru, İstikbal ise mobilya sponsorudur. 2022 yılı Ağustos ayında, Trabzonspor Kulübü, kripto para borsası WhiteBIT ile 3 yıllık forma sırt sponsorluğu anlaşması yaptığını duyurdu. Medical Park, kulübün Basketbol Süper Ligi'nde mücadele ettiği 2018 yılına kadar olan dönemde basketbol şubesinin forma ve isim sponsoru olmuştur. Trabzoncell. Kulüp Avea ile yaptığı anlaşma gereğince, iletişim alanında tamamen bu operatöre bağlı olan ancak isim hakkı saklı tutulan Trabzoncell iletişim ürününü piyasaya sürmüş, bu ürün 60 binden fazla satmıştır. Ürünün adı kullanılarak organize edilen bir ödül olan TrabzonCell Ayın Futbolcusu Ödülü her ay bir Trabzonspor futbolcusuna verilmektedir. Yayınlar. "Trabzonspor", 2003'ten itibaren Trabzonspor tarafından yayımlanmaya başlayan futbol ağırlıklı spor dergisi. Derginin dağıtımı herhangi bir şirkete devredilmemiştir, bizzat kulüp tarafından yapılmaktadır. Ayrıca, Trabzonspor Dergisi internet aracılığıyla da okunabilmektedir. Dergi, 2023 Ekim ayında 211. sayısına ulaşmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6002", "len_data": 48712, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.42 }
Hüseyin Avni Aker (1899 Vakfıkebir, Trabzon - 24 Ağustos 1944, Trabzon), Türk öğretmendir. Daha çok Trabzon şehir stadyumuna adının verilmesi ekseninde tanınır. Hayatı. Trabzon'daki futbol stadına adını veren spor adamı. Trabzon ilinin ilk beden eğitimi öğretmenidir ve stadın yapılmasına emeği geçmiştir. 1899 yılında Trabzon'un Vakfıkebir ilçesinin Çavuşlu Köyü'nde dünyaya geldi. İlk, orta tahsilini Trabzon'da yaptı ve Trabzon mahalli mektebinden mezun oldu. İstiklal Savaşı'na katılarak cephede düşmana karşı savaştı. 1925 yılına kadar Akçaabat, Sürmene ve Trabzon'da ilkokul öğretmenliği yaptı. 1926 yılında ünlü spor adamı Selim Sırrı Tarcan tarafından İstanbul'da açılan Beden Eğitimi Kursuna katıldı ve buradan diploma aldı. Trabzon tarihinin ilk beden eğitimi öğretmeni olarak tarihe geçen H. Avni Aker, Trabzon Lisesi Muallim Mektebi ve Ticaret Lisesine atandı. Buralardaki başarılı hizmetlerinden sonra Beden Terbiyesi Bölge Asbaşkanlığı (Şimdiki Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü) görevini üstlenerek Trabzon sporunun en üst makamına yükselen değerli spor adamı, yaşama veda ettiği 1944 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Avni Aker, görevde bulunduğu yıllar içinde Trabzon'a bir stat kazandırmak ve bugün stadın bulunduğu araziyi bu amaçla istimlak etmek için çok uğraştı. Onun müthiş çabası daha sonra adının verildiği stadı Trabzon futboluna kazandırdı. Hüseyin Avni Aker'in arkadaşı olan ünlü Beden Eğitimi Öğretmeni ve antrenör Hayri Gür stada Avni Aker adının verilme öyküsünü şöyle anlatıyor: “1940'lı yıllarda Hüseyin Avni Aker'le aynı okulda beraber çalıştık. Kendisi hem lisede öğretmendi hem de Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü'nde vali nezdinde asbaşkanlık görevini yürütüyordu. 1972-77 yılları arasında Trabzon'da Beden Terbiyesi'nde 5 yıl bölge müdürü olarak çalıştım. Bu sırada stad inşaatı tamamen bitmiş ve isim aranıyordu. Zamanın valisi Adil Ciğeroğlu başkanlığında bir genel kurul oluşturuldu. Bu genel kurul da ben de vardım ve Hüseyin Avni Aker ismini ben teklif ettim. Çünkü bu stada en çok onun emeği geçmişti. Sanat Okulu ile Yeni Mahalle arası o zamanlar uçurumdu ve bu uçurumu at arabaları ile toprak taşıyarak doldurduk. Toprağı zemine serdikten sonra çimleri ekmeye başladık. Daha sonra ise altmış kişilik kapalı tribün ile açık tribün yaptık. O zamanın parasıyla tüm bunlar 40 bin liraya mal olmuştu. Tüm bunları vali Ciğeroğlu'na anlatınca o da bana hak verdi ve stada Avni Aker'in isminin verilmesini istedi. O zamanlar buna tek karşı çıkan Ziyad Nemli olmuştu. Nemli, stada İdmanocağı'nın eski kaptanı Rıza Kuğu'nun adının verilmesini istiyordu.”
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6003", "len_data": 2585, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.52 }
Uzunköprü, Edirne'nin bir ilçesidir. Ergene Nehri kıyısına kuruludur. Adını sahip olduğu dünyanın en uzun taş köprüsünden alır. Türkiye'yi Balkanlar ve Avrupa'ya bağlayan geçiş yolları üzerinde stratejik açıdan önemli bir sınır kenti olan Uzunköprü kapladığı alan bakımından Edirne'nin birinci, nüfus bakımından ise ikinci büyük ilçesidir. İlçenin 53 adet köyü bulunmaktadır. Tarihçe. Uzunköprü'nün tarihi Neolitik Çağ'a (MÖ 8000-5500) kadar uzanmaktadır. Kentin güneyinde, Kırkkavak köyü yolu üzerinde bulunan Maslıdere'de yapılan yüzey araştırmalarında benzerlerine ne Yunanistan'da ne de Bulgaristan'da rastlanan bu döneme ait çizgi ve baskı süslemeli çanak çömlek parçaları bulunmuştur. Ancak o döneme ait bilgiler kazıların yapılmaması nedeniyle oldukça yetersiz kalmıştır. Bölgenin bu dönemden MÖ 15. yüzyıla kadar olan tarihi belirsizdir. MÖ 1400'lü yıllarda ise Trak kabilelerinin yerleşim yeri haline gelmiş ve uzun bir süre böyle kalmıştır. Traklar'dan sonra burası birçok defa el değiştirmiş, MÖ 7. yüzyıldan itibaren sırasıyla Yunan, Pers, Makedon, Roma ve Bizans hakimiyetleri altına girmiştir. Bölgenin bu kadar eski bir geçmişe sahip olmasına rağmen bugünkü Uzunköprü kentinin olduğu alanın bataklıklar ve sık ormanlarla kaplı olmasından dolayı Osmanlılar'a kadar üzerine herhangi bir şehir inşa edilememiştir. Bu nedenle bölgede kurulan en yakın şehir, Roma İmparatoru Traianus (MS 53-117) tarafından karısı Plotina adına bugünkü Uzunköprü ile Dimetoka arasında Meriç nehrinin iki yakasına kurulan Plotinopolis kentidir. Burası Eski Uzunköprü olarak da adlandırılmaktadır. En son Bizanslıların yönetiminde bulunan bölge Edirne'nin Osmanlı Sultanı I. Murat tarafından 1363 Sazlıdere Savaşı'yla fethedilmesi sonucu tümüyle Türklerin hakimiyetine geçmiş ve ancak bu dönemden sonra bugünkü yerinde Uzunköprü kenti kurulabilmiştir. Uzunköprü Osmanlı Devleti tarafından Rumeli'de kurulan ilk Türk şehridir. Sultan II. Murat tarafından 1427 yılında Ergene şehri adıyla kurulmuştur. Kentin kuruluşu hem bu bölgede o dönemin başkenti Edirne'nin Gelibolu ve Balkanlar'a açılan çıkış yolu üzerinde bir yerleşim yeri ihtiyacının hem de Ergene nehri üzerindeki büyük köprünün 16 yıl süren yapım çalışmalarının bir sonucu gerçekleşmiştir. Gelibolu'ya sefere çıkan II. Murat, ordusunun yağan yoğun yağmurlar yüzünden yaşanan taşkınlardan Ergene nehrini geçememesi ve ahşaptan yapılan geçici köprülerin de sellere karşı dayanıksız olması nedeniyle nehrin üzerine taştan bir köprü yaptırmaya karar vermiştir. 1424 yılında yapımına başlanan ve 3 yılda bitirilen 360 gözlü ilk köprüyü II. Murat yeterli bulmamış ve tümüyle yıktırıp yeniden yaptırmıştır. Günümüze ilçede bulunan köprü işte bu ikinci köprüdür. 1427- 1443 yılları inşa edilen ikinci köprünün yapımının uzun sürmesi üzerine çalışanların ve bölgeyi korumakla görevli askerlerin ihtiyaçlarının karşılanması için cami, imarethane, kervansaray, medrese, hamam ve iki adet yel değirmeni yaptırılmıştır. Bu yerlerin bakımı ve imarı için önce Edirne'nin köylerinden daha sonra da Rumeli'ye geçiş yapan Türkmen aşiretlerinden aileler buraya yerleştirilerek ilçenin ilk temelleri atılmıştır. Cisr-i Ergene (Ergene Köprüsü) adı verilen bu yerleşim yeri zamanla Edirne'den Gelibolu'ya ve oradan da gemilerle Avrupa'ya, Mısır'a ve Suriye'ye sevk edilen birçok tüccar mallarının güzergâhı haline gelmiş ve hızla gelişmiştir. 19. yüzyıla kadar devamlı Türk hakimiyetinde kalan Uzunköprü, 20 Ağustos-20 Kasım 1829 ile 21 Ocak 1878-13 Mart 1879 tarihlerinde Rusya; 2 Kasım 1912-19 Temmuz 1913 arasında Bulgarlar ve son olarak da 25 Temmuz 1920-18 Kasım 1922 arasında Yunanlar tarafından olmak üzere yüz yıllık zaman dilimi içerisinde dört ayrı işgal yaşamıştır. 1920 yılındaki son işgalde Yunanlar kentin adını Makrifere'ye çevirmiş ve 2 yıldan fazla bu adla anılmıştır. 18 Kasım 1922‘de kentin Türkler tarafından geri alınmasından sonra Uzunköprü olan özgün adına geri kavuşmuştur. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra İtilaf Devletleri'yle 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Anlaşması'nda Meriç nehrinin Türkiye-Yunanistan sınırı olarak kabul edilmesiyle son ve kesin olarak Türk topraklarında kalan Uzunköprü'de kentin kurtuluş tarihi olan 18 Kasım her yıl törenlerle kutlanmaktadır. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Edirne sancağının bir kazası olan Cisr-i Ergene kasabasında 5 cami ve mescit, 1 medrese, 1 Rufai Dergahı, 1 Gülşeni Zaviyesi, 1 hükûmet konağı ile şer'iye mahkemesi, 2 bölük süvari atını alacak 2 ahır ve baytarhane, hastane, telgrafhane, nizamiye ve redif dairesi, jandarma piyade ve süvari koğuşları ile 1 hapishane, 2 resmî ambar, 9 çeşme, 1 buharlı un fabrikası, 1 gümrük dairesi, 1 hamam, 1 rüştiye, 2 erkek okulu, 1 kız okulu, 2 Rum okulu, 2 Bulgar okulu, köylerde 30 cami, 39 okul ve 1140 öğrenci vardı. Kasaba ile 3 nahiyeye bağlı 70 köyde 6172 ev, 35.869 nüfus vardı. Coğrafya. Uzunköprü Türkiye'nin en batı sınırında, Edirne ilinin tam ortasında yer alır. Batısında Yunanistan ve Meriç ilçesi, doğusunda Tekirdağ, kuzeydoğusunda Kırklareli, güneyinde İpsala ve Keşan ilçeleri, kuzeyinde Edirne merkez ve Havsa ilçesi ile komşudur. Yüzölçümü 1224 km²dir. Ergene ovası üzerinde bulunan ilçenin denizden yüksekliği 18 m olup %75'i düzlüklerle kaplıdır. Kuzeyinde ve güneyinde yer yer küçük tepeciklere ve platolara rastlanan Uzunköprü'nün en yüksek yeri 221 m ile Süleymaniye tepesidir. İlçe, deniz ve kara iklimleri arasında bulunan sert bir iklim olan Akdeniz ikliminin Trakya Geçit Tipi alanındadır. Rüzgarlar, genellikle kuzey yönlerden ve orta şiddette eser. Yazlar sıcak ve yağışsız, kışlar soğuk ve kar yağışlıdır. En çok yağmurun gözlemlendiği dönem ise bahar aylarıdır. Yarı nemli olarak sayılabilecek bir iklime sahip olan ilçenin doğal bitki örtüsü bozkırdır. %20'si çayır ve meralarla, %10'u ise orman ve fundalıklarla kaplı olan ilçe topraklarının kalanı tarıma ayrılmıştır. Ancak son yıllarda yapılan ağaçlandırma çalışmalarıyla ilçenin ormanlık alanı da artmaya başlamıştır. Ekonomi. Trakya topraklarının en verimli bölgesi olan Ergene havzasında yer alan Uzunköprü ekonomisi tarıma ve tarımsal sanayiye dayalıdır. Hem yer altı hem de yer üstü su kaynakları bakımından oldukça zengin olan ilçe Ergene ve Meriç nehirlerinin taşıdığı alüvyonların meydana getirdiği verimli geniş topraklara sahiptir. Topraklarının %80'inde tarım yapılan ilçede en çok buğday, pirinç, ayçiçeği ve şeker pancarı yetiştirilmekte ve Uzunköprü'deki fabrikalarda işlenmektedir. Ergene Nehri'nin kirliliği nedeniyle tarımda büyük sıkıntılar yaşanmakta, bu nedenle tarım alanları ve tarım miktarı ciddi oranlarda düşmüştür. Birçok köyde özellikle pirinç tarımı neredeyse bitmiştir. Bununla birlikte son yıllarda seracılığın artmasıyla birlikte sebze yetiştiriciliği, bağ ve bahçecilik de gelişme göstermeye başlamıştır. Uzunköprü'de tarım kadar olmasa da hayvancılık da önemli bir yer tutmaktadır. En çok küçükbaş hayvan yetiştirilen ilçeden çevre illere canlı hayvan ve et ihraç edilmektedir. Bunun yanı sıra mandıracılık da gelişmiş, süt ve süt ürünleri özellikle de peynir yapımında oldukça ileri bir düzeye gelinmiştir. Son yıllarda ilçede yurtdışına ihraç etmek üzere domuz yetiştirilmeye de başlanmıştır. Denize kıyısı bulunmayan Uzunköprü'de balıkçılık daha çok sulama amaçlı kullanılan ve sayısı 17'yi bulan baraj ve göllerden yapılmakta ve çoğunlukla bireysel düzeyde kalmaktadır. Ayrıca artan kirlilik Ergene ve Meriç nehirlerini balıkçılık bakımından oldukça kullanışsız hale getirmektedir. Bu yüzden de ilçede balıkçılık gelişme gösterememiş, çevre il ve ilçelerden balık ithal edilmek zorunda kalınmıştır. Kültür. Mutfak kültürü. Bir Türk ve Balkan kenti olarak Uzunköprü, hem kendine özgü hem de Balkan ve Türk mutfağına ait olan yemek, börek ve tatlı çeşitlerinin bir arada bulunabileceği geniş bir mutfağa sahiptir. Sadece bu yöreye has olan beyaz yahni, kaşarlı köfte, Uzunköprü köftesi, kayısılı kuzu, domates dolması ve yer elması çorbası ile nektarili fincan tatlısı gibi yemek ve tatlı çeşitlerinin yanında Balkanlar'a has ciğer kapama, Arnavut ciğeri, Edirne ciğeri, lahana aşı, akıtma, kıvrım böreği, pırasa pidesi, gül ve zerdali tatlısı, cevizli şekerpare ile sütlaç diğer geleneksel Türk yemekleriyle birlikte zengin Uzunköprü mutfağını oluşturan en önemli lezzetlerdendir. Tarihî Yapılar. Ergene Köprüsü. Uzunköprü ilçesine adını veren dünyanın en uzun tarihi taş köprüsüdür. Sultan II. Murat'ın emriyle 1427-1443 yılları arasında Mimar Muslihiddin Usta tarafından Ergene nehri üzerine yapılmış ve 1444 yılında Sultan II. Murat'ın da katıldığı büyük bir törenle açılmıştır. Yapıldığı yer, Osmanlı Devleti'nin o zamanki başkenti Edirne ile Gelibolu ve Batı Rumeli'yi birbirine bağlayan askeri ve ticari bakımdan oldukça önemli bir stratejik noktadadır. Köprü, günümüzde Uzunköprü'nün köylerinden olan Yağmurca ve Eskiköy ile Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Hasırcıarnavut köyündeki taşocaklarından getirilen taşların kesilip Horasan harcıyla birbirine yapıştırılmasıyla inşa edilmiştir. Yapımına önce Gazi Mahmut Bey, onun ölümünden sonra da İshak Bey nezaret etmişlerdir. Günümüzde, ilk gözünden son gözüne kadar 1238,55 m uzunluğunda olmasına karşın ilk yapıldığında uzatılmış kanatlarıyla birlikte 1392 m'yi bulmaktaydı. Bu kadar uzun yapılmasının sebebi o dönemde bölgenin geniş bataklıklarla kaplı olmasıdır. Bunun yanı sıra Ergene Nehri'nin yağışlı zamanlarda taşkınlara yol açması nedeniyle nehir üzerindeki gözler oldukça yüksek tutulmuş, köprünün yıkılmasını önlemek için de bu gözlere yedi adet tahliye deliği eklenmiştir. 13,56 m yüksekliğindeki köprünün kanat ve kemerleri; aslan, fil, kartal, lale ve çeşitli geometrik kabartma motiflerle süslenmiştir. Yapılmasından bu yana birçok sel ve deprem felaketi geçiren köprü, bu zararları gidermek amacıyla Fatih Sultan Mehmet, Sultan II. Osman, Sultan II. Mahmut ve Sultan II. Abdülhamit zamanında onarımdan geçirilmiştir. Cumhuriyet döneminde motorlu araçların geçişini kolaylaştırmak amacıyla 1964-1971 yılları arasında yapılan restorasyonda köprü iki yandan genişletilerek eni 5,24 m'den 6,80 m'ye çıkarılmıştır. Başlangıçta 174 gözlü olan köprünün bir gözü zaman içinde yıkılmış, diğer bir gözü de başka bir gözle birleştirilerek göz sayısı 172'ye indirilmiştir. Hürriyet Anıtı (Hürriyet Çeşmesi). Türk demokrasi tarihinin dönüm noktalarından biri olan II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinin anısına yapılmış olan demokrasi anıtıdır. Osmanlı Devleti'nin 23 Temmuz 1908'de ikinci kez ilan ettiği meşrutiyet ile mutlak monarşiden parlamenter rejime geçmesiyle o güne dek görülmemiş bir özgürlükler dönemine girmiştir. Bu büyük olayın bir ifadesi olarak meşhur Osmanlı aydınlarından ve dönemin Uzunköprü kaymakamı Mazhar Müfit Kansu ile Belediye Başkanı Hafız İsmail Yayalar'ın öncülüğü ve girişimleriyle 11 Aralık 1908'de köprünün ilçeye bakan sol baş tarafına dikilmiştir. 6 m yüksekliğinde olan anıt 2 m²lik bir zemin üzerine inşa edilmiştir. İlk yapıldığında ön tarafına insanların, sol tarafına ise hayvanların kullanması için iki adet çeşme konulmuştur. Ancak 1938'de bu çeşmeler kaldırılmış ve üzerleri kapatılmıştır. Fransız İhtilali'nin dört büyük ilkesini ifade eden Hürriyet, Adalet, Eşitlik (Müsavat) ve Kardeşlik (Uhuvvet) sloganları tabletler üzerine yazılarak tüm Türk tarihinin ilk hürriyet ve demokrasi anıtı olan Hürriyet Anıtı'nın dört yüzüne yerleştirilmiştir. 1964 yılındaki köprü restorasyonu sırasında anıt asıl yerinin 1 m soluna taşınmış, bu taşınma işlemi sırasında ise orijinal tabletler kaybolmuştur. Günümüzde anıt üzerinde bulunan tabletler asılları olmayıp kaybolduktan sonra yaptırılan kopyalarıdır. Unutulmaya yüz tutmuş olan Hürriyet Anıtı yapılan restorasyonla tümüyle yenilenerek yapımından tam 104 yıl sonra 11 Aralık 2012 tarihinde ziyarete açılmıştır. II. Murat Camii (Muradiye Camii). Günümüzde Muradiye Mahallesi'nde bulunan II. Murad Camisi, Sultan 2. Murat tarafından 1443 yılında Uzun Köprü ile beraber yaptırılmış ve 1444'te hizmete açılmıştır. Selatin camilerindendir. Muradiye Camii, asıl olarak etrafında imaret ve medreseyle birlikte bir külliyenin parçası olarak yapılmışsa da günümüzde sadece bu cami ayakta kalmıştır. Moloz taşından yapılan cami 22 m uzunluğunda 19 m eninde dikdörtgen planlıdır. İlk yapıldığında kubbeli olan caminin, 1621'de Sultan II. Osman döneminde yapılan onarımda kubbesi yıkılarak üzeri beşik örtülü çatı ile örtülmüş ve kurşun kaplanmıştır. Osmanlı döneminde yapılmış dikdörtgen beşik örtülü camilerin en büyüğüdür. 500 kişiyi alabilecek büyüklüktedir. Caminin yüksekliği 5,70 m olup, bu yükseklik bir cami için alçaktır. Bu nedenle de pencereleri üst örtünün saçaklarına kadar dayanmaktadır. Caminin önünde 3,80 m eninde 22,20 m uzunluğunda bir son cemaat sundurması yapılmıştır. İlk başlarda 12 ahşap direğin taşıdığı bu sundurmanın direkleri sonraki yıllarda yapılan onarımlarda kaldırılarak yerine bir duvar örülmüştür. Arka tarafında ise Uzunköprü'nün önde gelen şahıslarının defnedildiği bir mezarlık (hazire) alanı bulunmaktadır. Caminin duvarına bitişik olan minaresi kesme taştan olup, dikdörtgen bir kaide üzerinde Türk üçgenleri ile gövdeye geçilmektedir. Minare gövdesi yuvarlak ve tek şerefelidir. Caminin avlusu ikisi batıda biri doğuda olmak üzere üç kapılıdır. Batıda bulunan ana giriş kapısının üzerinde ünlü Osmanlı tarihçisi Abdurrahman Hibri tarafından yazdırılan ve caminin 1443'te II. Murat tarafından yaptırıldığını, 1621'de ise II. Osman tarafından tamir ettirildiğini belirten mermer bir kitabe bulunmaktadır. Caminin avlusunda ve giriş kapısının karşısında, piramit şeklinde bir külah ile örtülü şadırvan bulunmaktadır. Bu şadırvanın sekizgen prizma bir hazinesi ve sekiz musluğu vardır. Önceleri ahşap olan sekiz direği ise 1993 yılında yapılan yenileme çalışmasında demirli beton sütunlar ile değiştirilmiştir. Osmanlılarda ibadetlerden sonra cemaate ikram edilmek üzere şerbet dağıtma geleneği ilk defa Muradiye Camii şadırvanının musluklarından akıtılarak yapılmaya başlanmıştır. Aziz İoannis (Vaftizci Yahya) Kilisesi. 1875 yılında o dönemde Uzunköprü'de yaşayan Rumlar tarafından Aziz İoannis Prodromos (Vaftizci Yahya) adına yaptırılan Ortodoks kilisesidir. Uzunköprü'nün Muradiye Mahallesi'nde bulunmaktadır. Moloz taştan inşa edilmiş, yer yer süs olarak tuğlalar kullanılmıştır. Üç nefli (salonlu) bazilika tipindedir. Yarım kubbelidir. Apsis (mihrap) ve çatısı oluklu kiremitle kaplıdır. Apsis ve salonları yuvarlak kemerli dikdörtgen pencerelidir. Orta nefin duvarları altısı sağda altısı solda olmak üzere 12 Havari'yi tek tek betimleyen freskler ile bezenmiştir. Yapılış yılı olan 1875'ten Lozan Anlaşması'nda varılan Mübadele (Karşılıklı Yer Değiştirme ) kararı sonucu Rum ahalinin 1924'te bölgeyi terk etmelerine kadar kilisede 17.000'den fazla kişinin vaftiz edildiği bilinmektedir. Rum ahali giderken çanı da dahil olmak üzere kilise içerisinde bulunan tüm taşınır eşyaları beraberlerinde Yunanistan'a götürmüşlerdir. Kiliseye ait olan büyük çan şu anda İskeçe Kilisesi'nde kullanılmaktadır. Bu tarihten 2011 yılına kadar kilise kullanılmadan atıl bir halde bırakılmıştır. Uzunköprü Belediyesi tarafından Kasım 2011 tarihinde başlatılan restorasyon çalışmaları 2013 yılında tamamlanmış, eski ihtişamlı görünümüne kavuşturulan tarihi kilise Fener Rum Patriği Bartholomeos'un da katıldığı büyük bir törenle 11 Mayıs 2013 tarihinde yeniden açılmıştır. Günümüzde kilise, Kültür ve Sanat Merkezi olarak hizmet vermektedir. Gazi Turhan Bey Camii ve Türbesi. Osmanlı sultanları II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet döneminin en önemli komutanlarından biri olan Gazi Turhan Bey için yapılan cami ve türbedir. II. Murat'ın damadı ve Fatih Sultan Mehmet'in kayınbiraderidir. Mora fatihi olarak bilinen Gazi Turhan Bey'in babası Paşayiğit ve oğlu Ömer Bey de dönemlerinin önde gelen komutanlarındandır. 2. Kosova ve Varna savaşlarında büyük yararlılıklar göstermiş, Balkanlar'da fethedilen yerlere Türkmen aşiretlerin yerleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. İstanbul'un fethi sırasında Avrupa'dan gelen yardımı önleyen de kendisidir. Her ne kadar doğum ve ölüm tarihi tam olarak belli olmasa da kendisinin 1456 yılının ortalarına doğru vefat ettiği ve Kırkkavak Köyü'nde kendisi için yaptırılan türbeye defnedildiği bilinmektedir. Yaptığı önemli hizmetlerden dolayı 1454 yılında bugün Uzunköprü'ye 8 km uzaklıkta olan Kırkkavak köyü Gazi Turhan Bey'e vakıf olarak verilmiş, o da burada büyük bir Külliye inşa ettirmiştir. Meşhur Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi 1658'de bu köyü gezmiş ve Seyahatname'sinde köyün güzel bir hanı, hamamı ve camisi olan bir yer olduğundan bahsetmiştir. Günümüzde ise bu Külliye'den geriye sadece cami ve türbesi kalmıştır. Gazi Turhan Camii ve Türbesi çağdaşı türbe ve camilerle yapısal olarak aynı karakteristik özellikleri taşımaktadır. Her ikisi de süsleme bakımından oldukça sade tutulan kompleksin camisi moloz taş ve tuğladan, türbesi ise kesme taştan kare planlı olarak inşa edilmiş ve üzerleri kurşun kaplı birer kubbeyle örtülmüştür. Tek şerefeli bir minareye sahip olan camide ahşaptan bir son cemaat sundurması da bulunmaktadır. Son zamana kadar oldukça kötü durumda olan cami ve türbe baştan başa bir restorasyondan geçirilerek 2008 yılında ziyarete açılmıştır. Kent Müzesi. Uzunköprü Belediyesi Kent Müzesi eski Tekel (Reji) binasının restore edilerek müzeye dönüştürülmesi sonucu 16 Aralık 2013 tarihinde hizmete açılmıştır. Başlı başına tarihî eser niteliği taşıyan müze binası 1900'lü yılların başında özel konak olarak yaptırılmış, 1939'dan itibaren ise Tekel depo, satım ve lojmanı olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1990'larda Uzunköprü'de Tekel işletmesinin kaldırılmasından sonra bina boş bırakılmış ve neredeyse yıkılma noktasına gelmiştir. Tarihi niteliğine uygun olarak müzeye dönüştürülerek kurtarılan bina, ilçenin sahip olduğu tarihî eserlere ev sahipliği yapan bir merkeze çevrilmiştir. İki katlı ve altı odalı olan müzenin her bir odası tarihî eserlerin türlerine göre ayrı ayrı sergilendiği bölümlere dönüştürülmüştür. Alt katta bulunan ilk üç bölümde kente ait olan tarihî eserler toplu olarak sergilenirken, Yaşam Odası, Gelin Odası, Kahve Köşesi gibi bölümlerin olduğu üst kattaki odaların her biri ise geçmiş hayatın tekrar canlandırıldığı ve ziyaret edeni o dönemin gündelik hayatından sahnelere götüren yerler haline getirilmiştir. Müzeye giriş ücretsiz olup pazartesi hariç her gün ziyarete açıktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6004", "len_data": 18380, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.56 }
Neptün, Güneş Sistemi'nin sekizinci, Güneş'e en uzak ve katı yüzeyi bulunmayan gezegenidir. Gaz gezegenler sınıfında yer alan Neptün, Jüpiter ve Satürn'e kıyasla farklı yapısından ötürü buz devi olarak da sınıflandırılır. Güneş sisteminin Uranüs ile beraber en soğuk iki gezegeninden biridir. Katı yüzeye sahip olmamakla birlikte gezegenin dış katmanı genel olarak hidrojen ve helyumdan oluşur. İç katmanında ise gezegenin kütlesinin çoğu kayalık bir çekirdeğin üzerindeki sıcak ve yoğun maddelerden (su, metan ve amonyak) oluşur. Adını Roma deniz tanrısı Neptunus'ten alan gezegen, Güneş Sistemi'nde çapına göre en büyük dördüncü, kütlesine göre ise en büyük üçüncü gezegendir. Dünya'dan 17 kat fazla kütlesiyle, ikizi sayılabilecek Uranüs'ten biraz daha büyük ve daha yoğundur. Güneş'e olan uzaklığı ortalama 30 Astronomik birimdir. 23 Eylül 1846'da keşfedilen Neptün, deneysel gözlemlerden önce matematiksel tahminlerle tespit edilen ilk ve tek gezegendir. Alexis Bouvard, Uranüs'ün yörüngesindeki beklenmeyen değişikliklere, bilinmeyen bir gezegenin kütleçekimsel etkisinin sebep olduğunu öngördü. Daha sonra Neptün, Johann Gottfried Galle tarafından Urbain Le Verrier'in tahmin ettiği pozisyonun çok yakınında bir bölgede gözlemlendi. Kısa bir süre sonra da en büyük uydusu Triton keşfedildi. Kalan 12 uydusu ise ancak 20. yüzyılda keşfedilebildi. Neptün şimdiye kadar sadece Voyager 2 tarafından ziyaret edildi. Neptün'ün yapısı Uranüs'e çok benzemektedir, bununla beraber bu ikisi, daha büyük gaz devleri olan Jüpiter ve Satürn'ün yapısından biraz farklıdırlar. Neptün'ün atmosferi, Jüpiter ve Satürn'ün atmosferi gibi ağırlıklı olarak hidrojen ve helyum ve az miktarlarlarda hidrokarbon ile azottan oluşmakla beraber, görece yüksek miktarlardaki su, amonyak ve metan buzları ile onlardan ayrılmaktadır. Astronomların Uranüs ve Neptün'e bazen buz devleri demesinin nedeni de işte bu farklılığı vurgulamaktır. Neptün'ün iç katmanları, Uranüs'e benzer şekilde ağırlıklı olarak buz ve kayaç malzemelerden oluşmaktadır. Atmosferinin üst katmanlarında bulunan metan, gezegene mavi görüntüsünü vermektedir. Uranüs'ün durağan atmosferinin aksine Neptün'ün atmosferi hareketli ve göze çarpan hava olayları ile dikkat çekmektedir. Örneğin, 1989'daki Voyager 2 yakın geçişi sırasında gezegenin güney yarım küresinde Jüpiter'deki Büyük Kırmızı Leke'ye benzer bir Büyük koyu leke vardı. Bütün bu atmosfer olayları, yaklaşık 2100 km/saate varan hızlara sahip Güneş Sistemi'ndeki en güçlü rüzgârlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Güneş'e olan uzaklığı nedeniyle, Neptün'ün üst atmosfer katmanları, -218 °C'ye kadar düşen sıcaklığıyla Güneş Sistemi'ndeki en soğuk yerlerdendir. Bununla birlikte, gezegenin merkezi yaklaşık 5000 °C kadar sıcaktır. Neptün, 1960'larda fark edilen ve 1989'da Voyager 2 tarafından kesin olarak onaylanan çok ince ve parçalı bir halka sistemine de sahiptir. Tarihi. Keşif. Galileo'nun çizimlerine göre o, Neptün'ü 28 Aralık 1612 ve 27 Ocak 1613'te gözlemlemiş. Ama Galileo iki seferde de, Neptün'ü hareketsiz görüntüsünden dolayı bir yıldız olarak değerlendirmiştir. Bu sebeple bu gözlemler Neptün'ün keşfi olarak sayılmamaktadır. Tam Galileo'nun ilk gözlemini yaptığı tarihlerde Dünya ve Neptün'ün yörüngedeki hareket yönleri tersine dönmekteydi. Bu kısa zaman aralığı boyunca gezegenler gökyüzünde sabitmiş gibi görünür. Bu da Galileo'nun o zamanki teleskobuyla gezegenin hareketini fark etmesini iyice güçleştirmişti. Bununla birlikte, Temmuz 2009'da Melbourne Üniversitesinden bir fizikçinin açıklamalarına göre Galileo gözlemlediği bu gök cisminin hareketli olduğunu fark etmiş olabilir. 1821'de Alexis Bouvard, Uranüs yörüngesinin astronomik çizelgelerini yayınladı. Takip eden gözlemler, hazırlanan çizelgelerde kayda değer hataların olduğunu ortaya koydu. Bu da Bouvard'ı, Uranüs ile henüz bilinmeyen bir gök cismi arasında olan kütleçekimsel etkileşimin buna sebep olduğunu düşünmeye itti. John Couch Adams, 1843 yılında elindeki verilerden yararlanarak Uranüs'ün yörüngesi üzerine çalışmaya başladı. Daha sonra George Airy'den yeni veriler edindi ve çalışmalarını 1846 senesine kadar sürdürdü. Yeni bir gezegenin varlığıyla ilgili bazı varsayımlar üretti fakat Airy'nin Uranüs'ün yörüngesiyle ilgili talebine karşılık vermedi. Aynı tarihlerde Urbain Le Verrier de Adams'tan bağımsız olarak kendi hesaplamalarını geliştirdi. 1846 Haziran'ında Le Verrier'in yayınladığı bulguları gören Airy, bunların Adams'ınkilerle örtüştüğünü fark etti ve Cambridge Gözlemevi müdürü James Challis'i bu öngörülen yeni gezegeni aramaya ikna etti. Challis Ağustos ve Eylül ayları boyunca gökyüzünü taradı fakat bir sonuç çıkmadı. Bir taraftan Le Verrier de Berlin Gözlemevi astronomu Johann Gottfried Galle'den gezegeni araştırmasını istedi. Gözlemevindeki öğrencilerden Heinrich d'Arrest, Galle'ye Le Verrier'in tahmin ettiği bölgenin güncel çizelgelerdeki durumuyla o anki gökyüzünün durumunu bir gezegenin sabit bir yıldıza göre yer değiştirmesini de göz önüne alarak karşılaştırmasını önerdi. Le Verrier'in mektubunu aldıkları 23 Eylül 1846 gecesi Neptün, Le Verrier'in tahmin ettiği yerin sadece 1°(Adams'ın tahmininin ise 12° yakınında) uzağında keşfedildi. Challis ise sonradan söz konusu gök cismini Ağustos ayında iki kere gözlemlediğini fakat peşindeki gezegen olduğunu fark edemediğini anladı. Adlandırma. Keşfi ertesinde, Neptün, basitçe "Uranüs'ün ötesindeki gezegen" veya "Le Verrier'in gezegeni" biçiminde anılıyordu. İsim konusunda ilk öneri "Janus" olarak Galle'den geldi. Daha sonra Challis de "Oceanus" ismini önerdi. Keşfini isimlendirme hakkının kendisinde olduğunu söyleyen Le Verrier Neptün ismini önerdi. Daha sonra Ekim ayında, bu sefer kendi adı Le Verrier'i isim olarak önerdi ve bu öneri kendi ülkesinde destek de buldu. Fakat Fransa dışında kabul görmedi. Fransız almanaklarında Uranüs'ün adı Herschel(gezegenin kaşifi William Herschel'in adından) olarak değiştirildi ve yeni gezegen için de "Leverrier" ismi kullanıldı. 29 Aralık 1846'da Struve gezegen için Saint Petersburg Bilimler Akademisi'ne Neptün ismini önerdi. Daha sonra da Neptün gezegenin uluslararası kabul görmüş ismi oldu. Roma mitolojisi'nde Neptün, deniz tanrısıdır. Dünya haricindeki tüm gezegenlerin ismi Roma mitolojisindeki tanrılardan geliyordu. Neptün için de bu ismin önerilmesiyle bu isimlendirme geleneği korunmuştur. Greko-Romen kültürle doğrudan bir ilişkisi olmayan ülkelerde bile bu ismin değiştirilmiş şekilleri kullanılmaktadır. Örneğin, Çince, Japonca ve Korecede gezegen için "Deniz Tanrısı'nın Yıldızı" anlamındaki yerel sözcükler kullanılmaktadır. Durum. Neptün, 1846'daki keşfinden 1930'da Plüton'un keşfine kadar bilinen en uzak gezegendi. Plüton keşfedildiğinde, bir gezegen olarak kabul edildi ve böylece Neptün, Plüton'un eliptik yörüngesinin onu Güneş'e Neptün'den yaklaştırdığı 1979 ile 1999 arasındaki 20 yıllık bir dönem dışında, bilinen en uzak ikinci gezegen oldu. 1992'de Kuiper kuşağının keşfi, birçok gök bilimcinin Plüton'un bir gezegen mi yoksa Kuiper kuşağının bir parçası mı olması gerektiğini tartışmasına yol açtı. 2006 yılında Uluslararası Astronomi Birliği, "gezegen" kelimesini ilk kez tanımlayarak, Plüton'u "cüce gezegen" olarak yeniden sınıflandırdı ve Neptün'ü bir kez daha Güneş Sistemindeki bilinen en uzak gezegen haline getirdi. Fiziksel özellikler. 1.0243 kg'lık kütlesi, Dünya'nın 17 katı fakat Jupiter'in 1/19'udur. Gezegenin yüzey kütleçekimini sadece Jupiter aşar. Güneş Sistemi'nde yüzey kütleçekimi Dünya'dan fazla olanlar, sadece bu iki gaz devidir. 24764 km'lik yarıçapı ile de Dünya'nın 4 katı kadardır. İç yapısı. Neptün'ün iç yapısı Uranüs'e benzemektedir. Atmosferi toplam kütlesinin %5-%10 kadarını ve dıştan merkeze doğru olan mesafesinin de yaklaşık %10-%20'lik kısmını oluşturur. Atmosfer basıncı 10GPa'yı bulmaktadır. Metan, amonyak ve su oranları atmosferin alt katmanlarında daha yüksektir. Bu daha koyu ve sıcak bölge, derinlere gittikçe yavaş yavaş sıcaklığın 5000 °C'yi bulduğu, sıvı bir mantoya dönüşür. Manto, 10-15 Dünya kütlesine denk; su, amonyak ve metanca zengindir. 7000 km derinlikten itibaren çekirdeğe kadar ortam koşulları öyle bir hal alır ki metan, elmas kristallerine ayrışır. Neptün'ün çekirdeği ağırlıklı olarak demir, nikel ve silikatlardan oluşmaktadır, kütlesi 1.2 Dünya kütlesi kadardır. Basınç, merkezde 7Mbar(700GPa), sıcaklık ise 5400K civarındadır. Atmosfer. Yüksek kısımlarında, Neptün atmosferi %80 hidrojen ve %19 helyumdan oluşur. Eser miktarda metan da vardır. Metan, ağırlıklı olarak elektormanyetik tayfın kızıl ve kızılötesi bölgesine denk gelen 600 nm ve daha uzun dalga boylu ışınları soğurur. Bu sebeple, tıpkı Uranüs gibi Neptün de mavi görüntüsüne kavuşur. Bununla birlikte, Neptün'ün azur mavisi görünüşüne karşılık Uranüs, hafif turkuvaza çalan bir görünüme sahiptir. Uranüs ve Neptün atmosferindeki metan miktarları çok benzer olduğu için bu farkın nedeninin atmosferlerdeki henüz bilmediğimiz bazı farklı bileşenler olduğu düşünülüyor. Neptün atmosferi iki ana katmandan oluşur; içteki troposferde sıcaklık yükseldikçe azalır ve dıştaki stratosferde ise sıcaklık yükseldikçe artar. Bu iki katmanı ayıran tropopoz 0.1bar(10kPa) basınc seviyesindedir. Stratosferden sonra ise, 0.0001microbar ve daha düşük basınçtaki termosfer başlar. Ve son olarak termosferden sonra ekzosfer bulunur. Yapılan çalışmalar Neptün troposferinin, yüksekliğe bağlı olarak değişen bileşimlere sahip bulutlar barındırdığını göstermiştir. Yüksek seviylerdeki bulutlar, sıcaklığın metanın yoğunlaşmasına izin verdiği 1 barın altındaki basınçlarda oluşur. 1 - 5 bar arasındaki basınçlarda amonyak ve hidrojen sülfür bulutlarının oluştuğuna inanılıyor. 5 barın üzerindeki basınçlarda ise bulutlar amonyak, amonyum sülfit((NH4)2S) ve sudan oluşuyor olabilir. Daha derinlerdeki su buzu bulutları, sıcaklığın 0 °C'ya kadar yükseldiği 50 bar civarındaki basınçlarda meydana geliyor olmalı. Daha da alt kısımlarda amonyak ve hidrojen sülfit bulutları bulunabilir. Sebebi henüz bilinmeyen nedenlerden dolayı gezegenin termosferi 1000 °C gibi anormal derecede yüksek bir sıcaklığa sahiptir. Neptün, Güneş'ten morötesi ışınların bu sıcaklığı üretemeyeceği kadar uzaktadır. Atmosferle gezegenin manyetik alanındaki iyonların etkileşimi de olası sebeplerden biridir. Termosfer ayrıca eser miktarlarda karbondioksit ve su da içermektedir, bunun kaynağının da göktaşları ve tozlar olduğu sanılıyor. Manyetosfer. Neptün manyetosferi de Uranüs'ünkine çok benzemektedir. Manyetik ekseni, dönme eksenine göre 47° eğiktir. Voyager 2, Neptün'e varmadan önce Uranüs manyetosferinin eğikliğinin gezegenin aşırı eğik dönme ekseninin bir sonucu olduğu tahmin ediliyordu. Ama iki gezegenin manyetik alanlarını karşılaştırdıktan sonra, bilim adamları artık bu aşırı eğikliklere, gezegenlerin iç kısımlarındaki akıntıların neden olduğunu düşünüyor. Neptün'ün dipol manyetik momenti 2.2 T·m³'tür. Gezegen yarıçapının yaklaşık 35 katı kadar ötesinde, manyetik alanı Güneş rüzgârlarını yavaşlatarak bir şok dalgası oluşturmaktadır. Güneş rüzgârları basıncının dengelendiği manyetopoz ise Neptün'den, kendi yarıçapının yaklaşık 25 katı kadar ileridedir. Manyetik alanın kuyruğu ise gezegen yarıçapının 72 katı kadar geriye uzanmaktadır. İklim. Neptün, hızları 600 m/s'ye kadar çıkabilen rüzgârlarla, oldukça hareketli fırtına sistemlerine sahiptir. Bulut seviyelerinde ortalama rüzgâr hızı, ekvator bölgesinde 400 m/s'den kutuplar civarında 250 m/s'ye kadar düşmektedir. Rüzgârların çoğu Neptün'ün dönüş yönünün tersine esmektedir. Atmosferdeki metan, etan ve asetilen yoğunluğu ekvatorda kutuplardan 10-100 kez daha fazladır. Bu da, ekvatorda yükselme, kutuplarda ise alçalma hareketlerine kanıt olarak yorumlanmaktadır. 2007'de ortalama −200 °C (70 K) sıcaklığıyla Neptün'ün güney yarıküresinde, troposferin üst katmanlarının Neptün'ün geri kalanından 10 °C daha sıcak olduğu keşfedildi. Bu sıcaklık farkı da atmosferin geri kalanında katı halde bulunan metanın gaz haline geçmesine yetmektedir. Bu "sıcak" bölgenin sebebi ise bu aralar Güneş ışınlarının güney yarıküreye vurması nedeniyle bu yarıkürenin "yaz" mevsimini yaşamasıdır. İleride mevsimlerin değişmesiyle, güney yarıküre kararacak ve kuzey yarıküre ışık almaya başlayacaktır ve böylece metan salınımı da, güneyden kuzey yarıküreye geçecek. Mevsimsel değişiklikler yüzünden 1980'lerden bu yana, bulutların gezegenin güney yarımküresinde yoğunlaştığı gözlenmiştir. Bu eğilimin 2020'lere kadar sürmesi bekleniyor. Uzun yörünge periyodu nedeniyle Neptün'de mevsimler 40 yıl sürer. Fırtınalar. 1989 yılında, yaklaşık 86milyon km² alana sahip antisiklonik bir kasırga olan "Büyük koyu leke" Voyager 2 tarafından keşfedildi. Kasırga, Jupiter'deki Büyük kırmızı lekeyi andırıyordu. Bununla birlikte 5 yıl sonra Hubble Uzay Teleskobuyla yapılan gözlemlerde bu leke gözlenemedi. Bunun yerine büyük koyu lekeye çok benzeyen bir kasırga gezegenin kuzey yarımküresinde görüldü. Gene Voyager 2'nin 1989'daki geçişi sırasında büyük koyu lekeye göre daha güneyde kalan ve siklonik bir kasırga olan "Küçük koyu leke" de gözlemlendi. "Küçük Kara Leke," 1989 karşılaşması sırasında gözlemlenen en yoğun ikinci fırtına olan güneydeki bir siklonik fırtınadır. Parlak bir çekirdek geliştirildi ve en yüksek çözünürlüklü görüntülerin çoğunda görülebilir. İç sıcaklığı. Neptün'ün Uranüs'e göre daha değişken hava koşulları, iç sıcaklığının görece yüksekliğine bağlanıyor. Neptün Güneş'e, Uranüs'e oranla 1.5 kat uzak olsa da ve Uranüs'ün aldığı günışığının %40'ını alsa da yüzey sıcaklığı aşağı yukarı Uranüs'le aynıdır. Neptün troposferinin üst kısımları −221.4 °C sıcaklığa kadar düşer. Atmosfer basıncının 1 bar olduğu seviyede ise sıcaklık −201.15 °C'dir. Uranüs'te olduğu gibi bu sıcaklığın kaynağı bilinmemektedir ama tutarsızlıklar daha fazladır: Uranüs'ün yaydığı enerji, Güneş'ten aldığı enerjiye göre sadece 1.1 kat fazladır bununla birlikte bu oran Neptün'de 2.61'dir. Neptün Güneş'ten en uzak gezegendir ama barındırdığı enerji, Güneş Sistemi'nin en hızlı rüzgârlarını besleyebilmektedir. Olası nedenler arasında gezegen çekirdeğinden gelen radyoaktif bozunum kökenli ısı, yüksek basınç altında metanın hidrojen, karbon(elmas) ve uzun zincirli hidrokarbonlara bozunumu sonucu ortaya çıkabilecek enerji ve alt atmosfer katmanlarındaki konveksiyon sonucu stratosferde oluşan hava dalgalarıdır. Yörünge ve dönme. Neptün, Güneş'ten ortalama 4,5 milyar km uzaktadır ve Güneş çevresinde bir turunu 164,79 yılda tamamlamaktadır. 12 Temmuz 2011 tarihinde Neptün, 1846'daki keşfinden sonra henüz ilk turunu tamamladı bununla birlikte, gökyüzünde tam olarak keşfedildiği noktada görünmeyecektir çünkü, dünya kendi yörüngesinde o güne göre farklı bir yerde bulunacaktır. Neptün'ün yörünge düzlemi Dünya'nınkiyle 1,77°'lik açı yapmaktadır. 0,011'lik dışmerkezliği dolayısıyla Neptün'ün Güneş'e en yakın olduğu uzaklıkla en uzak olduğu uzaklık arasında 101 milyon km fark vardır. Neptün'ün eksen eğikliği 28,32°'dir ve bu açı Dünya(23°) ve Mars'ınkine(25°) çok benzerdir. Bunun sonucu olarak bu gezegen de benzer mevsimsel değişiklikler geçirir. Ama çok uzun yörünge periyodu dolayısıyla bir mevsimi 40 Dünya senesi sürer. Kendi ekseni etrafında bir turu ise kabaca 16,11 saat sürer. Neptün katı bir yapıya sahip olmadığı için, atmosferi enleme göre farklı hızlarda döner. Ekvatoral bölgenin bir tam tur dönüşü, 18 saate kadar çıkmaktadır. Kutup bölgelerinde ise bu süre 12 saate kadar düşmektedir. Güneş Sistemi'ndeki gaz devleri arasında, bölgeler arası dönüş farkı en fazla olan gezegendir. Bu büyük farklar da enlem bölgeleri sınırlarında çok güçlü rüzgârlar yaratır. Yörüngesel rezonans. Neptün, hemen ardından gelen Kuiper kuşağı üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Kuiper kuşağı Mars'la Jupiter arasındaki ateroid kuşağına benzer olarak ufak, buzlu gök cisimlerinden oluşan bir halkadır. Güneş'e 30 AU (AU: Astronomik Birim, 1 AU=149.597.870.691 ± 30 m) uzaktaki Neptün yörüngesinin hemen ardından başlayıp yaklaşık 55 AU uzaklığa kadar devam eder. Nasıl ki, Jüpiter'in kütleçekimi asteroit kuşağını şekillendiriyorsa, Neptün kütleçekimi de Kuiper kuşağını şekillendirmektedir. Güneş Sistemi var olduğundan beri, Kuiper kuşağının belli bölgeleri Neptün kütleçekimi tarafından dengesizleştirilmekte, belli bölgelerde boşluklar oluşturulmaktadır. 40. ve 42. AU'lar bunun örnekleridir. Bununla beraber Güneş Sistemi'nin oluşumundan bugüne, bu bölgelerde varlığını sürdüren gök cisimleri de vardır. Varlıklarını ise 1:2 veya 3:4 gibi yörüngesel rezonanslara borçlular. Bu şu anlama gelmektedir: Eğer iki gök cisminden biri, Güneş etrafında bir turunu tamamladığında diğer gök cismi yörüngesinin tam yarısını katetmişse bu iki gök cismi arasında 1:2'lik rezonans söz konusudur. Neptün'ün her 3 turuna karşılık 2 tur anlamına gelen 2:3'lük rezonans, Kuiper kuşağındaki 200 gök cisminde görülür. Bu, Kuiper kuşağı cisimleriyle Neptün arasındaki en yaygın yörüngesel rezonanstır, Plüton da bu gök cisimlerinden biridir. Eliptik yörüngesi nedeniyle bazen Neptün yörüngesine çok yakın geçmesine rağmen bu rezonans sayesinde Neptün'e hiçbir zaman çarpmayacaktır. Oluşumu ve göç. Neptün ve Uranüs'ün oluşum süreçlerini doğru şekilde açıklamak şu anki bilgilerimizle çok zordur. Günümüzdeki modellere göre ilk zamanlarında Güneş Sistemi'nin dış bölgelerinde bu büyüklükteki yapıların oluşumu için yeterli madde miktarı yoktu. Bu nedenle sürekli etrafındaki kütleyi çekerek büyümeye dayalı geleneksel varsayımların yerine farklı modeller geliştirildi. Bu varsayımlardan birine göre bu gezegenler maddenin daha yoğun olduğu Güneş'e yakın bölgelerde oluştular ve yavaş yavaş günümüzde bulundukları yörüngelere kaydılar. Şu anda Kuiper kuşağındaki küçük cisimlerin çokluğunu da açıklayabilen bu varsayım gök bilimciler arasında en çok kabul gören varsayımdır. Göç eden Neptün'ün ve diğer gaz devlerinin Kuiper kuşağı üzerindeki etkilerini araştıran bu hipotez, Nice modeli olarak bilinir. Uyduları. Neptün'ün bilinen 16 uydulu bir uydu sistemi bulunmaktadır. Bunların içinde açık farkla en büyüğü; William Lassell tarafından, Neptün'ün keşfinden sadece 17 gün sonra gözlenen, Neptün etrafında dönen toplam kütlenin %99.5'ini oluşturan, ve ayrıca küresel şekle sahip olabilecek kadar kütleye sahip tek gök cismi olan, Triton'dur. İstisnai olarak, Güneş Sistemi'ndeki diğer tüm uydulara göre ters yönde bir yörüngeye sahiptir. Bu özelliği onun olduğu yerde oluşmadığını, Neptün tarafından yakalandığını gösteriyor. Eski bir Kuiper kuşağı cüce gezegeni olabilir. Triton yörüngesinde eş zamanlı olarak döner, yani Neptün'e hep aynı yüzü dönüktür. Gelgit ivmelenmesi nedeniyle de gezegenine git gide yaklaşmaktadır. 3.6 milyar yıl sonra Roche limitine ulaştığında da parçalanarak yok olacaktır. 1989'da yaklaşık −235 °C (38 K) sıcaklığıyla Triton. Güneş Sistemi'ndeki en soğuk gök cismiydi.Neptün'ün ikinci keşfedilen uydusu, Güneş Sistemi'ndeki en eliptik uydu yörüngesiyle Nereid'tir. 0.7512'lik dışmerkezliğiyle; enöte uzaklığı, enberi uzaklığının 7 katıdır. 1989'da, Temmuz'dan Eylül'e kadar Voyager 2 altı yeni uydu daha keşfetti. Bunlar gezegenin ikinci büyük uydusu Proteus, en içteki dört uydusu Naiad, Thalassa, Despina ve Galatea ve en uzak uydusu Larissa'dır. Beş yeni, küçük ve düzensiz uydu 2004 yılında duyuruldu. Neptün, adını Roma deniz tanrısından aldığı için uydularına da daha küçük deniz tanrıları ve perilerinin isimleri verilmiştir. Neptün'ün 14. uydusu S/2004 N 1'in keşfi 15 Temmuz 2013'te duyuruldu. Gezegen halkaları. Neptün, beş ana halkadan oluşan bir sisteme sahiptir. Başta "yaylar" olarak adlandırılan halkalar, 22 Temmuz 1984'te Patrice Bouchet, Reinhold Häfner ve Jean Manfroid'dan oluşan ekip tarafından Şili'deki La Silla Gözlemevi'nde ve William Hubbard liderliğindeki bir program kapsamında F. Vilas ve L. R. Elicer tarafından Cerro Tololo Amerikaarası Gözlemevi'nde keşfedildi. Halkalar, 1989'da "Voyager 2" uzay aracı tarafından fotoğraflandı. Halkaların en yoğun kısımları, Satürn'ün ana halkalarının yoğunluğu nispeten az kısımlarıyla (C halkası ve Cassini bölümü gibi) karşılaştırılabilir; ancak Neptün'ün halka sisteminin çoğu görece zayıf, soluk ve tozlu olup Jüpiter'in halkalarına daha çok benzemektedir. Neptün'ün halkalarına, gezegenle ilgili önemli çalışmalara katkıda bulunan gök bilimcilerin adları verilmiştir: Galle, Le Verrier, Lassell, Arago ve Adams. Neptün, uydularından Galatea'nın yörüngesine denk gelen ve isim verilmemiş soluk bir halkaya daha sahiptir. Diğer üç uydusu olan Naiad, Thalassa ve Despina halkalar arasındaki yörüngelerde dönmektedirler. Neptün'ün halkaları, son derece koyu renkli, muhtemelen organik bileşikler içerip radyasyon etkisinde kalan malzemelerden oluşmaktadır. Benzer malzemeler Uranüs'ün halkalarında da görülür. Halkalardaki toz oranı (%20 ile %70 arasında) yüksek, optik derinlikleri ise düşük ile orta seviyede ve 0,1'den azdır. Adams halkası Fraternité, Égalité 1 ve 2, Liberté ve Courage adında beş ayrı yay içerir ve bu özelliğiyle benzersizdir. Yaylar dar bir enberi boylamı alanı kaplar, ilk tespit edildikleri 1980'den bu yana çok az değişmişlerdir ve kayda değer derecede kararlıdırlar. Yayların nasıl kararlı kaldığı hâlâ devam eden bir tartışma konusudur ve muhtemelen kararlılıkları Adams halkası ve iç çoban uydu Galatea arasındaki yörüngesel rezonans etkileşimi ile ilgilidir. Gözlem. Neptün'ü, Jüpiter'in Galileo uyduları ve cüce gezegen Ceres'den bile düşük olan +7.7 ila +8.0 kadirden arasında değişen parlaklığı sebebiyle çıplak gözle göremeyiz. Bir teleskop veya güçlü bir dürbünle ufak mavi bir disk olarak gözlemlenebilir. Dünya'mıza olan uzaklığı sebebiyle görünür boyutları da oldukça küçüktür. Bu da gezegen üzerinde görsel verilere dayalı çalışmaları iyice güçleştirmişti. Hubble Uzay Teleskobu'ndan önce teleskoplardan elde edilen veriler oldukça sınırlıydı. Araştırmalar. Voyager 2'nin Neptün yakın geçişi, 25 Ağustos 1989 tarihinde gerçekleşti. Daha sonra aynı gün içinde Triton'a da bir yakın geçiş yapıldı. Gezegenin manyetik alanının özellikleri, kendi ekseni etrafında dönüş süresi, hareketli atmosferi, uyduları ve halkaları hakkında birçok bilgi, Voyager 2'nin bu ziyareti sırasında edinildi. 2003 yılında NASA'nın Neptün'e yollanacak bir uzay aracı önerisi yayınlanmıştı. Uzay aracının 2016 yılında fırlatılması öngörülüyordu ama şu anda projenin geleceği belirsizdir. Voyager 2 uçuş görevinden sonra, Neptün sisteminin bilimsel keşfinde bir sonraki adım, bir "Flagship mission" olarak kabul edilir. Böyle varsayımsal bir misyonun 2020'lerin sonunda veya 2030'ların başında mümkün olacağı öngörülüyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6011", "len_data": 22517, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.11 }
Kuzey Makedonya (, ), resmî adıyla Kuzey Makedonya Cumhuriyeti, Balkanlar'da denize kıyısı olmayan bir ülkedir. 1991'de Yugoslavya'dan ayrılarak bağımsız olmuştur. Kuzeyde Sırbistan ve Kosova, batıda Arnavutluk, güneyde Yunanistan, doğuda Bulgaristan ile komşudur. Makedonya'nın kuzeyden üçte birlik bölümünü kaplamaktadır. Nüfusu yaklaşık 2 milyondur. Başkenti ve en büyük şehri Üsküp'tür ve nüfusun dörtte biri bu şehirde yaşar. Ülkedeki en büyük etnik grup Güney Slavlarına dâhil olan Makedonlardır. Arnavutlar nüfusun %25'ini oluşturur ve en büyük azınlıktır. Türkler, Çingeneler, Sırplar, Boşnaklar ve Ulahlar diğer etnik gruplardır. Kuzey Makedonya tarihi Trak-İlirya kökenli Payonya krallığı ile başladı. MÖ 6. yüzyılda Pers Ahameniş İmparatorluğu tarafından ele geçirilen bölge MÖ 4. yüzyılda Makedonya krallığına dönüştü. MÖ. 2. yüzyılda Romalılarca fethedildi ve Makedonya eyaletinin bir parçası oldu. Roma İmparatorluğu'nun bölünmesinin ardından Bizans İmparatorluğu'nda kaldı. Kuzey Makedonya 6. yüzyıldan itibaren Slav kabilelerinin istila ve göçlerine maruz kaldı. Bulgarlar, Bizanslılar ve Sırplar arasında yüzyıllarca süren savaşlar 14. yüzyılda Osmanlıların bölgeyi ele geçirmesiyle son buldu. 1912-13 Balkan Savaşları'yla Kuzey Makedonya Sırp hakimiyetine girdi. I. Dünya Savaşı'nda kısa süreliğine Bulgaristan'ın eline geçen Kuzey Makedonya savaşın ardından yeni kurulan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı'na bağlandı. II. Dünya Savaşı'nda yeniden Bulgaristan tarafından işgal edilen bölge 1945 yılında komünist Yugoslavya'nın kurucu devletlerinden biri oldu. 1991 yılında Yugoslavya'dan barışçıl bir şekilde ayrılarak "Makedonya Cumhuriyeti" adıyla bağımsızlık ilan etti ve kısa ad olarak hâlen resmî olmayan kaynaklarda kullanılmakta olan "Makedonya" adını kullanmaya başladı. Birleşmiş Milletler tarafından 1993 yılında tanınan ülke, Yunanistan'ın itirazı sonucu Birleşmiş Milletler'e "Makedonya Eski Yugoslav Cumhuriyeti" adıyla üye olabildi. Makedon ve Yunan hükûmetleri, Haziran 2018'de ülkenin adının "Kuzey Makedonya Cumhuriyeti" olarak değiştirilmesi konusunda anlaşmaya vardı. Yeni ad Şubat 2019'da kullanılmaya başladı. Üniter bir yapıya sahip Kuzey Makedonya parlamenter sistemle yönetilir. Ülke BM, NATO, Avrupa Konseyi, OSCE, CEFTA ve DTÖ üyesidir. 2005'ten beri Avrupa Birliği aday ülkesidir. Üst-orta gelir seviyesinde bir ülkedir ve bağımsızlıktan bu yana serbest bir ekonomi yaratmak amacıyla ciddi reformlar gerçekleştirmiştir. Gelişmekte olan ülkeler arasında değerlendirilen ülke İnsani Gelişme Endeksi'nde 82. sıradadır. Tarih. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti topraklarında antik çağlarda Payonya krallığı yer almaktaydı. Bu krallık Makedonya krallığının kuzeyindeydi; Paeonia halkıysa Traklara mensuptu. Kuzeybatıda Dardani, güneybatıda Enchelae, Pelagones ve Lyncestae adlı kabileler yerleşikti. Bunlardan ilk ikisi İliryalıydı, diğer ikisiyse kuzeybatı Yunanların Molosyalı kolundandı. MÖ 6. yüzyılın sonlarında I. Darius komutasındaki Pers Ahameniş İmparatorluğu bölgeyi ele geçirdi. Yunanistan'a ikinci Pers saldırısının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Persler günümüzün Makedonya Cumhuriyeti toprakları da dahil olmak üzere Avrupa'daki topraklarını terk etti. MÖ 356 yılında II. Filip Yukarı Makedonya ve güney Paeonia'yı Makedonya krallığına kattı. Oğlu Büyük İskender Paeonia'nın geri kalanını Scupi bölgesine ulaşacak şekilde ele geçirdi; ancak Scupi ve çevresi Dardani hakimiyetinde kaldı. MÖ 146 yılında Roma İmparatorluğu Makedonya eyaletini kurdu. Diocletianus dönemine gelindiğinde, bu eyalet güneyde antik Makedonya krallığını kapsayan "Macedonia Prima" ("İlk Makedonya") ve kuzeyde Paeonia'nın tamamıyla Dardania'nın bir kısmını, yani günümüzde Makedonya Cumhuriyeti topraklarının çoğunu kapsayan "Macedonia Salutaris" bölgelerine bölünmüştü. Stobi şehri bölgenin başkentiydi. Domitian döneminde (MS 81-96) Scupi bölgesi Roma egemenliğine geçti ve Moesia Superior eyaletine bağlandı. İmparatorluğun doğu bölgesinde Yunanca egemen dil olarak statüsünü korusa da Makedonya'da Latince yayılım gösterdi. MS 6. yüzyılda Slavlar Kuzey Makedonya'ya yerleşti. 580'lerdeki Bizans kayıtları Ön Bulgarların yardımıyla Kuzey Makedonya'daki Bizans yerleşimlerine akın eden Slavlardan bahseder. 680'lerde Kuber liderliğinde Ön Bulgarlar, Slavlar ve Bizanslılardan oluşan bir grup Manastır civarına yerleşti. Bulgar hanı I. Presyan döneminde Kuzey Makedonya'daki Slavlar Bulgar yönetimine girdi. I. Boris döneminde bölgedeki Slavlar Hıristiyanlığı kabul etti. 1014 yılında Bulgaristan çarı Samuil'in ordusunu yenen II. Basileios komutasındaki Bizanslılar dört yıl içinde Kuzey Makedonya da dahil olmak üzere Balkanlarda kontrolü sağladı. 12. yüzyıl sonlarına gelindiğindeyse bu kontrol zayıflamıştı. 13. yüzyılın başlarında İkinci Bulgar İmparatorluğu bölgeyi ele geçirdi. Bizans İmparatorluğu iç çekişmeler nedeniyle yıkılan bu imparatorluktan bölgeyi 14. yüzyıl başlarında geri aldı. 14. yüzyılda kendilerini Bizans zulmü altında ezilen Slavların kurtarıcısı olarak gören Sırp İmparatorluğu bölgeyi ele geçirdi. Üsküp Stefan Dušan'ın krallığının başkenti oldu. 1389 yılındaki I. Kosova Muharebesi'nde Sırp ordusunu yenen Osmanlı İmparatorluğu, muharebe sonrasında Makedonya'yı ele geçirdi. Osmanlı idaresinde Makedonya adı kullanımdan kayboldu. Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar’da topraklarını doğudan batıya olarak belirtilecek bir şekilde genişletmiş, bu bölge de Osmanlı idaresi için ilk büyük duraklardan olmuştur. İmparatorluğun içinde yüzyıllarca yer alan verimli, nüfuslu bir bölge özelliği kazanmıştır. Bu bölge 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan son bölgedir. Balkanlar, Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile Hristiyan Avrupa devletleri arasında geçiş bölgesiydi. Bu sebeple etnik köken ve din açılarından homojen bir yapı oluşamamıştır. Bu durum, Balkanlar’ın bir kesimi olan Makedonya için de aynı şekilde geçerli olmuştur. Osmanlı idaresi altında bölge Makedonya adıyla anılmamıştır. İlk fetihler döneminde Rumeli Eyaleti içinde yer alan bölgede en son Kosova Vilayeti, Manastır Vilayeti, Selanik Vilayeti adlı idari bölgelerin bazı kısımları ve tamamı yer almıştır. Osmanlı döneminde Türk nüfusu bakımından oldukça yoğun olan bölge, Osmanlı idaresi sonrasında yaşanan siyasi ve toplumsal sıkıntılar sebebiyle büyük göçlere sahne olmuştur. Bütün göçlere rağmen, Makedonya bölgesi içinde özellikle Kuzey Makedonya içinde ciddi bir Türk nüfusu bugün de yaşamaktadır. 600 yıla yakın süre Osmanlı egemenliğinde kalan bölge, 20. yüzyılda Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti'nin en güney kısımlarını oluşturmuştur. 1991 yılında özerk cumhuriyet Kuzey Makedonya, Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’nin iç savaşlara girdiği dönemde bağımsızlığını ilan etmiştir. Coğrafya. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin tek büyük ırmağı tam ortasından geçen Vardar Nehri'dir. Ülkede yüksekliği 2000 metreyi geçen 16 dağ bulunmaktadır. En büyük göller Arnavutluk, Yunanistan ve Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin kesiştiği noktada bulunan Ohri, Prespa ve Doyran Gölü'dür. Deniz kıyısı olmayan Kuzey Makedonya Cumhuriyeti karasal iklimi vardır. Dağlar. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'ndeki en önemli dağlar şunlardır: İdari yapılanma. Kuzey Makedonya'nın idari yapılanmasında aşağıdaki sistemlerden oluşur: İstatistiksel bölgeler. Kuzey Makedonya'nın istatistiksel bölgeleri şunlardır: Belediyeler. Kuzey Makedonya'da 84 belediye vardır. Ağustos 2004'te Kuzey Makedonya idaresi tarafından, söz konusu 84 belediye yeniden düzenlenmiştir. Bu belediye merkezlerinden on tanesi Büyük Üsküp’ü oluşturur. Demografi. Nüfus. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti nüfusu 2021 nüfus sayımına 1.836.713 kişidir. Halkın %58,6'sı büyük şehirlerde toplanmıştır. Kuzey Makedonya vatandaşı olup bir yılı aşkın süredir yurt dışında ikamet eden nüfus 260.606 olup, çoğunlukla Arnavut kökenli vatandaşlardan oluşmaktadır. Ülke dışında yaşayan vatandaşlardan 12.482'si Türk kökenlidir. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nde 70.961 etnik Türk yaşamaktadır. Şehirler. Etnik gruplar. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti çok etnik yapıya sahip bir devlettir. 2002 sayımlarına göre en büyük nüfus 1.297.981 kişiyle Makedonlar’a aittir. Sonraki dağılım Arnavutlar 509.083; Türkler 77.959; Çingeneler 53.879; Sırplar 35.939; Boşnaklar 17.018; Ulahlar 9695 şeklinde oluşmuştur. 2002 sayımlarına göre ülkenin etnik yapısı: Din. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nde en yaygın din %64,7 ile Makedon Ortodoks Kilisesi'ne bağlı Ortodoksluk, %34.3 ile en yaygın ikinci din İslam'dır. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti oran açısından Türkiye, Kosova, Arnavutluk ve Bosna-Hersek'ten sonra Avrupa'daki en büyük Müslüman nüfusu barındırır. Ülkede Müslümanlar'ın büyük çoğunluğunu Arnavutlar oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Türkler, Boşnaklar ve 40,000 - 80,000 kadar nüfusa sahip oldukları tahmin edilen bir Müslüman Makedon topluluğu da vardır. Müslüman Makedonlar, Hristiyanlardan ayırt edilmek için kendilerine Torbeş demektedirler. Ülkede 1200 kilise, 750 cami bulunur. Üsküp'te Ortodoks ve İslam dinine mensup insanlar için değişik okullar vardır. Kültür. Kuzey Makedonya, sanat, mimari, şiir ve müzik alanlarında zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Birçok antik, korunan dini mekana sahiptir. Şiir, sinema ve müzik festivalleri her yıl düzenlenir. Makedon müziği tarzları Bizans kilise müziğinin güçlü etkisi altında gelişti. Kuzey Makedonya'da, esas olarak 11. ve 16. yüzyıllar arasındaki döneme ait önemli sayıda korunmuş Bizans fresk tablo vardır. Büyük bir kısmı çok iyi durumda olan ve Makedon dini resim okulunun şaheserlerini temsil eden binlerce metrekarelik fresk resmi korunmuştur. Ülkedeki en önemli kültürel etkinlikler, klasik müzik ve drama yaz festivali, dünyanın 50'den fazla ülkesinden şairleri bir araya getiren Struga Şiir Akşamları, Manastır'daki Uluslararası Kamera Festivali, Açık Gençlik Tiyatrosu ve Üsküp'te Üsküp Caz Festivali vb. dir. 1947'de açılan Ulusal Opera, daha sonra Branko Pomorisac yönetiminde "Cavalleria rusticana" performansıyla "Makedon Operası" adını aldı. Her yıl Üsküp'te Mayıs Opera Akşamları yaklaşık 20 gece düzenlenir. İlk Mayıs Operası performansı Kiril Makedonski'nin Mayıs 1972'deki “Çar Samuil” performansıydı. Mutfak. Ülkenin mutfağı, Akdeniz ve Orta Doğu (Osmanlı) etkilerini ve daha az ölçüde İtalyan, Alman ve Doğu Avrupa (özellikle Macar) yansıtır. Kuzey Makedonya'daki nispeten sıcak iklim, çeşitli sebzeler, otlar ve meyveler için mükemmel büyüme koşulları sağlar. Bu nedenle, Makedon mutfağı özellikle çeşitlidir. Makedon mutfağı, süt ürünleri, şarapları ve rakı gibi yerel alkollü içeceklerin çeşitliliği ve kalitesiyle tanınır. Tavče gravče ve mastika sırasıyla Kuzey Makedonya'nın ulusal yemeği ve içeceği olarak kabul edilir. Diğer bazı önemli yemekler arasında Šopska salatası, ana yemeğe eşlik eden meze ve garnitür, ayvar, biber dolması, pastrmayliya ve diğerleri sayılabilir. Ekonomi. 2009'da Dünya Bankası tarafından sıralanan 178 ülke arasında dördüncü "en iyi ıslahçı devlet" olarak gösterilen Kuzey Makedonya, bağımsızlıktan bu yana önemli bir ekonomik reform geçirdi. Ülke son yıllarda GSYİH'nın %90'ından fazlasını ticaretin oluşturduğu açık bir ekonomi geliştirdi. 1996'dan bu yana Kuzey Makedonya 2005'te GSYİH'nın %3.1 oranında büyüdüğü, istikrarlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirdi. Bu büyüme yüzdesinin 2006–2010 döneminde ortalama %5.2'ye yükselmesi bekleniyordu. Hükûmet, 2006'da yalnızca %3 ve 2007'de %2'lik bir enflasyon oranı ile enflasyonla mücadele çabalarında başarılı olduğunu kanıtladı. Hükûmet, küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ) gelişimini teşvik etmek ve yabancı yatırım çekmeye odaklanan politikalar uyguladı. Mevcut hükûmet, ülkeyi yabancı yatırımlar için daha çekici hale yapmak için sabit vergi sistemi getirdi. Sabit vergi oranı 2007'de %12 iken 2008'de %10'a düşürüldü. Bu reformlara rağmen 2005 itibarıyla Kuzey Makedonya'nın işsizlik oranı %37.2 ve 2006 itibarıyla yoksulluk yüzdesi %22 idi. Bir dizi istihdam önlemlerinin yanı sıra çok uluslu şirketleri çekmedeki başarısı nedeniyle Kuzey Makedonya Devlet İstatistik Ofisi'ne göre 2015'in ilk çeyreğindeki işsizlik yüzdesi %27.3'e geriledi. Hükûmetin doğrudan yabancı yatırımlara ilişkin politikaları ve çabaları, özellikle otomotiv endüstrisinden dünyanın önde gelen birçok imalat şirketinin yerel yan kuruluşlarının kurulmasıyla sonuçlandı, örneğin: Johnson Controls Inc., Van Hool NV, Johnson Matthey plc, Lear Corporation, Visteon Corp., Kostal GmbH, Gentherm Incorporated, Dräxlmaier Group, Kromberg & Schubert, Marquardt GmbH, Amphenol Corp., Tekno Hose SpA, KEMET Corporation, Key Safety Systems Inc., ODW-Elektrik GmbH vb. GSYİH yapısı açısından 2013 itibarıyla, madencilik ve inşaat dahil imalat sektörü 2012'deki %21.1'den %21.4 ile GSYİH'nın en büyük bölümünü oluşturdu. Ticaret, ulaştırma ve konaklama sektörü 2013'te GSYİH'nın %18.2'sini temsil eder. Tarım 2012'de %16.7 iken bir önceki yıla göre %9.1'den %9.6'yı temsil etti. Dış ticarette 2014 yılında ülke ihracatına en fazla katkı sağlayan sektör %21.4 ile "kimyasallar ve ilgili ürünler" olurken bunu %21.1 ile "makine ve ulaşım ekipmanları" sektörü izledi. Kuzey Makedonya'nın 2014 yılındaki ana ithalat sektörleri toplam ithalatın %34.2'si ile "esas olarak malzeme bazında sınıflandırılan mamul mallar", %18.7 ile "makine ve ulaşım teçhizatı" ve toplam ithalatın %14.4'ü ile "maden yakıtlar, madeni yağlar ve ilgili malzemeler" oldu. 2014 yılındaki dış ticaretin %68.8'i açık ara Kuzey Makedonya'nın en büyük ticaret ortağı olan Avrupa Birliği ile yapıldı (Almanya ile %23.3, İngiltere ile %7.9, Yunanistan ile %7.3, İtalya ile %6.2 vb.). 2014 yılında toplam dış ticaretin yaklaşık %12'si Batı Balkan ülkeleriyle yapıldı. Kuzey Makedonya, Hırvatistan ile birlikte Kuzey Makedonya hane halkının gelirini yalnızca "zorlukla" veya "büyük güçlükle" idare edebileceklerini belirterek, vatandaşlarının %72'si ile mali açıdan zor durumda olan en yüksek paya sahip ülkelerden biridir. Kuzey Makedonya, Hırvatistan ile birlikte Batı Balkanlar'da bu istatistikte artış bildirmeyen tek ülke oldu. Yolsuzluk ve nispeten etkisiz bir hukuk sistemi de başarılı ekonomik kalkınma üzerinde önemli kısıtlamalardır. Kuzey Makedonya hâlâ Kişi başına düşen GSYİH'ye (PPP) göre Avrupa'daki en düşük ülkelerden birine sahiptir. Ayrıca, ülkenin gri pazar'ının GSYİH'nın %20'sine yakın olduğu tahmin edilmektedir. Kişi başına düşen PPS GSYİH, 2017'de AB ortalamasının %36'sı seviyesindeydi. Satın alma gücü paritesi'nde 9,157 ABD $'lık kişi başına GSYİH ve 0.701 İnsani Gelişme Endeksi ile Kuzey Makedonya diğer ülkelerin çoğundan daha az gelişmiştir ve eski Yugoslav devletlerinin çoğundan daha küçük ekonomisi vardır. Günümüzde Kuzey Makedonya. Ülkenin başkenti Üsküp 500,000 civarındaki nüfusuyla aynı zamanda ülkenin en büyük şehridir. Ülkede Üsküp hariç büyük şehirler Manastır, Kumanova, Pirlepe, Kalkandelen, Ohri, Köprülü, İştip, Gostivar ve Ustrumca'dır. Ülkede 50 kadar doğal ve yapay göl ve yüksekliği 2,000 metreden fazla 16 dağ vardır. Ülke Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Frankofon, Dünya Ticaret Örgütü, NATO, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'na üye olmakla birlikte Aralık 2005'ten beri Avrupa Birliği ile müzakerededir. Makedonya adlandırma sorunu. Ülke 1991 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nden "Makedonya" ismi ile bağımsızlığını ilan etti. Birleşmiş Milletler ülkeyi 1993 yılında Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) (Makedonca: "Поранешна Југословенска Република Македонија" ("ПЈРМ")) ismi ile tanıdığını duyurdu. Diğer uluslararası örgütler olan Avrupa Birliği, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Yayın Birliği ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi gibi örgütler ülkeyi Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti (EYMC) adıyla tanıdı. Türkiye, Makedonya Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ilanıyla beraber ülkeyi kendi ismi ile tanımıştır. Nitekim bu sebeple Makedonya'yı Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya ismiyle (FYROM) tanıyan NATO teşkilatına ait ve içinde Makedonya geçen tüm belgelerde metinde "FYROM" kısaltması geçerken belgenin sonundaki bir dipnotta Türkiye'nin ve diğer NATO üyeleri ABD, Arnavutluk, Bulgaristan, Estonya, Hırvatistan, İsveç, İzlanda, Kanada, Litvanya, Macaristan, Norveç, Polonya, Romanya ve Slovakya ile birlikte Makedonya'yı anayasal ismi ile tanıdığı ayrıca belirtilmiştir. Diplomatik ilişkiler. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin şu ülkelerde temsilcilikleri vardır: Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Arnavutluk, Avustralya, Avusturya, Belçika, Birleşik Krallık, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Çin, Danimarka, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Katar, Kazakistan, Macaristan, Mısır, Polonya, Romanya, Rusya, Sırbistan, Slovenya, Türkiye, Ukrayna, Yunanistan ve Vatikan.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6012", "len_data": 16729, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }
Kalibrasyon, dilimize Fransızcadan giren bu sözcük, Metroloji Bilimi içerisindeki tanımı; belirlenmiş koşullar altında bir ölçü aleti veya ölçme sisteminin gösterdiği veya bir ölçüt/ölçeğin ifade ettiği değerler ile, o sistemi ölçen/referans olarak değerleri bilinen cihaz/sistem arasındaki ilişkiyi oluşturan işlemler dizisi olarak tanımlanır. Kalibrasyon bir ölçme aleti veya düzeneğinin doğru sonuçlar verecek şekilde ayarlanması işlemi değildir. Özel ekipmanlarla, hassas olarak yapilip orijin kabul edilen referans cihaza uygunlugu, bir rapor veya sertifika ile kayit altına alınan ölçme aleti veya ölçüm cihazina ait bu belgelerin üzerinde, mutlaka aletin/cihazin marka, model, seri numarası ve sapma buyuklugu bulunur. Ayrıca, sertifikanın izlenebilirliğini takip edebilmek için, Rapor veya Sertifika numarası da içermektedir. Kalibrasyon işleminde, kalibre edilen ölçü aletinin hata miktarı, kendisinden daha yüksek doğruluk u (en az 10 kat), bir ölçü aleti referans alınarak belirlenir. Kalibrasyonda referans alınan ölçü alet(ler)inin kalibrasyon sertifikası üzerinden ulusal veya uluslararası temel referanslara izlenebilir olması gerekir. Böylelikle kalibre edilen ölçü aletinin de temel referanslara izlenebilirliği sağlanmış olur. Kalibrasyon işlemi bir deneysel çalışma olup, deneysel bir çalışmadan beklenen tüm gereklilikler karşılanmalıdır. Yani çalışmalar kontrollü bir ortamda, özenli ve yazılı çalışma alışkanlığına sahip eğitimli kişilerce yapılmalı, çalışmanın yapıldığı ortam özellikleri, kullanılan ekipman, uygulanan yöntem, ölçüm belirsizliği ve sonuçlar kalibrasyon raporunda belirtilmelidir. Kalibrasyon sonucu ölçü aletinin hatasının, kullanıldığı proses veya varsa ilgili standartlarda belirtilen limitlerin dışına çıktığı belirlenmişse bu hatanın ayarlanarak giderilmesine çalışılır. Ancak ayar sonrası kalibrasyonun tekrarlanması ve son durumun raporlanması zorunludur. Ölçü aletleri, ölçüm prensip ve teknolojileri ile kullanıma, bulunduğu ortam şartlarına bağlı olarak, etkilenirler ve zamanla yaşlanırlar. Bu nedenle belirli periyotlarla kalibrasyonun tekrarlanması gerekir. Söz konusu periyodlar deneyimli kullanıcılar tarafından cihaz özellikleri ve kullanım koşulları göz önüne alınarak belirlenmeli, periyodun sıklığı, kalibrasyon raporunda belirlenmelidir. Kalibrasyonun, kalite yönetim sistemlerinin bir beklentisi olmasının nedeni, işletmeler için bir ihtiyaç olmasındandır. Eğer işletme içinde bir büyüklüğü ölçme ihtiyacı varsa, orada kullanılan ölçü aletinin istenilen doğrulukta ölçüm yapıp yapmadığının belirlenmesi ihtiyacı da vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6017", "len_data": 2585, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.57 }
Kambiyo, para ya da para yerine geçen belgelerin değiştirilmesi işlemidir. Para alım ve satımı ile ilgili işlemleri kapsar. Kambiyo senedi ise, kıymetli evrakın tüm özelliklerini taşıyan ve kıymetli evrak için yukarıda yapılan açıklamaların tümünü içeren ve uygulamada en yaygın olarak kullanılan kıymetli evrak çeşididir. Kanunen emre yazılı olarak düzenlenen, içerdikleri hak bakımından mutlaka bir para alacağını konu edinen, ekonomik alanda çok işlem ve etki gören önemlerine binaen Türk Ticaret Kanunu'nda özel olarak düzenlenmiştir. Bunun yanında Kambiyo İktisat literatüründe "döviz", "efektif" anlamlarında da kullanılmaktadır. Tarihçe. Ülkeler arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesi için, kambiyo hukukunun birleştirilmesi gerekmiştir. Bu amaçla, 7 Haziran 1930'da İsviçre Cenevre'de üç sözleşme kabul edilmiş, bu sözleşmeler 1 Ocak 1934'te yürürlüğe girmiştir. Türkiye de 1957 yılında, Ticaret Kanunu sayesinde bu sözleşmelere taraf olmuştur. Türk Ticaret Kanunu'nda "kambiyo senetleri" terimi altında poliçe, emre muharrer senet ya da bono ve çek örnek olarak verilmektedir. Türkçe jargonda "ticari senet" olarak da geçebilmektedir. Kambiyo senedi çeşitleri. Türk Ticaret Kanunu aşağıdaki senetleri kambiyo senedi olarak düzenlemiştir: Çek. TTK. m. 730, çekle ilgili olarak poliçeye atıfta bulunmuş olup, diğer özel durumlar için ise özel hükümler içermektedir. Çekle ilgili çek kanunu da mevcuttur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6018", "len_data": 1412, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.63 }
Kliring, ülkeler arasındaki iki yanlı ticaret anlaşmalarının temelde malla ödemeyi öngören bir türü. Kliringde anlaşmalı ülkeler arasında ithalat ve ihracat işlemleri döviz kullanılmadan mahsup ve takas yoluyla ve kliring kurumları aracılığıyla gerçekleştirilir. Kliring kurumları merkez bankası ya da kliring ofisidir. Kliring anlaşması imzalayan ülkelerde ithalatçılar ithal ettikleri malların bedelini kendi ülkelerinde ulusal paralarıyla öderler. Bu paralar anlaşmalı ülkeye ihracatta bulunmuş kişilere alacaklarının ödenmesinde kullanılır. Böylece dövizle ödeme yapma zorunluluğu ortadan kalkar. Kliring uygulaması daha çok mallarını serbest dövizle satamayan ülkelerin başvurduğu bir yoldur ve çoğu durumda bir ülkenin dış ticaretini gittikçe bağımlı kıldığı için tercih edilmez. Bunun en iyi örneği II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki Türk-Alman dış ticaretidir. Kliring anlaşmaları genellikle kısa dönemler (genelde bir yıl) için yapılır. Dönem sonunda iki ülke arasındaki ihracat ve ithalat birbirine eşitlenmediği takdirde yani taraflardan birinin alacaklı veya borçlu olması durumunda hesapların altın veya konvertibl dövizlerle denkleştirilmesi gerekmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6019", "len_data": 1174, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.77 }
İflas anlaşması veya konkordato (İtalyanca: "concordato"), batık durumdaki şirketlerin borçlarını karşılayabilecekleri koşullar dâhilinde ödemek için alacaklılarıyla mahkemelerce yaptıkları anlaşmadır. Bu anlamıyla tarihte "Papalık makamıyla başka hükûmetler arasında yapılan anlaşmalar" için kullanılmıştır. Günümüzde ise hukuk ve ekonomi alanlarında batık durumunda, alacaklıların, alacaklarını belli bir plana göre almaları için aralarında yaptıkları sözleşme anlamında kullanılmaktadır. Türkçeye iflas anlaşması olarak geçen konkordato, borçlunun, alacaklılarının üçte ikisiyle anlaşarak borçlarının en az yarısını ödemesi ve kalanını da ödeme planına bağlamasıdır. Ticaret mahkemesinin onayladığı bu anlaşmada alacaklılar, alacaklarının belli bir bölümünden feragât eder ya da vadesi gelmiş borçların vadesi uzatabilirler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6020", "len_data": 827, "topic": "LAW", "quality_score": 3.81 }
Konsorsiyum ya da Şirketler Birliği, iki ya da daha fazla işletmenin belirli bir projenin uygulanması konusunda yaptığı iş birliğidir. Belli bir konuda, ortak menfaati olan ve genellikle kredi verenlerin (bankaların) teşkil ettiği iktisadi bir grup. Uluslararası kuruluşların ve hükûmetlerin iktisadi ve mali yardımları yürütmek için meydana getirdikleri birliklere de "konsorsiyum" denilmektedir. 1962 yılında Türkiye'ye dış kredi sağlamak üzere çeşitli batılı ülkelerle, uluslararası mali kuruluşların teşkil ettiği bir "Türkiye'ye Yardım Konsorsiyumu" kurulmuştur. Bu kuruluş Türkiye'nin üyesi bulunduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) çerçevesinde faaliyet göstermektedir. Konsorsiyum, Türkiye'ye program, proje, borç tecili ve finansman kredileri vermektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6021", "len_data": 777, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.62 }
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı öngörülen barajlar, hidroelektrik santralleri ve sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal altyapı, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık ve diğer sektörlerin gelişmesini ve hizmetlerini kapsayan entegre projedir. Projenin toplam maliyeti 32 milyar dolardır. Tarih. Fırat ve Dicle nehirlerinin sularından yararlanma fikri ve kararı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'ten geldi. 1920 ve 1930'larda, elektrik enerjisine olan ihtiyaç öncelikli bir konuydu. Elektrik Etütleri İdaresi, ülkedeki nehirlerin enerji üretimi için nasıl kullanılabileceğini araştırmak üzere 1936 yılında kuruldu. İdare, detaylı çalışmalarına "Keban Barajı Projesi" ile başlamış, Fırat'ın akışını ve diğer özelliklerini değerlendirmek için gözlem istasyonları kurmuştur. Bugün yapılandırıldığı hâliyle GAP, Fırat ve Dicle'de sulama ve hidrolik enerji üretimi projelerinden oluşan 1970'li yıllarda planlanmış, ancak 80'li yılların başında bölge için çok sektörlü bir sosyal ve ekonomik kalkınma programına dönüşmüştür. Kalkınma programı sulama, hidrolik enerji, tarım, kırsal ve kentsel altyapı, ormancılık, eğitim ve sağlık gibi sektörleri kapsıyordu. 1988-1989'da yeni GAP'ın idari yapısının gelişmesiyle birlikte temel hedefleri, bölgesel kalkınma eşitsizliklerini (ekonomik eşitsizliği) ortadan kaldırmak için insanların yaşam standartlarının ve gelir düzeylerinin iyileştirilmesi, sosyal istikrar ve ekonomik büyüme gibi ulusal hedeflere katkıda bulunmak, kırsal sektörde üretkenliği ve istihdam fırsatlarını artırmaktı. Türkiye, Suriye ve Irak arasında zaman zaman GAP nedeniyle gerginlik arttı. Suriye ve Irak daha fazla suyun serbest bırakılmasını talep ederken Türkiye baraj rezervuarlarını oluşturabilmek için bu talepleri reddetti. Bu nedenle GAP, olası Suriye- Irak-Türkiye çatışması riskinden dolayı özellikle uçaklara karşı dünyanın en iyi korunan baraj projelerinden biridir. GAP, bölgedeki yüksek düzeydeki PKK terör faaliyetleri nedeniyle 1990'ların başında neredeyse tamamen durma noktasına geldi. PKK; fonlar, terörle mücadele çabalarını desteklemek için yönlendirildiğinden yalnızca bir dizi fon kesintisinden değil aynı zamanda çok sayıda baraj ve kanala zarar vermek, barajlarda çalışan mühendisleri öldürmekle suçlanıyor. GAP'taki gecikmelerde bir dizi ekonomik kriz de çok önemli bir rol oynadı. İkinci Körfez Savaşı'ndan sonra kaldırılan Irak'a yönelik BM ambargosu, kalkınma çabalarını ve bölgenin doğal ekonomik ortağı olan Orta Doğu ülkeleriyle ticaretini olumsuz etkiledi. Ayrıca kamu finansmanındaki dengesizlikler, projenin finansman ihtiyacını geciktirmiştir. Projenin, çeşitli tarihî yerlerin ve yerel konutların su baskını üzerine bir dizi adli sorunun açıklığa kavuşturulması da gerekmektedir. Projenin önemi. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), "Yukarı Mezopotamya" olarak bilinen ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin, sosyal ve ekonomik kalkınmasını amaçlayan insan odaklı bir bölgesel kalkınma projesidir. Türkiye'yi bölgesel kalkınma konusunda dünyaya örnek konuma getiren GAP; Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı süren baraj ve hidroelektrik santralleri ile sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal altyapı, tarım, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve diğer sektörlerdeki yatırımları da kapsayan entegre ve sürdürülebilir bir kalkınma yaklaşımı içinde devam ettirilmektedir. Bunun yanında bölgenin proje tanıtımı açısından önemli faktörlerden biri de Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu tarafından 1989'de kurulan Türkiye'nin ilk proje televizyon kanalı TRT GAP'ın açılmasıdır. 1989'dan 2015'e kadar hem projenin tanıtımının vizyonerliğini üstlenmiş hem kültürel ve sanatsal hem de tarım programlarını yayınlamıştır. 2015'in Şubat ayında yayın hayatına son vermiştir. Teknik detayları. Güneydoğu Anadolu Bölgesi, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir. Bölgenin geniş toprakları, makineli tarıma elverişlidir. Ancak tarımda karşılaşılan en önemli sorun, su yetersizliğidir. GAP sayesinde sulanabilen arazi alanı oldukça artmıştır. Böylece tarımsal ürün artmış ve bazı alanlarda yılda birden fazla ürün alınabilmektedir. GAP, Türkiye ekonomisinin kalkınması için büyük önem taşımaktadır. Proje, 25 büyük sulama projesini kapsayan ve 1,8 milyon hektar tarım alanının sulamasını gerçekleştirmekte olan dev bir projedir. Türkiye'de sulanabilir potansiyele sahip olan alanların 8,5 milyon hektar civarında olduğu düşünülürse bu projenin büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Projenin toplam tutarı 32 milyar Amerikan dolarına karşılık gelmektedir. Proje büyük ölçüde tamamlanmış olsa da hâlâ tam olarak bitirilememiştir. Bazı baraj, altyapı, yol ve köprü inşaatları devam etmektedir. 50 Yılda 50 Eser. İnşaat Mühendisleri Odası odanın kuruluşundan itibaren 50 yıl içerisinde ülkede gerçekleştirilmiş 50 büyük inşaat projesini bir juri tarafından saptayarak bu projeleri 50 Yılda 50 Eser adı altında ilan etmiştir. Liste bölgesel kalkınma, binalar, ulaşım, hidroloji ve endüstri alt başlıklarını taşımaktadır. Bu proje de o liste içerisinde yer almaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6023", "len_data": 5061, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.58 }
Grev; çalışanların, yaptıkları işi toplu reddedişinden kaynaklanan iş durdurma eylemidir. Grev genellikle çalışanların yaşadıkları memnuniyetsizliklere karşılık olarak meydana gelir. Grevler, fabrikalarda ve madenlerde toplu işgücünün öneminin arttığı Sanayi Devrimi sırasında önemli hale gelmiştir ancak fabrika sahiplerinin işçilerden çok daha fazla siyasi gücü olması nedeniyle çoğu ülkede grevler çabucak yasa dışı hale getirilmiştir. Çoğu batı ülkeleri 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında grevi kısmen yasallaştırmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6024", "len_data": 537, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.73 }
Nominal Değer (Par Value, Face Value), menkul kıymetlerin nominal değerleriyle aynı olan piyasa fiyatı için kullanılan bir bankacılık ve borsa terimidir.Para, çek, senet, hisse senedi, tahvil, pul vb. menkul (taşınabilir) kıymetlerin üzerinde yazılı olan değerdir. İlgili kıymetin reel değerinden ayrımı kıymetin piyasadaki gerçek değerini yansıtmaması, sadece sayısal ifade odaklı olup alım gücünü belirtmemesidir. Piyasa koşullarına göre bu değerin altında veya üstünde fiyata alınıp satılabilirler. İhraç edilen devlet tahvillerinin nominal değeri o tahvilin geri ödeme günündeki değerini gösterir, dolayısıyla bir tahvilin piyasa değeri nominal değerinin altında olur ki, tahvili alarak devlete borç veren kişi kazanç elde edebilir. Örneğin, Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından çıkarılan her bir devlet iç borçlanma senedinin nominal değeri, üzerinde fiilen yazan değer olan 10 kuruştur. Benzer şekilde 1 TL'nin nominal değeri üzerinde yazan değer olan 1 TL'dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6025", "len_data": 968, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.84 }
Fonlama (""), finans jargonunda özkaynaklarını kullanarak kaynak sağlama yöntemidir. Hisse senedi ihraç edilmesiyle şirketler, borç alarak ya da öz kaynaklarını kullanarak kendilerine kaynak sağlarlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6026", "len_data": 201, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.8 }
Forfaiting, vadeli mal ve hizmet ihracatından doğan ve belirli bir ödeme planına bağlı olarak tahsil edilecek olan alacakların daha önce bu hakkı elinde bulunduranlara rücu edilmeksizin (kayıtsız şartsız ve vazgeçilmez olarak), bir banka veya bu alanda uzmanlaşmış bir finans kuruluşu (forfaiter) tarafından satın alınarak iskonto edilmesidir. Latincede alacak hakkının kayıtsız ve şartsız olarak teslim edilmesi anlamındadır. Forfaiting işleminde satıcı, poliçeyi forfaiting şirketine satarak tüm tahsilat risklerinden kurtulmakta ve belli bir maliyet karşılığı poliçesini iskonto ettirmiş olmaktadır. Bu yöntemle rücusuz olarak forfaiter şirketine satan işletme, bilançosunun likiditesini de az tutmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6027", "len_data": 709, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.89 }
Franchising ya da imtiyaz hakkı, sözleşmeye dayalı, direkt bütünleşmiş bir pazarlama sistemidir. Bu sistemde nasılınıbil (know-how) ve markanın imtiyaz hakkı sahibi, belirli süre, koşul ve sınırları kapsayan anlaşmayla bağımsız yatırımcılara sistemini ve markasını kullandırır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6028", "len_data": 277, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.22 }
Bilanço (İtalyanca'dan "bilancia", terazi; Latince "bilanx"); bir şirketin dönemsel faaliyetleri sonucu, dönem sonunda hazırladıkları ve yayımladıkları tablolardır. Dönem kârı ya da zararı bu tablodan anlaşılır. Bilanço ile gelir tablosu, yıl sonu finansal tablolarını oluşturur. Bilanço, envanterde bulunan iktisadi kıymetlerin tasnifli bir şekilde ve karşılıklı olarak değerleri itibarıyla düzenlenmiş özetidir. Bilançoda iki tablo bulunur: aktifler tablosu ve pasifler tablosu. Aktif tablosunda mevcutlar ve alacaklar (ve varsa zarar) gösterilirken, pasif tablosunda borçlar yer alır. Bilanço Eşitliği. Bilanço Eşitliği "Varlıklar = Sermaye+ Borçlar" 'dır. Bir kuruluşun, varlıklarını ve o varlıkların kaynağını teşkil eden unsurların belirli bir tarih itibarıyla gösterildiği hesap özetidir. Bilançoda aktifler ile borçlar arasındaki fark öz sermayeyi oluşturur, öz sermaye bu şekilde tespit edildikten sonra pasife yazılır ve böylece aktif-pasif denkliği sağlanmış olur. Esasında öz sermaye gerçek anlamda bir borç değildir ve pasifte yer almamalıdır; ancak bu kısım işletmenin kendi kendine olan borcu olarak nitelendirilerek pasife aktarılır ve aktifler ve pasifler toplamı her zaman birbirine eşit olur. Varlıklar kolonu ile Kaynaklar kolonunun dip toplamları her zaman birbirine eşittir. Bu eşitliğin nedeni varlığın elde edilme kaynağının özkaynak mı yoksa borç mu sorusuna yanıt vermesinden kaynaklanır. "Özkaynaklar =Varlıklar-Borçlar" şeklinde hesaplanır. İtalyan Din adamı luca bu sistemin temellerini atan ilk insandır. Tekdüzen Hesap Planı bilanço hesaplarını beş grupta toplamıştır. Mali Bilanço. Vergi yasalarına göre hazırlanan bilanço, mali bilanço (ya da vergi bilançosu) dur. Ticaret hukuku ile vergi hukuku kurallarının birbirinden farklılşatığı noktalar vardır: bunların başında değerleme hükümleri gelir. Ayrıca gelirden indirilebilecek ve indirilemeyecek olan unsurlar da birbirinden farklıdır (örnek.yedek akçe). Amortisman hükümleri ile vergi avantajları olan istisna ve muafiyetlerin göz önünde bulundurulması gibi farklılıklar iki farklı bilançonun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Ticari bilançodan ayrılarak vergi yasalarının hükümlerine uyulmasıyla mali bilanço ortaya çıkar. Ancak ticari bilanço hazırlanırken vergi yasalarına uyulmuşsa tek bilanço yapılır. Bankalar, kredi taleplerini incelerken mali bilançoya bakarak karar verirler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6029", "len_data": 2371, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.61 }
Tahkim, taraflar arasında çıkan uyuşmazlıkların devletin resmi yargı organları yerine, kendileri tarafından belirlenen hakemlerce çözümlendiği bir uyuşmazlık çözüm yöntemidir. Kimi görüşlere göre bir alternatif uyuşmazlık çözümü yöntemi olan tahkim, kimilerine göre doğrudan yargısal bir faaliyettir. Tahkim yargılamasında hakemler iki veya daha fazla tarafın uyuşmazlığını çözmekle sorumludurlar. Ülkelere göre tahkim. Türkiye. Tarafların tahkime gitme iradesi, uyuşmazlık çıkmadan veya çıktıktan sonra aralarında yaptıkları tahkim anlaşmasına dayanır. Tahkim aslında bir özel hukuk kavramı olmasına rağmen 1999 yılında gerçekleşen Anayasa değişikliğiyle İdare Hukukunda da uygulanmaya başlanmıştır. Türk hukukuna göre, uyuşmazlığın tahkim yoluyla çözülmesi için, uyuşmazlık konusunun tahkime elverişli olması gerekir. Tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edemeyecekleri konuda tahkime gidilemez. Örneğin, bir boşanma davası tahkim yoluyla çözülemez. Tahkim iç tahkim ve uluslararası tahkim olarak ikiye ayrılmaktadır. Eğer bir ilişkide hiçbir yabancı unsur yoksa böyle bir ilişkiden kaynaklanan uyuşmazlıklar için uluslararası tahkime gidilemez. 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim Kanunu uyarınca sayısı tek olmak kaydıyla, taraflar tahkim yargılamasında hakem sayısını belirlemekte serbesttirler. Hakemlerin sayısı taraflarca kararlaştırılmamışsa üç hakem seçilir. 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim Kanunu'nun uygulanabilmesi için de uyuşmazlık konusunun yabancılık vasfına sahip olması, tarafların farklı devletlerde bulunuyor olması gerekir İstanbul Tahkim Merkezi (ISTAC), kurulduğu 2014 yılından bu yana bölgesinde önemli tahkim merkezlerinden biri haline gelmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6030", "len_data": 1674, "topic": "LAW", "quality_score": 3.78 }
Toptan eşya fiyat endeksi, değişimi aylık ya da yıllık enflasyon rakamının belirlenmesinde kullanılır. 2005 yılından itibaren Türkiye İstatistik Kurumu, toptan eşya fiyat endeksinin yerine üretici fiyat endeksini kullanmaya başlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6031", "len_data": 236, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.57 }
Tüketici fiyat endeksi ya da kısaca TÜFE, tipik bir tüketicinin satın aldığı belirli bir ürün ve hizmet grubunun fiyatlarındaki ortalama değişimleri gösteren bir ölçüttür. Yıllık enflasyon değerindeki değişimi ölçmek için kullanılır. TÜFE, istatistik bilimindeki fiyat endeks sayıları ile hesaplanır. Belli bir yıl seçilir ve bu yıl temel yıl kabul edilir. Endeks değeri 100'dür. Bundan sonraki yıllar, yani cari yıllar enflasyon değerlerine göre değişkenlik gösterir ve temel alınan endekste oynamalar olur. Yorumlanması. TÜFE'nin yorumlanabilmesi için temel bir dönemin ve karşılaştırılmak istenen dönemin belirlenmesi yeterlidir. Karşılaştırılan dönemler arasındaki toplam ya da fark, belirli bir gelire sahip olan bireyin satın alma gücünün azalıp azalmadığını gösterecektir. Örneğin; Ocak 2005 döneminde aylık 1000 TL gelire sahip olan bireyin satın alma gücü Nisan 2008 dönemine kadar (Nisan ayı hariç) %27.38 (7.47 - .55 + 9.29 + 8.12 + .80 + 1.29 + .96 ) oranında azalmıştır. Böylece Ocak 2005 yılında aylık 1000 TL gelire sahip olan bireyin Nisan 2008'deki "reel geliri" 726.2 (1000 - 273.8) TL'dir. Birey, Nisan 2008 döneminde 1000 TL gelire sahip olsa bile bu onun "nominal (göstermelik) geliri" olacaktır. Ocak 2005 döneminin hesaplamaya katılmamasının sebebi (hesaplamada -.55 yazılmasının sebebi) ise bu dönemin temel dönem olarak kabul edilmesidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6032", "len_data": 1363, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 4.19 }
Yüksek Hakem Kurulu, grevin yasak olduğu işyeri ve işletmelerdeki toplu sözleşme görüşmelerinden belirli bir zaman içinde anlaşma sağlanmaması üzerine toplu sözleşmenin imzalanmasına mutlak anlamda yetkili kuruldur. 5 Mayıs 1983 tarihinde yürürlüğe giren 2822 sayılı Toplu iş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile toplu iş uyuşmazlıklarının çözümü açısından Yüksek Hakem Kurulunun kuruluşunda ve işleyişinde önemli değişiklikler getirilmiştir. Yapısı. Yüksek Hakem Kurulunun (YHK) oluşmasında üçlü temsil sistemi esas alınmıştır. Birinci grupta tarafsız temsilciler yer almaktadır. Bunlar YHK başkanı olarak Yargıtay'ın iş davalarına bakan dairenin başkanlığında, Türkiye Cumhurbaşkanınca bakanlıklar bünyesi dışından seçilen tarafsız bir üye, üniversitelerin iş hukuku veya ekonomi öğretim üyeleri arasından Yükseköğretim Kurulunca seçilecek bir üye ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Genel Müdürü'dür. İkinci grupta, en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonunca seçilen iki üye, üçüncü grupta ise işverenler adına biri en çok işveren mensubu olan işveren konfederasyonunca, diğeri kamu işverenlerini temsilen Cumhurbaşkanınca seçilecek iki üye yer almaktadır. Seçimle gelen üyeler iki yıl için seçilirler ve yeniden seçilmelerine bir engel yoktur. Görevleri. Grev ve lokavtın (işverenin iş bıraktırımı kararı) yasak olduğu işlerdeki ve yerlerdeki grev ve lokavtın ertelendiği hallerde erteleme süresinin sonunda Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı YHK'ye başvurabilir. (m. 32, 52) Anlaşma olmaması nedeniyle uyuşmazlık tutanağının alınmasından itibaren altı işgünü içinde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının bizzat ve resmi arabuculu listesinden seçeceği bir arabulucu yardımı ile uyuşmazlığın çözümü için her türlü gayreti göstermesi yasada öngörülmektedir. (m. 34/1) Uyuşmazlığın her aşamasında başvurma olanağı bulunan özel hakem dışında, tarafların erteleme süresi içinde anlaşamamaları veya Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı ile resmî arabulucunun yardımlarından da yararlanarak uzlaşmaya varmamaları durumunda son çözüm YHK kararı ile getirilmektedir. Grev ve lokavt erteleme süresi ise Bakanlar Kurulunun karar verilmiş veya başlamış olan kanuni bir grev veya lokavtın genel sağlığı veya millî güvenliği bozucu nitelikte bulması nedeniyle erteleme kararı almasından itibaren altmış gündür. Uyuşmazlıkların incelenmesi. YHK uyuşmazlıkları ilke olarak evrak üzerinden inceleyerek çözüme bağlar. Ancak yeteri kadar aydınlatılmamış bulduğu yönleri ilgililerden sorarak tamamlayabilir. Ayrıca görüşlerini öğrenmek istediği kimseleri dinleyebileceği gibi, bunların görüşlerini yazılı olarak vermelerini de isteyebilir. YHK başvuru dilekçesini aldığı günden itibaren altı işgünü içinde üyelerinin tamamının katılmasıyla toplanır. Ancak, başkan hariç üyelerden ikisinin katılmaması toplantıyı engellemez. Karar toplantıya katılanların çoğunluğuyla verilir. Oyların eşit olması halinde başkanın bulunduğu taraf çoğunluğu sağlar. (m. 54) Bu düzenlemeye göre işçi ve işveren temsilcilerinden ikisinin toplantıya katılmaması halinde karar tarafsız üyeler ile bir tarafın üyelerinin oyları ile verilebilecektir. Kanun YHK'nin kararını ayrıca bir süreye bağlamamıştır. YHK kararı kesindir ve toplu iş sözleşmesi hükmündedir. (m. 55)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6033", "len_data": 3280, "topic": "LAW", "quality_score": 3.48 }
Deflasyon ya da para kısıtlaması, genel olarak piyasada fiyatların belirli bir zaman aralığında sürekli düşüş göstermesi durumudur. Enflasyonun tersidir. Bunun yanında enflasyon durumundan fiyat yükselişini durdurmayı ya da yavaşlatmayı veya enflasyon eğilimi karşısında fiyatları düşürmeyi öngören iktisat siyasetidir. Deflasyon, nicesel para teorisine dayanan bir siyasettir. Genellikle iktisadi durgunluk dönemlerinde, mal ve hizmet arzının talebini geçmesiyle beraber alım gücünün azaldığı durumlarda piyasadaki para arzının da azalmasından kaynaklanır. Deflasyonun üretim ve istihdam üzerinde olumsuz etkileri olur. Deflasyon, fiyatların artış hızının azalması anlamına gelen dezenflasyon ile karıştırılmamalıdır. Dezenflasyon, enflasyonun artış hızının azalması, deflasyon ise fiyatların azalmasıdır. Deflasyon türleri. Charles Rist'e göre üç tür deflasyon vardır;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6034", "len_data": 870, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.92 }
Döviz yabancı ülkeler tarafından kullanılan para birimidir. Döviz kuru ise bir birim ülke parasının diğer bir ülke parası cinsinden fiyatına, değerine denir. Bu kavram iki taraflı bir ilişkiyi içerir, bu yüzden iki taraflı (nominal) döviz kuru olarak da adlandırılır. Ülkelerin ekonomilerine bağlı olarak kullandıkları paraların değerleri değişir. Siyasi ve ekonomik istikrar paranın değerini yükseltirken siyasi zayıflıklar, ekonomik kriz gibi faktörler değer kaybına yol açar. İşte para birimlerinin değerlerindeki bu iniş çıkış döviz kurunu oluşturur. Döviz kuru kendi içinde iki farklı şekilde işler. Alış kuru ve satış kuru. Döviz kuru yükselir ise ülkenin parası değer kaybeder ve diğer ülkelerin para birimlerinin değeri artar, döviz kuru düşer ise ülkenin para birimi değerlenir ve diğer para birimleri değer kaybeder. Dövizin ulusal para cinsinden fiyatına dolaysız kotasyon denir. Diğer bir adı ise "Enserten" döviz kurudur. Ulusal paranın döviz cinsinden fiyatına ise dolaylı kotasyon, diğer adı ile "Serten" denir. Enserten döviz kurunun yükseldiğini ve ulusal paranın değer kaybettiğini gösterir. Serten ise ulusal paranın değer kazandığını gösterir. Bankalar alış ve satışı farklı değerlendirirler. Düşük fiyata aldıkları dövizi daha pahalıya satarlar ve kâr ederler. Burada elde edilen kâra kâr marjı denir. Döviz piyasasının istikrarsız olması marjın yükselmesine neden olur. Piyasada istikrarsızlık bekleniyorsa yine marj yükselir. Fakat döviz işlemleri fazla ise alım satım marjı düşer. Bunlar kur farkını oluşturan nedenlerdir. Döviz kuru; nominal kur, reel kur, çapraz kur ve efektif kur olarak dörde ayrılır. Nominal Kur: Diğer ülkeler tarafından kullanılan yani yabancı paranın ulusal para karşısındaki değeridir. Reel Kur: Nominal kurların enflasyon oranlarına göre düzenlenmesidir. Ulusal paranın yabancı para üzerindeki satın alma gücü olarak izah edilebilir. Çapraz Kur: Yabancı paranın yabancı paraya karşı oluşturduğu kur değeridir. İngiliz Sterlinini kullanarak, Japon Yeni almak buna örnek verilebilir. Efektif Kur: Diğer ülkelerin kullandığı paraya yani yabancı paraya efektif denir. Döviz kurundaki değişmeleri belirleyen faktörler Ödemeler Dengesi: Ülkelerin zaman içinde gerçekleştirdikleri iktisadi işlemlerin kaydına denir. Kur değişimlerinin cari ve ticari işlemlerle birlikte diğer kalemleri üzerindeki etkisine dayanır. Ödemelerdeki dengesizlikler aktif döviz kuru politikalarıyla giderilebilir. Döviz fiyatlarının artmasının veya azalmasının ödemelere etkisi ithal edilen ve ihraç edilen malların talep elastikliği ile ilişkilidir. Arz ve taleplerinin kaynağını oluşturan değişimler, alacaklıları ve borçluları etkileyecek, bunun aracılığıyla talep ve arz ortaya çıkacaktır. Talep ve arzın ortaya çıkarak değişmesi aynı şekilde denge döviz kurunu değiştirecektir. Gelir Seviyesi: Ülkenin gelir ortalamasının diğer ülkelerden fazla olması, her döviz kuru için ülkenin ithalatını yükseltir. Arz değişmez, sabit kalırsa kur yükselir ve kurun yükselmesi ülkenin para biriminin değer kaybına yol açar. Diğer ülkeler, bahsi geçen bu ülkenin gelir düzeyinin üstüne çıkar ise ithalata teşvik başlar ve bu durum o ülkeye olan döviz arzını azaltır. Gelir düzeyi artar ise kişilerin istekleri ve zevkleri de değişecektir. Bu değişim eğer ithal mallara yönelimi sağlarsa, denge kuru değişecek ve döviz talebi ise artacaktır. Genel Fiyat Seviyesinde Değişmeler: Ülkedeki enflasyon diğer ülkelere oranla yüksek ise, o ülkenin ürettiği ürünler yurt dışına göre daha pahalı olacaktır ve bu ithal mallara olan talebi artıracaktır. Ülkenin parasının değer kaybı söz konusudur. Enflasyon ve paranın değeri arasında ters bir ilişki olduğu söylenebilir. Faiz Oranları: Döviz kurları ve faiz oranları arasında kısa vadeli fakat sıkı bir ilişki vardır. Uluslararası ticaret ve iç ticaret yapanlar, reel faiz oranının en yükseklere çıktığı piyasada ellerindekileri ödünç verme eğiliminde olacaklardır. Yani ülkenin reel faiz oranı kısa dönemde diğer ülkelerden fazla olur ise o ülkeye sermaye akımı gerçekleşecektir. Sermaye akımının gerçekleşmesi ülkenin para biriminin değer kazanmaya başlamasını sağlayacaktır. Eğer tam tersi olur reel faiz oranı düşerse, ülkenin para birimi değer kaybedecektir. Sermaye Hareketleri: Ülkeye giren ve çıkan sermayeler, döviz miktarının değişmesinde önemli rol oynar. Bu dış ticaret ve döviz kurunun aralarındaki bağlantıyı olumsuz etkiler. Sermaye hareketleri, kısa vadede döviz kurlarında meydana gelen farklılıkların asıl sebebi sayılır. İhraç Malların Yurt içi Fiyatlarındaki Değişmeler: Eğer talep, aynı ihraç malını sadece ülkesinde değil dünyada pazarlarken elastik ise, toplam ihracat azalır. Toplam ihracatın azalması ise döviz arzını da azaltacaktır. Bu durumda denge döviz kuru yükselecek ve ülkenin para birimi değer kaybı yaşayacaktır. İthal Malların Yurt dışı Fiyatlarındaki Değişmeler: Yurt dışı fiyat değişimleri, ihraç malların yurt içi fiyatlarındaki değişmelere zıt olarak yurt içi talep elastikiyetine bağlıdır. İthal ürünlerin fiyatı yükseldiğinde, sözü geçen ürünün talep elastikiyetini yüksek var sayarsak, sözü geçen ürün için harcamalar azalacak ve bu döviz talebinin düşmesine yol açacaktır. Döviz arzının sabit olduğunu var sayarsak denge döviz kuru düşecek ve bu durumda ulusal paranın değeri artacaktır. Nominal döviz kuru. İç ve dış sahada piyasalarda belirlenen, iki ülke parasının fiyatına nominal döviz kuru denilmektedir. Farklı bir ifade ile bir birim, bir parayı elde etmek için paradan ödenmesi gereken birim değer sayısı olmaktadır. Yerli para her birim değer kazandığında, bir birim değer uluslararası ortamda herhangi bir yabancı parayı satın alması için vermesi gereken yerli para miktarı düşmektedir. Bu durum bir de yerli paranın değeri azaldığında da değer kaybettiğinde de uluslararası ortamda bir yabancı parayı satın almak için vermesi gereken yerli paranın değer miktarı fazlaca artmaktadır. Döviz işlemleri ikiye ayrılmaktadır. Bunlar ise spot işlemler bir de forward yani vadeli (forward) olmak üzere iki şekilde incelenmektedir. Spot işlemlerinde hemen 48 saat yani 2 gün içinde banka mevduatlarının değişme durumu varken, vadeli işlemlerde ise gelecek herhangi bir tarihte banka mevduatları değişmektedir. Adından da anlaşılacağı üzere spot işlemlerde kullanılan döviz kuruna spot döviz kuru vadeli işlemlerde ise yine ve tekrar aynı şekilde (forward) kuru denmektedir. Reel döviz kuru. Reel döviz kuru, nominal döviz kuru ile bağlantılı bir biçimdedir. Reel döviz kuru yurt dışı ve yurt içi fiyat düzeyi oranının, nominal döviz kuru ile birleşmesi sonucu elde edilen bir kurdur. Nominal döviz kuru yerli ve yabancı paranın değer birimi ederi iken, reel döviz kuru iki yabancı ülkedeki kıymetli eşyaların birim değeri fiyatıdır. Reel döviz kuru ise bir ülkenin ithalat ve ihracat alanındaki değerini göstermektedir. Tabi bu durumda yabancı iki ülke arasındaki eder düzeyi yaşanan değişmeler ve gelişmelere göre ayarlanabilmektedir. Reel döviz kurunun etkilendiği birçok finansal ve ekonomik alanda ticari organlar bulunmaktadır. Bunların başında sürekli etkilediği makroekonomik değişkeni gelmektedir. Reel döviz kurunun azalması yani düşmesi yabancı iç ve dış sahadaki yani piyasadaki kıymetli kıymetli eşyaların yerli ve millî kıymetli eşyalara karşı ucuzlamasını sağlayarak ithalatı artırmaktadır. Tabi bu durumun bir de tersi bulunmaktadır. Reel döviz kurunun artması yani yükselmesi ise yerli ve milli kıymetli eşyalar ters bir durum yaratıp ihracatı yüzde ve yüzey olarak arttırmaya sebep olmaktadır. Reel döviz kuru sisteminde ortaya çıkan değişim ve gelişmelerin neden sebep olduğu önemli bir durumdur. Bu değişimin kurgusal yani saptırıcı nedenlerden dolayımı yoksa finansal ve ekonomi alanındaki değişim ve gelişmelerden mi sebep olduğunu emin ve kesin bir şekilde anlaşılmalıdır. Reel döviz kuru finansal ve ekonomi alanında etkileyen sebepler temelde ve özünde verimlilik, faiz oranları, caiz işlemleri ve dış borçlar olarak sayılabilmektedir. Finansal ve ekonomi alanında ticaret yapan uluslararası ortamdaki ülkelerin kıymetli eşyalarının fiyatlarının, eder ve kıymet rekabetinin etkileyici ve kıymetli bir belirtisi olan reel döviz kuru sistemi makroekonomik dengeler ve değişmeler ortamında etkili ve önemli bir durumda bulunmaktadır. Tabi reel döviz kuru sisteminin bir denge ve düzen ortamında bulunması ve ekonomi alanındaki diğer düzen ve tertipleri de alaşağı edip ayarlarıyla oynamaktadır. Yani kısacası reel döviz kuru sisteminin denge ve düzen kıymeti yani değerinin ne olduğunun bilinmesi ve belirlenmesi gerekmektedir. Ayrıca bakınız. Döviz kuru sistemleri Döviz kuru riski En çok kullanılan para birimleri listesi Dış bağlantılar. Merkez Bankası Döviz Kurları
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6035", "len_data": 8689, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.75 }
Dezenflasyon; fiyat artış hızının, yani enflasyon oranın zaman içinde azalması anlamına gelmektedir. Yüksek enflasyondan düşük enflasyona geçiş sırasında yaşanan düşen enflasyon sürecini ifade eder.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6036", "len_data": 198, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.81 }
Kariyer yönetimi, İnsan kaynakları planları ile sistemin bütünleştirilmesi, kariyer yollarının belirlenmesi, kariyer bilgisinin artırılması için açık işlerin duyurulması, çalışanların başarımlarının değerlendirilmesi, astlara kariyer danışmanlığı yapılması, iş deneyimlerinin artırılması ve eğitim programlarının düzenlenmesi etkinliklerinin tümüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6037", "len_data": 350, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 3.3 }
Değer zinciri analizi, bir organizasyonun kendi sunduğu servis veya ürünlere, belirli bir sırayla uyguladığı işlemlerin, yani bir değer zincirinin sayesinde anlam kattığını kabul eden işletme felsefesinde, bu zincirdeki güçlü ve zayıf yönleri sistematik olarak ortaya çıkarmak, tanımlamak ve analiz etmek için kullanılan analiz yöntemidir. Değer artışının nasıl sağlanabileceğini, bunun için hangi kritik faaliyetlerin ve faktörlerin göz önüne alınması gerektiği, düşük maliyet ve farklılaşmanın nasıl gerçekleşeceği, rakiplerin yetenek ve faaliyetleri ile karşılaştırarak sistematik bir şekilde bu analizle açıklanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6039", "len_data": 618, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.64 }
Halka arz, hisse senetlerinin çok sayıda ve önceden bilinmeyen yatırımcılara çağrı ve ilan yoluyla satışıdır. Şirketlerin, özkaynak yoluyla hisse senedi ihraç ederek fonlama sağlaması olarak da tanımlanır. Bunun dışında, şirketlerin kaynak ihtiyaçlarını karşılamak için yabancı kaynaklardan borç alması da mümkündür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6042", "len_data": 316, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.63 }
Hiperenflasyon, enflasyonun yılda yüzde 200 sınırını aştığı anlardaki halidir. "Dörtnala enflasyon" olarak da adlandırılır. Paranın değerini yitirdiği en şiddetli enflasyon biçimidir. Hiperenflasyonun nedenleri. Hiperenflasyonun en önemli nedeni aşırı parasal genişlemedir. Merkez Bankası bağımsız olmayan devletlerde para politikasını da hükûmet yönetir. İşte bu noktada hükûmetin maaşların ödenmesi, yatırım ya da bütçe açığının kapatılması için kontrolsüzce para basma kararı alması çok yüksek enflasyona neden olur. İkincil olarak, ülkede siyasi istikrarın olmadığı, hükûmetlerin ortalama ömürlerinin 1-2 yıl olduğu durumlarda iktidar partisi, seçimlerin tekrarlanacağı ve halkın kendilerini cezalandırıp tekrar iktidara taşımayacağı beklentisi taşımaları durumunda kendilerinden sonra gelecek partinin iktisadi planlarını bilerek ve isteyerek bozacak kısa vadeli gayrı-iktisadi kararlar alabilirler. Özellikle gelişmemiş ve yeni gelişmekte olan ülkelerde gözlemlenen bu durum, ileride arz ve talep yönlü daralmalara yol açacak derin ekonomik krizlere sebep olabilir. Enflasyon yaratmanın dayanılmaz cazibesi. Yüksek enflasyonla boğuşan ülkelerin hiperenflasyon tuzağına düşmelerinin nedenlerinden biri de bilerek ve isteyerek hedeflenenden daha yüksek bir enflasyon düzeyi yaratmaktır. Enflasyonun %80 olduğu bir ülke düşünün. Böyle bir durumda ülkeden yerli para cinsinden alacağı olan kişiler kendilerini enflasyonun yıpratma payına karşı kendilerini korumak "(örneğin memur sendikalarının zam haricinde enflasyon farkı da talep etmesi)" yerine belli bir para isterlerse hükûmet o parayı değersiz konuma düşürecek enflasyonu bilerek veya isteyerek oluşturabilir. Hiperenflasyona özgü gelişmeler. Hiperenflasyon durumlarında görülen bazı özel durumlar vardır. Örneğin hiperenflasyon dönemlerinde kredi talebi olağanüstü şekilde artar. Bunun da en temel nedeni kredi taksitlerini ödemenin zorluğunun dönemler içerisinde enflasyon oranına bağlı olarak gitgide azalacak olmasıdır. Bunun yanı sıra hiperenflasyon durumlarında elde para tutmanın fırsat maliyeti çok pahalıdır. Bu durumda ülkedeki finansal okuryazarlık oranına bağlı olarak kişiler yerli parayı ya yüksek faizde değerlendirme ya da bir an evvel ellerinden çıkarma eğilimi gösterirler. İkinci durumun yoğun olduğu ülkelerde yüksek enflasyon düzeyine rağmen ekonomide suni bir canlılık görünebilir. Para ikamesi. Hiperenflasyon döneminde kişiler kendilerini enflasyonun etkisinden korumak için yabancı para tutmaya başlarlar. Hiperenflasyon süreci ne kadar uzarsa, yabancı para cinsinden alışverişin niteliği de o denli artar. Örneğin ev sahipleri kira ücretini yabancı para cinsinden istemeye başlarlar ya da kişiler maaşlarını alır almaz yabancı paraya çevirirler. Yerli paraya olan güvenin bu derece sarsıldığı ortamda kişiler ülkedeki döviz talebini inanılmaz şekilde arttırır. Bunun sonucunda piyasada gittikçe kıtlaşan dövizin değeri artar, döviz kuru yükselir. İlginçtir ki bu durum belli bir sınıra kadar ülkenin makro politikalarını belirleyenler için katlanılabilir bir maliyettir zira döviz kurunun yükselmesi öncelikle reel kuru, ardından da ihracatı yükseltip ülkenin makro dengelerinde kısa süreli bir iyileşmeye neden olur. Ama orta vadede yabancı para cinsinden borçlu olan kesimlerin, örneğin devletin ve şirketler kesiminin, borçlarını katlayarak arttıracağı için önce bütçe açıklarına, önlem alınmaması halinde ise ekonomik krizlere neden olabilir. Hiperenflasyonun çözümleri. Düşünülenin aksine kısa vadede %400'lük enflasyonu düşürmek %40'lık enflasyonu düşürmekten daha kolaydır. Çünkü böyle durumlarda daha önce siyasi maliyet yüzünden alınamamış tedbirler daha kolay alınabilmektedir. Üstelik %400'lük bir enflasyonu %200'e indirmenin siyasi kazancı, %40'lık enflasyonu %20'ye indirmekten daha fazla olabilir. İkincil olarak, çoğu zaman hiperenflasyona neden olan aşırı parasal genişlemeyi kontrol altına almak bile enflasyonu daha makul düzeylere indirmek için yeterli olabilmektedir. Uzun vadeli çözümler için bütçe disiplinini sağlayacak reformların yapılması ön koşuldur. Bunun için de kararlı bir finansal istikrar programı uygulanmalıdır. Bu program dahilinde kurumsal açıdan yapılanma, vergilendirilmeyen tabanı vergilendirmeye çalışma, vergi idaresinin iyileştirilmesi ve harcama önceliklerinin kesin olarak belirlendiği bir mali reform önşarttır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6043", "len_data": 4344, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.9 }
İşsizlik, herhangi bir ekonomik toplumda çalışmak istediği halde iş bulamayan yetişkinlerin bulunması durumu. İş bulamayan kimseye işsiz denir. Ekonomide genellikle 16 yaş ve üzeri kimseler işsiz grubuna dahil edilirler. Başlıca işsizlik türlerinden bazıları yapısal işsizlik, friksiyonel işsizlik, döngüsel işsizlik, gönülsüz işsizlik ve klasik işsizliktir. Yapısal argümanlar, yıkıcı teknolojiler ve küreselleşmeyle ilgili nedenleri ve çözümleri vurguluyor. BM Uluslararası Çalışma Örgütü'ne (ILO) göre, 2018 yılında dünya çapında 172 milyon insan (veya rapor edilen küresel işgücünün %5'i) işsizdi. İşsizliğin kişisel sonuçları. İşsiz kişiler geçimlerini sağlamak üzere para kazanamazlar, bunun sonucu olarak kişiler mortgage ev kredilerini veya ev kiralarını ödeyemeyecek duruma düşüp, kaldıkları mekanlardan çıkmak zorunda kalabilirler. Bu da evsizlerin varolmasına neden olur. Ayrıca işsizlik kişinin üzerinde önemli bir psikolojik baskı yaratır, bu da kişiyi bunalıma kadar götüren bir ruhsal rahatsızlık süreci içerisine girebilirler. Ayrıca istatistiklere bakıldığında işsizliğin yüksek olduğu dönemlerde suç oranlarının yükseldiği gözlemlenmiştir. Sosyal-devlet yapısının daha geliştiği ülkelerde işsizlik sigortası uygulamaları görülmektedir. Ayrıca işini kaybetme korkusu bireylerde psikolojik rahatsızlıklara yol açabilir. İşsizliğin toplumsal sonuçları. Yüksek işsizlik oranına sahip bir ekonomi, sahip olduğu işgücünün önemli bir kısmını kullanamamaktadır. İşsizliğin yükselmesi toplumda bencillik ve yabancı düşmanlığına yol açabilir. Az miktarda olan iş imkânını diğer ülkelerden gelen yabancılara kaptırmak istememe yabancı düşmanlığı ve sınırlardaki geçişlerin azalmasına neden olabilir. Ayrıca toplumda bireyler mevcut işi kapabilmek için kişilerin sağlığını olumsuz etkileyebilecek düzeye ulaşan bir yarışmaya dönüşebilir. Yüksek işsizlik oranı işçiyi patronun karşısında güçsüz bir duruma düşürebilir. İşveren, işçiyi onun yerine başkalarını alabileceği telkin ve tehdidine bulunarak işçinin üzerine baskı uygulayabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6044", "len_data": 2042, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.5 }
Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi, bazen Birinci Sanayi Devrimi ve İkinci Sanayi Devrimi olarak ayrılan ve insan ekonomisinin Tarım Devrimi'ni takip eden, daha yaygın, verimli ve istikrarlı üretim süreçlerine doğru küresel bir geçiş dönemidir. Büyük Britanya'da başlayan Sanayi Devrimi, yaklaşık 1760'tan yaklaşık 1820-1840 yılları arasındaki dönemde Kıta Avrupasına ve Amerika Birleşik Devletleri'ne yayıldı. Bu geçiş, elle üretim yöntemlerinden makinelere geçişi; yeni kimyasal üretim ve demir üretim süreçlerini; su gücü ve buhar gücünün artan kullanımını; takım tezgâhlarının geliştirilmesini ve makineleşmiş fabrika sisteminin yükselişini içeriyordu. Üretim büyük ölçüde arttı ve bunun sonucunda nüfusta ve nüfus artış hızında benzeri görülmemiş bir artış yaşandı. Tekstil endüstrisi modern üretim yöntemlerini ilk kullanan sektör oldu ve tekstil istihdam, çıktı değeri ve yatırılan sermaye açısından baskın sektör haline geldi. Teknolojik ve mimari yeniliklerin çoğu İngiliz kaynaklıydı. 18. yüzyılın ortalarında Britanya, Kuzey Amerika ve Karayipler'deki kolonileriyle küresel bir ticaret imparatorluğunu kontrol eden dünyanın önde gelen ticari ülkesiydi. Britanya, Doğu Hindistan Şirketi'nin faaliyetleri aracılığıyla Hindistan alt kıtasında, özellikle de sanayileşme öncesi Babür Bengal'inde büyük bir askeri ve siyasi hegemonyaya sahipti. Ticaretin gelişmesi ve iş dünyasının yükselişi Sanayi Devrimi'nin başlıca nedenleri arasındaydı: 15 Mahkemelerin mülkiyet hakları lehine karar vermesi gibi hukuk alanındaki gelişmeler de devrimi kolaylaştırdı. Girişimcilik ruhu ve tüketici devrimi İngiltere'de sanayileşmenin başlamasına yardımcı oldu ve 1800'den sonra Belçika, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa'da da bu durum taklit edildi. Sanayi Devrimi, maddi ilerleme açısından insanlığın tarımı benimsemesiyle kıyaslanabilecek, tarihte önemli bir dönüm noktası oldu. Sanayi Devrimi günlük yaşamın hemen her alanını bir şekilde etkiledi. Özellikle, ortalama gelir ve nüfus daha önce benzeri görülmemiş sürekli bir büyüme sergilemeye başladı. Bazı ekonomistler, Sanayi Devrimi'nin en önemli etkisinin Batı dünyasındaki genel nüfusun yaşam standardının tarihte ilk kez istikrarlı bir şekilde artmaya başlaması olduğunu söylerken diğerleri 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyıla kadar anlamlı bir şekilde iyileşmeye başlamadığını belirtti. Sanayi Devrimi ve modern kapitalist ekonominin ortaya çıkışından önce kişi başına düşen GSYH genel olarak istikrarlıyken, Sanayi Devrimi kapitalist ekonomilerde kişi başına düşen ekonomik büyüme dönemini başlattı. Ekonomi tarihçileri, Sanayi Devrimi'nin başlangıcının, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesinden bu yana insanlık tarihindeki en önemli olay olduğu konusunda hemfikirdir. Nedenleri. Düşünsel nedenlerin yanında Sanayi Devrimi'ni doğuran diğer unsurlar şunlardır: İngiltere'de Sanayi Devrimi. Sanayi Devrimi'nin önce İngiltere Manchester'da başlamasının başlıca sebepleri şunlardır: Fabrika sistemi ile üretim, talep artışı doğrultusunda bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Büyük makineler ev üretimi için elverişsiz durumdaydı. Bu nedenle evler yerine işçilerin makinelerin bulunduğu büyük binalara giderek çalışma sistemi, başka bir deyişle fabrika sistemi süreç içinde meydana geldi. Fabrika sistemi hızlı üretim gibi olumlu sonuç yanında sosyal açıdan olumsuz birtakım sonuçlar da doğurmuştur. Erkek işçiler yanında, onların yerine (daha ucuza çalıştıkları için) çocuk ve kadınlar çalıştırılmaya başlanmıştır. 20 saate kadar varan iş saatleri küçük çocuk ve kadınlar üzerinde kötü etkiler bırakmıştır. Buna rağmen ücretler yetersiz kalmıştır. İşçilerin kalifiyeli olması önem arz etmiyordu. Makineler tekdüze, basit, mekanik hareketler yapabilen herkesle çalışabiliyor durumdaydı. Kalifiyeli işçilerin normal ücretle iş bulma imkanları kısıtlanmıştır. Sonuçları. Batı'nın toplumsal sınıf yapısında değişmeler. Sanayi Devrimi; 18. yüzyılda, önce İngiltere'de başlayan demir ve kömürün asıl enerji kaynağı ve hammaddeyi oluşturduğu bir makineleşme çağıdır. Kömür, buhar ve makinenin birleşiminin ortaya çıkardığı Sanayi Devrimi önemli ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümlere neden olmuştur. Batı Dünyası bir şehir toplumu hâline gelmiştir. Kırdan şehre göç olmuştur ve bu nüfus, gelişmiş fabrika sistemlerindeki çalışan iş gücü kitlesinin oluşmasına sebep olmuştur. Sanayi Devrimi, Avrupa'da burjuva sınıfının yapı değiştirmesine ve yeni bir işçi sınıfının doğmasına yol açmıştır. Eski burjuva sınıfına fabrika sahipleri de katılmıştı. Burjuva sınıfı artık her ülkede en zengin sınıf haline gelmiştir. Ancak ülkelerin çoğunda orta sınıf pek çok siyasal ve sosyal haklardan mahrum bırakılmıştır. Bu haklarını elde etmek için 19. yüzyılın sonlanmasını beklemek zorunda kalmışlardır. Avrupa'da Sanayi Devrimi öncesinde de bir işçi sınıfı varlığını göstermiştir. Bu sınıf her zaman çoğunlukta ancak bilinçsiz bir düzene sahipti. Sanayi Devrimi sonucunda işçi sınıfı bilinçlenmeye başlamıştır. Toplumların hemen hepsinde en kalabalık sınıfını oluşturmuştur. İşçi sınıfı, yoğunluğuna karşın ekonomik ve siyasal haklardan mahrumdur. Ücretleri düşük, yaşama ve çalışma koşulları elverişsizdir. Çalışma saatleri uzun, fabrikalar havasız ve her türlü sağlık koşullarından uzak bir özellik göstermiştir. Siyasal açıdan oy hakları yoktur. Sendikalaşma ve grev yasaktır. Ancak işçiler artık bu durumun farkındadır ve bilinç sahibi olmuşlardır. Sosyalizmin gelişmesi. Sanayi Devrimi'nin yarattığı işçi sınıfı hakları ile ilgili olarak sosyalizm görüşü ortaya çıkmıştır. Bu görüş önceleri ütopik sosyalizm olarak gelişmiştir. Daha sonra Karl Marx ve Friedrich Engels sosyalizmi geliştirerek bilimsel sosyalizmi ortaya koymuşlardır. Buna göre toplumsal tabakada iki sınıf vardır; üretim güçlerini elinde bulunduran burjuva, emeklerini satarak yaşamak zorunda kalan proletarya. Sermayeyi elinde bulunduran burjuva azami kârını gerçekleştirmek için artı değerden işçilere asgari düzeyde ücret veriyor. Kentleşme ve nüfus artışı. Sanayi Devrimi'nin bir başka etkisi de nüfus artışı konusunda olmuştur. Sanayileşme sayesinde tarım makineleşmiş, böylece aynı miktar toprak daha fazla insanı besleyebilir hale gelmiştir. Ayrıca kent sanayi, tarım sektörü dışındaki insanlara iş sağlayarak daha fazla insanı besleyebilir duruma gelmiştir. Sanayi Devrimi kentlerde nüfusun yoğunlaşmasına neden olmuştur. Amerika Birleşik Devleti, 1920'lerde nüfusunun yarısı kentlerde varlığını sürdürmekteydi. Kentleşme önemli sorunları da beraberinde getirmiştir. Gecekondu bölgeleri fazlalaşmıştır. Bu bölgeler pis ve kalabalık hale gelmiştir. Kitle toplumu. İşçilerin fabrikalarda toplanması ve fabrikaların da kentsel alanlarda fazlalaşmasıyla birlikte giderek kentler kırsal alanları içine çekmeye başlamıştır. Bu gelişme tıp bilimindeki yeniliklerle ortaya çıkan nüfus artışı ve bu nüfusu doyurmak için gıda maddesi bulma çabalarıyla birleşmiştir. 20. yüzyılın değişmez özelliği olan kitle toplumu tarihteki yerini almıştır. Batı Dünyası bir şehir toplumu hâline geldi. Kırdan şehre göç oldu ve bu nüfus, gelişmiş fabrika sistemlerindeki çalışan iş gücü kitlesini oluşturdu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6047", "len_data": 7125, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.98 }
Scheme, Guy Lewis Steele Jr. ve Gerald Jay Sussman tarafından geliştirilmiş bir Lisp lehçesidir. Çok az sayıda programlama kuralıyla anlatımlar oluşturulmasını sağlar, pratik ve yalın yapısıyla günümüzde var olan pek çok programlama kavramını destekler. Scheme dilinde yazılmış programlar derleme işleminden geçmeden yorumlayıcı tarafından yorumlanır. Bu yöntem programı yavaş ve verimsiz kılar, fakat temel algoritmik kavramların anlaşılmasını kolaylaştırır. Bu yüzden Scheme, genelde uygulama geliştirmek yerine bilgisayar bilimleri eğitiminde yoğun olarak kullanılır. Scheme, IEEE tarafından 1978 ilâ 1990 yılları arasında standartlaştırılmışsa da dilin evrimini takip eden R"N"RS raporları pratikte standart yerine geçerler. Şu anda R6RS (Revised6 Report on the Algorithmic Language Scheme) en son kabul edilen rapordur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6051", "len_data": 824, "topic": "CODING", "quality_score": 3.99 }
Japonya'nın ulusal bayrağı, beyaz bir zemin üzerinde ortasında koyu kırmızı bir kurs bulunan, 2:3 oranına sahip bir bayraktır. Japoncada resmî olarak Nisshōki (, Güneş bayrağı) veya daha yaygın olarak "Hinomaru" (, 'Güneş kursu') adıyla da bilinmektedir. Ayrıca ülkenin "Doğan Güneş'in Ülkesi" sloganını da betimlemektedir. "Nisshōki" bayrağı, 13 Ağustos 1999'da yayımlanarak yürürlüğe giren Ulusal Bayrak ve Marş Kanunu'nda ulusal bayrak olarak belirlenmiştir. Daha önceki hiçbir mevzuatta ulusal bir bayrak belirtilmemiş olmasına rağmen, güneş kursu bayrağı zaten Japonya'nın "de facto" ulusal bayrağı haline gelmişti. Erken Meiji Dönemi'nin hükûmet organı olan Daijō-kan tarafından 1870 yılında yayımlanan iki bildirinin her birinde, ulusal bayrağın tasarımına ilişkin bir hüküm bulunuyordu. Meiji 3'ün (27 Şubat 1870'de yayımlandı) 57 Sayılı Bildirisi uyarınca ticari gemiler için ulusal bayrak olarak güneş kursu bayrağı kabul edilmiştir ve Meiji 3'ün 651 Sayılı Bildirisi (27 Ekim 1870'de yayımlandı) uyarınca Donanma tarafından kullanılan bayrak, ulusal bayrak olarak kabul edilmiştir. "Hinomaru"'nun kullanımı, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Müttefiklerin Japonya'yı işgalinin ilk yıllarında ciddi şekilde kısıtlanmıştı, bu kısıtlamalar daha sonra azaltıldı. İmparatorun doğrudan Şinto güneş tanrıçası Amaterasu'nun soyundan geldiği söylendiğinden ve yönetici hanedanlığın meşruiyeti bu ilâhî atamaya dayandığından Güneş, Japon mitolojisinde ve dininde önemli bir rol oynar. Bayrağın tasarımı kadar ülkenin adı da güneşin bu merkezî önemini yansıtmaktadır. Antik tarih Shoku Nihongi, İmparator Mommu'nun 701 yılında sarayında güneşi temsil eden bir bayrak kullandığını söylüyor; bu, Japonya'da güneş motifli bir bayrağın kayıtlara geçen ilk kullanımıdır. Mevcut en eski bayrak, 16. yüzyıldan daha eski olan Kōshū, Yamanashi'deki Unpō-ji tapınağında korunmaktadır ve eski bir efsaneye göre, bayrağın tapınağa 11. yüzyılda İmparator Go-Reizei tarafından verildiği söylenmektedir. Meiji Restorasyonu olarak da bilinen reform sırasında, güneş kursu ve Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri ve Japon İmparatorluk Ordusu'nun Yükselen Güneş bayrağı, Japon İmparatorluğu'nun önemli sembolleri hâline geldi. Propaganda posterleri, ders kitapları ve filmler bayrağı bir gurur ve vatanseverlik kaynağı olarak tasvir etmekteydi. Japon evlerinde vatandaşların ulusal bayramlar, kutlamalar ve hükûmetin kararlaştırdığı diğer etkinlikler sırasında bayrağı asmaları gerekiyordu. Japonya'ya ve İmparatora bağlılığın farklı simgeleri olan "Hinomaru" motifi, İkinci Çin-Japon Savaşı ve diğer savaşlar sırasında halk arasında daha popüler hâle gelmiştir. Halkın ulusal bayrağa ilişkin algısı farklılık göstermektedir. Tarihsel olarak hem Batılı hem de Japon kaynaklar, bayrağın Japonlar için güçlü ve kalıcı bir sembol olduğunu iddia etmektedir. II. Dünya Savaşı'nın (Pasifik Savaşı) sona ermesinden bu yana, bayrağın ve ulusal marş olan "Kimigayo"'nun kullanımı Japonya'daki devlet okulları için tartışmalı bir konu olmuştur ve bunların kullanımına ilişkin anlaşmazlıklar, çeşitli protesto ve davalara yol açmıştır. Çin ve Kore'de bayrak, saldırganlığın ve emperyalizmin sembolü olarak görülmektedir. Japonya'nın birçok askerî sancağı, güneş ışınlı deniz sancağı da dâhil olmak üzere tarihsel olarak "Hinomaru"'ya dayanmaktadır. "Hinomaru" ayrıca kamu ve özel kullanımdaki diğer Japon bayrakları için bir şablon görevi görmektedir. Tarihi. Antik çağdan orta çağa kadar. "Hinomaru"'nun kökeni kesin olarak bilinmemektedir. Ancak doğan güneş, 7. yüzyılın başlarından beri sembolik bir anlam taşımaktadır; Japon Takımadaları, Asya anakarasının doğusundadır ve dolayısıyla güneşin "doğduğu" yerdir. Japonya'ya bu nedenle genellikle "doğan güneşin ülkesi" denir. 607 yılında Çin İmparatoru Sui Yang'a "Doğan Güneş'in İmparatoru'ndan" diye başlayan resmî bir mektup gönderilmiştir. Efsaneye göre, imparatorluk tahtının Güneş tanrıçası Amaterasu'nun soyundan geldiği söylendiğinden Güneş, İmparatorluk hanedanıyla yakından ilişkilidir. Japon halkının eski Ko-Shintō inancına dâhil edilen doğaya tapınma ve animizmi içeren dini (özellikle tarım ve balıkçılıkta) Güneş'e tapınmayı da içermektedir. Yayoi Dönemi'nden (MÖ 300) Kofun Dönemi'ne (MS 250) kadar, parlayan güneşin şeklini kutlamak için kullanılmış ve Üç Kutsal Hazine'den biri olan Yata no Kagami'nin bu ayna gibi kullanıldığına dair bir teori bulunmaktadır. Doğu seferi (Jinmu tosei) sırasında, İmparator Jimmu'nun kardeşi Ituse no Mikoto, Naniwa'da (günümüz Osaka) klan lideri Nagasunehiko'ya ("uzun bacaklı adam") karşı girilen bir savaşta öldürüldü. İmparator Jimmu, güneşin torunları olarak, güneşe (doğu) doğru değil, güneşin tarafında (batıya karşı) savaşmak istediğini fark etti. Böylece klanıyla birlikte batıya doğru savaşmak için Kii Yarımadası'nın doğu yakasına gitti. Kumano'ya (veya Ise'ye) ulaştılar ve Yamato'ya doğru yola çıktılar. Nagasunehiko ile yapılan ikinci savaşta galip geldiler ve Kinki bölgesini fethettiler. Güneş şeklindeki bayrağın kullanımının, imparatorun doğrudan imparatorluk yönetiminin (親政) 645'teki Isshi Olayı'ndan sonra (Taika'nın ilk yılı) kurulmasından bu yana gerçekleştiği düşünülüyordu. 797'de tamamlanan Japon tarih metni "Shoku Nihongi", 701'de (Taihō döneminin ilk yılı) İmparator Mommu'nun Chōga'sı (朝賀, 'yeni yıl tebrik töreni') tarafından güneş motifli bayrağın kayıt altına alınmış ilk kullanımına sahiptir. Yılbaşı günü tören salonunun dekorasyonu için Nissho (日像, 'altın güneşli bayrak') göndere çekilmiştir. Genpei Savaşı'nın sonuçlarından etkilenmiş olması olasılığı öne çıkıyor. Heian Dönemi'ne kadar İmparatorluk Sarayı'nın sembolü olan Nishiki bayrağında (Nishiki no mihata 錦の御旗), kırmızı zemin üzerine altın rengi bir güneş çemberi ve gümüş bir ay çemberi vardı. Heian Dönemi'nin sonunda, Taira boyu kendilerini bir rejim ordusu olarak tanımladı ve İmparatorluk Mahkemesi'ne göre altın kurslu kırmızı bayrağı (赤地金丸) kullandı. Genji (Minamoto boyu) muhalefetteydi, bu yüzden Genpei Savaşı'nda (1180-1185) savaşırken kırmızı kurslu beyaz bir bayrak (白地赤丸) kullandılar. Taira boyu yenildiğinde, Genji tarafından samuray rejimi (bakufu, 幕府) kuruldu. Oda Nobunaga ve Tokugawa Ieyasu gibi sonradan gelen savaş ağaları, Genji'nin halefleri olduklarını anlayınca savaşta "Hinomaru" bayrağını kullandılar. 12. yüzyıldan kalma "Heike Monogatari" adlı eserde, farklı samurayların yelpazelerinde güneş çizimlerinin yer aldığı yazıyordu. Bayrakla ilgili bir efsane de Budist rahip Niçiren'e atfedilir. İddiaya göre, 13. yüzyılda Japonya'nın Moğol istilası sırasında Niçiren, savaşta taşıması için Şogun'a bir güneş sancağı vermiştir. Nagashino Muharebesi sırasında (28 Haziran 1575), Oda Nobunaga ve Tokugawa Ieyasu'nun müttefik kuvvetleri Takeda Katsuyori ile savaştı. Hem Nobunaga hem de Ieyasu'nun hanedan armalı kendi bayrakları vardı. Ancak aynı zamanda ikisi de "Hinomaru"'yu da taşıyorlardı. Japonya'nın en eski bayraklarından biri, Yamanashi'deki Kōshū şehrinde bulunan Unpo-ji tapınağında bulunmaktadır. Efsaneye göre bayrak, İmparator Go-Reizei tarafından Minamoto no Yoshimitsu'ya verilmiştir ve son 1000 yıldır Takeda boyu tarafından bir aile hazinesi olarak değerlendirilmiştir. 16. yüzyıldaki birleşme döneminde, her "daimyō"'nun savaşta kullanılan özel bayrağı vardı. Bayrakların çoğu, genellikle daimyō lordunun mon'unu (hanedan armasını) taşıyan uzun sancak şeklindeydi. Aynı zamanda, aynı ailedeki oğul, baba ve erkek kardeş gibi üyelerin de savaşta taşıyacakları farklı bayrakları vardı. Bayraklar bir çeşit kimlik görevi görüyordu ve askerlerin sırtlarında ve atlarında yer alıyordu. Ayrıca generallerin de kendi bayrakları vardı ve bunların çoğu kare şekli nedeniyle asker bayraklarından farklıydı. 1854'te Tokugawa şogunluğu sırasında Japon gemilerine, kendilerini yabancı gemilerden ayırmak için "Hinomaru"'yu göndere çekmeleri emredildi. Bundan önce, ABD ve Rusya ile ticaret yapan gemilerde farklı türlerde "Hinomaru" bayrağı kullanılıyordu. "Hinomaru", 1870 yılında Japonya'nın ticari bayrağı olarak ilan edildi. Aynı zamanda 1870'ten 1885'e kadar da yasal ulusal bayraktı, bu da onu Japonya'nın benimsediği ilk ulusal bayrak yapmıştır. Ulusal semboller fikri Japonlara tuhaf gelmiş olsa dahi, Meiji rejiminin dış dünyayla iletişim kurabilmesi için bunlara ihtiyacı vardı. Bu, özellikle ABD'li Tuğamiral Matthew C. Perry'nin Yokohama Körfezi'ne çıkartma yapmasından sonra önem kazandı. Meiji rejimi bir süre sonra, "Kimigayo marşı" ve imparatorluk mührü de dâhil olmak üzere Japonya'ya daha fazla kimlik kazandırdı. 1885 yılında, Japonya Resmî Gazetesi'nde yayımlanmayan önceki tüm yasalar kaldırıldı. Japonya'nın yeni kabinesinin bu kararı nedeniyle, Meiji Restorasyonu'ndan sonra herhangi bir yasa çıkmadığından dolayı "Hinomaru" de facto olarak ulusal bayraktı. İlk çatışmalar ve Pasifik Savaşı. Japonlar bir imparatorluk kurmaya çalışırken ulusal bayrağın kullanımını artırdılar ve "Hinomaru", Birinci Çin-Japon ve Rus-Japon Savaşlarındaki zaferlerin ardından yapılan kutlamalarda hazır bulundu. Bayrak aynı zamanda savaş anında ülke çapındaki hazırlıklarda da kullanıldı. 1934'te Japonca bir propaganda filminde, yabancı ülke bayraklarının tasarımlarının eksik veya kusurlu olduğu, Japonya bayrağının ise her şekliyle mükemmel olduğu gösteriliyordu. 1937'de Hiroşima Prefektörlüğü'ndeki bir grup kız, pirinç tabağının ortasında "umeboshi"den oluşan "bayrak yemekleri" yaparak İkinci Çin-Japon Savaşı sırasında Çin'de savaşan Japon askerlerine destek oldular. Böylece "Hinomaru bentō", 1940'lara kadar Japonya'nın savaş seferberliğinin ve askerlerle olan dayanışmanın ana sembolü hâline geldi. Japonya'nın Çin-Japon Savaşı'ndaki ilk zaferleri sonrasında, "Hinomaru" kutlamalar için yeniden kullanıldı. Geçit törenleri sırasında her Japonun elinde bulunuyordu. Bu dönemdeki ders kitaplarında İmparatora ve ülkeye bağlılığı ifade eden çeşitli sloganlarla birlikte "Hinomaru" da basılmıştı. Yurtseverlik, Japon çocuklarına bir erdem olarak öğretildi. Bayrağı göstermek veya her gün İmparator'a tapınmak gibi yurtseverlik ifadelerinin tümü "iyi bir Japon" olmanın bir parçasıydı. Bayrak, II. Dünya Savaşı sırasında işgal altındaki Güneydoğu Asya bölgelerinde Japon emperyalizminin bir aracıydı: insanlar bayrağı kullanmak zorundaydı ve öğrenciler sabah bayrak törenlerinde "Kimigayo"'yu söylediler. Filipinler, Endonezya ve Mançukuo gibi bazı bölgelerde ise yerel bayraklara izin verilmiştir. Japonya İmparatorluğu'nun bir parçası olan Kore'de, Korelilerin imparatorluğun tebaası olduğunu ilan etmek için "Hinomaru" ve diğer semboller kullanılmıştır. Pasifik Savaşı sırasında Amerikalılar, "Hinomaru" ve Japon askerî uçak nişanı için aşağılayıcı bir terim olan "köfte"yi icat ettiler. Japonlara göre "Hinomaru", "tüm dünyanın karanlığını aydınlatacak Yükselen Güneş bayrağı"ydı. Batılılar için Japon ordusunun en güçlü sembollerinden biriydi. ABD işgali. "Hinomaru", II. Dünya Savaşı ve işgal dönemi boyunca Japonya'nın "de facto" bayrağıydı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Japonya'nın işgali sırasında, "Hinomaru"'yu göndere çekmek için Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanı'nın (SCAPJ) iznine ihtiyaç vardı. Kaynaklar, "Hinomaru"'nun kullanımının ne ölçüde kısıtlandığı konusunda farklılık gösteriyor; bazıları "yasaklı" terimini kullanıyor; ancak başlangıçtaki kısıtlamalar ciddi olsa da, bunlar doğrudan bir yasak anlamına gelmiyordu. II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Amerika Birleşik Devletleri Deniz Taşımacılığı Kontrol Otoritesine bağlı Japon ticari denizcileri için, Japon sivil gemileri tarafından bir sancak kullanıldı. "E" sinyal kodundan değiştirilen bayrak, Eylül 1945'ten ABD'nin Japonya'daki işgali sona erene kadar kullanıldı. Japon sularında çalışan ABD gemileri ise, bayrak olarak değiştirilmiş bir "O" sinyal bayrağını kullanmıştır. 2 Mayıs 1947'de General Douglas MacArthur, yeni Japonya Anayasası'nın onaylanmasıyla "Hinomaru"'nun Millî Diyet Binası, İmparatorluk Sarayı, Başbakanlık konutu ve Yüksek Mahkeme binasında göndere çekilmesine ilişkin kısıtlamaları kaldırdı. Bu kısıtlamalar, 1948'de insanların ulusal bayramlarda bayrak taşımasına izin verilerek daha da esnetildi. Savaş sonrasından 1999'a kadarki süreç. II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Japonya bayrağı, ülkenin militarist geçmişiyle olan ilişkisi nedeniyle eleştirilmiştir. Benzer eleştiriler Japonya'nın mevcut millî marşı "Kimigayo"'ya da yöneltilmiştir. Japonya kendisini diplomatik olarak yeniden kurmaya başladığında, "Hinomaru" yurtdışında siyasi bir silah olarak kullanıldı. İmparator Hirohito ve İmparatoriçe Kōjun'un Hollanda'ya yaptığı ziyarette "Hinomaru", ya Japonya'ya gönderilmesini ya da İkinci Dünya Savaşı sırasında Hollandalı savaş esirlerinin ölümlerinden yargılanmasını talep eden Hollanda vatandaşları tarafından yakıldı. Yurt içinde bayrak, Amerika Birleşik Devletleri ile Japonya arasında müzakere edilen yeni Kuvvetler statüsü sözleşmesine karşı yapılan protestolarda bile kullanılmadı. Sendikaların ve diğer protestocuların en yaygın kullandığı bayrak kırmızı isyan bayrağıydı. Tokyo 1964 Yaz Olimpiyat Oyunları'na ev sahipliği yaptığında, "Hinomaru" ve millî marşla ilgili bir sorun bir kez daha gündeme geldi. Olimpiyat oyunlarından önce, ulusal bayrağın güneş kursunun boyutu kısmen değiştirildi. Çünkü bayrak, diğer ulusal bayraklarla dalgalanırken dikkat çekici görünmüyordu. Renk uzmanı Tadamasa Fukiura, güneş kursunun bayrak uzunluğunun üçte ikisi kadar olmasını tercih etti. Fukiura ayrıca 1964 oyunlarının yanı sıra Nagano'daki 1998 Kış Olimpiyatları için de bayrak renklerini seçti. 1989'da İmparator Hirohito'nun ölümü, ulusal bayrakla ilgili ahlaki sorunları bir kez daha gündeme getirdi. Muhafazakârlar, eğer bayrak törenler sırasında eski yaraları yeniden açmadan kullanılabilirse, anlamı konusunda sorgulanmadan "Hinomaru"'nun ulusal bayrak olmasını önerme şansları olabileceğini hissettiler. Altı günlük resmî yas süresince, Japonya'nın her yerinde bayraklar yarıya indirildi veya siyah bayraklarla kaplandı. İmparatorun cenaze töreni gününde protestocuların "Hinomaru"'ya zarar verdiği yönündeki haberlere rağmen, okulların Japonya bayrağını çekincesiz yarıya indirme hakkı muhafazakârlara başarı getirdi. 1999'dan günümüze. Ulusal Bayrak ve Marş Hakkındaki Kanun 1999'da kabul edildi ve hem "Hinomaru" hem de "Kimigayo" Japonya'nın ulusal sembolleri olarak belirlendi. Kanun, "Uluslararası Barış İşbirliği Kanunu" olarak da bilinen, 1992 tarihli "Birleşmiş Milletler Barışı Koruma Operasyonları ve Diğer Operasyonlar İçin İşbirliğine İlişkin Kanun"dan bu yana Diyet tarafından kabul edilen en tartışmalı kanunlardan biridir. Liberal Demokrat Parti'den (LDP) Başbakan Keizō Obuchi, 2000 yılında "Hinomaru" ve "Kimigayo"'yu Japonya'nın resmî sembolleri hâline getirmek için yasa taslağı hazırlamaya karar verdi. Kabine Baş sekreteri Hiromu Nonaka, mevzuatın İmparator Akihito'nun tahta çıkışının 10. yıldönümüne kadar tamamlanmasını istedi. Bu, her iki sembolün de resmî olarak belirlenmesi için bir mevzuatın düşünüldüğü ilk sefer değildi; 1974 yılında, Okinawa'nın 1972'de Japonya'ya geri veriliş ve 1973'teki petrol krizinin arka planında, Başbakan Kakuei Tanaka, her iki sembolü de Japonya yasalarında yer alan bir yasanın çıkarılacağını ima etmişti. Tanaka, okullara "Kimigayo"'yu öğretme ve çalma talimatı vermenin yanı sıra, öğrencilerin her sabah bir törenle "Hinomaru" bayrağını göndere çekmeleri ve 1890'da Meiji tarafından açıklanan İmparatorluk Eğitim Genelgesi'nin belirli unsurlarına dayanan bir ahlâkî müfredat benimsemelerini istedi. Ancak Tanaka, o yıl yasayı Diyet'ten geçirmekte başarısız oldu. Tasarının ana destekçileri LDP ve Komeito (CGP) olurken, muhalefette yer alan Sosyal Demokrat Parti (SDPJ) ve Komünist Parti (JCP), her iki sembolün de savaş dönemiyle ilgili çağrışımlarına dikkat çekti. JCP, konunun kamuoyu tarafından karara bağlanmasına izin verilmemesi nedeniyle de tasarıya karşı çıktı. Aynı zamanda Japonya Demokratik Partisi (DPJ) bu konuda parti konsensüsü geliştiremedi. DPJ Başkanı ve geleceğin başbakanı Naoto Kan, DPJ'nin tasarıyı desteklemesi gerektiğini, çünkü partinin her iki sembolü de zaten Japonya'nın simgeleri olarak tanıdığını belirtti. Genel Sekreter yardımcısı ve geleceğin başbakanı Yukio Hatoyama, bu tasarının toplum ve devlet okulları arasında daha fazla bölünmeye neden olacağını düşünüyordu. Bu sebeple tasarıya lehte oy verirken Kan aleyhte oy kullandı. Oylamadan önce yasa tasarılarının Diyet'te ayrılması yönünde çağrılar yapıldı. Waseda Üniversitesi profesörü Norihiro Kato, "Kimigayo"'nun "Hinomaru" bayrağından daha karmaşık ve ayrı bir konu olduğunu belirtti. Tasarının oylanması sırasında DPJ ve diğer partilerin ulusal bayrak olarak yalnızca "Hinomaru"'yu belirleme girişimleri Diyet tarafından reddedildi. Temsilciler Meclisi, tasarıyı 22 Temmuz 1999'da 403'e karşı 86 oyla kabul etti. Ardından mevzuat 28 Temmuz'da Temsilciler Meclisinde gönderildi, 9 Ağustos'ta kabul edildi ve 13 Ağustos'ta da yasalaştı. 8 Ağustos 2009'da DPJ'nin Temsilciler Meclisi, seçim mitinginde tavandan sarkan bir pankartı gösteren bir fotoğraf çekildi. Afiş, DPJ logosunun şeklini oluşturacak şekilde kesilip birbirine dikilen iki "Hinomaru" bayrağından oluşuyordu. Bu, LDP'yi ve Başbakan Tarō Asō'yu çileden çıkardı ve bu eylemin affedilemez olduğunu söyledi. Buna cevaben DPJ Başkanı Yukio Hatoyama pankartın "Hinomaru" olmadığını ve bu şekilde değerlendirilmemesi gerektiğini söyledi. Tasarımı. 1870 yılında kabul edilen 57 Sayılı Başbakanlık Bildirisi'nde yer alan bayrakla ilgili iki hükümden ilki, bayrağı kimin ve nasıl dalgalandıracağını; ikincisi ise bayrağın nasıl üretileceğini belirtiyordu. Oranı ise yedi birim genişlik ve on birim uzunluktu (7:10). Güneşi temsil eden kırmızı kurs, gönder genişliğinin beşte üçü kadar hesaplanmıştır. Kanun, kursun merkezde olması gerektiğini belirtmiş, ancak genellikle gönder tertibatına doğru yüzde biri (1⁄100) oranında yerleştirilmiştir. (bu, bayrak dalgalanırken kursun ortalanmış görünmesini sağlar; bu teknik, Bangladeş bayrağı gibi diğer bayraklarda da kullanılır). Aynı yılın 3 Ekim'inde tüccar sancağı ve diğer deniz sancaklarının tasarımına ilişkin düzenlemeler çıkarıldı. Ticari sancak için oran iki birim genişlik ve üç birim uzunluk (2:3) idi. Kursun boyutu aynı, ancak güneş kursu göndere doğru yirmide bir (1⁄20) oranında yerleştirilmiştir. Ulusal Bayrak ve Marş Kanunu çıkınca, bayrağın boyutlarında bir miktar değişiklik yapıldı. Bayrağın genel oranı iki birim genişlik ve üç birim uzunluk (2:3) olacak şekilde değiştirildi. Kırmızı kurs merkeze doğru kaydırıldı, ancak kursun boyutu aynı kaldı. Bayrağın arka planı beyaz ve merkezi kırmızı bir dairedir (紅色, "beni iro"). Ancak 1999 yasasında renk tonları belirtilmemiştir. Kırmızı renk hakkında verilen tek ipucu, "derin" bir renk olduğudur. Japonya Savunma Ajansı (şu anda Savunma Bakanlığı) tarafından 1973'te (Şova 48) yayınlanan spesifikasyonlar, Munsell renk şemasında bayrağın kırmızı rengini 5R 4/12 ve beyazını N9 olarak listelemektedir. Belgede, bayrağın yapısı mevcut mevzuata uyacak şekilde 21 Mart 2008'de (Heisei 20) değiştirildi ve Munsell renkleri güncellendi. Ayrıca askeriye tarafından kullanılan sancakların yapımında kullanılabilecek malzemeler akrilik elyaf ve naylon olarak belirtilmiştir. Akrilik için kırmızı renk 5,7R 3,7/15,5 ve beyaz renk N9,4'tür; naylonda kırmızı için 6,2R 4/15,2 ve beyaz için ise N9,2 belirtilmiştir. Resmî Kalkınma Yardımı (ODA) tarafından yayınlanan bir belgede, "Hinomaru" ve ODA logosunun kırmızı rengi DIC 156 ve CMYK 0-100-90-0 olarak belirtilmiştir. Ulusal Bayrak ve Ulusal Marş Kanunu'nun ilgili müzakereler sırasında, ya parlak kırmızı (赤色, "aka iro") bir ton kullanılması ya da Japon Endüstri Standartları'nın renk havuzundan bir renk kullanılması önerisi geldi. Kullanımı. "Hinomaru" ilk tanıtıldığında hükûmet, vatandaşların İmparatoru bayrakla karşılamasını zorunlu kıldı. Japonlar arasında bayrak konusunda bazı kızgınlıklar vardı ve bu da bazı protestolara yol açtı. Bu sebeple bayrağın halk arasında kabul görmesi biraz zaman aldı. II. Dünya Savaşı'ndan önce tüm evlere ulusal bayramlarda "Hinomaru" asılması gerekiyordu. Savaştan bu yana, Japonya bayrağının sergilenmesi çoğunlukla belediye binaları gibi ulusal ve yerel yönetimlere bağlı binalarla sınırlıdır; evlerde veya ticari binalarda nadiren görülür, ancak bazı kişiler ve şirketler bayrağın tatil günlerinde asılması gerektiğini de savundu. Japon hükûmeti, vatandaşları ve bölge sakinlerini ulusal bayramlarda "Hinomaru"'yu göndere çekmeye teşvik etse de, yasal olarak bunu yapmaları zorunlu değildir. İmparatorun 80. Doğum Günü olan 23 Aralık 2002'den bu yana Kyushu Demiryolu Şirketi, "Hinomaru"'yu 330 istasyona astı. 1995'ten itibaren ODA resmî logosunda da "Hinomaru" motifini kullanılmaya başlandı. Tasarımın kendisi hükûmet tarafından oluşturulmadı (logo, halk tarafından sunulan 5.000 tasarım arasından seçildi) ancak hükûmet, yardım paketleri ve geliştirme programları aracılığıyla "Hinomaru"'nun görselliğini artırmaya çalışıyordu. ODA'ya göre bayrak kullanımı, Japon halkının sağladığı yardımları simgelemenin en etkili yoluydu. "Hachimaki". "Hachimaki" (鉢巻, "başlık-atkı") ortasında kırmızı güneş kursu bulunan beyaz bir saç bandıdır. Bandı takan kişi tarafından azmin, çabanın ve/veya cesaretin sembolü olarak giyilir. Bunlar; örneğin spor seyircileri, doğum yapan kadınlar, öğrenciler, ofis çalışanları, işleriyle gurur duyan esnaflar gibi kesimler tarafından birçok durumda takılır. II. Dünya Savaşı sırasında, bant üzerine "Kesin Zafer" (必勝, "Hisshō") veya "Yedi Hayat" ifadesi yazılır ve kamikaze pilotları tarafından da takılırdı. Bu, pilotun ülkesi için ölmeye hazır olduğunu göstermekteydi. "Hinomaru Yosegaki". Japon kültüründe II. Dünya Savaşı sırasında konuşlandırılan bir askerin arkadaşları ve akrabaları için bir "Hinomaru" imzalayıp ona vermek yaygın bir gelenekti. Bayrak aynı zamanda iyi şans tılsımı ve askerin savaştan sağlıklı dönmesini dilemek için bir dua olarak da kullanılmıştır. Buna ise "Hinomaru Yosegaki" (日の丸寄せ書き) denmiştir. Bir gelenek ise, yazıların güneş kursuna değmemesidir. Savaşlardan sonra bu bayraklar ele geçirilmiş veya daha sonra ölen Japon askerlerinin üzerinde bulunmuştur. Bu bayrakların bir kısmı hatıra eşyası hâline getirilmiş ve bir kısmı da Japonya ve ölen askerlerin torunlarına iade edilmiştir. Günümüzde "Hinomaru Yosegaki" hâlen kullanılmaktadır. "Hinomaru"'yu iyi şans tılsımı olarak imzalama geleneği sınırlı da olsa hâlâ devam etmektedir. "Hinomaru Yosegaki", Japon millî takımına destek vermek için spor etkinliklerinde sergilenmektedir. Modern Japonya'da, bir kişiye uğurlama töreninde, sporcular için, meslektaşlar veya değişim öğrencileri için veda etkinliğinde, mezuniyet ve emeklilik için hediye olarak verilir. 2011 Tōhoku depremi ve tsunamisi gibi doğal felaketlerden sonra insanlar desteklerini göstermek için "Hinomaru Yosegaki"'nin üzerine notlar yazdılar. "Hinomaru Bentō". Bentō ve makunouchi, Japon öğle yemeği kutusu türüdür. Bu kutu aynı zamanda Hinomaru pirinci (日の丸ご飯, "Hinomaru gohan") de olabilir. Merkezinde güneşi ve Japonya bayrağını temsil eden kırmızı umeboshi (kurutulmuş ume) ve gohan'dan (buğulanmış beyaz pirinç) oluşur. Bir "Hinomaru" öğle yemeği kutusunun (日の丸弁当, "Hinomaru bentō") ortasında yalnızca beyaz pirinç ve kırmızı umeboshi bulunur. Kültür ve algı. Ana akım medyanın yaptığı anketlere göre Japonların çoğu, 1999 yılında Ulusal Bayrak ve Ulusal Marş Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden önce bile bayrağı ulusal bayrak olarak algılıyordu. Buna rağmen bayrağın okul etkinliklerinde veya medyada kullanımına ilişkin tartışmalar hâlen devam etmektedir. Örneğin, "Asahi Shimbun" ve "Mainichi Shimbun" gibi liberal gazeteler sıklıkla Japonya bayrağını eleştiren, okuyucularının siyasi yelpazesini yansıtan makalelere yer vermektedir. Diğer Japonlara göre bayrak, Japonya'nın bir imparatorluk olduğu dönemde demokrasinin bastırıldığı zamanı temsil ediyor. Ulusal bayrağın evlerde ve işyerlerinde asılması da Japon toplumunda tartışılmaktadır. Uyoku dantai (sağcı) aktivistlerle, gerici politikalarla veya holiganlıkla olan ilişkisi nedeniyle çoğu ev ve iş yeri bayrak asmamaktadır. Herhangi bir ulusal bayram veya özel etkinlikte bayrağı göndere çekme zorunluluğu yoktur. Ishikawa'nın Kanazawa kenti, Eylül 2012'de vatandaşları ulusal bayramlarda bayrağı asmalarına teşvik etmek amacıyla hükûmet fonlarını bayrak satın almak için kullanma planlarını önerdi. Japon Komünist Partisi de bayrağa açıkça karşı çıkmaktadır. Ulusal bayrağa ilişkin olumsuz algılar, Japonya'nın eski kolonilerinde ve Okinawa gibi Japonya'nın kendi içindeki bölgelerde de mevcuttur. Bunun dikkate değer bir örneği, 26 Ekim 1987'de Okinawalı bir süpermarket sahibinin, Japonya Ulusal Spor Festivali'nin başlamasından önce bayrağı yakmasıdır. Okinawa'daki diğer olaylar arasında okul törenleri sırasında bayrağın düşmesi ve öğrencilerin "Kimigayo" sesleri eşliğinde bayrağı kaldırırken onu onurlandırmayı reddetmesi yer alıyordu. Her ikisi de Japon İmparatorluğu tarafından işgal edilen Çin Halk Cumhuriyeti ve Kore Cumhuriyeti'nde, "Hinomaru"'nun 1999'da resmî olarak benimsenmesi, Japonya'nın sağa doğru kayması ve aynı zamanda yeniden militarizasyona doğru bir adım atılması tepkileriyle karşılandı. 1999 yılındaki yasanın kabulü, aynı zamanda Yasukuni Tapınağı'nın statüsü, ABD-Japonya askeri iş birliği ve füze savunma programının oluşturulmasına ilişkin tartışmalarla aynı zamana denk gelmiştir. Japonya'da "Hinomaru"'nun yakılmasını suç sayan bir yasa yoktur, ancak yabancı bayraklar yakılamaz. Protokol. Protokole göre bayrak, gün doğumundan gün batımına kadar gönderde kalabilir; işletmelerin ve okulların açılıştan kapanışa kadar bayrağı gönderde tutmasına izin verilmektedir. Japonya]'da hem Japonya'nın hem de başka bir ülkenin bayrağı aynı anda göndere çekildiğinde, Japonya bayrağı solda olur, misafir ülkenin bayrağı sağda bulunur. Her iki bayrak da aynı yükseklikte ve eşit büyüklükte olmalıdır. Birden fazla yabancı bayrak sergilendiğinde ise, Japonya bayrağı Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen alfabetik sıraya göre düzenlenir. Bayrak göndere çekilmek için uygun durumda olmadığında, özel olarak yakılarak imha edilir. "Ulusal Bayrak ve Ulusal Marş Kanunu"'nda, bayrağın nasıl kullanılması gerektiği belirtilmemektedir, ancak farklı bölgeler, "Hinomaru" ve diğer bölge bayraklarının kullanılması için kendi düzenlemelerini uygulamaktadırlar. Yas durumu. "Hinomaru"'nun en az iki yas usulü vardır. Bunlardan biri, birçok ülkede yaygın olduğu gibi bayrağın yarıya indirilmesidir (半旗, "Han-ki"). Dışişleri Bakanlığı büroları da yabancı bir ülkenin devlet başkanı için cenaze töreni yapıldığında bayrağı yarıya indirir. Diğer bir usulü ise, bayrak alemini saracak şekilde, bayrağın üzerine (弔旗, "Chō-ki") adı verilen siyah şerit bez eklemektir. Bu usul, geçmişi İmparator Meiji'nin 30 Temmuz 1912'deki ölümüne kadar uzanır. Kabine, ulusal bayrağın yarıya indirilmesini ilan etme yetkisine sahiptir. Devlet okulları. II. Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana, Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, kendi yetki alanları altındaki okullarda hem "Hinomaru" hem de "Kimigayo"'nun (ulusal marş) kullanımını teşvik etmek için çeşitli açıklamalar ve düzenlemeler yayınlamıştır. Bu ifadelerden ilki 1950'de yayımlandı ve her iki sembolün de kullanılmasının arzu edildiğini ancak zorunlu olmadığını belirtti. Bu istek daha sonra hem ulusal bayramlarda hem de tören etkinlikleri sırasında öğrencileri ulusal bayramların ne olduğu konusunda teşvik etmek ve savunma eğitimini teşvik etmek için sembolleri içerecek şekilde genişletildi. 1989 yılında eğitim yönergelerinde yapılan bir reformda, LDP kontrolündeki hükûmet ilk olarak bayrağın okul törenlerinde kullanılmasını ve ona ve "Kimigayo"'ya gereken saygının gösterilmesini talep etti. Bu emre uymayan okul görevlilerine yönelik cezalar da 1989 reformlarıyla yasalaştı. Ulusal Bayrak ve Marş Hakkında Kanunun kabul edilmesinden sonra Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı tarafından yayımlanan 1999 müfredat kılavuzu, "giriş ve mezuniyet törenlerinde, okulların Japonya bayrağını göndere çekmesi ve öğrencilere "Kimigayo"'yu söylemeleri talimatını vermesi gerektiğini" belirtmektedir. Buna ek olarak, bakanlığın ilkokullar için 1999 müfredat kılavuzuna ilişkin yorumunda "uluslararasılaşmanın ilerlemesi göz önüne alındığında, vatanseverliğin ve Japon olma bilincinin teşvik edilmesinin yanı sıra, okul çocuklarının Japonya ve "Kimigayo"'ya karşı saygılı tutumlarını beslemek önemlidir." Bakanlık ayrıca Japon öğrencilerin kendi sembollerine saygı göstermemesi durumunda diğer ulusların sembollerine de saygı gösteremeyeceklerini belirtti. Okullar hem marş hem de ulusal bayrak konusunda tartışmaların odağı olmuştur. Tokyo Eğitim Kurulu, kendi yetki alanı dâhilindeki etkinliklerde hem marşın hem de bayrağın kullanılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu karar, okul öğretmenlerinin her iki sembole de saygı duymasını, aksi takdirde işlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmalarını gerektirmektedir. Bazıları bu tür kuralların Japonya Anayasası'nı ihlal ettiğini söyleyerek protesto etti, ancak Kurul, okulların devlet kurumları olması nedeniyle çalışanlarının öğrencilerine nasıl iyi bir Japon vatandaşı olunacağını öğretme yükümlülüğünün olduğunu savundu. Bir protesto işareti olarak okullar, okul mezuniyetlerinde "Hinomaru"'yu kullanmayı reddetti ve bazı veliler bayrağı yırttı. Bazı öğretmenler, "Hinomaru" ve "Kimigayo"'yu onurlandırmaları emredilmesi nedeniyle Tokyo valisi Shintarō Ishihara ve üst düzey yetkililere karşı suç duyurusunda bulundu ancak başarısız oldu. Daha önceki itirazların ardından Japonya Öğretmenler Birliği, hem bayrağın hem de marşın kullanılmasını kabul etti; daha küçük olan Tüm Japonya Öğretmenler ve Personel Birliği hâlâ hem sembollere hem de bunların okul sistemi içinde kullanılmasına karşı çıkıyor. İlgili bayraklar. Askerî bayraklar. Japonya Öz Savunma Kuvvetleri (JSDF) ve Japon Kara Öz Savunma Kuvvetleri, "Hachijō-Kyokujitsuki" (八条旭日旗) adı verilen, dışarıya doğru uzanan sekiz kırmızı ışın içeren Yükselen Güneş bayrağını kullanır. Güneş kursu tasarımının iyi bilinen bir çeşidi, Siemens yıldızı oluşumunda 16 kırmızı ışın içeren güneş kursudur; bu, tarihsel olarak Japon ordusu, özellikle Japon İmparatorluk Ordusu ve Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri tarafından da kullanılmıştır. Japoncada "Jyūrokujō-Kyokujitsu-ki" (十六条旭日旗) olarak bilinen sancak, ilk olarak 15 Mayıs 1870'te savaş bayrağı olarak kabul edildi ve 1945'te II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar kullanıldı. 30 Haziran 1954'te yeniden kabul edildi ve günümüzde Japon Kara Öz Savunma Kuvvetleri'nin (JGSDF) ve Japon Deniz Öz Savunma Kuvvetleri'nin (JMSDF) savaş bayrağı ve deniz sancağı olarak kullanılmakta. JSDF Genelkurmay başkanı Katsutoshi Kawano, Yükselen Güneş bayrağının Deniz Öz Savunma Kuvvetleri denizcilerinin "gururu" olduğunu söylemiştir. Japon İmparatorluk Ordusu tarafından kullanılmaya devam edilmesi nedeniyle bu bayrak, Çin ve Kore'de Nazi bayrağına benzer olumsuz çağrışımlar taşımakta. Eskiden sömürgeleştirilmiş olan bu ülkeler, bu bayrağın II. Dünya Savaşı sırasındaki Japon emperyalizminin bir sembolü olduğunu ve 2020 Tokyo Olimpiyatları için devam eden bir çatışma olayı olduğunu belirtiyorlar. 1952'de bağımsız olarak kurulan Japon Hava Öz Savunma Kuvvetleri'nin (JASDF) amblemi yalnızca düz güneş kursuna sahiptir. Bu, ışınlı İmparatorluk forsunu çağrıştırmayan ambleme sahip tek hizmet dalıdır. Ancak şubenin üslerde ve geçit törenleri sırasında uçmak için özel bir sancağı bulunmaktadır. Japon Hava Öz Savunma Kuvvetleri bayrağı ilk olarak 1955'te JASDF'nin 1954'te kurulmasından sonra kabul edildi. Bayrak kobalt mavisidir ve birleşik bir yıldız, ay, "Hinomaru" güneş kursu ve bulutların üzerinde altın kanatlı bir kartal bulunur. JASDF bayrağının en güncel hâli 19 Mart 2001'de yeniden kabul edilmiştir. Resmî bir ulusal bayrak olmasa da, Z işaret bayrağı Japon denizcilik tarihinde önemli bir rol oynadı. 27 Mayıs 1905'te "Mikasadan Amiral Tōgō Heihachirō, Rus Baltık Filosu'na saldırmaya hazırlanıyordu. Tsushima Muharebesi başlamadan önce Togo, "Mikasa"'da Z bayrağını astı ve Rus filosuyla çatışmaya girerek Japon savaşını kazandı. Bayrağın dalgalandırılması mürettebata şunları söylüyordu: "Japon İmparatorluğu'nun kaderi bu tek savaşa bağlı; herkes çaba gösterecek ve elinden gelenin en iyisini yapacak." Japonya'nın Aralık 1941'de Hawaii'deki Pearl Harbor'a saldırısının arifesinde uçak gemisi "Akagide de Z bayrağı asılmıştı. İmparatorluk bayrakları. 1870'ten itibaren Japon İmparatoru (o zamanki İmparator Meiji), İmparatoriçe ve imparatorluk ailesinin diğer üyeleri için bayraklar oluşturuldu. İlk başta, İmparator'un bayrağı sanatsal bir desenin ortasında duran bir güneşle süslüydü. Karada, denizde ve arabada kullanılan bayrakları vardı. Araba bayrakları, tek renkli bir arka planın ortasına yerleştirilmiş, 16 yapraklı, tek renkli bir krizantemden oluşmaktaydı. Bu bayraklar, İmparator'un kırmızı zemin üzerine krizantemleri bayrak olarak kullanmaya karar vermesiyle 1889'da kullanımdan kaldırıldı. 1889'da kabul edilen bayraklar, renk tonlarında ve oranlarında küçük değişikliklerle birlikte günümüzde imparatorluk ailesi tarafından kullanılmaktadır. Mevcut İmparatorun bayrağı 16 yapraklı bir krizantemdir ("Kikkamon", Japonca: 菊花紋 olarak adlandırılır), altın rengindedir ve 2:3 oranında kırmızı bir arka plan üzerinde ortalanmıştır. İmparatoriçe, şeklinin kırlangıç olması dışında aynı bayrağı kullanmaktadır. Veliaht prens ve veliaht prenses ise, bayrakların ortasında daha küçük bir krizantem ve beyaz bir bordür dışında aynı bayrakları kullanmaktadırlar. Krizantem, 12. yüzyılda İmparator Go-Toba'nın hükümdarlığından bu yana İmparatorluk tahtıyla ilişkilendirilmiştir, ancak 1868 yılına kadar İmparatorluk tahtının özel sembolü haline gelmemiştir. Bölgesel bayraklar. Japonya'nın 47 prefektörlüğünün her birinin, ulusal bayrak gibi, tek renkli bir alan üzerinde (arka planın iki renkli olduğu Ehime prefektörlüğü hariç) mon adı verilen bir sembolden oluşan kendi bayrağı vardır. Hiroşima'nınki gibi, teknik özellikleri ulusal bayrağa uyan çeşitli prefektörlük bayrakları da vardır (2:3 oranı, mon merkeze yerleştirilir ve bayrağın uzunluğunun 3⁄5'i kadardır). Mon'lardan bazıları prefektörlüğün adını Japonca karakterlerle yazılmış şekilde içerir; diğerleri ise konumunun veya başka bir özel özelliğinin stilize edilmiş tasvirleridir. Belediyeler de kendi bayraklarını kabul edebilirler. Şehir bayraklarının tasarımları prefektörlük bayraklarına benzer: tek renkli arka plan üzerinde bir mon. Bunun bir örneği Kumamoto Prefektörlüğü'ndeki Amakusa bayrağıdır: Şehir sembolü Katakana karakteri ア'dan (a) oluşur ve dalgalarla çevrilidir. Türevler. Ordu tarafından kullanılan bayraklara ek olarak, diğer birçok bayrak tasarımı da ulusal bayraktan ilham almıştır. Eski Japan Post bayrağı, bayrağın ortasına yerleştirilmiş kırmızı yatay çubuklu bir "Hinomaru"'dan oluşuyordu. Kırmızı güneşin etrafında da ince beyaz bir halka vardı. Daha sonra yerini beyaz zemin üzerine kırmızı posta işaretinden oluşan bir bayrağa bıraktı. Yakın zamanda tasarlanan iki ulusal bayrak da Japonya bayrağına benzemektedir. 1971'de Pakistan'dan bağımsızlığını kazanan Bangladeş, ülke topraklarının altın renginde bir haritasını içeren kırmızı bir daireyle çevrelenmiş, yeşil arka plana sahip bir ulusal bayrağı benimsedi. 1972'de kabul edilen ve günümüzde kullanılan bayrakta altın rengi harita kaldırılmıştır. Bangladeş hükûmeti resmî olarak kırmızı kursu bir daire olarak adlandırmakta; kırmızı renk, ülkenin kurulması için dökülen kanı simgelemektedir. Bir ada ülkesi olan Palau da benzer tasarıma sahip bir bayrak kullanmaktadır, ancak renkleri tamamen farklıdır. Palau hükûmeti, Japonya bayrağının ulusal bayrakları üzerinde bir etkisi olduğunu belirtmese de, Japonya, Palau'yu 1914'ten 1944'e kadar yönetmiştir. Palau bayrağı, gök mavisi bir arka plan üzerinde merkezi olmayan altın sarısı bir dolunaydan oluşmaktadır. Ay, barışı ve genç bir ulusu temsil ederken, mavi arka plan, Palau'nun tam bağımsızlığını kazandığı 1981'den 1994'e kadar özyönetime geçişini temsil etmektedir. Japon donanma sancağı, zamanla diğer bayrak tasarımlarını da etkilemiştir. Benzer bir tasarım "Asahi Shimbun" gazetesi tarafından kullanılmaktadır. Bayrağın alt kısmında güneşin dörtte biri gösterilmektedir. Kanji karakteri 朝, bayraktaki güneşin içinde beyaz olarak yer alır. Güneşten, bayrağın diğer köşesine doğru, kırmızı ve beyaz olarak uzanan toplam 13 ışın yer almaktadır. "Asahi Shimbun", Japonya Ulusal Lise Beyzbol Şampiyonası'nın ana sponsoru olduğundan bayrak, turnuvanın yapıldığı yerlerde de sıkça görülmektedir. Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri'nin rütbe sancakları ve bayraklarının tasarımları da deniz sancağına dayanmaktaydı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6057", "len_data": 36735, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.67 }
Vampir, günbatımı ile şafak arasında dirilerek mezarından çıktığına, insanlara saldırıp kanlarını emdiğine inanılan mitolojik bir varlıktır. Tarihçe. Vampir kültürü Babil'den kalan örneklere dayanır ve yüzyıllar boyunca değişimini inceleyen kapsamlı folklorik tarihsel araştırmalara konu teşkil eder. Kan emme ve öldükten sonra dirilme efsaneleri Orta Çağ'da yayıldı. 1200'lerde İngiltere'de Galli bir din adamı olan Walter Map bir vampirin bütün bir köy ahalisinin kanlarını emmek suretiyle öldürdüğünü iddia etti. Map'ın iddiasına göre köyde sağ kalan son kişi kılıcını çekip kana susamış cehennem yaratığının kafasını ensesine kadar ikiye bölmüş ve tehlikeyi sona erdirmişti. Vampir varlığına inanan bilim insanları vampirlerin kendilerince belirlenen özelliklerini şöyle özetlemişlerdir: Acıyı en az düzeyde hissederler, vücutlarında özellikle de yüzlerinde çürüğe dayalı hafif çukurluklar ve izler bulunur, göz renkleri sürekli değişim içindedir ve iki göz asla aynı renkte bulunmaz. Beklenmedik zamanda, fark edemeyeceğiniz kadar hızlı ve bir o kadar da güçlü tepkiler verebilirler. Ten ısıları sürekli değişiklik içindedir. Gün ışığından etkilenmezler (Vampirlerin güneş ışığında yok olduğu fikri Friederich Wilhelm Murnau'nun Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi filminde ortaya atılmış, Popüler kültür'e ait modern bir düşüncedir). Düşünce okuyabilirler, bu nedenle onlara karşı koymak imkânsız gibidir. Zekalarını ve güçlerini asla bir kitlenin anlayacağı bir şekilde dışarıya vurmazlar. Bahsedildiği gibi köpek dişleri ilgi çekici büyüklükte değildir. Sadece Hristiyan Avrupa'da değil, çeşitli toplumlarda vampir efsaneleri yaratıldı. Hindistan'da kimi kadınlar, uyurken kana susamış cinlerin saldırısına uğradıklarına inanırlar. M.Ö. 700 yılları civarında yazıldığı tahmin edilen, orijinali Sanskritçe'den pek çok dile ve yerel lehçeye çevrilen bir öykü ve efsane koleksiyonu olan Vikram ve Vampir bu inanışa örnektir. 1001 Gece Masalları'nda dişi vampirlerle ilgili öyküler yer almaktadır. Yeni Gine'nin Camma kabilesinde Ovengua cini ya da Borneo adasındaki Dayak kabilesinde Buau adlı varlık da benzer inanışlara dayanan yaratıklardır. Tarihçiler vampir kelimesinin Sırpça, Lehçe ya da Türkçeden türetildiğini öne sürer. Bu efsanenin ayyuka çıktığı ve vampir avlarının düzenlendiği 1730'lu yıllarda Aydınlanmanın ünlü filozofu Voltaire konuya şöyle bir yorum getirir: “Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızda. Borsa spekülatörleri, tüccarlar ve işadamları halkın kanını her gün emmekteler. Bunlar kesinlikle ölmüyor ama yaşarken çürüyor.” Karl Marx'ın konuya yaklaşımı ise şu şekildedir: “Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur.” 1820'lerde bir eleştirmen “Vampiri olmayan tiyatro yok“ diye veryansın etmiştir. Yazar Sheridan Lefanu'nun 1872'de yazdığı “Carmilla” adlı öyküyle vampirler, aralarına ilk kez bir kadını almışlar buradan da "vamp" sözcüğünü türetmişlerdir. İrlandalı yazar Bram Stoker, 1897'de yazdığı “Drakula” adlı eserinde türün bütün mitlerini toparladı ve bu konudaki en iyi klasiği meydana getirdi. Bu kitap vampir efsanesinin sinemaya da sıçramasına neden oldu. Alman dışavurumcu yönetmen Murnau, 1922'deki ünlü klasiği “Nosferatu” ile sinema tarihindeki ilk vampir filmini çevirdi. 1930'lu yıllarda Hollywood'un en gözde konularından biri vampirlerdi. Sinemanın en tanınmış vampir oyuncusu ise Christopher Lee'ydi. Zaman içinde vampirler pusuya yatmış canavar görünümünden kurtulup şık, baştan çıkartıcı, güzel yaratıklar haline geldi. Francis Ford Coppola ise Bram Stoker'ın romanından yaptığı özgün uyarlama ile vampirlerin hayatını bir trajedi olarak yorumladı. Stephenie Meyer'ın 2005 yılında yazmaya başladığı Alacakaranlık roman serisi (ve 2008'de başlayan film uyarlamalarıyla) vampirler canavarlıktan kahramanlığa terfi ettiler. Bilim açısından Vampirlik. Kaliforniya Üniversitesi araştırmacılarından kimya profesörü Wayne Tikkanen'in yaptığı araştırmaya göre vampirliğin asıl sebebinin Porfiria hastalığı olduğu tespit edilmiştir. 1700'lü yıllarda hastalık hakkında bilgisi olmayan Avrupalılar, hastaları "vampir" olarak niteleyerek lanetlemekteydiler. Bir çeşit kan zehirlenmesi olan Porfirya hastalığının ilerlemesiyle derinin kızılötesi ışınlara karşı zayıfladığı ve bu nedenle karardığını açıklayan Tikkanen, “Hastada anormal kıllanma görülür. Dudaklar kuruyup çekildiği için dişler ortaya çıkar. Hasta çok acı çeker. Sonunda çıldırır.” diyerek hastalığı açıklamıştır. Bu hastaların derilerinin hassaslığı nedeniyle sadece geceleri çıkabildiklerini ve tedavi amacıylada hayvan kanı içtiklerini belirten Tikkanen “Hikayelerde vampirlerin neden gece dışarı çıkıp kan içtiklerinin yanıtı işte bu.” demiştir. Ancak diğer bilimsel kaynaklar, porfiria hastalığının vampir efsanesini doğurduğu iddiasına şüpheyle yaklaşmaktadır. Hastalıkla anlatılan efsaneler arasındaki bazı uyuşmazlıklar vardır. Öncelikle portifianın birçok çeşidi bulunmaktadır ve bunlardan sadece en az rastlananı deri bozukluklarına yol açmaktadır. Ki bu bozukluklar sadece diş etinin çekilmesi değildir, yüz derisinde çatlamalar, burnun veya parmakların düşmesi gibi belirtiler de vardır. Orta Çağ'da mezarlıklarından çıkarılan kişilerin bu kadar aşırı görüntü bozukluklarına sahip olduklarından bahsedilmemiştir. Ayrıca bu güne kadar kayıtlı olan 200 hastalık vakası vardır ki bu da böylesine büyük bir efsaneye yol açabilecek büyüklükte bir sayı değildir. Vampirlerin gün ışığına çıkamadıkları ilk defa roman yazarları tarafından söylenmiştir. Oysa 18 ve 19 yüzyıl vampirlerine gündüzleri de rastlandığına dair söylentiler vardır. Ayrıca Drakula her ne kadar bembeyaz bir cilde sahipse de, balkanlarda "al yanaklı" tasvir edilen vampir efsaneleri vardır. Queen Of The Damned filmindeki Akasha esmerdir. İnsan vücudu, sindirim sistemine giren her besini en küçük yapı taşına ayırıp, bundan kendi moleküllerini yapar. Portifia hastalarının ihtiyaç duyulan o karmaşık molekülü kan içerek sağlayamaz. Ayrıca sarımsakta portifinın etkilerini arttıracak maddelerin varlığı kesin olarak kanıtlanamamıştır. Orta Çağ'da daha yaygın olan bir hastalığın daha bu inanışların kaynağı olabileceği düşünülmektedir. Bu hastalıkta kişi uzun bir süreliğine bayılır. Bilinci yerindedir ancak vücudunu kontrol edememektedir. Bir süre sonra hasta, büyük ihtimalle bir tabutta, ayılır/uyanır. Bu hastalık nadir de olsa günümüzde de görülmektedir. Discovery Channel'da bir kadın, üç defa morgda uyandığını anlatmıştır. Belki de bu mitin açıklamasını bu kadar uzakta aramaya gerek yoktur. Anahtarın efsanelerin ana kahramanları ölüler olma olasılığı da vardır. Ölülerin cildi zaten daha soluk olur. Basınçtan dolayı genelde ağzın kenarlarında patlayan damarlar, insanlara ölünün kan emdiği izlenimini verir. Ölümden sonra derinin çekilmesiyle saçlar ve tırnaklar uzamaya devam edermiş gibi görünür, bu da kişinin hala yaşıyor sanılmasına neden olur. Türklerdeki vampir inanışları. Vampir figürü Türklerde uzun yıllardır olan bir figürdür. Ubır ismiyle geçer. Açgözlü, büyük dişli, ateş gözlü yaratıklardır. Günahkarlar mezarda bir hayvan şekline bürünür ve Ubır haline gelir. İri başlı, uzun kuyruklu bir varlıktır. Genellikle ölen büyücüler Ubıra dönüşür. Ağzından ateş püskürür. Günlerce hatta aylarca hareketsiz kalabileceği gibi istediğinde uçabilir de. Hiç kimseden korkmaz. Etrafına bulaşıcı hastalık yayar. Ne bulursa yer. O kadar doyumsuzdur ki, susuzluğunu dindirmek için bazen gökyüzündeki bulutları bile emebilir. Obur olduğu anlaşılan bir ölünün mezarı açılıp çivi çakılır. İstediği şekle girebilir. Kurt veya yaban köpeği kılığına girip koyunları parçalar. Bir dağın başında toplanıp, kaçırdıkları insanları yerler. Bir ölünün Ubır olmaması için ateşin altından geçirilmesi gerekir. Ubır (Tatarca: "Убыр") - Rus ve Türk mitolojisi ve halk inancında Vampir anlamına gelir. Obur, Hobur, Vupar, Opkur, Opkan olarak da bilinir. Ayrıca Rusçaya ve Slav dillerine "Убыр" (Ubır), Упир (Upir) ve Вубар (Vubar); Çekçe ve Slovakçaya "Upír" olarak geçmiştir. Çekoslavak (Çek ve Slovak) kültüründe tam olarak vampir anlamını verir. Ubır inanışının ilk olarak Volga-İdil nehri ve Pontus bozkırlarında ortaya çıktığı Kıpçak-Kuman göçleri ile çeşitli coğrafyalara ve Slavlar arasında yayıldığı düşünülmektedir. Modern "Vampir" kelimesi Eski Slav dilinden ve Türkçe "онпыр (onpyr)" biçiminden türemiştir; geleneksel Bulgarca впир (vpir) biçiminin de gösterdiği gibi, Eski Bulgarcaya özgü büyük nazal sesli harften önce "v" sesi eklenir. (diğer isimler: onpyr, vopir, vupir, upir, upierz.) Etimoloji. (Ub/Ob) kökünden türemiştir. Açgözlülük anlamı içerir. Obruk sözü de aynı kökten gelir ve girdap demektir. Özellikleri. Günahkar kimseler mezarda bir hayvan şekline bürünür ve Ubır haline gelir. İri başlı, uzun kuyruklu bir varlıktır. Genellikle ölen büyücüler Ubıra dönüşür. Ağzından ateş püskürür. Günlerce hatta aylarca hareketsiz kalabileceği gibi istediğinde uçabilir de. Hiç kimseden korkmaz. Etrafına bulaşıcı hastalık yayar. Ne bulursa yer. Obur olduğu anlaşılan bir ölünün mezarı açılıp çivi çakılır. İstediğinde istediği şekle girebilir. Kurt veya yaban köpeği kılığına girip koyunları parçalar. Bir dağın başında toplanıp, kaçırdıkları insanları yerler. Bir ölünün obur olmaması için ateşin altından geçirilmesi gerekir. Daha çok Romanya ve Moldova'da yaşayan Türk topluluklarınca Vampir anlamında kullanılır. Fin Ugor kavimlerinde de benzer söyleyişlerle yer alır. Ele geçirdiği insanın içinde yaşayan korkunç bir yaratıktır. İçinde Ubır bulunan kimse ona benzemeye başlar, yemeye doymaz. Ama yese de zayıf kalır. Çünkü onun yediği yemek kendi vücuduna değil, Ubır'a sinermiş. Tatar halkında “Ubır kendisi doysa da gözü doymaz” gibi bir deyim de vardır. Ubırlı insanlar gece kalkıp yemek ararlar, bulamayınca da alev yumağına dönüşüp bacadan çıkarlar ve başka insanların yemeğini çalarlar. Ubır da tıpkı alev gibi doymak bilmez, azgın, açgözlü, her şeyi yutan bir yaratıktır. Ayrıca leşle beslenir. İstediği an kedi, köpek veya güzel bir kız kılığına girebilir. Ubır kadınları ve hayvanları emmeyi de sever. 1884'te Budapeşte Üniversitesi öğretim üyelerinden ve şarkiyat akademisinin kurucusu Profesör Arminius Vambery, özyaşamsal kitabı “Arminius Vambery : Yaşamı ve Maceraları”nda Türkler'deki bazı vampir inanışlarına da değinmektedir. Macar dilinin köklerini araştırmak amacı ile Orta Asya’ya kadar derviş kılığında yolculuk eden Vambery’e göre: “ Osmanlılar’da yaygın bir inanışa göre vampirler ağaç kovuklarında gizlenirler ve oralarda avlanırlarmış. Ele geçirilen vampirler kelleleri kesildikten sonra bir çuvala konup denize atılırmış.” “Cadılar hortlayan ölülerdir” diye açıklar Prof. Pertev Naili Boratav ve ekler “Çokluk kadınların cadı olduğuna inanılır, ama erkeklerden de cadılaşanların bulunduğuna kanıt belgeler vardır. Türk geleneğindeki cadı aşağı yukarı Batı inanışlarındaki vampiri karşılar . Cadılar mezardaki taze ölüleri çıkartıp ciğerlerini yerlermiş. Bir Rumeli anlatmasından öğrendiğimize göre eskiden cadıları zararsız hale sokan uzman cadıcılar olurmuş.” Borotav'ın vurguladığı cadı vampir ilişkisini ve cadıcıları kanıtlayan ilginç bir belgeyi Mehmet Seyda sunmaktadır: Aşağıdaki yazı 1833 yılında Tırnova kadısı Ahmet Şükrü Efendi tarafından hükûmet merkezine gönderilmiş ve Takvim-i Vekayi gazetesinin 68. sayısında yayınlanmıştır: Tırnova kadısının naklettiği olay türün literatürüne uygun bir vampir olayıdır. Arada küçük farkları olsa da klasik cadıcılık yöntemlerini izlemektedir. Örneğin kazık göbeğe değil de kalbin hizasına çakılır yürekleri kaynatmak kadar cesetlerin kellelerini uçurmak da geleneğe göre etkin bir çaredir. Bu tür asılsız söylentilerin halkı disiplinsiz yeniçerilere karşı harekete geçirmek için ortaya atıldığı sanılmaktadır. Obot. Obot; Türk ve Altay halk inancında doyumsuzluk cinidir. Ubot olarak da söylenir. Ubır'ın bir türüdür. Görünüşleri son derece çirkindir. Dişleri çok büyük ve korkunçtur. İri kemikleri vardır. Sürekli yer ama doymazlar çünkü, yediklerini anında geri çıkarırlar. Ateşli gözleri vardır. Aileleri ve evleri bulunur. İnsanların içine girerek veya musallat olarak tüm servetini harcamasına neden olurlar. Sözcük anlamı olarak ele alındığında kelime kökünde yemek, yutmak, yok etmek anlamları bulunur. Obur sözcüğüyle kökteştir. Opkan. Opkan (veya Vupkan, "Çuvaşça:" , Vupkăn - "sefalet getiren, hasar veren"); Çuvaş mitolojisinde kötü bir ruh. Çuvaşlar salgın hastalıklar ve ruhsal hastalıklar dahil olmak üzere birçok korkunç hastalıkların nedeni olarak onu düşünürler. Vupkan hızlı bir rüzgar şeklinde insanlara gelir ve düşüncelerinin bozulmasına yol açar. Vupkan kendini görünmez kılar. Onu yatıştırmak için vupkana üç siyah koyun kurban edilir. Birincisi baba vupkana ("vupkăn aşşĕ"), ikinci anne vupkana ("vupkan amăşĕ") ve son koyun vupkan tanrısına (vupkăn turro) armağan edilir. Vupkan bir köpek olarak temsil edilir ve yıkıcı bir varlıktır. Ondan sadece kurnazlık sayesinde kurtulmak mümkündür. Vupar. Vubar (Vopar, Vapar, Vubar "Çuvaşça:" , Vupăr); Çuvaş mitolojisinde kötü bir ruh. Vubar geceleri görünür ve hayvanların ve insanların havasız kalarak boğulmasına neden olur. Ateş saçan bir yılan şeklinde görünür. Kadın veya erkek kılığına bürünebilir. Uyuyan insanlara saldırır, onu elle yakalamak imkânsızdır. Hristiyan Çuvaşlar ondan korunmak için kollarını yatarken çapraz olarak koyarlar (haçı andırdığı için). Uzak Doğu Vampir inanışları. Asya'nın güney doğusunda genellikle hortlak benzeri yaratıklara ait inanışlar bulunuyor. Bunların da ani ve korkunç ölümler sonucu ölenlere ait ruhlar oldukları söyleniyor. Uzak doğu kaynaklı korku filmlerinde bunlar gibi bir travma sonucu ölen, ölümlerini kabul etmek istemeyen ve yaşayanlardan intikam almaya çalışan hortlaklar konu ediliyor. Bali, Malezya, Endonezya, Filipinler ve Kamboçya'da dişi vampir benzeri (Türk folklorundaki lohusa kadınlara musallat olduğu söylenen "al karısı" benzeri) bazı yaratıklara inanılıyor ama bunlar bilinen vampir stereotipinin epeyce dışında kalıyorlar. Daha çok hortlak ve cadı benzeri yaratıklar olarak tanınıyorlar. Sadece kan içmiyor, iç organlarla da besleniyorlar. Vücutlarını parçalayarak bölünebilme, yarasa kanatlarıyla uçabilme, uzun dilleriyle kan emebilme vb. özellikleri var. Genellikle de genç ve güzel kadınların intihar ya da doğum sırasında ölümleri nedeniyle ortaya çıktıkları söyleniyor. Özellikle Japon kültüründe hiçbir vampir inanışı bulunmuyor. Japon kökenli vampirler sadece mangalar ve sinemada bulunuyor. Çin'de ise zombi benzeri kara büyüyle yeniden diriltilen cesetler olduğuna inanılıyor ama bunların da yaşayan ölüler olmaları, uzun saç ve tırnakları dışında vampirlikle pek bir alakaları bulunmuyor. Vampire: The Masquerade. White Wolf tarafından kurgulanmış popüler RYO'lardan biridir. Oyun vampir faaliyetlerini insanlara belli etmeden yaşamanızı gerektiren bir dünyada geçer. İnsanların vampirlerin varlığını bilmesi gizlenmelidir. Ayrıntılı bilgi için bkz. . Delphi Yazıtları: Ayışığı Tanrıçası Selene. Gizemcilikle ilgilenenler arasında “Vampir İncili” olarak da bilinen “Delphi Yazıtları”nın Yunan mitolojisinin efsanevi Delphi kahinine ait olup olmadığı ya da tarihsel bir değer taşıyıp taşımadığı bilinmiyor. Yazıtların içinde yer alan bir bölüm, özellikle vampirlerin mitolojik kökenine ve nasıl ortaya çıktıklarına ışık tutan bir aşk hikâyesinden oluşuyor. Tanrıça Selene’nin antik Yunan mitolojisindeki hikâyesinden farklı bir çizgide ilerleyen bu hikâyeye göre, ilk vampir ay ve av tanrıçası Artemis tarafından yaratılıyor. Metnin tamamına ulaşmak için bknz.Delphi Yazıtları: Ayışığı tanrıçası Selene Carl Gustav Jung ve vampirlerin kaynağı. Psikiyatrinin babası Carl Gustav Jung, kolektif bilinçaltı kuramında insanlığın ortak bir ruh alanında veya frekansında bir bütün olduğunu veya iletişimde olduğunu savunur. Kolektif bilinçaltı zamanın başlangıcından beri insanlık tarafından paylaşılmakta, ilkel anıları ve örnek tavırları yani arketipleri içermektedir. İşte bu örnekler, insanları çeşitli biçimde etkiler: Hayallerde, rüyalarda, dini inançlarda, mitlerde, sanatta ve folklörde belirir. Jung'un bu kuramına göre, vampirler de kolektif bilinçaltındaki arketiplerden biri olarak yorumlanabilir. [""] Efsane : Âdem ile Havva'nın çocuğu Kain. "Ve Tanrının kendisi, Uriel'ın ağzından Kain'e son ve en büyük lanetini verdi: "Sen ve senin çocukların, bu diyarda gezdiği sürece karanlığa tutunacaklar. Sadece kan içecekler. Sadece kül yiyecekler. Bir ölü gibi yaşayacaklar, fakat ölmeyecekler. Son günlere kadar dokunduğunuz her şey yok olacak!" Bu lanetle Kain acı bir çığlık attı, gözlerinden kan geliyordu. Kanı bir kabın içine doldurdu ve içti. Kafasını kaldırdığında Cebrail karşısında duruyordu. Fırtına sonrası sessizliğinin verdiği yankıyla: "Âdem'in oğlu, Havva'nın oğlu; babamın bağışlayıcılığı sandığından çok daha büyük. Şimdi bile affedilmeye bir yol açıldı. Bu yola "Golconda" diyeceksin. Çocuklarına ondan bahset, çünkü sadece bu yolla yeniden ışıkta yürüyebileceksiniz."" Sümer mitolojisinde yer alan Emeş-Enten ve Lahar-Aştan hikâyesinin bir benzeri olarak, Adem ve Havva’nın ilk oğulları olan Habil (Abel) ve Kabil’in (Cain) hikâyesi İncil’in ilk bölümünü oluşturan Eski Ahit’te yer alıyor. Hikâyeye göre Tanrıya adak adayan iki kardeşten yalnızca Habil’in adağı kabul görür, bunun üzerine Kabil duyduğu kıskançlıkla kardeşi Habil’i öldürerek lanetlenir ve kıyamet gününe dek durmadan yeryüzünü dolaşmak zorunda kalır. Kabil kardeşini öldürdüğünü anlayan insanların onu da öldüreceğini söyleyince Tanrı onun bedeninde lanetli olduğunu gösteren bir iz bırakarak şöyle buyurur: "Her kim Kabil'i öldürürse, intikam yedi kat fazlasıyla onun üzerine olsun". Böylece Kabil ilk katil ve ilk ölümsüz olarak dünyayı dolaşır. İncil'de bahsedildiğine göre Kabil'in çocukları da olur, bir şehir kurarak ona oğlu Hanok'un adını verir. Günümüzde bu şehrin Urfa olduğuna inanılıyor. Kuran'da da ayrıca Maide suresi içinde isimleri belirtilmeksizin Adem'in ilk oğulları arasında geçen bu hikâyeye yer verilmiştir. Kabil'in hikâyesinin geri kalanına kutsal kitaplarda değil ama Lilith ya da Enoch'un kitabı gibi doğruluğu kilise tarafından kabul edilmeyen kimi eski kitaplarda yer verilmiş. Bu kaynaklara göre, Kabil'in yaptıklarının cezasını çekmesi için taşıdığı ölümlü ruhundan mahrum bırakıldığı ve diğer ölümlüler gibi dünya nimetlerinden yiyemediği anlatılıyor. Kabil'in daha sonra Adem'in ona boyun eğmeyi reddettiği için sürgün edilen ilk karısı Lilith ile birleştiği ve Kızıldeniz civarında Nod adında bir kente yerleştiği belirtiliyor. İbrani mitolojisinde kabusların kraliçesi ve tüm iblislerin anası olan Lilith'in hiçbir şey yiyemeyen Kabil'i hayatta tutmak için ona kendi kanından verdiği ve böylece kendi soylarının ilk vampirleri oluşturduğuna inanılıyor. Günümüzde de pek çok vampir öyküsünün temelinde Kabil veya Lilith'e göndermeler yapılmaktadır. Dini Metinlerde Vampirlik: Yehuda'nın ihaneti. Judas İscariot, ("İscariot" latince katil anlamına gelmektedir) olarak bilinen "Yehuda"’nın da İncil’de adı geçen ilk vampir olabileceğine inanılıyor. Geleneksel vampir inanışına göre vampirlerin haç ve gümüşe karşı hassasiyet göstermelerinin nedeninin de bu hikâyeye dayandığı düşünülüyor. Yehuda, geleneksel Hristiyan inancına göre İsa peygambere ihanet ederek onu otuz gümüş sikke karşılığında ele veren bir havarisidir. Yehuda’nın nasıl öldüğüne dair çok farklı inanışlar bulunmakla birlikte, bunlar içinde en bilineni Yehuda’nın İsa’yı çarmıhta görerek duyduğu vicdan azabı ve korkuyla kendini asarak intihar etmesidir. Öte yandan İncil’de ya da diğer kutsal kitaplarda “vampir” sözcüğü hiç kullanılmamıştır. Farklı kültür ve inanışlardaki vampir inanışları için bknz.Vampir Tanrıları Vlad Tepes. III. Vlad namı diğer Kont Drakula, 1444'te, 13 yaşındayken kardeşi Radu ile beraber, devşirme olması amacıyla Edirne'ye getirilmiştir. 1447'de babası II. Vlad Dracul ve ağabeyi Mircea'nın Macarlar'la savaş sırasında ölmesinin ardından; Macarlar tarafından Eflak'ın başına getirilen II. Vladislav'ı devirmesi için 1448'de yanına bir de ordu verilerek salıverilir. Kardeşi Radu Osmanlılarla kalmayı tercih eder. Vlad, kraliyet ailesinin düşman kolundan olan II. Vladislav'ı devirir ama tahttaki ikinci ayında yine Macarlar tarafından Boğdan'a sürülür, II. Vladislav tekrar başa geçer. Üç sene sonra, 1451'de Boğdan prensi Bogdan'ın öldürülmesini fırsat bilerek Eflak'a döner. Geçen süre zarfında II. Vladislav Macar komutan János Hunyadi'ye ihanet ederek Osmanlı tarafına geçmiştir. Dracula'ya da Macarlar'ın tarafına geçmek düşer. 1456'da János Hunyadi ikinci Sırbistan seferine çıkarken Vlad da ikinci Eflak seferine çıkar, II. Vladislav'ı öldürür ve başa geçer. Bu olaydan sonra meşhur işkenceleri başlar. Tahta geçer geçmez ilk yaptığı işlerden birinin ülkesinde yoksul insan kalmasın diye dilencileri ve yoksulları toplayıp bir yemek vermek, ardından da hepsini diri diri yakmak olduğu söylenir. 1456'dan 1462'ye kadar süren altı senelik hükümdarlığı sırasında kadın, çocuk demeden; kimi kaynaklara göre 40 binden kimilerine göreyse 100 binden fazla insanı öldürtmüştür. 1462'de Osmanlı İmparatorluğu'nun Eflak'ı topraklarına katması üzerine kaçmak zorunda kalır, yardım beklediği Macar Kralı kendisini zindana atar. Osmanlılar, Eflak'ın başına Vlad Tepes'in kardeşi Radu'yu getirir. Radu 1473'e kadar tahtta kalır. 1475'teki ölümüne kadar geçen iki senelik sürede ise, rakip aile Danestiler'den yaşlı Başarab ile Radu arasında tam altı kere el değiştirir. Radu'nun ölümünden sonra bir buçuk sene kadar aralıksız tahtta kalan Basarab'ın saltanatı, Macar krallığının desteğini almayı basarıp 3. Eflak seferine çıkmış olan Vlad Tepes tarafından bozulur. Kazıklı, Moldova ve Transilvanya ordularının da desteğiyle 3. kez, ancak ilki gibi yine yalnızca iki aylığına tahta çıkar. Orduların Transilvanya'ya hareketini fırsat bilen Osmanlılar, Kazıklı'yı devirir. Rivayete göre öldürülüp başı İstanbul'a getirilmiş, vücudu Snagov'da bir manastıra gömülmüştür. Ancak manastırda 1931'de yapılan kazılarda mezarın boş olduğu görülmüştür. 1897 yılında Bram Stoker ölümsüz eseri Dracula'da Kazıklı'yı Kont Drakula adıyla diriltmiştir. Elizabeth Bathory. Macaristan Krallığı'nın en ünlü soylu ailelerinden biri olan Bathory ailesinden gelen Kontes Elizabeth Bathory ve kızı Celile, tarihin en kötü şöhretli kadınları listesinde kuşkusuz ilk sıralarda yer alıyorlar. Bathory, 54 yıllık yaşamı boyunca işlediği korkunç cinayetler nedeniyle de dünyanın en ünlü kadın seri katili unvanını taşıyor. 15 yaşındayken evlendirildiği kocası Ferenc Nádasdy'nin ölümünden sonra suç ortağı hizmetçileriyle birlikte yüzlerce (söylentiye göre 650) genç kızın işkence edilerek öldürülmesinden sorumlu tutulan Bathory, ömrünün kalan 4 yılını kendi şatosu olan Csejte'de küçük bir odaya hapsolmuş bir şekilde geçirdi. Cinayetleri bizzat işlettiği yardımcıları korkunç cezalar alırken Bathory bir soylu olduğu için ne yargı önüne çıkartılmış ne de söz konusu suçlardan hüküm giymiştir. Öte yandan Csejte şatosunda kapısı tuğlalara örülen bir odada unutulmaya terk edilen kontesin adını anmak bile yasaklanmıştır. Bathory'nin gençliğini koruyabilmek amacıyla bakire kızların kanlarıyla banyo yaptığı söylentileri onun uzak bir akrabası sayılabilecek Wallachia prensi Vlad Tepeş gibi bir vampir olduğuna inanılmasına yol açmıştır. Macarca ismiyle Erzsébeth Báthory, 1560 yılında doğdu ve çocukluğunu Ecsed şatosunda geçirdi. Macaristan'ın Osmanlılar ve Avusturyalılarla gerçekleştirdiği savaşların yaşandığı bu dönemde Bathory Latince, Almanca ve Yunanca dillerini iyi derecede bilen bir Protestan genç kız olarak yetiştirilmişti. Acımasızlığıyla şöhret kazanan kuzeni Transilvanya prensi Stephen gibi Elizabeth de çocukluğundan itibaren ani öfke nöbetleri geçirmekteydi. Araştırmacılar bunun aileden gelen genetik bir bozukluk olduğuna ve Bathory'nin epilepsi hastası olma ihtimaline inanıyor. Günümüzdeki tarih uzmanları ve psikiyatrlar Bathory'nin aynı zamanda cinsel kimlik bozukluğuna da sahip olduğunu belirtiyorlar. Henüz 14 yaşındayken hamile kalan Elizabeth, söylenene göre kadın ya da erkek istediği herkesle birlikte olabilmekteydi. Öte yandan Bathory'nin kimi akrabalarının da sicili pek parlak değildi. Halasının lezbiyen bir cadı, amcasının şeytana tapan bir simyacı ve erkek kardeşinin ise birlikte yalnız kalınmaktan korkulan bir cinsi sapık olarak tanınması Bathory'nin çevresinde öyküneceği yeterince kötü örnek olduğunu gösteriyor. Öte yandan çocukluğundan beri Elizabeth'le ilgilenen bakıcısının da kara büyüyle uğraşan ve ayinlerinde küçük çocukları kurban etmekten çekinmeyen biri olduğunu da eklersek Bathory'nin bu durumda bir seri katile dönüşmemesi neredeyse imkânsızdı. Elizabeth, evlendikten sonra kocasının evlilik hediyesi olan Csejte şatosuna yerleşti. Şato etrafındaki birbirine bitişik 17 köy ve tarım arazileriyle çevriliydi ve Küçük Karpat dağlarının kayalıkları üzerinde yükseliyordu. Kocasının sürekli savaşta ve evden uzakta oluşu Bathory'i ticari ve politik konularla ilgilenmek zorunda bırakmıştı. Tarihçilere göre Bathory bu konuda da oldukça başarılıydı. Öte yandan Bathory güzelliğiyle övünmek, aynalar karşısında zaman geçirmek ve günde neredeyse beş defa kıyafet değiştirmekten de geri kalmıyordu. Bathory'nin babasından ve kocasından öğrendiği acımasızlığı sarayındaki hizmetçilere göstermesi ise en sıradan uğraşıydı. Yaşlanmaya başladığını düşündüğü andan itibaren cildini yenileyebilmek için kendini farklı büyülerle uğraşmaya verdiği de biliniyor. Öte yandan Bathory'nin bölgedeki savaşta çaresiz kadınların koruyuculuğunu üstelendiği söylentileri de var. Örneğin Bathory, kocası Osmanlıların elinde esir olan bir kadın ya da kızı tecavüze uğrayıp hamile bırakılan bir kadın için politik hünerlerini sergilemekten çekinmemişti. Diğer yandan şatosunun bir bölümünde istemeden hamile kadınların çocuklarının düşürüldüğü de biliniyor. Bathory bunları kuşkusuz daha fazla genç kızı öldürebilmek için yaptığı düşünülüyor. Önceleri sadece köylü kızlarını katlederken kocasının ölümünden sonra artan kan arzusu bu seri katilin soyluların kızlarına da göz dikmesini sağlıyor. Böylece görgü ve terbiye öğrenmeleri için sarayına kabul ettiği kızların tamamı sırra kadem basıyor. Öte yandan bölgedeki kız kaçırma olayları da artıyor. Saray çevresindeki dedikodular ayyuka çıktığında kralın emriyle görevlendirilen György Thurzó şatoya incelemeye geliyor ve yaklaşık 300 kişilik bir tanık ordusu dinlendikten sonra korkunç gerçekle yüzleşiyor. Kralın Bathroy'nin kocasına olan borcu nedeniyle eyleme geçtiği ve böylece Bathory'den kurtulmak istediği de bir başka korkunç gerçekti. Bugüne dek Elizabeth'in suçsuzluğunu savunanlar krallık tarafından gerçekleştirilen bir komploya kurban gittiği ve bir Protestan olmanın cezasını çektiğini öne sürüyor. Elizabeth Bathory, özellikle kocasının ölümünün ardından işkence yöntemlerini giderek artırmıştı. Psikologlar Bathory'nin yaşlandıkça artan akıl hastalığının bu dönemde iyice kötüleştiğini iddia ediyorlar. İyi ödeme vaatleriyle kandırılan ya da kaçırılan genç kızlar mahzene kapatılıyor ve bedenleri tanınmaz hale gelene dek dövülüyor, sonra da yakılıyor ya da parçalanıyordu. Kurbanların ölesiye dövüldüğü, açlığa terk edildiği, canlı olarak yakıldığı, iğnelerle işkenceye uğradığı, kışın dışarıda üzerlerine su dökülerek donmaya bırakıldığı, yüzlerinin, kollarının ve cinsel organlarının ısırıldığı ve cinsel anlamda tacize uğradıkları da biliniyor. Bathory'nin bu korkunç işkencelerini 1585 yılından 1610'a kadar sahip olduğu tüm şatolarda gerçekleştirdiği ortaya çıkmıştır. 650 kişilik kurban sayısına Bathory'nin hala hükûmet arşivlerinde saklı olduğuna inanılan günlük ve mektuplarından ulaşılmıştır. Bathory, bir seri katil olarak çok da becerikli sayılmazdı, bir asil olmasının avantajlarını sonuna kadar kullanmış fakat işlediği cinayetlerin üzerini örtmek konusunda da yeterince titiz davranmamıştır. Tüm bu imtiyaz ona sadece mahkeme aşamasında yaramıştır, yargılanmadan doğruca kendi şatosunda müebbet hapse konulmuştur. Öte yandan kralın Bathory'e borcunu ödemesine gerek kalmadığı hükmüne de varılmıştır. Bathory, Csejte şatosunda ölü bulunduğunda odasında el sürülmemiş pek çok kap yemek bulunuyordu, bu nedenle tam ölüm tarihi bilinemiyor. Önce Csejte kilisesinin bahçesine gömülen cesedi Csejte'li köylülerin ayaklanması sonucu Ecsed'deki Bathory aile kabristanına defnedilmek üzere buradan taşınmıştır. Kontes Bathory denince aklımıza gelen kan banyosunun bu efsaneye sonradan eklendiğini de belirtelim. Bathory aleyhine ifade veren tanıklardan hiçbiri bir kan banyosundan söz etmediği ve bunun sadece Transilvanya vampir inanışıyla alakalı olarak uydurulmuş olduğu bilinmektedir. Bathory'nin hikâyesi farklı perspektifler ya da kurgusal olaylar içeren pek çok filme de konu olmasının yanı sıra sulandırılarak “Kontes Dracula” ve benzeri filmlerin yapılmasına da esin kaynağı olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6058", "len_data": 28892, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.15 }
Richard Wagner (22 Mayıs 1813, Leipzig – 13 Şubat 1883, Venedik), Alman opera bestecisi, tiyatro direktörü, müzik teorisyeni ve yazarı. Geliştirdiği birleşik sanat eseri kavramı (Gesamtkunstwerk) ile müzik dünyasını etkiledi. Gerek müzik ve drama alanındaki yenilikleri, gerekse Yahudi karşıtı görüşleri nedeniyle 20. yüzyılın en çok tartışılan müzik adamlarından olmuştur. Hayatı ve çalışmaları. 22 Mayıs 1813'te Almanya'nın Leipzig kentinde doğan Richard Wagner, polis memuru Friedrich Wilhelm – Johanna Wagner çiftinin 9 çocuğundan en küçüğüdür. Henüz 6 aylıkken babasını kaybeden Richard Wagner'in annesi Johanna, 9 ay sonra aile dostu olan ressam, oyun yönetmeni ve yazar Ludwig Geyer ile evlendi ve aile Dresden'e göçtü. Geyer, 1821'de öldü ve aile 1827'de yeniden Leipzig'e döndü. Wagner, küçük yaştan itibaren tiyatroya ilgi duymaya başladı. Diğer kardeşleri de meslek olarak oyunculuk ve şarkıcılığı seçmişlerdi. İlk yaratıcı çalışması, 15 yaşında "Leubald and Adelaide" adlı opera metni idi. Weber'in bir operasını ve Beethoven'in bir senfonisini dinledikten sonra ise müzik tutkusu kendisini gösterdi. Leipzig Üniversitesi'ne devam etmeye başlayan Wagner, ayrıca bir sinagogda koro şefi olan Christian Theodor Weinlig'den 6 ay boyunca müzik dersi aldı, armoni ve kontrpuan öğrendi. 1832'de belli başlı eserlerinden ilki olan "Do Major Senfoni"'yi besteledi; eser, Leipzig ve Prag'da seslendirildi ve ilgi gördü. 1833'ten itibaren çeşitli küçük tiyatro topluluklarında orkestra şefi olarak çalıştı; 1834'te "Die Feen (Periler" operasının müziğini ve metnini yazdı. Bu eser, o hayattayken hiç seslendirilmediyse de ikinci operası olan ve Shakespeare'in "Kısasa Kısas" oyunundan hazırladığı "Das Liebesverbot" "(Yasak Aşk)" operası 1836'da Magdeburg'da sahnelendi. 1836'da şarkıcı Minna Planer ile evlendi. Eşini evlenmeye razı etmek için 2 yıl uğraştığı halde, bu evlilik kısa zaman sonra sadakatsizlik nedeni ile bir hayal kırıklığına dönecek yine de 1866'ya kadar sürecekti. Evlendiği yıl Königsberg tiyatrosunda müzik direktörü olduysa da kısa bir süre sonra ayrılıp Riga'da benzer bir göreve başladı. Burada özellikle Beethoven eserlerini yönetti ve Rienzi operasını bestelemeye başladı. 1839'da alacaklılarından kaçarak önce Londra'ya gitti. Bir oyununun perdeye aktarılması sırasında yaşanan bir anlaşmazlık nedeni ile değerinin daha iyi anlaşılacağını düşündüğü Paris'e gitti. Berlioz ve başka sanatçılarla tanıştı. Yoksulluk içinde geçen Paris günlerinde Rienzi'yi tamamladı, Uçan Hollandalı operasının taslaklarına başladı. 1842'de Dresden Tiyatrosu Rienzi'yi sahnelemeye karar verince Paris'ten ayrılıp Dresden'e gitti. Eser, 6 saat süren çok uzun bir opera olmasına rağmen seyirciyi coşturmayı başarmıştı. Böylece Rienzi operası, Wagner'in Almanya'da adını duyurmasını sağlayan ilk eser oldu. 1843'te Uçan Hollandalı aynı kentte sahnelendi. Wagner, Dresden'de krallık orkestrası şefliğini yaptı. Romantik operası Tannhäuser 1845'te Dresden'de sahnelendiğinde geleneksel formların çok dışında bir eser olduğu için eleştirildi. Buna rağmen Franz Liszt, 3 yıl sonra Weimar'da bu eseri sahneledi ve Wagner'i her zaman destekledi. 1848 tanışan Wagner ile Liszt, ömür boyu dost oldular. Wagner, aynı yıl Löhengrin operasını tamamladıysa da sahneleme imkânı bulamadı. Yardımına yine Liszt koştu ve eseri 1850'de Weimar'da sahneledi. Wagner'in devrimci siyasi etkinliklerinden ötürü İsviçre'ye sürgüne gitmesi üzerine kariyerinde yeni bir dönem başladı. Sürgün yaşamı 1862'ye kadar süren Wagner, İsviçre'de "Der Ring der Nibelungen" "(Nibelungen Yüzüğü)" adı verilen opera dizisini yazdı.Bu eser 4 ayrı operadan oluşmaktaydı. Eserin "Nibelungen yüzüğü" adını almasının sebebi ise, hikâyelerin birbirinin devamı olarak yazıldığı bu 4 ayrı operanın art arda sahnelenmesi fikri idi. Bu arada varlıklı ipek tüccarı Otto Wesendonck ve eşi Mathilde ile tanıştı. Otto Wesendock, Zürih yakınlarındaki villasının bahçesindeki küçük bir köşkü Wagner ile eşi Minna'ya kiralayarak Richard Wagner ile eşi arasında doğan aşkın sürmesine farkında olmadan yardımcı oldu. Bu aşk, Wagner'e yeni eserleri için ilham verdi. Wagner böylece, operalarının en uzunu ve en zoru olan "Tristan ve İsolde"'i (1857-1859) yazdı. Eser, 1865'te Münih'te Bavyera Kralının huzurunda sahnelendi. Wagner, tahta yeni çıkan Bavyera Kralı II. Ludwig tarafından davet edilince hemen Almanya'ya gitmişti. Kralın desteği ile ekonomik sıkıntıları sona erdikten sonra tek komik operası "Die Meistersinger von Nürnberg" Nürnberg'in Usta Şarkıcıları operasını yazıp besteledi ve bu eser de Münih'te sahnelendi. Bu arada Bavyera Parlamentosu ülke parasının besteciye yedirildiği inancıyla sanatçıyı eleştirmekteydi. Öte yandan Franz Liszt'in ünlü orkestra yöneticisi Hans von Bulow ile evli kızı Cosima ile yaşadığı aşk çevreden tepki toplamaktaydı. 1866'da eşinden ayrılan Wagner, 1870'te Franz Liszt'in kızı Cosima ile evlendiğinde çiftin iki çocukları vardı. Wagner, orkestra eseri "Siegfried İdyll"'i 1870'te Coşima için besteledi. 1869-1870 yıllarında Yüzük operalarının ikisi Liszt tarafından sahnelendi. Bu sırada eserin tamamının sahneleneceği bir opera binası için kaynak bulma çabaları sürüyordu. Ümitsizliğe düştüğü anda Kral II. Ludwig'in desteği ile karşılaştı. Söylentilere göre eşcinsel olan Kral, Wagner'e ve onun müziğine duyduğu büyük aşkını kanıtlamak adına binanın yapımına yardım teklifinde bulundu. Bu büyük aşktan haberdar olan Wagner bu yardımı kabul etti. Opera binası 1874'te Bayreuth'ta birleşik sanat eseri (müzik, şiir, görsel sanatlar, dans gibi tüm sanatların operada harmanlanması) kavramına uygun olarak inşa edildi. Opera binasının inşa sürecinde Wagner kendi sanatının gereklerini göz önünde bulundurarak projenin büyük bölümüne çizimleri ile katkıda bulundu. 1876'daki ilk sanat festivalinde tamamı 18 saatlik bir eser olan Nibelungen yüzüğü sahnelendi. 1877'de Parsifal operasını yazmaya başlayan Wagner, “saf ırk” konusundaki polemik yaratan yazılarını yayınlamayı sürdürdü. Parsifal, 1882'de Bayreuth'ta sahnelendi. Wagner, 1883 kışını geçirmek için gittiği Venedik'te kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Bayreuth'taki villasının bahçesinde kendi adına hazırladığı mezarına gömüldü. İzlenimler. Operaları, yazıları, siyaseti, inançları ve alışılmışın dışındaki yaşam tarzı Wagner'i yaşadığı dönemde tartışmalı bir figür haline getirmiştir. Ölümünün ardından, özellikle 20. yüzyılda Almanya'da fikirleri ve bunların yorumlanmasına ilişkin tartışmalar devam etmiştir. Irkçılık ve antisemitizm. Wagner'in "Müzikte Yahudilik" de dahil olmak üzere Yahudiler hakkındaki düşmanca yazıları, 19. yüzyılda Almanya'da var olan bazı düşünce akımlarıyla örtüşmektedir. Bu konudaki çok açık görüşlerine rağmen, Wagner'in hayatı boyunca Yahudi arkadaşları, meslektaşları ve destekçileri olmuştur. Wagner'in operalarında antisemitik stereotiplerin temsil edildiğine dair sık sık iddialar ortaya atılmıştır. Yüzük'teki Alberich ve Mime, "Die Meistersinger"'deki Sixtus Beckmesser ve "Parsifal"'deki Klingsor karakterlerinin, bu operaların librettolarında bu şekilde tanımlanmamalarına rağmen, bazen Yahudi temsilleri olduğu iddia edilmektedir. Konu, Wagner'e atfedilmiş olabilecek, kendisinin sözde babası Geyer aracılığıyla Yahudi kökenli olduğu iddialarıyla daha da karmaşık hale gelmektedir; ancak Geyer'in Yahudi ataları olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Bazı biyografi yazarları Wagner'in son yıllarında Arthur de Gobineau'nun ırkçı felsefesine, özellikle de Gobineau'nun Batı toplumunun "üstün" ve "aşağı" ırklar arasındaki melezleşme nedeniyle mahvolduğuna dair inancına ilgi duyduğunu belirtmişlerdir. Robert Gutman'a göre bu tema Parsifal operasına da yansımıştır. Diğer biyografi yazarları (Lucy Beckett gibi) bunun doğru olmadığını, hikâyenin orijinal taslaklarının 1857'ye kadar uzandığını ve Wagner'in "Parsifal"'in librettosunu 1877'de tamamladığını, ancak 1880'e kadar Gobineau'ya kamuoyunda önemli bir ilgi göstermediğini düşünmektedir. Diğer yorumlar. Wagner'in fikirleri sosyalist yorumlara uygundur; sanata ilişkin fikirlerinin birçoğu 1840'larda devrimci eğilimleri sırasında formüle ediliyordu. Örneğin George Bernard Shaw, "The Perfect Wagnerite" (1883) adlı eserinde şöyle yazmıştır:[Wagner'in] Alberic'in hükümdarlığı altındaki Niblunghome tablosu, Engels'in 1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları adlı kitabıyla 19. yüzyılın ortalarında Almanya'da tanındığı şekliyle, düzenlenmemiş endüstriyel kapitalizmin şiirsel bir vizyonudur.Wagner'in sol cenahtan yorumları, diğer Wagner eleştirmenlerinin yanı sıra Theodor Adorno'nun yazılarını da bilgilendirir. Walter Benjamin, Wagner'i sanatı toplumsal bağlamından uzaklaştıran "burjuva yanlış bilincinin" bir örneği olarak vermiştir. György Lukács, erken dönem Wagner'in fikirlerinin, Karl Marx'ın Komünist Manifesto'sunda Alman burjuva radikalizminin sol görüşüne ait olduğu belirtilen ve Feuerbachianizm ve Karl Theodor Ferdinand Grün ile ilişkilendirilen bir hareket olan "gerçek sosyalistlerin" (wahre Sozialisten) ideolojisini temsil ettiğini iddia ederken, Anatoly Lunacharsky daha sonraki Wagner hakkında şunları söylemiştir: "Çember tamamlandı. Devrimci bir gerici haline gelmiştir. Asi küçük burjuva şimdi düzenin koruyucusu Papa'nın ayağını öpüyor." Yazar Robert Donington, “Wagner'e sembolleri aracılığıyla bir yaklaşım” olarak tanımlanan ve örneğin tanrıça Fricka karakterini kocası Wotan'ın “içsel dişiliğinin” bir parçası olarak gören, tartışmalı da olsa "Ring" döngüsünün ayrıntılı bir Jung yorumunu yapmıştır. Millington, Jean-Jacques Nattiez'in de Wagner'in hayatını ve eserlerini değerlendirirken psikanalitik teknikleri kullandığını belirtmektedir. Nazi sahiplenmesi. Adolf Hitler, Wagner'in müziğine hayrandı ve operalarında kendi Alman ulusu vizyonunun somutlaştığını gördü; 1922'de yaptığı bir konuşmada Wagner'in eserlerinin "kahraman Cermen doğasını" yücelttiğini iddia etti... Büyüklük kahramanlıkta yatar." Hitler 1923'ten itibaren Bayreuth'u sık sık ziyaret etmiş ve tiyatrodaki prodüksiyonlara katılmıştır. Wagner'in görüşlerinin Nazi düşüncesini ne ölçüde etkilemiş olabileceği konusunda tartışmalar devam etmektedir.1908'de Wagner'in kızı Eva ile evlenen ancak Wagner ile hiç tanışmayan Houston Stewart Chamberlain (1855-1927), Nazi hareketi tarafından onaylanan "On Dokuzuncu Yüzyılın Temelleri" adlı kitabın yazarıydı. Chamberlain 1923 ve 1927 yılları arasında Bayreuth'ta Hitler'le birkaç kez görüşmüştür, ancak Wagner'in kendi görüşlerinin bir aktarıcısı olarak kabul edilemez. Naziler Wagner'in düşüncelerinin propaganda için yararlı olan kısımlarını kullanmış ve geri kalanını görmezden gelmiş veya bastırmıştır. Bayreuth, Nazi kültürü için yararlı bir cephe oluşturmuş ve Wagner'in müziği birçok Nazi etkinliğinde kullanılmış olsa da, Nazi hiyerarşisi bir bütün olarak Hitler'in Wagner'in operalarına duyduğu coşkuyu paylaşmıyor ve Hitler'in ısrarı üzerine bu uzun destanlara katılmaya içerliyordu. Başta Alfred Rosenberg olmak üzere bazı Nazi ideologları "Parsifal"'i aşırı Hıristiyan ve pasifist olduğu gerekçesiyle reddetti. , Wagner'in müziğinin 1933-1934 yıllarında Dachau toplama kampında siyasi mahkumları "ulusal müziğe" maruz bırakarak "yeniden eğitmek" için kullanılmış olabileceğini gösteren kanıtları araştırmıştır. Bazen ortaya atılan, Wagner'in müziğinin II. Dünya Savaşı sırasında Nazi ölüm kamplarında çalındığına dair iddiaları destekleyecek bir kanıt bulunamamıştır ve Pamela Potter, Wagner'in müziğinin kamplarda açıkça yasak olduğunu belirtmiştir. Wagner'in antisemitizm ve Nazizm ile ilişkilendirilmesi nedeniyle, müziğinin İsrail Devleti'nde icra edilmesi bir tartışma kaynağı olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6060", "len_data": 11619, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.68 }
Patafizik genelle değil özelle ilgilenir. "İstisnalar Bilimi" olarak da isimlendirilir. Metafizik ötesindeki alemi çalışma alanı olarak seçen psödofelsefedir. Modern bilimin kuram ve yöntemlerinin hicvidir ve çoğunlukla anlamsız ve deneysel bir dil kullanır. Terim ve kavram olarak Alfred Jarry tarafından üretilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6062", "len_data": 319, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.6 }
GW-BASIC, bir programlama dilidir. 1980'li yıllarda Microsoft'un ilk çalışanlarından Greg Whitten tarafından yazılan bir DOS tabanlı BASIC lehçesidir. QBasic, Turbo Basic gibi diller bu dilden türetilmiştir. Her satıra bir numara vermek ve program akışını GOTO deyimiyle değiştirmek bu dilin en temel özelliğidir. Örnek Program 1 10 CLS 20 PRINT "DENEME" Satır numarası zorunluluğu vardır. Numaraların onar onar artmasının nedeni, daha sonradan araya satır ekleyebilmektir. Örnekteki program çalıştırıldığında önce ekrandaki önceki bilgiler temizlenir ve ekranın sol üst köşesine DENEME yazılır. Ayrıca, yazılan program sonlandırıldıktan sonra "OK" diye belirterek, programın sonlandırıldığını belirtir. Deyimler kılavuzu. CLS: Ekranı eski çıktılardan temizleyen deyimdir. Örneğin; yukarıdaki programa bakarsak, bu programda "cls" komutu kullanılmasa idi ne kadar programı çalıştırırsak çalıştıralım, o kadar "deneme" çıktısı alınacaktır. END: Programın sona erdiğini belirten deyimdir. Programın sonuna koymaya gerek yoktur. PRINT: Yukarıdaki programda verilen girdiyi çıktı olarak ekrana gelmesini sağlayan deyimdir. LOCATE: "PRINT" deyimi ile ekrana çıkan çıktının koordinatlarını belirtir. Örnek program 2: 10 CLS 20 LOCATE 3,3 30 PRINT "Deneme" 40 END COLOR: "PRINT" deyimi ile ekrana çıkan çıktının yazı ve zemin renklerini belirtir. Renk kodu: 0)Siyah 1)Mavi 2)Yeşil 3)Turkuaz 4)Kırmızı 5)Pembe 6)Turuncu 7)Açık Gri 8)Gri 9)Açık mavi 10)Açık yeşil 11)Açık turkuaz 12)Açık kırmızı 13)Açık pembe 14)Sarı 15)Beyaz Örnek Program 3: 10 CLS 20 COLOR 3,4 30 PRINT "Deneme" 40 END Bu örnekte turkuaz yazılı kırmızı renkli "deneme" sözcüğünü göreceksiniz. SCREEN: Ekran deyimidir. Bu komut ile grafik ekrana geçilebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6075", "len_data": 1748, "topic": "CODING", "quality_score": 3.22 }
Moda şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6080", "len_data": 28, "topic": "FASHION", "quality_score": 1.38 }
Robert Smithson (2 Ocak 1938; Rutherford, New Jersey - 20 Temmuz 1973), Amerikalı arazi sanatçısı. Jeoloji, kristallografi, endüstriyel atıklar ve bilimkurgu gibi alanlarda da çalışan bir sanatçı. 1960'larda modüler birimleri ile çoğunlukla kristal yüzeyleri anımsatan minimalist çelik heykelleri ile dikkat çekti. Sonraki işlerinde özellikle yere atma ve dökme gibi işlemleri işin içine katarak yer çekimi kavramıyla uğraşan heykeller yaptı. 1970 Nisan'ında Utah'taki Büyük Tuz Gölü'nün kuzeydoğu kıyısına en ünlü eseri olan Spiral Mendirek'i ('Spiral Jetty') inşa etti. 'Spiral Jetty' dağınık kayalık bir alandır, kendi etrafında sarmalanmış ve bir çıkmazla sonlanmıştır. Mevsim değişimlerine karşı şaşırtıcı derecede duyarlıdır. Su yosunlarının miktarına ve değişen tuz tabakalarına maruz kalan kayalara bağlı olarak su renk değiştirir. 20 Temmuz 1973'te çevrenin keşfini yapmak üzere profesyonel bir fotoğrafçı ile birlikte havalanan Smithson'un uçağı düştü, içindeki üç kişi de öldü. Otuzbeş yaşında hayatını kaybeden sanatçının yarım kalan işi Amarillo Ramp'i eşi Nancy Holt tamamladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6084", "len_data": 1093, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.77 }
Mila Rodino (Мила Родино, "Sevgili Ana Vatan"), Bulgaristan'ın günümüzde kullanılan ulusal marşıdır. sözler, Tsvetan Radoslavov tarafından yazılan "Görkemli Eski Dağlar" adlı şiirinden aynen alınmıştır. Şair bu şiirini 1885 yılında, 1885 Sırp-Bulgar Savaşı'ndan döndükten hemen sonra yazmıştır. 1964 yılında Bulgaristan'ın ulusal marşı olarak kabul edilmiş, sözleri birçok değişikliğe uğramış ve günümüzdeki hali 1990'da benimsenmiştir. 1886 ve 1944 yılları arasında Bulgaristan'ın ulusal marşı "Meriç Gürüldüyor"'du.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6104", "len_data": 517, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.54 }
silahsız bir modern Japon dövüş sanatı ve 1964'ten beri Olimpiyat sporudur. Judo 1882'de Kanō Jigorō () tarafından melez bir dövüş sanatı olarak geliştirilmiştir. "Kata" (önceden düzenlenmiş hareketler) yerine "randori"ye (, serbest stil) önem vermesi, saldırı ve silahlı dövüş öğelerinden arındırılması yönleriyle öncülerinden (özellikle Tenjin Shinyo-ryu jujutsu ve Kitō-ryū jujutsu) ayrılır. Judo, Tokyo Metropoliten Polis Teşkilatının (警視庁武術大会, "Keishicho Bujutsu Taikai") ev sahipliği yaptığı turnuvalarda ünlü jujutsu okullarını alt etmesi sayesinde bilinirlik kazandı ve böylece teşkilatın öncelikli dövüş sanatı haline geldi. Judo dövüşçülerine ve judo üniformasında denir. Tarihçe ve felsefe. Judonun ilk dönemlerinin ve onun temellerini atmış olan matematik öğretmeni Jigoro Kano (1860-1938) (Japoncada soyadı önce gelir) tarihçesi birbirinden ayrı düşünülemez. Kano nispeten varlıklı bir ailede doğmuştu. Dedesi Japonya merkezindeki Shinto Bölgesinde kendi geçimini sağlayan bir sake üreticisiydi. Kano'nun babası en büyük evlat olmağı için işi devralmadı ve bir Shiton Rahibi ve Devlet Memuru olup, oğlunun Japonya İmparatorluk Üniversitesindeki ikinci senesine devam etmesini sağlayacak yeterli feyzi oğluna verdi. Kano 17 yaşında iken Jujutsu ile başladı, o zamanlarda bayındır bir sanattı, ama kendisini ciddiye alacak bir hoca bulmanın da zorluğu ile az bir ilerleme gösterdi. 18 yaşında edebiyat öğrenmek için gittiği üniversitede, dövüş sanatı çalışmalarını sürdürdü, sonunda yaşayan en yaşlı Kano öğrencisi ve sayılı bir Japon/Amerikalı Judoka olan Keiko Fukuda'nın Atası ve Tenjin Shinyo Ryu ustası Hachinosuke Fukuda'nın öğretilerini benimsedi. Fukuda Judo'da biçimsel idmanların üzerine önemli bir tekniğe sahip olmanın, Kano'nun vurguladığı randori veya serbest judo çalışmanın tohumlarını ektiğini söylemiştir. Kano, Fukuda'nın Okuluna katıldıktan bir yılı aşkın bir süre sonra Fukuda hastalandı ve öldü. Sonrasında Kano, biçimsel katalara Fukuda'dan daha çok önem veren Masatomo Iso'nun Tenjin Shinyo okuluna katıldı. Kano kendisini adayıp kısa zamanda shihan yani usta unvanını alıp Iso'nun yardımcısı olduğunda 21 yaşında idi. Iso'nun da hastalanması üzerine daha öğrenmesi gereken çok şey olduğunu düşünen Kano, başka bir stil daha edindi, Kito Ryu hocası Tsunetoshi Iikubo'nun öğrencisi oldu. Fukuda gibi likubo da serbest çalışmadan daha önemli olduğuna inanıyordu ve diğer yandan Kito Ryu fırlatma tekniklerine Tenjin Shinyo Ryu dan çok daha üst derecede önem veriyordu. Bu zaman içinde, Kano, "kata guruma", "uki goshi" gibi teknikler geliştiriyordu. Fikirleri çoktan Kito ve Tenjin Shinyo Ryu' nun ilkelerini genişletmenin ötesine geçmişti, yeni gayeler ile doluydu, kısmen eğitiminin bir sonucu olarak, sağlam bilimsel ilkelere dayanan tekniklerle ve dövüş sanatlarındaki ilerlemeye ilaveten genç insanların kafa, karakter, vücut gelişimine önem vererek, kafasında jujutsuyu yeniden biçimlendirmişti. Kano 22 yaşında üniversiteyi bitirdikten hemen sonra, Eishoji Tapınağı'nda kendi himayesinden jujutsu çalışmak için Iikubo'nun okulundan 9 öğrenciyi yanına aldı. Yerleri bu isimle anılmadan önce iki yıl geçti, Kano henüz Kito ryu da usta unvanını almamıştı, Iikubo öğretime yardım için haftada üç gün tapınağa geldi. Kodokan veya "yolu öğrenmek için mekân" böyle kuruldu. Judo kelimesi, nazik olmak veya yol vermek anlamına gelen "ju" ve yaşamın yolu anlamına gelen "do", kanjilerinden türetilmiştir. Kelime karşılığı "nezaket yolu" veya "yol verme yolu" dur, "esneklik yolu", "uyum yolu", "bükülme yolu" şeklinde isimlendirildiği de olur. Kemer renkleri ve kemer alma kuralları. Öğrencilik devresi. Judokaları teşvik etmek amacıyla her 6 ayda bir sınav yapılarak bir üst kuşağa geçmeye imkân verilir. Kyu(öğrencilik) devresi 6 kemer renginden oluşur. Ustalık dereceleri. Bu devreleri geçiren sporcu zor ve meşakkatli bir imtihandan geçerek "Dan" ustalık derecesi olan "Siyah" Kemeri almaya çalışır. "Dan" alacak kişinin tüm teknikleri sağlı ve sollu olarak yapması, kombine ve kontraatakları bilmesi gerekir. Ustalık dereceleri 10 adettir: Mücadele ve kurallar. Judo sporu, mücadelenin iki safhadan oluştuğunu varsayar. Bunlar ayakta Tachi-waza ve yerde Ne-waza safhasıdır. İlgilerine göre bazı Judoka'lar bir safhada diğerine göre daha üstünken, birçok Judoka (Judocu) her iki safhaya da eşit ağırlık verir. Ayaktaki safha başlangıç safhası olarak kabul edilen safhadır, rakipler birbirlerini yere atmaya çalışırlar. Rakibi, ayaktayken sırt üstü düşürmek maçı İppon yani tam puan ile kazanmaktır. Rakibini tam sırt üstü olarak değil, yan tarafı üzerine düşürmek ise Judokaya Wazari puanı kazandırır. İki Wazari puanı alan Judoka müsabakayı Wazari Awasate İppon ile kazanır. İki Wazari, bir İppon değerindedir. Yer safhasında ise rakibini belirlenen süre içerisinde, yerden kalkamayacak şekilde sabit tutarak (Osaeokomi-Waza) puan alma safhasıdır. Yere atış sonrasında ise 20 saniye tutuş yapılırsa, İppon ile maç kazanılır. Eğer daha önce bir Wazari puanı kazanılmış ve rakibine yerde Oseakomi yani tutuş yapılmışsa bunun süresi 10 saniyedir. Ayakta rakibini yere atarak puan alma şekilleri, İppon ve Wazari terimleriyle ifade edilir. Shido, ceza puanı anlamına gelir. Üç Shido alan judoku Hansoku Make yani diskalifye ile müsabakayı kaybeder. Teknikler. Judoda üç temel teknik ("waza") kategorisi vardır: "nage-waza" (fırlatma teknikleri), "katame-waza" (yakalama teknikleri) ve "atemi-waza" (vurma teknikleri). Judo çoğunlukla "nage-waza" ve "katame-waza" ile bilinir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6109", "len_data": 5508, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.75 }
32. Gün, Mehmet Ali Birand ve ekibinin hazırladığı, 1985 yılında TRT'de yayımlanmaya başlamış olan ve 2016 yılında sona eren haber türündeki Türk televizyon programıdır. "32. Gün", TRT 1 (1985-1992), Show TV (1992-1998), atv (1995), Kanal D (1999, 2005-2014), CNN Türk (1999-2005), 360 (2015-2016) ve son olarak 24 (2016) gibi kanallarda ekrana gelmiştir. Geçmişi. Ekrana ilk çıktığı yıllarda kadrosu Mehmet Ali Birand, Musa Çözen, Ali Kırca, Savaş Ay, Reha Muhtar gibi isimlerden oluşan "32. Gün"'e daha sonradan Vahap Yazaroğlu, Mithat Bereket, Rıdvan Akar, Cüneyt Özdemir, Can Dündar, Turan Yavuz, Banu Avar, Banu Acun, Serdar Akinan, Çiğdem Anad, Bülent Çaplı, Deniz Arman, Coşkun Aral, Ahmet Sever, Cenk Başlamış, Ayfer Dedekorkut, Cem Öğretir, Kerem Şenel ve Utku Başar gibi isimler de dahil oldu. İlk başladığı yıllarda daha çok uluslararası siyaset konularının ağırlıkla işlendiği "32. Gün", daha sonra Türkiye'nin büyük çaplı politik sorunlarına da eğilmiştir. Bu nedenle program, 1992'de "32. Gün Dünya" ve "32. Gün Türkiye" isimleriyle ikiye ayrılmıştır. "32. Gün", sonraları giderek daha yoğun bir şekilde Türkiye gündemine yoğunlaşırken, programın araştırmacı gazetecilik boyutu da, eski gücünü yitirmiştir. Bunda, televizyon kanallarının bu tarz yapımların ekonomik getirisini yetersiz kabul etmesinin rol oynadığı söylenmektedir. Türk televizyonlarının uluslararası çapta en çok tanınan haber programı olarak gösterilen "32. Gün"'de François Mitterrand, Helmut Kohl, Muammer Kaddafi, Margaret Thatcher, Boris Yeltsin, Mihail Gorbaçov, Saddam Hüseyin, Jacques Chirac, Yaser Arafat, Nelson Mandela ve daha çok sayıda dünya liderinin röportajları yayımlanmıştır. Mehmet Ali Birand, "32. Gün" programının 10. yılında "32. Gün: 10 Yılın Perde Arkası", 20. yılında da "32. Gün: 20 Yılın Perde Arkası" isimleriyle iki kitap yazmıştır. Kanal D'de her perşembe günü geceyarısını geçtikten sonra ekrana gelen ve daha çok tartışma platformu kimliğiyle seyirci karşısına çıkan "32. Gün" programı Mehmet Ali Birand tarafından hazırlanmıştır. 1-7. sezon arası TRT'de. 7-10. sezon arası Show TV'de. 11. sezon arası kısa bir süre atv'de. 11-13. sezon arası tekrar Show TV'de. 14-15. sezon arası Kanal D'de. 15-20. sezon arası CNN Türk'te. 21-29. sezon arası tekrar Kanal D'de. 30-31. sezon arası 360'ta. 32. sezonu veya son sezonu ise 24'te yayımlanmıştır. "32.Gün", 1035. bölüm ile 32 sezonluk yayın hayatına son vermiştir. Birand'ın ölümü nedeniyle yerine oğlu Umur Birand tarafından sunulan programın genel yayın yönetmenliğini Hilmi Hacaloğlu gerçekleştirmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6118", "len_data": 2565, "topic": "NEWS", "quality_score": 3.39 }
Kanalizasyon ya da lağım döşemi, pis ve atık suların özel kanallar aracılığıyla toplanıp atılmasını sağlayan altyapı sistemidir. Bu kanallarda künk ya da büz adı verilen kalın borular kullanılır. Atık karasu, gri su, lağım suyu, yağmur suyu taşınır. Ayrıca bunların bir zarar görmesi (delinme, yanma, kırılma, patlama ) sonucunda etrafa kötü koku yayılabilir. Yani kanalizasyon borularının çok sağlam olması lazımdır. Kanalizasyon hatları genellikle 1/2 dolulukta 2fps hızla akacak şekilde tasarlanır. Asgari akış hızı, boruların temiz kalmasını sağlar ve katı madde birikimini engeller. Bina içi sistemlerde eğim %1 ile %2 arasında olmalıdır. Bina dışındaki sistemin uç (dış) noktalarındaki borular, en az %1 eğimle tasarlanmalıdır. Bu uç noktalardaki borularda az akış olacağından, %1 eğim, boruların temiz kalmasına yardımcı olur. Yatay eğrilikli borular pek istenmese de bazı durumlarda gerekli olabilir. Böyle durumlarda, boru düzmüş gibi hesaplanır ve gerekli minimum eğime %50 eklenir. Böylece, borunun eğriliğinden kaynaklanan hidrolik enerji kaybı dengelenmiş olur. Menhol bağlantılarında, aynı çaplı borular bağlanırken, akış yönünde aşağıda kalan boru, yukarıdaki borudan en az 0,025 m daha alçak konulmalıdır. Eğer, boru çapı değişiyorsa, boruların çapının %80'ine karşılık gelen yükseklikleri eşleştirilmelidir. Kanalizasyon ağının bulunmadığı yerlerde genellikle lağım çukuru kullanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6125", "len_data": 1401, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.69 }
Baskılı devre kartı (kısaca BDK, İngilizce kısaltması PCB), elektronik devre elemanlarını monte etmek için yüzeyinde iletken (örneğin bakır) yollar ve adalar, yüzeyler arasında ise içi lehim kaplı delikler içeren değişik yalıtkan materyallerden yapılmış plakalardır. Delik içi kaplama, içi kaplanmış delik (İngilizce via), kartın katmanları arasında elektrik akımını taşıyan yollar arasında bağlantı sağlayan deliklerdir. Karta monte edilen bacaklı devre elemanları bu deliklere takılır veya sadece katmanlar arası iletim sağlamak için de yapılabilir. Yüzey montaj teknolojisinde elemanların üzerinde duracağı düz bir yüzey halinde olan bakırdan veya üzeri lehim kaplanmış adalar bulunur. Bazı iletken bakır bölgeler su yolları ile birbirlerine bağlantılıdır. Su yolları akımı geçirir. Çok fazla akım taşıyacak su yolları kalın tutulur az akım taşıyacaklar ince yapılır. BDK (PCB) çizimi genelde bilgisayar programları ile yapılır. En bilinen BDK (PCB) tasarım programlarına OrCad, Proteus (ISIS ve ARES) ve Protel, PCAD örnek verilebilir. PCB çiziminde, yol aralıkları, via genişlikleri, bypass kondansatörlerinin yerleştirilmesi, radyo frekans yayan parçalar var ise bunların mümkün olduğunca entegre devre elemanlarını etkilemeyecek şekilde yerleştirilmesi, aksi halde Faraday kafesi ile yalıtılması, dijital ve analog şaselerin (toprak-ground) ayrıştırılması gibi konulara dikkat edilir. Fiber vb malzemelerin üzerine ince film tabakası halinde bakır yapıştırılmış malzemeler bakırlı pertinaks olarak isimlendirilir. Bu malzeme üzerine, devre şeması (değişik şekillerde) hazırlanarak aktarılır. Aktarma işleminde bir çeşit boya ile akım taşıyacak yollar plakete çizilmiş olur. Daha sonra bu plaket özel bir asit karışımına atılır. Bu asit karışımı, boyalı yüzeylere etki edemezken, boyanmamış yüzeydeki bakırları eritir. Asitten çıkarılan plaket yıkanarak üzerindeki boya tabakası da kaldırıldığında devre hazır hale gelmiş demektir. Malzemeler. Katmanlardaki iletken yollar ince bakır folyo tabakası şeklindedir. Bazı uygulamalarda teflon, poliamidler ve seramik de kullanılabilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6138", "len_data": 2092, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.83 }
Engels şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6143", "len_data": 30, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.34 }
Aslan Aliyeviç Mashadov (Rusça: Аслан Алиевич Масхадов, 21 Eylül 1951, Kazakistan – 8 Mart 2005, Tolstoy - Yurt), Çeçen İçkerya Cumhuriyeti 3. cumhurbaşkanı ve Çeçenistan Bağımsızlık Mücadelesi'nin lideriydi. 1957 yılında, altı yaşındayken ailesi Çeçenistan'a döndü. 1972 yılında Tiflis Askeri Topçu Akademisinden mezun oldu ve ardından Rusya'nın bazı bölgeleri ile Macaristan ve Litvanya'da görevlerde bulundu. Kızıl Ordu'da topçu albay rütbesine kadar yükselen Mashadov, SSCB dağıldıktan sonra ordudan ayrıldı. Devlet başkanlığı dönemi. 1992 yılında ülkesi Çeçenistan'a dönerek genelkurmay başkanı oldu. 1996 yılında büyük oranda sonlanan Birinci Rus - Çeçen Savaşı'nın kazanılmasında büyük payı olduğu kabul edilir. Çeçenistan Devlet Başkanı Cahar Dudayev'in Rus birliklerince öldürülmesinin ardından, 1996'da geçici başbakan olarak atandı. Ardından da 1997'de rakibi Şamil Basayev karşısında büyük bir zafer kazanarak Çeçenistan Devlet Başkanı seçildi. Devlet başkanlığı sırasında dışarıda Rusya'ya karşı ılımlı, içeride ise köktendincilik karşıtı ve laik politikaları benimsedi. Ancak bu süreç içerisinde Şamil Basayev'e bağlı kuvvetler ve Çeçenistan'daki yabancı unsurlar üzerindeki denetimini yitirerek bu tür güç odaklarının suikast girişimlerine hedef oldu. 1999'da Rus hükûmetinin kışkırtmaları sonucu Şamil Basayev Dağıstan'a girince, Rusya'daki Putin hükûmeti Mashadov ile teması kesti ve ardından Rusya'nın kesin zaferiyle sonuçlanan İkinci Rus - Çeçen Savaşı patlak verdi. Bu yenilgiden sonra Mashadov gerilla lideri rolüne geri döndü. Bu rolü sırasında sivil hedeflere karşı terör amaçlı saldırıların karşısında yer aldı. Bu tutumunun pek çok yabancı gözlemci tarafından samimi bulunmasına rağmen Moskova hükûmeti Rusya'daki pek çok terör eyleminin arkasında Aslan Mashadov'a bağlı güçlerin bulunduğu iddiasını sürdürdü. Mashadov'un Çeçenistan devlet başkanlığı görevi 2001'de sona erdi. Ancak bu tarihten sonra da ikinci savaş nedeniyle seçim yapılamadığı için hâlen görevde olduğunu iddia etmesine rağmen Rusya hükûmeti bu iddiasını tanımadı. Ölümü. Mashadov 8 Mart 2005 tarihinde, Rus özel birlikleri Spetsnaz komandolarının Tolstoy - Yurt kasabasına düzenlediği bir operasyonda diğer Çeçen komutanlarıyla birlikte öldü. Ardında eşi Kusma, kızı Fatma ve oğlu Anzor'u bıraktı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6146", "len_data": 2293, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.4 }
Letonya ( , ; '), resmî adıyla Letonya Cumhuriyeti, Kuzey Avrupa'nın Baltık bölgesinde yer alan bir ülkedir. Kuzeyde Estonya ve güneyde Litvanya ile birlikte üç Baltık devletinden biridir. Doğuda Rusya ve güneydoğuda Belarus ile sınır komşusudur ve batıda İsveç ile deniz sınırını paylaşmaktadır. Letonya, 'lik bir alanı kaplar ve nüfusu 1,9 milyondur. Ülke ılıman bir mevsimsel iklime sahiptir. Başkenti ve en büyük şehri Riga'dır. Başlıca ulus olan ve ülke nüfusunun %63,0'ünü oluşturan Letonlar, Balts etnolinguistik grubuna aittir ve Letonca konuşurlar. Ruslar, nüfusun neredeyse dörtte biri ile ülkedeki en önemli azınlıktır; nüfusun %37,7'si ana dili olarak Rusça konuşmaktadır. Yüzyıllar süren Töton, İsveç, Polonya-Litvanya ve Rus egemenliğinden sonra, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Alman İmparatorluğu'ndan ayrılarak 18 Kasım 1918'de bağımsız Letonya Cumhuriyeti kuruldu. 1934'teki darbeyle birlikte Kārlis Ulmanis'in diktatörlüğü kuruldu ve ülke giderek otokratikleşti. Letonya'nın fiili bağımsızlığı İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında, Letonya'nın Sovyetler Birliği'ne zorla dâhil edilmesiyle kesintiye uğradı, ardından 1941'de Nazi Almanyası tarafından istila ve işgal edildi ve 1944'te Sovyetler tarafından yeniden işgal edildi ve sonraki 45 yıl boyunca Letonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni oluşturdu. Sovyet işgali sırasında yaşanan yoğun göçün bir sonucu olarak etnik Ruslar ülkedeki en önemli azınlık haline geldi. Barışçıl Şarkı Devrimi, 1987 yılında Baltık Sovyet cumhuriyetleri arasında başladı ve 21 Ağustos 1991 tarihinde hem fiili hem de resmi bağımsızlığın yeniden kazanılmasıyla sona erdi. Letonya o zamandan beri demokratik üniter parlamenter bir cumhuriyettir. Etimoloji. Letonya'nın Letonca ismi olan "Latvija" kelimesi bir Balt kabilesi olan Latgalyalılardan gelmektedir. Tarihçi Henricus bölgenin ismini latinceleştirerek "Lettigallia" ve "Lethia" terimlerini kazandırmıştır. Bu kullanım Latin dillerinde Letonya ve türevi kelimelere evrilmiştir. Tarih. Günümüzdeki Letonlar ve Litvanlar MÖ 2500 civarında Baltık Denizi civarında yerleşen Hint-Avrupa halklarının torunlarıdır. Dil yapısı bakımından komşuları olan Cermenler ve Fin-Ugor halklarından farklı olup Baltık halkları olarak adlandırılmaktadırlar. 12. yüzyılda bölgeye önce ticaret amacıyla gelen Cermenler Letonları zor kullanarak Hristiyanlaştırmışlar, 1201 yılında Letonya'nın başkenti olan Riga'yı kurmuşlardır. 13. yüzyılda Töton şövalyeleri Estonya ve Letonya topraklarında Livonya Konfederasyonu adı verilen bir konfederasyon kurdular. 1282 yılında Riga dahil birçok Leton şehri Kuzey Alman Ticaret Ortaklığı olan Hansa Birliği'ne katıldılar. Böylece Riga, Doğu Baltık ticaret yollarında önemli bir yer kazandı. 1558-1582 yılları arasında Rusya'yla Lehistan, Litvanya ve Danimarka arasında yapılan Livonya Savaşı Rusya'nın yenilgisiyle sonuçlanınca bölge önce Litvanya Grandüklüğü, sonra da Lehistan-Litvanya Birliği'nin eline geçti. Lehistan'ın 1793 yılında parçalanmasından sonra da Letonya Çarlık Rusyası'nın eline geçti. I. Dünya Savaşı'na kadar Rus İmparatorluğu'nun egemenliğinde yaşayan Letonya 18 Kasım 1918 tarihinde bağımsızlığını ilan etti. Letonya II. Dünya Savaşı'nda bir süre Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. 1944 yılında kurulan Letonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği'nin parçalanmasına kadar bir Sovyet Cumhuriyeti olarak kaldı. 21 Ağustos 1991 tarihinde Letonya SSCB'den bağımsızlığını ilan etti. 2004 yılında da Avrupa Birliği'ne ve NATO'ya üye kabul edildi. Coğrafya. Letonya, Doğu Avrupa'da, Baltık Denizi kıyısında, Estonya ile Litvanya arasında yer alır. Coğrafi konumu açısından 57 00 Kuzey enlemi, 25 00 Doğu boylamındadır. Yüzölçümü 64.589 km² olup, komşuları Belarus'la 167 km, Estonya'yla 343 km, Litvanya'yla 576 km, Rusya'yla ise 282 km kara sınırına sahiptir. Köppen iklim sınıflandırmasına göre ülke nemli karasal iklime sahiptir. Arazi yapısı açısından ülke genellikle alçak ovalardan meydana gelmiştir. Deniz seviyesinden yüksekliğine göre ülkenin en alçak noktası Baltık Denizi ile 0 m, en yüksek noktası ise Gaizinkalns adlı tepeyle 312 m olmaktadır. Doğal kaynakları arasında kehribar, bataklık kömürü, kireçtaşı, hidro enerji ve işlenebilir arazi yer almaktadır. 2005 verilerine göre arazi kullanımı açısından tarıma uygun topraklar tüm alanın %28,19'una, daimi ekinler %0,45'ine, diğer kullanım ise %71,36'sına tekabül etmektedir. Ülkede 2003 itibarıyla sulanan arazi 200 km²'dir. Ekonomi. Letonya Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği'ne üyedir. 2014 yılında euro, Letonya latsının yerine geçerek ülkenin resmî parası konumuna gelmiştir. 2000 yılından beri Letonya Avrupa'da en yüksek yıllık GSYİH büyümesi gösteren ülkelerinden biridir. Buna karşın tüketim odaklı büyüme ülke GSYİH'nın çökmesiyle sonuçlanan 2008 krizine sebep olmuştur. 2009'un ilk çeyreğinden Letonya ekonomisi %18 küçülme ile AB üyesi ülkeler arasında en büyük küçülmeyi yaşamış ülke olmuştur. Ülkenin ihracat ürünleri arasında ahşap ve ahşap ürünleri, makine ve parçaları, metaller, tekstil ve gıda maddeleri yer almaktadır. Letonya'nın ihracat ortakları arasında Litvanya, Estonya, Almanya, Birleşik Krallık, Rusya, İsveç, Danimarka ve Polonya en önemli ülkeleri oluşturmaktadır. İthalat açısından 2005 itibarıyla Almanya, Litvanya, Rusya ve Estonya baştadır. Demografi. Letonya'nın nüfusu "The World Factbook" 2023 tahminlerine göre 1.821.750 kişidir. Nüfus artış 2023 verilerine göre %-1,13 ile negatiftir. Mülteci oranı ise -5,1 mülteci/1.000 nüfus olarak tahmin edilmektedir. Kadın başına ortalama çocuk sayısı 1,55'tir. Yaşam beklentisi ortalama olarak 76,2 yıl olup, bu değer cinsiyetler arasında erkeklerde 71,8 yıl, kadınlarda ise 80,8 yıl olmak üzere büyük değişiklikler göstermektedir. Ülke kişi başı alkol tüketiminde dünya ikincisi, tütün ürünü tüketiminde ise dünya 10.'sudur. Okuryazarlık oranı %99,9'dur. 2021 verilerine göre nüfus etnik açıdan %62,7 Letonyalı, %24,5 Rus, %3,1 Belarus, %2,2 Ukraynalı, %2 Leh, %1,1 ise Litvanyalıdır. Geriye kalan %1,8 diğer gruplara mensup olup, halkın %2,6'sı etnik aidiyetini belirtmemiştir. 2011 verilerine göre toplumun yaklaşık üçte biri Lüterci olup, bunu Katolik Kilisesi ve Rus Ortodoks Kilisesi takip etmektedir. Toplumun yaklaşık %21'i herhangi bir dine mensup değildir. Dil. Letonya'da resmi dil, Hint-Avrupa dillerinin Baltık dilleri koluna mensup olan Letoncadır. Günümüzde bu dilin, sadece güney komşusu olan Litvanya'da konuşulan Litvanca ile akrabalık ilişkisi vardır. Letoncanın günümüzde soyu tükenmiş Eski Prusya dili ile de akrabalık bağı vardır. Nüfusunun önemli bir kısmı Rus asıllı olan Letonya'da Rusça da yaygın olarak kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6148", "len_data": 6668, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
Litvanya (), resmî adıyla Litvanya Cumhuriyeti (), Kuzey Avrupa'daki Baltık bölgesinde yer alan bir ülkedir. Baltık Devletlerinden biri olup Baltık Denizi'nin doğu kıyısında yer alır. Kuzeyde Letonya, doğu ve güneyde Belarus, güneyde Polonya ve güneybatıda Rusya ile sınırı vardır. Batıda ise İsveç ile deniz sınırı bulunur. Litvanya, 65.300 km²'lik bir alanı kaplar ve 2,86 milyon nüfusa sahiptir. Ülkenin başkenti, aynı zamanda en büyük şehri de olan Vilnius'tur. Diğer büyük şehirler sırasıyla Kaunas, Klaipėda, Šiauliai ve Panevėžys'dir. Litvanlar, etnolinguistik olarak Balt halklarının bir parçasıdır ve Hint-Avrupa dil ailesinin Baltik kolunda hayatta kalan birkaç dilden biri olan Litvanca dilini konuşurlar. Baltık Denizi'nin güneydoğu kıyıları binlerce yıl boyunca çeşitli Baltık toplulukları tarafından mesken tutuldu. 1230'larda Litvanya toprakları ilk kez Mindaugas tarafından birleştirildi ve 6 Temmuz 1253'te Litvanya Krallığı kuruldu. Ardından gelen genişleme ve konsolidasyon süreci, 14. yüzyılda Avrupa'nın en geniş ülkesi olan Litvanya Büyük Dükalığı'nın oluşumuna yol açtı. 1386 yılında Büyük Dükalık, Polonya Krallığı ile "de facto" bir şahsi birlik içine girdi. Bu iki krallık, 1569'da ikili konfederal Polonya-Litvanya Birliği olarak birleşerek Avrupa'nın en büyük devletlerinden birini oluşturdu. Birlik, komşu ülkeler tarafından 1772 ile 1795 yılları arasında kademeli olarak parçalanarak yok edilene kadar iki yüzyıldan fazla sürdü. Bu süreçte Rus İmparatorluğu, Litvanya topraklarının çoğunu ilhak etti. Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına denk gelen 1918 yılında Litvanya'nın bağımsızlık ilan etmesiyle modern Litvanya Cumhuriyeti kurulmuş oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında önce Sovyetler Birliği tarafından işgal edilen Litvanya, ardından Nazi Almanyası tarafından ve 1944'te tekrar Sovyetler tarafından işgal edildi. Litvanya'nın Sovyet işgaline karşı silahlı direnişi 1950'lerin başına kadar sürdü. 11 Mart 1990'da, Sovyetler Birliği'nin resmî olarak dağılmasından bir yıl önce, Litvanya bağımsızlığını yeniden kazandığını ilan eden ilk Sovyet cumhuriyeti oldu. Litvanya, yüksek gelirli ve gelişmiş bir ekonomiye sahip gelişmiş bir ülkedir. İnsani Gelişme Endeksi'nde 37. ve Dünya Mutluluk Raporu'nda 19. sırada yer almaktadır. Litvanya; Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Euro Bölgesi, İskandinav Yatırım Bankası, Schengen Anlaşması, NATO ve OECD'nin bir parçasıdır. Ayrıca ülke İskandinav-Baltık Sekizlisi (NB8) bölgesel iş birliği formatında da yer almaktadır. Etimoloji. Litvanya (Litvanca: Lietuva) adının bilinen ilk kaydı, Kuedlinburg Yıllıkları'nda yer alan 9 Mart 1009 tarihli Aziz Bruno hikâyesinde geçmektedir. Yıllıkta ad, Latinleştirilmiş bir biçimi olan "Litua" şeklinde kaydedilmiştir. Güvenilir kaynakların eksikliği nedeniyle adın gerçek anlamı bilinmemektedir ve bilim insanları hâlâ bu konuda tartışmaktadır. Bununla birlikte, birkaç makul versiyon mevcuttur. "Lietuva" adının bir son ek (-"uva") içerdiği düşünüldüğünde, ek içermeyen orijinal bir kelimenin de olması gerekliliğinden söz edilebilir. Bu isim için olası bir aday "Lietā"dır. Birçok Baltık etnoniminin hidronimlerden türediği göz önüne alındığında, dilbilimciler adın kökenini yerel hidronimler arasında aramışlardır. Genellikle bu tür isimler şu süreçten geçerek evrilmiştir: hidronim → toponimi → etnonim. Litvanya Dükalığı'nın kuruluş bölgesi ve sonradan oluşacak olan Litvanya Büyük Dükalığı'nın muhtemel ilk başkenti olan Kernavė yakınlarındaki Lietava Nehri, genellikle adın kaynağı olarak kabul edilir. Ancak bahsi geçen nehir çok küçüktür ve bazıları bu kadar küçük ve yerel bir nesnenin tüm ulusa adını vermesini olası bulmaz. Öte yandan bu tür isimlendirmeler dünya tarihinde benzersiz olmadığından bu ihtimalin varlığı yine de söz konusudur. Artūras Dubonis'in öne sürdüğü başka bir hipoteze göre ise Lietuva, "leičiai" ("leitis"'in çoğulu) kelimesiyle ilişkilidir. 13. yüzyılın ortalarından itibaren "leičiai", Litvanya toplumunda Litvanya hükümdarına veya devlete tabi olan ayrıcalıklı bir savaşçı sosyal grubuydu. Leičiai kelimesi, 14-16. yüzyıl tarihî kaynaklarında Litvanlar (Samogityalılar hariç) için bir etnonim olarak kullanılmıştır ve Litvancaya yakından bağlı olan Letonca dilinde, genellikle şairane veya tarihsel bağlamlarda hâlâ kullanılmaktadır. Tarih. İlk insanların Litvanya'ya yerleşmesi, yaklaşık 10.000 yıl önce, Buzul Çağı'nın sonlarında gerçekleşti. MÖ 2. ve 3. binyıllar arasında Hint-Avrupa halklarının göçü, bölgenin etnik yapısını dönüştürmeye başladı. Bu halklar, yerli topluluklarla karışarak Baltık uluslarının temelini oluşturdu. Litvanya adı ise ilk kez 14 Şubat 1009 tarihli bir Alman el yazması olan Kuedlinburg Yıllıkları'nda geçmektedir. Başlangıçta parçalanmış Baltık toplulukları tarafından yerleşilen ülke, Mindaugas tarafından 1230'da birleştirildi ve Mindaugas 6 Temmuz 1253'te Litvanya'nın ilk kralı olarak taç giydi. 1263'te Mindaukas'a karşı yapılan suikastla birlikte bölge Litvanya Paganları, Haçlı Seferleri ve Töton Şövalyeleri'nin hedefi haline geldi. Uzun süren mücadelelere rağmen, Litvanya Büyük Dükalığı hızla Rus Knezlikleri'nin topraklarına doğru genişledi. 15. yüzyılda Rutenya'da ikamet eden Doğu Slav gruplarının yaşadığı bölgelerin de fethi sonrası Baltık Denizi'nden Karadeniz'e yayılan devlet, Avrupa'nın en büyüğü hâline geldi.1385'te, Polonya Kralı Jagiełło ile yapılan bir antlaşmayla Litvanya ve Polonya birleşti. Bu birleşme ile Litvanya, 1387'de tamamlanan bir Hristiyanlaşma dönemine girdi. 1392'de Görkemli Vytautas'ın yönetiminde Litvanya birçok iç savaş geçirdi. Buna rağmen Vytautas'ın dönemi, toprakların genişlemesi ve devletin kurumsallaşması açısından zirve noktasıydı. Litvanya'nın Hristiyanlaşmasının sonuçları arasında, Polonya ile daha yakın siyasi ve kültürel ilişkiler kurulması yer aldı. 1410'daki Grunwald Muharebesi'nde Polonya ve Litvanya birliklerinin Töton Şövalyeleri'ne karşı kazandığı zafer, Polonya-Litvanya ittifakının gücünü pekiştirdi. Jagiełło ve Vytautas'ın ölümünden sonra, Litvan ve Polonyalı soylular arasında birlik konusunda gerilimler yaşandı. Daha fazla özerklik talep eden Litvan soylular Polonya Krallığı'na tam olarak katılmaya karşı direndiler. 15. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle Moskova'nın artan gücü, Litvanya için büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. Litvanya'nın 15. yüzyılın sonlarına doğru Rus knezliklerinin artan gücü karşısında iyice zayıflamaya başlaması Livonya Savaşı'nın zeminini hazırlamıştır. Livonya Savaşı'nın ardından Lublin Birliği (1569) ile Polonya-Litvanya Birliği yeniden kuruldu. İkinci Kuzey Savaşı sırasında büyük yıkım yaşayan Büyük Dükalık, İsveç İmparatorluğu'nun himayesi altına girdi. Bu savaşın yaraları sarılmadan Dükalık 1700-1721 Büyük Kuzey Savaşı'nda bir darbe daha aldı. Bu dönemde, veba ve yoksulluk nedeniyle nüfusun yaklaşık %40'ı hayatını kaybetti. İsveç himayesinden sonra Dükalık tekrar Polonya-Litvanya devletinin bir parçası oldu ve bu durum 1795'e kadar sürdü. Soyluların hakimiyetindeki devlette sunulan özgürlükler dağılmayı engelleyemedi ve Litvanya-Polonya Birliği, 1772, 1792 ve 1795'te Rus İmparatorluğu, Prusya ve Habsburg Monarşisi arasında bölündü. Bu tarihte Polonya'nın parçalanması hem bağımsız Litvanya'yı hem de Polonya'yı siyasi haritadan sildi. Dağılmanın ardından Litvanyalılar 20. yüzyıla kadar Rus İmparatorluğu'nun yönetimi altında yaşasalar da 1830-1831 ve 1863'te tarihsel açıdan önem arz eden birkaç büyük ayaklanma yaşandı. 16 Şubat 1918'de Litvanya Konseyi (Lietuvos Taryba), Litvanya'nın bağımsızlığını ilan etti. Bu, Litvanya devletinin yeniden kurulması anlamına geliyordu. Ancak bu dönemde Almanya ve Polonya ile sınır sorunları yaşandı. Vilnius, Litvanya'nın geleneksel başkenti olsa da 1920'de Polonya tarafından işgal edilmiş ve iki yıl sonra da Polonya topraklarına katılmıştı. Bu nedenle, Kaunas 19 yıl boyunca ülkenin geçici başkenti oldu. Polonya'nın Vilnius'u işgali, iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasına yol açtı ve İkinci Dünya Savaşı'na kadar bu ilişkiler düzelmedi. 1923'te Versay Barış Antlaşması ile Alman İmparatorluğu'ndan ayrılan Klaipėda'da bir Milletler Cemiyeti mandası kuruldu. Daha kalıcı bir çözüm bulununcaya kadar bölge, geçici olarak Fransız yönetimi altına alındı. Ocak 1923'teki Klaipėda Ayaklanması sonucunda ise bölge Litvanya'ya bağlandı. 1926'da askerî bir darbe sonucunda Antanas Smetona ve Litvanya Milliyetçi Birliği iktidara geldi. Eylül 1939'da Sovyetler Birliği'nin Doğu Polonya'yı işgali sonrası Vilnius Litvanya'ya geri verildi. Holokost, Litvanya tarihinde çok kısa bir sürede en büyük can kaybına neden olmuştur. İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar bağımsız kalan Litvanya'nın savaşın başlamasıyla birlikte Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı uyarınca Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesinden yıl sonra Almanya'nın Barbarossa Harekâtı'yla Litvanya Nazi işgaline uğradı ve İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Litvanyalı Yahudilerin yani yaklaşık 190-195 bini öldürüldü. Üç yıllık Alman işgali sırasında Litvanya'nın Yahudi nüfusunun %95'inden fazlasının öldürülmesi, Holokost sırasında başka herhangi bir ülkenin başına gelenden daha kapsamlı bir yıkımdı. Tarihçiler, Yahudi olmayan yerel paramiliter grupların soykırıma geniş çaplı katılımını yıkımın büyük çaplı olmasının sebebi olarak göstermektedir. Bu geniş çaplı katılımın nedenleri ise hâlâ tartışma konusudur. 1944'te bölgenin geri çekilen Almanlardan geri alınmasının ardından Kızıl Ordu, Kaunas ve Šilutė gibi şehirlerde savaş suçları işlemeye başladı. Aynı yıl yeniden kurulan Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti üzerindeki Sovyet hegemonyası yaklaşık olarak kırk beş sene sürecekti. 1944'ten 1952'ye kadar yaklaşık 100 bin Litvanyalı bağımsızlık yanlısı gerilla savaşı verdi. Gerilla savaşı, hedeflerine ulaşamayıp 20.000'den fazla savaşçının hayatına mal olsa da Litvanya'nın SSCB'ye katılmasının gönüllü bir eylem olmadığını dünyaya göstermiş ve birçok Litvanyalının bağımsız olma arzusunu vurgulamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda da Litvanya, nüfusunun yaklaşık %20'sine tekabül eden 780 bin vatandaşını kaybetmiştir. 1980'lerde Sovyetler Birliği'nin perestroyka ve glasnost politikaları Litvanya'da Sąjūdis adlı reform hareketlerinin doğmasına zemin hazırladı. Sovyet rejimine karşı olan geniş bir toplumsal koalisyonu bir araya getirerek şiddet kullanmadan Litvanya'nın bağımsızlığını kazanmasına katkı sağlayan hareket çevresel, sosyal, ekonomik ve eğitimle ilgili çeşitli sorunları ele alarak yalnızca bağımsızlığı sağlamamış, aynı zamanda Sovyet sistemine karşı geniş kapsamlı bir eleştiri getirmiştir. 1990-günümüz. 11 Mart 1990'da Yüksek Konsey, Litvanya'nın bağımsızlığının yeniden tesis edildiğini duyurdu. Böylece Litvanya, Sovyetlerden ayrılan ilk cumhuriyet oldu. 20 Nisan 1990'da Sovyetler, Litvanya'ya hammadde tedarikini durdurarak ekonomik bir abluka başlattı. Sadece yerli sanayi değil halk da yakıt, temel ihtiyaç maddeleri ve hatta sıcak su eksikliğini hissetmeye başladı. 74 gün süren ablukaya rağmen Litvanya bağımsızlık ilanından vazgeçmedi. Yavaş yavaş ekonomik ilişkiler yeniden sağlansa da Ocak 1991'de gerilim yeniden zirveye ulaştı. Sovyetler Birliği Silahlı Kuvvetleri, İçişleri Bakanlığı İç Ordusu ve SSCB Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) kullanılarak bir darbe girişiminde bulunuldu. 13 Ocak 1991'de Sovyet güçleri, Vilnius TV Kulesi'ne saldırarak 14 Litvanyalı sivili öldürdü. Litvanya'daki kötü ekonomik durum nedeniyle Moskova'daki güçler, darbenin halk tarafından güçlü bir şekilde destek göreceğini düşünüyorlardı. Ancak düşünülenin aksine insanlar, Litvanya Cumhuriyeti Yüksek Konseyini ve ülkenin bağımsızlığı savunmak için Vilnius'a akın etmeye başladı. Darbe girişimi birkaç can kaybı ve maddi hasarla sona erdi. Ocak Olayları olarak bilinen olaylar sonunda Sovyet Ordusu 13 kişiyi öldürmüş ve yüzlerce kişiyi de yaralamıştı. Bir kişi de kalp krizinden hayatını kaybetmişti. Litvanya nüfusunun büyük bir kısmı Ocak Olaylarına katılmıştı. 4 Şubat 1991'de İzlanda, Litvanya'nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke oldu. 31 Temmuz 1991'de Sovyet paramiliter güçleri Belarus sınırında 7 Litvanyalı sınır muhafızını öldürdü. 17 Eylül 1991'de Litvanya, Birleşmiş Milletler'e kabul edildi. 25 Ekim 1992'de vatandaşlar, şu anki mevcut anayasayı kabul etmek için yapılan referandumda oy kullandı. 14 Şubat 1993'te yapılan doğrudan genel seçimlerde, Algirdas Brazauskas bağımsızlığın yeniden kazanılmasından sonra ilk cumhurbaşkanı oldu. 31 Ağustos 1993'te Sovyet Ordusu'nun son birlikleri de Litvanya'dan ayrıldı. 31 Mayıs 2001'de Litvanya, Dünya Ticaret Örgütü'ne (WTO) katıldı. Mart 2004'ten beri ise ülke NATO'nun bir parçasıdır. 1 Mayıs 2004'te Avrupa Birliği'ne tam üye, Aralık 2007'de de Schengen Anlaşması'na dahil olmuştur. 1 Ocak 2015'te euro bölgesine katılarak Avrupa Birliği'nin ortak para birimini benimseyen ülke 4 Temmuz 2018'de resmî olarak OECD'ye katıldı. Dalia Grybauskaitė, Litvanya'nın ilk kadın cumhurbaşkanı (2009-2019) ve art arda iki dönem için yeniden seçilen ilk kişi olma unvanına sahiptir. 24 Şubat 2022'de Litvanya, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali karşısında olağanüstü hâl ilan etti. Diğer yedi NATO üyesi devletle birlikte, güvenlik konularında danışmak üzere NATO'nun 4. maddesini yürürlüğe koydu. 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde 2023 NATO zirvesi Vilnius'ta gerçekleştirildi. Coğrafya. Litvanya, Avrupa kıtasının Baltık bölgesinde yer alır ve kadarlık bir alanı kaplar. 53° ve 57° kuzey enlemleri ile 21° ve 27° doğu boylamları arasında yer alır (Kuron Dili'nin bir kısmı 21°'nin batısında kalır). Yaklaşık 99 kilometrelik kumlu bir kıyı şeridine sahiptir ve bunun sadece 38 kilometresi açık Baltık Denizi'ne bakar. Bu diğer iki Baltık devletine kıyasla en kısadır. Kıyının geri kalanı Kuron kum yarımadası tarafından korunmaktadır. Litvanya'nın başlıca sıcak su limanı olan Klaipėda, Kuron Lagünü'nün (Litvanca: Kuršių marios) dar ağzında yer alır. Bu sığ lagün güneye doğru, Rusya'ya bağlı Kaliningrad'a kadar uzanır. Ülkenin ana ve en büyük nehri olan Neman Nehri ve bu nehrin kollarından bazıları uluslararası taşımacılıkta kullanılır. Litvanya, Kuzey Avrupa Ovası'nın kenarında bulunur. Arazisi geçmişte Son Buzul Çağı'nın buzulları tarafından aşındırılmış olup ılımlı ovalar ve yaylaların bir kombinasyonudur. Ülkenin batısındaki yaylalarda ve doğusundaki dağlık arazilerde morenler geniş yer kaplar. En yüksek noktası, ülkenin doğu kesiminde yer alan 294 metre yüksekliğindeki Aukštojas Tepesi'dir. Ülke çok sayıda göle (örneğin Vištytis Gölü) ve sulak alana sahiptir ve karışık orman bölgesi ülkenin %33'ünden fazlasını kaplar. Litvanya'nın en büyük gölü Drūkšiai, en derin gölü Tauragnas ve en uzun gölü Asveja'dır. 1989 yılında Avrupa kıtasının sınırları yeniden değerlendirildikten sonra Ulusal Coğrafi ve Ormancılık Bilgi Enstitüsünden (Institut national de l'information géographique et forestière) bilim insanı Jean-George Affholder, Avrupa'nın coğrafi merkezinin Litvanya'da, koordinatlarında olduğunu belirledi. Bu nokta, Litvanya'nın başkenti Vilnius'un 26 kilometre kuzeyindedir. Affholder, Avrupa'nın geometrik şeklinin ağırlık merkezini hesaplayarak bu sonuca ulaşmıştır. İklim. Litvanya, hem deniz hem de karasal etkilerin görüldüğü ılıman bir iklime sahiptir. Köppen iklim sınıflandırmasına göre nemli karasal iklim (Dfb) olarak tanımlansa da dar kıyı şeridinde okyanusal iklime yakındır Kıyıda ortalama sıcaklıklar Ocak ayında -25 °C ve Temmuz ayında 16 °C civarındadır. Vilnius'ta ise ortalama sıcaklıklar Ocak ayında -6 °C ve Temmuz ayında 17 °C civarındadır. Yaz aylarında gündüz 20 °C yaygındır, gece ise 14 °C yaygındır. Geçmişte sıcaklıklar 30 veya 35 °C'ye kadar çıkmıştır. Bazı kışlar oldukça soğuk geçebilir. -20 °C hemen her kış görülür. Kışın ekstrem sıcaklıklar kıyı bölgelerinde -34 °C ve Litvanya'nın doğusunda -43 °C olarak kaydedilmiştir. Yıllık ortalama yağış miktarı kıyıda 800 mm, Samogitia yaylalarında 900 mm ve ülkenin doğu kesiminde 600 mm civarındadır. Her yıl kar yağışı olur ve ekimden nisana kadarki dönemde kar yağabilir. Bazı yıllarda Eylül veya Mayıs aylarında sulu kar da görülebilir. Batı kesiminde büyüme mevsimi 202 gün, doğu kesiminde ise 169 gün sürer. Şiddetli fırtınalar Litvanya'nın doğu kesiminde nadirdir ancak kıyı bölgelerinde yaygındır. Baltık bölgesindeki en uzun süreli sıcaklık kayıtları yaklaşık 250 yıl öncesine kadar uzanır. Veriler, 18. yüzyılın ikinci yarısında sıcak dönemler, 19. yüzyılın ise nispeten serin bir dönem olduğunu göstermektedir. 20. yüzyılın başlarındaki ısınma eğilimi 1930'larda zirveye ulaşmış, ardından 1960'lara kadar süren daha küçük bir soğuma dönemi gelmiştir. O zamandan beri bir ısınma eğilimi devam etmektedir. Litvanya, 2002 yılında orman ve turba bataklığı yangınlarına neden olan bir kuraklık yaşamıştır. Çevre. 1990 yılında Litvanya'nın bağımsızlığını yeniden kazanmasının ardından, 1992 yılında "Aplinkos apsaugos įstatymas" (Çevre Koruma Yasası) kabul edildi. Bu yasa, çevre koruma alanındaki sosyal ilişkileri düzenlemek için temel oluşturdu ve Litvanya'daki biyolojik çeşitliliği, ekolojik sistemleri ve peyzajı koruma konusunda tüzel ve gerçek kişilerin temel hak ve yükümlülüklerini belirledi. Litvanya, 2020 yılına kadar karbon emisyonlarını 1990 seviyesinin en az %20'si, 2030 yılına kadar ise en az %40'ı oranında azaltmayı ve tüm Avrupa Birliği üyeleriyle birlikte 2020 yılına kadar toplam enerji tüketiminin en az %20'sinin (2030 yılına kadar %27) yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanmasını kabul etti. 2016 yılında Litvanya, özellikle etkili bir şişe depozitosu yasası yürürlüğe koydu ve 2017 yılında tüm ambalajların %92'si toplandı. Litvanya'nın yüksek dağları yoktur ve manzarası genel olarak çiçek açan çayırlar, sık ormanlar ve verimli tahıl tarlaları ile karakterize olmuştur. Ancak eski Litvanyalıların pagan tanrıları için sunaklar yaktığı kalelerin bulunduğu çok sayıda tepe, kaleleri ile birlikte öne çıkmaktadır. Litvanya, çoğu kuzeydoğuda bulunan 3.000'den fazla gölle su kaynakları açısından oldukça zengin bir bölgedir. Ülke uzun olan Neman Nehri başta olmak üzere birçok nehirle de sulanmaktadır. Litvanya, iki tür kara ekolojik bölgesine ev sahipliği yapmaktadır: Orta Avrupa karma ormanları ve Sarmatya karma ormanları. Orman, uzun zamandır Litvanya'nın en önemli doğal kaynaklarından biri olmuştur. Ormanlar, ülkenin topraklarının üçte birini kaplar ve kereste ile ilgili endüstriyel üretim, ülkenin endüstriyel üretiminin neredeyse %11'ini oluşturur. Litvanya'da beş millî park, 30 bölgesel park, 402 doğa rezervi ve 668 devlet koruması altındaki doğal miras alanı bulunmaktadır. 2018 yılında Litvanya, İklim Değişikliği Performans Endeksi'nde (CCPI) İsveç'in ardında, beşinci sırada yer almıştır. Biyoçeşitlilik. Litvanya ekosistemleri doğal ve yarı-doğal (ormanlar, bataklıklar, sulak alanlar ve çayırlar) ve antropojenik (tarımsal ve kentsel) ekosistemleri içerir. Doğal ekosistemler arasında ülkenin %33'ünü kaplayan ormanlar, Litvanya için özellikle önem arz eder. Sulak alanlar (yükseltilmiş bataklıklar, sazlıklar, geçiş molozları vb.) ülkenin %7,9'unu kaplar. 1960-1980 yılları arasında drenaj ve turba çıkarımı nedeniyle sulak alanların %70'i kaybolmuştur. Sulak alan bitki topluluklarındaki değişiklikler, yosun ve ot topluluklarının ağaçlar ve çalılarla yer değiştirmesine neden olmuş, arazi ıslahından doğrudan etkilenmeyen sazlıklar ise su seviyesinin düşmesi sonucunda daha kuru hale gelmiştir. Litvanya'da toplam uzunluğu 64.000 km olan 29.000 nehir bulunmaktadır ve Neman Nehri havzası ülkenin %74'ünü kaplar. Barajların inşası nedeniyle potansiyel katadrom balık türlerinin üreme alanlarının yaklaşık %70'i yok olmuştur. Bazı durumlarda, nehir ve göl ekosistemleri antropojenik ötrofikasyondan etkilenmeye devam etmektedir. Tarım arazileri Litvanya'nın %54'ünü oluşturur. Bu alanın yaklaşık %70'i ekilebilir arazi ve %30'u çayır ve meralardan oluşur. Yaklaşık 400.000 hektar tarım arazisi işlenmemektedir ve yabani otlar ve istilacı bitki türleri için ekolojik bir niş olarak işlev görür. Mahsul alanlarının genişletilmesiyle çok verimli ve pahalı arazilerin bulunduğu bölgelerde habitat bozulması meydana gelmektedir. Günümüzde tüm bitki türlerinin %18,9'u, bilinen mantar türlerinin %1,87'si ve bilinen liken türlerinin %31'i Litvanya Kırmızı Veri Kitabı'nda yer almaktadır. Liste ayrıca tüm balık türlerinin %8'ini de içermektedir. Avcılığın daha kısıtlı hale gelmesi ve kentleşmenin ormanları yeniden dikmeye olanak tanımasıyla birlikte yaban hayatı popülasyonları toparlanmıştır (ormanlar en düşük seviyelerinden bu yana üç katına çıkmıştır). Şu anda Litvanya'da her bir kilometrekarede yaklaşık beş büyük yaban hayvanı veya toplamda yaklaşık 250.000 büyük yaban hayvanı bulunmaktadır. Her bölgede en yaygın büyük yaban hayvanı, 120.000 bireyle karaca olup, onu yaban domuzları (55.000) takip eder. Diğer toynaklılar arasında yaklaşık 22.000 geyik, 21.000 dama ve 7.000 adetle, en büyükleri olan sığın bulunmaktadır. Litvanya'nın yırtıcıları arasında ise en yaygın olanı yaklaşık 27.000 bireyle tilkilerdir. Ancak mitolojide daha çok yer edinmiş olan kurtlar Litvanya'da sadece 800 popülasyondan oluşur. Daha nadir olan vaşaklar ise yaklaşık 200 popülasyona sahiptir. Yukarıda belirtilen büyük hayvanlar, Litvanya ormanlarında yaşayabilecek yaklaşık 200.000 tavşanı kapsamamaktadır. Hükûmet ve siyaset. Hükûmet. Litvanya, 11 Mart 1990'da bağımsızlığını yeniden ilan ettiğinden bu yana güçlü demokratik geleneklerini sürmektedir. İlk bağımsız genel seçim 25 Ekim 1992'de gerçekleştirildi ve seçmenlerin %56,75'i yeni anayasa lehine oy kullandı. Başta anayasanın kendisi olmak üzere özellikle de cumhurbaşkanının rolüne ilişkin yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Konuyla ilgili kamuoyunun görüşünü almak amacıyla 23 Mayıs 1992'de ayrı bir referandum yapıldı ve seçmenlerin sadece %41'i Litvanya cumhurbaşkanının görevlerinin yeniden düzenlenmesi yönünde oy kullanmıştır. Yarı başkanlık sistemi üzerinde ise uzlaşmaya varılmıştır. Litvanya devlet başkanı, doğrudan beş yıllık bir dönem için seçilen ve en fazla iki dönem görev yapan cumhurbaşkanıdır. Başkan dış ilişkileri ve ulusal güvenliği denetler ve aynı zamanda ordunun başkomutanıdır. Cumhurbaşkanı aynı zamanda başbakanı ve başbakanın teklifi üzerine kabinenin geri kalanını, ayrıca bazı diğer üst düzey memurları ve Anayasa Mahkemesi dışındaki tüm mahkemelerin yargıçlarını da atamaktadır. Mevcut Litvanya devlet başkanı Gitanas Nausėda, 26 Mayıs 2019'da yapılan seçimin ikinci turunda Litvanya'nın tüm belediyelerini oybirliğiyle kazanarak seçildi. Cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesine ("Konstitucinis Teismas") seçilen üç yargıç burada dokuz yıl süreyle hizmet verir. Bu mahkemeye Yargıtay ve meclis başkanlığı da üçer yargıç seçimi yapar. Ülkede tek meclisli demokratik sistem vardır. Yapılan seçimle beraber dört yıl süreyle 141 milletvekili belirlenir. Seçimlerde milletvekillerinin 71'i kendi seçim bölgelerinden aldıkları oylarla; geri kalan 70 milletvekili ise partilerinin ülkedeki genel oy ortalamasına göre mazbata almaya hak kazanır. Partilerin Seimas'a girebilmeleri için ülke genelinde en az %5 oy almaları gereklidir. Siyasi partiler ve seçimler. Litvanya dünyada kadınlara seçimlerde oy kullanma hakkı veren ilk ülkelerden biri olmuştur. Litvanyalı kadınlar, 1918 Litvanya Anayasası ile oy kullanma hakkına sahip oldular ve bu haklarını ilk kez 1919 yılında kullandılar. Böylece Litvanya Amerika Birleşik Devletleri (1920), Fransa (1945), Yunanistan (1952) ve İsviçre (1971) gibi demokratik ülkelerden daha önce bu hakkı tanımış oldu. Litvanya, koalisyon hükûmetlerinin yaygın olduğu, küçük partilerin yer aldığı parçalı birçok partili sistem sergilemektedir. Seimas için olağan seçimler her dört yılda bir Ekim ayının ikinci Pazar günü yapılır. Seçimlere katılabilmek için adayların seçim günü itibarıyla en az 25 yaşında, başka bir devlete bağlı olmaması ve Litvanya'da kalıcı olarak ikamet etmesi gerekmektedir. Mahkeme tarafından verilen bir cezayı seçimden 65 gün önce çekmekte olan veya çekecek olan kişiler, aday olamazlar. Ayrıca, yargıçlar, askerî hizmetteki vatandaşlar, profesyonel askeri hizmetteki askerler ve yasal kurum ve kuruluşların görevlileri de aday olamazlar. Anavatan Birliği - Litvanyalı Hristiyan Demokratlar 2020 Litvanya parlamento seçimlerini kazandı ve parlamentodaki 141 sandalyeden 50'sini elde etti. Ekim 2020'de, Anavatan Birliği - Litvanyalı Hristiyan Demokratları (TS-LKD) başbakan adayı Ingrida Šimonytė, iki liberal parti ile beraber merkez sağ bir koalisyon kurdu. Litvanya cumhurbaşkanı, ülkenin devlet başkanı olup çoğunluk oyu ile beş yıllık bir süre için seçilir. Seçimler, mevcut cumhurbaşkanının görev süresinin bitiminden en fazla iki ay önceki son pazar günü yapılır. Seçim günü en az 40 yaşında olan ve Litvanya'da en az üç yıl ikamet eden adaylar, parlamento üyesi olma kriterlerini de sağladıkları takdirde seçimlere katılma hakkına sahiptir. Aynı cumhurbaşkanı en fazla iki dönem görev yapabilir. Gitanas Nausėda, 2019'da bağımsız bir aday olarak seçimi kazanmıştır. Litvanya'daki her belediye, bir belediye meclisi ve belediye meclisinin bir üyesi olan bir belediye başkanı tarafından yönetilir. Her belediye meclisindeki üye sayısı, belediyenin büyüklüğüne bağlı olarak 15 (5.000'den az nüfusu olan belediyelerde) ile 51 (500.000'den fazla nüfusu olan belediyelerde) arasında değişir. 2015 yılında, 1.524 belediye meclis üyesi seçildi. Belediye başkanı hariç meclis üyeleri, nispi temsil sistemi kullanılarak seçilir. 2015'ten itibaren belediye başkanı, belediye sakinlerinin çoğunluğu tarafından doğrudan seçilir. Litvanya Sosyal Demokrat Partisi, 2015 seçimlerinde 372 belediye meclisi koltuğu ve 16 belediye başkanlığı ile en çok pozisyonu kazanmıştır. 2019 itibarıyla Litvanya'nın Avrupa Parlamentosundaki sandalye sayısı 11'dir. Genel seçimler, diğer AB ülkeleriyle aynı gün ve pazar günü yapılır. Oy kullanma hakkı, Litvanya vatandaşlarına ve seçim günü en az 18 yaşında olan, Litvanya'da kalıcı olarak ikamet eden diğer AB ülkelerinin vatandaşlarına açıktır. Seçimlerde aday olabilmek için, adayların seçim günü en az 21 yaşında, Litvanya vatandaşı veya Litvanya'da kalıcı olarak ikamet eden diğer AB ülkelerinin vatandaşı olmaları gerekmektedir. Adaylar birden fazla ülkede seçimlere katılamazlar. Mahkeme tarafından verilen bir cezayı seçimden 65 gün önce çekmekte olan veya çekecek olan kişiler aday olamazlar. Ayrıca hâkimler, askerlik yapan vatandaşlar, profesyonel askerî hizmetteki askerler ile yasal kurum ve kuruluşların görevlileri seçimlerde aday olamazlar. 2019 seçimlerinde altı siyasi parti ve bir komite temsilcisi sandalye kazanmıştır. Andrius Kubilius liderliğindeki Anavatan Birliği'nin üç sandalyeyle çoğunluğu sağladığı 2024 yılındaki seçimde ise Litvanya'nın parlamentodaki on bir sandalyesi toplamda sekiz adet parti arasında paylaşılmıştır. Hukuk ve kolluk kuvvetleri. Litvanya yasalarının ilk kez yazılı hale getirilmesi girişimi, 1468 yılında Büyük Dük IV. Kazimierz Jagiellon tarafından kabul edilen Kazimierz Yasası ile gerçekleşti. 16. yüzyılda Litvanya Statüleri'nin üç farklı baskısı oluşturuldu: Birinci Statü 1529'da, İkinci Statü 1566'da ve Üçüncü Statü 1588'de kabul edildi. 3 Mayıs 1791'de Büyük Sejm, Avrupa'nın ilk, dünyanın ise ikinci anayasasını kabul etti. Üçüncü Statü, Polonya-Litvanya Birliği'nin 1795'te üçüncü kez bölünmesine rağmen Litvanya topraklarında 1840'a kadar kısmen yürürlükte kaldı. 1934-1935 yıllarında Litvanya'da, Avrupa'da Nazi partisinin üyelerinin yargılandığı ilk büyük dava gerçekleştirildi. Mahkûmlar ilgili davada ağır iş cezasına ve idama mahkûm edildiler. 1990 yılında ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra, Sovyet döneminden kalma kanunlar yaklaşık on yıl boyunca büyük ölçüde değiştirilerek yürürlükte kaldı. Mevcut Litvanya Anayasası, 25 Ekim 1992'de kabul edildi. 2001 yılında Litvanya Medeni Kanunu Seimas tarafından onaylandı. Bu kanunu 2003 yılında Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu izledi. Ceza hukukuna yaklaşım, düşman taraflar arasındaki rekabeti değil, soruşturmacı bir süreci esas alır; genellikle, pratiklik ve gayriresmîlik yerine, şekilciliğe ve rasyonalizme vurgu yapılır. Normatif yasal düzenleme, aksi belirtilmedikçe "Teisės aktų registras"'ta yayımlandığı günün ertesi günü yürürlüğe girer. 1 Mayıs 2004'ten itibaren Avrupa Birliği hukuku Litvanya hukuk sisteminin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Litvanya, Sovyetler Birliği'nden ayrıldıktan sonra zorlu bir suç durumu ile karşı karşıya kalmış olsa da yıllar içinde Litvanya kolluk kuvvetleri suçlarla mücadele ederek ülkeyi geçmişe kıyasla oldukça güvenli bir hale getirmiştir. Litvanya'da suç oranları hızla düşüş göstermektedir. Litvanya'daki temel kolluk kuvvetleri yerel Lietuvos policija (Litvanya Polisi) komiserlikleridir. Bu birimler, "Lietuvos policijos antiteroristinių operacijų rinktinė" "Aras" ("Aras" Litvanya Polis Teşkilatı Anti-Terör Operasyonları Ekibi), "Lietuvos kriminalinės policijos biuras" (Litvanya Kriminal Polis Bürosu), "Lietuvos policijos kriminalistinių tyrimų centras" (Litvanya Polis Kriminal Araştırma Merkezi) ve "Lietuvos kelių policijos tarnyba" (Litvanya Yol Polisi Servisi) tarafından desteklenmektedir. 2017 yılında Litvanya'da toplam 63.846 suç kaydedildi. Bunların büyük bir kısmını 19.630 vaka ile hırsızlıklar oluşturdu (2016'ya göre %13,2 azalma). Ağır suç içeren vaka sayısı ise 2.835 idi. Bu tür suçlar altı yıldan fazla hapis cezasına yol açabilecek suçları kapsar ve bu tür vakalarda, 2016 yılına göre %14.5 azalma gözlemlenmiştir. Toplamda 129 cinayet veya cinayete teşebbüs vakası meydana gelmiş bu da 2016'ya kıyasla %19,9'luk bir düşüş yaşandığı anlamına gelmektedir. Ağır bedensel zarar vakaları ise 178 kez kaydedildi, bu da 2016'ya göre %17,6 azalma demektir. Kaçakçılık gibi suçlar da 2016'ya kıyasla %27,2 azaldı. Ancak elektronik veri ve bilgi teknolojisi güvenliği alanındaki suçlar ise %26,6 oranında belirgin bir artış göstermiştir. 2013 yılına ait Eurobarometre araştırmasına göre, Litvanyalıların %29'u yolsuzluğun günlük yaşamlarını etkilediğini belirtti (AB ortalaması %26). Ayrıca Litvanyalıların %95'i ülkelerinde yolsuzluğun yaygın olduğunu düşünüyordu (AB ortalaması %76) ve %88'i rüşvet ve bağlantı kullanmanın belirli kamu hizmetlerini elde etmenin en kolay yolu olduğuna inanıyordu (AB ortalaması %73). Ancak Transparency International'ın yerel şubesine göre, yolsuzluk seviyeleri son on yılda azalma göstermektedir. Litvanya'da idam cezası 1996 yılında askıya alınmış ve 1998 yılında tamamen kaldırılmıştır. Litvanya, AB'de en yüksek mahkûm sayısına sahip ülkedir. Bilim insanı Gintautas Sakalauskas'a göre bu durum, ülkedeki yüksek suç oranından değil, Litvanya'nın yüksek baskı düzeyinden ve hükümlülere duyulan güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Bu nedenle hükümlüler sıklıkla hapis cezasına çarptırılmaktadır. İdari bölümler. Mevcut idari bölüm sistemi 1994 yılında kurulmuş ve 2000 yılında Avrupa Birliği'nin gerekliliklerini karşılayacak şekilde değiştirilmiştir. Ülkenin 10 ili (Litvanca: tekil – "apskritis", çoğul – "apskritys") 60 belediyeye (Litvanca: tekil – "savivaldybė", çoğul – "savivaldybės") ve 500 bucağa (Litvanca: tekil – "seniūnija", çoğul – "seniūnijos") ayrılmıştır. 2010 yılında il valiliklerinin ("apskrities viršininkas") kaldırılmasından bu yana belediyeler Litvanya'da en önemli bir idari birim olmuştur. Bazı belediyeler tarihî olarak "ilçe belediyesi" (genellikle "ilçe" olarak kısaltılır), bazıları ise "şehir belediyesi" (bazen "şehir" olarak kısaltılır) olarak adlandırılmaktadır. Her birinin kendi seçilmiş hükûmeti vardır. Belediye meclisi seçimleri başlangıçta her üç yılda bir yapılırken, artık her dört yılda bir yapılmaktadır. Meclis, kasabaları yönetmek üzere ihtiyar atar. 2015'ten beri belediye başkanları doğrudan seçilmektedir. Öncesinde meclis tarafından atanırlardı. Sayısı 500'ü geçen bucaklar en küçük idari birimlerdir ve ülke yönetiminde bir rolleri yoktur. Doğum ve ölüm kayıtlarını tutmak gibi yerel kamu hizmetlerini sağlarlar. En çok sosyal alanda aktif olup ihtiyaç sahibi bireyleri veya aileleri belirler ve refah ve diğer yardım türlerini organize edip dağıtırlar. Bucaklar yerel sorunları çözmede inisiyatife sahip olsa da bu yönetim birimleri nispeten çok önemli sorunlara çözüm aramaz, bir nevi arabuluculuk rolü üstlenir. Dışişleri. 18 Eylül 1991'de Birleşmiş Milletler'e üye olan Litvanya birçok BM organizasyonuna dahil olmuş ve birçok uluslararası anlaşmalara imza atmıştır. Ayrıca Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) ile NATO ve Kuzey Atlantik Koordinasyon Konseyi üyesidir. Litvanya, 31 Mayıs 2001'de Dünya Ticaret Örgütü'ne, 5 Temmuz 2018'de Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü'ne (OECD) üye olmuş ve diğer Batı organizasyonlarına da üyelik başvurusunda bulunmuştur. Litvanya, 149 ülke ile diplomatik ilişkiler kurmuştur. 2011 yılında Litvanya, AGİT Bakanlar Konseyi Toplantısı'na ev sahipliği yapmış, 2013 yılının ikinci yarısında ise Avrupa Birliği'nin dönem başkanlığını üstlenmiştir. Litvanya, Kuzey Avrupa ülkeleri arasında iş birliği geliştirme konusunda da aktiftir. Baltık Meclisi, Baltık Bakanlar Konseyi ve Baltık Denizi Devletleri Konseyi üyesidir. Litvanya, İskandinav ve diğer iki Baltık ülkeleri ile İskandinav-Baltık Sekizlisi (NB8) formatı dahilinde iş birliği içindedir. Benzer bir format olan NB6, AB üyesi İskandinav ve Baltık ülkelerini bir araya getirir. NB6'nın odak noktası, AB Konseyi'ne ve AB dışişleri bakanları toplantılarına sunulacak pozisyonları önceden tartışmak ve üzerinde anlaşmaktır. Baltık Denizi Devletleri Konseyi (CBSS), 1992 yılında Kopenhag'da gayriresmî bir bölgesel siyasi forum olarak kuruldu. Ana amacı, bölge ülkeleri arasında entegrasyonu teşvik etmek ve yakın ilişkiler kurmaktır. CBSS üyeleri arasında Litvanya da dahil olmak üzere Almanya, Avrupa Komisyonu, Danimarka, Estonya, Finlandiya, İsveç, İzlanda, Letonya, Norveç, Polonya ve Rusya yer alır. Gözlemci ülkeler ise Amerika Birleşik Devletleri, Belarus, Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda, İspanya, İtalya, Romanya, Slovakya ve Ukrayna'dır. İskandinav Bakanlar Konseyi ve Litvanya, ortak hedeflere ulaşmak ve iş birliği için yeni eğilimler ve olasılıkları belirlemek amacıyla siyasi iş birliği içindedir. Konseyin bilgi ofisi, İskandinav kavramlarını yaymayı ve İskandinav işbirliğini tanıtmayı amaçlamaktadır. Litvanya, beş İskandinav ülkesi ve diğer iki Baltık ülkesi ile birlikte İskandinav Yatırım Bankası (NIB) üyesidir ve çeşitli strateji hedeflerinin gerçekleştirilebilmesi adına sübvansiyon ödemesi almaktadır. Ayrıca yükseköğretim alanına yönelik NORDPLUS programı dahilindeki iş birliğinin de bir parçasıdır. Baltık Kalkınma Forumu (BDF), Baltık Denizi bölgesindeki büyük şirketleri, şehirleri, iş derneklerini ve kurumları bir araya getiren bağımsız bir kâr amacı gütmeyen organizasyondur. 2010 yılında BDF'nin 12. zirvesi Vilnius'ta düzenlenmiştir. Polonya, Litvanya'nın Polonyalı azınlığına karşı ayrımcı muamelesine rağmen ülkenin bağımsızlığını güçlü bir şekilde desteklemiştir. Eski Solidarność lideri ve Polonya Cumhurbaşkanı Lech Wałęsa, Litvanya hükûmetini Polonyalı azınlığına karşı ayrımcılık yapmakla eleştirmiş ve Litvanya'nın Görkemli Vytautas Nişanı'nı reddetmiştir. Litvanya, Gürcistan ile de çok sıcak ilişkiler sürdürmekte ve Gürcistan'ın Avrupa Birliği ve NATO üyelik hedeflerini güçlü bir şekilde desteklemektedir. 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı sırasında, Rus askerleri Gürcistan'ın topraklarını işgal edip Tiflis'e yaklaşırken dönemin cumhurbaşkanı Valdas Adamkus, Polonya ve Ukrayna cumhurbaşkanlarıyla birlikte Gürcülerin uluslararası yardım talebine yanıt olarak Tiflis'e gitmiştir. Kısa süre sonra, Litvanyalılar ve Litvanya Katolik Kilisesi de savaş mağdurları için mali destek toplamaya başlamıştır. 2004-2009 yılları arasında Dalia Grybauskaitė, José Manuel Barroso liderliğindeki Avrupa Komisyonu'nda Mali Programlama ve Bütçeden Sorumlu Avrupa Komiseri olarak görev yapmıştır. 2013 yılında Litvanya, iki yıllık bir dönem için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne seçilerek bu göreve seçilen ilk Baltık ülkesi olmuştur. Üyeliği sırasında Litvanya, Ukrayna'yı aktif bir şekilde desteklemiş ve Ukrayna'daki savaş nedeniyle Rusya'yı sık sık kınamıştır. Donbas'taki savaş ilerledikçe Cumhurbaşkanı Dalia Grybauskaitė, Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin'i Josef Stalin ve Adolf Hitler'e benzetmiş ve Rusya'yı "terörist devlet" olarak nitelendirmiştir. 2018 yılında Litvanya, Letonya ve Estonya ile birlikte demokratik gelişim modeli ve kıtadaki barışa katkılarından dolayı Westphalia Barış Ödülü'ne [] layık görülmüştür. 2019 yılında Litvanya, Türkiye'nin Kuzeydoğu Suriye'ye yönelik düzenlediği Barış Pınarı Harekâtı'nı kınamıştır. Aralık 2021'de Litvanya, Tayvan'la devam eden ilişkileri sebebiyle Çin'in Litvanya'dan tüm ithalatları askıya aldığını bildirmiştir. Litvanya istihbarat teşkilatlarına göre, 2023 yılında Çin'in Litvanya'ya yönelik istihbarat faaliyetlerinde, siber casusluk da dahil olmak üzere artış görülmüş ve Litvanya'nın iç işlerine ve dış politikasına daha fazla odaklanılmıştır. 2023 NATO Zirvesi, Litvanya'nın başkenti Vilnius'ta düzenlenmiştir. Silahlı kuvvetler. Litvanya Silahlı Kuvvetleri; Litvanya Kara Kuvvetleri, Litvanya Hava Kuvvetleri, Litvanya Deniz Kuvvetleri, Litvanya Özel Harâkat Kuvvetleri ve diğer birimlerden (Lojistik Komutanlığı, Eğitim ve Doktrin Komutanlığı, Karargah Taburu, Askerî Polis) oluşan birleşik silahlı kuvvetlerin adıdır. Özel Harekât Kuvvetleri ve Askerî Polis doğrudan Savunma Şefi'ne bağlıdır. Yedek Kuvvetler ise Litvanya Millî Savunma Gönüllü Kuvvetleri'nin komutası altındadır. Litvanya Silahlı Kuvvetleri, yaklaşık 20.000 aktif personelden oluşur ve gerektiğinde yedek kuvvetler tarafından desteklenebilir. 2008'de sona erdirilen zorunlu askerlik uygulaması 2015'te yeniden başlatılmıştır. Şu anda Litvanya Silahlı Kuvvetleri'nin 30 asker ve subayı Birleşik Krallık, Cibuti, Irak, İspanya, İtalya, Kosova, Mozambik, Orta Afrika Cumhuriyeti'nde dokuz uluslararası operasyonda yer almakla beraber Avrupa Birliği eğitim misyonunda görev yapmakta ve ayrıca Ukraynalı askerlere eğitim vermektedir. Litvanya, Mart 2004'te tam üye olarak resmen NATO'ya katıldı. NATO üyesi ülkelerin savaş uçakları, Baltık hava sahasının güvenliğini sağlamak için Šiauliai Hava Üssü'nde konuşlandırılmıştır. 2005 yazından itibaren Litvanya, Afganistan'daki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü'nün (ISAF) bir parçası olarak Gur iline bağlı Çagçaran kasabasında bir İl İmar Ekibi'ne (PRT) liderlik etti. PRT; Danimarka, İzlanda ve ABD'den personeli içeriyordu. Afganistan'ın Kandehar ilinde de özel harekât kuvvetleri bulunuyordu. 1994'ten bu yana uluslararası operasyonlara katılan Litvanya toplamda iki askerini kaybetmiştir: Teğmen Normundas Valteris, Bosna'da devriye aracının mayına çarpması sonucu hayatını kaybetti. Çavuş Arūnas Jarmalavičius ise Afganistan'daki İl İmar Ekibi kampına düzenlenen bir saldırıda ölümcül şekilde yaralandı. Litvanya Ulusal Savunma Politikası devletin bağımsızlığını ve egemenliğini, toprak bütünlüğünü, kara, deniz ve hava sahasını ve anayasal düzenini korumayı amaçlar. Ana stratejik hedefleri, ülkenin çıkarlarını savunmak ve NATO ve Avrupa Birliği üyesi devletlerin misyonlarına katkıda bulunacak ve katılacak şekilde silahlı kuvvetlerin yeteneklerini sürdürmek ve genişletmektir. Savunma Bakanlığı, muharip kuvvetler, arama-kurtarma ile istihbarat operasyonlarından sorumludur. 5.000 sınır muhafızı İçişleri Bakanlığının denetimi altında olup sınır koruma, pasaport ve gümrük görevlerinden sorumludur ve donanma ile birlikte kaçakçılık ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadelede sorumluluk paylaşır. Özel güvenlik departmanı ise VIP koruma ve iletişim güvenliğini sağlamakla görevlidir. 2015 yılında Litvanya Ulusal Siber Güvenlik Merkezi kuruldu. Paramiliter bir organizasyon olan Litvanya Nişancılar Birliği, sivil savunma kurumu olarak faaliyet göstermektedir. NATO'ya göre Litvanya 2020 yılında GSYİH'sının %2.13'ünü ulusal savunmaya ayırmıştır. Uzun süre, özellikle 2008 küresel mali krizinden sonra Litvanya savunma harcamaları konusunda NATO müttefiklerinin gerisinde kalmıştır. Ancak son yıllarda fonları hızla artırarak 2019'da NATO'nun %2 yönergesini aşmıştır. Litvanya Cumhurbaşkanı Gitanas Nausėda, 22 Nisan 2022'de yaptığı bir toplantıda Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinin ardından NATO'nun Litvanya'da ve Avrupa'nın doğu kanadında daha fazla asker konuşlandırması gerektiğini belirtti. İnsan hakları. Litvanya'da insan hakları, ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1990 yılından bu yana önemli ölçüde gelişme göstermiştir. Sınır Tanımayan Gazeteciler'in 2024 Basın Özgürlüğü Endeksi'nde on üçüncü sırada yer alan Litvanya'da çeşitli yasal ve etik ihlallere rağmen gazetecilerin nispeten elverişli bir ortamda çalıştığı bildirilmiştir. Ülkede 2000-2010 yılları arasında, yerel ve bölgesel basının sık sık kişisel hakları ihlal etmekle suçlanması nedeniyle mahkemelerde toplam 677 dava açılmıştır. Freedom House tarafından da özgür ülkeler kategorisinde sınıflandırılan ülke Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne taraf olan Litvanya vatandaşlarına geniş kapsamlı haklar ve özgürlükler sağlamaktadır. Ülkede ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü anayasal güvence altında olsa da hükûmetin son yıllarda bunu kontrolü altına almaya odaklandığı gözlemlenmektedir. 2011 yılında Aile İçi Şiddete Karşı Koruma Yasası kabul edilmiştir. LGBT bireylerin hakları konusunda da ilerlemeler kaydedilmesine karşın toplumsal kabulün hâlâ sınırlı olduğu ülkede bireyler ayrıca bir takım yasal zorluklarla da yüzleşebilmektedir. Litvanya Cumhuriyeti yasaları, Litvanya'da ikamet eden ulusal azınlıklara, devlete bağlı veya devlet destekli okul öncesi kurumlarda, genel eğitim kurumlarında kendi ana dillerinde ders görme hakkını garanti etmektedir. Yine de ülkede Çingene, Yahudi ve Polonyalı azınlığa karşı ayrımcılık vakaları görülebilmektedir. Vilnius bölgesinde yaşayan Polonyalı azınlığın aslında "Polonyalılaştırılmış Litvanlar" olduğunu ve "gerçekte nereye ait olduklarını anlamaktan aciz" olduklarını ifade eden Litvanya'nın eski eğitim ve bilim bakanı Zigmas Zinkevičius, bu azınlığı yeniden Litvanlaştırmanın "her özverili Litvanyalının bir görevi" olduğunu söylemiştir. Ekonomi. Litvanya, Dünya Bankası tarafından yüksek gelirli bir ekonomi olarak sınıflandırılan, açık ve karma bir ekonomiye sahiptir. 2017 itibarıyla en büyük üç sektör, gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) %67'sini oluşturan hizmet, %29'unu teşkil eden sanayi ve %3'ünü meydana getiren tarımdır. Litvanya, 2004 yılında NATO ve Avrupa Birliği'ne, 2007'de Schengen Bölgesi'ne ve 2018'de Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü'ne (OECD) katılmıştır. 1 Ocak 2015'te ulusal para birimi olarak lita, euro ile EUR 1.00 = LTL 3.45280 oranındayken değiştirmiştir. Tarım ürünleri ve gıda ihracatın %18'ini oluştururken diğer önemli sektörler arasında kimyasal ürünler ve plastikler (%18), makine ve cihazlar (%16), mineral ürünler (%15) ile ahşap ve mobilya (%13) yer almaktadır. 2016 itibarıyla ihracatın yarısından fazlası Rusya (%14), Letonya (%10), Polonya (%9), Almanya (%8), Estonya (%5), İsveç (%) ve Birleşik Krallık (%4) olmak üzere yedi ülkeye yönelmektedir. İhracat, 2017'de GSYİH'nin %81'ine denk gelmektedir. GSYİH, 2009'a kadar geçen on yıl boyunca çok yüksek reel büyüme oranları sergilemiş ve 2007'de %11 ile zirve yapmıştır. Bu nedenle ülke, sıkça Baltık Kaplanı olarak anılmıştır. Ancak 2007-2008 finansal krizi neticesinde, 2009'da GSYİH %15 daralmış ve işsizlik oranı 2010'da %17,8'e ulaşmıştır. Bu tarihten itibaren büyüme oldukça yavaşlamıştır. Uluslararası Para Fonuna (IMF) göre, mali koşullar büyümeyi teşvik edici nitelikte olup finansal sağlamlık göstergeleri güçlü kalmaktadır. Kamu borç oranı, 2016'da GSYİH'nin %40'ı iken 2008'de %15'ine denk gelmekteydi. Doğrudan yabancı yatırımın (FDI) %95'ten fazlası Avrupa Birliği ülkelerinden gelmektedir. İsveç, tarihsel olarak en büyük yatırımcı olup ülkedeki doğrudan yabancı yatırımın %20 ila %30 arasında bir oranını oluşturmaktadır. Litvanya'ya yapılan doğrudan yabancı yatırım 2017'de hızla arttı ve şimdiye kadar kaydedilen en yüksek sıfırdan yatırım projesi sayısına ulaştı. Aynı sene Litvanya, yatırım projelerinin ortalama iş değeri açısından İrlanda ve Singapur'dan sonra üçüncü sırada yer almıştır. ABD, 2017'de toplam doğrudan yabancı yatırımın %25'i ile önde gelen kaynak ülke olmuştur. Hemen ardından her biri toplam proje sayısının %11'ini temsil eden Almanya ve Birleşik Krallık bulunmaktadır. Eurostat verilerine göre, 2017'de ülkenin ihracat değeri sadece Baltık ülkelerinde değil, tüm Avrupa'da %17 ile en hızlı büyümeyi kaydetmiştir. 2004 ile 2016 arasında, Litvanyalıların beşte biri, öncelikle yetersiz gelir nedeniyle ya da eğitim arayışıyla emekliye ayrılmıştır. Uzun vadeli göç ve ekonomik büyüme, işgücü piyasasında bir kıtlığa ve maaş artışının işgücü verimliliğindeki artıştan daha büyük olmasına neden olmuştur. 2022'de işsizlik %5,5'e düşmüştür. 2022 itibarıyla Litvanyalıların kişi başına düşen millî gelir 32.000 dolar, ortalama ise 70.000 dolar iken toplam millî gelir 147 milyar dolardı. 2023'ün ikinci çeyreği itibarıyla Litvanya'da ortalama aylık brüt maaş 2.000 euro idi.<ref name="https://osp.stat.gov.lt"></ref> Litvanya, artan oranlı bir vergi tarifesi yerine düz oranlı vergi sistemini uygulamaktadır. Kişisel gelir vergisi (%15) ve kurumlar vergisi (%15) oranları Avrupa Birliği'nin en düşükleri arasındadır. Ülkede sermaye üzerindeki dolaylı vergi oranı (%9.8) Avrupa Birliği'ndeki en düşük orandır. Kurumlar vergisi oranı %15 ve küçük işletmeler için %5'dir. Ülkede yedi adet serbest ekonomik bölge faaliyet göstermektedir. Gelişmekte olan bilgi teknolojisi sektörü geliri 2016'da 2 milyar euroya ulaşmıştır. Sadece 2017'de hükûmet ve Litvanya Merkez Bankası'nın prosedürleri basitleştirmesinin bir sonucu olarak 35 adet FinTech şirketi Litvanya'ya gelmiştir. Avrupa'nın ilk uluslararası Blockchain Merkezi, 2018'de Vilnius'ta açılmıştır. 2018'de Google, Litvanya'da bir ödeme şirketi kurmuştur. Şirketler. 2023 mali yılı itibarıyla gelirlerine göre Litvanya'nın en büyük şirketleri: Tarım. Litvanya'da tarım, Cilalı Taş Devri'ne, milattan önce 3000 ile 1000 yılları arasına kadar uzanan bir maziye sahiptir. Asırlar boyunca da Litvanya'nın en mühim meşguliyetlerinden biri olmuştur. Litvanya'nın 2004 yılında Avrupa Birliği’ne katılımı ülke için tarımda yeni bir devri başlatmıştır. Avrupa Birliği, gıda emniyeti ve temizliği hususunda pek yüksek standartlar takip etmektedir. 1999 yılında Seimas tarafından Ürün Güvenliği Kanununu ve 2000 yılında da bir Gıda Kanunu kabul edilmiştir. Ziraî piyasadaki reformlar, bu iki kanun esas alınarak icra edilmiştir. 2016 yılında ziraî üretim 2,3 milyar euro olarak gerçekleşmiştir. Hububat mahsulleri en büyük kısmı (5710 ton) teşkil ederken, diğer önemli türler arasında şeker pancarı (934 ton), kanola (393 ton) ve patates (340 ton) yer aldı. Yabancı pazarlara toplam 4.385 milyon euro değerinde ürün ihraç edildi. Bunun 3.165 milyon euroluk kısmı Litvanya menşeli ürünlerdi. Tarım ve gıda ürünlerinin ihracatı, tüm mal ihracatının %19'unu oluşturmuştur. Organik tarım giderek daha popüler hâle gelmektedir. "Organik yetiştirici ve üretici" statüsü, kamu kurumu Ekoagros tarafından verilmektedir. 2016 yılında 2539 böyle çiftlik, 225.542 hektar alanı kaplamaktaydı. Bu alanların %43'ü tahıllar, %31'i çok yıllık otlar, %14'ü baklagiller ve %12'si diğer bitkilerden oluşuyordu. Bilim ve teknoloji. 1579 yılında Vilnius Üniversitesinin kuruluşu, Litvanya'da ilmî ve akademik bir topluluğun gelişmesinde mühim bir etken olmuştur. Üniversite Georg Forster, Jean-Emmanuel Gilibert, Johann Peter Frank gibi önemli bilim insanlarını ve düşünürleri ağırlamıştır. 17. asır topçu mütehassısı Kazimieras Simonavičius, roket endüstrisinin müessisi olarak kabul edilir. "Artis Magnae Artilleriae" adlı eseri, Avrupa'da temel bir topçu el kitabı olarak kullanılmıştır ve roketlerin (askerî ve sivil maksatlar için) kalibresi, inşası, üretimi ve hususiyetleri hakkında geniş bir bölüm ihtiva etmektedir. Botanist Jurgis Pabrėža (1771–1849), Samogit lehçesiyle yazılmış Litvanya florasının ilk sistematik rehberi olan "Taislius augumini"s (Botanik) adlı eseri, Latin-Litvanca bitki isimleri sözlüğünü ve ilk Litvanya coğrafya ders kitabını telif etmiştir. Grotthuss mekanizmasını öne süren Alman bilim insanı Theodor Grotthuss (1785–1822), Gedučiai malikânesinde yaşamış ve çalışmış, köylülerin eğitimini ve refahını artırma gayretleriyle mahallî bir şöhret kazanmıştır. 20. yüzyılın dünya savaşları, Litvanya bilim ve akademisini ciddi şekilde olumsuz etkilese de Litvanyalı bilim insanları ve akademisyenler, özellikle yurt dışında başarılı olmuşlardır. Bunlar arasında filozof Vosylius Sezemanas, hukukçu Mykolas Römeris, havacı Antanas Gustaitis, yönetim teorisyeni Vytautas Andrius Graičiūnas, arkeolog Marija Gimbutas, primatolog Birutė Galdikas, dilbilimci Algirdas Julien Greimas ve Orta Çağ tarihçisi Jurgis Baltrušaitis bulunmaktadır. Vilnius Üniversitesine uzun bir süre rektörlük yapmış olan matematikçi Jonas Kubilius ise olasılıksal sayı teorisi alanındaki çalışmalarıyla tanınmaktadır. Kubilius modeli, Kubilius teoremi ve Turán-Kubilius eşitsizliği de çalışmaları dahilindedir. Kubilius, üniversitenin Ruslaştırılma girişimlerine karşı da başarılı bir şekilde direnmiştir. Lazer ve biyoteknoloji, Litvanya bilimi ve yüksek teknoloji endüstrisinin amiral gemisi alanlarıdır. "Šviesos konversija" ("Işık Dönüşümü"), DNA araştırmaları, oftalmolojik ameliyatlar ve nanoteknoloji uygulamalarında %80 pazar payına sahip bir femtosaniyelik lazer sistemi geliştirmiştir. Vilnius Üniversitesi Lazer Araştırma Merkezi, öncelikle onkolojik hastalıklara yönelik dünyanın en güçlü femtosaniyelik lazerlerinden birini geliştirmiştir. 1963 yılında Vytautas Straižys ve meslektaşları, astronomide kullanılan Vilnius fotometrik sistemini buldular. Kaunas Teknoloji Üniversitesinden bilim insanı A. Ragauskas tarafından noninvazif kafa içi basınç ve kan akışı ölçüm cihazları geliştirildi. Kęstutis Pyragas, gecikmeli geri bildirim kontrolü yöntemi olan Pyragas metoduyla kaos teorisinin incelenmesine katkıda bulundu. Kavli Ödülü sahibi Virginijus Šikšnys, CRISPR, özellikle de CRISPR-Cas9 ile ilgili keşifleriyle tanınır. Litvanya LitSat-1, Lituanica SAT-1 ve LituanicaSAT-2 olmak üzere uzaya toplam üç uydu fırlatmıştır. Litvanya Etnokozmoloji Müzesi ve Molėtai Astronomi Rasathanesi Kulionys'te bulunmaktadır. Toplamda on beş Ar-Ge müessesesi Litvanya Uzay Ajansı'na üyedir. Litvanya, Avrupa Uzay Ajansı ile iş birliği içinde olan ülkelerden bir tanesidir. Rimantas Stankevičius, etnik olarak Litvanyalı tek astronottur. Litvanya, 2018 yılında CERN üye devleti olmuştur. En ileri bilimsel araştırmalar Yaşam Bilimleri Merkezi, Fizik Bilimleri ve Teknoloji Merkezi'nde yürütülmektedir. 2016 yılı hesaplamalarına göre, Litvanya'nın biyoteknoloji ve yaşam bilimleri sektörünün yıllık büyüme oranı son 5 yılda %22 oldu. Litvanya yaşam bilimleri ve biyoteknoloji endüstrisinde 16 akademik kurum, 15 Ar-Ge merkezi (bilim parkları ve inovasyon vadileri) ve 370'ten fazla üretici faaliyet göstermektedir. 2008 yılında, Litvanya bilimsel araştırma altyapısını geliştirmek ve iş ile bilim işbirliğini teşvik etmek amacıyla Vadi geliştirme programı başlatıldı. Toplamda beş Ar-Ge Vadisi kuruluştur: Jūrinis (deniz teknolojileri), Nemunas (tarım, biyoenerji, ormancılık), Saulėtekis (lazer ve ışık, yarı iletken maddeler), Santara (biyoteknoloji, tıp), Santaka (sürdürülebilir kimya ve eczacılık). Litvanya İnovasyon Merkezi, yenilikler ve araştırma kurumları için destek sağlamak amacıyla kurulmuştur. Litvanya, Uluslararası İnovasyon Endeksi'nde orta sıralarda yer almakta ve Avrupa İnovasyon Sıralaması'na göre AB ülkeleri arasında 15. sıradadır. Litvanya, 2023 Küresel İnovasyon Endeksi'nde 34. sırada yer almıştır. Turizm. 2023 yılı istatistiklerine nazaran, Litvanya'yı ziyaret eden yabancı turistlerin sayısı 1,4 milyonu bulmuş ve bu turistler en az bir gece ikamet etmişlerdir. En fazla turist Polonya'dan (173.500), Letonya'dan (144.300), Belarus'tan (141.900), Almanya'dan (127.400), Birleşik Krallık'tan (74.200), Amerika Birleşik Devletleri'nden (69.700), Ukrayna'dan (67.000) ve Estonya'dan (61.300) gelmiştir. Dahili turizm de artış göstermektedir. Halihazırda Litvanya'da yaklaşık 1000'e yakın turistik mekân mevcuttur. Çoğunlukla turistler Vilnius, Klaipėda ve Kaunas gibi büyük şehirleri; Neringa ve Palanga gibi sahil tatil beldelerini ve Druskininkai ve Birštonas gibi kaplıca şehirlerini ziyaret etmektedir. Sıcak hava balonu bilhassa Vilnius ve Trakai'de rağbet görmektedir. Bisiklet turizmi de bilhassa Litvanya Kıyı Bisiklet Rotası'nda gelişme göstermektedir. EuroVelo rotaları EV10, EV11, EV13 Litvanya'dan geçmektedir. Bisiklet yollarının toplam mesafesi 3769 km olup bunun 1988 km'si asfalt kaplamadır. Nemunas Deltası Bölgesel Parkı ve Žuvintas kuş gözlemciliği ile meşhurdur. 2027 yılına kadar 3,2 milyar €'ya, yani GSYİH'nin %7'sine yükselmesi beklenen turizm gelirleri 2023'te 1,7 milyar €'ya, yani GSYİH'nin %2,3'üne düşmüştür. Bununla birlikte COVID-19 pandemisinden sonra turizm tekrar bir ivme kazanmaktadır. Altyapı. İletişim. Litvanya gelişmiş bir iletişim altyapısına sahiptir. Ülkede 2,8 milyon vatandaş ve 5 milyon SIM kart bulunmaktadır. LTE (4G) mobil ağı, Litvanya'nın %97'sini kapsamaktadır. Sabit telefon hatlarının kullanımı, mobil hücresel hizmetlerin hızlı genişlemesi nedeniyle hızla azalmaktadır. 2017 yılında Litvanya, ortalama mobil geniş bant hızlarında dünya genelinde ilk 30'da ve ortalama sabit geniş bant hızlarında ilk 20'de yer aldı. Aynı yıl ülke 4G LTE yaygınlığı açısından dünya genelinde 7. sırada yer aldı. 2016 yılında Birleşmiş Milletler'in e-katılım endeksinde Litvanya 17. sırada yer almıştır. Litvanya'da dört adet TIER III veri merkezi bulunmaktadır. Cloudscene'e göre Litvanya, veri merkezi yoğunluğu açısından dünya genelinde 44. sırada yer almaktadır. 2005-2013 yılları arasında gerçekleştirilen uzun vadeli proje olan Kırsal Alanlar Genişbant Ağı'nın Geliştirilmesi (RAIN) projesi, kırsal bölgelerdeki sakinlere, devlet ve belediye yetkililerine ve işletmelere fiber optik geniş bant erişimi sağlama amacıyla başlatıldı. RAIN altyapısı, 51 iletişim operatörünün müşterilerine ağ hizmeti sunmasına olanak tanımaktadır. Proje, Avrupa Birliği ve Litvanya hükûmeti tarafından finanse edilmiştir. 2017 yılında Litvanya hanelerinin %72'si internete erişim sağlamakta olup bu oran AB'nin en düşük oranlarından biriydi ve 2016'da CIA World Factbook'a göre ülke dünya genelinde 97. sıradaydı. 2021 yılı itibarıyla ülkede 2,4 milyon internet kullanıcısı bulunmaktadır. FTTH Council Europe'a göre, Eylül 2016 itibarıyla Litvanya, Avrupa'da en yüksek FTTH (eve kadar fiber) yaygınlık oranına sahiptir (%36,8). Ulaşım. Litvanya, demiryolu bağlantısına ilk kez 19. yüzyılın ortalarında Sankt-Peterburg-Varşova Demiryolu inşa edildiğinde kavuştu. Bu hat, Daugavpils'ten başlayarak Vilnius ve Kaunas üzerinden Virbalis'e kadar uzanıyordu. İlk ve halen faaliyette olan tek tünel ise 1860 yılında tamamlanmıştır. Bugün Litvanya'da demiryolu taşımacılığı, 1,762 km uzunluğunda ve 1,520 mm genişliğindeki Rus hat açıklığına sahip demiryollarından oluşur. Bu hatların 122 km'lik kısmı elektrifikasyona sahiptir. Ancak bu demiryolu ağı Avrupa standart hat açıklığı ile uyumsuz olduğundan trenlerin değiştirilmesi gerekmektedir. Litvanya'da ayrıca 115 km uzunluğunda standart hat açıklığına sahip demiryolu hatları da bulunmaktadır. Ülkede taşınan tüm yurt içi yüklerin yarısından fazlası demiryolu ile taşınmaktadır. Helsinki, Tallinn, Riga, Kaunas, Varşova ve Berlin'i birbirine bağlayacak olan Trans-Avrupa standart hat ölçülü Rail Baltica demiryolu hattının inşaatı ise devam etmektedir. Litvanya'daki demiryolu hatlarının çoğunu işleten Lietuvos Geležinkeliai, 2017 yılında Avrupa Birliği tekel karşıtı yasalarını ihlal etmesi ve haksız rekabet gerekçesiyle AB tarafından cezalandırılmıştır. Ulaştırma sektörü, Litvanya ekonomisindeki üçüncü en büyük sektördür. Litvanyalı nakliye şirketleri, 2016 ve 2017 yıllarında büyük ve rekor kıran kamyon siparişleriyle dikkat çekti. Litvanya'daki ticari kamyon trafiğinin neredeyse %90'ı uluslararası taşımacılık dahilindedir ve bu oran Avrupa Birliği ülkeleri arasında en yüksektir. Litvanya, geniş ve kapsamlı bir otoyol ağına sahiptir. Dünya Ekonomik Forumu (WEF), Litvanya yollarını 7 üzerinden 4,7 puanla değerlendirirken Litvanya Karayolu İdaresi (LAKD) bu yolları 10 üzerinden 6,5 olarak derecelendirmiştir. Klaipėda Limanı Litvanya'nın tek ticari yük limanıdır. 2011 yılında toplam 45,5 milyon tonluk yük elleçlenmiştir. AB'nin en büyük 20 limanı arasında yer almamakla birlikte Baltık Denizi bölgesinin sekizinci en büyük limanı olan Klaipėda Limanı, sürekli genişleme planlarıyla büyümeye devam etmektedir. 2022 yılı itibarıyla, Litvanya İç Su Yolları İdaresi (LIWA, Litvanca: Vidaus vandens kelių direkcija), Nemunas Nehri'nde yük taşımacılığını yeniden canlandırmak için bir strateji geliştirmiştir. Elektrikli gemi filosu, Baltık Denizi kıyısındaki Klaipėda Limanı ile Kaunas'taki sanayi ve ulaşım merkezi arasında 260 km yol kat edecektir. Bu proje, toplamda 75,7 milyon euro başlangıç yatırımı gerektirmekte olup yıllık 48.000 adet kamyon seferine olan ihtiyacı ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Litvanya'nın en büyük havalimanı olan Vilnius Uluslararası Havalimanı, 2023 yılında 4.406.019 yolcuya hizmet vererek Avrupa'nın en yoğun 100 havalimanı arasında 97. sırada yer almıştır. Ülkedeki diğer uluslararası havalimanları arasında Kaunas Uluslararası Havalimanı, Palanga Uluslararası Havalimanı ve Šiauliai Uluslararası Havalimanı bulunmaktadır. Kaunas Uluslararası Havalimanı, 2011 yılında düzenli ticari kargo trafiğine başlayan küçük bir ticari kargo havalimanıdır. Kaunas ve Klaipėda'yı birbirine bağlayan Marvelė'deki iç nehir yük limanı ise 2019 yılında ilk yükünü almıştır. Su kaynakları ve sanitasyon. Litvanya, Avrupa'nın en büyük tatlı su kaynaklarına sahip ülkelerden biridir. Avrupa'da sadece Litvanya ve Danimarka tamamen tatlı yeraltı suyuna sahiptir. Litvanyalılar günde yaklaşık 0,5 milyon metreküp su tüketirler ki bu, keşfedilmiş tüm tatlı yeraltı suyu kaynaklarının sadece %12-14'ünü oluşturur. İçme suyu, yeryüzü yüzeyindeki kirlilikten korunan derin katmanlardan geldiğinden ülkedeki su kalitesi çok yüksektir. Sondaj derinliği genellikle 30-50 metre arasında olsa da Klaipėda Bölgesi'nde bu derinlik 250 metreye kadar ulaşabilir. Bu özellikleri sayesinde Litvanya, merkezi su temini için yeraltı suyunu kullanan az sayıdaki Avrupa ülkesinden biridir. Geniş yeraltı tatlı su rezervleri ile Litvanya, mineral açısından zengin suyu diğer ülkelere ihraç eder. Onaylanmış mineral su miktarı yılda yaklaşık 2,7 milyon metreküp olup üretim toplam mineral su kaynaklarının sadece %4-5'ini kapsar. Vilnius, merkezi su teminini kirlenmeden korunan ve insan sağlığına zararlı nitrat veya nitrit içermeyen derin su kaynaklarından sağlayan tek Baltık başkentidir. Litvanya'da su, kimyasal kullanılmadan temizlenir. Ülkede tüketilen suyun yaklaşık %20'si filtrelenmemiş, çok yüksek kalitedeki sudur. Enerji. Enerji ithalatını ve kaynaklarını çeşitlendirmek, Litvanya'nın temel enerji stratejisidir. 2012'de Lietuvos Seimas tarafından belirlenen Ulusal Enerji Bağımsızlık stratejisinde uzun vadeli hedefler tanımlandı. Bu stratejik enerji bağımsızlığı girişimlerinin toplam maliyetinin 6,3 ila 7,8 milyar Euro arasında olacağı ve yıllık olarak 0,9 ila 1,1 milyar Euro tasarruf sağlayacağı öngörülmektedir. Ignalina Nükleer Güç Santrali'nin kapatılmasından sonra Litvanya, elektrik ihracatçısından ithalatçısına dönüştü. Birinci ünite, Litvanya'nın Avrupa Birliği'ne katılım şartı olarak Aralık 2004'te, ikinci ünite ise 31 Aralık 2009'da kapatıldı. Visaginas Nükleer Güç Santrali'nin inşası için öneriler sunuldu. Ekim 2012'de yapılan bağlayıcı olmayan referandumda seçmenlerin %63'ü yeni bir nükleer santral istemediğini belirtti ve bu durum Visaginas projesinin geleceğini belirsiz hale getirdi. Litvanya'nın elektrik enerjisinin ana kaynağı Elektrėnai Elektrik Santrali'dir. Bunun yanı sıra Kruonis Pompajlı Hidroelektrik Santrali ve Kaunas Hidroelektrik Santrali de ülkenin önemli enerji kaynakları arasındadır. Kruonis Pompalı Depolama Santrali, Baltık ülkeleri arasında güç sistemi operasyonlarını düzenleyen tek santraldir ve 12 saat boyunca 900 MW üretim kapasitesine sahiptir. 2015 yılı itibarıyla Litvanya, elektrik enerjisinin %66'sını ithal edilmekteydi. Ülkenin ilk jeotermal ısıtma tesisi olan Klaipėda Jeotermal Gösterim Tesisi, Baltık Denizi bölgesinde 2004 yılında kurulmuştur. İsveç-Litvanya arası denizaltı elektrik bağlantısı NordBalt ve Litvanya-Polonya elektrik bağlantısı LitPol Link 2015 yılının sonunda hizmete girmiştir. 2018 yılında, Baltık ülkelerinin elektrik şebekesinin Kıta Avrupası senkron şebekesi ile uyumlu hale getirilmesi süreci başlamıştır. 2016'da Litvanya'da tüketilen elektriğin %20,8'i yenilenebilir kaynaklardan elde edilmiştir. Litvanya'nın doğalgaz piyasasında Rus Gazprom'un etksini kırma amacıyla Baltık bölgesindeki ilk büyük ölçekli LNG ithalat terminali olan Klaipėda LNG FSRU, 2014 yılında Klaipėda limanında kurulmuştur. Klaipėda LNG terminali, Litvanya'nın enerji piyasasını çeşitlendirme hedefini vurgulamak adına İngilizce "Independence" ismiyle anılmaktadır. Norveçli Equinor şirketi, 2015'ten 2020'ye kadar yıllık 540 milyon metreküp doğalgaz tedarik etmiştir. Terminal, gelecekte Litvanya'nın talebini %100, Letonya ve Estonya'nın taleplerini ise %90 oranında karşılayacak kapasitededir. 2022 yılında faaliyete geçen Litvanya-Polonya Doğalgaz Boru Hattı (GIPL), iki ülke arasında doğalgaz bağlantısını sağlamaktadır. Demografi. Cilalı Taş Devri'nden bu yana Litvanya'nın demografik yapısı oldukça homojen kalmıştır. Günümüz Litvanlarının atalarıyla benzer genetik yapıya sahip olma olasılığı yüksektir. Litvanya nüfusu, etnik alt gruplar arasında belirgin genetik farklılıklar göstermeyen homojen bir yapıya sahiptir. 2004 yılında Litvanya nüfusu üzerinde yapılan mitokondriyal DNA (MtDNA) analizi, Litvanların Kuzey ve Doğu Avrupa'daki Slav ve Fin-Ugor dillerini konuşan topluluklara genetik olarak yakın olduğunu ortaya koymuştur. Y Kromozomu SNP haplogrup analizi ise Litvanların genetik olarak en çok Letonlar ve Estonlarla ilişkili olduklarını göstermiştir. 2021 yılında nüfusun yaş dağılımı şu şekildeydi: Litvanya'nın doğurganlık oranı ikame doğurganlığı düzeyinin altındadır. 2021'de Litvanya'da toplam doğurganlık oranı kadın başına 1,34 çocuk olarak kaydedilmiştir ve kadınların doğum yapma yaşı ortalama 30,3 yıldır. İlk doğum yaşı ise ortalama 28,2 yıldır. 15-44 yaş aralığında cinsiyet oranı erkek lehinedir ve her kadın başına 1,0352 erkek düşmektedir. 2021 itibarıyla doğumların %25,6'sı evli olmayan kadınlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl kadınlar için ilk evlenme yaşı ortalama 28,3 yıl, erkekler için ise 30,5 yıl olarak belirlenmiştir. Etnik gruplar ve diller. Litvanya, Baltık Devletleri arasında en homojen nüfusa sahip ülkedir. Etnik Litvanlar, ülke nüfusunun yaklaşık beşte dördünü oluşturmaktadır. 2024 yılı itibarıyla yaklaşık 2,8 milyon olan Litvanya nüfusunun %82,6'sını resmî dil olan Litvancayı konuşan Litvanlar oluşturmaktadır. Polonyalılar (%6,3), Ruslar (%5,0), Belaruslular (%2,1) ve Ukraynalılar (%1,7) ülkenin en büyük azınlık gruplarıdır. Litvanya'daki en büyük azınlık olan Polonyalılar, Güneydoğu Litvanya'daki Vilnius Bölgesi'nde yoğunlaşmıştır. Šalčininkai ilçe belediyesinde [] %76,3, Vilnius ilçe belediyesinde [] ise %46,8 oranıyla çoğunluğu oluşturmaktadırlar. İkinci büyük azınlık olan Ruslar; Visaginas (%47,4), Zarasai ilçe belediyesi [] (%17,2) ve Klaipėda'da (%16) yaşamaktadır. Yaklaşık 2.250 Çingene çoğunlukla Vilnius, Kaunas ve Panevėžys'te bulunmakta ve çeşitli fon ve Ulusal Azınlıklar ve Göç Dairesi gibi azınlık örgütlerince desteklenmektedirler. Tatar ve Karay toplulukları yüzyıllardır Litvanya'da yaşamaktadır ve 2021 yılında ülkede kayıtlı yaklaşık 2.150 Tatar ve 196 Karay bulunmaktaydı. Resmî dil Litvanca olmakla birlikte bazı bölgelerde Lehçe, Rusça, Belarusça ve Ukraynaca gibi azınlık dilleri de konuşulmaktadır. Azınlıkların ve bu dillerin en yoğun olduğu bölgeler Šalčininkai, Visaginas ve Vilnius ilçe belediyesidir. Litvanya'daki küçük Yahudi topluluğunun üyeleri Yidiş dilini konuşmaktadır. Devlet yasaları azınlık dillerinde eğitimi garanti altına almakta ve azınlıkların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, Lehçenin eğitim dili olarak en yaygın olduğu birçok devlet okulu bulunmaktadır. 2021 Litvanya nüfus sayımı anketine göre ülke nüfusunun %85,33'ü ana dil olarak Litvanca, %6,8'i Rusça ve %5,1'i ise Lehçe konuşmaktadır. 2021 yılı itibarıyla, Litvanya'da yaşayanların %60,6'sı yabancı dil olarak Rusça, %31,1'i İngilizce, %10,5'i Litvanca, %8'i Almanca, %7,9'u Lehçe, %1,9'u Fransızca ve %2,6'sı ise diğer dilleri konuşmaktadır. Litvanya'daki okulların çoğunda birinci yabancı dil olarak İngilizce öğretilmekle beraber öğrenciler bazı okullarda Almanca, Fransızca veya Rusça da öğrenebilmektedir. Litvanya'daki gençlerin yaklaşık %80'i İngilizce bilmektedir. Kentleşme. 1990'lardan bu yana Alytus, Marijampolė, Utena, Plungė ve Mažeikiai gibi bölgesel merkezlerin planlanmasıyla yapılan teşviklere karşın şehirlere doğru nüfus hareketi hâlâ devam etmektedir. 21. yüzyılın başlarında toplam nüfusun yaklaşık üçte ikisi şehirlerde yaşamaktaydı. 2021 itibarıyla toplam nüfusun %68,19'u kentsel alanlarda yaşamaktadır. Litvanya'nın kentsel alanları arasında 708.203 nüfuslu Vilnius, 391.153 nüfuslu Kaunas ve 124.526 nüfuslu Panevėžys bulunmaktadır. Financial Times'ın fDI araştırmasına göre Vilnius, 2018-19 sıralamasında orta ölçekli Avrupa şehirleri kategorisinde dördüncü, 2022-23 sıralamasında ikinci, 2023 sıralamasında ise yine ikinci sırada yer almıştır. Ayrıca 2021-22 dünya genel sıralamasında 24. sırayı almıştır. Vilnius ili ise 2018-19'da küçük Avrupa bölgeleri kategorisinde onuncu, 2022-23 ve 2023 sıralamalarında beşinci olmuştur. Sağlık. Litvanya, tüm vatandaşlarına ve ülkede uzun süreli kayıtlı bir şekilde ikamet etmiş sakinlerine devlet tarafından finanse edilen ücretsiz sağlık hizmeti sunar. Ülkede ayrıca özel sağlık sektörü de bulunmaktadır. 2003-2012 yılları arasında hastaneler ağı, geniş kapsamlı sağlık hizmeti reformlarının bir parçası olarak yeniden yapılandırıldı. Bu süreç, 2003-2005 yıllarında ambülatuvar hizmetlerin ve birinci basamak sağlık hizmetlerinin genişletilmesiyle başladı. 2023 itibarıyla Litvanya'da beklenen yaşam süresi 76,0 yıl olarak kaydedildi. Bu süre erkekler için 70,6 yıl ve kadınlar için 81,6 yıldır. Bebek ölüm oranı ise 2022 yılı itibarıyla 1.000 doğum başına 3,5'tir. 2007'de nüfus artış hızı yıllık %0,3 oranında arttı. Ülkedeki intihar vakalarında dramatik bir artış yaşandığı 1990'lardan günümüze intihar oranları sürekli olarak düşüş göstermektedir. Ancak bu oran hâlâ AB ve OECD ülkeleri arasındaki en yüksek seviyelerden biridir. 2019 itibarıyla intihar oranı 100.000 kişi başına 20,2'dir. Litvanya'daki intiharlar üzerine yapılan araştırmalar yüksek oranların psikolojik ve ekonomik nedenlere dayandığını göstermektedir. Bu nedenler arasında toplumsal değişimler, ekonomik durgunluklar, yüksek derece alkol kullanımı, toplumsal hoşgörüsüzlük ve zorbalanma yer almaktadır. 2000 yılı itibarıyla Litvanya'daki sağlık kurumlarının çoğunluğu kâr amacı gütmeyen kuruluşlara dönüştü ve çoğunlukla cepten ödenen ayakta tedavi hizmetleri sunan bir özel sektör oluştu. Sağlık Bakanlığı, iki büyük Litvanya eğitim hastanesinin işletiminde yer almakta ve birkaç sağlık tesisi yönetmektedir. Bakanlık ayrıca Devlet Halk Sağlığı Merkezi'ni yöneterek yerel şubeleriyle birlikte on il halk sağlığı merkezini içeren halk sağlığı ağının idaresini üstlenmektedir. On ilde il hastaneleri ve uzman sağlık tesisleri bulunmaktadır. Litvanya'da zorunlu sağlık sigortası uygulaması mevcuttur. Vilnius, Kaunas, Klaipėda, Šiauliai ve Panevėžys olmak üzere beş bölgesel sağlık sigortası fonu bulunmaktadır. Ekonomik olarak aktif olan bireyler için katkılar gelirlerinin %9'u oranında alınmaktadır. Acil tıbbi hizmetler tüm vatandaşlara ücretsiz olarak sunulmaktadır. Hastane tedavisi gibi ikincil ve üçüncül sebeplerle sağlık hizmetlerine erişim genellikle bir pratisyen hekim tarafından yönlendirme yoluyla gerçekleştirilir. Litvanya ayrıca Avrupa'daki en düşük sağlık hizmeti ücretlerinden birine sahiptir. Din. 2021 nüfus sayımına göre, Litvanya nüfusunun %74,2'si Katolik'tir. Katoliklik, 1387'de Litvanya'nın resmî olarak Hristiyanlığa geçmesinden beri ana din olarak kabul edilir. Katolik Kilisesi, Rus İmparatorluğu'nun Ruslaştırma politikaları ve Sovyetler Birliği'nin din karşıtı kampanyaları sırasında çeşitli baskılara uğramıştır. Sovyet döneminde bazı rahipler Haçlar Tepesi ve "Litvanya Katolik Kilisesi Vakayinamesi" ile simgelenen direnişi yönetmiştir. Nüfusun %3,7'si, çoğunlukla Rus azınlıktan olmak üzere Doğu Ortodoks'tur. Eski İnananlar topluluğu nüfusun %0,6'sını oluşturur ve kökenleri 1660'lı yıllara kadar dayanır. Protestanlar nüfusun %0,8'ini oluşturur: Bunların %0,6'sı Lüterci, %0,2'si Reformcudur. Reform hareketi Litvanya'da Doğu Prusya, Estonya veya Letonya'daki kadar etkili olmamıştır. Losch'a (1932) göre, II. Dünya Savaşı öncesinde Lüterciler toplam nüfusun %3,3'ünü oluşturuyordu. Bu grup, ağırlıklı olarak Klaipėda (Memel) Bölgesi'ndeki Almanlar ve Prusya Litvanlarından oluşuyordu. Savaş sonrası bu nüfus göç etmek zorunda kalmış veya sürülmüştür. Günümüzde Protestanlık, ülkenin kuzey ve batı kesimleri ile büyük şehirlerde yaşayan etnik Litvanyalılar tarafından temsil edilmektedir. 1990'dan bu yana yeni gelen Evanjelik kiliseler Litvanya'da çeşitli misyonlar kurmuştur. Hinduizm, Litvanya'da nispeten yeni ve azınlıkta olan bir dindir. ISKCON (), Sathya Sai Baba, Brahma Kumaris ve Osho Rajneesh gibi Hindu organizasyonları tarafından yayılmaktadır. 1979'a kadar uzanan Krishna takipçileriyle ISKCON ülkedeki en büyük ve en eski harekettir. Vilnius, Klaipėda ve Kaunas'ta üç merkezi bulunmaktadır. Brahma Kumaris, Vilnius'un Antakalnis bucağında bir merkez işletmektedir. Lipka Tatarları İslam inançlarını sürdürmektedirler. Litvanya, tarihsel olarak önemli bir Yahudi topluluğuna da ev sahipliği yapmıştır ve ülke 18. yüzyıldan II. Dünya Savaşı'nın eşiğine kadar önemli bir Yahudi ilim ve kültürü merkezi olmuştur. Haziran 1941'de Litvanya'da yaşayan yaklaşık 220.000 Yahudi'nin neredeyse tamamı Holokost sırasında öldürülmüştür. 2009 sonunda Litvanya Yahudi topluluğu yaklaşık 4.000 kişiden oluşuyordu. Ramiva, eski dinî uygulamaların neopagan yeniden canlanması olarak yıllar içinde popülerlik kazanmıştır. Ramiva, örf ve adetlerde hayatta kalmayı başarmış pagan geleneklerini sürdürdüğünü iddia eder. Doğanın kutsallığını vurgulayan ve atalara tapınma unsurlarına sahip çok tanrılı bir pagan inancıdır. 2001 nüfus sayımına göre Litvanya'da 1.270 adet bu Baltık inancına sahip insan vardı. Bu sayı, 2011 nüfus sayımında 5.118'e yükselmiştir. Eğitim. Litvanya Anayasası, öğrencilerin 16 yaşında tamamladıkları on yıllık eğitimi zorunlu kılar ve başarılı öğrenciler için ücretsiz kamu yükseköğretimi garantisi verir. Eğitim ve Bilim Bakanlığı, ulusal eğitim politikalarını ve hedeflerini belirleyerek bu politikaların Seimas'ta oylanmasını sağlar. Yasalar yükseköğretim, mesleki eğitim, hukuk ve bilim, yetişkin eğitimi ve özel eğitim standartlarına ilişkin genel hükümlerle uzun vadeli eğitim stratejisini düzenler. 2016 yılında GSYİH'nin %5,4'ü veya toplam kamu harcamalarının %15,4'ü eğitime ayrılmıştır. Dünya Bankası'na göre, Litvanya'da 15 yaş ve üzeri nüfusun okuryazarlık oranı %100'dür. Okul devam oranları AB ortalamasının üzerindedir ve okul terk oranı AB'ye kıyasla daha düşüktür. Eurostat verilerine göre Litvanya, ortaöğretim mezuniyet oranında %93,3 ile AB ülkeleri arasında önde gelir. OECD verilerine göre Litvanya, yükseköğretim mezuniyet oranında dünyada ilk beş ülke arasında yer alır. 2016 itibarıyla, 25-34 yaş grubundaki nüfusun %54,9'u ve 55-64 yaş grubundaki nüfusun %30,7'si yükseköğretimi tamamlamıştır. STEM (fen, teknoloji, mühendislik ve matematik) alanlarında yükseköğretim mezunlarının oranı %29 iken iş, yönetim ve hukuk alanlarında bu oran %25'dir ve her iki oran da OECD ortalamasının üzerindedir.Litvanya'nın modern eğitim sisteminde çeşitli yapısal sorunlar bulunur. Yetersiz finansman, kalite sorunları ve azalan öğrenci nüfusu en yaygın olanlarıdır. Litvanya'daki öğretmen maaşları, AB içinde en düşük seviyededir ve bu durum, 2014, 2015 ve 2016 yıllarındaki ulusal öğretmen grevlerinin temel sebebidir. Yükseköğretim sektöründeki maaşlar da düşük olup birçok profesör gelirlerini artırmak için ikinci bir işte çalışmaktadır. 2010 PISA raporu, Litvanya'nın matematik, fen bilgisi ve okuduğunu anlama oranının OECD ortalamasının altında olduğunu göstermiştir. 2015 PISA raporu da bu bulguları doğrulamıştır. 2005 ve 2015 yılları arasında 6-19 yaş arası nüfus %36 oranında azalmıştır. Bu durum, öğrenci-öğretmen oranını düşürürken öğrenci başına harcamaları artırmakta, kırsal alanlardaki okulların yeniden yapılanma ve birleşme süreçlerine girmesine neden olmaktadır. Diğer Baltık ülkelerinde olduğu gibi, Litvanya'da da yükseköğretim mezunlarının fazlalığı ve ikinci dil konuşabilen insan sayısının fazla olması beyin göçüne yol açmaktadır. 2008 itibarıyla Litvanya'da 15 devlet ve 6 özel üniversite ile 16 devlet ve 11 özel üniversite bulunmaktaydı. Vilnius Üniversitesi, Kuzey Avrupa'nın en eski üniversitelerinden biri olup Litvanya'nın en büyük üniversitesidir. Kaunas Teknoloji Üniversitesi, Baltık Devletleri'nin en büyük teknik üniversitesi ve Litvanya'nın ikinci büyük üniversitesidir. Maliyetleri azaltmak ve azalan lise öğrenci sayısına uyum sağlamak amacıyla, Litvanya parlamentosu ülkedeki üniversite sayısını azaltma kararı aldı. 2018 yılı başlarında Litvanya Eğitim Bilimleri Üniversitesi ve Aleksandras Stulginskis Üniversitesi, Vytautas Magnus Üniversitesi ile birleştirildi. Kültür. Litvanca. Litvanca ("lietuvių kalba"), Litvanya'nın resmî dili olup Avrupa Birliği'nin de resmî dillerinden biridir. Litvanya'da yaklaşık 2,96 milyon kişi anadili olarak Litvanca konuşurken yurtdışında bu sayı yaklaşık 200 bindir. Baltık dillerinden biri olan Litvanca, Letonca ile yakından ilişkilidir ve Latin alfabesinin uyarlanmış bir versiyonuyla yazılır. Dilbilim açısından en az değişimi yaşayan Hint-Avrupa dili olarak kabul edilen Litvanca, birçok Proto Hint-Avrupa özelliğini korumaktadır. Bu yüzden Litvanca çalışmaları, karşılaştırmalı dilbilim ve Proto Hint-Avrupa dilinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynar. Franz Bopp, August Schleicher, Adalbert Bezzenberger, Louis Hjelmslev, Ferdinand de Saussure, Winfred P. Lehmann, Vladimir Toporov gibi tanınmış dilbilimciler, Litvanca hakkında çeşitli çalışmalar yapmıştır. Litvancanın iki ana lehçesi bulunmaktadır: Aukštaitija lehçesi ve Samogit lehçesi. Aukštaitija lehçesi Litvanya'nın merkezi, güney ve doğu bölgelerinde yaygınken Samogit lehçesi batı bölgesinde kullanılmaktadır. Kendine özgü birçok kelime barındıran Samogit lehçesi bazı dilbilimciler tarafından ayrı bir dil olarak da değerlendirilmektedir. Günümüzde bu iki lehçe arasındaki en belirgin fark, vurgulu ve vurgusuz iki ünlü olan "uo" ve "ie"nin farklı telaffuzudur. Yazılı Litvanya dilinin temelleri, 16. ve 17. yüzyıllarda Litvanyalı soylular ve bilim insanları tarafından atılmıştır. Bu kişiler Litvancanın gelişimine katkıda bulunmuş, sözlükler yazmış ve eserler yayımlamıştır. Mikalojus Daukša, Stanislovas Rapolionis, Abraomas Kulvietis, Jonas Bretkūnas, Martynas Mažvydas, Konstantinas Sirvydas ve Simonas Vaišnoras-Varniškis bu isimlerden bazılarıdır. Litvancanın ilk dil bilgisi kitabı olan "Grammatica Litvanica", 1653 yılında Danielius Kleinas tarafından Latince olarak basılmıştır. Jonas Jablonskis'in çalışmaları, Litvanya edebiyatının lehçelerden standart dile geçişinde önemli bir rol oynamaktadır. Çalışmalarından elde ettiği materyallerin toplandığı 20 ciltlik Akademik Litvanca Sözlüğü günümüzde hâlâ araştırmalar ve metin düzenlemelerinde kullanılmaktadır. Jablonskis, Litvanca alfabesine "ū" harfini de kazandırmıştır. Edebiyat. Orta Çağ'ın ana bilim dili olan Latincede yazılmış pek çok Litvan edebiyatı eseri bulunur. Bu tür edebiyatın en önemli örneklerinden biri Litvanya Kralı Mindaugas'ın fermanlarıdır. Gediminas'ın Mektupları da Litvan edebiyatının Latince yazılı mirasının önemli parçalarındandır. Latince eser yazan ilk Litvan yazarlardan biri Nicolaus Hussovianus'tur. 1523'te yayımlanan "Carmen de statura, feritate ac venatione bisontis" (Bizonların Ortaya Çıkışı, Vahşeti ve Avlanmasıyla İlgili Bir Şarkı) adlı şiiri, Litvanya'nın manzarasını, yaşam tarzını ve geleneklerini betimler, güncel siyasi sorunlarına değinir ve paganizm ile Hristiyanlık arasındaki çatışmayı yansıtır. takma adıyla tanınan yazar (yaklaşık 1490 - 1560), 16. yüzyılın ortalarında "De moribus tartarorum, lituanorum et moscorum" (Tatarların, Litvanyalıların ve Moskovalıların Gelenekleri Üzerine) adlı bir inceleme yazmış, eseri 1615'te yayımlanmıştır. 16. yüzyıl Litvanya kültür hayatının dikkat çeken isimlerinden biri de İspanyol kökenli avukat ve şair Petrus Roysius Maurus Alcagnicensis'tir (yaklaşık 1505 - 1571). Vilnius'un belediye başkanı ve hukukçu olan Augustinus Rotundus (yaklaşık 1520-1582), 1560 civarındaki Litvanya'yı anlatan Latince eserler yazmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan hümanist şair loannes Radvanus, Vergilius'un Anaeis'ine benzer bir destan yazmıştır. Litvanların ulusal destanı olması amacıyla yazılan "Radivilias" adlı eseri, 1588'de Vilnius'ta yayımlanmıştır. 17. yüzyılda da Litvanyalı bilim insanları Latince yazmayı sürdürmüştür. Kazimieras Kojelavičius-Vijūkas ve Žygimantas Liauksminas teoloji, retorik ve müzik alanlarındaki Latince eserleriyle tanınır. Albertas Kojalavičius-Vijūkas, 19. yüzyıla kadar Litvanya tarihi için ana bilgi kaynağı olarak kullanılan "Historiae Lituanae" adlı tarih kitabını yazmıştır. Litvanca dilinde yazılmış ilk edebi eserler 16. yüzyılda yayımlanmaya başlamıştır. 1547'de Martynas Mažvydas, Litvanya'da basılan ilk kitap olan "Katekizmo prasti žodžiai"'yi (Kateşizm'in Basit Sözleri) derlenip yayımlamış ve basılı Litvanca edebiyatının ilk eseri olmuştur. Bu eseri "Katechizmas" ile Mikalojus Daukša takip etmiştir. 16. ve 17. yüzyıllarda Litvan edebiyatı tüm Hristiyan Avrupa'da olduğu gibi ağırlıklı olarak dinî içeriklidir. Eski Litvan edebiyatının gelişimi (14 - 18. yüzyıllar), Aydınlanma Çağı'nın en önde gelen yazarlarından biri olan Kristijonas Donelaitis ile sona erer. Donelaitis'in altılı hece ölçüsüyle yazılmış "Metai" (Mevsimler) adlı şiiri, Litvanya kurgu edebiyatı için bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Klasisizm, Santimantalizm ve Romantizmin karışımıyla 19. yüzyılın ilk yarısında Litvanya edebiyatı Maironis, Antanas Baranauskas, Simonas Daukantas, Oscar Milosz ve Simonas Stanevičius tarafından temsil edilir. 19. yüzyılda Litvanya'nın Rus İmparatorluğu tarafından ilhakı sırasında Litvanca eserlere yönelik uygulanan basın yasağı, Knygnešiai (Kitap kaçakçıları) hareketinin oluşumuna yol açmıştır. Litvanya'daki baskılara rağmen Latin alfabesiyle yazılmış Litvanca kitapların kaçakçılığını yaparak halkın kültürel mirasını koruyan ve dili yaşatmaya çalışan bu hareket, Litvan dili ve edebiyatının günümüze kadar hayatta kalabilmesinin en büyük nedenlerinden biri olmuştur. 20. yüzyıl Litvanya edebiyatı Juozas Tumas-Vaižgantas, Antanas Vienuolis, Bernardas Brazdžionis, Antanas Škėma, Balys Sruoga, Vytautas Mačernis ve Justinas Marcinkevičius ile temsil edilir. 21. yüzyıl edebiyat sahnesine adım atanlar arasında ise Kristina Sabaliauskaitė, Renata Šerelytė, Valdas Papievis, Laura Sintija Černiauskaitė ve Rūta Šepetys gibi yazarlar bulunur. Mimari. Litvanya, mimarlık alanındaki başarılarıyla tanınan birçok ünlü mimara ev sahipliği yapmıştır. Johann Christoph Glaubitz, Marcin Knackfus, Laurynas Gucevičius ve Karol Podczaszyński, 17. ve 19. yüzyıllar arasında Barok ve neoklasik mimari akımlarını Litvanya'ya ulaştıran önemli isimlerdendir. Vilnius, Doğu Avrupa'da Barok mimarisinin başkenti olarak kabul edilmekte olup etkileyici nitelikte birçok Barok kilise ve yapı barındıran Vilnius Eski Şehri UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer almaktadır. Litvanya aynı zamanda çok sayıda kalesi ile de dikkat çeker. Ülkede yaklaşık yirmi adet kale bulunmaktadır. Bunlardan bazıları yeniden inşa edilmek zorunda kalmış, bazıları ise kısmen ayakta kalmıştır. Birçok Litvan asilzadenin tarihî sarayları ve malikaneleri günümüze kadar ulaşmış ve restore edilmiştir. Köy yaşamı Görkemli Vytautas zamanlarından beri sürmekte olup Zervynos ve Kapiniškiai gibi birçok etnografik nitelikte köy bulunmaktadır. Rumšiškės, eski etnografik mimarinin korunduğu bir açık hava müzesidir. İki savaş arası dönemde Litvanya'nın geçici başkenti Kaunas'ta Art Deco ve Litvanya Ulusal Romantizmi tarzında binalar inşa edilmiştir. Avrupa Mirası Etiketi ile ödüllendirilmiş bu binalar, Avrupa'da Art Deco'nun en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Sanat ve müzeler. Litvanya Sanat Müzesi 1933 yılında kurulmuş olup ülkenin en büyük sanat koruma ve sergileme merkezidir. Bu müze dışında önemli diğer müzeler arasında koleksiyonunun büyük bir kısmını kehribar eserlerin oluşturduğu Palanga Kehribar Müzesi, 20. ve 21. yüzyıl Litvanya sanatını sunan Ulusal Sanat Galerisi ile Litvanya arkeolojisi, tarihi ve etnik kültürünü sergileyen Ulusal Litvanya Müzesi bulunur. 2018 yılında, modern ve çağdaş Litvanya sanatına adanmış MO Müzesi ile Litvan sanat mirası ve eserlerini sergileyen "Tartle" adında iki özel müze açılmıştır. 20. yüzyılın başında Litvanya'nın önde gelen bestecisi olarak kabul edilen Mikalojus Konstantinas Čiurlionis (1875-1911) Litvanya Ulusal Sanat Müzesi'nde bulunan 300'den fazla tablonun ressamıdır. 1975 yılında keşfedilen 2420 Čiurlionis asteroidi de onun başarılarına ithafen adlandırılmıştır. M. K. Čiurlionis Ulusal Sanat Müzesi ve Litvanya'nın tek askerî müzesi olan Görkemli Vytautas Savaş Müzesi Kaunas şehrinde yer almaktadır. 18. ve 19. yüzyılların önde gelen Litvanyalı ressamları arasında Franciszek Smuglewicz, Jan Rustem, Józef Oleszkiewicz ve Kanuty Rusiecki bulunmaktadır. Tiyatro. Litvanya, ülke içinde ve dışında tanınan birçok ünlü tiyatro yönetmenine ev sahipliği yapmaktadır. Bu yönetmenlerden biri de Oskaras Koršunovas'tır. Kendisi kırktan fazla özel ödül kazanmış olup en prestijli ödüllerinden biri İsveç Komutanı Büyük Haç: Kutup Yıldızı Nişanı'dır. Litvanya'nın en ünlü tiyatroları Vilnius, Kaunas, Klaipėda ve Panevėžys şehirlerinde yer almaktadır. Bu tiyatrolar arasında Litvanya Ulusal Drama Tiyatrosu, Vilnius'taki "Keistuolių teatras" (Tuhaflar Tiyatrosu), Kaunas Devlet Drama Tiyatrosu, Oskaras Koršunovas Tiyatrosu, Klaipėda Drama Tiyatrosu, Gytis Ivanauskas Tiyatrosu, Panevėžys'deki Miltinis Drama Tiyatrosu, Bebek Tiyatrosu ve Vilnius Eski Tiyatrosu bulunmaktadır. Ülkede "Sirenos" (Sirenler), "TheATRIUM" ve "Nerk į teatrą" (Tiyatroya dal) gibi tiyatro festivalleri de düzenlenmektedir. Litvan tiyatro dünyasında öne çıkan isimler arasında yönetmenler Eimuntas Nekrošius, Jonas Vaitkus, Cezaris Graužinis, Gintaras Varnas, Dalia Ibelhauptaitė ve Artūras Areima; oyuncular arasında ise Dainius Gavenonis, Rolandas Kazlas, Saulius Balandis, Gabija Jaraminaitė gibi birçok sanatçı bulunmaktadır. COVID-19 pandemisi tüm dünyada olduğu gibi Litvanya'da da dijital iletişim ve tiyatro alanında önemli değişikliklere sebep olmuştur. Litvanya Ulusal Drama Tiyatrosu, kısıtlamalar nedeniyle sahne performanslarını durdurmak zorunda kalmış, dijital platformlar üzerinden seyirciyle buluşma yoluna gitmiştir. Benzer şekilde Kaunas Devlet Drama Tiyatrosu ise "Teatras Onl1ne TV" platformu aracılığıyla çevrimiçi performanslar sunarak izleyicilere yeni bir dijital tiyatro deneyimi sağlamıştır. Sinema. 28 Temmuz 1896'da Thomas Edison'ın canlı fotoğraf çekim seansı Vilnius Üniversitesi Botanik Bahçesi Konser Salonu'nda gerçekleştirildi. Bir yıl sonra, Amerikan filmleri, ses sağlayan özel fonograf kayıtlarıyla birlikte gösterilmeye başlandı. 1909'da Litvanya sinemasının öncülerinden Antanas Račiūnas ve Ladislas Starevich ilk filmlerini yayımladılar. Račiūnas'ın Litvanya manzaralarını kaydettiği filmler, yurt dışında yaşayan Litvan Amerikalılar arasında büyük ilgi gördü. 1925'te Pranas Valuskis, Litvan kitap kaçakçılarını konu alan "Naktis Lietuvoje" (Litvanya'da Gece) adlı filmi çekti ve bu film Hollywood'da Litvanya'ya ait bir iz bırakan ilk yapım oldu. 1965'te tarafından yapımcılığı üstlenilen ve Grimm Kardeşler'in masallarından esinlenen "Aukso žąsis" (Altın Kaz) dönemin en önemli Litvan-Amerikalı filmi olarak kabul edildi. 1940 yılında Kaunas'ta açılan Romuva Sineması günümüzde halen faaliyette olan Litvanya'nın en eski sinemasıdır. Devletin işgal altında olduğu dönemde sinema çoğunlukla Sovyet propagandasının yayılması amacıyla kullanılmaktaydı. Almantas Grikevičius, Gytis Lukšas, Henrikas Šablevičius, Arūnas Žebriūnas ve Raimondas Vabalas gibi yönetmenler Sovyet işgali dönemindeki baskılara rağmen yine de Litvanya sineması için değerli kabul edilen filmler üretmeyi başarmışlardır. Bağımsızlığın yeniden kazanılmasından sonra Šarūnas Bartas, Audrius Stonys, Arūnas Matelis, Audrius Juzėnas, Algimantas Puipa, , Dijana ve eşi Kornelijus Matuzevičius uluslararası film festivallerinde önemli başarılar elde etmişlerdir. 2018 yılında Litvanya'da toplam 4.265.414 adet sinema bileti satılmış ve ortalama bilet fiyatı ise 5,26€ olarak kaydedilmiştir. Müzik. Litvan halk müziği Baltık müziği dalına ait olup Cilalı Taş Devri'nden İp Baskılı Seramik kültürüyle bağlantılıdır. Litvanlaın yaşadığı bölgelerde telli (kanklių) ve nefesli enstrüman kültürleri buluşmaktadır. Arkaik yapıya sahip olan Litvan halk müziği genel olarak ritüel amaçlı kullanılır ve paganizm inancının unsurlarını barındırmaktadır. Ülkenin etnografik bölgelerinde üç antik şarkı söyleme tarzı vardır: monofonik, heterofonik ve polifonik. Halk şarkısı türleri arasında Sutartinės (Çok Sesli Şarkılar), Düğün Şarkıları, Savaş-Tarihî Dönem Şarkıları, Takvim Döngüsü ve Ritüel Şarkılar ile Çalışma Şarkıları bulunur. 4 Eylül 1636'da IV. Władysław Waza'nın emriyle çeşitli İtalyan sanatçılar Büyük Dükler Sarayı'nda Litvanya'nın ilk operasını düzenledi. Günümüzde operalar, Litvanya Ulusal Opera ve Bale Tiyatrosu ile bağımsız bir topluluk olan Vilnius Şehir Operası tarafından sahnelenir.Mikalojus Konstantinas Čiurlionis Litvanya'nın en tanınmış ressam ve bestecisidir. Kısa yaşamı boyunca yaklaşık dört yüze yakın eser bestelemiş ancak bu eserlerin çoğu İkinci Dünya Savaşı'ndan olumsuz yönde etkilenmiştir. Geriye kalan eserleri ise genel olarak piyano, orkestra, org ve oda korosu için olanlardır. Eserleri, modern Litvanya kültürü üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Senfonik şiirleri "Miške" (Ormanda) ve "Jūra" (Deniz) ölümünden sonra sahnelenmiş eserleridir. Sembolizm ve art nouveau akımlarından etkilenen Čiurlionis, fin de siècle döneminin temsilcilerinden biridir. Ayrıca Avrupa'da soyut sanatın öncülerinden biri olarak kabul edilir. Litvanya'da koro müziği önemli bir yere sahiptir. Vilnius, Avrupa Koro Şarkı Yarışması'nda üç koro (Brevis, Jauna Muzika ve Konservatuvar Oda Korosu) ödülü kazanan tek şehirdir. İlk kez 1924'te Kaunas'ta gerçekleştirilen "Dainų šventė" (Litvanya Şarkı ve Dans Festivali) günümüzde de devam eden gelenekselleşmiş bir etkinlik olmuştur. 1990'dan itibaren her dört yılda bir düzenlenen festival, ülkenin dört bir yanından yaklaşık 30.000 şarkıcı ve halk dansçısını bir araya getirir. 2008'de Litvanya Şarkı ve Dans Festivali, Letonya ve Estonya versiyonlarıyla birlikte UNESCO İnsanlığın Sözlü ve Somut Olmayan Kültürel Mirası Başyapıtı olarak kaydedilmişitr. "Gatvės muzikos diena" (Sokak Müzik Günü) da ülkede her yıl çeşitli türlerden müzisyenleri bir araya getiren etkinlikler arasındadır. Roma, New York ve Birmingham gibi şehirlerde sahne alan Mirga Gražinytė-Tyla, alanında uluslararası tanınırlığa sahip Litvan koro şeflerden biridir. 1970'li yıllarda çıkış yapan Litvan modern klasik besteciler arasında Bronius Kutavičius, , Osvaldas Balakauskas, Onutė Narbutaitė, Vidmantas Bartulis gibi isimler bulunur. Bu besteciler, arkaik Litvanya müziğini modern minimalizm ve neoromantizm ile harmonik bir şekilde birleştirmişlerdir. Sovyet işgali yıllarında bile aktif olan ülkedeki caz sahnesinin gerçek gelişimi ise 1970-1971 yıllarında Vilnius Caz Okulu'nun kurucuları olarak kabul edilen Ganelin/Tarasov/Çekasin üçlüsünün bir araya gelmesiyle gerçekleşmiştir. En bilinen yıllık etkinlikler Vilnius Caz Festivali, Kaunas Jazz, Birštonas Jazz'dır. Litvanya Müzik Bilgi Merkezi (MICL), Litvanya müzik kültürü hakkında bilgi toplar, bu kültürü tanıtır ve araştırmalarını paylaşır. Rock ve protest müzik. 1944'te Sovyetler Birliği'nin Litvanya'yı yeniden işgal etmesinden sonra Sovyet sansürü Litvanya'daki tüm sanatsal ifadeleri sıkı bir şekilde kontrol altında tuttu. Rejimi eleştiren her türlü davranış anında cezalandırılmaktaydı. 1965 civarında Kaunas'ta "Kertukai", "Aitvarai" ve "Nuogi ant slenksčio", Vilnius'ta ise "Kęstutis Antanėlis", "Vienuoliai" ve "Gėlių Vaikai" gibi ilk yerel rock grupları sahneye çıkmaya başladı. Doğrudan ifade özgürlüğü olmayan Litvanyalı sanatçılar, vatansever Roko Marşai etkinlikleri düzenleyerek şarkılarındaki metaforlar aracılığıyla düşüncelerini ifade etmekyeydiler. Bu metaforlar halk tarafından kolayca anlaşılırdı. Postmodernist rock grubu Antis ve vokalisti Algirdas Kaušpėdas, Sovyet rejimini metaforlar aracılığıyla alaya alan sanatçılar arasında öne çıkmaktaydı. Örneğin "Zombiai" (Zombiler) adlı şarkıda grup, Kızıl Ordu askerlerini ve Ukmergė'deki askerî üssü dolaylı yoldan eleştirmekteydi. Vytautas Kernagis'in "Kolorado vabalai" (Kolorado böcekleri) şarkısında da şarkıda geçen Kolorado böcekleri, Aziz Yorgi kurdeleleriyle süslenmiş Sovyetleri simgeliyordu. Bağımsızlığın ilk yıllarında rock grubu Foje büyük bir popülerlik kazandı ve konserlerine on binlerce izleyici çekti. 1997'de grubun dağılmasından sonra vokalist Andrius Mamontovas tanınmış Litvanyalı sanatçılardan biri olarak kalmaya devam etti ve çeşitli hayır etkinliklerinde aktif rol aldı. Marijonas Mikutavičius, gayriresmî Litvanya spor marşı "Trys milijonai" (Üç milyon) ve EuroBasket 2011'in resmî marşı "Nebetyli sirgaliai" (İngilizce versiyonu "Celebrate Basketball") şarkılarını yazmasıyla ünlüdür. Mutfak. Litvanya mutfağı, ülkenin serin ve nemli kuzey iklimine uygun ürünler sunar. Yerel olarak arpa, patates, çavdar, pancar, yeşillikler, meyveler ve mantarlar yetiştirilir. Kıyı bölgelerinde balık yemekleri oldukça popülerdir. Litvanya iklim ve tarım uygulamaları açısından Kuzey Avrupa ile benzerlik gösterse de uzun ve zorlu tarihinin getirdiği çeşitli etkilerle kendine özgü bir mutfak kültürü geliştirmiştir. Süt ürünleri geleneksel Litvanya mutfağında önemli bir yere sahiptir. Beyaz lor peyniri ("varškės sūris"), lor ("varškė"), ekşi süt ("rūgpienis"), ekşi krema ("grietinė"), tereyağı ("sviestas") ve ekşi krema tereyağı kastinis gibi ürünler öne çıkar. Geleneksel et ürünleri genellikle baharatlı, olgunlaştırılmış ve tütsülenmiştir. Tütsülenmiş sosisler ("dešros"), domuz yağı ("lašiniai"), "skilandis" ve tütsülenmiş jambon ("kumpis") bu kategoride yer alır. Boletus çorbası ("baravykų sriuba"), lahana çorbası ("kopūstų sriuba"), bira çorbası ("alaus sriuba"), süt çorbası ("pieniška sriuba") ve soğuk pancar çorbası ("šaltibarščiai") gibi çorbalar da günlük besinin önemli bir parçasıdır. Tatlı su balıkları, ringa balığı, yabani meyveler, mantarlar ve balın yemeklerde kullanımı günümüzde de oldukça yaygındır.Çavdar ekmeği, Litvanya'nın en eski ve temel gıda ürünlerinden biridir ve günlük öğünlerin vazgeçilmezidir. Ekmeğin aile törenlerinde ve tarımsal seremonilerde önemli bir yeri vardır. Litvanyalılar ve bir zamanlar Litvanya Büyük Dükalığı'nın parçası olan diğer uluslar birçok ortak yemek ve içeceği paylaşır. Alman gelenekleri, Litvan mutfağını etkileyerek "kugel" (veya "kugelis") adlı patates yemeği ve patates sosisleri ("vėdarai") gibi patates ve çeşitli domuz yemeklerini tanıtmıştır. Ağaç şekilli "Šakotis" de bunlar arasındadır. Litvan mutfağına en egzotik etki ise Doğu (Karaim) mutfağından gelmiştir ve "kibinai" Litvanya'da oldukça popülerdir. Litvanyalı soylular genellikle kendilerine Fransız aşçılar tutardı. Fransız mutfağının etkisi de bu şekilde Litvanya'ya taşınmıştır. Baltlar, binlerce yıldır bal şarabı ("midus") tüketmiştir. Bira ("alus") ise en yaygın alkollü içecektir. Litvanya uzun geçmişli bir çiftlik birası geleneğine sahiptir ve bu gelenek ilk olarak 11. yüzyıl vakayinamelerinde bahsedilmiştir. Çiftlik birası üretimi, Litvanya'da diğer yerlere nazaran daha iyi korunmuş ve bu sayede ülkede benzersiz çiftlik geleneklerinden ticari bira kültürü geliştirilmiştir. 2015 yılında 32'si küçük bira fabrikası olmak üzere 75 aktif bira fabrikası bulunan Litvanya, Avrupa'da kişi başına bira tüketiminde ilk 5'te yer almıştır. Son yıllarda Litvanya'daki küçük bira endüstrisi büyüme göstermiş ve Vilnius dahil diğer bölgelerde bu biralara odaklanan birçok bar açılmıştır. Litvanya'dan sekiz restoran White Guide Baltic Top 30 listesinde yer almaktadır. Ülkedeki en iyi yerel mekânları ise yerel "30 geriausių restoranų" rehberi listelemektedir. Litvanya restoranları 13 Haziran 2024'te Michelin Rehberi'nde yer almaya başlamıştır. Medya. Litvanya Anayasası, ifade ve basın özgürlüğünü güvence altına alır ve hükûmet de genellikle bu haklara saygı gösterir. Bağımsız basın, etkin bir yargı sistemi ve işleyen bir demokratik siyasi yapı, bu özgürlüklerin korunmasına katkıda bulunur. Bununla birlikte anayasadaki ifade özgürlüğü tanımı ulusal, ırksal, dinî veya sosyal nefreti, şiddeti ve ayrımcılığı teşvik eden eylemleri, iftirayı ve dezenformasyonu kapsamamaktadır. Sovyet veya Nazi Almanya'sının Litvanya veya vatandaşlarına karşı işlediği suçları inkâr etmek ya da küçümsemek, soykırımı, insanlığa karşı işlenen suçları veya savaş suçlarını reddetmek suç sayılmaktadır. 2021 yılında Litvanya'da en çok satan ulusal günlük gazeteler "Lietuvos rytas" (%5,4), ' (%3,2) ve "Kauno diena" (%2,9) olarak öne çıkmıştır.. Haftalık gazeteler arasında ' (%16,5), "" (%8,4), "Prie kavos" (%4,1), "Savaitgalis" (%3,9) ve "Verslo žinios" (%3,2) en çok tercih edilenlerdi. Aynı yıl en popüler ulusal televizyon kanalları TV3 (%34,6), LNK (%32,3), Litvanya Ulusal Radyo ve Televizyonu (%31,6), BTV (%17,3), Lietuvos rytas TV (%16,2) ve TV6 (%15,3) olmuştur. Radyo istasyonları arasında ise M-1 (%14,5), "Lietus" (%12,7), "Radiocentras" (%9,1) ve "LRT Radijas" (%8,5) en çok dinlenenler arasındaydı. Resmî tatiller ve festivaller. Litvanya'nın bin yıllık tarihine bağlı olarak iki millî bayramı bulunmaktadır. Bunlardan ilke 6 Temmuz'da kutlanan Devlet Günü'dür. Mindaugas'ın 1253'te Litvanya Kralı olarak taç giymesinin yıl dönümü sebebiyle bu tarih seçilmiştir. İkinci millî bayram ise modern Litvanya devletinin kuruluşunun kutlandığı 16 Şubat Litvanya Devletinin Yeniden Kuruluş Günü'dür. Bu tarih, 1918'de Rusya ve Almanya'dan bağımsızlık ilanının yapıldığı gündür. Önceleri "Rasos" olarak bilinen Joninės [], kökenleri paganizme dayanan bir gündönümü tatilidir. 2018 itibarıyla Litvanya'da 13 resmî tatil günü bulunmaktadır. Kaziuko mugė, 17. yüzyılın başlarından beri her yıl düzenlenen ve Aziz Casimir'in ölüm yıl dönümünün anıldığı bir fuardır. Bu etkinlik Letonya, Rusya ve Polonya gibi ülkelerden binlerce ziyaretçiyi ve birçok zanaatkarı bir araya getirir. Diğer önemli festivaller arasında Vilnius Uluslararası Film Festivali, Kaunas Şehir Günü, Klaipėda Deniz Festivali, Mados infekcija, Vilnius Kitap Fuarı, Vilnius Maratonu, Devilstone Open Air, ve Büyük Žemaičių Kalvarija Festivali bulunmaktadır. Spor. Litvanya'nın ulusal sporu olan basketbol aynı zamanda ülkedeki en popüler spordur. uluslararası arenada büyük başarılar elde eden Litvanya millî basketbol takımı 1937, 1939 ve 2003 yıllarında EuroBasket şampiyonu olmuştur. Ayrıca EuroBasket de dahil olmak üzere Dünya Kupası ve Yaz Olimpiyatları'nda basketbol dalında toplamda 8 madalya kazanmıştır. 2014 yılında Litvanya'nın nüfusunun yaklaşık %76'sı millî takımın maçlarını canlı olarak izlemiş ve takım yüksek TV reytingleri elde etmiştir. Litvanya, EuroBasket'e 1939 ve 2011 yıllarında ev sahipliği yapmıştır. Kaunas'ın tarihî basketbol takımı BC Žalgiris, 1999 yılında EuroLeague şampiyonu olmuştur. Litvanya, Arvydas Sabonis ve Šarūnas Marčiulionis gibi Naismith Memorial Basketball Hall of Fame üyeleri ile Jonas Valančiūnas ve Domantas Sabonis gibi günümüz NBA oyuncularından birkaçını yetiştirmiştir. Olimpiyat Oyunları'nda toplamda 26 madalya kazanmış olan Litvanya atletizm, modern pentatlon, atıcılık ve yüzme dallarında toplam 6 altın madalya elde etmiştir. Sovyetler Birliği döneminde de birçok Litvan sporcu ülkeyi temsil ederek Olimpiyat madalyaları kazanmıştır. Disk atıcı Virgilijus Alekna, Litvanya'nın bağımsız olduğu dönemdeki en başarılı Olimpiyat sporcusudur. 2000 Sidney ve 2004 Atina Olimpiyatları'nda altın madalya, 2008 Yaz Olimpiyatları'nda ise bronz madalya kazanmış ve birçok Dünya Şampiyonası madalyası elde etmiştir. Londra'da düzenlenen 2012 Yaz Olimpiyatları'nda 15 yaşındaki yüzücü Rūta Meilutytė, kazandığı altın madalya ile Litvanya'da yüzme sporunun popülerliğinin artmasına destek olmuştur. Litvanya atletizm, modern pentatlon, yol bisikleti yarışı, pist bisikleti yarışı, satranç, kürek, aerobasi, Dünyanın En Güçlü Adamı, güreş, boks, karma dövüş sanatları ve Kyokushin kaikan gibi pek çok sporda da önde gelen sporcular yetiştirmiştir. 2021 FIFA Futsal Dünya Şampiyonası ilk kez bir FIFA turnuvasına ev sahipliği yapan Litvanya'da düzenlemiştir. Kış sporlarında başarı elde eden Litvan sporcu sayısı az olsa da ülkede Baltıkların ilk kapalı kayak pisti olan Snow Arena gibi çeşitli buz paten pistleri ve kayak yamaçları bulunmaktadır. 2018 yılında Litvanya erkek millî buz hokeyi takımı, 2018 IIHF Dünya Şampiyonası I. Bölüm'de altın madalya kazanmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6149", "len_data": 97994, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.54 }
Slovakya ( ) ya da resmî adıyla Slovak Cumhuriyeti ( ), Orta Avrupa'da bir ülkedir. Eski Çekoslovakya'nın bir parçasıydı. Başkenti ve en büyük şehri Bratislava'dır. 48.845 km² yüz ölçümüne sahip ülkenin Avusturya ile 91, Çekya 215, Macaristan ile 515, Polonya ile 444, Ukrayna ile 90 olmak üzere toplam 1.355 km sınır uzunluğu vardır. Denize kıyısı yoktur. İklimi ılımandır. Orta kısımlar ve kuzeyde dağlar, güneyde alçak araziler yer alır. En alçak noktası Bodrog Nehri 94 metre rakımlıdır. En yüksek noktası ise Gerlachovsky Stit 2.655 metredir. Tarihçe. Slavlar 5. yüzyılda günümüzdeki Slovakya topraklarına yerleşmişlerdir. 8. yüzyılda bölgede kurulan Nitra Prensliği komşusu olan Moravya'yla birlikte Büyük Moravya İmparatorluğu'nu oluşturdu. 1000 yılından sonra Slovakya'nın büyük bir bölümü Macaristan Krallığı'nın bir parçası haline geldi. Çek toprakları da Almanya tarafından işgal edildi. 1526 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın komutasındaki Osmanlı ordusu'nun Mohaç Muharebesi'ni kazanarak Budin (Budapeşte) kentini ele geçirmesi sonucu Macaristan'ın büyük bir bölümü Osmanlı Devleti'ne katıldı. Macarların geri kalan bölümü Habsburgların himayesi altında Slovakya topraklarında yaşadılar ve Bratislava bu bölgenin başkenti rolünü oynadı. 1663 yılında Fazıl Ahmet Paşa tarafından Osmanlı Devleti topraklarına katılan Slovakya 1685 yılında Avusturyalıların eline geçinceye kadar Uyvar Eyaleti şeklinde varlığını sürdürdü. 1683-1699 yılları arasındaki Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nı kaybeden Osmanlılar, Macaristan ve Slovakya'dan geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu tarihten sonra Slovakya'nın önemi azaldı. Ama Slovakya 20. yüzyıla kadar Macaristan'ın bir parçası olarak Avusturya İmparatorluğu'nun içinde yaşadı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu I. Dünya Savaşı sonunda yıkılınca 1918 yılında Slovakya, Bohemya, Moravya, Silezya ve Karpat Rutenya ile birleşerek Çekoslovakya adında bir ülke haline geldi. II. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra Slovakya Nazi Almanyası'yla anlaşarak Çekoslovakya'dan ayrıldı. Nihayet 9 Mayıs 1945 tarihinde Sovyet ve Amerikan birlikleri ülkeye girerek Alman işgaline son verdiler. Çekoslovakya tekrar birleşti. 1948 yılında yönetim komünistlerin eline geçti. Bu tarihten sonra, 41 yıl boyunca Çekoslovakya Doğu Bloku'nda yer aldı. 5 Ocak 1968 tarihinde iktidara gelen Alexander Dubček siyasi bir liberalleşme dönemi başlattı. Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem aynı yılın 20 Ağustos'unda Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi. Kasım 1989'da Çekoslovakya Kadife Devrimi adı verilen kansız bir devrimle kapitalizme geçti. 1 Ocak 1993 tarihinde ülke barışçı bir biçimde Çekya ve Slovakya olmak üzere iki ülkeye ayrıldı. Her iki ülkede geniş çaplı ekonomik reformlar yapıldı. Slovakya 29 Mart 2004 tarihinde NATO'ya, 1 Mayıs 2004 tarihinde ise Avrupa Birliği'ne üye oldu. Coğrafya. Slovakya dağlık olmasıyla bilinen bir ülkedir, Karpatlar ülkenin neredeyse yarısını kaplar. Bu sıradağların arasında Tatra Dağları'nın yüksek zirveleri de mevcuttur. Kuzeyde, Polonya sınırı yakınlarında Yüksek Tatralar çok sayıda göl ve vadiye, bunun yanı sıra 2.655 metre ile ülkenin en yüksek noktası olan Gerlachovský štít ile sembolik öneme sahip Kriváň Dağı'na ev sahipliği yapar. Slovakya'nın en önemli nehirleri Tuna, Váh ve Hron nehirleridir. Tisa Nehri bazı bölgelerde Macaristan sınırını belirler. Slovakya iklimi ılıman iklimle karasal iklimin arasında bulunur. Yazlar nispeten ılık, kışlar soğuk, bulutlu ve nemli geçer. Ülkede bölgeden bölgeye iklim farklılıkları vardır, bu farklılıklar Bratislava, Košice, Poprad ve Spiš yerleşimlerinde görülebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6150", "len_data": 3661, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
Hırvatistan (, ), resmî adıyla Hırvatistan Cumhuriyeti ( ), Avrupa'da Orta Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz'in kesişme noktasında bulunan üniter demokratik bir parlamenter cumhuriyet. Kıyısı tamamen Adriyatik Denizi'nde yer alır. Kuzeybatısında Slovenya, kuzeydoğusunda Macaristan, doğusunda Sırbistan, güneydoğusunda Bosna-Hersek ve Karadağ ile komşudur ve batı ile güneybatıda İtalya ile deniz sınırı paylaşır. Başkenti ve en büyük şehri olan Zagreb ülkenin ana idari birimlerinden birini oluşturur ve yirmi ilçeden oluşur. Ülke, toplamda 56.594 kilometrekarelik bir alanı kaplar ve nüfusu neredeyse 3,9 milyondur. Hırvatlar 6. yüzyılın sonlarında günümüz Hırvatistan topraklarına gelmiştir. 7. yüzyılda iki dükalığa bölünmüşlerdir. Hırvatistan, ilk kez 7 Haziran 879 tarihinde Dük Branimir döneminde uluslararası alanda bağımsız olarak tanınmıştır. Tomislav, 925 yılında ilk kral olarak taç giyerek Hırvatistan'ı bir krallık statüsüne yükseltti. Trpimirović hanedanlığının sona ermesinden sonra ortaya çıkan bir vârislik krizinin ardından, Hırvatistan 1102 yılında Macaristan ile bir birliğe girdi. 1527'de Osmanlı istilası tehdidiyle karşı karşıya kalan Hırvat Parlamentosu, Hırvat tahtı için Avusturya Arşidüklüğü'nden Ferdinand'ı seçti. Ekim 1918'de Zagreb'de Avusturya-Macaristan'dan bağımsız bir Sloven, Hırvat ve Sırp Devleti ilan edildi ve Aralık 1918'de bu devlet Yugoslavya Krallığı ile birleşti. Nisan 1941'de Yugoslavya'ya yapılan Mihver işgali sonrasında, II. Dünya Savaşı boyunca kısa dönem faşist bir kukla devlet olan Hırvatistan Bağımsız Devleti adı altında yönetilen ülke savaştan sonra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin kurucu ve bileşenleri arasında yer aldı. 25 Haziran 1991'de Hırvatistan bağımsızlığını ilan etti ve Bağımsızlık Savaşı, sonraki dört yıl boyunca başarıyla sürdü. 25 Haziran 1991'de bağımsızlığını ilan eden Hırvatistan, bağımsızlığın üzerine dört yıl boyunca süren bir savaş geçirdi. Hırvatistan parlamenter sistem ile yönetilen bağımsız bir cumhuriyettir. Ülke Avrupa Birliği, Euro Bölgesi, Schengen Bölgesi, NATO, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, OSCE, Dünya Ticaret Örgütü ve Akdeniz Birliği'nin kurucu üyesi olup OECD'ye katılma sürecindedir. Birleşmiş Milletler Barış Gücü faaliyetlerinde aktif olarak yer alan Hırvatistan, Uluslararası Güvenlik Destek Gücü'ne asker göndermiş ve 2008-2009 dönemi için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde geçici üyelik yapmıştır. 2000 yılından bu yana Hırvatistan hükûmeti özellikle Pan-Avrupa koridorları boyunca ulaşım güzergâhlarına ve altyapı tesislerine yatırım yapmaktadır. Hırvatistan bugün oldukça yüksek hayat standartları, ortalama ömür, okur-yazarlık oranları ve homojen gelir dağılımı oranlarıyla Orta Avrupa ülkeleri arasında yüksek eğitim, sağlık, yaşam kalitesi ve ekonomik dinamizm standartlarına sahiptir. Hırvatistan yüksek gelirli ekonomiye sahip gelişmiş bir ülkedir ve İnsani Gelişme Endeksi'nde 40. sırada yer almaktadır. Ülke gini katsayısına göre de dünyada gelir eşitsizliğinin en düşük olduğu ilk 20 ülke arasında yer almaktadır. Ülke ekonomisinin büyük bölümü hizmet sektörüne dayalıyken sanayi ve tarım diğer büyük sektörlerdir. Dünyada en çok turist çeken ilk 20 destinasyon arasında yer alan ülke için turizm önemli bir gelir kaynağıdır. 2000'li yıllardan bu yana Hırvatistan hükûmeti altyapıya, özellikle de Pan-Avrupa koridorlarındaki ulaşım yollarına ve tesislerine büyük yatırımlar yapmıştır. Hırvatistan ayrıca 2020'lerin başlarında kendisini bölgesel enerji lideri olarak konumuna getirdi ve LNG Hrvatska, Krk adası açıklarındaki su üstü sıvılaştırılmış doğalgaz ithalat terminali aracılığıyla Avrupa'nın enerji arzının çeşitlendirilmesine katkıda bulunmaktadır. Avrupa Birliği ülkenin en önemli ticaret ortağıdır. Hırvatistan medya ve yayıncılık alanında çok sayıda kamu kurumunu ve kurumsal yatırımlar yoluyla kültürü desteklerken evrensel bir sağlık sistemi ve ücretsiz ilköğretim ve ortaöğretim sağlamaktadır. Etimoloji. Hırvatistan'ın yerli olmayan adı, Kuzey-Batı Slavcasındaki *"Xərwate" sözcüğünden türemiş olan Orta Çağ Latincesindeki "Croātia" kelimesinden türemiştir. Batı Slav dillerindeki "*Xъrvátъ" kelimesi, muhtemelen Tanais Tabletleri'nde Χοροάθος olarak tasdik edilen 3. yüzyıl İskit kökenli Proto-Slav "*Xъrvátъ" kelimesinin sızıcı metatezi ile türetilmiştir. Etnonimin kökeni belirsiz olsa da muhtemelen Proto-Osetik / Alanca "*xurvæt-" veya "*xurvāt-" kelimesinden gelmektedir ve bu kelime "koruyan, bekçi" anlamına gelir. Hırvat etnik adının yerel varyasyonu "*xъrvatъ"'In korunmuş bilinen en eski kaydına, Baška tabletindeki zvъnъmirъ kralъ xrъvatъskъ ("Zvonimir, Hırvat kral") ifadesinde rastlanılır. Latince varyasyon "Croatorum"'a, Trogir yakınlarındaki Bijaći'de bulunan ve 8. yüzyılın sonlarına veya 9. yüzyılın başlarına tarihlenen bir kilise yazıtında rastlanmıştır. Bu adın geçtiği tamamen korunmuş olan muhtemelen en eski taş yazıt, Benkovac yakınlarında bulunan 9. yüzyıldan kalma Branimir Yazıtı'dır. Latince "Chroatorum" terimi, kayıp bir orijinalin 1568 nüshasında 852 tarihli, Hırvatistan Dükü I. Trpimir'in bir tüzüğüne atfedilir, ancak orijinalin gerçekten de Branimir yazıtından daha eski olup olmadığı kesin değildir. Tarih. Tarih öncesi. Bugün Hırvatistan olarak bilinen bölgede tarihöncesi dönemde yerleşim bulunmaktaydı. Hırvatistan'ın kuzeyindeki Krapina bölgesinde ortaya çıkan Neanderthal fosilleri Eski Taş Çağı'na tarihlenmiştir. Ülkenin bütün bölgelerinde Eski Taş Çağı ve Bakır Çağı'ndan kalıntılar bulunmuştur. Ülkedeki antik yerleşimlerin büyük çoğunluğu ve en önemli üçü-Starčevo, Vučedol ve Baden kültürleri kuzeydeki nehir yataklarında bulunmaktadır. Hırvatistan'da Demir Çağı İlliryalı Hallstatt ve Kelt La Tène kültürlerinden izler bırakmıştır. Antik dönem. Çok daha sonraları bölgeye bir yandan Liburniyanlar ve İlliryalılar gelirken diğer yandan ilk Yunan kolonileri Vis ve Hvar'da kuruldu. MS 9 yılında bölge Roma İmparatorluğu'na bağlandı. İmparator Diocletianus MS 305 yılında inzivaya çekilince Split kentine büyük bir saray inşa ettirdi. Orta Çağ. 5. yüzyıl boyunca son Batı Roma İmparatorlarından Julius Nepos, küçük imparatorluğu bu saraydan yönetmiştir. Bu dönem Avarlar ve Hırvatların 7. yüzyılın ilk yarısında bölgeye gelmesi ve neredeyse bütün Roma kentlerini yıkmasıyla sona erer. Roma'dan hayatta kalanlar kıyıdaki daha uygun alanlara, adalara ve dağlara çekildi. Dubrovnik bu kişilerden Epidaurum tarafından kurulmuştur. Hırvatların etnogenetik kökeni bilinmemekle birlikte buna ilişkin birçok teori vardır. Bunlardan "Slav" ve "İranlı" teorileri en sık ortaya atılan teorilerdir. En çok kabul edilen görüş Kavimler Göçü'yle birlikte "Beyaz Hırvatlar"ın, "Beyaz Hırvatistan"dan göçtüklerini ileri süren "Slav" teorisidir. Buna karşın diğer teori ise Yunanca yazılan Tanais Tabletleri'ndeki "Χορούαθ[ος]", "Χοροάθος" ve "Χορόαθος" (Khoroúathos, Khoroáthos ve Khoróathos) sözcüklerine dayanarak ortaya atılan, bu sözcüklerin İranlı kökene sahip Hırvatlar olduğunu ileri süren görüştür. 10. yüzyılda Bizans İmparatoru VII. Konstantinos tarafından yazdırılan "De Administrando Imperio"ya göre Hırvatlar bugün Hırvatistan olarak bilinen bölgeye 7. yüzyılın başlarında Avarları yendikten sonra gelmişlerse de bu tez Hırvatların bölgeye 6. yüzyıl ile 9. yüzyıl arasında geldiğini savunanlar tarafından çürütülmeye çalışılmaktadır. Son arkeolojik veriler, Slavların/Hırvatların göçünün ve yerleşiminin 6. yüzyılın sonları ve 7. yüzyılın başlarında olduğunu ortaya koymuştur. Sonraları doğrulanan ve Frank Krallığı'na bağlı vasal bir bölge olan Hırvatların ülkesi hakkında yazılmış ilk belgeler niteliğinde olan Einhard'ın 818 yılında yazdığı kayıtlara göre, Ljudevit Posavski ve Borna tarafından yönetilen Pannonia ve Dalmaçya adı altında iki düklük kuruldu. Tarih boyunca bu nüfus ve bölge, Hırvatlar ve Hırvatistan ile sıkı bir şekilde ilişkili ve bağlantılıydı. II. Konstantinos, Hırvatların Hristiyanlaşma sürecinin 7. yüzyılda başladığını söylese de Hırvatların Hristiyanlaşması genellikle 9. yüzyıla tarihlenir. Bu sürecin başlangıçta sadece elit ve ilgili kişileri kapsadığı varsayılmaktadır. Bölgedeki Fransız üstünlüğü 20 yıl sonra Mislav'ın veya halefi I. Trpimimir'in hükümdarlığı ile birlikte sona ermiştir. Yerli Hırvat kraliyet hanedanı, 9. yüzyılın ortalarında Bizans ve Bulgar kuvvetlerini mağlup eden Dük I. Trpimir tarafından kuruldu. Papa tarafından tanınan ilk Hırvat hükümdarı Branimir'dir ve Papa VIII. Ioannes 878 yılında ona "Dux Croatorum" ("Hırvatların Dükü") lakabını takmıştır. Tomislav, Hırvatistan'ın Papalık tarafından kral olarak tanınan ilk hükümdarıdır. Papa VIII. Ioannes tarafından 925 yılında kendisine gönderilen bir mektupla bu unvanı almıştır. Macar ve Bulgar istilalarına karşı başarı göstererek Hırvat krallarının etkisini daha da yaymıştır. Orta Çağ'daki Hırvat Krallığı, IV. Petar Krešimir (1058-1074) ve Dmitar Zvonimir'in (1075-1089) hükümdarlıkları dönemlerinde altın çağını yaşamıştır. 1091 yılında II. Stjepan'ın ölümüyle birlikte Trpimirović hanedanı sona ermiş, Macar Kralı Ladislaus, Hırvatistan Krallığı üzerinde hak iddia etmiştir. Bu iddialar karşısında bir savaş meydana gelmiş ve 1102 yılında Macar Kralı Coloman döneminde Hırvatistan, Macaristan ile birleşme yoluna gitmiştir. Macaristan ile birlik (1102) ve Habsburg Krallığı (1527). İlerleyen dört yüzyıl boyunca "Sabor" adında bir parlamento ve kral tarafından atanan "Ban" adında valiler tarafından yönetildi. Bu dönemde Osmanlı fetihleri ve kıyıların kontrolü için Venedik Cumhuriyeti ile mücadelelere girişti. Venedik, bağımsızlığına kavuşan Dubrovnik şehir devleti dışında, 1428'de Dalmaçya'nın büyük bölümünün kontrolünü ele geçirdi. Osmanlı fetihlerine karşı 1493'te yapılan Krbava Muharebesi ile 1526'da yapılan Mohaç Muharebesi kesin Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Kral II. Lajos'un Mohaç'ta ölmesinden sonra Cetin Parlamentosu, 1527 yılında Habsburg Hanedanı'ndan I. Ferdinand'ı, Osmanlı fetihlerine karşı koruma sağlaması koşuluyla Hırvatistan'ın yeni hükümdarı olarak seçti. Bu devir, Frankopan ve Šubić gibi soylu yerli ailelerden birçok kişinin Ban mevkiine yükselmesiyle sonuçlandı. Kesin Osmanlı zaferlerinin ardından, Hırvatistan 1538'de sivil ve askerî bölgelere bölündü. Askerî bölgeler Hırvat Askerî Sınırı olarak tanındı ve doğrudan Habsburg kontrolü altındaydı. Hırvatistan'daki Osmanlı ilerlemeleri, sınırların istikrara kavuştuğu ilk kesin Osmanlı yenilgisi olan 1593 Sisak Muharebesi'ne kadar devam etti. Osmanlı-Kutsal İttifak savaşları (1683-1698) sırasında Slavonya geri alındı, ancak Osmanlı fethinden önce Hırvatistan'ın bir parçası olan Batı Bosna, Hırvat kontrolünün dışında kaldı. Bunun sonucunda iki ülkenin günümüzdeki sınırı kesinleşmiş oldu. Sınırın güney kısmı olan Dalmaçya sınırı ise Beşinci ve Yedinci Osmanlı-Venedik Savaşları sonucunda belirlendi. Osmanlı savaşları demografik değişimlere yol açtı. 16. yüzyılda, Batı ve Kuzey Bosna'dan, Lika'dan, Krbava'dan, Una ve Kupa nehirleri arasındaki bölgeden ve özellikle Batı Slavonya'dan Hırvatlar Avusturya'ya doğru göç ettiler. Günümüz Burgenland Hırvatları, bu göçmenlerin doğrudan torunlarıdır. Hırvat Parlamentosu, Kral III. Karl'ın Pragmatik Yaptırımını destekledi ve 1712'de kendi Pragmatik Yaptırımını imzaladı. Daha sonra imparator, Hırvatistan Krallığı'nın tüm ayrıcalıklarına ve siyasi haklarına saygı gösterme sözü verdi ve Kraliçe Maria Theresa, zorunlu eğitimin getirilmesi gibi önemli katkılarda bulundu. 1797 ile 1809 arasında Birinci Fransız İmparatorluğu, Doğu Adriyatik kıyı şeridini ve hinterlandını giderek daha fazla işgal ederek Venedik ve Ragusa cumhuriyetlerini sona erdirerek İlirya İllerini kurdu. Buna karşılık Kraliyet Donanması Adriyatik Denizi'ni ablukaya aldı ve bu durum 1811'de Lissa Savaşı'na yol açtı. İlirya İlleri 1813'te Avusturyalılar tarafından ele geçirildi ve 1815'teki Viyana Kongresi'nin ardından Avusturya İmparatorluğu'na dahil oldular. Bu, Dalmaçya Krallığı'nın oluşumuna ve Hırvat Kıyısalı'nın tek bir taç altında Hırvatistan Krallığı'na yeniden kurulmasına yol açtı. 1830ve 1840'lu yıllar, Güney Slavlarının imparatorluk içindeki birliğini savunan siyasi ve kültürel bir hareket olan Hırvat Ulusal Uyanışına ilham veren romantik milliyetçiliğine sahne oldu. Öncelikli odak noktası, Hırvat edebiyatını ve kültürünü tanıtırken Macarca etkisine karşı standart bir dil oluşturmaktı. 1848 Macar Devrimi sırasında Hırvatistan, Avusturya'nın yanında yer aldı. Ban Josip Jelačić, 1849'da Macarların yenilmesine yardım etti ve bir Almanlaştırma politikası başlattı. 1860'larda, yürütülen bu politikanın başarısızlıkları teker teker ortaya çıkıyordu. Bu başarısızlıklar ise 1867 Avusturya-Macaristan Antlaşması'na yol açtı. Bunu Avusturya İmparatorluğu ile Macaristan Krallığı arasında bir birliğin oluşturulması izledi. Antlaşma, Hırvatistan'ın statüsünü, Hırvatistan ve Slavonya krallıklarının birleştiği 1868 Hırvat-Macar Yerleşimi tarafından çözülen Macaristan'a bıraktı. Dalmaçya Krallığı fiilen Avusturya kontrolü altında kalırken, Rijeka 1779'da tanıtılan "corpus separatum" statüsünü korudu. 1878 Berlin Antlaşması'nın ardından Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek'i işgal etmesinden sonra Askerî Sınır kaldırıldı. Sınırın Hırvat ve Slavonya sektörleri, Hırvat-Macar Yerleşimi hükümleri uyarınca 1881'de Hırvatistan'a geri verildi. Avusturya-Macaristan'da federal bir birim olarak Hırvatistan ile federalleşmeyi gerektiren reform çabaları, I. Dünya Savaşı sebebiyle sekteye uğradı. Birinci Yugoslavya (1918-1941). 29 Ekim 1918'de Hırvatistan Parlamentosu ("Sabor"), bağımsızlığını ilan etti ve ardından 4 Aralık 1918'de Sloven, Hırvat ve Sırp Devleti'ne katılmaya karar verdi. Devlet 4 Aralık 1918'de Sırbistan Krallığı ile birleşerek Sırplar, Hırvatlar ve Slovenler Krallığı'nı oluşturdu. Hırvat Parlamentosu, Sırbistan ve Karadağ ile olan birliği hiçbir zaman onaylamadı. Ülkeyi üniter bir devlet olarak tanımlayan 1921 anayasası ve Hırvat Parlamentosunun ve tarihi idari bölümlerin kaldırılması, Hırvat özerkliğini fiilen sona erdirdi. Yeni anayasaya, en çok desteği gören ve ulusal bir siyasi parti olan Stjepan Radić liderliğindeki Hırvat Köylü Partisi (HSS) karşı çıktı. Radić'in 1928'de Ulusal Meclis'te öldürülmesiyle siyasi durum daha da kötüleşti ve bu durum Kral I. Aleksandar'ın Ocak 1929'da bir diktatörlük kurmasına yol açtı. Diktatörlük, kralın daha üniter bir anayasa dayatmasından sonra 1931'de resmen sona erdi. HSS, Ağustos 1939'daki Cvetković-Maček Anlaşması ve Özerk Hırvatistan Banovinası ile sonuçlanan federalleşme hareketlerini savunmaya devam etti. Yugoslav hükûmeti savunma, iç güvenlik, dış ilişkiler, ticaret ve ulaşımın kontrolünü elinde tutarken diğer konular Hırvat Sabor'a ve kraliyet tarafından atanan bir Ban'a bırakıldı. II. Dünya Savaşı. Nisan 1941'de Yugoslavya, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya tarafından işgal edildi. İşgalin ardından, Bağımsız Hırvatistan Devleti (NDH) adlı Alman-İtalyan kukla devleti kuruldu. Hırvatistan, Bosna-Hersek topraklarının büyük bir bölümü ve Sirem bölgesi bu devlete dahil edildi. Dalmaçya'nın bazı kısımları İtalya tarafından ilhak edildi. Macaristan ise Kuzey Hırvatistan'ın Baranja ve Međimurje bölgelerini ilhak etti. NDH, Ante Pavelić ve savaş öncesi Hırvatistan'da uç bir hareket olan aşırı milliyetçi Ustaşa tarafından yönetiliyordu. Rejim, Alman ve İtalyanların askerî ve siyasi desteğiyle ırkçı yasalar çıkardı ve Sırplara, Yahudilere ve Romanlara karşı bir soykırım girişimi başlattı. Birçoğu toplama kamplarında hapsedildi. Bu kampların en büyüğü Jasenovac toplama kampıydı. Anti-faşist Hırvatlar da rejim tarafından hedef alınmaktaydı. İtalyan işgali altındaki bölgelerde, çoğu Slovenler ve Hırvatlar için olmak üzere çeşitli toplama kampları kuruldu. Rab, Gonars ve Molat kurulan bu kamplar arasındaydı. Aynı zamanda Yugoslav kralcı ve Sırp milliyetçisi Çetnikler, İtalya'nın da yardımıyla Hırvatlar ve Müslümanlara karşı soykırım girişimi yürüttüler. Nazi Alman kuvvetleri, 1944'te Kamešnica ve Lipa köylerinde olduğu gibi, Partizan eylemlerine misilleme olarak sivillere karşı savaş suçları işledi. Bir direniş hareketi ortaya çıktı. 22 Haziran 1941'de Sisak yakınlarında Sisak Halkın Kurtuluş Partizan Birliği kuruldu. Bu, Alman işgali altındaki Avrupa'da bir direniş hareketi tarafından oluşturulan ilk askerî birlikti. Bu hareket Josip Broz Tito liderliğindeki komünist, çok etnikli bir anti-faşist direniş grubu olan Yugoslav Partizan hareketinin başlangıcını ateşledi. Etnik açıdan Hırvatlar, Partizan hareketine Sırplardan sonra en çok katkıda bulunan ikinci gruptu. Hırvatlar, Yugoslavya'daki nüfuslarına orantılı olarak katkıda bulundular. Mayıs 1944'te (Tito'ya göre), Hırvatlar, ülke nüfusun %22'sini oluşturmalarına rağmen Partizan'ın etnik bileşiminin %30'unu oluşturuyordu. Hareket hızla büyüdü ve Aralık 1943'teki Tahran Konferansı'nda Partizanlar, Müttefik Devletler tarafından resmî olarak tanındı. Müttefiklerin lojistik, teçhizat, askerî eğitim ve hava gücü desteği ve 1944 Belgrad Taarruzu'na katılan Sovyet birliklerinin yardımıyla Partizanlar, Mayıs 1945'te Yugoslavya'nın ve İtalya ile Avusturya sınırındaki bölgelerinin kontrolünü ele geçirdiler. NDH silahlı kuvvetlerinin üyeleri ve diğer Mihver birlikleri ile siviller de Avusturya'ya doğru geri çekiliyordu. Teslim olmalarının ardından, Nazi iş birlikçilerinin Yugoslav ölüm yürüyüşünde birçok kişi öldürüldü. Sonraki yıllarda, etnik Almanlar Yugoslavya'da zulüm gördü ve birçoğu tutuklandı. Partizan hareketine olan siyasi özlem, 1943'te Hırvat devletinin taşıyıcısı olarak gelişen, daha sonra 1945'te Parlamento'ya ve Yugoslav düzeyindeki muadili AVNOJ'a dönüşen Hırvatistan Anti-faşist Devlet Ulusal Kurtuluş Konseyi'ne yansıdı. Demograf Vladimir Žerjavić ve istatistikçi Bogoljub Kočović'in savaş zamanı ve savaş sonrası kayıplar üzerine yaptığı araştırmalara göre, bölgede (savaştan sonra İtalya'dan alınan bölgeler hariç) toplam 295.000 kişi öldü. Bu sayı toplam nüfusun %7,3'üne tekabül ediyor. Ölen kişiler arasında toplam 125.000-137.000 Sırp, 118.000-124.000 Hırvat, 16.000-17.000 Yahudi ve 15.000 Roman bulunuyor. Ayrıca savaştan sonra Hırvatistan'a katılan bölgelerden 16.000'i İtalyan ve 15.000'i Hırvat olmak üzere toplam 32.000 kişi öldü. Savaş boyunca ve hemen sonrasında Yugoslavya'nın tamamından (Hırvatistan dahil) ve yurt dışından yaklaşık 200.000 Hırvat öldürüldü, bu da toplam nüfusun yaklaşık %5,4'üne tekabül ediyordu. İkinci Yugoslavya (1945-1991). II. Dünya Savaşı'ndan sonra Hırvatistan, Komünistler tarafından yönetilen, federasyon içinde bir dereceye kadar özerkliğe sahip olan, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin tek partili sosyalist federal birimi haline geldi. 1967'de Hırvat yazarlar ve dilbilimciler, dilleri için eşit muamele talep eden Hırvat Edebi Dilinin Adı ve Statüsüne İlişkin Bildiri'yi yayınladılar. Bildiri, Yugoslav yönetimi tarafından bastırılan 1971 Hırvat Baharı ile sonuçlanan, daha fazla sivil haklar ve Yugoslav ekonomisinin yeniden dağıtılmasını amaçlayan ulusal bir harekete katkıda bulundu. Yine de 1974 Yugoslav Anayasası, temel olarak Hırvat Baharı'nın bir hedefini yerine getirerek ve federatif bileşenlerin bağımsızlığı için yasal bir temel sağlayarak, federal birimlere daha fazla özerklik verdi. Tito'nun 1980'deki ölümünün ardından Yugoslavya'daki siyasi durum kötüleşti. 1986 SANU Muhtırası ve Voyvodina, Kosova ve Karadağ'daki 1989 darbeleri ulusal düzeydeki gerilimi körükledi. Ocak 1990'da Komünist Parti, Hırvat grupların daha az sıkı bir federasyon sistemi talep etmesiyle ulusal sınırlar içinde parçalandı. Aynı yıl, Hırvatistan'da ilk çok partili seçimler yapılırken, Franjo Tuđman'ın kazanması milliyetçi gerilimi tırmandırdı. Hırvatistan'daki Sırpların bir kısmı Sabor'dan ayrıldı ve Hırvatistan'dan bağımsızlık kazanma niyetiyle tanınmayan Krayina Sırp Cumhuriyeti'nin özerkliğini ilan etti. Hırvatistan Bağımsızlık Savaşı. Gerilim yükselirken Hırvatistan 25 Haziran 1991'de bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığın tam olarak sağlanması ancak 8 Ekim 1991'de Brioni Antlaşması ile gerçekleşti. Aynı zaman dilimi çerisinde Sırp kontrolündeki Yugoslav Halk Ordusu (JNA) ve çeşitli Sırp paramiliter grupları Hırvatistan'a saldırı düzenlediğinde siyasi gerilim apaçık bir savaşa dönüştü. Sırp paramiliter gruplar, isyan bölgelerinde binlerce Hırvat sivili öldürerek, terör eylemleri gerçekleştirerek ve Hırvatları evlerinden sürerek veya yerinden ederek yaklaşık 400.000 Hırvat ve diğer Sırp olmayanları yerinden etme girişimine başladı. Hırvatların çoğunlukta olduğu kasabalarda yaşayan Sırplar da, özellikle cephe hatlarına yakın olanlar, çeşitli ayrımcılığa maruz kaldılar. Doğu ve Batı Slavonya'daki ve Krajina'nın bazı bölgelerindeki Hırvatistan Sırpları, sınırlı bir ölçekte ve daha az sayıda olsa da, kaçmaya zorlandı veya Hırvat güçleri tarafından sınır dışı edildi. Hırvatistan hükûmeti alenen bu uygulamaları kınadı ve bunların hükûmetin resmî politikasının bir parçası olmadığını belirterek onları durdurmaya çalıştı. 15 Ocak 1992'de Hırvatistan, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve ardından Birleşmiş Milletler tarafından diplomatik olarak tanındı. Savaş, Ağustos 1995'te Hırvatistan'ın kesin zaferiyle fiilen sona erdi. Zafer her yıl 5 Ağustos'ta Hırvatistan Zafer ve Anavatan Koruyucularına Şükran Günü olarak anılıyor. Hırvat zaferinin ardından, tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Krayina Sırp Cumhuriyeti'nden yaklaşık 200.000 Sırp bölgeden kaçtı ve askerî operasyonun ardından çoğu yaşlı olmak üzere yüzlerce Sırp sivil öldürüldü. Sırpların terk ettiği topraklara daha sonra Bosna-Hersek'ten gelen Hırvat mülteciler yerleştirildi. Kalan işgal edilmiş bölgeler, Kasım 1995 Erdut Anlaşması'nın ardından Hırvatistan'a iade edildi. Çoğu kaynak, savaşta yaklaşık 20.000 kişinin öldüğünü belirtiyor. Bağımsız Hırvatistan (1991-günümüz). Savaşın sona ermesinden sonra Hırvatistan, savaş sonrası yeniden yapılanma, mültecilerin dönüşü, demokrasinin kurulması, insan haklarının korunması ve genel sosyal ve ekonomik kalkınmanın zorluklarıyla karşı karşıya kaldı. Bağımsız Hırvatistan'ın ana yasaları, bağımsızlık ilanından altı ay önce, 22 Aralık 1990'da kabul edilen Anayasa aracılığıyla oluşturulmuştur. 2000'li yıllar sonrası dönem Hırvatistan için demokratikleşme, ekonomik büyüme, yapısal ve sosyal reformların yanı sıra işsizlik, yolsuzluk ve kamu yönetiminin verimsizliği gibi sorunlarla karakterize edilir. Kasım 2000 ve Mart 2001'de Parlamento, iki meclisli yapısını tek meclisli biçimine çevirdi ve cumhurbaşkanlığının yetkilerini azaltarak anayasada bir takım değişiklikler yaptı. Hırvatistan Barış İçin Ortaklık'a 25 Mayıs 2000'de katıldı ve 30 Kasım 2000'de Dünya Ticaret Örgütü'ne üye oldu. 29 Ekim 2001'de Hırvatistan, Avrupa Birliği ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşması imzaladı, 2003'te AB üyeliği için resmî başvuruda bulundu, 2004'te aday ülke statüsü kazandı ve 2005'te katılım müzakerelerine başladı. Aralık 2011'de Hırvatistan, AB katılım müzakerelerini tamamladı ve 9 Aralık 2011'de AB katılım anlaşması imzaladı. Hırvatistan'ın ICTY sicili ve Slovenya'nın Hırvatistan-Slovenya sınır anlaşmazlıkları nedeniyle müzakereleri engellemesi AB üyeliği müzakerelerine mani olmaktaydı. Hırvatistan 1 Temmuz 2013'te resmen Avrupa Birliği'ne katıldı. Hırvat ekonomisi 2000'li yılların başında önemli bir gelişme gösterse de 2008'deki mali kriz hükûmeti harcamaları kısmaya zorladı ve bu durum kamuoyunda tepkiye yol açtı. Hırvatistan, Aralık 2008'de başkanlığı üstlenerek 2008-2009 döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde görev yaptı. 1 Nisan 2009'da Hırvatistan NATO üyesi oldu. 2011'in başlarındaki hükûmet karşıtı protesto dalgası, siyaset ve ekonomiye yönelik genel bir memnuniyetsizliği yansıtıyordu. Hırvatistan AB katılım müzakerelerini 2011'de tamamladı. Hırvat seçmenlerin çoğunluğu 2012'de yapılan referandumda AB üyeliğinden yana çıktı. Hırvatistan, 1 Temmuz 2013'te Avrupa Birliği'ne katıldı. Macaristan'ın Sırbistan ile sınırlarını kapatmasının 700.000'den fazla mülteci ve göçmeni diğer ülkelere gitmek üzere Hırvatistan'dan geçmeye ittiği 2015 Avrupa sığınmacı krizi Hırvatistan'ı büyük ölçekte etkiledi. 19 Ekim 2016'da Andrej Plenković, Hırvatistan başbakanı olarak göreve başladı. En son 5 Ocak 2020'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Zoran Milanović cumhurbaşkanı olarak seçildi. Coğrafya. Doğuda Sırbistan, güneydoğuda Bosna-Hersek, kuzeybatıda Slovenya, kuzeydoğuda Macaristan ve güneyde Karadağ ve Adriyatik Denizi ile çevrili olan Hırvatistan Orta ve Güneydoğu Avrupa'nın kesişim bölgesinde bulunur. 42°-47° kuzey paralelleri ile 13°-20° doğu meridyenleri arasında bulunan ülkenin en güneyde kalan bölümü Bosna-Hersek'in Neum kentinin araya girmesi nedeniyle ülkenin geri kalanıyla kara bağlantısına sahip değildir. Pelješac Köprüsü, eksklavı Hırvatistan anakarasına bağlar. Ülke 56.594 km²'lik bir alana yayılır ve bunun 56.414 km²'si kara, 128 km²'si ise iç sulardır. Bu yüz ölçümüyle dünyanın en büyük 127. ülkesidir. Rakım Dinar Alpleri'ne doğru yükselir ve güneyde Bosna-Hersek sınırına yakın bir noktada bulunan Dinara'da 1831 metre ile en yüksek noktaya ulaşır, ülkenin güneybatı sınırının tamamını kaplayan Adriyatik Denizi'nde 0'a iner. Ülke bin kadar ada ve adacığa sahipken bunların ancak 48'i yerleşime açıktır. En büyük adalar 405 km² kararlık yüz ölçümleriyle Cres ve Krk adalarıdır. Hrvatsko Zagorje'nin tepelik kuzey kısımları ve doğuda Karpat Havzası'nın bir parçası olan Slavonya'nın düz ovalarından Tuna, Drava, Kupa ve Sava gibi büyük nehirler geçer. Avrupa'nın en uzun ikinci nehri olan Tuna, en doğudaki Vukovar şehrinin içinden geçiyor ve Voyvodina sınırının bir parçasını oluşturuyor. Adriyatik kıyı şeridi ve adalara yakın orta ve güney bölgeler alçak dağlar ve ormanlık yaylalardan oluşur. Özellikle Dinar Alpleri'nin denize bakan yamaçları, Kvarner Körfezi ve Dalmaçya kıyıları boyunca uzanır. Kıyı şeridi, birçok koy, kumsal ve yüzlerce ada ile doludur. Üretim için yeterince önemli miktarlarda bulunan doğal kaynaklar arasında petrol, kömür, boksit, düşük dereceli demir cevheri, kalsiyum, alçıtaşı, doğal asfalt, silika, mika, killer, tuz ve hidroelektrik bulunur. Karst topoğrafyası Hırvatistan'ın yaklaşık yarısını oluşturur ve özellikle de Dinar Alpleri'nde öne çıkar. Hırvatistan, 49'u 250 m'den, 14'ü 500 m'den ve üçü 1.000 m'den derin olan derin mağaralara ev sahipliği yapmaktadır. Hırvatistan'ın en ünlü gölleri, onları dolomit ve kireç taşı çağlayanları üzerinden birbirine bağlayan şelaleli 16 gölden oluşan bir sistem olan Plitvice Gölleri'dir. Göller, turkuazdan nane yeşili, gri veya maviye kadar farklı renkleriyle ünlüdür. İklim. Hırvatistan'ın çoğu Köppen iklim sınıflandırması tarafından tanımlanan ılık ve yağmurlu bir karasal iklimin etkisi altındadır. Aylık ortalama sıcaklık -3 °C (ocak) ile 18 °C (temmuz) arasında değişir. Ülkenin en soğuk bölgeleri 1200 metre yükseklikten sonra karlı orman ikliminin görüldüğü Lika ve Gorski Kotar iken en ılık bölgeler ise Akdeniz ikliminin görüldüğü Adriyatik kıyısı, özellikle de sıcaklığın deniz tarafından yönlendirildiği kıyının hemen iç kesimidir. Sonuç olarak sıcaklık farkları karasal bölgelerde daha belirgindir. Ülkede en düşük sıcaklık -35.5 °C ile 3 Şubat 1919'da Čakovec'de görülmüşken en yüksek sıcaklık 42.4 °C ile 5 Temmuz 1950'de Karlovac'da görülmüştür. Yıllık ortalama yağış miktarı coğrafi bölge ve egemen olan iklim türüne göre 600 mm ile 3500 mm arasında değişir. En düşük yağış miktarı Vis, Lastovo, Biševo, Svetac gibi dışta kalan adalarda ve Slavonya'nın doğu bölgeleriyken en yüksek yağış miktarı görülen yerler Dinar Alpleri ve Gorski kotar'dır. Egemen rüzgarlar kuzeydoğu ve güneydoğudaki bölgeleri hafif ılımanlaştırırken kıtasal alandaki egemen rüzgarlar kıtasal etkenler tarafından belirlenir. En hızlı rüzgarlar en soğuk aylarda kıyı boyunca genellikle bora ve kimi zaman sirokko şeklinde görülür. Ülkenin en güneşli bölgesi yıllık 2700 saatten fazla güneş gören Hvar ve Korčula iken onları yıllık 2000 saatten fazla güneşlenme süreleriyle Güney Adriyatik bölgesi, kuzey Adriyatik kıyısı ve Slavonya izler. Biyoçeşitlilik. Hırvatistan, iklim ve jeomorfolojiye dayalı olarak farklı ekolojik bölgelere ayrılabilir. Ülke, biyolojik çeşitlilik açısından Avrupa'nın en zengin ülkelerinden biridir. Hırvatistan'ın dört tür biyocoğrafik bölgesi vardır: kıyı boyunca ve yakın hinterlandında Akdeniz, Lika ve Gorski Kotar'ın çoğunda Alp, Drava ve Tuna boyunca Panoniyen ve geri kalan bölgelerde karasal. En önemlileri, Zrmanja ve Krka kanyonları ve tüf bariyerleri gibi batık karstı içeren karstik habitatların yanı sıra yer altı habitatlarıdır. Ülke üç ekolojik bölge içerir: Dinar Dağları karışık ormanları, Panoniyen karışık ormanları ve İlirya yaprak döken ormanları. Karst jeolojisi yaklaşık 7.000 mağara ve çukur barındırır, bunlardan bazıları bilinen tek su mağarası omurgalısı olan mağara semenderinin yaşam alanıdır. Hırvat kara alanının %44'üne tekabül eden 2.490.000 hektarlık alanı ormanlar oluşturur. Diğer habitat türleri arasında sulak alanlar, otlaklar, bataklıklar, bataklıklar, çalılık habitatlar, kıyı ve deniz habitatları bulunur. Bitki coğrafyası açısından Hırvatistan, Boreal Krallığı'nın ve aynı zamanda Akdeniz Havzası'nın Adriyatik bölümünün bir parçasıdır. Dünya Doğayı Koruma Vakfı, Hırvatistan'ı üç ekolojik bölgeye ayırır: Panoniyen karma ormanları, Dinar Dağları karma ormanları ve İlirya yaprak döken ormanları. Hırvatistan'ın 37.000 bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yaptığı bilinse de toplam türlerin gerçek sayısının 50.000 ila 100.000 arasında olduğu tahmin ediliyor. Özellikle Velebit ve Biokovo dağlarında, Adriyatik adalarında ve karst nehirlerinde binden fazla tür endemiktir. Mevzuat 1.131 türü koruma altına almıştır. Yüzleşilen en ciddi tehdit habitat kaybı ve habitatın bozulmasıdır. İstilacı yabancı türler, özellikle "Caulerpa taxifolia" algleri, başka bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Hırvatistan'ın 2018 Orman Peyzajı Bütünlüğü Endeksi ortalama puanı 10 üzerinden 4,92 idi ve ülke, 172 ülke arasında 113. sırada yer almıştır. Bentik habitatı korumak için istilacı algler düzenli olarak izlenmekte ve uzaklaştırılmaktadır. Ülkedeki yerli ekili bitki türleri ve evcilleştirilmiş hayvan ırkları çeşitlidir. Bunlar beş cins at, beş sığır, sekiz koyun, iki domuz ve bir kümes hayvanı içerir. Yerli ırklar, nesli tükenmekte olan veya kritik derecede tehlikede olan dokuz tanesini içerir. Hırvatistan, ülkenin %9'unu kapsayan 444 korunan alana sahiptir. Bunlar arasında sekiz milli park, iki sıkı koruma alanı ve on tabiat parkı bulunmaktadır. Hırvatistan'daki en bilinen korunan alan ve en eski millî park, UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Plitvice Gölleri Millî Parkı'dır. Velebit Tabiat Parkı, UNESCO İnsan ve Biyosfer Programı'nın bir parçasıdır. Sıkı ve özel koruma alanları ile millî parklar ve tabiat parkları merkezi hükûmet tarafından yönetilir ve korunurken diğer korunan alanların idaresi ilçe yönetimlerine aittir. 2005 yılında, AB'ye ve Natura 2000 ağına katılım hazırlıklarının ilk adımı olarak Ulusal Ekolojik Ağ kuruldu. Yönetim. Hırvatistan Cumhuriyeti, parlamenter sistem kullanan üniter, anayasal bir devlettir. Hırvatistan'da hükûmetin yasama, yürütme ve yargı yetkileri bulunmaktadır. Cumhuriyetin cumhurbaşkanı () devletin başıdır, doğrudan beş yıllık bir dönem için seçilir ve Anayasa tarafından iki dönemle sınırlıdır. Silahlı kuvvetlerin başkomutanı olarak hizmet vermesinin yanı sıra, cumhurbaşkanının parlamento ile başbakanı atama usul görevi vardır ve dış politika üzerinde de bir miktar etkisi vardır. Hükûmete, dört başbakan yardımcısı ve belirli sektörlerden sorumlu 16 bakanı olan başbakan başkanlık etmektedir. Yürütme organı yasa ve bütçe önermek, yasaları uygulamak, dış ve iç politikaya yön vermekle sorumludur. Hükûmet, Zagreb'deki Banski Dvori'dedir. Hukuk ve yargı sistemi. Tek meclisli bir parlamento ("") yasama yetkisine sahiptir. Sabor üye sayısı 100 ile 160 arasında değişebilmektedir. Halk oylamasıyla dört yıllık dönem için seçilirler. Yasama oturumları her yıl 15 Ocak - 15 Temmuz ve 15 Eylül - 15 Aralık arasında gerçekleşir. Hırvatistan'daki en büyük iki siyasi parti, Hırvat Demokrat Birliği ve Hırvatistan Sosyal Demokrat Partisi'dir. Hırvatistan hukuku Kara Avrupası hukuk düzenini benimsemiştir. Ülkede yazılı hukuk kurallarının geçerli olduğu, yargıçların kanun koyucu değil uygulayıcı olarak görev yaptığı bir hukuk sistemi bulunmaktadır. Hırvatistan Anayasası, ülkenin en üst hukuk kaynağıdır ve temel hak ve özgürlükleri güvence altına alır. Hırvat hukukunun gelişimi büyük ölçüde Alman ve Avusturya hukuk sistemlerinden etkilenmiştir. Hırvat hukuku, özel ve kamu hukuku olmak üzere iki ana alana ayrılmıştır. AB katılım müzakereleri tamamlanmadan önce Hırvat mevzuatı Avrupa Birliği müktesebatıyla tamamen uyumlu hale getirildi. Ana ulusal mahkemeler, anayasa ihlallerini denetleyen Anayasa Mahkemesi ve en yüksek temyiz mahkemesi olan Yüksek Mahkeme'dir. İdare, ticari, ilçe, kabahatler ve belediye mahkemeleri kendi alanlarındaki davaları ele alır. Adli yargı yetkisine giren davalar ilk etapta tek bir profesyonel yargıç tarafından karara bağlanırken, temyizler profesyonel yargıçlardan oluşan karma mahkemelerde görülür. Meslekten olmayan hâkimler de duruşmalara katılır. Devlet Savcılığı, suç işleyenler hakkında kovuşturma başlatmaya yetkili savcılardan oluşan yargı organıdır. Esas olarak ulusal polis gücünden oluşan kolluk kuvvetleri, İçişleri Bakanlığı'nın yetkisi altında örgütlenmiştir. Hırvatistan'ın güvenlik servisi Güvenlik ve İstihbarat Ajansı'dır. Dış ilişkiler. Hırvatistan'ın 194 ülke ile diplomatik ilişkisi bulunmaktadır. 57 büyükelçilik, 30 konsolosluk ve sekiz daimi diplomatik misyonu bulunmaktadır. Ülkede Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD), Uluslararası Göç Örgütü (IOM), Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT), Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve UNICEF gibi uluslararası kuruluşların ofislerinin yanı sıra 56 yabancı büyükelçilik ve 67 konsolosluk faaliyet göstermektedir. 2019 itibarıyla Hırvatistan Dışişleri ve Avrupa Entegrasyonu Bakanlığı 765.295 milyon kuna (101.17 milyon €) harcamıştır. Hırvatistan'ın dış politikası, genel olarak komşu ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi, uluslararası işbirliğinin artırılması ve Hırvat ekonomisinin ve ülkenin kalkınmasının teşvik edilmesi gibi hedefleri içermektedir. Hırvatistan Avrupa Birliği üyesidir. 2021 itibarıyla Hırvatistan'ın Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Slovenya ile çözülmemiş sınır sorunları bulunmaktadır. Hırvatistan NATO üyesidir. 1 Ocak 2023'te Hırvatistan aynı anda hem Schengen Bölgesi'ne hem de Euro Bölgesi'ne katıldı. Ordu. Hırvatistan Silahlı Kuvvetleri, Eğitim ve Öğretim Komutanlığı ve Destek Komutanlığına ek olarak Hava Kuvvetleri, Kara ve Deniz Kuvvetleri kollarından oluşmaktadır. Silahlı kuvvetlere, savunma bakanına rapor veren Genelkurmay Başkanlığı başkanlık eder. Genelkurmay Başkanlığı da sırasıyla cumhurbaşkanına rapor verir. Anayasaya göre cumhurbaşkanı silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır. Savaş sırasında acil bir tehdit olması durumunda, doğrudan Genelkurmay'a emir verir. 1991-95 savaşı sonrası savunma harcamaları ve ordu gücü sürekli bir düşüşe geçmiştir. Askerî harcamalar ülkenin GSYİH'sının tahminen %1,68'ini oluşturur. 2005'te bütçe, 1994'teki %11,1'lik rekor seviyeden, NATO'nun şart koştuğu GSYİH'nın %2'sinin altına düştü. Geleneksel yollarla askere alınanlardan oluşan Hırvat Ordusu, ülkenin Nisan 2009'da NATO'ya katılımından önceki yıllarda küçülme, yeniden yapılanma ve profesyonelleşmeye odaklanan bir reform döneminden geçti. 2006 yılında yayımlanan bir cumhurbaşkanlığı kararnamesine göre, Hırvatistan Silahlı Kuvvetleri barış zamanında yaklaşık 18.100 aktif görevli askerî personel, 3.000 sivil ve 18 ila 30 yaşları arasındaki 2.000 gönüllü asker istihdam etti. Zorunlu askerlik Ocak 2008'de kaldırıldı. 2008 yılına kadar askerlik hizmeti 18 yaşını doldurmuş erkekler için zorunluydu ve askere alınanlar, daha önceki dokuz aylık programdan 2001'de altı aya düşürülen görev süreleri boyunca orduya hizmet etmekteydiler. Vicdani retçiler bunun yerine sekiz aylık sivil hizmeti tercih edebilmekteydiler. Hırvat ordusunun Birleşmiş Milletler liderliğindeki uluslararası barışı koruma güçlerinin bir parçası olarak yabancı ülkelerde konuşlanmış 72 üyesi vardı. Afganistan'daki NATO liderliğindeki ISAF kuvvetinde 323 asker hizmet verdi. 156 kişi de Kosova'da KFOR'da görev yaptı. Hırvatistan, 2020'de yaklaşık 493 milyon kuna (65.176 milyon €) değerinde askeri teçhizat ihraç eden bir askerî sanayi sektörüne sahiptir. Hırvatistan Silahlı Kuvvetleri tarafından kullanılan Hırvat yapımı silahlar ve araçlar arasında HS Produkt tarafından üretilen standart tabanca HS2000 ve Đuro Đaković tarafından tasarlanan M-84D muharebe tankı yer alıyor. İdari birimler. Hırvatistan ilk kez Orta Çağ'da ilçelere bölünmüştür. İdari bölümler zaman içinde Osmanlı fetihlerinde kaybedilen topraklar, bu toprakların özgürlüğünü kazanması, Dalmaçya, Dubrovnik ve Istria bölgelerindeki politik statünün değişmesine bağlı olarak zaman içinde değişmiştir. Bu geleneksel bölünme 1920'lerde Sloven, Hırvat ve Sırp Krallığı, ardından Yugoslavya Krallığı'nın oluşturduğu oblastlar ve banovinalar nedeniyle tamamen ortadan kalkmıştır. Komünist yönetimindeki Hırvatistan, II. Dünya Savaşı'nda etken bir güç olan Yugoslavya'yı meydana getiren öğelerden biriydi ve bu dönemde idari yapılanma tümden değiştirilerek ülke 100 kadar belediyeye bölündü. 1992'de çıkarılan bir yasayla birlikte tekrar 1920'den önceki idari birimlere, ilçelere bölündü ancak 1918'de Translithanya'da oluşturulan 8 ilçe ve merkezleri Bjelovar, Gospić, Ogulin, Požega, Vukovar, Varaždin, Osijek ve Zagreb'in yanında 7 ilçe daha oluşturarak bölgeyi 15 ilçeye böldü. Ülke 1992'de tekrar ilçelere bölündüğünden beri 20 ilçe ve Zagreb Başkent Bölgesi'ne bölünmüştür. Zagreb bir ilçenin ve bir kentin sahip olduğu yetkilere sahiptir. İlçelerin sınırları birkaç kez değişikliğe uğradı; bu değişikliklerin en önemlisi 2006 yılında meydana gelmiştir. İlçeler toplam 127 kente ve 429 belediyeye bölünmüştür. İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (İBBS) bölümü birkaç kademede gerçekleştirilir. İBBS-1 düzeyi, tüm ülkeyi tek bir birimde ele alır, üç İBBS-2 bölgesi bu kademenin bir altında yer alır. Bu üç bölge Kuzeybatı Hırvatistan, Orta ve Doğu (Pannonian) Hırvatistan ve Adriyatik Hırvatistanı'dır. Sonuncusu Adriyatik kıyısı boyunca uzanan ilçeleri kapsar. Kuzey Batı Hırvatistan, Koprivnica-Križevci, Krapina-Zagorje, Međimurje, Varaždin, Zagreb şehri ve Zagreb'in ilçelerini içerir ve Orta ve Doğu (Pannonian) Hırvatistan, kalan diğer bölgeleri içerir: Bjelovar-Bilogora, Brod-Posavina, Karlovac, Osijek-Baranja, Požega-Slavonia, Sisak-Moslavina, Virovitica-Podravina ve Vukovar-Sirem ilçeleri. Bağımsız ilçeler ve Zagreb şehri de Hırvatistan'daki İBBS-3 düzeyindeki alt bölüm birimlerini temsil eder. İBBS yerel idare bölümleri (, LAU) iki kademelidir. LAU-1 bölümleri, ilçeler ve Zagreb şehri ile eşleşir ve bunları NUTS 3 birimleriyle aynı hale getirirken, LAU-2 alt bölümleri şehirler ve belediyelere karşılık gelir. Ekonomi. Hırvatistan'ın ekonomisi yüksek gelirli olarak nitelendirilmektedir. Uluslararası Para Fonu verileri, Hırvatistan'ın nominal GSYİH'sının 2021 için 67,84 milyar $ veya kişi başına 17.398 $'a ulaştığını, satın alma gücü paritesi GSYİH'sinin ise 132,88 milyar $ veya kişi başına 32.942 $ olduğunu tahmin etmektedir. Eurostat'a göre, Hırvatistan'ın satın alma gücü paritesinde kişi başına GSYİH'si 2019'da AB ortalamasının %65 üstündeydi. Ekim 2019'da bir Hırvat işçinin ortalama net maaşı aylık 6.496 HRK (yaklaşık 873 Euro) ve ortalama brüt maaşı aylık 8.813 HRK (yaklaşık 1.185 Euro) idi . 2022'deki ortalama net maaş 1.018 euro'dur. 2022'nin üçüncü çeyreğindeki verilere göre işsizlik oranı %6,7'dir. 1996 ile 2018 arasındaki işsizlik oranı ortalama %17,38'di ve bu sayı Ocak 2002'de tüm zamanların en yüksek seviyesi olan %23,60'a ulaşmıştır. 2017'de ekonomik çıktıya, GSYİH'nın %70,1'ini oluşturan hizmet sektörü hakim oldu ve bunu %26,2 ile sanayi sektörü ve %3,7 ile tarım izledi. 2017 yılı verilerine göre işgücünün %1,9'u tarımda, %27,3'ü sanayide ve %70,8'i hizmetlerde istihdam edilmektedir. Sanayi sektörüne gemi yapımı, gıda işleme, ilaç, bilgi teknolojisi, biyokimya ve kereste endüstrisi hakimdir. 2018'de Hırvatistan'ın ihracatı 176 milyar kuna (23,82 milyar €) değerinde, ithalatı ise 108 milyar kuna (14,61 milyar €) değerindeydi. Hırvatistan'ın en büyük ticaret ortağı Almanya, İtalya ve Slovenya başta olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleridir. Savaşın bir sonucu olarak, ekonomik altyapı ile birlikte ülkenin en önemli gelir kaynaklarından biri olan turizm endüstrisi de büyük hasar gördü. 1989'dan 1993'e kadar GSYİH %40,5 oranında bir düşüş yaşadı. Hırvat devleti, GSYİH'nın %40'ını oluşturan hükûmet harcamalarıyla önemli ekonomik sektörleri hâlâ kontrol etmektedir. Yargı sistemi, etkisiz bir kamu yönetimi ve yolsuzluk nedeniyle geri kalmış durumdadır ve bu durum arazi sahipliği konusunda da sorunlara yol açmaktadır. Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından yayınlanan 2022 Yolsuzluk Algısı Endeksi'nde ülke 57. sırada yer aldı. Haziran 2020 sonunda, dış borç GSYİH'nın %85,3'ü seviyesindeydi. Turizm. Hırvatistan'da turizm hizmet sektörünün büyük bölümünü oluşturur ve Hırvatistan gelirlerinin yaklaşık %20'sini oluşturur. Turizm endüstrisi gelirleri 2019 yılı için 10,5 milyar € olarak tahmin edilir. Bu pozitif etki Hırvatistan'ın perakende sektörü, endüstri malı satışları ve mevsimlik işçilik gibi alanlardaki gelişmiş iş hacminin oluşmasına katkı sağlar. Turizm endüstrisi ülkenin dış ticaret açığının kapanmasına büyük katkı sağladığı için dış satım olarak değerlendirilir. Hırvatistan Bağımsızlık Savaşı'nın bitmesinden sonra ülkeye gelen turist sayısı 11 milyona yükselerek dört kata yakın bir artış göstermiştir. Hırvatistan'daki turistlerin çoğu Hırvat turistler ve bir o kadarı da Alman, Sloven, Avusturyalı ve Çek'tir. Ülkeye gelen turistlerin kalış süresi ortalaması 4.7 gündür. Ülkeye gelen turistlerin çoğu Adriyatik Denizi kıyılarını tercih etmektedir. Opatija, 19. yüzyılın ortalarında ülkenin ilk tatil kasabası haline gelmiştir. Bu kasaba 1890'lara kadar Avrupa'nın en önemli sağlık merkezlerinden birine dönüşmüştür. Kıyı ve adalar boyunca birçok tatil alanının açılmasından sonra, kitle turizminden yiyecek içecek pazarının büyümesine birçok servis sağlamıştır. Turizm sektörünün en önemli gelirleri deniz turizminden sağlanmakta olup Orta Çağ kıyı kentleri ve yaz boyunca gerçekleştirilen birçok kültürel etkinlik dolayısıyla marinalara her yıl 16 bin kadar yat yaklaşmaktadır. Kıyıdan içeride kalan bölgeler dağ turizmi, kır turizmi ve spalar gibi birçok alanda olanaklar sağlamaktadır. Bunların yanında başkent Zagreb de kıyıdaki kentler ve tatil kasabalarıyla yarışan önemli bir turizm bölgesidir. Kirlenmemiş deniz doğası, birçok doğal rezervleri ve 116 Mavi Bayraklı plajı ülke için bir övünç kaynağıdır. Bu özellikleriyle Hırvatistan dünyanın en çok turist alan 23. ülkesidir. Bu ziyaretçilerin yaklaşık %15'i, yani yılda bir milyondan fazlası, Hırvatistan'ın ünlü olduğu naturizm hareketine katılmaktadır. Ülke, ticari naturist tatil köyleri kuran ilk Avrupa ülkesi olma özelliğine sahiptir. Altyapı. Ulaşım. Ülkedeki otoyol ağı büyük ölçüde 1990'ların sonunda ve 2000'lerde inşa edildi. Aralık 2020 itibarıyla Hırvatistan, Zagreb'i diğer bölgelere bağlayan ve çeşitli Avrupa rotalarını ve dört Pan-Avrupa koridorunu takip eden 13.138 kilometrelik otoyolun inşasını tamamlamıştır. En işlek otoyollar, Zagreb'i Split'e bağlayan A1 ve Kuzeybatı Hırvatistan ile Slavonya üzerinden doğudan batıya geçen A3 otoyollarıdır. Hırvatistan'daki yaygın devlet yolları ağı, büyük yerleşim yerlerini birbirine bağlarken aynı zamanda otoyol besleme hattı görevi görmektedir. Hırvatistan otoyol ağının yüksek kalite ve güvenlik seviyeleri, EuroTAP ve EuroTest programları tarafından test edilmiş ve onaylanmıştır. Hırvatistan, 984 kilometre elektrikli demiryolları ve 254 kilometre çift hatlı demiryolları dahil olmak üzere 2.722 kilometreyi kapsayan geniş bir demiryolu ağına sahiptir. Hırvatistan'daki en önemli demiryolları, her ikisi de Zagreb üzerinden Rijeka'yı Budapeşte'ye ve Ljubljana'yı Belgrad'a bağlayan Pan-Avrupa ulaşım koridorları Vb ve X içindedir. Hırvatistan Demiryolları ülkedeki tüm demiryolu hizmetlerinden sorumludur. Hırvatistan'ın en büyük altyapı projesi olan 2,4 kilometre uzunluğundaki Pelješac Köprüsü'nün inşası, Dubrovnik-Neretva ilçesinin iki yarısını birbirine bağlamakla beraber batıdan Pelješac yarımadasına ve Korčula ve Lastovo adalarına giden yolu 32 km'den fazla kısaltmaktadır. Pelješac Köprüsü'nün inşaatı, Temmuz 2018'de Hırvat yol operatörü Hrvatske ceste'nin (HC) Çin Yol ve Köprü Şirketi (CRBC) liderliğindeki bir Çin konsorsiyumu ile 2,08 milyar kuna'lık bir anlaşma imzalamasının ardından başladı. Proje, Avrupa Birliği'nin 357 milyon euro'luk desteğiyle ortaklaşa finanse edilmiştir. İnşaat Temmuz 2022'de tamamlanmıştır. Dubrovnik, Osijek, Pula, Rijeka, Split, Zadar ve Zagreb'de uluslararası havalimanları bulunmaktadır. Hırvatistan havalimanları Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü havacılık güvenliği standartlarına uygundur ve Federal Havacılık İdaresi ülkeyi Kategori 1 derecesine yükseltmiştir. Limanlar. Hırvatistan, Adriyatik Denizi kıyısında yer alan bir ülke olması nedeniyle limanları ekonomik ve ticari açıdan büyük bir öneme sahiptir. Hırvatistan limanları, deniz ticaretinin ve turizminin önemli bir parçası olarak ülkenin ekonomisine katkıda bulunmaktadır. Rijeka Limanı, Hırvatistan'ın en kargo büyük limanıdır. Kvarner Körfezi'nde konumlanan Rijeka Limanı, deniz ve kara yollarının kesiştiği stratejik bir konumda bulunmaktadır. Petrol, konteyner, genel kargo ve yolcu taşımacılığı gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren Rijeka Limanı, modern tesisleri ve liman hizmetleriyle uluslararası standartlara uygun bir limandır. En yoğun yolcu limanları ise Split ve Zadar'dır. Birçok küçük liman, çok sayıda adayı ve kıyı kentini feribot hatları ile İtalya'daki çeşitli şehirlere bağlayan feribotlara hizmet vermektedir. En büyük nehir limanı, ülkenin Pan-Avrupa ulaşım koridoru VII'ye erişimini sağlayan Tuna nehri üzerinde yer alan Vukovar'dır. Enerji. Hırvatistan'daki Rijeka petrol terminalini Rijeka ve Sisak'taki rafinerilere ve birkaç aktarma terminaline bağlayan 610 kilometrelik ham petrol boru hatları aktif hizmet göstermektedir. Sistemin kapasitesi yılda 20 milyon tondur. Doğal gaz taşıma sistemi, 2.113 kilometrelik ana hat ve bölgesel boru hatları ile 300'den fazla bağlantılı yapı, üretim teçhizatlarını, Okoli doğal gaz depolama tesisini, 27 son kullanıcıyı ve 37 dağıtım sistemini içermektedir. Hırvatistan'ın enerji üretimi, ülke çapındaki doğal gazın %85'ini ve petrol talebinin %19'unu karşılıyor. 2008'de Hırvatistan'ın birincil enerji üretiminin %47,6'sı doğal gaz (%47,7), hidroelektrik (%25,4), ham petrol (%18,0), yakacak odun (%8,4) ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarından (%0,5) oluşuyordu. 2009 yılında net toplam elektrik enerjisi üretimi 12.725 GWh'ye ulaştı. Hırvatistan elektrik enerjisi ihtiyacının %28,5'ini ithal etmektedir. İthal enerjinin büyük bir bölümü Slovenya'daki Krško Nükleer Santrali'nden karşılanmaktadır. %50'si Hrvatska elektroprivreda'ya aittir ve Hırvatistan'ın elektriğinin %15'ini sağlamaktadır. Demografi. 2019'daki nüfus sayımına göre 4,13 milyonluk nüfusuyla dünyanın 127. kalabalık ülkesi olan Hırvatistan'da kilometrekareye 72,9 kişi düşer ve bu da ülkeyi Hırvatistan'ı en seyrek nüfuslu Avrupa ülkelerinden biri yapmaktadır. Ortalama yaşam süresi 76.3 yıldır. Kadın başına 1,41 çocuk düşer ve bu dünyanın en düşük oranlarından biridir. 1991 yılından beri ülkedeki ölüm oranı sürekli olarak doğum oranını geçmektedir. Hırvatistan ortalama 43,3 yaşla dünyanın en yaşlı nüfuslarından birine sahiptir. Hırvatistan'ın nüfusu 1857'de 2.1 milyondan, 1991'de 4.7 milyona yükselerek tavan yapmıştır. 1921 ve 1948'de iki dünya savaşı nedeniyle nüfus sayımı yapılmamıştır. Demografik geçiş sürecini 1970'lerde tamamlayan ülkenin son zamanlarda nüfus artış hızı negatiftir. Son yıllarda, Hırvatistan hükûmeti yabancı işçilere koyduğu kotayı artırmak için baskı görmektedir ve ülkedeki işçi sayısı 2019'da tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 68.100'e ulaşmıştır. Ülke, göç politikalarıyla dış göç sonucu kaybettiği vatandaşlarını ülkelerine geri dönmeye ikna etmeye çalışmaktadır. 2008'den 2018'e kadar Hırvatistan'ın nüfusu %10 oranında azalmıştır. Ülkedeki nüfusun azalması problemi ayrıca Hırvatistan Bağımsızlık Savaşı'nın sonuçlarından biridir. Savaş boyunca birçok kişi yerinden olmuş ya da göç etmiştir 1991'de Sırpların çoğunlukta olduğu bölgelerdeki 400.000'den fazla Hırvat ve diğer Sırp olmayan etnisiteler ya bulundukları yerlerden Hırvatistanlı Sırp güçleri tarafından uzaklaştırılmış ya da şiddetten kaçmak zorunda kalmıştır. 1995'te savaşın son günleri boyunca 150.000-200.000 kadar Sırp, Fırtına Harekâtı'yla yaklaşan Hırvat güçlerinin bölgeye gelmesinden önce bölgeden kaçmıştır. Savaştan sonra yerinden edilmiş kişilerin sayısı yaklaşık 250.000'e düştü. Hırvatistan hükûmeti, yerinden edilmiş kişilerle sosyal güvenlik sistemi ve Yerinden Edilmiş Kişiler ve Mülteciler Dairesi aracılığıyla ilgilendi. Savaş sırasında terk edilen bölgelere çoğu Kuzeybatı Bosna'dan olmak üzere Bosna-Hersek'ten gelen Hırvat mülteciler yerleştirildi ve yerinden edilen bazı insanlar ise savaştan sonra Hırvatistan topraklarındaki evlerine geri döndü. 2013 Birleşmiş Milletler raporuna göre, Hırvatistan nüfusunun %17,6'sı göçmenlerden oluşuyordu. Hırvatistan nüfusunun %91,6'sı Hırvat'tır. Geriye kalan nüfusu %3,2 ile Sırplar ve %0,62 ile Boşnaklar, %0,46 ile Romanlar, %0,36 ile Arnavutlar, %0,36 ile İtalyanlar, %0,27 ile Macarlar, %0,20 ile Çekler, %0,20 ile Slovenler, %0,10 ile Slovaklar, %0,09 ile Makedonlar, %0,09 ile Almanlar, %0,08 ile Karadağlılar ve %1,56 ile diğer milliyetler oluşturmaktadır. Yurtdışında yaklaşık 4 milyon Hırvat yaşamaktadır. Din. Hırvatistan, resmî olarak tanınmış bir dini olmayan bir ülkedir ve vatandaşları anayasa tarafından korunan din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir. Hırvatistan Anayasası, din özgürlüğünü güvence altına alır ve tüm dinî toplulukların yasalar önünde eşit olarak korunması prensibine dayanır. Din ve devlet işleri de yine anayasa aracılığıyla ayrı tutulmuştur. Hırvatistan'da Hristiyanlık, en yaygın din olarak öne çıkmaktadır. 2021 nüfus sayımına göre Hırvatların %87'si kendini Hristiyan olarak tanımlıyor: Bunlardan Katolikler ise nüfusun % 79'unu oluşturan en büyük grubu oluşturmaktadır. Ortodoks Hristiyanlar nüfusun %4'ünü oluştururken Protestanlar %1, diğer Hristiyan gruplar ise %3'ünü oluşturmaktadır. İslam ise Hırvatistan'da ikinci büyük din olarak yer almaktadır ve nüfusun %2'si kendini Müslüman olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca, nüfusun %6'sı kendini dinsiz olarak tanımlamaktadır. 2010 Eurostat Eurobarometer anketinde, nüfusun %69'u "bir Tanrı'nın var olduğuna inandıklarını" belirtti. 2009 Gallup anketinde, "Din günlük hayatınızın önemli bir parçası mı?" sorusuna %70 evet yanıtı verdi. Ancak nüfusun sadece %24'ü düzenli olarak dinî törenlere katılmaktadır. Diller. Hırvatça, Hırvatistan'ın resmî dilidir ve 2013'teki ülkenin birliğe katılımıyla Avrupa Birliği'nin 24. resmî dili olmuştur. Azınlık dilleri yerel yönetimlerde serbesttir. Bulundukları bölgelerde nüfusun 3'te birinden fazlasını oluşturan Çekçe, Macarca, İtalyanca, Rutence, Sırpça ve Slovakça yerel hükûmetlerin tanıdığı yerlerde bölgesel dil statüsüne sahiptir. Almanca, Arnavutça, Boşnakça, Bulgarca, İbranice, İstro-Rumence, Karadağca, Lehçe, Makedonca, Romanca, Rumence, Rusça, Rusince, Slovence, Türkçe ve Ukraynaca da tanınan diller arasındadır. 2011 nüfus sayımlarına göre Hırvatistan vatandaşlarının %95.6'sı anadilini Hırvatça olarak beyan etmişken %1,2'si Sırpçayı beyan etmiştir. Hırvatça ve Sırpça dışında hiçbir dil nüfusun %0.5'inden fazlasının anadili değildir. Hırvatça Güney Slav dilleri'nden bir dildir. Sözcüklerin çoğunun kökeni Hint-Avrupa dil ailesinin Slav koludur. Latin alfabesi ile yazılan Hırvatçanın sözcük dağarcığı, sesbilim ve söz dizimi yönlerinden birbirinden ayrılan 3 ana lehçesi vardır, bunlar: standartlaşan lehçe olan Štokavian lehçesi, Čakavian ve Kajkavian lehçeleridir. Čakavian ve Kajkavian lehçeleri, sözcük dağarcıkları, fonolojileri ve sözdizimleri ile Štokavian'dan ayrılır. Hırvatça, 19. yüzyılda Hırvatistan hükûmetinin resmî dili olarak Latincenin yerini aldı. 1850'deki Viyana Edebiyat Anlaşması'nın ardından, dil ve Latin alfabesi, çeşitli isimler altında Yugoslavya'nın resmî dili olarak standart bir "Sırp-Hırvatça" veya "Güney Slav dili" oluşturmak için çeşitli reformlardan geçti. Yugoslavya SFC'de, 1972'den 1989'a kadar, dil anayasal olarak "Hırvat edebi dili" ve "Hırvatça veya Sırp dili" olarak belirtiliyordu. Bu, "Sırp-Hırvatça" tanımına karşı çıkan Hırvat Edebi Dilinin Adı ve Statüsüne İlişkin Bildiri ve Hırvat Baharı hareketinin bir sonu idi. Hırvatlar, dillerini yabancı etkilerden koruma çabası içerisinde dillerinde zaten var olan kelimeler için yabancı kökenli sözcükleri kullanmayı reddetmektedirler. 2011 yılında yapılan bir anket, Hırvatların %78'inin en az bir yabancı dil bildiğini iddia ettiğini ortaya koydu. Slovenlerin çoğunluğu (%59) biraz Hırvatça bilmektedir. Ülke, başta Avrupa Birliği Dil Derneği olmak üzere çeşitli dil temelli uluslararası derneklerin bir parçasıdır. Eğitim. Hırvatistan'da okuryazarlık oranı %99,2'dir. Hırvatistan'da ilköğretim eğitimi altı veya yedi yaşlarında başlar ve sekiz yıl devam eder. 2007 yılında çıkarılan bir yasayla parasız, zorunlu olmayan eğitim süresi 18 yaşına kadar yükseltilmiştir. Zorunlu eğitim sekiz yıldan oluşur. Ortaöğretim gymnasium ya da meslek eğitimi veren liseler tarafından sağlanmaktadır. 2019 yılı istatistiklerine göre ülkede 2103 ilkokul ve 738 lise vardır. İlkokul ve lise eğitimini tanınmış azınlık dilleri olan Sırpça, Macarca, İtalyanca, Çekçe ve Almanca alma imkânı vardır. Ülkede ilkokul ve lise seviyesinde olmak üzere 137 müzik ve sanat okulu varken engelli çocuk ve gençler için 120, yetişkinler için 74 okul vardır. Hırvatça, matematik ve yabancı dil olarak üç zorunlu bölüm ve bir seçmeli başlıktan oluşan lise bitirme sınavları (Hırvatça: državna matura) 2009-2010 yılından beri uygulanmaktadır ve bu sınav üniversiteye yerleşmek için önkoşuldur. Ülkede sekiz devlet üniversitesi ve iki adet de özel üniversite vardır. Ülkenin ilk üniversitesi 1396'da kurulan Zadar Üniversitesidir. 1807 yılına kadar eğitim veren üniversitenin 2002'de yeniden açılmasına kadar diğer eğitim kurumları en eski üniversite statüsünü Zadar'dan aldı. 1669'da kurulan Zagreb Üniversitesi, Güneydoğu Avrupa'da eğitimine ara vermeden devam eden en eski üniversitedir. Bunlar dışında ülkede ikisi özel olmak üzere 11 politeknik ve 27'si özel olan 30 yüksekokul vardır. Ülkede 157 binden fazla öğrencinin eğitim gördüğü toplam 55 yüksek öğretim kurumu bulunmaktadır. Hırvatistan bilimsel araştırma yapan ve teknoloji geliştiren 205 şirket, devlet ya da eğitim kurumu ve kâr amacı gütmeyen kuruluşa sahiptir. Bu kuruluşlar 2008 verilerine göre 3 milyon kuna (400 milyon €) dolayında harcama yapar ve 10.191 tam zamanlı araştırma görevlisine iş imkânı sağlar. Hırvatistan'da faaliyet gösteren bilimsel enstitüler arasında en büyüğü Zagreb'deki Ruđer Bošković Enstitüsü'dür. Zagreb'deki Hırvatistan Bilim ve Sanat Akademisi, 1866'daki başlangıcından bu yana dil, kültür, sanat ve bilimi destekleyen öğrenilmiş bir topluluktur. Hırvatistan, 2022 Küresel İnovasyon Endeksi'nde 42. sırada yer aldı. Avrupa Yatırım Bankası, Hırvatistan'daki yaklaşık 150 ilk ve ortaokula dijital altyapı ve ekipman sağlamıştır. Bu okullardan yirmi tanesi, öğretim ve idari operasyonları entegre etmelerine yardımcı olmak için donanım, yazılım ve hizmet yardımları almıştır. Sağlık. Hırvatistan, kökleri 1891 tarihli tüm fabrika işçileri ve zanaatkarlar için bir tür zorunlu sigorta sağlayan Macar-Hırvat Parlamento Yasasına kadar uzanan evrensel sağlık hizmeti sistemine sahiptir. Nüfus, yasalar tarafından sağlanan temel sağlık sigortası planı ve isteğe bağlı sigorta tarafından kapsanmaktadır. 2017'de sağlıkla ilgili yıllık harcamalar 22 milyar kuna'ya (3,0 milyar €) ulaştı. Sağlık harcamaları, özel sağlık sigortası ve kamu harcamalarının sadece %0,6'sını oluşturmaktadır. 2017'de Hırvatistan, GSYİH'sının yaklaşık %6,6'sını sağlık hizmetlerine harcamıştır. 2020'de Hırvatistan, erkekler için 76,0 yıl ve kadınlar için 82,0 yıl ile ortalama yaşam süresinde dünyada 41. sırada yer aldı ve 1.000 canlı doğumda 3,4 gibi düşük bir bebek ölüm oranına sahipti. Hırvatistan'da 75 hastane ve 23.049 yataklı 13 klinik dahil olmak üzere yüzlerce sağlık kurumu bulunmaktadır. Hastaneler ve klinikler yılda 700 binden fazla hastaya hizmet vermekte ve 4.773'ü uzman olmak üzere 6.642 tıp doktorunu istihdam etmektedir. Ülkede toplam 69.841 sağlık çalışanı bulunmaktadır. 2016'da başlıca ölüm nedeni erkeklerde %39,7 ve kadınlarda %50,1 ile kardiyovasküler hastalıktı, bunu erkeklerde %32,5 ve kadınlarda %23,4 ile tümör izledi. 2016 yılı itibarıyla Hırvatların %37,0'sinin sigara kullandığı tahmin ediliyor. Yine 2016 verilerine göre Hırvat yetişkin nüfusunun %24,40'ı obezite sorunları yaşıyor. Kültür. Coğrafi konumu nedeniyle Hırvatistan, dört farklı kültürel alanın bir karışımını temsil etmektedir. Batı Roma İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasındaki bölünmeden bu yana Batı kültürü ve Doğu'dan ve ayrıca Orta Avrupa ve Akdeniz kültüründen etkilerin bir kesişme noktası olmuştur. İlirya hareketi, ulusal kültür tarihinin en önemli dönemiydi çünkü bu hareket 19. yüzyıl Hırvatların özgürlüğü için önem arz ediyordu. Hareket ayrıca sanat ve kültürün tüm alanlarında benzeri görülmemiş gelişmelere tanık oldu ve birçok tarihî figürün ortaya çıkmasına neden oldu. Kültür Bakanlığı, ülkenin kültürel ve doğal mirasını korumak ve gelişimini denetlemekle görevlidir. Kültürün gelişimini destekleyen diğer faaliyetler yerel yönetim düzeyinde yürütülür. UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi, Hırvatistan'daki on alanı içermektedir. Ülke ayrıca somut olmayan kültür açısından da zengindir ve UNESCO'nun somut olmayan kültürel miraslarından 15'ine sahiptir ve dünyada dördüncü sıradadır. Hırvatistan'ın küresel bir kültürel katkısı, orijinal olarak 17. yüzyılda Fransa'daki Hırvat paralı askerleri tarafından giyilen kravattır. 2019'da Hırvatistan'da yılda 2,27 milyondan fazla izleyici tarafından ziyaret edilen 95 profesyonel tiyatro, 30 profesyonel çocuk tiyatrosu ve 51 amatör tiyatro vardı. Ülkedeki profesyonel tiyatrolar 1.195 sanatçı istihdam etmektedir. Yılda 297 bin kişinin katıldığı 42 profesyonel orkestra, topluluk ve koro bulunmaktadır. Toplamda 166 salonun olduğu 75 sinemayı yılda toplam 5,026 milyon seyirci ziyaret etmektedir. Hırvatistan'da 2016 yılında 2,71 milyondan fazla kişi tarafından ziyaret edilen 222 müze bulunmaktadır. Ayrıca, 26,8 milyon cilt içeren 1.768 kütüphane ve 19 devlet arşivi bulunmaktadır. Kitap yayıncılığı pazarına birkaç büyük yayıncı ve endüstrinin en önemli etkinliği olan Zagreb Fuarı'nda her yıl düzenlenen Interliber sergisi hâkimdir. Sanat, edebiyat ve müzik. Hırvatistan'daki mimari, komşu ulusların etkilerini yansıtır. Avusturya ve Macar etkisi, kuzey ve orta bölgedeki kamusal alanlarda ve binalarda görülebilir. Dalmaçya ve İstirya kıyılarında bulunan mimari, Venedik etkisi sergiler. Adını kültür kahramanlarından alan meydanlar, parklar ve yalnızca yaya bölgeleri, özellikle Osijek (Tvrđa), Varaždin ve Karlovac gibi büyük ölçekli Barok şehir planlamasının yapıldığı Hırvat kasaba ve şehirlerinin özellikleridir. Art Nouveau'nun müteakip etkisi çağdaş mimariye yansımıştır. Kıyı kesimlerindeki büyük kentsel alanlarında, Giorgio da Sebenico ve Šibenik Katedrali gibi Floransalı Nicolas'ın eserlerinde örneklenen Venedik ve Rönesans etkisine sahip Akdeniz mimarisidir. Hırvat mimarisinin en eski korunmuş örnekleri 9. yüzyıla ait kiliselerdir ve bunların en büyüğü ve en temsili olanı Zadar'daki Aziz Donat Kilisesi'dir. En eski sanat eserlerini kapsayan mimarisinin yanı sıra, Hırvatistan'ın Orta Çağ'a kadar uzanan bir sanatçı tarihi vardır. O dönemde Orta Çağ Hırvatistanı'nda Romanesk taş işçiliğinin en önemli örneğini temsil eden Trogir Katedrali'nin taş kapısı Radovan tarafından yapılmıştır. Rönesans, ülkede en çok Adriyatik Denizi kıyılarında büyük etkiye sahip olmuştur çünkü ülkenin geri kalanı Osmanlı-Hırvatistan Yüzyıl Savaşı'nda idi. Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflamasıyla birlikte Barok ve Rokoko döneminde sanat gelişti. 19. ve 20. yüzyıllarda Piskopos Josip Juraj Strossmayer gibi birkaç sanat ustasının yetiştirdiği çok sayıda Hırvat zanaatkar ortaya çıktı. Dönemin ünlü Hırvat sanatçıları arasında Vlaho Bukovac, Ivan Meštrović ve Ivan Generalić vardı. Krk adasında bulunan ve yaklaşık 1100 yılına ait olduğu tahmin edilen Glagol alfabesiyle yazılmış bir taş olan Baška tableti, günümüze ulaşan en eski Hırvatça nesir olarak kabul ediliyor. Hırvat edebiyatının daha güçlü gelişiminin başlangıcı, Rönesans etkisi ve Marko Marulić ile gerçekleşmiştir. Marulić'in yanı sıra, Rönesans oyun yazarı Marin Držić, Barok şair Ivan Gundulić, Hırvat ulusal diriliş şairi Ivan Mažuranić, romancı, oyun yazarı ve şair August Šenoa, çocuk yazarı Ivana Brlić-Mažuranić, yazar ve gazeteci Marija Jurić Zagorka, şair ve yazar Antun Gustav Matoš, şair Antun Branko Šimić, dışavurumcu ve realist yazar Miroslav Krleža, şair Tin Ujević ve roman & kısa öykü yazarı Ivo Andrić, genellikle Hırvat edebiyatının en büyük figürleri olarak anılır. Hırvat müziği, klasik operadan modern zaman rock müziğine kadar çeşitlilik gösterir. Vatroslav Lisinski, 1846'da ülkenin ilk operası "Love and Malice"'i yarattı. Ivan Zajc, ilahi ve oratoryolar da dahil olmak üzere binden fazla müzik parçası besteledi. Piyanist Ivo Pogorelić dünya çapında sahne almıştır. Medya. Hırvatistan'da Anayasa, basın ve ifade özgürlüğünü garanti eder. Hırvatistan, Sınır Tanımayan Gazeteciler tarafından derlenen 2019 Basın Özgürlüğü Endeksi raporunda 64. sırada yer aldı ve yolsuzluk, organize suç veya savaş suçlarını araştıran gazetecilerin zorluklarla karşılaştığını ve hükûmetin kamu yayıncısı HRT'nin yayın politikalarını etkilemeye çalıştığını kaydetti. Freedom House, 2019 Freedom in the World raporunda, Hırvatistan'daki basın ve ifade özgürlüklerini genel olarak siyasi müdahale ve manipülasyondan uzak olarak sınıflandırsa da gazetecilerin hâlâ tehditler ve ara sıra saldırılarla karşı karşıya olduğuna dikkat çekti. 2022 Avrupa Komisyonu Hukukun Üstünlüğü Raporu, Hırvatistan'da fiziksel saldırıların genel olarak sınırlı kaldığını belirtirken önde gelen siyasetçiler da dahil olmak üzere gazetecilere yönelik sözlü saldırı vakalarının devam ettiğini bildirdi. Devlete ait haber ajansı HINA siyaset, ekonomi, toplum ve kültür üzerine hem Hırvatça hem de İngilizce olmak üzere haber servisi yürütüyor. Ocak 2021 itibarıyla, ülke çapında on üç ücretsiz DVB-T televizyon kanalı vardır; dördü Hırvat Radyo Televizyonu (HRT), üçü RTL Televizija ve ikisi Nova TV tarafından işletilirken Hırvat Olimpiyat Komitesi, Kapital Net d.o.o. ve Author d.o.o. kalan üçünü işletiyor. Ayrıca 21 adet bölgesel veya yerel DVB-T televizyon kanalı bulunmaktadır. HRT ayrıca bir uydu TV kanalı yayınlamaktadır. 2020'de Hırvatistan'da 155 radyo istasyonu ve 27 TV istasyonu vardı. Kablolu televizyon ve IPTV ağları gittikçe artmaktadır. Kablolu televizyon halihazırda 450 bin kişiye, yani ülkenin toplam nüfusunun yaklaşık %10'una hizmet vermektedir. 2010 yılında Hırvatistan'da 314 gazete ve 2.678 dergi yayımlandı. Basılı medya piyasasına, "Jutarnji list", "Večernji list" ve "24sata" gazetelerini yayınlayan Hırvat Hanza Media ve Avusturyalı Styria Media Group hakimdir. Diğer etkili gazeteler "Novi list" ve "Slobodna Dalmacija"'dır. 2020'de "24sata" en çok tirajlı günlük gazete oldu, onu "Večernji list" ve "Jutarnji list" izledi. Hırvatistan'ın film endüstrisi küçüktür ve çoğunlukla HRT'nin ortak yapımcılığını üstlendiği filmlerle birlikte Kültür Bakanlığı tarafından onaylanan hibeler yoluyla hükûmet tarafından büyük ölçüde sübvanse edilmektedir. Hırvatistan sineması yılda beş ila on uzun metrajlı film üretmektedir. Pula'da her yıl düzenlenen ulusal film ödülleri etkinliği Pula Film Festivali, ulusal ve uluslararası yapımların yer aldığı ülkedeki en prestijli film etkinliğidir. 1972'de kurulan Animafest Zagreb, animasyon filme adanmış prestijli bir yıllık film festivalidir. Hırvat film yapımcılarının ilk büyük başarısı, "Surogat" 1961 En İyi Kısa Animasyon Filmi Akademi Ödülü'nü kazandığında Dušan Vukotić tarafından elde edildi. Hırvat film yapımcısı Branko Lustig, "Schindler'in Listesi" ve "Gladyatör" filmleriyle En İyi Film Akademi Ödülü'nü kazandı. Mutfak. Hırvatistan mutfağı bir bölgeden diğerine değişiklik gösterir. Dalmaçya ve İstirya bölgeleri İtalyan ve diğer Akdeniz mutfaklarından özellikle de deniz mahsulleri, pişmiş sebze ve kek yapımı yönünden ve ayrıca yemeğe tat veren zeytinyağı ve sarımsak kullanımı anlamında etkilenmiştir. İç kısımlarda kalan alan ise Macar, Avusturya ve Türk mutfaklarından etkilenmiştir. Bu bölgede etli yemekler, tatlısu balıkları ve sebze yemekleri en sık tüketilenlerdir. Hırvatistan'da iki farklı şarap üretim bölgesi bulunur. Kuzeydoğudaki karasal alanda, özellikle de Slavonya'da beyaz şarap başta olmaz üzere şarap üretimi yaygındır. Diğer önemli şarap üretim bölgesi ise kuzeydeki kıyı şeridi boyunca İstria ve Krk bölgeleridir ve bu bölgelerdeki şaraplar İtalya şaraplarına benzerken güneydeki Dalmaçya'da Akdeniz usulü şarap üretimi neredeyse standarttır. Ülkede yıllık şarap üretimi 140 milyon litreyi aşar. Bira ise ülkeye 18. yüzyılın sonlarında gelmesine rağmen yıllık tüketim 2020 yılına göre 78,7 litredir ve bu oranla Hırvatistan, dünyanın en çok bira tüketen ilk 15 ülkesi arasındadır. Hırvatistan, büyük bir bira üretimi ve tüketiminin başladığı 18. yüzyılın sonlarına kadar neredeyse yalnızca şarap tüketen bir ülkeydi. Spor. Hırvatistan'da 400.000'den fazla aktif sporcu vardır. Bu sayının 277.000'i spor derneklerine üye ve yaklaşık 4.000'i satranç ve briç derneklerine üyedir. Futbol ülkedeki en popüler spordur. 118.000'den fazla kayıtlı oyuncusuyla Hırvatistan Futbol Federasyonu () en büyük spor federasyonudur. Hırvatistan millî futbol takımı 1998 ve 2022'de üçüncü, 2018 FIFA Dünya Kupası'nda ise ikinci oldu. Prva HNL futbol ligi, profesyonel spor ligleri arasında en yüksek ortalama katılımı çeken ligdir. 2010-11 sezonunda 458.746 seyirci katılım göstermiştir. 1991'de Hırvatistan'ın bağımsızlığından bu yana uluslararası yarışmalarda yarışan Hırvat atletler, 15'i altın olmak üzere 44 Olimpiyat madalyası kazandılar. Ayrıca Hırvat sporcular, dördü Dünya Atletizm Şampiyonası'nda olmak üzere dünya şampiyonalarında toplamda 16 altın madalya kazanmıştır. Teniste Hırvatistan, 2005 ve 2018'de Davis Kupası'nı kazanmıştır. Hırvatistan'ın en başarılı erkek oyuncuları Goran Ivanišević ve Marin Čilić Grand Slam şampiyonlukları kazandılar ve ATP sıralamasında ilk 3'e girdiler. Iva Majoli, 1997 yılında Fransa Açık'ı kazanan ilk Hırvat kadın oyuncu oldu. Hırvatistan, 2009 Dünya Erkekler Hentbol Şampiyonası, 2007 Dünya Masa Tenisi Şampiyonası, 2000 Dünya Kürek Şampiyonası, 1987 Dünya Üniversite Yaz Oyunları, 1979 Akdeniz Oyunları ve birkaç Avrupa Şampiyonası da dahil olmak üzere birçok büyük spor müsabakasına ev sahipliği yaptı. Ülkedeki yönetici spor otoritesi, 10 Eylül 1991'de kurulan ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından 17 Ocak 1992'den beri tanınan Hırvat Olimpiyat Komitesi'dir. 1992'de komitenin ilk kez tanınması, Hırvat sporcuların Fransa'nın Albertville kentinde düzenlenen 1992 Kış Olimpiyatları'nda yeni bağımsızlığını kazanmış ülkeyi Olimpiyat Oyunlarında ilk kez temsil edecek şekilde yer almalarına izin verecek kadar gerçekleşmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6151", "len_data": 67841, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Gastroenteroloji, sindirim sistemi hastalıklarıyla ilgilenen tıbbi uzmanlık dalıdır. Bu dalın uzmanına "gastroenterolog" denilmektedir. Yemek borusu, mide, ince bağırsaklar, kalın bağırsaklar, karaciğer, safra kesesi, pankreas organlarını konu alan sözkonusu bilim dalı, bu organların ülser, gastrit, sarılık, siroz, spastik kolon (irritabl bağırsak sendromu: İBS), safra kesesi taşları ve iltihabı, mide-bağırsak kanserleri, hemoroid (mayasıl, basur) gibi bilinen hastalıklarının teşhis ve tedavileri için çalışır. Teşhis amacıyla farklı tiplerde endoskoplar kullanılır. Gastroenterolojik müdahalelerde yemek borusu, mide ve oniki parmak bağırsağını görüntülemek için özefagogastroduodenoskop (genel kullanımda kısaca endoskop denilir), kalın bağırsak görüntüsü almak için ise kolonoskop kullanılır. Gastroenterolojik hastalıklardaki klinik belirti ve bulgulardan başlıcaları şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6160", "len_data": 887, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.59 }
Farz (Arapça: الفرض) ya da “fariza”; Fıkıh bilginleri tarafından oluşturulmuş ve tanımlaması yapılmış olan bir İslâm dinî terimidir. Yine fıkıhçılar tarafından tanımlanan efâl-i mükellefînden sayılır. İslâmî anlayışta Allah'ın sözü sayılan Kur’an’da Müslümanlara yapılmasının açık bir şekilde emredildiği kurallar veya ibadetler olarak kabul edilir. Kur’an’da yapılması açık emir ve gereklilik ifade etmeyen fiiller ise vacip gibi başka kavramlar ile tanımlanır. Farz'ın dinî kaynakları. Farz, haram, helal gibi kesin hüküm ve yargı ifade eden dinî kuralların kaynağı, din açısından sadece Kur'an olabilir. Fıkıh açısından zanni deliller kabul edilen ve peygambere bir rivayet zinciri ile isnad edilen sözlerden ibaret olan hadisler, mesela miraç ile ilgili olanlar beş vakit namazın farziyyeti için delil teşkil etmezler. Hadis ve benzeri anlatımlar farzlar için faziletler ve sevap anlamında destekleyici, açıklayıcı ve teşvik edici olarak kullanılırlar. Uygulama ve inanç. Dini anlamda farzları yapmayan kişinin günah işlediği, farz oluşunu ret edenlerin ise İslâm dîninden çıkmış oldukları kabul edilir. Mesela, klasik fıkıh anlayışına göre kabul edilebilir bir mâzereti olmadan namaz kılmayan bir Müslüman fasık sayılırken namazın farziyetini reddeden birisi dinden çıkmış sayılır. Şeriat hukukunda fasıkların şahitliği reddedilir, dinden çıkmış kişiler ise tövbeye davet edilir, hapsedilir ve fıskında ısrar eder öldürülür. İslam dininde ilim öğrenmek de farz kılmakdır. Süyûtî tarafından yazılmış olan "Camiu's Sağir" adlı hadise göre Muhammed, "İlim tahsil etmek, Allah katında nafile olarak kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan hacdan daha hayırlıdır," demiştir. Çeşitleri. Farzlar iki çeşittir: Farz-ı ayn (). Mükellef olan her Müslümanın bizzat kendisinin yapması gereken farzlardır. Örnek: Namaz, oruç, hac, zekât gibi Farz terimi dinî veya sosyal zorunluluk ifadesi olarak kullanılır. Dinî kullanımda mesela ibadetlerin muhakkak yapılması farz olurken bunların miktarı, ne zaman ve nasıl yapılacağı gibi icrasıyla ilgili olan konular örfî konulardır ve büyük oranda sünnet, hadis veya din bilginlerinin tavsiyeleri ve yönlendirmeleri gibi geleneklerin etkisinde şekillendirilmişlerdir. Farz-ı kifâye (). Farz-ı kifâye, İslâmî anlayışta sosyal sorumluluk ifade eden bir tanımdır. Kur'an'da emredilmeyen ancak din âlimlerince sosyal hayat bakımından farz (gerekli) görülen bir davranışı, durumu veya görevi anlatır. Müslümanlardan bir kısmı yerine getirdiğinde diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu, gerektiği kadar Müslümanın yaptığında diğer Müslümanlara sorumluluk düşmeyen fiillerdir. Farz-ı kifâye, İslâmî toplumda gerekli olan işlerin kesinlikle yapılması gerektiğini ifade eder. Farz-ı kifâye sayılan fiillerden bazıları şunlardır: Grupları. Bazen farzlar öğretilirken “32 farz” ve “54 farz” şeklinde sıralanırlar. Bu sıralamalara göre farzlar şunlardır: 32 Farz. Otuz iki farz şunlardır: 54 Farz. Daha geniş olan ikinci grup olan elli dört farz da şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6162", "len_data": 2979, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4 }
AutoCAD, Amerika Birleşik Devletleri merkezli Autodesk şirketinin 1980'lerin başından beri geliştirdiği bir bilgisayar destekli tasarım (CAD) yazılımı. Teknik resim çizmek için kullanılan diğer programlar gibi vektör tabanlıdır. Yani CAD programı; çözünürlükten bağımsız, 2-boyutlu ve 3-boyutlu geometrik nesnelerin oluşturulduğu bir veri kümesidir. Bu alandaki ilk vektörel çizim programlarından biridir. AutoCAD'in dosya biçimi DWG'dir. DWG, DraWinG (çizim) anlamındadır. Dünyaya bu dosya biçimini tanıtan programdır. DWG dosya biçiminin diğer CAD programları tarafından da tanınıp okunabilmesi için, DXF (Drawing interchange [X] Format) adında bir çizim aradeğişim biçimi de yine Autodesk firması tarafından oluşturulmuştur. Üzerinde çalıştığı işletim sistemlerinin başında Microsoft Windows, Mac OS X, iOS, Android gelmektedir. İş istasyonu (workstation) sürümü de bulunur. 3 ve 2 boyutlu tasarım yapılmasını sağlamasının yanında, AutoLISP ve VisualBasic programlama dillerini de destekleyerek, programın özelleştirebilmesi ve otomatikleştirilebilmesini sağlar. Yani, bu programlama dilleri ile yazdığınız program parçalarını (rutinleri) AutoCAD programı içinde çalıştırarak, programı istediğiniz şekilde özelleştirebilir ya da komut akışını hızlandırıp otomatikleştirebilirsiniz. Farklı alanlar için üzerinde geliştirilmiş özel sürümleri vardır. Özel sürümlerin en yaygın kullanılanlarından bazıları şunlardır: Mühendisler, mimarlar, teknik ressamlar ve teknikerler tarafından kullanılan bir bilgisayar destekli teknik çizim ve tasarım programıdır. En yaygın kullanılan çizim programıdır. Diller. AutoCAD ve AutoCAD LT, İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Japonca, Korece, Basitleştirilmiş Çince, Geleneksel Çince, Brezilya Portekizcesi, Rusça, Çekçe, Lehçe ve Macarca dillerinde mevcuttur (ayrıca ek dil paketleri aracılığıyla diğer diller eklenebilir). Yerelleştirme kapsamı, ürünün tam çevirisinden sadece belgelere kadar değişiklik gösterir. AutoCAD komut seti, yazılım yerelleştirmesinin bir parçası olarak yerelleştirilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6164", "len_data": 2051, "topic": "CODING", "quality_score": 3.56 }
Deniz Harp Okulu (DHO) ya da geleneksel adıyla Bahriye; 1773 yılında Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından Kasımpaşa, İstanbul'da Tersane Hendesehanesi adıyla kurulmuş olan ve 1985'ten itibaren Tuzla, İstanbul'da bulunan Türk Deniz Kuvvetleri'ne muharip subay yetiştiren askeri eğitim kurumu. Mezuniyet törenleri her yıl 31 Ağustos'ta yapılan "Deniz Harp Okulu"nda, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bağlısı birliklerde görev yapmak üzere subay yetiştirilmektedir. Okulda endüstri, elektrik-elektronik, bilgisayar, makine ve gemi inşa mühendisliği bölümleri vardır. Ayrıca okulun "Pusula" adında bir de öğrenci dergisi mevcuttur. Okulun komutanlığını Tümamiral Ramazan Özoğul yapmaktadır. Öğrencilere bahriyeli denmektedir. Tarihçe. Deniz Harp Okulu'nun temelini 1773 yılında Osmanlı Sultanı III. Mustafa döneminde kurulan "Tersane Hendesehanesi" adı verilen okul oluşturmuştur. Bu okulun kurulması için dönemin Kaptan-ı Deryası Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın emrinde Baron de Tott görevlendirilmiştir. Eğitim ilk olarak yaşlı denizcilere verilmiştir. Sultan III. Mustafa ve Baron de Tott zaman içinde eğitimin geliştirilmesini kararlaştırmışlardır. Bu okul, tam olarak bir okul mahiyyetinde olmamış, üç aylık bir kurs vazifesi görmüştür. Bundan sonra, yine Baron de Tott ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın çalışmaları sonucunda Kasımpaşa'da bulunan Tersane-i Amire'nin "Darağacı" adı verilen bölgesinde 1776 Şubatında "Hendesehane-i Bahri" adlı başka bir okul açılmıştır. Okulun eğitim süresi 3 yıl olmuştur. Okulun adı, 1784'te "Mühendishane-i Bahr-i Hümayun" olarak değiştirilmiş ve yeni bir binaya taşınmıştır. Okul, 1795'te iki bölüme ayrılmıştır. İlk bölümde, Güverte Subayları; İkinci Bölümde, Gemi İnşa Subaylarının eğitimi verilmiştir. 1822 yılında okul, Tersane'nin Parmakkapı bölgesinde bulunan başka bir binaya taşınmıştır. 1838 yılında Güverte Subaylarının yetiştirildiği bölüm Heybeliada'daki Kalyoncu Kışlasına taşınmıştır. 1850'de okulun diğer bölümü de Heybeliada'daki Bahriye Kışlasına taşınmıştır. Tanzimat dönemi ile birlikte okulun eğitim sistemi İngiliz usulü düzenlenmiştir. Bu dönemde okulun bir adı mevcut olmayıp pek çok isimle anılmıştır. Bunlar; dir. Sultan Abdülaziz döneminde okulun eğitimi bir defa daha düzenlenmiş bunun sonucunda, okulun eğitim süresi 8 yıla çıkarılmıştır. Bunun 4 yılı idadi, 2 yılı harbiye, 2 yılı da eğitim gemilerinde olmak üzere düzenlenmiştir. 1909 yılında okulun eğitim sistemi tekrar İngiliz usulüne göre düzenlenmiştir. Balkan Savaşları döneminde de bir düzenleme yapılmıştır. Bunun sonucunda 4 yıl Bahriye Mektebinde okuyan öğrenciler, 1 yıl okul gemilerinde "Deniz Talebesi" adıyla, sonraki 3 yılda da "Mühendis" olarak eğitim görmüşler ve sonrasında Üsteğmen rütbesinde esas göreve başlamışlardır. Cumhuriyet döneminde ilk düzenleme, 1924 yılında yapılmıştır. Okul; "Güverte", "Makine" ve "Kâtip" olarak üç sınıfa ayrılmıştır. Güverte ve Makine sınıfları için eğitim süresi 1 yılı hazırlık olmak üzere 4 yıl olmuştur. Mezunlar, okul gemilerinde Deniz Talebesi olarak 1 yıllık eğitim almışlar ve bunun sonucunda Mühendis rütbesiyle esas görevlerine başlamışlardır. Genelkurmay'ın 1928 tarihli düzenlemesiyle "Heybeliada Bahriye Mektebi" adında olan okulun ismi "Deniz Lisesi" olarak değiştirilmiştir. Bunun dışında Kasımpaşa'da "Deniz Çekirdek Okulu" adıyla başka bir okul Lise üstü eğitim için kurulmuştur. 1930'da ise bu sistemden vazgeçilmiş ve İki okulun Heybeliada'da eğitime devam etmesi kararlaştırılmıştır. Okulun ismi ise "Deniz Harp Okulu ve Lisesi" olarak değiştirlmiştir. II. Dünya Savaşı esnasında tedbir olarak okul Mersin'e taşınmıştır. 1946'da Heybeliada'ya geri dönülmüştür. Eğitim sistemi; 1953, 1969, 1970, 1974 yıllarında pek çok defa değiştirilmiştir. Okul binasının yeterli ihtiyaçları karşılayamaması üzerine Tuzla'da yeni binanın inşaatına 1977'de başlamıştır. İnşaat, 1985'te tamamlanmış ve okul Tuzla'ya taşınmıştır. Dekanlık görevini Marmara Üniversitesi Coğrafya Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Cemaletin Şahin yürütmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6165", "len_data": 4004, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.51 }
Yapay zekâ (YZ) ( ya da kısaca AI), insanlar da dahil olmak üzere hayvanlar tarafından, doğal zekânın aksine makineler tarafından görüntülenen zekâ çeşididir. Dördüncü Sanayi Devrimi'nin en yaygın özelliklerinden biri olarak kabul edilir. İlk ve ikinci kategoriler arasındaki ayrım genellikle seçilen kısaltmayla ortaya çıkar. "Güçlü" yapay zeka genellikle Yapay genel zekâ (İngilizce: "artificial general intelligence" kelimelerinin kısaltılmışı olarak: AGI) olarak etiketlenirken, "doğal" zekayı taklit etme girişimleri "yapay biyolojik zekâ" (İngilizce: "artificial biological intelligence": ABI) olarak adlandırılır. Önde gelen yapay zeka ders kitapları, alanı zeki etmenlerin çalışması olarak tanımlar: Çevresini algılayan ve hedeflerine başarıyla ulaşma şansını en üst düzeye çıkaran eylemleri gerçekleştiren herhangi bir cihaz. Halk arasında, yapay zekâ kavramı genellikle insanların insan zihni ile ilişkilendirdiği öğrenme ve problem çözme gibi bilişsel eylemleri taklit eden makineleri tanımlamak için kullanılır. Makineler daha becerikli hâle geldikçe, "zekâ" gerektirdiği düşünülen görevler genellikle "YZ etkisi" olarak bilinen bir fenomen olan YZ tanımından çıkarılır. Tesler'in teoremindeki bir espri, "YZ henüz yapılmamış şeydir" der. Örneğin, optik karakter tanıma YZ olarak değerlendirilen şeylerin dışında tutulur, rutin teknoloji hâline gelir. Genellikle yapay zekâ olarak sınıflandırılan modern makine yetenekleri satranç ve Go gibi stratejik oyun sistemlerinde, en üst düzeyde rekabet eden insan konuşmasını anlama, poker ya da otonom arabalar gibi "kusurlu-bilgi" oyunlarını içerik dağıtım ağındaki akıllı yönlendirmeyi ve askeri simülasyonları kapsar. Yapay zekâ çalışmaları sıklıkla insanın düşünme yöntemlerini taklit eden yapay algoritmalar geliştirmeye yöneliktir, ancak bununla sınırlı değildir. Öğrenebilen ve gelecekte insan zekâsından bağımsız gelişebilecek bir yapay zekâ kavramına doğru yeni yönelimler oluşmaktadır. Bu yönelim, insanın evreni ve doğayı anlama çabasında kendisine yardımcı olabilecek belki de kendisinden daha zeki, insan ötesi varlıklar meydana getirme düşünün bir ürünüdür. Bu düş, 1920'li yıllarda yazılan ve sonraları Isaac Asimov'u etkileyen modern bilimkurgu edebiyatının öncü yazarlarından Karel Čapek'in eserlerinde dışa vurmuştur. Karel Čapek, R.U.R. adlı tiyatro oyununda yapay zekâya sahip robotlar ile insanlığın ortak toplumsal sorunlarını ele alarak 1920 yılında yapay zekânın insan aklından bağımsız gelişebileceğini öngörmüştür. Tanım. Yapay zekâ, idealleştirilmiş bir perspektife göre insan zekâsına özgü yüksek bilişsel fonksiyonları veya otonom davranışları sergileyen bir yapay işletim sistemidir. Bu sistem, algılama, öğrenme, çoğul kavramları bağlama, düşünme, fikir yürütme (belirtme), sorun çözme, iletişim kurma ve karar verme gibi yeteneklere sahip olmalıdır. Ayrıca, bu yapay zekâ sistemi düşüncelerinden tepkiler üretebilmeli (eyleyici yapay zekâ) ve bu tepkileri fiziksel olarak dışa vurabilmelidir. Hedefler. Zekâyı simüle etme (veya oluşturma) genel problemi, alt problemlere ayrılmıştır. Bu alt problemler, araştırmacıların zeki bir sistemden sergilemesini beklediği belirli özellikler veya yeteneklerden oluşur. Aşağıda açıklanan özellikler, yapay zekâ araştırmalarında en çok dikkat çeken konular arasında yer almakta ve bu araştırmaların kapsamını belirlemektedir. Akıl yürütme ve problem çözme. Yapay zekânın ilk araştırmacıları, insanların bulmacaları çözerken veya mantıksal çıkarımlar yaparken kullandığı adım adım akıl yürütmeyi taklit eden algoritmalar geliştirmiştir. 1980'lerin sonları ve 1990'larda, belirsiz veya eksik bilgiyle başa çıkmak için olasılık ve ekonomi kavramlarını kullanan yöntemler geliştirilmiştir. Bu algoritmaların birçoğu, büyük ölçekli akıl yürütme problemlerini çözmek için yetersizdir, çünkü "kombinatoryal patlama" denilen bir durum yaşarlar: Problemler büyüdükçe bu algoritmaların çalışması üstel bir şekilde yavaşlar. Hatta insanlar bile erken dönem yapay zekânın modelleyebildiği adım adım akıl yürütmeyi nadiren kullanır. İnsanlar, çoğu sorunlarını hızlı ve sezgisel yargılarla çözerler. Doğru ve verimli akıl yürütme, hâlâ çözülememiş bir problemdir. Bilgi temsili. Bilgi temsili ve bilgi mühendisliği, yapay zekâ programlarının sorulara akıllıca yanıt vermesini ve gerçek dünya ile ilgili çıkarımlarda bulunmasını sağlar. Formel bilgi temsilleri; içerik tabanlı indeksleme ve bilgi erişimi, sahne yorumlama, klinik karar destek sistemleri, bilgi keşfi (büyük veritabanlarından "ilginç" ve eyleme geçirilebilir çıkarımlarda bulunma) gibi birçok alanda kullanılmaktadır. Tarihçe. Yapay zekâ tarihi, antik çağlarda, usta zanaatkarlar tarafından zeka veya bilinç kazandırılan yapay varlıklara ilişkin mitler, hikâyeler ve söylentilerle başladı. Mekanik ya da "formel" akıl yürütme üzerine çalışmalar, antik çağda filozoflar ve matematikçilerle birlikte devam etti. Mantık alanındaki bu çalışmalar, Alan Turing'in algoritmalar teorisinin temelini oluşturdu. Turing'in teorisi, "0" ve "1" gibi basit sembolleri kullanarak bir makinenin, insan aklının gerçekleştirebileceği her türlü matematiksel akıl yürütmeyi simüle edebileceğini öne sürdü. Bu teori, sibernetik, bilgi teorisi ve nörobiyoloji gibi alanlardaki keşiflerle birleşerek, araştırmacılara "elektronik bir beyin" inşa etme olasılığını düşünmeye yöneltti. Öne çıkan çalışmalar arasında, 1943'teki Warren McCullouch ve Walter Pitts'in "yapay nöronlar" tasarımı ve Turing'in 1950'de yayımladığı, "makine zekâsının" mümkün olduğunu gösterdiği Turing testini tanıtan "Bilgi İşlem Makineleri ve Zekâ" adlı makalesi bulunmaktaydı. Bu dönemde yapılan bu tür araştırmalar, yapay zekânın temel alanlarının ortaya çıkardı. 1956'da Dartmouth College'deki bir atölye çalışmasında yapay zeka araştırma alanı kuruldu. Bu atölyeye katılan araştırmacılar, 1960'larda yapay zekâ alanına liderlik ettiler. Öğrencileriyle beraber bu araştırmacılar, basının "şaşırtıcı" olarak nitelendirdiği projeler ürettiler. Bu dönemde bilgisayarlar, dama stratejileri öğrenmiş, cebir problemlerini çözmüş, mantıksal teoremleri kanıtlamış ve İngilizce konuşmuştu. 1950'lerin sonu ve 1960'ların başlarında, hem İngiltere'deki hem de Amerika Birleşik Devletleri'ndeki birçok üniversitede yapay zekâ laboratuvarları kuruldu. 1960'lar ve 1970'lerdeki araştırmacılar, genel zekâya sahip bir makine üretmenin mümkün olduğuna inanıyor ve bunu alanlarının nihai hedefi olarak görüyordu. 1965'te Herbert Simon, "makinelerin yirmi yıl içinde bir insanın yapabileceği her işi yapabilir hâle geleceği" tahmininde bulunmuş, 1967'de Marvin Minsky, "bir nesil içinde ... 'yapay zekâ' sorununun büyük ölçüde çözüleceği" yorumunu yapmıştı. Ancak bu öngörüler, yapay zekânın geliştirilmesindeki zorlukları göz ardı etmişti. 1974'te Sir James Lighthill'ın eleştirileri ve ABD Kongresi'nin daha somut projelere fon sağlama baskısı nedeniyle, ABD ve İngiltere hükûmetleri keşif amaçlı yapay zekâ araştırmalarına verilen desteği durdurma kararı aldı. Minsky ve Seymour Papert'ın "Perceptrons" adlı kitabı, yapay sinir ağlarının gerçek dünya problemlerini çözmede etkisiz olduğunu savunmuş ve bu yaklaşım, itibarını kaybetmişti. Bunun sonucunda, yapay zekâ projelerine fon bulmanın zorlaştığı "yapay zekâ kışı" adı verilen bir dönem başladı. 1980'lerin başında yapay zekâ araştırmaları, uzman sistemlerin ticari başarısıyla yeniden canlandı. Uzman sistemler, uzmanların bilgi ve analiz yeteneklerini taklit eden bir tür yapay zekâ programıydı. 1985 yılına gelindiğinde, yapay zekâ pazarı 1 milyar doları aşmıştı. Aynı dönemde Japonya'nın beşinci nesil bilgisayar projesi, ABD ve Britanya hükûmetlerini akademik araştırmalara yeniden fon sağlamaya teşvik etti. Ancak, 1987'de Lisp makinesi pazarının çöküşüyle yapay zekâ tekrar itibar kaybetti ve daha uzun süren ikinci bir "yapay zekâ kışı" başladı. O zamana kadar yapay zekâ projelerinin büyük kısmı, planlar, hedefler, inançlar ve bilinen gerçekler gibi zihinsel kavramları temsil etmek için yüksek seviyede semboller kullanmaya odaklanmıştı. Ancak 1980'lerde bazı araştırmacılar, bu yaklaşımın insan bilişinin tüm süreçlerini, özellikle algı, robotik, öğrenme ve örüntü tanıma gibi karmaşık süreçleri taklit edemeyeceği konusunda şüphe duymaya başladı. Bu nedenle, "alt sembolik" yöntemlere yöneldiler. Rodney Brooks, genel olarak "temsil" fikrini reddederek hayatta kalabilen ve hareket edebilen makineler geliştirmeye odaklandı. Judea Pearl ve Lofti Zadeh gibi isimler, eksik ve belirsiz bilgileri mantıksal kesinlik yerine mâkul tahminlerle işleyebilen yöntemler geliştirdi. Ayrıca Geoffrey Hinton ve diğer araştırmacılar, "bağlantısallık" ve sinir ağ araştırmalarını yeniden canlandırarak bu alanın gelişimine katkıda bulundu. 1990'da Yann LeCun, evrişimli sinir ağlarının el yazısı ile yazılmış rakamları tanıyabildiğini gösterdi; bu, sinir ağlarının birçok başarılı uygulamasından ilkiydi. Yapay zekâ, 1990'ların sonları ve 21. yüzyılın başlarında, formal matematik yöntemlerinden yararlanarak ve belirli problemlere özel çözümler geliştirerek itibarını yeniden kazanmaya başladı. Bu "dar" ve "formal" yaklaşım, araştırmacıların doğrulanabilir sonuçlar üretmesini ve istatistik, ekonomi ve matematik gibi diğer alanlarla iş birliği yapmasını sağladı. 2000'li yıllara gelindiğinde, yapay zekâ araştırmacılarının geliştirdiği çözümler yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ancak 1990'larda bu çözümler genellikle "yapay zekâ" olarak adlandırılmıyordu (bu eğilim yapay zekâ etkisi olarak bilinir). Buna karşın, bazı akademisyenler yapay zekânın ilk hedefinden, yani çok yönlü ve tam anlamıyla zeki makineler yaratma amacından uzaklaştığını düşünmeye başladı. 2002'nin başlarında, bu hedefi yeniden canlandırmak amacıyla yapay genel zekâ ("AGI") adı verilen bir alt alan kuruldu. 2010'lara gelindiğinde, yapay genel zekâ araştırmaları için iyi finanse edilen birçok kurum ortaya çıktı. Derin öğrenme, 2012'de endüstri standartlarında önemli bir üstünlük sağlayarak yapay zekâ alanında yaygın bir şekilde benimsendi. Birçok spesifik görevde diğer yöntemler terk edildi. Bu başarının arkasında daha hızlı bilgisayarlar, grafik işlem birimleri, bulut bilişim gibi donanım geliştirmeleriyle ImageNet gibi dikkatle oluşturulmuş veri kümelerinin de dâhil olduğu büyük miktarda veriye erişim yatıyordu. Derin öğrenmenin bu yükselişi, yapay zekâya olan ilgi ve finansmanda büyük bir artışı tetikledi. 2015-2019 yılları arasında makine öğrenimi araştırmalarındaki toplam yayımlanma sayısında %50'lik bir artış görüldü. 2016'da, adalet ve teknolojinin yanlış kullanımı gibi etik sorunlar, makine öğrenimi konferanslarında ana gündem maddesi hâline geldi. Bu konularda yapılan yayımlar hızla artarken, yeni finansman kaynakları sağlandı ve birçok araştırmacı kariyerlerini bu alanlara yönlendirdi. Aynı dönemde, yapay zekânın insan çıkarlarına uygun şekilde geliştirilmesini konu alan "uyum problemi" akademik bir çalışma alanı olarak ciddiyet kazandı. 2010'ların sonları ve 2020'lerin başlarında, yapay genel zekâ üzerine çalışan şirketler dikkat çeken yazılımlar üretmeye başladı. 2015 yılında DeepMind tarafından geliştirilen AlphaGo, oyunun kuralları öğretilerek kendi stratejisini geliştirdi ve dünya şampiyonu Go oyuncusunu yendi. 2020'de OpenAI tarafından çıkarılan GPT-3, insan benzeri yüksek kaliteli metinler üretebilen bir geniş dil modeli olarak dikkat çekti. 30 Kasım 2022'de kullanıma sunulan ChatGPT ise iki ay içinde 100 milyon kullanıcıya ulaşarak tarihin en hızlı büyüyen tüketici yazılımı oldu. 2022 yılı, yapay zekânın geniş kitleler tarafından fark edildiği ve yaygın bir şekilde konuşulmaya başlandığı bir dönüm noktası olarak kabul edildi. Bu yazılımlar, büyük bir yapay zeka patlamasını tetikledi. Büyük ölçekli şirketler yapay zekâ araştırmalarına milyarlarca dolar yatırım yapmaya başladı. AI Impacts'in verilerine göre, 2022 yılında sadece ABD'de yapay zekâya yıllık yaklaşık $50 milyar yatırım yapıldı. ABD'deki yeni bilgisayar bilimi doktora mezunlarının yaklaşık %20'si yapay zekâ üzerine uzmanlaştı. Aynı yıl, ABD'de yapay zekâ ile ilgili 800.000 iş ilanı bulundu. PitchBook araştırmasına göre, 2024'te yeni fon alan girişimlerin %22'si kendilerini yapay zekâ şirketi olarak tanımlıyordu. Gelişim süreci. İlk araştırmalar ve yapay sinir ağları. İdealize edilmiş tanımıyla yapay zekâ konusundaki ilk çalışmalardan biri McCulloch ve Pitts tarafından yapılmıştır. Bu araştırmacıların önerdiği, yapay sinir hücrelerini kullanan hesaplama modeli, önermeler mantığı, fizyoloji ve Turing'in hesaplama kuramına dayanıyordu. Herhangi bir hesaplanabilir fonksiyonun sinir hücrelerinden oluşan ağlarla hesaplanabileceğini ve mantıksal ve ve veya işlemlerinin gerçekleştirilebileceğini gösterdiler. Bu ağ yapılarının uygun şekilde tanımlanmaları hâlinde öğrenme becerisi kazanabileceğini de ileri sürdüler. Hebb, sinir hücreleri arasındaki bağlantıların şiddetlerini değiştirmek için basit bir kural önerince, öğrenebilen yapay sinir ağlarını gerçekleştirmek de olası hale gelmiştir. 1950'lerde Shannon ve Turing bilgisayarlar için satranç programları yazıyorlardı. İlk yapay sinir ağı temelli bilgisayar SNARC, MIT'de Minsky ve Edmonds tarafından 1951'de yapıldı. Çalışmalarını Princeton Üniversitesi'nde sürdüren Mc Carthy, Minsky, Shannon ve Rochester'le birlikte 1956 yılında Dartmouth'da iki aylık bir açık çalışma düzenledi. Bu toplantıda birçok çalışmanın temelleri atılmakla birlikte, toplantının en önemli özelliği Mc Carthy tarafından önerilen yapay zekâ adının konmasıdır. İlk kuram ispatlayan programlardan "Logic Theorist" (Mantık kuramcısı) burada Newell ve Simon tarafından tanıtılmıştır. Yeni yaklaşımlar. Daha sonra Newell ve Simon, insan gibi düşünme yaklaşımına göre üretilmiş ilk program olan Genel Sorun Çözücü ("General Problem Solver")'ı geliştirmişlerdir. Simon, daha sonra fiziksel simge varsayımını ortaya atmış ve bu kuram, insandan bağımsız zeki sistemler yapma çalışmalarıyla uğraşanların hareket noktasını oluşturmuştur. Simon'ın bu tanımlaması bilim adamlarının yapay zekâya yaklaşımlarında iki farklı akımın ortaya çıktığını belirginleştirmesi açısından önemlidir: Sembolik Yapay Zekâ ve Sibernetik Yapay Zekâ. Yaklaşımlar ve eleştiriler. Sembolik yapay zekâ. Simon'ın sembolik yaklaşımından sonraki yıllarda mantık temelli çalışmalar egemen olmuş ve programların başarımlarını göstermek için bir takım yapay sorunlar ve dünyalar kullanılmıştır. Daha sonraları bu sorunlar gerçek yaşamı hiçbir şekilde temsil etmeyen oyuncak dünyalar olmakla suçlanmış ve yapay zekânın yalnızca bu alanlarda başarılı olabileceği ve gerçek yaşamdaki sorunların çözümüne ölçeklenemeyeceği ileri sürülmüştür. Geliştirilen programların gerçek sorunlarla karşılaşıldığında çok kötü bir başarım göstermesinin ardındaki temel neden, bu programların yalnızca sentaktik süreçleri benzeşimlendirerek anlam çıkarma, bağlantı kurma ve fikir yürütme gibi süreçler konusunda başarısız olmasıydı. Bu dönemin en ünlü programlarından Weizenbaum tarafından geliştirilen Eliza, karşısındaki ile sohbet edebiliyor gibi görünmesine karşın, yalnızca karşısındaki insanın cümleleri üzerinde bazı işlemler yapıyordu. İlk makine çevirisi çalışmaları sırasında benzeri yaklaşımlar kullanılıp çok gülünç çevirilerle karşılaşılınca bu çalışmaların desteklenmesi durdurulmuştu. Bu yetersizlikler aslında insan beynindeki semantik süreçlerin yeterince incelenmemesinden kaynaklanmaktaydı. Sibernetik yapay zekâ. Yapay sinir ağları çalışmalarının dahil olduğu sibernetik cephede de durum aynıydı. Zeki davranışı benzeşimlendirmek için bu çalışmalarda kullanılan temel yapılardaki bazı önemli yetersizliklerin ortaya konmasıyla birçok araştırmacılar çalışmalarını durdurdular. Buna en temel örnek, Yapay sinir ağları konusundaki çalışmaların Marvin Minsky ve Seymour Papert'in 1969'da yayınlanan "Perceptrons" adlı kitaplarında tek katmanlı algaçların bazı basit problemleri çözemeyeceğini gösterip aynı kısırlığın çok katmanlı algaçlarda da beklenilmesi gerektiğini söylemeleri ile bıçakla kesilmiş gibi durmasıdır. Sibernetik akımın uğradığı başarısızlığın temel sebebi de benzer şekilde Yapay Sinir Ağının tek katmanlı görevi başarması fakat bu görevle ilgili vargıların veya sonuçların bir yargıya dönüşerek diğer kavramlar ile bir ilişki kurulamamasından kaynaklanmaktadır. Bu durum aynı zamanda semantik süreçlerin de benzeşimlendirilememesi gerçeğini doğurdu. Uzman sistemler. Her iki akımın da uğradığı başarısızlıklar, her sorunu çözecek genel amaçlı sistemler yerine belirli bir uzmanlık alanındaki bilgiyle donatılmış programları kullanma fikrinin gelişmesine sebep oldu ve bu durum yapay zekâ alanında yeniden bir canlanmaya yol açtı. Kısa sürede Uzman sistemler adı verilen bir metodoloji gelişti. Uzman sistemler bir konuda belli ön koşullar aynı anda var olduğunda konunun bir uzmanın (bazen ne olasılıkla) ne karar alacağını belirleyen kuralların tümünü içeren bir programı gelen problemlere uygulamak temellidir. Bunun bir avantajı her verilen kararın hangi kurallar uygulanarak verildiğinin kolayca bilinmesi idi. Bu birçok kuralcı bürokratik karar örgütleri için kolayca uygulamalar geliştirilebilmesi demekti. Bu doğal olarak bir otomobilin tamiri için önerilerde bulunan uzman sistem programının otomobilin ne işe yaradığından haberi olmaması da demekti. Buna rağmen uzman sistemlerin başarıları beraberinde ilk ticari uygulamaları da getirdi. Yapay zekâ yavaş yavaş bir endüstri hâline geliyordu. DEC tarafından kullanılan ve müşteri siparişlerine göre donanım seçimi yapan R1 adlı uzman sistem şirkete bir yılda 40 milyon dolarlık tasarruf sağlamıştı. Birden diğer ülkeler de yapay zekâyı yeniden keşfettiler ve araştırmalara büyük kaynaklar ayrılmaya başlandı. 1988'de yapay zekâ endüstrisinin cirosu 2 milyar dolara ulaşmıştı. Doğal dil işleme. Antropoloji bilimi, gelişmiş insan zekâsı ile dil arasındaki bağlantıyı gözler önüne serdiğinde, dil üzerinden yürütülen yapay zekâ çalışmaları tekrar önem kazandı. İnsan zekâsının doğrudan doğruya kavramlarla düşünmediği, dil ile düşündüğü, dil kodları olan kelimeler ile kavramlar arasında bağlantı kurduğu anlaşıldı. Bu sayede insan aklı kavramlar ile düşünen Hayvan beyninden daha hızlı işlem yapabilmekteydi ve dil dizgeleri olan cümleler yani şablonlar ile etkili bir öğrenmeye ve bilgisini soyut olarak genişletebilme yeteneğine sahip olmuştu. İnsanların iletişimde kullandıkları Türkçe, İngilizce gibi doğal dilleri anlayan bilgisayarlar konusundaki çalışmalar hızlanmaya başladı. Önce, yine Uzman sistemler olarak karşımıza çıkan doğal dil anlayan programlar, daha sonra Sembolik Yapay Zekâ ile ilgilenenler arasında ilgiyle karşılandı ve yazılım alanındaki gelişmeler sayesinde İngilizce olan A.I.M.L ("Artificial intelligence Markup Language") ve Türkçe T.Y.İ.D ("Türkçe Yapay Zekâ İşaretleme Dili") gibi bilgisayar dilleri ile sentaktik ("Örüntü") işlemine uygun veri erişim metotları geliştirilebildi. Bugün Sembolik Yapay Zekâ araştırmacıları özel Yapay Zekâ dillerini kullanarak verileri birbiri ile ilişkilendirebilmekte, geliştirilen özel prosedürler sayesinde anlam çıkarma ve çıkarımsama yapma gibi ileri seviye bilişsel fonksiyonları benzetimlendirmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu gelişmelerin ve süreçlerin sonunda bir grup yapay zekâ araştırmacısı, insan gibi düşünebilen sistemleri araştırmaya devam ederken diğer bir grup ise ticari değeri olan rasyonel karar alan sistemler ("Uzman sistemler") üzerine yoğunlaştı. Diyalog bazlı yapay zeka. Doğal dil işleme ve makine öğrenmesi gibi yapay zeka teknolojileri kullanılarak insan ve makine (yazılım) arasında bir diyaloğun sürdürülmesini sağlayan yapay zeka alt dalına "diyalog bazlı yapay zeka" (conversational artificial intelligence) denir. Daha önce insanların bilgisayara komut vermesinde kullanılan web, mobil uygulama gibi grafiksel arayüzlerin (GUI) yerine geçmeyi amaçlayan diyalog bazlı arayüzler (CUI) insanların bilgisayara günlük dilde yazarak veya konuşarak komut verebilmesini amaçlar. Günümüzde, chatbotlar ve sesli asistanlar diyalog bazlı yapay zeka alanında sıkça kullanılan teknolojik ürünler olarak karşımıza çıkmaktadır. Chatbotlar. Chatbotlar, diyalog bazlı yapay zekanın günlük hayatta kullanılan bir örneğidir. Kullanıcılar, Türkçeye sohbet robotları olarak geçmiş bu dijital ürünler ile yazışarak belirli bir konuda bilgi alabilir veya uçak bileti almak, banka havalesi yapmak veya bir kitap satın almak gibi günlük işlerini yapabilirler. Chatbotlar, şirketlerin web sitesinde veya mobil uygulamasında yer alabilirler. Bunun dışında chatbotlar, WhatsApp, Facebook Messenger gibi genel mesajlaşma platformlarında veya Google Assistant, Siri gibi sesli asistanlarda da yer alabilirler. Chatbotlar kullanıcı ile etkileşim kurma yöntemini, arkasında yer alan teknolojik altyapıya göre farklı çeşitlerde oluşturulabilir. Örneğin bir chatbot kullanıcı ile, sadece kullanıcı onunla etkileşime girdiğinde iletişim kuruyorsa "reaktif" bir chatbottur, eğer bir uyarıcı ile tetiklenerek kullanıcı ile olan diyaloğu başlatan taraf oluyorsa buna "proaktif" bir chatbot denir. Teknoloji açısından bakılacak olursa, yapay zeka tabanlı chatbotların yanında, doğal dil işleme, makine öğrenmesi gibi yapay zeka teknolojileri kullanılmadan geliştirilen kural tabanlı chatbotlar da kullanılmaktadır. Ancak bu iki tür chatbotun davranışı farklıdır. Kural bazlı chatbotlarda genellikle kullanıcıya belirli seçenekler sunulur ve yaratılan deneyim bu seçeneklerle sınırlı kalır. Yapay zeka tabanlı chatbotlarda ise kullanıcı serbest bir metin yazabilir, chatbotun doğal dil işleme teknolojisi bu metni anlamlandırıp doğru yanıtı belirleyerek kullanıcıya sunar. Gelecekte yapay zekâ. Süper zekâ ve tekillik. Süper zekâ, en parlak ve en yetenekli insan zihninin zekâsını çok aşan bir zekâya sahip varsayımsal bir etkendir. Yapay genel zekâ üzerine yapılan araştırmalar yeterince zeki bir yazılım üretirse, yazılım kendini yeniden programlayabilir ve geliştirebilir. Gelişen yazılım kendini geliştirmede daha da iyi olur ve I. J. Good'un "zekâ patlaması" ve Vernor Vinge'in "tekillik" olarak adlandırdığı şeye yol açar. Ancak teknolojiler sonsuza kadar üstel olarak gelişemez ve genellikle S şeklinde bir eğri izler, teknolojinin yapabileceği şeyin fiziksel sınırlarına ulaştığında yavaşlar. Transhümanizm. Robot tasarımcısı Hans Moravec, sibernetikçi Kevin Warwick ve mucit Ray Kurzweil, gelecekte insanların ve makinelerin birleşerek her ikisinden de daha yetenekli ve güçlü siborglara dönüşebileceğini öngördüler. Transhümanizm olarak adlandırılan bu fikrin kökleri, Aldous Huxley ve Robert Ettinger'ın yazılarında bahsedilmektedir. Edward Fredkin, "yapay zekânın evrimin bir sonraki adımı" olduğunu savunmaktaydı; bu fikir ilk olarak Samuel Butler'ın "Darwin among the Machines" adlı mektubunda 1863'te ortaya atıldı ve George Dyson tarafından 1998'deki "Darwin Among the Machines: The Evolution of Global Intelligence" adlı kitabında geliştirildi. Yapay zekânın gücü. Bilişim uzmanları, bir insanın hepsi aynı anda paralel olarak çalışan 100 milyar nöron bağlantısının toplam hesap gücünün alt sınırı olan saniyede 10 katrilyon (1.000.000.000.000.000 = formula_1) hesap düzeyine 2025'te erişeceğini düşünüyorlar. Beynin bellek kapasitesine gelince, 100 trilyon bağlantının her birine 10.000 bit bilgi depolama gereksinimi tanınırsa, toplam kapasite 10^18 düzeyine çıkıyor. 2020'ye gelindiğinde insan beyninin işlevselliğine erişmiş bir bilgisayarın fiyatının 1000 dolar olacağı tahmin ediliyor. 2030'da 1000 dolarlık bir bilgisayarın bellek kapasitesi 1000 insanın belleğine eşit olacak. Uygulama alanları. Yapay zekanın uygulama alanlarının bazı örnekleri şu şekildedir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6180", "len_data": 23586, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.14 }
Matematiksel mantık, biçimsel mantığın matematiğe uygulanmasıyla ilgilenen bir matematik dalıdır. Metamatematik, matematiğin temelleri ve kuramsal bilgisayar bilimi alanlarıyla yakınlık gösterir. Matematiksel mantığın temel konuları biçimsel sistemlerin ifade gücünün ve biçimsel ispat sistemlerinin tümdengelim gücünün belirlenmesidir. Matematiksel mantık kümeler kuramı, model kuramı, hesaplanabilirlik kuramı ve tanıtlama kuramı alanlarına ayrılır. Bu alanlar mantığın, özellikle birinci-derece mantık ve tanımlanabilir küme konularındaki, temel sonuçlarını paylaşır. Tarihçe. Çağdaş mantığın ve çağdaş felsefenin kurucusu Alman mantıkçısı Gottlob Frege, "Matematik mantığın uygulama alanıdır." görüşünden hareketle matematiğin, mantığın aksiyomatik sistemi üzerine kurulabileceğini düşünmüştür. Bu düşünceden hareket ederek aritmetiğin temelleri konusundaki felsefi çalışmaları için bir mantık sistemi geliştirmişti. Daha sonra, Frege'nin çalışmalarına dayanarak, Bertrand Russell ve Alfred North Whitehead 1910-1913 yılları arasında Principia Mathematica adını verdikleri eserde matematiği mantığa indirgeyerek formel bir sistem haline getirmeye çalıştılar. Fakat matematiğin formel hale getirilemeyeceğini Kurt Gödel 1933'te yayınladığı bir kitabındaki (Über formal unentscheidbare Sätze der Principia Mathematica und verwandter Systeme) meşhur teoremiyle gösterdi. John Alan Robinson, 1967'de çözülüm teorem ispatlama yöntemini geliştirdi. Bu yöntem 1972'de A. Colmaurer tarafından ilk mantık programlama dilinin (Prolog) geliştirilmesine yol açtı. Bu dil 1975'te D. Warren tarafından “Warren Abstract Machine” (WAM) olarak uygulandı. Kişisel bilgisayarlar üzerinde ilk uygulamalar 1980'lerde ortaya çıktı. Önermeler mantığı. Formel sistemler şu elemanlardan meydana gelir: Formel mantığın tanımlanmamış terimleri olarak, basit önerme (P) ve mantık bağlaçları (değil, ve, veya, eğer-ise, eğer ve ancak-ise) gösterilebilir. Tanımlanan terimlere örnek olarak bileşik önerme kavramını gösterilebilir. Aslında yukarıda verilen mantıksal bağlaçlar bir tek mantıksal bağlaç yardımıyla tanımlanabilir. Önerme. Doğru ya da yanlış kesin hüküm bildiren ifadelere önerme denir. Bir önerme hem doğru hem de yanlış olamaz ama bazı önermelerin doğruluk değerleri (Doğru önermelerin doğruluk değeri 1, Yanlış önermelerin doğruluk değeri 0'dır) değişebilir. Mesela "Dün hava yağmurluydu" önermesinin doğruluk değeri günden güne değişebilir ama her önermenin doğruluk değeri değişmez "1+1=2" önermesi her zaman doğrudur. Aşağıdaki cümleler önermelere örnektir: Mantıksal bağlaçlar kullanarak basit önermelerden başka önermeler kurulabilir ki bunlara “bileşik önermeler” denir. Önerme matematikte kesin bir hüküm bildiren ifadelere denir. Olumsuzu. Bir önerme “değil” eki ile karşıt ifadeye çevrilebilir; buna olumsuzunu alma denir. Bir hafta 7 gün'dür. Bir hafta 7 gün değildir. Olumsuz olacak harfin önüne - ifadesi eklenir. Birleşim. İki veya daha fazla önermeden "ve, veya, ise" mantıksal bağlaçlarını kullanarak bileşik önermeler kurulabilir. Örnek olarak: “Bugün hava açık ve sıcak” cümlesini verebilir. Doğal dilde bazen “fakat” bağlacını da kullanıyoruz. 'Örnek': “bugün gemiler 9'da veya 10'da sefer yapacak.” “arkadaşlarım sınıftadır veya arkadaşlarım bahçededir.” değili A' olarak gösterilir. Ayrılım. İki veya daha fazla basit önermeden “veya” (ya da) mantıksal bağını kullanarak bileşik önermeler kurulabilir. "Örnek": “Bugün Arçelik veya Tedaş'tan ziyaretçiler gelecek.” Şartlı cümle. Aynı şekilde, iki veya daha fazla sayıda önermeden (eğer-ise) bağını kullanarak şartlı önermeler kurulabilir. Örnek: “Eğer yağmur yağıyor ise, hava bulutludur.” Bazen “eğer-ise” bağı yerine doğal dilde “gerektirir” bağını da kullanabiliyoruz. Örnek: “Yağmurun yağıyor olması havanın bulutlu olmasını gerektirir.” Ancak ve ancak. Yine, “eğer ve ancak-ise” bağını kullanarak birden fazla önermeden çift şartlı önermeler kurulabilir. Bu tür önermeler doğal dilde daha az kullanılmasına rağmen, fizik ve matematikte sık sık kullanılmaktadır. Örnek: “Eğer ve ancak çalışanlar ücretlerde aşırı artış talep ederlerse enflasyon düşmez.” Aynı cümle şu şekilde de ifade edilebilir: “Eğer, çalışanlar ücretlerde aşırı artış talep ederlerse enflasyon düşmez ve eğer enflasyon düşmezse çalışanlar ücretlerde aşırı artış talep ederler.” Cebirde olduğu gibi, sembolik veya matematiksel mantıkta da, önermeler yerine önermesel değişkenler kullanılır (P, Q, R, S, T harfleri gibi). Mantıksal bağlaçlar. Mantıksal bağlaçlar aşağıdaki sembollerle gösterilir: formula_1: değil formula_2: ve formula_3: veya formula_4: eğer-ise formula_5: ancak ve ancak Böylece şu ifadeler, önerme formülleri olacaktır: formula_6, formula_7, formula_8, formula_9, formula_10 "Örnek": "Eğer sendika veya fabrika yöneticileri inada devam ederlerse, grev ancak ve ancak hükûmet bir kararname çıkarır ve fabrikaya polis göndermezse önlenir." P: Sendika inada devam eder Q: Fabrika yöneticileri inada devam eder R: Grev önlenir S: Hükûmet kararname çıkartır T: Hükûmet fabrikaya polis göndermez formula_11 => ise bu şekilde de gösterilir <=> ancak ve ancak bu şekilde de gösterilir. Doğruluk cetvelleri. Mantıkta önermeler doğru ya da yanlış olabilir, fakat hem doğru hem yanlış olamaz. Bir önermeye yüklenen bu "doğru" ve "yanlış" yüklemlerine onun doğruluk değeri denir. formula_6, formula_7, formula_8, formula_9, formula_10 “Değil” sözcüğünün anlamından hareketle, eğer bir P önermesi doğru ise onun değillemesi, yani formula_6 yanlıştır ve bunun tersi. Mesela, P önermesi “Ay dünyanın uydusudur” cümlesi yerine geçiyorsa, bunun değillemesi olan formula_6 yanlıştır. Genel, kural olarak iki veya daha fazla önermenin birleşimi, ancak birleşen bütün önermelerin doğru olması halinde doğrudur. Mesela, “3 asal sayıdır ve 2+2=5'tir” yanlış bir bileşik önermedir. Yine kural olarak, ayrık önermelerin doğru olabilmesi için bileşenlerden birinin doğru olması yeterlidir. Ayrık önermeler ancak bunları meydana getiren bileşenlerin hepsinin birden yanlış olduğu halde yanlış sayılır. Bileşik önermeler için doğruluk tabloları şu şekilde verilebilir: "D: doğru, Y: yanlış" formula_19 formula_20 formula_21 formula_22 formula_23 formula_24 formula_25 formula_26 formula_27 A1, A2, ..., An |= B. Yüklemler mantığı. Önermeler mantığının türetim kuralları matematik için yeterli olmadığı gibi gündelik dil için de yeterli değildir. Mesela, klasik mantıkta "Her asal sayı bir doğal sayıdır" ve "3 asal sayıdır" öncüllerinden, "3 doğal sayıdır" sonucunu çıkarabiliyoruz. Fakat bu akıl yürütmenin doğruluğu, önermeler mantığının kuralları çerçevesi içinde kanıtlanamaz. Bunun nedeni de şudur: Önermeler mantığı bileşik önermeler içindeki basit önermeler arasındaki mantıksal bağlaçlara ve basit önermelerin doğruluk değerlerine göre bileşik önermelerin doğruluklarını inceler. Diğer bir deyişle, önermeler mantığı bir önermeyi birçok maksat için yeterli ayrıntıda analiz etmez. İşte, terimler, yüklemler ve niceleyiciler diye isimlendireceğimiz mantıksal kavramlar yardımıyla gündelik dili ve matematiğin dilini büyük ölçüde sembolize edebiliriz. Yüklemler mantığında da aynı matematikte olduğu gibi, sabitler ve değişkenler kullanılır. Biraz önce bahsedilen "terimleri" iki sınıfa ayırabiliriz: Bireysel değişkenler, bireysel sabitler. Bireysel sabitlere örnek olarak birey olduğunu bildiğimiz varlıkları sayabiliriz: “Gökhan”, “Tekir”, “gül” gibi. Bunlar yerine de “insan”, “hayvan”, “bitki” kavramlarının çerçeveleri içinde olmak üzere x, y, z, değişken sembollerini kullanabiliyoruz. Matematikte değişkenler genellikle sayılar veya fonksiyonlar olabilir. Yüklemler mantığında ise bireysel terimler değişken olabildiği gibi, yüklemler de sabit veya değişken olabilir. Yüklemsel sabitlere örnek olarak önermeler içinde yer alan yüklemleri gösterebiliriz: “sayı”, “meyve”, “uydu”, “sert” gibi. Buna göre, "7 bir asal sayıdır." "Elma bir tür meyvedir." "Miranda, Neptün'ün uydusudur." "Demir sert bir metaldir." ...cümleleri içinde "7", "Elma", "Miranda", "Neptün" ve "demir" bireysel sabitler, “asal sayı, “meyve”, “uydu” ve “sert metal” de yüklemsel sabitlerdir. Yüklemsel ifadelerde yüklemler yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi bir veya iki terimli (veya argümanlı) olabildiği gibi, daha fazla sayıda argüman da içerebilirler. Mesela: “Beril, Akın ve Şebnem'nin önünde oturuyor” dediğimiz zaman, burada “önünde oturuyor” ifadesini yüklem olarak; Beril, Akın ve Şebnem isimlerini de bireysel sabitler olarak almış oluyoruz. Yüklemsel ifadeler yüklemin aldığı terim sayısına göre şu genel biçimlerde gösterilebilirler: P(a), Q(b, c), R(d, e, f), ... Bu ifadelerde, hemen görülebileceği gibi, bireysel sabitler yerine x, y, z gibi değişkenler koyarsak, P(x), Q(b, y), R(z, e, f) ...gibi değişken terimli yüklemsel ifadeler elde ederiz. Eşdeğerlik ve karşıtlık. A(x) yüklemsel bir formül olsun. Şu ifadeleri göz önüne alalım: a) formula_28 b) formula_29 c) formula_30 d) formula_31 Bunları doğal dile çevirirsek: a) Her şey A yüklemine (özelliğine) sahiptir. b) Bazı şeyler A yüklemine (özelliğine) sahiptir. c) Hiçbir şey A yüklemine (özelliğine) sahip değildir. d) Bazı şeyler A yüklemine (özelliğine) sahip değildir. Burada görüldüğü gibi, d, a'nın karşıtı (değillemesi), c de b'nin karşıtıdır. Şu halde, formula_29 yerine formula_33 kullanabiliriz, çünkü bunlar mantıksal olarak özdeştir, aynı şekilde formula_28 yerine formula_35 ifadesini kullanabiliriz. Yüklemsel ifadelerde değilleme ve niceleyicilerin yeri, anlam bakımından önemlidir. Örneğin: formula_36, “her sayı asal değildir” anlamına gelirken, formula_37 ise “hiçbir sayı asal değildir” anlamına gelir. formula_38 formula_39 formula_40 formula_41 formula_42 formula_43 formula_44 formula_45 Çok çözülüm teorem ispatlama. Çözülüm teorem ispatlama, mantık teoremlerinin ispatlanması için A. Robinson tarafından geliştirilmiş bir tekniktir. Bu tekniğin esası şudur: Eğer “veya” bağı ile bağlı P1, ..., Pn önermelerinden bir Q önermesi dedüktif olarak çıkarılabiliyorsa, o zaman Q'nun değillemesini bu önermelere “ve” bağı ile kattığımız zaman bir çelişki elde ederiz. Sembollerle gösterecek olursak: formula_46 ...çıkarımı geçerli ise, formula_47 ...bir çelişkidir. Bu yöntemin kullanılabilmesi için, P1, ..., Pn önermelerinin, eşdeğerlik dönüşümleri kullanılarak “birleşimli normal biçim” denilen bir biçime getirilmesi gerekir. Bu biçim sadece “değil”, “ve” ve “veya” mantıksal bağlaçlarını içerir. "Örnek 1": P -> Q ~P V Q ~P V Q P P P ------ ------ ~Q Q Q ------ Bu örnekte formula_9 şartlı önermesi yerine, eşdeğeri formula_49 konulmuştur ki bu, formula_9 önermesinin normal biçimidir. "Örnek 2": A -> B ~A V B ~A V B B -> C ~B V C ~B V C A A A -------- --------- ~C C C --------- Çözülüm teorem ispatlama yöntemi, yüklemler mantığının teorem ispatlama problemlerinde de uygulanmaktadır. Yüklemler mantığında teorem ispatı sırasında bireysel sabitlerin değişkenlerin yerine konulmasına “birleştirme” denilir. "Örnek 3": P(x, y) -> Q(x) ~P(x, y) V Q(x) ~P(a, y) V Q(a) P(a, y) P(a, y) P(a, y) -------------- --------------- ~Q(a) Q(a) Q(a) --------------- Bulanık mantık. Bulanık mantık 1960'ların ortalarında Lotfi Zadeh tarafından iki değerli mantık ve olasılık teorisine alternatif olarak geliştirilmiştir. Bulanık mantıkçılara göre iki değerli mantık ve kümeler teorisi daha genel çok değerli bir teorinin özel halidir. Zadeh (1965) bulanık kümeleri ve bulanık mantığı şu şekilde tanımlamaktadır: "Bulanık sistemlerde temel düşünce bulanık mantıkta doğruluk değerleri (veya bulanık kümelerde üyelik değerleri) 0 ile 1 arasında değişen değerlerdir ki burada 0 mutlak yanlış, 1 de mutlak doğru olmaktadır." Doğal dilde kullandığımız birçok cümlede “az”, “çok”, “orta” gibi kalitatif niceleyiciler kullanıyoruz. Bu tür cümleleri bulanık mantığın gösterimi ile ifadelendirmek daha kolay olmaktadır. Bulanık mantıkta “Ahmet yaşlıdır” ve “Bugün hava sıcaktır” cümlelerindeki “yaşlı” ve “sıcak” ifadelerine iki değerli mantıktaki gibi “doğru” veya" yanlış" yerine 0 ile 1 arasında değer verilebilmektedir. Bulanık mantığın formel tanımları. X, elemanları x'ler olan bir nesneler kümesi olsun, yani X = (x). X'in içinde bir A bulanık kümesi bir üyelik fonksiyonu mA(x) ile karakterize edilir. Bu fonksiyon X içindeki her nesneyi, 0 ile 1 arasındaki bir reel sayıya [0,1] tekabül ettirir. Yukarıdaki örnekte A, yaşlı insanlar kümesi olabilir. Ahmet de X insanlar genel kümesinin bir üyesi olarak yaşlı insanlardan biri olabilir ki A'daki üyelik derecesine göre üyelik değeri [0,1] reel sayılar aralığında yer alır. mA(x) değeri 1'e yaklaştığında x'in A içindeki “üyelik derecesi” artar. Bütün x'ler için mA(x) = 0 ise, A boş bir küme olur ve bütün x'ler için mA(x) = mB(x) olduğunda da A=B olur. Bulanık kümelerle ilgili tarifler de şöyledir: m(karşıt A) = 1 – mA. Eğer X'in bütün x'leri için mC(x) = MAX[mA(x), mB(x)] ise, C, A ve B'nin birleşimidir. Eğer X'in bütün x'leri için mC(x) = MIN[mA(x), mB(x)] ise, C, A ve B'nin arakesitidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6183", "len_data": 12975, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.83 }
Novell merkezi Waltham, Massachusetts'de bulunan bir yazılım şirketidir. Özellikle sunucu sistemleri ve Linux alanında faaliyet gösterir. Novell mali bakımdan dünyanın 22'ci en büyük bilgisayar şirketidir. Tarihçe. Novell, 1969 yılında Novell Data Systems Inc. olarak Provo, Utah'da kuruldu. Kurucuları George Canova, Darin Field ve Jack Davis'tir. Novell ismi, Fransızca yeni demek olan "nouvelle"den gelmektedir. Şirket sunucu işletim sistemi konusuna odaklanmıştır. Netware adlı bu ürün 80'li yıllardan itibaren yaygın kullanıma kavuşmuştur. Netware IPX/SPX teknolojisi ile yerel ağda bilgisayarların birbirleri ile haberleşebilmesi sağlamış, Remote Boot teknolojisi ile sabit disk olmaksızın işletim sistemi çalıştırabilmiş, Netware Directory Service ile kullanıcı hakları ve yetkilerini düzenleyebilen bir mimariyi ortaya çıkarmıştır. Bilişim alanında pek çok ilke imza atan Novell, istemci işletim sistemleri geliştirmemesi nedeniyle, 1990'lı yılların artan masaüstü bilgisayar kullanımından olumsuz etkilenmiştir. 2006 yılında OES (Open Enterprise Server) ile açık kaynak kodlu işletim sistemi üretimine başlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6185", "len_data": 1123, "topic": "CODING", "quality_score": 3.68 }
Bilgisayar virüsü, içinde bulunduğu bilgisayardaki başka programlara ve dosyalara kendi kodunu enjekte eden ve kendini bu programları kullanarak çoğaltan bir kötü amaçlı yazılım türüdür. Bir kötü amaçlı yazılımın virüs olarak tanımlanabilmesi için, kendini çoğaltma ve kendini çalıştırabilme özelliklerine sahip olması gerekir. İçinde virüslerin etkili olduğu bir bilgisayar için, biyolojik virüslere atıfta bulunarak bulaşma tabiri kullanılır. Biyolojik virüsler ile karşılaştırma. Bilgisayar virüsleri, biyolojik virüslerin insandan insana bulaşması gibi bir bilgisayardan diğerine bulaşabilirler. Örneğin, uzmanların tahminine göre, Mydoom adlı solucan Haziran 2004 tarihinde bir gün içerisinde çeyrek milyon bilgisayara bulaştı. 2000 yılındaki bir diğer vakada ise I Love You virüsü, benzer etkileri yarattı. An itibarıyla bilişim dünyasında on binlerce virüs bulunmakta ve her gün yenileri tespit edilmekte. Bulaşma ya da yayılım şekillerindeki çeşitlilikten ötürü virüslerin nasıl çalıştıklarını tümü için geçerli olacak şekilde özetlemek zordur. Ancak, genelde çeşitli virüs tiplerini belirtmek için kullanılan geniş kategoriler bulunmaktadır. Ayrıca en güzel örnek spam virüsüdür. Bir disketteki bilgi için, bilgisayar, tıpkı DNA’yı kopyalamak isteğiyle vızıldayan hücre çekirdeği gibi, vızıldayan bir cennettir. Bilgisayarlar ve bunlara bağlı olan disket ve teyp sürücüleri, yüksek kopyalama doğrulukları amaçlanarak oluşturulmuştur. DNA moleküllerinde olduğu gibi, manyetize baytlar kopyalanmayı ‘dilemezler’. Yine de, kendini çoğaltacak adımları atabilen bir bilgisayar programı yazabilirsiniz. Sadece kendini bir bilgisayarda çoğaltmakla kalmayıp, diğer bilgisayarlara da kendisini yayacak bir şekilde. Bilgisayarlar baytları kopyalamakta ve bu baytların içinde bulunan talimatlara körü körüne itaat etmekte o kadar iyidirler ki, kendini ikileştiren programlar için oturan ördek kadar kolay avdırlar: yazılım parazitlerinin yakıp yıkmasına karşı kapıları sonuna kadar açık bir şekilde. Bencil genler ve memler teorilerine aşina herhangi bir şüpheci, modern bilgisayarların ayrım gözetmeyen disket ve e-posta hareketlerinin belaya davet olduğunu bilecektir. Günümüzdeki bilgisayar virüsü salgınlarının tek şaşırtıcı yanı, ortaya çıkmalarının çok üzün süre almış olmasıdır. DNA virüsleri ve bilgisayar virüsleri aynı neden için yayılırlar: İçinde iyi kopyalama yapacak ve bu kopyaları etrafa yayacak ve virüslerin içerdiği talimatlara itaat edecek makinelerin bulunduğu bir çevrenin bulunması. Göreceli olarak, bu iki çevre sırasıyla hücresel fizyoloji ortamı ve geniş bir bilgisayar topluluğu ve veri işleme makineleri tarafından sağlanan çevredir. Başka bir yerlerde, başka ortamlar, başka vızıldayan ikileşme cennetleri var mıdır? Richard Dawkins, Bir Şeytan'ın Papazı Sınıflandırma. Virüs tipleri birçok alt bölümde incelenebilir. Ana sınıflama bölümleri şunlardır: Dosya virüsleri. Dosya virüsleri, asalak ya da yürütülebilir virüsler olarak da bilinen ve kendilerini yürütülebilir dosyalara (sürücü ya da sıkıştırılmış dosyalara) tutturan ve konak program çalıştırıldığında etkinleşen kod parçacıklarıdır. Etkinleştikten sonra, virüs kendini diğer program dosyalarına tutturarak yayılabilir ve programlandığı şekilde kötü niyetli faaliyet gösterebilir. Birçok dosya virüsü kendilerini sistem hafızasına yükleyip sürücüdeki diğer programları araştırarak yayılır. Bulduğu programların kodlarını virüsü içerecek ve gelecek sefer program çalıştığında virüsü de etkinleştirecek şekilde değiştirir. Virüs tüm sisteme ya da bulaştığı programı ortak kullanan sistemlerin tüm alanlarına yayılana dek defalarca bunu yapar. Yayılmalarının yanı sıra bu virüsler hemen ya da bir tetikleyici vasıtasıyla etkinleşen tahrip edici bir tür bileşeni bünyelerinde barındırırlar. Tetikleyici özel bir tarih, virüsün belirli bir kopyalama sayısına ulaşması ya da önemsiz herhangi bir şey olabilir. Randex, Meve ve MrKlunky dosya virüslerine verilebilecek birkaç örnektir. Önyükleme sektörü virüsleri. Önyükleme sektörü sabit diske ait tüm bilgilerin saklandığı ve bir program vasıtası ile işletim sisteminin başlatılmasını sağlayan yerdir. Virüs, her açılışta hafızaya yüklenmeyi garantilemek amacıyla kodlarını önyükleme sektörüne yerleştirir. Bu, belki de, günümüzde sayıca azalmalarının da nedeni olmuştur. Programların disketler ile bir bilgisayardan diğerine taşındığı dönemlerde önyükleme virüsleri büyük bir hızla yayılıyordu. Ancak CD-ROM devrinin başlamasıyla, CD-ROM içerisindeki bilgilerin değiştirilemez ve kod eklenemez olmasından ötürü, bu tür virüslerin yayılımı durdu. Önyükleme virüsleri hala var olsa da yeni çağ zararlı yazılımlarına nispeten çok nadirler. Yaygın olmamalarının diğer bir sebebi ise işletim sistemlerinin artık önyükleme sektörlerini koruma altına almasıdır. Polyboot.B ve AntiEXE önyükleme virüslerine örnektirler. Makro virüsler. Makro virüsler, makrolar içeren çeşitli program ya da uygulamalarca yaratılmış dosyalara bulaşan virüslerdir. Microsoft Office programınca üretilen Word belgeleri, Excel elektronik çizelgeleri, PowerPoint sunumları, Microsoft Access veritabanları, Corel Draw, AmiPro uygulamalarınca yaratılmış dosyalar vs. etkilenen dosya tipleri arasındadır. Makro virüsler işletim sisteminin değil ait olduğu uygulamanın dilinde yazıldığından platform bağımsızdırlar ve uygulamayı çalıştırabilen tüm işletim sistemleri (Windows, Mac vb.) arasında da yayılabilirler. Uygulamalardaki makro dillerinin sürekli artan kabiliyetleri ve ağlar üzerinde yayılma olasılıkları bu türden virüsleri büyük tehdit haline getirmektedir. İlk makro virüsü Microsoft Word için yazılmış ve 1995 Ağustos'unda tespit edilmişti. Bugün binlerce makro virüsü bulunmakta. Relax, Melissa.A ve Bablas makro virüs örnekleridir. Çoğalma bakımından solucanlara (worm) benzerler ama işlev yönünden farklılık gösterirler. Ağ virüsleri. Ağ virüsleri, yerel ağlarda ve hatta İnternet üzerinde hızla yayılmak konusunda çok beceriklidirler. Genelde paylaşılan kaynaklar, paylaşılan sürücüler ya da klasörler üzerinden yayılırlar. Bir kez yeni bir sisteme bulaştıklarında, ağ üzerindeki potansiyel hedefleri araştırarak saldırıya açık sistemleri belirlemeye çalışırlar. Savunmasız sistemi bulduklarında ağ virüsü sisteme bulaşır ve benzer şekilde tüm ağa yayılmaya çalışırlar. Nimda ve SQLSlammer kötü nam salmış ağ virüslerindendir. Eşlik virüsleri. Eşlik virüsleri, konak dosyalarına tutunmuş değillerdir ancak MS-DOS'u suistimal edebilirler. Bir eşlik virüsü geçerli .EXE (uygulama) dosyalarına ait isimleri kullanan genelde .COM nadiren .EXD uzantılı yeni dosyalar yaratmaktadır. Eğer kullanıcı belirli bir programı çalıştırmak için komut konsoluna sadece programın ismini yazıp .EXE uzantısını yazmayı unutursa DOS, ismi ve uzantıları aynı olan dosyalardan uzantısı sözlükte önde görünen dosyanın çalıştırılmak istendiğini varsayıp virüsü yürütecektir. Örneğin kullanıcı "dosya adı".COM (virüs dosyası) ve "dosya adı".EXE (yürütme dosyası) adlı iki dosyaya sahip olsun ve komut satırına sadece "dosya adı" yazmış bulunsun. Uzantılar incelendiğinde sonuç olarak dosya adı.com yani virüs dosyası yürütülecektir. Virüs yayılacak ve atanmış diğer görevleri yaptıktan sonra kendisiyle aynı isme sahip .exe dosyasını çalıştıracaktır. Böylece kullanıcı büyük ihtimalle virüsün ayırdına varamayacaktır. Bazı eşlik virüslerinin Windows 95 altında ve Windows NT'deki DOS öykünücüleri üzerinde çalışabildiği bilinmektedir. Yol eşlik virüsleri geçerli sistem dosyaları ile aynı ada sahip dosyalar oluşturur ve dizin yolu içinde bulunan eski virüsleri yenileri ile değiştirir. Bu virüsler MS-DOS komut sistemini kullanmayan Windows XP'nin kullanıma sunulması ile giderek seyrekleşmişlerdir. Yazılım bombaları. Yazılım bombaları, gerekli şartlar oluşana dek atıl durumda kalan ve özel bir kodu işleyen yazılımlardır. Şartların olgunlaşması kullanıcıya mesajlar göstermek ya da dosyaları silmek gibi belirli fonksiyonları tetikleyecektir. Yazılım bombaları bağımsız programların içerisinde barınabildikleri gibi virüs ya da solucanların parçaları da olabilirler. Belirli sayıdaki konağı etkiledikten sonra etkinleşen yazılım bombaları örnek olarak verilebilir. Saatli bombalar, yazılım bombalarının alt kümeleri olup belirli tarih ya da zamanda etkinleşecek şekilde programlanmışlardır. Saatli bombalara, ünlü "Friday the 13th" ve "Chernobyl (CIH) 26th" virüsleri örnek verilebilir. Cross-site scripting virüsleri. Bir cross-site scripting virüsü (XSSV) çoğalabilmek için cross-site betik açıklarını kullanan virüslerdir. Bir XSSV yayılabilmek için web uygulamaları ve web tarayıcılarına ihtiyaç duyduğundan simbiyoz tip virüstür. Aslında XSS bir virüs değil, sistem açığıdır. HTTP ile çalışan bir web sitesi için, gönderilen istekteki parametrelerden birine kod parçacığı yerleştirilerek hedef yazılımda çalıştırılması amaçlanır. Bu yöntem ile kullanıcıların ve hatta sistem yöneticisinin oturum bilgileri çalınabilir. Sentineller. Sentineller oldukça gelişkin virüs tipi olup yaratıcısına, bulaştığı bilgisayarları uzaktan kullanma yetkisi verir. Sentineller bot, zombi ya da köle adı verilen bilgisayarların oluşturduğu ve Hizmeti engelleme saldırısı (DDoS) gibi kötü niyetli amaçlarda kullanılacak geniş ağlar yaratmada kullanılırlar. Virüslerin, makinenize bulaşma ya da makinenizde etkin halde olmadan saklanma yolları pek çoktur. Ancak etkin olsun ya da olmasın virüslerin başıboş bırakılması çok tehlikelidir ve ivedi şekilde sorun halledilmelidir. DOS Virüsleri. DOS virüsleri, ismini Windows XP sürümüne kadar eski Windows sürümlerinin üstüne yapıldığı DOS işletim sisteminden alır. Bilgisayara donanımsal zarar veren tek virüslerdir. Kendileri Windows'un Batch özelliğini kullanır. Uzantısı .bat biçimindedir ama her .bat uzantılı dosyalar virüs değildir. Küçük boyutlu olan bu virüsler genellikle açıldığı anda işleme koyulurlar. Küçük olmasının nedeni aslında sadece bir yazı dosyası olmasından kaynaklıdır. Windows, o .bat uzantılı dosyadaki yazı komutları çalıştırır. .bat dosyalarının formatı cmd.exe'ye komut yazarmış gibidir. Diğer zararlı yazılımlar. Geçmişte bir bilgisayarı zor durumda bırakabilecek tek yöntem zararlı taşıyan disketleri bilgisayara yerleştirmekti. Yeni teknoloji çağının başlamasıyla, artık, neredeyse her bilgisayar dünyanın geri kalanına bağlanmış durumda. Dolayısıyla zararlı bulaşmalarının kaynak yerlerini ve zamanlarını kesin olarak tespit etmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Bunlar yetmezmiş gibi bilgisayar çağında yeni tür zararlı yazılımlar türemiş durumda. Günümüzde virüs terimi, bir bilgisayarı zararlı yazılımlarca saldırıya maruz bırakacak tüm değişik yöntemleri belirtmekte kullanılan genel bir terim halini almıştır. Açıklanan virüs tiplerinin dışında günümüzde yenice karşılaştığımız problemler bulunmakta. Truva Atları. Truva atları, ilgi çekici görünen ama aslında aldatmaya yönelik zararlı dosyalardır. Sistemde var olan dosyalara kod eklemektense ekran koruyucu yüklemek, elektronik postalarda resim göstermek gibi bir işle iştigal oldukları izlenimi uyandırırlar. Ancak, aslında arka planda dosya silmek gibi zararlı etkinlikler gerçekleştirmektedirler. Truva atları bilgisayar korsanlarının bilgisayarınızdaki kişisel ve gizli bilgilerinize ulaşmalarına imkân tanıyan gizli kapılar da yaratırlar. Truva atları aslında sanılanın aksine virüs değillerdir çünkü kendilerini çoğaltamazlar. Bir Truva atının yayılması için saklı bulunduğu eposta eklentisinin açılması ya da Truva atını içerir dosyanın internet üzerinden bilgisayara indirilip yürütülmesi gerekir. Hizmeti engelleme saldırısı Truva atları. Hizmeti engelleme saldırısı (Denial of service attacks) Truva atlarının dayandığı temel düşünce kurbanın bilgisayarındaki İnternet trafiğini bir web sitesine ulaşmasını veya dosya indirmesini engelleyecek şekilde artırmaktır. Hizmeti Engelleme Saldırısı Truva atlarının bir başka versiyonu mail-bombası Truva atlarıdır ki ana amaçları mümkün olabildiğince çok makineye bulaşmak ve belirli e-posta adreslerine aynı anda filtrelenmeleri mümkün olmayan çeşitli nesneler ve içerikler ile saldırmaktır. FTP Truva Atları. Bu tür Truva atları en basit ve artık modası geçmiş Truva atlarıdır. Yaptıkları tek şey FTP transferleri için kullanılan 21. portu açmak ve herkesin bilgisayarınıza bağlanabilmesine imkân tanımaktır. Bu türün yeni versiyonları sadece saldırganın sisteminize ulaşmasını sağlayan parola korumalı yapıdadırlar. Aslına bakarsanız Trojan'ın modası geçmiş virüs olmasına karşılık hâlen kullanımı yaygındır. Bu tür virüsler sizin sisteminize girmeleriyle kalmaz gerekli bilgilerinizi çalabilirler, kredi kartı numaralarını ve buna benzer birçok şey yapabilirler. Günümüz teknolojisi bunu engelleyecek birçok program üretmiştir. Yazılım Tespit Engelleyiciler. Bu Truva atları makinenizi koruyan popüler antivirüs ve güvenlik duvarı yazılımlarının çalışmalarını engelleyerek saldırganın sisteminize erişimine olanak tanır. Yukarıda belirtilen Truva atı tiplerinden birini ya da birkaçını birden içerecek yapıda olabilir. Solucanlar. Bilgisayar solucanları çoğalan, bağımsız şekilde çalışabilen ve ağ bağlantıları üzerinde hareket edebilen programlardır. Virüs ve solucanlar arasındaki temel fark çoğalma ve yayılma yöntemleridir. Bir virüs çalışmak için konak ya da önyükleme sektörü dosyalarına ihtiyaç duyarken, makineler arası yayılım için gene taşıyıcı dosyalara gereksinim duyar. Oysa solucanlar kendi başlarına bağımsız şekilde çalışabilir ve bir taşıyıcı dosyaya ihtiyaç duymadan ağ bağlantıları üzerinde yayılabilirler. Solucanların yarattığı güvenlik tehditleri bir virüsünkine eşittir. Solucanlar sisteminizdeki elzem dosyaları tahrip etmek, makinenizi büyük ölçüde yavaşlatmak ve bazı gerekli programların çökmesine neden olmak gibi bütün olası zararları yaratabilme yeteneğindedirler. MS-Blaster ve Sasser solucanları en tanınmış solucanlara örnektirler. Casus yazılımlar. Casus yazılımlar, reklam destekli yazılımları nitelemekte kullanılan diğer bir terimdir. Paylaşılan yazılımları üreten yazarlar, program içerisinde reklam yayınlatarak ürünü kullanıcıya satmadan da para kazanabilirler. Piyasadaki birçok büyük medya şirketi yazarlara reklam bantlarını yazılımlarına yerleştirmelerini önerir ve reklam bantları sayesinde satılan her ürün için belirli bir oranda komisyon vermeyi vadeder. Eğer kullanıcı yazılımdaki reklam bantlarını can sıkıcı buluyorsa, lisans ücretini ödediği takdirde banttan kurtulmanın imkânına erişir. Bu bantları üreten reklam şirketleri, ek olarak internet bağlantınızı sürekli kullanarak internet kullanımınıza ait istatistiki bilgileri sizin bilginiz dahilinde olmadan reklam verenlere gönderen bazı izleme programlarını sisteminize yüklerler. Yazılımlara ait gizlilik politikalarında hassas ve tanımlayıcı verilerin sisteminizden toplanmadığı ve kimliğinizin belli olmayacağı belirtilse de kişisel bilgisayarınızı bir sunucu gibi çalışarak size ait bilgileri ve internet kullanımınıza ait alışkanlıklarınızı 3. kişi ya da kurumlara göndermektedir. Casus yazılımlar ayrıca bilgisayarınızı yavaşlatmakla, işlemci gücünün bir kısmını kullanmakla, uygunsuz zamanlarda sinir bozucu pop-up pencereleri ekrana getirmekle ve anasayfanızı değiştirmek gibi internet tarayıcısı ayarlarınızı değiştirmekle ünlüdürler. Ek olarak yasal olmayan bu tür yazılımlar büyük bir güvenlik tehdidi oluşturmakta ve sisteminizden temizlenmelerinin hayli güç olması virüsler kadar baş belası olabileceklerini açıkça göstermektedir. Bilgisayar virüslerinin etkileri. Bazı virüsler uygulamalara zarar vermek, dosyaları silmek ve sabit diski yeniden formatlamak gibi çeşitli şekillerde bilgisayara zarar vermek amacıyla programlanmışlardır. Bazıları zarar vermektense, sadece sistem içinde çoğalmayı ve metin, resim ya da video mesajları göstererek fark edilmeyi tercih ederler. Bu zararsızmış gibi gözüken virüsler kullanıcı için problem yaratabilir. Bilgisayar hafızasını işgal ederek makineyi yavaşlatabilir, sistemin kararsız davranmasına hatta çökmesine neden olabilirler. Ek olarak birçok virüs, hata (bug) kaynağıdır ve bu hatalar sistem çökmelerine ve veri kaybına neden olabilir. Virüs teriminin kullanımı. Bilgisayar virüsü terimi, biyolojik muadilinden türetilmiş olup onunla aynı mantıkta kullanılmaktadır. Tam olarak doğru olmasa da virüs terimi genelde Truva atı ve solucan da dahil olmak üzere tüm zararlı çeşitlerini ifade edecek şekilde kullanılmaktadır. Günümüzde en tanınmış antivirüs yazılım paketleri tüm saldırı çeşitlerini savunabilecek yapıdadır. Bazı teknoloji topluluklarında virüs terimi, küçümsemek maksadıyla, zararlı yazıcılarını da belirtecek şekilde kullanılır. Virüs terimi ilk olarak 1984'te Fred Cohen tarafından hazırlanan "Experiments with Computer Viruses" adlı tez çalışmasında kullanılmış ve terimin Len Adleman ile birlikte türetildiği belirtilmiştir. Ancak daha 1972'lerde David Gerrold'e ait "When H.A.R.L.I.E Was One" adlı bir bilimkurgu romanında, biyolojik virüsler gibi çalışan VIRUS adlı hayali bir bilgisayar programdan bahsedilmiş. Gene bilgisayar virüsü terimi, Chris Claremont'in yazdığı ve 1982 yılında basılmış "Uncanny X-Men" adlı çizgi romanda geçmiş. Dolayısıyla Cohen'in virüs tanımlaması akademik olarak ilk kez kullanılsa da terim çok önceden türetilmişti. Tarih. İlk olarak 1948 yılında John Von Neuman tarafından kendini kopyalayabilen bilgisayar programı fikri ortaya atılmıştır. Elk Cloner adlı bir program laboratuvar ya da bilgisayar dışında üretilmiş olup ilk bilgisayar virüsü olarak tanımlanmıştır. Rich Skrenta tarafından 1982 yılında yazılan virüs Apple DOS 3.3 işletim sistemine bulaşıp disketler vasıtasıyla yayılmıştır. Bu virüs aslında bir lise öğrencisi tarafından hazırlanan bir tür şaka idi ve oyun dosyaları içerisine gizlenmişti. Oyunu 50. çalıştırmada virüs salınıyor ve akabinde boş bir ekranda Elk Cloner adlı virüs hakkında bir şiir gösterilerek bulaşma işlemi tamamlanıyordu. Bilgisayar Virüsü konulu ilk doktora tezi 1983 yılında hazırlandı. İlk PC (Kişisel Bilgisayar) virüsü (c)Brain adında bir önyükleme sektörü virüsü idi ve 1986 yılında Pakistan'ın Lahor şehrinde çalışan Basit ve Amjad Farooq Alvi isimli iki kardeş tarafından yazılmıştı. Kardeşler virüsü, resmî olarak, yazdıkları yazılımın korsan kopyalarını engellemeye yönelik hazırlamışlardı. Ancak analizciler bir tür Brain türevi (varyant) olan Ashar virüsünün, kodlar incelendiğinde aslında Brain'den önce yaratıldığını iddia etmekteler. Bilgisayar ağlarının yaygınlaşmasından evvel, birçok virüs çıkarılabilir ortamlar, özellikle disketler, vasıtasıyla yayılmaktaydılar. Kişisel bilgisayar devrinin ilk günlerinde birçok kullanıcı bilgi ya da programları disketler ile bir bilgisayardan diğerine taşımaktaydılar. Bazı virüsler bu disketlerde bulunan programlara bulaşarak yayılmaktaydılar. Bazıları da kendilerini önyükleme sektörlerine yükleyerek bilgisayar çalıştırılır çalıştırılmaz etkin hale geçmeyi amaçlamaktaydılar. Geleneksel bilgisayar virüsleri de 1980'lerde kişisel bilgisayarların hızla yayılması sonucunda bilgisayarlı bilgi sistemlerinin ve modemlerin kullanımındaki artış sonucunda yazılım paylaşımı sıklaştı. Bilgisayarlı bilgi sistemleri (BBS) sayesinde yazılımların paylaşımı Truva atlarının yayılmasına katkıda bulunurken, çok kullanılan yazılımları etkileyecek özel virüsler yazılmaya başlandı. Gene paylaşılan yazılımlar (Shareware) ve kaçak yazılımlar, BBS'ler üzerinde virüslerin yayılımı için kullanılan genel taşıyıcılardı. Bir tarafta korsanlar, ticari yazılımların yasal olmayan kopyalarını pazarlarken, iş çevreleri de virüslerin açık hedefleri haline gelmiş güncel uygulamaları ve oyunları güvenli kılmakla uğraşmaktaydılar. 1990'ların ikinci yarısından itibaren makro virüsler sıklaştı. Bu türden virüslerin birçoğu Word ve Excel gibi birçok Microsoft programını etkileyebilen betik dillerinde hazırlanıyorlardı. Bu virüsler Microsoft Office ile yaratılmış belge ve elektronik çizelgelere bulaşmaktaydı. Word ve Excel Mac OS üzerinde de çalışabildiklerinden bu virüsler Macintosh bilgisayarlara da yayılmaktaydı. Bu türden virüslerin birçoğu virüs bulaşmış e-posta gönderme yetisinde değildiler. E-posta yoluyla yayılım gösteren virüsler Microsoft Outlook Com arayüzünün avantajını kullanmaktaydılar. Makro virüsler özellikler tespit programları için problem teşkil etmektedir. Örneğin Microsoft Word'ün bazı sürümleri makroların ek boş satırlar ile çoğalmalarına izin vermekteydi. Bazı makro virüslerin de aynı şekilde davranmalarından ötürü normal makrolar yanlışlıkla yeni bir virüs olarak tanımlanmaktaydı. Bir başka örnekte ise iki makro virüsü aynı anda belgeye bulaştığında, ikisinin birleşimi çiftleşme olarak algılanıyor ve muhtemelen ebeveynden ayrı yeni bir virüs olarak tespit ediliyordu. Bir bilgisayar virüsü hazır mesajlaşma üzerinden de gönderilebilir. Virüs bulaştığı makineyi kullanarak bir web adresi linkini kişiler listesindeki tüm şahıslara hazır mesaj olarak gönderebilir. Mesajı alan kişi arkadaşından (ya da herhangi bir güvenilir kaynaktan) geldiğini düşündüğü linke tıklarsa, ulaşılan sitede bulunan virüs bilgisayara bulaşabilir ve yukarıda bahsedilen yöntemi kullanarak diğer kurban bilgisayarlara yayılabilir. Kasım 2001'de Outlook ve Outlook Express'teki güvenlik açığını kullanan "Badtrans" solucanı, virüslerin bulaşması için virüslü e-posta eklentileri açılmalıdır tezini çürüttü. Yeni tür bilgisayar virüsleri cross-site betik virüsleridir. Virüs araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmış ve 2005 yılında akademik olarak sunumu yapılmıştır. Virüs yayılmak için cross-site scripting açığını kullanmakta. 2005 yılından bu yana birçok cross-site scripting virüsü örneği gözlendi. Etkilenen belli başlı siteler arasında Myspace ve Yahoo bulunmakta. Neden bilgisayar virüsleri yapılır? Biyolojik virüslerin aksine bilgisayar virüsleri kendi başlarına evrimleşemezler. Bilgisayar virüsleri ne kendiliğinden var olabilirler ne de yazılımlardaki hatalardan türeyebilirler. Programcılar ya da virüs yapma yazılımı kullanan kişiler tarafından üretilirler. Bilgisayar virüsleri ancak programlandığı etkinlikleri gerçekleştirmeye muktedirlerdir. Virüs yazıcılarının zararlıyı üretme ve yayma amacı çok çeşitli nedenlere dayandırılabilir. Virüsler araştırma projeleri amaçlı, şaka amaçlı, belirli şirketlerin ürünlerine saldırmak amaçlı, politik mesajları yaymak amaçlı veya kimlik hırsızlığı, casus yazılım ve saklı virüs ile haraç kesme gibi yöntemlerle finansal kazanç sağlamak amaçlı yazılabilmektedir. Bazı virüs yazıcılar ürettiklerini sanat yapıtı olarak görmekte ve virüs yazmayı bir tür yapıcı hobi olarak tanımlamaktalar. Ek olarak birçok virüs yazıcısı, virüslerin sistemler üzerinde tahrip edici etkiler göstermesinden yana değildir. Çoğu yazıcı saldırdıkları işletim sistemini bir zihin egzersizi ya da çözülmeyi bekleyen bir mantık sorusu olarak görmekte ve antivirüs yazılımlarına karşı oynanan kedi fare kovalamacasının kendilerini cezbettiğini belirtmekteler. Bazı virüsler iyi virüsler olarak addedilir. Bulaştıkları programları güvenlik açısından geliştirilmeye zorlar ya da diğer virüsleri silerler. Bu tür virüsler çok nadirdir ve sistem kaynaklarını kullanır, bulaştıkları sistemlere yanlışlıkla zarar verebilir ve bazen diğer zararlı kodların bulaşması ile virüs taşıyıcı hale gelebilirler. Zayıf yazılmış bir iyi virüs gene yanlışlıkla zarar veren forma dönüşebilir. Örneğin iyi bir virüs hedef dosyasını yanlış tanımlayabilir ve masum bir sistem dosyasını yanlışlıkla silebilir. Ek olarak, normalde bilgisayar kullanıcısının izni olmadan işlemektedir. Kendini sürekli çoğaltan kodlar ek problemlere de neden olduklarından iyi niyetli bir virüsün, kendisini çoğaltmayan ve problemi halledebilecek geçerli bir programa kıyasla sorunu ne derece çözebileceği kuşku uyandırmaktadır. Kısaca virüs yazarları aleminin genelini belirtecek bir nitelemenin çıkarımı zordur. Birçok hukuk sahasında herhangi bir bilgisayar zararlısını yazmak suç sayılmaktadır. Bilgisayar virüsleri diskler ve veri hatları gibi elektronik ortamlarla sınırlanmamıştır. Virüs, bir bilgisayardan diğer bilgisayara olan yoluna basılmış mürekkeple, insan gözündeki ışık ışınlarıyla, optik sinir iletileriyle ve parmak kas kasılmalarıyla devam edebilir. Bir virüs programının kodlarını basarak okuyucularının ilgisine sunan bir bilgisayar meraklıları dergisi geniş bir kesimce kınanmıştır. Aslında, virüs programları hakkında herhangi bir çeşit ‘Nasıl yapılır’ bilgisi yayınlanarak, belirli tip çocuksu zihinlerin virüs fikrine dikkatlerinin böylesine çekilmesi, haklı bir şekilde sorumsuz hareket olarak görülür. Richard Dawkins - Bir Şeytan'ın Papazı Çoğalma stratejileri. Bir virüsün kendini çoğaltabilmesi için virüsün yürütülmeye ve hafızaya yazılmaya izinli olması gerekir. Bundan ötürü birçok virüs kendilerini geçerli programların yürütülebilir dosyalarına tuttururlar. Eğer bir kullanıcı virüs bulaşmış programı başlatmaya kalkarsa, ilk olarak virüsün kodu çalıştırılır. Virüsler yürütüldüklerinde gösterdikleri davranışlara göre iki çeşide ayrılırlar. Yerleşik olmayan virüsler hemen tutunacakları başka konaklar ararlar, bu hedeflere bulaşır ve nihayetinde bulaştıkları programa kontrolü bırakırlar. Yerleşik virüsler yürütülmeye başladıklarında konak aramazlar. Bunun yerine yürütümle birlikte kendilerini hafızaya yükler ve kontrolü konak programa bırakırlar. Bu virüsler arka planda etkin kalarak, virüs bulaşmış program dosyalarına erişen her programın dosyalarına ya da işletim sisteminin kendisine bulaşırlar. Yerleşik olmayan virüsler. Yerleşik olmayan virüslerin keşfedici modül ile çoğaltıcı modülden oluştukları düşünülebilir. Keşfedici modül virüsün bulaşması için kullanılacak yeni dosyalar aramakla yükümlüdür. Keşfedici modülün karşılaştığı her yürütülebilir dosyaya çoğaltıcı modül çağrılmak suretiyle virüs bulaştırılır. Basit virüsler için çoğaltıcının görevleri şunlardır: Yerleşik Virüsler. Yerleşik virüsler yerleşik olmayan virüslerdeki örneğine benzer bir çoğaltıcı modül içerirler. Ancak yerleşik virüslerde çoğaltıcı modülü çağıran keşfedici modül bulunmamaktadır. Onun yerine, virüs yürütüldüğü vakit çoğaltıcı modül hafızaya yüklenir ve böylece işletim sistemi belirli tip bir görevi her seferinde uygularken çoğaltıcı modülün de yürütülmesi sağlanır. Örneğin işletim sistemi bir dosyayı her seferinde yürütürken çoğaltıcı modül çağrılabilir. Bu durumda virüs bilgisayarda yürütülmekte olan tüm uygun programlara bulaşabilir. Yerleşik virüsler, bazen hızlı bulaşıcılar ve yavaş bulaşıcılar olmak üzere alt kategorileri ayrılabilirler. Hızlı bulaşıcılar olabildiğince çok dosyayı enfekte etmeye çalışırlar. Örneğin, hızlı bulaşıcı ulaşılan her potansiyel konak dosyasına virüs bulaştırabilir. Bu durum antivirüs programları için özel bir problem oluşturmaktadır, çünkü virüs tarayıcısı sistem genelinde tarama yaptığında sistemdeki tüm potansiyel konak dosyalarına erişecektir. Eğer virüs tarayıcısı sistem hafızasında virüsün bulunduğunu tespit edemez ise virüs, virüs tarayıcısını arkadan takip ederek tarama için erişilen tüm dosyalara bulaşacaktır. Hızlı bulaşıcılar, sisteme yüksek hızda yayılmalarına bel bağlarlar. Bu metodun sakıncası virüsün birçok dosyaya bulaşması ve kendisinin tespitini bir anlamda kolaylaştırmasıdır. Çünkü sistem hafızasını işgal eden virüsler giderek makineyi yavaşlatacak ve şüphe uyandıran eylemler gerçekleştirerek antivirüs yazılımları tarafından fark edileceklerdir. Yavaş bulaşıcılar ise konak dosyalarını nadiren enfekte edecek şekilde tasarlanmışlardır. Örneğin, bazı yavaş bulaşıcılar sadece kendilerini kopyaladıklarında dosyalara tutunurlar. Yavaş bulaşıcılar aktivitelerini sınırlayarak tespit edilmekten sakınmaya çalışırlar. Bilgisayarı fark edilebilir şekilde yavaşlatmaları olası değildir ve şüphe uyandıran davranışları tespit eden antivirüs yazılımlarını tetiklememek için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Yavaş bulaşma ile tüm sisteme yayılma yaklaşımı bu tür virüslerin amaçlarına ulaşmalarına imkân vermemiştir. Tespitten korunma yöntemleri. Kullanıcılar tarafından tespit edilmeyi güçleştirmek adına virüsler bazı aldatmacalar kullanmaktadır. Özellikle MS-DOS platformundaki bazı eski virüsler, konak dosyaya bulaşıp içeriği değiştirmelerine rağmen, "son değiştirme" tarihinin özellikle değişmeden kalmasını sağlarlar. Ancak bu yaklaşım ile antivirüs yazılımlarını aldatamazlar. Bazı virüsler, ulaştıkları dosyaların büyüklüklerini değiştirmeden ve dosyaya zarar vermeden bulaşırlar. Bunu yürütülebilir dosyadaki kullanılmayan alanların üzerine yazarak gerçekleştirirler. Bu türden virüsler boşluk virüsleri olarak adlandırılırlar. Örneğin bir zamanlar büyük tahribata neden olmuş Chernobyl virüsü taşınabilir yürütülebilir dosyaları etkiler çünkü bu tür dosyalarda çok sayıda boşluk bulunmaktadır. 1 KB boyutundaki virüs, dosyalara bulaştığında dosya büyüklükleri değişmeyecektir. Bir kısım virüsler antivirüs programları kendilerini tespit etmeden evvel bazı antivirüs program görevlerini sonlandırarak tespiti engellemeye çalışırlar. Bilgisayarlar ve işletim sistemleri gelişip karmaşıklaştıkça eski tip saklanma yöntemlerinin güncellenmeleri ya da yenileriyle değiştirilmeleri gerektiği açıktır. Olta dosyalarından ve diğer istenmeyen konaklardan sakınma. Bir virüs yayılıma devam edebilmek için mutlaka bir konağa tutunmalıdır. Bazı durumlarda konak programına bulaşmak iyi bir fikir değildir. Örneğin bazı antivirüs programları bütünlük kontrolü yaparak kendi kodlarını incelerler. Dolayısıyla bu türden programlara tutunmak virüsün açığa çıkmasına neden olacaktır. Bundan ötürü bazı virüsler, antivirüs programlarının parçaları oldukları bilinen bir kısım programlara tutunmayacak şekilde tasarlanırlar. Virüslerin sakındıkları bir başka konak türü ise olta (bait) dosyalarıdır. Olta dosyaları, antivirüs programları ya da antivirüs uzmanları tarafından virüsün bulaşmasına yönelik özel olarak hazırlanan dosyalardır. Bu dosyaların hepsi de virüsleri tespit etmeye yönelik olup çeşitli amaçlar için üretilmektedirler; Olta dosyaları, virüsleri tespit etmekte ya da tespit etmeyi kolaylaştırmakta kullanıldıklarından, bir virüs bu türden dosyalara bulaşmayarak kendine fayda sağlayabilir. Virüs bunu anlamsız komutlar içeren küçük program dosyaları gibi, şüpheli görünen programlardan uzak durarak gerçekleştirir. Virüsler için oltalanmadan sakınmanın bir diğer yolu da seyrek bulaşmadır. Bazen seyrek bulaştırıcılar, diğer şartlar altında tutunmaya uygun bir aday olabilecek konak dosyasına tutunmazlar. Örneğin bir virüs herhangi bir konak dosyasına bulaşıp bulaşmamaya rastgele bir şekilde karar verebilir ya da konak dosyalarına haftanın belirli günlerinde bulaşmayı tercih edebilir. Kaçaklık. Bazı virüsler, antivirüslerin işletim sistemine aktardığı bazı istekleri durdurarak antivirüs yazılımını kandırmaya çalışırlar. Bir virüs, antivirüs yazılımının işletim sistemine ilettiği "dosyayı okuma isteğinin" doğru hedefe ulaşmasını engelleyebilir ve hatta isteği kendine yönlendirmek suretiyle antivirüsten saklanmayı başarabilir. Virüs, daha sonra aynı dosyanın temiz bir versiyonunu antivirüse sunarak dosyanın "temiz gibiymiş" görünmesini sağlar. Modern antivirüs yazılımları virüslerin bu türden gizlenme tekniklerine karşı koymaya çalışmaktadır. Kaçaklığı engellemenin tek yolu sistemi temiz olduğu bilinen bir ortamdan önyüklemektir. Şekil değiştirmeler. Birçok antivirüs yazılımı, sıradan programların dosyalarını virüs imzalarını kontrol ederek taramakta ve muhtemel virüsleri bulmaya çalışmaktadır. Bir virüs imzası belirli tip virüsü ya da virüs ailesini belirten özel byte numunesidir. Eğer virüs tarayıcısı incelenen dosyalar içinde böyle bir numune ile karşılaşır ise kullanıcıyı virüs hakkında bilgilendirir. Kullanıcı bu durumda dosyayı silebilir ya da virüsten arındırabilir. Bazı virüsler, virüs imzaları ile tespit edilmeyi güçleştirecek ya da imkânsız hale getirecek teknikler kullanır. Bu türden virüsler her bulaşma esnasında kodlarını değiştirmektedir. Dolayısıyla her konak virüsün farklı bir versiyonunu bünyesinde bulundurmaktadır. Basit şekil değiştirmeler. Geçmişte virüsler kendilerini basit şekillerde değiştirebiliyorlardı. Örneğin virüsler, kaynak kodlarında yer alan ve görevleri benzer altprogram ünitelerini değiş tokuş etmekteydi. 2+2 yapısındaki bir virüs takas sonunda 1+3 forumuna dönerken işlevinde herhangi bir değişiklik olmuyordu. Günümüzde bu durum gelişmiş virüs tarayıcılar için bir problem oluşturmuyor. Değişken anahtarlar ile şifreleme. Daha gelişmiş bir yöntem ise virüsü basit şifreleme yöntemleri ile saklamaktı. Bu durumda virüs, ufak bir şifre çözücü modül ile virüs kodunun şifrelenmiş bir kopyasından oluşmaktaydı. Her dosya bulaşmasında virüs farklı bir anahtar ile şifreleniyor olsa da virüsün sürekli sabit kalacak tek bölümü, virüsün son bölümüne iliştirilen çözücü modül olacaktır. Bu durumda virüs tarayıcı virüs imzalarını kullanarak virüsü tespit edemeyecektir, ama sabit olan çözücü bölüm tespit edilerek virüsü dolaylı yollar ile bulmanın imkânı vardır. Genel olarak virüslerin uyguladıkları çözücü teknikleri basitti ve büyük çoğunlukla her byte'ı ana virüs dosyasında saklanan rastgele hale getirilmiş anahtar ve Xor takısı ile birleştirmek suretiyle elde ediliyordu. Şifreleme ve çözme düzenlerinin aynı olmasından ötürü Xor uygulamalarının kullanılması virüse ek avantaj sağlıyordu. Çokşekilli kod. Çokşekilli kodlar, tarayıcılara yönelik ciddi tehdit arz eden ilk teknikti. Şifrelenmiş virüslere benzer şekilde çokşekilli virüsler de dosyalara şifrelenmiş kopyaları ile bulaşmakta idi. Bununla birlikte şifre çözücü modül de her dosya bulaşmasında değişmekteydi. Dolayısıyla iyi yazılmış çokşekilli bir virüs her bulaşmada sabit kalacak hiçbir parçaya sahip değildi ve bu da virüs imzalarını kullanarak virüsü tespit etmeyi imkânsız hale getiriyordu. Antivirüs yazılımları, virüsü öykünücü vasıtasıyla çözerek ya da şifrelenmiş virüs gövdesinin istatistiki model analizini yaparak tespit edebiliyorlardı. Çokşekilli koda sahip olabilmek için virüs, şifrelenmiş gövdesi içerisinde çokşekilli motora (değiştirme motoru ya da değişim motoru) sahip olmalıdır. Bazı virüsler çokşekilli kodları virüsün değişim hızını artırmakta kullanmaktalar. Örneğin bir virüs zaman içinde yavaş biçimde değişim gösterecek şekilde programlanabilir ya da başka virüs kopyaları bulaşmış dosyalara tutunmaktan kendini alıkoyabilir. Bu türden yavaş çokşekilli virüslerin üstünlüğü, antivirüs uzmanlarının bu türden virüslere ait temsil numunelerini elde etmekte zorlanmalarıdır. Çünkü belirli bir zaman sürecinde olta dosyalarına sadece benzer ya da aynı tip virüs versiyonları bulaşacaktır. Bu durum açıkça gösteriyor ki bu türden virüslerin virüs tarayıcıları ile tespiti güvenilir değildir ve sonuç olarak virüsün bazı örneklerinin tespit edilmekten kaçabildiği açıkça belli olmaktadır. Başkalaşım kodu. Öykünücüler vasıtasıyla tespit edilmekten kurtulabilmek için her yeni yürütülebilir dosyaya bulaşmadan önce kendilerini tamamıyla yeniden yazan virüslerdir. Başkalaşım geçirebilmeleri için bu virüslerin başkalaşım motoru kullanmaları gerekir. Bir başkalaşım motoru genelde çok büyüktür ve karmaşıktır. Örneğin W32/Simile 14000 satır çevirici dili içerir ve %90'ı başkalaşım motoruna aittir. Açıklar ve karşı önlemler. İşletim sisteminin virüs saldırılarına karşı açıkları. Biyolojik virüsler ile bilgisayar virüslerinin birçok yönden benzeştikleri bilindiktir. Bir topluluk içerisinde genetik çeşitlilik ne kadar fazla ise, herhangi bir hastalık virüsünün o canlı topluluğunu yok etmesi o derece zorlaşmaktadır. Aynı şekilde bir ağ üzerindeki yazılım sistemlerinin çeşitliliği, virüslerin tahrip ediciliğini sınırlamaktadır. Microsoft'un masaüstü işletim sistemleri ve ofis yazılım paketleri pazarında üstünlük sağladığı 1990'larda bu durum özel bir ilgi yarattı. Microsoft yazılımları kullanıcıları (özellikle Microsoft Outlook ve Internet Explorer gibi ağ yazılımları kullanıcıları) virüslerin yayılımı karşısında savunmasızdırlar. Microsoft yazılımları, şirketin masaüstü işletim sistemlerindeki nicelik olarak üstünlüğünden ötürü birçok virüs yazıcısının hedefidir ve virüs yazıcılar tarafından suistimal edilen birçok hata (bug) ve açıkları bünyelerinde bulundurduklarından sık sık eleştiri almaktadırlar. Gömülü (entegre) yazılımlar, dosya sistemlerine erişim imkânı tanıyan betik dillerini içerir uygulamalar (örneğin VBScript ve ağ oluşturma uygulamaları) da saldırıya açıktır. Her ne kadar Windows virüs yazıcılar için en gözde işletim sistemi olsa da bazı virüsler diğer platformlarda da gözlenmektedir. Üçüncü parti yazılımları yürüten herhangi bir işletim sisteminde teorik olarak virüsler çalışabilir. Bazı işletim sistemleri diğerlerine nispeten daha az güvenlidir. Unix temelli işletim sistemleri (ve Windows NT temelli platformalar) kullanıcıların yürütülebilir uygulamaları sadece kendilerine ait sınırlandırılmış alanda çalıştırmalarına izin verirler. 2006 yılı olarak Unix tabanlı işletim sistemlerinden biri olan Mac OS X'i hedef alan açık suistimali (exploit) oldukça azdır. Bilinen güvenlik açıkları ise solucanların ve truva atlarının suistimal ettikleri açık sınıflandırmalarına dahil edilmektedirler. Apple'in Mac OS Classic olarak bilinen eski işletim sistemlerine yönelik virüslerin sayısı, bilgi kaynaklarına göre değişiklik arz etmekte. Apple sadece 4, bağımsız kaynaklar ise 63 kadar virüsün işletim sistemine bulaşabileceğini belirtmekte. Kesin olarak söylenebilir ki Unix tabanlı olmasından ötürü Mac Os işletim sistemlerinin güvenlik açıklarından suistimal edilmeleri diğer işletim sistemlerine nispeten daha güçtür. Macintosh bilgisayarların sayıca az olmasından ötürü Mac virüsleri sadece bir kısım bilgisayarı etkileyebilir ki bu durum virüs yazıcılarını pek cezbetmemektedir. Virüslerden etkilenme nitelikleri, çoğu kez Apple ve Microsoft arasındaki karşılaştırmaların temelini oluşturmaktadır. Windows ve Unix benzer betik yeteneklerine sahiptir, ancak Unix normal kullanıcıların işletim sistemi ortamına erişimini engelleyerek olası değiştirmelerin önüne geçerken, Windows bunu yapmaz. 1997'de Bliss olarak bilinen Linux'a yönelik virüs ortaya çıktığında, önde gelen antivirüs şirketleri Unix benzeri işletim sistemlerinin (Linux da Unix tabanlıdır) Windows gibi virüslerin esareti altına girebileceği öngörüsünde bulundu. Bliss, Unix sistemlere yönelik tipik bir virüstür. Bliss, kullanıcının "kendisini" çalıştırması ile aktif hale gelir ve sadece kullanıcının erişim haklarının olduğu alanları (ya da programları) enfekte eder. Windows kullanıcılarının aksine birçok Unix kullanıcısı, program yüklemek ve yazılım ayarlarını yapmak gibi durumlar haricinde yönetici hesabıyla oturum açmazlar, dolayısıyla kullanıcı virüsü çalıştırsa bile virüs işletim sistemi dosyalarına bulaşamayacağı için sisteme zarar veremez. Bliss virüsü hiçbir zaman çok yaygınlaşmadı ve daha çok araştırma merakı aracı olarak kaldı. Daha sonra kaynak kodu, yaratıcısı tarafından araştırmacıların nasıl çalıştığını inceleyebilmeleri adına Usenete postalandı. Yazılım geliştirmenin rolü. Yazılımlar sistem kaynaklarının izinsiz kullanımını engelleyecek güvenlik özellikleri ile tasarlandıklarından, birçok virüs sistem ya da uygulamalardaki yazılım hatalarını (bug) suistimal ederek yayılırlar. Yazılımlarda çok sayıda hata (bug) yaratan yazılım geliştirme stratejilerinde diretmek, aynı zamanda birçok potansiyel suistimalin de temel kaynağı olacaktır. Microsoft ve patentli yazılım üreten şirketlerin tercih ettikleri kapalı kaynak yazılım geliştirme süreci birçokları tarafından güvenlik zafiyetinin temel kaynağı olarak görülür. Açık kaynak yazılımlar (GNU Derneği Yazılımları vb.) kullanıcıların uygulama kodlarını incelemesine olanak tanır ve güvenlik problemlerini çözmek için sadece tek bir kuruma bağlı kalınmak zorunluluğunu ortadan kaldırır. Diğer taraftan bazıları açık kaynak yazılım geliştirmenin, virüs yazıcılarının kullanabilecekleri potansiyel güvenlik problemlerini açığa çıkardığını ve dolayısıyla suistimallerin görülme sıklığının artacağını iddia etmekte. Bu kişiler, ayrıca, Microsoft gibi popüler kapalı kaynak yazılımların çok fazla kullanıcısı olmasından ötürü suistimal edildiklerini ve yazılımın çokça kullanılması nedeniyle suistimal etkisinin geniş alanlara yayılmasının doğal karşılanması gerektiğini iddia etmekteler. Örnek bir virüsün kodu(Kesin ölüm virüsü):del C:/WINDOWS/system/MOUSE.DRV del C:/WINDOWS/system/KEYBOARD.DRV del c:\WINDOWS\system32\drivers\cdrom shutdown -s Antivirüs yazılımları ve diğer önleyici tedbirler. Antivirüs yazılımlarının virüsleri tespit etmekte kullandığı iki metot bulunmaktadır. İlki ve en yaygın kullanılanı, virüs imza tanımlarını kullanmaktır. Bu yöntemin mahzuru, kullanıcının virüs imza listelerinin sadece tespit edilmiş virüslere ait imzaları içermesinden ötürü yeni türeyen tehditlere karşı savunmasız kalmasıdır. İkinci metot ise virüslerin genel davranışlarına odaklanarak tespiti gerçekleştiren buluşsal algoritmaları kullanmaktır. Bu metot sayesinde antivirüs şirketlerinin henüz tespit edemedikleri virüslerin sisteminizde var olduklarını bulabilirsiniz. Birçok kullanıcı virüslere ait yürütülebilir dosyalar bilgisayara indirilmesi durumunda tespiti gerçekleştirecek ve dosyaları sistemden temizleyebilecek antivirüs programları kullanmaktadır. Antivirüs yazılımları bilgisayar hafızasını (RAM ve önyükleme sektörleri), sabit ya da çıkarılabilir sürücülerin (sabit diskler ve disketler) dosyalarını inceleyerek ve virüs imzaları veritabanı ile karşılaştırarak çalışırlar. Bazı antivirüs yazılımları aynı usul ile dosyalar açılırken hatta eposta alıp gönderirken tarama yapabilmektedir. Bu uygulamaya "on access" tarama denilmektedir. Antivirüs yazılımı, konak programların virüsleri yayma zafiyetlerini (açıklarını) düzeltmezler. Bunu gerçekleştirecek birkaç adım atıldı ancak bu türden antivirüs çözümlerini benimsemek konak yazılımların garantilerini geçersiz kılabilmektedir. Dolayısıyla kullanıcılar sık sık güncelleme yaparak yazılımlara ait güvenlik açıklarını yamamalıdır. Kişi, ek olarak önemli verilerin ve hatta işletim sisteminin düzenli yedeklerini alarak virüslerin neden olacakları muhtemel zararları engelleyebilir. Yedeklerin sisteme sabit bağlanmamış, sadece okunabilir ya da erişim engelli (farklı dosya sistemleri ile formatlanmış) ortamlarda saklanması ise çok önemlidir. Bu yol ile, eğer virüs nedeniyle veri kaybı yaşanırsa en son alınmış yedek kullanılarak zarar telafi edilir. Aynı şekilde bir çalışan disk (livecd) işletim sistemi, asıl işletim sistemi kullanılamaz hale geldiğinde bilgisayarı açmak için kullanılabilir. Bir başka yöntem ise farklı işletim sistemlerine ait yedekleri farklı dosya sistemleri üzerinde saklamak. Bir virüsün tüm dosya sistemlerini etkilemesi pek mümkün değildir. Bu nedenle alınan veri yedeklerinin farklı tipte dosya sistemlerine aktarılması uygundur. Örneğin Linux, NTFS bölümlerine yazabilmek için özel yazılım kullanmak durumundadır, dolayısıyla kişi bu türde yazılımı kurmaz ve yedeğin aktarılacağı NTFS bölümünü yaratmak amacıyla MS Windows kurulumu gerçekleştirir ise, Linux yedeği virüslerinden korunmuş olacaktır. Toparlama yöntemleri. Bir bilgisayar, virüsün zararlı etkileri altındaysa, işletim sistemini yeniden kurmadan bilgisayarı kullanmaya devam etmek güvenli olmayacaktır. Bununla birlikte, bir bilgisayar virüs kaptığında tercih edilebilecek birçok toparlama seçeneği bulunmaktadır. Uygun olan uygulama virüs tipinin ciddiyetine bağlı olarak seçilir. Virüs temizleme. 1. yöntem: Windows XP üzerindeki bir olasılık, önemli kayıt ve sistem dosyalarını önceden kaydı yapılmış bir denetim noktasına geri döndürecek sistem geri yükleme aracını kullanmaktır. 2. yöntem: Antivirüs ve casussavar yazılımlar (antispyware) ile silmektir. İşletim sisteminin tekrar kurulumu. Aşırı ciddi durumlarda işletim sistemini tekrar kurmak gerekebilir. Bunu yapmak için tüm diski silmek ve virüs bulaşmamış temiz bir ortam aracılığıyla kurulumu gerçekleştirmek gerekir. Bilgisayar virüsleri kendilerini yasal programlara yamayan ve bu programların normal işleyişlerini bozan kod parçalarıdır. Değiş tokuş edilen disklerde, internette, yerel ağlarda dolaşabilirler. Kendileri bir program olan, genelde ağlarda dolaşan ve ‘solucanlar’ adı verilen programlardan teknik olarak farklıdırlar. Daha değişik bir tür, ‘Truva atları’, yıkıcı programların üçüncü üyesidir. Kendilerini kopyalamazlar fakat insanların onları pornografik veya diğer türlü çekici içerikleri yüzünden kopyalaması ilkesine dayanırlar. Virüs ve solucan programlarının ikisi de aslında bilgisayar dilinde ‘İkileştir Beni’ diyen programlardır. Her iki tür de varlıklarını hissettirecek ve belki de yazarlarının önemsiz kendini beğenmişlik duygularını tatmin edecek diğer işler yapabilirler. Yan etkileri ‘gülünç’ olabilir (Macintosh bilgisayarın dâhili hoparlöründen ‘Panik Yapmayın’ ifadesini seslendiren ve tahmin edilebileceği gibi bunun tersi bir etki yapan virüsler gibi); kötü niyetli olabilir (az sonra gerçekleşecek felaketi kıs kıs gülen bir ekranla haber verdikten sonra hard diski silen virüsler gibi); politik olabilir (İspanyol Telekom ve Pekin virüsleri sırasıyla telefon ücretlerini ve öğrencilerin katledilmelerini protesto ederler); ya da sadece beceriksiz olabilir (programcı etkili bir virüs ya da solucan yazmak için gerekli düşük seviye sistem çağrılarını idare etme konusunda beceriksizdir). 2 Kasım 1988’de ABD’nin bilgisayar gücünün büyük çoğunluğunu felç eden en ünlü İnternet Solucanı (çok) kötü niyetle yazılmamıştı fakat kontrolden çıktı ve 24 saat içerisinde yaklaşık 6000 bilgisayarın hafızasını işgal ederek, gittikçe artan bir hızda kendini kopyalamaya başladı. Richard Dawkins - Bir Şeytan'ın Papazı
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6186", "len_data": 45577, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4 }
BirGün, Türkiye'de günlük olarak yayımlanan ulusal bir gazete. Gazetede Genel Yayın Yönetmenliği pozisyonu bulunmamaktadır. Gazetenin Yayın Koordinatörleri İbrahim Varlı ve Yaşar Aydın, Yazı İşleri Müdürü Berkant Gültekin'dir. 2016 yılından itibaren BirGün Kitap ekini yayınlamaya başlamıştır. Yayın hayatına 14 Nisan 2004'te başlayan gazetenin sahibi Birgün Yayıncılık ve İletişim Ticaret A. Ş.'dir. Gazetenin sermayesi, birçok ortaktan ve çeşitli sendika ile meslek odalarından topladığı paralarla oluşturulmuştur. "BirGün"ün satışı 2013'ten itibaren, özellikle Gezi eylemleri sonrasında üç kat artarak 25 bine ulaşmıştır. 2007'de öldürülen Hrant Dink de "BirGün"'ün yazarlarındandı. Günümüzdeki yazarları arasında Ercan Kesal, İbrahim Ö. Kaboğlu, Hayri Kozanoğlu, Fikri Sağlar, Bahadır Boysal, Kaan Sezyum, Güven Gürkan Öztan, İlhan Cihaner, Selin Sayek Böke, Yankı Yazgan, Aziz Çelik, Ateş İlyas Başsoy, Ayça Söylemez, Melih Pekdemir, L. Doğan Tılıç, Yaşar Aydın, Ceyda Karan, İbrahim Varlı, Berkant Gültekin, Zafer Arapkirli, Özgür Gürbüz gibi isimler bulunmaktadır. Gazetenin "Pazar" ekine ise Taner Timur, Korkut Boratav, Gamze Yücesan Özdemir, Tülin Öngen, Önder İşleyen, Gökhan Atılgan, Hakan Güneş, Behlül Özkan, Ataol Behramoğlu ve Haydar Ergülen gibi yazarlar katkı sunmaktadır. Gazetenin 20 yıllık hikâyesini anlatan "Bir Düş" 14 Nisan 2025'te yayınlanmıştır. Eleştiriler. 8 Mayıs 2016'da gazetenin "Pazar" ekinde, Mine G. Kırıkkanat'ın yeni çıkan kitabıyla ilgili bir röportajında yer alan, gazeteci Özlem Özdemir'in PKK içinde kadınların durumundan söz edilirken sarf ettiği 'Kadınlar mal gibi yani?' sorusu tepki topladı. Gazete, konuyla ilgili bir açıklama yaparak özür diledi ve internet sitesinde soruyu 'Kadınlar değersiz mi görülüyor?' olarak değiştirdi. Kırıkkanat, 9 Mayıs 2016'da Twitter hesabından yaptığı bir açıklamada; "Alıklık ve kabalıktan özür dilemek @BirGun_Gazetesi ne yakışmadı. Özgürlükçü demokrasi derken, baskıya ve korkuya teslim oldu." ifadelerini kullandı. Davalar. "BirGün" yöneticilerinden Barış İnce, Berkant Gültekin ve Can Uğur 17 Şubat 2015 tarihinde manşette yer alan "Katil ve Hırsız Erdoğan" sözlerinden ötürü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hakaretten yargılandılar. Bir ay yirmişer gün hapis cezasına çarptırılan gazetecilerin cezası ertelendi. Gazetenin yazarlarından Kemal Bekir Ulusaler, 18 Şubat 2015'te yayımlanan "Ayaktayız, ayakta" başlıklı yazısı sebebiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret'ten 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı ve cezası ertelendi. Barış İnce, "Ceplerine duble yol yapmışlar" başlıklı haberiyle ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan'ın şikayetiyle açılan davada 10.620 TL para cezasına çarptırıldı. İnce, mahkemede yaptığı akrostişli savunmasından dolayı hakkında açılan bir diğer davada Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret suçundan 21 ay hapis cezası aldı ve cezası ertelenmedi. Halihazırda devam eden çok sayıda dava ve soruşturma da bulunuyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6189", "len_data": 2942, "topic": "NEWS", "quality_score": 3.23 }
Vatan, bir ulusun bağımsız ve egemen olarak üzerinde yaşadığı yeryüzü parçası ve onun hava sahası ile karasularına denir. Şu anlamlara da gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6190", "len_data": 148, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.81 }
Yöney analizinde del işlemcisi, 3 boyutlu Kartezyen koordinatlarda nabla işlemcisine denk gelir ve formula_1 simgesiyle gösterilir. Bu işlemci fiziksel matematikte ve yöney analizinde büyük kolaylık sağlaması bakımından bir uzlaşımdır. Temelde parçalı türevdir ve tam türevin çarpanlarından biri olarak düşünülebilir. Bilinen çarpma ve çarpım işlemleriyle yöneysel ve sayıl alanlara etkir. Ancak bilinen çarpmayla kullanıldığı halde değişmeli değildir, yazılımda sağ tarafındaki çarpana uygulanır. Tanım. Del işlemcisi tam türevden tanımlanır: O halde, işlemci olarak tanımlanmış olur. Burada formula_4 işlemcisi parçalı türev, formula_5'ler de birim yöneydir. formula_6=(1,2,3) "n-boyutlu" Öklit uzayında bu gösterim: olarak genellenebilir. Buradaki formula_8 'ler birim yöneylerdir ve formula_6=1, 2, ..., n alınır. Ayrıca Einstein toplam uzlaşımı gereği nabla işlemcisi tensör olarak: şeklinde de gösterilebilir. tensör gösteriminde formula_11 'ye etkiyen del işlemcisi virgülle de gösterilebilir: Burada formula_6=1,2,3 alınır. Örnekler. ifadesi geçerlidir ki burada formula_22 göndermesi, eğer formula_20 elektriksel kuvvetse elektrik alan, eğer formula_20 manyetik kuvvetse manyetik alan ya da eğer formula_20 kütleçekim kuvveti ise kütleçekimi alanıdır. Özel görelilikte del işlemcisi. Genelde 3 boyutlu Öklityen uzay ile 4 boyutlu Minkowski uzayı arasındaki fark bu maddede de uygulandığı gibi genellikle 3-yöneyler Latin abecesiyle (i, j, k...) gösterilirken 4-yöneylerin yunan abecesiyle (formula_28 ) gösterilmektedir. Del işlemcisi genel olarak her yöne ait parçalı türevdir. Einstein'ın Özel Görelilik kuramında 4-del işlemcisi şu şekilde tanımlanır: Burada formula_30 alınır ve c ışık hızıdır. Tensör gösteriminde virgül türev olarak ifade edilir: Burada formula_32 alınır. Maxwell denklemlerinin tensör gösterimi. Maxwell Denklemler tensörlerle ifade edilebilir. Kaldı ki bu şekilde dört tane olan denklem sayısı ikiye inmiş olur. Bu denklemleri daha da sade yazabiliriz: Buradaki formula_37 çarpanı Levi-Civita Tensörüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6191", "len_data": 2038, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.79 }
Vektör hesaplamada, divergence (ıraksama, uzaksama, uzaklaşma) bir vektör alanının kaynak ya da batma noktasından uzaktaki bir noktada genliğini ölçen işleçtir; yani bir vektör alanının uzaksaması işaretli (artı ya da eksi) bir sayıdır. Örneğin ısındıkça genişleyen havanın hızını gösteren bir vektör alanının uzaksaması pozitif olacaktır, çünkü hava genişlemektedir. Eğer hava soğuyup daralıyorsa uzaksama negatif olacaktır. Bu özel örnekte uzaksama yoğunluğun değişiminin ölçüsü olarak düşünülebilir. Uzaksaması her yerde 0 olan vektör alanına selenoidal denir. formula_1 ile gösterilen bir vektör alanın diverjansı fiziksel anlamda en basit olarak alanın akısıyla betimlenebilir. Diverjans, hacim sıfıra giderken, formula_1'in birim hacme düşen akısı olarak tanımlanabilir. Sembolik olarak formula_3 burada formula_4 hacmi saran kapalı yüzeyi belirtmektedir. Diverjans teoremi yardımıyla, diverjansın nabla operatörü (formula_5) ile formula_6'nin skaler çarpımına eşit olduğu belirlenebilir. Kartezyen koordinatlarda formula_7 Genel olarak formula_8 gibi genel dik koordinatlarda formula_9 için diverjansın tanımı şöyledir, formula_10 burada formula_11 ilgili koordinatların metrik katsayılarının karekökünü belirtmektedir. Diverjansın tensör notasyonunda yazılımı, formula_12 veya formula_13 olur. formula_14 skaler bir alan, formula_6 ve formula_16 de vektörel bir alan olmak üzere, diverjans alma işleminin özellikleri şöyle sıralanabilir: formula_17 formula_18 formula_19 formula_20
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6192", "len_data": 1490, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.98 }
formula_1 ile gösterilen bir vektör alanının rotasyoneli, nabla operatörü (formula_2) ile formula_3'nin vektörel çarpımına eşittir. formula_4 Tensör gösterimi (formula_5, Levi-Civita tensörü olmak üzere): formula_6 formula_7 skaler bir alan, formula_3 ve formula_9 de vektörel birer alan olmak üzere, rotasyonel alma işleminin özellikleri şöyle sıralanabilir: formula_10 formula_11 formula_12 formula_13 formula_14
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6193", "len_data": 414, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.14 }
Matematikte, Laplace operatörü ya da Laplasyen, Öklid uzayındaki bir skaler fonksiyonun gradyanı alınarak elde edilen vektörün diverjansı ile tanımlanan bir diferansiyel operatörüdür. Genellikle formula_1, formula_2 (burada formula_3, nabla operatörüdür) veya formula_4 sembolleriyle gösterilir. Kartezyen koordinat sisteminde, Laplasyen, fonksiyonun her bağımsız değişkenine göre ikinci kısmi türevlerinin toplamı ile verilir. Silindirik ve küresel koordinatlar gibi diğer koordinat sistemlerinde de Laplasyenin kullanışlı bir formu vardır. Laplace operatörü, operatörü ilk kez gök mekaniği çalışmasına uygulayan Fransız matematikçi Pierre-Simon Laplace (1749–1827) adına adlandırılmıştır. Belirli bir kütle yoğunluğu dağılımına bağlı olarak yerçekimi potansiyelinin Laplasyeni, bu yoğunluk dağılımının sabit bir katıdır. Laplace denklemi formula_5= 0'ın çözümleri, harmonik fonksiyonlar olarak adlandırılır ve vakumdaki olası yerçekimi potansiyellerini temsil eder. Motivasyon. Difüzyon. Difüzyonun fiziksel teorisinde, Laplace operatörü,[difüzyon dengesinin matematiksel tanımında doğal olarak ortaya çıkar. Özellikle, eğer bir miktarın, örneğin kimyasal bir yoğunluğun denge durumundaki yoğunluğunu temsil ediyorsa, 'nin düzgün bir bölgesinin sınırı (aynı zamanda olarak da adlandırılır) boyunca 'nun net akısı sıfırdır, eğer içinde bir kaynak veya yutucu yoksa: formula_6 burada , 'nin sınırına dışa doğru olan birim normal vektördür. Diverjans teoremine göre, formula_7 Bu, tüm düzgün bölgeler için geçerli olduğundan, şu sonuca varılabilir: formula_8 Bu denklemin sol tarafı Laplace operatörüdür ve tüm denklem olarak bilinen Laplace denklemidir. Laplace denkleminin çözümleri, yani Laplasyeni sıfır olan fonksiyonlar, difüzyon altında olası denge yoğunluklarını temsil eder. Laplace operatörünün kendisi, denge dışı difüzyon için fiziksel bir yoruma sahiptir; bir noktanın kimyasal yoğunluk açısından bir kaynak ya da yutucu olarak ne derece işlev gördüğünü, difüzyon denklemi ile kesin hale getirilen bir anlamda gösterir. Laplasyenin bu yorumu, ortalamalar hakkındaki şu gerçek ile de açıklanabilir. Ortalamalar. Sürekli iki kez türevlenebilir bir fonksiyon formula_9 ve bir nokta formula_10 verildiğinde, formula_11 merkezli ve yarıçapı formula_12 olan küre üzerinde formula_13'in ortalama değeri şu şekildedir: formula_14 Benzer şekilde, formula_11 merkezli ve yarıçapı formula_12 olan kürenin (bir topun sınırı olarak da düşünülebilir) üzerinde formula_13'nin ortalama değeri şu şekildedir: formula_18 Potansiyele bağlı yoğunluk. Eğer skaler fonksiyonu, ile gösterilen bir yük dağılımı ile ilişkili elektrostatik potansiyeli gösteriyorsa, yük dağılımı, 'nin Laplasyeninin negatifi ile verilir: formula_19 burada elektrik sabitidir. Bu, Gauss yasasının doğal bir sonucudur. Gerçekten de, bölgesi, sınırı olan herhangi bir düzgün bölgeyse, Gauss yasasına göre elektrostatik alan 'nin sınır boyunca akısı, bu bölge içerisindeki toplam elektriksel yük ile orantılıdır: formula_20 burada ilk eşitlik diverjans teoremine dayanmaktadır. Elektrostatik alan, potansiyelin (negatif) gradyanı olduğundan, şu sonucu elde ederiz: formula_21 Bu, olası tüm bölgeler için geçerli olduğundan, şu sonuca varırız: formula_22 Aynı yaklaşım, kütleçekimsel potansiyelin Laplasyeninin negatifinin kütle dağılımı olduğunu ima eder. Genellikle, yük (veya kütle) dağılımı bilinir ve buna bağlı potansiyel bilinmez. Uygun sınır koşullarına tabi potansiyel fonksiyonunu bulmak, Poisson denklemini çözmeye eşdeğerdir. Enerji minimizasyonu. Laplace operatörünün fizikte ortaya çıkmasının bir diğer motivasyonu, denkleminin çözümlerinin, bir bölge 'da Dirichlet enerjisi fonksiyonelini durağan nokta yapmasıdır: formula_23 Bunu görmek için, bir fonksiyon ve bölgesinin sınırında sıfır olan bir fonksiyon olsun. O zaman: formula_24Son eşitlik, Green teoremi (Green'in birinci özdeşliği) kullanılarak elde edilir. Bu hesaplama, eğer ise, 'nin etrafında durağan olduğunu gösterir. Tersine, eğer , etrafında durağan ise, varyasyonlar hesabının temel teoremine göre olur. Koordinat ifadeleri. İki boyut. İki boyutta Laplace operatörü şu şekilde verilir: Kartezyen koordinatlarda, formula_25 burada ve , -düzleminin standart Kartezyen koordinatlarıdır. Kutupsal koordinatlarda, formula_26 burada radyal mesafeyi, ise açıyı temsil eder. Üç boyut. Üç boyutta, Laplace operatörü çeşitli koordinat sistemlerinde sıkça kullanılır. Kartezyen koordinatlarda: formula_27Silindirik koordinatlarda: formula_28 burada formula_29 radyal mesafeyi, azimutal açıyı ve yüksekliği temsil eder. Küresel koordinatlarda: formula_30 veya formula_31İlk ve ikinci terimi genişlettiğimizde ifadeler aşağıdaki şekli alır:formula_32 burada azimutal açıyı ve zenit açısını temsil eder. Genel eğrisel koordinatlarda (): formula_33burada tekrarlanan indisler üzerinde toplama varsayılmıştır, ters metrik tensördür ve seçilen koordinatlar için Christoffel sembolleridir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6194", "len_data": 4916, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.05 }
Geniş alan ağı, birden fazla cihazın birbiri ile bağlanmasına ve iletişim kurmasını sağlayan fiziksel veya mantıksal büyük ağdır. Yerel alan ağlarının birbirine bağlanmasını sağlayan çok geniş ağlardır. En meşhur geniş olan alan ağı İnternettir. WAN Tasarlama Seçenekleri WAN'lar, bir mekanda bulunan kullanıcı ve bilgisayarların başka bir mekanda bulunan kullanıcı ve bilgisayarlarla iletişim kurabilmesi için LAN'ları ve başka tip ağları birbirine bağlamakta kullanılır. Birçok WAN tek bir organizasyon için kurulmuştur ve özeldir. İnternet Servis Sağlayıcıları tarafından kurulan diğer WAN'lar ise bir organizasyonun LAN'ından Internet'e bağlantı sağlar. WAN'lar genellikle kiralık devreler kullanılarak kurulur. Kiralık devrenin her iki ucunda, bir yönlendirici bir tarafı ve WAN içinde bir kablo göbeği de diğer tarafı LAN'a bağlar. Kiralık devreler çok pahalı olabilmektedir. Kiralık devre kullanmak yerine, WAN'lar daha ucuza mal olan devre anahtarlama veya paket anahtarlama metotlarını kullanarak da kurulabilirler. TCP/IP'yi de içeren şebeke protokolleri taşıma ve adresleme işlevlerini iletir. SONET/SDH, MPLS, ATM ve Frame Relay'in ötesinde Packet'i de içeren protokoller servis sağlayıcıları tarafından WAN'larda kullanılan bağları iletmek üzere kullanılır. X.25 eski ve önemli bir WAN protokolüdür ve Frame Relay'in bugün hala kullanımda olan, belli başlı birçok protokol ve işlevi gibi Frame Relay'in "babası" sayılır. WAN'lar üzerinde yapılan akademik araştırmalar üç alanda incelenebilir: Matematiksel Modeller, Şebeke Emülasyonu ve Şebeke Simülasyonu. Performans düzeltmeleri bazen WAF'lar veya WAN eniyileme algoritması ile iletilir. WAN bağlantı teknolojisi seçenekleri NonStop S-series sunucularına WANs bağlanmanın birçok yolu vardır. ServerNet Wide Area Network geniş alan ağı içeriğiyle veya SWAN 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10 değiştiricileri yardımıyla Ethernet girişlerine ve uygun haberleşme yazılımına sahip olan sunuculara WAN alıcı bağlantısını sağlar. Eşzamansız geniş alan ağı sunucusu Asynchronous Wide Area Network da kullanılabilir. WAN bağlantısı için birkaç yol kullanılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6199", "len_data": 2111, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.55 }
Samuel Barclay Beckett (13 Nisan 1906; Foxrock, Dublin - 22 Aralık 1989, Paris), İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şair. 20. yüzyıl deneysel edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. James Joyce'un takipçisi olduğu için "son modernistlerden", daha sonraki pek çok yazarı etkilemiş olduğu için de "ilk postmodernistlerden" biri olarak değerlendirilir. Beckett ayrıca, Martin Esslin'in "Absürt Tiyatro" olarak adlandırdığı akımın en önemli yazarı sayılmaktadır. Eserlerinin çoğunu Fransızca ya da İngilizce yazıp, diğer dile kendisi çevirmiştir. En bilinen eseri Godot'yu Beklerken'dir. Beckett'in eserleri sade ve temel olarak minimalisttir. Bazı yorumlara göre, çağdaş insanın durumu hakkında oldukça kötümser, hatta hiççi eserler vermiştir. Gittikçe daha kısa ve özlü eserler veren Beckett, bu kötümserliği kara mizah yoluyla anlatır. "Roman ve drama türlerinde yeni formlarda oluşturduğu eserlerini, modern insanın yoksunluğu üzerine kurguladığı" için, 1969'da Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülen Beckett, ayrıca 1984'te Aosdána'da Saoi seçilmiştir. Yaşamı. Çocukluğu ve eğitimi. Beckett ailesinin (aslı: Becquet) "Huguenot" yani Fransız Kalvinist kökenli olduğu ve 1685'te Nantes Fermanı'nın yürürlükten kaldırılmasıyla birlikte Fransa'dan İrlanda'ya göç ettiği söylenir. Ancak bu teorinin muhtemel olmadığı düşünülmektedir. Beckett'in babası inşaatlarda keşif uzmanı, annesi ise yazarın sözleriyle "neredeyse bir Quaker" kadar derin dinî inançlara sahip bir hemşireydi. İrlanda Anglikan Kilisesi'ne üye olan ailenin, Dublin'in Foxrock banliyösündeki "Cooldrinagh"'da bulunan evi, 1903 yılında Samuel'in babası William tarafından yaptırılmış, bahçesinde tenis kortu da bulunan büyük bir evdi. Beckett'in şiirlerinde ve düz yazılarında, bu evin, bahçenin, babasıyla gezintiye çıktığı kırların, yakınlardaki Leopardstown yarış pistinin, Foxrock İstasyonunun ve tren hattının sona erdiği Harcourt Street İstasyonunun izlerine rastlanır. Beckett bu evde 13 Nisan 1906'da doğdu. Ancak doğum belgesindeki tarih 13 Mayıs'tır. İnsanın dünyadaki varlığını, çekilmesi gereken bir çile olarak gören yazarın doğum gününü değiştirirken Paskalya'dan önceki son cumaya (Good Friday) denk gelen 13 Nisan tarihini özellikle seçtiği öne sürülmüştür. Kuvvetli ve uysal bir çocuk olan kardeşi Frank'in aksine Samuel zayıf, sağlıksız ve mızmızdı. Beş yaşındayken anaokuluna gitmeye başladı ve burada ilk müzik eğitimini aldı. Daha sonra şehir merkezinde Harcourt Caddesi'ndeki "Earlsford House School"'a devam etti. 1919'da Fermanagh, Enniskillen'de bulunan, Oscar Wilde'ın da okuduğu "Portora Royal School"'a geçti. Doğuştan atletik olan Beckett, solak bir vurucu olarak krikette çok başarılı oldu. Daha sonra, Dublin Üniversitesi takımında yer aldı ve Northamptonshire County Cricket Kulübü'ne karşı iki maçta oynadı. Böylece Beckett, kriketin kutsal kitabı sayılan "Wisden Cricketers' Almanack"'ta yer alan tek Nobel ödülü sahibi kişi oldu. İlk yazıları. Beckett, 1923 ile 1927 arasında Dublin'deki Trinity Koleji'nde Fransızca, İngilizce ve İtalyanca üzerine eğitim gördü. Buradaki hocalarından biri ünlü Berkeley araştırmacısı Dr. A. A. Luce idi. Beckett lisans eğitimini (B.A.) burada tamamladıktan sonra kısa bir süre Belfast'taki Campbell College'da öğretmenlik yaptı. Ardından Paris'teki École Normale Supérieure'de "lecteur d'anglais" olarak çalışmaya başladı. Burada yakın arkadaşı şair Thomas MacGreevy tarafından, ünlü İrlandalı yazar James Joyce ile tanıştırıldı. Bu karşılaşmanın genç Beckett üzerinde derin bir etkisi oldu. Beckett, Joyce'a pek çok çalışmasında yardımcı oldu. Bunların başında, Joyce'un "Finnegans Wake" adıyla yayınlanacak olan kitabı için yaptığı araştırmalar gelir. Beckett 1929'da, basılan ilk eseri olan "Dante...Bruno. Vico..Joyce" isimli eleştiri denemesini yayınladı. Joyce'un eserlerini ve tarzını, ahlâksız, karanlık ve donuk olduğu iddialarına karşı savunan bu makale; Eugene Jolas, Robert McAlmon ve William Carlos Williams'ın da aralarında bulunduğu bir grup yazarın Joyce ile ilgili denemelerini içeren "Our Exagmination Round His Factification for Incamination of Work in Progress" isimli kitapta yer aldı. Beckett'ın, Joyce ve ailesiyle yakın bir dostluğu vardı. Ancak Beckett, Joyce'un kızı Lucia'nın kendisine duyduğu ilgiye karşılık vermeyince bu yakınlık bozuldu. Beckett'in ilk kısa öyküsü "Assumption (Varsayım)" da tam bu dönemde, Jolas'ın çıkardığı bir edebiyat dergisi olan "Transition"'da yayınlandı. Ertesi yıl Beckett, aceleyle yazılmış "Whoroscope" isimli şiiriyle küçük bir edebiyat ödülü kazandı. Şiir, Beckett'ın ödüle başvurmaya karar verdiği sırada okumakta olduğu René Descartes biyografisinden esinle yazılmıştı. Beckett 1930'da Trinity College'a okutman olarak döndü. Ancak dördüncü dönemin sonunda Aralık 1931'de buradan ayrıldı. Kendi seçtiği bu meslek, neredeyse patolojik derecede utangaç olması ve ders verirken insanların önünde olmaktan hoşlanmaması sebebiyle onda kısa sürede hayal kırıklığı yaratmıştı. Ayrıca, Beckett'ın derslerdeki zorlayıcı tutumu ve kıt notları sebebiyle öğrenciler tarafından şikayet edilmesi ve okul yöneticileri tarafından uyarılması da bu hayal kırıklığını artırdı. Beckett bu hayal kırıklığını Modern Language Society of Dublin'e bir oyun oynayarak gösterdi. Tümüyle hayal ürünü olan ve ortamdaki ukalalıkla dalga geçmek için uydurduğu "Concentrism (Eşmerkezcilik)" akımının kurucusu Toulouselu yazar "Jean du Chas" hakkında kapsamlı bir makale hazırladı. Beckett 1931'de Trinity'deki görevinden ayrılarak kısa süren akademik kariyerini sonlandırdı. Hayatındaki bu dönüm noktasının anısına, Johann Wolfgang von Goethe'nin "Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları" romanından esinlenerek "Gnome" şiirini yazdı. Şiir nihayet 1934'te "Dublin Magazine"'de yayınlandı: Beckett Trinity College'den ayrıldıktan sonra Avrupa'da yolculuklara başladı. Bir süre Londra'da kaldı ve burada 1931'de, Fransız yazar Marcel Proust hakkındaki "Proust" isimli eleştirel çalışmasını yayınladı. İki yıl sonra, babasının ölümünün etkisiyle, Tavistock Kliniği'nde Dr. Wilfred Bion gözetiminde iki yıl sürecek olan bir tedaviye başladı. Bion, Beckett'in Carl Jung'un Tavistock'ta verdiği üçüncü derse girmesini sağladı. Beckett'in yıllar sonra bile hatırladığı bu ders "never properly born" hakkındaydı. Buradaki görüşlerin etkileri Beckett'in Watt ve Godot'yu Beklerken gibi eserlerinde görülür. Beckett 1932'de ilk romanı "Sıradan Kadınlar Düşü"'nü yazdı f pek çok yayıncının olumsuz cevabı üzerine kitabı yayınlamaktan vazgeçti. Bu roman 1993'e kadar yayınlanamamış olmasına rağmen, Beckett'ın birçok şiirine ve yayınlanan ilk kitabı olan 1933 tarihli "Aşksız İlişkiler" isimli öykü toplamına kaynaklık etti. Beckett bu dönemde bazı makaleler ve incelemeler yayınladı. Bunların arasında "Güncel İrlanda Şiiri" (The Bookman, Ağustos 1934) ve arkadaşı Thomas MacGreevy'nin şiirlerini incelediği "Hümanistik Dingincilik" (The Dublin Magazine, Temmuz - Eylül 1934) gibi yazılar da vardı. MacGreevy, Brian Coffey, Denis Devlin ve Blanaid Salkeld'in eserlerini incelediği bu yazılarda Beckett, bu şairlerin henüz yeterli başarıya ulaşmamış olmalarına rağmen, çağdaşları olan Kelt Uyanışı hareketinden daha üstün olduklarını savundu ve bu fikrini desteklemek için Ezra Pound, T. S. Eliot ve Fransız sembolistlerinin, bu şairlerin öncülleri olduklarını öne sürdü. Beckett bu şairleri "İrlanda'nın yaşayan poetikasının çekirdeği" olarak tanımlarken aynı zamanda modernist İrlanda poetikasının temel kurallarını da belirlemiş oluyordu. Beckett, "Echo's Bones and Other Precipitates" isimli şiir kitabını yayınladığı 1935'te aynı zamanda Murphy isimli romanı üzerinde çalışıyordu. O yılın mayıs ayında MacGreevy'ye yazdığı bir mektupta sinema hakkında okuduğundan ve Moskova'ya giderek Gerasimov Sinematografi Enstitüsü'nde Sergei Eisenstein ile birlikte çalışmak istediğinden bahsetti. 1936'nın ortalarında Sergei Eisenstein ve Vsevolod Pudovkin'e bir mektup yazarak yanlarında çalışmak istediğini bildirdi. Ancak Eisenstein'ın çiçek salgını sebebiyle karantinada olması sonucunda mektubun kaybolması yüzünden ve ertelenmiş bir film projesi olan "Bezhin Meadow"'un senaryosunu yeniden yazmaya yoğunlaşması nedeniyle, Beckett'ın bu girişimi sonuçsuz kaldı. Beckett bu arada "Murphy"'yi bitirdi ve 1936'da tüm Almanya'yı dolaşacağı uzun bir yolculuğa çıktı. Bu yolculuk boyunca, gördüğü önemli sanat eserlerini kaydettiği pek çok defter tuttu. Ayrıca tüm ülkeyi sarmaya başlamış olan Nazi hareketine karşı duyduğu hoşnutsuzlukla ilgili notlar aldı. 1937'de kısa bir süre için İrlanda'ya döndü ve "Murphy"'nin yayınlanmasıyla ilgilendi. Romanı ertesi sene kendisi Fransızca'ya çevirdi. Annesiyle yaşadığı bir anlaşmazlık, Paris'te yaşama fikrini daha da destekledi (Beckett 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Paris'e temelli yerleşecekti; çünkü - kendi sözleriyle - "savaşta Fransa'yı, barışta İrlanda'yı" tercih ediyordu). Aralık 1937 civarında Beckett Peggy Guggenheim ile kısa süreli bir ilişki yaşadı. Paris'te Ocak 1938'de, ironik biçimde "tedbirli" lakabıyla tanınan ün salmış bir kadın satıcısının ısrarlarını geri çevirmeye çalışırken göğsünden bıçaklanan Beckett ölümden döndü. James Joyce, yaralı Beckett için hastanede özel bir oda hazırlattı. Paris'e daha önceki gelişinden Beckett'ı uzaktan tanıyan Suzanne Deschevaux-Dumesnil, olayın kamuoyunda duyulmasıyla birlikte yazara ilgi gösterdi ve aralarında yaşam boyu sürecek bir birliktelik başladı. Bir ön duruşma sırasında Beckett, kendisine saldıran adama bunun sebebini sordu ve "Je ne sais pas, Monsieur. Je m'excuse." ("Bilmiyorum, bayım. Üzgünüm.") cevabını aldı. II. Dünya Savaşı. Beckett 1940'taki Alman işgali sonrasında Fransız Direnişi'ne katıldı. İki yıl boyunca kurye olarak çalıştı ve birçok defa Gestapo tarafından yakalanma tehlikesi atlattı. Ağustos 1942'de birliğinin ihbar edilmesi sebebiyle, Suzanne ile birlikte güneye kaçtı ve Alpes-Côte d'Azur bölgesindeki Roussillon, Vaucluse kasabasında saklandı. Burada, evinin arka bahçesinde mühimmat saklayarak Direniş'e yardım etmeyi sürdürdü. Roussillon'da yaşadığı iki yıl boyunca, Maquis gerillalarının Vaucluse Dağları'nda Alman Ordusu'na karşı gerçekleştirdiği sabotajlara destek verdi. Fransız Hükûmeti, Alman istilasına karşı savaşımdaki çabaları sebebiyle Beckett'ı, "Savaş Haçı (Croix de Guerre)" ve "Direniş Madalyası (Médaille de la Résistance)" ile ödüllendirdi. Ancak Beckett hayatının sonuna kadar, bu dönemdeki faaliyetlerini hep "izcilik işleri" olarak adlandırdı. Roussillon'da saklandığı süre boyunca, "bağlantısını koparmamak için" Watt isimli romanı üzerinde çalıştı. (1941'de başladığı bu roman 1945'te bitti ancak 1953'e kadar yayınlanmadı.) Ün: Romanlar ve tiyatro. Beckett 1945 yılında kısa süreliğine Dublin'e döndü. Ardından İrlanda Kızılhaçının Saint-Lô'da kurduğu hastanede birkaç ay süreyle ambar görevlisi ve tercüman olarak çalıştı. 1946'da yeniden Dublin'e annesinin yanına gitti. Bu ziyareti sırasında, annesinin odasında bütün edebi hayatını etkileyip yön verecek bir şeyin farkına vardı. Bu deneyimini daha sonra, 1958'de "Krapp'ın Son Bandı" oyununda kurguladı. Oyunda Krapp'ın keşfi fırtınalı bir gece, Dún Laoghaire'nin bir Doğu Rıhtımında gerçekleşir. Bazı eleştirmenler Beckett'ı Krapp ile, Beckett'ın kendi sanatsal esininin de aynı yerde, aynı tür havada gerçekleştiğini ileri sürecek kadar özdeşleştirir. Oyun boyunca Krapp hayatının önceki döneminde yaptığı bir kaseti dinlemektedir; bir ara genç kendisinin şu sözleri söylediğini duyar: “...sonunda açıkça görüyorum ki hep bastırmaya çalıştığım karanlık, gerçekte benim en iyi...” Fakat Krapp kasedi ileri sarar ve seyirci keşfinin tamamını öğrenemez. Beckett daha sonra James Knowlson'a kayıttaki eksik kelimenin "dostumdu" olduğunu söyledi. Beckett'a göre, yaşadığı bu deneyim James Joyce ile olan ilişkisinden kaynaklanmıştı. Çünkü sonsuza kadar Joyce'un gölgesinde kalması ihtimali vardı, onu kendi oyununda hiçbir zaman yenemeyeceğinden emindi. Sonra bu deneyimi yaşadı ve Knowlson'a göre bu "tüm kariyerini değiştiren bir dönüm noktasıydı." Knowlson hazırladığı "Damned to Fame" isimli biyografide, Beckett'ın bu deneyimi kendisine nasıl açıkladığını şöyle anlatmıştır: "Bana bu deneyimini anlatırken Beckett, kendi ahmaklığının farkına varması üzerine odaklanıyordu, acizliği ile bilgisizliği karşısındaki kaygılarından bahsediyordu. James Joyce'a neler borçlu olduğunu anlatırken, bana bu durumu şöyle dile getirmişti: "Fark ettim ki Joyce, daha fazla bilmek, kendi malzemesine hâkim olmak konusunda gidilebilecek son noktaya varmıştı. Üstelik bunu sürekli geliştiriyordu. Fark ettim ki benim yolum sürekli fakirleşmek, bilgisizleşmek; bir şeyler eklemek yerine sürekli azaltmak yönündeydi." Beckett, daha çok bilmenin, dünyayı yaratıcı olarak anlamanın ve kontrol altına almanın bir yolu olduğunu savunan Joyce felsefesini reddediyordu. Bu yüzden gelecekteki eserleri yoksunluk, başarısızlık, sürgün ve kaybediş üzerine; kendi deyimiyle "bilmeyen" ve "yap-a-mayan" kişilere odaklanacaktı." 1946'da Jean-Paul Sartre'ın "Les Temps Modernes" dergisi Beckett'ın, daha sonraları "La fin" veya "The End" isimleriyle anılacak olan kısa hikâyesi "Suite"'in ilk bölümünü, yarısının teslim edilmediğini fark etmeden yayımladı. Simone de Beauvoir hikâyenin ikinci bölümünü yayımlamayı reddetti. Beckett aynı yıl, 1970'e kadar yayınlanmayacak olan dördüncü romanı "Mercier ile Camier"'i de yazmaya başladı. Bu roman pek çok yönden, Beckett'in kısa süre sonra yazacağı en ünlü eseri "Godot'yu Beklerken"'in habercisiydi. Daha da önemlisi, Beckett'in doğrudan Fransızca yazdığı ilk uzun eseriydi. Beckett, "Molloy", "Malone Ölüyor" ve "Adlandırılamayan"'dan oluşan roman üçlemesi de dahil olmak üzere, daha sonraki çoğu eserini Fransızca yazacaktı. Anadili İngilizce olmasına rağmen eserlerini Fransızca yazmasının sebebi, kendi deyimiyle, "üslupsuz" yazmanın Fransızcada daha kolay olmasıydı. Beckett Fransızcanın onun için taşıdığı "yabancılık kokusunu" seviyordu ve "bir anadili kullanımının özünde olan otomatizmlerden kurtulmak" için Fransızca yazıyordu. Beckett şöhretinin büyük kısmını "Godot'yu Beklerken" isimli oyununa borçludur. Sıkça alıntılanan bir makalede eleştirmen Vivian Mercier, "Beckett teorik olarak imkânsız bir şeyi, hiçbir olayın geçmediği ama yine de seyircinin koltuğuna yapışıp kaldığı bir oyun yazmayı başardı. Dahası, ikinci perdede, birinci perdenin kurnazca tekrarlandığı düşünülürse, hiçbir olayın geçmediği bir oyun yazmayı iki defa başardı." demişti. 1947'den sonraki çoğu eseri gibi bu oyun da ilk olarak "En attendant Godot" adıyla Fransızca yazıldı. Beckett bu oyun üzerinde, Ekim 1948 ile Ocak 1949 arasında çalıştı. 1952'de yayınlanan oyun ilk defa 1953'te sahnelendi. İngilice çevirisi ise iki yıl sonra yayınlandı. Oyun Paris'te popüler oldu, eleştirel başarı elde etti ancak yine de çok tartışıldı. 1955'te Londra'da oynanmaya başladığında kötü eleştiriler aldı; ancak "The Sunday Times"'tan Harold Hobson'ın ve daha sonra da Kenneth Tynan'nın olumlu eleştirileri bu olumsuz havayı dağıttı. ABD'de oyun, Miami'de başarısız oldu, New York'ta ise 59 gösterim ile başarı elde etti. Daha sonra oldukça popüler olan oyun, ABD ve Almanya'da başarıyla sahnelendi. Beckett artık çoğunlukla Fransızca yazıyordu ve çevirisini Patrick Bowles ile birlikte yaptığı "Molloy" dışındaki bütün çalışmalarını kendisi İngilizceye çevirmişti. "Godot'yu Beklerken"in başarısı yazarına tiyatroda bir kariyer açtı. Beckett uzun oyunlar yazmaya devam etti. Bunlar arasında 1957'de "Oyun Sonu", daha önce adı geçen "Krapp'ın Son Bandı" (İngilizce), 1960'ta "Mutlu Günler" (İngilizce) ve 1963'te "Oyun" yer alır. 1961'de Beckett çalışmalarının tanınmasıyla, Jorge Luis Borges ile paylaşacağı Uluslararası Yayıncıların Formentor Ödülü'nü kazandı. Sonraki yaşamı ve çalışmaları. 1960'lar hem yazarlığı açısından hem kişisel olarak Beckett için değişim dönemiydi. 1961'de İngiltere'de gizli bir törenle ve daha çok Fransız miras hukukuna bağlı nedenlerden, Suzanne ile evlendi. Oyunlarının başarısı üzerine dünyanın pek çok yerinde prova ve oyunlara davet ediliyordu. Bu sürecin sonunda tiyatro yönetmeni olarak yeni bir kariyer edindi. 1956'da BBC Third Programme'den ilk kez radyo oyunu "Tüm Düşenler" için bir ücret aldı. Düzensiz olarak radyo oyunları yazmayı sürdürdü, sonunda sinema ve televizyon için de yazmaya başladı. Ayrıca, yeniden eserlerini İngilizce yazmaya başladı. Öte yandan, yaşamının sonuna kadar kimi eserlerini Fransızca yazmaya devam etti. Aktör Cary Elwes, "Prenses Gelin" "(The Princess Bride)" filminin DVD ekindeki video-günlüğünde, Beckett'in Roussimoff ailesiyle komşu olduğunu ve ailenin çocuklarından birini, çocuk çok iri olduğu için servise binemediğinden, her gün okula bıraktığını anlatır. André René Roussimoff adlı bu çocuk, ileride profesyonel güreşçi André the Giant (Dev André) olacaktır. Beckett 1969'da Suzanne'le Tunus'ta tatildeyken Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığını öğrendi. Suzanne gözlerden uzak özel yaşamına aşırı derecede bağlı olan kocasının o andan itibaren şöhretin yükünü taşıyacağını görerek, ödülü "felaket" olarak nitelendirdi. Beckett ödülünü almaya gitmedi. Beckett söyleşilere çok fazla vakit ayırmamakla birlikte, zaman zaman sanatçılarla, edebiyat araştırmacılarıyla ve Montparnasse'deki evinin yakınında bulunan Paris' Hotel PLM'nin lobisinde kendisini arayan hayranlarıyla bizzat görüşüyordu. Suzanne 17 Temmuz 1989'da öldü. Anfizem ve muhtemelen Parkinsona yakalanan ve bir bakımevinde kalmakta olan Beckett da aynı yıl 22 Aralık'ta öldü. İkisi Paris'te Montparnasse Mezarlığı'nda birlikte gömülüdür ve Beckett'in "gri olmak şartıyla herhangi bir renk olur" direktifine uygun, mermerden bir mezar taşını paylaşmaktadır. Çalışmaları. Beckett'in yazar olarak kariyeri kabaca üç döneme ayrılabilir: 1945'te II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar sürecek olan ilk çalışmaları; 1945'ten 1960'ların ilk yıllarına kadar süren ve muhtemelen en iyi bilinen çalışmalarını çıkardığı orta dönem; 1960'ların ilk yıllarından ölümüne kadar süren son dönem. Bu son dönemde Beckett'in çalışmaları çok daha kısa olmaya yönelmiştir ve stili de çok daha minimalisttir. Erken dönem. Beckett'ın erken dönem eserleri arkadaşı James Joyce'un eserlerinin yoğun etkisi altındadır. Titizlikle hazırlanmış ve Joyce'un tarzının türevi sayılabilecek bir dilde yazılmış bu metinlerin bazı kısımları oldukça anlaşılmazdır. Kısa öykü toplamı olan "Aşksız İlişkiler" (1934) kitabının açılış cümleleri bu üslûba örnek gösterilebilir: Sabahtı, aydaki kantolardan ilkinde takılıp kalmıştı Belacqua. Kafası feci karışmıştı, hiçbir şey anlayamıyordu. Neşe saçan Beatrice oradaydı, Dante de; Beatrice ona ayın üzerinde görülen karaltıları açıkladı bir bir. Öncelikle nerede yanılgıya düştüğünü gösterdi, sonra kendi açıklamalarını aktardı. Tüm bunlar Beatrice'e, Tanrı'nın öğrettikleriydi, bu nedenle Belacqua doğruluklarına güvenebilirdi. Bu bölüm Dante Alighieri'nin İlahi Komedya'sına yapılan göndermelerle doludur ve bu eseri tanımayan okuyucular için kafa karıştırıcıdır. Yine de burada, Beckett'ın sonraki eserlerinin pek çok belirtisi mevcuttur: Belacqua karakterinin fiziki hareketsizliği, karakterin kendi düşüncelerine saplanıp kalmışlığı, son cümlenin saygısızca komik olması vb. Benzer unsurlar Beckett'ın yayınlanmış ilk romanı "Murphy"'de de (1938) görülür. Sonraki eserlerinde sürekli tekrarlanan delilik ve satranç temaları, bir ölçüde bu romanda da mevcuttur. Romanın açılış cümlesi, Beckett'ın tüm eserlerine hayat veren kötümser alt anlamların ve kara mizahın ipucunu verir: "Hep aynı dünyanın üzerinde ışıldıyordu güneş, başka seçeneği yoktu çünkü." II. Dünya Savaşı sırasında Roussillon'da saklanırken yazdığı "Watt" ise aynı temaları içermekle birlikte, daha az coşkulu bir üslûba sahiptir. Bu romanın bazı bölümlerinde insan hareketleri matematiksel permütasyon gibi kurgulanmıştır. Bu durum, Beckett'ın daha sonraki oyun ve romanlarında ortaya çıkacak olan, hareketlerin kesin şekilde tanımlanması kaygısının habercisidir. Beckett'ın Fransızca edebi metinler yazmaya başlaması da bu döneme denk gelir. Aynı dönemde İngilizce olarak yazılan ve "Echo's Bones and Other Precipitates" (1935) isimli kitapta toplanan şiirlerdeki yoğunluğun aksine Fransızca yazılmış bazı kısa şiirlerdeki arılık Beckett'ın tarzındaki - "Watt"'ta da belirtileri görülen - sadeleşmeyi, başka bir dili kullanarak da olsa başlattığını göstermektedir. Orta dönem. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Beckett, edebi dil olarak temelli Fransızcaya yöneldi. Bu seçim ile yukarıda anlatılan, Dublin'de annesinin odasında yaşadığı, sanatının öznel olması ve tamamıyla kendi iç dünyasından kaynaklanması gerektiğini anlamasını sağlayan "deneyim", Beckett'in en bilinen eserlerini vermesiyle sonuçlanacaktı. Savaştan sonraki on beş yıl süresince Beckett dört uzun tiyatro oyunu yazdı: "En attendant Godot" (1948–1949; "Godot'yu Beklerken"), "Fin de partie" (1955–1957; "Oyun Sonu"), "Krapp's Last Tape" (1958; "Krapp'ın Son Bandı") ve "Happy Days" (1960; "Mutlu Günler"). Genelde, doğru ya da yanlış biçimde, absürt tiyatronun temel eserleri olduğu düşünülen bu dört oyunda, her ne kadar Beckett'ın kendisi varoluşçu olmasa da, dönemin varoluşçu düşünürlerinin eserlerindeki temalar kara mizah tarzıyla ele alınmıştı. "Absürt tiyatro" terimi ilk defa Martin Esslin'in aynı isimli kitabında ortaya çıkmış, bu kitabın önemli bir bölümü de Beckett ve "Godot"'ya ayrılmıştı. Esslin bu oyunların, Albert Camus'nün "saçma" kavramının tamamlayıcısı olduklarını öne sürdü ve Beckett bu sebeple sıklıkla - ve hatalı olarak - "varoluşçu" olarak nitelendirildi. Eserlerinde benzer temaları işlemiş olsa da, Beckett'ın varoluşçuluğa karşı bir ilgisi yoktu. Beckett ayrıca absürt tiyatro tanımına da karşı çıkıyordu. Genel anlamda oyunlar, anlaşılamaz ve akıl erdirilemez bir dünya karşısında hissedilen umutsuzluk ile bu umutsuzluğa rağmen yaşamda kalma isteğini anlatır. "Oyun Sonu"'nda çöp varillerinde yaşayan ve zaman zaman kafalarını dışarı uzatıp konuşan karakterlerden biri olan Nell'in sözleri, Beckett'ın orta dönem tiyatro oyunlarının iyi bir özetidir: Hiçbir şey mutsuzluktan daha gülünç değildir, kabul ediyorum... Evet, evet! Dünyadaki en gülünç şeydir o. Başlangıçta ona güleriz, yürekten güleriz. Ama hep aynıdır. Tıpkı sık sık anlatılan güzel bir fıkra gibi. Hep beğeniriz, ama artık ona gülmeyiz. Beckett'ın bu dönemde düz yazıdaki önemli başarıları, "Molloy" (1951), "Malone meurt" (1951; "Malone Ölüyor") ve "L'innommable" (1953; "Adlandırılamayan") isimli üç romandı. Yazarın açıkça aksini belirtmiş olmasına rağmen zaman zaman "üçleme" olarak değerlendirilen bu romanlar, gittikçe daha da yalınlaşmış, sadece temelde gerekli olan unsurları içerecek derecede sadeleşmişti. Bu sebeple bu üç romanda, Beckett'ın olgun dönemindeki tarzının ve kullandığı temalarının gelişimi gözlenebiliyordu. Örneğin "Molloy" zaman, mekân, eylem ve konudan oluşan geleneksel roman öğelerini içeriyordu ve bir bakıma bir dedektif romanıydı. "Malone Ölüyor"'da ise mekân ile zamanın akışı varlığını sürdürürken konu ve eylem büyük oranda ortadan kalkmıştı. Romandaki temel hareket unsuru, bir iç monolog şeklini almıştı. Son olarak "Adlandırılamayan"'da tüm zaman ve mekân duygusu yok edilmişti. Romanın ana teması bir "ses"in, var olmayı sürdürmek için sürekli konuşmak zorunda olması ile en az bunun kadar kuvvetli bir dürtü olan sessizliği arayışı arasındaki çatışmaydı. Bunda Beckett'ın, savaşın dünyayı ne hâle getirdiğine ilişkin deneyimlerinin izlerini bulmak mümkündür. Bu romanlar da örnek gösterilerek, Beckett'ın eserlerinin genelde kötümser olduğu kabul edilir. Buna rağmen "Adlandırılamayan"'ın sonunda yaşam kazanmış gibidir. Romanın son cümlesi bunu ima eder: "Devam edemem, devam edeceğim." Bu romanların ardından Beckett, sürdürülebilir bir düz yazı çalışmasına ulaşabilmek için çabaladı. Ancak bu çabaların sonucunda sadece, daha sonra "Texts for Nothing (Hiç İçin Metinler") adıyla bir araya getirilecek olan hikâyeler ortaya çıktı. Yine de Beckett 1950'lerin sonunda, en radikal düz yazı eseri olan "Comment c'est" (1961; "Acaba Nasıl?") isimli kitabını yazdı. Konserve kutularıyla dolu bir çuvalı sürükleyerek çamur içinde emekleyen isimsiz bir anlatıcının başından geçenleri anlatan bu kitap, noktalama işaretleri kullanılmamış bir dizi paragraf halinde, telgrafvari bir üslupta yazılmıştır: Bunun ardından, Beckett'ın drama dışı bir düz yazı eser vermesi için neredeyse on yıl geçmesi gerekecekti. İçerik ve biçim olarak alışılmış tarzın oldukça ilerisine geçen "Acaba Nasıl" ile birlikte, Beckett'ın yazarlığında yeni bir dönem başladı. Son dönem. 1960'lar boyunca ve 1970'lerin başında Beckett, 1950'lerdeki eserlerinde de belirgin olan yoğunluğa daha da fazla yöneldi ve bu durum minimalist olarak tanımlanmasına sebep oldu. Bunun en uç örneklerinden biri, dramatik eserleri arasında olan 1969 tarihli Soluk'tur. 35 saniye süren ve hiçbir karakter içermeyen bu parça, "Oh! Calcutta!" revüsünde açılış parçası olarak kullanılmıştı ve muhtemelen bu revüye ironik bir yorum olarak yazılmıştı. Önceki oyunlarda zaten az sayıda olan karakterler, son dönem dramatik eserlerinde artık sadece en gerekli öğeleri içerecek şekilde daraltılmıştı. Örneğin, ironik bir isme sahip olan 1962 tarihli "Oyun"'da büyük cenaze vazolarına boyunlarına kadar gömülü olan üç karakter vardı. 1963'te aktör Jack MacGowran için televizyon draması olarak yazılan "Söyle Joe"'daki tüm hareket, sürekli olarak başkişinin suratına odaklanarak yakın çekime geçen bir kamera ile sağlanmaktaydı. 1972 tarihli "Ben Değil" oyunu ise, Beckett'ın sözleriyle "gerisi karanlık bir sahnede hareket eden bir ağızdan" ibaretti. "Krapp'ın Son Bandı"'nda ipuçları verilmiş olan bu son dönem oyunları temelde hafızayla; durgun bir şimdiki zamanda geçmişteki can sıkıcı olayların yeniden hatırlanmasıyla ilgiliydi. Dahası, bu oyunlarda sıklıkla kişiliğin sınırlandırılması teması mevcuttu ve bu durum "Söyle Joe"'daki gibi başkişinin kafasına dışarıdan gelen bir ses ile ya da "Ben Değil"'deki gibi başkişi hakkında başka bir karakterin yorumda bulunması şeklinde gerçekleşiyordu. Bu temalar Beckett'ın 1982'de yazdığı ve Václav Havel'e adadığı, en politik eseri sayılan ve diktatörlük kavramının ele alındığı "Felaket" oyununun da yolunu açmaktaydı. Bu dönemde ayrıca, Beckett'ın uzun süre suskun kalan şairliği yeniden ortaya çıktı. Beckett kimisi sadece altı kelime uzunluğunda olan aşırı kısa ve özlü Fransızca "mirlitonnades" şiirleri yazdı. Bunlar Beckett'ın, eserlerini bildiği diğer dile çevirmeye yönelik titiz uğraşlarının dışında kaldı. Daha sonra Derek Mahon gibi bazı yazarlar şiirleri çevirmeye çalıştılarsa da bu şiirlerin tamamlanmış bir İngilizce çevirisi hiç yayınlanmadı. Beckett'ın bu dönemdeki düz yazı çalışmaları, Amerikalı ressam Jasper Johns'un resimlediği 1976 tarihli kısa öykü toplamı olan "Fizzles (Fiyaskolar)" kitabında toplandı. Daha sonra "Nohow On" başlığıyla bir arada yayınlanan 1979 tarihli kısa romanı "Compagnie", 1982 tarihli "Mal vu mal dit" ve 1984 tarihli "Worstward Ho", Beckett'ın bu alanda bir nevi Rönesans yaşadığını gösteriyordu. ""Kapalı alan" öyküleri" olarak adlandırılan bu üç eserde Beckett, oyunlarında sıkça kullandığı tema olan kişiliğin sınırlandırılması ve izlenmesi konusunu düz yazı yoluyla yeniden ele almıştı. Bu eserlerdeki bir başka tema ise, "Compagnie"'nin açılış cümlelerinde görüldüğü üzere vücutların boşlukta yerleşimi idi: Beckett'in son çalışması olan 1988 tarihli "What is the Word", yaşamının son günlerini geçirdiği hasta bakım evindeki yatağında yazıldı. Şiirin ayrıca Fransızca uyarlaması da mevcuttur. Etkileri. İngilizce eser veren tüm modernistler dikkate alındığında, realist geleneğe karşı en süreğen saldırıyı Beckett'ın eserleri oluşturur. Beckett, insanlığın içinde bulunduğu durumun temel bileşenlerine odaklanabilmek için, geleneksel konulardan, zaman ve mekân tekliğinden arındırılmış drama ve romanın yolunu açtı. Václav Havel, Aidan Higgins ve Harold Pinter gibi yazarlar, Beckett'a olan minnettarlıklarını açıkça belirttiler. Beckett'ın asıl etkisi, 1950'lerde Beat Kuşağı ile başlayıp 1960'lardaki olaylarla devam eden deneysel edebiyat üzerinde oldu. İrlanda'da ise John Banville ve Derek Mahon gibi şairleri etkiledi. Luciano Berio, György Kurtág, Morton Feldman, Philip Glass, Heinz Holliger ve Pascal Dusapin'in de aralarında bulunduğu birçok 20. yüzyıl bestecisi, müzikal çalışmalarını onun metinlerini temel alarak yarattı. Beckett'in çalışmaları, Bruce Nauman, Alexander Arotin ve Avigdor Arikha gibi birçok görsel sanatçıyı da etkiledi. Arikha, edebi dünyasından etkilendiği Beckett'ın birkaç portresini çizdi ve eserlerini resmetti. Amerikalı film yönetmeni Jim Jarmusch'un 1984 yapımı filmi '"Stranger Than Paradise"'ın iki önemli karakteri olan Willie ve Eddie, eleştirmenler tarafından, Godot'u Beklerken'in iki kahramanı Vladimir ve Estragon'a benzetildi. Beckett 20. yüzyıl yazarları arasında en çok takdir edilen ve üzerinde en çok tartışılanlardan biridir. Hakkındaki görüşler ikiye ayrılır. Jean-Paul Sartre ve Theodor W. Adorno felsefi eleştirilerinde, onu saçmalığı ortaya çıkardığı için, diğer bazı eleştirmenler ise eserlerinde basitliği reddettiği için övdü. Georg Lukacs gibi bazı eleştirmenler ise Beckett'i eserlerinde felsefi realizmin yer almaması sebebiyle eleştirdi. Beckett'ın bilinen en iyi fotoğraflarından birkaçı fotoğrafçı John Minihan'ın çektikleridir. 1980 ile 1985 arasında Beckett'ın fotoğraflarını çeken fotoğrafçı, yazarla çok iyi bir ilişki geliştirdi ve sonuçta yazarın resmi fotoğrafçısı oldu. Çekilen bu fotoğraflardan biri 20. yüzyılın en iyi üç fotoğrafı arasında gösterildi. Ancak, Beckett'ın en fazla yeniden basılmış fotoğrafını tiyatro fotoğrafçısı John Haynes çekti. Bu fotoğraf Knowlson'ın hazırladığı biyografinin kapağında da kullanıldı. Fotoğraf, Haynes'in pek çok Beckett prodüksiyonunu fotoğrafladığı, Londra'daki Royal Court Theatre'da bir prova sırasında çekilmişti. 2006 yılında, Beckett'ın doğumunun yüzüncü yılı anısına, İrlanda Merkez Bankası tarafından 20 avroluk altın hatıra paraları basıldı. 20.000 adet basılan ve 2 Mayıs 2006'da tedavüle çıkan paraların yazı tarafında İrlanda arpı ile "Samuel Beckett 1906 - 1989" yazısı bulunuyordu. Tura tarafında ise Beckett'ın yüzü ile en bilinen oyunu olan "Godot'yu Beklerken"'den bir sahne yer alıyordu. Edebi mirası. Beckett'in ölümünden bu yana oyunlarının tüm sahnelenme hakları, yazarın yeğeni Edward Beckett tarafından yönetilen Beckett Mirası'na aittir. Bu yönetim, oyunların nasıl sahneleneceğini çok sıkı kontrol etmekle ünlüdür ve oyunlardaki sahne talimatlarına uyulmayan prodüksiyonlara kesinlikle izin vermez. Seçme bibliyografi. Drama. Tiyatro Radyo Televizyon Sinema Düz yazı. Roman Kurgu dışı Kısa roman (novella) ve Öykü
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6200", "len_data": 30728, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.65 }
Yazılım, değişik ve çeşitli görevler yapma amaçlı tasarlanmış elektronik aygıtların birbirleriyle haberleşebilmesini ve uyumunu sağlayarak görevlerini ya da kullanılabilirliklerini geliştirmeye yarayan makine komutlarıdır. Yazılım, elektronik aygıtların belirli bir işi yapmasını sağlayan programların tümüne verilen isimdir. Bir başka deyişle, var olan bir problemi çözmek amacıyla bilgisayar dili kullanılarak oluşturulmuş anlamlı anlatımlar bütünüdür. Yazılım için çeşitli diller mevcuttur. Bunlardan bazıları Pascal, C++ ve Java'dır. Bilgisayar yazılım türleri. Bilgisayar yazılımları genel olarak üç ana grupta incelenebilir. Sistem yazılımları. Bilgisayarın kendisinin işletilmesini sağlayan, işletim sistemi, derleyiciler (compilers) (Yazılım programında, yazılan programı makine diline çeviren program), çeşitli donatılar (facility) gibi yazılımlardır. Çekirdek(kernel) işletim sisteminin en temel parçasıdır. Burada çekirdek ile ilgili farklı yaklaşımlar olduğunu yani yazılım karar verme ve Programlama paradigması mevcut olsa da bir işletim sistemi çekirdeğinin esas görevi Bilgisayar Donanımı ile kullanıcıya ve kullanıcıya yazılım veya donanım üreten üreticilere Arayüz oluşturmak ve kaynakların yönetilmesi ile ilgili birimleri idare etmektir. Uygulama yazılımları. Bu kullanıcıların işlerine çözüm sağlayan örneğin çek, senet, stok kontrol, bordro, kütüphane kayıtlarını tutan programlar, bankalardaki müşterilerin para hesaplarını tutan programlar gibi yazılımlardır. Bütün sistem programları içinde en temel yazılım işletim sistemidir ki, bilgisayarın bütün donanım ve yazılım kaynaklarını kontrol ettiği gibi, kullanıcılara ait uygulama yazılımlarının da çalıştırılmalarını ve denetlenmelerini sağlar. Çevirici yazılımlar. Herhangi bir dilde yazılan programı makine diline çeviren yazılımlardır. Yazılım çeşitleri. Sistem yazılımları. Sistem yazılımları bilgisayar kullanımı için gerekli ana fonksiyonları sağlar ve bilgisayar donanımına ve sistemin yürütülmesine yardımcı olur. Şu kombinasyonları içerir: Sistem yazılımı çeşitli bağımsız donanım bileşenlerinin uyum içinde çalışmalarından sorumludur. Sistem yazılımı bilgisayar donanımının işletilmesi ve uygulama yazılımının çalıştırılması için bir platform sağlamak için tasarlanmış bir bilgisayar yazılımıdır. En temel sistem yazılımı türleri şunlardır: Ayrıca sistem yazılımı terimi, bazı yayınlarda yazılım geliştirme araçlarını tanımlamak için de kullanılır. Bilgisayar alıcıları nadiren sahip olduğu işletim sistemini öncelikli olarak dikkate alarak bir bilgisayar alırlar. Fakat cep telefonu gibi aygıtları satın alan kişiler için bu durumun tersi geçerli olabilir. Çünkü iPhone örneğinde olduğu gibi bu tür aygıtların sistem yazılımlarının, son kullanıcı tarafından değiştirilmesi oldukça zordur. Ayrıca sistem yazılımı genellikle dahili ya da önceden yüklenmiş şekilde, yararlı ve hatta gerekli bir altyapı kodu olarak görev yapar. Sistem yazılımının dışında, kullanıcıların dokümanlar oluşturmasına, oyun oynamasına, müzik dinlemesine ya da İnternet'te gezinmesine olanak sağlayan yazılımlara uygulama yazılımı denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6201", "len_data": 3097, "topic": "CODING", "quality_score": 3.32 }
Nemrud (; ; ; "an-Namrūd"), Tekvin'e göre Nuh'un torunu ve Sümer (Shinar) kralıdır. Tanah'a göre güçlü bir kişi ve yetenekli bir avcıdır. Tevrat dışı dini kaynaklara göre Babil Kulesi ile bağlantılı ve Yehova'ya karşı duran bir kraldır. İslam kaynaklarında İbrahim'i ateşe attıran zalim bir kral olarak resmedilir ve burnuna sinek kaçarak öldüğü anlatılır. Kalıntıları Nemrut Dağı'nda bulunan Nemrut Krallığı'nda (Kommagene) Nemrut isminde bir kral bulunmaz ve krallığın isim dışında Nemrut ile bir ilgisi yoktur. Ayrıca kuruluş tarihi tek tanrılı dinlerin atası ve M.Ö 2000'li yıllarda yaşayan İbrahim peygamberden yaklaşık 1000 yıl sonradır. Tarih araştırmaları. Nemrut'un kimliği ve tarihsel-mitolojik kişiliklerden hangisi ile uyumlu olabileceği konusu birçok araştırmacı tarafından irdelenmiş ve değişik teoriler ileri sürülmüştür. Bunlardan bazılarına göre;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6207", "len_data": 863, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.14 }
Tümülüs, Latince bir sözcük olup (çoğulu tümüli), bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır. Höyük ve kurgan (Orta Asya'da) da denilen tümülüs yapma geleneğine sahip ulusların sayısı fazla değildir. Bunlara en çok Anadolu'da, Trakya'da, Orta Asya'da, Rusya'da ve Meksika'da rastlanır. Traklar'ın mezarları bu şekildedir. Trakya'nın en görsel anıtları tümülüslerdir. Trakya'nın tekdüze doğal yapısını süsleyen ve ona bir hareketlilik getiren tümülüslerin tam bir envanteri çıkartılmamıştır. Genel olarak mezarın üzerine yapılan her türlü yükselti tümülüs olarak adlandırılsa da, yapıldıkları döneme, tepenin ve mezar odasının biçimine, niteliğine, ölünün gömülüş şekline göre mezar tepelerinin değişen geniş bir çeşitlenmesi vardır. Mezarın yerini bir tepe ile belirleme geleneğinin bilinen ilk örnekleri Avrasya steplerinde, MÖ 4. binyılın başlarına aittir; kurgan olarak da adlandırılan bu mezar tepelerinin altında, ölü basit bir çukur ya da ahşap bir odaya yerleştirilmiştir. Bu geleneğin, steplerden gelen etki ile, Trakya'ya ilk olarak MÖ 3. binyıl içinde girdiği bilinmektedir. Trakya'nın Tunç çağ mezar tepeleri, daha sonraki dönemlerin tümülüslerine göre daha basık ve yayvan, çoğu kez de 2–3 m yüksekliğindeki tepeciklerdir; ancak Bulgaristan' da ender olarak yüksekliği 7 metreyi bulanlar da vardır. Tepelerin dolgu­larının toprak değil taş oluşturduğundan, bunlan "Taşlıtepe" olarak tanımlamaktayız. Bu tür mezar tepelerinde ölü, tepenin altındaki bir çukura ve çoğu kez uzun olarak yatırılarak gömülmüştür. Tepenin değişik kesimlerinde münferit mezarlara da rastlanır. Taşlıtepeler tek olabilecekleri gibi, bazen tümülüs mezarlığı gibi, sayıları 30'u bulan topluluklar da oluşturabilir. İlk Demir Çağ'dan itibaren mezar tepeleri daha sivri ve konik bir biçim almış, dolgularında taş ile birlikte killi toprak da kullanılmıştır. Demir Çağı'nın ilk kısmına tarihlenen mezar tepelerinde gene ayrı bir mezar odası yoktur; ölü toprağa açılmış ve ahşap ile kaplanmış bir odanın içine yatırılmıştır. Orta Demir Çağı'ndan itibaren mezar odası ya da taş lahidi olan gerçek tümülüsler görülmeye başlar. Bu tür tümülüsler için genellikle uzaktan görülebilen sırt ve yamaçlar tercih edilmiştir İkili ya da üçlü tümülüsler yaygın olmakla birlikte, tümülüs mezarlığı şeklinde sayıları dokuz ile otuzaltı arasında değişen gruplara da rastlanmaktadır. toplu tümülüs mezarlıklarının, daha eski bir kutsal alanın üzerinde yer aldığı görülmektedir. Bintepe'deki Alyattes'in tümülüsü ile Nemrut Dağı'ndaki tümülüs Anadolu'nun bilinen en büyük tümülüsleri arasında yer alır. Frigyalılara ait tümülüsler de olmakla birlikte tümülüs yapımı daha çok Lidyalılar'da önem kazanmıştır. Aynı bölgede 100 Lidya tümülüsüne rastlanmıştır. Anadolu'nun en büyük tümülüsü olan Alyattes'inkinde 16 tonluk taş bloklar kullanılmıştır. Şamanist Türk ve Moğol boylarında ayrıca, Dünya Dağı'nı temsilen, “oba” adı verilen, taş yığınlarından kurgan (yapay tepe) oluşturma geleneği çok yaygındır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6211", "len_data": 3012, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.95 }
Zemberek kelimesinin çeşitli anlamları ve kullanımları vardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6212", "len_data": 62, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.43 }
Cep bilgisayarı - PDA ("Personal Data Assistant - Kişisel Veri Yardımcısı)", taşınabilir küçük cep bilgisayarları. Küçük boyutlu bu bilgisayarlarda isim ve adreslerin saklanabildiği bir veritabanı, not defteri ve iletişim kurmayı sağlayan bölümler yer alır. Gelişen elektronik ve bilgisayar teknolojisi cihazların boyutlarını küçültmüş ve özelliklerini arttırmıştır. Cep telefonu, video ve fotoğraf çekimi, GPS gibi özellikleri olan örneklerinin üretilmesi ile cep bilgisayarlarının kullanımı yaygınlaşmıştır. Tarihçe. PDA kelimesi ile ilk kez 1993 yılında Apple şirketi tarafından üretilen Newton OS sistemli MessagePad cihazı için kullanılmıştır. Ancak MessagePad'den önce de PDA özelliklerine sahip olduğu söylenebilecek cihazlar bulunmaktaydı (Psion ve Sharp Wizard gibi). PDA'ların yaygınlaşması Palm tarafından 1996'da üretilen Palm Pilot'la birlikte başladı. Palm'in ilk modeli, kısa sürede PDA pazarının en popüler ürünü haline geldi. 90'lı yılların sonunda Microsoft tarafından üretilen modeller ise Pocket PC (Cep Bilgisayarı) adı ile anılmaya başladı. Microsoft için ilk Pocket PC 2000 yılında HTC tarafından tasarlandı ve üretildi. İlk Örnekler. Cep bilgisayarlarının ilk örneklerinde; renksiz ekran, sınırlı işlem gücü ve düşük enerji tüketimleri sayesinde uzun pil ömrü özellikleri öne çıkar. Bu tür cihaz üretiminin öncülerinden Japon şirketi Casio'yu daha sonra birçok üretici takip etmiştir. İşletim sistemi basit ve alete özeldir. Genelde telefon defteri, adres defteri olarak ya da hesap makinesi olarak kullanılır. Casio FX-880P, PB-1000 ve PB-2000C gibi BASIC, Prolog, CASL, Assembler ve C dillerinde programlanabilir örnekleri de üretilmiştir. PB-2000C farklı ROM modülleri takılarak programlama dilinin değiştirilebildiği tek Casio ürünü olmuştur. PB-2000C sonrasında üretilen FX-890 modelinde tüm diller ROM'un içinde hazır halde bulunmaktadır. PB-1000 ve PB-2000C modellerinde hafızadaki programlar, diğer ürünlerden farklı olarak bir dosya sistemi içinde saklanırlar. Böylelikle programların içinden dosya üretmek, ekran görüntülerini hafızada saklamak ve hafızadan geri okumak mümkün olmuştur. Bu özellikleri ile Casio zamanının ötesinde ürünler ortaya çıkarmıştır. Palm ve türevleri. Monokromik ile başlayan renkli ekranlar, artan işlem gücü, görece uzun pil suresi ile karakterize edilir. Pocket PC'lerin piyasaya girmesi ile rekabet sonucu ekran renklenmiş, işlem gücü artmıştır. Doğal olarak da pil ömru azalmıştır. PalmOS denilen özel bir işletim sistemi kullanmaktadır. Palm'dan sonra birçok firma da bu tarz cep bilgisayarı üretimine yeltenmiş ama başarılı olamamıştır. En son Sony bu tür cihazların üretimini durdurduğunu duyurmuştur Pocket PC. Microsoft'un PocketPC işletim sisteminin desteği ile piyasada yer bulmuştur. Renkli ekran ve güclü işlemci, multimedya işlemlerine (video gösterme müzik çalma) navigasyon ve cep telefonu olarak kullanılabilmesi nedeni ile yoğun ilgiyle karşılanmıştır. Yapı. Veri Girişi ve Kullanıcı Arayüzü. Tipik bir cep bilgisayarında veri girişi, duyarlı ekran üzerine kalem (stylus) ile veya sadece dokunmak sureti ile yapılır. 320x240 (QVGA), 640x480 (VGA) veya 800x480 (WVGA) piksel gibi çözünürlükteki duyarlı ekran sayesinde el yazısı veya ekran tuş takımı ile veri girişi yapılabilir. Ayrıca sesle komut alma gibi sabit görevleri algılayabilecek programlarda mevcuttur. Gelişen teknoloji ve günümüz kullanıcı isteklerine bağlı olarak yeni modellerde yer alan kayar klavyeler ile veri girişi daha da kolaylaştırılmıştır. İletişim. Cep bilgisayarları, masa üstü bilgisayarlar veya diğer birimler ile USB üzerinden kablolu iletişim yapabilirler. Yeni nesil cihazlar Bluetooth veya Wi-Fi üzerinden ya da dahili GSM birimleri sayesinde bu protokol üzerinden kablosuz olarak da iletişim kurabilmektedir. Cep bilgisayarları; Wi-Fi, GSM veya Bluetooth üzerinden internet bağlantısı kurabilirler. Dosya, doküman ya da e-posta alıp gönderme, internet sayfalarını görüntüleme gibi işlemleri yababilirler. 3G (3. Nesil) Görüntülü telefon görüşmeleri, EDGE, HSDPA 'da yeni teknoloji ile orataya konulmuş bağlantı seçenekleridir. İşletim Sistemi. Cep bilgisayarları yaygın olarak Windows Mobile işletim sistemleri ile çalışırlar. Android, iOS, PalmOS gibi diğer mobil işletim sistemlerini kullanan cihazlar için tam bir Pocket PC tanımlaması yapılamamakla beraber farklı bir kategoride değerlendirilmektedir. 16 Şubat 2009'da Microsoft CEO'su Steve Ballmer Barselona'daki Mobile World Congress'de yaptığı açıklamada bu tarihten sonra Windows Mobile olarak geçen işletim sistemi isminin cihazlar ile bütünleştirilerek Windows Telefonu (Windows Phone) olarak anılacağını açıkladı. Windows Mobile işletim sistemi sürümleri; İşlevler. Cep bilgisayarlarında, uygun yazılım kullanarak neredeyse bir masa üstü bilgisayarında yapılabilen her işi yapabilmek olasıdır. Sıradan bir cep bilgisayarında standart olan özellikler; not defteri, kelime işlemci (Pocket Word vb.), hesaplama tablosu (Pocket Excel vb.), hesap makinesi, zamanlayıcı, çoklu ortam oynatıcı (Windows Çoklu Ortam Oynatıcı vs.), resim gösterici olarak sıralanabilir. Programlama. Yeni teknolojiler ile PocketPC, PDA gibi cihazlar mevcut sunucular ile veri alışverişinde kullanılarak çok kullanışlı hale gelmiştir. Büyük işletmeler üretimlerini stoklarını müşteri ilişkilerini rahatlıkla takip edebilmektedir. Bu tip cihazlara program hazırlamak için Appforge firmasının üretmiş olduğu visual studio.net ile birlikte çalışan crossfire kullanılabilir. Not: Appforge firmasının sitesi oracle'a gitmektedir. http://www.appforge.com Kaynakça. Windows Telefonları Resmi Sitesi Microsoft Windows Telefonu Resmi Blogu Windows Phone Uygulama Geliştiricileri Sitesi
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6215", "len_data": 5677, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.48 }
Ilex paraguariensis (Yerba mate), Aquifoliaceae (çobanpüskülügiller) familyasından bir bitki türüdür. Yeşilimsi renkte, kafein ve tanen içeren, çaydan daha az acı, uyarıcı bir içecektir. Bilinen diğer ismi "Paraguay çayı"dır. Anlam itibarı ile "yerba" bitki, "mate" de kap anlamına gelmektedir. Dağılımı. Yerba mate Orta tropik bir bitki olarak, yüksek sıcaklığa ve yıllık 1500 mm üzerinde yağışa ihtiyaç duyar. Kuzey Arjantin, Paraguay, Uruguay, güney Brezilya ve Bolivya gibi dönencealtı Güney Amerika ülkelerinde yerel olarak ve ticari amaçlı yetiştirilir. Avrupalılar tarafından "yerlilerin yeşil altını" olarak nitelendirilmiştir. Özellikle Arjantin'in günlük yaşamında önemi büyüktür; zaman zaman fabrika işçilerinin içmeleri yasaklanmıştır. Özellikleri. İçeriğinde potasyum, magnezyum ve manganez bulundurmaktadır. Hafif uyarıcı etkisi varsa bile çay ve kahvenin yanında çok düşük kalmaktadır. İştah kesme ve diüretik özelliği bilinmektedir. Mate adını taşıyan içecek bitkinin öğütülmüş toz halinden hazırlanır. Genelde kendisine has kabında, mate tozunun üzerine sıcak su döküldükten sonra kendine has elekli pipeti ile içilmektedir. Aynı tozun üzerine defalarca (3-10) sıcak su döküp içmek mümkündür. Sütle karıştırıp içmek de mümkündür; genelde çocuklara bu şekilde verilmektedir. Güney Amerika'da çok popüler bir içecektir. Kuzey Amerika'da ise genelde kahve alışkanlıklarını bırakmak isteyenler ve zayıflama çayı olarak kullanılmaktadır. Arjantinli Che Guevara'nın astımına karşı sürekli tükettiği bilinir. Türkiye'de tarçın ya da nane katkılı çay poşeti şeklinde piyasada bulmak mümkündür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6216", "len_data": 1602, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.63 }
Diplomasi oyunu, 1950'lerde salon oyunu olarak başlayan ve Avrupa haritası üzerinde oynanan I. Dünya Savaşı simülasyonudur. Oyunun birçok değişik versiyonu bulunmakla birlikte orijinalinde ülkeleri temsil eden yedi kişi ve oyunu yöneten bir hakemle oynanmaktadır. Kişiler kura ile Almanya, Avusturya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Rusya ve Türkiye'yi seçmektedir. 1900 yılı ile başlayan oyunda ülkeler, her yıl için ilkbahar ve sonbahar olmak üzere toplam iki hamle hakkı elde etmektedir. Kışları elde ettikleri merkez kadar orduya üretme imkânı olan ülkeler satranç vari bir düzen içinde hareket etmektedir. Oyun genelde oyuncular arasındaki yoğun iletişime dayanmaktadır. Oyun, başka ülkelerin desteğini aramak ve karşılığında destek vadederek başlar. Müttefiksiz oyunu kazanmak zor olduğu gibi belli bir dönemde bazı müttefiklerden kurtulmak da zorunlu hale gelebilir. Dolayısıyla oyunda vaatleri tutup tutmamak serbesttir. Diplomatik iletişimler kapalı yapıldığından, oyun ilginç bir politika çemberi içinde dönmektedir. Kuzey Amerika'da popüler olan Diplomasi oyunu, özellikle Almanya ve Fransa'da da büyük ilgi görmektedir. İnternete uyarlanan oyun için özel internet sunucuları kurulmuştur. Katılımı ve oynaması ücretsiz olan oyun genelde haftada bir ya da iki hamle halinde oynanmaktadır ve oyun bu sebepten ötürü birkaç ay sürebilmektedir. Risk oyununa benzese de zar kullanılmayıp, başlıca iletişime dayalı olması yüzünden farklı bir kategoridedir. ABD eski başkanlarından John F. Kennedy'nin severek oynadığı bilinir. Henry Kissinger'ın da oynadığı rivayet edilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6217", "len_data": 1579, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.55 }
Uçak şekline katlanan kâğıtlardan oluşan oyuncak maketlere "kâğıt uçak" denilir. Japon kâğıt katlama sanatı origaminin bir dalı olan aerogaminin belki de en yaygın biçimidir. Japoncada "kami hikoki" diye adlandırılır ("kami"= kâğıt, "hikoki"=uçak). Origami türleri arasında en basiti olan bu sanat, acemilerin kolayca ustalaşmasını sağlar. En basit kâğıt uçak bile altı katlamadan sonra doğru bir şekil alabilir. Son zamanlarda mukavvadan yapılanlara da kâğıt uçak deniliyor. Tarihçe. Kâğıt kullanarak yapılan oyuncakların başlangıcının 2000 yıl önce Çin'de olduğu sanılıyor. O zamanlarda uçurtmalar popüler bir eğlence kaynağı sayılıyordu. Buna rağmen kâğıt uçakların tamamen ne zaman icat edildiğini belirlemek pek mümkün değil. Sürat, yükseliş ve moda tasarımları seneler geçtikçe gelişmiştir. Tahminlere göre kâğıt uçaklar ilk olarak 1909 yılında yaratılmıştır. Ancak en çok kabul edilen uyarlaması 1930 yılında Lockheed Corporation kurucularından biri olan Jack Northrop tarafından yaratılmıştır. Northrop kâğıt uçakları test aletleri olarak kullanarak gerçek uçakların tasarımlarını keşfetmeye çalışmıştır. Dünya rekoru. Senelerce kâğıt uçakları havada en uzun zaman tutmayı deneyen birçok kişi olmuştur. Guinness Rekorlar Kitabında 13 sene (1983-1996) yerini alan Ken Blackburn, 8 Ekim 1998 tarihinde kendi rekorunu kırıp kapalı alanda kâğıt uçağını 27.6 saniye havada tutmayı başarmıştır. Bu rekor Guinness görevlileri ve CNN tarafından da onaylanmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6218", "len_data": 1462, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.54 }
IMAX (Image Maximum) yüksek boyutta ve netlikte görüntü kapasitesine sahip olan bir film gösterim sistemidir. Kanadalı bir eğlence teknolojisi firması olan IMAX Corporation tarafından bulunmuş ve geliştirilmiştir. Normal bir film karesi 35 mm formatındayken, IMAX filmleri 70 mm'dir. Imax teknolojisinde 2 boyutlu veya 3 boyutlu olmak üzere akan film 7 katlı bina yüksekliğinde ve bir basketbol sahası büyüklüğünde olan dev perdeye yansıtılır. IMAX sistemi bugüne dek yapılan en güçlü, 15 bin watt'lık projeksiyon lambasıyla yansıtılmaktadır. Bu ışığın Ay'dan bile görülmesi mümkündür. Görüntüye 6 kanallı dijital surround ses sistemi eşlik etmektedir. Standart IMAX ekranı 22 metre genişliğinde ve 16 metre yüksekliğindedir. Ayrıca omni-max olarak isimlendirilen bir IMAX türünde görüntü, balıkgözü mercekler yardımıyla küre biçimindeki perdeye yansıtılır ve yatay eksende 180 derecelik bir görüntü sağlar. IMAX dünyada büyük format halinde özel mekanlarda sunulan en başarılı film izletme sistemidir. Bazı dezavantajları da vardır. Örneğin IMAX çekim yapan kameralar en az bir insan ağırlığındadır.Bu da filmlerde zor sahnelerin çekiminde sıkıntı yaratır. Ayrıca film standart sinema filmlerine göre en az 5 kat daha pahalıdır ve 1 dakikalık çekim binlerce dolara mal olmaktadır.Bu nedenle IMAX çekimde hataya yer olmadığından genelde belgesel filmler, doğa görüntüleri gibi çekimlerde kullanılırlar. Imax kameralar 15 / 70 filme uygun olarak tasarlanmış. Kameraları kullanılan filmin hacmi ve ağırlığından dolayı normalden çok büyük ve ağır olmaktadır. Imax kamerası 19 ile 45 kg arası, 3D kameralar ise 109 kg.'dır. Kameraların en önemli özelliği diğer kameralar gibi filmi düşey değil de yatay olarak pozlamasıdır. 3 Boyutlu (3 D) çekimler için ise aynı gövde içinde insanın iki gözünün açısına uygun biçimde yerleştirilmiş iki ayrı objektif ve iki ayrı film mekanizması tasarlanmış. Her objektif kendine ait filmi pozluyor. Her 3D filmde aslında aynı resim yatay açı farklı iki ayrı film olarak stereoskopik çekilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6229", "len_data": 2029, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.86 }
2007 (MMVII) Pazartesi günü başlayan yıl. 2007, Uluslararası Helyofizik Yılı, Uluslararası Kutup Yılı ve Uluslararası Dil Yılı olarak belirlendi. Ayrıca UNESCO tarafından Mevlana Yılı olarak ilan edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6230", "len_data": 207, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.95 }
Dünya nüfusu ya da dünya insan nüfusu, dünya üzerinde yaşayan insan sayısını belirtmektedir. Birleşmiş Milletler tarafından Kasım 2022'de yapılan açıklamaya göre, dünya nüfusu 8 milyarı aşmıştır. Dünyadaki insan nüfusunun 1 milyara ulaşması, modern insanlığın ortaya çıkışından sonra 200.000 yıldan fazla zaman aldı ve 8 milyara ulaşması sadece 219 yıl sürdü. 20. yüzyılın son 70 yılında dünya nüfusu tarihte en hızlı yükselişini gösterdi. İnsan nüfusu, 1315–1317 arasındaki Büyük Kıtlık ve 1346–1353 arasındaki Kara Veba'nın sona ermesinin ardından sürekli bir büyüme yaşadı. En yüksek küresel nüfus artış oranları, yılda %1,8'in üzerinde artışlarla 1955 ile 1975 yılları arasında gerçekleşti ve 1965–1970 arasında %2,1 ile zirve yaptı. Büyüme oranı, 2015 ile 2020 yılları arasında %1,1'e geriledi ve 21. yüzyılda daha da düşeceği tahmin edilmektedir. Dünyadaki insan nüfusu hâlâ artmaktadır, ancak değişen doğurganlık ve ölüm oranları nedeniyle uzun vadeli gidişatı hakkında önemli bir belirsizlik de bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi, 2050 yılına kadar dünyadaki nüfusun 9–10 milyar olacağını, 21. yüzyılın sonuna kadar ise 10–12 milyar arasında olacağını tahmin etmektedir. Diğer demograflar ve araştırmacılar ise, insan nüfusunun 21. yüzyılın ikinci yarısında azalmaya başlayacağını tahmin etmektedir. 2020 yılında, dünyadaki ortalama insan yaşı 31 idi. Küresel olarak toplam doğum sayısı 2015–2020 arasında "yılda 140 milyon" olup, bunun 2040–2045 yılları arasında "141 milyon/yıl" ile zirveye ulaşacağı ve ardından 2100 yılına kadar yavaş yavaş yılda 126 milyona kadar düşeceği tahmin edilmektedir. Toplam ölüm sayısı şu an "yılda 57 milyondur" ve 2100 yılına kadar istikrarlı bir şekilde yılda 121 milyona çıkması beklenmektedir. Tarihçe. Tarımın ortaya çıktığı 10.000 civarlarındaki insan nüfusuna yönelik tahminler, 1 milyon ile 15 milyon arasında değişmektedir. Tarım ile birlikte insan nüfusu hızlı bir şekilde büyümeye başladı. Yaklaşık 8.500'lerde dünyadaki en büyük yerleşimler, günümüzde Filistin sınırlarında bulunan Eriha gibi köylerdi ve sadece birkaç yüz kişiye ev sahipliği yapıyorlardı. 7.000'de, o sıralar muhtemelen dünyadaki en büyük yerleşim yeri olan, Orta Anadolu'da yer alan Çatalhöyük'te 5.000 ila 10.000 insan yaşıyordu. 5.000 ila 4.000 arasında, Bereketli Hilal adı verilen Orta Doğu bölgesinde 10.000 kişilik şehirler birer birer ortaya çıkmaya başladı. 2.250'de Akad İmparatorluğu'nda yaklaşık 1 milyon kişi yaşıyordu. 2.800 civarlarında dünya nüfusu 50 milyona vardı. 2'de Çin'deki Han Hanedanlığı'nın nüfusu yaklaşık 57 milyondu; Çin'in nüfusu daha sonra 1200'e gelindiğinde 123 milyon kadar büyüdü ve 1393'te kıtlık, hastalık ve Moğol istilalarının ortak bir sonucu olarak 65 milyona geriledi. 4. yüzyılda, sadece doğu ve batı Roma İmparatorluğu'nda toplam 50 ila 60 milyon insan yaşıyordu. 1. yüzyıldan 4. yüzyıla kadar Antik Dünya'nın en önemli yerleşimlerinden biri olan Roma, bu dönemde nüfusu 1 milyonu aşan ilk şehir oldu. 13. yüzyılda Küçük Asya'nın (Anadolu) nüfusu 6 milyon civarındaydı. İlk olarak 6. yüzyılda kaydedilen hıyarcıklı vebalar; ölümcüllüğünün zirvesine kemeler ve onların pireleri ile yayılan, 1347'de Himalayalar'da ortaya çıkmış ve sadece 6 yıl içerisinde Avrasya ve Kuzey Afrika'da 75 ila 200 milyon insanı öldürmüş olan Kara Ölüm ile ulaşarak nüfusu yarı yarıya düşürdü. 1315–1317 arasında gerçekleşen Büyük Kıtlık ve Kara Ölüm'den sonra –yaklaşık 55 milyonluk bir nüfusu olan Amerikan yerlilerinin 15. ve 16. yüzyıllarda kıtanın Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmesiyle birlikte %95'inin öldürülmesi gibi bölgesel istisnalara rağmen– nüfusta sürekli bir artış görüldü. 1542 yılında dünya nüfusu yaklaşık 500 milyondu. 1800–1804 civarlarında insan nüfusu bir milyara ulaştı. 1908'de Almanya'da, Haber–Bosch işlemi kullanılarak amonyak ilk kez endüstriyel ölçekte azottan sentezlenmeye başlandı ve bunun sonucu olarak inorganik kimyasal gübreler ortaya çıktı. Bir çalışmaya göre, "dünya nüfusunun yarısının aç kalmasını engelleyen" bu gelişmenin de büyük katkısıyla dünya nüfusu katlanarak artmaya devam etti; 1930'da iki, 1960'ta üç, 1975'te dört, 1987'de beş ve 1999'da altı milyarı gördü. 1968 yılı, %2,07 ile insan nüfusunun büyüme oranının zirvesini gördüğü yıldı. 20. yüzyılda dünyanın en kalabalık ülkelerini sırasıyla Çin (1982'de 1 milyara ulaştı), Hindistan (1991'de yaklaşık 846 milyondu), Sovyetler Birliği (1989'da yaklaşık 286 milyondu) ve Amerika Birleşik Devletleri (1990'da yaklaşık 248 milyondu) oluşturuyordu.21. yüzyılda insan nüfusu katlanarak artmaya devam etti. Ekim 2011'de dünya nüfusu yedi milyarı aştı. Ağustos 2021'de dünyada 7,8 milyar insan vardı. Kasım 2022'de ise nüfus 8 milyarı aştı. 21. yüzyılın en kalabalık ülkelerini sırasıyla Hindistan, Çin, Amerika Birleşik Devletleri, Endonezya, Pakistan, Nijerya, Brezilya gibi ülkeler oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler'in 2023 yılındaki verilerine göre Hindistan, uzun bir süre boyunca "dünyanın en kalabalık ülkesi" ünvanını elinde bulunduran Çin'in nüfusunu geçerek bu ünvanın yeni sahibi oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6231", "len_data": 5073, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.57 }
Hayfa (İbranice: חיפה; Arapça: حَيْفَا), İsrail'in kuzeyinin en büyük şehri ve ülkenin üçüncü büyük şehridir. Hayfa, önemli bir liman ve sanayi şehridir. İsrail'de yoğun olarak Arap nüfus barındıran bir kenttir. Kutsal Kitaplarda (Ahd-i Atik, Tevrat) adı geçmiştir. İbraniler, Romalılar, Araplar,Haçlılar, Osmanlılar Hayfa'yı yönetimlerinde tutmuşlardır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın kenti tekrar ele geçirmesi öncesinde Hayfa 1799'da Napolyon Bonapart tarafından da işgal edilmiştir. Kutsal Kitaplarda geçen Kermil Dağı Hayfa'dadır. Bu dağda Hristiyanlık, Müslümanlık için kutsal bir kalıntı olan İlyas Peygamberin mağarası vardır. Ayrıca bu dağ yamaçlarında Bahai Dininin Dünya Merkezi ile güzelliğiyle tanınmış bahçeleri ve terasları vardır. Coğrafya. Hayfa, İsrail'in Akdeniz kıyı ovasında, Avrupa, Afrika ve Asya arasındaki tarihi kara köprüsü ve Kişon Nehri'nin ağzındadır. Karmel Dağı'nın kuzey yamaçlarında ve Hayfa Körfezi çevresinde yer alan şehir, üç katmana bölünmüştür. En alttaki, Hayfa Limanı da dahil olmak üzere ticaret ve sanayi merkezidir. Orta kat, Karmel Dağı'nın eteklerinde yer alır ve eski yerleşim mahallelerinden oluşurken, üst kat, alt katlara bakan modern mahallelerden oluşur. Buradan, İsrail'in Batı Celile bölgesinden Rosh HaNikra ve Lübnan sınırına doğru bakılabilir. Hayfa, Tel Aviv şehrinin yaklaşık kuzeyindedir ve Akdeniz üzerinde çok sayıda plajı vardır. Flora ve fauna. Carmel Dağı'nın üç ana vadisi vardır: Lotem, Amik ve Si'ach. Çoğunlukla bu vadiler, kıyıdan dağın tepesine kadar şehrin içinden geçen gelişmemiş doğal koridorlardır. İşaretli yürüyüş yolları bu alanlardan geçer ve yaban domuzu, altın çakal, yaban faresi, Mısır firavunu, baykuşlar ve bukalemunlar gibi vahşi yaşam için yaşam alanı sağlar. Ekonomi. İsrail'in yaygın "Hayfa çalışıyor, Kudüs dua ediyor ve Tel Aviv oynuyor" sözü, Hayfa'nın bir işçi ve sanayi şehri olarak ününü doğrular. Hayfa'nın sanayi bölgesi şehrin doğu kesiminde, Kişon Nehri civarındadır. İsrail'deki iki petrol rafinerisinden birisi olan Hayfa petrol rafinerisi buradadır (diğer petrol rafinerisi Aşdod'dadır). Hayfa rafinerisi yılda 9 milyon ton (66 milyon varil) ham petrolü işlemektedir. 1930'larda inşa edilen ve günümüzde kullanılmayan 80 metre yüksekliğindeki ikiz soğutma kuleleri, İngiliz Mandası döneminde inşa edilen en yüksek binalardı. İsrail'deki en büyük ve en eski iş parkı olan "Matam" ("Merkaz Ta'asiyot Mada"nın kısaltması– Bilimsel Endüstriler Merkezi), şehrin güney girişinde olup Apple, Amazon, Abbot, Cadence Design Systems, Intel, IBM Israel, Magic Leap, Microsoft, Motorola, Google, Yahoo!, Elbit Systems, CSR plc, Philips, PwC ve Amdocs gibi çok sayıda İsrailli ve uluslararası yüksek teknoloji şirketinin imalat ve Ar-Ge tesislerini barındırır. Hayfa Üniversitesi kampüsünde aynı zamanda IBM Haifa Labs' da vardır. Kuralsızlaştırmayla Aşdod Limanı tarafından egemenliğine meydan okunmuş olsa da Hayfa Limanı, İsrail limanları arasında yolcu trafiğinde liderdir ve aynı zamanda büyük bir kargo liman'ıdır. Hayfa alışveriş yerleri ve alışveriş merkezleri şunlardır: Hutsot Hamifratz, Horev Center Alışveriş Merkezi, Panorama Merkezi, Castra Merkezi, Koloni Merkezi (Lev HaMoshava), Hanevi'im Tower Alışveriş Merkezi, Kanyon Haifa, Lev Hamifratz Alışveriş Merkezi ve Grand Canyon. 2010 yılında, "Monocle (yaşam tarzı dergisi)" Hayfa'yı en umut verici iş potansiyeline ve büyük yatırım fırsatı olan şehir olarak belirlemişti. Dergi, "kasabadaki iskele ve vinçlerden yenilenmiş cephelere ve yeni akıllı yemek mekanlarına kadar, tepeden tırnağa büyük bir yenilenmenin bir etkisi olmaya başladığını" belirtti. Hayfa belediyesi yollar ve altyapı için 350 milyon dolardan fazla harcamıştı ve inşaat izinlerinin sayısı önceki iki yılda %83 arttı. 2014 yılında, Tel Aviv Menkul Kıymetler Borsası ile rekabet edebilmek için teknoloji odaklı bir borsa kurulacağı açıklandı. Halen, çoğu butik otel olmak üzere yaklaşık 40 otel ya planlanıyor, ya onaylandı ya da yapım aşamasındadır. Hayfa Belediyesi, şehri gezginlerin Acre, Nasıra, Tiberias ve Celile'ye günübirlik geziler düzenleyebilecekleri Kuzey İsrail'in turizm merkezine dönüştürmek istiyor. Matam sanayi parkına bitişik 31 duman (7.75 dönüm) arazi üzerinde 85,000 metrekarelik beş binadan oluşan yeni bir yaşam bilimleri sanayi parkı inşa edilmektedir. Turizm. 2005 yılında Hayfa'da toplam 1.462 odalı 13 otel bulunuyordu. Şehrin sahili olan kıyı şeridi vardır. Hayfa'nın başlıca turistik cazibe merkezi, altın kubbeli Báb Mabedi ve çevresindeki bahçelerin bulunduğu Bahá'í Dünya Merkezi'dir. 2005 ve 2006 yılları arasında türbeyi 86,037 kişi ziyaret etti. 2008 yılında, Bahá'í bahçeleri UNESCO Dünya Mirası Sit Alanı olarak belirlendi. Tapınakçılar, Stella Maris ve Elijah's Cave tarafından kurulan restore edilmiş Alman Kolonisi de çok sayıda turist çeker. Hayfa bölgesinde 90'dan fazla sanatçı ve zanaatkarın stüdyo ve sergilerinin bulunduğu Ein Hod sanatçı kolonisi, ve Neandertal ve erken Homo Sapiens kalıntılarının bulunduğu mağaralarla Karmel Dağı milli park vardır. Hayfa Belediyesi tarafından yaptırılan 2007 tarihli raporda, daha çok otel inşa edilmesi, Hayfa, Akka ve Kayserya arasında bir feribot hattının oluşturulması, Limanın bir dinlenme ve eğlence alanı olarak batı demirlemesinin geliştirilmesi, yerel havaalanı ve limanın uluslararası seyahatleri ve kruvaziyerleri karşılamak için genişletilmesi çağrısında bulunuldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6232", "len_data": 5386, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.51 }
İngilizce (, ), ilk olarak 5. yüzyılda İngiltere'de ortaya çıkmış, modern zamanlarda ise küresel bir "lingua franca" haline gelmiş Batı Cermen dilidir. İngilizce günümüzde Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Karayipler, Avustralya, İrlanda, Kanada ve Yeni Zelanda'da yaşayan kişilerin çoğunluğunun ana dilini oluşturmaktadır. İkinci dil ve resmî dil olarak dünya genelinde, özellikle İngiliz Milletler Topluluğu üyeleri ve çok sayıda uluslararası örgüt tarafından kullanılmaktadır. Modern İngilizce, ana dili farklı olan insanların konuştuğu ilk "küresel ortak dil" olarak tanımlanmaktadır. İngilizce iletişim, bilim, ticaret, havacılık, eğlence, radyo ve diplomasi alanlarında egemen uluslararası yardımcı dildir. Dilin Britanya Adaları'ndan öteye yayılarak benimsenmesinde, Britanya İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri'nin II. Dünya Savaşı sonrasında artan ekonomik ve kültürel etkisi rol oynamıştır. Sınıflandırma. İngilizce, Hint-Avrupa dil ailesinin Cermen dilleri alt ailesinin bir üyesidir. Diğer Cermen dillerinden Almanca ve Felemenkçe ile birlikte bu alt ailenin batı koluna mensup olan dil, bu grup içerisinde Friz dilleri ile beraber Anglo-Friz dilleri grubuna bağlıdır. Modern İngilizce ve tarihi İngilizce formları ile İngilizce ile çok yakın bir ilişkide olan "Scots" (Kelt İskoççası ile karıştırılmamalıdır) İngiliz dilleri alt grubunu oluşturmaktadır. İzlandaca ve Faroece dillerinde olduğu gibi İngilizcenin bir ada grubunda konuşulmasının yarattığı izolasyon, dilin Kıta Avrupası'ndaki diğer Cermen dillerinden etkilenmesini engellemiş ve farklılaşmasına neden olmuştur. Modern İngilizce, en yakın akrabası olduğu Friz dilleri de dahil olmak üzere hiçbir Anakara Cermen dili ile karşılıklı anlaşılabilirlik göstermemektedir. Eski İngilizce ise Felemenkçe ve Frizce ile bazı güçlü benzerliklere sahiptir. İngilizce diğer Cermen dilleri ile birlikte ortak Proto Cermence dilinden türediği ve bazı temel özelliklerini diğer Cermen dilleri ile paylaştığı için bir Cermen dili olarak sınıflandırılmaktadır. Buna rağmen İngilizce konuşulan bölgeler çeşitli diğer halkların işgaline ve fethine uğradıkları için dil özellikle Norman Fransızcası ile Eski Norsça gibi dillerden büyük oranda etkilenmiştir. Latince ve Grekçe de İngilizce üzerinde söz varlığı açısından yoğun etkilere sahiptir. Tarihçe. Eski İngilizce. İngilizcenin atası olacak dil, Kavimler Göçü ile yer değiştirmiş Cermen kavimlerinin Britanya Adaları'nda yaşayan Keltleri sürerek bu adalara yerleşmesi ile yayılmıştır. Dil, adını adaya yerleşen ve Saksonlarla karışan Angluslar olan Anglosaksonlardan almıştır. Bu kavimler dillerine "Anglik" demişlerdir. Roma İmparatorluğu döneminde Britanya Adaları'na gönderilen rahipler, buraya İncil'in başlıca çevirilerinden birinin dili olan Latinceyi getirmiş ve uzun yıllar Latincenin etkisi baş göstermiştir. Orta İngilizce. İngilizce, güneyden gelen Fransızlaşmış bir halk olan Normanların istilaları ile "Normanca" denilen Fransız lehçesinin etkisi altında kalmıştır. Yönetici sınıf bu dili konuşurken köylü sınıfı olarak kabul edilen halk İngilizce konuşmaktaydı. 1066'da Hastings Savaşı'yla Fâtih William adaları ele geçirerek uzun yıllar boyunca Normancanın yerleşmesine sebep olmuştur. Normanların İngiltere'yi fethi, aynı zamanda İngiltere'nin son fethidir. Modern İngilizce. İngilizce, günümüzde Amerika Birleşik Devletleri'nde, Birleşik Krallık'ta, Avustralya'da, Kanada'da, Güney Asya'nın bir bölümünde, Mısır'da ve Afrika'nın belirli kesimlerinde ana dil ya da ikinci dil olarak konuşulmaktadır. İngilizce; Çince (Mandarin Çincesi) ve İspanyolcadan sonra ilk resmî dil olarak dünyanın en çok konuşulan üçüncü dilidir. Coğrafi dağılım. İngilizce, dünya üzerinde ana dil ve ikinci dil olarak toplamda 1,8 milyar insan tarafından konuşulur. Ana dili İngilizce olanlar daha çok Amerika, Avustralya ve Büyük Britanya adalarında bulunmaktadır. Ana dili İngilizce olanların en fazla olduğu yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Ayrıca Okyanusya'da da çok konuşulan bir dildir. Dünya üzerinde birçok ülkede resmî dil İngilizcedir. İngilizce konuşulan ülkelerden oluşan üç daire. Hint dil bilimci Braj Kachru, İngilizce konuşulan ülkeleri üç daire modeliyle ayırmıştır. Onun modelinde, Kachru, modelini İngilizcenin farklı ülkelerde nasıl yayıldığının, kullanıcıların İngilizceyi nasıl edindiğinin ve İngilizcenin her ülkede kullanım alanlarının geçmişine dayandırdı. Üç daire üyeliği zamanla değiştirir. Ana dili İngilizce olan geniş topluluklara sahip ülkeler (iç halka), çoğunluğun İngilizce konuştuğu İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Kanada, İrlanda ve Yeni Zelanda ile önemli bir azınlığın İngilizce konuştuğu Güney Afrika'yı içerir. En çok ana dili İngilizce olan ülkeler, azalan sırayla Amerika Birleşik Devletleri (en az 231 milyon), Birleşik Krallık (60 milyon), Kanada (19 milyon), Avustralya (en az 17 milyon), Güney Afrika (4,8 milyon), İrlanda (4,2 milyon) ve Yeni Zelanda (3,7 milyon). Bu ülkelerde, ana dili İngilizce olanların çocukları, ebeveynlerinden İngilizce öğrenirler ve diğer dilleri konuşan yerel halk ve yeni göçmenler, mahallelerinde ve işyerlerinde iletişim kurmak için İngilizce öğrenirler. İç çevre ülkeleri, İngilizcenin dünyadaki diğer ülkelere yayıldığı temeli sağlar. İkinci dili ve yabancı dili İngilizce konuşanların sayısına ilişkin tahminler, yeterliliğin nasıl tanımlandığına bağlı olarak 470 milyondan 1 milyarın üzerine kadar büyük farklılıklar gösteriyor. Dilbilimci David Crystal, ana dili olmayanların sayısının artık ana dili konuşanlardan 3'e 1 oranında daha fazla olduğunu tahmin ediyor. Kachru'nun üç daire modelinde, "dış daire" ülkeleri Filipinler, Jamaika, Hindistan, Pakistan, Singapur, Malezya ve Nijerya gibi ülkelerdir. Bu ülkelerde, İngilizce temelli bir kreolden daha standart bir İngilizce versiyonuna kadar değişen milyonlarca ana dili lehçesi vardır. Özellikle eğitim dilinin İngilizce olduğu okullara gidiyorlarsa, büyüdükçe ve günlük kullanımla ve yayınları dinleyerek İngilizce öğrenen çok daha fazla İngilizce konuşmacısı var. Ana dili İngilizce olmayan ve İngilizce konuşan ebeveynlerden doğanların öğrendiği İngilizce çeşitleri, özellikle gramerlerinde, bu öğrenciler tarafından konuşulan diğer dillerden etkilenebilir. Bu İngilizce çeşitlerinin çoğu, iç çevre ülkelerde ana dili İngilizce olan kişiler tarafından çok az kullanılan kelimeleri içerir, dil bilgisi ve fonolojik olarak iç çember çeşitlerinden de farklılıklar gösterebilirler. İç çevre ülkelerinin standart İngilizcesi, genellikle dış çevre ülkelerdeki İngilizcenin kullanımı için bir norm olarak alınır. Üç daire modelinde Polonya, Çin, Brezilya, Almanya, Japonya, Endonezya, Mısır gibi ülkeler ve İngilizcenin yabancı dil olarak öğretildiği diğer ülkeler "genişleyen daire"yi oluşturmaktadır. Birinci dil, ikinci dil ve yabancı dil olarak İngilizce arasındaki farklar genellikle tartışmalıdır ve belirli ülkelerde zaman içinde değişebilir. Örneğin, Hollanda'da ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde, ikinci dil olarak İngilizce bilgisi neredeyse evrenseldir ve nüfusun yüzde 80'inden fazlası İngilizceyi kullanabilir, ve bu nedenle İngilizce rutin olarak yabancılarla ve genellikle yüksek öğrenimde iletişim kurmak için kullanılır. Bu ülkelerde, İngilizce devlet işleri için kullanılmasa da, yaygın kullanımı onları "dış daire" ile "genişleyen daire" arasındaki sınıra yerleştirir. İngilizce, kullanıcılarının kaçının ana dili değil, ikinci veya yabancı dil olarak İngilizce konuşanlar olması nedeniyle dünya dilleri arasında sıra dışıdır. Genişleyen çevredeki birçok İngilizce kullanıcısı, onu genişleyen çevredeki diğer insanlarla iletişim kurmak için kullanır, böylece ana dili İngilizce olanlarla etkileşim, dili kullanma kararlarında hiçbir rol oynamaz. Yerel olmayan İngilizce türleri, uluslararası iletişim için yaygın olarak kullanılır ve bu türden bir türün konuşmacıları genellikle diğer türlerin özellikleriyle karşılaşır. Bugün dünyanın herhangi bir yerindeki İngilizce bir sohbette, birçok farklı ülkeden konuşmacılar dahil olsa bile, ana dili İngilizce olan hiç kimse olmayabilir. Bu özellikle matematik ve bilimlerin ortak söz dağarcığı için geçerlidir. Çok merkezli İngilizce. İngilizce çok merkezli bir dildir, bu da hiçbir ulusal otoritenin dilin kullanım standardını belirlemediği anlamına gelir. Konuşulan İngilizce, örneğin yayında kullanılan İngilizce, genellikle yönetmeliklerden ziyade gelenekler tarafından belirlenen ulusal telaffuz standartlarını takip eder. Uluslararası yayıncıların genellikle aksanlarından başka bir ülkeden çok bir ülkeden geldikleri anlaşılır, ancak haber spikeri senaryoları da büyük ölçüde uluslararası standart yazılı İngilizce ile yazılır. Standart yazılı İngilizce normları, herhangi bir hükûmet veya uluslararası kuruluş tarafından herhangi bir gözetim olmaksızın, tamamen dünyanın her yerindeki eğitimli İngilizce konuşanların fikir birliği ile korunur. Amerikalı dinleyiciler genellikle İngiliz yayınlarının çoğunu kolayca anlarlar ve İngiliz dinleyiciler Amerikan yayınlarının çoğunu kolayca anlarlar. Dünyanın her yerindeki İngilizce konuşanların çoğu, İngilizce konuşulan dünyanın birçok yerindeki radyo programlarını, televizyon programlarını ve filmleri anlayabilir. Hem standart hem de standart olmayan İngilizce çeşitleri, kelime seçimi ve söz dizimi ile ayırt edilen ve hem teknik hem de teknik olmayan kayıtları kullanan hem resmî hem de gayriresmî stilleri içerebilir. İngiltere dışındaki İngilizce konuşan yakın çevre ülkelerinin yerleşim tarihi, Güney Afrika, Avustralya ve Yeni Zelanda'da lehçe ayrımlarının düzeltilmesine ve koineleştirilmiş İngilizce biçimlerinin üretilmesine yardımcı oldu. Amerika Birleşik Devletleri'ne İngiliz soyundan gelmeyen göçmenlerin çoğu, geldikten sonra İngilizceyi hızla benimsedi. Şu anda Amerika Birleşik Devletleri nüfusunun çoğunluğu tek dilli İngilizce konuşmaktadır ve İngilizceye 50 eyalet hükûmetinin 30'u ve ABD'nin beş bölgesel hükûmetinin tümü tarafından resmî veya eş resmî statü verilmiştir. federal düzeyde hiçbir zaman resmî bir dil olmamıştır. Dünya dili olarak. İngilizce, dünyada resmî dil olarak en çok kullanılan 3. dil olmasına rağmen en çok kullanılan 1. dildir. Küresel olarak İngilizce iletişim dili olarak kabul edilir. Bu yüzden 1 milyarı aşkın kişi en basit seviyede de olsa İngilizce bilmektedir. Bununla birlikte İngilizce en fazla bilinen 2. dil olma özelliğini de kapsar. İngilizce dünyanın çoğu yerinde konuşulur. İngilizce günümüzde uluslararası dil, iletişim dili veya dünya dili olarak adlandırılır ve birçok meslek için gereklilik haline gelmiştir. Resmî dil olmadığı pek çok ülkede yabancı dil olarak öğretilmektedir. Birleşmiş Milletler'in resmî dilidir. İngilizcenin hızla büyümesinin dünyada birçok dilin ölümüne neden olduğu ve dilsel çeşitliliği azalttığı iddia edilir; bununla birlikte İngilizcenin zamanla farklı diller üretme potansiyeline sahip olduğu da düşünülür. 1950'lerde ve 1960'larda Britanya İmparatorluğu boyunca dekolonizasyon ilerledikçe, eski koloniler genellikle İngilizceyi reddetmedi, bunun yerine kendi dil politikalarını belirleyen bağımsız ülkeler olarak İngilizceyi kullanmaya devam ettiler. Örneğin, pek çok Kızılderili arasında İngilizceye ilişkin görüş, onu sömürgecilikle ilişkilendirmekten, onu ekonomik ilerlemeyle ilişkilendirmeye geçmiştir ve İngilizce, Hindistan'ın resmi dili olmaya devam etmektedir. İngilizce, medya ve edebiyatta da yaygın olarak kullanılmaktadır ve Hindistan'da her yıl yayınlanan İngilizce kitap sayısı, ABD ve Birleşik Krallık'tan sonra dünyanın en büyük üçüncü yayınlanan İngilizce kitap sayısıdır. Bununla birlikte, İngilizce nadiren birinci dil olarak konuşulur, yalnızca birkaç yüz bin kişi civarındadır ve Hindistan'da nüfusun %5'inden azı akıcı İngilizce konuşmaktadır. David Crystal 2004'te, ana dili İngilizce olan ve olmayanları bir araya getirerek, Hindistan'ın şu anda dünyadaki herhangi bir ülkeden daha fazla İngilizce konuşan veya anlayan insana sahip olduğunu iddia etti ancak Hindistan'daki İngilizce konuşanların sayısı belirsizdir, çoğu akademisyen Amerika Birleşik Devletleri'nin hala Hindistan'dan daha fazla İngilizce konuşanı olduğu sonucuna varmaktadır. Bazen ilk küresel lingua franca olarak tanımlanan modern İngilizce, aynı zamanda birinci dünya dili olarak kabul edilir. İngilizce, gazete yayıncılığı, kitap yayıncılığı, uluslararası telekomünikasyon, bilimsel yayıncılık, uluslararası ticaret, kitlesel eğlence ve diplomaside dünyanın en yaygın kullanılan dilidir. İngilizce, uluslararası anlaşma gereği, uluslararası denizcilik ve havacılık dilidir. Seaspeak ve Airspeak'in temelidir. Eskiden İngilizce, bilimsel araştırmalarda Fransızca ve Almancaya eşitti, ancak şimdi bu alana hakim. 1919'daki Versay Antlaşması müzakerelerinde bir diplomasi dili olarak Fransızca ile eşitlik sağladı. II. Dünya Savaşı ve şu anda dünya çapında diplomasi ve uluslararası ilişkilerin ana dilidir. Uluslararası Olimpiyat Komitesi de dahil olmak üzere dünya çapındaki diğer birçok uluslararası kuruluş, kuruluşun çalışma dili veya resmî dili olarak İngilizceyi belirtir. Avrupa Serbest Ticaret Birliği, Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN), ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) gibi birçok bölgesel uluslararası kuruluş, çoğu üye bir ülke olmasa da İngilizceyi kuruluşlarının tek çalışma dili olarak belirledi. Avrupa Birliği (AB), üye devletlerin ulusal dillerden herhangi birini birliğin resmî dili olarak belirlemesine izin verirken, pratikte İngilizce, AB kuruluşlarının ana çalışma dilidir. Çoğu ülkede İngilizce resmî bir dil olmasa da, şu anda en sık yabancı dil olarak öğretilen dildir. AB ülkelerinde İngilizce, resmi dil olmadığı yirmi beş üye devletin on dokuzunda (yani, İrlanda ve Malta dışındaki ülkelerde) en çok konuşulan yabancı dildir.). 2012 resmi bir Eurobarometer anketinde (Birleşik Krallık henüz AB üyesiyken gerçekleştirildi), İngilizcenin resmi dil olduğu ülkeler dışındaki AB'de yanıt verenlerin yüzde 38'i, İngilizceyi o dilde sohbet edecek kadar iyi konuşabildiklerini söyledi. Bir sonraki en sık bahsedilen yabancı dil olan Fransızca (Birleşik Krallık ve İrlanda'da en çok bilinen yabancı dildir), katılımcıların yüzde 12'si tarafından konuşmalarda kullanılabilir. Tıp ve bilgisayar gibi bir dizi meslek ve meslekte İngilizce çalışma bilgisi bir gereklilik haline geldi. "İngilizce, bilimsel yayıncılıkta o kadar önemli hale geldi ki, 1998'de Chemical Abstracts" tarafından indekslenen tüm bilimsel dergi makalelerinin yüzde 80'inden fazlası, 1996'da doğa bilimleri yayınlarındaki tüm makalelerin yüzde 90'ı ve beşeri bilimler yayınlarındaki makalelerin yüzde 82'si İngilizce olarak yazıldı. Uluslararası iş adamları gibi uluslararası topluluklar, ilgi alanlarına uygun kelime dağarcığına vurgu yaparak İngilizceyi yardımcı dil olarak kullanabilirler. Bu, bazı akademisyenlerin İngilizce çalışmalarını yardımcı bir dil olarak geliştirmelerine yol açtı. Ticari markalı Globish, standart İngilizce dilbilgisi ile birlikte İngilizce kelime dağarcığının nispeten küçük bir alt kümesini (uluslararası iş İngilizcesinde en yüksek kullanımı temsil etmek üzere tasarlanmış yaklaşık 1.500 kelime) kullanır. İngilizce dilinin küresel olarak artan kullanımı, diğer dilleri de etkilemiş ve bazı İngilizce kelimelerin diğer dillerin kelime dağarcığına asimile edilmesine yol açmıştır. İngilizcenin bu etkisi, dilin ölümüyle ilgili endişelere ve dilsel emperyalizm iddialarına yol açtı ve İngilizcenin yayılmasına karşı direnişi kışkırttı; ancak konuşanların sayısı artmaya devam ediyor çünkü dünya çapında birçok insan İngilizcenin kendilerine daha iyi istihdam ve daha iyi yaşam fırsatları sağladığını düşünüyor. Her ne kadar bazı alimler İngilizce lehçelerinin gelecekte karşılıklı olarak anlaşılmaz dillere dönüşme olasılığından bahsetse de, çoğu kişi daha olası bir sonucun, İngilizcenin standart biçimin dünyanın dört bir yanından gelen konuşmacıları birleştirdiği ortaklaştırılmış bir dil olarak işlev görmeye devam edeceği olduğunu düşünüyor. İngilizce, dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde daha geniş iletişim dili olarak kullanılmaktadır. Böylece İngilizce, dünya çapında kullanımda, Esperanto da dahil olmak üzere uluslararası bir yardımcı dil olarak önerilen herhangi bir yapılandırılmış dilden çok daha fazla büyüdü. Lehçeler, aksanlar ve çeşitleri. Diyalektologlar, genellikle dilbilgisi, kelime dağarcığı ve telaffuz kalıpları açısından birbirinden farklı bölgesel çeşitlere atıfta bulunan birçok İngilizce lehçeyi tanımlar. Belirli alanların telaffuzu, lehçeleri ayrı bölgesel vurgular olarak ayırır. İngilizcenin ana yerel lehçeleri, dilbilimciler tarafından genellikle İngiliz İngilizcesi (BrE) ve Kuzey Amerika İngilizcesi (NAE) olmak üzere son derece genel iki kategoriye ayrılır. İngilizce çeşitlerinin üçüncü bir ortak ana grubu da vardır: en belirgin olanı Avustralya ve Yeni Zelanda İngilizcesidir. İngiltere ve İrlanda. İngiliz dili ilk olarak Britanya ve İrlanda'da geliştiğinden, takımadalar, özellikle İngiltere'de en çeşitli lehçelere ev sahipliği yapmaktadır. Birleşik Krallık içinde, Güney Doğu İngiltere'nin eğitimli bir lehçesi olan Received Pronunciation (RP), geleneksel olarak yayın standardı olarak kullanılır ve İngiliz lehçelerinin en prestijlisi olarak kabul edilir. RP'nin (BBC English olarak da bilinir) medya aracılığıyla yayılması, gençler yerel lehçelerin özellikleri yerine prestij çeşitliliğinin özelliklerini benimsediğinden, İngiltere kırsalındaki birçok geleneksel lehçenin geri çekilmesine neden oldu. İngiliz Lehçeleri Araştırması sırasında, dilbilgisi ve sözcük dağarcığı ülke çapında farklılık gösteriyordu, ancak sözcüksel yıpranma süreci bu çeşitliliğin çoğunun ortadan kalkmasına neden oldu. Bununla birlikte, bu yıpranma, çoğunlukla dilbilgisi ve kelime dağarcığındaki diyalektik çeşitliliği etkilemiştir ve aslında, İngiliz nüfusunun yalnızca yüzde 3'ü fiilen RP konuşur, geri kalanı, değişen derecelerde RP etkisine sahip bölgesel aksanlar ve lehçelerde konuşur. RP içinde, özellikle Üst ve Orta sınıf RP konuşmacıları arasında ve ana dili RP konuşmacıları ile RP'yi daha sonraki yaşamlarında benimseyen konuşmacılar arasında sınıf çizgileri boyunca da değişkenlik vardır. Britanya içinde, sosyal sınıf çizgileri boyunca da önemli farklılıklar vardır ve son derece yaygın olmasına rağmen bazı özellikler "standart dışı" olarak kabul edilir ve alt sınıf konuşmacılar ve kimliklerle ilişkilendirilir. Bunun bir örneği H-düşmesidir., tarihsel olarak alt sınıf Londra İngilizcesinin, özellikle de Cockney'in bir özelliği olan ve şimdi İngiltere'nin çoğu bölgesinin yerel aksanlarında duyulabilen - yine de yayıncılıkta ve İngiliz toplumunun üst tabakası arasında büyük ölçüde yok olmaya devam ediyor. İngiltere'de İngilizce, Güneybatı İngilizcesi, Güney Doğu İngilizcesi, Midlands İngilizcesi ve Kuzey İngilizcesi olmak üzere dört ana lehçe bölgesine ayrılabilir. Bu bölgelerin her birinde birkaç yerel alt lehçe mevcuttur: Kuzey bölgesinde, Newcastle civarında Northumbria'da konuşulan Yorkshire lehçeleri ve Geordie lehçesi ile Liverpool (Scouse) ve Manchester'da (Mancunian) yerel şehir lehçeleri ile Lancashire lehçeleri arasında bir ayrım vardır.). Viking İstilaları sırasında Danimarka işgalinin merkezi olan Kuzey İngiliz lehçeleri, özellikle Yorkshire lehçesi, diğer İngiliz çeşitlerinde bulunmayan İskandinav özelliklerini koruyor. 15. yüzyıldan beri, güneydoğu İngiltere çeşitleri, diyalektik yeniliklerin diğer lehçelere yayıldığı merkez olan Londra'da yoğunlaşmıştır. Londra'da, Cockney lehçesi geleneksel olarak alt sınıflar tarafından kullanılıyordu ve uzun süredir sosyal olarak damgalanmış bir çeşitti. Cockney özelliklerinin güneydoğuya yayılması, medyanın Estuary English'ten yeni bir lehçe olarak bahsetmesine yol açtı, ancak bu kavram, Londra'nın tarih boyunca komşu bölgeleri etkilediği gerekçesiyle birçok dilbilimci tarafından eleştirildi. Son yıllarda Londra'dan yayılan özellikler arasında müdahaleci R kullanımı yer alır ("çizim", çizim olarak telaffuz edilir / "ˈdrɔːrɪŋ" /), "t" -glottalization ("Potter" gırtlaksı bir durakla "Po'er" /poʔʌ/ olarak telaffuz edilir) ve th-'nin telaffuzu /f/ ("teşekkürler fanks" olarak telaffuz "edilir") veya /v/ ("rahatsız etmek bover" olarak telaffuz edilir). İskoçlar bugün İngilizceden ayrı bir dil olarak kabul edilir, ancak kökenleri erken Kuzey Orta İngilizceye sahiptir ve tarihi boyunca diğer kaynakların, özellikle İskoç Galcesi ve Eski İskandinav dilinin etkisiyle gelişmiş ve değişmiştir. İskoçların kendisinde bir dizi bölgesel lehçe vardır. İskoç İngilizcesine ek olarak, İskoç İngilizcesi, İskoçya'da konuşulan Standart İngilizce çeşitlerini içerir; çeşitlerin çoğu, İskoçlardan biraz etkilenen Kuzey İngiliz aksanlarıdır. İrlanda'da, 11. yüzyıldaki Norman istilalarından bu yana İngilizcenin çeşitli biçimleri konuşulmaktadır. County Wexford'da, Dublin'i çevreleyen bölgede, Forth ve Bargy ve Fingallian olarak bilinen iki soyu tükenmiş lehçe, Erken Orta İngilizcenin yan dalları olarak gelişti ve 19. yüzyıla kadar konuşuldu. Bununla birlikte, modern İrlanda İngilizcesinin kökleri 17. yüzyıldaki İngiliz kolonizasyonuna dayanmaktadır. Bugün İrlanda İngilizcesi, Ulster İngilizcesine ayrılmıştır. İskoçlardan güçlü bir şekilde etkilenen Kuzey İrlanda lehçesi ve İrlanda Cumhuriyeti'nin çeşitli lehçeleri. İskoç ve çoğu Kuzey Amerika aksanı gibi, hemen hemen tüm İrlanda aksanı, RP'nin etkilediği lehçelerde kaybolan rhotikliği korur. Kuzey Amerika. Kuzey Amerika İngilizcesi, İngiliz İngilizcesine kıyasla oldukça homojen kabul edildi, ancak bu tartışmalı. Bugün, Amerikan aksanı çeşitliliği genellikle bölgesel düzeyde artıyor ve çok yerel düzeyde azalıyor, ancak çoğu Amerikalı hala topluca General American (GA) olarak bilinen benzer aksanların fonolojik bir sürekliliği içinde konuşuyor, Amerikalılar arasında bile neredeyse hiç fark edilmeyen farklılıklar (Midland ve Batı Amerikan İngilizcesi gibi). Çoğu Amerikan ve Kanada İngiliz lehçesinde, rotiklik (veya "r"-doluluk) baskındır, rotik olmama ("r" -düşme) özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra daha düşük prestij ve sosyal sınıfla ilişkilendirilir hale gelir; bu, rotik olmamanın standart haline geldiği İngiltere'deki durumla çelişiyor. GA'dan ayrı olarak, tarihsel olarak Güney Amerika İngilizcesi, Kuzeydoğu kıyı İngilizcesi (ünlü Doğu New England İngilizcesi ve New York City İngilizcesi dahil) ve Afro-Amerikan Yöresel İngilizcesi dahil olmak üzere, açıkça farklı ses sistemlerine sahip Amerikan lehçeleri vardır. Kanada İngilizcesi, Atlantik eyaletleri ve belki de Quebec dışında, GA altında da sınıflandırılabilir, ancak sessiz ünsüzlerden önce / aɪ / ve / aʊ / ünlülerinin yükselişini sıklıkla gösterir. GA dışındaki en kalabalık Amerikan "aksan grubu" olan Güney Amerika İngilizcesinde, rotiklik, bölgenin rotik olmayan tarihsel prestijinin yerini alarak güçlü bir şekilde hakimdir. Güney aksanı halk arasında "çekme" veya "tınlama" olarak tanımlanır, en kolay şekilde /aɪ/ sesli harfinde kayma-silme işlemiyle başlatılan Güney Ünlü Kayması tarafından tanınır (örn. "casus" neredeyse "spa" gibi), birkaç ön saf ünlünün "Güney kırılması" kayan sesli harfe veya hatta iki heceye (örneğin, "basın" kelimesinin neredeyse " gibi telaffuz edilmesi)toplu iğne-kalem birleşmesi ve diğer ayırt edici fonolojik, dilbilgisel ve sözlüksel özellikler, bunların çoğu aslında 19. yüzyılın veya daha sonrasının son gelişmeleridir. Bugün esasen işçi sınıfı ve orta sınıf Afrikalı Amerikalılar tarafından konuşulan Afro-Amerikan Yerel İngilizcesi (AAVE) de büyük ölçüde rotik değildir ve muhtemelen rotik olmayan, standart olmayan eski Güney lehçelerinden etkilenen köleleştirilmiş Afrikalılar ve Afrikalı Amerikalılar arasında ortaya çıkmıştır. Az sayıda dilbilimci aksine, AAVE'nin izini çoğunlukla diğer etnik ve dilsel kökenlerden kölelerle iletişim kurmak için bir pidgin veya kreol İngilizcesi geliştirmek zorunda kalan köleler tarafından konuşulan Afrika dillerine kadar uzandığını öne sürüyor. AAVE'nin Güney aksanlarıyla önemli ortaklıkları, 19. veya 20. yüzyılın başlarında oldukça tutarlı ve homojen bir çeşit haline geldiğini gösteriyor. AAVE, Kuzey Amerika'da beyaz Güney aksanları gibi genellikle "bozuk" veya "eğitimsiz" bir İngilizce biçimi olarak damgalanır, ancak bugün dilbilimciler, her ikisini de büyük bir konuşma topluluğu tarafından paylaşılan kendi normlarına sahip, tamamen gelişmiş İngilizce çeşitleri olarak kabul etmektedir. Avustralya ve Yeni Zelanda. 1788'den beri İngilizce, Okyanusya'da konuşulmaktadır ve Avustralya İngilizcesi, Avustralya kıtasının sakinlerinin büyük çoğunluğunun birinci dili olarak gelişmiştir ve standart aksanı Genel Avustralya'dır. Komşu Yeni Zelanda'nın İngilizcesi, daha az derecede etkili bir standart dil çeşidi haline gelmek zorundadır. Avustralya ve Yeni Zelanda İngilizcesi, birkaç ayırt edici özellik ile birbirlerinin en yakın akrabalarıdır, ardından Güney Afrika İngilizcesi ve Güneydoğu İngiltere'nin İngilizcesi gelir; Güney Adası'ndaki bazı aksanlar dışında, hepsi benzer şekilde rotik olmayan aksanlara sahiptir.Yeni Zelanda. Avustralya ve Yeni Zelanda İngilizcesi, yenilikçi sesli harfleriyle öne çıkıyor: birçok kısa sesli harf önlü veya yükseltilmiş, oysa birçok uzun sesli harf iki tonlu hale getirildi. Avustralya İngilizcesi ayrıca, diğer türlerin çoğunda bulunmayan, uzun ve kısa ünlüler arasında bir karşıtlığa sahiptir. Avustralya İngilizcesi dilbilgisi, İngiliz ve Amerikan İngilizcesine yakındır; Amerikan İngilizcesi gibi, toplu çoğul özneler tekil bir fiil alır ("are" yerine "hükümette olduğu" gibi). Yeni Zelanda İngilizcesi, genellikle Avustralya İngilizcesinden bile daha yüksek olan ön sesli harfleri kullanır. Güneydoğu Asya. Filipinler'in İngilizceye ilk önemli maruz kalması, 1762'de İngilizlerin Yedi Yıl Savaşları sırasında Manila'yı işgal etmesiyle gerçekleşti, ancak bu, kalıcı bir etkisi olmayan kısa bir olaydı. İngilizce daha sonra 1898 ile 1946 arasındaki Amerikan yönetimi sırasında daha önemli ve yaygın hale geldi ve Filipinler'in resmi dili olmaya devam ediyor. Bugün, Filipinler'de sokak tabelaları ve pankartlar, hükûmet belgeleri ve formları, mahkeme salonları, medya ve eğlence endüstrileri, iş sektörü ve günlük hayatın diğer yönlerinde İngilizce kullanımı her yerde mevcuttur. Ülkede de öne çıkan bu tür bir kullanım, çoğu Filipinlinin Manila'dan olduğu konuşmadadır. Tagalog ve İngilizce arasında bir kod değiştirme biçimi olan Taglish'i kullanır veya maruz kalırdı. Benzer bir kod değiştirme yöntemi, Bislish adı verilen Visayan dillerinin kentsel anadili tarafından kullanılır. Afrika, Karayipler ve Güney Asya. İngilizce, Güney Afrika'da yaygın olarak konuşulur ve birçok ülkede resmi veya ortak resmi dildir. Güney Afrika'da İngilizce, 1820'den beri Afrikaans ve Khoe ve Bantu dilleri gibi çeşitli Afrika dilleriyle birlikte konuşulmaktadır. Bugün, Güney Afrika nüfusunun yaklaşık yüzde 9'u birinci dil olarak Güney Afrika İngilizcesi (SAE) konuşuyor. SAE, RP'yi bir norm olarak takip etme eğiliminde olan rotik olmayan bir çeşittir. Rotik olmayan çeşitler arasında müdahaleci r eksikliğinde yalnızdır. Konuşanların ana dillerine göre farklılık gösteren farklı L2 çeşitleri vardır. RP'den fonolojik farklılıkların çoğu ünlülerdedir. Ünsüz farklılıklar, /p, t, t͡ʃ, k/'yi aspirasyon olmadan telaffuz etme eğilimini içerir (örneğin, diğer birçok çeşitte olduğu gibi [ pʰɪn] yerine "pim" [pɪn] olarak telaffuz edilir), r ise bunun yerine genellikle bir flep [ɾ] olarak telaffuz edilir. daha yaygın sürtünmeli olarak. Nijerya İngilizcesi, Nijerya'da konuşulan İngilizcenin bir lehçesidir. İngiliz İngilizcesine dayanmaktadır, ancak son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nin etkisiyle, Amerikan İngilizcesi kökenli bazı kelimeler onu Nijerya İngilizcesine dönüştürmüştür. Ek olarak, dilden, ulusun kültürüne özgü kavramları (örneğin "kıdemli eş") ifade etme ihtiyacından kaynaklanan bazı yeni kelimeler ve eş dizimler ortaya çıkmıştır. 150 milyondan fazla Nijeryalı İngilizce konuşuyor. Jamaika, Leeward ve Windward Adaları ve Trinidad ve Tobago, Barbados, Cayman Adaları ve Belize dahil olmak üzere Britanya'nın sömürge mülkü olan Karayip adalarında da çeşitli İngilizce türleri konuşulmaktadır. Bu alanların her biri, hem yerel bir İngilizce çeşitliliğine hem de İngilizce ve Afrika dillerini birleştiren yerel İngilizce temelli bir kreole ev sahipliği yapmaktadır. En öne çıkan çeşitler Jamaika İngilizcesi ve Jamaika Kreolü'dür. Orta Amerika'da, Nikaragua ve Panama'nın Karayip kıyılarında İngilizce temelli kreoller konuşulmaktadır. Yerliler genellikle hem yerel İngilizce çeşidinde hem de yerel kreol dillerinde akıcıdır ve bunlar arasında sık sık kod değiştirme vardır, gerçekten de Kreol ve Standart çeşitler arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırmanın başka bir yolu, Kreol biçimlerinin hizmet ettiği bir sosyal kayıtlar yelpazesini görmektir. "basilect" ve daha çok RP benzeri formlar, en resmi kayıt olan "acrolect" olarak hizmet eder. Karayip çeşitlerinin çoğu İngiliz İngilizcesine dayanmaktadır ve sonuç olarak, genellikle rotik olan Jamaika İngilizcesinin resmi stilleri dışında çoğu rotik değildir. Jamaika İngilizcesi, Standart İngilizcede olduğu gibi gergin ve gevşek sesli harflerden ziyade uzun ve kısa ünlüler arasında bir ayrıma sahip olan sesli harf envanterinde RP'den farklıdır. /ei/ ve /ou/ ikili ünlüleri [eː] ve [oː] tek sesli ünlüler veya hatta [ie] ve [uo] ters ikili ünlülerdir (örneğin "bay" ve "tekne" [bʲeː] ve [bʷoːt] olarak telaffuz edilir). Genellikle kelime sonundaki ünsüz kümeler basitleştirilir, böylece "çocuk" telaffuz edilir[t͡ʃail] ve "rüzgar" [kazan]. Tarihsel bir miras olarak, Hint İngilizcesi RP'yi ideal olarak alma eğilimindedir ve bu idealin bir bireyin konuşmasında ne kadar iyi gerçekleştirildiği, Hint İngilizcesi konuşanlar arasındaki sınıf ayrımlarını yansıtır. Hint İngilizcesi aksanları, /t/ ve /d/ (genellikle [ʈ] ve [ɖ] olarak retrofleks artikülasyonla telaffuz edilir) gibi fonemlerin telaffuzu ve /θ/ ve /ð/ 'nin dental [t̪] ile değiştirilmesiyle işaretlenir. ve [d̪]. "Bazen Hintli İngilizce konuşanlar, hayalet" gibi sözcüklerde bulunan sessiz ⟨h⟩'nin bir Hint sesinin aspire edildiği gibi telaffuz edildiği yazım tabanlı telaffuzlar da kullanabilir. Örnek yazı. "İngilizce İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin" 1. Maddesi : "All human beings are born free and equal in dignity and rights. They are endowed with reason and conscience and should act towards one another in a spirit of brotherhood."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6234", "len_data": 30380, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.65 }
Kırım Tatarları ya da Kırımlılar (), anayurtları Karadeniz'in kuzeyindeki Kırım yarımadası olan Türkî halktır. 1783'te Kırım Hanlığı'nın Rusya tarafından ilhak edilmesiyle birlikte Osmanlı Devleti'ne zorunlu göçe tabi tutulmuşlar ve kendi vatanlarında azınlığa düşmüşlerdir. SSCB döneminde Stalin'in emriyle 18 Mayıs 1944'te sürgüne uğrayarak nüfuslarının yarısını yitirmişlerdir. SSCB'nin yıkılmasıyla sürüldükleri topraklardan Kırım'a geri dönmeye başlayan halk, Ukrayna'nın ana Müslüman unsurunu oluşturur. Günümüzde Kırım Tatarlarının sürgünden dönen kısmı Kırım'da, sürgünden dönemeyenlerin çoğu Özbekistan'da, Rusya İmparatorluğu'nun Osmanlı İmparatorluğu'na zorunlu göçe tabii tuttuğu kısmı ise Dobruca (günümüzde Romanya ve Bulgaristan'da kalmaktadır) ve Türkiye'de yaşarlar. Tarih. Köken. Kırım Tatarları Kırım'da bir halk olarak ortaya çıkmış olup farklı tarihsel dönemlerde Kırım'da yaşayan çeşitli halkların torunlarıdır. Çeşitli zamanlarda Kırım'da yaşayan ve Kırım Tatar halkının oluşumunda yer alan ana etnik gruplar: İskitler, Sarmatlar, Alanlar, Yunanlar, Gotlar, Ön Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Çerkesler gibi halklardır. Bu farklı etnik konglomeranın tek bir Kırım Tatar halkına birleştirilmesi yüzyıllar boyunca gerçekleşti. Bu birleşme sürecindeki bağlantı unsurları, bölgenin, Türk dilinin ve İslam dininin ortaklığıydı. Kırım, konumu gereği tarih boyunca birçok göçebe ve yerleşik halka ev sahipliği yapmış bir yarımadadır. Kırım'ın kıyı kesimleri çoğunlukla denizcilikle ve ticaretle uğraşan halklarca yurt edilirken, Kırım'ın iç kesimleri ve kuzeyinde yer alan düzlükler göçebe halkların yurt tuttuğu bölgelerdir. Bu nedenle Kırım kıyılarına, Kerç boğazına ve Azak kıyılarına başta Antik Yunan kolonileri yerleşmiş, daha sonra onların yerini Bizans ve Ceneviz kolonileri almıştır. Kırım'ın iç kesimleri ve Karadeniz kuzeyinde yer alan düzlüklerde ise İskitler, Kimmerler, Hunlar, Alanlar, Hazarlar, Göktürkler ve Kıpçaklar gibi göçebe bozkır halkları yerleşmiştir. Moğol İmparatorluğu'nun orduları bu bölgeye geldiklerinde karşılarında Kıpçakları buldular. Deşt-i Kıpçak, Moğol hakimiyetine girdikten sonra bölgedeki tüm halklar da bu devlete tabii oldular . Ancak Moğol ordusunun yalnızca komuta kademesi Moğol olup, geri kalanı Türklerden oluşmaktaydı. Az sayıda Moğol askeri ve boyları da bu çoğunlukta Türkleşmişlerdir. Cengiz Han'ın ölümünden sonra Cuci'nin oğlu Batu Han'a düşen Deşt-i Kıpçak, Kafkasya, Rus prenslikleri, İdil boyu, Hazar'ın kuzey kıyıları ve batıda kalan tüm topraklar Altın Orda Devleti adı ile anılmıştır. Bu devletin ardılları olan Kırım Hanlığı, Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Sibir Hanlığı ve Şeybânî Hanlığı genel olarak Kıpçak kökenli Türklerden oluşmuşlardır. Bu ardıllardan Karadeniz'in kuzeyinde hükmeden Kırım Hanlığı'nın halkına Kırım Tatarları denmiştir. Kırım Tatar halkının oluşumunda önemli bir rol, Tarih yazımında Kumanlar olarak bilinen Batı Kıpçaklarına aittir. Eski zamanlardan beri Kırım'da yaşayan diğer tüm halkları içeren konsolide etnik grup oldular. XI-XII yüzyıldan Kıpçaklar Volga, Azak ve Karadeniz bozkırlarını yerleşmeye başladı (o zamandan 18. yüzyıla kadar Deşt-i Kıpçak (Kıpçak Bozkırı) olarak adlandırıldı). 11. yüzyılın ikinci yarısından bu yana aktif olarak Kırım'a taşınmaya başladılar. Cuman'ların önemli bir kısmı Kırım dağlarında saklandı, Birleşik Kuman-Rus birliklerinin Moğollardan yenilgisinden ve daha sonra Kuzey Karadeniz bölgesindeki Cumanian proto-devlet oluşumlarının yenilgisinden sonra kaçtı. XV yüzyılın sonunda, bağımsız bir Kırım Tatar etnik grubunun oluşumuna yol açan ana Önkoşullar yaratıldı: Kırım Hanlığı'nın siyasi egemenliği Kırım'da kuruldu, Türk dilleri (Hanlık topraklarında Cuman-Kıpçak) baskın hale geldi ve İslam, yarımada boyunca devlet dininin statüsünü kazandı. Kırım, İslam dini ve Türk dilinin Kuman nüfusunun "Tatarları" adını alan bir üstünlükle, yarımadanın çok etnikli konglomerasını pekiştirme süreci başladı ve bu da Kırım Tatar halkının ortaya çıkmasına neden oldu. Altın Orda ve Kırım Hanlığı. 13. yüzyılın başında, nüfusun çoğunluğu Türk halkından oluşan Kırım, Kumanlar, Altın Orda'nın bir parçası oldu. Kırım Tatarları çoğunlukla 14. yüzyılda İslam'ı kabul ettiler ve daha sonra Kırım Doğu Avrupa'daki İslam medeniyetinin merkezlerinden biri haline geldi. Aynı yüzyılda, Altın Orda'nın Kırım Ulusunda ayrılıkçılığa yönelik eğilimler ortaya çıktı. Kırım'ın Altın Orda'dan fiili bağımsızlığı, Altın Orda Toktamış'ın güçlü Hanının kızı ve Nogay Ordası kurucusu Edige Han'ın eşi olan Prenses (Khanum) Canike'nin başlangıcından bu yana sayılabilir. Saltanatı sırasında, 1437'de ölümüne kadar Kırım tahtı mücadelesinde Hacı Giray'ı güçlü bir şekilde destekledi. Canike'nin ölümünden sonra Kırım'daki Hacı Giray'ın durumu zayıfladı ve Kırım'dan Litvanya'ya gitmek zorunda kaldı Kırım'ın Türkçe konuşan nüfusu çoğunlukla 14. yüzyılda İslam'ı kabul etmişti, Altın Orda Özbeg Han'ın dönüşümünün ardından.[1736 yılında Kırım ilk Rus işgali zamanında 51], Han arşivleri ve kütüphaneler İslam dünyasında ünlü olmuş ve Han Krym altında-Girei Aqmescit şehri Kezlev Limanı Rotterdam ve Bakhchysarai ile karşılaştırıldığında kanalizasyonu bulunan Molière dururken Avrupa'nın en temiz ve en yeşil şehir olarak nitelendirildi. Şehre Fransız kanalizasyonu uygulandı ve tiyatro ile donatılmış oldu. Alt etnik gruplar. Kırım tatarları üç alt etnik gruba ayrılırlar: Tatlar: Dağ yahudileri olarak bilinen Tat halkı ile bağlantıları yoktur. Ortayolaq lehçesi konuşurlar ve yaklaşık %55 ile en büyük alt etnik gruptur. Yalıboyu (Yalıboylu) Tatarları: Kıyılarda yaşayan ve Türkiye Türkçesine en yakın lehçeyi konuşan Yalıboylu Tatarları yaklaşık %30 oranındadırlar. Nogaylar: Kuzey bölgelerde yaşayan, yaklaşık %15 oranındaki Nogaylar, Çöl leçesini konuşurlar. Tehcir ve soykırım, üç alt etnik grubun birleşmesinin dramatik bir şekilde hızlanmasına katkıda bulunmuştur. Nüfus. Türkiye'de Osmanlı dönemindeki yoğun zorunlu göç nedeniyle çok sayıda Kırım Tatarı olduğu bilinmekle birlikte, nüfus sayımlarında köken sorulmadığından kesin sayıları bilinmemektedir. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu arşivleri baz alınarak yapılan hesaplamalara göre yaklaşık 1.200.000 kişi Kırım Hanlığı'ndan Osmanlı topraklarına göç etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin nüfus artış oranlarına düşünüldüğünde 5.000.000 Türk vatandaşının Kırım kökenli olması olasıdır. O dönem Osmanlı İmparatorluğu toprağı olan, günümüzde ise Romanya ve Bulgaristan arasında paylaşılan Dobruca bölgesinde de toplamda 50.000 civarı Kırım Tatarı'nın kaldığı düşünülmektedir. Burada yaşayan Kırım Tatarlarının önemli bir kısmı Türkiye'ye ve az bir kısmı da Kanada'ya göç etmişlerdir. SSCB'nin çöküşünden sonra Ukrayna'da kalan Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde ise, sürgündeki Kırım Tatarlarının Kırım'a geri dönmelerine görünüşte müsaade verilmesine rağmen Kırım'daki Rus yetkililerce ve Moskova etkisindeki Kiev hükûmetince sürekli zorluklar çıkarılmış ve geri dönüş yavaşlatılmaya çalışılmıştır. 1990 sonrası on binlerce Kırım Tatarı kendi imkanlarıyla Kırım'a döndükten sonra 2000'li yıllarda geri dönüş hızı binlerle ifade edilmeye başlanmıştır. Sürgünden Kırım'a geri dönen Kırım Tatarlarının sayısı 2014 Rus işgali öncesinde 350.000 kişi olduğu tahmin edilmekle birlikte Rus işgalinin getirdiği olumsuz koşullar, baskı ve insan hakları ihlalleri nedeniyle yaklaşık 20.000 Kırım Tatarı Ukrayna anakarasına zorunlu göçmek durumunda kalmıştır. Yan taraftaki demografik haritalarda da görüleceği üzere, 1939 yılına atıf yapan haritada Kırım Tatarları 18 Mayıs 1944 Kırım Tatar Sürgünü öncesinde kıyı kesimlerinde çoğunluktaydılar, iç kesimde yaşayan Kırım Tatarları ise Çarlık döneminde Osmanlı topraklarına zorunlu göçmek durumunda kalmışlardı. 2001 yılına atıf yapan haritada ise Kırım Tatarları iç kesimlere yerleşmek zorunda kaldılar. Birçok insan vatandaşlık almaktan ve haklarını kullanmaktan yoksun kaldı, Kırım'da bıraktıkları hiçbir mülkü geri alamadılar ve geldikleri ilk yıllarda turistik Kırım kıyılarında yaşamaları yasaktı. Kırım'ın Rusya tarafından işgal edilmesi sonrası Kırım'da 300.000 ila 350.000 kişi olduğu tahmin edilirken, Kırım'dan Ukrayna'ya sığınan Kırım Tatarlarının sayısının 20.000 kişi olduğu düşünülmektedir. Bu sığınmacıların önemli bir kısmı Lviv ve Kiev'de yaşamaya çalışmaktadır. Ukrayna anakarasında ise 1990 yılı öncesinde sürgünden dönüp Kırım'a girmesi engellenen ve bu nedenle Herson'a yerleşen 10.000 ila 15.000 kişi bulunmaktadır. Ayrıca Kırım'ın Kerç boğazının karşı kıyısı olan Krasnodar'da da yine 1990 öncesi gelip Kırım'a girmesi engellendiği için oraya yerleşen 10.000 kişi kadar Kırım Tatarının olduğu tahmin edilmektedir. Kırım Tatar Sürgünü ile çoğunlukla Özbekistan'da olmak üzere eski Sovyet coğrafyasında önemli miktarda Kırım Tatarı yaşamaktadır. Özbekistan'da kalanların sayısının 150.000 ila 200.000 kişi olduğu tahmin edilmektedir. Eski Sovyet coğrafyasında yaşayanlar ise dağınık hallerde binlerle ifade edilmektedirler. Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda ve Kanada'da yaşayan Kırım Tatar diasporaları da çoğunlukla Türkiye'deki Kırım Tatar diasporasındandırlar. Kültür. Yurtlar veya göçebe çadırları, geleneksel olarak Kırım Tatarlarının kültürel tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Farklı yurt türleri vardır; bazıları büyük ve açılıp kapanabilen, "terme" olarak adlandırılırken diğerleri küçük ve katlanmayan (otav) olarak adlandırılır. Nevruz bayramında Kırım Tatarları genellikle yumurta, tavuk çorbası, kabaklı etli börek (kobete), helva ve tatlı kurabiyeler pişirirler. Çocuklar maskeler takar ve komşularının pencerelerinin altında özel şarkılar söylerler ve karşılığında şekerler alırlar. Göçebe bozkır Kırım Tatarlarının şarkıları (makamları) diyatonik, melodik sadelik ve kısalık ile karakterize edilir. Dağlık ve güney sahil Kırım Tatarlarının şarkıları Türkü olarak adlandırılır ve zengin süslemeli melodiler ve ezgilerle söylenir. Ev halkı lirizmi de yaygındır. Kırım tatillerinde ve düğünlerinde zaman zaman genç erkekler ve kadınlar arasında şarkı yarışmaları düzenlenilir. Ritüel folklor, kış selamlamalarını, düğün şarkılarını, ağıtları ve dairesel dans şarkılarını (khoran) içerir. Destanlar veya destanlar Destanlar veya destansı hikâyeler, özellikle "Chora batyr", "Edige", "Köroğlu" ve diğerleri gibi, Kırım Tatarları arasında çok popülerdir. Kırım Tatar ulusal kıyafetleri, Kırım Tatarlarının geleneksel giyim tarzını yansıtır. Erkeklerin kıyafetleri, "tübeteika" adı verilen siyah bir şapka, "cherkeska" adı verilen geniş yakalı ceket, "tumar" adı verilen dar pantolon ve "çerkez çizmesi" adı verilen yüksek deri çizmelerden oluşur. Kadınların kıyafetleri ise genellikle renkli ve desenli bir etek, "cepken" adı verilen bir gömlek, "yüzük" adı verilen bir örtü ve başlarına takılan bir örtüden oluşur. Kadınların kıyafetlerinde genellikle gül veya çiçek desenleri gibi doğal motifler bulunur. Geleneksel kıyafetlerde kullanılan renkler genellikle canlı ve parlak tonlardır. Kırım Tatarları, özellikle düğün ve bayram gibi özel günlerde, geleneksel kıyafetleri giymeyi tercih ederler. Bugün kullanımda iki tür alfabe var: Kiril ve Latin. Başlangıçta Kırım Tatarları Arap alfabesini kullanıyordu. 1928'de yerini Latin alfabesine bıraktı. 1938'de Rus alfabesi temel alınarak Kiril alfabesi tanıtıldı. Kiril alfabesi 1938 ile 1997 yılları arasında tek resmi alfabeydi. Tüm harfleri Rus alfabesiyle örtüşür ve aynıdır. 1990'lar, dilin kademeli olarak Türk alfabesine dayalı yeni Latin alfabesine geçişine tanık oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6235", "len_data": 11470, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.65 }
Asya, Avrupa'nın doğusunda, Büyük Okyanus'un batısında, Okyanusya'nın kuzeyinde ve Arktik Okyanus'un güneyinde bulunan kıta, yüz ölçümü olarak Dünya'nın en büyük kıtası, aynı zamanda nüfus açısından en kalabalık kıtasıdır. Sınırları değişkenlik gösterse de Avrupa ve Afrika kıtaları ile kara sınırı vardır. Avrupa ile birlikle Avrasya'yı, Avrupa ve Afrika kıtalarıyla birlikte Eski Dünya'yı oluşturur. İnsanlığın Afrika'dan çıktıktan sonra ayak bastığı ilk kıta olan Asya, aynı zamanda Dünya üzerindeki birçok dinin çıkış bölgesidir. Ortadoğu kökenli İslam, Hristiyanlık gibi İbrani dinler ile Hint Yarımadası kökenli Budizm ve Hinduizm gibi Dharmatik dinler buna örnektir. Kuzey Kutup Dairesi'nden Ekvator'a kadar uzanan Asya Kıtası, yeryüzünün en alçak noktası olan Lut Gölü ve en yüksek noktası olan Everest gibi çok farklı yeryüzü şekillerini içinde barındırır. Tanım ve sınırlar. Tarihçi Herodot tarafından bu terim ilk kez bugünkü Salihli Ovası, sonraları da Gediz Havzası'nı nitelemek için kullanılmıştır. Sardes'in zenginliklerini anlatırken bu kenti Asya'nın başkenti olarak betimlemiştir. Zamanla Asya terimi önce Anadolu yarımadası sonraları ise Çin'e ve Moğolistan'a kadar (Marko Polo'nun keşifleriyle) olan toprakların tamamı için kullanıldı. Asya'nın sınırları hakkında birçok araştırmacı farklı görüşler ileri sürse de, en doğru kabul edilen sınırları; Ural Dağları, Ural Nehri, Maniç Oluğu, Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Ege Denizi, Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz üzerinden çekilecek bir hat oluşturur. Kıtanın en kuzeyinde, Rusya'da Çelyuskin Burnu (77° 42' 55" K paraleli) yer alırken, en güneyinde, Malakka Yarımadasındaki Buru Burnu (1°14'17" K paraleli) bulunur. Adaları esas aldığımız takdirde, Severneya Zemlya adası (81°16'23" K paraleli) ile Endonezya'ya bağlı Rudi Adaları (11°00'19" G paraleli) arasında 10.245 km'dir. Kıta doğu batı doğrultusunda; Türkiye'nin anakaraya bağlı en batı ucu olan Çanakkale'nin Ayvacık ilçesi (26° 24' 17" D meridyeni) ile Çukçi Yarımadasında Dejnev Burnu (169° 40' 17" D meridyeni) arasında 8.200 km'dir. Asya-Amerika sınırı. Asya, kuzeyden Arktik Okyanusu ile sınırlıdır. Kuzey doğuda, Amerika'dan sığ bir deniz olan 100 km genişliğindeki Bering Boğazı vasıtası ile ayrılmaktadır. Kıta doğuda Büyük Okyanus ile sınırlanır. Ancak kıyı açıklarında okyanus tabanından yükselen kuzey-güney doğrultulu dağların su üzerine çıkan kısımlarını oluşturan ada ve takım ada girlandları yer almaktadır. Burada; Aleut, Japon, Bonin ve Marian derin deniz çukurluklarından geçen ve "Andezit Hattı" adı verilen bir çizginin batısındaki bölge ile orada yer alan ada ve takım ada girlantları Asya anakarasına aittir. Asya-Afrika sınırı. Süveyş kanalı ve Kızıldeniz ile sınırdır. Kanalın doğusunda kalan ve Mısır, Sina Yarımadası Asya'dadır. Asya-Okyanusya sınırı. Kıtanın güneydoğu sınırı biraz karışık olmakla birlikte Sunda Adaları ile Arafura Denizi arasından geçen hat sınır olarak kabul edilebilir. Kıtayı güneyden Hint Okyanusu sınırlandırmaktadır. Asya-Avrupa sınırı. Asya'nın, Avrupa'nın doğusu ile iç içe girdiği batı sınırı ise oldukça tartışmalı bir meseledir. Mesela Anadolu Asya kabul edilmesine rağmen Avrupa'nın güneydoğusuna daha çok benzemektedir ve Doğu Avrupa Ovası da Asya'nın kuzeydoğusuyla benzerlik gösterir. Ancak kabul edilen görüşe göre Anadolu ve Kafkaslar Asya'dan sayılırken Trakya Avrupa'ya dahil edilmektedir. Tarih. İnsanların Asya'ya yayılması ile Asya tarihinde genel olarak Avrasya stepleri, Doğu Asya, Güney Asya ve Orta Doğu önemli rol oynamıştır. Asya kıtasının kuzey kısımları gür ormanlar ve tundra ile kaplı olması nedeniyle bu alanlarda çok az insan yaşamıştır. Tarih öncesi. Asya'ya ayak basan ilk hominidin 1.8 milyon yıl önce Afrika'dan göç etmiş Homo erectus olduğu ve burada 40.000 yıl öncesine kadar da yaşadığı düşünülmektedir. Bu türe ait Java Adamı ve Pekin Adamı gibi fosiller Güneydoğu ve Doğu Asya'da bulunmuştur. İlk modern insanın ayak basması ise 60.000 ila 100.000 yıl önce gerçekleşmiştir. Tarih öncesi çağlarda Asya'da üretilmiş çeşitli kalıntılar bulunur. Örneğin MÖ 10.000 yılına tarihlenen ve Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan Göbekli Tepe Asya kıtasında yer alır ve bilinen en eski insan yapımı dini yapılardan biridir. Bu tarihten kısa bir zaman sonra ise Ortadoğu'da Tarım devrimi başlamış, Bereketli Hilal denen bölgede ilk tarım faaliyetleri yürütülmüştür. Bu, ilerleyen çağlarda bu bölgede ilk devletlerin kurulmasına ve medeniyete zemin hazırlamıştır. Bronz ve Demir Çağları. Asya'da Bakır ve Bronz Çağı sırasında pek çok arkeolojik kültür gelişmiştir. İlk at evcilleştirme izlerine sahip Botai kültürü, günümüzdeki Hint-Avrupalıların köklerini oluşturacak Andronovo, BMAC ve Afanasiyevo kültürü gibi Proto-Hint-Avrupa kültürleri Orta Asya bölgesinde yer almıştır ve bu kültürler göçebe ve bazen yerleşik hayatı benimsemiştir. İndus Vadisi Uygarlığı'da bu dönemde Güney Asya'da gelişmiştir. Bu yaklaşık 2000 yıllık zaman zarfında Çin ve Mezopotamya bölgelerinde Akkadlar, Asurlar, Babil, Hititler ve Shang Hanedanı gibi devletler oluşmaya başlamış, yazı da Mezopotamya'da MÖ 4500 dolaylarında Sümerler tarafından geliştirilmiştir. Demir Çağı ve sonrası. Orta Doğu, MÖ 7. yüzyıldan itibaren İrani kökenli Med ve Ahameniş İmparatorlukları'nın kontrolüne girmiştir. Büyük İskender M.Ö. 4. yüzyılda Türkiye'den Hindistan'a kadar bir alanı ele geçirerek Ahamenişleri çökertmiştir. Daha sonra bu devlet daha küçük devletlere bölünmüş, Selevkos ve sonrasında Partlar ve Sasaniler bu bölgeleri ellerinde tutmuştur. Roma kontrolüne giren Ortadoğu daha sonra çeşitli farklı halkın egemenliğine girmiştir. Bunlardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyıldan itibaren Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Balkanlar'ı kontrol altına almış, ancak 20. yüzyılda yıkılıştır. Çin'de MÖ 200 sonrasında, Qin Hanedanı döneminde büyük bir genişleme yaşanmış, Güney Çin ve Vietnam bu hanedanın hakimiyetine girmiştir. Ayrıca Konfüçyüsçülüğün temelleri atılmıştır. Daha sonra gelen Han Hanedanı İmparatorluğu daha da genişletmiş, Orta Asya'ya kadar uzanan bir devlete dönüştürmüştür. Bu hanedanın yıkılması ile Üç İmparatorluk dönemi başlamıştır. Bu hanedanları Tang, Song, Yuan ve Ming izlemiştir. Ming Hanedanı'nı Qing Hanedanı devirmiş, ülkeyi 17. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar yönetmiştir. Birçok antik uygarlık, Çin'e bağlı İpek Yolu'nda gerçekleşen ticaret sonucunda Hindistan, Orta Doğu ve Avrupa üzerinden birbirlerini etkilemiştirler. Hindistan'da başlayan Hinduizm ve Budizm dini Güney ve Doğu Asya üzerinde önemli bir etkisi olmuştur. Ayrıca Avrasya steplerinde gelişmiş İskitler, Hiung-nu, Kimmerler ve Sakalar gibi halklar Asya kıtasının geniş bölgelerini kontrol etmiştir. Daha sonra bu bozkırlar, Türki ve Moğol halkların istilalarında da rol oynamıştır. İslam halifeliği ve diğer İslam devletlerinin 7. yüzyılda başlayarak tüm Ortadoğu'yu kontrol altına almış, daha sonra Hindistan ve Endonezya'ya kadar genişlemiştir. Haçlı Seferleri Müslümanların elinde bulunan Kutsal Toprakları geri almak için Hristiyan Avrupa'nın girişimi ile 12. yüzyılda başlayan bir takım mücadeleler olacaktır. Moğol İmparatorluğu 13. yüzyılda Asya, Çin'den Avrupa'ya kadar uzanan bölgelerin büyük bir kısmını, tüm Asya'nın ve Avrupa'nın büyük kısmını ele geçirecektir. Rus İmparatorluğu ilerleyen zamanlarda Sibirya'nın tüm kontrolünü ele geçirdi ve 19. yüzyılın sonunda Orta Asya'yı hakimiyet altına almaya başladı. Coğrafya. Eski Dünya kara kütlesinin bir parçası olan Asya 44.391.163 km2 yüzölçümü ile dünyanın en büyük kıtasıdır. Asya, kuzey-güney doğrultusunda 8.490 km genişliğindedir. Aynı zamanda 1.010 metrelik ortalama yükseltisiyle de dünyanın en yüksek kıtasıdır. Asya bu yükseltisini; dünyanın en yüksek zirvelerini bünyesinde barındıran Himalaya Dağları'na borçludur. Dünya üzerinde bulunan çeşitli en büyükler Asya'da toplanmıştır. Asya; kıtaların en genişi (44 391 163 km2) ve ortalama yükseltisi en fazla olanı (1 010 m)'dır. Ayrıca dünyanın en yüksek tepesi Everest tepesi, 8.848 m, en büyük gölü olan Hazar Denizi, en derin gölü Baykal Gölü, dünyanın deniz seviyesinden en alçak yeri olan Lut Gölü, göl yüzeyi -392 m ve dünyanın en alçak havzası Turfan Havzası -154 m Asya kıtasında bulunmaktadır. Maden bakımından oldukça zengin olan Asya kıtasında dünyada nadir bulunan uranyumdan, en bol bulunan kömüre kadar bütün madenler çıkarılmaktadır. Arabistan Yarımadasında, Sibirya'da ve Tibet Yaylasında petrol; Sibirya'da elmas, demir, petrol, kurşun; doğuda, altın, demir, mangan; Hindistan'da alüminyum, mika, mangan, demir; Pakistan ve Afganistan'da krom en önemli madenlerdendir. İklim. Her türlü iklimin görüldüğü Asya kıtasını dört iklim kuşağına ayırmak en uygun yoldur. Bunlar; Kuzey ve Kuzeydoğu Asya, Orta Asya, Güney ve Güneydoğu Asya ile Akdeniz ve Ekvator bölgesidir. Kıtanın kuzeyinde bulunan Arktik Okyanusu ve Kuzey Kutbu, bölgenin iklimini tamamen etkiler. Deniz, senenin birkaç haftası haricinde don halindedir. Irmaklar ancak yazın iki üç ay akabilir. Kalan zamanlarda don halindedir. Kuzeyi teşkil eden Sibirya bölgesinde sıcaklık kışın -50 dereceye kadar düşmekte, yazın ise, en sıcak mevsimde ancak 15 dereceye çıkabilmektedir. Kuzey kuşaktan hemen sonra gelen Orta Asya sert bir kara iklimine sahiptir. Tibet Yaylasının Himalaya ve diğer dağ silsilelerinin bulunduğu bölgede sıcaklık farkları çok yüksektir. Kara ikliminin bir başka özelliği olan yağışların az olması da haliyle mevcuttur. Güney ve Güneydoğu Asya bol yağışlı ılıman Muson iklimine sahiptir. Yağışlar mevsimlere göre değişiklik arz etmekte olup, yağışlarda en büyük tesir, yazın denizden karaya esen muson rüzgarlarıdır. Kışın tam aksi istikamette, yani karadan denize doğru esen muson rüzgarları, Hindistan' dan çıkıp denizi aşarak, Japonya'nın üzerinden geçerken, Japon adalarına bol yağmur yağmasına sebep olurlar. Ön Asya'da Akdeniz kıyılarında bulunan bölgelerde, ılıman Akdeniz iklimi hüküm sürer. Yaz mevsiminde çok sıcak olan bu bölge kış aylarında ılıman ve bol yağışlı olur. Ekvator bölgesindeki adalarda ise, bütün sene boyunca ortalama sıcaklığı 27 °C olan ekvator iklimi hakimdir. Asya kıtasının en sıcak bölgesi Arabistan ve Irak bölgesidir. Bağdat'ta yazın sıcaklık gölgede 50 dereceye kadar çıkar. Her yönde olduğu gibi yağışlarda da büyük farklılıklar göze çarpar. Yağış ortalaması kuzeybatıdaki çöllerde sıfırdır. Cava, Sumatra, Borneo adaları ile Birmanya'nın bulunduğu güneydoğuda yağış ortalaması 3000 milimetreyi geçer. Akdeniz kıyıları genellikle kış aylarında bol yağış alır. Hindistan ve Birmanya' da yaz mevsimi boyunca devam eden yağışların arkasından sık sık kış kuraklığı gelir. Kurak mevsimin uzun olduğu bölgelerde mahsul yılda ancak bir defa ekilir. Yağışlar olmadığı zaman ekim yapılamadığından mahsul seneye kalmaktadır. Bu sebepten Hindistan ve Çin'de yağışların yetersiz olmasından dolayı zaman zaman büyük kıtlıklar olmuştur. Kurak mevsimin uzun olmadığı bölgelerde bir yılda iki defa mahsul alınabilir. Bitki örtüsü. Bitki örtüsü, tabii olarak iklime bağlı olduğu içindir ki, Asya kıtasının bitki örtüsü de iklimi ile çeşitlilik arz eder. Arktik Okyanusu yakınlarında, buz ve soğuktan dolayı sadece buzlar eridiği zaman ortaya çıkan yosun ve bir iki çeşit bitkiden müteşekkil bir bitki örtüsü mevcuttur. Hiç ağaç bulunmayan bu ovalık bölgede bulunan bu tip bitki örtüsüne "tundra" adı verilir. Tundra bölgesinin güneyinde Tayga denilen bölge yer alır. Meşe, çam, ladin vs. ağaçlarından meydana gelen bu balta girmemiş ormanlık bölge, kıtayı doğudan batıya bir yeşil kuşak gibi aşar. Bu Tayga bölgesinin güneyinde Orta Asya'nın tipik karakteri olan bozkırlar ve çöller şeridi uzanır. Bu şeridin güney sınırı olan Orta Asya dağ silsilelerinin akabinde bulunan Muson bölgesinde yaprak döken ağaçlar bol bulunur. Bu daha ziyade kıyı bölgeleridir. Fauna. Arktik Okyanusu kıyılarında ayıbalığı, foklar, deniz ayısı, kutup ayısı ve bazı deniz kuşları bol miktarda bulunur. Sibirya ormanlarında ren geyiği, boz ayı, kurt, tilki, vaşak, kutup geyiği, sincap gibi orman hayvanlarına çok sayıda rastlanır. Bozkırlarında ceylan, karaca, at, deve, tarla faresi, dağ sıçanı, bıldırcın, bağırtlak, kırlangıç, çavuşkuşu gibi hayvanlar yaşar. Orta Asya çöllerinde ise kertenkele, yaban eşeği ve çöl geyiği gibi hayvanlar yaşamaktadır. Hindistan ve Çin, hayvan çeşidinin bol olduğu yerlerdir. Fakat bilgisizce ve usulüne uygun olmadan yapılan avlanmalar, çoğu hayvanın neslini tüketmiş, çoğunun ise tükenmeye yüz tutmasına sebep olmuştur. Kaplan ve panda, nesli azalan hayvan türlerinin başında gelmektedir. Çakal, misk kedisi ve firavun faresi, yaygın haldedir. Hindistan' da maymun, geyik, karaca, Hint gergedanı, Hindistan filleri, kartal, tavuskuşu, papağan, sülün, Yalıçapkını, turna, balıkçıl, timsah, Kobra ve komodo ejderi başta gelen hayvan türlerindendir. Tropikal bölgelerde maymun çeşitleri boldur. Arabistan'da ceylan sürüleri meşhurdur. Arap atı, bu bölgeye mahsus dünyanın en iyi cins atıdır ve kıymetlidir. Demografi. Asya, 4.4 milyarı aşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık kıtasıdır. 1.2 milyarı aşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin bu kıtada yer almaktadır. Asya dinlerinin de doğduğu kıtadır. İbrahimi dinler arasında yer alan İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik dinlerinin her üçü de Ortadoğu'da ortaya çıkmıştır. Yine geniş kitlelere hitap eden Budizm ve Hinduizm de Asya menşeli dinlerdir. Asya aynı zamanda medeniyetler beşiğidir. Türk, Fars, Arap, Çin ve Hint medeniyetleri bu kıtada binlerce yıldır varlıklarını devam ettirmektedirler. Kıtada 100'ün üzerinde dil konuşulmaktadır. Kıtanın doğusunda sarı, güney kısmındaki adalarda siyah geri kalan kısımlarında ise beyaz ırktan insanlar yaşamaktadırlar. Din. Asya'da baskın din İslam olup, Asya halkının %26.1'i kendilerini bir Müslüman olarak tanımlamaktadır. İkinci yaygın din Hinduizm olup, Asyalıların %25.7'sinin dinini oluşturmaktadır. İslam, ağırlıklı olarak Endonezya, Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Orta Asya'da gözlemlenmektedir. Budizm, Halk inançları ve Hristiyanlık diğer azınlık dinleridir. Seküler bir kıta olan Asya'da dinsizlik, ateizm ve agnostisizm yaygın akımlar olup toplumun %20'sinin dini görüşlerini oluştururlar. Dinsizlik özellikle Çin, Japonya, Kuzey Kore ve Vietnam'da yaygındır. Ekonomi. Asya ekonomisi, 49 farklı devlette yaşayan 4.4 milyardan fazla insandan (dünya nüfusunun %60'ı) oluşur. Asya dünyadaki en hızlı büyüyen ekonomik bölge ve SAGP'ye göre GSYİH bakımından en büyük kıtasal ekonomidir. Çin, Japonya ve Hindistan dünyanın en büyük on ekonomisi arasındadır. Kişi başına düşen GSYİH göz önünde bulundurulursa çoğunlukla Doğu Asya'da Çin, Japonya ve Güney Kore ile Batı Asya'daki petrol zengini Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Kuveyt ve Umman gibi ülkeler öne çıkmaktadır. İsrail ve daha az bir ölçüde Türkiye'de bu metriğe göre yüksekte yer alır. Doğu Asya ve Güneydoğu Asya ülkeleri genel olarak imalat, sanayi ve ticaret ile büyümek için ileri teknoloji endüstrilere ve finans endüstrisine odaklanırlar, Orta Doğu'daki ülkeler ise ekonomik büyüme için esas olarak ham petrole bağımlıdırlar. Yıllar geçtikçe, hızlı ekonomik büyüme ve dünyanın diğer ülkeleriyle büyük ticaret fazlalığı nedeniyle Asya'da, 4 trilyon ABD doları üzerinde döviz rezervi, Dünyanın toplamının yarısından fazlası, birikmiş durumdadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6236", "len_data": 15284, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }