text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Kadir Topbaş (8 Ocak 1945, Yusufeli, Artvin - 13 Şubat 2021, İstanbul), Türk mimar, iş insanı ve siyasetçi.
1999-2004 yılları arasında Fazilet Partisi'nden Beyoğlu Belediye Başkanlığını yürüttü. 2004-2017 yılları arasında Adalet ve Kalkınma Partisi'nden on üç yıl boyunca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görev aldı. Topbaş, 2009 ve 2014 yerel seçimlerinde yeniden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilerek İstanbul tarihinde üst üste üç seçim kazanan ilk büyükşehir belediye başkanı oldu. Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı'na (UCLG) 2010 ve 2013 yıllarında iki kez başkan seçilen Topbaş, bu göreve getirilen ilk Türk yerel yönetici olma başarısını elde etti. Topbaş ayrıca 2011-13 yılları arasında Asya Belediye Başkanları Forumu (AMF) Başkanlığı ile, 2009-17 arasında ise Türkiye Belediyeler Birliği Başkanlığını yaptı.
Yaşamı.
İlk yılları.
Annesinin savaş yılları boyunca bulunduğu Artvin ilinin Yusufeli ilçesinde bağlı Altıparmak köyünde 8 Ocak 1945 tarihinde doğan Topbaş, henüz üç aylıkken İstanbul'a geldi.
Topbaş orta öğrenimine Işık Lisesi'nde başlayıp İstanbul İmam Hatip Lisesi'nde tamamladı. 1972 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden, 1974 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nden mezun oldu. Doktora tezini İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi ve Arkeoloji Bölümü'nde “Hidiv Kasrı ve Boğaziçi Sivil Mimarisindeki Yeri” başlığıyla tamamladı.
Siyasi hayatı.
Topbaş, uzun yıllar serbest mimar olarak çalıştı. 1994-1998 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanlığını yaptı. Danışmanlığı süresince, Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı olan saray, kasır ve tarihî eserlerin restorasyon çalışmalarına katkıları oldu. Kültür Bakanlığı İstanbul 1 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma ve Anıtlar Kurulu Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü. Bir süre aile şirketlerinin yönetiminde bulundu.
1996 yerel ara seçimlerinde RP'den Bakırköy Belediye Başkanlığına aday oldu ancak seçilemedi. 1999 yerel seçimlerinde FP'den Beyoğlu Belediye Başkanlığına seçildi. Bu görevi süresince "Güzel Beyoğlu" projesini hayata geçirdi. Mimari projesini kendisinin çizdiği "Kentsel Dönüşüm ve Sosyal Rehabilitasyon" çalışmaları kapsamında Kasımpaşa'da Kapalı Spor Salonu Kompleksi, Eğitim ve Sosyal Tesislerini hizmete sundu. 28 Mart 2004 tarihinde yapılan yerel seçimlerde AK Parti'den aday oldu ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçildi. Topbaş, bu görevinden 2017 yılında istifa etti.
Kadir Topbaş, 2007'den bu yana dünya kentlerinin Birleşmiş Milletleri sayılan Dünya Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı'nın eş başkanlığını yürüttü. Topbaş aynı zamanda İstanbul Kalkınma Ajansı Başkan Yardımcılığı'nı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Koordinasyon Kurulu ve İstanbul Modern Yönetim Kurulu Üyeliğini, Tarih ve Çevre Vakfı (TAÇ Vakfı) Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Üyeliklerini yürüttü.
2010 yılında üç yıllığına, Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı (UCLG) dönem başkanlığına seçilmiştir. Başkanlık için bir sonraki seçimler, UCLG'nin 2013 yılında Fas'ın Rabat kentinde yapılan ve 130'a yakın ülkeden üç binden fazla delegenin katıldığı olağan kongresinde yapıldı. Tek adayla gidilen seçimde, Topbaş, 2016'ya kadar görev yapmak üzere yeniden başkan seçildi. Topbaş ayrıca 2011'de Birleşmiş Milletler Yerel Yönetimler Danışma Komitesi (UNACLA) Başkanlığına seçilmişti.
22 Eylül 2017'de sebebini açıklamadan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinden istifa etti. Yerine Belediye Meclisi seçimi ile Mevlüt Uysal geçti.
Özel hayatı.
Topbaş, Özleyiş Topbaş'la evli ve üç çocuk babasıydı. İstanbul Bilgi Üniversitesi ile beraber çıkardığı ‘Beyoğlu: Kültürleri Buluşturan Kent’, TAÇ Vakfı ile birlikte hazırladığı ‘Geçmişten Günümüze Beyoğlu I-II’ ve ‘Anılarda Beyoğlu’ isimli eserleri bulunmaktadır. Fenerbahçe SK 12335 sicil numaralı kongre üyesiydi.
Ölümü.
COVID-19 hastalığına yakalanan Kadir Topbaş, 16 Kasım 2020'de tedavi gördüğü hastanede entübe edildi. Yaklaşık 3 ay yoğun bakımda bulunan Kadir Topbaş, hastalığı atlattı ancak sonrasında bağışıklığın düşmesiyle çoklu organ yetmezliği gelişti ve tekrar yoğun bakıma alındı. Tedavi gördüğü hastanede 13 Şubat 2021'de öldü. 14 Şubat 2021'de İstanbul Belediye Sarayı önünde ve Fatih Camii'nde düzenlenen cenaze töreninden sonra Fatih Camii Haziresi'ne defnedildi.
Ödülleri.
2010 İstanbul Turizm Onur Ödülü'nü, Haliç Kongre Merkezi ve İstanbul Kongre Merkezi gibi İstanbul'un dünyada önemli bir kongre merkezi olması yolunda çok önemli olan projelere imza atması, kendi alanında Dünya Başkanı olması (UCLG Başkanı seçilmesi), İstanbul için yaptığı tüm çalışmalar ile İstanbul turizmine katkılarından dolayı almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14436",
"len_data": 4704,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.29
}
|
İo veya Io (eski adıyla Jüpiter I), Jüpiter'in Galilei uydularından yörüngesi en içte bulunanı ve üçüncü en büyük olanıdır. Güneş Sisteminin en büyük dördüncü uydusudur. 1610 yılında Galileo Galilei tarafından keşfedilmiştir. Adını Yunan mitolojisinde Zeus'un sevgililerinden biri olan "Io" karakterinden alır. Güneş Sistemi'nde üzerinde sürekli olarak gazlar ve lav püskürten yanardağlar bulunan tek uydudur.
Io, 400 aktif yanardağı ve jeolojik yapısı ile Güneş Sistemi'ndeki en aktif gök cismi ve en yüksek yoğunluk ve yüzey yerçekimine sahip olan uydudur. Jüpiter'in çekim gücü ile kendi çekim gücü arasındaki iç sürtünmeden dolayı sürekli gelgitlere maruz kalmaktadır. Volkanları, yüzeyden 500 km yukarıya sülfür ve sülfür dioksit püskürtür.
Io, Europa ve Ganymede ile 1:2:4 oranında bir Laplace rezonansı içinde gezegeninin etrafında dönmektedir.
Io'nun keşfi ve yapılan gözlemler.
Io'nun bildirilen ilk gözlemi, Galileo Galilei tarafından 7 Ocak 1610 tarihinde Padova Üniversitesi'nde 20x kırılmalı teleskop kullanılarak gerçekleşti. Ancak bu gözlemde Galileo, teleskopunun düşük gücü nedeniyle Io ve Europa'yı ayıramadı ve bu yüzden ikisini tek bir ışık noktası olarak kaydetti. Ertesi gün 8 Ocak 1610'da (IAU'nun Io için keşif tarihi olarak kullanılan) Galileo'nun Jüpiter sistemi gözlemleri sırasında Io ve Europa ilk kez ayrı cisimler olarak gözlemlendi. Io'nun ve Jüpiter'in diğer Galilei uydularının keşfi, Mart 1610'da Galileo'nun "Sidereus Nuncius"'unda yayınlandı. Simon Marius, 1614'te yayınladığı "Mundus Jovialis""inde Io ile birlikte Jüpiter'in diğer uydularını 1609'da Galileo'nun keşfinden bir hafta önce ilk olarak kendisinin gözlemlediğini iddia etti. Galileo bu iddiadan şüphe etmiş ve Marius'un çalışmasını "intihal" olarak nitelendirmiştir. Her halükarda Marius'un ilk gözlemi, Gregoryen takviminin 8 Ocak 1610'una eşdeğer olan Jülyen takviminin 29 Aralık 1609'unda gerçekleşti ve bu nedenle Galileo, kesin bir şekilde Jüpiter uydularını Marius'tan önce keşfetmişti. Galileo'nun çalışmasını Marius'tan önce yayınladığı göz önüne alındığından, Galileo'nun keşfi olarak kabul edilir.
"Pioneer".
Io'nun yanından geçen ilk uzay aracı, sırasıyla 3 Aralık 1973 ve 2 Aralık 1974'te "Pioneer 10" ve "11" sondalarıydı. Radyo izleme, Io'nun kütlesi ve boyutu hakkında daha doğru bir tahmin sağladı, bu da dört Galilei uydusu arasında en yüksek yoğunluğa sahip olduğunu ve ağırlıklı olarak su buzundan değil silikat kayalardan oluştuğunu düşündürdü. İki "Pioneer" sondası ayrıca, Io'nun yörüngesi çevresinde ince bir atmosferin ve yoğun bir radyasyon kuşağının varlığını da ortaya çıkardı. "Pioneer 11"'deki kameralar da kuzey kutbu bölgesinin güzel bir fotoğrafını çekmeyi başardı. "Pioneer 10"'un üst geçişi sırasında yakın çekim fotoğraflar çekmesi planlanmıştı, fakat yoğun radyasyon alanı nedeniyle bu fotoğraflar kaybedildi.
"Voyager".
"Voyager 1" ve "Voyager 2" sondaları 1979 yılında Io'nun yanından geçtiğinde, daha gelişmiş görüntüleme sistemleri sayesinde çok daha ayrıntılı görüntüler elde edilebildi. "Voyager 1", 5 Mart 1979'da 20.600 km mesafeden Io'nun yakınından geçti. Yaklaşım sırasında elde edilen görüntüler çarpma kraterlerinin olmadığı, garip ve çok renkli bir manzarayı ortaya çıkardı. Yüksek çözünürlüklü görüntüler, tuhaf şekilli çukurlarla kesintiye uğramış nispeten genç bir yüzeyi, Everest Dağı'ndan daha yüksek olan dağları ve volkanik lav akıntılarına benzeyen özellikleri gösterdi.
Yaklaşımdan kısa bir süre sonra "Voyager" seyrüsefer mühendisi Linda A. Morabito, görüntülerden birinde yüzeyden çıkan bir baca dumanını fark etti. Diğer "Voyager 1" görüntülerinin analizi, yüzeye dağılmış buna benzer dokuz baca dumanını gösterdi ve böylece Io'nun volkanik olarak aktif olduğu kanıtlanmış oldu. Aslında bu sonuç, "Voyager 1" yakınlaşmasından kısa bir süre önce Stanton J. Peale, Patrick Cassen ve R. T. Reynolds tarafından yayınlanan bir makalede tahmin edilmişti. Yazarlar, Io'nun iç kısmının Europa ve Ganymede ile yörüngesel rezonansının neden olduğu önemli bir gelgit ısınması yaşaması gerektiğini hesaplamışlardı. Bu uçuştan elde edilen veriler, Io yüzeyinde kükürt ve kükürt dioksit buzlarının hakim olduğunu gösterdi. Bu bileşikler aynı zamanda Io'nun ince atmosferine ve yörüngesinde merkezlenmiş plazma torusuna da hakimdir.
"Voyager 2", 9 Temmuz 1979'da 1.130.000 km mesafeden Io geçişini yaptı. "Voyager 1" kadar yakına yaklaşamasa da, iki uzay aracı tarafından çekilen görüntülerin karşılaştırmaları, bu yakınlaşmalar arasındaki dört ayda meydana gelen birkaç yüzey değişikliğini gösterdi. "Voyager 2" bütün bunlara ek olarak, Jüpiter (Jovian) sisteminden ayrılırken Io'nun hilal şeklindeki gözlemlerini, Mart'ta gözlemlenen dokuz baca dumanından yedisinin Temmuz 1979'da hala aktif olduğunu ve yakın geçişler arasında sadece Pele yanardağının kapandığını ortaya koydu.
"Galileo".
Galileo uzay aracı, 1995'te Jüpiter'e ulaştı ve 1999'un sonlarında Io'nun yanından geçti. Galileo, Io'ya diğer bütün sondalardan daha fazla yaklaştı, birçok fotoğraf çekti, püsküren volkanlar gözlemledi ve Io'nun Güneş Sistemi'ndeki kayaç iç gezegenler gibi büyük bir demir çekirdeği olduğunu keşfetti.
Yörünge ve dönüş.
Io, Jüpiter'in etrafında gezegenin merkezinden 421.700 km ve bulut tepelerinden 350.000 km uzaklıktaki yörüngesinde dönmektedir. Jüpiter'in Galilei uydularından en içte olanıdır ve yörüngesi Thebe ve Europa'nın arasında yer alır. Jüpiter'in iç uyduları da dahil olmak üzere beşinci sıradaki uydudur. Yörüngesini tamamlaması 42,456 saat sürer, bu da tek bir gece gözleminde hareketinin büyük bir kısmının tespit edilebileceği anlamına gelir. Europa ile 2:1, Ganymede ile 4:1 yörüngesel rezonanstadır. Bu rezonans, jeolojik aktivitesi için ana ısı kaynağını oluşturan 0,0041'lik yörünge dış merkezliğinin korunmasına yardımcı olur. Bu zoraki dış merkezlik olmasa, gelgit zayıflamasından dolayı yörüngesi dairesel hale gelecek ve jeolojik olarak daha az aktif bir uydu olmasına yol açacaktı.
Diğer Galilei uyduları ve Ay gibi, Io da yörünge periyodu ile senkronize bir şekilde döner ve bir yüzü neredeyse Jüpiter'e dönük olur. Bu senkronizasyon, uydunun boylam sisteminin tanımında da kullanılmaktadır. Io'nun başlangıç meridyeni, kuzey ve güney kutbu ile ekvatoru alt-Jovian noktasında keser. Bununla birlikte, bu meridyen için benzersiz bir referans olarak atanacak hiçbir yüzey özelliği henüz tanımlanmamıştır. Io'nun her zaman Jüpiter'e bakan tarafı alt-jovian yarımküre olarak bilinirken, her zaman uzağa bakan tarafı anti-jovian yarımküre olarak bilinir. Ayrıca, hareket yönüne bakan taraf "ön yarımküre", ters yöne bakan taraf ise "arka yarımküre" olarak tanımlanır.
Volkanizma.
Io'nun zoraki yörünge eksantrikliği tarafından üretilen gelgit ısınması, onu yüzlerce volkanik baca ve muazzam lav akıntılarıyla güneş sisteminin volkanik olarak en aktif dünyalarından biri haline getirmiştir. Büyük bir patlama sırasında, çoğunlukla magnezyum açısından zengin mafik veya ultramafik tipte bazaltik lavlardan oluşan onlarca hatta yüzlerce kilometrelik lav akıntıları üretilebilir. Bu aktivitenin yan ürünleri; kükürt, kükürt dioksit ve piroklastik silikatlardır (kül benzeri). Bunlar 200 km yüksekliğe kadar püskürtülür, büyük şemsiye şeklinde duman üretir ve çevresindeki toprağı kırmızı, siyah ve beyaz renklere bezeyerek Io'nun alacalı atmosferini oluşturur. Io'nun volkanik bulutlarından bazılarının geri düşmeden önce yüzeyden 500 km'den fazla uzaklaştığı, püskürtülen malzemenin yaklaşık 1 km/s hıza ulaştığı ve çapı 1000 km'nin üzerinde kırmızı halkalar oluşturduğu görülmüştür.
Io'nun yüzeyi, genellikle düz ve dik duvarlarla çevrelenmiş "patera" olarak bilinen volkanik çöküntülerle bezelidir. Bu nitelikleri onları karasal kalderalara benzetir, fakat aynı şekilde boş lav odasının çökmesi nedeniyle mi oluştukları bilinmemektedir. Dünya ve Mars'taki benzerlerinden farklı olarak bu çöküntüler genellikle kalkan volkanlarının zirvelerinde bulunmaz ve ortalama 41 km çaplarıyla daha büyüktür (en büyüğü Loki Patera 202 km çapındadır). Oluşum mekanizması ne olursa olsun, birçok pateranın morfolojisi ve dağılımı bu oluşumların yapısal olarak kontrol edildiğini ve çoğunlukla faylar veya dağlarla sınırlandırıldığını göstermektedir. Pateralar genellikle kendilerini hem lav gölleri, hem de 2001 yılında Gish Bar Patera'daki bir patlamada olduğu gibi patera ovalarına yayılan lav akışları olarak gösteren volkanik patlamaların sahnelendiği yerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14444",
"len_data": 8411,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Europa (veya Jupiter II), Jüpiter'in yörüngesinde bulunan dört Galilei uydusunun en küçüğüdür. Galileo Galilei tarafından keşfedilen dört büyük uydudan gezegene yakınlık açısından ikinci sırada bulunur, bu nedenle Jüpiter'in "II" numaralı uydusu olarak adlandırılmıştır. Jüpiter'in bilinen 80 uydusu arasında gezegene en yakın altıncı uydudur ve ayrıca Ay'dan biraz küçük olan 3.100 kilometrelik çapı ile Güneş Sistemi'ndeki altıncı en büyük uydudur. 1610 yılında Galileo Galilei tarafından keşfedildi ve adını Girit Kralı Minos'un Fenikeli annesi ve Zeus'un sevgilisi (Roma tanrısı Jüpiter'in Yunan muadili) olan Europa'dan aldı.
Ay'dan biraz daha küçük olan Europa, esas olarak silikatlardan oluşur ve bir su-buz kabuğuna sahiptir. Muhtemelen içinde demir-nikel bir çekirdek vardır ve dıştan çoğunlukla oksijenden oluşan ince bir atmosfer ile çevrilidir. Ganymede ve Callisto'nun aksine, beyaz-bej yüzeyi bronz renkli çatlaklar ve çizgilerle kaplıdır. Kraterler nispeten azdır ve yüzeyi, Güneş sistemi'nde bilinen herhangi bir katı nesneden daha pürüzsüzdür.
Uydunun yüzeyi buzla kaplıdır ve bu buz kalınlığının 19-25 kilometre olduğu tahmin edilmektedir. Europa'nın kalın buz tabakasının altında bütün uyduyu kaplayan bir okyanus olduğu ve bu sebeple Europa'da yaşamın mümkün olabileceği düşünülmektedir. Son yapılan keşiflerde buz katmanlarının altında büyük göllerin izlerine rastlanmıştır. Hubble Uzay Teleskobu, patlayan kriyogayzerlerden kaynaklandığı düşünülen Satürn'ün uydusu Enceladus'ta gözlemlenenlere benzer su buharı bulutlarını tespit etti. Mayıs 2018'de gök bilimciler, 1995'ten 2003'e kadar Jüpiter'in yörüngesinde dönen Galileo uzay sondasından elde edilen verilerin güncellenmiş bir analizine dayanarak, Europa'daki su bulutu aktivitesinin destekleyici kanıtlarını sağladılar. Bu türden bir bulut faaliyetinin, araştırmacıların uyduya inmek zorunda kalmadan Europa'nın yer altı okyanusundaki yaşam arayışına yardımcı olabileceği düşünülmektedir.
1989'da başlatılan "Galileo" görevi Europa hakkındaki mevcut verilerin büyük kısmını sağlamaktadır. Her ne kadar birkaç keşif görevi önerilmiş olsa da, henüz hiçbir uzay aracı Europa'ya iniş yapmamıştır. Europa'dan iki yakın geçişi de içerecek olan Avrupa Uzay Ajansı'nın JUICE (Jupiter Icy Moons Explorer) görevi 4 Nisan 2023'te Ganymede'ye yönelik olarak başlatılmıştır. Europa'ya yönelik NASA'nın Europa Clipper uzay aracının, 21 günlük bir fırlatma aralığı sürecinde Ekim 2024 tarihinde bir Falcon Heavy roketiyle fırlatılması planlanmaktadır. Uzay aracı Nisan 2030'da Europa'ya varmadan önce, Şubat 2025'te Mars'tan ve Aralık 2026'da Dünya'dan kütleçekimsel yardım alacak.
Keşif ve adlandırma.
Europa, Jüpiter'in diğer üç büyük uydusu Io, Ganymede ve Callisto ile birlikte Galileo Galilei tarafından 8 Ocak 1610'da ve muhtemelen bundan ayrı olarak Simon Marius tarafından keşfedildi. Io ve Europa'nın bildirilen ilk gözlemi, 7 Ocak 1610 tarihinde Galileo tarafından Padova Üniversitesi'nde 20x kırılmalı teleskop kullanılarak yapıldı. Ancak bu gözlemde Galileo, teleskopunun düşük gücü nedeniyle Io ve Europa'yı ayıramadı ve bu yüzden ikisini tek bir ışık noktası olarak kaydetti. Ertesi gün 8 Ocak 1610'da (IAU'nun Io için keşif tarihi olarak kullanılan) Galileo'nun Jüpiter sistemi gözlemleri sırasında Io ve Europa ilk kez ayrı cisimler olarak gözlemlendi.
Europa, Yunan mitolojisinde Sur kralı Agenor'un kızı Fenikeli ve soylu bir kadın olan Europa ile aynı adı taşır. Tüm Galilei uyduları gibi, Europa da adını Jüpiter'in Yunan muadili olan Zeus'un sevgilisinden alır. Bu durumda Europa, Minos'un annesi; Kadmos, Phoenix ve Kilikyalıların atası Cilix'nin kız kardeşidir.
Europa adı, keşfinden kısa bir süre sonra Simon Marius tarafından önerilmiş olsa da, bu isim (diğer Galilei uydularının isimleri gibi) uzun bir süre önemini yitirdi ve 20. yüzyıl ortalarına kadar genel kullanıma girmedi. Daha önceki gökbilim literatürünün çoğunda Europa, Roma rakamıyla "Jupiter II" (Galileo tarafından da tanıtılan sistem) veya "Jüpiter'in ikinci uydusu" olarak adlandırılır. 1892 yılında yörüngesi Jüpiter'e Galilei uydularından daha yakın olan Amalthea'nın keşfi Europa'yı üçüncü sıraya itti. "Voyager" sondaları 1979'da üç tane daha iç uydu keşfetti ve o zamandan beri Europa, Jüpiter'in altıncı uydusu olarak kabul edilir. Bazen hala Jupiter II olarak adlandırılmasına rağmen, sıfat hali "Europan" olarak kabul görmüştür.
Yörünge ve dönüş.
Europa, 670.900 km'lik bir yörünge yarıçapı ile Jüpiter'in etrafında yaklaşık olarak üç buçuk günde dönmektedir. Yörünge, Jüpiter ekvatoruna göre 0,0094'lük bir dış merkezliğe sahip ve Jüpiter'in ekvator düzlemine göre sadece 0,470° eğikliği ile hemen hemen daireseldir. Tüm Galilei uyduları gibi Europa da Jüpiter ile senkronize bir dönüş içindedir, uydunun bir yarım küresi sürekli olarak gezegene bakar ve yüzeyinde Jüpiter'in yukarıda asılı gibi göründüğü bir nokta bulunur. Europa'nın başlangıç meridyeni bu noktadan geçen bir çizgidir. Yapılan araştırmalar senkronize olmayan bir rotasyonu önerdiği için kütleçekim kilitlenmesinin tam olmayabileceği öne sürülmekte ve bu durum şu şekilde açıklanmaktadır: Europa, yörüngesinde döndüğünden daha hızlı bir şekilde kendi etrafında dönüyor ya da en azından geçmişte bu şekilde yapmıştır. Bu durum, Europa'nın iç kütle dağılımında bir asimetri olduğunu ve bir yeraltı sıvı tabakasının üstündeki buz kabuğunu kayalık iç kesimden ayırdığını gösterir.
Diğer Galilei uydularından kaynaklanan kütleçekimsel tedirginlik etkisiyle korunan küçük dış merkezliği nedeniyle, Jüpiter'le olan mesafesi ortalama bir değer etrafında salınır. Europa gaz devine biraz yaklaştıkça Jüpiter'in kütleçekim etkisi artar ve hafifçe uzamış bir şekil almaya zorlanır. Jüpiter'den biraz uzaklaştıkça maruz kaldığı kütleçekim etkisi azalır ve bu da Europa'nın gevşemesine, daha küresel bir şekle dönüşmesine ve okyanusunda gelgitler oluşmasına neden olur. Europa'nın yörünge dış merkezliği düzenli olarak Io ile yörüngesel rezonans oluşturur ve bu rezonans da gezegenin içini düzenli olarak hareketlendirirken ısıya yol açar. Muhtemelen bu durum yüzünden uydunun buzlu yüzeyinin altında sıvı bir okyanusun kalması mümkün olabilmektedir.
Europa'yı kaplayan bu çatlakların bir analizi, zamanın bir noktasında muhtemelen eğik bir yörüngede döndüğüne dair kanıtlar gösteriyor. Eğer bu durum doğruysa, Europa'nın birçok özelliğini anlamamıza yardımcı olacaktır. Europa'nın çatlaklardan oluşan büyük ağ örgüsü, küresel okyanusundaki muazzam gelgit etkisinin neden olduğu gerilimlerin bir kaydı olarak kullanılabilir. Europa'nın eğikliği, tarihinin ne kadarının donmuş kabuğuna kaydedildiğini, okyanusundaki gelgitler tarafından ne kadar ısı üretildiğini ve hatta okyanusunun ne kadar süredir sıvı olduğu hesaplamalarını etkileyebilir. Bu zorlu değişikliklere uyum sağlayabilmek için buz tabakasının gerilmesi gerekir ve çok fazla zorlandığında da kırılır. Europa'nın eksenindeki bir eğiklik, çatlakların düşünülenden çok daha yeni olabileceğini gösterebilir. Bunun nedeni, kutup dönüş yönünün günde birkaç derece kadar değişebilmesi ve birkaç ay boyunca bir devinim dönemini tamamlayabilmesidir. Bir eğiklik, Europa okyanusunun yaş tahminlerini de etkileyebilir. Gelgit etkisinin Europa'nın okyanusunu sıvı halde tutan ısıyı ürettiği ve dönüş eksenindeki bir eğikliğin gelgit kuvvetleri tarafından daha fazla ısı üretilmesine neden olacağı düşünülmektedir. Böyle bir ek ısı, okyanusun daha uzun süre sıvı kalmasını sağlayabilir. Bununla birlikte, dönüş eksenindeki bu varsayımsal kaymanın ne zaman meydana gelmiş olabileceği henüz belirlenememiştir.
Fiziksel özellikler.
Europa, çapıyla Güneş Sistemi'nin en büyük altıncı doğal uydusu ve en büyük on beşinci cismidir. Galilei uyduları arasında en az kütleye sahip uydu olsa da, Güneş Sistemi'nde kendisinden daha küçük olduğu bilinen tüm uyduların toplamından daha fazla kütleye sahiptir. Kütle yoğunluğu karasal gezegenler ile aynı benzer bir yapıya sahip olduğunu gösterir ve çoğunlukla silikat kayaçlardan oluşur.
İç yapı.
Europa'nın yaklaşık kalınlığında bir dış su katmanına sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bu katmanın bir kısmı uydunun kabuğu olarak donmuş ve geri kalanı ise kabuğun altında sıvı okyanus halindedir. "Galileo" yörünge aracı tarafından manyetik alan hakkında elde edilen veriler, Europa'nın Jüpiter'in manyetik alanı ile olan etkileşimi sonucu indüklenmiş bir manyetik alana sahip olduğunu göstermiştir. Bu tabakanın muhtemelen tuzlu sıvı su okyanusu olduğu düşünülmektedir. Europa, muhtemelen metalik bir demir çekirdeğe sahiptir.
Yüzey özellikleri.
Europa, Güneş Sisteminde bilinen en pürüzsüz yüzeye sahip olan nesnedir. Dağlar ve kraterler gibi büyük ölçekli özelliklerden yoksundur, fakat yapılan bir araştırmaya göre Europa'nın ekvatoru, ekvator üzerine doğrudan gelen Güneş ışığının neden olduğu penitentes adı verilen ve 15 metreye kadar ulaşan buzlu sivri yapılar ile kaplı olabilir. "Galileo" yörünge aracı tarafından sağlanan görüntüler bunu doğrulamak için yeterli çözünürlüğe sahip olmasa da, radar ve termal veriler bu tahminle uyumlu görünmektedir. Europa'yı çapraz olarak kesen belirgin işaretler, genellikle albedo özellikleri gibi görünmektedir ve düşük topoğrafyayı vurgular. Europa üzerinde az sayıda krater bulunmaktadır, çünkü yüzeyi tektonik olarak çok aktif ve dolayısıyla gençtir. Buzlu kabuğunun 0,64'lük albedosu (ışık yansıtma yeteneği), diğer uydulardan oldukça yüksektir. Bu, genç ve aktif bir yüzeye sahip olduğunu gösterir. Europa'nın maruz kaldığı kuyruklu yıldız bombardımanının tahmini sıklığına dayanarak, yüzeyin yaklaşık olarak 20 ila 180 milyon yaşında olduğu düşünülmektedir. Europa'nın yüzey özelliklerinin açıklaması konusunda bilimsel bir fikir birliği bulunmamaktadır.
Europa'nın yüzeyindeki iyonlaştırıcı radyasyon seviyesi günlük olarak 5,4 Sv'ye (540 rem) eşdeğerdir. Bu radyasyon miktarına bir Dünya günü (24 saat) boyunca maruz kalmak bir insanın ağır derecede hastalanmasına ya da ölmesine sebep olabilir. Europa'daki bir gün, bir Dünya gününden yaklaşık 3,5 kat daha uzundur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14446",
"len_data": 10027,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.85
}
|
Ganymede, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Jüpiter'in ve aynı zamanda Güneş Sistemi'nin en büyük uydusudur. Merkür gezegeninden çap olarak daha büyüktür, ancak kütlesinin yalnızca yarısı kadardır. Ganymede'nin yoğunluğu çok daha azdır. 7 Ocak 1610 tarihinde Galileo Galilei tarafından bulunmuş ve o dönemde tanımlanan 4 Galilei uydusu arasında gezegene yakınlık açısından üçüncü sırada bulunması nedeniyle Jüpiter'in 'III' numaralı uydusu olarak adlandırılmıştır. Galile Uyduları grubuna Io, Europa ve Callisto da dahildir.
Ganymede, İo ve Europa ile 1:2:4 Laplace rezonansı içinde gezegenin etrafında dönmektedir.
Galileo ayı keşfettikten kısa bir süre sonra, Simon Marius "Ganymede" adını önerdi. Yunan mitolojisinde Ganymede, Zeus'un sakisi idi. Bu isim ve diğer Galilean uydularının isimlerinin kullanılması uzun süre tercih edilmedi ve 20. yüzyılın ortalarına kadar da ortak kullanıma girmedi. Bunun yerine, Roma rakamlarıyla (Galileo tarafından tanıtılan bir sistem) veya "Jüpiter'in üçüncü uydusu" olarak da anılır. Ganymede, Jüpiter'in bir erkek figürünün adını taşıyan tek Galile uydusudur.
Yapı.
Ganymede, kabaca eşit miktarlarda silikat kaya ve su buzundan oluşur. Gövdesi demir açısından zengin, sıvı bir çekirdeğe ve Dünya'nın tüm okyanuslarından daha fazla su içerebilecek bir iç okyanusa sahiptir. Yüzeyi, dört milyar yıl öncesine işaret eden çarpma kraterleri ile karanlık bölgelere sahiptir ve bu uydunun yaklaşık üçte birini kapsıyor. Oluklar ve sırtlarla enine kesilen ve sadece biraz daha az eski olan daha açık renkli bölgeler ise geri kalanı kaplıyor. Hafif arazinin bozulan jeolojisinin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte muhtemelen gelgit ısıtmasının neden olduğu tektonik aktivitenin sonucu olduğu söyleniyor.
Notlar.
"Ganymede" adı / "Gan-ee-Meed" / olarak okunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14447",
"len_data": 1801,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.65
}
|
Callisto, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Büyüklükte Jüpiter'in uyduları arasında ikinci, Güneş Sistemi'ndeki tüm uydular arasında üçüncü sırayı alır. 7 Ocak 1610 tarihinde Galileo Galilei tarafından bulundu ve o dönemde tanımlanan 4 Galilei uydusu içinde gezegene en uzaktaki olması nedeniyle Jüpiter'in 'IV' numaralı uydusu olarak adlandırılmıştır. Diğer Galilei uyduları ile yörüngesel rezonansda olmayan tek Galilei uydusudur. Güneş Sistemi'nde, üzerinde en çok krater bulunan gök cismidir. Yüzeyi son 4 milyar yıldır hiç değişmemiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14448",
"len_data": 547,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Hezârfen Ahmed Çelebi veya Ahmed Çelebi (Osmanlıca: هزارفنّ أحمد چلبی, d. 1609 – ö. 1640), Evliyâ Çelebi'nin "Seyahatnâme" isimli ünlü eserinde yer alan, 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşamış olduğu rivayet edilen Müslüman Türk bilginidir.
Hezârfen Ahmed Çelebi, "Seyahatnâme"'de geçen anlatısına göre 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç takarak kendini boşluğa bırakmış, İstanbul Boğazı'nda 3.358 metre süzülerek Üsküdar'da yer alan Doğancılar Meydanı'na inmiş ve bu olayla halk arasında tanınmıştır. Bazı tarihçiler ve mühendisler tarafından hikâyenin bilimsel açıdan tutarsız olması ve başka herhangi bir tarihsel kaynakta geçmemesi neden gösterilerek bir "efsane" olduğu savunulurken, bazı araştırmacılar tarafından da çeşitli gerekçeler gösterilerek bu uçuşun gerçekleşmiş olduğu savunulur. Modern Osmanlı tarihçilerinin çoğunluğu ise uçuşun büyük olasılıkla "gerçek" olduğunu, ancak bu olayı Evliyâ Çelebi'nin muhtemelen biraz "abartarak" aktardığını belirtmektedirler. Yine de Ahmed Çelebi'nin uçuş yaptığına veya yapmadığına dair kesin ve net kanıt, tarihçiler tarafından henüz bulunmamıştır.
İsimler.
Hezârfen Ahmed Çelebi'nin adında geçen "hezâr" sözcüğü Farsça kökenli "hazār" () sözcüğünden alıntı olup "1000 (bin)" anlamına gelmektedir. Sözcük, Avestacada aynı anlama gelen "hazaŋra-" sözcüğü ile eş kökenlidir; bu sözcük de Sanskritçede aynı anlama gelen "sahásra" (सहस्र) sözcüğü ile eş kökenlidir. Sözcük ayrıca Ermenice ve Kürtçede (Kurmancî) "hazar" biçiminde kullanılmaktadır. "Hezârfen" ise "bin fenli", yani "bin hüneri olan, çok şey bilen, marifetli" anlamlarına sahiptir. "Çelebi" sözcüğü ise "yüce kişi, efendi, rabb" anlamlarına gelen, Osmanlı İmparatorluğu'nun neredeyse tüm dönemlerinde kullanılmış Süryanice kökenli bir ünvandır.
Olayla ilgili kaynaklar.
Osmanlı İmparatorluğu, daha IV. Murad döneminden başlayarak (1623–1640), özellikle Lâle Devri'nde (1718–1730) kendini yenilemeye, Batı dünyasındaki bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişmelere paralel olarak yeni bir Rönesans hamlesi gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu anlamda, IV. Murad'ın saltanatı zamanında yaşamış oldukları düşünülen Hezârfen Ahmed Çelebi ile Lâgarî Hasan Çelebi'nin 1630–1633 yılları arasında başkent Kostantiniyye'de gerçekleştirdikleri ilk uçuş denemeleri, hem Osmanlı ve Türk kültür tarihinde hem de inanışında önemli bir yer edinmiştir.
Türklerin Kostantiniyye'deki bu uçma denemelerinden ilk olarak, İngiliz din adamı, filozof ve yazar John Wilkins'in 1638 yılında yazdığı "A Discovery of a New World" (Türkçe: Yeni Bir Dünyanın Keşfi) adlı eserde bahsedilmektedir. Bu eserde Wilkins; 1554–1562 yılları arasında Avusturya adına Kostantiniyye elçiliği yapmış olan Ogier Ghislain de Busbecq'in, kaynaklarında "bir Türkün uçuş denemesi yaptığını" belirttiğini yazmıştır. 1941 yılında Allen & Unwin yayınevi şirketi tarafından yayımlanan "The Birth of Flight" (Türkçe: Uçuşun Doğuşu) isimli eserde de, Türklerin Kostantiniyye'deki denemelerine Busbecq kaynak gösterilerek temas edilmiştir. Ancak, Busbecq'in bu ifadesi doğruysa bile Evliyâ Çelebi'den yaklaşık 75 sene önceye dayanmaktadır ve Hezârfen Ahmed Çelebi ile ilgisizdir. Yine de buradan yola çıkılarak, Osmanlılarda uçuş denemelerinin Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520–1566) başladığı ileri sürülmektedir.
Şu ana kadar bulunmuş olan ve Hezârfen Ahmed Çelebi'den bahseden tek tarihsel kaynak, Evliyâ Çelebi'nin 10 ciltlik "Seyahatnâme"'sinde geçen kısa bir parçadan ibarettir. Evliyâ Çelebi eserinde şunları yazmıştır:
Akademik görüşler.
Tarihsel görüşler.
Olayın gerçekleşmediğini savunanlar.
Osmanlı İmparatorluğu'nun maliye kayıtlarını içeren arşivlerde, IV. Murad zamanında (1623–1640) hediye olarak bir kese altın sikke verildiğine dair bir bilgi yer almamaktadır. Aynı zamanda, bu görece önemli olayın tek kaydı ünlü Osmanlı seyyahı Evliyâ Çelebi'nin "Seyahatnâme" eserinde bulunduğu için pek çok Osmanlı tarihçisi bu nedenlerden ötürü bu hikâyeye şüpheyle yaklaşmaktadır. Anlatımın doğru olmadığını savunanlar, Evliyâ Çelebi'nin "eserine renk katmak için abartılara ve fantezilere başvurduğunu" söylemektedirler.
Tarihçi İlber Ortaylı, pek çok kez Hezârfen'in uçuşunu "Evliyâ Çelebi'nin masalı, uydurma, efsane veya hikâye" olarak tanımlamıştır. Ortaylı'nın bu söylemine bazı akademisyenler karşı çıkarken bazıları katılmıştır. Örneğin tarihçi Halil İnalcık bu iddiaya destek vermiş, konu hakkında şunları söylemiştir:""
Halil İnalcık, Ekmeleddin İhsanoğlu ve İlber Ortaylı gibi akademisyenlerin birlikte hazırladıkları bir eserde de Hezârfen'in varlığına şu cümleler ile değinilmiştir:
Olayın gerçekleştiğini savunanlar.
İlber Ortaylı'nın Hezârfen Ahmed Çelebi hakkında "uydurma, hikâye" demesinden sonra bazı tarihçiler, kendi kişisel görüşlerini paylaşarak bu duruma itiraz etmişlerdir. O sıralar Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan tarihçi Bahaeddin Yediyıldız, "olayların tek tek ele alınıp 'Bu doğrudur bu yanlıştır' denilmesinin tarih biliminin metodolojisine uymadığını, Hezârfen hakkında Osmanlı arşivlerinde belge bulunmayışını 'Tarihte yoktu' şeklinde açıklamanın yanlış olduğunu" belirtmiştir. Yediyıldız ayrıca, bugün bir belgeye sahip olunmadığı için bu olayı kesinlikle kökten reddetmenin bilimsel zihniyete aykırı olduğunu ifade etmiştir.
O sıralar Türk Tarih Kurumu Başkanı olan tarihçi Yusuf Halaçoğlu, Ortaylı'nın söylediklerine katılmadığını belirterek konu hakkında şunları söylemiştir:
Gazeteci ve tarih araştırmacısı Murat Bardakçı'nın hazırlayıp sunduğu "Tarihin Arka Odası" programının bir bölümünde bu konu konuşulmuştur. Murat Bardakçı, o döneme ait bir gravür nedeniyle Lagârî Hasan Çelebi'nin fişeklerle uçma olayının tarihsel olarak "doğru" olduğunu, Hezârfen Ahmed Çelebi'nin uçuşunun ise yalnızca Evliyâ Çelebi'de yer aldığı için "tartışmalı" olduğunu söylemiştir. Programda bulunan tarihçi Erhan Afyoncu ise Hezârfen'in uçuşunu savunmuş ve IV. Murad'ın Hezârfen'e verdiği söylenen "bahşişin" kayıtlarda yer alması gerektiğini ve ilerleyen zamanlarda bu kayda ulaşılacağını söylemiştir. Ayrıca Afyoncu, Evliyâ Çelebi'nin kendi seyahatnâmesinde abartılara ve fantezilere başvurduğu iddialarına da karşıt görüş belirtmiştir.
Aerodinamik görüşler.
Hezârfen Ahmed'in, aerodinamik bilimi açısından böyle bir uçuşu gerçekleştiremeyeceği düşünülmektedir. Uçuşun yapıldığı yer olduğu söylenen Galata Kulesi ile Doğancılar Meydanı arasındaki yükseklik farkı yaklaşık 61 metre, iki nokta arasındaki mesafe de yaklaşık 3.358 metredir. Ayrıca kulenin yerden yüksekliği yaklaşık 66,9 metre, yani toplamda sudan yüksekliği 127,9 metre civarındadır. Doğancılar Meydanı'nın sudan yüksekliği ise 45 metre kadardır. Bu verilere göre, Çelebi'nin uçuşu gerçekleştirebilmesi için yatayda 41 metre yol alırken düşeyde de en fazla 1 metre alçalması, yani 41:1 süzülme oranıyla yol alması gerekmektedir. Ancak günümüzde en hafif malzemelerle yapılmış olan ve "delta kanat" denilen uçuş aletleri ile bile bu orana ulaşmak neredeyse olanaksızdır. Modern delta kanatların ortalama süzülme oranları 15:1 olmaktadır. Ayrıca, lodoslu havanın da uçuşa ters yönde etki etmesi beklenirdi.
Konunun uzmanları, bu hesaplamalara göre bu uçuşun mümkün olamayacağını söylerken, Hezârfen'in ancak "liman kuvvetiyle" uçmuş olabileceğini belirtmektedirler. "TDV İslâm Ansiklopedisi"'nde konuyla ilgili yazan akademisyen Mustafa Kaçar da, Hezârfen'in bu 3.358 metrelik mesafeyi kol ve kas gücüyle, kuşları taklit edip kanat çırparak katetmesinin mümkün olmadığını ifade etmiştir. Uçuşu savunanlar, bu noktada Evliyâ Çelebi'nin anlatımda "abartıya" kaçtığını belirtirken; savunmayanlar da uçuşun Evliyâ Çelebi'nin "fantezisi" olduğunu iddia etmektedirler.
Kimliği.
Hezârfen Ahmed Çelebi ve gerçekleştirdiği uçuş ile ilgili tek tarihsel kaynak Evliyâ Çelebi'nin "Seyahatnâme" eserinde yer alan bir paragraf olmasına rağmen, Ahmed Çelebi hakkında pek çok farklı inanış evrilmiştir. Doğal olarak tarihsel kimliği de birçok tarihçi ve araştırmacı tarafından tartışılmıştır.
Hayatı hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmeyen Ahmed Çelebi'nin, yaşadığı dönemde geniş bilgisinden ötürü halk arasında "hezârfen" diye anıldığı, uçma meraklısı olduğu, kuşların uçuşundan etkilendiği, zamanla uçuş denemeleri yaptığı, 10. yüzyıl mucidi İsmail bin Hammâd el–Cevherî'den ilham aldığı ve kendi geliştirdiği takma kanatlarla Berberî fizikçi Abbas Kâsım bin Firnâs'tan ( 810–887) sonra uçmayı başaran ilk insan olduğu söylenmektedir. Bu inanışlara göre, Cevherî'nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Hezârfen, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihî uçuşundan önce takma kanatlar hazırlamış ve kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için Okmeydanı'nda deneyler yapmıştır.
Kültürel etkileri.
Hezârfen Ahmed Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer kişilerinden birisi olarak görülmektedir ve Türkiye'de kültürel açıdan çok önemli bir yer edinmiştir. Hezârfen Ahmed'in kültürel etkilerinin bazılarına şöyle örnekler verilebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14451",
"len_data": 8958,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.67
}
|
Makam, şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14453",
"len_data": 30,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.39
}
|
Orta Dünya kıtası, J. R. R. Tolkien'in kurguladığı Orta Dünya evreninde, yazarın eserlerinin büyük bir kısmına mekân olan hayalî kıtadır. Bu eserlerin en meşhurları "Hobbit" romanı ve "Yüzüklerin Efendisi" roman üçlemesidir. Tolkien'in öykülerinde, meleksi varlıklar valar (tekili "vala"), elfler ve bunlarla ittifak halindeki insanlarla, şeytani Melkor ya da "Morgoth" (kötülüğe sapan bir vala) ve onun yolundan giden büyük çoğunluğu orklardan, ayrıca ejderhalar ve köleleştirilmiş insanlardan oluşan iki büyük gücün Arda'yı ele geçirmek için yaptıkları savaşlar anlatılır. Sonraki çağlarda, Morgoth'un yenilmesi ve Arda'dan sürülmesi sonucunda kötülüklerin efendisi rolünü, baş yardımcısı Sauron devam ettirir. Morgoth'un defedilmesinden sonra valar, Orta Dünya'nın işlerine doğrudan karışmaktan tamamen el çekerler ve Sauron'a karşı süren mücadelede valar safındaki halklara yardım etmesi için Orta Dünya'ya Istari (Tr. "Büyücüler", İng. "The Wizards") olarak bilinen maiaları (çoğulu "Maiar") yollarlar. Bunların en önemlileri Boz Gandalf ve Ak Saruman olmuştur. Gandalf, görevine sadık kalarak Sauron'un yok edilişinde kritik görevleri yerine getirir, Saruman ise mutlak egemenlik kurmak amacıyla Sauron'a rakip olarak ortaya çıkar. Kötülüğe karşı mücadeleye katılan diğer ırklar ise cüceler, elfler ve hobbitlerdir. Orta Dünya üzerinde hakimiyet tesis etmek için karanlık güçler ile aydınlık güçler arasında yaşanan mücadelenin başlangıcı ve ilk devreleri Tolkien'in "Silmarillion" adlı eserinde hikâye edilir. İyilik ile kötülüğün son mücadelesi, sırasıyla "Hobbit" ve "Yüzüklerin Efendisi" romanlarında ele alınır.
Tolkien'in etkilendikleri.
Kadim Germen mitolojisinde, insanların yaşadığı dünya şu adlarla anılır; Midgard (Tr. "Orta Dünya"), Middenheim, Manaheim ve Middengeard. Midgard'ın evrenin merkezinde olduğu inancı hakimdir. Gökkuşağı köprüsü Bifröst, Orta Dünya'dan çıkıp tanrıların ülkesi Asgard'a geçiş yoludur. Orta Dünya'nın altında, ölülerin ülkesi Hel vardır. Evren, dokuz fiziksel dünyanın birleşmesinden oluşmuş olarak kabul edilir. Bu dokuz dünyanın ne mahiyette birliktelik içinde oldukları muğlak kalmıştır. Bir görüşe göre yedi dünya, "çevreleyen bir deniz"de baştan başa sıralanmaktadır; insanların ülkesi (Midgard), elflerin ülkesi (Alfheim), cücelerin ülkesi (Niðavellir), tanrıların ülkesi (Asgard ve Vanaheim) ve devlerin ülkesi (Jotunheim ve Muspelheim). Diğer İskandinav uzmanları bu yedi dünyayı gökte, dünya ağacı Yggdrasill'in dallarında yerleşmiş olarak düşünürler. Tolkien, Yggdrasil'i andırır biçimde Valinor'un İki Ağacı'nı kurguladı.
Coğrafya.
Büyük Deniz'in doğusunda yer alır. Tolkien'in efsanelerinin çoğu bu kıtada yaşanır. Tolkien evreninde dünya (Arda) ilk başlarda yuvarlak değil, düz olarak yaratılmıştır. Yeryüzünün (Ambar veya Imbar) düz olduğu zamanlarda en batıda Aman yer alırdı ve doğuda da başka kıtalar vardı. Yeryüzünün ortasında ise Orta Dünya kıtası vardı, "orta" sıfatı buradan gelmektedir.
Halklar.
Orta Dünya kıtasında ilk önce "Iluvatar'ın İlk Çocukları", "İlkdoğanlar" veya "Önce Gelenler" olarak adlandırılan ölümsüz elf ırkı yaratıldı. Yaratılan ilk elfler kendilerini Orta Dünya'nın uzak doğusundaki Cuivienen'de uyanmış buldular. Daha sonra yaratıcı Eru'nun emrindeki bir vala tarafından -Arda'nın uzak batısında ikamet eden- ölümsüz vaların ülkesi Valinor'a davet edildiler. Bu davete verdikleri karşılığa göre elfler öbeklere ayrıldı. Öneriyi derhal kabul edip sonuna dek Eru'nun kılavuzunu izleyen elf kabilesi Vanyar, en üstün elfler olarak tarihe geçti ve bu topluluk Orta Dünya'ya bir daha katiyen dönmedi. Öneriyi kesin olarak reddeden elfler ise en karanlık elf toplumu oldular, "Karanlığın Elfleri" manasında "Avari" (Tr. "İsteksizler", İng. "the Unwilling") olarak bilindiler. Bu iki topluluğun arasında orta dereceli elf toplulukları yer alır. Vaların en güçlüsü ve Eru'ya isyan eden tek vala Melkor, Cuivienen'de hayata uyanan elflerin karşısına valardan önce çıkmış ve bunlardan bir kısmını yoldan çıkararak ork ırkını türetmiştir. Orklar bilindiği kadarıyla hep karanlık tarafı seçtiler.
Cüceler, Aulë tarafından elflerden önce yaratıldı ve Eru'dan izinsiz olarak yaratıldıkları için Eru onların öldürülmelerine karar verdi. Ancak daha sonra Eru, cücelerin canlarına merhamet ederek öldürülmesinden vazgeçti ve Elflerin Uyanışı'na dek uykuda beklemek üzere Orta Dünya'nın ücra bir yerinde taş sandıklara kapatılmalarına karar verildi. Elflerin Uyanışı'ndan sonra, cüce ırkı uyandı.
Cücelerden binlerce yıl sonra, "Sondoğanlar" olarak bilinen insan ırkı yaratıldı. İnsan ırkının ilk ataları da elfler gibi Orta Dünya'nın uzak doğusunda hayata gözlerini açtı. Daha sonra bu ırk da Eru'nun hizmetkârları valara ya da Eru'nun yoldan çıkmış hizmetkârı Morgoth'a uymalarına göre Edain ve Doğulular olarak iki ana öbeğe ayrıldılar. Orta Dünya'da bu ırklar dışında ikincil akıllı ırklar da vardı (Örn; entler, kartallar, ejderhalar, vs.).
Tarih.
Böylece, vaların buyruğundaki elfler, edain, cüceler, kartallar, entler, vd. ve Morgoth'un buyruğundaki orklar, Doğulular, ejderhalar, kurtlar, vd. arasında amansız savaşlar başladı. Bu savaşlarda her kesimden onbinlercesi katledildi ve görece kısa süren barış dönemleri dışında Orta Dünya'da küçük-büyük birçok savaş yaşandı.
Bir zamanlar Orta Dünya kıtasıyla Aman'ı birbirine bağlayan tek kara parçası olan Helcaraxë buzulu ve bunun güneyindeki Beleriand, Birinci Çağ'ın sonunda valar tarafından Öfke Savaşı'nda denize batırıldı.
İkinci Çağ'ın sonundaki büyük evrensel tufanda ise bütün bir Eä (kainat) değişikliğe uğradı. Bu değişiklikte, Ambar yuvarlaklaştırıldı ve Ölümsüz Diyar Aman Arda'nın ötesine alındı. Boşluk ortadan kaldırıldı ya da dünyanın etrafındaki atmosfer, Boşluk'un dönüştürülmesi ile yaratıldı. İkinci Çağ'ın sonunda Eru Ilúvatar, Belegaer'in ortasında boydan boya bir yarık açmış ve Númenor kıtası bu yarıktan yerin altındaki zindanlara çökertilmiştir. valara saygı göstermedikleri için Eru'nun gazabına uğrayan Númenorlular, inanan bir azınlık dışında -günlerin sonuna dek orada kalmak üzere- bu zindanlara hapsedildiler. İnanan azınlık, Orta Dünya'ya gemilerle dönmeyi başardı.
Uyarlamalar.
Orta Dünya'da geçen Yüzüklerin Efendisi öyküsü, Peter Jackson tarafından aynı adla üçleme olarak sinemaya uyarlanmıştır. Üçleme 2001-2003 yıllarında gösterime girmiştir.
2009 yılında "Chris Bouchard" yönetmenliğinde "The Hunt for Gollum" (Tr: "Gollum'u Takip") fan filmi çekilmiştir. Filmde, Gollum'un Dumanlı Dağlar'ı yüzüğü bulmak gayesiyle terk ettikten sonra yaşadıklarından bir kesit sunuluyor.Yine başka bir fan filmi olan Born of Hope (Umudun Doğuşu) filmi İngiltere'de çekilmiştir. Film Aragorn'un doğuşunu anlatmaktadır.
The Hobbit, Yüzüklerin Efendisi üçlemesi gibi yine Peter Jackson tarafından sinemaya üçleme olarak uyarlanmıştır. Üç filmi de vizyona girmiştir.
Kitaplar.
Tolkien ve kurguladığı evren hakkında İngiliz dilinde bugüne dek birçok eser yazılmıştır. Bunlardan bazıları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14465",
"len_data": 6935,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.78
}
|
Toplayıcılar verileri toplayarak elde çıkışını sağlarlar. İki çeşit toplayıcı vardır, bunlar:
Yarı toplayıcı.
Yarı toplayıcılar verilen iki değeri toplar ve bir elde dışarıya verir.
S = A x veya B
C = A ve B
Doğruluk tablosu
Burada A ve B, toplanacak iki değerdir. S bunların toplamı, C ise toplamdan çıkan eldedir.
Tam toplayıcı.
Tam toplayıcılar verilen iki değerin ve bir eldenin girişine. Toplam ve elde sonucu olarak çıkış verir. Yarı toplayıcıdan farkı elde girişidir.
S = (A x veya B) x veya Ci
Co = (A ve B) veya (Ci ve (A x veya B))
Doğruluk tablosu
Burada A ve B toplayacağımız iki değerdir. Toplayacağımız iki değerin giriş eldesi Ci'dir. Toplam S'dir ve toplamla beraber bir elde çıkışı olur, buna da Co denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14468",
"len_data": 726,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.38
}
|
Bursa Uludağ Üniversitesi (BUÜ), 11 Nisan 1975'te 1873 Sayılı Kanun ile Bursa'nın ilk üniversitesi olarak kurulan bir devlet üniversitesidir.
"Bursa Üniversitesi" adıyla kurulan; 1982 yılında "Uludağ Üniversitesi", 2018 yılında ise "Bursa Uludağ Üniversitesi" adını alan üniversite 15 fakülte, 2 yüksekokul, 15 meslek yüksekokulu, 1 konservatuvar, 4 enstitü, 27 araştırma ve uygulama merkezi ve rektörlüğe bağlı 5 bölüme ev sahipliği yapmaktadır.
Tarihçe ve kuruluş.
Bursa'da 1970 yılında İstanbul Üniversitesine bağlı olarak kurulan "Bursa Tıp Fakültesi", üniversitenin temelini oluşturur. 1960 yılında Bursa Organize Sanayi Bölgesi'nin kurulması ile şehirde yaşanan sanayi ve nüfus patlaması sonucu Bursalı aydınlar ve iş adamları, bir üniversite kurulması ihtiyacını hissederek 1969 yılında "Bursa Üniversitesi Kurma Derneği'ni kurdular. İlk olarak bir tıp fakültesi kurulmasına karar verildi.
Bursa Tıp Fakültesi, 1970 yılında İstanbul Üniversitesi bünyesinde Çapa Tıp Fakültesi içinde 50 öğrenci ile eğitime başladı. Fakültenin ilk dekanı, Fikret Karaca oldu. Fakülte kendi kullanımına verilen Bursa Göğüs Hastanesi'nin (bugünkü Yüksek İhtisas Hastanesi) onarımından sonra Mayıs 1974'ten itibaren eğitimi Bursa'da sürdürdü. O zamana kadar her yıl Bursa Tıp Fakültesi adına 50 öğrenci İstanbul Fakültesi'ne alınmış ve eğitim görmüştür. Aynı dönemde, Bursa'da Üniversite Kurma Derneği, İzmir yolu üzerinde 17. km'deki Görükle arazisini üniversite kurmak için uygun alan olarak belirledi ve istimlak işleri yürütüldü; bu arazi üzerinde Tıp Fakültesi Hastanesinin temeli, 1976'da atıldı.
Bir üniversitenin kurulması için fiilen en az iki fakültenin varlığı gerekiyordu. 1974 yılında Ziraat Okulunun ek binasında 100 öğrenci ile Nurhan Akçaylı yönetiminde "Bursa İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesinin kurulması ile bu şart yerine getirildi. 1 Nisan 1975 tarihinde TBMM'de kabul edilen ve 11 Nisan 1975 tarihinde "Resmi Gazete"'de yayımlanarak yürürlüğe giren 1873 sayılı "Dört Üniversite Kurulması Hakkında Kanun" ile dört üniversitenin kurulması öngörülmüş ve Bursa Üniversitesi de bu kanuna istinaden kurulmuştur.
Üniversite, 2 fakülte, 20 öğretim üyesi ve 250 öğrenci ile “Bursa Üniversitesi” adı altında eğitime başladı. Bir süredir tıp fakültesinin dekanlığını yürütmekte olan Ömer Fethi Tezok, kurucu rektör olarak seçildi.
Üniversitenin adının değiştirilmesi.
1982 yılında yükseköğretim kurumları YÖK çatısında yeniden yapılandırıldığında, adları değiştirilen birçok üniversite arasında Bursa Üniversitesi de yer alır. Üniversitenin adı; 20 Temmuz 1982 tarihinde Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı hakkında 41 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile "Uludağ Üniversitesi" olarak değiştirildi. Bursa Üniversitesinin yerini alan Uludağ Üniversitesinin Kurucu Rektörü, Nihat Balkır oldu.
18 Mayıs 2018 tarihli ve 30425 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 7141 sayılı "Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" ile üniversitenin adı "Bursa Uludağ Üniversitesi" olarak değiştirilmiştir.
Üniversitenin logosu.
Kurucu rektör Ömer Fethi Tezok tarafından, ileride sekiz fakültenin olacağı varsayılarak, Yeşil Camii'nin hünkar mahfili korkuluklarındaki sekiz kollu yıldızlı geometrik desen üniversitenin amblemi olarak seçilmiştir. İznik çinilerinin özgün rengi olan turkuaz mavisi de, amblemin rengi olarak belirlenmiştir.
Diğer fakülte ve yüksek okulların açılması.
Üniversite bünyesinde sırasıyla şu fakülteler açılmıştır: Mühendislik-Mimarlık Fakültesi (1976), Veteriner Fakültesi (1978), Ziraat Fakültesi (1981), Eğitim Fakültesi (1982 - Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Bursa Yüksek Öğretmen Okulu ile Yabancı Diller Yüksekokulu birleştirilerek), İlahiyat Fakültesi (1982), Fen-Edebiyat Fakültesi (1983), Hukuk Fakültesi (2007) ve Güzel Sanatlar Fakültesi (2007). 1995 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile kurulması öngörülen Diş Hekimliği Fakültesi 2020-2021 eğitim öğretim döneminde öğrenci almaya başlamıştır.
Sanayi ve hizmet sektörüne nitelikli ara insan gücü yetiştirmek amacıyla; üniversite bünyesinde açılan meslek yüksek okulları ise şunlardır:
Üniversite kampüsleri.
Görükle Yerleşkesi.
Üniversitenin ana yerleşim birimi "Görükle Yerleşkesi"dir. Görükle Yerleşkesi, kent merkezine 18 km uzaklıkta ve 16.000 dönüm arazi üzerine kuruludur. Tıp Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Veteriner Fakültesi, Ziraat Fakültesi, Eğitim Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Devlet Konservatuvarı, Sağlık Yüksekokulu, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu ve Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu, Prof. Dr. Mete Cengiz Kültür Merkezi, Öğrenci Kültür Merkezi, Merkez Kütüphanesi, Enstitüler, Bölüm Başkanlıkları ve Rektörlük merkez örgütü, Görükle Yerleşkesi'nde yer almaktadır.
Fethiye-Faik Çelik Yerleşkesi.
İlahiyat Fakültesi Nilüfer, Fethiye'de "Faik Çelik Yerleşkesi"nde fakülteye ait uygulamalı camii ve Fethiye Kültür Merkezi ile birlikte yer alır.
Ali Osman Sönmez Yerleşkesi.
Yabancı Diller Yüksekokulu ve Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu, Bursa Şehirlerarası Otobüs Terminali yanındaki "Ali Osman Sönmez Yerleşkesi"nde faaliyet göstermektedir.
Gemlik Suni İpek Yerleşkesi.
Hukuk Fakültesi, Necati Kurtuluş Denizcilik Yüksekokulu ve Asım Kocabıyık Meslek Yüksekokulu Gemlik ilçesindeki "Suni İpek Yerleşkesi"nde faaliyetini sürdürmektedir.
Mudanya Yerleşkesi.
Güzel Sanatlar Fakültesi, Mudanya ilçesinde faaliyetini sürdürmektedir.
İnegöl Yerleşkesi.
İşletme, Uluslararası Ticaret ve İşletmecilik, Yönetim Bilişim Sistemleri ve Lisansüstü Programlar (Tezli veya Tezsiz seçenekleriyle tercih edilebilen Muhasebe ve Denetim, Uluslararası Ticaret ve Tezsiz Sağlık Kuruluşları Yöneticiliği) programları, İnegöl ilçesinde faaliyet göstermektedir.
Meslek Yüksekokulu Yerleşkeleri.
Mustafakemalpaşa, Karacabey, İnegöl, İznik, Yenişehir ve Orhangazi, Harmancık, Büyükorhan, Keles, Orhaneli, ilçelerinde bulunan meslek yüksek okulları faaliyetlerini isimlerini aldıkları ilçelerde sürdürürler.
Öğrenci sayısı ve akademik kadro.
Üniversitede 2022-2023 akademik yılında; 63699 önlisans ve lisans öğrencisi, 2301 doktora öğrencisi, 5506 yüksek lisans öğrencisi, 2649 tıpta uzmanlık öğrencisi olmak üzere toplam 74155 öğrenci öğrenim görmektedir.
2022-2023 akademik yılı itibarıyla üniversitede toplam 714 profesör, 304 doçent, 279 doktor öğretim üyesi, 548 öğretim görevlisi, 634 araştırma görevlisi olmak üzere toplam 2479 öğretim elemanı bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14476",
"len_data": 6463,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.41
}
|
Ethernet, kablolu veri ağları için yazılım (protokoller, vb.) ve donanım (kablolar, dağıtıcılar, ağ kartları, vb.) belirleyen, başlangıçta yerel alan ağları (LAN'lar) için tasarlanmış olan ve bu nedenle "LAN teknolojisi" olarak da adlandırılan bir teknolojidir. Bir yerel alan ağına (LAN) bağlı cihazlar (bilgisayarlar, yazıcılar, vb.) arasında veriyorum şeklinde veri alışverişini mümkün kılar.
Kavram,"ether" kelimesinden türetilmiştir. OSI ağ modelinin fiziksel katmanı için veri bağlantısı katmanı/ ortam erişim kontrolü (İngilizce: "Media access control") üzerinden kablosuz ağ (İngilizce: "Wireless local areal network") yoluyla bir dizi kablolama ve sinyalleşme düzeni ve ortak bir adresleme şekli tanımlar.
Ethernet IEEE 802.3 olarak standartlaştırılmıştır. Uç sistemleri ağa bağlamakta kullanılan bükülü tel çifti ve düzenek kurulumunda kullanılan fiberoptik kablolama yöntemlerinin birleşimi kullanılan en yaygın "kablolu yerel ağ" teknolojisidir. Token Ring, FDDI ve gibi diğer muadil ağ teknolojilerinin yerini büyük ölçüde alarak 1980'li yıllardan itibaren kullanılmaktadır.
Tarihçe.
Ethernet ilk olarak 1973-1975 yılları arasında tarafından geliştirildi. 1975 yılında Xerox Robert Metcalfe, David Boggs, Chuck Thacker ve Butler Lampson adına bir patent başvurusunda bulundu (: Multipoint data communication system (with collision detection)). 1976'da, sistemin PARC'da kullanıma girmesinin ardından Metcalfe ve Boggs taslak bir metin yayımladılar."
Bu metinde tanımlanan deneysel Ethernet 3 Mbit/s hızındaydı ve 8-bit kaynak ve hedef adresi alanlarını içermekteydi, yani ilk Ethernet adresleri bugün kullanılan MAC adresleri değildi. Yazılım konvansiyonuna göre kaynak ve hedef adresi alanlarından sonra gelen 16 bit paket tipi alanıydı, ancak, metinde söylendiği gibi "farklı protokoller ayrık paket tipi kümeleri kullanabilmekteydi", dolayısıyla bunlar Ethernet'in bugünkü halindeki, kullanılmakta olan protokolü tanımlayan paket tiplerinden ziyade belirlenen protokolün içerdiği paket tipleriydi.
Metcalfe 1979 yılında Xerox'tan ayrılarak kişisel bilgisayarların ve yerel alan ağlarının kullanımını yaygınlaştırmak amacıyla 'un kurucu ortağı oldu. , Intel ve Xerox 'u etherneti "Digital/Intel/Xerox" 'tan gelen DIX standardı olarak teşvik etmek için birlikte çalışmaya ikna etti. Bu standartta 48-bit kaynak ve hedef adresi alanları ile evrensel bir 16-bit paket tipi alanı olan 10 Mbit/s hızında bir Ethernet tanımlanmıştır. Standartın ilk taslağı 30 Eylül 1980'de IEEE tarafından yayınlandı. Standart Token Ring ve adlı mevcut iki tescilli standarta rakip olmuştur. Ethernet CSMA/CD standardının finalizasyonunda IEEE içindeki zor karar süreci ve IBM tarafından desteklenen rakip Token Ring taslağından kaynaklanan gecikmelerin üstesinden gelmede CSMA/CD standardının ECMA, IEC ve ISO gibi diğer standarlaştırma kuruluşları içinde desteklenmesi önemli bir faktördü. Tescilli sistemler kısa süre içinde ethernet ürünlerinin istilası ile büyük ölçüde pazar kaybettiler. 3COM bu süreci destekleyen başlıca firma olmuştur. 1981'de 3COM ilk 10 Mbit/s Ethernet adaptörünü üretti. Bunu kısa süre sonra Digital Equipment'in "unibus ethernet adaptörü" izledi.
Bükülü Tel Çifti ethernet sistemleri geliştirilmesine 1980'li yılların ortalarında adıyla başlanmış ancak sonrasında geniş ölçüde 10BASE-T olarak adlandırılmıştır. İlk ethernet sistemleri zırhsız bükülü tel çifti ile birleştirilen dağıtım soketleri ile sunulduğu için yerini almış, daha sonra yapısı yerine daha yüksek performans sağlayan anahtarlamalı yapısı kullanılmıştır.
Standartlaştırma.
Teknik kabiliyetlerine rağmen Ethernet'in başarısı hızlı standartlaştırılmasına bağlıydı. Bunun için Uluslararası Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (), Avrupa Bilgisayar Üreticileri Birliği(), Uluslararası Elektroteknik Komisyonu () ve Uluslararası Standartlaştırma Kurumu () içinde koordineli çalışmalar yürütülmesi gerekliydi.
Şubat 1980'de IEEE Yerel Ağların (LAN) standartlaştırılması için IEEE 802 adında bir proje başlattı.
DEC'ten Gary Robinson, Intel'den Phil Arst ve Xerox'tan Bob Printis "Blue Book" olarak bilinen LAN spesifikasyonu olmaya aday ilk CSMA/CD spesifikasyonunu yayınladı. IEEE üyeliği öğrenciler de dahil tüm profesyonellere açık olduğundan bu yeni teknoloji üzerine sayısız yorum geldi.
CSMA/CD'nin yanı sıra IBM tarafından desteklenen Token Ring ve General Motors tarafından seçilmiş daha sonrasında desteklenmiş olan Token Bus'ta LAN standardı olmaya aday teknolojilerdi. IEEE'nin tek bir standart ile yola devam etmek istemesi ve her üç tasarımın arkasında kuvvetli firmaların bulunması LAN standardı üzerinde gerekli uzlaşmanın sağlanmasını büyük ölçüde geciktirdi.
Ethernet kampında, bu "Xerox Star" işlemcisi ve 3COM'un Ethernet LAN ürünlerinin pazara sürülmesinde risk oluşturmaktaydı. Kafalarında bu iş kaygıları ile David Liddle(GM Xerox Office Systems) ve Bob Metcalfe (3Com) "Siemens Private Networks" 'ten Fritz Röscheisen'in gelişen ofis iletişim pazarında işbirliği önerisini kuvvetle desteklediler, böylece Ethernet'in uluslararası standart haline gelmesi için Siemens 'in desteğini arkalarına aldılar (10 Nisan, 1981). IEEE 802'deki Siemens temsilcisi Ingrid Fromm Avrupa standardizasyon kuruluşu ECMA içinde ECMA TC24 (Yerel Ağlar) adında bir iş grubu kurarak Ethernet'e IEEE dışında geniş bir destek sağladı. Mart 1982 gibi kısa bir sürede ECMA TC24 üye şirketleri IEEE 802 taslağına dayanan bir CSMA/CD standardı üzerinde kendi aralarında uzlaşmaya vardılar. ECMA'nın hızlı hareket etmesi IEEE içindeki farklı görüşlerin birleşmesini ve 1982 yılı sonuna doğru IEEE 802.3 CSMA/CD 'nin onaylanmasını sağladı.
Ethernet'in uluslararası standart olarak kabulü de Fromm'un IEC TC83 ve ISO TC97SC6 arasındaki diplomatik çalışmaları sayesinde gerçekleşti ve ISO/IEEE 802/3 Uluslararası Standartı 1984 yılında onaylandı.
Genel tanım.
Ethernet ilk olarak ortak bir eşeksenli kablo üzerinden birbirine bağlanan bilgisayarların yayın iletimi yöntemiyle haberleşmesi fikrine dayalıydı. Kullanılan yöntemler kısmen radyo sistemlerine benzemekteydi, ancak, kablolu bir yayın iletimi sistemindeki çakışmaları saptamanın radyo yayınına kıyasla çok daha kolay olması gibi temel farklılıklar da mevcuttu. "Ethernet" adı iletişim kanalını oluşturan ortak kablonun 'e benzetilmesinden gelmekteydi.
Ethernet bu öncel ve göreceli olarak basit kavramdan, günümüzdeki pek çok LAN altyapısını oluşturan karmaşık ağ teknolojisi yapısına evrimleşmiştir. Eşmerkezli kablolamanın yerini düşük kurulum masrafı, yüksek güvenilirlik, noktadan-noktaya ağ yönetimi ve arıza bulma kolaylıkları gibi avantajlar sebebiyle Ethernet hub 'lar ile birleştirilmiş noktadan-noktaya bağlantılar ve/veya ağ anahtarları almıştır.
Ethernet'in eşmerkezli kablolama yapısından hub ile yönlendirilen bükülü tel çifti ağ yapısına evrimleşmesindeki ilk adımdır. Bükülü tel çifti kablolamanın gelişi kurulum masraflarını eski Ethernet teknolojileri de dahil olmak üzere benzer teknolojilere kıyasla dramatik olarak düşürmüştür.
Ethernet istasyonları birbirlerine donanım katmanı üzerinden veri bloklarından oluşan ve ayrı ayrı gönderilip alınan veri paketleri göndererek haberleşir. Diğer IEEE 802 LAN'larda olduğu gibi her Ethernet istasyonunun paket gönderme ve alma adreslerini belirleyen 48-bitlik kendine özgü MAC adresleri vardır. Ağ bağdaştırıcı kartları () ya da çipleri normalde diğer Ethernet istasyonlarına gönderilen paketleri kabul etmezler. Bağdaştırıcılar genellikle kendine özgü tek bir global adrese sahip olarak gelir ancak kart değiştirildiğinde adres çakışması olmaması ya da yerel yönetim ağları içinde kullanıldıklarında bu adres değiştirilebilir.
10 Mbit/s hızındaki eşmerkezli kablodan 1 Gbit/s hızındaki noktadan-noktaya bağlantıya kadar tüm Ethernet türevleri aynı veri çerçevesi formatını (dolayısıyla üst katmanlarda aynı arayüzü) kullandıklarından kolaylıkla birbirlerine bağlanabilirler.
Ethernetin çok yaygın olması, donanım maliyetinin giderek düşmesi ve bükülü tel çifti Ethernet arayüzünün fazla yer kaplamaması nedeniyle pek çok üretici PC anakartlarına Ethernet arayüzü koymakta, böylelikle ayrı bir ağ bağdaştırıcı kartına gerek kalmamaktadır.
Birden fazla istemciyi destekleme.
CSMA/CD paylaşımlı ortam Ethernet.
Ethernet başlarda paylaşım ortamı olarak eşeksenli kablo () kullanmıştır. Bağlı bilgisayarların iletişim kanalını kullanma kuralları "Çakışma Saptamalı Çoklu Taşıyıcı Erişimi"() olarak adlandırılan yöntemle belirlenmiştir. Bu yöntem rakip Token Ring ya da teknolojilerine göre daha basitti. Herhangi bir bilgisayar veri göndermek istediğinde aşağıdaki algoritmayı kullanmaktaydı:
Çakışma saptama prosedürü.
Bu yöntem bir yemek masasındaki tüm konukların müşterek bir ortamı kullanarak (hava) birbirleriyle konuşmasına benzetilebilir. Konuşmaya başlamadan önce her konuk kibarca o anda konuşmakta olan konuğun sözünün bitmesini bekler. Eğer iki kişi aynı anda konuşmaya başlarlarsa her ikisi de durur ve rastgele bir süre beklerler (Ethernet'te bu süre mikrosaniye mertebesindedir). Her ikisinin de rastgele bir süre beklemelerinden amaçlanan aynı anda tekrar konuşmaya başlamayıp tekrar çakışmamalarıdır.Birden fazla başarısız gönderme girişimi olması durumunda algoritması ile hesaplanan ve katlanarak artan geri çekilme süreleri kullanılır.
"Bağlantı Ünitesi Arayüzü" () alıcı-vericisi bilgisayarların sırayla kabloya erişimini sağlamaktaydı (daha sonraları 'in çıkmasıyla alıcı-vericiler ağ bağdaştırıcının içine entegre edildi. Pasif kablolama küçük Ethernet ağları için yüksek seviyede güvenilir olmakla birlikte tek bir noktadaki kablo hasarı ya da arızalı bir konnektör bütün bir Ethernet alanını kullanılamaz hale getirebileceği için büyük ve genişletilmiş ağlarda pek de günenilir değildi. Çok noktalı ağlarda ise bazı nodların düzgün çalışmasına rağmen diğerlerinin elektriksel bir hata yüzünden düzgün çalışmamasından kaynaklanan çözülmesi oldukça zor arıza karakteristikleri olabilmekteydi.
Bütün iletişim tek bir kablo üzerinden gerçekleştiği için bir bilgisayar tarafından gönderilen bilgi belirli bir noktaya hedeflenmiş olsa dahi ağa bağlı tüm bilgisayarlarca alınmaktadır. Ağ bağdaştırıcı kartı yalnızca kendisine gönderilen paketleri yakaladığında bağlı olduğu CPU 'ya kesme gönderir, gelen her pakette CPU 'ya kesme göndermek için özel bir moda geçirilmediği sürece kendisine gönderilmeyen paketleri dikkate almaz. "Biri konuşur, herkes dinler" şeklindeki bu özellik paylaşımlı ortam kullanan Ethernet için bir güvenlik zaafı oluşturur. Zira Ethernet ağındaki herhangi bir nod isterse tüm ağ trafiğine kulak misafiri olabilmektedir. Ayrıca tek bir ortak kablo kullanımı da bant genişliğinin paylaşıldığı anlamına geldiğinden, örneğin enerji kesilip geri gelmesi gibi durumlarda tüm Ethernet nodları yeniden başlayacağından ağ trafiğinin son derece yavaşlamasına neden olabilmektedir.
Tekrarlayıcı ve hub'lar.
İşaretin bozulması ve zamanlama sınırlamaları yüzünden eşmerkezli kablolama kullanan Ethernet alanları için, kullanılan ortama bağımlı olarak boyut sınırlamaları vardır. Örneğin, 10BASE5 eşmerkezli kabloların uzunluğu 500 metreyi (1,640 ft) geçemez. Ayrıca pek çok yüksek hızlı veriyolu'nda olduğu gibi Ethernet alanları da empedans uyumluluğu için her iki uçta birer direnç ile sonlandırılmalıdır. Eşmerkezli kablo kullanan Ethernet için kablonun her iki ucuna 50 Ohm(Ω) 'luk bir sonlandırma direnci konulur. Bu sonlandırma direnci tipik olarak ya da erkek bir konnektörün içine yerleştirilir ve veriyolu üzerindeki son cihaza, eğer kullanılıyorsa son cihazdan sonraki kablonun ucuna iliştirilir. Eğer sonlandırma yapılmazsa ya da kabloda bir kırık olursa veriyolu üzerindeki işareti ağın sonuna ulaştığında sönümlenmek yerine yansır. Bu yansıyan işaretin bir çakışmadan ayırt edilmesi imkânsız olduğundan veriyolu üzerinde hiçbir iletişim gerçekleştirilemez.
Ethernet kullanarak daha uzun kablolama yapmak mümkündür. Tekrarlayıcılar bir Ethernet kablosundan aldığı zayıflamış işareti yükselterek diğer kabloya gönderirler. Eğer bir çakışma saptanırsa tekrarlayıcı çakışmanın diğer cihazlar tarafından da saptanmasını garantilemek için ağ üzerindeki tüm veri giriş/çıkış noktalarına bir karıştırma işareti yollar. İki sunucu arasında üçüne bağlı cihazlar olabilen en fazla beş adet Ethernet bölümü olabilecek şekilde tekrarlayıcılar kullanılarak bağlantı yapılabilir. Tekrarlayıcılar sürekli çakışmaları algılayarak doğru sonlandırılmamış bağlantıları ağın diğer bölümlerinden ayırabilirler. Dolayısıyla kablo kırıklarından kaynaklanan problemleri hafifletirler: Herhangi bir eşmerkezli Ethernet kablosu kırıldığında, bu bölümdeki cihazlar çalışmaya devam edemeyecek, ancak tekrarlayıcılar sayesinde diğer ağ bölümleri çalışmaya devam edebilecektir. Ancak arızalı bölümün ağ yapılandırmasındaki konumu yüzünden diğer ağ bölümleri önemli sunuculara erişemeyeceğinden bu kullanım çok da etkin olmayabilir.
Kullanıcılar yıldız ağ topolojisinde kablolamanın, öncelikli olarak sadece yıldız bağlantı noktasındaki hataların kötü bir ağ bölümlemesi ortaya çıkarması gibi avantajlarını keşfettiler ve üreticiler de yıldız noktasında daha az tekrarlayıcı gereksinimi oluşturacak çok portlu tekrarlayıcılar üretmeye başladılar. Çok portlu Ethernet tekrarlayıcılar "Ethernet Hub" olarak adlandırılmaya başlandı. ve gibi ağ sistemleri üreticileri pek çok eşmerkezli alanı birbirine bağlayan hub'lar ürettiler. Ayrıca çok portlu alıcı-göndericiler ya da "fan-out" 'lar da bulunmaktaydı. Bunlar birbirlerine ve/veya eşmerkezli omurgaya bağlanabilmekteydi. DEC'in 'si bilinen erken dönem cihazlardan biridir. Bu cihazlar AUI bağlantılı birden fazla sunucunun
aynı alıcı-göndericiyi paylaşmasına imkân veriyordu. Aynı zamanda eşmerkezli kablo kullanmaksızın küçük çaplı ayrık Ethernet bölümleri oluşturulmasına da olanak sağlamaktaydılar.
ile başlayıp 10BASE-T ile devam eden Zırhsız bükülü tel çifti kablo üzeri Ethernet () yalnızca noktadan-noktaya bağlantılar için tasarlanmış olup tüm sonlandırma cihazların içine yerleştirilmişti. Bu durum hub'ları büyük ağları birbirine bağlayan özelleşmiş bir cihaz olmaktan çıkarıp ikiden fazla ağ aygıtından oluşan her bükülü tel çifti ağının kullanmak zorunda olduğu bir cihaz haline getirdi. Bu durumdan kaynaklanan ağaç yapısı bir uç noktada ya da kablosundaki arızanın ağ üzerindeki diğer aygıtları etkilemesini engelleyerek Ethernet ağlarını daha güvenilir kılmıştır. Yine de bir hub ya da hublar arası bir nakil hattı arızası pek çok kullanıcıyı etkileyebilmektedir. Ayrıca bükülü tel sistemlerin noktadan-noktaya olması ve sonlandırma donanımının cihaz içinde bulunması bir port için gerekli boş panel alanını ciddi oranda küçülterek pek çok porta sahip hub'ların tasarımına ve Ethernet'in bilgisayar anakartlarına entegre edilmesine olanak sağlamaktadır.
Fiziksel yıdız topolojisine rağmen hub'lı Ethernet ağları hâlen minimal hub aktivitesi ve paket çakışmaları için çakışma güçlendirme sinyali ile yarı-duplex ve CSMA/CD kullanmaktadırlar. Her paket hub üzerindeki her bir port'a gönderilir, dolayısıyla bant genişliği ve güvenlik problemleri ile ilgilenilmez. Hub'ın toplam çıktısı tek bir bağlantınınki ile sınırlıdır ve tüm bağlantılar aynı hızda çalışmak zorundadır.
Çakışmalar doğaları gereği çıktıyı düşürürler. Pek çok sunucunun çok sayıda kısa veri çerçevesi göndermeye çalıştığı en kötü koşulda çakışmalar çıktıyı dramatik olarak düşürebilir. Ancak 1980 yılında Xerox tarafından yayınlanan bir rapor 20 hızlı uç noktanın aynı Ethernet bölümünde farklı boyuttaki paketleri mümkün olduğunca hızlı göndermeye çalıştığı bir senaryonun sonuçlarını özetlemektedir. Sonuçlar 64 Bayt'lık en küçük Ethernet çerçevelerinde dahi ağdaki çıktı standardının %90 olduğunu ortaya koymaktadır. Bu oran ağa eklenen her yeni ağ aygıtının andaç beklemelerinden dolayı ciddi çıktı azalmasından muzdarip olan token ring, token bus gibi andaç geçirmeli ağlar ile kıyaslanabilir.
Modelleme nominal kapasitenin 40%'ı gibi yüklenmelerin çakışma tabanlı ağları kararsız hale getirebileceğini gösterdiğinden bu rapor tartışmalıdır. İlk dönemlerde pek çok araştırmacı CSMA/CD protokolünün inceliklerine hakim olmadıklarından gerçek Ethernet'ten farklı (kötü anlamda) ağ modellemeleri yapmışlardır.
Eşikler ve anahtarlama.
Tekrarlayıcılar kablo kırıkları gibi Ethernet alanlarıyla ilgili bazı sıkıntıları gidermekle beraber yine de tüm trafiği tüm ethernet aygıtlarına yönlendirmekteydiler. Bu durum bir Ethernet ağının en fazla kaç makine tarafından kullanılabileceğini pratik olarak kısıtlamaktaydı. Ayrıca tüm ağ bir çakışma ortamı idi, tüm sunucular ağ üzerinde herhangi bir noktadaki çakışmaları algılayabilmek zorunda idi ve en uzak iki nokta arasındaki tekrarlayıcı sayısı sınırlıydı. Son olarak da tekrarlayıcılarla birbirlerine bağlanan Ethernet alanları aynı hızda çalışmak zorundaydı, dolayısıyla aşamalı olarak geliştirme yapmak imkânsızdı.
Bu sorunları gidermek için donanım katmanını soyutlayarak veri bağlantısı katmanında iletişime olanak veren eşikleme geliştirildi. Eşikleme sayesinde bir Ethernet alanından diğerine sadece doğru biçimlendirilmiş paketler yönlendirilmekte, çakışmalar ve hatalı paketler tecrit edilmektedir. Eşikler MAC adresleri 'ni izleyerek ağ aygıtlarının nerelerde olduklarını tespit etmekte ve hedef adresi doğru istikamette konumlandıramadıklarında alanlar arasında paket yönlendirmeye izin vermemektedirler.
Farklı Ethernet alanlarına bağlı ağ aygıtlarından oluşan mimari oluşturulmadan önce eşikler (ve ağ dağıtıcıları) hemen hemen hub'lar ile aynı işlevi görmekte, yani tüm trafiği alanlar arasında yönlendirmekteydi. Sadece eşikler her port ile ilintili adresleri bildikleri için ağ trafiğini sadece gerekli olan alanlara yönlendirerek genel performansı yükseltmekteydiler. Yayın () trafiği hâlen tüm ağ alanlarına yönlendirilmektedir. Eşikler aynı zamanda ile birlikte önem kazanan iki sunucu arasındaki toplam alan sınırlamasını kaldırmış ve farklı hızlardaki alanların birbirlerine bağlanabilmesini sağlamıştır.
İlk eşikler CPU üzerinde çalışan bir yazılım ile her paketi tek tek incelemekteydi ve bazıları trafik yönlendirmede özellikle de aynı anda pek çok porta servis verdiklerinde hublara oranla çok daha yavaştı. Bu durum kısmen, Ethernet paketlerinin bir arabelleğe alınması, hedef adresinin bilinen MAC adresleri tablosuyla karşılaştırılıp paketin başka bir alana yönlendirilip yönlendirilmemesi kararının verilmesi gerektiğinden kaynaklanmaktaydı.
1989 yılında "Kalpana" firması ilk Ethernet ağ dağıtıcılarını EtherSwitch adıyla piyasaya sürdü. Bu cihaz mevcut Ethernet ağ dağıtıcılarından farklı olarak çalışmakta ve gelen paketin başka bir alana yönlendirip yönlendirilmeyeceğine karar vermek için sadece başlık kısmına bakmaktaydı. Bu yöntem paket yönlendirmedeki gecikmeyi ve ağ aygıtındaki işlem gereksinimini en aza indirerek ağ performansında ciddi iyileşme sağlamaktaydı. Bu yöntemin önemli bir dezavantajı paket içindeki başlık kısmından sonra gelen bölümde bir hata olması durumunda paketin doğru paket gibi algılanıp yönlendirilmesidir, dolayısıyla doğru çalışmayan bir istasyon hâlen tüm ağı karıştırabilmektedir. Buna çözüm olarak "yükle-ve-yolla"() anahtarlama yöntemi geliştirildi. Bu yöntemde paketler bütün olarak arabelleğe alınıp sağlama toplamına bakılmakta ve yollanmaktadır. Bu yöntem orijinal eşikleme yaklaşımına bir çeşit geri dönüş olmakla birlikte uygulamaya yönelik ve daha güçlü işlemcilerin avantajlarından faydalanılmaktadır. Dolayısıyla artık, eşikleme, paketlerin tam kablo hızında yollanmasına olanak verecek şekilde donanımsal olarak yapılmaktadır. "Dağıtıcı" terimi 802.3 standardında geçmemekte olup ağ aygıtı üreticileri tarafından kullanılan bir adlandırmadır.
Paketler genelde yalnızca hedeflenen port'a ulaştırıldığından anahtarlamalı Ethernet paket trafiği paylaşımlı ortam Ethernet'e oranla biraz daha az umuma açıktır. Buna rağmen "ARP spoofing" ya da "MAC flooding" gibi yöntemlerle kolaylıkla çökertilebileceğinden hâlen güvensiz bir ağ teknolojisi olarak değerlendirilmelidir. Bant genişliği avantajları, ağ aygıtlarının birbirinden biraz daha fazla soyutlanmış olması, farklı hızdaki ağ aygıtlarını kolaylıkla bir araya getirilebilmesi ve anahtarlamasız Ethernet'teki zincirleme sınırlamalarının elimine edilmiş olması gibi artıları anahtarlamalı Ethernet'i en yaygın ağ teknolojisi durumuna getirmiştir.
Bükülü tel çifti ya da fiber bağlantılı bir alan her iki ucu da bir hub'a bağlanmadan kullanıldığında bu alanda tam çift yönlü() Ethernet kullanılabilir. Tam çift yönlü modda her iki ağ aygıtı herhangi bir çakışma olmaksızın aynı anda birbirlerine veri gönderip alabilirler. Bu yöntem kullanılan veri bağlantısının bant genişliğini iki katına çıkarır ve zaman zaman "iki kat bağlantı hızı" (örnek: 200 Mbit/s) olarak da lanse edilmektedir. Ancak bu terminoloji yanlıştır, zira performans ancak her iki yönde giden paketleri birebir olduğunda tam olarak ikiye katlanabilecektir ki bu da pratikte pek mümkün olmamaktadır. Çakışma alanının ortadan kaldırılması aynı zamanda-bazı fiber Ethernet türevlerinde çok belirgin olduğu üzere-bağlantının bant genişliğinin tamamen kullanılabilmesi ve alan mesafesinin çakışma önleme donanımları gereksinimi ile sınırlı olmaması anlamına gelmektedir.
Dual hızlı hub'lar.
'in ilk zamanlarında Ethernet Ağ Anahtarları göreceli olarak pahalı cihazlardı. Hub'ların sıkıntısı ağa herhangi bir 10BASE-T ağ aygıtı bağlanması durumunda tüm ağın 10 Mbit/s hızında çalışması zorunluluğuydu. Bu nedenle olarak bilinen, işlevsellik olarak ağ anahtarı ile hub için bir ortayol sayılabilecek cihazlar geliştirildi. Bu cihazlarda 10BASE-T (10 Mbit/s) ve (100 Mbit/s) Ethernet alanlarını birbirinden ayıran iki noktalı dahili bir anahtar mevcuttu. Cihaz tipik olarak ikiden fazla fiziksel ağ bağlantısına sahipti. Herhangi bir ağ bağlantısına bağlı olan bir istasyon aktif hale geçince cihaz bunu uygun olarak ya 10BASE-T alanına ya da alanına bağlamaktaydı. Bu cihazlar sayesinde 10BASE-T 'den 100BASE-T ağlarına geçiş süreci "ya hepsi ya da hiçbiri" yöntemiyle yapılmaktan kurtulmuş oldu. BU cihazlar hub olarak değerlendirilirler, çünkü aynı hızda bağlanan cihazlar arasındaki ağ trafiğini anahtarlamazlar.
Daha gelişmiş ağlar.
Anahtarlamalı basit Ethernet ağlarının hub tabanlı Ethernet ile bir miktar gelişme olmasına rağmen yine de bazı sıkıntıları vardır, bunlar özetle:
Bazı ağ anahtarları bu sorunların üstesinden gelmek için çeşitli yöntemler sunmaktadır:
Autonegotiation ve çift yönlülük uygunsuzluğu.
8P8C modüler konnektör yapısının (RJ45 ile karıştırılmamalıdır) kullanıldığı bükülü tel çifti Ethernet sistemleri için 10BASE-T , 10BASE-T , 100BASE-TX ... gibi çok farklı alternatif iletişim modları mevcuttur ve ağ aygıtlarının büyük çoğunluğu da farklı iletişim modlarıyla uyumludur. 1995 yılında birbirine bağlı iki ağ arayüzünün karşılıklı uzlaşma () ile en uygun iletişim modunu belirlemesine olanak veren IEEE 802.3u (100baseTX) standardı yayımlanmıştır. Bu sistem tüm cihazların edecek şekilde ayarlandığı ağ yapılarında başarıyla çalışmaktadır.
Autonegotiation standardında hızı algılamak için bir mekanizma olmasına rağmen Ethernet çiftinin çift yönlü iletişim ayarlaması için autonegotiation kullanılmamaktadır. Normal koşullarda, autonegotiate eden bir ağ aygıtının karşıdaki eşi autonegotiation yapmayan ve sadece yarı çift yönlü iletişim modunu destekleyen bir hub olacağından ağ aygıtları karşıdaki eşin negotiate etmediği durumlarda varsayılan ayar olan yarı çift yönlü moda geçerler. Karşıdaki cihaz eğer yarı çift yönlü modda çalışıyorsa bu kombinasyon düzgün çalışır, ancak karşıdaki cihaz eğer tam çift yönlü modda çalışıyorsa bir çift yönlülük uygunsuzluğu durumu oluşur. Bu durum ağın çalışmasını engellemez ancak nominal hızından çok daha yavaş çalışıp çakışmaların artmasına sebep olur. Bu durumu engellenmek için ağın bir ucundaki cihazın tam çift yönlü modda çalışıp diğerinin autonegotiate yapmasına izin verilmez.
Müşterek çalışabilme sorunları yüzünden bazı ağ yöneticileri ağ aygıtlarının çalışma modlarını elle sabit ayarlara getirmektedir. Oluşması muhtemel bir durum, bir ağ aygıtının autonegotiate yapamayıp herhangi bir varsayılan moda ayarlanmasıdır. Bu çoğunlukla çift yönlülük ayarlarında uygunsuzluğa neden olur. Özel olarak bir tanesi autonegotiation yapan, diğeri ise sabit olarak tam çift yönlü modda çalışan iki ağ aygıtı birbirine bağlandığında autonegotiation işlemi başarısız olup varsayılan mod olarak yarı çift yönlü mod kullanılacağından çift yönlülük uygunsuzluğu oluşur. Bu durumda tam çift yönlü modda çalışan ağ aygıtı aynı anda hem alma hem de gönderme yapacağından yarı çift yönlü modda çalışan ağ aygıtı göndermekte olduğu Ethernet çerçevesini iptal eder. Yarı çift yönlü modda çalışan ağ aygıtı bir Ethernet çerçevesi almaya hazır durumda olmadığından çakışma işareti gönderir, geri çekilme süresi boyunca gönderimler durdurulur. Paketler tekrar gönderilmeye başladığında aynı durum tekrarlanır ve geri çekilme süreleri gitgide uzar. En sonunda yeterli bekleme süresi tesadüfi olarak gerçekleşir ve paketler gönderilir ama bu durum da ağın aşırı yüklenmesine ve pek çok çakışma oluşmasına neden olur.
Bekleme süreleri yüzünden çift yönlülük uygunsuzluğunun etkisi tamamen devre dışı değil ancak son derece yavaş bir ağ işlevselliği olmaktadır. Düşük trafikli bağlantılarda bu tolere edilebilir ancak bant genişiliği yüksek transferlerde çok ciddi olarak sorun yaratır, hatta iletişimin tamamen kesilmesine neden olabilir.
10/100 Mbit/s'te autonegotiation gerekli olmamakla birlikte IEEE 802.3u tarafından varsayılan uygulama olarak önerilmektedir. Ancak 1000baseT aygıtların zamanlayıcı kaynağını belirlemek için autonegotiation yapması gereklidir. Her ağ noktasında autonegotiation'ın etkinleştirilmesi 10/100Mbit/s'ten 1000baseT anahtar ve LAN'a geçişi kolaylaştırır.
Donanım katmanının tüm işlevselliği (hız, çift yönlülük, zamanlayıcı kaynağı ve akış denetimi) autonegotiation ile denetlendiğinden tüm aygıtlarda etkinleştirilmesinde bir sakınca yoktur. Örneğin tek hızlı bir bağlantı için negotiation'u etkinleştirip sadece tek hız için negotiate edilebilinir. Autonegotiation etkin olmayan eski metot anahtar ve LAN kartları tarafından artık kullanılmamaktadır.
Donanım Katmanı.
İlk Ethernet ağlarında () CSMA/CD paylaşım ortamı olarak vampir tapası ile birlikte kalın sarı kablolama kullanılmaktaydı. Sonrasında Ethernet'te CSMA/CD paylaşım ortamı olarak daha ince eşmerkezli kablolama ve BNC konnektörler kullanılmıştır. Daha yeni olan 1BASE5 ve Ethernet'te 8P8C modüler konnektör ile Ethernet hub 'lara bağlanılan eşmerkezli kablolama kullanılmıştır.
Halihazırda, kullanılan fiziksel ortam ve hız yönünden farklılıklar gösteren pek çok Ethernet türü vardır. En yaygın olarak kullanılan türler 'dir. Her üçünde de 8P8C modüler konnektör kullanılır. Sırasıyla 10 Mbit/s, 100 Mbit/s, and 1 Gbit/s veri hızlarında çalışmaktadırlar. Ancak her birinin çalışabilmesi için farklı kablolama grektiğinden kurulumcular sunuculara yapılan kısa bağlantılar haricinde 1000BASE-T yi kullanmaktan uzak durmaktadırlar.
Fiberoptik daha çok uygulamalarında kullanılmaktadır. Bu tip Ethernet kurumsal veri merkezi uygulamalarında çoklukla kullanılmakla birlikte maliyet ve kullanım kolaylığı yönünden son kullanıcı uygulamalarında tercih edilmemektedir. Performans, elektriksel yalıtım ve bazı versiyonlarında onlarca km'ye varan mesafe avantajları vardır. Sürekli daha hızlı yeni fiber Ethernet versiyonları çıkmaktadır. kurumsal uygulamalarda ve taşıyıcı ağlarda giderek daha yaygınlaşmaktadır, ayrıca 40 Gbit/s Ethernet ve geliştirilmeye başlanılmıştır<ref name="100 Gbit/s Ethernet"></ref>. 2015 yılı itibarıyla ticari Ethernet uygulamalarının başlayacağına inandığını, terabit Ethernet standardına ulaşmak için mevcut Ethernet standartlarının iptal olabileceğini belirtmiştir.
Kablo üzerindetaşınan bir veri paketine "çerçeve (frame)" denilmektedir. Gerçek fiziksel ortamda görüntülenen bir çerçeve diğer verilerin yanı sıra "Giriş (Preamble)" ve "Çerçeve Başlangıç Sınırlayıcı (Start Frame Delimiter)" alanlarını içermelidir. Bu alanlar tüm fiziki donanımlar için gereklidir. Bu alanlardaki bitler ağ aygıtı tarafından işlemciye aktarılmadan önce çıkartıldığından paket izleme programları tarafından görülmezler. bitleri ise genellikle aygıt sürücü yazılımı tarafından çerçeveden ayrılırlar.
Aşağıdaki tablo 1500 baytlık maksimum iletim birimi için gönderildiği haliyle, bütün bir Ethernet çerçevesini göstermektedir. Daha yüksek hızlı bazı gigabit Ethernet uygulamaları "jumbo frame" denilen daha büyük çerçeve boyutlarını desteklemektedir. Dikkat edilmesi gereken nokta "Giriş" ve "Çerçeve Başlangıç Sınırlayıcı" alanlarındaki bit düzenlerinin bayt olarak değil karakter dizisi olarak yazılmış olmasıdır. Bu gösterim IEEE 802.3 standardında kullanılan ile uyuşmaktadır. Bir modern bilgisayarlarda "bayt" olarak adlandırılan sekiz bitlik veri anlamındadır.
Bir Ethernet çerçevesi gönderildikten sonra göndericinin bir sonraki çerçeveden önce 12 oktetlik boş karakter süresince beklemesi gereklidir. Bu süre 10 Mbit/s için 9600 ns, 100Mbit/s için 960 ns ve 1000Mbit/s için 96 ns'tir.
Aşağıdaki tablodan 10 Mbit/s Ethernet'in net bit oranının yaklaşık olarak 9.75 Mbit/s olduğu hesaplanabilir (1500'er baytlık maksimum boyutlu paketlerin art arda gönderildiği varsayılmıştır):
formula_1
10/100Mbit alıcı/gönderici çipleri ( ) bir seferde 4 bit alıp gönderecek şekilde çalışmaktadır. Dolayısıyla "Giriş" Alanı 0101 + 0101 verisinin 7 kez tekrarlanması, "Çerçeve Başlangıç Sınırlayıcı" ise 0101 + 1101 verisi olacaktır. 8-bit veriler, önce aşağı 4-bit, sonra yukarı 4-bit olacak şekilde gönderilir. 1000Mbit alıcı/gönderici çipleri () bir seferde 8 bit alıp gönderecek şekilde, 10 Gbit/s () PHY'ler ise bir seferde 8 bit alıp gönderecek şekilde çalışırlar.
Ethernet çerçevesi tipleri ve EtherType alanı.
Birkaç farklı Ethernet çerçevesi vardır, bunlar:
İlave olarak her dört Ethernet çerçeve tipi seçmeli olarak hangi Sanal Ağ'a () ait olduklarını ve önceliklerini belirtmek için bir etiketi kullanabilirler. Bu enkapsülasyon 'de tanımlanmıştır ve maksimum çerçeve boyutunu 4 bayt artırarak 1522 bayt'a yükseltir.
Farklı çerçeve tipleri farklı formatlara ve değerlerine sahiptir, ancak aynı paylaşımlı ortamda bir arada bulunabilirler.
/Intel/Xerox (DIX) Ethernet şartnamesi'nin 1.0 ve 2.0 versiyonlarında adlı 16-bit alt-protokol etiketi alanı bulunmaktadır. Yeni IEEE 802.3 Ethernet şartnamesi'nde bunun yerini 16-bit uzunluğundaki ve MAC başlık kısmı'ndan sonra gelen Mantıksal Bağlantı kontrolü (LLC) alanı almıştır. Etiketsiz klasik Ethernet v2 ve IEEE802.3 çerçeveleri için maksimum çerçeve uzunluğu 1518 bayt, 802.1p ya da etiketli 802.1q çerçevesi için ise 1522 bayttı. Nihai olarak bu iki format EtherType alanındaki 64 ile 1522 arası bir değer uzunluk bilgisi olan yeni 802.3 Ethernet formatını, desimal 1536 (hexadecimal 0600) ve daha büyük bir değer 'EtherType' alanı olan orijinal DIX ya da Ethernet II çerçeve formatını ifade edecek şekilde birleştirildi. Bu kural yazılımın aynı fiziksel ortamda birlikte bulunabilecek Ethernet paketleri içinden herhangi bir çerçevenin Ethernet II formatında mı yoksa IEEE 802.3 formatında mı olduğunu anlayabilmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca Bakınız:
802.2 LLC başlık kısmı incelenerek sonraki başlık kısmının (subnetwork access protocol) protokolünde olup olmadığı tespit edilebilir. Özellikle için tasarlanmış bazı protokoller, veri-bloğu ve bağlantı yönelimli ağ hizmetleri sunan 802.2 LLC üzerinde doğrudan çalışırlar. LLC başlık kısmı hizmet erişim noktası()ya da OSI terminolojisinde SAP denilen ilave iki adet 8-bitlik adres alanı içerir; hem kaynak hem de hedef SAP alanına 0xAA yazıldığında bu SNAP hizmeti isteği anlamına gelmektedir. SNAP başlık kısmı "EtherType" değerlerinin tüm protokolleriyle kullanımına izin vermesinin yanında özel protokol ID alanlarını da destekler. IEEE 802.3x-1997 ile Ethernet standardı MAC adresi alanlarından sonra gelen 16-bitlik alanın "uzunluk" ya da "tip" alanı olarak kullanılmasına izin verecek şekilde değiştirilmiştir.
Novell'in "taslak" 802.3 çerçeve formatı erken dönem IEEE 802.3 çalışmasına dayanmaktadır. Novell bunu kendine ait olan Ethernet üzeri ağ protokolünü geliştirmede başlangıç noktası olarak almıştır. LLC başlık kısmı kullanılmamakta, bunun yerine uzunluk alanından hemen sonra IPX paketi gelmektedir. Bu uygulama IEEE 802.3 standardına uygun olmamakla birlikte diğer Ethernet uygulamalarıyla aynı fiziksel ortamı kullanabilmektedir.
Novell NetWare 1990'ların ortalarına kadar bu çerçeve tipini varsayılan çerçeve olarak kullanmış ve o dönemde Netware IP'den daha yaygın olduğundan dünya Ethernet trafiğinin büyük bölümü IPX taşıyıcı "taslak" 802.3 protokolünde taşınmıştır. Netware 4.10'dan beri Netware, IPX kullanımında varsayılan çerçeve tipi olarak LLC kullanılan IEEE 802.2'yi benimsemiştir (Netware Frame Type Ethernet_802.2).(Bakınız: Kaynakça "Ethernet Framing")
Mac OS Ethernet ("EtherTalk") üzerindeki V2 protocol ailesinde 802.2/SNAP çerçevesi, TCP/IP içinse Ethernet II çerçevesi kullanır.
802.2 Ethernet türleri günümüzde henüz IP üzeri Netware'e güncellenmemiş büyük kurumsal Netware altyapıları dışında yaygın olarak kullanılmamaktadır. Geçmişte pek çok kurumsal ağ Ethernet ile IEEE 802.5 Token Ring ya da FDDI ağları arasında çevrim yapabilmek için 802.2 Ethernet'i desteklemiştir. Bugün kullanılmakta olan en yaygın çerçeve tipi -tabanlı ağlar tarafından en çok kullanılmakta olan ve IPv4 için alanında 0x0800, IPv6 için 0x86DD bulunan Ethernet Version 2'dir.
IP versiyon 4 trafiğini çerçevesi içine LLC/SNAP başlık kısmı ile birlikte gömmek için bir 'da mevcuttur. Bu standart FDDI, token ring, IEEE 802.11 ve diğer IEEE 802 ağlarında kullanılmasına rağmen Ethernet üzerinde neredeyse hiç kullanılmamaktadır. IP trafiği IEEE 802.2 LLC çerçevesi içine SNAP olmadan gömülemez, çünkü IP için bir LLC protokol tipi olmasına rağmen ARP için bir LLC protokol tipi yoktur. IP Version 6 'da LLC/SNAP ile birlikte IEEE 802.2 kullanılarak Ethernet üzerinden gönderilebilir, ancak yine bu da neredeyse hiç kullanılmamaktadır.
etiketi, eğer mevcutsa, "Kaynak MAC" ve "EtherType" ya da "Uzunluk" alanları arasına yerleştirilir. Etiketin ilk iki baytı 0x8100 değerinde olan Etiket Protokol Tanımlayıcısıdır (). Etiketsiz çerçevelerde bu EtherType/Uzunluk alanı ile aynı yerde bulunur, dolayısıyla EtherType alanında bulunan 0x8100 değeri çerçevenin etiketli olduğunu belirtir ve gerçek EtherType/Uzunluk değeri etiketten sonra gelir. Etiket içinde TPID'yi Etiket Kontrol Bilgisi() takip eder (IEEE 802.1p önceliği (hizmet kalitesi) bilgisi ve kimliği).
Kısa çerçeveler.
IEEE 802.3 'te belirtilen en kısa veri boyutu olan 64 baytın altındaki çerçevelere "Kısa çerçeve" denir. Olası nedenleri çakışma, altında çalışma, arızalı ağ bağdaştırıcısı ya da yazılımıdır.
Ethernet türleri.
10-Gigabit Ethernet.
10 gigabit Ethernet standartları ailesi tekli mod fiber (uzun erimli), çoklu mod fiber (300 m'ye kadar), bakır arkayüzey (1 m'ye kadar) ve bakır bükülü tel çifti (100 m'ye kadar) için ortam tiplerini ihtiva eder. İlk olarak IEEE Std 802.3ae-2002 olarak yayımlanmıştır, ancak halihazırda IEEE Std 802.3-2008 içinde bir bölümdür.
2009 yılı itibarıyla, 10 gigabit Ethernet taşıyıcı ağlarda baskın teknoloji olmuştur ve 10GBASE-LR ile 10GBASE-ER kayda değer pazar payına sahiptir.
40 Gigabit Ethernet ve 100 Gigabit Ethernet.
2009 yılı itibarıyla, 40 Gigabit Ethernet ve 100 Gigabit Ethernet (100GbE) standartları hâlen taslak aşamasındadır.
İlgili standartlar.
Ethernet trafiğinin trafik mühendisliği ile benzerlikler gösterdiği gözlemlenmiştir.
Ethernet kartı çeşitleri.
Konektör yapılarına göre Ethernet kartları.
a.) BNC Konnektörlü ethernet kartları.
Eşmerkezli kablo kullanan ethernet kartlarıdır. Eşmerkezli kablonun ucuna BNC konnektörü takılır. 10 Mbit/s veri iletimini sağlar.
b.) RJ-45 Konnektörlü ethernet kartları.
Bükülü kablo çifti kullanan ethernet kartlarıdır. Bükülü kablo çiftinin ucuna RJ-45 konnektörü takılır. 10, 100, 1000 Mbit/s hızlarında veri iletimini sağlarlar.
Normal ağ kablosundaki renk dizilimi şöyledir;
Turuncu beyaz turuncu, yeşil beyaz mavi, mavi beyaz yeşil, kahverengi beyaz kahverengi,
Veri iletim hızlarına göre Ethernet kartları.
Günümüzde RJ-45 konnektörlü ethernet kartları üretilmektedir. Bu kartlar 10 Mbit/s, 10/ 100 Mbit/s, 1000 Mbit/s veri aktarım hızlarına sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14485",
"len_data": 36309,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Keşif: 1970 - Birleşik Nükleer Araştırmalar Enstitüsü (Dubna, Rusya), yapay, radyoaktif (yarı ömür 1,8 saniye). İsmini Moskova'nın kuzeyindeki Dubna kasabasından almıştır, çünkü element ilk olarak orada üretilebilmiştir. Doğada bulunamaz, yalnızca laboratuvar ortamında elde edilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14493",
"len_data": 286,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Kaya kartalı ("Aquila chrysaetos"), atmacagiller (Accipitridae) familyasından büyük ve kahverengi bir kartal türü.
Özellikleri.
Gencinin gövdesi siyaha yakındır, uçuşta beyaz kanat içi ve kuyruk dibiyle rahatça ayrılır. Başını ve boynunu ileri uzatır, kanadı gövdesine doğru daralır, kuyruğu diğer kartallardan uzun ve deniz kartalları gibi kamalı değil, küttür.
Yaşam şekli.
Tüm yaşamları boyunca bir tek eşleri olur ve genellikle her yıl aynı yuvayı tercih ederler, genellikle zor erişilen yerlerdedir. Ötüşü şahin gibi bir 'tuii-u'. Diğer bir ötüşü havlamaya benzer. Kayalık dağlarda ve dağlık ormanlarda yaşar.
Uçuşta görkemli ve zariftir, gerektiğinde avına ilerlerken pike yaparak saatte 320 km hıza ulaşabilir, bu da onu gökdoğandan sonra en hızlı kuş yapar. Diğer kartallardan farklı olarak süzülürken ve dönerek yükselirken kanatlarını yukarı kaldırır.
İnsan kültüründe.
Kuşçuluk.
Kaya kartalı avcılar tarafından eğitilebilir. Kazakistan, Kırgızistan, Batı Moğolistan ve Çin'de, Kaya kartalları Kazak ve Kırgız göçerleri tarafından kurt avlamada hala kullanılır. Kaya kartalı Türk Halklarınca 'bürgüt' veya 'berkut' olarak bilinir. Tilkiler kartallar tarafından doğrudan doğruya öldürülür fakat kurtlar büyüklük ve güçleri nedeniyle genellikle öldürme işini avcı kendisi yapar.
Armacılık.
Kaya kartalı Roma Lejyon standartları için bir modeldi. Bu sembol Mısır, Romanya ve pek çok diğer ülkelerde arma olarak kullanıldı.
Din.
Kartal bazı kültürlerde kutsal bir kuştur ve kartal tüyleri özellikle Orta Amerika halkaları içinde olduğu kadar, Kızılderili ve Kanada'daki ilk uluslar pek çok dinin ve ruhsal geleneklerin merkezidir. Bazı yerli Amerikan halkları kartalı kutsal olarak kabul eder. Kartalın tüyleri ve çıplak kafası baş giysisi olarak kullanılır. incil ve İsa sembolü ile karşılaştırılır. Kartal tüyleri çoğu zaman yerli seremonilerde olağanüstü liderlik ve kahramanlıklar gibi başarıları şereflendirmek için kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14497",
"len_data": 1938,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Tanrıça tapınımı dişi Tanrıçaya veya tanrıçalara tapınmakta kullanılan genel bir tanımdır. Pek çok New Age Tanrıça izdeşleri, hiyerarşik bir inançtan uzak olmayan "kulluk" teriminden kaçınarak tanrıça ruhsallığı (goddess spirituality) terimini kullanmayı tercih etmektedir.
Tanrıçaya ibadet, erkek hakimiyetini, devlet kontrolünü ve imparatorluk kurmayı desteklemekle konservatif de, bu geleneklere karşı durarak radikal de olabilir, kadının otoritesini de destekleyebilir. Batı toplumunda tanrıça tapınımı 19. yüzyılın ortalarındandan bu yana farklı bir kültüre doğru yönelmiştir. Tanrıça tapınımı batı toplumlarında en sık feminist versiyonu telaffuz edilse de feminist olmak zorunda değildir.
Pagan ve Neopagan dinleri veya mezhepleri genellikle tanrıça tapınımını konsensüs alanlarından biri olarak kabul etmektedirler. Bununla beraber tüm tanrıça tapınımı Pagan değildir.
Aralarında en öne çıkanlarından biri olan Marija Gimbutas gibi bazı yazarlar tanrıça tapınımının tarihöncesi zamanlarda başladığına inanmaktadırlar. Willendorf Venüsü gibi bazı sanat eserlerinin bereket tanrıçasını temsil edebildiğine inanılsa da Peter Ucko gibi bilginler de söz konusu figürlerin tanrıçalardan ziyade oyuncaklar, eğitim modelleri ve rahibe imajları olduğunu öne sürmüşlerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14499",
"len_data": 1270,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.18
}
|
Kadıncılık (Womanism), feminist yazar Alice Walker tarafından özellikle Afrikan Amerikan feminizmi () için tanımlanan ancak sonradan ırk ve sınıf ayırımlarını aşan feminizmin bir versiyonudur.
Walker ilkin terimi ""In Search of Our Mothers' Gardens": Womanist Prose" adlı şiir külliyatında kullanmıştır. Bu terime duyulan ihtiyacın sebebi ev alanından çalışma alanına yönelmek gibi sosyal değişimleri savunan özellikle beyaz kadınlar tarafından yönlendirilen ilk feminist hareketlerden doğmuştur. Bu feminist gündem çoğu kadının ev hanımları olmadığı ve kendi ailelerini desteklemek için hayatları boyunca çalıştıkları gerçeğinin farkında değildi. Özellikle Afrika asıllı Amerikan kadınları çalışan kadınlardı fakat bu kendi seçimlerinden doğmamaktaydı. Sivil haklar hareketi, Afrikalı Amerikalı erkeklerine verilecek eşitlik üzerine yoğunlaşmıştı fakat kadınlar arka planda kalmışlardı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14502",
"len_data": 887,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.92
}
|
Pîrî Reis Haritası, 1513 yılında Osmanlı Kaptan-ı Derya'sı ve haritacısı Pîrî Reis tarafından çizilen bir dünya haritasıdır. Haritanın yaklaşık üçte biri günümüze ulaşmış olup Topkapı Sarayı'nda muhafaza edilmektedir. Avrupa ve Afrika'nın batı kıyıları ile Güney Amerika'nın doğu kıyılarını gösteren parçası, günümüze kadar kalan, Amerika kıtasını gösteren en eski haritalardan biridir. Aralarında Kristof Kolomb'a ait bir haritanın da bulunduğu yirmi kaynağın bütünleştirilmesiyle hazırlanmış, 16. yüzyıl Avrupalı ve Müslüman denizcilerinin coğrafya bilgilerini içeren değerli bir tarihi belgedir.
Tarihçe.
Pîrî Reis, kendisini yetiştirmiş olan amcası Kemal Reis'in 1511'deki ölümünün ardından Gelibolu'ya çekilip orada bir dünya haritası, bir de Kitab-ı Bahriyesini hazırlamıştır. Dünya haritasını 1513'te tamamlayıp 1517 yılında, Mısır’ın fethinin hemen sonrasındaki günlerde Yavuz Sultan Selim’e takdim etmiştir. Pîrî Reis; bunun ardından Kaptan-ı Derya "(Deniz Kuvvetleri Komutanı)" rütbesine getirilir. Harita, 1929'da Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülme çalışmaları sırasında keşfedilir ve hâlâ oradadır. Afet İnan; 1954 yılında yayımlanan "En Eski Amerika Haritası" adlı kitabında, haritanın kenar notlarının, Osmanlı Türkçesinden yeni harflere çevirilerini yayımlamıştır.
Amerika'yı gösteren, günümüze kalmış antik haritalar arasında Pîrî Reis'inkinden daha eski birkaç başka harita vardır. Bunlardan Cantino'nun 1502'de, Nicolo Caveri (Nicolo de Canerio)'nun 1504-1505'te basılmış, Amerika'yı Asya'nın bir uzantısı olarak gösteren haritaları sayılabilir. Öbürü, 1507'de basılmış Martin Waldseemüller'in haritasıdır. Bu harita; Cannerio'nun haritasından kaynaklanmıştır ama Amerika'yı Asya'dan ayrı bir kıta olarak gösterir ve onu ilk defa "Amerika" olarak adlandırır. Pîrî Reis, kendi haritası için kullandığı kaynaklar arasında Kristof Kolomb'un haritasının da olduğunu belirtir ki bu -muhtemelen- Kolomb'un 1498'de çizdiği haritadır. Ancak Kolomb'un 1498 tarihli haritasının ne aslı ne de kopyaları bulunabilmiştir.
Haritanın bulunuşu.
Harita, 9 Kasım 1929'da Topkapı Sarayı'nda sarayı müzeye dönüştürme sırasındaki envanter tespit çalışmaları sürerken tesadüfen bulundu. Alman bilim insanı Adolf Deismann (1866-1937); dönemin Millî Müzeler Müdürü Halil Ethem Eldem'in kendisine verdiği parçaları inceleyip düzenlerken eline geçen harita takımının içindeki folyoyu o sırada İstanbul'da bulunan ve Türk denizciliği hakkında uzman olan Alman bilim insanı Paul Kahle'ye göstermişti. Eserin Pîrî Reis'in ilk dünya haritası olduğunu teşhis eden; Paul Kahle oldu.
Prof. Kahle; harita ile ilgili inceleme sonuçlarını 1931 yılında 18. Doğubilimleri Kongresi'nde sundu. Haritanın üzerindeki notların pek çoğu, Hasan Fehmi Bey tarafından okunabildi ve okunabilen kısımlar Türkçeye çevrildi. Türk Tarih Kurumu başkanı Yusuf Akçura; 1937 tarihli 'Pîrî Reis Haritası' adlı kitabında haritayı yayımladı. Cumhurbaşkanı Atatürk; haritayı Ankara'ya getirtip bizzat inceledi ve devlet matbaasında çoğaltılmasını sağladı.
Haritanın kayıp parçalarını arama çabaları sırasında, Topkapı Sarayı Müdürü Tahsin Öz tarafından, dünya haritası olduğu sanılan bir başka Pîrî Reis haritası bulunmuştur.
İçerik.
Genel görünümü ve dünya haritasına olan benzerliği.
Harita, ceylan derisi üzerine çizilmiş olup 900x600 mm boyutlarındadır. Orta Çağ haritalarından sıkça rastlanan portolan tarzında yapılmıştır, yani enlem ve boylam çizgileri yerine anahtar noktalarda yönleri gösteren pusula gülleri ve bunlardan ışınsal olarak yayılan yön çizgileri vardır.
Kenarlarında, açıklayıcı nitelikte çeşitli notlar vardır. Notların bir kısmı tutsak edilmiş Portekiz ve İspanyol denizcilerin ifadelerine dayalıdır. Notlarda Yeni Dünya'nın yerlileri, hayvanları, bitkileri, mâdenî zenginlikleri ve diğer ilginç özelliklerine değinilir. Ayrıca gösterilen yerlerde bulunduğu rivayet edilmiş hayvan veya hayâlî yaratıkların resimlerini de gösteren harita, toplam dokuz renkle çizilmiştir.
Kenar notlarından birinde; bu haritanın batıda Kristof Kolomb'un keşfettiği yöreleri, doğuda da "Çin, Hint ve Sint" bölgelerini gösterdiğini yazar. Sağ kenardaki notlarının bazıların yarım cümlelerden oluşması bu haritanın daha büyük bir dünya haritasının sol yarısı olduğunu gösterir, öbür yarısı kayıptır.
Notlardan bir diğerinde, ""İşbu haritayı Kemal Reis'in birâderzâdesi unvânile müştehir Pîrî ibni Hacı Mehmet, 919 senesi Muharreminde" "Gelibolu'da tahrir eylemiştir"" yazar. "(Yani 9 Mart-7 Nisan 1513 arasında)". Kenar notlardaki bilgilerin bir kısmı Pîrî Reis'in daha sonra yazdığı Kitab-ı Bahriye'sinde de aynen yer alır.
Coğrafi ayrıntılar.
Çizimde Batı Avrupa, Batı Afrika ve Güney Amerika'nın doğusu kolayca tanınabilir.
Atlas Okyanusu'nda Kanarya Adaları, Yeşil Burun Adaları ve Azor Adaları'nın konumları doğrudur ama biraz orantısızdırlar.
Avrupa'da Fransa ve İber Yarımadası iyi çizilmiştir. İber Yarımadası'nda gösterilen dört nehirden üçü Tagus, Guadalkivir ve Ebro olarak tanınabilir, ancak bu nehirlerin yukarı kısımlarında hatalar vardır.
Afrika kıtası'nda Senegal, Gambiya ve Gine ve Fildişi Sahili'ndeki Sassandra nehirlerini tanımak mümkündür. Nijer Nehri'nin kaynağı olarak, Sahra Çölü'nde görünen göller vardır.
Kuzey Amerika'nın ayrıntıları, gerçek ayrıntılarına hiç uymamaktadır. Hispanyola olarak adlandırılan ada, kuzey-güney dogrultusunda çizilip, görünüm olarak Japonya'nın 15. yüzyılda bilinen şekline benzer.
Güney Amerika'da Brezilya'nın kuzey kıyıları gerçekle oldukça uyumludurlar. Orinoko ve Amazon nehirleri, Trinidad adası kolaylıkla tanınabilir. Amazon'un denize döküldüğü noktanın açıklarında çizilmiş olan büyük ada ise gerçekte yoktur. Güney Amerika'nın iç bölgelerinde dağlar görünür. Rio de la Plata nehri olması muhtemel bir nehrin güneyindeki kıyı ayrıntıları Brezilya kıyılarıyla çeşitli noktalarda uymaktadır ama kıyı çizgisinin doğrultusu güney yerine doğuya doğru uzanır.
Haritanın kaynakları.
Varsayımlara göre bu haritanın, bir kısmı Akdeniz'de ele geçirilmiş İspanyol ve Portekiz gemilerinde bulunmuş olan, yaklaşık 20 haritanın bir birleşimi olduğu yönündedir. Bunların arasında sekiz 'Caferiye' haritası, dört Portekiz haritası, güney Asya'ya ait bir Arap haritası ve Kristof Kolomb'a ait bir Amerika haritası vardır. Caferiye haritaları, çok eskiye dayanan, Abbasî halifelerinden Me'mun zamanında kopyalanmış olan, Büyük İskender zamanına ait haritalardır.
Pîrî Reis, haritasının Orta Amerika kısmının kaynağının Kristof Kolomb olduguna bu satırlarda kendi yazısı olmayan bir yazıyla: ""Bu isimler ki mezbur cezairde ve kenarlarda kim vardır, Kolonbo koğuştur ki anınla malûm oluna. Ve hem Kolonbo ulu müneccim imiş. Mezbur hartide olan bu kenarlar ve cezireler kim vardır, Kolonbonun hartisinden yazılmıştır.
Pîrî Reis haritasının Kristof Kolomb haritasından kaynaklandığının önemli bir delili, Küba'nın yokluğudur. Kristof Kolomb seyahatnamelerinde Küba'nın bir ada değil, kıtanın uzantısı oldugunu yazmıştır ve Pîrî Reis haritasında da Küba bu şekilde gösterilmiştir.
Notlarda "Antilya" olarak değinilen Karayipler hakkında çeşitli bilgiler verilir. Bir kenar notunda adı geçen "İzle de Spanya", (günümüzde Dominik Cumhuriyeti ve Haiti'nin bulunduğu) Hispanyola adasına karşılık geldiği anlaşılabilse de, bu kenar notunun yanındaki adanın şekli Japonya'ya benzemektedir. Macellan'ın seyahatlerinden önceki dönemde Atlas Okyanusu'nun batı kıyısında Asya olduğu kanısı yaygındı. Çin'e varmak amacıyla yola çıkan Kristof Kolomb'un yanına Uzak Doğu Asya haritaları almış oldugu rivayeti Türkiye'de çok meşhurdur, bu Kolomb'un Doğu Asya kıyılarını gösteren haritalara kendi keşfettiği yerleri eklemiş olması muhtemeldir. Haritanın bu bölgesindeki pek çok kıyı şekli Asya'nın doğu kıyılarına karşılık gelmektedir.
Karayipler'in çiziminde Pîrî Reisin iki haritadan yararlandığı anlaşılabilir. Sancuvano Batisdo adı iki farklı ada için (biri günümüz Porto Riko'sunda bulunan San Juan Bautista, öbürü Küçük Antiller'de yer alan Santa Maria de Guadalupe) kullanılmıştır, ayrıca Virgin Adaları iki kere çizilmiştir.
Güney Amerika'nın içerlerinde görülen dağlar Caneiro haritasında da görüldüğünden dolayı, Pîrî Reis'in kaynaklarından biri muhtemelen onun türevlerindendir.
Brezilya kıyıları konusundaki kenar notunda bu kıyıları kazara keşfetmiş Portekiz kaşiflerin ayrıntılı anlatılarından yararlandığını belirtir. Söz konusu kâşif şüphesiz 1500'de Hindistan’a giderken Brezilya'yı keşfeden Pedro Alvares Cabral'dir.
Haritada, bazı yörelerin kaşiflerinin Ceneviz Cumhuriyeti vatandaşı olduğuna dair övücü ifadeler bulunması ve ayrıca Kristof Kolomb'dan, onun İtalyanca'da kullanılan adı olan "Kolombo" olarak bahsetmesi; Pîrî Reis'in Cenevizli kaynaklardan da yararlandığına işaret eder.
Harita kaynakları hakkında diğer teoriler.
Pîrî Reis haritası 1960'lı yıllarda bazı bilim ötesi teorilere ilham kaynağı olmuştur. Charles Hapgood, Pîrî Reis'in haritasındaki Güney Amerika'nın güney ucundan doğuya doğru olan uzantıyı, 16. yüzyılda henüz varlığı bilinmeyen Antarktika kıtası olarak Avrupa'ya tanıtmıştır. Bu kara parçasının haritada buzlu görünmemesi, Sahra çölünde ise göllerin görünmesi yüzünden Hapgood; Pîrî Reis'in kullandığı kaynaklar arasındaki bir haritanın, dünyanın on bin yıl önceki, ikliminin günümüzden çok farklı olduğu bir dönemine ait olduğunu öne sürmüştür. İddiaya göre Pîrî Reis; tarih öncesi çağlarda yaşamış bir medeniyetten kalma bir haritadan ya da uzaylılardan yararlanmıştır. Erich von Daniken ise "Tanrıların Arabaları" adlı kitabında, Piri Reis haritasındaki bazı şekil bozukluklarını açıklamak için, uzaylı bir medeniyetin uzaydan çektiği dünya fotoğraflarından yararlanılmış olduğunu iddia etmiştir.
Haritada Güney Amerika kıyılarının doğuya doğru dönmesinin bir açıklaması, Güney Amerika'nın doğru çizilmesi halinde haritanın üzerine çizildiği kıymetli ceylan derisinde ona yer kalmayacağıdır. Bu görüşe göre Pîrî Reis, haritaya bir ekleme yapıp onun güzelliğini bozmaktansa Güney Amerika kıyılarını haritasının alt kısmına kaydırmıştır. Böyle bir görüşteki anlamsızlık; sınırlı bir deriye çizilen haritanın, istenilse daha küçük yapılabileceği ve de Güney Amerika'nın da haritada gerçek görüntüsüne kavuşabilmesi gerçeğidir. Hâlbuki dünyayı gerçek halinde düşünecek olursak (küre) ve de resmini çekecek olursak Güney Amerika'nın kürenin kenarına gelmesi hâlinde, Pîrî Reis'in haritasındaki gibi bir görsellik kazandığını görürüz.
Ayrıca haritanın orijinal nüshalarının kenarlarında, Pîrî Reis'in yazı biçimi olmadığı belli olan ve yeni yazılmış olduğu anlaşılan, "Kristof Kolomb'dan yararlandığını belirtir" yazıların yanı sıra harita üzerinde yemek lekelerinin dahi bulunması; Adile Ayda'nın dikkatini çekmiş ve bu konuda tereddütler ortaya konulmuştur.
Kesin olarak bilinmektedir ki Kristof Kolomb; Amerika'yı keşfetmemiş, varmış olduğu Bahama Adaları'nı Asya Kıtası'nın bir parçası zannetmiştir. Ayrıca unutulmaması gereken en önemli husus; Kristof Kolomb'un haritabilimci değil, tüccar olduğu gerçeğidir. Bunun yanı sıra Amerika Kıtası'nın haritalarını çizmediği bir tarafa, elindeki "-kendi ülkesine ait-" haritaların dahi yaşadığı zamana göre büyük hatalarla dolu olması ve Pîrî Reis'in haritalarındaki Antarktika Kıtası hakkında hiçbir bilgisinin bulunmaması; Pîrî Reis'in, Kristof Kolomb'un haritalarını eline geçirdiği yönündeki söylentilerin tutarsız olduğunu düşündürmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14504",
"len_data": 11331,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.77
}
|
Serinyol veya eski adıyla Bedirge, Akdeniz bölgesinin Hatay ilinde, Antakya'ya bağlı bir mahalledir. Nüfusu 25.000 civarındadır. İskenderun-Antakya arasındaki E-5 kara yolundan güneye giderken sağda, Nur Dağları (Amanos Dağları)'nın eteklerinde konumlanmıştır.
Tarih.
Mahalle, 1536 tarihli 397 numaralı Haleb Livâsı mufassal tahrîr defterinde (yayın no. 109 ve 110) Bakraz'a (Bakras, Belen) bağlı "Bedirgiyye" olarak geçmektedir.
"Bedirge" adının Arapça "el-Batrikeyn/البطرکین'den ("iki Patrik") geldiği düşünülmektedir. 1870 (1287 h.) ve 1873 (1290 h.) Halep Vilayeti Salnamelerinde Karamurt Nahiyesi'ne bağlı "Bedirge"/بدرکه olarak geçmektedir. 1883'te bölgeyi gezen Alman doğubilimci Martin Hartmann, bu yerin "el-batraken" ("bitirken" olduğunu yazmıştır.
Mahalle, Hatay'ın Türkiye'ye katılmasına dair kararnamede ve bununla ilgili sonraki tarihte yapılmış bir düzenlemede, T.C. Resmi Gazete'nin 11 Temmuz 1939 ve 5 Şubat 1940 tarihli nüshalarında "Bedirge" ve "Batırga" olarak geçmektedir. Bedirge, 10 Temmuz 1964'te "Resmi Gazete"'de yayımlanan karara ve "Yabancı kökten gelen ve karışıklığa yer veren Bucak adlarının Türkçeleştirilmesi ile ilgili olarak içişleri Bakanlığınca, 5442 sayılı 11 idaresi Kanununun 2 nci maddesine göre" "Serinyol" adını almıştır.
Hatay ili Reyhanlı ilçesine yerleşmiş Çerkes köylerinden biri olan "Bedirge" mahallesinde "Hanıko" ismine rastlanmaktadır. Serinyol'da, 19. yüzyıl sonlarında göçle gelen muhacirlerin iskan edildiği "Bedirge Çerkez" Mahallesinde yapılan cami de mescit tarzında basit bir yapıdan ibarettir. Kasaba, Cumhuriyetin ilk yıllarında muhtemelen küçük bir köy ya da mezra gibi bir yer olmuş olabilir. Ancak 1950'li yıllardan sonra Hatay'ın değişik bölgelerinden göç alarak nüfusu hızla arttı. I. Dünya Savaşı'nı izleyen bölgedeki Fransız işgali, birçok yer gibi Hatay çevresini de değiştirdi. Hatay'ın büyükşehir olması ile birlikte mahalle olarak Antakya Belediyesi'ne bağlandı. Bugün Serinyol nüfusunun büyük bir bölümü Arap Alevisi'dir. Yerel halk Türkçe ve Arapça konuşmaktadır.
Görünür bir örnek, Antakya'dan İskenderun'a uzanan eski asfalt yoldur. Hatay'ın anavatana katıldığı 1939 yılına kadar burada kalan Fransızlar zamanında yapılan bu yol bugünkü E-5 Karayoluna göre batıda kalır. Yolun kenarına o zamanlar sağlı sollu ekilen çınar ağaçları tamamen kesilmemiş, yolun halen kullanıldığı yerlerde günümüzde varlığını sürdürmektedir. Eski asfalt yol Serinyol'dan sonra jandarma kışlasının yanından geçerek dağlara paralel devam eder ve Kırıkhan yol ayrımında Topboğazı'nda tırmanışa geçer. Günümüzde yolun Antakya-Serinyol arası olan kısmı halen ikinci yol olarak kullanılır. Kalan kısımları bazı köylerden geçen yamalı bir yoldur ya da kullanılmaz haldedir.
Daha önceleri köy olan Serinyol, 28 Şubat 1968 tarihindeki kararla belediye statüsü alarak beldeye dönüştü. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile mahalle oldu.
Tarım, sanayi ve doğa.
Serinyol'un batısında Amanos Dağları, doğusunda Amik Ovası uzanır. Bedirge Çayı ile birlikte birkaç küçük dere Amanoslar'dan doğup ovaya inerek Asi Nehri'nin kolu Karasu ile birleşir. Tarım sulak ve zengindir (Pamuk, zeytin, tahıllar, turunçgiller, mevsimlik sebzeler). Hayvancılık da yapılır.
Tarıma dayalı sanayi olarak, pamuk işleyen "Çırçır ve Prese" Fabrikası, Bulgur Fabrikası, ovanın kenarında "Hataş" Konserve-Salça Fabrikası, zeytinyağı fabrikası vardır. E-5 kara yolu kenarında kasabanın girişinde Serinyol Orman Fidanlığı yer alır. Burası çok uzun zamandır bulunduğu il ve çevresi için değişik ağaç türü fidanlarının yetiştirildiği yerdir. Bedirge Çayının Amanoslardaki kaynağına doğru yukarı çıkan vadilerde mesire yeri olarak da sıkça gidilen ormanlık alanlar vardır. Dağlardan inen suların ovada açılan derin kuyulardan güçlü bir şekilde çıktığı "Artezyen" kuyular mevcut olup, Serinyol'un bu sularının bir kısmı yakın zamanda döşenen tesisatla Antakya'nın Çekmece Beldesi'ne de içme suyu olarak yönlendirilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14515",
"len_data": 3955,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Trajedi veya tragedya sözcüğü Yunanca tragoidia'dan gelir. Tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle "keçilerin türküsü" anlamına gelir. Dionysos şenliklerinde koro, tanrının ona bağlı kölelerini simgeliyordu. Tanrının çevresinde hep doğanın yabancı güçlerini temsil eden teke ayaklı satyrler(satirler) bulunduğu için ilk başlarda, koro da satyrlerin biçimine giriyordu; ilk dönemlerde, korodaki oyuncular teke derileri (tragoi) giyerek oyun alanına çıkıyorlardı. Tragedya türü de tragos'ların şarkılarından doğdu.
Tragedyanın konu kaynağı efsanelerdi. Zaten efsaneler Yunan şiirinin de kaynağı olmuştu. Kendisinden sonra gelen yazarların bitmez tükenmez hazinesi olan Homeros efsaneleri güzel bir üslûp içinde tekrarlanmıştı. Ancak dram sanatı, bu efsanelerden yepyeni bir biçimde esinlendi. Efsaneler geleneksel bir süsleme sanatı gibi, tekrarlanmanın batağına tam düşecekken, dram sanatı bu efsanelere yeni bir soluk getirdi ve geniş bir ufuk açtı. Çünkü efsanelerde idealize edilerek ya da süslenerek anlatılan olaylar ve bu olayların içindeki kahramanla dram sanatı yoluyla Atina halkının özelliği ve tavrı oluverdi; efsaneler yoluyla önemli gerçekler üzerinde duruldu.
Yunan tragedyasının özellik gösteren düşünce düzeyinden biri “gururlanma günahı” ve bu günahın kaçınılmaz cezasıydı. Yunanlar bu cezayı tanrıça Nemesis'e bağlarlardı. Nemesis, başarıları ve sürekli zenginlikleri yüzünden tanrıları unutan insanların kırbacı, onları cezalandıran bir yüce güçtü. Yunan seyircisi için hiçbir şey gurur kadar kahramanın kötü bir duruma düşmesindeki acıya, gölge düşüremezdi.
Yunan tragedya yazarları, oyunlarında tekrar tekrar bu günah-ceza kavramları üzerinde dururlardı. Hele Aiskhilos bu dinsel kavramlara her zaman dikkat etmişti. Ancak antik tragedyadaki günah kavramı bugünkünden değişikti: bazen günah hafif olur, unutulurdu; bazen günahı işleyen farkına bile varmazdı; bazen de günahı işleyen cezaya çarptırılan değil, onun babası ya da atası olurdu. Tragedya kahramanları günahlarından dolayı vicdan azabı çekmezlerdi.
Yunan tragedyasının yapısı konuşmalı ve şarkılı bölümlerle kuruludur. Konuşmalı bölümler üçe ayrılır:
En ünlü tragedya yazarları;
Aiskhylos, Sophokles, Euripides, Pierre Corneille, Jean Racine
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14516",
"len_data": 2242,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 4.26
}
|
Maclura pomifera (Yalancı portakal ağacı), Moraceae (dutgiller) familyasından 20 m'ye kadar boylanabilen geniş tepeli bir ağaç türü.
Lat. "Maclura"<William Maclure'a atfen, 19. yy.'da yaşamış ABD'li jeolog; pomifera<pomum=her türlü meyve, genellikle elma+fera=taşıyan, meyve taşıyan. Ağacın belirgin özelliğinin kocaman, küresel meyve taşımasından dolayı.
"Maclura pomifera" çok fazla boylanmayan, yaprağını döken, bir cinsli, iki evcikli(yani dişi ve erkek organlar ayrı ayrı çiçeklerde ve bu çiçekler ayrı ayrı ağaçlarda), vatanı Teksas, Arkansas(Osage halklarının bölgesi) olan, Moraceae, Dutgillerden familyasından bir ağaç. Teksas-Tommiks'den bildiğimiz Komançiler maklura'dan yaylarını yaparlarmış. Meyvelerini de sincaplardan ve çok eskiden mammutlardan başka bir hayvan yemezmiş.
Morfolojik özellikleri.
Genç sürgünlerin rengi yeşilimsi-gri veya açık kahverenginde olup, çıplaktır ve üzerinde çok sayıda lentiseller bulunur. Sürgünler üzerinde dikenler bulunur. Sürgünler koparıldığında veya kesildiğinde süt görünümünde bir sıvı salgılar. Tepe tomurcuğu pseudoterminaldır. Tomurcuklar küçük, yandan basık, küre biçimindedir ve az sayıda pullarla örtülmüştür.
5–12 cm uzunluğundaki yaprakları uzun damla uçlu yumurta biçimindedir, üst yüzü parlak yeşil, alt yüzü açık yeşildir ve tam kenarlıdır. Bir cinsli iki evciklidir.
Birçok çekirdekli sulu meyvelerin bir araya gelmesinden oluşan agregat meyve (bileşik meyve) 10 cm çapında, portakal görünümünde, yeşil renklidir, ezildiğinde süt salgılar.
Ekolojik özellikleri.
Taban suyu yüksek olan rutubetli yerlerde görülürse de, değişik toprak tiplerine uyum gösterebilir. Türkiye'de çit ve süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir.
Dağılımı.
Vatanı Kuzey Amerika'nın güney batısıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14520",
"len_data": 1740,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.14
}
|
Posta ve Telgraf Teşkilatı veya kısaca PTT, genel müdürlük olarak hizmet veren, Türkiye'nin posta örgütüdür.
2013 yılı Mayıs ayında TBMM'de kabul edilen tasarı ile Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi haline gelmiştir. 6 Şubat 2017 yılında yayımlanan kararname ile devlete ait bütün hisselerinin Türkiye Varlık Fonuna devredilmesi kararlaştırılmıştır.
Tarihçe.
İlk posta teşkilatı, Tanzimat Fermanı ile yaşanan gelişmelerin sonucu olarak Osmanlı Devleti'nin tüm halkının ve yabancıların posta ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla Nezaret olarak 23 Ekim 1840 tarihinde kurulmuştur. İlk postahane ise İstanbul'da Yeni Camii avlusunda Postahane-i Amire adı ile açılmıştır. İlk memurlar Süleyman Ağa, tahsildar Sofyalı Ağyazar Türkçe dışında yazılmış gönderilerin adreslerini tercüme etmek üzere mütercim olarak atanmışlardır. 1843 yılında telgrafın icadını müteakip 11 yıl sonra Türkiye'de de telgraf hizmeti başlamış, bu hizmeti disipline etmek üzere 1855 yılında ayrı bir Telgraf Müdürlüğü kurulmuştur.
1871 yılında ise Posta Nazırlığı ile Telgraf Müdürlüğü birleştirilerek Posta ve Telgraf Nezaretine dönüştürülmüştür. 1876 yılında milletlerarası posta nakli şebekesi kurulmuş, 1901 yılında ise koli ve havale işleminin kabulüne başlanmıştır. 23 Mayıs 1909 tarihinde ilk manuel telefon santralının İstanbul'da hizmete verilmesinden sonra Posta ve Telgraf Nezareti, 1909 yılında Posta, Telgraf ve Telefon Nezareti haline dönüştürülmüş, 1913 yılında da Posta, Telgraf ve Telefon Umum Müdürlüğü adını almıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında İçişleri Bakanlığı'na bağlı olarak görev yapan PTT Genel Müdürlüğü 1933 yılında katma bütçeli bir idare olarak Bayındırlık Bakanlığı'na, 1939'da ise Ulaştırma Bakanlığı'na bağlanarak hizmet vermeye devam etmiştir. 1954 yılında Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olan PTT Genel Müdürlüğü, 1984 yılında Kamu İktisadi Devlet Teşebbüslerinin yeniden düzenlenmesi ile ilgili olarak çıkarılan 233 sayılı KHK ile Kamu İktisadi Kuruluşu (KİK) statüsüne geçirilmiştir.
18 Haziran 1994 tarih ve 4000 sayılı Kanun ile PTT İşletmesi Genel Müdürlüğü'nün, T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü ve Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketi şeklinde yeniden yapılanması öngörülmüş olup, 24 Nisan 1995 tarihinden itibaren T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü müstakilen çalışmaya başlamıştır. 29 Ocak 2000 tarih ve 23948 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4502 sayılı kanunun 24. maddesi ile "T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü" olan Kuruluşun adı "T.C. Posta ve Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü" (PTT) olarak değiştirilmiştir.
Hizmetler.
PTT, posta, bankacılık, lojistik gibi alanlarda da hizmet vermektedir.
PTT Kargo.
3 Temmuz 2008 tarihinde PTT tarafından hizmete açılan kargo taşımacılığı firmasıdır. Tüm Türkiye'de hizmet vermektedir. Kargoları ücretlendirirken uzaklığa göre ücret sunmadıkları için, alanında en ucuza hizmet veren firmalardandır. Ücretlendirmelerinde gönderinin ağırlığını veya desisini göz önünde bulundururlar.
Firmanın ayrıca PTT Kargo VIP, Ödeme şartlı gibi hizmetleri de vardır. Gönderiler ise SMS, E-Mail ve İnternet gibi çeşitli yollardan online takip edilebilir. 2010 yılında personelsiz posta teslim gerçekleştirilmesine imkân veren Kargomatik servisini başlattılar. Bu hizmet şimdilik sadece İstanbul ve Ankara'da verilmektedir. Ayrıca hybrid mail uygulamalarına da başlamışlardır. 2016 yılında tüm PTT hizmetlerinin gerçekleştirilebileceği Mobil PTT araçları hizmet vermeye başlamıştır.
Karayolları Genel Müdürlüğü ile yapılan iş birliği.
PTT, 17 Eylül 2012 tarihinden itibaren köprü ve otoyollarda KGS ve OGS yerine kullanılmaya başlanarak tüm Türkiye'ye yayılması planlanan Hızlı Geçiş Sistemini Hayata geçirdi. Tüm Türkiye'deki PTT Şubelerinden alınabilen HGS etiketleri ile KGS ve OGS'deki bekleme süresi tamamen ortadan kaldırılarak Başta İstanbul'un köprüleri olmak üzere tüm Köprü ve otoyollarda zaman ve yakıt kaybının önüne geçilmiş oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14521",
"len_data": 3924,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Rüştü Reçber (d. 10 Mayıs 1973, Antalya), kaleci mevkiinde görev yapmış Türk eski millî futbolcudur. Türk ve dünya futbol tarihinin en iyi kalecileri arasında yer alır, 2003 yılında dünyanın en iyi 3. kalecisi olarak seçilmiştir. Ayrıca futbol efsanesi Pelé tarafından, yaşayan en iyi 100 futbolcudan biri olarak seçilerek FIFA 100 listesinde yer almıştır. Şu anda beIN Sports'ta yorumculuk yapmaktadır.
Kulüp kariyeri.
İlk yılları.
Rüştü Reçber, Korkuteli ilçesinin Küçükköy köyünde dünyaya geldi. Babası manav açıp, Korkuteli'ne taşındı. Rüştü de burada futbol oynamaya başladı. İlk lisansı Korkuteli amatör takımında çıkarıldı. 1985'te amatör olarak Demrespor'da futbola devam etti. Önce forvet olarak futbola başlasa da uzun boyu nedeniyle 89'da kaleciliğe geçti. 1990'da Burdurgücü takımına geçerek profesyonel oldu. Bu takımda üçüncü kaleci iken Fatih Terim ve ekibi tarafından keşfedildi. Niğde'de katıldığı amatör futbol turnuvasında ve İzmir'de katıldığı Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı elemelerinde başarılı bulunur. Daha sonra Galatasaray tarafından denendi ancak beğenilmedi. Teknik direktör Mustafa Denizli tarafından bir yıl Galatasaray PAF'da oynaması gerektiği söylendi. Ancak Rüştü, İstanbul'da bir yıl geçirmek yerine Antalya'ya gitmeye karar verdi.
Antalyaspor.
Ağustos 1991'de Antalyaspor ile anlaştı. İlk sezon hiç forma giyemedi ve Murat Ayhan Aydın'ın arkasında ikinci kaleci olarak bulundu. 92-93 sezonunda da ümit millî takıma çağrılması dışında aktif bir rol alamadı. 11 Nisan 1993'te Siirt Köy Hizmetlerispor ile oynanan Lig B maçında ilk kez Antalyaspor forması giydi ve o maç hiç gol yemedi. Sezon sonunda Beşiktaş Rüştü ile ilgilenmeye başladı. Ancak 13 Mayıs 1993'te Antalya'da takım arkadaşı Levent Tekne ile bir trafik kazası geçirdi. Rüştü'nün kullandığı araba köprü korkuluklarına çarptı. Levent Tekne hayatını kaybederken, Rüştü ise yaralanıp bir süre yoğun bakımda kaldı. Kazadan sonra Beşiktaş tarafından sağlık kontrollerinden geçirildi. Sonuç olarak yeniden sakatlanabileceği düşünülerek transferden vazgeçildi. Kazadan sonra moral ve fizik olarak çöken Rüştü ile teknik direktörü Adnan Dinçer özel olarak ilgilendi ve onu futbola yeniden kazandırdı.
Fenerbahçe SK.
1. dönemi.
Rüştü, 1993-94 sezonunda Antalyaspor'un birinci kalecisi oldu. Sezonun başında başarılı performansı ile dikkat çeken Rüştü, bu sefer de Fenerbahçe'den teklif aldı. 26 Kasım 1993'te kendisini Fenerbahçeli yapan sözleşmeyi imzaladı. Sözleşme gereği eski takımı Antalyaspor'a yeniden kiralandı ve sezonu orada tamamladı. Rüştü o sezon 33 maçta forma giydi. Bu dönemde Türkiye millî futbol takımına da sık sık çağrılmaya başladı. Sezon sonunda Antalyaspor, Türkiye 1. Futbol Ligi'ne çıkmaya hak kazandı.
Rüştü, Fenerbahçe ile ilk maçına 29 Ekim 1994'te Petrolofisispor karşısında çıktı. Devre arasında birinci kaleci Engin İpekoğlu'nun sakatlığı nedeniyle yerine oyuna girdi. 5 Kasım'da Altay ile oynanan maçta hem ilk kez ilk 11'de hem de ilk kez Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'na çıktı. Sezon sonu ligde başarı elde edilemedi. Sezon sonu oynanan Başbakanlık Kupası maçında Rüştü, Fenerbahçe kalesini korudu. Normal süresi 0-0 biten maçın uzatmaları da 1-1 bitti. Ancak Fenerbahçe penaltılarla elenirken, Rüştü ilk kupasını kaldıramadı.
Sonraki sezon Fenerbahçe'nin birinci kalecisi oldu. 29 lig maçında forma giydi. İlk kez Avrupa maçlarında forma giydi. Sezon sonunda Fenerbahçe şampiyon oldu. Bu da Rüştü'nün ilk şampiyonluğu oldu. Ayrıca Fenerbahçe 34 maçta sadece 19 gol yiyerek, en az gol yiyen takım oluyordu. Rüştü ise bu 16 golün sadece 10'unu yiyerek muhteşem bir performansa imza attı. Fenerbahçe, Türkiye Kupası'nı da uzatmalarda kaybediyordu.
1996-97 sezonunda lig kazanılmasa da Fenerbahçe yine en az gol yiyen takım oluyordu. 34 maçta 25 gol yiyen takımda Rüştü 20 gol yiyordu. İlk kez UEFA Şampiyonlar Ligi'ne de katılan Rüştü, Fenerbahçe'nin İngiltere'de Manchester United'ı 1-0 yenip, 40 yıllık rekoru kırdığı maçta performansı ile beğenildi. 97-98 sezonunda da şampiyonluk kazanılmasa da 33 maçta 25 gol yiyen Rüştü, yine Fenerbahçe'yi ligin en az gol yiyen takımı yaptı. Sezon sonunda Başbakanlık Kupası'nı da kazandı. 98-99 sezonu ise başarısız bir sezon olarak geçti. Bu sefer en az gol yiyen takım unvanı da Beşiktaş'a kaptırılsa da, Rüştü 30 maçta 23 gol yiyerek yine de iyi bir performans gösterdi.
1999-2000 sezonu Rüştü için üzücü bir olaya sebep oldu. Fenerbahçe 14 Aralık 1999'da Pendikspor'a 2-1 yenilerek Türkiye Kupası'nda elendi. Maç sonrası tesislerinden otomobili ile ayrılan Rüştü, taraftarın saldırısına uğrayıp dayak yedi. Bu olayların o zaman Fenerbahçe yönetim kurulunda olan Mecnun Otyakmaz ve Tahir Kıran'ın dövdürdüğü iddia edildi. Rüştü ve Fenerbahçe arasında bir kırgınlık yaratan bu olaydan sonra Rüştü, Fenerbahçe formasını giymeye devam etse de kaptanlığı bıraktı. Fenerbahçe sezon sonu UEFA'da Macar takımı MTK'ya elenirken, ligde de 4. olup Avrupa'ya gidemedi. Rüştü ise 25 maçta 31 gol yiyerek ilk kez maç başına 1 gol yeme ortalamasının üstüne çıktı.
2000-01 sezonunda Fenerbahçe ile bir şampiyonluk daha gördü. Takımın en çok forma giyen futbolcusu oldu. 2001-02 sezonunda ise bir kez daha Şampiyonlar Ligi macerası yaşadı ancak Fenerbahçe 0 puan ile rekor kırarken, Rüştü de iyi bir performans gösteremedi. Ancak ligde 2. olan Fenerbahçe, Galatasaray ile en az gol yiyen takım oluyordu. 2002-03 sezonu Rüştü'nün Fenerbahçe'deki ilk döneminin son sezonu oldu. Ancak bu sezonda da hiçbir başarı kazanılamadı.
Fenerbahçe.
2. dönemi.
Fenerbahçe'ye kiralık olarak döndüğü sezon Rüştü, bir Fenerbahçe şampiyonluğu daha gördü. 29 maçta 17 gol yiyerek başarılı bir performans sergiledi. Türkiye kupası yarı finalinde uzatmalarda 1-0 yenik devam eden maçta Fábio Luciano'ya gol pası atarak maçın penaltılara gidip, finale kalmalarına yardım etti. Ancak finalde Galatasaray'a 5-1 yenildiler. 2005-06 sezonunda Fenerbahçe'ye transfer oldu. ancak genç file bekçisi Volkan Demirel'in yedeği konumuna düşüp, kupa maçlarında forma giydi. Ancak formayı sezonun ikinci yarısında kaptı. Sezonu lig ikincisi olarak bitirdiler. Fenerbahçe ile son sezonu 2006-07 sezonu oldu. Geçen sezon kaldığı yerden lig ve UEFA Kupası kalecisi olarak devam ederken, 15 Ekim 2006'da Ankaraspor ile 2-2 berabere kaldıkları maçtan sonra sağ diz çapraz bağı koptuğu için sahalardan 5-6 ay uzak kaldı. Fenerbahçe sezon sonunda şampiyon oldu.
FC Barcelona.
Rüştü, 2002 FIFA Dünya Kupası performansından sonra Barcelona, Manchester United ve Arsenal'in transfer listesine girmişti. Rüştü, Barcelona başkanlığına aday olan Joan Laporta ile anlaştı ve seçimi kazanması halinde transfer olacağı sözü verildi. Aynı sene teknik direktörlüğe de Frank Rijkaard getirildi. İlk hazırlık maçına Juventus karşısında çıktı. Rüştü, ilk 45 dakika Barcelona kalesini korudu ve ilk yarıyı Barça, 2-0 kazandı. Katalunya Kupası maçında ise ikinci 45 dakika oynayan Rüştü'lü Barcelona Espanyol'u 1-0 yenerek bu kupayı kazandı. Ancak La Liga maçlarından önce Rijkaard, Rüştü'nün İspanyolca ya da İngilizce bilmemesi nedeniyle kaleyi Víctor Valdés'in koruyacağını, Rüştü'nün ise kupalarda forma giyeceğini açıkladı.
16 Ekim 2003'te UEFA Kupası'nda FK Púchov'u 8-0 yendikleri maçta ilk kez resmi bir maçta Barça kalesini korudu. İkinci tur maçlarında da Panionios karşısında iki maçta da forma giydi ve gol yemedi. 15 Aralık 2003'te ise ilk kez lig maçında Espanyol'a karşı forma giydi ve maçı Barcelona 2-1 kazandı. Ancak 22 Aralık'taki ikinci maçı olan Celta Vigo karşısında hatalı bir gol yedi ve maç 1-1 beraberlikle bitti. 4 Ocak'ta oynadığı Racing de Santander maçında da hatalı goller yiyerek Barcelona'nın maçı 3-0 kaybetmesinde sorumluydu. Rüştü bu maçlardan sonra tamamen yedeğe düşerek ligde, UEFA Kupası ya da ulusal kupada forma giymedi. Bu performans düşüklüğü ile AB-dışı statüsünde oynayan Rüştü, bu kontenjanın da sınırlı olması nedeniyle ilk 18'e alınmayarak üçüncü kaleciliğe düştü. 14 Nisan 2004'te Real Betis ile oynanan son lig maçında 33. dakikada kırmızı kart gören Valdes'in yerine oyuna girdi. Ancak oyuna girdikten sonra bir gol yedi. Maç 1-1 sonuçlandı. Sezon sonuna kadar forma giyemeyen Rüştü, gelecek sezon için eski takımı Fenerbahçe'ye kiralandı.
Beşiktaş JK.
2007-08 sezonunun başında sürpriz bir şekilde takım arkadaşı Mehmet Yozgatlı ile birlikte Beşiktaş'a geçti. 19 Ağustos 2007'de Kasımpaşa'yı 2-1 yendikleri maçta resmi olarak ilk kez Beşiktaş kalesini korudu ancak daha sonra kaleyi Hakan Arıkan'a kaptırdı. 20 Ekim 2007'de ikinci resmi maçı olan Trabzonspor maçında 79. dakikada ceza sahası dışında elle oynadığı için kırmızı kart ile oyun dışında kaldı. Maç sonrası topa elle müdahale olmadığı itirazında bulunan Beşiktaş'ın itirazı kabul edildi ve Rüştü'nün cezası kaldırıldı. Hakan'ın kalede olup Beşiktaş'ın Liverpool'a 8-0 yenildiği maçtan sonra Rüştü kaleyi devraldı. Sonraki sezon da birinci kaleciliği devretmedi. Kupa maçlarında ise sadece bir kez oynadı ve kaleyi Hakan korudu. Sezon sonunda Beşiktaş, hem ligi hem kupayı kazanıyordu. 2009-10 sezonunda da başlarda Hakan Arıkan olmasına rağmen daha sonra birinci kaleciliği yeniden kazandı. Beşiktaş sezonu kupasız kapamış olsa da Rüştü, yine bir Manchester United zaferine imza attı ve Beşiktaş'ın United'ı deplasmanda 1-0 yendiği maçta kaleyi başarılı bir şekilde korudu. BBC Sport tarafından maçın kahramanı olarak seçildi. Maçı canlı yayında veren Star TV'nin spikeri Ertem Şener'in Rüştü'nün bir kurtarışından sonra "Her yerinden öpüyorum Rüştü" sözü Türkiye'de çok popüler oldu.
Yurtdışından tekliflere rağmen Rüştü Reçber, Beşiktaş'ta kalmak istedi; fakat Beşiktaş kendisiyle sözleşme imzalamayınca takımdan ayrıldı ve futbolu bıraktı.
Millî takım kariyeri.
132 kez millî takımlara çağrılan Rüştü Reçber, 12 kez , 120 kez de Türkiye A millî takımda forma giymiştir.
18 defa Türkiye A millî takım kaptanlığı yapmıştır. millî takımda görev yaptığı yüzüncü maçta kullandığı forma, krampon ve eldiveni Fenerbahçe Müzesi'nde sergilenmektedir.
2008 Avrupa Futbol Şampiyonasında Almanya ile oynanan yarı final maçı sonrası, A Milli Takımı bıraktığını açıklamış, ancak 2010 FIFA Dünya Kupası elemelerinde İspanya ile oynanan maçlarda tekrar millî takıma çağrılmış, Türkiye'nin grupta iddiasını kaybetmesinin ardından 14 Ekim 2009'da Bursa Atatürk Stadyumu'nda Ermenistan ile oynanan grubun son maçında 89. dakikada oyuna sokulup alkış alarak Fatih Terim'le birlikte millî takımı bıraktığını açıkladı. 26 Mayıs 2012 tarihinde ise Finlandiya ile oynanan hazırlık maçında jübilesini yaparak 39 yaşında millî takım kariyerini noktaladı.
EURO 1996.
1996 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri, Rüştü'nün A millî takım formasını giydiği ilk elemeler olmuştu. Türkiye'nin oynadığı 8 maçın 6'sına çağrıldı. Türkiye'nin 12 Ekim 1994'te Ali Sami Yen Stadyumu'nda İzlanda'yı 5-0 yendiği maçta Engin İpekoğlu'nun yerine geçerek ilk kez A Millî oldu. Bu maçtan sonra 4 maç daha forma giydi ve toplamda 5 maçta 4 gol yedi. Türkiye grup ikincisi olarak tarihinde ilk kez bir Avrupa Futbol Şampiyonası'na katıldı.
23 yaşındaki Rüştü, 22 numaralı forması ile EURO 1996'ya giden kadronun birinci kalecisi oldu. Türkiye'nin oynadığı 3 maçta da forma giydi. Türkiye turnuvayı gol atamayıp 0 puanla kapadı. Rüştü ise 3 maçta 5 gol yedi.
1998 FIFA Dünya Kupası elemeleri.
Türkiye, 98 FIFA Dünya Kupası elemelerinde 8 maç yaptı. Bunların 7'sinde Rüştü kadroya çağrıldı ve hepsinde de forma giydi. Bu 7 maçın dördünde gol yemedi. Belçika'dan 2 maçta 5, Galler'den bir maçta 4 gol yedi. Türkiye, Hollanda ve Belçika'nın ardından grup üçüncüsü olduğu için FIFA Dünya Kupası'na katılamadı.
EURO 2000.
Rüştü, 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde oynanan 8 maçta da kadroya çağrıldı ve hepsinde de forma giydi. Rüştü bu 8 maçın sadece 3'ünde gol yedi. Finlandiya maçlarında toplam 5, bir Moldova maçında da 1 gol yedi. Zorlu Almanya maçlarında ise geçit vermedi. Türkiye böylece grup ikincisi olup play-off'lara kaldı. İrlanda ile oynanan play-off maçlarında da ilk 11'de çıktı. İkinci play-off maçında ise 39. dakikada sakatlanıp yerini Engin İpekoğlu'na bıraktı. Türkiye bu play-off maçlarını 1-1 ve 0-0'lık skorlarla geçerek tarihinde ikinci kez bu turnuvaya katılıyordu.
Mustafa Denizli yönetimindeki Türk takımının birinci kalecisi bu sefer 1 numarayı giyen Rüştü oldu. Türkiye grup maçlarında 1 galibiyet, 1 beraberlik ve 1 mağlubiyet ile çeyrek finale çıktı. Rüştü ise 3 maçta da 90 dakika forma giydi ve sadece ilk maç İtalya'dan 2 gol yedi. Çeyrek finalde de ilk 11'de olan Rüştü, Portekiz'in 2-0'lık galibiyetine engel olamadı.
2002 FIFA Dünya Kupası.
2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde oynanan 10 maçın kadrosuna da Rüştü davet edildi. 10 maçın 5'ini gol yemeden bitirdi ve Türkiye'nin ikinci olup play-off'lara kalmasına yardım etti. Avusturya ile oynanan play-offlarda da forma giyen Rüştü, iki maçta da gol yemedi ve Türkiye tarihinde 2. kez FIFA Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı.
Bu sefer de Şenol Güneş ile turnuvaya katılan takımın birinci kalecisi yine 1 numaralı Rüştü'ydü. Birinci maç, kupayı en çok kazanan takım Brezilya ile oynandı. Türkiye 1-0 öne geçse de 50. dakikada Ronaldo ve 87. dakikada Rivaldo'nun penaltıdan golüne engel olamadı. Ancak kaleye gelen 12 şutun 10'unu Rüştü kurtarıyordu. 2. maç Kosta Rika maçında da oynayan Rüştü, 86. dakikada bir gol yerken, Türkiye maçı berabere bitirdi. Son maçta Çin'i 3-0 yenen Türkiye'de Rüştü'ye çok iş düşmedi.
Son 16'ya kalan Türkiye, Japonya ile eşleşti. Türkiye Japonya'yı Ümit Davala'nın bulduğu golle geçerken Rüştü kalesini yine gole kapamıştı. Çeyrek final maçında rakip Senegal'di. Normal süresi 0-0 biten maçı, Türkiye İlhan Mansız'ın altın golü ile 1-0 kazanıyordu. Rüştü yine 90 dakika forma giyip, gol yemedi. Yarı final maçı ise yeniden Brezilya ile oynandı. Rüştü kaleyi çok iyi korusa da 49. dakikada Ronaldo'nun golüne engel olamadı. Ancak kaleyi bulan 10 şutu tutarak olası bir farkı engelledi. Türkiye, 3.lük-4.lük maçında Güney Kore'yi 3-2 yendi. Rüştü 9. ve 90+3. dakikalarda iki gol yemesine rağmen 8 tane kaleye gelen şutu da çıkarıyordu. Maç sonunda Rüştü, Oliver Kahn ile birlikte turnuvanın en iyi kalecisi seçilerek, Altın Karma'ya dahil oldu. Bu turnuva Rüştü'nün Avrupa'daki popüleritesini sağlayıp, Barcelona'ya gitmesinin yolunu açtı. Aynı yıl tüm otoriteler tarafından dünyanın en iyi kalecisi seçildi.
2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası.
Türkiye, turnuvaya katılmaktan vazgeçen Almanya yerine Avrupa temsilcisi olarak 2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası'na katılmaya hak kazandı. 30 yaşındaki Rüştü, yine takımın 1 numaralı kalecisi oldu. ABD ile oynanan ilk grup maçında forma giymese de Kamerun ve Brezilya maçlarında 90 dakika forma giydi. Çeyrek finalde Fransa ile oynanan maçta Gökdeniz Karadeniz ile çarpışarak 36. dakikada oyundan çıktı. Sakatlığı nedeniyle 3.lük-4.lük maçında forma giyemedi. Türkiye turnuvayı üçüncü olarak bitirdi.
EURO 2004 elemeleri.
Barcelona'da yedek kalan Rüştü, 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde sadece 3 kez çağrıldı. Bunların ikisi grup maçıydı, Rüştü iki maçta da gol yemedi. Özellikle İngiltere maçında kaleyi tutan 11 şutu da kurtardı. Maç içinde Kieron Dyer'a yaptığı sert hareket yüzünden sarı kart görürken, hareketi Türk ve yabancı video sitelerinde bolca yer buldu. Letonya ile oynanan play-off'ların ilkinde forma giydi ancak maç 1-0 kaybedildi. Türkiye, Rüştü'nün ilk 18'de olmadığı ikinci play-off maçında 2-2 berabere kalınca Avrupa Şampiyonası'na katılamadı.
2006 FIFA Dünya Kupası elemeleri.
Rüştü, 2006 FIFA Dünya Kupası elemelerinin 9 maçına çağrılmış ve 8'inde 90 dakika forma giymiştir. Bunların 4'ünde de gol yemedi. Olaylı İsviçre play-off maçlarında da yedek kaleci oldu. Play-off'ları bir önceki turnuva gibi deplasman usulü ile kaybeden Türkiye, bir öncekinde 3. olduğunu FIFA Dünya Kupası'na bu sefer gidemedi.
EURO 2008.
Rüştü, Türkiye'nin oynadığı 12 maçın 8'inde ilk 18'e girdi. Bu maçların ise 5'inde 90 dakika forma giydi. Bu maçların 4'ünde gol yemedi. 3-2 kaybedilen Bosna-Hersek maçında ise kaledeydi. Grup ikincisi olan Türkiye doğrudan 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'na gitme hakkı kazandı.
35 yaşındaki Rüştü, yine Fatih Terim tarafından kadroya çağrılıyordu. Ancak bu sefer, Fenerbahçe'de onun yerini alan Volkan Demirel, Terim'in birinci tercihiydi. Rüştü grup maçlarında forma giymedi. Son grup maçının 90+2. dakikasında Volkan Demirel'in kırmızı kart görmesi ile çeyrek finaldeki maçta Rüştü'ye sıra gelmişti. 20 Haziran 2008'de oynanan Rüştü'nün EURO 1996'da karşı karşıya oynadığı Slaven Bilić'in yönettiği Hırvatistan maçında 90 dakika forma giyen Rüştü maç içinde kritik kurtarışlar yaptı. Maçın normal süresi 0-0 bitti. Ancak 119. dakikada Rüştü'nün de hatasıyla Hırvatistan golü buldu. Maç böyle biter derken, Rüştü'nün kullandığı, ofsayttan doğan endirekt vuruş Semih Şentürk'ün önüne düştü ve Türkiye 120+2'de bulduğu golle penaltılara kaldı. Hırvatistan, 3 penaltı atışının 1'ini gol yapıp ikisini dışarıya vurdu. Son penaltı atışını da Rüştü kurtarınca, Türkiye tarihinde ilk kez bir Avrupa şampiyonasında yarı finale kaldı. Amerikan kanalı ESPN, Rüştü'yü maçın kahramanı olarak seçti, diğer ülke basınlarından da övgüler aldı. 25 Haziran'da Almanya ile oynanan yarı finalde Türkiye ilk 18'ini bile tamamlayamayacak kadar eksikle maça çıktı. Türkiye maçı 3-2 kaybederken, Rüştü 2. golde yaptığı hata yüzünden eleştirildi.
Özel hayatı.
Rüştü Reçber, Işıl Reçber ile evlidir ve biri kız, biri erkek olmak üzere 2 çocuk babasıdır. Mart 2020'de, Reçber'in koronavirüs test sonucu pozitif çıktı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14522",
"len_data": 17486,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.23
}
|
Sanat dünyası, güzel sanatların üretim, sipariş, sunum, koruma, tanıtım, arşivleme, eleştiri, alım ve satım süreçlerinin tümünde rol alan herkesi kapsayan bir terimdir. Bazen çoğul olarak, farklı yerlerde veya farklı görüşlere dayalı sanat dünyalarından bahsedildiği durumlar olsa da, genellikle tekil olarak küresel boyuttaki elit görsel sanatlar dünyasını tarif etmek için kullanılır.
Sanat felsefesindeki kullanımı.
"Sanat kuramı atmosferi" olarak anlamı, sanat kuramcısı Arthur Danto'nun 1964'te ortaya atılmış, daha sonraki yıllarda George Dickie tarafından da kullanılmıştır. Kurumsal sanat teorisine göre bu üretim, eleştiri, tanıtım, koruma, arşivleme ve pazarlama ağının dışında sanat var olamaz. Sanat dünyasının işlevi, "moda sistemine" benzer bir sistem içinde, sanat olan ve olmayan arasındaki ikililiği sürekli yenileyerek yeniden tanımlamak olarak görülebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14523",
"len_data": 875,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 4
}
|
John Richard Deacon, (d. 19 Ağustos 1951, Oadby Leicester, İngiltere) Rock grubu Queen'in bas gitaristi. John Deacon ilk olarak Oadby Infants' School'a, ardından Gartree High School ve Beauchamp Grammar School'a ve sonra da elektronik mühendisliği okumak için Londra'daki Chelsea College'a gitmiştir.
John Deacon'ın dersleriyle ilgilenmesine karşın müziğe karşı daha eğilimliydi. On dört yaşında ilk grubu olan Opposition'da yer almıştır. Şubat 1971'de Freddie Mercury, Brian May ve Roger Taylor tarafından keşfedilerek kendisinden gruplarına katılması istenmiştir. John Deacon grubu katılmış ve Queen resmen kurulmuştur.
John Deacon, Queen grubundaki en pasif eleman gibi gözükse de grubun en ciddi elemanıdır ve bu ciddiyetinden mümkün olduğunca ödün vermemiştir. Gruba verdiği ilk beste Sheer Heart Attack albümündeki Misfire adlı şarkıdır. İlk kırkbeşlik haline getirilen bestesi A Night At The Opera adlı albümdeki You're My Best Friend adlı şarkıdır. The Game albümünde yer alan Another One Bites the Dust adlı şarkı dünya çapında, özellikle ABD'de (burada bir numaraya yükselmiştir.) bir hit haline gelmiştir.
Diğer Queen üyelerinin yaptığı solo albümlerden etkilenen John Deacon 1980'li yıllarda Queen'in albümleri dışında Immortals grubu gibi çeşitli solo projelerde yer almıştır. 1986 yılında Immortals grubu ile "The Biggles" filmi için bestelenen "No Turning Back" adlı parçada bas gitar çalmıştır. Ek olarak çeşitli müzisyenlerin solo albümlerinde konuk müzisyen olarak bas gitar çalmıştır. 1984 yılında Queen davulcusu Roger Taylor'un "Strange Frontier" albümündeki "It's An Illusion" ve "I Cry For You" adlı parçalarda bas gitar çalmıştır. Ayrıca Elton John'un da bazı albümlerinde konuk müzisyen olarak bulunmuştur. Elton John'un 1985 tarihli "Ice On Fire" albümünde "Too Young" adlı şarkıda; 1986 tarihli "Leather Jackets" albümünde ise "Angeline" isimli şarkıda bas gitar çalmıştır.
1987 yılında Anita Dobson'un "Talking Of Love" isimli albümündeki "I Dream Of Christmas" isimli şarkıda bas gitar çalmıştır. 1988 yılında ise Freddie Mercury ve Montserrat Caballe'nin ortak yayınladığı "Barselona" albümünün "How Can I Go On" isimli şarkısında bas gitar çalmıştır. John Deacon, ayrıca Brian May'in 1992 tarihli "Back To The Light" albümündeki "Nothing But Blue" şarkısında bas gitar çalmıştır.
John Deacon Freddie Mercury öldükten sonra son olarak 1995'te Queen'in son stüdyo albümü Made In Heaven ve 1997'de Queen Rocks albümünde yayınlanan No-one But You (Only The Good Die Young isimli şarkı için çalışmıştır. 1997 yılından sonra Queen adına yapılan hiçbir projeye katılmamıştır (ailevi sebepler ve Freddie'nin ölümü yüzünden). Şu anda müzik alanında bir faaliyette bulunmamaktadır.
John Deacon, Queen grubundaki müzik kariyerinde yaptığı "You're My Best Friend", "Spread Your Wings", "Another One Bites The Dust", "Back Chat", "I Want To Break Free", "Friends Will Be Friends" gibi hit olmuş parçalarla anılmaktadır.
Queen ile yayınladığı albümler
Queen albümlerinde bulunan şarkıları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14526",
"len_data": 3006,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.46
}
|
Amalthea, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Düzenli iç yörünge grubunun üyesidir. Galilei uydularından sonra ilk bulunan Jüpiter uydusudur. Bu nedenle 'Jüpiter V' adını almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14527",
"len_data": 183,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.48
}
|
Ülkelerin kod isimleri ile telefon kodları aşağıdaki listede bulunmaktadır.
Uluslararası aramalarda, bulunulan ülkeye göre "00" veya "011" gibi ön numaralar aranmaktadır. Aşağıda ise bunların yerine "+" kullanılmıştır.
Türkiye'den yurt dışı aramalarında "00" kullanılır.
Kodların ayrıntıları.
Bazı coğrafik ve siyasi görüşlere göre telefon kodları bazı bölgelere ayrılmıştır.
Bölge 1 - Kuzey Amerika Numaralandırma Plan Alanı.
Bu alan aşağıdaki ülkeleri içerir:
Bölgeler 3/4 - Avrupa.
Önceden Birleşik Krallık ve Fransa gibi büyük ülkeler için iki basamaklı kodlar verilirken (yerel numaralarla beraber karmaşayı azaltmak için) küçük ülkelere, İzlanda gibi, üç basamaklı kodlar verilmekteydi. Ancak 1980'lerden beri ülkelerin nüfuslarına bakmaksızın üç basamaklı kodlar verilmektedir.
Ülke kodu bulunmayan yerler.
Antarktika'da arama istasyonun sahibi olan ülkeye bağlıdır:
Arama kodu olmayan diğer bölgeler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14528",
"len_data": 908,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.39
}
|
Loxia, Fringillidae familyasına bağlı bir hayvan cinsidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14542",
"len_data": 58,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.97
}
|
Turkuaz Linux, İTÜ mensubu H. Turgut Uyar ve F. Kağan Gürkaynak ile Yeditepe Üniversitesi mensubu Giray Devlet ve Nurhan Çetin'in bir araya gelmesiyle yola çıkmış bir Linux dağıtımı tasarısıdır. Türkiye'ye özgü Linux dağıtımları arasında ilktir. Çekirdek öbek 10'a, toplam katkıcı sayısı 100'e kadar ulaşmıştır. Ancak tasarı sürekli olamamıştır. Ardından gelen Gelecek Linux gibi tasarıların öncüsü olmuştur.
Turkuaz Linux, Red Hat Linux 5.0 sürümüne dayanan bir Linux dağıtımıdır. 495 paket derlenip, Türkçeleştirilmiştir. İTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü laboratuvarlarında 1997-1998 yıllarında kullanılmış ve kişisel bilgisayar dergileri ile dağıtılmıştır.
En son olarak 1998 yılının Nisan ayında Turkuaz Linux 1.0.2 sürümü çıkarılmıştır. Bu tarihten sonra toplu olarak paket oluşturma çabalarına son verilmiştir.
İTÜ Bilgi İşlem Dairesi'nin sitesindeki yazıya göre, Turkuaz Linux'un başarısızlık nedenleri Türk yazılım pazarının durumu, eksik yasal düzenlemeler ve eksik BT vizyonu olarak belirtilmiştir.
Turkuaz ve Red Flag.
Turkuaz Linux'la benzer amaçlarla yola çıkan Red Flag Linux dağıtımı ise hala yaşamakta. Red Flag'in çıkış noktası da Çince bir işletim dizgesi oluşturmaktı. Red Flag Linux ilk kez 1999'da Çin Bilimler Akademisi, Yazılım Enstitüsünde akademik bir çaba olarak ortaya çıktı. Red Flag'in kaderi devlet destekli bir şirket tarafından desteklenmesi ile değişti ve hala kullanılır durumdadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14571",
"len_data": 1418,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.5
}
|
Yapısal bilimler diğer bilim dallarından farklı olarak gerçel olguların araştırılmasıyla değil, bu amaca ulaşmakta kullanılan yöntemleri araştırmakla uğraşır.
Yapısal bilimlere bu bilim kategorisinin savunucularınca aşağıdaki bilim alanları dahil edilir:
"Yapısal bilim" kavramı 1971'de Carl Friedrich von Weizsäcker tarafından ortaya atılmıştır. Max-Planck Biyofiziksel Kimya Enstitüsü'nden Bernd-Olaf Küppers 2000 yılında yapısal bilimleri doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasında köprü olarak tanımlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14575",
"len_data": 512,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.95
}
|
Himalia, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. En büyük ve ilk keşfedilen üyesi olduğu için, düzensiz yörüngeli Himalia uydu grubuna adını vermiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14597",
"len_data": 150,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.42
}
|
Norveç, resmî adıyla Norveç Krallığı (Norveççe-Bokmål: "Kongeriket Norge"; Norveççe-Nynorsk: "Kongeriket Noreg"), Kuzey Avrupa'da bulunan İskandinav Yarımadası'nın batısında bir ülke. Finlandiya, İsveç ve Rusya ile komşu olan ülkenin batıda Atlas Okyanusu'nun bir kolu olan Norveç Denizi'ne kıyısı vardır. Kıyıları binlerce fiyordla çizilidir.
Anayasal monarşi ile yönetilen ülkenin başkenti Oslo'dur. 385,207 km² alana yayılan Norveç'in, Finlandiya ile 729, İsveç ile 1.619, Rusya ile 167 kilometre sınırı vardır ve 21.925 kilometrelik çok uzun bir sahil şeridi vardır.
Norveç Avrupa ortalamasının üstünde yaşam standardına ve ekonomik gelişmişliğe sahip olduğundan Avrupa Birliği'ne girmek istememektedir. Zira, ülke kıyılarındaki petrol rezervlerinin zenginliği ve dünya ve Avrupa balıkçılık sektörünü elinde bulundurması ile tanınmaktadır. Avrupa Birliği'ne olumsuz yaklaşmalarının bir nedeni de balıkçılık sektörünü olumsuz etkileyeceği yönündeki çekinceleridir. Öte yandan; Norveç, İsviçre, İzlanda ve Lihtenştayn ile birlikte EFTA (Avrupa Serbest Dolaşım Örgütü) üyesidir ve bu örgütü terk edip AB'ye geçmeyi istememektedir.
Avrupa Birliği'nin ısrarları işe yaramamaktadır. Zira ülkede iki kere referandum yapılmış ikisinde de Avrupa Birliği'ne ret çıkmıştır. Bugünlerde yapılan anketlerde AB'yi isteyenlerin oranı %50 civarındadır. Norveç ayrıca bir NATO ülkesidir.
Norveç, kökleri eşitlikçi fikirlere dayanan, kapsamlı bir sosyal güvenlik sistemi ve evrensel sağlık hizmetlerini içeren İsveç modelini uygulamaktadır. Norveç'te petrol, doğalgaz, madenler, ormanlar, denizler ve tatlı su kaynaklarında devlet mülkiyeti bulunmaktadır. Petrol endüstrisi ülkenin milli gelirinin dörtte birini oluşturmaktadır. Norveç, Orta Doğu ülkeleri hariç tutulduğunda kişi başına düşen petrol ve doğalgaz üretiminde birinci sıradadır. Ülke kişi başına düşen milli gelirde ise Dünya Bankasına göre dördüncü, IMF'ye göre ise sekizincidir ve 1,3 trilyon doları aşan ulusal varlık fonu dünyanın en büyüğüdür Norveç'in en önemli sorunu azalan ve yaşlanan nüfus sorunudur. Ülkede yaşayan insanların sayısı beş milyon civarındadır ve iş gücü eksikliği çekmektedir.
Öte yandan Avrupa'nın en pahalı ülkesidir.
Köken bilim.
Norveç'in resmi adı Bokmål yazı geleneğine göre "Kongeriket Norge", Nynorsk yazı geleneğine göre ise "Kongeriket Noreg"'dir (Norveç Krallığı). Ülkenin adının iki farklı yazılış şeklinin olması zaman zaman tartışmalara neden olmaktadır. Özellikle para, pul ve pasaport gibi resmi evraklarda 1980'lere kadar Norge adı yaygın olarak kullanılırken, 80'lerden sonra her iki yazılış şekli de bir arada kullanılmaya başlandı. Ülkenin adının Eski Nors dilindeki yazılışı Noregr'di. Orta Çağ Latincesinde ise adı Nor(th)vegia'ydı. Ülkenin adının ilk yazılış şekli 9. yüzyıl Hålogaland'lı Ohthere'nin yazılarında norðweg şeklindedir. Bazı Orta Çağ yazmaları ülkenin adının Kral Nórr adında mitolojik bir kişiden geldiğini iddia etse de, yaygın kabul gören görüşe göre ülkenin adı Norveç Denizi'ne verilen "kuzeye doğru deniz yolu" anlamındaki "norðvegr"'den geldiğidir. Nors dilinde aynı şekilde Baltık Denizi için "austrvegr" (doğudaki topraklara giden yol), Kuzey Denizi (ve Atlas Okyanusu) için "vestvegr" (batıdaki topraklara giden yol) ve Akdeniz için "suðrvegr" (güneydeki topraklara giden yol) kullanılmaktadır. Yine de norð- kökeninin etimolojik kaynağı konusunda kuşkular vardır ve başka köklerden geliyor da olabilir.
Tarih.
8.-11. yüzyıl arasında Norveç'te Vikingler olarak bilinen bir kavim hüküm sürmüştür. Savaşçı bir ulus olarak tanınan Vikingler batıda Büyük Britanya, İzlanda, Grönland ve hatta Kuzey Amerika'ya kadar ulaşarak sömürgeler kurdular. 1000 yılı civarında Hristiyan misyonerler Norveç'te Hristiyanlığı yaymaya başladılar. Norveç kralı I. Haakon Hristiyanlığı kabul etti. 995 yılında I. Olaf Norveç'teki ilk Hristiyan kilisesini kurup Kiliseyi devletin eğitimli çalışanları olan ve yörelerde örgütlü bir kolu hâline getirdi. 1030 yılında Danimarkalılar Norveç'i ellerine geçirdiler. Norveç Danimarka kralı Knud'un kurduğu Kuzey Denizi İmparatorluğu'nun bir parçası hâline geldi.
1363 yılında Norveç kralı VI. Håkon Danimarka kralı IV. Valdemar'ın kızı I. Margrete'le evlenerek iki ülkeyi bir bayrak altında birleştirdi. Ayrıca Håkon İsveç kraliyet ailesiyle de akrabaydı. Çiftin evliliğinden doğan Olaf'ın 1387 yılında erken yaşta ölmesi üzerine I. Margrete tahta çıktı (1387-1412). Margrete'in yönetimi altında 1397 yılında İsveç, Norveç, Danimarka ve sömürgeleri (Faroe Adaları, İzlanda, Grönland ve Finlandiya) birleşerek Kalmar Birliği adı altında büyük bir İskandinav İmparatorluğu hâline geldiler.
1521 yılında İsveç Kalmar Birliği'nden ayrıldı. Bu arada İskandinav ülkeleri Martin Luther tarafından Almanya'da başlatılan Protestan Reformu ile sarsıldı. Danimarka ve Norveç 1821 yılına kadar Danimarka-Norveç adı altında birlikte hareket etmeye devam ettiler. Kralları tekti ama yasaları, devlet kurumları ve orduları ayrı ayrı gelişmeye devam etti. 19. yüzyılın başlarında Norveç Napolyon Savaşları'yla temelinden sarsıldı. Fransa savaşı kaybedince Danimarka 1814 yılında imzaladığı Kiel Antlaşması uyarınca savaşı kazanan tarafın üyesi olan İsveç'e Norveç'i bırakmak zorunda kaldı. Norveçliler İsveç yönetimini istemediler. Bir temsilciler meclisi 1814'te Norveç anayasasını kabul etti ve İsveç'e direndi ama bir kral iki meclis prensibini kabul etmek zorunda kaldı. Norveç bayrağı adeta bu geçişi anlatır gibi Norveç'te kullanılagelen kırmızı beyaz Danimarka bayrağının ortasına İsveç'i temsil eden mavi renkte bir haç ekleyerek kabul edildi. Nihayet 1905'te İsveç, Norveç'in bağımsızlığını tanıdı. 12 Kasım 1905'te referandum sonucuna göre %79'la monarşi yanlıları galip çıktı ve Danimarka Kralı VIII. Frederik'in oğlu Karl, VII. Haakon adıyla Norveç kralı ilan edildi. Bu gün Birliğin Dağılması Günü adıyla kutlanmaktadır.
Norveç I. Dünya Savaşı'nda tarafsız kaldı. II. Dünya Savaşı'nda da tarafsız kalma niyetinde olmasına rağmen 9 Nisan 1940 tarihinde Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. 8 Mayıs 1945 tarihinde Almanya'nın teslim olmasına kadar Norveç işgal altında kaldı. 1949 yılında Norveç NATO'ya üye oldu. 1960'ların sonlarında Norveç sularında keşfedilen petrol ve doğalgaz Norveç'e büyük bir refah kazandırdı. 1972 ve 1994'te yapılan referandumlarda Norveç halkı Avrupa Birliği'ne üyeliği reddetti. Norveç Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini üyesi bulunduğu EFTA kurumu aracılığıyla sürdürmektedir. Günümüzde Norveç Birleşmiş Milletler raporlarına göre yaşam standartları bakımından dünyanın en ileri ülkelerinden biridir.
Coğrafya.
Norveç'in çekirdek bölgesi, Kuzey Avrupa'nın en kuzey kısmını oluşturan İskandinav Yarımadası'nın batı ve en kuzey kısmını kapsar; uzak Jan Mayen adası ve Svalbard takımadaları da Norveç Krallığı'nın bir parçasıdır. Antarktika I. Peter Adası ve Alt Antarktika Bouvet Adası bağımlı bölgeler'dir ve bu nedenle Krallığın bir parçası olarak kabul edilmez. Norveç ayrıca Antarktika'nın Kraliçe Maud Toprakları denilen bölümünde hak iddia eder.
Orta Çağ'dan 1814'e kadar Norveç Danimarka krallığı'nın parçasıydı. Kuzey Atlantik'teki Faroe Adaları, Grönland ve İzlanda'daki Norveç mülkleri, Kiel Antlaşması'nda Norveç İsveç'e geçtiğinde Danimarka'da kaldı.
Norveç ayrıca 1658'e kadar Bohuslän, 1645'e kadar Jämtland ve Härjedalen, 1468'e kadar Shetland ve Orkney, ve 1266'daki Perth Antlaşması'na kadar Man Adası ve İbraniler'den oluşuyordu
Norveç, Kuzey Avrupa'daki İskandinavya'nın batı ve en kuzey kısmını kapsar.
Norveç 57° ve 81° K enlemleri ile 4° ve 32° D boylamları arasında yer alır. Norveç İskandinav ülkeleri'nin en kuzeyindedir ve Svalbard da dahil edilirse en doğudadır.
Vardø Greenwich'in 31° 10' 07" doğusunda, St. Petersburg ve İstanbul'dan daha doğuda yer alır.
Norveç, Avrupa anakarasının en kuzey noktasını içerir.
Engebeli kıyı şeridi, devasa fiyort'lar ve binlerce ada tarafından bölünür. Kıyı temel referans çizgisi 'dir.
Fiyortlar dahil anakaradaki kıyı şeridi uzanır, adalar dahil edildiğinde kıyı şeridinin olduğu tahmin edilir.
Norveç, İsveç ile kara sınırını, Finlandiya ile ve doğuda Rusya ile kara sınırını paylaşır.
Kuzey, batı ve güneyde Norveç, Barents Denizi, Norveç Denizi, Kuzey Denizi ve Skagerrak ile sınırlanmıştır. İskandinav Dağları İsveç sınırının çoğunu oluşturur.
'da (Svalbard ve Jan Mayen dahil) (ve olmadan), ülkenin çoğuna dağlık veya tarih öncesi buzul'ların ve çeşitli topografya'nın neden olduğu çok çeşitli doğal özelliklere sahip yüksek arazi hakimdir. Bunlardan en dikkat çekeni kıyıda derinliklerden başlayan fiyort'lardır: Buz Devri'nin sona ermesinin ardından denizin sular altında bıraktığı karaya açılan derin oluklar.
Sognefjord en, dünyanın en derin ikinci fiyortu ve ile dünyanın en uzun fiyortudur.
Çoğunlukla yüksek platolar ve dik dağların arasında verimli vadiler yer alır. Ovalar küçük ve dağınıktır. Kuzeyde arktik tundra bölgesi vardır.
Hornindalsvatnet tüm Avrupa'nın en derin gölüdür.
Norveç'te yaklaşık 400,000 göl vardır. 239.057 kayıtlı ada vardır.
Permafrost tüm yıl boyunca yüksek dağlık bölgelerde ve Finnmark ilçesinin iç kesimlerinde bulunabilir. Çok sayıda buzul Norveç'tedir.
Arazi çoğunlukla sert granit ve gnays kayadan yapılmıştır ancak kayağantaş, kumtaşı ve kireçtaşı da yaygındır ve en düşük kotlar deniz birikintileri içerir.
Körfez Akıntısı ve hüküm süren batı bölgeleri nedeniyle, Norveç bu tür kuzey enlemlerinde, özellikle de kıyı boyunca beklenenden daha yüksek sıcaklıklar ve daha fazla yağış alır. Bölgede kıyı boyunca ılıman iklim görülür. Kuzey Atlas akımının etkisiyle sıcaklık değişiklikleri ortaya çıkar.
Anakara daha soğuk kışlar ve iç kesimlerde daha az yağış ile dört farklı mevsim yaşar. En kuzey kesimde çoğunlukla deniz Subarktik iklim, Svalbard'da Arktik tundra iklimi görülür.
Ülkenin geniş enlem aralığı ve değişken topoğrafyası ve iklimi nedeniyle, Norveç neredeyse diğer tüm Avrupa ülkelerinden daha fazla sayıda farklı habitat’lara sahiptir. Norveç'te ve komşu sularda (bakteri ve virüsler hariç) yaklaşık 60,000 tür vardır. Norveç Kaya Tabakası büyük deniz ekosistemi son derece üretken olarak kabul edilir.
Deniz seviyesinden en yüksek noktası 2,469 metrelik rakımıyla Galdhøpiggen'dir.
Doğal afetlerden en sık görülenler de heyelan ve çığdır.
Norveç'in güney kutbu kıtası Antarktika'da kendine bağlı bölgesi (Kraliçe Maud Toprakları), hem güney kutbuna hem de kuzey kutbuna yakın, açık denizde kıyıdan uzak büyük adaları (güneyde Bouvet Adası, I. Peter Adası, kuzeyde Jan Mayen, Svalbard) ve bunları çevreleyen kara suları, mücavir ve münhasır ekonomik bölge‘leri vardır. Bunlardan Spitsbergen barındırdığı doğal soğutmalı Svalbard Küresel Tohum Deposu ile ünlüdür.
Demografi.
Norveç halkının genel özelliği iklimden ve ekonomik rahatlıktan kaynaklanan rahatlıkları ve sakinlikleridir. Bireysel yaşam ön plandadır ve Norveç'te hemcins çiftler evlenme hakkına sahiptirler. Ülkede İngilizce anadil kadar etkilidir.
Norveçlilerin çoğunluğunu oluşturanlar Cermen kökenli bir halktır. Yakın ülkelerdeki halklardan pek ayırt edilemezler. Genelde açık renk tenli, uzun boylu, kalın yapılı olurlar. Saç rengi sarı, kırmızı ve siyah olarak her üç çeşidi vardır. Bu renkliliğin yörenin bir özelliği olarak çok eskiden beri var olduğu 1200'lü yıllarda yazıya dökülmüş Rigstula şiirinden bilinmektedir; "işçiler siyah, çiftlik sahipleri kırmızı, asilzadeler sarı saçlı" der şiir. Norveç'e ilk yerleşenler taş devrinde gelen avcılar -ki bugünün Lapon halkının bu gruptan kalma olma ihtimali yüksektir-, daha sonra buzul çağı ertesi tarımı getiren Keltler ve peşinden 4. yüzyılda gelmeye başlayan Gotlardır. Bunlar temeli oluştururlar. Orta Çağ ve Hansa Birliği zamanında Norveç'e göçler olmuştur. Ayrıca eski göçmen Romanlar ve Fince konuşan Kven ve skogfinn halkları vardır.
İkinci Dünya Savaşı öncesindeki 100 yıl süresinde Norveç'in nüfusunun önemli bir kısmı denizaşırı ülkelere özellikle ABD'ye göç etmiştir. Öyle ki günümüzde Norveç dışında Norveçli olduğunu söyleyen çok yüksek sayıda insan yaşar.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Norveç bir refah toplumu hâline gelmiş ve yeni yeni göçmen grupları gelmeye başlamıştır. Özellikle seksenli yıllar sonrası petrol gelirlerinin de etkisiyle Norveç iltica ve refah arayan göçmenler için çekici bir ülke hâline gelmiştir. Son 50 yılda Norveç Orta Doğu,Avrupa,Asya'dan göç almıştır. Bu insanlar hepsi farklı dil konuşan ve farklı dinlere inanan insanlardır.
2001 sonrası Norveç'in Schengen Bölgesine katılmasıyla ve özellikle ekonomik kriz sebebiyle değişik Avrupa Birliği ülkelerinden Norveç'e göçler artmıştır. Son birkaç yıldır nüfus artışının yarısından fazlası göç sayesindedir. Göçmenler (hem annesi ham babası Norveç dışında doğmuş olanlar ki kral V. Harald da bunlara dahil) 2011'de nüfusun %12 gibi (600.900 kişi) ve sürekli artan bir bölümünü oluşturmaktadırlar.
2012 yılında yapılan resmi çalışmalar, toplam nüfusun %86'sının Norveç'te doğmuş ve en az bir ailesi olduğu belirlemiştir. 710.000'den fazla göçmenin ve onların atalarının, 117.000'inin çocukları Norveç'te doğmuştur. Göçmenlerin geldikleri ülkelerin şu dağılımı gözlemlenmiştir:
Norveç hükûmeti 2012 yılında yaptığı araştırmada nüfusun %14'ünün göçmen olduğu veya göçmen aileden doğduğunu belirlemiştir. Göçmenlerin %6'sı Kuzey Amerika ve Avustralya'dan, %8,1'i Asya, Afrika ve Latin Amerika'dandır.
Göç.
Büyük göçmen grupları (1. ve 2. nesil):
Ekonomi.
Norveçliler, Avrupa ülkeleri arasında (Lüksemburg'dan sonra) en yüksek ikinci Kişi başı GSYİH ve dünyanın en yüksek altıncı kişi başına düşen GSYİH ile ülkelerinin tadını çıkarmaktadır. Bugün Norveç, herhangi bir ulusun kişi başına düşen en büyük sermaye rezervi ile, parasal değer açısından dünyanın en zengin ikinci ülkesidir.
CIA World Factbook'a göre, Norveç net bir dış borç alacaklısıdır. Norveç, altı yıl üst üste (2001-2006) UNDP İnsani Gelişme Endeksi (İGE)'nde dünya birinciliğini korudu ve ardından 2009'da bu konumunu geri aldı. Norveç'te yaşam standardı dünyanın en yüksekleri arasındadır. "Foreign Policy" dergisi, Norveç'i dünyanın en iyi işleyen ve istikrarlı ülkesi olarak değerlendirerek, 2009 yılı için Başarısız Devletler Endeksi'ne göre son sırada yer verdi. OECD, Norveç'i 2013'te eşitlenen Daha İyi Yaşam Endeksi'nde dördüncü ve nesiller arası kazanç esnekliğinde üçüncü sıraya koydu.
Norveç ekonomisi tarihi boyunca doğal kaynaklara bağlı olmuştur; Balıkçılık, orman ürünleri, madencilik ve bunları Avrupa pazarlarına ulaştıran gemicilik gibi. Endüstri devrimi, özellikle su gücünün ve elektriğin kullanımı Norveç'te erken başlamıştır. Hala Norveç ekonomisi ham madde ihracatı ağırlıklı olsa da belli konularda dünya gücü hâline gelmiştir. Denizcilik ve bankacılık, gemi yapımı, alüminyum ve gübre üretimi (bu son ikisi bir çeşit gizli elektrik ihracatı olarak görülebilir) önemli geleneksel uzmanlık alanlarıdır. Denizden petrol çıkartıp satma 1980'lerden sonra büyüyüp en önemli gelir kaynağı hâline gelmiştir. Norveç devleti petrol gelirleri sayesinde dünyada sayılı büyük yatırımcılardan biri hâline gelmiştir. 2015 itibarıyla petrol gelirleri düşüşe geçmiştir. Alternatif endüstri geliştirme çabaları vardır.
Petrol, bakır, doğalgaz, nikel, demir, çinko, kurşun, balık, kereste, hidrolik enerji başlıca doğal kaynaklarıdır. Norveç'in işsizlik oranı ABD ve Lüksemburg gibi ülkelerden bile daha düşüktür. Dünyada kişi başına düşen millî gelir sıralamasında en üst sıralarda yer almaktadır. Asgari ücretin dünyadaki en yüksek olduğu ülkeler arasında yine ikinci sıradadır.
Turizm.
2008'de Norveç, Dünya Ekonomik Forumu'nun Seyahat ve Turizm Rekabet Edebilirlik Raporunda 17. sırada yer aldı. Norveç'te turizm 2016 yılında gayri safi yurtiçi hasılaya %4.2 katkı sağlamıştır. Ülke genelinde her on beş kişiden biri turizm endüstrisinde çalışmaktadır. Norveç'te turizm mevsimliktir ve toplam turistlerin yarısından fazlası Mayıs ve Ağustos ayları arasında ziyaret eder.
Norveç'teki başlıca turistik merkezler ülkenin kıyılarındaki binlerce fiyort, Bergen, Norveç'deki Bryggen, Oslo'daki Ålesund, Vigeland Heykel Parkı gibi merkezlerdir.
Kültür.
Tarım, hayvancılık ve denizcilik temelli kırsal kültür Norveç'te kültürün temelini oluşturur. Bundan esinlenerek 19. yüzyılda güçlü bir romantik milliyetçilik akımı oluşmuştur ve hala etkileri görülebilir. Petrol gelirleriyle zenginleşen devlet kültürel faaliyet ve yatırımları cömertçe desteklemektedir.
İnsan hakları.
Norveç'te insan hakları tartışmaları erken başlamıştır. İlk kadın hakları örgütü 1884'te kurulmuş ve kadınların eğitimi, kadınların seçimlerde oy verme ve kadınların çalışma hakları konularında başarılı çalışmalar yapmıştır. Laponlar konusunda çok eleştirilmiş olan Norveç ILO'nun 169 no'lu yerli halklar kararını 1990'da ilk kabul eden ülke olmuştur. Lapon parlamentosu 9.10.1989'da Karaşok şehrinde faaliyetine başlamıştır. Eşcinsellerin medeni birliktelik ve evlilik haklarını veren kanunları ilk çıkaran ülkeler arasında olmuştur.
Din.
Norveç'in Hristiyanlaşması 1000 gibi başladı. 500 yıl sonra Protestan Reformu ile Norveç Kilisesi Roma'dan bağımsız ulusal bir kilise olarak ortaya çıktı ve devletin bir kolu gibi çalışır oldu. 1845 yılına kadar başka dinler Norveç'te yasaktı. Kilise ve devletin birbirinden ayrılması Norveç'te Avrupa'nın çoğuna kıyasla çok daha geç gerçekleşmiştir ve halen tamamlanmamıştır. Norveç Parlamentosu 2012 yılında Norveç Kilisesi'ne daha fazla özerklik verilmesi yönünde oy kullanmış ve bu karar 21 Mayıs 2012 tarihinde yapılan bir anayasa değişikliği ile onaylanmıştır. 2012 yılına kadar parlamento görevlilerinin Norveç Evanjelik-Lutheran Kilisesi'ne üye olması ve tüm hükûmet bakanlarının en az yarısının devlet kilisesine üye olması gerekiyordu. Devlet kilisesi olduğundan, Norveç Kilisesi'nin din adamları devlet çalışanı olarak görülüyordu ve merkezi ve bölgesel kilise yönetimleri devlet yönetiminin bir parçasıydı. Kraliyet ailesi üyelerinin Lutheran kilisesine üye olmaları gerekmektedir. 1 Ocak 2017'de Norveç, kiliseyi devletten bağımsız hale getirdi, ancak Kilise'nin "halkın kilisesi" statüsünü korudu. Norveçlilerin çoğu vaftiz sırasında, kuruluşundan bu yana Norveç'in devlet kilisesi olan Norveç Kilisesi'ne üye olarak kaydedilmektedir. Norveçlilerin yaklaşık %70,6'sı 2017 yılında Norveç Kilisesi'ne üye olmuştur. 2017 yılında, yeni doğan bebeklerin yaklaşık %53,6'sı vaftiz edilmiş ve 15 yaşındaki kişilerin yaklaşık %57,9'u kilisede kutsanmıştır.
2010 Eurobarometer Anketine göre, Norveç vatandaşlarının %22'si "bir Tanrı olduğuna inandıklarını", %44'ü "bir çeşit ruh veya yaşam gücü olduğuna inandıklarını" ve %29'u "herhangi bir ruh, Tanrı veya yaşam gücü olduğuna inanmadıklarını" belirtmiştir. Yüzde beş ise yanıt vermemiştir. 1990'ların başında yapılan çalışmalarda Norveçlilerin %4,7 ila %5,3'ünün haftalık olarak kiliseye gittiği tahmin ediliyordu. Bu rakam yaklaşık %2'ye düştü. 2010 yılında nüfusun %10'u herhangi bir dine bağlı değilken diğer %9'u Norveç Kilisesi dışındaki dini toplulukların üyesiydi.
2015'te devletten para desteği alan cemaatler listesi kabarıktır ve her dinden örnekler
Sinema.
1990'lardan sonra yılda yaklaşık 20 film üreten Norveç sinemasının uluslararası isim yapmış ögeleri şunlardır:
Norveç aynı zamanda bazı tanınmış film ve serilerin çekildiği yer olmuştur: Vikings (dizi), Lilyhammer, , Telemark kahramanları (Anthony Mann, 1965), Başka Gün Öl, Altın Pusula, vs.
Mimari.
Ahşap mimari örneği Urnes Stave Kilisesi UNESCO Dünya Mirası listesindedir. Nidaros Katedrali, dünyanın en kuzeydeki Orta Çağ katedrali, uzun hikâyesi ve ülke din tarihi bakımından önemli bir binadır. 1814 Danimarka'dan bağımsızlık sonrası birçok devlet binası Kıta Avrupası'nda yaygın olan stilde inşa edilmişlerdir. Ålesund şehri büyük yangın ertesi zamanın akımı Art Nouveau stilinde tamamen yeniden inşa edilmiştir. Şaşırtıcı yenice bazı mimari örnekleri: Lapon parlamentosu, Oslo opera sahnesi, Tromsø buz denizi kilisesi.
Resim.
Johan Christian Dahl (1788-1857), Kitty Kielland, Hans Gude, Harriet Backer (1845-1932), Frits Thaulow, Christian Krohg
Mutfak.
Norveç mutfak gelenekleri uzun balıkçılık, hayvancılık ve süt ürünleri tarihinin izlerini taşır. Somon balığı, alabalık, ringa balığı, morina balığı, süt, tereyağı, peynir ve kara ekmek en önde gelen yöresel malzemelerdir.
Geleneksel yemekler: Lutefisk (yoğunlaştırılmış kül suyunda kurutulmuş morina), smalahove (pişmiş kelle), pinnekjøtt (kurutulmuş kuzu eti), raspeball (terbiyeli patates köftesi), fårikål (lahanalı kuzu eti)
Spor.
1952 ve 1994 Kış Olimpiyatları Norveç'te yapıldı. Olimpiyatlara 1900'den bu yana katıldı (1904 ve 1980 hariç).
Norveç ulusal futbol takımı FIFA dünya şampiyonluklarına 1938, 1994 ve 1998'de, Avrupa da ise 2000'de katıldı. Rankinglerde 1993 ve 1995'te ikinci idi.
Magnus Carlsen şu anda satranç dünya şampiyonu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14598",
"len_data": 20716,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Bosna-Hersek, kısa haliyle B&H (BiH / БиХ), resmî adıyla Bosna ve Hersek (Boşnakça, Sırpça, Hırvatça: "Bosna i Hercegovina", Sırp Kiril: Босна и Херцеговина), Balkanlar'da 51.197 km² yüz ölçümlü bir ülke. Kuzey, batı ve güneyden Hırvatistan; doğudan Sırbistan ve güneydoğusunda Karadağ ile çevrili olup Adriyatik Denizi'ne Neum şehrinin olduğu yerde yalnızca 20 km'lik limansız bir kıyısı bulunmaktadır. Ülkenin coğrafyası merkez ve güneyde dağlık, kuzeybatıda tepelik, kuzeydoğuda düzlük bir karakter sergiler. Başkent ve en büyük şehir olan Saraybosna, birçok yüksek dağla çevrelenmiştir. Ülkenin çoğunluğunu kaplayan Bosna bölgesinde karasal iklim görülür, bu bölgede yazları sıcak, kışları kar yağışlı ve soğuktur. Ülkenin güney kıyılarındaki daha küçük Hersek bölgesinde ise tipik Akdeniz iklimi görülür. Bosna-Hersek doğal kaynaklar açısından da zengin bir görünüm arz eder.
Bosna-Hersek'te insan yaşamı Üst Paleolitik çağında, kalıcı yerleşim ise Cilalı Taş Devri'ne ait Butmir, Kakanj ve Vučedol kültürleriyle başladı. Hint-Avrupa halklarının ulaşmasının ardından İlirya ve Kelt uygarlıkları bölgeye yerleşti. Kültürel, siyasi ve sosyal açılardan zengin ve karmaşık bir tarihe sahip olan ülkede bugün çoğunluğu oluşturan Güney Slavları'nın yerleşmesi 6 ile 9. yüzyıllar arasına rastlar. 12. yüzyılda kurulmuş Bosna Banlığı'nı takip eden 14. yüzyıl Bosna Krallığı, 1463'te Osmanlı İmparatorluğu tarafından yıkıldı. Bosna-Hersek 19. yüzyıl sonlarına dek Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Osmanlılar bölgeye İslam'ı getirdiler ve ülkenin sosyokültürel yapısını büyük oranda değiştirdiler. 1878'deki Berlin Kongresi uyarınca Bosna Vilayeti fiilen Avusturya-Macaristan hakimiyetine girdi. İki savaş arası dönemde Yugoslavya Krallığı'na katılan Bosna-Hersek, II. Dünya Savaşı'nın ardından yeni kurulan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'ni oluşturan federe cumhuriyetlerden biri oldu. Yugoslavya'nın dağılmasını takiben 1992'de bağımsızlık ilan eden Bosna-Hersek, yeni kurulan devleti kabul etmeyen Sırp toplumu nedeniyle üç yıl sürecek Bosna Savaşı'na sürüklendi. Savaş 1995'te imzalanan Dayton Antlaşması ile sona erdi. Antlaşmaya göre ülkede barışı uygulayacak Barışı Uygulama Konseyi adı altında uluslararası bir konsey kuruldu. Konsey tarafından kurulan Bosna-Hersek Yüksek Temsilciliği cumhurbaşkanını görevden alma dahil birçok yetkiyle donatıldı. Ayrıca üçlü cumhurbaşkanlığı ile ülkedeki üç etnik grup temsil edilmesi sağlandı.
2013 sayımına 3,531,159 nüfusa sahip olan ülke anayasada kurucu halklar olarak belirtilen ve eşit haklara sahip olan üç etnik gruba ev sahipliği yapmaktadır. Bu gruplar nüfusun %50,11'ini oluşturan Boşnaklar, %30,78'ini oluşturan Sırplar ve %15,43'ünü oluşturan Hırvatlardır. İngilizcede ve daha birçok dilde etnik kimlik göz önünde tutulmadan tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı denir. Ancak Türkçede tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiğinde Boşnaklar yani Bosnalı Müslümanlar kastedilir. Ayrıca ülkede Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği vurgulamak için kullanılır. Yahudiler, Çingeneler, Ukraynalılar ve Türkler gibi diğer azınlıklar, anayasada "diğerleri" kategorisinde sınıflandırılır.
Bosna-Hersek çift meclisli bir yasama organı ve üç üyeli Cumhurbaşkanlığı ile yönetilir, ancak merkezî hükûmetin gücü oldukça kısıtlıdır. Ülke iki özerk devletçiğe (entite) bölünmüş durumdadır. Bunlar, Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti'dir. Brçko İlçesi Dayton Antlaşması'yla iki entitenin de dışında bırakılmıştır ve kendisine ait bir yerel yönetimi bulunmaktadır. Bosna-Hersek Federasyonu 10 kantona ayrılmıştır.
Bosna-Hersek gelişmekte olan bir ülkedir ve İnsani Gelişme Endeksi'nde 73. sırada yer almaktadır. Ülke ekonomisi büyük ölçüde sanayi ve tarıma dayalıdır, ancak turizm ve hizmet sektörü son yıllarda önemli ilerleme kaydetmiştir. Bosna-Hersek Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Avrupa Konseyi, Barış İçin Ortaklık, Orta Avrupa Serbest Ticaret Antlaşması ve Akdeniz İçin Birlik üyesidir. Ülke Avrupa Birliği'ne potansiyel aday statüsündedir, 15 Aralık 2022'de Avrupa Birliği Bosna Hersek'e adaylık statüsüne onay vermiştir. ve Nisan 2010'dan beri NATO'ya adaydır.
Bosna adı.
"Bosna" adından ilk kez 958 yılında Bizans İmparatoru VII. Konstantinos'un kaleme aldığı jeopolitik bir kitap olan "De Administrando Imperio"da bahsedilir.
Bosna adını "Horion Bosona" dan alır. Eski dilde iyi insanların bölgesi anlamına gelir.
Etnik yapı.
Dayton Antlaşması sonrasında entitelerin yüz ölçümleri şöyledir:
İklim.
Bosna-Hersek'te karasal iklim hakimdir. Hava sıcaklıkları, en sıcak aylar olan Temmuz ve Ağustos'ta 30 dereceye kadar çıkarken, en soğuk günler ise, Aralık ve Ocak aylarında yaşanmakta ve sıcaklık -20 dereceye kadar düşmektedir. Genelde 4 mevsim bol yağış alan ülkede en yağışlı ay Haziran (110–115 mm), en kurak ay ise Aralık'tır (40–70 mm). Ülkenin güneybatı kesiminde ve Neretva Vadisinde Akdeniz iklimi görülür. Bu bölgelerde meyve-sebze bahçeleri, üzüm bağları bulunmaktadır. Hayvancılık ise, ülkenin tümünde yapılmaktadır.
Başlıca nehirleri Una, Sana, Drina, Sava, Bosna, Vrbas ve Mostar Köprüsü'nün altından akan Neretva'dır.
Başlıca doğal kaynakları kömür, demir, boksit, manganez, ormanlar, bakır, krom, çinko, kurşun, tuz, barit, asbest, kaolin ve alçıdır.
Ülkedeki ekilebilir toprakların oranı %14, otlak ve meraların oranı %20, orman ve ağaçlık alanların oranı %39, diğer toprakların oranı da %27'dir. Sulanabilen arazi 20 km²'dir.
Eğitim.
İlkokul eğitimi 9 yıldır. Lise eğitimi ise 4 yıl. Boşnak, Hırvat ve Sırplar aynı okullarda eğitim almaktadır. Öğretmen yetiştirme pedagoji fakültelerinde gerçekleşmektedir ancak öğretmen lisansı olmadan da öğretmenlik yapılmaktadır.
Bosna-Hersek'te eğitimi, kalitesi açısından iki kısma ayırmalıyız: Yükseköğretim öncesi ve yükseköğretim. İlk ve orta öğretimde sağlam Yugoslavya eğitim sisteminden vazgeçilmemesi; öğrencilerin yükseköğretime tam anlamıyla hazırlanmasını sağlamaktadır. Bosna-Hersek'te üniversite giriş sınavı olamamakla birlikte öğrenciler istedikleri bölümde istedikleri kadar sene uzatarak okuyabilmektedirler.
Bosna-Hersek'in köklü bir yüksek eğitim geçmişi vardır. Ülkede ilk yüksek eğitim kurumu 1531 yılında Gazi Husrev Bey tarafından kurulmuştur. Ülkenin ilk modern üniversitesi 1940 yılında kurulan Saraybosna Üniversitesi'dir. Bugün pek çok devlet okulunun yanı sıra özel üniversiteler de eğitim hizmeti vermektedir. Bosna-Hersek Bilim ve Sanatlar Akademisi bölgenin en önemli sanat okullarından biridir.
Tek Çatı Altında İki Okul.
1995 yılında Bosna Savaşı'nın sonlanmasından sonra uygulanmaya konan bu sistemde Bosnalı, Sırp ve Hırvat öğrenciler için, özellikle tarih, edebiyat, dil gibi dersler ayrı müfredat olarak, farklı sınıflarda kendi etnik kökenlerindeki öğretmenler tarafından verilir. Okulun iki farklı girişi ve bölünmüş bir bahçesi bulunur.
Tarih.
Akdeniz kıyısındaki diğer şehirler gibi Bosna'da tarih sahnesindeki yerini Roma İmparatorluğu içerisinde almıştır. Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Bosna'nın yönetimi 1200'lü yıllarda bağımsızlığını elde edene kadar çeşitli kereler el değiştirmiştir. Bağımsızlığını 260 yılı aşkın bir süre koruyan Bosna Krallığı, bu süre boyunca Macarlar ve Sırplara karşı topraklarını savunmak zorunda kalmıştır.
1463 yılında Osmanlı idaresi altına geçen Boşnaklar aynı zamanda İslam'ı benimsedi. İslamı kabul etmeyen Boşnakların dini vecibelerini yerine getirmesine izin veren Osmanlı idaresi Bosna topraklarında inşa ettiği yapılar ve camilerle aynı zamanda Boşnakların gelenekleri ile kültürüne de etki etmiştir. 1878 yılına kadar devam edecek olan Osmanlı idaresi altındaki dönemde pek çok Boşnak Osmanlı idaresinde, devlet yönetiminde önemli görevlere getirilmiştir. Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamaya karar veren müttefiklerin malî sıkıntılar içerisindeki İstanbul'a baskısı sonucu Bosna'daki Osmanlı idaresi savaşılmadan, masa başında son bularak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun kontrolüne geçmiştir.
1918-1941 yılları arasındaki dönem Yugoslavya Krallığı'nın iç karışıklıkları ve savaşla geçmiştir. 1941-1945 yılları arasındaki II. Dünya Savaşı sırasında Naziler Yugoslavya'yı işgal ederek Slovenya'yı Almanya'ya, Hırvatistan'ı İtalya'ya ve Makedonya'yı Bulgaristan'a bağlayarak özellikle Yahudi ve Çingenelere karşı bir etnik temizlik hareketine girişerek toplama kamplarında binlerce insanı öldürmüşlerdir.
1945-1990 yılları arasındaki soğuk savaş döneminin 35 yıllı Tito'nın liderliği altında geçti. Bu dönemde Bosna-Hersek'in sınırları 1918 öncesi döndü ve Boşnaklar kültürel kimliklerine yeniden kavuştular. Batı'nın desteği ile Yugoslavya'da savaşın izleri çabuk silindi. Batılı ülkeler Yugoslavya'yı sadece ekonomik değil aynı zamanda askeri ve siyasi alanda da destekledi. 1970'li yıllarda Sovyet müdahalesi riski ile karşılaşıldığında Amerika Birleşik Devletleri Yugoslavya'yı savunmak için nükleer güce başvurabileceğini açıkladı. Soğuk Savaş'ın son bulması ve sona eren komünist rejimle birlikte parçalanan Sovyetler Birliği'nden Yugoslavya da etkilendi.
1986-1992 yılları arasında yaşanan kanlı iç savaşların sonrasında Yugoslavya parçalandı. Aşırı milliyetçi Slobodan Miloşeviç ve onun desteklediği militanlarca Büyük Sırbistan'ı kurma hayalleri ile sistematik bir katliam gerçekleştirildi. Bu dönemde 100.000'in üzerinde Boşnak yaşamını kaybetti. Sırpların başta Saraybosna olmak üzere kuşatma altında tuttuğu şehirleri bombalamasına, sniper ateşi ile masum sivilleri öldürmesine, başta aydınlar olmak üzere seçilmiş kişilerin toplama kamplarında öldürülmesi ile gerçekleştirilen etnik temizlik hareketine batılı ülkeler; uzun süre gereken tepkiyi göstermeyerek soykırıma seyirci kaldı.
Şubat 1992'de bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek 7 Nisan 1992'de ABD ve diğer batılı ülkelerce tanındı ve 22 Mayıs 1992'de Birleşmiş Milletler'e yaptığı üyelik başvurusu kabul edildi.
Bosna Savaşı 1992 yılının ilkbaharında başladı. Bosna'nın kuzeyini hedef alan saldırıların amacı bu bölgelerden Boşnak ve Hırvatları uzaklaştırarak Sırp devletini kurmaktı. Sırpların bu saldırıları bölgedeki diğer etnik gruplar için tam bir felakete dönüştü. Kuşatma altındaki şehirler ve mülteci kamplarında pek çoğu öldürüldü ve işkenceye uğradı.
Savaşın ilk aylarında askeri olmayan doğudaki pek çok Boşnak şehri Sırpların saldırıları sonucu düştü. Ancak şehri çeviren tepelerinde yardımıyla Srebrenitsa saldırılara karşı kendisini başarıyla savundu.
1993'te Birleşmiş Milletler altı yerleşim birimini "güvenli bölge" ilan etti; Srebrenitsa da bunlardan birisiydi. Amaç sınırları korunabilir hale getirerek barış için görüşülebilir bir zemin oluşturmaktı.
Mayıs 1995'te Sırplar Saraybosna'daki kuşatmayı şiddetlendirdi ve Nato Sırplara karşı hava saldırısı düzenlendi. Buna misilleme olarak Sırplar, altı güvenli bölgeyi bombalayarak 300 Birleşmiş Milletler askerini rehin aldı. Sırpların şehre yaklaşması üzerine, Srebrenitsa'daki Boşnaklar, Hollandalı askerlerin kendilerini savunmasını istemiştir. Buna rağmen red cevabı aldıklarında, güvenli bölge olduğu için şehre girilirken ellerinden alınan silahların teslimi ve şehrin bizzat Boşnaklar tarafından savunulması yönündeki taleplerini ilettikleri halde, Boşnaklar silahsız ve yalnız bırakılmışlardır. Temmuz 1995'te general Mladic komutasındaki Sırp güçleri Srebrenitsa'daki Hollandalı Birleşmiş Milletler güçleriyle anlaşarak şehri hedef aldı. Yaklaşık 25.000 Boşnak Sırp tehdidi üzerine şehri terk ederek bir başka güvenli bölge olan Potocari'ye ulaştı. Sırplar Srebsenitsa'ya geldiğinde Hollandalı Birleşmiş Milletler gücü komutanı, Sırpları engellemek yerine onlara katliam konusunda yardımcı oldu. Hollandalı birliklerin komutanı, Sırp general Mladic ile karşılıklı olarak kadeh bile kaldırmıştır. Hollandalı birlikler hiç müdahale de bulunmamış, hatta soykırımın düzgün bir şekilde gerçekleştirilmesi için katliama yardımcı bile olmuşlardır. Kadın ve çocuklar ayrıldıktan sonra askerlik çağına gelmiş olan erkekler otobüslere bindirilip kampın yakınında kurşuna dizilerek öldürülmüştür. II. Dünya Savaşı'ndan sonraki bu en büyük soykırımda 10-15 bin Boşnak'ın katledildiği iddia edilmektedir. Kızılhaç yetkilileri bu olaylar sırasında 7.500-8.000 kişinin kaybolduğunu bildirmiştir. Olayın en ilginç tarafı ise, bu olaydan utanması gereken Hollandalı birlikler, memleketlerine döndüklerinde Hollanda hükûmeti tarafından "madalya" ile ödüllendirilmişlerdir.
Srebrenitsa Katliamı'nın ardından o güne kadar olaylara kayıtsız kalan batı kamuoyunda Sırplara karşı baskılar arttı ve 1995 yılı sonlarında savaş son buldu.
Siyasi yapı.
Bosna-Hersek, iki entite ve Brcko bölgesinden oluşmaktadır:
Bosna-Hersek Devletinin yapısı 1992-1995 yılları arasında cereyan eden iç savaşı sona erdiren Dayton Barış Antlaşmasıyla (DBA) belirlenmiş olup ülke Bosna-Hersek Federasyonu (Federasyon da kendi içinde 10 Kantona ayrılmıştır) ve Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska-RS) olarak iki birime (entiteye) ve bir küçük özerk bölgeye (Brcko) bölünmüştür.
Her birimin siyasi ve ekonomik yapılanması birbirinden farklıdır. Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Yugoslavya'nın yanı sıra, AB, Fransa, Federal Almanya, Rusya, İngiltere ve ABD temsilcilerinin de gözlemci olarak imzaladıkları Dayton Barış Antlaşması bir ana metin ile 11 ekten oluşmakta ve sivil ve askeri alanlarda düzenlemeler içermektedir. Anlaşmanın askeri yönlerinin uygulanması ilk bir yıllık süre için IFOR (Implementation Force) adı altında NATO liderliğinde, bazı NATO dışı ülkelerin de katılımıyla oluşturulan yaklaşık 60.000 kişilik kuvvetin sorumluluğuna verilmiştir.
Bir yıllık görev süresi 20 Aralık 1996'da biten bu kuvvetin yerini daha az personele sahip SFOR (Stabilization Force) almıştır. Türkiye her iki kuvvete de Zenica'da konuşlanmış bulunan bir Tugay ile katılmıştır. 2001 yılı sonu itibarıyla SFOR'daki asker sayısı 17.700'e, Türk Tugayı ise Tabur düzeyine indirilmiştir.
8-9 Aralık 1995 tarihlerinde Londra'da düzenlenen Barışı Uygulama Konferansı'nda Dayton Barış Antlaşması'nın imzalanmasıyla Uluslararası Eski Yugoslavya Konferansı'nın (ICFY) başlıca hedeflerine ulaşılmış olduğu ve barışın uygulanmasından sorumlu olacak yeni bir yapıya ihtiyaç duyulduğu tespit edilerek, ICFY'nin yerini almak üzere Londra Konferansı'na katılan tüm devletlerin, Uluslararası Örgütlerin ve Kuruluşların katılımıyla bir Barışı Uygulama Konseyi'nin (Peace Implementation Council-PIC) kuruluşuna karar verilmiş, Konseye siyasi yönlendirmede bulunmak üzere de bir Yönlendirme Kurulu (Steering Board-SB) kurulmuş ve üyeleri belirlenmiştir. Türkiye Yönlendirme Kurulunda İslam Konferansı Örgütü'nü temsilen yer almaktadır.
Anlaşmanın sivil yönlerinin uygulanması "Yüksek Temsilcilik”in (Office of the High Representative) sorumluluğundadır. Yüksek Temsilcilik görevini hâlen İngiliz Liberal Demokrat Partinin eski lideri Paddy Ashdown, yardımcılıklarını ise Amerikalı Ralph Johnson ve Alman Matthias Sonn yürütmektedir. Saraybosna'daki Yüksek Temsilcilik Ofisi'nde Türkiye'den de Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü mensubu görev yapmaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Uluslararası Polis Görev Gücü - United Nations International Police Task Force - UNIPTF- bünyesinde Türk Polis gücü başkanlığında Türkiye İçişleri Bakanlığı,Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nden personel görev yapmaktadır. Söz konusu görevde değişik tarihlerde Emniyet Müdürlerinden Ömer Gürülkan, Metin Meydan UNIPTF- Türk Grubu Başkanı olarak görev yapmışlardır.
Demografi.
Din.
Bosna Hersek dini açıdan çeşitlilik gösteren bir ülkedir. 2013 nüfus sayımına göre, Müslümanlar nüfusun %50,7'sini oluştururken, Ortodoks Hristiyanlar %30,7, Katolik Hristiyanlar %15,2, %1,2 diğer ve %1,1 ateist veya agnostik, geri kalanı ise beyan etmemiş veya soruyu yanıtlamamıştır. 2012 yılında yapılan bir anket, Bosna'daki Müslümanların %54'ünün mezhepsiz, %38'inin ise Sünnilik mezhebine mensup olduğunu ortaya koymuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14599",
"len_data": 15871,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Sırbistan-Karadağ ( ya da Sırp Latin alfabesiyle Srbija i Crna Gora) Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin bir arada kalan son parçaları olan Sırbistan ve Karadağ devletleri arasında kurulan devlet birliği. 1992 yılından Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adı altında kuruluşlarını ilan ettiler. Yeni devletin bu adı alması, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin yasal mirasçısı olduğu sonucunu çıkarıyordu. Bu duruma Yugoslavya SFC'den kopan diğer devletlerin karşı çıkmaları üzerine Birleşmiş Milletler bu yeni devletin üyeliğini reddetti. 2003 yılında Sırbistan-Karadağ adı altında yeni bir devletin kuruluşu ilan edildi.
Bu birlik içindeki iki ulusal oluşumu teşkil eden Sırbistan (başkenti Belgrad) ve Karadağ (başkenti Podgorica) pek çok alanda kendi politikalarını belirleme serbestliğine sahiptiler. Sırbistan-Karadağ'ın ayrıca iki otonom bölgesi bulunmaktadır. Bunlar Voyvodina (başkenti Novi Sad) ve Kosova ve Metohiya Özerk Bölgesi'dır (başkenti Priştine). Nüfusun çoğunluğunun Arnavut olduğu Kosova ve Metohiya'daki etnik çatışmalar nedeniyle bu bölgeye NATO birlikleri konuşlandırılmış bulunduğundan, Kosova ve Metohiya, Sırbistan-Karadağ yönetiminin fiilen dışındaydı.
21 Mayıs 2006'da Karadağ'da yapılan bağımsızlık referandumunda Karadağ halkının %55,5'lik kısmı bağımsızlık istedi. Sonuçta da Sırbistan-Karadağ, Sırbistan ve Karadağ olarak resmen ikiye bölündü. 3 Haziran 2006 günü Karadağ resmen Sırbistan-Karadağ'dan ayrılıp bağımsız bir devlet olmuştur. Sırbistan hükûmeti ise, Sırbistan-Karadağ'ın hukukî ve siyasi halefi olduğunu ilan etmiştir. Örnek olarak Sırbistan-Karadağ'ın üyesi olduğu uluslararası teşkilatlardaki üyelik statüsünü Sırbistan devam ettirirken Karadağ yeni bir devlet olarak üye olmaya başlamıştır. Öte yandan bu çerçevede Sırbistan-Karadağ'ın tüm siyasi ve hukukî sorumluluklarını da Sırbistan devam ettirir olmuştur.
Dil ve din.
Dil olarak Sırpça konuşulmaktaydı. Din olarak ise çoğunlukla Ortodoks Hristiyanlık, sonraysa Müslümanlık ve Katolik Hristiyanlık görülmekteydi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14600",
"len_data": 2027,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
İzlanda (İzlandaca: "Ísland"), Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde Grönland'ın güneydoğusu ile İskandinavya ve Büyük Britanya'nın kuzeybatısında yer alan bir ada ve Avrupa ülkesi. İzlanda, kuzeyinde Arktik Okyanusu ile çevrilidir. 356.991 nüfus ve 103.000 km² yüzölçümüyle Avrupa'nın en seyrek nüfuslu ülkesidir. Başkent ve en büyük şehir Reykjavík'tir, nüfusun üçte ikisinden fazlası ülkenin güneybatısında yer alan bu şehir ve çevresinde yaşar. İzlanda volkanik ve jeolojik olarak aktif bir adadır. Adanın iç kısmında kumluklar, lav sahaları, dağlar ve buzullar içeren bir plato bulunur ve birçok buzul nehri kaynağını buradan alarak denize akar. İzlanda Kuzey Kutup Dairesi'nin kuzeyinde yer almasına rağmen Körfez Akıntısı nedeniyle aynı enlemdeki diğer bölgelere göre daha ılık bir iklime sahiptir. Yüksek enlem ve denizellik yazların serin geçmesine yol açar. İzlanda'ya bağlı birçok ada kutup iklimine sahiptir.
"Landnámabók" el yazmalarına göre İzlanda'da insan yerleşimi 874 yılında Norveçli kabile reisi Ingólfr Arnarson'ın adaya kalıcı olarak yerleşmesiyle başladı. Sonraki yüzyıllarda başlıca Norveçliler olmak üzere İskandinav halkları ile Gal -İrlandalı ve İskoç- kökenli köleleri adaya göçtüler.
İzlanda 13. yüzyıla kadar dünyanın en eski yasama meclislerinden biri olan Alþingi tarafından bağımsız bir federasyon olarak yönetildi. Yaşanan bir siyasi çekişmenin ardından 13. yüzyılda Norveç egemenliğine girdi. 1397'de Norveç, Danimarka ve İsveç krallıkları birleşerek Kalmar Birliği'ni kurdular. İzlanda da Norveç'le birlikte birliğe katılmış oldu. 1523'te İsveç'in birlikten ayrılmasıyla Danimarka-Norveç birliğinde kaldı. Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları'nın etkisiyle İzlanda bağımsızlık hareketi ortaya çıktı. 1918'de bağımsızlık ilan edildi ve 1944'te cumhuriyet kuruldu. 1799-1845 yılları dışında sürekli çalışan Alþingi, hala faaliyetlerini sürdüren en eski parlamento kabul edilir.
20. yüzyıla dek İzlanda geçimlik tarım ve balıkçılığa dayanan bir ekonomiye sahipti. Balıkçılığın sanayileşmesi ve II. Dünya Savaşı'nın ardından gelen Marshall Planı yardımları ülkeye refah getirdi. İzlanda dünyanın en zengin ve en gelişmiş ülkelerinden biri oldu. 1994'te Avrupa Ekonomik Alanı'na katılmasıyla finans, biyoteknoloji ve imalat sektörlerinde gelişme sağlandı. İzlanda'da vergi oranları OECD ortalamasının altındadır. Dünyanın en yüksek sendikalaşma oranlarına sahiptir. İsveç modeline dayalı bir sosyal devlet sistemi bulunan ülke, vatandaşlarına ücretsiz sağlık hizmeti ve yükseköğretim sunmaktadır. İzlanda demokrasi, toplumsal istikrar ve eşitlik konularında lider ülkelerdendir. Yetişkin nüfus başına düşen servet miktarında üçüncü sıradadır. 2020'de en yüksek insani gelişmişliğe sahip dördüncü ülke olmuştur. Küresel Barış Endeksi'nde de birinci sıradadır. İzlanda enerji ihtiyacının neredeyse tümünü yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamaktadır.
İzlanda kültürü, ülkenin İskandinav mirası üzerine kuruludur. Çoğu İzlandalı, Viking ve Gal yerleşimcilerin torunlarıdır. Bir İskandinav dili olan İzlandaca, Eski Norsçadan günümüze ulaşmış bu dil Faroeceye yakındır. Ülkenin kültürel mirası geleneksel İzlanda mutfağı, İzlanda edebiyatı ve Orta Çağ destanlarını içerir. İzlanda, diğer NATO üyesi olan en az nüfusa sahip ülkedir ve silahlı kuvvetleri olmayan tek üye devlettir. Hafif silahlarla donatılmış bir sahil güvenlik gücü bulundurmaktadır.
Tarihçe.
861 yılında Norveçliler tarafından keşfedilen adaya ilk kez 9 ve 10. yüzyılda Norveç'ten gelen Vikingler yerleşmişlerdir. Bu toplulukların önderleri birleşerek 930 yılında parlamentonun ilk örneği sayılabilecek Athing'i oluşturdular. İç anlaşmazlıklar sonucu bağımsızlığını kaybeden ada 1262 yılında Norveç'in egemenliği altına girdi. 14. yüzyılda Norveç'in Danimarka'ya bağlanmasıyla, Danimarka'nın egemenliği altına girdi. Danimarka önceleri adadan ticari bakımdan yararlanmaktaydı. Daha sonra İzlanda'yı tamamen idaresi altına aldı. 1551 yılında referandum ile Protestanlığı kabul eden İzlandalılar, 1662 yılında Danimarka kralına bağlılık yemini ettiler. 17. yüzyılda adada hastalık, kıtlık ve volkan püskürmeleri ortalığı kasıp kavurdu. 1838'de Reykjavik'te on üyeli bir meclis kuruldu. 1843'te de Althing yeniden teşkil edildi. 1904'te İzlanda'ya diplomasi dışında özerklik tanındı.
19. yüzyılda ortaya çıkan milliyetçilik akımları sonucu 1918 yılında İzlanda, Danimarka'ya bağlı bir devlet hâline geldi. II. Dünya Savaşı sırasında stratejik bir değer kazanan İzlanda'yı korumak gerekçesiyle İngiltere tarafından işgal edildi. Daha sonra 1941'de Amerikalılar burayı devraldı. 1941 yılında Althing, Danimarka ile bağlarını koparma kararı aldı. 1944 yılı Mayıs ayında halk oyuna sunulan yeni anayasa oylandıktan sonra 17 Haziran'da cumhuriyet ilan edildi. İzlanda 1949 yılında NATO'ya üye oldu. Ordusu olmayıp da NATO üyesi olan tek ülkedir. 17 Haziran 1944'te, Amerika Birleşik Devletleri, İzlanda'yı ilk tanıyan ülke olmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan ile Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov 11-12 Ekim 1986'da Reykjavik'te, nükleer silahların sınırlandırılması görüşmelerinin başlatıldığı bir zirve toplantısı yaptılar.
1944 yılındaki Bağımsız cumhuriyet-günümüz.
31 Aralık 1943 tarihinde, Danimarka-İzlanda Birlik Kanunu 25 yıl sonra sona erdi. 20 Mayıs 1944 tarihinden başlayarak, İzlandalılar, Danimarka ile kişisel birliği sona erdirerek, monarşiyi ortadan kaldırmak ve bir cumhuriyet kurma konusunda dört gün süren referandumda oy kullandılar. İzlanda resmen 17 Haziran 1944 tarihinde bir cumhuriyet oldu ve ilk devlet başkan olarak Sveinn Björnsson seçildi. 1946 yılında, Müttefik işgal gücü İzlanda'yı terketiler. İç tartışma ve ayaklanmalar arasında 30 Mart 1949 tarihinde NATO'ya üye oldu. 5 Mayıs 1951 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri ile bir savunma anlaşması imzalandı. Amerikan askerleri, İzlanda Savunma Kuvvetleri olarak İzlanda'ya döndüler ve Soğuk Savaş boyunca ülkede kaldılar. ABD 30 Eylül 2006 tarihinde son kalan birliklerini İzlanda'dan çekti.
İzlanda, savaş sırasında refaha ulaştı. Hemen savaş sonrası dönemde, balıkçılık sektöründe sanayileşme ve ABD'nin Marshall Planı programı tarafından yönlendirilen önemli ekonomik büyümeler izledi. Ekonomisi büyük ölçüde çeşitlendirildi ve İzlanda, 1994 yılında Avrupa Ekonomik Alanına dahil oldu. İzlanda nükleer silahsızlanma yönünde önemli adımlar atmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan ve Sovyet Başbakanı Mihail Gorbaçov'un katılımıyla 1986 yılında Reykjavik'te bir zirveye ev sahipliği yaptı. Birkaç yıl sonra, İzlanda Sovyetler Birliği'nden ayrılan Estonya, Letonya ve Litvanya'nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke oldu.
1990'lar boyunca, ülkenin uluslararası rolü genişlemiş, insani ve barış nedenleri doğru yönlendirilmiş bir dış politika geliştirmiştir. Bu amaçla İzlanda, Bosna, Kosova ve Irak'taki çeşitli NATO önderliğindeki müdahalelere yardım ve uzmanlık sağladı.
İzlanda'nın bir finans merkezi olarak yükselişi ve düşüşü.
İzlanda, 2003-2007 yılları arası, Davíð Oddsson hükûmeti altında, bankacılık sektörünün özelleştirilmesinden sonra, finansal hizmetler ve yatırım bankacılığına dayalı bir ekonomiye sahipti. Ülke, hızla dünyanın en refahlı ülkelerinden biri haline geldi ancak büyük bir mali kriz oluştu. Kriz, 1887 yılından bu yana İzlanda'dan en büyük göçe sebep oldu. 2009 yılında 5.000 kişi ülkeden göç etti. İzlanda'nın ekonomisi Johanna Sigurdardottir hükûmeti altında durağanlaşarak, 2012 yılında %1,6 oranında büyümüştür. Birçok İzlandalı, ekonomi ve hükûmetin kemer sıkma politikaları ile mutsuz kalmıştır. Merkez sağ Bağımsızlık Partisi 2013 seçimlerinde İlerici Partisi ile koalisyon kurarak iktidara dönmüştür.
Coğrafya.
Fizikî yapı.
Ülkenin toplam yüzölçümü 103.000 km²'dir. İzlanda'nın büyük bir bölümü volkanik olup adadaki yanardağlar günümüzde etkindir. Bunların sayısı 200'ü bulmaktadır. En önemlisi 1490 metre yüksekliğindeki Heklâ'dır. İzlanda'nın kıyıları güneyde düz, öteki yerlerde girintili çıkıntılıdır. Kıyılarının uzunluğu 6.000 km'den fazladır. Adanın bazı bölümleri geçmişteki yanardağ püskürmeleri sonucu ortaya çıkmıştır. Lav ovalarıyla kaplıdır. Bu ovalarda yer yer jökül adı verilen buz kubbelerine rastlanır. Bunların en büyüğü Vatnajökull 8.100 km²'yi bulan yüzölçümüyle Avrupa'nın en geniş buzuludur. Adada bol çağlayanlı birçok ırmak bulunmaktadır. Bunlar kısa ve ulaşıma elverişsizdir. Irmaklarından en önemlisi Tjorsa (210 km)dır. İzlanda'da çok sayıda krater gölü vardır. En önemlisi olan Thingvallavat Gölü 120 km² olup, 116 metre derinliktedir.
Adanın yanardağlarından sonra en önemli özelliği gayzerlerdir. Bu sıcak su kaynakları ısınma ve elektrik enerjisi elde etmede kullanılır.
İzlanda, bugün etkin durumda olan 30 kadar volkana ve zengin termal kaynaklarına sahiptir.
İklim.
İzlanda'nın bulunduğu enlem dairesine karşı iklimi çok soğuk değildir. Ülkedeki rekor düşük sıcaklık -39 derece olarak ölçülmüşken 2009 yılında ise rekor yüksek sıcaklık 29 derece olarak ölçülmüştür. Gulf Stream akıntısının etkisinde kalan adada yazlar nemli ve serindir. Kışlar ise oldukça yumuşaktır. Sıcaklık ortalaması başkent Reykjavik çevresinde kışın -1 C°, yazın ise +11 C°'dir. Fakat kuzey bölgeleri daha soğuk olup sıcaklık ortalaması kışın -8 °C civarındadır. Kuzey kesiminde Haziran ayında güneş 18 gün süre ile hiç batmadan ufuk hattı üzerinde durur.
Yağış ortalaması ise başkent dolaylarında 865 mm, güneydoğuda ise 1.710 mm'dir.
Doğal kaynaklar ve madenler.
Bitki örtüsü ve hayvanlar: Bitki örtüsü adada çok azdır. Buzulların bulunmadığı kesimlerde otlaklar vardır. Bitki örtüsü genelde çalılar ve dikenlerden meydana gelmiştir. Büyük ve iri gövdeli kayın ağaçlarından meydana gelen ormanlar giderek azalmış, günümüzde yok denecek hale gelmiştir. Ormanların çok az oluşu ve iklim şartları adada yabani hayvanların bulunmamasına sebep olmaktadır. Yer altı kaynakları bakımından fakir olan İzlanda'da sadece alüminyum çıkartılır. Alüminyum başkentin doğusunda ve ülkenin kuzeyinde çıkartılmaktadır.
Nüfus ve sosyal yaşam.
İzlanda'nın nüfusu 320.000 kişidir. Nüfusun %80'i şehirlerde, diğer kısmı köylerde yaşar. Başkent Reykjavik'te nüfus 145.237 kişidir (2006 verileri). Şehirlerin çoğu kıyı kesimlerde ve güneydeki ovalarda kurulmuştur. İzlanda halkı için Theogir'in koyduğu kurallar bugün de geçerlidir. İzlanda'da bugün topluma açık yerlerde bira ve benzeri alkollü içkiler içmek yasaktır. İzlanda halkı kendilerine özgü dillerini, kültürlerini, efsanelerini ve geleneklerini korumak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Halkın büyük kısmı Hristiyanlığın Evangelist mezhebine (%95,6) bağlıdır. Geri kalan kısmının %3,7'si Protestan, %0,7'si Katoliktir. Ülkede konuşulan diller; İzlandaca (Resmî Dil), Danca, İngilizce, Nord lehçeleri ve Almancadır. İzlanda'da eğitim düzeyi yüksektir. 7-15 yaşları arasında eğitim zorunlu olup okuma-yazma bilmeyen yoktur. İzlanda'da beş üniversite ve iki kolej bulunmaktadır.
İzlanda toplumu LGBT kişilere karşı toleranslıdır. 27 Haziran 2010'dan itibaren İzlanda'da eşcinsel evlilik yasal hale gelmiştir. Ülkenin başbakanı Jóhanna Sigurðardóttir da eşcinselliği ile açık olan dünyanın ilk seçilmiş devlet başkanıdır.
Siyaset ve yönetim.
İzlanda Cumhuriyeti 17 Haziran 1944'te Danimarka'dan koparak bağımsızlığını ilan etmiştir. Anayasa 16 Haziran 1944'te yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Ólafur Ragnar Grímsson'dur ve dört yılda bir seçilmektedir. Biri 40 üyeli, diğeri 20 üyeli iki meclisi vardır ve her ikisinin de görev süresi dört yıldır. Üyeler seçimle belirlenirler. Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından yetkilendirilir ve hükûmeti kurar. Ülke 23 bölge ve 14 şehir ile yönetilmektedir.
Ekonomi.
İzlanda ekonomisinin temelini bir ada devleti olduğu için balıkçılık ve balık ürünleri oluşturmaktadır. Para Birimi, İzlanda Kronudur. Nüfusun %3'ü turizm, %8'i tarım, %14'ü endüstri, %75'i hizmet sektörlerinde çalışmaktadır. GSMH oranı $11,4 milyardır. Enflasyon oranı %6,8'dir. Ülkenin %0,8'i işsizdir. Bu rakam Avrupa'nın en iyi oranıdır. NATO'da yer alıp ordusu olmayan tek ülkedir. Bu yüzden orduya gider harcanmaz. Ayrıca ülkede kış turizmi ve termal kaynaklı turizm oldukça gelişmiştir. Ülkenin iç kesimlerinde ve termal kaynakların olduğu yerlerde lüks oteller bulunur.
Tarım ve hayvancılık.
İzlanda topraklarının büyük bir kesimi tarıma elverişsizdir. Ancak %0,5'inde tarım yapılmaktadır. Nüfusun %8'i tarım sektöründe çalışmaktadır. Başlıca ürünleri hayvan yemi, patates ve şalgamdır. Adanın buzullarla örtülü olmayan kesimlerindeki otlaklarda hayvancılık yapılır. Küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık ülkede yaygındır. Hayvancılık, ülkedeki önemli bir geçim kaynağıdır.
Balıkçılık.
İzlanda'nın en önemli gelir kaynağını meydana getiren balıkçılık, 106.487 gross tonluk 866 gemi ile yapılmaktadır. Yıllık tutulan balık yaklaşık olarak 1.500.000 tondur. Başlıca tutulan deniz canlısı türleri, balina, morina ve ringadır. Tutulan balıkların büyük bir bölümü işlenerek ihraç edilmektedir.
Endüstri.
Balıkçılıkta kullanılan malzemelerin ve balıktan elde edilen ürünlerin üretimi başlıca sanayi faaliyetidir. Balık konservesi ve balık unu fabrikası vardır. Küçük gemilerin yapıldığı, büyük gemilerin tamir edildiği tersaneleri; dokuma ve kumaş, çimento, ayakkabı, et ve süt ürünleri fabrikaları bulunmaktadır. Ayrıca başkent Reykjavik'in doğusunda ve adanın kuzeyinde çıkarılan alüminyum, başkent Reykjavik'te bulunan birkaç alüminyum dökümhanesinde işlenerek ihraç edilir, ayrıca başkentte amonyum sülfat fabrikası da bulunmaktadır. Nüfusun %14'ü sanayide çalışmaktadır. Ülkedeki elektrik üretimi 8.474 milyar kWh (2004), elektrik tüketimi 7.881 milyar kWh (2004)'dır.
Ticaret.
Ülke ihracatını %80'ini balık ürünleri, balık konservesi, tuzlanmış ve dondurulmuş balık, balık unu, balık yağı, alüminyum, diatomit ve gübre oluşturur. Ayrıca hayvansal ürünlerde ihracatta önemli bir yer tutar. İhracat oranı, $3,587 milyar (2006), ihracat ortakları, Birleşik Krallık %17,9, Almanya %16,4, Hollanda %13, Norveç %11, ABD %8,1, İspanya %7,7, Danimarka %4,3 (2005)'dir. İthal ettiği ürünler, makineler, kimyevi maddeler, petrol ürünleri, ilaç ve çeşitli besin ürünleridir. İthalat oranı, $5,189 milyar (2006), ithalat ortakları Almanya %13,4, ABD %9,1, İsveç %8,6, Danimarka %7,3, Norveç %7,2, Birleşik Krallık %5,9, Çin %5,3, Hollanda %5, Japonya %4,7 (2005)'dir. Dış borç tutarı $3,073 milyar (2005)'dır.
Ulaşım ve haberleşme.
İzlanda'da demir yolu yoktur. Kara yollarının uzunluğu 13 bin kilometreyi bulmaktadır. Başkent
Reykjavik'te uluslararası bir deniz limanı ve havalimanı vardır. Ülkede hava yolu ulaşımı çok gelişmiştir. Ülkede irili ufaklı 98 adet havaalanı bulunur. Kullanılan telefon hatları: 243.900 (2005) kişidir. Televizyon sayısı: 198.000 (2005), İnternet kullanıcıları: 258.000 (2005) kişidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14602",
"len_data": 14716,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.5
}
|
Moldova veya resmî adıyla Moldova Cumhuriyeti, Doğu Avrupa'da yer alan Ukrayna ile Romanya arasında kalan bir ülkedir. Başkenti Kişinev'dir ve 1991 yılında SSCB'nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanmıştır. İçinden Prut ve Dinyester nehirleri geçmektedir. Dinyester Nehri'nin doğu kıyısını bir şerit hâlinde kapsayan bölgede tek taraflı bağımsızlığını ilan eden de facto bir cumhuriyet olan Transdinyester bulunur.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından sanayi ve tarımsal üretimdeki düşüş nedeniyle, hizmet sektörü Moldova ekonomisine hakim olacak şekilde büyümüştür ve ülkenin GSYİH'sının %60'ını aşmıştır. Moldova, kişi başına düşen GSYİH açısından Avrupa'nın en yoksul ikinci ülkesidir. Moldova, nispeten yüksek bir İnsani Gelişme Endeksi'ne sahip olmasına rağmen, Avrupa'daki en düşük sırada, dünyada 80. sırada yer alıyor.
Moldova, devlet başkanı olarak halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı ve hükûmet başkanı olarak bir başbakan ile birlikte yarı başkanlık sistemi ile yönetilen bir cumhuriyettir. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİ) üyesidir.
Tarihçe.
Moldova, tarihi boyunca sık sık işgallere maruz kalmıştır. Cumhuriyet'in esası Prut ve Dinyester nehirlerinin arasında tarihî adı Besarabya olan bölgedir. Günümüzde iki tane Moldova bulunmaktadır ve genellikle karıştırılmaktadırlar: Birisi Moldova Cumhuriyeti iken diğeri Romanya'nın bir bölgesi olan Moldova'dır. Her iki Moldova'nın tarihi Moldova Prensliği'ne gitmektedir.
Moldova Prensliği ve Rusya.
Osmanlılar tarafından "Boğdan" olarak anılan Moldova Prensliği, 16. yüzyıldan 1812 yılına kadar 300 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı kalmış, 1812 yılında Bükreş Antlaşması ile Moldova Prensliği'nin bir kısmı Rusya'nın egemenliğine girmiş ve 1918 yılına kadar Rus İmparatorluğu'nun bir vilayeti olarak kalmıştır. Rusya'nın egemenliği altına giren bölge 19 ve 20. yüzyıllarda "Besarabya" olarak bilinmeye başlanmıştır. 1856'da Kırım Savaşı'nı kaybeden Rusya Güney Besarabya bölgesini Moldova'ya vermiş ve üç yıl sonra Moldova (Boğdan) ile Eflak birleşerek Romanya Prensliği'ni kurmuşlardır. Ancak 1878 yılında Berlin Antlaşması ile Beserabya bölgesindeki Romanya toprakları Rusya'ya iade edilmiştir.
Romanya ile birleşme.
Besarabya, 1917 Rus Devrimi sırasında Rus Cumhuriyeti içerisinde Moldova Demokratik Cumhuriyeti olarak bilinen kısa süreli özerk bir devlet olarak ortaya çıktı. Şubat 1918'de, Moldova Demokratik Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti ve daha sonra aynı yıl meclis oylamasının ardından Romanya'ya katıldı. Karara, 1924'te Ukrayna SSC'si içinde Besarabya'nın doğusundaki kısmen Moldovalıların yaşadığı topraklarda Moldova Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni (MÖSSC) oluşturan Sovyet Rusya tarafından itiraz edildi.
Büyük Romanya, 1940'ta Molotov-Ribbentrop Paktı'nın bir sonucu olarak, Stalin'in ültimatomu ile Besarabya' ve Kuzey Bukovina'yı Sovyetler Birliği'ne bırakmak zorunda kaldı. Daha öncesinde kurulmuş olan MÖSSC ile ültimatom ile elde edilmiş toprakların birleşimi ile Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Moldovya SSC) kurulmuştur.
Sovyetler Birliği dönemi.
Nazi Almanyası'nın SSCB'ye saldırması ile SSCB bir kez daha 1941 Temmuz'unda Moldova'yı Romanya'ya vermek zorunda kalmış, ancak Sovyet kontrolü 1944 Ağustos'unda yeniden sağlanmıştır. Moldova'nın şimdiki sınırları Prut ve Dinyester nehirlerinin arasındaki Besarabya denilen tarihî bölgenin SSCB tarafından Romanya'dan alınması ile 1947'de çizilmiştir. Romanya ile ilişkileri kesilmiş, Kiril alfabesi kullanma zorunluluğu getirilmiş, Rusların ve Ukraynalıların endüstriyel bölgelere büyük çaplı göçleri özellikle desteklenmiştir. 1950'lerde ise binlerce etnik Rumen, Orta Asya'ya göç etmek zorunda bırakılmıştır.
1986'da Sovyet Lideri Mihail Gorbaçov tarafından uygulanan Glasnost politikası ile birlikte ulusal ve kültürel bağımsızlık için uğraş veren birçok bağımsız politik grup ortaya çıkmıştır. 1990 Şubatında Cumhuriyet'in Yüksek Sovyet (Parlamento) seçimleri yapılmıştır. Moldova'nın bağımsızlık ve reformlara yönelik çalışmaları 1990 yılında artmıştır. Serbest piyasa ekonomisine geçiş yolunda çalışmalara bu yıl içerisinde başlanmıştır. Yine aynı yılın ilkbaharında yapılan seçimlerde Moldova Halk Cephesi Parlamento'da çoğunluğu sağlamış ve Anayasa'da bir dizi değişiklik yapılmıştır. Pek çok Sovyet cumhuriyetinde tam bağımsızlık, Moskova'daki başarısız darbe girişimi sonucunda kazanılmıştır.
Bağımsızlık.
Darbenin bastırılmasından sonra Moldova, 27 Ağustos 1991'de bağımsızlığını kazanmıştır. Bu hareketin ardından Ukrayna sınırında gümrük ofisleri açılmış ve Rus askerlerinin Cumhuriyet'ten ayrılması talep edilerek Moldova Ulusal Ordusu kurulmuştur. 21 Aralık 1991 tarihinde Moldova yönetimi halkın büyük ölçüde karşı çıkmasına rağmen Almatı'da yapılan toplantıda eşit ve kurucu üye olarak Bağımsız Devletler Topluluğunun oluşmasına yönelik anlaşmayı imzalamıştır. Ülkeden ayrılmayan Rus askerinin de desteği ile 2 Mart-21 Temmuz 1992 yılında Transdinyester Savaşı olmuş ve Transdinyester de facto bir bağımsızlık kazanmıştır. Günümüzde Rus askerleri halen bölgede bulunmakta ve herhangi bir birleşme adımını engellemektedir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra uluslararası sistemin gündemini meşgul eden etnik sorunlar Moldova'nın da gündemini şekillendirecek potansiyel bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak Türki bir dil konuşan Gagavuzlara verilen özerklik, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra barışçı yolla çözümlenen ilk ve tek etnik sorun olma özelliğini korumaktadır.
Politika.
Moldova 2016'ya kadar parlamenter sistemle 2016'dan sonra yarı başkanlık sistemiyle yönetilen demokratik bir cumhuriyettir. Ülkede çok partili bir siyaset yapısı vardır. The Economist'in Demokrasi Endeksi, Moldova'yı "kusurlu demokrasi" olarak değerlendirmiş ve 6,23 puan vermiştir. Endeks, Moldova'nın seçim süreci ve çoğulculuk, siyasi katılım, sivil özgürlükler başlıklarında yüksek notlar verirken siyasi kültür ve devlet işleyişi başlıklarında düşük notlar vermiştir. Siyasi kültür ve devlet işleyişi bakımından Moldova sırasıyla 5,36 ve 4,38 notlarını almıştır.
Kuvvetler Ayrılığı.
Yasama.
Yasama yetkisi parlamentoya aittir. Parlamento 101 üyeden oluşur ve dört yıllık bir periyot için seçilir. 45 gün boyunca hükûmetin kurulamaması durumunda Cumhurbaşkanı parlamentoyu feshedip erken seçimleri ilan edebilir. Seçimler dört yılda bir yapılır ve üyeler nispi temsil sistemi ile seçilir. Anayasanın değiştirilmesi için parlamentonun 1/3'ünün destek oyu vermesi gerekmektedir.
Yürütme.
Moldova'da yürütme çift başlıdır. Biri halkın doğrudan seçmiş olduğu ve tarafsız olan Cumhurbaşkanı, diğeriyse meclisin güvenoyu ile kurulan Bakanlar Kuruludur. Moldova, tarafsız olmasına rağmen Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi, aktif politikaya müdahale etmesi ve vaatler vermesi nedeniyle yarı başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Siyasette Cumhurbaşkanının rolü kuvvetlidir ve Başbakan üzerinde büyük bir etkisi vardır.
Cumhurbaşkanı 2000 yılına kadar doğrudan halk tarafından seçilmiş ancak 2000 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanını seçme yetkisi halktan parlamentoya alınmıştır. Bu nedenle 2000-2016 yılları arasında parlamento üyelerinin 61 çoğunluğu ile seçilmekteydi. 2009 yılında Moldova Komünistler Partisinin iktidardan düşmesi ve Avrupa Entegrasyonu İttifakanın iktidara gelmesiyle parlamentoda iki taraf da gerekli 61 çoğunluğu elde edememiş, 2012'ye kadar vekil cumhurbaşkanları ülkeyi yönetmiştir. 2012'de iki başarısız girişimin ardından Nicolae Timofti Avrupa Entegrasyonu İttifakı ve üç eski Moldova Komünistler Partisi milletvekilinin desteğiyle seçilebilmiştir. 2015'te Anayasa Mahkemesinin 2000 yılındaki anayasa değişikliğini anayasaya aykırı olarak bulması sonucunda değişiklik iptal edilmiş ve Cumhurbaşkanı yeniden doğrudan halk tarafından seçilmeye başlanmıştır. 2015'ten sonra 2016 ve 2020'de yapılan seçimlerde sırasıyla Igor Dodon ve Maia Sandu (Görevde) seçilmiştir.
Yargı.
Moldova anayasasına göre yargı erki bağımsız ve tarafsız olmalıdır ancak birçok uluslararası rapora göre yargı; polis, bürokrasi ile birlikte geniş yolsuzluğa sahiptir. Bu nedenle halk tarafından yargı erki sürekli eleştirilmektedir. Yargının rüşvet ve yandaş kayırmacılığı nedeniyle mafya kırsal bölgelerde güçlüdür.
2021 Moldova yasama seçimleri.
"Ana madde:" 2021 Moldova Yasama Seçimi
Bir önceki seçimlerden beri parlamentonun Moldova Demokrat Partisi, Moldova Sosyalist Partisi ve Eylem ve Dayanışma Partisi olmak üzere üçe bölünmüş şekilde olması hükûmetlerin kalıcı olamamasına neden olmuştur. 2020 yılında PAS'ın eski genel başkanı Maia Sandu'nun Cumhurbaşkanı seçilmesiyle Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlık arasında fikir ayrılıkları baş göstermiştir. Maia Sandu'nun aday gösterdiği Natalia Gavrilița'nın Parlamentodan iki defa güvenoyu alamamasıyla Maia Sandu, 45 gün boyunca Parlamentonun Bakanlar Kurulu seçememesi durumunda Cumhurbaşkanı'na tanınan feshetme yetkisini kullanmış ve erken seçimleri ilan etmiştir.
Eylem ve Dayanışma Partisi iktidarı.
"Ana madde:" Moldova'da Siyaset
Moldova halkı, 11 Temmuz 2021 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde Eylem ve Dayanışma Partisini 101 sandalyenin 63'üyle birlikte iktidara taşımıştır. Cumhurbaşkanı Sandu, Natalia Gavrilița'ya yeniden hükûmeti kurma görevi vermiş ve PAS kontrolündeki Parlamentodan güvenoyu alınmıştır. 10 Şubat 2023'te yeterli desteğe sahip olmadığını belirterek istifa eden Gavrilița'nın yerine Cumhurbaşkanı Sandu Dorin Recean'a hükûmeti kurma görevi vermiştir. Recean, halihazırda Moldova Başbakanı'dır.
Yönetimsel birimler.
Moldova'da 32 bölge, 3 belediye ve 2 özerk cumhuriyet yer almaktadır.
Gagavuzya.
Gagavuzya, SSCB'nin dağılışının hemen ardından Gagavuzya Cumhuriyeti'nin ilan edilmesiyle patlak veren Gagavuzya Çatışmalarının sonucunda Gagavuz Yasası ile kurulmuştur. Gagavuz Yasası, 1990 yılında bağımsızlığını ilan eden Gagavuzya'nın Moldova içerisinde bulunan bir özerk bölge olduğunu ve topraklarının Gagavuzların yüzde 50'den fazla bulunduğu bölgelerden oluştuğunu belirtmektedir.
Gagavuzya'nın kendi polis teşkilatı, kendi parlamentosu, kendi Başkanı ve seçimleri bulunmaktadır. Gagavuzya haricindeki diğer bölgeler yöneticilerini yerel seçimlerde seçerken Gagavuzya'nın farklı bir tarihte yapılan kendi Başkanlık seçimi bulunmaktadır. Gagavuzlar hem Moldova hem Gagavuzya seçimlerinde çoğunlukla Rusya yanlısı partileri seçmektedir.
Transdinyester.
Transdinyester'in nihai statüsü ise tartışmalı olmakla beraber Moldova Hükûmeti, burasının kendi topraklarının ayrılmaz bir parçası olan bir özerk bölge olarak görmektedir. Moldova'nın bir parçası olmadığı anlamına gelmemesi için Moldova kurumları, seçimlerde suiistimallere neden olsa da Transdinyester bölgesinden halkın oy kullanması için sınırın Batı tarafında sandıklar kurmakta, Moldova'dan Transdinyestere'e giden vatandaşların pasaportlarına çıkış damgası basmamaktadır.
Demografi.
4.434.547 kişilik nüfusuyla, km² başına 108 kişi düşen bu ülkede, nüfus artış hızı -1.830 kişidir. Nüfusun %99'u okuma yazma bilir.
Nominal kişi başına düşen millî gelir $6.400 seviyesinde olup SAGP'ye göre $16.900'dür. Başkenti ve en büyük şehri Kişinev'dir. Resmi dili Rumence olup bölgesel diller Rusça ve Gagavuzca'dır.
Ortodoks Hristiyanlar nüfusun ezici bir şekilde çoğunluğunu oluşturmaktadır. 2014 sayımına göre Moldovalılar/Rumenler nüfusun %82,1'ini oluştururken Ukraynalılar %6,6; Gagavuzlar %4,6; Ruslar %4,1; Bulgarlar %1,9'dur.
Kültür.
Romanya ile kültürel bağlar.
Moldova'nın güneybatı komşusu olan Romanya ile derin tarihsel bağları bulunmaktadır. İki ülke de ortak tarihe sahiptir, ancak buna karşın Moldova'nın SSCB döneminde Romanya'dan ayrı bir ülke olarak Moskova'nın bu dönemdeki Ruslaştırma politikaları sebebiyle 1991'den beri günümüzde halk arasında "Moldovalılık" ile "Rumen" kimlikleri tartışması süregelmektedir.
Şubat 2023'te Kişinev'de yapılan bir ankette Moldovalıların yüzde 32'si kendini kültürel olarak Romanya'ya bağlı görürken yüzde 40'ı ne Romanya'ya ne de Rusya'ya kültürel bir bağlılık hissetmediklerini belirtmişlerdir. Kimlik konusunda da katılımcıların yüzde 6'dan azı kendini Rumen olarak nitelerken yüzde 74'ü kendini Moldovan olarak nitelemiştir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Moldova'da demokratikleşme, perestroyka ve Moldovan milliyetçiliği etrafında kurulan Moldova Halk Cephesi iktidara gelmiştir. Bu örgüt daha sonrasında Romanya ile birleşme yanlısı bir tutuma yönelmiştir. Bu kapsamda "Sovyet Moldovan" kimliğini reddetmiş ve bunun "Besarabyalı Rumenlerin millî vasıflarını kaybettirme" amacını gücen bir Sovyet taktiği olarak görmüşlerdir. Moldova Halk Cephesinin ikinci kongresinde MHC milletvekili ve yöneticisi Iurie Roșca'nın açıkça Bükreş ile birleşmeye çağırması en sonunda ülkenin güneyinde bulunan Gagavuzlar ile Transdinyester bölgesinde bulunan Ruslar ile Ukraynalıların ayrılıkçı ayaklanmalarına neden olacak birleşme tartışmasının ulusal düzeyde herkes tarafından tartışılmasına neden olmuştur. 1991 yılında Cephe, Romanya ile birleşmeyi desteklerken Moldovalıların yalnızca yüzde 3,9'u birleşmekten yanaydı.
Günümüzde Moldovalılar, birçok ankete göre Romanya ile birleşme konusunda yarı yarıya ayrılmaktadır. Parlamentoda bulunan partilerden Komünistler Partisi, Sosyalist Parti ve Şor Parti açıkça birleşmeye karşı çıkarken Eylem ve Dayanışma Partisi açıktan destek vermese de Cumhurbaşkanı Sandu dahil birçok parti yöneticisi geçmişinde Romanya ile birleşme taraftarı olan Liberal Demokrat Parti (Moldova) ve Liberal Partide (Moldova) siyaset yapmışlardır. Romanya ile birleşmeyi savunan partiler aynı zamanda Avrupa Birliği ve NATO taraftarıyken karşı çıkanlar aynı zamanda Rusya yanlısıdır.
Konum.
Doğu Avrupa'da yer alan Moldova'nın denize kıyısı yoktur. Biri kuzeydoğuda biri de güneybatıda olmak üzere iki komşusu vardır: Romanya ve Ukrayna. Güneybatı komşusu olan Romanya ile derin tarihsel bağları bulunmaktadır. İki ülke de benzer kültüre sahip olup aynı dili konuşmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14604",
"len_data": 14126,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.56
}
|
Monako veya resmî adı Monako Prensliği (Fransızca: Principauté de Monaco veya Monaco; Monakoca: Munegu veya Principatu de Munegu), 1297 yılında kurulmuş, Avrupa'da Kuzeybatı Akdeniz kıyılarında yer alan bağımsız bir şehir devleti ve prensliktir. Vatikan'dan sonra Avrupa'daki en küçük bağımsız ülke olan mikrodevlet, Fransa tarafından kuzey, batı ve doğu yönlerinde çevrelenmişken, ülkenin güney ve güneydoğu kısımları Akdeniz ile komşudur. Monako ayrıca İtalya sınırından yaklaşık 15 km uzaklıkta yer almaktadır.
Ülke Monte Carlo semtindeki gösterişli kumarhaneleri, içinde barındırdığı limanları ve kraliyet ailesi ile ünlüdür.
Tarih.
Monako 1191 yılında Kutsal Roma İmparatoru VI. Heinrich'in izniyle 1228 yılında bir Ceneviz Cumhuriyeti kolonisi olarak kuruldu. 1297 yılında François Grimaldi ve askerleri Monako Kayası'nı ele geçirdiler. O zamandan beri Monako toprakları Grimaldi ailesi tarafından yönetilmektedir.
1793-1814 yılları arasında Monako, Fransa'nın egemenliği altındaydı. Viyana Kongresi'nde Monako'nun Sardinya-Piemonte Krallığı'na bağlanması kararlaştırıldı. 1861 yılından sonra Monako bağımsız bir prenslik haline geldi. 1911 yılında kabul edilen yeni anayasaya kadar Monako Prensi Monako'nun mutlaki hükümdarı sayılıyordu.
II. Dünya Savaşı'nda, 1943 yılında, İtalyan Ordusu Monako'yu işgale başladı ve faşist bir yönetim oluşturarak işgal etti. Kısa bir süre sonra, Mussolini'nin çökmesinin ardından, Nazi Wehrmacht orduları Monako'yu işgal etti. Çok sayıda Monakolu Yahudi toplama kamplarına gönderildi. Savaştan sonra Monako Prensi III. Rainier 1949 yılında dedesinin ölümü üzerine tahta çıktı. Prens Rainier kadınlara oy hakkını kabul etti ve idam cezasını kaldırdı. 1993 yılında Monako Birleşmiş Milletlere üye oldu. 31 Mart 2005 tarihinde prens Rainier hastalanarak görevi oğluna devretti. 6 Nisan 2005 tarihinde ölünce oğlu II. Albert Monako Prensi olarak tahta çıktı.
Coğrafya.
Monako'nun uzunluğu 3.350 m'dir. Genişliği en geniş yerde 1.000 m'yi bulurken en dar yerde 245 m'dir. Fontvieille semti de dahil olmak üzere ülkedeki pek çok kıyı bölgesi sonradan denize beton doldurularak oluşturulmuştur. Günümüzde de buna benzer projeler vardır; fakat hayata geçirilememiştir.
Semtler.
Kara sınırları Fransa ile çevrili olan ülke, eski Monako şehri ve sonradan inşa edilen alanlardan oluşur. Monako'nun başlıca yerleşim birimleri (semtleri) nüfusları ile şunlardır:
Ekonomi.
Monako, 185.742 ABD Doları ile dünyanın en yüksek kişi başına GSYİH nominal değerine, 132.571 ABD Doları ile kişi başına düşen GSYİH'ye ve 183.150 ABD Doları ile kişi başına düşen GSYİH'ye sahiptir. Ayrıca her gün Fransa ve İtalya'dan yola çıkan 48.000'den fazla işçiyle %2'lik bir işsizlik oranına sahiptir. CIA The World Factbook'a göre Monako, dünyanın en düşük yoksulluk oranına ve kişi başına düşen en yüksek milyoner ve milyarder sayısına sahiptir. Monako, 2012'de art arda dördüncü kez metrekare başına 58.300 dolarla dünyanın en pahalı emlak piyasasına sahip olmuştur. Dünyanın en pahalı dairesi, 2016 yılında "Forbes'a" göre 335 milyon dolar değerinde olan Odeon Kulesi'ndeki bir çatı katı olan Monako'da bulunmaktadır.
Monaco'nun ana gelir kaynaklarından biri turizmdir. Kumarhanesi ve iklimi her yıl birçok yabancıyı cezbetmektedir. Aynı zamanda 100 Milyar Euro'nun üzerinde fon bulunduran büyük bir bankacılık merkezi haline gelmiştir. Monako'daki bankalar özel bankacılık, varlık ve varlık yönetimi hizmetleri sağlama konusunda uzmanlaşmıştır. Monako, Avrupa'da kredi kartı puanlarının kullanılamadığı tek yerdir. Otel puanları biriktirilemez veya işlemler kaydedilemez, bu da yerel halkın çoğu tarafından aranan mahremiyetin artmasına izin verir. Prenslik, ekonomik temelini hizmetler ve kozmetik ve biyotermik gibi küçük, yüksek katma değerli, kirletici olmayan endüstriler şeklinde başarıyla çeşitlendirmeye çalışmıştır.
Devlet, tütün ve posta hizmeti de dahil olmak üzere birçok sektörde tekelleri elinde tutuyor. Telefon şebekesinin (Monaco Telecom) tamamı devlete aitti; şu anda yalnızca %45'ine sahipken, kalan %55'lik kısım hem Kablolu ve Kablosuz İletişim (%49) hem de Compagnie Monégasque de Banque'ye (%6) aittir. Ancak yine de tekel konumundadır. Yaşam standartları yüksektir, kabaca müreffeh Fransız metropol alanlarındakilerle karşılaştırılabilir.
Monako, Avrupa Birliği üyesi değildir. Bununla birlikte, Fransa ile bir gümrük birliği yoluyla çok yakından bağlantılıdır ve bu nedenle para birimi Fransa'nınkiyle aynıdır, Euro, 2002'den önce Monako, Monegasque frangı olan kendi madeni paralarını bastı. Monako, ulusal tarafında Monegasque tasarımlarıyla euro madeni para basma hakkını elde etti.
Demografi.
Monako'da etnik açıdan Fransızların sayısı Monakolulardan daha fazladır. Fransızlar %28,4 ile ülkenin en büyük etnik grubudur. Monakolular %21,6 ile onları takip eder. Diğer etnik gruplar ise şöyledir: İtalyanlar (%18,7), İngilizler (%7,5), Belçikalılar (%2,8), Almanlar (%2,5), İsviçreliler (%2,5) ve Amerikalılar (%1,2).
Monako dünyanın en yüksek beklenen yaşam süresi sahiptir. 2017 verilerine göre bir Monakolunun ortalama olarak beklenen yaşam süresi 89.4 yıldır.
Dil.
Monako'nun resmi dili Fransızcadır; fakat İtalyanca, İtalya'dan gelen kişilerce ana dil olarak konuşulmaktadır. İngilizce ise Monako'daki Amerikalılar, İngilizler, Kanadalılar ve İrlandalılar tarafından konuşulur. Ulusal dil Monako dilidir; fakat bu dil küçük bir topluluk tarafından konuşulmaktadır. Monaco Ville bölgesinde tabelalar Fransızca ve Monako dili olarak yazılmıştır.
Din.
Bu mikro ülkede resmi din Hristiyanlığın Katoliklik mezhebidir. Fakat Monako'da inanç konusunda özgürlük vardır. Hristiyan toplum Monako nüfusunun %83,2'sini oluşturmaktadır. Monako'da beş Katolik kilisesi ve bir de katedral bulunmaktadır. Koruyucu aziz Devota'dır.
Monako'da yalnızca bir Anglikan kilisesi bulunmaktadır. Bu kilise Monte Carlo'da yer almaktadır. 2007 itibarıyla bu kiliseye bağlılığı bulunan 135 Anglikan vardır. Bu kilisenin kütüphanesinde yaklaşık 3000 İngilizce kitap bulunmaktadır.
1948 yılında kurulan "Association Culturelle Israélite de Monaco" sayesinde Monakolu Yahudiler bir sinagog, İbrani okulu ve koşer ürünler satan bir gıda mağazası kazanmıştır. Yaklaşık bin kişilik Yahudi cemaatinin %40'ını Birleşik Krallık'tan gelenler oluşturmaktadır. Geri kalan kısım ise Kuzey Afrika'dan gelmiştir. Buradaki Yahudi nüfusunun üçte ikisini Kuzey Afrika'dan gelen Sefarad Yahudileri oluşturur. Üçte biriyse Aşkenaz Yahudisidir.
Altyapı ve ulaşım.
Yüzölçümü bu kadar küçük olmasına rağmen ülkede bir stadyum bulunur. Havaalanı yerine heliportu ve tren istasyonu bulunmaktadır ve Fransa demiryolunun küçük bir parçası geçmektedir. Karayolu ve denizyolu gelişmiştir.
Fontvieille semti ile Monaco Ville'in bulunduğu yarımadanın arasında küçük, Monte Carlo ile Monaco Ville'in arasında ise büyük bir yat limanı bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14610",
"len_data": 6834,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Belarus (Belarusça ve Rusça: Беларусь, "Belarus"), resmî adıyla Belarus Cumhuriyeti (Belarusça: ; , "Respublika Belarus") ya da diğer adıyla Beyaz Rusya, Doğu Avrupa'da bulunan bir devlettir. 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden eski bir Sovyetler Birliği ülkesidir. Bir Slav devleti olan Belarus'un başkenti ve en büyük şehri Minsk'tir. Komşuları; batıda Polonya, kuzeybatıda Litvanya, kuzeyde Letonya, doğuda Rusya ve güneyde Ukrayna'dır.
Belarus, diğer BDT ülkelerinin yanında, Rusya hükûmetine en yakın müttefiki konumundadır. Rusya ile Birlik Devleti adında "devletler üstü bir oluşum" kurmuştur.
Tarihçe.
6. ve 8. yüzyıllar arası Belarusların ataları olan kavimler, bu ülkeye yerleşti ve daha önce burada yaşayan Fin-Ugor kökenli bazı kavimleri zamanla özümlediler. 9. yüzyılın sonunda bölgede İsveç kökenli Varegler tarafından Polotsk ve Turov prenslikleri kurulduysa da 10. yüzyılın sonunda bu prenslikler Kiev Prensliği'ne bağlandılar. 10. yüzyılda bu bölge Bizans İmparatorluğu tarafından vaftiz edilen Kiev Prensi I. Vladimir tarafından 988 yılından başlayarak Hristiyanlaştırıldı. 1237 yılında bu prenslikler daha sonra Polotsk prensliğinden ayrılan Minsk ve Vitebsk prenslikleriyle birlikte özerliklerini kazandılarsa da aynı yıl Altın Orda İmparatorluğu'nun vasalı oldular. Ancak bölge 1239-1320 yılları arasında Litvanya Büyük Dükalığı tarafından fethedildi. Litvanyalılar, devletlerinin başkentlerini Kernavė'den önce Grodno ()'ya, sonra Novogrudok ()'a taşıdılar ve devletin resmi dili Beyaz Rusça oldu. Ancak 14. yüzyılda devletin başkenti önce Trakai'ye, sonra Vilnius'a taşınınca ve Litvanyalılar paganlıktan önce Ortodoksluğa, sonra Polonyalıların etkisiyle 15. yüzyılda Katolikliğe geçince, bu durum Ortodoks inancını büyük ölçüde koruyan Belaruslar'ın tepkisini çekti. Bugünkü Belarus'u oluşturan bölge Litvanya'ya bağlı Brześć Litewski (Bugün Brest), Vitebsk (), Novogrudok, Minsk (), Polock (Polotsk), Mscislaw (Mstislavl) ve Wilno (Vilnius) illerine bölündü.
1386 yılında Litvanya Büyük dükü Jogalia, 2. Wladyslaw adıyla Polonya Kralı olunca, iki ülke arasında Jagiellon Hanedanı aracılığıyla kişisel birlik kuruldu. Bu birliktelik 1569 yılında Lublin Birliği antlaşmasıyla kalıcı bir birlikteliğe dönüştü. Litvanya'nın kalıcı birliğe yanaşmada güçlük çıkarması 1567'de Podlasya, Volinya, Podolya ve Kijow (Kiev) illerinin Polonya Kralı 2. Zygmunt tarafından ele geçirilmesine yol açtı.
Bu arada daha sonra Rus Çarlığı'na dönüşecek olan Moskova Büyük Düklüğü'nün tehdidi artmaya başladı. 1514 yılında Smolensk'i ele geçiren Ruslar, 1535 yılında Vilnius'a kadar geldiler. Ruslar, Livonya Savaşı'nda (1558-1582) 1563'te Polotsk'u işgal ederek Litvanya ordusunu Vilnius'a kadar sürdülerse de Polonyalılar 1572 yılından itibaren Belarus'u geri aldılar ve hatta 1581 yılında Rusya'nın Velike Luki ve Sokol kentlerini işgal edip, Pskov kentini kuşattılar. Hatta Polonyalılar, 1609 yılında kuşattıkları Smolensk'i iki yıl sonra ele geçirdiler ve Moskova'yı 1610-1612 yılları arasında işgal ettiler. Ruslar, 1612 ve 1617'de Smolensk'i geri almaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar. 1618 yılında yapılan Deulino Barışıyla Polonyalılar, Smolensk ve Czernihów (Chernigov) illerini Rusya'dan geri aldılar. Ruslar 1632'de yeniden saldırsalar da 1634'te imzalanan Polanów (Polyanovka) anlaşmasıyla başarısızlıklarını kabul ettiler.
Belarus, genellikle 17. yüzyılın ilk yarısına kadar ekonomik olarak gelişme gösterdi. Ancak bu süreç 1648 yılında Rus Kazaklarının önderi (atamanı) Bogdan Hmelnitski'nin Litvanya Ukraynası'nda başlattığı isyan yüzünden bitti. Kırım Hanlığı'yla ittifak kuran Hmelnitski, bir yıl içinde Litvanya'ya bağlı Ukrayna ve Belarus'u ele geçirerek, Polonya'ya bağlı Lublin kentine girdi. Polonyalı'ları 1648'de Żółte Wody (Zhovti Vody), Korsun ve Piławce (Pilavtsi), ertesi yıl Zborów (Zboriv) savaşında yendi ve onları, kendisine Ukrayna'da geniş haklar tanıyan Zborów anlaşmasına zorladıysa da, Polonya meclisi (Sejm) bu anlaşmayı reddetti. Karşı saldırıya geçen Polonya-Litvanya Birliği kuvvetleri Hmelnitski ve müttefiklerini Beresteczko (Berestechko, Ukrayna) savaşında yenilgiye uğrattı ve onu Biała Cerkiew (Bela Tserkva) anlaşmasıyla, önceki anlaşmada aldıkları hakların çoğunu kaybetmeye razı olmaya zorladı (Örneğin sadece Kiev ili özerk olacak, Braclaw (Bratislav) ve Czernihów (Chernigov) illerinin özerkliği iptal edilecekti). Bunu içine sindiremeyen Hmelnitski, saldırıya geçse de Brześć Litewski (Brest) savaşında yenilgiye uğradı ve Belarus'tan çekilmek zorunda kaldı ancak başta Kijow (bugün Kiev) olmak üzere Ukrayna'nın önemli bir bölümünü elinde tutuyordu.
Hmelnitski, Boğdan (Moldova) voyvodası Basil Lupu ve Kırım Hanı ile ittifak kurarak Polonyalıları Bitwa pod Batohem (Batoh) savaşında yenilgiye uğrattı. Ancak 1654'te Kijow (Kiev) savaşında yenilgiye uğradı ve Rus Çarı Aleksey'e sığındı. Rus Çarıyla Pereyeslav Anlaşmasını yaparak, kendisini Rusya'ya bağlı özerk Ukrayna atamanı ilan etti. Bu durum Rus-Polonya savaşı'nın başlamasına yol açtı. Aynı yıl Litvanya asıllı Polonya soylusu olan ve Litvanya'nın büyük Ataman'ı Janusz Radziwiłł (Litvanca Jonušas Radvila) kuzeni Boguslaw'la birlikte İsveç Kralı 10. Karl'la ilişki kurdu ve Litvanya'yı Polonya'dan koparmak ve İsveç'e bağlı bir hükümdar olarak yönetmek için İsveç Kralı'yla anlaştı. Bu anlaşma 1655'te İsveç'in Polonya'yı istilasına yol açtı.
1654 yılında başlayan Rus-Polonya savaşında Ruslar başlangıçta büyük başarılar kazandılar ve Polonya-Litvanya Birliği'nin sınır şehirlerinden Bely ve Dorogobuzh şehirlerini Eylül ayında ele geçirip, Smolensk'i kuşattılar. Büyük Litvanya Atamanı Janusz Radziwiłł, Orsha (bugün Belarus'ta)'da Ruslar'ı karşıladı ve onları 12 Ağustos'taki Szkłów (Shklov) Çarpışması'nda yenilgiye uğrattı. Ancak 12 gün sonraki Szepielewicze (Shepeleviche) Çarpışması'nda Aleksey Trubetskoy komutasındaki Rus ordusuna yenildi. Ruslar, geri almak istedikleri Smolensk'i 23 Aralık'ta ele geçirdiler. Ruslar ayrıca güneyden geliştirdikleri saldırıyla Bryansk, Roslavl, Homel (Gomel, bugün Homyel) şehirlerini ele geçirdiler. Pskov'dan gelişen saldırıyla da 1 Temmuz'da Nevel (bugün Rusya'da), 17 Temmuz'da Polotsk ve 17 Kasım'da Vitebsk düştü. Böylece Ruslar, yıl sonunda Polonya'dan Kuzey ve Doğu Belarus'u ve Ukrayna'nın doğusunu aldılar. Ayrıca Rus boyar Vasil Buturlin, ordusundaki bazı anlaşmazlıklara karşın Volinya'ya girdi ve Ostrog ve Rovno (Bugün Rivne) şehirlerini aldı. Ayrıca Rus ordusu, Polonya Livonyası'na girdi ve Ludza ve Rezekne kasabalarını aldı.
1655 yılının başında Janusz Radziwiłł, Orsha'yı Ruslardan geri aldı ve 3 ay süreyle Mohylew (Mogilev, bugün Mahilyov) şehrini kuşattıysa da alamadı. Ocak ayında Rus komutan Vasil Borisoviç Şeremetyev, kendisiyle birlik olan Polonya Kazakları atamanı Bogdan Hmelnitski'yle birlikte Kırım Tatarları'yla ortak hareket eden Polonya ordusunu Akhmatov'da izlemeye aldıysa da Polonya ordusu Zhashkov kasabasında aniden Rus ordusuna saldırıp onları beklenmedik bir yenilgiye uğrattı. Bu yenilgi üzerine Rus çarı Aleksey, Yakov Cherkassky komutasında büyük bir orduyu Litvanya'ya yolladı. Litvanya ordusu çok az direnme gösterdi ve 3 Temmuz'da Minsk Ruslar'ın eline geçti. Polonya-Litvanya Birliği'nin ikinci büyük şehri ve Litvanya Büyükdüklüğü'nün merkezi 31 Temmuz'da Ruslar'ın eline geçti. Bunu Ağustos ayında Kovno (Kaunas) ve Grodno (Hrodna)'nun Ağustos ayında düşüşü izledi.
Ruslar ertesi yıl saldırılarını sürdürdü ve 3 Temmuz'da Minsk, 31 Temmuz'da Wilno (Vilnius) düştü. Bunu ertesi ay Kowno (Kovno) ve Grodno (Hrodna)'nun düşüşü izledi. Güneyden girişilen saldırılar sonucu Pinsk, Slonim, Kleck (Kletsk) Haziran ayından önce düştü. 17 Haziran'da Velizh (Bugün Rusya'da) ve Eylül ayının başında Lublin düştü ve Lwów (bugün Lviv) kuşatıldı. Böylece Litvanya'ya bağlı bütün yerler Ruslar'ın eline düşmüş oldu. Prens Volkonsky komutasındaki Rus ordusu Kiev'den hareketle Dinyeper ve Pripyat ırmaklarını geçti ve Litvanya ordusunu yenerek Pinsk'e girdi. Trubetskoy komutasındaki ordu Slonim ve Kleck'e girdi ve Sheremetyev komutasındaki Rus ordusu da 17 Haziran'da Velizh (Bugün Rusya'da)'i ele geçirdi. Bir Litvanya garnizonu Stary Bykhov'da Kazaklar'a karşı direniyordu. Sheremetyev ve Hmelnitski komutasındaki birleşik Rus-Kazak ordusu Galiçya'daki Gródek Jagielloński (Bugün Ukrayna'da Horodok) savaşında Stanisław Potocki komutasındaki Polonya-Litvanya ordusunu yenilgiye uğrattı. Ayrıca Jan Paweł Sapieha komutasındaki diğer bir Polonya ordusunun Brześć nad Bugiem (Bugün Brest) yakınlarında yenilmesiyle Lublin Eylül'de Rusların eline geçti ve Lwow şehir Ruslarca kuşatıldı. Lwow kısa bir süre sonra İsveçlilere teslim oldu. Ruslar'ın bu başarısı Polonya'nın İsveç Kralı 10. Karl tarafından istilasına (İngilizcesi The Deluge) yol açtı. Rus Dışişleri Bakanı Afanasy Ordin-Nashchokin, Polonyalıların ateşkes önerini kabul etti ve 2 Kasım 1655'te ateşkes ilan edildi. Bu arada 1617'de imzalanan ve İsveç yararına olan düzenlemelerin yer aldığı Stolbovo Anlaşması'nı kendi lehine düzenlemek isteyen Rusya'nın 1656 yazında İsveç İngria'sındaki Nöteborg (Bugün Rusya'da Shlisselburg) ve Nyenskans (Fincesi Nevanlinna, bugün Sankt Petersburg) kasabalarını ele geçirmesiyle Rus-İsveç Savaşı'na yol açtı. Ruslar Polonya-Litvanya'dan Dyneburg (Bugün Letonya'da Daugavpils) ve İsveç'ten Kokenhuza (Bugün Kokneze) kasabalarını alarak İsveç'in ikinci büyük kenti ve İsveç Livonyası'nın merkezi Riga'yı kuşatması ve Dorpat (Tartu)'nın Ekim ayında düşmesine karşın İsveçliler güçlerini toparladılar ve İngria'da kaybettikleri yerleri geri aldılar. Daha sonra karşı saldırıya geçerek Petseri (Bugün Pechory)'yi ele geçirdiler. Ruslar bunun üzerine 28 Aralık 1658'de imzalanan Vallisaari Anlaşması'yla Rusya; ele geçirdiği Koknese, Aluksne, Dorpat ve Syrensk (Bugün Vaksnarva) kasabalarını elinde tuttu. Ancak Polonya'nın karşı saldırıya geçmesi yüzünden İsveç'in yeniden saldırmasından endişelenen Rus Çarı Aleksey, 1661'de imzalanan Kardis Anlaşması'yla aldığı yerleri geri verdi.
Polonya Kralı 2. Jan Kazimierz Vaza'nın politikalarından hoşnut olmayan Poznan valisi Krzysztof Opaliński ve Büyük Polonya valisi Bogusław Leszczyński Ujście (Almancası Usch)'de İsveç Kralı'na teslim oldu ve ülkenin batısının büyük bölümü İsveç'in eline geçti. Varşova 29 Ağustos'ta düştü. Başkent Krakov 18 günlük kuşatmanın ardından 13 Ekim'de İsveçlilerin eline geçti. Bunun üzerine 2. Jan, Avusturya'nın elindeki Silezya bölgesine kaçtı. Savaşın gidişini değiştiren olay, İsveçlilerin başarısız olduğu Częstochowa'daki Jasna Góra kuşatması oldu. Bunu üzerine İsveçlilere karşı Tyszowce Konfederasyonu kuruldu. Bir ara Lwow'a kadar ilerleyen 10. Karl, Rusya'nın saldırısı üzerine Galiçya bölgesinden çekildi. Polonyalılar, 30 Haziran 1656'daki savaşla Varşova'yı geri aldılarsa da 1526'dan beri Prusya Düklüğü'nün elinde tutan Brandendurg Krallığı'nın en büyük amacı, düklüğü Polonya'nın vesayetinden kurtarmaktı. Bu amaçla Brandenburg Kralı Friedrich Wilhelm, 10. Karl'la 23 Temmuz'da Marienburg (Bugün Malbork) Anlşaması'yla ittifak kurdu. Bu ittifak 23 Kasım'da imzalanan Labibau (Bugün Polessk) Anlaşması'yla kuvvetlendirildi. Bu anlaşmayla İsveç, Polonya'ya bağlı Krallık Prusyası ve Warmia'yla ilgili hak iddiasından Brandenburg lehine vazgeçti. Birleşik İsveç-Brandenburg ordusu, 3 gün süren savaş sonucu 20 Temmuz 1656'da Varşova'yı yeniden ele geçirdi. Bu arada 2. Jan geri döndü ve Lwow'da yeniden taç giydi. Bu arada Ruslar'ın Polonyalılar'la ateşkes imzalamasını kendisine ihanet olarak değerlendiren Bodgan Hmelnitski, İsveç'le ittifak kurmak için girişimlerde bulunduğu sırada 1657'de öldü. Yerine Ukrayna Atamanı seçilen Ivan Vyhovsky, Polonya-Litvanya'yla ittifak kurunca Rusya'yla ateşkes bozuldu. Bu arada Polonyalılar, bazı yenilgilere karşı İsveç-Brandenburg ordularını 1657'de ülkeden attılar. Bu arada Branderburg'u İsveç'ten koparmak isteyen 2. Jan, 19 Eylül 1657'de imzalanan Wehlau (Bugün Znamensk) Anlaşması'yla Düklük Prusya üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçti. Bu anlaşma 6 Kasım 1657'de imzalanan Bydgoszcz (Almancası Bromberg) ve 1660'ta imzalanan Oliva Anlaşmaları'yla gözden geçirilerek onaylandı.
Bu arada Polonyalı komutan Jan Paweł Sapieha, Prens Yuri Dolgurokov'un elindeki Wilno'yu ablukayı 11 Ekim 1658'e kadar sürdürdü ancak kenti alamadı. Ataman Vyhovsky, Haziran 1659'da Kijow'u General Sheremetyev'in almaya çalıştıysa da başaramadı. Ancak Kırım Tatarları'yla ittifak kurarak 29 Haziran 1659'da Prens Aleksey Trubetskoy'u yenerek Konotop'u aldı. Buna karşın Sheremetyev'e karşı Ağustos 1659'da yaptığı Chyhyryn (Türkçe Çehrin) savaşını kaybederek Polonya'ya kaçtı. Bu olay üzerine Yuri Hmelnitski yeni ataman seçildi. Stepan Czarniecki komutasındaki ordu Polonka Savaşı'yla Belarus'un batısını geri aldı. Hmelnitski, Jerzy Sebastian Lubomirski'yle birleşerek Rus ordusunu Słobodyszcze'de (Slobodyshche) yenerek onları Beyaz Rusya'dan attı. Potocki ve Lubomirski komutasındaki Polonya ordusu Rus ordusunu Cudnów (Bugün Chudniv)'da yenerek Rus komutan Sheremetyev'i esir aldılar. 1661'de Vilnius'tan başlayarak Litvanya şehirleri teker teker Ruslardan geri alındı. Doğu Ukrayna, Glukhov dışında savaşsız Polonya tarafından işgal edildi ve Rus ordusu 1664'te Wiciebsk'te (Vitebsk) yenildi. Ancak Lubomirski'nin isyanı Polonya-Litvanya'yı 1667'de imzalanan Andruszow (Andrusovo) Anlaşması'yla Smolensk ve Kijow dahil Doğu Ukrayna'yı Rusya'ya bırakmaya zorladı.
1700-1721 arasında yapılan Büyük Kuzey Savaşı'nda Belarus, 1702'de Stanisław Leszczyński'yi Polonya tahtına geçirmek isteyen İsveç Kralı XII. Karl tarafından işgal edildi. Bu işgalden İsveç ordusunun Rus Çarı 1. Petro'ya yenildiği 1709'daki Poltava Savaşı'yla kurtulsa da bölge harabeye döndü ve Leszczyński, 5 sene hüküm sürdükten sonra aynı zamanda Saksonya Kralı olan 2. Augustus'a tahtını kaptırdı.
Stanisław Leszczyński, Fransa'nın desteğiyle 2. Augustus'un ölümünden sonra yeniden tahta geçti. Ancak, 3. Augustus'u tahta geçirmek isteyen Rusya, Polonya-Litvanya'ya girerek Polonya Veraset Savaşı'nı başlattı. 5 yıl süren savaş sırasında ülke bölge yeniden harap oldu ve savaş Leszczyński'nin 1736'da Polonya tahtından vazgeçip Lorraine-Bar dükü olmasıyla sona erdi.
Polonya'daki Rus nüfuzunu kırmak isteyen soyluların 1768'de başlattıkları reform çabaları Rusya tarafından 1772'de bastırıldı. Bundan sonra Polonya'nın Rusya, Prusya ve Avusturya arasındaki paylaşımlarla 1772'de Beyaz Rusya'nın doğusu, 1793'te ülkenin merkezi ve 1795'te batı kesimi Rusya'nın eline geçti. 1812'de kısa süreyle Napolyon komutasındaki Fransızların işgaline uğrayan ve harabeye dönen ülke şu illere ayrıldı:
1. Dünya Savaşı'nda Alman işgaline uğrayan ülkede, 25 Mart 1918'de Alman güdümündeki Belarus Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Alman orduları 1. Dünya Savaşı'nda yenilip çekilmek zorunda kalınca, Brest-Litovsk Anlaşması'nı geçersiz ilan edip Rusya'nın 1915-1918 arasında kaybettiği bölgeleri geri almak isteyen SSCB'nin saldırısıyla ülkenin doğusu 1919'un başında SSCB'nin güdümündeki Beyaz Rusya Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti'nin eline geçmiştir. Sovyet'lerin elindeki bölge yine Litvanya'nın Sovyet işgalinde bölümüyle 17 Şubat 1919'da birleşip başkenti Vilnius olan Litvanya Beyaz Rusya Sovyet Cumhuriyeti'ne (Kısaca Litbel) dönüştü.
Polonya'nın bağımsızlığı 1918'de Lenin tarafından onaylandı. Ancak Çarlık döneminde Rusya ile sorunları olan Polonya Rusya'da çıkan iç savaşta fırsattan istifade edip toprak kazanabilmek için saldırıya geçti. Polonya 2 Şubat 1919'da Beyaz Rusya'ya saldırdı. Wołkowysk (Volkovysk)-Kobryn- Prużany (Pruzhany) hattına ulaşan Polonya ordusu Sovyet ordularıyla 14 Şubat 1919'da Maniewicze (Manevychi) ve Bereza Kartuska (Biaroza)'da karşı karşıya gelince Polonya Sovyet Savaşı başlamış oldu. Başlangıçta saldırıya geçen ve 2 Mart'ta Slonim, 5 Mart'ta Pinsk, 17 Nisan'da Lida, 18 Nisan'da Nowogródek and Baranowicze (Baranovichi), 21 Nisan'da Wilno (Vilnius), 28 Nisan'da Grodno (Ay başında Sovyetlerin eline geçmişti), 4 Temmuz'da Mołodeczno (Molodecho) ve 10 Temmuz'da Łuniniec (Luninets)'i zapteden Polonya ordusu Litbel'in Vilnius'un düşmesi nedeniyle başkent yaptığı Minsk'e 8 Ağustos'ta girdi. Bunun üzerine merkezini Smolensk'e taşıyan Litbel 25 Ağustos'ta feshedildi. İlerlemesini sürdüren Polonya 20 Ağustos'ta Borysów (Borisov)'u ele geçirerek Berezina Irmağı'na ulaştı ve 29 Ağustos'ta Bobrujsk (Bobruysk)'u ele geçirdi. Borisov ve Bobruysk Eylül ayında Sovyetlerce geri alınsa da 1 Ekim'de Bobruysk ve 11 Ekim'de Borisov'u Polonya geri aldı.
Polonya, 1920 Ukrayna'da Sovyetlere karşı savaşan Symon Petlura'yla ittifak kurdu ve 5 Mart'ta Mozyr ve Polotsk kentlerini alarak Beyaz Rusya'nın işgalini tamamladı ve 5 Mayıs'ta Kiev'e girdi. 15 Mayıs'ta Tuhaçevski ve Yegorov'u komutanlığa atayan Sovyetlerin karşı taarruzu başladı. 29 Mayıs'a kadar Batı Dvina ve Berezina nehirleri arası bölgeyi ve 13 Haziran'da Kiev'i geri alan ve 24 Mayıs'ta Auta Irmağına kadar ilerleyen Kızıl Ordu, 4 Temmuz'da başlattığı saldırıyla Belarus'u geri alarak Polonya'ya girdi ve Varşova'yı 12 Ağustos'ta kuşattı. Buna karşın Semyon Budyonny'nin 19 Temmuz'da kuşattığı Lwów (Lviv)'u düşürememesi nedeniyle Tuahçevski ve Yegorov'a yardım edememesi, ayrıca Fransa ve İngiltere'den alınan askeri yardımlar sayesinde 18 Ağustos'ta karşı saldırıya geçen Polonya, 20 Ağustos'ta Bug ve 25 Ağustos'ta Neman nehirlerine ulaştı. 25 Ağustos'ta kuşatmayı kaldıran Polonya 22 Ağustos'ta Bialystok'u geri alarak yeniden Belarus'a girdi. 15 Eylül-25 Eylül arasında süren savaşta Kızıl Ordu'yu yenen Polonyalılar Belarus'un batısını yeniden ele geçirdiler ve 18 Ekim'de Minsk'e girerek Tarnopol (Bugün Ternopil)-Dubno-Minsk-Drisa hattına ulaştılar. Aynı tarihte İngiltere ve Fransa'nın arabuluculuğuyla ateşkeş imzalandı. Bu arada Lucjan Żeligowski, Kızıl Ordu'nun geri çekilirken 26 Ağustos'ta Litvanya'ya bıraktığı Wilno (Vilnius)'yu 12 Ekim'de ele geçirip 2 yıl sonra Polonya'ya katılacak olan Orta Litvanya Cumhuriyeti'ni ilan etti.
Polonya ve SSCB uzun görüşmelerden sonra 18 Mart 1921'de imzalanan Riga Anlaşması'yla Belarus'un batısı Polonya'ya verildi. Ülkenin geri kalanıda SSCB'ye bağlı bir cumhuriyet oldu. Polonya'nın elindeki Batı Belarus, merkezi Brześć Litewski (Bugün Brest) olan Polesiye, Bialystok, Nowogródek (Navahrudak) ve Wilno illerine bölündü. Bu dönemde Belarus azınlığa genel olarak karşı baskıcı politka uygulandı.
1939'daki Almanya'nın Polonya'yı istilasını takiben gizli Molotov-Ribbentrop Anlaşması uyarınca 17 Eylül'de savunmasız kalan Polonya'nın doğu sınırına giriş yapan Kızıl Ordu, bölgeyi Belarus'a kattı ve bu topraklarda Belostok (Bialystok), Grodno, Baranovichi (2 Kasım 1939-4 Aralık 1939 arası Novogrudok) ve Molodechno (2 Kasım 1939-26 Temmuz 1941 ve 3 Temmuz 1944-20 Eylül 1944 arası Vileyka) oblastlarını kurdu. Ama 1941 Haziran'ında Almanya'nın saldırısına uğrayan ve 1 ay içinde işgal edilen Belarus, merkezi Königsberg (Kaliningrad) olan Bialystok (1941 Kasım'da başkenti Reichskommissariat Ostland'ndan alınan ve 1942-1944 arası Garten adını taşıyan Grodno buraya bağlıydı) ilçesi hariç, Reichskommissariat Ostland (Doğu Bölgesi Komiserliği)'a bağlandı. 3 yıllık işgalden 1944 Temmuz'un sonunda büyük yıkıntıyla kurtulan Belarus, 1945'te Polonya'ya geri verilen Belostok civarı haricinde Batı Belarus'u topraklarına kattı.
1991'de Belarus Demoilan etmiştir. Belarus'un başkenti Minsk'te Bağımsız Devletler Topluluğu kurulmuştur. Türkiye, Belarus'u tanıyan ilk ülke olmuştur.
Coğrafya.
Belarus'un denize kıyısı yoktur; toprakları gayet düz ve birçok geniş bataklık arazileri bulunmaktadır. 2005'te Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir tahmine göre, Belarus'un %40'ı ormandan ibarettir.
Belarus'ta birçok dere ve 11.000 adet göl bulunmaktadır. Üç tane büyük nehir, ülkenin topraklarından geçmektedir: Neman, Pripyat ve Dinyeper. Neman, batıya doğru Baltık Denizi'ne, Pripyat doğuya doğru Dinyeper'e ve Dinyeper ise, güneye doğru Karadeniz'e akmaktadır. Belarus'un en yüksek noktası, 345 metre yükseklikteki Dzyarjınskaya Hara (Dzyarjınsk Tepesi), en alçak noktası ise Neman Nehri'nde bulunan 90 metre yükseklikte olan bir noktadır. Belarus'un ortalama rakımı, deniz seviyesi üstünde 160 metredir.
Kışları sert geçer; ocak ayındaki ortalama sıcaklık -6°C'dir. Yazları ise serin ve nemlidir. Belarus'un senevi -"yıllık"- ortalama yağış oranı 550 milimetreden 700 milimetreye dağılır.
Siyaset.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla Minsk Antlaşmasını imzalayan Stanislav Şuşkeviç liderliğinde önceleri liberal bir politika izleyen Belarus 1990'lı yılların ilk yarısında herhangi bir ekonomik gelişme kaydedemediği gibi halkın gelir seviyesi de hızla düştü. Ülkede pek çok fabrika ve işletmenin kapatılması, işsizlik ve enflasyonun artması, ülkeyi Sovyetlerden ayıran ilk hükûmete karşı isyanın başlamasına sebep oldu. Bu şartlarda eski Yüksek Sovyet üyesi Lukaşenko, Sovyet sisteminin modernize edilerek yeniden uygulanacağını vadederek halktan güçlü destek gördü. 1994 yılında iktidara gelen Aleksandr Lukaşenko ilk olarak Mart 1994'te eski Sovyet anayasasının dönemin koşullarına uyarlanmış haliyle kabul edilmesini sağladı. Sovyet dönemindeki devlet arması ve bayrağı biraz değiştirilerek yeniden Belarus arması ve bayrağı olarak kabul edildi. Sovyet dönemindeki kazanımlar ve sosyal güvenceler yeniden yürürlüğe girdi. 2000'li yıllardaki toparlanma Belarus devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko'ya daha da güç kazandırdı. Bu gelişmeler ve ülkenin Rusya'ya daha yakın bir politika izlemesi batı tarafından tepki görmesine sebep oldu. ABD ve AB tarafından Belarus'a uygulanan ticari kısıtlama ve ambargo, ülkenin ticari gelirlerinin azalmasına ve Lukaşenko hükûmetinin ekonomik açıdan sorunlar yaşamasına sebep oldu. AB'nin aldığı kararla üye devletlerin Belarus ile ticari ilişkileri yasaklandı. Bu nedenle ülke daha çok eski Sovyet ülkeleri ile ticaret yapmaktadır. Buna rağmen ülkede en etkili siyasi güçler Aleksandr Lukaşenko ve Komünist Parti olarak dikkat çekti. Nitekim 2016 Belarus parlamento seçimlerinde bağımsız aday Lukaşenko ve Komünist Parti galip geldi.
2019 parlamento seçimleri.
Belarus hükûmeti, sık sık insan hakları ihlalleri ve sivil toplum kuruluşlarına, bağımsız gazetecilere, ulusal azınlıklara ve muhalif politikacılara yönelik baskılar nedeniyle uluslararası alanda eleştirilmektedir. Belarus, Demokrasi endeksinde 167 ülke arasında 153. sırada ve Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 180 ülke arasında 153. sırada olup Avrupa'da en alt sırada yer almaktadır. Yine Freedom House tarafından özgür olmayan ülke ve Ekonomik Özgürlük Endeksi'nde "bastırılmış" olarak değerlendirilmektedir. Belarus, aynı zamanda günümüzde Avrupa'da ölüm cezasının uygulandığı tek ülkedir.
Demografi.
Belarus'un toplam nüfusun %81,2'si etnik Beyaz Ruslardan oluşur. Bundan sonraki en büyük etnik gruplar Ruslar (%11,4), Polonyalılar (%3,9) ve Ukraynalılar (%2,4). Belarus'un iki resmî dili Rusça ve Beyaz Rusça. Rusça, nüfusun %72'si tarafından konuşulup ülkenin en yaygın dili; Beyaz Rusça ise sadece nüfusun %19,2'si tarafından konuşulur. Lehçe, Ukraynaca ve Yidiş'in doğu lehçesi azınlıklarca konuşulur.
Belarus'un nüfus yoğunluğu kilometre kare başına 44,7 kişi; toplam nüfusun %71,7'si kentsel alanlarda ikâmet eder. Belarus'ta yaşayan 9.724.700 kişinin 1.741.400'ü, ülkenin başkenti ve en büyük şehri olan Minsk'te yaşamaktadır. 526.872 kişilik nüfusuyla Gomel, ülkenin en büyük ikinci şehri ve Homel Voblastı'nın merkezidir. Ülkenin diğer büyük şehirleri Mogilev (380.440), Vitebsk (366.299), Grodno (368.710) ve Brest (343.985).
Birçok diğer Avrupa ülkesi gibi Belarus'un eksi nüfus artışı ve doğal büyüme oranı vardır. 2007'de Belarus'un nüfusu %0,41'lik düşüşe uğramış ve doğurganlık oranı 1,25 olup yerleştirme oranından çok daha düşüktü. 2007 itibarıyla Belarus nüfusun %69,7'si 14-64 yaş aralığındadır; %16,7'si 14 yaşından daha genç ve %14,8'i 65 yaşından daha yaşlı. Nüfusu da yaşlanıyor: günümüzün medyan yaşı 37 olmasına rağmen, tahminlere göre 2050'de Beyaz Rusyalıların medyan yaş grubu 55 ve 65 arası olacaktır. Belarus'ta her kadına göre 0,88 erkek vardır. Ortalama beklenen yaşam süresi 68,7 yıl (erkekler için 63,0; kadınlar için 74,9). Belarusluların %99'undan daha fazlası okuma yazmayı biliyorlar.
Tarihî olarak Belarus çeşitli dinlere dayanmıştır, özellikle Ortodoks, Katoliklik ve Protestanlığın bir sürü mezhebi. Büyük azınlıklar da Yahudiliği ve diğer dinleri izlemektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14612",
"len_data": 24353,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
AFS (American Field Service), 1947 yılında faaliyete geçmiş olan uluslararası öğrenci değişim programıdır. Değişim genelde lise çağındaki öğrenciler içindir.
Servisi ilk olarak, 1915 yılında Harvard Üniversitesi'ndeki bir ekonomi profesörü, gönüllü ambulans hizmetleri vermek için kurmuştur. 1946 yılında, 10 ülkeden öğrencinin Amerika'da bir süre eğitime çağırılmasıyla başlayan süreçte servis, bir uluslararası değişim programına dönüşmüştür.
AFS programlarını Türkiye'de Türk Kültür Vakfı yürütmektedir. 1999 yılında AFS öğrencileri AFSGD'yi (AFS Gönüllüleri Derneği) kurmuşlardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14614",
"len_data": 584,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.53
}
|
Amine (Arapça: آمنة بنت وهب; tam adı Amine bint Vehb), İslam peygamberi Muhammed'in annesidir. Abdullah bin Abdülmuttalib'in karısı ve Vehb bin Abdümenaf'ın kızıdır.
Hayatı.
Amine'nin doğum tarihi hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur. Fakat onun çok genç yaşta evlendiği şüphesizdir.
Amine, kocası Abdullah'ı hamileliği sırasında kaybetti. Muhammed'in doğumundan altı yıl sonra, 577 yılında, kocasının mezarını ve bazı yakınlarını ziyaret etmek için Muhammed ile birlikte gittiği Yesrib'den dönerken Ebva adında bir köyde, henüz 20 yaşında öldü ve oraya defnedildi. Mezarı hâlâ o yerdedir.
Peygamber Muhammed'in annesi olduğu için İslam edebiyatında önemli bir yer taşımaktadır. Bazı kaynaklar, Amine'nin Haniflik inancına mensup olduğunu söyler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14630",
"len_data": 756,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.54
}
|
Abdullah () kelimesi şu anlamlara gelebilir:
Allah'a ait olan veya onun yolundan giden. Bir erkek ismidir şu kişiler veya mekânlar tarafından taşınıyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14631",
"len_data": 152,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 2.48
}
|
Irak şu anlamlara da gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14632",
"len_data": 31,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 1.48
}
|
Bayındır, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin kuzeyinde Kemalpaşa, batısında Torbalı, güneyinde Tire, doğusunda Ödemiş ilçeleri, kuzeydoğusunda Manisa ili bulunmaktadır.
Tarihçe.
Bu yerleşim yeri, Kral Yolu üzerinde bulunan Efes-Sard arasındaki önemli noktalardan birisidir. Şimdiki Ergenli köyünün kuzeyinde Bayındır Kalesi diye bilinen yıkık kale kalıntılarının çevresinin ilk yerleşim yerleri olduğu saptanmıştır. Araştırmalar; yörede sırasıyla MÖ 2000'de Hititlerin, 700'de Frigya ve Lidyalıların, 300'de Roma İmparatorluğu'nun, 395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılması üzerine Doğu Roma'nın, 1084 yılından sonra Selçukluların, 1308-1425 yılında Aydınoğulları'nın ve 1425'ten itibaren de Osmanlıların egemenliğinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Coğrafya.
İzmir ilinin 78 km doğusunda yer alan Bayındır'ın yüzölçümü 548 km2dir. İlçenin kuzeyinde Kemalpaşa, batısında Torbalı, güneyinde Tire, doğusunda Ödemiş ilçeleri, kuzeydoğusunda Manisa ilinin Turgutlu ilçesi bulunmaktadır.
Ekonomi.
Bayındır'ın ekonomik yapısı temelde tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Verimli toprakları ile İzmir'in gıda deposu konumundadır. Süs bitkisi yetiştiriciliği önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Ege'nin büyük bir bölümünde olduğu gibi Bayındır'da da zeytincilik önemli geçim kaynakları arasındadır. Zengin meyve çeşitleri ve zeytinlikleri vardır. İlçe ekonomisinin tarımsal zenginliği sanayisinin gelişmesine temel oluşturamamış, küçük sanayi işletmelerinin dışında bu güne kadar birkaç fabrika kurulabilmiştir. Sanayileşmenin hiç gelişmediği Tire ve Ödemiş ilçeleri arasında Çiçeğin Kenti olarak bilinen Bayındır ilçesinin en büyük sorunları arasında genç nüfusunun azalmasından dolayı çiçeklik sektörü başta olmak üzere işçi sıkıntısı çekmektedir. İlçede bir tanesi anonim şirket olmak üzere 16 şirket faaliyet göstermektedir. İlçede zeytinyağı fabrikaları da mevcuttur. Ayrıca çiftçiler ilçede bulunan Tariş'e ürünlerini satabilmektedirler. İlçede tarım, gün geçtikçe hayvancılığa doğru kaymıştır. Köylerde yapılan tarımın önemli bir bölümünü silajlık mısır tarımı oluşturmaktadır. İlçede küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık da mevcuttur. İlçede turizm gelirleri fazla olmamakla birlikte, turizm keşfedilmeyi bekleyen bir potansiyeldir. Osmanlı İmparatorluğunun ilk Darphanesi Bayındır bölgesinde kurulmuştur. İlçede her yıl nisan ayının son haftası, mayıs ayının ilk haftası çiçek festivali düzenlenir.
Yönetim.
Yerel Seçimler.
Zeytinova'da zeytin ve zeytinyağı üretilmektedir. Beldenin 1 km yakınından akan Falaka Çayına baraj yapımı tamamlanmış belde ve bölge için çok önemli ekonomik kalkınma sağlanmıştır. Kuraklıktan dolayı azalan yeraltı suları, tarım ile geçinen halk için sıkıntıların en başındadır. Zeytinova barajının tamamlanmasından sonra bölgedeki su sorunu büyük bir ölçüde çözümlenmiştir.
Canlı Tarım ve hayvancılık yoğun olarak yapılmaktadır. Bayındırın diğer bölgelerinde olduğu gibi zeytin ve zeytinyağı önemlidir. Canlı beldesi 1995 seçimlerinden sonra belediye olmuştur.
Ören (Kızılkeçilinin kuzeyindeki bu köy 14 Nisan 1955 yılında Turgutlu'ya bağlanmıştır.) Bkz: Örenköy, Turgutlu
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14635",
"len_data": 3105,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.35
}
|
Fatih Terim (d. 4 Eylül 1953, Adana), Türk teknik direktör ve libero mevkinde oynamış eski millî futbolcudur. Türkçe lakabı ""İmparator", İtalyanca lakabı ise "Imperatore""dir.
Futbolculuğu döneminde Ceyhanspor, Adana Demirspor ve Galatasaray'da oynadı. 11 yıl formasını giydiği Galatasaray'da futbolcu olarak 1974-1975 ve 1978-1979 sezonlarında Başbakanlık Kupası'nı, 1975-1976, 1981-1982 ve 1984-1985 sezonlarında Türkiye Kupası'nı, 1982-1983 sezonunda ise Süper Kupayı kazanmıştır. Fatih Terim 1985 yılında Galatasaray'da futbolu bırakmıştır. Teknik direktörlüğe MKE Ankaragücü'nde başladı. Daha sonra Göztepe'yi çalıştıran Fatih Terim, bir süre sonra eş zamanlı olarak Türkiye U-21'i de çalıştırmaya başladı. Daha sonra Göztepe'den istifa etti. Türkiye'yi ve Galatasaray'ı bir kez çalıştırdıktan sonra İtalya'ya giden Terim, Fiorentina ve Milan'ı çalıştırdı. Yaklaşık olarak 1 yıl süren İtalya macerasının ardından Türkiye'ye döndü. İtalyan taraftarlarca "Grande Terim" olarak anılır. Sırasıyla 3 kez Galatasaray ve 2 kez daha Türkiye'yi çalıştıran Fatih Terim, 26 Aralık 2023 tarihinde Panathinaikos kulübü ile anlaşma sağladı. 17 Mayıs 2024 tarihinde Panathinaikos'tan ayrıldı.
Teknik direktör olarak Galatasaray ile 8 Süper Lig, 3 Türkiye Kupası, 5 Süper Kupa, UEFA Kupası şampiyonluğu kazandı. Oyuncu olarak ise 3 Türkiye Kupası ve 1 Türkiye Süper Kupası kazandı. Ayrıca İtalya devleti tarafından verilen "Commendatore" nişanına sahiptir. Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu (IFFHS) tarafından 80 ülkede yapılan bir ankette dünyanın en iyi sekiz teknik direktörü arasında yer aldı ve ödülünü 8 Ocak 2001'de Almanya'nın Rothenburg kentinde düzenlenen bir törenle aldı. Terim, 25 Nisan 2007 tarihinde İtalyan devleti tarafından verilen "Commendatore" nişanını aldı. 2008 yılında UEFA tarafından yılın teknik direktörü ödülüne aday gösterildi ve Eurosport tarafından UEFA Euro 2008'in en iyi teknik direktörü seçildi. Aralık 2008'de World Soccer dergisi tarafından 2008 yılında dünyanın en iyi yedinci futbol menajeri seçildi.
Babası Kıbrıslı olan Fatih Terim, Fulya Aksu Terim ile evlidir. Merve Terim Çetin ve Buse Terim Bahçekapılı adlarında iki kızı vardır.
Futbolculuk kariyeri.
Kulüp kariyeri.
Ceyhanspor.
Futbola Ceyhanspor'da başladı.
Adana Demirspor.
1969-1974 yılları arasında Adana Demirspor'da oynadı. O zamanki adıyla 2. Lig'de şampiyon olarak 1. Lig'e yükselen Adana Demirspor'da sergilediği oyun ile dikkatleri çekti. Önlibero mevkiinde oynayan Terim, Adana Demirspor'da 5 senede 125 maça çıkıp 25 gol atma başarısı gösterdi.
Galatasaray.
1974'te o zamanın parasıyla 1 milyon 400 bin liraya Galatasaray'a transfer oldu. 11 yıl formasını giydiği Galatasaray 'da futbolcu olarak 1974-1975 ve 1978-1979 sezonlarında Başbakanlık Kupası'nı, 1975-1976, 1981-1982 ve 1984-1985 sezonlarında Türkiye Kupası'nı, 1981-1982 sezonunda ise Süper Kupayı kazanmıştır.
1985'te futbola veda edene kadar Galatasaray'da futbol oynayan Terim, Galatasaray'da takım kaptanlığını da üstlendi. Galatasaray formasıyla toplamda 403 resmi maçta oynadı. 11 yıllık süreçte Galatasaray hiç şampiyon olamadı. Bu şanssızlığı teknik direktörlüğüyle kıran Terim, Galatasaray ile en fazla şampiyon olan menajer oldu.
Millî takım kariyeri.
Türkiye 19 yaş altı millî takımında 7, Türkiye 21 yaş altı millî takımında 10, Türkiye millî takımında ise 51 maça çıktı. A millî takım formasıyla 2 gol kaydetti.
Teknik direktörlük kariyeri.
MKE Ankaragücü.
Eylül 1987'de MKE Ankaragücü'nden ayrılan Brian Birch'in yerine Fatih Terim getirildi ve Terim böylece teknik direktörlük kariyerine başlamış oldu. 27 Eylül 1987'de Zonguldakspor karşısında kariyerinin ilk antrenörlük maçına çıktı ve takım sahadan 1-0'lık galibiyetle ayrıldı. İlk sezonunda kümede kalma mücadelesi veren takım kümede kaldı ve ilk sezonunda ligi 13. sırada bitirdi. Öte yandan Türkiye Kupası'nda Ankaragücü dördüncü turda Galatasaray'ı iki maçta da yenerek önce çeyrek sonra da yarı finale çıktı ve o sene Samsunspor'a deplasman golü kuralı ile elendi. Bu performans sonrası Terim, 1988-89 sezonunda da Ankaragücü'nde kaldı. Takım, ligi altıncı sırada bitirdi. Sene sonunda ise takımdan ayrıldı.
Göztepe.
1989-90 sezonunda 2. Lig takımı Göztepe'yi kısa bir süre çalıştırdı. Göztepe ilk maçında İnegölspor karşısında 4-1'lik galibiyet aldı. Terim yönetimindeki takım ilk 9 maçında 8 galibiyet 1 beraberlik aldı. Şubat ayında Türkiye millî futbol takımının yeni antrenör kadrosuna dahil edilmesine rağmen Göztepe'deki görevine devam edeceğini açıkladı. Buna rağmen 4 Nisan 1990'da millî takımdaki görevine odaklanmak için Göztepe'den istifasını açıkladı. Göztepe, şampiyonluk yarışından kopmasa da grubunu ikinci bitirerek 1. Lig'e yükselemedi.
Türkiye U-21.
Terim, Göztepe'de teknik adamlığını sürdürürken bir yandan da Şubat 1990'da Türkiye millî futbol takımında Sepp Piontek'in yardımcılığını yapmaya başladı. Bir yandan da Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımını çalıştırmaya başladı. 25 Nisan 1990'da Romanya ile 2-2 berabere kaldıkları maçla ilk kez ümit millî takımın başında sahaya çıktı. Bu maçta daha sonra yıllarca takımlarında oynatacağı Hakan Şükür'e ilk kez U-21 forması giydirdi. 1994 U-21 Şampiyonası ön elemelerinde Ümit Milliler, İngiltere ve Hollanda'yı geride bırakmalarına rağmen Polonya'nın bir puan gerisinde kalıp turnuvaya katılamadılar. Fatih Terim, A millî takımın başına geçtiği için son iki maçta takımın başında yer alamadı.
1991'de Terim, Akdeniz Oyunları'nda Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımının başında yer aldı. Grubu averajla lider bitiren takım, yarı finalde de Fas'ı yenerek finale çıktı ancak finalde Yunanistan'a yenilerek gümüş madalyayı kazandı. Haziran 1993'te düzenlenen Akdeniz Oyunları'na katılan Olimpik millî takımın başında da Fatih Terim bulunmaktaydı. Daha sonra Galatasaray'da beraber çalışacağı ve kupalar kazanacağı Hakan Şükür, Arif Erdem, Tugay Kerimoğlu, Ergün Penbe'nin yanı sıra Sergen Yalçın, Emre Aşık, Alpay Özalan gibi o dönem daha yıldız olmamış genç isimleri kadroya dahil etti. Türkiye, Zinedine Zidane'lı Fransa'nın olduğu grubu birinci bitirdi ve yarı finalde bir kez daha eşleştiği Fransa'yı 1-0 yenerek finale çıktı. Finalde de Cezayir'i yenerek, altın madalyayı kazandı. Bu başarı Fatih Terim'in kariyerindeki ilk kupa başarısı oldu.
Türkiye (1. dönem).
Temmuz 1993'te Sepp Piontek'ten boşalan Türkiye millî futbol takımının başına Fatih Terim geçti. 1994 FIFA Dünya Kupası elemelerinde son iki haftaya 3 puanla giren takımla çıktığı ilk maçta Polonya'yı 2-1 mağlup ederek puanı önce 5'e yükseltti, sonra da Norveç'i yenerek başarısız geçen bir eleme dönemini güzel noktaladı. Bu maçlarda genel olarak Akdeniz Oyunları'nda altın madalya alan genç kadroyu kullandı. Terim asıl başarısını 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde gösterdi. 8 eleme maçında 15 puan alan takım, İsviçre'nin iki puan gerisinde kalmasına rağmen 2. olarak 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'na katılma hakkı kazandı. Türkiye, tarihinde ilk kez bu şampiyonaya katılırken, 1954'ten beri ilk kez millî takım uluslararası bir turnuvada temsil hakkı kazandı. Türkiye, D Grubu'nda Hırvatistan, Portekiz ve Danimarka'nın rakibi oldu. Türkiye ilk maçında başa baş mücadele ettiği Hırvatistan karşısında beraberliği son dakikalarda yediği golle koruyamadı ve sahadan 1-0 mağlup ayrıldı. Diğer maçlarda da Portekiz ve Hırvatistan karşısında etkisiz kalıp sırasıyla 0-1 ve 0-3'lük mağlubiyetler alarak turnuvaya gol atamadan ve puansız veda edince Fatih Terim aynı yıl Türkiye millî futbol takımından ayrıldı.
Galatasaray (1. dönem).
Mayıs 1996'da Fatih Terim, Galatasaray'la yıllar sonra teknik direktör olarak anlaştı ve Avrupa Futbol Şampiyonası'nın bitmesi ile Galatasaray'ın başına resmi olarak geçti. Kadroya Rumen futbolcu Gheorghe Hagi'yi katan Galatasaray, sezona Almanya'da hazırlandı. Terim'in ilk resmî maçı 10 Ağustos 1996'da oynanan Vanspor maçı oldu. Maçı Galatasaray, Hagi'nin golleri ile 2-1 kazandı. Terim, ilk sezonunda Türkiye millî takımında beraber çalıştığı Rasim Kara'nın çalıştırdığı Beşiktaş ile şampiyonluk mücadelesi verdi. Çekişmeli geçen şampiyonluk mücadelesinde iki takım 30. hafta karşı karşıya geldi ve Hagi'nin 86. dakikadaki golüyle maç 1-1 berabere bitti. Böylece 5 puanlık fark kapanmadı ve Galatasaray geri kalan maçlarının hepsini kazanınca Terim kariyerinin ilk Türkiye ligi şampiyonluğunu kazandı. Sezon boyunca iki mağlubiyet alan Galatasaray'ın bu maçları Fenerbahçe derbileriydi. Ayrıca aynı sezon Mart ayında bir önceki seneden kalan Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını Fenerbahçe'yi 3-0 yenerek kazandı. Bu kupa Terim'in Galatasaray'daki ilk kupası olmuştu. İki ay sonra aynı kupayı, bu sefer Kocaelispor'u 2-1 yenerek takımıyla birlikte kaldırdı.
1997-98 sezonunda şampiyon kadroyu bozmayan Terim defansa deneyimli oyuncu Gheorghe Popescu ve genç yetenek Fatih Akyel'i monte etti. Ayrıca altyapıdan çıkan 17 yaşındaki Emre Belözoğlu'yu da ekibe dahil etti. Terim, lige iyi bir başlangıç yapamasa da Galatasaray'ı UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarına taşıdı. Galatasaray ilk yarıyı 6 puan geride 3. olarak bitirdi, 19. haftadan sonra ise yenilgi yaşamadı. 31. hafta Fenerbahçe'nin 2 puan önünde liderlik koltuğuna oturan takım, iki hafta sonra bir kez daha şampiyonluğunu ilan etti.
Kadroda istikrar sağlayan ve başarıyı yakalayan Galatasaray'daki kaleci problemi de 1998-99 sezonu başında Claudio Taffarel'in takıma katılmasıyla çözüldü. Terim, ayrıca takıma Hasan Şaş'ı kazandırdı. Bir önceki sezon gibi Terim, yine takımını UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarına taşıdı. Ligde ve kupada ise Beşiktaş ile mücadele ettiler. Galatasaray, 22. haftada liderlik koltuğuna oturdu ve sezon sonuna kadar bu unvanı korudu. Ayrıca rakibini Türkiye Kupası'nda da yenerek bu kupayı müzesine götürdü.
1999-2000 sezonu Terim'in Türkiye futbol tarihine geçtiği sezon oldu. Sezon her ne kadar Gaziantepspor yenilgisi ile başlamış olsa da Galatasaray bu maçtan sonra Mart ayına kadar ligde yenilmedi. Takım, devre arasına girildiğinde farkı 11 puana çıkarmıştı. Terim, Galatasaray'ı üst üste üçüncü kez Şampiyonlar Ligi gruplarına sokmayı başardı. Kötü bir başlangıça rağmen son iki maçını kazanan Galatasaray yoluna UEFA Kupası'nda devam etti. Devre arasında Tugay Kerimoğlu'nu Rangers'a satan takımda Terim boşluğu Sergen Yalçın ile doldurdu. Sezon boyunca ligi önde götüren takım, UEFA Kupası'nda sırasıyla Bologna, Borussia Dortmund, Mallorca ve Leeds United'ı geçerek Avrupa kupalarında finale kalan ilk Türk takımı oldu. Galatasaray, önce 3 Mayıs'ta Antalyaspor'u uzatmalarda attığı gollerle 5-3 mağlup ederek Türkiye Kupası'nı bir kez daha kazandı. Ardından 7 Mayıs'ta Kocaelispor'u 5-0 yenerek şampiyonluğu büyük ölçüde garantileyip, 12 Mayıs'ya Altay'a 1-0 yenilmesine rağmen 2 gün sonra Beşiktaş'ın Fenerbahçe'ye 3-1 yenilmesi ile şampiyonluğunu ilan etti. Böylece Galatasaray, üst üste dört kez şampiyon olan ilk takım olarak futbol tarihine geçti. Terim de toplamda kazandığı dört şampiyonluk ile Türkiye'de en çok şampiyon olan teknik direktör unvanını Ahmet Suat Özyazıcı ile paylaştı.
17 Mayıs'ta ise Kopenhag'daki finalde, Arsenal'i penaltılarla yenen takım UEFA Kupası'nı kazanan ilk ve tek Türk takımı oldu. Terim de bu kupayı kazanan tek Türk teknik direktörü oldu. Bu başarının ardından Terim "İmparator" olarak anılmaya başlandı. 21 Mayıs 2000'de İstanbulspor ile oynanan ve 1-1 biten maç, Terim'in Galatasaray'daki ilk döneminin son maçı oldu. Gelen teklifleri değerlendiren Terim, üç kupa kazandığı ayın son gününde Galatasaray ile yollarını ayırdığını açıkladı.
Fiorentina.
Haziran 2000'de Terim, İtalya'nın AC Fiorentina takımı ile anlaştığını basına açıkladı ve 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası sonrası takımının başına geçti. Terim, sezon başında takımda ayrılan Fiorentina efsanesi Gabriel Batistuta'nın yerine Avrupa Futbol Şampiyonası'nın başarılı isimlerinden Nuno Gomes'i kadrosuna kattı. Fiorentina, yeni sezona Avusturya'da hazırlandı. Terim'in Fiorentina'daki ilk maçı Yunan şampiyonu Olympiakos ile oynandı ve rakiplerini 1-0 yendiler. Terim, Fiorentina ile ilk resmi maçına bir önceki sene kazandığı UEFA Kupası'nın ilk turunda çıktı. Ancak, rakipleri Tirol Innsbruck'a deplasmanda 3-1 yenilerek kötü bir başlangıç yaptılar. 3 gün sonra Coppa Italia maçında Salernitana yendiler. Bu maç Terim'in de Fiorentina'daki ilk resmi galibiyeti oldu. 28 Eylül 2000'de Tirol ile rövanş maçı berabere bitince Terim ligde sezonu açmadan Avrupa'dan elenerek hayal kırıklığı yaşattı. Sinirlerine hakim olamayan Terim, hakem Orhan Erdemir tarafından tribüne gönderildi. İlk lig maçında Fiorentina Parma'yla son dakikada yedikleri golle berabere kalınca, Terim ve yönetimin arasında bir kriz patlak verdi. İkinci hafta Reggina galibiyetiyle sular durulsa da daha sonra alınan puan kayıpları ile Terim ve kulüp başkanı Cecchi Gori arasındaki tartışmalar sık sık gazetelerde yer aldı.
Terim'in Fiorentina'sı ligde iyi bir performans gösteremedi. 13 Ocak 2001'de Milan'ı 4-0 yendikten sonra Fiorentina, uzun bir süre galibiyet yüzü göremedi. Öte yandan takım Coppa Italia'da ise başarılı bir performans sergiledi. Yarı finalde Milan'ı 2-2 ve 2-0'lık skorlarla geçerek takımını finale taşıdı. Bu dönemde Terim'in özellikle Milan ve Internazionale gibi takımlara karşı aldığı başarılar dikkat çekti ve Terim'in adı başarısız bir sezon geçirmekte olan ve teknik direktör değişiklikleri yaşayan AC Milan ile anılmaya başlandı. 25 Şubat 2001'de Brescia karşısında alınan beraberlik sonrası soyunma odasında başkan Gori ile tartışan Terim, bir gün sonra yaptığı basın toplantısında görevinden istifa ettiğini açıkladı. Terim'in yerine daha önce teknik direktörlük yapmayan ve Lazio'nun yardımcı antrenörü olan Roberto Mancini getirildi. Mancini de Fiorentina'daki karışıklığa çözüm bulamadı ve ilk galibiyetini beşinci maçında kazanabildi. Öte yandan Fiorentina, finalde Parma'yı 1-0 ve 1-1 ile geçerek kupayı kazandı.
Milan.
Adları beraber anılan Milan ve Terim, Terim'in istifası sonrasında anlaşma sağlayınca, 18 Haziran 2001'de Fatih Terim, AC Milan ile 2 senelik bir sözleşme imzaladı. İlk olarak Filippo Inzaghi ve Fiorentina'dan öğrencisi Rui Costa'yı takıma kattı. 16 Temmuz'da Milan, yeni hocası ve yeni transflerini şehir merkezinde düzenlenen ve 3,000 kişinin katıldığı bir tören ile taraftarlarına tanıttı. 22 Temmuz'da Terim'li Milan ile ilk hazırlık maçını Varese ile yaptı ve maçı 2-1 kazandı. Daha sonra 2001 Amsterdam Turnuvası'nda Milan ilk kez İtalya dışından takımlarla mücadele etti. 4 Ağustos 2001'de Mehmet Özdilek'in jübilesi için Terim takımını Türkiye'ye getirdi. Maçı Beşiktaş, 2-1 kazandı. 9 Ağustos 2001'de ilk kez düzenlenen ve uzun süre Milan, Internazionale ve Juventus'un mücadele ettiği TIM Kupası'nın ilk sahibi Milan oldu ve Terim, Milan ile ilk gayriresmî kupasını kazandı.
Yoğun bir hazırlık döneminden sonra Milan, ilk resmi maçını ligde Brescia karşısında çıktı ve maç 2-2'lik beraberlikle sonuçlandı. Ligin ilk hafta mücadelesi olmasına rağmen, bu skor Milan'da Carlo Ancelotti dedikodularını başlattı. 5 Eylül'de Terim, kadrosunu daha da sağlamlaştırmak için eski oyuncusu Ümit Davala'yı transfer etti. 9 Eylül'de Milan ikinci maçında Terim'in eski takımı Fiorentina'yı 5-2 yenerek kara bulutları dağıttı ve ligde üst üste galibiyetler almaya başladı. Öte yandan UEFA Kupası'nda BATE Borisov'u iki maçta da geçerek tur atladı.
Terim, ligde ilk mağlubiyetini beşinci hafta Perugia karşısında aldı ve bu mağlubiyeti üst üste iki beraberlik takip etti. Öte yandan UEFA Kupası ikinci turunda CSKA Sofya'yı elediler ve ligde Milano derbisinde Inter'i 4-2 mağlup ettiler. Ancak bu maçında ardından gelen Bologna beraberliği ve 4 Kasım 2001'deki 1-0'lık Torino FC mağlubiyeti ardından Terim görevinden uzaklaştırıldı ve adı daha önce de Milan ile alınan Ancelotti takımın başına geçti. Milan, o sezon ligi dördüncü bitirip Şampiyonar Ligi vizesini alırken, İtalya Kupası ve UEFA Kupası'nda da yarı final gördü.
Galatasaray (2. dönem).
Terim'in İtalya serüveni sırasında Galatasaray'ın başına geçen Mircea Lucescu başarılı Avrupa performansına ve 2000-01 sezonunda şampiyonluğu kovalamasına rağmen yönetimle arasındaki problemler yaşarken, Terim'in adı Galatasaray ile anılmaya başlandı. Sezon sonunda Lucescu, Galatasaray'a şampiyonluğu kazandırmasına rağmen sezon sonunda istifasını verdi ve Galatasaray'da ikinci Fatih Terim dönemi başladı. Terim, UEFA Kupası kazanan kadrodan Ümit Davala ve Hakan Ünsal'ı takıma geri getirirken, 10 numaraya Felipe'yi transfer etti. 11 Ağustos 2002'de ligin ilk haftasında Samsunspor karşısında alınan 4-1'lik galibiyetle de Terim'in ikinci Galatasaray mücadelesi başarılı başladı. İlk 10 hafta namağlup devam eden takım 6 Kasım 2002'de ezeli rakibi Fenerbahçe'ye 6-0 yenilerek tarihi bir mağlubiyet aldı. Aynı dönemde başarısız bir Şampiyonlar Ligi performansı sonucu grup aşamasında da elendi. Daha sonra Terim'li Galatasaray performansını yükseltip, ligde galibiyet serileri yakalasa da 25 Mayıs 2003'te şampiyonluk yarışı yaptığı Beşiktaş'a Sergen Yalçın'ın son dakikada attığı golle yenildi ve şampiyonluğu Lucescu'nun çalıştırdığı Beşiktaş'a verdi.
2003-04 sezonunda, Hakan Şükür ile kadrosunu güçlendirirken yabancı tercihlerini Rumen oyunculardan kullandı. Galatasaray, ön elemeleri geçerken tekrar Şampiyonlar Ligi gruplarına kalma başarısı gösterdi. Ancak sene sonuna doğru takımda işler iyi gitmemeye başladı. Önce takım, Türkiye Kupası'nda Çaykur Rizespor'a 5-0 yenilerek elendi. Daha sonra Villarreal CF, Galatasaray'ı 3-0 yenerek UEFA Kupası 3. Tur'unda eledi. Ligde de üst üste puan kayıpları ile yarıştan kopan Galatasaray'da Fatih Terim, takımdan ayrılma kararı aldı. 20 Mart 2004'te Çaykur Rizespor maçı ile Galatasaray'dan ayrılacağını açıklayan Terim, bu döneminin son maçını da kaybetti ve Galatasaray'dan ayrıldı.
Türkiye (2. dönem).
Haziran 2005 yılında tekrar Türkiye millî futbol takımının başına geçti. Ersun Yanal yönetiminde 2006 FIFA Dünya Kupası elemelerine kötü başlayan Türkiye millî takımında Terim ilk değişikliği Yanal'dan veto yiyen Hakan Şükür'ü tekrar kadroya alarak yaptı. Türkiye ilk grup eleme maçında Danimarka ile son dakikada yediği golle berabere kalsa da 4 gün sonra namağlup grup lideri Ukrayna'yı 1-0 yenerek tekrar potaya girdi. Son maçta Arnavutluk'u da aynı skorla yenen takım grubu ikinci bitirip play-off turuna yükseldi. Bu turda İsviçre'yle eşleşen Türkiye, deplasmanda oynadığı ilk maçı 2-0 kaybetti, 16 Kasım 2005 tarihinde oldukça çekişmeli geçen maçı 4-2 kazanmasına karşın, kendi sahasında yediği goller nedeniyle evde kalan taraf oldu. Maç sonrası çıkan iki takım arasında çıkan kavga maç skorunun önüne geçti. FIFA tarafından verilen cezalarda ise Terim'in adı yer almadı.
7 Şubat 2007 tarihinde Gürcistan maçıyla 55. kez takımın başında sahaya çıkarak, Coşkun Özarı'nın rekorunu kırdı. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri süresince aldığı mağlubiyetler ve beraberliklerden sorumlu tutuldu. Fakat daha sonrasında elde ettiği Norveç ve Bosna-Hersek galibiyetleriyle Türkiye millî takımını Avusturya ve İsviçre'de yapılacak olan 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası finallerine götürdü. Galatasaray ve Fenerbahçe ağırlık bir kadro ile Avrupa Şampiyonası'na giden Türkiye, ilk maçında Portekiz'e mağlup olsa da İsviçre ve Çek Cumhuriyeti karşısında yaptığı geri dönüşlerle çeyrek finale çıkmayı başardı. Çeyrek finalde Hırvatistan'ı penaltılarla geçen Türkiye, tarihinde ilk kez bu turnuvada yarı finale yükseldi. Yarı finalde sakatlıklar nedeniyle tam kadro sahaya çıkamamasına rağmen Türkiye, Almanya'yı zorladı ve son dakikalarda yediği golle 3-2 yenilerek elendi ve o sonuçla da Türkiye 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda 3. oldu. Fatih Terim, bu turnuvanın en iyi teknik direktörü seçildi.
2010 FIFA Dünya Kupası elemeleri'nde de takımı yönetmeye devam etti. Ancak İspanya ve Bosna-Hersek'in ardından üçüncü olan Türkiye millî futbol takımını 2010 FIFA Dünya Kupası'na taşıyamadığı için 19 Ekim 2009 tarihinde basın toplantısı düzenleyerek görevinden ayrıldığını açıkladı.
Galatasaray (3. dönem).
UEFA Kupası'nı kazandırdığı 17 Mayıs 2000 tarihinden tam 11 yıl sonra, 17 Mayıs 2011'de 3. kez Galatasaray teknik direktörlüğüne getirildi. 1 Temmuz 2011 tarihinde Türk Telekom Stadyumu'nda gerçekleştirilen törende, Galatasaray ile üç senelik resmi sözleşmeye imza attı. Bir önceki sezondaki büyük başarısızlık sonucu yeniden yapılanmaya giden ve Ünal Aysal'ın başkanlığa gelmesiyle iyi transferlerle gücünü arttıran Galatasaray, sezona Fernando Muslera, Emmanuel Eboué, Felipe Melo, Johan Elmander, Tomáš Ujfaluši ve Albert Riera gibi flaş transferler yaparak başladı. Terim, sezona Başakşehir mağlubiyetiyle başlasa da bu kadroyu başarıyla yönetmeyi başardı ve normal sezonu 9 puan önde tamamladı. Sadece bu sezon uygulanan Şampiyonluk Grubu'nda puan kayıpları yaşadı ve şampiyonluk 12 Mayıs 2012 tarihinde Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'nda oynanan Fenerbahçe - Galatasaray maçına kaldı. Maç 0-0 sona erince Galatasaray, 18. lig şampiyonluğunu rakibinin sahasında ilan etme başarısını gösterdi. Galatasaray'la sezonu zirvede tamamlayan Terim, kariyerinin 5. lig şampiyonluğunu elde ederken, lig tarihinin en fazla şampiyonluk kazanan teknik direktörü unvanını elde etti.
Daha önce 2002 yılında düzenlenen UEFA Elit Teknik Direktörler Forumu'na davet edilen ilk Türk teknik direktör unvanını kazanan Fatih Terim, aynı organizasyona 2012 ve 2013 yıllarında tekrar davet edildi.
2012-13 sezonuna Burak Yılmaz, Umut Bulut ve Hamit Altıntop gibi yerli transferlerle hazırlanan takım sezona Süper Kupa'yla başladı ve ligde de liderliği daha üçüncü haftadan elde etti. UEFA Şampiyonlar Ligi'ne kötü bir başlangıç yapsa da son üç maçını kazanan Galatasaray, gruplardan çıkma başarısını gösterdi. Devre arasında kadrosunu dünyaca ünlü yıldızlar Didier Drogba ve Wesley Sneijder'ı ekleyen takım bunun meyvesini Schalke 04'ü eleyerek Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkarak topladı. Çeyrek finalde Real Madrid'e ilk maçta 3-0 yenilse de ikinci maçtaki performansıyla umutlarını son dakikalara kadar taşıdı ancak maçı 3-2 kazanmasına rağmen kupadan elendi. Ligde ise liderliği hiç bırakmayan takım şampiyonluğu bir kez daha kolay bir şekilde etti. Terim, Galatasaray ile 6. lig şampiyonluğunu kazandı ve Süper Lig'de en çok şampiyon olan teknik direktör unvanını geliştirdi.
2013-14 sezonuna kadroda büyük değişikliklere gitmeden başlayan takım sezon öncesinde Emirates Cup'ı kazanarak yurtdışındaki prestijini artırdı ve sezona da yine Fenerbahçe'yi mağlup ederek bir kez daha Süper Kupa'yı kazanarak başladı. Ağustos ayında TFF'den gelen teklife olumlu yanıt vererek bu süreçte hem Galatasaray hem de Türkiye millî futbol takımını çalıştıracak biçimde sözleşme imzaladı. Bu durum Ünal Aysal ve Fatih Terim arasındaki ipleri gerdi. Terim, sezona Galatasaray'da lig galibiyeti ile başlasa da sonraki üç maç arka arkaya beraberlikler aldı. Ayrıca UEFA Şampiyonlar Ligi grupları ilk maçında Real Madrid'e evinde 1-6 mağlup oldu. 22 Eylül 2013'te saha içi çıkan olaylar sonucu Beşiktaş'ı 3-0 mağlup etse de yönetimle arasındaki sorunlar sona ermedi. Eylül ayı içinde Galatasaray yönetim kurulu Fatih Terim ile 2 yıllık sözleşme uzatma kararı aldı. Fatih Terim ise bu teklifi kabul etmedi ve 24 Eylül 2013 günü Galatasaray SK Başkanı Ünal Aysal bu durumu gözden geçireceklerini ifade etti. 24 Eylül 2013 akşamı ise Galatasaray Yönetim Kurulunun yaptığı toplantı sonucunda oy birliği ile görevine son verildi. Terim'in yerine, Fiorentina'da da onun yerine dolduran Roberto Mancini getirildi.
Galatasaray'dan ayrılma sebebi olarak; Galatasaray SK Başkanı Ünal Aysal'ın ""telefonlarına çıkmadığı"" ve 22 Eylül 2013'teki Beşiktaş maçındaki galibiyet primi miktarının kendisinden habersiz olarak Başkan Ünal Aysal-Drogba ikilisi tarafından belirlenmesine gösterdiği tepkinin sebep olduğu iddia edildi.
Türkiye (3. dönem).
Daha önce millî takım ile birçok başarı kazanmış olan Fatih Terim, Ağustos ayında Abdullah Avcı'nın görevinden ayrılmasından sonra TFF'den teklif aldı ve 2013-14 sezonunda millî takımın oynayacağı 4 FIFA Dünya Kupası eleme maçı için takımın başına getirildi. Fatih Terim, millî takımla ilk maçına ise Andorra karşısında çıktı. Bu maçta 5-0 galip gelen Türkiye, bir sonraki maçta da Romanya ile karşılaştı. Romanya maçında da Burak Yılmaz ve Mevlüt Erdinç'in attığı gollerle 2-0 galip gelen Türkiye, ardından Estonya ile Tallin'de Umut Bulut ve Burak Yılmaz'ın golleriyle 2-0 net sonuçla kazanarak gruptan çıkmak için şansını sürdürürken Fatih Terim, 3 maçta 3 galibiyet alarak büyük başarı elde etti. Ancak son maç Hollanda'ya 2-0 yenilerek FIFA Dünya Kupası vizesi alamadılar.
Terim, Galatasaray'la yollarını ayırdıktan sonra millî takım ile yoluna devam etme kararı aldı ve katılan takım sayısının arttırıldığı 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde Türkiye'nin başında yer aldı. Grup maçlarına çok kötü başlayan Türkiye, 6 Eylül 2015 tarihinde Hollanda'yı evinde 3-0 yenerek tekrar gruptan çıkma şansı yakaladı. 10 Ekim 2015 tarihinde deplasmanda Çek Cumhuriyeti'ni 2-0 ile geçen Türkiye, 3 gün sonra İzlanda ile oynanan maçta 89. dakikada Selçuk İnan'ın attığı frikik golü ile maçı 1-0 kazanıp grubu üçüncü bitirdi. Grubun diğer bir maçında Kazakistan, Letonya'yı 1-0 yenince de Türkiye en iyi üçüncü olarak Euro 2016'ya doğrudan gitme hakkı kazandı. Turnuvada Türkiye ilk iki maçta Hırvatistan'a 0-1, İspanya'ya ise 0-3 yenilerek kötü bir başlangıç yaptı ve gösterilen performans tribünlerden tepki çekti. Türkiye son maçında Çek Cumhuriyeti'ni 2-0 yense de bu sefer en iyi üçüncüler arasına giremedi ve gruptan çıkamadı. Bu başarısız turnuvadan sonra TFF yola Terim ile devam etme kararı alırken Fatih Terim ise takımda ciddi değişikliklere gitti ve başta kaptan Arda Turan olmak üzere Selçuk İnan, Burak Yılmaz, Gökhan Gönül ve Caner Erkin gibi tecrübeli isimleri takımdan kesti. Özellikle Terim ve Turan arasındaki anlaşmazlık medyada yer aldı. Terim, daha sonra bu oyuncuları millî takıma tekrar alma kararı aldı. 2018 FIFA Dünya Kupası elemelerine de iyi başlamayan takım daha sonra Kosova ve Finlandiya galibiyetleri ile şansını sürdürdü. Kosova maçı sonrası 1,5 saatlik bir toplantı yaptı ve Euro 2016 ve sonrasında yaşananlara ve Arda Turan'ın Bilal Meşe'ye saldırmasına kadar çeşitli konulara dair soruları cevapladı. Bu dönemde Terim kaptan Arda Turan'ı bu sefer gazeteci Bilal Meşe'ye yaptığı fiziksel saldırı nedeniyle kadro dışı bıraktı. Terim-Turan tartışmasının manşetleri süslendiği bu dönemde Alaçatı'da bir mekan basma olayına adı karışan Fatih Terim, daha sonra verdiği ifadede "Kebapçıyı önce yumrukladım sonra tokatladım." dedi.
Kendisine yöneltilen eleştirilerin artması nedeniyle 26 Temmuz 2017'de millî takım yöneticileri ile görüştü. Görevden ayrılabileceğini söyledi ancak TFF Başkanı bunu kabul etmedi. Birkaç gün sonra TFF Yönetim Kurulu, Terim'i görevden aldı. Twitter üzerinden yaptığı açıklamada kovulduğunu söyleyen Terim, mahkeme kararı sonucu bir yıllık maaşı olan 3,5 milyon avro tazminat kazandı. Bu tazminatın tamamını Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışladı.
Galatasaray (4. dönem).
21 Aralık 2017 saat 23.00'te Twitter üzerinden yaptığı "Nerede kalmıştık...@GalatasaraySK" paylaşımı Twitter Türkiye tarihinin etkileşim rekoru kırdı. 22 Aralık 2017'de Galatasaray Başkanı Dursun Özbek ile bir araya gelerek Florya Metin Oktay tesislerinde 1,5 yıllık imzayı attı. Sözleşmeye göre yarım sezonluğuna ay başına 1905 ₺, sonraki sezon için 3 milyon avro kazandı. Galatasaray'ın başına dördüncü kez göreve geldiği 2017-18 sezonunda Galatasaray ile 7. kez lig şampiyonu oldu. 2018-19 sezonunda da lig ve kupa şampiyonluğuna ulaştı.
25 Mayıs 2019'da Türk Telekom Stadyumu'nda yapılan Süper Lig şampiyonluğu kupa töreninde yaklaşık 50 bin Galatasaray taraftarının önünde 2+3 yıllık yeni sözleşme imzaladı. Yeni sözleşmeye göre ilk 2 sezon, sezon başına 18 milyon ₺ kazanacak Fatih Terim'in, sözleşmedeki uzatma opsiyon kullanılırsa gelecek 3 yılda kazanacağı miktar daha sonra belirlenecek.
Üst üste gelen 2 şampiyonluğun ardından yeni sezona Akhisar Belediyespor karşısında alınan Süper Kupa'yla başlayan Fatih Terim yönetimindeki Galatasaray, önceki yıllardaki formunu devam ettiremedi ve Şampiyonlar Ligi'nde grup sonuncusu olarak elendi. Kupada da çeyrek finalde Alanyaspor'a elendi. COVID-19 pandemisinden en çok etkilenen takım oldu ve bunun sonucunda ligdeki şampiyonluk yarışına da havlu attı. Genel olarak oldukça başarısız bir sezon geçirdi.
2020-21 sezonuna ligde 2 galibiyetle başlayan Galatasaray ilk olarak Fenerbahçe ile kendi evinde 0-0 berabere kaldı, ardında UEFA Avrupa Ligi play-off turunda İskoçya temsilcisi Rangers'a 2-1 yenilerek turnuvadan elendi. Rangers maçından 3 gün sonra çıktığı Kasımpaşa maçında da 1-0 mağlup oldu. Terim, maç sona ermeden soyunma odasına gitti. Maç sonundaki basın toplantısında "Ben ne Galatasaray'ı bıraktım ne de takımımı bıraktım. Ben sadece maçı bıraktım." dedi. Terim'in bu hareketi, basında geniş yankı buldu ve sertçe eleştirildi.
Süper Lig'in beşinci haftasında Türk Telekom Stadyumu'nda Alanyaspor ile karşılaşan Galatasaray, 1-0 öne geçti ama Etebo'nun kırmızı kart görmesi sonucu 10 kişi kaldı ve maçı son dakikada yediği golle 1-2 kaybetti. Böylece 3 maçlık bir mağlubiyet serisi yakaladı. 24 Ekim 2020'deki BB Erzurumspor maçında 10 kişi kalmasına rağmen Galatasaray 2-1 kazandı ve mağlubiyet serisini sonlandırdı. Maç sonundaki basın toplantısında Fatih Terim, "Kimsenin ne arkasındayım ne de yanındayım." dedi.
Galatasaray, 2020-21 sezonunu averajla ikinci tamamladı ve üst üste iki sezon şampiyon olamadı.
10 Ocak 2022 tarihinde, Dönemin Galatasaray Başkanı Burak Elmas ile Galatasaray Ali Sami Yen Spor Kompleksi NEF Stadyumunda gerçekleştirdiği görüşme sonucunda Galatasaray Teknik Direktörlüğünden ayrıldı.
Panathinaikos.
26 Aralık 2023 tarihinde Panathinaikos ile sözleşme imzaladı. 17 Mayıs 2024 tarihinde Terim'in sözleşmesi feshedilmiştir.
Eş Şebab.
27 Aralık 2024'te Suudi Arabistan kulübü Eş Şebab, Fatih Terim'i baş antrenör olarak atayarak kendisiyle altı aylık bir sözleşme ve bir yıl uzatma opsiyonu imzaladı.
Kişisel yaşamı.
4 Eylül 1953 tarihinde Adana'nın Ceyhan ilçesine bağlı Gökseliye kasabasının Çınarlı mahallesinde Mehmet Talat Terim (1924-2019) ile Nuriye Terim (1931-2022)'in oğlu olarak doğdu. Babası Mehmet Talat, Türkiye'ye göç etmiş bir Kıbrıslı Türk'tür. 1982'de Fulya Adalet Aksu ile evlendi. Çiftin, Merve ve Buse adında iki kızları var.
23 Mart 2020 tarihinde COVID-19 testi pozitif çıktı. Tedavi oldu ve 30 Mart 2020'de hastaneden taburcu edildi.
İstatistikler.
Detaylı Lig Karnesi.
Performans zaman çizelgesi.
Kulüp Takım Performansı.
C = Cezalı
Millî takım performansı.
C = Cezalı
Başarıları.
Teknik direktör olarak.
Türkiye
Bireysel ödülleri.
İtalya'da, Devlet Nişanı "(italyanca: Ordine della Stella della Solidarieta Italiana)" ile Commendatore unvanı alan ilk Türk teknik direktör.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14642",
"len_data": 30811,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.34
}
|
AFESD (Arab Fund for Economic and Social Development), Kuveyt merkezli Arap Ülkeleri Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Fonudur. Arap Ligi'ne üye ülkelerin hepsi bu fona da üyedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14643",
"len_data": 173,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.42
}
|
Arap Para Fonu ya da AMF (İngilizce Arab Monetary Fund), Arap ülkeleri tarafından kendi aralarında kurulan para fonudur.
Kuruluş ve işlevleri.
Arap Para Fonu'nu (AMF) kuran anlaşma 27 Nisan 1976 tarihinde Arap Ülkeleri Ligi Ekonomik Konseyi tarafından onaylanmış, 13 Şubat 1977 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Başkanlar Konseyi ilk toplantısını 19 Nisan 1977 tarihinde gerçekleştirmiştir.
AMF bölgesel ve hükûmetlerarası, bağımsız hukuksal yapısı olan bir kuruluştur. Kuruluşun amaçları ticaret ve ödemeler kısıtlamalarının ortadan kaldırılması, kısa ve orta vadeli fonlar ile ödemeler dengesizliklerinin telafi edilmesi, üye ülkeler arasında para politikalarının koordine edilmesi, para ve mal hareketlerinin serbestleştirilmesi ve üye ülkeler arasında sermaye hareketlerinin teşvik edilmesidir. Fon, 1978 yılında borç verme işlemine başlamıştır. Borçlanma faizleri sistem içinde belirlenmektedir, faiz oranları ve diğer maliyet unsurları homojen bir şekilde belirlenmektedir.
AMF'nin 600 milyon Arap Hesap Dinarı (1,800 milyon SDR) kadar kullanılabilir sermayesi vardır. Başkanlar Kurulu kullanılabilir sermayeyi artırmak konusunda yetkiye sahiptir. Fon kullanılabilir sermayenin iki katına kadar kredi verebilmektedir.
Üyeleri.
19 üye ülke vardır.
Yapısı.
Yöneticiler Kurulu en yüksek karar organıdır. Her bir ülke bir yönetici tarafından temsil edilmektedir. Yönetim Kurulu sekiz direktörden oluşmaktadır. Üyeler Yöneticiler Kurulu tarafından üç yıllığına seçilmektedir.
Genel Başkan Yönetim Kuruluna başkanlık eder. Yöneticiler Kurulu tarafından beş yıllığına seçilir. İkinci kez aynı göreve atanabilir. Fon işlemlerinin idaresinden ve personel atamalarından sorumludur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14647",
"len_data": 1674,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.48
}
|
CAEU (İngilizce: Council for Arab Economic Unity; " Arap Ülkeleri Ekonomik Anlaşmalar Konseyi"), Kahire'de 3 Haziran 1957'de imzalanan anlaşma sonrası 30 Mayıs 1964 tarihinde Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Libya, Moritanya, Filistin, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen tarafından kurulan, amacı üye ülkeler arasında imzalanan anlaşmalar çerçevesinde ekonomik bütünleşme sağlamak olan bir birliktir. Bu konseyin 12 üyesi bulunmaktadır. Devletler bu anlaşmayla ekonomik büyüme göstermiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14649",
"len_data": 524,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.53
}
|
Feridun Düzağaç (d. 10 Ekim 1968, Adana), Türk şarkıcı-şarkı yazarıdır.
Yaşamı.
İlkokulu Adana Hayriye Kemal Kusun İlkokulu'nda okudu. Ortaokulu ise Adana'da Seyhan Ortaokulu'nda bitirdi. Adana Borsa Lisesi'nde okurken okul korosunda ilk müzik deneyimlerini kazandı. Mezun olduktan sonra Çukurova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümünü'nü tamamladı. Üniversite yıllarında okuldaki arkadaşları ile amatörce başladığı müzik hayatında ilk kez Mersin'de Tını grubunun solisti olarak insanların karşısında şarkı söylemeye başladı.
1988'de Adana'da Çukurova Üniversitesi'nde okurken dört arkadaşıyla kendi müziklerini üretmek ve kendi şarkılarını yazmak için kurdukları TINI grubuyla şarkı yazmaya başladı. İlk bestesi Özdemir Asaf'ın Lavinya'sı, özel radyoların ilk günlerinde Ferdi Tayfur'un "Emmoğlu"sunun ardından bir ulusal radyoda en çok istek alan ikinci şarkı oldu.
1990 yılında yine aynı üniversitedeki 13 amatör şair arkadaşıyla "İlk Rüzgâr" adını verdikleri antolojik formatlı şiir kitabında yazdıklarını yayımladı. 1992 yılında Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi İngilizce İşletme bölümünden mezun oldu. 5 yıllık paylaşımının anısına kaydettikleri TINI demosu 1993 Kasım'ında "Öğrenci İndirimi" adıyla Ada Müzik tarafından yayımladı.
1994 Ocak ayında Sevgi Güryay'la hayatını birleştirdi. Aynı yılın Aralık ayında babası Salih Mete Düzağaç'ı trafik kazasında yitirdi. 2 Kasım 1999'da kızı Tuya Naz Düzağaç dünyaya geldi.
Sanatçı ayrıca 3 Aralık 2005'te gösterime giren "" ve 2007 Nisan ayında vizyona giren "2 Süper Film Birden" isimli sinema filmlerinde rol aldı. 24 Ekim 2008'de gösterime giren Aşk Tutulması isimli sinema filminde konuk oyuncu olarak bir doktoru canlandırdı. Yine 2008 yılında başrolünü Şevval Sam ile paylaştığı Derman ve Ekim itibarı ile "Binbir Gece" adlı televizyon dizilerinde oynadı. Düzağaç son olarak 16 Şubat 2018 tarihinde vizyona giren, başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ ile Büşra Develi'nin paylaştığı "Hadi Be Oğlum" isimli sinema filminde kendi adı ile rol almıştır.
2009 yılı Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde "Beni Bırakma" şarkısının klibi "Yılın Klibi" ödülünü kazandı. 2014 yılında Radyo Boğaziçi "En İyi Rock Sanatçı" ödülünü aldı.
Birçok parçasını Bozcaada'da yazmıştır. Tarihin ve doğanın iç içe geçtiği bu ada, Feridun Düzağaç'a ilham kaynağı olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14656",
"len_data": 2328,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.07
}
|
René Descartes ( veya ; ; Renatus Cartesius; 31 Mart 1596 – 11 Şubat 1650); bir Fransız filozof, matematikçi ve bilim insanıydı. Daha önce birbirinden ayrı olan geometri ve cebir alanlarını birleştirerek analitik geometriyi icat etti. İlk olarak Nassaulu Maurice'in Hollanda Devlet Ordusu'nda ve bir Stadhouder olarak Birleşik Hollanda Cumhuriyeti'nde hizmet veren Descartes, çalışma hayatının büyük bir bölümünü Hollanda Cumhuriyeti'nde geçirdi. Hollanda Altın Çağı'nın en dikkate değer entelektüel şahsiyetlerinden biri olan Descartes ayrıca modern felsefenin kurucularından biri olarak kabul edilir.
Descartes'ın felsefesinin birçok unsurunun geç Aristotelesçilik, 16. yüzyılın yeniden canlanan Stoacılık veya Augustine gibi daha önceki filozoflarda emsalleri vardır. Doğa felsefesi'nde, ekoller'den iki ana noktada ayrıldı: Birincisi, cismani töz'ün madde ve biçime ayrılmasını reddetti; ikinci olarak, doğal fenomenleri açıklamada ilahi veya doğal nihai amaçlar'a yapılan herhangi bir çağrıyı reddetti. Teolojisinde Tanrı'nın yaratma eylemi'nin mutlak özgürlüğünde ısrar eder. Önceki filozofların otoritesini kabul etmeyi reddeden Descartes, görüşlerini sıklıkla kendinden önceki filozoflardan ayırır. Duygular üzerine bir erken modern bir inceleme olan "Ruhun Tutkuları'"nın açılış bölümünde, Descartes, bu konuda "sanki daha önce bu konularda kimse yazmamış gibi" yazacağını iddia edecek kadar ileri gider. En iyi bilinen felsefi ifadesi "" ("Düşünüyorum, öyleyse varım", ; ), "Yöntem Üzerine Söylem" (1637; Fransızca ve Latince) ve "Felsefenin İlkeleri"nde (1644, Latince).
Descartes sıklıkla modern felsefenin babası olarak anılır ve 17. yüzyılda epistemoloji'ye verilen artan ilgiden büyük ölçüde sorumlu olarak görülür. Daha sonra Spinoza ve Leibniz tarafından savunulan 17. yüzyıl kıtasal rasyonalizminin temellerini attı ve daha sonra Hobbes, Locke, Berkeley ve Hume'dan oluşan ampirist düşünce okuluna karşı çıktı. 17. yüzyıl Hollanda Cumhuriyeti'nde, erken modern rasyonalizmin yükselişi -tarihte ilk kez kendi başına oldukça sistematik bir felsefe okulu olarak- genel olarak modern Batı düşüncesi üzerinde muazzam ve derin bir etki yarattı. Descartes'ın (yetişkin yaşamının çoğunu geçirmiş ve tüm önemli yapıtlarını Hollanda'nın Birleşik Eyaletleri'nde yazmıştır) ve Spinoza'nın iki etkili rasyonalist felsefi sistemi - Kartezyencilik ve Spinozizm. "Akıl Çağı"na adını ve tarihteki yerini verenler, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi 17. yüzyıl başrasyonalistleriydi. Leibniz, Spinoza ve Descartes felsefenin yanı sıra matematikte de çok bilgiliydiler ve Descartes ve Leibniz bilime de büyük katkıda bulundular.
Descartes'ın "İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar (Meditations on First Philosophy)" (1641) çoğu üniversitenin felsefe bölümünde standart bir metin olmaya devam ediyor. Descartes'ın matematikteki etkisi de aynı derecede belirgindir, Kartezyen koordinat sistemi onun adıyla anılır. Sonsuz küçük hesap ve analiz'in keşfinde kullanılan cebir ve geometri arasındaki köprü olan analitik geometri'nin babası olarak kabul edilir. Descartes aynı zamanda Bilimsel Devrim'deki (Scientific Revolution) kilit şahsiyetlerden biriydi.
Hayatı.
İlk yılları.
René Descartes, La Haye en Touraine, Touraine Eyaleti (şimdi Descartes, Indre-et-Loire), Fransa'da, 31 Mart 1596'da doğdu. Annesi Jeanne Brochard, onu doğurduktan kısa bir süre sonra öldü ve bu yüzden onun da hayatta kalması beklenmiyordu. Descartes'ın babası Joachim, Rennes'deki Brittany Parlementosu üyesiydi. René, büyükannesi ve büyük amcası ile birlikte yaşıyordu. Descartes ailesi Roma Katolik olmasına rağmen, Poitou bölgesi Protestan Huguenotlar tarafından kontrol ediliyordu. 1607'de, kırılgan sağlığı nedeniyle geç bir tarihte, La Flèche'deki Cizvit Collège Royal Henry-Le-Grand'a girdi ve burada Galileo'un çalışmaları dâhil olmak üzere matematik ve fizikle tanıştı. 1614'te mezun olduktan sonra iki yıl (1615-1616) Poitiers Üniversitesinde okudu ve Kilise ve medeni hukuk alanlarında "Baccalauréat" ve "Lisans derecesi" kazandı. 1616'da, babasının istekleri doğrultusunda avukat olması gerektiğini söyledi. Oradan Paris'e taşındı.
" Yöntem Üzerine Söylem"de ("Discourse on the Method") Descartes şunları hatırlıyor:
Descartes, 1618'de profesyonel bir askerî subay olma tutkusuna uygun olarak, paralı asker olarak Breda'daki Maurice of Nassau komutasındaki Protestan Hollanda Devletleri Ordusuna katıldı ve Simon Stevin tarafından kurulan askerî mühendislik dalı ile ilgili resmî bir çalışma yaptı. Bu nedenle Descartes, matematik bilgisini ilerletmek için Breda'dan çok teşvik aldı. Bu şekilde, kendisi için "Müzik Özeti (Compendium of Music)" (1618'de yazılmış, 1650'de yayımlanmış) adlı eseri yazdığı Dordrecht okulunun müdürü Isaac Beeckman ile tanıştı. Birlikte serbest düşüş, zincir eğrisi, konik kesitler ve akışkan statiği üzerinde çalıştılar. Her ikisi de matematik ve fiziği tamamen birbirine bağlayan bir yöntem yaratmanın gerekli olduğuna inanıyordu.
Descartes, 1619'dan beri Bavyera Katolik Dükü Maximilian'ın hizmetindeyken, Kasım 1620'de Prag yakınlarındaki Beyaz Dağ Savaşı'nda hazır bulundu.
Rüyalar.
Adrien Baillet'e göre, 10-11 Kasım 1619 gecesi (Aziz Martin Günü), Neuburg an der Donau'da görev yaparken, soğuktan korunmak için Descartes kendini "fırın" (muhtemelen bir horoz sobası) olan bir odaya kapattı. İçerideyken üç rüya gördü ve ilahi bir ruhun kendisine yeni bir felsefe gösterdiğine inanıyordu. Bununla birlikte, Descartes'ın ikinci rüyası olarak kabul ettiği şeyin aslında bir patlayan kafa sendromu (EHS-Exploding Head Syndrome) bölümü olması muhtemeldir. Çıktıktan sonra analitik geometri ve matematiksel yöntemi felsefeye uygulama fikrini formüle etmişti. Bu vizyonlardan, bilim arayışının onun için gerçek bilgeliğin arayışı ve hayatının çalışmalarının merkezî bir parçası olduğu kanıtlanacaktı. Descartes ayrıca tüm doğruların birbiriyle bağlantılı olduğunu çok net bir şekilde gördü, böylece temel bir doğru bulmak ve mantıkla ilerlemek tüm bilime yol açacaktı. Descartes bu temel gerçeği çok yakın bir süre sonra ünlü "Düşünüyorum, öyleyse varım" ile keşfetti.
Fransa.
1620'de Descartes ordudan ayrıldı. Loreto'daki Basilica della Santa Casa'yı ziyaret etti, ardından Fransa'ya dönmeden önce çeşitli ülkeleri ziyaret etti ve sonraki birkaç yıl boyunca Paris'te zaman geçirdi. Yöntem üzerine ilk makalesini orada yazdı: "Regulae ad Directionem Ingenii" ("Zihnin Yönü için Kurallar", "Rules for the Direction of the Mind"). 1623'te La Haye'ye geldi ve hayatının geri kalanında rahat bir gelir sağlayan tahviller'e yatırım yapmak için tüm mülkünü sattı. Descartes, 1627'de Kardinal Richelieu tarafından La Rochelle Kuşatması'nda hazır bulundu. Aynı yılın sonbaharında, Mersenne ve diğer birçok bilginle birlikte simyacı Nicolas de Villiers, Sieur de Chandoux'nun ilkeleri üzerine verdiği bir konferansı dinlemek için geldiği papalığa ait nuncio Guidi di Bagno'nun evinde, sözde yeni bir felsefenin ilkeleri üzerine, Kardinal Bérulle, Engizisyon'un ulaşamayacağı bir yerde yeni felsefesinin bir açıklamasını yazmasını istedi.
Hollanda.
Descartes, 1628'de Hollanda Cumhuriyeti'ne döndü. Nisan 1629'da Franeker Üniversitesine katıldı, Adriaan Metius danışmanlığında çalıştı. Katolik bir aileyle yaşadı ya da Sjaerdemaslot kiraladı. Ertesi yıl, "Poitevin" adı altında hem onu Pappus altıgen teoremi ile yüzleştiren Jacobus Golius ile matematik çalışmak için hem de Martin Hortensius ile astronomi çalışmak için Leiden Üniversitesine kaydoldu. Ekim 1630'da, bazı fikirlerini intihal etmekle suçladığı Beeckman ile arası açıldı. Amsterdam'da, 1635'te Deventer'de doğan bir kızı Francine olan Helena Jans van der Strom adında bir hizmetçi kızla ilişkisi vardı. Kızı 5 yaşında kızıl hastalığından öldü.
Zamanın birçok ahlakçısının aksine, Descartes tutkuları küçümsemedi, aksine onları savundu; Francine'in 1640'taki ölümüne ağladı. Jason Porterfield'ın yakın tarihli bir biyografisine göre, "Descartes, insanın kendine adam olduğunu kanıtlamak için gözyaşlarından kaçınması gerektiğine inanmadığını söyledi." Russell Shorto, babalık ve bir çocuğu kaybetme deneyiminin Descartes'ın çalışmasında bir dönüm noktası oluşturduğunu ve odak noktasını tıptan evrensel cevaplar arayışına çevirdiğini düşünüyor.
Sık sık yapılan hareketlere rağmen, tüm önemli çalışmalarını Hollanda'da 20 yılı aşkın bir süre boyunca yazdı ve matematik ve felsefede bir devrim başlattı. 1633'te Galileo İtalyan Engizisyonu tarafından mahkûm edildi ve Descartes, önceki dört yıllık eseri olan "Dünya Üzerine İnceleme" ("Treatise on the World") adlı çalışmasını yayınlama planlarından vazgeçti. Yine de 1637'de bu çalışmanın bazı bölümlerini üç makale hâlinde yayınladı: "Les Météores" (Meteorlar), "La Dioptrique" (Dioptrics) ve "La Géométrie" ("Geometri"), öncesinde ünlü "Discours de la méthode" ("Yöntem Üzerine Söylem"). İçinde Descartes, bilgimizin sağlam bir temele dayanmasını sağlamayı amaçlayan dört düşünce kuralı ortaya koymaktadır:
"La Géométrie"de Descartes Pierre de Fermat ile yaptığı keşiflerden yararlandı, bunu yapabildi çünkü "Loci'ye Giriş (Introduction to Loci)" adlı makalesi ölümünden sonra 1679'da yayımlandı. Bu daha sonra Kartezyen Geometri olarak tanındı.
Descartes, hayatının geri kalanında hem matematik hem de felsefe ile ilgili eserler yayımlamaya devam etti. 1641'de Latince yazılmış ve böylece bilginlere hitap eden "Meditationes de Prima Philosophia" ("İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar", "Meditations on First Philosophy") adlı bir metafizik risalesi yayınladı. Bunu 1644'te "Yöntem Üzerine Söylem (Discourse on the Method)" ve "İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar"ın ("Meditations on First Philosophy") bir tür sentezi olan "Principia Philosophiae" ("Felsefenin İlkeleri", "Principles of Philosophy") izledi. 1643'te, Kartezyen felsefe, Utrecht Üniversitesinde kınandı ve Descartes, Egmond-Binnen'e yerleşerek Lahey'e kaçmak zorunda kaldı.
Christia Mercer, Descartes'ın elli yıl önce, entelektüel büyümede felsefi yansımanın rolüyle ilgili olarak "The Interior Castle"'ı yayımlayan İspanyol yazar ve Roma Katolik rahibesi Avilalı Teresa'dan etkilenmiş olabileceğini öne sürdü.
Descartes (Hollanda hizmetinde bir İtalyan generali olan Alfonso Polloti aracılığıyla) Bohemya Prensesi Elisabeth ile esas olarak ahlaki ve psikolojik konulara ayrılmış altı yıllık bir yazışmaya başladı. Bu yazışmayla bağlantılı olarak 1649'da Prenses'e adadığı "Les Passions de l'âme" ("Ruhun Tutkuları, "The Passions of the Soul") adlı eseri yayımladı. "Principia Philosophiae"nin Abbot Claude Picot tarafından hazırlanan Fransızca çevirisi 1647'de yayımlandı. Bu basım ayrıca Prenses Elisabeth'e ithaf edilmiştir. Fransızca baskının önsözü'nde Descartes, gerçek felsefeyi bilgeliğe ulaşmanın bir yolu olarak övdü. Bilgeliğe ulaşmak için dört sıradan kaynak belirler ve son olarak, ilk nedenleri araştırmaktan oluşan beşinci, daha iyi ve daha güvenli olduğunu söyler."
İsveç.
1649'da Descartes, Avrupa'nın en ünlü filozof ve bilim adamlarından biri haline gelmişti. O yıl İsveç Kraliçesi Christina onu yeni bir bilim akademisi kurması ve ona aşk hakkındaki fikirlerini öğretmesi için sarayına davet etti. Descartes kabul etti ve kışın ortasında İsveç'e taşındı. Descartes ile ilgilendi ve "The Passions of the Soul"u yayınlaması için teşvik etti.
Stockholm'daki Tre Kronor'a 500 metreden daha yakın olan Västerlånggatan'da yaşayan Pierre Chanut'un evinde misafirdi. Orada, Chanut ve Descartes bir Torricelli cıva barometresiyle gözlemler yaptılar. Blaise Pascal'a meydan okuyan Descartes, hava tahmininde atmosferik basınç'ın kullanılıp kullanılamayacağını görmek için Stockholm'deki ilk barometrik okuma setini aldı.
Ölümü.
Descartes, Kraliçe Christina'ya doğum gününden sonra haftada üç kez sabah 5'te soğuk ve rüzgarlı şatosunda ders vermeyi planladı. Birbirlerinden hoşlanmadıkları çok geçmeden anlaşıldı; onun mekanik felsefe ile ilgilenmediği gibi Antik Yunan'a olan ilgisini de paylaşmadı. 15 Ocak 1650'de Descartes, Christina'yı yalnızca dört ya da beş kez görmüştü. 1 Şubat'ta pnömoni hastalığına yakalandı ve 11 Şubat'ta öldü. Chanut'a göre ölüm nedeni pnömoniydi, ancak onun kanamasına izin vermeyen Christina'nın doktoru Johann van Wullen'e göre peripnömoniydi. (Descartes'ın tanımladığı gibi sert geçen Ocak ayının ikinci yarısı dışında kış ılıman geçmiş görünüyor; ancak, "muhtemelen bu yorumun Descartes'ın hava durumu hakkında olduğu kadar entelektüel iklimi de ele alması amaçlandı.")
E. Pies, Doktor van Wullen'ın bir mektubuna dayanarak bu hesabı sorguladı; ancak, Descartes tedavisini reddetmişti ve o zamandan beri onun doğruluğuna karşı daha fazla argüman ortaya atıldı. 2009 tarihli bir kitapta, Alman filozof Theodor Ebert, Descartes'ın dini görüşlerine karşı çıkan bir Katolik misyoner tarafından zehirlendiğini savunuyor.
Protestan bir ulusta Katolik olarak, Stockholm'deki Adolf Fredrik Kilisesi'nde çoğunlukla yetimler için kullanılan bir mezarlığa gömüldü. El yazmaları, Chanut'un kayınbiraderi Claude Clerselier ve "mektuplarını seçici bir şekilde keserek, ekleyerek ve yayınlayarak Descartes'ı bir aziz haline getirme sürecini başlatan dindar bir Katolik"in eline geçti. 1663'te Papa, Descartes'ın eserlerini "Yasaklanmış Kitaplar Dizini" arasına yerleştirdi. 1666'da, ölümünden on altı yıl sonra, kalıntıları Fransa'ya götürüldü ve Saint-Étienne-du-Mont'a gömüldü. 1671'de XIV. Louis, Kartezyenizm içindeki tüm dersleri yasakladı. 1792'deki Ulusal Konvansiyon, onun kalıntılarını Panthéon'a nakletmeyi planlamış olsa da, 1819'da Saint-Germain-des-Prés Manastırı'nda kafatası ve bir parmağı eksik olarak yeniden gömüldü. Kafatası Paris'teki Musée de l'Homme'de gösteriliyor.
Felsefe çalışmaları.
"Metod Üzerine Söylem"de ("Discourse on the Method"), kişinin hiç şüphesiz doğru olarak bilebileceği bir dizi temel ilkeye ulaşmaya çalışır. Bunu başarmak için, bazen metodolojik şüphecilik veya Kartezyen şüphe olarak da adlandırılan hiperbolik/metafizik şüphe adı verilen bir yöntem kullanır: şüphelenilebilecek herhangi bir fikri reddeder ve sonra onları elde etmek için yeniden gerçek bilgi için sağlam bir temel kurar. Descartes, "İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar"da ("The Meditations on First Philosophy") yaptığı gibi fikirlerini sıfırdan inşa etti. Bunu mimariyle ilişkilendirir: yeni bir bina veya yapı oluşturmak için üst toprak alınır. Descartes, şüphesini toprak ve yeni bilgiyi binalar olarak adlandırır. Descartes'a göre, Aristoteles'in temelcilik eksiktir ve şüphe yöntemi temelciliği güçlendirir.
Başlangıçta, Descartes düşündüğü tek bir ilk ilkeye ulaşır. Bu, "Metod Üzerine Söylem"deki ("Discourse on Method") Latince "cogito, ergo sum" (, ) ifadeyle ifade edilir. Descartes, eğer şüphe ediyorsa, o zaman şüpheyi bir şey ya da biri yapıyor olmalı; bu nedenle, şüphe duyduğu gerçek varlığını kanıtladı. "İfadenin basit anlamı, eğer biri varoluşa şüpheyle bakıyorsa, bu onun kendi başına var olduğunun kanıtıdır." Bu iki ilk ilke - düşünüyorum ve ben varım - daha sonra Descartes'ın açık ve seçik algısı tarafından doğrulandı ("Meditations" adlı eserde üçüncü Meditasyon'unda tasvir edildi): Descartes, bu iki ilkeyi açık ve seçik olarak algıladığı için onların şüphe edilemezliklerini sağlar.
Descartes düşündüğü için var olduğundan emin olabileceği sonucuna varır. Ama hangi biçimde? Bedenini duyuları kullanarak algılar; ancak, bunlar daha önce güvenilmezdi. Böylece Descartes, tek şüphe götürmez bilginin kendisinin "düşünen bir şey" olduğu olduğuna karar verir. Düşünmek onun yaptığı şeydir ve gücü özünden gelmelidir. Descartes, "düşünce"yi ("cogitatio") "içimde olup bitenler ve bunun bilincinde olduğum sürece onun hemen bilincindeyim" olarak tanımlar. Dolayısıyla düşünme, kişinin doğrudan bilinçli olduğu her bir kişinin etkinliğidir. Uyanık düşüncelerin rüyalar'dan ayırt edilebileceğini ve kişinin zihninin, duyularının önüne yanıltıcı bir dış dünya yerleştiren bir kötü cin tarafından "ele geçirilemeyeceği"ni düşünmek için nedenler verdi.
Bu şekilde, Descartes, algı'yı güvenilmez bularak ve bunun yerine yalnızca tümdengelim'i bir yöntem olarak kabul ederek bir bilgi sistemi inşa etmeye devam eder.
Zihin–Beden Dualizmi.
Paris şehrinde sergilenen otomatlardan etkilenen Descartes, zihin ve beden arasındaki bağlantıyı ve ikisinin nasıl etkileşime girdiğini araştırmaya başladı. Dualizm için başlıca etkileri teoloji ve fizikti. Zihin ve beden ikiliği üzerine teori, Descartes'ın imza doktrinidir ve geliştirdiği diğer teorilere nüfuz eder. Kartezyen dualizmi (veya zihin-beden ikiliği) olarak bilinen, zihin ve beden arasındaki ayrım üzerine teorisi, sonraki Batı felsefelerini etkilemeye devam etti. "İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar"da ("Meditations on First Philosophy") Descartes, Tanrı'nın varlığını ve insan ruhu ile beden arasındaki ayrımı göstermeye çalıştı. İnsanlar bir zihin ve beden birliğidir; bu nedenle Descartes'ın düalizmi, zihin ve bedenin farklı ama yakından bağlantılı olduğu fikrini benimsiyordu. Descartes'ın birçok çağdaş okuyucusu zihin ve beden arasındaki ayrımı kavramayı zor bulsa da, o bunun tamamen basit olduğunu düşündü. Descartes, tözlerin var olma biçimleri olan "modlar" kavramını kullanmıştır. Descartes, "Felsefenin İlkeleri"nde ("Principles of Philosophy"), "bir tözü, ondan farklı olduğunu söylediğimiz moddan ayrı olarak açıkça algılayabiliriz, oysa tersine, tözden ayrı modu anlayamayız" diye açıkladı. Tözünden ayrı bir modu algılamak, Descartes'ın şu şekilde açıkladığı entelektüel bir soyutlamayı gerektirir:
Descartes'a göre, her biri diğerinden ayrı olarak var olabildiklerinde, iki töz gerçekten farklıdır. Böylece Descartes, Tanrı'nın insanlardan farklı olduğu ve bir insanın bedeni ve zihninin de birbirinden farklı olduğu sonucuna vardı. Beden (genişletilmiş bir şey) ve zihin (genişletilmemiş, maddi olmayan bir şey) arasındaki büyük farkların ikisini ontolojik olarak farklı kıldığını savundu. Descartes'ın bölünmezlik argümanına göre, zihin tamamen bölünemezdir: "zihni ya da yalnızca düşünen bir şey olduğum için kendimi düşündüğümde, içimdeki hiçbir parçayı ayırt edemiyorum; kendimi oldukça tek ve eksiksiz bir şey olarak anlıyorum."
Dahası, "Meditations"da, Descartes balmumu'nun bir parçasını tartışır ve Kartezyen ikiciliğin en karakteristik tek doktrinini ortaya koyar: evrenin kökten farklı iki tür töz içerdiği -Düşünme olarak tanımlanan zihin veya ruh ve madde ile düşünmeyen olarak tanımlanan beden. Descartes'ın günlerinde Aristotelesçi felsefe, evrenin doğası gereği amaçlı veya teleolojik olduğunu savunuyordu. Olup biten her şey, yıldız ların hareketi veya bir ağaçın büyümesi olsun, güya doğada kendi yolunu bulmuş belirli bir amaç, hedef veya sonla açıklanabilirdi. Aristoteles buna "nihai neden" adını verdi ve bu nihai nedenler, doğanın işleyiş biçimlerini açıklamak için vazgeçilmezdi. Descartes'ın dualizm teorisi, geleneksel Aristotelesçi bilim ile yeni Kepler bilimi ve doğayı açıklama girişimlerinde ilahi bir gücün ve "nihai nedenler"in rolünü reddeden Galileo arasındaki ayrımı destekler. Descartes'ın düalizmi, nihai nedeni fiziksel evrenden (ya da "res extensa") zihin (ya da "res cogitans") lehine çıkararak, ikincisi için felsefi mantığı sağladı. Bu nedenle Kartezyen düalizm modern fizik yolunu açarken, ruhun ölümsüzlüğüne ilişkin dini inançlara da kapıyı açık tuttu.
Descartes'ın zihin ve madde ikiliği, bir insan kavramını ima ediyordu. Descartes'a göre insan, zihin ve bedenden oluşan bileşik bir varlıktı. Descartes önceliği zihne vermiş ve zihnin beden olmadan var olabileceğini, ancak bedenin zihin olmadan var olamayacağını savunmuştur. Hatta Descartes, "Meditations"da, zihnin bir madde olmasına karşın, bedenin yalnızca "kazalardan" oluştuğunu iddia eder. Ancak zihin ve bedenin yakından bağlantılı olduğunu savundu:
Descartes'ın cisimleşme üzerine tartışması, düalizm felsefesinin en kafa karıştırıcı sorunlarından birini gündeme getirdi: Bir kişinin zihni ve bedeni arasındaki birlik ilişkisi tam olarak nedir? Bu nedenle, Descartes'ın ölümünden sonra uzun yıllar zihin-beden probleminin felsefi tartışmasının gündemini Kartezyen dualizm belirlemiştir. Descartes aynı zamanda bir rasyonalist idi ve doğuştan gelen fikirler'in gücüne inanıyordu. Descartes doğuştan gelen bilgi teorisini ve tüm insanların Tanrı'nın daha yüksek gücü aracılığıyla bilgiyle doğduğunu savundu. Daha sonra bir ampirist olan filozof John Locke (1632-1704) tarafından mücadele edilen bu doğuştan gelen bilgi teorisiydi. Ampirizm, tüm bilgilerin deneyim yoluyla edinildiğini savunur.
Fizyoloji ve psikoloji.
1649'da yayınlanan "Ruhun Tutkuları"nda ("The Passions of the Soul") Descartes, insan vücudunun hayvan ruhları içerdiğine dair yaygın çağdaş inancı tartıştı. Bu hayvan ruhlarının, beyin ve kaslar arasındaki sinir sistemi etrafında hızla sirküle olan hafif ve dolaşan sıvılar olduğuna inanılırdı ve yüksek veya kötü ruhlu olmak gibi duygular için bir metafor görevi görürdü. Bu hayvan ruhlarının insan ruhunu veya ruhun tutkularını etkilediğine inanılıyordu. Descartes altı temel tutkuyu ayırt etti: merak, aşk, nefret, arzu, neşe ve üzüntü. Tüm bu tutkuların orijinal ruhun farklı kombinasyonlarını temsil ettiğini ve ruhu belirli eylemleri isteme veya isteme konusunda etkilediğini savundu. Örneğin, korkunun, ruhu bedende bir tepki üretmesi için harekete geçiren bir tutku olduğunu savundu. Ruh ve beden arasındaki ayrım konusundaki dualist öğretilerine uygun olarak, beynin bir bölümünün ruh ve beden arasında bir bağlantı görevi gördüğünü ve epifiz bezi bağlayıcı olarak seçtiğini varsayıyordu. Descartes, sinyallerin kulaktan ve gözden hayvan ruhları aracılığıyla epifiz bezine geçtiğini savundu. Böylece bezdeki farklı hareketler çeşitli hayvan ruhlarına neden olur. Epifiz bezindeki bu hareketlerin Tanrı'nın iradesine dayandığını ve insanların kendilerine faydalı olan şeyleri istemeleri ve sevmeleri gerektiğini savundu. Ama aynı zamanda, vücutta dolaşan hayvan ruhlarının epifiz bezinden gelen komutları bozabileceğini, bu nedenle insanların tutkularını nasıl kontrol edeceklerini öğrenmeleri gerektiğini savundu.
Descartes, 19. yüzyıl refleks teorisini etkileyen, dış olaylara otomatik bedensel tepkiler üzerine bir teori geliştirdi. Dokunma ve ses gibi dış hareketlerin sinirlerin uçlarına ulaştığını ve hayvan ruhlarını etkilediğini savundu. Örneğin ateşten gelen ısı, derideki bir noktaya etki ederek, hayvan ruhlarının merkezi sinir sistemi yoluyla beyne ulaşmasıyla bir tepkiler zincirini harekete geçirir ve karşılığında hayvan ruhları, eli ateşten uzağa hareket ettirmek için kaslara geri gönderilir. Bu tepkiler zinciri sayesinde vücudun otomatik tepkileri bir düşünce süreci gerektirmez.
Her şeyden önce ruhun bilimsel araştırmaya tabi tutulması gerektiğine inanan ilk bilim adamlarından biridir. Çağdaşlarının ruhun ilahi olduğuna dair görüşlerine meydan okudu, bu nedenle dini otoriteler onun kitaplarını tehlikeli olarak gördüler. Descartes'ın yazıları, duygular ve bilişsel değerlendirmelerinin duyuşsal süreçlere nasıl çevrildiği üzerine teorilerin temelini oluşturmaya devam etti. Descartes, beynin çalışan bir makineye benzediğine inanıyordu ve birçok çağdaşının aksine matematik ve mekaniğin zihnin en karmaşık süreçlerini açıklayabileceğine inanıyordu. 20. yüzyılda Alan Turing, Descartes'tan esinlenerek matematiksel biyoloji temelinde bilgisayar bilimi geliştirdi. Refleksler üzerine teorileri, ölümünden 200 yıldan fazla bir süre sonra, gelişmiş fizyolojik teoriler için temel teşkil etti. Fizyolog Ivan Pavlov Descartes'ın büyük bir hayranıydı.
Ahlak felsefesi.
Descartes için etik bir bilimdi, en yüksek ve en mükemmel olanıydı. Diğer bilimler gibi etiğin de kökleri metafizikteydi. Bu şekilde Tanrı'nın varlığını savunur, insanın doğadaki yerini araştırır, zihin-beden ikiliği teorisini formüle eder ve özgür irade'yi savunur. Bununla birlikte, ikna olmuş bir rasyonalist olduğu için Descartes, aramamız gereken şeyleri aramada aklın yeterli olduğunu ve erdemin eylemlerimize rehberlik etmesi gereken doğru akıl yürütmeden oluştuğunu açıkça belirtir. Bununla birlikte, bu akıl yürütmenin niteliği bilgiye bağlıdır, çünkü iyi bilgilendirilmiş bir zihin daha iyi seçimler yapma yeteneğine sahip olacaktır ve aynı zamanda zihinsel duruma da bağlıdır. Bu nedenle tam bir ahlak felsefesinin bedenin incelenmesini içermesi gerektiğini söyledi. Bohemya Prensesi Elisabeth ile yazışmasında bu konuyu tartıştı ve sonuç olarak insandaki psikosomatik süreçleri ve tepkileri üzerine, duygulara veya tutkulara vurgu yapan bir çalışmayı içeren "Ruhun Tutkuları (The Passions of the Soul)" adlı eserini yazdı. İnsan tutkusu ve duygusuyla ilgili çalışmaları, takipçilerinin (bkz. Kartezyenizm) felsefesinin temelini oluşturacak ve edebiyat ile sanatın ne olması gerektiği, özellikle de duyguyu nasıl harekete geçirmesi gerektiği konusundaki fikirler üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olacaktı.
İnsanlar, Zeno'nun ardından Descartes'ın erdemle özdeşleştirdiği en yüksek iyilik aramalı, çünkü bu kutsanmışlık üretir. Epicurus için, en yüksek iyilik hazdı ve Descartes aslında bunun Zeno'nun öğretisiyle çelişmediğini çünkü erdemin bedensel hazdan daha iyi olan ruhsal bir haz ürettiğini söyler. Aristoteles'in mutluluk (eudaimonia)'nın hem ahlaki erdeme hem de orta derecede bir servet gibi talihin mallarına bağlı olduğu görüşüyle ilgili olarak, Descartes talihin mutluluğa katkıda bulunduğunu inkâr etmez, ancak büyük oranda kişinin kendi kontrolü dışında olduğunu, oysa kişinin zihninin tamamen kontrolü altında olduğunu belirtir. Descartes'ın ahlaki yazıları hayatının son döneminde geldi, ancak daha önce, "Yöntem Üzerine Söylev"de ("Discourse on the Method"), tüm fikirlerinden şüphe ederken harekete geçebilmek için üç özdeyiş benimsedi. Bu onun ı (Provisional Morals) olarak bilinir.
Din.
Üçüncü ve beşinci "Meditation"da Descartes, iyiliksever bir Tanrı'nın kanıtları (sırasıyla ticari marka argümanı ve ontolojik argüman) sunar. Tanrı iyiliksever olduğu için, Descartes duyularının kendisine sunduğu gerçeklik hesabına inanır, çünkü Tanrı ona çalışan bir zihin ve duyu sistemi vermiştir ve onu aldatmak istemez. Ancak bu varsayımdan yola çıkarak, Descartes nihayet tümdengelim ve algıya dayalı olarak dünya hakkında bilgi edinme olanağını kurar. Epistemoloji ile ilgili olarak, bu nedenle, Descartes'ın titiz bir temelcilik anlayışı ve aklın bilgiye ulaşmanın tek güvenilir yöntemi olma olasılığı gibi fikirlere katkıda bulunduğu söylenebilir. Ancak Descartes, teorileri doğrulamak ve geçerli kılmak için deneylerin gerekli olduğunun fazlasıyla farkındaydı.
Descartes, Tanrı'nın varlığına ilişkin kendine özgü argümanını desteklemek için nedensel yeterlilik ilkesi'ne başvurur ve savunmada Lucretius'tan alıntı yapar: "Ex nihilo nihil fit", yani "Hiçbir şey yoktan gelmez" (Lucretius). "Oxford Reference" argümanı şu şekilde özetliyor: "Mükemmellik fikrimiz, tıpkı bir damganın ya da markanın yaratıcısı tarafından bir işçilik eşyasına bırakılmış olması gibi, onun mükemmel kökeni (Tanrı) ile ilgilidir." Beşinci Meditasyon'da Descartes, ontolojik argümanın "son derece mükemmel ve sonsuz bir varlık fikrini" düşünme olasılığına dayanan bir versiyonunu sunar ve "içimde olan tüm fikirlerin, Tanrı hakkında sahip olduğum fikir en doğru, en açık ve seçik olandır." Descartes kendini dindar bir Katolik olarak görüyordu ve Meditasyonların amaçlarından biri de Katolik inancını savunmaktı. Teolojik inançları akla dayandırma girişimi, yaşadığı dönemde yoğun bir muhalefetle karşılaşmıştır. Pascal, Descartes'ın görüşlerini rasyonalist ve mekanikçi olarak gördü ve onu deizm ile suçladı: "Descartes'ı affedemem; tüm felsefesinde Descartes, Tanrı'dan vazgeçmek için elinden geleni yaptı. Ama Descartes, Tanrı'yı, efendi parmaklarının bir şıklığıyla dünyayı harekete geçirmesi için dürtmekten kaçınamadı; bundan sonra, artık Tanrı'ya bir faydası yoktu, "güçlü bir çağdaş, Martin Schoock, onu ateist inançlarla suçlarken, Descartes'ın Meditasyonları'nda açık bir ateizm eleştirisi sunmuştu. Katolik Kilisesi 1663'te kitaplarını yasakladı. Descartes ayrıca dış dünya şüpheciliği'ne bir yanıt yazdı. Bu şüphecilik yöntemiyle, şüphe etmek için değil, somut ve güvenilir bilgiye ulaşmak için şüphe eder. Başka bir deyişle, kesinlik. Duyusal algıların kendisine istem dışı geldiğini ve onun tarafından istenmediğini savunur. Bunlar duyularının dışındadır ve Descartes'a göre bu, zihninin dışında bir şeyin ve dolayısıyla bir dış dünyanın varlığının kanıtıdır. Descartes, aktarılmakta olan fikirler konusunda Tanrı'nın kendisini aldatmayacağını öne sürerek, dış dünyadaki şeylerin maddi olduğunu ve Tanrı'nın ona bu tür fikirlerin maddi şeylerden kaynaklandığına inanma "eğilimi" verdiğini göstermeye devam eder. Descartes ayrıca bir tözün işlev görmek veya var olmak için herhangi bir yardıma ihtiyaç duymayan bir şey olduğuna inanır. Descartes ayrıca yalnızca Tanrı'nın nasıl gerçek bir "töz ()" olabileceğini açıklar. Ancak zihinler tözlerdir, yani çalışması için yalnızca Tanrı'ya ihtiyaçları vardır. Akıl, düşünen bir tözdür. Düşünen bir tözün araçları fikirlerden kaynaklanır.
Descartes teolojik sorulardan uzak durdu ve dikkatini metafiziği ile teolojik ortodoksluğu arasında bir uyumsuzluk olmadığını göstermekle sınırladı. Teolojik dogmaları metafiziksel olarak göstermeye çalışmaktan kaçındı. Ona ruhun ölümsüzlüğünü yalnızca ruhun ve bedenin farklı maddeler olduğunu göstermekle kurmadığı sorulduğunda, "Tanrı'nın özgür iradesine bağlı olan meselelerden herhangi birini çözmek için insan aklının gücünü kullanmaya çalışmayı kendime görev edinmiyorum."
Doğa bilimi.
Descartes genellikle doğa bilimleri ni geliştirmek için aklın kullanımını vurgulayan ilk düşünür olarak kabul edilir. Onun için felsefe, bir Fransız tercümana yazdığı bir mektupta anlattığı gibi, tüm bilgiyi somutlaştıran bir düşünce sistemiydi:
Hayvanlar üzerine.
Descartes, hayvanların akıl veya zekaya sahip olduğunu reddetti. Hayvanların duyulardan veya algılardan yoksun olmadığını, ancak bunların mekanik olarak açıklanabileceğini savundu. İnsanların bir ruhu veya aklı vardı ve acı ile kaygı hissedebiliyorken, hayvanlar bir ruha sahip olmadıkları için acı veya kaygı hissedemezlerdi. Hayvanlar sıkıntı belirtileri gösteriyorsa, bu vücudu hasardan korumak içindi ama onların ıstırap için ihtiyaç duydukları doğuştan gelen durum yoktu. Descartes'ın görüşleri evrensel olarak kabul edilmese de, Avrupa ve Kuzey Amerika'da öne çıkarak insanların hayvanlara dokunulmazlık sağlamasına izin verdi. Hayvanların insanlıktan tamamen ayrı olduğu ve sadece makinelerin hayvanlara kötü muamele için izin verildiği ve 19. yüzyılın ortalarına kadar hukukta ve toplumsal normlarda onaylandığı görüşü vardı. Charles Darwin'in yayınları sonunda hayvanlara Kartezyen bakış açısını sarsacaktı. Darwin, insanlarla diğer türler arasındaki sürekliliğin, hayvanların acı çekecek insanlara benzer özelliklere sahip olabileceği olasılığını düşünmeye açtığını savundu.
Tarihsel etki.
Kilise doktrininden kurtuluş.
Descartes sıklıkla, yaklaşımı Batı felsefesinin gidişatını derinden değiştiren ve modernite için temel oluşturan düşünür olan modern Batı felsefesinin babası olarak anılır. Meşhur metodik şüpheyi formüle eden "İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar"ın (Meditations on First Philosophy) ilk ikisi, Descartes'ın yazılarının modern düşünceyi en çok etkileyen bölümünü temsil eder. Descartes'ın kendisinin bu devrimci hareketin boyutunu anlamadığı ileri sürülmüştür. Descartes, tartışmayı "doğru olan nedir? (what is true)"den "hangisinden emin olabilirim? (of what can I be certain?)"e kaydırırken, tartışmaya açık bir şekilde, gerçeğin yetkili garantörünü Tanrı'dan insanlığa kaydırdı (her ne kadar Descartes'ın kendisi vizyonlarını Tanrı'dan aldığını iddia etse de) -geleneksel "hakikat" kavramı dışsal bir otoriteyi ima ederken, "kesinlik" ise bunun yerine bireyin yargısına dayanır.
Antroposentrik bir devrimde, insan şimdi bir özne, bir fail, özgürleşmiş özerk akılla donatılmış bir düzeye yükseltilir. Bu, modernitenin temelini oluşturan, yankıları hâlâ hissedilen devrimci bir adımdı: insanlığın Hristiyan vahiy hakikatinden ve Kilise doktrininden kurtuluşuydu; insanlık kendi yasasını yapıyor ve kendi tavrını koyuyor. In modernity, the guarantor of truth is not God anymore but human beings, each of whom is a "self-conscious shaper and guarantor" of their own reality. Bu şekilde, her insan, Tanrı'ya itaat eden bir çocuktan farklı olarak, akıl yürüten bir yetişkin, bir özne ve aracı haline getirilir. Perspektifteki bu değişiklik, diğer alanlarda beklenen ve şimdi felsefe alanında Descartes tarafından formüle edilen bir geçiş olan Hristiyan Orta Çağ döneminden modern döneme geçişin özelliğiydi.
Descartes'ın çalışmasının bu insan merkezli bakış açısı, insan aklını özerk olarak tesis ederek, Aydınlanma'nın Tanrıdan ve kiliseden kurtuluşunun temelini sağladı. Martin Heidegger'e göre, Descartes'ın çalışmalarının perspektifi aynı zamanda sonraki tüm antropoloji için temel sağladı. Descartes'ın felsefi devriminin bazen modern insanmerkezciliği ve öznelciliği ateşlediği söylenir.
Matematiksel mirası.
Descartes'ın en kalıcı miraslarından biri, geometriyi tanımlamak için cebiri kullanan, Kartezyen veya analitik geometriyi geliştirmesiydi. Descartes "denklemlerde bilinmeyenleri "x", "y" ve "z" ile ve bilinenleri "a", "b" ve "c"" ile temsil etme geleneğini icat etti. Ayrıca, kuvvetleri veya üsleri göstermek için üst simge kullanan "standart gösterime öncülük etti"; örneğin, x kareyi belirtmek için 2'yi x2 şeklinde kullandı. Cebir için bilgi sisteminde, özellikle soyut, bilinmeyen nicelikler hakkında akıl yürütmeyi otomatikleştirmek veya mekanikleştirmek için bir yöntem olarak kullanarak cebire temel bir yer atayan ilk kişiydi. Avrupalı matematikçiler daha önce geometriyi cebirin temeli olarak hizmet eden daha temel bir matematik biçimi olarak görmüşlerdi. Cebirsel kurallara Pacioli, Cardan, Tartaglia ve Ferrari gibi matematikçiler tarafından geometrik ispatlar verildi. Üçüncüden daha yüksek derece denklemleri gerçek dışı olarak kabul edildi, çünkü küp gibi üç boyutlu bir biçim gerçekliğin en büyük boyutunu işgal etti. Descartes, "a2" soyut miktarının bir alanı olduğu kadar uzunluğu da temsil edebileceğini iddia etti. Bu, ikinci kuvvetin bir alanı temsil etmesi gerektiğinde ısrar eden François Viète gibi matematikçilerin öğretilerine aykırıydı. Descartes konuyu takip etmese de, daha genel bir cebir bilimi veya "evrensel matematiği" tasavvur etmede, mantıksal ilke ve yöntemleri sembolik olarak kapsayabilen ve genel akıl yürütmeyi mekanikleştirebilen sembolik mantık'ın öncüsü olarak, Gottfried Wilhelm Leibniz'den önce geldi.
Descartes'ın çalışması, Newton tarafından geliştirilen hesap ve sonsuz küçükler hesabını teğet doğru problemi'ne uygulayan Leibniz için bir temel sağladı, böylece modern matematiğin bu dalının evrimine izin verdi. Onun işaretler kuralı da bir polinomun pozitif ve negatif köklerinin sayısını belirlemek için yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir.
Descartes'ın fiziğe olan ilgisinin başlangıcı, mekanik felsefe olarak bilinen yeni bir düşünce okulunun ön saflarında yer alan amatör bilim adamı ve matematikçi Isaac Beeckman'a atfedilir. Bu akıl yürütme temeli ile Descartes, teorilerinin birçoğunu mekanik ve geometrik fizik üzerine formüle etti. Descartes, momentumun korunumu (bir nesnenin hareketinin bir ölçüsü) yasasının erken bir biçimini keşfetti. Ancak Galileo'nun tasavvur ettiği gibi mükemmel dairesel hareketin aksine, onu düz bir doğrusal hareketle ilgili olarak tasavvur etti. Evren hakkındaki görüşlerini, üç hareket yasasını tanımladığı "Felsefenin İlkeleri"nde ("Principles of Philosophy") özetledi. (Newton'un kendi hareket yasaları daha sonra Descartes'ın açıklamasına göre modellenecektir.)
Descartes, optik alanına da katkılarda bulunmuştur. Geometrik yapıyı ve kırılma kanunu (Descartes kanunu olarak da bilinir veya Fransa dışında daha yaygın olarak Snell yasası olarak da bilinir) kullanarak bir gökkuşağının açısal yarıçapının 42 derece (yani, gökkuşağının kenarı ve güneşten gökkuşağının merkezinden geçen ışının göze yaptığı açı 42°'dir).
Ayrıca yansıma kanunu'nu bağımsız olarak keşfetti ve optik üzerine yazdığı makalede, bu kanundan ilk kez bahsedilmiş oldu.
Newton'un matematiğine etkisi.
Mevcut popüler görüş, Descartes'ın genç Isaac Newton üzerinde herkesten daha fazla etkiye sahip olduğu görüşündedir ve bu onun tartışmasız en önemli katkılarından biridir. Decartes'in etkisi, doğrudan orijinal Fransızca "La Géométrie" baskısından değil, daha çok Frans van Schooten'in eserin genişletilmiş ikinci Latince baskısından yayıldı. Newton, Descartes'ın konuyu Yunan perspektiflerinin zincirlerinden kurtaran kübik denklemler üzerindeki çalışmasına devam etti. En önemli kavram, tek değişkenleri çok modern bir şekilde ele almasıydı. Newton, Descartes'ın gezegen hareketinin girdap teorisini evrensel yerçekimi yasası lehine reddetti ve Newton'un Principia ikinci kitabının çoğu, onun karşı savına ayrılmıştır.
Çağdaş kabulü.
Ticari terimlerle, "Discourse (Söylem)" Descartes'ın yaşamı boyunca 200'ü yazara ayrılmış olmak üzere 500 kopyalık tek bir baskı olarak ortaya çıktı. Benzer bir kaderi paylaşan, Descartes'ın ölümüne kadar satmayı başaramamış olan "Meditations (Meditasyonlar)"'ın tek Fransızca baskısıydı. Bununla birlikte, ikincisinin Latince baskısı, Avrupa'nın bilimsel topluluğu tarafından hevesle arandı ve Descartes için ticari bir başarı olduğunu kanıtladı.
Descartes, yaşamının sonlarına doğru akademik çevrelerde iyi tanınmasına rağmen, eserlerinin okullarda öğretimi tartışmalıydı. Utrecht Üniversitesi'nde Tıp Profesörü olan Henri de Roy (Henricus Regius, 1598-1679), Descartes'ın fiziğini öğrettiği için üniversitenin Rektörü Gijsbert Voet (Voetius) tarafından kınandı.
Sözde Gül Haçlık.
Descartes'ın Gül Haçlılar üyeliği tartışılmaktadır. Adının baş harfleri, Gül Haçlılar tarafından yaygın olarak kullanılan R.C. kısaltması ile ilişkilendirilmiştir. Ayrıca, 1619'da Descartes, Gül Haç hareketinin tanınmış uluslararası merkezi olan Ulm'a taşındı. Almanya'daki yolculuğu sırasında Descartes, daha önce kardeşliğe katılma konusundaki kişisel taahhüdünü ifade eden Johannes Faulhaber ile tanıştı.
Descartes, "The Mathematical Treasure Trove of Polybius, World Citizen of the World" adlı eserini "dünyanın her yerindeki bilgili insanlara ve özellikle Almanya'daki seçkin B.R.C.'ye (Gül Haç Kardeşleri)" ithaf etmiştir. Çalışma tamamlanmadı ve yayınlandığı kesin değildir.
Bibliyografya.
Yazılar.
Ocak 2010'da, Hollandalı filozof Erik-Jan Bos Google'da gezinirken Descartes'ın daha önce bilinmeyen 27 Mayıs 1641 tarihli bir mektubunu buldu. Bos, sözü edilen mektubu Haverford College tarafından Haverford, Pensilvanya'da tutulan yazarın kendi el yazmalarının bir özetinde buldu. Kolej, mektubun hiç yayınlanmadığından habersizdi. Bu, Descartes'ın son 25 yılda bulunan üçüncü mektubuydu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14666",
"len_data": 38702,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.96
}
|
François Marie Arouet (21 Kasım 1694 - 30 Mayıs 1778) ya da Voltaire takma adıyla tanınan Fransız yazar ve filozof. Fransız Aydınlanması'nın en önemli filozoflarının başına gelir hatta Aydınlanma hareketinin babası sayılabilir. Zamanının toplumsal, dinî, politik ve kültürel konularını radikal bir biçimde eleştirmiştir.
Voltaire çok yönlü ve üretken yazardır; oyunlar, romanlar, şiirler, makaleler, bilimsel açıklamalarına rastlamak mümkündür, neredeyse her yazınsal türde eser vermiştir. 20 binden fazla mektup, 2 binden fazla kitap ve kitapçığı mevcuttur. Voltaire, toplumsal özgürlüklerin yılmaz savunucusuydu ve Katolik Fransız Monarşisi'nin sıkı sansür yasaları karşısında tehdit altındaydı. Hoşgörüsüzlüğü, dinî dogmaları ve Fransız kurumlarını yıpratıcı bir biçimde hicvediyordu. En ünlü yapıtı aynı zamanda başyapıtı (magnum opus'u) Candide; zamanının birçok olayını, düşünürünü ve felsefesini, en önemlisi Gottfried Leibniz'i ve dünyamızın "mümkün dünyaların en iyisi" olduğu inancını ele alan, eleştiren ve alay eden bir romandır.
Hayatı.
İlk yıllar.
Voltaire Paris'te, 1694'te doğmuştur. Sekiz yıl boyunca sanat eğitiminin başladığı Collège Louis-le-Grand'da okumuştur. Fakat orada "Latince ve aptallıklar" dışında bir şey öğrenmediğini iddia etmiştir.
Mezun olduktan sonra Voltaire edebiyatta kariyer yapmaya başladı. Babası ise oğlunun hukuk eğitimi almasını istiyordu. Bu nedenle Voltaire, Paris'te bir avukatın asistanı olarak çalışıyormuş gibi gözüküp, zamanının büyük bir kısmını hicivsel şiirler yazmaya adamıştır. Babası bunu öğrendiğinde Voltaire'i yine hukuk okumaya göndermiştir; yine de Voltaire yazmayı sürdürmüştür. Sivri dili ile aristokratik ailelerin beğenisini toplamıştır. Kral XV. Louis'nin naibi, Orléans Dükü, II. Philippe'i konu alan bir yazısı nedeniyle Bastille'de hapsedilmiştir. Oradayken çıkış yaptığı piyesi "Oedipe"'yi kaleme almış ve "Voltaire" ismini almıştır. "Oedipe"'nin başarısı Voltaire'i etkili bir isim yapmakla beraber onu Fransız Aydınlanmasına dahil etmiştir.
İngiltere'ye sürgün.
Voltaire'in hazır cevaplılığı ve sivri dili başına bela olmayı sürdürdü. Genç bir asilzadeyi gücendirmesi onun mahkeme dahi olmadan sürgün edilmesine yol açtı. Voltaire'in İngiltere'ye sürgünü, İngiltere'deki düşünsel durum ve yaşadıkları düşüncelerini büyük oranda etkilemiştir. İngiliz monarşisinden ve ülkenin din ve ifade özgürlüğüne verdiği değerden etkilenen genç yazar, ülkenin yazar ve düşünürlerinden de etkilenmiştir, Shakespeare gibi. Gençlik yıllarından Shakespeare'i Fransız yazarlarına bir örnek olarak görse de, daha sonraları kendini ondan daha büyük bir yazar olarak görmüştür.
3 yıllık sürgünden sonra Paris'e dönmüş ve fikirlerini İngiliz hükûmetini konu alan kurgusal bir metinde toplayarak bastırmıştır; "Lettres philosophiques sur les Anglais" ("İngiliz(ler) hakkında felsefi mektuplar"). İngiliz monarşisini daha gelişmiş ve insan haklarına daha saygılı görmesi nedeniyle yazınları Fransa'da büyük bir tartışmaya yol açmış ve sonunda öyle bir noktaya gelinmiştir ki evrakın kopyaları yakılmış Voltaire ise Paris'i terk etmeye zorlanmıştır.
Château de Cirey ve sonrası.
Bundan sonra sınırdaki Château de Cirey'e yerleşen Voltaire burada Marquise (Markiz) du Châtelet, Gabrielle Émilie le Tonnelier de Breteuil ile de bir ilişkiye başladı. Voltaire ile Marquise 21.000'den fazla kitap toplamışlardır. Kuşkusuz Voltaire'in 15 yıl süren bu ilişkisi entelektüel gelişimine yardımcı olmuştur. Yazmaya devam eden Voltaire "Mérope" gibi oyunları ve bazı kısa öyküleri yayımlamıştır. İngiltere'de geçirdiği zamanda onu en çok etkileyen şeylerden birisi Isaac Newton'un çalışmalarıdır. Eser ve düşüncelerinde bunun etkileri görülebilir.
Marquise'in ölümünden sonra Voltaire Berlin'e, yakın arkadaşı ve hayranı olan Büyük Friedrich'e gitmiştir. Kral zaten onu daha önce ısrarla saraya davet etmişti. Her ne kadar ilk zamanlarda buradaki yaşamı iyi gitse de, zamanla çeşitli zorluklarla karşılaşmaya başlamıştır. Sivri dili ile burada da haksız bulduğu durumları eleştirmiştir. Sonunda kızdırdığı Friedrich, Voltaire'in tüm evrakının kopyalarını yakmış, Voltaire'i de tutuklatmıştır. Voltaire Paris'e doğru yola çıkmış fakat XV. Louis onun kente girmesini yasaklayınca, Cenevre'ye gitmiştir. Her ne kadar iyi karşılansa da tiyatral performansları yasaklayan Cenevre yasaları Voltaire'in "Candide, ou l'Optimisme" ("Candide, veya İyimserlik") isimli eserini yazmasına ve kenti terk etmesine neden olmuştur. Bu eser Gottfried Leibniz'in felsefesinin hicvidir. Bugün Voltaire'in en tanınmış eseri "Candide"'dir. Ferney'de malikâne almış ve 1778'deki ölümüne kadar burada yaşamıştır.
Fikirleri.
Sadece Fransa'da değil tüm Avrupa'da Aydınlanma döneminin büyük önderi Voltaire'dir. Victor Hugo'nun dediği gibi, "Voltaire'i anmak, tüm 18. yüzyılı anlamaktır" ("Citer Voltaire, c'est caractériser tout le XVIIIe siècle."). Lamartine ise şöyle der: "İtalya Rönesans'ı yaşadı, Almanya Reform'u gördü fakat Fransa'nın ise Voltaire'i vardı" (L'Italie a eu la Renaissance, l'Allemagne a eu la Réforme, mais la France a eu Voltaire). Voltaire, ilerleme fikrini aklın egemenliği olarak tanımlamıştır ve bu düşünceyi temsil eden en önemli isimlerden biridir. İlerleme teriminden, entelektüel, bilimsel ve ekonomik ilerlemeyi anlamıştır. Toleransın bilimsel ve ekonomik ilerleme için kaçınılmaz olduğuna inanmış ve bu nedenle toleransı savunmuştur. Aynı şekilde, düşünce ve ifade özgürlüğünün yanı sıra politik özgürlüğün de yılmaz bir savunucusu olmuştur. Locke gibi, devletin insan haklarına saygı göstermesi gerektiğini savunmuştur. Voltaire, felsefi açıdan orijinal bir filozof olarak tanınmaz ancak, yeni empirizmin prestijini ve anlaşılmasını artırmada büyük bir rol oynamıştır. Locke'u, aydınlanmış çağdaşlarıyla (enlightened contemporaries) birlikte, insan zihnine Newton'ın doğaya yaptığını yapmış bir deha olarak görmüş ve büyük bir saygıyla karşılamıştır.
Voltaire, özellikle İngiliz felsefesini Fransa'ya taşıyarak, Fransız Aydınlanması'nın hızlanmasına ve yayılmasına büyük katkıda bulunmuştur. "İngilizler Üzerine Mektuplar" (Lettres sur les Anglais) adlı eserinde yurttaşlarına yeni bir doğa felsefesi ve toplum düzeni sunmuştur. Bu mektuplar, Kara Avrupa'sına İngiliz düşüncesini tanıtan ve Newton'un mekanist doğa sistemi, Locke'un empirist felsefesi ve İngiliz aydınlanmasını yakından inceleyen önemli bir dönüm noktası olmuştur. Voltaire, bu mektuplarda İngilizlerin politik, sosyal ve entelektüel yaşamlarını detaylı bir şekilde ele almıştır. İngilizlerin hoşgörü, adalet, din özgürlüğü, ticaret özgürlüğü gibi konulardaki ilerici yaklaşımlarını örnek göstererek, Fransız toplumuna benzer reformlar önermiştir. Newton'un bilimsel yöntemlerini ve determinist doğa anlayışını vurgulayarak, rasyonalite ve akıl temelinde bir düşünce sistemini savunmuştur. Locke'un deneyci felsefesini benimseyerek, insan bilgisinin duyusal deneyimlerden kaynaklandığını ve özgür iradeye sahip olduğunu vurgulamıştır. Voltaire'ın "İngilizler Üzerine Mektuplar"ı, Avrupa kültür tarihinde büyük bir etki yaratmış ve Aydınlanma düşüncesinin yayılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu mektuplar, Fransız Aydınlanması'nın fikirlerini şekillendiren ve toplumsal değişim sürecine ivme kazandıran önemli bir kaynaktır. Voltaire'ın eserleri, çağdaşlarına ve gelecek nesillere aydınlanma, hoşgörü ve özgürlük gibi evrensel değerlerin önemini hatırlatmış, onları etkilemiştir.
Voltaire ve eğitim, özgürlük konusunda çok şey yaptığı nesil, genetik psikolojinin titiz bir şekilde kullanılmasıyla -bunu o şekilde adlandırmasalar da- insan ve doğadaki her şeyin işleyişinin açıklanabileceğine inanıyordu. Bu sayede, teoloji, metafizik ve diğer gizli dogma veya hurafe türleri olarak bilinen, tembelliğin, körlüğün ve kasıtlı hilelerin ürünü olan karanlık gizemler ve grotesk masalları sona erdirilebileceklerdi. Vicdansız dolandırıcılar tarafından uzun süre boyunca aptal ve cahil kitleleri kandırmak için kullanılan bu unsurlar, onların öldürdüğü, köleleştirdiği, ezdiği ve sömürdüğü insanlar tarafından kabullenilmişti.
Metafizik anlayışı.
Voltaire'nin felsefi anlamda tutarlı bir görüş sergilediği söylenemez, çünkü hem "düşünen madde" (la matière pensante), hipotezini benimseyerek sıkı bir materyalist yaklaşım sergilerken, hem de Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya yönelik argümanlar ortaya koyar. Despotizmden nefret etmesine rağmen, filozofların etkisiyle aydınlanmış bir monarşinin adil ve haksever yönetimini tercih eder. Bu özellikleriyle Fransız Aydınlanması'nın önde gelen isimlerinden biri olan Voltaire, Fransız monarşisi ve kiliseye karşı mücadelesiyle bilinirken, aslında din ve Hristiyanlık görüşleriyle de tanınır.
Voltaire'ın felsefesi, Fransız filozoflar Montaigne, Gassendi, Descartes ve Bayle yerine daha çok İngiliz geleneği, özellikle John Locke tarafından şekillendirilmiştir. Voltaire, İngiliz felsefesini Fransa'ya getiren bir figür olarak ön plana çıkmıştır. Locke'un doğuştan düşünceler (tabula rasa) fikrini eleştirmesiyle birlikte deneyci bir anlayışı benimsemiş ve bilgiye deney ve gözlem yoluyla ulaşmanın önemini vurgulamıştır. Ayrıca, insan zihninin yeteneklerini ve sınırlarını belirlemenin felsefi soruşturma ile mümkün olduğunu savunmuştur. Voltaire'ın en büyük başarısı ise Bayie, Locke ve Newton gibi kişilerin düşüncelerini Fransız toplumuna olağanüstü açık ve parlak bir dille yayması olmuştur. Voltaire, bu düşünürlerin fikirlerinin Fransız toplumunda yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Voltaire, Lockeçu öğreti olan, bilginin duyusal deneyimlerle elde edildiği fikrini savunurken, empirik epistemolojiyle ilişkilendirilen iki görüşü açıkça reddeder. İlk olarak, skeptikler tarafından ortaya atılan ve Berkeley tarafından revize edilen "dünyanın var olmadığı" veya "varlığının bilinemeyeceği" görüşünü reddeder. Voltaire, Locke'un empirizmini kabul ederken dış dünyanın var olduğunu savunur. İkinci olarak, Diderot gibi filozofların empirizmle ilişkilendirdiği ve "insanın özgürlüğünün bir yanılsama olduğu" görüşünü reddeder. Bu görüş, duyusal deneyimler aracılığıyla elde edilen her şeyin çevre tarafından tamamen belirlendiğini ve dolayısıyla özgürlükten bahsedilemeyeceğini iddia eder. Voltaire, bu görüşü de sağduyunun bakış açısından ve bazı ahlaki mülahazalar sonrası reddeder.
Voltaire, empirik bilgi anlayışı ve metodolojisine uygun olarak, Condillac'ın yapmış olduğu bir ayrımla metafiziği ikiye böler. Bu iki kategori "hepsini keşfetme iddiasında olan ihtiraslı metafizik" ve "hakikate dair araştırmalarını insan zihninin tüm zayıflıklarının belirlediği sınırlar içinde sürdüren mütevazı metafizik"tir. Voltaire, birinci kategorinin imkânsızlığı nedeniyle tercihini ikinci kategoriden yana kullanır ve Locke'un izinden giderek metafiziği "empirik yöntemlerle sınırlı, doğal olarak sınırlı bir bilim" olarak tanımlar. Voltaire, II. Frederick'e yazdığı bir mektupta metafiziğin "bir tarafta sağduyulu insanların bildiği şeyler, diğer tarafta ise hiçbir zaman bilemeyecekleri şeyler" olarak iki şeyden oluştuğunu ifade eder. Voltaire'in mütevazı metafiziği, maddeden ve Tanrı'dan oluşan iki tözü kabul etmesiyle şekillenir. Bu iki töz arasındaki ilişkiyle ilgili fikirleri zamanla değişmiştir. Genellikle, maddenin Tanrı'dan kaynaklandığını ve kendi içinde tam bir düzen ve yasalara tabi olduğunu savunur.
Tabiat ve Tanrı anlayışı.
Voltaire'in düşünceleri, tabiat ile sanat arasındaki münasebet üzerine yoğunlaşan belirgin temalarla şekillenir. O, tabiatı kendisine mahsus bir sanat eseri olarak telakki eder ve evreni bir saate benzetir. Artificializm adı verilen bu yaklaşım, evrenin düzenli ve muntazam bir yapıda olduğunu iddia ederken, aynı zamanda tasarımcısının mevcudiyetini de işaret eder. Voltaire, evrenin bu düzen ve intizamının yalnızca "ebedî bir geometri ilahı" (Dieu éternel géomètre) tarafından gerçekleştirilebileceğine inanır. Voltaire, Tanrı'nın varlığına dair argümanlarında değişik evrelerden geçmiştir. Başlangıçta dünyanın tesadüfi bir varlık olduğunu savunurken, daha sonra bu argümanı terk etmiş ve tabiatın düzenine odaklanmıştır. Ona göre, Tanrı, tabiatın bilge bir yaratıcısıdır ve insanların kurtuluşuyla değil, tabiatın intizamının teminiyle meşgul olur. Voltaire'in düşünceleri, tabiat ve insan ilişkisindeki sabitlik ve değişmezlik düşüncelerine dayanır. İnsanların tabiatı değiştiremeyeceklerini ve onunla uyum içinde olmaları gerektiğini savunur. Bu sebeple, insanların mevcut şartlarda mutluluğu bulmak yerine kabullenme ve tatmin olmayı tercih etmeleri gerektiğini düşünür. Voltaire, Epicurus ve Descartes gibi düşünürlerin aksine, doğal nedenlerin kozmogoni arayışına yol açmadığına inanan bir tutum sergilemiştir. Voltaire, kozmogonik konuları ele alırken aynı zamanda eleştirel bir tutum sergiler. O, doğal nedenlerin kozmogoni arayışına yol açmadığını ve evrenin mevcut durumunun bir tesadüf olmadığını savunur. Voltaire, doğanın düzenini açıklamak için kozmogonik açıklamaların yetersiz olduğunu düşünür ve bunun yerine bilgi, akıl ve gözlem temelli yaklaşımların önemini vurgular. Onun ilgi odağı ise Newton'un fizik teorisidir. Newton'un evrensel düzeni ve mekanik yasaları, Voltaire için bir tasarımcının ve yaratıcının varlığına işaret etmektedir. Newton'un bilimsel keşifleri, Voltaire için Tanrı'nın varlığını ve doğanın bilge bir yaratıcısı olduğunu kanıtlar niteliktedir. Voltaire, doğanın düzeninin Tanrı tarafından belirlendiğine ve bu düzenin insan hayatının varlığı ve sürdürülebilirliği için önemli olduğuna inanır. Ancak Voltaire, insanın kurtuluşu için Tanrı'ya değil, bilgi ve akılcılığa dayalı çabalarına güvenmesi gerektiğini savunur. Buna göre, Kant ve Laplace için Newton'un fizikteki eksiklikleri, yeni kozmogonik araştırmalarla doldurulması gereken bir boşlukken, Voltaire için ise kesin ve kalıcı bir durumu ifade eden bir şeydir. Voltaire, Leibniz'i eleştirmesinin temel nedenlerinden biri, Leibniz'in "yeter neden ilkesi" olarak bilinen felsefi prensibidir. Leibniz'e göre her olayın bir nedeni vardır ve bu nedenlerin var oluşu evrenin düzenini açıklar. Voltaire ise bu prensibin Tanrı'nın tamamen özgür kararlarını ve insanın özgür iradesini sınırladığını düşünmüştür. Ayrıca Voltaire, Leibniz'in göreceli zaman ve mekân anlayışını eleştirmiştir. Leibniz'e göre zaman ve mekân, bireysel varlıkların bakış açısına göre değişebilir ve görecelidir. Ancak Voltaire, Newton'un fizik teorisindeki mutlak zaman ve mekân kavramlarının daha doğru olduğunu savunmuştur. Ona göre, evrenin düzeni ve Tanrı'nın varlığına dair doğru bir anlayış için mutlak zaman ve mekân kavramlarının kullanılması gerekmektedir. Bu eleştirilerle birlikte, Voltaire Newton'un fizik teorisine ve onun evrenin düzeni ve Tanrı'nın varlığına dair kanıtlarını daha çok benimsemiştir.
Tolerans.
Voltaire'a göre hoşgörüsüzlük özellikle Hristiyanlıkla ilişkilidir: Doğu ülkeleri, Romalılar, Yunanlar ve hatta Yahudiler dâhil, ona göre, hiçbirinde dinî hoşgörüsüzlük olmamıştır. Bunun sebebi, Hristiyanlığın hem dünyevi hem de manevi alanda egemenlik isteyen bir din olmasıdır; ruhani olanın politik önceliği, papaların büyük iddiasıdır. Ancak, sadece "toplumun fiziksel ve ahlaki iyiliğini" düşündüğümüzde, bu iddianın insan ve vatandaş için sürekli bir engel olduğunu fark ederiz. Voltaire, toleransın güçlü bir hükûmetin önemli bir unsuru olduğuna inanmış ve dinî kurumların bazı pratiklerinin ve müdahalelerinin güçlü bir hükûmetin yolunda engeller oluşturabileceğini dile getirmiştir. Voltaire, Protestanların eşit haklara sahip olmaları gerektiğini savunarak dinî hoşgörüsüzlüğün ekonomik hayata olumsuz etkilerini vurgulamıştır. Ayrıca, ticaretin canlı tutulması ve ekonomik ilerlemenin sağlanması için hoşgörünün önemli olduğunu düşünmüştür. Bu şekilde, Voltaire'ın düşünceleri, dönemin ekonomik koşullarıyla bağlantılı olarak hoşgörü ve eşitlik ilkesini desteklemektedir. Voltaire'ın tutumunda, ahlaki değerlerin temelini oluşturan bağımsızlık fikri önemli bir yer tutar. Onun gözünde, dinin ahlaki değerleri belirlemesi yerine insanın kendi doğasına uygun amaçlara yönelmesi gerekmektedir. Bu nedenle, Voltaire, Unigenitus meselesinde ifade edilen teklifin, dinin ahlaki ilkelere hükmetmesine karşı çıkar. Ona göre, bir kişinin görevini yerine getirmesini engelleyecek bir korkunun olmaması gerekmektedir. Bu tutumuyla Voltaire, insanın özgür iradesine ve kendi doğasının rehberliğine dayanan bir ahlaki çerçeveyi savunmaktadır. Onun düşünceleri, dinin ahlaki değerleri zorlama veya kısıtlama yetkisi olmadığını vurgulamaktadır. Voltaire'a göre, insanın bağımsızlık ve özgürlük arayışı, ahlaki değerlerin temelini oluşturan bir ilkedir ve hiçbir din bu ilkeye üstün gelemez.
Deizmi.
Voltaire, İngiliz felsefesinin etkisiyle deizme bağlanmış ve klasik Tanrı anlayışlarını ve dinin kurumsal boyutunu sert bir eleştiriyle karşılamıştır. Hristiyanlık ve özellikle Katolik Kilisesi'ne duyduğu düşmanlık, sadece inanç kaybından değil, daha çok sosyal ve insani gerekçelerden kaynaklanmaktadır. Voltaire, Hristiyanlık ve Kiliseyi otorite, sınırlama ve baskı sembolleri olarak görmekte ve evrensel değerler olan insan hakları, özgürlük ve adaleti engelleyen kurumsal yapılar olarak eleştirmektedir. Onun düşünceleri, dinî kurumları sorgulamayı ve insanların özgür iradeleriyle düşünmeyi teşvik etmektedir. Voltaire, eğitim sistemindeki tekelleşme ve hoşgörüsüzlük yaratan Kiliseye karşı çıkmış ve aydınlanma ideallerini savunmuştur. Mücadelesi, insanların özgürlüğünü ve adaleti destekleyen bir aydınlanma idealiyle derinlemesine bağlantılıdır. Hristiyan bağnazlığına yönelik sert eleştirilerine rağmen, Voltaire materyalist ateizme tam anlamıyla düşmek istemez. Tanrının yokluğunun yol açacağı nihilizmden endişe duyan Voltaire, bu inançsızlığın halk için büyük bir tehlike oluşturduğuna inanır. Ona göre, entelektüeller ateist olabilir ve bu bir sorun teşkil etmez; ancak halkın büyük çoğunluğu ateist olursa, toplumun refahı ve sosyal düzeni açısından ciddi bir sorun ortaya çıkar. Voltaire, nihilizm korkusuyla birlikte doğal bir dinin veya akıl dininin savunuculuğunu yapmaya başlar. Bir dinin hem akait veya dogmatik hem de etik boyutu olduğunu, yani mistik ve metafizik unsurların yanı sıra ahlaki öğelerin de bulunduğunu göz önünde bulundurarak, Voltaire, anlaşılamayan, akıl yoluyla temellendirilemeyen birinci boyutun tamamen terk edilmesi gerektiğine inanır. Ona göre, tüm dinlerde ortak olduğuna inandığı ikinci boyut üzerinde, akıl yoluyla bulunmuş bir Tanrı inancının gerekliliği üzerinde durur. "Tanrı yoksa bile, onu icat etmek gerekir." ("Si Dieu n'existait pas, il faudrait l'inventer.") sözü bu doğrultuda incelenmelidir. Bu söz, Tanrı'nın varlığına inanılmasının toplumun düzeni ve ahlaki değerleri açısından önemli olduğunu ifade etmektedir. Voltaire, insanların ahlaki bir rehber olarak Tanrı fikrine ihtiyaç duyduğunu savunurken, aynı zamanda bu fikrin toplumsal düzeni ve ahlaki değerleri korumada bir işlev gördüğünü de vurgulamaktadır. Sözün amacı, Tanrı'nın var olup olmadığından ziyade, toplumsal düzenin ve ahlaki değerlerin sürdürülmesinde Tanrı kavramının önemine dikkat çekmektir.
Voltaire, Tanrı'nın varlığını açıklarken iki yaklaşımı benimser. İlk olarak, Tanrı'nın varlığını nesnel bir kanıt ve rasyonel bir analizle ortaya koymaya çalışır. Akıl yoluyla, mantık ve gözlem temelinde Tanrı'nın varlığını savunur. İkinci olarak, ateizm ve nihilizmin yol açabileceği ahlaki ve sosyal kaoslara dikkat çeker ve Tanrı'nın varlığını öznel bir argüman veya pragmatik bir analizle ortaya koyarak, "Tanrı'nın olmadığı durumda bile, bir Tanrı'nın icat edilmesinin gerekliliğini" öne sürer. Bu yaklaşımlar, hem akıl ve mantıkla hem de ahlaki ve sosyal endişelerle Tanrı'nın varlığını savunmayı amaçlar. Voltaire, Tanrı'nın varlığını savunmak için iki argüman sunar. İlk olarak, doğadaki düzen ve amaçlılık gözlemiyle, bir akıllı yaratıcının varlığının gerekliliğini ortaya koyar. Saatçi argümanı olarak da bilinen bu delil, bir saatin varlığının bir saatçinin varlığını gerektirdiği gibi, evrendeki düzenin akıllı bir yaratıcıyı gerektirdiğini savunur. İkinci olarak, insanların içindeki ahlaki değerler ve vicdani düşüncelerin, Tanrı'nın varlığını gösterdiğini ileri sürer. İnsanların doğuştan sahip olduğu ahlaki anlayışın, evrensel bir ahlaki düzenin varlığını desteklediğini vurgular. Voltaire, bu argümanlarla Tanrı'nın varlığını akıl yoluyla ve ahlaki temellendirmeyle ortaya koyar. İkinci olarak, Locke'un kozmolojik argümanını kullanarak varlık zincirindeki zorunlu bir varlığın varlığını savunur ve bu zorunlu varlığın Tanrı olduğunu belirtir. Voltaire'ye göre, kendisi de dâhil olmak üzere maddi varlık alanı, Tanrı tarafından hareket, düşünce ve duygularla aktarılmıştır. Voltaire, Tanrı'nın dünyayı düzenli bir şekilde yarattığını ve her şeyin belirli bir amaca hizmet ettiğini savunur. İnsanların ahlaki yasaya uymalarını bekleyen bir Tanrı olduğunu öne sürer. Ancak, Lizbon depremi ve 70 yıl savaşları gibi olaylar Voltaire'in evrenin mükemmel düzenine olan inancını sarsar. Bununla birlikte, Voltaire, deist bir Tanrı inancını sürdürür. Candide adlı eseri, bu değişen düşüncelerini yansıtır. Özetle; Voltaire, başlangıçta kötülüğün göreceli olduğunu savunurken Lizbon depremi gibi olaylarla kötülüğün mutlak varlığını kanıtlamaya çalışır. Tanrı'nın var olduğuna ve mutlak özgürlüğe sahip olduğuna inanırken, doğa yasalarının neden olduğu felaketlerden de sorumlu olduğunu düşünür. Voltaire, Leibniz'in Tanrı ve kötülük ayrımını kabul etmez. Bu noktada; ya depremler, savaşlar, cinayetler ve diğer kötülükler Tanrı'nın insanları gözetmediğinin bir kanıtıdır ya da kötülüğün insanın anlama yetisini aşan bir hikmeti vardır.
Etik Anlayışı.
Voltaire'in etik anlayışı, Aydınlanma döneminin etik felsefesinden etkilenmiştir. Onun için ahlaki değerler, doğal ve evrensel düzene göre belirlenmez, insanın akıl ve mantığıyla anlayabileceği şekilde yaratılır. Voltaire, insanın özgürlüğüne ve mutluluğuna önem verirken, ahlaki değerleri insanın doğasından ve toplumsal ilişkilerden türeterek açıklamaya çalışır. Voltaire'e göre, etik değerlerin kaynağı, insanların karşılıklı anlayış ve adalete dayalı olarak yaşadığı toplumda ortaya çıkar. İnsanlar arasında adalet, eşitlik, özgürlük ve hoşgörü gibi evrensel değerlerin hâkim olması gerektiğine inanır. Toplumun düzeni ve refahı, bireylerin doğal haklarına saygı gösterilmesiyle sağlanabilir. Ayrıca Voltaire, eleştirel düşünceyi ve özgür ifadeyi savunur. Ona göre, insanların fikirlerini özgürce ifade etmesi, tartışması ve eleştirmesi, toplumun ilerlemesi ve daha adil bir dünya için önemlidir. Tolerans, çeşitlilik ve entelektüel özgürlük, Voltaire'in etik anlayışının temel öğeleridir. Sonuç olarak, Voltaire'in etik anlayışı, insanların özgürlüğüne, adalet ve eşitliğe dayanan bir toplumsal düzenin önemini vurgularken, eleştirel düşünce ve özgür ifadeye verdiği değerle Aydınlanma ideallerini yansıtmaktadır.
Politika anlayışı.
Voltaire'in politika anlayışı, despotizme ve despot yönetimlere karşı bir eleştiri ve demokratik değerlere dayalı bir sistem savunusuyla şekillenmiştir. Ona göre, hükûmetlerin temel amacı, insanların doğal haklarını korumak ve onların refahını sağlamaktır. Voltaire, yetkinin tek elde toplandığı mutlak monarşik sistemlere karşı çıkar ve bireylerin haklarını koruyan, adil ve özgür bir toplum düzeni için demokratik prensipleri destekler. Yönetimin meşruiyetini, halkın rızasına ve hukuka dayandırır. Hükûmetlerin despotik ve keyfi uygulamalarını eleştirirken, hukukun üstünlüğüne, yargı bağımsızlığına ve bireysel özgürlüklere vurgu yapar. Aynı zamanda Voltaire, fikir ve ifade özgürlüğünü savunur. Ona göre, sansür ve baskı, gerçeğin ortaya çıkmasını engelleyerek toplumu geriye götüren unsurlardır. Fikir özgürlüğünün olduğu bir ortamda, insanlar özgürce düşünme, tartışma ve eleştirme imkanına sahip olmalıdır. Bu da demokratik bir toplumun temel prensiplerinden biridir. Genel olarak, Voltaire'in politika anlayışı, demokratik değerlere dayanan, insan haklarına saygı gösteren ve özgürlükçü bir sistem önerir. Despotizme karşı çıkarak, hükûmetlerin insanların refahını sağlamak ve bireylerin özgürlüklerini korumak için var olduğunu vurgular. Fikir özgürlüğünü savunması da demokratik bir toplumun temel taşlarından biridir.
Çalışmaları.
Çok üretken bir yazar olan Voltaire neredeyse tüm edebi şekillerde eser vermiştir. Başlıca eserleri şunlardır:
Oyunlar.
Voltaire, tamamlanamamışlar dahil, 50-60 arası oyun kaleme almıştır. Bunlardan bazıları:
Şiir.
Voltaire'in ilk basılan çalışması şiirdir. İki uzun şiir kaleme almıştır: "Henriade" ve "Pucelle". Bunların yanında birçok kısa şiir de yazmış ve genellikle kısa şiirleri bu iki uzun şiirinden daha fazla beğeni toplamıştır.
Mektup.
2. Katerina ile yapmış olduğu 26 mektuplaşması vardır. Bu mektuplardan 30 Ekim 1768 tarihlisinde Volter (Voltaire)
"İmparator Majesteleri, Türkleri öldürerek beni hayata döndürüyor. [...] Yani haklıydım, ben Muhammed'den daha peygamberim: Ben şarkı söylediğimde Tanrı ve yengili birlikleriniz duymuştu." [...]
Felsefe.
Voltaire'in en tanınmış ve büyük felsefi eseri "Dictionnaire philosophique" yani "Felsefe Sözlüğü"dür. Dönemin Fransız siyasi müesseselerine yoğun eleştiri içeren yazınlar içeren sözlük, aynı zamanda o dönemlerde popülerleşmiş düşünceler ve Voltaire'in rakip ve düşmanları hakkında da yazınlar içerir. Bunun dışında eserde din eleştirisi de bulunmaktadır.
Diğer çalışmaları.
Voltaire bunların dışında tarihi ve düzyazı eserler kaleme almıştır. Düzyazı eserlerine şunlar örnek verilebilir: "L'Homme aux quarante ecus", "Zadig", dini ve felsefi optimizme saldıran ünlü "Candide". Ayrıca yaşamı boyunca yaklaşık 20.000'den fazla mektup yazmıştır ve bu mektuplar gerek kişiliği gerekse düşünce tarzı açısından büyük önem taşır. 1740 yılında basılan Anti-Machiavel isimli eseri Prusya kralı II. Friedrich için Niccolò Machiavelli'nin Prens adlı başyapıtına yanıt olarak kaleme almıştır.
Dış bağlantılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14668",
"len_data": 25825,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.54
}
|
Nobel Barış Ödülü, Alfred Nobel'in vasiyeti uyarınca, her yıl "ulusların ve halkların kardeşliği, silah ve orduların azaltılması, ve barış kongreleri düzenlemek için en çok çaba sarfeden" kişi, kişiler veya kuruluşlara verilir.
Nobel Barış Ödülü Oslo'daki Norveç Nobel Komitesi tarafından verilir. Bu komitenin üyeleri Norveç parlamentosu tarafından seçilir.
1901'den bu yana Nobel Barış Ödülü 104 kez, 138 kişiye verildi: 92 erkek, 19 kadın ve 27 kuruluş.
II. Dünya Savaşı'ndan bu yana, Barış Ödülü esas olarak dört ana alandaki çabaları onurlandırmak için verildi: "silah kontrolü ve silahsızlanma", "barış müzakereleri," "demokrasi ve insan hakları" ve "daha iyi organize olmuş ve daha barışçıl bir dünya yaratmayı amaçlayan çalışmalar." 21. yüzyılda Nobel Komitesi, Barış Ödülü ile ilgili olarak insan yapımı iklim değişikliğinin verdiği zararı ve çevreye yönelik tehditleri sınırlama çabalarını benimsedi.
Japonya merkezli Nihon Hidankyo örgütü, nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya yaratma çabaları ve nükleer silahların bir daha asla kullanılmaması gerektiğini tanık ifadeleriyle gösterdiği çabalar nedeniyle 2024 yılı Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü.
Adaylık ve Seçilme.
Nobel Barış Ödülü’nün adaylık ve seçim süreci, Norveç Nobel Komitesi tarafından yürütülür. Komite, Norveç Parlamentosu tarafından atanan beş üyeden oluşur ve bağımsız bir şekilde çalışır. Ödül, Alfred Nobel’in vasiyetine uygun olarak, “uluslar arasında barışı ve dostluğu teşvik eden en iyi çalışmayı yapan” kişi veya kuruluşa verilir.
Adaylık Süreci:.
Adaylar, belirli kriterlere uygun kişiler veya kurumlar tarafından önerilebilir. Aday önerme hakkına sahip olanlar şunlardır:
Aday önerileri, her yıl 1 Şubat tarihine kadar Norveç Nobel Komitesi’ne yazılı olarak sunulmalıdır. Komite, önerilen adayları değerlendirir, ancak aday listesi 50 yıl boyunca gizli tutulur. Norveç Nobel Komitesi, adayların isimlerini ne medyaya ne de adayların kendilerine doğrulamaktadır. Bazı durumlarda, aday isimleri medyada yer alabilir; bu, ya tamamen spekülasyonlardan kaynaklanır ya da bazı kişiler belirli adayları önerdiğini kamuoyuyla paylaşır. Nobel Barış Ödülü için aday listesi, Nobel Vakfı’nın tüzüğüne uygun olarak, ödül verildikten 50 yıl sonra açıklanır.
Seçim Süreci:.
Norveç Nobel Komitesi, adayları incelemek için danışmanlar ve uzmanlar ile çalışır. Değerlendirme süreci, adayların barışa katkılarını, uzun vadeli etkilerini ve Alfred Nobel’in vasiyetine uygunluğunu dikkate alır. Komite, genellikle Ekim ayında ödül kazananını açıklar. Ödül, bireylere, kuruluşlara veya birden fazla kişiye (en fazla üç) paylaştırılabilir.
Ödül töreni, her yıl 10 Aralık’ta (Alfred Nobel’in ölüm yıldönümü) Norveç’in Oslo kentinde düzenlenir. Kazananlar, bir madalya, bir diploma ve para ödülü alır (2024 itibarıyla tam Nobel Ödülü başına 11.0 milyon İsveç Kronu (SEK), yani yaklaşık 1.14 milyon ABD Doları).
Ödüllendirme Süreci.
Norveç Nobel Komitesi Başkanı her yıl Alfred Nobel'in ölüm yıldönümü olan 10 Aralıkta Norveç kralı ve Norveç kraliyet ailesinin huzurlarında Nobel Barış Ödülü'nü sunar. Barış Ödülü Stockholm'de sunulmayan tek Nobel Ödülüdür. Ödül sahibinin aldıkları bir diploma, madalya ve ödül miktarını doğrulayan bir belgeyi içermektedir. Nobel vasiyetinin yatırımlarının karlılığına ve ödül sahibinin yerel para birimiyle olan döviz değişimlerine bağlı olan para ödülü 2020 civarlarında yaklaşık 10 milyon isveç kronu (SEK) civarındaydı ve bu yaklaşık 1 milyon Amerikan dolarına denk gelmektedir.
1990 Yılından beri tören Oslo Belediye Binasında yapılmaktadır.
1947 ile 1989 arasında Nobel Barış Ödülü töreni Oslo Belediye Binasına birkaç yüz metre uzaklıkta bulunan Oslo Üniversitesi Hukuk Fakültesi avlusunda yapılmıştır. 1901 ile 1904 arasında ise tören Stortingte yapılmıştır.
Madalya.
Barış Ödülü'nün madalyası Norveçli heykeltıraş Gustav Vigeland tarafından 1901 yılında tasarlanmıştır. Vigeland'ın oluşturduğu Alfred Nobel profili ile Erik Lindberg'in kimya, edebiyat, fizik ve fizyoloji veya tıp madalyalarında tasarladığı profili farklılıklar göstermektedir. Vigeland'ın barış madalyasının kalıpları, kendisi bir gravür ustası olmadığından Lindberg tarafından yapılmıştır. Madalyanın arka yüzünde, "kardeşlik bağı" içinde üç adam ve "Pro pace et fraternitate gentium" ("Halkların barışı ve kardeşliği için") yazısı yer almaktadır. Madalyanın kenarında ise verildiği yıl, sahibinin adı ve "Prix Nobel de la Paix" ("Nobel Barış Ödülü") ifadesi yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14669",
"len_data": 4457,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Elara, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Yörüngesi açısından Himalia düzensiz grubunun üyelerindendir. Charles Dillon Perrine tarafından 1905 yılında keşfedilmiştir. Jüpiter'in 8. en büyük uydusudur. İsmi Zeus'un sevgililerinden Elera'dan gelmektedir. 1975'e dek Jüpiter VII olarak adlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14678",
"len_data": 304,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.43
}
|
Şereflikoçhisar, eski ve halk arasındaki ismiyle Koçhisar, Ankara ilinin bir ilçesidir.
Ankara'nın güney sınırında yer alan, il merkezine en uzak ilçelerden biridir. Ankara merkeze yaklaşık 147 km uzaklıkta olan Şereflikoçhisar, 1885 yılında belediye olmuş; 1891 yılında ilçe olan Şereflikoçhisar Konya iline bağlanmış, 1920'de il olan Aksaray'ın ilçesi olan Şereflikoçhisar, 1933 yılında Aksaray'ın ilçe yapılması sonucu Ankara'ya bağlanmıştır. Aksaray'a bağlı olduğu dönemde Şereflikoçhisar Cumhuriyet İlköğretim Okulu 1931'de Aksaray Valisi Ziya Günar tarafından yaptırılmıştır. 1989 yılında Sarıyahşi 7 köyü, Ağaçören 27 köyü ile ilçe olup, Aksaray iline bağlanmıştır. Ayrıca Evren (Çıkınağıl), 9 köyü ile 9 Mayıs 1990 tarihinde ve 3644 sayılı 130 İlçe Kurulması Hakkındaki Kanunla ilçe haline getirilerek Ankara iline bağlanmıştır. Koçhisar olarak bilinen ilçenin adı cumhuriyet döneminde Şereflikoçhisar yapılmış, yöre halkının Çanakkale'de verdiği şehitlerden ve gösterdiği kahramanlıklardan dolayı Mustafa Kemal Atatürk ve TBMM tarafından Şerefli unvanı ile ödüllendirilmiştir.Burada deniz teyzeler yaşar
Tarihçe.
Şereflikoçhisar'ın Hititler'den bu yana yerleşim birimi olduğu bilinmektedir. M.Ö. 334 yılında Pers orduları Makedonya İmparatoru Büyük İskender'e yenilince, İskender'e bağlı birlikler, Şereflikoçhisar üzerinden Kırşehir topraklarına girdiler. M.Ö. 275 yıllarında Keltler Ankara'ya kadar geldi ve Galatya'yı kurdu. Anadolu'ya yerleşen Keltlere Galatlar denildi. Anadolu'ya gelme amaçları tarlalarını sürüp hayvanlarını besleyecekleri, ekmek ve tuzlarını elde edebilecekleri ve etlerini tuzlayıp şaraplarını yapabilecekleri bir yurt edinmekti. Tuz Gölü ve çevresi bu amaca uygun olduğundan bölgeye yerleştiler. Tuzculuğu çok iyi bilen Tektosag boyundaki kabileler, Tuz gölü kıyılarında tuzlalar kurarak tuz üretimi ile uğraştılar. Hâlen ilçeye bağlı olan Karandere köyünün ilk kurulduğu yer olarak bilinen bölgeye Kelt denilmektedir. Son Galat kralı Amyntas'ın Tuz Gölü çevresinde 300'ü aşkın sayıda koyun sürüleri olduğu bilinmektedir. Doğu Roma İmparatorluğu'nun Türklere yenildiği 1071 Malazgirt savaşının ardından, Doğu Roma (Bizans) ordusunun generallerinden Frank kökenli Roussel de Bailleul bölgede hala etkin olan Galat kültürüne dayanarak bir isyan başlatılma imkanını görmüş ve savaşın kaybedilmesiyle zayıflamış Doğu Roma-Bizans devletine karşı ayaklanarak Orta Anadolu'da bir devlet kurmuştur. Bizans bu devleti yıkmak için askerî birlikler gönderse de bunlar başarısız olmuştur. Bunun üzerine Türklere yardım için başvuran Doğu Roma-Bizans'ın bu çağrısına Selçuklu Devleti de ilerisi için bu Frank-Kelt karışımlı devletin Türklere de problem çıkarabileceğini hesaplayarak yardım etmiştir. Nihayetinde Roussel de Bailleul yakalandı ve idam edildi. Kurduğu devlet de ortadan kalktı böylece Şereflikoçhisar tarihine Türkler ilk adımını atmış oldu. Selçuklu Hanedanı ve Osmanlılardan beri yerleşim birimi olduğu muhakkaktır. Selçuklular zamanında ilçenin kuzeyinde Koçhisar Kalesi kurulmuştur. Kale, Fatih Sultan Mehmet tarafından yıktırılmıştır.
1891 yılında ilçe olan Şereflikoçhisar, Konya iline bağlanmış, 1920'de il olan Aksaray'ın ilçesi olan Şereflikoçhisar, 1933 yılında Aksaray'ın ilçe yapılması sonucu Ankara'ya bağlanmıştır. Aksaray'a bağlı olduğu dönemde Şereflikoçhisar Cumhuriyet İlköğretim Okulu 1931'de Aksaray Valisi Ziya Günar tarafından yaptırılmıştır. 1989 yılında Sarıyahşi 7 köyü, Ağaçören 27 köyü ile ilçe olup, Aksaray iline bağlanmıştır. Ayrıca Evren, 9 köyü ile 9 Mayıs 1990 tarihinde ve 3644 sayılı 130 İlçe Kurulması Hakkındaki kanunla ilçe haline getirilerek Ankara iline bağlanmıştır.
Coğrafi konum.
İlçe, Ankara merkezine 150 km uzaklıkta ve güneyden en son ilçedir. Konya, Kırşehir ve Aksaray illeriyle komşudur. Yüzölçümü 1591 km²dir. Güneyden ova, kuzeyden dalgalı arazi yapısına sahip, denizden yüksekliği 975 m'dir. Çıplak ve kıraç arazisinde hakim iklim, karasal iklimdir. Tuz Gölü ve Hirfanlı Barajı'nın arasında yer alan önemli akarsu yoktur. Sadece Peçenek Çayı zikredilebilir.
İdari durum.
İlçede 65 mahalle bulunmaktadır. Yakın zamana kadar ilçeye bağlı olan köylerin Aksaray iline bağlanması ile köy sayısı azalmıştır. Bununla birlikte, ilçede Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı 3 anaokul, 13 ilkokul, 9 ortaokul ve 8 lise bulunmaktadır.
Gelenek ve görenekler.
Misafirperver ve yardımsever bir halkı olduğu söylenir. Düğün ve cenazelere katılım çok yüksek olur. İlçe merkezinde çömlek üretimi şu an çok azalsa da hala yapılmaktadır. Testide soğutulmuş su ve ayran ikramı adetlerindendir. Bugün köylerinin boşalması ile metrûk kalan köy odaları mevcuttur. Eskiden köylere gelen tanrı misafirleri özellikle yol üzeri köylerinde en iyi şekilde ağırlanır ve ihtiyaçları giderilirdi. Bu köy odaları kış aylarında köylülerin bir araya geldiği sosyal bir merkez ve eğitim yuvasıydı. Şu an için unutulan ama yakın zamanda oynanan yöreye has küçük baş hayvanın ayak kemiğinin bir parçasıyla oynan Aşık oyunu, çelik oyunu gibi oyunlar çocuklar tarafından oynanırdı. Tuz Gölünün kıyısında olması sebebiyle metal teller bükülerek göle bırakılır, birkaç gün bekletilerek tuz kristallerinin metale yapışmasıyla oluşan süs eşyaları yapılır.
İlçede özel tahinli ramazan pideleri vardır. Her aile ramazan'da iftar davetleri verir. Zenginler fakir halka gıda yardımında bulunur. Kış aylarında arabaşı denilen bir toplu ziyafet vardır. Acılı, özel hindi, tavuk gibi kanatlı hayvan etinden çorba, bir de çok özel olarak yapılan hamuru vardır. Önce hamur kaşıkla alınır, çorba ile çiğnenmeden içilir. Saya gezileri, kış yarılandığında mahalle veya köyün yeni delikanlıları çeşitli kıyafet değişiklikleri ile ev ev gezer, taklitler yaparak eski dönemlerde ziyaret için gerekli gıdaları, şimdilerde ise gönlünden geçen paraları alırlar. Aziz Mahmud Hüdayi gibi Anadolu'yu aydınlatan ilim irfan sahibi büyükler yetiştirmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14681",
"len_data": 5874,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.26
}
|
Kuzukulağı ("Rumex acetosella"), 20-50 cm boyunda, kırmızı gövdeli kuzukulağıgiller familyasından çok yıllık bir bitki türü.
Yapraklarda potasyum okzalat, oksalik asit, köklerde ise tanen, antrakinon türevleri, nişasta, reçine, şekerler vardır. Ayrıca kuzu kulağı, A, B, C vitaminleri, demir ve fosfor yönünden de zengindir.
Ok biçimli tüysüz yaprakları ve pembe renkli çiçekleri vardır. Bol miktarda oksalik asit içeren ekşi yaprakları sebze olarak yenir. Ayrıca halk arasında yapraklarından hazırlanan lâpalar çıban tedavisinde kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14683",
"len_data": 541,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.57
}
|
Feminist teoloji genellikle Batı dini gelenekleri (çoğunlukla Hristiyanlık ve Yahudilik'te) içinde bu dinlerin uygulamaları, gelenekleri, kutsal metinleri ve teolojilerini feminist bir perspektiften yeniden değerlendiren bir harekettir. Feminist teolojinin hedefleri arasında kadının din adamları ve dini otoriteler arasındaki rolünü genişletmek, Tanrı'nın erkeksi imajını yeniden yorumlamak ve inancın dili ve mitleri arasında dişi (female) tahayallü daha fazla göz önüne almaktır.
Feminizm dinlerin pek çok vechesi üzerine büyük bir etki bırakmıştı. Protestan Hristiyanlığın liberal kollarında kadın hâlen din adamı olabilmektedir. Reform, Konservatif ve Rekonstrüksiyonist Yahudilikte de hâlen kadınlar rabbi ve kantor (hazan) olabilmektedirler. Söz konusu Hristiyan ve Yahudi gruplarında kadınlar iktidar statülerini elde etmekte giderek daha fazla erkekle eşit hale gelmektedir. Bu eğilimlere Yahudiliğin ortodoks akımlarında, Katolik Kilisesinde, Güney Baptistleri ve Missouri Sinod Luteryanları gibi muhafazakâr Protestan gruplarında ve İslamiyette karşı çıkılmaktadır. Tüm bu dinler ve mezheplerde kadının din adamı ve erkeklerde olduğu biçimiyle din bilgini olarak kabulüne karşı çıkılmaktadır.
Yeni Ahit'te Pavlus kadınların kilisede sessizce oturması gerektiğini söylemiştir. İncil'in Korintliler bölümündeki bu tavsiyenin kaynağı Havva'nın kocasını günaha teşvik edişiydi. Hem Eski hem de Yeni Ahit'te kadın, erkeğin mülkü olarak görülmekteydi.
Amerikan Kilisesi içinde bazı kimseler kadına ilişkin bu olumsuz görüşlere karşı çıktılar ve feminizmin ilk öncüleri arasında olan Emma Willard 1821 yılında kadınları eğitmek amacıyla Troy Female Seminary'yi kurdu. Catherine Beecher 19.yüzyılda Hartford Female Seminary'yi kurdu. Bu öncüler ve onları takibeden başkaları kadının misyoner hareket içindeki pozisyonunu geliştirmeye katkıda bulundular. Yoğun itirazlara karşın Charlotte H. White 1815'te ilk kadın misyoner oldu. 1850 yılında ilk feministler arasında belki de en önemli bir yere sahip Antoinette Louise Brown teoloji eğitimi alan ve 1853 yılında papaz (ministry) olarak atanan ilk kadın oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14685",
"len_data": 2112,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.07
}
|
Lahana kelebeği ("Pieris brassicae"), en yaygın kelebek türlerinden olan bu kelebeğin kanatları çok açık sarı renkte ve kanat uçları siyah lekelidir. Tırtılları turpgillerden (Brassicaceae) bitki türleri ile beslenir; sebze bahçelerinde, bu familyadan bitkilerde zararlara yol açabilir.
Mart ayından Ekim'in sonlarına kadar şehir merkezlerinden dağlık alanlara kadar hemen her türlü habitatta gözlemlenebilirler. Kanat açıklığı yaklaşık 6 cm civarında olmakla beraber, oldukça hızlı uçarlar ve göç edebilmektedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14686",
"len_data": 516,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
1998 Rusya Krizi'nin olumsuz yansımaları giderek azalmakla birlikte hâlen yaşanmaktadır. Halkın % 23'ünün uluslararası standartlara göre yoksulluk sınırları altında yaşadığı uluslararası kuruluş raporlarında belirtilmektedir. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler sosyal yaşamı da etkilemektedir. Ekonomideki sıkıntıların kısa vadede giderilmesi beklenmemektedir.
Kullanılan paralar.
Kırgızistan'ın tamamında günlük yaşamda her türlü alışverişte resmi para birimi olan “Som” kullanılmaktadır. Araba alımı, elektronik eşya satan bazı firmalar ile büyük oteller ve bazı restoranlar dışında Amerikan doları ile alışveriş yapılmamaktadır.
Bişkek'te hemen her yerde sıkça rastlanan döviz bürolarında döviz bozdurma imkânı bulunmaktadır. Döviz bürolarında ABD Doları, Euro, Rus Rublesi, Çin Yuanı, Özbek Sumu ve Kazakistan Tengesi bozdurabilmekte ve alınabilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14692",
"len_data": 859,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.41
}
|
Anestezi (Yunanca yoksunluk öneki "an-" ve "aesthētos", "hissetmek"), genellikle cerrahi müdahalelerden önce uygulanan, bedenin tümünün ya da belli bir bölümünün ağrıya duyarsız hâle gelmesini sağlayan işleme verilen addır. Vücudun sadece belirli bir bölgesini uyuşturan anestezi türü ise lokal anestezidir. Anestezi yaratan maddelere anestezikler, ilgilenen uzmanlık dalına ise anestezibilim (anesteziyoloji) denir. Anestezi enjeksiyon, ilaç kabulu ve diğer yöntemlerle verilebilir.
Anestezi, duyumsama yokluğudur. Genel anestezi, geçici bilinç kaybı ile birlikte duyu fonksiyonlarının ortadan kalkmasıdır. Bu tür anestezi Alman tıbbında ve Türkiye'de bazı insanlar arasında genel anestezi deyimi yerine “Narkoz” da denilmektedir. Narkoz, anestezi ile eş anlamlı gibi görülüyor olsa da, tam bilinç kaybı olmadan, duyarlılığın ileri derecede ortadan kalkmasıyla oluşan belirgin uyuşma halidir.
Anestezi Tarihi.
Genel anesteziye yönelik ilk girişimler muhtemelen bitkisel ilaçlardı. Alkol bilinen en eski sakinleştiricilerden biridir ve binlerce yıl önce antik Mezopotamya'da kullanılmıştır. Sümerlerin MÖ 3400 gibi erken bir tarihte Aşağı Mezopotamya'da afyon haşhaşını ( Papaver somniferum ) yetiştirip hasat ettikleri kaydedilmektedir. Antik Mısırlıların bazı cerrahi aletleri ve mandrake meyvesinden hazırlanan bir özütle kullandıkları bir anstezi ilaçları vardı.
Çin'de, Bian Que ( Çince : 扁鹊, Wade–Giles: Pien Ch'iao, yaklaşık MÖ 300 ) cerrahi prosedürler için genel anestezi kullandığı bildirilen efsanevi bir Çinli iç hastalıkları uzmanı ve cerrahtı. Buna rağmen, tarihçiler, bir tür anestezi karışımı geliştiren ilk doğrulanabilir tarihi figür olarak Çinli hekim Hua Tuo'yu kabul ettiler, ancak tarifi henüz tam olarak bilinmiyor.
Anestezi türleri.
Duyuları uyuşturmak üzere kullanılan anestezinin birkaç türü mevcuttur.
Narkoz.
Genel anestezi olarak da bilinen narkoz, ciddi ameliyatlarda kullanılan bir yöntem olup maruz bırakılan hasta dokunsal, ağrısal ve sözel uyaranlara tepki veremez. Genel anesteziklere örnek olarak sevofluran verilebilir.
Sedasyon.
Sedasyonun uygulanmasının genel amacı; ağrı, kaygı ve ajitasyonu kontrol etmek, bakımı kolaylaştırmak, ventilatör desteğine uyum sağlamaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14700",
"len_data": 2209,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.46
}
|
Ömer Zülfü Livaneli (d. 11 Eylül 1946, Konya), Türk müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve film yönetmenidir.
Ailesi.
Gürcü kökenli bir aileden gelmektedir. Zülfü Livaneli'nin babasının dedesi Ömer Bey, Livane Sancağı'nın yerel bir yöneticisi olan Yusuf Ağa'nın oğludur. Yusuf Ağa'nın yönetici olduğu köy, 93 Harbi olarak da adlandırılan 1877 savaşında, Rus ordusu tarafından kuşatılır. Yusuf Ağa, üçüncü oğlu Ömer'i Erzurum bölgesi cephe komutanı Ahmet Muhtar Paşa'ya yazdığı mektubu iletmesi için gizlice köyden uzaklaştırır. Ömer'in köyden uzaklaşmasından iki gün sonra köy Rus ordusu tarafından tamamen yok edilir. Aileden, Erzurum'a gönderilen Ömer dışında, herkes öldürülür. Bu sırada 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın Kafkasya Cephesi komutanı, 1912 yılında kısa dönem sadrazamlık da yapan devlet adamı Ahmet Muhtar Paşa, Ömer'i yanına alarak özel muhafızı yapar. Ahmet Muhtar Paşa'nın komutasındaki ordu, Rus ordusuna karşı yaptıkları 25 Ağustos 1877 tarihinde Gedikler ve 24 Ekim'deki Yahniler savaşlarını kazanmalarına rağmen Erzurum Rus ordusunun işgaline uğrar. Tuna cephesindeki Rus ordularının yaklaşması üzerine İstanbul'a çağrılan Ahmet Muhtar Paşa'nın yerine gelen paşa, onun önerisiyle Ömer'in göreve devam etmesini ister. Rus orduları, Erzurum'u işgal ettikleri 9 Kasım 1877-13 Temmuz 1878 tarihleri arasında, halka eziyet eder. Halkın çektiği bu eziyetlere sessiz kalamayan Mülazım Ömer Bey ve iki subay arkadaşı, bir kış gecesi, Rus ordusunun komutanına pusu kurarak onu ve muhafızlarından birini öldürürler. Diğer muhafız kaçmayı başarır. Olayın duyulmasından sonra Ruslar geniş çaplı arama başlatırlar. Suikasttan kurtulan muhafızın tanıklığına başvurularak idam etmek üzere suikastçılar aranır. Ömer Bey ve arkadaşları, bir önlem olarak hastaneye yatırılırlar. Rus muhafız tarafından tanınmamaları için çok az yemek verilerek zayıflatılıp, her gün katranla ovularak ölümcül hasta görüntüsü verilirler. Ruslar hastaneyi aradıklarında onları tanıyamazlar. Ömer Bey ve arkadaşları kurtarma girişimine rağmen yine de tehlikededirler. Bu yüzden, komutan onu ve arkadaşlarını Erzurum'dan uzaklaştırır. Ömer Bey'i kolağası rütbesine yükselterek o sıralar Hüseynik olarak anılan köyde bulunan Harput Redif Taburuna tayin eder. Kolağası Ömer Bey, burada o bölgede yaygın olarak yaşamakta olan Çeçen halkından bir kızla evlenip çocuk sahibi olur. Ömer Bey, bir sefer sırasında öldüğünde oğlu Zülfikar 10 yaşındadır. Zülfikar Bey, babası gibi devlet hizmetinde çalışır ve sorgu hâkimi görevine getirilir. Zülfü Livaneli'nin babasının babası olan Zülfikar Bey; iriyarı, heybetli, sert olduğu kadar sevecen bir hâkimdir. Zülfikar Bey'in üç erkek çocuğu da hâkim olur. Bu üç kardeşten en büyükleri ve Zülfü Livaneli'nin babası Mustafa Sabri Livanelioğlu, Yargıtay Başkanlığı'na dek yükselir. Zülfü Livaneli'nin babası Mustafa Sabri Livanelioğlu, 1940 tarihinde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra savcı olarak atandığı Konya'nın kaplıcalarıyla ünlü ilçesi Ilgın'da adliyenin arkasındaki konağın büyük bahçesinde dolaşırken gördüğü Davavekili Asım Bey'in üç kızından ortancası olan Şükriye Hanım'la evlenir, Mustafa Sabri Livanelioğlu ve Şükriye Hanım'ın, Ömer Zülfü, Asım, Seyhan ve Ferhat adlarında dört çocuğu vardır.
Kariyeri.
ABD Fairfax Konservatuvarı'nı bitirmiştir. Zülfü Livaneli bağlama çalmayı teyzesi Nazmiye (Türeli) Yücel'in eşi olan eniştesi Turhan Yücel'den, Ilgın'da yaşadığı yıllarda ve yaz tatillerinde öğrendiğinde, eniştesi Turhan Bey'in kendisine hayatını değiştirecek bir sermayeyi hediye ettiğinden haberi yoktu.
Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam, Sezen Aksu, Gülden Karaböcek gibi yerli ve yabancı sanatçılar tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında faaliyet gösteren sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300'e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı.
Türkiye'den ansızın ayrılarak İsveç'e sürgün yıllarında muhtelif işlerde çalıştı.
Bugüne kadar dört uzun metrajlı film yönetti: "Yer Demir Gök Bakır", "Sis", "Şahmaran" ve "Veda". Valencia Film Festivali'nde "Altın Palmiye" ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde "Altın Antigone" ödüllerine layık görüldü. "Sis", "En İyi Avrupa Film Ödülü"ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon şirketine satıldı.
Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk-Kul Forumu'nda yer aldı.
Livaneli; Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikis Theodorakis gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu.
1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, 1978 yılında yaptığı "Nazım Türküsü" adlı albümde Nâzım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi.
"Arafat'ta Bir Çocuk", "Geçmişten Geleceğe Türküler", "Sis", "Orta Zekalılar Cenneti", "Diktatör ile Palyaço", "Sosyalizm Öldü mü", "Engereğin Gözündeki Kamaşma", "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm", "Mutluluk", "Leyla'nın Evi", "Sevdalım Hayat", "Son Ada", "Sanat Uzun, Hayat Kısa", "Serenad" ve Kardeşimin Hikâyesi kitaplarının yazarıdır.
19 Mayıs 1997 tarihinde, Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme unvanını kazanmıştır.
Siyasi kariyeri.
Livaneli, 27 Mart seçimlerinde, SHP'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday oldu. ANAP'ın adayı İlhan Kesici, RP'nin adayı Recep Tayyip Erdoğan ve DYP'nin adayının Bedrettin Dalan olduğu çekişmeli seçim sürecinde oyların %20,30'unu alan Livaneli üçüncü geldi. Erdoğan ise %25,19'luk bir oranla Belediye Başkanı seçildi. Livaneli, 2002 genel seçimlerinde CHP'den İstanbul milletvekili seçildi. Partinin 13. Olağanüstü Kurultayı'nda yeter sayıda imza bulamadığı için genel başkan adayı olamadı ve parti yönetimini ağır şekilde suçlayarak istifa etti. Livaneli, istifasını açıklarken şunları söyledi:
Kişisel hayatı.
1964 yılında okul arkadaşı Ülker Tunçay'la evlendi. 1966 yılında Aylin isimli bir çocuğu oldu. Kızı Aylin Livaneli eğitimi ve yaptığı pek çok işten sonra müzik ile ilgilenmiş ve beş albüm çıkarmıştır. Müziğe ara veren Aylin Livaneli şu an yurt dışında ekonomi üzerine eğitim almaktadır. Yayımlanmış 3 kitabı bulunmaktadır. Livaneli vejetaryendir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14706",
"len_data": 6690,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Füreya Koral (2 Haziran 1910, Büyükada - 25 Ağustos 1997, İstanbul),Türk seramik sanatçısı.
Türkiye'de çağdaş seramiğin öncülerindendir. 1947'de İsviçre'de öğrenmeye başladığı bu sanatı Paris'te iki yıl çeşitli atölyelerde geliştirdikten sonra Türkiye'de kişisel çabalarıyla hayata geçirdi ve ilk Türk profesyonel kadın seramik sanatçısı oldu. Türkiye'nin ilk özel seramik atölyelerinden birisini kurmuştur. Seramiği mimaride kullanmadaki öncü girişimi, sanatçılığındaki en önemli adımıdır.
Yaşamı.
Ailesi ve gençlik yılları.
1910 yılında Büyükada'da doğdu. Babası Mehmet Emin Koral, annesi Şakir Paşa'nın kızı Hakkiye Hanım idi. Birçok sanatçı yetiştirmiş Şakir Paşa ailesinin bir üyesi olarak iyi bir öğrenim gördü; sanatla iç içe bir yaşamı oldu. Ressam Fahrünnisa Zeyd ile Aliye Berger teyzeleri, yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı dayısıdır.
Notre Dame de Sion Kız Lisesi'nde öğrenim gördükten sonra bir süre İstanbul Üniversitesi'nde Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne devam etti. Dönemin ünlü Macar keman virtüözü, sonradan Füreya'nın teyzesi Aliye Berger ile evlenecek olan Charles Berger'den özel keman dersleri aldı. İlk evliliğini Bursalı bir çiftlik sahibi ile yaptı ve Bursa'ya taşındı. Bu evlilik, iki yıl sürdü. İkinci evliliğini o zaman milletvekili olan Kılıç Ali ile yaptı ve Ankara'ya yerleşti. Bu evliliği sırasında dönemin siyasetçilerini, sanat ve edebiyat dünyasından insanlarını tanıdı. 1938'e dek eşi ile birlikte Mustafa Kemal'in yakın çevresinde bulundu. Mustafa Kemal'in vefatının ardından 1939'da eşi ile İstanbul'a taşındı. 1940-1944 arasında müzik eleştirileri yazdı, çeviriler yaptı.
1945'te verem teşhisi konuldu. Tedavi için 1947'de İsviçre'de Leysen'de bir sanatoryuma gitti. Uzun süren tedavi döneminde, Londra'da bulunan teyzesi Fahrelnissa Zeid, sanatla uğraşıp vaktini verimli geçirmesi amacıyla ona bazı materyaller göndermişti. Bunlar arasında bulunan seramikçilik alet ve materyali dolayısıyla ilk defa seramikçiliğe ciddi bir uğraş olarak başladı.
Sanat eğitimi.
Çalışmalarını tanınmış Fransız seramikçi Georges Serré'nin desteği ile, Paris'te özel bir seramik atölyesinde sürdürdü. İlk seramik ve taş baskı sergisini 1951'de Paris'te M.A.I Sanat Galerisi'nde açtı. Aynı yıl yurda döndü, yapıtlarını Maya Sanat Galerisi'nde sergiledi. Seramiğe Türkiye'de devam etmek için Paris'te yaptırdığı seramik fırınını İstanbul'a getirtti. Çalışmalarına başlayamadan hastalığının nüksetmesi üzerine Paris'e giderek o dönem çok yeni bir tedavi yöntemi olan, riski yüksek bir operasyon geçirdi; birkaç ay sonra hastalığı yenmiş olarak döndü. Eşinin ondan seramikle uğraşmayı bırakmasını istemesi üzerine Kılıç Ali ile olan on dokuz yıllık evliliği boşanma ile sonlandı.
Profesyonel yaşamı.
Yaşamını profesyonel bir sanatçı olarak sürdüren Koral, başlangıçta seramiklerini Göksu'da halk geleneğini sürdüren fırınlarda ve Eczacıbaşı'nın fabrikasında pişirdi. 1954 yılında Şakir Paşa Apartmanı'nda özel bir atölye kurdu ve yirmi yıl bu atölyede çalıştı. Atölyesi Ayda Arel, Alev Ebuzziya, Leyla Sayar, Bingül Başarır, Candeğer Furtun, Binay Kaya, İlgi Adalan, Jale Yılmabaşar ve Mehmet Tüzüm Kızılcan'ın aralarında bulunduğu genç seramik sanatçıları için önemli bir buluşma noktası oldu.
1957'de Rockefeller öğrenim bursu ile Amerika'ya davet edilen Füreya, daha sonra Meksika'ya giderek Aztek ve Maya kültürlerine dair araştırmalar yaptı. Meksika'da yaygın olan duvar resmi geleneğinden etkilendi.
Çalışmaları 1955'te Cannes Milletlerarası Sergisi'nde Gümüş Madalya, 1962'de Prag Milletlerarası Sergisi'nde Altın Madalya, 1967'de İstanbul'da Gümüş Madalya, Washington Smithson Enstitüsü'nde ödül, Fransa'daki Vallarius bienalinde onur diploması, 1981'de Kültür Bakanlığı Özel Ödülü, 1986'da Sedat Simavi Vakfı Plastik Sanatlar Ödülü ile ödüllendirildi.
Yapıtlarında tekrara girdiğini düşünen sanatçı, en çok bilinen çalışmalarından olan ""Evler" serisi ile Sedat Simavi Vakfı ödülünü aldıktan sonra seramiği bıraktığını açıkladı ve kendi dünyasına kapandı. Çok ender de olsa dışarı çıktıkça gördüklerinden çok etkilendi. "Boş gözlerle bakan; nereye niçin gittiğini bilmeyen insanlarla karşılaştığını" ifade eden Koral böylece 1990 yılında "Yürüyen İnsanlar" adlı pişmiş toprak heykelciklerini üretti. "Yürüyen İnsanlar" adlı serisi, 1992'de 40 sanatçının panolarıyla beraber "40. Sanat Yılında Füreya Koral'a Saygı"" sergisinde Maçka Sanat Galerisi'nde yer aldı.
25 Ağustos 1997'de 87 yaşında İstanbul'da öldü.
Sanatı.
Koral, ilk sergisini 1951 yılında Paris'te açtığında seramiğin sanat olarak sergilenmesi batıda da yeni bir olguydu. Koral'ın sanatının içeriği ve biçimsel özellikleri dönemin batı sanatı içerisinde hayli ilgi uyandırdı. Eserlerinin doğu kültürünün bazı simgelerini, kimliklerini, kolektif bellek öğelerini taşıması, seramiğe zanaatla sanatı birleştiren anlatımsal yaklaşımı, yenilik ve orijinallik olarak algılandı. Eserlerini aynı yıl İstanbul'da sergiledi ve İstanbul'da da ilgi gördü.
Tabaklar başlıca formlarından birisi idi ancak her şeyden önce duvar panolarını önemsiyordu. 1955 - 1975 yılları arası büyük boyutlu seramik duvar panolarıyla çeşitli yapıların iç ve dış yüzeylerini bezedi. Bu çalışmalarıyla geleneksel çini sanatını yeniden mimariye kazandırdı. Duvar panolarının çoğunluğu dönemin sanat akımını yansıtan soyut karakterdedir. Osmanlı camilerinde görülen İznik çinilerinin durgun, ölümsüzlüğü çağrıştıran havasına karşılık, eserlerinde İstanbul'daki güncel yaşamının uzantısı olan bir hareketlilik yorumu getirmiştir. 1968'de yaptığı ""Divan Pastanesi Panosu" bunun en yetkin örneklerindendir.
1970'lerde iç ve dış mekan panolarının yanı sıra obje tasarlamaya ağırlık verdi. 1973 Tuzla'daki İstanbul Porselen Fabrikası için özel bir seri tasarladı Eserlerinde geleneksel form ve desenleri çağdaş yorumla işledi.
Sanatçının başlıca eserleri arasında, 1963 yılında Ankara'da Ulus Çarşısı'na, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı'na, 1966 yılında İstanbul'da Ziraat Bankası'na, 1969 yılında İstanbul Divan Oteli'ne yaptığı panolar sayılabilir.
1973'te Arif Paşa Apartmanı'na taşınan sanatçı, burada dairesinin penceresinden gördüğü sıra evlerden aldığı ilhamla yeni bir seri meydana getirdi. 1980-1985 arasında "Mahalle" ismini verdiği birbiri içine girmiş küçük seramik ev kompozisyonlarında bu sefer "yeniden anımsatma”, akılda kalanlarla "yeniden kurabilme" amacıyla eski İstanbul sokaklarını ele aldı. Değişen toplumun hız ve yapısına dair gözlemleri onu daha sonra "içi boş" insan figürlerinden oluşacak bir heykel serisine yöneltti.
Sergileri.
1951'den itibaren yurt içinde ve dışında 32 sergi açtı. Eserleri Paris'teki Salon d'Octobre, Meksiko'daki Modern Sanat Müzesi, Prag'da Napstkovo Müzeum, Washington'da Smitshonian Institute ve Türkiye'nin çeşitli yerlerindeki galerilerde sergilendi.
Füreya Üstüne.
Yazar Ahmet Hamdi Tanpınar 1958 yılında onun için şunları yazmıştı:
Daha ilk tecrübelerinden itibaren seramiği başka iklimlere taşımaya çalıştı. Bu sayede seramik eserlere ilk işaretimizde piştikleri ateşin karşısında hizmetimize koşan uysal cariyeler olmaktan kurtuldu. Bu ateş kızları şimdi büyük resmin ve heykelin gururuyla bize geliyorlar. Tabak gibi, fincan gibi hususi bir iş görenler bile bizimle bir sevgili nazıyla, edasıyla konuşuyorlar.
Ayrıca yazar Ayşe Kulin de Füreya Koral'ın hayatını anlatan "Füreya" adlı bir biyografik roman yazmıştır. Bu romanda ünlü seramikçinin yaşadığı her şey fotoğraflarla anlatılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14707",
"len_data": 7400,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.5
}
|
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu(İngilizce:"United Nations High Commissioner for Refugees"), 14 Aralık 1950'de Birleşmiş Milletler Genel Meclisi tarafından kurulmuştur. Kuruluşu bu mecliste kabul edilen iç tüzüğüne dayanmaktadır ve görevleri Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi ve sözleşmenin mültecilik tanımını genişleten 1967 protokolünde belirlenmiştir.
BMMYK, mültecileri korumak amacıyla yapılan uluslararası hareketleri düzenlemek, onlara liderlik etmek ve dünya çapındaki mülteci sorunlarını çözmekle yetkilendirilmiştir. Asıl amacı, mültecilerin haklarını ve refahını savunmaktır.
Herkesin sığınma talebi ve diğer bir devlette gönüllü geri dönüş, yerel bütünleşme ve üçüncü ülkeye yerleştirilme seçenekleri ile güvenli bir şekilde barınma haklarını garantilemek için mücadele eder. BMMYK, yaklaşık elli yıllık bir sürede, 50 milyon kadar insanın hayatlarına yeniden başlamasına yardım etmiştir.
BMMYK, insan haklarının korunmasında ve tartışmaların barışçıl bir şekilde çözülmesinde etken olan koşulların yaratılması için devletler ve diğer kurumları destekleyerek zorla yerinden edilme vakalarını azaltmayı amaçlamaktadır. Bu doğrultuda BMMYK, kendi ülkelerine dönmekte olan mültecilerin yeniden kaynaşmalarını güçlendirmek arayışında olup mülteci yaratan olayların tekrarlanmasını önlemektedir.
BMMYK, ırk, din, politik düşünce ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın ve tarafsız bir şekilde mültecilere ve diğer insanlara ihtiyaçları doğrultusunda koruma ve yardım sağlamaktadır. BMMYK, bütün faaliyetleri arasında en çok çocukların ihtiyaçlarını karşılama ve kadın haklarını yükseltme çabası içindedir.
Türkiye Operasyonu.
Birleşmiş Milletler Türkiye Ofisi, 1 Eylül 1960 yılında, dönemin Başbakan Vekili Alparslan Türkeş'in kararına dayanarak kurulmuş, 1 Eylül 2016'da Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan ev sahibi ülke anlaşması ile tam resmiyete kavuşmuştur. Ankara'da yer alan merkez ofisi ve türkiyenin tüm illerine dört farklı bölgede hizmet sağlayan dört saha ofisleri ile operasyonlarına devam etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14711",
"len_data": 2064,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.46
}
|
Sınır ötesi seyir yapan taşıtların üzerinde kendi ülke idaresinin verdigi taşıt kayıt plakasına ek olarak o plakayı hangi ülke idaresinin verdiğini belirten bir ek plaka olur. Bu genellikle taşıt plakasının yanında koyu renkle yazılmış ve küçük oval bir plakadır. Avrupa ülkelerinde ülke bilgisi taşıt plakasının içinde en başta ayrı bir küçük bölümde olması şeklinde standartlaşmaktadır. ABD plakalarında plakayı veren eyaletin logo veya sloganı da olabilir.
Aşağıda kullanılan uluslararası plaka işaretleri bulunmaktadır.
Not: (*) işaretliler bu kodun resmi olmadığını gösterir.
Ayrıca bakınız.
İran'daki şehirlerin plaka kodları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14717",
"len_data": 631,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.46
}
|
Veri bağlantısı katmanı veya 2. katman: (İngilizce: "Data Link Layer") OSI modelinde donanım katmanına erişmek ve kullanmak ile ilgili kuralları belirler. Veri bağlantısı katmanının büyük bir bölümü ağ kartı içinde gerçekleşir. Bu katman; ağ üzerindeki diğer bilgisayarları tanımlamayı, kablonun o anda kimin tarafından kullanıldığının tespitini ve fiziki katmandan gelen verinin hatalara karşı kontrolünü yerine getirir.
Veri bağlantısı katmanı, donanım katmanından alınan bitleri veya bir üstündeki ağ katmanından aldığı veri paketlerini "çerçeve (İngilizce: frame)" adı verilen bir formata dönüştürür.
Veri bağlantısı katmanının görevleri kısaca şöyle özetlenebilir:
Veri bağlantısı katmanı sıklıkla iki alt katmana ayrılır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14724",
"len_data": 728,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.7
}
|
Ağ katmanı veya 3. katman (İngilizce: network layer), veri paketinin farklı bir ağa gönderilmesi gerektiğinde, veri paketine yönlendiricilerin kullanacağı bilginin eklendiği katmandır. Örneğin IP iletişim kuralı bu katmanda görev yapar.
Ağ katmanı, sunucular arası yönlendirme dahil olmak üzere kaynaktan hedefe paketin iletilmesinden sorumludur, hâlbuki veri bağlantı katmanı aynı bağlantı üzerindeki çerçevenin iletilmesinden sorumludur.
Ağ katmanında bulunan fonksiyonlar:
TCP/IP modeli ile ilişkisi.
TCP/IP modeli RFC 1122'de tanımlanmıştır. Bu model Internet katmanı olarak adlandırılır ve bağlantı katmanının üzerindedir. Birçok kitapta ve diğer kaynaklarda sıklıkla Internet katmanı, OSI'nin ağ katmanına eşlenmiştir. TCP/IP nin internet katmanı aslında sadece ağ katmanının alt fonksiyonlarından biridir. Sadece bir tür ağ mimarisini tanımlar, bu da internettir. TCP/IP bir temel tasarım kriteri değildir ve genel olarak "zararlı" (RFC 3439) kabul edildiğinden beri bu modelleri direkt olarak karşılaştırmaktan kaçınılmalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14725",
"len_data": 1034,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Oturum katmanı veya 5. katman (İngilizce: "Session Layer"), bir bilgisayar birden fazla bilgisayarla aynı anda iletişim içinde olduğunda, gerektiğinde doğru bilgisayarla konuşabilmesini sağlar.
Ağda iki uygulamanın haberleşmesini sağlar. Uygulamalar arasındaki bağlantıları kurar, yönetir ve sonlandırır.Örneğin bir Internet Explorer programı ile Web server uygulamasının oturum kurmalarını birbirleri ile ön konuşmalar yapmalarını sağlar.İki uygulama birbirini fark edecek ve aralarında bir diyalog başlatacaktır.
Bu katman yardımı ile farklı bilgisayarlardaki kullanıcılar arasında oturumlar kurulması sağlanır. Bu işlem oturumların kurulmasını, yönetilmesini ve bitirilmesini içerir
Örneğin A bilgisayarı B üzerindeki yazıcıya yazdırırken, C bilgisayarı B üzerindeki diske erişiyorsa, B hem A ile olan, hem de C ile olan iletişimini aynı anda sürdürmek zorundadır.
Bu katmanda çalışan NetBIOS ve Sockets gibi protokoller farklı bilgisayarlarla aynı anda olan bağlantıları yönetme imkânı sağlarlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14727",
"len_data": 1000,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.75
}
|
Sunum Katmanı veya 6. katmanın' (İngilizce: "Presentation Layer") en önemli görevi yollanan verinin karşı bilgisayar tarafından anlaşılabilir halde olmasını sağlamaktır. Böylece farklı programların birbirlerinin verisini kullanabilmesi mümkün olur.
DOS ve Windows 9x metin tipli veriyi 8 bit ASCII olarak kaydederken (örneğin A harfini 01000001 olarak), XP tabanlı işletim sistemleri 16 bit Unicode'u kullanır (A harfi için 00000000 01000001). Ancak kullanıcı tabii ki sadece A harfiyle ilgilenir. Sunum katmanı bu gibi farklılıkları ortadan kaldırır.
Sunum katmanı günümüzde çoğunlukla ağ ile ilgili değil, programlarla ilgili hale gelmiştir. Örneğin eğer iki tarafta da GIF formatını açabilen bir resim gösterici kullanılıyorsa, bir makinanın diğeri üzerindeki bir GIF dosyayı açması esnasında sunum katmanına bir iş düşmez, daha doğrusu sunum katmanı olarak kastedilen şey, aynı dosyayı okuyabilen programları kullanmaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14728",
"len_data": 926,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.97
}
|
Uygulama katmanı veya OSI 7. katman (İngilizce: "application layer"), programların ağı kullanabilmesi için araçlar sunar. Bilgisayar uygulaması ile ağ arasındaki arabirim görevini yerine getirmektedir.
Katmanların sıralanışında kullanıcıya en yakın olanıdır. Sadece bu katman diğer katmanlara servis sağlamaz. Uygulama katmanında ise uygulamaların ağ üzerinde çalışması sağlanır.
Uygulama katmanı ağ hizmetini kullanacak olan programdır. Bu katman kullanıcının gereksinimlerin karşılar. Örneğin; veritabanı uygulaması ya da e-posta uygulaması.
Microsoft API'leri uygulama katmanında çalışır. Bu API'leri kullanarak program yazan bir programcı, örneğin bir ağ sürücüsüne erişmek gerektiğinde API içindeki hazır aracı alıp kendi programında kullanır. Alt katmanlarda gerçekleşen onlarca farklı işlemin hiçbirisiyle uğraşmak zorunda kalmaz.
Uygulama katmanı için bir diğer örnek HTTP'dir. HTTP çalıştırılan bir program değil bir protokoldür. Yani bir kurallar dizesidir. Bu dizeye göre çalışan bir tarayıcı ("browser"), aynı protokolü kullanan bir Web sunucuya erişir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14729",
"len_data": 1065,
"topic": "CODING",
"quality_score": 4.03
}
|
İsmail Nihat Erim (17 Mart 1912, Kandıra, Kocaeli - 19 Temmuz 1980, İstanbul), Türk hukukçu, akademisyen ve siyasetçi. Türkiye Büyük Millet Meclisinde beş dönem Cumhuriyet Halk Partisinden milletvekili olarak siyaset yapan Erim, 1948-50 yılları arasında bayındırlık bakanlığı ve başbakan yardımcılığı görevlerinde bulundu. 12 Mart Muhtırası'nın ardından 1971-1972 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak görev aldı. 19 Temmuz 1980 tarihinde İstanbul Dragos'ta Devrimci Sol militanları tarafından düzenlenen suikast sonucunda 68 yaşında öldü.
Yaşamı.
İlk yılları, eğitimi ve akademisyenliği.
Nihat Erim, 17 Mart 1912 tarihinde, bugün Kocaeli sınırları içinde kalan İstanbul vilayetine bağlı Kandıra kazasında doğdu. Raif Bey ve Macide Hanım'ın oğludur. Erim'i konu alan doktora tezinde Yazar Ahmet Gülen, Erim'in doğum tarihinin Erim'in damadı Akın Önalp tarafından 4 Kasım 1911 olarak bildirildiğini belirtmiştir.
Galatasaray Lisesini, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Paris Hukuk Fakültesinde doktora yaptı. 1939 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kamu hukuku doçentliğine atandı, 1941 yılında profesör oldu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki kamu hukuku derslerine ek olarak Siyasal Bilgiler Okulunda devletler hukuku dersleri verdi. 1959-1961 yılları arasında BM Uluslararası Hukuk Komisyonu üyesi olarak görev aldı.
Siyasi kariyeri.
1943-1950 yılları arasında CHP Milletvekili olarak TBMM'de bulundu, 2. Saka Hükûmetinde bayındırlık bakanlığı, Günaltay Hükûmetinde başbakan yardımcılığı yaptı. Demokrat Partinin yerel seçimleri boykot etmesi üzerine 30 Mayıs 1946'da ünlü, "... sosyal bünyede derin rahatsızlıklar müşahede edildiğinde bunu gidermenin yolu, bir müddet için 'hürriyet ilâhının üzerine bir şal örtmek' ve yukardan aşağı bir otorite tesis eylemektir." sözlerini yazdı. CHP muhalefete geçtikten sonra partinin yayın organı Ulus'un başyazarlığını üstlendi. Bu gazetenin 1953 yılında kapanması üzerine 1955 yılına kadar Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerini çıkardı. Başbakan Adnan Menderes'in isteği üzerine Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nın hazırlanmasında görev aldı. 1961 yılında CHP Milletvekili olarak yeniden TBMM'ye döndü. CHP içinde İsmet İnönü'nün başlattığı "Ortanın Solu" hareketine katıldı, daha sonra CHP'den ayrılarak Cumhuriyetçi Güven Partisini kuracak olan Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu'yla birlikte muhalefet etti.
12 Mart 1971 Muhtırası'nın ardından CHP'den ayrılması koşuluyla hükûmeti kurmakla görevlendirildi. 26 Mart 1971 tarihinde kurduğu askerî cunta hükûmeti 3 Aralık 1971 tarihinde istifa etti. Yeniden hükûmeti kurmakla görevlendirildi, kurduğu 34. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti 22 Mayıs 1972 tarihine kadar işbaşında kaldı. 1961 Anayasası'nın Türkiye'ye "lüks" olduğunu ifade etti ve 12 Mart Muhtırası'nı verenlerin direktifi doğrultusunda Anayasa'nın 40 maddesinde değişiklikler yaptırdı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edilmelerine kadar varacak olan ve "Balyoz Harekâtı" olarak bilinen uygulamaları başlatması nedeniyle "Balyoz" lakabıyla anıldı. 1977 yılına kadar Cumhuriyet Senatosunda Kontenjan Senatörü olarak görev yaptı.
Özel yaşamı.
Bayan Kamile (1911) ile evli olup Işık Asım (1937) ve Ayşe Işıl Önalp'in (1940) babasıdır.
Kitapları.
Kıbrıs'la ilgili anı ve gözlemlerini, "Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs" adıyla 1975 yılında kitaplaştırdı. Ölümünden yıllar sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından "12 Mart Anıları" ve "Günlükler"i yayımlandı.
Ölümü.
15 Temmuz 1979 günü evine patlayıcı madde atılan ve bir zarar görmeyen Nihat Erim, bir yıl sonra ise 19 Temmuz 1980 tarihinde İstanbul Maltepe Dragos'taki Deniz Kulübünün önünde Dev-Sol militanları tarafından düzenlenen suikast sonucu öldü. Olay yerinde, "Faşist Gün Sazak'tan sonra faşist Erim’i de işkenceleri ve devrimcilerin katlini protesto için cezalandırdık. (Devrimci Sol)" yazılı bir bildiri bulundu. Ölümü Türkiye çapında büyük yankı yaptı, Bülent Ecevit ve Alparslan Türkeş millî birlik çağrısında bulundu, basın büyük tepki gösterdi.
22 Temmuz 1980'de düzenlenen cenaze töreni sonrası Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Dış bağlantılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14741",
"len_data": 4125,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.14
}
|
Empedokles (Yunanca: Έμπεδοκλής, MÖ 494-434), Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesidir. Sicilya'da bir Yunan kolonisi olan Agrigentum kentinin yurttaşıdır.
Doğa düşünürlerinden biri olan Empedokles, kendinden önceki doğa düşünürlerinin temel öğe ("arkhe") olarak belirlediği, "su", "ateş" ve "hava"ya, "toprak" öğesini de ekleyerek hepsini bir arada kullanan ilk düşünür olmuştur. Empedokles'e göre bu dört temel öğe, "sevgi" ve "nefret" (iticilik) gücü ile birleşip ayrılırlar. Bir başka deyişle "sevgi" ve "nefret" de, maddeyi meydana getiren temel ögelerdendir ve değişimleri açıklamak için kullanılmışlardır.
Hayatı.
MÖ 494 yılında Sicilya'nın Agrigentum kentinde, seçkin bir ailenin oğlu olarak doğmuştur. Siyasi bakımdan anayurdu olan Agrigentum'un hayatında oldukça aktif ve yararlı bir rol oynamıştır. Babasının MÖ 470 yılında kentin tiranının devrilmesinde önemli bir rol oynamış olduğu söylenmektedir. Bu tiranın tahtı Empedokles'e sunulmuş olsa da, o demokratik eğilimleri nedeniyle bunu reddetmiştir.
Empedokles, bilgisinin doğal güçleri denetlemek için anahtar olduğunu, bilgisiyle insanların rüzgarları durdurabileceğini, yağmur yağdırabileceğini ve hatta ölüleri Hades ülkesinden geri getirebileceğini ileri sürmüştür. Bu düşünceleri nedeniyle kendisinin büyücü olduğu söylentisi ortaya çıkmıştır.
Sadece kuramlarla değil aynı zamanda pratikle de ilgilidir. Bir kenti kasıp kavuran veba salgınını, o kenti çevreleyen bataklıkları kurutarak önlemiştir. Doğduğu kent olan Agrigentum'un havasını sağlıklı kılmak amacıyla, kuzey rüzgarına yol açabilmek için şehri kuzeyden çevreleyen kayaları parçalatmıştır.
Empedokles Parmenides'ten sonra düşüncelerini şiir şeklinde ifade eden ikinci önemli düşünürdür. Kendisinden sonra aynı şekli yine kendisinin bir hayranı olan Romalı Lucretius (MÖ 1. yüzyıl) devam ettirecektir.
Ölüm yeri ve şekliyle ilgili olarak ise farklı rivayetler vardır. Bir söylenene göre Etna Yanardağı'na atlayarak hayatına son vermiştir. Başka bir söylenene göre ise 60 yaşlarında iken Yunanistan'da Peloponnesos'ta normal bir şekilde ölmüştür.
Yapıtları.
Empedokles'in bugün elimizde bulunan iki şiirinin yanında bazı başka şiirleri olduğu da söylenmektedir. Ancak bu diğer şiirlerinden herhangi bir parça mevcut değildir. "Doğa Üzerine" ve "Arınmalar" adlı bu iki şiirin asılları toplamının yaklaşık 5000 mısradan oluştukları tahmin edilmektedir. "Doğa Üzerine" adlı şiirin yaklaşık 2000 dizeden meydana geldiği tahmin edilir. Bu dizelerden yaklaşık 350 mısra ve parçacık günümüze kalmıştır.
Felsefesi.
"Doğa Üzerine" adlı yapıtında Empedokles'in özgünlüğünü gösteren iki önemli düşüncesi vardır: Bunların ilki, temel öğenin birden fazla olduğunu kabul etmesidir. Kendisinden önceki düşünürlerin öne sürdüğü temel öğeler "su", "hava" ve "ateş"ti. Empedokles ise bunlara bir de "toprak" öğesini eklemiştir. Bu dört öğe baştan beri vardır. Bunlar ne değişir ne de yok olur, yani başlangıcı ve sonu yoktur. Evrende bunların miktarları hep aynı kalır. Her şey bu dört öğenin belirli birleşmelerinden oluşur.
"Nasıl ki ressamlar tapınaklara adak olarak adanacak resimleri yaparken ellerine çeşitli boyaları alır ve onları uygun oranlarda birbirlerine karıştırırlarsa, bunun için de bazı boyalardan daha fazla, bazılarındansa daha az miktarlar alırlarsa ve böylece bu boyalardan dünyada rastlanan sayısız şeylerin, örneğin ağaçların, erkeklerin, kadınların, kuşların, balıkların, hatta uzun ömürlü tanrıların resimlerini yaparlarsa, aynı şekilde doğa da dört öğeyi alarak onların her birinden farklı miktarları farklı oranlarda karıştırıp var olan şeyi meydana getirir." (B23)
İkinci özgün düşüncesi ise bu temel öğelerin birleşip ayrılması için bir "hareket ettirici güç" olması gerektiğidir. Empedokles bu gücü "sevgi" ve " nefret" olarak açıklamıştır. "Sevgi", öğeleri birleştirir, "nefret" ise bunları birbirinden ayırır.
Bunun yanında Empedokles, var olan bir şeyin yok olmasının veya yokluktan bir şeyin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu söyler:
"Ölümlü olan bir şeyin ne var olması ne de her şeyi alıp götüren ölümle son bulması söz konusudur. Var olan sadece öğelerin bir araya gelmesi ve birbirlerine karıştıktan sonra ayrılmasıdır. "Ölüm", işte şeylerin bu ritminin bir anına insanlar tarafından verilen bir addan ibarettir. Bu öğeler bir insan, bir vahşi hayvan, bir bitki veya bir kuş biçiminde birbirlerine karıştıklarında insanlar bir doğuş olduğunu söylerler. Öğeler birbirlerinden ayrıldıklarındaysa insanlar bunu acıklı "ölüm" kelimesiyle açıklarlar. Ancak bu doğru bir adlandırma değildir." (B8,9)
Evrenin de bu şekilde oluştuğunu söyler. Başlangıçta "sevgi"nin etkisiyle bütün öğeler birbirine karışmış durumdadır. "Nefret"in küre şeklindeki evrene yaklaşmasıyla bir girdap, çevrinti hareketi oluşur ve bu öğeler birbirlerinden ayrılırlar.
Güneş ve ay tutulması konusunda doğru bir gözlem yapmış, ayın ışığını güneşten aldığını anlamıştır.Deriden yapılan solunumu açıklamıştır. Hayvanların nasıl ortaya çıktıklarıyla ilgili kuramı vardır. Algının nasıl meydana geldiğini, gözü ve görmenin nasıl olduğunu da açıklamıştır.
Ruh göçüne inanır:
"Bir zamanlar ben de erkek ve kız çocuğu, çalı, kuş ve denizde sıçrayan dilsiz balık olmuştum." (B117)
Kanın, insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin merkezi olduğunu söyler. Empedokles'e göre; temel öğeler kanda, en olgun biçimde bir araya gelmişlerdir. İnsanın tüm yetenekleri ise bu karışımın olgunluğuna bağlıdır.
Parmenides / Herakleitos zıtlığı.
Felsefeyi uzun bir süre meşgul etmiş ikilemdir.
Herakleitos;
Parmenides;
Bu ikilemden felsefeyi kurtaran, Empedokles olmuştur. Empedokles'e göre Parmenides, Herakleitos zıtlığı, "özde tek bir madde" olduğu inancından kaynaklanmaktadır;
Düşünüre göre, her iki görüş de, kısmen doğru, kısmen yanlıştır.
Etkileri.
Empedokles'in kendisinden sonra gelen düşünürler arasında özellikle Aristoteles üzerinde etkisi olmuştur. Roma dünyasında Lucretius, Epikuros'un dışında sadece Empedokles'ten büyük övgü ve hayranlıkla söz eder. Nietzsche'nin eskiçağ düşünürleri arasında büyük bir övgüyle andığı iki isimden biri Herakleitos ise diğeri Empedokles'tir. Alman şair Hölderlin de bir tragedyasında Empedokles'i romantik bir kılık altında yeniden canlandırmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14746",
"len_data": 6202,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
Demokritos (; , "Dēmókritos", "halkın seçtiği" anlamına gelir; - ), geliştirdiği atomcu evren teorisi formülasyonu ile tanınan Sokrates öncesi Antik Yunan filozof.
Demokritos, Trakya'nın Abdera kentinde MÖ 460 civarında doğdu, ancak tam olarak hangi yıl olduğu hakkında anlaşmazlıklar vardır. Metinlerde sıklıkla birlikte bahsedildiği için, tam katkılarını akıl hocası Leukippos'un katkılarından ayırmak zordur. Leukippos'tan alınan atomlar hakkındaki kuramsal düşünceleri, bazılarının Demokritos'u diğer Yunan filozoflarından daha çok bir bilim insanı olarak görmesine neden olan 19. yüzyıl atomik yapı anlayışına geçici ve kısmi bir benzerlik taşır; ancak fikirleri çok farklı temellere dayanıyordu. Antik Atina'da büyük ölçüde görmezden gelinen Demokritos'un Platon tarafından o kadar beğenilmediği söylenir ki, Platon tüm kitaplarının yanmasını diledi. Yine de, kuzey doğumlu filozof Aristo tarafından iyi biliniyordu ve Protagoras'ın öğretmeniydi.
Çoğu kişi Demokritos'u "modern bilimin babası" olarak görür. Yazılarının hiçbiri günümüze ulaşmamıştır; onun engin eserlerinden sadece parçalar bilinmektedir.
Hocası Leukippos'un ortaya koyduğu teoriyi büyük ölçüde geliştirerek ünlenmiştir. Parmenides'in temsil ettiği tekçilik (monism) ile Empedokles'in çokçuluğu (pluralism) karşısındaki aracılık girişimleri sonucu, "Atom veya bölünmeyen öz" teorisi ile ünlenmiştir. (Bazı kaynaklar Empedokles ve Anaksagoras'ı da "atomcular" sınıflandırmasının içine sokmaktadır.)
Varoluş ile ilgili çok kesin bir görüş ortaya koymuştur. Evren'deki oluşuma, kesin bir zorunluluk egemendir. Bütün olup bitenleri bir rastlantı ile izâha çalışmak saçmalıktır. "Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir." şeklinde özetlenebilecek bir görüşle, materyalist doğa biliminin ilk temellerini atmıştır.
Atomcular, sadece bir hacim, bir şekil ve belki de bir ağırlık içeren bölünmez en küçük birim olarak târif ettikleri atomun ve atomların hareket ettiği boşluğun (eter - ether - esir) ezelî, ebedî mevcudiyetini ortaya atmışlardır. Bütün bu materyalist görüşlere rağmen, "tek gerçek, atomlar ve atomların hareketidir" prensibini, ruhun açıklanması aşamasında da tutarlı bir şekilde kullanmışlardır.
Bilinçli bir materyalist yaklaşımla, algılama ve düşünmeyi, vücuttaki en ince, en hafif ve en düzgün ateş atomlarının hareketi olarak izâh eden Demokritos, kendisinden önceki düşünürlerin üzerinde durmadığı oranda, ahlâk (etik) ile de ilgilenmiştir.
Hayatı.
Demokritos'un Trakya'daki Abdera şehrinde bir İyon kolonisi olan Teos'da doğduğu söyleniyordu, ancak bazıları ona Miletli diyordu. Atinalı Apollodorus'a göre 80. Olimpiyatta (MÖ 460-457) doğdu ve Thrasyllos doğumunu MÖ 470 yılına konumlandırmış olsa da, daha sonraki bir tarihte doğmuş olması daha muhtemeldir. John Burnet, Diogenes Laertios ix.41'e göre Demokritos'un Anaksagoras'ın yaşlılığı sırasında ( 440-428) "genç bir adam (neos)" olduğunu söylediği için 460 tarihinin "çok erken" olduğunu iddia etmiştir. Demokritos'un babasının soylu bir aileden olduğu ve o kadar zengin olduğu söylendi ki, Abdera'daki yürüyüşüne Xerxes de katıldı. Demokritos, babasının kendisine bıraktığı mirası, bilgiye olan susuzluğunu gidermek için uzak ülkelere seyahatlerde harcadı. Asya'ya gitti ve hatta Hindistan ve Etiyopya'ya kadar ulaştığı söylendi.
Babylon ve Meroe üzerine yazdığı biliniyor; Mısır'ı ziyaret etti ve Diodorus Siculus orada beş yıl yaşadığını belirtir. Kendisi, çağdaşları arasında hiçbirinin daha büyük yolculuklar yapmadığını, daha fazla ülke görmediğini ve kendisinden daha fazla bilginle tanışmadığını iddia eder. Özellikle bilgisini övdüğü Mısırlı matematikçilerden bahseder. Theophrastos da ondan pek çok ülke görmüş bir adam olarak bahsetmiştir. Diogenes Laertios'a göre seyahatleri sırasında Keldani magileriyle tanıştı. Xerxes'e eşlik eden magilerden biri olan "Ostanes'in" de ona öğrettiği söylenir.
Memleketine döndükten sonra doğa felsefesi ile meşgul oldu. Kültürleri hakkında daha iyi bilgi edinmek için Yunanistan'ı gezdi. Yazılarında birçok Yunan filozofundan bahseder ve serveti bu filozofların yazılarını satın almasını sağladı. Atomculuğun kurucusu Leukippos, onun üzerindeki en büyük etkiye sahip kişiydi. Ayrıca Anaksagoras'ı da över. Diogenes Laertios, Hipokrat'la arkadaş olduğunu söyler ve Demetrius'un şu sözlerinden alıntı yapar: "Görünüşe göre Atina'ya gitti ve tanınmak için endişeli değildi, çünkü şöhretten nefret ediyordu ve Sokrates'i bildiği hâlde, 'Atina'ya geldim ve kimse beni tanımıyordu' sözünden anlaşıldığı kadarıyla, o Sokrates tarafından bilinen biri değildi." Aristo, onu Sokrates öncesi doğa filozofları arasında gösterir.
Demokritos hakkında, özellikle Diogenes Laertios'daki birçok anekdot, onun tarafsızlığını, alçakgönüllülüğünü ve sadeliğini kanıtlar ve yalnızca çalışmaları için yaşadığını gösterir. Bir hikâye peşinde koşarken daha az rahatsız olmak için kasıtlı olarak kendisini kör ediyor; yaşlılıkta görme yetisini kaybettiği pekala doğru olabilir. Neşeliydi ve hayatın komik yanlarını görmeye her zaman hazırdı, daha sonraki yazarlar, insanların aptallığına her zaman güldüğü çıkarımını yaptılar.
Vatandaşları tarafından çok saygı görüyordu, çünkü Diogenes Laertios'un dediği gibi, "olayların gerçek olduğu kanıtlanan bazı şeyleri onlara önceden bildirmişti", bu onun doğal fenomenler hakkındaki bilgisine atıfta bulunabilir. Diodorus Siculus'a göre Demokritos 90 yaşında öldü ve bu da MÖ 370 civarına denk gelmektedir, ancak diğer yazarlar onun 104 ve hatta 109 yaşına kadar yaşadığını söyler.
Halk arasında Gülen Filozof (Laughing Philosopher) olarak bilinen (insan aptallıklarına gülmek için), alay etme, aralıksız kahkaha anlamına gelen "Abderitan laughter" ve alay anlamına gelen "Abderite" terimleri Demokritos'tan türetilmiştir. Vatandaşları için "Mocker" olarak da biliniyordu.
Felsefe ve bilim.
Çoğu kaynak, Demokritos'un Leukippos geleneğini takip ettiğini ve Milet ile ilişkili bilimsel rasyonalist felsefeyi sürdürdüklerini söyler. Her ikisi de tamamen materyalistti ve her şeyin doğa kanunlarının sonucu olduğuna inanıyorlardı. Aristoteles veya Platon'un aksine, atomistler dünyayı "amaç", "ana hareket" ettiren veya "nihai neden" olarak akıl yürütme olmaksızın açıklamaya çalıştılar. Atomistler için fizikle ilgili sorular mekanik bir açıklama ile cevaplanmalıdır ("Bu olaya daha önce hangi koşullar neden oldu?"), Rakipleri ise malzeme ve mekaniğin yanı sıra biçimsel ve teleolojik açıklamaları da ("Bu olay ne amaca hizmet etti?"). Eusebios, Messeneli Aristocles'den alıntı yaparak Demokritos'u Ksenophanes ile başlayan ve Pyrrhonizm ile sonuçlanan bir felsefe çizgisine yerleştirir.
Demokritos'tan alıntı: "Eğer huzur arıyorsanız daha azını yapın. (If you seek tranquility, do less.)" Marcus Aurelius tarafından "Meditations", Gregory Hayes'e göre, IV: 24 (ref. G. Hayes'in Notları)
Estetik.
Daha sonraki Yunan tarihçileri, Aristoteles gibi yazarlardan çok önce şiir ve güzel sanatlar üzerine teorik olarak yazdığı için, Demokritos'un estetiği bir araştırma ve inceleme konusu olarak kurmuş olduğunu düşünürler. Özellikle Thrasyllus, filozofun külliyatında bir disiplin olarak estetiğe ait olan altı eseri tanımlamıştır, ancak ilgili eserlerin sadece parçaları mevcuttur; bu nedenle Demokritos'un bu konularla ilgili tüm yazılarının, düşüncelerinin ve fikirlerinin sadece küçük bir yüzdesi bilinebilir.
Atomla ilgili hipotezi.
Demokritos'un teorisi, her şeyin fiziksel olarak, ancak geometrik olarak bölünemez olan "atomlardan" oluştuğunu; atomlar arasında boşluk olduğunu; atomların yok edilemez olduğu ve her zaman hareket hâlinde olduğunu ve olacağını; sonsuz sayıda ve şekil/boyut olarak farklılık gösteren atom türleri olduğunu savundu. Demokritos atom kütlesinden, "Bölünemezler ne kadar fazlaysa, o kadar ağırdır" dedi. Bununla birlikte, atom ağırlığı konusundaki kesin konumu tartışmalıdır.
Isaac Newton, Posidonius ve Strabon'un otoritesi hakkındaki fikrin mucidi olarak (İncil'deki Musa olduğuna inandığı) belirsiz Phoenicialı Mokhos'a itibar etmeyi tercih etse de, Leukippos atomizm teorisini ilk geliştiren kişi yani fikrin mucidi olarak kabul edilmektedir. "Stanford Encyclopedia of Philosophy", "Ancak bu teolojik gerekçeli görüş, çok fazla tarihsel kanıt iddia etmiyor gibi görünmektedir" diyor.
Leukippos ve Epikuros ile birlikte Demokritos, atomların şekilleri ve bağlanabilirliği üzerine ilk görüşleri önerdi. Malzemenin katılığının ilgili atomların şekline karşılık geldiğini düşündüler. Böylece demir atomları, onları bir katıya kilitleyen kancalarla sağlam ve güçlüdür; su atomları pürüzsüz ve kaygandır; tuz atomları tatlarından dolayı keskin ve sivridir; ve hava atomları hafif ve fırıl fırıldır, diğer tüm materyalleri istila eder. İnsanların duyu deneyimlerinden analojiler kullanarak, onları şekillerine, boyutlarına ve parçalarının dizilişine göre birbirinden ayıran bir atomun resmini veya görüntüsünü verdi. Dahası, bağlantılar, tek atomlara eklerin verildiği maddi bağlarla açıklandı: bazıları kanca ve gözlerle, diğerleri bilye ve yuvalarla. Democritean atomu, diğer atomlarla mekanik olarak etkileşime giren âtıl bir katıdır (sadece diğer gövdeleri hacminden hariç tutar). Buna karşılık, modern, kuantum mekanik atomlar elektrik ve manyetik kuvvet alanları aracılığıyla etkileşime girer ve hareketsiz olmaktan uzaktır.
Atomistlerin teorisi, modern bilimin teorisi ile diğer antik çağ teorilerinden daha uyumlu görünüyor. Bununla birlikte, hipotezin nereden geldiğini anlamaya çalışırken modern bilim kavramlarıyla benzerlik kafa karıştırıcı olabilir. Klasik atomcuların modern atom ve molekül kavramları için deneysel bir temeli olamazdı.
Bununla birlikte, Lucretius, "De rerum natura" adlı eserinde atomizmi tanımlarken, orijinal atomcu teorisi için çok açık ve zorlayıcı deneysel argümanlar verir. Herhangi bir malzemenin geri dönüşü olmayan çürümeye maruz kaldığını gözlemler. Zamanla, sert kayalar bile su damlalarıyla yavaşça aşınır. Maddeler karışma eğilimindedir: Suyu toprağa karıştırırsanız, çamur nadiren kendi kendine parçalanır. Ahşap çürür. Ancak, doğada ve teknolojide su, hava ve metaller gibi "saf" malzemeleri yeniden yaratmak için mekanizmalar vardır. Meşe tohumu, odunu çoktan çürümüş olan tarihi meşe ağaçlarına benzer ağaçtan yapılmış bir meşe ağacına dönüşecek. Sonuç, malzemelerin birçok özelliğinin, kendi içinde asla bozulmayacak, aynı içsel, bölünmez özellikleri sonsuza kadar saklayan bir şeyden türetilmesi gerektiğidir. Temel soru şudur: Neden dünyadaki her şey henüz çürümedi ve aynı malzemelerden, bitkilerden ve hayvanlardan bazıları tam olarak nasıl tekrar tekrar yaratılabilir? Bölünemez özelliklerin insan duyuları tarafından kolayca görülemeyen bir şekilde nasıl aktarılabileceğini açıklamanın açık bir çözümü, "atomların" varlığını varsaymaktır. Bu klasik "atomlar", modern bilimin atomlarından çok, insanların modern "molekül" kavramına daha yakındır. Klasik atomizmin diğer merkezi noktası, bu "atomlar" arasında hatırı sayılır bir açık alan yani boşluk olması gerektiğidir. Lucretius, boşluğun, gazların ve sıvıların nasıl akıp şekil değiştirebileceğini açıklamak için kesinlikle gerekli olduğunu, metallerin temel malzeme özellikleri değişmeden kalıplanabileceğini savunan makul argümanlar verir.
Boşluk hipotezi.
Atomcu boşluk hipotezi, hiçbir hareketin olamayacağı fikri lehine yanıtlanması zor argümanlar öne süren metafizik mantığın kurucuları Parmenides ve Zenon'un paradokslarına bir yanıttı. Herhangi bir hareketin bir boşluk -ki bu hiçbir şey değildir- gerektireceğini ama hiçbir şeyin var olamayacağını savundular. Konuya Parmenidean yaklaşım "Bir boşluk "olduğunu" söylüyorsunuz; bu nedenle boşluk hiçbir şey değildir; bu nedenle boşluk yoktur. (You say there "is" a void; therefore the void is not nothing; therefore there is not the void.)" idi. Konuya Parmenides'in yaklaşımı ise, hiçbir şeyin olmadığı yerde hava olduğu gözlemiyle doğrulanmış görünüyordu ve aslında maddenin olmadığı yerde bile "bir şey" var, örneğin ışık dalgaları.
Atomistler, hareketin bir boşluk gerektirdiğini kabul ettiler, ancak hareketin gözlenebilir bir gerçek olduğu gerekçesiyle Parmenides'in argümanını görmezden geldiler. Bu nedenle, bir boşluk olması gerektiğini ileri sürdüler. Bu fikir, gerçekliği yokluğa atfetmenin mantıksal gereksinimlerini karşılayan Newton'un mutlak uzay teorisi olarak rafine bir versiyonda hayatta kaldı. Einstein'ın görelilik teorisi, uzayın kendi başına göreceli olduğu ve genel olarak kavisli bir uzay-zaman manifoldunun bir parçası olarak zamandan ayrılamayacağı anlayışıyla Parmenides ve Zeno'ya yeni bir yanıt verdi. Sonuç olarak, Newton'un konuya getirdiği iyileştirmenin artık gereksiz olduğu düşünülüyor.
Epistemoloji.
Demokritos'a göre hakikat bilgisi zordur, çünkü duyular yoluyla algılama özneldir. Aynı duyulardan her birey için farklı izlenimler ortaya çıkardığı için, o zaman duyusal izlenimler yoluyla gerçeği yargılayamayız. Duyuların verilerini yorumlayabilir ve gerçeği ancak akıl yoluyla kavrayabiliriz, çünkü gerçek sonsuz bir derinliktir:
Ve:
Bilmenin iki çeşidi vardır, biri "meşru" (γνησίη, "gnēsiē", "hakiki", "genuine") ve diğerini "gayrimeşru" (σκοτίη, "skotiē", "gizli", "secret") olarak adlandırır. "Gayrimeşru" bilgi duyular yoluyla algılama ile ilgilidir; bu nedenle yetersiz ve özneldir. Bunun nedeni, duyusal algının, atomların nesnelerden duyulara geçişlerinden kaynaklanmasıdır. Bu farklı atom şekilleri bize geldiğinde, şekillerine göre duyularımızı harekete geçirir ve duyusal izlenimlerimiz bu uyarılardan doğar.
İkinci tür bilgi, "meşru" bilgi, akıl yoluyla elde edilebilir, diğer bir deyişle, "gayrimeşru"dan gelen tüm duyu verileri akıl yürütme yoluyla detaylandırılmalıdır. Bu şekilde kişi, "gayrimeşru" bilgisinin yanlış algısından uzaklaşabilir ve tümevarımlı akıl yürütme yoluyla gerçeği kavrayabilir. Duyu izlenimleri dikkate alındıktan sonra, görünüşlerin nedenleri incelenebilir, görünüşleri yöneten yasalar hakkında sonuçlar çıkarılabilir ve ilişkili oldukları nedenselliği (αἰτιολογία, "etiyoloji") keşfedilebilir. Bu, parçalardan bütüne ya da görünürden görünmeyene (tümevarımlı akıl yürütme) düşüncenin prosedürüdür. Bu, Demokritos'un neden erken dönem bir bilimsel düşünür olarak kabul edildiğinin bir örneğidir. Süreç, modern dünyada bilimin sonuçlarını topladığı şeyi anımsatmaktadır:
Ve:
İlaveten:
Etik ve politika.
Demokritos'un ahlakı ve siyaseti bize daha çok özdeyiş biçiminde gelir. Bu nedenle, Stanford Encyclopedia of Philosophy, şunu söyleyecek kadar ileri gitti: "hangi parçaların gerçekten Demokritos'un olduğuna karar vermenin zor" olduğuna dikkat ederek "çok sayıda etik sözlere rağmen, Demokritos'un etik görüşlerinin tutarlı bir açıklamasını oluşturmak zordur."
"Eşitlik her yerde asildir" diyor ama kadınları veya köleleri bu duyguya dâhil edecek kadar kapsayıcı değildir. Bir demokraside yoksulluk, zorbalar döneminde refahtan daha iyidir, aynı nedenle, köleliğe karşı özgürlüğü tercih etmek de aynı nedenden ötürüdür. Batı Felsefesi Tarihi'nde Bertrand Russell, Demokritos'un "Yunanların demokrasi dediği şeye" aşık olduğunu yazar. Demokritos, "bilge adam tüm ülkelere aittir, çünkü büyük bir ruhun yurdu bütün dünyadır" demişti. Demokritos, iktidardakilerin "fakirlere ödünç vermeyi, onlara yardım etmeyi ve onlara lütfetmeyi kendilerine bırakın, o zaman acıma ve izolasyon değil, vatandaşlar arasında yoldaşlık, karşılıklı koruma ve armoni ile kataloglanacak diğer birçok başka güzel şeyler olur." Akılla kullanıldığında para cömertliğe ve hayırseverliğe yol açarken, aptallık için kullanılan para tüm toplum için ortak bir masrafa yol açar -kişinin çocukları için aşırı para istiflemesi açgözlülüktür. Para kazanmak yararsız olmasa da, bunu yanlış bir davranış sonucunda yapmanın "her şeyin en kötüsü" olduğunu söyler. Zenginlik konusunda kararsızdır ve ona kendi kendine yeterlilikten çok daha az değer verir. Şiddetten hoşlanmıyordu ama pasifist değildi: şehirleri savaşa hazırlanmaya çağırdı ve bir toplumun bir suçluyu veya düşmanı infaz etme hakkına sahip olduğuna inanıyordu, ancak bu bazı yasaları, antlaşmaları veya yemini ihlal etmiyordu.
İyiliğin, doğuştan gelen insan doğasından çok, pratik ve disiplinden geldiğine inanıyordu. Kişinin kötülerden uzaklaşması gerektiğine inandı ve böyle bir ilişkinin kötülüğe yatkınlığı artırdığını belirtti. Öfke, kontrol edilmesi zor olsa da, kişinin rasyonel olması için öfkeye hakim olunması gerekir. Komşularının felaketlerinden zevk alanlar, servetlerinin içinde yaşadıkları topluma bağlı olduğunu anlayamazlar ve her türlü sevinci kendileri ellerinden alırlar. Demokritos, mutluluğun ("ötimi"nin) ruhun bir özelliği olduğuna inanıyordu. Olabildiğince az kederle mutlu bir yaşamı savundu, bunun ne tembellik ne de dünyevi zevklerle uğraşmakla başarılamayacağını söyledi. Memnuniyet, ılımlılık ve ölçülü bir yaşamla kazanılacağını söyledi; memnun olmak için kişinin -kıskançlık veya hayranlık için çok az düşünerek- yargılarını mümkün olana vermesi ve sahip olduklarından tatmin olması gerekir. Demokritos, bayramların ve kutlamaların neşe ve rahatlama için gerekli olduğunu düşündüğü için zaman zaman savurganlığı onayladı. Eğitimi en soylu uğraşlar olarak görüyordu, ancak anlamsız öğrenmenin hataya yol açtığı konusunda da uyardı.
Matematik.
Demokritos aynı zamanda özellikle matematik ve geometrinin öncülerindendi. Demokritos'un tüm çalışmaları Orta Çağ'da hayatta kalamadığı için, bunu yalnızca diğer yazılarındaki eserlerinden ("Sayılar Üzerine" ["On Numbers"], "Geometrikler Üzerine" ["On Geometrics"], "Teğetler Üzerine" ["On Tangencies"], "Dönüşüm Üzerine" ["On Mapping"] ve "İrrasyoneller Üzerine" ["On Irrationals"] başlıklı) alıntılarından biliyoruz.
Arşimet'e göre Demokritos, aynı taban alanı ve yüksekliğe sahip bir koni ve piramidin sırasıyla bir silindir veya prizmanın hacminin üçte birine sahip olduğunu ilk gözlemleyenler arasındadır. Arşimet, Demokritos'un bu ifadenin herhangi bir kanıtını sunmadığını, bunun Cnidus'lu Eudoxus tarafından sağlandığını belirtti.
Ayrıca Plutarch (Plut. De Comm. 39) Demokritos'un şu soruyu gündeme getirdiğini belirtmiştir: Eğer tabana paralel bir düzlem bir koniyi keserse, kesitin ve koninin tabanının yüzeyleri eşit mi yoksa değil mi? Eşit iseler, koni bir silindir hâline gelirken, eşit değilse, koni girintiler veya adımlarla "düzensiz bir koni" hâline gelir. Bu soru matematik yoluyla kolayca çözülebilir ve bu nedenle Demokritos'un sonsuz küçüklerin ve integral hesabın öncüsü olarak düşünülebileceği öne sürülmüştür.
Antropoloji, biyoloji ve kozmoloji.
Doğa üzerine yaptığı çalışmalar konularla ilgili, "İnsanın Doğası Üzerine [On the Nature of Man"], "Vücut Üzerine" ["On Flesh]" (iki kitap), "Akıl Üzerine" ["On Mind"], "Duyular" "Üzerine" ["On the Senses"], "Tatlar Üzerine" ["On Flavors]," "Renkler Üzerine" ["On Colors"], "Tohumlar ve Bitkiler ile Meyvelerle İlgili Nedenler" ["Causes concerned with Seeds and Plants and Fruits"] ve "Hayvanlarla İlgili Nedenler" ["Causes concerned with Animals]" (üç kitap) kitaplarından alıntılarla bilinir. Hayatının çoğunu deneyerek ve bitkilerle mineralleri inceleyerek geçirdi ve birçok bilimsel konu üzerine uzun uzun yazılar yazdı. Demokritos, ilk insanların anarşik ve hayvani bir yaşam sürdüklerini, tek tek yiyecek aramaya çıktıklarını ve en lezzetli otlarla ve ağaçlarda yabani olarak yetişen meyvelerle hayatta kaldıklarını düşünüyordu. Vahşi hayvan korkusuyla birlikte toplumlara sürüldüklerini söyledi. Bu ilk insanların dili olmadığına, ancak yavaş yavaş kendilerini ifade etmeye başladıklarına, her tür nesne için semboller oluşturmaya başladıklarına ve bu şekilde birbirlerini anlamaya başladıklarına inanıyordu. İlk insanların zahmetli bir şekilde yaşadıklarını, yaşamın hiçbir faydasına sahip olmadığını; giyim, barınma, ateş, evcilleştirme ve çiftçilik gibi şeylerin onlar tarafından bilinmediğini söylüyordu. Demokritos, insanlığın erken dönemini deneme yanılma yoluyla öğrenme dönemi olarak sunar ve her adımın yavaş yavaş daha fazla keşfe yol açtığını söyler; kışın mağaralara sığındılar, korunabilecek meyveleri depoladılar ve sağduyu ile aklın keskinliği sayesinde her yeni fikrin üzerine inşa etmeye başladılar.
Demokritos, aslında evrenin başlangıçta, daha büyük birimler oluşturmak için çarpışana kadar (dünya ve üzerindeki her şey dâhil) kaos içinde çalkalanan küçük atomlardan başka hiçbir şeyden oluşmadığını savundu. Bazıları büyüyen, bazıları çürüyen birçok dünya olduğunu tahmin etti; bazıları ne güneş ne de ay olan, bazıları ise birkaç taneye sahip olan. Her dünyanın bir başlangıcı ve sonu olduğunu ve bir dünyanın başka bir dünyayla çarpışarak yok edilebileceğini savundu.
Diğer atomistler gibi, Demokritos da Düz Dünya'ya inanıyordu ve onun küreselliğiyle ilgili argümanlara meydan okudu.
Yirminci yüzyıl değerlendirmeleri.
Bertrand Russell'a göre, Leukippos ve Demokritos'un bakış açısı "dikkate değer ölçüde modern biliminkine benziyordu ve Yunan spekülasyonunun eğilimli olduğu hataların çoğundan kaçınıyordu".
Karl R. Popper, Demokritos'un rasyonalizmine, hümanizmine ve özgürlük sevgisine hayran kaldı ve Demokritos'un diğer vatandaş Protagoras ile birlikte "insan kurumları dil, gelenek ve hukuk'un tabu değil, insan yapımı, doğal değil, geleneksel olduğu doktrini formüle etti, aynı zamanda onlardan sorumlu olduğumuz konusunda ısrar etti."
Çalışmaları.
Demokritos'un yazılarının hiçbiri günümüze kadar ulaşmadı; onun engin eserlerinden sadece parçalar bilinmektedir.
Nümismatik.
Demokritos, aşağıdaki çağdaş madeni paralar/banknotlar üzerinde tasvir edilmiştir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14747",
"len_data": 21524,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.06
}
|
Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü bazen de İktisadi İş Birliği ve Gelişme Teşkilatı (İngilizce: "Organisation for Economic Co-operation and Development" -OECD, Fransızca: "Organisation de coopération et de développement économiques") uluslararası bir ekonomi örgütüdür.
OECD, 14 Aralık 1960 tarihinde imzalanan Paris Sözleşmesi'ne dayanılarak, 1961'de kurulmuştur ve savaş yıkıntıları içindeki Avrupa'nın Marshall Planı çerçevesinde yeniden yapılandırılması amacıyla 1948 yılında kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü'nün (OEEC) doğrudan mirasçısıdır. Üyelerinin büyük bir bölümü Avrupa Birliği ve İUT üyeleridir, çoğunluğu da gözlemci üyelerdir. OECD ülkeleri sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerden oluşmaktadır. Örgüte günümüzde 38 ülke üyedir.
Amaçları.
Örgütün tüzüğe bağlanmış amaçları şunlardır:
Bu ilkeler, aynı zamanda, yukarıda belirtilen amaçların gerçekleştirilmesine de hizmet ederler. OECD, bir taraftan bu ilkelerin üye ülkelerde güçlendirilmesine katkı sağlarken diğer taraftan da örgüte üye olmayan ülkelerde ilkelerinin tanıtımını yapmaktadır.
Üye ülkeler.
OECD'nin 2021 yılı itibari ile 38 üye ülkesi bulunmaktadır. Ayrıca Avrupa Komisyonu da OECD'ye katılım gösterir. Yugoslavya, örgüt faaliyetlerine özel bir statüde iştirak etmekteydi. 1992 yılında dağılması ile örgüt ile ilişkisi sona erdi.
Üye ülkelerden 30'u (* ile gösterilmiştir) Dünya Bankası tarafından 2005'te yüksek gelirli ülkeler arasında gösterilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14749",
"len_data": 1449,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.55
}
|
Ockhamlı William (Occam, Hockham ve birkaç değişik şekilde bilinir), yaklaşık 1287 ve 1347 yılları arasında yaşamış İngiliz Fransiskan rahibi ve skolastik filozof.
Politik anlaşmazlıkların ve entelektüelliğin merkezi olan on dördüncü yüzyılın; Thomas Aquinas, Duns Scotus ve İslam filozoflarından İbn-i Rüşd ile birlikte, önemli figürlerden biri olduğu düşünülüyor. Genel olarak ismini verdiği Ockham'ın Usturası isimli metodolojik prensiple anılmasına rağmen, mantık, fizik ve teoloji alanında önemli çalışmalar üretmiştir. İngiltere Kilisesi'nde 10 Nisan günü Ochkam'ı anma günüdür.
Ona göre bilgi her şeyden önce ruhun bir niteliğidir. Bir anlamda bilgi hakikat olan herhangi bir şeye ilişkin bilmeyken, başka bir anlamda bilgi apaçık bilme anlamına gelir. Her bilgi, önerme veya önermelerle dile getirilir. Önermeler, Ockhamlı William' m üzerinde çok durduğu terimlerden oluşur. Terimlerden oluşmuş önermelerle akıl yürütürüz.
Tanrı ve ahlakla ilgili görüşlerine nominalizmin oldukça önemli etkileri olmuştur. Ona göre Tanrı özgürdür, kadir-i mutlaktır. Dolayısıyla da yaratımı şekillendirecek değişmez, sabit özlerin bulunmadığı bu evrende Tanrı istediği her şeyi yapabilir. Bu sistemde ahlaki ilkelerin standardı Tanrı'dır. Tanrı'nın emriyle uyumlu olan eylemler erdemli olurken, aksi durumdakiler ise erdemsiz olmaktadır. Tanrı, istediği takdirde gayri ahlaki bir eylemi ahlaki kılabilmektedir.
Yaşamı.
İngiltere'nin Surrey Kontluğu'nda Ockham isimli küçük bir köyde doğan William, küçük yaşta Fransisken mezhebine katıldı. Oxford Üniversitesi'nde 1309'dan 1321'e kadar teoloji eğitimi almıştır. Fakat mezuniyet için gerekli olan master derecesine ulaşamadığı düşünülmektedir. Bu nedenle William'a sonradan ‘"Saygıdeğer inisiyatör"’ veya ‘"Saygıdeğer acemi"’ (Yenilmez, fethedilmez doktor olarak bilinmesine rağmen) lakapları takılmıştır.
Zaman içinde hem Fransiskenlerden hem de filozof Roscelinus'dan etkilenen Ockhamlı William, kısa süre sonra Papalık ile tartışma yaşamaya başladı. Zira Fransiskenler, İsa ve havarilerinin hiçbir şekilde mülk edinmediğini ve yoksul yaşayıp öldüklerini söylüyor, buradan hareketle Katolik Kilisesi'nin mülk edinmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Öte yandan William, Katolik Kilisesi'ndeki realizm anlayışına zıt olarak Roscelinus'un adcılık fikri üzerine çalışmalar yapıyordu. Öyle ki William, bu doğrultuda "Ockham'ın Usturası" fikrini üretmiştir. Bu temelle şekillenen fikirleri ile William, dünyevî bilgi ile imanî bilgi arasına sert bir çizgi çekmiş, teoloji ile felsefeyi birbirinden ayırmıştır.
Bu görüşlerinden ötürü dinden çıkma şüphesiyle hakkında soruşturma açılan Ockham'lı William, 1324 yılında Avignon'da Papa'nın başkanlığında bir mahkemeye çıkartıldı. Yargılama sonunda mahkûm edilmemesine karşın William'ın kentten çıkışı yasaklandı. Bunun üzerine William, kentteki bir Fransisken manastırına yerleşti.
Birçok filozof Ockham'ın sapkınlık düşüncesiyle çağrıldığına inanmaktaydı. Bu düşünceye karşı olarak son zamanlarda George Knysh tarafından başlangıçta Fransiskan Kilisesi'ne felsefe profesörü olarak atandığı fakat disiplin sorunları nedeniyle 1327'ye kadar görevine başlayamadığı iddia edilmektedir. Bir papazlar komisyonu, William'ın "Commentary on the Sentences" adlı yazısının tekrar incelenmesini istediğinde Ockham kendisini başka bir tartışmanın içinde buldu.
Üç yıl sonra Fransiskenlerin başkanı Michele de Cesena ile tanışan William, Papa XXII. Ioannes'e karşı Michele'in safını tuttu. Aynı dönemde XXII. Ioannes ile tartışma yaşayan Kutsal Roma İmparatoru Kutsal Roma Cermen İmparatoru IV. Ludwig, Fransiskenleri desteklemişti. Bu durumu fırsat bilen William, 1328'de Michele ile birlikte Avignon'dan kaçıp İtalya'da bulunan IV. Ludwig'e sığındı. İmparatora “Sen beni kılıçla koru, ben de seni kalemimle koruyayım” dediği söylenen Ockhamlı William, Papa XXII. Ioannes'i dinden çıkmakla suçlayan yazılar yazdı. Bu yazıları nedeniyle Papa tarafından aforoz edilen William, 1330 yılında IV. Ludwig'in ülkesine dönmesiyle birlikte Münih'e gitti.
Ockhamlı William, 1348 yılında tüm Avrupa'yı saran Büyük Veba Salgını sırasında vebaya yakalanarak kentteki bir manastırda öldü.
Düşünceleri.
Politika.
William, günümüzdeki Batı siyasal sistemlerinin temelini oluşturan ilkelerden biri olan ‘sınırlı iktidar’ anlayışını Hristiyanlık doktrini üzerinden geliştirmiştir.
Dünyevî iktidarın sınırları.
Ona göre monarşi iyi bir rejimdir ancak bunun bir şartı vardırː Kral, kendi çıkarı için değil, yönettiği halkın ortak iyiliği için çabalamalıdır. Bu nedenle siyasal iktidar mutlak değildir, sınırlıdır. Öte yandan kralların otoritesi Tanrı'dan kaynaklanır ancak bu otorite de sınırsız değildir. Eğer kral yozlaşırsa, Tanrı'dan kaynaklanan otorite sona ermiş olur ve kralın meşruiyeti kalmaz.
William, bir yanda halk ve devlet yöneticisi arasında, diğer yanda ise devlet yöneticisi ile daha üst yöneticiler arasında karmaşık bir meşruiyet ilişkisi kurmuştur. Buna göre devleti yöneten monark, halkının çıkarları için uğraştığı sürece mutlak surette meşrudur ve kendisine itaat edilmesi gerekir. Ancak bu monark, ortak çıkarlar yerine kendi çıkarını sağlamaya başlarsa yönettiği halkın bu yozlaşmış yöneticiyi devirme hakkı doğacaktır. Örneğin yerel bir derebeyi yozlaşırsa, halkın onu devirme hakkı ortaya çıkar. Ancak halk bu hakkını kullanamıyorsa, kral derebeyini öldürmelidir. Aynı şekilde bir kral yozlaştıysa, daha da üst bir makamın (Papalık veya Halifelik benzeri dinî bir otorite, uluslararası güç vb.) o kralı devirme hakkı doğar.
Ruhanî iktidarın sınırları.
Ockhamlı William, sadece siyasal iktidarı sınırlandırmamış, Papalık'ın otoritesinin de ciddi biçimde daraltılması gerektiğini savunmuştur.
William'a göre Papalık'ın başkalarının –özellikle de kralların– hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırma veya kısıtlama hakkı olamaz. Zira bu hak ve özgürlükler dünyevî hayata ait olgulardır. Papa ise yalnızca ruhanî dünya ile ilgili konularda yetki sahibidir. Bu sebeple Papalık'ın krallar üzerinde din dışı konularda hiçbir yetkisi olamaz.
William, Papalık'ın dünyevi-siyasi yetkisini ortadan kaldırmakla yetinmez, onun ruhanî otoritesini de kısıtlar. Ona göre Papalar ruhanî alanda da mutlak değildir, yanılgıya düşebilir, yozlaşabilir.
Bu sebeple William, Papaları denetim altına sokmak için bir tür meclis kurulmasını önermişti. Buna göre dünyanın her yöresinden gelen çeşitli din adamlarının oluşturacağı bir meclis, Kitab-ı Mukaddes'e dayanarak akıl yürütecek ve Papaları denetleyecekti. Böylece Papalık mutlak bir makam olmayacak, tüm Hristiyanların temsil edildiği bir meclisçe denetim altında olacaktı.
William, yozlaşan bir krala papaların da müdahale edebileceğini, aynı zamanda dinden çıkan (heretic) veya sapkınlığa kayan bir papaya karşı da kralların müdahale edebileceğini söyler.
Mantık.
Mantık alanında, daha sonra De Morgan yasaları olarak adlandırılan formülleri kelimelerle ifade etti. Üç doğruluk değeri içeren "üçlü mantık sistemini" geliştirdi. Üçlü mantık kavramı 19. ve 20. yüzyıllarda matematiksel mantık alanında tekrar önem kazanmıştır. Anlambilime yaptığı katkılar hala mantıkçılar tarafından kullanılmaktadır. Ockham'ın Aristocu kıyasın boş terimlerini etkili bir şekilde kullanan ilk mantıkçı olması muhtemeldir. Ockham'a göre bir argümanın geçerli olması ancak ve ancak "öncül analizi" geçerliyse mümkündür.
Doğa felsefesi.
Ockham'da doğa felsefesi madde ve formdan oluşmuş duyulur tözlere ilişkin önermeleri ele alır. Ona göre bunun ne anlama geldiğini anlamak için, ilkin bilginin önermelerden oluştuğunu, önermelerin de bir bilim aracılığıyla bilindiğini bilmek gerekir. Doğa bilimi, şeylerde ortak olan zihinsel içerikler hakkındadır ve bunlarla kavramlar, öncelikle önermelerde şeylerin yerine geçer. Yani, bilgi, sadece tekil şeyler hakkında değil, tümeller hakkındadır da; tümeller önermelerde tekil şeylerin yerine geçer Örneğin, "tüm duyulur substanslar madde ve formdan oluşmuştur" önermesini ele aldığımızda, özne ya zihin dışı bir şey ya bir zihinsel içerik ya da bir sözcüktür. Yani, özne tekildir.
Epistemoloji.
Ockhamlı William'a göre bilgi ruhtadır; bilgi ruhun çeşitli nitelikleri ile formlarının bir toplamıdır. Burada sadece insan bilgisi hakkında konuştuğunu söyler, bunu da şu şekilde gösterir: Birinci olarak, bilgi, bir alışkanlık ("habitus") olarak bir niteliktir, tıpkı bilgi edimi gibi. Yani, bilgi de bilgi edimi de birer niteliktir, bu nedenle, bilgi alışkanlık olarak bir niteliktir. Ona göre büyük öncül olan bilginin alışkanlık olarak bir nitelik olduğu kabulü açıktır, burada açık olmayan küçük öncüldür, bu nedenle, Ockhamlı William küçük öncül olan bilgi ediminin alışkanlık olarak bir nitelik olduğu kabulünü kanıtlamaya girişir: Birbirleriyle çelişen ifadelerden birşeyin doğruluğu hakkında bilgi edinmek imkansızdır. Bunun yanında, ruh daha önce hiç düşünmediği birşeyi düşünebilir. Böylece ruh daha önce sahip olmadığı birşeye sahip olur; bu şey ya bir düşünme edimidir ya da irade türünden birşeydir. Düşünme edimi ve irade birer nitelik olduklarından, bilgi alışkanlığı da bu tür bir niteliktir veya bu tür niteliklerin bir toplamıdır. Bu şekilde düşünen biri, daha önce sahip olmadığı birşeye sahiptir artık. Bu şey sadece bir alışkanlık olabilir. Bu nedenle alışkanlık, ruhun bir konusu olarak, ruhtadır. Bir nitelik ruhta, yalnızca ruhun bir konusu olara!' bulunabildiğinden, alışkanlık bir niteliktir. Yani, bilgi alışkanlığı ruhta bulunan bir niteliktir.
İkinci olarak, bilgi teriminin birbirinden farklı pek çok anlamı vardır ve bunlardan biri diğerinin altına sokulamaz. Şöyle ki, birinci anlamıyla bilgi, doğru olan birşeyi kesin olarak kavrayıştır. Bu anlamda bazı hakikatler güvenle bilinir. Örneğin, Roma'yı hiç görmemiş ol sak da, Roma'nın büyük bir kent olduğunu bildiğimizi söylediğimizde ya da şu kişinin babam, diğerinin de annem olduğunu bildiğimi söylediğimde, açıkça bilme sözkonusu değildir, ama bu tür şeylerde herhangi bir şüphe duymadan taraf oluruz; bize bunları bildiğimiz söylenir. İkinci anlamıyla bilgi, "apaçık bilme" anlamındadır. Bu durumda sözkonusu olan başkalarının söylediklerini bilme değil, bilenin kendi etkinliğiyle birşeyi bilmesidir. Ockhamh William'ın verdiği ömeğe göre sözkonusu olan, birinin kimse ona duvarın beyaz olduğunu söylemese de, o kişinin duvarın beyazlığını görerek bilmesidir.
Üçüncü anlamıyla bilgi, zorunlu bazı hakikatlerin apaçık bilgisidir. Bu durumda bilme nesneleri, ilk ilkeler ve bunlardan çıkarılan sonuçlar anlamında olanaklı olgulardır.
Dördüncü anlamıyla bilgi, zorunlu öncüllerin apaçık bilgisi ve akıl yürütmenin yol açtığı zorunlu bazı hakikatlerin apaçık bilgisidir.
Bir başka ayrıma göre bilgi, bazen sonucu apaçık bilme, bazen de bir bütün olarak tanıtlamayı apaçık bilme anlamına gelir. Ve diğer bir ayrıma göre ise bilgi, bazen sayısal olarak tek bir alışkanlık diye ele alınır; bu anlamda birbirinden ayrı pek çok alışkanlık sözkonusu değildir. Bazen de bilgi pek çok alışkanlığın toplamı olarak ele alınır. Bu haliyle bilgi, bilim anlamındadır. Bu anlamda bir bilim bütünün parçalarını, ilk ilkelerini, sonuçlarını; terimleri, yanlışları reddetmeyi içerir. Bu nedenle metafizik ve doğa felsefesi birer bilimdir. Ne metafizik ne doğa felsefesi ne de matematik sayısal olarak tektir, bunlar bilginin parçalarıdır. Buna karşılık bu beyazlık, bu ısı, bu adam, bu eşek sayısal olarak tektir diye kabul edilir.
Bir şey hakkında bilinen şeye, bilginin öznesi denir. Bilim kolektif olarak tektir, bunun yanında bilimsel olarak bilinen farklı şeyler hakkında pek çok şey vardır, bu nedenle, bir bilimin sadece tek bir öznesi yoktur. Ona göre bu kavramın iki ayrı anlamı vardır: Birinci olarak, bilginin içinde olduğu şeyanlamındadır. Örnekse, beyazlığın öznesi yüzey veya cisimdir, ateş, ısının öznesidir. Burada, bilginin öznesi, zihnin kendisidir, çünkü bu tür bir bilgi zihnin bir ilineğidir. İkinci olarak, 'bilginin öznesi', bilinen şeydir. Bu anlamda bilginin öznesi, sonucun öznesiyle aynı şeydir. Ama, birbirinden farklı öznelerle sonuçlar sözkonusuysa, sonuçların toplamı olan bilimin her bir kısmının farklı özneleri olacaktır. Ockhamlı William, bilginin öznesiyle nesnesi arasında fark olduğunu söyler. Bilginin nesnesi, bütün önermeyken, bilginin öznesi bu önermenin sadece bir parçasıdır. Örneğin, "insan koşar" önermesinde, bilginin nesnesi tüm önermeyken, bilginin öznesi sadece 'insan' terimidir. Dolayısıyla, "Mantığın öznesi nedir?, Doğa felsefesinin öznesi nedir? veya Metafiziğin, Matematiğin, Etiğin öznesi nedir?" gibi sorular anlamsızdır. Bu tür sorular mantığın veya doğa felsefesinin belli bir öznesi olduğunu varsayarlar. Ama bu yanlıştır; bilimin tek bir öznesi yoktur, bilimin değişik parçalarının değişik özneleri vardır. "Doğa felsefesinin öznesi nedir?" diye sormak, "Bu dünyanın kralı kimdir?" sorusunu sormak kadar anlamsızdır. Çünkü, tüm dünyanın kralı olacak kimse yoktur; tek bir kişi sadece tek bir krallığın kralı olabilir, tıpkı bir bilimin farklı kısımlarının farklı özneleri olması gibi. Bilimler içinde bazı öznelerin diğerlerine göre bir önceliği vardır. Örneğin, metafizik için yüklem açısından 'varlık' öznesi öncelikliyken, mükemmellik ("perfection") açısından önceliği olan özne 'insan' veya 'kutsal cisim' dir.
Terimler.
Her yargıda bulunma edimi, terimleri yalın bir şekilde bilmeyi varsayar, yani önermeyi kavramış olmayı varsayar. Çünkü, terimleri yalın biçimde bilmek, önermeyi kavramış olmak demektir. Ockhamlı William'a göre, terimlerin neliğini, önermelerin ve akıl yürütmelerin yapısını ortaya koymak oldukça önemlidir. Çünkü akıl yürütmeler önermelerden, önermeler de terimlerden oluşmaktadır. Öyleyse, terimlerin ne olduğunu kavramaya çalışmakla işe başlamak gerekmektedir.
Ockhamlı William terimleri, yazılı, sözlü ve kavramsal olarak üçe ayırır. Yazılı terim maddesel herhangi bir şey hakkında kaydedilen bir önermenin bir bölümüdür ve insan gözüyle görülebilme özelliği vardır. Dilsel terim (ses), yüksek sesle ifade edilen bir önermenin bir bölümüdür ve insan kulağıyla işitilebilme özelliği vardır. Kavramsal terim ise, doğal olarak herhangi birşeyi gösteren veya belirten ruh izlenimidir; bu, zihinsel bir önermenin parçası olarak herhangi bir nesneyi doğal olarak imler, neyi gösteriyorsa, onun doğal olarak yerine geçer.
Birinci anlamda bir yüklemli önermede bağ fiil ya da önerme öğesi olabilen veya bir önerme öğesinin ya da fiilin belirleyicisi olan her şeye terim denir. Bu anlamıyla terim bir önermenin parçası olabiliyorsa, bir önerme de bir terim olabilir. Nitekim şu önerme doğrudur: " 'İnsan bir canlıdır' doğru bir önermedir"; bu önermede 'insan canlıdır' özne, 'önerme doğrudur' ise yüklemdir.
İkinci anlamda "terim" adı her tam önerme karşısında olan şey olarak ayrılır. Bu anlamda her yalın deyişe terim denir.
Üçüncü ve daha dar anlamda 'terim', imleme işlevine göre, önermenin öznesi ya da yüklemi olabilen şey anlamına gelmek üzere kullanılır. "Terim"in bu üçüncü anlamında yalnızca bir yalın deyiş terim olmakla kalmaz, aynı zamanda iki yalın deyişten oluşmuş bir deyiş bile bir terim olabilir. Bu nedenle, bir sıfat ve bir adın birleşmesi, hatta bir sıfat fiilin ve bir zarfın ya da bu yollardan biriyle oluşmuş bileşik bir deyiş, bir önermenin öznesi ya da yüklemi olabildiğinden, bir edatla nesnenin birleşmesi bu anlamda doğru olarak bir terim oluşturabilir. "Her ak insan bir insandır" önermesinin öznesi, ne 'insan' ne de 'ak'tır, onun yerine ikisinin birleşmesinden oluşan 'ak insan' özne olur. Aynı durum "Hızlı koşan kişi bir insandır" önermesi için de söz konusudur: ne 'koşan biri' ne de 'hızlı' özne olamaz, 'hızlı koşan biri' bileşik deyişi özne görevini yapar.
Deyim bu anlamda kullanılınca, fiillere, bağlaçlara, belirteçlere, edatlara ve ünlemlere terim demek yanlıştır. Hatta bu anlamda, birçok ad terim değildir. Burada söz konusu edilen adlardır. Maddesel ya da yalın olarak anlamlandığında onlar bir önerınenin öğeleri olabilseler de, anlam bakımından ele alındıklarında önerınenin öğeleri olamazlar. Bu nedenle okuyor' bir fiildir" önerınesi, ancak buradaki 'okuyor' sözcüğü kendi başına, maddesel anlamda kullanılıyorsa tutarlı ve doğrudur. Şu önermeler için de durum aynıdır: Her' bir addır", " 'Eskiden' bir belirteçtir", " 'Eğer' bir bağlaçtır", " '-den, -dan' bir edattır".
Kavramsal terimde, bu önermenin gösterdiği şey hakkında bir varsayım, bir tahmin söz konusudur. Ockhamlı William bu söylediğini Augustinus'un söyledikleriyle kanıtlar: Kavramsal terimler ve onlarla kurulmuş önermeler, "De Trinitate"'in 15. bölümünde yer aldığı gibi Augustinus'a göre, hiçbir dile ait olmayan zihin sözcükleridir. Çünkü, sözcükler onlara bağlı imler olarak dışarı taşınsalar bile, onlar sadece zihinde ("intellectus"'ta) kalırlar, dışarı taşınamazlar.
Çalışmaları.
Onun felsefi ve teolojik çalışmalarının standart baskısı 1867-88 yılları arasındaki Ockham'lı William'dır. ("Opera philosophica et theologica". Gedeon Gál, et al., eds. 17 vols. St. Bonaventure, N. Y.: The Franciscan Institute) Politik çalışmaları ise 1940-97 yılları arasında yayımlanmıştır (H. S. Offler, et al., eds. 4 vols. Manchester: Manchester University Press [vols. 1-3]; Oxford: Oxford University Press [vol. 4].)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14752",
"len_data": 17097,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.83
}
|
Baruch Spinoza (doğum Benedito de Espinosa, sonradan Benedict de Spinoza; 24 Kasım 1632 - 21 Şubat 1677), Yahudi kökenli Hollandalı filozof. Aydınlanmanın erken dönem düşünürlerinden olan Spinoza, evren ve insan hakkında modern fikirler ileri sürerek öncü ahit eleştirileri yapmış ve zamanla 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Descartes'ın fikirlerinden etkilenen Spinoza, Hollanda Altın Çağının önde gelen filozofu olmuştur.
Spinoza Amsterdam'da, Portekiz Yahudi cemaatinde büyümüştür. İbrani kutsal kitabının doğruluğu ve Tanrı'nın doğası hakkında çok tepki çeken fikirler geliştirmiştir. 23 yaşındayken, kendi ailesi de dahil, Yahudi cemaati tarafından dışlanmıştır. Kitapları daha sonra Katolik Kilisesi'nin yasaklılar listesine girmiştir. Çağdaşları tarafından sıkça ateist olmakla itham edilse de, yapıtlarının hiçbirinde Tanrının varlığını reddetmediği gibi, teolojik ve politik inceleme adlı kitabı incelendiğinde Peygamberi de reddetmediği görülür. İncilin tahrif edildiğine inanır ve bunu ispatlamak için incilden ayetleri referans gösterir.
Zamanında anlaşılmayan pek çok filozof gibi Spinoza da yanlış anlaşılmanın ve doğru anlaşılmamanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük "din düşmanlarından" biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının "Tanrı sevgisi" olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte Spinoza'nın gerçek bir "bilge" yaşamı yaşadığı aktarılır. En büyük eseri Etika adlı kitabıdır.
Yaşamı.
Spinoza, Hollanda'da ticaretle uğraşan bir Safaradi Yahudi ailenin oğlu olarak doğdu. Ailesi Yahudi olduğu için Portekiz'den engizisyonun baskılarından kaçıp önce Nantes'a sonra da Amsterdam'a (1622 yılı olarak tahmin ediliyor) göç etti. Bilge filozof Spinoza bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve çatışmaların, siyasal değişikliklerin ve felsefi gelişmelerin yoğun olduğu bir sırada Hollanda'da yaşadı. Spinoza'nın babası ticaretin yanı sıra sosyal alanda da gelişme kaydetmiş ve Amsterdam'daki Sinagog'un ve Yahudi okulunun müdürü olmuştu. Ailesi Spinoza'nın haham olarak yetişmesini istemiş ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanaklarını sağlamıştı. Spinoza bu nedenle erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme olanağı bulmuştur.
Spinoza'nın laik ve sorgulayıcı düşünceyle güçlü bağlantısının üstünde, eğitim sürecinin başlarında öğretmeni olan ve liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel'in (Amsterdam Yeshiva'sına 1638'de atandı) etkisi olduğu söylenir.
1650'de Franciscus van den Enden'ın okulunda Latince, doğa bilimleri (fizik, kimya, mekanik, gök bilimi ve fizyoloji) ve felsefe okumaya başladı.
1651'de Spinoza'nın Descartes'ın eserlerini okumaya başladığı tahmin ediliyor.
1652'de babasının tüm karşı çıkışına karşın Spinoza mercek yontma işine başlar.
1653'te Jan de Witt Hollanda bölgesi konsey yönetimine atanır.
1654'te Spinoza'nın babası Michael ölür.
1655'te Spinoza, Cemaat Mahkemesi tarafından dindışılıkla (materyalistlik ve Tevrat'ı küçük görmek ile) suçlanır. Bu sorgulamada uzamın Tanrı'nın bir sıfatı olduğunu savunan Spinoza, sonunda hahamlar tarafından din düşmanı olmakla suçlanır ve pişman olmaya zorlanır. Bu yıl içinde Spinoza "Tractatus de Deo et homine etjusque felicitate" ("Korte verhandeling van God, de mensch en des zelfs welstand", "Tanrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme") adlı çalışmasını da bitirir. Bu kitap çok güçlü olmamakla birlikte Spinoza felsefesinin tüm temel tezlerini barındıran bir yapıt olarak değerlendirilir.
Tractatus De Deo et Homine eiusque Felicitate adlı eserinde, cehalet yüzünden gelişen toplumsal önyargılar farklı inançlar sonucunda, ancak felsefi olarak varolması gereken, bir Tanrı'ya, insani özellikler yükleyip O'nu ödül ve ceza dağıtan bir yargıç haline dönüştüren insanlara çıkışı, Yahudilerin tanrının özünün ne olduğunu bilmedikleri halde, kendilerini onun yurttaşları olarak görüp diğer ulusları küçük görmelerine getirdiği eleştiriler, dolayısıyla tanrının ruh ve yasa üzerine Yahudi cemaatinden tamamen farklı düşünceleri benimsemiş olması onun tanımamazlıkla suçlanıp aforoz edilmesine ve lanetlenmesinde büyük rol oynamış.
1656'da 24 yaşındaki genç Spinoza Amsterdam Sinagog'u tarafından, Tanrı'nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve Tevrat'ın Tanrı'nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu" iddialarını savunduğu için Yahudi cemaatinden kovulur (cherem veya herem; Yahudilikte, Katoliklikteki aforoz benzeri bir ceza). Spinoza cemaatten kovulmasını takiben, adını Benedictus'a (ilk adı olan Baruch'un Latince karşılığı) çevirdi. Cherem'in koşulları da çok kesindi, ceza asla geri alınmazdı (bknz. Kasher ve Biderman).
1660'ta Amsterdam Sinagog'u yerel yetkililere Spinoza için "her türlü din ve ahlak için bir tehdit" diyerek şikayette bulunur.
1661'de Spinoza Amsterdam'ı terk eder, yakınlardaki Rijnsburg'a yerleşir, "Etika"sını yazmaya başlar ve yaşamının sonuna kadar mektuplaşacağı "Henry Oldenburg" ile tanışır.
1662'de "Tractatus de intellectus emendatione" adlı eserini bitirdiği tahmin edilmektedir.
1663'te Lahey yakınlarındaki Voorburg'a ressam Daniel Tydemann ile birlikte yerleşir.
1664 yılında Lahey'de "Descartes Felsefesi'nin İlkeleri" adlı kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde "Metafizik Düşünceler" adlı çalışması yer almaktadır. Aralık 1664'ten Haziran 1665'e kadar amatör bir Kalvinist tanrıbilimci olan ve Spinoza'ya kötülük konusunda sorular soran Blyenbergh ile mektuplaşır. 1665'in son aylarında Oldenburg'a, 1670'te basılacak olan yeni kitabı "Teolojik-Politik İnceleme"ye çalışmaya başladığını yazar.
Bazı arkadaşlıkları (Jan de Witt gibi) nedeniyle politik kamplaşmalarda taraf olmak durumunda kalmış olan Spinoza'nın adsız olarak yayınladığı "Teolojik-Politik İnceleme"si de bu kamplaşmalar dolayısıyla tepkiyle karşılanmıştır. Spinoza bu kitabından sonra artık yazmamaya karar verir.
1670'te "Teolojik-Politik İnceleme" Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist) tarafından "Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından Cehennem'de uydurulmuş ve Sayın Jan de Witt'in bilgisi dahilinde yayınlanmıştır" ifadesiyle eleştirildi. Spinoza Lahey'de Stille Veerkade'de yaşamaya başlar."
1671'de Leibniz ona "Notita opticae promoteae" isimli eserini o da Leibniz'e "Teolojik-Politik İnceleme" eserini yollar.
1673'te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi'ndeki felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü "din adamlarını rahatsız etmeme koşulu" vardır bu önerinin.
"Etika" adlı büyük eserini 1675'te tamamlar. Bu eser belirli bir çevrede dolaşır, tartışılıp değerlendirilir, ancak Spinoza yaşadığı sırada izin vermediğinden basılmaz.
Ölümünden bir yıl önce 1676'da Leibniz ile görüşür. Aynı yıl Lahey Sinodu "Telojik-Politik İnceleme"nin yazarı hakkında takip kararı alır.
21 Şubat 1677'de ölen Spinoza'nın eserleri, Amsterdam'da, arkadaşları tarafından "Opera Posthuma" ("Ethica", "Tractatus politicus", "Tractatus de intellectus emendatione", "Epistolae", "Compendium Grammatices Linguae Hebrae") adıyla yayınlanır.
1678'de Spinoza'nın eserleri Felemenkçe (kendi dilinde) yayınlanır.
Felsefi düşünceleri.
Spinoza'nın düşünce kaynaklarında farklı etkilerin olduğu söylenebilir. Onun zor anlaşılan ya da tamamen zıt yönlerde anlaşılan felsefesinin oluşumunda bir yanda Yahudi mistiklerini, İslam düşünürlerini, skolastikleri, 17. yüzyılda çok önemli gelişmeler kaydeden doğabilimlerini, Giordano Bruno ve özellikle onun panteizmini ve bütün bunların ötesinde Descartes'ı ve Kartezyen felsefeyi buluruz. Bir anlamda bunlara bağlı olarak onun felsefi sorununun "töz sorunu" olduğunu, bu eksende varlık problemine yöneldiğini söyleyebiliriz.
Beden ve ruhun birbirlerine olan üstünlükleri yerine paralelliklerini savunan Spinoza ereksel bir nedenselliğe de karşı çıkmıştır. Bununla birlikte aşkın bir tanrı anlayışı yerine içkin bir doğa anlayışı getirmiştir. Böylece ruhun bedeni yönettiği insanbiçimli tanrı fikri yerine bütün çeşitlilikleri barındıran ereksel olmayan tek bir doğadan bahsetmekle beraber insandaki temel üç yanılsamayı tasvir etmiştir. Ereklilik çerçevesinde; bilinç, özgürlük ve tanrıbilimsel yanılsama.
Spinozacı metafizik.
Spinoza'nın felsefi çalışmalarının anlaşılmak ve değerlendirilmek bakımından özel zorlukları olduğu bilinen bir gerçektir. Kullandığı kavramlar, bunlara getirdiği tanım ve açıklamalar birçok farklı yollardan yeniden sorgulanabilir ya da değerlendirilebilir görünmektedir. Bu yalnızca Spinoza'nın bir yanda 'Tanrı-sarhoşu, öte yanda din ve tanrı düşmanı olarak değerlendirilmesi meselesinde ortaya çıkmaz, bir bütün felsefi sisteminin anlaşılmasında özel bir sorun yaratır. Felsefenin bildik terimlerini kullanmakla birlikte, Spinoza'nın kendi metafiziğini kurarken bu terimlere sağladığı anlam katmanları ve terimleri birbiriyle ilintilendirme tarzı onun sisteminin anlaşılmasını güçleştirmiş ve bunun yanı sıra pek çok farklı şekilde yorumlanmasına yol açmıştır.
Temel yapıtı "Etika" ilginç özelliklere sahiptir. İlkin burada Spinoza'nın felsefi çalışmasına bilimsel bir konum kazandırmaya çalıştığı söylenebilir. Rasyonalist filozofların matematikten etkilenmeleri ya da onu model almaları Spinoza için de geçerlidir, ancak Spinoza matematikten çok geometriyi benimser ve yapıtlarında geometrik yöntemi kullanır. Etika'nın altbaşlığı bu bakımdan örnektir: "Geometrik yönteme göre kanıtlanmış olan ahlak". Yorumcuları, çalışmanın ağır yapısının buradan kaynaklandığında hemfikirdirler. Etika'nın hem biçimsel yapısını hem de içeriğini geometrik yöntem şekillendirir.
Etika'nın temel kavramları olan töz, nitelik, görünüm, nedensellik bunlara örnek olarak verilebilir. Spinozacı metafiziğin nasıl bir ontolojiye sahip olduğu, Tanrı ya da Doğa dediğinde ne demek istediği, insanın doğadaki yerinin nasıl ele alındığı, özgürlük ve zorunluluk ilişkisinin nasıl değerlendirildiği önemli boyutlar ve sorunlar içerir; Spinoza bu bakımdan etkisi geç anlaşılmış ve anlaşıldığı andan itibaren sürekli yeniden değerlendirilen bir filozof olmuştur.
Tanrı "ya da Doğa".
“Spinoza’nın yazılarında tanrı kelimesinin geçtiği her yere tabiat kelimesi konulabilir. Bu konuda kendisi bile sarih olarak yol gösteriyor. Tanrı mefhumundan şahsi, irade ve hatta şuurla ilgili her şeyi çıkarmak suretiyle, Spinoza, bu iki mefhumu birbirine yaklaştırır.”
Spinoza'nın "panteist" bir düşünce yönünde uçlara vardığı ve monist bir tanrı-doğa düşüncesine ulaştığı ilk olarak belirtilmesi gereken noktadır. Bununla birlikte Spinoza'nın felsefi sisteminde "Tanrı kavramının" merkezi bir yeri olduğunu söylemek gerekir. Tanrı, bu felsefi sistemin hem başlangıç noktası hem de son noktasıdır: "Var olan her şey Tanrı "içinde" vardır ve Tanrı olmaksızın hiçbir şey ne varolabilir ne de kavranabilir."
Ancak yine de açık olmayan Spinoza'nın Tanrı'sının felsefesi açısından nasıl bir şey olduğudur. Kendinde bir neden, nedeni kendinde olmak ("causa sui") anlamında Tanrı ve özellikle bu alıntıda kullanılan "içinde" terimi Spinoza üzerine yapılan sonu gelmez yorum denemelerinde sürekli bir tartışma konusudur. Bilimsel bir düşünceye de dinsel bir düşünceye de bağlantılandırılan Spinozacı felsefenin tanrı kavramı, hem ontolojik kanıtlamanın hem de bilgi bilimsel yapının anahtarı olarak görünmektedir. Çünkü tanrının varlığı için öne sürülen "ontolojik veri", bir "gerçekliğin varlığını o gerçekliğin kavranışından hareketle" kanıtlamaya yönelen yaklaşımdan hareket eder görünmektedir.
Aynı zamanda Spinoza'nın monist bir dizgeye yöneldiği söylenebilir; onun hem bir ateist hem de bir panteist olarak görünmesini sağlayan ise bu monist tutumun özgüllüğüdür. Ünlü sav sözünde Spinoza, "Tanrı ya da Doğa" (Deus sive Natura) demektedir.
İlk alıntı ile bu sav söz karşılaştırıldığında Spinoza'nın güç anlaşılır tezleri belirginleşmektedir. Bu formülasyonla Spinoza, bir yanda fiziksel dünyanın özünde tanrıbilimsel olmasını ve öte yandan tanrıbilimin kişisel olmaması sağlamaya çalışır. Burada Spinoza, örtük ve açık bir takım varsayımlara dayanır, hatta bir tür "gizli varsayım" sistemin temelidir diyebiliriz. Bu gizli varsayım sonradan üzerinde çok konuşulacak olan, gerçeklik ile kavrayışın örtüşmesi, daha düşünce dünyasındaki bağıntıların birebir gerçeklikteki bağıntılara tekabül etmesidir.
Bu yaklaşımları geliştirmekte nedensellik kavramı da ayrı bir öneme sahiptir. Spinoza'nın gizli varsayımının kuramsal dayanağı bir anlamda bu nedensellik fikridir, ancak Spinoza'nın nedensellik fikri ampirizm felsefesi için kabul edilemez bir nedensellik yaklaşımıdır. Spinoza burada rasyonalist yönelime uygun bir yol izler ve nedenselliği bir bakıma dünyadan kopartarak zihnimize, yani dünyayı kendi kavrayışımıza bağlar. Çünkü ona göre, eğer aklı mümkün kılan çıkış noktaları ya da öncüller gerçeklik için bir güvence sağlayamıyorsa başka hiçbir şey sağlayamaz. Böylece apaçık gerçeklik, düşünceden gerçekliğe geçişin sağladığı bir gerçeklik olarak belirir. Buna göre, fiziksel dünyanın, düşüncenin onu temsil ettiği gibi olduğunu, bizzat bu düşüncenin kendisinden anlarız ki Spinoza bu yolla argümanlarında "kavrayış" nosyonunu özel bir ilgiyle kullanmakta ve bunun aracılığıyla dünyaya bir tanım getirmektedir.
Töz, nitelik ve görünüm.
Bu noktada Spinozacı "töz", "nitelik" ve "görünüm" kavramlarına bakmak gerekir. "Töz" (substantia), kısacası, nedeni kendi içinde olan, kendisi kendi aracılığıyla kavranandır. "Görünüm" (modus) ise kendi aracılığıyla ve kendinde kavranan değil, aksine tözün görünümü olarak tanımlanır. Bizim ya da başka bireysel şeylerin varoluşlarının açıklanması kendimiz dışındaki başka bir şeye dayanır; hepimiz kutsal ve mutlak bir tözün görünümleriyizdir. Bu anlamda Tanrı bir töz'dür, yani kendinde bir nedenle ve zorunlu olarak Tanrı (causa sui) vardır. Ancak böyle ise, töz aynı zamanda herhangi bir şeydir de, yani varolduğu ontolojik bir veri tarafından kanıtlanan herhangi bir şey töz olabilir. Ancak Spinozacı sistem böyle bir çıkarsamaya olanak vermez. Spinoza, birci anlayışıyla ve düşündüğü metafizik sisteme varabilmek için bunu kabul edemez ve rasyonalizmin örtük varsayımlarından yararlanarak Tanrı dışında bir tözün olabilirliğini yadsır.
"Nitelik" (attributum kavramıysa, Tanrı'yı özünde ne ise o olarak gösteren şeydir. "Düşünce" ve "uzam" Spinoza'ya göre, Tanrı'nın iki temel niteliğidir. Böylece o, Kartezyen felsefedeki soruna kendince bir çözüm getirir; düşüncelerin ve fizik nesnelerin tek bir tözün değişimleri olduğunu öne sürer ve Tanrı'yı "her biri ebedi ve sonsuz özü ifade eden sonsuz niteliklerden oluşan bir töz" olarak tanımlar.
Bütün bunlar Spinoza felsefesinin metafizik gücünü ve anlaşılmaktaki zorluklarını göstermektedir. Spinoza felsefesinin gücü de güçsüzlüğü de başlangıç öncüllerinde ve kavramlara kattığı özel içeriklerdedir. Spinoza felsefesinde çıkan sonuç ise daha da çarpıcıdır, tanrı ile doğa ayrık değil özdeştir. Bu sonuç, mantıksal neden ile gerçek nedenin özdeş sayılmasına paraleldir. Dolayısıyla da "Tanrı bilgisi" ya da "Tanrı'yı bilmek", "entelektüel Tanrı sevgisi" (amor intelictualis Dei) Spinozacı metafiziğin çıkış noktası ve varış noktasıdır.
İnsan.
Spinoza'daki "insan" anlayışının felsefi sistemiyle, kurduğu geometrik metafizik bütünlükle doğrudan bağlantılı zorunlu bağlamları vardır. Töz anlayışı, "evreni bir zorunlu bağlantılar sistemi" olarak tekçi anlayışla açıklamak üzere kurulur ve bütün varlıklar Tanrı'dan başka bir şey olmayan bu tözün zorunlu görünümleri olarak açıklanır. Tanrı, "sonsuzluk boyutunda" (sub specia aeternitatis) her şeyin özüdür; insan ise "zaman ya da süre boyutunda" (sub specia durationis) Kendinin kendinde nedeni ve bu temelde her şeyin varoluşunun nedeni olan Tanrı, Spinoza'nın "beden-ruh ikilemini" çözmesine de yardım eder.
Bu çözümü şu şekilde ifade etmek mümkündür: Beden (corpus) ve ruh, "Tanrı'nın sonsuz özünden" gelen görünümlerdirler ve dolayısıyla gerçek dünyanın düzeniyle ruhun düzeni birlik oluşturur. Böylece geleneksel anlamda bilinen birey-özne ve dolayısıyla insan Spinozacı sistemde ortadan kaldırılmıştır. Bu sistemde bireysel anlamda akıl ve irade sahibi, kendi kararlarını veren ve verdiği kararlarda özgür olan bir insan anlayışına yer kalmaz; aksine ruh ve madde, zihin ve gerçeklik "tek ve sonsuz bir özün" görünümleri olarak aynı derecede zorunlulukla belirlenen "varlıklar" olarak belirirler. İnsan iradesini irade olarak tanımayan Spinozacı metafizik, ilginç bir etik anlayışına yol açar; ilginçlik etik bilinen anlamda irade ve insan kararları üzerine kurulu olmasından kaynaklanır. Varlığı ve varoluşu bütünlükle nedensellikler içinde açıklayan bir felsefe sistemi, aynıksal sistemin içine zorunlu olarak etiği oturtmak durumundadır. Spinoza, buna bağlı olarak, insan ruhuna yönelik "doğalcı ve mekanist" kabul edilen bir düşünce şekillendirir.
Spinoza için soyut etik yasaların ve değer yargıları belirlemenin hiçbir anlamı yoktur, önemli olan "gerçeği tanımaktır" ki bunun nasıl bir şey olduğunu sisteminde açıklar. Güç ve erdem insanı açıklamakta önemlidir, ancak her ikisi de "Tanrı bilgisinde" temellenir. Spinoza'nın felsefi sistemi Tanrı düşüncesiyle başlayıp Tanrı düşüncesiyle sonlandığı için insanın doğru konumlanışı bu sistemin belirlediği gereklere göre bilgiye yönelmesi ve kendi zorunluluklarını kavramasıdır. Spinoza insan-toplum-devlet düşüncelerini bu felsefi düşünüş doğrultusunda temellendirmekte, insan tanımlamasını "Tanrıbilimsel-politik" düşüncesinde oluşturmaktadır. Ona göre geometri önemlidir.
Özgürlük.
Spinoza, her tür tasarım ve iradeye dayalı kararın zorunlulukla kendisinden önce gelen bir olaya dayandığı fikrinden hareket eder. Bu şekilde yaklaşılınca istenç ve irade özgürlüğü olarak adlandırılan özgürlüğün reddedilmesi ortaya çıkar. Felsefe tarihi içinde Spinoza kadar katı bir kuramsal yargıyla bu anlamdaki özgürlüğün reddedilmesi söz konusu değildir. Daha sonra yapısalcılığın belirli bir yorumunda, örneğin Althusser'in özneyi yapının bir türevi olarak ortaya koyan çalışmalarında bu tür bir yaklaşım görülür. Spinoza özgürlüğü bir yanılsama dahası bir fantezi sayar. Buna sebep olanın, eylemlerimizin ve etkinliklerimizin nedenlerini bilmememiz olduğunu söyler.
Spinoza'ya göre, eğer aşağı doğru akan bir su düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü. Karar verme durumumuzu başka bir açıdan da özgürlük olarak kabul edemeyiz, çünkü kararlarımız çoğunluk hafıza denilen yapının etkileriyle oluşur ve Spinoza'ya göre hafızaya hakim olabildiğimiz söylenemez.
Sonuç olarak Spinoza'nın elbette bir özgürlük anlayışı söz konusudur ve bu anlayış şaşırtıcı olmayacak kadar kesin bir nitelikle onun mantıksal sistemine derinden bağlıdır. Spinoza için "özgürlük", "insanın kendi doğasında mevcut olan zorunluluklara uyması durumudur". Özgürlük, zorunluluğun tanınmasıdır. Bu argüman, zorunlu olarak her tür özneyi ve öznelliği dışta bırakan Spinozacı sistemden ileri gelmektedir. İnsan teki, Tanrı'nın görünümlerinden biri olduğu için, her şeyi yöneten yasalar bu insan tekini de yönetir ve onun kararı bu durumda olsa olsa bu yasalara uymak durumudur ki, burada bir özgürlükten söz edilemez. Spinoza'nın tüm sistemini kurarken "saf ve tarafsız bir mantıkçının" konumuna çekilmeye çalıştığını söyleyebiliriz ve tutumu özellikle özgürlük konusunda belirgindir. Eylemleri yalnızca kendisi tarafından belirlenen şey özgürdür ve bu insan olamaz, olsa olsa Tanrı olabilir. İnsan eylemliliği ise zorunlu olarak belirlenmiştir. Buna bağlı olarak özgür insan, Spinoza'ya göre, içinde bulunduğu ve kendisini belirleyen zorunlulukların farkında olan, bunların bilgisine sahip olan insandır. Bu anlamıyla felsefi sisteminde Spinoza, daha yüksek bir algı düzeyine çıkmış, duygularını denetim altına alabilen, kendisinin ve dünyanın kavrayışına sahip olmayı "özgür insan" olarak tanımlar.
Spinoza'nın etkileri.
Spinoza'nın güçlü mantıksal metafizik sistemi, gerek Leibniz'in eleştirileri gerekse diğer ampirik felsefenin gelişmesiyle kısmen unutulur. Kant'a gelindiğinde ise önemli bir kuramsal müdahale ile karşılaşır. Kant bu sistemin örtük ve açık varsayımlarını sorunsallaştıran bir yol izler, "ontolojik alan" ile "epistemolojik alanı" kategorik bir ayrıma tabi tutarak, gerçekliğin bizim düşüncelerimize tekabül ettiği ya da edebileceği varsayımını geçersizleştirmeye çalışır. Saf akıl'ın perspektifine ulaşılamaz, sonsuzluk boyutuna dair bir bakışa ya da bilgiye erişilemez. Ateist ya da tanrı sevdalısı filozof şeklindeki kısır ya da tek yönlü değerlendirmelerin dışında Spinoza 18. yüzyıldan itibaren birçok filozofu müttefik ya da rakip olarak etkilemiştir.
Novalis, Sckleiermacher, Jacobi, Mandelssohn, Goethe, Schelling, Hegel bu etki alanının içindeki önemli isimler olarak belirtilebilir. Hegel'in Spinozacı felsefi sistemi dönüştürerek kullandığı söylenebilir, Spinoza'daki töz Hegel'de Mutlak idea olarak alınır bir anlamda. Ayrıca Marx'ın Hegel'i ayakları üzerine oturtma girişiminde de Spinoza etkisi olduğu öne sürülmektedir. Çünkü, Marksist felsefe, insanın etkinliklerini onun maddi koşullarından bağımsız görmemekte, özgürlüğün zorunlulukların bilinci olduğu tezini olumlamakta, bunlara bağlı olarak doğa yasalarının belirleyiciliğini öne sürmektedir ki Spinozacı sistemle bunlar arasında paralellikler kurmak kaçınılmazdır.
Nietzsche ise tam bir Spinoza karşıtı olarak konuşur, çünkü Spinoza'nın temel savlarını kabul edilemez bulur. Örneğin, gerçek'in ona yönelik yaklaşımlardan koparılabileceği yönündeki düşünce kabul edilemez bir yanlıştır. Nietzsche, Spinoza'nın matematiksel hokus pokuslarla felsefi sistemini kurduğunu söyler ve onu "hasta münzevi" olarak tanımlar. Nietzscheci düşünceyle önemli ilgileri olan postmodern felsefenin önemli isimlerinden Gilles Deleuze ise Spinoza'ya çok önem veren düşünürlerden birdir. Spinoza üzerine dersler ve konferanslar vermiş olan Deleuze, daha sonra bu notlarını Spinoza/Pratik felsefe başlığında yayımlamıştır. Bu kitap Etika üzerine bir tür sözlük ve açımlama metnidir. Özgürlüğün zorunlulukların bilgisine ulaşma olarak tanımlayan Etika'yı, bir özgürleşme etiği olarak değerlendirir Deleuze. Deleuze'dan önce Louis Althusser'in ismini de anmak gerekir. Yapısalcılık'ın ve kuramsal Marksizmin önemli ismi Althusser, öznenin yokluğu ve yapının/kuramın belirleyiciliği konularında Spinozacı sistemden referanslar bulmuş ve onun üzerinde önemle durmuş bir düşünürdür.
Çalışmaları.
Spinoza hayattayken yayımlanan çalışmaları Descartes'ın Principia Philosophiae ("Felsefenin İlkeleri") çalışmasını yorumladığı çalışması ve "Tanrıbilimsel-Politik İncelemeler" adlı kitabıdır. "Etika" hazır fakat yayınlanmamış bir kitaptı, ölümünden uzun bir zaman sonra yayımlandı. Diğer kitapları izleyicileri tarafından notları ve tamamlanmamış yazılarından bir araya getirilerek hazırlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14754",
"len_data": 22725,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.75
}
|
Cebelitarık, Akdeniz'den Atlantik Okyanusu'na (Cebelitarık Boğazı) geçişin yakınında, İber Yarımadası'nın güney ucunda, Cebelitarık Körfezi'nde bulunan bir Britanya Denizaşırı Bölgesi ve şehirdir. 6.8 km² bir alana sahiptir ve kuzeyde İspanya (Campo de Gibraltar) ile sınır komşusudur. Cebelitarık'ın peyzajı, eteklerinde yaklaşık 34.003 kişinin yaşadığı, yoğun nüfuslu bir kasabanın bulunduğu "Cebelitarık Kayası" tarafından domine edilmektedir ve bu nüfusun büyük çoğunluğu Cebelitarıklıdır.
Cebelitarık, 1160 yılında Almohadlar tarafından kalıcı bir gözetleme kulesi olarak kurulmuştur. Geç Orta Çağ'da Nasridler, Kastilyalılar ve Marinidlerin kontrolü altında değişiklik göstermiştir ve yakınlardaki Algeciras'ın yaklaşık 1375 yılında yıkılmasının ardından stratejik önemi artmıştır. 1462 yılında tekrar Kastilya Krallığı'nın bir parçası olmuştur. 1704 yılında, İspanya Veraset Savaşı sırasında, Anglo-Hollanda güçleri Cebelitarık'ı İspanya'dan ele geçirmiş ve 1713'te Utrecht Antlaşması ile Britanya'ya sonsuza dek devredilmiştir. Cebelitarık, özellikle Napolyon Savaşları ve II. Dünya Savaşı sırasında, Akdeniz'e giriş ve çıkışı kontrol ettiği için Kraliyet Donanması için önemli bir üs haline gelmiştir ve dünya deniz ticaretinin yarısı bu boğazdan geçmektedir.
Cebelitarık'ın egemenliği, İngiliz-İspanyol ilişkilerinde bir tartışma konusu olup, İspanya bölge üzerinde hak iddia etmektedir. Cebelitarıklılar, 1967'de İspanyol egemenliği tekliflerini ve 2002'de ortak egemenlik tekliflerini büyük çoğunlukla reddetmiştir. Bununla birlikte, Cebelitarık, İspanya ile yakın ekonomik ve kültürel bağlarını sürdürmekte olup, birçok Cebelitarıklı hem İspanyolca hem de Llanito adı verilen yerel bir lehçeyi konuşmaktadır.
Cebelitarık'ın ekonomisi, finansal hizmetler, e-oyun, turizm ve limana dayanmaktadır. Dünyanın en düşük işsizlik oranlarından birine sahip olan Cebelitarık'ta, iş gücünün büyük bir kısmı İspanya'da ikamet edenler veya Cebelitarık yerlisi olmayanlardan oluşmaktadır, özellikle özel sektörde. Brexit'ten bu yana, Cebelitarık Avrupa Birliği'nin bir üyesi değildir ancak Cebelitarık ile İspanya arasında sınır hareketlerini kolaylaştırmak amacıyla Schengen Anlaşması'na katılmak için müzakereler devam etmektedir.
İsim.
Adı Arapçadan türemiştir: جبل طارق, (Romanizasyon: Jabal Ṭāriq, "Tarık Dağı" (adını 8. yüzyıl Mağribi askeri lideri Tarık bin Ziyad'dan almıştır). Arapçadaki adı olmaya devam ediyor. İsmin Arapçanın kısaltılmış hali olduğu da öne sürülmüştür: جبل على الطريق, (Romanizasyon: Jabal Ealaa Altariq, Afrika'dan İberya'ya yolda ilerliyor)
Tarihçe.
Tarih Öncesi ve Antik Dönem.
Gorham Mağarası'nda yaklaşık 50.000 yıl öncesine ait Neandertal yerleşimlerine dair kanıtlar Cebelitarık'ta keşfedilmiştir. Neandertallerin nihai yok oluşunun ardından, Cebelitarık'ın mağaraları "Homo sapiens" tarafından kullanılmaya devam etmiştir. Gorham Mağarası'ndaki birikintilerde yaklaşık 40.000 yıl öncesinden 5.000 yıl öncesine kadar uzanan taş aletler, eski ocaklar ve hayvan kemikleri bulunmuştur.
Neolitik döneme ait çok sayıda çömlek parçası, Cebelitarık'ın mağaralarında bulunmuştur. Bu parçaların çoğu, adını Almería kasabasından alan ve Endülüs'ün diğer bölgelerinde de bulunan Almerian kültürüne özgü türlerdir. Bronz Çağı'nda, insanların büyük ölçüde mağaralarda yaşamayı bıraktığı dönemde, burada yaşam olduğuna dair çok az kanıt bulunmaktadır.
Antik çağlarda, Cebelitarık Akdeniz halkları tarafından dini ve sembolik öneme sahip bir yer olarak kabul edilmiştir. Fenikeliler, yaklaşık MÖ 950'den itibaren birkaç yüzyıl boyunca burada bulunmuş, muhtemelen Gorham Mağarası'nı yerel tanrılara adanmış bir tapınak olarak kullanmışlardır. Onları takiben Kartacalılar ve Romalılar da aynı şekilde bu bölgeyi kullanmışlardır. Cebelitarık, muhtemelen Fenike kökenli olan Mons Calpe olarak biliniyordu. Mons Calpe, antik Yunanlar ve Romalılar tarafından Herakles Sütunları'ndan biri olarak kabul edilmiştir. Ancak, antik dönemden kalma kalıcı yerleşimlere dair bilinen bir arkeolojik kanıt bulunmamaktadır. Onlar, bugün İspanya'nın San Roque kasabası yakınlarında yer alan Campo (hinterland) olarak bilinen bölgenin başında yerleşmişlerdir. Yerli Turdetani halkının erken dönem yerleşim yeri üzerine, yaklaşık MÖ 950'de Fenikeliler tarafından Carteia kasabası kurulmuştur.
Orta Çağ.
Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra, Cebelitarık kısa bir süre Vandalların kontrolüne girmiştir. Vandallar, bu bölgeye Afrika'ya geçiş yapmaları için Bonifacius tarafından davet edilmiştir.
Daha sonra bölge, 414'ten 711'e kadar yaklaşık 300 yıl boyunca Vizigot Krallığı'nın bir parçası olmuştur.
710'daki bir akın sonrasında, Tarık bin Ziyad komutasındaki çoğunluğu Berberi olan bir ordu, 711 Nisan ayında Kuzey Afrika'dan geçerek Cebelitarık civarına (büyük olasılıkla körfeze ya da kayaya değil) inmiştir. Tarık'ın seferi, İber Yarımadası'nın büyük bir kısmının İslam tarafından fethedilmesine yol açmıştır. Mons Calpe, "Tarık'ın Dağı" anlamına gelen Jabal Ṭāriq olarak adlandırılmıştır, bu isim zamanla Cebelitarık'a dönüşmüştür. Cebelitarık'a İslam kaynaklarında ayrıca "Cebelü'l-feth" (Fetih Dağı) de denilmektedir.
1145 yılında Endülüs, Muvahhidler'in hakimiyetine geçmiştir. 1160 yılında, Muvahhid Sultan Abd al-Mu'min, kalıcı bir yerleşim yeri ve bir kale inşa edilmesini emretmiştir. Bu yerleşim Medinat al-Fath (Zafer Şehri) adını almıştır. Şehir, Abd al-Mu'min'in İşbiliye'deki oğlu Yusuf b. Abdülmü'min tarafından, kardeşi Osman'ın da yardımıyla çok sayıda usta ve işçi toplanarak inşa edilmiştir. Şehirde büyük bir cami, saray, resmi binalar, kışla, güzel bahçeler ve su dağıtım şebekesi yer almıştır. Bu kaleye ait olan Mağribi Kalesi'nin Hürmet Kulesi bugün hâlâ ayaktadır.
1274'ten itibaren, kasaba Granada'daki Nasriler (1237 ve 1374'te), Fes'teki Marinidler (1274 ve 1333'te) ve Kastilya kralları (1309'da) tarafından ele geçirilmiş ve tekrar tekrar fethedilmiştir. Nasrilerin Algeciras'ı yaklaşık 1375'te yıkıp terk etmeleri ve 1375'te Marinidler'den Cebelitarık'ı elde etmeleri üzerine, Nasriler, Algeciras'tan daha kötü bir doğal limana sahip olmasına rağmen, daha iyi savunma olanakları sunan Cebelitarık'ı boğazda askeri ve kentsel bir ileri karakol olarak tercih etmişlerdir. Ancak, Cebelitarık bu dönemde hiçbir zaman büyük bir nüfusa ulaşamamıştır.
Modern dönem.
1462 yılında, Cebelitarık, Emirlikten Granada'nın Juan Alonso de Guzmán tarafından ele geçirildi.
Fetihten sonra, Kastilya Kralı IV. Henry, Cebelitarık'ı ek bir unvan olarak "Cebelitarık Kralı" ilan etti ve burayı Campo Llano de Gibraltar bölgesinin bir parçası olarak belirledi. Altı yıl sonra, Cebelitarık, Medina Sidonia Dükü'ne geri verildi; Dük, 1474'te burayı, Kordoba ve Sevilla'dan gelen 4.350 konverso (Yahudilikten Hristiyanlığa geçenler) grubuna sattı. Bu satış karşılığında, şehir garnizonunu iki yıl boyunca koruyacaklarını belirten bir anlaşma yapıldı; iki yıl sonunda, konversolar şehirden sınır dışı edildi ve memleketlerine döndüler veya İspanya'nın diğer bölgelerine taşındılar. 1501'de, Cebelitarık İspanyol Tahtı'na geri geçti ve Kastilya Kraliçesi I. Isabella, Cebelitarık'a halen kullanılan armayı veren Kraliyet Emirnamesi'ni yayımladı.
1704'te, İspanyol Veraset Savaşı sırasında, Büyük İttifak'ı temsil eden birleşik bir İngiliz-Hollanda filosu, Cebelitarık'ı Habsburg Arşidüklüğü'nün (Charles of Austria) İspanya Kralı olma kampanyası adına ele geçirdi. Daha sonra, çoğu nüfus şehirden ayrıldı ve birçok kişi yakın bölgelerde yerleşti. İttifak'ın kampanyası başarısız olunca, 1713'te Utrecht Antlaşması yapıldı ve bu antlaşma ile Cebelitarık Britanya'ya devredildi, böylece Britanya'nın savaştan çekilmesi sağlandı. İspanyol krallarının Cebelitarık'ı yeniden elde etme girişimleri başarısız oldu; 1727'deki kuşatma ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında (1779-1783) Büyük Kuşatma ile tekrar denediler.
Büyük Kuşatma'nın yıkıcı etkisinin ardından, şehir neredeyse tamamen yeniden inşa edildi. 1784'te Milano'dan 25 yaşında gelen ve taş ustası veya mühendis olduğu düşünülen Giovanni Maria Boschetti, Victualling Yard'ı (1812'de tamamlandı) ve birçok başka binayı inşa etti. Boschetti, eski şehrin tarzını belirlemekle sorumlu olarak kabul edilir; bu tarz, Gibraltar Miras Vakfı'nın genel müdürü Claire Montado tarafından "askeri mühimmat tarzı kemerli kapılar, İtalyan stuko rölyefler, Ceneviz kepenkler, İngiliz Regency demir balkonlar, İspanyol vitray ve Gürcü pencereler" olarak tanımlanmıştır.
Napolyon Savaşları sırasında, Cebelitarık Kraliyet Donanması için kilit bir üs haline geldi ve Trafalgar Savaşı'na (21 Ekim 1805) giden süreçte önemli bir rol oynadı. Halifax, Bermuda ve Malta ile birlikte dört İmparatorluk kalesinden biri olarak belirlenen Cebelitarık, stratejik konumu sayesinde Kırım Savaşı (1854-1856) sırasında da önemli bir üs oldu. 18. yüzyılda, barış zamanı askeri garnizonun sayısı 1.100 ile 5.000 arasında değişiyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında, Britanya ve Akdeniz'in dört bir yanından – İtalyan, Portekizli, Malta'lı, Yahudi ve Fransız – insanların şehirde ikamet etmesiyle nüfus önemli bir artış gösterdi ve 1860'ta 17.000'i geçti.
Süveyş Kanalı'nın açılmasıyla stratejik değeri arttı, çünkü Süveyş'in doğusundaki Britanya İmparatorluğu ile Britanya arasındaki deniz yolunda yer alıyordu. 19. yüzyılın ilerleyen yıllarında, kalelerin ve limanın iyileştirilmesi için büyük yatırımlar yapıldı.
Yakın tarih.
II. Dünya Savaşı sırasında, Cebelitarık'ın sivil nüfusunun çoğu tahliye edilerek, ağırlıklı olarak Londra'ya, ayrıca Fas, Madeira ve Jamaika'daki Cebelitarık Kampı'na gönderildi. Cebelitarık Kayası bir kale olarak güçlendirildi. 18 Temmuz 1940'ta Vichy Fransız hava kuvvetleri, Vichy donanmasının Britanya tarafından bombalanmasına misilleme olarak Cebelitarık'a saldırdı. Deniz üssü ve oradaki gemiler, Malta Adası'nın uzun kuşatması sırasında adanın ikmalinde ve tedarik edilmesinde kilit rol oynadı. Malta'ya uçak takviyeleri göndermek için yapılan sık kısa seferlerin yanı sıra, 1942 Ağustos'unda kritik "Operation Pedestal" konvoyu Cebelitarık'tan yürütüldü. Bu operasyon, yoğun Alman ve İtalyan hava saldırıları karşısında adanın kritik bir dönemde yeniden ikmalini sağladı. İspanyol diktatör Francisco Franco'nun Alman ordusunun İspanyol topraklarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, "Felix Operasyonu" kod adlı Cebelitarık'ı ele geçirme planını engelledi.
1950'lerde, Franco İspanya'nın Cebelitarık üzerindeki egemenlik iddiasını yeniledi ve Cebelitarık ile İspanya arasındaki hareketi kısıtladı. Cebelitarıklılar, 1967'deki Cebelitarık egemenlik referandumunda büyük çoğunlukla Britanya egemenliği altında kalmayı tercih etti. Bu referandumun sonucunda, 1969'da Cebelitarık Anayasa Kararnamesi kabul edildi. Buna karşılık olarak, İspanya Cebelitarık ile sınırını tamamen kapattı ve tüm iletişim bağlantılarını kesti. İspanya ile sınır, 1982'de kısmen, 1985'te ise tamamen açıldı.
2000'lerin başında, Britanya ve İspanya, Cebelitarık üzerinde ortak egemenliği öngören potansiyel bir anlaşma üzerinde müzakerelerde bulundu. Cebelitarık hükûmeti bu plan hakkında bir referandum düzenledi ve halkın %99'u bu teklifi reddetti. 2008'de Britanya hükûmeti, Cebelitarıklılar'ın isteklerine saygı göstereceğini taahhüt etti. 2006'da yapılan bir referandumla yeni bir Anayasa Kararnamesi onaylandı. 2006'da İspanya, Cebelitarık ve Birleşik Krallık arasında bazı kısıtlamaların sona erdirilmesi ve hava hareketleri, gümrük prosedürleri, telekomünikasyon, emeklilikler ve kültürel değişim gibi belirli alanlardaki anlaşmazlıkların ele alınması amacıyla üçlü müzakereler başladı.
Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği üyeliği hakkında yapılan referandumda, Cebelitarıklılar'ın %96'sı AB'de kalma yönünde oy kullandı. İspanya, yarımada üzerinde ortak İspanyol-Britanya kontrolü çağrılarını yeniledi; bu talepler Cebelitarık Başbakanı tarafından sert bir şekilde reddedildi. Ancak, 18 Ekim 2018'de İspanya, Birleşik Krallık ile Cebelitarık'ın Birleşik Krallık ile birlikte AB'den ayrılması konusunda itirazlarına ilişkin bir anlaşmaya varmış gibi göründü. İspanya Başbakanı Pedro Sánchez, "Cebelitarık artık bir Brexit anlaşmasına varmada sorun teşkil etmeyecek" dedi.
31 Ocak 2020'de Birleşik Krallık Avrupa Birliği'nden ayrıldı ve dolayısıyla Cebelitarık da ayrıldı. Brexit çekilme anlaşmasının geçiş aşamasının koşulları altında, Cebelitarık'ın AB ile ilişkisi 2020 sonuna kadar değişmeden devam etti, ardından AB-İngiltere Ticaret ve İşbirliği Anlaşması ile değiştirildi. 31 Aralık 2020'de Birleşik Krallık ve İspanya, Cebelitarık'ın İspanya ile sert bir sınırdan kaçınmak amacıyla Schengen Bölgesi'ne katılımını müzakere etmek için AB ve Birleşik Krallık arasında bir anlaşma yapılması konusunda prensipte anlaştı. Bu düzenlemeler henüz yürürlüğe girmedi.
2022'de, Cebelitarık Platin Jübile Sivil Onurları kapsamında şehir statüsü için bir başvuruda bulundu. Bu başvuru reddedildi, ancak araştırmacılar Ulusal Arşivlerde arama yaptıklarında, Cebelitarık'ın 1842'de Kraliçe Victoria tarafından zaten bir şehir olarak tanındığını keşfettiler. Bu statü 29 Ağustos 2022'de yürürlüğe girdi.
Nüfus.
Birleşik Krallık'ın Avrupa kıtasındaki tek sömürgesi olan bu yarımada etnik olarak çoğulcu bir yapıya sahiptir. 1753 yılında yapılan nüfus sayımına göre Cebelitarık bölgesinde; 434 Britanyalı, 597 Cenevizli, 575 Yahudi, 185 İspanyol ve 25 Portekizli yaşamaktaydı. Napolyon Savaşları süresince Cebelitarık'ın İngiliz mallarının Avrupa'daki diğer ülkelere geçişi için açık tek liman olmasından dolayı 1814 yılında nüfus 10.184 kişiye çıkmıştır. 1829 yılı polis sayımında nüfus 16.394 olarak belirlenmiştir.
1995 yılında seçmen kütüklerindeki orijinal isimlerine bakıldığında yarımadada yaşayan halkın %27 Britanyalı, %24 İspanyol, %19 İtalyan, %11 Portekizli, %8 Maltalı' dır. Geri kalan kısmı küçük etnik gruplardan oluşmaktadır.
(*) Faslılar ve diğer milletler toplamı
2012 yılı verilerine göre Cebalitarık'ın nüfusu 30.001 kişiden oluşmaktadır.
Ekonomi.
Günümüzde Cebelitarık, Avrupa'daki durgun ekonomiyle tezat teşkil edecek şekilde yüksek büyüme hızı (2012 yılında %7,8) ve düşük işsizlik oranıyla (2012 yılında %2,5) dikkat çekmektedir. Cebelitarık ekonomisi; genel ticaret, bankacılık, mali hizmetler sağlanması, iletişim, e-kumar, turizm ve denizcilik faaliyetlerine dayanmaktadır.
Yönetim.
Birleşik Krallık Cebelitarık'ı kendisinin denizaşırı toprağı olarak tanımlamaktadır. İspanya, Cebelitarık'ın Birleşik Krallık'a Veraset Savaşları sonucunda 1713 Utrecht Antlaşması ile bırakılmak zorunda kalındığını, ancak antlaşmada boğaz ve karasularıyla ilgili bir hüküm olmadığını savunmaktadır. Buna karşılık Birleşik Krallık ise İspanya'nın Cebelitarık'ı şehri, kalesi, limanı dahil olmak üzere bir bütün olarak İngiliz yönetimine bıraktığını belirtmektedir. Birleşik Krallık, Cebelitarık üzerindeki egemenlik hakkında ısrar ederek sorunun çözülmesi maksadıyla 1966 yılında Uluslararası Adalet Divanı'na başvurmayı teklif etmiş, ancak İspanya buna karşı çıkmıştır. BM kararları uyarınca Birleşik Krallık Cebelitarık halkının iradesini hangi yönde kullanmak istediğini öğrenmek amacıyla bölgede 1967 yılında referanduma gitmiştir. Referandum sonucunda Cebelitarık halkının İspanya ile yakınlaşmak yerine Birleşik Krallık ile mevcut bağlarının devam etmesini istediği ortaya çıkmış, ancak bu referandum BM tarafından 2353 sayılı kararla geçersiz ilan edilmiştir. Birleşik Krallık ise referandum sonucuna dayanarak 1969 yılında Cebelitarık ile ilgili bir yasa kabul ederek, halkın egemenliğin Birleşik Krallık'tan başka bir devlete devrini reddetme hakkını tanımıştır. 1984 yılında Lizbon Antlaşmasından sonra İspanya 1969'da kapattığı Cebelitarık sınırını kontrollü bir şekilde açmıştır. İspanya yönetimi 2002 yılından bu yana Cebelitarık'a İspanya devletine bağlı olmak şartıyla bölgesel veya toplumsal özerklik tanınması teklifini sunmaktadır. 2002 senesinde Cebelitarık'ta düzenlenen egemenlik referandumunda seçmenler egemenliğin İspanya ve Birleşik Krallık arasında paylaşılması planına karşı çıkmışlardır. Cebelitarık halkı 1960 yılında Birleşik Krallık tarafından kendilerine verilmiş olan kendi kaderini tayin hakkının, BM Şartı tarafından da tüm eski sömürgelere tanınan bir hak olduğunu savunmaktadır. Cebelitarık'ın 2006 yılındaki referandumla kabul ettiği anayasanın Cebelitarık halkına, İngiliz egemenliği altında ve dış ilişkilerinde Birleşik Krallık'a karşı sorumlu olmaya devam etmekle birlikte, kendi kendini yönetme hakkını verdiği” ifadeleri yer almıştır. İspanya ise kendi onayı olmadan Cebelitarık'ın bağımsız olmasının imkânsız olduğunu, Birleşik Krallık'ın İspanya egemenliğindeki bir toprağı işgal ettiğini, Cebelitarık'ın özel durumunda kendi kaderini tayin prensibi yerine toprak bütünlüğü ilkesinin öncül olduğunu belirtmiştir. Cebelitarık BM'nin “özerk olmayan ülke” listesinde yer almaktadır. Cebelitarık yönetimi söz konusu listeden çıkarılıp bağımsızlığını elde etmek üzere defalarca BM'ye başvurmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14756",
"len_data": 16897,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Süveyş Kanalı (), Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlayan ve Mısır'ın Osmanlı idaresinde olduğu dönemde açılan kanal.
Tarihçe.
10. Yüzyıldan Önce.
Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlama düşüncesi İlk Çağ'da Firavunlar dönemine kadar gitmektedir. Firavun II. Ramses zamanında açılan kanal sonradan kumla doldu ve kullanılamaz hale geldi. Firavunlar döneminde açılan kanalın ana güzergahı Romalılar ve İslam hakimiyeti döneminde de çeşitli tarihlerde tamir ettirilerek kullanıldı. Halife Ömer'in emriyle Mısır valisi Amr bin Âs kanalı tamir ettirdi ve bu kanal 8. yüzyıla kadar kullanıldı.
Osmanlı Girişimleri.
16. Yüzyılda Portekizliler Hint Okyanusu'na geçerek Baharat Yolu'nu kontrol altına alıp Osmanlı'nın doğudaki topraklarını tehdit etmeye başladılar. Bu tehlike karşısında Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ve Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlayacak bir kanal açma konusunda girişimde bulundular. Fakat bu girişimler çeşitli sebeplerden dolayı başarıya ulaşamadı.
Napolyon'un Kanal Girişimleri.
Napolyon, Mısır'ı işgal ettikten sonra, önceleri Antik Mısırlılar tarafından açılan antik kanal yolunu bulmakla ilgilendi. Bu bir Fransız arkeolog, bilim insanı, haritacı ve mühendis kadrosunun Kuzey Mısır'ı taramaya başlamasıyla sonuçlandı. Burada bulunan tarihi yapılar, bulgular ve yok olmadan önce Kızıldeniz'den, Nil Nehrine uzanan antik kanalın tasviri, "Description de l'Égypte" adlı kitapta kaydedildi.
Daha sonra 1804'te Fransız İmparatoru olacak olan Napolyon, Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlamak için kuzeyden güneye uzanan bir kanalının inşasını düşündü ancak kanalın güney tarafındaki su yüksekliğinin kuzeyine göre 10 metre daha yüksekte olmasının kilitler ve su kaldıraçları (günümüzdeki Panama Kanalı gibi) kullanılma zorunluluğu gerektireceği dolayısıyla pahalı olacağı düşüncesiyle bundan vazgeçti. Bu yanlış varsayım Napolyon'un Mısır Seferi sırasında kendisine görev verilen Fransız Mühendis Le Pere'nin hatalı bir ölçüm yaparak Kızıldeniz'in Akdeniz'den 10 metre daha yüksek olduğunu söylemesine dayanıyordu, aslında Kızıldeniz ile Akdeniz arasında böyle bir yükseklik farkı yoktu.
Kanalın İnşası.
Süveyş Kanalı'nın inşası Osmanlı Devleti'nin Mısır Valisi Said Paşa tarafından bir Fransız şirketine yaptırılmaya başlandı. Kanal, Mısır valisi İsmail Paşa zamanında 1869 yılında tamamlandı. Süveyş Kanalı'nın açılışına karşı olan İngiltere, 1882'de Mısır'ı işgal ederek Kanal'ın kontrolünü ele geçirdi, Mısır ise 1914'e kadar Osmanlı'ya olan bağlılığını sürdürdü. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı sırasında Süveyş Kanalı'nı geri alabilmek amacıyla 1. ve 2. kanal harekâtlarını düzenledi. Fakat bu harekâtlar başarısızlıkla sonuçlandı.
2021 Süveyş Kanalı Krizi.
2021 yılının Mart ayında kanaldan geçerken kontrolü kaybeden Ever Given isimli gemi Süveyş Kanalı'ndaki deniz trafiğini tamamen durdurmuştur. Bu geminin kanal yolunda tıkalı kaldığı sürenin dünya ticaretine her gün 10-15 milyar $ aralığında zarar verdiği tahmin edilmektedir. Kanal tıkanıklığının sonrasında tuvalet kağıdı gibi günlük yaşamda kullanılan ürünlerde kısa süreli kıtlık yaşanabileceği tahmin edildi. Çoğu çevrelerce kanalın tıkanması Süveyş Kanalı'nın itibarını zedelerken, tarihi İpek Yolu gibi karasal ticaret yollarının tekrar etkinleşmesine sebep olabilir. Gemi yaklaşık 1 hafta süren çalışmaların ardından sıkıştığı yerden çıkarıldı. Geminin tıkandığı sürenin dünya ticaretine olan zararının 100 milyar $'ı bulduğu düşünülüyor. Kanalın işletici şirketi Süveyş Kanal Otoritesi, Mısır'ın krizden yaklaşık 95 Milyon $ zarar ettiğini açıkladı ve tazminat olarak sorumlu şirketten 916 Milyon $ talep etti, gemiye ve mallarına uzlaşıya varılana kadar el konuldu.
Özellikleri.
Sina Yarımadası'nın batısında yer alan Kanal, 193,3 kilometre uzunluğunda ve en dar yeri ise 60 metre genişliğindedir. Kanal, Afrika çevresinde dolaşmaya gerek kalmadan Asya ile Avrupa arasında deniz taşımacılığı yapılmasını sağlar.
Dünyanın en önemli su yolları arasında yer alır. Eski gemiciler ticarette çok uzun yol ve mesafe kat ettikleri için böyle bir kanal yapma gereksinimi ortaya çıkmıştır.
Dünyada kapakları olmayan en uzun kanaldır. Diğer kanallarla karşılaştırıldığında kaza oranı hemen hemen sıfırdır. Gece ve gündüz geçiş yapılabilir.
Güney Avrupa ülkeleri ile Basra Körfezi ülkeleri arasındaki deniz ticaretinin canlanması, Süveyş Kanalı'nın dünya ticaretindeki öneminin artmasına olanak sağlayacak bir durumdur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14761",
"len_data": 4396,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Internet Protocol Version 6 (Türkçe: "Internet Protokol sürüm 6") kısaca IPv6, aslında 32 bitlik bir adres yapısına sahip olan IPv4'ün adreslemede artık yetersiz kalması ve ciddi sıkıntılar meydana getirmesi üzerine IETF tarafından geliştirilmiştir.
IPv4 oluşturulmaya başlandığında İnternet'in bu kadar ilerleyeceği hesap edilmemişti. Ancak İnternet kullanımının yaygınlaşması ve IP (Internet Protocol) adresi gerektiren yeni aygıtların (cep telefonları, IP telefon, sayısal fotoğraf makineleri vb.) ortaya çıkması, var olan adreslerin yetersiz kalmasına yol açmıştır. Şimdi adresleme sıkıntısı oluşunca 128 bitlik adres yapısı olan IPv6'ya geçilmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu sefer gelecek fazlasıyla düşünülerek oluşturulmuş bir adres yapısıdır. Yeni adreslemede sınırsız denebilecek bir adres aralığı olacaktır.
IPv6'da adresler 8 (sekiz) oktetten oluşur ve 16 (on altılık) tabanda temsil edilir. 128 bit önce 16 bitlik bölümlere (oktet) ayrılır. Her oktet, on altılık tabana çevrilir. Ve iki nokta üst üste (:) ile birbirlerinden ayrılırlar.
21DA:00D3:0000:2F3B:02AA:00FF:FE28:9C5A
IPv6; kimlik denetimi ve ağdaki bilgisayarların konumlandırılmasını sağlar.
Adresleme mekanizması.
IPv6'da adres uzunluğunun 128-bit olmasının yanı sıra adresleme mimarisi ve adres yapısı oldukça değişmiştir; adreslerin yazımında da, genel olarak, 16'lık tabandaki notasyonun kullanılması tercih edilmiştir. Örneğin, aşağıda tipik iki IPv6 adresi verilmiştir. Görüldüğü gibi her dört-karakterden oluşan gruplar birbirlerinden “:” karakteriyle ayrılmıştır. 16'lık tabanda her bir karakter 4-bit ile temsil edildiğinden dört karakteri toplamda 16-bit eder. Yani 16 bitlik adres parçaları 4 (dört) karakterden oluşmakta ve birbirlerinden “:” ile ayrılmaktadır. Dolayısıyla bir IPv6 adresinde her biri 16-bitten oluşan 8 (sekiz) parça vardır.
Yukarıda farklı iki IPv6 (a ve b) adresi verilmiştir. Üstteki (a) adreste tüm karakterler tam olarak yazılmış iken, alttaki (b) adreste görüldüğü gibi 4 (dört) karakterlik parçaların soldaki karakterleri sıfır (0) ise yazılmasına gerek yoktur. 4-karakterlik parçanın tamamı sıfır ise bir tane sıfır yazılır ve sıfır olan parçalar birden fazla ise özel bir kısaltma kullanılabilir. Örneğin aşağıda tam yazım ve kısaltmalı yazım şekli gösterilmiştir:
1999:6:13:0:0:1962:2:15 → kısaltmalı → 1999:6:13::1962:2:15
0:0:0:0:0:0:0:1 → kısaltmalı → ::1
0:0:0:0:0:0:0:0 → kısaltmalı → ::
FF01:0:0:0:0:0:0:0:0:101 → kısaltmalı → FF01::101
Yeni nesil protokolde adresleme şeklinin yanı sıra adres türü ve iletişim şekillerinde de değişiklik gözlenmektedir. Günümüzde IPv4'te yaygın bir şekilde kullanılan ve ağ uzmanları için bazı sorunları da birlikte getiren yayın (broadcast) türü iletim şekli yeni nesil yönlendirme protokolünde kaldırılmıştır. IPv6'da adres türleri aşağıdaki gibidir:
Tek-alıcılı (unicast): Bir düğümün bir arayüzüne verilebilir; bu tekil bir durumdur ve o arayüzü kimlik sahibi yapar. Ancak, aynı arayüz birden fazla IPv6 adresine sahip olabilir. Örneğin, iki farklı iletişim kanalının band birleştirilmesi için böyle durum kullanılabilir. Fakat, bir tek-alıcılı adres birden çok arayüze de atanabilir; böylece bu adres tek-alıcılı adres olmaktan çıkıp “herhangi bir alıcılı” adres durumuna dönüşür.
Herhangi bir alıcılı (anycast): Birden çok arayüze atanmış adrestir. Gönderilen IP paketi bunlardan hangisine ilk önce ulaşırsa paket ona gider. Yani, herhangi bir alıcılı adrese gönderilen bir paket bu adrese sahip arayüzlerden en yakında olanına teslim edilir.
Çok-alıcılı (multicast): Birden çok arayüze verilebilen adres türüdür. Bu adrese gönderilen bir paket adresin atanmış olduğu tüm arayüzlere gider. Çok-alıcılı adresleme yayın türü adresleme ihtiyacını da giderir.
Adresleme modeli.
IPv6 ağ omurgasında en azından bir adet adres atanarak kimliklendirilmiş bir cihaz, bir sistem “düğüm” olarak görülür. Ancak, IPv6 adresleri düğümlere değil de arayüzlere atanır. Bir düğüm bir tane arayüze sahip olabildiği gibi birden çok arayüze de sahip olabilir. Kısacası IPv6 adresi arayüzlere atanır. Eğer bir düğümün bir tane arayüzü varsa o adres aynı zamanda düğüm adresi olur. Bir arayüze birden çok IPv6 adresi atanabilir; bu adresler tek-alıcılı, herhangi bir alıcılı veya çok-alıcılı olabilir.
IPv4'te olan trafik işgal edici paket başlıkları kaldırılarak bir hız arttırımına gidilmiştir. Ayrıca yeni eklenen şifreleme sistemleriyle daha güvenli iletimler sağlanmaktadır. Uçlar arasında şifreli iletimi kolaylaştıran AH ve ESP başlıkları mevcuttur. AH ve ESP başlıkları uçlar arasındaki tüm veri iletimini şifreleyen IPSec protokolünü desteklemek amaçlı kullanılmıştır.
Ayrıca şu anda IPv4'ün, QoS eklentisiyle idare ettiği ama tam olarak destekleyemediği görüntü ve ses iletimi sıkıntısı IPv6 ile çözülecektir. IPv6, görüntü ve ses paketlerine "öncelikli pakettir" ibaresi atanarak bunlara trafikte öncelik tanımasına olanak sağlamaktadır.
IPv4 ve IPv6 protokolleri birlikte çalışabilirler. Sadece farklı protokoller. Bu iki protokolün birbirleriyle haberleşebilmesi için ise bir çevirici gereklidir.
IPv4 ile karşılaştırma.
Bir veri internet üzerinde ağ paketleri biçiminde taşınır. IPv6 yönlendiriciler tarafından işlenebilen paket başlığının boyutunu küçültmek için yeni bir paket biçimi belirler. Çünkü IPv4 paketlerinin ve IPv6 paketlerinin başlıkları önemli derecede farklıdır, 2 protokol birlikte çalışamazlar. Bununla birlikte çoğu açıdan IPv6 IPv4 ün genişletilmişidir. Çoğu iletim ve uygulama katmanı protokolleri IPv6 üzerinde çok az değişikliğe ihtiyaç duyarlar ya da hiç duymazlar. İstisnalar FTP ve NTPv3 benzeri yeni adres biçimi var olan protokol söz dizimi ile çakışmalara sebep olabilecek gömülü internet katman adresleri bulunan uygulama protokolleridir.
-Ağda veri paket şeklinde iletilir. IPv6 da paket başlığı; yönlendiriciler tarafından daha hızlı bir şekilde işlenebilmeleri için sabit ve daha sade tasarlanmıştır. IPv6 adres uzayı oldukça büyük olmasına rağmen paket başlığının IPv4'e göre daha küçük olmasından dolayı oldukça hızlıdır.
adet IPv6 adresi demektir. 32 bitlik adres (IPv4) yapısı demek
adet IPv4 adresi demektir.
-Bir grup cihaza veri göndermeye çoklu gönderim (multicast) denir. Broadcast ise ağdaki tüm cihazlara veri gönderimidir. Veri broadcast ile gönderildiğinde yoğun bir ağ trafiği oluşur. IPv6 da ise broadcast gönderim yoktur. Böylece ağdaki trafik azaltılmış ve saldırı girişimleri daha kolay engellenebilecek seviyeye gelmiştir (ARP ve DHCP protokollerinde kimlik denetimi olmadığından saldırı amaçlı da kullanılabilir). IPv4 broadcast haberleşmeyi daha çok ARP ve DHCP protokollerinde kullanır. IPv6'da ise ARP ve DHCP protokollerinin eşdeğerleri multicast haberleşmeyi kullanmaktadır. IPv6'da üç tane dağıtım çeşidi vardır; unicast (tekli dağıtım), anycast (herhangi birine dağıtım), multicast (çoklu dağıtım).
-ICMPv6 yönlendirici bulma mesajları ile Komşu Bulma Protokolü (NDP) IPv6 ağına bağlanıldığında IPv6 konak adresleri kendilerini otomatik olarak yapılandırabilir.
-IPSec (IP protokolünün IP ve daha üst katmanlar için güvenlik sağlayan bir genişletmesidir) ilk IPv6 için geliştirildi fakat daha sonra IPv4 için de tasarlandı.
IPv4 ile karşılaştırılıdığında, IPv6 nın en önemli avantajı geniş adres uzayına sahip olmasıdır. IPv4 adresleri 32 bit uzunluğunda ve yaklaşık 4.3 milyar civarındadır. IPv6 adresleri 128 bit uzunluğundadır ve yaklaşık 340 desilyondur (milyonun 10^36 katı). IPv6 adreslerinin tahmin edilebilen gelecek için yeterli olduğu varsayılır.
IPv6 adresleri virgüllerle ayrılmış 4'erli 8 grup şeklinde yazılır, 2001:0db8:85a3:0000:0000:8a2e:0370:7334 gibi. IPv6 unicast (teke-gönderim) adresleri bunlardan 000 ikilisi ile başlar ve sayısal olarak 2 parçaya bölünür: ilk 64 bit alt ağ ön eki ve 2. 64 bit arayüz tanımlayıcısıdır. Stateless adres otokonfigürasyonu (SLAAC) çalışması için, alt ağlar RFC 4291 section 2.5.1'in tanımladığı üzere bir tane 64 blok adres gerektirir. Yerel internet kaydedicileri ayrılmış en az /32 bloğu alırlar.Bu blok ISP (internet hizmet sağlayıcı)‘ler arasında bölüştürülür. Eski RFC 3177 tavsiyesi /48 son kullanucı tarafına tahsis edilmişti. Bu müşteri tarafına tek bir /64 bitten daha fazla vermeyi ön gören RFC 6177 ile değiştirildi fakat her bir eve ya /48 ya da /56 bit özel olarak verilebileceği ön görülmemiştir. ISP'ler (internet hizmet sağlayıcıları) bu öngörüyü kabul edecekmiş gibi görünüyor mesala başlangıç sürümlerinde Comcast müşterilerine tek bir /64 ağ verilmişti. IPv6 adresleri 3 tip ağ metedoloji ile sınıflandırılır. Unicast (teke-gönderim) adresleri her bir ağ bağlantı arayüzünü (interface) tanımlar, anycast (herhangiye-gönderim) adresler grup bağlantı arayüzlerini tanımlar, genellikle farklı yerlerde en yakın kanal arayüzü otomatik olarak seçilir ve multicast adresleri birden çok bağlantı arayüzüne dağıtmak için kullanılır. Broadcast (çoğa-yayım) metodunun IPv6 içinde gerçekleştirimi yoktur. Her bir IPv6 adres geçerli ve benzersiz bir ağın bir parçası içinde belirlenmiş bir alana sahiptir. Bazı adresler sadece yerel ağda benzersizdir. Diğerleri evrensel olarak benzersizdir.
Bazı IPv6 adresleri belirli gruplar için ayrılmıştır; loopback, 6to4 tunelleme ve Teredo tunelleme gibi. RFC 5156 içinde bunlar belirtilmiştir. Bazı adres aralıklarıda özel olarak göz önüne alınmıştır hat-yerel (link-local) adresleri gibi adresler sadece yerel bağlantıda Unique Local adresler (ULA) kullanılırlar. ULA RFC 4193 içinde tanımlanmıştır ve sorgu yapan host (solicidet-node) multicast adresleri (Komşu keşif protokolu) Neighbor Discovery Protocol içerisinde kullanılır.
Özel IPv6 adresleri.
Aşağıda belirtilen adresler özel IPv6 adresleridir:
Belirtilmemiş adresler (0:0:0:0:0:0:0:0 ya da ::) sadece bir adresin var olmadığını belirtir. Bu adres IPv4 sürümündeki 0.0.0.0 adresiyle eşdeğerdir. Belirtilmemiş adres tipik olarak eşsiz adres belirlenilmeden önce kaynak adres olarak kullanılır. Belirtilmemiş bir adres hiçbir zaman arayüz olarak atanmaz ya da hedef adres olarak kullanılmaz.
Loopback adresi (0:0:0:0:0:0:0:1 ya da ::1) bir düğümün kendine paket göndermesini etkinleştiren bir loopback arayüzünü belirlemek için kullanılır. Bu adres IPv4 sürümündeki 127.0.0.1 adresiyle eşdeğerdir. Paketler Loopback adresine IPv6 yönlendiricisinden link üzerinden gönderilmemeli ya da iletilmemelidir.
Genel Güvenlik Kavramları.
Veriyi korumak amacıyla, olası Threadlerin haberdar olması gerekir. İnsanlar sıklıkla, sadece yabancı ağdan gelen kötü niyetli saldırılara odaklanıyorlar. Kapsamlı bir güvenlik kavramı birçok yönden düşünülmelidir. Aşağıda olası zayıf noktalar listelenmiştir:
Birçok istatistik dışarıdan gelen kötü niyetli saldırıların tüm olası risklerden sadece küçük bir bölümü olduğunu gösteriyor. Birçok tehdit, iç ağdan gelir ve bunların birçoğu insan hatası ya da hatalı uygulamaya bağlıdır. Bu risklerin çoğu teknik mekanizmalar tarafından kontrol edilemez. Bu bölüm tüm güvenlik kavramıyla ilgili bir rehber değil, IPv6 ile güvenliğin teknoloji tarafından değerlendirilmesidir.
Daha geniş adres alanı.
IPv6'nın IPv4 üzerine temel avantajı daha geniş adres uzayına sahip oluşudur. IPv6 nın adres uzunluğu 128 bittir, IPv4 de 32 bittir. bu yüzden adres uzayı yaklaşık olarak dir. Hesaplarsak bu miktar yaklaşık olarak 2011'de yaşayan 7 milyar insanın her birine adres düşmektedir. Ek olarak IPv4 adres uzayı istifade edilen hazır adresin %14'ü yetersiz olarak ayırılmıştır. bu sayılar çok fazla iken, IPv6 adres uzayı tasarımcılarının niyeti kullanılabilir adreslerin coğrafik doyumunu güvene almak değildi. Onun yerine niyetleri daha uzun adreslerin adres yer ayırmayı kolaylaştırmasını sağlamak, verimli yönlenme yığınını aktif etmesini ve belirli adresleme özelliklerine izin vermesini sağlamaya çalışmaktır. IPv4 içinde karmaşık olan sınıfsız ara-bölge yönlendirme bildiğimiz adıyla CIDR (Classless Inter-Domain Routing) küçük adres uzayında en iyi kullanımı sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. IPv6 içinde alt ağın standart boyu 264'tür yani IPv4 tüm adres uzayının iki katıdır. Bu yüzden gerçek adres uzayı sağlama oranı IPv6 içinde küçük olacaktır fakat ağ yönetimi ve yönlendirme verimliliği geniş alt ağı uzayıyla geliştirilmiştir.
Farklı yönlendirme ile birlikte yeni bağlantı sağlayıcı için var olan bir ağı yeniden numaralandırma, IPv4 de büyük bir çaba gerektirir. IPv6 ile ön ekin değişeceği tüm ağa duyurulur ve tüm ağa ana bir numara verilir ağa bağlı makinalar (host) tanımlayıcıları (en az anlamlı 64 biti ) birbirinden bağımsız olarak host tarafından konfigüre edilir.
Bir ağ üzerinde birçok hedefe bir veriyi eşzamanlı iletim (multicasting).
Tek bir gönderme işlemi içerisinde birden çok hedefe bir paketin iletimidir. IPv4 içinde bu ortak gerçekleştirim özelliğine rağmen seçimlidir. IPv6 içerisinde ise temel tanımlamanın bir parçasıdır. IPv6 çoğa-gönderim (multicast) adresleme IPv4 çoğa-gönderim ile ortak protokoller ve ortak özellikler paylaşır fakat IPv6 kesin protokol için gereklilikleri ortadan kaldırarak geliştirim ve değişimde sağlar. IPv6 geleneksel ip broadcast (geniş-ağ, tüm ağa gönderim) gerçekleştirimine ihtiyaç duymaz.mesala bir paketin özel geniş-ağ (broad-cast) adresi kullanan hatta bağlı tüm hostlara (internete bağlı bilgisayar) gönderimini gerçekleştirmez ve bu yüzden broadcast adres tanımı yapmaz. IPv6 içerisinde, broadcast gönderim ile aynı sonuç bir paketi bağlı-yerel (link-local) nodelara (bağlı makine -host) göndererek elde edilir, IPv4 broadcast adresle eş 224.0.0.1 adresi IPv6 içinde ff02::1 link-local multicast adresidir. IPv6, bir multicast grup adres içindeki nokta adreslerle buluşma içeren yeni bir multicast gerçekleştirimde sağlar. Bu da merkezi-bölge (inter-domain) çözümlerinin gerçekleştirimini kolaylaştırır.
IPv4 içerisinde küresel olarak yönlendirilebilir multicast grup atamasını elde etmek oldukça zordur ve merkezi-bölge (inter-domain) çözümünün gerçekleştirimi çok esrarlıdır.
IPv6 için en azından 64 bit yönlendirme ön eki için Yerel internet kaydı (local internet registry) tarafından unicast (tekağ-gönderimi) adres atamaları, IPv6 içindeki en küçük alt ağ boyutu uygunluğu kadar sonuç üretmektedir. bu gibi bir atamayla unicast adres ön ekini IPv6 multicast adres formatına çevirmek mümkündür. Bu yüzden IPv6 alt ağının her bir kullanıcısı otomatik olarak multicast uyugulamalar için küresel yönlendirilebilir kaynağı-belirli multicast gruplara uyarlanabilir
Ağ katmanı güvenliği.
İnternet protokol güvenliği (IPSec) orijinal olarak IPv6 için geliştirildi. fakat ilk IPv4 içinde de geniş alanda kullanım alanı buldu. IPSec temel IPv6 protokol uyumunun zorunlu tanımlamasıdır fakat o zamandan beri seçimli olarak gelmektedir.
Yönlendiriciler (router) tarafından basitleştirilmiş işleyiş.
IPv6 içerisinde paket başlığı ve paket ilerleme süreci basitleştirilmiştir. IPv6 paket başlıkları IPv4 paket başlıklarının en az iki katı boyutta olmasına rağmen yönlendiriciler tarafından paket işleyişi genel olarak daha verimlidir. Bunun sebebi Internet tasarmının sondan-sona (end-to-end) ilkesi geliştirilmiş olmasıdır.
Özellikle:
Sondan sona parçalama işlemini gerçekleştirirler veya paket göndermek için IPv6 varsayılan MTU boyutu olan 1280 oktetten daha geniş MTU kullanırlar.
IPv6 başlıkları checksum tarafından kontrol edilmez. Bütünlük korumasının hem bağlı-katman (link-layer) hem de daha üst katman (TCP, UDP) hata tespiti tarafından güvene alındığı varsayılır.
UDP/IPv4 hiçbir checksum kontrolü yoksa 0 değerine sahip olabilir; IPv6 UDP nin kendi checksum kontrolünü yapmasına ihtiyaç duyar.Bu yüzden IPv6 yönlendiricileri başlık alanları nın (Time to Live (TTL) veya hop count (yönlendirici sayısı) benzeri) checksumlarını yeninden hesaplamaya ihtiyaç duymaz.
Bu geliştirim yönlendiricilerin bağlantı hızında işaret edilen donanımı kullanarak checksum hesaplaması yapmasını sağlayabilir fakat hala yazılım-tabanlı yönlendiriciler için ayırıcı durumlar vardır.
Alan İsim Sistemi (Domain Name System : DNS) içerisinde IPv6.
Alan İsim Sisteminde, makine isimleri IPv6 adreslerine AAAA kaynak kayıtları tarafından eşleştirilir, 4'lü-A kayıtları olarak isimlendirilir. Tersine çözüm için, IETF ip6.arpa alanını ayırmıştır. Bu alanda isim uzayı IPv6 adresinin 4 bit birimlerinin 1 haneli hexadecimali şeklinde ayrıldı. Bu yöntem RFC 3596 içinde tanımlanmıştır.
IPv6 paket başlığı.
IPv6 paket başlığı 32 bitlik 10 satırdan oluşur.
Paket başlığındaki bölümler şunlardır:
Mobil iletişim üzerinde.
Mobil ipv4'e benzemeksizin mobil ipv6 triangular routing problemden(mobil ip içerisinde karşılık gelen host tarafından mobil bir hosta gönderilen paketler ilk olarak mobil hotsun home Agent'ına gönderilir daha sonra o anki lokasyonundaki home agent'ına bakılarak o mobil hosta paket ilerler .Bununla birlikte mobil hosttan gönderilmiş paketler bu yöntemle elde edilmez fakat onun yerine hedeflerine doğrudan gönderilir.) sakınmaktadır.
Genişletilebilirlik seçenekleri.
IPv6 paket başlığı sabit bir büyüklüğe sahiptir (40 oktet).
IPv6 başlığından sonra, ek uzantı başlıkları olarak eklenir ki bunların büyüklüğü sadece tüm bir paketin büyüklüğünde limitlenir. Ek uzatma başlığı mekanızması, protolokolü genişletilebilir yapar ve bu, gelecekte hizmetin kalitesinin, güvenliğinin, taşınabilmesinin ve birçok özelliğinin, temel protokol düzenlenmeden yapılmasına olanak sağlar.
IPv6'ya geçiş hazırlığı.
IPv6 ağı ile uyumluluk, temel olarak bir yazılım ya da aygıt yazılımı (firmware) meselesidir. Ancak, prensipte yükseltilebilir olan eski donanımların birçoğunun değiştirilmesi muhtemeldir. The American Registry for Internet Numbers (ARIN), tüm internet sunucularının Ocak 2012 itibarıyla sadece IPv6 istemcilerine hizmet sağlanmasını önerdi. Eğer siteler IPv4 literalerini kullanmazlarsa, sadece NAT64 (Network Address Translation - Ağ Adresi Dönüştürme) üzerinden erişilebilir olacak.
Gizlilik.
IPv4 gibi IPv6 her bir cihazın potansiyel olarak izlenebildiği küresel eşsiz ip adreslerini destekler.
IPv6'nın tasarımı Internetin erken gelişmeleri boyunca orijinal olarak tasarlanılmış sondan sona (end-to-end )ağ tasarım ilkelerinden yeniden etkilenilerek planlanmıştır.
Bu yaklaşımda ağ üzerindeki her bir cihaz internet üzerinde herhangi bir lokasyondan doğrudan ulaşılabilir eşsiz bir adrese sahiptir.
Uygun adres uzayı sağlamak için harcanan çaba, Network-address-translation (ağ-adres-dönüşüm-NAT) ile sağlanmıştır fakat ağ adres uzaylarını, hostları ve IPv4 deki topolojileri allak bullak etmiştir. adres otokonfigürasyonu kullanıldığında arayüz portunun donanım adresi (MAC adresi) genel adresi kullanıcının online aktiviteleri ve benzersiz yönetim için donanımın tipini üstlenerek adres eşsiz yapılır.
IPv6 hostları için adres oto konfigürasyon gerekli değildir. Bununla birlikte hala adresler MAC adres tabanlı değildir. Arayüzün adresi özel ağlar içinde NAT'lanarak küresel olarak benzersiz yapılır.
IPv6 için olan gizlilik uzantısı gizli adresleri tanımlar. Gizlilik uzantısı aktif edildiğinde işletim sistemi rastgele host tanımlayıcısı üreterek atanmış ağ ön ekiyle birlikte geçici olarak bir ip adresi üretir. Bu geçici adresler, izlenilebilir statik ip adreslerinin yerine uzaktaki hostlarla haberleşmek için kullanılır. Geçici adreslerin kullanımı tek bir IPv6 adresi için aktivite akışını tarayarak kullanıcının internet aktivitesini doğru olarak izlemeyi zorlaştırır.
Windows, Mac OS X (10.7 sürümünden beri ) ve iOS (versiyon 4.3 den bu yana) içinde varsayılan olarak gizlilik uzantısı aktiftir. Bazı Linux dağıtımlarında da gizlilik uzantısı aktiftir.
Gizlilik uzantıları kullanıcıyı aktivitesinin izlenmesinden korumaz. Gizlilik uzantıları eğer sadece bir veya iki host verilen ağ ön ekini kullanıyorsa kullanıcı aktivitesinin izlenmesinden korumaz ve aktivite izleyici bu bilgiyi saklar.
Bu sahnede, ağ ön eki izleme için eşsiz tanımlayıcıdır. Ağ ön eki izlemesi eğer kullanıcının ISP atamaları DHCP tarafından dinamik ağ öneki verilerek yapılıyorsa koruma daha azdır.
Adresleme.
IPv6 adresleri 128 bit içeriyor. IPv6 adres alanının tasarımı, küçük adres alanının kullanım verimliliğini artırmak için alt ağın kullanıldığı IPv4'tekinden farklı bir tasarım felsefesi uygular. IPv6'da, adres alanı öngörülebilir gelecek için yeterince büyük kabul edilir ve yerel alan alt ağı her zaman adresin ana bilgisayar kısmı için arabirim tanımlayıcısı olarak belirlenmiş 64 bit kullanır, en önemli 64 bit ise yönlendirme olarak kullanılır önek. IPv6 alt ağlarının taranmasının imkânsız olduğu konusunda efsane mevcut olsa da, RFC 7707, bazı IPv6 adres yapılandırma tekniklerinden ve algoritmalarından kaynaklanan kalıpların birçok gerçek dünya senaryosunda adres taramasına izin verdiğini belirtmektedir.
Adres gösterimi.
Bir IPv6 adresinin 128 biti, her biri 16 bitlik 8 grupta temsil edilir. Her grup dört onaltılık basamak olarak yazılır (bazen hextet olarak adlandırılır veya daha fazla resmi olarak onaltılık ve gayri resmi olarak bir kelime oyunu veya dört kelime oyunu ) ve gruplar iki nokta üst üste (:) ile ayrılır. Bu temsilin bir örneği 2001:0db8:0000:0000:0000:ff00:0042:8329.
Kolaylık olması açısından, bir IPv6 adresi aşağıdaki kuralların uygulanmasıyla daha kısa gösterimler olarak kısaltılabilir.
Bu kuralların uygulanmasına bir örnek:
Geri döngü adresi 0000:0000:0000:0000:0000:0000:0000:0001, 5156'da tanımlanmıştır ve her iki kural kullanılarak ::1 olarak kısaltılabilir.
Bir IPv6 adresinin birden fazla temsili olabileceğinden, IETF bunları metinde temsil etmek için önerilen bir standart yayınlamıştır.
Bağlantı yerel adresi.
IPv6 ana bilgisayarlarının tüm arabirimleri bir bağlantı yerel adresi gerektirir. IPv6 bağlantı yerel adresleri fe80::10 önekine sahiptir. Bu önek, yapılandırmanın ve DHCP sunucusu gibi harici bir ağ bileşeninin varlığı veya işbirliği olmadan, kendi başına hesaplayabileceği ve/veya atayabileceği 64 bit sonekle birleştirilir.
Bağlantı yerel adresinin (sonek) alt 64 biti, temelde temel ağ arabirim kartının MAC adresinden türetilmiştir. Bu adres atama yöntemi, hatalı ağ kartları değiştirildiğinde istenmeyen adres değişikliklerine neden olacağından ve bir dizi güvenlik ve gizlilik sorunundan muzdarip olduğu için, RFC 8064, orijinal MAC tabanlı yöntemi, belirtilen karma tabanlı yöntemle değiştirmiştir.
Adres tekliği ve yönlendirici talebi.
IPv6, katman adreslerini (MAC adresi) bağlamak için IP adreslerini eşleştirmek için yeni bir mekanizma kullanır, çünkü Adres Çözümleme Protokolü 'nun işlevselliğinin bulunduğu yayın adresleme yöntemini desteklemez (ARP) IPv4 tabanlıdır. IPv6, ICMPv6 ve multicast iletimine dayanan bağlantı katmanı da Komşu Saptama İletişim Kuralı (NDP, ND) uygular. 210 IPv6 ana bilgisayarları, IP adresinin bağlantı katmanı adresini soran bir komşu talep mesajı göndererek çok yöne yayın (LAN) içindeki IPv6 adreslerinin benzersizliğini doğrular. LAN'daki başka bir ana bilgisayar bu adresi kullanıyorsa yanıt verir.
Bir ana bilgisayar yeni bir IPv6 arabirimi getirir, önce benzersiz bir adres oluşturmak için tasarlanmış birkaç mekanizmadan birini kullanarak benzersiz bir bağlantı yerel adresi oluşturur. Benzersiz olmayan bir adres algılanırsa, ana bilgisayar yeni oluşturulan bir adresle tekrar deneyebilir. Benzersiz bir bağlantı yerel adresi oluşturulduktan sonra IPv6 ana bilgisayarı, LAN'ın bu bağlantıda IPv6'yı destekleyen herhangi bir yönlendirici arabirime bağlı olup olmadığını belirler. Bunu tüm yönlendiricilere bir ICMPv6 yönlendirici istek mesajı göndererek yapar kaynak olarak yerel bağlantı adresi ile çok noktaya yayın grubu. Önceden belirlenmiş sayıda denemeden sonra cevap yoksa, ana bilgisayar hiçbir yönlendiricinin bağlı olmadığı sonucuna varır. Bir yönlendiriciden yönlendirici reklamı olarak bilinen bir yanıt alırsa, yanıt, uygun bir tek noktaya yayın ağ önekine sahip genel olarak benzersiz bir adres oluşturulmasına izin vermek için ağ yapılandırma bilgilerini içerir. Ayrıca, ana bilgisayara daha fazla bilgi ve adres almak için DHCP kullanması gerekip gerekmediğini söyleyen iki bayrak biti vardır:
Küresel adresleme.
Genel adresler için atama prosedürü yerel adres yapısına benzer. Ön ek, ağdaki yönlendirici reklamlarından sağlanır. Birden çok önek duyurusu birden çok adresin yapılandırılmasına neden olur.
Durum bilgisi olmayan adres otomatik yapılandırması (SLAAC), 4291'de tanımlandığı gibi 64 adres bloğu gerektirir. Yerel İnternet kayıtlarına, alt ağlar arasında bölündükleri en az 32 blok atanır. İlk öneri, son tüketici sitelerine 48 alt ağın atandığını belirtti (3177). Bu, 6177 ile değiştirildi; bu, "ana sitelere tek bir 64'ten daha fazla önem verilmesini önerir, ancak her ana siteye de 48 verilmesini önermez". 56 özellikle dikkate alınmıştır. İSS'lerin bu öneriyi yerine getirip getirmeyecekleri görülüyor. Örneğin, ilk denemeler sırasında, Comcast müşterilerine tek bir 64 ağ verildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14774",
"len_data": 24678,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.75
}
|
Pavlus (; , "Paulos"; ) veya Tarsuslu Saul (; , "Saũlos Tarseús"; M.S. 5 - MS 64/65), İsa'nın vaazlarını ve öğretilerini 1. yüzyıl dünyasında pagan inanışındaki Roma dünyasına öğreten bir Hristiyan elçi. Hristiyan olmadan önce tutuculuklarıyla tanınan Ferisilerden biriydi.
Pavlus, Hristiyanlığı Yahudi topraklarının dışına yaymaya çalışmış ve bu çabalarının sonucu olarak günümüz Avrupasının Hristiyanlaşmasını sağlamıştır. Bu yüzden tarihçiler arasında Havariler Çağı'nın en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilir. MS 30 ile MS 50 yılları arasında Anadolu Yarımadası'nda ve Güney Avrupa'da birçok Hristiyan cemaatleri kurdu.
Hristiyanlıkta.
Hristiyan olmadan önce.
Yeni Ahitʼte yer alan bilgilere göre Yahudi asıllı bir Roma vatandaşı olan Pavlus, Saul olarak da tanınıyordu. Kendisini Hristiyanları ve Hristiyanlığı yok etmeye adamıştı. Hristiyan olmadan önce Hristiyanlara şiddetli zulümler yaptığını Pavlus kendisi itiraf etmektedir. İstefanos'un infazını bizzat onaylamıştı.
Hristiyan oluşu.
Pavlus, Hristiyanları tutuklamak amacıyla Şam'a yolculuk ederken İsa kendisine göründü ve Pavlus bu vakada görme kabiliyetini kaybetti. Üç gün sonra Şamlı Hananya, Pavlus'un gözlerinin tekrar şifa bulmasına vesile oldu. Pavlus, bu yolculukta Hristiyan oldu ve bunun sebebi olarak, Şam yolculuğunda, Meryem oğlu İsa'nın kendisine göründüğünü dile getirdi.
Tebliği.
O günden itibaren Pavlus, Nasıralı İsa'nın İsrailoğullarının beklediği Mesih ve aynı zamanda da Tanrı'nın Oğlu olduğunu insanlara vaaz etmeye başladı. Elçilerin İşleri kitabının yaklaşık yarısı Pavlus'un hayatından bahseder. Pavlus Hristiyanlığın Yahudilikten ayrı müstakil bir din haline gelmesi konusunda en önemli rolü üstlenmiştir.
Hristiyanlığa etkileri.
Pavlus'un Hristiyanlık üzerindeki etkisi diğer bütün Hristiyan önderlerinden daha fazla oldu. Pavlus, İsa'nın dinî hukukun sonu olduğunu ve Hristiyan Kilisesi'nin İsa'nın bedeni olduğunu öğretiledi, Kilise kurumu dışında kalan dünyayı yargılanacaklar olarak sınıflandırdı. Pavlus'un yazıları, Son Akşam Yemeği'nden bahsedilen eldeki en eski kaynaktır. Son Akşam Yemeği'nin, Rabbin Sofrası'nın kökenindeki vaka olduğu kabul edilir. Pavlus’un Romalılara mektubunun 9. babında bahsi geçen seçilmişlik unsurunu Doğu kiliseleri Tanrı'nın kader bilgisi olarak yorumlar. Bununla birlikte aynı babın Cebrilik akidesi şeklinde algılanışı Batı kiliselerinin ilahiyatında görülür. Augustinus'un Kitâb-ı Mukaddes'i Tanrı'nın lütfu (rahmeti); ahlâkı Ruh'un hayatı olarak görmesi; determinizm inancı ve aslî günah akîdesi tamâmen Pavlus'un mektuplarına, özellikle Romalılar mektubuna dayanarak inşa edilmiş öğretilerdir.
Bazı tanrıbilimciler, Pavlus'un öğretilerinin, İsa'nın kanonik incillerdeki öğretilerinden oldukça farklı olduğunu vurgulamaktadır. Bu tanrıbilimcilerden Barrie Wilson, Pavlus'un öğretilerinin İsa'nın öğretilerinden mesajının kökeni, öğretileri ve ameller açısından ayrılık gösterdiğini vurgular. Pavlus ve İsa'nın arasındaki bu köklü ayrılıktan dolayı, bazıları İsa'nın, Hristiyanlığın birinci kurucusu iken, Pavlus'un Hristiyanlığın ikinci kurucusu olduğunu dile getirirler.
Doğu kiliselerinde olduğu gibi, günümüzde Batılı hümanistler de Romalılar 9'daki seçilmişlik unsurunu, Batılı kiliselerin aksine belirlenimcilik olarak değil, tanrısal kader bilgisi olarak anlam verirler.
Hristiyanlık dışı görüşler.
Yahudilikte.
Pavlus, Yahudi dünyasında uzun zaman açıkça hiç dile getirilmeyen bir din adamıydı. Talmud'da ve diğer Yahudi sözel geleneğinde Pavlus'tan açıkça bahsedilmez. Ancak Orta Çağ Avrupasında ortaya çıkan İsa'nın yaşam öyküsü "Toledot Yeşu"da Pavlus'tan bahsedilir. "Toledot Yeşu"da Pavlus'un, Hristiyanlığı tahrif etmek için görevlendirilmiş bir Yahudi ajanı olduğu anlatılır. Günümüzde Yahudi otoriteleri "Toledot Yeşu"'yu bağlayıcı ve itibarlı bir bilgi kaynağı olarak kabul etmezler. Yahudi kökenli Pavlus'un Hristiyanlıktaki konumu ve Hristiyanlığa getirdiği yenilikler, Yahudilerin Hristiyanlarla dinlerarası ilişkilerinde Pavlus'a önemli bir yer vermelerine sebep olmaktadır. Yahudi-Hristiyan dinlerarası ilişkisinde Pavlus, iki din arasında bir sınır (mesela Heinrich Graetz ve Martin Buber tarafından) veya köprü (mesela Isaac Mayer Wise ve Claude G. Montefiore tarafından) olarak ya da Yahudiler arası münazaralarda Yahudiliğin hakikiliğinin delillerinin ne olduğu ile ilgili bir kaynak olarak kullanılır (mesela Richard L. Rubenstein ve Daniel Boyarin tarafından). Yahudilerin Pavlus'a olan ilgileri günümüzde ilk zamanlardan daha fazladır. O, Yahudi yapımı -Felix Mendelssohn’un eseri- bir oratoryoda, -Ludwig Meidner’in eseri- bir tabloda ve -Franz Werfel’in eseri- bir tiyatro oyununda konu edildi. Onun hakkında Yahudilerin yazdığı romanlar da mevcuttur (örneğin Şalom Aş ve Samuel Sandmel’in eserleri). Batı düşünce sisteminde Pavlus’un büyük yeri olduğunu kabul eden -Baruch Spinoza, Lev Şestov ve Jacob Taubes gibi- Yahudi filozoflar ve -Sigmund Freud ve Hanns Sachs gibi- psikoanalistler vardır. Hagner’in (1980), Meissner’in (1996) ve Langton’ın (2010, 2011), Yahudilerin Pavlus’a yaklaşımını ele alan akademik çalışmaları vardır.
İslamda.
İslamın ana kaynağı Kur’an’da Pavlus’tan açıkça bahsedilmemekle birlikte, İbn Kesir, Yasin Suresi’nin 13 ilâ 21. ayetlerinde ad, zaman ve mekan belirtilmeden anlatılan öyküde bahsi geçen üç elçiden ilk ikisinin Şem’un-u Safa (Simun Petrus) ve Yuhanna, üçüncüsünün Bulus (Pavlus) ve mekanın ise Antakya olduğunu belirtir. Abdullah Yusuf Ali, suredeki öyküde anlatılanlarla Elçilerin İşleri’nde anlatılanlar arasında paralellik kurar ve üç elçinin Pavlus, Barnabas ve Yuhanna olduğunu belirtir. Kutsal Kitap’ın Elçilerin İşleri kitabının 13. ve 14. bölümlerinde anlatılan birkaç olay Kur’an’ın Yasin Suresi’nde tek bir olaymış gibi kısaltılarak ad, zaman ve mekan belirtilmeden ve değiştirilerek anlatılmıştır.
Pavlus’un savunduğu dinî akidelerin ve amellerin bir kısmı Kur’an’ın getirdiği akideler ve amellerle açıkça reddedilmektedir. Bunların başında, kefaret akidesi (İsa’nın kendisine tabi olan herkesin günahlarına kefaret olmak için çarmıhta öldürüldüğü) ve İsa’nın elçilerinin incil kayıtlarında yer alan, dolayısıyla Pavlus’un da savunduğu ve İslam’da biyolojik bir oğulluk olarak anlaşılan, İsa’nın “kutsallık ruhu açısından” Tanrı'nın Oğlu olduğu inancı gelmektedir. Ameller bakımından ise en belirgin zıtlık, Pavlus'un her türlü yiyeceğin insanlara helâl olduğunu savunmasına karşılık, Kur'an'da domuz eti ve içkinin açıkça haram olduğunun beyan edilmesi gösterilebilir. Muhammed’in hadislerinde Pavlus’un adı açıkça zikredilmemekle birlikte, İbrahim’in sünnet olma geleneğini (hitan) Pavlus’un ilga etmesine karşılık Muhammed’in bu ameli ihya etmesi ikisi arasındaki karşıtlıklara örnek gösterilebilir.
İbn-i Teymiyye, Pavlus’u, peygamberlerin getirmiş olduğu tevhit inancı ile putperestlerin inancını sentez yaparak bir din icat etmekle suçlamaktadır.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin "Mesnevi-yi Manevi"’de dile getirdiği tarihsel hikâye "Taassup Yüzünden Hristiyanları Öldüren Yahudi Padişahın Hikâyesi"’nde bahsi geçen, Hristiyanların arasına bid’at ve tefrika aşılayan Yahudi vezirin Pavlus olup olmadığı Mesnevî şârihlerinin ihtilaf ettiği bir konu olmuştur. 20. asır Mesnevî şârihlerinden Şefik Can, bu hikâyenin kaynağının Kısas-ı Enbiyâ kültürü ve Eski Ahit olduğunu ve Mesnevî şârihlerinin çoğunluğunun görüşünün, anlatılan hilekâr vezirin Pavlus olduğu konusunda baskın olduğunu belirtmekle beraber, kendisi bu konudaki reyinde tarafsızdır.
Başka görüşler.
Nietzsche, "Deccal" isimli eserinde, Pavlus'u -1. Korintliler mektubundan dolayı- korkunç dolandırıcı ve intikam havarilerinin en büyüğü olarak vasfetmektedir. Bunun dışında Nietzsche, Pavlus'un yaydığı Hristiyanlık inancını "yalan" ile ve öğrettiği Tanrı'yı da "Pavlus'un kendi arzusu" ile özdeşleştirmektedir.
Ölümü.
Luka’nın anlattıkları Pavlus’un iki yıl boyunca Roma’da ev hapsinde olduğunun söylemesiyle bitiyor. Birçok kişiye göre Pavlus’un hayatı bu noktada biter, ancak iki gerçek Pavlus’un ölümünün aslında daha sonra gerçekleştiğine işaret eder. Güvenilir olan birtakım erken dönem kilise bilgilerine göre Pavlus’un ölümü Neron’un Hristiyanlara zulmettiği dönem ile bağdaştırılır. Ancak Pavlus’un Roma’da kaldığı iki yılın sonunda bu tarife ulaşılması pek olası değildir. İkinci olarak Önderlik Mektupları'nda, Elçilerin İşleri 28:30-31’de söz edilen Roma’daki tutuklanmasından sonraki bir dönemde Pavlus’un Doğu Akdeniz’de hizmet ettiği rivayet edilir. Dolayısıyla Pavlus’un Roma’daki hapsinden özgür kılındığı ve bir süreliğine hizmete devam ettiği olasıdır. Pavlus hedeflediği üzere İspanya’ya gidip gitmediği ise belirsizdir.
Pavlus Roma’ya yolculuğuna 59 yılının sonbaharında başladı. Roma’ya da 60 yılının baharında ulaştı. Luka’nın Elçilerin İşleri 28:30-31 ayetlerinde bahsettiği iki yıllık sürecin sonunda Pavlus’un serbest bırakıldığını varsayıldığında, doğudaki ve Girit’teki hizmetini 62-64 yılları arasında gerçekleştirmiştir. Pavlus Neron’un zulmü sırasında yeniden tutuklanmış ve bundan kısa bir süre sonra 64-65 yıllarında idam edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14778",
"len_data": 9055,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.36
}
|
Pascal üçgeni, matematikte binom katsayılarını içeren üçgensel bir dizidir. Fransız matematikçi Blaise Pascal'ın soyadıyla anılsa da Pascal'dan önce Hindistan, İran, Çin, Almanya ve İtalya'da matematikçiler tarafından çalışılmıştır.
Genellikle Pascal üçgeninin satırları üstten n=0'dan başlayarak numaralandırılır ve her satırdaki sayılar ise soldan itibaren k=0'dan başlayarak numaralandırılırlar. Satırdaki sayılar komşu sütunlarının boşluklarına gelir ve bu basit yapı tüm üçgen boyunca sürer. 0. satıra yalnızca 1 değeri yazılır. Sonraki satırlar oluşturulurken, hesaplanan noktanın sol üstünde ve sağ üstünde bulunan değerler çıkarılır. Eğer sağ ve sol üstünde sayı yoksa buradaki değer 1 olarak alınır. Örneğin, ilk satırın ilk sayısı 0 + 1 = 1'dir üçüncü satırda ise 4 ve 3 toplanarak 4. satırdaki 7 sayısını oluşturur.
Pascal kuralındaki binom katsayılarıyla ilişkili yapı aşağıdaki şekildeyse,
buradan
Burada "n" negatif olmayan tam sayı ve "k" 0 ile "n" arasında bir tam sayıdır.
Pascal üçgeninin çok boyutlu şekilleri de vardır. 3 boyutlu olan şekli Pascal piramidi veya Paskal dörtyüzlüsü olarak anılırken diğer genel şekilli olanları Pascal basitleştirilmişleri olarak anılır.
Pascal'ın bu üçgeni, olasılıklar kuramında da ustalıkla kullanılır. Bu üçgen, biyolojideki uygulamalar, matematik, istatistik ve pek çok modern fizik konularında uygulama alanı bulur. (Bazı kaynaklara göre eski Çinliler de üçgeni tanımışlar; bazıları da Pascal üçgeni diye aslında bir Hayyam üçgeninden bahsetmişlerdir.)
Olasılıklar kuramının çıkış nedeni, Pascal'a kumarbaz Chevalier de Mere tarafından önerilmesiydi. En önemli görevi de elli iki kâğıt oyunu oynuyordu. Bu ara tavla zarlarının, şekilleri aynı olan ayrı renkli bilyelerin önemi büyüktür. Buna bağlı olarak, ünlü Pascal üçgeni doğdu. Pascal'ın bu üçgeni, daha sonraki yıllarda çok kullanıldı. Özellikle seri açılımları ve binom açılımı bu yöntemle kolaylıkla bulunur.
ikinci sıradan itibaren sağdan ya da soldan üçüncü sayı üçgen sayılardır
pascal üçgeninin her satırı ikinin 0 dan itibaren üslerini verir
(a-b) veya (a+b) parantezlerinin açılımının katsayılarını verir
örnek:
formula_6
formula_7
Kaç parayla yazı tura attıysak o satırla ilgileneceğiz
iki parayla yazı tura attık ikinci sıradaki sayıları toplayalım
4 çıktı ikinci sıra 1-2-1 dir birinci sıradan 2 tura 0 yazı
diye sayalım
iki paranın ikisinin de tura gelme şansıformula_8 1tura 1yazı gelme şansı formula_9 2yazı gelme şansı formula_8
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14787",
"len_data": 2458,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Sir James Paul McCartney CH MBE (d. 18 Haziran 1942), İngiliz müzik grubu The Beatles'ın dört üyesinden birisi olan İngiliz bas gitarist, söz yazarı/besteci, multi-enstrümantalist, müzik ve film yapımcısı ve hayvan hakları aktivisti. Beatles'ın üyeleri olarak John Lennon, George Harrison ve Ringo Starr ile birlikte ünleri dünyaya yayılmıştır. McCartney ve Lennon müzik tarihinin en başarılı ve en etkili söz yazarı partneri olmuşlar, rock n roll tarihinin en önemli hitlerini bestelemişlerdir. Gelmiş geçmiş en iyi şarkı seçilen Yesterday ise McCartney' in eseridir. McCartney, 60 altın plağa sahip en başarılı müzisyen ve 100 milyon teklik satışı ile Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiştir.
Erken yıllar 1942-1957.
James Paul McCartney Liverpool'da Walton General Hospital'da, annesinin hemşirelik yapmış olduğu hastanede dünyaya geldi. Kendisinden 2 yaş küçük Mike adında bir erkek kardeşe sahiptir. Annesi Mary bir katolik, babası James "Jim" McCartney ise daha sonraları agnostik olan bir protestandır. Liverpool'luların çoğu gibi McCartney de İrlanda kökenlidir.
1947'de Stockton Wood Road Primary School'a başladı daha sonra ise Joseph Williams Junior School'a devam etti. Sınavlarda başarılı olan diğer üç çocukla birlikte Liverpool Institute'te okumaya hak kazandı. Evi ona yakın olan George Harrison ile ilk olarak okul otobüsünde tanıştı.
1956 yılında göğüs kanseri tedavisinde olan annesini kaybetti. Bu kaybı onu yine erken yaşta annesini kaybetmiş olan John Lennon ile bir araya getirmiştir.
McCartney'nin babası bir trompetçi ve piyanistti ve bir duvar piyanosuna sahipti; 1920'lerde Jim Mac's Jazz Band adlı orkestrayı yönetmiş ve oğullarına da müzikle ilgilenmeleri konusunda cesaret vermiştir. Birlikte nefesli çalgılardan oluşan yerel orkestraların konserlerine gittiler. Annesinin ölümünden sonra babası ona nikel kaplamalı bir trompet armağan etti. Skiffle tarzı müziğin popüler olmasıyla birlikte Paul, trompetini 15 sterlin değerinde bir Framus Zenith (model 17) çelik telli gitarla değiş tokuş etti. McCartney, bir solak olarak, Zenith'ı çalmanın imkânsız olduğu düşündü; bu fikri, bir posterde Slim Whitman adlı bir solak gitaristin gitarını boynuna ters astığını görünceye kadar değişmemiştir.
Paul McCartney’in ilk bestesi, Zenith gitarıyla yaptığı "I Lost My Little Girl" adlı parçadır. John Lennon ile birlikte yazdığı ilk bestelerini ise babasına ait Framus marka İspanyol gitarıyla oluşturmuştur. Daha sonra piyano çalmaya başlamış ve "When I'm Sixty-Four" adlı parçayı bestelemiştir. Babasının tavsiyesi üzerine müzik dersleri almış olmasına rağmen, McCartney genellikle kulaktan çalmayı tercih etmiş ve bu derslere fazla ilgi göstermemiştir.
Beatles’ın dağılmasının ardından McCartney, solo kariyerinde ve farklı iş birliklerinde önemli başarılara imza atmıştır. Stevie Wonder ile birlikte kaydettiği "Ebony and Ivory", büyük ilgi görmüş; Wings grubuyla ise "Mull of Kintyre" adlı hit parçayı yayımlamıştır.
Paul McCartney, Michael Jackson ile "The Girl Is Mine" ve "Say Say Say" adlı şarkılarda iş birliği yapmıştır. Ancak bu çalışmaların ardından ikili arasında anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Buna rağmen, zaman içinde McCartney, bu tartışmaların gereksiz olduğunu fark ettiğini belirtmiş ve şu sözleri dile getirmiştir:
"Verdiğim bir karar sonucu Michael ile ilgili atışmalarımızın ne kadar gereksiz olduğunu fark ettim. Michael'a hak veriyorum ve artık çok saçma bir konu üzerine kavga ettiğimizi anladım. Bu dostluğu bozmaya değmezdi. Sevgili Michael, sana hak veriyorum ve minnettarım. Özür diliyorum."
Lennon'la Tanışma.
6-temmuz 1957'de John Lennon'la tanışan McCartney'den başlangıçta Lennon'ın halası hoşlanmamış ve arkadaşlıklarını onaylamamıştı. Ancak müziğe tutkulu olan iki gencin arkadaşlıklarının önüne hiçbir şey geçeceğe benzemiyordu. Beraber müzik yazan ikili, birçok şarkı besteliyorlardı. The Quarrymen adını verdikleri gruba George Harrison'ın yaşını küçük bulduğu için başlangıçta katılmasını istemeyen Lennon'ı McCartney ikna etmiş ve Harrison lead gitarist olarak grupta yerini almıştı. Daha sonraları aralarına Lennon'ın arkadaşı Stuart Sutcliffe da katılmıştı ancak McCartney Sutcliffe'i müzikal anlamda pek başarılı bulmuyordu. Grubun ismi konusunda da kararsız olan ve the Silver Beetles'ı da deneyen Harrison, McCartney ve Lennon, 1960 yılının ağustos ayında The Beatles isminde hemfikir oldular ve yeni isimleriyle ilk performanslarını Hamburg'da gerçekleştirdiler.
Allan Williams'ın menajerliğinde Hamburg'daki Indra Club'da çalmaya başlayan grup üyeleri küçük ve kirli odalarda kalıyorlar ancak isimlerini duyurmak için büyük mücadele veriyorlardı. Ancak tatsız bir olay yüzünden McCartney'in başı polisle derde girince sınırdışı edildi. Harrison yaşı küçük olduğu, Lennon da çalışma izni bittiği için Hamburg'dan ayrılmak zorunda kaldılar. Stuart Sutcliffe ise Kaiserkeller Kulübünde Astrid Kirchherr ile tanışmıştı ve grup ile birlikte geri dönmedi.
The Beatles.
The Beatles Aralık 1960'ta yeniden bir araya geldi ve 21 Mart 1961'da Liverpool'da ilk konserlerini verdiler. McCartney diğer Liverpoollu grupların da aynı cover şarkıları çaldığını fark ettiğinde yeni besteler yapmaları gerektiğiyle ilgili Lennon'la hemfikir oldu. The Beatles 1961 Nisan'ında Hamburg'a geri döndü ve Tony Sheridan'la My Bonnie'yi kaydetti. Sutcliffe yaptığı kontrat sona erdiği için gruptan ayrılınca McCartney onun yerine bas gitar çalmaya başladı. Yeni menajerleri Neil Aspinall'ın çabalarıyla Londra'daki Decca Records'la anlaşmaya çalışan The Beatles üyeleri plak firması tarafından geri çevrilince Hamburg'a geri döndüler ve aynı gün Stuart Sutcliffe'in ölüm haberini aldılar.
Birçok plak firması tarafından geri çevrildikten sonra Parlophone Records'la 9 Mayıs 1962'de kontrat imzaladılar ve Love Me Do Parlophone etiketiyle 5 Ekim 1962'de müzik marketlerdeki yerini aldı. İlk albümleri Please Please Me'de yer alan tüm şarkılar Lennon ve McCartney tarafından bir günde kaydedilmişlerdi. McCartney aynı zamanda Billy J. Kramer, Cilla Black, Badfinger ve Mary Hopkin gibi müzisyenler için de besteler yapıyordu ve aralarına yeni katılan Ringo Starr'la The Beatles yeniden dört kişi olmuştu.
Lennon, Harrison ve Starr, güney ingiltere'de birlikte yaşıyorlardı. McCartney ise kız arkadaşı Jane Asher'in evinde kalıyordu. O dönemde yalnız başına gece kulüplerine giden ve geç saatlere kadar dans eden McCartney, gittiği her yerde büyük ilgi görüyordu. 1963'te kız arkadaşı Asher'la nişanlandı.
McCartney grup dışında başka müzikal projelerle de ilgileniyordu. 1966 yılında The Family Way filminin müziklerini yazan McCartney bu çalışmasıyla Ivor Novello Award ödülünü aldı. Aralarında Mary Hopkin, Badfinger ve the Bonzo Dog Band'in de olduğu birçok müzisyen için de şarkılar yazan McCartney, bir süre konserlere ara verme kararı alan grubunu yeniden sahnelere dönme konusunda ikna etti. Capitol Records'la sözleşme imzalama durumu söz konusu olduğunda John Lennon'la arası açılan McCartney, grubun diğer üyeleriyle de sorunlar yaşıyordu. 5 yıl boyunca nişanlı kaldığı Asher'dan da ayrılan McCartney'i yeni bir ayrılık daha bekliyordu. Çünkü 1969 Eylül'ünde The Beatles'tan ayrılma kararı alan John Lennon'ın yanı sıra Harrison ve Starr da dönem dönem geçici süreliğine müzik çalışmalarına ara verdiler. McCartney aynı yıl Amerikalı fotoğrafçı Linda Eastman'la evlendi. İlk solo albümü McCartney'i yayınlamadan bir hafta önce 10 Nisan 1970'te Paul McCartney grubun tamamen dağıldığını kamuoyuna açıkladı.
The Beatles'tan sonra.
Bir yıl sonra ikinci solo albümü Ram müzik marketlerde yerini alan McCartney, gitarist Denny Laine ve davulcu Denny Seiwell'le Wings adında bir grup kurdu ve grup ilk albümleri Wild Life'ı 1972'de müzikseverlerle buluşturdu. Give Ireland To The Irish isimli şarkıları BBC tarafından yasaklanan grup turne programına çıktı.
Grubun 1973'te piyasaya sürdüğü albüm Red Rose Speedway amerika'da ilk kez bir numara olan albümleri oldu. Aynı yıl 16 Nisan'da McCartney, TV'de James Paul McCartney isimli bir show programı sunmaya başladı. Band on the Run albümü 2 dalda Grammy'nin sahibi olarak grubun en çok ses getiren albümü olma özelliğini kazandı. 1972 yılında McCartney james-bond filmi Live and Let Die'ın müziklerini yaptı.
1976'da hayranı olduğu Buddy Holly'nin kataloğunun ve sonra dan filmi yapılacak olan Grease müzikalinin yayın haklarını satın alan McCartney, 1977'de Percy "Thrills" Thrillington takma adıyla Thrillington isimli bir albüm yayınladı. Aynı yılın sonlarında Wings'le kaydettiği Mull of Kintyre albümü 1984 yılına kadar İngiltere'nin en çok satış yapan albümü olma özelliğini koruyacaktı. John Lennon'la ilişkisinde sorunlar yaşamasına rağmen 70'li yıllarda tekrar barışan ikili telefonlaşmaya başlamışlardı.
9 Aralık 1980 yılında John Lennon'ın bir cinayete kurban gittiğini öğrenen McCartney büyük bir şok ve üzüntü yaşadı. Konuyla ilgili 1984 yılında Playboy dergisine verdiği bir röportajda, ölüm haberini aldığı tüm gün ağladığını söyleyen McCartney, son telefon konuşmalarının arkadaşça olduğunu ve Lennon'la Yoko albümleri Double Fantasy'yi piyasaya sürmeden önce görüştüklerini söylemişti. Lennon'ın ölümünden sonra uzunca bir sonra konser vermeyen McCartney, cinayete kurban gitmekten korktuğunu dile getiriyordu. Lennon'ın ölümünden altı ay sonra The Beatles'ın diğer elemanları Starr ve Harrison'la Lennon'ın anısına All Those Years Ago'yı kaydetti.
Paul McCartney tüm müzik enstrümanlarını çaldığı bir sonraki abümü McCartney II'yu yayınladıktan sonra 1982'de Tug of War müzik marketlerdeki yerini aldı. Stevie Wonder'la yaptığı düet Ebony and Ivory'ye de yer verdiği albümde ayrıca Lennon'a adanan Here Today isimli şarkı da yer alıyordu. McCartney ayrıca Michael Jackson'la Jackson'ın Thriller albümünde yer alan The Girl Is Mine'da ve 1983'te yayınladığı Pipes of Peace albümünde yer alan Say Say Say'de düet yaptı.
90'lı yıllarda klasik müziğe yönelen müzisyen, Carl Davis'le Liverpool Oratorio projesinde birlikte çalıştı. Bir sonraki klasik müzik projesi 1995'te Anya Alexeyev'le birlikte kaydettiği A Leaf oldu. Bu çalışmasıyla kraliyet tarafından ödüllendirilen McCartney, Standing Stone (1997), Working Classical (1999) ve "Ecce Cor Meum" (2006) isimlerinde 3 klasik müzik albümü daha kaydetti.
McCartney 1984'te yazdığı ve baş rolünde oynadığı Give My Regards to Broad Street ile izleyici karşısına çıktı McCartney oldukça uzun bir aradan sonra 1997'de yayınladığı Flaming Pie'la geri dönüşünün müjdesini vermişti. Son 15 yılda çıkardığı en iyi albümü olan Flaming Pie, Tug War'dan sonra en iyi eleştirileri alan albümü oldu.
2001'de ölen eşi Linda McCartney'in anısına, onun çektiği The Beatles fotoğraflarından ve filmlerinin sahne arkası görüntülerinden oluşan Wingspan: An Intimate Portrait isimli belgeseli yayınladı.
McCartney 11 Haziran 2002'de Heather Mills'le evlendi. 21 Ocak 2007'de Mills'ten boşanan McCartney'in Linda McCartney'in önceki evliliğinden olan Heather Louise, Linda McCartney'den Mary Anna, Stella Nina, James Louis ve Heather Mills'den Beatrice Milly McCartney isimlerinde olmak üzere toplam beş çocuğu var.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14811",
"len_data": 11051,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.36
}
|
George Harrison (25 Şubat 1943 - 29 Kasım 2001), İngiliz müzisyen, The Beatles grubunun gitaristi.
İlk yılları.
İngiliz Beatles grubunun üyelerinden George Harrison 25 Şubat 1943'te bir otobüs şoförünün oğlu olarak Liverpool'da doğdu. Haylaz bir çocukluk dönemi geçiriyordu, ta ki Paul McCartney ile tanışana kadar. Ergenlik dönemlerinde tanışan iki genç, daha iyi bir hayat için birbirlerine söz verdiler. Tüm yaşıtları gibi rock'n'roll fırtınasına kapılan Harrison, 14 yaşında 3 Sterline bir gitar alarak müzik aşkını ilerletmeye başladı. Kardeşi Peter ve bir arkadaşıyla birlikte "The Rebels" grubunu kurdu.
The Beatles yılları.
Harrison, The Beatles'a daha isimleri The Quarrymen iken McCartney'nin onu John Lennon'a önermesiyle katıldı. Harrison 16 yaşında okulu bırakıp elektrikçi olarak çalışmaya başladı. 1960'ta The Beatles ile Hamburg'a çalışmaya gitti. O sırada Beatles'ın ilk dönemlerinde çok etkili olan Tony Sheridan'dan gitar dersleri aldı. Ancak bu gezi Harrison'ın yaşından dolayı sınır dışı edilince bitti.
1961'de Brian Epstein'in Beatles menajeri olmasıyla, yeni imajlarını benimsediler. "Love Me Do" listelerde 17 numaradan giriş yaptı. İlk albüm Please Please Me'nin yayınlanmasıyla Beatles İngiltere'de ünlü oldu. Harrison da bu ünden nasibini aldı. 21. doğum günü için yaklaşık 30.000 kat ve hediye aldı. Bir röportajında jelibon sevdiğini söyleyince hayranları konserde kendisine jelibon attılar. 1965'te çektikleri A Hard Day's Night filminde eşi olacak Pattie Boyd ile tanıştı.
1965'te Rubber Soul'da The Byrds ve Bob Dylan gibi folk rock öğelerini albüme taşıdı. Ayrıca sitarı müziğe katması da bu döneme rastladı. 1966'da Revolver albümüyle gruba bestekâr olarak katkısı göze batmaya başladı. 1967'de Beatles'dan uzaklaşması Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümünde farklı bir yerde duran ve başka hiçbir Beatles üyesinin katılmadığı "Within You Without You" şarkısında belirginleşti.
The Beatles albümü ile başlayan ve Let It Be döneminde artan kavgalar sırasında kısa bir süre gruptan ayrıldı. Abbey Road albümüne "Here Comes the Sun" ve
"Something" ile katkıda bulundu. Bu dönemde gruba kabul ettiremediği birçok şarkı yazdı. 4 Ocak 1970'te John Lennon'ın katılmadığı bir provada son kez The Beatles ile çaldı.
Harrison her zaman en isteksiz Beatles üyesi olarak anılırdı, zaten grubun sıra dışı başarısı hakkında da her zaman karmaşık duygular içerisinde olduğunu itiraf etmişti. Harrison 1979 yılında yazdığı kitabı "I, Me, Mine"da bu serüvenin ve deneyimin verdiği yorgunluğa ve bu ünün verdiği hisse yönelik düşüncelerini anlatmıştı. Sebebini çok önemli bulduğu kişiselliği koruyamamalarına bağlıyordu ve "hayvanat bahçesindeki maymunlar gibiydik" benzetmesini yapıyordu. Grubu eleştirmesine rağmen onlarla birlikteydi ama kendini geri planda hissediyordu ve "John ve Paul grubun starlarıydı" diyordu. Zaten grup dağıldıktan sonra da Paul McCartney ile yıldızı pek barışamadı ama John Lennon ile çok yakındılar. Onu çok severdi. Ama 1992 yılında The Daily Telegraph'a verdiği röportajda daha iyimser bir yaklaşımla "Hızlı bir yaşam deneyimi edindik sonra da yıllarca buna güldük" açıklamasını yaptı.
Solo çalışmaları.
Beatles 1970'te dağılmadan Harrison iki enstrümantal albüm olan "Wonderwall Music" ve "Electronic Sound" albümlerini çıkarmıştı. Wonderwall Music, Wonderwall adlı bir filme yapılan, batı ve Hint müziğinin birlikteliğinden oluşan bir albümken Electronic Sound ise deneyseldi. Beatles'tan ayrıldıktan sonra ilk solo albümü olarak gördüğü "All Things Must Pass" albümü çıkardı.
The Beatles'taki şarkı yazarlığı kısıtlamasından dolayı All Thing Must Pass 2 CD'si yeni bestelerden oluşan 1 CD'si ise arkadaşlarıyla provada yaptıkları doğaçlamalardan oluşan uzun bir albüm oldu. Albüm büyük bir başarı sağladı, İngiltere ve Amerika'da birinci sıraya yükseldi, "My Sweet Lord" single'ı listelerde birinci oldu, "What Is Life" ise ilk ona girdi. Albüm Phil Spector tarafından düzenlenmiş ve albümde Eric Clapton, Billy Preston, Ringo Starr gibi önemli isimler çalışmıştı.
"My Sweet Lord" şarkısı 1963 tarihli Chiffons şarkısı "He's So Fine"a benzerliğinden dolayı dava edildi. Harrison şarkıyı çaldığını reddetse de 1976'da alınan kararda Harrison'ın şarkıyı farkında olmadan kullandığı kararı çıktı. Şarkıyı elinde tutan Bright Music firmasına $1,599,987 ödenmesi kararı çıktı. Harrison'ın menajeri Bright Music'i alıp davayı devam ettirdi. 1981'de menajer Klein'in yasal olmayan bir davranışta bulunduğuna karar verildi ve Harrison'ın Klein'a Bright Music'i aldığı miktar olan 587 000 dolar ödemesine ve Bright Music şirketine sahip olmasına karar verildi. Klein hiçbir şey kazanamazken, Harrison hem "He's So Fine" hem de "My Sweet Lord" şarkılarının haklarına sahip olmuş oldu.
Bangladeş konseri.
Harrison 1971'de Ravi Shankar ile Bangladeş'e yardım konseri düzenledi. Konsere 40 000 kişi katıldı. Konserin amacı Bangladeş Kurtuluş Savaşı sırasında iltica edenlere yardım etmekti. Shankar dışında 1970'lerde pek konsere çıkmayan Bob Dylan, eroin bağımlılığı nedeniyle uzun süredir sahnelerde olmayan Eric Clapton, Leon Russell, Badfinger, Billy Preston, Ringo Starr gibi isimler konserde yer aldı. Konser DVDsi ve CDsi 2005 Ekim'inde daha önce yayınlanmamış bölümleriyle tekrar yayınlandı
1970'ler.
1973'te "Living in the Material World" albümünü çıkardı. Albüm Amerika'da 5 hafta liste başı oldu, İngiltere'de ise iki numaraya kadar çıktı. Albümden çıkan single "Give Me Love (Give Me Peace on Earth)" single'ı Amerika'da bir numara oldu, İngiltere'de ise ilk ona girdi. Albüm Harrison'ın Hint inancını yansıtıyordu.
"Extra Texture (Read All About It)" albümü onun EMI firması için son albümü oldu. Albümde "You" ve "This Guitar (Can't Keep From Crying)" single'ları çıktı. This Guitar, Amerika'da listelere giremeyen ilk solo Beatles single'ı oldu. Thirty Three & 1/3 albümü yeni firması Dark Horse'tan çıkan ilk albüm oldu. İkinci evliliği ve oğlu Dhani'nin doğduğu dönemde "George Harrison" albümünü çıkardı.
Kendi albümleri dışında 70'lerde Ringo Starr'ın ilk ona giren üç single'ına (It Don't Come Easy, Back Off Boogaloo, Photograph) destek oldu. John Lennon'ın 1971 tarihli "Imagine" albümünde 5 şarkıda gitar çaldı. Bu albümle beraber Lennon - McCartney sürtüşmesinde Lennon'ın tarafından olduğunu gösterdi. Lennon'a göre bu albümdeki çalışması Harrison'ın kariyerinin en iyi işiydi. 1971 tarihli Badfinger grubunun "Day After Day" hiti prodükte edip gitar çaldı. Bu sanatçılar dışında Harry Nilsson, Billy Preston ve Cheech & Chong ile çalıştı.
1980'ler ve son albümleri.
Harrison 8 Aralık 1980'da John Lennon'ın öldürülmesiyle sarsıldı. Bu cinayet onun yıllardır sahip olduğu güvenlik korkusunu tekrar ortaya çıkardı. Harrison'un üzüntüsü öteki grup arkadaşlarına göre daha fazlaydı çünkü ölümünden önce onunla çok iletişim kurmamıştı. Harrison'ın Yoko Ono'yu sevmemesi, Lennon'ın Bangladeş konserine katılmayı reddetmesi ve 1980'de yayınladığı "I Me Mine" otobiyografisinde Lennon'dan bahsetmemesi aralarındaki problemlerdi. Lennon, otobiyografide adının geçmemesine içerlemişti. Harrison yaptığından pişman duyup Lennon'a sesli bir özür mesajı bıraksa da Lennon onu bir daha hiç aramadı.
Ringo Starr'a yazdığı bir şarkının sözlerini değiştirerek "All Those Years Ago" şarkısını Lennon için yazdı. Şarkı büyük başarı kazanıp Amerika'da iki numara oldu. Şarkıda diğer Beatles elemanları McCartney ve Starr da yer aldı. 1981'de "Somewhere in England" albümünü şirketi Warner Bros. ile tartışmalar yaşayıp, bazı şarkıları değiştirerek yayınladı.
1984'te Porky's Revenge soundtrack'ine Bob Dylan yorumu I Don't Want To Do It şarkısıyla katıldı. 1982'de "Gone Trappo" albümünü çıkardı. 1985'te ender canlı performanslarından biri olan Carl Perkins ve Arkadaşları programına Ringo Starr ve Eric Clapton ile katıldı.
1987'de Jeff Lynne ile düzenlediği "Cloud Nine" albümünü çıkardı. James Ray'in "Got My Mind Set on You" yorumu Amerika'da bir numara, İngiltere'de iki numara oldu. Bu şarkı ile Beatles günlerini anlattığı diğer single'ı "When We Was Fab" MTV'de sıkça yer aldı ve yeni nesille tanıştırdı. Albüm Amerika'da 8, İngiltere'de 10 numaraya çıktı.
Sonraki yılları.
1989'da arkadaşı Tom Petty'nin "I Won't Back Down" klibinde oynadı. 1994-96 arasında Jeff Lynne ile birlikte 1997'de yine Ravi Shankar ile bir başka ortaklığı olan "Chants of India" konseri onun son televizyon performansı oldu. 1998'de Carl Perkins'in cenazesinde bir şarkı çaldı. Aynı yıl Ringo Starr'ın Vertical Man albümünde yer aldı.
Harrison'nu son albümü "Brainwashed" 18 Kasım 2002'de Dhani Harrison ve Jeff Lyne tarafından tamamlandı. Amerika'da iyi eleştirilen albüm listelerde 18. oldu. Albümün enstrümantal şarkısı "Marwa Blues" 2004 Grammy ödüllerinde En İyi Pop Enstrümental Performansı ödülünü kazandı.
The Traveling Wilburys.
1988'de Roy Orbison, Jeff Lynne, Bob Dylan ve Tom Petty ile birlikte The Traveling Wilburys grubunu kurdu. Harrison'ın bir single'ı için B yüzü için bir şarkı yapan grup, "Handle with Care" şarkısının B yüzü olmak için çok iyi olduğunu düşünerek yeni bir albüm kaydetmeye karar verdi. 2 haftada hazırlanan albüm "Traveling Wilburys Vol. 1" adıyla yayınlandı. Harrison bu albümde (diğer arkadaşları gibi) farklı bir isim kullandı (ilk albüm için Nelson Wilbury, ikinci albüm için Spike Wilbury)
1988'de Roy Orbison'un ölümüyle birlikte grup 4 kişiye indi. İkinci albümün adı George Harrison'ın dinleyicilerin kafasını karıştırmak için "Traveling Wilburys Vol. 3" oldu.
Sinema.
1978'de ortağı Denis O'Brien ile İngiliz film yapım ve dağıtım şirketi olan HandMade Films'i kurdu. Bu şirketi komedi grubu Monty Python filmi olan "Life of Brian" için para toplamak amacıyla başlattı. EMI filmi eleştirsel bulup yayınlanmasına izin vermedi. "The Long Good Friday" filminin haklarını alarak filmi orijinal haliyle yayınladılar.
Şirketin ilk filmi 1981'de "Time Bandits" oldu. HandMade şirketi ile Harrison 23 filme prodüktörlük yaptı. Bu filmlerde küçük yan rollerde de yer aldı. İngiliz yetenekleri ve İngiliz kültürünü yansıtan bir film şirketi olarak dünyaca başarılı oldu. Harrison genel olarak filmlerin yapım aşamasına fikir olarak katılmayıp aktörlere özgürlük bıraktı. Daha sonra ortağıyla iş anlaşmazlıkları yaşayan Harrison haklarını 1994'te satıp, film endüstrisinden uzaklaştı.
Hint kültürü ile ilişkisi.
Beatles'ın 1965 Ağustos'undaki turnesinde The Byrds grubundan Harrison'ın arkadaşı David Crosby, Hint müzisyen ve sitar meastrosu Ravi Shankar ile Harrison'ı tanıştırdı. Enstrümandan çok etkilenen Harrison kendini Hint müziğine verdi. Londra'da bir dükkândan ilk sitar'ını aldı ve Rubber Soul albümünden "Norwegian Wood (This Bird Has Flown)" şarkısında çaldı. Bu şarkıyla beraber Batı dünyasında sitar etkisi başladı ve 1967'da Shankar, Monterey Pop Festival'ine çağrıldı. Harrison, sitar derslerine de başladı.
Help! filminin çekimi sırasında, Bahamalar'da bir Hindu her Beatles üyesine reankarnasyon ile ilgili bir kitap dağıttı. Harrison'ın Hint kültürüne etkisi Hinduizm'e yöneldi. Karısıyla yaptığı Hindistan, Bombay gezisinde sitar derslerinin yanında guru'larla tanıştı ve kutsal yerlere gitti. 1968'da Maharishi Mahesh Yogi ile meditasyon çalışmak için grubu ile birlikte yine Hindistan'a gitti. Harrison'un Hinduism inancı ölümüne dek devam etti.
Özel hayatı.
Harrison 21 Ocak 1966'da Paul McCartney ve menajerleri Brian Epstein'ın şahitliğinde Pattie Boyd ile evlendi. 1974'te ayrıldıklarından sonra Boyd, Eric Clapton ile yaşamaya başladı ve kısa süre sonra evlendiler. 2 Eylül 1978'de ikinci evliliğini Dark Horse Plak Şirketi sekreteri Olivia Trinidad Arias ile evlendi. İlk evliliğinden çocuğu olmayan George Harrison'ın tek çocuğu ikinci evliliğinden olan Dhani Harrison'dır.
Harrison'ın en önemli arkadaşlarından biri 1960'ların sonlarında tanıştığı Eric Clapton oldu. 1969'da Cream'in "Badge" şarkısını beraber yazdılar. Harrison "Here Comes the Sun" şarkısını Clapton'ın bahçesinde bestelemişti. Clapton da Harrison bestesi "While My Guitar Gently Weeps"te gitar çaldı. Pattie Boyd'un Harrison'dan ayrılıp Clapton ile evlenmesinden sonra da yakın arkadaş kalmaya devam ettiler.
Sanatçı bahçıvanlıkla da ilgileniyordu. İngiltere'de Friar Park'ın evini ve bahçesini düzenledi. Kendini müzisyenden daha çok bahçıvan olarak görmeye başladığını açıkladı ve otobiyografisini "tüm bahçıvanlara" ithaf etti. O otobiyografi "I Me Mine" bir Beatles üyesinin tek otobiyografisidir. Kitap, Beatles'a çok değinmeden genel olarak Harrison'ın bahçıvanlık ve Formula 1 hobilerine değinip, şarkı sözlerini barındırıyordu.
McLaren F1 arabalarından satın alan 100 kişiden biri olan Harrison, spor arabaları ve motor yarışları ile ilgileniyordu. Çocukluğundan beri yarışçılar ve arabalarının fotoğraflarını biriktiriyordu. 12 yaşındayken ilk kez bir yarış izledi. "Faster" şarkısını Formula 1 yarışçıları Jackie Stewart ve Ronnie Peterson'a yazmıştı.
1999 sonunda evine giren biri tarafından bıçaklı saldırıya uğradı. 20 Aralık 1999 saat gece 3:30'da Michael Abram, George Harrison'un evine girdi ve bağırarak onu çağırdı. Harrison odadan çıkıp onu ararken karısı Olivia da polisi aradı. Abram, Harrison'a mutfak bıçağıyla saldırdı ve yedi yerinden bıçakladı, akciğeri ve kafasını yaraladı. Karısı Olivia Harrison saldırgana saldırarak onu durdurdu. 35 yaşındaki Abram, akli sağlığı yerinde olmadığı için bir hastanede gözetim altında bulundu. 2002'de cezası sona erdi. George Harrison ise bu saldırı sonrası, halk arasına çok ender çıktı.
Ölümü.
1997'de boynunda çıkan bir şişlik sonrası doktora giden Harrison'un gırtlak kanseri olduğu ortaya çıktı. Harrison, bunun nedenini 1960'lardaki sigara tiryakiliğine bağladı. Gırtlak kanserini yenmesine rağmen 2001'de hastalığı yeniden nüksetti ve akciğerinde büyüyen kanser yüzünden ameliyat oldu. O yılın haziranında beyin tümörü yüzünden İsviçre'de radyoterapi gördü. Kasım ayında New York'ta tedavisine devam etti. Bu sırada Dr. Gilbert Lederman, Harrison'un bazı gizli sağlık bilgilerini halka açıklayıp, Harrison'a bir gitar imzalaması için zorlama yapınca kendisine dava açıldı.
Tedavilere rağmen, Harrison 29 Kasım 2001 tarihinde hayatını kaybetti. 58 yaşındaydı. Ölüm nedeni akciğer kanseri olarak açıklandı. Hollywood'da yakılan Harrison'ın külleri ailesi tarafından yapılan gizli bir törende Hindu geleneği olarak Ganj Nehri'ne döküldü. 2002'de Eric Clapton tarafından düzenlenen Concert for George konserinden gelen para Harrison'un derneği "Material World Charitable Foundation"a bağışlandı.
Ödülleri.
Harrison'ın ilk resmi ödülü 1965'te Kraliçe II. Elizabeth tarafından tüm Beatles üyelerine verilen İngiliz Şövalyelik Nişanı oldu. 1970'te yine The Beatles ile 1970 yılında En İyi Film Müziği ödülünü Let It Be ile kazandı.
Aralık 1992'de Billboard Century Award ödülünü solo kariyeriyle kazandı. 1984'te keşfedilen 4149 gezegeni Harrison adını verildi. 2003'te Rolling Stone'un "Tüm Zamanların En İyi 100 Gitaristi" listesinde 21. oldu. 2004'te "Rock and Roll Hall of Fame"e solo kariyeri ile girdi. 2006'da ise "Madison Square Garden Walk of Fame"e Bangladeş konseriyle girdi.
1967'de Beatles ile 2001'de ölümünden sonra tek başına Time dergisine kapak oldu. 2007'de "The Mirage Hotel"e Harrison ve John Lennon portreleri kalıcı olarak yerleştirildi.
Nisan 2009'da ünlü "Hollywood Walk of Fame" kaldırımında Harrison'a bir yıldız verildi. The Beatles'ın da yıldızının olduğu bu kaldırımda John Lennon'dan sonra solo yıldızı bulunan ikinci grup üyesi oldu. Törene Tom Petty, Jeff Lynne ve Paul McCartney katıldı. Seremoni sonrası EMI George Harrison'ın en iyi şarkılarını topladığı bir albüm çıkaracağını açıkladı.
5 Ekim 2011'de, Martin Scorsese "“George Harrison: Living in the Material World ”" belgeselini yayınladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14812",
"len_data": 15673,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.3
}
|
Hinduizm ("Sanātana Dharma" - सनातन धर्म, ""Ezeli-Ebedi Töre" veya "Vaidika-Dharma" - वैदिक धर्म, "Vedik Töre""), çok kapsamlı inanç ve yaşam felsefesinin toplamıdır. Özellikle Hindistan, Nepal, Bangladeş, Sri Lanka ve Mauritius'da yaygındır. Günümüzde yaklaşık 1.25 milyar takipçisi ile Hristiyanlık ve İslam'dan sonra üçüncü sırada yer alan Hinduizm inancının neredeyse tüm takipçileri Hindistan ve çevresinde bulunmaktadır. Bu dine mensup kişilere "Hindu", "Dharmi" veya "Sanatan" denir.
Hinduizm, metinsel kaynaklarda teoloji, mitoloji ve diğer konuları ele alan bir dizi ortak kavramla işaretlenen çeşitli düşünce sistemlerini içerir. Hindu metinleri Śruti (lit. 'duyulmuş') ve Smṛti (lit. 'hatırlanmış') olarak sınıflandırılmıştır. Başlıca Hindu kutsal yazıtları Vedalar, Upanişadlar, Puranalar, Mahabharata (Bhagavad Gita da dahil), Ramayana ve Agamalardır. Hindu inançlarındaki önemli temalar arasında karma (eylem, niyet ve sonuçlar), saṃsāra (ölüm ve yeniden doğum döngüsü) ve dört Puruṣārtha, insan yaşamının uygun hedefleri veya amaçları, yani dharma (etik/görevler), artha (refah/çalışma), kama (arzular/tutkular) ve mokşa (tutkulardan ve nihayetinde saṃsāradan kurtuluş/özgürleşme) yer alır.
Hindu dini uygulamaları arasında adanmışlık (bhakti), ibadet (puca), kurban törenleri (yacna), meditasyon (dhyana) ve yoga yer alır. Hinduizm'in merkezi bir doktrinel otoritesi yoktur ve birçok Hindu spesifik bir mezhebe inandığını iddia etmez. Ancak, akademisyenlere göre Hinduizm'in genel olarak dört büyük mezhebi vardır: Şaivizm (Şivacılık), Şaktizm (Şakticilik), Smartizm (Smartacılık) ve Vaişnavizm (Vişnuculuk).
Tarihçe.
Hindu kelimesi, Sanskritçe Sindhu kelimesinden türetilen bir egzonimdir (Hindulara dışarından verilen bir isimdir). Sindh, İndus Nehri'nin ve aynı zamanda Aşağı İndus havzasının adıdır. Antik kayıtlardaki Hindu terimi coğrafi bir terimdir ve bir dine atıfta bulunmaz. Arapça metinlerde, Farsça "Hindu" kelimesinin bir türevi olan "Hind", İndus'un ötesindeki toprakları ifade etmek için kullanılırdı ve bu nedenle, tarihçi Romila Thapar'a göre, o topraklardaki tüm insanlar "Hindu" idi. 13. yüzyılda, Hindustan kelimesi Hindistan'ın popüler bir alternatif adı olarak ortaya çıktı.
Geleneksel İtihasa-Purana ve ondan türetilmiş Epik-Puranik kronolojisi Hinduizmi binlerce yıldır var olan bir gelenek olarak sunmasına rağmen, akademisyenler Hinduizm'i çeşitli Hint kültürleriyle ana akım Brahmanizm'in bir füzyonu veya sentezi olarak görürler. Hinduizm, İndus Vadisi Medeniyeti, Vedalar ve yerel gelenekler gibi farklı kökenlere sahiptir ve belirli bir kurucusu yoktur. Bu Hindu sentezi, Vedik dönemden sonra, yaklaşık MÖ 500 ila 200 ile yaklaşık MS 300 arasında, destanların ve ilk Purānaların yazıldığı Hinduizm'in ikinci kentleşme ve erken klasik döneminde ortaya çıkmıştır. Hindistan'da Hinduizm, Budizm'in gerilemesiyle birlikte Orta Çağ döneminde yaygınlaşmıştır. 19. yüzyıldan itibaren Batı kültüründen etkilenen modern Hinduizm, Batı'da büyük ilgi görmeye başlamıştır. Bu ilgi, özellikle yoganın ve Transandantal Meditasyon ve Hare Krishna hareketi gibi çeşitli mezheplerin popülerleşmesiyle kendisini göstermiştir.
Genel bakış.
Hindular, yaşam ve ölümün sürekli birbirini izlediğine, yani reenkarnasyona inanır. Din öğretmenleri “Guru”lar, onların inançlarında büyük önem taşırlar. Tanrı bilimleri ve felsefeleri bütünüyle ayrı olsa bile Hindular birlikte dua eder ve birlikte kutlama yaparlar. “Çeşitlilik içinde birlik” Çağdaş Hinduizm'de sıklıkla kullanılan bir kavramdır.
Hinduizmde en önemli ilke dharmadır. Dharma, insanların toplumsal ve dinsel konumlarının gereği davranış biçimlerinden dinsel uygulama tarzlarına kadar uzanan ilkeler bütününe işaret eden bir kavramdır. En üstte bulunan gerçekliğe tapar ve bütün insanların gerçeği fark edeceğini belirtir. Hinduizmin çoğu mezhebine ve inanışına göre sonsuz bir cehennem ve lanetlenme diye bir şey yoktur. Yalnız, MS 1300 yıllarında Madhva'nın kurmuş olduğu Vaişnavizm'in Dvaita inanışına göre sonsuz lanetlenme olgusu vardır. Madhva ruhları üçe bölmüştür:
Hinduizm, tüm varlıkları biricik kaynağın açılımları kabul eden tekçi bakış açısından, ikiciliğe, Orta Doğu dinlerindeki gibi yüce bir Tanrı'ya dayalı monoteizmden, çok tanrıcılığa bütün ruhsal yolları kabul eder ve geçerli sayar.
Her varlık kendi yolunu seçmekte özgürdür; bunu ister duayla, ister içine kapanmayla, ister dalınçla yapar, isterse özverili davranışlarla. Tapınaklarda tapınmaya, kutsal metinlere ve guru disiplini geleneğine önem verir. Dinsel bayramlar, haç, kutsal ilahiler ve evlerde tapınak uygulanan geleneklerdir.
Hinduizm'de, ilk kez MÖ 800'lü yıllarda Brihadaranyaka Upanişad'ta ayrıntılı olarak açıklanan karma ve reenkarnasyon inançları bulunmaktadır.
Kişinin hayatında yaptığı, düşündüğü, duyumsadığı tüm olgular ve ussal nitelikler, kişinin gelecekteki hayatını ve bütün kişilik özelliklerini, alın yazısını biçimlendirir; başka bir deyişle Hinduizm'e göre kişi, farkında olarak veya olmayarak kendi yazgısını yaratmaktadır; Tanrı bu yazgıya "kötü" bir etki bırakacak bir şekilde karışmaz yani kişinin hayatında başına gelen kötü olayların hiçbirinin arkasında "Tanrı" yoktur ancak eğer kişi Tanrı'ya derin ve içten dua ederse Tanrı, kişinin karmasına iyi etki edebilir.
İnançlar.
Hinduizm'in kabul ettiği inançlar genel olarak şunlardır:
Karma çeşitleri.
Hinduizm'e göre insanın yaşamında başına gelen kötülükler ve yıkımların Tanrı ile ilgisi yoktur, Tanrı asla hiçbir şekilde kötülüğe ve yıkıma neden olmaz. Tanrı, doğa yasalarını yaratması gibi karma yasasını da var etmiştir; böylece kişi, kaderini kendisi yazmaktadır ancak "sevgi" olan Tanrı, eğer derin bir şekilde istenirse insanların karmalarına iyi etkiye neden olacak bir biçimde karışabilir. Hinduizm'de Karma üç çeşittir:
Prarabdha Karma, karmanın değiştirilemez bölümüdür; dolayısıyla bir "sonuç"tur ve yaşanmak, katlanılmak zorundadır. Ok atanın attığı oka benzer: ok yaydan çıkmış ve okçunun artık elden çıkan ve "yazgısını yaşayacak" olan ok üzerinde yapabileceği bir şey yoktur. Tek yapacağı "Kriyamana Karma"yı, yani var olan durumunun karmasını en iyi şekilde yapıp yeni okunu en iyi şekilde kullanmaktır.
Kişi bütün karmaları temizleninceye ve ruh evrimini tamamlayıncaya dek doğum ölüm döngüsünde (samsara) kalır, artık öğrenilecek, geliştirilecek bir şey kalmayınca Mokşa adı verilen kurtuluşa ulaşılır ve artık yeniden doğum, samsara son bulur.
Hinduizm’in yayılması.
Hinduizm; günümüzde Hindistan, Nepal, Bangladeş, Sri Lanka, Bali ve hatta Mauritus, Güney Afrika, Fiji, Singapur, Malezya, Surinam, Trinidad ve Tobago'da ve ayrıca, özellikle İngiltere olmak üzere Avrupa'da yayılmaktadır. Bu yayılma, 19 ve 20. yüzyıllarda Hint tüccar ve işçilerin büyük bölümünün göç etmesiyle gerçekleşti. Sonraki yayılma ise, son on yıllık sürede Hint yabancı işçilerin Basra Körfezi'ne göç etmesiyle gerçekleşti.
Veda dönemi.
Max Müller tarafından ortaya atılan bir teoriye göre, MÖ 2000 yılında, İndus Vadisi Uygarlığının sona ermesinden sonra Kuzey Hindistan'dan gelen Aryan Kabilesi o dönemden sonraki kültürleri önemli ölçüde etkiledi. Bazı Hint tarihçilerine göre Aryanlar yerleşik kabile olsalardı günümüze kadar egemenliklerini sürdürürlerdi.
Bulunan en eski Hint yazıları Rigveda, Sama, Yajurveda ve bazı astronomik metinleri de içeren Atharvaveda’dır. Bu en eski Hint yazılarının hangi tarihte yazıldığına ilişkin kesin bilgiler yoktur. Bu yazılar; hayvan ve bitkilerin kurban edildiği eski dinî yaşam biçimi, abdest şekilleri, ilahiler ve tanrılar hakkında belirli bilgiler verir. O zamanlarda henüz ana tanrılardan sayılmayan Vişnu, Brahma ve Saraswati Tanrılarına günümüz Hinduizm’inde tapılmaktadır.
Eski Vedik dininde tapınak ya da tanrının resmedilmesi geleneği yoktu. Tanrılara, kurbanların yakılmasıyla tapılırdı. Kutsal soma suyu, Ghi (tereyağı), süt, ekmek ve bazen de hayvan eti kurban edilirdi. Hinduizm, eski Hint dinlerinin ve muhtemelen kuzeyden göç eden Aryanların dininin farklı sistemlerinin bir araya gelmesidir. Tarihi karanlıkta kalmış Hindistan’a ilk yerleşen insanların büyük bir kısmı, zaman içinde güneye doğru yerleşmiştir. Lingam kültü, kutsal hayvanlar ve tanrıçalara tapma gibi unsurlar bu kültüre aittir.
Tarihi kesin olmamakla birlikte MÖ yaklaşık 1200 yıllarında Rigveda‘da Aryanların aksine Tanrıların kendilerine özgü doğa güçlerinin olduğu belirtilmiş ve yazılarda altın, savaş ve tanrının özüne dair konulardan bahsedilmiştir. "Hakikat olana, bilgeler birçok isim takar, ona Agni, Yama Matarishvan derler" (Rigveda 1.164.46)
Upanişad dönemi.
MÖ 800'lü yıllarda Brahman kast sistemi, Hinduizm'in bir sonraki gelişim aşamasını önemli ölçüde etkilemiştir. MÖ 700–500 arasında olduğu düşünülen bu yeni düzen Upanişad dönemiyle başlamıştır. Kast sistemi, Brahmanlar ve Aranyakaslarda da söz konusu olmuş ve Upanişad felsefesiyle tamamen hayata geçmiştir. Bu üç sınıf da (Brahman-Aranyakas ve Upanişad) Hint geleneklerini devam ettirmiştir fakat buna rağmen bu sınıflar arasında geçişken sınırlar vardır.
Brahmanlar; karmaşık kurban teolojisi geliştirirken Aranyakaslar, yerleşim yerlerinin uzağındaki gizli öğretileri inceleyen Orman Kitabı'nı ele almışlardır. Upanişadlar ise mistik (esrarlı) olayları incelemiştir. Reenkarnasyon, yoga ve karma konularıyla ilgili yüzyıldan uzun süren 250 yazıyı bir araya getirip özellikle 13 Vedikli Upanişadlar, sonraki Hinduizm'in temelini oluşturmuşlardır.
Klasik dönem.
Upanişad döneminin sona ermesi bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Hindoloji'de Brahmanizm, sonraki zamanlarda Hinduizm olarak adlandırılmıştır. Muhtemelen MÖ 500 yılından itibaren Hinduizm geleneği bugünkü asıl şeklini almıştır. Hinduizm geleneğinin dili, Hint-Avrupa dil ailesinden Sanskritçedir. Ana Tanrıları Brahma, Vişnu ve Şiva'dır. Onların adına tapınaklar, heykeller yapmış; törenler, ayinler düzenlemişlerdir.
MÖ 200-MS 400 yıllarındaki destanlarda, Hindu inancına göre Vişnu tanrısının, Krişna ve Rama olarak insan bedenine girdiği yazılmaktadır. Marayana ve Mahabharata o döneme ait, hâlâ yaygın olarak okunan şiirlerdir. Mahabharata'nın en önemli kısmı didaktik şiir olan Bhagavadgita'dır. Bu dönemde ayrıca çeşitli dinlerin şekilleri oluşmuş, Şaktizm, Shaivism ve Vaishnavism gibi tek tanrılara tapılmıştır. Brahman öğretisi ise Dharma Sutra ve Dharma Shastra içinde derlenmiştir.
400 ve 1000'li yılları takiben birçok tarihçi ve Puranalar mitolojik ve öğretici yazıları sınıflandırmışlardır. Bu dönem ayrıca Tantrik geleneklerinin başladığı zamandır.
İlk Hindu kuralları 8. yüzyılda filozof Shankara tarafından düzenlenmiştir.
İslamın etkileri.
711 yılından itibaren Sind'in Müslüman orduları tarafından fethedilmesiyle Hindistan'da İslam varlığının etkisi görülmüştür. Gazneliler Hanedanlığından önce duraklama dönemi yaşayan bu ülke, 11. yüzyılın sonunda Gazneliler tarafından Panjab'a kadar genişletilmiş, Muhammed Ghuri ve eski Delhi sultanlarının da etkisiyle Kuzey Hindistan'ın büyük bir bölümü ele geçirilmiştir.
Bu bağlamda Hindistan'ın işgal edildiğini söylemek çok doğru değildir çünkü Müslümanlarla olan bu ilişkinin temelinde, 19. yüzyıl İngiliz sömürgeciliğine karşı olmaları ve sömürgecilik zamanından önce de bu ülkenin çıkarlarını korumaları yatmaktadır. Aslında Hindistan ve Ganj bölgeleriyle, Budizm'in eski merkezlerinden Afganistan ile Orta Asya arasında yüzyıllardır kurulmuş bir ilişki vardır.
Fakat buna rağmen Müslüman ve Hinduların o zamanki ön yargıyla yazılmış (tek taraflı) tarih kitaplarına baktığımızda farklı hükümdarların kendi menfaatlerinin peşinde olup Müslüman ve Hindular arasında derin ve amansız bir düşmanlığın olduğu belgelenmiştir.
Son olarak Kuzey Hindistan'daki mevcut siyasi çekişmelere rağmen önemli olan oradaki yerel kültürlerin birçok alanda zenginleşmesidir. Örneğin mimari, edebiyat ve görsel sanatlar, siyaset bilimi ve yönetimi, aynı zamanda dinî alanlardaki etkileşimler bu kültürel zenginliğin örnekleridir. Ayrıca, Panjab'da, Kuzey ve Batı Hindistan'da Sufizm etkisi sadece Müslümanlarda değil, diğerlerinin de yerel dinî kimliklerinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Farklı dinsel uygulamaların ortaya çıkması, özellikle aziz sufilerin mezarları bu etkileşime örnektir.
1911'li yıllarda İngiliz sömürgeciliğiyle yönetilen Gujarat bölgesindeki nüfusu yaklaşık 20.000'i bulan Müslüman Hindular sayesinde bölgede yaşayan halkın dinî hayat şekilleri, kültürleri bütünleşmiştir.
16 ve 17. yüzyılları arasında Moğollar, farklı hükümdarların ve soylu Müslümanların Ortodoks Hindulara verdiği tavsiyelere ve Hint tapınaklarına yapılan yıkımlara rağmen Kuzey Hindistan'ı İslam etkisine almıştır. Günümüzde de hâlâ var olan çok sayıda Hindu İdaresi yetkilileri ve Moğol saraylarından ordu komutanları bir araya getirilmiş, özellikle Gujarat bölgesindeki deniz aşırı ticaretle uğraşan insanlar üzerinde yoğun bir hâkimiyet kurulmuştur. Bu kıtada Müslümanların hüküm sürdüğü bu dönemde Hindistan'da yaşayan Müslüman ve Hindular arasında geniş ölçüde barışçıl bir ortak yaşam alanı sağlanmıştır. Ayrıca, Sihizm 16. yüzyılın başlarında Panjab'da doğmuştur.
Babür İmparatorluğu'nun duraklaması; Hinduizm'i, Hristiyanlığı ve Batı düşünce felsefesini karşı karşıya getiren East India Company (İngiliz sömürgeciliğini Hindistan'da uygulayan ve Hindistan'ın “geleneksel yapısı”nı çökerten şirkettir.) yani “Doğu Hindistan Şirketi”nin Hindistan’da etkinlik bakımından genişlemesiyle başlamıştır.
Neo-Hinduizm.
19. yüzyılda Hindistan ve Avrupa’nın karşı karşıya gelmesiyle Hindistan’da çeşitli dinî ve sosyal reform hareketleri ortaya çıkmıştır. Hinduizm’deki Kast sistemi ve dulların yakılarak öldürülmesi geleneği sorgulanmaya başlanmıştır. Bu gelişmeyle birlikte Hindular daha önce hiç üzerinde düşünmedikleri birlik, bütünlük kavramlarını hayatlarına sokmuşlardır.
Neo-Hinduizm başlangıcından beri bağımsızlık mücadelesi içindedir. Hindistan’daki Hristiyan misyonerler, Hristiyanların kendi dinleriyle ihtilafa düşmelerine neden olmuşlardır. Avrupalı Hindologların Sanskritçeden İngilizceye çevirilerinin basılması, geleneksel kayıtların Hindistan’da çok daha geniş bir kitleye ulaşıp, daha anlaşılır olmasını sağlamıştır. Çeşitli kuruluşların temeli bu dönemde atılmıştır.
1828 yılında Ram Mohan Roy tarafından Kalkutta’da kurulan “Brahmo Samaj” tek tanrılı bir yaklaşım geliştirmiş; şekille gösterilemez, mutlak ve tek bir Tanrı olduğunu belirtmiştir.
1875 yılında Dayananda tarafından Mumbai’de kurulan Arya Saman, Hinduizm’i sonraki olumsuz etkilerden, örneğin Puranalardaki bozulmalardan, kurtarmayı istemiş; çok tanrıcılığı ve Kast sistemini reddetmiş ve vahiy kaynağı olarak sadece Veda’yı kabul etmiştir. Her iki kuruluş da resimlere tapınmaktan kaçınmış, sosyal reformlar için çaba sarf etmiştir.
Hristiyan misyonerliğini takiben Swami Vivekananda 1897 yılında Ramakrishna-Misyonu’nu kurdu. Swami Vivekananda, bu misyon ile Vedanta öğretisinin bir din olarak sayılması ve tüm dünyaya yayılmasını amaçlamıştır. Ramakrishna Misyonu’na göre dünyadaki tüm dinler aynı gerçeği müjdeler. Dinlerdeki çeşitlilik, dinlerin farklılığı sadece görünüştedir (Maya). Vivekananda’nın 1893 yılında, Chicago’da “Dünya Dinler Parlamentosu”nda yaptığı konuşmada Hinduizm’i ilk defa evrensel bir din olarak belirtmiş ve Hinduizm ilk defa Hindistan dışında bir yerde din olarak takdim edilme şansı bulmuştur. Mahatma Gandi önderliğindeki barışçıl direnişle Hindistan’daki bağımsızlık hareketleri Hint geleneklerine önemli katkılar sağlamıştır.
Kutsal metinleri.
Hinduizm dini Budizm'den farklı bir vahiy dinidir dolayısıyla çeşitli kutsal metinlerin doğaüstü varlıklarla veya Tanrı ile ilgisi olduğuna, Tanrı'dan kaynaklandığına inanılır. Hinduizm dininde "peygamberlik" (Rişi) kavramı vardır; ancak bu kavram, Orta Doğu dinlerinde algılanan "peygamberlik"ten oldukça farklıdır. Orta Doğu dinlerinde peygamber, Tanrı tarafından özel olarak seçilmektedir. Hinduizm'de ise peygamberlik, "kazanılan" bir olgudur; pek çok doğum-ölüm döngüsünden geçen, oldukça "yaşlı" ve deneyimli, çok daha üst seviye olan az sayıda ruh, Tanrı ve Deva'lar ile çeşitli şekillerde iletişime geçebilir ve vahyi, gizli bilgileri, Tanrısal hakikatleri alabilir.
Hindu kutsal metinleri öncelikle Şruti ve Smriti olarak iki kategoriye ayrılır. Şruti Sanskritçede "işitilen şey" anlamına gelmektedir. Şruti'nin belli bir yazarı bulunmamakta, kutsal kişilere (Rişiler) iletilen ilahi kayıtlar olduğuna inanılmaktadır. Vedalar, Upanişadlar ve Mahabarata destanının bir bölümü olan Bhagavad Gita Şruti kategorisi içerisindedir. Şaivizm mezhebinde, Şiva Agamaları da Şruti kategorisinde değerlendirilir. Şivacılara göre Agamalar, aynı Vedalar gibi, doğrudan Tanrı'dan kaynaklanmaktadır, vahiydir ve en az Vedalar kadar eskidir, binlerce yıl boyunca sözlü gelenek ile nesilden nesile aktarılmıştır. Diğer üç mezhepte Agamalar Smriti olarak kabul edilir.
Smriti ise Sanskritçede "hatırlanan/korunmaya değer şey" anlamına gelmektedir. Dindeki otoriteleri Şruti'den sonra gelir.
Smriti'nin alt kategorileri şunlardır:
18 Ana Smriti'nin isimleri:
Kutsal yazılar.
Samhitas ve ayrıca Brahman‘lar, Aranyakas‘lar, Upanişadlara ait diğer üç (yorum) bölümlerinden oluşan, “Dört Veda“ Hinduizmin en kutsal yazılarını oluşturur. Bunlar, (sözcük kökü her şeyin sahibi olan Tanrı) “Rishis”,”sahip olan” anlamına gelen Shruti olarak adlandırılırlar. İnsanların düşünceleriyle yazdıkları varsayılan diğer tüm yazılara Smritri denir. Ramayana, Mahanharata, Bhagavad Gita ve Puranalar bu Smritrilerden bazılarıdır. Vedaların, önceleri esrarlı ve anlaşılması zor yazılar olduğu düşünülmüştür. Smitriler ise daha kolay anlaşılır, daha tanınmış ve Hindular tarafından daha çok okunmuştur.
Mezhepler ve öğretiler.
Hint dinlerindeki gelişmeler sonucu Hinduizm adını alan din, Brahmanların hakimiyet sağladıkları dönemde ise Brahmanizm terimi ile ifade edilmiştir. Günümüzde Hinduizm ve Brahmanizm terimlerinin birbiri yerine kullanıldığı bilinmektedir. Yaygın bir anlayışa göre Hinduizm ve Brahmanizm terimleriyle, en eski Vedalar döneminden günümüze ulaşmış bulunan Hintlerin inanç, düşünüş, his ve hayat tarzları kastedilmektedir. Hint yarımadasındaki halkın çoğunun dinî inanç ve geleneklerini ifade ettiği için Hinduizm terimini kullanmaktadır. Hindular ise dinlerini "Sanatana Dharma" yani ezelî ve ebedî din veya bâkî din diye adlandırırlar. Bu dine mensup kişilere de "sanatani", yani bâkî denir.
Tarihî kayıtlardan elde edilen bilgilere göre takriben M.Ö. 1500 yılları civarında Doğu Avrupa'dan gelen Aryanlar, Hindistan'ı ele geçirirler. İki farklı halkın birbiriyle karışması sonucu dinî inanç ve geleneklerde birbirine karışır. Kökü yüzyıllar öncesine kadar uzanan bu karışım sonucu bugünkü Hinduizm ortaya çıkar. Aryan İstilası görüşüne katılmayan pek çok Batılı araştırmacı ve bilim insanı da bulunmaktadır. Bu iki ırkın karışımından meydana gelen bu gelişme beş devreye ayrılır:
Hinduizm, yaklaşık dünya nüfusunun %12'sini oluşturur. Hinduizmin tespit edilebilmiş belli bir kurucusu bilinmediği gibi kendine mahsus bir inanç sistemi ve kitabı da yoktur. Hinduizmin temelinde Brahma (Mutlak Varlık) inancı yatmaktadır. Bu husustaki geniş bilgiyi Hinduizmin kutsal metinleri olan Veda'larla Brahmana'larda bulmak mümkündür.
Hinduizm sınırsız bir vatan sevgisi ve bağlılık duygusu kavramları üzerine kurulmuş toplumsal ve siyasi olguların bir özel görüntüsüdür. Hinduizmin bir ilk lideri, temel tebliği bildiren bir ilk kurucusu olmadığı için bir anlamda kurucularının kalabalık olduğu söylenebilir.
Hinduizm, batıda bazı çevreler tarafından anlaşıldığı aksine "yöresel, etnik" bir din olmayıp, bütün canlıların ve Evren'in dini olduğunu iddia eden evrensel bir dindir.
Hinduizm'de ortak bir kurucu yoktur. Her mezhebin bağlayıcı olan kutsal bir kitabı vardır. Örneğin; Vishnuitelerin, Bhagavatapurana; Shaktianların Devi Mahatmya'sı tanrılara ibadet etmek için kullandıkları temel eserlerdir. Buna rağmen Upanişadlar ve Mahabharata'nın bir parçası olan Bhagavad Gitalar ile Vedalar tüm Hindular için asıl kutsal kitaplardır. İlk görünüşe göre Hinduizm çok tanrılı bir din değildir. Batıdaki Din bilimciler ve Hindologlar, Hinduizm'i “Henoteizm” olarak betimler. Henoteizm bir tanrıya inanmakla birlikte diğer tanrıların da var olduğunu kabul etmektir. Yani; tek bir tanrı vardır (monoteizm). Ancak tek bir tanrı, diğer bütün tanrıların başında yer almaktadır (politeizm). Hindu Öğretileri, Evren'i bir düzen bütünü olarak ele alır; Evren', gerçek ve ahlakî kuralları içeren dünya yasası olan Dharma tarafından yönetilir.
Hinduların asıl ibadet yerleri kendi evlerinin yanındaki tapınaklarıdır. En büyük tapınakları ve hac merkezlerinden biri Güney Hindistan'da bulunan Tirumala Tirupati'dir. Kuzey Hindistan'daki Ganj üzerindeki kutsal Varanasi şehri, her zaman Hindu hacılarının akınına uğramaktadır.
Karma ve samsara.
Karma ve Samsara, M.Ö. 6. yüzyıldan beri bulunan yazılarda geçen ve Hinduizm'in temelini oluşturan kavramlardır. Bunlar, sonsuz Yeniden Doğuş Döngüsü (Reenkarnasyon) ve Samsara kavramlarının üstesinden gelme anlamı taşır. Upanişadlar zamanında, bireylerin ruhunun, yani varlığın özünün, Atman'ın, evrensel ruh Brahman'la özdeşleşmesi, maneviyat bilicinin gelişmesiyle başarılmıştır.
Her insan, hem evrensel hem de sosyal yasa olan; erdem, ahlak, dürüstlük, bilgelik öğretisi Dharma'yı uygulamak zorundadır; çünkü bu yükümlülükler, iyi ya da kötü eylemlerin sonucu olan Karma'yı etkiler. Hinduizm'de ayrıca genelgeçer kural olan sadharanadharma vardır. Sadharanadharma, şiddetten uzak kalma “Ahimsa”, doğruluk-dürüstlük “Satya”, sabır “Ksanti”, kendine hâkim olma “Dama”, iyilikseverlik “Danam”, misafirperverlik “Ahithi” gibi görevlerin her birey tarafından uygulanmasıdır. Bu erdemler, bu özellikler tüm insanlar için aynı ölçüde geçerlidir ve bundan başka ortak bir yasa yoktur.
Svahdharma ise farklı toplumsal tabakaların içindeki belli grupları bağlayıcı görevlerin var olduğunu belirtir. Buna göre, Kshatriya kastına mensup bir savaşçının savaş nedeniyle birini öldürmesi gerekebilir. Bu savaşçının bir düşmanı öldürmesi, onun Dharma yasası görevi olduğundan, Karma'sını kötü eylem olarak etkilemeyebilir.
Ancak; birinin bencilce, kendi egoları için başka birini öldürmesi çok kötü Karma sonuçları doğurabilir. Karma ve Dharma inancı çok güçlü bir ahlakî ve manevî ilişkiyi birleştirir. Görünen tüm haksız acıları ve sosyal eşitsizlik konularının gizemini, Karma öğretisi açıklar.
İnsanların eylemleri ve bu eylemlerin kişileri nasıl etkilediği bağlamında, Mahabharata'da birçok ifade vardır. Bu konuda en yaygın kanı, amellerin (yapıp-edilen her şeyin) sonucunun kendi kendine ortaya çıktığıdır. Ayrıca, bu konuyla ilgili farklı ifadeler de vardır: Dünyevi duygulara bağlı kalmanın iki sebebi, cehalet (avidya) ve arzulara (lobha) yenik düşmektir. Bu sebepler, duyu organlarında huzursuzluğa ve kişinin kararlarında karışıklığına yol açar. Bu durum idrak etmeye, kavramaya engel olur. Ameller, düşünme organlarına (manas) bağlantılıdır. Kavrama yetisi ve vücudun doğası bozulur.
Yapılan eylemlerin sonuçları konusunda birçok yorum vardır. Ruh ölümden sonra bedenden ayrılır ve Karmaları ölçüsünde yeniden doğar. Ve bu yeni bedende Karmalarının karşılığını bulur. İyi Karma'sı olan geçici mutlulukla sınırlandırılmış “Cennet’i” elde eder, buna karşı kötü Karma'sı olan “Cehennem”de kalır, fakat hep aynı durumda değil; Karmalarına göre, bazen de bir hayvana dönüşerek yeniden doğarlar.
Tüm iyi ameller, dinî kazançlar sağlar ve böylece Karmalar azalır. İnananlar, dinî ayinlerle, oruç tutma, kutsal gördükleri şehir Benares‘e hacca gitme, Brahmanlara hediye verme, herkese karşı yardımsever olma ve tapınak inşa etmeyle dinî kazanç elde etmeyi umarlar.
İnsan özgürdür ve kendi Karma’sından kendisi sorumludur. Karma; neden-sonuç yasası anlamına gelse de, bâzı Bhakti (koşulsuz affeden, merhametli Tanrı) inananları, Tanrı Bhakti’nin onların Karmalarını yok edeceğine ve insanları kurtaracağına güvenirler.
Fakat asıl önemli olan; kötü eylem yapıldığında bile, temiz niyetli olmak ve bencil, çıkarcı olmamaktır.
Bu ifadeler, düzenli çalışmanın temelini oluşturur. İnsanlar iyi sonuçlar almak ve kazanmak için bir şeyler yaparlar.
Bu durumun tersi ise “hiçbir şey yapmayanlar” (nivritti) eğilimi düşüncesidir. Bu dünyadan elini ayağını çeken insanların yoludur. Onlara göre acı dolu yaşamın sebebi, yaşama arzusu içinde olmaktır; yeniden doğuş ise sadece, insanın eski varlığının yeniden canlanış biçimidir. İnsan çalışarak dünyaya bağlanır, çalışmadan ve bilgelikle de kazanabilirler. İnsanın tüm bu dünyevi kazançlardan vazgeçmesi, insana sakinlik, sükunet hissi verir.
Her iki düşünce de, dünya için çalışanlar “pravritti” ve çalışmayanlar “nivritti” Mahabbarata destanında Bhagavadgita içinde yer alır. Ayrıca Gita'da yer alan Krişna'nın da Yoga'yı tercih ettiği yazılır. Göklerin Tanrısı Indra ve Kraliçe Kunti'nin oğlu Arjuna'nın bu konudaki sorusuna Krişna şu şekilde cevap verir:
"İcap eden hangi eserse onu tamamla, zira eylemek, bir şey yapmamaktan iyidir; bedenin işlemleri dahi bir eylemde toplamalısın. Feragatten doğmayan her bir eylem, yeryüzü varlığına bağlanmak demektir; bu nedenle, bir eser oluştur, ama ona bağlanma!" (bkz. Budizm)
Ana akımları.
Vişnuizm ve Şivaizm, Hinduizm'in en önemli mezhepleridir. Vişnu inancına göre, yüce Tanrı Vişnu dünyada çok farklı bedenlerde kendini göstermiştir. Vişnu, evrensel düzenin (Dharma) bozulup, onun kurtarışına ihtiyaç duyulduğu zaman dünyada bedenlenmiştir (Avatar).
Bilinen diğer on enkarnasyon (bedenleniş, bedenlenme) Rama ve Krişna altında gerçekleşir. Enkarnasyon öğretisine göre, en yüce Tanrı Vişnu, diğer tüm Tanrıların ve dünyadaki tüm nesnelerin yaratıcısıdır. Bazı Vişnuizm okulları, tek Tanrı görüşünün aksine, Monistik düşünceyi savunur. Vişnuizm'de, en çok, kişiselleştirilmiş Tanrı (Bhakti) önemlidir.
Şivaizm'de Şiva'nın en yüce olduğu, diğer tanrılar üzerinde büyük bir gücü olduğu ve onları yarattığı varsayılır. Şiva'nın, kendilerini yeniden yaratmak için Himalayalar'da meditasyon yapan ve dünyadan periyodik zamanlarda yok olan Asketelerin tanrısı olduğu kabul edilir. Şiva'ya, Nataraja görüntüsü hariç, genelde antromorfem biçiminde değil, Lingam sembolüyle tapılır. Şivaizm'e inananlar Şiva Siddhanta gibi Dualist, Sinne Şankara gibi Monist ya da Şivaizm'deki Kaschmirler gibi Tantrik de olabilirler. Şivaizm'deki bazı mezheplerde Yoga büyük önem taşır.
Şivaizm ve Vişnuizm gibi Şaktizm'in yapısı da önemli bir rol oynar.
Yeniden doğuş ve kurtuluş.
Tanrılar, insanlar ve hayvanlar, Hindu inancına göre dünyanın Yuga zamanından beri birbirini takip eden bir döngü içinde (Samsara) yaşarlar. Ayrıca insanların yaptıkları iyi veya kötü şeyler de birikir. Bu Hindu inançlarında “yapılan her şeyin neden ve sonucundan insan kendi sorumludur” yasasına göre “Karma”, insanların eylemleri doğrultusunda onların Yeniden Doğuş'unu, Reenkarnasyonu etkiler ve Tanrı'nın bir parçası olan “Atman”la, insanın kurtuluşu başlar. Fakat Ruh herkeste farklıdır ve Tanrı'nın bedenlenişi, evrenseldir, evrensel bilinç ise aynıdır. Ruhun gelişimiyle kişisel kurtuluş, ancak üç yöntemin uygulanıp gerçekleşmesiyle oluşur. Bunlar; Bhakti Yoga, ibadet edilen Tanrı’nın sevilmesi; Karma-Yoga, eylemlerin yolu ve ayrıca Jnana Yoga, bilinçlenme yolu.
Bazen dördüncü yol olarak Raja Yoga, kralın yolu da çoğu zaman bu yöntemlerden biri olarak anılır.
Kutsal inek ve vejetaryen beslenme.
Hayvanların şiddet uygulanarak öldürülüp avlanmalarına tepki olarak Ahimsa (şiddete karşı olma) mantığıyla, Hindular et ile beslenmeyi kesin olarak yasaklamıştır. Tabii ki bu durum Vedik zamanında farklıydı; çünkü o zamanki yaşam koşulları farklıydı. Bâzı Hindu yazılarında sığır etinin, kurban eti olduğu zaman yenilebileceği yazar.
Hindular vejetaryenliği ahlaklı bir yaşam biçimi olarak görürler; onlara göre et bir katliam ürünü ve pistir. Brahmanların beklentisine uygun olarak, halkın her kesiminde vejetaryenlik vardır. Hinduların hemen hemen tümü sığır etini yemeyi reddeder. 2004 nüfus sayımına göre, Hint halkının %25’i vejetaryendir. Bu durum eyaletlerde değişiklik gösterebilir, örneğin Gujarat halkının %69’u vejetaryen iken Tamil Nadu halkının sadece %21’i vejetaryendir.
Hint mitolojisinde, inek, çok farklı şekillerde konu edilmiştir. Tanrı'nın bedenlendiğine inanılan Krişna bir taraftan Govinda, yani “inek çobanı”, diğer taraftan Gopala, kısacası “ineklerin koruyucusu” olarak betimlenir. Onun eşi Radha ise Gopi, yani “çoban kız” ve ayrıca Tanrı Şiva'nın binek hayvanı boğa Nandi'dir.
Eski Hint kültürü de bizlere dört bin yıldan uzun bir süredir, ineklerin özel değerleri olduğunu göstermektedir. Buna rağmen Neolitik zamanlarda öküzler kurban edilip yenilmekteydi. Bu durumun ne zaman ve nasıl değiştiği hâlâ netlik kazanmamıştır.
Kültür antropoloğu Marvin Harris, bu değişimi ve değişen ekonomik koşulların nedenlerini araştırmış ve devlet gelirleriyle nüfus yoğunluğunun yeterince öküz almaya yeterli olmadığını ve et ile beslenmek için gerekli besin kaynaklarının ulaşım hayvanı olarak kullanıldığını ortaya koymuştur.
Bu koşullar, ineklerin kurban hayvanı olarak öldürülmemeleri konusunda kesin bir tabu oluşturmuştur ve inek eti günümüzde de hâlâ yenmemektedir. İlginç olan ise, Brahmanların eski zamanlarda ayinlerinde sığırları kesip kurban etmeleri ve sonradan sığırların korunması için en katı kuralları yine onların koymalarıdır.
Hinduizm’de kast sistemi.
Sınıf farklılıkları gözetme, ayrımcılık sebebiyle anayasada yasak olmasına rağmen Hindistan’da yaşayan Hindular arasında belli sosyal tabakalara ayrılma (kast sistemi), toplumda hâlâ görülmektedir. Kast sisteminin temel ilkesi; doğumdan itibaren tüm insanlar arasında görevlerin, hakların, sorumlulukların ve gücün kesin çizgilerle ayrılmış olmasıdır, yani sosyal sınıflar arasında bir uçurum yaratmaktadır. Ayrı bir sınıf olan Varnalar için, yaşamlarının her alanında uyguladıkları çok farklı dinî kurallar ve ibadet kuralları vardır. Tüm kastların, kendi özel yaşamlarında, yapmakla yükümlü oldukları sorumlulukları, yerine getirmeleri mutlak (zorunlu) yükümlülükleri (Dharma) vardır. Bu sorumlulukların ihmal edilip, uygulanmaması ahlaka uygunsuz ve kötü olarak (Adharma) görülür. Kişilerden beklenen; ait olduğu kastın gerektirdiği görevleri yerine getirmesi, hayatından memnun olması ve kast içindeki herkesle iyi geçinmesidir. Toplum, dört sınıfa ayrılmış olup sınıfların vasıfları ve görevleri şunlardır:
Bu dört ana kast dışındakiler ise Dalit (“Dokunulmazlar”) olarak adlandırılır ve tuvalet temizliği, sokak temizliği gibi işlerden de sorumludurlar. Dalitlerin durumunu daha da düzeltmek için, yönetim, kamusal alanda birçok sektörde iş alanı yaratmış ve onların haklarını koruma altına almıştır. (Lonely Planet, 11th Edition, S. 58)
Kastlar, “jati” denilen, binlerce aile grupları veya sosyal topluluklardan oluşur. Bir birey olarak bir kasta bağlı şekilde doğarlar ama bazen de mesleki faaliyetlerine, yeteneklerine göre sınıflandırılırlar.
Tanrı’nın görüntüsü.
Çeşitli Hindu gelenekleri ve felsefeleri Tanrıları farklı şekillerde resmeder. Başlıca mezhepler Shivaismus (“Şaivizm“), Vishnuismus (“Vişnaizm”) ve Shaktismus'da (“Şaktizm”) tapılan Tanrılar, kadın biçimindedir. Brahma, Şiva ve Vişnu, Trimurti üçlüsü olarak tanımlanır.
Şiva ve Vişnu'nun çok farklı biçimleri ve sayısız isimleri vardır ve bunlara ibadet etmek çok yaygındır. Brahma ise şu anda sadece mitolojide geçer, ona ibadet edilmez, onun yerini alan Şakti ve Tanrıça Saraswati'ye ibadet edilir. Bunların dışında, Şiva ve Parvati'nin oğulları sayılan fil başı görünümlü Ganesha ve ayrıca Vişnu tanrısının yeryüzündeki bedenleşmiş hali, “Avatar” olarak Ramas'ın kölesi olan Hanuman gibi çok farklı sayıda görüntüleri vardır.
Aynı zamanda “Büyük Tanrıça” olarak anılan, bağımsız olan Mahadevi ve Durga gibi ya da erkek tanrı olarak anılan Saraswati ve Lakshmi gibi, tanrıların kadın eşleri, tarafları olarak anılan çok sayıda Tanrıça vardır. İnananların çoğu herhangi bir tanrıya ibadet etmekle bütün tanrılara ibadet edildiğini, çünkü tüm görüntülerin tek olduğunu varsayarlar. Krişna'nın inanları gibi en yüksek onurlu tek tanrıya ibadet edenler ise, diğer Tanrıları onun yardımcısı olan Deva olarak kabul ederler. Hinduizm’de Tanrılara resimlerle ve heykellerle ibadet etmek çok yaygındır; fakat buna rağmen Hinduların çoğu bu biçimlere tapıldığını reddeder.
Hinduizm türleri.
Hindolog Axel Michaels, Hindu dinlerini üçe ayırmıştır. “Brahman Sanskrit Hinduizm”, “Hindu halk veya kabile dinleri” ve “tarikat-cemaatlerin dinleri” olarak ayrılan bu türlerin her biri genel kabul görmemektedir.
Brahman Sanskrit Hinduizmi.
Bir kısmı çok tanrılı, bir kısmı tek tanrılı olan, yoğun ibadet merasimleri yapan Brahman Rahiplerinin dinidir. Vedalar, otorite olarak kabul edilmektedir. Bu din, Hinduizm ile ilgili yapılan tüm araştırmalarda ön plandadır ve halk arasında en çok saygı gören dindir.
Hindu halk ve kabile dinleri.
Yerel ve genel sınıflandırmayı aşan bayramları ve çeşitleri ibadet türleri olan, ayrıca sözlü gelenekleri, halk diliyle yazılmış eserleri bulunan, çok tanrılı ve kısmen animistik (tüm varlıkların ve doğal cisimlerin canlı bir ruhunun olduğuna inanan düşünce) dinlerdir. Bu dinlerin kendi rahipleri ve taptıkları yerel Tanrıları, insanları etkisi altına aldığına inandıkları ve tanrılaştırdıkları ruhları ve kahramanları vardır. İbadet türleri Brahman Sanskrit Hinduizm'inden karışıktır.
Hint Teolojisi.
Bazı Hindu akımları en yüce Tanrı anlamına gelen Işvara'ya inanırlar. Bazıları da onu Deva olarak adlandırır. Onlar ayrıca bu kavramı Işvara ve insan arasında bulunan Tanrı, yarı Tanrı, Melek, göksel varlıklar veya Ruh olarak da kullanırlar. En üstün evrensel ruh anlamına gelen Brahman Hinduizm'deki en önemli kavramlardan biridir.
Brahman, tasvir edilemeyen, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, bedensiz, cisimsiz, her yerde olan, ilk, sonsuz ve asıl olan, mutlak tükenmez güçtür. Başlangıcı ve sonu olmayan, tüm Evren'de var olduğu bilinen tüm kaynakları ve maddeleri; akla mantığa sığmayan ya da mantıklı olan her şeyi, sebepleriyle kapsayan güçtür. Upanişadlar onu; Evren'in bölünemez sonsuz özü, her şeyin içinde ve herkeste var olan güç olarak tanımlarlar. Bu insani tasviri olmayan Tanrı, Bhagavad Gita örneğinde olduğu gibi kişisel bir tanrı şeklinde tasvir edilerek tamamlanır ve görüntüyle kişiselleştirilerek bu Tanrı'yı temsil eder. Burada kişiselleştirilen tanrı Işvara ya da yüce Pruşa, görünen dünyanın üstündeki hareketsiz duran Brahman'ı betimler.
Advaita Vedanta'ya göre insanın varoluş özü Brahman'la aynıdır. Bu öze ise Atman denir. Bu özdeşliği esasında her insan fark edebilir. Advaita Vedanta M.S. 788-820 yıllarında Şankara öğretisiyle bu doktrini bütünleştirmeyi amaçlar ve dünyanın görüntüsünü (bir hâyâl, bir aldanmadan ibaret olduğunu dile getiren kavram) Maya olarak tanımlar. Var olan her şey Tanrı'nın bir parçasıdır düşüncesinin tersine, Ramanuja'nın Vishishtadvaita öğretisine göre, kişisel ruh ve Tanrı arasında niteliksel bir fark vardır.
Bir diğer tarafta ise, Madhva'nın (Düalizm) dualistik Vedanta felsefesindeki ruh ve Tanrı arsındaki keskin farklılıklar vardır.
Hindu aile yapısı.
Normalde geleneksel aile yapsında aile reisi babadır. Para işleri, evlilik gibi tüm önemli konularda baba karar verir. Geleneksel Hint aile yapısında, anne-erkek çocuk bağı çok sıkıdır. Çoğu zaman, erkek çocuk evlendiğinde, -evde kalacak yer olduğu takdirde- eşi ile ebeveynlerinin evinde yaşar. Kız çocuklarında ise durum farklıdır ve onlar evlendikleri erkekle yaşamak üzere evden ayrılır. Bu durum genç eş için kolay değildir; çünkü evlenip gittiği ailede çocuğu olana kadar, çok az hakka sahiptir. Özellikle de erkek çocuğu olduğu zaman, ailedeki konumu düzelir. Büyük kadınlar adıyla anılan kaynanaların çok ciddi konumları ve belli otoriteleri vardır. Evlenmemiş kadınların Hindu geleneklerinde sosyal yeri yoktur. Bekâr kadınlar, Hindistan'da genelde tek başlarına kalmazlar, ebeveynlerinin evinde yaşarlar. Eşler arasındaki ilişki ilk olarak yararcı, faydacı, bir yaklaşımdır. Görücü usulü evliliklerde, aile, eğitim ve konum gibi özelliklerin uygunluğu doğrultusunda eş aranmaktadır. Hindistan'da “Aşk sonra gelir” denir. Bu şu benzetmeyle de somutlaştırılır: bir tencere su gibi, tencereyi önce ocağa koyarsın, daha sonra pişer. Aşk evlilikleri de günümüzde gittikçe artmaktadır. Dört adımda yaşam modeli ise ideal olandır; buna göre okul yaşamından sonra bir aile kurmak, ilk çocuğun doğumunun öncesinde kendi hayatlarını yaşamak, içinden gelen dinî vecibeleri yerine getirmek ve son olarak kendini kurtuluşa, huzura adamak en ideal yaşam biçimidir.
Hinduizm’de kadının yeri ve önemi.
Hinduizm'de kadının rolü, yüzyıllardır, hatta binlerce yıldır sürekli bir gelişme göstermektedir. Farklı Hindu kültürleri ve değişen yaşam koşullarıyla birlikte, kadının önemi de artmaktadır. Bazı kanun koyucular tarafından, kadınların kutsal Vedaları okuması yasaklanmasına karşın; Rigveda'da yer alan bazı ilahiler kadınlar tarafından yazılmıştır. “Brhadaranyaka Upanishad”da Vachaknu Gargi ve Yajnavalkya tarafından eğitilen kızlarla ilgili bir diyalog da mevcuttur. Svayamvara geleneği, kelime anlamı “kendi kendine seçme”, bu zamanlarda başlamıştır. Yani, kraliyet sarayındaki kadınlar, sıradan biriyle değil, damat adaylığı söz konusu olan birini kendileri seçerek evlenmişlerdir.
Ana törenlerinden biri olan Upanayana, (ergenliğe adım atan gence yapılan dinî tören) önceleri sadece erkek tarafında ya da üst sınıf kastlarda yapılırdı. Dvijatiler tarafından yapılan dinî tören, "ikinci kez doğum”u simgeler. Doğal doğumdan sonraki, Upanayana töreni kültürel geleneğe göre, yeniden doğumu temsil eder.
Hint mitolojisinde büyük önem taşıyan bir destan Ramayana'da, Vişnu'nun avatarlarından biri olan Rama'nın eşi Sita, Hindular için çok önemli bir kadın örneğidir. Fedakâr eş Sita, günümüzde de hâlâ ideal eş değerini taşır. Modern Hint edebiyatında ve Hint feminizminde Sita önemli bir kadın modelidir.
Bir taraftan bugünün modern kadını bakış açısıyla değerlendildiğinde Hindu geleneklerinin kadınlarına tüm hakları verdiği pek söylenemezken diğer taraftan Profesör H. H. Wilson'a göre kadınlar, daha önce hiçbir zaman eski çağdan kalan uluslar gibi mesela Hinduların kadınlara verdiği kıymet gibi bir kıymet görmemiştir.
Annelik.
Hinduizm'de kadının en önemli görevi anneliktir. Hamilelikten doğuma kadar her aşamada çocuğun ve annenin bedensel ve ruhsal sağlığının korunması için kutsama seremonileri yapılır. Önceleri kadınlar daha çok erkek çocuk istemiştir; çünkü erkek çocuk tüm ailenin devamlılığının güvencesi, garantisidir. Hindular, genelde kız çocuğu sahibi olmak istemez, günümüzde de bazı ailelerde kız çocuğu bir yük, yükümlülük gibi görülmektedir. Çünkü kızların evlenmelerinde çeyiz hazırlığı yapmak zorundadırlar ve birden çok kızı olan aileler için çeyiz masraflarının aileyi fakirleştirdiği düşünülür. Bu sorunla birlikte kız çocuk cenininin kürtajla alınması artmıştır. Buna rağmen özellikle şehirde yaşayan birçok modern Hindu arasında kız çocuklarının ebeveynleri yaşlandığı zaman onlara bakacağı düşüncesi gittikçe artmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14813",
"len_data": 38936,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.86
}
|
Seyyid Hüseyin Nasr (d. 7 Nisan 1933, Tahran, İran), George Washington Üniversitesi'nde İslâmî ilimler uzmanı İranlı profesör, müslüman mütefekkir.
Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve tasavvuf ile ilgili Farsça, Arapça, İngilizce ve Fransızca 50'den fazla kitabın ve 500'den fazla makalenin yazarıdır. İslâmî gelenek, İslâmî telakkî ve İslâm kültürü alanındaki çalışmalarıyla, bu alanda günümüzün en önemli şahsiyetleri arasında kabul edilmektedir.
Nasr, 1980/81 eğitim mevsiminde "Knowledge and the Sacred" başlıklı makalesi ile Edinburgh Üniversitesi'nin düzenlediği ve bilim câmiasında saygın bir yere sahip Gifford Seminerleri'ne dâvet edilen ilk müslüman bilim insanı oldu. Northwestern Üniversitesi, 2000 yılında "Library of Living Philosophers" adlı çağdaş filozoflar dizisinde Seyyid Hüseyin Nasr'a da yer verdi.
Prof. Seyyid Hüseyin Nasr pereniyal felsefe anlayışıyla din, felsefe, İslâm, tasavvuf, sanat, müzik, mimârî, hikmet ve edebiyat hakkında çalışmaktadır. Çok iyi seviyede Farsça, Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca ve İspanyolca bilen Nasr, bu lisanlara hâkim olduğu gibi İtalyanca, eski Yunanca ve Latince de bilmektedir.
Hayatı.
Seyyid Hüseyin Nasr, 7 Nisan 1933'te Tahran'da doğdu. Ailesi, şah ailesi ile yakınlığı bulunan saygın bir aileydi. Fizikçi olan babası, İran'da modern eğitim sisteminin kuruluşunda rol oynayan șahsiyetlerden biriydi. Annesi 1909'da ilân edilen meşrutiyet aleyhtârı olduğu gerekçesiyle idâm edilen Fazlullah Nuri'nin torunudur.
Tahran'da başladığı üniversite eğitimini 1954'te Massachusetts Institute of Technology'de fizik ve Harvard Üniversitesi'nde tarih dallarında aldığı lisans diplomasi ile bitirdi. 1956'da Harvard Üniversitesi'nde jeofizik alanında yüksek lisans, 1958 yılında bilim tarihi alanında doktora yaptı. 1958'de İran'a geri döndü. Tahran Üniversitesi edebiyat fakültesinde asistan olarak göreve başladı. 1968 yılında aynı fakültenin dekanlığına atandı. 1972'de yine Tahran'da Şerif Teknoloji Üniversitesi'nin rektörlüğüne getirildi. 1973'te Șahbanu Farah Pevlevî'nin himayesinde kurulan İmparatorluk Felsefe Akademisi'nin başkanlı görevi kendisine verildi.
1979 İran Devrimi sırasında ve ardından kurulan İran İslâm Cumhuriyeti'nde görevlerine devam eden Seyyid Hüseyin Nasr, 1984'te ABD'ye gitti ve George Washington Üniversitesi'nde İslâmî ilimler profesörü olarak göreve başladı. İran İslam Devrimi'nden sonra ülkesinden temelli ayrılıp ABD'ye yerleşti. Edinburgh ve Temple üniversitelerinde öğretim üyeliği de yapmış olan Nasr, 1984 yılından beri George Washington Üniversitesi'nde İslam Araştırmaları profesörüdür.
Seyyid Hüseyin Nasr, gelenekselci felsefî akımın yaşayan önemli temsilcilerinden biridir. Oğlu Vali Nasr günümüzün önde gelen ortadoğu uzmanları arasında sayılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14816",
"len_data": 2745,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.51
}
|
Perennial Felsefe ya da perennializm (daimicilik), evrensel hakikat ilkelerinin insanlık tarihi boyunca tüm kültürlerde ve ruhsal geleneklerde ortak olarak mevcut olduğuna ilişkin felsefi düşünüş.
Tarihi arkaplan.
Rönesans Dönemi.
"Philosophia Perennis" ya da Perennial Felsefe ifadesi ilk olarak İtalyan Augustinusçu Agostino Steuco (1497-1548) tarafından 1540 yılında yayınlanan bir incelemesinin başlığında kullanıldı. Steuco muhtemelen bu ifadeyi kullanan ilk kişi olsa da ona sistematik anlamını ilk veren ve kendi felsefesiyle din ve tarih sentezini bu ifadeye dahil ederek kullanan kişi filozof Leibniz oldu.
Arapça ve diğer Sami dillerini bilen Vatikan Kütüphanesinde çalışan bir kütüphaneci olan Steuco'nun entelektüel öncüleri ise Rönesans döneminde Aristocu olmayan felsefi geleneklere dikkati çeken Marsilio Ficino (1433-99) ve Giovanni Pico della Mirandola (1463-94) hatta Cusalı Nicholas olmuştu. Floransa Platonik Akademisi'nin kurucusu ve Platon, Plotinus ve Yeni Platoncu filozofların çevirmeni olan Ficino, Lucretius, Plotinus, Iamblichus, Augustine, Proclus, Sözde-Dionysius, Psellus, Pletho, çeşitli takma isimler altında yazılmış mistik yazmayı Hermetik külliyat, Kalde Kahinleri ve sözde-Orfik metinlerle bir araya getirmiş ve tüm bu farklı geleneklerin tek bir ortak mesaja sahip olduğunu öne sürmüştü.
Ficino'ya göre felsefe de din de farklı dillerle aynı hakikati dile getirmekteydi ve Platon da Yunanca konuşan Musa idi. Ficino'ya göre Hristiyanlık öncesinden itibaren taşınan tek bir hakikat vardı ve o bu hakikati "prisci" yani kadimlerin teolojisi veya felsefesi anlamlarına gelen "prisca theologia" ya da "prisca philosophia" veya "philosophia priscorum" gibi ifadelerle adlandırmaktaydı. Ficino gibi Giovanni Pico da geçmişin tüm felsefe ve teolojilerini tek bir felsefi hakikat sisteminin formülasyonu için kullanmış ve tüm felsefi, teolojik ve bilimsel geleneklerin bu tek ve biricik hakikatin inşasında katkıda bulunduğunu öne sürmüştü. Ficino gelenekler arasında uyumsuzluk durumunda sorunu Platoncu geleneği merkeze alarak çözmeye çalışırken Giovanni Pico ise tüm filozofları eşit şekilde takdir ederek çözüm yoluna gidiyordu. Bunun dışında Ficino Platon ve Aristoteles arasındaki farklarda Platonu öne çıkarırken Pico her iki filozofun temelde benzer şekilde düşündüğü kanaatindeydi.
19.Yüzyıldan Günümüze.
Batı'da özellikle 19.yüzyıldan itibaren tüm kültürlerde hakikatin var olduğunu ve eşzamanlı olarak geçerli olduğunu savunan perennial bakışı savunan ancak başka çeşitli noktalarda birbirinden ayrılan hatta kimi zaman birbirlerine muhalif bazı kişi ve akımlar ortaya çıkmıştır.
William Blake.
İngiliz şair, ressam ve mistik William Blake (1757-1827) Rönesans sonrası dönemde perennial bakışı savunan önemli ilk figürlerden biridir. Blake "Doğal Din Yoktur-Bütün Dinler Birdir" adlı şiirinde insanlığın aynı şiirsel dehasından türediği düşüncesiyle tüm dinlerin bir olduğunu ilan eder.
Blake 1788 tarihli "Bütün Dinler Birdir" şiirinin beşinci ilkesinde "Tüm Milletlerin Dinleri, her Milletin, her yerde Kehanet Ruhu olarak adlandırılan Şiirsel Dehayı farklı şekilde kabul etmesinden türemiştir." demektedir.
Transandantalizm ve Teosofi.
19. yüzyılın sonunda evrenselci, perennial bakış Transandantalizm'de ve Madam Blavatski'nin Teosofist hareketinde yeniden ortaya çıkmıştı. Transandantalistler hakikatin farklı dinlerde de mevcut olduğunu çünkü Tanrı sadece belirli bir inanç sahiplerini kabul ederek insanlığın geri kalanını sapkınlık içinde bırakmayacağını iddia etmişler ve Friedrich Schleiermacher'in de etkisiyle bireysel sezgi üzerinde daha fazla durmuşlardı.
Özellikle Teosofistler Hindu felsefesiyle olan ilgileri sebebiyle bu evrenselciliğin merkezine Hint Advaita Vedanta felsefesini koymuşlardı.
Gürciyev ve Dördüncü Yol.
Çok farklı mistik geleneklerden eğitim alarak kendine özgü bir ruhani yol geliştiren Kafkasya doğumlu olmakla birlikte çocukluğunu Kars'ta geçirmiş olan Gürciyev (1866-1949) de yirminci yüzyıl başında perennial bakışı savunmuş etkili ruhani rehberlerden biridir.
İnsan hayatının amacını sorgulayarak yanıt arayışıyla Hindistan, Tibet, Orta Asya, Anadolu ve Mısır'da yirmi yıl kadar gezgin olarak dolașmıș olan Gürciyev Hint sufi fakirlerden (beden kontrolü), rahiplerden (duygu kontrolü) ve yogilerden (zihin kontrolü) etkilenmiș, ancak yolculuğunun sonunda kendisinin Dördüncü Yol adını verdiği bir öğreti yaratmıștır.
İnayet Han ve Evrensel Sufizm.
Perennial bakışı bu ifadeyi kullanmadan savunan önemli tarihi figürlerden biri de sufi üstatlardan biri olan Pir İnayet Han (1882-1927) olmuştur. Çiştiyye sufi okuluna mensup olan İnayet Han 1910 yılında doğup büyüdüğü Hindistan'dan Amerika'ya gitmiş ve Batı dünyasına tasavvufu anlatan ilk Sufi üstatlardan biri olmuştur. Tasavvufu evrensel yönüyle ve diğer dinlerin mistik kollarıyla aynı müşterek mesajı tekrarladığını ifade ederek kitlelere anlatmış, farklı dini/mistik geleneklere de konuşma ve yazılarında sıkça atıflarda bulunmuştur.
Aldous Huxley.
Yirminci yüzyılda ise terimin literatürdeki kullanımı 1945 yılında "The Perennial Philosophy" adındaki kitabıyla Aldous Huxley'a borçludur. Huxley kitabında Antik Yunan bilge filozoflarından Hint ve Budist kutsal metinlerine Hristiyan azizlerinden ve Sufi dervişlerine farklı kaynaklardan alıntılar eşliğinde her kültürde çeşitli ifade şekillerine bürünen Perennial bir felsefe veya bilgeliğin izini sürmektedir.
Tradisyonalizm.
Perennial bakış açısı daha sonra kendisi de bir dönem Teosofist hareket içinde bulunmuş olan René Guénon'un kurucusu ve sözcüsü olduğu felsefi/ezoterik bir okul olan tradisyonalizmde görülür.
Tradisyonalist yazar Frithjof Schuon'un Aldous Huxley'in eserinden üç yıl sonra 1948 yılında dinlerin dış çizgilerinde, ayinlerinde birbirlerinden farklı da olsa bâtıni/içrek yönleri bakımından ortak bir anlam taşıdıklarını iddia ettiği eseri Transcendent Unity of Religions adlı eseri basılmıştır.
Hindu, Budist ve İslami kaynakların yanı sıra Eflatun, Plotinus, Dionysius, Dante, Erigena, Eckhart ve Boehme ile incelemeleri ve karşılaştırmalı çalıştırmalarıyla bilinen Ananda Coomaraswamy özellikle 1944'te yayınlanan ""Paths That Lead to the Same Summit" (Aynı Zirveye Götüren Yollar) makalesiyle perennialist perspektife önemli katkılar sunmuştur.
Doğuştan Müslüman olan tradisyonalist yazar Seyyid Hüseyin Nasr'ın yanı sıra tasavvufa giren René Guénon, Frithjof Schuon gibi tradisyonalist yazarlar da çeşitli dinlerin aynı anda nihai hakikate götüren otantik yollar olduklarını belirtmişlerdir.
Seyyid Hüseyin Nasr, Hristiyanlığın üçlük ilkesinin kutsal bilgi evreninde bir yeri olduğuna ve bu sebeple sırf diğer dinlerin itikatlarında bulunmadığı için hemen reddedilmesi veya üçlük ilkesinin kaldırılmasının doğru olmadığını kabul eder. Buna göre Tanrı kendisini farklı dünyalara farklı yollarla bildirir bu durumda İsa'nın İslam ve Hristiyanlıktaki iki değişik tasvirinin ikisi de doğru olmaktadır.
Trasdisyonalistlerin bu yaklaşımı geleneksel dini çevreler tarafından geleneğe aykırı olduğu düşüncesiyle ve dinlerin tarihinde buna benzer görüşlerin dile getirilmediği dolayısıyla son derece yeni ve modern bir icat (İslamiyet literatüründe bid'at) görülerek şiddetle eleştirilmiştir.
New Age.
Çağdaş Batı kültüründe kökleri yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar geri giden ancak 1980'lerde daha fazla görünürlülük kazanan New Age klasik mistik akımlardan ve çağın bilimsel ve kültürel akımlarından yararlanan senkretik bir hareket olarak perennialist yaklaşımı bünyesinde barındırmaktadır.
Neo Advaita.
Günümüzde klasik Advaita Vedanta okulunun görüşlerini yeniden revize ederek modern dünyaya adapte eden Neo-Advaita denilen görüşleri savunan yazar ve konuşmacılar da farklı mistik geleneklerden beslenmekte ve doğal olarak da bu okullarla ilgili perennial bakışı benimsemektedirler. Bu isimler arasında Robert Adams, Rupert Spira, Mooji ve Budist, Zen geleneğinden yararlanan Adyashanti gibi isimler sıralanabilir.
İlkeleri.
Perennial felsefenin ilkelerine göre farklı kültürlerde ve bölgelerde yaşayan insanlar gerçeklik, benlik, dünya ve mevcudiyetin anlamı ve amacı hakkında benzer kavrayışlara ve tecrübelere sahip olmuşlardır. Bu benzerlikler tüm dinlerin zeminini teşkil eden evrensel ilkelere işaret etmektedir. Kavrayışlar arasındaki farklılıklar beşeri kültürlerdeki farklılıktan kaynaklanır ve kültürel kayıtların ışığında açıklanabilir.
Aşağıda Perennial Felsefenin ilkelerinden bazıları bulunmaktadır:
Akademide perennializm.
Dini Deneyim.
Farklı dinlerin insan-doğa ve kişi-toplum ilişkisi haricinde bireyin iç dünyasında bir tür "deneyim" olarak tanımlanması dinler arasındaki evrensel öğeyi tanımlama yönündeki incelemelere yeni bir boyut katmıştır. Dinin bir deneyim olabileceği anlayışının kökleri dinin sonsuzluk hissine dayandığını savunan Alman ilahiyatçı Friedrich Schleiermacher'e (1768-1834) kadar uzanmaktadır. Schleiermacher için din ne teolog ve filozofların muhakemeleri ve salt metafizik teorileri ne de kurumsal dinin eylemleriydi bunlar dinin özü değil ona sonradan eklenen unsurlardı. Dinin özü ise ona göre sezgi ve hissedişti.
Schleiermacher'in döneminde itibar kaybeden dinin savunmasında kullandığı "dini deneyim" kavramı birçok din bilgini tarafından da benimsenmiştir. Bu isimlerin aralarında en etkilisi ise William James olmuştur.
Amerikalı filozof ve psikolog William James (1842-1910), 1902 tarihli "The Varieties of Religious Experience" adlı kitabında "dini deneyim" ifadesini popülerleştirmiştir. James'in temel yaklaşımı kendisinden sonraki felsefecileri ve bilim insanlarını etkilemiş ve akademik düzeyde dinlerin özellikle mistik yönleri itibarıyla mukayesesini teşvik eden bir unsur oldu. Örneğin Hegel ve mistisizm üzerine çalışmaları olan felsefeci W.T. Stace, dinler tarihçisi Huston Smith ve dinbilimleri profesörü Robert Forman gibi yazarlar çağlar boyunca çeşitli kültürlerde tekrarlanan mistik deneyimler arasında temel benzerliklere dikkati çekmişlerdir.
Dini deneyim Hümanist psikolojinin kurucusu Abraham Maslow tarafından da ele alınmıştır. Maslow'a göre çeşitli dinlerdeki mistik, zirve deneyimlerine bakıldığında hepsinin özünün bir ve aynı olduğunun görülebileceğini iddia etmiştir. Farklılıklar ise ona göre zaman ve coğrafyalara göre değişen ve asli olmayıp göz ardı edilebilecek ikincil kültürel öğelerdir.
Dinler Tarihi cephesinde ise Mircea Eliade dini deneyim üzerinde durmuş ve dinin zorunlu olarak Tanrı'ya, ilahlara ya da
ruhlara inancı içermese dahi daima kutsalın tecrübesiyle ilişkili olduğunun altını çizmiştir.
Dini çoğulculuk.
Dini çoğulculuk anlayışında çeşitli dünya dinlerinin kendilerine özgü tarihsel ve kültürel bağlamlarla sınırlı olduğunu ve dolayısıyla hiçbir dinin bizatihi biricik ve mutlak olmadığını yalnızca eşit derecede geçerli birçok dinin mevcut olduğu savunulur. Her din bir bakıma insanlığın anlaşılmaz ilahi gerçekliği kavrama ve anlama çabasının bir sonucudur. Bu nedenle, her din, ilahi gerçekliğin otantik fakat sonuçta yetersiz bir algısına sahiptir; bu durumda her din evrensel hakikatin kısmi bir anlayışını üretir. Bu nokta senkretizme de açık kapı bırakır.
Dinlerde perennializm.
Diğer din mensuplarının da aynı hakikate eriştiğine dair anlayış tarihte apaçık biçimde görünmese de hemen her dinde özellikle mistiklerin bu anlama gelebilecek veya en azından sonraki yazarlarca bu anlamda yorumlanacak sözleri, ifadeleri vardır.
Hinduizmde.
Hinduizm'de Sri Ramakrishna, Sri Chandrasekharendra Saraswathi gibi swamilerin bazı ifadeleri perennialist bakışa sahip olduklarını göstermekte veya en azından bu manada yorumlanmaktadır. Bunlar arasından 19. yüzyılda yaşamış Hint aziz Sri Ramakrishna tüm dinlerin temel ilkelerinin benzerliğine atıf yapmakla kalmamış o dinleri tecrübe ederek hepsinin aynı hedefe ulaştırdığını açıkça ifade etmiştir:
“Tanrı çok çeşitli vasıtalarla idrak edilebilir. Bütün dinler doğrudur. Önemli olan çatıya ulaşmaktır. Bunu isterseniz taş merdivenler, ahşap merdivenler veya bambu merdivenlerden çıkarak sağlayabilirsiniz ya da oraya bir iple de ulaşabilirsiniz. Ayrıca bir bambu direğiyle de oraya tırmanabilirsiniz."
Hristiyanlıkta.
Hristiyanlıkta Origenes ve İskenderiyeli Klement (150 - yaklaşık 215) gibi bilge/azizler İsa'dan önce de hakikatin varlığından söz etmişler ve İsa'dan habersiz olup bu hakikate yönelenlerin de kurtulacağını ilan etmişlerdir.
Yunan felsefesine dair hem bilgisi hem de hayranlığı olan İskenderiyeli Klement, Yunan bilgeliğinin Hristiyanlıkla çelişmediğini çünkü onunla kaynağı paylaştığını düşünür. Ona göre felsefe dindışı bilgi değil Mesih'te vahyedilen akıldan türemiş kutsal bilgidir.
Ancak genel olarak Hristiyanlık öğretisindeki Kilise dışında kurtuluşun olmadığına (Extra Ecclesiam nulla salus) ve kurtuluşa vesile olan tek hakiki kilisenin farklı Hristiyan mezhep mensuplarınca kendi mezhepleri olduğu yaklaşımı Hristiyanlık içindeki ayrımlar kadar Hristiyanlık dışı dinlerin kurtuluşa eriştirebileceklerine dair yaklaşım ve öğretilerin reddiyesinde dayanak oluşturabilmektedir.
İslamiyette.
İslamiyette Hallac Mansur, İbn Arabi ve Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre, Şems-i Tebrizi, Aziz Nesefi, Muhammed Gavs, Dârâ Şükûh, Aynülkudât Hemedânî, Şihabüddin Sühreverdi, Abdurrahman el-Çişti, İbn Miskeveyh, İhvân-ı Safâ mensupları gibi bazı sufiler, mistikler ve düşünürler farklı din ve inanç mensuplarının da hakikate erişebileceklerini yazmış veya bu şekilde yorumlanabilecek ifadelerde bulunmuşlardır.
Örneğin Hallac ile ilgili bir anekdotta ondan aktarılan aşağıdaki satırlar onun perennial bakışa sahip olduğunu net çizgilerle göstermektedir:
"Bilesin ki, Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinler, sadece çeşitli sanlar ve farklı isimlerdir; fakat hepsinde maksat aynıdır,farklı değildir. Ben dinlerin ne olduğu konusunu çok düşündüm. Neticede gördüm ki, dinler, bir kökün çeşitli dallarıdır. Bir insandan, onu alışkanlıklarından alıkoyan ve bağlarından koparan bir din seçmesini talep etme. O zaten varlığın sebebini ve yüce gayelerin manasını kendisinin en iyi anladığı şekilde arayacaktır."
İslam dünyasında felsefe içinde perennial felsefeye en yakın düşünce biçimi Kadim Hikmet anlamına gelen Arapça el-"Hikmetü’l-hâlide" ve Farsça "Câvidân-ı Hıred" kavramlarını kullanarak farklı dinlere mensup bilgelerin sözlerini topladığı bir tür antoloji hazırlayan İbn Miskeveyh'e (940-1030) aittir. Miskeveyh eserinin girişine eserinin telif sebebi olarak yazdıkları düşünürün perennial felsefenin tarih ve kültür üstü niteliğine yönelik düşüncelerini net biçimde yansıtmaktadır:
“Bu teliften amacım, daha önce de belirttiğim gibi Câvidân-ı Hıred adlı kadim hikemiyât kitabını Fars, Hind, Arap ve Rum hikemiyâtı ile tamamlamaktır ki bu hikmetler, insanların çoğunluğu tarafından yararlanılan ve seçkinleri tarafından da iştirak edilen hikmetlerdir. Bunların, hem mana hem lafız bakımından her millette tekrarlandığını göreceksin. Bu tekrarları belirtmekten kasıt şuna dikkatini çekmektir; Bütün ümmetlerin akılları, tek bir yolu izlemekte, ülkelere ve zamanlara göre değişmemektedir. Hiçbir şey bu akılların zaman ve devirler üstü seyrini geri çeviremez. Dolayısıyla bu kitaba Câvidân-ı Hıred adını vermek gayet uygun düşmektedir.”
Perennial tutumun belki en fazla görüldüğü yer dinler arasında karşılaşmaların en yoğun olduğu Hindistan olmuştur.
Hindistan'da Babür imparatoru Şah Cihan'ın en büyük oğlu ve vârisi olan Dârâ Şükûh (1615-1659) başta Hinduizme olmak üzere çeşitli dinlere yakın bir ilgi duymuş hatta tarihte ilk karşılaştırmalı dini çalışma olarak geçebilecek eserler hazırlatmış ve Hindistan'ın çeşitli panditleriyle birlikte hazırladığı İki Denizin/Okyanusun Birleşmesi anlamına gelen Farsça Mecma-ül-Bahreyn (Farsça: مجمع البحرین) adlı incelemesinde Sufi ve Vedantik görüşler arasında ortak zemini açığa çıkarmaya çalışmıştır.
Perennializme yönelik eleştiriler.
Perennial tutum on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Transandantalizm, Teosofi, Tradisyonalizm gibi farklı felsefi ve mistik akımlarda ana unsuru teşkil etmiş bazıları bu akımların kurucuları olan Madam Blavatsky,
René Guénon, William James, Frithjof Schuon, Gürciyev, Aldous Huxley, Mircea Eliade, Huston Smith, John Hick gibi çok sayıda düşünür, akademisyen ve yazarın da çesitli dinlere bakışında benimsediği bir perspektif olmuştur.
Ancak her akım ve düşünceye olduğu gibi doğal olarak perennial felsefe veya perennializme de eleştiriler yapılmıştır. Bu eleştiriler tahmin edilebileceği gibi geleneksel dini çevrelerden olduğu kadar akademik çevrelerden de gelmiştir.
Felsefi/akademik elestiriler şu noktalarda toplanmaktadır:
Dini cevreden yoğun eleştiriler daha çok Hristiyan dünyadan gelmiş olsa İslam dünyasından ve kısmen de Hinduizm cephesinden yapılmıştır.
Dinlerin kurumsal yapıları genellikle perennial tutuma sıcak bakmamış, kutsal metinleri ve kurucularının ifadelerine dayanarak benimsedikleri dışlayıcı tutum sebebiyle perennializmi bir tehdit olarak algılamışlar ve özellikle geleneğe referansla perennial tutumun savunulmasında çelişkiler olduğunu iddia etmişlerdir.
Genel olarak dini çevrelerden perennializme yönelik eleştiriler şu noktalarda toplanmaktadır:
Perennializme felsefi yönden olduğu kadar gündelik hayatta yol açtığı iddia edilen bazı olumsuz durumlara işaretle de de eleştiriler yapılmıştır. Özellikle ruhsal aydınlanma fikrinin insan merkezciliği ve bireyciliğini öne çıkarması, aydınlanmanın gerçekte ne olduğu konusunda aydınlanmış olduklarını ilan veya imâ edenler arasında bile herhangi bir anlaşmanın olmayışı, son zamanlarda tanınmış aydınlanmış olduğu düşünülen kimselerin çoğunluğunun rahatsız edici derecede etik olmayan davranışları bu eleştiride yer alan hususlardan bazılarıdır. Ayrıca yoğun meditasyonun beyin kimyasını ve işlevini zararlı bir şekilde değiştirebileceğine dair belirtiler de gittikçe arttığından ve bu sorunların bireylerin hayatını gercekten zor duruma düşürebileceğine dikkat çekilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14819",
"len_data": 17823,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.16
}
|
Baron Augustin-Louis Cauchy (; ; 21 Ağustos 178923 Mayıs 1857), matematiksel analiz ve sürekli ortam mekaniği de dahil olmak üzere matematiğin çeşitli dallarına öncü katkılarda bulunan bir Fransız matematikçi, mühendis ve fizikçiydi. Daha önceki yazarların cebrin genelliğinin buluşsal ilkesini reddederek, kalkülüs teoremlerini ifade eden ve kesin olarak kanıtlayan ilk kişilerden biriydi. Soyut cebirde karmaşık analiz ve permütasyon gruplarının çalışmasını neredeyse tek başına kurdu.
Derin bir matematikçi olan Cauchy, çağdaşları ve halefleri üzerinde büyük bir etkiye sahipti; Hans Freudenthal şunları söyledi: "Cauchy'nin adı başka herhangi bir matematikçiden daha fazla kavram ve teoremlere verilmiştir (yalnızca esneklikte Cauchy için adlandırılan on altı kavram ve teorem vardır)." Cauchy üretken bir yazardı; matematik ve matematiksel fizik alanlarında çeşitli konularda yaklaşık sekiz yüz araştırma makalesi ve beş tam ders kitabı yazdı.
Biyografisi.
Gençliği ve eğitimi.
Cauchy, Louis François Cauchy (1760-1848) ve Marie-Madeleine Desestre'nin oğluydu. Cauchy'nin iki erkek kardeşi vardı: 1847'de istinaf mahkemesinin bir bölümünün başkanı ve 1849'da bir temyiz mahkemesi yargıcı olan Alexandre Laurent Cauchy (1792-1857) ve aynı zamanda birkaç matematik eseri de yazan yayıncı Eugene François Cauchy (1802-1877).
Cauchy, 1818'de Aloise de Bure ile evlendi. Cauchy'nin eserlerinin çoğunu yayınlayan yayıncının yakın akrabasıydı. Marie Françoise Alicia (1819) ve Marie Mathilde (1823) adında iki kızı oldu.
Cauchy'nin babası, Ancien Régime'in Paris Polisi'nde yüksek bir memurdu, ancak Augustin-Louis'in doğmasından bir ay önce patlak veren Fransız Devrimi (14 Temmuz 1789) nedeniyle bu pozisyonunu kaybetti. Cauchy ailesi, devrimden ve ardından gelen Terör Saltanatından (1793-94), Cauchy'nin ilk eğitimini babasından aldığı Arcueil'e kaçarak kurtuldu. Robespierre'in (1794) idamından sonra, ailenin Paris'e dönmesi güvenliydi. Orada Louis-François Cauchy 1800'de kendisine yeni bir bürokratik iş buldu ve hızla üst sıralara yükseldi. Napolyon Bonapart iktidara geldiğinde (1799), Louis-François Cauchy daha da terfi etti ve doğrudan (şimdi matematiksel fizik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan) Laplace'ın altında çalışan Senato Genel Sekreteri oldu. Ünlü matematikçi Lagrange, aynı zamanda Cauchy ailesinin bir arkadaşıydı.
Lagrange'ın tavsiyesi üzerine Augustin-Louis, 1802 sonbaharında o zamanlar Paris'in en iyi ortaokulu olan École Centrale du Panthéon'a kaydoldu. Müfredatın çoğu klasik dillerden oluşuyordu; parlak bir öğrenci olan genç ve hırslı Cauchy, Latince ve beşeri bilimlerde birçok ödül kazandı. Bu başarılara rağmen, Augustin-Louis bir mühendislik kariyeri seçti ve kendini École Polytechnique'e giriş sınavına hazırladı.
1805'te bu sınavda 293 adaydan ikinci oldu ve okula kabul edildi. Bu okulun temel amaçlarından biri geleceğin sivil ve askeri mühendislerine üst düzey bir bilimsel ve matematiksel eğitim vermekti. Okulun askeri disiplin altında çalışması, genç ve dindar Cauchy'nin uyum sağlamada bazı sorunlara neden oldu. Yine de, 1807'de, 18 yaşında Polytechnique'i bitirdi ve École des Ponts et Chaussées'e (Köprüler ve Yollar Okulu) devam etti. İnşaat mühendisliğinden en yüksek dereceyle mezun oldu.
Mühendislik günleri.
1810'da okulu bitirdikten sonra Cauchy, Napolyon'un bir deniz üssü inşa etmeyi amaçladığı Cherbourg'da genç bir mühendis olarak bir işi kabul etti. Burada Augustin-Louis üç yıl kaldı ve Ourcq Kanalı projesi ile Saint-Cloud Köprüsü projesine atandı ve Cherbourg Limanı'nda çalıştı. Son derece yoğun bir yönetim işine sahip olmasına rağmen, Institut de France'ın "Première Classe" (First Class) adlı dergisine sunduğu üç matematiksel çalışmayı hazırlamak için yine de zaman buldu. Cauchy'nin ilk iki çalışması (çokyüzlüler üzerine) kabul edildi; üçüncüsü (konik kesitlerin yönergeleri üzerine) reddedildi.
Eylül 1812'de, şimdi 23 yaşında olan Cauchy, fazla çalışmaktan hastalandıktan sonra Paris'e döndü. Başkente dönmesinin bir başka nedeni de mühendislik mesleğine olan ilgisini kaybetmesi, matematiğin soyut güzelliğine giderek daha fazla ilgi duymasıydı; Paris'te matematikle ilgili bir pozisyon bulma şansı çok daha yüksek olurdu. Bu nedenle, 1813'te sağlığı düzeldiğinde, Cauchy Cherbourg'a dönmemeyi seçti. Resmen mühendislik görevine devam etmesine rağmen, Denizcilik Bakanlığı'nın maaş bordrosundan İçişleri Bakanlığı'na transfer edildi. Sonraki üç yıl Augustin-Louis esas olarak ücretsiz hastalık iznindeydi ve zamanını oldukça verimli bir şekilde matematik üzerinde (simetrik fonksiyonlar, simetrik grup ve yüksek mertebeden cebirsel denklemler teorisi ile ilgili konularda) çalışarak geçirdi. Institut de France'ın Birinci Sınıfına girmeye çalıştı, ancak 1813 ve 1815 arasında üç farklı girişimde başarısız oldu. 1815'te Napolyon Waterloo'da yenildi ve yeni kurulan Bourbon kralı XVIII. Louis yeniden yapılanmayı eline aldı. Académie des Sciences, Mart 1816'da yeniden kuruldu; Lazare Carnot ve Gaspard Monge, siyasi nedenlerle bu Akademiden uzaklaştırıldı ve kral, bunlardan birinin yerine Cauchy'yi atadı. Cauchy'nin akranlarının tepkisi sertti; Akademi üyeliğinin kabul edilmesini bir rezalet olarak gördüler ve böylece Cauchy bilim çevrelerinde birçok düşman edindi.
Ecole Polytechnique'de profesörlük.
Kasım 1815'te, Ecole Polytechnique'de doçent olan Louis Poinsot, sağlık nedenleriyle öğretim görevlerinden muaf tutulmak istedi. O zamana kadar Cauchy, profesörlüğü kesinlikle hak eden yükselen bir matematik yıldızıydı. O zamanki büyük başarılarından biri Fermat'nın çokgen sayı teoreminin ispatıydı. Bununla birlikte, Cauchy'nin Bourbonlara çok sadık olduğunun bilinmesi, şüphesiz Poinsot'un halefi olmasına da yardımcı oldu. Sonunda mühendislik işinden ayrıldı ve Ecole Polytechnique'in ikinci sınıf öğrencilerine matematik öğretmek için bir yıllık sözleşme yaptı. 1816'da, bu Bonapartist, dini olmayan okul yeniden düzenlendi ve birkaç liberal profesör kovuldu; aşırı sağcı Cauchy profesörlüğe terfi etti.
Cauchy 28 yaşındayken hala ailesiyle birlikte yaşıyordu. Babası, oğlunun evlenme vaktinin geldiğini düşündü; ona uygun bir gelin olarak kendisinden beş yaş küçük olan Aloïse de Bure'yi buldu. De Bure'nin ailesi matbaacı ve kitapçıydı ve Cauchy'nin eserlerinin çoğunu yayınladı. Aloïse ve Augustin, 4 Nisan 1818'de Saint-Sulpice Kilisesi'nde büyük Roma Katolik ihtişamı ve töreni ile evlendiler. 1819'da çiftin ilk kızı Marie Françoise Alicia ve 1823'te ikinci ve son kızı Marie Mathilde doğdu.
1830'a kadar süren muhafazakar siyasi iklim, Cauchy'ye mükemmel bir şekilde uyuyordu. 1824'te XVIII. Louis öldü ve yerine daha da muhafazakar kardeşi X. Charles geçti. Bu yıllarda Cauchy oldukça üretkendi ve birbiri ardına önemli matematiksel incelemeler yayınladı. Collège de France'da ve çapraz görevler aldı.
Sürgün zamanları.
Temmuz 1830'da Fransa'da Temmuz Devrimi gerçekleşti. X. Charles ülkeden kaçtı ve yerine Bourbon olmayan kral Louis-Philippe (Orléans Handedanlığından) geçti. École Polytechnique'in üniformalı öğrencilerinin aktif rol aldığı ayaklanmalar, Cauchy'nin Paris'teki evinin yakınında şiddetlendi.
Bu olaylar Cauchy'nin hayatında bir dönüm noktası ve matematiksel üretkenliğinde bir kırılma noktası oldu. Hükûmetin düşüşüyle sarsılan ve iktidarı ele geçiren liberallere karşı derin bir nefret duyan Cauchy, ailesini geride bırakarak Paris'ten yurt dışına gitmek için ayrıldı. Kısa bir süre İsviçre'deki Fribourg'da yeni rejime bağlılık yemini edip etmeyeceğine karar vermesi gereken yerde kaldı. Bunu yapmayı reddetti ve sonuç olarak, yemin gerektirmeyen Akademi üyeliği dışında Paris'teki tüm pozisyonlarını kaybetti. 1831'de Cauchy, İtalya'nın Torino kentine gitti ve orada bir süre sonra (Torino ve çevresindeki Piedmont bölgesini yöneten) Sardinya Kralı'nın kendisi için özel olarak oluşturulmuş bir teorik fizik kürsüsü teklifini kabul etti. 1832-1833 yılları arasında Torino'da öğretmenlik yaptı. 1831'de İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi'nin yabancı bir üyesi ve ertesi yıl Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi'nin Yabancı Onursal Üyesi seçildi.
Ağustos 1833'te Cauchy, sürgündeki Veliaht Prens ve X. Charles'ın torunu olan on üç yaşındaki Bordeaux Dükü Henri d'Artois'in (1820-1883) bilim öğretmeni olmak için Prag'a gitmek için Torino'dan ayrıldı. Ecole Polytechnique'in bir profesörü olarak Cauchy, en iyi öğrencilerinden sadece birkaçının ulaşabileceğini anlama düzeylerini temel alan ve ayrılan zamanını çok fazla materyalle dolduran, kötü şöhretli bir öğretim görevlisiydi. Genç Dük'ün ne matematik ne de bilim için ne zevki ne de yeteneği vardı, bu yüzden öğrenci ve öğretmen mükemmel bir uyumsuzluktu. Cauchy görevini çok ciddiye almasına rağmen, bunu büyük bir acemilikle ve Dük üzerinde şaşırtıcı bir otorite eksikliğiyle yaptı.
Cauchy, inşaat mühendisliği günlerinde kısa bir süreliğine Paris'teki birkaç kanalizasyonun onarımından sorumluydu ve bunu öğrencisine söyleme hatasına düştü; Büyük bir kötülükle genç Dük, Bay Cauchy'nin kariyerine Paris'in lağımlarında başladığını söyleyerek devam etti. Eğitmenlik rolü, Eylül 1838'de Dük on sekiz yaşına gelene kadar sürdü. Cauchy bu beş yıl boyunca neredeyse hiç araştırma yapmadı, Dük ömür boyu matematikten hoşlanmadı. Bu bölümden elde edilen tek iyi şey, Cauchy'nin baron unvanına terfi etmesiydi, bu unvan Cauchy'nin büyük bir mağaza oluşturduğu bir unvandı. 1834'te karısı ve iki kızı Prag'a taşındı ve Cauchy, dört yıllık sürgünden sonra nihayet ailesiyle tekrar bir araya geldi.
Son yılları.
Cauchy, 1838'in sonlarında Paris'e ve Bilimler Akademisi'ndeki görevine geri döndü. Yine de bağlılık yemini etmeyi reddettiği için öğretim pozisyonlarını geri alamadı.
Ağustos 1839'da Bureau des Longitudes'da bir boşluk belirdi. Bu Büro, Akademi'ye biraz benziyordu; örneğin, üyelerini seçme hakkına sahipti. Ayrıca, Büro üyelerinin resmi olarak Akademisyenlerin aksine yemin etmek zorunda olmalarına rağmen, bağlılık yeminini "unutabileceklerine" inanılıyordu. Bureau des Longitudes, enlem güneşin konumundan kolayca belirlenebildiğinden, denizdeki konumu - esas olarak boylamsal koordinat - belirleme problemini çözmek için 1795'te kurulmuş bir organizasyondu. Denizdeki konumun en iyi astronomik gözlemlerle belirleneceği düşünüldüğünden, Büro astronomik bilimler akademisine benzeyen bir organizasyona dönüştü.
Kasım 1839'da Cauchy Büro'ya seçildi ve yemin meselesinden kolayca vazgeçilmeyeceğini hemen anladı. Kral, yemini olmadan onun seçilmesini onaylamayı reddetti. Dört yıl boyunca Cauchy seçilme konumundaydı ama onaylanmadı; buna göre, Büronun resmi bir üyesi değildi, ödeme almadı, toplantılara katılamadı ve bildiri sunamadı. Yine de Cauchy yemin etmeyi reddetti; ancak, araştırmasını gök mekaniğine yönlendirecek kadar sadık hissediyordu. 1840 yılında Akademi'ye bu konuda bir düzine bildiri sundu. Ayrıca, 1727'de John Colson tarafından İngiltere'de sunulan bir yenilik olan sayıların işaretli basamak gösterimini tanımladı ve resimledi. Büro'nun kahrolası üyeliği, Cauchy'nin nihayet Poinsot ile değiştirildiği 1843'ün sonuna kadar sürdü.
On dokuzuncu yüzyıl boyunca Fransız eğitim sistemi, kilise ve devletin ayrılması konusunda mücadele etti. Kamu eğitim sisteminin kontrolünü kaybettikten sonra, Katolik Kilisesi kendi eğitim dalını kurmaya çalıştı ve Cauchy'de sadık ve şanlı bir müttefik buldu. Prestijini ve bilgisini, Paris'te Cizvitler tarafından yönetilen bir okul olan École Normale Écclésiastique'e, kolejleri için öğretmen yetiştirmek için ödünç verdi. Ayrıca Institut Catholique'in kuruluşunda yer aldı. Bu enstitünün amacı, Fransa'da Katolik üniversite eğitiminin yokluğunun etkilerine karşı koymaktı. Bu faaliyetler, Cauchy'yi, genel olarak Fransız Devrimi'nin Aydınlanma ideallerini destekleyen meslektaşları arasında popüler hale getirmedi. 1843'te Collège de France'da bir matematik kürsüsü boşaldığında, Cauchy bunun için başvurdu, ancak 45 oydan sadece üçünü aldı.
1848 yılı tüm Avrupa'da devrim yılıydı; Fransa'dan başlayarak birçok ülkede devrimler patlak verdi. XVI. Louis'nin kaderini paylaşmaktan korkan Kral Louis-Philippe, İngiltere'ye kaçtı. Bağlılık yemini kaldırıldı ve akademik bir atamaya giden yol sonunda Cauchy için açıktı. 1 Mart 1849'da Faculté de Sciences'a matematiksel astronomi profesörü olarak geri döndü. 1848 yılı boyunca siyasi kargaşadan sonra Fransa, Napolyon Bonapart'ın yeğeni ve Napolyon'un Hollanda'nın ilk kralı olarak atanan kardeşinin oğlu Louis Napolyon Bonapart'ın başkanlığında bir Cumhuriyet olmayı seçti. Kısa süre sonra (1852 başlarında) Başkan kendini Fransa İmparatoru yaptı ve III. Napolyon adını aldı.
Beklenmedik bir şekilde, bürokratik çevrelerde, üniversite profesörleri de dahil olmak üzere tüm devlet görevlilerinden tekrar sadakat yemini talep etmenin faydalı olacağı fikri ortaya çıktı. Bu kez bir kabine bakanı, İmparatoru Cauchy'yi yeminden muaf tutmaya ikna edebildi. Cauchy, 67 yaşında ölümüne kadar üniversitede profesör olarak kaldı. Son ayini aldı ve 23 Mayıs 1857'de sabaha karşı saat 4'te bronşiyal bir hastalıktan öldü.
Adı Eyfel Kulesi'ne yazılan 72 isimden biridir.
Çalışmaları.
Erken dönem çalışmaları.
Cauchy'nin dehası, 1805'te keşfettiği Apollonius probleminin basit çözümünde (verilen üç çembere dokunan bir çemberi tasvir ederek), 1811'de çokyüzlüler hakkındaki Euler formülünü genelleştirmesinde ve diğer birkaç zarif problemde gösterildi. Daha da önemlisi, 1816'da Fransız Bilimler Akademisi'nin Grand Prix'sini alan dalga yayılımı üzerine anılarıdır. Cauchy'nin yazıları, yakınsama kavramını geliştirdiği ve q-serisi için temel formüllerin çoğunu keşfettiği seri teorisi dahil olmak üzere dikkate değer konuları kapsıyordu. Sayılar ve karmaşık miktarlar teorisinde, karmaşık sayıları gerçek sayı çiftleri olarak tanımlayan ilk kişi oldu. Ayrıca gruplar ve ikameler teorisi, fonksiyonlar teorisi, diferansiyel denklemler ve determinantlar üzerine yazdı.
Dalga teorisi, mekanik, elastikiyet.
Işık teorisinde Fresnel'in dalga teorisi ve ışığın dağılımı ve polarizasyonu üzerinde çalıştı. Ayrıca, maddenin sürekliliği ilkesinin yerine geometrik yer değiştirmelerin sürekliliği kavramını koyarak mekanik araştırmalarına katkıda bulundu. Çubukların ve elastik zarların dengesi ve elastik ortamlardaki dalgalar üzerine yazdı. Şimdi Cauchy stres tensörü olarak bilinen 3×3 simetrik bir sayı matrisi tanıttı. Elastikiyet konusunda, stres teorisini ortaya attı ve sonuçları neredeyse Siméon Poisson'unkiler kadar değerliydi.
Sayı teorisi.
Diğer önemli katkılar, Fermat çokgen sayı teoremini ilk kanıtlayan kişi olmayı içerir.
Karmaşık fonksiyonlar.
Cauchy, karmaşık fonksiyon teorisini tek başına geliştirmesiyle ünlüdür. Şimdi "Cauchy integral teoremi" olarak bilinen Cauchy tarafından kanıtlanan ilk temel teorem şuydu:
burada "f"("z"), Karmaşık düzlemde yer alan, kendisiyle kesişmeyen kapalı "C" eğrisi (kontur) üzerinde ve içinde karmaşık değerli holomorf bir fonksiyondur. "Kontur integrali" "C" konturu boyunca alınır. Bu teoremin temelleri, 24 yaşındaki Cauchy'nin 11 Ağustos 1814'te Académie des Sciences'a (o zamanlar hala "Enstitünün Birinci Sınıfı" olarak anılır) sunduğu bir makalede bulunabilir. Teorem tam olarak 1825'te verildi. 1825 makalesi, birçok kişi tarafından, Cauchy'nin matematiğe en önemli katkısı olarak görülüyor.
1826'da Cauchy, bir fonksiyonun kalıntısının resmi bir tanımını yaptı. Bu kavram, kutupları -yalıtılmış tekillikler, yani bir fonksiyonun pozitif veya negatif sonsuza gittiği noktalar- olan fonksiyonlarla ilgilidir. Karmaşık değerli fonksiyon "f"("z") bir tekillik "a" komşuluğunda aşağıdaki gibi genişletilebilirse;
burada φ(z) analitik olduğunda (yani, tekillikler olmadan iyi-huylu durumda), o zaman "f"’nin "a" noktasında "n" mertebesinde bir kutba sahip olduğu söylenir. Eğer "n" = 1 ise kutup basit olarak adlandırılır. "B"1 katsayısı, Cauchy tarafından "a"’daki "f" fonksiyonunun kalıntısı olarak adlandırılır. "f" "a"’da tekil değilse, o zaman "f"’nin kalıntısı "a"’da sıfırdır. Açıkça kalıntı, aşağıdakine eşit basit bir kutup durumundadır,
burada "B"1 kalıntının modern gösterimi ile değiştirilmiştir.
1831'de Torino'dayken Cauchy, Torino Bilimler Akademisi'ne iki makale sundu. İlkinde, şimdi Cauchy integral formülü olarak bilinen formülü önerdi,
burada "f"("z"), "C" üzerinde ve "C" konturu ile sınırlanan bölge içinde analitiktir ve "a" karmaşık sayısı bu bölgede bir yerdedir. Kontur integrali saat yönünün tersine alınır. Açıkça, integralin "z" = "a"’da basit bir kutbu vardır. İkinci makalesinde, kalıntı teoremini sundu,
burada toplam "f"("z")'nin tüm "n" kutbu üzerinde ve "C" konturu içindedir. Cauchy'nin bu sonuçları, bugün fizikçilere ve elektrik mühendislerine öğretildiği gibi hala karmaşık fonksiyon teorisinin çekirdeğini oluşturur. Oldukça uzun bir süre, Cauchy'nin çağdaşları onun teorisini çok karmaşık olduğuna inanarak görmezden geldiler. Sadece 1840'larda, Pierre Alphonse Laurent'in Cauchy'nin yanı sıra konuyla ilgili çalışan ilk matematikçi olması ve önemli bir katkı (1843'te yayınlanan Laurent serisi) sağlamasıyla, teori karşılık bulmaya başladı.
Cours d'Analyse.
"Cours d'Analyse" adlı kitabında Cauchy, analizde kesinliğin önemini vurguladı. Bu durumda kesinlik () "Cebrin genelliği" ilkesinin (Euler ve Lagrange gibi daha önceki yazarların yaptığı gibi) reddedilmesi ve onun yerine geometri ve sonsuz küçüklerin getirilmesi anlamına geliyordu. Judith Grabiner, Cauchy'nin "tüm Avrupa'ya kesin analizler öğreten adam" olduğunu yazdı. () Kitap, Kitap, eşitsizliklerin ve formula_6 argümanlarının Kalkülus'a tanıtıldığı ilk yer olarak sıklıkla belirtilmektedir. Burada Cauchy sürekliliği şu şekilde tanımlamıştır: "Eğer verilen limitler arasında değişkendeki sonsuz küçük bir artış her zaman fonksiyonun kendisinde sonsuz küçük bir artış üretiyorsa f(x) fonksiyonu verilen limitler arasında x'e göre süreklidir."
M. Barany, École'un Cauchy'nin daha iyi yargısına karşı sonsuz küçük yöntemlerin dahil edilmesini zorunlu kıldığını iddia ediyor (). Gilain, 1825'te müfredatın "Analyze Algébrique"’e ayrılan kısmı azaltıldığında, Cauchy'nin sürekli fonksiyonlar (ve dolayısıyla sonsuz küçükler) konusunu Diferansiyel Analiz'in başına yerleştirmede ısrar ettiğini belirtiyor (). Laugwitz (1989) ve Benis-Sinaceur (1973), Cauchy'nin 1853'e kadar kendi araştırmalarında sonsuz küçükleri kullanmaya devam ettiğini belirtir.
Cauchy, sonsuz küçüklüğün açık bir tanımını sıfıra eğilimli bir dizi açısından verdi. Cauchy'nin "sonsuz küçük miktarlar" kavramı hakkında yazılmış, bunların olağan "epsilontik" tanımlardan veya Standart dışı analiz kavramlarına kadar her şeyden kaynaklandığını öne süren çok sayıda literatür yazılmıştır. Fikir birliği, Cauchy'nin kullandığı sonsuz küçük miktarların kesin anlamını netleştirmek için önemli fikirleri atladığı veya zımnen bıraktığı yönündedir. ()
Taylor teoremi.
Taylor teoremini titizlikle kanıtlayan ve geri kalanın iyi bilinen formunu kuran ilk kişiydi. École Polytechnique'deki öğrencileri için matematiksel analizin temel teoremlerini olabildiğince kesin bir şekilde geliştirdiği bir ders kitabı yazdı (resme bakın). Bu kitapta, hala öğretilen biçimde bir limitin varlığı için gerekli ve yeterli koşulu verdi. Ayrıca Cauchy'nin mutlak yakınsama için iyi bilinen testi olan Cauchy yoğunlaşma testi bu kitaptan kaynaklanmaktadır. 1829'da ilk kez başka bir ders kitabında bir karmaşık değişkenin karmaşık bir fonksiyonunu tanımladı. Bunlara rağmen, Cauchy'nin kendi araştırma makaleleri sıklıkla katı değil sezgisel yöntemler kullandı; böylece onun teoremlerinden biri Abel tarafından bir "karşı-örneğe" maruz kaldı, daha sonra tek biçimli süreklilik (uniform continuity) kavramının getirilmesiyle sabitlendi.
Argüman ilkesi, kararlılık.
Cauchy'nin ölümünden iki yıl önce, 1855'te yayınlanan bir makalede, biri karmaşık analiz üzerine birçok modern ders kitabında yer alan "Argüman ilkesi"ne benzeyen bazı teoremleri tartıştı. Modern kontrol teorisi ders kitaplarında, Cauchy argüman ilkesi, negatif geri beslemeli yükselteç ve negatif geri besleme kontrol sistemlerinin kararlılığını tahmin etmek için kullanılabilen Nyquist kararlılık kriterini türetmek için oldukça sık kullanılır. Böylece Cauchy'nin çalışması hem saf matematik hem de pratik mühendislik üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir.
Yayınlanmış eserleri.
Cauchy çok üretkendi, makale sayısı bakımından Leonhard Euler'den sonra ikinci sıradaydı. Tüm yazılarını 27 büyük ciltte toplamak neredeyse bir yüzyıl sürdü:
Matematik bilimine yaptığı en büyük katkılar, tanıttığı kesin yöntemlerle kuşatılmıştır; bunlar esas olarak onun üç büyük risalesinde somutlaştırılmıştır:
Diğer eserleri şunlardır:
Siyaset ve dini inançlar.
Augustin-Louis Cauchy, sadık bir kraliyet taraftarınn evinde büyüdü. Bu, babasının Fransız Devrimi sırasında ailesiyle birlikte Arcueil'e kaçmasına neden oldu. O dönemde oradaki yaşamları görünüşte zordu; Augustin-Louis'in babası Louis François, bu dönemde pirinç, ekmek ve krakerle yaşamaktan bahsetti. Louis François'nın Rouen'deki annesine yazdığı tarihsiz bir mektuptan bir paragraf şöyle diyor:
Her halükarda, babasının sadık kraliyetçiliğini miras aldı ve bu nedenle X. Charles'ın devrilmesinden sonra herhangi bir hükûmete yemin etmeyi reddetti.
Aynı derecede sadık bir Katolikti ve Saint Vincent de Paul Derneği'nin bir üyesiydi. Ayrıca İsa Cemiyeti ile bağlantıları vardı ve siyasi olarak akıllıca olmadığında Akademi'de onları savundu. İnancına duyduğu şevk, hastalığı sırasında Charles Hermite ile ilgilenmesine ve Hermite'in sadık bir Katolik olmasına yol açmış olabilir. Aynı zamanda Cauchy'ye İrlanda'nın Büyük Kıtlığı sırasında İrlandalılar adına tanrıya yalvarması için ilham verdi.
Kraliyetçiliği ve dini coşkusu da onu kavgacı yaptı, bu da meslektaşları ile zorluklara neden oldu. İnançları nedeniyle kendisine kötü davranıldığını hissetti, ancak muhalifleri, insanları dini konularda azarlayarak veya bastırıldıktan sonra Cizvitleri savunarak kasıtlı olarak kışkırttığını hissetti. Niels Henrik Abel ona "bağnaz bir Katolik" dedi ve "çılgın olduğunu ve onun hakkında yapılabilecek hiçbir şey olmadığını" ekledi, ancak aynı zamanda onu bir matematikçi olarak övdü. Cauchy'nin görüşleri matematikçiler arasında pek popüler değildi ve Guglielmo Libri Carucci dalla Sommaja ondan önce matematik başkanlığına getirildiğinde, kendisi ve diğerleri, görüşlerinin sebep olduğunu hissettiler. Libri kitap çalmakla suçlandığında yerine Cauchy yerine Joseph Liouville geçti, bu da Liouville ve Cauchy arasında bir sürtüşmeye neden oldu. Siyasi imalarla ilgili bir başka anlaşmazlık, Jean-Marie Constant Duhamel ve esnek olmayan şoklar iddiasıyla ilgiliydi. Daha sonra Jean-Victor Poncelet tarafından Cauchy'nin hatalı olduğu gösterildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14827",
"len_data": 22608,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Alişar, şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14828",
"len_data": 31,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.45
}
|
Bozcaada veya eski adıyla Tenedos (), Türkiye'nin üçüncü büyük, Ege Denizinin ise Gökçeada'dan sonra ikinci en büyük adası ve Çanakkale ilinin bir ilçesidir.
Türkiye'nin (büyükşehir merkez ilçeleri hariç) köyü olmayan tek ilçesidir.
Yüzölçümü 40 km2, anakaraya uzaklığı 6 km'dir.
2022 yılı verilerine göre ilçe nüfusu 3.120'dir. İlçede kışları nüfus düşmekte, yazları ise tatilcilerle artmaktadır. Bağcılık, deniz turizmi ve rüzgâr türbinleriyle ön plana çıkar.
Ana endüstriler turizm, şarap üretimi ve balıkçılıktır. Ada yüzyıllardır üzümü, şarabı ve kırmızı gelincikleriyle ünlüdür. Eski bir piskoposluktur ve halen Latin Katolik unvanı vardır.
Bozcaada'dan hem İlyada'da hem de Aeneis'de bahsedilir. Aeneis'de Yunanların Truva Savaşı'nın sonuna doğru Truvalıları savaşın bittiğine inandırmak ve Truva Atı'nı şehir surlarının içine almak almak için filolarını sakladıkları yer olarak bahsedilir. Küçük boyutuna rağmen ada, Çanakkale Boğazı'nın girişindeki stratejik konumu nedeniyle klasik antik çağ boyunca önemliydi. Sonraki yüzyıllarda ada, Ahameniş İmparatorluğu, Attika-Delos Deniz Birliği, Büyük İskender imparatorluğu, Pergamon Krallığı, Roma İmparatorluğu ve Venedik Cumhuriyeti'ne geçmeden önce onun halefi Bizans İmparatorluğu da dahil olmak üzere birçok bölgesel gücün kontrolü altına girdi.
Bozcaada'nın adı.
Ada, İngilizcede hem Tenedos (Yunanca adı) hem de Bozcaada (Türkçe adı) olarak bilinir. Yüzyıllar boyunca birçok başka isim kullanılmıştır. Belgelenmiş eski Yunan adları, Leukophrys, Calydna, Phoenice ve Lyrnessus'tur. (Pliny, HN 5,140). Adanın resmi Türkçe adı Bozcaada'dır.
Tenedos adı Atinalı Apollodoros'a göre Truva Savaşı sırasında adayı yöneten Yunan kahramanı Tenes'ten türetilmiştir ve Truva Savaşı'nda Aşil tarafından öldürülmüştür. Apollodorus, adanın aslında Tenes adaya çıkıp hükümdar olana kadar Leocophrys olarak bilindiğini yazar.
Ada, Osmanlı İmparatorluğu'nun adayı ele geçirmesiyle Bozcaada olarak tanındı. Genellikle Yunan ile Türk nüfusu adaya farklı isimler kullanırken Bozcaada adı, adanın Osmanlı tarafından fethedilmesinden sonra Bozcaada ile birlikte adanın ortak adı olarak kaldı.
Tarihçe.
Yunanlar Troya Savaşı sırasında adada bir liman olan Aulis'i üs olarak kullanmışlardır. "Tenedos", Herodot'un yazılarında sık sık geçer ve kelimenin kökeni Yunancada Τένεδος (Tenedhos) ve Latincede Tenedus kelimelerinden gelir. Antik çağ'da Midilli adasında oturan Aiolya halkının bir kısmının buraya yerleştiği tahmin edilmektedir.
Ada, İyonya ayaklanmasından sonra, önce Perslerin sonra Romalıların egemenliğine girdi. Roma İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra Bizans İmparatorluğu sınırları içinde kaldı.
Türklerin adayla ilk bağlantısı, Aydınoğlu Umur Bey'in İzmir'i fethettikten sonra 1328'de 8 gemilik bir filosuyla Bizans yönetimindeki Bozcaada'ya gelerek yağmalamasıyla olmuştur. Bu dönemde Venedik ve Cenevizliler, ticari faaliyetlerine yararlı olacağı düşüncesiyle adayı ele geçirmek için rekabet içine girdiler.
1377'de Bizans İmparatoru, askeri yardım karşılığında adayı Venedik'e verdi. Ceneviz'in buna tepki göstermesi üzerine Venedik ile aralarında çatışma başladı. İki devlet 1381'de Torino'da bir antlaşma yaparak adayı boşaltmaya ve tarafsız bölge olmasına karar verdiler. Venedikliler bu antlaşmaya uyunca ada halkını tümüyle boşalttılar ve Girit'teki Kandiye kentine taşındılar.
Ada uzun süre boş kaldı. İspanyol seyyah Clavijo, 1403'te Bozcaada'ya geldiğinde üzüm bağları, meyve ağaçları, tavşanlar ve büyük bir kalenin yıkıntılarıyla karşılaştı ancak yerleşik kimse bulamadı.
Osmanlı dönemi.
Fatih Sultan Mehmet döneminde 1455 yılında Gökçeada ile birlikte fethedildi ve Ege denizinde Osmanlı imparatorluğunca yönetilen ilk ada oldu.
Zorla tahliye edildikten neredeyse 75 yıl sonra bile Bozcaada o zamanlarda hala ıssızdı. Fatih Sultan Mehmet adanın kalesini yeniden inşa ettirdi. Bu dönemde Osmanlı donanması adayı ikmal üssü olarak kullandı.
Adanın stratejik öneminin farkına varan Venedikliler adaya asker çıkardılar.
1464'te Venedik adına Giacopo Loredano Bozcadayı aldı. Aynı yıl, Osmanlı Amirali Mahmud paşa adayı yeniden ele geçirip tekrar Osmanlı İmparatorluğu topraklarına kattı. Osmanlı idaresi sırasında ada vergi muafiyeti tanınarak yeniden iskan edildi.
Osmanlı amirali ve haritacısı Piri Reis 1521'de tamamladığı "Kitab-i-Bahriye" adlı kitabında Bozcaada'yı da şimdiki ismiyle gösteren, kıyı ve açıklarındaki adaları haritasında yer verdi. Smyrna'dan Çanakkale'ye kuzeye giden gemilerin genellikle ada ile Anadolu arasındaki yedi millik deniz şeridinden geçtiğini de kaydetti.
Daha sonraki dönemlerde de ada hep bugünkü adı olan “Bozcaada” olarak kaydedildi.
Girit meselesi dolayısıyla patlak veren 1645-69 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda Venedikliler Osmanlı Donanması'nın Girit'i tamamen fethetmeye çalışan kara kuvvetlerine takviye yapmasını engellemek için Çanakkale Boğazı'nın Ege Denizi ağzını kapamayı denediler ve bu bağlamda 1656 yılında Bozcaada'yı almaya muvaffak oldular. Ancak hemen ertesi yıl toparlanan Türk donanması adayı tekrar Osmanlı topraklarına kattı.
1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması'nı takip eden savaşlar silsilesinde Türk ve Venedik donanmaları Ege Denizi'nde birçok kere karşı karşıya geldi. Bunların en önemlilerinden biri Bozcaada açıklarında gerçekleşti. Bozcaada Deniz Savaşı olarak bilinen muharebede Osmanlı donanmasını yöneten Mezomorto Hüseyin Paşa, Molino yönetimindeki Venedik donanmasına karşı önemli bir zafer kazandı.
1806-12 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ada 1807 yılında Rusya tarafından işgal edildi, yakıldı ve kalesi tümüyle yıkıldı.
1822'de Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında Konstandinos Kanaris Osmanlı Donanması'na karşı Bozcaada açıklarında bir saldırıyı yönetti ve bir Osmanlı gemisini batırdı.
1842'de II. Mahmut kaleyi yeniden yaptırdı.
1866'da Osmanlıların Cezayir-i Bahr-i Sefid vilayetine bağlı Limni sancağına bağlandı.
Bozcaada Çanakkale Savaşı'nda ada Birleşik Krallık ve Fransa kuvvetleri tarafından işgal edildi ve lojistik destek için kullanıldı. Bu dönemde müttefik kuvvetler Ayazma tepesi'nde, Habbele ovası'nda ve Habbele tepesi'nde savaş uçakları için üç pist yaptı. Savaş sırasında müttefik askerleri Bozcaada'da tedavi oldu ve dinlendi.
Bozcaada 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakıldı. Türkler, adayı aynı yılın 20 Eylül günü teslim aldılar.
Bozcaada Belediyesi, adanın Türkiye'ye geçmesinin hemen ardından 1923'te kuruldu.
Coğrafya.
Bozcaada, Anadolu anakarasındaki Geyikli'deki Yükyeri limanından yaklaşık 4 deniz mili uzaklıkta ve Çanakkale Boğazı'nın girişine yakın bir konumdadır. Bozcaada kabaca üçgen şeklindedir. Alanı 39,9 km²dir. Marmara Adası ve Gökçeada'dan (İmroz) sonra Türkiye'nin üçüncü büyük adasıdır.
Adanın en yüksek noktası 192 m yüksekliğindeki Göztepe tepesidir.
Bozcaada bölgesi, sekiz ila on kilometre kuzeydoğudaki Tavşan, Yılan, Orak ve Pırasa adalarının bulunduğu Bozcaada ve küçük takımadaları Karayer Adaları'nı kapsar.
Jeolojik kanıtlar adanın anakaradan koparak kuzeydoğudaki tepelerin bulunduğu batıda düzlüklerden oluşan bir arazi oluşturduğunu gösterir. Adanın ortası, tarımsal faaliyetlere en uygun yerdir.
Güneybatı kesiminde küçük bir çam ormanı vardır. En batı kesimi tarıma uygun olmayan geniş kumlu alanlara sahiptir. Güneybatı kesiminde kuzeyden güneye akan çok sayıda küçük akarsu vardır.
Tatlı su kaynakları ada için yeterli olmadığından su boru hattıyla anakaradan gelir.
İklim.
Ada, etezyen adlı kuvvetli kuzey rüzgarlarıyla Akdeniz iklimi vardır.
Ortalama sıcaklık 14 °C ve ortalama yıllık yağış ise 529 mm'dir.
Adanın turistik yerleri.
Bozcaada Belediyesi'ne göre tarihi açıdan önemli yapılar şunlardır:
Bozcaada Kalesi, 1815 yılında Osmanlı padişahı II. Mahmut tarafından onartılan Bozcaada'nın en önemli turistik cazibe merkezidir. Kale, doğuya bakan ilçe merkezindedir. Bozcaada'ya gelen ziyaretçiler, gezileri sırasında kaleyi gözlemleyebilirler.
1867 yılında inşa edilen Rum Ortodoks Kilisesi, Venedikliler tarafından yapıldığı söylenen bir kilisenin temelleri üzerinde durur.
Adada faal durumda iki cami ve bir Rum Ortodoks kilisesi bulunmaktadır.
Ayazma plajı özellikle etrafındaki restoran ve kafeler nedeniyle adanın en önde gelen plajıdır. Ayazma plajının dışında hemen yanında yer alan Sulubahçe ve devamındaki Habbele plajı ve Akvaryum da tercih edilen plajlar arasındadır.
Ekonomi.
Tarım.
Geleneksel ekonomi, balıkçılık ve şarap üretimine dayalıdır. Ekilebilir arazinin geri kalanı zeytin ağaçları ve buğday tarlaları ile kaplıdır. Tarımın çoğu, adanın orta ovalarında ve yumuşak tepelerinde yapılır.
Adanın kırmızı gelincikleri az miktarda şerbet ve reçel yapımında kullanılır.
Adanın tarıma uygun olmayan tepelik kuzeydoğu ve güneydoğu kesimlerinde koyun ve keçi otlatılmaktadır. Çiftlik alanı iken seviyelerine düşmüş olsa da, son yıllarda üzüm yetiştiriciliği yapan çiftçi sayısı 210'dan 397'ye çıkmıştır.
Şarap üretimi.
Ada yıl boyunca rüzgarlı ve bu da iklimi üzüm yetiştirecek kadar kuru ve sıcak hale getirir.
Klasik antik dönemde şarap üretimi Dionysus kültüyle bağlantılıyken, üzümler de yerel paralarda tasvir ediliyordu.
Yerel şarap kültürü Osmanlı dönemini geride bıraktı. Üzüm bağları adada antik çağlardan beri vardı ve bugün adanın toplam arazisinin üçte birini ve tarım arazisinin %80'ini kaplar.
1800'lerin ortalarında ada, yılda 800.000 varil şarap ihraç etti ve Doğu Akdeniz'deki en iyi şarap olarak kabul edildi.
Osmanlı gezgini Evliya Çelebi 16. yüzyılda dünyanın en kaliteli şaraplarının Bozcaada'da üretildiğini yazmıştır.
Ada bugün başlıca şarap üretim bölgelerinden biridir ve dört tür yerel üzüm yetiştirilir: Çavuş, Karasakız (Kuntra), Altınbaş (Vasilaki) ve Karalahna. Ancak son yıllarda Cabernet Sauvignon gibi geleneksel Fransız çeşitlerinin önemi artmıştır.
1923'ten önce adada şarap üretimi yalnızca Rumlar tarafından yapılıyordu; ancak bundan sonra Türk yerli şarap üretimi arttı ve adadaki Rumlar Türk halkına şarap yapmayı öğretti. 1980'de adada 13 şarap üretim tesisi vardı. Yüksek vergiler, devletin şarap vergilerini düşürdüğü ve adadaki bazı üreticilere sübvansiyon sağladığı 2001 yılına kadar bunların çoğunun iflas etmesine neden oldu.
Son yıllarda, yeni üreticiler üretimi iyileştirmek için İtalyan ve Fransız uzmanlara güvenir.
2010 yılında adada rekor düzeyde 5.000 ton şarap üretildi. Corvus, Bozcaada'ya modern şarap yapım teknikleri getirdi.
Her yıl Eylül ayının ilk haftasında bağbozumu şenlikleri yapılır.
Balıkçılık.
Balıkçılık, adanın ekonomisinde büyük rol oynamaktadır, ancak diğer Ege adalarına benzer şekilde tarım daha önemli bir faaliyettir. Yerel balıkçılık endüstrisi küçüktür, liman otoritesi 2011 yılında 48 tekne ve 120 balıkçı olduğunu tespit etmiştir.
Balıkçılık yıl boyunca yapılır ve deniz ürünleri her mevsim elde edilebilir.
Balık nüfusu yıllar içinde azaldığı için balıkçılık azalmıştır. Ancak turizmdeki artış ve bunun sonucunda daha fazla deniz ürünleri talebi sektöre fayda sağlamıştır. Ada açıklarındaki deniz, Ege Denizi'ndeki balıkların mevsimsel olarak göç ettikleri başlıca yollardan biridir. Göç döneminde dışarıdan tekneler balık tutmak için adaya gelirler.
Turizm.
Turizm, 1970'lerden beri önemli ancak sınırlı bir ekonomik faaliyet olmuştur ancak 1990'lardan itibaren hızla gelişmiştir.
Ada, 2010 yılında Condé Nast's Reader Choice ödülü tarafından dünyanın en güzel ikinci adası seçildi. Bir sonraki yıl, ada aynı dergide Avrupa'nın en iyi 10 adası için okuyucu listesinin zirvesindeydi.
2012 yılında Condé Nast, eski bina kalıntıları, daha az kalabalık plajları ve konaklama yerleri nedeniyle Bozcaada'yı dünyanın en iyi 8 adasından biri olarak seçti.
Adanın ana cazibe merkezi, en son 1815'te yeniden inşa edilen, geceleri aydınlatılan ve açık deniz manzaralı kaledir.
Adanın geçmişi, Yunan mazisine ayrılmış bir oda ile adadaki küçük bir müzede sergilenmektedir.
Kasaba meydanında adanın spesiyalitesi olan domates reçeli ile birlikte taze yiyecek ve deniz ürünlerinin satıldığı bir pazar bulunur.
Anakaradan gelen kişiler tarafından barlar, butikler ve pansiyonlar işletilmektedir.
Enerji.
2000 yılında, batı burnunda 17 türbinden oluşan bir rüzgâr çiftliği kuruldu. 10,2 MW enerji nominal güç kapasitesine sahip olup, her yıl 30 GWh elektrik üretmektedir. Bu adanın ihtiyacından çok daha fazlasıdır ve fazlası yer altı ve kısmen deniz altı bağlantısıyla Anadolu anakarasına aktarılır. Estetik nedenlerle havai kablolar ve direklerden kaçınılarak manzara korunmuştur.
Arazinin ortalama rüzgar hızı 6,4 m/s ve meteoroloji istasyonunda ortalama 324 W/mat enerji yoğunluğu vardır.
Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO) projesi olan Uluslararası Hidrojen Enerjisi Teknolojileri Merkezi (ICHET), 7 Ekim 2011 tarihinde Bozcaada Valiliği binasında deneysel yenilenebilir hidrojen enerji tesisi kurdu. Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından desteklenmiş olan proje, ülkede türünün ilk örneğidir. Santral, 20 kW'lık bir güneş fotovoltaik dizisi aracılığıyla enerji üretmektedir ve bu enerjiyi hidrojen olarak depolamak için 50 kW'lık bir elektrolizör kullanmaktadır. Yakıt hücresi ve hidrojen motoru, depolanan bu enerjiyi gerektiğinde tekrar elektriğe dönüştürebilir ve deney sistemi günde 20 haneye kadar elektrik sağlayabilir.
2011 itibarıyla, kasabanın hastanesi ve vali konağı dünyada hidrojen enerjisi kullanan yegane iki binaydı. Bir tekne ve bir golf arabası da aynı sistem tarafından desteklenmektedir.
Valilik binasında, çatıdaki 20 kW'lık güneş enerjisi paneli ve 30 kW'lık bir rüzgar türbini vardır. Üretilen elektrik, suyu hidrojene elektroliz etmek için kullanılır. Bu gaz sıkıştırılmış halde depolanır ve daha sonra enerji üretmek için veya hidrojenle çalışan arabalarda yakıt olarak kullanılabilir. Haziran 2011'de Cook Adaları Başbakanı Henry Puna, adanın hidrojen enerjisini nasıl kullandığını araştırmak için Bozcaada'ya gitmiştir.
Altyapı.
Ulaşım.
Türkiye anakarasından ulaşım, Geyikli ve Çanakkale'den feribotla yapılır. Ada, Geyikli'ye yaklaşık 5 kilometre uzaktadır. Geyikli iskelesinden hem yolcular hem de otomobiller için feribot seferi yaklaşık 35 dakika alır. Kış aylarında daha az sefer yapılır.
Ada, İstanbul'dan otobüsle ve ardından feribotla 7 saat uzaklıktadır.
2012 yılında, Türk hükûmeti adada bir gümrük ofisi açarak gelecekte Yunan limanları ile ada arasında doğrudan seyahatin önünü açmıştır.
Konaklama.
Adada konaklamak için en ucuz ve yaygın imkân pansiyonlardır. Gerek Türk, gerekse Rum mahallelerindeki tarihi evler adalı aileler tarafından turistlere kiralanır. Ayrıca günlük fiyat prensibiyle kiralan evler de mevcuttur. Adada "Her şey dâhil kavramı" bulunmaz, ziyaretçilere genellikle sadece sabahları kahvaltı verilir.
Son yıllarda artan kaliteli butik konaklama merkezleri sayesinde Bozcaada otelleri, son dönemin en önemli tatil ve cazibe merkezlerinden biridir. İlerleyen yıllarda adada bulunan eski Rum evlerinin restorasyonuna devam edilmesi sonucunda adada daha pek çok butik otel yapılması beklenmektedir.
Nüfus.
Bozcaada'da yerleşim 14. yüzyılın son yıllarında adanın tümüyle boşaltılmasıyla kesintiye uğramıştır. 15. yüzyılın ortalarında ada Osmanlı yönetimine girdiğinde boş olduğu yönünde belgeler vardır.
20. yüzyıl başında nüfusun yarısından biraz fazlasını Rumlar oluştururken, bugün adada sadece 30 kadar Rum kalmıştır. Bu nüfus azalmasının nedeni olarak Rum azınlığın bir "yıldırma" siyasetiyle kaçırıldığını öne sürenler vardır, diğer yandan; Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Azınlığı yıldıran unsurlar arasında 6-7 Eylül Olayları, Kıbrıs Sorunu, toprakların düşük bedelle kamulaştırılması, Yunanistan'daki Türk azınlığın mülkiyet hakları neden gösterilerek karşılıklılık ilkesi kapsamında Türkiye vatandaşı Rumların gayrimenkul edinmesine izin verilmesi zorlaştırılmıştır.
Özellikle, Lozan Antlaşması'nın 14. maddesi uyarınca, adadaki güvenlik güçlerinin yerel halktan müteşekkil olması kuralına Türkiye'nin uymadığı iddia edilmektedir.
Adadan ayrılan Rumların önemli bir kısmı, Avustralya'da Sidney'e ve Atina'ya göç etmiştir. 1923'teki büyük göçten sonra 1970'lere kadar duraklayan Rum nüfusundaki azalma, Kıbrıs Harekâtı sonrasında hızlanmıştır.
Bozcaada, Türkiye'nin büyükşehir ilçeleri hariç köyü olmayan tek ilçesidir.
Kardeş şehirler.
Bozcaada'nın şu anda 12 tane kardeş kenti vardır.
Avrupa
Türkiye
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14835",
"len_data": 16401,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.48
}
|
Jakob Bernoulli (diğer adlarıyla James veya Jacques; 6 Ocak 1655, Basel – 16 Ağustos 1705, Basel), Bernoulli ailesinin ünlü matematikçilerinden biridir. Leibniz'in kalkülüsünün ilk savunucularından olup Leibniz ve Newton arasındaki kalkülüs tartışmasında Leibniz'in yanında yer almıştır. Kardeşi Johann Bernoulli ile kalkülüs alanına yaptığı birçok katkı ile tanınır. Ancak, matematiğe en önemli katkısı büyük sayılar yasası ve olasılık teorisi alanlarındaki çalışmalarında olmuştur.
Hayatı.
Jakob Bernoulli, babasının isteği üzerine teoloji eğitimi almasına rağmen, matematik ve astronomiye olan ilgisi onu bu alanlarda önemli bir kariyere yönlendirdi. Seyahatleri sırasında dönemin önde gelen matematikçileri ve bilim insanlarıyla iletişim kurarak bilgi birikimini artırdı ve matematikteki yeni gelişmeleri yakından takip etti.
Bernoulli kardeşlerin matematik alanındaki çalışmaları, diferansiyel kalkülüs ve kalkülüsün çeşitli uygulamaları üzerine önemli katkılar sağladı. Jakob Bernoulli'nin özellikle "Ars Conjectandi" adlı eseri, olasılık teorisi ve sonlu matematiğin temellerini atmıştır.
Kardeşi Johann Bernoulli ile olan ilişkisi, matematiksel rekabetin örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. İkili, zorlu matematik problemleri üzerinde mücadele ederek birbirlerinin yeteneklerini test ettiler. Bu rekabet, matematikte yeni keşiflerin ve ilerlemelerin tetiklenmesine katkıda bulunmuş olabilir.
Jacob Bernoulli hayatta olmadığı halde, matematik alanındaki çalışmaları ve etkisi uzun yıllar boyunca devam etmiştir. Mezar taşındaki logaritmik spiral figürü ve üzerine yazılan slogan, onun matematikle olan derin bağını ve kalıcı etkisini simgeliyor gibi görünmektedir. Bernoulli'nin matematiğe ve bilime yaptığı katkılar, adının unutulmadan yaşamasını sağlamıştır.
Önemli çalışmaları.
Jakob Bernoulli'nin ilk önemli katkıları, 1685 yılında yayımlanan mantık ve cebrin paralelliği üzerine bir kitapçık, 1685 yılında yayımlanan olasılık çalışmaları ve 1687 yılında yayımlanan geometri üzerine yaptığı çalışmalardır. Geometri alanındaki çalışmalarında herhangi bir üçgenin birbirine dik iki doğru ile dört eşit parçaya bölünebileceğini göstermiştir.
1689 yılına kadar sonsuz seriler üzerine yaptığı önemli çalışmalarını ve olasılıkta büyük sayılar yasası kuramını yayımlamıştır. Jakob Bernoulli, 1682 ve 1704 yılları arasında sonsuz seriler üzerine beş adet bilimsel inceleme yazmıştır. Bunlardan ikisi, Bernoulli'nin yeni bir keşif olarak düşündüğü ancak Mengoli tarafından 40 yıl önce kanıtlanan ∑1/n ifadesinin ıraksadığını gösteren sonuçları içermektedir. Bernoulli, ∑1/n² ifadesi için kapalı bir form bulamamış ancak bu ifadenin 2'den az sonlu bir limite yakınsadığını göstermiştir. Ayrıca, bileşik faiz incelemeleri sırasında üstel seriler üzerine de çalışmalar yapmıştır.
1690 yılında yayımlanan "Acta Eruditorium" dergisinde, Jacob Bernoulli, eş oylum eğrisini belirleme probleminin çözümünün, birinci dereceden doğrusal olmayan diferansiyel denklem çözümüyle aynı olduğunu göstermiştir. Eşoylum eğrisi ya da sabit azalım eğrisi, başlangıç noktasına bakılmaksızın herhangi bir noktadan yere aynı sürede düşen bir parçacığın izlediği yol olarak tanımlanır. Diferansiyel denklemi bulduktan sonra Bernoulli, bugün değişkenlere ayırma olarak bilinen yöntemle çözmüştür. Ayrıca çalışma, integral (tümlev) terimi ilk kez integrasyon (tümlevleme) anlamıyla kullanılmıştır.
1696 yılında, günümüzde "Bernoulli Diferansiyel Denklemi" olarak bilinen aşağıdaki denklemi çözmüştür:
𝑦′ = 𝑝(𝑥) 𝑦 + 𝑞(𝑥) 𝑦ⁿ
Bernoulli'nin kelebek eğrisi, 1694 yılında tasarlanmıştır. 1695 yılında ise kablo boyunca kayan ağırlığın, köprüyü sürekli dengede tutabilmesi için gereken eğriyi belirleyen asma köprü problemini incelemiştir.
Jacob Bernoulli'nin en özgün eseri "Ars Conjectandi", 1713 yılında Basel'de ölümünden 8 yıl sonra yayımlanmıştır. Ölümünde bu eser henüz tamamlanmamış olsa da, günümüzde olasılık teorisi için büyük bir öneme sahiptir. Kitapta, Bernoulli, van Schooten, Leibniz ve Prettstet'in olasılık üzerine yaptığı çalışmaları incelemiştir. Ayrıca, Bernoulli sayıları ve üstel işlevler üzerine tartışmalar yer almaktadır. Kitapta, bir kişinin oynadığı çeşitli şans oyunlarında ne kadar kazanmasının beklendiğine dair birçok örnek verilmiştir. "Bernoulli denemeleri" terimi de buradan gelmektedir. Ayrıca, kitapta olasılıkla ilgili çeşitli görüşler de bulunmaktadır:
“...ölçülebilir kesinlik değeri olarak olasılık; gereklilik ve ihtimal; ahlak matematiksel beklentiye karşı; öncül ve soncul olasılık; oyuncular maharetlerine göre ayrıldığında kazanma olasılığı; bütün mevcut savların göz önüne alınması, bunların değerlendirilmesi ve hesaplanabilir değerlendirmesi; büyük sayılar kuralı…”
Matematiksel sabit e’nin bulunuşu.
Bernoulli, matematiksel bir sabit olan "e" sayısını, bileşik faizle ilgili bir soru üzerinde çalışırken keşfetmiştir. Bu soru, aşağıdaki ifadenin değerini bulmayı gerektirmektedir:
formula_1
Bu durum şu şekilde örneklendirilebilir:
Bir banka hesabı, yıllık %100 faizle açılmaktadır. Eğer faiz yıl sonunda bir kere uygulanırsa, para $1.00'dan $2.00'ya çıkar. Ancak, faiz yılda iki kez hesaplanıp %50 olarak uygulanırsa, $1.00, $1.50 ile iki kez çarpılır ve elde edilecek para şu şekilde olur: $1.00 × 1.5² = $2.25. Eğer faiz yılda dört kez hesaplanıp %25 olarak uygulanırsa, elde edilecek para $1.00 × 1.25⁴ = $2.4414... olur. Eğer faiz aylık hesaplanırsa, elde edilecek para $1.00 × (1.0833...)¹² = $2.613035... olur.
Bernoulli, bu dizinin daha kısa ve daha küçük bileşik aralıkları için bir limite yaklaştığını fark etti. Faiz haftalık hesaplanırsa elde edilen para $2.692597..., günlük hesaplandığında ise $2.714567... olur, yani sadece 2 sent fazla olmaktadır. Bileşik faiz hesaplaması, n aralığı kullanıldığında ve her aralık için %100/n faizle, büyük sayılar için elde edilen sayı "e" olarak bilinen sabite yaklaşır. Yani, eğer sürekli bileşik faiz uygulanmaya devam edilirse, hesaplanan para $2.7182818... değerine ulaşacaktır. Daha genel olarak, $1 ile açılan ve basit faizle (1+R) dolar değerine ulaşan bir hesap, sürekli bileşik faizle "e"^R değerine ulaşacaktır.
Jacob Bernoulli’nin mezarındaki Latince yazının tercümesi.
“IACOBUS BERNOULLI
MATHEMATICUS INCOMPARABILIS
ACAD. BASIL.
VLTRA XVIII ANNOS PROF.
ACADEM. ITEM REGIAE PARIS. ET BEROLIN.
SOCIUS
EDITIS LUCUBRAT. INLUSTRIS.
MORBO CHRONICO
MENTE AD EXTREMUM INTEGRA
ANNO SALUT. MDCCV. D. XVI. AUGUSTI
AETATIS L. M. VII
EXTINCTUS
RESURRECT. PIOR. HIC PRAESTOLATUR
IUDITHA STUPANA
XX ANNOR. UXOR
CUM DUOBUS LIBERIS
MARITO ET PARENTI
EHEU DESIDERATISS.
H.M.P.”
“Jacob Bernoulli, kıyaslanamaz matematikçi.
Basel Üniversitesi'nde 18 yıldan fazla süredir Profesör;
Berlin ve Paris Kraliyet Akademileri üyesi; yazıları ile ünlü.
Kronik bir hastalık yüzünden, sonuna kadar akıl sağlığı yerinde;
1705 yılının 16 Ağustos’unda 50 yaşının 7. Ayında öldü, yeniden dirilmeyi bekliyor.
Judith Stuphanus,
20 yıllık karısı,
Ve onun iki çocuğu çok özledikleri baba ve koca için bir anıt diktiler.”
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14842",
"len_data": 6971,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Cin baykuşu ("Micrathene whitneyi"), baykuşgiller (Strigidae) familyasından
Meksika'da ve ABD'nin güneybatısında yaşayan baykuş türü.
Kaktüslü çöllerde en bol bulunan kuşlardandır, ayrıca ormanlık alanlarda, bozkırlarda ve nemli savanlarda da görülür. Kaktüs ve ağaç gövdelerinin içine yuva yapar; geceleri böcek avlayarak beslenir.
Baykuşların en küçüğü olan cin baykuşunun oval başı gövdesine oranla iri, gözleri büyük ve sarıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14847",
"len_data": 432,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.52
}
|
Gebze (antik dönem adları: "Dakibyza" ve "Libyssa"), Kocaeli'nin bir ilçesidir. Marmara Bölgesi'nin önemli sanayi merkezlerinden biridir.
Tarihçe.
Kayıtlara göre Gebze, MÖ IV. yüzyılda kurulmuştur. Gebzenin de içinde bulunduğu, Bitinya bölgesinin bilinen en eski tarihi, MÖ XII. yüzyıla kadar dayanır. Asya ile Avrupa kıtaları arasındaki en önemli geçit yeri olan Kocaeli Yarımadası ya birçok ulusun yurdu ya da gelip geçtikleri, uygarlıklarından izler bıraktığı bir yer olmuştur. Bilinen ilk ulus göçünü de MÖ 12. yüzyılın başlarında Frigler yapmıştır. Boğaz yoluyla Yarımada'ya gelen Frigler, buradan Anadolu'ya dağılmışlardır.
Bugün Gebze'nin olduğu yerde, MÖ 278-255 yılları arasında Kral I. Nicomedes'in egemenliğindeki Bitinya Krallığı dönemindeki "Dakibyza" ve "Libyssa" adında yerleşmeler vardı. Bu yerleşim alanlarının araştırmalara konu olmasının en önemli nedeni ise, ünlü Kartacalı komutan Hannibal'ın krallık döneminde burada yerleşmiş olmasıdır. Hannibal, Zama Savaşı'ndaki yenilgisinden sonra ülkesinde itibar görmemiş ve Bitinya Krallığı'na iltica etmek zorunda kalmıştır. Hannibal'ın mezarı Gebze TÜBİTAK Yerleşkesi içerisinde bulunmaktadır.
Evliya Çelebi 1640 yılında Gebze'ye yaptığı seyahatte 1000 kadar bağlı ve bahçeli eski tarz evin bulunduğunu söyler.
Coğrafya.
Gebze, Marmara Bölgesi'nde İzmit Körfezi'nin kuzeybatısında yer alan ve Kocaeli iline bağlı olan zengin bir tarihi geçmişe sahip, ekonomisi büyük oranda sanayiye dayalı, Türkiye'nin hızla gelişen ve büyüyen bir ilçesidir. Doğusunda Dilovası ilçesi, batısında Darıca, Çayırova, İstanbul iline bağlı Pendik ve Tuzla ilçeleri, kuzeyinde ise İstanbul iline bağlı Şile ilçesi yer almaktadır. Gebze'nin yüzölçümü, 426,29 km² olup, rakım ise ilçe merkezinde 190 metredir.
İklim.
Akdeniz ve Karadeniz iklimleri ve zamanla Karasal İklim özelliklerini yansıtır. İlçede yazlar sıcak ve az yağışlı, kışlar yağışlı ve görece ılık geçer. Yıllık yağış miktarı 565 mm'dir.
Nüfus.
1997 nüfus sayımı sonuçlarına göre Kocaeli ilinin toplam nüfusu 1.175.190, Gebze'nin nüfusu 402.916 kişidir. 1997 sayımlarına göre ilçe Kocaeli ili toplam nüfusunun %34,28'ini oluşturmaktadır.
Türkiye'de genel nüfus artış oranı 1965-1997 yılları arasında %100,8 iken, Gebze'de bu artış %111,8 olmuştur.
2008 yılından yerel seçimlerden önceki nüfusu 500.000 bin kişinin üzerindeyken seçimlerden önce Gebze'nin semtleri Darıca, Çayırova ve Dilovası ilçe olup Gebze'den ayrıldılar. TÜİK tarafından yapılan ADNK'a göre 2020 yılı sonunda Gebze ilçe nüfusu 392.945 olmuştur. Gebze bölge nüfusu ise 799.075 olmuştur.
Ekonomi.
Gebze, Kocaeli'nin bir ilçesi olsa da gerek iş hayatı gerekse özel yaşam bakımından İstanbul'a diğer İstanbul ilçeleri kadar bağımlı bir görüntü sergilemektedir. İstanbul'a çok yakın olması Gebze'nin hızlı gelişmesine adeta İstanbul'un sanayi şehri olmasını beraberinde getirmiştir. Gebze, Çayırova ve Darıca ile İstanbul ilçeleri kent alanları bakımından birleşiktir.
Türkiye, ekonomik gelişmişlik bakımından altı gruba ayrılmıştır. I. derece gelişmiş iller İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli ve Yalova'dır. Bu bağlamda Gebze, Türkiye'nin ekonomik açıdan en gelişmiş altı ilinden birinde bulunmaktadır. Gebze ayrıca Kocaeli ili GSYİH'sının %33,7'sini oluşturur. Gebze ayrıca Türkiye GSHİY'sının %1,69'unu üretmiştir. Gebze Organize Sanayi Bölgesi ilçe sınırları içerisinde bulunmaktadır.
Turizm.
Gebze, turizm konusunda sanayi kollarının gölgesinde kalmış bir ilçedir. İlçenin başlıca turizm noktaları Çoban Mustafa Paşa Külliyesi, Hannibal Mezarı, Ballıkayalar Tabiat Parkı, Osman Hamdi Bey Evi ve Müzesi'dir. İlçede bulunan tek müze, Eskihisar'daki Osman Hamdi Bey Evi ve Müzesi'dir. İlçe sınırları içerisinde Ballıkayalar ve Gazilerdağı olmak üzere iki adet tabiat parkı bulunmaktadır.
Spor.
2023-2024 sezonu itibarıyla futbolda ilçeyi Bölgesel Amatör Lig'de Gebzespor temsil edecek olup, voleybolda da Gebze Belediyespor Kulübü ise erkek voleybol takımı ile Türkiye Erkekler Voleybol Birinci Ligi'nde, kadın voleybol takımı ile ise Türkiye Kadınlar Bölgesel Voleybol Ligi'nde temsil etmektedir.
Gebze'de yerel medya.
Gebze'de 6 yerel radyo kanalı bulunmaktadır. Gebze'den yayın yapan yerel radyolar coğrafi konumu gereği Kocaeli genelinden, İstanbul'un Anadolu yakasındaki ilçelerinden, Yalova'dan, Bursa'nın Orhangazi ve İznik ilçelerinden de dinlenebilmektedir. Türkiye'de ilçe durumunda Türkiye Gazeteciler Cemiyetine kayıtlı olan tek ilçe Gebze'dir. Gebze Gazeteciler Cemiyeti bünyesinde yerel radyo, günlük yerel gazete, yerel haber siteleri bulunmaktadır.
Gebze'deki yerel radyolar
Tempo FM (87.9)
Radyo Gül (91.7)
Gebze FM (95.3)
Mesaj FM (98.9)
Radyo Mavi (101.9)
Radyo Trend (104.3)
Ayrıca Gebze'de "Gebze Gazetesi, Yenigün, 41havadis Gazetesi, mikrofon haber" gibi günlük yerel gazete ve haber siteleri bulunmaktadır.
Altyapı ve Ulaşım.
Marmaray (Halkalı - Gebze)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14851",
"len_data": 4852,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.46
}
|
Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP), farklı ülkelerdeki belirli ürünlerin fiyatlarını ölçmek ve ülkelerin para birimlerinin satın alma gücünü karşılaştırmak için kullanılan bir ölçüttür. SAGP, bir yerdeki belirli bir ürün sepetinin fiyatının, başka bir yerdeki aynı sepetin fiyatına oranını ifade eder. SAGP'ye göre hesaplanan enflasyon ve döviz kuru, gümrük vergileri ve diğer işlem maliyetleri gibi sebeplerle piyasa döviz kurundan farklılık gösterebilir.
Satın Alma Gücü Paritesi göstergesi, ekonomileri gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH), iş gücü verimliliği ve bireysel tüketim açısından karşılaştırmak, bazı durumlarda ise fiyatların yakınsamasını analiz etmek ve yaşam maliyetlerini kıyaslamak için kullanılabilir. OECD'ye göre, SAGP hesaplaması, yaklaşık 3.000 tüketim malı ve hizmeti, 30 kamu sektörü mesleği, 200 çeşit ekipman ve yaklaşık 15 inşaat projesini içeren bir ürün sepetine dayanılarak yapılır.
Konsept.
Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP), farklı yerlerdeki fiyatları ölçmek için kullanılan ekonomik bir terimdir. Bu kavram, tek fiyat kanuna dayanır. Bu yasa, bir mal için işlem maliyetleri veya ticaret engelleri yoksa, o malın fiyatının her yerde aynı olması gerektiğini söyler. Örneğin, bir bilgisayar New York'ta ve Hong Kong'da aynı fiyata sahip olmalıdır. Eğer New York'ta bir bilgisayar 1000 Amerikan doları ve Hong Kong'da aynı bilgisayar 2.000 Hong Kong doları ise, SAGP teorisine göre döviz kuru 1 Amerikan doları = 2 Hong Kong doları olmalıdır.
Fakirlik, gümrük vergileri, taşıma maliyetleri ve diğer engeller nedeniyle bazı malların ticareti ve satın alınması zorlaşır. Bu da tek bir malın fiyatına dayalı ölçümlerin büyük hatalara yol açmasına neden olur. Bu sorunu çözmek için SAGP, bir ürün sepeti (farklı miktarlarda birçok mal) kullanır. SAGP, bir yerdeki ürün sepetinin fiyatını başka bir yerdeki fiyatına bölerek enflasyonu ve döviz kurunu hesaplar. Örneğin, bir bilgisayar, bir ton pirinç ve yarım ton çelikten oluşan bir sepetin New York'ta 1.000 Amerikan doları ve Hong Kong'da 6.000 Hong Kong doları olduğunu varsayarsak, SAGP'ye göre döviz kuru 1 Amerikan doları = 6 Hong Kong dolarıdır.
Satın Alma Gücü Paritesi adı, doğru döviz kuru ile her yerdeki tüketicilerin aynı satın alma gücüne sahip olacağı fikrinden gelir.
SAGP'ye dayalı döviz kuru, seçilen ürün sepetine çok bağlıdır. Genel olarak, tek fiyat kanununa daha uygun olan ve her iki yerde de kolayca ticareti yapılabilen mallar seçilir. SAGP döviz kurunu hesaplayan kurumlar, farklı ürün sepetleri kullanır ve bu da farklı sonuçlar ortaya çıkarabilir.
SAGP döviz kuru, piyasa döviz kuru ile eşleşmeyebilir. Piyasa kuru daha dalgalıdır çünkü her yerdeki talep değişikliklerine tepki verir. Ayrıca, gümrük vergileri ve iş gücü maliyetlerindeki farklar (Bkz: Balassa–Samuelson teoremi), iki kur arasındaki uzun vadeli farklılıklara katkıda bulunabilir. SAGP, özellikle uzun vadeli döviz kurlarını tahmin etmek için kullanılır.
SAGP döviz kurları daha istikrarlıdır ve gümrük vergilerinden daha az etkilenir, bu yüzden ülkelerin GSYİH'sini veya diğer ulusal gelir istatistiklerini karşılaştırmak gibi birçok uluslararası karşılaştırmada kullanılır.
SAGP'ye dayalı gelirler ile piyasa döviz kurlarıyla dönüştürülen gelirler arasında belirgin farklılıklar olabilir. Örneğin, Geary–Khamis doları (GK doları veya uluslararası dolar) olarak bilinen bir satın alma gücü ayarı vardır. Dünya Bankası'nın 2005 Dünya Kalkınma Göstergeleri'ne göre, 2003 yılında bir Geary–Khamis doları, satın alma gücü paritesine göre yaklaşık 1.8 Çin yuanına eşitti-bu, nominal döviz kurundan oldukça farklıdır. Bu tür farkların büyük etkileri vardır. Örneğin, nominal döviz kuru ile hesaplandığında Hindistan'ın kişi başına GSYİH'si yaklaşık 2,484 Amerikan dolarıdır, ancak SAGP'ye göre bu rakam yaklaşık 9170 uluslararası dolardır. Diğer yandan, Danimarka'nın nominal kişi başına GSYİH'si yaklaşık 68000 Amerikan dolarıdır, ancak SAGP'ye göre bu rakam 72000 uluslararası dolardır ve diğer gelişmiş ülkelerle uyumludur.
Varyasyonlar.
SAGP'yi (Satın Alma Gücü Paritesi) hesaplamak için kullanılan yöntemlerde farklılıklar vardır. EKS yöntemi (EKS Index) (Ö. Éltető, P. Köves ve B. Szulc tarafından geliştirilen), bireysel mallar için hesaplanan döviz kurlarının geometrik ortalamasını kullanır. EKS-S yöntemi (Éltető, Köves, Szulc ve Sergeev tarafından geliştirilen) ise her ülke için iki farklı ürün sepeti kullanır ve sonuçları ortalamaya alır.
Bu yöntemler iki ülke için etkili bir şekilde çalışsa da, üç ülkeye uygulandığında döviz kurları arasında tutarsızlıklar oluşabilir. Örneğin, para birimi A'dan B'ye, ardından B'den C'ye olan kurun çarpımı, doğrudan A'dan C'ye olan kura eşit olmayabilir. Bu durumda, oranların tutarlı hale gelmesi için ek ayarlamalar gerekebilir.
Göreli Satın Alma Gücü Paritesi.
Göreli SAGP, tek fiyat yasasına dayalı daha zayıf bir ifadeye dayanır ve döviz kuru ile enflasyon oranlarındaki değişiklikleri kapsar. Göreli SAGP, döviz kurundaki değişiklikleri SAGP'ye kıyasla daha yakından yansıtıyor gibi görünür.
Kullanım Alanları.
Satın Alma Gücü Paritesinin Uygulamaları ve Etkileri.
Satın alma gücü paritesi (SAGP) döviz kuru, ulusal üretim ve tüketim gibi konuların yanı sıra ticareti yapılmayan malların fiyatlarının önemli olduğu diğer durumlarda kullanılır. (Bireysel ticareti yapılan mallar için piyasa döviz kurları kullanılır.) SAGP kurları, zaman içinde daha istikrarlıdır ve bu özelliğin önemli olduğu durumlarda tercih edilir.
SAGP döviz kurları maliyetlerin hesaplanmasına yardımcı olur ancak kârı dışlar ve en önemlisi ülkeler arasındaki mal kalitesi farklarını dikkate almaz. Aynı ürün, farklı ülkelerde farklı seviyelerde kaliteye ve hatta güvenliğe sahip olabilir, ayrıca farklı vergilere ve taşıma maliyetlerine tabi olabilir. Piyasa döviz kurları önemli ölçüde dalgalandığından, bir ülkenin kendi para biriminde ölçülen GSYİH'si, piyasa döviz kurları kullanılarak başka bir ülkenin para birimine dönüştürüldüğünde, bir yıl daha yüksek, diğer yıl daha düşük gerçek GSYİH'ye sahip olduğu gibi yanlış bir çıkarım yapılabilir. Bu tür çıkarımlar, ülkelerin üretim seviyelerinin gerçekte ne olduğunu yansıtmaz.
Bir ülkenin GSYİH'si, piyasa döviz kurları yerine SAGP döviz kurları kullanılarak dönüştürüldüğünde, bu tür yanlış çıkarımlar ortaya çıkmaz. SAGP ile ölçülen GSYİH, farklı yaşam maliyetleri ve fiyat seviyelerini kontrol eder ve genellikle Amerikan doları ile karşılaştırmalı bir şekilde bir ülkenin üretim seviyesini daha doğru bir şekilde tahmin eder.
Döviz kuru, ülkeler arasındaki ticareti yapılan malların işlem değerlerini yansıtır, ticareti yapılmayan malları değil. Ticaret dışı mallar genellikle yerel kullanım için üretilir. Ayrıca, para birimleri yalnızca mal ve hizmet ticareti için değil, örneğin sermaye varlıkları satın almak gibi başka amaçlarla da alınıp satılabilir. Sermaye varlıklarının fiyatları, fiziksel malların fiyatlarından daha fazla dalgalanır. Farklı faiz oranları, spekülasyon, korunma amaçlı işlemler veya merkez bankalarının müdahaleleri de bir ülkenin uluslararası piyasalardaki satın alma gücü paritesini etkileyebilir.
SAGP yöntemi, olası istatistiksel yanlılıkları düzeltmek için bir alternatif olarak kullanılır. Penn Dünya Tablosu (Penn World Table), SAGP ayarlamaları için sıkça başvurulan bir kaynaktır. Bu tabloyla ilişkili Penn etkisi, döviz kurlarını kullanarak ülkeler arasındaki çıktılar karşılaştırıldığında ortaya çıkan sistematik bir yanlılığı yansıtır.
Örneğin, Meksika pesosunun değeri ABD doları karşısında yarıya düşerse, dolar cinsinden ölçülen Meksika'nın gayri safi yurtiçi hasılası (GSYİH) da yarıya düşer. Ancak bu döviz kuru, uluslararası ticaret ve finansal piyasalardan kaynaklanır ve bu durum, Meksikalıların gelir ve fiyatları peso cinsinden aynı kalırsa, bireylerin yaşam kalitesi için ithal mallar gerekli olmadığı sürece, onların yarı yarıya fakirleştiği anlamına gelmez.
Farklı ülkelerdeki gelirleri SAGP döviz kurları kullanarak ölçmek, bu sorundan kaçınmaya yardımcı olur çünkü bu metrikler, yerel piyasalardaki mallar ve hizmetler açısından göreceli zenginlik hakkında bir anlayış sağlar. Öte yandan, uluslararası piyasalar açısından malların ve hizmetlerin nispi maliyetini ölçmekte zayıftır. Bunun nedeni, 1 ABD dolarının bir ülkede ne kadar değerli olduğunu tam olarak yansıtmamasıdır. Yukarıdaki örneğe göre, uluslararası piyasada, pesosunun düşüşünden sonra Meksikalılar Amerikalılardan daha az alım yapabilirken, SAGP ile hesaplanan GSYİH'leri pek değişmemiş olabilir.
Günümüzde yüksek teknoloji ürünlerinin ithalatı gerekli bir durum olduğu için, döviz dalgalanmaları her ne kadar ülke kendi kendine yetse de, yine de bu tür ürünler üzerindeki etkilerini gösterir.
Döviz Kuru Tahmini.
SAGP döviz kurları asla değer biçilemez çünkü piyasa döviz kurları, yıllar içinde genel olarak kendi yönlerine doğru hareket etme eğilimindedir. Uzun vadede döviz kurunun hangi yönde değişmeye daha yatkın olduğunu bilmenin bir değeri vardır.
Neoklasik ekonomi teorisinde, satın alma gücü paritesi (SAGP) teorisi, iki para birimi arasındaki döviz kuru, farklı uluslararası piyasalarda gerçekten gözlemlenen döviz kurudur ve bu kur, satın alma gücü paritesi karşılaştırmalarında kullanılır. Böylece aynı miktarda mal, her iki para biriminde de başlangıçtaki aynı miktarda fonla satın alınabilir. İlgili teoriye bağlı olarak, satın alma gücü paritesinin uzun vadede veya daha güçlü bir şekilde kısa vadede geçerli olduğu varsayılır. Satın alma gücü paritesini öne süren teoriler, bazı durumlarda bir para biriminin satın alma gücündeki düşüşün (fiyat seviyesinin artışı) o para biriminin döviz piyasasındaki değerinin orantılı bir şekilde düşmesine yol açacağını varsayar.
Manipülasyonu Tanımlama.
SAGP döviz kurları, hükûmetler tarafından resmi döviz kurlarının yapay bir şekilde manipüle edildiği durumlarda özellikle faydalıdır. Ekonomisi üzerinde güçlü hükûmet kontrolüne sahip ülkeler, bazen kendi para birimlerini yapay olarak güçlü kılmak için resmi döviz kurları uygularlar. Buna karşın, para biriminin kara borsa döviz kuru yapay olarak zayıf olabilir. Böyle durumlarda, SAGP döviz kuru, ekonomik karşılaştırmalar için en gerçekçi temel olabilir. Benzer şekilde, döviz kurları, spekülatif saldırılar veya arakazanç gibi nedenlerle uzun vadeli denge seviyelerinden önemli ölçüde saparsa, SAGP döviz kuru karşılaştırma için daha iyi bir alternatif sunar.
2011 yılında, Big Mac Endeksi, Arjantin'in enflasyon verilerini manipüle ettiğini tanımlamak için kullanılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14852",
"len_data": 10453,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 4.24
}
|
Ukrayna bayrağı, Ukrayna devleti tarafından kullanılan resmi ulusal bayraktır.
Bayrak eşit boyutta yatay mavi ve sarı şeritlerden oluşur. 1848 Devrimleri sırasında Avusturya İmparatorluğu'nun bir parçası olan Lviv'de kullanılmaya başlandı. Sırasıyla Ukrayna Halk Cumhuriyeti, Batı Ukrayna Halk Cumhuriyeti ve Ukrayna devleti tarafından kullanılmaya başlandı. Ukrayna'nın ulusal bayrağı olarak 1918 yılında kabul edildi.
Bayrak sarı buğday tarlalarının (refah) üzerindeki mavi gök (barış) olarak ifade edilebilen bayraktır. Sovyetler Birliği devrinde milliyetçilik simgesi olan bu bayrak yasaklandı. Ukrayna SSC döneminde ayrı bir bayrak kullanıldı. Bugünkü bayrak ise Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası 1992 yılında yeniden kabul edildi.
Ukrayna, 2004 yılından bu yana 23 Ağustos'ta Ulusal Bayrak Günü'nü kutlamaktadır.
Tasarım.
Ulusal bayrağın renk kodları ve ölçüleri aşağıdaki gibidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14855",
"len_data": 893,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Tipoloji, aynı katman içinde birbiriyle ilişkili olduğu tespit edilen buluntuların şeklî özelliklerine göre sınıflandırılmasıdır. Gustav Oscar Montelius tarafından geliştirilmiş olup arkeoloji, antropoloji, dil bilimleri, görsel tasarım, mimarî, psikoloji ve sosyoloji gibi alanlarda farklı kullanımları vardır. Tasarımda tipoloji uzun süreden beri kullanılagelmiş belirli bir fonksiyonu yerine getirebilen şekiller ağı olarak kullanılır. Örneğin cami tasarımında yaygın olarak minare, kubbe gibi unsurların meydana getirdiği tip kullanılır ya da alışveriş merkezlerinde sıra dükkânlar ve koridorlar, kütüphane tasarımında raflar ve okuma alanları, ev tasarımında iki oda bir salon, ofis tasarımında kübik ayrımlar tipi oluşturur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14863",
"len_data": 730,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.9
}
|
Turkix, Türkiye Türkçesi ve Azerbaycan Türkçesi dillerinde yapılandırılmış, son kullanıcılara Linux'u tanıma olanağını kolayca sağlamak üzere tasarlanmış Mandrake tabanlı bir Linux dağıtımıdır. Turkix tasarısı şu an için son bulmuştur. Turkix, canlı CD desteğiyle geldiğinden sabit sürücüye yükleme gerektirmez.
Son Türkçe Turkix sürümü 10.0a'dır. Bu sürüm 2008 yılının Aralık ayında çıkmıştır. Turkix Linux tasarısı şu an için askıya alınmıştır. En son çıkan Turkix sürümü budur. Bilinmeyen bir tarihe kadar yeni sürüm çıkmayacaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14868",
"len_data": 534,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.16
}
|
Yeni Şafak, sosyal muhafazakâr ve İslamcı bir günlük gazete. Yayın hayatının ilk dönemlerinde İslamcı ve liberal yazarların bir arada bulunmasıyla öne çıkan gazetedir. Albayrak Medya Grubu grubu bünyesinde yer alan gazete, 23 Ocak 1995 yılında yayın hayatına başlamıştır.
23 Ocak 1995 tarihinde yayınlanan 16 sayfalık ilk sayı, "Türkiye’nin önü aydınlık" manşetiyle çıktı, editör yazısının başlığı "Türkiye’nin birikimi" şeklindeydi. "Türkiye’nin birikimi" başlığı sonraki dönemde gazetenin sloganı oldu.
Gazetenin, Genel Yayın Yönetmenliğini, geçmiş yıllarda Mehmet Ocaktan, 61. 62. 63. 64. Türkiye Hükûmetleri'nde Milli Eğitim Bakanlığı ve 65. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev alan Nabi Avcı, Akif Emre, Yusuf Kaplan, Selahattin Sadıkoğlu, Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert ve İbrahim Karagül üstlenmiştir. Gazetenin Genel Yayın Yönetmenliğini 31 Aralık 2020'den beri Hüseyin Likoğlu yapmaktadır.
Tarihçe.
"Yeni Şafak" gazetesi 19 Eylül 1994 tarihinde, Hekimler Birliği Vakfı Başkanı Dr. Yakup Yönten ve Tufan Mengi'nin öncülüğünde kurulmuştur. Vakıf, gazeteyi 1,5 ay çıkardıktan sonra ekonomik zorluklar nedeniyle yayına ara verilmiş, daha sonra gazete dönemin Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman tarafından satın alınmış ve 23 Ocak 1995 tarihinde farklı bir kimlikle yayına başlanmıştır. Gazetenin kuruluş yıl dönümü olarak satın alınma tarihi esas alınmaktadır.
Gazeteye daha sonra Mahmut Kış ortak olmuş, ilerleyen zamanlarda Kış ailesi gazetenin tek başına sahibi olmuştur. Gazetenin şu anki sahibi Albayrak Grubu adına Ahmet Albayrak'tır. İcra Kurulu Başkanı olarak da aynı aileden kardeşi Mustafa Albayrak bulunmaktadır.
Yeni Şafak İcra Kurulu Başkanı Mustafa Albayrak 13 Eylül 2001'de gözaltına alınıp tutuklandı. Albayrak kendisine İstanbul emniyetinde gözaltındayken işkence yapıldığını iddia etti. Gazete'nin İstanbul'da bulunan binasına 5 Ocak 2002'de emniyet güçleri tarafından operasyon gerçekleştirildi. Dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır Türkiye Büyük Millet Meclisi 28 Şubat Darbesi Araştırma Komisyonu'nda 10 Ekim 2012 tarihinde verdiği ifadede, operasyonun bilgisi dışında yapıldığını, baskının nedeni ile ilgili olarak Yeni Şafak'ın, siyasetçilerin de adının karıştığı hayali ihracat operasyonu ile ilgili olarak yayınlayacağını duyurduğu "Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Vurgunu: Örümcek Ağı" başlıklı yazı dizisi olduğunu iddia etti. Baskın ertesi günkü gazetede, "Gazetemize örümcek baskını" başlığıyla manşette yer aldı.
İbrahim Karagül'ün yönetime gelmesinden sonra AKP ve Recep Tayyip Erdoğan'a eleştiriler yönelten Kürşat Bumin gibi liberal isimler gazeteden uzaklaştırılmış ve daha fazla İslamcı yazar kadroya katılmıştır.
Olaylar.
15 Temmuz darbe girişimi.
Yeni Şafak yaptığı ilk haberde bugünkü adıyla, 15 Temmuz Şehitler köprüsünün tanklar tarafından kapatıldığını duyurdu. 15 Temmuz 2016'da gazete, Twitter ve Facebook hesabından, "Vatan haini paralel subaylar çıldırdı: Komuta Kademesini ele geçirmeye çalıştılar!" başlığı ile girişimi duyurdu. Haberde, "FETÖ üyesi askerler Genelkurmay Komuta Kademesini ele geçirmeye kalkıştı. Emniyet birimleri teyakkuzda, ihanet girişiminde bulunan askerlerin gözaltına alınması için operasyon başlatıldı. Genelkurmay Başkanlığı etrafında hareketli saatler yaşanıyor. Genelkurmay Başkanlığı önüne çok sayıda güvenlik ve sağlık ekibi sevk edilirken, savaş uçaklarının da uçuş yaptığı görüldü." iddia edildi.
28 Şubat süreci.
Kuruluşundan bir süre sonra Refahyol hükûmetine son veren 28 Şubat süreci yaşandı. Sürece aleyhinde yayın yapan medya kuruluşlarından olan Yeni Şafak, 28 Şubat sürecine karşıtlığı ile bilinen Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak gibi yazarları bünyesine katarak dönemin etkin gazetelerinden biri haline geldi.
Noam Chomsky röportajı.
26 Ağustos'ta "Yeni Şafak" gazetesinde Burcu Bulut imzası ile yayımlanan Prof. Dr. Noam Chomsky söyleşisine ilişkin olarak, Chomsky'nin Facebook sayfasından bir açıklama yayımlanmış ve Chomsky, 13 Ağustos tarihinde e-posta yolu ile kendisi ile iletişime geçildiğini belirterek, sorulara verdiği yanıtlara sadık kalınmadan çeviri yapıldığını, söylemediği şeylerin röportajda yer aldığını ifade etmiştir. "Yeni Şafak" tarafından yayımlanan ‘Zorunlu açıklama!’ başlıklı metinde, "Söyleşiyi yapan Burcu Bulut sadece üç cümleyi konunun akışına bağlı olarak kendisi eklemiştir. Ancak ekleme yapmanın doğru olmadığı da bir gerçektir." denilirken, açıklamada Chomsky'nin söylediği ‘iddia edilen’ cümlelere de yer verilmiştir. Ancak ünlü bir dil bilimci olan Chomsky'nin ‘İngilizce dil bilgisi hataları’ sosyal medyada gündem olmuştur. Ardından, "Yeni Şafak" gazetesi bir özür metni yayınlayarak söyleşiyi sitelerinden kaldırmıştır.
Atatürk zehirlendi iddiası.
6 Nisan 2015 tarihli "Yeni Şafak" gazetesinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün İsmet İnönü tarafından zehirlendiği iddia edilmiştir. Bu iddiaya dayanak olarak ise, hangi arşivden elde edildiği bilgisi yer almayan üç adet mektup gösterilmiştir. Ancak, 1962 tarihli olduğu belirtilen bir mektupta yazım karakteri olarak 2009'da piyasaya sürülen Windows 7 "Tahoma italic" yazı tipi kullanılması, belgelerin gerçekliği hakkında kuşku uyandırmıştır. Belgelerdeki yazım dilinin 1930′ların dilinden daha çok günümüzde kullanılan Türkçe’ye benziyor olması, belgelerin gerçekliğini sorgulatan diğer bir etken olmuştur. İsmet İnönü ve Kasım Gülek'in aileleri, "Yeni Şafak" gazetesi hakkında "suç duyurusunda bulunacaklarını" açıklamışlardır. Ayrıca, ünlü tarihçi İlber Ortaylı söz konusu haberi "deli saçması" olarak nitelemiştir.
Fethullah Gülen'in Mason olduğu iddiası.
30 Mart 2015 tarihli "Yeni Şafak" gazetesinde, Fethullah Gülen'in Mason olduğu iddia edilmiştir ve çeşitli belgeler yayınlanmıştır. Ancak bu belgelerin sahte olduğu, haberde geçen mason derneğinin adının gazetede verilen belgedekinden farklı olduğu ve haberde görseli paylaşılan belgenin eski gözükmesi için bir işleme tabi tutulduğu ancak siyah mürekkepli kısımların çelişkili bir şekilde deforme olmadığı iddia edilmiştir.
Nefret söylemi.
Hrant Dink Vakfı tarafından 2015 yılında yayımlanan bir rapora göre, "Yeni Şafak" nefret söylemine en fazla rastlanan ulusal gazeteler arasında yer almaktadır. "Yeni Şafak" gazetesi, ünlü entelektüel Noam Chomsky ile gerçekleştirdikleri röportajın bazı kısımlarının sahte olduğunun anlaşılmasıyla birlikte dünya gündeminde yer almıştır.
Gezi olayları.
Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan "Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil" raporuna göre, "Yeni Şafak" gazetesi 110 içerikle Gezi protestocularından 'düşman yaratma'da birinci olmuştur. Söz konusu raporda, "En yüksek sayıda düşman oluşturan ve hedef gösteren içeriklere sahip "Yeni Şafak" gazetesinde yabancı düşmanlığına; yabancı devletleri, istihbarat servislerini, uluslararası yatırımcıları ve basını hedef olarak ön plana çıkaran ve Gezi Protestoları'nın uluslararası kaynaklarına vurgu yapan içeriklerde rastlanmıştır. Bunun yanı sıra; ülke içi siyasetin geçmiş ve şimdiki dinamiklerinden yararlanan ve toplumsal farklılıkları ayırıcı nitelikler olarak vurgulayan kutuplaştırıcı söyleme, gruplar arasında karşılaştırmalar yaparak ve makbul olanı belirterek hiyerarşi kuran ayrımcı dile ve son olarak Gezi Olayları'nın Türkiye ekonomisine verdiği zararı vurgulayan, yani ekonomik kaygılardan beslenen ayrımcı dile rastlanmıştır. Sonuç olarak düşman oluşturan ayrımcı söylem; hem yurt içinde Gezi Olayları sırasında öne çıkan toplumsal grupları iç düşman olarak hedeflemekte hem de Gezi Olayları'nın kimi zaman kaynağı kimi zaman ise kışkırtıcısı olarak gördüğü yabancı kişi ve kuruluşları Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit ettikleri iddiasıyla dış düşman olarak göstermektedir." denilmektedir.
Kabataş'ta başörtülü bir kadının saldırıya uğradığı haberi.
Zehra Develioğlu isimli başörtülü bir kadın, 1 Haziran 2013 tarihinde Kabataş, İstanbul'ta Gezi eylemcileri tarafından fiziksel saldırıya uğradığını iddia etmiştir ve bu olaya diğer Hükûmet yanlısı gazetelerde olduğu gibi "Yeni Şafak" gazetesinde de yer verilmiştir. Şubat 2014 tarihinde yayınlanan görüntülerde ise, saldırı veya taciz olmadığı ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, "Yeni Şafak" gazetesi, Zehra Develioğlu'nun ifadelerine dayandırdığı 'Önce tekmelediler sonra taciz ettiler' başlıklı bir haber yayımlayarak olayın doğruluğu konusunda ısrar etmiştir. Haberde, "Bugün akşam saatlerinde basın tarafından servis edilen görüntüler olay sırasında sanki hiçbir şey olmamış görüntüsü verilmeye çalışıldı. Fakat mağdurun verdiği polisteki ifadeler insanlık dışı olayların yaşandığını bir kez daha gün yüzüne çıkarttı" denilmiştir.
Dolmabahçe Camii'nde içki içildiği haberi.
4 Haziran 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi protestocuların sığındıkları Dolmabahçe Camii'nde içki içtiklerini iddia etmiştir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da sık sık gündeme getirdiği bu iddia, caminin müezzini Fuat Yıldırım tarafından yalanlanmıştır. Daha sonra, caminin müezzini ve imamı başka yerlere atamışlardır. Recep Tayyip Erdoğan'ın yayımlanacağı konusunda söz verdiği görüntüler ise hiçbir zaman yayımlanmamıştır.
Miraç gecesinde sokakları karıştırma planı haberi.
Aynı tarihte, "Yeni Şafak" gazetesi "Miraç gecesinde sokakları karıştırma planı" başlıklı bir haber yayınlamıştır. Ancak iddia ettikleri türden eylemler yapılmamıştır.
Hedef gösterme.
Yine aynı tarihli bir başka haberde, "Yeni Şafak" gazetesi bazı sosyal medya ve reklam ajanslarını 'eyleme sponsor olmakla' suçlamış ve açık bilgilerini yayınlayarak hedef göstermiştir.
Houston'dan ölüm emri haberi.
6 Haziran 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi "Houston'dan ölüm emri" başlıklı bir haber yayınlamış, göstericilerin kullandıkları Zello isimli aplikasyonun Houston'daki bir kaynak tarafından gösterilerden hemen önce Türkiye'deki gruplara açıldığını ve bu kaynaktan emir aldıklarını iddia etmiştir.
Gezi Olayları'nın Mi Minör oyununda prova edildiği haberi.
10 Haziran 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi İstanbul'da sahnelenen "Mi Minör" oyununun İngiltere merkezli bir ajansın desteği ile sahnelendiğini ve bu oyunda aylarca eylemlerin provası yapıldığını iddia etmiştir.
Gezicilerin muslukları açık bırakarak İstanbul'u susuz bırakacak haberi.
16 Temmuz 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi "Gezicilerin Korkunç İstanbul Planı" başlıklı bir haber yayımlamış ve gezi eylemcilerinin musluklarını açık bırakarak İstanbul'u susuz bırakmayı hedeflediklerini iddia etmiştir. İddia sosyal medyada büyük bir alay konusu olunca, söz konusu haber gazetenin internet sitesinden kaldırılmıştır.
Antisemitizm.
11 Haziran 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı İbrahim Sancak, Fethullah Gülen eleştirisi adı altında Yahudileri düşman konumuna yerleştirmiş ve hedef göstermiştir.
11 Temmuz 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Yusuf Kaplan, tüm Yahudilere hakaret etmiş, düşman konumuna yerleştirmiş ve hedef göstermiştir.
23 ve 30 Temmuz 2014 tarihlerinde, "Yeni Şafak" yazarı İbrahim Tenekeci, tüm Yahudileri düşman konumuna yerleştirmiş ve hedef göstermiştir.
Anti-LGBT.
6 Haziran 2012 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı A. Fuat Erdoğan, eşcinselliği "fıtrata aykırı bir sapma", "derhal tedavi edilmesi gereken korkunç bir hastalık" ve "sapkınlık" şeklinde tanımlamış ve yazısı boyunca eşcinsellere yönelik aşağılama, hakaret ve ötekileştirme içeren ifadeler kullanmıştır.
11 Kasım 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Yusuf Kaplan, heteroseksüellik dışındaki cinsel yönelimleri sapma olarak değerlendirdiği bir yazı kaleme almış ve LGBT bireyleri 'insan türünün sonunu getirecek bir felaket' olarak göstermiştir.
15 Mart 2015 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Hayrettin Karaman, eşcinselliği "sapıklık ve ahlaksızlık" olarak nitelendirmiş ve toplumun "eşcinsellere kötü bakmasının" bir hak olduğunu ifade etmiştir.
21 Haziran 2015 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Hayrettin Karaman, "LGBT Onur Haftası"nı hedef almış ve "eşcinseller kendilerini açıklayarak namuslu ve onurlu insanların aralarına katılamazlar, yaptıkları kabahat yüz kızartıcı bir fiil olarak tiksinti ile karşılanır" diyerek eşcinsellere karşı nefret söylemine başvurmuştur.
Erasmus programı aleyhinde yorum.
11 Kasım 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Yusuf Kaplan, Erasmus programı karşıtı 'Erasmus değil, "Orgasmus" projesi!' başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Daha sonra, Yusuf Kaplan'ın kızının Erasmus programıyla Paris'e gittiği ortaya çıkmıştır.
Gazetecilere yönelik tehditler.
12 Ekim 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Cem Küçük, Ahmet Hakan ve Fatih Altaylı'nın 'İhanetleri için büyük bir bedel ödeyecekleri' tehdidinde bulunmuştur.
11 Kasım 2014 tarihinde ise, "Yeni Şafak" yazarı Cem Küçük, Aydın Doğan yazar Ahmet Hakan'ı "Hürriyet"ten kovmadığı takdirde bazı planlanmış inşaat projelerini gerçekleştiremeyeceğini iddia etmiş ve 'Aydın Doğan'ın kaderinin kendi ellerinde olduğunu' söylemiştir.
Şubat 2014 tarihinde, "Milliyet" gazetesi yazarı Kadri Gürsel, "Yeni Şafak" yazarı Cem Küçük hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na şikâyette bulunmuştur ve TCK'nın 125'inci maddesine göre yayın yoluyla hakaret fiilinden dolayı soruşturma açılmasını talep etmiştir. Gürsel, sebep olarak Cem Küçük'ün kendisi hakkında yazdığı "eleştiri sınırlarını aşan, tahkir edici, hakaret içeren, sövgü dolu ve kamuoyu nezdinde düşmanlık yaratmaya dönük, hedef gösteren" yazıları göstermiştir.
Oy ve Ötesi hareketinin hedef gösterilmesi.
4 Haziran 2015 tarihli "Yeni Şafak" gazetesinde, gönüllülerden oluşan ve seçimlerin adil ve şeffaf olmasını hedefleyen "Oy ve Ötesi" oluşumu hedef gösterilmiştir. "Şaibe Çetesi" olarak nitelenen oluşum Avrupa ve ABD fonlarından maddi destek aldığı için suçlanmış, oluşuma destek veren Türkiye Barolar Birliği, İstanbul Barosu, Antalya Barosu, Muğla Barosu, İstanbul Hepimizin, Babıhayal ve Denge ve Denetleme Ağı, Gazeteci ve Yazarlar Vakfı (GYV), P24 - Bağımsız Gazetecilik Platformu, Asuri Süryani Derneği, Cem Vakfı, Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Vakfı Yenibosna Merkez Şubesi, Hebun LGBT Derneği / Varoluş (Hebun) Toplumsal Cinsiyet Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği, Hrant Dink Vakfı, İHD / İnsan Hakları Derneği, KAGİDER / Türkiye Kadın Girişimciler Derneği, Yeni Anayasa Girişimi, Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi dernekler ise "dikkat çekici" olarak nitelendirilmiştir. Haberde hiçbir kanıta dayanılmadan "Oy ve Ötesi" oluşumunun "gelişmeleri manipüle ederek sosyal medya ağları ile paylaşacakları", "her türlü itiraz ve tartışmaların işbirliği içerisindeki medyaya servis edecekleri", "tüm stratejilerini HDP'nin barajı geçmesi üzerine kurdukları, sandıklar açılır açılmaz bu yönde propaganda yapacakları", "seçim sabahı sandık kurullarına kendi elemanlarını müşahit olarak sokmaya çalışacakları" iddia edilmiştir.
PYD'nin Kobani katliamı haberi.
4 Haziran 2015 tarihli "Yeni Şafak" gazetesinde manşetten yayınlanan "PYD'nin Kobani katliamı" başlıklı haberde, PYD’nin Kobani’deki Miştenur Hastanesi’ni IŞİD’ten geri alırken büyük bir katliam yaptığı ve hastanede bulunan 19 doktor, 28 hemşire ve 100'ü aşkın hasta hayatını kaybettiği iddia edilmiştir. Bölgede görev yapan Sınır Tanımayan Doktorlar ekibi tarafından yapılan açıklamada ise bu iddia yalanlanmıştır ve "25 Haziran’daki saldırıda, Kobani'de bulunan Miştenur hastanesi henüz yapım aşamasındaydı. Saldırı sırasında, tesis tam olarak faaliyette değildi. Sabahın ilk saatlerinde tesis, IŞİD güçleri tarafından işgal edildiğinde içeride tıbbi ekip veya hasta bulunmuyordu. Bu saldırı boyunca MSF ekibinden hiç kimse yaralanmamış veya öldürülmemiştir" denilmiştir.
Bulmaca ekinde terör kurbanına yer vermesi.
26 Ekim 2024 tarihinde çıkarılan gazetenin bulmaca ekindeki çengel bulmacada 2024 TUSAŞ saldırısında öldürülen Zahide Güçlü Ekici'nin fotoğrafını kullanmıştır. Olay sosyal medyada tepkiyle karşılanmıştır.
Köşe yazarları.
Kaynak:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14869",
"len_data": 15712,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.2
}
|
E-dergi yalnızca elektronik ortamda, genelde de genel ağda yayınlanan dergilere verilen genel ad. Türkiye'de e-dergicilik son dönemlerde oldukça hareketlenmiştir. Birçok site açılmıştır. Elektronik dergiler doğrudan pdf formatında yayınlayanlar olduğu gibi flash formatında da yayınlanabilmektedir.
Özellikle son dönemde oyun sektöründe e-dergi formatlı yayınlar sıklıkla denenmiştir. Bunların başını 2007'nin son aylarında yayın hayatına başlayan E-Oyun Dergisi çekmiştir. E-Oyun dergisi o dönemde e-dergi formatına ön ayaklık etmiş ve akabinde birçok aynı formatlı yayın ortaya çıkmıştır.
E-dergiciliğin en önemli avantajı okurların 7/24 zaman ve mekan sınırlaması olmaksızın istedikleri an dergiye ulaşabilme kolaylığı oluşudur.
Bunun yanı sıra düşük maliyetli, uluslararası, ölçümlenebilir olması sebebi ile hemen her yıl internet reklamcılığı reklam verenlerin daha da fazla ilgisini çekmekte, yine hemen her yıl reklam pastası içerisinde yerini en çok büyülten mecra halini almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14875",
"len_data": 991,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.53
}
|
Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT; ), 8 Aralık 1991 tarihinde Rusya, Ukrayna ve Belarus arasında imzalanan anlaşma ile kurulmuş devletler topluluğudur. Anlaşma ile Sovyetler Birliği resmen yıkılmış oldu. 21 Aralık 1991 tarihinde de Estonya, Letonya, Litvanya, Ukrayna ve Gürcistan hariç tüm eski Sovyet Cumhuriyetleri bu anlaşmayı imzaladı.
1993 yılında Gürcistan da bu anlaşmayı imzaladı (2008'de Gürcistan ayrıldı). Üye ülkeler sırasıyla; Azerbaycan, Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Özbekistan, Rusya ve Tacikistan'dır.
Siyasi Durum.
İki kutuplu bir siyasi akım etkisinde olan Avrupa'da 1990 yılında Doğu Almanya ve Batı Almanya birleşince, Doğu Almanya NATO'ya alternatif olarak kurulmuş olan Varşova Paktı'ndan dolaylı olarak çekilmiş oldu. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasını ve üye devletlerde sosyalist rejimden çok partili parlamenter rejimlere geçilmesini takip eden 1 Temmuz 1991 tarihinde Varşova Paktı dağıtıldı. Rusya'nın bölge ve dünya siyasetindeki konumunu koruyabilmek için ihtiyacı olan yeni oluşum olan Bağımsız Devletler Topluluğu, Sovyetler Birliği'nde yer almış olan 15 devletin 11'inin katılımı ile aynı yılın aralık ayında kurulmuştur. 1993 yılında Gürcistan'ın da katılımı ile üye sayısı 12 olmuştur. 2005 yılında Türkmenistan'ın tam üyelikten çıkması, Ukrayna parlamentosunun anlaşmayı onaylamaması ve 2009 yılında Gürcistan ile 2014 yılında Ukrayna'nın topluluktan ayrılması sonucunda şu an 9 üye ülkesi bulunmaktadır.
2008 Güney Osetya Savaşı ile başlayan ve Rusya ile aralarında çıkan savaş sonrası Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili, Bağımsız Devletler Topluluğundan (BDT) çıkmaya karar verdiklerini açıkladı. 15 Ağustos 2008 tarihinde Gürcistan meclisi, Bağımsız Devletler Topluluğu'ndan ayrılma kararını onayladı. Gürcistan'ın Bağımsız Devletler Topluluğu üyeliği resmen 17 Ağustos 2009 tarihinde sona erdi.
Ukrayna, 2014 yılının Mart ayında Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesinden sonra topluluktan ayrıldı.
Oluşumlar.
BDT'ye üye ülkelerin, çok yönlü iş birliğine yaklaşım farklılıkları ve gündemlerindeki sorunlara bölgesel çözüm arayışları gibi nedenlerden dolayı, katılımcıların sayısı ve daha etkin iş birliğinin sağlanması için bazı farklı devletler arası oluşumlara gidilmiştir. Söz konusu oluşumlar:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14876",
"len_data": 2275,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Christiaan Huygens ( , , ; ; 14 Nisan 1629 - 8 Temmuz 1695), ayrıca Huyghens olarak da yazılır, tanınmış Hollandalı bir matematikçi ve bilim insanıdır. Özellikle bir astronom, fizikçi, olasılıkçı ya da saat bilimi ile uğraşan kimliği ile bilinir. Huygens zamanının öncü bilim insanlarındandır. Satürn halkaları üzerinde teleskobik çalışmalar yaparak Satürn'ün "Titan" uydusunu keşfetmiş ve ayrıca sarkaçlı saati icat etmiştir. Huygens mekanik ve optik alanında önemli çalışmalar yayınlamış ve şans oyunları üzerine öncü çalışmalar yapmıştır.
Hayatı.
Gençlik yılları.
Christiaan Huygens 14 Nisan 1629 yılında zengin ve nüfuzlu Hollandalı bir ailenin İkinci erkek çocuğu olarak Lahey'de dünyaya geldi. Huygens dedesinin ismini almıştır. Babası Constantijn Huygens, annesi Suzanna van Baerle idi. Annesi Christiaan Huygens'in kız kardeşinin doğumundan kısa bir süre sonra ölmüştür. Huygens çiftinin, Constantijn (1628), Christiaan (1629), Lodewijk (1631), Philips (1632) ve Suzanna (1637) adlarında beş çocuğu vardı.
Babası, Constantijn Huygens diplomat, Orange House'un danışmanı ve aynı zamanda şair ve müzisyendi. Galileo Galilei, Marin Mersenne ve Renē Descartes, Constantijn Huygens'in arkadaşlarıydı.
Christiaan Huygens 16 yaşına kadar evde eğitim gördü. Huygens minyatür değirmenler ve diğer makinelerle oynamayı çok severdi. Babası ona özgürlükçü bir eğitim verdi. Huygens dil ve müzik, tarih ve coğrafya, matematik, mantık ve söylem ve aynı zamanda dans, eskrim ve binicilik eğitimleri aldı.
Öğrencilik yılları.
Babası Huygens'i Leiden Üniversitesi hukuk ve matematik bölümlerine gönderdi. Huygens burada Mayıs 1645'ten Mart 1647 yılına kadar eğitim gördü. Frans van Schooter Leiden Üniversitesi'nde 1646 yılında bir akademisyendi ve aynı zamanda Huygens ve abisinin özel matematik öğretmeniydi. Descartes'in tavsiyesi üzerine bu görevi üstlenmiştir.
Birkaç yıl sonra, Huygens yeni kurulan ve babasının müdürü olduğu Orange Koleji'nde çalışmalarına devam etti fakat kardeşi Lodewijk ve başka bir öğrenci arasında geçen düellodan sonra bir değişiklik oluştu. Constantijn Huygens bu kolejde 1669 yılına kadar sürecek olan başka bir göreve getirildi.
Christiaan Huygens, hukukçu olan Johann Henryk Dauber'in evinde yaşamaya başladı ve İngiliz öğretim görevlisi John Pell ile matematik dersleri verdi. Huygens çalışmalarını Ağustos 1649 yılında tamamladı ve hemen diplomat olarak Nassau dükü ile çalışmaya başladı. Bu görev onu Bentheim'e ve daha sonra Flensburg'a gönderdi. Daha sonra Danimarka'ya gitti Kopenhag ve Helsingør'u ziyaret etti ve Stockholm'deki Descartes'i ziyaret etmek için Qresund'u geçmeyi umdu fakat bu gerçekleşmedi. Babası Huygens'in bir diplomat olmasını istedi, fakat bu da gerçekleşmedi. Siyasi anlamda 1650 yılında Birinci Stadtholdersles Dönemi başladı yani Orange House artık iktidar değildi ve bu durum Constantijn Huygens'i de etkilemiştir. Daha sonra babası, Christiaan'ın böyle bir kariyerle hiç ilgili olmadığını anladı.
Başlangıçtaki bağlantıları.
Huygens genellikle Fransızca ve Latince yazardı. Huygens Leiden ’de bir kolej öğrencisiyken 1648 yılında vefat eden Mersenne isimli bir muhabirle yazışmaya başladı. Huygens matematiğe karşı ilgili ve yetenekli biriydi. 1646 yılında katenar (zincir eğrisi) şeklinde bir asma köprü vardı. Huygens, Mersenne’nin sikloid hakkındaki endişelerini, salınımın merkezi ve yerçekimi sabiti gibi konular hakkındaki teorilerini ancak 1650’lerin sonlarına doğru ciddiye aldı. Ayrıca Mersenne müzik teorisi üzerine de yazılar yazmıştır. Huygens, ortalama ses tamperemanını (meantone temperament) tercih etmiştir. 31 eşit tamperemanda yenilik yapmıştır fakat yaptığı bu yenilikler daha önce Francisco de Salinas tarafınca düşünülmüştür ayrıca bu düşünceyi logaritma kullanarak keşfetmiş olup ortalama ses sistemi ile logaritma arasında yakın bir ilişki olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Huygens 1654 yılında Lahey’de bulunan babasının evine geri döndü ve kendini tamamen araştırmalara adamayı başardı. Ailesinin, Hofwijk’ten çok uzakta olmayan başka bir evi vardı ve Huygens yaz tatillerini burada geçirirdi. Onun bilimsel yaşamı depresyon nöbetleri geçirmesine engel olamadı.
1655 yılında Paris ziyaretinde kendini Ismael Boulliau’ya tanıtmak için onu ziyarete gitti. Daha sonra Boulliau, Huygens’i Cloudy Mylon’u görmeye götürdü. 1650’lerde Mersenne çevresinde toplanan Parisli alim grubu ve sekreterlik rolünü üstlenen Mylon, Huygens ile bazı sorunlar yaşamıştır. Huygens 1656 yılında putperest olmasına rağmen büyük bir hayranı olduğu Pierre de Fermat ile karşı karşıya geldi. Fermat’ın araştırmanın ana düşüncesinin dışında kalması ve bazı olaylar hakkındaki iddialarının güvenilir olmaması şaşırtıcı ve buruk bir deneyim oldu. Fermat’ın endişeleri devam ederken Huygens matematik uygulamaları arıyordu.
Bilimsel başlangıcı.
Huygens’in araştırma sonuçları ve keşifleri uzun sürede yayınlanırdı. Huygens’in ilk işi 1651 yılında kareleme alanında "Theoremata Karelemesini basmak "oldu." "Bu baskı yıllar önce Huygens’in Gregoire de Saint-Vincent ile tartıştığı ‘‘dairenin hatalı kare alma metodunu ‘'da içermektedir. Huygens'in tercih ettiği metotlar Archiemedes ve Fermat'tı. 1650'lerde kareleme yöntemi önemli bir sorundu.
Huygens 1652-1653 yılları arasında teorik açıdan küresel mercekler üzerine çalışmalar yaptı. Elde edilen sonuçlar 1669 Isaac Barrow'a kadar yayınlanmadı. Huygens'in asıl amacı teleskopları anlamaktı. Huygens 1655 yılında kendi merceklerini kardeşi Contantijn ile işbirliği yaparak bilemeye başladı. 1662 yılında iki mercekli oküler teleskop olarak şimdiki adıyla "Huygenian Merceği’ni "tasarladı. Mercekler, Huygens'in Baruch Spinoza ile tanışmasına sebep olan ortak bir ilgi alanıydı. Huygens ve Spinoza bilim hakkında oldukça farklı bakış açılarına sahiptiler. Spinoza daha kararlı bir Dekartçıydı (Decartes veya felsefesi ile ilgili) ve onun bazı tartışma yazışmaları günümüze ulaşmıştır. Huygens şans oyunları üzerine ilk tezini 1657 yılında yazmıştır.
1662 yılında Sör Robert Moray Huygens'e, John Graunt'un yaşam tablosunu gönderdi ve zamanla Huygens ve kardeşi Lodewijk yaşam beklentisi üzerine çalıştı. 3 Mayıs 1661 tarihinde, Huygens astronom Thomas Streete ve Reeve ile Richard Reeve tarafından Londra'da yapılmış teleskobu kullanarak Merkür'ün Güneş üzerinden geçişini gözlemlemiştir. Huygens, 1639 yılında Jeremiah Horrocks'un Venüs'ün geçişi üzerine yazdığı el yazısı ile Hevelius'u geçti ve böylece ilk basım 1662 yılında yapılmış oldu. Bu yıllarda, Huygens eski tip piyano çalıyor ve aynı zamanda müziğe ve Simon Steven'in teorilerine ilgi duyuyordu. Huygens 1663 yılında Kraliyet Derneği'ne üye oldu.
Fransa'daki yılları.
1663 yılı boyunca Huygens'in Paris’e yaptığı üçüncü ziyaretinde Montmor Akademisi kapatıldı ve Huygens Baconian (Sör Francis Bacon’u destekleyen) tarzı bir bilim programını savunmak için bir şans yakaladı. 1666 yılında Fransa’ya taşındı ve Louis XIV. tarafından yeni açılan Fransız Bilim Akademisi’nde bir pozisyona getirildi. Huygens, Paris’te önemli bir patrona sahipti ve Jean-Baptiste Colbert ile yazışma içerisindeydi. Huygens’in akademi ile ilişkisi her zaman kolay olmadı. 1670 yılında Huygens ağır hastalandığında, öldüğü zaman çalışma kâğıtlarının Kraliyet Derneği’ne bağışlanmasını sağlaması için Francis Vernon’u seçti. Daha sonra Fransa-Hollanda savaşında İngiltere'nin de bir parçasının savaşta yer almasının Huygens ile Kraliyet Derneği’nin arasındaki ilişkiye zarar verdiği sanılmaktadır. Denis Papin, Huygens’in asistanıdır. Huygens ve asistanı Papin’in projelerinden biri olan barut motoru beklenen başarıyı sağlayamadı. Papin 1678 yılında İngiltere’ye taşındı ve bu alandaki çalışmalarına devam etti. Huygens Paris Gözlemevi’ni kullanarak daha fazla astronomik gözlemler yapmıştır.
Huygens, Leibniz’e 1673 yılında matematik ve analitik geometri dersleri verdi.
Son yılları.
Huygens ciddi derecede depresyona girdikten sonra 1681 yılında Lahey’e geri döndü. 1684 yılında tüpsüz hava teleskobu üzerine "Astroscopia Compendiaria’"yı yayınladı. Huygens 1685 yılında Fransa’ya tekrar dönmek istedi fakat Nantes Fermanı bunu engellemiştir. Babası 1687 yılında vefat etti ve Huygens’e Hofwijk’deki evi miras bıraktı. 12 Haziran 1689 yılında İngiltere’ye yaptığı üçüncü ziyaretinde Isaac Newton ile tanıştı. İzlanda Kristali hakkında konuştular ve daha sonra hareket direnci hakkında yazıştılar.
Huygens 1693 yılında akustik olguyu şimdiki adıyla ses efektini gözlemledi. Huygens, 8 Temmuz 1695 yılında Lahey’de öldü ve Grote Kerk’e gömüldü.
Çalışmaları.
Tabiat felsefesi üzerine çalışmalar.
Huygens, Descartes ve Newton’un arasında Avrupa’nın öncü doğa felsefecisi olarak anılmıştır. Huygens Kendi zamanının mekanik felsefî ilkelerine bağlı kalmıştır. Özellikle de yerçekimi kuvvetini açıklamaya çalışmıştır.
Huygens, Nisan 1661 yılında İngiltere’ye yaptığı ilk ziyaretinde Gresham Koleji’nin grup toplantısına katıldı ve Boyle’nin hava pompası deneylerini öğrendi. Huygens, 1662 yılının ilk aylarına kadar zamanını çalışmalarını çoğaltmaya harcadı. Bu uzun süreç deneysel ve teorik olarak bazı sorunlara neden olmuştur.
Hareket Kanunu, etki ve yerçekimi.
Huygens 1650’lerde elastik çarpışma üzerine çalışmalar yaptı ama bu çalışmaları yayınlaması 10 yıl gecikti. Huygens, Descaters’in elastik çarpışma hakkındaki kanunlarının yanlış olduğunu söyleyerek doğru kanunları formüle etti. Huygens, Newton’un İkinci Kanunu’nun günümüzdeki halini kuadratik formda ifade etti. 1659 yılında merkezcil kuvvetin günümüzdeki standart formülünü dairesel hareketten yararlanarak elde etti.
1673 yılında yayınlanan bu genel formül astronomi yörünge çalışmaları için önemli bir adım oldu ve gezegensel hareketler üzerine Kepler’in üçüncü yasasından yerçekiminin ters kare yasasına geçişi sağladı. Huygens sarkaç üzerine yaptığı çalışmalarla basit harmonik hareket teorisine çok yaklaşmıştı fakat bu konu Newton tarafından onun ikinci kitabı olan Matematik Prensipleri’nde yer almıştır.
Optik.
Huygens, özellikle 1678 yılında Paris Bilim Akademisi’nce bildirilen ışığın dalga kuramıyla hatırlanmaktadır. Bu teori, 1690 yılında kendisinin ışık tezinin içinde yayınlanmıştır. Huygens bu yayında, dalga teorisinin el yazmasında ona yardımcı olan Ignace- Gaston Pardies’den de bahsetmiştir.
Huygens’in temel ilkelerinden birisi de ışık hızının sonlu olduğudur. Bu teori kinematiktir ve teori büyük oranda geometrik optik ile sınırlıdır.
Huygens 1669 yılında Rasmus Bartholin tarafından keşfedilen "İzlanda Kalsitinin "üzerinde çift kırılma olayını tecrübe etmiştir. Huygens ilk başlarda bulduğu şeyin ne olduğunu açıklayamadı. Daha sonra kendisinin dalga teorisi konsepti ile açıklamıştır. Huygens ışınların kırılmasına ve eğilmesine sebep olan eğri yüzey üzerine olan iddiaları geliştirmiştir. Newton 1704 yılında bu teorinin yerine ışığın parçacık teorisini önerdi. Huygens'in teorisi kabul edilmedi çünkü boyuna dalgalar çift kırınım olayını göstermemekteydi. Huygens projektörlerdeki mercek kullanımını incelemiştir. 1659 yazışmalarına göre Huygens, büyülü fenerin mucidi olarak yansıtılmıştır.
Horoloji (Zaman ölçme bilimi).
Huygens, o zamandan beri mekanik saatlerde kullanılan salınımlı saat mekanizmalarını, denge yayını ve sarkacı geliştirdi. Bu saat hassaslığında büyük artışa yol açtı.
1657'de, düzenleme mekanizmaları olarak sarkaçlarla ilgili daha önceki araştırmalardan ilham alan Huygens, zaman işleyişinde bir atılım olan ve 1930'lara kadar 275 yıl boyunca en doğru zaman ölçer olan sarkaçlı saati icat etti. Saat tasarımlarının yapımını, saati yapan Lahey'deki Salomon Coster'a verdi. Sarkaçlı saat, mevcut "verge ve foliot" saatlerden daha doğruydu ve hemen popüler oldu ve hızla Avrupa'ya yayıldı. Ancak Huygens, buluşundan fazla para kazanmadı. Pierre Séguier, Fransız haklarını reddetti, bu sırada Rotterdam'daki Simon Douw ve Londra'daki Ahasuerus Fromanteel tasarımını 1658'de kopyaladı.
Bilinen en eski Huygens tarzı sarkaçlı saat 1657 tarihlidir ve Leiden'deki Boerhaave Müzesi'nde görülebilir.
Sarkaçlı saati icat etme teşvikinin bir kısmı, deniz yolculuklarında göksel navigasyonu kullanıp boylam bulmak için kullanılabilecek doğru deniz kronometresini yapmaktı. Ancak geminin sallanma hareketi sarkacın hareketini bozduğu için saat bir deniz kronometresi olarak başarısız oldu.
1660 yılında Lodewijk Huygens İspanya'ya yaptığı yolculukta bir deneme yaptı ve ağır hava koşullarının saati işe yaramaz hale getirdiğini bildirdi.
Alexander Bruce 1662'de sahaya dirsek attı ve Huygens, Sir Robert Moray ve Royal Society'yi arabuluculuk yapmaya ve bazı haklarını korumaya çağırdı.
Denemeler 1660'lara kadar devam etti, en iyi haber Kraliyet Donanması kaptanı Robert Holmes'tan 1664'te Hollanda mülklerine karşı faaliyet göstermesiydi. Samuel Pepys o sırada şüphelerini dile getirdiği için, Lisa Jardine Holmes'un deneme sonuçlarını doğru şekilde bildirdiğinden şüphe etmiştir.
Fransız Akademisi için Cayenne'e yapılan bir keşif gezisi kötü sonuçlandı. Jean Richer, Dünya'nın şekli için düzeltme önerdi.
1686'da Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin Ümit Burnu'na seferinde Huygens düzeltmeyi geriye dönük olarak sağlayabiliyordu.
Sarkaçlar.
Huygens, 1673 yılında "Horologium Oscillatorium sive de motu pendulorum (Zamanı Ölçme Biliminde Salınım veya Sarkaç Hareketleri) "adlı kitabı yayınlandı. Bu kitap Huygens'in yaptığı en önemli çalışmadır. Mersenne ve diğerleri tarafından sarkaçlar çok hassas olmayan sabit zaman aralıklarıyla gözlemlenmiştir. Sarkaçların periyotları salınım genişliğine bağlıdır. Huygens bir cismin üzerine etkiyen yerçekimi kuvvetiyle cismin aşağı doğru kaymasını gözlemleyerek aşağı doğru olan eğriyi bulmuştur. Böylelikle sözde Tautochrone sorununu çözmüştür. Ayrıca Huygens, Mersenne tarafından oluşturulan, salınım hareketi yapan herhangi bir şekildeki katı cismin periyodunu bulma sorununu çözmüştür. Bu, salınımın merkezi ve dönme noktasıyla olan karşılıklı ilişkinin keşfini kapsamaktadır. Huygens dairesel hareket yapan bir kordonun üzerinde ağırlık oluşturarak ve merkezkaç kavramını kullanarak konik sarkacı incelemiştir. Huygens, ideal matematiksel sarkacın periyod formülünü ağırlıksız bir ip kullanarak elde etmiştir.
Huygens birleştirilmiş sarkaçların salınım periyodları üzerinde çalışmalar yaparak ‘’eylemsizlik momentini’’ geliştirmiştir.
Huygens iki saat sarkacını aynı destek üzerinde birbirine monte ederek senkronize olmasını sağlamıştır ve böylelikle birleştirilmiş salınımları gözlemlemiştir.
Spiral yay saati.
Huygens ve Robert Hooke spiral yay saatini aynı dönemde olmalarına rağmen birbirlerinden bağımsız olarak geliştirmişlerdir. Bu konu üzerine tartışmalar yüzyıllarca devam etti.
Spiral yaylar bağımsız maşa kollarıyla birlikte modern saatlerin temelidir çünkü bunlar eşzamanlı olarak ayarlanabiliyordu. Ayrıca Huygens 1675 yılında ‘’cep saatinin’’ patentini almıştır.
Astronomi.
Satürn'ün halkaları ve Titan.
1655'te Huygens, Satürn'ün halkaları'nın "ince, düz bir halka, hiçbir yere değmeyen ve tutulmaya meyilli" olduğunu öne süren ilk kişiydi. Kendi tasarladığı 43x büyütmeli bir kırılmalı teleskop kullanan Huygens, Satürn'ün ilk uydusu Titan'ı da keşfetti. Aynı yıl, Orion Nebulası'nı gözlemledi ve taslağını çizdi; Orion Bulutsusu'nun bilinen ilk örneği olan çizimi 1659'da Systema Saturnium'da yayınlandı. Modern teleskopunu kullanarak bulutsuyu farklı yıldızlara bölmeyi başardı. Daha aydınlık olan iç kısım şimdi onun onuruna “Huygenian bölgesi” adını taşıyor. Ayrıca birkaç yıldızlararası bulutsu ve bazı çift yıldızları keşfetti.
Mars ve Sirtis Major.
1659'da Huygens, Mars üzerindeki volkanik bir ova olan Syrtis Major Planum adlı yüzey özelliğini gözlemleyen ilk kişiydi.
Mars'ta günün uzunluğunu tahmin etmek için bu özelliğin hareketinin birkaç gün boyunca tekrarlanan gözlemlerini kullandı ve bunu oldukça doğru bir şekilde 24 1/2 saat yaptı. Bu süre, 24 saat 37 dakikalık Mars gününün gerçek uzunluğundan sadece birkaç dakika uzaktır.
Planetaryum.
Jean-Baptiste Colbert'in teşvikiyle Huygens, tüm gezegenleri ve o zamanlar Güneş'in etrafında döndüğü bilinen uydularını gösterebilecek mekanik bir planetaryum inşa etme görevini üstlendi. Huygens, tasarımını 1680'de tamamladı ve ertesi yıl saat yapımcısı Johannes van Ceulen'e yaptırdı. Ancak, bu arada Colbert öldü ve Huygens planetaryumunu yeni bakan olarak Fransız Bilimler Akademisi'ne teslim edemedi, Louvois Markisi Fracois-Michel le Tellier, Huygens'in sözleşmesini yenilememe kararı aldı.
Huygens tasarımında, doğru sayıda dişe sahip dişlileri seçebileceği en iyi rasyonel yaklaşımları bulmak için devamlı kesirleri ustaca kullandı. İki dişli arasındaki oran, iki gezegenin yörünge periyodlarını belirledi. Huygens, gezegenleri Güneş'in etrafında hareket ettirmek için zamanda ileri ve geri gidebilen bir saat mekanizması kullandı. Huygens, kendi planetaryumunun Ole Rømer tarafından aynı zamanda inşa edilen benzer bir cihazdan daha doğru olduğunu iddia etti, ancak planetaryum tasarımı "Opuscula Posthuma”da (1703) ölümünden sonraya kadar yayınlanmadı.
Huygens, Güneş sistemi, gezegenler ve evren ile ilgili olan görüş ve düşüncelerini" "yazdığı "Cosmotheoros" kitabında toplamıştır.
Huygens'in adının verildiği alanlar.
Bilim.
Satürn'ün Titan Uydusuna indirilmiştir.)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14879",
"len_data": 17140,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ilk romanı. 22 Şubat 1948 - 2 Haziran 1948 arasında Cumhuriyet Gazetesi'nde tefrika edilen "Huzur", 1949'da basılmıştır.
Romanın Konusu.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Dr. Tarık Temel'e ithaf ettiği Huzur II. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde İstanbul'da geçer. Dört bölümden oluşan romanın her bölümü belli başlı dört karakterden birinin adını taşır: İhsan, Nuran, Suat, Mümtaz. Romanın merkezinde ise Mümtaz karakteri vardır.
Millî Mücadele yıllarında Anadolu'da babasını ve annesini kaybeden Mümtaz, çocuk yaşta İstanbul'a giderek amcasının oğlu İhsan'ın evine yerleşir. Galatasaray Lisesi’ni ve edebiyat fakültesini bitirip asistan olur. Aynı zamanda şiir yazan Mümtaz, aşkla bağlandığı sevgilisi Nuran'ın boşandığı kocasına dönme kararıyla bunalıma girer. Roman boyunca geri dönüşlerle hikayenin detaylarını öğreniriz. Mümtaz ile aynı anda Nuran'a aşık olan, ancak Nuran'ın Mümtaz'ı tercih etmesi üzerine intihar eden Suat'ı tanırız. Suat'ın intiharı Mümtaz ile Nuran'ın birbirinden uzaklaşmasına neden olur. Mümtaz'ın buhranı, yaşadığı bir olayla, tam da II. Dünya Savaşı'nın başladığı gün zirveye çıkar.
Türk Edebiyatındaki yeri.
Tanpınar'ın, Osmanlı kültürü, medeniyeti ve mûsikisi çevresinde Cumhuriyet aydınının kimlik problemlerini ele aldığı "Huzur" romanı modern kurgusu, iç monolog ve bilinç akışı tekniğini kullanma biçimiyle Türk edebiyatının mihenk taşlarından biri olarak kabul edilir. Tanpınar'ın özel hayatından otobiyografik unsurlar içeren roman İstanbul’un tabiatını, semtlerini ve mimarî güzelliklerini ele alış şekliyle de önem arz eder. Yine de, Mehmet Kaplan’ın deyişiyle "en büyük orijinalitesi ve değeri, aksiyonunda değil, psikolojik muhtevasındadır."
Berna Moran, "Huzur"'u incelerken, Tanpınar'ın Türk romanına yeni bir anlatım tekniği kazandırdığını örnekleriyle gösterir. Romanın dört bölümünden ilkinin sıkıntılı, ikincisinin neşeli, üçüncüsünü melankolik, dördüncüsünün ise çok sıkıntılı olmasına dikkat çeken Moran Batı müziğini de çok seven Tanpınar'ın, Huzur'u, bir Batı müziği formu olan senfoniye yaklaştırma arzusunda olduğunu öne sürer.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14884",
"len_data": 2103,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.87
}
|
Pedro Almodóvar (d. 24 Eylül 1949), İspanyol film yönetmenidir. Uluslararası alanda tanınmış film yönetmenlerinden olan Almadóvar, filmlerinde melodram öğeleri sıklıkla kullanmaktadır. Filmleri, kompleks anlatımlar, popüler kültür, popüler şarkılar, güçlü renkler ve kuvvetli bir dekor anlayışıyla göze çarpmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14885",
"len_data": 316,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.61
}
|
David Hilbert, (; ; 23 Ocak 1862, Königsberg - 14 Şubat 1943, Göttingen) ünlü Alman matematikçi. Geometriyi bir dizi aksiyoma indirgeyen ve matematiğin biçimsel temellerinin oluşturulmasına önemli katkıda bulunan Alman matematikçi David Hilbert integralli denklemlere ilişkin çalışmalarıyla fonksiyonel analizin 20. yüzyıldaki gelişmesine öncülük etmiştir.
1895 ile 1929 yılları arasında Göttingen Üniversitesi'nde profesörlük yaptı. Yirminci yüzyılın başlarında, Alman matematik okulunun önderi sayılır. 1897 yılında cisim kavramını ve cebirsel sayılar cisminin kuramını kurdu. 1890 yıllarındaki ilk çalışmaları sırasında, cebirsel geometri ve modern cebirde önemli bir rol oynayan çokterimli idealleri kuramının temellerini atarak, invaryantlar kuramının temel kanunlarını ortaya koymayı başardı. 1899 yılında, geometrinin temelleri üstüne araştırmalarının bit sentezi olan "Geometrinin Temelleri" adlı eserini yayınladı. Bu, matematiğin çeşitli bölümlerinde aksiyomlaştırma amacına yönelen birçok verimli çalışmaya yol açtı.
Somut görüntülere başvurmaktan kaçınan Hilbert, noktalar, doğrular ve düzlemler diye adlandırdığı "Üç nesne sistemini" matematiğe soktu. Ne oldukları kesin olarak gösterilmeyen bu nesneler, 5 grupta toplanmış 21 aksiyomla açıklanan bazı ilişkiler ortaya koyar. Ait olma, sıra, eşitlik veya denklik, paralellik ve süreklilik aksiyomu bunlardandır. Bundan sonra, aksiyomlardan birinin veya öbürünün doğrulanmadığı geometriler kurdu. Temel terimleri kendilerine aksiyomlarla yüklenen özelliklerden başka özellikleri bulunmayan mantıksal varlıklar olarak ele aldı. Klasik matematiği savunmak ve ondaki apaçıklığı göstermek için Brouwer ile giriştiği tartışmalar, matematikte geniş biçimli incelemelere yol açtı.
1930'da Göttingen Üniversitesi'nden emekli olan Hilbert, aynı yıl Königsberg'in fahri hemşeriliğine seçildi. Hilbert'in bu seçim nedeniyle yaptığı "Naturerkennen und Logik" (Doğanın Anlaşılması ve Mantık) başlıklı konuşmasının son tümcesi şöyledir:
"Wir müssen wissen, wir werden wissen. (Bilmeliyiz, bileceğiz.)"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14902",
"len_data": 2049,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.13
}
|
Burun, anatomik olarak hayvan ve insan yüzü üzerinde alınla üst dudak arasında bulunan, dışa çıkıntılı, iki delikli koklama ve solunum organıdır. İnsan burnu ve hayvan burnu arasında birçok anatomik farklar bulunur.
Hava arıtma.
Dış çevre ile bir hayvanın hassas iç akciğerleri arasındaki ilk arayüz görevi yapan burun, hem ısıl düzenleme hem de solunumda filtreleme işlevi olarak gelen havayı şartlandırır ve koku duyusal algısı da sağlar.
Burun boşluğu iki delikle dışarı açılır. Diğer taraftan da yutağa bağlanır. Burnun içerisinde mukus tabakası, kılcal damarlar ve kıllar vardır. Burnun iç kısmının kıllı ve nemli oluşu sayesinde dışarıdan alınan hava nemlendirilir ve temizlenir. Kılcal damarlar sayesinde hava ısıtılır. Burun boşluğunun arkasında, hava daha sonra farenksten geçerek insan sindirim sistemiyle paylaşılır ve ardından solunum sisteminin geri kalanına yayılır.
Koku almaçları ve duyu sinirleri burun boşluğunun üst kısmında bulunur. Bu bölgeye sarı bölge denir. Sarı bölgede oluşan uyarı talamusa uğramadan direkt olarak beyin kabuğundaki koku merkezine gider. Bir kokunun burun tarafından algılanabilmesi için mukus içerisinde çözünmüş olması gerekir. Çözünen madde koku alma hücrelerini uyarır. Uyarı, koklama ile beyne iletilir. Böylece koku alınmış olur.
En çabuk yorulan duyu organı burundur.
Memelilerde burundan giren hava filtreden geçer, ısıtılır ve nemlendirilir. Alınan havanın süzülmesi, burun kılları ve mukus sayesinde gerçekleşir. Hava, kılcal damarlar yardımıyla ısıtılır. Havanın nemlendirilmesi ise mukus bezlerinin salgıları sayesinde olur.
Burnun işlevleri.
Burun, insan organizmasında beş tane görev üstlenmiştir:
Koku duyusunu beyne taşıyan sinir “olfaktör siniri”dir (nervus olfaktorius, 1. kafa siniri). Bu sinirin ince uzantıları burun boşluklarının “burun üst konkası” üzerinde kalan bölümünü örten mukoza tabakasına dağılır. Böylece solunan havayla dış çevreden buruna giren koku uyarıları, koku sinirini uyarır. Burnun önemli görevlerinden biri de solunum yollarının başlangıcını oluşturmasıdır. Burun ön deliklerinden burun boşluklarına giren hava, burun arka deliklerinden -koanalar- nazofarinkse (yutağın ön üst bölümü) geçer. Hava daha sonra farinksten (yutak) aşağı doğru inip gırtlağa (larinks), oradan da nefes borusu yoluyla akciğerlere ulaşır. Burnun kemik ve kıkırdaktan yapılmış iskeleti solunum yollarının başlangıç bölümünün oldukça sert ve dayanıklı bir hava geçidi olmasını sağlar.
Burnun bir diğer önemli işlevi ise solunan havanın bronşlar ve akciğerler için uygun bir nemlilik ve sıcaklık düzeyine ulaşmasını sağlamaktır. Burun boşlukları “konka” denilen bölmelerle üç ana bölüme ayrılmıştır.
Burun boşluğu, septum ve sinüslerin kafatasındaki konumu.
Burun deliklerinin içini örten mukoza damar ve salgı açısından zengindir. Solunum havası burun boşluğuna girdiğinde burun bölmeleri arasında yol alırken mukozadaki kan damarlarında dolaşan kandan ısı çekerek ısınırken, yüzeyi salgıyla örtülü olan mukozadan da nem çekerek nemlenir. Örneğin 20 °C sıcaklığa sahip bir odada burundan nefes alan bir kimsede solunum havası gırtlağa geldiğinde 32 °C ısınmış ve %98 oranında nemlenmiş olur. Aynı kişi aynı yerde ağzından soluk alacak olursa, solunum havası gırtlağa geldiğinde 30 °C ısınmış ve %80 nemlenmiş olur.
Sıcak, soğuk ve kuru hava; gırtlak, nefes borusu, bronşlar ve akciğerler için tahriş edicidir. Burun, yukarıda belirttiğimiz işleviyle solunan havanın sıcaklık ve nemlilik yönünden taşıyabileceği olumsuz özelliklerini gidererek, rahat solunacak bir hava yaratmaktadır. Burnun çok önemli bir diğer göreviyse solunum havasındaki tozları yakalamaktır. Burun boşluklarının yüzeyini örten mukozanın (”burun üst konkası” altında kalan bütün solunum bölgesinde) en üst tabakası silialı epitel hücrelerine sahiptir. Silia denilen ve eldiven parmağına benzetebileceğimiz bu uzantılar, solunum havasından mukoza üzerine düşen tozları burnun salgısıyla birlikte burnun dışına doğru âdeta süpürürler. Böylece solunum havası bir ölçüde temizlenmiş olur.
Burun “mukus” denilen bir salgı salgılar. Bu salgı hafif asit özellikte olduğu gibi, içinde “immün globulin A” (IgA) denilen bir bağışıklık globulini (antikor) taşır. Sümüğün gerek hafif asit oluşu ve gerekse içerdiği IgA, solunan havadaki çeşitli mikropların öldürülmesini sağlayarak solunum yollarını belli bazı canlı hastalık etkenlerine karşı korur.
Bazı mikroplar ve özellikle grip, nezle etkeni olan virüsler, kirli hava, SO2, CO, kuru hava siliaların süpürme işlevlerini bozar. Bu tarz durumlarda burnun temizleme işlevi bozulacağından, havadaki canlı hastalık etkenleri kolayca burun ve üst solunum yollarına tutunup buraları iltihaplandırabilirler.
Burun deliği.
Bir insanda iki tane görünen iki tane de görünmeyen olmak üzere toplam dört adet burun deliği bulunmaktadır. Oksijeni sudan alan balıklarda ise öndeki suyun girişini arkadaki ise suyun çıkışına sağlayan iki çift burun derini bulunuyor. Evrim sürecinde insanlardaki arka taraftaki delikler kafanın içine girerek iç burun delikleri haline geldiler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14904",
"len_data": 5034,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.78
}
|
Kenzaburō Ōe (, 31 Ocak 1935 - 3 Mart 2023), Japon yazar ve çağdaş Japon edebiyatı'nın önde gelen isimlerinden birisi. Ōe, 1994 yılında Yasunari Kavabata'dan sonra Nobel Edebiyat Ödülü kazanan ikinci Japon yazardır.
Yaşamı.
1935 yılında Şikoku'nun bir köyünde doğdu. Japonya'nın en prestijli üniversitesi olan Tokyo Üniversitesi'nde Fransız Edebiyatı eğitimi gördü. Türkiye'de özellikle "Kişisel Bir Sorun" eseri ile tanınan yazar, Japonya'nın gelmiş geçmiş en güçlü sosyal ve politik eleştirel yaklaşımını roman dünyasına taşıyarak Japon edebiyatında kendine özgü bir yer edindi. Onun bu özelliğini yansıtan entelektüel niteliği yüksek romanları ona 1994 yılında Nobel Edebiyat ödülünü getirdi.
Savaşçı sınıf kökenli olup geleneklerine bağlı bir taşra ailesinde yetiştirilmiştir. Yaşıtı Japon çocuklarının çoğu gibi Oe de, Japonya'nın müttefik güçlere yenildiğini ve teslim olduğunu, II. Dünya Savaşı'nın bittiğini radyoda imparator Hirohito'nun kendi ağzından duyuşuna kadar İmparator'un yaşayan bir Tanrı olduğuna inanmıştır. Ancak İmparator'un kendisi gibi bir insan olduğunu öğrenen Oe, dünya algısını sonsuza dek değiştiren kayboluş ve yıkım duygusunu yaşamıştır. Babasının erken ölümü, II. Dünya Savaşı'nda Japonya'nın yenilmesi ve son olarak da oğlu Hikari'nin beyin fıtığı nedeniyle engelli olarak doğması Oe'nin hem kişisel hem de edebiyat hayatındaki en etkili olaylardır. Eserlerinde Sartre, Mailer, Faulkner, Melville, William Blake, William Butler Yeats, Charles Dickens, Fyodor Dostoyevsky, Miguel de Cervantes, Dante ve Chi-ha gibi çeşitli yazarları birleştirmiştir.
Kariyeri.
Oe, hâlâ öğrenci olduğu 1957 yılında öyküler yayımlamaya başladı ve özellikle Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri'ndeki çağdaş yazarlardan büyük ölçüde etkilendi. En çok etkilendiği yazarların başında Jean-Paul Sartre geliyordu. Yayınlanan ilk eseri, Amerikan işgali sırasında Tokyo’da geçen “Lavish are the Dead” adlı kısa öyküydü ve Bungakukai edebiyat dergisinde yayımlandı. İlk dönem eserlerinin çoğu kendi üniversite çevresinde geçmekteydi.
1958 yılında, “Shiiku” (飼育) adlı kısa öyküsü prestijli Akutagawa Ödülü'ne layık görüldü. Bu eser, Japon gençleri tarafından hedef alınan siyahi bir Amerikan askerini konu alıyordu ve 1961 yılında Nagisa Oshima tarafından "The Catch" (Av) adıyla filme uyarlandı. Yine bu döneme ait başka bir kısa roman olan ve sonradan "Tomurcukları Koparın, Çocukları Vurun" adıyla çevrilen eseri, Oe’nin kırsal Shikoku’daki çocukluk anılarının idealize edilmiş bir versiyonunda yaşayan çocukları konu almaktadır.
1961 yılında, "Seventeen" ve "The Death of a Political Youth" adlı kısa romanları Bungakukai edebiyat dergisinde yayımlandı. Her ikisi de, Ekim 1960’ta Japonya Sosyalist Partisi başkanı Inejirō Asanuma’yı öldürüp üç hafta sonra hapiste intihar eden on yedi yaşındaki Yamaguchi Otoya’dan ilham almıştı. Yamaguchi, aşırı sağ kesimlerde hayranlık uyandırıyordu ve "The Death of a Political Youth" adlı esere öfkelenen aşırı sağcılar hem Oe'ye hem de dergiye haftalarca ölüm tehditleri yağdırdı. Dergi kısa sürede okuyucularından özür diledi, ancak Oe özür dilemedi, ve bir süre sonra Tokyo Üniversitesi’nde konuşma yaparken öfkeli bir sağcı tarafından fiziksel saldırıya uğradı.
Oe'nin bir sonraki edebi evresi cinsellik içeriğinden uzaklaştı ve bu kez toplumun şiddetle bağlantılı kenar kesimlerine odaklandı. 1961 ile 1964 yılları arasında yayımladığı eserlerde varoluşçuluk ve pikaresk edebiyat etkisi görülür; bu eserler daha çok suçlu ya da anti-kahraman olan karakterleri konu alır. Bu karakterler toplumun kenarında yer aldıkları için topluma yönelik çarpıcı eleştirilerde bulunabilirlerdi.: 47 Oe'nin favori kitabının Mark Twain’in "Huckleberry Finn’i" olduğunu belirtmesi, bu dönemin bağlamında değerlendirilebilir.
Hikari’nin Etkisi.
Oe, edebi kariyerinde oğlu Hikari'nin büyük etkisi olduğunu belirtmiştir. Yazarlığı aracılığıyla oğluna bir "ses" vermeye çalışmıştır. Oe’nin birçok kitabında, oğlu Hikari’den esinlenen bir karakter yer alır.
Oe’nin 1964 tarihli "Kişisel Bir Mesele" ("A Personal Matter") adlı kitabı, zihinsel engelli oğlunu kabullenme sürecinde yaşadığı psikolojik travmayı konu alır. Hikari, Nobel Komitesi tarafından övgüyle anılan birçok kitabında önemli bir yer tutar ve 1994’te Nobel Ödülü’nü kazandıktan sonra yayımladığı ilk kitabın da merkezinde yer alır. 1996 tarihli "Şifalı Bir Aile" ("A Healing Family") adlı kitap, denemelerden oluşan anı türünde bir eserdir.
2006 - 2008.
2005 yılında, emekli iki Japon subay, Ōe’ye 1970 tarihli "Okinawa Notları" ("Okinawa Notes") adlı deneme kitabında yer alan iddiaları nedeniyle iftira davası açtı. Oe, bu kitapta Japon askerlerinin 1945'te Okinawa Adası'nın Müttefikler tarafından işgali sırasında çok sayıda Okinawalı sivili toplu intihara zorladığını yazmıştı. Mart 2008’de Osaka Bölge Mahkemesi, Ōe’ye yöneltilen tüm suçlamaları reddetti. Hakim Toshimasa Fukami kararında şöyle dedi: “Ordu, toplu intihar olaylarında derinlemesine yer almıştır.” Dava sonrası düzenlenen bir basın toplantısında Oe, “Hakim yazdıklarımı doğru şekilde okudu,” dedi.
Oe, yaklaşık iki yıl süren (2006–2008) iftira davası boyunca pek yazı yazmadı. Bu süre zarfında yeni bir roman üzerinde çalışmaya başladı. "The New York Times", romanın, II. Dünya Savaşı sırasında bir selde boğularak ölen ve imparatorluk sistemini güçlü bir şekilde destekleyen babasından esinlenilen bir karakter içereceğini bildirdi. "Suyla Gelen Ölüm" ("Death by Water") adlı roman 2009 yılında yayımlandı.
2013.
"Bannen Yoshikishu" ("Son Yılların Teşhisi") adlı son romanı, ana karakteri Kogito Choko olan altı kitaplık bir serinin son halkasıdır. Kogito Choko, Oe’nin edebi anlamda alter egosu olarak görülebilir. Roman, aynı zamanda, Oe’nin 1963 yılında zihinsel engelli doğan oğlundan bu yana sürdürdüğü “ben romanı” ("I-novel") türünün bir doruk noktası olarak değerlendirilebilir. Romanda Choko, üzerinde çalıştığı romanla ilgisini kaybeder; çünkü 11 Mart 2011’de Tohoku bölgesinde meydana gelen Büyük Doğu Japonya depremi ve tsunamisi onu derinden etkiler. Bunun yerine, felaketler çağını ve artık 70'li yaşlarının sonuna yaklaşmakta olduğunu yazmaya başlar.
Aktivizm.
1959 ve 1960 yıllarında Oe, Amerika Birleşik Devletleri-Japonya Güvenlik Antlaşması’na karşı düzenlenen Anpo protestolarına, "Genç Japonya Topluluğu" (Wakai Nihon no Kai) adlı genç yazarlar, sanatçılar ve bestecilerden oluşan bir grubun üyesi olarak katıldı. Bu antlaşma, ABD'nin Japonya'da askeri üsler bulundurmasına izin veriyordu. Protestoların antlaşmayı engelleyememesi, Oe’yi hayal kırıklığına uğrattı ve bu durum sonraki yazılarını derinden etkiledi.
Oe, pasifist ve nükleer karşıtı kampanyalarda aktif rol aldı; Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları ile hibakuşa (bombadan sağ kalanlar) hakkında kitaplar yazdı. Harvard Üniversitesi’ndeki bir mezuniyet töreninde tanıştığı Amerikalı nükleer karşıtı aktivist Noam Chomsky’e "Okinawa Notları" adlı kitabını göndererek yazışmaya başladı. Chomsky cevabında yalnızca bu kitaptan söz etmekle kalmayıp, çocukluğundan bir anısını da paylaştı. Hiroşima'nın bombalanmasını ilk duyduğunda bu olayın kutlanmasına katlanamadığını, ormana gidip akşama kadar yalnız oturduğunu yazdı. Oe daha sonra bir röportajda, “Chomsky’e hep saygı duymuştum ama bana bunu anlattıktan sonra ona daha da çok saygı duydum,” dedi.
2007 yılında "The Paris Review" dergisine verdiği bir röportajda kendisini anarşist olarak tanımladı: “Prensip olarak bir anarşistim. Kurt Vonnegut bir keresinde kendini İsa’ya saygı duyan bir agnostik olarak tanımlamıştı. Ben de demokrasiyi seven bir anarşistim.”
2011’deki Fukuşima nükleer felaketinden sonra Başbakan Yoshihiko Noda’ya, “nükleer santrallerin yeniden başlatılması planlarının durdurulması ve nükleer enerjiden tamamen vazgeçilmesi” çağrısında bulundu. Japonya’nın, Fukuşima sonrası nükleer enerjiden vazgeçme konusunda “etik bir sorumluluğu” olduğunu ve nükleer santraller yeniden devreye alınırsa başka bir felaketin yaşanabileceğini söyledi. 2013 yılında Tokyo’da nükleer karşıtı kitlesel bir gösteri düzenledi. Ayrıca, Japonya Anayasası'nın savaşı kalıcı olarak reddeden 9. maddesinin değiştirilmesine yönelik girişimleri de eleştirdi.
2015 yılında Oe, Japon hükümetinin “rahatlama kadınları” (comfort women) meselesinde yeterli bir özür dilemediğini ve konuyu gerektiği gibi kabul etmediğini düşündüğünü belirtti.
Özel hayatı ve ölümü.
Oe, Şubat 1960'ta evlendi. Eşi Yukari, film yönetmeni Mansaku Itami'nin kızı ve yönetmen Juzo Itami'nin kız kardeşiydi. Aynı yıl Çin'e yaptığı bir ziyarette Mao Zedong ile tanıştı. Ertesi yıl ise Rusya ve Avrupa’ya gitti; Paris'te Jean-Paul Sartre'ı ziyaret etti.
Oe Tokyo'da yaşıyordu ve üç çocuğu vardı. 1963 yılında, en büyük oğlu Hikari beyin fıtığıyla doğdu. Oğlunun, ömür boyu öğrenme güçlüğüne yol açacak bir ameliyat gerektiren durumunu kabullenmekte başlangıçta zorlandı. Hikari, orta yaşlarına kadar Kenzaburō ve Yukari ile birlikte yaşadı ve sıklıkla babasının yazı yazdığı odada müzik besteledi.
Oe, 3 Mart 2023'te 88 yaşında hayatını kaybetti. Ölüm nedeni olarak yaşlılık bildirildi.
Ödülleri.
2006 yılında, geçen yıl yayınlanan Japon edebi romanlarını tanıtmak için Kenzaburō Ōe Ödülü kuruldu. Kazanan eser yalnızca Ōe tarafından seçilirdi. Kazanan para ödülü almaz, ancak roman diğer dillere çevrilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14905",
"len_data": 9287,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.63
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.