text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Kuvars, oldukça saf silisyum dioksit (SiO2) kristallerine verilen addır. Silisyum ve oksijen atomlarından oluşan sert, kristalli bir mineraldir. Birçoğu yarı değerli taşlar olan birçok farklı kuvars çeşidi vardır. Antik çağlardan beri, kuvars çeşitleri, özellikle Avrasya'da mücevher ve sert taş oymalarının yapımında en çok kullanılan mineraller olmuştur. Oluşumu. Kuvars, granit ve diğer felsik magmatik kayaçların belirleyici bir bileşenidir. Kumtaşı ve şeyl gibi tortul kayaçlarda çok yaygındır. Şist, gnays, kuvarsit ve diğer metamorfik kayaçların ortak bir bileşenidir. Kuvars, Goldich çözünme serilerinde ayrışma için en düşük potansiyele sahiptir ve sonuç olarak akarsu tortularında ve artık topraklarda artık mineral olarak çok yaygındır. Kuvarsın çoğunluğu erimiş magmadan kristalleşirken, çoğu kuvars aynı zamanda sıcak hidrotermal damarlardan gang olarak, bazen altın, gümüş ve bakır gibi cevher mineralleri ile kimyasal olarak çöker. Magmatik pegmatitlerde büyük kuvars kristalleri bulunur. İyi biçimlendirilmiş kristaller birkaç metre uzunluğa ulaşabilir ve yüzlerce kilogram ağırlığında olabilir. Yarı iletken endüstrisinde son derece yüksek saflıkta silisyum yonga plakalar (wafer) elde edilmesinde kullanılan kuvars çok pahalı ve nadirdir. Yüksek saflıkta kuvars için önemli bir madencilik yeri, Amerika Birleşik Devletleri, North Carolina, Spruce Pine'daki Spruce Pine Gem Mine'dir. Kuvars, İspanya Asturias'taki Caldoveiro Zirvesi'nde de bulunabilir. Belgelendirilen en büyük kuvars kristali Itapore, Goiaz, Brezilya; yaklaşık 6.1 × 1.5 × 1.5 m ölçülerek 39.916 kilogram ağırlığındaydı. Özellikleri. Özgül ağırlığı 2,65 g/cm³, sertliği 7 olan kuvarsa doğada çok rastlanır. Hekzagonal (altıgen) sistemde kristalleşen kuvars, doğada kristal ya da amorf (biçimsiz) hâlde bulunabilir. İçindeki yabancı maddelerin cins ve miktarına göre, saydam renkli ya da yarı saydam durumdadır. Renkleri: Kuvarsın rengi beyaz (süt kuvars), mor (ametist), pembe kuvars, duman renkli, füme gibi çeşitli renklerde olabilir. Önemli optik özellikleri. Renk: Renksiz Şekil: öz şekilsiz, ender olarak ideal kristal şekline sahiptir. Dilinim: Mikro örneklerde dilinim gözlenmez, ender olarak kristallerin kenar kısımlarında dilinim gözlenmiştir. Sönme: Paralel, eğik ve dalgalı sönme gözlenebilir. Çift kırması: Çok zayıftır, 1.dizi beyaz veya sarımsı beyaz Bozunma: Bozunmaya en dayanıklı mineraldir. Beraber bulunduğu minareller: Alkali feldspatlar ve plajioklaslar. Kristal Alışkanlığı ve Yapısı. Kuvars, trigonal kristal sistemine aittir. İdeal kristal şekli, her iki uçta altı taraflı piramitlerle sona eren altı taraflı bir prizmadır. İyi biçimlendirilmiş kristaller tipik olarak bir boşluğa sınırlandırılmamış bir büyüme gösteren bir 'yatakta' oluşur; genellikle kristaller diğer ucunda bir matrise bağlanır ve sadece bir sonlandırma piramidi bulunur. Bununla birlikte, iki kez sonlandırılmış kristaller, örneğin alçı taşı olmadan, bağlanma olmadan serbestçe geliştiklerinde meydana gelir. Bir kuvars jeot, boşluğun içeri doğru işaret eden bir kristal yatağı ile kaplı, yaklaşık olarak küresel bir şekle sahip olduğu bir durumdur. Kuvars Çeşitleri(Rengine Göre). Geleneksel olarak kaya kristali veya berrak kuvars olarak adlandırılan saf kuvars, renksiz ve şeffaf veya yarı saydamdır ve genellikle Lothair Kristali gibi sert taş oymaları için kullanılmıştır. Yaygın renkli çeşitler arasında sitrin, gül kuvars, ametist, dumanlı kuvars, sütlü kuvars ve diğerleri bulunur. Bu renk farklılaşmaları, mineralin kristal yapısına dahil edilen kromoforlardan kaynaklanır. Kuvars türleri arasındaki en önemli ayrım, makrokristalin (çıplak gözle görülebilen tek kristaller) ve mikrokristalin veya kriptokristalin çeşitleridir (sadece yüksek büyütme altında görülebilen kristal agregaları). Kriptokristalin çeşitleri yarı saydam veya çoğunlukla opakken, şeffaf çeşitler makrokristalin olma eğilimindedir. Kalsedon, hem kuvars hem de monoklinik polimorf moganitinin ince iç büyümelerinden oluşan bir kriptokristalin silika formudur. Ametist. Ametist, parlak canlı bir menekşeden koyu veya donuk lavanta gölgesine kadar uzanan bir kuvars şeklidir. Dünyanın en büyük Ametist yatakları Brezilya, Meksika, Uruguay, Rusya, Fransa, Namibya ve Fas'ta bulunabilir. Bazen aynı kristalde büyüyen Ametist ve sitrin bulunur. Daha sonra ametrine olarak adlandırılır. Oluştuğu bölgede demir olduğunda bir ametist oluşur. Sitrin. Sitrin, rengi soluk sarıdan kahverengiye değişen çeşitli kuvarstır. Doğal sitrinler nadirdir; çoğu ticari sitrin ısıl işlem görmüş ametist veya dumanlı kuvarslardır. Bununla birlikte, ısıl işlem görmüş bir ametist, doğal bir sitrinin bulutlu veya dumanlı görünümünün aksine, kristalde küçük çizgilere sahip olacaktır. Kesilmiş sitrin ve sarı topaz arasında görsel olarak ayrım yapmak neredeyse imkânsızdır, ancak sertlik bakımından farklılık gösterirler. Brezilya, Rio Grande do Sul eyaletinden gelen üretiminin büyük bir kısmı ile citrine lider üreticisidir. Adı " sarı "anlamına gelir ve aynı zamanda kelime" citron "kökeni Latince kelime citrina türetilmiştir. Bazen sitrin ve ametist, daha sonra ametrin olarak adlandırılan aynı kristalde birlikte bulunabilir. Sitrin, refah getireceği bir batıl inanç nedeniyle "tüccarın taşı" veya "para taşı" olarak anılmıştır. Sitrin ilk olarak Helenistik Çağ'da Yunanistan'da M.Ö. 300 ve 150 yılları arasında altın sarısı bir taş olarak takdir edilmiştir. Sarı kuvars, bundan önce takı ve aletleri süslemek için kullanıldı ancak çok aranmadı. Sütlü kuvars. Süt kuvars veya sütlü kuvars, en yaygın kristal kuvars çeşididir. Beyaz renge, kristal oluşumu sırasında sıkışan çok az miktarda gaz, sıvı veya her ikisinin de sıvı kapanması neden olur. Optik ve kaliteli taş uygulamaları için çok az değer verir. Gül kuvars. Gül kuvars, gül kırmızı renk soluk pembe sergileyen kuvars türüdür. Renk genellikle malzemede eser miktarda titanyum, demir veya manganez nedeniyle kabul edilir. Bazı gül kuvars iletilen ışıkta bir yıldız işareti üreten mikroskobik rutil iğneler içerir. Son X-ışını kırınım çalışmaları, rengin kuvars içindeki muhtemelen dumortieritin ince mikroskobik liflerinden kaynaklandığını göstermektedir. Ek olarak, az miktarda fosfat veya alüminyumdan kaynaklandığı düşünülen renkte nadir bir pembe kuvars türü (sıklıkla kristal gül kuvars olarak da adlandırılır) vardır. Kristallerdeki renk görünüşte ışığa duyarlıdır ve solmaya tabidir. İlk kristaller pegmatit yakınlarında bulunan Rumford, Maine, ABD ve Minas Gerais, Brezilya. Dumanlı kuvars. Dumanlı kuvars, kuvarsın gri, yarı saydam bir versiyonudur. Neredeyse tamamen şeffaflıktan neredeyse opak olan kahverengimsi gri bir kristale kadar netlik içinde değişir. Bazıları da siyah olabilir. Saydamlık, kristal içinde serbest silikon yaratan doğal ışınlamadan kaynaklanır. Kullanım Alanları. Kumlarda bolca bulunan kuvarsın saf olmayanları içinde demir vardır. Beyaz kum olarak bilinen oldukça saf kuvarslar cam endüstrisinde kullanılır. Kuvars kristali mor-ötesi ve kızıl altı ışınımları saydamdır; bu bakımdan morötesi lambaların ve P. Curie tarafından ortaya kondu. Bu özelliğinden dolayı elektronik sanayiinde osilatör olarak kullanılır. Eritilen kuvarstan, ısınınca genleşme oranı çok düşük olan bir cam elde edilir. Ani sıcaklık değişikliklerinden etkilenmesi istenmeyen malzemelerin yapımında kuvarstan yararlanılır ve çakmaklarda kıvılcım çıkartarak çıkan gazın yanması sağlanır ve çakmağınız yanar. Benzer bir başka uygulama ise, yeni bir tür dizel motorlarda, dizel çevrimini gerçekleştirmek için gereken yakıt-oksijen karışımının, motor üst kapağında bulunan bölmede duran kuvars minerali tarafından piston çarpması sonucu çıkan kıvılcım tarafından yanması ve çevrimin gerçekleşmesidir. Sentetik ve Yapay İşlemler. Tüm kuvars çeşitleri doğal olarak meydana gelmez. Bazı berrak kuvars kristalleri, doğal olarak oluşmayacağı yerlerde renk oluşturmak için ısı veya gama ışıması kullanılarak işlenebilir. Bu tür işlemlere yatkınlık, kuvarsın çıkarıldığı yere bağlıdır. Zeytin renkli bir malzeme olan pandiolit ısıl işlemle üretilir; Polonya'daki Aşağı Silezya'da doğal prasiolit de gözlenmiştir. Sitrin'in doğal olarak ortaya çıkmasına rağmen, çoğunluğu ısıl işlem gören ametist veya dumanlı kuvarsın sonucudur. Carnelian rengini derinleştirmek için yaygın olarak ısıl işlem görür. Doğal kuvars genellikle ikiz olduğu için endüstride kullanılmak üzere sentetik kuvars üretilir. Büyük, kusursuz, tekli kristaller hidrotermal bir işlem yoluyla otoklavda sentezlenir; zümrütler de bu şekilde sentezlenir. Diğer kristaller gibi kuvars da, çekici bir parlaklık vermek için metal buharlarla kaplanabilir. Madencilik. Kuvars açık ocak madenlerinden çıkarılır. Madenciler, derin bir kuvars dikişi ortaya çıkarmaları gerektiğinde nadir durumlarda patlayıcı kullanırlar. Bunun nedeni, kuvarsın sertliği ile bilinmesine rağmen, ansızın bir patlamanın neden olduğu bir sıcaklık değişikliğine maruz kalması durumunda kolayca zarar görmesidir. Bunun yerine, madencilik işlemleri toprak ve kili çıkarmak için buldozerler ve ekskavatör kullanır ve kayadaki kuvars kristal damarlarını açığa çıkarırlar. Güvenlik. Kuvars bir tür silika olduğundan, çeşitli işyerlerinde endişe için olası bir nedendir. Doğal ve üretilmiş taş ürünlerinin kesilmesi, öğütülmesi, talaşlanması, zımparalanması, delinmesi ve parlatılması, işçilerin soluduğu havaya çok küçük, kristalin silika toz parçacıklarının tehlikeli seviyelerini salabilir. Solunabilir boyutta kristal silis bilinen bir insan kanserojenidir ve akciğer, silikoz ve akciğer fibrozu gibi hastalıklara hastalıklara yol açabilir. Geçmiş. Kuvars, Avustralya Aborjin mitolojisinde mistik madde maban olarak tanımlanan en yaygın malzemedir. İrlanda'daki Newgrange veya Carrowmore gibi bir mezar bağlamında Avrupa'daki geçit mezarlıklarında düzenli olarak bulunur. İrlanda'nın kuvars kelimesi, 'sunstone' anlamına gelen grianchloch'tur. Kuvars, Prehistorik İrlanda'da ve diğer birçok ülkede taş aletler için de kullanılmıştır; hem damar kuvars hem de kaya kristali, tarih öncesi halkların litik teknolojisinin bir parçası olarak takılmıştı. Roma doğa bilimci Yaşlı Plinius, kuvarsın uzun bir süre kalıcı olarak donmuş su buzu olduğuna inanıyordu. ("Kristal" kelimesi Yunanca κρύσταλλος, "buz" kelimesinden gelir.) Bu fikri, kuvarsın Alpler'deki buzulların yakınında bulunduğunu ancak volkanik dağlarda olmadığını ve büyük kuvars kristallerinin kürelere dönüştürüldüğünü söyleyerek destekledi. Bu fikir en azından 17. yüzyıla kadar devam etti. Ayrıca, kuvarsın ışığı bir spektruma bölme yeteneğini de biliyordu. 17. yüzyılda Nicolas Steno'nun kuvars çalışması modern kristalografinin yolunu açtı. Bir kuvars kristalinin boyutuna veya şekline bakılmaksızın, uzun prizma yüzlerinin her zaman mükemmel bir 60 ° açıyla birleştiğini keşfetti. Kuvarsın piezoelektrik özellikleri Jacques ve Pierre Curie tarafından 1880'de keşfedildi. [39] [40] Kuvars osilatör veya rezonatör ilk olarak 1921'de Walter Guyton Cady tarafından geliştirilmiştir. George Washington Pierce 1923'te kuvars kristal osilatörleri tasarladı ve patentledi. Warren Marrison, 1927'de Cady ve Pierce'ın çalışmalarına dayanan ilk kuvars osilatör saatini yarattı. 1930'larda elektronik endüstrisi kuvars kristallerine bağımlı hale geldi. Uygun kristallerin tek kaynağı Brezilya idi; ancak II. Dünya Savaşında Brezilya'dan gelen tedarikleri aksattı, bu yüzden uluslar ticari ölçekte kuvars sentezlemeye çalıştı. Alman mineralog Richard Nacken (1884-1971) 1930'lar ve 1940'larda bazı başarılar elde etti. Savaştan sonra, birçok laboratuvar büyük kuvars kristalleri yetiştirmeye çalıştı. ABD'de ABD Ordusu Sinyal Kolordu, Nacken'in liderliğini takiben kristalleri sentezlemek için Bell Laboratuvarları ve Cleveland, Ohio'daki Brush Development Company ile anlaştı.(II. Dünya Savaşı öncesinde, Brush Development plak çalarlar için piezoelektrik kristaller üretti.) 1948'e kadar Brush Development, bugüne kadarki en büyük 3,8 cm (1,5 inç) çapında kristaller yetiştirdi. 1950'lere gelindiğinde, hidrotermal sentez teknikleri endüstriyel ölçekte sentetik kuvars kristalleri üretiyordu ve bugün modern elektronik endüstrisinde kullanılan hemen hemen tüm kuvars kristalleri sentetiktir. Piezoelektriklik. Bazı kuvars kristalleri piezoelektrik özelliklere sahiptir; mekanik gerilimin uygulanması üzerine elektrik potansiyeli geliştirirler. Kuvars kristallerinin bu özelliğinin erken kullanımı fonograf manyetiklerinde olmuştur. Günümüzde kuvarsın en yaygın piezoelektrik kullanımlarından biri kristal osilatördür. Kuvars saat mineral kullanan tanıdık bir cihazdır. Bir kuvars kristal osilatörünün rezonans frekansı, mekanik olarak yüklenerek değiştirilir ve bu prensip, kuvars kristali mikro dengesinde ve ince film kalınlığı monitörlerinde çok küçük kütle değişikliklerinin çok hassas ölçümleri için kullanılır. Ayrıca bakınız. Erimiş kuvars Mineraller listesi Kuvars lifi Kuvars resif madenciliği Kuvarsit Şok kuvars
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14906", "len_data": 12904, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.48 }
Reşat Oyal Kültür Parkı, 1955'te Bursa'da Belediye Başkanı Reşat Oyal tarafından Kültürpark adıyla hizmete açılan park. Bursa'nın en eski parklarındandır. 393.000 metrekarelik alana kurulmuştur. Konumu, büyüklüğü ve yeşil dokusuyla kent merkezi için büyük öneme sahiptir. İçinde sandalla gezilen bir göl alanı, çevresinde çay bahçeleri, lokantalar, Bursa Arkeoloji Müzesi, Konservatuvar Binası, Açık Hava Tiyatrosu bulunur. 1958'de yılında gerçekleşen ulusal bir yarışma ve 1985'te parkın fuar alanına dönüştürülmesi için açılan ikinci bir yarışma sonucunda elde edilen projelere göre düzenlenmesi gerçekleşmiştir. 143.000 metrekarelik yeşil alana sahiptir ve 61 türde yaklaşık 5000 adet ağaç bulunmaktadır. 1 "sıla ağacı", 3 "gingko ağacı" gibi endemik bitki türleri ile tarihi anıt nitelikte tescilli ağaç türleri bulunmaktadır. Bunlar 2 adet "manolya ağacı", 1 adet "uludağ göknarı", Tarihi Yağcılar Çınarı olarak anılan 1 adet çınar ağacıdır. 1963'teki ilk festivalden itibaren Uluslararası Bursa Festivali'ne ev sahipliği yapmaktadır. 1999'da Reşat Oyal'ın ismi Kültürpark'a verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14915", "len_data": 1092, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.6 }
Bursa Botanik Parkı, İzmir-İstanbul yolu üzerinde Bursa Hayvanat Bahçesi'nin bitişiğinde kurulmuş 400 dönümlük parktır. 1998 yılında kullanıma açılan park, birinci derece sit alanıdır. Burfaş (Bursa Park-Bahçe, Sosyal ve Kültürel Hizmetler) tarafından işletilen parkın ziyaret girişleri ücretsizdir. Park içinde spor için koşu yolları, yürüyüş yolları, bisiklet yolları, kültür fizik aletleri, masa tenisi alanları ve bir otomobil pisti bulunur. Parkta bisiklet kiralamak mümkündür. Bitkisel araştırma ve bilimsel çalışmalara açık bir parktır: 150 tür ağaç, 27 çeşit gül, 76 tür çalı, 20 tür örtücü bitki bulunmaktadır. Bu türlerin içinde, Japon bahçesi, Fransız bahçesi, İngiliz bahçesi, gül bahçesi, açelya-orman gülü bahçesi, kaya bahçesi, kokulu bitkiler bahçesi ve şekilli bitkiler bahçeleri bulunmaktadır. Her yıl uluslararası Lale Festivali nedeniyle 200-250.000 lale ekilir. Parkın projesini İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Ahmet C. Yıldızcı hazırlamıştır. Bursa Evleri projesini ise Y. Mimar Hüsrev Tayla gerçekleştirmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14917", "len_data": 1044, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.5 }
Soğanlı Hayvanat Bahçesi (Bursa Hayvanat Bahçesi), Bursa'da 1998 yılında hizmete açılan Avrupa standartlarındaki hayvanat bahçesidir. Bursa Hayvanat Bahçesi'nde hayvan barınakları doğal yaşama uygun olarak düzenlenmiştir. İzmir - İstanbul yolu üzerinde gecekondu önleme bölgesinde kuruludur. Avrupa Hayvanat Bahçeleri Birliği üyesi olan hayvanat bahçesinde daha çok Türkiye’ye özgü 67 farklı türde 600 hayvan barınmaktadır. Ayı, kurt, aslan, leopar, yırtıcı kuşlar, su kuşları, lama, yaban eşeği, deve, maymun bölümleri ile deve kuşları ve zebraları barındıran Afrika Savanı bölümü bulunmaktadır. Bunların haricinde içerisinde 9 gölet, yürüyüş yolu, 3000 ağaç (çoğu meşe) bulunmaktadır. Su kuşları için ayrılan bölümde dev bir kafes ve gölet bulunur, gezinti yollarına giren ziyaretçiler kuşları aralarında hiçbir engel olmadan izleyebilir. Bahçenin tam ortasında Cumalıkızık köyünün bir sokağındaki yapılar kopya edilmiştir. "Çocuk Köyü" adlı bu bölümde çocuklar, çiftlik hayvanlarına temas edebilir ve yem verebilir. Soğanlı Hayvanat Bahçesi, her yıl 100-150 bin kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14918", "len_data": 1152, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.61 }
Bursa Erkek Lisesi "(Mekteb-i İ'dâdî-i Mülkî, Bursa Mekteb-i Sultanisi, Bursa Lisesi, Bursa Erkek Lisesi, Bursa Anadolu Erkek Lisesi)" Bursa'da 19. yüzyıl sonunda kurulan ve halen Anadolu lisesi statüsünde faaliyete devam eden eğitim kuruluşu. "Mekteb-i İ'dâdî-i Mülkî" adında iki sınıflık bir okul olarak açılan okul, 2005 yılından beri "Bursa Anadolu Erkek Lisesi" olarak eğitim verir. Adında “erkek lisesi” ifadesi kalsa da karma eğitim yapılmaktadır. Tarihçe. 19. asır sonlarında başlatılan eğitim seferberliği sırasında 1883 veya 1885'te şehir merkezindeki Veli Şemsettin Mahallesindeki Necip Bey konağında "Mekteb-i İ'dâdî-i Mülkî " adında iki sınıflık bir okul olarak açılmış; iki sene sonra da sınıf sayısı dörde çıkarılmıştır. Okulun kuruluş amacı öğrencilerine iş ahlâkı kazandırmak ve devletin ihtiyaç duyduğu ara eleman sıkıntısını gidermekti. Rüşdiyye ve sultani arasında bir hazırlık okulu özelliği taşıyordu. İlk olarak 1889 Temmuz'unda 5 öğrenciyi mezun etti. 1892-1893 ders yılında okul, rüştiye sınıflarını da içine alarak yedi sınıflı hale getirildi. Öğrenci sayısının hızla artması üzerine 1888 yılında konak arsası üzerine yeni bir binanın inşaatı başladı. İnşaatın başlamasında bir yıl sonra yanındaki arsa da satın alınarak okul arazisine katıldı. Okulun bitirilmesi için büyük gayret sarf eden Vali Mahmut Celalettin Paşa, inşaat henüz bitmediği halde 1890 yılında bir kitabe hazırlatmıştır. Kitabedeki manzumenin son iki beyiti şöyledir: “"Celal itmamına vali iken nazmeyledi tarih Bu ali mektebi Abdülhamit Han eyledi nev–bünyad"” (Bu yüce mektebi Abdülhamit Han yaptırdı. Tamamlandığında Vali Celal, şiiriyle tarih düştü.). Yapı istenene üsrede tamamlanamadığı ve vali Mahmut Celalettin Paşa valilikten ayrıldığı için kitabe yerine konulamadı. Yeni bina 1891'de tamamlanarak hizmete girdi. 1890'lı yılların başında okul yatılı hale getirildi. 1893'te okulun etrafındaki on ev satın alınıp okul arazisine dâhil edildi. Binaya 1903-1906 yılları arasında kütüphane, yatakhane, yemekhane, kapalı bir teneffüshane 1911'de de hamam ilave edildi. 1903 yılının sonlarına doğru okulda ziraat, ticaret ve sanat şubeleri açıldı. Ayrıca 1904'te okul bahçesine ayrı bir teşkilat olarak "Müze-i Hümayun" adıyla Bursa Müzesi açılmıştır. Osmanlı, Selçuklu, Roma ve Bizans dönemlerine ait eserler 1926'da Yeşil Medrese'ye taşınana kadar burada sergilendi. Yunan işgalinde binanın bir kısmı hastane olarak kullanıldı 1910-1911 ders yılı başında adı Bursa Sultanî Mektebi olarak değiştirilmiş olan okul, 1923-1924 ders yılında Bursa Lisesi adını aldı. Atatürk okulu 23 Ağustos 1924 ve 3 Mart 1925 tarihlerinde olmak üzere iki defa ziyaret etmiş ve şeref defterine, "Bursa Sultanîsi'nde geçirdiğimiz saatlerin çok kıymetli hatırası ile daima memnun olacağım" notunu düşmüştür. Mustafa Kemal, ziyareti sırasında Harbiye Okulu'nda iken kendisinin de Fransızca öğretmeni olan Nevres Bey'in de ders verdiği sınıfı ziyaret etmiş; bu sınıf 1998'de bir plaketle daha kalıcı hale getirilmiştir. 1960'ta yıkılan eski binanın yerine yatakhane, 1973 yılında betonarme ek bina yapılmıştır. Okulda, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Şaik Gökyay, Kazım Baykal, Ziya Samar, Süleyman Nazif gibi ünlü isimler öğretmenlik yapmış, yetiştirdikleri öğrenciler ise bilim, sanat, politika ve sosyal hayatta önemli görevler üstlenmişlerdir. Okul bahçesinde 1960'ta dikilen Atatürk’ün büstünün yanı sıra okulda öğretmenlik yapmış önemli kişilerin büstleri mevcuttur. İlk hikâyesi olan “"İpekli Mendil"”'i Bursa Erkek Lisesi'nde öğrenciyken edebiyat dersi ödevi olarak yazan Sait Faik Abasıyanık da okul tarihinin önemli kişilerindedir. Okul 2005 yılından itibaren Anadolu Lisesi olarak öğretime devam etmektedir. Mayıs 2011 yılında okulun tarihini anlatan Bursa Mekteb-i Sultanisi kitabı yayınlanmıştır. Mayıs 2016'da okulun adından "Anadolu" ibaresi kaldırılmıştır ancak Anadolu lisesi olarak eğitim vermektedir. Okulun Geleneksel "Pilav Günleri" her yıl Mayıs ayının son Pazar gününde saat 10:00'da yapılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14920", "len_data": 3990, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.42 }
Tophane Teknik Okulları, Bursa'nın Tophane semtinde 5 adet teknik lise ve meslek lisesini bir arada bulunduğu bir eğitim kurumudur. Bursa'lı önemli sanayi ve iş adamlarından bir kısmı buradaki teknik okullarda yetişmiştir. İlk defa 1868 yılında Bursa valisi tarafından ıslahhane olarak kurulmuştur. 1899'da okula Hamidiye Sanayi Mektebi adı verilmiştir. 1914'te Vasıf Çınar (Moskova Büyükelçisi)'ın okulda görev yaptığı dönemde, yedi yıllık lise haline gelmiştir. 1952'de Bursa Erkek Sanat okulu (3 yıllık) adını almıştır. Sanatokulları 1968 yılında tüm yurtta kapatılmış, Teknik Lise haline dönüştürülmüştür. 1974'te okul Bursa Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesi olmuştur. Okul 2006 yılında M.E.B. tarafından en kaliteli okul seçilmiştir. Okulun bünyesinde; Bilgisayar, Elektronik, Elektrik, Makina, Kalıp, Tesviye, Model, Makina Ressamlığı, Mobilya Dekorasyon, Döküm, Plastik İşleri bölümleri bulunmaktadır. 2009'da anadolu teknik kısmına itfaiye bölümü de eklenmiştir. Tophane Teknik okulları şu okullardan oluşur: Tophane Teknik Lisesi, Tophane Anadolu T. L., Tophane Endüstri Meslek Lisesi, Tophane Anadolu M.L., Tophane Akşam Pratik Sanat okulu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14921", "len_data": 1154, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.58 }
Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksekokulu (JAMYO), Bursa'da, Jandarma Genel Komutanlığına astsubay yetiştirmek için önlisans (meslek yüksekokulu) düzeyinde eğitim ve öğretim yapan iki yıl süreli bir askerî okuldur. 18 Aralık 2017 tarihinde alınan karar ile daha önce Türk Silahlı Kuvvetleri Kara ve Hava harp okullarına öğrenci yetiştiren okul, İçişleri Bakanlığına bağlı Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Komutanlığına devredilerek "Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksek Okulu" adını almıştır. Okul eğitime 5 Ocak 2018 tarihinde diğer okuldan yapılan nakille bin 700 öğrencisi ile başlamıştır. Eylül 2018'den itibaren Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksekokulu, her yıl bin 500 yeni öğrenci alarak eğitimine devam etmektedir. Tarihçe. Işıklar Askerî Lisesi 1844 yılında, Sultan Abdülmecid devrinde askerî idadilerin açılmalarına karar verilmesi üzerine "Mekteb-i Fünun-u İdadi" adı altında kuruldu. Bir kumaş fabrikasının kamulaştırılarak okul haline getirilmesiyle 15 Şubat 1845 tarihinde açıldı. İlk okul komutanı Yüzbaşı Ali Efendi idi. 5 sınıflı olarak açılan okulun ilk yılında yalnız 5. sınıfa 32 öğrenci alındı, diğer sınıflar sonraki yıllarda açıldı. Öğrencilerin bir kısmı yatılı; diğerleri gündüzlü idi. Okul, ilk mezunlarını 1853 yılında verdi. 1890 yılı sonrası. 1855 yılındaki Büyük Bursa depreminde hasar gören okul; bu dönemde civardaki birkaç evin de kamulaştırılması ile genişletildi. Bugünkü okul binalarının yapımı 21 Mayıs 1890 tarihinde 14.000 metrekarelik bir alan üzerinde başladı. 29 Mayıs 1892 tarihinde Bursa Valisi Münir Paşa tarafından büyük bir törenle hizmete açıldı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Bursa'nın Yunan işgaline uğraması ile öğrenime ara veren okul; Türk Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra 28 Kasım 1922 tarihinde "Askerî İdadi" adıyla açıldı. 1926 yılında "Bursa 2. Lisesi" adı altında sivilleştirilip Millî Eğitim Bakanlığı idaresine bırakıldıysa da aynı sene yeniden Millî Savunma Bakanlığı'nın yönetimine girdi ve "Bursa Askerî Lisesi" adını aldı. 1928 yılından itibaren okulun ilk beş sınıfı ve sonraki senelerde de her sene birer sınıf olmak üzere ilk ve orta kısımları kaldırıldı; yalnız lise kısmı kaldı. 1960 yılından günümüze. Bursa Askerî Lisesi, 31 Temmuz 1961 yılında tekrar lağvedildi; bina ve tesisler önce 1. Ordu istihbarat birliğine, bir yıl sonra da Personel Okuluna teslim edildi. Eylül 1973 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı ülkede yeniden ikinci bir askerî lisenin açılmasına karar verilmesi üzerine; tarihi Bursa Askerî Lisesi, açılışından 129 yıl sonra ikinci kez, "Işıklar Askerî Lisesi" adı ile 28 Haziran 1974 tarihinde hizmete girdi. Okul ertesi yıl, "yabancı dile ağırlık veren" sistemle öğretime başladı; ve 4 sınıflı oldu. Işıklar Askerî Lisesi, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı arasında 2008'de yapılan protokol ile Hava Kuvvetleri Komutanlığına devredildi ve "Işıklar Askerî Hava Lisesi Komutanlığı" adını aldı. 2016 Türkiye askerî darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL kapsamındaki Kanun Hükmündeki Kararname gereğince 31 Temmuz 2016 tarihinde diğer askeri liselerle birlikte kapatıldı. Meslek Yüksekokulu Olması. 7 Ağustos 2016'da tarihi Işıklar Askerî Hava Lisesinin geleceğini İl Jandarma Alay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Hacıoğlu açıkladı. Ahmet Hacıoğlu'nun açıklamalarına göre Işıklar Askerî Hava Lisesi, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisine devredilecekti. Nitekim 18 Aralık 2017'de Işıklar Askerî Hava Lisesinin ismi "Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksek Okulu" olarak değişti. Bursa İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Ahmet Hacıoğlu'nun açıklamasına göre okul eğitime Eylül 2018'de başlayacak. Jandarma Genel Komutanlığının resmî Facebook sayfasından yapılan açıklamaya göre okul 05.01.2018 tarihinde diğer okullardan yapılan nakille bin 700 öğrencisine eğitim vermek üzere açıldı. Okul Eylül 2018'den itibaren her yıl bin 500 öğrenciye eğitim vermek üzere kendi öğrencilerini alacak.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14922", "len_data": 3914, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Uludağ, Bursa ili sınırları içinde, 2.543 m yüksekliği ile Türkiye'nin en büyük kış ve doğa sporları merkezi olan dağ. Uludağ, Marmara Bölgesinin en yüksek dağıdır. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ'ın uzunluğu 40 km'yi bulur. Genişliği ise 15–24 km'dir. Toplu ve heybetli bir görünüşe sahip olan bu dağın Bursa'ya bakan yamaçları kademeli, güneye Orhaneli'ne bakan tarafları ise düz ve daha diktir. En yüksek noktası göller bölgesinde yer alan Uludağ tepe'dir (2.543 m). Uzaktan Bursa'ya yaklaşılırken ve oteller bölgesinde görülen yüksek tepe genelde zirve olarak algılanır. Hâlbuki zirve gibi görünen o tepenin ismi Keşiş Tepedir ve yüksekliği 2.486 m'dir. Uludağ tepe (2.543 m) Keşiş Tepenin 5 km güneydoğusunda yer alır. Dağın kuzey tarafında Sarıalan, Kirazlı, Kadı, Sobra yaylaları vardır. Tarihçe. Antik çağın ilk tarihçilerinden Herodot (MÖ 490-420) yazdığı Herodot Tarihi isimli kitabında Uludağ, "Olympos" olarak geçer ve Olympos'ta Lydia kralı Kroisos'un oğlu Atys'in yaşadığı trajediyi anlatır. Herodot'tan 400 yıl sonra Amasya doğumlu coğrafyacı Strabon (MÖ 64-MS 21) yazdığı 17 kitaptan oluşan Coğrafya isimli kitabında Uludağ, Olympos ve Mysia Olympos'u olarak geçer. Strabon; "Mysia" isminin aslının Lydialılarda gürgen ağacı anlamına gelmekte olduğunu belirtir. Roma İmparatorluğu'nda resmi din Hristiyanlık olduktan sonra Uludağ'da 3. yüzyıldan sonra keşişlerin yaşadığı ilk manastırlar kurulmaya başlanmış ve manastırlar 8. yüzyılda sayıca en üst seviyeye çıkmıştır. Uludağ'da Nilüfer çayı ile Deliçay arasındaki vadi ve tepelerde 28 manastır kurulmuştur. Orhan Gazi Bursa'yı uzun bir kuşatmadan sonra teslim almış ve dağdaki keşişlerin yaşadığı manastırların bir kısmı terk edilirken, bazılarının yerlerine Doğlu Baba, Geyikli Baba, Abdal Murat gibi Müslüman dervişlerin inziva yerleri olmuştur. Bursa'nın fethinden sonra Türkler dağa "Keşiş Dağı" ismini vermişlerdir. 16. yüzyılda Bursa'ya gelen Alman seyyah Reinhold Lubenau Uludağ'ın Türklerin eline geçtikten sonra keşişlerin sadece gündüzleri ibadet için dağa çıktıkları ve manastırların harç kullanılmadan taş duvarlarla yapıldığını belirtir. "Olympos Mysios" veya "Keşiş dağı", 1925 yılında Bursa Vilayeti Coğrafya Cemiyeti'nin girişimleri ve Osman Şevki Bey’in önerisi ile "Uludağ" adını almıştır. Turizm. 1933'te Uludağ'a bir otel, bir de muntazam şose yol yapılmış, böylece bu tarihten itibaren Uludağ kış kayak sporları için bir merkez haline gelmiştir. Düzenli otobüs seferlerinin başlaması da buraya ilgiyi daha da artırmıştır. Sonradan asfaltla kaplanan bu yol Uludağ'ın Kadıyayla hariç bütün yerleşim birimlerini doğrudan Bursa'ya bağlar. Uludağ modern dağ tesisleri, 1963'te hizmete açılan Türkiye'nin ilk teleferiği Bursa Teleferik, dördüncü büyük kent olan Bursa'nın hemen yanında olması ile dağ ve kış turizminin merkezi olmuştur. Uludağ Türkiye'nin en büyük kayak merkezidir. Yol durumunun uygunluğu, uzun kış mevsiminde (Ekim-Nisan arası) kar bulunması, eşsiz manzaraları buraya turist çekmektedir. Dağın doruk noktasından açık havada İstanbul, Marmara denizi ve civar yakın yerlerin görünmesi buraya ayrı bir özellik vermektedir. Doğu, kuzey eteklerinin Bursa Ovasına yakın yerlerinde sıcak su kaynaklarının bulunmasından burada kaplıcalar meydana gelmiştir. Bursa'nın Çekirge semtindeki bu kaplıcalar pek çok hastalığa şifa olmaktadır. Teleferik 2014 yılında tümüyle yenilenmiş ve Kurbağakaya (Oteller) bölgesine kadar uzatılmıştır. Ayrıca teleferiğin ara istasyonu olan Sarıalan'da ve Sarıalan'dan telesiyejle ulaşılan Çobankaya'da Kızılay Derneği'nin her yaz düzenlediği yaz kampları bulunmaktadır. "Kirazlıyayla"da kurulu bulunan eski sanatoryum binası şu anda otel olarak kullanılmaktadır. Uludağ'da 15 adet özel ve kamuya ait 12 resmi konaklama tesisi vardır. Bunlara ait pek çok telesiyej ve teleski hattı mevcuttur. İklim ve bitki örtüsü (flora). Uludağ'ın yüksek yerlerinde eski buzullara ait izlere rastlanmaktadır. Karatepe'nin kuzeyindeki Aynalıgöl, Karagöl ve Kilimligöl buzul gölleri bu izlerin en önemlileridir. Bu göllerin beyaz kar yığınları buraların güzelliğine güzellik katmaktadır. Uludağ'ın Zirvesi olan Uludağ Tepe (2543 m) altındaki kuzey çanağında kalıcı kar tabakaları bulunur. Türkiye'nin en alçakta kalıcı kar bulunan dağıdır. Etrafındaki çöküntü sahalarının çevresinde yükselen Uludağ'da tabakalar arasında yer yer maden ve maden damar yataklarına rastlanmaktadır. Türkiye'nin önemli volfram yatakları buradadır. İklimi, yüksek dağ özelliğindedir. Yükseklere çıkıldıkça kar yağışı ve miktarı fazlalaşır. Yüksekliğe bağlı olarak da ısı azalır. 1700 m'nin üzerinde kışın Şubat sonunda 150 cm-400 cm arasında kar kalınlığı oluşmaktadır. Uludağ'dan kaynaklanan derin vadiler içindeki pek çok dere, Nilüfer Çayı ile Göksu'ya ulaşırlar. Uludağ, bitkisel zenginlik bakımından ender yerlerden biridir. Mart ayında alt kademelerde başlayan uyanma, yaz boyunca zirvede devam etmektedir. Özellikle orman kuşağının üzerinde yer alan ve pek çok kişi tarafından kıraç olarak bilinen dağda, çok zengin ve bu bölgeye özgü nadir bitki türleri yayılış göstermektedir. Karaçam ormanları arasında sarıçam, 2100 m'den sonra bodur ardıçlar, 2300 m kadar otsu türler ile temsil edilen Alpin bitkiler hakimdir. Dağın etek bölümlerinde meşe, kestane, çınar, ceviz ağaçlarına, 300–400 m kadar olan kısımda Akdeniz bitkilerine daha yukarılarda nemli orman bitkilerine rastlanır. Dağın iklimi alt kademelerden zirveye doğru kademeli değişimler göstermektedir. Alt kademelerdeki Akdeniz iklimi ile Karadeniz İkliminin geçiş tipi gözlenir. Yazın Akdeniz'deki kadar kurak bir iklime sahip değildir. Zirveye doğru nemli mikro termik iklim tipine dönüşürken, kışları yüksek rakımlarda oldukça sert hava şartları görülür. Doğu Akdeniz iklim grubunun birinci familyasında yer almaktadır. Yıllık ortalama Sıcaklık Zirveye doğru azalmakta yağış ise artmaktadır. Bursa'da (100 m) yıllık 14,6 °C olan ortalama sıcaklık ve 696,3 mm olan yıllık toplam yağış, Uludağ'ın kuzey yamacında bulunan Sarıalan meteoroloji istasyonunda (1620 m) 5,5 °C ve 1252,1 mm, Uludağ Zirve (oteller) meteoroloji istasyonunda (1877 m) 4,6 °C ve 1483,6 mm'ye ulaşır. Özellikle Kuzeye bakan tarafında Karadeniz iklimine benzer iklim gözlemlenir. Sarıalan, Bakacak, Çobankaya mevkilerinde yazın orografik yağış (yamaç yağışı) gözlemlenmektedir. Sarıalan'da yıllık yağışın % 14,3'ü yazın düşerken bu oran Uludağ otellerde % 10,9'a, Bursa'da %10,4'e düşer. Kar yağışlı gün sayısı da zirveye doğru artar. Bursa'da kar yağışlı gün sayısı 7,5 gün ve karla kaplı gün sayısı 9,4 gün iken Sarıalanda (1620 m) kar yağışlı gün sayısı 48,9 gün ve karla kaplı gün sayısı 109,9 güne çıkar, Uludağ otellerde (1877 m) kar yağışlı gün sayısı 67,5 gün karla kaplı gün sayısı 179,3 güne ulaşır. Uludağ'da gözlemlenmiş en yüksek kar kalınlığı 430 cm'dir. En yüksek kar kalınlıklarına genelde mart ayında ulaşılır. Oteller bölgesinde Eylül ayı ile Haziran ayı arasında kar yağışı gözlemlenebilir. Ama ağırlıkla kar yağışları Ekim ayında başlar ve Mayıs ayına kadar aralıklarla sürer. Kayak yapmaya elverişli kalınlığa genelde 25 Kasım- 15 Aralık arasındaki tarihlerde ulaşılır ve yağış durumuna göre 15 Nisan 1 Mayıs tarihlerine kadar sürer. Kayak sporu için ortalama istatistiki veri olarak bakıldığında ortalama donlu gün sayısı 144,7 gün, gündüz en yüksek sıcaklığın 0'ın altında olduğu gün sayısı ise 54,9 gündür. Kayak için en uygun sıcaklıklar Aralık ile Mart sonu arasında gözlemlenir. Göller bölgesi. Uludağ, Küçük Asya'da buzul oluşumlarının ilk olarak bulunduğu bir yüksekliktir. Gerçekten ülkemizdeki buzul devri izleri ilk olarak Uludağ'da ve 1904 yılında bulunmuştur. Uludağ üzerinde rastlanan pleistosen'e ait glasyal izler, zirveler sathı ile yüksek yaylalar düzlüğü arasında kuzeybatıdan güneydoğuya doğru uzanan 200 – 300 m. nisbi yükseklikteki sarp duvarda oyulmuş sirklerden ibarettir. Sirkler Uludağ'ın zirve nahiyesinin kuzey kısmında morfolojinin en göze çarpan unsurunu kuzeybatıdan güneydoğuya doğru sıralanmıştır. Bunları mevkilerine göre üç takımda inceliyoruz: a) Batı grubu, b) Ortadaki grup, c) Doğu grubu. a) Batıdaki sirk grubu. Bu gruba dahil olan iki sirk gölü vardır. Koğukdere Gölü ve Çaylıdere Gölü yer alır. Bu iki göle aynı zamanda "İkiz Sirk Gölü" de denmektedir. Bu sirkler 2500 metrelik Sığınaktepe'nin hemen kuzeyinde bulunurlar. Her iki sirkin ebatları hemen hemen aynı olup, yaklaşık 300 – 400 m. kadardır ve taban yükseltileri de 2200 metredir. b) Ortadaki sirkler grubu. Bu gruba Heybeli Göl ve Buzlu Göl dahildir. Uludağ'ın zirve nahiyesinin sarp kuzey duvarının orta kesiminde yer almıştır. Bu gruba dahil olan sirkler arasında az yüksek ve basık sırtlar tamamıyla mermerlerden oluşurken bir yandan küçük karstik çukurlar bir yandan da hörgüç kayaya benzer şekiller dikkati çekmektedir. c) Doğudaki sirk grubu. Uludağ'ın en muhteşem ve en güzel sirklerini teşkil eden bu grubu üç sirk meydana getirir. Kütlenin en yüksek noktası Karatepe'nin (2550 m.) kuzey yamaçlarında kemirilmiş olan bu sirkler batıdan doğuya doğru Aynalı, Karagöl ve Kilimli adını alan birer göl tarafından teşekkül eder. Bunlardan en batıda bulunan Aynalıgöl sirki kuzeydoğuya bakan büyük bir at nalı şeklindedir. Sirkin çapı 500 metre kadardır; yani orta ve batı gruplarına dahil sirklerin hepsinden daha büyüktür. Sirkin üç yanı çok yüksek duvarlar halinde yükselir. Bu duvarların güney yarısı mermerlerden, kuzey yarısı ise granit, gnays ve hornblendli şistlerden meydana gelir. Böylece Aynalı Sirki de, bütün Uludağ sirkleri gibi granit - mermer kontağında yer almış bulunmaktadır. Doğu grubundaki sirklerin ikincisini Karagöl Sirki teşkil eder. Hemen hemen daire şeklindedir. Karagöl Sirki'nin hemen güneyinde Uludağ'ın en yüksek noktası olan Uludağ Tepe (2543 m) yükselmektedir. Böylece gölü çeviren sarp sirk duvarlarının yüksekliği 300 metreye yaklaşmaktadır. Karagöl Sirki komşu sirkler gibi kuzey doğuya bakmakta olup önünde yaklaşık 10 metre yüksekliğinde bir moren seddi mevcuttur. Doğu grubundaki sirklerin üçüncüsünü ve aynı zamanda Uludağ sirklerinin sonuncusunu, Karagöl'ün doğu komşusu olan Kilimli Göl Sirki teşkil etmektedir. Ortasından granit- mermer kontak hattının geçtiği bu sirkin tabanı, nispeten daha küçük ve daha az derin olan Kilimligöl tarafından işgal olmuştur. Bu gölün seviyesi 2330 metredir. Gölün fazla suları, sirki kapatan 20 metre yüksekliğinde bir moren seddinin altından sızmakta ve biraz aşağıda tekrar meydana çıkmaktadır. Bu üç gölün ayakları ileride birleşerek Bursa Ovası'nın doğu ucuna inen Aksuyu oluşturmaktadır. Göller bölgesinin faunası. Göllerde yapılan zooplankton örneklemeleri sonucunda, Rotiferlerden (Tekerlek hayvanlar) 11 familya içerdiğine 7 takson, Kopepodlardan (Kürek ayaklılar) 3 familya içeriğinde 5 takson olmak üzere 36 takson saptanmıştır. Rotiferlerin istasyonlara göre dağılımlarına bakıldığında, 13 takson ile Kilimligöl'ün en zengin istasyon olduğu görülmektedir. Bunu 9 ve 8 takson ile Aynalıgöl, Karagöl ve Buzlu Göl izlemektedir. Rotiferler açısından en fakir istasyon ise 4 takson ile Heybeligöl olmuştur. İstasyonların tümünde değişen sayılarda Oligoket (halkalı solucanlar) türleri tespit edilmiştir. Naididae (çamur solucan) familyası tür çeşitliliği bakımından dominant olmasına rağmen, Kilimligöl, Karagöl ve Aynagöl'de herhangi bir Naidid türüne rastlanmamıştır. Sonuç olarak, Uludağ'da bulunan buzul göllerin zooplanktonunda 36, zoobentosunda 38 ve omurgalı faunasında ise 8 takson olmak üzere toplam 82 takson tespit edilmiştir. Hayvan topluluğu (fauna). Uludağ Millî Parkı içinde ayı, kurt, tilki, sincap, tavşan, gelincik, yılan, yaban domuzu, kertenkele, akbaba, dağ kartalı, ağaçkakan, baykuş, kumru, dağ bülbülü, serçe gibi değişik hayvanlar yaşamlarını sürdürmektedir. Kırmızı orman karıncası da Uludağ ormanlarına büyük fayda sağlamaktadır. 1966 yılında Yeşiltarla'da bir geyik üretme çiftliği de kurulmuştur. Çok uzun zaman faaliyetini sürdüren çiftlikteki geyikler 2006 yılında doğaya salındılar. Sakallı Akbaba (Grpaetus barbatus) ise Uludağ'da yaşayan endemik türdür. 46 tür kelebek yaşamakta olup Apollo kelebeğinin Uludağ'a özgü endemik türü bulunmaktadır. Türkiye'deki en büyük kelebek olma özelliğine sahip olan bu kelebek, zaman zaman 3.000 m yükseklikte bile yaşama imkânı bulur. Vücutları kürke benzeyen siyah tüylerle kaplıdır. Gövdenin koyu rengi güneşten ısı emmesine yardımcı olur. Bu kanatlar kelebeğin olağanüstü yükselmesini sağlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14923", "len_data": 12413, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.66 }
Anarko-sendikalizm, 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış bir düşünce ve ilkeler akımıdır. Bazı Latin Avrupa ülkeleriyle birlikte Amerika'daki 'Dünya Sanayi İşçileri' (Industrial Workers of the World) örgütüne bağlı işçilere özgü bir akım olan anarko-sendikalizm, Anglosakson trade-union hareketine karşıydı. Anarko sendikalistler için grevler, bir halk arayışı olmaktan çok işçi sınıfını mücadeleye yönelten hareketlerdi. Amaç genel greve giderek eski düzeni yıkmak ve sendikaları toplumun temel taşı haline getirmekti. Bu yaklaşım şiddete başvurmayı meşru sayıyor ve işleri idare etmek için ihtiyaç duyulan sendikaların eğitimine özel bir önem verilmesini istiyordu. Devleti yıkmak kararı, siyasi partilerle her türlü ilişkinin yasaklanması ve merkezileşmeye kuşkuyla bakılması sonucunu doğuruyor, militanların sayısından çok değerini önemseyen seyrek bir örgüt yapısı benimseniyordu. Bu anlayış Fransa'da Eylül 1895'te 175 sendikalının bir araya geldiği Limogez Kongresi'yle Genel İş Konfederasyonu'nun (CGT) 1906'da kabul etti. 1905 Amiens Şartnamesiyle iyice yerleşti. Bununla birlikte kısa süre sonra, sosyal yasalara duyulan hoşnutsuzluk azalacak ve örgüt güç kazanmak için çoğalma çabasına girecekti. Anarko-sendikalist düşüncenin ve eylemin en yüksek olduğu yer İspanya olmuş ve iç savaş boyunca ülkenin birçok yerinde komünler ve kooperatifler kurarak Franco faşizmine karşı savaşmışlardır.1936 sonrasi birçok anarko-sendikalist ispanyol militan Fransa'ya geçerek CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu'nu) kurar. Bugün İspanya'da CGT ve CNT, Fransa'da CNT ve CNT-Ait Almanya'da FAU (Özgür İşçiler Sendikası), İsveç'te SAC, İrlanda'da ORGANISE, Amerika'da IWW Anarko-sendikalist mücadele vermektedirler. Şu temel özelliklere sahiptir: Anarko-sendikalizmin bir diğer adı da devrimci sendikacılıktır. Diğer Sendikalardan ve Toplumsal Hareketlerden Ne Kadar Farklıdır? Anarko-sendikalizm, toplum tarafından üretilen refaha el koyan ve ayrıcalıklarını şiddet aracılığı ile koruyan bir azınlığın komutasına veren; boyun eğmiş çoğunluğa ise sadece yaşayabileceği (fiziksel olarak sürdürmesine yetecek) kadarını veren ve azınlığın şiddetine maruz kalmasına yol açan, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliğin nedenlerinin güce, otorite (tahakküm) ilkesine dayandığını inancına sahiptir. Bunun sonucunda, anarko-sendikalizm adaletsizliği engellemek için, otorite ilkesine, elitlerin karar-almasına ve gücün nihai temsiliyetine, yani Devlet'e karşı çıkar. Hiyerarşik Organizasyonun ve Devlet-Kapital otoritenin ve de onun baskıcı araçlarının aksine, anarko-sendikalizm onun Anti-Organizasyonuna sahiptir. Bu ise, kararların tabanda alındığı, insanların katıldığı, liderliğin olmadığı (ya da çok kısıtlı olarak var olduğu), baskının olmadığı ve fikirlerin, görüşlerin ve teşebbüslerin özgür ve eşitçe tartışılabildiği bir süreci içermektedir. Anarko-sendikalist organizasyon Devlet-Kapital'in haiz olduğu görüngülerden mümkün olduğunca en azını barındırır. Bu nedenle, bugün var olan otoriter modelle karşılaştırıldığında, bir anti-organizasyondur. Anarkosendikalizmin temel fikri, katılımcılarının kendileri tarafından yönetilen kitlesel örgütlenmeler-özellikle de üretim noktasındaki mücadelede kökü bulunan örgütlenmeler-geliştirerek, işçi sınıfının kendisini sömürücü sınıfın boyunduruğundan kurtarabilmesini sağlayacak kendinden eylemliliğini, kendine güvenini, birliğini ve özörgütlenmesini geliştireceğidir. Hareketin kendinden yönetimi, hareketin devrimci amacı olan üretimin işgücü tarafından yönetiminden önce gelir ve onu canlandırır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14925", "len_data": 3535, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.1 }
Genel Emek Konfederasyonu, 1895 yılında Fransa’da kurulan örgüt. CGT lideri Hennri Krasucki'nin görüşleri. Sınıf ve kitle sendikası kavramını, ilk olarak CGT’nin lideri olan Hennri Krasucki kullanmıştır. Krasucki yayınlanan bir röportajında CGT'yi şöyle tanımlar: Krasicki'ye tepkiler. Krasucki’nin bu görüşü yıllar öncesinden eleştirilmişti. III. Enternasyonal'in kararlarında şöyle denilmekteydi : Sınıf ve kitle sendikacılığının ilkeleri. Sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışında, proletaryanın nihai kurtuluşunun sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumla mümkün olacağı amaç olarak ifade edilir ve propaganda niteliğinde olduğu vurgulanır. Belirlenen amacın tercihe bırakılması, sendikaların “kitle örgütü” olduğu belirlemelerine uygun düşmektedir. Sınıf ve kitle sendikacılığı, çalışma yaşamını ilgilendiren sorunların kapitalist sistemden kaynaklandığını açıklamaları açısından anti-kapitalisttir. Üyelerinin arasında herhangi bir ayrımın yapılmayacağı, örgüt içi demokrasi uygulanacağı, burjuvazi-sermaye ve devletten bağımsızlık, her türlü baskıya (ulusal, cinsel vs.) ilkesel karşıtlıkları bu anlayışın öne çıkarılan savunularıdır. bağımsız olmalıdırlar. Türkiye'de sınıf ve kitle sendikacılığı. Sınıf ve kitle sendikacılığı kavramı Türkiye sendikal hareketine 1975 yılında DİSK tarafından taşınmıştır. Bu tarihten itibaren, sendikal alanda bulunan birçok kişi ve siyasal çevre bu kavramı sahiplenmişlerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14929", "len_data": 1409, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.43 }
Genetik mühendisliği, canlıların kalıtsal özelliklerini değiştirerek, onlara yeni işlevler kazandırılmasına yönelik araştırmalar yapan bilim alanıdır. Bu uygulamalarla uğraşan bilim insanlarına "genetik mühendisi" denir. Genetik mühendisleri, genlerin yalıtılması, çoğaltılması, farklı canlıların genlerinin birleştirilmesi ya da genlerin bir canlıdan başka bir canlıya aktarılması gibi çalışmalarla uğraşırlar. Genetik mühendisliği için, rekombinant DNA teknolojisi, gen klonlaması, "DNA klonlaması, genetik maniplasyon/modifikasyon veya gen ekleme (splays)" birçok bilim insanınca eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir. Genetik mühendisliği etki alanı son derece geniş bir meslek, bilim ve mühendislik dalı olup, genlerle yapılabilen uygulamalar, çalışmalar anlamına gelmektedir. Birçok bilim dalına ait bilgilerin ve çeşitli özel tekniklerin, canlılarla ilgili temele ve uygulamaya ait sorunların çözülmesi için genellenecek olursa, moleküler biyoloji hakkındaki bilgimizin artmasına yardım eden çok etkili bir araştırma aracıdır. Gregor Mendel genetiğin ve bu bilimle ilgili yapılan çalışmaların kurucusu olarak kabul edilip, "Genetiğin Babası" olarak anılmaktadır. Tanım ve amaç. Genler, bir organizmanın özelliklerini belirleyen kimyasal bilgiyi taşır. Genler değiştirilerek bir organizmaya istenilen özellikler kazandırılabilir. Genetik mühendisliği, genetik analiz yapmak ya da istenilen özellikte canlıları geliştirmek amacıyla, bir tür içinde veya farklı türlere ait organizmaların genleri üzerinde planlı olarak yapılan ve canlılardan sağlanan tıp bilimi işlemlerini kapsamaktadır. Bu teknoloji, en genel biçimiyle, insanlar tarafından belli bir amaca yönelik olarak genetik materyal üzerinde yapılan çalışmalar olarak tanımlanabilir. Böyle geniş bir tanım, bitki mikroorganizma ıslahı ve hayvan ıslahını ve bu bağlamda genetiği ve moleküler biyolojiyi kapsamaktadır. Genetik uygulamalar temelde insanlar açısından ekonomik bakımdan önemli canlıları ve onların ürünlerinin iyileştirilmesini kapsar. Buna ait ilk bilinen örnekler, yabani bitki, hayvan, insan ve diğer türleri kullanılmaktaydı. Hatta insanlar göçebe yaşam tarzından kurtulduktan sonra, hiçbir bilimsel bilgi olmadan sadece gözlemleriyle doğada meydana gelen mutasyonları ve çeşitlilikleri sonucu ortaya çıkan değişik özellikteki bitki mikroorganizma ve hayvanlar içinde amaçları için en uygun, özellikteki olanlarını bulmuş ve ıslahını yapmışlardır. Tarihçe. Islah ile ilgili ilk uygulamaların yaklaşık 17.000 yıl kadar önce Nil vadisinde başladığı sanılmaktadır. Çağlar boyu süregelen, önceleri tamamen gelenek ve görgüye dayanan, sonraları da özellikle genetiğin ilerlemesiyle, bu bilim dalından elde edilen bilgiye dayanarak yapılan uygulamalar sadece doğal çeşitlenme işleyişlerini temel almış ve kontrollü döllenmeyi ardışık seçilime bağlamıştır. Bu yüzden canlılarda istenilen özelliklerin eldesi sadece tür içinde kısıtlı kalmış ve büyük ölçüde rastlantıya dayanmıştır. Bu kısıtlanmayı kırmak isteyen araştırmacılar, özellikle bitki ıslahçıları çeşitli teknikler geliştirerek doğal olarak eşleşmeyen türler arasında gen aktarımları yapmayı ve bunların sonucunda çeşitliliği oluşturmayı başarmışlardır. Bu nedenle klasik ıslahçıların dışında bu şekilde çalışan araştırmacıların ilk gen mühendisleri oldukları kabul edilebilir. 1960'lı yıllarda somatik hücrelerin birbirleriyle kaynaşabildiklerinin bulunmasıyla, belli bir amaca yönelik çeşitlilik çalışmalarına yön ve hız kazandırmıştır. Genetiğin bir alt dalı olarak gelişen somatik hücre genetiğine dayanarak gen aktarımı çalışmaları somatik hücre düzeyinde, eşeyli üremenin dışındaki yollarla da yapılmaya başlanmıştır. 1970'li yılların başında ise; temel ve teknik bilginin birikimiyle, istenilen amaca uygun gen kombinasyonu yapılası çalışmaları moleküler (nükleik asit) düzeyine indirilmiş ve günümüzde genetik mühendisliği denince akla gelen rekombinant DNA teknolojisinin temelleri atılmıştır. Bu teknoloji genetik mühendisliğindeki en etkili ve çarpıcı gelişmedir. 2010 yılında J. Craig Venter Enstitüsü, ilk sentetik bakteriyel genomu üretip, onu DNAsı olmayan bir bakterinin içine enjekte ettiklerini duyurdu. Böylece Synthia bakterisi dünyanın ilk sentetik yaşam formu oldu. Uygulamalar. Genetik mühendisliği, bilim insanlarının genleri bir organizmadan alıp diğerine aktarmalarına imkân veren bir teknolojidir. Bu teknoloji; nükleik asit hibridizasyon, rekombinant DNA, PCR, RNA,hücre kültürü ve monoklonal antikor tekniklerini içerir. Genetik mühendisliği, biyoteknolojinin doğrudan bir alt dalı olmayıp, ayrı bir teknolojidir. Fakat modern biyoteknolojinin uğraşlarının hemen hepsinde, özellikle son yıllarda, biyoteknoloji gelişimine büyük katkılar sağlamaktadır. Bunlardan en başarılı ve yaygın olan DNA tekniğinde, "in vitro" koşullarda; nükleik asit moleküllerinde kesme (restrüksiyon) enzimlerinin kullanılmasıyla, DNA'nın istenilen bölgesinin kesilip çıkarılması ve kesilen parçanın ligaz enzimi kullanılarak “vektör” adı verilen taşıyıcıya yapıştırılması işlemleri uygulanır. Daha sonra plazmid bakteri içine yerleştirilerek rekombinant DNA'nın normal hücresel aktivitesine devam etmesi sağlanır. Bu teknolojiyle, genlerin ait oldukları canlının genomundan yalıtılması ve çoğaltılmasına, yapı ve işlevlerinin araştırılmasına, değişik türlere ait canlılara aktarımına ve ürünlerin daha verimli şekilde eldesine olanak verilmektedir. Genetik mühendisliğinin çalışmalarından elde edilen sonuçlar iki yönde değerlendirilebilir: Temelde moleküler biyolojiyle doğan bu teknolojiyle, hiç bilinmeyen pek çok konu aydınlatılmıştır. Netice de moleküler biyoloji ve genetik mühendisliği karşılıklı olarak birbirlerini geliştirmektedirler. Genetik mühendisliğinin uygulama alanlarının başında endüstri gelmektedir. Çeşitli endüstriyel ürünlerin (ilaç, besin vb.) istenilen nitelikte ve miktarda eldesi için yapılan çalışmalar bu teknolojinin daha da gelişmesine neden olmuştur. Tıpta özellikle kalıtsal hastalıklarının tanısının yapılmasında, tarım ve hayvancılıkta istenilen özelliklerdeki ürünlerin eldesinde, çevre kirliliğin önlenmesi, madencilik gibi pek çok alanda yine genetik mühendisliği kullanılmaktadır. Bugün, genetik mühendisliğinin bitki ve hayvanlarda uygulanmasıyla daha iyi ve sağlıklı yiyecekler, daha güvenli temiz bir çevre ve sağlık alanındaki gelişmeler insanlara sunulmuştur. Günümüzde büyük bir hızla gelişen bu teknoloji, özellikle gelişmiş ülkelerde bir yarış halini almıştır. Hemen hemen tüm çevreler 21. yüzyılın "biyoloji çağı" olacağı görüşünü, büyük ölçüde moleküler düzeyde ve biyoteknolojide genetik mühendisliği tekniklerinin gelişmeleriyle ilişkilendirmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14937", "len_data": 6640, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.83 }
MIT veya MİT, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14938", "len_data": 44, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.06 }
Ovacık, Kocaeli ilinin Gebze ilçesine bağlı bir mahalledir. 2000 yılı nüfus sayımına göre nüfusu 416'dır. İle uzaklığı 72 km, ilçeye uzaklığı ise 27 km'dir. Coğrafya. Kocaeli il merkezine 72 km, Gebze ilçesine 27 km uzaklıktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14939", "len_data": 229, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 1.96 }
I. Mustafa, ikinci saltanatı sırasında Deli Mustafa olarak anılmış (Osmanlı Türkçesi: مصطفى اول; d. 1591, Manisa – ö. 20 Ocak 1639, Topkapı Sarayı, İstanbul), 15. Osmanlı padişahı ve 94. İslam halifesidir. Akli dengesi yerinde olmayan I. Mustafa'nın ilk saltanatı 96 gün, ikinci saltanatı ise 1 yıl 3 ay 22 gün sürdü. Psikolojik rahatsızlığının zamanla geçeceğini savunanların ısrarıyla padişah yapıldı. Menfaatlerini I. Mustafa'nın padişahlığının devamında gören kimseler, onun keramet sahibi bir veli olduğunu iddia ediyordu. Aklî zayıflığı nedeniyle padişahlık yapamayacağı anlaşılan I. Mustafa'nın tahttan indirilmesi sağlandı. Bulunduğu odanın kapıları üstüne kapatılarak hapsedilen I. Mustafa'nın yerine II. Osman tahta çıkarıldı. I. Mustafa'nın ikinci kez tahta oturması ise II. Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanma ile oldu. Hayatı. Babası Sultan III. Mehmed'tir. I. Mustafa'nın Abaza asıllı olan annesinin ismi kesin olarak bilinmemektedir. I. Ahmed tahta çıktığında tek erkek kardeşi olarak bulunan Mustafa'nın hayatına dokunulmadı. Ayrıca III. Mehmed'in on dokuz kardeşini öldürtmesinin halk tarafından nefretle karşılanmış olmasının da öldürülmemesinde bir etkisi vardı. Osmanlı tarihinde ilk defa padişahlığın babadan oğla geçmesi kuralını bozarak kardeşinin arkasından tahta çıkmış olan padişah olması özelliğini taşır. Padişahlığı Öncesi. I. Mustafa'nın tahta çıkması ve öldürülmemesi üzerindeki genel kanı kendisinden birkaç yaş büyük olan kardeşi Ahmed'in on dört yaşında tahta çıkması üzerine Osmanlı hânedanın geride kalan tek erkek üyesi olması ve yeni padişahın henüz bir erkek çocuğu bulunmadığından da hayatına dokunulmadığı şeklindedir. İstanbul içinden geçerken, Handan Valide Sultan'ın alayına denk gelen bir balyosun raporuna göre de öldürüleceği lafının sürekli konuşulduğu söylenmektedir. Bu dedikodular ve baskı yüzünden hayatı boyunca ölüm korkusu yaşamış ve bu durum akli dengesini yitirmesine yol açmıştır. Handan Sultan ölümüne kadar I. Mustafa'nın öldürülmesine engel oldu. Onun vefatından sonra Sultan Ahmed'in çocukları olunca öldürülmesi fikri yeniden akla geldiyse de devlet adamları Şehzade Mustafa'nın hasta ve zararsız olduğu hakkında padişahı ikna ettiler. İlk Saltanatı. I. Ahmed öldüğünde en büyük oğlu Mahfiruz Hatice Sultan'dan doğma Şehzade Osman 13 yaşında olduğu için, hanedanın en kıdemli erkek üyesi olması bakımından, I. Mustafa'nın tahta çıkarılmasına karar verildi. Sultan I. Mustafa ağabeyi Sultan I. Ahmed'in vefatı üzerine 22 Kasım 1617'de hanedanın en yaşlı mensubu olarak tahta geçti. Osmanlı padişahlarının on beşincisi olan I. Mustafa devlet meseleleri ile ilgilenmediğini ifade ederek saltanatı kabul etmediyse de bu durum, devlet erkânı tarafından göz önüne alınmadı. Ancak gerçekten I. Mustafa devlet işleri ile ilgilenmeyip, devlet işlerini ehline teslim etmek istedi. Nitekim tahta çıktıktan 96 gün sonra 26 Şubat 1618 günü tahttan indirildi, yerine yeğeni II. Osman geçti. Ancak yenilik taraftarı olmayanların tahrikleri neticesinde isyan eden yeniçeriler, 19 Mayıs 1622'de II. Osman'ı tahttan indirdiler. İkinci Saltanatı. Genç Osman'ın isyancılar tarafından öldürülmesiyle I. Mustafa tekrar tahta çıktı. Bu sırada sultan II. Osman'ın veziriazam Kara Davud Paşa tarafından öldürtülmesi büyük karışıklıklara sebep oldu. İkinci saltanatı sırasında Veli olarak anıldı. I. Mustafa, Davut Paşa'yı azletti ancak isyanlar durmadı. İstanbul'da oluşan karışıklıklar ve Anadolu'da meydana gelen isyanlar, Osmanlı Devleti'nin başında devlet işlerinden anlayan ve bunu yapmak isteyen bir padişahın bulunmasını gerekli kılıyordu. I. Mustafa 1,5 yıl daha hüküm sürdükten sonra Şeyhülislâm Fatih Efendi ve devlet erkânı, I. Mustafa'nın yerine yeğeni Şehzade Murad'ın tahta geçmesi konusunda karara vardı. Akıl sağlığı bozuk olduğu için 10 Eylül 1623 tarihinde şeyhülislam'ın fetvası ile tekrar tahttan indirilip yerine 11 yaşındaki diğer yeğeni ve Kösem Sultan'ın oğlu olan IV. Murad geçirildi. I. Mustafa, annesinin ve kızlar ağasının özendirmelerine rağmen kadınlara ilgi ve alaka duymamış ve çocuğu olmamıştır. Fatih Camii Olayı. Osmanlı Veziriazamı Mere Hüseyin Paşa, seyitlerden olduğu söylenen bir kadıyı dövdürmesi üzerine ulema ve tarikat şeyhlerinin tepkisiyle karşılaştı. 1623'te Fatih Camii'nde toplanan ulema, onun kafir olduğunu ileri sürdü ve kanının helal olduğu belirtildi. Yönetime karşı tepki gösteren çok sayıda Müslüman din adamı Fatih Camii'nde toplanarak isyan etti. Başlangıçta uzlaşılmaya çalışılan Fatih Camii'ndeki toplanan din alimlerinin derhal dağıtılması için saraydan karar çıktı. Dönemin Veziriazamı Mere Hüseyin Paşa'nın verdiği emir ile isyan bastırılmak istenince, askerler yola koyuldular. Bu durumu öğrenen Fatih Camii'nde toplananlardan birçoğu çeşitli sebepler ileri sürerek oradan ayrılarak dağıldılar. Askerler isyan yerine vardıklarında orada namaz için bulunan ve isyanla ilgisi olmayan halk dahil olmak üzere din adamlarını öldürdüler. Cesetleri ise lağım ve kuyulara atıldı. Ölümü. Sultan I. Mustafa tahttan indirildikten sonra 15 yıl daha kafes hayatı yaşadı. 20 Ocak 1639 günü Topkapı Sarayı'nda geçirdiği bir sara krizi nedeniyle öldüğü sanılmaktadır. Bir rivayete göreyse IV. Murad'ın emriyle öldürülmüştür. Ayasofya Camii'nde Roma döneminde vaftizhane olarak kullanılan yapıya defnedilmiştir. Kişiliği. İki defa tahta çıkan I. Mustafa denizdeki balıklara altın atıyor, karşısına çıkanlara para dağıtıyordu. Saltanat hazinesini boşaltacak bir hale getiren bu davranışları ile dikkat çekiyordu. Üstelik bir defasında oturduğu köşkün önünde orta oyunu oynatıp seyrederken oyunculardan birini çok beğendiği için ona, saray hazinesinin en kıymetli mücevherlerini pencereden atmıştı. I. Mustafa zamansız sokağa çıkıyor, etraftakilere para dağıtıyor, divan toplantı halindeyken içeri girerek vezirlerin kavuklarını çıkarıp yuvarlıyor, oturduğu köşkün önünde aynısını art arda tekrarlatarak orta oyunu oynatıp pencereden seyrediyordu. Popüler kültürdeki yeri. 2015 yılından itibaren yayınlanmakta olan Muhteşem Yüzyıl Kösem adlı Türk dizisinde çocukluğunu Alihan Türkdemir, yetişkinliğini ise Boran Kuzum canlandırmıştır. 2. sezonda ise yaşlılığını Cüneyt Uzunlar canlandırmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14941", "len_data": 6184, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.08 }
II. Osman () ya da Genç Osman, divan edebiyatındaki mahlasıyla Farisî, tahttan indirildikten sonraki adıyla Osman Çelebi (3 Kasım 1604, İstanbul - 20 Mayıs 1622, İstanbul); 16. Osmanlı padişahı ve 95. İslam halifesidir. Babası I. Ahmed, annesi Mahfiruz Hatice Sultan'dır. II. Osman 13 yaşında iken, amcası Sultan I. Mustafa'nın tahttan indirilmesi üzerine Osmanlı tahtına oturdu. Annesi onun yetişmesi için çok titiz davrandı. II. Osman iyi bir terbiye ve tahsil gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. Bazı batı kaynaklarında Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi batı dillerini öğrendiği kaydedilse de bunun doğru olma ihtimali olmadığı iddiasına karşın yabancı asıllı olan annesi tarafından bu dillere eğitildiği söylenir. Osmanlı şehzadeleri arasında en kültürlüsü olduğu belirtilir. II. Osman, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, hür Müslüman olan Şeyhülislam Ebuishakzade Mehmed Esad Efendi'nin ve Pertev Paşa'nın kızları ile evlendi. Yavuz Sultan Selim devrinden itibaren padişah saray dışından evlenmediği için bu davranış önemli bir değişiklik oldu. Kendisine planlarını uygulayacak bir sadrazam bulamadı. Tarihte eşine az rastlanır bir şekilde tahttan indirilerek, çeşitli hakarete ve saldırılara maruz bırakıldıktan sonra Yedikule Zindanları'nda yeniçeriler tarafından boğularak öldürülen II. Osman, babası Sultan I. Ahmed'in yaptırdığı Sultanahmet Camii'nin yanındaki türbesine defnedildi. Tahta çıkar çıkmaz devlet erkânı içindeki üst düzey yetkilileri değiştiren, müderris ve kadıların atanma yetkilerini şeyhülislamdan aldı. Bir ayaklanmada öldürülen ilk padişah ve Osmanlı padişahları arasında en genç ölen padişahtır. İran ilişkileri. Sultan II. Osman tahta çıktığı sırada Sadrazam Kayserili Halil Paşa, İran seferindeydi. Osmanlı ordusu Pul-i Şikeste'de yenilmesine rağmen, İranlılar, mukaddes saydıkları Erdebil şehrinin Osmanlılar'ın eline geçme ihtimali üzerine barış istediler. Serav sahrasında, daha önce iki devlet arasında imzalanan Nasuh Paşa Antlaşması baz alınarak imzalanan Serav Antlaşması'yla barış tekrar sağlandı (26 Eylül 1618). Otuz Yıl Savaşları. Kanuni zamanında başlayan Katolikler'e karşı Protestanlar'a destek verme, Otuz Yıl Savaşları'nda devam etti. Özellikle Transilvanya'da çıkan Protestan isyanında, Osmanlı'nın büyük etkisi vardı. İtalya ve Akdeniz seferi. Kayserili Halil Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1620 yazında Akdeniz seferine çıktı. İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Navarin'e gelen donanma, buradan da kuzeye, Adriyatik'e doğru yöneldi. Dıraç'da iki İtalyan gemisini ele geçirdikten sonra İtalya'ya asker çıkardı ve İspanyollar'a ait olan liman şehri Manfredonia'yı ele geçirdi. Lehistan seferi. Osmanlı Devleti ile Lehistan arasında bir dostluk mevcuttu. Dinyester ırmağı iki ülke arasında sınır oluşturuyordu. Osmanlı-Avusturya savaşlarında Lehistan ilişkileri gerginleştiyse de barış bozulmamıştı. Fakat askerî birliklerin geçimini Lehistan'a yaptığı akınlarla sağlayan Kırım Hanı, barışa aykırı hareket ediyordu. Bunun yanı sıra Lehliler Boğdan işlerine müdahaleden geri kalmadıkları gibi, Boğdan'a ait Hotin kalesini işgal etmişlerdi (1617). Ayrıca Eflak ve Erdel'in içişlerine müdahale etmeye devam ediyorlardı. Bu olaylar üzerine II. Osman, kendisine yapılan muhalefetlere rağmen Lehistan seferine karar verdi. Bu arada Özi Beylerbeyi İskender Paşa komutasındaki birlikler, Prut kıyısında bulunan Yaş'ta, Lehlileri bozguna uğratmıştı (Eylül 1620). II. Osman, 1621'de Lehistan Seferi'ne çıktı. Lehler yeni ve daha büyük bir ordu meydana getirme çabasındaydılar. Avusturya'dan yardım alarak ordularını takviye ettiler. Osmanlı Ordusu 2 Eylül 1621'de Hotin önlerine geldi. Kale kuşatıldı ve Hotin Kalesi önlerinde yapılan meydan savaşında, düşman siperlerinin ele geçirilememesi, askerlerin şevk ve heyecanını oldukça yıprattı. Yeniçerilerin de kendilerini tam olarak savaşa vermemeleri, bu savaşın kesin bir netice ile sonuçlanmamasına yol açtı. Lehistan elçilerinin savaşa kendilerinin neden olduklarını bildirmesi üzerine Hotin Antlaşması yapılarak sefere son verildi (29 Eylül 1621). Antlaşmaya göre Lehler ve Osmanlılar birbirlerinin topraklarına saldırmayacak, Lehistan eskiden olduğu gibi Kırım Hanı'na 40.000 düka altın verecekti. Yenilik hareketleri. II. Osman, Lehistan seferindeki başarısızlığının sebebi olarak askerin gayretsizliğini görüyordu. Askeri alanda bazı yenilikler yapma fikri böylece gelişti. İşe Kapıkulu Ocakları ile başladı. Yaptırdığı sayımda, asker sayısının maaş defterindeki kişi sayısından az olduğunu anlayınca fazladan para vermeyi kesti. Bu durum da, daha önce fazladan gelen paraları kendi ceplerine atan zabitlerin, II. Osman'a düşman olmalarına yol açtı. II. Osman'ın reformculuğuna dair anlatılanların çoğu 19. yüzyıldan itibaren konuyu ele alan bazı tarihçilerin kendi anlatımları ile ilgilidir. II. Osman'ın yapmak istediği reformlar olarak sunulanlar kendi devrinin kaynaklarında çoğunlukla yer almamaktadır. II. Osman'a atfedilen birçok reform düşüncesi 19. yüzyılda Mizancı Murad ile yazılmaya başlanmış olup orijinal bilgiye dayanmadan sunulmuştur. İsmail Hami Danişmend de II. Osman'ın başkenti Anadolu'ya taşımak istediğini, orduyu Türk unsurlarla yeniden kurmak istediğini, din adamlarını devlet işlerinden uzaklaştırmayı düşündüğünü, kıyafette değişiklikler tasarladığını ve daha başka yenilikler planladığını iddia etmekteyse de bunların çoğu devrin kaynaklarında yer almamaktadır. II. Osman'ın ordu ile ilgili birtakım düzenlemeler yapmak istediği bilinmekteyse de içeriği hakkında yeterince bilgi yoktur. Nev'î mahlasını kullanan Hüseyin İbn-i Sefer, "Sebeb-i Halâs-ı Mustafa Han" eserinde "Saâdetli Pâdişâh, yeniçeri ve sipah tâifesini kırıp, Etrâkten sekbân ve Türkmen'den cündî yazmak havasına düşüp Anadolu semtine geçmeğe hazır ve âmâde idi" der. İsmail Hami Danişmend'in, Osmanlı Tarihi Kronolojisi'ne göre II. Osman'ın yapmak istediği yenilikler şöyleydi: II. Osman'ın Halep, Erzurum, Şam ve Mısır Beylerbeylerine asker yazdırmak için gizli bir irade gönderdiğinin sarayda adamları olan yeniçeriler tarafından öğrenilmesi, bardağı taşıran son damla oldu. II. Osman asker toplamak için Anadolu'ya bizzat kendisi gitmek istiyordu. Bu arada İstanbul'a, Dürzi lider Maanoğlu Fahreddin'in Lübnan'da bir isyan çıkardığı haberi geldi. II. Osman bunu bir fırsat bilerek, isyanı bastırmak için Anadolu'ya gideceğini söyledi. Ancak Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Hocazade Esad Efendi, koskoca padişahın küçük bir isyan için Anadolu'ya gitmesine gerek olmadığını söyleyerek, II. Osman'ın Anadolu'ya geçmesini engellemeye çalıştılar. Başka bir çaresi kalmayan II. Osman, hacca gideceğini ilan etti. Daha önce hiçbir padişah hacca gitmemişti. Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Ebuishakzade Mehmed Esad Efendi çok uğraştılarsa da II. Osman fikrinde kararlıydı. Padişahın geçeceği güzergâh üzerindeki vilayetlerin beylerbeyleri haberdar edildi ve hazırlık yapmaları istendi. II. Osman'ın yanında 500 yeniçeri ve sipahi olacak, geri kalan asker İstanbul'un korunması için İstanbul'da kalacaktı. Sadrazam, defterdar, nişancı, rikab ümerası, gedikliler, 40 müteferrika ve 40 divan katibinin da hac kafilesinde yer alması planlamıştı. İsyanın başlaması. II. Osman, ilk olarak kendisinin yerine I. Mustafa'nın tahta geçirilmesinde dahli olduğunu düşündüğü Kayserili Halil Paşa'yı azletti. Ardından da Hotin Seferi'ne giderken Şehzade Mehmed'i idam ettirdi. Halkı da huzursuz eden bu hataların ardından en son da gizlice ordu toplamak amacıyla hacca gideceği öğrenilince bu sefer yeniçeriler devreye girdi ve olay halk boyutundan çıkıp bir isyana dönüştü. Yeniçerilerin haberi aldıktan sonra takındıkları gaddarca tavır halk tarafından benimsenmemiştir. II. Osman'ın öldürülmesi. Arpalıkları kesilen ulema ile geleceklerini tehdit altında hisseden yeniçeriler birleşerek Süleyman Ağa ile Hoca Ömer Efendi gibi bazı kişilerin idamını II. Osman'dan istediler ancak bu istekleri kabul edilmeyince 19 Mayıs 1622 tarihinde isyan başladı. Saraya giren isyancıların I. Mustafa'yı padişah ilan etmeleri üzerine bazı istekleri yerine getirildi ancak bunun da bir etkisi olmadı. Ulema başlangıçta I. Mustafa'ya biat etmek istemediyse de sonrasında biat etmek durumunda kalındı. Bu olaylar üzerine II. Osman Yeniçeriağası Ali Ağa'nın yanına gidip ona sığındı ve ondan Yeniçerileri ikna etmesini istedi. Yeniçerilerin karşısına geçerek onları ikna etmek isteyen Ali Ağa konuşturulmadı ve üzerine kılıçla saldırılıp parçalandı. Ardından II. Osman'ı yakalayan isyancılar, onu beygire bindirip yol boyunca hakaretler ederek kötü davrandılar. İsyancılardan biri II. Osman'ın baldırlarını sıkıp ona küfrediyordu. Son durak olarak Yedikule Zindanları'na götürülen II. Osman, orada hapsedildi. Onu öldürmek isteyenlere karşı direnen II. Osman'ın hayaları sıkılarak etkisiz hale getirildi ve boynuna atılan kementle boğularak öldürüldü. Katillerin arasında yer alanlardan biri ise II. Osman'ın kulağını keserek I. Mustafa'nın annesine götürdü. Bu cinayetten I. Mustafa'nın annesi oldukça memnun kaldı. Naaşı babası Sultan Ahmed'in türbesine götürülüp gömüldü. Bu olaya Haile-i Osmaniye adı verilmiştir. Ölümünden sonra. "Ana madde: Abaza isyanları & Haile-i Osmaniye" Sultan II. Osman'ın ölümü oldukça büyük bir infiale yol açmıştır. Nitekim akabinde Abaza isyanları patlak vermiş ve imparatorluk anarşi dönemine I. Mustafa'nın da tahttan indirilmesi ile girmiş bulundu. I. Mustafa'dan sonra 11 yaşındaki IV. Murad tahta geçirildi. İstanbul sokakları adeta susmuyor ahali ve askerler her yerde Sultan Osman'ın ölümünde parmağı olan kişileri arıyordu. Bu isyanlar devletin bütün kıtalarına yayılmış bir biçimdeydi. IV. Murad'ın 1632'deki mutlak saltanatına kadar bu isyanlar bastırılamadı. Büyük bir görüş eğer Sultan IV. Murad meydana çıkmasaydı bu isyanların devamlılığı sonucu devletin parçalara bölünebileceğinin olası olduğunu destekler. Zira IV. Murad dönemine kadar devlet yeteneksizce yönetilmiş ve anarşi üstüne anarşiler yaşanmıştır. IV. Murad çok sevdiği abisinin ölümü üzerine oldukça üzülmüştü. Konya'da ağabeyinin ölümünde yer alan iki eski yeniçeriyi kalabalık arasında tanımış ve ikisini de 150 kilogramlık gürzü ile infaz etmiştir. II. Osman ölümü sonraki dönemlere de oldukça etki bırakmış ve ordunun devlet üzerinde etkisi artmıştı. Hakkında yazılanlar. Sultan Osman Han Mersiyesi. Nef'i tarafından Sultan Osman'ın ölümü üzerine 1622'de yazılmıştır.Bir şâh-ı alîşan iken şâh-ı cihâna kıydılar.Gayretlü genç aslan iken şâh-ı cihâna kıydılar.Gâzi bahâdır hân idi Âli-neseb sultan idi.Nâmiyle Osman Han idi Şâh-ı cihâna kıydılar.Hükmetmeğe kâdir iken Emr-i Hakk’a nâzır ikenHacc itmeğe hâzır iken Şâh-ı cihâna kıydılar.Ey dil ciğerler oldu hûn derdim bir iken oldu on Kan ağladı eh-i fünûn şâh-ı cihâna kıydılar.Eşrât-ı sâatdir bu dem rûz-ı kıyâmetdir bu demKul’a nedâmetdir bu dem Şâh-ı cihâna kıydılar.Nef'i -1622- Edebi yönü. 'Farisî' mahlasıyla birçok şiir yazmıştır.Gülşen içre bitmedi bir gonce cana harsızDünyada hasıl değil nev-cühan ağyarsızKimi ol yarı benüm der kimisi dahi benümOrta yerde "farisi" avare kaldı yarsız (...)Nevruz olucak diller şad olamağa yaklaşdıDilde gam-u gussa ber-bad olmağa yaklaşdıVirane gönül varsa vecr-ü gam-i dilberdenMüsde ana ol mülk abad omağa yaklaşdıÜstüda dilber öğrendi vefa resminAşıklara lütfa mu'tad olmağa yaklaşdıÇok aşık-u meftunu var sen gibi şirinünFaris kulun emma ferhad olmağa yaklaşdıFarisî
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14943", "len_data": 11375, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.42 }
Devinme, Dünya ekseninin 26.000 yılda bir tamamladığı 360 derecelik dönüşe verilen isimdir. Devinme, yatık yapıda olan Dünya'nın büyük oranda Güneş'in biraz da Ay'ın çekim etkisi nedeniyle ekliptiğini Ekvator'a doğru çeken kuvvetleri karşılamasından dolayı gerçekleşmektedir. Bir topacın dönüşü sırasında yaptığı devinim gibidir. Tam küre olmayan veya küresellikten uzaklaşan her gök cisminin dönüşü aynı zamanda devinme hareketini de beraberinde taşır. Bu hareket, "tam küre olmayan bir topaçta dönmenin sonlanmaya başladığında gözlemlediğimiz kafa sallaması hareketinde olduğu gibi" şeklinde tanımlanabilir. Günümüzde gökyüzünde kuzey noktasının çok yakınında bulunan α Ursae Minoris yıldızı Kutup Yıldızı ("Polaris") olarak bilinmektedir. Bu yıldız pusulanın kullanılmaya başlanmasından önce gemicilerin kuzeyi bulmaları için kullandıkları en önemli işaretti. Ne var ki, Dünya'nın devinmesi sebebiyle bu yıldız zamanla kuzey noktasında görünmeyecektir. Günümüzden yaklaşık olarak 13000 yıl sonra Çalgı takımyıldızındaki Vega yıldızı kuzey noktasında görünecek ve Kutup Yıldızı olarak adlandırılacaktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14946", "len_data": 1105, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.85 }
Mehmet Ocaktan (d. 8 Haziran 1955, Balıkesir), Türk gazetecidir. Yaşamı. 8 Haziran 1955 yılında Balıkesir'in Dursunbey ilçesi, Karyağmaz Köyü'nde doğdu. İlk öğrenimini Karyağmaz köyünde, ortaokulu Bursa Yıldırım Bayazıt ortaokulunu bitiren Ocaktan, lise öğrenimini Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Siyaset ve gazetecilik kariyeri. Yeni Şafak gazetesinde, Yayın Yönetmenliği, Ankara Temsilciliği ve köşe yazarlığı yaptı. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi'nden 23. Dönem Bursa milletvekili. seçildikten sonra, gazetecilik hayatını noktaladı. 2011 yılında gazeteciliğe geri döndü ve Star Gazetesi'nin başına geçti. Haziran 2013'te TMSF tarafından el konulan Akşam Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliğine atandı. 24 Kasım 2014 tarihinde Akşam Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliği görevinden alındı. 15 Nisan 2015 tarihinde yeni kurulan Karar.com isimli internet haber portalinin Genel Yayın Yönetmeni oldu. Edebi kariyeri. İlk ciddi şiir çalışmalarına üniversite yıllarında başlayan Mehmet Ocaktan, Mavera, Yönelişler, Üç Çiçek, Şiir Atı, Gergedan, Bürde, Kaşgar, İpek Dili, Sombahar, Gösteri ve Dergâh dergilerinde şiirler yayımladı. Dergibi adlı internet sitesinde röportajları yayınlandı. Zaman zaman edebiyat dergilerinde şiir üzerine yazılar da yayımlayan Ocaktan'ın 'Rüzgarla yaslı' (1984), 'Kırık bir rüya denizi' (1990) ve 'Aşk meleği' (1996) adında üç şiir kitabı bulunuyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14949", "len_data": 1479, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.34 }
Yusuf Kaplan (d. 1 Ocak 1964, Şarkışla), Türk gazeteci yazar. 1964 yılında Şarkışla'da doğdu. İlk öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, sahne ve görüntü sanatları bölümü, Sinema-TV ana sanat dalından mezun oldu. Lisans eğitiminin ardında yüksek lisans ve doktora yapmak için Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla İngiltere'ye gitti. Hayatı. 1964 yılında Şarkışla'da doğdu. İlk öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, sahne ve görüntü sanatları bölümü, Sinema-TV ana sanat dalından mezun oldu. Lisans eğitiminin ardında yüksek lisans ve doktora yapmak için Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla İngiltere'ye gitti. 1991 yılında East Anglia Üniversitesinde "Story-Telling and Myth-Making Medium: Television" başlıklı tezi ile yüksek lisans eğitimini tamamladı. 1992 yılında Londra Üniversitesi ve Middlesex Polytechnic'te Dr. Roy Armes'ın danışmanlığında doktora yaptı. İlim ve Sanat, Yedi İklim, Kayıtlar, Kitap Dergisi, Girişim, İslâm ve Kadın ve Aile gibi dergilerle Zaman ve Millî Gazete gibi günlük gazetelerde çeşitli yazı, röportaj ve çevirileri yayımlandı. Michel Foucault, Baudrillard, Milan Kundera, Umberto Eco ve John Berger gibi yazar ve düşünürlerden çeşitli çeviriler yaptı. Bir süre Yeni Şafak gazetesinin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Ardından 3 yıl Umran dergisini yönetti. Yusuf Kaplan, hâlen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesinde öğretim görevlisidir ve Yeni Şafak gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır. 25 Şubat 2006'ya kadar TV5'in genel yayın koordinatörlüğünü yaptı, daha sonra TVNET'in kurucuları arasında yer aldı. Özel hayatı. Evli ve iki çocuk babası olan Yusuf Kaplan; İngilizce, Arapça, Fransızca, Almanca ve Latince bilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14952", "len_data": 1773, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.01 }
Albayrak Grubu, Ahmet Albayrak ve kardeşleri Bayram Albayrak, Nuri Albayrak, Kazım Albayrak, Mustafa Albayrak ve Muzaffer Albayrak'ın ortak girişimleridir. 1952 yılında Hacı Ahmet Albayrak'ın girişimiyle inşaat sektöründe ticari hayatına başlamıştır. Grup; inşaat, sanayi, hizmet, lojistik ve medya sektörlerinde 50'ye yakın şirket ve yayın markasıyla faaliyet göstermektedir. Albayrak Grubu'nun tüm iştiraklerinde 15.000'in üzerinde insan gücü bulunmaktadır. Grubun halka açık şirketlerinden TÜMOSAN Motor ve Traktör (TMSN), Trabzon Liman İşletmeciliği (TLMAN), Platform Turizm (PLTUR) ve Ereğli Tekstil (ERGLI) hisseleri Borsa İstanbul'da işlem görmektedir. Albayrak Grubu, uluslararası çapta Avrupa, Asya ve Afrika'da dört ayrı ülkede liman işletmeciliği, inşaat, toplu taşıma, atık yönetimi ve gayrimenkul sektörlerinde faaliyet göstermektedir. Tarihçe. Albayrak Grubu'nun ilk şirketi Albayrak İnşaat, 1952 yılında, Hacı Ahmet Albayrak'ın girişimiyle hizmete başlamıştır. Başlıca 3 büyük inşaatları aşağıda yer almaktadır. Bunların yanı sıra fabrika, AVM, hastane ve stadyum gibi hizmetleri de bulunmaktadır. Grup, 1992 yılında İstanbul'da atıkların dönüşümü ile ilgili faaliyet göstermiştir ve bu alanda Türkiye'nin ilk girişimini yapmıştır. Bu sektörde hizmet veren Grup şirketleri 2010 yılında Yeşil Adamlar çatısı altında toplanmıştır. Atıkların sistematik bir şekilde toplanması ve geri dönüştürülmesi için Bayfa Geri Dönüşüm faaliyete geçmiştir 1934 yılında Sümerbank tarafından kurulmuş olan Ereğli Tekstil Fabrikası, 1997 yılında özelleştirmeyle Albayrak Grubu'na dahil olmuştur. Fabrika, nano teknoloji özelliklerine sahip askeriye ve emniyet kuvvetleri için soğuk-sıcak iklime uygun kamuflajlı ve kamuflajsız üniforma üretmektedir. Albayrak Grubu, 2003 yılında Doğu Karadeniz Bölgesi'nde aktif faaliyet gösteren limanı olan Trabzon Limanı'nın otuz yıllık işletme hakkını devralmıştır. Trabzon Limanı, Karadeniz'deki petrol arama çalışmalarının da başlangıç noktası konumundadır. Transbas Trabzon Serbest Bölgesi de Trabzon Limanı içerisinde yer almaktadır. Grup, 2014 yılında Somali'deki Mogadişu Limanı ve 2018 yılında Gine'deki Konakri Limanı'nı, 2022 yılında Azerbaycan'ın Bakü Limanı'nın işletmelerini üstlenmiş ve hâlen lojistik faaliyetlerine devam etmektedir. 2003 yılında Grup, SEKA Balıkesir Kağıt Fabrikası'nı satın aldıktan sonra atık kağıt ve kağıt ürünleri kullanarak üretim yapan Varaka Kağıt'ı faaliyete geçirmiştir. 1976 yılında kurulmuş olan, dizel motor, traktör ve tarım ekipmanları üreten TÜMOSAN, 2004 yılında özelleştirmeyle Albayrak Grubu'na geçmiştir. TÜMOSAN, Milli Entegre Taktik Tekerlekli Araç Projesi'ni hayata geçirerek Pusat'ın ilk prototipini üretmiştir. Dökme demir parça imalatı yapan TÜMOSAN Döküm ise 2012 yılında faaliyetlerine başlamıştır. 2011 yılında Grup bünyesinde kurulan Kademe A.Ş., vakumlu ve kompakt yol süpürme araçları, konteyner yıkama makinesi, sıkıştırmalı çöp kasası üretimleri yapmakta ve 46 ülkeye ihracat gerçekleştirmektedir. 2011 yılında araç üstü ekipmanları üreten Kademe A.Ş, Albayrak Grubu bünyesinde hizmet vermektedir. Erzurum ve Erzincan Şeker Fabrikalarını 2018 yılında devralan Albayrak Grubu, tesisleri modernize etmiş, Sukkar Şeker markasıyla kristal şeker üretimine başlamıştır. Ayrıca bölgede tarıma elverişli arazileri kiralayarak şekerpancarı ekimi yapmak, modern tarım uygulamaları ve tarım aletleriyle bölge çiftçisini tanıştırıp onlara bu konuda önderlik yapmak amacıyla 2019 yılında Mezra Ziraat'ı faaliyete geçirmiştir. Madencilik sektöründe faaliyet gösteren Albayrak Grubu, yurtiçi ve yurtdışında yeraltı ve yerüstü her çeşit maden ve tabii kaynakların çıkartılması ve işlenmesi amacıyla 2011 yılında Ağa Maden'i kurmuştur. Turizm alanında ise Giresun Kümbet Yaylası'nda bulunan Birun Kümbet Dağ Evi'nin işletmesini 2007 yılında devralmıştır. Türkiye'nin çeşitli kentlerinde doğalgaz, su ve elektrik sayacı okuma, aboneliklerin dağıtım, bakım ve faturalandırma hizmetlerini yürüten Sistemli Dağıtım Hizmetleri; karayollarında can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla sistemler kuran Rasat Trafik Çözümleri; lojistik faaliyetlerinin yanı sıra teknolojik imkânlarla yük taşıma uygulamaları üreten Nakil Lojistik, Grubun hizmet sektöründeki diğer firmaları arasında yer almaktadır. Bilgi teknolojileri alanında çözümler üretmek, dijital dönüşüm süreçlerinin takip etmek ve doğru teknoloji yatırımlarını yapmak amacıyla kurulan ALBİL Merkezi Hizmetler, hem yurtiçi hem de yurtdışındaki müşterilerine teknolojik çözümleri sunmaktadır. Albayrak Grubu, 1998 yılında Yeni Şafak Gazetesi'ni bünyesine katarak medya sektörüne adım atmıştır. Ulusal yayın yapan TVNET kanalı ise 2007 yılında faaliyetlerine başlamıştır. Derin Tarih, Nihayet, Z Raporu, Lokma, Cins, Skyroad, Gerçek Hayat, Post Öykü, Bilge Çocuk ve Bilge Minik, Grup bünyesinde çıkan dergilerdir. 2018'de yayın hayatına adım atan Ketebe Yayınları, roman, şiir, tarih, felsefe, edebiyat ve çocuk kitapları türlerinde yayın yapan grubun kitap yayıncılığındaki markasıdır. Grup bünyesinde yayımlanan gazete, kitap ve dergilerin satış, pazarlama, abonelik ve dağıtım faaliyetlerini yürüten Birlikte Dağıtım ile mecraların reklam satışını gerçekleştiren Reklam Piri de grubun güçlü şirketleri olarak hizmet vermektedir. Albayrak Grubu, yenisafak.com, GZT.com (Arkitekt, Mecra, Zpor, Gazete Manşet, GZTMZT, Jurnal.ist) gibi platformlarla dijital yayıncılık alanında da etkin faaliyet göstermektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14954", "len_data": 5440, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.35 }
Ahmet Albayrak, (d. 1952, Of, Trabzon), Türk iş insanıdır. Bir aile şirketi olarak kurulan ve 1982 yılına kadar inşaat sektörü ile büyüyen Albayrak Grubu ortaklarındandır ve halen yönetim kurulu başkanlığı görevini yürütmektedir. Yeni Şafak Gazetesi ve TVNET Televizyonu'nun imtiyaz sahibidir. Evli ve 5 çocuk babasıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14955", "len_data": 320, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 2.65 }
Nusret Özcan (d. 25 Kasım 1958, Eyüpsultan, İstanbul - ö. 22 Haziran 2007, İstanbul) Türk gazeteci ve yazardır. Gümüşsuyu İlkokulu'nu bitirdikten sonra Gaziosmanpaşa İmam Hatip Lisesi'ne kaydoldu. Ardından 1972'de İstanbul İmam Hatip Lisesi'ne geçiş yaptı. Bir süre okuldan uzaklaştırma cezası almışsa da buradan mezun oldu. Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümününde tamamladı. Askerlik görevini ise Antalya'daki acemi birliği ve buna müteakip Ardahan ilinde Kasım 1980 tarihinde yerine getirdi. 1981'de "Millî Gazete"de çalışma hayatına başladı. 25 Mayıs 1983'te hayatını kaybeden Necip Fazıl Kısakürek'in cenaze merâsiminde gözaltına alındı ve 15 gün sonra tahliye edildi. Öğretmen olarak ilk atanma yeri olan Bingöl'e gitmeyip ikinci atanma yeri olan Nevşehir'de öğretmenlik yaşamına başladı, 15 gün sonra bu görevinden istifa ederek İstanbul'a döndü. Bir süre TGRT ve MÜSİAD'da çalıştı. Ardından "Yeni Şafak" gazetesinin kuruluş çalışmalarında yer aldı ve ölümüne kadar burada kültür-sanat servisinde yazarlık ve editörlük görevini üstlendi. Nusret Özcan'ın edebi çalışmaları ve yazıları "Semerkand Aile", "İzlenim", "Kayıtlar", "Dergibi", "Kafdağı" ve "Cemre" gibi çeşitli dergilerde yayınlandı. Şimdiki adıyla Semerkand Radyo olan Radyo Onbeş'te Her Mevsim İstanbul adlı programı hazırlayıp sunan Özcan, geçirdiği kalp krizi sonucunda 22 Haziran 2007'de hayatını kaybetti. Evli ve üç çocuk sahibiydi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14959", "len_data": 1437, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.22 }
Mehmet Aycı, (d. 3 Mayıs 1971), Türk yazar ve şair. Adana, Saimbeyli’de doğdu. Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun oldu. Kamu-medya ilişkileri ve siyasal iletişim alanlarında çalıştı. Bir üniversitede “Demir Yolu Tarihi ve Gelişimi” dersleri verdi. Şiir dışında deneme ve portreleriyle de döneminin en üretken yazarlarından biri oldu. Aycı, Mürekkep Ten adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliğinin 2007 yılı; Sonrası Şimendifer adlı kitabıyla da Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği ESKADER'in 2012 yılı “yılın en iyi deneme yazarı” ödüllerini aldı. Yağmurlu Perçem kitabı ise ESKADER'in 2016 “yılın şiir kitabı” ödülüne layık görüldü
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14968", "len_data": 656, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.24 }
Clement Greenberg (16 Ocak 1909 - 7 Mayıs 1994), 20. yüzyılın en etkili sanat eleştirmenlerinden olup soyut sanatın yayılmasına katkıda bulunmuştur. Özellikle Jackson Pollock tarafından başlatılan soyut dışavurumculuk (kendi tabiriyle "resimsel soyutlama") akımının savunucularından olmasıyla tanınır. Bunun yanında zamanla daha saf olduğuna inandığı geç resimsel soyutlamayı desteklemeye başlamıştır. Kiç ('Kitsch'). Greenberg ilk olarak 1939'da yayınlanan "Avant-garde ve Kitsch" isimli makalesiyle ün yapmıştır. Bu makalede Greenberg Modernist sanatın tüketim kültürüne karşı bir direnme yolu olduğunu öne sürmüş, kiç terimini popülerleştirmiştir. Modern sanat ona göre içinde bulunup anlamaya çalıştığımız dünyanın koşullarını incelemek için bir araçtı. Pop sanatının reddedilmesi. Greenberg'in görüşüne göre Modernizm, sürekli değişip gelişen kiç kültürüne karşı gelmek için uyum sağlamak durumundaydı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Greenberg avant-garde sanatta artık ABD'nin söz sahibi olduğunu düşünüyordu. Jackson Pollock, Willem de Kooning, Hans Hofmann, Elyssa Rundle gibi sanatçıları destekleyerek modern sanatın resim yüzeyinin düzleştirilmesine doğru gittiğini iddia ediyordu. Tüm bunlar Greenberg'ün 1960'larda ortaya çıkan pop sanatını reddetmesine neden oldu. Greenberg, daha sonraki nesil eleştirmenlerinden Michael Fried ve Rosalind Krauss üzerinde de etkili olmuştur. Geç resimsel soyutlama. Greenberg'ün görüşüne göre sanat tarihindeki tüm akımlar nihai olarak geç resimsel soyutlamaya doğru ilerlemekte idi. Buna göre bu son basamak sanatın arındırılmasıydı. Saf sanat, Greenberg'e göre, konu, sanatçının kişiliği ile bağlantılar, fırça izleri gibi öğelerden arındırlmış olmalıydı. İlüzyonlara yer verilmemeli, tuvalin iki boyutluluğu öne çıkarılmalıydı. Bu özellikleri Greenberg, geç resimsel soyutlamayı, daha önceki dönemde yaygın olan soyut dışavurumculuktan ayırmak için belirtmiştir. Frank Stella bu görüşte sanat yapan ilk örnektir. Kaynakça. Bu makalenin çoğu Wikipedia'nın aynı başlıklı İngilizce makalesinden (23 Ağustos 2005) tercümedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14969", "len_data": 2068, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.16 }
Kanlıca, İstanbul ilinin Beykoz ilçesinin mahallesidir. Anadoluhisarı ile Çubuklu arasında bulunur. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün Anadolu yakasındaki ayağının kuzey tarafındadır. Tarih. Kanlıca'nın ismi konusunda çeşitli rivayetler vardır ama en çok kabul göreni zamanın Osmanlı sultanlarından biri bir gün emir vererek İstanbul'un havası en temiz semtinin bulunmasını ister. Nasıl ölçüleceği konusunda ise vezirlerinden yardım ister. Vezirlerden biri her semte kanlı et bulunan direklerin asılmasını ve en geç bozulan etin olduğu direğin havası en temiz semt olacağını söyler. Sultan emir verir ve Kanlıca büyük arayla birinci olur ve Osmanlı Sultanı bu semte Kanlıca ismini verir. Kültür. Kanlıca'nın yoğurdu meşhurdur. Kanlıca yoğurdu sahilde Çınaraltı'nda pudra şekeri üzerine konularak yenilir. Yoğurdun özelliği yoğurt yapımında kullanılan süt tozu ve üzerine konulan pudra şekeridir. Kanlıca ayrıca Mihrabad Korusu'yla da meşhurdur. Anadolu Yakasının en yeşillik yerlerinden biridir. Kanlıca'nın yalıları da ünlüdür. Popüler kültürde yeri. Final yapan Kurtlar Vadisi ve Kardeş Payı dizisinin çekildiği yerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14970", "len_data": 1118, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.03 }
Tabakhane, deri tabaklanan fabrikadır. Herhangi bir hayvana ait deri, tabakhaneye ham hâlde (yaş veya tuzlanmış olarak) gelir ve tabaklama işlemi sonrası fabrikadan çıkar. Deri tabaklamasında esas, derinin organik bir nesneden, kullanım ve imalata uygun mamul hâline çevrilmesidir. Köken. Tabakhane debbağhaneden gelen bir kelimedir. Debbağ eski dilde deri işleyen kişiye verilen isimdi, bu işin yapıldığı yere de debbağhane denilirdi. Günümüze ise deri işleyen kişiye tabak, bu işin yapıldığı yere ise tabakhane denilmektedir. Osmanlıda debbağlık önemli zanaatlardan biriydi. Mesleğin Ahilik ocakları vardı. 1709 yılına ait bir şeriye siciline göre İstanbul'da debbağ (deri işlemecileri) taifesinden bir grup ileri gelen esnaf mahkemeye gelerek, hâlihazırda Ahi Babası olan Seyyid Hacı Mehmed'in “pîr ve ihtiyâr olmakla hizmetinin üstesinden gelmeğe kâdir olmayıp âciz olduğundan”, yerine oğlu Mustafa Ağa'nın tayin edilmesine dair taleplerini bildirmişler, orada hazır bulunan Seyid Hacı Mehmed'in de bunu kabul etmesi üzerine Mustafa Ağa'nın Yedikule debbağlarının yeni Ahi Babası olarak tescil edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14973", "len_data": 1109, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.77 }
Seyyid (Arapça: سيد), İslam peygamberi Muhammed'in kızı Fatıma ve torunları Hasan, Hüseyin, Zeynep, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ün soyundan olduğu inanılanlar genel olarak bu adla anılır. Hanımlar için Seyyide sıfatı kullanılır. İslam'da dinî unvan olarak Hüseyin'in soyundan gelen Alevîlere Hüseyni veya Seyyid, Hasan'ın soyundan gelen Alevîlere ise Hasani veya Şerif denir. İran'da Seyyid Alevî kökenli aileler "Alevî", "Hüseynî", "Mir" veya "Mirza" olarak da anılır. Osmanlılar zamanında Şerif ve Seyyid ailelerin birliğini Alevî ocakları sistemiyle sağlardı. Peygamber soyundan gelmekle beraber onun inanç sistemine bağlı olmayan kişiler Ehli Beyt'ten sayılmazlar. Seyyid, yani Hüseynî-Alevîlerden olan kimselere, Fatıma ve kocası Ali soyundan geldikleri için, nisbetle Alevî ve çoğunluk olarak Aleviler denir. İslam'ın On İki İmamların birincisi olan İmam Ali'nin, Fatıma'nın vefatından sonra yaptığı evlilikten doğan çocukları genetik olarak Alevi olmakla beraber, Fatimi olmadıkları için Seyyid veya Şerif değildirler. Alevî kelimesi genetik anlamında Fatima ve Ali'nin soyundan gelen kimselere denir. Ayrıca siyasî savaşlarda veya İslam mezhebi olarak Ali taraftarı olanlar için Şiî kelimesi ve Ali'nin soyundan gelenlere Alevî (Seyyid ve Şerif) kelimesi kullanılır. Alevîler, İslam tarihin ilk ailesi olan Ehl-î Beyt mensubu olup, yine o soydan gelmektedirler. İslam din'in Caferîlik mektebine ve Alevî Tarikatlarından olan Alevî-Bektaşî tasavvuf tarikatına mensup Alevîler, ittikad olarak Peygamber Muhammed ve On iki İmamlar ittikâdine mensupturlar. Türkiye'deki Aleviler'in çoğu Arap kökenli Türkmen'dir. Anadolu Alevîlerin kökeni çoğunlukla Alevî ocaklarında belgelendiği gibi, Hoca Ahmed Yesevî'nin emriyle Anadoluya, yani Horasan'dan günümüz Türkiye'ye Pîr (Şeyh) olarak atanan büyük Tasavvuf alimi ve Alevî Türkmen şeyhi bilinen Hacı Bektaş Velî ve yanı sıra gelen 90.000 Horasan Alevî (Seyyid ve Şerif) Türkmen Pîrleri / Şeyhlerin Alevî Tarikatından olan Alevî-Bektaşî Dergahına ve ocağına mensupturlar. Ayrıca Osmanlı İmperatorluğunun kurucuları bilinen Yeniçerilerde Alevî-Bektaşî oldukları osmanlı arşivlerinde kayıtlıdır. Afganistan. Afganistan'da Seyyidlik Alevi bir etnik bir grup olarak kabul edilmektedir. 13 Mart 2019'da cumhurbaşkanlığı sarayındaki (Arg) Sedat toplantısına hitap eden Başkan Eşref Ghani, Sedat etnik grubunun yeni elektronik ulusal kimlik kartına (e-NIC) dahil edilmesine ilişkin bir kararname çıkaracağını söyledi. Cumhurbaşkanı Eşref Ghani, 15 Mart 2019'da elektronik ulusal kimlikte 'Sedat kabilesi'nden bahsetme kararı aldı. Kuzeyin Seyyidleri genellikle Belh ve Kunduz'da; doğuda ise Nangarhar'da bulunabilirler. Çoğu Seyyidler Bamiyan eyaletindeki Şii Müslümanlardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14974", "len_data": 2712, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.12 }
19, 18'den sonra ve 20'den önce gelen sayı. Aynı zamanda bir asal sayı. Bazı kült, inanç veya dinlerde önemli sayılarak üzerine çalışmalar yapılmış, takvim veya sistem oluşturulmuştur. Matematikte. On dokuz, en küçük sekizinci asal sayıdır. 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19, 23, 29, 31, 37, 41, 43, 47, 53, 59, 61, 67, 71, 73, 79, 83, 89, 97... Takvim sistemlerinde. İlyas Özkan Ay takviminde mevsimlerin sabitlenmesi için yapılan düzeltmelerin 19 yıllık döngüler ile sabitlenebildiğini, farklı takvim hesaplarının çevriminde ortaya çıkan 19 yıllık döngünün ve farklı takvim sistemlerini benimseyen göçebe ve yerleşik tarım toplumlarında büyük çatışmalara yol açtığını anlatmaktadır. Dinlerde veya kutsal kitaplarında. Semavî dinler (İbrahimî dinler) diye adlandırılan dinler için 19 sayısı özel olduğu hakkında çalışmalar mevcuttur. Her ne kadar İncil'de (Yeni Ahit) böyle bir özellik görülmese de Tevrat (Eski Ahit, Tora) ve özellikle Kur'an'da 19 sayısı üzerine çalışmalar bulunmaktadır. Tevrat'ta. 19 sayısının üzerine bir sistem, 11. yüzyılda yaşayan bir haham (Rabbî Yehuda HaNasi) tarafından ortaya konmuştur. Tevrat'ın dualarından birisinde tespitlerde bulunmuştur. Yehuda HaNasi'nin (başhahamın) çalışmaları, 1978 yılında Kaliforniya Üniversitesi yayınları arasında yayınlanan "Studies in Jewish Mysticism" adlı bir kitapta incelenir. Yahudilerin 1 yılda kutladıkları bayramlar toplam 19 gün sürer. Kur'an'da. Kur'an'ın 74. suresi olan ve bürünen, gizlenen demek olan Müddessir Suresi'nin 30. ayetinde on dokuz ibaresi aynen geçer. "Üzerinde on dokuz vardır." (74:30) 30. ayeti takip eden ayette ise 'bekçi meleklerinin sayısı' şeklinde bir ifade bulunmaktadır. Art arda gelen ayetler olması sebebi ile bir önceki ayete istinaden bu sayının 19 olduğu belirtilmiştir. Ayrıca 31. ayette bu sayının (meleklerin sayısı 19'u); 1 inkâr edenler için bir imtihan, 2kitap verilenlerin şüphelerini gidermesi, 3 inananların imanlarını arttırması için işaret edildiği belirtilir. Ayrıca 4 kalplerinde hastalık bulunanlar da 'Bu örnekle ne demek istendi?' demeleri için bir işaret olduğu belirtilir. "Biz, Cehennem'in görevlilerini ancak meleklerden kıldık. Onların sayısını inkâr edenler için bir imtihan vesilesi yaptık ki, kendilerine kitap verilenler kesin olarak bilsinler, iman edenlerin imanı artsın, kendilerine kitap verilenler ve Mü'minler şüpheye düşmesin, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ile kâfirler, "Allah örnek olarak bununla neyi anlatmak istedi?" desinler. İşte böyle. Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu, insanlar için ancak bir uyarıdır." (74:31) Her ne kadar bu ayeti bir referans kabul etmeyip bu rakamı özel bulmayanlar olsa da 19 rakamının Kur'an'da geçişi; bazı kelimelerin ve harflerin tekrar sayılarının 19'un katı olması kayda değerdir. Örnekler; Ayrıca, 19'dan söz eden 74. surenin vahyinden tam 19x74 Kamerî yıl sonra 19 sisteminin 1974 yılında ortaya çıkması, "gizlenen" diye anılan bu surenin ilk iki ayetinden oluşan ilk cümlesi tam 19 harf olup ebced değerinin 1974 olması ve son olarak, onu keşfeden Reşad Halife'nin adının kök türevlerinin Kur'an'da tam 19 kez geçmesi ilginçtir. Kur'an'da on dokuz fikrini tenkitler. Kur'an'da on dokuz üzerine yapılan çıkarımlar üzerine tenkitler de mevcuttur. Bir eleştiriye göre Müddessir Suresi'nde cehennem meleklerinin sayısının 19 olduğundan ve bu bilginin kendilerine kitap verilmiş olan toplumlar tarafından da yakinen bilinebileceğinden bahsedildiği şeklindeki eleştiridir. Diğer. Mustafa Kemal Atatürk. Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı üzerinde 19 sayısı ile alakalı çeşitli çalışmalar vardır. Bu çalışmalar bazı kitaplara da konu olmuştur. Atatürk'ün hayatından tarih ve sözlerin, 19 ile bağlantılı olduğu iddia edilen bazı örnekler: Atatürk'ün hayatındaki bazı olayları ve sözleri 19 sayısı ile bağdaşlaştırma çalışması ilk olarak 21 Kasım 1938 tarihinde Akşam gazetesinde yapılmıştır. Sayıya dayalı iddialara gelen eleştiriler. Bu sayıyla alakalı en önemli eleştiri istenirse her kitapta benzer özellikler bulunabileceğine dairdir. "19.org'a" göre Abdullah Öcalan'ın kitabı üzerinde de bu şekilde araştırma yapılırsa benzer bir özellik bulunabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14975", "len_data": 4191, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.2 }
Coluber, Colubridae familyasından bir yılan cinsi. Bu cinsin üyeleri ince yapılı, hızlı hareket edebilen yaygın görülen yılanlardır. Dünyada geniş yayılışa sahip olan bu yılanlar çok çeşitli habitatlarda farklı davranışlar içinde olur. Geçmişte bütün yılan türleri "Coluber" cinsine dahil ediliyordu. Öyle ki bir kobra türü "Coluber naja" olarak adlandırıldı. Modern çalışmalar sonucunda bu cinsin üyeleri kendi içinde su yılanları ile sınırlandırılmıştır. Yine de bazı türler (su yılanları) diğerleri gibi bu cinse ait olmadığından "Dolichophis" cinsine ayrılır. Bu yılanların dış etkenlere karşı kendini koruduğu zehiri yoktur. Taksonomi. "Coluber" cinsine bağlı türler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14976", "len_data": 672, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.29 }
Küçük sakarca ("Anser erythropus"), ördekgiller (Anatidae) familyasına ait, sakarcanın yakın akrabası olan bir kaz türü. Asya'nın en kuzey kesimlerinde yerleşim gösterse de az da olsa Avrupa'da da görülür. Küçük sakarca kışları Avrupa'nın güney kesimlerine iner, çok nadir olarak İngiltere'de görülür. İngiltere'deki sürekli bulundukları tek yer, WWT Slimbridge, Gloucestershire'dir. Vücut büyüklüğü 53–66 cm.'dir. Kış konuğudur. Küçük sakarcanın gagası pembe ve ayakları turuncu renktedir. Gagası ve boynu sakarcadan daha kısadır ve gaga dibindeki beyaz bölge alnına kadar uzamaktadır (sakarcada bu beyazlık sadece gaga dibinde gözlenmektedir). Küçük sakarcanın göz çevresi halkası sarıdır. Bu iki sakarca türü birbirinden büyüklüklükleriyle farklılaşır, küçük sakarca 53–66 cm uzunluğunda ve 120–135 cm kanat genişliğindedir. Renklerinin benzerliği dolayısıyla boz kaza benzer. Boz kazın gagası ve bacakları daha dolgun renkli ve kanatlarının yukarısı mavimsi-gridir. Her iki sakarca türünde de yüzüne fark edilir beyazlıklar ve karına kadar uzanan geniş siyah bantlar bulunur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14980", "len_data": 1079, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.62 }
Sakarca ("Anser albifrons"), ördekgiller (Anatidae) familyasından bir kaz türü. Uzunluğu 65–78 cm'dir. Grimsi renktedirler. Türkiye'de yaygın olarak gözlenen boz kazdan daha büyüktür. Gaga dibinden alına kadar uzanan beyaz bir bölge ve karın altında gözlenen koyu çizgiler mevcuttur. Ayakları turuncu ve gagaları pembe renktedir. Gençlerin alnında beyaz leke yoktur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14982", "len_data": 367, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.5 }
Karabaş patka ("Aythya marila"), Anatidae familyasından küçük bir dalıcı ördek türü. Özellikleri. Uzunluğu 42–51 cm.'dir. Erkek ve dişinin görünümü birbirinden farklıdır. Bu ördek türü, tepeli patka ile karıştırabilir. Erkek karabaş patka koyu yeşilimsi, yuvarlak bir başa sahiptir. Erkeğin göğsü, kuyruk alt ve üst tüyleri ile kanat üst-örtü tüyleri siyah renktedir. Vücut yan tüyleri beyaz ve gaga mavimsidir. Sırtı, tepeli patkadan farklı olarak gridir (tepeli patkada siyahtır). Üst kanat uçma tüyleri ile kanat altı beyazdır. Dişi, tepeli patkaya benzemesine rağmen, ondan gaga dibindeki beyazlık ve karın yanlarının daha açık olması ve tepesinin olmaması ile ayırt edilebilir. Üst kanat uçma tüyleri, kanataltı ile karın beyazdır. Dişi ve erkeğin gözü sarı ve gagaları mavimsidir. Üreme ve beslenme. Tek eşlidir. Yuvalarını yerde veya yüzer sazların üzerinde yaparlar. Yuvayı, bitkiler ve tüylerle döşemekte olup bu yuvaya yaklaşık 8-11 yumurta bırakırlar. Kuluçka süresi 26-28 gündür. Yavruların uçma süresi 40-45 gündür. Besinlerini, başlıca bitkiler ve omurgasız hayvanlar oluşturmaktadır. Dağılımları. Kış konuğudur. Türkiye'de Karadeniz ve Marmara Denizi'nin kıyılarında görülmektedir. Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'da gözlenmekte ve üremektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14984", "len_data": 1257, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.41 }
Macar ördeği ("Netta rufina"), ördekgiller (Anatidae) familyasından büyük bir dalıcı ördek türü. Özellikleri. Uzunluğu 53–57 cm.'dir. Erkek ve dişinin görünümü birbirinden farklıdır. Erkek; kızılımsı-kahverengi bir başa, kırmızı gaga ve ayağa, siyah boyuna, enseye ve göğüse sahiptir. Uçarken göğüsten uzanan bu siyah bölge karından kuyruğu da içine alacak şekilde bir çizgi halinde gözlenmektedir. Karının yanları ile kanat altı ve omuz beyazdır. Üst kanat uçma tüylerinde beyaz bir panel bulunmaktadır. Kanat üstü uçma örtü tüyleri kahverengidir. Dişi açık kahverengidir. Dişinin boynu ile yanları beyaz ve boyun arkası kahverengidir. Gaganın üzerinden gözleri de içine alacak şekilde arkadan tepe ve enseye uzanan kahverengi bölge gözlenmektedir. Erkek gibi kanat üstü uçma tüyleri beyazdır. Gaga grimsi, uç kısmı pembemsidir. Dağılımı. Yerli türdür. Orta ve Doğu Anadolu Bölgesi, Akdeniz ve Karadeniz Bölgelerinde kuluçkaya yatmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14985", "len_data": 940, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.03 }
Elmabaş patka ("Aythya ferina"), ördekgiller (Anatidae) familyasından orta büyüklükte bir dalıcı ördek türü. Özellikleri. Uzunluğu 42–49 cm'dir. Erkek ve dişi birbirinden farklı görünüme sahiptir. Erkek kızılımsı bir başa, siyah göğse ve kuyruk alt-üst tüylerine, gri sırt, kanat ve vücut yanları ile beyaz karına sahiptir. Dişi, boz renge sahiptir, ancak vücudun yanları ile üst-ört tüyleri grimsi-kahverengi ve karın kirli beyazdır. Gagası koyu mavimsi-gri ve ucu siyahtır. Uçma tüyleri erkeğinki gibi grimsidir. Yaşam alanı. Tüm Türkiye'de sazlık ve kamışlı göllerde, deltalarda ve lagünlerde gözlenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14986", "len_data": 605, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.29 }
Demodülasyon, modülasyon işleminin tersi yani taşıyıcı sinyal ile bilgi sinyalinin birbirinden ayrılmasıdır. Demodülasyon çıktısı ses, resim ya da ikili veri biçiminde olabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14989", "len_data": 177, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.69 }
Kuş, Aves sınıfını oluşturan; yumurtlayan, akciğerli, sıcak kanlı, vücudu tüylerle örtülü, gagalı, iki ayaklı, iki kanatlı uçucu hayvanların ortak adıdır. Tüy. Kuş tüyleri karmaşık bir yapıdadır. Keratinleşmiş deri hücrelerinden oluşur. Kanat ve kuyrukta yer alan büyük tüyler (telekler) uçmaya yarar. Vücudu, bir kiremit örtüsü gibi kaplayan dış tüyler ıslanmaktan korur, alttaki ince ve yumuşak tüyler ise vücut ısısının kaybını önler. Bir kuş tüyü, tüy ekseni ve tüy bayrağından oluşur. Tüy ekseni içi boş ve yuvarlak oyan tüy kökü ile içi ilik dolu dört köşeli tüy gövdesinden ibarettir. Tüy bayrağı ise gövdeden çıkan dallardan, bu dallardan çıkan yan dallardan ve bunların üzerindeki ucu çengel gibi küçük dalcıklardan oluşur. Bu çengelli dalcıklar, üzerinde çengelli dalcık bulunmayan yan dalları kavrayarak tüylerin dik durmasını sağlar Tüyler eksen ve bayrak kısımlarına göre üç gruba ayrılır: Telekler. Büyük ve uzun tüylerdir. Yan dalcıkları çengellidir ve bu tüyler dik dururlar. Telekler kuş vücudunun belli bölgelerinden çıkarlar. Bu bölgelerin dışında kalan kısımlar ya tamamen çıplak veya hav tüyleri ile örtülüdür. Telekler de; uçma telekleri, kuyruk telekleri ve örtü telekleri olmak üzere üç çeşittir. Telekler çeşitli renklerde olabilirler. Düz kuyruk, yuvarlak kuyruk, kama kuyruk, basamaklı kuyruk, girintili kuyruk, çatal kuyruk. Hav tüyleri. Yan dalları üzerinde kanca gibi çıkıntıları bulunmadığı için bu tüyler dik durmazlar, yumuşak ve gevşek bir haldedirler. Bu tüylerin gövde kısmı da genellikle ince ve zayıftır. Bazen tüy gövdesi körelmiş olup tüy dallarının hepsi tüy kökünden birbirine çok yakın olarak çıkarlar. Hav tüyleri teleklerinin altında yer alır ve kuşun vücut ısısını korumaya yararlar. Renkleri genellikle beyaz veya gridir. Kıl tüyleri. Eksenleri uzun ve incedir. Bayrak kısımları körelmiştir. Telek tüyleri arasında dağınık olarak bulunur. Gaga dibinde yer alanlar bazen kalın ve sert sakal veya bıyık kılları haline dönüşürler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14990", "len_data": 1978, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.68 }
Litre, bir hacim ölçüsü birimidir. Büyük L (l) ile gösterilir. Litre bir Uluslararası Birim Sistemi birimi değildir; fakat SI birimleriyle birlikte kullanılması kabul görmüştür. SI'nın hacim ölçüsü birimi metreküptür. Bu birimin adı metrik sistemde sık sık geçmektedir. 1 litre 1 desimetreküpe eşittir. 1 rakamı ile karışmaması için küçük l yerine büyük L ya da el yazısı (ℓ) kullanımı kabul edilmiştir. Ayrıca 1 litre 1.000 mililitredir. "Litre" Adının Kökeni. Litre sözcüğü Fransız ölçü birimi litrondan gelmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14994", "len_data": 518, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.51 }
Niels Henrik David Bohr (; d. 7 Ekim 1885, Kopenhag – ö. 18 Kasım 1962, Kopenhag), kuantum mekaniği ve atomun yapısının anlaşılması üzerine yaptığı katkılarla tanınan, 1922'de Nobel Fizik Ödülü almış Danimarkalı fizikçi. Bohr, elektronların enerji seviyelerinin ayrık olduğunu ve elektronların atom çekirdeği etrafında kararlı yörüngelerde döndüğünü, ancak bir enerji seviyesinden (veya yörüngeden) diğerine atlayabileceğini önerdiği Bohr atom modelini geliştirdi. Bohr modelinin yerini başka modeller almış olsa da, altında yatan ilkeler geçerliliğini koruyor. Tamamlayıcılık ilkesini tasarladı: maddelerin bir dalga veya parçacık demeti gibi davranmak gibi çelişkili özellikler açısından ayrı ayrı incelenebileceği. Tamamlayıcılık kavramı, Bohr'un hem bilim hem de felsefedeki düşüncesine egemen oldu. Bohr, 1920'de açılan ve şimdi Niels Bohr Enstitüsü olarak bilinen Kopenhag Üniversitesi'nde Teorik Fizik Enstitüsü'nü kurdu. Bohr, Hans Kramers, Oskar Klein, George de Hevesy ve Werner Heisenberg gibi fizikçilere akıl hocalığı yaptı ve onlarla birlikte çalıştı. Keşfedildiği yer olan Kopenhag'ın Latince adına göndermeyle hafniyum adı verilen yeni bir zirkonyum benzeri elementin varlığını öngördü. Daha sonra bohriyum elementine onun adı verildi. 1930'larda Bohr, Nazi rejiminden kaçan mültecilere yardım etti. Danimarka Almanlar tarafından işgal edildikten sonra, Alman nükleer silah projesinin başına geçen Heisenberg ile ünlü bir görüşme yaptı. Eylül 1943'te Almanlar tarafından tutuklanacağı haberi Bohr'a ulaştı ve İsveç'e kaçtı. Oradan, İngiliz Tube Alloys nükleer silah projesine katıldığı ve Manhattan Projesi'ndeki İngiliz misyonunun bir parçası olduğu İngiltere'ye uçtu. Savaştan sonra Bohr, nükleer enerji konusunda uluslararası işbirliği çağrısında bulundu. CERN'in ve Danimarka Atom Enerjisi Komisyonu Araştırma Kuruluşu Risø'nun kuruluşunda yer aldı ve 1957'de İskandinav Teorik Fizik Enstitüsü'nün ilk başkanı oldu. İlk yılları. Bohr, Danimarka'nın Kopenhag şehrinde 7 Ekim 1885'te üç çocuklu bir Yahudi ailenin ikincisi olarak doğdu. Babası, Kopenhag Üniversitesi'nde fizyoloji profesörü ve zengin bir Yahudi olan Christian Bohr ve annesi Ellen Adler Bohr bankacılık ve parlamenter çevrelerde öne çıkan birisiydi. Ablası Jenny ve küçük bir erkek kardeşi Harald vardı. Jenny bir öğretmen oldu, Harald ise Londra'daki 1908 Yaz Olimpiyatları'nda Danimarka millî takımı için oynayan bir futbolcu ve ek olarak matematikçi oldu. Niels da tutkulu bir futbolcuydu ve iki kardeş Kopenhag merkezli Akademisk Boldklub (Akademik Futbol Kulübü) için Niels ile kaleci olarak birkaç maç oynadı. Son önemli çalışmasını, 1939'da yaptı. Yeni keşfedilmiş olan çekirdek bölünmesinin neden bazı çekirdeklerde olup diğerlerinde olmadığını açıklamak için, bir büyük çekirdek ile bir sıvı damlası arasındaki benzerliği kullanmıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Bohr, ilk olarak Alman atom projesinde, daha sonra Almanlar tarafından tutuklanacağını Eylül 1943'teki bir mektupla öğrenince New Mexico'daki Los Alamos'ta (ABD) atom bombasının geliştirilmesine katkıda bulundu. Savaştan sonra Kopenhag'a döndü ve burada 1962'de öldü. Fizik. Eylül 1911'de, Carlsberg Vakfı'ndan bir bursla desteklenen Bohr, İngiltere'ye gitti. O zamanlar, atomların ve moleküllerin yapısı üzerindeki teorik çalışmaların çoğunun yapıldığı yer burasıydı. Cavendish Laboratuvarı ve Trinity College, Cambridge'den J. J. Thomson ile tanıştı. James Jeans ve Joseph Larmor tarafından verilen elektromanyetizma üzerine derslere katıldı ve katot ışınları üzerinde bazı araştırmalar yaptı, ancak Thomson'ı etkilemede başarısız oldu. Avustralyalı William Lawrence Bragg ve 1911 küçük merkezi çekirdek Rutherford atom modeli Thomson'ın 1904 erikli puding modeline meydan okuyan Yeni Zelandalı Ernest Rutherford gibi genç fizikçilerle daha başarılı oldu. Bohr, Temmuz 1912'de düğünü için Danimarka'ya döndü ve balayı için İngiltere ve İskoçya'yı gezdi. Dönüşünde, Kopenhag Üniversitesi'nde termodinamik üzerine dersler veren bir özel doktor oldu. Martin Knudsen, Bohr'un adını 1913 Temmuz'unda onaylanan bir doktor için öne sürdü ve Bohr daha sonra tıp öğrencilerine eğitim vermeye başladı. Daha sonra "üçleme" olarak ünlenen üç makalesi, o yılın Temmuz, Eylül ve Kasım aylarında Philosophical Magazine'de yayınlandı. Rutherford'un nükleer yapısını Max Planck'ın kuantum teorisine uyarladı ve böylece Bohr atom modelini yarattı. Gezegensel atom modelleri yeni değildi, ancak Bohr'un yaklaşımı öyleydi. Darwin'in, elektronların bir çekirdekle alfa parçacıklarının etkileşimindeki rolüne ilişkin 1912 tarihli makalesini başlangıç noktası olarak alarak, atomun çekirdeği etrafındaki yörüngelerde hareket eden elektronlar teorisini, kimyasal özellikleriyle geliştirdi. her bir element, büyük ölçüde atomlarının dış yörüngelerinde bulunan elektronların sayısı ile belirlenir. Kuantum ayrık enerji yayan süreçte, bir elektronun daha yüksek enerjili bir yörüngeden daha düşük bir yörüngeye düşebileceği fikrini ortaya attı. Bu, şimdi eski kuantum teorisi olarak bilinen şeyin temeli haline geldi. 1885'te Johann Balmer, bir hidrojen atomunun görünür spektral çizgilerini tanımlamak için Balmer serisini ortaya çıkardı: Burada λ emilen veya yayılan ışığın dalga boyu ve RH Rydberg sabitidir. Balmer'in formülü, ek spektral çizgilerin keşfedilmesiyle doğrulandı, ancak otuz yıl boyunca kimse ne işe yaradığını açıklayamadı. Bohr üçlemesinin ilk makalesinde bunu modelinden türetmeyi başardı: burada "m"e elektronun kütlesi, e onun yükü, h Planck sabiti ve Z atomun atom numarasıdır (hidrojen için 1). Modelin ilk engeli, Balmer'in formülüne uymayan çizgiler olan Pickering serisiydi. Bu konuda Alfred Fowler tarafından sorgulanan Bohr, bunlara iyonize helyumun, yalnızca bir elektronlu helyum atomlarının neden olduğunu söyledi. Bohr modelinin bu tür iyonlar için işe yaradığı bulundu. Thomson, Rayleigh ve Hendrik Lorentz gibi birçok eski fizikçi üçlemeyi beğenmedi, ancak Rutherford, David Hilbert, Albert Einstein, Enrico Fermi, Max Born ve Arnold Sommerfeld gibi genç nesil bunu bir atılım olarak gördü. Üçlemenin kabulü, tamamen diğer modelleri engelleyen fenomeni açıklama ve daha sonra deneylerle doğrulanan sonuçları tahmin etme kabiliyetinden kaynaklanıyordu. Bohr tıp öğrencilerine ders vermekten hoşlanmıyordu. Rutherford'un kendisine, görev süresi dolan Darwin'in yerine öğretmen olarak iş teklif ettiği Manchester'a dönmeye karar verdi. Bohr kabul etti. Kardeşi Harald ve Hanna Adler teyzesiyle Tirol'de tatil yaparak başladığı Kopenhag Üniversitesi'nden izin aldı. Orada Göttingen Üniversitesi'ni ve Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi'ni ziyaret etti ve burada Sommerfeld ile tanıştı ve üçleme üzerine seminerler verdi. Birinci Dünya Savaşı, Tirol'deyken patlak verdi ve Bohr'un daha sonra Margrethe ile Ekim 1914'te geldiği İngiltere'ye yaptığı yolculuğu büyük ölçüde karmaşıklaştırdı. Kopenhag Üniversitesi'nde Teorik Fizik Kürsüsü, özellikle onun için oluşturulmuş bir pozisyondu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14997", "len_data": 6949, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.71 }
Bursa'da 1962'den bu yana gerçekleştirilen uluslararası bir sanat etkinliğidir. 1 Haziran -1 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşir. Festival kapsamında müziğin tüm dalları, sahne sanatları ve plastik sanatlar alanındaki etkinlikler yer alır. Festival, 1988 yılından beri Bursa Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=14999", "len_data": 324, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.26 }
Roger Joseph Zelazny (d. 13 Mayıs 1937 - ö. 14 Haziran 1995) Polonyalı-Amerikan fantezi ve bilimkurgu yazarı. "Amber Yıllıkları" () serisi ünlü eserlerindendir. "Frost & Fire" adında bir hikâye ve makale antolojisi bulunmaktadır. "Işık Tanrısı" ve "Bu Ölümsüz" kitapları, "İthaki Yayınları" Bilimkurgu Klasikleri dizisinden çıkmaktadır. Ayrıca henüz Türkçe çeviriye kazandırılmamış eserleri bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15001", "len_data": 410, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.25 }
Hermes (), Yunancada "Hermes Trimegustus" (üç kere kutsanmış hermes) anlamına gelmektedir. Zeus ve Maia'nın oğludur. Zeus'un habercisidir. Tanrıların en kurnazı sayılır, tanrıların en hızlısıdır. Bir de Caduceus adında büyülü bir altın değnek taşır. Gigantlar arasındaki karşıtı Hippolytos'dur. Mitoloji. Üstün nitelikleri olan Hermes, efsaneye göre daha bir günlükken ayağa kalkar, beşiğinden çıkar, kaplumbağa kabuğundan yaptığı bir liri çalıp ondan çıkan seslerle eğlenir. Bir gün kırlarda dolaşırken tanrı Apollon'un koruması altındaki inekleri çalar. Apollon olayı öğrenince çok kızar; cezalandırılması için Hermes'i kolundan tutup Zeus'a götürür. Ne var ki, Hermes'in lirinden çıkan sesler Zeus'u ve Apollon'u büyüler. Zeus, cezalandıracağı yerde Hermes'e kanatlı bir başlıkla bir çift ayakkabı vererek onu tanrıların habercisi yapar. Haberci Hermes ölülerin ruhlarını yeraltına götürür; çobanlarla, yolunu şaşıran yolculara kılavuzluk eder. Yaşlı Kral Priamos'u, Hektor'un ölüsünü almak için Aşil'in barınağına götüren de odur. Ayrıca Odysseus'a Moly isimli bir bitkiyi vererek Kirke'nin tuzağından kurtaran da odur. Hermes'in İo efsanesinde de önemli bir görev üstlendiği görülür. Zeus, sevgilisi su perisi İo'yu kıskanç karısı Hera'dan kurtarmak için, onu ineğe dönüştürür. Hera ineği armağan olarak ister ve alır. Kocasının kendisini aldattığından kuşkulandığı için, başına da bekçi olarak 100 gözlü canavar Argos'u diker. Argos uyurken bile birkaç gözü açık kaldığından, her şeyi görür. Bu yüzden ona yanaşmak çok tehlikelidir. İo'nun kurtarılması için Zeus, Hermes'i görevlendirir. Hermes canavarın yanına oturarak eline lirini alıp tatlı tatlı çalmaya başlar. Bu hoş müzikle Argos Panoptis'un gözlerinin tümü ağır ağır kapanır, giderek derin bir uykuya dalar. Hermes de uyuyan canavarın kafasını keser. Çevik haberci Hermes tüm atletlerin koruyucusu olduğu gibi akıllı ve kurnaz olduğu için hırsızların, kumarbazların ve tüccarların da koruyucusudur. Liri, kavalı, notaları, astronomiyi, ölçü birimlerini ve sporu icat etmiştir. Hermes mitolojistlerce eril öğenin temsilcisi olarak kabul edilir. Farklı mitolojilerde Hermes. Hermes Roma mitolojisinde Merkür olarak anılır. Güneş'e en yakın gezegene onun adı verilmiştir. Hermes'in aslen Mısır mitolojisindeki Thot olduğu iddia edilmektedir. Bazı düşünürler Hermes'in İslam mitolojisindeki İdris olduğu kanaatindedirler. Hermes veya İdris geleneği Babil, Mısır ve Yunan düşüncelerinin temeli olmakla birlikte İslam düşüncesinin de temelini oluşturan yabancı kaynaklardan sayılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15002", "len_data": 2541, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Pop art, 1950'lerde, özellikle ABD ve İngiltere'de soyut dışavurumculuğa tepki gösteren genç sanatçıların 1960'larda bir akım haline getirdikleri sanat türüdür. İngiltere ve ABD'de değişik koşullarda ve birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmıştır. Marcel Duchamp'ın 20. yüzyıl başında hazıryapım nesneleri bağlamları nedeniyle sanat eseri olarak sunmuş olması, pop sanatçılarının popüler kültür imgelerini benzer bir motivasyonla sunmalarında etkili olmuştur. İngiltere'de pop sanatı. İngiliz pop sanatı, Richard Hamilton'ın etkili olduğu bir dönemle başlar (1953-1957); Peter Blake, Roger Coleman gibi geç resimsel soyutlama tarzına yakın eser veren sanatçılarla devam eder (1957-1961), 1960'lardan sonra figüre geri dönülür ve en sonunda pop art sanatı olur. ABD'de pop sanatı. Amerikan pop sanatının ilk temellerinin soyut dışavurumculuk ile popüler imgeleri birleştiren Jasper Johns ve Robert Rauschenberg tarafından atıldığı söylenebilir. Sonrasında önemli sanatçılar arasında Andy Warhol, Roy Lichtenstein, Claes Oldenburg vardır. Popüler kültür imgeleri kişisellikten arındırılmış bir şekilde sunulur; örnek alınan modellerin anonim kimliklerinden çok uzaklaşılmaz. Türkiye'de pop sanatı. Türkiye'de pop sanatı Andy Warhol akımıyla onun adını taşıyan stili ile ilk olarak izlerini bırakmaya başlamıştır. Fakat bu çizgiye sadık kalmak kaydıyla o çizginin dışına 2000'lerden sonra genç kuşak sanatçılar çıkmayı başarmış, çoğul ve renkli görünümlerin yerine daha sade ve net tekil renkler yerini almaya başlamıştır. Bu çizgiye çıkanlar çok ender sayılabilecek sanatçılardır. Pop sanatının ülkemizdeki tekil renk temsilcilerinden biri olan Ümit Bilgen (1979) alanında bir ilke imza atmış, siyah ve beyazın uyumunu bu sanata renklerin dışında uyarlamıştır. Sanatçının eserleri çoğul renklerden ziyade daha sade ve simetrik renkler olan siyah ve beyaza dönüştürmüştür. Bu anlamda Türkiye'de renk kombinasyonlarının çokça kullanıldığı stilden siyah beyaza uyarlanması ise oldukça sıra dışıdır. Bu sıra dışılık eserlerin farklılığında ve kullanılan materyalde kendini kolayca belli eder.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15006", "len_data": 2087, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.76 }
Enrico Fermi (d. 29 Eylül 1901, Roma - ö. 28 Kasım 1954, Chicago), dünyanın ilk nükleer reaktörü olan Chicago Pile-1'i inşa eden ve Manhattan Projesi'nin bir üyesi olarak tanınan, İtalyan ve daha sonra Amerikan vatandaşlığına kabul edilen bir fizikçiydi. Kendisine "atom çağının mimarı" ve "atom bombasının mimarı" adı verilmiştir. Hem teorik fizikte hem de deneysel fizikte üstün olan çok az fizikçiden biriydi. Fermi, nötron bombardımanı yoluyla indüklenmiş radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalar ve uranyum ötesi elementlerin keşfi nedeniyle 1938 Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü. Fermi, meslektaşlarıyla birlikte nükleer enerjinin kullanımına ilişkin, tamamı ABD hükûmeti tarafından devralınan birçok patent başvurusunda bulundu. İstatistik mekaniğinin, kuantum teorisinin, nükleer ve parçacık fiziğinin gelişimine önemli katkılarda bulundu. Parlak bir öğrenciydi, henüz 21 yaşındayken Pisa Üniversitesi'nden fizik doktoru unvanını aldı. Fermi'nin ilk büyük katkısı istatistiksel mekanik alanıyla ilgiliydi. Fermi, Wolfgang Pauli 1925 yılında dışlama ilkesini formüle ettikten sonra bu ilkeyi ideal bir gaza uyguladığı ve şu anda Fermi-Dirac istatistiği olarak bilinen istatistiksel bir formülasyonu kullandığı bir makale yayınladı. Günümüzde dışlama ilkesine uyan parçacıklara "fermiyon" adı verilmektedir. Pauli daha sonra enerjinin korunumu yasasını ispatlamak için beta bozunması sırasında bir elektronla birlikte yayılan yüksüz, görünmez bir parçacığın varlığını öne sürdü. Fermi bu fikri benimsedi ve "nötrino" adını verdiği varsayılan parçacığı içeren bir model geliştirdi. Daha sonra Fermi etkileşimi olarak anılan ve şimdilerde zayıf etkileşim olarak adlandırılan teorisi, doğadaki dört temel etkileşimden birini tanımlıyordu. Fermi, yakın zamanda keşfedilen nötronla radyoaktiviteyi tetikleyen deneyler sayesinde, yavaş nötronların atom çekirdekleri tarafından hızlı olanlara göre daha kolay yakalandığını keşfetti ve bunu açıklamak için Fermi yaş denklemini geliştirdi. Toryum ve uranyumu yavaş nötronlarla bombaladıktan sonra yeni elementler oluştuğu sonucuna vardı. Bu keşfi nedeniyle kendisine Nobel Ödülü verilmiş olsa da, yeni elementlerin daha sonra nükleer fisyon ürünleri olduğu ortaya çıktı. Fermi, Yahudi olan karısı Laura Capon'u etkileyen yeni İtalyan ırk yasalarından kaçmak için 1938'de İtalya'yı terk etti. II. Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi'nde çalıştığı Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. Fermi, Chicago Üniversitesi'nde, 2 Aralık 1942'de kritik hale gelen ve insan yapımı, kendi kendini sürdürebilen ilk zincirleme nükleer reaksiyonunu gösteren Chicago Pile-1'i tasarlayan ve inşa eden ekibe liderlik etti. 1943'te Oak Ridge, Tennessee'deki X-10 Grafit Reaktörü kritik hale geldiğinde ve ertesi yıl Hanford Sahası'ndaki B Reaktörü kritik hale geldiğinde o da oradaydı. Los Alamos'ta, bir kısmı Edward Teller'ın termonükleer "Süper" bombası üzerinde çalışan F Ekibi'ne başkanlık etti. 16 Temmuz 1945'teki Trinity testine katıldı ve burada bombanın verimini tahmin etmek için Fermi yöntemini kullandı. Savaştan sonra Fermi, J. Robert Oppenheimer'ın başkanlığında, Atom Enerjisi Komisyonu'na nükleer konularda danışmanlık yapan Genel Danışma Komitesi'nde görev yaptı. Ağustos 1949'da ilk Sovyet fisyon bombasının patlamasından sonra, hidrojen bombasının geliştirilmesine hem ahlaki hem de teknik gerekçelerle şiddetle karşı çıktı. Oppenheimer'ın güvenlik izninin reddedilmesiyle sonuçlanan 1954 duruşmasında Oppenheimer adına ifade veren bilim adamları arasındaydı. Fermi parçacık fiziği alanında, özellikle pionlar ve müonlarla ilgili önemli çalışmalar yaptı ve kozmik ışınların, yıldızlararası uzaydaki manyetik alanlar tarafından madde hızlandırıldığında ortaya çıktığını öne sürdü. Enrico Fermi Ödülü, Enrico Fermi Enstitüsü, Fermi Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı (Fermilab), Fermi Gama-ışını Uzay Teleskobu, Fermi paradoksu ve sentetik bir element olan fermiyum dahil olmak üzere birçok ödül, konsept ve kurum Fermi'nin adını almıştır. Bu onu elementlere kendi adlarını veren 16 bilim insanından biri yapıyor. İlk yılları. Enrico Fermi, 29 Eylül 1901'de İtalya'nın Roma kentinde doğdu. Demiryolları Bakanlığı'nda bölüm başkanı olan Alberto Fermi ile ilkokul öğretmeni Ida de Gattis'in üçüncü çocuğuydu. Kız kardeşi Maria iki yaş büyüktü, erkek kardeşi Giulio ise ondan bir yaş büyüktü. İki oğlan çocuğunun sütanneleri için kırsala gönderilmesinin ardından Enrico, iki buçuk yaşındayken Roma'daki ailesine yeniden katıldı. Büyükanne ve büyükbabasının istekleri doğrultusunda bir Roma Katoliği olarak vaftiz edilmesine rağmen ailesi pek dindar değildi; hayatı boyunca dua etmeye devam etti ve Tanrı fikrine büyük önem verdi. Küçük bir çocukken, kardeşi Giulio ile ilgi alanları birçok noktada ortaktı. Birlikte elektrik motorları yapıp elektrikli ve mekanik oyuncaklarla oynuyorlardı. Giulio 1915'te boğazındaki apsenin alınması için gerçekleştirilen bir ameliyat sırasında öldü. Maria ise 1959'da Milano yakınlarında gerçekleşen bir uçak kazasında öldü. Fermi, Campo de' Fiori'deki yerel bir pazarda 900 sayfalık "Elementorumphysicae mathematicae" adlı bir fizik kitabı buldu. Bu kitap fizik çalışmaları için ona büyük katkı sağladı. Collegio Romano'da profesör olan Cizvit Peder Andrea Caraffa tarafından Latince yazılan kitap, 1840'ta bilindikleri kadarıyla matematik, klasik mekanik, astronomi, optik ve akustiği hakkında araştırmalar içeriyordu. Fermi, bilime ilgisi olan diğer bir öğrenci olan Enrico Persico ile arkadaş oldu ve birlikte jiroskoplar inşa etmek ve Dünya'nın yerçekimi ivmesini ölçmek gibi projeler yürüttü. 1914'te, iş çıkışı sırasında babasıyla sık sık ofisinin önünde buluşan Fermi, eve giden yolun bir kısmını babası Alberto ile birlikte yürüyen meslektaşı Adolfo Amidei'yle tanıştı. Enrico, Adolfo'nun matematik ve fizikle ilgilendiğini öğrenmiş ve bu fırsatı Adolfo'ya geometri hakkında bir soru sorarak değerlendirmişti. Adolfo, genç Fermi'nin projektif geometriden bahsettiğini anladı ve ona Theodor Reye'nin bu konu hakkında yazdığı bir kitabını verdi. İki ay sonra Fermi, kitabın sonunda verilmiş olan ve Adolfo'nun bazılarının zor olduğunu düşündüğü tüm sorunları çözerek kitabı ona göre verdi. Bunu gördükten sonra Adolfo, Fermi'nin "en azından geometri açısından bir dahi" olduğunu hissetti ve çocuğa daha fazla akıl hocalığı yaparak ona fizik ve matematik üzerine daha fazla kitap getirmeye başladı. Adolfo, Fermi'nin hafızasının çok iyi olduğunu ve okuduklarını çok iyi hatırlayabildiği için kitapları okuduktan sonra geri verebileceğini belirtti. Bunun sonucunda Fermi'nin de fizik ve matematiğe ilgisi oldukça arttı. Scuola Normale Superiore yılları. Fermi, üçüncü sınıfı tamamen atlayarak liseden Temmuz 1918'de mezun oldu. Amidei'nin ısrarı üzerine Fermi, o dönemde o dilde yayınlanan birçok bilimsel makaleyi okuyabilmek için Almanca öğrendi ve Pisa'daki "Scuola Normale Superiore"'ye başvurdu. Amidei, Scuola'nın Fermi'nin gelişimi için o zamanlar Roma La Sapienza Üniversitesi'nin sağlayabileceğinden daha iyi koşullar sağlayacağını düşünüyordu. Bir oğlunu kaybetmiş olan Fermi'nin ailesi isteksizce de olsa onun dört yıl boyunca Roma'dan uzakta okulun pansiyonunda yaşamasına izin verdi. Fermi, konusu "Seslerin Karakteristik Özellikleri" olan makale yazması gereken giriş sınavında birinci oldu ve 17 yaşındaki Fermi, titreşen bir çubuğun kısmi diferansiyel denklemini türetmek ve çözmek için Fourier analizini kullanmayı seçti. Sınavdan sonra gözetmen Giuseppe Pittarelli, Fermi ile görüştükten sonra yazdığı makalenin doktora seviyesinde olduğunu ve onun olağanüstü bir fizikçi olacağını açıkladı. Fermi "Scuola Normale Superiore"'da tanıştığı öğrenci Franco Rasetti ile yakın arkadaş oldu ve daha sonra birlikte çalışmalar yaptılar. Fermi'ye öğretebileceği çok az şey olduğunu söyleyen ve sık sık Fermi'den onun yerine bir şeyler öğretmesini isteyen fizik laboratuvarı müdürü Luigi Puccianti'nin tavsiye de edilmişti. Fermi'nin kuantum fiziği bilgisi o kadar fazlaydı ki Puccianti ondan bu konuda seminerler düzenlemesini istedi. Bu süre zarfında Fermi, genel göreliliğin anahtarı olan tensör hesabını öğrendi. Fermi başlangıçta ana dal olarak matematiği seçti ancak kısa süre sonra fiziğe geçti. Genel görelilik, kuantum mekaniği ve atom fiziği üzerine çalışarak büyük ölçüde kendi kendini yetiştirdi. Eylül 1920'de Fermi fizik bölümüne kabul edildi. Bölümde sadece üç öğrenci bulunduğundan (Fermi, Rasetti ve Nello Carrara) Puccianti onların laboratuvarı istedikleri amaçla özgürce kullanmalarına izin verdi. Fermi, X ışını kristalografisini araştırmaları gerektiğine karar verdi ve üçü, bir Laue fotoğrafı (bir kristalin X ışını fotoğrafı) üretmek için çalıştı. Fermi, üniversitedeki üçüncü yılı olan 1921'de ilk bilimsel çalışmalarını İtalyan "Nuovo Cimento" dergisinde yayınladı. Bunlardan ilki, "Ölçme hareketinde elektrik yüklerinden oluşan katı bir sistemin dinamiği üzerine" ("Sulla dinamica di un sistema stricto di cariche elettriche in moto traslatorio") başlığını taşıyordu. Burada kütle bir tensör olarak ifade edilmişti; bu, üç boyutlu uzayda hareket eden ve değişen bir şeyi tanımlamak için yaygın olarak kullanılan matematiksel bir yapıydı. Klasik mekanikte kütle skaler bir niceliktir ancak görelilikte hıza bağlı olarak değişir. İkinci makale "Elektromanyetik yüklerin düzgün bir yerçekimi alanının elektrostatiği ve elektromanyetik yüklerin ağırlığı üzerine" idi ("Sull'elettrostatica di un campo gravitazionale üniformae e sul peso delle masse elettromagnetiche"). Fermi, genel göreliliği kullanarak bir yükün U/c2'ye eşit bir ağırlığa sahip olduğunu gösterdi; burada U, sistemin elektrostatik enerjisi ve c, ışık hızıdır. İlk makale, elektrodinamik teori ile elektromanyetik kütlelerin hesaplanmasına ilişkin göreceli teori arasındaki çelişkiye işaret ediyor gibi görünüyordu; zira ilki, 4/3 U/c2 değerini tahmin ediyordu. Fermi bunu gelecek yıl "Elektrodinamik ve göreli elektromanyetik kütle teorisi arasındaki çelişki hakkında" başlıklı makalesinde ele aldı ve görünürdeki çelişkinin göreliliğin bir sonucu olduğunu gösterdi. Bu makale yeterince ilgi gördükten sonra Almancaya çevrildi ve 1922'de Alman bilim dergisi "Physikalische Zeitschrift"'te yayınlandı. O yıl Fermi, "Bir hayat çizgisi yakınında meydana gelen fenomenler üzerine" ("Sopra i fenomeni che avvengono in vicinanza di una linea oraria") adlı makalesini İtalyan "I Rendiconti dell'Accademia dei Lincei" dergisine sundu. Bu makalede eşdeğerlik ilkesini inceledi ve "Fermi koordinatları" olarak adlandırılan koordinatları tanıttı. Zaman çizgisine yakın bir hayat çizgisinde uzayın sanki bir Öklid uzayı gibi davrandığını kanıtladı. Fermi, Temmuz 1922'de "Olasılık ve bazı uygulamaları üzerine bir teorem" ("Un teorema di calcolo delle probabilità ed alcune sue applicazioni") adlı tezini Scuola Normale Superiore'a sundu ve, henüz 20 yaşında, diplomasını alışılmadık derecede genç bir yaşta almış oldu. Tezi, X ışını kristalografisi üzerineydi. Teorik fizik henüz İtalya'da bir disiplin olarak tanınmıyordu ve bu alanda yalnızca deneysel fizik üzerine tezler kabul ediliyordu. Bu nedenle İtalyan fizikçiler, görelilik gibi Almanya'dan gelen yeni fikirleri benimsemekte yavaş davrandılar. Fermi laboratuvarda deneysel çalışmalar yaparken oldukça rahat olduğundan, bu onun için aşılmaz sorunları aşılabilir kılıyordu. Fermi, 1923'te August Kopff'un "Fundamentals of Einstein Relativity" (Einstein Görelilik'inin Temelleri) kitabının İtalyanca baskısının ekini yazarken, Einstein denkleminin () içinde muazzam bir miktarda nükleer potansiyel enerjinin yattığını fark etti. "En azından yakın gelecekte bu korkunç miktardaki enerjiyi serbest bırakmanın bir yolunu bulmak mümkün görünmüyor" diye yazdı, "ki bu çok iyi bir şey çünkü bu kadar korkunç miktardaki bir patlamanın yaratacağı ilk enerjinin etkisi, bunu yapmanın bir yolunu bulma talihsizliğine uğrayan fizikçiyi paramparça etmek olurdu." 1924 yılında Fermi, Grand Orient of Italy Mason Locası'na "Adriano Lemmi"ye kabul edildi. 1923-1924'te Fermi, Werner Heisenberg ve Pascual Jordan ile tanıştığı Göttingen Üniversitesi'nde Max Born'un öğrencisi olarak bir dönem eğitim gördü. Fermi daha sonra 1924 yılının eylül ve aralık ayları arasında Leiden'de Paul Ehrenfest ile matematikçi Vito Volterra'nın aracılığıyla Rockefeller Vakfı'nın sağladığı bursla çalıştı. Fermi burada Hendrik Lorentz ve Albert Einstein ile tanıştı ve Samuel Goudsmit ve Jan Tinbergen ile arkadaş oldu. Ocak 1925'ten 1926'nın sonlarına kadar Fermi, Floransa Üniversitesi'nde matematiksel fizik ve teorik mekanik dersleri verdi; burada manyetik alanların cıva buharı üzerindeki etkileri üzerine bir dizi deney yapmak üzere Rasetti ile birlikte çalıştı. Ayrıca Roma Sapienza Üniversitesi'nde kuantum mekaniği ve katı hâl fiziği üzerine dersler veren seminerlere katıldı. Fermi, Schrödinger denkleminin olağanüstü doğruluğuna dayanarak yeni kuantum mekaniği üzerine dersler verirken sık sık şöyle derdi: "Denklemin bu kadar iyi uyması inanılmaz!". Wolfgang Pauli 1925'te dışlama ilkesini açıkladıktan sonra Fermi, dışlama ilkesini ideal bir gaza uyguladığı "Kusursuz tek atomlu gazın nicelendirilmesi" ("Sulla quantizzazione del gas perfetto monoatomico") başlıklı bir makaleyle yanıt verdi. Makale özellikle Fermi'nin dışlama ilkesine uyan birçok özdeş parçacıktan oluşan sistemlerdeki parçacıkların dağılımını tanımlayan istatistiksel formülasyonu açısından dikkate değerdi. Bu, kısa süre sonra İngiliz fizikçi Paul Dirac tarafından bağımsız bir şekilde geliştirildi ve Bose-Einstein istatistikleriyle nasıl ilişkili olduğunu da gösterdi. Buna göre artık günümüzde Fermi-Dirac istatistikleri olarak biliniyor. Dirac'tan sonra dışlama ilkesine uyan parçacıklara günümüzde "fermiyon", uymayan parçacıklara ise "bozon" adı verilmektedir. Roma'daki Profesörlüğü. İtalya'da profesörlükler, boş bir sandalye için yarışma (concorso) yoluyla veriliyordu. Başvuranlar, profesörlerden oluşan bir komite tarafından yayınlarına göre derecelendiriliyordu. Fermi, Sardinya'daki Cagliari Üniversitesi'nde matematiksel fizik bölümüne başvurdu ancak kıl payıyla reddedilerek Giovanni Giorgi'nin lehine karar verildi. 1926'da 24 yaşındayken bu sefer de Roma Sapienza Üniversitesi'ne profesörlük başvurusunda bulundu. Bu, İtalya'daki teorik fizik alanındaki ilk üç pozisyondan biri olan yeni bir pozisyondu ve üniversitenin deneysel fizik profesörü ve Bilim Enstitüsü müdürü olan profesör ve ayrıca Orso Mario Corbino'nun teşvikiyle Eğitim Bakanı tarafından oluşturulmuştu. Corbino üniversitenin deneysel fizik profesörüydü, ayrıca Fizik Enstitüsü Başkanı ve Benito Mussolini'nin hükûmetinin üyesiydi. Seçim komitesine de başkanlık eden Corbino, yeni başkanın İtalya'da fiziğin standardını ve itibarını yükselteceğini umuyordu. Komite, Enrico Persico ve Aldo Pontremoli'nin yerine Fermi'yi seçti ve Corbino, Fermi'nin ekibini seçmesine yardımcı oldu. Kısa süre sonra Edoardo Amaldi, Bruno Pontecorvo, Ettore Majorana ve Emilio Segrè gibi önemli öğrenciler ve Franco Rasetti de katıldı. Fermi onu asistanı olarak atamıştı. Kısa süre sonra gruplarına Fizik Enstitüsü'nün bulunduğu sokağa atfen "Via Panisperna gençleri" adını verdiler. Fermi, 19 Temmuz 1928'de üniversitede fen bilimleri öğrencisi olan Laura Capon ile evlendi. İki çocukları oldu: Ocak 1931'de doğan Nella ve Şubat 1936'da doğan Giulio. 18 Mart 1929'da Fermi, Mussolini tarafından İtalya Kraliyet Akademisi üyeliğine atandı ve 27 Nisan'da Faşist Parti'ye katıldı. Daha sonra, İtalyan Faşizmini ideolojik olarak Alman nasyonal sosyalizmine yaklaştırmak için Mussolini tarafından 1938'de ırkçı yasalar çıkarıldığında Faşizme karşı çıktı. Bu yasalar Yahudi olan Laura'yı tehlikeye sokty ve Fermi'nin araştırma görevlilerinin çoğunun işsiz kalmasına neden oldu. Fermi ve ekibi, Roma'da bulundukları süre boyunca fiziğin birçok pratik ve teorik yönüne önemli katkılarda bulundular. 1928'de İtalyan üniversite öğrencilerine güncel ve erişilebilir bir bilgi sağlayan Atom Fiziğine Giriş ("Introduzione alla fisica atoma") adlı eserini yayınladı. Fermi ayrıca yeni fizik bilgisini mümkün olduğu kadar geniş bir alana yaymak amacıyla halka açık konferanslar düzenledi ve bilim insanları ve öğretmenler için popüler makaleler yazdı. Öğretme yönteminin bir kısmı, günün sonunda meslektaşlarını ve lisansüstü öğrencilerini bir araya toplamak ve çoğunlukla kendi araştırmasında karşısına çıkan bir problemin üzerinden geçmekti. Başarı olduklarını gösteren bir işaret ise artık yabancı öğrencilerin de İtalya'ya gelmeye başlamasıydı. Bunlardan en dikkate değer olanı, Rockefeller Vakfı üyesi olarak Roma'ya gelen ve Fermi ile 1932 tarihli "İki Elektron Arasındaki Etkileşim Üzerine" (Almanca: "Über die Wechselwirkung von Zwei Elektronen") adlı makale üzerinde işbirliği yapan Alman fizikçi Hans Bethe'ydi. O dönemde fizikçiler, atom çekirdeğinden bir elektronun yayıldığı beta bozunması karşısında şaşkına dönmüştü. Pauli, enerjinin korunumu yasasını karşılaması gerektiği için, aynı anda yayılan, yükü olmayan ve çok az kütlesi olan veya hiç kütlesi olmayan görünmez bir parçacığın varlığını öne sürdü. Fermi, 1933'te deneysel bir makalesinde geliştirdiği bu fikri benimsedi ve sonraki yıl, Fermi'nin "nötrino" olarak adlandırdığı varsayımsal parçacığı içeren daha uzun bir makale yayınladı. Daha sonra Fermi etkileşimi ve daha sonra da zayıf etkileşim teorisi olarak anılacak olan teorisi, doğanın dört temel kuvvetinden birini tanımlıyordu. Nötrino, ölümünden sonra keşfedildi ve etkileşim teorisi, bunun tespit edilmesinin neden bu kadar zor olduğunu gösterdi. Makalesini Britanya dergisi "Nature"'a sunduğunda, derginin editörü makaleyi "okuyucuların ilgisini çekmeyecek kadar fiziksel gerçeklikten uzak" spekülasyonlar içerdiği için geri çevirdi. Bu nedenle makale İngilizceden önce Almanca ve İtalyanca basıldı. 1968 İngilizce versiyonunun girişinde fizikçi Fred L. Wilson şöyle yazdı: Ocak 1934'te Irène Joliot-Curie ve Frédéric Joliot, elementleri alfa parçacıklarıyla bombaladıklarını ve içlerinde radyoaktivite oluşturduklarını duyurdular. Mart ayına gelindiğinde Fermi'nin asistanı Gian Carlo Wick, Fermi'nin beta bozunması teorisini kullanarak teorik bir açıklama yapmıştı. Fermi, James Chadwick'in 1932'de keşfettiği nötronu kullanarak deneysel fiziğe geçmeye karar verdi. Mart 1934'te Fermi, Rasetti'nin polonyum-berilyum nötron kaynağıyla radyoaktiviteyi tetikleyip tetikleyemeyeceğini görmek istedi. Nötronların elektrik yükü yoktu ve bu nedenle pozitif yüklü çekirdek tarafından saptırılamazlardı. Bu, çekirdeğe nüfuz etmek için yüklü parçacıklara göre çok daha az enerjiye ihtiyaç duydukları ve dolayısıyla Via Panisperna gençlerinin sahip olmadığı bir parçacık hızlandırıcıya ihtiyaç duymayacakları anlamına geliyordu.. Fermi'nin aklına polonyum-berilyum nötron kaynağını radon-berilyum kaynağıyla değiştirme fikri geldi. Bunu cam bir ampulü berilyum tozuyla doldurduktan sonra havayı boşaltıp Giulio Cesare Trabacchi'nin getirdiği 50 mCi radon gazı ekleyerek yaptı. Bu, radonun 3,8 günlük yarı ömrüyle etkinliği azalan çok daha güçlü bir nötron kaynağı yarattı. Bu kaynağın da gama ışınları yayacağını biliyordu ancak teorisine göre bunun deneyin sonuçlarını etkilemeyeceğine inanıyordu. Yüksek atom numarasına sahip ve kolaylıkla bulunabilen bir element olan platini bombalayarak işe başladı ancak başarılı olamadı. Bir alfa parçacığı yayan ve sodyum üreten, daha sonra beta parçacığı emisyonuyla magnezyuma bozunan alüminyuma yöneldi. Kurşunu denedi ama başarılı olamadı ve ardından bir alfa parçacığı yayan ve beta parçacığı emisyonuyla oksijene bozunan nitrojen üreten kalsiyum florür formundaki florini denedi. Toplamda 22 farklı elementte radyoaktiviteyi tetikledi. Fermi, 25 Mart 1934'te İtalyan La Ricerca Scientifica dergisinde nötronun neden olduğu radyoaktivitenin keşfini hızla yayınladı. Toryum ve uranyumun doğal radyoaktivitesi, bu elementler nötronlarla bombardıman edildiğinde neler olduğunu belirlemeyi zorlaştırdı ancak uranyumdan daha hafif ancak kurşundan daha ağır elementlerin varlığını doğru bir şekilde ortadan kaldırdıktan sonra Fermi, bunların hesperyum ve ausonyum denilen yeni elementler yarattıkları sonucuna vardı. Kimyager Ida Noddack, bazı deneylerin yeni, daha ağır elementler yerine kurşundan daha hafif elementler üretebileceğini öne sürdü. Ekibi uranyumla herhangi bir deney yapmadığı veya bu olasılığın teorik temelini oluşturmadığı için önerisi o dönemde ciddiye alınmamıştı. O zamanlar, fisyonun teorik olarak imkansız olmasa da ihtimaller dışında olduğu düşünülüyordu. Fizikçiler daha yüksek atom numaralı elementlerin daha hafif elementlerin nötron bombardımanından oluşmasını beklerken, hiç kimse nötronların Noddack'ın önerdiği şekilde daha ağır bir atomu iki hafif element parçasına ayırmaya yetecek enerjiye sahip olacağını beklemiyordu. Via Panisperna gençleri de bazı açıklanamayan etkileri fark etti. Deney, mermer bir masa yerine ahşap bir masa üzerinde daha iyi sonuç veriyor gibi görünüyordu. Fermi, Joliot-Curie ve Chadwick'in parafin mumunun nötronları yavaşlatmada etkili olduğunu belirttiklerini hatırladı ve bunu denemeye karar verdi. Nötronlar parafin mumundan geçirildiğinde, gümüşte parafinsiz bombardımana kıyasla yüz kat daha fazla radyoaktivite indüklendi. Fermi bunun parafindeki hidrojen atomlarından kaynaklandığını tahmin etti. Ahşaptaki atomlar da mermer ile aradaki farkı açıklıyordu. Bu, etkinin suyla tekrarlanmasıyla doğrulanmış oldu. Hidrojen atomlarıyla çarpışmaların nötronları yavaşlattığı sonucuna vardı. Çarpıştığı çekirdeğin atom numarası ne kadar düşük olursa, bir nötron çarpışma başına o kadar fazla enerji kaybediyor ve dolayısıyla bir nötronu belirli bir miktarda yavaşlatmak için gereken çarpışma sayısı da o kadar az oluyordu. Fermi, yavaş nötronların hızlı nötronlara göre daha kolay yakalanması nedeniyle bunun daha fazla radyoaktiviteye neden olduğunu fark etti. Bunu açıklamak için Fermi yaş denklemi olarak bilinen bir difüzyon denklemi geliştirdi. Fermi, 1938'de 37 yaşındayken "nötron ışınımıyla üretilen yeni radyoaktif elementlerin varlığına ilişkin kanıtları ve bununla bağlantılı olarak yavaş nötronların neden olduğu nükleer reaksiyonları keşfi nedeniyle" Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. Fermi, ödülü Stockholm'de aldıktan sonra İtalya'ya dönmedi, bunun yerine Aralık 1938'de ailesiyle birlikte New York City'ye gitti ve burada vatandaşlık ve oturma izni için başvurdular. Amerika'ya taşınma ve ABD vatandaşı olma kararı öncelikle İtalya'daki ırk yasalarından kaynaklandı. Manhattan Projesi. Fermi, 2 Ocak 1939'da New York'a geldi. Kendisine hemen beş üniversiteden pozisyon teklifi geldi ve 1936'da yaz dersleri verdiği Columbia Üniversitesi'nden gelen teklifi kabul etti. Aralık 1938'de Alman kimyagerler Otto Hahn ve Fritz Strassmann'ın, uranyumu nötronlarla bombardıman ettikten sonra baryum elementini keşfettikleri haberini aldı. Lise Meitner ve yeğeni Otto Frisch bunu doğru bir şekilde nükleer fisyonun sonucu olarak yorumladı. Frisch bunu 13 Ocak 1939'da deneysel olarak da doğruladı. Meitner ve Frisch'in Hahn ve Strassmann'ın keşfine dair yorumuna ilişkin haberler, Princeton Üniversitesi'nde ders verecek olan Niels Bohr ile Atlantik'i aştı. Princeton'da çalışan Columbia Üniversitesi'nden iki fizikçi olan Isidor Isaac Rabi ve Willis Lamb bunu öğrendiler ve onu Columbia'ya taşıdılar. Rabi, Enrico Fermi'ye söylediğini söyledi ancak Fermi daha sonra övgüyü Lamb'e verdi: Sonuçta Noddack'ın haklı olduğu kanıtlanmıştı. Fermi, yaptığı hesaplamalara dayanarak fisyon olasılığını göz ardı etmişti ancak tek sayıda nötron içeren bir nüklitin fazladan bir nötron absorbe etmesi durumunda ortaya çıkacak bağlanma enerjisini hesaba katmamıştı. Fermi için bu haber derin bir utanç kaynağı oldu, zira keşfettiği için kısmen Nobel Ödülü'ne layık görülen uranyum ötesi elementler hiç de uranyum ötesi elementler değil, fisyon ürünleriydi. Daha sonra Nobel Ödülü kabul konuşmasına bu yönde bir dipnot ekledi. Columbia'daki bilim insanları, nötron bombardımanına uğrayan uranyumun nükleer fisyonunda açığa çıkan enerjiyi tespit etmeye çalışmaları gerektiğine karar verdiler. 25 Ocak 1939'da Columbia'daki Pupin Hall'un bodrum katında Fermi'nin de aralarında bulunduğu bir deney ekibi Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ilk nükleer fisyon deneyini gerçekleştirdi. Ekibin diğer üyeleri Herbert L. Anderson, Eugene T. Booth, John R. Dunning, G. Norris Glasoe ve Francis G. Slack'tan oluşuyordu. Ertesi gün, George Washington Üniversitesi ve Washington Carnegie Enstitüsü'nün ortak himayesinde Washington DC'de Beşinci Washington Teorik Fizik Konferansı başladı. Bu konferansta nükleer füzyonla ilgili haberler daha da yayıldı ve daha birçok deneysel gösterime yol açtı. Fransız bilim adamları Hans von Halban, Lew Kowarski ve Frédéric Joliot-Curie, nötron bombardımanına tabi tutulan uranyumun absorbe ettiğinden daha fazla nötron yaydığını gösterdiler ve bu da bir zincirleme reaksiyon olasılığını akla getirdi. Fermi ve Anderson da birkaç hafta sonra aynısını yaptılar. Leó Szilárd, Kanadalı radyum üreticisi Eldorado Gold Mines Limited'dan 200 kilogram (440 lb) uranyum oksit elde etti ve bu, Fermi ve Anderson'ın çok daha büyük ölçekte fisyon deneyleri yürütmesine olanak tanıdı. Fermi ve Szilárd, kendi kendini idame ettirebilen bir nükleer reaksiyona ulaşmak için bir cihazın (bir nükleer reaktör) tasarımı üzerinde işbirliği yaptı. Nötronların sudaki hidrojen tarafından emilme hızı nedeniyle, doğal uranyum ve nötron moderatörü olarak su ile kendi kendine devam eden bir reaksiyonun başarılması pek mümkün değildi. Fermi, nötronlarla yaptığı çalışmalara dayanarak reaksiyonun su yerine uranyum oksit blokları ve moderatör olarak grafit ile gerçekleştirilebileceğini öne sürdü. Bu, nötron yakalama oranını azaltacak ve teoride kendi kendini sürdürebilen bir zincirleme reaksiyonu mümkün kılacaktı. Szilárd işe yarar bir tasarım ortaya attı: grafit tuğlalarla serpiştirilmiş bir yığın uranyum oksit bloku. Szilárd, Anderson ve Fermi "Uranyumda Nötron Üretimi" üzerine bir makale yayınladılar. Ancak çalışma alışkanlıkları ve kişilikleri farklıydı ve Fermi, Szilárd'la çalışmakta zorluk çekiyordu. Fermi, 18 Mart 1939'da Deniz Kuvvetleri Bakanlığı'nda konu hakkında bir konferans vererek askeri liderleri nükleer enerjinin potansiyel etkisi konusunda uyaran ilk kişiler arasındaydı. Donanma Columbia'daki araştırmalarına 1500 dolarlık yardımda bulunmayı kabul etmelerine rağmen verdikleri cevap yine de Fermi için yeterli değildi. Aynı yılın ilerleyen aylarda Szilárd, Eugene Wigner ve Edward Teller, Einstein tarafından imzalanan mektubu ABD başkanı Franklin D. Roosevelt'e göndererek, Nazi Almanyasının atom bombası yapma ihtimalinin yüksek olduğu uyarısında bulundu. Buna yanıt olarak Roosevelt, konuyu araştırmak üzere Uranyum Danışma Komitesi'ni kurdu. Uranyum Danışma Komitesi, Fermi'ye grafit satın alması için para sağladı ve o, Pupin Hall laboratuvarının yedinci katına bir yığın grafit tuğla inşa etti. Ağustos 1941'e gelindiğinde elinde altı ton uranyum oksit ve otuz ton grafit vardı ve bunları Columbia'daki Schermerhorn Hall'da daha da büyük bir yığın oluşturmak için kullandı. Artık Uranyum Danışma Komitesi olarak bilinen Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Ofisi'nin S-1 Bölümü, 18 Aralık 1941'de ABD'nin artık II. Dünya Savaşı'na girmesiyle bir araya gelerek çalışmalarını acil hale getirdi. Komitenin desteklediği çabaların çoğu zenginleştirilmiş uranyum üretmeye yönelikti ancak Komite üyesi Arthur Compton uygun bir alternatifin 1944'ün sonuna kadar nükleer reaktörlerde seri olarak üretilebilecek plütonyum olduğuna karar verdi. Plütonyum çalışmalarını Chicago Üniversitesi'nde yoğunlaştırmaya karar verdi. Fermi gönülsüzce taşındı ve ekibi oradaki yeni Metalurji Laboratuvarı'nın bir parçası oldu. Kendi kendinei devam ettirebilen bir nükleer reaksiyonun olası sonuçları bilinmiyordu, bu nedenle ilk nükleer reaktörün şehrin ortasındaki Chicago Üniversitesi kampüsünde inşa edilmesi pek de uygun gözükmüyordu. Compton, Chicago'dan yaklaşık uzaklıktaki Argonne Doğa Koruma Alanı'nda bir yer buldu. Sahayı inşa etmek için Stone & Webster ile sözleşme imzalandı ancak iş endüstriyel bir anlaşmazlık nedeniyle durduruldu. Fermi daha sonra Compton'u, reaktörü Chicago Üniversitesi'nin Stagg Field sahasının altındaki squash kortunda inşa edebileceğine ikna etti. Kazık inşaatı 6 Kasım 1942'de başladı ve Chicago Pile-1, 2 Aralık'ta kritik hale geldi. Yığın şeklinin kabaca küresel olması amaçlanmıştı ancak çalışma ilerledikçe Fermi, kürenin tamamını inşa etmeden de kritikliğin elde edilebileceğini hesapladı. Bu deney enerji arayışında bir dönüm noktasıydı ve Fermi'nin yaklaşımının tipik bir örneğiydi. Her adım dikkatlice planlandı ve her hesaplama titizlikle yapıldı. Kendi kendine yeten ilk nükleer zincirleme reaksiyon gerçekleştiğinde Compton, Ulusal Savunma Araştırma Komitesi başkanı James B. Conant'la şifreli bir telefon görüşmesi yaptı. Araştırmanın halk sağlığına tehlike oluşturmayacağı bir yerde devam etmesi için reaktör sökülerek Argonne Woods tesisine taşındı. Fermi orada, reaktörün bol miktarda serbest nötron üretiminin sağladığı fırsatlardan keyif alarak nükleer reaksiyonlar üzerine deneylerine devam etti. Laboratuvar kısa sürede fizik ve mühendislikten ayrılarak reaktörü biyolojik ve tıbbi araştırmalar için kullanmaya başladı. Başlangıçta Argonne, Chicago Üniversitesi'nin bir parçası olarak Fermi tarafından yönetiliyordu, ancak Mayıs 1944'te Fermi'nin yöneticisi olduğu ayrı bir kuruluş haline geldi. Oak Ridge'deki hava soğutmalı X-10 Grafit Reaktörü, 4 Kasım 1943'te kritik duruma geçtiğinde, bir şeyler ters giderse diye Fermi hazırdı. Teknisyenler, olup biteni görebilmesi için onu erkenden uyandırdı. X-10'un çalışır hale getirilmesi plütonyum projesinde bir başka dönüm noktasıydı. Reaktör tasarımına ilişkin veriler sağladı, DuPont personeline reaktör işletimi konusunda eğitim verdi ve reaktörde üretilen plütonyumun ilk küçük miktarlarını üretti. Fermi, yasanın izin verdiği en erken tarih olan Temmuz 1944'te Amerikan vatandaşı oldu. Eylül 1944'te Fermi, ilk uranyum yakıt parçasını, büyük miktarlarda plütonyum üretmek için tasarlanmış üretim reaktörü olan Hanford Sahası'ndaki B Reaktörü'ne yerleştirdi. X-10 gibi bu da Fermi'nin Metalurji Laboratuvarı'ndaki ekibi tarafından tasarlanmış ve DuPont tarafından yapılmıştı ancak çok daha büyüktü ve su soğutmalıydı. Sonraki birkaç gün içinde 838 tüp yüklendi ve reaktör kritik hale geldi. 27 Eylül gece yarısından kısa bir süre sonra operatörler, üretimi başlatmak için kontrol çubuklarını geri çekmeye başladı. İlk başta her şey yolunda görünüyordu ancak saat 03.00 civarında güç seviyesi düşmeye başladı ve 06.30 itibarıyla reaktör tamamen kapanmıştı. Ordu ve DuPont cevaplar için Fermi'nin ekibine başvurdu. Soğutma suyunda sızıntı veya kirlenme olup olmadığı araştırıldı. Ertesi gün reaktör aniden tekrar çalışmaya başladı ancak birkaç saat sonra tekrar kapandı. Sorunun, yarı ömrü 9,1 ila 9,4 saat olan bir fisyon ürünü olan ksenon-135 veya Xe-135'ten kaynaklanan nötron zehirlenmesinden kaynaklandığı belirlendi. Fermi ve John Wheeler, Xe-135'in reaktördeki nötronları emerek fisyon sürecini sabote etmekten sorumlu olduğu sonucuna vardı. Fermi'ye meslektaşı Emilio Segrè tarafından, Physical Review tarafından yayınlanmak üzere bu konuyla ilgili basılı bir taslak hazırlarken Chien-Shiung Wu'ya sorması önerildi. Taslağı okuduktan sonra Fermi ve bilim insanları şüphelerini doğruladılar: Xe-135 gerçekten de nötronları emiyordu, aslında çok büyük bir nötron kesitine sahipti. DuPont, Metalurji Laboratuvarı'nın, reaktörün daire şeklinde düzenlenmiş 1.500 tüpe sahip olduğu orijinal tasarımından sapmış ve köşeleri doldurmak için 504 tüp eklemişti. Bilim insanları başlangıçta bu aşırı mühendisliği zaman ve para kaybı olarak değerlendirmişlerdi, ancak Fermi, 2.004 tüpün tamamı yüklenirse reaktörün gerekli güç seviyesine ulaşabileceğini ve verimli bir şekilde plütonyum üretebileceğini fark etti. Nisan 1943'te Fermi, Robert Oppenheimer ile birlikte zenginleştirmeden elde edilen radyoaktif yan ürünlerin Alman gıda kaynaklarını kirletmek için kullanılması olasılığını gündeme getirdi. Arka planda Alman atom bombası projesinin zaten ileri bir aşamada olduğuna dair korku vardı ve Fermi de o zamanlar bir atom bombasının yeterince hızlı geliştirilebileceğine şüpheyle bakıyordu. Oppenheimer, "umut verici" öneriyi, stronsiyum-90 kullanımını öneren Edward Teller ile tartıştı. James B. Conant ve Leslie Groves'a da bilgi verildi ancak Oppenheimer yarım milyon insanı öldürmeye yetecek kadar gıdanın silahla kirlenmesi halinde plana devam etmek istedi. 1944'ün ortalarında Oppenheimer, Fermi'yi Los Alamos, New Mexico'daki Project Y'ye katılmaya ikna etti. Eylül ayında gelen Fermi, nükleer ve teorik fizikten sorumlu laboratuvarın müdür yardımcısı olarak atandı ve kendi adını taşıyan F Ekibi'nin başına getirildi. F Ekibi'nin dört farklı kolu vardı: "Süper" (termonükleer) bombayı araştıran Teller yönetimindeki F-1 Süper ve Genel Teori; "Su kazanı" sulu homojen araştırma reaktörüne bakan L.D.P. King yönetimindeki F-2 Su Kazanı; Egon Bretscher yönetimindeki F-3 Süper Deneyi; ve Anderson yönetimindeki F-4 Fisyon Çalışmaları. Fermi, 16 Temmuz 1945'te Trinity testini gözlemledi ve patlama dalgasına kağıt şeritleri bırakarak bombanın verimini tahmin etmek için bir deney yaptı. Patlamanın etkisiyle savruldukları mesafeyi yürüdü ve verimi on kilotonluk bir TNT olarak hesapladı; gerçek verim yaklaşık 18,6 kilotondu. Fermi, Oppenheimer, Compton ve Ernest Lawrence ile birlikte Geçici Komite'ye hedef seçimi konusunda tavsiyelerde bulunan bilimsel panelin bir parçasıydı. Panel, atom bombalarının endüstriyel bir hedefe karşı uyarı yapılmadan kullanılacağı konusunda komiteyle aynı fikirdeydi. Los Alamos Laboratuvarı'ndaki diğerleri gibi Fermi de Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarını teknik alandaki genel seslendirme sisteminden öğrendi. Fermi, atom bombalarının ulusları savaş başlatmaktan caydıracağına inanmıyordu ve dünya hükûmeti kurma zamanının geldiğini de düşünmüyordu. Bu nedenle Los Alamos Bilim İnsanları Derneği'ne katılmadı. Savaş sonrası. Fermi, 1 Temmuz 1945'te Chicago Üniversitesi'nde Charles H. Swift Seçkin Fizik Profesörü oldu, ancak 31 Aralık 1945'e kadar ailesiyle birlikte Los Alamos Laboratuvarı'ndan ayrılmadı. 1945'te ABD Ulusal Bilimler Akademisi üyeliğine seçildi. Metalurji Laboratuvarı, 1 Temmuz 1946'da Manhattan Projesi tarafından kurulan ulusal laboratuvarların ilki olan Argonne Ulusal Laboratuvarı oldu. Chicago ve Argonne arasındaki kısa mesafe, Fermi'nin her iki yerde de çalışmasına olanak sağladı. Argonne'da Leona Marshall ile birlikte nötron saçılımını araştırarak deneysel fiziğe devam etti. Ayrıca Maria Mayer ile teorik fizik üzerine tartıştı ve onun Nobel Ödülü'nü almasına yol açacak olan spin-yörünge etkileşimine dair içgörüler geliştirmesine yardımcı oldu. Manhattan Projesi'nin yerini 1 Ocak 1947'de Atom Enerjisi Komisyonu (AEC) aldı. Fermi, Robert Oppenheimer'ın başkanlığını yaptığı etkili bir bilimsel komite olan AEC Genel Danışma Komitesi'nde görev yaptı. Ayrıca her yıl Los Alamos Ulusal Laboratuvarı'nda birkaç hafta geçirmekten hoşlanıyordu; burada Nicholas Metropolis ve John von Neumann ile iki farklı yoğunlukta sıvının sınırında olanları inceleyen Rayleigh-Taylor dengesizliği üzerine çalıştı. Ağustos 1949'da ilk Sovyet fisyon bombasının patlamasından sonra Fermi, Isidor Rabi ile birlikte, ahlaki ve teknik gerekçelerle hidrojen bombasının geliştirilmesine karşı çıkan, komite için sert ifadelerle yazılmış bir rapor yazdı. Yine de Fermi, Los Alamos'taki hidrojen bombası çalışmalarına danışman olarak katılmaya devam etti. Stanislaw Ulam ile birlikte, Teller'in termonükleer silah modeli için gereken trityum aşırı fazla olacağını ve füzyon reaksiyonunun bu kadar trityumla bile mümkün olacağının kesin olmadığını hesapladı. Fermi, 1954'teki Oppenheimer güvenlik duruşmasında Oppenheimer lehine ifade vermişti ama yine de dava, Oppenheimer'ın güvenlik izninin reddedilmesiyle sonuçlanmıştı. Daha sonraki yıllarda Fermi, daha sonra Enrico Fermi Enstitüsü haline gelecek olan enstitünün kurucusu olan Chicago Üniversitesi'nde öğretmenlik yapmaya devam etti. Savaş sonrası dönemdeki doktora öğrencileri arasında Owen Chamberlain, Geoffrey Chew, Jerome Friedman, Marvin Goldberger, Tsung-Dao Lee, Arthur Rosenfeld ve Sam Treiman vardı. Jack Steinberger yüksek lisans öğrencisiydi ve Mildred Dresselhaus, doktora öğrencisi olarak onunla çalışığı yıl boyunca Fermi'den oldukça etkilenmişti. Fermi parçacık fiziğinde, özellikle de pion ve müonlarla ilgili önemli araştırmalar yürüttü. Pion-nükleon rezonansının ilk tahminlerini istatistiksel yöntemlere dayanarak yaptı, çünkü teori zaten yanlış olduğunda kesin cevapların gerekli olmadığını düşündü. Chen Ning Yang ile birlikte yazdığı bir makalede pionların aslında kompozit parçacıklar olabileceğini öne sürdü. Fikir Shoichi Sakata tarafından geliştirildi. O zamandan beri bu modelin yerini, Fermi'nin modelini tamamlayan ve onun yaklaşımını doğrulayan pion'un kuarklardan oluştuğu kuark modeli almıştır. Fermi, "Kozmik Radyasyonun Kökeni Üzerine" adlı bir makale yazdı ve burada kozmik ışınların, yıldızlararası uzaydaki manyetik alanlar tarafından hızlandırılan materyaller yoluyla ortaya çıktığını öne sürdü ve bu, Teller ile fikir ayrılığına yol açtı. Fermi, sarmal galaksinin kollarındaki manyetik alanları çevreleyen sorunları inceledi. Şu anda "Fermi paradoksu" olarak adlandırılan şey hakkında düşündü: dünya dışı yaşamın olasılığı ve bununla hala iletişime geçilememiş olmasının arasındaki çelişme. Hayatının sonuna doğru Fermi, nükleer teknoloji konusunda akıllıca seçimler yapılması konusunda toplumun geneline olan inancını sorguladı ve şöyle dedi: Ölümü. Fermi, Ekim 1954'te Billings Memorial Hastanesi'nde "keşif" adı verilen bir operasyon geçirdi ve ardından evine döndü. Elli gün sonra Chicago'daki evinde ameliyat edilemeyen mide kanserinden öldü. 53 yaşındaydı. Fermi, nükleer yığının yakınında çalışmanın büyük risk içerdiğinden şüpheleniyordu ancak yararlarının kişisel güvenliğine yönelik risklerden daha ağır bastığını hissettiği için devam etti. Yığın yakınında çalışan iki yüksek lisans öğrencisi asistanı da daha sonra kanserden öldü. Chicago Üniversitesi şapelinde meslektaşları Samuel K. Allison, Emilio Segrè ve Herbert L. Anderson'ın dünyanın "en parlak ve üretken fizikçilerinden" birinin kaybının yasını tutmak için konuştukları bir anma töreni düzenlendi. Lutherci bir papazın başkanlığında aile yakınları için özel bir cenaze töreninin yapıldığı Oak Woods Mezarlığı'na defnedildi. Etkileri ve Mirasları. Mirası. Fermi, başarılarından dolayı 1926'da Matteucci Madalyası, 1938'de Nobel Fizik Ödülü, 1942'de Hughes Madalyası, 1947'de Franklin Madalyası ve 1953'te Rumford Ödülü de dahil olmak üzere çok sayıda ödül aldı. Manhattan Projesi'ne yaptığı katkılardan dolayı 1946'da Liyakat Madalyası da aldı. Fermi, 1939'da Amerikan Felsefe Topluluğu'nin üyesi ve 1950'de Kraliyet Cemiyeti'nin (FRS) Yabancı Üyesi seçildi. Sanatçıların, bilim insanlarının ve İtalyan tarihinin önde gelen şahsiyetlerinin mezarlarıyla "İtalyan Zaferleri Tapınağı" olarak bilinen Floransa'daki Santa Croce Bazilikası'nda Fermi'nin anısına bir plaket bulunmaktadır. 1999'da "Time", Fermi'yi yirminci yüzyılın en iyi 100 kişisi listesine aldı. Fermi, hem teorik hem de deneysel olarak başarılı olan bir 20. yüzyıl fizikçisinin alışılmadık bir örneği olarak kabul edildi. Kimyager ve romancı C. P. Snow şunu yazdı: "Eğer Fermi birkaç yıl önce doğmuş olsaydı, onun Rutherford'un atom çekirdeğini keşfettiği ve ardından Bohr modelini geliştirdiği pekâlâ hayal edilebilirdi. Eğer bu kulağa abartı gibi geliyorsa, Fermi ile ilgili herhangi bir şey büyük ihtimalle size abartı gibi geliyordur.". Fermi, ilham verici bir öğretmen olarak biliniyordu ve ayrıntılara verdiği önem, sadelik ve derslerini dikkatli bir şekilde hazırlamasıyla dikkat çekiyordu. Daha sonra ders notları kitap haline getirildi. Makaleleri ve defterleri bugün Chicago Üniversitesi'ndedir. Victor Weisskopf, Fermi'nin "her zaman minimum komplikasyon ve karmaşıklıkla en basit ve en doğrudan yaklaşımı bulmayı başardığını" belirtti. Karmaşık teorilerden hoşlanmazdı ve mükemmel bir matematik yeteneğine sahip olmasına rağmen, işin çok daha basit bir şekilde yapılabileceği durumlarda bunu asla kullanmazdı. Başkalarını şaşırtacak sorunlara hızlı ve doğru yanıtlar vermesiyle ünlüydü. Daha sonra, üstünkörü hesaplamalarıyla yaklaşık ve hızlı yanıtlar alma yöntemi gayri resmi olarak "Fermi yöntemi" olarak bilinmeye başlandı ve yaygınlaştı. Fermi, Alessandro Volta'nın laboratuvarında çalıştığı sırada Volta'nın elektrik çalışmalarının nereye varacağı konusunda hiçbir fikrinin olmadığını belirtmekten hoşlanıyordu. Fermi genellikle nükleer güç ve nükleer silahlar üzerine yaptığı çalışmalarla, özellikle de ilk nükleer reaktörün inşa edilmesi ve ilk atom ve hidrojen bombalarının geliştirilmesiyle hatırlanır. Bilimsel çalışmaları ise zamana direndi. Buna beta bozunması teorisi, doğrusal olmayan sistemlerle çalışması, yavaş nötronların etkilerine ilişkin keşfi, pion-nükleon çarpışmaları üzerine çalışması ve Fermi-Dirac istatistikleri dahildir. Bir pion'un temel bir parçacık olmadığı yönündeki spekülasyonları, kuarklar ve leptonların incelenmesine giden yolu işaret etti. Fermi adının verildiği şeyler. Pek çok şey Fermi'nin adını taşıyor. Bunlar arasında, 1974'te onun onuruna yeniden adlandırılan, Batavia, Illinois'deki Fermilab parçacık hızlandırıcısı ve fizik laboratuvarı ve kozmik uzaydaki çalışmaları nedeniyle 2008'de onun adını alan Fermi Gama ışını Uzay Teleskobu yer alıyor. ışınlar. Üç nükleer reaktör tesisine de onun adı verilmiştir: Newport, Michigan'daki Fermi 1 ve Fermi 2 nükleer enerji santralleri, İtalya'daki Trino'deki Enrico Fermi Nükleer Enerji Santrali ve Arjantin'deki RA-1 Enrico Fermi araştırma reaktörü. 1952 Ivy Mike nükleer testinin enkazından izole edilen sentetik bir elemente, Fermi'nin bilim camiasına yaptığı katkıların onuruna fermiyum adı verildi. Bu onu elementlere kendi adlarını veren 16 bilim insanından biri yapar. 1956'dan bu yana, Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Komisyonu en büyük onuruna onun adını veren Fermi Ödülü'nü verdi. Ödülün alanlar arasında Otto Hahn, Robert Oppenheimer, Edward Teller ve Hans Bethe yer alıyor. Yayımları. Makalelerinin tam listesi için bkz. sayfa 75-78, ref.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15007", "len_data": 42323, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.07 }
Bursa Devlet Tiyatrosu, Bursa'da 1957'den bu yana Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren yerleşik bölge tiyatrolarından biridir. Devlet Tiyatroları bünyesinde açılmış ilk bölge tiyatrosudur. Tarihçe. Vali İhsan Sabri Çağlayangil'in sinema olarak kullanılan eski Halkevi binasını tiyatro haline getirip 1957'de Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne devretmesi ile kuruldu. 1957-1971 tarihleri arasında bir turne tiyatrosu olarak hizmet verdi. 1971'de Ali Cengiz Çelenk'in müdürlüğü ile yerleşik düzene geçti ve kendi kadrosu ile repertuvarını oluşturdu. Bursa Devlet Tiyatrosu'nun kullandığı tiyatro binası, adını Bursa'da ilk Türk tiyatrosunu kuran Vali Ahmet Vefik Paşa’dan alır. Ahmet Vefik Paşa, 1879-1882 yılları arasında Bursa’da valilik yapmış ve valiliği döneminde şehirde bir tiyatro kurmuştu. Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu ilk tiyatro, bugünkü Heykel'de, Ziraat Bankası merkez şubesi olan binanın yerinde idi ve ilk olarak Ahmet Vefik Paşa'nın adapte ettiği Moliere'in Meraklı adlı oyunu sahnelenmişti. Bugün kullanılan tiyatro binası ise 1935 yılında Vali Şefik Soyer tarafından Halkevi binası olarak yaptırılmıştır. Bina, 1950-1951'de Dr. Edip Akyürek tarafından genişletilerek bugünkü şeklini aldı ve sinema (Marmara Sineması) olarak kullanıldı. Bursa Devlet Tiyatrosu'na tahsis edilen bu bina, 28 Eylül 1957'de ""Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu" adıyla perdelerini açtı. Açılışta Rossini’nin Sevil Berberi sahnelendi. 30 Eylül 1957’de Celal Esad Arseven’in yazdığı, Behzat Butakʼın sahneye koyduğu “"III. Selim"” oynandı. Tiyatro müdürü olarak Ragıp Haykır görevlendirildi. Lillian Helman imzalı “Küçük Tilkiler”, 1 Ekim 1971 tarihinde Bursa Devlet Tiyatrosu'nun yerleşik kadrosu ile Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda sahnelediği ilk oyun oldu. İlk müdür, Ali Cengiz Çelenk idi. Daha sonra tiyatro müdürlüğünü Adnan Açıkdüşünenler, Yalın Tolga, Feyha Çelenk, Selim Gürata, Mehmet Gökçer, Halil Balkanlar, Arzu Tan Bayraktutan ve Ömer Naci Topcu gibi tiyatro sanatçıları üstlendi. Bina içinde bir salon 1985 yılında oda tiyatrosu olarak düzenlenerek "Feraizcizade Mehmet Şakir Oda Tiyatrosu"" adıyla hizmete girdi; böylece Bursa Devlet Tiyatrosu ikinci bir sahneye sahip oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15008", "len_data": 2215, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.5 }
Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası (BBDSO), Bursa'da yerleşik, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı senfoni orkestrasıdır. Türkiye'nin 6. devlet senfoni orkestrasıdır. 1999-2000 sezonunda kuruldu. Bursa'da Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenli haftalık konserlerin yanı sıra Bursa ve çevresinde ve yurtdışında konserler veren BBDSO, Türkiye'nin ilk ve tek "Bölge Senfoni Orkestrası"dır. Tarihçe. Kuruluş. BBDSO, şehirde bir senfoni orkestrası kurulmasını arzulayan sanatseverlerin ilgisi sonucu 1990'larda Bursa'daki iki farklı kurum bünyesinde kurulan iki orkestranın 1998'de birleşmesi ile meydana gelmiş ve 1999'da Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir devlet senfoni orkestrası olarak faaliyete geçmiştir. BBDSO'yu oluşturan orkestralardan biri, Bursa Uludağ Üniversitesi bünyesinde dönemin rektörü Ayhan Kızıl'ın desteği ile 1995'te kurulan, Eğitim Fakültesi'nin Müzik Bölümünde görevli Azerbaycanlı sanatçı eğitmenler ve Türk öğretim görevlilerinin yer aldığı bir yaylı çalgılar oda orkestrası idi. Oluşturulacak senfonik orkestrayı desteklemek amacıyla aynı yıl "Bursa Filarmoni Derneği" de kuruldu. Diğer orkestra ise 1996 yılında dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı olan Erdem Saker'in öncülüğü ve "Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı"'nın mali desteğiyle kurulan nefesli ve vurma çalgılar topluluğudur. Birer yıl arayla kurulan iki müzik topluluğu, üniversite ile belediyenin desteği ve ortak kararı ile 1998 yılında birleştirilip "Bursa Senfoni Orkestrası" adını aldı. Bu orkestra Azerbaycanlı besteci Hasan Adıgüzel'in yönetiminde düzenli olarak konserler vermeye başladı. Orkestranın danışmanlığını Hikmet Şimşek üstlendi. Hikmet Şimşek'in girişimi ve çalışmaları sonucu, 23 Eylül 1998 tarihli resmî gazetede yayınlanan karar ile Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde "Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası (BBDSO)" resmen kuruldu. Kuruluş amacı "çok sesli müziğin seçkin örneklerini icra etmek ve bu yapıtları sadece şehir merkezinde değil il, ilçe ve kasabalarda halkla buluşturmak" olan BBDSO, Türkiye'nin ilk "bölge orkestrası" oldu. BBDSO için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO)'nın tabi olduğu kuruluş yasası gereği yurt geneline açık sınavla sanatçı alımı yapıldı. Bursa Senfoni Orkestrası'nın mevcut sanatçılarının da girdiği sınavda kazanan müzisyenlerle oluşturulan BBDSO, 1999-2000 sanat sezonunda faaliyete geçti. Hikmet Şimşek'in önerisi ile Orhan Şallıel orkestra şefliğine, Ahmet Borova orkestranın kurucu müdürlüğüne getirildi. CSO'da uzun yıllar bürokratik deneyimi olan Borova, emekli olduğu 2003 yılına kadar kurumda gerekli idari yapılanmayı sağladı. Konserler ve festivaller. Kurulduğundan itibaren Bursa'da düzenli haftalık konserler veren orkestra, 2011-2012 sezonundan itibaren haftalık konserlerini Merinos Parkı içindeki Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirmeye başladı. Konserler bir süre Olay TV'de Pazar günleri yayımlandı. Haftalık konserlerin yanı sıra gerek Bursa içerisinde farklı mekânlarda, gerekse çevre il ve ilçelerde eğitim amaçlı konserler düzenleyen orkestra, kuruluşundan sonraki ilk üç-dört yıl içinde çeşitli uluslararası festivallerde yer aldı. Uygarlıklar Beşiği Anadolu 2000 (Kapadokya), İstanbul Uluslararası Gitar Festivali'nin açılış konseri, Hattuşaş (Boğazkale) 1. Uluslararası Sanat ve Kültür Festivali, 1. Side Uluslararası Festivali'nin açılış konseri, KKTC "Bellapais festivali" orkestranın katıldığı festivallerden bazılarıdır. Orkestra, 1999 yılından itibaren geleneksel olarak her yıl Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Bursa Uluslararası Festivali'nin açılış konserlerini gerçekleştirdi. Orkestra, yurtiçi turneleri ve "bölge" konserleri kapsamında Türkiye'nin birçok ilinde konserler verdi; yurtdışı turnelerle Polonya, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan, KKTC, Malta'da konserler gerçekleştirdi. Ağırladığı şefler arasında Emil Tabakov, Aleksandr Rudin, Benoit Fromanger, Taedusz Strugala, Howard Griffiths, Gürer Aykal, Rengim Gökmen bulunur. İdil Biret, Suna Kan, Fazıl Say, Ayla Erduran, Ayşegül Sarıca, Ayhan Baran, Gülsin Onay, Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Genco Erkal, Valerie Oistrakh, , Vanessa-Mae, Alexander Markov, , , , Rafael Wallfisch, Stefan Schilli, , , Roby Lakatos, , The Swingle Singers, , Janoska Ensemble orkestranın eşlik ettiği tanınmış solistlerdendir. Daimi şefler. BBDSO'da orkestra şefliği görevini 2009 yılına kadar orkestra şefi Orhan Şallıel, 2009-2014 yılları arasında Türkiye'nin ilk kadın orkestra şefi İnci Özdil, 2014-2015 yıllarında şef ve besteci Oğuzhan Balcı, 2017-2023 yıllarında Dağhan Doğu, 2023'te Naci Özgüç üstlendi. Eğitim konserleri. Çocuklara ve genç kuşaklara yönelik ücretsiz eğitim konserleri veren orkestra, kendisi için özel olarak yazılan ""Yaramaz Notalar" adlı senfonik çocuk oyununu kendi sanatçılarından oluşan bir oyuncu kadrosu ücretsiz sahneleyerek 2009-2011 yılları arasında 16.000 çocuğa ücretsiz ulaştı. Orkestra, eğitim konserlerini düzenli olarak sürdürür. Kısa film. BBDSO, yönetmenliğini Dağhan Celayir'in yaptığı "Tek Notalık Adam"" adlı kısa filmde de oyunculuk yapmış, ayrıca filmin müziklerini de seslendirmiştir. Film, pek çok ulusal ve uluslararası yarışmada birincilikler almış, Los Angeles ve Cannes gibi festivallerde gösterime girmiştir. Donizetti Klasik Müzik Ödülü. 21 Mayıs 2012'de düzenlenen 3. Donizetti Klasik Müzik Ödülleri töreninde "Yılın Orkestrası" ödülü ile ödüllendirilen orkestra, bu ödülü alan ilk devlet orkestrası olmuştur. Orkestra, ""45 kişilik mevcuduna karşın, dış takviyelerle özverili biçimde çalışmaları; repertuvar geliştirmek için gösterdikleri gayret; Mahler, Richard Strauss gibi, yapıtları geniş kadro isteyen bestecilere de yönelmeleri, genç Türk şeflerine de konser olanağı sağlamaları nedeniyle"." bu ödüle değer görülmüştür.   İzleyici sayısı. Türkiye İstatistik Kurumu 1 Haziran 2017'de "Orkestranın dinleyici sayısının 2015-2016 sezonunda %45,6 arttığı duyurmuştur. Orkestra. yönetimi bu başarıyı yerel sivil toplum kuruluşları ile uyumlu çalışması ve yerel yönetimin nitelikli salon tahsisi gibi faktörlerle açıklamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15012", "len_data": 6076, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.47 }
Bursa Devlet Türk Sanat Müziği Korosu, Bursa'da 1991 yılından beri faaliyet gösteren Kültür Bakanlığı'na bağlı bir korodur. İlk şefi İnci Çayırlı'dır. Ümit Atalay, Haki Numanoğlu, Hakan Özlev ve Erdinç Çelikkol koro şefliğini yürütmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15015", "len_data": 238, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.08 }
Tehcir Kanunu veya resmî adıyla Sevk ve İskân Kanunu, 27 Mayıs 1915'te Osmanlı Hükûmeti tarafından I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusu ile karşı karşıya gelebilecek iç unsurların savaş bölgelerinden uzak yerlere devlet eliyle gönderilmesi için çıkarılan göç kanunudur. 1 Haziran 1915 tarihinde "Takvim-i Vekâyi"de yayımlanarak yürürlüğe girdi. İçeriğinde Osmanlı Ermenilerinden bahsetmemesine rağmen doğrudan imparatorlukta yaşayan Ermeni halkı hedef alarak Ermenilerin yaşadığı şehirlerden başka yerlere sürülmesine yol açtı ve böylece Ermeni Tehciri'nin bir parçasını oluşturdu. İçerik. Tehcir Kanunu olarak bilinen fakat geçici kanun mahiyetinde olan ve asıl adı "Savaş zamanında hükûmet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun", Rum takvime göre 14 Mayıs, miladi takvime göre 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin resmî gazetesi "Takvim-i Vekayi"'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. İlk iki madde kanunun amaçlarını ve ana hatlarını belirtmektedir. Uygulanması. Liste, tehcir edilen Ermeni vatandaşların sayılarını göstermektedir. Tehcir edilenler. TSK Genelkurmay Başkanlığı arşivinde bulunan belgeye göre tehcire tabi tutulanların sayısı aşağıdaki tablodadır. Tehcire tabi tutulanların vilayetlerdeki kaza sayıları, aşağıdaki kaynaktan ayrıntılı olarak görülebilir. ABD resmî devlet kayıtlarına göre tehcire tabi tutulan Ermeni tebaanın sayısı aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi 486.000'dır (3 Şubat 1916).
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15019", "len_data": 1507, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
İtalyanlar (İtalyanca: "italiani"), anayurtları İtalya ve çevre bölgelerde yaşayan bir Romen halkıdır. İtalyanların çoğu İtalyanca veya lehçelerini konuşur, ancak İtalyancadan ayrı yaklaşık 30 adet bölgesel dil de İtalyanlarca konuşulmaktadır. Bu diller bazen yanlış bir biçimde "İtalyanca lehçeleri" olarak adlandırılır. 2017'de 55 milyon İtalyanın İtalya'da yaşadığı (ülkenin %91'i) tespit edilmiştir. Buna ek olarak İsviçre'de (yarım milyon kişi), Fransa'da, Istria'da ve San Marino'da (nüfusunun tamamına yakını) İtalyanca konuşan topluluklar vardır. Bunlara ek olarak başta Kuzey ve Güney Amerika ülkelerinde 80 milyonu aşkın kişi ya kısmen ya da tamamen İtalyan asıllı olduğunu belirtmektedir. Arjantin'in y. %51'i, Uruguay'ın üçte biri, Brezilya'nın %15'i İtalyan kökenli olduğunu söylemektedir. ABD, Kanada ve Avustralya İtalyan kökenlilerin yoğun olarak yaşadığı diğer bölgelerdir. Kültür. Mutfak. İtalyan mutfağı, kökeni Antik Çağ'a uzanan ve dünyada tanınan bir mutfaktır. İtalyan mutfağında Etrüsk, Antik Yunan, Antik Roma, Bizans, Yahudi ve Arap mutfaklarının etkisi çok belirgindir. Yeni Dünyanın keşfiyle, bugünkü İtalyan mutfağının temeli olarak bilinen fakat aslında 18. yüzyıla kadar halk kitlelerine ulaştırılamamış patates, domates, dolmalık biber ve mısır gibi gıda ürünlerinin Avrupa'ya getirilmesiyle mutfakta önemli değişimler görüldü. İtalyan mutfağının özelliği bölgesel çeşitliliğinin fazla olması, ve çok farklı lezzetleri barındırmasından gelir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15020", "len_data": 1474, "topic": "FOOD_GASTRONOMY", "quality_score": 3.79 }
10 Eylül, Türkiye Komünist Partisi'nin likidasyonuna muhalif TKP kadrolarının oluşturduğu çevredir. O dönemde SSCB'de Gorbaçov'un izlediği politik hattı revizyonizm olarak tanımladı ve Türkiye'de yaşananların “yeni politik düşünce” adıyla TKP'yi likidasyona teslim ettiğini savundu. TKP ve TİP'in birleşmesiyle oluşan TBKP'nin birlik adı altında likidasyona sürüklendiğini belirterek bu gidişata muhalefet etti. Aynı adla 1989'da yayınlanmaya başlayan dergi 10 sayı çıkabildi ve bütün sayılarında devlet tarafından toplatılma kararı alındı. 10 Eylül dergisi TKP'nin likidasyonuna engel olamadı ve 1990'da çalışmalarına son verdi. Dergiyi çıkaran kadrolar 1996'da farklı çevrelerden gelen TKP'lilerle birlikte "Ürün Sosyalist Dergi" çıkarma kararını aldı. İlerleyen yıllarda aynı çevre 1920 TKP içerisinde yer aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15034", "len_data": 814, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.46 }
16 Haziran Hareketi, Hikmet Kıvılcımlı'nın görüşleri doğrultusunda şekillenen, faaliyetlerini büyük ölçüde yurt dışında sürdüren yasadışı sol örgüttür. Vatan Partisi'nden ideolojik farklılıklar nedeniyle ayrılan Sarp Kuray ve arkadaşları 1979 yılında Partizan Yolu adlı dergi etrafında toplanmış, 1988'de ise 16 Haziran Hareketi adını almıştır. Demokratik Halk Devrimi stratejisini benimseyen örgüt, 1990 yılında başlayan hizipleşmeler sonucunda konferansa gitmiş ve 1991 yılında Yunanistan'da yapılan konferansın ardından Sarp Kuray ve arkadaşlarının ayrılmasıyla güç kaybetmiştir ve etkisiz kalıp feshedilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15036", "len_data": 614, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Ana Gerilla Birliği, Devrimci Yol tarafından 1980 Darbesi sonrasında, kendiliğinden başlayan kıra çekiliş hareketinin organize edilmesi ile 1982 yılında başlatılan kır gerillası faaliyetlerindeki çekirdek gruptur. Tarihi. 1983-84 yıllarının bir kısmında Doğu Karadeniz'den Akdeniz'e çizilen bir çizgide sürekli hareket eden Ana Gerilla Birliği, Mahmut Memduh Uyan tarafından komuta edilen bir askeri örgütlenmeydi. 12 Eylül Darbesi öncesinde Devrimci Yol'un kırsal faaliyetler için yaptığı küçük çaplı bazı çalışmalar bulunmaktaydı. Örneğin 1980 ilkbahar aylarında Malatya'ya gönderilen Mahmut Memduh Uyan öncülüğündeki birkaç kişilik ekip yerelden de takviye aldı. Bu ekip şehirde eylemler gerçekleştirdi ancak kırda üstlendi. Tunceli'de de kırda yerleşen 6-10 kişilik bir çekirdek ekip oluşturuldu. Diğer illerde de kırsal alanları tanımayı amaçlayan 2-3 kişilik ekipler oluşturuldu. 12 Eylül Darbesi'nin ardından Türkiye'nin değişik bölgelerinde (Artvin, Rize, Samsun, Ordu, Giresun, Uşak, Mersin, Antalya, Tunceli, Sivas) sayıları yüzlerceye varan Devrimci Yol üyesi kırsal alana çekildiler. Ancak ön hazırlıkların yapılmamış olmasının da etkisiyle, darbenin ilk aylarında kırsal alandaki Devrimci Yol üyeleri çok sayıda kayıp verdiler. Bu dönemde Devrimci Yol merkezi, kır gerillasına daha fazla öncelik vermeye çalıştı ve yurtdışındaki ilişkilerin desteğiyle lojistik altyapı oluşturmaya çalıştı. 1980 yılının Kasım ayında başlayan operasyonlar ve 1981 Ocak ayı sonlarında Merkez Komite'nin çoğunluğunun yakalanması nedeniyle, bu çalışmalar yarım kaldı. Yurt içinde kalan yapılar arasındaki bağlantılar büyük oranda koptu. Yurt dışında sürdürülen girişimler sonucunda 1981 sonlarında Suriye'de toparlanma çalışmaları yapıldı. Yurt içinden ulaşılabilen kadrolar Suriye'ye çekilerek burada yeni bir merkez ile yeni dönem politikaları oluşturulmaya çalışıldı. 1982 Sonbahar aylarında genel çerçevesi netleşen politik hat "1982 Politik Hattı" olarak bilinmektedir. Suriye ve Lübnan'da bir yandan politik tartışmalar yürütüldü, bir yandan da kır ve şehir gerillası için hazırlık yapılarak eğitimler gerçekleştirildi. 1982 sonlarından itibaren Türkiye'ye gruplar halinde dönüşler başladı ve 1983 Mayıs ayı civarında kırsal alana dönüşler tamamlandı. Özellikle Filistin'de askeri eğitim alan kadroların katılımı ile Ordu, Sivas, Malatya, Adıyaman gibi illerin kırsal bölgelerinde faaliyet gösteren bir yapıya kavuştu. Ana Gerilla Birliği'nin faaliyet gösterdiği süre boyunca yeni katılım ve kayıplar ile toplam mensubunun sayısı daha fazla olmakla birlikte, genelde 15-17 kişilik bir kadroya sahip olduğu bilinmektedir. Ana Gerilla Birliği (AGB) Ordu ile Adıyaman arasındaki bölgede hareketli bir yapıda olacak ve yerel birimlerle bağlantı sağlayacak şekilde planlanmıştı. Bu oluşturulan ekibin tam kadroyla bir araya gelişi 13 Haziran 1983 tarihinde olduğundan dolayı "13 Haziran Gerilla Hareketi" ismi verilmiş olmasına karşın pratikte Ana Gerilla Birliği (AGB) olarak anıldı. Ana Gerilla Birliği'nin altında birkaç Bölge Gerilla Birliği oluşturulması hedeflendi, Yerel Siyasi Birimler adı ile örgütlenen ve on beş köy ya da birkaç ilçe çapında hareket eden illegal yapılar inşa edildi. Bölgesel gerilla birlikleri oluşturma sürecinde Cavit Kaya ve İlhan Durmuş (13 Kasım 1983), Kadir Aksoy (2 Nisan 1984) çatışmalar sonucunda hayatını kaybettiler. 1983 yılında Devrimci Yol'un yurt dışındaki kadroları içerisinde başlayan tartışmalar sonrasında bölünme oldu ve yurt dışından Türkiye'deki örgütlenmeye destek çalışmaları büyük oranda durdu. Taner Akçam'ın başını çektiği bir grup "Kırsal kesimde böyle bir mücadeleyi başlatmak yanlıştır, kır gerillasını örgütlemek yanlıştır" düşüncesini savundu. Tartışmalar sürerken "kırdakilerin moralinin bozulmaması" gerekçesiyle kırdaki ekiplere bilgi verilmedi. Yurt dışındaki tartışmalar kır gerillasına ve Ana Gerilla Birliği'ne 1984 başında yazılı ve sözlü olarak iletildi. 1984 İlkbahar aylarında kır ekipleri içinde yürütülen tartışma sonrasında kırdaki faaliyetin azaltılması, isteyenin şehirlere veya yurt dışına geçmesi, isteyenin kırda kalması konusunda görüş oluştu. Bu kararı Ordu ve Tokat-Sivas bölgesindeki gruplara iletmeye giden ekipler karşılaştıkları operasyonlarda önemli kayıplar verdiler. Bu dönemde, 1984 Haziran ayında iki ayrı çatışmada Habil İrgül, Necmettin Karagülle, İbrahim Levent, Ayhan Gökvelioğlu, Ahmet Pehlivan öldürüldü. Mahmut Memduh Uyan ile bir kısım devrimci, tartışmalar sonrasında şehirlere geçerek yeni bir yapılanma oluşturmaya çalıştı. Kırda verilen kayıplar üzerine 1984 Sonbahar aylarında yapılan toplantılarda kırsal faaliyetin iyice azaltılması kararı alındı. Operasyonlar, yakalanmalar ve çözülmeler sonucunda Mahmut Memduh Uyan 1985 Şubat ayında yakalandı. Kır faaliyeti içinde olan Ali İşçi de Malatya, Hekimhan'daki operasyonda öldürüdü. Örgütlenmeden geriye kalanların bir kısmı şehirlere geçti, bir kısmı yurt dışına çıktı. Böylece Devrimci Yol'un Ana Gerilla Birliği merkezli kırsal faaliyeti sona erdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15043", "len_data": 4998, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Antikapitalist Parti (AKAP), DSİP'ten kopan İşçi Demokrasisi grubunun bölünmesinin ardından, savaş karşıtı hareketin yükseldiği dönemde Antikapitalist adıyla çalışmalarına devam eden bir gruptur. Ardından devrimci partinin önemini vurgulayarak, partileşme sürecini başlatıp ismini Anti Kapitalist Parti Ön Girişimi olarak değiştirdi. Demokratik Merkeziyetçi bir parti anlayışına sahiptirler. "Her türlü ayrımcılığa karşı işçi sınıfının en geniş ve küresel birliğini savunuyoruz; bu yüzden her türlü milliyetçiliğe (ulusçuluk, vatanseverlik, yurtseverlik veya adı ne olursa olsun), ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşıyız." diyerek politik hatlarını tanımalamaktadırlar. Birleşik Cephe taktiği doğrultusunda politikalarını belirlediğini gözlemlemek mümkündür. Grup gerçek Marksist Troçkist geleneğin Türkiye'deki az sayıda takipçilerinden birisidir. Grup politikasını öğrenci persfektifi üzerinden belirleyip hayata geçirmektedir. Tony Cliff'in Sovyetler Birliği hakkındaki "Devlet Kapitalizmi" tezi üzerinden yeryüzündeki diğer Troçkist geleneklerden ayrılan, Uluslararası Sosyalizm ("International Socialism (IS)")akımında yer alan grup, bu akımın Türkiye'deki eski temsilcisidir. Bu anlamda diğer Stalinist geleneğe bağlı gruplardan ayrılmaktadır. Rusya'da da devrimin devlet kapitalizmine evrildiğinin vurgusunu yaparak, tek ülkede sosyalizmin mümkün olmayacağını iddia eden Troçkist akımın bir parçasıdırlar. Gelenek aynı zamanda Cliff'in sürekli silahlanma ekonomisi ve aksayan sirekli devrim teorilerini de kabul etmektedir. Reformist değil, devrimci bir gruptur ve sosyalizmi sınıfsız, savaşsız bir dünyaya (komünizm) geçiş aşaması olarak görürler. Bu akımın dünyadaki en büyük temsilcisi İngiltere'deki Sosyalist İşçi Partisi (SWP)dir. Birçok eylem ve diğer toplumsal konularda Türkiye'deki diğer sol gruplardan hem görünüş hem de içeriğiyle farklı olan Antikapitalist, dünya düzeyinde gelişen ve gelişmekte, dönüşmekte olan antikapitalist hareketin Türkiye'deki ayağının örgütlenmesi yolunda uğraşlar vermiştir. Grup, 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri'nde Emek, Barış ve Demokrasi Bloku çerçevesinde DEHAP'ı destekledi. Afganistan ve Irak işgallerine karşı mücadeleyi birleştirmek için çabaladı. Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu'nun aktif bir üyesi olarak işgale ortaklık tezkerenin meclisten geçmemesi için içinde 15 Şubat ve 1 Mart eylemlerinin de olduğu eylemler örgütledi. 1 Mart zaferinin çabuk unutulduğu ve Irak işgalinin başladığı yeni durumda Yerel seçimlerde savaş karşıtlığını ve Kürtlerle dayanışmayı içeren emek barış demokrasi bloğuyla birlikte tutum aldı. 2007 Mart ayında 22 Temmuz seçimlerine yönelik solun ve Kürtlerin desteklediği bağımsız adayların TBMM'ye seçilmesini öngören "ortakaday istiyoruz" (www.ortakaday.net) imza kampanyasını başlattı. Kampanya kısa sürede yayıldı ve başarılı sonuçlar verdi. Kampanyanın solun birliğine yardımcı olabilecek "ortakzemin istiyoruz" haline dönüşmesi için çabaladı. Halen anayasa çalışması etrafında ortakzemin birlikteliği devam ediyor. Çatı partisi girişimlerinin de içinde yer almaktadır. Demokrasi ve Özgürlük kavramlarındaki tavizsiz hassasiyetiyle de çalışmalarını örgütlemektedir. Hareketin Kitlesel olmasının gerekliliği noktasında da çalışmalarını devam ettiren grup, Türkiye'nin ilk Öğrenci Gençlik Sendikası Genç-Sen'in de çalışmalarını desteklemektedir. Aynı perspektifle, Kürt sorununda demokratik ve barışçıl bir çözüm öngören Barış Meclis çalışmalarında da yer almaktadır. Halen 1978'liler Vakfı faaliyetleri, HOP koordinasyonu ve ortakaday-ortakzemin gibi pek çok koordinasyonunun da aktif bir üyesidir. 2006 yılında merkezini İstanbul'a taşıdı. Aylık Antikapitalist gazetesini ve 3 aylık Enternasyonal Sosyalizm teorik yayınını çıkarmaktadır. Türkiye'de fikirsel krizin sebebi olarak gördüğü Milliyetçilik, Laik Cephecilik ve Vatanseverliğin Türkiye tarihindeki köklerini ortaya çıkaran "Kemalizm Sol Değil" isimli araştırmayı 2004 yılında yayınlamıştır. Halen AKP'ye karşı gerçek alternatif olabilecek solun birliği için çalışmaktadır. Grup 2009 yılında sonunda başlayan yeni sol parti çalışmalarında yer almış ve bu süreç sonunda ortaya çıkan Eşitlik ve Demokrasi Partisine katılmıştır. Ve grup kendisini feshetmiştir. EDP içerisinde Marx 21 adlı dergiyi çıkarmaktalar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15044", "len_data": 4264, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.59 }
Dışa vurumculuk (ekspresyonizm), doğanın olduğu gibi temsili yerine duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı 20. yüzyıl sanat akımıdır. Politik istikrarsızlık ve ekonomik çöküntü ortamında Almanya'da pozitivizm, naturalizm ve empresyonizm akımlarına karşı olarak ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıl gerçekçilik ve idealizmine karşıt anti-natüralist öznelliğe sahip bir bakış açısı içerir. Ayrıca kuzeyli, Cermen halk sanatı biçimleri ve kabile sanatları da etkilendiği diğer kaynaklardır. Dışa vurumcu sanatın amacı, sanatçının duyguları ve iç dünyasını renk, çizgi, düzlem ve kütle aracılığıyla dışa vurmasıdır. Bu duyguları daha iyi yansıtabilmek için sanatçı geleneksel kuralların dışına çıkarak gerçeğin biçimini bozma yöntemini kullanır ve sanatçının öznel duygularına dayanmaktadır. Dışa vurumculuk, bu terim kullanılmadan da sanatta ifade edilmekteydi. Örneğin; İspanya'da ressam El Greco (d. 1541 – o. 1614) ve Alman rönesans ressamı Matthias Grünewald (d. 1470 – ö. 1528) içerikleri dışa vurumculuk ögelerinden oluşmuş sanat eserleri vermekle beraber "dışa vurumculuk" sıfatı sadece XX. yüzyıl sanat eserlerine verilmektedir. Dışa vurumculuk birçok sanat formlarını kapsamaktadır: edebiyat, film, heykeltıraşlık, mimarî, müzik, resim, tiyatro. Dışa vurumcu resim. Bozulmuş çizgiler, şekiller ve abartılı renklerle sanatçının duygusal dünyasını aktarmayı hedefler. 19. yüzyıl gerçekçilik ve idealizmine karşıt anti-natüralist öznelliğe sahip bir bakış açısı içerir. Edvard Munch'un Çığlık adlı tablosu, bunun belirgin bir örneğidir. Ekspresyonist bir sanat eserini yorumlarken çizgilerin, renklerin kullanımına dikkat edilmelidir. Sivri keskin çizgiler, kırmızı ve tonları öfkeyi ön plana çıkarırken, dairesel oluşumlar, mavi ve tonları daha çok sakinliği vurgular. Die Brücke (Köprü) 1905-1912 Dresden - Kirchner, E. Nolde, Mueller, Rottluf, E. Heckel Der Blaue Reiter (Mavi süvari) Münih - F. Marc, Mache, Kandinsky, Jawlensky, P. Klee Önemli dışa vurumcu ressamlar arasında Edvard Munch, Vincent Van Gogh, Ernst Ludwig Kirchner, James Ensor ve Oscar Kokoschka sayılabilir. Edward Munch, Ensor ve Kokoschka, kaynaklarda ekspresyonist öncüler olarak geçmektedir. Dışa vurumcu mimarî. 1910 ve 1930 yılları arasında özellikle Almanya'da etkisini gösteren ekspresyonist mimarî, bu anlamda da Bauhaus okuluyla paralellikler taşır. Bunun yanında kendine özgü dinamiklerini de belirler. 90 derecelik açıyı ortadan kaldırmak temel teknik olarak düşünülürken, işlevselliği formla bütünleştirme amacı, alışılmamış formların ve yeni malzemelerin kullanılmasıyla ifadeci mimarlık anlayışının kendine özgü dinamiklerini oluşturur. Bireysel ve dolayısıyla duygusal tasarım anlayışı, ekspresyonist mimarlığın felsefesidir. Bruno Taut'un 1914'te Köln'deki "Werkbund Sergisi" için hazırladığı "Cam Pavyon" ve Erich Mendelsohn'un 1921'de bitirilmiş olan Potsdam'da bulunan "Einstein Kulesi" ve Hans Poelzig'in tiyatro direktörü Max Reinhardt için hazırladığı Berlin'deki "Große Schauspielhaus" tiyatrosu iç dekorasyonu ekspresyonist mimarlığın önemli örnekleri olarak bildirilir. Bauhaus okulunun kurucusu Gropius, ekspresyonist mimarlığın erken döneminin temsilcisi konumundadır. 1933 yılında nazi yönetiminin Almanya'da başa geçmesinden beş yıl sonra ekspresyonist sanat yok olmuştur. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ise brütal bir anlayışla etkinliğini yeniden göstermiştir. Çoğu ekspresyonist sanatçının kaybedilen savaşta yer almasıyla oluşan stres yüklü duygulanımları da dışa vurumculuğu doğuran bir faktör olmuştur. 1960'larda yapılan Sydney Opera Binası ise, postmodern ifadeciliğin en önemli yapıtları arasında gösterilir. Dışa vurumculuk, kübist, minimalist ya da fütürist anlayışlarla da özdeşleşerek temel bir sanatsal ifade olarak canlılığını sürdürür. Dışa vurumcu heykelcilik. Aralarında Ernst Barlach'ın da bulunduğu bazı heykeltıraşlar dışa vurumculuğu benimsemişlerdir. Erich Heckel gibi bazı ressamların da dışa vurumcu heykel çalışmaları bulunmaktadır. Dışa vurumcu tiyatro. İlk dışa vurumcu tiyatro eserinin 1909'da Oskar Kokoschka'nin yazdığı "Cinayet, Kadınlar için Umut (Mörder, Hoffnung der Frauen)" adlı küçük bir oyun olduğu kabul edilir. Sonra 20. yüzyıl başlarında Alman tiyatrosunda odaklanan ekpresyonist tiyatro akımı ortaya çıkmıştır. Bunlardan en çok tanınmışları Georg Kaiser, Ernst Toller, Reinhard Sorge, Walter Hasenclever, Hans Henny Jahnn ve Arnolt Bronnen'dir. Bunlara drama denemelerinin başlangıcını Alman oyun yazarı ve aktörü Frank Wedekind ve İsveçli oyun yazarı August Strindberg olarak görmüşlerdir. Dışa vurumcu edebiyat. Franz Kafka tarafından Almanca yazılmış romanlar çok kere "dışa vurumcu" olarak isimlendirilmektedir. Genel olarak konuşulan lisanı Almanca olan ülkelerde dışa vurumcu şiir de büyük gelişme göstermiştir. Bunlar arasında en çok etkili olanlar Georg Trakl, Georg Heym, Ernst Stadler, Gottfried Benn ve August Stramm'dır. Dışa vurumcu müzik. Dışa vurumcu müzik bir müzik türü olarak 20. yüzyılın en önemli müzik akımlarından biri olmakla beraber bu akımı tam olarak tanımlamanın çok zor olduğu ifade edilmektedir. "İkinci Viyana Ekolü" adı altında müzik bestecileri Arnold Schönberg ile öğrencileri Anton Webern ve Alban Berg, ekpresyonist adını verdikleri müziksel parçalar bestelemişlerdir. Bunları aynı zamanda eserler veren bestecilerden (mesela Maurice Ravel ve İgor Stravinsky) ayıran özellik eserlerinde geleneksel tonalite prensiplerinden ayrılıp açıkça "atonalite" prensibini içeriklemeleridir. Ayrıca çok "ahenksiz (dissonant)" müzikleri ile şuuraltı, "içsel gereklilik" ve "acı çekme" duygularını ifade etmeye çalışmalarıdır. Schönberg'in "Orkestra için beş parça, op. 10 (1911-13)" eseri, "Erwartung (Bekleyiş) (1909)" monodraması ve "Die Glückliche Hand (Mesut el)" dramatik eseri; Alban Berg'in Wozzeck operası ekpresiyonist yapıtlara iyi örneklerdir. Dışa vurumcu film. Film sanatı alanında da çoğu zaman Alman Dışa Vurumculuğu adı ile anılan bir ekpresiyonist film sanatı akımı bulunmaktadır. Bu filmlerin ana özellikleri gerçek-dışı ve çoğunlukla absürt dekorlar, çarpıtılmış perspektifler, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımıdır. Bunlar arasında başta gelen sanatkâr-yönetimciler ve eserleri: Robert Weine'nin Dr. Caligari'nin Muayenehanesi (Das Cabinet des Dr. Caligari) filmi; Paul Wegener ve Carl Boese'nin "Golem: Dünya'ya nasıl geldi (Der Golem, wie er in die Welt kam)" filmi; F. W. Murnau'nun Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi filmi sayılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15045", "len_data": 6428, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.89 }
Aydınlık çevresi, 1966'dan sonra Türk solunun, Mihri Belli'nin teorisini ve öncülüğünü yaptığı Millî Demokratik Devrim (MDD) ve Behice Boran'ın öncülüğünü yaptığı Sosyalist Devrim (SD) stratejileri çevresinde ikiye bölünmesi sonucunda MDD'cilerin "Türk Solu" ve "Sosyalist Aydınlık" dergisini yayımlamaları üzerinde oluşan dergi çevresi bir gruptur. 12. sayısının ardından "Sosyalist Aydınlık" dergisinde anlaşmazlık ortaya çıktı ve bölünme yaşandı. Maoculuğu benimseyen kesim, Doğu Perinçek önderliğinde "Proleter Devrimci Aydınlık" dergisini (PDA) yayımlamaya başladı. Bu grup daha sonra Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi'ni (TİİKP) kurdu. Yasal zeminde ise Türkiye İşçi Köylü Partisi'ni (TİKP) oluşturdu. "Proleter Devrimci Aydınlık" çizgisi TİKP'den sonra zamanla Sosyalist Parti ve İşçi Partisi'ni kurdu. Günümüzde büyük bir kısmı Vatan Partisi'nde örgütlenmiştir. Halen "Aydınlık" gazetesi, "Teori" dergisi ve Ulusal Kanal gibi yayın organları ile yayın yapmaktadırlar. Aydınlık çevresinde yer almış isimler. Bir dönem Aydınlık çevresinde yer alıp daha sonra ayrılan veya uzaklaştırılan isimler
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15048", "len_data": 1103, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.08 }
Kübizm, 20. yüzyıl başındaki temsile dayalı sanat anlayışından saparak devrim yapan Fransız sanat akımıdır. Pablo Picasso ve Georges Braque, nesne yüzeylerinin ardına bakarak konuyu aynı anda değişik açılardan sunabilecek geometrik şekilleri vurgulamışlardır. Tarihi. 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. "Kübizm" terimi I. Dünya Savaşı'ndan önceki yıllarda Paris'te gelişen bir resim akımını belirtir. O dönemde Avrupa'da biçimlenmekte olan modern sanatın ışığın geçici etkilerini resmetmek olan izlenimcilerden hoşnut olmayan bir genç ressamlar kuşağı yetişiyordu; bunlar, Matisse'in çevresinde toplanmış olan "fov"ların çok renkli resim sanatından da hoşlanmıyorlardı. Kübist sanatçılara göre dış dünyanın nesneleri sadece göründükleri yanıyla değil görünmeyen tüm yanları ile ele alınmalıydı. Empresyonizm'e egemen olan görme duygusu yerine, Kübistler aklın başatlığına dayanan aklın gücünü ortaya koymak istiyorlardı.Tablolarını sağlam temellere oturtmak istiyor ve bu konuda ressam Paul Cezanne'ın izinden gidiyorlardı. Nitekim bu ressamlar, Cezanne'dan, onun son Provence manzaralarından ve natürmortlarından esinlenecekler, bundan da kübizm doğacaktı. Manifestosu yazan Apollinair, bir taklit sanat değil tasarım sanatı olduğunu söyler. 1907'den 1912'ye değin süren kübizmin dönemi "analitik kübizm" olarak da bilinmektedir. Bu dönemde doğa, geometrik biçimlere silindir, küre, koni ya da prizma gibi bileşimlere sahip gibi düşünülerek tasvir edilmiştir. Küçük Küpler. "Kübizm" adı, Georges Braque'ın bir tablosunu gören bir sanat eleştirmeni olan Louis Vauxcelles'in bu tablo için «küçük küpler» sözünü kullanmasıyla ortaya çıkmıştır. Bir yanılgı sonucu yeni resme uygulanan bu deyim, Picasso ve Georges Braque'ın o tarihlerde birbirine pek benzeyen ilk kübist eserleri konusunda bir fikir verebilir. Her ikisi de hacimlerin iç içe geçtiği portreler, manzaralar, natürmortlar çizmekteydi. Onlar iki boyutlu (en ve boy) olan tuvalin yüzüne doğada üç boyutlu (en, boy, derinlik) olan nesneleri çizebilmenin çarelerini araştırıyorlardı. Bu, yeni bir sorun değildi; bütün resim sanatının sorunuydu; ama o zamana kadar, derinlik izlenimi perspektif aracılığıyla verilebiliyordu. Picasso ile Braque, her şeyden önce bir tablonun ne olduğunu unutturan bu çözüm yolunu bir yana bıraktılar: Tablo, aslında dümdüz bir yüzeydir. Braque ile Picasso, biçimleri tuvalin üzerine kademeli sıralayarak üst üste yerleştirdiler. Zaten onların niyeti, gerçeği gördüğümüz gibi değil, olduğu gibi göstermekti: Yerimizi değiştirmeden bir nesneye baktığımız zaman onun sadece bir kısmını, bir köşesini veya bir yüzünü görürüz Kübistler ise nesneleri, sanki çevresinde dolaşıyorlarmış gibi, birkaç bakış açısından, cepheden, yandan, üstten, alttan bakarak aynı imge üzerinde göstereceklerdir. Aynı şekilde, bir yüzü hem yandan, hem de iki gözü görülecek biçimde (karmaşık görüntü) vereceklerdir. 1911'e doğru Braque ve Picasso için, nesneleri kat kat açıp saydam küçük yüzeylere bölmek, kenar çizgilerini kırmak, gerçek bir oyun haline geldi; o kadar ki, neyin resmini yaptıklarını anlamak giderek zorlaştı. İki ressam o sıralarda Avrupa'nın başka merkezlerinde doğmakta olan soyut sanata çok yaklaşmış. Kübistler, sanatlarını geliştirirken gerçeği tamamen özgün bir biçimde resim sanatına sokmak amacını güttüler: resme tamamen yabancı öğeleri (kâğıt, gazete parçaları, kibrit çöpleri) tablolarına yapıştırdılar. Üstelik boyalarına kum karıştırdıkları da oluyordu. Bütün bunlar günümüz resim sanatında sık sık rastlanan şeylerdir, ama o dönemde hiç görülmemişti. Kübistler bunu hem gerçek ile ilişkilerini yitirmediklerini göstermek, hem de resimde imtiyazlı madde diye bir şey olmadığını, bir tablonun herhangi bir şeyle yapılabileceğini göstermek için yaptılar. Yeter ki, tablo, biçimlerin tutarlı bir kompozisyonunu oluştursun. Açıklık kaygısıyla, yapısal çizgileri iyice azalttılar ve kompozisyonlarına, hemen belirli bir nesneyi akla getiren resmedilmiş biçimleri eklediler: söz gelimi, bir gitarı belirtmek için teller ve bir eğri, keman için üzerindeki delikleri, şişe için ise şişenin boynunu çizmekle yetindiler. Sanat felsefesi olarak, ayrı ayrı yerlerde geçen şeylerin birlikte ve aynı zamanda cereyan ettiğini tasavvur ve tasvir etmek düşüncesi ile, karışıklıktan hoşlanma zevkinin birleştirilerek ifade edilmesi esasına dayanır. Nitekim kübistlerin eserlerinde karmakarışık imajlara ve dağınık kelimelere rastlanır. Kübistler, herhangi bir şeyde gözün türlü yönlerden görebildiği özellikleri, bir arada geometrik şekillerle göstermeye çalışır. Bu tarz resimlere kübik resim adı verilir. Kübizm, eşyanın uzaklık ve yer içinde kapladığı hacim kanununu temel hareket noktası olarak alır. Bu akıma mensup sanatçılar, resimde özün, değişmeyenin peşinde koştuklarını savunurlar. Onlara göre, konunun sadece görünen yönünü değil, görünmeyen tarafını da göstermek gerekir. Bu akıma mensup olan edebiyatçıların gayesi ise, duygularla olayları birbirine karıştırmak, ayrı ayrı yerlerde geçen olayların birlikte, aynı anda olduğunu kabul etmek ve bu anlayışta eser vermektir. Bu yüzden kübistlerin eserleri oldukça karmaşıktır. Kübistler, resimde renk oyunlarının yankılarını, güneş ışınlarının tabiat içinde uyandırdığı parıltıları bir yana bırakarak, eşyanın geometrik yapısına önem vermişlerdir. Bu bakımdan Kübizm, tabiatın yepyeni bir anlayışla değerlendirilmesidir denilebilir. Onlar sanatlarının kaynağını duygudan çok, düşüncede aramışlar, esere düşünceyi katarak empresyonistlerin aksine, ilim yoluyla değil sanat yoluyla sanata varmak prensibini seçmişlerdir. Kübizm'in Edebiyat'a etkisi. Kübizm etkisi, 20. yüzyıl başlarında resim ve heykel sanat dallarında ortaya konan eserlerde görülmektedir. Ancak Fransa'da o dönem yaşanan toplumsal gerginlikler nedeniyle Kübizm edebiyat alanına da taşınmıştır. Şiirleri ile meşhur olmuş Guillaume Apollinaire Kübist şiirler yazarak Kübizm'i edebiyat alanına taşıyan isim olmuştur. Kübizm'in önce parçala sonra birleştir yönteminin tarafından şiirde kullanılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15051", "len_data": 6005, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.3 }
Çiftçi ve Köylü Partisi (kısaca ÇKP), 24 Nisan 1946 tarihinde Bursa, Mudanya'da kurulmuştur. Sıddık Sümer başkanlığında, İbrahim Öztürk ve Şükrü Tokay partinin kurucularındandır. Siyasi hayatı çok kısa sürmüş ve faaliyete geçememiştir. Parti, İslam esaslarına dayanmayı kendisine ilke olarak kabul etmiş ve bu yönüyle İslami sosyalizm çizgisini benimsemişlerdir. Parti programı 89 maddeden oluşmaktadır. Türk'e ait olan vasıfların ve geleneklerin korunması ve yaşatılmasını sağlamayı ilke haline getirmiştir. Hedef kitlesi olarak Türk çiftçisini seçmiş ve kalkındırmayı planlamıştır. Parti programında ekonomiyle ilgili çiftçiye dönük bir banka kurulmasını, ziraat ve sanayinin geliştirilmesi, toprak reformu yapılması, veraset ve intikal esaslarının düzenlenerek toprak sahiplerine yetecek kadar toprak bırakılması, israf temelli ve modası geçmiş devlet yapılanmalarının değiştirilmesini planlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarının korunması da önemli hedeflerinden biridir. Kadın ve analık kavramlarına önem verilmiş, Türk kadınının çalıştırılmasına olumsuz yaklaşmıştır. Çok çocuk sahibi olunmasının teşvik edilmesi istemiştir. Dış politika anlayışında ise açık bir Batı hayranlığı vardır. Çiftçi Köylü isimli haftalık gazete partinin yayın organıdır. Parti, Cemiyetler Kanunu'na aykırı davrandığı gerekçesiyle 2 Haziran 1946 tarihinde feshedilmiştir. Sıddık Sümer ise 24 Ağustos 1948 tarihinde partisini kapatarak CHP'ye katıldığını duyurmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15052", "len_data": 1456, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.49 }
Devrimci Halk Partisi ya da kısaca DHP, 1993 tarihinde kurulan yasa dışı siyasi partidir. Yayın organı "Alternatif" dergisi 1990'lı yıllarda 20 bin civarında satış yapmıştır. 1994 yılında merkez üyelerinden birinin polise teslim olarak, bilgi vermesinin ardından onlarca üyesi ve merkez komitesi tutuklanmıştır. Örgüt strateji olarak, Türkiye'de bir gerilla savaşını esas alır. Anadoluluk kimliğine sahip çıkar. Türkiye'nin temel sorununu birçok halkın asimile edilerek Türkleştirilmesi olarak açıklayarak halkların kimlikleriyle buluşması için demokratik halk devrimi tezini savunmuştur. Özellikle sol örgüt çevrelerinden gördüğü yoğun eleştirilerinin yanında ilgi ile karşılandı. Parti merkezi olarak 1999'da tasfiye edilmiş, yerine PKK'dan ayrılanlarla birlikte PKK/DÇS kurulmuştur. DHP, 1998'de Birleşik Devrimci Güçler Platformuna (BDGP) katılım göstermiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15054", "len_data": 864, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.6 }
İzlenimcilik veya empresyonizm, ışık, renk ve an kavramını öne çıkartan, doğadaki görünümlerin sürekli değişim içinde olduğundan herhangi bir zamanın herhangi bir anına denk gelen görünümün bir daha aynı şekilde görünemeyeceğini fikrini temel alan sanat akımıdır. Tarzın adı, 19.yy Fransasında, Claude Monet'nin "Impression, soleil levant" () adlı yapıtından etkilenen Louis Leroy tarafından 25 Nisan 1874 yılında "Charivari" dergisinde dile getirilmiş ve izlenimcilik edebiyat, görsel ve müzikal sanatları etkisi altına alarak kendinden sonraki akımlara öncülük etmiştir. İzlenimcilik doğadaki unsurların kişinin kendisinde oluşturduğu izlenimleri, duygusal izleri yansıtmayı hedefler. Bu akım içerisinde yer alan sanatçılar doğayı objektif bir gerçek olarak değil, kendilerinde yarattığı izlenimi resme (veya edebi esere) aktarırlar. Resimde izlenimcilik özellikle ışık ve renkten kaynaklanan görsel izlenimleri yansıtmayı hedefler. Resmedilen nesnelere veya olaydan çok günün belirli bir zamanına özgü ışığın sanatçı üzerinde yarattığı izlenimlere önem verilir. Akımın öncüleri Claude Monet ve Camille Pissarro'dur. İzlenimcilere göre sanatçı doğrudan doğruya gerçeği değil, gördüklerinin kendisinde uyandırdığı duygu ve düşünceleri esas almalı, nesnelliği ikinci plana atarak kişisel yorumu ön plana çıkarmalıdır. İzlenimcilikte yorumlar ve izlenimler, sanatçıdan sanatçıya değiştiği ve her sanatçı eserinde kendinde oluşan duyguyu ve izlenimi anlatacağı için, yaratılan edebi eser, yazarın veya şairin kişiliğine dair izler taşır. Özet. Zamanlarında radikaller, erken İzlenimciler akademik resmin kurallarını ihlal ettiler. Eugène Delacroix ve J. M. W. Turner gibi ressamların örneğini izleyerek resimlerini, çizgiler ve konturlar üzerinde öncelikli, serbestçe fırçalanmış renklerden yaptılar. Ayrıca modern hayatın gerçekçi konularını çizdiler ve genellikle açık havada resim yaptılar. Daha önce, natürmort, portre ve manzara resimleri genellikle stüdyoda yapılırdı. İzlenimciler güneş ışığının anlık ve geçici etkilerini açık havada veya "en plein air" resim yaparak yakalayabileceklerini buldular. Ayrıntılar yerine genel görsel etkileri resmettiler ve yoğun bir renk titreşimi etkisi elde etmek için - gelenekseldeki gibi düzgün bir şekilde karıştırılmamış veya gölgelenmemiş - karışık ve saf karışmamış rengin kısa "kırık" fırça darbelerini kullandılar. İzlenimcilik, Macchiaioli ve Winslow Homer gibi bilinen İtalyan sanatçıları da dahil olmak üzere bir dizi başka ressamın “plein-air” resim yapmayı keşfettiği Amerika Birleşik Devletleri'nde Fransa ile aynı zamanda ortaya çıktı. İzlenimciler ise stile özgü yeni teknikler geliştirdiler. Taraftarlarının tartıştıklarını kapsayan farklı bir görme biçimiydi, samimi pozların, kompozisyonların, parlak ve çeşitli renk kullanımıyla ifade edilen ışık oyununun dolaysızlık ve hareket sanatıdır. İlk başta düşman olan halk, sanat eleştirmenleri ve sanat kurumu yeni stili onaylamasa bile, yavaş yavaş İzlenimcilerin taze ve orijinal bir vizyon yakaladığına inanmaya başladı. Konunun ayrıntılarını betimlemek yerine özneye bakan gözdeki hissi yeniden yaratarak ve teknikler ve biçimler karmaşası yaratarak, İzlenimcilik, Neo-Empresyonizm, Post-Empresyonizm, Fovizm ve Kübizm dahil olmak üzere çeşitli resim stillerinin öncüsüdür. Empresyonist teknikler. İzlenimciliğin yolunu hazırlayan Fransız ressamlar arasında Romantik renkçi Eugène Delacroix, realistlerin lideri Gustave Courbet ve Theodore Rousseau gibi Barbizon okulu ressamları yer alır. İzlenimciler, İzlenimciliği önceden şekillendiren doğrudan ve kendiliğinden bir tarzda doğadan resim yapan ve genç sanatçılarla arkadaş olan ve tavsiyelerde bulunan Johan Barthold Jongkind, Jean-Baptiste-Camille Corot ve Eugène Boudin'in çalışmalarından çok şey öğrendiler. Bir dizi tanımlanabilir teknik ve çalışma alışkanlığı, İzlenimcilerin yenilikçi tarzına katkıda bulundu. Bu yöntemler daha önceki sanatçılar tarafından kullanılmış olmasına ve Frans Hals, Diego Velázquez, Peter Paul Rubens, John Constable ve J. M. W. Turner gibi sanatçıların eserlerinde sıklıkla göze çarpmasına rağmen- İzlenimciler hepsini bir arada ve bu kadar tutarlı bir şekilde kullanan ilk kişilerdi. Bu teknikler şunlardır: Yeni teknoloji, stilin gelişmesinde rol oynadı. İzlenimciler, sanatçıların hem dış mekanlarda hem de iç mekanlarda daha spontane çalışmasına izin veren (modern diş macunu tüplerine benzeyen) teneke tüplerde önceden karıştırılmış boyaların yüzyılın ortalarında tanıtılmasından yararlandı. Daha önce ressamlar, kuru pigment tozlarını keten tohumu yağı ile öğütüp karıştırarak, daha sonra hayvan mesanelerinde depolayarak kendi boyalarını bireysel olarak yapıyorlardı. Birçok canlı sentetik pigment, 19. yüzyılda ilk kez sanatçılara ticari olarak sunuldu. Bunlar, Empresyonizmden önce 1840'larda kullanımda olan kobalt mavisi, viridian, kadmiyum sarısı ve sentetik ultramarine maviyi içeriyordu. İzlenimcilerin resim yapma tarzı, bu pigmentleri ve hatta 1860'larda sanatçılara ticari olarak sunulan cerulean blue gibi daha yeni renkleri cesurca kullandı. İzlenimcilerin daha parlak bir resim stiline doğru ilerlemesi kademeli oldu. 1860'larda Monet ve Renoir bazen geleneksel kırmızı-kahverengi veya gri zeminle hazırlanan tuvallere resim yaptılar. 1870'lere gelindiğinde, Monet, Renoir ve Pissarro genellikle daha açık gri veya bej renginde boyamayı tercih ettiler ve bu, bitmiş resimde orta ton işlevi gördü. 1880'lere gelindiğinde bazı İzlenimciler beyaz veya biraz kirli beyaz zeminleri tercih etmeye başlamışlardı ve artık zemin renginin bitmiş resimde önemli bir rol oynamasına izin vermiyorlardı. İçerik ve kompozisyon. İzlenimcilerden önce diğer ressamlar özellikle Jan Steen gibi 17. yüzyıl Hollandalı ressamlar ortak konuları vurgulamışlardı ancak kompozisyon yöntemleri gelenekseldi. Ana konu izleyicinin dikkatini çekecek şekilde kompozisyonlarını düzenlemekti. J. M. W. Turner, Romantik dönem'in sanatçısı iken yapıtlarıyla izlenimcilik tarzını öngördü. İzlenimciler, özne ve arka plan arasındaki sınırı gevşettiler böylece empresyonist resmin etkisi genellikle bir anlık görüntüye, sanki tesadüfen yakalanmış daha büyük gerçekliğin bir parçasına benziyordu. Fotoğraf popülerlik kazanıyordu ve kameralar daha kolay taşınabilir oldukça fotoğraf daha samimi hale geldi. Fotoğraf, İzlenimcilere yalnızca bir manzaranın kısacık ışıklarında değil aynı zamanda insanların günlük yaşamlarında da anlık eylemi temsil etme konusunda ilham verdi. İzlenimciliğin gelişimi, kısmen sanatçının gerçekliği yeniden oluşturma becerisini değersizleştiren fotoğrafın meydan okumasına sanatçıların tepkisi olarak düşünülebilir. Fotoğraf "gerçek gibi görünen görüntüleri çok daha verimli ve aslına uygun şekilde oluşturduğundan" hem portre hem de manzara resimlerinin biraz eksik ve gerçeklikten yoksun olduğu düşünüldü. Buna rağmen fotoğraf aslında sanatçılara yaratıcı ifadenin diğer araçlarını izlemeleri için ilham verdi ve gerçekliği taklit etmek için fotoğrafla yarışmak yerine sanatçılar "kaçınılmaz olarak fotoğraftan daha iyi yapabilecekleri bir şeye - bir sanat formuna - görüntü kavramındaki öznelliğe, fotoğrafın ortadan kaldırdığı öznelliğe" daha fazla gelişerek odaklandılar. İzlenimciler, kesin temsiller yaratmak yerine doğaya ilişkin algılarını ifade etmeye çalıştılar. Bu ise sanatçıların gördüklerini "zevk ve bilincin örtük zorunlulukları" ile öznel şekilde tasvir etmelerine imkan verdi. Fotoğraf ressamları o zamanlar fotoğrafta olmayan renk gibi resim ortam yönlerinden yararlanmaya teşvik etti: "İzlenimciler, bilinçli olarak fotoğrafa öznel alternatif sunan ilk kişilerdi". Bir başka büyük etki de Japon ukiyo-e sanat baskılarıydı (Japonizm). Bu baskı sanatı, İzlenimciliğin karakteristiği haline gelen "enstantane" açılara ve geleneksel olmayan kompozisyonlara önemli ölçüde katkıda bulundu. Bunun bir örneği, Japon baskılarının etkisini gösteren güçlü diyagonal eğim üzerindeki koyu renk blokları ve kompozisyonu ile Monet'nin 1867 tarihli “Jardin à Sainte-Adresse” tablosudur. Edgar Degas hem hevesli bir fotoğrafçı hem de Japon baskı koleksiyoncusuydu. 1874 tarihli “Dans Sınıfı” (La classe de danse) adlı eseri asimetrik kompozisyonunda her iki etkiyi de gösterir. Dansçılar görünüşte çeşitli garip pozlarda hazırlıksız yakalanmışlardır ve sağ alt kadranda geniş boş bir alan bırakırlar. Ayrıca dansçılarını "Ondört Yaşındaki Küçük Dansçı" gibi heykellerin duruşlarında yakaladı. Kadın İzlenimciler. İzlenimciler, değişen derecelerde, görsel deneyimi ve çağdaş konuları tasvir etmenin yollarını arıyorlardı. Kadın izlenimciler aynı ideallerle ilgileniyorlardı ama erkek izlenimcilere kıyasla birçok sosyal ve kariyer sınırlamaları vardı. Bilhassa bulvar, kafe ve dans salonu gibi burjuva toplumsal alan tasvirlerinden dışlandılar. En iyi bilinen dört kişi, Mary Cassatt, Eva Gonzalès, Marie Bracquemond ve Berthe Morisot idi ve bu ressamlar 'Kadın İzlenimciler' olarak anılırlardı. 1874'ten 1886'ya kadar Paris'te gerçekleşen sekiz empresyonist resim sergisine katılımları değişik sayılardaydı: Bu sergilerden Morisot yedisine, Cassatt dördüne, Bracquemond üçüne katılmış Gonzalès ise hiçbirine katılmamıştı. Kariyer sahibi olma yeteneklerindeki başarılarına ve sözde kadınsı özelliklerine (duygusallığı, duyulara bağımlılığı, fizikselliği ve akışkanlığı) atfedilen İzlenimciliğin inişine rağmen, dört kadın sanatçı (ve diğer daha az bilinen kadın İzlenimciler) büyük ölçüde Tamar Garb'ın 1986'da yayınlanan “Kadın İzlenimcileri”ne kadar İzlenimci sanatçıları kapsayan sanat tarihi ders kitaplarından dışlandılar. Örneğin, Jean Leymarie'nin 1955'te yayınlanan “Empresyonizm”i, kadın İzlenimciler hakkında hiçbir bilgi içermiyordu. Başlıca İzlenimciler. Fransa'da İzlenimciliğin gelişimindeki etkili kişiler, alfabetik olarak sıralanmıştır: Fransa'nın Ötesinde. İzlenimciliğin etkisi Fransa'nın ötesine yayıldıkça sayılamayacak kadar çok sayıda sanatçı yeni tarzın uygulayıcıları olarak tanımlandı. Önemli örneklerden bazıları şunlardır: Post-Empresyonizm. 1880'lerde Vincent van Gogh, Paul Gauguin, Georges Seurat ve Henri de Toulouse-Lautrec gibi birkaç sanatçı, Empresyonist örnekten türetilen renk, desen, biçim ve çizgi kullanımı için farklı kurallar geliştirmeye başladı. Bu sanatçılar empresyonistlerden daha gençti ve eserleri Post-Empresyonizm olarak bilinir. Orijinal Empresyonist sanatçılardan bazıları da bu yeni alana girdi; Camille Pissarro kısaca noktacı tarzda resim yaptı ve Monet bile açık havada (fransızca: "plein air") tablo yapmayı bıraktı. Birinci ve üçüncü İzlenimci sergilere katılan Paul Cézanne, resimsel yapıyı vurgulayan oldukça bireysel bir vizyon geliştirdi ve daha çok post-Empresyonist olarak anılır. Bu vakalar etiket atamanın zorluğunu gösterse de, orijinal İzlenimci ressamların çalışmaları, İzlenimcilik olarak sınıflandırılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15055", "len_data": 10792, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.08 }
Devrimci Sol ya da kısaca DEV-SOL, 1978-1994 yılları arasında faaliyet göstermiş silahlı komünist örgüt. Tarihi. Kuruluş yılları. 1978 yılının yaz dönemlerinde Devrimci Yol taraftarı olan Bülent Uluer, Paşa Güven ve Dursun Karataş'ın başında olduğu bir grup, Devrimci Yol merkezi ile çeşitli konularda uyuşmazlık içinde olduklarını, ayrıca kendilerine Ankara tarafından güvenilmediği ve bu nedenle de başlarına Ankara'dan sorumlular verildiğini bunun için Devrimci Yol'un merkezi ile ilişkilerini askıya aldıklarını açıkladılar. Bir süre "Askıcılar" olarak adlandırılan İstanbul merkezli bu grupla Dev Yol merkezi bir dizi görüşmeler yaptıysa da sorun çözülemedi. Bir süre sonra bir broşür ve ardından "Devrimci Sol" isimli bir dergi çıkarılarak ayrı bir örgütlenme süreci başlatıldı. Ayrışma sonrası üniversitelerde mevcut Dev-Genç'ten ayrılarak kısa adı Dev Genç olan başka bir gençlik örgütü kuruldu. Örgüt Devrimci Yol'un SSCB'de revizyonist diktatörlüğün hüküm sürdüğü tespitine katılmayarak; iç savaş tespitinin Mahir Çayan'ın öncü savaş stratejisini reddettiğini; ve direniş komiteleri önerisinin yatay örgütlenmeye yol açarak, yukarıdan aşağıya örgütlenmeyi törpülediğini savunuyordu. Örgüt yöneticileri THKP-C'nin savunduğu çizgi temelinde yeni bir devrimci hareket yaratmayı" amaç olarak saptamışlardı. Mahir Çayan'a ait Kesintisiz Devrim broşüründe çerçevesi çizilen emperyalizm analizini benimseyerek, III. Bunalım Döneminin sürmekte olduğunu savunuyorlardı. Türkiye'nin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğunu ve egemen sınıfların oligarşik bir ittifak oluşturduğunu kabul ediyor ve devletin "sömürge tipi faşist" bir karakter taşıdığı saptamasını yapıyorlardı. Devrimci Gençlik, devrimci bir parti oluşturulmadan "politikleşmiş askerî savaş stratejisi"nin uygulanamayacağını, temel görevin devrimci bir partinin yaratılması olduğunu ve bu görevin güncel politik-toplumsal çalışma içerisinde devrimci bir hareketin yaratılmasına yönelik bir mücadele sürecinde yerine getirilebileceğini savunuyordu. Türkiye'nin emperyalizmin yeni sömürgesi olması nedeniyle Kürdistan'ı sömürgeleştiremediğini, Kürt sorununun yeni sömürgecilik siyasetinin bir parçası olarak ele alınması gerektiği görüşüne sahiptiler. Silahlı mücadeleye girişen Devrimci-Sol, Silahlı Devrim Birlikleri (SDB) aracılığı ile çeşitli silahlı eylemler düzenleyerek MHP ileri gelenlerinden Gün Sazak ve CHP ileri gelenlerinden ve eski başbakan Nihat Erim suikastlarını gerçekleştirdi. 12 Eylül Darbesi. 12 Eylül Darbesi sonrasında örgütün üyelerinin büyük çoğunluğu cezaevine girdi. 1981 yılında açılan Devrimci Sol ana davasında sanık sayısı 1243'ü buldu. 1. Ordu Sıkıyönetim Mahkemesi 11 yıllık bir yargılamanın ardından sanıklara "örgüt yöneticiliği yapma", "adam öldürme", "kamu malına zarar verme", "polise mukavemet" gibi çeşitli suçlardan dolayı 250 idam ve çeşitli müebbet cezaları istendi. Verilen cezalar şartlı tahliye ve özgürlük eylemleri yüzünden boş salona okundu, 43 idam ve yüzlerce çeşitli müebbet ve hapis cezaları verildi. Dava, cezalar sanıklara tebliğ edildikten sonra Yargıtay'a gönderildi. 2005 yılında Yargıtay, dosyada evrak eksiklikleri olduğu gerekçesiyle kararı usul yönünden bozdu. 30 yıl sonra verilen cezalarda 39 sanığa müebbet cezası verildi. Tutukluluk süresince işkencenin önlenmesi, cezaevlerindeki koşulların iyileştirilmesi, tutuklu ve mahkûmların tek tip elbise giyme zorunluluğunun kaldırılması gibi taleplerle çeşitli eylemler yapan dava sanıkları tek tip elbise giymeyi reddettikleri için zaman zaman mahkemeye iç çamaşırlarıyla çıkarak kararı protesto ettiler. Örgüt aynı zamanda 1984 yılında yapılan ölüm orucu eylemine de aktif olarak katıldı. Bu eylemde Devrimci Sol militanları Abdullah Meral (d.1953), Haydar Başbağ (d.1956) ve Hasan Telci (d.1957) öldüler. Sonuçta, tek tip kıyafet uygulaması daha başlamadan rafa kalktı. Ayrıca, Nihat Erim cinayeti zanlısı Ahmet Karlangaç'ın işkencede katline misilleme olarak, 1981'de İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mahmut Dikler öldürüldü. Bu dönemde cezaevindeki örgüt militanları "Haklıyız Kazanacağız' adında yaklaşık 1500 sayfalık bir savunma hazırladı. Ricat kararı ve yeraltına çekilme (1985). Örgütün Merkez Komite üyesi Niyazi Aydın'ın 1984 yılında tahliye olmasıyla, Sabahat Karataş ile birlikte örgütün yönetimini devraldı ve dışarıda kalan az sayıda militanlarla yeni bir yapılanma dönemi başladı. Örgüt 1985 yılında geri çekilme/ricat kararı aldı ve silahlı eylemlere ara verdi. Legal faaliyetler ve halk tabanındaki çalışmalara ağırlık verilerek birçok dernek açıldı. Başta Haziran Yayınevi olmak üzere Yeni Çözüm ve Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele adında dergiler çıkarıldı. Devrimci Gençlik Federasyonu (kendi kullandıkları isimle DEV-GENÇ) üniversitelerde, liselerde çalışmalar düzenledi. Özellikle yoksul mahallelerde, gecekondu semtlerinde dayanışma ve yardımlaşma faaliyetleri yapan Devrimci Sol bu dönem büyük bir kitleselliğe ulaştı ve örgüte büyük katılım oldu. Yurt dışında Almanya, Hollanda, Yunanistan ve Suriye'de Devrimci Sol'un temsilci büroları açıldı. Militanlar Filistin'deki ve Lübnan'deki gerilla kamplarında eğitim alarak örgütün askeri kanadı olan "Silahlı Devrimci Birlikler" kadrolarına katıldı. Şehirlerde hücre tipi örgütlenme yaratıldı, örgütün yönetileceği gizli bürolar ve ofisler kuruldu. Yakında başlayacak olan silahlı propaganda dönemi için zemin hazırlanmıştı. Atılım yılları (1990'lar). Dursun Karataş, Bedri Yağan, Sinan Kukul ve diğer üst düzey örgüt yöneticilerinin cezaevinden firar etmesi sonucu örgüt 1990 yılında yeni bir sürece girdi. 1985 yılında Ricat kararı alan Devrimci Sol 1990 yılında "Yolun Neresindeyiz?" başlıklı bir broşür çıkararak; Daha Hızlı Koşmalıyız şiarıyla Atılım Yılları denilen süreç başladı. Bu dönemi bir dizi suikastler, bombalamalar, baskınlar ve şehir gerillası faaliyetleri izledi. 1991 yılı başlarından itibaren kır ve dağlarda gerilla kampları kuruldu ancak şehirdeki faaliyetlere nazaran yeterli bir sonuç alınamadı. Emekli Korgeneral İsmail Selen'in Ankara'da, Bölge Jandarma Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz'ün Adana'da öldürülmesi, Temmuz 1991'de örgütün eski üyelerinden Paşa Güven'in Fransa'da öldürülmesi, Ağustos 1991'de bir Türk-İngiliz ortak kuruluşu olan bir sigorta şirketinin Genel Müdür Yardımcısı Andrew Blake'in, İstanbul Esentepe'de uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülmesi, Ekim 1991'de eski MİT müsteşarı ve İstanbul 1. Ordu eski komutanı emekli Orgeneral Adnan Ersöz'ün, Göztepe'deki evinde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülmesi, Aralık 1991'de İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç ve korumalığını yapan şoförü Vedat Dilmaç'ın öldürülmesi, Şubat 1992'de Cumhuriyet Başsavcısı Nural Uçurum'un silahlı saldırı sonucu ağır yaralanması, Mart 1992'de Ankara'da bir polis memurunun öldürülmesi, Mayıs 1992'de DYP İstanbul İl Başkanı Muhsin Divan'ın yaralanması, İstanbul Şişli'de bir kahvehanede oturan Gasp Masası'nda görevli 5 polis memurunun öldürülmesi, Temmuz 1992'de İstanbul Emniyet Müdürlüğünün Cağaloğlu'ndaki binasına roketli saldırı düzenlenmesi ve emekli oramiral Kemal Kayacan'ın öldürülmesi gibi birçok eylemi üstlendi.1 Mayıs 1989'da öldürülen Mehmet Akif Dalcı'nın katili trafik Polisi Kazım Çakmakçı'nın öldürülmesi bu suikastler dizisinin sadece bazılarıydı. Bölünme. Ancak Devrimci Sol, tarihinde yok olma eşiğine gelen iki darbe yedi. 12 Temmuz 1991 ve 16 - 17 Nisan 1992 yıllarında; aralarında Merkez Komite ve Askeri Konsey üyeleri Sinan Kukul, Niyazi Aydın, İbrahim Erdoğan, Ahmet Fazıl Ercüment Özdemir ve örgüt liderlerinden Dursun Karataş'ın eşi Sabahat Karataş gibi örgütün üst düzey yöneticilerinin de bulunduğu pek çok örgüt militanı polisin düzenlediği operasyonlar sonucunda öldürüldü (kimi kaynaklara göre bir kısmı yargısız infaz edildi) ve kimi yöneticilerin tutuklanmasından sonra örgütün eylemlerinde azalma oldu. Bu süreci 1992 Eylül ayında örgütün üst düzey yöneticilerinden Bedri Yağan'ın başında bulunduğu bir grubun "Dursun Karataş'ın örgütü benmerkezci bir anlayışla ve bir merkez komite olmaksızın yönettiğini" savunarak Dursun Karataş'ı gözaltına almalarıyla başlayan süreç sonucunda birçok kadro ve örgüte ait malzeme devletin eline geçti. Dursun Karataş yanlıları partileşme sürecini tamamladıklarını açıklayarak Mart 1994'te "Devrimci Halk Kurtuluş Parti-Cephesi" (DHKP-C) adını aldılar. DHKP-C de bugüne kadar aralarında Özdemir Sabancı suikastının da olduğu bir dizi silahlı eylem gerçekleştirdi. Bedri Yağan yanlıları ise Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Devrimci Sol adıyla ve çıkardıkları "Devrimci Çözüm" adlı dergiyle faaliyet yürütseler de, 6 Mart 1993 tarihinde Bedri Yağan ve beraberindeki altı militanın İstanbul Maltepe'de yargısız infaz edilmeleri sonucu silahlı faaliyetleri durdu. Dursun Karataş'ın kurmuş olduğu DHKP-C günümüzde aktifliğini yitirmiştir. DHKP-C ardılı ve legal alanlarda faaliyetler yürüten Halk Cephesi ön plana çıkmaktadır. Silahlı kolu. Örgütün silahlı kolu Silahlı Devrimci Birlikler olarak adlandırılmaktadır. Şehirlerde hücreler ve kırlarda Gerilla Birlikleri şeklinde örgütlenmiş yapısı 1993 yılında sekteye uğradı. Silahlı Devrimci Birlikler, 90'lı yıllar içerisinde, özellikle Hulusi Sayın, Memduh Ünlütürk, Kazım Çakmak ve Hiram Abas gibi kamuoyu tarafından tanınan üst düzey devlet görevlilerine suikast eylemlerini gerçekleştirdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15058", "len_data": 9312, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.47 }
Georg Friedrich Händel (5 Mart 1685; Halle, Almanya - 14 Nisan 1759; Londra, İngiltere), müzik tarihine opera, oratoryo, kantata, düet gibi vokal eserleriyle geçen Alman klasik batı müziği bestecisidir. Handel, 1712 yılında Londra'ya yerleşmeden önce Halle, Hamburg ve İtalya'da ciddi eğitim almış ve 1727 yılında İngiliz vatandaşı olmuştur. İtalyan Barok müziğinin önemli bestecilerinin ve orta-Alman polifonik koral geleneğinin büyük etkisinde kalmıştır. 15 yıl içinde Handel İngiliz soylularına İtalyan operasını sunmak için üç ticari opera binası işletmeye başlamıştır. Müzikolog Winton Dean Handel'in operaları için “Handel sadece büyük bir besteci değil aynı zamanda birinci dereceden dramatik bir deha” şeklinde yazmıştır. Alexander's Feast (1736) isimli eseri iyi eleştiriler almış ve Handel İngiliz koral eserlerine geçiş yapmıştır. Mesih'in (1742) büyük başarısının ardından İtalyan operası bestelemeyi tamamen bırakmıştır. Neredeyse kör bir şekilde İngiltere de neredeyse 50 yıl yaşamış ve 1759 yılında zengin ve saygıdeğer bir adam olarak ölmüştür. Cenazesi devlet tarafından onurlandırılmış ve Londra'daki Westminster Abbey'e gömülmüştür. Johann Sebastian Bach ve Domenico Scarlatti ile aynı yıl doğan Handel, Su Müziği ve Havai Fişekler için Müzik ve Mesih gibi eserleriyle Barok dönemin en büyük bestecilerinden biri sayılmıştır. George II'nin taç giyme töreni için bestelediği dört anthem'den bir olan Zadok the Priest (1727), sonradan her hükümdarın geleneksel kutsama töreninde çalınmıştır. Handel 30 yıldan daha fazla bir süre boyunca 40'tan fazla opera bestelemiş, 1960'lı yıllardan itibaren barok müziğin ve otantik müzikal yorumların yeniden canlanmasıyla Handel'in operalarına ilgi büyümüştür. Hiçbir ülkenin ulusal biçemini simgelemeyen uluslararası nitelikte bir besteci olan Handel, yaşamında büyük üne kavuşmuş ve ününü ölümünden sonra da sürdürmüştür. Yaşamı. Johann Sebastian Bach ile aynı yıl, Almanya'nın Halle kentinde (Bach'ın doğduğu Eisenach kentinden 80 km uzaklıkta) doğan Handel, bir berber-cerrahın oğludur. Müziğe büyük ilgi duyan Handel, babasının karşı çıkmasına rağmen geceleri tavanarasında bulduğu bir klavikord ile gizli gizli müzik çalışmaya başlamıştı. Babası, çevrenin tavsiyelerine uyarak ona kentin en büyük kilisesinde orgcu besteci ve müzik yönetmeni olan Friedrich Wilhelm Zachau'dan ders aldırmaya razı oldu. Handel; keman, obua, org, klavsen çalmasını öğrendi. Handel, 1702'de babasının isteğine uyarak Halle Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydını yaptırdı ama kilise orgcusu olarak müzikle ilgilenmeyi sürdürdü. 1703'te Hamburg Alman Operası'na kemancı-besteci olarak atandı. 1706'ya kadar kaldığı Hamburg'da Johann Mattheson, Reinhard Keiser gibi bestecilerle arkadaşlık etti. 1705'te henüz 19 yaşında iken ilk operası "Almira"'yı yazdı ve hemen sahnelendi. 1706'da çıktığı İtalya seyahatinden 4 yıl sonra döndü. Bu seyahat sırasında Arcangelo Corelli, Alassendro Scarlatti ve oğlu Domenico Scarlatti ile gibi bestecilerle dost oldu. "Agrippina" adlı operasını, çeşitli İtalyan kantatalarını bu dönemde yazdı. İtalyan kantatalarında geliştirdiği İtalyan diline uygun melodi akışı, onun operalarındaki başarılarına ışık tutmuştur. İtalya seyahati sonunda Hannover'e giderek kısa bir dönem müzik yönetmenliği yaptı. Bu görev sırasında İngiltere'ye gidip "Rinaldo" operasını sahneledi ve büyük bir ilgi gördü. Ancak eserin İtalyanca olması, İngilizleri kızdırmıştı. Hannover'e döndüğünde Prenses Caroline için düetler yazan Handel, bir yandan da İngilizce öğrendi. 1712'de patronu olan Hannover Valisinden geçici olarak izin alıp İngiltere'ye giden Handel, oraya yerleşti ve bir daha dönmedi. Handel, İngiltere'ye gittiğinde Lord Burlington adındaki sanat koruyucusu bir kişinin evine yerleşmiş, dönemin büyük edebiyatçıları ile dost olmuştu. Handel kısa sürede kendisini saraya kabul ettirmeyi başardı ve 1713'te İngiliz Kraliçesine yazdığı kaside nedeniyle ödüllendirildi. 1714'te kraliçenin ölümü üzerine tahta geçen 1. George, kendisinin Hannover'deki patronu idi. Söylentiye göre Handel, "Su Müziği" adlı yapıtını 1. George'a kendini affettirebilmek için Thames Nehri üzerindeki bir partide kullanılmak üzere bestelemişti. Kendisine çifte maaş getiren bu eser, onun en önemli çalgı yapıtı oldu. Eserlerini hala İtalyan stilinde yazmaya devam eden Handel, bir yandan da İngiliz müziğinin kendine has yönlerini araştırmaktaydı. 1717'de Chandos dükünün malikanesinde sürekli besteci olarak görevlendirildi. Bu görevde bulunduğu 1717- 1720 yılları arasında Handel'in ilk İngiliz operası olan "Esther" ve "Acis ve Galatea" adlı opera ortaya çıktı. Handel, 1719'da 8 gün için doğduğu yer olan Halle'e gitmişti. Bu sırada Bach, 32 km ötedeki Cöthen'de yaşıyordu. Bach'ın Handel'e duyduğu hayranlık, karısının yardımıyla onun eserlerinin kopyasını çıkarmasından bellidir. Bach'ın Handel ile görüşmek istediğini bilen Bach'ın patronu ve dostu Cöthen prensi Leopold, kendisine atını ödünç vermişti. Bilinmeyen bir nedenle bu görüşme gerçekleşmedi. Handel 1720-1728 yılları arasında Kraliyet Müzik Akademisi'nin yöneticisi oldu. Handel, bu dönemde en güzel operalarını besteledi. Kral II. George için 1727'de yazdığı "Zadok the Priest" o günden beri İngiltere'deki tüm taç giyme törenlerinde çalınmaktadır. İtalyan tipi operaların modası geçince Handel, İngilizce oratoryolar yazmaya başladı. Bestelediği 26 oratoryo İngiliz müziğini yıllarca etkilemiştir. 1741'de 6 hafta içinde bestelediği ve ilk kez 1742'de Dublin’de sahnelenen "Messiah" adlı oratoryo eseri İngiliz müzik dünyasının en sevilen koral yapıtı olmuştur. İsa’nın yaşamını öyküleştiren bu eser ile Handel, geniş halk kitlelerini de coşturabilecek bir müzik yaratabildiğini kanıtladı. Eserin Londra’daki sahnelenişinde "Hallelujah korosu" bölümünde Kral 2. George'un kendini tutamayarak ayağa fırlaması nedeniyle bu bölümün ayakta dinlenmesi gelenekselleşmiştir. Handel, bu eserin başarısından sonra dinsel içerikli orotoryolar veya orotorya tipi mitolojik operalar besteledi. Orotoryolarının her birinde İncil'den bir öykü anlattı. Bu tür eserlerinin sonuncusunu 1751'de yazdı. Handel, orotoryalarıyla birlikte bir org konçertosu yazmayı ve orotoryonun arasında bu eseri yorumlamayı gelenek haline getirdi. Bu şekilde 16 org konçertosu yazmıştır. Handel, 1753'te görme duyusunu iyice yitrmişti. Müzik tarihinin ironilerinden birisi de Handel'in de Bach'ın da ileriki yaşlarında katarakt nedeniyle görme duyusunu yitirmeleri, aynı göz doktoru (John Taylor) tarafından narkozsuz ameliyat edilmeleridir. Bach, bu ameliyatta kullanılan kirli araçlar nedeniyle kan zehirlenmesi geçirerek ölmüştür. Handel'in ise ameliyat sonrasında gözleri tamamen kör olmuş ancak konserlerini sürdürmüştür. Handel önceleri belleğine güvenmekteydi, daha sonra doğaçlama yaparak çalmayı sürdürdü; zamanla kendi yalnızlığına çekildi. Hiç evlenmemiş ve bir aşk söylentisinde adı geçmemiştir. Nisan 1759'da öldüğünde görkemli bir cenaze töreni düzenlendi. Mezarı Westminster Abbey'dedir. Handel, müzik tarihine vokal eserleriyle geçmişse de başta Su Müziği olmak üzere çok sayıda orkestra müziği eseri ile çalgı müziğine de büyük katkıları vardır. Bir Barok Dönemi bestecisi olan Handel'in eserleri bazı yönleriyle klasik dönem(orotoryalarıyla orta sınıfa seslenmesi gibi), hatta romantik döneminin (operalarında doğayı betimlemesi gibi) işaretlerini de vermektedir. Başlıca yapıtları. Almira (1705); Agrippina (1709); Rinaldo (1711); Silla (1714) Jul Sezar (Giulio Cesare in Egitto) (1724); Rodelinda (1725); Orlando Furioso (1733); Ariodante; Alcina (1735); Berenice (1737); Serse (1738). Medya. Flute Sonata in E minor – 1. Grave - Flut: Al Goldstein Klavsen: Martha Goldstein:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15059", "len_data": 7670, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.4 }
Jay Sean (d. 26 Mart 1979; Ealing, Büyük Londra), Hint asıllı İngiliz R&B sanatçısı. Sanatçı 2008 yılı itibarı ile büyük bir çıkış yakalamıştır. 2008 yılında My Own Way adlı albümünü yayımlayan sanatçı İngiltere listelerinde #6 numara çıkarak büyük başarı ve ses getirmiştir. 2009 yılında ise Şansını Amerika'da deneyen sanatçı All or Nothing Albümünü Piyasaya Sürmüştür. Albüm Yayımlandığı ilk hafta 40 bin kopya satarak Billboard 200 listelerinde #37 numaraya ulaşmıştır. Ayrıca 2009 yılında "Billboard"ın düzenlediği etkinlikte 2009 yılının Amerika'da en gözde sanatçılarında Jay Sean 35 inci olmuştur. Ve dünyann en önemli müzik listesi "Billboard"ın belirlediği habere göre Amerikan müzik tarihinde Hint asıllı İngiliz olarak en başarılı sanatçı Lil Wayne ile yaptığı düetle büyük ses getiren şarkısı "Down"un "Billboard" listesinde 6 hafta boyunca Top 10'da kalması sanatçıyı bu alandaki en başarılı sanatçı yapmış ve tarihe geçmiştir. İlk yılları. Gerçek ismi Kamaljit Singh Jhooti olan Jay Sean 26 Mart 1981'de Punjabi'de dünyaya geldi. Jay Sean, sahne ismi olmakla beraber, soyadı olan 'Jhooti'nin 'J'si ile ailesinin taktığı bir lakap olan ve Hintçe yıldız anlamına gelen 'Shaan' kelimesinin İngilizce 'Sean'a dönüştürülmesiyle ortaya çıktı. Jay Sean, Londra 'nın batısında Heathrow Havaalanı'nın yakınlarında bulunan Hounslow'da yetişti.Güney Asya'nın Yaygın inançlarından olan sihism dinine mensup. 11 yaşında kuzeni Pritpal ile "Compulsive Disorder" (Zorunlu Düzensizlik) adında bir grup kurarak boş zamanlarında rap yapmaya başladı. Bu bağlamdaki çalışmaları geçen zamanla birlikte yerel radyolarda çalışan DJ'lerin ilgisini çekti. Müzik yolunda karşısındaki tek engel, insanların müziğinden ziyade ırkına karşı olan önyargılı bakış açılarıydı. Müzisyen, gayet başarılı okuduğu tıp okulundan iki yıl sonra ayrılarak tutkunu olduğu müziğin peşinden gitmeye karar verdi. Kariyeri. Londra'da okuduğu tıp okulundan ayrılmasının hemen akabinde, Güney Asyalı prodüktörler Rishi Rich ve Juggy D'nin yanında profesyonel müzik hayatına başladı. Burada R&B müzik tarzına olan yoğun ilgisini keşfetti. Sanatçının kariyerindeki dönüm noktası ise 2004 yılıydı. Çıkardığı ilk albümü "Me Against Myself" ile müzik piyasasına hızlı bir giriş yaparak, uzun süre listelerden inmedi. Müzikseverlerce ilk olarak "Dance With You" (Tere Naal Nachna) ve "Eyes On You" adındaki hit şarkılarıyla tanındı. İcra ettiği müzikte Hint ezgilerini batı R&B müziğiyle sentezlemesinin yanı sıra İngiltere'nin Urban müzik sahnesini değiştirmeyi başarmasıyla tüm dikkatleri üzerine çekti. Ünü Hindistan 'a da yayılan sanatçının albümü orada 2 milyondan fazla sattı. Ünlü Hint filmlerinin merkezi olan Bollywood 'un "Kya Kool Hai Hum" yapımında da rol alan sanatçının müzikleri de ayrıca filmin soundtrack'inde kullanıldı. 2006'da plak şirketi Virgin'den ayrılan Jay Sean, yeni albümünün çıkış tarihini de bu nedenle erteledi. İkinci albümün ilk single'ı olarak seçilen "Ride It" parçasına 2007'nin Ağustos ayında bir klip çekildi. 28 Eylül'de exclusive olarak 3G telefonlarda yayınlanan parça 9 Ekim'de de internet ortamında resmi olarak hayranların beğenisine sunuldu. Single'ın cd formatı içinse 21 Ocak 2008'i beklemek gerekti. "My Own Way" adlı ikinci albümünü 12 Mayıs 2008'de yayımlayan sanatçı, bu albümde şansını Amerika'da da denedi. J-Remy, Robert Larow, Bobby Bass ve Alan Sampson gibi isimlerle çalışan sanatçının albümü İngiltere'de 6 numaraya kadar çıktı. "Ride It" single'ının ardından "Maybe" ve "Stay" parçaları da single olarak yayımlandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15063", "len_data": 3547, "topic": "ENTERTAINMENT", "quality_score": 3 }
Barok müzik ( veya ), Batı Avrupa kökenli yaklaşık 1600 ile 1750 yılları arasında Batı klasik müziği'nin bir dönemi veya tarzıdır. Bu dönemi Rönesans müzik dönemi izledi, ardından Klasik dönem takip etti ve galant stili Barok ve Klasik dönemler arasındaki geçişi sağladı. Barok dönemi üç ana aşamaya ayrılmıştır: erken, orta ve geç. Zamanla örtüşecek şekilde bu üç dönem, geleneksel olarak 1580'den 1650'ye, 1630'dan 1700'e ve 1680'den 1750'ye dek olan süreçleri kapsar. Barok müzik, "klasik müzik" kanonu'nun önemli bir bölümünü oluşturur ve şu anda yaygın olarak çalışılmakta, çalınmakta ve dinlenmektedir. Etimoloji ve tanım. "Barok" terimi, "şekilsiz inci" anlamına gelen Portekizce "barroco" kelimesinden gelir. Jean Jacques Rousseau'ya göre "barok müzik, armoninin açık seçik olmadığı, modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu entonasyonları güç ve hareketi zor olan müziktir". Yapı sanatı ile ilgili ilk tanımla 1788 yılında "Encyclopédie méthodique"te karşılaşılmaktadır: "Mimarlıkta barok, tuhaflığın bir nüansıdır". Öyle anlaşılıyor ki bu isim, dönemin başlangıcında resim ve heykel çalışmalarındaki değişikliklere gösterilen şaşırmış reaksiyon sonucu çıkmıştır. Barok müzik dönemi eserleri batı klasik müziği içinde çok önemli bir yer almakta ve dönemimizde de popüler olarak çalınmakta ve dinlenmektedir. Barok müzik dönemi Johann Sebastian Bach, Antonio Vivaldi, Jean-Baptiste Lully, Arcangelo Corelli, Claudio Monteverdi, Jean-Philippe Rameau ve Henry Purcell gibi bestecilerin eserlerini kapsamaktadir. Barok müzik dönemi müzikteki başlıca büyük yeniliği "fonksiyonel tonalite" kavramının çok geliştirilmesindedir. Bu dönemdeki besteciler ve çalgıcılar çok daha ayrıntılı ve incelikli müziksel süsler uygulamaya başlamışlar; müziksel notasyon şeklini değiştirmişler ve müziksel çalgıları yeni teknikler kullanarak çalmaya başlamışlardır. Barok müziği döneminde müziksel çalgılarla müzik icra edilmesinin ebadı, kapsam genişliği ve karmaşıklığı artmıştır. Barok müzik dönemi opera görsel sanatının kurulup, geliştirilip ve yaygınlaştırılması dönemidir. Bugün kullanılan müzik terimleri ve kavramlarının çoğunluğu barok müzik doneminde ortaya çıkartılmış ve o zamandan beridir kullanılagelmiştir. Tarihçe. Müzikte barok dönem, 1600 ile 1750 yılları İtalya'daki opera denemeleriyle başlamış; Johann Sebastian Bach'ın ölümüyle sona ermiş ve tüm müzik türlerinde günümüze kadar kalıcı olan değişikliklerin oluşmasına neden olmuştur. Rönesans müzik dönemi, tüm sanat dallarında sadelik, temizlik ve saflık dürtülerini güçlendirmesine ve duyguları daha yumuşak bir anlatımla ifade etmesine karşın, özellikle müzik alanında, sürekli kullandığı tekdüzelikten dolayı giderek sıkıcı olmaya başlamıştır. O kadar ki, rönesans dönemi bestelerinin en belirgin özelliği, çalgıların aynı anda başlayıp aynı anda eseri bitirmeleri olarak anlatılabilir. Barok dönemle birlikte, müzik "kontrast" kavramı ile tanışır. Aynı tınılardaki çalgılar birbirleriyle savaşırcasına, birbirleri ile karşıtlık oluşturarak eserde yerlerini alırlar. Klasik Dönem sanatçıları dahi, her ne kadar Barok dönem eserlerini karmaşık, süslü, zevksiz ve abartılı olarak adlandırsalar ve "Barok" kelimesini aşağılayıcı manada kullansalar da kendi kullandıkları ve günümüze kadar uzanan birçok armoni kuralını bu dönemin ustalarından öğrenmişler ve yer yer kopyalamışlardır. 150 yıla yayılan bir süreci etkileyen Barok akımı, kimi müzik tarihçilerine göre 2, kimine göre 3 evreli bir dönemdir. Herkesin kabul ettiği ortak düşünce ise "Olgun Barok" olarak adlandırılan son dönemde Johann Sebastian Bach'ın önemli bir yere sahip olduğudur. Barok müziğinin yapısında en belirgin özellik, müzikte "kontrast"lar kullanılması olmuş ve bununla birlikte konçertolar devri başlamıştır. Müziksel ifadeyi güçlendirmek için kullanılan ses düzeyinin alçalıp yükselmesi Barok dönemde keşfedilen ve gelişen işaretlerle başlar. Orta Çağ ve Rönesans'ta ses şiddeti, hep aynı seviyede kullanılmaktaydı. Barok dönemde "piyano" (düşük ses) ve "forte" (gür ses) terimleri ile eserlerde ses şiddetinin önemi ve katkısı görülmeye başlar. Barok dönemin bir diğer yeniliği, bu döneme kadar olan müzikal yapıda bulunmayan ve eserin başka bir bölüme geçeceğini veya bittiğini belirten bir olgunun kullanılmasıdır. Eserlerde kapanışlar ve geçişler daha güçlü yer alır. Kontrastlar üzerine kurulan Barok müzikte ritmik yapıda da büyük gelişmeler olur. Rönesans'tan Barok müziğe sıçrayan, metine bağlı müzikal anlatım, konuşma dilindeki vurguların abartılmasına neden olur. Barok dönemde doğan opera ve kantatlar günümüzde de aynı kurala bağlı kalınarak abartılı bir dilde seslendirilirler. Barok dönemle beraber çalgı müziği büyük ilerleme gösterir. Yalnız çalgılar için bestelenen yapıtlar çoğalır. Ses müziği ve çalgı müziğinin birleştirilmesi de Barok dönemde filizlenir. Eşlik görevi gören sürekli bas çalgıları ve insan sesi birleşir. Kontrast oluşturmak amacıyla eşlik çalgıları tekdüze hareket ederken, vokal hareketli ve süslü davranır. 16. yüzyılın sona ermesiyle birlikte İtalyan besteciler madrigal adını verdikleri, şiirler üzerine yazdıkları çok sesli müzikler üzerine yoğunlaşmaya başlamıştı. Monteverdi'nin opera eserleri ve madrigalleri, barok dönemin ilk zamanlarının zirve noktası olmuş ve daha sonra gelecek müziğe liderlik etmiştir. Dinsel bir tema üzerine kurulu dramatik eserler olan oratoryolar, kökünü Roma'dan alır. Avrupa'ya yayılması ise Alman-İngiliz besteci George Frideric Handel sayesinde olmuştur. Handel, ünlü "Messiah" oratoryosunu İngiltere'de bestelemiştir (1741). Sonat, kendini barok dönemin ilk zamanlarında bulmuş bir başka müzik formudur. İtalya'da sonat, yavaş ve hızlı dans parçalarından oluşan eser veya yavaş-hızlı kontrastlarıyla gelişen eserlere denirdi (daha sonra bu tarz kiliselerde de kullanılmıştır). Arcangelo Corelli gibi her iki tarzda da müzik yapan besteciler olmuştur. İtalya'nın dışında ise süit adı verilen dans parçaları besteleniyordu. Barok dönemde sonatlar kadar yaygın olan süit formu, zamanla popülaritesini yitirmiş ve sonat formu kadar kalıcı olamamıştır. Süitler, kantatlarda olduğu gibi tek bir çıkış noktasından hareketle iki veya üç bölümlü forma ulaşırdı (örneğin Domenico Scarlatti'nin klavye sonatları gibi, Bach'ın bestelediği birden çok formlu eserler gibi). İlk sonatlar, ya tek bir enstrüman ya da küçük bir grup için yazılırdı. 17. yüzyılın sonlarına doğru (barok dönemin ortaları), bu sonat formu konçerto grosso şekline dönüştü. Solist grup ise genellikle konçertino (iki keman ve continuo) olurdu. Daha sonra ise konçerto durumuna dönüştü. Şüphesiz ki Bach'ın Brandenburg Konçertoları konçerto grosso stilinin bu dönemdeki en iyi örneklerinden birisidir. Ayrıca Antonio Vivaldi'nin solo konçertoları da bu dönemin en önemli modellerinden olmuştur. Sonat, konçerto ve vokal formları gelişiminin ortalarında, barok dönemin bir başka önemli özelliği ortaya çıkmaya başladı: Tonalite. 16. yüzyılın ortalarında eski kilise modları, yeni anahtar bağları konseptiyle yer değiştirmeye başladı. Barok dönemle birlikte besteciler bir anahtardan diğerine atlamaya başlamıştı. Zamanın kromatik müziğini üretmeye başlamışlardı. Zamanla, anahtarlar arasındaki bağ ve geçişler bir sistem halini aldı. Bach'ın İyi Düzenlenmiş Klavye ("das wohltemperierte klavier") adlı eseri bu bağı anlamak için iyi bir örnektir. Bu eser ayrıca bir başka iki önemli barok formu yapısı içinde barındırmaktadır: prelüd ve füg. Barok dönemin en gözde çalgılarından biri klavsen (harpsikort)'di. Klavsen, seslerin hafif veya kuvvetli çıkmasına olanak sağlamayan bir düzeneğe sahipti. Yine de dönemin favori enstrümanı olmuş, gerek solo gerek eşlik göreviyle pek çok eserde kullanılmıştır. Barok dönemde icat edilmesine karşın dönemin bestecileri piyano için eser yazmamıştır. Klavsene göre cılız bir sese ve sert tuşeye sahip piyanoya eser veren ilk besteci Muzio Clementi'dir. 1773'te daha on sekizindeyken piyano için üç sonat yazmış, çalgıyı popüler hale getirmiştir. Barok dönem bestecilerinin günümüzde piyanoda çalınan eserleri aslında piyano için yazılmamıştır. Dolayısıyla "piyano" ve "forte" gibi nüanslar ve "staccato" gibi çalım tekniklerinin hiçbiri eserlerin aslında yoktur veya çok azdır. Bütün bu değişiklikler birbirlerine paralel olarak gelmiş ve barok dönemi oluşturmuştur. Eski kurallardan ve polifonik takıntılardan kurtulunması, yeni bir tarz ve kural geleneği yapma gereğini doğurdu. Bu da, kadanslar veya armonik geri planlar üzerine doğal olarak solistlik yapan, melodiyi ortaya çıkardı. Bu armoniler içinde sequence'ı (zincirleme) getirdi ve tüm bu armonik gelişimler bir yandan da ritmik gelişmeleri doğurdu. Bas bölümleri, Orta Avrupa dans müziğinin tipik ritimleriyle kaynaştı ve tüm bunlar barok müziğini barok müzik yaptı. Barok dönemde müzik, modern müzikal dilin gelişiminde kuşkusuz en önemli kilometre taşı olmuştur. Bu 1,5 yüzyıl içerisinde, müzikal formlar değişip geliştikçe bir yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Tonalite ve akor tonlaması çok büyük önem taşımaktadır. 18. yüzyıl, bilindiği gibi, Avrupa'da müziğin Barok yüzyılıdır. Händel gibi, Bach gibi, Barok müziğin büyük ustaları eserlerini bu yüzyılda vermişlerdir. Ancak Barok müzik, diğer sanatlarda olduğu gibi, feodal aristokrasiye hizmet eden bir yapı sergilemektedir. Salon müzik ilişkisine örnek: Barok dönemde besteciler kiliselerde, belediye ve saraylarda veya bir operada görevliydiler. Bu yerlerin ortak özellikleri küçük olmaları idi. Genellikle dikdörtgen şeklinde yansıtıcı yüzeylere sahiptiler. Bu akustik çevrelerdeki yankılanma süresi kısadır. Böyle bir çevrede çalınan müzik çok parlak olur ancak seslerin dolgunluğu azdır. Klasik dönem Haydn, Mozart, Beethoven, bu dönemdeki orkestrada 40 kadar çalgıcı bulunuyordu. Yaylı, ağaç üflemeli, pirinç üflemeli, vurmalı çalgılar kullanılıyordu. O zamanki konser salonları şimdikilerden küçük, dinleyiciler ise 300-400 kişi kadardı. Bu salonlar, tümüyle doluyken yankılanma süresi 1,5 saniye olmaktadır. 19. yüzyılda daha büyük yapılar inşa edildi ve süre 1,5 - 1,8 saniye aralığına uzadı. Bugün Klasik dönem müzikleri için en iyi yankılanma süresi 1,5 – 1,7 saniye arasında kabul edilmektedir. Romantik devir daha kişiseldir. Bestecinin duygularının anlatımı önemlidir. Brahms, Wagner, Çaykovski, Debussy gibi bestecilerin dönemidir. Daha dolgun seslere ve daha uzun yankılanma sürelerine ihtiyaç duyulur. Bu dönemde yankı süreleri 2 saniyeye kadar uzamıştır. Bugün romantik müzikler için yankılanma süresi 1,9 - 2,2 saniye arasında kabul edilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15065", "len_data": 10544, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.7 }
Kervansaray, kervanların ticaret yolları üzerinde kurulan konak yeridir. Kervansaraylar ilk defa milattan önce 5. yüzyılın başlarına doğru Ahameniş İmparatorluğu tarafından yaptırılmıştır. Önceleri askeri savunma için düşünülmüş, zamanla artan ticaret ve dini ihtiyaçları karşılaması için genişletilmiştir. Selçuklu devrinde ticari yol ağı üzerinde kervanların akşamları güvenli bir şekilde konaklamaları ve ihtiyaçlarını görmeleri için sultan hanı da denilen kervansaraylar yapılmıştır. Büyük ticaret yolları üzerinde kurulmuş olan Selçuklu kervansaraylarının aralarındaki uzaklıklar, deve yürüyüşü ile günde dokuz saat, yani 40 kilometre esas tutularak saptanmıştır. Çevrelerindeki yüksek duvarlarla korunan ve barış zamanlarında pazaryeri olarak da iş gören bu kervansaraylar savaşta kale olarak da kullanılırdı. Selçuklu kervansarayları üç genel tipe uygun olarak yapılmışlardır. Bunlar, yazlık denilen avlulu, kışlık denilen kapalı ve her iki türün birleştirilmesinden oluşan karma tiplerdir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde şehirlerdeki hanlar ticaret ve konaklamak için yapılmış gelir getirici vakıf yapılarıdır. Etimoloji. Türkçe kelimenin kökeni Farsça "kārbānserāy" olarak görülmektedir. Bu kelimenin yanında "han" kelimesi de benzer anlamda kullanılır. Selçuklu kervansarayları. Selçuklu kervansarayları başlangıçta, yolcuların ve kervanların konaklamaları ve ihtiyaçlarını görmeleri için, semerci, urgancı, nalbant, demirci gibi atölyeleri, mutfak, hamam, tıbbi yardım, çayhane veya kahvehane, yatak bölümü, binek ve yük hayvanları için yarı kapalı bölümü, hatta bazılarında Mescit bile bulunurdu. Hanlarda verilen hizmetlerden para alınmazdı. Kervansaraylar Selçuklu Sultanları ve devlet adamlarınca vakıf olarak kurulmuştur. Bir kervansarayın temel işleyişini sağlayan yasal ve parasal mekanizma, döneme ilişkin vakfiyelerde tanımlanmıştır. Kervansaray çalışanları; çalışanlar başında yer alan "nazır", kontrolleri yapan bir "müsrif", bir "mütevelli" (handa olması gerekmiyor), bir "hancı", bir "muzif" (sorumlu müdür), emir havayıcı (gerekli erzak ve malzemeyi sağlayan), aşhanede bir "aşçı", bir "baytar" ve atlı bir hizmet adamı, mescit için bir "imam" ve "müezzin" olarak kaydedilmiştir. Bir kervansarayda yerli ve yabancı ayırt edilmeksizin herkese üç gün yiyecek - içecek verilmiş, değişik din, dil ve ırktan olan insanlar bu mekânlarda bir tür dünya vatandaşlığı yaşamışlardır. Kervansaraylar, kervanların gün boyunca süren yorucu yolculuktan sonra konaklamalarını, bu arada yolcuların ve hayvanların her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecek yatakhane, aşevi, erzak ambarı, depolar, ahırlar, mescit, şadırvan, hamam, eczane, ayakkabıcı, nalbant için gerekli mekânlar bulundurmakta ve bu hizmetleri karşılıksız vermektedirler (Turan, 1946-Bakır, 1998). Kervansarayların boyutları, üzerine inşa edildikleri yolun, ticaret hacmine, dolayısıyla konaklayacak kervanların büyüklüğüne ve yaptıranların gücüne bağlı olarak değişmiştir. Selçuklu Kervansaraylarının Mimarı o zamanın en ünlü mimarları olan Kölük bin Abdullah ve Kaluyan El-Konevi'dir. "Uzun ince bir yoldayım" türküsünde, Âşık Veysel yaşamı bir “"iki kapılı bir handa"” geziye benzetir; böylece kırsal alanlarda hanların önemini belirtir. Sınıflandırma. Kervansaraylarda "açık" ve "kapalı" bölümlerin varlığı ölçüt olarak kullanılmış, buna göre de; Bu gruplamadan ayrı olarak iç içe iki plandan oluşan "eşodaklı" hanlar da, farklı bir tip olarak tanımlanmıştır. İşlev ağırlıklı tipolojiye göre ise kervansaraylar; yalnız barınak kısmı olan hanlar, barınak ve servisleri olan hanlar olarak iki temel gruba ayrılmaktadır. Anadolu kervansaraylarında mescitler, avlu önyüzünde ya da avlu ortasında fevkani köşk mescit olarak görülmektedir. Mescidi avlu ortasında olan kervansaraylar, Konya – Nevşehir yolu üzerindeki Ağzıkara Han, Kayseri - Sivas yolu üzerindeki Tuzhisarı Sultan Han, Konya - Aksaray yolundaki Sultan Han ve Afyon - Konya yolu üzerindeki Sultandağı Sahip Ata Hanı olmak üzere dört adettir. Ticaret yolları. Doğu-batı ticaret yolu. Birincisi, Ayas ya da Antalya veya Alâîyye'den başlayan ve Konya'da odaklanarak Orta Anadolu üzerinden Aksaray - Kayseri - Sivas - Erzincan - Erzen–i Rûm - Erciş - Iğdır yoluyla Tebriz'e uzanan doğubatı ticaret yoludur. Kuzey-güney ticaret yolu. İkincisi ise Antalya veya Alâîyye ya da Ayas başlangıç olmak üzere Konya - Aksaray - Kayseri üzerinden Sivas'ta düğümlenerek Erzincan - Erzen-i Rûm yoluyla Tebriz veya Tokat - Amasya yoluyla Sinop ya da Samsun limanlarına ulaşan kuzey-güney ticaret yoludur. Kervansaraylar ağı. Selçuklu Hanedanı, kuzeyde Sinop ve Samsun ile güneyde Alâîyye (Alanya) ve Antalya limanları arasında ulaşım bağlantısını kurmak yoluyla Güney Rusya - Suriye - Mezopotamya ve Orta Asya - Hindistan - İran - Avrupa yönünde uzanan kuzey-güney ve doğu-batı milletlerarası ticaret yolunu Anadolu coğrafyasına çekebilmek için İran - İslâm ve Orta Asya - Türk devlet geleneğinden gelen miras kapsamında, Sultan ya da yüksek devlet görevlileri tarafından milletlerarası ticaret yolları üzerinde vakıf olarak yaptırılan tüccar kervanlarının konaklama-güvenlik-sağlık gibi gereksinimlerinin karşılanması için sosyal–ekonomik ve askeri işlevli bir kervansaraylar ağı kurmuşlardır. Aksaray-Konya. "Aksaray'dan batıya Konya'ya doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" Aksaray-şamil dağı. "Aksaray'dan doğuya Kayseri'ye doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" Afyonkarahisar-Eğirdir. "Afyonkarahisar’dan güneye Eğirdir'e doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" Denizli-Eğirdir. "Denizli'den doğuya Eğirdir'e doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" Antalya-Eğirdir. "Antalya'dan kuzeye Eğirdir'e doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;" "Alanya'dan batıya Antalya'ya doğru yol üzerinde bulunan kervansaraylar;"
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15071", "len_data": 5761, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
Nedîm (; 1681, İstanbul - 30 Ekim 1730, İstanbul), Divan Edebiyatı eserleri veren Türk bir şairdi. Şöhretini, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1718-1730 yılları arasındaki Lâle Devri'nde kazandı. Hayatı ve eserleri ile Lâle Devri ruhûnun en önemli temsilcisi olarak kabul edilir. Yaşamı. 17. yüzyıl sonu ile 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadı. Asıl adı "Ahmed" olan Nedîm, İstanbul'da muhtemelen 1681 yılında doğdu. Babası Mehmed Efendi, Sultan İbrahim'in iktidarı esnasında kazaskerlik görevinde bulundu. Küçük yaşlarda medrese eğitimi alan Nedîm; burada Arapça ve Farsça öğrendi. Daha sonra fıkıh eğitimi aldı. Bir şair olarak tanınma gayreti içindeki Nedîm, Osmanlı Sadrazamı Çorlulu Ali Paşa'ya birkaç kaside yazdı. Aynı zamanda Topkapı Sarayı'na girişini sağlayan Çorlulu Ali Paşa'nın halefi olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya yazdığı kasideler oldu. Lale Devri'nin sadrazamı olan Damat İbrahim'in himayesi altında daha sonra kendisini meşhur yapacak olan eserlerini ve yaşam tarzını ortaya koydu. Şair gerek yaşamı, gerekse şiiri ile estetik, sanat ve eğlence eğilimleri ile göze çarpan bu devrin önemli bir temsilcisi olarak kabul görmektedir."İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden" "Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden" "Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan" "Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde." Ölümü. Nedîm'in Patrona Halil İsyanı esnasında öldüğü bilinmekle birlikte, ölüm nedeni konusunda muhtelif rivâyetler vardır. Hassas bir ruhsal yapısı olduğu ve evham hastalığından muzdarip olduğu bilinmektedir. Râmiz Tezkiresi'nde, Nedîm'in Patrona Halil İsyanı akabinde “illet-i vehîme”den dolayı öldüğü yazılıdır. Kemiksiz-zâde Safvet’in Nuhbetü’l Asar’ında ise içki alışkanlığı yüzünden öldüğü kaydedilir. En meşhur rivayet, Müstakim-zâde’nin Mecelletü’n Nisab’ında yazan isyankârlardan kaçarken Beşiktaş'taki evinin çatısından düşerek öldüğü görüşüdür. Bir başka rivayet ise Damad İbrahim Paşa ve şürekâsına yapılan işkenceden ötürü dehşete kapılıp korkudan öldüğü şeklindedir. Nedîm'in mezarı, Üsküdar'da Karacaahmet Mezarlığı'ndadır. Eserleri ve şiir anlayışı. Günümüzde Divan edebiyatının en önemli şairlerinden biri olarak görülse de bu algı ancak yakın zamanda oluşmuş ve sağlığında iken Nedîm o kadar büyük takdir görmemiştir. Örneğin "Reîs-i Şâirân" (رئيس شاعران) "(şairler reisi)" unvanı, III. Ahmet tarafından ona değil, şimdilerde daha az bilinen Osmanzâde Tâib'e verilmişti. Yaşadığı dönemde kendisinden daha meşhur olan başka şairler de vardı. Gerek kasidelerinde, gerekse tebrik ve kutlama amaçlı yazdığı şiirlerinde çağdaşı Divan şiirlerinde görülen kalıp, imge ve rumuzları kullanan Nedîm, şarkı ve gazellerinde ise hem dil, hem de içerik bakımından yenilikçi bir yola girmiş görünüyor. Nedîm'in içerikçe en bariz yeniliği İstanbul kentini şiirlerinde açılışta (matla) kullanmasıdır. Bu mesela "İstanbul'u vasıf zımnında Damad İbrahim Paşa'ya kasîde"sinin matla beytinde görülür: Üstelik önceki şairler soyut ifadeleri çokça yüceltmesine rağmen, Nedîm ise şarkılarında somut ifadeler kullanmaktan ve hatta döneminin mekân, moda ve kıyafetlerine temas etmekten geri kalmaz: Şiirlerinde genellikle zevk ve aşkı işleyen şair, devlet büyüklerine kasideler sundu. Aşk ve şarap kavramlarının sık sık geçtiği gazeller yazdı. Çağının bütün yaşantısı, bayramlar, helva sohbetleri, şehzadelerin doğuşu, düğünler, güzel yapılar onu etkiliyor, bu olaylar hiç değilse bir "tarih düşürmesine" vesile oluyordu. Eserleri "Nedîm Dîvânı" adı altında toplanmıştır. Bu dîvânın bilinen en eski tarihli nüshası, tahminî H. 1149 "(M. 1737)" yılına ait olan ve Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi Y. 13 numarada kayıtlıdır. Divan edebiyatındaki soyut sevgili ve mekânlar, Nedim'in şiirlerinde somuta dönüşür. Yani sevgilisi beşeri aşkı anlatır ve de gerçektir. Zevk, eğlence, içki şiirlerinin temelini oluşturmuştur. Soğuk ve yapmacı anlatımdan kaçınmış, anlatmak istediklerini içten bir şekilde şiirlerine dökmüştür. Bunları da daha çok gazelleriyle anlatmıştır. Büyük şair, divan şiirinin katı kurallarına herkes gibi uysa da, bazı yenilikler yapmaktan geri durmamıştır. Bazı eserlerinde aruz yerine hece ölçüsü kullanmıştır. Eserleri Nedim Divanı Sahaifü'l-Ahbar (çeviri) Aynî Tarihi (çeviri).
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15072", "len_data": 4198, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.42 }
Galib Mehmed Esad Dede veya tanınan kısa adıyla Şeyh Galib (d. 1757 - ö. 3 Ocak 1799), Türk divan edebiyatı şairi ve mutasavvıf. Hayatı. 1757 yılında İstanbul'da doğdu. Adı Mehmet'tir. Babası Mustafa Seyyid, annesi Emine Hanım'dır. Galata Mevlevihanesi'nde Şeyhi Hüseyin Dede ve Hoca Neşet Efendi'den dil ve edebiyat dersleri aldı ve genç yaşta şiirlerini yazmaya başlamıştır. Henüz 24 yaşındayken divan tertip edecek kadar şiiri kaleme almıştır. 9 Haziran 1791 tarihinde Galata Mevlevihanesi Şeyhliği'ne atandı. 1798'de vefat eden Galib Mehmed Esad Dede, avluda yer alan türbeye defnedildi. Edebî tarzı. Esed ve Galip mahlaslarıyla yazdığı şiirlerini toplayarak 24 yaşında iken divanını meydana getirdi (1780). Sembolizm benzeri bir tarzın (sebkihindi) Türk edebiyatındaki öncüsü olmuş, birçok buluşu ve yarattığı mazmunlarla Divan Edebiyatı'nın gelişmesinde büyük bir rol oynamış olmasına rağmen divan şiirinin geleneklerinden de kopmamıştır. Şeyh Galip'in eserlerinin en önemli yönlerinden birisi de tasavvufi temellere sahip olmasıdır. Tasavvufu, sembolizmle birleştiren üslubu ile Türk edebiyatının modern çağının öncülerinden kabul edilir. Eserlerinde güçlü semboller kullanan Galip, hayal unsurlarına sıkça yer vermiştir. Anlatmak istediklerini benzetmeler ve sembollerle dile getirmiştir. Sebk-i Hindi akımının Türk edebiyatındaki en önemli temsilcilerinden biridir. Klasik Türk edebiyatının son büyük şairidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15075", "len_data": 1419, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.71 }
Hüsamettin Batuhan Mutlugil (d. 8 Nisan 1974, İstanbul), Türk müzisyen. Alternatif rock grubu Duman'ın gitaristi ve geri vokali olarak başladığı müzik hayatına, tek başına verdiği konserlerle de devam etmektedir. Yavuz Çetin'in de içinde bulunduğu eski Blue Blues Band grubunun üyelerinden Batu Mutlugil'in oğludur. Eğitimi. Liseyi Doğuş Koleji'nde okuyan Mutlugil, üniversiteyi de İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümünde okumuştur. Müzik kariyeri. Duman'dan önce babası Batu Mutlugil ile beraber Blue Blues Band'de çalmaktaydı. 1999'dan günümüze, kuruluşunda da yer aldığı Duman grubunda geri vokal ve gitaristlik yapmaktadır. 2009'da yayınlanan Duman II albümünde yer alan "Balık", 2013'te yayınlanan darmaduman albümünde yer alan "Akıbet" ve "Öyle Dertli" adlı parçaların hem söz yazarı hem de bestecisidir. Belki Alışman Lazım albümündeki "Oje", Duman I albümündeki "Sevdim Desem" ve "Helal Olsun" parçalarının da bestecilerindendir. Mutlugil, "Bambaşka" adlı single'ını 4 Aralık 2020 tarihinde tüm dijital platformlarda yayınlamıştır. 15 Ocak 2021'de ise 9 şarkıdan oluşan "Yadigar" isimli albümü fiziksel ve dijital olarak yayınlamıştır. Özel hayatı. Fransız eski sevgilisi Diane Tydigad ile Batu Lucas adında bir oğlu vardır. Oğlu Batu Lucas annesi ile birlikte Paris, Fransa'da yaşamaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15078", "len_data": 1299, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.08 }
Şener Şen doğum adı ile Ali Haydar Şen (d. 26 Aralık 1941, Adana), Türk tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu. Hayatı. 26 Aralık 1941 tarihinde, o zamanlar marangozluk yapan Ali Şen'in oğlu olarak Adana'da dünyaya geldi. Lüleburgaz'daki Kepirtepe Köy Enstitüsünden mezun oldu ve öğretmen olarak Kocaeli'ne atandı. Sanat hayatına İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında sahneye çıkarak başladı. Babası gibi sinema sanatçısı olmak istemeyen Şener Şen, kendisini tiyatro oyunculuğuna adadı. Radyo tiyatrolarında da oynadı. Ancak tiyatrodan elde ettiği kazanç yetmediği için sinemaya girmek zorunda kaldı. Dublajdan tanıdığı yönetmenlere, “Figüran olarak beni de çağırın. Ama bir şartım var, yevmiyemi o gün alayım” dediği iddia ediliyor. Sinemaya ilk adım attığı yıllarda figüranlık dahil her işi yaptı. Beş yıl boyunca -bazı filmlerde sadece dans etmek veya başrol oyuncusundan dayak yemek gibi- küçük rollerde yer aldı. Kariyerinde dönüm noktası 1975 yılında Ertem Eğilmez'in filmi Hababam Sınıfı'ndaki ‘'Badi Ekrem'’ tiplemesi oldu. O yıllarda büyük gişe hasılatı yapan "Süt Kardeşler", "Şaban Oğlu Şaban", "Tosun Paşa", "Kibar Feyzo", "Çöpçüler Kralı" ve "Davaro" gibi filmlerde oynadı. Şener Şen, 1984'e kadar yardımcı roller oynadı. O dönemde Anadolu piyasasına hâkim olan işletmecilerin, Arzu Film ve Ertem Eğilmez'e yaptıkları baskı sonucunda artık başrollerde oynaması gündeme gelir. Ancak o güne kadar özellikle Kemal Sunal ve İlyas Salman'la birlikte yaptığı filmlerde oynadığı uyanık, üçkâğıtçı, sahtekâr, dolandırıcı tiplemeleri canlandırmış olan Şen bu kez halkın isteğinin dışında bir rol seçti. “Onların istediği filmi yapmam, başrol oynayacaksam kendi istediğim filmi yaparım” diyerek Başar Sabuncu'nun "Namuslu" filminde ilk kez başrole çıktı. Filmde canlandırdığı Ali Rıza Bey karakteri işine son derece bağlı bir mutemettir. Bu nedenle çevresindekilerce hor görülür. Zimmetine para geçirdiği söylentileri ortalığa yayılınca itibar görür ve el üstünde tutulmaya başlar. Ertem Eğilmez'in bu film için ona “Eğer bu film tutmazsa senin hayatın başlarken biter. Bir daha bir fırsat yakalayamazsın. Ama öbürünü seçersen yılda beş, altı film yaparsın, para da kazanırsın” demesine rağmen, "Namuslu" o yılın en iyi iş yapan filmleri arasına girdi ve Şener Şen'in sinema kariyerindeki ikinci perde açıldı. "Namuslu" filmiyle üçkağıtçı, sahtekar karakterleri canlandırmaktan sıyrılan Şener Şen artık iyi, insanları kandırmayan, saf, temiz yürekli karakterleri canlandırmaya başladı. Nesli Çölgeçen’in "Züğürt Ağa"'sında saf bir köy ağasını, "Milyarder"'de piyangodan büyük ikramiye kazanan istasyon şefini, "Muhsin Bey" 'de şöhret olmak isteyen bir gence yardım eden organizatörü başarı ile oynadı. Bu yıllarda moda olan müzikallerde de gözüktü. Ertem Eğilmez'in son filmi olan ve Türk sinema seyircisinin sinema önlerinde uzun kuyruklar oluşturduğu taşlamalarla dolu "Arabesk" filminde Müjde Ar ile başrolleri paylaştı. 1996'da ise Türk sinemasında bir devrim yaratan “Eşkıya” filminde Uğur Yücel ile birlikte oynadı. Yavuz Turgul'un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bu film Türk sinema sektöründe o dönem için bir rekor kırarak 2,5 milyonu aşkın seyirciyi sinemalara çekti. Gaziantepli kebap üstadı Ali Haydar'ı canlandırdığı "İkinci Bahar" (1998-2001) dizisinde diğer başrol oyuncusu Hanım adlı Trakyalı bir mezeciyi canlandıran Türkan Şoray'dı. 2005 yılında Kabalcı Yayınevi tarafından basılan Giovanni Scognamillo'nun yazdığı Türk Sinemasında Şener Şen isimli çalışma oyuncu hakkında yazılmış en kapsamlı çalışmadır. Şener Şen'in bu yıla kadar olan oyunculuk kariyeri dönemlere ayrılarak incelenmiştir. Kitapta Şener Şen'in film dizini, sahne oyunları ve müzikalleri dizinleri de bulunmaktadır. Yönetmenliğini Yavuz Turgul'un yaptığı "Gönül Yarası" (2005) filmindeki emekli öğretmen Nazım rolüyle 42. Altın Portakal Film Festivali'nde 'En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazandı. Senaryolarını Yavuz Turgul'un yazdığı, "nesli tükenen bir kabadayıyı" canlandırdığı "Kabadayı" (2007) ile başrollerini Çetin Tekindor, Cem Yılmaz'la paylaştığı "Av Mevsimi" (2010) ve Yol Ayrımı (2017) en son rol aldığı filmler olmuştur. Şen, 2015 yılında Aygaz Otogaz reklamıyla ekranlara geri dönmüştür. 28 Aralık 2016'da Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü'nü 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın elinden alan Şener Şen törende yaptığı konuşmada; "Hikayeler hayatı nasıl yaşayabiliriz konusunda bize yol göstericilerdir. Ben canlandırdığım karakterlerin iyiye ve doğruya hizmet etmesi için özenle seçtim. Bir aktör için intihar sayılabilecek uzun yıllar istediğim hikayeyi bekledim. İyiyi, doğruyu ve güzeli arayan toplumların her zaman barış içinde yaşayacağına inandım. Bu ödülü toplumsal barışımıza bir katkısı olması umudu ile kabul ediyorum" dedi. 1977 yılından beri sahnelenen ve başrolünde Şener Şen'in yer aldığı "Zengin Mutfağı" adlı tiyatro oyunu 10 Haziran 2025 tarihinde Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda son kez sahnelendi. Oyundan çıkışta gazetecilerin yeni bir sinema ya da tiyatro oyunu olacak mı sorusuna Şener Şen "Hayır, bitti" şeklinde yanıt verdi. Sanatçı böylelikle 61 yıllık sanat kariyerini noktaladığını açıklamış oldu. Özel Yaşamı. İki kez evlenen Şener Şen, ilk evliliğinden bir kız çocuğu (Bengü Şen (d. 1974)) babasıdır. "Muhsin Bey"'in çekimleri sırasında tanıştığı Sermin Hürmeriç'le 1989'da ikinci evliliğini yaptı. Çift 1997'de boşandı. 11 Kasım 2020 tarihinde Koronavirüs'e yakalandığı duyuruldu. Dış bağlantılar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15079", "len_data": 5455, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.4 }
Hazro, Diyarbakır'ın kuzeydoğusunda bulunan ilçedir. Coğrafya. İlçenin güneyi ovalık kuzey kısmı ise çok dağlık bir yapıya sahiptir. Çevresine göre yüksekte bulunan ilçe merkezi daha fazla yağış alıp yazları daha serin ve kışları daha çok kar yağışlı görülür. Denizden yüksekliği 1030 m olan Hazro, Uzuncaeski dağı eteklerinde kurulmuştur. İlçenin kuzeyinde Lice, Doğu ve Güneydoğusunda Silvan, batısında Kocaköy, Güneybatısında Diyarbakır kent merkezi bulunmaktadır. Karasal iklimin hüküm sürdüğü Hazro ilçesinin en önemli akarsuyu olan Zuğur Çayı, Zergüş mevkiinde doğarak Bismil ilçesi yakınlarında Dicle nehrine karışmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15092", "len_data": 630, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.5 }
Sayılar teorisi (ya da aritmetik), tamsayılar ve bunlarla ilgili işlemleri inceleyen bilim dalıdır. Sayılar teorisi, tam sayıların (özellikle pozitif) özelliklerini inceleyen matematiğin bir alanıdır. Matematiğin en eski alanlarından biri olan bu alanda, uzun yıllar uygulama sahası çok az bulunmuştur. Fakat son yıllarda teknolojik gelişmelerin ve bilgisayar sistemlerinin temelinin sonlu sayıda işlem yapan makinelere dayanması bu alanı uygulama bulur hale getirmiştir. Aslen, matematiğin ihtiyaçtan değil de felsefi temellerden oluştuğunun bir kanıtıdır. Sayılar teorisinin temel konularından olan kongrüans teorisi (modüler aritmetik) özellikle günümüzde takvim hesaplamaları, iletişim sistemlerinin ağ tasarımları, yüksek hızlı bilgisayar mimarisi ve güvenilir şifreleme sistemlerinin oluşturulması alanlarında bolca uygulanmaktadır. Bilgisayarların donanımsal temelleri de göz önünde bulundurulduğunda kongrüans teorisinin uygulamalarının çok uygun olduğu düşünülmektedir. Sayılar teorisinin diğer uygulama alanları arasında Fizik, Kimya, Biyoloji, Müzik (nota sistemleri), Kriptografi, dijital iletişim, ekonomi ve iş dünyası vardır. Alanda öne çıkmış matematikçiler Euclid, Fermat, Euler, Lagrange, Diophantus, Gauss olarak sayılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15093", "len_data": 1245, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.96 }
Kali Yuga, Hint Zaman Anlayışı'na göre maddi ve manevi yozlaşmanın doruğa çıktığı dördüncü zaman devresidir. Hindu metinlerinin çoğu yorumcusuna göre Kali Yuga Krişna'nın ömrünün sona ermesinden itibaren başlayan –yaklaşık 5000 yıl önce MÖ 3102– ve 1200 yıl sürecek olan bu zaman döngüsü içinde Vişnu'nun son avatarı Kali, elinde kılıcı ve beyaz ata binmiş olarak ortaya çıkacak ve kötülüğü yok edecektir. Hindu Kutsal Metinlerde Kali Yuga. Vishnu Purana 4.24'dan. "Bereket ve dindarlık, tamamen ortadan kalkıncaya kadar günden güne azalacak. İşte o zaman yalnızca mülkiyet mevki sağlayacak. Sadakatin tek kaynağı zenginlik, kadın ve erkeği birleştiren tek bağ arzular olacak. Davalarda başarının tek yolu yalan olacak; kadınlar yalnızca şehvani zevkin objeleri olacak. Dünya sadece bağrındaki maden hazineleri sebebiyle sevilecek; Brahmanların giysileri kişinin brahman olmasına yetecek. Sadece dış görünüş mevkiler arasındaki ayrımı oluşturacak. Sahtekarlık evrensel bir geçim kapısı olacak. Güçsüzlük bağımlılığın sebebi olacak, tehdit ve küstahlık öğrenimin yerini alacak. Cömertlik düşkünlük, basit temizlenme manevi arınma, karşılıklı rıza evlilik; iyi elbiseler asillik, ıssızlıklardaki sular kutsal pınar olacak. Kast ayrımı olmaksızın güç sahibi kişi yönetici olup pek çok hataya düşecek. Açgözlü yöneticilerin hükümleri altındaki aciz insanlar dağlara sığınacak ve yaban balı, bitkiler, kökler, meyveler, çiçekler ve yapraklarla beslenmekten memnuniyet duyacaklar; tek giysileri ağaç kabukları olduğundan soğuk, rüzgâr, güneş ve yağmura maruz kalacaklar. Hiçbir insanın ömrü yirmi yılı aşmayacak. Böylelikle Kali çağı sürekli zevale doğru ilerleyecek ta ki insan ırkı yokluğa yakınlaşıncaya dek." Tulasi Ramayana, Uttar-kanda, 96-103'dan. "Kali çağında her fazilet yok olacak; tüm iyi kitaplar ortadan kaybolacak ve sahtekarlar kendi akıllarının ürünü çok sayıda itikat ortaya atacaklar. Her erkek ve kadın Vedalara karşı isyan etmekten zevk duyacak. Brahmanlar Vedaları satacak; krallar halkının kanını dökecek; hiç kimse Vedalar'ın emirlerine saygı göstermeyecek. Her kişi kendi hayallerini doğru yol kabul edecek; bilgi kibir vasıtası olarak kullanılacak...Tüm erkekler kadınların hakimiyeti altına girerek karılarının önünde terbiyecisi tarafından kontrol altındaki maymunlar gibi kıvıracaklar...Kutsal libasları giyinip, en kötü hediyeleri kabul eden Şudralar iki-kere doğanlara (Brahman, Kşatriya ve Vaişya kastları) manevi talimler verecekler... Tüm insanlara şehvetleri hakim olacak, bu insanlar Brahmanlara (din adamlarına), Vedalara (kutsal metinlere) ve velilere düşmanlık besleyecekler... Talebelerini soyup soğana çeviren ve onları kederlerinden kurtarmayan manevi önderler korkunç cehenneme yuvarlanacaklar...Şudralar iki-kere doğanlara "bizler herhangi bir bakımdan sizlerden aşağı mıyız? İyi brahman Tanrı hakikatini bilen kimsedir" diyecekler... Evlatlar ana ve babalarına sadece karılarının yüzünü görmedikleri sürece saygı gösterecekler, karılarının akrabalarından hoşlandıkları andan itibaren kendi akrabalarını düşman gibi görmeye başlayacaklar. Kali çağında başkalarının faziletli davranışlarında hata bulan bir yığın insan olacak ama tek bir faziletli insan olmayacak...İnsanlar kutsal olmayan amaçlarla Japa (zikr), zühd pratiği yapacak, kurban sunacak, kutsal yeminler edecekler..Kali çağında kanaat, basiret, kendine hakimiyet olmayacak. Nefse hakimiyet, hayırseverlik, merhamet ve hikmet yok olurken ahmaklık ve hilekârlık haddinden fazla yayılacak. Erkek ve kadınlar bedenlerini şımartacaklar, müfteriler tüm yeryüzüne yayılacaklar." Kalki Purana, I (1), 23-28'dan. Brahman olarak tanınan kişiler Vedaların bilgisinden yoksun, dar zihinli, her zaman Sudraların hizmetiyle meşgul, bedensel arzulara düşkün, Vedaların tâciri olacak, dinen kirli şeyleri satacak, başkalarının eşlerine göz koyacak ve türleri birbirlerine karıştıracaklar. ...Zenginlik asil bir doğumun belirtisi telakki edilecek... Brahmanlara yalnızca maddi bir menfaat karşılığında saygı duyulacak; fakirlere karşı nahoş sözler edecek, bilgilerini ortaya sermek için gevezelik edecekler, dini çalışmalara şöhret amacıyla girecekler. Kali çağında din adamları diğer insanlara bağımlı olacak, evsizler ahlaktan yoksun olacaklar; Kali çağında insanlar hocalarıyla alay edecekler, dine ilgilerinin sebebi iyi insanları aldatmak olacak. Kali Çağında Sudralar başkalarının mallarını kendi zimmetlerine geçirmekle meşgul olacaklar; evlilik erkek ve kadınların basitçe aynı fikirde olmalarıyla gerçekleşecek; İnsanlar sahtekarlarla arkadaşlıklar kuracaklar ve sonra onlara karşı büyükleneceklerdir. İnsanlar yalnızca zengin olduklarında dindar olarak değerlendirilecekler ve yalnızca uzak yerlerdeki su kaynaklarını hac yerleri olarak ziyaret edeceklerdir; sadece vücutları saran kutsal giysilerden, ellerindeki asadan ötürü Brahmanlar ehl-i keşf mütalaa edileceklerdir. Dünya kuraklaşacak, nehirler kıyıları dövecek, kadınlar kötü kadınlar gibi konuşmaktan zevk alacaklar ve akılları kocalarında olmayacak; Brahmanlar diğerlerinin mallarına karşı haris olacak, aşağı kastlar rahip olmaya meyledecekler; bulutlar düzensiz yağmur getirecek; toprak kısırlaşacak; krallar halklarını öldürecekler, insanlar vergilere boğulacak; bal, et, meyve ve kök yiyerek hayatta kalınacak; Kali Çağının ilk çeyreğinde insanlar Tanrı ile alay edecekler; ikinci çeyreğinde insanlar Tanrı'nın adını bile ağızlarına almayacaklar; üçüncü çeyreğinde birbirlerine karışacaklar; dördüncü çeyreğinde tek biçim olacaklar ve artık herhangi bir ırk mevcut olmayacak; Tanrı'yı unutacaklar, dini işler yok olacak. Linga Purana 17.3.2.'dan. "Kali çağında insanlar tamamen dünyevi vehimlerin pençesi altına girecekler. Cehalet salgınlaşacak, korku ve açlık her yerde hüküm sürecek. Yetersiz yağışlar gibi kıtlık ve kuraklıkla da sıkça karşılaşılacak. Günahkarlar faziletli insanlardan sayıca çok olacaklar ve onları dinlerinden saptıracaklar. Brahminler (din adamları) üstünlüklerini kaybedecekler Şudralar yönetici olacaklar. Brahminlere saygı gösterilmeyecek ve düşük insanlara hizmet etmeye zorlanacaklar. Kadınların ekserisi ahlaksız olacaklar ve nesiller ebeveynlerine itaat etmeyecekler." Vişnu Purana 6.1'dan. "Kral ve tebası olmayacak zira her sınıftan insan yönetime gelecek. Yönetici çoğunluğun oylarıyla seçilecek. Kutsallık diye bir şey kalmayacak. ...İnsanlar kendi kastlarına uygun kişilerle evlenmeyecek. Bencillik, açgözlülük ve cinsellik evlilik hayatının temeli olacak, aksi koşullar ortaya çıktığında çiftler birbirlerini terk edecekler. Görev, sorumluluk ve idare olmayacak. Saçlar kadın süsünün ana öğesi olacak." İnsanlar Kali çağında dini metinlerin bilgisine sahip olmayacaklar. Gevezelik bilginin yerine geçecek. Sadece başkalarının servetini soyanlar zeki insanlar kabul edilecekler. Çocuklar aileleriyle ilişkilerini sadece evleninceye kadar sürdürecekler. Oğlanlar kendi ebeveynlerine değil kayınpeder ve kaynanalarına saygı gösterecekler. Kayınbiraderleri onlara kendi kardeşlerinden daha sevimli gelecek."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15099", "len_data": 6997, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.63 }
Ahir zaman (Farsça: آخر زمان) (Türkçe karşılığı: Son devir), çeşitli dinlerde kıyamet öncesinde alametlerle kendisini belli edeceği belirtilen zaman dilimi, dünyanın son günleri. İnsanlar arasında değişik din veya inançlarda dünya veya evrenin son günleri veya kıyamet kopmadan önceki zaman dilimidir. İbrahimî dinler lineer bir kozmoloji (Evren'in belirli bir zaman önce yaratıldığı ve kıyamet zamanı geldiğinde yok edileceği) anlayışına sahiptirler. Hint dinleri. İbrahimi olmayan dinler eskatoloji açısından daha çok yıkım, kurtuluş ve yeniden doğum ile karakterize döngüsel bir dünya görüşünü benimserler. Hinduizmde: Vişnu'nu son enkarnasyonu olan Kalki beyaz bir at üzerinde gelerek şu anda yaşanmakta olan Kali Yuga'ya son verecektir. Budizmde: Buda kendi öğretilerinin 5000 yıl sonra unutulacağını, bundan sonrasının anarşi olacağını öngörür. Maitreya adında bir Bodhisattva çıkacak ve dharma öğretisini tekrar keşfedecektir. "Yedi güneş"in ardından dünyanın son yıkımı gerçekleşecektir. Yahudilikte. Yahudilikte ahir zaman Mesihin zamanına işaret eder. Ancak Yahudilik İsa'yı mesih olarak kabul etmemektedir. Klasik Yahudiliğe göre bu dönemde sürgündeki Yahudiler toplanacak, Mesih gelecek, ahirette ölülerin dirilmesi, cennet (Aden Bahçesi) ve cehennem ("Gehinnom") hayatı gerçekleşecektir. Hristiyanlıkta ahir zaman. Hristiyanlıkta ahir zaman İsa'nın ikinci defa gelişi öncesi yaşanacak yıkımlar ve savaşlarla karakterize çağ olarak tanımlanır. Başta Evanjelistler olmak üzere bir kısım Hristiyanlar şu an bu dönemin içinde bulunduğumuza inanmaktadırlar. Dinden uzaklaşma ve coğrafi yıkımlar (depremler, seller vs.) ile kendisini belli eden bu çağ, başlarında İsa'nın bulunduğu Hristiyanlar ile "Antichrist"ın (Deccal veya şeytan) güçleri arasında gerçekleşecek bir savaşla bitecek ve sonunda "Tanrı'nın krallığı" kurulacaktır. Kitâb-ı Mukaddes'te son zamanlar: "Fakat şunu anla ki 'son günler'de sıkıntılı zamanlar gelecek. Zira insanlar benliklerine, paraya, gurura, kendini beğenmişliğe, sövgüye, ukalalığa düşkün, ebeveynine itaatsiz, nankör, günahkâr, zalim, öfkesine yenik, müfteri, sefih, gaddar, iyilik düşmanı, hain, pervasız, gururla şişkin, Tanrı'yı sevmekten çok hazlara düşkün, dinin kudretini inkâr ederken onun sadece biçimini gözeteceklerdir. Bu insanlara sırt çevir." (Kitâb-ı Mukaddes, Yeni Ahit, 2. Timoteyus 3:1-5) İslam'da ahir zaman. Kıyamet kopmadan önceki Dünya'nın son günleri olarak değerlendirilen bu zaman diliminde rivayetlere göre bir takım belirtiler ortaya çıkacaktır. Bu belirtilere "Ahir Zaman Alametleri" veya "Kıyamet Alametleri" denilmektedir. Kur'an'da konuyla ilgili genel ifadeler kullanılmakta ve kıyametin kopma zamanının bilinemeyeceği hatta Muhammed'in dahi bu vakti bilemeyeceği bildirilmektedir. Peygamber kendisine bu konuyla ilgili soru soranlara "kıyamet için ne hazırladınız?" sorusuyla karşılık vermiştir. Bununla birlikte Muhammed'in çevresindekilere kıyametin alametlerinin bir kısmından bahsetmiş bulunmaktadır. Yoruma göre hadisler kıyametin kopacağı zamanı değil, kıyamete yaklaşan zaman diliminde gerçekleşecek değişimleri haber vermekte ve inananları bu dönemin çalkantılarına karşı uyarmaktadır. Kur'an'da ahir zaman. Kur'an'da kıyametin insanların gaflet içinde olduğu bir zamanda aniden geleceği ve kıyametin kopma saatinin tam olarak bilinemeyeceği anlatılır. Hadislerde ahir zaman. Hadislerde Kur'an'a nispetle daha fazla kıyametten bahsedildiği görülmektedir. Ahir zamanın ve kıyametin yakınlaştığının belirtileri daha ayrıntılı olarak zikredilmekte, mü'minler uyarılmakta, tavsiyelerle yönlendirilmektedir. Bazı hadislerde ise dünyanın ömrü (yaşı) ve kalan zamanına ilişkin bilgiler bulunmaktadır. (bkn. Kıyamet) Kıyametin alametleri: ”1. Ortalığı kaplayacak ve insanlara zarar verecek bir duman, 2. Deccal, 3. Dâbbetü'l-arz (yer canavarı veya yaratığı), 4. Güneşin Batı'dan doğması, 5. Îsâ'nın inmesi, 6. Yecüc ve Mecüc adı verilen yaratıkların yeryüzüne yayılmaları, 7-9. Doğuda, batıda ve Arap Yarımadasında üç büyük toprak hareketi (çökme olayı), 10. Yemen taraflarından başlayacak bir ateş kümesi” Ramuz el-Hadis'ten: "Ümmetimin sonunda birtakım kavimler olur ki, camilerini süsler, kalplerini viran ederler. Onlardan birisi dinine vermediği ehemmiyetten fazlasını elbisesine verir. Bunlar, dünyaları selâmet oldu mu, ahiret işini kaale almazlar."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15101", "len_data": 4328, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.19 }
Beydeba, MÖ 1. yüzyılda yaşamış Hint bilge ve fabl yazarı. Fabl türünün en önemli eserlerinden biri olan Kelile ve Dimne’yi yazmıştır. Hayatı. Gerçek ismi ve ırkı hakkında birçok farklı görüş ortaya atılmış olsa da, tarihçilerin çoğu, adı Ketku olan bir Hint alimi olduğu kanısındadır. Fabl türünün en önemli eserlerinden biri olan Kelile Dimne'yi Debşelem isimli bir Hint Hükümdarı döneminde kaleme almış ve eserini hükümdara sunmuştur. Eserin içeriğinde hayatı sisler içerisinde kalan bir Hint Hükümdarı olan Debşelem Şah'ın bir vasiyet üzerine ünlü bilge Beydeba'nın yanına gitmesi ondan hikmetli sözler, öğütler, devlet yönetiminde yardımcı olacak öğretici masallar dinlemesi anlatılmaktadır. Eserde bulunan hikâyelerde siyaset, erdem ve eğitim gibi birçok farklı konu işlenmiştir. Kitap 14 bölümden oluşur. Kitap, adını ilk bölümündeki hikâyelerin kahramanı olan iki çakaldan almıştır; “doğruluğu ve dürüstlüğü” simgeleyen "Kelile" ile “yanlışlığı ve yalanı” simgeleyen "Dimne". Beydeba, hiç kuşkusuz, Hint edebiyatında eşsiz bir yere ve öneme sahiptir. Eserlerinden biri de "Bülbül ile Bağcı"'dır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15103", "len_data": 1103, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.57 }
Cebriyye, kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşler ileri sürmüştür. İslâm âleminde kader konusunu tartışma gündemine getiren ilk şahsın Ma'bed bin Hâlid el-Cühenî (öl. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Geylân el-Dimaşkî takip etmiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma'bed, Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kaderin bulunmadığını, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbest olduğunu savunmuştur. Muhtemelen o, Emevîlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim Emevî iktidarına muhalefeti sebebiyle Haccac tarafından öldürülmüştür. Onun kaderi nefyetmesine karşı bir reaksiyon olarak Cehm bin Safvan (öl. 128/745) da cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarînin olmadığını; yaptığı işleri zorunlu olarak yaptığı görüşünü ileri sürmüştür. Cehm'in ileri sürdüğü bu akîdeye göre insan mecburdur; ihtiyarî kudreti yoktur. Yaptığından başkasını yapmaya asla gücü olmaz. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir. Yaprağın yönünü kendisi değil, rüzgâr belirler. Onun için insanın yaptığı işleri Allah takdir etmiştir. Allah geleceği bildiğinden meydana gelecek olayları da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmiştir. Allah, cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi insanın fiillerini de yaratır. Yukarıya fırlatılan bir taş nasıl düşmeye mahkûmsa, insan da yaptığını yapmaya mahkûmdur. Kul ibadeti de, günahı da elinde olmaksızın işler. Bu görüşte olan Cebriyyeye "Cebriye-i hâlisa" denir ve zümrenin mümessili Cehm bin Safvân olduğundan Cehmiyye diye de isimlendirilir. "Cebriye-i mutavassita" diye adlandırılan ikinci zümreye gelince bunlar, kulda bir kudretin olduğunu kabul etmekle birlikte bu kudretin insanın fiilleri üzerinde bir etkisinin bulunmadığını kabul ederler. Kaza ve Kader. Cebriye, kişinin kader ve fiileri konusunda söz sahibi olmadığı, hür iradenin var olmadığını ve her türlü fiili yaratan ve yaptıranın Tanrı'nın kendisi olduğunu ileri sürerler. Cebriyye'ye göre insan, aynen rüzgârın emrindeki kuru bir yaprak gibidir, yaptığı işleri mecburen yapar. Bu görüş, Mutezile ve Kaderiyye'nin "Fiili işleyen ve yaratan kişinin kendisidir, kişi fiili Tanrı'nın ona bağışladığı bir yaratma kudretiyle kendisi yaratır, fiillerin yaratılmasında ve olmasında Tanrı'nın hiçbir müdahalesi yoktur." görüşünün tam tersidir. Batı düşünce sisteminde bu mezhebin görüşlerine yakın olan akım fatalizmdir. Fatalizm pozitivizm ve bilime atıfta bulunurken, cebriyye tanrıya atıfta bulunur. İman Görüşü. Bu mezhebin iman görüşü şöyledir: Burada "marifet" ile kasıt "bilgi"dir; yani bu mezhebe göre tasdik edip etmesi önemli olmadan kalbin Allah'ı, birliğini, peygamberlerini ve peygamberlerinin haber verdiği şeyleri bilmesi imandır. Bu diğer itikad mezheplerinin iman görüşünden oldukça farklıdır zira diğer bütün iman anlayışlarında "kalb ile tasdik" şarttır. Mezhebin bu görüşü çoğu kelamcı tarafından tenkit edilmiştir. İmam Mâtürîdî bu imân anlayışını şöyle tenkit eder: "marifet cehaletin zıddıdır, oysa imanın zıddı küfürdür, eğer iman marifet olsaydı her cahil kafir sayılırdı". İbn Hazm ise Cebriyye'nin iman görüşünü farklı bir şekilde, "eğer iman marifet olsaydı Allah'ı bilen Şeytan'ın da iman etmiş olması gerektiğini" ortaya koyarak, tenkit etmiştir. Emevîler neredeyse cebir fikrini devlet politikası haline getirmiştir. Müslümanlardan Cebriyeciliğe ilk davet eden Ca'd b. Dirhem'dir. Cebir düşüncesini geliştirip temellendiren ve kelamın konusu yapan kişide Cehm b. Safvan'dır. Cehm b. Safvana göre; insanların eliyle gerçekleşen fiillerin yaratıcısı Allah'tır. İnsan kendi eliyle gerçekleşen fiilleri yapmaya mecburdur. Cehmiye'nin belli başlı kelâmi görüşleri. 1- İman Allah'ı bilmek, küfür ise onu bilmemektir, buna göre iman, ilim ve marifetten ibârettir. 2- Allah'ın zati sıfatlarından başka sıfatları yoktur, kuranda adı geçen semi, basar gibi sıfatları gerçekte zahir değildirler, bu yüzden onlar te'vil edilip yorumlanırlar. Allah'ı yarattıklarının sıfatıyla nitelemek doğru değildir. 3- Allah'ın kelam sıfatı da kadim değil, hadistir. Bu yüzden Kur'an mahlûktur, yani yaratılmıştır. 4- Allah'ın ilmi de ezeli değildir, hadistir. Bu yüzden Allah bir şeyi meydana gelmesinden önce bilemez. 5- Cennet ve cehennem geçicidir ebedi değildir. Çünkü hiçbir şey ebedi olarak kalmayacaktır, Kur'an'da bazı ayetlerde geçen ebedilikten maksat uzun süre kalmaktır. 6- Ahirette Allah'ı görmek, mümkün değildir. 7- Kabir azabı yoktur. 8- Ahirette şefaat söz konusu değildir. √ Cehmiyye'ye diğer adıyla Cebriyye denmesinin asıl nedeni, insan eliyle gerçekleşen fiillerin gerçekte Allah'a ait olduğu ve insanın işlediği fiili yapmaya ve mahkûm olduğu görüşüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15106", "len_data": 4808, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4.15 }
Google Talk, Google'ın çıkardığı Anlık mesajlaşma ve telefon programı. 2015 itibarıyla yerini Google Hangouts'a bırakmıştır. Program, açık XMPP protokolü üzerine kurulmuştur. Yahoo! Mail ve Hotmail (günümüzde Outlook) kullanan arkadaşlarınızı listenize eklediğinizde onlara Türkçe bir davet e-postası gidiyordu. Bu e-postada Google Talk yazılımını indirebilecekleri bağlantı ve Gmail davetiyesi yer almaktadır. Sesli iletişim. Sesli konuşma imkânı vermekteydi. Google Talk kullanarak Jabber.org protokolünü kullanan kişilerle iletişim kurulabiliyordu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15110", "len_data": 551, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.39 }
Biyoteknoloji; hücre ve doku biyolojisi kültürü, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, genetik, fizyoloji ve biyokimya gibi doğa bilimlerinin yanı sıra makine mühendisliği, elektrik-elektronik mühendisliği ve bilgisayar mühendisliği gibi mühendislik dallarından yararlanarak, DNA teknolojisiyle bitki, hayvan ve mikroorganizmaları geliştirmek, özel bir kullanıma yönelik ürünleri oluşturmak ya da dönüştürmek için biyolojik sistemleri, canlı organizmaları ya da türevlerini kullanan uygulamaların tümüne verilen addır. Biyoteknoloji, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticari ürünlere dönüştürebilmesiyle bir anlamda kendi talebini de yaratabilir. Bu yönüyle de diğer teknolojilerden ayrılır. Örneğin sıcak su kaynaklarında yaşayan bakterilerin birinden elde edilen yüksek sıcaklığa dayanıklı bir enzim, günümüzde uygulama ve temel bilim çalışmalarının ayrılmaz bir parçası olan PCR'nin önemli bir girdisidir. Biyoteknoloji uygulamaları; mikrobiyoloji, biyokimya, moleküler biyoloji, hücre biyolojisi, immünoloji, protein mühendisliği, enzimoloji ve biyoproses teknolojileri gibi farklı alanları bünyesinde toplar. Bu nedenle de biyoteknoloji birçok bilimsel disiplinle karşılıklı ilişki içinde gelişir. Bitki, hayvan veya mikroorganizmaların tamamı ya da bir parçası kullanılarak yeni bir organizma ("bitki, hayvan ya da mikroorganizma") elde etmek veya var olan bir organizmanın genetik yapısında arzu edilen yönde değişiklikler meydana getirmek amacı ile kullanılan yöntemlerin tamamına "Biyoteknoloji" denmektedir. Biyoteknoloji, insan, hayvan ve bitki hücrelerinin fonksiyonlarını anlamak ve değiştirmek amacıyla uygulanan çeşitli teknikleri ve işlemleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Canlıların iyileştirilmesi ya da endüstriyel kullanımına yönelik ürünler geliştirilmesini, modern teknolojinin doğa bilimlerine uygulanmasını kapsar. Biyoteknolojinin Sınıflandırılması. Yeşil Biyoteknoloji, Tarım biyoteknolojisini kapsar. Genetik mühendislik yoluyla bitkilerin verimliliğini artırmak, pestisitlere dayanıklılık kazandırmak, biyoyakıt üretmek ve çevresel temizleme uygulamalarını içerir. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO'lar) bu sınıfın önemli bir parçasıdır Kırmızı Biyoteknoloji, Sağlık ve tıp alanında kullanılır. Aşı üretimi, biyofarmasötik geliştirme, gen terapisi, doku mühendisliği ve biyolojik moleküllerle hastalık tedavisi gibi uygulamaları kapsar. CRISPR-Cas9 gibi gen düzenleme araçları bu alanın öne çıkan teknolojilerindendir Beyaz Biyoteknoloji, Endüstriyel biyoteknolojiyi ifade eder. Biyolojik sistemlerin kullanımıyla biyoyakıtlar, biyoplastikler, enzimler ve biyopolimerler gibi endüstriyel ürünlerin üretiminde kullanılır. Örneğin, fermantasyon süreçleri beyaz biyoteknolojinin yaygın bir uygulamasıdır Mavi Biyoteknoloji, Deniz biyoteknolojisini kapsar. Deniz organizmalarının ilaç, biyoyakıt ve biyomalzeme üretiminde kullanılması bu alana dahildir. Örneğin, alglerden biyoyakıt üretimi ve deniz organizmalarından yeni biyomalzemelerin geliştirilmesi bu kategoriye girer Sarı Biyoteknoloji, Böceklerin biyoteknolojik süreçlerde kullanımıyla ilgilidir. Böcek genetik çeşitliliğinin keşfi, sürdürülebilir tarım uygulamaları ve zararlı böceklerle biyolojik mücadele gibi uygulamaları içerir. Gri ve Kahverengi Biyoteknoloji, Çevresel biyoteknolojiyle ilgilidir. Mikroorganizmalar kullanılarak kirliliğin temizlenmesi, atık yönetimi ve biyolojik çözümler geliştirilir. Plastiklerin biyolojik olarak parçalanması gri biyoteknoloji alanında önemli bir ilerlemedir Uygulamalar. 5 Temmuz 1996'da Dolly isimli bir koyun klonlandı. Bir koyunun meme dokusundan bir hücre alarak bunu çekirdeği çıkartılmış bir yumurtaya aktarıldı ve elektrik şoku verilerek Dolly oluşturuldu. CRISPR/Cas9 ve Genetik. 2020'de Nobel Kimya ödülü alan Emmanuelle Charpentier ve Jennifer A. Doudna, tarafından icat edilen genetik düzenleme teknolojisi CRİSPR/Cas9, Kümelenmiş Düzenli Aralıklı Kısa Palindromik Tekrar Dizileri (Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats) isminin kısaltılmışıdır. 2005 yılında CRISPR genleri üzerine çalışan 3 farklı grubun araştırmaları ve keşfi ile kanıtlandı. Araştırmalar sonucu keşfedilen şey, CRISPR kümelerinde bulunan aralık genlerinin, o canlıyı enfekte eden bazı virüsler ile aynı dizilime sahip olduğuydu. Bir virüs DNA'sı ile aynı dizilime sahip aralık genine sahip olmak, o virüse karşı bir direnç oluşturuyordu.aktif bir Cas9, DNA'yı yüksek hassaslıkta ve doğrulukta kesebilmeleri için gereken tek şey o DNA'nın dizisini kesebilecek bir makastı. Bundan hareketle DNA'nın bu baz dizisine denk gelen RNA molekülü oluşturuldu ve bu RNA molekülü Cas9 proteini ile birleştirilerek bir kompleks yapıldı. CRİSPR/Cas9: Cas9 isimli DNA kesebilen bir enzim ve Guide RNA denilen Cas9 enziminin kesilinmesini istediği yere götüren bir "rehber RNA"dan oluşur. Bu teknoloji sayesinde insanlık DNA'sı değiştirilebilen insanlar yaratabilir. Biyoteknolojinin Etik ve Hukuki Boyutu. Biyoteknoloji, sağlık, tarım, çevre ve sanayi alanlarında büyük ilerlemeler sağlarken, etik ve hukuki açıdan çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Açık kaynaklı biyoteknoloji. Açık kaynaklı biyoteknoloji açık kaynaklı fikirlerin geliştirildiği ve desteklendiği kurumlar, açık kaynaklı yazılımlar ve açık kaynaklı veritabanları ve veri paylaşım formatlarından oluşmaktadır. Ayrıca bakınız. Avrupa Biyoteknoloji Derneği
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15112", "len_data": 5376, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.57 }
Masal ya da erteği, esas itibarıyla sözlü anonim halk edebiyatı ürünü, kahramanları arasında olağanüstü kişi veya yaratıkların bulunabildiği, anlatılan olayların tamamen gerçek dışı olduğu, yer ve zaman ögesinin ise daima belirsiz olduğu bir anlatı türüdür. Masalı, öykü ve destan gibi türlerden ayıran en önemli temel özellik ise gerçek dışı ögeler içermesi ve anlatılanları gerçeğe benzetme çabası içinde olmamasıdır. Masallarda olaylar bilinmeyen bir zamanda geçer. Türkçede, bilinmeyen geçmiş zamana en uygun kip öğrenilen geçmiş zaman olduğundan, tüm masallar genellikle bu kiple anlatılır, görülen geçmiş zaman kipi ise hiç kullanılmaz, fakat bazen şimdiki zaman veya geniş zaman kipi kullanılır. Masal terimi öncelikle "Külkedisi", "Ali Baba ve Kırk Haramiler", "Keloğlan" gibi ulusal ve uluslararası sözlü geleneğin ürünleri olan halk öykülerini kapsasa da, sözlü geleneğin mahsulü olmayan, yani yazarı belli olan, fakat masal tarzında yazılmış eserler de bu türün içinde yer alır. Masallar, genellikle "masal anaları" tarafından, dinlemeye hazır gruplara anlatılır ve bu masallar, daha sonra derlemeciler tarafından yazıya aktarılır. Etimoloji. Kelime, Arapçadaki "mesel" kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Anadolu'da masal kelimesi yerine "metel, mesele, matal, hekâ, hikâ, hikiya, hekeya, oranlama, ozanlama ve nagıl" şeklinde kulanımlar da vardır. Türk edebiyatında masalın birçok tanımı yapılmıştır. Türk Dil Kurumu'nun Güncel Türkçe Sözlük'ünde "Genellikle halkın yarattığı, hayale dayanan, sözlü gelenekte yaşayan, çoğunlukla insanlar, hayvanlar ile cadı, cin, dev, peri vb. varlıkların başından geçen olağanüstü olayları anlatan edebî tür." olarak geçer. Saim Sakaoğlu, "Masal Araştırmaları" adlı kitabında "Olayların geçtiği yer ve zaman belli olmayan; peri, dev, cin, ejderha, arap bacı gibi kahramanları, belirli kişileri temsil etmeyen hikâyelerdir." şeklinde tanımlamıştır. Naki Tezel ise "Genellikle doğaüstü kahramanlara ve maceralara yer verilen, konusu hayali, kulaktan kulağa aktarılarak geçen halk hikâyeleridir." şeklinde tanımını yapmıştır. Osmanlıca–Türkçe Ansiklopedik sözlüklte "mesel, terbiye ve ahlaka faydalı olan hikâye" şeklinde tarif edilmiştir. Masalların kaynağı. Farklı coğrafyalardan derlenen masallar arasındaki benzerlikleri açıklayabilmek için ortaya atılan farklı görüşler vardır. Mitolojik görüşe göre masal mitolojiden üretilmiştir ve eski Hint mitolojisine, kutsal metin sayılan Rigvedalar'a kadar dayanır. Tarihi görüş ""parçalanan mitler, tarihi devirler içinde şekillenerek masalları oluşturmuştur" tezini ileri sürer. Böylece Arap, İran ve Orta Çağ Avrupa masallarının kaynağını da Hindistan'a bağlar. Antropolojik görüşe göre ise, masallar insanların bir arada yaşamaya başlamasıyla oluşan komünlerin artıklarıdır. Kültürlerin paralel olarak gelişmesi sonucu benzer masalların ortaya çıktığını savunur. Masalların sınıflandırılması. Masallar, masal araştırmacıları tarafından çok farklı şekillerde sınıflandırılmışlardır. Masalları "tip"lerine göre ilk sınıflandırma girişiminin Alman masal araştırmacısı J. G. Von Hahn tarafından yapıldığı kabul edilir. Kapsamlı olmayan ancak yol gösterici nitelikteki bu çalışmadan sonra 1910 yılında Antti Aarne'nin hazırladığı çalışma, masal sınıflandırılması konusundaki ilk önemli çalışmadır. Aarne, masalları; "hayvan masalları", "asıl halk masalları" ve "fıkralar" olarak sınıflandırmıştır. Aarne'nin öğrencisi Stith Thompson ise bu üçlü sınıflandırmayı genişleterek "zincirlemeli masallar" ve "sınıflamaya girmeyen masallar" olmak üzere iki ana başlık daha eklemiş; her grubu kendi içinde alt başlıklara ayırmıştır. "Motif"lere göre en geniş sınıflandırmayı da 1932-1936 arasında Stith Thompson yapmış ve masalları motiflere göre 23 ana başlık altında toplamıştır. Türk masallarının sınıflandırılması hakkında da çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Pertev Naili Boratav'ın üslup, yapı ve konu bakımından yaptığı masal sınıflandırmasına göre Türk masalları şu beş gruba ayrılmıştır: "Olağanüstü masallar", "Hayvan masalları", "Güldürücü masallar", "yalanlamalar ve zincirleme masallar", "fıkra ve latifeler". Masalların hedef kitlesi. Masallar günümüzde çocuk edebiyatı içinde değerlendirilir. Geçmiş yüzyıllarda ise, masallar sadece çocuklar için değil, büyükler içindi de; evlerde, konaklarda, hanlarda, kahvehanelerde, uzun yolculuklarda başlıca anlatı aracı idiler. Masalın özellikleri. Masalı diğer anlatı türlerinden ayırt eden bazı özellikleri şunlardır: Masalların Kökenleri ve Evrimi. Masallar, insanlık tarihinin derinliklerine uzanan önemli anlatılardır. İlk çağlardan beri sözlü olarak aktarılan bu hikâyeler, zamanla yazılı hale gelmiştir. Masal okuma geleneği, toplumların kültürel yapısını ve değerlerini yansıtır. İşte masalların kökenleri ve evrimi hakkında bilmeniz gerekenler: Günümüzde masallar, sadece eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumsal mesajlar taşıyan önemli bir araçtır. Farklı Kültürlerde Masal Geleneği. Dünya genelinde masal geleneği, kültürel değerlerin ve inançların aktarımında önemli bir rol oynar. Farklı kültürlerde masal geleneğinin bazı özellikleri: Ağızdan Ağıza İletim: Çoğu kültürde, masallar kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu sayede, tarih ve kültür zenginliği korunur. Eğitici İçerik: Masallar genellikle ahlaki dersler içerir. Çocuklar bu hikâyelerle değerlerini öğrenir. Geleneksel Figürler: Her kültürde kendine özgü kahramanlar ve kötü karakterler yer alır. Örneğin: Masalların Toplumsal ve Psikolojik Etkileri. Masallar, toplumsal yapıyı ve bireylerin psikolojik gelişimini önemli ölçüde etkiler. İşte bu etkilerin bazıları: Sonuç olarak, masallar sadece eğlence aracı değil, aynı zamanda bireylerin ve toplumların gelişiminde önemli bir rol oynar. Modern Dünyada Masalların Yeri ve Önemi. Modern dünyada masallar, sadece çocuklara yönelik bir eğlence unsuru olmaktan çok daha fazlasıdır. Masal okuma alışkanlığı, bireylerin duygusal ve bilişsel gelişiminde önemli bir rol oynar. Ayrıca, toplumsal değerlerin aktarılmasında da kritik bir işlev üstlenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15119", "len_data": 5994, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.72 }
Turgutbey, Kırklareli ilinin Lüleburgaz ilçesine bağlı bir köydür. Tarihçe. Köy, 1928'den beri aynı adı taşımaktadır. Coğrafya. Köy, Kırklareli il merkezine 55 km, Lüleburgaz ilçe merkezine 5 km uzaklıktadır. Köy Lüleburgaz'ın kuzeyinde ve numaralı Lüleburgaz-Pınarhisar devlet yolu üzerindedir. Yakınından geçen / Edirne-İstanbul otoyolu ile bağlantısı vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15121", "len_data": 361, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 2.7 }
Mustafa Karaalioğlu (d. 1966, Köprübaşı, Trabzon), Türk gazeteci ve yazar. Hayatı. Ortaöğrenimini Samsun'da tamamladıktan sonra Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi'ni bitirdi. Üniversite yıllarında Zaman Gazetesi'nde başladığı gazeteciliğe Türkiye Gazetesi'nde muhabirlik ve Tüketici Test Dergisi'nde "genel yayın yönetmenliği" yaparak devam etti. 2011 yılında tv8'de Özlem Gürses ile birlikte "Her Pazar Açıkça" adlı programı sundu. 1995 yılında, Yeni Şafak Gazetesi'nin kuruluşunda yer aldı. Bu gazetede "haber koordinatörlüğü, yazı işleri müdürlüğü, Ankara temsilciliği, genel yayın yönetmenliği" ve "yazarlık" görevlerinde bulundu. Tüketim Virüsü, Uygun Adım Siyaset ve Hilâl ve Ampul adlı üç kitabı yayınlanmıştır. Haziran 2007'de Star Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliğine ve Star Medya Grubu'nun İcra Kurulu başkanlığına getirilmiştir. 24 Kasım 2014 tarihinde Star gazetesindeki görevine son verilmiştir. 2010 yılında kurulan Medya Derneği'nin başkan yardımcılığı görevini üstlenmektedir. 11 Aralık 2014 tarihinden itibaren Doğuş Holding bünyesindeki NTV haber kanalında göreve başlamıştır. NTV'de yayın faaliyetlerine katkılarının dışında "yönetim kurulu danışmanı" olarak da görev verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15123", "len_data": 1223, "topic": "NEWS", "quality_score": 2.68 }
Grand Slam Uluslararası Tenis Federasyonu tarafından düzenlenen dört büyük tenis turnuvasından her birine verilen isimdir. Major (önemli) veya Slam turnuvalar olarak da isimlendirilen bu turnuvalar her sezonda gerçekleşir. "Grand Slam" terimi, aynı zamanda, bir sezon içinde yapılan bu dört büyük tenis turnuvasınının hepsini aynı tenisçinin kazanması durumunu da ifade eder. Tenis 1988 tarihinden beri Olimpiyatlarda da oynanmaktadır. Grand Slam elde etmiş bir tenisçi Olimpiyatlarda da şampiyon olursa "Golden Grand Slam" sahibi olur. Tek erkeklerde en çok Grand Slam kazanan tenisçi 24 şampiyonluk ile Novak Đoković'tir. Grand Slam turnuvaları ve tarihleri şu şekildedir: Bu tenis turnuvaları tenisçiler için dünya sıralaması puanları ve kazanılan ödüller nedeniyle oldukça önemli organizasyonlardır. Avustralya Açık ve Amerika Açık sert zeminde, Fransa Açık toprak zeminde, Wimbledon ise çim zeminde oynanmaktadır. Bu turnuvaların tamamı "açık" teriminden de anlaşılabileceği gibi herkese açık olduğunu ifade etmektedir. Bu turnuvalardan en eskisi olan Wimbledon 1877 yılında, Amerika Açık 1881, Fransa Açık 1891 ve Avustralya Açık 1905 yıllarında tenis turnuvası olarak kuruldu. Grand Slam beş farklı disiplinde oynanmaktadır: Bunlar tek erkekler ve tek kadınlar; çift erkekler ve çift kadınlar; ve son olarak karışık çiftler. Tek erkeklerde veya tek kadınlarda oynayan tenisçi, çiftlerde de oynayabilmektedir. Grand Slam Tarihçesi. 1925 yılına kadar bu dört büyük tenis turnuvasını birden kazanma durumu yoktu. 1925 yılından sonra Uluslararası Tenis Federasyonu bu turnuvaları Grand Slam olarak belirledi. Uluslararası Tenis Federasyonu Avustralya Açık, Fransa Açık, Wimbledon ve Amerika Açık tenis turnuvalarını 1925 yılında Grand Slam olarak belirledi. Bu tarihten önce yapılan önemli turnuvalar Wimbledon, Dünya Sert Saha Şampiyonası ve Dünya Kapalı Saha Şampiyonalarıydı. 1913 yılında Yeni Zelandalı tenisçi Tony Wilding bu üç turnuvayı birden kazandı. 1940-1945 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle bu turnuvalar kesintiye uğradı. 1938 yılında Don Budge tüm turnuvaları kazanarak ilk Grand Slam unvanını alan oyuncu oldu. Bu unvanı bugüne kadar 14 sporcu alabildi. Bunun yanında 13 ve 18 yaşları arasındaki tenisçiler için Gençler Grand Slam Turnuvaları düzenlenmektedir. Kronolojik Sıraya Göre Grand Slam Sahibi Tenisçiler. Bir sezon içerisindeki tüm Grand Slam'ları kazanan tenisçiler. Farklı sezonlarda Grand Slam kazanan tenisçiler: Golden Grand Slam. Aynı yıl içerisinde yapılan bu dört büyük tenis turnuvasını ve Olimpiyat oyunlarında altın madalyayı kazanan tenisçiye "Golden Grand Slam" unvanı verilir. Tarihte bu unvana sadece 1988 yılında göstermiş olduğu başarıyla Alman tenisçi Steffi Graf sahiptir. Bunun dışında farklı sezonlarda Grand Slam turnuvalarında başarılı gelip aynı zamanda Olimpiyat oyunlarında altın madalya kazanan tenisçiler aşağıdaki gibidir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15129", "len_data": 2892, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.49 }
Roland Garros (6 Ekim 1888 - 5 Ekim 1918), Fransız havacı ve I. Dünya Savaşı sırasında savaş pilotudur. 1888 yılında Fransa'nın Saint-Denis, Réunion kentinde doğdu. HEC Paris'ten mezun oldu. Uçuş kariyerine 1909'da başladı. I. Dünya Savaşı'ından önce de zaten uçuş dünyasında üne sahip olan Garros, uçağıyla ABD ve Güney Amerika' yı ziyaret etmiş, 1913'te Fransa'nın Fréjus şehrinden Tunus'un Bizerte şehrine durmaksızın uçuş gerçekleştirerek uçakla Akdeniz'i geçen ilk Fransız unvanını kazanmıştır. Bunu takip eden yıllarda I.Dünya Savaşı' nın patlak vermesiyle Fransız ordusuna katılmıştır. Uçağına ilk kez pervane arasından ateş eden makineli tüfek monte eden Fransız pilot Roland Garros'tur. 18 Nisan 1915 yılında Almanlar'a esir düştü. 14 Şubat 1918 yılında esir kampından kaçarak Fransız ordusuna yeniden katıldı. 5 Ekim 1918'de kuzey Fransa'da Ardennes, Fransa ilinin Vouziers yerleşimi civarında uçağının düşmesi sonucunda ölmüştür. 1928 yılında Fransa Açık tenis turnuvasının düzenlendiği stada (Stade Roland Garros) ismi verilmiştir. Ayrıca doğum yeri olan Réunion adasının Sainte-Marie yerleşiminde Roland Garros Havalimanı vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15130", "len_data": 1142, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.47 }
Metis kelimesinin Sanskritçe "mati", "ma" kökünden geldiği düşünülmektedir. Yunan mitolojisinde, Okeanos ile Tethys'in kızıdır. Hikmet tanrıçasıdır. Metis, tanrıların başı olan Zeus'un ilk karısı ve akıl tanrıçası Athena'nın annesi olarak anılır. Zeus babası Kronos'u kusturtmak ve kardeşlerini kurtarmak için Metis'ten yardım almıştır. Metis'in hazırladığı çok tatlı ve mide bulandırıcı bir içkiyi Kronos'a vermiştir. Ayrıca Zeus karısının hamile olduğunu öğrenince, kendi tahtını sarsabilecek, kendisinden güçlü bir çocuk doğacağı korkusuyla Metis'i yutar. Bunun sonucunda Metis Zeus'a ömrü boyunca iyi ve kötü hakkında bilgi verir. Zeus tarafından yutulduğu sırada Metis hamile olduğu için daha sonra akıl ve sanatın tanrıçası Athena, Zeus'un başından zırhıyla çıkar. Metis, ilahi bilginin ve kutsal aklın, yani "hikmet"in tasviri, vücut bulmuş halidir. Hikmetin sembolü olan "su", Metis'in de başlıca sembolüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15132", "len_data": 916, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.79 }
Metis (μῆτις) Antik Yunancada "kurnazlık" veya "hüner, beceri" anlamına gelir. Metis ayrıca aşağıdaki anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15133", "len_data": 122, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911, Giresun - 21 Eylül 1975, İstanbul), Türk ressam, yazar ve şairdir. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp Paris'te sürdürdüğü resim öğreniminin ardından yurda dönmüş ve yaşamı boyunca Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermiştir. Özellikle El Baskı Yazmacılık, gravür, seramik, heykel, vitray, mozaik, hat, serigrafi, litografi gibi birçok formlarda eserler üreten sanatçı, geleneksel süsleme ve halk el sanatlarında seçtiği motifleri yapıtlarında Batı'nın teknikleriyle birleştirerek kullandı. Şiirlerinde de halk kaynağından beslendi; masallardan, söylencelerden, türkülerden yararlanarak, doğa tutkusunu, insan sevgisini, yaşama sevincini, toplumsal sorunları yansıttı. Milletvekili Rahmi Eyüboğlu'nun oğlu, yazar ve çevirmen Sabahattin Eyüboğlu ve ilk kadın mimarlardan Mualla Eyüboğlu'nun kardeşi, ressam Eren Eyüboğlu'nun eşidir. Yaşam öyküsü. 1911 yılında babasının kaymakam olarak görev yapmakta olduğu Giresun'un Görele ilçesinde dünyaya geldi. Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım çiftinin beş çocuğundan ikincisi idi. Babası, Maçkalı Eyüboğlu ailesindendi. Asıl adı Ali Bedrettin iken zamanla Ali unutuldu ve ismi önce Bedir'e, sonra Bedri'ye dönüştü. Çocukluğu Anadolu'nun değişik yerlerinde geçti. Havza, Kütahya, Ankara, Artvin'de bulunduktan sonra babasının TBMM II. döneminde Trabzon milletvekili seçilmesi üzerine ailesi 1925'te Trabzon'a yerleşti. Trabzon Lisesi'nde öğrenim gördü. 1927'de okuluna resim öğretmeni olarak atanan ve yedi ay görev yapan ünlü ressam Zeki Kocamemi, yeteneğini keşfetti ve onda resme ilgi uyandırdı. Bir öğrenim bursu ile Fransa'ya gitmiş olan ağabeyi Sabahattin'in gönderdiği resim kitapları, ilgisinin devamını sağladı. Edebiyata da ilgi duyan Bedri Rahmi, ilk şiirlerini de lise yıllarında iken yazdı. 1929'da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne girdi. Nazmi Ziya Güran ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. Edebiyata ilgisini de sürdürerek Ahmet Haşim'den estetik ve mitoloji dersleri aldı. 1931'de diplomasını almadan, kendisiyle bursunu paylaşan ağabeyi ile beraber Fransa'ya gitti. Dijon ve Lyon'da Fransızcasını geliştirmek için çalıştı. Bu arada Gauguin ve El Greco gibi beğendiği ustaların resimlerini bulundukları müzelerden kopya etti. Van Gogh, Gauguin, Cezanne onu mesleğine bağlayan ustalar oldu. 1932 yılında, Paris'te bir ay kadar André Lhote Atölyesi'nde çalıştı; ileride yaşamını birleştireceği "Ernestine Letoni" ile tanıştı. Matisse, Brague ve Chagal'ın resimlerini, Türk kilimlerini, minyatürlerini inceledi. 1933 yılında yaptığı Yavuzlu, Gülcemalli resimleri ses getirdi; o yıl Londra'ya gitti; yıl sonunda Türkiye'ye geri döndü. Bedri Rahmi, yurda döndükten sonra 1934 yılında, "Yeni Adam" dergisinde ressam olarak çalışmaya başladı. Aynı dönemde şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlamıştı. Akademi diploma yarışmasında "“Yol İnşaatı”" konulu resmi ile üçüncü olan Bedri Rahmi, bu sonuçtan memnun kalmayarak yeniden yarışmaya hazırlanmak için mezun olmayı istemedi. 27 Aralık 1934 tarihinde 30 resim ile D Grubu Sergisi'ne katıldı. Bazı resimlerini de Ernestine'in resimleri ile beraber sergilenmeleri için Romanya'ya yollamıştı. Böylece ilk kişisel sergisi 1 Ocak 1935 tarihinde Bükreş'te Hasefler Galerisi'nde kendi katılımı olmadan açıldı. Bir firmada çevirmenlik yapmak için geçici bir süre gittiği Çerkeş'te çocukluğunun manzaralarını yeniden keşfetti. "Tan" gazetesinde yazmaya başladığı yazıları Çerkeş'ten döndükten sonra yoğunlaştırdı. Artık İstanbul'a yerleşen ve "“Eren”" adını alan Ernestine Letoni ile 16 Nisan 1936 tarihinde evlendi. Tekel Genel Müdürlüğü'nde işe girdi. Vitrin düzenleyici olarak göreve başladı ve Sipahi Ocağı sigarasının kapağındaki "“Koşan Mızraklı Atlar”" figürünü tasarladı. Güzel Sanatlar Akademisi'nin 1936 yılında diploma yarışmasında "“Hamam”" adlı çalışması ile birinci olarak diplomasını aldı. Sovyetler Birliği'ne götürülen ve Cumhuriyet devrinin ilk yurt dışı sergisi olan Türk Resim ve Heykel Sergisi'ne üç resim ile katıldı. 1937 yılında, Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü başkanı olan Fransız ressam Leopold Levy’in kendisine asistan olarak seçtiği birkaç genç ressamdan biri Bedri Rahmi oldu, böylece uzun yıllar sürecek akademik kariyeri başladı. Akademi Başkanı Burhan Toprak o yıllarda Türk ressamları hakkında kitaplar hazırlatıyordu. Bedri Rahmi, eski öğretmeni Nazmi Ziya Güran üzerine bir inceleme kitabı hazırlayıp kitap hâline getirdi. Bedri Rahmi, CHP Yurt Gezisi programı kapsamında Eylül 1938'de Edirne'ye gitti. Dönemin en önemli sanat atılımlarından olan bu gezi programını çok benimsemişti. Edirne'de insan figürü olmayan doğa resimleri çizdi, yöresel motifleri resmetti. 1 Kasım 1938 tarihinde çıkan "Ses" dergisi yazarları arasında yer aldı. Resimlerini, desenlerini ve deneme yazılarını bu dergide yayımladı. 1939'da Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisinde "“Figür”" adlı yapıtı ile üçüncülüğü Arif Kaptan ile paylaştı. 9 Kasım 1939 tarihinde, askerlik görevini yapmak üzere yedek subay okuluna alındı. Aynı yıl oğlu Mehmet Hamdi Eyüboğlu dünyaya geldi. 1941'de askerlik görevini tamamladıktan sonra ilk şiir kitabını "Yaradana Mektuplar" yayımlandı. Geleneksel halk sanatlarından seçtiği motifleri başarılı bir biçimde kullandığı gibi şiirlerinde de halk edebiyatının masal, deyiş gibi türlerine karşı duyduğu hayranlığı yansıttı. 1940'lardan sonra duvar resimlerine yönelen Bedri Rahmi, Paris'te İnsan Müzesi'nde ilkel kavimlerin sanatını inceledikten sonra güzelin yararlı, yararlının güzel olabileceği fikrini benimsedi ve eserlerinde bu görüşü yansıttı. 1942 yılında, CHP'nin yurt içi gezileri programına ikinci kez katılarak Çorum'a ve oradan İskilip'e gitti, İskilip'te iki hafta kaldı. Bu İskilip gezisi, onun resim anlayışını etkiledi ve değiştirdi. Resimlerinde yoğun olarak halay çekenler, han avluları, çocuk emziren kadınlar, saz çalan aşıklar temalarını işlemeye başladı. 31 Ekim 1942 tarihinde Dördüncü Devlet Resim ve Heykel Sergisi'nde ikincilik ödülünü kazandı. Zamanla duvar resimlerine yönelen sanatçı 1943 yılında, Ortaköy Lido Yüzme Havuzu için ilk duvar resimlerini gerçekleştirdi. Mimari ile diğer güzel sanatlar yapıtlarının bir arada kullanılmasının güzel sonuçlar doğuracağına, mimar-sanatçı işbirliğinin gerekliliğine inanıyordu ve hayatı boyunca bunu savundu. 1945-1947 yılları arasında "“Mari'nin Portresi”", "“Alis I”", "“Alis II”" gibi önemli portre dizisini oluşturdu. Portrelerini kâğıt, bazen de tahta üzerine yapıyordu. 1946 yılında, Ankara Büyük Tiyatro'nun (operanın) girişindeki kapıların üstüne ikinci duvar çalışmasını yaptı ("“Kız kaçırma”" konulu bir fresk). 1946 yılı Kasım ayında UNESCO'nun Paris'te düzenlediği uluslararası sergiye gönderilen resimleri ilgi çekti. Bedri Rahmi, asistan olarak akademik hayatına başladığı günlerden beri öğretmenlik görevini çok önemsemiş, usta-çırak ilişkisinin önemine inanmıştı. Bu düşünceyle 1947 yılında, genç sanatçılardan oluşan “10'lar Grubu”nun kurulmasına öncülük etti. Grubun üye sayısı bir yıl içinde otuzu geçti. Bedri Rahmi, kendisini tümüyle resme vermesi konusundaki telkinlere rağmen şiir yazmayı da hiç bırakmadı ve 1948 yılının Ağustos ayında ikinci şiir kitabı "“Karadut”" yayımlandı. Eren Eyüboğlu ile birlikte 1947 yılında D Grubu'ndan ayrılmış olan sanatçı, o yıl portrelerini sergilediği bir sergi açtı; 1950 yılında ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde 150 resimden oluşan “Retrospektif” sergisi düzenledi ve büyük ilgi gördü. Serginin ardından birkaç aylığına Paris'teki eşinin yanına gitti. 1933'ten beri ilk defa yurt dışına çıkan Bedri Rahmi, müzeleri gezdi ve İnsan Müzesi'nden çok etkilendi. Başörtüsü veya kilimin hem güzel, hem işe yarar olması gibi sanat eserlerinin bir iş görmesi gerektiği düşüncesi sanat anlayışını şekillendirdi. "“Güzel yararlı olmalıdır”" düşüncesinden hareketle “Yazmacılık” geleneğine yeni bir yorum getirdi. Eşi ile birlikte 1950'de yurda döndükten sonra İstanbul'da Maya Sanat Galerisi'nde sergi açtı. Aynı yıl, Kariye Camii düzenlemesini yaptı ve Bizans mozaikleriyle ilgilenmeye başladı. 1951 yılında, “Küçük Sahne”yi süsledi. ve ilk “Yazma Sergisi”ni açtı. 1953 yılında Yazmaları ve özgün baskıları Philadelphia Print Club da sergilendi. 14 Eylül'de "Time" dergisi iki renkli sayfa ayırdı. 1954 yılında Bedri Rahmi "“Türk Tepsisi”" adlı motifi ile Steuben Glass adlı bir firmanın tertiplediği yarışmada ödül kazandı ve motif kristale oyularak teşhir edildi. Yazı yazma tutkusunu ise 1951'de "Yeni Sabah" gazetesindeki yazılarıyla sürdüren Bedri Rahmi, yazarlığını bu gazetede sürdüremeyince "Cumhuriyet" gazetesine geçti ve 1952-1958 yıllarında düzenli olarak yazdı. 1953'te üçüncü şiir kitabı "Tuz", 1956'da ilk düzyazı kitabı "Canım Anadolu", 1957'de "“Üçü birden”"adlı kitabını yayınladı. 1953-1960 arasında resim alanına çalışmalarını büyük boyutlu mozaiklerle sürdürdü. 1954-1957 yılları arasında Hilton ve Divan otellerinde ve KLM İstanbul merkezindeki panoları yaptı. 1957 yılında Tokyo özgün baskı Bienaline katıldı. 1958 yılında 1958 Brüksel Expo’sundaki Türk Pavyonu için yaptığı 227 metrekarelik çalışmasıyla altın madalya aldı. 1959 yılında, Paris'te Nato merkezine 50 metrekarelik bir pano hazırladı. Bedri Rahmi, 1961'de aldığı Rockfeller Bursu ile iki yıl için eşi ile birlikte ABD'ye giderek çalışmalarını yurt dışında sürdürme fırsatı buldu. Bu dönemde zengin renklerle soyut biçimlere yöneldi. Görülmedik, bilinmedik renkler bulabilmek için denemeler yaptı, plastik tutkal - plastik boyalar – kum – talaş ve buruşturulmuş Japon kağıdı kullandı. ‘Amerika Dönemi’nin sanatına başka bir boyut kazandırdığını ifade etti. Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de iki yıl misafir profesörlük yaptı. 1961 Ağustos'ta Unicef çocuklar yararına "“Eşeğin Üzerinde Çocuklarını Taşıyan Anadolu Köylü Kadın”" motifi Amerika'da kartpostal olarak basıldı. 1962 Aralık ayında New York Modern Sanat Müzesi "“Zincir”" adlı resmini satın aldı. ABD dönüşü soyut resim ve renk düzenlemelerini bırakıp yeniden eski konularına döndü; gecekonduları, kahvehaneleri, hanları resmetti. 1963-1964 yıllarında Vakko fabrikası, Karaköy tatlıcılar, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı panoları yanında çeşitli malzemeleri denedi. Son panosu Etap Oteli girişindeki "“Güvercinler”"dir. Kardeşi Sabahattin Eyüboğlu'nun 12 Mart sürecinde gözaltına alınması onu çok etkiledi. 1970 yılında, yeniden toplumsal içeriği ağır basan resimler yaptı. 1972 yılında, 33'üncü Devlet Resim ve Heykel Sergisi'nde birincilik ödülü aldı. 21 Eylül 1975 tarihinde İstanbul'da pankreas kanserinden 64 yaşında hayatını kaybetti ve Küçükyalı Mezarlığına defnedildi. Ölümünden sonra. Ölümünden bir yıl sonra Ankara'da “Yaşayan Bedri Rahmi” adıyla Bedri Rahmi adına bir sergi düzenlendi. Aynı yıl içerisinde İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde adına düzenlenen bir sergi ile anıldı. 1984 yılında ise yine İstanbul'da “Bedri Rahmi – Her Dönemden” adlı toplu sergisi ile hayranlarının beğenisini topladı. 2006'da hayatını anlatan "Gözleri Anadolu'yu Gören Adam" adlı belgesel film çekildi. 2009 yılında Türkiye'nin ilk Bedri Rahmi Eyüboğlu müzesi İskilip'te açıldı. İskilipliler 1942 yılında sanatçının yaptığı iki haftalık İskilip gezisinin anısına müze açtılar. Sanatçı ağabeyine 1942 yılında yazdığı mektubunda; "Ağabey dün İskilip'ten kaçtım ama nasıl, çok sevdiğim bir kadından kaçar gibi..." demişti. Ölmünün ardından, eşi Eren Eyüboğlu ile olan mektuplaşmaları, oğlu Mehmet eyüboğlu tarafından kitaplaştırılarak Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları aracılığıyla yayımlandı. Mektupların hemen hepsi Fransızca yazılmış olup, oğlu tarafından günümüz Türkçesine tercüme edilmiştir. Şiirleri ve yazıları. Bedri Rahmi daha orta okulda şiire ilgi duymuştur. 1928'de Lise öğrencisiyken şiir yazmaya başladı. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verildi. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlandı. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansıdı. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürdü. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir. Onun Bursa Cezaevi'nde açlık grevi yapan arkadaşı Nâzım Hikmet için yazdığı "Zindanı Taştan Oyarlar" adlı şiiri sonraki süreçte Zülfü Livaneli tarafından bir kısmı bestelenince oldukça sükse yaparak kült hâline geldi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15149", "len_data": 12559, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.51 }
Führer, Adolf Hitler'in, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin ve Üçüncü Alman İmparatorluğu'nun yöneticisi olduğu dönemde kullandığı ve “önder” anlamına gelen ünvan. Führer, “tek halk, tek imparatorluk, tek önder” ("Ein Volk, ein Reich, ein Führer") ilkesinin gerektirdiği şekilde, tüm yurttaşların temsilcisi olmakla beraber halkın, partinin ve devletin önderidir. Ulusal toplumculuk' ta (Nasyonal sosyalizm) halkın ulusal ve toplumsal bütünlüğünü ile eşitliğini sağlamakla sorumlu olan Führer, halkın ve devletin lehine işlerde bulunmakla görevlidir. Kesin kararlar alır. O, halkın isteklerini kendi benliğinde hissederek gerçekleştirir ve dikkate alır. Ulusun yol göstericisidir ve ulusu için çalışır. Führer, ulusunun parçası olan insanların yaşadığı ülke için en iyi olanı yapmalıdır. Kanunları Führer yapar ve denetler. Führer und Reichskanzler. 2 Ağustos 1934'te, Alman İmparatorluğu'nun Devlet Başkanlığı Hakkındaki Kanunu uyarınca, Cumhurbaşkanı Hindenburg'un sahip olduğu yetkiler ve devletin önderliği Adolf Hitler'e şansölyelik makamı ile devredildi. “"Führer und Reichskanzler"”, yani Führer ve İmparatorluk Şansölyesi makamı anayasa ile koruma altına alındı ve Hitler bu resmî ünvanı ölüm tarihi olan 30 Nisan 1945'e kadar kullandı. Führer makamı, ulusal toplumculuk yönetiminde halkın temsilciliğinin üstlenildiği idare tarzıydı, bir diktatörlük olmadığı ileri sürülüyordu ve Hitler kendisinin bir diktatör olduğunu reddediyordu. Führerlik makamının kabulü ile ilgili kararname bir referandum yoluyla Hitler'in açık talebi üzerine meşru edilmişti. Stellvertreter des Führers. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin siyasi konularında Führer'e destek olmak için, Hitler'e yardımcı olarak “"Stellvertreter des Führers"”, yani Führer Vekili atanmıştı. Bu makamın amacı, nasyonal sosyalist imparatorluk hükûmetinin yakın kamu otoriteleri ile partinin bölümlerinin işbirliğini sağlamaktı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15150", "len_data": 1906, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.75 }
Felis, kedigiller (Felidae) familyasından çok sayıda küçük kedi türünü kapsayan bir etçil memeli cinsidir. Ortak özellikleri. "Felis" cinsi üyelerinin dil kemiği normal gelişimini tamamlamıştır. Hiçbiri kükreyemez ama mırlar. Diğer özelliği de göz bebeklerinin dikey bir yarık görünümünde olmasıdır. Çöl ve ağaçlık bölgelerde yaygındırlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15157", "len_data": 339, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.52 }
Çaybükü, Muğla ilinin Menteşe ilçesine bağlı bir mahalledir. Tarihçe. Mahallenin adı, 1890 yılı kayıtlarında Gevenes olarak geçmektedir. Daha önceleri Yatağan ilçesine bağlıyken, 14 Mayıs 1963'te Muğla merkez ilçeye bağlandı. Menteşe'nin ilçe olmasının ardından ise buraya bağlandı. Ormancı türküsünün geçtiği olayın yaşandığı yerleşimdir. Coğrafya. Muğla il merkezine 23 km uzaklıktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15158", "len_data": 388, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 2.86 }
Geoffroy kedisi ("Leopardus geoffroyi"), kedigiller (Felidae) familyasından Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde, özellikle Arjantin'de yaşayan kedi türü. Özellikleri. Geoffroy kedisi bir ev kedisi büyüklüğündedir. Yaklaşık 40 cm'lik kuyruğuyla birlikte uzunluğu 90 cm'yi bulan bu yabanıl kedinin tüyleri boz ya da sarımsı kahverengidir. Dağılım alanlarının güneyinde boz, kuzeyinde ise sarı olarak görülür. Kürkü üzerinde bulunan küçük siyah lekeler karakteristik özelliğidir. Melanizme (komple siyahlık) bu türde sık rastlanır. Yaşam alanı. Geoffroy kedisi, Bolivya ve Güney Brezilya'dan itibaren güneye doğru Patagonya'ya kadar, Güney Amerika'nın güney yarısında yaşar. Sadece Andlar'ın doğusunda bulunur. Ağaç bulunan tundralar ve aynı şekilde ormanlar yaşam alanıdır. Yaşam tarzı. Çevik bir hayvan olan geoffroy kedisi dik yamaçlara ve ağaçlara ustaca tırmanarak küçük memelileri ve kuşları avlar.Tavşan ve kemirgenler avları arasındadır. Su içinde balık da avladığından Güney Amerika'da "balık kedisi" olarak da adlandırılır. Geoffroy kedisi geceleri faal bir hayvan olup, gündüzleri ağaçlarda uyur. Dişileri yılda iki ya da üç yavru doğurur. Koruma. Geoffroy kedisi, uzun süre kürk manto üretiminde kullanıldı. Zamanla, akut şekilde nesli tükenme tehdidi altında kalan kedi, CITES sözleşmesinde Ek II listesine dahil edilmiştir. Zaman içinde her türlü ticareti yasaklanmıştır. Bu yasak, Geoffroy kedisi kullanılarak yapılan ürünlerin ticareti gibi kişiler arası Geoffroy kedisi ticaretini de kapsar. Adlandırma. Fransız zoolog Étienne Geoffroy Saint-Hilaire (1772-1844)'in adına ithaf edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15159", "len_data": 1604, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.53 }
"Süleyman Çelebi, (1351 - 1422) "Osmanlı İmparatorluğu döneminde Bursa'da Ulu Camiî imamı, mutasavvıf, tek eseri olan, Türkçe kaleme alınmış mevlidlerin ilki ve en meşhuru olan Vesîletü’n-necât'ın yazarıdır. Hayatı. Orhan Gazi döneminde doğmuştur. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmaz. Kimi kaynaklara göre Osmanlı Sultanı I. Murat'ın vezîrlerinden Ahmed Paşa'nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendi'nin torunudur. Dedesi Mahmûd Bey, Şeyh Edebali'nin torunudur ve 1338'de Süleymân Paşa önderliğinde Rumeli'ye sal ile geçenlerdendir. Süleyman Çelebi'nin 1346-1351 yılları arasında bir tarihte doğduğu, ölüm tarihinin ise 1422 olduğu sanılıyor. Gençliğinde Bursa'da iyi bir eğitim aldığı sanılmaktadır. O devirde, Çelebi unvanı ilim adamlarına ve Mevlevî tarikatı büyüklerine verilmekteydi. Ancak Mevlevî olduğuna dair kanıt bir yoktur. Bilgili tavırlarıyla padişah Yıldırım Bayezid’in dikkatini çekmiş ve yapımı 1399’da tamamlanan Ulu Cami’ye imam olarak atanmıştır. Ünlü eseri Vesiletü'n Necat'ı getirildiği bu görev esnasında yaşadığı bir olaydan etkilenerek kaleme aldığı bilinmektedir. Söylenceye göre Süleyman Çelebi, Muhammed'in diğer peygamberlerden pek farkı olmadığını söyleyen bir İranlı vaize içerleyerek onun diğer peygamberlerden üstün olduğunu dile getirmek için mevlîdini kaleme aldı. Süleyman Çelebi, Osmanlı Devleti'nin zayıf bir evresi olan ve Anadolu topraklarında her türlü kargaşalığın hüküm sürdüğü Fetret Devri'nde batınî görüşler ile ehl-i sünnet arasındaki çekişmede ehl-i sünnetin tarafında yer almıştı. Bu sebeple mevlidin yazılmasının bir amacının da ehl-i sünnet taraftarlarına destek vermek olduğu ifade edilir. Eserini, 1409 yılında (tahminen 60 yaşında iken) tamamladı. Eserini yazarken, referans aldığı eserlerin, Âşık Paşa’nın “Garibnâme” si, Erzurumlu Darîr’in “Siyerü’n Nebî”'si, Eb’ul Hasan Bekrî’nin “Siyer”'i ve Muhyiddin İbnü'l-Arabî’nin “Füsûs”'u olduğu tespit edilmiştir. Mevlid, bilinen tek eseridir. 1422'de öldüğü düşünülen Süleyman Çelebi'nin türbesi Bursa'da Çekirge yolu üzerindedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15160", "len_data": 2019, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.61 }
Mahmut Cahit Külebi (20 Aralık 1917, Tokat - 20 Haziran 1997, Ankara), Türk şairdir. Halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuş, konu olarak yurt, insan ve doğa sevgisini işlemiştir. Şiirlerinde tema olarak çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmıştır. Hayatı. 20 Aralık 1917'de Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. Ailesi soyadı yasası çıktıktan sonra Erencan soyadını almış, şair ise takma Külebi soyadını sonradan tescil ettirmiştir. İlk ve ortaokulu Tokat'ta tamamlayan Cahit Külebi, Sivas Lisesinden mezun oldu. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Öğretmen okulundayken Reşit Rahmeti Arat desteğiyle Almanya'ya ve Fransa'ya gidip dil eğitimleri almıştır. Öğretmen okulundayken Behçet Necatigil ile aynı sınıfta okumuşlardır. Antalya Lisesinde stajyer Edebiyat öğretmenliği; Ankara Devlet Konservatuvarında, Ankara Gazi Lisesinde ise edebiyat öğretmenliği yaptı. Sonraki yıllarda Millî Eğitim müfettişi oldu. Öğretmen okulunda öğrenim görürken Müdür Fuat Köprülü'nün kendisine şiir yazdığı için kızacağını düşündüğünden Külebi mahlasını ilk kez bu yıllarda kullanmaya başlamıştır. Okulda Ahmet Hamdi Tanpınar da hocalığını yapmıştır. İsviçre’ye kültür ataşesi ve öğrenci müfettişi olarak atandı. Yurda dönünce Millî Eğitim Bakanlığı Başmüfettişliği ve Kültür müsteşar yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1973'te kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1983 yılına kadar Türk Dil Kurumunda çalıştı. 1976'dan sonraki dönemde Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı’ydı. İlk şiirleri "Nazmi Cahit" takma ismiyle 1938'de Gençlik dergisinde yayımlandı. Daha sonra Varlık dergisinde yayımlanan şiirlerinde de aynı imzayı kullandı. 1950-1954 arasında Sokak, İnsan, Türk Dili, Yaratış, Kültür Dünyası gibi dergilerde çıkan şiirleriyle ünlendi. İlk şiir kitabı "Adamın Biri" 1946'da yayımlandı. 1949'da çıkan ikinci kitabı "Rüzgâr"da Orhan Veli şiirine yaklaştığı dikkat çekti. "Atatürk Kurtuluş Savaşı'nda" adlı eseri, Nevit Kodallı'nın "Atatürk Oratoryosu"na temel oluşturdu. 1940 sonrasında başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yeri vardır. Orhan Veli Ülkü dergisine yazdığı bir yazıda "Şiirden her şeyi attım ama Külebi'nin şiirlerine bayılıyorum. Çünkü o halkın teşbihleri ile çok değişik bir havada yazıyor" demiştir. 80'lerde TRT'ye verdiği bir röportajda "Benim şiirim sanıyorum bir tür gerçekçi şiirdir bir yönden ise bir tür yeni romantik şiir ile tepki şiiridir." demiştir. Şiirleri İngilizce, Fransızca dahil olmak üzere toplamda 21 dile tercüme edilmiştir. Diğer şiir toplulukları ile ilgili görüşleri Millî Edebiyat, Beş Hececiler batıya tam bir uyum sağlanmadığı. Batının görüşünde değiller de geleneksel halk şiirine de fazla uyum sağlayamadığını, İkinci Yeni'nin ise tavırlarını bozup şiiri çetrefilleştirdiklerini düşünür. Külebi 90'larda İtalya'da yapılan geniş kapsamlı bir şiir yarışmasına tek onur konuğu olarak çağrılmıştır. Verdiği bir röportajda en sevdiği şairin Ahmet Muhip Dıranas olduğunu söyler. Divan edebiyatı da ise en çok Baki'yi sonra Fuzûlî kısmen de Nef'i ve Şeyh Galip sevdiğini dile getirir. Aynı röportajda politika ile hemen hemen niçin hiç aktif olmadığı sorulması üzerine "" Ben böyle şeylerden hoşlanmıyorum, bir şair yurttaşlık görevini yerine getirebilir ancak şairin hiçbir bağlantısı olmamalı."" demiştir. Türk Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine yazdığı "Atatürk Kurtuluş Savaşında" adlı manzum yapıtı sonrasında Atatürk Oratoryosu'na temel oluşturdu. Ankara'da toprağa verilen şairin naaşı 2010 yılında ailesinin istediği üzerine Niksara taşınarak şair Erzurumlu Emrah Türbesi'nin yanına defnedildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15163", "len_data": 3655, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.32 }
Engizisyon (Latince: "inquisitio", soruşturma), Katolik Kilisesi'ne bağlı bir mahkeme sistemi idi. Gerek kararları, gerek siyasi ve dini görüşleri nedeniyle dört büyük engizisyon adından çok söz ettirdi. Orta Çağ Engizisyonu. Tarihçiler bu terimi, Psikoposluk (Episkopal) Engizisyonu (1184-1230'lar) ve daha sonra Papa Engizisyonu (1230'lar) dahil olmak üzere 1184'te başlayan çeşitli soruşturmaları tanımlarken kullanırlar. Bu soruşturmalar, Avrupa'daki Hristiyanlık için sapkın olarak kabul edilen büyük popüler hareketlere yanıt olarak başlatılmıştır. 13. yüzyılda, Papa IX. Gregorius (hükmü 1227-1241), soruşturma yürütme görevini Dominikan ve Fransisken Tarikatı'na verdi. Orta Çağ'ın sonlarında, İngiltere ve Kastilya, papal engizisyonu olmayan tek büyük batı uluslarıydı. Engizitörlerin çoğu üniversitelerde ilahiyat ve/veya hukuk öğreten rahiplerdi. İspanyol Engizisyonu. İspanyol Engizisyonu ise Kastilya kraliçesi I. Isabella'nın ısrarı üzerine, Papa IV. Sixtus tarafından 1483 yılında onaylandı. Engizisyonun, Müslümanlarla Yahudilerin Hristiyanlaştırılması, Katoliklik dışındaki mezheplerin baskılanması, Osmanlı işgalinde oluşabilecek işbirlikçilere karşı koruma sağlanması gibi hedefler ile ilan edildiği düşünülmektedir. Engizisyon dolayısıyla 200.000'e yakın Yahudi, 1492 yılında İspanya'yı terk etti, kalanlar ise büyük oranda Hristiyanlığı kabul etti, küçük bir azınlık ise kabul etmiş gibi yaparak Kripto Yahudiliği benimsedi. İspanya'dan sürülen Yahudilerin büyük çoğunluğu ilk başta Portekiz ve Kuzey Afrika'ya göç etti, ancak daha sonra Portekiz'den de sürgün edildiler. Aragon'dan sürülen Yahudilerin ise büyük çoğunluğu İtalya'ya göç etti. Bazıları da Osmanlı İmparatorluğu'na sığındı. Granada'da ise Granada Antlaşması gereği Müslümanlara ilk yıllarda din özgürlüğü tanınmış olmasına rağmen, Müslümanlar tarafından çıkartılmış çeşitli isyanlar dolayısıyla halkın zorunlu Hristiyanlaştırılması başlamıştır. Granadalı Müslümanlara vaftiz olup Hristiyan olma, tutuklanarak tutsak edilme veya öldürülme ile ülkeden sürülme seçenekleri tanınmıştır. Böylelikle bölgedeki Müslüman nüfus neredeyse tamamen Hristiyanlaştırılmıştır. Ancak, "Moriskolar" olarak da adlandırılan bu grubun bazı üyeleri gizli bir şekilde İslam inancını korumuştur. Moriskoların İspanya'nın çeşitli bölgelerinde isyanlar çıkartmaları, hala eski inançlarını korumalarıyla suçlanmaları ve Osmanlı Devleti ile işbirliği yaptıkları gerekçe gösterilerek çeşitli dönemlerde Kuzey Afrika'ya zorunlu sürgüne tabi tutulmuşlardır. Kripto-Müslümanların Engizisyon sonucu en son yargılanmaları 1727'de hafif cezalarla gerçekleşmiş olup, 18. yüzyılın sonlarında bu halkın tamamen asimile olduğu düşünülmektedir. Roma Engizisyonu. Roma Engizisyonu, Roma Katolik Kilisesi'nin savunduğu öğretiyi korumak için Papa III. Paulus tarafından 1542'de kuruldu. Genel olarak Kalvenizm'e ve Luthercilere savaş açtı. Roma Engizisyonu, cadılık ve büyücülükle de uzun yıllar mücadele etti. Bir manastıra ya da piskoposun sarayına yerleşen engizisyon sorgucusu, daha sonra halkı kilisede toplayıp uzun vaaz veriyordu. Amaç, yerel halkla ilişkileri sıcaklaştırmak ve onların güvenini kazanmaktı. Portekiz Engizisyonu. Portekiz'de 1532'de Diogo da Silva ilk genel engizitör tayin edildi, 1536'da da bir papalık fermanıyla İspanya modelinde engizisyon kuruldu. Ancak yine de üç yıl işler kanunla yürütülmüş, on yıl boyunca da müsadere yoluna gidilmemiştir. Papa Paul, yeni elçisine engizisyonu idare konusunda yetki verirken kral da kardeşini genel engizitör tayin ederek mahkemenin otoritesini güçlendirdi. İlk “auto da-fe” Lizbon'da 1540 yılında uygulandı. 1547'de engizisyonun bu ülkedeki kuruluşu tamamlandı; “auto da-fe”ler ve diğer cezalar yıldan yıla arttı. 1683’te Lizbon’da bütün Portekiz tarihinin en kötü gelişmelerinden biri olarak engizisyon, Hıristiyanlık’tan uzaklaşmakla suçlanan kimselerin çocuklarının ana babalarının ellerinden alınması ve Katolik inançları geleneğine göre yetiştirilmesi kararını aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15166", "len_data": 3983, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.68 }
Latince ("lingua Latina" veya "Latinum"), Hint-Avrupa dillerinin İtalik koluna ait klasik bir dildir. Klasik Latince, artık önemli metinler üretmek için kullanılmadığı ve ana dili olarak konuşanı kalmadığı için ölü bir dil olarak kabul edilirken, Halk Latincesi uzun yıllar içinde Romen dillerine dönüşüm geçirmiştir. Latince, başlangıçta İtalya'nın Roma çevresindeki alt Tiber bölgesi olan Latium'daki (şimdi Lazio olarak bilinir) Latinler tarafından konuşuluyordu. Roma Cumhuriyeti'nin genişlemesiyle İtalyan Yarımadası'nda ve daha sonra Roma İmparatorluğu boyunca baskın dil haline geldi. Batı Roma İmparatorluğu'nun düşüşünden sonra bile Latince, 19. yüzyılın başlarına kadar Avrupa'da uluslararası iletişim, bilim, akademik çalışma ve akademinin ortak dili olarak kaldı. Daha sonra, bölgesel yerel diller—kendi torunları olan Romen dilleri de dahil olmak üzere—ortak akademik ve politik kullanımda Latincenin yerini aldı. Latincenin günümüze ulaşan en eski örneği, MÖ 7. yüzyıla tarihlenen bir toka üzerine Yunan alfabesi ile yazılmış 5 harflik bir metindir. Eski Latince, Roma'nın da yer aldığı Orta İtalya'daki Latium bölgesinde konuşulmaktaydı. Roma Cumhuriyeti'nin yükselişe geçmesiyle Klasik Latinceye evrilen dil, İtalya'ya, sonra da Jireček Hattı sınır oluşturacak şekilde Roma İmparatorluğu'na yayıldı ve ülkedeki egemen dil haline geldi. Yazı dili olarak kullanılan Klasik Latince ile aynı zamanda halk tarafından Halk Latincesi konuşulmaktaydı. Klasik Latince MS 3. yüzyıldan itibaren Geç Latinceye evrildi, Halk Latincesi ise 6. ve 9. yüzyıllar arasında günümüzde konuşulan Romen dillerinin atalarına dönüştü. Ölü bir dil haline gelen Latince, Ortaçağ, Rönesans ve Yakın Çağ'da yazı dili olarak kullanımını sürdürdü. Latinceden Avrupa'da konuşulan dillere alıntılanmış çok sayıda kelime bulunur. Özellikle teoloji, bilim, tıp ve hukuk alanlarındaki birçok terimin kökeni Latinceye ve Grekçeye dayanır. Tarihçe. Yunan edebiyatının temelinde kurulan Latin edebiyatının MÖ 3. yüzyıldaki gelişimiyle birlikte, edebî ya da klasik olarak adlandırılan Latince, Yunanca kelimeler, dil bilgisi ve üslup bilgisinden hayli etkilenmiş yapısıyla, biçimselliği ve zarafetiyle Halk Latincesinden (Vulgar) tümüyle farklı bir görünüme kavuşmuş adeta şiirsel bir dil olmuştur. Bunun sonucunda Klasik Latince tamamen yazı diline ve akademik dile dönüşmüştür. Klasik Latince MÖ 1. yüzyıl ile MS 1. yüzyılın başlarına kadar süren bir dönemde kullanılmıştır. Latincenin öğrenimi ve öğrenim amacı öteki Batı dillerininkinden farklıdır. Çünkü başka bir Batı dilini öğrenen insan sadece bu dili konuşur ya da dil bilgisini derinleştirerek ilgili kültür hakkında bilgi edinir. Oysa Latince öğrenmekle Batı'nın tüm edebiyatlarının ve edebî türlerinin temel anlamına vakıf olur ve sonradan herhangi bir batı dilini öğrenmede hiç Latince bilmeyen birine göre daha hızlı yol alır. Latince bugün bir toplumun günlük yaşantısı içinde kullanılmayan bir ölü dil olduğundan kulak dolgunluğuyla veya pratik yöntemlerle öğrenilmesi ve öğretilmesi zor bir dildir. Sistemli bir dil bilgisi öğrenimi ve öğretimi şarttır. Bu tip bir dil bilgisi öğrenimiyse kişinin dil duyarlılığını geliştirir. Ayrıca Batı dillerinin kelime hazinesi, morfolojisi, üslup özellikleri Latinceyle derinden ilişkilidir. Bu dillerin çoğunda hâlâ birçok Latince kelime, deyim ve ifade ya doğrudan ya da birtakım değişikliklerle kullanılmaktadır. Bugün birçok öğrenci, akademisyen ve Katolik din insanı Latinceyi akıcı bir şekilde konuşmaktadır. Dünya çapında ilköğretimde, ortaöğretimde ve yüksek lisans seviyesi eğitim kurumlarında öğretilir. Latince zengin zaman, şahıs ve fiil çekimleri ile son derece bükümlü bir dil özelliği göstermektedir. Alfabe. Latin alfabesinin kökeni Etrüsk alfabesi ile Yunan alfabesine dayanır. Ses bilgisi. Latincede bulunan seslerin telaffuzu konusunda elimize ulaşmış herhangi bir veri bulunmamaktadır. Telaffuz konusunda edindiğimiz bilgiler ise ancak rekonstrüksiyon yöntemiyle elde edilir. Rekonstrüksiyon yönteminin yararlandığı kaynaklar ise antik yazarların telaffuzları, antik etimoloji eserleri, yazım hataları ve diğer dillerdeki Latince kökenli sözcüklerin telaffuzlarıdır. Ünsüzler Eski ve Klasik Latincede büyük ve küçük harfler bulunmamaktadır. Harflerin çoğu da günümüzdeki kullanılan şekillerine benzemektedir. Latincede çift ünsüzler uzun bir şekilde sesletilir. Ünsüzlerin sesletimleri aşağıdaki tabloda bulunmaktadır: Ünlüler Klasik Latincede ⟨U⟩ sesi ünlü bir sesi karşılamak için kullanılmak istense bile ⟨V⟩ şeklinde yazılır. ⟨Y⟩ ise alıntı Yunanca sözcüklerdeki ipsilon sesini karşılar. Fakat bu ses, bazen i bazen u şeklinde telaffuz edilir. Ayrıca bu ses yanlışlıkla benzer anlamlara sahip Yunanca sözcüklerle karıştırılarak Latinceye özgü kelimelerde bile kullanılmıştır. Klasik Latincede de uzun ünlü ve kısa ünlü ayrımı vardır. ⟨I⟩ sesi haricinde uzun ünlüler, üstlerine onların uzun bir şekilde sesletileceğini belirten ve yazıda < ´ > şeklinde gösterilen bir işaret alırlar. Uzun İ sesi ise kalın I şeklinde yazılmıştır. Modern metinlerde ise uzun ünlüler üzerlerine yazıda uzun bir çizgi şeklinde gösterilen uzatma işareti alırlar: ⟨ā ē ī ō ū⟩. Kısa ünlüler ise çengelsi bir şekilde gösterilen kısaltma işareti alırlar: ⟨ă ĕ ĭ ŏ ŭ⟩ Kelime sonundaki ⟨m⟩ ve herhangi bir ünlü ses, ⟨s⟩ veya ⟨f⟩ sesinden önce yer alan ⟨n⟩ sesi ve bir ünlü ses, uzun ve genizsil (nazal) bir şekilde sesletilir. Çift ünlüler Klasik Latincede birkaç tane çiftünlülü ses bulunur. Bu sesler arasında en yaygını ⟨ae au⟩ sesleridir. ⟨oe⟩ sesine nadir rastlanır, ⟨ui eu ei ou⟩ sesleri ile çok nadir karşılaşılır. En azından bu durum Latinceye özgü kelimelerde görülür. Eski Latincede çok daha fazla çiftses bulunmaktadır. Fakat bu seslerin çoğu Klasik Latincede uzun seslere dönüşmüştür. Eski Latincedeki ⟨ai⟩ ve ⟨āī⟩ Klasik Latincede ⟨ae⟩ olmuştur. Eski Latince ⟨oi⟩ ve ⟨ou⟩ Klasik Latincede birkaç sözcük dışında ⟨ū⟩ sesine dönüşmüştür. Bahsedilen ses değişimlerine aynı kökten gelen farklı sözcüklerde bile rastlanır. Erken Eski Latincedeki ⟨ei⟩ sesi ise Klasik Latincede ⟨ī⟩ sesine evrilmiştir. Dil bilgisi. Latince sentetik ve bükümlü bir dildir. Çekimler sık sık kelime sonunda değişir fakat özellikle fiillerde olmak üzere çok kompleks olabilir. Latincede belirlilik artikelleri bulunmaz. Hem belirli hem de belirsiz durumlar aynı şekilde yazılır. Latincede sözdizimi özne-nesne-yüklem şeklindedir. Fakat her zaman bu sözdizimi uygulanmaz. Şiirde ihmal edilebilir. Latincede sıfatlar isimlerden hem önce hem de sonda gelebilir. Fakat bazı sıfatlarda isimden önce gelir. Fiiller. Fiillerin çekimleri fiil çekimidir, düzenli fiiller 4 ana çekime girerler. Fiiller şahıs, çokluk, zaman, çatı (etken, edilgen) ve kip (şart, dilek gibi) şeklinde çekimlenir. Latincede altı zaman bulunur: şimdiki, hikâye birleşik, bitmişlik, geçmiş zamanın hikâyesi, gelecekte bitmişlik. Latincede etken ve edilgen çatı vardır. Latincede istek, bildirme, emir, mastar gibi kipler bulunur. İsimler. İsimlerin (özel isimler de dahil), zamirlerin ve sıfatların çekimleri isim çekimidir ve Latincede isimler 5 çekim dizisine girebilirler. İsimler çokluk ve hâl eki alırlar. İsimlerin aldığı hâl ekleri şunlardır: yalın, seslenme, belirtme, tamlayan, yönelme, çıkma. Ayrıca bazı isimlerde çıkma durum eki de görülür. İsimler üç cinsiyete çekimlenebilir: eril, dişil ve nötr. İsimler iki çokluk durumu şeklinde çekimlenebilir: tekil ve çoğul. Birinci çekim. Birinci isim çekimi genelde "femina, feminae" "f." ('dişi, kadın') "vita, vitae f". ('yaşam') gibi dişil ve nadiren "propheta, prophetae m." ('peygamber') gibi eril isimler içeren bir çekim grubudur. Bu gruptaki kelimelerin kökleri genel olarak "a" ile biter. Latince isimlerin hangi çekime ait olduklarını anlamak için o ismin yalın hâli (nominativus) -in hâli (genitivus) bilinmelidir. İkinci çekim. İkinci çekim isimleri genelde "vir, viri m." ("adam, erkek") "bellum, belli n." gibi nötr ve eril isimlerden oluşur. Çok küçük bir azınlığı dişildir. Nötr isimlerin accusativus (-i hâli) ile nominativus (yalın hâli) aynıdır. Eril isimler genelde "-us" ile nötr isimler ise genelde "-um" ile biter. Bazı yaygın eril isimler -er ile bitebilir. Üçüncü çekim. Üçüncü çekim en büyük çekim olup her cinsten isim barındırır. Ünsüz harf köklü isimler. Bu isimlerin çekimini bulmak için hem nominativus (yalın) hem de genitivus (-in hâli) hâlini bilmek gereklidir. İsmin kökünü bulmak için genitivus hâlindeki sonundan "-is" eki çıkarılır. Örnek olarak "rex, regis m". ('kral') isminin nominativus (yalın) hâli "rex" olmasına rağmen genitivus (-in hâli) "regis"'tir "Regis" kelimesinden "-is" ekini çıkarılırsa "rex" isminin kökünün "reg-" olduğu bulunur. Başka örnekler "salvator, salvatoris m." ('kurtarıcı') isminin kökü "salvator-", "nomen, nominis n". ('isim, ad') ismini kökü "nomin-", "religio, religionis f." ('din, inanç') kelimesinin kökü "religion-" olduğu bulunur. Kök bulundukan sonra hâle göre çekim yapılır. Dördüncü çekim. Dördüncü çekim isimleri genellikle eril isimlerden oluşan bir gruptur. Genellikle "-us" ile biterler ama ikinci çekim isimleriyle karıştırılmamalılardır. "Domus, domus m." gibi isimler örnek olarak gösterilebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15173", "len_data": 9177, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.79 }
Çetin Altan (22 Haziran 1927, İstanbul - 22 Ekim 2015, İstanbul), Türk yazar, gazeteci, köşe yazarı, oyun yazarı, siyasetçidir. Türk basınında edebiyatçı köşe yazarı kuşağının son temsilcisi olan Altan, dünyanın en çok köşe yazısı yazmış yazarları arasında kabul edilir. ""Enseyi karartmayın" sloganıyla tanınır. Roman, oyun, mizah yazısı, anı, fıkra, inceleme ve gezi yazısı türlerinde eserler vermiştir. Türkiye İşçi Partisi kontenjanından XIII. dönem İstanbul milletvekili olarak 1965-1969 arasında mecliste görev yapan Altan, dokunulmazlığı kaldırılan ve sonra da iade edilen ilk milletvekili olmuştur. 1980'lere kadar solun ve sosyalizmin popüler ismi olmaya devam etmiş; daha sonra görüşleri liberal bir çizgiye kaymıştır. Gazeteci yazar Ahmet Altan ve akademisyen Mehmet Altan'ın babasıdır. Yaşamı. 22 Haziran 1927'de İstanbul'da doğdu. Dedesinin babası Kırım'dan göç eden arabacı Ahmet Kıpçakski, annesinin babası olan dedesi ise Tatar Hasan Paşa idi. Babası hukukçu Halit Bey, annesi Nurhayat Hanım'dır. Lise öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladı. İlk işleri, lise öğrencisi iken Foto Süreyya'nın yayınladığı "Foto Magazin" dergisinde çıktı. 1943-1944'te Çınaraltı, "Varlık", İstanbul ve Kaynak dergilerinde şiirleri ve düz yazıları çıktı. Yüksek öğrenimine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde devam etti. Bu sırada ilk kitabı "Üçüncü Mevki" (1946) yayımlandı. Gazeteciliğe dönemin CHP yayın organı "Ulus" gazetesinde muhabir olarak başladığı. Bu dönemde Çocuk Esirgeme Kurumu'nun dergisine Shakespeare'den tercümeler yaptı. "Yeni Adam" dergisinde Maupassant'dan tercüme ettiği "Küçük Fıçı" adlı hikâyesi yayınladı. Varlık dergisinde şiirleri, "Seçilmiş Hikâyeler" dergisinde yazıları ve tercümeleri çıktı. Ulus'tan sonra gazeteciliğe "Hür Ses"'te "Şeytanın Gör Dediği"" başlığı altında fıkra yazarak devam etti. Daha sonra "Halkçı", "Tan", "Akşam", "Milliyet", "Yeni Ortam", "Hürriyet", "Güneş" gazetelerinde ve "Çarşaf" dergisinde köşe yazıları yazdı. "Balkabağı" adını taşıyan haftalık bir mizah dergisi çıkardı ve radyoda ""Çetin Altan Diyor ki..." adlı bir program hazırladı. Özellikle dönemin devrimci gençleri arasında çok popüler oldu. 1959 yılında Abdi İpekçi'nin teklifi üzerine Peyami Safa'nın yerine "Milliyet" gazetesinde yazmaya başlaması, yazarlık hayatında önemli bir dönemeçtir. "Taş" başlığı altındaki taşlama yazıları gazetenin tirajını 75 binden 215 bine yükseltti. Edebiyatçı köşe yazarı kuşağının son temsilcisi olan Altan, aynı dönemde bir tiyatro yazarı olarak da ünlendi. Daha sonra "Devrim", "Akşam", "Hürriyet", "Güneş", "Sabah", "Milliyet" gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Dünyanın en çok köşe yazısı yazmış yazarlarındandır. Çetin Altan 1965-1969 arasında Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) milletvekilliği yaptı. Önce dokunulmazlığı kaldırılan, sonra da iade edilen ilk milletvekili oldu. Milletvekilliği sırasında "Akşam" gazetesinde yazmayı sürdüren Altan, sosyalizm ve TİP yanlısı yazılar kaleme aldı. 1966'da "Akşam" gazetesinden ayrılan ekiple birlikte Ant dergisini çıkardı. Meclisteki sivri dilli konuşmalarıyla sık sık gündeme geldi. 1968 yılında meclisteki bir konuşması sırasında başlayan tartışma Nâzım Hikmet'e kadar sıçramış ve başta o dönemin Adalet Partisi milletvekili Cavit Şadi Pehlivanoğlu ve Hamit Fendoğlu olmak üzere Adalet Partisi milletvekilleri ile karıştığı kavga ile çokça gündeme gelmiştir. Altan, bu dönemdeki anılarını 1969'da "Devrim" gazetesinde "Ben Milletvekili İken" başlığı altında mizahi olarak anlattı ve aynı adla kitaplaştırdı. "Atatürk'ün Sosyal Görüşleri" ve "Türk Sosyalistlerinin El Kitabı" alt başlığını taşıyan "Onlar Uyanırken"" adlı kitapları milletvekilliği döneminde yayımlandı. 9 Mart 1971 darbe teşebbüsünü destekleyen "Devrim" gazetesi mensubu olduğu gerekçesiyle, bu "Millî Demokratik Devrim" darbesi planlarına karşı çıkan zamanın 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün tarafından tutuklanarak sorguya çekildi."" 1973 yılında "Büyük Gözaltı" romanı Orhan Kemal Roman Armağanı'nı aldı. 1974'te çıkan "Bir Avuç Gökyüzü" romanı müstehcenlik suçlamasıyla toplatıldı. "Viski" (1975), "Küçük Bahçe" (1978) adlı iki roman daha yayımladı. Romanlarının hepsi Fransızcaya çevrilmiş; "Büyük Gözaltı" İsveççe, Yunanca, Bulgarca ve İspanyolca; "Bir Avuç Gökyüzü" ise İspanyolca ve Rumence dillerinde yayınlanmıştır. "Büyük Gözaltı" Fransız liselerinde seçmeli ders kitabı olarak okutuldu. Altan, köşe yazılarını topladığı kitaplardan biri olan "Bir Yumak İnsan" ile 1978'de Türk Dil Kurumu Ödülü'nü aldı. 1980'li yıllarda görüşleri sosyalist çizgiden uzaklaşıp liberal bir çizgiye kayan Çetin Altan 1980'de "Milliyet" gazetesinde köşe yazılarına tekrar başladı. 1982'de bu gazeteden ayrılarak "Güneş"'te yazmaya başladı, aynı yıl Paris'te küçük bir apartman dairesi kiraladı. Siyasete dayanmadan sadece kalemiyle kazandığı parayla Paris'te yaşamak arzusunda idi. 1986'da "Hürriyet"'e geçti fakat sütununun kendisinden habersiz olarak değiştirilmek istenmesi üzerine gazeteden ayrıldı 1993'te "Sabah" gazetesinde yazmaya başladı. Yazarın tümü oynanmış oyunlarından basılı olanlar; "Çemberler", "Mor Defter", "Suçlular", "Dilekçe" ve "Tahtaravalli", basılmamış olanlar ise, "Beybaba", "Yedinci Köpek", "Islıkçı" ve "Telefon Kimin İçin Çalıyor" 'dur. "Kavak Yelleri" ve "Kasırgalar"da çocukluk anılarını anlatan Altan'ın "Aşk Sanat ve Servet" ve "Atatürk'ün Sosyal Görüşleri" adlı iki incelemesi vardır. "Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri" ile polisiye türünde eser veren yazar "Zurnada Peşrev Olmaz" 'da mizahi yazılarını topladı. "2027 Yılının Anıları" ise onun fütürist bir çalışmasıdır. Gezi yazıları "Al İşte İstanbul" ve "Bir Uçtan Bir Uca" adlarıyla yayınlandı. "Tarihinin Saklanan Yüzü" ise onun Osmanlı tarihi üzerine yaptığı bir araştırmadır. Tüm yapıtlarından örneklerin toplandığı "Seçmeler" 1992'de yayımlandı. 1997'de Seçmeler genişletilerek "Dünyada Bırakılmış Mektuplar" adıyla tekrarlandı. Son 15 yılın günlük gazete yazıları da "Şeytanın Gör Dediği" kitabıyla okuyucuya ulaştı. Yazar son olarak çocuklar için özel bir yapıtı gerçekleştirdi: "Alfabe". Elli yıllık yazı yaşamında yazılarından ötürü pek çok kez mahkemeye verilen Altan hakkında ağır cezada 300'den fazla dava açıldı. 1972 yılında gözaltı süresi 24 saat olmasına karşın 15 gün gözaltında tutuldu. Üç kez tutuklandı, iki kez mahkûm oldu ve iki yıl cezaevinde yattı. Son olarak hakkında 159. Maddeye dayanılarak açılan davada tek celsede beraat etti. Hayat hikâyesi, 1998 yılında eşi Solmaz Kamuran tarafından "İpek Böceği Cinayeti" adlı kitapta kaleme alınmıştır. Yazarın roman ve tiyatrolarını ele alan en kapsamlı çalışma, Cumali Büker'in "Çetin Altan'ın Roman ve Oyunlarında Aydın ve Küçük Burjuvazinin Sorunları" adlı yüksek lisans tezidir. Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Zeynep Bakan'ı babasıdır. Çetin Altan, köşe yazılarına "Milliyet" gazetesinde devam ederken 22 Ekim 2015'te öldü. Ödüller. Altan, 1973 yılında Büyük Gözaltı romanı ile Orhan Kemal Roman Armağanı aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15178", "len_data": 6936, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.3 }
Çivi, çamurda çivi ile oynanan bir sokak oyunu. Çocuklar tarafından, vıcık olmayan, hamur kıvamında çamur üzerinde oynanan bir oyundur. Amaç rakibin attığı noktayı çevrelemek ve onu dışarı çıkartmamaktır. Her atış arasına bir doğru çizgi çizilir, diğer oyuncu bu çizginin ötesine atış yapamaz. Amaç ucun ele geçirilmesidir. Saplatmaç olarak da adlandırılır. Oynanışı. En az 2 kişi tarafından oynanır. Önce yere kişi sayısına göre V (iki kişilik oyunda), Y (üç kişilik oyunda) veya X ya da H (dört kişilik oyunda) şekli çizilir. Harflerin her ucu, her bir oyuncu için çıkış noktasıdır. Oyunun amacı, yerden yaklaşık bir karış yüksekten çiviyi fırlatarak saplamak ve saplandığı yer ile bir önce sapladığı yer arasında doğru bir çizgi çizmektir Temel kural ve netice. Oyunun önemli kuralı, çivinin saplandığı yerin bir önceki yeri doğrudan görmesi, çizilecek çizginin kavisli olmaması, rakibin veya kendisinin çizmiş olduğu önceki çizgileri kesmiyor olmasıdır. Oyunu kazanmak için, rakibi mümkün olduğunca dar bir alana hapsetmek ve çıkılması güç boğazlar oluşturmak gerekir. Her oyuncu sınırı ne kadar daraltırsa diğer oyuncular o sınırın içine girmekte o kadar zorlanırlar. Sınırın dışına düşen herhangi bir çivi o oyuncunun kaybetmesine sebep olur. Çıkılması çok güç ince boğazlara, çocuk argosunda "Kıllı boğaz" adı verilir. Kıllı boğazlardan çıkarken, oyuncuların ince çizgilerle rakibin çizgisine değmeyecek şekilde geçmesi gerekir. Aksi halde oyunu kaybeder.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15181", "len_data": 1462, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.55 }
Vâhiy katipleri, İslam peygamberi Muhammed'e indiğine inanılan Kur'an ayetlerini yazan kişilere verilen isimdir. Kur'an yazımında, insanların başlangıçtan itibaren Müslüman olmadıkları, İslamlaşmanın zaman içerisinde geliştiği düşünülecek olursa vahiy katipliğinin ilk vahiyden itibaren başlamış olduğunu düşünmek olanaksızdır. Bu konuda yapılan araştırmalara göre Kur'an yazımında 13 yıl kadar süren ve Kur'an'ın hacimsel olarak 2/3 kısmını oluşturan Mekke dönemi "sözlü kültür dönemi" olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde ayet ve surelerin hemen yazıya geçirilmesi gibi bir uygulamanın bulunmadığı, surelerin sözlü olarak ezberlendiği, Kur'an'ın şiirselliğinin ezberlenerek korunmasına yardım ettiği, daha sonraki hicrete yakın birkaç yıl ile Medine dönemi olarak ifade edilen yazım döneminde bu hafıza bilgilerine dayanılarak ayetlerin kayda geçirildiği ifade edilmektedir. Vahiy kâtipleri sayıları ve kimlikleri zamanla değişmekte olan kişilerden oluşuyordu. Enes bin Malik bunlardan birisini şöyle anlatır: "Bir adam vardı. Neccaroğullarından, Hristiyan'dı, Müslüman olmuştu. Bakara ve Ali İmran surelerini okumuştu. Peygambere de vahiy yazıyordu. Sonra, yeniden Hristiyan oldu ve kaçıp Hristiyanlara katıldı. 'Ben ne öğretip kendisi için yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez,' demeye başladı." İlk vahiy katipliğini Abdullah bin Sa'd Mekke'de, Übey bin Kâ'b Medine'de yapmıştır. Übey bin Kâ'b Medine'de olmadığı zamanlarda Zeyd bin Sabit görevi yürütmüştür. 40 kadar vahiy katibi bulunmaktadır. Vahiy katipleri değişik din ve milliyetlere sahip insanlardan oluşmaktaydı. İslami kaynaklarda adı en çok tekrarlananlar; Yunan Bel'am, Yaiş, Yemenli Cebr, Yessar, Addas, İman, İranlı Selman (Selman-ı Farisi), Yahudi Bahira, Verka, Abdullah İbn-i Selam gibi isimlerdir. Vahiy katiplerinden bazıları şunlardır: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Sa'd bin Ebû Vakkas, Amir bin Füheyl, Abdullah bin Erkam, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ'b, Sabit bin Kays, Hanzala bin er-Rabi', Zeyd bin Ebu Süfyan, Zeyd bin Sabit, Şürahbîl bin Hasene, Alâ bin Hadrami, Halid bin Velid, Amr bin Âs, Abdullah bin Revaha, Mukayyib, Mugire bin Şu'be, Huveyt bin Abduluzza.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15183", "len_data": 2205, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.91 }
Kızılcahamam, eski ismiyle Yabanabad, Ankara ilinin kuzey kısmında yer alan bir ilçesidir. E5 Ankara-İstanbul Devlet karayolu üzerindedir. Kızılcahamam, Çubuk, Kahramankazan, Ayaş, Güdül, Çamlıdere ilçeleri ile Bolu ve Çankırı illeri arasında kalır. Dağlık ve ormanlık bir ilçe olan Kızılcahamam, 1712 kilometrekarelik bir alanı kaplar. İç Anadolu ile Karadeniz arasında geçişi sağlar. Köroğlu Dağları ilçenin en önemli dağı, Sakarya Irmağı'nın kollarından biri olan Kirmir Çayı da ilçedeki en önemli akarsudur. Ankara'ya içme suyu sağlayan Kurtboğazı, Eğrekkaya ve Akyar barajları Kızılcahamam Belediyesi sınırları içerisinde kalmaktadır. Tarihçe. Kızılcahamam'da yerleşimin ne zaman başladığı bilinmemekle beraber, ilk çağlara kadar uzanmadığı tahmin edilmektedir. İlk önce Hititlerin daha sonra da sırasıyla Friglerin, Lidyalıların, Perslerin, Galatların, Romalıların ve Bizanslıların hakimiyetinde kalmıştır. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Türkler Anadolu'nun her bir yerine akınlar yapmaya başlamışlar, 1073 yılında Ankara ve civarına gelerek çevreye yayılmışlardır. Oğuz boylarının adlarına Kızılcahamam ilçesinde ve çevresinde sıkça rastlamak mümkündür. Buna göre Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'ya yerleşen Oğuz Türkleri bugünkü bölge insanının kökenini teşkil etmektedir. 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra Selçuklu Devleti Anadolu'ya akınlar yaparak 1073 yılında Ankara ve civarını ele geçirmişlerdir. Selçuklu Devleti'nin yıkılmasıyla beyliklerin hüküm sürmesinden sonra 1356 yılında Osmanlı Sultanı Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa tarafından alınan Ankara ve civarı Osmanlıların eline geçmiştir. 1356 yılından itibaren Ankara Sancağı'na bağlı bir kaza olan Yabanabad'ın ilçe merkezi Demirciören köyü olmuştur. 1880 yılında ilçe merkezi bugünkü Pazar beldesine nakledilmiş ve 1915 yılına kadar buradan idare edilmiştir. Yol güzergahında olması ve şifalı suların bulunması sebebiyle ilçe merkezi 1915 yılında Pazar beldesinden alınarak Kızılcahamam'a taşınmıştır. Ankara yıllıklarında Kızılcahamam ismi Yabanabad olarak geçmektedir. Kızılcahamam için Evliya Çelebi "Seyahatnâme"'sinde,"On gün yaban ovasında gezdik, bu da Engürü (Ankara) sancağı içinde yüz parça mamur köyü olan Subaşılık'tır ve hafta pazarı olan bir ilçedir."diyerek bahsetmektedir. Fosil kayıtları. Anadolu'daki ilk insansı kalıntıları Fikret Ozansoy tarafından Kızılcahamam ilçesinde bulunmuş ve bunlara "Ankarapithecus meteai" adı verilmiştir. Spor etkinlikleri. Kızılcahamamspor, Ankara ilinin yeşil-beyaz renkli köklü takımlarındandır. Gazi Üniversitesi Kızılcahamam MNT Kadın Futbol Takımı, Kadınlar 1. Ligi'nde mücadele etmektedir. Kızılcahamam Güreş Takımı, bazı başarılar yakalamış olup Türklerin "ata sporu" sayılan güreşi ilçede yaşatmaktadır. Ayrıca her yıl ilçe festivallerinde geleneksel olarak yağlı güreş müsabakaları yapılmaktadır. Turizm. Kaplıcalar. Roma döneminden beri kullanıldığı bilinen Kızılcahamam kaplıcaları Türkiye çapında ün kazanmıştır. Kızılcahamam genellikle Soğuksu Millî Parkı, kaplıcaları, otelleri, maden suları, tarihi yerleri ve festivalleri ile tanınır. Termal suları'nın pek çok hastalığa iyi geldiği söylenmektedir. Ankara'ya yakınlığı nedeniyle özellikle hafta sonları çok sayıda günübirlik ziyaretçiyi ağırlamaktadır. Pazar günleri kurulan ilçe pazarında civar köylerden gelen köylüler, getirdikleri yöresel ve doğal ürünleri pazarlarlar. Son yıllarda yapılan büyük oteller kongre ve toplantılara ev sahipliği yapmakta, bu yolla ilçe turizmine büyük katkılar sağlamaktadırlar. Şehitler Ağacı. Türkiye Cumhuriyetinde, 1980 yılından bu güne kadar, görevi başında yaşamını yitirmiş askerleri temsilen, askerlerin künyelerinin asılı olduğu anıt bir sedir ağacı bulunmaktadır. Anıt ağacın önünde 81 ilden getirilen toprak konularak oluşturulmuş Türkiye Haritası vardır. Ulaşım. Kızılcahamam Ankara'ya 79 km, E-89 kara yolu ve TEM otoyoluyla 45 dakika uzaklıktadır. Esenboğa Havaalanı'na ise 1 saat uzaklıktadır. İstanbul'a kara yolu ile uzaklığı da 350 km'dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15187", "len_data": 3994, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.36 }
Tipitip, Kent Gıda Sanayii adlı şirketin 1974 yılından itibaren ürettiği “karikatürlü” bazuka sakız markası ve bu sakızın paketlerinden çıkan karikatürlerin uzun burunlu, büyük gözlüklü, papyonlu, yuvarlak şapkalı çizgi-kahramanı. Karikatür kahramanının yaratıcısı karikatürist Bülent Arabacıoğlu’dur. Karikatürler çok sevilince çizgi filmi de yapılmıştır. İlk Tipitip çizgi filmlerini Şener Şen seslendirmiştir. Maceralarında Tipitip sevimli, neşeli fakat her işi eline yüzüne bulaştıran beceriksiz bir aile çocuğu olarak canlandırılır. Tipitip karakterinin görünümü zamanla değişmiş, papyon yerine kravat takmaya başlamıştır. Tipitip maceralarının yeni kahramanları eşi Tipitoş, oğlu Tipican, kızı Tipicik ve köpekleri Tipitop’tur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15188", "len_data": 733, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.3 }
Avanak Avni, karikatürist Oğuz Aral'ın Gırgır sayfalarında yarattığı ünlü bir çizgi-kahramandır. Oğuz Aral, ofis-boy olarak çalışan Rıza Külegeç adlı çocuktan esinlenerek bu karikatürü yarattı. İlk kez Gırgır'ın Gün gazetesinin yanında günlük ilave olarak verildiği dönemde 23 Mayıs 1973 tarihli 42. sayısında yayımlanmıştır. Avni tipik bir gecekondu mahallesi çocuğudur. Hep ezilir ama hiç boyun eğmez. Bazen hileyle, bazen kurnazlıkla, bazen boyun eğer görünerek hakkını korumaya çalışır. Mahallesindeki iri kıyım Deve Dilaver'den dayak yer, mahalle arkadaşı Leyla'ya ise âşıktır ama derdini anlatamaz, çünkü konuşmayı sökmemiştir henüz. Avanak Avni, 70'li yıllarda Gırgır dergisinin büyük satış rakamlarına ulaşması ile popüler oldu. Avni'nin ünü, Türkiye sınırlarını aşmış; Güney Afrika'daki ırkçı olaylara karşı, Meksika'da ise ABD emperyalizmi karşıtı grupların sembolü olmuştur. Fransa'da AB anayasasına karşı çıkan gruplar da Avanak Avni tipini kullandılar. Avni ODTÜ'de Troçkist gruplar tarafından da siyasal bir eylemde kullanıldı. Oğuz Aral efsane dergi Gırgır'ın zorla el değiştirmesi olayından sonra 1990 yılında Avni mizah dergisini çıkarmaya başladı. Avni dergisi 1996'ya kadar yayınını sürdürdü. Temmuz 2006'dan itibaren Penguen dergisi çizerleri Oğuz Aral'ın anısına Avni'nin karikatürlerinin aynısını kendi kalemlerinden çizmişlerdir. Heykel, 13 Aralık 2018 günü Kurbağalıdere caddesi üzerinde, Kadıköy Belediyesi Karikatür Evi karşısındaki yerinden çalındı. Polisler 16 gün sonra heykeli Şişli'nin Kuştepe mahallesinde buldu. Heykeli çalan Gökmen Turunç verdiği ifadede "Kadıköy'de yürürken heykelin ona gülümsediğini bu yüzden ona koşup sarıldığını ve hiç arkadaşı olmadığı için çaldığını" söyledi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15190", "len_data": 1718, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.43 }
Gırgır Dergisi, 1972'de yayına başlayan, Türkiye'nin en çok satmış kült mizah dergisidir. Tarihçe. İlk önce Gün gazetesinin iç sayfalarından birinde Oğuz Aral tarafından hazırlanan dörtte bir sayfa boyutunda bir köşe olarak yayına başladı. Daha sonra okuyucunun ilgisi ve talebinin artmasıyla önce yarım sayfa, sonra tam sayfa, en son da gazete içinde arkalı önlü yaprak halinde ilave olarak verilmeye başladı. 13 Ağustos 1972'de, Gün gazetesi tarafından verilen ücretsiz ilave bir dergiye dönüştü, bu hızlı büyümenin sonunda 1973'te Haldun Simavi’nin isteğiyle, bağımsız bir dergi oldu. 1973-1989. Oğuz Aral'ın mizah yönetmenliğinde yayına başlayan Gırgır eski kuşak çizerlerden kopup kendi çizer kuşağını kendisi yetiştirdi. İlk yıllardaki sloganı; Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser. Her derde devadır, gırgır da gırgır idi. Dergi, kendisinden önceki mizah dergilerinin elitist tavrını terkedip, döneminde "sulu mizah" denilerek küçümsenen, argo, cinsellik ve mahalle hayatını işlekten çekinmeyen bir anlayışa sahipti. Bu anlayış doğrultusunda, yayına başladığı ilk yılın sonunda dergi 45 bin satıyordu. 1978'lerde 280 binlere ulaşan Gırgır, 1981-1983 döneminde 500 bine ulaşan tirajıyla Türkiye'de gelmiş geçmiş en çok satan mizah dergisi oldu ve kendinden sonra gelen bütün mizah dergilerinin tarzını belirleyen bir ekol haline geldi. Rus Krokodil ve Amerikan Mad'den sonra dünyanın en çok satan üçüncü dergisi olduğuna dair bilgi ise muhtemelen bir efsaneden ibarettir. Gırgır kadrosu Gırgır'la aynı zamanda, yine Oğuz Aral ve onun kardeşi Tekin Aral yönetiminde Fırt ve Laklak gibi başka dergiler de çıkardılar. Dönem dönem bazı çizerler Gırgır'dan ayrılarak başka dergiler çıkardılar. 1978'de Engin Ergönültaş ve arkadaşları ayrılıp Mikrop'u çıkardılar. Mikrop kısa zaman sonra kapanınca çizerleri tekrar Gırgır'a döndü. 1985'te Tuncay Akgün, Mehmet Çağçağ ve bir grup çizer ayrılıp Limon'u kurdular. Limon daha sonra Leman'a dönüşerek en çok satan dergi oldu. Fakat bu kopmalar, o dönemde Gırgır'a büyük bir zarar vermediler. 1989 ve sonrası. 1989 ilkbaharında, aralarında dönemin popüler isimlerinden Latif Demirci, Bülent Arabacıoğlu, Hasan Kaçan, Ergün Gündüz, Atilla Atalay, İrfan Sayar ve Abdülkadir Elçioğlu'nun da bulunduğu 20'den fazla Gırgır yazar-çizer dergiden ayrılarak Hıbır adlı yeni bir dergi çıkardı. Aynı yılın kasım ayında Gırgır'ın Simavi ailesi tarafından Gölge Adam lakabıyla tanınan ve aynı isimde bir gazete çıkaran Ertuğrul Akbay'a satılması üzerine, editör Oğuz Aral, yanına hemen hemen bütün çizerleri alıp Gırgır'dan ayrılarak Oğuz Aral'ın Gırgır'daki sevilen tipinden ismini alan Avni dergisini yayımlamaya başladı. Bu olay sonrasında tüm kadrosu değişen Gırgır, aynı ismi taşısa da bambaşka bir dergiye dönüştü. Tirajı kısa zamanda çok düştü. Pek çok çizer bu yeni Gırgır'da çalışıp şanslarını deneyip ayrıldılar. Dergi 90'ların ortalarından itibaren kendi kadrosunu oluşturduysa da eski Gırgır'la alakası kalmadı. İsim hakkı gibi sebeplerden dolayı 1993'te kapanıp yeniden çıktı ise de bu yeni Gırgır da aslında Ertuğrul Akbay'ın 1989'dan sonraki Gırgırı'dır. 16 Mayıs 2015 tarihinden itibaren artık "Sözcü" gazetesi ile bedava verilmektedir. 2017 Şubat ayı içerisinde yayımladığı son sayısında Musa ile ilgili derginin Yazı İşleri Müdürü de olan Seyfi Şahin'in çizdiği karikatürden dolayı 17 Şubat 2017 tarihinde yayıncı kuruluş tarafından basımı durdurulmuş ve çalışanların iş akdine son verilmiştir. Gırgır çizerleri. Son otuz yılın, özellikle 80 ve 90 kuşağının önemli karikatüristlerinin pek çoğu Oğuz Aral'ın Gırgır'ında yetişti.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15191", "len_data": 3618, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.38 }
Alak Suresi (Arapça: سورة العلق), Kur'an'ın 96. suresi ve kronolojik olarak indiğine inanılan ilk suresidir. Sure, 19 ayetten oluşur. Mekke'de indiğine inanılan sure, ismini 2. ayette geçen ve kan pıhtısı, embriyo veya zigot gibi anlamlara gelen "alak" kelimesinden almıştır. İlk beş ayetinin Ramazan ayının son 10 günü içerisindeki tek günlerden birinde, yani Kadir Gecesi'nde indiğine inanılır. Muhammed'in surenin ilk beş ayetini Hira Mağarası'nda iken Cebrail tarafından aldığına ve bu olayın, Muhammed'in ilk vahiy alma deneyimi olduğuna inanılır. Surenin Ikra' (Oku) sözcüğüyle başlaması, Müslümanlara göre bu sözcüğün Allah'ın ilk emri olmasının yanında, İslam'ın okumaya verdiği önemi göstermektedir. Tefsir uzmanları, surenin 9. ayetinden sonraki kısmının Mekkeli pagan Ebû Cehil hakkında indiğini konusunda hemfikirdirler. Ebû Cehil'in Muhammed ve ona inananların Kâbe önünde namaz kılmalarını engellemeye kalkışması sonucu Allah'ın, asıl adı Amr bin Hişam olan Ebû Cehil'e karşı bir eleştirisi ve uyarısı olarak görülmektedir. Surenin meali. Bismillâhirrahmânirrahîm. 1: Yaratan Rabbinin adıyla oku! 2: İnsanı (rahim cidarına) yapışan bir hücreden yaratan 3: Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. 4: Kalemle yazmayı öğretendir. 5: İnsana bilmediklerini öğretendir. 6-7: Hayır! Rabbinin bunca nimetlerine rağmen kâfir insan, kendisini ihtiyaçsız zannetti diye azar. 8: Ama dönüş elbette Rabbinedir! 9-10: Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyen o adamı? 11: Peki, düşündün mü (ey inkârcı), ya o kul doğru yolda ise? 12: Yahut günahtan sakınmaya çağırıyorsa! 13: Düşündün mü (ey Resûlüm), ya o adam hakkı inkâr ediyor, sırt çeviriyorsa! 14: Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmiyor mu o? 15: Hayır hayır! Eğer vazgeçmezse mutlaka onu perçeminden yakalayıp sürükleriz (Onu perçeminden tutup cehenneme atacağız)! 16: O yalancı, günahkâr perçeminden! 17: İstediği kadar grubunu yardıma çağırsın! 18: Biz de zebânileri çağıracağız! 19: Sakın onun isteğine uyma! Secdeye kapan ve Allah'a yakınlaş. Etimoloji. "Alak" ya da "alaka", erkeğin spermiyle döllenmiş dişi yumurtadan bir hafta zarfında oluşan hücre topluluğunun rahim çeperine asılıp gömülmüş şekline denir. Türkçede "alâka" olarak kullanılan kelime de aynı kökten gelir ve "bağlantı", "ilgi" gibi anlamlarda kullanılır. "Muallâk" kelimesi de aynı kökten türetilen ve "asılmış" anlamında kullanılan bir kelimedir. Kelimeye tıbbın gelişmesi ile birlikte embriyo ve embriyonun rahim duvarına tutunması ile bağlantılı olarak verilen yeni anlamlara göre "asılıp tutulan şey" anlamlarında da kullanılır olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15193", "len_data": 2569, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.73 }
Rıza Külegeç, Avanak Avni karakteri için Oğuz Aral'a, Bezgin Bekir karakteri için Tuncay Akgün'e esin kaynağı olmuş mizahçı, kaligraf, karikatürist. Hayatı. Rıza Külegeç henüz 16 yaşındayken ofisboy olarak Gırgır dergisinde çalışmaya başlamış, balon çizeri ve kaligraf olarak çalışmayı sürdürmüştür. Bir süre tiyatroculuk yaptı ve reklam filmlerinde oynadı. Gırgır'a gidişini ve "Avni" tiplemesinin doğuşunu şöyle anlatır: ""16 yaşındaydım ve lise öğrencisiydim, derslerim de pek iyi değildi. O dönemlerde çocukların yaz tatillerinde çalışması gibi bir âdet vardı. Ev sahibimiz gazeteci Ergin Konuksever o zamanlar Günaydın gazetesinde çalışıyordu. Beni aldı Cağaloğlu'na götürdü ve Oğuz Aral'ın yanına bıraktı. Gırgır henüz dergi olmamıştı. Günaydın gazetesinin bir sayfasında yayımlanıyordu. Bir yıl sonra dergi formatında çıkmaya başladı. Serde gençlik var. Ergenlik ve başında kavak yelleri esiyor hâlimi yaşıyorum. O dönemde bütün avanaklıklarımız da ortada duruyordu. Oğuz Aral'ın zekâsı bunu yakaladı ve 'Avanak Avni' tipi böyle doğdu". 2003-2004 yılında oğlu Dağhan Külegeç'in ilk dizisi olan Lise Defteri dizisinde Sinem Kobal'ın canlandırdığı İnci karakterinin babası Rıza'ya hayat verdi. Ünlü karikatürist ve çizer Ergün Gündüz ile beraber çalışmıştır. İlerleyen yıllarda Lombak, Penguen ve Leman gibi dergilerde de çizimler yapmıştır. Ayrıca Külegeç, 2004 yılında Tarkan, Serkan Keskin ve Sinan Çalışkanoğlu ile beraber Opet reklamında oynamıştır. Altan Erbulak'ın kızı Ayşe Erbulak ile evliliğinden Dağhan Külegeç dünyaya gelmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15195", "len_data": 1545, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.1 }
PHP-Nuke, David Norman tarafından yazılıp Francisco Burzi tarafından geliştirilen, web tabanlı bir içerik yönetim sistemidir. Çalışması için sunucuda PHP ve MySQL desteği bulunması gerekir. Sistem tamamen web tabanlı bir kullanıcı arabirimi üzerinden kontrol edilir. PHP-Nuke MySQL dışında mSQL, PostreSQL, PostreSQL_local, ODBC, ODBC_Adabas, Interbase ve Sybase veritabanları ile de çalışır. Ama hız ve PHP ile uyumu açısından MySQL veritabanı tercih edilir. Sistem GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan bir özgür yazılımdır. Son süürüm 8.3.2 ücretsiz olarak indirilebilmektedir. Standart klasörler. PHP-Nuke'un standart klasörleri vardır. Bunlar; admin, language, blocks, modules, includes, images ve themes klasörleridir. 1- admin: Bu klasörün içerisinde links, case, language ve modules klasörleri mevcuttur. Admin klasörü yönetim paneli için gerekli bir paneldir. Yönetim ile ilgili dosyalar burada mevcuttur. links klasörü yönetim menüsünde link oluşmasına yarar. Örneğin links.newsletter.php dosyası yönetim menüsünde Newsletter adında bir link oluşmasını sağlar. language içerisindeki dosyalar ise yönetim menüsü dil dosyalarını içerir. 2- language: Bu klasörün içerisindeki dosyalar sitenin dil dosyalarıdır. Dikkat ederseniz dil dosyaları lang- ile başlar. Bu PHP-Nuke'un standart bir uygulamasıdır. Örneğin Türkçe dilinin dosyası lang-turkish.php, İngilizce dilinin dosyası lang-english.php'dir. Dil dosyaları olmazsa PHP-Nuke hata verir. 3- blocks: Bu klasörün içerisinde site tasarımının solunda, sağında ve ortasında görülen blokların dosyaları mevcuttur. Bütün bloklar siz aktif etmediğiniz sürece görülmez. 4- modules: Bu klasörde sitenin bölümlerini oluşturan klasörler mevcuttur. Her klasör bir bölüm için kullanılır. Örneğin Downloads klasörü Download bölümünün oluşmasını sağlar. 5- includes: Bu klasörde PHP-Nuke'un yukarıda saydığım veritabanları ile çalışması için sql_layer.php dosyası, istatistik için counter.php, sitenizin meta etiketlerini yazabileceğiniz meta.php ve çeşitli amaçlar için yazılmış dosyalar mevcuttur. 6- images: Bu klasörde ise sitenin neredeyse bütün grafikleri saklanır. Örneğin konu grafikleri, yönetim menüsü grafikleri, dil grafikleri, bölümler grafikleri, haberler için gerekli grafikler vb. 7- themes: Bu klasörde sitenin görünümü için gerekli temalar bulunur. Her görünüm ayrı bir klasör içerisinde olur. Temalarla sitenizin görünümünü değiştirebilirsiniz. Böylece siteye yeni bir görünüm kazandırabilirsiniz. 8- db: Bu klasör PHP-Nuke 6.5 ile hayatımıza girdi. Adından da anlaşılacağı gibi veritabanı ile ilgili bazı dosyalar mevcut. Ellenmemesi ve değiştirilmemesi gereken bir klasördür. Blok. Blokları, sitenin sol ve sağ tarafında - ve hatta orta alanda - gördüğümüz kutular olarak tanımlayabiliriz. Yani sitenizin sol tarafında gördüğünüz modules başlıklı alan aslında bir bloktur. Blokların içeriğini bloğun dosyası, başka bir siteden veri ya da veritabanına girilmiş bilgiler oluşturur. Eklenti. Bir eklenti bir modüle ilave özellik kazandırabilir, yönetim sayfasına yeni bir özellik ekleyebilir ya da başlı başına PHP-Nuke'a adepte edilmiş bir sistem olabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15196", "len_data": 3133, "topic": "CODING", "quality_score": 3.35 }