text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Maymunlar Gezegeni (Özgün adı: "Planet of the Apes"),2001 yılı ABD yapımı bir kıyamet sonrası bilimkurgu filmidir. 1968 yılı ABD yapımı aynı adlı özgün filmin yeniden çevrimidir.
Konusu.
Bir uzay seyahatinde kaybolan şempanzesini aramak için yola çıkan ama elektromanyetik bir fırtına içine giren Astronot Leo, (Mark Wahlberg) ana gemi ile irtibatını kaybeder ve zaman içinde bir atlama yaparak bilmediği bir gezegene iniş yapar. Orada maymunlardan kaçan insanlarla karşılaşır ve maymunlar tarafından yakalanır, köle olarak satılmak üzere tutsak edilir. Senatörün kızı Ari (Helena Bonham Carter) tarafından sarışın ilkel kız Daena (Estella Warren) ile birlikte satın alınır. İlk günün akşamında yanına Daena ve ailesini de alarak evden kaçar. Ari ve yakın dostu olan eski General Krull da kaçmalarına yardım eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15198",
"len_data": 813,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 3.23
}
|
Gırgır, İzmir'de 1960'lı yıllarda üretilmeye başlanan bir tür mekanik halı süpürgesinin markası ve sonradan alete verilecek addır.
Mekanik halı süpürgelerinin ilk üreticisi, toza karşı alerjisi olan Melville R. Bissell'dir. 1876'da üretilen bu alet, kısa sürede yaygınlaşmıştır. İzmirli sanayici, Göztepe Kulübü'nün eski başkanlarından Tacettin Hiçyılmaz da, bu mekanik halı süpürgesini Türkiye'de ilk kez seri olarak üretmiş ve "Gırgır" adını da kendisi koymuştu. Türkiye'de milyonlarca eve giren bu aletin üretimine son yıllarda son verilmişti. Bir döneme damgasını vuran "Gırgır"ın sahibi Hiçyılmaz 24 Temmuz 2013'te ölmüştür.
1960'lı yıllarda çalı süpürgesinin yerine geçen büyük bir yenilik olduğu için "GırGır" firmanın patentli markası olan "GırGır", bu tür süpürgelere verilen genel bir isim olmuştur ve sözlüğe girmiştir. "GırGır giren eve dırdır girmez", firmanın o yıllarda kullandığı bir reklam sloganıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15208",
"len_data": 918,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Banks çamı ("Pinus banksiana"), çamgiller (Pinaceae) familyasından anavatanı Kuzey Amerika Kanada’nın batısı, Kayalık Dağları ve Birleşik Devletler olan bir çam türü.
Büyük bir ağaç değildir, 9-22 m’ ye kadar boy yapar. Bazen çalı formundadır. Bu çam türü kumlu topraklarda veya kayalık yerlerde görülür. Kozalaklar uzun yıllar kapalı kalır. İğne yapraklar ikili, sarımsı yeşil ve 2–4 cm uzunluğundadır. Kozalaklar 3–5 cm uzunluğunda, küçükçedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15213",
"len_data": 446,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.6
}
|
Piknik, karikatürist Piyale Madra'nın 1982 yılında yarattığı kedi çizgi kahramandır.
Piknik çizgi bantları, 1982'de Milliyet gazetesinde başladı; 10 yıl boyunca Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı. 1992 yılında Türkçe ve İngilizce olarak kitaplaştı. Yayın hakları İspanyol televizyonu Canal Metro tarafından satın alındı. Derviş Pasin yönetiminde çizgi film olarak hazırlandı ve TRT'de yayımlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15215",
"len_data": 395,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.15
}
|
Halep çamı ("Pinus halepensis"), Pinaceae (çamgiller) familyasından Akdeniz bölgesine özgü bir çam türü.
Akdeniz ve Batı Asya: Fas, Cezayir, Tunus, Libya, İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan, Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk, Karadağ, Bosna Hersek, Hırvatistan, İtalya, Malta, Fransa ve İspanya'da yayılış yapar. Akdeniz'de Fas ve İspanya'dan Yunanistan'a ve Libya kıyılarında Jabal al Akhdar'da ve İsrail, Ürdün, Lübnan ve Güneybatı Suriye'de görülür.
Ağaçlar 15–25 m boyunda olur ve 150 cm çap yapar. Genellikle olgun ağaçlarda yuvarlak veya düz tepeli ince bir taç oluşturacak şekilde bölünmüş tek yuvarlak gövdeli, düzensiz yatay, kalkık dallar, taç formu genellikle rüzgarla şekillendirilir, özellikle denize yakın yerlerde bulunur. İlk önce yumuşak gümüşi gri renkte kabuk, daha sonra mor-kahverengiye dönüşür, boylamasına olukludur ve pullu tabaklara bölünür. Dallar pürüzsüz, hafif çıkıntılı, gri-yeşildir. Kış tomurcukları konik, 8 mm uzunluğunda, pullar saçaklı ve çoğu zaman reflekslidir. 2 (–3) 5–12 cm × 1 mm demetteki iğne yapraklar, bükülmüş, kenarlar ince testere dişli, tüm yüzeylerde stomalı, dallar boyunca oldukça seyrek dizilmiştir. Yaprak demeti kılıfı kalıcıdır ancak kırılgandır. Kalın tohum kozalakları, pullu çiçek kümesi sapı, olgunlaşınca oval; kolye şeklinde, 6–12 × 4–7 cm, simetrik, kırmızıdan mor-kahverengiye, tek başına veya 2–3'lük halka halinde bulunur. Kozalakların olgunlaşması 3 yıl alır ve daha sonra dallarda uzun süre kalır. Kozalak pulları parlak, sarı veya kırmızı-kahverengi, yaklaşık 2.5 x 1.5 cm, kozalaklarının tohum taşıyan pullarının kaidesindeki çıkıntı (apofiz) baklavamsı (rombik); düz veya hafif kalkık ve omurgasız, dikensizdir. Tohum 5–6 mm uzunluğunda kanatları 2,5 cm kadardır.
Halep çamı, genellikle kızılçam ("Pinus brutia") ile ilişkilendirilen ve çoğunlukla Batı Akdeniz bölgesinin kıyı bölgelerinde bulunan, hızlı büyüyen bir kozalaklı ağaçtır. Kuzey Afrika'daki en önemli orman türüdür ve Güney Fransa ve İtalya'da büyük ekolojik öneme sahiptir. Düzensiz şekli ve düşük odun kalitesi nedeniyle, tür özellikle ormancılık endüstrisinde kullanışlı değildir; ancak kağıt hamuru ve kağıt endüstrisinde ve ayrıca yakacak odun yapımında kullanılmaktadır.
Ağaç, dağılım alanında su sızmasını iyileştirme, kuru yamaçlarda toprak erozyonunu önleme ve rüzgar siperi görevi yapma gibi belirli ekosistem hizmetleri de sunmaktadır. Bu nedenlerden dolayı ağaç, birkaç ağaçlandırma programının anahtarı olmuştur.
Halep çamı, tüm alt tabakalarda ve Akdeniz bölgesindeki çoğu biyolojik iklimde yetişir. Sık orman yangınlarına maruz kalan sıcak bölgelerde iyi yetişen kuraklığa dayanıklı bir türdür. Bu tür yerlerde ağaç, dağlık alanlarda da yetişmesine rağmen, çoğunlukla alçak rakımlara dağılmıştır.
Halep çamı çok geniş bir yayılış alanına (EOO) sahiptir ve başka yerlerde yerel olarak tehdit altında olduğu düşünülse de (Portekiz'de Algarve, İspanya'da Costa Brava) kereste için ekonomik kullanımı en azından doğal habitatında azaldığı için istikrarlı veya belki de genişlemektedir. Tür IUCN Kırmızı listesinde Asgari Endişe olarak listelenmiştir.
Halep Çamı, çalılık ve orman yangınlarının sık görüldüğü Akdeniz kıyılarının daha sıcak kısımlarında yetişir. Buna rağmen, tohum kozalakları sadece yarı serotindir ve güneşin sıcağında ateş olmadığında açılır. Kapalı meşcereler bulunmasına rağmen, daha çok güneşli tepeler ve deniz kıyısına inen yamaçlarda, en yaygın olarak kireçtaşı ve dolomit üzerinde, makilik veya garig bitki örtüsü içinde dağılmıştır. Uzun süre yangının olmadığı meşçerelerde meşe ("Quercus suber", "Q.ilex") istila eder ve sonunda hakimiyet kurar. Muhtemelen insan faaliyetlerinin neden olduğu artan yangın sıklığı, Halep çamına avantaj sağlar. Yükseklik aralığı deniz seviyesinden yakl. 1.700 m (Fas'ta).
Kıyı gelişimi, özellikle turistik konaklama için, yerel olarak yerleşim alanını (AOO) azaltmıştır. Yangınlar genellikle meşcereleri yok eder, ancak türler yangına uyarlanmıştır ve yangınlar çok sık olmadıkça yeniden oluşacaktır.
Çoğu ağacın boyutu ve şekli ve kalitesizliği nedeniyle Halep çamı odunu, kereste olarak çok az değere sahiptir. Şu anda yakacak odun olarak ve kömür yakmak için kullanılır, geçmişte maden aksesuarı, demiryolu traversleri ve telefon direkleri için hizmet ediyordu. Reçine bakımından zengindir ve hala bu ürün için yerel olarak kullanılır; Yunanistan'da bu amaçla tarlalar kurulmuştur. Cadı süpürgeleri bu çamda yaygındır ve Akdeniz ülkelerinde cüce çeşitlerinin kaynağı olabilir; türler genellikle daha kuzey enlemlerde dayanıklı değildir. Kuru yamaçlarda toprak erozyonunu durdurmak ve rüzgar kırmak amacıyla dikilmiştir. Güney yarımkürede kurulmuş olan çiftlikler, bu türün istilasına yol açmıştır; Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika'da Halep çamı artık doğal ve çoğu zaman tür açısından zengin bitki örtüsünün yanı sıra tarım için kullanılan araziyi tehdit eden ciddi bir yabani bitkidir.
Doğu Akdeniz'de, Halep çamı ormanları reçine, yakacak odun ve orman balı üretimi ve ayrıca hayvancılık için önemlidir. "Akdeniz ülkelerindeki reçine toplama faaliyetleri, bazıları geçim sınırlarında çok az yaşayan orman topluluklarının refahında her zaman önemli bir rol oynamıştır. Bazı düşük gelirli bölgelerde, reçine toplama tek güvenilirdi (ve olmaya da devam etmektedir). Ayrıca reçine üreten ormanların çoğu topluluk ormanlarıdır ve üretim faydaları reçine topluluk kooperatiflerine gitmektedir.Bu ormanların bir diğer önemli yönü ise çok amaçlı ormancılığın uygulanması ve reçine toplama dışındaki diğer faaliyetlerin bir arada bulunmasıdır., arıcılık gibi ... Örneğin, bir Halep çamı ağacından elde edilen gelir, ağacın ömrü boyunca reçineden elde edilen gelirin yalnızca % 2'sidir (ortalama büyüklükte bir ağaç, başına 3–4 kilogram reçine üretebilir. Ayrıca, aktif reçine üretimi yapılan ormanlarda orman yangınlarının daha düşük görülme sıklığına sahip olduğu gözlemlenmiştir, bu da komşu toplulukların aktif bir ilgiye sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15219",
"len_data": 5962,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Semih Balcıoğlu (1928, İstanbul – 27 Ekim 2006, İstanbul), Türk karikatürist.
Işık Lisesi'ni ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin grafik bölümünü bitirdi. İlk karikatürünü 1943 yılında Akbaba Dergisi'ndeki Genç Fırçalar bölümünde yayınladı, o günden sonra karikatürü hiç bırakmadı. "Amcabey", "Akşam", "Dünya", "Hürriyet", "Tercüman", "Politika" ve "Yeni Yüzyıl" gazetelerinde çalıştı. "Çarşaf" ve "Çivi" dergilerini yönetti.
Meslek hayatı boyunca 49 ödül kazandı ve Gabrova Mizah Evi'nin yaptığı oylama sonucu dünyanın en iyi 106 çizerinden birisi seçildi. Türkiye'de üç boyutlu ilk karikatürü gerçekleştirdi, 19 kitap yayımladı, 67 kişisel sergi açtı ve Tolentino, Gabrovo, Basel ve Varşova'daki karikatür müzelerinde eserleri yer alır.
1969'da iki arkadaşıyla beraber Karikatürcüler Derneği'ni kurdu ve 7 dönem derneğin başkanlığını yaptıktan sonra 1996'da derneğin onursal başkanı seçildi. 1973-1979 arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın başkanlığında bulundu.
"Güle Güle İstanbul" adlı eseri, İtalya'da "Karikatür Kitapları Yarışması"nda birincilik kazandı. "Kapadokya" adlı karikatür kitabı nedeniyle adı Ürgüp'te bir parka verildi. Ürgüp'te düzenlenen karikatür yarışmasının gelenekselleşmesini sağladı.
1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır; 15 Ocak 2002'de Mimar Sinan Üniversitesi tarafından verilen onursal doktora unvanını aldı. Basın Şeref Kartı sahibi, evli ve bir çocuk babasıydı.
27 Ekim 2006 günü geçirdiği kalp yetmezliği sonucu öldü. Cenazesi İstanbul'daki Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15220",
"len_data": 1559,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.22
}
|
Antioksidan veya yükseltgeme önleyici, yağların oksidasyonunu yavaşlatan madde. Canlılarda, kimyasal süreçler, özellikle oksitlenme, erkin radikallerin oluşmasına neden olur. Yüksek derecede ayıraç olan serbest radikaller farklı moleküller ile kolayca tepkimeye girebilir ve böylece hücrelere, canlıya zarar verebilir. Antioksidanlar serbest radikallerle tepkimeye girerek (onlarla bağ kurarak) hücrelere zarar vermelerini önler. Bu özellikleriyle hücrelerin anormalleşme ve sonuç olarak tümör oluşturma risklerini azalttıkları gibi, hücre yıkımını da azalttıkları için, daha sağlıklı ve yaşlılık etkilerinin en az olduğu bir yaşam yaşama şansını yükseltir.
Antioksidanların tarihi.
Sentetik antioksidanların gıdalardaki kullanımı 1940'lı yıllarda BHA ve gallik asidin esterlerinin oksidasyonu önlediklerinin anlaşılmasıyla başlamıştır. Demir ve bakır gibi geçiş metallerinin zararlı etkileri sitrik asit (CA), etilendiamintetraasetikasit (EDTA) veya onların türevlerine metal deaktivatör veya şelat ajanı olarak etki ettikleri ondan sonra bulunmuştur. 1954'te ABD'de BHT'nin gıdalarda kullanılmasına müsaade edilmiştir. Tersiyer bütil hidrokinon (TBHQ) 1972'de ticari ölçüde kullanılmaya başlamıştır. Sentetik antioksidanların muhtemel karsinojenik etkileri büyüyen bir tepkiye neden olmaktadır. Böylece Japonya ve çok sayıdaki diğer ülke BHA'nın gıdalarda kullanılmasına izin vermemektedir. TBHQ'nun da Kanada, Japonya ve Avrupa ülkelerinde kullanımına izin verilmemektedir. Bu yüzden sentetik antioksidanların yerine doğal antioksidanların kullanımı için genel bir istek mevcuttur.
Antioksidan türleri.
Antioksidan özelliği keşfedilen birçok farklı madde vardır. Bu maddelerin bir kısmını diyetimizde (özellikle bitkilerden) alırken, bir kısmını vücut kendisi, serbest radikallere karşı bir savunma sistemi olarak üretir. Vücudun serbest radikallere karşı savunma olarak ürettiği antioksidanlar; katalaz, glutatyon peroksidaz ve SOD (superoksit dismutaz) gibi enzimlerdir.
Vücuda doğal besinlerden alınan antioksidanların dışında, son yıllarda bir antioksidan ihtiva eden çok diyet takviye ürünü ve krem çıkmıştır. Her ne kadar şu ana kadar ciddi yan etkiler, olumsuz sonuçlar veya toksisiteler görülmemiş olsa da uzun dönemde bu tür diyet takviye ürünleri ve kremlerin nasıl sonuçlar veya yan etkiler doğurabileceği kesin değildir. Şu da unutulmamalıdır ki, antioksidanlar kanser ve yaşlılık etkilerinin risklerini azaltmakta önemli de olsalar, "sihirli iksir" değildirler.
Antioksidan, oksit giderici her türlü kimyasal maddeye verilen addır, sadece biyolojik sistemlerde kullanılmazlar. Kimyasal işlemlerde ve endüstride kullanılan birçok farklı antioksidan vardır.
Antioksidanların gıdalardaki fonksiyonu.
Belirli bir bileşik, bileşiklerin karışımı veya böyle bileşikleri içeren doğal kaynaklı antioksidanların aktivitesi serbest radikalleri tutabilme, onları bozundurabilme veya singlet oksijeni yakalayabilme kabiliyetlerine veya öteki bileşikleri sinerjist veya metal şelatlar olarak etkilemelerine bağlıdır. Doğal kaynaklı antioksidanlar çok defa çok sayıdaki bileşiğin kombinasyonu olarak bir arada bulunur. Böylece doğal kaynaklı antioksidanların elde edildiği kaynağa bağlı olarak etki şekilleri değişik olabilir ve çok sayıda mekanizma iştirak edebilir.
Gıda katkısı olarak antioksidanlar.
Birçok gıdada ürünü oluşturan bileşikler ile havanın oksijenleri arasında kendiliğinden ortaya çıkan ve otoksidasyon adı verilen tepkimeler oluşur. Her zaman az ya da çok hissedilebilir kalite düşmelerine neden olan bu tür tepkimeler gıda endüstrisi açısından istenmeyen olaylardır. Burada sözü edilen kalite düşmesi renk, koku ve tatta meydana gelen değişmeler ile bazı besin öğelerindeki parçalanmalar ve hatta toksik bileşik oluşturması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Yağ ve yağlı gıdalardaki otoksidasyon olayı, hem beslenme fizyolojisi açısından hem de teknolojik-ekonomik açıdan büyük önem taşımaktadır. Otoksidasyonun fiziksel ve teknolojik yöntemlerle önlenemediği durumlarda antioksidan ve sinerjistler kullanılmaktadır. Sinerjistler antioksidan etkisini arttıran maddelerdir.
Antioksidan grubu katkı maddeleri, sanayide bitkisel ve hayvansal yağ içeren maddelerin üretimi, depolanması, taşınması ve pazarlanması sırasında meydana gelecek otoksidasyondan kaynaklanan zararları önlemede en önemli katkı maddeleridir. Antioksidanlar gıdalarda meydana gelebilecek bozulma ve acımayı da engeller. Bunların önemli özellikleri, ortamda pek az miktarda, binde ve hatta on binde bir oranında bile bulunsalar etkin olmalarıdır. Yağlarda doğal olarak bazı antioksidanlar bulunduğu gibi, yapay olarak elde edilen belirli maddeler de bu işi görür. Doğal antioksidanların en fazla dağılmış ve en iyi bilinenleri tokoferollerdir. En çok kullanılan yapay antioksidanlar ise fenollü olanlardır.
Antioksidanlar, diğer stabilizatörler gibi düşük kaliteli gıda maddesinin kalitesini arttırmaz ve gıdalara herhangi bir yabancı tat ve koku vermez. Ancak bu maddeler, iyi kalitede ham madde, uygun bir imalat tekniği, elverişli ambalajlama ve depolama yöntemleri ile birlikte kullanıldığı ürünün kalitesini korur. Bu maddeler ayrıca, gıdalardaki oksidasyon sorunlarını da ortadan kaldırır. Yağların acılaşmasının bir süre önüne geçen antioksidanlardan başka, yağ bulunmayan besin maddelerinde renk ve kokuları koruyan maddeler de bilinmektedir. Buna karşılık antioksidan özelliği yüksek fakat zehirleyici oluşlarından besin maddelerinde kullanılmayan antioksidanlar da vardır. Bir antioksidanın, besin maddelerinde kullanılmadan önce, sağlığa zararı olmadığı kesin olarak saptanmış olmalıdır. Ayrıca kullanılan antioksidanın adı ve miktarı besin maddesinin etiketinde yazılı olmalıdır.
İyi bir antioksidan aşağıdaki özellikleri taşımalıdır:
Gıdalardaki oksidasyonu inhibe eden doğal olarak oluşan maddelerin orjinleri bitki esaslı ingredientlerdir. Belki de kimyasal değişmeler sonucunda üretilir (örneğin Maillard reaksiyonunun ürünleridir) veya gıda olmayan ingredientlerden ekstrakte edilir. Tavuk gibi hayvanların kaslarında kelat ve serbest radikalleri tutma özelliğine sahip olan bir dipeptit olan carnosine gibi doğal antioksidanları ihmal etmemek gerekir.
En aktif antioksidanlar fenolik ve polifenolik bileşiklerdir. Gıdalarda bulunan fenolik bileşikler fenilpropanoid sınıfı bileşiklerine aittir ve sinnamik asitten türer. Bu bileşikler fenilalanin ve daha az oranda (bazı bitkilerde) tirosinden fenilalanin liaz ve tirosin liazın etkisiyle oluşur. C6-C3 bileşiklerinin malonil koenzim A ile etkileşmesi chalconların oluşmasına götürür ki akabinde asidik ortamda halka meydana gelmesi ile flavonoidler ve isoflavonoidler meydana gelir.
Tokoferoller, karotenoidler ve vitamin C de bitkilerde olduğu kadar hayvansal dokularda geniş çapta bulunan öteki grup bileşiklerdir. Gıdalardaki antioksidanların rolleri oksidasyonu geciktirmek veya kontrol etmektir. Oksidasyon prosesi ve gıdalarda acılaşmanın gelişmesi serbest radikal zinciri mekanizmasına göre başlangıç, tetikleme ve sonlanma adımlarından müteşekkildir. Başlangıç adımında radikaller üretilir ve tetikleme adımında doymamış yağ asitlerinden en az enerji isteyen yerlerden allilik veya diallilik durumdaki hidrojeni çekerek reaksiyona girer. Tetikleme safhasındaki reaksiyonlar zincirleme şeklinde sonlanma reaksiyonlarına kadar devam eder.
Otoksidasyona ilaveten gıdalardaki lipitlerin kalitesi fotooksidatif şartlar altında, lipoksijenazın kolaylaştırdığı prosesler sayesinde veya termal şartlarda (besinlerin kızartılmaları esnasında) zarara uğrar (bozunur). Gıdaların oksidasyonu sonucu oluşan besinlerin çoğu oluşma şartlarına bağlı olmaksızın tabiatıyla birbirine benzerdir. Bu yüzden bütün oksidasyon prosesleri gıda lipitlerinin bozunmaması ve istenmeyen tat ve kokunun oluşmaması için kontrol edilmelidir.
Antioksidanların sistem ve hidrofobiyete bağımlılığı.
Farklı antioksidanların değişik oksidasyon şartları altında değişik lipid sistemlerindeki aktiviteleri üzerinde çok sayıda araştırma yapılmıştır. Porter, yüzeyi miktarına göre düşük (kütle yağ) gıda sistemlerinde PG, TBHQ ve Trolox C gibi yüksek hidrofilik-lipofilik balanslı (HLB) polar antioksidanların BHA, BHT ve tokoferoller gibi lipofilik antioksidanlardan daha etkili olduklarını ileri sürmüştür. Aksine yüzey alanının hacme oranı yüksek gıdalarda (yağın sudaki emülsiyonları gib) düşük HLB'li lipofilik antioksidanlar yüksek etkilidir. Trolox C (6-hidroksi-2,5,7,8-tetrametilkroman-2-karboksilikasid)'nin antioksidan aktivitesi α-tokoferole göre kütle halindeki yağlar için daha iyiyken, yağ-su sistemlerinde bu ikincisi daha iyidir.
Gıdalardaki doğal antioksidanlar.
Hem epidemiolojik hem de klinik çalışmalar tahıl, meyve ve sebzelerdeki fenolik antioksidanların soya fasulyesi gibi belirli gıdalarca zengin diyetlerle beslenenlerde görüldüğü gibi dejeneratif ve kronik hastalıkların şiddetini azalttıklarına dair deliller bulmuştur. Birçok gıdalarda bulunan doğal antioksidanlar komposite gıdalarda stabilizatör olarak kullanılabildikleri gibi ekstakte edilerek diğer gıdalara da katılabilir. Örneğin yulaf ve amaranth yağı tokoferoller ve squalen gibi antioksidanları yüksek miktarlarda içerir. Bu yağlar belirli öteki yağlara ilave edilerek onları stabilize eder. Çay, rosemary ve adaçayı çeşitli gıdalarda oksidasyonu kontrol etmek amacı ile kullanılabilir. Karışık tokoferoller kadar tokoferollerin lesitin ve askorbik asit ile kombinasyonları büyük miktarlardaki yağların, emülsiyonların ve öteki ürünlerin oksidasyonlarını geciktirmek amacıyla kullanılabilir.
Baharat ve otlar.
Baharat ve otlar, çok eski zamanlardan beri lezzet artırıcı maddeler olarak kullanılmasına rağmen antioksidan aktiviteleri ilk defa 1943'te Dubois ve Tressler tarafından açıklanmıştır.
Çay ve çay ekstraktları.
Çay, polifenolleri yüksek miktarda içeren ender maddelerden biridir. Yeşil çay yaprakları kuru bazda %36 oranında polifenolleri içermektedir. Kateşin ve epigallokateşin yeşil çayda çok bulunan polifenollerdir.
Kuruyemişler.
Kuruyemişler, sağlıklı yağlar, proteinler ve antioksidanlar bakımından zengin besinlerdir. Başta ayçiçeği çekirdeği olmak üzere kabak çekirdeği, fındık ve fıstık yüksek oranda E vitaminine sahip olan kureymişlerdir. Ancak çiğ ve kavrulmuş versiyonları arasındaki besinsel farklılıklar, tüketicilerin dikkate alması gereken bir konudur. Bademin işlenme süreçleri ve ORP değerleri (Oxidation Reduction Potential) bu konunun anlaşılması için yardımcı olabilir:
Kavrulmuş kuruyemişlerle ilgili farklı sonuçlara uluşan araştırmalar da vardır. 2022'de yapılan bir araştırmada, kavrulmuş fıstıkların daha fazla antioksidan E vitamini içerdiği, çiğ fıstıkların ise başka bir antioksidan türü olan karotenoidlere daha fazla sahip olduğu tespit edildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15223",
"len_data": 10698,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4.12
}
|
Mekke ya da Mekke-i Mükerreme (Arapça: مكة veya مكة المكرمة), bugünkü Suudi Arabistan'nın tarihi Hicaz'ında Mekke Bölgesi'nin yönetim merkezi olan şehirdir.
Mekke, Arap Yarımadası'nın batısında bulunan eski Hicaz bölgesinde ve Kızıldeniz'in doğusunda yer alır. İslâm dinince en kutsal şehir kabul edilmektedir. Zira İslâm dinince peygamber kabul edilen Muhammed burada doğmuştur. İslâm'ın kutsal kitabı Kur'an'ın burada, Hira mağarasında indirilmeye başlandığına inanılır. Beytullah denilen Kâbe de yine bu şehirde yer almaktadır. Kur'an'da 'şehirlerin anası' "(ummu'l kur'a)" sıfatıyla anılır. Mekke uzun yıllar boyunca Muhammed'in soyundan gelen ve "sharif" olarak adlandırılan liderler tarafından yönetilmekle beraber 1925 yılından itibaren İbn Suud yönetimi altına girmiştir. Bu modern dönemde çok hızlı büyüme göstermiş olan şehir, dünyanın en uzun 4. yapısı olan ve "Mekke Kraliyet Saat Kulesi Oteli" olarak da bilinen Ebrac el-Beyt'e ev sahipliği yapmaktadır. Ancak şehrin Suud Ailesi altında bu kadar hızlı büyümesi Ecyad Kalesi gibi pek çok tarihi yapıya ve şehrin kültürel dokusuna zarar vermiştir. Günümüzde her yıl yaklaşık 15 milyon Müslüman tarafından ziyaret edilen kent Riyad ve Cidde'den sonra ülkenin 3. büyük kentidir. Gayrimüslimlerin şehre girmesi yasaktır.
Etimoloji.
Mekke'nin bilinen en eski ismi Bekke ( ) olmaktadır. Bu ismin aynı Mekke'de olduğu gibi etimolojisi bulunamamıştır.
Akademik camiadaki oy birliğine varılamayan bir iddia ise, Batlamyus tarafından isimlendirilen ""Macoraba"nın Mekke olması üzerinedir. Birçok etimolojik köken önerilmiştir, ancak en uygun olanı, "tapınak" anlamına gelen Eski Güney Arapça "MKRB""den dönüşmesidir.
Dilbilimciler Mekke ile Bekke'nin aynı şeyi ifade ettiğini kabul etmekle beraber, Bekke isminin o bölgenin yakınlarında bulunan vadiyi belirtmek için eski zamanlarda kullanıldığı genel görüşüne sahiplerdir. Bazı İslami akademisyenler Mekke'nin, hem şehir hem de Kabe'yi karşılayan bir isim olduğunu belirtmiştir. Diğer bazı kaynaklar da Mekke'nin, Harem'in tamamını kapsayan kısmına dendiğini, Bekke'nin ise bu mescidin ayrı bir ismi olduğunu belirtmiştir.
Tarihçe.
İslami rivayetlere göre.
Kabe ile ilgili, Arapların küp şeklinde yapılan ve İslam öncesi Arabistan'da oldukça yaygın olan put evlerine Kabe adını verdikleri biliniyor. Bu yapılar ve putların İslamlaşma döneminde tahrip edilmesiyle Müslümanlar arasında başlangıçtan bu yana sadece tek bir tane Kabe'nin var olduğu algısı da yerleşmiştir.
İslami efsaneler Kabe'nin inşasını Adem ve Havva hikâyesine ve Nuh tufanında yıkılıp yeniden inşa edildiğine kadar götürür.
Kâbe'nin ilk olarak Adem tarafından yapıldığına ancak Nuh tufanında yıkılan Kâbe'den geriye sadece temellerinin kaldığına inanılır. İbrahim'e Kâbe'nin yeri gösterilmiş, İslam'a göre İbrahim ve oğlu İsmail peygamberler tarafından temelleri yükseltilmiştir.
Hikâyede İbrahim'in ikinci eşi Hacer'den İsmail adında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Fakat ilk eşi Sare bu durumu kabullenemez ve Hacer ile İsmail'in uzaklaştırmasını ister. İsmail henüz bebektir. İbrahim ikisini de alarak Mekke'nin bulunduğu alana getirir ve bırakır. Çorak ve ıssız bir vadide yalnız kalan anne ve oğlu buraya yerleşir. Zamanla ticaret için bu bölgeden geçen Arap kabilesi Cürhümiler, Hacer'in açtığı Zemzem adı verilen su kaynağının yaşanılır hale getirdiği bu yere yerleşerek şehrin ilk sakinleri olur. İbrahim'in daha sonra buraya tekrar gelir ve oğlu İsmail'le birlikte Kabe'yi inşa ederek insanları hacca çağırır. (Bakara; 127) Bu zamandan itibaren Kabe ve Mekke İbrahim'e inananların ibadet, hac ve ticaret merkezi haline gelir.
Erken tarih (Bilimsel tartışmalar).
Kur'anda Mekkenin tarihi Kabe (Beyt-ev)'yi inşa ettiği anlatılan İbrahim'e (MÖ 2000?) kadar gider. Ancak günümüze kadar değişik nedenlerle Mekke'de yapılan kazılarda bu hikâyeyi doğrulayacak arkeolojik veriler ortaya konulamadı.
Mekke'nin erken tarihi tartışmalı bir konudur. Bunun en büyük nedeni İslamiyet'in yükselişinden önce tarihsel kaynaklarda isminin geçmemesi ve bulunduğu bölgede bir şehrin varlığına hiçbir atıf yapılmamasıdır. M.S 106 yılında Roma İmparatorluğu Hicaz'ın bir kısmının kontrolünü ele geçirerek ve Mekke'nin kuzeyinde yer alan"Hicr-Hegra" (Medain Salih) gibi şehirleri yönetmiştir. Batı Arabistan'da Prokopius gibi Romalı tarihçiler tarafından detaylı araştırma ve tasvirler yapılmış, buna rağmen Mekke ismine ve Mekke'nin bulunduğu bölgede gerçekleştirilen herhangi bir Hac ve ticaret faaliyetine rastlanmamıştır. Mekke'nin dış kaynaklarda ilk ortaya çıkışı M.S. 741 yılında "Bizans-Arap Günlükleri" adlı yapıtta gerçekleşmiştir. Ancak bu yapıtta yayımcı şehrin Hicaz yerine Mezopotamya'da bulunduğunu yazmıştır.
İslamın erken tarihlerinde yazılan eserler konum belirlemekten uzaktır; Süryani yazar John bar Penkaye Mekke'den çölün çok uzaklarında ifadesiyle bahseder. John Damascene de 746'da Mekke'den çölde bir yer olarak bahseder.
Mekke'nin bulunduğu bölgedeki çevresel faktörler (aşırı sıcaklık, kuraklık) ve Batı Arabistan hakkındaki Roma, Fars ve Hint kaynaklarında bahsedilmiyor oluşu Patricia Crone ve gibi pek çok tarihçinin Mekke'nin tarihte önemli bir ticaret ve hac merkezi olduğu iddiasını desteklememesine yol açmaktadır.
Batlamyus (MS 100-170) Arabistan'da bulunan 50 şehrin bir listesini yayınlamış ve liste "Macoraba" adlı bir şehri içermiştir. Batlamyus'un bahsettiği Macoraba'nın gerçek Mekke olduğu konusunda modern bilimde genel bir fikir birliği olmasına rağmen, bazı bilim adamları bu sonucu sorguladılar. Bowersock, "Macoraba"nın "Mekke" olduğu ve ardından onu yücelten Aramice sıfat rabb (büyük) olduğu teorisiyle birinci görüşü destekliyor. Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus da Batı Arabistan'ın çoğu tanımlanabilen birçok şehrini saydı. Bowersock'a göre, O Mekke'den "Geapolis" veya "Hierapolis" olarak bahsetti; ikincisi, potansiyel olarak Kabe'nin kutsal alanına atıfta bulunan "kutsal şehir" anlamına gelir.
Revizyonist İslami araştırmalar ekolünden Patricia Crone, "açık gerçek şu ki Macoraba adının Mekke'ninkiyle hiçbir ilgisi yok, Batlamyus O’ndan Moka adıyla bahsediyor olsa bile O Arabea Petraea'da bir kasabadır” diyor.
Modern veriler kullanarak Mekke ile çağrışım yapan antik yer isimlerini Mekke ile eşleştirme eğiliminde çalışmalar ve bu çalışmaları yanlışlayan araştırmalar günümüzde de devam etmektedir. Dan Gibson Arabistan'ın eski haritaları üzerinde yaptığı değerlendirmelerde Batlamyus'un Dünyanın büyüklüğünü olduğundan küçük ve Arap yarımadasını da daha kısa ve çarpık tasvir ettiğini, bu düzeltmeler yapıldığında, haritada yer alan Irmak yerleri gibi diğer belirleyici unsurları yerine koyduktan sonra Macoraba'nın yerinin daha da güneye kaydırılması gerektiğini ifade ediyor. Ona göre bu düzeltmeler yapıldığında Macoraba "Mahabishah" ile eşleşmektedir.
Öte yandan haritalı Coğrafya'nın hayatta kalan en eski el yazmaları, 12. yüzyılın sonlarında Bizans'tan gelmektedir. Batlamyus'un kendi haritalarını çizdiğine dair somut bir kanıt yoktur. Bunun yerine, coğrafi verileri daha sonraki harita yapımcılarının uyarlamasına izin veren bir dizi sayı ve diyagram kullanarak dijital biçimde iletti. Ancak başlangıç meridyenini sağlam bir şekilde belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar hatalıdır. Bu haritaların Batlamyusa referans veren çok daha sonraki yüzyıllara ait sürümlerinde Macoraba ve diğer yerleşimlerden bahsedilmektedir.
Muhammed Dönemi.
İslam'a göre İsmail'in soyundan geldiği düşünülen ve şehrin en soylu ailesi olarak görüldüğüne inanılan Kureyşoğulları'na mensup olan Muhammed 571'de burada doğmuştur. İslâm dinine göre 40 yaşına kadar burada yaşadıktan sonra Mekke yakınlarındaki Hira Mağarası'nda Kur'an kendisine indirilmeye başlanmış ve yine İslamiyete göre en son ilahi din olarak kabul edilen İslam'ı bu şehirde açıklamıştır. İslamiyeti kabul etmeyen Mekkelilerle ve özellikle şehrin ileri gelenlerine karşı 13 yıl boyunca mücadele etmiş, ancak 622 yılında kendisine karşı bir suikast girişimi yapılacağını öğrenmesinin üzerine Ebu Bekir ve Muhacirun ile gizlice evini terkederek Mekke'den "Yathrib" (günümüzde Medine) şehrine göç etmiştir. "(Bknz: Hicret)"
Uzun yıllar Medine'de yaşadıktan sonra, Bedir Savaşı ve Hendek Muharebesi gibi savaşların kazanılması ile güçlenen Muhammed, 630 yılında 10,000 asker ile şehre girmiş ve şehir savaşmadan teslim olmuştur. Şehrin ele geçirilmesinden hemen sonra tüm pagan kültürünün ve dininin simgeleri Müslümanlar tarafından yok edilmiş, şehir islamize edilmiş ve en kutsal şehir olarak ilan edilerek Hac merkezi haline getirilmiştir.("Bknz: Mekke'nin fethi)"
Halifeler devri.
Mekke, halifeler dönemi'nde siyasi yönden sakin bir devir yaşadı. Bu dönemde su baskınlarına uğrayan Kabe için halifeler Ömer ve Osman zamanında çalışmalar yapılarak şehrin yüksek kesimlerine setler inşa edildi.
Emeviler devri.
Emeviler devrinde şehrin imarına hız verilmiştir. Bu dönemde selleri kontrol altına alıp yönünü değiştirmek için büyük kanallar kazılmıştı. Ayrıca, halife Ömer tarafından başlatılıp I. Velid zamanına kadar devam eden istimlaklar ile Kabe'nin çevresindeki saha büyütüldü. Muaviye, kuyular açtırıp suların toplanması için bentler yaptırmış, kurduğu sulama sistemi ile tarıma elverişli sahalar oluşturmaya çalışmıştı.
Yine Emeviler devrinin I. Velid zamanında Mescid-i Haram'ın projesi hazırlandı. Bu proje için Suriye ve Mısır'dan mimarlar getirtilerek günümüzde dünyanın en büyük camisinin inşasına başlandı.
Mekke, Emevîler zamanında bazı siyasi olaylar nedeniyle saldırılara uğramıştır. Yezid'in haksız bir şekilde halifeliğe getirilmesini kabul etmeyen Abdullah ibn Zübeyr mücadelesini Mekke'den yürütüyordu. Bu durum, Suriye ordusunun Hicaz'a gönderilmesine ve Mekke'nin kuşatma altına alınmasına sebep olmuştu. Abdullah İbn Zübeyr bu orduyu mağlup etmiş ve komutanlarının çoğunu da esir almıştı. Daha sonra Mekke'yi tekrar kuşatan Yezid'in ordusu, onun ölüm haberi üzerine kuşatmayı kaldırmıştı.
Mekke'de halifeliğini ilan eden Zübeyr'e Hicaz bölgesinin tamamı, Irak ve Horasan bölgeleri de biat etmişlerdi. Abdülmelik bin Mervan, Emevîler'in yönetimini eline aldıktan hemen sonra, Haccac komutasında bir orduyu Mekke üzerine gönderdi. Zalimiğiyle bilinen Haccac'ın kuşatmasına altı ay direnen Mekke, Abdullah bin Zübeyr'in ölümüyle düşmüştür.
747'de Yemen'den gelen Hariciler Mekke'yi işgal etmişler; 750'deki Abbasî darbesi ile Mekke hilâfet ile birlikte Abbasîler'in eline geçmişti.
Abbasiler devri.
Abbasiler döneminde (750-961) Mekke'nin idaresi hanedana mensup kimselerin elinde kalmıştır. Harun Reşid, Mekke için büyük harcamalar yapmıştı. Ayrıca onun dokuz defa Hac maksadıyla Mekke'ye gitmiş olduğu bilinmektedir. Me'mun devrine gelindiğinde, ortaya çıkan mecburiyet neticesinde, Mekke'nin idaresi Halife Ali soyuna devredildi. Me'mun'un ölümünden sonra Abbasîlerin çöküşü başlamış ve ülke bir anarşi ortamına sürüklenmişti. Otoriteden yoksun kalan kutsal topraklar sık sık kanlı çatışmalara sahne oldu.
Karmatîler fırkasının terör havası estirdiği dönemde Mekke zorlu günler yaşadı. 916 yılından sonra Hac kervanlarının yolunu kapayan Karmatiler, Mekke'ye düzenledikleri bir baskında çok sayıda insanı katlettiler ve Hacerü'l-Esved'i sökerek Bahreyn'e götürdüler (M. 930). Sünnî İslâm'a karşı açtıkları savaşın başarısızlıkla neticeleneceğini gören Karmatîler, Haceru'l-Esved'i geri getirdiler.
Mısır'da Fatimîler devletinin kurulmasından sonra, halife Ali soyundan gelenlerin Hicaz bölgesindeki etkinlikleri arttı. Bu dönemden sonra Mekke idaresi, şerif olarak adlandırılan Ali'nin oğlu Hasan soyundan gelen kimselerin elinde kaldı. Şerifliğin kurulması ile Mekke, nispeten bağımsız bir hayat yaşamaya başlamıştı. 994-1039 yılları arasında şeriflik makamında bulunan Ebu'l-Futuh bir halife gibi hareket etmeye başlamıştı. Şeriflerin idaresinde Mekke önemli bir ilerleme göstererek Medine'yi geride bırakmıştır. Bu arada Fatimîlerin ve Yemen meliklerinin Mekke'ye baskı yaptıkları görülmektedir.
Osmanlı devri ve sonrası.
Mısır'ın 1517'de Yavuz Sultan Selim tarafından ele geçirilmesinden sonra Hicaz bölgesi Osmanlı hakimiyetine girdi. Osmanlılar, şehrin kutsiyetine ve şeriflerin halife Ali soyuna dayanmasından kentin idaresinde bir değişiklik yapmadılar ve kent şeriflerce yönetilmeye devam etti. Onlar, bu dönemde sahip oldukları toprakları Mekke merkez olmak üzere, kuzeyde Hayber'e, Güneyde Hali'ye, doğuda ise Necd bölgesine kadar genişletmişlerdi. Osmanlı hakimiyeti döneminde Mekke, manevi bakımdan sahip olduğu merkezîlik konumundan dolayı sürekli hizmet ve saygı görmüştür. Buğday ihtiyacının karşılanması için Mısır sürekli bir kaynak kabul edilmişti. Ayrıca bilim kurumları ve dini binalar için büyük harcamalar yapıldı.
IV. Murad zamanında hacda çıkardıkları karışıklıklar sebebiyle Şiiler'in hacca gelmeleri yasaklanmıştı. Bu durum Sünni-Şii çatışmalarının Mekke'ye kadar bir yaygınlık kazanması neticesini doğurdu. Ancak, Osmanlı valisinin bu emri uygulama isteğine karşılık, Mekke şeriflerinin bu uygulamalara yanaşmak istemedikleri görülmektedir. Mekke, Vahhabiler'in ortaya çıkışlarına kadar, Zâvi Zayd, Zâvi Berekât ve Zâvi Mesud gibi şeriflerin bitmeyen mücadelelerine sahne oldu.
Necd bölgesinde güçlenen Vahhabiler, 1800'lerden sonra Mekke'yi sıkıştırmaya başlamışlardı. Vahhabiler ilk önce Taif'e saldırmışlardı. Osmanlı valisi Galip Efendi, Vahhabi tehlikesini yok etmek için çareler aradıysa da bunda başarılı olamadı. 1803'te, Emir Mesud komutasındaki Vahhabiler Mekke'yi ele geçirdiler. Medine'de yaptıkları gibi, itikadi yapılarından kaynaklanan bir takım aşırılıklara giriştiler. Galip Efendi, Cidde'ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Cidde'de toparlanan Galip Efendi tekrar Mekke'yi geri almaya muvaffak oldu. Ancak, Vahhabiler'in hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştı.
Hicazdaki Osmanlı hâkimiyetini yeniden tesis etmek isteyen II. Mahmud, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'yı bu işle görevlendirdi (1811).
1813 yılında Cidde'ye çıkan Mehmed Ali, Galip Efendi'nin de kendisine yardım etmesi sonucunda Mekke'yi kolayca ele geçirdi. Vahhabiler direnemeyeceklerini anladıklarından şehri boşaltıp gitmişlerdi. Mehmed Ali Paşa, Galip Efendi'nin görevine son vererek yeğeni Yahya bin Sarur'u şerif atadı. Bundan sonra Mehmet Ali'nin şeriflerin işlerine sürekli müdahalede bulunduğu görülmektedir. Şeriflik için yapılan mücadeleler, İstanbul'un da bu işle doğrudan ilgilenmesine yol açmıştı.
1869'da Süveyş kanalı'nın açılması ile İstanbul'un Hicaz bölgesi'yle doğrudan teması mümkün olmuştu. Şerif Hüseyin, Osmanlıların I. Dünya Savaşı'na katılmasının peşinden İngilizlerle işbirliğine girerek Mekke'de bağımsızlığını ilan etti. Şerif Hüseyin daha sonra kendisini halife ilan etmişti. Ancak buna kimse iltifat etmemişti. İngilizlerin menfaatleri gereği, Hüseyin'i terk edip Abdulaziz bin Suud'a destek vermeleri sonucu Hüseyin yalnız kaldı. Onun 1924'te vefatı üzerine yerine geçen oğlu Melik Hüseyin burada tutunamayarak önce Akabe'ye, oradan da Kıbrıs'a kaçtı. Mekke'yi rahat bir şekilde ele geçiren İbn Suud, 1926'da Hicaz kralı ilan edildi. Peşinden de Necid ve diğer bölgeler de buna dahil edildi.
Konum.
Mekke, Suudi Arabistan'ın batısında, Kızıldeniz'in 80 km. kadar doğusunda yer alır. Coğrafi olarak ise Yengeç dönencesi'nin güneyinde, 21° 30' enlem ve 40° 20' boylamları arasında bulunmaktadır. Şehir, Taif'in 100 km. batısında, Cidde'nin 80 km. doğusunda ve Medine'nin 400 km. güneyindedir.
Nüfus ve idari yapı.
Mekke'nin 28 Nisan 2010 tarihi itibarıyla resmi nüfusu 1.534.731'dir. Bu nüfusun büyük çoğunluğunu Araplar oluşturmakla beraber özellikle 1950'den sonra petrol gelirlerinin sağladığı refah ile kente özellikle Orta Asya, Güney Asya, Güneydoğu Asya, Orta Doğu ve Afrika'dan işgücü amaçlı göçler olmuştur. Günümüzde özellikle müslüman Güneydoğu Asyalılar ve Afrikalılar kentte hizmet sektörlerinde çalışmaktadır.
Mekke'ye gayrimüslimlerin (müslüman olmayanlar) girişine ve şehirde ikametine izin verilmez. Suudi yasalarına göre bu suçtur. Ama pek çok kişi müslüman olduğunu beyan ederek hac ibadetini izlemek için şehre gelir.
Coğrafi yapı ve iklim.
Mekke, doğu tarafındaki Ebu Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar arasında güneye meyilli dar bir vadide, adı geçen dağın eteğinde bulunmaktadır. Bu vadi bir yay şeklinde aşağılarda Kızıldeniz'e doğru yönelmektedir. Burası Arabistan'ın Tihâme ve Necid bölgeleri arasında bir set oluşturan Hicaz dağları'nın iki boğazının kesiştiği noktadır. Kabe ve onu çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında bulunur. Hemen yanında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide şehrin kurulduğu kısım "Batın-ı Mekke" olarak adlandırılmakta, Mescid-i Haram'ın bulunduğu çukur yere ise "el-Batha" denilmekteydi.
Mekke oldukça kurak ve sıcak bir çöl iklimine sahiptir. Diğer Suudi Arabistan şehirlerinin aksine kışları sıcaklıklar biraz gerilese de yıl boyunca yüksek değerlerde seyreder. Mekke'nin kış aylarında ortalama sıcaklığı gece 17 °C, gündüz 25 °C'dir. Yaz sıcaklıkları ise ortalama 40 °C ila 45 °C derece arasındadır. Yağmur genellikle Kasım ve Ocak aylarında küçük miktarlarda yağar.
Ekonomi.
Mekkenin dolayısıyla Necd ve Hicaz bölgelerinin ekonomisi yıllık hac ve umre ibadetlerine bağımlıdır. Kentin ekonomisinin çoğunluğunu hizmet sektörleri oluşturmaktadır. Çünkü Mekke'nin iklimi ve toprak yapısı tarım ve hayvancılığa uygun değildir. Hac gelirlerini ise hacılardan alınan vergiler ve onların Mekke'de yaptığı harcamalar oluşturur. Örneğin, ülkenin millî havayolu şirketi Suudi Arabistan Havayolları gelirinin sadece % 12'sini hac faaliyetlerinden kazanır. Kentte hacıların transfer ve konaklama hizmetlerini yürüten pek çok firma bulunur.
Şehirdeki diğer ekonomik faaliyetler genellikle petrol ihracatına dayalıdır. Mekke'de faaliyet gösteren az sayıdaki sanayi kuruluşu tekstil, mobilya ve mutfak eşyaları üretimi üzerine çalışır.
Ulaşım.
Şehir her yıl dünyanın değişik ülkelerinden milyonlarca hacının ziyaret ettiği büyük bir merkezdir. Bu sebeple havayolu ulaşımı gelişmiştir. Mekke'de havalimanı bulunmaz. Bu sebeple tüm havayolu taşımacılığı Cidde'deki Kral Abdulaziz Uluslararası Havalimanı üzerinden yapılır.
Şehrin Kızıl Denize kıyısı da olmadığından tüm deniz ulaşımı yine Cidde'deki denizlimanı üzerinden sağlanır.
Şehrin çevresindeki diğer şehirlerle karayolu bağlantısı iyi durumdadır. Mekke'nin hava ve deniz yoluyla gelen hacıların ulaşımı için Cidde ile, hacıların diğer bir ziyaret noktası olan Medine ile ve başkent Riyad ile gelişmiş otoyol bağlantıları vardır. 5 hatta toplam 18 km. uzunluğundaki Mekke Metrosu ise 2010'da hizmete girmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15224",
"len_data": 18471,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.81
}
|
Behiç Ak (1956, Samsun), Türk karikatürist, yazar ve belgesel film yönetmenidir. Behiç Ak, Yıldız Üniversitesi ve İTÜ'de mimarlık öğrenimi gördü. 1982'den beri karikatür çizmekte olan Behiç Ak, Cumhuriyet Gazetesi’nde "“Kim Kime Dum Duma”" adlı çizgi bandı çizmektedir. Türkiye ve farklı ülkelerde sergilenmiş Tiyatro oyunları yazmıştır. Çocuk kitapları Japonya, Kore, Almanya'da yayımlanmaktadır. 2011'den itibaren Çin'de yayımlanmaya başlayacaktır. 2013 yılın çocuk romanı: "Yaşasın Ç Harfi Kardeşliği"dir.
Çocuk kitapları.
Birçok çocuk kitabı ilk baskısını Japonya'da yapmıştır. Japonya'nın Gakken, Fukiankan Shoten, Kagiusha gibi önemli yayınevlerinden kitapları çıkmıştır. Japonya'da en çok kitabı basılan Türk çocuk kitabı yazarıdır.
Japon çocukları tarafından ilgi ile karşılanan Gakken yayınlarının çıkardığı "Yoiki no Gakhushu" adlı dergide bir yıl boyunca Mau Mio Mi adlı seri çizgi hikâyesi yayınlanmıştır.
Çocuk kitapları Türkiye, Almanya, Japonya ve Kore'de, karikatür bant kitapları Türkiye ve Almanya'da yayımlanmıştır. Karikatürleri Türkiye’nin birçok kentinin yanı sıra Hollanda, Almanya ve İsviçre'de sergilenmiştir.
Diğer kitapları.
Behiç Ak´ın Türkçe Almanca, Almanca İngilizce, Almanca Rusça basılan iki dilli kitapları Almanya'daki 'Anadolu Verlag' yayınevinde çıktı.
Tiyatro oyunları.
Newton Bilgisayardan Ne Anlar
Ayrılık
Fay Hattı
Küçülecek Yer Kalmadı
Tek Kişilik Şehir
Bina
İki Çarpı İki
İmaj Katili
Hastane
Yönetmenlik kariyeri.
1994'te çektiği Türk Sinemasında Sansürün Tarihi - Siyahperde adlı belgesel film çalışması aynı yıl Ankara Film Festivali’nde “En İyi Belgesel Film” ödülünü kazanmıştır.
2012 de, Karikatürleri, Yazıları, Oyunları ve çevre ve mimarlık konularındaki tutarlı duruşuyla TMMOB Mimarlar Odası Mimarlığa Katkı Başarı Ödülü ne layık görülmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15225",
"len_data": 1795,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.95
}
|
Selçuk Demirel (d. 18 Mayıs 1954, Artvin) dünya çapında ün kazanmış bir Türk çizer. Çizimleri Türkiye'nin ve Dünya'nın önde gelen gazete ve dergilerinde yayımlanmış, kitap ve albüm kapakları, afişler hazırlayan, çocuk kitaplarına da çizim yapan Demirel yıllardır Paris'te yaşasa da kişisel sergileriyle Türkiye'ye de uğruyor.
İlk çizimlerini 1973 yılında Ankara Atatürk Lisesi'nde öğrenci iken yayımladı. Daha sonra ODTÜ'de mimarlık öğrenimine devam ederken, Mimarlık Dergisi başta olmak üzere dönemin önemli dergi ve gazetelerinde desenlerini yayınlamayı sürdürdü. 1978'de Paris'e yerleşti. Çalışmalarını Paris'ten sürdüren Selçuk Demirel; Cumhuriyet, Yeni Yuzyil, Kitap-lik P, Milliyet gibi Türk yayımları ile, Fransa'dan Le Monde,Le Monde Diplomatique, Le Nouvel Observateur ve ABD'den The Washington Post, The New York Times, The Wall Street Journal, The Boston Globe, Business Week, SellingPower gibi yayın organlarında sürdürdü.
Çalışmaları kitap illustrasyonlarından, dergi ve kitap kapaklarına; desen albümlerinden, çocuk kitaplarına, kartpostaldan afişe dek çeşitlilik gösterir. 1974'te Akla Kara 1 adlı ilk sergisini açtı. 1981 yılında yayımlanan ilk çocuk kitabı Karga Karga Gak Dedi'den sonra pek çok çocuk kitabı Türkiye ve Almanya, Fransa, Japonya gibi ülkelerde yayımlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15227",
"len_data": 1292,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.21
}
|
Kemal Gökhan Gürses (d. 1964, İstanbul), Türk karikatürist.
Babası, Türk sinemasının en çok film çeken yönetmenlerinden Muharrem Gürses'tir. Atilla Arcan adıyla tanınan komedyen Atilla Gürses'in kardeşidir.
Gürses 1976-1978 yılları arasındaki amatörlük döneminin ardından 1978 yılının ilkbaharında Mikrop dergisinde profesyonel çizerliğe başladı. Daha sonra sırasıyla Gırgır, Fırt, Atmaca (dergi) dergilerinde çizdi. Gençlik ve Toplum dergilerinde sinde hem yazarlık, hem çizerlik yaptı. 1984 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde önce siyaset eki çizerliği, ardından 1993'e dek süren bant çizerliği yaptı.
Gürses'in Cumhuriyet Gazetesi'nde çizdiği bant, "Ağaç Yaşken Eğilir" adını taşımaktaydı. Bu çalışmalarını kitaplaştırmıştır.
Hürriyet Gazetesi için daha sonra TV dizisi de çekilen "Zontelektüel Abdullah" adlı çizgi romanını çizerken, ek iş olarak "Deli" dergisinin kuruculuğunu ve çizerliğini yaptı, Doğan Kardeş’te "Dedem ve Ben" çizgi romanlarını hazırladı.
1997'den itibaren Radikal Gazetesi için "Şu Benim 35 Yaşım" ve "Şu Benim 35 küsur yaşım" adlı çizgi bantlar hazırladı. Bu çizgi bantlarda ilk gençliğini 12 Eylül Döneminde yaşamış, daha sonra tüketim toplumunun bir parçası olmuş bireylerin yaşamını anlattı. Aynı gazetede çizdiği "Obezler" çizgi bandı ile "ötekileştirilen" şişmanların hikâyesini, "Histanbul" hikâyesi ile İstanbul kentini çizdi.
"Kırkından Sonra" adlı çizgi romanında kadın kahraman Aslı ve hayatına giren kırkını aşmış erkekler yoluyla kadın-erkek ilişkilerini, farklı kuşakların yaşamlarını anlatmıştır.
2005 yılında başlayan "Ayşegül Savaşta" adlı çizgi bandında kadın savaş muhabiri Ayşegül'ün maceraları yoluyla Irak Savaşı'nı ve Lübnan'daki gelişmeleri çizgi yoluyla aktardı.
Bu romanı aynı gazetede 2 yıl kadar sürdürdü, 4 yeni hikâye çizdi. Bu onun bu dönemdeki son çizerlik çalışmasını oluşturdu.
Garajistanbul için yazdığı daha önce Cumhuriyet gazetesinde kısa bir çizgi roman olarak yer almış "histanbul"u bu kez oyunlaştırdı.
Bu oyunla 9.Lions Tiyatro Ödülleri'nde "En iyi oyun yazarı" ödülü aldı. Aynı oyun İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri'nde Jüri Özel Ödülü'ne ve En İyi Dekor Ödülü'ne değer bulundu. Kısa bir süre Taraf gazetesinde "Endişeli Modernler" çizgi bandı yayınladı. Son olarak Postacı Yayınları'ndan Gezi Parkı olayları etrafında gelişen ve kör bir fotoğrafçının hikâyesini anlattığı kitabı "Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi" yayınlandı (2013).
Kemal Gökhan Gürses kurucusu olduğu Mucizeler Dükkanı reklam ajansında grafik tasarımcılık ve yöneticilik yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15229",
"len_data": 2513,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.34
}
|
Piyale Gülcügil Madra (d. 1958, Ankara), Türk karikatürist.
Piyale Madra, ortaöğrenimini Ankara'da tamamladı. 1974'te Fransa'ya giderek eğitimini Grenoble Ecole des Beaux-Arts'da sürdürdü. 1977'de D.G.S.A. Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksekokulu grafik bölümünden mezun oldu. Grafik çalışmalarını 1981'de Stokholm'de sürdürdü.
Piyale Madra, 1982'de Milliyet gazetesinde başladığı "Piknik" karikatür dizisi ile tanındı. "Piknik", Milliyet'ten sonra yaklaşık 10 yıl boyunca Cumhuriyet'te yayımlandı. 1992'de ise Türkçe ve İngilizce olarak kitaplaştı.
Piyale Madra'nın ikinci önemli dizisi "Ademler ve Havvalar", 1994'te Yeni Yüzyıl gazetesinde başladı. 1998 yılında Yeni Yüzyıl'ın yayın hayatına son verilmesi ile Radikal'e geçen "Ademler ve Havvalar'ı"n ilk kitabı, aynı yıl Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. "Piknik" de, "Ademler ve Havvalar" da çizgi film oldular. "Piknik", TRT1'de; "Ademler ve Havvalar" ise NTV'de ekranlara geldi. "Piknik," yurt dışına da açıldı. İspanyol televizyonu "Canal Metro," dizinin İspanyolca yayın haklarını satın aldı.
Piyale Madra, Ömer Madra'nın eski eşidir. Kızı Esme Madra da sinema ve tiyatro oyunculuğu yapmaktadır. Ermeni Kırımı ve reddinden dolayı başlatılan Özür diliyorum Kampanyası'na eşi ile beraber destek verdi.
Babası Mustafa Gülcügil içişleri bakanlığı yapmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15230",
"len_data": 1312,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.38
}
|
Şirk ( شرك) İslam'da, Allah'a ortak koşma anlamına gelen bir kavramdır. Kur'an'a göre en önemli iman sorunu olan şirk, Allah'a ortak koşmak, Allah'tan başka ilah olduğuna inanmak ve ona tapmak anlamlarına gelir. Şirk eyleminde bulunanlar "müşrik" olarak isimlendirilir.
Kelamcılar (İslam akaid felsefecileri olan) yaratılmış olanların, "Kadir-i Mutlak" olan Allah'ın sıfatlarından gaybı bilme, yaratma, alemde tasarruf etme, hidayete erdirme ve saptırma gibi özelliklerin başka insanlara, tanrılara, melek, cin, şeytan ve sâireye atfını şirk olarak nitelendirirler.
Bunun tersi bir kavram olan antropomorfizm ise Allah'a uluhiyete uygun olmayan vasıflar atfedilmesidir. Bu kapsamda kelamcılar Kur'an'da geçen antropomorfik ifadeleri müteşâbihat olarak değerlendirirler. Müteşâbihatın Kur'an'da yer almasının gerekçesi olarak, insanların kullandığı dillerin, müteşâbih ifâdelerin ötesindeki hakikî anlamları aynen ifâde etmekten âciz olması olarak açıklanır. Müteşâbih kavram Al-i İmran 7 ayetinde şöyle açıklanmaktadır;Sana kitabı indiren O’dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. Yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar. (3:7)
Kur'an ayetlerinde şirk kavramı.
Kur'an'a göre Allah'a şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Kur'an'da bununla ilgili çok âyet vardır. Bunlardan bâzıları:
"De ki: 'Allah doğru söyler. Hepiniz İbrahim'in yoluna tertemiz olarak uyun. O, müşriklerden değildi."
"Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler"
"Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur."
"Allah'la birlikte hahamlarını ve râhiplerini de rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet etmemeleri emredilmişti. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır."
"Oysa yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı, yer de gök de bozulup giderdi. Hükümranlığın sahibi olan Allah, onların nitelemelerinden çok yücedir."
"Allah asla evlat edinmedi. O’nun yanı sıra hiçbir tanrı da yoktur. Öyle olsaydı her tanrı kendi yarattıklarını yanına alır ve onlardan biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı. Allah o müşriklerin isnat ve nitelendirmelerinden münezzehtir."
Çeşitleri.
Şirkin çeşitleri konusunda bazı yorumlar yapılmıştır.
"Allah da şöyle buyurdu: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir İlâh’dır; onun için yalnız benden korkun."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15231",
"len_data": 2776,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.08
}
|
Karikatürist Piyale Madra'nın çizdiği karikatür bandı.
Bantta, insanların ilişkilerindeki zayıflıkları karikatürize edilir. 1994'te Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımlanmaya başlayan dizi, 1998'de gazete kapanınca Radikal gazetesinde devam etmiştir. Kitap olarak 3 serisi yayınlandığı gibi çizgi filmi de yapılmış ve NTV'de yayımlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15232",
"len_data": 334,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.29
}
|
Selçuk Erdem (d. 1973, Eskişehir), Türk karikatürist.
Profesyonel çizerliği 1990'da Limon dergisinde başladı. Leman ve L-manyak dergilerinde sanatı daha da gelişti. Leman dergisinden ayrılarak çizer arkadaşları Erdil Yaşaroğlu, Bahadır Baruter ve Metin Üstündağ ile birlikte haftalık mizah dergisi Penguen'i kurdu. Halen Penguen'de çizmeye, aynı zamanda da derginin editörlüğünü yapmaya devam etmektedir. Kahramanları hayvanlar, yeniçeriler, uzaylılar olan karikatürler çizdi. Kişisel web sitesi, Türkiye'nin en çok ilgi çeken mizah sitelerinden biri oldu.
Selçuk Erdem karikatürlerini selçuk erdem karikatürler-1 -2 -3, Unplugged -1 -2 ve selçuk erdem 3 isimli albümlerde toplamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15236",
"len_data": 685,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.9
}
|
Bahadır Baruter (d. 1963, Ankara), Türk karikatürist ve ressam.
Lombak karikatür köşesinin çizeri, L-manyak, Penguen, Lombak dergilerinin kurucularındandır. Yazar Mine Söğüt'ün eşidir.
Yaşamı.
İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra devam ettiği İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ndeki eğitimini tamamlamadı, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'nden mezun oldu.
1990 yılında profesyonel çizerliğe başladığı Pişmiş Kelle Dergisinde üç ay çalıştıktan sonra Limon Dergisine geçti ve Lombak Köşesini çizmeye başladı. Altı aylık bir dönem boyunca aynı zamanda Avni dergisinde de çizen Baruter, Leman'ın kurulmasıyla birlikte bu dergide yaklaşık 12 yıl süresince, Fatih Solmaz ile birlikte hazırladıkları Lombak'ı çizmeye devam etti. Lombak köşesi yayınlanmaya başladığı zamandan itibaren dönemin en beğenilen köşelerinden biri olmuştur.
1996 yılında Leman Dergisi bünyesinde, Selçuk Erdem'le birlikte L-manyak Dergisini çıkardı ve ilk bir yılı Selçuk Erdem ile birlikte olmak üzere yaklaşık 5 yıl süresince bu derginin editörlüğünü yaptı. 1997 yılında Orhan Acar ile birlikte "Komik Şeyler Yayıncılık" isimli şirketi kurdu ve L-Manyak çizerlerinin çizgi romanlarını kitaplaştırmaya başladı. 2001 yılında L-Manyak çizerlerinin büyük bir bölümü ile birlikte Leman bünyesinden ayrılarak Komik Şeyler Yayıncılık bünyesinde L-Manyak'la aynı format ve içerikte, yine Lombak ismini verdiği aylık dergiyi çıkardı. Hemen ardından başlangıçta Lombak'ın eki olan Kemik dergisini bağımsız bir dergi olarak yayınladı. 2002 yılında Leman'dan ayrılan Metin Üstündağ, Erdil Yaşaroğlu ve Selçuk Erdem ile birlikte haftalık Penguen dergisini kurdu. Ortak kurdukları yayınevinden Hayvan edebiyat dergisi ve çizerlerin karikatür albümleri yayınlandı.
Satışların düşmesi ve çizerlerin ayrılıp başka dergiler kurmaları sonucunda 2009'a kadar Hayvan, Kemik ve Lombak dergileri kapandı. Baruter daha sonra Metin Üstündağ, Erdil Yaşaroğlu ve Selçuk Erdem ile birlikte Penguen dergisini çıkarttı.
Penguen dergisinde çizdiği bir karikatürden dolayı "halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağıladığı" gerekçesiyle 1 yıla kadar hapis istemiyle yargılanılması talep edildi.
2012 yılında "Senin Ailen Bir Yalan Yavrum", 2014 yılında "Evim Güzel Evim" adlı iki resim sergisi ve 2015'te "Mukadderat" adlı bir heykel sergisi açtı.
Şu anda Gümüşlük'teki atölyesinde heykel yapmaya devam ediyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15238",
"len_data": 2408,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.01
}
|
Douglas Richard Hofstadter (gen. "Douglas R. Hofstadter", d. 15 Şubat 1945), Amerikalı bir bilim insanıdır. Yaygın olarak 1979'da yayınlanan ("Gödel, Escher, Bach: Ebedi Güzel Bağlantı", Türkiye'de "Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik" adıyla 2001 yılında yayınlanmıştır) kitabı ile tanınır. 1980 yılında kurgu dışı alanda Pulitzer Ödülünü kazanan bu kitap, binlerce öğrencinin bilgisayar bilimleri ve yapay zekâ konusunda meslekler seçmelerine önayak olmuştur.
Hayatı.
Nobel Fizik Ödülü sahibi Robert Hofstadter'in oğludur. 1975'te Oregon Üniversitesi'nden Fizik Doktoru derecesini kazanmıştır. 2005 yılı itibarıyla Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde (Indiana University at Bloomington, IUB) Bilişsel Bilim öğretim üyesidir. Ayrıca Bilim Tarihi ve Felsefesi, Felsefe, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Psikoloji bilim dallarında da bağlantılı profesör olarak görev almaktadır. Burada Kavramlar ve Kavrama Araştırmaları Merkezi'ni yönetmektedir.
İsveççe, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Almanca ve bir miktar Rusça bilen Hofstadter, çok dillidir (GEB'in bazı bölümlerini Rusçaya çevirmiştir). Kaybettiği eşi Carol'a adanmış olan kitabı "Le Ton beau de Marot"'da, kendisini "pi dilli" (3.14159 dilde yetkin) ve "oligoglot" (birkaç dili konuşabilen) olarak nitelemektedir.
İlgi alanları arasında zihnin temaları, yaratıcılık, bilinç, kendine gönderme yapma, çeviri ve matematiksel oyunlar yer almaktadır.
Çalışmaları.
IUB'da Melanie Mitchell ve diğerleri ile birlikte "üst düzey algılama"ya ilişkin bir bilişsel model (Copycat) ve birkaç farklı analoji oluşturma ve kavrama modeli geliştirmiştir. Copycat projesi sonradan Hofstadter ve bazı asistanları tarafından yürütülmekte olan 'Metacat'a dönüşmüştür.
Başlardaki fizik kariyeri haricinde, Hofstadter geleneksel akademik yayınlara makaleler vermektense; fikirlerini kendisine daha geniş ifade özgürlüğü verdiğini düşündüğü kitaplarda derlemeyi tercih etmektedir. Bu nedenle bilgisayar bilimleri üzerindeki etkisi dolaylı olmakta, fikirlerinin tetiklemiş olduğu pek çok araştırma projesi genellikle Hofstadter'e formel referanslar taşımamaktadır.
Scientific American dergisinde Marting Gardner tarafından hazırlanan Mathematical Games (Matematiksel Oyunlar) sütununu, Gardner'in emekliliğinin ardından, Hofstadter "Metamagical Themas" (Sihir hakkında yapılan sihre dair temalar, "Mathematical Games"in bir anagramı) adıyla devralmıştır. Hofstadter, ayrıca "Bu Kitap Hakkındaki Görüşler" kavramını da ("Metamagical Themas"da ortaya atılan bir fikir olarak) geliştirmiştir:
Yayınlanmış Eserlerinin Listesi.
Kitaplar.
Hofstadter tarafından yayınlanan kitaplar (ISBN'ler (mümkün olduğu durumlarda) İngilizce yayınların ciltsiz baskılarına aittir):
Makaleler.
Hofstadter'ın pek çok makalesi arasında aşağıdakiler yer almaktadır:
Katkıda Bulunduğu Diğer Kitaplar.
Hofstadter önsöz yazarı ya da editör olarak aşağıdaki kitaplara katkıda bulunmuştur:
Öğrencileri.
Hofstadter'ın bazı öğrencileri de sonradan tanınan bilim insanları olmuşlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15252",
"len_data": 2995,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.76
}
|
Abaküs, sayı boncuğu, çörkü veya eski adıyla mihsap, basit toplama ve çarpma işlemleri için kullanılan, aritmetik hesaplamaları yapmaya yardımcı bir alet. Boncukların sayılması şeklinde çalışır. İlköğretim sınıflarında matematik dersine yardımcı olması amacıyla da kullanılır.
Tarihi.
MÖ 2400 yıllarında Çin'de geliştirilen abaküs, denizaşırı ticaret yapan tüccarlar sayesinde Girit ve Miken bölgelerinden Avrupa ve Amerika'ya yayılmıştır. Abaküs, hareketli parçalara sahip olduğu bilinen ilk hesap makinesidir. Arap sayılarının ve sıfır kavramının abaküs yardımıyla geliştirilmesi tarih öncelerine gitmekle beraber, halen dünyanın değişik bölgelerinde günlük ticarette ve özellikle okul öncesi çağdaki çocukların matematiksel zekasını geliştirmek amacıyla kullanılmaktadır.
Çağdaş hesap makinelerinin ve bilgisayarların atası sayılan hesap aygıtı olan Abaküs'te amaç 4 ana matematiksel işlem olan toplama, çıkarma, çarpma ve bölme yapmaktır. Babilliler'in buluşu olan abaküs, yüzyıllar boyunca ticarette büyük önem taşımıştır. Abaküsün temeli Girit ve Miken'e dayanmakta ve ilk abaküs örneklerinin hemen hepsinde Girit ve Miken süsleme sanatından örnekler de bulunmaktadır.
Her boncuk ya da metal topçuğun değeri, büyüklüğüne değil konumuna bağlıdır; belirli bir çizgi üstündeki taşın ya da belirli bir tel üstündeki incinin (boncuğun, topçuğun, vb.) değeri 1, iki tanesi birlikte olunca 2 olur. Bundan bir sonraki tel 10, üçüncü sıradaki tel 100 olarak değerlendirilir. Böylece ikisi 1 değerinde ve biri 10 değerinde üç dizi taş 12'yi, 100 değerindeki bir dördüncü topçuk eklenince de 112'yi gösterir. Yani topçuk ya da boncuğun yeri, değerini belirler ve çok büyük sayılar bile birkaç topçu ya da boncukla gösterilebilir. Topçuklar bir yöne kaydırılarak işlem yapılır; elde edilen değeri silmek, yani topçuğu bir sonraki kullanıma hazırlanmak istenirse, tersi yönünde kaydırmak gerekir. Abak, görünüşte basitliğine karşın, toplama makineleri, elektronik hesap makineleri ve bilgisayarların hazırlanmasına katkıda bulunmuştur.
En iyi bilinen biçimi (Çinlilerin "hesap tepsisi" anlamına gelen Suan Pan'ı) dikdörtgen bir çerçevenin içine gerilmiş teller üstüne inciler dizilmesiyle oluşturulan abak, başlangıçta toprağın içine açılan sıra sıra oluklara dizilen taşlardan oluşmaktaydı. Eski yunan ve Roma abaküsü dikdörtgen oluklu bir tablet idi. Rönesans öncesi avrupasında ise üzerine oluk yerine çizgiler olan bir tablet idi. Daha sonraları, yuvarlak bilye büyüklüğünde metal top ya da boncukların paralel çubuklar ya da teller üstünde hareket ettikleri biçimi almıştır.
Abaküsün italyan ve diğer avrupa tüccarları arasında kullanımdan düşüşü Fibonaccinin büyük eseri Liber Abaci Kitabı ve onun daha kısa ve daha popüler versiyonunda, tüccar babasıyla arap şehirlerine yaptığı gezilerde görüp öğrendiği, kâğıt üzerinde hint-arap rakamlarıyla yazılı yapılan aritmetik işlemlerini anlatmasıyla başlamıştır.
Düzen değiştirici etkenler.
Abaküsün, daha önce kullanılan yalın 2 el ve beşer parmağın yerini aldığı, onun da başparmak ucunun diğer 4 parmağın 12 eklemine dokunarak onikili sayı sistemindeki işlemlerin yerini aldığı düşünülebilir. Abaküsün bu devralmaya olanak veren üstünlükleri, işlemlerin daha büyük sayılarla da yapılabilmesi, el gerektiren bir işlem için ara verildiğinde son sayıyı unutmaması, daha hızlı ve daha kolay anlaşılır olması idi.
Hint-arap rakamlarıyla yazılı yapılan aritmetik işlemlerinin abaküsün yerini almalarına olanak veren üstünlükleri ise şöyle idi: abaküs işlemlerinin sadece sonucu romen rakamlarıyla kaydedildiğinden hesap aşamaları sonradan kontrol edilemiyordu. Bu yüzden bir tüccar hem kâtip hem hesaplayıcı çalıştırmak zorundaydı. Hint-arap rakamları ise sadece kâtip gerektiriyordu ve hesap aşamaları da kaydedilip sonradan incelenip kontrol edilebiliyordu.
Etimoloji.
Latince "abacus" "1. her türlü masa, pano, tabla, 2. hesap tahtası" sözcüğünden alıntıdır. Latince sözcük Eski Yunanca "ábaks, abak-" άβαξ, αβακ- "tabla, masa" sözcüğünden alıntıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15254",
"len_data": 3995,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.91
}
|
Edgar Allan Poe (19 Ocak 1809 - 7 Ekim 1849), Amerikalı şair, yazar, editör ve edebiyat eleştirmeni. Çoğunlukla şiir ve kısa öykü yazdı. Özellikle gizem ve macabre öyküleri ile tanınır. ABD'de ve Amerikan edebiyatında Romantizm akımının önemli figürlerinden biri olmasının yanı sıra ülkesinde kısa öykünün ilk yazarlarından sayılır. Genellikle polisiye türünün mucidi olarak kabul edilmesinin yanında ayrıca yeni ortaya çıkmakta olan bilimkurgu türüne de katkıda bulunduğu öne sürülür. Yaşamını yalnızca yazdıkları ile sürdürmeye çabalayan ilk tanınmış Amerikan yazarı olan Poe'nun yaşamı ve kariyeri ekonomik güçlükler içinde geçmiştir.
Poe Boston'da oyuncu anne-babanın ikinci çocuğu olarak doğdu. 1810 yılında babası ailesini terk etti ve bir yıl sonra annesi öldü. Böylece yetim kalan Poe'yu Richmond, Virginia'lı John ve Frances Allan çifti evlerine aldı. Resmî olarak evlat edinmemelerine karşın Poe gençlik dönemine kadar onlarla birlikte kaldı. Daha sonra, kumar borçları ve Poe'nun eğitim masrafları nedeniyle John Allan ve Edgar'ın arası bozuldu. Poe Virginia Üniversitesi'ne bir yıl devam ettikten sonra parasızlıktan okulu bırakmak zorunda kaldı. Eğitimi için para ayrılması konusunda Allan ile tartıştıktan sonra takma ad kullanarak 1827 yılında orduya katıldı. Bu dönemde, mütevazı de olsa yayımcılık kariyeri başladı. Yalnızca "Bir Bostonlu" olarak imzaladığı "Timurlenk ve Diğer Şiirler" 1827'de yayımlandı. 1829'da Frances Allan'ın ölümünün ardından Poe ve John Allan geçici bir yakınlaşma yaşadılar. Ancak şair ve yazar olmak isteyen Poe West Point'te de başarılı olamayıp ayrılınca John Allan ile ilişkisi de sona erdi.
İlgisini düzyazıya yönelten Poe sonraki birkaç yılını edebiyat dergileri için çalışarak geçirdi ve kendine özgü edebi eleştiri tarzı ile tanındı. İşi nedeniyle Baltimore, Philadelphia ve New York'un de bulunduğu çeşitli şehirlerde yaşamak zorunda kaldı. 1836 yılında Richmond'da 13 yaşındaki kuzeni Virginia Clemm ile evlendi. 1845 Ocak ayında yayımladığı "Kuzgun" şiiri ile büyük bir başarı kazandı. Şiirin yayımlanmasından iki yıl sonra eşi veremden öldü. Yıllar boyunca, sonradan "The Stylus" diye adlandırılan "The Penn" adını verdiği kendi dergisini yayımlamayı planlamıştı ama dergi basılamadan, Baltimore'da 7 Ekim 1849'da 40 yaşında öldü. Ölüm sebebi bilinmemekle birlikte hastalık, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, intihar veya diğer sebeplerden öldüğü ileri sürüldü.
Poe ve eserleri dünya çapında edebiyat üzerinde etkili olmasının yanı sıra edebiyat dışında kozmoloji ve kriptografi üzerinde de etkisini gösterdi. Poe ve eserlerine edebiyat, müzik, film, televizyon ve popüler kültürün tüm alanlarında sıkça karşılaşılmaktadır. Yaşadığı evlerin bazıları müze hâline dönüştürüldü. Mystery Writers of America (Amerika Gizem Yazarları) gizem türü edebiyat dalında seçkin eserlere yıllık olarak Edgar Ödülü vermektedir.
Yaşamı ve kariyeri.
Çocukluğu ve gençliği.
İngiliz doğumlu aktris Elizabeth Arnold Hopkins Poe ile aktör David Poe Jr.'ın ikinci çocuğu olarak 19 Ocak 1809'da Boston'da doğdu. William Henry Leonard Poe adında bir ağabeyi ile Rosalie Poe adında bir kız kardeşi vardır. Büyükbabası David Poe Sr. 1750 yılı civarında İrlanda'dan göç etmiştir. Edgar'ın adı, ebeveyninin 1809'da birlikte oynadığı William Shakespeare'in "Kral Lear" oyununun karakterlerinden birinden gelmiş olabilir. Babası aileyi 1810 yılında terk etti, annesi de bir yıl sonra veremden öldü. Tütün, kumaş, buğday, mezar taşının yanı sıra köle ticareti de yapan ve Richmond, Virginia'da yaşayan İskoç kökenli John Allan, Edgar'ı evine aldı. Allan ailesi resmî olarak Poe'yu evlat edinmemişler ama "Edgar Allan Poe" adını onlar vermişlerdir.
Allan ailesi 1812'de Poe'yu Episkopal Kilise'de vaftiz ettirdi. John Allan üvey oğlunu bir yandan şımartırken bir yandan da katı bir disiplin uyguluyordu. Aile 1815'te Büyük Britanya'ya gittiğinde Poe kısa bir süreliğine John Allan'ın İskoçya'da doğduğu şehir olan Irvine'e yerleşip ilkokula devam etmiş. Daha sonra 1816 yılında Londra'ya dönüp 1817 yılın yazına kadar Chelsea'de yatılı bir okulda okumuş. Daha sonra, Londra'nın 6 km. kuzeyindeki Stoke Newington banliyösunda Rahip John Bransby'in okuluna katıldı.
Poe, Allan ailesi ile birlikte 1820'de Virginia Richmond'a döndü. 1824 yılında Marquis de Lafayette'in Richmond'ı ziyareti sırasında Poe gençlik merasim kıtasında teğmenlik yaptı. 1825 Mart'ında John Allan'ın amcası ve o zamanlar Richmond'un en zengin adamı olduğu söylenen William Galt öldü. Galt mirasında Allan'a $750,000 değerinde olduğu tahmin edilen bir miktar arazi bıraktı. 1825 yazında artan serveti sayesinde Allan Moldavia adı verilen iki katlı tuğla bir ev satın aldı.
Poe 1826 Şubat ayında antik ve modern diller üzerine eğitim görmek üzere bir yıl önce açılmış olan Virginia Üniversitesi'ne kaydolmadan önce Sarah Elmira Royster ile nişanlanmış olabilir. Yeni açılan üniversite, kurucusu Thomas Jefferson'ın idealleri üzerine şekillenmişti. Kumara, atlara, silahlara, tütün ve alkol kullanımına karşı katı kuralları vardı, ama bu kurallar genel olarak uygulanmıyordu. Jefferson öğrencilerin kendi eğitim alanlarını seçebildikleri, barınma ihtiyaçlarını kendilerinin ayarladığı ve tüm hatalı hareketlerin fakülte kadrosuna bildirildiği, öğrencilerin kendilerini yönettiği bir sistem kurmuştu. Bu kendine özgü sistem henüz karmaşa hâlindeydi ve okuldan ayrılma oranı çok yüksekti. Üniversitede olduğu dönemde Poe Royster ile olan bağlantısını kaybetti ve kumar borçları yüzünden manevi babasıyla arası açıldı. Poe derslere kaydolmak, ders metinlerini satın almak ve barınacak yer bulmak için Allan'ın kendisine yeterli para vermediğini iddia etti. Allan fazladan para ve elbise göndermesine rağmen Poe'nun borçları arttı. Bir yıl sonra sevgilisi Royster'in Alexander Shelton ile evlenmesinin ardından kendisini Richmond'da iyi hissetmeyen Poe üniversiteden ayrıldı. 1827 Nisan ayında Boston'a gitti ve burada kâtiplik ve gazete yazarlığı gibi işlerle idare etmeye çalıştı. Bu sıralarda Henri Le Rennet müstear ismini kullanmaya başladı.
Askerî kariyeri.
Geçinme güçlüğü çeken Poe "Edgar A. Perry" takma adıyla 27 Mayıs 1827'de Amerika Birleşik Devletleri Ordusuna er olarak yazıldı. 18 yaşında olmasına rağmen orduya girerken yaşını 22 olarak gösterdi. İlk görev yeri Boston Limanında Fort Independence idi ve aylığı beş dolardı. Aynı yıl 40 sayfalık şiir koleksiyonundan oluşan "Timurlenk ve Diğer Şiirler" adlı ilk kitabını "Bir Bostonlu" adı ile yayımladı. Yalnızca 50 kopyası basılan kitap hemen hemen hiç ilgi görmedi. Poe'nun görev yaptığı alay Charleston, Güney Karolina'da Fort Moultrie'ye gönderilince 8 Kasım 1827'de "Waltham" briği ile Charleston'a gitti. Poe top güllelerini hazırlayan uzman er olarak terfi aldıktan sonra maaşı iki katına çıktı. Başçavuş rütbesine kadar geldiği iki yıllık hizmetin ardından beş yıllığına yazıldığı ordudan erken ayrılmak istedi. Komutanı Teğmen Howard'a gerçek adını ve orduya yazılışını açıkladı. Howard Poe'nun ordudan ayrılmasına izin vermesi için John Allan ile barışmasını şart koştu. Geçen birkaç ay süresince Poe'nun yalvarmalarına Allan cevap vermedi; hatta Poe'yu üvey annesinin rahatsızlığından bile haberdar etmemiş olabilir. Frances Allan 28 Şubat 1829'da öldü ve Poe cenazesinden bir gün sonra evini ziyaret etti. Belki de eşinin ölümü nedeniyle yumuşamış olan John Allan Poe'nun ordudan ayrılmasına ve West Point Amerika Birleşik Devletleri Kara Harp Okuluna girmesini desteklemeye razı oldu.
Hizmet süresinin geri kalanını kendi yerine bitirmek üzere birini bulduktan sonra Poe 15 Nisan 1829'da görevinden ayrıldı. West Point'e girmeden önce bir süreliğine Baltimore'a giderek dul halası Maria Clemm, kuzeni Virginia Eliza Clemm, ağabeyi Henry ve yatalak babaannesi Elizabeth Cairnes Poe ile birlikte kalmıştır. Bu sırada ikinci kitabını "Al Aaraaf, Tamerlane and Minor Poems" (Araf, Timurlenk ve Önemsiz Şiirler) 1829'da Baltimore'da yayımladı.
Poe 1 Temmuz 1830'da West Point'e askerî öğrenci olarak kaydoldu. John Allan 1830 Ekim ayında ölen eşinin ardından Louisa Patterson ile evlendi. Evlilik ve Allan'ın ilişkilerinden doğan çocukları nedeni ile Poe ile sert tartışmaları sonucu Allan Poe ile ilişkisini tamamen koparmış ve mirasından mahrum etmiştir. Poe West Point'ten ayrılabilmek için bilerek kendini mahkemeye verdirtti. 8 Şubat 1831'de askerî mahkemede görevi ağır ihmâl, içtimaya çıkmamak, sınıflara girmemek ve kiliseye gitmemek ile emre itaâtsizlikten yargılandı. Mahkemede suçlu bulunacağını bilmesine rağmen kendini attırmak için suçsuz olduğunu iddia etti.
1831 Şubat ayında New York'a gitti ve adını yalnızca "Poems" ("Şiirler") koyduğu üçüncü kitabını yayımladı. Poe kitabın basımı için West Point'ten askerî öğrenci arkadaşlarının bağışladığı 170 $'ı kullanmıştır. Arkadaşları bu kitapta okuldaki komutanlar hakkında yazdığı hicivlere benzer şiirler olacağını ummuşlardı. New York'ta Elam Bliss tarafından basılan kitap "İkinci Baskı" olarak belirtilmiş ve ABD Askerî Öğrencileri Kıtasına ithaf edilmiştir. Bu üçüncü kitapta yeniden basılan "Timurlenk" ve "Araf" şiirlerinin yanı sıra önceden basılmamış altı şiir daha vardır ki bunların arasında "To Helen", "Israfel" ve "The City in the Sea" şiirlerinin ilk versiyonları da bulunur. Poe 1831 Mart'ında Baltimore'a halasının yanına döndü. Kısmen alkolizm nedeniyle kaynaklanan sorunlardan rahatsız olan ağabeyi Henry 1 Ağustos 1831'de öldü.
Yayıncılık kariyeri.
Ağabeyinin ölümünün ardından Poe yazar olarak kariyerine başlamak için daha ciddi olarak gayret sarf etmeye başladı. Zamanlaması ABD yayımcılığı için zor zamanlara denk gelmişti. Geçimini yalnızca yazarlık yaparak sağlamaya çalışan tanınmış ilk Amerikalıdır ve uluslararası telif hakkı yasalarının olmaması nedeniyle bu çabasında engellerle karşılaşmıştır. Yayıncılar Amerikalı yazarlara yeni eserler için para ödemek yerine İngiliz yazarların eserlerini izin almadan kopyalamayı tercih etmekteydiler. Yayımcılık endüstrisi ayrıca 1837 Paniği adı verilen finansal krizden de etkilenmişti. Bu dönemde kısmen yeni teknolojiler sayesinde desteklenen süreli yayınlarda bir artış görülmüş olsa da bu birkaç sayının ötesine gidememiş ve yayımcılar ya yazarlara ödeme yapmayı tümden reddetmiş ya da söz verdikleri zamandan sonra ödemeleri yapabilmişlerdir. Yazar olarak geçinmeye çalıştığı süre boyunca Poe sürekli olarak para ya da diğer konularda yardım için yalvarmak zorunda kalmıştır.
Şiir ile olan ilk denemelerinden sonra Poe düzyazıya eğildi. birkaç öyküsünü Philadelphia'da basılan süreli yayınlarda yayınlatabildikten sonra tek oyunu olan "Politian" üzerine çalışmaya başladı. "Baltimore Saturday Visiter" 1833 Ekim ayında Poe'nun "Şişede Bulunan Not" adlı kısa öyküsünü ödüle layık gördü. Öyküsü nedeniyle zengin bir Baltimorelu olan John P. Kennedy'nin dikkatini çekti. Kennedy Poe'nun öykülerinin bazılarını yayımlatmasına yardımcı oldu ve Poe'yu Richmond'da yayımlanan "Southern Literary Messenger" dergisinin editörü Thomas W. White ile tanıştırdı. 1835 Ağustos ayında bu derginin yardımcı editörü olarak işe başlayan Poe birkaç hafta sonra patronunun onu işte sarhoş yakalaması nedeniyle işten atıldı. Baltimore'a dönen Poe kuzeni Virginia ile evlenmek için 22 Eylül 1835'te izin aldı ancak o zaman evlenip evlenmedikleri bilinememektedir. Bu tarihte Poe 26 kuzeni ise 13 yaşındaydı.
Davranışlarını düzelteceğine dair söz verdikten sonra White tarafından tekrar işe alınınca Virginia ve annesiyle Richmond'a geri geldi. 1837 Ocak ayına kadar "Messenger"da çalıştı. Burada çalıştığı dönemde Poe derginin tirajının 700'den 3.500'e çıktığını iddia etmiştir. During this period, Poe claimed that its circulation increased from 700 to 3,500. Dergide çeşitli şiirler, kitap eleştirileri ve öyküler yayımlamıştır. Poe ve Virginia Clemm 16 Mayıs 1836'da Richmond'da kaldıkları evde, Clemm'in doğru olmadığı hâlde 21 yaşında olduğuna tanıklık eden şahitler huzurunda Presbiteryen töreni ile evlendiler.
"Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in Öyküsü" 1838'de yayımlandı ve ilgi gördü. 1839 yazında Poe "Burton's Gentleman's Magazine"in yardımcı editörü oldu. Sayısız makale, öykü ve eleştiri yayınlayarak "Southern Literary Messenger" dergisinde edindiği etkili eleştirmen ününü artırdı. Yine 1839'da "Olağandışı Öyküler" koleksiyonu iki cilt olarak basıldı ancak bu kitaptan çok az para kazandı ve hem iyi hem de kötü eleştiriler aldı. Bir yıl kadar sonra "Burton's"dan ayrılan Poe "Graham's Magazine"de yardımcılık pozisyonu buldu.
1840 Haziran'ında Poe "The Stylus" adıyla kendi dergisini basacağını duyuran bir tanıtım ilânı yayımladı. Poe dergi Philadelphia'da olacağı için ilk olarak adını "The Penn" koymak istemişti. In the June 6, 1840 issue of Philadelphia'nın "The Saturday Evening Post" gazetesinin 6 Haziran 1840 tarihli baskısında Poe tanıtım ilânını yayımladı: "Prospectus of the Penn Magazine, a Monthly Literary journal to be edited and published in the city of Philadelphia by Edgar A. Poe." Dergi Poe'nun ölümünden önce basılamadı.
Aynı sıralarda Poe Whig Partisi üyesi olduğunu iddia ederek Tyler idaresinde görev almaya çalıştı. Poe'nun arkadaşı Frederick Thomas sayesinde tanıdığı Başkan Tyler'ın oğlu Robert sayesinde Philadelphia Gümrüğünde işe girmeyi umut ediyordu. Hasta olduğunu öne sürerek Thomas ile 1842 Eylül'ünde atanmasını görüşmek için aldığı randevuya katılmadı ancak Thomas Poe'nun hasta değil sarhoş olduğu için gelmediğine inanmıştı. Atama sözü verilmesine karşın atanmadı.
1842 Ocak ayında bir akşam Virginia piyano çalıp şarkı söylerken veremin ilk belirtisi göründü ve ağzından kan geldi. Poe olayı Virginia'nın boğazında bir damarın çatlaması olarak tanımladı. Virginia yalnızca kısmen iyileşti. Virginia'nın hastalığının stresi nedeniyle Poe daha da fazla içki içmeye başladı. "Graham's"dan ayrıldı ve yeni bir iş bulmaya çalıştı. New York'a dönerek kısa bir süre "Evening Mirror"da çalıştıktan sonra "Broadway Journal"da önce editör sonra da sahibi oldu. Bu dergide Henry Wadsworth Longfellow'u intihal ile suçlayınca diğer yazarlarla arası soğudu; Longfellow bu suçlamaya cevap vermedi. "Kuzgun" şiiri 29 Ocak 1845'te "Evening Mirror"da yayınlanarak popüler oldu. Yayımlanmasından yalnızca $9 kazanmış olsa da adı tanınmaya başladı. Aynı zamanda "Kuzgun" şiiri ""da "Quarles" müstearıyla da yayımlandı.
"Broadway Journal"ın 1846'da başarısız olmasının ardından Poe günümüzde Bronx olarak bilinen bölgede Fordham'da bir kır evine taşındı. Bu ev günümüzde Edgar Allan Poe Kır Evi olarak bilinir ve Poe'nun cizvitlerle arkadaşlık kurduğu St. John's College'ın (günümüzde Fordham Üniversitesi) yakınlarında Grand Concourse ile Kingsbridge Road'un güneydoğu köşesindedir. Virginia bu evde 30 Ocak 1847'de öldü. Biyografi yazarları ve eleştirmenler Poe'nun "güzel bir kadının ölümü" temasını sıklıkla kullanmasının eşi de dahil olmak üzere yaşamı boyunca bağlantılı olduğu kadınları kaybetmesinden kaynaklandığını iddia ederler.
Eşinin ölümünden sonra Poe giderek daha da fazla dengesiz hâle geldi. Providence, Rhode Island'da yaşayan şair Sarah Helen Whitman'a kur yapmaya kalkıştı. Poe'nun sarhoşluğu ve dengesiz davranışları nedeniyle ilişkileri yürümedi. Whitman'ın annesinin bu ilişkiye müdahil olduğuna ve bozmak için çabaladığına dair de kuvvetli kanıtlar vardır. Bunun üzerine Richmond'a dönen Poe çocukluk aşkı Sarah Elmira Royster ile görüşmeye başladı.
Ölümü.
3 Ekim 1849'da Poe Baltimore sokaklarında hezeyan hâlinde iken bulundu. Onu bulan Joseph Walker'ın söylediğine göre "büyük bir üzüntü içinde ve.. acil yardımı gerektirecek durumdaydı." Götürüldüğü Washington Medical College'ta 7 Ekim 1849 Pazar günü sabah beşte öldü. Hastanede Poe bu duruma nasıl düştüğünü anlatabilecek kadar zihin açıklığına kavuşamadı ve ilginç bir şekilde giydiği elbiseler kendisine ait değildi. Ölümünden önceki gece sürekli olarak "Reynolds" adını sayıkladığı söylenmektedir ancak kimi kastettiği bilinmemektedir. Bazı kaynaklara göre Poe'nun son sözleri "Tanrım zavallı ruhuma yardımcı ol" olmuştur. Ölüm belgesi de dahil olmak üzere tüm tıbbi kayıtlar yok olmuştur.
Gazeteler Poe'nun ölümünü "beyin tıkanıklığı" ya da " beyin iltihabı" olarak duyurdu. Bu ifadeler alkolizm gibi iyi sayılmayacak nedenlerle oluşan ölümler için kullanılan hüsnütabirlerdir. Gerçek ölüm nedeni gizemini korumaktadır. Yapılan spekülasyonlar arasında "deliriyum tremens", kalp rahatsızlığı, epilepsi, frengi, menenjit, kolera ve kuduz sayılabilir. 1872'den kalan bir teori ise Poe'nun ölümünün o zamanlar seçimlerde yapılan bir seçim hilesi nedeniyle olduğunu öne sürer; seçimde sahtekârlık yapmak için sokaktan geçenleri zorla toplayıp, sarhoş ederek ya da tehdit ederek, bazen defalarca aynı adaya oy kullandırma için yapılan bu sahtekârlık ölümle de sonuçlanabilmekteydi. Poe'nun hayatının son evresinin anlatıldığı 2012 yapımlı Raven (Kuzgun) adlı filminde ölümüne değinilmiştir.
Griswold'un "Biyografisi".
Edgar Allan Poe'nun gömüldüğü gün "New York Tribune" gazetesinde "Ludwig" imzalı uzun bir ölüm ilânı yayımlandı. Bu yazı kısa sürede tüm ülkede basıldı. Yazı şöyle başlıyordu: "Edgar Allan Poe ölü. Dünden önceki gün Baltimore'da öldü. Bu duyuru çoğu kişiyi şaşırtacak olsa da çok az kişi bundan üzülecektir." "Ludwig" adını editör ve eleştirmen olan ve 1842'den beri Poe'ya karşı hınç besleyen Rufus Wilmot Griswold olduğu kısa sürede anlaşıldı. Griswold bir şekilde Poe'nun edebi cellâdı oldu ve hasmının ününü ölümünden sonra yok etmeye teşebbüs etti.
Rufus Griswold "Memoir of the Author" (Yazarın Biyografisi) adıyla Poe hakkında biyografik bir makale yazdı ve 1850'de seçme eserleri arasında yayımladı. Griswold Poe'yu ahlâksız, ayyaş, uyuşturucu müptelâsı bir deli olarak tanımladı ve Poe'nun mektuplarını buna delil olarak gösterdi. İddialarının çoğu ya da düpedüz yalandı ya da çarpıtılmış doğrulardı. Örneğin Poe'nun uyuşturucu bağımlısı olmadığı günümüzde bilinmektedir. Griswold'nun kitabı Poe'yu yakından tanınanlar tarafından reddedilmesine rağmen popüler olarak kabul gördü. Bunun nedenlerinden biri tam bir biyografi olarak mevcut olan tek eser olması ile tekrar tekrar basılması ile birlikte okuyucuların "kötü" bir adamın eserlerini okuma düşüncesine bayılmalarıdır. Griswold'un kanıt olarak sunduğu mektupların sonradan sahte olduğu ortaya çıkarılmıştır.
Edebi üslûbu ve konular.
Edebi türler.
Poe'nun en iyi bilinen kurgu eserleri genel okuyucu kitlesinin isteklerini karşılamak için yaptığı gotik kurgu türüdür. En çok kullandığı ölüm konusu ile ilgili olarak ölümün fiziksel belirtileri, cesedin çürümesinin etkileri, canlı mezara gömme, ölülerin canlanması ve matem duygusu üzerine yazmıştır. Eserlerinin çoğu, Poe'nun özellikle hiç hoşlanmadığı transandantalizm akımına karşı edebi bir tepki olarak oluşmuş kara romantizm tarzının bir parçası olarak kabul edilir. Poe transandantal akımın takipçilerine Boston Common'da bulunan "Frog Pond" adlı havuzu kastederek "Frog-Pondians" ("Frog Pondçular") adını takmış ve yazıları ile "çılgın gibi mecaz yüklü, çetrefilli olsun diye çetrefilli ya da gizemli olsun diye gizemli yazılmış." diyerek açıkça alay etmiştir. Poe, Thomas Holley Chivers'e yazdığı bir mektubunda transandantalcileri sevmediğinin doğru olmadığını, "yalnızca içlerinde bulunan sahtekârlar ile sofistlerden" hoşlanmadığını belirtmiştir.
Poe korku türünün dışında hicivler, mizah öyküleri ve şakalar da yazmıştır. Güldürücü olmak için ironinin yanı sıra okuyucuyu kültürel uygunluktan kurtarma amaçlı tuhaflık ve saçmalık da yazılarında görülür. Yayımladığı bilinen ilk öyküsü "Metzengerstein" korku türünde ilk denemesidir ancak aslında popüler olan burlesk türünü hicvetmek amacıyla yazmıştır. Poe ayrıca "The Balloon-Hoax" yazılarında sıcak hava balonu gibi yeni çıkan teknolojileri kullanarak bilimkurguyu da yeniden keşfetmiştir.
Poe yazdığı eserlerin çoğunda özel olarak genel okuyucu kitlesinin beğeneceği konuları seçmiştir. Bunun için kurgusunda frenoloji ve fizyonomi gibi popüler sözdebilimlerden ögeler de yer alır.
Edebiyat kuramı.
Poe'nun yazıları eleştirilerinde ve "The Poetic Principle" gibi denemelerinde ortaya koyduğu edebiyat kuramlarını yansıtır. Poe didaktizm ve alegoriden hoşlanmasa da edebiyat eserinde anlamın yüzeyin hemen altında olan bir akıntı gibi gizli olması gerektiğine inanmaktaydı. Bariz anlamlar içeren eserlerin sanat eseri olmaktan çıktığını yazmıştı. Kaliteli bir eserin kısa olması ve odağının tek bir özel etki bırakacak şekilde düzenlenmesi gerektiğine inanıyordu. Buna ulaşmak için yazarın her bir duyguyu ve fikri dikkatlice hesaplamasının gerekli olduğunu düşünüyordu.
Poe "Kuzgun" şiirini yazarken kullandığı yöntemi "The Philosophy of Composition" adlı denemesinde açıklar ve bu tamamen bu yöntemi kullandığını iddia eder. Ancak bu yöntemi gerçekten izleyip izlemediği tartışmalı bir konudur. T. S. Eliot görüşlerini şöyle açıklamıştır: "Poe'nun şiirini böyle bir hesaplama yaparak kurgulamış olsaydı üzerinde biraz daha çaba sarf etmiş olabileceğini düşünmeden bu denemeyi okumamız zor olur: Ortaya çıkan sonuç yöntemi teyit etmeyi güçleştiriyor." Biyografi yazarı Joseph Wood Krutch ise denemeyi "rasyonalizasyon sanatında oldukça maharetle kotarılmış bir deneme" diye tanımlar.
Mirası.
Edebi etkisi.
Poe yaşadığı dönem daha çok edebiyat eleştirmeni olarak tanınmıştır. Arkadaşı eleştirmen James Russell Lowell Poe'nun bazen mürekkep yerine siyanür asidi kullandığını söyleyerek "Kurgu eserler üzerine Amerika'da eleştiri yazmış olan en titiz, felsefi ve korkusuz eleştirmen" olarak niteler. Poe'nun iğneleyici eleştirileri ona "tomahawk man" adının takılmasına neden olmuştur. Poe'nun eleştirilerinin favori hedeflerinden birisi Boston'un sevilen şairlerinden Henry Wadsworth Longfellow'du ve genellikle şairin edebi çevrelerden arkadaşları bu eleştirilere karşı onu savunuyordu. Bu edebi tartışmaya daha sonradan "The Longfellow War" adı verilmiştir. Poe Longfellow'u uzun ve sıkıcı nasihatlerle dolu, özgün olmayan ve türetilmiş ve konuları da intihal sayılabilecek şiirler yazan "didaktiğin mutezili" olarak suçlamıştır. Poe haklı olduğu Longfellow'un ününün azalacağını ve şiir üslûbunu önemini kaybedeceğini öngörüsünü şöyle ifade etmiştir: "Yüksek niteliklere sahip olduğunu kabul ederken Gelecekten mahrum ediyoruz."
Poe aynı zamanda kurgu yazarı olarak da tanınır ve 19. yüzyılda Avrupa'da ABD'den daha popüler olan ilk Amerikan yazarlarında birisidir. Poe özellikle Fransa'da kısmen Charles Baudelaire'in çevirileri ile kabul görmüştür. Baudelaire'in çevirileri Avrupa'nın tamamında en güvenilir çeviri olarak kabul görmüştür.
Poe'nun yarattığı C. Auguste Dupin karakterinin yer aldığı ilk polisiye öyküler ileride ortaya çıkacak olan polisiye kurgunun dedektifleri için temel olmuştur. Sir Arthur Conan Doyle şöyle belirtmiştir: "[Poe'nun dedektif öykülerinin] her biri ortaya çıkan tüm bir edebiyatın kökleridir... Poe hayat nefesi verene kadar dedektif öyküleri neredeydi?" Mystery Writers of America polisiye ve gizem türünde mükemmele ulaşmış eserlere verdikleri ödülün adını "Edgar" koymuştur. Poe'nun eserleri aynı zamanda bilimkurgu türünü de etkilemiştir. Jules Verne, Poe'nun "Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in Öyküsü" romanının devamı niteliğinde "Buzlar Sfenksi" adlı romanı yazmıştır. Bilimkurgu yazarı H. G. Wells ""Pym" yüzyıl önce çok zeki bir kişinin Güney Kutup Bölgesi hakkında neler hayâl edebileceğini anlatır." demiştir. 2013 yılında "The Guardian" gazetesi "Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in Öyküsü" romanından İngilizce yazılmış en önemli romanlardan biri olarak belirtirken Henry James, Arthur Conan Doyle, B. Traven ve David Morrell gibi etkilediği yazarlardan söz etmiştir.
Birçok ünlü sanatçı gibi Poe'nun eserlerini de taklit edenler olmuştur. Taklitçilerin bir kısmı Poe'nun ruhu ile iletişime geçerek şiirleri yazdıklarını söyleyen psişikler ve durugörü ile bu şiirleri yazdıklarını söyleyenlerdir. Bunların arasında en tanınmışları 1863 yılında "Poems from the Inner Life" adıyla şiirlerini yayımlayan Lizzie Doten'dir. Doten Poe'nun ruhunun bu yeni kompozisyonları kendisine gönderdiğini iddia etmiştir. Bu kompozisyonlar Poe'nun "Çanlar" şiiri gibi tanınmış şiirlerinin yeniden ama daha olumlu bir şekilde yazılmış hâlleridir.
Poe hem övülmüş hem de eleştirilmiştir. Bu eleştiriler kısmen kişiliğinin olumsuz algılanması ve bu algının ününe olan etkisidir. Poe'yu zaman zaman eleştiren William Butler Yeats bir keresinde Poe'yu "iğrenç" diye nitelendirmiştir. Transandantalist Ralph Waldo Emerson "Kuzgun" şiirine tepkisini "İçinde hiçbir şey görmüyorum" diyerek göstermiş ve Poe'dan alaycı bir şekilde "the jingle man" olarak bahsetmiştir. Aldous Huxley Poe'nun yazılarını "çok şiirsel" - her parmağa elmas yüzük takmak gibi - olmaları nedeniyle "görgüsüzlük" olarak değerlendirmiştir.
Poe'nun ilk kitabı "Timurlenk ve Diğer Şiirler"in günümüze yalnızca 12 adedinin gelebildiğine inanılmaktadır. 2009 yılının Aralık ayında New York'ta Christie's müzayede salonunda bu kitap 662.500 dolara satılmıştır ki bu Amerikan edebiyatı eserleri arasında ödenmiş en yüksek fiyattır.
Fizik ve kozmoloji.
Poe'nun 1848 yılında yazdığı "" denemesinde Big Bang modelinden 80 yıl önce benzer bir kozmolojik model ile birlikte Olbers Paradoksuna ilk olası çözümü içeriyordu. Poe "Eureka"yı yazarken bilimsel yöntemden uzak durmuş ve tamamen sezgilerini kullanarak denemeyi yazmıştır. Bu nedenle bu denemesini bilimsel değil sanatsal bir çalışma olarak değerlendirmiş ama yine de doğru olduğunu iddia etmiş ve kariyerinin şaheseri olarak nitelemiştir. Yine de"Eureka" içinde birçok bilimsel hata barındırır. Özellikle Poe'nun önermeleri gezegenlerin yoğunluğu ve dönme hareketi konusunda Newton prensiplerini göz ardı etmektedir.
Kriptografi.
Poe kriptografiye büyük ilgi duyuyordu. Philadelphia'da yayımlanan "Alexander's Weekly (Express) Messenger" gazetesinde yayımladığı bir ilanla çözülmek üzere kendisine şifreli mesaj gönderilmesi için davette bulunmuştur. 1841 Temmuz ayında "Graham's Magazine"de "A Few Words on Secret Writing" ("Gizli Yazışmalar Üzerine Birkaç Söz") adında bir deneme yayımladı. Konu üzerinde okuyucuların ilgisinin olması nedeniyle içinde şifrelerin önemli bir yer tuttuğu "Altın Böcek" adlı öyküyü yazdı. Poe'nun kriptografi üzerine olan başarısı konu hakkındaki geniş bilgisinden değil dergi ve gazete kültürü üzerine olan bilgisinden kaynaklanıyordu. Kullandığı yöntem yalnızca basit ikame şifreleme ile sınırlıydı. Yazdığı polisiye öykülerde bariz olarak görülen keskin analitik yetenekleri sayesinde genel okuyucu kitlesinin basit ikame şifreleme yöntemini bilmemesini kendi yararına kullanmıştır. Poe'nun kriptografi mahareti sayesinde yarattığı sansasyon gazete ve dergilerde kriptogramların popüler hâle gelmesine önayak olmuştur.
Poe'nun kriptografi üzerindeki etkisi yaşadığı dönemde kamuoyunun konu üzerine ilgisini artırmaktan da ötedir. Amerika'nın önde gelen kriptologlarından William Friedman Poe'dan oldukça önemli ölçüde etkilenmiştir. Friedman'ın kriptografi ile ilgisinin temelinde çocukken okuduğu "Altın Böcek" öyküsü yatar. Bu ilgisi sayesinde kriptografi ile ilgilenmeye başlayan Friedman II. Dünya Savaşı sırasında Japonların PURPLE kodunu çözmüştür.
Popüler kültürde yeri.
Kurgusal karakter.
Kurgusal karakter olarak Edgar Allan Poe genellikle "çılgın dahi" ya da "ıstırap çeken sanatçı" portresiyle betimlenmiştir. Bu kurgusal karakterlerin çoğu aynı zamanda Poe'nun öykülerindeki karakterlerden de özellikler taşır. Poe'nun kurgusal karakterleri genellikle Matthew Pearl'ün "The Poe Shadow" adlı romanında olduğu gibi gizemleri çözer.
2012 tarihinde yönetmenliğini James McTeigue'nin üstlendiği yapımda Poe'yu John Cusack canlandırmıştır.
7 Ocak 2020 tarihinde TRT 1'de ilk bölümüyle yayımlanan Tutunamayanlar dizisinde Bülent Çolak tarafından canlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15272",
"len_data": 27644,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.67
}
|
Hakkı Bulut (d. 3 Şubat 1945, Mazgirt, Tunceli), Kürt asıllı Türk arabesk şarkıcısı-şarkı yazarı, müzik yapımcısı, öğretmen ve oyuncudur.
Hayatı.
3 Şubat 1945'te Tunceli ili, Mazgirt ilçesi, Aktarla köyünde doğdu. Türkçe'yi 5. sınıfa kadar okuduğu köyündeki ilkokulda öğrendi. Ortaokul 1. sınıfı Tunceli'de, 2. sınıfı Mazgirt'te okudu. Daha sonra maddi sıkıntılardan dolayı ailesiyle Adana'ya göçtü ve ortaokulu Ceyhan'da bitirdi. Adana Erkek Lisesi'nden mezun olduktan sonra Adana Öğretmen Okulu'nu bitirdi. Öğretmen Okulunu bitirdikten sonra çeşitli okullarda müdürlük ve öğretmenlik mesleğini 12 yıl boyunca sürdürdü. Babasının saz çalmasının etkisi ve müziğe küçük yaşta olan ilgisi sebebiyle müzikle de uğraştı. Hatta çocuk yaşlarında köyün kadınlarına çeşitli türküler okur, bahşiş olarak da buğday ekmeğinin arasına tereyağı konularak kendisine kadınlar tarafından hediye edilirdi. (Hakkı Bulut ile söyleşi). 1964 yılında Saadet Bulut ile evlenen Bulut'un 5 çocuğu vardır.
1967 yılında ilk plak çalışmasını yaptı. "Leylam" isimli ilk plağında Orhan Gencebay ve Arif Sağ kendisine bağlama çalarak eşlik ettiler. 1969 yılında Adana'da yapılan Altın Ses müsabakasında birincilik almasının ardından ikinci plak çalışmasını yaptı ve hemen akabinde yine güfte ve bestesi kendisine ait olan "İkimiz bir fidanız" adlı eserini (1969) okudu. Bu eser Hakkı Bulut'un tüm Türkiye'de sevilmesine yol açtı. Daha sonra bu eseri müsaade ederek onlarca sanatçının seslendirmesine olanak tanıdı. (Örneğin; Tülay Özer 1974, İbrahim Tatlıses 1974, Kamuran Akkor 1975)
Sanatçı bu yıllarda yaptığı başta "Ben Buyum", "Falcı", "Ben Köylüyüm", "Dokunmayın Dünyama, Kul Hatasız Olmaz, Son Mektup" gibi eserlerle bugünkü arabesk müziğinin ilk temellerini 1967 yıllarından itibaren atanlardan biri olarak bu güne kadar 18 45'lik plak, 65 albüm çalışmasına imza attı. 1000'i aşkın eserinin beste ve güftesi kendisine ait olan sanatçı 6 Altın Plak, 1 Altın CD ve Ben Tövbemi Geri Aldım, Son Mektup isimli Long Play çalışması ile Altın Long Play ödülünü almış olup çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından sayısız ödüle layık görülmüştür. Ayrıca çıkardığı bazı albümler Türkiye'de satış rekorları kırmıştır.
Sözleri kendisine ait olan eserlerini sanatçı başka sanatçılara vermek suretiyle de seslendirmelerine olanak tanımıştır. 300'e yakın eseri başka sanatçılar tarafından seslendirilmiştir.
1988 yılında arabesk müzikteki bazı olumsuzlukları eleştirenler, Kültür Bakanlığınca ve ülkede yarattığı olumsuzlukları incelenmek amacı ile Kültür Bakanlığının tertiplediği kongrede konuşmacı olarak bulunan Hakkı Bulut'un eserlerinden arabesk bir parça (örnek olması amacı ile) istendi. Sanatçı 6 ay önce piyasaya çıkardığı "Seven Kıskanır" albümünden "Seven Kıskanır" isimli bestesinin aranjesini Esin Engin ile beraber gerçekleştirdi ve şarkıyı Bakanlığa sundu. Bu eserle ilk kez TRT'nin kapıları resmi olarak Arabesk müziğe ve Hakkı Bulut'a açıldı. Bu şarkı TRT ekranlarında halka ve Atatürk Kültür Merkezi'nde basına sunuldu. Bazı gazetecilerin haberlerine Hakkı Bulut'un Acısız Arabesk adında bir tarz çıkardığını eleştirenler olmuştur. Kendisi ile yapılan bir röportajda "Acısız Arabesk" konusu sorulduğunda sanatçı, kendisinin böyle bir açıklama yapmadığını ve bunun bazı muhabirlerin haberlerinde yayınladığını söyleyen Hakkı Bulut, Acısız Arabesk diye bir kavramı kabul etmediğini, Arabesk müziği "Halkın her türlü yaşamını, mutluluğunu, üzüntüsünü ele alan müzik arabesk müziktir." diyerek tanımladı.
Sanatçının 12 sinema filmi ve 2021 itibarıyla 65 albümü bulunmaktadır. Ayrıca söz ve müzikler de kendisine aittir.
Son olarak 28 Eylül 2020 tarihinde "Düşmanı Uzakta Arama Dostum" adlı 65. albümünü piyasaya çıkardı. Hakkı Bulut bir röportajında nasip olursa sevenlerini hiç Hakkı Bulut'suz bırakmayacağını ve 120 yaşına kadar müziğe devam ederek albüm sayısını yüze tamamlayacağını söylemiştir.
Diskografi.
45'likler.
Bulut "Rea Plak'tan" 1, "Şençalar Plak'tan" 1, "Sarıkaya Plak'tan" 5, "İstanbul Plak'tan" 10, "Ömer Plak'tan" 1 olmak üzere hayatı boyunca toplam 18 adet 45'lik plak çıkarmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15273",
"len_data": 4076,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.35
}
|
Maurits Cornelis Escher (17 Haziran 1898, Leeuwarden – 27 Mart 1972, Laren, Hollanda), Hollandalı ressam ve grafik sanatçısı.
Biyografi.
Maurits Cornelis Escher veya daha çok kullanılan şekliyle M.C. Escher 1898 yılında Hollanda'da doğdu. 1918 yılına kadar, inşaat mühendisi olan babası George Escher, annesi Sarah ve dört erkek kardeşiyle birlikte, doğduğu kent olan Leeuwarden'de yaşadı. Okul hayatı hiçbir zaman iyi olmayan M.C. Escher, çizimlerini gösterdiği grafik öğretmeni Samuel Jessurun de Mesquita'nın da tavsiyeleriyle grafik üzerine çalışmayı uygun gördü.
Grafik eğitiminden mezun olduktan sonra hayatının her zaman önemli bir kısmını oluşturacak olan seyahat zevkinin etkisiyle İtalya'ya gitti ve burada birçok çizim yaptı. 1922'de İspanya'yı ziyaret edip birkaç yıl sonra tekrar İtalya'ya gitti. 1924 yılında burada Jetta Umiker ile evlendi ve çift uzun süre Roma'da yaşadı. İtalya'nın etkisi çizimlerinden eksilmeyecek, birçok çalışmasında İtalya'ya dair şeyler yer alacaktı. 1935 yılında çok sevdiği İtalya'dan, yükselişteki faşist hareket yüzünden, ailesiyle beraber İsviçre'ye taşındı. Başlarda İsviçre'yi pek sevemeyen aile, uzun Akdeniz gezilerine çıktı, bu geziler Escher'in eserlerini etkiledi.
1937'de eserlerinin birkaçını gösterdiği kardeşi Berend, onu matematiğe yönlendirdi ve Escher'i matematikle tanıştıran kişi oldu. Escher simetri üzerine çalışmaya okuduğu bazı makalelerin tesiriyle başladı. 1937'nin sonlarına doğru ailesiyle Belçika'ya taşındı. 1941'de Alman işgali yüzünden ailesiyle beraber Belçika'dan Hollanda'ya kaçmak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda gelecekte çok ünlü olacak birçok çalışmasını yaptı. 1950'lerin ortalarında ilgisi sonsuzluğun (2 boyutlu bir düzlemde) tasvirine kaydı. Daha sonra 1958'de tanıştığı Coxeter ile ömür boyu arkadaş kaldı ve Coxeter'in çalışmaları Escher'in birçok eserine ilham kaynağı oldu. Aynı yıllarda büyük bir üne de kavuşmuştu. Escher, 2 boyutlu ve 3 boyutlu öğeleri aynı anda içeren birçok çalışmaya imza attı. 1962'de hastalanıp hastaneye kaldırıldı, 1964'te yeniden hastalandı. 1970'te bir kez daha hastaneye kaldırıldı ve 1972 yılının 27 Mart'ında, Hilversum'da kaldığı hastahanede öldü.
Eserleri.
Escher yaşamı boyunca 448 litograf ve 2000'in üzerinde çizim yapmıştır. Eserleri beş ana dönemde incelenebilir.
1925'e kadarki erken dönem çalışmalarında birçok yüz formu ile beraber bazı kompleks yapıtları görüyoruz. Her ne kadar bu ilk dönem gelecek dönemlerdeki eserleri üzerine bize ipucu verse de, bu dönemde yaptıkları ileriki dönemlerde yapacağı eserlere göre çok daha ilkel ve perspektif açısından daha basittir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15278",
"len_data": 2599,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.41
}
|
Nazire, bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı şekil, vezin, kafiye ve redifle yazılan şiir. Divan edebiyatı nazım türüdür. Kelime Arapça "eş, değer" anlamlarındaki nazir'den gelir. Nazire yazma, tanzir, tanzir etme diye anılır. Nazire geleneği Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. İranlı şairler nazireye cevâb adını verirler. Alay ve şaka yollu yazılmış nazirelere tehzil veya hezil denir.
Örnekleri.
"Nedim’in Fuzuli’nin bu gazeline yazdığı nazire:"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15285",
"len_data": 473,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.3
}
|
Amerika Açık Tenis Turnuvası, her yıl Ağustos ayında New York Queens'te bulunan USTA Billie Jean King National Tennis Center'nde düzenlenmekte olan, dört dünya Grand Slam tenis turnuvasından sonuncusudur. İlk olarak 1881 yılında düzenlenen turnuva, kronolojik olarak diğer Grand Slam turnuvaları olan Avustralya Açık, Fransa Açık (Roland Garros) ve Wimbledon'dan sonra düzenlenmektedir. Amerika Açık, sert zeminde oynanmaktadır.
Queens'te düzenlenen turnuva, her yıl Ağustos'un son haftası başlar ve tüm Grand Slamler gibi 2 hafta sürer. Amerika Açık, tie-break uygulamasının ilk yapıldığı turnuva özelliğini taşımaktadır. Bununla birlikte 1973 yılında yapılan uygulama ile de erkek ve kadın dallarında para ödüllerinin eşitlendiği ilk turnuva olmuştur. 1974 yılına kadar çim kortta yapılan müsabakalar, 1975-1977 arası toprak kortta, 1978 yılından itibaren ise sert kortta yapılmaktadır. 2005 yılına kadar yeşil olan sentetik kortlar, o yıl topun daha iyi görülmesi amacıyla mavi kortlara dönüştürülmüştür.
Amerika Açık'ın bir diğer özelliği ise tenisçilerin hakem kararlarına itiraz etmesini sağlayan “Şahin Gözü” adlı bilgisayar sisteminin 2006 yılında ilk kez burada kullanılması olmuştur.
Amerika Açık final maçları ile seribaşı mücadelelerinin oynandığı Arthur Ashe kortu ise en yüksek seyirci kapasiteli Grand Slam turnuvası kortu özelliğini taşımaktadır.
Tarihçe.
Turnuva ilk kez, 1881 yılının ağustos ayında Rode Adası'ndaki Newport Casino'nun çim kortlarında gerçekleştirildi. Bu turnuvaya o zamanlar sadece ABD Tenis Federasyonu'nun üyesi olan kulüpler katılabiliyordu. İlk olarak tekler ve çiftler kategorilerinde erkekler için düzenlenen turnuva, 1887 yılından itibaren kadınlar için de ilk kez düzenlenmeye başladı. İlk tek kadınlar ulusal tenis şampiyonası ise Philadelphia Kriket Kulübü'nde gerçekleştirildi. 1968 yılında "Açık tenis" dönemine geçilmesiyle birlikte, düzenlenen turnuvaların merkezi, Forest Hills'teki Batı Yakası Tenis Kulübü kortu oldu. 1978 yılında ise Amerika Açık, bugünkü mekanı olan USTA Billie Jean King National Tennis Center'ne taşındı.
Stadyum.
Amerika Açık'ın final maçları ile seribaşı mücadeleleri Arthur Ashe kortu'nda oynanmaktadır. Arthur Ashe Stadyumu, 22.547 kişilik kapasitesi en yüksek seyirci kapasiteli Grand Slam turnuvası olma özelliğini taşımaktadır. Stadyum ismini Afro-Amerikan tenisçi Arthur Ashe'den almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15286",
"len_data": 2373,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.41
}
|
Amerika Açık terimi Amerika'da düzenli olarak yapılan turnuvalardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15287",
"len_data": 68,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.15
}
|
Terza Rima, üçer mısralık bendlerle yazılmış bir nazım biçimidir.
"aba bcb cdc ded e" biçimindeki uyak düzeni, "örüşük uyak" olarak adlandırılır. Bend sayısı belirsizdir. Tek bir mısra ile sona erer. Bu biçimde yazılmış kısa şiirlerin son mısrasının kuvvetli olmasına dikkat edilir. Kesin bir kural olmamakla birlikte genellikle 10 heceli mısralar kullanılır.
İlk olarak İtalyan Edebiyatı'nda görülmüş, Dante, İlahi Komedya'yı bu nazım biçimiyle yazmıştır.
Türk edebiyatında Terza Rima'yı ilk kez Tevfik Fikret Şehrâyîn adlı şiirinde denemiş, ancak 1908'den sonra pek kullanılmamıştır. Ayrıca Ali Canip, Ziya Osman Saba Terza Rima'yı kullanan şairlerdendir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15288",
"len_data": 657,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.59
}
|
Fuzûlî (y. 1480 veya 1494 - 1556, Kerbela ya da Bağdat), Azerbaycan Türkçesi, Arapça ve Farsça eser veren Osmanlı dönemi Türk divan şâiridir. Asıl adı Mehmed bin Süleyman'dır. Oğuzlar'ın Bayat boyuna mensuptur. Arapça ve Farsça eserleri de bulunmakla birlikte Azerbaycanca'nın en önemli lirik şairi olarak kabul görmüştür. Mehmed Fuzûlî Alevî Müslümanların Yedi Ulu Ozanlarından birisidir.
Hayatı.
Ailesi göçebe hayatı bırakıp günümüzdeki Irak bölgesine yerleşmiş olan Oğuzların Bayat boyundandır. Fuzûlî'nin her ne kadar kesin olmasa da 1483 yılında Akkoyunlular zamanında şimdiki Irak'ta Kerbela veya Necef'te veya Kerkük iline bağlı Kale semtinde doğduğu tahmin edilir.
Fuzûlî iyi bir eğitim almak için ilk önce Hillah şehrinde müftü olan babasından ve daha sonra Rahmetullah adındaki bir öğretmenden eğitim görmüştür. Daha sonraki öğrenimi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte; eserlerinden İslamî bilimler ve dil alanında çok iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Su Kasidesi'nin 2. beytinde;"Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem","Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su"diyerek astronomi bilgisinin de iyi olduğunu ortaya koymuştur. Türkçe Divanı'nın önsözünde şöyle demiştir:
Anadili olan Azerbaycan Türkçesi, Arapça ve Farsça divan şiirlerini yazmıştır. Eserlerinde kullandığı dil dönemindeki divan şairlerine göre daha sade, anlaşılır bir Azerbaycan Türkçesi'dir. Halk deyişlerinden bolca yararlanmıştır. Fazlî Çelebi Fuzûlî-zâde isimli oğlu vardı.
Bedensel zevklerden ziyade tasavvufî bir aşk, Ehl-i Beyt'e duyulan özlem, ayrılık acısı şiirlerinin konusunu teşkil etmiştir. Duygu ve düşüncelerini çok içten ve lirik bir şekilde ifade etmeyi kolayca başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Türk şiirinde karşılaştırılabileceği tek şair Yunus Emre'dir. "Leylâ ile Mecnun" mesnevîsi aynı konuda yazılmış (Arapça ve Farsça dâhil) en iyi mesnevîlerden biridir.
İran şiirinden Hâfız, Türk şiirinden ise Nesimî ve Nevai çizgisini en başarılı şekilde kemâle erdirmiştir. Kendisinden sonra gelen bütün divan şairlerini etkilemiştir. Onun, Kerbela'da 1556 yılında içinde yaygın olan salgın bir hastalık sonucunda, veba veya koleradan öldüğü tahmin edilir. Nefsini yüceltmemek, kibir ve gurur yapmamak için şiirlerinde "boş, gereksiz, yersiz" anlamına gelen "fuzuli" mahlasını kullanmıştır.
Şiirlerinin konusu.
Irak'ta Hilla Bölgesinde yaşamıştır. Hayatı yoksulluk, bahtsızlık ve ilgisizlik içinde geçmiştir. Bu durum onu derinden etkilemiş ve bu yalnızlık duygusu sanatının ilham kaynağı olmuştur. Yaşadığı atmosferi şiirine yansıtmıştır. Kendisi çölde yaşamış; çöl kimsesizlik, hasret ve hüzün demektir. Fuzuli bu unsurları şiirinde yoğurmuştur.
Fuzuli şiirlerinde Tek Varlık görüşünü en fazla işleyen şairdir. Onda "Visal" (Allah'a kavuşma) isteği kuvvetlidir. Ama vuslat yoktur. Tasavvuf onda yaşı ve sanatı ilerledikçe koyulaşmıştır. Divan edebiyatında ilah-i aşkı en fazla işleyen şairdir. Bu durum ondaki ideal aşkı gösterir. Fuzuli derdi, ıstırabı seven bir kişidir. Nitekim şu beyiti bunu açıkça gösterir.
"Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakım zehri dermanındadır."
Fuzuli derin ve samimi bir aşk şairidir. Ölüm, toplum, yoksulluk, felsefe, tabiat temalarını hep bu aşk etrafında yazmıştır.
Çağdaşlarına göre sade bir dili vardır. Arapça, Farsça ve Türkçeyi çok iyi bilen şairin gücü; bu üç dilden aldığı kelimeleri kullanıp, bunlarla düşünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle Divan Edebiyatı'nın en büyük şairlerinden sayılmaktadır.
Ayrıca Yedi Ulu Ozan'dan biri kabul edilir.
Seçkin eserleri.
Azerbaycan Türkçesi, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde de eser veren Fuzuli'nin eserlerini şu şekilde sıralanabilir
Azerbaycan Türkçesinde manzum eserleri.
444 beyitlik Türkçe mesnevi, 1956
3 bin 96 beyitlik mesnevi. Bir örnek;
"Arayiş-i sohbet eyle saki
Ver bade mürüvvet eyle saki
Bir cam ile kıl dimağımuz ter
Lutf eyle bir iltifat göster"
I. Süleyman'nin Bağdat'ı fethinden sonra (1534) padişaha kasideler (Arapça: قصيدة, çoğul qasā'id, قــصــائـد; Farsça: قصیده) sunmuştur. Padişah tarafından beğenilen kasideler karşılığında 9 akçelik maaşla ödüllendirilmiştir. Maaşını alamayınca "Şikâyetnâme"'yi yazmıştır. Şikâyetnâme Fuzuli'nin en önemli eserlerinden biridir.
Şikâyetnâmesinde Fuzuli şöyle der:
Gazel türünde vermiş olduğu latif eserler.
"Beni candan usandırdı, cefadan yâr usanmaz mı?"
"Felekler yandı ahımdan, murâdım şemi yanmaz mı?"
"Kamu bimarına cânân devayı dert eder ihsan,"
"Niçin kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı?"
Azerbaycan Türkçesinde mensur eserleri.
Kerbela olayını anlatan düzyazı, 1837
Farsça manzum eserleri.
tasavvuf içerikli, 327 beyitlik Farsça mesnevi
Dipnotlar.
Birinci
İkinci
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15290",
"len_data": 4676,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.48
}
|
Duman (Özgün adı: "Smoke"), 1995 yapımı ABD bağımsız filmidir. Hisami Kuroiwa, Harvey Weinstein ve Bob Weinstein tarafından yapılmış ve Wayne Wang ve Paul Auster tarafından yönetilmiştir.
Konusu.
Auggie Wren Harvey Keitel, Brooklyn'de, 7. Cadde ile 3. Sokak'ın kesiştiği köşede küçük bir tütün mağazası işletmektedir. Kot pantolon ve tişört giyen, huysuz tavırlarıyla filozof yönünü gizleyen Auggie için bu dükkân bir sığınak gibidir. Aşktan ağzı yanan ve kendini tezgâhının ardına gizleyen Auggie, 13 yıldır her sabah dükkânın karşısındaki köşede bir fotoğraf çeker. Elindeki yaklaşık 4000 fotoğraf, mekanın aynı kaldığının ama insanların sürekli değiştiğinin bir göstergesidir. Burası kocaman dünyada küçük bir köşedir; Auggie'nin köşesi. Derken diğer karakterler öyküdeki yerlerini alır. Yıllar önce, hamile karısı trajik bir şekilde öldürülünce içine kapanan yazar Paul Benjamin (William Hurt), dükkânın devamlı müşterileri arasındadır. Bir gün Auggie'nin fotoğraflarına bakarken, karısının ölümünden birkaç saat önce çekilmiş bir karede kendini görür ve o anda aklında bir öykü oluşur. Aklında bu öyküyü formüle etmeye çalışırken, bir otobüsün altında kalma tehlikesi atlatır ama Raşid (Harold Perrineau) adında bir genç tarafından son anda kurtarılır. Teşekkür etmek için Raşid'e yemek alır, onun bir kaçak olduğunu öğrenir ve sonunda aynı evde kalmaya başlarlar. Bu arada Auggie, eski aşkı Ruby'nin (Stockard Channing) sürpriz ziyaretiyle şaşkınlığa uğrar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15300",
"len_data": 1463,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.2
}
|
Harvey Keitel (d. 13 Mayıs 1939, Brooklyn, New York), Amerikalı oyuncu ve yapımcıdır. "Taksi Şoförü", "Thelma ve Louise", "Piyano", "Rezervuar Köpekleri" ve "Ucuz Roman" gibi filmlerde rol almıştır. "Bugsy" filmindeki performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülü'ne ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Altın Küre Ödülü'ne aday gösterilmiş, "Piyano" filmindeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi Ödülü'nü kazanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15301",
"len_data": 470,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.18
}
|
Davud (; MÖ 1040MÖ 970), Tanah'a göre, Birleşik İsrail Krallığı'nın kralı olmuş bir Yahudi kraldı. İşboşet'in yerine gelir ve tahtı kendisinden sonra oğlu Süleyman'a bırakır.
Tanah'ta yansıtılan Davud'un karakteri ve yaptıkları, onu Yahudi geleneğinin en önemli şahsiyetlerinden ve İsrail halkının en büyüklerinden biri yaptı. Kabala'da Davut, tarih boyunca dünyadaki "Shekhinah"nın dayandığı arabanın dört ayağından biridir (diğer üçü Yahudilerin diğer ataları Avraham, İshak ve Yakov'dur). Samuel Kitapları'nda Davud, önce bir müzisyen, daha sonra düşman şampiyonu Câlût'u öldürerek şöhret kazanan genç bir savaşçı olarak tanımlanmaktadır.
Samuel Kitapları'nda yer alan Davud'un Kutsal Kitap'taki öyküsünde, Davud genç bir çoban ve müzisyen olarak başlar ve dev Golyat'ı yenerek ün kazanır. Kral Saul'un gözdesi olur ancak Saul Davut'un tahtını istediğine inandığı için saklanmak zorunda kalır. Saul ve oğlu Yonatan öldükten sonra Davut İsrail'in kralı olur. Yeruşalim'i ele geçirir, başkent yapar ve Ahit Sandığı'nı oraya getirir. Davud ayrıca Batşeba'yla bir ilişki yaşar ve kocası Uriya'nın ölümüne neden olur. Oğlu Avşalom onu devirmeye çalışır ama başaramaz. Davud, Tanrı için bir tapınak inşa etmek ister ama yönetimindeki şiddet nedeniyle buna izin verilmez. 70 yaşında ölür ve oğlu Süleyman'ı halefi olarak seçer.
Yahudi geleneğinde Davud ideal bir kral ve gelecekteki İbrani Mesih'in atası olarak görülür. Birçok mezmur ona atfedilir. Davud'un hikâyesine Yeni Ahit'te de atıfta bulunulur ve İsa'nın Davud'un soyundan geldiği söylenir. Kuran'da ve hadislerde Davud, bir İsrail kralı ve Allah'ın bir peygamberi olarak kabul edilir. Davud'un hayatı tarih boyunca sanat ve edebiyatta çeşitli yorumlara ilham kaynağı olmuştur.
İbrahimi Dinlerde Kral Davud'un Yorumları.
Rabinik Yahudilik.
Rabinik Yahudiliği'nde Davud oldukça önemli bir figürdür ve hakkında birçok efsane anlatılır. Rivayete göre Davud, İşay'ın oğlu olarak büyümüş, kardeşleri okuldayken çocukluğunu babasının koyunlarını kırlarda gütmekle geçirmiş.Davud'un Batşeba ile yaşadığı yasak aşk, tövbenin gücünü gösteren bir örnek olarak yorumlanır. Hatta Talmud'a göre, savaş arifesinde Yahudiler arasında yaygın olan boşanma geleneği sebebiyle bu ilişki zina bile sayılmaz. Ayrıca Talmud kaynaklarına göre, Uriya kralın doğrudan emrine karşı gelerek büyük bir suç işlediğinden, onun ölümü cinayet olarak kabul edilmez. Bununla birlikte Sanhedrin risalesinde, Davud işlediği suçlar için pişmanlık duymuş ve af dilemiştir. Tanrı sonunda Davut ve Batşeba'yı affetse de, günahlarını kutsal metinlerden silmemiştir.
Yahudi efsanelerine göre, Davud'un Batşeba ile günaha girmesi, aşırı gururunun bir cezasıdır. Davud, tıpkı İbrahim, İshak ve Yakup gibi sınavı başarıyla geçen ve sonrasında isimleri Tanrı'nın adıyla anılan peygamberler gibi, sabrını kanıtlamak için Tanrı'ya kendisini günaha sürüklemesi için yalvarmıştır. Ancak Davud, bir kadının cazibesine kapılıp bu sınavda başarısız olmuştur.
Midraşlara göre, Adem 70 yıllık ömründen Davud'a vermiştir. Ayrıca Yeruşalmi Talmud'a göre Davud, Şavuot (Pentekost) bayramında doğmuş ve ölmüştür. Kendisinin o kadar dindar olduğu söylenir ki, dualarıyla gökten her şeyi indirebilirdi.
Hristiyanlık.
İlk dönem Hristiyan toplulukları, "Davud'un yaşamının İsa'nın yaşamının bir habercisi olduğuna inanmıştır; her ikisi de Beytüllahim'de doğmuştur; Davud'un çobanlığı, İsa'nın İyi Çoban olduğunu gösterir; Golyat'ı öldürmek için seçilen beş taş, İsa'nın beş yarasını simgeler; güvendiği danışmanı Ahitofel'in ihaneti ve Kidron Vadisi'nden geçişi, İsa'nın Çilesi'ni hatırlatır. Yeni Ahit'ten öğrendiğimiz gibi, Davud'un Mezmurları'nın çoğu gelecekteki Mesih'in habercisidir." Orta Çağ'da, "Şarlman kendini 'yeni bir Davud' olarak görmüş ve sarayındaki bilginler tarafından da öyle kabul edilmiştir. [Bu] kendi başına yeni bir fikir değildi, ancak [Şarlman tarafından] içeriği ve önemi büyük ölçüde genişletilmişti."
Batı Riti kiliseleri (Lutheran, Roma Katolik) Davud'un bayram gününü 29 Aralık veya 6 Ekim'de kutlarken, Doğu riti kiliseleri 19 Aralık'ta kutlar.Doğu Ortodoks ve Doğu Katolik Kiliseleri, "Kutsal Doğru Peygamber ve Kral Davud"un bayram gününü, Kutsal Ataların Pazar günü (Rab'bin Doğuşu'ndan iki Pazar önce) ve Kutsal Babaların Pazar günü (Doğuş'tan önceki Pazar), İsa'nın diğer atalarıyla birlikte anarak kutlarlar. Ayrıca Doğuş'tan sonraki Pazar günü, Yusuf ve Rab'bin Kardeşi Yakup ile birlikte ve 26 Aralık'ta (Tanrı'nın Annesinin Sinaksisi) anılır.
İslam.
İslam inancında Davud (Arapça: داوود Dā'ūd veya Dāwūd), İsrailoğullarını doğru yola iletmek için Allah'ın görevlendirdiği büyük peygamberlerden biri olarak önemli bir yere sahiptir. Kuran'da sıklıkla oğlu Süleyman ile birlikte anılan Davud, genellikle Arapça ismiyle داود, Dāwūd veya Dā'ūd şeklinde geçer. Kuran'da Davud'un, Filistin ordusunun dev askeri Calut'u öldürdüğü (Bakara 251) anlatılır. Calut'u öldürdüğünde Allah ona hem hükümdarlık hem de hikmet vermiş ve bunları pekiştirmiştir (Sad 20). Davud, Allah'ın "yeryüzündeki halifesi" olmuş (Sad 26) ve Allah ona sağlam bir muhakeme yeteneği (Enbiya 78; Saffat 21-24, Şuara) ve ilahi bilgelik kitapları olarak kabul edilen Zebur'u bahşetmiştir (Nisa 163; İsra 55). Kuşlar ve dağlar Davud ile birlikte Allah'a hamd etmek için birleşmiş (Enbiya 79; Sebe 10; Sad 18), Allah demiri Davut için yumuşatmış (Sebe 10) ve ona demirden zincir zırh yapma sanatını öğretmiştir (Enbiya 80). Bu bilgi Davud'a, tunç ve dökme demir silahlı düşmanları karşısında büyük bir avantaj sağlamış, kültürel ve ekonomik etki yaratmıştır. Süleyman ile birlikte Davud, tarlalara verilen zararla ilgili bir davada hüküm vermiş (Enbiya 78) ve kendi dua odasında iki taraf arasındaki anlaşmazlığı çözmüştür (Sad 21-23). Kuran'da Davud'un Uriya'ya yaptığı yanlıştan veya Batşeba'dan hiç bahsedilmediği için Müslümanlar bu anlatımı reddeder.
Müslüman geleneği ve hadisler, Davud'un günlük namaz ve oruç tutma konusundaki gayretini vurgular. Kuran tefsircileri, tarihçiler ve Peygamberler Tarihi'ni derleyenler, Davud'un kısa Kuran anlatımlarını detaylandırır ve özellikle Davud'un Zebur'larını okumadaki yeteneğinden, güzel sesinden ve eşsiz okuyuşundan bahseder. Sesi, sadece insanlar üzerinde değil, tüm canlılar ve doğa üzerinde büyüleyici bir güce sahip olarak tasvir edilir ve onunla birlikte Allah'a hamt etmek için birleşirler.
Tarihsellik.
Edebi analiz.
Davud'un hayatına dair elimizdeki tek kaynaklar kutsal metinler ve arkeolojik buluntulardır. Bazı araştırmacılar, bu bilgilerin MÖ 11. ve 10. yüzyıllara ait kayıtlardan derlendiğine inanırken, kesin derleme tarihini belirlemek mümkün değildir. Diğerleri ise Samuel Kitapları'nın büyük ölçüde MÖ 7. yüzyılın sonlarında Kral Josiah döneminde yazıldığını, daha sonra Babil sürgünü (MÖ 6. yüzyıl) ve nihayetinde MÖ 550 civarında eklemeler yapıldığını savunur. Eski Ahit uzmanı Graeme Auld, Samuel Kitabı 9:8'de geçen ve Hasmonayim döneminde bilinen çeyrek şekel para biriminin bahsinin daha sonraki bir düzeltmeye işaret ettiğini öne sürerek bu görüşü destekler.
Samuel Kitapları'nın yazar ve editörleri, "Davud'un yükselişinin tarihi" ve "tahta geçiş anlatısı" gibi çeşitli eski kaynaklardan yararlanmıştır. Olaya farklı bir bakış açısı sunan Tarihler Kitabı ise büyük olasılıkla MÖ 350-300 yılları arasında yazılmış ve Samuel ile Krallar Kitapları'nı kaynak olarak kullanmıştır.
Kutsal metinler, Davud dönemi Yahuda'sının tam anlamıyla gelişmiş bir krallık olmadığını gösterir. Davud'a "kral" (melek) yerine çoğunlukla "prens" ya da "önder" (negid) denir. Ayrıca yönetimi, bir krallığa özgü karmaşık bürokrasi yapısından yoksundur ve takipçileri büyük ölçüde akrabaları ve memleketi Hebron'dan insanlardır.
Davud'un hikâyesi farklı şekillerde yorumlanır. Bazı araştırmacılar bunu Kral Arthur efsaneleri veya Homeros'un destanlarına benzer bir kahramanlık hikâyesi olarak görürken diğerleri bu tür karşılaştırmaları şüpheyle karşılar. Yakın Doğu edebiyatındaki diğer metinlerle paralellik gösteren bir tema ise Davut ile Yonatan arasındaki ilişkinin eşcinsel doğasıdır. Samuel 2'de (1:26) yer alan ve Davud'un Yonatan'ın sevgisinin kendisine bir kadının sevgisinden daha tatlı geldiğini ilan ettiği Yaşar Kitabı'ndan alıntı, Akhilleus ile Patroklos ve Gılgamış ile Enkidu hikâyelerindeki benzer ifadelerle karşılaştırılmıştır.
Bazılarına göre ise Davud hikâyesi, cinayet ve kral öldürme gibi suçlamalara yanıt olarak yazılmış siyasi bir savunmadır. Samuel ve Tarihler Kitapları'nın yazar ve editörleri, Davud'un saltanatını kaçınılmaz ve arzu edilir olarak göstermeyi amaçladıkları için onun hakkında çok az somut ve tartışmasız bilgi bulunur. Bununla birlikte, bazı araştırmacılar Samuel Kitabı'nın yazarlarının Davud'u sadece propagandacı bir figür olarak değil, karmaşık bir kişilik olarak da sunduğunu ileri sürer.
Davud hakkında yazılan çeşitli çalışmalar, onun karakterine dair farklı bakış açıları sunar. Baruch Halpern onu acımasız bir zorba, katil ve Gatlı Filist kralı Akiş'in ömür boyu hizmetkarı olarak tasvir eder. Steven McKenzie, Davud'un zengin bir aileden geldiğini ve rakiplerini, hatta kendi oğullarını bile öldüren "hırslı ve acımasız" bir tiran olduğunu savunur. Joel S. Baden, onu "cinayet, hırsızlık, rüşvet, seks, aldatma ve ihanet dahil her türlü yolla iktidara gelen hırslı, acımasız, etten kemikten bir adam" olarak tanımlar. William G. Dever ise onu "seri katil" olarak nitelendirmeye kadar gider.Jacob L. Wright, Davud'un Golyat'ı öldürmesi, Batşeba ile ilişkisi ve Birleşik İsrail Krallığı'nı yönetmesi gibi en popüler efsanelerin, kendisinden nesiller sonra, özellikle geç Pers veya Helenistik dönemlerde yaşayanlar tarafından yaratıldığını öne sürer.
Isaac Kalimi, Kral Süleyman ve dönemine gelince, "söylenebilecek neredeyse her şeyin... kaçınılmaz olarak kutsal kitap metinlerine dayandığını" belirtir. Ancak, belirli bir kutsal kitap pasajının MÖ 10. yüzyıldaki gerçek tarihi durumu yansıtıp yansıtmadığını belirlemenin genellikle zor olduğunu ve bir dereceye kadar makul olduğunu savunmanın ötesine geçmenin zor olduğunu kabul eder.
Arkeolojik buluntular.
1993 yılında bulunan Tel Dan Yazıtı, MÖ 9. yüzyılın sonları veya 8. yüzyılın başlarında Şam kralı Hazael tarafından dikilmiş bir taş anıttır. Anıt, kralın iki düşman krala karşı kazandığı zaferi kutlamakta ve çoğu bilim insanı tarafından "Davud Hanedanı" olarak tercüme edilen 𐤁𐤉𐤕𐤃𐤅𐤃, bytdwd ifadesini içermektedir. Kimi uzmanlar bu okumaya itiraz etse de, ifadenin soyunu Davud adında bir kurucuya dayandıran Yahuda Krallığı'na atıfta bulunması muhtemeldir.
1994 yılında iki yazıtbilimci, André Lemaire ve Émile Puech, 9. yüzyıldan kalma Moab Krallığı'na ait Meşa Dikilitaşı'nın 31. satırının sonunda "Davud Hanedanlığı" ifadesini de barındırdığını öne sürdüler. Ancak bu, Tel Dan Yazıtı'ndaki ifadeden daha az kesin olarak kabul edildi. Mayıs 2019'da, Israel Finkelstein, Nadav Na'aman ve Thomas Römer, yeni görüntülerden yola çıkarak hükümdarın isminin üç ünsüzden oluştuğunu ve bet harfiyle başladığına karar verdiler. Bu da "Davud Hanedanlığı" okumasını dışlar ve hükümdarın Moab'daki ikamet şehri olan "Horonaim" ile birlikte ele alındığında bahsedilen kişinin, adı İbrani Kutsal Kitabı'ndan da bilinen Kral Balak olma ihtimalini güçlendirir. Aynı yıl daha sonra, Michael Langlois hem yazıtın kendisinin hem de 19. yüzyılda hala sağlam olan dikilitaşın orijinal sıkıştırılmış kopyasının yüksek çözünürlüklü fotoğraflarını kullanarak Lemaire'nin 31. satırda "Davud Hanedanlığı" ifadesinin yer aldığı görüşünü yeniden doğruladı. Langlois'e yanıt olarak Na'aman, "Davud Hanedanlığı" okumasının kabul edilemez olduğunu savundu, çünkü ortaya çıkan cümle yapısı Batı Sami kraliyet yazıtlarında son derece nadirdir.
Bu iki stelin yanı sıra, Kutsal Kitap uzmanı ve Mısırbilimci Kenneth Kitchen, Davud'un adının Kutsal Kitap'ta genellikle Şişak ile özdeşleştirilen Firavun Shoshenq'in bir kabartmasında da geçtiğini öne sürmektedir. Kabartma, Shoshenq'in MÖ 925'te Filistin'deki yerlere baskın düzenlediğini iddia eder ve Kitchen bir yeri "Davut Tepeleri" olarak yorumlar; burası Güney Yahuda ve Negev'de, Kutsal Kitap'ta Davud'un Saul'dan sığındığı yerdir. Kabartma hasar görmüştür ve yorumu belirsizdir.
Arkeolojik analiz.
Arkeolojik Kanıtlar: Farklı Yorumlar
Birleşik Monarşi'nin arkeolojik kanıtları hala tartışmalara ve çeşitli yorumlara konu olmaktadır. Hayes ve Miller (2006) gibi bazı akademisyenler, MÖ 10. yüzyıl Filistin'inin arkeolojik kayıtlarında Kudüs merkezli güçlü bir krallığa dair kanıtların eksik olduğunu düşünmektedir. Kuhrt (1995) gibi diğerleri ise yazılı kayıtların sınırlı olduğunu kabul etmekle birlikte, çeşitli yerleşim yerlerindeki gelişmelerin döneme denk gelebileceğine işaret etmektedir.
Finkelstein ve Silberman (2007), arkeolojik bulguların Yahuda'yı seyrek nüfuslu, Kudüs'ü sadece bir köy ve Davud'un yönetimini de bir beylikle sınırlı olarak tasvir ettiğini savunmaktadır. Birleşik, tek tanrılı monarşiye dair Kutsal Kitap anlatısının sonradan oluşturulmuş bir yapı olduğunu öne sürmektedirler.
Farklı görüşler de mevcuttur. Mazar (2010), Birleşik Monarşi'yi "gelişmekte olan bir devlet" olarak tanımlar ve Davut'u bir Kenanlı savaş beyine benzetir. Dever, Saul, Davut ve Süleyman'a dair kanıtları kabul etmekle birlikte, Birleşik Monarşi'nin daha çok bir beyliğe benzemiş olabileceğini öne sürmektedir.
Son zamanlardaki kazılar tartışmaları alevlendirmiştir. Eilat Mazar'ın, Davut dönemine ait olduğunu öne sürdüğü Büyük Taş Yapı ve Kademeli Taş Yapı'daki bulguları hem destek hem de şüpheyle karşılanmıştır. MÖ 10. yüzyıla ait olası şehir surlarının keşfi ise tabloyu daha da karmaşık hale getirmektedir.
Khirbet Qeiyafa'daki kazılar, MÖ 10. yüzyıl Yahuda'sında kentleşmiş bir yerleşim olduğunu göstererek, yerleşik bir krallık fikrini desteklemektedir. Ancak, alanla ilgili farklı yorumlar da mevcuttur.
Tartışmalar, 2018 yılında Tel Eton'da yapılan ve bir Kenan yerleşiminin MÖ 11. yüzyılın sonlarında veya 10. yüzyılın başlarında bir Yahudi kasabasına dönüştüğünü düşündüren bulgularla devam etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15304",
"len_data": 14001,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.67
}
|
Salvador Allende Gossens (d. 26 Haziran 1908, Valparaíso, Şili - ö. 11 Eylül 1973, Santiago, Şili), Şilili devlet adamı ve Latin Amerika'da serbest seçimle iktidara gelen ilk Marksist devlet başkanıdır. Yönetimi boyunca işçi sınıfının egemenliğinde bir cumhuriyet kurma amacını gerçekleştiremedi. Göreve başladıktan üç yıl sonra karşıdevrimci general Augusto Pinochet, onun başkanlığını sürdürdüğü sosyalist iktidarı bir darbe ile ortadan kaldırdı.
Çocukluk ve gençlik yılları.
Burjuva bir ailenin oğlu olan Allende, liseyi bitirdikten sonra doğduğu kent olan Valparaíso'da tıp eğitimi gördü. Solcu politik gruplarda çalışarak kısa zamanda öğrenci liderliğine yükseldi. Diktatör Carlos İbanez'e karşı mücadelesinden dolayı tutuklandı ve 1932'de tıp diplomasını aldıktan sonra üniversiteden uzaklaştırıldı. Bir yıl sonra tanınmış birkaç solcuyla birlikte Komünist Partinin Marksist alternatifi olarak gördüğü Partido Socialistayı (Sosyalist Parti) kurdu.
İlk politikaları.
1937'den başlayarak Milletvekili olan Allende, devletin çeşitli sağlık kurumlarında çalıştı ve Valparaíso Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yaptı. Halk Cephesi Hükûmeti'nin Başkanı olan Pedro Aguirre Cerda, Allende'yi 1939'da Sağlık Bakanlığı'na atadı. Allende'nin sosyal düzeyi düşük olanlara karşı özel bir ilgi göstermesi, Yoksulların Başkanı olarak adlandırılmasını sağladı. 1943'te Sosyalist Parti Genel Sekreterliği'ne seçildi ve bunun ardından sağlık alanında çeşitli kamusal ve siyasal görevler üstlendi. Bunun yanı sıra ülkesinin sosyal yasalarının çıkarılması yönünde etkin bir rol oynadı.
Dört kez Başkan adaylığı.
Allende, toplumun alt tabakalarına ilişkin sosyal çalışmalarından dolayı kazandığı popülerliği 1952'deki Başkan seçimlerinde kullanmak istedi. Birkaç solcu partiyi birleştirerek Frente del Puebloyu (Halk Cephesi) kurdu ve bu partinin adayı oldu. Ne var ki ancak 60.000 oy alabildi. Bu başarısızlığın sonucu olarak, sonraki yıllarda giderek daha çok partiyi Halk Cephesine katmaya çalıştı.
4 Eylül 1970'te Sosyalistler, Komünistler, Liberaller ve Hristiyan Demokratlar'dan ayrılmış olanların birleşmesiyle kurduğu Unidad Popular'ın (Halk Birliği) adayı oldu. 1952, 1958, 1964'ten sonraki bu dördüncü girişiminde, 1967'den beri Senato Başkanı olan Allende, mutlak çoğunluğu (oyların % 36,3'ü) kazandı. Altı hafta sonra hedefine ulaşarak Başkanlık Sarayı'na taşındı. Hükûmet'teki Hristiyan Demokrat Partisinin oylarını; demokratik hukuk devleti, ayrıca parti, toplantı ve basın özgürlüğünden yana tavrıyla toplayabildi.
Sosyalist ekonomik politikası.
Allende, Şili'yi sosyalist bir topluma yani "İşçi Sınıfının Cumhuriyeti"ne dönüştürmek istedi. Mallara el koyarak ve mülkü dağıtarak büyük sosyal farklılıklara karşı savaştı. 15 yaşından küçük çocuklara, gebe ve emziren annelere parasız olarak günde yarım litre süt dağıttı. En düşük gelirleri üçte iki oranında yükseltti, buna karşılık devlet memurlarının ücretlerine bir üst sınır koydu.
Yabancı işletmeleri devletleştirmesi, birinci derecede, hemen hemen tümüyle Amerikalılara ait olan bakır madenlerine yönelikti. 1970 Kasım'ında Küba ile diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması, ABD ile ayrıca bir sürtüşme nedeni oldu.
İç politika.
Allende'nin sosyal ve politik girişimlerinin başlangıçtaki başarılarına karşın önemli ekonomik sorunlar ortaya çıktı. Bir yıl önce devletleştirmeyi oy birliğiyle kabul etmiş olan muhafazakâr muhalefet, ABD'nin baskısıyla 1972 Şubat'ında danışma koşulunu koydu ve Allende, bundan sonraki devletleştirme işlemlerinde Parlamento'nun iznini almak zorunda kaldığından politikasını sürdüremedi.
1973'ün ortasından sonra, sağdan ve soldan gelen terör, iç politikadaki dengeyi bozdu. Ayrıca zırhlı bir birliğin darbe girişimi, Allende'nin 1972 güzünde Hükûmet'e ortak ettiği ordunun da artık onu tam olarak desteklemediğini kanıtladı. 1973 Haziran'ının sonunda Parlamento'nun çoğunluğu Allende'nin rejimini yasa dışı ilan etti ve kendisini anayasayı birkaç kez ihlal etmekle suçladı.
Askeri darbe ve ölümü.
1973 Ağustos'unun sonunda Allende tarafından Şili Silahlı Kuvvetleri'nin Başkomutanlığı'na getirilen General Augusto Pinochet, ülkenin karışık durumundan yararlanarak 11 Eylül 1973 tarihinde bir darbe girişiminde bulundu. Bunu yaparken CIA'in yoğun desteğini gördü. Bu durum, Latin Amerika devletlerinde serbest seçimlerle iktidara gelen Marksist bir Devlet Başkanına yapılan tek antikomünist darbedir.
CIA'nın Şili Operasyonu.
1970'te Şili devlet Başkanı Seçilen Salvador Allende, sosyalist politikalarıyla Washington'un tepkisini çekti. CIA, Allende'yi devirmek için bir süren gizli bir operasyon başlattı. Milyonlarca dolar, muhalif medya kuruluşlarına ve siyasi partilere aktarıldı. Ekonomiyi sarsmak için grevleri organize eden sendikalara ödeme yapıldı. 11 Eylül 1973'te ordu, Allende'yi devirmeye yönelik bir darbe gerçekleştirdi. Aynı gün, Allende başkanlık sarayında ölü bulundu. Resmi açıklamalar onun intihar ettiğini söylese de, ölümüne dair şüpheler yıllarca tartışıldı.
Başkanlık Sarayı'na yapılan saldırılar sırasında teslim olması çağrısı yapıldı fakat o, askerlere teslim olmayı reddetti ve intihar etti. Kısa bir süre sonra darbeciler, Allende'nin intihar ettiğini duyurdu. Resmi duyuruda, General Augusto Pinochet'in askerleri Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nı sarınca otomatik tüfek ile intihar ettiği ilan edildi. Ölümünden önce, Fidel Castro'nun kendisine hediye ettiği ve elinde tuttuğu AK-47 marka silah birkaç kez fotoğraflanmıştı. Allende, bu silahla ölü bulundu. 2004'teki Guzmán belgeseline göre, Allende bir tabanca ve bir tüfekle kendini vurmuştur. Ölümünden sonra Pinochet anayasayı geçersiz kılarak askeri bir diktatörlük kurdu.
2011'de Şili mahkemesi Allende'nin ölümüyle ilgili soruşturma başlattı. Devam eden cezai soruşturma, Mayıs 2011'de Allende'nin cesedinin mezardan çıkarılması ve uluslararası uzmanlardan oluşan bir ekip tarafından otopsi yapılması yönünde bir mahkeme kararına yol açtı. Otopsinin sonuçları resmi olarak Temmuz 2011 ortasında açıklandı. Uzmanlardan oluşan ekip, eski cumhurbaşkanının kendisini AK-47 saldırı tüfeğiyle vurduğu sonucuna vardı.
Aralık 2011'de soruşturmadan sorumlu yargıç, uzmanların bulgularını doğruladı ve Allende'nin ölümünün intihar olduğuna karar verdi. Allende'nin ölümünün 39. yıldönümü olan 11 Eylül 2012'de, Şili temyiz mahkemesi oybirliğiyle ilk derece mahkemesinin kararını onadı ve davayı resmen kapattı. "The Guardian", ceset üzerinde yapılan bilimsel otopsinin "Salvador Allende'nin, sosyalist hükümetini deviren 1973 darbesi sırasında intihar ettiğini" doğruladığını bildirdi. Şöyle devam etti:
Allende'nin kızı ve Şili Senatosu üyesi Isabel Allende Bussi, BBC'ye şunları söyledi: "Raporun sonuçları zaten inandığımız şeylerle tutarlı. Aşırı koşullarla karşı karşıya kaldığında aşağılanmak yerine kendi canına kıyma kararını verdi." 2011 Şili adli soruşturmasının ortaya çıkardığı kesin ve oybirliğiyle elde edilen sonuçlar, Allende'nin Şili Silahlı Kuvvetleri tarafından öldürülmüş olabileceğine dair onlarca yıldır devam eden rahatsız edici şüpheleri gidermiş gibi görünüyor. İntihar teorisinin kamuoyu tarafından kabulü geçtiğimiz on yılın büyük bölümünde zaten artıyordu. İfade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaların giderek aşındığı cunta sonrası Şili'de, bağımsız ve görünüşte güvenilir tanıklar hikâyelerini haber medyasına ve insan hakları araştırmacılarına anlatmaya başladı. Bu tanıkların aktardığı gerçeklerin kümülatif ağırlığı, Allende'nin ölümüyle ilgili daha önce doğrulanmamış birçok ayrıntı için yeterli desteği sağladı.
Geleneği.
İstanbul, Ataşehir'de Mustafa Kemal Atatürk ile yan yana bir heykeli vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15307",
"len_data": 7587,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Gustave Flaubert (12 Aralık 1821 – 8 Mayıs 1880), Fransız roman yazarı. Edebiyat eleştirmenleri tarafından modern romanın kurucusu kabul edilir. En tanınmış eseri, 19. yüzyıl toplumsal gerçekliğini çarpıcı biçimde aktaran ve dünya klasikleri arasına giren "Madame Bovary"'dir. 1857'de yayımlanan ve Fransa'da ciddi tartışmalara neden olan bu eserden sonra realist akımı başlatan kişi olarak gösterilmiştir.
Yaşamı.
12 Aralık 1821'de Fransa'nın Rouen kentinde doğdu. Bir hekim kızı ve dinsel bağlılıkları sahip bir aristokrat olan annesi Justine-Caroline Fleuriot ile Hôtel-Dieu'de baş cerrahlık yapan orta sınıftan gelme babası Achille-Cléophas'nın ortanca çocuğuydu. Rouen'de mutlu bir çocukluk dönemi yaşadı.
1832-1840 yılları arasında Rouen Koleji'nde öğrenim gördü. Edebiyat alanındaki ilk denemelerini okul gazetesinde ve "Le Colibri" ("Sinek Kuşu") adlı küçük bir dergide yaptı. 1834'te arkadaşı Ernest Chevalier ile birlikte "Art et Progrès" (Sanat ve İlerleme) adında bir dergi çıkarmaya başladı. Henüz 15 yaşındayken Trouville sahilinde tanıştığı kendisinden on yaş büyük ve evli bir kadın olan "Elisa Schlésinger"'e âşık oldu. Bu aşk, yaşamında çok önemli etkiler, izler bıraktı. Elisa Schlesinger daha sonra ""Duygusal Eğitim" adı ile kaleme alacağı eserde "Marie Arnoux" karakterinin de temel kaynağı oldu. Öğrencilik yıllarında sürekli yazdı. "Bir Çılgının Hatıraları" (1838), "Smarh" (1839) ve 1840 yılında yazmaya başladığı "Kasım" lise öğrencisi olduğu dönemin ürünleridir.
1841'de Paris'e gidip Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Hukuk öğrenimi sırasında da yoğun bir şekilde yazmakla meşgul oldu. 1844 yılında sara kaynaklı ilk krizini geçirince, dinlenmesi gerektiğinden hukuk eğitimini yarıda bırakarak eve döndü. Hastalığı nedeniyle vaktinin çoğunu evde geçirmek zorunda kaldı.
1845'te "Duygusal Eğitim"'in ilk taslağını bitirdi ve ailesiyle beraber bir İtalya seyahatine çıktı. Cenova'da gördüğü ve onu çok etkileyen bir Brueghel tablosunun verdiği ilhamla “"Aziz Anthony'nin Baştan Çıkışı"”'nı yazmaya başladı.
1846 yılında babasını, hemen ardından kız kardeşini kaybetti. Ölen kardeşinin küçük bebeğinin bakımını üstlendi. Babasından kalan yüklü miras sayesinde tüm zamanını yazı yazarak geçirmeye karar verdi. Yeğeni ve annesi ile Rouen yakınlarındaki Croisset'ye yerleşti, hayatının tamamını burada geçirdi. Bu arada edebiyat dünyasında kendisinden uzatmalı sevgilisi olarak bahsedilen şair "Louise Colet" ile tanıştı (1846) ve ilişkileri sekiz yıl sürdü.
1849'da ""Aziz Antoine" adlı eserinin ilk okumasını arkadaşlarına yaptığında büyük hayal kırıklığı yaşadı. Arkadaşları ona sıradan konular seçmesini ve bunu doğal bir üslupla, herkesin anlayabileceği bir dille yazmasını öğütlediler. Bu hayal kırıklığının ardından yakın dostu Maxime du Camp ile birlikte 18 ay süren bir Ortadoğu gezisine çıktı. Yunanistan, Anadolu, Mısır, Filistin, Suriye ve İtalya'yı dolaştı. Gezi esnasında mal varlığının çoğunu harcayan ve frengiye yakalanan Flaubert, içe kapanıklığından, yalnız Mısır’a ve Tunus’a yaptığı yolculuklarla sıyrıldı. Ünlü romanı Salambo’yu ona esinleyen de, bu yolculuklar oldu. Madame Bovary’i de bu esnada kurgulamakta olduğu ifade edilir. Edebiyat dünyasından pek çok kişiyle mektuplaştı. Bu mektuplardan bazıları sonradan büyük ün kazandı. Sevgilisi Louise Colet’e mektupları ise edebî açıdan eserleri arasında sayılacak değerde kabul edilir.
Yakın Doğu seyahatinden dönüşünden üç ay sonra, Eylül 1851′de "Madame Bovary"'yi yazmaya başladı. Kitabı 1856 baharında bitirdi ve eser tefrika edildi. Flaubert 1856′da "Baştan Çıkış"'ı tekrar kaleme ve "Salombo" üzerinde çalışmaya başladı (1857). Bu arada ilk romanı Madame Bovary, 1857’de kitap olarak basıldı. Eser “ahlaksızlık-sapkınlık” eseri olarak suçlanarak yasaklandı ve yazara dava açıldı. Savcıya göre kitapta eş aldatma yüceltilmekte, cinsel duygular abartılıp kışkırtılmakta, geleneklere hakaret edilmekteydi. Yargıç “namus cellâdı kadın”ın kim olduğu sorulduğunda, Falubert’in verdiği "Madam Bovary, c'est moi! (Madame Bovary benim!)"” yanıtı meşhurdur. Avukatı Marie-Antoine-Jules Senard’ın başarılı savunması Flaubert’in aklanmasını sağladı. Avukat Senard’ın adı bu nedenle kitabın yeni basımında, daha ilk sayfada, ithaftan da önce, Flaubert’in kendisine hitaben yazdığı kısa bir teşekkür notuyla birlikte yer almıştır. Flaubert bu savunmadan sonra, yazdığı kitabın kendi gözünde bile umulmadık bir değer kazandığını söylemiştir.
Yazar, 1858 ilkbaharında Kuzey Afrika'da iki aylık bir araştırma gezisi yaptı. Salomo adlı romanını Nisan 1862′de tamamladı. 1864-1869 arasında Duygusal Eğitim’in son taslağını yazdı. Yirmi beş seneye yayılan bir çalışma sonunda ortaya çıkan bu eserde kendi gençlik yıllarından hareketle bir "nesil hikâyesi" anlatmıştır.
Yaşamının son yılları acılar, edebi başarısızlıklar ve maddi zorluklarla geçti. Bitiremediği son projesi "Bouvard ve Pécuchet"'yi ("Bilirbilmezler" ismi ile Türkçeye çevrildi) yazmaya 1874′te başladı. Para sıkıntısı yüzünden, projeye iki senelik bir ara verip 1877′de yayımlanacak olan "Üç Hikâye"'yi (Saf Bir Kalp, Konuksever Aziz Julien Efsanesi ve Hérodias) kaleme aldı. Çocukluk arkadaşı Laure le Poittevin'in oğlu Maupassant'ı manevi evladı olarak benimsemişti. Onu iyi bir yazar olarak yetiştirmeye çalıştı ve Maupassant'ın başarılarıyla avundu.
Flaubert, 8 Mayıs 1880 günü, Croisset'de felç sonucu aniden öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15310",
"len_data": 5363,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.52
}
|
Büyük Taarruz (Osmanlı Türkçesi: بیوك تعرض), Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusunun Yunan kuvvetlerine karşı başlattığı genel saldırıdır. Bakanlar Kurulu taarruz kararını almış ve 14 Ağustos 1922 tarihinde kolordular taarruz için yürüyüşe geçmiş, 26 Ağustos'ta saldırı başlamış, 9 Eylül'de Türk Ordusu İzmir'e girmiş ve 18 Eylül'de de Yunan Ordusu'nun Anadolu'yu tamamen terk etmesiyle savaş sona ermiştir.
Taarruz öncesi.
Türk Ordusu Sakarya Meydan Muharebesi'ni kazanmış olsa da Yunan ordularını savaşa zorlayarak yok edecek bir durumda değildi. Türk ordusunun bir taarruza girişmesi için büyük eksikleri vardı. Bunların giderilmesi için halktan son bir kez özveride bulunması istendi. Bütün mali kaynaklar son sınıra kadar zorlandı ve hemen hazırlıklara başlandı; subaylar ve askerler taarruz için eğitilmeye başlandı. Ülkenin tüm kaynakları ordunun emrine verildi. Muharebelerin fiilen sona erdiği Doğu ve Güney cephesindeki birlikler de Batı cephesine kaydırıldı. Öte yandan İstanbul'da da Türk kurtuluş mücadelesine destek veren dernekler İtilaf Devletleri'nin silah depolarından kaçırdıkları silahları Ankara'ya gönderdiler. Türk ordusu ilk kez taarruza geçecekti ve bu yüzden sayıca Yunan birliklerinden üstün olmak zorundaydı. Anadolu'da bu dönemde 200.000 Yunan askeri vardı. Türk ordusu da bir yıllık hazırlık sonucunda ordudaki asker sayısını 186.000'e yükselterek Yunan birliklerine yaklaştı. Ancak Türk ordusu tüm bu çabalara rağmen süvari birlikleri dışında Yunan birliklerine bir üstünlük sağlayamamış, ancak bir denge kurulabilmişti.
Taarruz zamanı yaklaştıkça Sakarya Meydan Muharebesi'nden önce çıkartılan ve üç defa süresi uzatılan ve süresi 4 Ağustos'ta sona erecek olan Başkomutanlık yasasının süresinin yeniden uzatılması gündeme geldi. Bunun için Mustafa Kemal Paşa 20 Temmuz'da Türkiye Büyük Millet Meclisinde "Ordunun maddi ve manevi gücü millî gayeyi tam bir güvenle gerçekleştirecek düzeye ulaşmıştır. Bu sebeple yüce meclisimizin yetkilerine lüzum kalmamıştır." diyerek yasadaki olağanüstü maddelere gerek olmadığını bildirdi. Başkomutanlık yasası meclisin verdiği kararla oy birliğiyle süresiz uzatıldı. Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra kamuoyunda ve TBMM’de taarruz için sabırsızlıklar baş gösterdi. Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara "Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür." diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırladı.
1922 yılının Haziran ayı ortalarında, Başkomutan Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını aldı. Bu karar sadece üç kişi ile paylaşıldı: Cephe Komutan Mirliva İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Birinci Ferik Fevzi Paşa ve Millî Savunma Bakanı Mirliva Kâzım Paşa. Asıl amaç; kesin sonuçlu bir muharebenin ardından, düşmanın savaşma azim ve iradesini tamamen ortadan kaldırmaktı. Büyük Taarruz ve bu taarruzu taçlandıran Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı'nın son safhasını ve zirvesini teşkil etti. Mustafa Kemal Paşa, 3 yıl 4 aylık süreçte Türk milletini ve ordusunu adım adım hedefe taşıdı. Batı Anadolu'yu Türk Ordusu'na karşı savunmayı planlayan Yunan Ordusu; Gemlik Körfezi'nden Bilecik, Eskişehir ve Afyonkarahisar ilinin doğusu ile Büyük Menderes Nehri'ni takiben Ege Denizi'ne dayanan savunma hattını bir yıla yakın bir süre ile tahkim etti. Özellikle Eskişehir ve Afyon bölgeleri gerek tahkimat gerekse birlik miktarı bakımından daha kuvvetli tutulmuş, hatta Afyonkarahisar ilinin güneybatısındaki bölge birbiri gerisinde beş savunma hattı şeklinde tertiplenmiştir.
Hazırlanan Türk taarruz planına göre 1. Ordu kuvvetleri, Afyonkarahisar ilinin güneybatısından kuzeye doğru taarruza geçtiğinde Afyonkarahisar ilinin doğusu ve kuzeyinde bulunan 2. Ordu kuvvetleri de taarruzla kesin sonuç alınmak istenen 1. Ordu bölgesine düşmanın kuvvet kaydırmasına engel olacak ve Döğer bölgesinde bulunan düşman ihtiyatlarını kendi üzerine çekmeye çalışacaktır. 5. Süvari Kolordusu da Ahır Dağları'ndan aşarak düşmanın yan ve gerilerine taarruz ederek düşmanın İzmir ile telgraf ve demir yolu irtibatını kesecektir. Baskın prensibi ile Yunan ordusunun imhasının gerçekleşmesi düşünüldü ve Mustafa Kemal Paşa, 19 Ağustos 1922 tarihinde Ankara'dan Akşehir'e giderek 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı Türk ordusuna taarruz emrini verdi.
Taarruz.
26 Ağustos gecesi 5. Süvari Kolordusu, Ahır Dağları üzerindeki Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak Yunan hatlarının gerisine intikale başladı. İntikal bütün gece sabaha kadar sürdü. Yine 26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı. Büyük Taarruz burada başlayarak, topçuların sabah saat 04.30'da tanzim ateşi ile başlayan harekât, saat 05.00'te önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Türk piyadeleri, sabah 06.00'da Tınaztepe'ye hücum mesafesine yaklaşarak tel örgüleri aşıp Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra Tınaztepe'yi ele geçirdi. Bundan sonra saat 09.00'da Belentepe, daha sonra Kalecik - Sivrisi ele geçirildi. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğiltepe'ye kadar 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirdi. 5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulunarak, 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.
27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla gerçekleştirildi. Aynı gün Türk birlikleri Afyonkarahisar'ı geri aldı. Başkomutanlık Karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhı Afyonkarahisar'a taşındı.
28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri başarılı geçen taarruz harekâtı, 5. Yunan Tümeni'nin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin sür'atle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar ve karar süratli ve düzenli bir şekilde uygulandı. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı, Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası Türk askerî tarihine Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçti.
30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe'den idare ettiği savaşta, tamamen yok edildi veya esir edildi. Aynı günün akşamında Türk birlikleri Kütahya'yı geri aldı.
Savaş havada da sürdü. 26 Ağustos günü, hava bulutlu olmasına rağmen, Türk uçakları keşif, bombalama ve kara birliklerini korumak için havalandı. Av uçakları gün boyunca sürdürdükleri devriye uçuşları sırasında, dört defa düşman uçakları ile karşı karşıya geldiler. Girişilen hava çarpışmalarında üç Yunan uçağı kendi hava hatlarının gerisine indirildi ve bir Yunan uçağı da bölük komutanı Yüzbaşı Fazıl tarafından Afyonkarahisar'ın Hasanbeli kasabası civarında düşürüldü. İleriki günlerde de keşif ve bombalama uçuşları gerçekleştirildi.
Anadolu'daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edildi. Kalan bölümü ise üç grup halinde çekildi. Bu durum karşısında Çalköy'de yıkık bir evin avlusu içinde Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile buluşarak Yunan ordusunun kalıntılarını takip etmesi için Türk ordusunun büyük kısmının İzmir istikametinde ilerlemesini kararlaştırdılar ve müteakiben de Mustafa Kemal Paşa o tarihî "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!" emrini verdi.
1 Eylül 1922 tarihinde Türk ordusunun takip harekâtı başladı. Muharebelerden kurtulan Yunan birlikleri İzmir'e, Dikili'ye ve Mudanya'ya düzensiz olarak geri çekilmeye başladı. Yunan ordusu Başkomutanı General Nikolaos Trikupis ve kurmayları ile 6.000 asker, Afyonlu Ahmet Çavuş önderliğinde 2 Eylül de Uşak'ta Türk birliklerine esir düştüler. Trikupis, Yunan ordusunun başkomutanlığına atandığını Uşak'ta Mustafa Kemal Paşa'dan öğrendi.
Türk ordusu bu muharebede, 15 günde 450 kilometre mesafe katederek 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girdi. Sabuncubeli'nden geçen 2. Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir'e doğru ilerlerken bunun solunda 1. Süvari Tümeni de Kadifekale'ye doğru yürüdü. Bu Tümenin 2. Alayı, Tuzluoğlu Fabrikası'ndan geçerek Kordonboyu'na ulaştı. Yüzbaşı Şerafettin Bey İzmir Hükûmet Konağı'na, 5. Süvari Tümenin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık Dairesine, 4. Alay Komutanı Reşat Bey de Kadifekale'ye Türk bayrağını çektiler.
Taarruz sonrası.
Büyük Taarruz'un başladığı günden 4 Eylül'e kadar Yunan ordusu 321 kilometre geri çekildi. 7 Eylül'de Türk birlikleri İzmir'e 40 kilometre kadar yaklaşmıştı. 9 Eylül 1922 tarihli New York Times gazetesi Yunan ordusunun kayıplarının ve Türk ordusunun ele geçirdiklerinin 910 savaş topu, 1.200 kamyon, 200 otomobil, 11 uçak, 5.000 Makineli tüfek, 40.000 tüfek ve 400 vagonluk cephane olduğunu yazdı. Ayrıca 20.000 Yunan askerinin de esir düştüğünü belirtti. Devamında Yunan ordusunun savaşın başında 200.000 kişiden oluştuğunu ve şu anda yarısından fazlasını kaybettiğini ve Türk süvarilerinden dağınık halde kaçan Yunan asker sayısının ancak 50.000'i bulabildiğini yazdı.
Büyük Taarruz'da Türk Ordusu, 7.244.088 piyade mermisi, 55.048 top mermisi ve 6.679 bomba kullandı. Muharebelerde 6.607 piyade tüfeği, 32 hafif makineli tüfek, 7 ağır makineli tüfek ve 5 top kullanılamaz durumuna geldi. Yunanlardan 365 top, 7 uçak, 656 kamyon, 124 binek aracı, 336 ağır makineli, 1.164 hafif makineli tüfek, 32.697 piyade tüfeği, 294.000 el bombası ve 25.883 sandık piyade mermisi ele geçirildi. Büyük Taarruzun başlangıcından beri ele geçirilen ve Türk ordusunun ihtiyaç fazlası olan 8.371 at, 8.430 öküz ve manda, 8.711 eşek, 14.340 koyun ve 440 deve halka dağıtıldı. Büyük Taarruz'da Yunan ordusundan esir düşen asker sayısı 20.826 idi. Bunlardan 23 inşaat taburu kuruldu ve kendilerinin yıktıkları, karayolu ve demiryollarının tamirinde çalıştırıldılar.
Büyük Taarruz boyunca Türk Ordusunun muharip zayiatı, 26 Ağustos taarruzun başlangıç gününden 9 Eylül İzmir'in kurtuluşuna kadar 2.318 ölü, 9.360 yaralı, 1.697 kayıp ve 101 esir idi. 18 Eylül'e kadar, yani son Yunan askerlerinin Erdek'den çekilip Batı Anadolu'daki Yunan işgalinin sona ermesiyle, 24 gün boyunca toplam 2.543 ölü (146 subay ve 2.397 er) ve 9.855 yaralı (378 subay ve 9.477 er) verilmiştir.
9 Eylül'de Türk birlikleri İzmir'e girdi. 11 Eylül'de Bursa, Foça, Gemlik ve Orhaneli, 12 Eylül'de Mudanya, Kırkağaç, Urla, 13 Eylül'de Soma, 14 Eylül'de Bergama, Dikili ve Karacabey, 15 Eylül'de Alaçatı ve Ayvalık, 16 Eylül'de Çeşme, 17 Eylül'de Karaburun, Bandırma ve 18 Eylül'de Biga ve Erdek Yunan işgalinden kurtarıldı. Böylece 18 Eylül'de de Batı Anadolu Yunan işgalinden kurtarıldı. 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Ateşkes Anlaşması ile Doğu Trakya, silahlı çatışma olmadan Yunan işgalinden kurtarıldı. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile savaş resmen sona erdi ve Türkiye bağımsızlığını tüm dünyaya kabul ettirdi.
Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni sevk ve idare ettiği Zafertepe’de 30 Ağustos 1924 tarihinde Büyük Zafer'in önemini şu şekilde ifade etmiştir. "... Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk Devleti'nin, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri burada atıldı. Ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır..."
Tarihçi Isaiah Friedman Yunan Küçük Asya Ordusu'nun son günlerini şu sözlerle tasvir etmiştir: "Yunan ordusunu bekleyen bozgun, Armageddon savaşı boyutlarında idi. Dört gün içinde bütün Yunan Küçük Asya Ordusu ya yok edildi ya da denize döküldü."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15326",
"len_data": 12154,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Başkumandanlık Meydan Muharebesi ya da Dumlupınar Meydan Muharebesi, Kütahya'ya bağlı Dumlupınar yakınında 30 Ağustos 1922'de Türk ve Yunan orduları arasında meydana gelen savaştır. Başkumandan Mustafa Kemal Paşa tarafından şahsen yönetildiği için "Başkumandanlık Meydan Muharebesi" olarak anılır. İstiklal Savaşı'nın kesin bir Türk zaferiyle sonuçlanmasını sağlayan bu çarpışmanın yıl dönümü Türkiye'de ulusal bayram olarak kutlanmaktadır.
Kurtuluş Savaşı'nın son evresi 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar'daki Kocatepe'de başlayan Büyük Taarruz ile açılmış ve 9 Eylül 1922'de Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesiyle sonuçlanmıştır.
1922 yazında durum.
Sakarya Meydan Muharebesi sonucunda Yunan tarafı Şubat ve Mart 1922'de Londra'ya uzun bir ziyarette bulunarak ülkesine yapılan askeri yardımın artırılmasını istedi. Ancak bu istek Lloyd George hükûmetince reddedildi. Gounaris bunun üzerine Yunan ordusunu Anadolu'dan çekme tehdidinde bulundu ise de bunu kendi hükûmetine kabul ettiremeyerek istifaya zorlandı. Sakarya'da kazanılan savaşın en önemli sonucu 20 Ekim 1921'de Ankara Hükûmeti ile Fransa arasında imzalanan anlaşma oldu. Bu anlaşma ile Fransa Türkiye'ye karşı katı bir politika izleyen İngiltere'den yolunu ayırarak Türkiye ile işbirliği yoluna girmişti. Bu arada İtalyanların da Temmuz 1921'de Antalya bölgesinden çekilerek Yunanistan'a karşı Türk tarafını destekleyen bir tavır almasıyla müttefikler arasındaki anlaşmazlıklar iyice su yüzüne çıktı.
TBMM Hükûmeti Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'in (Tengirşenk) Şubat 1922'deki Londra ve Paris ziyaretlerinden sonra, İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri Mart 1922'de Paris'te toplanarak ateşkes de dahil olmak üzere Sevr Antlaşması'nda bazı değişiklikler yapmayı öngören önerilerde bulundular. Fakat TBMM Hükûmeti, öncelikle Yunan ordusunun Anadolu'yu tahliye etmesinde ısrar edince anlaşma sağlanamadı. Bu esnada TBMM, Mustafa Kemal Paşa'nın başkomutanlığını süresiz uzattı.
Temmuz ayında İçişleri Bakanı Fethi Bey (Okyar) Paris ve Londra'yı ziyaret etti. Bu görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine Türk hükûmeti barış yolunun kapalı olduğuna hükmederek taarruz kararı aldı. Fethi Bey Ankara'ya 14 Ağustos'ta yolladığı raporda "Milli gayenin sağlanması, ancak askeri faaliyetlerle kabil olabilecektir" görüşünü bildirdi.
Türk hazırlıkları.
15 Eylül 1921 tarihinden geçerli olmak üzere seferberlik ilan edilerek, 1899, 1900, 1901 doğumlular silah altına alınmış, ordunun asker eksiği tamamlanmıştı. Türk kuvvetlerinin eksikleri de siviller dahil çeşitli kaynaklardan tamamlanmaya çalışıldı. 20 Ekim 1921'de imzalanan anlaşmayla Çukurova'daki işgalini sonlandıran Fransa'dan önemli miktarda silah ve mühimmat desteği alındı. Sovyetler Birliği'nden sağlanan mali yardım da orduyu geliştirmekte kullanıldı. Batı Cephesi'nde askeri mevcut 208.000 kişiye ulaştı. Yiyecek, giyecek ve cephane yeterli düzeye getirildi.
Genel taarruz hazırlıkları Haziran 1922'de başlatıldı. 6 Ağustos 1922'de orduya gizlice taarruz için hazırlanması emri verildi. Mustafa Kemal Paşa, Akşehir'e gelerek komutanlarla toplantı yaptı. Toplantıda 26 Ağustos taarruz günü olarak belirlendi. Taarruz Afyon'un güneyinden Dumlupınar yönüne doğru baskın şeklinde başlayacak ve sonra da meydan savaşına dönüştürülerek düşman kuvvetleri tümüyle yok edilecekti. Türk ordusu Yunan cephesinin en güçlü direnek merkezinden saldıracaktı.
Yunan hazırlıkları.
Yunanlar bir Türk Taarruzu'na karşı hazırlıksız değildi. Öncelikle Afyon bölgesi tamamen müstahkem hale getirilmiş, sıra sıra tel örgüler, makineli tüfek yuvaları ve topçu mevzileri ile takviye edilmişti. Ayrıca, bir geri çekilme gerektiğinde Afyon kuzeyinde İlbulak dağı merkez olmak üzere 2. bir mevzi, daha geride Dumlupınar-Toklusivrisi hattında 3. bir mevzi hazırlanmıştı.
Bunun yanında İzmir-Afyon-Eskişehir demiryolu, Mudanya iskelesinin Yunanların elinde olması, keşif uçakları, 4000'den fazla kamyon ve otomobil Türk ordusuna kıyasla büyük bir lojistik ve keşif üstünlüğü sağlıyordu.
Bunlara dayanarak Yunanlar açık araziden gelecek bir tehdide karşı hem sayı üstünlüklerini koruyarak taarruzu def edebileceklerini, hem de keşif kabiliyetleri ve İngiliz casusluk ağı ile bu taarruz için yapılması gereken bir yığınağı önceden tespit edebileceklerini düşünüyorlardı.
Ayrıca, güneyden gelebilecek bir tehdit karşısında ise Afyon-Çay doğrultusunda bir karşı taarruz ile Türk ordusunu ikmal üslerinden ayırıp imha etmeyi planlamaktaydılar.
Mustafa Kemal Paşa, ordunun taarruz hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde sürdürmüştür. Taarruzu gizlemek için Temmuz ayı sonunda ordu birlikleri arasında bir futbol turnuvası düzenleyerek komutanlarla topluca görüşme imkânı sağlamıştır.
Büyük taarruz öncesinde Yunan Cephe Ordusu; 3 Kolordu düzeninde Eskişehir Kuzeyinden Afyon güneyine kadar yayılmış, en kuzeyde İnegöl'de 11. Piyade Tümeni Uşak'ta ise 2. Piyade Tümeni ve bazı bağımsız alaylarla yanlarını kapatmaktaydı. Yunan ordusunun toplam mevcudu 300.000 kadar olup, bunun 225.000'i Anadolu'da bulunmaktaydı.
3. Yunan Kolordusu (General Sumilas) Eskişehir önlerinde 3., 10. ve 15. Piyade Tümenleri ile Bursa istikametini kapatırken aynı zamanda Kütahya önlerinde mevzilenmiş 2. Yunan Kolordusu (General Digenis) 7., 9. ve 13. Piyade Tümenleri ile hem cephenin orta kısmını kapatmakta hem de Eskişehir veya Afyon'a yönelebilecek bir Türk taarruzuna karşı 3. veya 1. Kolorduya ihtiyat vazifesi görmekteydi. 1. Yunan Kolordusu (General Trikupis) ise karargahı Afyon'da olmak üzere cephenin güneyini savunmaktaydı. 1. Kolordu tümü cephe hattında olmak üzere 1., 4., 5. ve 12. Piyade tümenlerine komuta etmekteydi.
General Hacianesti Yunan Küçük Asya Ordusunun başına getirildiğinde Büyük Taarruz kaderine etkileyecek iki karar aldı;
Bunlardan ilki 1. Kolordu komutanı ihtiyattaki 2. Kolordu'ya savaş durumunda emir verme yetkisini kaldırması, diğeri ise 1. Kolordu'nun normal düzeninde kendi ihtiyatında olan tümenleri de cephe hattına yayarak Trikupis'i tamamen ihtiyatsız bırakmasıydı. Böylece, Afyon'a yönelecek bir Türk taarruzunda eğer cephe zorlanırsa, Trikupis ya İzmir'deki üstü Hacianesti'yi 2. Kolorduyu veya en azından birliklerinden bir kısmını kendi emrine almak için ikna etmek zorunda kalacaktı. Savaş durumunda iletişim yetersizliği ve zamanın kritikliği dikkate alındığında feci derecede yanlış bir karar olduğu daha sonra açığa çıkacaktı.
Büyük Millet Meclisi Ordusu.
Bu ordu komutasında yer alan 4. Kolordu (1., 2. ve 4. Kolordular ile 5. Süvari Kolordusu) yarma harekâtını yapacak birlikleri oluşturuyordu ki toplamda 11 Piyade, 3 Süvari Tümeninden kuruluydu. Toplam muharip mevcudu 88.000 piyade, 12.000 süvari ve 137 top idi.
4 tümeni sırasıyla Çiğiltepe, Kırcaaslan Tepe, Tınaz Tepe ve Belen Tepe'ye taarruz edecekti. Çiğiltepe 5. Yunan Alayı, Kırcaslan ve Tınaztepe 49. Yunan Alayı tarafından savunuluyordu. Taarruz'dan bir gün önce bir şeyler olacağından şüphelenen General Trikupis Tınaztepe gerisine 7. Yunan Tümeninden iki alay daha getirtmişti.
4 Tümen ile Belentepe doğusu, Kalecik Sivrisi ve B. Kalecik üzerinden Afyon'a taarruz edecekti. Bu hat 35. ve 8. Yunan Alayları tarafından tutulmakta ve 11. ve 5/42. Efzon Alayları tarafından desteklenmekteydi. Her iki kolordunun gerisinde
Sandıklı-Şuhut hattında ihtiyat olarak tutulmakta idi.
Ahırdağı üzerindeki sarplığı dolayısı ile geceleri Yunanlar tarafından savunulmayan Ballıkaya mevkiinden bir sızma harekâtı ile Tokuşlar köyüne inecek ve İzmir demiryolunu kesecekti.
Yarma bölgesinde Türk kuvvetlerinin toplam 100.000 askerine (8 Piyade ve 3 Süvari Tümeni) karşılık Yunan kuvvetleri takviyeli 2 Tümen (30.000 kişi) gücündeydi. Bu ise askerliğin en eski prensibi olan sonuç yerinde düşmana sayıca 1'e 3 üstün olma kaidesini yansıtıyordu. Bunun üzerine taarruz inisiyatifinin Türk tarafında olması, çok üstün bir topçu desteği (137 ağır ve orta top), üstün süvari gücünün varlığı, ayrıca, üstün komuta heyeti eklenince Yunanların bu taarruz karşısında fazla bir varlık göstermeleri mucize olacaktı.
Taarruzun başlaması.
26 Ağustos gecesi 5. Süvari Kolordusu, Ahır Dağları üzerindeki Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak Yunan hatlarının gerisine intikale başladı. İntikal bütün gece sabaha kadar sürdü.
26 Ağustos sabaha karşı 4.30'da başlaması planlanan taarruz sis sebebiyle ancak 5.30'da başladı. Yarım saat süren çok yoğun bir bombardıman ile Yunan ön hat mevzileri büyük yıkıma uğratılmış, topçu gözetlemesi ve makineli tüfek mevzileri iş göremez hale getirilmiştir. 6.00'da başlayan piyade taarruzu, kısa sürede gelişmiş, Tınaztepe, Belentepe, Kalecik sivrisinin geri alınması ile sonuçlanmıştır. Ancak, gerek geriden gelen Yunan takviyelerinin direnmesi, gerek Sincanlı Ovası'nda mevzilenmiş Yunan topçularının şiddetli ateşi gerekse de taarruz momentinin kaybedilmesi ile taarruz öğlene doğru yavaşlamış ve durmuştur. Tınaztepe'deki kuvvetli Yunan karşı taarruzu ve Kurtkaya mevzisinin direnişi ile Türk kuvvetleri kısmi geri çekilmelerle akşam saatlerinde bir denge oluşmuştur. Bu esnada 2. Türk Ordusu'nun özellikle 2. Yunan Kolordusu'na şiddetli taarruzları bu kolordu kuvvetlerinin 1. Kolordu'yu daha fazla takviye edememesine yol açmış, Hatzanestis'nin sarsılan güney cephesini takviye etmek yerine, 2. Kolordu'nun esas plandaki gibi Çay istikametine taarruz etmesi emri işleri daha da karıştırmış, Yunanları stratejik bir sıkıntıya sokmuştur. Öte yandan yarma bölgesinin batısında saat 18.00'de 5. Türk Süvari Kolordusu cephe gerisine sızarak, Yunan birliklerinin İzmir-Afyon iletişim bağlantısını kesti. Böylece İzmir'de bulunan Yunan Başkomutanlık Karargâhı'nın cephe hattında bulunan Yunan birlikleriyle haberleşme imkânı kalmadı.
Trikupis, bu durumda elindeki tek şansın eldeki bütün ihtiyatları ile Kalecik sivrisi (belen tepesi) istikametinde bir gece taarruzu yapmak olduğunu düşündü. Ancak, Türk devam taarruzunun (topların ileri alınmasının desteği ile) 27 Ağustos sabaha karşı Tınaztepe, Erkmentepe ve Kurtkaya tepesinin düşürmesi neticesinde 4. Piyade Tümeni'nin dağılması, 1. Piyade Tümeni'nin ağır kayıplarla geri çekilmesi ile 27 Ağustos öğlen saatlerinde cephe tamamen yarıldı. Asıl taarruzun yapıldığı bölgede bulunan Türk Birlikleri cephe hattının yarılmasıyla birlikte Sincanlı Ovası'na inerek Yunan birliklerini süratle takip etmeye başladı. Cephenin yarılması neticesinde Yunan 1. Kolordusu ikiye bölünmüş, kuşatılmamak için İzmir yönünde bir geri çekilme yerine ulaşım altyapısı yetersiz Kuzeybatı yönünde çekilmekten başka imkân kalmamış, Yunan 1. Kolordu karargahı, 4. Tümenin kalıntıları, 5. ve 12. Tümenler, 2. Kolordu birlikleri Afyon-Döğer hattını bırakarak İlbulak Dağı civarına çekilmiştir. Diğer tarafta kalan General Frangu komutasındaki 1. Tümen ve takviye birlikleri İlbulak hattında da duramayarak, Dumlupınar'a çekilmeye devam etmiş böylece Yunan ordusu içindeki sevk ve idare bütünlüğü bozulmuştur.
28 Ağustos-30 Ağustos sabahı arasında Türk birlikleri ile çekilen Yunan birlikleri arasında yer yer şiddetli çatışmalar çıkmış, Yunan birliklerinin Türk kuvvetlerinin takibinden kurtulamaması, mevzi almalarına engel olmuştur. Ayrıca, 3. Kolordu ile geri çekilen Yunan birliklerinin arasında açılan boşluktan içeri dalan 2. Türk Ordusu birliklerinin Kuzeyden çevirme yapması Yunan ordusunun ana parçası olan 1. ve 2. Kolordu birliklerinin Murat Dağı eteklerinde bir torbaya girmesine yol açmıştır. 30 Ağustos günü akşam saat 19.30'a kadar süren bugün Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak bilinen büyük çarpışmalarda Yunan birlikleri imha edilip dağıtılmıştır. Bu muharebede Yunan 4. ve 12. Tümenleri tamamen, 5. ve 9. Tümenleri kısmen imha olmuştur. Aynı gün Türk birlikleri Kütahya'ya girdi.
General Trikupis ve kurmaylarının bir kısmı ile 10.000 civarında asker Kızıltaş vadisinden gece karanlığında kaçmayı başardıysa da bir süre sonra General Trikupis ile 6000 asker, 2 Eylül de Uşak'ta Türk kuvvetlerine teslim oldu.
Bu son muharebe ile birlikte bir zamanlar Yunan Ordusunun bel kemiğini teşkil eden 6 Piyade Tümeni (85.000 asker) dağıtılmıştır. Türk kuvvetlerinin önünde İzmir yönünde hırpalanmış 2 Tümen ve bazı bağımsız alaylar, Bursa istikametinde ise sağ kanatları tamamen açıkta kalmış, önlerinde tahmin edemedikleri düşman kuvvetlerinin hedefi haline gelmiş 3. Kolordu kalmıştır. Bundan sonrasında savaş tamamen bir kaçma kovalamaya dönmüş, 9 Eylül'de İzmir, 17 Eylül'de Bandırma'dan kalan Yunan birliklerinin tahliyesi ile son bulmuştur.
Bu savaşta Yunan Ordusu'nun zayiatı 100.000'in üzerindeydi. Batı Anadolu geri çekilen Yunan Ordusu tarafından uygulanan yakıp yıkma taktiği ile büyük ölçüde harap olmuştur.
Meydan savaşından sonra, çevreyi gezen Mustafa Kemal Paşa, düşmanın ağır yenilgisini, savaş alanında bıraktığı silah, cephane ve savaş malzemesini, ölülerini, sürü sürü esirin kafilelerle geriye götürülmesini gördükten sonra çok duygulanmış ve yanındakilere,
"Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir" demiştir.
Savaştan hemen sonra, Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa, Ordulara şu ünlü emri vermiştir:
"Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!"
Bu emir doğrultusunda üç koldan İzmir'e ilerleyen ordu; 1 Eylül'de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de Manisa'yı geri aldı ve 9 Eylül'de İzmir'e girdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15329",
"len_data": 13309,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Nehir ya da ırmak, genellikle denizlere, göllere ya da bir başka büyük akarsuya dökülen, özellikle genişliği ve taşıdığı su miktarı bakımından büyük akarsulara verilen genel isimdir. Kimi durumlarda ise bir başka suya ulaşmadan yer altında kaybolduğu ya da tamamen kuruduğu da görülmektedir. Büyük akarsular nehir ya da ırmak olarak adlandırılırken daha küçükleri ise çay ve dere olarak adlandırılırlar.
Irmak, su döngüsünün önemli bir öğesidir. Irmaklardaki suyun temel kaynağı yağışlardır. Yağmur ya da kar yağışı ile yeryüzüne inen su yüzey akıntıları, yer altı suları biçiminde nehirleri beslerken buzullar gibi doğal kaynakların erimesiyle oluşan suları da bu kaynaklara ekleyebiliriz. Nehirlerin doğduğu yere kaynak, denize döküldüğü yere ağız denir. Büyük ırmaklara katılan görece küçük ırmaklar genellikle "kol" diye adlandırılır.
Bir çay ile ırmak arasındaki fark açık ve net olarak tanımlanamamıştır. Çay dereden büyük ancak ırmaktan küçük akarsu olarak tanımlansa da bu büyüklük kavramı görecelik göstermektedir. Bu ayrım akarsunun üzerinde yapılan etkinliklere (taşımacılık, suyun iktisadi değeri, çevrelik faktörler) göre belirlenebilir.
Irmaklardaki su kayıpları nehir yatağından veya derindeki akiferden meydana gelen su sızıntıları ve kısmen de buharlaşma neticesinde olur. Irmaklardaki toplam su miktarı dünyadaki toplam su miktarının sadece küçük bir parçasını oluşturmaktadır.
Irmaklar, kaynaklarından başlamak üzere yer çekiminin etkisiyle yokuş aşağı yönde akarak bu akışlarını bir deniz ya da göle ulaşıncaya kadar sürdürürler. Ancak kurak alanlarda nehirlerin sularının tamamını buharlaşma yoluyla kaybettiği durumlar da mevcuttur. Kimi durumlarda ise bir nehrin belli yerde yer altına girerek bazı kayaç türlerinin içinden yer altı suyu oluşturacak biçimde yoluna devam ettiği de olmaktadır. Yine kimi nehirler insan eliyle yaratılmış sanayi bölgelerinde aşırı yoğunlukta kullanılmakta ve bu da nehrin sularının doğal akıntısına devam edemeden tükenmesine neden olabilmektedir. Dünya üzerindeki suyun %97'si okyanuslarda bulunurken içilebilir su miktarının üçte biri ise kara buzullarında bulunmaktadır; geri kalanının neredeyse tamamı yer altı kaynaklarındadır. Göller içilebilir suyun sadece %0,5'lik bir kısmını içerirken nehir kanallarında bulunan suyun oranı ise bunun yarısı olan %0,25'tir ve bu da dünyadaki toplam su rezervinin dört binde birine denk gelmektedir.
Topoğrafyası.
Bir nehrin suları genellikle yatak dediğimiz doğal bir kanal içinde akar. Kimi büyük nehirler, özellikle ovalar gibi düz alanlarda akarken belli zamanlarda ya da sürekli olarak nehrin her iki kıyısından taşarak sel benzeri biçimde de akarlar. Nehrin başladığı yani kaynağının olduğu kısım yukarı nehir olarak adlandırılırken nehrin akış yönü doğrultusu ise aşağı nehir olarak adlandırılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15333",
"len_data": 2799,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.99
}
|
Fırat, Güneybatı Asya'nın en uzun ırmağıdır.
Başlangıç noktaları Ağrı Diyadin'den kaynağını alan Murat Nehri ve Erzurum Dumludağ'dan kaynağını alan Karasu Nehri'dir. Bu nehirler Elazığ il sınırlarında birleşerek Fırat Nehri'ni oluşturur. Fırat Nehri sırası ile; Erzincan, Sivas, Tunceli, Elazığ, Malatya, Diyarbakır, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa il sınırını belirledikten sonra Suriye, daha sonra Irak topraklarına girer. Irak'ta denize uzak olmayan bir noktada Dicle Nehri ile birleşerek Şatt'ül-Arab'ı oluşturur ve Basra Körfezi'ne dökülür. Nehrin en önemli kolları Murat Nehri, Karasu Nehri, Tohma Çayı, Peri Çayı, Kahta Çayı, Çaltı ve Munzur Suyu'dur.
Fırat isminin kökeni.
Batı dillerinde Fırat Nehri, Euphrates olarak geçer. Euphrates adı Yunancadan gelen bir sözcüktür. İsmin asıl kaynağı konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır:
Fiziki özellikleri.
Toplam uzunluğu 2.800 km, Türkiye sınırları içinde kalan bölümün uzunluğu ise 1263 km'dir. 720.000 km² su toplama havzasına sahiptir. Türkiye'nin en geniş havzasına sahip olan Fırat Nehri yılda ortalama 30 milyar m³ su taşımaktadır. Bu suyun %80'i Keban barajının yukarısından kaynaklanır. Kış yağışların kar şeklinde olmasından dolayı debi 200 m³/sn'dir. Yağmurlar ve kar erimeleri sebebiyle ilkbaharda hızla yükselerek 2000 m³/sn'ye ulaşır. Temmuzdan itibaren azalmaya başlayan su Eylül-Ekim aylarında en düşük seviyeye ulaşır.
Fırat Nehri'nin rejimi Türkiye'deki diğer akarsulara göre daha düzenlidir. Mart ile Haziran ayları arasında yavaş yavaş kabarır, Temmuz ile Ocak ayları arasında çekilmiş olmasına rağmen yine de bol su akışı olur.
Barajlar.
Nehir üzerine Türkiye'nin en büyük barajları inşa edilmiştir. Bu barajlardan Keban Barajı (Elazığ), Karakaya Barajı (Malatya-Elazığ), Atatürk Barajı (Adıyaman-Şanlıurfa), Birecik Barajı (Birecik) ve Karkamış Barajı (Kargamış) tamamlanmıştır. 60 metre yüksekliği ve 4.5 km uzunluğu ile Suriye'nin en büyük barajı olan Tabka Barajı da Fırat üzerinde yer alır.
Ayrıca Fırat'ın suyu inşa edilen Şanlıurfa Tünelleri ile Harran Ovası'na ulaştırılmıştır. Binlerce yıldır kuru tarım yapılan ovada sulu tarıma geçilmiş, katma değeri yüksek tarım ürünleri yetiştirilmeye başlanmıştır.
Fırat üzerine kurulmuş beş HES ile Türkiye hidroelektrik üretiminin %31'i elde edilir. Nehir, yüksek dağlar arasında dar ve derin vadilerden akması hidroelektrik potansiyelinin yüksek olmasını sağlamıştır.
Fırat Nehri'nin Türkiye'de en hızlı aktığı yer olan Erzincan'da her yıl yüzlerce turist rafting yapmak için buraya akın etmektedir. Rafting özellikle Avrupalılar tarafından çok sevilen bir spordur ve aynı zamanda spor yapmak için Türkiye'ye geldikleri dallardan en önemlisidir.
Rota.
Fırat, Batı Asya'nın en uzun nehridir. Karasu Nehri veya Batı Fırat () ile Murat Su veya Doğu Fırat'ın () suları birleşir ve güneydoğu Türkiye'nin Keban ilçesinin yukarısına doğru akar. Daoudy ve Frenken, Murat Nehri'nin kaynağından Fırat'ın uzunluğunu 'de Dicle ile birleştiği yere koydular ve bunun Türkiye içinde , Suriye'de ve Irak'ta olduğunu hesapladılar. Aynı rakamlar Isaev ve Mikhailova tarafından da verilir. Fırat ve Dicle'yi Basra Körfezi ile birleştiren Şattülarap'ın uzunluğu çeşitli kaynaklar tarafından olarak verilir.
Hem Karasu hem de Murat Su, Van Gölü'nden kuzeybatıya sırasıyla ve odsü rakımlarda çıkarlar. Keban Barajı yerinde, şimdi Fırat'ta birleşen iki nehir odsü rakımına düşer. Keban'dan Suriye-Türkiye sınırına kadar, nehir 'den daha kısa bir mesafeden ’de daha akar. Fırat Nehri Yukarı Mezopotamya ovalarına girdiğinde, derece önemli ölçüde düşer; Suriye'de nehir düşerken, Hīt ile Şattü'l-Arab arasındaki son kısımda nehir sadece odsü’inde akar.
Kollar.
Suriye'de üç nehir suyunu Fırat'a katar; Sajur, Balikh ve Habur. Bu nehirler Suriye-Türkiye sınırı boyunca Toros Dağları'nın eteklerinde yükselir ve Fırat'a nispeten az su katarlar. Gaziantep yakınlarındaki iki dereden çıkan ve Tişrin Barajı'nın rezervuarı ‘na boşalmazdan önce Menbiç çevresindeki ovayı boşaltan Sajur bu kolların en küçüğüdür. Balikh suyunun çoğunu Ayn al-'Arus yakınlarındaki karstik bir kaynaktan alır ve Rakka şehrinde Fırat'a ulaşana kadar güneye doğru akar. Uzunluk, drenaj havzası ve deşarj açısından Habur bu üçünün en büyüğüdür. Başlıca karstik kaynakları, Al-Haseke‘yi geçen Habur'un güneydoğudan aktığı, nehrin güneye döndüğü ve Busayrah yakınlarında Fırata aktığı Ra's al-'Ayn civarındadır. Fırat Nehri Irak'a girdikten sonra, Fırat havzasını Dicle havzasına bağlayan kanallar olmasına rağmen Fırat'ın artık doğal kolları yoktur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15340",
"len_data": 4520,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Seyhan Nehri, Türkiye'nin Akdeniz'e dökülen ırmaklarından birisidir. Uzunluğu 560 km'dir. Havza alanı ise 20.600 km²dir. İki önemli kolu vardır: uzun olanı, Kayseri-Pınarbaşı ilçesinden, 1500 metre yükseklikteki Uzun Yayla'dan doğan Zamantı suyudur ve Kayseri'nin Pınarbaşı, Tomarza, Develi ve Yahyalı ilçelerinden geçer. Orta Toroslar'ın (Tahtalı Dağları) uzanış doğrultusunda akan bu su, Çukurova'ya inmeden önce Adana'nın 80 km kuzeyinde Aladağ ilçesinin Akinek Dağı yamaçlarında diğer önemli kolu olan Göksu ile birleşir.
Adana'nın metropoliten alanında Seyhan ve Yüreğir yerleşkelerinin sınırlarını çizer ve Çukurova'nın en batı kesiminde, Adana-Mersin sınırında Deli Burnu'nda Akdeniz'e dökülür.
Seyhan Nehri üzerinde Yedigöze, Çatalan ve Seyhan hidroelektrik santralleri kurulmuştur.
Ayrıca Seyhan Nehri Ceyhan Nehri ile beraber Çukurova'da tarımsal sulama için çok büyük önem taşır, özellikle pamuk üretimi için. Pamuk üretimi en çok su talep eden tarımsal işlemlerinden birisidir ve çevre kirliliği bakımından hassas bir tarımsal sanayidir.
Orta Asya'da bulunan Seyhun ve Ceyhun olan nehir isimleri Orta Asya'dan göçen Türkler tarafından Çukurova'ya geldiklerinde, Ceyhan ve Seyhan olarak konulmuştur.
Siyasi ve dış ticari önemi.
1986'da Barış Suyu Projesi düşüncesi doğdu ve daha çok 1990'lı yıllarda görüşmelere ağırlık verildi. Bu proje ilk başta İsrail, Ürdün ve Suudi Arabistan'a Seyhan ve Ceyhan sularını boru hatlarıyla aktarma veya dev su tankerleriyle taşıma şekliyle satmayı öngörüyordu. Türkiye metreküp (1 m³ = 1000 litre) başına 0,8-1,00 dolar fiyat teklifi öngörmüştü. Birkaç onaydan sonra fiyat anlaşmazlığından ve ilk başta siyasi nedenlerden dolayı her defasında geri çekildi. 2006 yılı başlarında başta İsrail olmak üzere görüşmelere tekrar başlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15341",
"len_data": 1777,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Nevşehir, Nevşehir ilinin merkezi olan şehirdir. Antik ismi Nissa ve Yunancada "Yeni Şehir" anlamına gelen Neapolis'tir. Selçuklu döneminde fethedilip ismi Muşkara olmuştur. Lale Devri'nin ünlü sadrazamı Damat İbrahim Paşa burada doğmuş ve döneminde şehri imar edip hanlar, camiler, hamamlar gibi yapıların inşasına öncülük ederek bölgenin kalkınmasında önemli bir etkide bulunmuştur. Adını değiştirerek Farsçada "Yeni Şehir" anlamına gelen Nevşehir adını vermiştir.
Tarihçe.
Kent, Orta Çağ ve Yeni Çağ'da, Neapolis, Seandos, Nissa ve Muşkara adıyla anılıyordu. Anadolu, Büyük Selçuklu Devleti'nin elindeyken eski adı Nissa'nın yerinde Muşkara adında bir köy vardı. Muşkara sağlam yapılı anlamındadır. 18 evlik küçük bir köy olan Muşkara, Ürgüp'e bağlıydı.
Tarihçi Charles Texier'e göre; 12. yüzyıl sonlarına doğru, yani Selçuklular zamanında, Nissa şehri halkı yavaş yavaş şehirden ayrılarak, başka bir yere göç etmişlerdir. Çevre ile ilgili bilgi veren tarihçiler, bu yeni göç yerinin Muşkara olduğunu yazarlar.
Osmanlılar döneminde ise Muşkara yerine Nevşehir kullanılmaya başlandı. IV. Mehmet'in oğlu Şehzade III. Ahmet'in sır katibi, Muşkaralı İbrahim, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olarak sadrazamlığa getirildiğinde doğduğu kent olan Muşkara'da büyük bayındırlık hareketine girişti. İmaretler, camiler, medreseler, hamam ve çeşmeler yaptırdı. Muşkara adını değiştirerek, kente "Yenişehir" anlamına gelen Nevşehir adını verdi.
Turizm.
Kayaşehir.
Kayaşehir, toplamda yaklaşık 437.400 metrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Bu devasa yerleşimin yalnızca kale etrafında bulunan 123.000 metrekarelik kaya oyma yamaç yerleşiminde geçmişi 6. Yüzyıla uzanan manastırı, 13. Yüzyılın ilk çeyreğine (1215-1217) tarihlenen bir Bizans dönemi kaya kilisesini, çok katlı mezarları, kamusal alanı, dini ritüel ve tören/toplantı alanını, günlük yaşam mekanlarını, iş atölyelerini, kilit taşları ile desteklenmiş geçitleri, su tünellerini, bezirhanelerini, at ahırlarını ve daha fazlasını keşfetmek mümkündür. Ayrıca, adını alt kısmındaki Kaya Mescitten alan Kaya Cami, Kara Cami Ve Damat İbrahim Paşa Külliyesi de yamaç yerleşiminde karşımıza çıkan önemli yapılardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15345",
"len_data": 2156,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Rhea ile Kronos'un kızı olan Hestia, Zeus'un en büyük kız kardeşidir. Olimpos'taki tanrıların en kibarı olarak bilinen Hestia, aile tanrıçasıdır, bu yüzden de günlük ev hayatında önemli bir yere sahiptir. Hiçbir mitolojik anlatımda yer almadığı gibi, Antik Yunan'da ona adanan tapınakları da olmamıştır. Ama, Olimpos'ta yanan kutsal ateş ve dünyadaki yanan her ocak onun kutsal mekanı sayılır.
Mitolojide Hestia, Kronos ve Rhea'nın ilk çocuklarıdır. Diğer kız ve erkek kardeşleri gibi babası tarafından yutulur, Kronos yenildikten sonra ise son kişi olarak dışarı çıkar. Apollon ve Poseidon, Hestia ile birlikte olmak istedilerse de, tanrıça Zeus'tan sonsuza kadar bakire kalmayı diler ve isteği Zeus tarafından kabul edilir. Ayrıca son olarak da Olimpos'taki yerini tanrı Dionysos'a bırakıp, on iki Olimpos tanrısı arasından ayrılmıştır. Yaşamak için insanların arasına karışır.
Hestia aynı zamanda Metropolis'i simgelerdi. Bu nedendir ki kolonilerde kurulan yeni şehirlere Metropolis'te yanan ateşten getirilir, böylece Metropolis'in bir parçası koloni şehirlerinde yanmaya devam ederdi.
Roma mitolojisinde Hestia'ya Vesta denirdi ve Romalılar Yunanların aksine tanrıça adına tapınaklar yapmıştı. Roma Forumu'nda ona adanmış bir tapınak bulunurdu. Vesta rahibeleri ise Vesta bakireleri olarak adlandırılırdı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15348",
"len_data": 1310,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.56
}
|
Nifak, bir İslam dini terimi.
İslam dinine göre bir küfür çeşidi olan "nifak", dışarıdan mümin ve Müslüman görünmekle beraber kalben Allah'ı, İslam peygamberlerini ve imanın diğer esaslarını kabullenmemek, inanmamak mânâsına gelir. Nifak içinde olan kimseye "münafık" denir ve kalben inanmadan, sadece zahiri olarak (görünüşte) inanmış, inanıyor gözüken kişilere söylenir.
İslama göre münafıklar kalben inanmadıkları ve iman etmedikleri için Allah katında kâfirdirler ve ebedî azaptadırlar. Fakat, dil ile ikrar edip, müslüman olduklarını söyleyerek dışarıdan böyle göründükleri için insanlar katında bir mümin gibi davranış görürler. Zira kişi kalptekileri kesinlikle "tam" olarak bilemez ve üzerine yorumda bulunamaz. Bu yüzden münafık kişi münafıklığını ve küfrünü beyan etmedikçe ona bir Müslüman gibi davranmak zorunludur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15350",
"len_data": 827,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.02
}
|
Türk Kurtuluş Savaşı (), I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'nce işgali sonucunda Mîsâk-ı Millî sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için 1919-1922 yılları arasında gerçekleştirilen çok cepheli siyasi ve askeri mücadeledir. Batı Anadolu'da İtilaf Devletleri'nin harekete geçirdikleri Yunan ordusuna; güneyde Fransız ordusuna; doğuda Ermenistan'ın kuvvetlerine; İstanbul rejimine sadık milislere, feodal güçlere ve ayrılıkçılara karşı savaşılmıştır. Bu mücadelenin Batı Cephesi Yunan millî belleğine "Küçük Asya Felaketi" adıyla kazınmıştır. Savaş sırasında Yunan ve Ermeni kuvvetleri, bir etnik temizlik harekâtı olarak, Türk halkına karşı katliamlar, yağmalar ve tecavüzler gerçekleştirmiştir. Savaş, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Yunan ordusu, Megali İdea düşüncesiyle eski Yunan topraklarını birleştirmek ve ayrıca İtalyanların bölgeyi işgal etmesini önlemek amacıyla 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıktı. Bunun üzerine Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan hoşnut olmayan ve ülkeyi kurtarmanın yollarını arayan Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı ve yurt çapında topyekûn bir direniş gerçekleştirmek için işe girişti. Bu tarihte Çanakkale ve İstanbul Boğazları ve Trakya İtilaf devletlerinin; Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz'deki Mersin, Adana, Maraş, Antep ve Urfa Fransız; Antalya ve Muğla İtalyan işgali altındaydı. Ermeniler bir yandan Doğu Anadolu'yu işgal ederken bir yandan da güneydoğudaki Fransız birlikleriyle işbirliği yapmaktaydı. Benzer bir şekilde Eskişehir, Kütahya, Amasya gibi kentlerde İngiliz askerleri bulunmaktaydı. İngiliz kabinesi ise, İmparatorluğunun önemli bir kısmı Müslüman kitleden oluştuğu için, Türkiye'nin parçalanmasının Müslüman coğrafyasında uyandıracağı huzursuzluğu göz önünde bulundurarak, Anadolu'nun parçalanmasını engellemek ve İtalya ile Fransa'yı bölgeden uzaklaştırmak amacıyla, Lord Curzon'un önerisi üzerine, 19 Mayıs 1919'da Anadolu ve Boğazlar boyunca bölge üzerinde ABD mandası teklif edilmesine karar verdi. ABD'nin bu öneriyi değerlendirme süreci sebebiyle barış müzakereleri Şubat 1920'ye kadar ertelendi. Bu dönemde Mustafa Kemal kongreler düzenleyerek halkı savaşa manen hazırlamakla ve askerî direnişi örgütlemekle uğraştı. Mustafa Kemal önce halktan oluşturulan silahlı müfrezelerle işgali yavaşlatmayı ve böylelikle kazanılan zamanla düzenli ordunun kurulmasını planlamıştı. Kuvâ-yi Milliye ile yapılan gerilla savaşı tekniği güneyde Fransızlara karşı başarılı olmuştu. Doğu Cephesi'nde ise Kazım Karabekir komutası altındaki 15. Kolordu Ermeni birliklerine karşı başarı gösteriyordu. Böylelikle Kazım Karabekir komutasındaki ordu Sarıkamış, Kars ve Gümrü'yü ele geçirdi ve 3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalandı. Batı Cephesi'nde ise Kuvâ-yi Milliye birlikleri Yunanları yenebilecek kabiliyette olmasa da onları oyalamaktaydı.
22 Haziran 1920 tarihinde Yunanların Gediz taarruzu, düzenli ordunun gerekliliğini ortaya koydu. Bu sırada Yunan Kralı Aleksandros, bir maymun ısırığı sonucu öldü ve Yunanistan'da Elefterios Venizelos Hükûmeti düştü. Yapılan referandum sonucu ise eski kral Konstantin sürgünden dönerek tekrar tahtına oturdu. Ve bu ani değişim sonucu olarak Yunanistan tüm itilâf desteğini kaybetti. Bu gelişme üzerine 9 Aralık 1920'de Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi komutanı Ali Fuat Paşa'yı görevinden azletti ve Batı Cephesini sırasıyla Miralay İsmet Bey ve Miralay Refet Bey tarafından komuta edilmek üzere kuzey ve güney olarak ikiye böldü. 1920 yılının ortalarında ülke çapında gerçekleşen 18 iç isyanın bastırılması düzenli ordunun üstünlüğünü gösterdi. Ocak 1921'de Konstantin'in emriyle yapılan keşif taarruzu Birinci İnönü Muharebesi'nde durduruldu. Diğer taraftan İtalya ve Fransa ise I. Dünya Savaşı sırasında düşmanca tavırları olan kralın geri dönüşü nedeniyle Yunanistan'a karşı Türkiye'yi destekleme kararı alarak Sevr'in gözden geçirilmesini talep ettiler. Bu talepler sonucu toplanan Londra Konferansı'na Türkiye de davet edildi ve Ankara Hükûmeti'nin ülke çapındaki otoritesi arttı. Yunanların 23 Şubat 1921'de başlayan Londra Konferansı'ndan bir yarar sağlayamayacaklarını anlamaları üzerine 23 Mart'ta başlayan İkinci İnönü Savaşı gerçekleşti. 1 Nisan'da muharebe Türklerin zaferi ile sonuçlandı.
10 Temmuz'da Kütahya-Eskişehir Muharebeleri gerçekleşti. Muharebe sonrası Afyon, Eskişehir ve Kütahya Yunanların eline geçti ve Türk ordusu Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Savaş sonrası TBMM tahkik heyetinin cepheye gönderilmesi kararlaştırıldı. Meclis heyetinin cepheden dönüşte verdiği rapor sonrası ordunun teçhizat ihtiyacını karşılayabilmek için Tekalif-i Milliye emirleri çıkarıldı. Zaferlerini pekiştirmek isteyen Yunanlar, Sevr Antlaşması'nı kabul ettirmek amacıyla 23 Ağustos'ta taarruza kalktılar. Yunanlar Ankara'ya 50 kilometre kadar yaklaşsalar da Sakarya Muharebesi onlar için başarısızlıkla sonuçlandı. İtalya, Fransa ve Rusya'nın Ankara'ya verdikleri destek ve İtilaf Devletleri'nin Kasım 1920'den sonra Yunanistan'a uyguladıkları ambargo sonucu zaman Türklerin lehine ve Yunanların aleyhine işliyordu. Yunan birliklerini Anadolu'dan kesin olarak atmak için Mustafa Kemal Paşa, 10 ay boyunca askerleri talim etti ve teçhizat ihtiyacını karşılamak için girişimlerde bulundu. Taarruzun baskın etkisiyle başarıya ulaşması sağlanacaktı. 26 Ağustos 1922'de taarruz başladı ve 30 Ağustos'ta Başkomutanlık Meydan Muharebesi gerçekleştirilerek Yunan birlikleri mağlup edildi. Geri çekilen Yunan birlikleri takip edildi ve Türk ordusu 9 Eylül 1922'de İzmir'e girdi. 18 Eylül itibarıyla Yunanlar Anadolu'dan tamamıyla silinmişti. Türk ordusu Boğazlar ve İstanbul bölgesine yönelince Çanakkale krizi denilen süreçte İtilaf kuvvetleri İstanbul'dan çekilmeye başladılar. Bunun üzerine Trakya'daki Yunan birlikleri de bölgeden çekildi. 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen biten savaş, 13 Ekim 1921'de imzalanan Kars Antlaşması ile Doğu Cephesi'yle sınırlı olmak üzere, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile ise topyekûn sona ermiştir.
I. Dünya Savaşı sonrası, Ekim 1918 - Mayıs 1919.
I. Dünya Savaşı'na Almanya ile birlikte giren Osmanlı Devleti, Çanakkale Savaşı'ndaki başarılı savunmaya, Irak'ta Kût'ül-Amâre'de Britanya ordusunu kuşatıp esir almasına ve savaşın son aylarında Kafkasya Cephesi'ndeki başarılara rağmen savaşın son günlerinde Filistin Cephesi'nde Edmund Allenby komutasındaki Birleşik Krallık ordularına karşı Nablus Hezimeti'ne uğramıştı. Yıldırım Orduları Grubunun 18 Eylül 1918'deki bu bozgundan sonra Liman von Sanders komutanlıktan istifa etmiş ve yerine Padişah tarafından kendisine Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyarı unvanı da verilen Mustafa Kemal Paşa atanmıştı. Bununla birlikte 1 Ekim 1918'de Şam, 16 Ekim 1918'de Hama ve Humus, 25 Ekim 1918'de de Halep kaybedildi.
Suriye cephesinin çöküşü üzerine İttihat ve Terakki hükûmeti 8 Ekim 1918'de istifa etti. Hükûmet ileri gelenlerinden Talat, Enver ve Cemal Paşalar yurt dışına kaçtılar. Genel af ilan edilerek, sürgün ve hapisteki muhaliflerin İstanbul'a dönüşüne izin verildi. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı hükûmeti yenilgiyi kabul etti.
Mondros Mütarekesi gereğince İtilaf Devletleri'ne güvenlikleri gereği istedikleri yerleri işgal etme yetkisi tanınıyordu. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve çevresi henüz [Ali İhsan Sabis Paşa komutasındaki Türk birliklerinin idaresindeydi. Ateşkesten sonra Britanyalılar, Musul ve Zaho'daki sivil Hristiyanların topluca öldürüldüğünü iddia ederek Türk birliklerinin Musul'u terk etmesini istediler. Ali İhsan Sabis Paşa, bu isteği reddetti ancak Suriye ve Şam cephesinde Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Yıldırım Orduları grubu daha fazla kayıp vermemek için Adana'ya kadar çekilmesi neticesinde demiryolu ikmal hatlarının kesilmesi üzerine ve İstanbul hükûmetinin de bu yolda emir vermesinden sonra Musul'u bırakıp Nusaybin'e kadar çekildi. Britanya askerleri hiçbir direnişle karşılaşmadan Musul'a girdiler. İstanbul'dan benzer bir emir Mustafa Kemal Paşa'ya da Çukurova bölgesini terk etmesi için gelmişse de Mustafa Kemal Paşa, Adana'yı boşaltmamış ve Harbiye Nezaretiyle yaptığı telgraflaşmalarda emrin kanunsuz olduğunu söyleyerek emre direnmişti. Harbiye Nezareti, kendisini görevden alıp karargaha çağırdığında ordunun bir kısım silahlarını halka dağıtarak düşman eline geçmesine mani olmuştu. Bazı silahlar ise, Anadolu'da bir düşman direnişinde kullanılmak üzere Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından daha güvenli olan Doğu Cephesi'ne taşınmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'a dönmesinden sonra Ali Fuat Paşa, emrindeki 20. Kolordu'yu teçhizatıyla birlikte önce Konya'ya sonra da Ankara'ya getirerek İstiklal Savaşı hazırlıklarına başladı. Bu sırada Kâzım Karabekir Paşa da emrindeki 15. Kolordu'yu terhis etmemiş ve Erzurum'da savaşa hazır tutmaktaydı.
İstanbul'un işgali, Kasım 1918.
1918 yılı sona ererken Osmanlı payitahtı İstanbul ile Çanakkale Boğazı bölgesi 50.000 kadar İtilaf askeri tarafından işgal edildi. 6 Kasım'da Boğazlar silahsızlandırıldı. 7 Kasım'da işgal güçleri Çanakkale'den geçti. 13 Kasım 1918 günü, İtilaf Devletlerinin 61 parça harp gemisinden oluşan bir donanması, mütareke şartlarının kendilerine verdiği yetkiye dayanarak, İstanbul önlerine gelip demir attılar. Bu donanmada 15 muharebe gemisi, 11 kruvazör, 29 muhrip ve 6 denizaltı gemisi bulunuyordu. Aynı gün Boğazdan 11 harp gemisi ile Yunanların bir zırhlısı daha giriş yapmış ve toplam gemi sayısı 73'e çıkmıştır. 13 Kasım'da İtilaf filosundan 2.616 Birleşik Krallık, 540 Fransız ve 470 İtalyan askeri olmak üzere toplam, 3.626 asker İstanbul'a çıkarıldı. 23 Kasım 1918'de Ahmet İzzet Paşa yeni hükûmeti kurdu. 9 Şubat'ta "Hadisat" gazetesinde Süleyman Nazif 'Kara Gün' başlıklı bir yazı yazdı. Türk milletinin böyle bir işgali yaşamadığını ve bunu kaldıramayacağını söyledi. İtilaf Devletleri Türk halkının tepkisini çekmemek ve işgalin haklılığını kanıtlamak için işgalin geçici olduğunu amacının Padişahlığı, halifeliği, azınlıkları korumak olduğu; Padişahlık makamının kaldırılmadığını ve İstanbul'dan verilecek kararların geçerli olduğunu ilan etti.
Çoğunluğu Britanyalılardan oluşan bir subay grubu ve asker grubu meclisi bastı ve kapattı. Böylece TBMM açılana kadar halkın sesi kesildi. Milliyetçi ve millî mücadelenin devamını sağlamak amacını güden milletvekillerini Malta'ya sürgüne gönderdiler. Bu vekillerin bir kısmı 1921'de bir kısmı da 1922-1923 arasında Anadolu'ya döndüler.
Kuvâ-yi Milliye.
İttihat ve Terakki yönetiminin, gizli bir teşkilat olan Teşkilat-ı Mahsusa vasıtasıyla Anadolu ve Rumeli'de savaş sonrası bir direniş hareketi örgütlediği anlaşıldı. Direnişin amacı, doğu illerinin Ermenilere, Ege bölgesinde bazı yerlerin Yunanlara ve Adana yöresinin Fransa kontrolündeki Suriye'ye verilmesini öngören girişimlere karşı mücadele etmekti. Yanı sıra, savaş yıllarında çeşitli yöntemlerle önemli servete ve yerel iktidara kavuşan İttihat ve Terakki yanlısı zümrelerin konumlarının korunması, savaş sırasında sürülen gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının geri dönmesinin önlenmesi, bundan dolayı çıkabilecek karışıklıklar nedeniyle İtilaf Devletleri'nin olası müdahalesine karşı konulması amaçlanmaktaydı.
1919 başlarından itibaren Kuvâ-yi Milliye (millî kuvvetler) adıyla silahlanan bazı gruplar, Ege ve Karadeniz bölgesinde Rumlara, Güneydoğu'da ise Ermenilere karşı çatışmalara girdiler. Bu grupların çoğu 50 ila 200 kişilik düzensiz kuvvetlerden oluşmakta ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerce yönetilmekteydi.
1919 Şubat ayında İtilaf İşgal Kuvvetleri Yüksek Komutanı Edmund Allenby, Anadolu'da asayişi sağlamak ve henüz teslim olmamış olan Ali Fuat Paşa komutasında Ankara'daki 20. ve Kâzım Karabekir Paşa komutasında Erzurum'daki 15. kolorduların teslim olmalarına ikna edilmeleri amacıyla, Birleşik Krallık ordusunun Suriye cephesinde Türk kuvvetlerini kısa sürede nasıl yendiğini bilen üst düzey bir Türk komutanının özel yetkilerle donatılarak Anadolu'ya gönderilmesini önerdi. 15 Mayıs 1919'da "Anafartalar Kahramanı" ve "Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyari (Padişahın Onursal Yaveri)" Mirliva Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu komutanı ve Anadolu Genel Müfettişi sıfatıyla, padişah Vahdettin tarafından Anadolu'ya gönderildi.
İzmir'in işgali, Mayıs 1919.
İzmir'in işgali düşüncesi 1919'un Şubat ortalarında Yunanistan başbakanı Venizelos'un önerisiyle, Birleşik Krallık başbakanı Lloyd George tarafından ortaya atıldı. İzmir'in İşgali, I. Dünya Savaşı sonrasında Paris'te toplanan uluslararası barış konferansının kararıyla ortaya çıktı. ABD başkanı Wilson bu öneriye önce kesinlikle karşı çıktı; ancak 25 Mart olayında daha esnek bir tavrı benimsedi. 7 Mayıs'ta Birleşik Krallık, ABD ve Fransa, Yunanistan donanmasının İzmir'e gönderilmesinde mutabık kaldılar.
İzmir'in işgali kansız başladı. Hatta İzmir'in işgalini 1 gün önceden bildiğinden İzmir'deki Osmanlı ordusuna karşılık vermemesini emretmiştir. Böylece İzmir'deki Osmanlı ordusu hareketsiz kaldı ve Yunanlara teslim oldu.
İşgal günü Yunan ordusunun en yaman birlikleri olan evzon askerleri şehirde zafer turu attılar. Bu zafer turu sırasında Türk subayları sahil şeridine dizdiler. Aziz Nesin bu olayı daha sonra araştırmalarına dayanarak kitabında anlatacaktı: Bir Türk subayı Evzon askerinin "Zito Venizelos (Yaşasın Venizelos)" diye bağırmasını istediği halde yapmadığı için öldürüldü. Evzon askerleri şehri her gezdiklerinde ve subaya geri döndüklerinde bir kez süngüleniyordu. Bu Türk subayı 22 kez süngülendi ve öldürüldü. Yunanlar daha ilk gün birçok Türk asker ve vatandaşı öldürdü. Böylece işgal daha ilk günde 400 kişiye mâl oldu.
İzmir'in işgali ile Türk halkında var olan fakat yetersiz komutanlar yüzünden kullanılamayan mücadele yeteneği tekrar uyandı ve İzmir'deki bir kısım asker istifa ederek Millî Mücadele'ye katıldı. Aynı zamanda İzmir'de kalan Türkler de işgalin getirdiği huzursuzluğa dayanamadı ve Anadolu'ya göç etti. Kalmakta ısrar eden Türk ailelerse Yunan askerinin tavırlarına ve yaptıkları eziyetlere daha fazla dayanamayıp Anadolu'daki millî mücadeleye destek vermek amaçlı olarak göç ettiler.
"Türk asker ve subayları dipçiklenerek, süngülenerek öldürülüyor, üzerlerindeki kıymetli eşyalar zorla alınıyordu. İşgale karşı boyun eğmiş bulunan Ali Nadir Paşa yerde sürüklenerek tekmeleniyordu. Türk subayları "Zito Venizelos" diye bağırmaya zorlanıyor, ağır hakaretlere uğruyorlardı. Bağırmayı reddedenler ise süngüleniyordu. Reddedenlerden Albay Fethi Bey de süngülenerek öldürüldü. Şehrin diğer yerlerinde de yağma, öldürme ve tecavüz olayları başladı. Türklere ait evler ve iş yerleri Rumlar tarafından yağmalanıyor, canını, malını, namusunu korumak isteyen Türkler öldürülüyordu. Bütün bu olaylar "uygar ulusların temsilcilerinin" gözleri önünde, "uygar devletlerin" izniyle yapılıyordu. Lord Curzon'un 18 Nisan 1919 tarihli bildirisinde "Selanik kapılarının 5 mil dışında asayişi sağlayamayan Yunanistan'ın Aydın Vilayeti'nde (İzmir o tarihte Aydın Vilayeti içinde idi.) barış ve güvenlik sağlamakla görevlendirilmesini" uygun görmediğini açıkladığı Yunanlar ilk gün 400 Türk öldürmüşlerdi. Çevre köy ve kazalardaki olaylarla bir iki gün içinde 5.000 kadar Türk öldürüldü."
İzmir kenti ile birlikte Ayvalık, iki kent arasındaki sahil şeridi, Çeşme yarımadası ve Belkahve'ye kadar İzmir'in hinterlandı da işgal edilmiştir. 23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasından sonra Yunan ordusu İzmir'den harekete geçerek, Sevr Antlaşması ile İtalyan bölgesi olarak kabul edilen Manisa, Uşak, Denizli, Balıkesir, Bursa şehirlerini de işgal etmiştir. Bu sebeple Yunanistan ile arasında ihtilaf çıkan İtalya ise bu işgalden sonra Kurtuluş Savaşı müddetince Ankara hükûmetini desteklemiş ve askeri yardım da yapmıştır.
Örgütlenme dönemi, Mayıs 1919 - Nisan 1920.
Paris'te toplanan uluslararası Barış Konferansı, o günlerde açıklanması beklenen Türk Barış Antlaşmasını, 1919 Mayıs başlarında belirsiz bir geleceğe erteledi. 15 Mayıs'ta Yunan kuvvetleri, İtilaf Devletleri'nin kararıyla İzmir'i işgal etti. Ulusal bir felaket olarak görülen bu olay, Türkiye çapında müthiş bir ulusal tepkiye yol açtı. 23 Mayıs'ta Fatih ve Sultanahmet'te Türk siyasi tarihinin o güne kadarki en büyük kitle gösterileri düzenlendi. Direniş fikri, İttihat ve Terakki yandaşlarının görüşü olmaktan çıkarak tüm ülke sathına yayıldı.
21 Haziran'da Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'daki en önemli askeri birliklerin komutanları olan Kazım, Refet ve Ali Fuat paşalar ve Ege bölgesinde asayişi sağlamakla görevlendirilen Rauf Bey ile Amasya'da buluşarak Amasya Tamimi'ni yayımladı. Bildiri, ulusal bağımsızlığın ancak ulusun "azim ve iradesi" ile sağlanacağını vurgulayarak, ülke çapında bir direniş hareketinin işaretini vermekteydi Kâzım Karabekir'in öncülüğünde Erzurum'da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Kongresi, askeri görevlerinden istifa eden Mustafa Kemal'i kongre başkanı seçti. Kongre, Doğu illerinin Ermenistan'a verilmesi olasılığına karşı direnme kararı alırken, Türkiye'nin kalkınması için Amerikan mandası fikrine açık kapı bırakmamaktaydı.
Sivas Kongresi.
4 Eylül 1919'da Türkiye'nin her yanından gelen delegelerin katılımıyla Sivas'ta toplanan kongrede, genel seçimler yapılıp yeni Mebusan Meclisi kuruluncaya kadar İstanbul hükûmetiyle tüm resmî bağların kesilmesi kararlaştırıldı. Ülke çapında yeni bir idari ve siyasi örgütlenme kurmak amacıyla bir Heyet-i Temsiliye kuruldu.
Güney Cephesinde Kuva-yi Milliye.
Kasım ayında Adana, Maraş, Antep ve Urfa'nın Fransızlarca işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye tarafından yönlendirilen direniş hareketi başlatıldı. Direniş umulmadık bir hızla başarıya ulaşarak 1920 Mayıs'ında Fransızları ateşkese zorladı.
Osmanlı Meclisi'nin açılması ve Mîsâk-ı Millî, Kasım 1919 - Ocak 1920.
Aralık ayında yapılan genel seçimler sonucunda son Osmanlı Meclis-i Mebusanı (1920) oluştu. Meclise Anadolu'dan sadece Millî Mücadele yanlısı milletvekili adayları seçildi. İki ayrı ilden milletvekili seçilen Mustafa Kemal Paşa'nın hakkında çıkartılan tutuklama emri sebebiyle İstanbul'a gitmemesi üzerine, Sivas Kongresi başkan vekili olan Rauf Orbay Meclis reisliğine seçildi. 28 Ocak 1920'de Mebusan Meclisi daha sonra Mîsâk-ı Millî adıyla anılan “Ahd-ı Millî Beyannamesi”ni kabul etti. Beyanname, Mondros Mütarekesi sınırları içinde tam bağımsızlık sağlanıncaya kadar mücadeleye devam etmeyi öngörmekteydi.
Osmanlı Meclisi'nin kapatılması, Mart 1920.
16 Mart 1920'de Meclis-i Mebusan da dâhil olduğu halde Babıali ve bütün hükûmet daireleriyle beraber İstanbul, Britanyalılar tarafından cebren ve resmen işgal edilmiştir. Birleşik Krallık birlikleri İstanbul'da bulunan, başta Rauf Bey olmak üzere önde gelen Millî Mücadele yanlısı milletvekillerini tutukladılar. Ayrıca telgrafhaneler de işgal altına alınmış ve resmî makamlar arasında iletişim imkânı kalmamıştı. Bu şartlara göre, Anadolu, İstanbul ve resmî makamlarla ortak hareketten mahrum kalmıştı.
İstanbul'daki olağanüstü hal, ortaya Osmanlı Devleti'nin kimin idaresi ve hangi güçlerin kanunlarının geçerli olduğu sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu durumda Mustafa Kemal Paşa, Temsil Heyeti'nin başkanı olarak, "Bu hareketin Anadolu'da Osmanlı Kanunlarının yürürlüğünü engellemeyeceğinden ve her ne şekilde olursa olsun alınacak önlemlere Osmanlı milleti uygarlık yeteneği özellikle dikkat çekici bulunduğundan kanun dışında hiçbir işlem yapılmaması ve bütün görevlerin özenle yapılması hayatımızın gereklerindendir" diye genelge yayımlamıştır.
Bunun üzerine Meclis 18 Mart 1920 tarihinde toplanarak kendini feshettiğini açıkladı. Meclisin kendini feshettiği açıklaması padişahın 11 Nisan 1920'de ikinci meşrutiyetin sona erdiğini açıklaması ile bir başka Meclis oluşturma yolunu kapatmıştır. Aynı gün Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah'ın, Padişah ve Halife kuvvetleri dışındaki millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katlinin vacip olduğunu bildiren fetvası "Takvim-i Vekayi"de yayımlandı. Padişah Osmanlı Devleti'nin tarihinde bir bölümü kapatmayı amaçlamış ve kendi otoritesi dışında bulunan bütün güçlerin (millî kuvvetleri) devlet karşıtı olduğunu ilan etmiştir. Padişah ve atadığı hükûmetler Osmanlı devletinin idaresine tek otorite durumuna gelmişlerdi.
Büyük Millet Meclisi'nin açılması, 23 Nisan 1920.
Osmanlı Meclisinin feshedilmesi yeni bir meclisin, bir kurucu meclisin, gerekliliğini doğurmuştu. Kurucu Meclis ve seçimlerle ilgili 19 Mart 1920'de bir bildiri yayımladı. Sultan İstanbul'da idi ve Mustafa Kemal "olağanüstü yetkilere sahip bir meclis" olarak takdim etti. Seçimlerin yapılması için yayımlanan bu bildiri uyarınca, yurdun her yerinde seçimler yapıldı. 16 Mart 1920'deki baskından kurtulan milletvekilleri gizlice Ankara'ya geçtiler. Bolu Düzce, Hendek bölgesinde başlayan ve Nallıhan, Beypazarı çevresine sıçrayan ayaklanma olayları oldu. Bu olaylardan dolayı, seçilen milletvekillerinin tümünün gelmesi beklenilmeden, Millet Meclisinin açılma hazırlıkları yapıldı.
Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920'de Ankara'da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde toplandı. Bu tarihten itibaren İstanbul hükûmetinin etkisi İstanbul kenti ve çevresiyle sınırlı kalırken, Ankara'da oluşturulan Meclis ve hükûmet, fiilen Türkiye'nin yönetimini ele aldı. Mustafa Kemal 24 Nisan 1920'de Meclis Başkanı seçildi.
Silahlı mücadele, Mart 1920 - Mart 1922.
Bu dönemde Büyük Millet Meclisinin etkinlikleri karşı taraflara Anadolu'yu kendisinin temsil ettiği ve onun içinde olmadığı hiçbir barışın geçerliliği olmadığını kabul ettirmesi çabasıdır. Bir yandan uluslararası destek ve yardım arayışına girilerek, Batum'un geri verilmesi karşılığında Sovyetler Birliği'nden mali yardım sağlandı. Öbür yandan Anadolu'nun çeşitli yörelerindeki düzensiz direniş gruplarını tasfiye ederek düzenli bir ordunun kurulması için adımlar atıldı. Askeri olarak karşısına çıkacak bütün güçlerle baş edebilecek düzeyde olduğunu kanıtladı.
Doğu Cephesi: Türk-Ermeni Savaşı.
Dünya Savaşı sonunda Kuzeydoğu Cephesi İtilaf Devletleri'nin talebi doğrultusunda 1914 Osmanlı-Rus sınırına çekilmişti. Bu sınır Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Bayezit hattından geçiyordu. Sınırın öte yanında 1918'de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Doğu Cephesi'ndeki gelişmeler Rus İmparatorluğu'nun 1917 yılından sonra içinden geçtiği süreçle çok yakından alakalıdır. Şubat Devrimi ile yıkılan Çarlık rejimi Ekim Devrimi ile birlikte yerini Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'ne bırakır. Bu iktidar değişikliği hem Rusya içinde hem de uluslararası güçler nezdinde direnişle karşılaşır. Patlak veren ve çok kanlı geçen Rus İç Savaşı bu döneme denk düşer.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'na göre Osmanlı'nın çoğu ordusu terhis edilecekti. Fakat Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu terhis olmadı ve silahlarını bırakmayarak Milli Mücadele'ye destek oldular. Bu sayede Doğu Cephesi diğer cephelere nazaran daha kolay bir şekilde kazanıldı.
1920 Eylül'ünde Türk-Sovyet mutabakatının sağlanması üzerine 28 Ekim 1920'de Kâzım Karabekir komutasında harekete geçen Türk kuvvetleri, 10 gün süren bir harekât sonunda Ermenistan'ı kesin yenilgiye uğrattı. Bu harekâtta Türk tarafından 6 asker öldü, Ermeniler tarafında ise 95 asker öldü. Ermenilerin talebi üzerine 3 Aralık'ta imzalanan Gümrü Antlaşması ile Türk-Ermeni sınırı, 1878 öncesindeki Osmanlı-Rus sınır hattına çekildi. Bu sınır, bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırıdır. 2 Aralık'ta Kızıl Ordu, Ermenistan'ı işgal ederek bağımsız Ermenistan'ın varlığına son verdi. Sonrasında 16 Mart 1921 günü imzalanan Moskova Antlaşması da iki ülke arasında önem taşıyan belgelerdendir. Bu antlaşmalar sürmekte olan Türk Kurtuluş Savaşı sırasında uluslararası kamuoyunda yasal olarak tanınan İstanbul Hükûmeti'ne rağmen Ankara Hükûmeti tarafından uluslararası alanda imzalandığı için diplomasi alanında da çok önemli yer tutar. Kazım Karabekir Paşa'nın kazandığı bu zafer sayesinde Kurtuluş Savaşı'nın cephelerinden biri ortadan kalkmış, böylelikle de Batı Cephesi'ne kuvvet ve silah kaydırılması mümkün hale gelmişti.
Güney Cephesi: Türk-Fransız Savaşı.
Türk-Fransız Cephesi de denilen Güney Cephesi, millî kuvvetlerin Fransız, Cezayir ve Ermeni askerlerinden oluşan Fransız lejyoner birliklerine karşı verdikleri savaşı kapsamaktadır. Birleşik Krallık Musul, İskenderun, Kilis, Antep, Maraş, Elbistan ve Urfa'yı işgal ettiler. Fransızlar ise Adana, Mersin ve Osmaniye'yi işgal ettiler. İşgalin sonlandırılmasında Molla Mehmet Karayılan 6400 civarında kayıp vererek Fransızlara kendi birliğinin onlarca misli kayıp verdirdi. Böylece Karayılan, Antep'te efsane oldu. Bugünkü Adana'nın ilçeleri Haçin (Saimbeyli), Sis (Kozan) ve Pozantı'da Fransızların halka büyük zulmü oldu; Fransızlar Haçin'de annelerinin gözleri önünde çocukları kaynattılar ve büyük mücadeleler cereyan etti. En sonunda yörenin yönetim merkezi olan Sis (Kozan) Sancağı 2 Haziran 1920 günü yöre insanlarınca kurtarıldı.
Maraş'ta, Sütçü İmam'ın önderliğini yaptığı mücadele sonunda Maraş'ta tutunamayan düşman şehri terk etmek zorunda kaldı (12 Şubat 1920). Urfa şehrinde Ali Saip (Ursavaş) Bey tarafından teşkilatlandırılan Türk direnişi başarıyla sonuçlandı. Fransızlar 11 Nisan 1920'de şehri boşalttı. Antep halkı 1 Nisan 1920'de Fransızlara karşı ayaklandıysa da 9 Şubat 1921'de teslim oldu. Fransa, TBMM ile Ankara Anlaşması'nı imzalayarak Güney Bölgesi'nden çekildi.
El-Cezire Cephesi: İngilizler ve Musul meselesi.
Birleşik Krallık ateşkes imzalanmasından sonra ilk iş olarak Musul'u işgal etti. Britanyalıların buraya gelmesi Musul Vilayetinde yaşayan insanları mutsuz etmişti. İnsanların ayaklanması pek de uzun sürmemiş, 23 Mayıs 1919'da Zaho'da Mahmud Berzenci'nin önderlik ettiği bir ayaklanma meydana gelmişti. Birleşik Krallık modern silahları ile bu ayaklanmayı bastırmıştı. Ancak bu ilk direnişin ardından 1920 yılında Telafer'de ayaklanma meydana geldi. Yedek kuvvetlerin gecikmesi sonucunda ayaklanma İngilizler tarafından bastırıldı. Bu sıralarda dağlarda direniş devam ediyordu. Direniş sonucunda Revanduz kurtarıldı. Özdemir Bey komutasındaki Kuvâ-yi Milliye birliği ve Kürt aşiretleri ile Musul bölgesine taarruza geçmiş ve Britanyalıları Derbent Muharebesi'nde bozguna uğratmıştı. Özdemir Bey'in kuvvetlerini bölmek için Britanyalılar sürgündeki Mahmud Berzenci'yi çağırmış fakat Mahmud Berzenci, Özdemir Bey ile anlaşmış ve isyan etmiştir. Bunun üzerine Birleşik Krallık geri çekilmiş ve aşiretler Süleymaniye'ye girmiştir. Fakat Boğazlar bölgesinde oluşan savaş durumu yüzünden buradaki birliklerin çoğu o bölgeye gitmiş ve kalan birlikler ile Britanyalılar arasında çatışma çıkmıştır. Çıkan çatışma sonucunda Özdemir Bey'in birlikleri Birleşik Krallık ordusu tarafından mağlup edilmiş ve Özdemir Bey İran'a çekilmiştir.
Batı Cephesi: Türk-Yunan Savaşı.
Buradaki savaşlar, İzmir-Bursa-Balıkesir-Kütahya-Eskişehir hattında gerçekleşti. İtilaf Devletleri tarafından 18 Nisan 1920'de Paris'in Sèvres banliyösünde ilan edilen Sevr Antlaşması Türkiye'den önemli bazı toprakların alınmasını ve Türk devletinin İtilaf kontrolü altında bir tür yarı-bağımsız statüde yönetilmesini öngörmekteydi. Türk tarafının anlaşmayı imzalamayı Mîsâk-ı Millî'ye karşı bulduğu için İtilaf Devletleri, Yunan ordusunu Anadolu içine sevk ettiler.
Temmuz ayında Bursa, Ağustos'ta Uşak Yunanlar tarafından işgal edildi. Yunanlar şehrin kuzey cenahını koruyabilmek için 13. Tümenlerini buraya konuşlandırdılar. Batı Cephesi'ndeki kuvvetlere komuta eden Ali Fuat Paşa, Gediz'deki tümeni baskın şeklinde bir saldırı ile yok etmeyi tasarlıyordu. 24 Ekim 1920'de başlayan saldırı, 11. ve 61. Fıkraların aynı anda harekete geçememesi, sis nedeniyle 11. Fıkra'nın ön hatlarında irtibat kurulmaması ve Çerkez Ethem'in kuvvetlerinin saldırıya olumlu katkıda bulunamamaları sebebiyle başarısız oldu. Buna müteakiben Mustafa Kemal Paşa 9 Aralık 1920'de Ali Fuat Paşa'yı görevinden azledip Moskova'da elçi olarak görevlendirdi ve Batı Cephesi'ni kuzey ve güney olmak üzere ikiye böldü. Miralay İsmet Bey cephenin kuzey kısmındaki, Miralay Refet Bey ise güney kısımdaki birliklere komuta edecekti.
Batı Cephesi komutanlığına atanan İsmet Bey, Ocak 1921'de Birinci İnönü Muharebesi ve Mart 1921'de İkinci İnönü Muharebesi'nde Yunan ilerlemesini durdurdu. İnönü zaferleri, millî ordu projesinin başarısını kanıtlayarak TBMM hükûmetinin otoritesini pekiştirdi, Millî Mücadele'nin nihai zaferine olan güveni sağladı. 27 Mart'ta Afyon'un kaybedilmesi bu zafer duygusunu ancak kısmen gölgeleyebildi. Temmuz 1921'de Yunan Kuvvetleri Garp Cephesi ordularını Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde yenilgiye uğratarak çevirme harekâtıyla yok etmek üzereyken, komutayı bizzat ele alan Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa, Türk birliklerini süratle geri çekerek Sakarya Nehri kıyılarına çektiler. Ancak 23 Ağustos-13 Eylül arasında süren Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunan taarruzu püskürtüldü. Halkın kendine güveni tazelendi, ayrıca kaybedilen subay sayısı fazla olduğu için Gazi Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra bu savaşı "Subaylar Savaşı" olarak nitelendirdi. Bu zafer nedeniyle Başkomutan Mustafa Kemal Paşa TBMM tarafından Mareşal rütbesine yükseltildi ve Gazi payesi verildi. Nihayet 26 Ağustos 1922'de Afyon'un doğusundaki mevzilerden taarruza geçen Türk ordusu, 30 Ağustos'taki Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde Yunan ordusunu kesin yenilgiye uğrattı. Tamamen dağılan Yunan ordusunun boşalttığı Ege bölgesi birkaç gün içinde Türk kuvvetlerinin eline geçti. Nihayet 9 Eylül'de Türk orduları İzmir'e girerek Yunan işgaline son verdi.
İç Cephe: İsyanlar.
1920 yılında Kurtuluş Savaşı ve sırasında ayaklanma çıkaran ve yağmaya girişenleri, bozguncuları, orduya ait silah ve mühimmatı çalanları, casusları, asker kaçaklarını, Millî Mücadele'yi engelleme amacıyla propaganda yapanları yargılamak için İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Yine Ağustos 1921'de Tekalif-i milliye Kararları yayımlandı ve halk ulusal yükümlülüklerini yerine getirmeye teşvik edildi. Bazıları Anadolu topraklarının bir bölümünde yeni bir devlet kurmayı amaçlayan, bazıları ise saltanat ve hilafet yanlısı olanlar tarafından çıkarılan isyanlar bastırıldı. Ülke içindeki Ermeni ve Rum azınlıkların dış destekli isyanları da büyümeden bastırıldı.
Siyasi süreç ve diplomatik müzakereler, Şubat 1921 - Ekim 1923.
Bu dönemde Büyük Millet Meclisi'nin etkinlikleri çizilen sınırların dünyaca kabulünü ve bu sınırlar içinde Cumhuriyet ile yönetilecek devletin ilanını kapsamaktadır.
Londra Barış Konferansı, Şubat 1921 ve Mart 1922.
1921 yazında Londra Barış Konferansı ile İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması'nı Ankara Hükûmeti'ne kabul ettirmek istediler. Ankara Hükûmeti'nin kesin tavrı karşısında Yunan ordusu bu kez Ankara'yı ele geçirmek üzere harekete geçti. Sakarya Meydan Muharebesi bir güç gösterisi olarak gerçekleşti. Sonraki yıl 1922'nin ilk yarısı sonuçsuz barış müzakereleri ile geçti. Bu dönemde değiştirilmiş Sevr Antlaşması ortaya atıldı. Bu yeni çözüm Sevr hükümlerini yumuşatılmış şekli olmaktaydı.
Çanakkale Krizi ve Mudanya Mütarekesi, Eylül-Ekim 1922.
İzmir'in kurtuluşundan sonra Fahrettin Altay komutasındaki TBMM Süvari Kolordusu kuzeye yöneldi ve birkaç gün sonra Birleşik Krallık işgalinde bulunan Çanakkale Boğazı karşısında mevzilenerek Britanyalıların çekilmesi için bir ültimatom verdi. Çanakkale Krizi adı verilen bu olay üzerine, 15 Eylül'de başbakan David Lloyd George başkanlığında toplanan Birleşik Krallık kabinesinin Liberal Partili bazı üyeleri ültimatomu reddederek, Birleşik Krallık ile Türkiye arasında savaş çıkmasına yol açacak bir politika benimsedi. Ancak Britanya kamuoyunun sert tepkisi üzerine koalisyon ortağı olan Muhafazakâr Parti hükûmetten çekildi. Lloyd George hükûmeti 19 Ekim'de düştü. 11 Ekim'de Birleşik Krallık ile Ankara hükûmeti arasında Mudanya'da ateşkes imzalandı. Ateşkes anlaşması en kısa zamanda İsviçre'nin Lozan (Lausanne) kentinde bir barış konferansı toplanmasını öngörüyordu. Bu süreçte ABD de bölgede bulundurduğu gemileri artırma yoluna gitmiştir. İzmir kurtarıldıktan 19 gün sonra ABD, 13 yeni savaş gemisinin Türkiye sularına gönderilmesini kararlaştırmıştır. Toplam sayıları 20'yi aşan bu gemiler ancak Lozan Antlaşması'nın imzalanması ardından Türk denizlerinden çıkmışlardır. Zaten USS Scorpion adlı gemileri 1908-1923 arası Amiral Bristol komutasında istihbarat görevi dahil olmak üzere İstanbul'da bulunmuştur.
Saltanatın kaldırılması, 1 Kasım 1922.
1 Kasım'da TBMM, İstanbul hükûmetinin hukuki varlığına son verdi. Şeklen "halife" unvanını koruyan VI. Mehmet Vahdettin 10 Kasım'da son cuma selamlığına katılmış; ancak yaşamına ve özgürlüğüne yönelik tehditleri gerekçe göstererek 17 Kasım sabahı Boğaziçi'nde demirli bulunan Britanya zırhlısı ile Malta'ya gönderilmiştir. Bunun üzerine 19 Kasım'da TBMM, veliaht Abdülmecit Efendi'yi halife ilan etmiştir.
Lozan Barış Konferansı, Kasım 1922.
20 Kasım 1922'de toplanan Lozan Barış Konferansı'nda Türk delegeleri İsmet Paşa ve Dr. Rıza Nur Bey idi. 4 Şubat 1923'te konferans anlaşma sağlanamadan dağıldı. Türkiye'de, müzakere edilen anlaşmanın Mîsâk-ı Millî sınırlarından taviz verdiğini belirterek dayatılan koşullara direnen Meclisin feshedilerek yeni Meclis üyelerinin seçilmesi üzerine, 23 Nisan'da yeniden toplanan konferans, 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması kabul edildi.
Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923.
Bu antlaşma ile Türkiye Mîsâk-ı Millî sınırlarının büyük bir parçasını kapsayan Doğu Trakya, Anadolu, Güneybatı Kafkasya ve Kuzey Mezopotamya üzerindeki egemenliğini kabul ettirdi. Osmanlı Devleti tarafından 1878'de Rusya'ya karşı geçici olarak Birleşik Krallık idaresine verilip Birleşik Krallık'ın 1914'te topraklarına kattığı Kıbrıs ve yine Osmanlı Devleti tarafından Uşi Antlaşması ile 1912'de Yunanistan'a karşı geçici olarak İtalya idaresine verilen On İki Ada üzerindeki tüm haklarından vazgeçti; Batı Trakya'da da bazı koşullarla Yunan egemenliğini kabul etti. Türkiye ayrıca İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının silahsızlandırılarak Türkiye başkanlığındaki uluslararası bir komisyonun yönetimine bırakılmasını da kabul etti. Bu durum, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye'nin tam egemenliği lehine değiştirildi. Osmanlı borçlarının bir kısmı silinirken, bakiyesinin uzun vadede ve uygun koşullarla Türkiye tarafından ödenmesi de kabul edildi.
Türkiye'deki gayrimüslim azınlıklara uluslararası hukukun koruması altında bazı haklar tanındı. Buna karşılık Türkiye'nin idari, hukuki, adli ve mali konulardaki bağımsızlığı onaylandı. Ekonomik ve siyasi kapitülasyonlar ise tamamıyla kaldırıldı.
Antlaşmaya ekli bir protokolle, Türkiye'deki Rum azınlığı ile Yunanistan'daki Müslüman Türk azınlığın (bazı istisnalarla) zorunlu mübadelesine karar verildi.
Cumhuriyetin ilanı, 29 Ekim 1923.
29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisine verdi. Meclis önergeyi kabul etti. Böylece, Türkiye devletinin yönetim biçimi "Cumhuriyet", adı ise "Türkiye Cumhuriyeti" olarak belirlendi. Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk "Reis-i Cumhur"u (Cumhurbaşkanı) oldu.
Yardımlar.
Sovyet yardımları.
1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi'nin ardından kurulan Sovyetler Birliği, Rus İç Savaşı (1918-1922) sürerken aynı yıllarda Anadolu süren Kurtuluş Savaşı'na yardımlarda bulundu. Bu dönemde yeni kurulan Sovyetler, Batılı devletler ile savaşan Türkiye heyeti ile diplomatik ilişkiler geliştirdi ve Türkiye'ye para ve silah yardımı gönderdi.
Moskova'dan gelecek yardımları organize edip ilk resmî sevkiyatı gerçekleştiren kişi Halil Kut oldu. İstanbul'da tutuklu olan Halil (Kut), kaçarak Sivas'a geldi. Mustafa Kemal tarafından Nahçıvan üzerinden Azerbaycan'a gönderildi. Halil Kut, Dışişleri Bakanı Çiçerin ve yardımcısı Lev Karahan'la görüşüp antiemperyalist bir cephe önererek askerî ve mali yardım talep etti. Ardından Harbiye Komiseri Lev Kamenev ile de görüşülerek, gizli tutulmak kaydıyla bir milyon altın lira, 60 bin tüfek, 108 sahra topu ve 12 ağır top yardımı yapılmasında uzlaşıldı. Azerbaycan'daki (Enver Paşa'nın üvey kardeşi) Nuri (Killigil) Bey'in faaliyetleri nedeniyle bir gecikme yaşansa da 2 Temmuz 1919 tarihinde yardım heyeti yola çıktı. Heyet yardımın ilk taksiti olan (125.000 lira karşılığı) 500 kg altın ve Çiçerin'in Mustafa Kemal'e yazdığı mektubu da yanında taşıyordu. Halil Kut, 3 Ağustos 1920 tarihindeki raporunda, 6 sandık içinde, 500 kg altın para ile yola çıkıldığını, yanlarında iki müslüman Kızıl Ordu kurmay subayı ve 20 kadar asker olduğunu da yazmıştır. Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya geçerken Ermeni saldırıları nedeniyle yardımın tümünün toplu biçimde ulaştırılması mümkün olmadı. Heyet bölündü ve altınların üçte biri Halil Kut tarafından Karaköse'de (bugünkü Ağrı) Tümen komutanı Cavit Bey'e (bir başka kaynağa göre ise Kâzım (Orbay) Bey'e) teslim edildi.
27 Ağustos günü Karaköse'ye varan Sovyet heyetinin getirdikleriyle birlikte toplam altın miktarı 400 kg oldu. Altının bir kısmı yolda terk edilmek zorunda kalmıştı. Cavit Bey Sovyet heyetini 8 Eylül günü Erzurum'a ulaştırdı. Heyeti karşılayan Karabekir hemen Ankara'ya telgraf çekerek olumlu haberi bildirdi, 200 kg altını Doğu Cephesi'nin gereksinimleri için ayırdıktan sonra kalan 200 kg altını Sovyet heyetiyle birlikte Ankara'ya gönderdi. Halil (Kut)'un olumlu görüşmelerinin ardından Anadolu mücadelesi için kritik önemde olan 4-11 Eylül 1919 tarihlerindeki Sivas Kongresi'ne Mahmudov adında bir Sovyet temsilcisi katıldı.
Yardımların toplam miktarları hakkında kesin bilgiler yoktur ve var olan bilgi ve belgeler arasında tutarsızlıklar bulunmaktadır. Bunun temel nedeni, Ankara Hükûmetinin alınan yardımları mümkün olduğu kadar gizli tutmak istemesiydi. Özellikle Karadeniz yoluyla gelen yardımların bilinmesinin denetimleri artıracağından, bunun da yardımların ulaşmasında güçlük çıkaracağından endişe ediliyordu. Ayrıca özellikle teslim sırasında kayıt tutulmadığı durumlar, askeri malzemelerin farklı isimlerde kaydedilmesi gibi unsurlar da belgelerdeki istatistiklerin birbiriyle uyumlu olmamasına yol açmıştır. Fakat genel kabul gören Sovyet belgelerine göre Sovyetler tarafından Kurtuluş Savaşı için yapılan toplam 125.000 TL değerindeki altın yardımının yanında, gönderilen silah ve mühimmat listesi şöyledir:
1921 yılında da nisan, mayıs ve kasım aylarında üç bölüm şeklinde toplamda 6.500.000 altın ruble yardımı yapılmıştır. Sovyetler'in bu süre zarfında verdiği altın ruble yardımı toplamda 17.500.000 rubleyi bulmuştur. 1922 yılında Josef Stalin ve Grigol Orconikidze gibi Gürcü liderler yardımın kesilmesini savunmuşlarsa da, Vladimir Lenin ve Lev Troçki yardımın sürmesini sağlamışlardır.
Atatürk'ün Sovyet yardımları sonrasındaki görüşü şöyledir:
Sovyetler'in Kurtuluş Savaşı'na katkısı, Büyük Taarruz öncesindeki rakamlara göre %35 dolayında olmuştur. Asıl büyük kazanımlar, başta İstanbul olmak üzere işgal altındaki yerlerden kaçırılan silah ve mühimmat, satın alımlar, İmalat-ı Harbiye ve Tekâlif-i Milliye Emirleri yoluyla temin edilmiştir. Ayrıca 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile verilen siyasi destek de çok önemlidir.
Diğer.
Birleşik Krallık, Batı Anadolu'yu işgal eden Yunanistan kuvvetlerine politik ve parasal destek vermiş fakat Yunan hükûmetinin ısrarlı talebine rağmen Yunan ordusunda danışman ve subay bulundurmaktan kaçınmıştır. Yunanistan'a Birleşik Krallık'ın askeri yardımı 1922 başlarında kesilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında düzensiz Türk kuvvetleri Adana, Maraş, Antep ve Urfa'yı işgal eden Fransız ordusuna karşı savaşmıştır. Aralık 1919-Mayıs 1920 arasında altı ay süren çatışmalar, 31 Mayıs 1920'de ateşkes ile sonuçlanmıştır. Bu tarihten sonra Fransa uluslararası planda genellikle Ankara Hükûmetini desteklemiş, Ekim 1921'de Anadolu'dan çekilen Fransız kuvvetleri, Türk tarafına önemli boyutta silah ve mühimmat teslim etmiştir.
1919 Mayıs'ında İzmir'in Yunanlarca işgalini kendi çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak değerlendiren İtalya, Kurtuluş Savaşı süresince Türk tarafını desteklemiştir. 1919 yazında Kuşadası cephesinde Yunan ve İtalyan kuvvetleri çatışmıştır.
Etnik temizlik.
Yunan askerleri Kurtuluş Savaşı'nın Batı cephesinde ve Trakya'da 1919-1922 yılları arasında Türk halkına karşı katliamlar yaptı. Tarihî rapor ve evraklara göre Yunan birlikleri köyleri yağmaladı ve kadınlara tecavüz etti. Kimi zamansa bölgedeki Müslümanlar Yunan askerleri tarafından din değiştirerek Hristiyan olmaya zorlandı. Dumlupınar Muharebesi'nden (1922) sonra geri çekilmeye başlayan Yunan birlikleri eş zamanlı olarak Türk köylerini ateşe vermeye başladı. Bu on binlerce evin kül olmasında ve bir o kadar da Türk'ün ölümüne yol açtı. Amerikalı Profesör Justin McCarthy'nin hesaplamalarına göre Batı Cephesi'nde 640.000 Türk Yunanlar tarafından öldürüldü.
Birinci Dünya Savaşı’nın son dönemlerinde ve Kurtuluş Savaşı'nın hemen başlangıcında (1918-1919 yılları arası) Doğu Anadolu'daki Ermeni kuvvetleri, komitalar ve çeteler halinde, yerel Türk ahalisine karşı katliamlar icra etmiştir. Brest-Litovsk Antlaşması'ndan (1917) sonra Kafkasya Osmanlı hakimiyetine girmişti fakat Türk ordusu Mondros Ateşkes Antlaşması (1918) gereği Kafkasya'da fethettiği topraklardan çekildi. Buradaki güç boşluğunu dolduran Ermeni militanları Kars, Ardahan, Batum'da katliamlara başladı. Kurtuluş Savaşı dönemine eş zamanlı olarak İtilaf devletlerince işgal edilen Çukurova bölgesinde de Ermeniler Türk ahalisine karşı katliamlar gerçekleştirdi. Yapılan hesaplamalara göre Ermeniler tarafından öldürülen Türk sivillerin sayısı 363.000 civarındadır.
Basın ve kamuoyu.
Osmanlı'nın son yılları ve Kurtuluş Savaşı döneminde Batı'da (başta Birleşik Krallık ve Fransa) Türklere karşı bir önyargı bulunmaktaydı. Türkler Batılılar tarafından "Korkunç Türk" ("Terrible Turk") gibi aşağılayıcı isimlerle anılıyordu. Batılılar Milli Mücadele döneminde Atatürk taraftarlarını "Kemalist" olarak adlandırıyordu ve onları "aşırı milliyetçi" görüyorlardı. Batı'da böyle bir kamuoyunun oluşmasında Cihan Harbi sırasında propaganda olarak yayımlanan "The Murderous Tyranny of the Turks" [Türklerin Kanlı İstibdatı] (1917) gibi kitaplar etkiliydi. Batı gazetelerinde (başta "Times" gazetesi) görülen başka bir anlatıya göre Türk Ulusal Kuvvetleri Sovyet rejiminin bir uzantısı olarak görülüyor ve Türklerin zaferleri Sovyetler'in desteği öne çıkarılarak açıklanıyordu. Bu gazeteler aynı zamanda kamuoyunu Türklere karşı harekete geçirmek için savaş sırasında ölen Yunan ve Ermenilerin sayılarını abartıyordu. Kurtuluş Savaşı'nın ilerleyen dönemlerinde harbin Türklerin lehine dönmesi sonucu gazetelerin Türk tarafına karşı olan yaklaşımı olumlu yönde değişti.
İstanbul Hükûmeti'ne bağlı gazeteler Kurtuluş Savaşı'na karşı genelde kayıtsızdı. Örneğin çoğu İstanbul gazetesi sayfalarında Erzurum ve Sivas kongrelerine yer vermemişti. Basının öneminin farkında olan Mustafa Kemal Paşa savaş sırasında Sivas'a çektiği bir telgrafta Avrupa kamuoyunu Türklerin tarafına çekebilmek için diğer milletlerle ilişkileri kötü etkileyebilecek davranışlardan kaçınılması ve onları kendi saflarına çekebilecek yazılar yazılması istediğini belirtti. Buna ek olarak Mustafa Kemal Paşa savaşı Türklerin tarafından duyurabilmek için İrade-i Milliye gazetesinin çıkarılmasına önayak oldu.
Adlandırma ve sınıflandırma.
Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi veya Milli Mücadele olarak da bilinir. İngilizceye genelde "Turkish War of Independence" veya "Turkish War of Liberation" şeklinde çevrilir. Yunanlar, Fransızlar ve Ermeniler savaş gayretlerini birlikte koordine etmeseler de bu savaş Türklerin gözünde tek bir stratejik bütün oluşturmaktaydı. Askerî tarihçi Edward J. Erickson Türklerin konvansiyonel harbe (Yunan ve Ermenilere karşı), düzensiz harbe (Fransızlara karşı), kontrgerilla harekâtına (isyancılara karşı) ve caydırma taktiğine (Boğazlar bölgesinde İngilizlere ve Fransızlara karşı), propaganda mücadelesine, diplomatik manevralara (Bolşeviklerin desteğini almaları) bir arada başvurması nedeniyle savaşı bir "hibrit savaş" olarak sınıflandırmaktadır.
Kültürde.
Azerbaycanlı siyasi muhacir, yazar Abay Dağlı Türk Kurtuluş Savaşı konulu "Sakarya" (1965), "Atatürk" (1966), "Sakarya Çetesi" (1969), "Malazgirt'ten Sakarya'ya" (1971), "Sakarya'da 22. Gün" (1971) 1965 ile 1974 arasında) ve "Babanın Anıları" (1974) adlı altı oyun yazdı ve yayımladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15358",
"len_data": 44166,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
Şemsi Efendi Mektebi (Mekteb-i Şemsi İptidai), Selanik'te Muallim Şemsi Efendi tarafından 1872'de kurulan özel okuldur.
Selanik'in ilk özel Türk okulu idi; ayrıca eldeki bilgilere göre Osmanlı İmparatorluğu'nda bir Türk tarafından kurulmuş ikinci özel okuldur (ilki 1865 yılında İstanbul'da açılan bir mekteptir). Usul-i cedid (yeni yöntem) ile eğitim yapan bir kurumdu. Mustafa Kemal Atatürk'ün, ilköğrenimine Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde başladıktan sonra 1886-1887'de bu okulun öğrencisi olduğu düşünülür.
Şişli Terakki Lisesi'nin ve Fevziye Mektepleri'nin öncüsü kabul edilir.
Tarihçe.
Selanik'te bir yabancı özel okulda Türkçe öğretmenliği yapan Muallim Şemsi Efendi tarafından benzer şart ve metotlarla Türk öğrencilere eğitim vermek amacıyla kurulmuştur. Şemsi Efendi, 1869 Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gayrimüslümlere olduğu gibi Müslüman Türkler'e de özel okul açma izni veren maddelerine dayanarak okul açma girişiminde bulundu. Abdi Kamil, Derviş Efendi, Halil Vehbi Efendi gibi Selanik eşrafının katılımı ve diğer hayırseverlerin yardımlarıyla açılan okul, 1872 yılında Selanik şehrinin Sabri Paşa Caddesi'ndeki Çarşamba Dergâhı adlı bir tekkenin karşısında bulunan tek katlı küçük bir binada hizmete girdi. Eğitim kadrosunda meslektaşı Abdi Kamil Efendi de bulunuyordu.
Okulun dershanesinde öğretmen masası, sıra, karatahta, tebeşir, silgi ve okuma yazmayı kolaylaştırmak için levhalar bulunmaktaydı. Okula yeni kaydolan her çocuğa bir mentor atama, dersler arasında teneffüs verilmesi, öğrencilerin şehir-içi gezilere götürülmesi gibi uygulamalar vardı. Okul yenilik düşmanı kimselerin saldırısına uğrayıp eşyaları kırılınca eğitim-öğretim Şemsi Efendi'nin evinin altındaki büyük bir odada sürdürülmüş; ancak orası da saldırıya uğramış, yenilik aleyhtarları tarafından dinsizlikle suçlanan Şemsi Efendi'nin okulu kapatılmıştı.
1873'te Selanik valisi olarak göreve başlayan Mithat Paşa mektebin kapatılmasını vilayet meclisinin gündemine getirmesi üzerine okul, meclis kararıyla yeniden açıldı; okul binasının genişletilmesine vilayet yardım etti. Okulda bir kız bölümü de açıldı. Şemsi Efendi, kendi kızı Yekta'yı bu okulda yetiştirdi.
Şemsi Efendi, malî imkânsızlıklar ve kaliteli öğretmenlerin azlığı nedeniyle çeşitli defalar okulu kapatmak zorunda kalmış sonra tekrar açmıştır. Mustafa Kemal'in ilkokula başladığı 1887 yılı civarında okulu yeniden açmıştı. Kendisi, bu okula bir yıl kadar devam etti.
Şemsi Efendi okulu, 1891'de kapandı.
Terakki ve Fevziye Mektepleri.
Şemsi Efendi, 1877'de Selanik'te ortaokul düzeyindeki "Mekteb-i Terakki" adlı özel kurumun açılışında da etkili olmuştu. 1880'de lise düzeyinde de eğitim vermeye başlayan bu okul I. Dünya Savaşı başladıktan sonra kısmen, 1923'te tamamen kapandı. İstanbul'a göç eden Selanik Terakki Mektebi'nde yetişmiş bir grup Selanikli, İstanbul'da "Şişli Terakki Mektebi"'ni kurdular.
Şemsi Efendi'nin Selanik'te iken öğretmenlik yaptığı bir başka okul 1885'te kurulan Fevziye Mektebi'dir. "Fevz-i Sıbyan" adıyla ilkokul olarak kurulan bu okul, kısa zamanda ortaokul ve lise kısımları da olan bir eğitim kurumu haline gelmişti. Şemsi Efendi, 1894-1899 yıllarında bu okulda öğretmenlik yaptı. 1923'te tüm öğrencilerinin anavatana gelmesiyle Selanik'teki okul kapandı; I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul'da kurulmuş olan Fevziye Mektebi öğretim hayatına devam etti.
Halen İstanbul'da öğrenim vermeyi sürdüren her iki okul da kendisini Şemsi Efendi Okulu'nun devamı olarak kabul eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15359",
"len_data": 3502,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Buddha, Sanskrit dilinde “uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek” anlamına gelen “budh” fiilinin geçmiş zaman kipidir. "Uyanmış, idrak etmiş, bilinçlenmiş” anlamına gelir.
Siddhartha Gautama, tarihte “Buda” sözcüğünü hem kendisi için, hem de ona inanan ve bir yol göstericisi olmadan kendiliğinden “uyanan” herkes için kullanmıştır.
Budizm'de “Buda” kavramıyla ifade edilen: kişinin ruhunun saflık, masumiyet ve mükemmelliğinin gücüne, kendiliğinden ulaşması ve böylece daha önce ortaya çıkarmadığı aydınlanmış (mükemmel) bilgeliğe ulaşmak (Prajna), ayrıca şefkat ve merhametten uzak sonsuz yaşamı sınırsızca geliştirmektir.
Buda, kendini dünyevi şeylere artık bağlı olmayacak derecede her şeyden arındırmayı başarmıştır (Nirvana). Böylece Budist inancına göre artık yeniden doğuş döngüsüne bağlı kalmamış olacaktır. Budizm, kişinin kendi beyniyle (aklıyla, zekâsıyla) konuşamayacağı için, ayrı bir varlık olarak “ego” düşüncesini reddetmiştir.
Uyanış; bilinçlenmemiş (uyanmamış), kendini dünyaya kaptırmış insanlardan uzak bir anlayışla, okyanus gibi derin ve anlaşılması zor, dünyevi duygulardan arınmış bir tabiattır (mahiyettir, yaratılıştır, karakterdir.). Bu nedenle, bu deneyimleri sıradan bir dille ya da bilimsel kavramlarla açıklamak mümkün değildir. Bu deneyimlerin (bilgilerin) değerini, kişi kendi yaşamadıkça anlayamaz. Bu Buda deneyimi, aynı Buda gelenekleriyle devam etmeyebilir, Buda'nın ortaya çıktığı mutlu, güzel zamanlardan sonra; Buda'nın olmadığı çok fazla karanlık, kötü dönemler yaşandığı için, hiçbir doktrin son kurtuluş öğretisi anlamına gelmez.
Kashyapa, Kanakamuni ve Dipamkara’dan sonraki dönemde Maitreya Buda olacaktır.
Özellikle Tantrik Budizm’i (Vajrayana), aşkın Buda’lar olarak, Adibuddhas veya Tathagata olarak adlandırılan birçok Buda’yı içermektedir.
Kelime anlamıyla Buda.
Buda ya da Buddha, Sanskrit dilinde “uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek” anlamına gelen “budh” fiilinin geçmiş zaman kipi olup, Orta Hint dillerinden türetilmiş ve “uyanmış, idrak etmiş, bilinçlenmiş” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda “aydınlanmış” anlamı da vardır. “Uyanmış, aydınlanmış” kişi, karanlık gecelere doğan güneş gibi, yanlışlarla, hatalarla dolu karanlığı bilgi ışığıyla aydınlatır.
Yalın haliyle “Buda” sözcüğünün, Sanskrit dilinde Buddhas, “Orta Hint Pali” dilinde “Buddho” şeklinde olması nedeniyle, bazı araştırmacılar bu sözcüğü Buddha, Buddho olarak da kullanmaktadır. Batı Bilimleri, Hintçe sözcükleri yerel sözlük yazarları ve dil bilgisi uzmanlarını örnek alarak yalın haliyle değil de, bu sözcüğün kök halini kullanır; ayrıca bu sözcüğün hemen hemen tüm yazılış şeklini kabul etmektedir.
Sanskrit dili, birçok Avrupa dili gibi Hint-Avrupa dil ailesindendir. Bu dil, kök sözcük biçiminde (örneğin Sanskrit dilinde sözcük kökü “budh” ve Hint-Avrupa dilinde kökü “bheudh” anlamı uyanmak, dikkat etmek, ikaz etmek) Avrupa dillerinde yeniden keşfedilmektedir. Almancada “Gebot” sözcüğü ve “Buddha” sözcüğü gibi birbiriyle bağlı örnekler bu dilbilimsel akrabalığa örnek verilebilir.
Üç tür Buda.
Üç çeşit Buda vardır:
Samyaksambuda.
“Tam uyanmış” denilen “Samyaksambuda”; mükemmel kurtuluş öğretisine yol gösteren, dünyevi kavramlardan uzaklaşmış, kendini yeniden keşfeden, kendisiyle özleşen, dünyayı öğreten, çeşitli yetenekleriyle ve deneyimleriyle birçok insana kurtuluş yolunu gösteren kişidir.
Samyaksambudalar tüm bilgileri ve mükemmelliğin gücünü daha önce duyulmamış şeylerin gerçekliğinde bulan insanlardır. Bu kişilere “Mükemmel Aydınlanmış” denir. Bütün bu Budalar, her defasında kendilerinde yeni şeyler keşfettiler. Yaşamın acılarını ifade eden ve Budizm'in temelini oluşturan “Dört Yüce Gerçek” öğretisindeki acıları ve bu acıları sona erdiren kurtuluş yolu olarak kabul edilen “Sekiz Aşamalı Asil Yol” öğretisini dünyaya yaydılar.
Samyaksambuda, tam uyanmış kişi olabilmenin yolu Bodhisattva (gerçek aydınlanma) yoludur. Çünkü Bodhisattva; tüm canlıların Budalığa ulaşmasına yardımcı olmak için kendini adayan kişidir.
Pratyekabuda.
“Kendiliğinden uyanan” kişi olarak adlandırılan Pratyekabuddha, uyanışını kimseye söylemeden, başkalarını aydınlatıp onları kurtuluş yoluna götürmeden ve sadece kendi kurtuluş yolunu kendi kendine bulan kişidir.
Sravakabuda.
“Dinleyerek” (bir dinleyici olarak) uyanmış olan veya “Arhat” olarak da anılan Sravakabuddha, Sammasambuddha'nın öğrencisi olarak kazandığı deneyimlerle kurtuluş yolunu bulan veya duyarak öğrendiklerini tamamen uygulayan kişidir. Sravakabuddha aydınlanmaya ulaştıran öğretileri, diğer insanlara öğretebilecek ve onlara da kurtuluş yolunu gösterebilecek durumdadır.
"Her kim kibir, eğlence ve körelen duygularla yaşamaktansa, düzgün bir hayatı arzu ediyorsa, o insan mükemmel Azizdir (Arahan'dır).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15367",
"len_data": 4699,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.05
}
|
Mehmet Hilmi Ziya Ülken (3 Ekim 1901, İstanbul – 5 Haziran 1974, İstanbul), Türk düşünce yaşamında ve Türkiye'de bir felsefe geleneğinin oluşmasında büyük etkisi olmuş bir filozof ve sosyologdur.
Yaşamı.
Hilmi Ziya Ülken 1901'de İstanbul'da dünyaya geldi. Babası kimyager Mehmet Ziyaettin Ülken, annesi Müşfika Ülken'dir. Annesi Müşfika Ülken, Kazan şehri ulemalarından Kerim Hazret'in torunudur. Ülken ilköğrenimini özel bir okul olan Tefeyyüz Mektebi'nde tamamladı. Orta ve lise eğitimini ise günümüzde İstanbul Erkek Lisesi (İEL) olarak bilinen İstanbul Sultanisî'nde tamamladı. 1918 yılında liseden mezun olduktan sonra Mülkiye'ye girdi ve 1921'de dereceyle mezun oldu. Ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde coğrafya asistanı oldu ve aynı zamanda fakülte kütüphanesinde memurluk elde etti. Felsefe bölümünden ise âhlak, sosyoloji, felsefe tarihi sertifikaları aldı. Bursa ve Ankara'da öğretmen olarak tayin edildi. Askerlik sonrasında İstanbul'a tekrar dönerek Çapa Kız Öğretmen Okulu'nda tarih ve psikoloji, İstanbul Erkek Lisesi'nde ise felsefe dersleri verdi. 1933 yılına kadar İstanbul Erkek Öğretmen Okulu ile Galatasaray ve Kabataş liselerinde öğretmenlik yaptı. Yıl içinde reforme edilen İstanbul Üniversitesi'ne Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk medeniyeti doçenti olarak atandı. Bu konuda araştırmalar yapmak üzere Almanya'ya gönderildi. İstanbul'a dönüşü sonrasında üniversitede felsefe ve sosyoloji dersleri verdi ve bunu 1941'e kadar sürdürdü. Profesör unvanını almasını takiben, kürsü haline getirilen sosyoloji bölümümün başına getirildi. Bu aralıkta İstanbul Teknik Üniversitesi'nde 1948'e kadar sanat tarihi dersleri verdi. Bu tarihten sonra İstanbul Üniversitesi'nde Felsefe Grubu'nda mantık ve sosyoloji kürsülerinde değerler teorisi dersleri verdi, İslâm felsefesi derslerine de devam ediyordu. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde sistematik felsefe kürsüsün açık olduğu için buraya davet edildi ve ek dersler verdi. 1957 yılında ordinaryüs profesörlüğe yükseltildi. 27 Mayıs Darbesi sonrasında 147’ler listesinde adı geçti ve İstanbul'daki dersleri elinden alındı. 5 Haziran 1974'te İstanbul'da ölene kadar ders vermeye Ankara'da devam etti.
Ülken 1923-1924 arasında yakın çevresiyle "Mihrab" ve "Anadolu Mecmuası"nı çıkarmıştı. Sonrasında "Dergâh", "Türk Yurdu", "Ülkü", "Hareket", "İstanbul", "Kültür Haftası", "Millî Mecmua", "Şarkiyat Mecmuası", "Türk Düşüncesi", "Türk Folklor Araştırmaları", "Türkiyat Mecmuası" gibi muhafazakâr eğilimleri olan dergilerde yazdı. Sahib-i imtiyazı olduğu "Galatasaray" dergisi ile "Mülkiye" de yazılar yayımladı. 1927 yılında "Felsefe ve İçtimaiyat" dergisini çıkarmışken 1938-1943 arasında "İnsan" ve 1960'a kadar "Sosyoloji Dergisi"'ni yayımladı. 1937 sonrasında ise birçok ulusal ve uluslararası bilimsel toplantıya katıldı. 64 yayımlanmış kitap ve 1300'den fazla makaleyle arkasında geniş bir külliyat bıraktı.
Düşüncesi.
Ülken felsefe, sosyoloji, psikoloji ile İslâm felsefesi ve felsefe tarihi üzerine Türkiye'de öne çıkan isimlerden biridir. İlk evrelerinde Ziya Gökalp ve Durkheim etkisinde olan Ülken daha sonra le Play ve Gaston Richard sosyolojisine de ilgi duymaya başlamıştı. Bireyi merkeze alan bir düşünce yapısına sahipti. Émile Boutroux eserlerinden çoğulcu görüş düşüncesini benimserken Spinoza da felsefi ve sosyolojik fikriyatını etkilemişti. "Aşk Ahlâkı" adlı eserinde Hegel idealizmiyle beraber tasavvufi bir etki ve natüralizm söz konusuydu. 1936'da "Yirminci Asır Filozofları"nı yayımladığı vakit Marksizm etkisindeydi ve ekonomik bakışı bu sayede şekillenmişti. Ülken'e göre birey ve toplum tek bir bütünün iki ayrı parçasıydı ve birbirlerini tamamlıyorlardı. Bu nedenle çoğulcu ve ferdiyetçi bir dünya görüşüne sahipti. Marksizm'den de ileri dönemlerinde kopacaktı. Bu kopuşu "Tarihi Maddeciliğe Reddiye" adlı eseri simgeliyordu. Eserde insanın kalıtımsal özellikleri olduğunu ve bunu bir şekilde değiştirebilecek bir kuvvete sahip olmadığını ileri sürdü. Marksizm karşıtı düşüncenin felsefi temelini atmak istedi. 1948 sonrasında düşünsel bir istikrar sağladı ancak onun eserleri birbirini tamamlayan bir özelliğe sahipti. Eserlerini kendisinin gelişim sürecini yansıttığı fikrindeydi ve bu pozisyonunu hep savundu.
Ülken herhangi bir olayı incelerken bütün özelliklerini dikkate alan bir yaklaşıma sahipti. Batı kaynaklarını okuyan ve yayınlarında kullanan bir isimdi. Türk hümanizması idealini taşıyan Ülken, ülke sorunlarıyla ilgiliydi ve soyut bir dille toplumsal açıdan medeniyet ve çağdaşlaşma olaylara bakıyordu. "Aşk Ahlâkı" ve "İnsani Vatanperverlik"te Doğu ile Batı arasında Osmanlı ve Cumhuriyetin durumuna, yönetici ve aydın kesiminin vaziyetine değindi. Daha önce de "Türk Tefekkür Tarihi"ni Atatürk'e imzalayarak sunmuş ve onun dikkatini çekmişti, bu sayede yurtdışına çalışmalar yapmak için gönderilecekti. Gençlik dönemlerinde ise Anadolucu hareketin içinde yer almış ve bu eğilimle eserler vermişti. Ülken toplumsal konulara değinse dahi sınıfsal polemik taşıyan eleştirileri çok azdı. Bu konu üzerine çalışan ve fikirler üreten insanlarla da polemikleri neredeyse hiç yoktu. Sadece "Şeytanla Konuşmalar" adlı eserinde hicivsel bir üslup takındı.
Ülken'in Türk modernleşmesi üzerine değerlendirmeleri ağırlıkla "Millet ve Tarih Şuuru", "Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü" ve "Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi" adlı eserlerinde okunabilmektedir. "Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi", her ne kadar yazıldığı dönemde büyük bir ilgi görmese de hala güncel bir konu olan modernleşme sancılarını doğrudan ele alan bir eserdi, günümüzde dahi önemini korumaktadır. Medeniyeti “sürekli bir yürüyüş” olarak gören Ülken'in bu eseri 1960'lardaki tartışmalara bir katkıdır. Tanıl Bora "Cereyanlar"ı yazmasında bu kitabın ilham kaynağı olduğunu belirtmektedir.
Ülken çoğulcu ve toplumsal yönüyle referansları da bu çerçevede oldukça genişti. Ali Artun'a göre 1942'de yayımladığı "Resim ve Cemiyet" adlı kitabı onun toplumsal tarih düşüncesinin özetidir. Marksizm etkisinde olduğu aralıkta yazdığı bu eser materyalist bir bakış taşıyan ve sanat tarihindeki dönüşümleri bu çerçevede, üretim, iş süreç ve örgütleri ile sınıf mücadelesi gibi kavramlarla okuyan bir eserdi. Mekân ve zaman sürekliliğini ileri süren eser sanatın toplumsal yönüne sıkı sıkıya bağlıydı. Ona göre millî resim toplumsal bir yön taşımalıydı ve bu sağlandığı zaman memleketin sorunları (işçilerin durumu ve sefalet gibi) daha görünür olacaktır. Hülasa onun toplumcu görüşleri hümanist ve evrensel modernlik düşüncesine dayanan, bireyi merkeze alan, kültür medeniyet ayrıklığını reddeden felsefesinden ileri geliyordu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15368",
"len_data": 6607,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
Habitat ya da yaşam alanı, bir canlının yaşadığı ve geliştiği yer. Bu yer, fiziksel bir bölge, yeryüzünün özel bir parçası, hava, toprak ya da su olabilir. Habitat, bir okyanus ya da bir çayırlık kadar büyük olabileceği gibi, çürümüş bir ağaç da bir böceğin bağırsağı kadar küçük de olabilir. Bununla beraber, her zaman tanımlanabilen ve fiziksel olarak sınırlı bir bölgedir. Birden fazla hayvan ya da bitki özel bir habitatta yaşayabilir. Develerin habitatı çöller, balıklarınki ise denizler ve tatlı su kaynaklarıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15371",
"len_data": 519,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.46
}
|
Nakşibendilik ( Nakşbendiyye), 14. yüzyılda Orta Asya'da Buhara çevresinde gelişen ve adını kurucusu sufi alim Bahâeddin Nakşibend'den alan tasavvuf tarikatı.
Nakşibendilik, Afrika ve Arap Yarımadası dışındaki İslam coğrafyasına yayılmış ve zamanla oluşan alt kollarıyla günümüze kadar önemini korumuştur. Tarikatın temeli, Bahaeddin Nakşibend'in de mensup olduğu ve Yusuf el-Hemedânî tarafından kurulan ve sonrasında halifesi Abdulhalik Gücdevani tarafından sistemleştirilen Hâcegân tarikatına dayanır. Nakşibendilik tarikatı ise kökenini soy olarak Ali ve altıncı imam Cafer-i Sadık'a dayandırmaktadır. Fakat tarikatın kurucusu olarak adı geçen Bahâeddin Nakşibend'in Ali ile, dolayısıyla Muhammed ile herhangi bir soy bağı yoktur. "Nakış yapan" anlamına gelen Nakşibend, Nakşibendi mürşidlerinin, kalbi dünyadan ahirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır.
Kuruluşu.
Orta Asya'da özellikle de Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinde tasavvufun kök salması ilk olarak Yusuf Hemedanî tarafından kurulan Hâcegân tarikatı yoluyla olmuştur. O daha çok Merv ve Herat bölgesinde bulunmuş, zamanla namı giderek bu bölgeler dışında yayılmıştır. Hatta Merv'deki tekkesi "Horasan'ın Kâbesi" ismiyle ünlenmiştir. Hemedâni, Buhara bölgesinde de bulunmuş burada dört halife tayin etmiştir. Bu halifelerinden Ahmed Yesevi daha sonra Yesevilik olarak anılan tarikatı kurmuştur. Diğer bir halifesi Abdülhalik Gucdüvânî ise tarikatın esaslarını belirlemiş ve bu öğretileri Buhara çevresinde yaymaya başlamıştır. Abdülhalik Gucdüvânî, ardında dört halife bırakmış, Hacegan tarikatı özellikle halifelerinden Arif Rivgerî tarafından yayılmaya devam etmiştir. Rîvgerî'den sonra Hâcegân silsilesi, sırayla Hâce Mahmud İncirfağnevî, Hâce Ali Râmîtenî, Hâce Muhammed Baba Semmâsî ve Emîr Külâl ile devam etmiştir. İki yüzyıl boyunca Hâcegân tarikatı bu "hace"ler aracılığıyla Orta Asya'da yayılmıştır. Bu silsiledeki son iki hâce, Bahaddin Nakşibend'i yetiştiren sufilerdir.
Abdülhalik Gucdüvânî'den yaklaşık iki yüzyıl sonra ise Bahaddin Nakşibend bu öğretilerde değişiklik yaparak öğrenci yetiştirmeye başlamış, öğretileri bu öğrenciler yoluyla Orta Asya dışına yayılmıştır.
Tarihi ve kolları.
Nakşibendi tarikatı, Muhammed Bahâeddin'nin haleflerinden Alâeddin Attar, Zahid Bedahşi ve Muhammed Parsa tarafından geniş bir alana yayıldı. Yesevilik mezhebinin hâkim olduğu bölgelerde pek çok taraftarı etrafına topladı.
İmam Rabbani (ö. 1624) döneminde Hindistan ve çevre bölgelerde yaygınlaştı. İmam Rabbani'nin oğlu Muhammed Masum, ciddi bir eğitim reformu gerçekleştirerek babasının ılımlı tasavvuf yolunu sürdürdü.
Nakşibendi tarikatı, Fatih Sultan Mehmed döneminde Molla İlahi tarafından İstanbul'da yayılmaya başlamıştır. 18. yüzyılda Mevlana Hâlid-i Bağdadi sayesinde mezhep Osmanlı devleti topraklarında genişledi ve büyük nüfuz kazandı.
Nakşibendi tarikatının Ahrariye, Naciye, Kasaniye, Muradiye, Mazhariye, Celaliye, Halidiye ve Müceddidiye adlarında kolları vardır. Bu dallar arasında en yaygın olanları Halidiye ve Müceddidiye'dir.
Müceddidiye kolu, İmam Rabbani adını alan ve Muhammed'in bir hadisine atıfta bulunarak kendisini hicretin ikinci bin yılında "Müceddid elfi-sani" olarak tanıtan Ahmed Faruk Serhendi tarafından kuruldu. Ömer'in soyundan geldiğini iddia eden İmam Rabbani, 1563 (Hicri 971) yılında doğmuştur. İmam Rabbani'nin mezhep zinciri altı kişiden oluşan Bahâeddin Nakşibend'e kadar uzanır. Bahsedilen dini literatür "Kitabul-Anharil-erbaa" ve çoğunluğu mektuplardan oluşan "Maktubat" eserlerinden oluşan ünlü tasavvuf kitaplarıdır. İmam Rabbani bu mektuplarında İbn Arabi'nin vahdet ve varlık konusundaki görüşlerine şiddetle karşı çıkmış ve onun yanıldığını söylemiştir. Mevlana Celaleddin Rumi ile İbn Arabi'nin tamamen ayrı sohbetler yapmasına rağmen o, aralarında ayrım yapmamış ve Mevlana gibi bir düşünürü eleştirmekten çekinmemistir.
Nakşibendiliğin ikinci en yaygın kolu Halidiye'dir. Müceddidiye kolundan ayrılan bu kolun kurucusu, 1776 yılında Irak'ın Süleymaniye şehrinin Karadağ yerleşim yerinde doğan Mevlana Halid'dir. Bağdat'ta eğitim gördü, daha sonra Hindistan'a giderek Abdullah Dehlevi'ye bağlandı, ardından Şam şehrine taşınarak oraya yerleşti. Mevlana Celaleddin'den sonra İslam dünyasında Mevlana lakabıyla tanınan ikinci en ünlü kişi olması onun nüfuzunu göstermektedir. Şafii mezhebine mensup olduğunu, Osman ve Ali'nin soyundan geldiğini söyleyen Mevlana Halid, 1826 yılında vefat etti. Müritleri faaliyetlerini sürdürerek kısa sürede Lübnan, İran, Irak ve Mısır'da geniş bir alana yayıldılar.
Şeyh Halid'in halefleri, faaliyet gösterdikleri her yerde Osmanlı devletinin çıkarları ve prestiji için çalıştılar. Ünlü Hanefi hukukçusu İbn Abidin, "Ruhu-l-meani" adlı şerhin yazarı Alusi ve Sultan II. Mahmud'un şeyhi Mekkizade Mustafa Asım Efendi gibi ünlü alimler bu kolun temsilcileriydi.
Hâlidiler Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi ve kültürel hayatında aktif rol aldılar.
Râbıta ve teveccüh.
Süleymancı olduğu bilinen Ferid Aydın, rabıtanın Hint asıllı mutasavvıf Habibullah Mazhar'ın öğrencisinin öğrencisi Halid Bağdadi tarafından Nakşibendiliğe oturtulmuş «patanjali meditasyonu« olduğunu öne sürmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15374",
"len_data": 5165,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.57
}
|
Muhammed Bahaüddin Nakşibendi (; 1317, Kasr-ı Arifan, Buhara, Özbekistan - 1389, Kasr-ı Arifan), Nakşibendi tarîkatının isim babası, büyük mutasavvıf evliya. Şah-ı Nakşibend veya Bahaddin lakapları ile anılır. Silsileyi sadat'te Muhammed Baba Semmasi ile Seyyid Emir Külâl'ın talebesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15375",
"len_data": 290,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.36
}
|
Diriliş Partisi veya DİRİ-P, şair Sezai Karakoç tarafından 26 Mart 1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” amblemiyle kurulan siyasi partidir. Sezai Karakoç yedi yıl boyunca partinin genel başkanlığını yürütmüştür. 18 Şubat 1997'de, üst üste iki genel seçime mazeretsiz olarak girmediği için kapatılmıştır. Diriliş Partisinin devamı niteliğindeki Yüce Diriliş Partisi, 2007 yılında kurulmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15378",
"len_data": 391,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.2
}
|
Ahmedî (1334 - 1413) divan şairi ve hekim.
14. yüzyıl'da Anadolu'da yetişmiş en büyük divan şairi kabul edilir. Kaleme aldığı Türkçe eserlerle Osmanlı Dönemi Türkçesinin yazı, edebiyat ve bilim dilinin ilk örneklerini vermiş ve dolayısıyla Türk dilinin gelişmesinde ve kullanılmasında büyük katkı sağlamıştır.
En ünlü eseri "İskendernâme"dir.
Hayatı.
Asıl adı Tâceddîn İbrâhîm bin Hızîr'dır. şiirlerinde "Ahmedî" mahlasını kullanmıştır. Doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1334 yılında doğduğu tahmin edilir. Doğum yeri kimi kaynaklara göre Sivas, kimi kaynaklara göre Germiyan'ın başkenti Kütahya, kimilerine göre Uşak’ın Sivaslı köyüdür. Bazı kaynaklar ise Ahmedî'nin Amasyalı olması gerektiğini belirtilir. Timur ile Ahmedî arasında geçen ve yanlış olarak Nasreddin Hoca'ya isnat olunan meşhur ""Futa" yani "Peştemal"" hikâyesinin Kütahya'daki Kemer Hamamı'nda cereyan ettiği Kütahya halkı tarafından tavatüren söylendiği için Ahmedî'nin de Kütahya'da öldüğü iddiasını da dikkate alarak kimi kaynaklarda Germiyanlı olduğu iddiasının daha kuvvetli olduğu öne sürülmüştür.
Ahmedî memleketindeki tahsilinden sonra Mısır’a giderek Şeyh Ekmeleddîn’in öğrencisi oldu; Aydınlı Hacı Paşa ve Molla Fenârî ile arkadaşlık etti. Anadolu’ya döndükten sonra tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte Aydınoğulları, Germiyanoğulları ve Osmanoğulları’na bağlandı. Mısır’da tıp öğrenimi görmüş olan Ahmedî’nin saraylarda yalnız musahip sıfatıyla mı yoksa aynı zamanda saray hekimi olarak da mı bulunduğu konusunda kesin bir şey bilinmemektedir.
Ahmedî, Aydınoğlu Îsâ Bey’in oğlu Hamza için ders kitapları yazmış; Germiyanoğlu Süleyman Şah’a şiirler sunmuştur. Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’in oğullarından Emir Süleyman’ın hizmetine girmiştir.
Ahmedî "tabi'an şen, hoş sohbet, lâtifeci" bir şair olup 1413 yılında 80'li yaşlarda iken kimi kaynaklara Kütahya'da, kimi kaynaklara göre Amasya'da öldü.
Edebi hayatı.
Batı Türklerinin ilk önemli şiir kitabı olan İskendernâme adlı mesneviyi Germiyanoğlu Süleyman Şah nâmına ele alarak 1390'da tamamladı. Devrin tüm ilimleri hakkında ansiklopedik bilgiler vermesi nedeniyle Türk dili ve edebiyatı açısından olduğu kadar bilim tarihi bakımından da önem taşıyan bu öğretici eseri, sonuna “"Dasitan-ı Tevarih-i Müluk-ı Al-i Osman"” adlı bölümü ekleyerek Emir Süleyman'a sundu. İskendernâme'ye ilâve edilmiş bu bölüm, ilk Türkçe-Osmanlı vekāyi‘nâmelerindendir. Ahmedî, ömrünün sonuna kadar İskendernâme üzerinde çalışıp onu zenginleştirmeyi sürdürmüştür. 1407-1408'de esere ilave edilen Mevlid, Türk edebiyatının bilinen ilk mevlididir.
Ahmedî'nin Ankara Savaşı’ndan sonra Timur ile tanışıp ona bir kaside sunduğu düşünülür. Emir Süleyman’ın isteği üzerine Selmân-ı Sâvecî’nin “"Cemşîd ü Hurşîd"” adlı mesnevisini Türkçeye çeviren ve eklediği yeni kısımlarla âdeta yepyeni bir eser yaratan şair bu çalışmayı 1403’te tamamladı. Arapça-Farsça manzum bir lugat olan "Mirķātü’l-edeb" adlı eserini Aydınoğulları’ndan Îsâ Bey’in oğlu Hamza Bey için yazdı. Ayrıca "Mirķātü’l-edeb"’e bağlı olarak bir ders kitabı olarak "Mîzânü’l-edeb ve "Mi’yârü’l-edeb" adlı risaleleri yazdı.
Emir Süleyman’ın 1411 yılında ölümünden sonra kendisine yeni bir hami arayan Ahmedî, Mehmed Çelebi’nin çevresine girmeye çalıştı.
Tıp konusunda bir mesnevi olan ve 1403-1410 arasında kaleme aldığı “"Tervîhu’l-ervâh"” adlı eserini bazı eklerle Çelebi Mehmet’e sunmuştur.
Ahmedî ayrıca, Germiyan’ın ileri ailelerinden birine mensup olduğu düşünülen meşhur Şeyhî Sinan'ı yetiştirmiştir.
Başlıca eserleri.
Atfedilen eserler.
Bazı kaynaklarda, Ahmedî’nin bunlardan başka, tıbba dair bir “"Kitâbü'r Revâyih"”, “"Kasîde-i Sarsarî Şerhi"”, “"Hayretu'l-c Ukalâ"”, “"Yûsuf ile Züleyhâ"”, “"Esrâr-nâme"” tercümesi, “"Vîs u Ramin"”, “"Süleymannâme"”, “"Cengnâme"”, “"Kânun ve Şifâ"” tercümesi, bir nüshası Fatih'te Feyzullah Efendi Kütüphanesinde bulunan ve sağlığı koruma hakkında önemli bilgileri içeren, "Muntehâb-ı Şifâ’" gibi eserlerinin olduğu bildiriliyorsa da bunların bazısı bu güne kadar ortaya konulamamış, bazısının da ya isim benzerliğinden ya da yanlış adlandırılmasından dolayı başkasına ait olduğu tespit edilmiştir. Halk arasında "Kırk Vezir hikâyesi" adıyla bilinen ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Katalogu'ndaki bilgilere dayanılarak yanlışlıkla Ahmedî tarafından Arapçadan Türkçeye çevrildiği sanılan bu eserin Ahmedî-i Mısrî'ye ait olduğu tespit edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15383",
"len_data": 4405,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.52
}
|
Ahmet Turgut Uyar (4 Ağustos 1927, Ankara - 22 Ağustos 1985, İstanbul), Türk şair.
Babasının görevinden ötürü ilköğrenimi farklı şehirlerde okurken ortaöğrenimine yatılı askerî okulda okuyarak devam eden Uyar, 1948'de "Kaynak" dergisinin başlatmış olduğu bir şiir yarışmasında "Arz-ı Hal" adlı şiiriyle katılmış ve yarışmada ikinci olmuştur. "Türkiyem" adlı ikinci şiir kitabı 1952'de piyasaya sürülmüştür. Uyar'ın dil, tema, imge, anlatım biçimi, biçim/öz ilişkisi açısından büyük bir değişimi gerçekleştirdiği ilk İkinci Yeni kitabı olan "Dünyanın En Güzel Arabistanı", 1959'da yayımlanmıştır. 1962'de "Tütünler Islak"ı; 1968'de "Her Pazartesi"yi; 1970'te "Divan"ı; 1974'te "Toplandılar"ı; 1982'de "Kayayı Delen İncir"i yayımlamıştır. 1981 yılında "Toplu Şiirler" adıyla o güne kadar yayımladığı eserleri ilk kez; 1984'te "Büyük Saat" adıyla ikinci kez toplu olarak basılmıştır.
Yaşamı.
Ahmet Turgut Uyar, Fatma Hanım ile Hayri Bey'in altı çocuğundan beşincisi olarak 4 Ağustos 1927'de Ankara'da dünyaya geldi. Babası orduda harita binbaşısı olarak görev yapmıştır ve Ankara'nın ilk Latin alfabesiyle yazılan sokak levhalarını geceler boyu çalışarak yazmış bir hattattır. Annesi ise ev hanımıydı. Babasının görevinden ötürü ilköğrenimi farklı şehirlerde okurken ortaöğrenimine yatılı askerî okulda devam etmiştir. Bursa Askerî Işıklar Lisesi'nden 1946 mezun olan Uyar, bu okulda mutsuz olduğunu şu sözlerle dile getirmiştir:
"Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının değil de, hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz bir şeyler yaşamak..."
Yükseköğrenimini Askerî Memurlar Okulu'nda okurken annesinin isteği üzerine 1947'de Yezdan Şener ile evlenmiştir ve bu evlilikten Semiramis, Tunga ve Şeyda adlarında toplam üç çocuğu olmuştur. Bu okuldan mezun olduktan sonra "kura" ile memur olarak Posof'a atanmıştır. Daha sonra Samsun Terme Askerlik Şubesi'ne atandı, ardından Ankara'da Kara Kuvvetleri Komutanlığı Personel Dairesi Başkanlığında üsteğmen olarak görev yaptı.
1958'de bu görevden ayrılarak Türkiye Selüloz ve Kâğıt Sanayi'nin Ankara'daki şubesinde çalışmaya başlamış ve 1967'de buradan emekli olarak İstanbul'a yerleşmiştir.
1966'da ilk eşinden boşanmıştır. İstanbul'a yerleştiğinde o dönem Yezdan Şener ile evliliklerinin bitme aşamasına gelmesinin ardından Cemal Süreya ile Tomris Uyar, şiir üzerine mektuplaşmaya başlamıştır. Bu mektuplaşmalar olumlu sonuçlanmıştır. 1969'da ise Tomris Uyar ile evlenmişlerdir. Tomris Uyar ile evliliklerinden bir erkek çocukları (Hayri Turgut Uyar) oldu. 22 Ağustos 1985'te sirozdan ölmüştür.
Edebî kariyeri.
Turgut Uyar'ın şiire olan ilgisi kendi ifadesine göre çocukluk yıllarında başlamıştır. İlk şiir denemesini de ilkokul yıllarında yapmıştır:
"Güzeldir sevgilim her dakka her an / Güzeldir sözleri kaşı gözleri / Geçtiği her karış sönük topraktan / O anda fışkırır neşe özleri"
Ortaokul ve lise yıllarında ise "günde üç beş şiir, haftada on beş, günde bir roman yazmıştır." Roman yazarken sıkılan Uyar, Alain-Fournier'in Fransız edebiyatının klasiklerinden sayılan "Adsız Ülke"siyle Fyodor Dostoyevski romanlarını okumasıyla roman yazmayı bırakmıştır. Şiirde ise lise son sınıfta Ömer Hayyam, Nedim, Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim gibi şairleri taklit etmiştir. 1946'da ise dönemin güncel şairlerini okumuştur ve bu durumu "Sonra günümüzün şairlerini okudum da sevindim. Oh dünya varmış dedim." sözleriyle dile getirmiştir. 1947'de "Yâd" adlı şiiri "Yedigün"de yayımlanmıştır. 1948'de "Kaynak" dergisinin başlatmış olduğu bir şiir yarışmasında "Arz-ı Hal" adlı şiiriyle katılmış ve yarışmada ikinci olmuştur. 1950'de Kaynak Yayınları tarafından "Arz-ı Hal ve Akşam Üzeri Türküsü" adıyla ilk kitabı yayımlanmıştır. İkinci kitabı olan ve Nurullah Ataç'ın önsözünü yazdığı "Türkiyem" ise 1952'de piyasaya sürülmüştür.
1959'da "Dünyanın En Güzel Arabistanı" adlı şiir kitabı yayımlanmıştır. Bu kitaptaki şiirleri 1955-1958 yılları arasında "Yenilik", "Pazar Postası", "Yeditepe", "Seçilmiş Hikayeler Dergisi", "Şairler Yaprağı" gibi dergilerde yayımlanan şiirlerden oluşmaktadır. Kitap, Uyar'ın dil, tema, imge, anlatım biçimi, biçim/öz ilişkisi açısından büyük bir değişimi yansıttığı ilk İkinci Yeni kitabıdır. 1962'de "Tütünler Islak"ı; 1968'de "Her Pazartesi"yi; 1970'te "Divan"ı; 1974'te "Toplandılar"ı; 1982'de "Kayayı Delen İncir"i yayımlamıştır. 1981 yılında "Toplu Şiirler" adıyla o güne kadar yayımladığı eserleri ilk kez; 1984'te "Büyük Saat" adıyla ikinci kez toplu olarak basılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15386",
"len_data": 4597,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.32
}
|
Edip Cansever, tam adıyla Ömer Edip Cansever, (8 Ağustos 1928, İstanbul - 28 Mayıs 1986, İstanbul), Türk şairdir. Tam adı "Ömer Edip Cansever" olsa da, "Ömer" adını ilk şiirleri ve ilk şiir kitabı dışında hiç kullanmadı.
Hayatı.
8 Ağustos 1928'de İstanbul'un Fatih ilçesinin Soğanağa semtinde doğdu. Annesi ve babası, Çankırı'nın Atkaracalar köyünde doğmuşlar. Ailenin üç kız ve bir erkek, toplam 4 çocuğunun üçüncüsü olarak doğdu.
İlkokulu İstanbul'da 56'ncı İlkokul'da tamamladı. İkinci Dünya Savaşı'nda havacı çavuş olarak İstanbul'a tayin edilen babası, askerlik vazifesini tamamladıktan sonra İstanbul'da kalmış, Kapalıçarşı'da ticaret ile iştigal etmiştir.
Ortaokul ve liseyi 1946 yılında İstanbul Erkek Lisesi'nde tamamladı. Yüksek Ticaret Mektebi'ne kaydoldu. Aynı dönemde babasının Kapalıçarşı'daki dükkânında çalışmaya başladı. 12 Nisan 1947'de, aile dostları tarafından tanıştırıldığı Mefharet Hanım'la evlendi. Çiftin bu evlilikten, Nuran ve Ömer adını verdikleri iki çocukları oldu.
1950 yılında yedek subay olarak askerlik hizmetini tamamladı. Askerlik dönüşünde Kapalıçarşı'da babadan kalma dükkânda turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1954'te meydana gelen Kapalıçarşı yangınında dükkânının yanması üzerine "Jak Salhoşvili" ile ortak olup, asma katlı bir başka dükkâna geçti. Ortağı alım satım işlerini yönetirken, Cansever tüm zamanını asma katta okuyup şiir yazmaya ayırdı. Edip Cansever, Kapalıçarşı'da otuz yılını geçirdi ve bu zaman zarfında dokuz şiir kitabı neşredildi.
1964'te üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisi'nden güncel politikadan anlamadığı gerekçesiyle ayrıldı. 1975 yılında Kapalıçarşı'daki antikacı dükkânını sattı ve ticârî hayatını sonlandırdı. Bundan sonraki dönemde kış aylarını İstanbul'da, yaz aylarını da Akdeniz sahillerinde geçirdi. Akdeniz'in doğasının hem ruhuna hem de sanatına yansıttığı olumlu etkiler sebebiyle 1986 yılında Bodrum’a yerleşti. Ancak Bodrum'a geldikten sadece yirmi gün sonra bir beyin kanaması geçirdi ve İstanbul’a getirildi. Acilen alındığı ameliyattan sağ çıkamayarak, 28 Mayıs 1986’da İstanbul’da öldü. 30 Mayıs 1986’da Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi.
Edebî hayatı.
Henüz ortaokul yıllarında Fatih’teki Millet Kütüphanesi’nde eski sanat dergilerini okuyup notlar alarak başlayan şiir yazma isteği, İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğu yıllarda artarak devam etti. Okulun Babıâli’ye oldukça yakın oluşu sebebiyle akşamüstleri "Marmara", "ABC" ve "Yokuş" kitabevlerine uğrayarak yeni şiir anlayışını tutkuyla izledi. Millî Eğitim Bakanlığı yayınlarından çıkan kitaplar aracılığıyla Yunan ve Lâtin klâsiklerini, dünya edebiyatınının klasiklerini okudu. İlerleyen yaşlarında Marksizm ve sol düşünce ile tanıştı.
İlk şiiri 1944'te "İstanbul" dergisinde yayınlandı. "Yücel", "Fikirler", "Edebiyat Dünyası", "Kaynak" dergilerinde çıkan ilk gençlik şiirlerini "İkindi Üstü" başlıklı kitapta topladı. Bu şiirlerde varlıklı, her şeye yaşama sevinciyle bakan bir gencin avarelikleri, duyguları ön plandaydı.
1951'de "Nokta" dergisini çıkardı. Bu dergi, genç şairlerle ve yazarlarla tanışmasını sağladı. İlk kitabından 7 yıl sonra yayınladığı "Dirlik Düzenlik" bu dönemin ürünüdür. Bu kitaptaki şiirlerde düşünceyi dil içinde eritmeye yönelen, özlü bir söyleyiş ve çarpıcı biçim arayan, toplumsal eleştiri için mizah aracını kullanan bir tutum görüldü. 1957'de yayınlanan "Yerçekimli Karanfil" ile kendisine özgü bir şiir evreni kurdu. "İkinci Yeni" akımının özgün örneklerini verdi. "Yenilik", "Pazar Postası", "Yeni Dergi" gibi dönemin sanat yayınlarında şiirsel canlılığı besleyen şairlerden biri oldu. Şiirinde zamanla sevinç yerini bunalıma, toplumsal dengesizlikleri eleştirme kaygısı yerini yıkıcı bir umutsuzluğa bıraktı. "Dize işlevini yitirdi" gerekçesiyle yeni arayışlara yöneldi. Şiirde tiyatrodan esinlenen diyaloglar kullandı. "Nerde Antigone", "Tragedyalar", "Çağrılmayan Yakup" bu dönemin ürünleridir. Yine de İkinci Yeni içindeki bazı şairler gibi anlamsızlığı savunmadı. Kapalı, anlaşılması güç, yine de anlamdan ayrılmayan bir şiire yöneldi. Çok farklı imgeler kullanırken bile düşünce öğesini göz ardı etmedi. Yapıtlarına tutarlı bir bütünlük kazandırdı. Şiirinde düzyazı olanaklarını kullanmaktan da çekinmedi. Yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve yaşama biçimiyle de kendisinden söz ettirdi. Sürekli yazan, yayınlayan bir şair olarak ilgileri hep üstünde tuttu.
Edip Cansever'in sağlığında yayımlanan son kitabı, "Oteller Kenti" oldu. 1985-1986 yılları arasında yazdığı fakat yayımlanmayan şiirleri, bazı düzyazıları, hakkında yazılanlar ve bazı konuşmalar, ölümünden sonra "Gül Dönüyor Avucumda" (1988) başlığıyla neşredildi. 1990'da yayımlanmış tüm şiir kitapları, "Yerçekimli Karanfil/Toplu Şiirleri I" ve "Şairin Seyir Defteri/Toplu Şiirleri II" başlığıyla yeniden yayımlandı. 2005'te bütün şiirleri, "Sonrası Kalır I-II" başlığıyla Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Cansever'in çeşitli dergilerde yayımlanan, ancak şiir kitaplarına almadığı şiirleri, Mehmet Can Doğan tarafından derlendi ve 2009'da "Öncesi de Kalır" başlığıyla neşredildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15387",
"len_data": 5044,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.29
}
|
İranlı şair Salman Saveci'nin aynı adı taşıyan 1700 beyitlik yapıtının genişletişmiş çevirisi olan, Cemşîd ü Hurşîd, ünlü 14. yüzyıl divan şairi Ahmedî'nin belki de en çok tanınan eseridir. Ahmedî'nin bu ünlü mesnevisi 4798 beyitliktir. Mesnevi'de gündelik hayata dair unsurlara sık rastlanmaktadır.
Eserden bir beyit:
Ahmedî'nin bir de divanı olup, değeri İskender-nâme'sine nisbetle daha yüksektir; sekiz bin beyitten fazla olan bu divanda şiirin muhtelif şekillerini havi manzumeler görülür; yine Ahmedî'nin beş bin beyitli Cemşid ü Hurşid isimli manzumesi, Çin hükümdarının oğlu Cemşid ile Rum kayserinin kızı Hurşid arasındaki âşikane macerayı tasvir etmektedir; gerek bu eserini ve gerek Tervîhü'l-Ervâh adındaki tıbba dair manzum ve mufassal telifini Emîr Süleyman Çelebi'nin emriyle kaleme almıştır. 5000 beyitten oluşur. Aslı İran'da bulunmaktadır. Surete aşık olma ve sonra onu bulma şeklinde gerçekleşir. Asıl İskendername'yi yazmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15389",
"len_data": 947,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.56
}
|
Hüseyin Hilmi Işık (d. 8/21 Mart 1911 - ö. 26 Ekim 2001), Türk din adamı. İslam dini hakkında yazdığı kitaplarla tanınmıştır. Ölümünden sonra fikir ve görüşleri doğrultusunda "Işıkçılar Cemaati" oluşmuştur.
Hayatı.
8 Mart 1327 Rumî ve 21 Mart 1911 tarihinde (H. 1329) İstanbul, Eyüp Sultan'da doğdu. Babası Saîd Efendi ve dedesi İbrâhîm Pehlivân, Plevne'nin Lofça kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe Hanım ve annesinin babası Hüseyin Ağa da, Lofça kasabasındandılar. Babası Said Efendi, Doksanüç Harbi denilen 1877 Osmanlı-Rus Harbi'nde muhâcir olarak İstanbul'a gelip, Eyüp Vezirtekke'ye yerleşti.
Dini eğitimi.
"Seâdet-i Ebediyye" kitabının gördüğü alaka ve devamlı gelen suâller sebebi ile, kitabının her baskısına yeni ilâveler yaparak 1248 sayfalık bir eser meydana getirdi. Eserin İngilizceye tercümesi yapılmış ve "Endless Bliss" ismi verilerek Hakîkat Kitabevi tarafından beş cilt olarak bastırılmıştır.
Ölümü.
Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca bilen Hüseyin Hilmi Işık, 26 Ekim 2001 tarihinde öldü. Cenazesi Eyüpsultan Mezarlığı'ndaki Kâşgârî Dergâhı yanında defnedildi.
Hüseyin Hilmi Işık'ın eşi Nefise Siret Işık 28 Şubat 2009 tarihinde öldü ve eşi Hüseyin Hilmi Işık'ın yanına defnedildi. Hüseyin Hilmi Işık'ın biri erkek, diğeri kız iki evladı vardı. İhlas Holding'in kurucusu Enver Ören'in kayınpederidir.
Eleştiriler.
Kendisi de Hüseyin Hilmi Işık gibi Abdülhakim Arvasi'nin sohbetlerinde bulunan Necip Fazıl Kısakürek'in bir yazısında Hüseyin Hilmi Işık'tan ""şeyh müsveddesi" şeklinde bahsettiği ve Işık'ın icazetinin sahte olduğundan bahsettiği görülür: "teşrih ve teşhir yazısını kaleme aldık ve merkum şeyh müsveddesinin Büyük Velî'ye nispetinden icazetine, ilminden eserlerinin kendisine aidiyetine kadar her tarafının sahte olduğunu, Abdülhakîm Arvâsi Hazretlerinin Seyyid kanını taşıyan yakınlarının şehadetiyle ve ayrıca kendi vesikalarımızla ve yine bir laboratuvar katiyetiyle ispat ettik ve artık susmaya karar verdik."
Gazeteci Ergun Göze, cemaat tarafından Hüseyin Hilmi Işık'ın birçok bilginin yanında "safsata ile dolu" ilmihalinin sabahçı kahvelerinde, köy kahvelerinde satıldığını yazmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15392",
"len_data": 2130,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.03
}
|
Muhammed Baba Semmâsî, Türk kökenli mutasavvıf.
Buhâralı olan Muhammed Baba Semmasi, orta boylu, güler yüzlü ve esmer tenli olduğu rivayet edilir. Nakşibendî Silsile-i Sâdâtı'nda 13. sırada bulunan Muhammed Baba Semmasi'yi silsilede kendisinden bir önce gelen Ali Râmitenî'nin vekil olarak tâyin ettiği rivayet edilmiştir.
Şah-ı Nakşıbend'in manevi babasıdır. Hindevan Köşkü isimli köyden aldığı Şah-ı Nakşıbend'i yetiştirmiştir. Muhammed Baba Semmasi 1354 yılında Buhara'ya bağlı Semmas köyünde ölmüştür. Kendisine dört vekil bırakmıştır: Mahmud Semmasi, Mevlana Danişmend Ali, Seyyid Emir Külal ve Sofi Suhari.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15405",
"len_data": 612,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.58
}
|
Xbox, Microsoft firmasının oyun konsolu piyasasında pay sahibi olmak amacı ile ürettiği ve 15 Kasım 2001'de Kuzey Amerika'da, 22 Şubat 2002'de Japonya'da, 14 Mart 2002'de Avustralya'da ve 16 Nisan 2002'de Avrupa'da piyasaya sürdüğü bir konsoldur. Diğer oyun konsollarının çıkış tarihleri çok eskidir; fakat Xbox, piyasaya daha yeni girmesine rağmen piyasada kendine çok iyi yer edinmiştir. Öte yandan, piyasada PlayStation 2'nin kaldığı kadar uzun süre kalmamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15414",
"len_data": 465,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.43
}
|
GameCube; Nintendo tarafından 2001 yılında Japonya ve Kuzey Amerika'da, 2002'de Avrupa ve Avustralya'da yayınlanan bir ev tipi video oyun konsoludur. Altıncı nesil konsol Nintendo 64'ün ardılıdır, Sony PlayStation 2 ve Microsoft Xbox ile rekabet etmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15416",
"len_data": 255,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.4
}
|
Ernst Rudolf Johannes Reuter (29 Temmuz 1889, Apenrade (bugünkü Danimarka) - 29 Eylül 1953, Berlin), Alman siyasetçi. Batı Berlin'in ilk belediye başkanıdır.
Ernst Reuter Münih ve Münster üniversitelerinde tarih, coğrafya, iktisat öğrenimi gören Reuter, I. Dünya Savaşı'nda Ruslara esir düşmüş (1916), dönüşünde bir süre Komünist Parti'de çalışmış, sonra SPD'ye geçmişti. Hitler iktidara geldiğinde Magdeburg belediye başkanıydı. 1935'te ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı; bir süre İngiltere'de yaşadı, sonra Türkiye'ye geldi. 1939-1945 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde şehircilik dersleri verdi. Bu arada Türkçe kitapları yayımlandı: "Komün Bilgisi-Şehirciliğe Giriş" (1940), "Belediyeler Bankası" (1943), "Belediye Maliyesi" (1945, Necmettin Ergin ile birlikte), Mesken Meselesinin Hal Çareleri (1946). 1946'da Berlin'e dönen Reuter SPD'yi yeniden örgütledi; 1948'de Berlin ikiye bölününce Batı Berlin Belediye Başkanı oldu. 1951'de Alman Kent Meclisleri'nin başkanlığına getirildi. Çocukluğu Türkiye'de geçen oğlu Edzard Reuter ise daha sonra Daimler-Benz'in CEO'su oldu.
Ayrıca bakınız.
1933-1945 senelerinde Türkiye'ye sürgün
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15424",
"len_data": 1165,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Alparslan Türkeş (doğum adı: Ali Arslan; 25 Kasım 1917, Lefkoşa - 4 Nisan 1997, Ankara), Türk asker ve siyasetçi. Muvazzaf askerken 27 Mayıs Darbesi'nde aktif rol alan Türkeş, askerlik görevi sonrası başbakan yardımcısı, Milliyetçi Hareket Partisinin kurucusu ve ilk genel başkanı olarak görev yapmıştır. MHP Genel Başkanlığı görevini 1969-1981/1993-1997 yılları arasında sürdürmüştür. Mart 1975 - Haziran 1977 ve Temmuz 1977 - Ocak 1978 tarihleri arasında Süleyman Demirel tarafından kurulan hükûmetlerde başbakan yardımcısı olarak yer almıştır. 1965, 1969, 1973, 1977 ve 1991 Türkiye genel seçimlerinde milletvekili olarak Meclise girmiştir.
Türkeş, milliyetçi çevreleri bir araya getirmek için 1963 yılında Türkiye Huzur ve Yükseliş Derneğini kurmuştur. 1965'te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) katılarak fiilen siyasi hayata atılmış ve aynı yıl partinin genel başkanı olmuştur. İlk defa 1965 Türkiye genel seçimlerinde CKMP'nin Ankara milletvekili olarak Meclise girmiştir. 1966 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde cumhurbaşkanı adayı olmuştur fakat seçilememiştir. 1975'ten sonra Milliyetçi Cephe adı verilen koalisyon hükûmetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulunmuştur.
12 Eylül Darbesi'nden sonra 1985 yılına kadar 4,5 yıl tutuklu kalmıştır. 1987 Türkiye anayasa değişikliği referandumunda siyasal yasağı kalkmıştır. Aynı yıl Milliyetçi Çalışma Partisine girmiştir ve yapılan kongrede genel başkan seçilmiştir ve partisi 1991 Türkiye genel seçimlerinde Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile seçim ittifakı yapmıştır. 1992 yılında 12 Eylül Darbesi ile kapatılmış olan partilerin eski adlarını alması hakkında Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikle MÇP'nin ismi de 1993 yılında MHP olarak değiştirilmiştir. 1995 Türkiye genel seçimlerinde parlamento dışı kalan Türkeş, 4 Nisan 1997 tarihinde ölmüştür.
İlk yılları.
Alparslan Türkeş, 25 Kasım 1917 öğle vaktinde Koyunoğlu ailesinden Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ile Fatma Zehra Hanım'ın çocuğu olarak, Lefkoşa'da Haydarpaşa Mahallesi Kirlizade Sokağı 13 numaralı evde dünyaya geldi. Günümüzde TİKA tarafından bu ev restore edilerek 2019 yılında müze hâline getirilmiştir. Ev günümüzde müze olarak hizmet veren Lüzinyan Evi'nin bitişiğindedir.
Büyükleri Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesinin Köşkerli köyünden arsa meselesi yüzünden Sultan Abdülaziz tarafından 1860'larda Kıbrıs'a sürgün ettirilmiştir. Babası Ahmet Hamdi Bey, Gazimağusa'nın yakınlarındaki Tuzla kentinden, annesi Fatma Zehra Hanım ise Larnaka şehrindendi. Bununla birlikte Hrant Dink, Türkeş'in Ermeni kökenli olduğunu ve Kıbrıslı Müslüman bir çift tarafından evlat edinilen Sivaslı bir yetim olduğunu iddia etmiştir.
Doğum adı.
Alparslan Türkeş'in doğum adı Ali Arslan'dır.
Bazı kaynaklar; Türkeş'in doğum adının Hüseyin Feyzullah olduğunu, bu adın da Küçük Hüseyin Efendi ile Feyzullah Efendi'den geldiğini iddia etmiştir. Bu iddia ilk kez 1960'lı yıllarda "Kim" ve "Akis" dergileri tarafından dile getirilmiş, Türkeş ise 1934 tarihli nüfus cüzdanını göstererek bu iddiaya karşı çıkmıştır.
Alparslan Türkeş'in oğlu Tuğrul Türkeş, konuyla ilgili şu sözleri sarf etmiştir:Bu iddia 20-25 yıldır sol cenahtan rahmetli babamın Kıbrıslılığına yönelik bir itham olarak gündeme geldi. Ben babama ve kendime pasaport çıkartmak için Kıbrıs'a gittiğimde nüfus kayıtlarına baktım. Böyle bir şeye rastlamadım. Benim gördüğüm kayıtlarda Alparslan olarak yer alıyor. O yıllarda Alparslan ismi Kıbrıs'ta pek kullanılmıyor. Bu nedenle Ali Arslan olarak bir ara kullanılmış aile etrafında. [...] Babamın Lefkoşe'de doğduğu yıllarda çocuklara iki isim veriliyor, birisi babanın ismi olur hep. Bu durumda Alparslan Ahmet Hamdi olması lazımdı. Hem babama bu iki zatın ismi verilmiş olsaydı, neden değiştirsinler ki, bu zatlara saygısızlık olmaz mı?
Askerî kariyeri.
1933'te ailesiyle birlikte Lefkoşa'dan ayrılarak Limasol'dan kalkan İtalya bandıralı "Viyana" gemisiyle İstanbul'a geldi. Aynı yıl, Lefkoşa doğumlu İzmit milletvekili Hüseyin Sırrı Bellioğlu'nun tavsiyesiyle Kuleli Askerî Lisesi'ne geçici olarak kaydoldu ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçince asli kaydı gerçekleşti. 1936'da Kuleli Askerî Lisesi'nden mezun olup 1938'de Kara Harp Okulu'nu bitirdi. 1939'da piyade asteğmeni olarak atış okuluna girerek buradan teğmen rütbesiyle mezun oldu (P.938-348). Aynı yıl Kars'a tayin edildi ve Karslı bir arkadaşıyla görev yerini becayiş ederek Isparta'ya gitti. Burada Refik Yurtsever'in ablasının kızı Muzaffer Hanım ile 5 Eylül 1939'da nişanlandı ve 14 Ocak 1940'ta evlendi. Isparta'da bir yıl kaldıktan sonra Gelibolu'daki 58. Piyade Alayı 5. Bölük Komutanlığı'na tayin edildi ve Balıkesir, Bandırma, Edincik, Erdek ve Marmara Adasında görev aldı.
Irkçılık-Turancılık davası.
1944 yılında Nihal Atsız hakkında başlatılan, gözaltına alınan 23 kişinin tutuklanmasıyla devam eden ve Irkçılık-Turancılık Davası'na dönüşen süreçte, Atsız'ın evinde yapılan aramada Türkeş'in Atsız'a yazdığı mektupların bulunması üzerine Türkeş, Erdek'te üsteğmen olarak görev yaptığı sırada gözaltına alındı ve tutuklanarak İstanbul, Tophane'deki Merkez Kumandanlığı Cezaevi'ne gönderildi. 29 Ekim 1944'teki ilk duruşmada, ""Türk milliyetçisiyim, fakat iddia edildiği gibi ırkçı değilim," diyerek beraatini istedi.
Dava 29 Mart 1945'te sonuçlandı ve Türkeş 9 ay 10 gün hapis cezası aldı; fakat Askeri Yargıtayın "1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi tarafsızlığını yitirmiştir,"" diyerek davanın 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülmesine karar vermesi üzerine serbest bırakıldı. İlk karar Askeri Temyiz Mahkemesi tarafından bozuldu, yargılama 26 Ağustos 1946'da yeniden başladı ve mahkeme 31 Mart 1947'de açıkladığı kararla, "ırkçılığın anayasa suçu teşkil etmediğine" hükmederek davadaki sanıkların tamamı hakkında beraat kararı verdi.
ABD eğitimi.
Beraatinden sonra orduya dönen Türkeş, 1948 yılında, ABD'ye eğitime gönderilecek subaylar için açılacak sınava katıldı ve sınavı kazanan 16 kişiden biri oldu. Önce Kansas eyaletindeki Amerikan Harp Akademisi'nde, sonra Georgia eyaletindeki Amerikan Piyade Okulu'nda iki yıl boyunca "gerilla harbi" eğitimi gören Türkeş, bu dönemden bahsederken "Amerikalılar II. Dünya Savaşı'nın galibi olarak çok gururluydular, bizi de Marshall Planı çerçevesinde Sovyetler'e karşı güçlendirmek için eğitiyorlardı." ifadelerini kullanmıştır.
Türkiye'ye dönüşü ve ABD'de görevlendirilmesi.
ABD'de aldığı eğitimden sonra Türkiye'ye dönen Türkeş, Çankırı Gerilla Okulu'na yüzbaşı rütbesiyle atandı ve burada iki buçuk yıl boyunca "gerilla hocası" olarak görev yaptı. Harp Akademisi sınavını kazanınca İstanbul'a gitti ve anılan okuldan binbaşı rütbesiyle mezun oldu (94. sınıf, Sıra No. 39).
1955 yılında dış görevler sınavına girerek Pentagon'da göreve başladı, ABD'nin başkenti Washington, DC'de bulunan NATO Daimi Komitesi'nde bulunan Türk genelkurmayı temsil heyetinde görev yaptı ve 1958 yılına kadar ABD'de kaldı.
Aynı sırada uluslararası ekonomi eğitimi gördü. 1959'da Almanya'da Atom ve Nükleer Okulu'na gönderildi ve buradaki eğitiminden sonra albaylığa yükseldi ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO şube müdürü olarak atandı.
27 Mayıs Darbesi.
Türkeş, 27 Mayıs 1960 günü Demokrat Parti iktidarına karşı gerçekleştirilen askerî darbenin öncesinde, 1958 yılında Elazığ'da albay rütbesiyle görev yaptığı birliğinden Ankara'ya atandı ve Albay Talat Aydemir'in önerisiyle Millî Birlik Komitesi'ne (MBK) alınarak, darbeyi planlayıp yürütecek olan 38 kişilik MBK içinde yer aldı.
Kendi beyanına göre, 27 Mayıs Darbesi'nin fiili lideri kendisidir. Türkeş, darbe hakkında yaptığı açıklamada “27 Mayıs ihtilalinin fiilen lideri benim. General olmamama rağmen fiilen liderliğini ben yaptım” demiştir.
Darbe bildirisini 27 Mayıs 1960 sabahı radyodan okuyan kişi oldu ve bundan sonra adı sıkça duyulmaya başlandı. Darbe sonrasında kurulan askeri yönetimde Başbakanlık Müsteşarlığı yaptı; yardımcılığına ise, sonradan Adalet Partisi Balıkesir Senatörü seçilecek Hikmet Aslanoğlu ve CKMP Genel Sekreteri olacak Fuat Uluç getirildi.
Bu dönemde Millî Birlik Komitesi içindeki görüş ayrılığı sonucu 13 Kasım 1960'ta MBK Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel bir bildiri yayımlayarak MBK'nin çalışmalarının ülkenin yüksek çıkarlarını tehlikeye düşürecek bir duruma geldiğini, bu nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri ile MBK üyelerinin talepleri üzerine MBK'yi feshettiğini açıkladı. Yeni oluşturulan MBK'de ise Alparslan Türkeş'in de içinde bulunduğu ve "Ondörtler" olarak adlandırılan ve ülkenin köklü yapısal sorunları çözülmeden kısa süre içinde yapılacak seçimlerle iktidarın sivillere bırakılmasını reddeden 14 subaya yer verilmedi. MBK üyesi Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun inisiyatifiyle gerçekleşen bu operasyonla söz konusu kişiler Türk Silahlı Kuvvetleri'nden de emekli edilerek çeşitli görevlerle yurt dışına sürgüne gönderildiler. Alparslan Türkeş de bu operasyon sonucu Yeni Delhi büyükelçilik müşaviri olarak Hindistan'a gönderildi. Karar Türkeş'e 13 Kasım 1960 sabahı kapısına gelen askerler tarafından verildi ve Türkeş, aynı askerler tarafından Mürted Hava Üssü'ne götürülerek 19 Kasım 1960 gününe kadar bu üste tutuldu.
İrfan Ülkü, bu dönemde Cemal Madanoğlu'nun Türkeş'i kurşuna dizdirmek istediğini, fakat CIA İstasyon Şefi olarak Türkiye'de görev yapan Ruzi Nazar'ın, ABD Büyükelçisi aracılığıyla Cemal Gürsel'le görüşerek, "Böyle bir şey yaparsanız ya da yapılmasına göz yumarsanız, Amerikan Hükûmeti bunu hiç hoş karşılamayacak, bu cinayet iki ülke ilişkilerine gölge düşürecektir." dediğini, yan odaya geçen Gürsel'in birkaç dakika içinde dönerek "Mesele hallolmuştur," dediğini, böylelikle Türkeş'in idam edilmekten kurtulduğunu belirtir.
Hindistan'da sürgündeyken Türkeş, Millî Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel'e, Yüksek Adalet Divanı'nda yargılanan Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmelerinin doğru olmayacağını vurgulayan ve Millî Yol dergisinde yayınlanan mektubu gönderdi.
25 ay kadar sonra, 23 Şubat 1963'te Gümülcine'den yurda döndüğünde burada kalabalık bir "milliyetçi topluluk" tarafından karşılandı.
Siyasi kariyeri.
Gökhan Evliyaoğlu'nun Adalet Partisi'ne katılma yolundaki teklifini reddeden Türkeş, milliyetçi çevreleri bir araya getirmek için 1963 Mayıs ayında Huzur ve Yükseliş Derneği'ni kuracaklarını açıkladı. Derneğin programı, daha sonradan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin programına temel teşkil edecektir.
Ancak bu dernek, Talat Aydemir'in ikinci darbe girişimi nedeniyle kurulamadı. Türkeş bu süreçte; darbe hazırlığı yapan Talat Aydemir - Fethi Gürcan ikilisiyle temas kurdu, ancak Talat Aydemir'le anlaşamadı. Bunun üzerine darbeyi hükûmete ihbar etti. Kendisi de darbe girişimi nedeniyle tutuklandı, 3,5 ay cezaevinde kaldı; ancak darbeyi hükûmete duyurduğu için tahliye edildi.
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi dönemi.
Alparslan Türkeş, sürgünde olduğu dönemde 14'lerden çoğu ile sık sık bir araya gelerek dönüşten sonraki stratejisini belirleyici toplantılar yapmıştı. Nitekim 31 Mart 1965'te, 14'lerden Dündar Taşer, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Mustafa Kaplan gibi eski MBK üyeleri ile birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne (CKMP) katılarak fiilen siyasi hayata atılmış oldu. Öte yandan, 14'lerden Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, İrfan Solmazer, Numan Esin ve Fazıl Akkoyunlu ise CHP'ye katıldı.
Türkeş ilk olarak partide genel müfettişlik görevi üstlendi. Partiye katılışından bir buçuk ay sonra olağanüstü kongre talebinde bulundu; talebi partinin Genel İdare Kurulunda 6'ya karşı 11 oyla kabul edildi. Olağanüstü kongreye gidiş sürecinde 14'lerden Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik Soyuyüce ve Fazıl Akkoyunlu da CKMP'ye katılarak Türkeş'in partideki ağırlığını artırdılar.
Gerçekleştirilen olağanüstü kongrede Türkeş 698 oy alarak partinin genel başkanı seçildi. Daha sonra 10 Ekim 1965 seçimlerinde Ankara'dan milletvekili seçilerek, 48 yaşında parlamentoya girmiş oldu. 1961 yılındaki seçimlerde yüzde 14'e yakın oy alan CKMP, bu seçimde yüzde 2,2 oy alarak 11 milletvekili çıkardı.
Bundan sonraki süreçte CKMP'yi dönüştürme çalışmalarına ağırlık veren Türkeş, "korporatist, kalkınmacı-modernist bir Kemalist restorasyon tanımı ağır basan" bir söylem kullandı. 24 Kasım 1967 tarihinde gerçekleştirilen CKMP 8. Kongresi'nde özellikle önemli adımlar attı; 1965 yılında yayımladığı "Dokuz Işık" isimli risaledeki görüşler bu kongrede 9 Işık Doktrini olarak partinin resmi doktrin olarak kabul edildi. Türkeş, bu dönemde kendisini sevenler tarafından "Başbuğ" ilan edildi.
Türkeş, 1966 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde Cemal Gürsel'in görevden ayrılmasından sonra askerlikten yeni emekli olmuş bir cumhurbaşkanı daha seçmenin demokratik olmayan bir geleneği başlatacağını düşünerek aday oldu, 461 oy alan Cevdet Sunay karşısında 11 oy alarak seçimi kaybetti.
Milliyetçi Hareket Partisi.
6-8 Şubat 1969'da Adana'da yapılan olağanüstü kongrede CKMP'nin adı Milliyetçi Hareket Partisi, terazi şeklindeki amblemi ise üç hilâl olarak değiştirildi. Söz konusu kongre, Türk-İslam sentezinin ülkücü doktrinin ana unsuru hâline geldiği yer oldu ve bundan sonra Nihal Atsız, Türkeş'i "Türkçülükten ayrılıp şeriatçılığa ve dinciliğe kaymakla" suçladı.
Türkeş, 12 Ekim 1969 tarihinde ve 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan genel seçimlerde Adana'dan milletvekili seçildi. Anılan seçimlerde MHP sırasıyla 1 ve 3 milletvekili çıkartabildi.
1975-1980 arası dönem.
1975'ten sonra Milliyetçi Cephe adı verilen koalisyon hükûmetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulundu. Bu dönemde sağ ve sol çatışması arttı. Yetkililerin elinde Milliyetçi Hareket Partisi'nin şiddetin esas kaynağı olduğuna dair kanıtlar vardı ve Cumhuriyet Savcısı kapsamlı bir soruşturma yapmak istiyordu. Ancak hükûmet buna izin veremezdi. Çünkü bu rolün açığa çıkarılması koalisyonun dağılması anlamına geliyordu ve Demirel bunu düşünmek bile istemiyordu.
5 Haziran 1977 tarihinde yapılan genel seçimlerde partisi % 6,42 oranında oy alan Türkeş, yine Adana'dan milletvekili seçildi.
12 Eylül Darbesi ve sonrası.
12 Eylül 1980 günü saat sabah 4'te ordu yönetime el koydu. Alparslan Türkeş bunun yedi saat öncesinde evinden ayrıldığı için, darbe sonrasında diğer siyasi liderler (Demirel, Ecevit, Erbakan vb.) gibi gözaltına alınamadı. Darbeyi gerçekleştiren Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, darbenin ertesi günü "Devlet Başkanı" imzasıyla yayımladığı bildiride, diğer üç parti başkanlarının teslim olduğunu, Alparslan Türkeş'in de teslim olması gerektiğini, aksi takdirde suçlu durumda olacağını ilan etti. Darbeyi ordudaki hangi grubun gerçekleştiğinden emin olmadığı için bir süre gizlenen Türkeş, 15 Eylül günü saat 04:00 civarında evine döndü, birkaç saat içinde evine gelen inzibat erleri tarafından gözaltına alındı. Öncelikle Erbakan'la birlikte İzmir'deki Uzunada Deniz Üssü'ne götürüldü, buradaki bir villada 20 gün kadar kaldıktan sonra Ankara, Mamak'taki Sıkıyönetim Savcılığı'na götürülerek sorgulandı.
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askeri Mahkemesi tarafından 29 Nisan 1981 tarihinde açılan "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Üna Davası" kapsamında, idam cezası istemiyle yargılanan Türkeş, 11 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldı ve toplam 4 yıl 7 ay 25 gün tutuklu kaldıktan sonra, 9 Nisan 1985 tarihinde tahliye edildi.
Milliyetçi Çalışma Partisi dönemi.
Türkeş, 1987'de siyaset yasağının kalkmasıyla birlikte, darbeden sonra ülkücüler tarafından 7 Temmuz 1983 tarihinde Muhafazakâr Parti adıyla kurulan ve 30 Kasım 1985'te Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) adını alan partiye 20 Eylül 1987 tarihinde üye oldu ve iki hafta sonra, 4 Ekim 1987 günü yapılan olağanüstü kongrede, 210 delegenin tamamının oyunu alarak genel başkanlığa seçildi.
MÇP bir ay sonra, 29 Kasım 1987'de yapılan genel seçimlere Türkeş'in liderliğinde girdi ve %2,91 oranında oy alarak milletvekili çıkaramadı. 26 Mart 1989 günü yapılan yerel seçimlerde ise partinin oyu Türkiye genelinde %4,14 seviyesinde kaldı.
MÇP, 1991 genel seçimlerine Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile yapılan seçim ittifakı çerçevesinde tek başına girmedi. Parti bu ittifakla 19 milletvekili çıkarırken, Türkeş de Yozgat milletvekili olarak yeniden parlamentoya girdi.
Bu dönemde Türkeş, bir yandan MÇP'yi merkeze çekmek, öte yandan Anavatan Partisi'ıni etkisizleştirmek amacıyla, Doğru Yol Partisi ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti arasında 30 Kasım 1991 tarihinde kurulan koalisyon hükûmetine güvenoyu vereceğini açıkladı. Ancak bu kararı partide dört fire verilmesine neden oldu ve Muhsin Yazıcıoğlu, Ökkeş Şendiller, Esat Bütün ve Saffet Topaktaş, TBMM'deki oylamaya katılmadılar. Bu isimler daha sonra iki milletvekilini (Ahmet Özdemir ve İsmet Gür) de yanlarına alarak 4 Temmuz 1992 tarihinde MÇP'den ayrıldılar ve 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi'ni kurdular.
Milliyetçi Hareket Partisi.
12 Eylül darbesi ile kapatılmış olan partilerin adlarının kullanılmasına ilişkin olarak Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikle MÇP'nin ismi 24 Ocak 1993 tarihinde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirildi. 1995 genel seçimlerinde MHP ve Türkeş parlamento dışı kaldı.
Türkeş, Soğuk Savaş'ın 1991'de bitmesiyle birlikte, 1980 öncesinde komünizm karşıtlığı ve Türk milliyetçiliği çerçevesinde oluşturduğu siyasi söylemini, 1991 sonrasında Türk cumhuriyetleri ve Kürt sorunu çerçevesinde şekillendirdi.
Fethullah Gülen ile ilişkisi.
Çeşitli iddialara göre, Türk siyasi tarihi boyunca, Fethullah Gülen ve Alparslan Türkeş birbirini desteklemiştir. Türkeş, Gülen Cemaati'nin açtığı ilk üniversite olan Fatih Üniversitesinin açılış törenine bizzat katılmıştır. Ayrıca Türkeş; Susurluk Kazası sonrasında Gülen'in yaptıklarını övmüş, Gülen'in "katkılarının çok önemli olduğunu" vurgulamış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Gülen hakkında aldığı tedbirleri ve "ön yargılı tutumu" eleştirmiştir. Gülen'in devlet tarafından "ölüm listesine" alınmasını ise kınamıştır. Gülen'i "memleketimizin manevi dinamiği olan Hoca Efendi" diyerek tanımlamıştır. Tüm bunlarla beraber Gülen, Türkeş'in cenazesine katılmış ve cenazede dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın yanında en ön safta bulunmuştur.
Ölümü.
Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997'de geçirdiği kalp krizi sonucu Ankara'da öldü. Kabri, Ankara'nın Yenimahalle ilçesinin Emniyet mahallesinde bulunmaktadır.
Ailesi.
Alparslan Türkeş 1940 yılında Ispartalı Muzaffer Hanım ile evlendi. Muzaffer Hanımın 1974 yılındaki ölümüne kadar süren bu evlilikten çiftin Ayzit, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adlarında beş çocuğu oldu.
Eşini kaybettikten iki yıl sonra, 1976'da Seval Hanım ile evlenen Türkeş'in bu evlilikten de Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adlarında iki çocuğu oldu.
Eserleri.
Türkeş, 9 Işık başta olmak üzere siyasi ve tarihi görüşlerini içeren kitaplar yazdı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15426",
"len_data": 18638,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.35
}
|
12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, resmî isimlendirmeleriyle 12 Eylül 1980 Harekâtı veya Bayrak Harekâtı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî darbe. 27 Mayıs Darbesi ve 12 Mart Muhtırası'nın ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Silahlı Kuvvetlerin yönetime karşı gerçekleştirdiği üçüncü ve son başarılı açık müdahaledir.
12 Eylül 1980 gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından saat 03.00'te TRT, PTT ve diğer iletişim dairelerine el konularak başlayan askerî müdahale; İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Başbakan Süleyman Demirel'in konutu ve diğer hedeflerin de sorunsuz olarak ele geçirilmesiyle saat 04.00'te radyolardan tüm ülkeye duyuruldu. İlk bildiride, "Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır." ifadeleri yer aldı. Saat 13.00'te ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, canlı yayında yaptığı uzun bir radyo ve televizyon konuşmasıyla müdahalenin gerekçelerini ve amaçlarını anlattı.
Müdahale sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Süleyman Demirel'in başbakan olduğu hükûmetin faaliyetine son verildi, parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırıldı, ülkenin her yerinde sıkıyönetim ilan edildi, yurt dışına çıkışlar yasaklandı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren devlet başkanı oldu. Yasama yetkisini kullanmak üzere Kenan Evren başkanlığında Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı'ndan oluşan Millî Güvenlik Konseyi kuruldu. Siyasi partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, sonra serbest bırakıldı, bir süre sonra ise bazıları yargılandı. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Anayasa hazırlandı, 7 Kasım 1982 günü halkoyuna sunuldu, %91,37 oy oranı ile 1982 Anayasası ve Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı kabul edildi.
Darbe sonrası; resmî rakamlara göre 650.000 kişi gözaltına alındı, 230.000 kişi askerî mahkemelerce yargılandı, cezaevlerinde ise işkence sonucu 171 kişi olmak üzere yaklaşık 300 kişi öldü, 48 kişi (24 adi suçlu, 15 sol, 8 sağ, 1 ASALA militanı) idam edildi, 1.683.000 kişi ise fişlendi.
12 Eylül 2010'daki referandumda %57,88 "Evet" oyu çıktı ve 13 Eylül 2010 sabahından itibaren 12 Eylül'ü yapanlar hakkında suç duyurularında bulunulmaya başlandı. Bütün suç duyuruları toplandı ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 7 Nisan 2011 tarihinde ilk soruşturma açıldı. Bu, darbenin üzerinden geçen 31 yıl sonunda açılabilen ilk soruşturmaydı. 4 Nisan 2012 tarihinde darbenin yargılanmasına başlandı. Dava sonucunda Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, 765 sayılı TCK'nin "Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler" başlıklı 146. maddesi uyarınca müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Tahsin Şahinkaya'nın, Kenan Evren'den iki ay sonra, 90 yaşında ölmesiyle Yargıtay aşamasındaki dava düştü, kararlar kesinleşmedi. Yıllar sonra, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası; Kenan Evren'in ifadesini alan dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'ya dava açan dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı, açılan davaya ilk bakan hâkimler ve iddia makamında bulunan savcılar, "Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması" kapsamında meslekten ihraç edildi. Daha sonra bazıları yargılandı ve mahkûm oldu.
Darbenin gerekçeleri ve darbe öncesi olaylar.
Siyasi istikrarsızlık.
12 Eylül 1980 Askerî Darbesi'nin gerekçeleri arasında, ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler ile 6 Eylül 1980 günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin "şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi" olarak nitelediği Kudüs Mitingi de gösterildi. Konya Mitingi olarak da bilinen bu mitingde topluluk İstiklal Marşı sırasında yerlere oturmuş ve İstiklal Marşı yuhalanmış, "Ezan sesi istiyoruz. Bu marşı söylemiyoruz." diye bağırılmış, Erbakan ve diğer Millî Selamet Partili kişiler kortej hâlinde Arapça pankartlarla ve ilahilerle yürümüşlerdir. Miting sırasında sürekli şeriat çağrısı yapılmış, devlet protesto edilmiştir. Kenan Evren bu olayı öğrendikten sonra "çok sinirlendiklerini" ifade edip bu mitingi "31 Mart Vakası provası" diye nitelemiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 25 Mart 1980'de ilk turunu yaptığı cumhurbaşkanlığı seçimini 124 tur oylama yaptığı hâlde darbe gününe kadar sonuçlandıramayarak halkta demokratik yollarla ülkenin düzlüğe çıkamayacağı inancına yol açtı.
Ekonomik sebepler.
12 Eylül öncesi dönemin son başbakanı Süleyman Demirel'in, "70 sente muhtacız." sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı; işsizlik, kıtlık ve iş yeri anlaşmazlıkları ile beraber darbenin ekonomik sebeplerini oluşturdu. 1979'da %80 olan enflasyon, 1980'de artmaya devam etti ve %100'ün üzerine çıktı. Bülent Ecevit döneminde yapılan zamları eleştiren ve, "Bu ekonomik tedbirler vatandaşın kanını emme hareketidir. Ecevit istifa etmelidir." diyen Başbakan Demirel de birçok ürüne zam yaptı, ekonomik bunalım giderek arttı. 24 Ocak kararlarından sonra gübreye %500-800 arasında, elektriğe %78, İstanbul şehir vapurları yolcu ücretlerine %100, et ve et ürünlerine %100, sakatata %200, lastik fiyatlarına %52 oranında zam yapıldı. Bu zamlar tepki çekti. Ana Muhalefet Lideri Ecevit, "Demirel'in rejimi değiştirmeye çalıştığını, işçilerin tepki gösterip haklarını almaları gerektiğini" söyledi.
Güvenlik sorunları.
Türkiye'de 1970'li yıllarda sağ-sol çatışması binlerce kişinin ölümüne neden oldu. 1978'den sonra çatışmalar daha da şiddetlendi, Doğu'da da Apocular olarak bilinen PKK kuruldu ve saldırılara başladı, 12 Eylül Darbesi'ne giden süreç ivme kazandı. Bu dönem "örtülü iç savaş" olarak da tanımlandı, 4.000'den fazla kişi öldü.
12 Eylül öncesinde sürekli yaşanan cezaevlerinden kaçışlar, ülke gündeminde yer buldu.
11 Eylül 1980 tarihli gazeteler, "Ankara'da kurşuna dizilen 2'si kardeş 4 kişinin öldürüldüğünü, Siirt'te yiyecek çuvallarının içine gizlenen bombanın patlamasıyla 5 kişinin öldürüldüğünü, Fatsa'da 3 ve Malatya'da 2 kişinin öldürüldüğünü, Mersin'de bir sinemada bilet kuyruğunun taranmasıyla 4 kişinin öldürüldüğünü, Eskişehir'de bir kahvenin taranması sonucu 1 kişinin öldürüldüğünü, İstanbul'da asılan yüzlerce bombalı pankartı indirmeye çalışan polislerin kollarının koptuğunu, kör olduklarını" yazar.
Dış siyaset etkenleri.
NATO'nun güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordu. 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi üzerine Türkiye'nin ABD politikaları için istikrarlı hâle gelmesi önem kazandı.
Hükûmet belirsizliği ve arayışları.
1973 Türkiye genel seçimleri sonrası hiçbir parti tek başına iktidar olacak milletvekili sayısını bulamayınca uzlaşma sonucunda Bülent Ecevit başbakanlığında kurulan 37. Türkiye Hükûmeti, CHP ve MSP arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda Ecevit'in 1974 Kasım'ında görevinden istifası ve erken seçim kararı almasıyla sona ermiştir. Ardından Sadi Irmak geçici bir hükûmet kurmuş, sonrasında ise Süleyman Demirel başbakanlığında Adalet Partisi, Millî Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi ortaklığıyla "Milliyetçi Cephe Hükûmeti" kurulmuştur. İki yıl sonra 1977 Türkiye genel seçimlerine gidilmiş ancak yine tek başına hükûmet çıkmaması üzerine "Çankaya Hükûmeti" olarak bilinen Ecevit başbakanlığındaki 40. Türkiye Hükûmeti kurulmuş, bu hükûmet ancak 21 Haziran-21 Temmuz 1977 tarihleri arasında görev yapabilmiş, TBMM'de güvenoyu alamayan Ecevit istifa etmiştir. Sonrasında "İkinci Milliyetçi Cephe" olarak bilinen 41. Türkiye Hükûmeti, Demirel başbakanlığında 21 Temmuz 1977-5 Ocak 1978 tarihleri arasında görev yapmıştır.
Güneş Motel Olayı ve 42. Hükûmet.
22 Aralık 1977'de Ana Muhalefet Lideri Bülent Ecevit, İstanbul'un Florya semtinde bulunan Güneş Moteli'nde, daha sonra "11'ler" olarak anılacak Adalet Partisinden ayrılan bağımsız milletvekillerinden Enver Akova, Ali Rıza Septioğlu, Mustafa Kılıç, Şerafettin Elçi, Mete Tan, Tuncay Mataracı, Güneş Öngüt, Orhan Alp, Ahmet Karaaslan, Hilmi İşgüzar, Oğuz Atalay ile görüşmüş ve yeni kurulacak hükûmette bakanlık koltuğu karşılığında Süleyman Demirel Hükûmeti aleyhindeki gensoruyu desteklemeleri konusunda anlaşmıştır. 31 Aralık'ta II. Milliyetçi Cephe Hükûmeti düşürülmüş ve 5 Ocak 1978'de 229 güvenoyunu sağlayan Ecevit, III. Ecevit Hükûmetini kurmuştur. Bakanlık koltuğunu istemeyen Oğuz Atalay dışındaki 10 kişiye bakanlık verilmiştir. Adalet Partisi bu durumu "bir oya bir bakanlık" diyerek eleştirmiş ve bu hükûmet "Motel Hükûmeti" olarak anılmıştır. Ana Muhalefet Lideri olan Demirel, bu hükûmetin gayrimeşru olduğunu iddia ederek Ecevit'e başbakan demeyip sürekli olarak "hükûmetin başı" diye hitap etmiştir. Motel Hükûmeti ancak 5 Ocak 1978 ile 12 Kasım 1979 tarihleri arasında görev yapabilmiştir.
Tunceli Raporu.
1978 yılının 15-26 Haziran tarihlerinde Doğu'da denetlemeye çıkan bir mühendis albay, Tunceli'de denetim yaparken oradaki Harita Birliği personeli ve Ziraat Okulu öğretmenlerinden edindiği bilgilerden çok etkilendiğini ve bunları bildirmenin bir vatan borcu olduğunu ifade ederek gördüklerini ve duyduklarını bir rapor hâlinde Genelkurmay Başkanlığına sundu:"— Türkçe bilindiği hâlde askerlere ve emniyet mensuplarına Türkçe cevap verilmiyor."
"— Subay, astsubay ve emniyet mensuplarına "faşist köpekler" diyorlar."
"— Tunceli Valisi'nin arkasından "Eco'nun (Ecevit) faşist köpeği" diye bağırılmış."
"— 15 kadar okulda bayrak merasimi yapılmamakta, İstiklal Marşı söylenmemekte."
"— Emniyet Müdürü dövülmüş."
"— Resmî kişilere bakkallar, "Size satılacak bir şeyimiz yok." diyerek mal satmaktan imtina etmekte, bu yüzden harita personeli jandarma tavassutu ile alışveriş yapabilmekte."
"— İstiklal mücadelesinde kullanılacak haritalar yapılıyor diye araziye dikilen harita işaretleri tahrip edilmekte."
"— 19 Mayıs gösterilerine 15 okuldan ancak 17 öğrenci çıkarılabilmiş, o da Ziraat Okulundan öğrenciler."
"— Tunceli'deki gizli bir komitenin emri ile sosyal ve ekonomik faaliyetler derhâl durdurulabilmekte."
"— Duvarlara sarı yıldızlı Kürt millî bayrağı yapıştırılmakta."
"— Kürt millî marşı diye bir marş toplu olarak okunabilmekte."
"— Toplu olarak komünist enternasyonal marşı okunmakta."
"— Kürt istiklal mücadelesinin patlaması ile birlikte bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun tümden mücadeleye katılacağı anlatılmakta."
Kahramanmaraş Olayları.
19 Aralık ile 26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta meydana gelen ve Alevileri hedef alan saldırılarda resmî rakamlara göre yedi gün süren olaylar sırasında 107 Alevi öldürüldü, yine Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, 100'e yakın iş yeri tahrip edildi. 12 Eylül'ün lideri Kenan Evren, bu olaylardan Anıları'nın birinci cildinde şöyle bahsetmiştir:"Kahramanmaraş'ta öldürülen iki öğretmenin cenaze töreninde Milliyetçi Hareket Partisi militanları ve dinci yobazlar tarafından başlatılan katliam kısa sürede bütün şehre yayılmış, şehirdeki emniyet kuvvetleri ve askerî birliklerle dahi katliam önlenememiş ve Gaziantep'ten mekanize birliklerin gönderilmesi sonucu ancak 27 Aralık günü durdurulabilmiştir. Olaylar sırasında çoğunlukla Alevi vatandaşların oturdukları evler ve iş yerleri yakılmış-yıkılmış ve çocuklarla hamile kadınlar da dâhil olmak üzere hunharca 107 kişi katledilmiştir. Olaylar başlar başlamaz 23 Aralık günü İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı ile Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun Kahramanmaraş'a gitmişler ve olaylara mahallinde müdahale etmişlerse de gözlerini kan bürümüş canilerin şehrin muhtelif yerlerindeki katliamına ve tahribata mâni olamamışlardır. Jandarma Genel Komutanı'nın döndükten sonra bana anlattıklarından benim de tüylerim ürperdi. Beş altı aylık çocuğun bacaklarından tutup ikiye bölünmüş; karnından bıçaklanmış kadın, çocuk, genç, ihtiyar cesetlerini gözleri ile görmüş."
Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri Kongresi.
1979 yılının ilk ayında yasal bir örgüt olan Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri, yaptığı kongrede, "Doğu yöresinde Kürt halkından olmayan kamu görevlilerinin bölgeden uzaklaştırılması" kararını aldı. Bu karara karşı bir işlem yapılmadı. Kararın devlet tarafından yerine getirilmemesi sonucu 16 Ocak 1979'da Mardin Kızıltepe'de bir ilkokul öğretmeni dövüldü ve tehdit edildi. 22 Ocak 1979 günü Mardin Bayındırlık Müdürlüğünde görevli inşaat mühendisi İbrahim Özer, sabah işe giderken bir endüstri meslek lisesi öğrencisi tarafından silahlı saldırıya uğrayarak öldürüldü. 24 Ocak 1979 günü Mardin Derik Savcı Yardımcısı'nın evi uzun menzilli silahlarla tarandı.
Abdi İpekçi suikastı.
1 Şubat 1979'da Milliyet Başyazarı ve Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi, Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü. Cinayet, Türkiye ve dünyada büyük yankı yaptı. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk üzüntüsünü dile getirdi ve "her türlü çekişmeyi bırakarak ulusça ortak bir tavır takınılmasını" istedi. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'in birlik olup ülke sorunlarını beraber çözmelerini sürekli dile getiren İpekçi'nin cenaze töreninde Ecevit ve Demirel yine birbiriyle konuşmadı. Basın bunu, "Cenaze töreninde bile Ecevit-Demirel görüşmesi olmadı." şeklinde kamuoyuna duyurdu.
Diyarbakır Raporu.
1979 yılında Diyarbakır'da dört lisede millî güvenlik bilgisi dersi öğretmenliği yapan subaylar, Genelkurmay Başkanlığına bir rapor sundu:"1. Öğrencilerin büyük bir çoğunluğu, öğretmenlerine olan saygınlıklarını yitirmişlerdir."
"2. Öğrenciler dersleri ile uğraşacaklarına siyasetle uğraşmakta ve kendilerinin ayrı bir millet olduklarını söylemekteler."
"3. Bir kısım öğrenciler; millî güvenlik bilgisi derslerinin, egemen güçlerin devrimci güçleri uyutmak için konulduğu görüşündeler."
"4. Okulun duvarlarında, sıraların üstlerinde Kürtçülük sloganları yazılı. Hiçbir dershanede Atatürk'ün resmi yok."
"5. Öğrenciler, millî güvenlik bilgisi öğretmenlerinin şahsında bütün subaylara antipati duymakta ve onları Kürtçülüğü engelleyen bir güç olarak görmekteler."
"6. Öğretmen dershaneye girdiğinde hiçbir öğrenci ayağa kalkmıyor. İkaz edilmesine rağmen kalkmamakta direniliyor. Nasıl hareket edilmesi gerektiği kendilerine izah edildiğinde bir öğrenci, "Biz Pavlov'un köpekleri değiliz." diye cevap verebiliyor."
"7. Bazı okullarda öğretmene devamlı olarak aşağıdaki sorular sorulmakta:"
"— Pasaportunuz var mı? Diyarbakır'a nasıl girdiniz?"
"— Kürdistan Devleti hakkında bilgi verir misiniz?"
"— Kürtler, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan önce de vardı, ne dersiniz?"
"— Atatürk'ün kaç babası vardı, Atatürk bir önder midir?"
"8. Öğrencilere, "Bir savaş olsa katılmaz mısınız?" diye sorulduğunda, "Kendi savaşımız olursa katılırız." şeklinde cevap alınıyor."
Bölücülük Raporu.
Jandarma Genel Komutanlığı Denetleme Başkanı'nın başkanlığında oluşturulan ve görevlendirilen teftiş kurulunun 22 gün süren Doğu teftişi sonucunda hazırlanan rapor, 6 Nisan 1979 günü Başbakan Bülent Ecevit başkanlığında yapılan Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı'nda okundu. Rapordan bazı ifadeler şöyleydi:"Bugün Suruç'tan Uludere'ye, daha ötelere kadar, Güney hudut bölgelerimiz adım adım yoğun bir bölücülük humması içindedir."
"Oralarda artık Devriye Talimatı'ndaki klasik 2 kişilik devriyelerle göreve çıkmak hayal olmuştur. Bir köye 20 kişiden az müfreze ile girmek, arama yapmak, oradan bir kanun kaçağını çıkarmak artık cesaret isteyen bir iş hâline gelmiştir."
"Dağlar, taşlar anlamları korkunç Kürtçe sloganlarla doludur. Şehirler, köy ve kasabalar için için kaynamaktadır. Arkadaşlarımız kendilerini bir müstemlekeci asker gibi hissettiklerini; bölge halkının, kendilerine bir işgal ordusunun subayı nazarı ile baktığını söylemektedirler."
"Hudut bölgelerimiz, sessiz ve derinden bir kaosa sürüklenmektedir."
"Ne yazık, o yörelerde Silahlı Kuvvetler dışında ayakta duran sağlıklı bir devlet organı daha kalmamıştır. Devlet müesseseleri, yaygın bir güvensizlik ve ürkeklik havası içinde otorite ve saygınlığını yitirmeye başlamıştır."
"Biz Mardin'de iken Derik'te bir polis güpegündüz sokak ortasında kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Davaya bakacak olan Derik Hâkimi istirahat almış, bir diğeri kendi kendini reddetmiş, Mazıdağı Hâkimi yetkisizlik kararı vermiş. Yüksek Hâkimler Kurulunca görevli kılınan Mardin Hâkimi ise sanık bir öğretmenle 3 eğitim enstitüsü öğrencisini tutuklayacak yürekliliği gösterememiştir. İşin dramatik yanı; Savcı, bu sanıkların sorguları yapılırken pencerelere kum torbaları yığılmak suretiyle can güvenliklerinin sağlanması talebinde bulunmuştur."
"Biz Mardin'de iken Öğretmen Okulu öğrencileri, derslerin Kürtçe verilmesini sağlamak için dersleri boykot etmişlerdir."
"24 Eylül 1978'de Mardin Eğitim Enstitüsü kapısına asılan pano ve pankartlarda şu sloganlar göze çarpıyordu:"
"Yaşasın Kürdistan'ın Kurtuluş Savaşı!"
"Yaşasın Kürdistan Devleti!"
"Silahlı Mücadelemiz Sürecektir!"
"Yaşasın Bağımsız Kürdistan!"
"Kürtlere Özgürlük, Sonuna Kadar Savaş!"
"Suruç Ortaokulunda bir öğrenci, defterinin yapraklarını niçin "kan, kan, kan" kelimeleri ile doldurmuştur? Körpe çocuklara sınıf geçme notunu ihtilal yapma metodu öğretisine göre veren öğretmenleri denetleyen bir merci kalmadı mı?"
"Mardin'de polis karakolu otomatik silahlarla taranmış, Cizre'de Kaymakam'ın evi ve polis karakolu taşlanmıştır. Tekmil devlet memurları açık açık tehdit edilerek günbegün artan baskı ve terör havası içinde pasivize edilmiş ve susturulmuştur."
"Bölücülük tehlikesi, amansız bir ahtapot gibi gezdiğimiz hudut kesimlerini sarmış durumdadır. KAWA'lar, SİVANCI'lar, KOMAL, RIZGARI grupları, DDKD'ciler, KUK'cular, DAĞCI'lar, APOCU'lar, yeraltında ve yer üstünde faaliyette bulunan legal, illegal teşekküller kasabalardan köylere doğru korkunç bir doğurganlıkla yayılmakta ve çoğalmaktadırlar."
23 Nisan 1979 tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı.
Doğu bölgesinde yaptığı geziden sonra 23 Nisan 1979 günü yapılan Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı'nda konuşan Adalet Bakanı Mehmet Can, "Bingöl'de okullarda İstiklal Marşı'nın söylenmediğini, Atatürk'ün resminin sınıflardan alınıp çamura atıldığını, buna engel olmaya çalışan öğretmenin öldürüldüğünü" söyledi. Can; hâkim, savcı ve valilerin durumuna dair de şöyle dedi:"Pertek Savcısı, evinin iki defa bombalandığını söyledi. Hâkimin evini de bombalamışlar. 'Yatak odasının ışığını yakıyor, kendim karanlıkta çatı katında yatıyorum. Ne olur beni buradan alın.' diye yalvardı. Tunceli Valisi de kendisinin alınması için yalvarıyor. Diyarbakır Valisi, Kars Valisi de, 'Ne olur beni buradan alın.' diyorlar."
ODTÜ İstiklal Marşı krizi.
8 Ağustos 1979 günü Orta Doğu Teknik Üniversitesinin yeni eğitim-öğretim dönemi açılış töreni yapıldı. Bazı milletvekillerinin de bulunduğu törende bando tarafından İstiklal Marşı çalınırken bir grup, "Ayağa kalkmayın!" diye bağırdı. Birçok öğrenci yerinden kalkmadı. İstiklal Marşı'nın bitmesinin ardından bütün öğrenciler ayağa kalktı ve toplu hâlde sol yumruklar eşliğinde enternasyonal marşı söylendi. Olay ülkede gündem oldu. Olaydan sonra üniversitenin profesörleri Ankara'da "İstiklal Marşı'na Saygı Yürüyüşü" yapıp Atatürk Anıtı'na çelenk koydu. Ana Muhalefet Lideri Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit'i eleştirdi:"Hükûmet, eğitimi Marksizm'e kaydırdı. Enternasyonal marşını söylemek cesaretini gösterenlerin arkasında bu hükûmet vardır."Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu, 11 Ağustos'ta yazdığı yazıda, "ODTÜ'nün açılışında kendilerine «Devrimci» adını takan «zıpır sosyalistler»in bir kısmının «İstiklâl Marşı» söylenirken yerlerinden kalkmamaları, gerçekten şiddetle kınanmalıdır." dedi.
26 Ağustos'ta Silahlı Kuvvetler Günü için bir konuşma yapan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren de bu olaya değindi:"Kendi çıkarlarını ülke bütünlüğünün üstünde görenler, geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi sapık ideolojilerinin vaatleriyle aldatarak onları Türk istiklalinin sembolü İstiklal Marşı'mıza dahi saygısızlıkta bulunabilecek kadar Türklüğünden uzaklaştırabilmektedirler. Ama sizleri temin ederim ki o kendini ve milleti idrakten aciz vatan hainleri, her zaman olduğu gibi karşılarında yine bizleri -Türk Silahlı Kuvvetlerini- bulacaklar ve bunların hesabını millet önünde vereceklerdir. Onların ilim ve irfan yuvası okullarımızdan temizlendiğini ve bu okulların kalbi Atatürk sevgisi, vatan ve millet aşkı ile yanıp tutuşan, birbirleriyle uygarca fikir münakaşası yapabilen, eli silahsız, kültürlü gençlerle dolu olduğunu görmek bizim de en büyük arzumuzdur."
Azınlık Hükûmeti ve "Yüz Gün Planı".
14 Ekim 1979'da yapılan seçimlerde Adalet Partisi ikinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen Bülent Ecevit'in istifa etmesiyle Süleyman Demirel'e hükûmeti kurma yetkisi verildi. Milliyetçi Hareket Partisi, Millî Selamet Partisinin hükûmete alınmasına karşı çıktığı için "Üçüncü Milliyetçi Cephe" gerçekleştirilemedi ve 12 Kasım 1979'da Demirel'in başbakanlığında azınlık hükûmeti kuruldu. Milliyetçi Hareket Partisi ve Millî Selamet Partisi, hükûmeti dışarıdan destekledi.
Başbakan olan Demirel, "Yüz Gün Planı"nı açıklayarak anarşi ve enflasyon olmak üzere Türkiye'nin iki temel sorununu 100 günde çözeceğini iddia etti. Bu plan tartışmalara yol açtı ancak tartışma, 100 günün hükûmetin güvenoyu aldığı 25 Kasım 1979'dan itibaren mi yoksa Demirel'in planı açıkladığı 8 Aralık 1979'dan itibaren mi başlamış sayılacağı konusuna odaklandı.
"Kerhen Millî Cephe Hükûmeti" olarak bilinen 43. Türkiye Hükûmeti, 12 Eylül Darbesi'nden önce millet iradesi ile kurulan son hükûmettir. Hükûmet, 12 Kasım 1979-12 Eylül 1980 tarihleri arası görev yapmıştır.
TSK'nin uyarı mektubu.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'un imzasını taşıyan uyarı mektubu 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verildi. Ordu, siyasal partilerin ve diğer anayasal kuruluşların ülkenin sorunlarının çözülmesinde birlik olmalarını istedi. Mektupta şu ifadeler kullanıldı:"Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve sorumluluğunun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle biraraya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer Anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir."Mektup, 2 Ocak günü kamuoyuna açıklandı. Başbakan Süleyman Demirel, "35 günde ne yapılabilirse onun azamisini yaptık." şeklinde kısa bir açıklama yaptı. Mektubun muhatabını kendisi kabul etti, Millî Savunma Bakanı İhsan Birincioğlu'nu çağırıp duyduğu üzüntüyü ve istifa etmeyi düşündüğünü bildirdi. Hemen sonra Birincioğlu'nun Evren'i ziyareti sırasında Evren ise, "mektubun hükûmete verilmediğini, mektubu okuyan herkesin böyle olduğunu rahatlıkla anlayacağını, istifa etmeyi gerektirecek bir durum olmadığını, istekleri gerçekleşirse daha rahat iş yapabileceğini, üzüntü yerine sevinç duyması gerektiğini" söyledi. Demirel göreve devam etti.
Ana Muhalefet Lideri Bülent Ecevit, "Mektup 12 Mart'a oranla değişik, hiç olmazsa bir model göstermiyor, ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi hiçbir döneminde demokrasiyi koruma açısından bir uyarı almadı, oysa bu hükûmet daha 51'inci gününde böyle bir uyarı almıştır. Bu, aramızdaki farkı göstermektedir." diyerek Demirel ve Adalet Partisini eleştirdi.
14 Ocak 1980 tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı.
14 Ocak 1980 günü genelkurmayda Süleyman Demirel Hükûmetinin ikinci Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı yapıldı. Adana Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Nevzat Bölügiray konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:"Eylemci solun aralık ayında en fazla faaliyet gösterdiği yer okullar oldu. İlk hareket, 4 Aralık günü ben Ankara'da sıkıyönetim toplantısında iken Yapı Meslek Lisesindeki öğrencilerin devriye gezen askerlerimize ateş etmesiyle başladı. Saatlerce okulun pencerelerinden ateş etmişlerdir, dinamit atmışlardır. Jandarma ve polisin kayzer ve panzerlerinin himayesinde olan güvenlik kuvvetleri, masum çocukları hedef almamak maksadıyla ateş açmamışlardır. Buradan verdiğim emirler gereğince ateş edilmemiştir. Ne yazıktır ki bu hareketi başlatan aynı lisenin müdür ve öğretmenleri, kendilerini bir odaya kilitlettirmek suretiyle olayın dışında kalacaklarını sanmışlardır. Ama teşvikçi kendileridir. Öğretmenler tarafından eline silah verilen bu çocuklar ateş ederken kız çocukları da ondan ona tabanca taşımış hatta birinin diğerine seslenerek, 'Koş, buradan askerin kafası daha iyi görünüyor, buradan daha iyi vurursun.' diyecek kadar şartlanmış oldukları görülmüştür. Askerlerimizi burada zapt etmek hakikaten bir mesele olmuştur. Adı geçen lisede bu olaylar, çatışmalar sürüp giderken yanındaki liseler de aynı harekete başlamışlardır. Onları tecrit edip çıkarmakla, tahliye etmekle yetinildi."Bölügiray, "21-22 Aralık günlerinin de sıcak geçtiğini, Adana ve Gaziantep'te Josef Stalin'in doğumunun 100. yılı dolayısıyla kutlamalar yapıldığını, engel olmak isteyen askerlerden bazılarının açılan ateş sonucu yaralandıklarını" söyledi.
24 Ocak kararları.
Ekonomik olarak yaşanan istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi durumların ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırıldı. Bunun için Başbakan Süleyman Demirel, Turgut Özal'ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalandı. Dolar 35 liradan 70 liraya çıkarıldı. Geniş çapta zamlar yapıldı. Gübreye %500-800 arasında, elektriğe %78, İstanbul şehir vapurları yolcu ücretlerine %100, et ve et ürünlerine %100, sakatata %200, lastik fiyatlarına %52 oranında zam yapıldı. Bu zamlar tepki çekti. Ana Muhalefet Lideri Bülent Ecevit, "Demirel'in rejimi değiştirmeye çalıştığını, işçilerin tepki gösterip haklarını almaları gerektiğini" söyledi.
17 Şubat 1980 tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı.
17 Şubat 1980 günü genelkurmayda genişletilmiş Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı yapıldı. Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanı Tümgeneral Selahattin Cambazoğlu, "Rus askerine selam dur, Türk askerini arkadan vur!" şeklinde sloganlar atıldığını söyledi. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ, siyasileri eleştirdi:"Öncelikle siyasi partilerimizin sanki her taraf güllük gülistanlıkmışçasına izahı mümkün olmayan bir serinkanlılık ve vurdumduymazlık içinde parlamentoda politik anarşiyi tahrik etmeleri ve bunu televizyon ekranına ve radyosuna sirayet ettirmeleri terörü giderek güçlendirmektedir. Terörün ihtiyacı; istikrarsız, karmaşık ve karanlık vasatı siyasi partilerimiz kendi elleriyle yaratmaktadırlar."Üruğ, kumandanı olduğu I. Ordu mensuplarının kendisine, "Biz yolda sabaha kadar anarşistlerle mücadele ederken parlamentoda bu mücadelenin, bu şekilde siyasi mücadelenin yapılması için mi sokakları müdafaa etmekteyiz, anarşiste göğüs germekteyiz?" diye şikâyette bulunduklarını söyledi.
17 Mart 1980 tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı.
17 Mart 1980 günü Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı yapıldı. Bu toplantı, Başbakan Süleyman Demirel'in dördüncü toplantısı oldu. Demirel kısa bir konuşma ile toplantıyı açtı. Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanı Tümgeneral Selahattin Cambazoğlu ve Emniyet Genel Müdürü Turan Şener'in konuşmalarının ardından Ankara Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Nihat Özer söz aldı:"Türk Mimar Mühendisler Odası Birliği bizce sabıkalı bir yerdir. Adam öldürmekten 24 yıl ağır hapse mahkûm olan Mahmut Esat Güven burada iki tabanca ile birçok parlamentere ders verirken yakalanmış, 1979 Şubat ayında Vakıflar Bankası soygununun esas faili olan Tevfik Doğan Toker de yine soygunu müteakip buraya kaçmış ve bu dernekten çıkarken yakalanmıştır."Korgeneral Özer, Ankara Eğitim Enstitüsünde yaşanan bir kopya olayını da anlattı:"İkinci olay, Ankara Eğitim Enstitüsünde Türkçe sınavında cereyan etmiştir. Sınav sırasında dört öğrenci kopya çekerken bu duruma müdahale etmek isteyen öğretmenlere aynı salonda görevli öğretmen ..., ayağını sıraya dayayarak o öğretmenlerin kopya çeken öğrencilere yaklaşmasını önlemiş ve, 'Bu tarafa geçemezsiniz. Biz burada iki yılın acısını çıkaracağız. (Cumhuriyet Halk Partisi dönemini kastediyor.)' demiş ve böylece öğrencilerin kopya çekmesini sağlamıştır."
"Kadayıfın altı".
Şubat 1980'de Millî Selamet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel Hükûmetini "kerhen (istemeyerek)" desteklediğini açıkça dile getirdi, mevcut hükûmetin görevinin biteceği tarihin Türkiye'nin çıkarlarına hizmet edecek bir tarih olması gerektiğini savunup 1 ay daha beklenmesi gerektiğini söyledi. Bundan dolayı 43. Türkiye Hükûmeti, "Kerhen MC (Milliyetçi Cephe)" olarak anılmaya başlandı. Erbakan, 13 Mart 1980 tarihli basın toplantısında şöyle dedi:""Kadayıfın altı kızarmadan bu hükûmeti uzaklaştıracak olursanız bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfın altının kızarmasını bekleyeceğiz.""Erbakan, 24 Nisan 1980'de televizyonda gazetecilerin sorularını yanıtlarken şöyle dedi:"18 Mayıs'a, MSP İl Başkanları Toplantısı'na kadar bekleyeceğiz. Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız." Erbakan, nisan ayının sonunda Meclis'teki odasında kendisini ziyaret eden Başbakan Demirel'e basının önünde kadayıf ikram etti. Demirel ise bu duruma esprili bir karşılık verdi: "Hoca benim kilomun eksikliğini fark etmiş, onu tamamlamaya çalışıyor."Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ise yaşananları şöyle değerlendirdi: "Millet kan ağlarken bunlar milletin gözünün içine baka baka sanki milletle alay ediyorlardı."
Cumhurbaşkanı seçimi bunalımı.
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresinin dolduğu (6 Nisan 1980) sırada Türkiye Büyük Millet Meclisindeki en büyük iki partinin liderleri Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, cumhurbaşkanlığı için daha aday bile belirlememişlerdi. Korutürk'ün görev süresi bitmeden 22 Mart 1980'de yapılması gereken seçim, aday çıkmadığı için yapılamadı. 25 Mart 1980'de başlayan seçim turları aylarca sonuç vermedi, hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeterli oyu alamadı. Oy kâğıtlarına Ajda Pekkan, Bülent Ersoy, Aynur Aydan gibi isimler de yazıldı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, bu süreç içerisinde iki taraftan da isimlerle görüşüp bu krizin çözülmesini istedi. 5 Mayıs 1980'de Başbakan Demirel'e de "bu konunun bir an önce halledilmesi gerektiğini" söyledi. Demirel'in verdiği cevap şu oldu:"Evet, iş o noktaya geldi. Yugoslavya Cumhurbaşkanı Mareşal Tito'nun cenaze töreni için Belgrad'a gideceğim. Orada Ecevit'le buluşacağız. Orada kendisiyle bu konuyu konuşacağım." Evren bu cevaptan Anıları'nın ilk cildinde şöyle bahsetti: "Sanki Türkiye'de konuşmak mümkün değilmiş gibi Yugoslavya'da cenaze töreninde buluşacak ve bu kadar mühim bir konuyu ayaküzeri konuşacak. Belli ki bizi oyalıyor, zaman kazanmak istiyordu. Bu görüşmemizden sonra iyice kanaat getirdim ki Başbakan bizi yanlış yollara sevk etmek istiyor, oyalama taktiğini kullanıyordu." 13 Mayıs 1980'de Brüksel dönüşünde havaalanında konuşan Evren, Brüksel'deki çalışmalar sırasında orada bulunan Askerî Komite üyelerinin, "Türkiye'deki cumhurbaşkanlığı seçiminin neden yapılamadığını sürekli sorduklarını, buna cevap vermekte zorluk çektiğini" ifade edip şöyle dedi:"Verilecek bir cevap da yoktu. Bazı dostlarıma şaka yollu takılmak mecburiyetini hissettim: 'Herhâlde cumhurbaşkanlığına layık bir kimse bulamıyorlar ki seçemiyorlar veya o kadar çok aday var ki bir tanesini bulup seçemiyorlar.' demek zorunda kaldım. Ama bir vatandaş olarak şunu ifade etmek isterim ki artık bu işe bir hâl çaresi bulmak lazım. Partilerin bir araya gelerek artık bu konuyu halletmeleri zamanının geldiği ve hatta geçtiği inancındayım."Girişimler sonuç vermedi. TBMM, aylarca cumhurbaşkanı seçemedi.
Bayrak Harekâtı.
17 Haziran 1980 günü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve İkinci Başkan toplandı. Darbenin adı olan "Bayrak Harekât Planı" o gün ve 18-19-20 Haziran günlerinde belirli saatlerde yine gözden geçirildi. Bazı düzeltmeler yapılarak müdahalenin son şekli oluşturuldu. 1 Temmuz günü yine toplanıldı, harekâtın uygulanacağı tarihin 11 veya 12 Temmuz olmasına karar verildi. Emirler 3 Temmuz günü özel kuryelerle ordu ve sıkıyönetim komutanlıklarına iletilmeye başlandı.
3 Temmuz günü yapılan güven oylamasında Süleyman Demirel'in 214 güvensizlik oyuna karşı 227 oyla güvenoyu alması askerlerin planını bozdu. Evren, "güvenoyuna rağmen müdahale ederlerse CHP'nin düşüremediği bir iktidarı kendilerinin düşürmüş olacaklarını, Demirel'in 'CHP+Ordu=İktidar' sözlerine haklılık kazandıracaklarını" düşünüyordu. 8, 9 ve 10 Temmuz günleri Paris'te yapılacak borç erteleme görüşmelerinin de 22 Temmuz'a ertelenmesi sonucu müdahalenin günü ertelendi. 26 Ağustos'ta yapılan toplantıdaysa müdahalenin 12 Eylül'de yapılması kararlaştırıldı.
Çorum Olayları.
1980'in mayıs-temmuz aylarında Çorum'da meydana gelen, siyasi ve dinî temelli olarak ortaya çıkan kanlı ve 57 kişinin öldüğü olaylar, güvenlik güçlerinin müdahalesi sonrası yatıştırıldı.
Fatsa Nokta Operasyonu.
14 Ekim 1979 tarihinde yapılan ara seçimlerde Devrimci Yol'un bağımsız adayı Fikri Sönmez; Cumhuriyet Halk Partisi adayının (Zeki Muslu) 1.150, Adalet Partisi adayının (Ali Rıza Özmaden) 850 oy aldığı seçimde 3.096 oy alarak Fatsa Belediye Başkanı seçildi. Belediye, halk komiteleri şeklinde örgütlendi. Bu örgütlenme ilk olarak yedi mahallesi olan Fatsa'nın çeşitli özelliklerine göre on bir birime ayrılması ve her bir birime üç ila yedi halk komitesi temsilcisi seçilmesi şeklinde belirlendi.
Sönmez'in belediye başkanı olduğu dönemde sokakların çamurdan arındırılması için "Çamura Son Kampanyası" ve Fatsa Halk Kültür Şenliği yapıldı.
8 Temmuz 1980'de askerî birlikler Fatsa ilçesine gönderildi. 9 Temmuz 1980 tarihinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, ordu komutanlarıyla beraber inceleme yapmak için Fatsa'ya gitti. Komutanlar Samsun'dan Fatsa'ya hareket etmeden önce Samsun Valisi Mehmet Karasarlıoğlu, "helikopterin Fatsa'da yüksekten uçmasını, kendilerine ateş açılabileceğini" söyleyerek Evren'i uyarmıştı. Bakanlar Kurulunun aldığı, "küçük terör odaklarında baskınlar yapılmasına" ilişkin kararla 11 Temmuz günü sabah erken saatlerde asker ve polis ile Fatsa'ya "Nokta Operasyonu" düzenlendi ve Fatsa Bağımsız Belediye Başkanı Sönmez ile beraber 300 kişi gözaltına alındı, bunlardan 250 kişi 15 Temmuz'da serbest bırakıldı. 12 Temmuz'da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve Kaymakam görevden alındı. DİSK Genel Başkanı ise Başbakan Süleyman Demirel'i, "Çorum'u unutturmak için Fatsa olayını yaratmakla" suçladı. Sönmez 18 Temmuz'da tutuklandı.
Evren, 25 Ekim 1982'de Trabzon'da yaptığı konuşmada şöyle dedi: "Fatsa kurtarılmış bir kasabaydı. Devletin kanunları orada işlemiyordu. Davalar halk mahkemelerinde neticelendiriliyordu hatta o mahkemelerde ölüm cezası bile veriliyor ve sokak ortasında infaz ediliyordu. Eğer 12 Eylül'ü biraz daha geciktirseydik Fatsa'da ayrı bir devletin ilan edildiğini görecektik." Anayasa'nın kabulünden sonra 21 Kasım 1982'de Fatsa'ya da ziyarette bulunan Evren, Fatsalılara teşekkür etti:"Sevgili Fatsalı Kardeşlerim,"
"Türkiye'nin neresinde çok çile çekilmiş, neresinde anarşi ve terör en yüksek noktalara çıkmış ise oralarda en büyük oy potansiyeline ulaşıldı. O hâlde bu gösteriyor ki vatandaş; anarşiden, terörden yana değildir. Vatandaş, huzur ve güven aramaktadır!"
Zafer Bayramı ve Kudüs Mitingi.
Necmettin Erbakan, 30 Ağustos 1980 günü Zafer Bayramı'nın Anıtkabir'deki kısmı ile Genelkurmay Başkanlığında yapılan kutlama törenlerine katılmadı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren tepki gösterdi:""Genelkurmay Başkanı soruyor: Necmettin Erbakan 30 Ağustos'a karşı mı, değil mi? Bunu soruyorum!"" Erbakan yaptığı açıklamada, "çok büyük bir din adamının cenaze töreninden dolayı" kutlamalara katılamadığını söyledi. Evren, Zafer Bayramı dolayısıyla radyo ve televizyonda yayımlanan konuşmasında, halkın ve Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının bayramını kutladıktan sonra ülkenin ve devletin içinde bulunduğu durumdan bahsederek şöyle dedi: "Yurtta doğmasını düşledikleri kargaşa ile demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan anarşinin idrakten yoksun vatan haini yaratıcıları, elbette layık oldukları cezayı bulacak, tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahredici yumruğu altında ezilerek akıttıkları kardeş kanlarının günahları içinde boğulup gidecekler ve yüce Türk ulusu, bağrından doğan Türk Silahlı Kuvvetlerinin yarattığı güven ortamı içinde sonsuza kadar birçok bayramları refah ve mutlulukla kutlayacaktır."23 Temmuz 1980'de İsrail'in Kudüs'ü başkent ilan etmesi sonucu Millî Selamet Partisi 6 Eylül 1980 Cumartesi günü Konya'da "Kudüs'ü Kurtarma Yürüyüş ve Mitingi" düzenledi. 100 binden fazla kişinin katıldığı mitinge bazı kişiler şalvar, cübbe ve sarıkla gelerek eski harflerin bulunduğu pankartlar açıp; ""Şeriat gelecek, vahşet bitecek!"," "Dinsiz devlet, yıkılacak elbet!" gibi sloganlar attı. Miting sırasında okunan İstiklal Marşı topluluk tarafından yuhalandı. "Ezan sesi istiyoruz. Bu marşı söylemiyoruz!" diye bağırıldı, Necmettin Erbakan ve diğer Millî Selamet Partili kişiler kortej hâlinde Arapça pankartlarla ve ilahilerle yürüdü. Miting sırasında sürekli şeriat çağrısı yapılıp devlet protesto edildi. Kenan Evren bu olayı öğrendikten sonra "çok sinirlendiklerini" ifade edip bu mitingi "31 Mart Vakası provası" diye nitelemiştir. Erbakan, mitingi partilerinin yapmadığını öne sürmüştür:"Konya Mitingi'ni MSP olarak biz yapmadık. Bütün partilerin sahip çıkması için bir tertip heyeti düzenlendi ve önemine binaen bütün partileri ve liderleri davet etti."
Ancak dönemin MSP'li Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, mitingin MSP tarafından düzenlendiğini hatta kendisinin mitingden önce Erbakan ve Oğuzhan Asiltürk ile Ankara'da MSP Genel Merkezinde bu mitingi iptal ettirmek için görüştüğünü, iptal ettiremeyince MSP'den istifa ettiğini fakat bunun da kabul edilmediğini yıllar sonra belirtmiştir.
Darbe.
Bayrak Harekâtı.
Müdahale, 12 Eylül 1980 gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından saat 03.00'te TRT, PTT ve diğer iletişim dairelerine el konularak başladı. İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Başbakan Süleyman Demirel'in konutu ve diğer bütün hedefler sorunsuz olarak ele geçirildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Millî Güvenlik Konseyinin 12 Eylül 1980 sabahı saat 04.00'te radyolardan yayımlanan 1 numaralı bildirisiyle müdahale Türkiye'ye duyuruldu:"Yüce Türk Milleti,"
"Büyük Atatürk'ün bize emanet ettiği, ülkesi ve milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti son yıllarda izlediğimiz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikrî ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet başlıca organları ile işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumları ile devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine artırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek sistemli bir şekilde ve haince ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür."
"Aziz Türk Milleti,"
"İşte bu ortam içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünü ile el koymuştur. Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve Hükûmet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05.00'ten itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur. Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00'teki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayımlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim."6 numaralı bildiri ile Kenan Evren'in Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları için hazırladığı mesaj saat 06.35'te radyolardan yayımlandı:"Kahraman Silah Arkadaşlarım,"
"Türkiye Cumhuriyeti'nin ülke bütünlüğü ile ulusal birlik ve beraberliğinin maruz kaldığı hayati tehlike karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisine İç Hizmet Yasası ile verilmiş olan tarihî görevini ulusunun büyük çoğunluğunun ümit ve özlemle beklediği doğrultuda üstün disiplin anlayışı, sınırsız yurt ve ulus sevgisi, bilinçli bir kararlılık ve vakarla ifa ederek yönetime el koymuş ve tüm ülkede kısa sürede tam ve kesin kontrolü sağlamış bulunmaktadır. Ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların yarattığı sayısız bunalımlar ulusal varlığımıza kastederken bu tarihî karara başvurulmasaydı Ulu Atatürk'ün kutsal emanetleri ve ilkeleri sapık ideolojilerin kölesi olacak ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin yurduna geleneksel ve sınırsız bağlılığı, eşsiz kahramanlık ve fedakârlığı, şanlı tarihinin ve ulusunun önünde bu felaketin ağır vebali altında kalacaktı."
"Aziz Silah Arkadaşlarım,"
"Sizlere, üstün gayret ve feragatle yürüttüğünüz hizmetlerinizin yanında yüce Türk ulusunun refah ve mutluluğunun sağlanması için anarşi, terör, bölücülük ve komünist, faşist, fanatik dinsel ideolojilerle mücadelede başarılı olacağınıza kesin inanç beslediğim tarihî ve şerefli bir sorumluluk tevdi ediyorum. Gücünüzü aziz Türk ulusunun vefa dolu kalbinde sizler için yaşattığı büyük güven ve gururdan, damarlarınızda yurt sevgisiyle alevlenen asil kandan ve bayrağınızla birlikte ebediyete kadar götürmeye ant içtiğiniz Atatürk İlkeleri'nden alacaksınız. Ülkemizin geçirdiği felaketli ve bunalımlı dönemlerde ulusumuzun daima en büyük destek ve güvenine mazhar olan şahsi çıkar ve ikbal hırsından uzak yüksek feragat ve fedakârlığınız, üstün disiplin anlayışınız, sonsuz çalışma ve başarma azminiz, vakur ve bilinçli hizmet aşkınız, Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk İlkeleri doğrultusunda ebediyete kadar hür ve bağımsız yaşatılmasında en kutsal ülkünüz olacaktır."
"Türk Silahlı Kuvvetlerinin bütün mensuplarının geçmişte olduğu gibi bugün de emir komuta zinciri içinde alacakları görevleri üstün disiplin ruhu ve vatanseverlik duyguları ile güçlerini de aşan gayretle ifa etmelerini, her türlü kışkırtıcı faaliyete karşı kendilerinden beklenen olgunluk ve soğukkanlılığı göstermelerini, yüce ulusumuzun nazarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin sahip olduğu saygınlığı zedeleyici söz ve davranışlardan kaçınmalarını, iç ve dış tehditlere karşı daima uyanık ve hazır bulunmalarını rica ederim."Saat 13.00'te ise Kenan Evren radyo ve televizyondan canlı yayında şu konuşmayı yaptı:
12 Eylül günü 2 numaralı bildiriyle de ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atandı. 7 numaralı bildiriyle siyasi partilerin faaliyetlerinin yasaklanmış olduğu ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğu duyuruldu. 9 numaralı bildiriyle Emniyet Genel Müdürlüğü bütün teşkilatı ile birlikte Jandarma Genel Komutanlığının emir ve kuruluşuna verildi. 20 Eylül'de Kenan Evren, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu'yu başbakan olarak görevlendirdi ve 21 Eylül'de Ulusu'nun sunduğu Bakanlar Kurulu listesi Millî Güvenlik Konseyi tarafından onaylandı.
Hamzakoy ve Uzunada.
Kenan Evren; parti liderlerinin evlerine sadece subayların gitmemesini, subaylarla birlikte birer milletvekili veya bakanın da bulunmasını, çok kibar hareket edilmesini emretti. Evren bu emri, "liderlerin heyecanlanıp kalp krizi geçirmeleri ihtimalini düşünerek" verdiğini sonradan Anıları'nın ilk cildinde açıklayacaktı. Darbenin 04.00'te ilanından sonra saat 05.30'da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'a Evren tarafından birer tebliğ gönderildi. Tüm tebliğlerde, "TSK yönetime el koymuştur. Hükûmetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz." ifadesiyle birlikte gidecekleri adresler belirtilmekteydi. Demirel ve Ecevit için Çanakkale Gelibolu Hamzakoy, Erbakan için ise İzmir Uzunada adres olarak verildi. Eşleriyle gitmelerine izin verildi. Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy'a götürüldü. Yaklaşık bir ay boyunca, 11 Ekim 1980'e kadar, burada kaldılar. Erbakan da aynı gün uçakla Uzunada'ya götürüldü.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş evinde bulunamadı. 12 Eylül ve 13 Eylül günlerinde de ortaya çıkmadı. Bunun üzerine Evren'in emriyle 13 Eylül günü Millî Güvenlik Konseyinin 13 numaralı bildirisi yayımlandı. Bildirinin üçüncü maddesi şöyleydi:"Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş 14 Eylül 1980 günü saat 13.00'e kadar en yakın Garnizon Komutanlığına müracaat etmediği takdirde kendisinin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bildirilerine ve Millî Güvenlik Konseyi emirlerine uymadığından dolayı suçlu duruma düşeceği açıklanır."Türkeş ertesi gün Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına teslim oldu. Hemen Uzunada'ya Erbakan'ın yanına gönderildi.
Basın.
Uluslararası ajansların son dakika notuyla geçtiği 12 Eylül Darbesini Türkiye'nin önde gelen gazeteleri aynı tarihte attıkları manşetlerle okuyuculara duyurdu. Dönemin büyük gazetelerinden Milliyet, "Parlamento ve hükümet feshedildi, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildi... SİLAHLI KUVVETLER YÖNETİME EL KOYDU"; Hürriyet, "BÜTÜN YURTTA SIKIYÖNETİM İLAN EDİLDİ Ordu yönetime el koydu"; Cumhuriyet, "Parlamento ve hükümet feshedildi Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu" başlıklarıyla duyurdu.
Basının öne çıkan isimlerinden Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu, darbeyi "yağmurun yağması gibi doğal bir olay" şeklinde tanımladı:"Devlet, devlet olmaktan çıkar, parlamento, onbeş gün içinde seçilmesi gereken Cumhurbaşkanını seçmez ve ülke baştanbaşa örtülü bir iç savaşın kanlı arenasına dönüşürse, Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koymasından doğal ne olabilir ki?"Milliyet yazarı Refik Erduran şu ifadeleri kullandı:"Başka ülkelerde yönetim olağanüstü bir yoldan el değiştirirken genellikle kan akar. Bizde ise 12 Eylül 1980, yıllardır kansız geçen ilk gün oldu."Günaydın yazarı Hüsamettin Çelebi'nin değerlendirmesi ise şu oldu:" 'Kara bahtlı vatan ana kurtarılsın.' diyor, bu kurtarılışın siyasi kadroların basirete dönmeleriyle gerçekleştirilmesini diliyorduk. Böyle olmasını isteyenlerin başında Genelkurmay Başkanı Sayın Evren ile Türk Silahlı Kuvvetleri Yüksek Komuta Kademesinde görev yapan arkadaşlarının yer aldıklarından hiç kuşku duyulamaz. İşin özü, siyasi kadroların beklenen basireti gösteremedikleri ve komutanların, bütün iyi niyet ve uyarılarına rağmen sonuç alamayınca yönetime el koymak zorunda kaldıklarıdır. Gelişmenin böyle olduğuna, Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanlarının rejimin gereklerine azami dikkati göstererek yaptıkları uyarılardan sonuç alamayınca müdahalede bulunduklarına bütünüyle millet tanıktır. Tanrı tanıktır. Yarın tarih de tanıklık edecektir."Hürriyet yazarı Cüneyt Arcayürek, darbenin bir zorunluluk olduğunu savundu: "Orgeneral Evren'in böyle müdahalelere hiç yatkın olmadığını, hiçbir zaman arzulamadığını bizzat biliyorum. Defaatle konuştum kendisiyle. Her seferinde bütün iyi niyetiyle ülke için gerekli gördüklerini yetkili kesimlerin sağlamasından yana olduğunu içi yanarak anlatmış, sonuç alınamamasından duyduğu üzüntüyü dile getirmişti. Nihayet Evren Paşa ordunun başıdır ve ordu, geleneksel Atatürkçülüğe bağlı bir güç olduğu için bir gün 'yapılamayanları yapmak zorunda' kalabilirdi. Bu zorunluluk 12 Eylül günü ve gecesi gerçekleşti."Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, siyasetçileri eleştirdi:"Son 35 yılda nice demokrasi çığırtkanı tanıdık. Hepsinin de marifeti Türkiye'ye getire getire kakokrasiyi getirmek oldu. Oysa demokrasiyi hasta yatağından kaldırıp ayağa dikmek görevi şimdi ordunun omuzlarında. Demokratik çerçeve içinde ordusuna bir türlü yer bulamayan o çığırtkan takımı, artık bir kez olsun kızarmayı öğrenirse ne mutlu 12 Eylül'e..."
Halk.
Kenan Evren, darbeden sonra, "halkın bankalara hücum ederek fazla para çekmesinden" endişe ediyordu. 15 Eylül Pazartesi akşamı, bankalara yatırılan mevduatın çekilenden daha fazla olduğu öğrenildi. Evren bu durumu, ""halkın yeni yönetime duyduğu güvenin güzel bir örneği" olarak" yorumladı.
Evren ve diğer Millî Güvenlik Konseyi üyeleri 2 Ekim 1980'de Van'a gitti. Komutanlar Van'da büyük bir kalabalık tarafından karşılandı. Kurbanlar kesildi. Halk tezahüratta bulundu. Evren halkın karşısında ilk kez Van'da konuştu. Türkiye'nin birçok iline giden Evren ve diğer komutanlar, halktan büyük destek gördü. Bu dönemde, "Ya ya ya şa şa şa Evren Paşa çok yaşa!" tezahüratı popüler oldu.
Amerika Birleşik Devletleri'nin rolü olduğu iddiası ve ABD ile ilişkiler.
Mehmet Ali Birand'ın, Amerika Birleşik Devletleri Hükûmetinin darbeden haberdar olduğuna dair iddiaları 12 Eylül'de ABD'nin rolü konusunu tartışmalara açtı. Bu iddia ilk kez Birand'ın "" adlı kitabında ortaya atılmış olup kitapta, 12 Eylül 1980 günü, "Bizim çocuklar işi bitirdi." minvalindeki mesajın bir diplomat tarafından ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze'ye iletildiği iddia edilmektedir. Kitapta Henze'ye askerî müdahale haberini ulaştıran diplomatın, "Seninkiler nihayet yaptı." "ve," "Senin generaller Türkiye'de darbe yaptılar." cümlelerini kullandığı, Henze'nin ise bu habere tepkisinin, ""Öyle mi? Çok memnun oldum." şeklinde olduğu iddia edilmiştir." Henze daha sonra 2003 yılında "Zaman" gazetesine verdiği röportajda, "12 Eylül Darbesi'nin yapıldığı gün Başkan Carter'a, 'Bizim çocuklar bu işi başardı.' demedim. Bu tümüyle bir efsane, mit. Birand'ın uydurmuş olduğu bir şey." diyerek böyle bir konuşmanın geçmediğini ifade etti. Bu röportaj üzerine Birand, Henze ile yaptığı röportajın ilgili kesitini yayımladı ve 2011 yılında, "Henze, bunları bana anlattıktan sonra uzun süre yalanladı. Benim yanlış anladığımı iddia etti. Ama kendisinin önüne 32. Gün için anlattığı bu anekdotun banttaki hâlini koyunca tabii hiçbir şey söyleyemedi." dedi. Ancak yayımlanan kayıtlarda, konuşmanın Birand'ın iddia ettiği gibi değil, "The boys in Ankara did it. (Ankara'dakiler yaptılar.)" şeklinde olduğu görüldü. Birand ile Henze arasındaki röportajda ilgili kesit şu şekilde geçmektedir:"Mehmet Ali Birand: 'CIA ve Pentagon'un darbe olacağından önceden haberi var mıydı?'"
"Paul Henze: 'Sanmıyorum. Benim darbeden Ulusal Güvenlik Konseyinden gelen telefonla haberim oldu. Akşam saatiydi ama Türkiye'de sabahtı. Başkan Carter, Kennedy Center'daydı. Ona acilen haber verilmesi gerektiğine dair hemen bir telefon açtım. Bulunduğu yeri terk etmedi çünkü terk etmesini gerektirecek bir durum yoktu. Darbe olumlu bir gelişmeydi. Ertesi sabah Washington'a rahatlama duygusu hâkimdi. Generaller iktidarı almıştı. Bunu barışçıl ve etkili bir şekilde yapmışlardı. Teröristleri yakalama konusunda başarılı bir iş yapacaklardı. … Ulusal Güvenlik Konseyinden beni arayan kişinin şöyle bir şey dediğini hatırlıyorum: 'Ankara'dakiler yaptılar.'"12 Eylül'ün lideri, dönemin Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, darbe sonrasında 16 Eylül 1980 günü düzenlediği ilk basın toplantısında bir yabancı basın mensubunun, ""Sayın General, Millî Güvenlik Konseyinin herhangi bir üyesi ya da Genelkurmaydan herhangi bir kişi bu hareketi yapmadan önce Birleşik Amerika ile istişarede bulundu mu?" sorusuna, "Suretikatiyede hayır. Bu hareketi ilgililerden başka kimse bilmiyordu. Hatta şunu söyleyebilirim, eşlerimiz ve çocuklarımız dahi bundan habersizdi. Diyecekler ki: 'Pekâlâ nasıl haber aldılar?' Amerikan Yardım Kurulu Başkanlığının bulunduğu binanın yakınına 11 Eylül akşamı tank birlikleri gelince bundan şüphelenmiş olabilirler. Nitekim bu şüphelenmeden mütevellit, 'Bu tanklar buraya niye geldi?' diye de sordular. Biz de, 'Bir tatbikatımız var, NATO tatbikatı başladı, bugün 11'inde başladı, onun için geldi.' diye kendilerine bilgi verdik. 'Merak etmeyin, bu bir tatbikattır, tatbikat dolayısıyla geldi.' dedik. Verilen haber budur. Yoksa böyle bir harekâtın yapılacağı hiçbir zaman kendilerine duyurulmamıştır harekât başlamadan evvel."" cevabını verdi.
Kenan Evren, 6 Haziran 2011'de rahatsız olduğu için evinde Savcı Hüseyin Görüşen'e (15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası meslekten ihraç edildi ve yargılandı.) verdiği ifadede, "Bizim müdahale kararımızdan Amerika Birleşik Devletleri'nin bilgisi ve desteği yoktur." dedi.
Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya, GATA'da ifadesini alan Savcı Fikret Seçen'e (15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası meslekten ihraç edildi, yurt dışına kaçtı, gıyabında yargılandı.), "11 Eylül 1980 günü Türkiye’ye döneceğim sırada Amerika Genelkurmay Başkanı ile kahvaltı ettik. Bir gün sonra Türkiye’de askerî müdahalenin olduğu kendisine söylendiğinde şaşırarak böyle bir şeyi kendisine söylemediğimi beyan etmiş. Türk Hava Kuvvetleri Komutanı olarak yabancı bir ülkeden emir ve talimat almam. Onların talimatlarıyla hareket etmem. Kesinlikle bu iddiayı kabul etmiyorum." dedi. Mehmet Ali Birand'ın Paul Henze'ye karşı yayımladığı bantta da Şahinkaya'nın ismi şu şekilde geçmektedir:"Paul Henze: 'Tam tarihi hatırlamıyorum ama 1980 yazının ağustos ortalarında General Şahinkaya aniden bir ABD ziyareti gerçekleştirdi. Washington'ı gezdi, bir sürü insanla görüştü. Genelkurmaydan ismini hatırlamadığım bir rütbelinin evinde buluştuğumuzu hatırlıyorum. Çok sosyal bir akşamdı. Türkiye hakkında çok konuştuk. Türkiye'nin gelenekleri, güzellikleri, tarihi hakkında konuştuk ama güncel siyasetten hiç bahsedilmedi. Ertesi gün Büyükelçi Şükrü Elekdağ'a, Şahinkaya'nın neden geldiğini sorduğumu hatırlıyorum. Büyükelçi Elekdağ bana, Şahinkaya'nın, Atatürk Türkiyesi'nin geleceği ve endişeleri hakkında Washington'un fikirlerini almaya geldiğini söyledi. 12 Eylül 1980 sabahı sonrasında Büyükelçi Elekdağ bana, General Şahinkaya'nın esas geliş sebebinin generallerin harekete geçeceğini söylemek olduğunu fakat ikisinin de Amerikalıları bir problem ile yüz yüze getirmek istemedikleri için vazgeçtiklerini söyledi. Bizi 'yapmayın' dedirtecek veya kamuoyuna bir açıklama yapma zorunda bırakmamak için söylemediklerini anlattı. O açıdan generaller nasıl istediyse öyle oldu."12 Eylül döneminde ABD'nin Büyükelçisi James Spain'in [] anılarını yazdığı 1984 tarihli "American Diplomacy in Turkey" adlı kitapta Türkiye-ABD ilişkilerine dair çeşitli notlar bulunmaktadır. Spain, anılarında, darbe sonrası oluşturulan Millî Güvenlik Konseyinin üyeleri Kenan Evren, Nurettin Ersin, Nejat Tümer, Tahsin Şahinkaya, Sedat Celasun ve Haydar Saltık'ı tanımasa da darbeden önceki birkaç hafta boyunca evine yapılan ziyaretlerde konuşulduklarını ve bildiğini belirtti.
Yunanistan, Türkiye'nin 1974 Kıbrıs Harekâtı ile adaya müdahale etmesinden sonraki eylemsizliği nedeniyle NATO'ya tepki göstererek NATO'nun askerî yapılanmasından çekilmişti. Büyükelçi Spain'in anılarında, darbeden sonraki haftalarda ABD Başkanı Carter'ın mektubunu Evren'e iletmek üzere yapılan görüşmede Evren tarafından Türk generallerin darbeden başka seçenekleri olmadığına dair Washington'ın gösterdiği anlayışa teşekkür edildiği, öte yandan Yunanistan'ın NATO'yla yeniden entegrasyonunu Türkiye'nin istediği de aktarılmıştır. Daha sonra 20 Ekim 1980'de Rogers Planı altındaki Yunanistan'ın NATO'ya entegrasyonu ilan edildi.
2011-2014 yılları arasında ABD Ankara Büyükelçisi olan Francis J. Ricciardone, Jr. de kendisine sorulan, "Darbe sizin desteğinizle mi oldu?" sorusunu, "Sizler buna inanıyorsunuz ama gerçek öyle değil. O günlerde insanlar darbenin gelmesini bekliyor ve istiyordu, biz de elçilikte tahminde bulunuyorduk, bilmiyorduk." şeklinde cevaplandırdı.
2012 yılında açılan 12 Eylül Davası kapsamında mahkemeye MİT tarafından ABD Ankara Büyükelçiliği hakkında, "... bütün personeli 11 Eylül 1980 gecesi saat 23.00’ten itibaren Büyükelçilik’te toplanmıştır. Büyükelçilik’te çalışan bir mahalli personel, 12 Eylül 1980 sabahı yaptığım görüşmede, elçilik mensuplarının askerî müdahale olacağını iki gün önceden bildiklerini beyan etmiştir." şeklinde bir belge gönderildi.
12 Eylül dönemi.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren başkanlığında oluşturulan ve Kuvvet Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı'nın yer aldığı Millî Güvenlik Konseyi, 1983 Türkiye genel seçimlerine kadar Türkiye'ye ilişkin tüm kritik kararları aldı. 12 Eylül 1980'de başlayan askerî rejim, 7 Aralık 1983'te sona erdi.
"Anarşi ve terörle mücadele".
12 Eylül Darbesi'nin başlıca gerekçesi olarak "anarşi ve terör" gösterildi. 12 Eylül 1980'den önce 5.000'den fazla insan ölmüştü. 12 Eylül Yönetimi, ilk hedef olarak "anarşi ve terörün yok edilip can ve mal güvenliğinin sağlanacağını" açıkladı. Kenan Evren, bu hedefe ulaşmak için sıkıyönetim komutanlarına "bütün yetkilerini kullanmaları ve olayların üzerine cesaretle gitmeleri" emrini verdi. Bu husus, Millî Güvenlik Konseyinin 2 numaralı bildirisiyle ülkeye duyuruldu. Bildirinin 2 ve 3. maddelerinde şu ifadeler yer aldı:"Sıkıyönetim komutanlıkları ülkede devlet otoritesinin tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin sağlanması için; lüzum görecekleri her türlü tertip ve tedbiri almaya yetkili kılınmışlardır."
"Bütün vatandaşlar; ülkede devlet otoritesinin tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin kısa sürede sağlanması için sıkıyönetim komutanlıklarının aldığı ve alacağı kararlara, tedbirlere ve yayınlanacak bildirilere titizlikle uyacaklardır."Evren diğer yandan; lüzumlu kanunların hemen ele alınması, evvelce teklif edilip uzun süre Meclis Komisyonlarında ve Genel Kurulda bekletilip kanunlaşmayan kanun tasarılarının ele alınması, yeniden çıkarılması gereken kanunların tasarılarının en kısa zamanda önüne getirilmesi emrini de verdi.
12 Eylül'ün üçüncü ayı bitmeden 6 Aralık 1980 Cumartesi bir basın toplantı düzenleyen Başbakan Bülent Ulusu, 12 Eylül'den sonraki 80 gün ile 12 Eylül'den evvelki 80 günlük olayları karşılaştırarak resmî rakamları kamuoyuna açıkladı:"Silahlı saldırı ve çatışma olaylarının sayısı 12 Eylül'den önceki 80 günlük dönemde 1.609 iken 12 Eylül'den sonraki 80 günlük dönemde 305'e inmiş,"
"Patlayıcı madde atma olaylarının sayısı 12 Eylül'den önceki 80 günlük dönemde 704 iken 12 Eylül sonrası 80 günde 288'e inmiş,"
"Anarşik olaylardaki ölü sayısı 12 Eylül'den önceki 80 günlük dönemde sadece sıkıyönetim ilan edilen 20 ilde 680 iken 12 Eylül'den sonraki 80 günde, 67 ilimizde, 137'ye inmiştir."12 Mart 1981 Perşembe günü, 12 Eylül'ün üzerinden geçen 6 aylık süre içinde işlenen suçların seyri ve son ayla mukayesesi şöyle açıklandı:"12 Eylül ile 12 Ekim 1980 arasında 1.146 suç tespit edildiği hâlde son ay içerisinde %75 azalma kaydedilerek bu rakam 292'ye düşmüştür."
"Ölü sayısı 69'dan %87 azalma göstererek 9'a düşmüştür."
"Yaralı sayısı 151'den 28'e düşerek %80 azalmıştır."
"Silahlı saldırılarda %80 azalma olmuş, 138'den 32'ye düşmüştür."
"Son bir aylık dönemde yapılan arama ve operasyonlar sonucunda 1.596 sol eylemci, 318 sağ eylemci, 444 bölücü ve 3.979 henüz yönü belirlenemeyen olmak üzere toplam 5.937 sanık yakalanmış ve haklarında yasal işlemlere başlanmıştır. Yine bu süre içerisinde 1.377 tüfek, 70 av tüfeği, 767 patlayıcı madde ele geçirilmiştir."
Ekonomi.
Kenan Evren, 12 Eylül'den önceki sivil yönetimin aldığı 24 Ocak kararları ve o yönetimin ekonomik programının aynen uygulanacağını 16 Eylül 1980 günü yaptığı basın toplantısında açıkladı.
Turgut Özal, devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak 12 Eylül Kabinesine alındı. ABD, Fransa, Batı Almanya ve Japonya gibi ülkelere giden Özal, kredi imkânları aradı. ABD'nin yaptığı askerî ve ekonomik yardım miktarının kesintiye uğramaması için çalıştı.
Bu dönemde; ihracatın ve döviz girdilerinin çoğaltılması, her sahada tasarrufa riayet edilmesi, istihdam politikası gibi tedbirler alındı.
1980'de %100'leri aşan enflasyon, 1982'de %22'ye geriledi. 1983'te ise artış göstererek %37'ye yükseldi.
Diğer yandan 24 Ocak kararları sonrası faizlerin serbest bırakılmasıyla bir anda çoğalan bankerler, zaman içinde piyasanın bu faiz yükünü kaldıramaması sonucu hızla çökmeye başladı. "Banker Yalçın" ve "Banker Kastelli" olarak anılan Yalçın Doğan ve Cevher Özden ikilisinin karıştığı skandallar kamuoyunda derin yankı buldu.
İdamlar.
Darbeden sonra, 1972'den beri infaz edilmeyen ölüm cezaları uygulanmaya başladı. Siyasi hükümlülerin yanında adli hükümlülerin de cezaları uygulanmaya başlandı. Ayrıca mahkemelerden peş peşe yeni ölüm cezası hükümleri çıktı. Sıkıyönetim askerî mahkemelerince 517 sanığa idam cezası verildi. Askerî Yargıtayın onayladığı idam kararlarının sayısı 124 oldu. 54 mahkûmun ölüm cezası yetkili kurumda (12 Eylül 1980-25 Ekim 1981 arası Millî Güvenlik Konseyi, 25 Ekim 1981-14 Ekim 1983 arası Danışma Meclisi, 6 Kasım 1983 sonrası Türkiye Büyük Millet Meclisi) onaylandı. Bunların 48'i (24 adli suçlu, 15 sol, 8 sağ, 1 ASALA militanı) askerî rejim döneminde (12 Eylül 1980-7 Aralık 1983), 2'si (sol) sivil dönemde infaz edildi.
İlk infaz, 1977 yılında bir kahvehane basıp 2 kişiyi öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanmış ve 2 Ekim 1979'da idamına karar verilmiş olan Kurtuluş Hareketi mensubu komünist militan Necdet Adalı'nın; ikincisi, 1978 yılında Ülkücü militanlar tarafından Ankara'da gerçekleştirilen ve 5 kişinin ölümüyle sonuçlanan ve "Balgat Katliamı" olarak da bilinen kahvehane saldırısında suçlu bulunarak darbe öncesinde idamına karar verilmiş olan Ülkücü militan Mustafa Pehlivanoğlu'nun idamı idi. Her ikisi de 7 Ekim 1980'de Ulucanlar Cezaevi'nde idam edildi. Ardından, 14 Eylül 1980'de fraksiyon ayrılığı sebebiyle İGD'li (İlerici Gençler Derneği) Erdoğan Polat'ı öldüren ve Tank Yüzbaşı Bülent Angın'ın içinde bulunduğu güvenlik güçleriyle çatışan (Yüzbaşı Angın öldürüldü.) Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi mensubu komünist militan Serdar Soyergin mahkûm oldu ve 25 Ekim'de Adana Cezaevi'nde idamı gerçekleşti. İnfaz edilen dördüncü idam kararı, 2 Şubat 1980'de Piyade Er Zekeriya Önge'yi öldürme suçundan yargılanarak 19 Mart 1980'de idam cezasına çarptırılan 19 yaşındaki komünist militan Erdal Eren'in idamı oldu. 1981, 1982, 1983 yıllarında infazlar devam etti.
Ölüm cezalarının yerine getirilmesinin, "teröristleri terör eylemlerinden alıkoyacak en tesirli tedbirlerin başında olduğunu" savunan Kenan Evren, idam kararlarını birçok konuşmasında savunmuştur. Örneğin askerî rejimden sonra sivil dönemde, 3 Ekim 1984'te Muş'ta halka seslendiği konuşmasında önceki gece yaşanan bir olayı örnek göstererek şöyle demiştir:"Dün gece Şemdinli civarında yine böyle bir olay oldu. Aranan anarşistlerden bazıları gece vakti vazifeden dönen bir askerî araca ateş ediyorlar ve bir subayımızla bir erimizi şehit ediyorlar. Şimdi ben bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim! Ömür boyu ona bakacağım! Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim! Buna siz razı olur musunuz?"
1981 Atatürk Yılı.
Millî Güvenlik Konseyi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. yılı olması nedeniyle 1981 yılını kanun çıkararak "Atatürk Yılı" kabul ve ilan etti. 5 Ocak 1981 günü saat 08.45'te Anıtkabir'de saygı duruşunda bulunulduktan sonra saat 11.00'de Türkiye Büyük Millet Meclisinde tören başladı. Törende eski cumhurbaşkanları Celâl Bayar, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk de yer aldı. Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in yaptığı uzun bir konuşmayla Atatürk Yılı kutlamalara açıldı. Yıl boyunca yapılan etkinliklerle Atatürk'ün doğumunun 100. yılı kutlandı. Yeni Atatürk anıtları, Atatürk'ün adının verildiği kültür merkezleri ve tatbikatlar yapıldı. Birinci ve İkinci Meclis binaları müze olarak faaliyet göstermeye başladı. Atatürk ile ilgili kitap ve belgeler Millî Kütüphane'de toplanırken il ve ilçelere de Atatürk kitaplıkları kuruldu. Atatürk'ün kaldığı evler restore edilerek müze hâline getirildi. "Atatürk 100 Yaşında" sloganı ile 73 adet ilkokul yapıldı. 12 Eylül'den önceki Milliyetçi Cephe hükûmetleri döneminde sayıları büyük artış gösteren imam hatip okulu açılışı durduruldu, 12 Eylül Yönetimi bu dönemde imam hatip açmadı. Atatürk'ün çeşitli illere yaptığı ilk ziyaretlerin yıl dönümlerinde kutlamalar gerçekleşti. Ülkenin tanınmış sanatçılarına 100. yılı simgeleyen plaketler verildi. Ünlü ressamlardan ısmarlanan Atatürk ve Atatürk Devrimleri konulu resimler, düzenlenen sergilerde ziyarete açıldı. Tanınmış müzisyenlere Atatürk hakkında marşlar besteletildi. TRT, Atatürk'ün görüşlerini yansıtan programlara yer verdi. Ülkedeki okur yazar oranının artırılması için seferberlik başlatıldı. Ağaçlandırma çalışmaları yapıldı. Açılan birçok kurum ve kuruluş "Yüzüncü Yıl" adını aldı. 23 Nisan'daki bayramın adı "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak değiştirildi. 19 Mayıs'taki Gençlik ve Spor Bayramı'nın adı "Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı" olarak değiştirildi ve 19 Mayıs 1981 günü stadyumlarda coşkulu şekilde kutlandı. Atatürk'ün 1928'de başöğretmen olduğu 24 Kasım günü "Öğretmenler Günü" olarak kutlandı. Üniversitelere zorunlu "Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi" dersi getirildi. Kara Harp Okulu ve diğer askerî okullar için üç ciltlik "Atatürkçülük-Atatürk'ün Görüş ve Direktifleri" adlı kitap bastırıldı ve öğrencilere dağıtıldı.
Evren, gittiği illerde yaptığı konuşmalarda da "Atatürkçülük" vurgusu yapıyor, halkı Atatürk'te birleşmeye çağırıyordu. 17 Ocak 1981'de Gaziantep'te yaptığı konuşmada şöyle diyordu:"Biliyorsunuz: Yalancı devrimciler, 'Tek yol devrim!' diye ortaya atıldılar; duvarlara, şuraya buraya yazdılar. Evet, devrim vardır ama bu tek yol Atatürk devrimidir! Onun yoludur. Atatürk'ün koyduğu ilkeler komünizme de faşizme de kapalıdır."Evren, bu dönemde yapılanlar için 1998 yılında yayımlanan 12 Eylül belgeselinde şöyle dedi: "Biz Atatürk'ün döneminde yetiştik. Atatürk'ün neler yaptığını yakinen biliyoruz. Onun içindir ki Atatürkçülüğün üzerinde ne kadar dursak az olduğuna inanıyoruz. Belki şu olmuştur, bir şeyi çok söylerseniz gına getirir. Ama ben ona dikkat etmeye çalıştım."
Devlet Mezarlığı.
Askerî İdare, 12 Eylül'den sonra kanun çıkararak "Devlet Mezarlığı" yapımını başlattı. Zira Kenan Evren; "Anıtkabir'in Mustafa Kemal Atatürk için yapıldığını, orada sadece Atatürk'ün mezarının bulunması gerektiğini, Anıtkabir'in mezarlık hâline gelmemesi gerektiğini" düşünüyordu. Devlet Mezarlığı, Evren'in cumhurbaşkanlığı döneminde 30 Ağustos 1988 günü törenle açıldı. İnönü ailesinin isteği dikkate alındı ve İsmet İnönü'nün mezarı Anıtkabir'de bırakılırken diğer 12 mezar Anıtkabir'den kaldırılıp başka yerlere nakledildi. Eski cumhurbaşkanları ve Türk Kurtuluş Savaşı kumandanlarının naaşları da Devlet Mezarlığı'na nakledildi.
1402'likler.
6 Kasım 1981'de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile YÖK kuruldu. Bundan sonra 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun 2301 ve 2766 sayılı Kanun'la değişik maddelerince özellikle solcu olduğu düşünülen 71 üniversite personeli YÖK tarafından görevden uzaklaştırıldı. İlk uzaklaştırmalar Şubat 1983'te başladı. Genelkurmayın açıklamalarına göre toplam 4.891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent 1402'lik olmuştur.
Kürtaj hakkı.
Kenan Evren liderliğindeki Askerî İdare, Türkiye'de uzun yıllardır var olan kürtaj yasağını kaldırdı. 27 Mayıs 1983 tarihinde çıkarılan yasayla kürtaj yasal hâle geldi.
MHP Davası.
Askerî müdahalenin ardından diğer bütün siyasi partiler ile birlikte Milliyetçi Hareket Partisinin de siyasi faaliyette bulunması yasaklanmış, 16 Ekim 1981 tarihli Millî Güvenlik Konseyi (MGK) kararıyla siyasi partiler temelli kapatılarak mallarına el konmuştur. 29 Nisan 1981 tarihinde ise MHP ve Ülkücü Kuruluşlar hakkındaki soruşturma sonrasında 945 sayfalık bir iddianame ile "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası" açılmıştır. Dava 5 yıl 11 ay 8 gün sürmüş, 333 duruşmaya sahne olmuş ve 7 Nisan 1987'de sonuçlanmıştır. Ankara 1 Numaralı Askerî Mahkemesi'nde görülen 392 sanıklı davada MHP lideri Alparslan Türkeş'e 11 yıl 1 ay 10 gün hapis cezası verilmiştir. Partinin Genel İdare Kurulu üyelerinin tamamı beraat etmiş, 5 sanık hakkında idam cezası verilmiştir. 150 sanığın beraat ettiği davada 9 sanık hakkında müebbet hapis, 219 sanık hakkında 6 ay ile 36 yıl arasında değişen hapis ve 6 sanık hakkında da görevsizlik kararı verilmiştir. 3 sanık hakkındaki dava düşerken 2 sanık da yargılama sırasında ölmüştür.
Yargılama süresi içinde kalbinden rahatsızlanan Türkeş, 29 Mayıs 1983'te Mevki Askerî Hastanesi'ne kaldırılmıştır. 4 yıl 5 ay 28 gün tutuklu kalan MHP lideri, 9 Nisan 1985 günü tahliye edilmiştir.
Bilanço.
Darbe sonrasında 650.000 kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi ve 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 48'i (24 adli suçlu, 15 sol, 8 sağ, 1 ASALA militanı) askerî idare döneminde, 2'si (sol) sivil idare döneminde olmak üzere 50 mahkûm asıldı. 71 bin kişi Türk Ceza Kanunu'nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı, 98 bin 404 kişi "örgüt üyesi olmak" suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi "sakıncalı" olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi "siyasi mülteci" olarak yurt dışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin "işkenceden öldüğü" belgelendi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi öldü. 937 film "sakıncalı" bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. Gazetecilerden toplam 12.848.000.000 lira tazminat istendi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü.
1982 Anayasası.
23 Ekim 1981'de açılan Danışma Meclisi, yeni anayasayı hazırlamaya başladı. Kenan Evren, Anayasa'nın ilk üç maddesinin "değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini" dördüncü madde olarak taslağa ekletti. Cumhurbaşkanlarının iki dönem görevde kalmalarını sağlayan maddeyi "bir dönem" olarak değiştirtti. Anayasa'daki cumhurbaşkanı yetkilerinin "az olmasını" ise ileride, Anıları'nın dördüncü cildinde şöyle açıklayacaktı:"Anayasa'yı düzenlerken cumhurbaşkanına verilen yetkilerin kısıtlı olmasına ben sebep oldum. İleride bu makama gelecek olanlar bu yetkileri suistimal eder diye düşündüm, onun için fazla yetki ile donatılmasını uygun görmedim."Hazırlanan ve son şeklini alan 1982 Anayasası, 18 Ekim 1982 tarihinde Millî Güvenlik Konseyi tarafından kabul edildi. Anayasa'nın halkın onayına sunulmasından önce Evren bazı illere gidip konuşmalar yaptı. Anayasa'nın çeşitli başlıklarını halka anlattı. Oy kullanırken iki renk olacaktı: Mavi renk, "hayır"; beyaz renk, "evet" demekti. Evren yaptığı konuşmalarla halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin etti, verilecek beyaz oylarla Anayasa'nın kabul edilmesini istedi. Evren, referandumdan iki gün önce de radyo ve televizyondan bir konuşma yaparak Anayasa'ya destek istedi. Anayasa, 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halk oylamasında %8,63 "RED" oyuna karşılık %91,37 "KABUL" oyuyla kabul edildi. Evren, yürürlüğe giren Anayasa'nın 1. geçici maddesi uyarınca yedi yıllık bir süre için Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı ve 9 Kasım 1982 günü göreve başladı. Hemen sonra 21 Kasım 1982'de Ordu'ya giden Evren, oylama sonuçlarını şöyle değerlendirdi:"Bu reyler Orgeneral Kenan Evren'e verilmedi. Bu reyler bizlere, Konsey üyelerine verilmedi. Bu reyler şunun için verildi: Millet huzur ve güven istiyor, huzur ve güven için verildi! Bu oylar devlet otoritesinin sağlanması için verildi! Bu oylar Atatürkçülük için verildi! Ve yine bu oylar birbirleriyle kavga eden, her gün birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döken ve değil selamlaşmak, el sıkmayı bile yapamayan kişilerden memnun kalınmadığını belirtmek için verildi. Bu millet artık kavga değil, kardeşlik ve huzur bekliyor."Anayasa'nın kabulünün önemli sebebi olarak ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmeleri ifade edilir.
Kabul edilen Anayasa'da bulunan; Askerî Yönetim döneminde Millî Güvenlik Konseyi, Hükûmet ve Kurucu Meclis üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, 2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumuna kadar kaldırılmadı.
Etkileri.
Spora etkileri.
13 Eylül 1980 tarihli Tercüman gazetesi, Millî Güvenlik Konseyinin spor konusundaki kararını okuyucularına şöyle aktardı: "Bu hafta sonu yapılacak bütün spor faaliyetleri yasaklanmıştır. Durum ve şartlara göre bilahare izin verilecektir." Spor etkinlikleri durduruldu. Futbolda 1. Lig ve 2. Lig'e ara verildi. 1. Lig'in bir haftalık aranın akabinde devam etmesi uygun görülse de Türkiye millî futbol takımının İzlanda ile oynayacağı maç nedeniyle ara uzadı.
Türkiye bir süredir İzmir'de İslam ülkelerini ağırlamaya hazırlanıyordu. 12 Eylül'le gelen Askerî Yönetim bu oyunlara izin verdi. 1. İslam Ülkeleri Spor Oyunları, 28 Eylül-5 Ekim tarihleri arasında Türkiye'de düzenlendi.
Millî Güvenlik Konseyi bu dönemde Gençlik ve Spor Bakanlığına Albay Hüsamettin Yılmaz'ı, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğüne Albay Yücel Seçkiner'i getirdi.
Kenan Evren, 21 Mayıs 1981'de Genelkurmay Başkanlığında şampiyon güreşçileri kabul etti. Evren yaptığı konuşmada, "1. Lig'i 20 takım yapın ve Ankaragücü'nü lige alın." dedi. 13 Mayıs'ta Türkiye Kupası'nı kazanan Ankaragücü'nün 3 Haziran'da Devlet Başkanlığı Kupası'nı da kazanması durumunda "2. Lig'de kalmasının üzücü olacağını" söyledi. Daha sonra, Türkiye Futbol Federasyonu 2 Haziran 1981'de yaptığı toplantıda Ankaragücü'nün 1. Lig'e alınmasını kararlaştırdı. Ankaragücü, ertesi gün oynanan final maçında Devlet Başkanlığı Kupası'nı da kazandı.
Sivil idareye geçiş.
Zincirbozan.
1983'te siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verildi. Ancak Millî Güvenlik Konseyinin yayımladığı 31 Mayıs 1983 tarih ve 79 sayılı kararla Adalet Partisinden Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem Ceyhun, Saadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri Çağlayangil; Cumhuriyet Halk Partisinden Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur; Büyük Türkiye Partisinden Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan olmak üzere 16 eski siyasetçi 121 gün süreyle Çanakkale'nin Lapseki ilçesindeki Zincirbozan askerî üssünde zorunlu ikamete tabi tutuldu.
Millî Güvenlik Konseyinin yeni kurulan partilerin kurucularını veto etmesi ve bazı partilerin ülke genelindeki gerekli teşkilatlanmayı seçim dönemine yetiştirememeleri nedeniyle 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Büyük Türkiye Partisinin devamı niteliğinde olan Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi ve Refah Partisine "Yasaklılar"; Konsey tarafından genel seçimlere katılmaları uygun bulunan Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'ın liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp'ın liderliğindeki Halkçı Parti ve 24 Ocak kararlarını hazırlayan Turgut Özal'ın liderliğindeki Anavatan Partisine "İcazetliler" veya "6 Kasım Partileri" denildi.
1983 genel seçimleri.
6 Kasım 1983 genel seçimlerini Anavatan Partisi kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Milliyetçi Demokrasi Partisi de sürpriz bir şekilde üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrasi Partisi de Meclise girdi. Daha sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Partiyi kurdu.
Sıkıyönetim uygulamasının kaldırılması.
Sıkıyönetim uygulamasının tarihlere göre kaldırıldığı iller:
Darbenin yargılanması.
Darbe sonrası hazırlanan 1982 Anayasası'nda yer alan geçici 15. madde ile 12 Eylül'ü gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi ile bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş Hükûmet ve Kurucu Meclis üyeleri hakkında dava açılması engellenmişti.
Sacit Kayasu'nun iddianamesi.
2000 yılında Adana Savcısı Sacit Kayasu, Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. Fakat Kayasu'nun iddianamesi kabul edilmedi. Kayasu ilk olarak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kınama cezası aldı. Daha sonra Yargıtay tarafından "görevi kötüye kullanmak" ve "askerî kuvvetleri tahkir ve tezyif" suçundan mahkûm edilen Kayasu'yu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu meslekten ihraç etti. Avukatlık yapma hakkı dahi elinden alınan Kayasu, ihraç kararı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde dava açtı. 2008'de sona eren davada "ifade özgürlüğünü kısıtladığı" için Türkiye 41 bin avro tazminata mahkûm edildi.
2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumu.
Mayıs 2010'da Meclisten geçen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından halkoyuna sunulan 26 maddelik anayasa değişikliği paketindeki maddelerden biri de "geçici 15. madde"nin kaldırılmasıyla ilgiliydi. Bu maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylül Darbesi ile ilgili iddia edilen suçların zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı.
Referandum sonucu değişikliklerin kabul edilmesiyle (%57,88 "evet") 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler ve bazı kişiler 12 Eylül'ü yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980'de ülke yönetimine el koyan ve 7 Aralık 1983 tarihine kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya'nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu hâlinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu'nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi..." ile 7 Nisan 2011 tarihinde ilk soruşturmayı başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde darbenin yargılanmasına başlandı. Davaların sonucunda, 2014 yılında, Evren ve Şahinkaya mahkeme tarafından müebbet hapis cezası aldı. Karar sonrası temyize gidildi, bu süreçte hem Evren hem Şahinkaya öldü. Bunun üzerine Yargıtay 16. Ceza Dairesi, kamu davasını ortadan kaldırdı ve sanıkların ölümünden dolayı davanın düşürülmesine karar verdi. Kararlar kesinleşmedi. Ayrıca Yargıtay, Evren ve Şahinkaya'nın rütbelerinin sökülmesine ve mal varlıklarına el konulmasına yer olmadığını hükmetti. Davanın müdahillerinden olan Devrimci 78'liler Federasyonu, davadan vazgeçmeyeceklerini ve 57 ilde "işkence" iddiasıyla açılan davaları yakın takipte tutacaklarını belirtti.
15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası.
Kenan Evren'in ifadesini alan dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'ya dava açan dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı, açılan davaya ilk bakan hâkimler ve iddia makamında bulunan savcılar, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası "Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması" kapsamında meslekten ihraç edildi. Daha sonra bazıları yargılandı ve mahkûm oldu.
Evren ve Şahinkaya hakkındaki davayı 3 Ocak 2012'de özel yetkili eski Ankara Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin açmıştı. Çetin, iddianamesinde, hayatta olan dönemin Millî Güvenlik Konseyi Başkan ve Üyesi olan iki şüphelinin “Anayasa'yı değiştirmek” suçundan ayrı ayrı ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmasını talep etmişti. Hayatta olmayan MGK üyesi emekli orgenerallerden Osman Sedat Celasun, Nurettin Ersin ve Mehmet Nejat Tümer hakkında takipsizlik kararı verilmişti. Davayı açan Savcı Çetin, 15 Temmuz'dan sonra Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararıyla önce açığa alındı, 31 Ağustos 2016 tarihli kararla meslekten ihraç edildi, ardından tutuklandı.
12 Eylül Davası'na ilk bakan mahkeme, özel yetkili Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi olmuştu. Mahkeme Heyetine Hâkim Süleyman İnce başkanlık ederken hâkimler Gürcan Acar, Abdulkadir Çakır, Muhammet Alabaş ve Ali Ertan üye olarak aynı mahkemede görev yapmışlardı. Mahkeme Başkanı İnce ve üye hâkimler Acar, Alabaş ve Ertan HSYK'nin 24 Ağustos tarihli kararı, diğer bir üye hâkim Çakır ise HSYK'nin 31 Ağustos tarihli kararıyla meslekten ihraç edildi. Hâkim İnce yargılandı ve 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Mahkemede iddia makamında, eski Ankara Cumhuriyet Savcıları Cemil Tuğtekin ile Selçuk Kocaman görev yapmıştı. Tuğtekin 24 Ağustos 2016, Kocaman 31 Ağustos 2016 tarihli HSYK kararlarıyla meslekten ihraç edildi. Kocaman, Evren ve Şahinkaya hakkında ağırlaştırılmış müebbet verilmesini içeren esas hakkındaki mütalaayı da vermişti. Kocaman daha sonra tutuklandı ve hakkında iddianame düzenlendi.
Dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Albay Muharrem Köse, 15 Temmuz sonrasında, "darbe girişiminin planlayıcısı olduğu" gerekçesiyle tutuklandı ve Millî Savunma Bakanlığı kararıyla meslekten ihraç edildi. Yargılama sonucunda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Evren'in ifadesini alan kişi, dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hüseyin Görüşen olmuştu. Görüşen, "FETÖ soruşturması"nda HSYK kararıyla önce açığa alındı, sonra da 24 Ağustos 2016'da meslekten ihraç edildi. Tutuklanıp yargılanan Görüşen, 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Şahinkaya'nın ifadesini alan kişi, dönemin özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Fikret Seçen olmuştu. Seçen, 15 Temmuz sonrası meslekten ihraç edildi, yurt dışına kaçtı, gıyabında yargılandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15431",
"len_data": 82822,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.56
}
|
Kimyada, sülfür terimi -2 yükseltgenme seviyesinde kükürt içeren kimyasal bileşiklerin birkaç tipi için kullanılır.
Sülfür, İngilizce "sulfide" terimine karşılık geldiği için bazen hatalı olarak sülfit olarak Türkçeye çevrilir; sülfit SO3- iyonunun, sülfür ise S2- iyonunun ismidir. Keza, İngilizce "sulfur" sözcüğünün Türkçeye "kükürt" yerine "sülfür" olarak çevrilmesi (kükürt dioksit yerine sülfür dioksit gibi) hatalıdır ve yanıltıcı olabilir.
Hidrojen sülfür (H2S) veya Li2S, Na2S ve K2S gibi alkali metal tuzlarının kuvvetli alkali çözeltilerinde sülfür anyonu S2- bulunur. Sülfür son derece baziktir, pKa'sı 14'ten büyük olduğu için çok alkalin çözeltilerde bulunmaz, pH ~15'in (8 M NaOH) altında varlığı saptanamaz. Sülfür, iyonlaşmak yerine, sudaki hidrojen ile birleşip HS- iyonunu oluşturur, buna hidrojen sülfür iyonu, hidrosülfür iyonu, sülfhidril iyonu veya bisülfür iyonu denir. Daha düşük pH'lerde (<7), HS-, H2S yani hidrojen sülfüre dönüşür.
Sulu çözeltilerde geçiş metallerinin katyonları, sülfür kaynakları (H2S, NaSH, Na2S) ile tepkiyerek katı sülfürler olarak çökelirler. Bu inorganik sülfürlerini suda çözünürlüğü çok düşüktür ve bunların çoğu minerallerle ilişkilidir. Bunun iyi bilinen bir örneği kadmiyum sarısı olarak bilinen parlak sarı boya malzemesinde kullanılan CdS'dir. Gümüşün kararması ile Ag2S meydana gelir. Bu bileşiklere bazen tuz olarak değinilse de, aslında geçiş metal sülfürlerindeki bağ yapısı çok büyük oranda kovalenttir. Bu bağ yapısı nedeniyle bu malzemelerin yarı iletken özellikleri vardır.
Organik kimyada "sülfür" terimi genelde C-S-C bağlantısı için kullanılabilir ama "tiyoeter" terimi daha az muğlaktır. Örneğin dimetil sülfür (CH3-S-CH3) adlı tiyoeter, metiltiyometan olarak da adlandırılabilir. Bazen sülfür terimi -SH fonksiyonel grubu için de kullanılabilir. Örneğin metil sülfür, CH3-SH anlamına gelebilir. Tercih edilmesi gereken adlandırma biçimi "tiyol" veya "merkaptan" terimini içermelidir, örneğin metantiyol veya metil merkaptan gibi.
Disülfür teriminin farklı anlamları akıl karıştırıcı olabilir. Molibdenum disülfür, +4 yükseltgenme seviyesinde molibdenum ile ilişik durumda ayrı sülfür merkezlerden oluşur. Buna karşın demir disülfür, +2 seviyesinde demir ile ilişik S22- veya S--S-'den oluşur. Dimetildisülfürdeki bağlar CH3-S-S-CH3 şeklindedir, ama karbon disülfürde S-S bağı yoktur, yapısı S=C=S şeklindedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15438",
"len_data": 2384,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.27
}
|
Kükürt, simgesi S, atom numarası 16 olan, limon sarısında ametal, yalın katı bir elementtir.
Kükürt doğada yaygın olarak bulunan bir elementtir (yer kürenin % 0,06'sını oluşturur). Özellikle en önemli kükürt yataklarının yer aldığı Sicilya, Louisiana ve Japonya'da eski volkanların yakınında, alçı taşı ya da kireç taşı katmanları arasında doğal halde bulunur. Çoğunlukla metallerle birleşmiş olarak görülür. Demir, bakır, kurşun ve çinko sülfürler, bu metallerin en önemli cevridir. Kalsiyum sülfatı ya da başka deyişle alçıtaşını saymak gerekir.
Doğada çeşitli bileşikler halinde bulunan kükürt dahilen hafif laksatif olarak kullanılır. Dıştan sürüldüğü zaman (losyonlar, merhemler) asalakları öldürücü seboreyi giderici ve keratin eritici nitelikler gösterir. Pek çok maddelerin moleküllerinde bir ya da birçok kükürt atomu bulunur. Kükürdün varlığı bu maddelere sülfamit örneğinde olduğu gibi bakteri öldürücü özellikler kazandırır.
Kükürt gidermek bir maddeyi bileşiminde bulunan kükürtten ya da bir sülfürden arındırmak (dökme demirde bulunan kükürt kireç ferromanganez ya da sodyum karbonat katılarak giderilir). Kükürt sütü bir asidin hiposültid üzerine etkimesi sonunda oluşan kolodal kükürt asıltısıdır. Çubuk kükürt, silindir biçiminde dökülmüş kükürttür.
Hidrojenle kükürt giderme bir benzinin bir mazotun kükürdünü bir katalizör eşliğinde gidermek için hidrojen kullanan arıtma yöntemidir. Kükürt taşı aşırı derecede kükürtlenmiş şaraplarda duyulan hoşa gitmeyen taddır.
Kükürt, antikçağda bilinen dokuz yalın cisimden biriydi. Kükürdün kimyasal bir element olduğu 1777'de Lavoisier'dan ortaya attı. 1810'a doğru Gay Lussac ile Thenard tarafından deneysel olarak doğrulandı. Kükürt tatsız, kokusuz bir katıdır, ısı ve elektriği iyi iletmez. Sıcak suya bir parça kükürt atıldığında hafif çatırtılar çıkar ısıtıldığında 113° dereceye doğru eriyerek açık sarı bir sıvı verir, bu sıvı daha yüksek sıcaklıkta ağdalı bir kıvama erişerek esmerleşir. 220° dereceye doğru kararır ve akışkanlığını yitirir. Daha sonra akışkanlığını yeniden kazanmasına karşın rengini korur ve 444,6° derecede kaynar buharının yoğunluğu sıcaklığa göre değişir. Kükürt molekülündeki atom sayısının değiştiğini de gösterir. Suda çözünmemesine karşın benzende hafifçe çözünür ama en önemli çözücüsü karbon sülfürdür.
Kükürt kimyasal olarak oksijenle birçok benzerlik gösterir ve bileşmelerde oksijenin yerine geçer. Ama daha az elektronegatifdir; Metaller, oksijenle olduğu gibi kükürt buharında yanarak sülfürleri meydana getirir. Nitekim demir talaşı ve kükürt çiçeği hafifçe ısıtıldığında akkor hale gelerek yapay demir sülfürüne dönüşür. Kükürt oksijen ve halojenlere karşı elektropozitiftir.
Kükürdün birçok kullanım alanı vardır. Ham kükürdün büyük bölümü, kükürt dioksit gazı, sülfürik asit, karbon sülfür, tiyosülfat vb. üretiminde kullanılır. Arı kükürt, kara barut ve havai fişeklerin bileşimine girer. Kükürtten ayrıca kibrit yapımında, kauçuğun kükürtlenmesinde, ebonit üretiminde yararlanılır. Bu aralarda bağlarda görülen külleme hastalığına karşı yapılan kükürtleme ile deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan pomat ve şampuanların hazırlanmasında kükürtten yararlanıldığını özellikle belirtmek gerekir. Kükürt dioksit, amfizemin ve süreğen bronşitlerin oluşumunda önemli rol oynar, çocuklarda solunum hastalıklarının sayısını artırır. Bitkilerde oldukça kısa süreli temaslarda yaprak nekrozlarına neden olur. Daha düşük yoğunlukta, ama daha uzun süreli temaslarda metabolizma etkinliğinde azalma yapar.
Kükürt, hem dahilen hem de haricen kullanılan bir halk ilacıdır. Uyuz ve egzamada mangal külüyle karıştırılan kükürt, zeytinyağıyla pomat yapılarak hasta bölgeye sürülür. Alerjiye karşı toz kükürt, leblebi unu ya da balla karıştırılarak hastaya yedirilir. Yanıklarda bir miktar kükürt kireçle karıştırılıp pomat haline getirilerek deriye sürülür. Kulak hastalıklarını sağaltmak için, çocuk düşürmek içinde kullanılır. Anadolu'nun bazı yörelerinde hayvan uyuzunda ve hayvanların mide bağırsak parazitlerini düşürmek üzere de dahilen kükürt kullanılır.
Kükürt ve insan vücudu.
Kükürt Minerali' nin Görevi: Bağ dokusu, deri, tırnak üretimi, kan şekeri seviyesinin kontrolü, vücudun zehirlerden temizlenmesi, safra üretimi. Sağlıklı saç, cilt ve tırnaklar için gereklidir. Oksijen dengesinin muhafazasına yardımcı olur, bu da beyin fonksiyonları için çok önemlidir. Sülfür aynı zamanda B-grubu vitaminlerinin işlevlerini yerine getirmesine ve karaciğerde safranın salgılanmasına yardımcı olur.
Kükürt yatakları.
Kükürt, doğada bol bulunan bir elementtir; taş kürenin %0,06'sını oluşturur. Özellikle en önemli kükürt yataklarının yer aldığı Sicilya, Luisiana ve Japonya'da eski volkanların yakınlarında, alçı taşı, kireç taşı katmanları arasında doğal halde bulunur. Türkiye'de Keçiborlu'da Etibank tarafından kapatılan ocaklar 2008 yılında tekrar açılmıştır.
Kükürt izotopları.
Kükürtün 23 bilinen izotopları vardır. Bunların dördü kararlıdır: 32S (% 95,02), 33S (% 0,75), 34S (% 4,21) ve 36S (% 0,02). 35S dışında, kükürtün radyoaktif izotopları oldukça kısa ömürlüdür. 35S atmosferde 40Ar'un kozmik ışınlarla parçalanmasıyla oluşur. Bunun yarılanma süresi 87 gündür. Bir sonraki uzun ömürlü radyoizotop, 170 dakikalık bir yarılanma süresi ile, kükürt-38'dir. Yarılanma süresi 200 nanosaniye ile en kısa ömürlü radyoizotop, kükürt-49'dur.
Bileşikler.
Kükürt aralığının yaygın oksidasyon durum’ları -2 ile +6 arasındadır. Kükürt, soy gaz’lar hariç tüm elementlerle kararlı bileşikler yapar.
Allotroplar.
Kükürt diğer elementlerden daha çok olarak 30’dan fazla katı allotrop oluşturur. S8 dışında birkaç başka halka da bilinmektedir.
Taçtan bir atomun çıkarılması S8'den daha koyu sarı olan S7'yi verir. "Elemental kükürt" HPLC analizi, esasen S8'den oluşan ancak S7 ve az miktarda S6 içeren denge karışımını ortaya çıkarır.
S12 ve S18 dahil olmak üzere daha büyük halkalar hazırlanmıştır.
Amorf veya "plastik" kükürt, erimiş kükürtün hızlı soğutulmasıyla, örneğin soğuk suya dökülmesiyle üretilir. X ışını kristalografisi çalışmaları, amorf formun tur başına sekiz atomlu sarmal bir yapıya sahip olabileceğini gösterir. Uzun sarmal polimerik moleküller kahverengimsi maddeyi elastik yapar ve yığın halinde bu form ham kauçuk hissi verir. Bu form oda sıcaklığında yarı kararlıdır ve kademeli olarak artık elastik olmayan kristalin moleküler allotropa geri döner. Bu süreç birkaç saat ila birkaç gün arası bir zaman aralığında gerçekleşir ancak hızla katalize edilebilir.
Polikasyonlar ve polianyonlar.
Kükürt kuvvetli asidik çözeltide hafif oksitleyici maddelerle reaksiyona girdiğinde S82+, S42+ ve S16 2+ kükürt polikatyonları üretilir. Oleum içinde sülfürün çözülmesiyle üretilen renkli çözeltiler ilk olarak 1804 gibi erken bir tarihte C.F. Bucholz tarafından raporlandı ancak ilgili polikatyonların renginin ve yapısının nedeni ancak 1960'ların sonlarında bulundu. S82+ koyu mavi, S42+ sarı ve S162+ kırmızıdır.
Radikal anyon S3−, lapis lazuli mineralinin mavi rengini verir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15439",
"len_data": 6980,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.43
}
|
Marek Heinz (d. 4 Ağustos 1977 Olomouc) Çekyalı eski millî futbolcudur.
Kariyeri.
Kariyerindeki en başarılı performansını Euro 2004'te takımını yarı finale kadar taşıyan oyunculardan birisi olarak gösterdi. Marek Heinz, Sigma Olomouc, Hamburg, DSC Arminia Bielefeld, Baník Ostrava ve Borussia Mönchengladbach formaları giydi. Takımında sol kanatta hücuma dönük oynayan futbolcu, 2005-2006 sezonu başında Galatasaray'a transfer oldu. Galatasaray'da bekleneni veremeyen futbolcu, 2006-2007 sezonunda Fransız Saint-Étienne takımıyla üç yıllık sözleşme imzalamıştır.
1.87 m. boyunda ve 81 kg olan Çek futbolcunun son 6 sezondaki performansı şöyle:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15440",
"len_data": 643,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.36
}
|
Kadirilik ya da Kadiriyye (Osmanlı Türkçesi: قادريه), Seyyid Abdulkâdir Geylânî tarafından 12. yüzyılın başlarında kurulan tarikattır.
Kâdiriyye Tarikatı.
""Bazu'l-Eşheb"" ve ""Gavsu'l-'Azam"" olarak da bilinen Abdulkâdir Geylânî yolunun takipçileri tarafından 12. yüzyılda kuruldu. İslâm tarihinde sesli zikir yapan tarikatlardan kabul edilmektedir. Sesli zikir yapılması nedeniyle "Cehrî tarikatlar" arasında sayılır.
Tarikatın ortaya çıkışının öyküsü: Bir gün İslam peygamberi Muhammed, Ali bin Ebû Talib ile otururlar iken:
-"Ey Ali! Gözlerini yum ve beni dinle. Sonra bu söylediklerimi üç defa da sen söyle ben dinleyeyim." dedi. Sonra gözlerini yumarak yüksek sesle üç defa:
-"La ilahe illallah" dedi. Daha sonra Ali gözlerini yumdu ve yüksek sesle üç defa:
-"La ilahe illallah" dedi. Muhammed de Aliyi dinledi.
Tarîkati 'Aleviyyeyi Kâdirînin bir kolu bu şekilde zuhur edip şecerede ismi geçen Meşâyihi Kirâm vasıtasıyla Mehmet Baba ile günümüze kadar gelmiştir. Kadirilik birçok kola ayrılarak günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Bu kolların en bilinenleri Halisa, Eşrefîlik "(Rûmîlik)" ve Esedîlik'tir.
Kadirî tarikat silsilesi.
Birinci silsile.
Abdülkâdir Geylânî'nin tasavvuf alanındaki mürşidi Ebu Saîd el-Mübarek b. Ali el-Mahzûmî idi.
İkinci silsile.
Abdulkâdir Geylânî'den daha sonraya uzanan ve Hacı Bayram-ı Veli ile devam eden kollardan biri ise aşağıdaki şekilde verilmektedir.
Üçüncü silsile.
Halisa Kolu.
18. Cemalü'l Irak Es-seyid Abdurrezzak 18. Ebu Bekir Abdulaziz
19. Osmanü'l Geylani 19. Muhammedüni'l-Hattak
20. Yahya El-Basri 20. Es-seyyid Şemseddin
21. Nureddini'ş-Şami 21. Es-seyyid Şerafeddin
22. Abdurrahmanil Haselani 22. Es-seyyid Zeyneddin
23. Burhaneddin-iz Zenceri 23. Es-seyyid Veliyeddin
24. Es-seyyid Muhammed 24. Nureddin Ma'sumilmedeni
25. Es-seyyid Abdurrezzakül 25. Hüsameddin Hamevi
26. Hüseyni'l Ezmirani 26. Es-seyyid Yahya
27. Ahmedi Muhammed Hindil Lahuri 27. Ebu Bekrini'l Bağdadi
28. Mahmudüz Zengine-i Talabani 28. Muhammed Derviş
29. Ahmedet Talabaniyul Kerküki 29. Es-seyyid Zeyneddin
30. Ziyaeddin Abdurrahmani Halis Talabani 30. Mustafa El-Bağdadi
31. Dede Osman Avni Baba Urfavi 31. Süleyman el Bağdadi
32. Hacı Ömer Hüdai Baba Köğengi 32. Aliyyü'l Bağdadi
33. Muhammed Baba Kürki
34. Mustafa Hayri Baba Malatyevi
35. Şeyh Seyyid Zûlcenâheyn Abdullah
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15445",
"len_data": 2341,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.49
}
|
Muhyîddîn Ebû Muhammed Abdülkādir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî ya da daha bilinen adıyla Abdülkādir Geylânî (1077-21 Şubat 1166, Bağdat; Arapça: عبد القادر الجيلانى, Farsça: عبد القادر گیلانی), Büyük Selçuklu Devleti döneminde, günümüz İran'ının Hazar Denizi kıyısındaki Gilan Eyaleti'nde doğan bir âlim ve mutasavvıf olan Kadiriye tarikatının kurucusu ve İslam filozofu. Türbesi Bağdat'tadır.
Kimliği.
Fars kökenli Sünni Hanbeli bir sufi idi. "Muhyîddîn, Gavsu'l-'Azam, Kutbu Rabbânî, Sultanu'l-Evliyâ, Kutbu 'Azam ve El-Bâz el-Eşheb" gibi lâkapları vardır. Babası Ebû Sâlih Mûsâ Zengîdost'tur. Peygamber torunu Hasan bin Ali'nin oğlu olan Hasan el-Musennâ'nın oğlu Abdullah el-Kâmil'in soyundan olduğu iddia edilmekle birlikte, kendisinin Bağdat'ta "'Acemî" yani "Arap olmayan" olarak tanınması gibi hususlardan dolayı şecerenin sonradan oluşturulduğunu öne sürenlerin olduğu belirtilmektedir.
Hayatı.
Abdülkâdir Geylânî, 1077 yılında Gilan Eyaleti'nin Neyf köyünde doğdu. Babası küçük yaşta ölen Geylânî, 1095 yılında Bağdat'a gitti. Çok küçük yaşlardan itibaren farklı bir yapısı olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Bağdat'ta dönemin tanınmış âlimlerinden dersler alarak hadis, fıkıh ve tasavvuf eğitimini geliştirdi.
Hocalarından Ebu Said Mahzumi'nin medresesinde haftada üç gün pazartesi, salı ve cuma gecesi verdiği dersleri ve vaazları çok yoğun ilgi görmüştür. İslam tasavvufunu herkesin anlayacağı şekilde sundu. Önceden Şafii mezhebi'nde idi. Hanbelî mezhebi unutulmak üzere olduğundan Hanbeli mezhebine geçti ve bu tercihi mezhebin yayılmasında etkin bir yeri olmuştur.
Ailesi.
Abdülkadir Geylânî çok sayıda kız ve erkek çocuk sahibi olmuştur. Onlar vasıtasıyla Kadirilik tarikatı Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'ya yayılmıştır. Oğullarından ""Ebu Abdurrahman Şerafeddin İsâ"" Mısır'a yerleşmiş olup Mısır'daki Kadirî Şerîflerin dedesi olduğu ve Abdülkādir Geylânî'nin torunlarının, Kuzey Afrika'da daha çok "Şerif", Irak, Suriye ve Anadolu'da ise "Seyyid" ve "Geylânî" diye anıldığı iddia edilmektedir.
Eserleri.
Su eserlerin de Abdülkadir-i Geylânî atif edilebilmektedir:
Ölüm ve cenaze.
Abdülkadir Geylânî,21 Şubat 1166'da 87 yaşında öldü. Cenazesi, Irak'ın Bağdat kentinde Dicle'nin doğu kıyısında, Rusafa'daki Babul-Şeyh medresesindeki bir türbeye defnedildi. Safevi I. Şah İsmail döneminde, Geylânî'nin mezarı yıkıldı. Ancak 1535 yılında Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman hala ayakta olan türbenin üzerine bir kubbe yaptırmıştır.
Doğum gününün kutlanması ve ölüm yıldönümünde anılması.
1 Ramazan Geylânî'nin doğum günü olarak kutlanır, ölüm yıl dönümü 11 Rabi'u't-Sani'dir, bazı alimlerin 29 Şa'ban ve 17 Rabi'tu't- Sani'ye verirler. Hindistan alt kıtasında, onun "urs" veya ölüm yıldönümüne Giyarwee Shareef veya Onurlu Gün denir.
Popüler kültürdeki yeri.
2023'te Tabii'de yayınlanan "Hay Sultan" adlı dizide Mehmet Özgür tarafından canlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15446",
"len_data": 2927,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.36
}
|
Millî Gazete, 12 Ocak 1973 tarihinde İstanbul'un Cağaloğlu semtinde kiralık bir binada Hasan Aksay tarafından yayın hayatına başladı. Kendi matbaası olmadığı için baskısını bir süre diğer gazetelerin tesislerinde sürdürdü.
1978 yılında Topkapı'da kendi tesislerini kurarak yayınına buradan devam etti. 1999 yılında Bahçelievler'deki tesislerine taşınan gazete yayınını hâlen 40.000 metrekarelik arazi üzerine kurulmuş olan bu tesislerden sürdürmektedir.
Kurucu ve yeni kadroları.
"Millî Gazete"'yi çıkaran gazeteciler ve yazarlar şunlardır:
4 Mayıs 1973'te Necip Fazıl Kısakürek yazılarına başladı.
İlk Yazarlar: Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Prof. Dr. Saffet Solak, Prof. Dr. Osman Turan, Osman Yüksel Serdengeçti, Süleyman Arif Emre, Hulusi Özkul, Şule Yüksel Şenler, Abdülkadir Kocamanoğlu, Ali Oğuz, Ahmet İhsan Genç, Mustafa Müftüoğlu, A. Hikmet Güner, Bekir Sadak, Sezai Karakoç, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Asaf Ataseven, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Ahmet Suphi Fırat, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören, Erdem Bayazıt, Cevat Ülger, Durali Yılmaz, Sedat Yenigün, İsmet Özel ve diğerleri
Gazete yazarları.
Mehmet Şevket Eygi, Gülay Pınarbaşı, Ali Haydar Haksal, Mustafa Yıldırım, Mevlüt Özcan, Mine Alpay Gün, Elif Örs, Mehmet Biten, Hüseyin Goncagül, Mustafa Topaloğlu, Zeki Ceyhan, Mahmut Toptaş, Reşat Nuri Erol, Abdülkadir Özkan, Prof.Dr.Oya Akgönenç, Süleyman Arif Emre, Selahattin Toprak, Nedim Odabaş, Prof. Dr. Arif Ersoy, Adnan Öksüz, Ahmet Kayır, İlhami Yetiş, Akif Edip, Bekir Gündoğar, Burak Kıllıoğlu, Cafer Keklikçi, Cevat Akkanat, Davut Şahin, Doğan Bekin, Dr. İhsan Alperen, Ebubekir Gülüm, Fatma Tuncer, Hüseyin Altınalan, İsmail Okutan, İbrahim Veli, İsmail Hakkı Akkiraz, İsmail Kıllıoğlu, K. Mete Tiryaki, Mehmet Kurtoğlu, Mustafa Özcan,Mustafa Zahid Ergün, Mustafa Miyasoğlu, Necmettin Bilal, Nedim Odabaş, Osman Aytekin, Prof.Dr.Ata Atun, Prof.Dr.Burhanettin Can, Sadrettin Karaduman, Şakir Tarım, Uğur Civelek, Dr. Necmettin Çalışkan, Hüseyin Akın .
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15450",
"len_data": 2081,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.26
}
|
Belgrad ( , / Bélighrad (Bélergad)), Sırbistan'ın başkenti ve en büyük şehridir. Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği platoda yer almakta olup 1,2 milyonluk merkez nüfusu ve 1,65 milyondan fazla metropolitan nüfusuyla Güneydoğu Avrupa'nın en büyük şehirlerinden biri olan kentin adı "Beyaz Şehir" anlamına gelmektedir. İdari olarak yüzölçümü 3.222,68 km² olan ve ülkenin %3,6'sını kaplayan kent, ülke nüfusun yaklaşık %22,5'ini barındırır.
Belgrad'ın kurulduğu alan, Prehistorik Avrupa'nın en büyük kültürlerinden olan Vinča kültürünün MÖ 6. yüzyıl dolaylarında doğduğu yerdir. Antik dönemde kentin bulunduğu alanda bir Trak-Dak kabilesi olan Singiler yerleşmişken MÖ 279'dan sonra bölgeye gelen Keltler buranın adını "Singidūn" olarak değiştirdi. Roma İmparatoru Augustus tarafından fethedilerek 2. yüzyılın ortalarında şehir hakları ile ödüllendirilen Belgrad 520'li yılların başlarında sürekli olarak Slav akınına uğradı. Stratejik konumu nedeniyle kent antik çağda sayısız Doğu ve Batı ordusunun 115 savaşına sahne oldu ve tarih boyunca 44 kez yerle bir edildi. Orta Çağ süresince Bizans İmparatorluğu, Franklar, Birinci Bulgar Devleti, Macaristan Krallığı ve Sırp Despotluğu hâkimiyetine giren kent 1521'de Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetine girerek bir sancak hâline getirildi ve devletin Avrupa'daki toprakları ile tüm Avrupa'nın en büyük şehirlerinden biri oldu. Kentin büyük bölümü Avusturya-Osmanlı savaşlarında zarar gördü ve bir müddet sonra hâkimiyeti Habsburg Monarşisi'ne geçti. Kentin Sırbistan'ın başkenti unvanını tekrar kazanması Sırp İsyanları sonucunda 1841'de gerçekleşse de şehrin kuzeyi Habsburg Monarşisi'nde kaldı ve 1918'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılana kadar kent 2 parça hâlinde varlığını sürdürdü. Birleşik kent 1918'de Yugoslavya'nın başkenti ilan edildi ve 2006'da ülke tamamen dağılana kadar da bu durumunu sürdürdü.
Günümüzde özerk bir yönetime sahip olan Belgrad'ın Sırbistan'ın idari yapılanmasında özel bir konumu vardır. Metropolitan kent alanı 17 belediyeye ayrılır ve her biri kendine özgü bir yerel konseye sahiptir.
Tarih.
Tarih öncesi.
Zemun'da bulunan yontma taş aletler Belgrad civarının eski taş ve orta taş çağlarında avcı ve toplayıcı topluluklara ev sahipliği yaptığını gösterir. Bu aletlerin bir bölümü modern insanlardansa Neandertallerle özdeşleşen Musteryen tipindedir. Bölgede ayrıca 50.000 ile 20.000 yıl öncesine tarihlenen Orinyasiyen ve Gravetyen aletler bulunmuştur.
Tarımla uğraşan toplulukların bölgeye ilk yerleşimi MÖ 6200 ile 5200 yılları arasında Neolitik Starčevo kültürü ile olmuştur. Belgrad ve civarında kültüre ait birçok kazı alanı vardır, bunlar arasında kültürün adını taşıyan Starčevo da vardır. Starčevo kültürü MÖ 5500-4500 yılları arasında yerini adını yine bölgedeki Vinča-Belo Brdo'dan alan daha gelişmiş bir tarım kültürü olan ve Starčevo kültürünün etkisiyle ortaya çıkan Vinča kültürüne bırakmıştır. Vinča kültürü birçoğu tarih öncesi Avrupa'nın en büyüklerinden olan kurdukları büyük yerleşimlerle tanınır. Vinča Leydisi adlı insan biçimli buluntu, Avrupa'nın ilk işlenmiş bakır objesi olarak bilinir. Bazı bilginlere göre tarih öncesi Vinča sembolleri, alfabenin bilinen ilk formudur.
Antik tarih.
Tarih öncesi Balkanlardaki Traklar ve Daçyalılar Roma'nın bölgeyi fethine kadar bölgeyi yönetmiştir. Trako-Daçyalı "Singi" kabilesinin ikamet ettiği bölge, 279 yılındaki Kelt istilasında Skordiskler tarafından ele geçirildi ve "Singidūn" ("dūn", kale) olarak adlandırıldı. 34-33 yılları arasında Silanus tarafından yönetilen Roma ordusu kente geldi. Kentin adı 1. yüzyılda Romalılarca "Singidunum" yapıldı, 2. yüzyılın ortalarında kent Roma otoritelerince "municipium" ilan edildi ve yüzyılın sonunda tam teşekküllü bir "colonia"ya (en yüksek düzeyde Roma şehri) evrildi. İlk Hristiyan Roma İmparatoru olan "Büyük Konstantin" olarak da bilinen I. Konstantin'in modern Sırbistan'da bir bölgede doğmuş olmasıyla birlikte Hristiyanlığı dirilten Roma İmparatoru Flavius Iovianus da Singidunum'da doğmuştur. Jovian selefi Julianus dönemindeki geleneksel Roma dininin yükselişine son vererek Hristiyanlığı Roma İmparatorluğunun resmî dini olarak tekrar ilan etti. 395 yılında bölge Bizans İmparatorluğu hâkimiyetine geçti. Singidunum'dan sonra Sava kıyısında bir Kelt şehri olan Taurunum (Zemun) bulunuyordu ve Roma ve Bizans zamanından beri "ikiz kardeş" olarak anılan kentler bir köprüyle birbirine bağlandı.
Orta Çağ.
442 yılında Hun İmparatoru Atilla tarafından tahrip edilen kent, 471 yılında Yunanistan'a doğru ilerleyen Büyük Teoderik tarafından alınır. Ostrogotların İtalya'ya gitmek için bölgeden ayrılmasıyla kent Gepidler tarafından alınır ve 539 yılında tekrar Bizans hâkimiyetine geçer. 577 yılında 100.000 kadar Slav Trakya ve Illyricum'a akın etmiş, kentleri yağmalamış ve kentlerin bir bölümüne yerleşmiştir. Kent 582 yılında Avar hükümdarı I. Bayan tarafından ele geçirilmiştir. Bizans kaynağı "De Administrando Imperio"ya göre Beyaz Sırplar ana yurtlarına dönerken Belgrad'da durmuş, "Stratigos"tan toprak talep etmiş, Adriyatik'e uzanan batıda toprak edinmiş ve İmparator Herakleios'a (610-641) bağımlı olmak kaydıyla bölgeyi yönetmişlerdir. Avarlar 9. yüzyılda Franklar tarafından yıkılınca, Taurunum Frank ülkesine katılıp "Malevilla" adını alırken, Singidunum Bizans egemenliğine geri dönmüştür. 878 yılında şehir ilk kez Birinci Bulgar Krallığı tarafından "Beligrad" olarak anılmıştır. 4 yüzyıl boyunca şehir Bizans İmparatorluğu, Macaristan Krallığı ve Birinci Bulgar Krallığı arasında savaşlara sahne olmuştur. II. Basileios (976-1025) şehirde bir garnizon kurmuştur. Birinci ve İkinci Haçlı seferinde orduların konakladığı kent; Üçüncü Haçlı seferinde Friedrich Barbarossa ve 190.000 haçlı askeri Belgrad'ı harap olmuş gördüler.
Stephen Dragutin (1276-1282), kayınpederi Macar Kralı V. István aracılığıyla kenti 1284'te boyundurluğu altına almış ve Srem Krallığı'nın başkenti yapmıştır. Dragutin, tarihte Belgrad'ı yöneten ilk Sırp kralı olarak bilinir. 1371'deki Çirmen Muharebesi'ni takiben 1389'da yapılan I. Kosova Muharebesi'yle birlikte Sırp İmparatorluğu, güney topraklarını fetheden Osmanlı İmparatorluğu karşısında parçalanmaya başlamıştır. Buna karşın başkenti Belgrad olan Sırp Despotluğu yönetimindeki kuzey toprakları direnmeye devam etmiş, kent Sırp prensi Lazar Hrebeljanović'in oğlu despot Stefan Lazarević zamanında bir gelişme kaydetmiştir. Lazarević, surları ve sadece despota ait kulesi olan bir kale inşa ettirmiş ve şehrin antik surlarını onartarak Osmanlılara neredeyse 70 yıl boyunca karşı koyabilmiştir. Onun zamanında şehir Osmanlı hâkimiyetinden kaçan sayıları 40.000-50.000 olduğu düşünülen birçok Balkan kökenli insana sığınak olmuştur.
1427'de Stefan'ın halefi Đurađ Branković Belgrad'ı Macarlara vermek zorunda kaldı ve Smederevo yeni başkent yapıldı. Hükmü süresince Osmanlı İmparatorluğu, Sırp Despotluğu'nun çoğu bölgesine hâkim oldu ve Belgrad başarısızlıkla sonuçlanan ilk Osmanlı kuşatmasına 1440'ta ve ikincisine 1456'da sahne oldu. Osmanlı'nın Orta Avrupa'ya ilerlemesine engel teşkil eden Belgrad 1456'da 100.000 Osmanlı askeri tarafından kuşatılmış, Hristiyan komutan János Hunyadi komutasındaki ordular şehri II. Mehmed'e karşı savunmuştur. Bu savaş birçokları tarafından "Hristiyanlığın kaderinin kararı"nı vermiş; Papa III. Callixtus tarafından zafer anısına Hristiyan dünyası boyunca öğle çanı çalınması emredilmiştir.
Türk hâkimiyeti ve Avusturya istilaları.
29 Ağustos 1521 tarihinde kent Osmanlı Padişahı I. Süleyman önderliğindeki Osmanlı kuvvetleri tarafından fethedildi. Şehir bu vesileyle yerle bir oldu ve neredeyse bütün Ortodoks Hristiyan nüfus İstanbul'a, bugün Belgrad ormanları olarak bilinen bölgeye gönderildi. Belgrad bu dönemde Osmanlı Avrupası'nda İstanbul ile birlikte 100.000 nüfusu aşan 2 şehirden biriydi ve bir sancak hâline getirildi. Türk hâkimiyetiyle birlikte Osmanlı mimarisi bölgede ilk eserlerini vermeye başladı, birçok cami inşa edildi ve şehirdeki oryantal etki güçlendirildi. Türk seyyah Evliya Çelebi'nin 1660 yılında bildirdiğine göre şehirde kamu binaları dışında yaklaşık 7000 ev, 7 hamam, 6 kervansaray, 217 mescit ve camii bulunmaktaydı. Şehirdeki camiilerin birçoğu 1806'daki Sırp ayaklanması sırasında hasar görmüş, Sırp yazar Joakim Vujic 1826'da başka eserlerin yanı sıra çoğu yakılan veya yıkılan 30 kadar camii listelemiştir. Günümüzde Belgrad'da ibadete açık tek cami olarak Bayraklı Camii bulunmaktadır.
1594'teki Banat İsyanı Türkler tarafından bastırıldı. Sadrazam Koca Sinan Paşa Vračar Yaylası'ndaki Aziz Sava'nın kalıntılarının ateşe verilmesini emretti ve 20. yüzyılda Aziz Sava Katedrali bunu anmak için inşa edildi.
Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu prensleri II. Maximilian, Savoy Prensi Eugen ve mareşal Baron Ernst Gideon von Laudon önderliğinde Habsburg Monarşisi tarafından 1688-1690, 1717-1739, 1789-1791 yılları arasında 3 kez işgal edildi ve her seferinde Osmanlılar tarafından geri alındı. Bu dönem boyunca kent iki büyük göç dalgasından etkilendi. Patrik önderliğindeki yüz binlerce Sırp, Avusturyalılar ile birlikte Habsburg İmparatorluğu sınırları içine çekilerek bugünkü Vojvodina ve Slavonya topraklarına göçtüler.
Bağımsız Sırbistan'ın başkenti.
Birinci Sırp Ayaklanması boyunca Sırp devrimciler kenti 8 Ocak 1807'den 1813'te Osmanlı İmparatorluğu'nun geri almasına kadar ellerinde tuttu. 1815'teki İkinci Sırp Ayaklanması'ndan sonra Sırbistan 1830'da Bâb-ı Âli tarafından yarı bağımsız olarak tanındı. 1841'de Prens III. Mihailo Obrenović, başkenti Kragujevac'tan Belgrad'a taşıdı. Mayıs 1868'de Prens Mihailo kuzeni Anka ile birlikte taşra evine giden parkta arabasına binerken öldürüldü.
1878'de Sırbistan Prensliği'nin tam bağımsızlığına kavuşması ile birlikte ülke 1882'de Sırbistan Krallığı adını aldı ve Belgrad bir kez daha Balkanların anahtar kenti konumuna yükselerek hızla büyüdü. Bununla birlikte Sırbistan koşulları bir tarım ülkesi konumunu korudu ve ülkenin ikici büyük kenti Niş'e bir demiryolu hattı döşenmesine rağmen 1900'da başkentin nüfusu sadece 70.000 kadardı (aynı yıl ülke nüfusu yaklaşık 1,5 milyondu). 1915'e kadar kent nüfusu 80.000'e ulaştı ve I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetimindeki Zemun hariç 100.000'i aştı.
I. Dünya Savaşı ve kentin birleşmesi.
Gavrilo Princip tarafından 28 Haziran 1914'te Saraybosna'da gerçekleştirilen suikast sonucu Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'ın ölmesiyle Avusturya-Macaristan Sırbistan'a savaş ilan etmiş, bu da I. Dünya Savaşı'nın çıkmasına neden olmuştur. Savaşın çıkması sonucu Balkanlarda gerçekleşen saldırıların çoğu Belgrad çevresinde gerçekleşmiştir. 29 Haziran 1914'te Avusturya-Macaristan monitörleri tarafından bombalanan Belgrad, 30 Kasım tarihinde Oskar Potiorek önderliğindeki Avusturya-Macaristan Ordusu tarafından alınmıştır. 15 Aralık'ta Mareşal Radomir Putnik önderliğindeki Sırbistan kuvvetleri tarafından geri alınan kent, uzun savaşlar sonucu yerle bir edilmiş ve 6-9 Ekim 1915 tarihleri arasında Feldmareşal August von Mackensen önderliğinde Alman ve Avusturya-Macaristan kuvvetlerine geçmiştir. Kent özgürlüğüne ancak Fransız Louis Franchet d'Espérey ve Sırp I. Aleksandar önderliğindeki kuvvetler tarafından 5 Kasım 1918'de kavuşmuştur. Savaştan sonra Belgrad, 1929 yılında Yugoslavya Krallığı adını alacak yeni "Sırp, Hırvat ve Slovenlerin Krallığı"nın başkenti oldu. Yeni krallık alt birim olarak banovinalara bölünmüşken Belgrad, Zemun ve Pančevo ile birlikte ayrı bir idari birim oluşturdu.
Bu dönemde kent hızla gelişen kayda değer bir modernizasyona sahne oldu. Kentin nüfusu Avusturya-Macaristan'dan kazanılan Zemun'un eklenmesiyle 1931 yılında 239.000'e, 1940'ta 320.000'e yükseldi. Kent nüfusu 1921-1948 yılları arasında yıllık ortalama %4,08 artış gösterdi. 1927 yılında ilk havaalanına kavuşan kent, 1929'da ilk radyo istasyonu ile tanıştı. Tuna'nın iki yakasını birleştiren ilk Pančevo Köprüsü 1935 yılında açıldı. Daha sonra yıkılan bu köprü çeşitli onarımlar gördükten sonra 1946 yılında tekrar açılmıştır.
II. Dünya Savaşı.
25 Mart 1941'de hükûmet naibi Prens Pavle Yugoslavya'yı II. Dünya Savaşı'nda tarafsız tutmaya çalışırken Tripartite Paktı'nı imzalayarak Mihver Devletleri'nin yanında saf tutmuştur. Bu durum kentte protestolara neden olmuş, Hava Kuvvetleri Komutanı General Dušan Simović, II. Petar'ın yönetimi devralacak yaşa eriştiğini beyan ederek bir askerî darbe düzenlemiştir. Olaydan kısa süre sonra kent, 6 Nisan 1941'de Luftwaffe tarafından ağır bir şekilde bombalanmış, 24.000 kadar kişi ölmüştür. Bunun ardından Yugoslavya, Nazi Almanyası, İtalya Krallığı, Macaristan ve Bulgaristan kuvvetleri tarafından işgal edilmiş, kent Zemun'a kadar olan doğusu dahil Nazi devleti Hırvatistan Bağımsız Devleti'ne katılmıştır. Belgrad böylelikle General Milan Nedić tarafından yönetilen "Nedić rejimi"nin merkezi olmuştur.
1941'in yazı ve sonbaharında gerilla kuvvetlerinin saldırılarına misilleme olarak Sırbistan Alman Askerî Valiliği Generali Franz Böhme komutasındaki Almanlar kent sakinlerine, özellikle Yahudi topluluğuna yönelik birçok katliam yapmıştır. Böhme, yönetimi öldürülen her Alman'a karşılık 100 Sırp ya da Yahudi öldürülmesi konusunda zorladı. Belgrad'daki direniş 1941 ile tutuklandığı 1943 arası Žarko Todorović önderliğinde yönetilmiştir.
Kent, Almanya ve Mihver Devletleri'nce iki kez bombalanan Rotterdam'daki gibi 16 Nisan 1944'te bu kez de Mihver Devletleri tarafından bombalandı ve yaklaşık 1000 kişi öldü. Bombalama Ortodoks Paskalyasına denk getirilmiştir. Kentin büyük bölümü 20 Ekim 1944'te Kızıl Ordu ve Yugoslav Partizanları'nca kurtarılana dek Alman işgalinde kalmıştır. 29 Kasım 1945'te Mareşal Josip Broz Tito Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu Belgrad'da ilan etmiş, ülkenin adı 7 Nisan 1963'te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir. Eski gizli polise göre Belgrad'da politik nedenlerle işkenceye uğrayan kişi sayısı 10.000'dir.
II. Dünya Savaşı sonrası.
Savaş sonrası dönemde Belgrad önemli bir endüstri merkezi olarak gelişen yeni Yugoslavya'nın başkenti olarak hızla büyümüştür. 1948'de Novi Beograd'ın yapımına başlanmış, 1958'de Belgrad'ın ilk televizyon istasyonu yayın yapmaya başlamıştır. 1961'deki Bağlantısızlar Hareketi konferansı Josip Broz Tito önderliğinde Belgrad'da yapılmıştır. 1962'de Belgrad Nikola Tesla Havalimanı inşa edilmiş, 1968'de Tito'ya karşı yapılan büyük öğrenci protestoları polis ve öğrenciler arasında birçok sokak çatışmasına neden olmuştur. Mart 1972'de Belgrad Avrupa'daki sonuncu büyük çiçek salgınının merkezi olmuş ve mayıs ayının sonlarına doğru zorunlu karantina ve aşılama uygulamalarına gidilmiştir.
Yugoslavya'nın dağılması.
9 Mart 1991'de Slobodan Milošević'in yönetimine karşı insanlar Vuk Drašković önderliğinde ayaklanmıştır. Bazı medya kuruluşlarına göre 100.000 ile 150.000 arası kişi sokaklara dökülmüştür. Protestolar boyunca iki kişi ölmüş, 203 kişi yaralanmış ve 108 kişi tutuklanmış, ertesi gün sokaklardaki asayişi sağlamak üzere tanklar görevlendirilmiştir. Kasım 1996 ile Şubat 1997 arasında yerel seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle aynı hükûmete karşı protestolar düzenlenmiştir. Bu protestolar Yugoslavya Komünistler Ligi ya da ligden sonraki oluşum Sırbistan Sosyalist Partisi'ne hiçbir zaman üye olmamış eski Belgrad Belediye Başkanı Zoran Đinđić'i başa getirdi.
1999'da Kosova Savaşı'nı takiben ülkenin NATO kuvvetlerince bombalanması kentte büyük yıkıma neden olmuştur. Bombalanan binalar arasında birçok bakanlık, 16 teknisyenin öldüğü Sırbistan Radyo Televizyonu binası, Hotel Jugoslavija, birçok hastane, Ušće Kulesi, Avala Kulesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği de vardır.
2000 başkanlık seçimlerini takiben kent yarım milyonun üzerinde insanın katıldığı büyük çaplı protestolara neden olmuştur. Bu protestolar Milošević'in görevinden alınmasıyla sonuçlanmıştır.
Tarih boyunca adları.
Belgrad tarih boyunca birçok ada sahip olmuştur. Belgrad adı Sırpçada "beo" ("beyaz, ışık") ve "grad" ("kent, kasaba") sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur.
Coğrafya.
Deniz seviyesinden 116,75 metre yukarıda bulunan Belgrad, Tuna ve Sava nehirlerinin kesişme noktasında bulunur. Ülkeden geçen en büyük nehir olan Tuna'nın 60, Sava'nın ise 30 km'lik kısmı Belgrad sınırları içerisinde bulunur. Kentte bulunan bu iki nehir üzerinde, en büyüğü Ada Ciganlija olmak üzere 16 ada vardır. 44°49'14" kuzey, 20°27'44" doğu enlemlerindeki kentin tarihî çekirdeği Kalemegdan bu nehirlerin sağ kıyısında kurulmuştur. 19. yüzyıldan beri güney ve doğu yönünde genişleyen şehirde Sava'nın sol yakasında II. Dünya Savaşı'ndan sonra Novi Beograd kuruldu ve kent Zemun ve Krnjača ile Ovča gibi bazı kentler ve küçük yerleşimlerle birleştirildi. Tarih boyunca Batı ve Doğu dünyasının kesişme yollarında bulunan kentin merkezi 360 km² iken tamamı 3.223 km² alan kaplar.
Şehir merkezinin en yüksek yeri 303 metre yüksekliğe sahip Torlak tepesi, en alçak noktası ise Ada Huja üzerindeki 70 metrelik alandır. Güney kısımlarında 628 metrelik Kosmaj ve 511 metrelik Avala dağları vardır. Kentte bunlarla birlikte 29 tepe olmasına karşın kent Sava ve Tuna boyunca birikinti ovalarıyla kaplı olduğundan genellikle düzlüktür. Belgrad idari bölgesinin ortalama yüksekliği 132 metredir.
İklim.
Belgrad, dört mevsim düzenli yağış alarak ılıman dönencealtı (Cfa) iklim sınıflandırmasına sahiptir. Sıcaklık ortalaması ocakta 1,4 °C ile temmuzda 23 °C arasında değişirken, yıllık ortalama 12,5 °C'dir. Sıcaklık, yılın 31 günü 30 °C'nin, 95 günü 25 °C üzerindedir. Yağışların en yoğun görüldüğü zamanın ilkbahar sonu olduğu kent, yılda yaklaşık 680 milimetre yağış alır. Yıllık ortalama güneşli saat sayısı 2122 olan kentte şu ana dek ölçülmüş en yüksek sıcaklık 24 Temmuz 2007'de ölçülen 43,6 °C iken en düşük sıcaklık 10 Ocak 1893'te ölçülen -26,2 °C'dir.
Yönetim.
Belgrad, Sırbistan'daki diğer idari bölümlerden farklı olarak özerk bir yönetime sahiptir. Kent Meclisi 4 yıllığına seçilen 110 üyeden oluşur. Belediye başkanı ve yardımcısı tarafından atanan 13 üyeli Kent Konseyi ise kent yönetiminin kontrol ve denetiminden sorumludur.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra demokratik biçimde gerçekleştirilen ilk seçimler olma niteliği taşıyan 1996 seçimleri sonrasında Belgrad Belediye Başkanlığı görevine Demokrat Parti'den Zoran Đinđić geçti. Bu tarihten sonra çeşitli partilere bağlı belediye başkanları görevde bulundu. 2004'ten günümüze kadar olan süreçte belediye başkanlığında Demokrat Parti'ye bağlı isimler görev yaptı. Eylül 2013'te koalisyon partileriyle yaşanan anlaşmazlık sonucu belediye başkanı Dragan Đilas görevinden ayrıldı. 20 Haziran 2022 tarihinden itibaren Sırp İlerleme Partisi'ne bağlı Aleksandar Šapić görev yapmaktadır.
2013 bütçesi 82,8 milyar dinar (yaklaşık 1 milyar dolar) olan kent ayrıca başkent olarak Sırbistan Ulusal Meclisi ve Sırbistan Hükûmeti ile 75 ülkenin elçiliğine ev sahipliği yapar.
Belediyeler.
Kent 17 belediyeye ayrılmıştır. Önceleri 10 merkezi (tamamı ya da bir bölümü kent sınırları içinde bulunan) ve 7 banliyö belediyesi ve bunların merkezi olan daha küçük kasabalara ayrılan kent, 2010 yılında Surčin dışındaki banliyölerin inşaat, altyapı ve kamu hizmeti ile ilgili belli özerk güçleri olması şartıyla eşit bir statü edindi. Belediyelerin çoğu Sava ve Tuna nehirlerinin güneyindeki Šumadija bölgesinde yer alır. 3 ilçe (Zemun, Yeni Belgrad ve Surčin) Sava'nın kuzeyindeki Srem bölgesinde, Palilula ilçesi de Šumadija ve Banat bölgelerinin ikisinde de bulunur.
Demografi.
2011 resmî sayım sonuçlarına göre Belgrad 1.344.844 kişilik Metropolitan nüfusa sahipken şehrin idare bölgesinde 1.659.440 kişi yaşamaktadır. Aynı sayım sonuçlarına göre kentteki milletlerin dağılımı şöyledir: Sırplar (1.505.448), Romani (27.325), Karadağlı (9.902), Yugoslav (8.061), Hırvat (7.752), Makedon (6.970) ve Müslümanlar (3.996).
2 Ağustos 2008'de şehrin bilgi ve istatistik enstitüsü oy hakkına sahip 1.542.773 kişi olduğunu tahmin etmiştir. Bu sayı 2002 yılındaki nüfusun tamamının boyutuna ulaşarak kent nüfusundaki ani artışı göstermektedir. Belgrad eski Yugoslavya'dan gelen birçok etnik gruba ev sahipliği yapar. Birçok kişi ekonomik nedenlerle kente küçük kasabalardan gelirken diğer yüz binlerce kişi 1990'lardaki Yugoslav Savaşları sonucu Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Kosova'dan gelmiştir.
Kentte 1990'ların ortasındaki göç akınıyla gelen 10.000 ila 20.000 arası Çinlinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Yeni Belgrad'daki 70. blok halk tarafından Çin mahallesi olarak bilinir. 1970'ler ve 1980'ler boyunca özellikle Suriye, İran, Ürdün ve Irak'tan okumak için gelen birçok Orta Doğulu kentte kalmış ve aileleriyle yaşamaya başlamıştır. Son zamanlarda kente Afganistan ve Irak'tan Kürtler de gelmeye başlamıştır.
Belgrad'da tarihte birçok değişik dinî grup yaşarken günümüzde kentin dinî unsurları genel olarak homojendir. 1.429.170 kişiyle Sırp Ortodoks topluluğu kentteki en büyük dinî unsurdur. Sırp Ortodokslardan başka kentte 20.366 Müslüman, 16.305 Katolik ve 3.796 Protestan bulunur. Kentte her zaman önemli bir Yahudi topluluğu bulunmuşken II. Dünya Savaşı'ndaki Nazi işgali sonrası sayıları 10.000'lerden 2.200'e düşmüştür.
Ekonomi.
Belgrad 17.000.000 m² ofis alanıyla Sırbistan'ın ve Güneydoğu Avrupa'nın finans merkezidir ve ülkenin Ulusal Bankası'na ev sahipliği yapar. Kentte 120.286 şirket, 22.600 işletme ve 50.000 mağazada 600.000'den fazla kişi çalışır. Kentte Jat Havayolları, Telekom Srbija, Telenor Sırbistan, Komercijalna banka ve Pošta Srbije gibi birçok önemli Sırp şirketinin genel merkezleri bulunur. Bunun yanında AXA, Société Générale, Motorola, Samsung, Kraft Foods, Carlsberg, Unilever, General Electric, Japan Tobacco, Procter & Gamble ve birçok uluslararası şirketin bölge merkezlerini barındırır.
Kent 6.924 şirketle bölgenin önemli bir bilişim teknolojileri merkezidir. Kentte bir Microsoft Geliştirme Merkezi vardır ve merkez açıldığı zaman şirketin dünyadaki beşinci geliştirme merkeziydi. Asus, Intel, Dell, Cisco Systems, SAP AG, Hewlett-Packard ve Huawei gibi birçok bilişim teknolojileri şirketi de kentte bir bölge merkezi bulundurur ya da kenti şirketlerinin Avrupa merkezi yapar.
Sırbistan'ın 1990'ların ortasında enflasyon problemini aşmasıyla Belgrad hızlı bir büyümeye sahne olmuştur. 2009 rakamlarına göre kent, ülke GSYİH'sinin %40'ını karşılar ve ülke işgücünün %31,4'üne sahiptir. Haziran 2009 rakamlarına göre kentteki ortalama aylık net maaş 52.500 RSD (€473, $631) iken brüt maaş €694, $925 seviyesindedir. Eurostat'a göre kent nüfusunun %53'ü bilgisayar sahibidir. Aynı araştırmaya göre nüfusun %66,2'si internet sahibidir; bu veriler Sofya, Bükreş ve Atina gibi bölge başkentlerine oranla oldukça yüksektir.
2013 verilerine göre kentin satın alma gücü paritesine göre gayrisafi yurt içi hasılası $31,86 milyardır ki bu rakam kişi başı $19.008 seviyesine denk gelir. Belgrad dünyanın en pahalı 86. kentidir.
Kültür.
Belgrad birçok geleneksel uluslararası kültürel etkinliğe sahiptir. Bunlar arasında Film Festivali, Tiyatro Festivali, Müzik Festivali, Kitap Fuarı ve Bira Festivali önemli yer tutar. Nobel ödüllü yazar Ivo Andrić en ünlü eseri Drina Köprüsü'nü burada yazmıştır. Belgradlı diğer önemli yazarlar Branislav Nušić, Miloš Crnjanski, Borislav Pekić ve Milorad Pavić'tir. Sırbistan'ın film endüstrisi Belgrad üzerine şekillenmiştir. Dünyaca tanınan Belgradlı oyuncular Marina Abramović ve Milovan Destil Marković'tir.
Kent, 1980'lerdeki Yugoslavya'daki "Yeni Dalgan hareketi"nin önemli merkezlerinden biri olmuştur. Ekatarina Velika, Šarlo Akrobata ve Električni Orgazam gibi isimlere ek olarak Riblja Čorba, Bajaga i Instruktori ve Partibrejkers gibi önemli rock grup ve vokalleri Belgrad çıkışlıdır. Bugünse kent, Beogradski Sindikat, Škabo, Marčelo gibi etkenler nedeniyle Sırp hip-hop müziğinin merkezine dönüşmüştür.
Kentte Belgrad Ulusal Tiyatrosu, Terazije Tiyatrosu ve Atelje 212 başta olmak üzere birçok tiyatro bulunur. Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi ve Sırbistan Ulusal Kütüphanesi, kentin kültür yaşamında önemli bir yer tutar. Diğer bir önemli kütüphane olan Belgrad Üniversitesi Kütüphanesi'ne ek olarak kent, Ulusal Tiyatro ve Madlenianum adlarında iki opera binasına sahiptir.
Belgrad, Knez Mihailova Caddesi üzerinde bulunan İspanyol Instituto Cervantes, Alman Goethe-Institut ve Fransız Institut français ile birlikte kentin değişik bölgelerine dağılmış American Corner, Avusturya Kültür Ofisi, British Council, Konfiçyüs Enstitüsü, Kanada Kültür Merkezi, Helenik Kültür Vakfı, Istituto Italiano di Cultura, İran Kültür Merkezi, Azerbaycan Kültür Merkezi ve Rossotrudnichestvo gibi birçok yabancı kültür merkezine sahiptir. Bunlara ek olarak "Avrupa Birliği Ulusal Kültür Enstitüleri"nden bir küme AB'den faaliyet göstermektedir.
Kent Marija Šerifović'in 2007 Eurovision Şarkı Yarışması'ndaki birinciliğini takiben 2008'deki yarışmaya ev sahipliği yapmıştır.
Müzeler.
Belgrad'ın en önde gelen müzelerinden Sırbistan Ulusal Müzesi 1844 yılında kurulmuş olup Hieronymus Bosch, Titian, Rubens, Anthony van Dyck, Cézanne, Giovanni Battista Tiepolo, Renoir, Monet, Picasso, Gauguin, Van Gogh, Mondrian gibi birçok yabancı isim ve Miroslav İncili gibi önemli eserlerin de dahil olduğu 5.600'den fazla resim ve 8.400'den fazla çizim, toplamda 400.000'den fazla eserin sergilendiği bir yapıdır. 1901'de kurulan Etnografya Müzesi ise büyük bölümü eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'ni meydana getiren ülkelere ait olmak üzere, Balkanlar'a ait 150.000'den fazla köy ve kent kültürü ögesi barındırır.
Kentteki Çağdaş Sanatlar Müzesi, Avrupa'nın ilk çağdaş sanatlar müzesidir. 1958'de kurulan müze 1900'den sonrasına ait, Roy Lichtenstein, Andy Warhol, Joan Miró, David Hockney, Ivan Meštrović gibi isimlerin eserlerinin de dahil olduğu yaklaşık 35.000 ögelik bir koleksiyona sahiptir.
Askerî Müze, Roma İmparatorluğu zamanlarına kadar giden 25.000'den fazla öge ve Sırp Ordusu tarafından düşürülen F-117 parçalarının sergilendiği bir müzedir. Bunun yanında Belgrad Havacılık Müzesi, Fiat G.50 gibi bir bölümünün dünyada kendi türlerinde kalan son örnekler olduğu 200'den fazla hava aracına sahiptir ve bunların 50 kadarı sergilenmektedir. Müze aynı zamanda bombardımanlarında düşürülen ABD ve NATO'ya ait F-117 ve F-16 gibi savaş uçaklarının parçalarını da barındırır.
Nikola Tesla Müzesi, 1952'de Tesla biriminin mucidi Nikola Tesla'nın kişisel eşyalarını sergilemek üzere kurulmuştur. Müzede 160.000 kadar orijinal belge ve 5.700 kadar kişisel eşya sergilenir. Belgrad'ın önemli müzelerinin sonuncusu Vuk ve Dositej Müzesi'dir. 19. yüzyıl Sırp edebiyat dili reformisti Vuk Stefanović Karadžić ve Sırbistan'ın ilk Eğitim Bakanı Dositej Obradović'in hayatları, işleri ve geride bıraktıklarına dair ögeler barındırır. Belgrad, ayrıca 1977'de Batı Afrika'ya ait büyük bir koleksiyona sahip Afrika Sanatı Müzesi'ne sahip olmuştur.
Belgrad, 95.000 kadar ulusal ve uluslararası kopya barındırarak bölgenin en büyük, dünyanın en büyük 10 film koleksiyonundan birine sahip olan Yugoslav Film Arşivi'ne ev sahipliği yapar. Kurum ayrıca içinde sinema ve sergi salonu bulunan Yugoslav Film Arşivi Müzesi'ni bünyesinde barındırır. Arşiv'in uzun vadeli depolama sorunu, 2007'de yeni bir depo açılarak çözülebilmiştir. Arşiv, Charlie Chaplin'in bastonu ve Auguste ve Louis Lumière'e ait ilk filmlerden birini sergilemektedir.
Mimari.
Belgrad, tipik Orta Avrupa kenti görünümünde mimari özelliklere sahip Zemun kent merkezinden modern mimari özellikleri sergileyen Yeni Belgrad'a kadar birçok farklı mimarinin buluştuğu bir kent olma özelliği taşır. En eski mimari ögeler Kalemegdan'da bulunmakla birlikte Kalemegdan dışındaki en eski bina coğrafi konumu ve birçok savaş ve yıkımın gerçekleştiği kentte ancak 18. yüzyıla aittir. Kentteki en eski kamu binası eski bir Türk türbesiyken en eski ev 18. yüzyılın sonlarından kalma, Dorćol'da bulunan bir evdir. 19. yüzyılda başlayan Batı etkisiyle kentteki binalar neoklasisizm, romantizm ve akademik sanatların üsluplarıyla oryantal bir yapıdan çağdaş bir yapıya bürünmüştür. Sırp mimarlar 19. yüzyılın sonlarında yabancı mimarlardan etkilenerek Ulusal Tiyatro, Eski Saray, Aziz Mihail Katedrali'ni, 20. yüzyılın başında ise art nouveau etkisiyle Ulusal Meclis ve Ulusal Müze'yi inşa etmişlerdir. Neo-Bizans mimarlığı'na ait ögeler Kosovska caddesindeki eski posta binası, Vuk Vakfı binası ve Azis Mark Kilisesi ve Aziz Sava Katedrali gibi dinî yapılarda gözlemlenir.
Komünist dönemde binalar II. Dünya Savaşı'ndan sonra kırsal kesimden gelen insan akınını karşılamak amacıyla oldukça hızlı ve ucuz biçimde inşa edilmiş ve bu Yeni Belgrad çevresinde bloklaşmaya yol açmıştır. Sosyalist gerçekçilik ile birlikte sendika binası gibi binalar kentte inşa edilmeye başlandı. Nihayet 1950'lerin sonuyla birlikte hâlâ kentte hâkim olan modernizm akımı mimariye hâkim olmaya başladı.
Turizm.
Kentin tarihî binaları ve alanları önemli turistik alanlardır. Skadarlija, Sırbistan Ulusal Müzesi ve bitişiğindeki Belgrad Ulusal Tiyatrosu, Zemun, Nikola Pašić Meydanı, Terazije, Öğrencilerin Meydanı, Kalemegdan parkı, Knez Mihailova Caddesi, Sırbistan Ulusal Meclisi, Aziz Sava Tapınağı ve Eski Saray bu yapılara verilebilecek örneklerdendir. Bunlarla birlikte kentin iki yakasında birçok park, anıt, müze, kafe, restoran ve mağaza bulunur. İsimsiz Kahraman Anıtı şehrin panoramik manzarasının görülebileceği bir mekândır.
Kuća Cveća ("Çiçeklerin Evi") olarak da adlandırılan Josip Broz Tito'nun mozolesi ve yakınındaki Topčider ve Košutnjak parkları özellikle Eski Yugoslavya'dan gelen turistler arasında oldukça popülerdir.
Beli dvor ya da 'Beyaz Saray', kraliyet ailesi Karađorđevićlerin evidir ve ziyarete açıktır. Saray birçok önemli sanat eserine sahiptir.
Ada Ciganlija Sava Nehri üzerinde bulunan eski bir adadır ve Belgrad'ın en büyük spor ve rekreasyon alanıdır. Bugün ada iki geçitle Sava'nın sağ yakasına birleştirilmiş ve yapay bir göl oluşturulmuştur. Sıcak yaz günlerinde ada Belgradlıların en uğrak yerlerinden biridir. Adada 7 kilometre boyunca plajlar ve golf, futbol, basketbol, voleybol, ragbi, beyzbol ve tenis oynanabilecek birçok spor tesisi bulunmaktadır.
Adada bungee jumping, su kayağı ve paintball gibi extreme sporları yapmak mümkündür. Ada ayrıca bisiklet sürmek, yürüyüşe çıkmak ya da koşu için uygun bir alana sahiptir. Belgrad'da bu adadan başka 16 ada daha bulunur. Bunların çoğunda hâlâ yerleşim yoktur. Bunlarla birlikte Sava'nın kesişme noktasında bulunan Büyük Savaş Adası, özellikle kuşlar olmak üzere doğal yaşamın korunduğu bir alandır. Bu alanlar yakındaki Küçük Savaş Adası ile birlikte kent yönetimi tarafından doğa koruma alanı ilan edilerek korunmaktadır.
Belgrad'ın 2012'de turizmden elde ettiği gelir 500 milyon Euro kadardır.
2013 yılında kente gelen turist sayısı bir önceki yıla göre %24 artarak 660.000 olmuştur ve bunun 520.000'ini yabancı turistler oluşturur. Bu turistlerin 70.000'i kente nehir kruvaziyerleriyle gelmiştir.
Gece hayatı.
Belgrad gün ağarana kadar açık birçok kulübe sahiptir ve canlı bir gece hayatına sahip olmasıyla bilinir. En önemli gece hayatı mekânları Sava ve Tuna nehirlerinin kıyılarına kurulu dubalardır ("splav").
Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Slovenya gibi ülkelerden hafta sonları gelen ziyaretçiler, daha arkadaş canlısı atmosfer, büyük kulüp ve barlar, ucuz içkiler, dil zorluğu çekilmemesi ve gece hayatına yönelik düzenlemelerin daha hafif olması gibi düşünceleri nedeniyle kentin gece hayatını kendi ülkelerinin başkentlerindekilere yeğler.
Akademija ve KST ("Klub Studenata Tehnike") gibi ünlü alternatif kulüpler, Belgrad Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Fakültesi'nin bodrum katında bulunur. Alternatif kültürel etkinliklerin gerçekleştiği, kentin ünlü mekânlarından "SKC" (Öğrenci Kültür Merkezi) Belgrad'ın yüksek katlı yapısı Beograđanka'nın hemen karşısında bulunur. Ünlü yerli ve yabancı grupların konserleri genellikle bu merkezde olur. Merkez ayrıca çeşitli sanat sergilerinin ve çeşitli halka açık tartışmaların gerçekleştirildiği bir mekândır.
Kuzey Sırbistan'a özgü daha geleneksel bir gece eğlencesi türü olan "Starogradska" (Eski kasaba müziği), 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında daha çok şairlerin ve sanatçıların yerleştiği kentin Bohem mahallesi Skadarlija'da oldukça baskındır. Skadar Caddesi (Skadarlija'nın merkezi) ve çevre mahallelerde Belgrad'ın bu döneme tarihlenen en eski geleneksel restoranları (Sırpçada "kafana") bulunur. Caddenin sonunda 19. yüzyılın ilk yarısında kurulmuş olan Belgrad'ın ilk bira fabrikası bulunur.
The Times'a göre Avrupa'nın en iyi gece hayatı Belgrad'ın uğultusunda bulunabilir. Lonely Planet'in 2009 "1000 Mükemmel Deneyim" rehberinde Belgrad dünyanın en iyi 10 parti şehri arasında 1 numaradır.
Spor.
Belgrad'da birçoğu bütün seviyelerde sporculara hizmet veren yaklaşık bin spor tesisi vardır. Kent 2005 Avrupa Basketbol Şampiyonası, 2005 Avrupa Erkekler Voleybol Şampiyonası, 2007 Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları ve 2009 Dünya Üniversite Yaz Oyunları gibi birçok uluslararası spor organizasyonuna ev sahipliği yapmıştır.
Kent Sırbistan'ın en büyük ve en başarılı iki futbol kulübü Crvena zvezda ve Partizan'a ev sahipliği yapar. Bunlardan Kızılyıldız 1990-91 Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanarak büyük bir başarıya imza atmıştır. Bu iki takım arasındaki rekabet dünya futbolundaki en sert rekabetlerden kabul edilir ve ülkede "Sonsuz Derbi" olarak adlandırılır.
Kentin en önemli iki stadyumu Rajko Mitić Stadyumu ("Marakana") ve Partizan Stadyumu'dur.
Avrupa Arenalar Birliği'ne göre Štark Arena 25.000 kişilik kapasitesiyle Avrupa'nın en büyük arenasıdır. Arena birçok basketbol ve voleybol etkinliğiyle birlikte 2010'da Davis Kupası'na ev sahipliği yapmış, 2008'de Eurovision Şarkı Yarışması'nın düzenlendiği yer olmuştur. Diğer bir mekân Pionir Hall ise Crvena zvezda ve 1992 EuroLeague şampiyonu KK Partizan'ın ana mekânıdır.
Son yıllarda Belgrad Ana Ivanović, Jelena Janković ve Novak Đoković gibi birçok dünya çapında başarılı tenisçinin yetişmesine imkân tanımıştır. Ivanović ve Đoković sırasıyla Grand Slam sahibi ilk Sırp kadın ve erkek tenisçilerdir. Sırp millî takımı, Belgrad Arena'da oynanan final maçında Fransız takımını yenerek 2010 Davis Kupası'nı kazanmıştır.
Moda.
Belgrad'da 1996 yılından beri
yılda iki kez (ilkbahar/yaz ve sonbahar/kış) moda haftaları düzenlenir. Birçok Sırp ve uluslararası tasarımcı ve moda markası moda haftası boyunca gösteriler düzenler. Belgrad Moda Haftası "dünyanın en önemli 40 moda haftası"ndan biridir.
Medya.
Belgrad Sırbistan'ın en önemli medya merkezidir. Kent ülkenin ulusal kanalı aynı zamanda bir kamu kurumu olan Sırbistan Radyo Televizyonu'nun genel merkezini barındırır. En büyük özel yayıncı, eğlence programlarıyla tanınan RTV Pink ve en popüler "alternatif" ticari yayıncı televizyon ve radyo kanalıyla birlikte müzik ve kitap yayınlama kolları da olan B92'nin genel merkezleri de kentte bulunur. Kentteki diğer önemli TV kanalları 1Prva (önceleri "Fox televizija"), Košava ve sadece kent merkezinde yayın yapan Studio B olarak sıralanabilir. Şehir ayrıca SOS channel (spor), Metropolis (müzik), Art TV (sanat), Cinemania (film) ve Happy TV (çocuk programları) gibi belirli alanlarda yayın yapan kanallara sahiptir.
"Politika", "Blic", "Večernje novosti", "Kurir" ve "Danas" gibi yüksek tirajlı birçok günlük gazete Belgrad merkezlidir. "Sportski žurnal" ve "Sport" adında iki spor, "Privredni pregled" adında bir ekonomi gazetesiyle birlikte ücretsiz dağıtılan "24 sata" Belgrad'ın diğer yüksek tirajlı gazeteleridir. "Playboy", "Cosmopolitan", "Elle", "National Geographic", "Men's Health", The Best Shop, "Grazia" gibi birçok uluslararası derginin Sırbistan versiyonlarının merkezleri de kentte bulunur.
Eğitim.
Belgrad iki devlet üniversitesi ve beş özel üniversiteye sahiptir. Belgrad Üniversitesi 1808 yılında "Büyük Okul" olarak kurulmuş ve Balkanlar'ın ilk yükseköğretim kurumu olmuştur. 19. yüzyılda şehrin gelişmesi ile birlikte bazı üniversite binaları da Belgrad'ın mimari ve kültürel birikimini artırmıştır. Kayıtlı 90.000 öğrencisi ile üniversite Avrupa'nın en büyüklerindendir. Üniversiteler dışında 1871'de kurulan Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi, Polis Akademisi ve Askerî Akademi de kentin eğitim hayatına önemli yerlere sahiptir.
Belgrad'da 195 ilkokul, 85 ortaokul vardır. İlkokulların 162'si normal, 14'ü özel alanlar, 15'i sanat ve 4'ü yetişkinler içindir. Ortaokullardan ise 51'i meslek, 21'i spor, 8'i sanat ve 5'i özel ilgi alanlarına göre sınıflandırılmıştır. Kentte 230.000 öğrenci 22.000 eğitim çalışanı bulunur. Eğitim yaklaşık 500 bina ve 1.000.000 m² alanda yapılır.
Ulaşım.
Belgrad 118'i kent merkezi içinde 300'ü banliyölerde olmak üzere 418 otobüs hattı, 12 tramvay ve 8 troleybüs hattı ile geniş bir toplu taşıma ağına sahiptir. Kentin toplu taşıma ağı GSP Beograd ve SP Lasta şirketleri ve belli başlı hatlarda birkaç özel şirketin yönetiminde idare edilmektedir. Şubat 2012'den beri temassız akıllı kartların kullanılmaya başladığı kentteki bilet sistemi BusPlus olarak adlandırılır. Kent ayrıca Beovoz olarak adlandırılan, kent yönetimi tarafından işletilen bir banliyö treni hattına sahiptir. Belgrad'daki ana tren garı kentin Sırbistan'ın diğer kasabaları ve diğer Avrupa başkentleri ile ulaşımını sağlar. Sırbistan'ın başkenti olan kent ayrıca Belgrad Otogarından birçok otobüs hattıyla ülkenin diğer noktalarına ve birçok Avrupa hattına ulaşımı sağlar.
Kent X. ve VIII. Pan-Avrupa koridorları üzerinde bulunur. Otoyol ağı kuzeyde Novi Sad ve Budapeşte'ye, güneyde Niş'e ve batıda Zagreb'e kadar uzanır. Sava ve Tuna gibi iki önemli nehrin kesişme noktasında bulunan Belgrad, Branko ve Gazela gibi 7 köprüye sahiptir. Kentin hızlı bir şekilde büyümesi ve araç sayısının artması trafik tıkanıklığı problemini doğurmuşsa da E70 ve E75 ağlarını birleştiren bir bypass yolunun kentin problemlerini çözmesi beklenmektedir. Bunun yarında Sava üzerinde bulunan Ada Köprüsü de dahil yeni bir "iç majistral yarı halka", Gazela ve Branko köprülerindeki trafiğin azalması, dolayısıyla kentin trafik problemine bir çözüm bulunması noktasında önerilmiştir.
Tuna üzerinde bulunan Belgrad Limanı kentte nehir yoluyla ticareti mümkün kılar. Bunun yanında Belgrad Nikola Tesla Havalimanı kentte ulaşımı ve ticareti kolaylaştıran etkenlerdendir. Kent merkezinin 12 km batısında bulunan, Surčin yakınlarındaki havalimanı 1986'da 3 milyon yolcuya ulaşım imkânı sağlayarak zirve noktasını görse de 1990'larda yolcu trafiği bir nebze düşmüştür. 2000'lerdeki yenilemeye bağlı olarak 2004 ve 2005'te 2 milyon yolcu rakamına ulaşan havalimanı, 2008'de 2.6 milyon, 2011'de 3 milyonun üzerinde yolcu rakamına ulaşmıştır.
Beovoz kentin banliyölerle olan ulaşımını sağlayan bir toplu taşıma ağıdır. Sırp Demiryolları tarafından işletilen ağ 1992'de ulaşıma açılmıştır ve 2 bölgede 5 hatta hizmet veren 41 istasyonla ulaşımı kolaylaştırır.
Belgrad Avrupa'da nüfusu bir milyonu aşan kentler arasında bir metro ağına sahip olmayan kentlerden biridir. Belgrad metrosu ülkede inşa edilen yollar ve demiryollarından sonra ülkenin en önemli üçüncü projesi olarak kabul edilir. Diğer iki projenin en önemli ayakları ise Belgrad bypass ve Pan-Avrupa Koridor X'dir.
Uluslararası iş birlikleri.
Belgrad'ın kardeş kentleri ve diğer iş birliği yaptığı kentler:
Belgrad Fransız Légion d'honneur (21 Aralık 1920'de; Belgrad, Liège, Lüksemburg ve Volgograd ile birlikte bu nişanı Fransa dışında alan 4 kentten biridir), Çekoslovak Savaş Haçı (8 Ekim 1925'te), Yugoslav Karađorđe'nin Yıldızı Nişanı (18 Mayıs 1939'da) ve Yugoslav Halkın Kahramanı Nişanı (20 Ekim 1974'te, Nazi Almanyası işgalinden kurtuluşun 30. yıldönümünde) gibi birçok ulusal ve uluslararası nişana layık görülmüştür. Bu nişanların hepsi kente I. ve II. Dünya Savaşı'ndaki çabaları sonucu takdim edilmiştir.
2006'da "Financial Times"' dergisi "Foreign Direct Investment" kenti "Güneydoğu Avrupa'nın Gelecek Kenti" ödülüne layık görmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15456",
"len_data": 39763,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.67
}
|
Beyin fırtınası veya fikir fırtınası, yaratıcı düşünceyi destekleyen, takım çalışanlarını motive ederek kısa sürede çok fazla fikrin üretilmesine ve süreçlerin neden başarısız olduğuna dair çıkarımlar yapılabilmesine olanak sağlayan bir "sürekli kalite geliştirme" aracı. Bu kavram bir reklamcı olan Alex Osborn tarafından geliştirilmiştir.
Beyin fırtınası, tek başına veya bir grupla yapılabilir. Fikirlerin, akla gelir gelmez açığa çıkması istenir. Fikirler başta yargılanmaz ve eleştirilmez, hiçbir fikir saçma olarak değerlendirilmez, böylece kişinin tüm fikirlerini çekinmeden, aklına geldiği gibi sunması sağlanmaya çalışılır. Yargılama yapılmadığı için fikirlerin birbirini besleyeceği ve evrileceği varsayılır.
Bir konuya çözüm getirmek, karar vermek, hayal yoluyla düşünce ve fikir üretmek için kullanılan üretimci bir tekniktir.
Yöntem.
Bir beyin fırtınası toplantısının yöntemi konusunda değişik yollar izlenebilir, aşağıda genel hatları ile izlenecek yöntem özetlenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15457",
"len_data": 984,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.47
}
|
Miraç (Arapça: معراج; birebir yazımla Mirac); İslam dinî anlatımlarında, Muhammed'in göğe yükselip Allah ve öte âlemleri görüp geriye döndüğü rivayetlerine verilen isimdir. Rivayetler; Muhammed'in kalbinin temizlenmesi, Burak ve Cebrail eşliğinde Mescid-i Aksa'ya gidiş (isra), Burak'ı bağlayıp peygamberlere namaz kıldırma, muallak taşından göğe yükselme, Allah ile konuşmalar, gök katlarında diğer peygamberler ile diyaloglar, cennet ve cehennemi görme ve geri dönme gibi bölümlerden oluşur.
Sonraki yüzyıllarda yazılan miraçnamelerde Ali'ye benzer şekilde, İslam tarihinde Satuk Buğra Han, Ahmed Yesevi ve Celaleddin Rumi gibi Muhammed'den yüzyıllar sonra yaşamış dini/politik şahsiyetler bile miraç hikâyelerine dahil edilir. Böylece Alevi kültürü gibi bu kişilerin görüş ve uygulamaları da meşrulaştırılarak İslam kültürünün temel parçaları arasına sokulur ve yüceltilir.
"Kendisiyle yukarı çıkılan şey, merdiven" anlamına gelen kelime, Türkçeye "yükseğe çıkma" şeklinde çevrilir ve "uruc" (yükselme) kökünden gelir. "İsra", Arapçada gece yolculuğuna verilen isimdir. Muhammed'in geceleyin Mescid-i Haram'dan Burak adı verilen binek üzerinde Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürülmesini ifade eder. Birlikte İsra ve Miraç olarak anılır.
Gök Tanrı inancından Hristiyanlığa, Zerdüştlükten Yahudiliğe, Mazdeizmden İslamiyete kadar birçok inanç göğü kutsal kabul etmiş ve göğü Tanrı'ya mekân olarak seçmişler, ölüm sonrası ruhlarının gökyüzüne yükseldiğine ve orada sonsuz yaşama ulaştığına inanmışlardır. Miraç bu inanç ve hikâyelerin İslami yansımalarından biri olarak görülür. İslam kültüründeki miraçnameler ile özellikle Ardavirafname arasında birçok paralellikler göze çarpar. Birçok inançta Evren yeryüzü ve gökyüzü (7 kat gök) olarak iki bölümden oluşur. Buna göre iyi ruhlar gökyüzüne, cennete yükselirken, kötü ruhlar yerin altında, cehennemde azap çekerler.
Ardavirâf, ömrü boyunca günah işlemediği için din adamlarından oluşan bir kurul tarafından Ahura Mazda ile görüşmeye gönderilir. Meng isminde bir içecekten üç kadeh içtikten sonra uykuya dalar. Yedi gün boyunca Kutsal Surûş ve tanrı Azer'in eşliğinde Çinvat Köprüsü'nü görür, cenneti ve sonra sırasıyla araf ve cehennemi gezer. Burada iyilerin cennetteki, günahı ve sevabı eşit olanların araftaki ve günahkârların cehennemdeki durumu hakkında bilgiler edinir ve döner.
Ayet ve hadisler.
Kur'an'da miraçtan İsra ve Necm surelerinde söz edilir.
Bununla birlikte surenin baştan itibaren ele alınması ifadelerin Muhammed'in göğe yükselmesi ile bağlantılı anlatımlar olarak algılanmasını güçleştirmektedir.
Mescid-i Aksa.
Kudüs'te, tapınaklar tepesinde Kubbetü's-Sahre'nin hemen güneyinde yer alan ve İslam'ın en kutsal yerlerinden biri olduğuna inanılan camidir.
Tarihçe
Süleyman tapınağı, (Müslümanların deyimi ile Beytü'l-Makdis) Kral Davut'un oğlu Süleyman'ın hükümdarlığı sırasında MÖ 957'de tamamlanmış, II. Nabukadnezar ise krallık ile birlikte yapıyı MÖ 586'da tümüyle yıktırmış, Yahudileri esir ederek Babil'e götürmüştür.
II. Kyros, MÖ 538'de Yahudilerin Kudüs'e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin vermiştir. Gösterişsiz bir yapı olan İkinci Tapınak da İS 70'te Romalılar tarafından yıkılmış, geriye yalnızca batı yanında bugün “Ağlama Duvarı” diye anılan bölüm kalmıştır. Bugün El-Aksa Camii olarak bilinen yapının Bizans imparatoru I. Justinianos tarafından Süleyman tapınağı kalıntıları üzerine yaptırılan bir bazilika olduğu kabul edilir. Halife Ömer 638'de Kudüs'ü aldıktan sonra yapıyı değişiklik yaptırmadan camiye çevirtmiş, Emevi halifesi I. Velid de (705-715) büyük bir onarımla baştan aşağı yeniletmiştir. Yapıya Mescid-i Aksa ismi Abdülmelik bin Mervan tarafından Abbasilere karşı politik amaçlarla verilmiştir. Mescid-i Aksa ile karıştırılan bir yapı olan Kubbetü's-Sahre ise Kutsal Kaya'yı içine alacak şekilde Abdülmelik b. Mervan tarafından 687-691 yılları arasında yapıldı.
Miraç rivayetlerinde yer alan Mescid-i Aksa'nın neresi olduğu konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar Kudüs'teki Mescid-i Aksa'nın kastedilen mescit olmadığı görüşündedirler.
Muhammed Hamidullah, Mescid-i Aksa'nın gökyüzünde manevi bir mescit olduğunu ileri sürmüştür.
İslam öncesi ve erken İslam tarihinde hac, kıble ve Kâbe'nin yerinin neresi olduğu konusu 1970'li yıllardan bu yana tartışılmaktadır. Arkeolojik araştırmalarda Mekke'nin, rivayetlerin aksine yeni bir şehir olarak ortaya çıkışı, bilinen tarih kaynaklarında ve haritalarda adının 8. yüzyıl öncesinde geçmemesi, ticaret yolları üzerinde olmaması yanında tarım açısından arazinin uygunsuz oluşu, erken dönem İslam tarihi hakkında ipuçları veren Kur'an ve hadis rivayetlerinde tanımlanan bazı yer isimleri ve özellikleri ile Mekke'nin coğrafi yapısının uyuşmaması; araştırmacıları, İslam'ın kökleri konusunda farklı arayışlara yöneltmiştir.
Muaviye'nin ölümü sonrasında çıkan iç karışıklıklarda Kâbe, Yezid'in askerlerince mancınıklar kullanılarak taşa tutulmuş, isabet alan kara taş üç parçaya bölünmüş, Kâbe yıkılmıştır. Kanadalı Arkeolog ve İslam Tarihi Araştırmacısı Dan Gibson'a göre sözü edilen yıkım bugünkü Mekke şehrinde değil, bundan yaklaşık 1200 kilometre kuzeyde, Petra'da gerçekleşmişti. Araştırmalarında ulaştığı en eski camilerin kıble duvarlarının Petra'yı göstermeleri nedeniyle, bu bulgularla ayet, hadis ve siyer kaynaklarındaki diğer ipuçlarını bir araya getiren Gibson Muhammed'in Petra'da yaşamış ve buradan Medine'ye göç etmiş olduğu sonucuna ulaşmıştır. Ona göre Kur'an'da bahsedilen “bekke” veya “mekke” sözcükleri de Petra'yı ifade ediyordu. Müslümanların ilk kıblesi de Kudüs'teki Mescid-i Aksa değil, Petra'da Al-Lat tapınağı olarak kullanılan kübik yapı olmalıydı. Gibson Petra'da haccın nasıl başladığını ve icra şeklini anlattığı bir video yayınladı.
Bu yapı Müslümanların iç savaşlarından birisi olan Abdullah bin Zübeyr İsyanı sırasında mancınıklarla yıkılmış, İbni Zübeyr karataşı diğer kutsal eşyalarla birlikte alarak Emevi saldırılarından uzakta, bugünkü Mekke'nin bulunduğu yere taşımış, yeni tapınağı burada inşa etmişti. Emevilere karşı Abbasilerin desteğini kazanan yeni mekan birkaç yüzyıllık bir geçiş dönemi sonunda tamamen benimsenmiş, yeni yapılan camilerin yönü Mekke'ye dönük olarak inşa edilmeye başlanmış, Mekke Müslümanların yeni hac merkezi olmuştur.
Dan Gibson bu araştırmaları ile İslam'ın erken dönemine ait miraç rivayetlerinde yer verilen “El-Aksa” mescidinin lokasyonlarını da vermiştir. Gibson'a göre mescit, Petra antik kentine yürüyüş mesafesinde (8 km), Cirane mevkiinde bulunmaktaydı.
Klasik kaynaklar yerin ismini Mekke'ye 25 km mesafede bulunan Cirane olarak vermektedir. Ancak gidiş-dönüş hesabıyla burasının bir gecelik yürüyüş için oldukça uzak bir mesafe olduğu ortaya çıkmaktadır.
Sidretül münteha.
Sidretül münteha 7. kat gökte olduğuna inanılan, mitolojik anlatımlarla süslenmiş bir ağaçtır. "Sidretül münteha" Arapça bir izafet terkibi olup “son sedir” veya "tenhadaki sedir" anlamına gelir.
Miraçta Muhammed'in eriştiği son durak Sidret'ül münteha (Necm Suresi:14-16) olarak geçer. İnanca göre bundan sonraki âleme geçebilmek yeryüzündeki varlıklar için mümkün değildir.
Sedirin nasıl bir ağaç olduğu konusunda, dini terimlere gizemli anlamlar yükleme eğilimindeki kesimlerce, abartılı rivayetlerle desteklenen anlatımlar yapılmıştır. Mütercim Âsım, "Kamus" adlı eserinde sidreyi meyveli bir ağaç olarak "Sidre, Arabistan kirazı denen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gayet koyu ve latiftir." şeklinde tanımlar.
Bazı araştırmacılara göre Sidre'nin meyveli bir ağaç olarak tarif edilmesi kelimenin kullanım şekli ve Kur'ani kullanım ile uyumsuz bir yaklaşımdır. Bu sebeple Sidre en yaygın ve bilinen çamgillerden sedir ağacı olarak tercüme edilmelidir.
Tasavvufi yaklaşım: Arş, Kürsi, Levh-i mahfuz gibi Sidretül münteha da anlamları bilinmekle beraber İslam'da Tanrı'nın münezzeh (dinlerde sıklıkla rastlanan antropomorfizm gibi yaratılanlara benzememe, aşkınlık) sıfatıyla bağdaştırılmak amacıyla mahiyetinin bilinmediği ifade edilen nesnelerdir. Arapçada Arş koltuk, kürsi sandalye, levh-i mahfuz ise korunmuş levha anlamlarına gelir. Dini terminolojide Levhi-mahfuz üzerine kaza ve kaderin yazıldığı mahiyeti bilinmeyen korunmuş bir levhadır. Tanrı'nın eşyaları olarak nitelendirilebilecek olan bu nesnelerin tasavvuf ehline göre bir vücudu, şekil ve renkleri yoktur.
Sünni gelenekte yeri.
Miracın Hicret'ten bir yıl ya da 16 ay önce recep ayının 27. gecesinde gerçekleştiğine inanılır. Rivayete göre Muhammed gece vakti Kâbe'den alınıp Burak adı verilen binek üstünde Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, Burak'ı Beytü'l-Makdis'in (Süleyman Tapınağı) kalıntılarının güneybatı duvarına bağlamıştır. Muhammed sırasıyla eski Aksa denen bugünkü el-Aksa Camisi'nin altındaki yerden Mescid-i Aksa alanına girmiş, oradan Kubbetü's-Sahre'nın bulunduğu alana geçmiş ve orada İsa, Musa, Zekeriya peygamberlerle buluşmuştur. Günümüzde Nebi Minberi'nin bulunduğu alanda bütün peygamberlere namaz kıldırmış, oradan da Miraç Minberi'nin bulunduğu alandan göğe yükselmiştir.
Hadislere göre Muhammed bu yükselmede gök katlarını Cebrail ile birlikte aşarken sırayla Âdem, Yusuf, Yahya ve İsa, İdris, Harun, Musa ve İbrahim peygamberleri görmüş, yedinci kat gökten sonra Sidret'ül Münteha’ya çıkmıştır. Cebrail’in Sidret'ül Münteha’dan ileriye geçememesi üzerine yolculuğunu tek olarak sürdürmüş, zaman, mekân ve cihetin olmadığı ifade edilen katta Allah ile aracısız görüşmüştür.
Anlatılana göre Muhammed Mekke'ye döndüğünde yaşadıklarının gerçek olup olmadığından kuşku duyanların soru yağmuruna tutulmuştur. Ama sorulara doğru cevap vermiştir.
İslam’ın ilk zamanlarında dinin oruç, zekât, şehitlik ve hac gibi belli kuralları, prensipleri tam olarak belirlenmemişti. Gece namazları rağbet görmekle birlikte, ibadet kuralları da açık ve seçik olarak belirlenmemişti. Rivayete göre İsra ve Miraç bu konudaki belirlenmeleri sağlamış olaylardır. Buna göre miraçta;
Kutlamalar.
Miracın gerçekleştiğine inanılan gece "miraç kandili" olarak kutlanır. Bu gece ile ilgili dini konuşmalar ve kutlamalar yapılır, dua ve tesbihat yapılır ve Yasin okunur. İnanca göre Muhammed Miraç'ta kendisine sunulan şarap, bal ve süt dolu üç bardaktan süt bardağını tercih ederek sütü içmiştir. Bu sebeple Anadolu'da çoğu yerde bu gecede süt içme ve dağıtma geleneği olduğu ifade edilmektedir. Bazı yerlerde tatlı da yapılır ve dağıtılır. Konya'da bu geceye “süt gecesi” de denilmektedir.
Alevi kültüründe.
Alevi inancında Muhammed'in bedenen miraca çıktığı kabul edilir ve Alevilere özgü menkıbevi bir anlatımla dile getirilir. Bu anlatımda Kırklar Meclisi de önemli bir yer tutmaktadır;
Peygamber miraca giderken yolda bir aslan görür, çıkarıp yüzüğünü ona verir ve yoluna devam ederek Sidretü'l-Müntehâ'ya erişir. Muhammed'e bal, süt ve elma verilir. Tanrı'yla doksan bin kelam söyleşir. Konuşmada kendisine hitap eden sesin Ali olduğunu fark eder. (“Sırr-ı Ali”) Şerhu Hutbeti'l-Beyân'da şöyle açıklanır:
“Abdullah b. Ömer eyidir: Ben işittim Rasul Hazretine sual eylediler ki, Ya Rasulallah mirac gecesi Hak Teâlâ sana ne dilce hitâb etdi? Rasul Hazreti: Bana Ali b. Ebî Tâlib lügatıyla hitab kıldı ve gönlüme bunu ilham eyledi kim, eyitdim: Ya Rabbi, bana hitab iden sen misin yohsa Ali midir? Rabbim bana eyitdi: “Ya Ahmed ben Adem oğlu olunmazam. Ve şüpheli nesnelerle sıfatlanmazam. Seni benim nurumdan yaratdım. Ve Ali’yi senin nurundan yaratdım ve anı senin gönlün sarayına muttalî kıldım ve senin gönlüne Ali’den sevgilü kimse bulmadım, dahi sana anın diliyle hitab eyledim”
Tartışmalar, görüş ve eleştiriler.
Kimilerine göre bu yükselme fiziksel, kimilerine göre manevi, kimilerine göre hem maddi hem manevi, kimilerine göre de ne tam anlamıyla maddi ne de tam anlamıyla manevidir. Muhammed'in eşi Aişe, Miraç sırasında Muhammed'in vücudunun yerinden kaybolmadığını bildirmiştir. “Bedeninin yokluğu hissedilmemiş” olduğu ifadesine karşın, Schimmel gibi bazı yorumcular ve din bilginleri ayetteki "kuluyla birlikte" ifadesini ve Burak adlı bineğin kullanılmasını gerekçe göstererek söz konusu yolculuğun ruhsal bir deneyim olduğu tezine karşı çıkmıştır.
Neşet Çağatay'a göre; miraçla ilgili olarak Ayşe'nin ifadesi şöyledir: Muhammed, doğrudan doğruya Rabb'ini değil, Cebrail'i temaşa etmiştir. Ayşe bunun için Kuran'da Allah'ı görmenin mümkün olmadığını ifade eden ayeti kanıt göstermiştir.
Göğe çıkarak Allah'a ulaşmanın Allah'a mekân ve yön izafe edilmesi anlamına geldiğini ifade eden İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık miracı anlatılan biçimiyle reddeder ve bunun bir vizyon olduğunu belirtir.
Süleyman Ateş, Buhari'de kaydedilen bir hadise göre miracın peygamberlikten önce Muhammed'in Kâbe'nin yanında uyurken gördüğü bir rüyadan ibaret olduğu kaydıyla geleneksel anlamdaki miraç anlayışına karşı eleştirilerini sıralar.
Alevi İslam inancında Mescid-i Aksa'nın inşa tarihine ve gök katları bilgisinin mitolojik kökenlerine dikkat çekilerek miraç ve bağlantılı olarak namaz gibi konulara sembolik anlamlar verilir.
Diğer dinlerin hikayeleri.
Zerdüştlük inancında da Zerdüşt'ün göklere yükseldiği, cennet ve cehennemi gördüğü, meleklerle ve Tanrı ile görüştüğüne inanılır. Miraçname kültürü ile zerdüşt edebiyatı arasında çok sayıda paralellikler bulunuyor.
Prof. Dr. Mikail Bayram ve ilahiyatçı yazar Cemil Kılıç miraç rivayetlerinin kaynağı olarak Zerdüştlerin kitabı yi işaret etmektedirler. Bu yazarlara göre İslam'a hadisler yoluyla geçirilen ve yeni uyarlamalarla farklı inanç ve mitolojilerin kaynağı haline getirilen miraç rivayetleri İslam'ın kendi inanç esaslarına da aykırılıklar ve çelişkiler içeren bir efsaneden ibarettir. Ancak Ardavirafname adlı bu kaynağın eldeki şeklinin MS. 9. veya 10. yüzyıldan kalma olabileceği ifade edilmektedir.
Göğe yükselen insan anlatıları, erken dönem Yahudi ve Hristiyan literatüründe de bulunur. Örneğin, Hanok kitabı, bir melek tarafından Nuh'un büyük büyükbabası olan ata Hanok'a verilen bir cennet turunu anlatır. , İbrahim'e cennette doğruların ve doğru olmayanların yargısı gösterilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15460",
"len_data": 13986,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.1
}
|
Kars Antlaşması "()", 13 Ekim 1921 tarihinde imzalanan ve Türkiye ile Güney Kafkasya ülkeleri Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti arasındaki sınırların belirlendiği antlaşmadır.
Rusya, 1917'den sonra Kafkasya'dan çekildi. Bölgede Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bağımsızlığına kavuşmuş ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti, Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti adında üç devlet kurulmuştur. Fakat Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti iki yıl sonra Kafkasya'yı yeniden işgal etmiştir. Bölgedeki üç devlet Sovyetler Birliği ismini alan yeni Sovyet rejiminin idaresine girdi. Sakarya Muharebesinin Ankara Hükûmetinin zaferiyle sonuçlanmasından sonra Sovyet Rusya'nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile Kâzım Karabekir'in temsil ettiği TBMM Hükûmeti arasında 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalandı. Bu anӀaşmaya göre her üç Cumhuriyet, Moskova Antlaşması'nı kendileri için de geçerli sayıyordu. Böylece Türkiye'nin doğu sınırı kesinleşti ve Ermeni Sorunu da sona erdi.
Bir giriş bölümü, 20 madde ve eklerinden oluşmaktadır. Sözleşmenin geçerli şartı kabul edilmemiştir. Ancak, bazı bilgilere göre antlaşmanın hükümleri 25 yıllık geçerliliği olan ek protokolleri mevcuttur. Böylece, Azerbaycan'ın Nahçıvan bölgesinin hamilik hakkında 5. maddede ifade edilen şartı açıktır. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla beraber Ermenistan bu konuda farklı görüşler belirtmiş farklı makamlar Kars Antlaşması'nı kabul etmediklerini açıklamıştır.
Potsdam Konferansı'nın liderlerinin 6. toplantısında SSCB Dışişleri Halk Komiseri Vyaçeslav Molotov'un 22 Temmuz 1945 yılında Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'nın koşulları hakkında yapılmış açıklaması bu süre ile koşullandırılmıştır. Bu koşulları Kars, Artvin ve Ardahan hariç bölgelerin geri vermesi ve Karadeniz Boğazlar sorunları çözüm hükümleri kapsamaktadır.
Konferans ve imza.
Kars'ta yapılan konferansa Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ni temsilen, baş delege olarak Doğu Cephesi Komutanı Ferik Kâzım Karabekir Paşa, delege olarak Burdur milletvekili Veli Bey, Ankara Hükûmeti'nin Azerbaycan temsilcisi Memduh Şevket Bey, Doğu Anadolu Bölgesi Demiryolları İnşaat Başmühendisi Muhtar Bey, Müşavir olarak Batum milletvekili Edip Bey, Reji Umûmî Müfettişi Muvaffak Bey, Doğu Cephesi Kurmay Başkanı Kadri Bey, Kurmay Binbaşı Veysel Bey, Kurmay Binbaşı Talât Bey ve kâtip olarak dışişleri memurlarından Zühtü Bey, Osman Bey ve Cephe yaverleri Nazmi Bey ve Selahattin Bey katılmışlardır.
Antlaşma, Türkiye'yi temsil eden Kazım Karabekir Paşa, Veli Bey, Muhtar Bey, Memduh Şevket Bey, Sovyetler'i temsil eden Rusya Büyükelçisi Yakov Ganetsky, Ermenistan Dışişleri Bakanı Aşkanaz Mravyan ve iç işleri bakanı Bogos Makinçiyan ile Azerbaycan Devlet Bakanı Behbud Şahtahtinski ve Gürcistan Savunma Bakanı Şalva Eliava ve Dışişleri bakanı Aleksandr Svanidze'nin katıldığı bir toplantıyla imzalandı.
II. Dünya Savaşı.
II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Sovyetlerin Türkiye üzerindeki toprak iddiaları devam etmiştir. Bu durum, Türkiye'nin hem savaşın son döneminde Müttefik Devletler yanında savaşa dahil olmasına, hem de birkaç yıl sonra NATO'ya üye olmasında rol oynayan unsurlardan biri oldu.
Şimdiki durum.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1991'de dağıldıktan sonra bağımsız olan Ermenistan Kars Antlaşması'nı tanımadı. Taşnak Partisi Erivan Temsilcisi Kiro Manoyan ve Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, Kars Antlaşması'nın Sovyetler Birliği ile imzalandığını bağımsız Ermenistan tarafından imzalanmadığını öne sürerek bu sınırların geçerli olmadığını, daha farklı bölgeleri sınır belirlemiş Sevr Antlaşması'nı esas aldıklarını belirtmişti. 2023 yılında Nikol Paşinyan Ermenistan'ın topraklarının 1991'de bağımsızlığını ilan eden Sovyet Ermenistanı'nın toprakları olduğunu ve diğer ülkelerin toprakları üzerindeki hak taleplerinden vazgeçildiğini söylemiştir. Bu Kars Anlaşmasıyla çizilen sınırı kabul ettiği şeklinde yorumlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15463",
"len_data": 4073,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
Fakir Baykurt (Esas ismi Tahir, 15 Haziran 1929; Yeşilova, Burdur - 11 Ekim 1999, Essen, Almanya), Türk yazar ve sendikacı.
Köy hayatını anlatan Yılanların Öcü adlı romanı, Türk edebiyatının klasikleri arasına girmiş bir eserdir. Eserleri Bulgarca ve Rusça başta olmak üzere birçok dile çevrilmiştir. Baykurt, Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu genel başkanlıklarını yapmıştır.
Biyografi.
Çocukluğu.
1929 yılında Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy'de doğdu. Annesinin adı Elif ve babasının adı Veli'dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber şu sözleri ile 1929 yılının Haziran ortası olduğu düşünülür: ""1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır..." Kendisine babası tarafından savaşlarda vurulup geri dönmeyen amcasının adı olan "Tahir"" adı verildi.
1936 yılında Akçaköy İlkokulu'na başladı. İki yıl sonra babasını kaybetti ve eğitimini yarım bırakarak Balıkesir iline bağlı Burhaniye'de yaşayan dayısının yanında dokumacılık yapmaya başladı. II. Dünya Savaşı başlayınca dayısının askere alınması üzerine köyüne dönerek okula devam etme imkânı buldu. Bir yandan ırgatlık, çobanlık, suculuk, köy kâtipliği yaparak eğitimini üç yıl kesintiden sonra okulu kendi köyünde tamamladı. 1942 yılında kaydolduğu Gönen Köy Enstitüsünde bulunduğu dönemde şiir yazmaya başladı.
Ortaöğrenimine Gönen Köy Enstitüsü'nde devam etti. Köy enstitüsü yıllarında şiire olan ilgisi arttı. İlk şiiri "Fesleğen Kokulum", Eskişehir'de çıkan "Türk'e Doğru" dergisinde yayımlandı. 1947 yılında "Köy Enstitüleri" ve "Kaynak" dergilerinde şiirleri yayımlandı. Bu yıllarda şiirlerinde, daha sonra tüm yazılarında "Fakir Baykurt" adını kullandı.
Köy öğretmenliği.
Ortaöğrenimini 1948 yılında tamamlayarak köy öğretmeni oldu. Beş yıl Yeşilova ilçesinin Kavacık ve Dereköy köylerinde ilkokul öğretmenliği yaptı. Bu dönemde arkadaşları ile Ege ve Göller Bölgesi Türkiye Köy Öğretmen Dernekleri Federasyonu'nu örgütledi. 1951 yılında Muzaffer Hanım'la evlendi. Bu evlilikten kızları Işık (d. 1957) ve Sönmez (d. 1958) ile oğlu Tonguç (d. 1962) dünyaya geldi.
Türkçe öğretmenliği ve müfettişlik yılları.
1953 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü'ne girdi. Edebiyat Bölümü'nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu (1955). Önce Sivas Lisesi'ne atandı ve yıl sonunda Hafik'de açılan ortaokula aktarıldı. Aynı yıl ilk kitabı olan "Çilli"'yi, mektup yoluyla tanıştığı Samim Kocagöz'ün desteğiyle yayımlattı. 1957 yılında askere alındı. Sivas Lisesi'ne atandığı ve bir otelde kaldığı sırada yazmaya karar verdiği ve kendi yaşamından yola çıkarak kurguladığı "Yılanların Öcü" adlı romanını askerliği sırasında izin günlerinde yazdı.
"Yılanların Öcü" romanı ile 1958 yılında "Cumhuriyet" gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Roman Ödülleri'nde aralarında Halide Edib Adıvar, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Haldun Taner'in de bulunduğu Seçiciler Kurulu tarafından Yunus Nadi Ödülü'ne değer görüldü. Eser, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Yılanların Öcü'nün tefrika edilmesinden sonra dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin talimatıyla Baykurt ve gazete hakkında soruşturma açıldı; savcı tarafından takipsizlik kararı verildi. Baykurt, bu olaydan sonra zaman zaman Cumhuriyet gazetesinde yazılar yayımlamaya başladı.
Askerliğini Konya Astsubay Okulu'nda tamamladıktan sonra Şavşat Ortaokulu'na öğretmen olarak atanan Baykurt, 1959 yılında köy yaşamının sertliğini, yoksulluk, cahillik, sömürü, taassup ve batıl inançları anlatan "Efendilik Savaşı" adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl Cumhuriyet'teki bazı yazıları ve Yılanların Öcü romanı nedeniyle öğretmenlikten alınıp Ankara'da Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı Yapı İşleri Bölümü'nde görevlendirildi ve bir süre sonra açığa alındı. 27 Mayıs 1960'tan sonra Ankara İlköğretim Müfettişliğine atandı. "Efkar Tepesi" adlı kitabı 1960'ta yayımlandı.
Yılanların Öcü romanı 1961 yılında tiyatroya uyarlandı ve Devlet Tiyatroları'nda sahnelenmek istendi. Ne var ki bütçe görüşmeleri sırasında Meclis'te ve Cumhuriyet Senatosu'nda romanla ilgili tartışmalar yapılmış, "kuvvetli sol görüşler taşıdığı" öne sürülmüş ve oyunun provaları durdurulmuştur. Eser, 1962'de filme uyarlandı. Sansür Kurulu tarafından filmin Türkiye içinde ve dışında gösterilmesi reddedilen film, Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e izlettirildi. Cumhurbaşkanının destek vermesine rağmen gösterime sokulmayan filmi mecliste milletvekillerinin izleyip gösterim iznine karar vermesi kabul edildi. Gösterilen tepkiler ve yaşanan tartışmalar üzerine mecliste planlanan gösterim yapılmadan sansür kaldırıldı. Ankara'daki Ulus sinemasında yapılan gala gecesinde Fakir Baykurt, saldırganlar tarafından hırpalandı. Altmışa yakın sinema, filmin gösteriminin yapıldığı ilk gün saldırıya uğradı.
1962 yılında "Onuncu Köy", "Karın Ağrısı", "Irazca'nın Dirliği" kitaplarını yayımlayan yazar Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek, Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde göze kulağa hitap eden ders araçları ve yetişkinler için yazma öğrenimi gördü. 1963 yılında yurda dönerek Ankara İlköğretim Müfettişliği görevini sürdü. "Onuncu Köy" Bulgarcaya çevrildi ve kitapları Bulgaristan'da Türkçe olarak da basıldı. "Yılanların Öcü" ile "Irazca'nın Dirliği" de Almanya'da, "Die Racheder Schlangen" adıyla basıldı. Bu dönemde "Yılanların Öcü" Rusçaya da çevrildi.
Türkiye Öğretmenler Sendikası.
1965 yılında Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu içinden gelen 92 öğretmen ile birlikte Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)'nın kuruluşunda yer aldı ve sendikanın ilk genel başkanı seçildi.
Bu arada ilköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılarak 1966 yılında yeni kurulan Millî Folklor Enstitüsü'ne uzman olarak atandı. "Kaplumbağalar" ve "Amerikan Sargısı" romanları yayımlandı. 1967 yılında Onuncu Köy Rusçaya çevrildi. TÖS'teki çalışmaları nedeniyle sık sık kovuşturma geçiren yazar Gaziantep'in Fevzipaşa ilçesinde Gaziantep Fevzipaşa Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine gönderildi. Ünlü romanlarından biri olan ve bir genç kızın yaşlı bir ağa ile evlendirilmeye karşı çıkarak var olma mücadelesi verişini konu edinen "Tırpan" 'ı 1967 yılında Fevzipaşa'daki görevi sırasında kurguladı.
Baykurt, 1969 yılında dört günlük Büyük Öğretmen Boykotu'nu gerçekleştirmek için TÖS yöneticileri ile birlikte Türkiye'yi dolaştı. Eylem, Türkiye'deki tüm öğretmenlerin %70'ini oluşturan 109bin öğretmenin katılımı ile 15-18 Aralık'ta gerçekleşti. Eyleme katıldıkları için 50.300 öğretmen kovuşturma geçirdi. Baykurt da öğretmenler boykotuna katıldığı için 1969'da bir kez daha açığa alındı; Tırpan adlı romanını bu sırada tamamladı. Bu romanı TRT Roman Ödülü ve Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'ne değer görüldü. 1970 yılında ayrıca "Sınırdaki Ölü" ile de TRT Öykü Ödülü'nü aldı. Danıştay Kararıyla göreve geri döndü. Ankara'ya ODTÜ Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü görevine getirildi.
Sıkıyönetim yılları.
12 Mart 1971 Muhtırası'ndan sonra TÖS Davası'nda bir numaralı sanık olarak yargılanan Baykurt, uzun süre tutuklu kaldı. Tutukluluğu sırasında kapatılan TÖS'ün yerine arkadaşları ile sendikanın yerine bir dernek kurulması için çalıştı. Tüm Eğitim Öğretim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) kuruldu.
TÖS Davası bitmeden kamuoyunun baskısıyla af yasası çıktı. Ancak Baykurt ve arkadaşları aftan yararlanmayı reddetti ve tutuklulukları devam etti. Tutukluluğu sırasında 1971'de "Tırpan" adlı kitabı ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü kazandı. Kitaplarının yeni basımları yapılırken yazar askeri tutukevinden Ankara Merkez Cezaevi'ne aktarıldı. "Can Parası" (1973), "Köygöçüren" (1973), "İçerdeki Oğul" (1973) kitapları yayımlandı. Can Parası, Sait Faik Ödülü'ne değer görüldü. 1975 yılında Askerî Yargıtay’da TÖS Davası'ndan beraat etti. cezaevinde iken kurguladığı "Keklik" romanını cezaevinden çıktıktan sonra yazıp yayımladı.
Emekliliği.
1976 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan emekli olan Baykurt, Madaralı Roman Ödülü'nün kuruluşuna yardımcı oldu. 1977 yılında İsveç’te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katıldı ve Yayla romanı basıldı. Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’na katıldı ve Almanya, Hollanda ve İsviçre’ye geziler yapıp göçmen işçilerle iletişim kurdu.
"Sakarca" (1976) oyunu 1978 yılında Sakarca İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi. Kara Ahmet Destanı ile 1978 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazandı. 1978'de Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda danışmanlık yapmaya başladı. "Anadolu Garajı" ve "Tırpan" kitaplarını yayımladı.
1979’da Almanya, Duisburg’a gönderilerek ‘Yabancı Çocuk ve Bölgesel Çalışma Kurumu’nda eğitim uzmanı olarak çalıştı. Rur Havzası’nda Türk işçi çocukları için başlatılan bir programda görev aldı. Tırpan, 1978'da tiyatroya uyarlandı; Devlet Tiyatrosu tarafından İzmir, Ankara ve Antalya’da oynandı.
Almanya yılları.
Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere 1979'da tekrar Almanya'ya gitti ve Duisburg şehrine yerleşti. Bu dönemde ODTÜ’de öğrenci olan oğlu Tonguç, ertesi yıl kızı Işık tutuklandı.
1980 yılında Tırpan oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konuldu ve iki mevsim oynadı. Tırpan'dan ötürü Baykurt ve Taner Barlas, "Avni Dilligil En Başarılı Yazar" ödülüne değer görüldü; Suna Pekuysal da bu oyundaki rolü ile "En Başarılı Oyuncu" seçildi. Baykurt, Taner Barlas ve oyunda rol alan sanatçılar “İsmet Küntay Ödülü'bğ, Suna Pekuysal “Ulvi Uraz Ödülü”nü kazandı. Tırpan, 1981’de Sakarca İsveç’te çizgi film yapıldı ve Macarcaya da çevrildi. Baykurt'un öyküleri Gürcistan’da da kitap olarak basıldı.
Almanya’daki göçmen işçilerin yaşamını konu alan öyküleri ""Gece Vardiyası", işçi çocuklarının yaşamını dile getiren öyküleri "Barış Çöreği"" adıyla yayımlandı. Kitaptan yapılan seçmeler Almanya ve Hollanda'da iki dilli olarak yayımlandı. 1983 yılında "Yüksek Fırınlar" kitap olarak basılır. Oğlu Tonguç'la birlikte Sovyetler Birliği gezisi yapan Baykurt, Moskova, Bakü, Batum ve Leningrad şehirlerine ve Yasnaya Poliana’ya giderek Lev Nikolayeviç Tolstoy’un Yurtluğu’nu ziyaret etti.
1984 yılında Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü'nü kazandı. Gece Vardiyası ve Kara Ahmet Destanı Almanca, Yılanların Öcü ile Irazca’nın Dirliği Bulgarca basıldı. Türkiye’de “Barış Derneği İkinci Davası”nda sanık olarak aranan Fakir Baykurt, 1985 yılında Gece Vardiyası ile Alman Endüstri Birliği’nin Yazın Ödülü’nü aldı. "Dünya Güzeli" ve "Saka Kuşları" adlı Kitapları Türkçe ve Almanca olarak basılır. 1986 yılında Duisburg’ta öğretmenliğe başlar ve yurt dışında oluşan Türkiye Aydınlarıyla Dayanıma Girişimi’nin yönetiminde görev aldı.. "Duisburg Treni" adlı eseri basılır. Kopenhag’ta Dünya Barış Kongresi’ne katılır aynı yıl Koca Ren basılır.
1987 yılında Keklik romanı 20 öyküsüyle birlikte Rusça’ya çevrilip basıldı. Londra’ya bir gezi yaparak Highgate’te Karl Marx’ın gömütünü ziyaret etti. Aynı yıl aralarında birçok yabancı dile çevrilen kitabının da bulunduğu 19 kitabı Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Halikarnas Balıkçısı, Mihail Şolohov, Ernest Hemingway, İvan Gonçarov, Tolstoy, Gogol, Panait Istrati gibi yazarlarla beraber gerekçe göstermeden yasaklanır. Aynı yıl Sakarca adlı eseri de Hollandaca ve Almanca olarak basılır. Türkiye – Yunanistan Dostluk Gelişimi’nin Avrupa’da kuruluşunda görev alır. Tiflis’te İlaya Cavcavadze’nin 150’nci doğum yıldönümü konferansına katılır.
1988 yılında İçerdeki Oğul’u oyun olarak tekrar yazdı. A. Çetinkaya ile birlikte Fridan Halvaşi’nin şiirlerini Türkçeye çevirdi. Kitap, Eninde Sonunda adıyla Almanya’da basıldı.
1989 yılında "Kuru Ekmek" romanını yazdı İçerdeki Oğul, Amersfoort Halk Tiyatrosu’nda oynanır. Şiirleri de "Bir uzun yol" adıyla basılır. Moskova’ya yeni bir gezi yaparak Nâzım Hikmet’in evinde ve arşivinde çalışır.
Baykurt ders vermeyi Pestalozzi Okulu’nda sürdürür. Şiirleri Hollanda’da “Vuurdoorns – Ateşdikenleri” adıyla basılır. 1991 yılında Ortaokul öğrencileri için, “KALEM – Schreiber” dergisini çıkarmaya başlar aynı yıl boynundan bir ameliyat geçirir. 1992 yılında, bugün Literaturcafé Fakir Baykurt adıyla varlığını sürdüren Duisburg Edebiyat Kahvesi'ni kurdu. Bir Uzun Yol'un Almancası “"Ein langer Weg"” adıyla yayımlandı.
1995 yılında Almanya'da öğretmenlik yaptığı Pestalozzi Okulu'ndan emekliye ayrıldı. Öykü Kitabı "Bizim İnce Kızlar" basıldı ve 7 kitaptan oluşan Özyaşam öyküsünü bitirdi.
Türkiye'de 10 Mart'ta Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı tarafından “Fakir Baykurt’a Saygı Gecesi” düzenlenmiş ve aynı yıl "Yarım Ekmek" romanı yayımlanmıştır. 1998 yılında "Telli Yol" öykü kitabı ile birlikte, “Özyaşam” dizisinin ilk cildi “"Özüm Çocuktur"” yayımlanır. Gezi yazılarının bir bölümünü Dünyanın Öte Ucu (Avustralya Gezi İzlenimleri) adıyla yayımlanır. Benli Yazılar deneme kitabıyla birlikte “Özyaşam” dizisinin ikinci ve üçüncü ciltleri (Köy Enstitülü Delikanlı; Kavacık Köyünün Öğretmeni) çıkar.
Baykurt, 1999 Nisan genel seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi İzmir milletvekili adayı oldu.
Ölümü.
11 Ekim 1999 Pazartesi günü tedavi gördüğü Almanya'da Essen Üniversitesi Kliniği'nde pankreas kanserine yenik düşerek öldü. Ülkesine getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15466",
"len_data": 13101,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.34
}
|
Bursa Anadolu Kız Lisesi, Bursa'da köklü bir ortaöğretim kurumudur. 2005-2006 eğitim yılında Anadolu Lisesi statüsüne giren okul, daha önceden Bursa Kız Lisesi adını taşımaktaydı. Okulun Voleybol Takımı 2003-04 öğrenim yılına kadar 18 yıl üst üste il şampiyonu olarak bir rekor kırmıştır.
Tarihçe.
Bursa'da kız çocuklarının eğitimi için ilk defa 1854 yılında Mahkeme Hamamı karşısında inşa edilen binada bir okul hizmete açılmıştı. Okul, 1911 yılında Kız Rüştiye Mektebi adını almış, Bursa'nın Yunanlar tarafından işgali sırasında gizlice yürütülen eğitim faaliyetleri, 1922'de sonra eren işgalden sonra bir süre Kız Muallime Mektebi adıyla sürdürülmüştü. Okul bu dönemde, şehri ziyarete gelen cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'i 1925 yılında ağırladı.
Bugünkü Kız Lisesi, Bursa'nın Muradiye semtinde bulunan ancak 1928 yılında kapatılan Bursa Amerikan Kız Koleji'ne ait binanın, Türk Maarif Cemiyeti (şimdiki adıyla Türk Eğitim Derneği) tarafından satın alınması ile hizmete girdi. Okulun ilk müdürü, daha sonra Türkiye'nin ilk kadın milletvekillerinden birisi olarak meclise girecek Fakihe Öymen idi. 1931 yılında Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İsmet İnönü ile birlikte okulu ziyaret etmiştir. Okul, 1947-48 öğretim döneminde bugünkü binasına taşındı ve 1949 yılında adı Kız Lisesi olarak belirlendi. Eski okul binası, günümüzde yıkılmıştır.
Okul 2005-06 eğitim yılında Anadolu lisesi olup adı Bursa Anadolu Kız Lisesi olarak değişmiştir.2022-23 eğitim yılında adı yeniden Bursa Kız Lisesi olarak değişmiştir.
2011-12 yılı itibarı ile karma eğitimden vazgeçilmiş olup sadece kız öğrenciler alınmaya başlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15468",
"len_data": 1614,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.46
}
|
Bursa Amerikan Kız Mektebi, 1876-1928 yılları arasında Bursa'da hizmet vermiş lise düzeyinde bir okuldur.
Ülkedeki diğer Amerikan okulları arasında büyük bir önemi olmayan, 5 sınıflı küçük bir okuldu. Okulda din propagandası yapıldığı, bazı öğrencilerin öğretmenlerinin etkisi ile Hristiyan olduğu iddiasının 1928'de gazetelerde yer alması ile Türk basınında gündeme geldi. Türkiye'deki Amerikan okulları sorunu bu olay üzerine Türk-Amerikan ilişkilerinde bir kriz niteliğini kazandı ve okul kapatıldı.
Okulun binası, Türk Maarif Cemiyeti (Türk Eğitim Derneği) tarafından alınarak cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'nın himayesinde Bursa Kız Lisesi binası olarak kullanılmıştır.
Tarihçe.
1876 yılında Bursa'nın Muradiye semtinde kuruldu. II. Meşrutiyet'in ilanına dek istisnalar haricinde yoğunlukla gayrimüslim öğrencilerin devam ettiği bir okuldu. II. Meşrutiyet'in ilanından itibaren daha çok sayıda Türk öğrenci kabul edildi.
I. Dünya Savaşı yıllarında faaliyetleri durdurulan okul, Mondros Mütarekesi'ni izleyen günlerde çalışmalarına 12 öğrenci ile yeniden başladı. Milli Mücadele sırasında zaman zaman eğitime verildi. Okul, Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra 4 öğrenci ile eğitime devam etti. Artık ağırlıklı olarak Türk öğrencileri kabul eden okulun 1923 yılında 38'i Türk toplam 47 öğrenci vardı. Bu sayı 1924 yılında biri hariç hepsi Türk 120 öğrenciye ulaştı. 1926'ya gelindiğinde 195'e çıkan toplam öğrenci sayısı, 1927'de tekrar 120'ye inmişti.
Okulun kapatılması.
Okulun kapatılması ile sonuçlanan olaylar şöyle gelişti: 22 Ocak 1928'de Cumhuriyet Gazetesinde Bursa Amerikan Kız Koleji'nde okuyan 4 kız öğrencinin Hristiyanlığa geçtiği yolunda bir haber çıktı. İddiaya göre öğrenciler, sabah erken vakitte Amerikalı öğretmenlerle beraber dağlara-tepelere çıkıyor, yemeklerden önce hızlı hızlı bazı dualar okuyorlardı. Bu iddia Türk ve Amerikan basınında çok yer tuttu.
Müfettişlerin incelemesi sonucu 4 arkadaşın davranışlarında tuhaflık sezen ve onları takibe alan 12 kişilik bir öğrenci grubu arkadaşlarının hatıra defterlerini gizlice alarak içlerinde İsa'ya duyulan sevgi ve hristiyanlığın yüceliğine ilişkin ifadeler bulmuşlar, bunu Millî Eğitim Müdürüne ihbar etmişlerdi. Müfettişlerin incelemesi sırasında olay çığ gibi büyüdü, öğretmenlerin öğrencileri Hristiyanlığa teşvik etmek için yortu, yılbaşı ve Pazar günlerinde öğrencilere hediyeler verdikleri, hatıra olarak İncil dağıttıkları, yemekten önce İncil'den dualar okudukları, Protestan öğrencilere okul ücretlerinde indirim yaptıkları, karşı çıkanlara düşük notlar verdikleri iddiaları ortaya atıldı.
Okulun eski öğrencilerinden Sabiha Hanım ile Pakize Tarzi'nin de okulda okurken din değiştirdiği iddiası öne sürüldü. Müfettişler, 4 öğrencinin telkinler sonucu din değiştirdiği, öğretmenlerin görevlerini kötüye kullanmış oldukları yolunda rapor hazırladılar. Okul derhal kapatıldı.
Okul müdürü Miss Jillson, jimnastik öğretmeni Miss Sanderson, biyoloji öğretmeni Miss Day Hristiyanlık propagandası yaptıkları gerekçesiyle Bursa Sulh Ceza Mahkemesinde yargılandı ve üçer gün hapis cezası ile 3'er lira para cezasına çarptırıldı.
Üç Amerikalı kadının yargılanması ve ceza alması Amerikan kamuoyunda Türkiye aleyhine bir tepki yarattı. O dönemde ülkede sekiz Amerikan okulu bulunmakta ve geçici olarak kapalı bulunan Amerikan okularının yeninden açılması sorunu ABD ile Türkiye arasında 1925'ten beri devam etmekteydi. Türkiye'deki Amerikan okulları sorunu bu olay üzerine Türk-Amerikan ilişkilerinde bir kriz niteliğini kazandı. Bu olaydan sonra Millî Eğitim Bakanlığı Ahlâk Dersi, Türkiye Coğrafyası, Türkçe ve Türk Ticaret Hukukunun Türkçe okutulması ve Okulun Müdür Yardımcısı'nın Türk olması şartıyla, sadece Talas Koleji'nin açılmasına izin verdi. Bursa Kız Koleji kesin olarak kapatıldı ve bir daha açılmadı.
Bu olayın bu kadar büyümesi ve ulusal bir mesele halini alması tarihçiler tarafından cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan kimlik krizi olarak açıklanmıştır.
Bursa Kız Lisesi'nin açılması.
Bakanlar Kurulu kararı ile kapanan Bursa Amerikan Koleji'nin binası cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'nın isteği üzerine Türk Maarif Cemiyeti tarafından satın alınmış ve cumhurbaşkanının himayesinde "Bursa Kız Lisesi" adıyla yeni bir kız okulu 19 Eylül 1931 günü açılmıştır.
1948 yılında Bursa Kız Lisesi ile "Kız Muallim Mektebi" yer değiştirdi. Muradiye'deki binaya geçen Kız Muallim Mektebi, bir süre sonra "Kız Öğretmen Okulu" olarak anılmaya başladı. Son mezununu 1979 yılında verdi. Günümüzde okulun yerinde turizm ve otelcilik eğitimi veren Muradiye Anadolu Mesleki ve Teknik Lisesi bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15469",
"len_data": 4574,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.52
}
|
Ksenofanes (Eski Yunanca: Ξενοφάνης, MÖ 570-480). Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesi olan Ksenofanes Kolophonludur (şimdiki İzmir-Değirmendere). Geleneklere, dolayısıyla da Yunan sporcularının yüceltilmesine, kehanetlere ve özellikle de halkının insan biçimli çoktanrıcılık anlayışına karşı çıkmıştır.
Yaşamı.
Onun hakkında bilgi veren kaynaklar başta Aristoteles olmak üzere, Diogenes Laertius, İskenderiyeli Klemens ve MS 2. yüzyılda yaşamış olan Sextus Empricus'tur. Ayrıca Ksenophanes'in kendisine ait olduğu bildirilen fragmentler de vardır.
MÖ 540 yılında Anadolu'nun İranlılar tarafından işgal edilmesiyle yurdundan ayrılmak zorunda kalmıştır. Güney İtalya'da çok gezmiş ve gittiği yerlerde eğitici ve öğretici nitelikteki şiirlerini okuyarak dikkatleri üzerine çekmiştir. Yaşamının sonlarına doğru, günümüze ancak kalıntıları kalmış olan Elea kentine yerleşmiştir.
Öğretisi.
Ksenophanes insan ve kültür sorunlarına ilgi duymaktadır. İçinde yaşadığı Yunan toplumunun ve kültürünün temel kurum, kavram ve değerlerini sorgulamaktadır. Bunun için sıkı eleştiriler getirmekte ve bu eleştirilerini ise hiciv biçimiminde ifade etmektedir.
Kökleri Homeros ve Hesiodos'a kadar inen, halkın tanrı kavramı ile savaşır:
"Homeros ve Hesiodos tanrılara, insanlar arasında ne kadar ayıp ve kusur varsa hepsini yüklemişlerdir. Hırsızlık, zina ve birbirlerini kandırma." (B11)
Ksenofanes tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister. Ona göre; bir yandan tanrılara saygı duymak, öte yandan onlar için bu tür çirkin masallar uydurmak birbiriyle uyuşmaz.
Tanrıyı insan biçiminde tasarlamaya da karşıdır:
"İnsanlar tanrıların kendileri gibi doğmuş olduklarını ve kendininkilere benzeyen elbiseleri, sesleri ve biçimleri olduğunu sanmaktadırlar." (B14)
"Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine, öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi ve onların her birine de kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi." "Habeşler tanrıların kara ve basık burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduklarını söylerler." (B15,16)
Ksenophanes bu tanrı tasavvuru karşısına tektanrıcılık düşüncesini çıkarmıştır. Bu düşüncenin halk üzerinde etkisi olmamışsa da tanrının, yerinde durarak, dünyayı düşünmekle kımıldattığı şeklindeki öğretisi, Aristoteles tarafından ele alınmak ve tamamlanmak suretiyle yüzyıllar boyunca hüküm sürmüştür.
"Tanrı ve insanlar arasında en büyük olan, ne biçim ne düşünce bakımından insanlara benzer olamayan tek bir Tanrı."
"O tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır."
"Hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle yönetir."
"Hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur ve bir o yana bir bu yana gitmek yakışmaz ona." (B23,24,25,26)
Evrenbilimi.
Asıl ilgi alanını oluşturmamakla birlikte bu konularda birtakım görüşler ortaya koymuştur: Dünya düzdür; üst tarafından hava küresi, daha doğrusu yarım hava küresi, alt tarafından ise toprakla çevrelenmiştir. Öte yandan Ksenophanes, güneşin havada bir doğru çizdiğini ve her akşam batıda bir çukura düştüğünü, ertesi gün ise doğudan yeni bir güneşin doğduğunu düşünür. Yıldızlar ise gündüzleri sönen, geceleri tekrar yanan kömür parçaları gibidirler. Dünya belki başlangıçta bir çamurdu. Zamanla güneşin etkisiyle suların bir kısmı buharlaştı, toprak kurudu ve böylece o bugünkü şeklini aldı. Ksenophanes'in karada deniz hayvanlarının, deniz yosunlarının fosillerini bulduğu, bundan hareketle bu kuramı ortaya attığı söylenmektedir.
Ksenophanes dünyanın başlangıçtaki halinden birtakım değişmelerle şimdiki haline gelmiş olduğu şeklindeki açıklamasına benzer bir açıklamayı uygarlık hakkında da vermektedir:
"Tanrılar insanlara her şeyi başlangıçtan itibaren vermemişlerdir. İnsanlar araştırma yaparak zamanla en iyiyi bulmuşlardır." (B18)
Ayrıca kendisine ve öğretisine karşı eleştirici bir tavır takınmıştır: İnsan doğruya değil sadece doğruyu andırana ulaşabilir.
"Tanrılardan hakikati ve de yeryüzündeki her şeyi öğrenen olmadı asla ve olmayacaktır da. Çünkü insan bir kez doğruyu tam tuttursa bile yine de öyle olduğunu bilmeyecektir." (B34)
Karşılaştırma.
Ksenofanes Yunan felsefe tarihinde gerek İyonya doğa düşünürlerinden, gerekse Pythagorasçılar'dan farklı bir zihniyet temsil etmektedir. İyonya düşünürleriden farklıdır, çünkü dogabilimsel görüşleri itibarıyla onların bazı görüşlerini paylaşmaktaysa da eğilimi itibarıyla bu tür sorunlara, yani evrenin nasıl ortaya çıktığı, ana maddesinin ne olduğu gibi sorunlarla gerçekten ilgilenen bir insan değildir.
Öte yandan Ksenophanes'in amacının, Pythagoras gibi ruhun kurtuluşunu sağlamak olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir şiirinde açıkça onunla ve onun ruh göçü anlayışıyla alay etmektedir. Benzer şekilde Dionysosçular da tuhaf ayinleri ve öğretileriyle Ksenophanes'in alaycı eleştirilerinden kendilerini kurtaramamaktadırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15471",
"len_data": 4917,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.97
}
|
Antropomorfizm ya da insan biçimcilik, insanî niteliklerin başka bir varlığa atfedilmesidir. Hayvanlar, cansız varlıklar, doğa güçleri, monoteist ve politeist dinlerdeki tanrılar, melekler, şeytanlar, cinler ve daha başka kavramlar da "Antropomorfizm" konusu olabilir. "Antropomorfizm", Yunancada insan anlamına gelen ανθρωπος ("anthrōpos") ile şekil veya biçim anlamına gelen μορφη ("morphē") kelimelerinden oluşur.
Tarihçe.
Eski Yunan dinlerinde antropomorfizm, Homeros ve Hesiodos'un tanrıları insan gibi anlatmasıyla başladı. Buna karşılık, pek çok Eski Yunan düşünürü, yurttaşlarının dini görüşlerine karşı çıktı, antropomorfizmi eleştirdi, soyut tek tanrılı inancı savundu. Meselâ, Aristo'nun "Fizik" kitabındaki ilk unsur, hiçbir insanî özellik taşımaz.
Sanat tarihinde antropomorfizm, asli amacı insanı tasvir etmek olmayan eser ve nesnelerin insana benzetilerek yapılması anlamına gelmektedir.
Dinlerde.
Tanrı hakkında teşbihi antropomorfik bir dil kullanılıp kullanılamayacağı konusunda Yahudi, Hristiyan ve İslam düşünce tarihinde oldukça yoğun tartışmalar olmuştur. Kutsal kitaplarda Tanrı'yı hem teşbih eden hem de tenzih denilen olumsuzlama örneklerine rastlanmaktadır. Üç dinin de bu konuya yaklaşımını incelediğimizde hem Kur’an’ın hem de Kitab-ı Mukaddes’in olumsuz nitelemeler yanında olumlu nitelemeleri çok daha fazla kullanıldığı görülecektir; yani
vahiyde tenzihten çok teşbih vardır.
Örnekler:
Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” (YARATILIŞ 1:26 TCL02) Peygamber İşaya rabbi gördüğünü, O'nun tahtta oturduğunu, elbisesinin eteklerinin tapınağı doldurduğunu ifade etmektedir. (İşaya, 6/1).
Kitâb-ı Mukaddes’te Tanrının yüz, ağız, dudak, göz, kulak, kol, bilek, parmak ve ayakları bulunur. Konuşması, görmesi, işitmesi, yazması, oturması, dinlenmesi, uyanması, yürümesi, gülmesi gibi davranışlar sergiler. Tanrı tıpkı bir çömlekçi gibi yerin toprağından insanı şekillendirir (Tekvîn, 2/7), bir bahçıvan gibi ağaç diker (Tekvîn, 2/9), günün serinliğinde bahçede dolaşır (Tekvîn, 3/8), savaşır (Çıkış, 14/14-25), duvarcı ustası gibi bir sunak yapar (Çıkış, 15/17), tufan gelince geminin kapısını kapatır (Tekvîn, 7/16).
İnsani duygular taşıması; sevinmesi, acı çekmesi, pişman olması, öfkelenmesi, intikam alması, kıskanması, usanması, yakılan kurbanların kokusundan hoşlanması, yorulması
İncillerde antropomorfik ifadelerin yanında İsâ’dan Tanrı’nın oğlu, tanrıdan da “baba” diye söz edilmektedir: Babam (Matta, 7/21; 10/32; 11/27; Luka, 2/49; Yuhanna, 5/17), baban (Matta, 6/4), babanız (Matta, 10/29; Yuhanna, 8/42; 20/17).
Değişimler; İbrani dini metinlerinde Tanrı ile ilgili Antropomorfik ifadeler zaman içerisinde hafifletilir veya yok edilirler. Örneğin Kitab-ı Mukaddes’teki Yunus kitabının, Midraş türü, tarihi bir gerçekliğe dayanmayan, eğitim veya nasihat amaçlı Tevrat kıssasında Yahudi tercümanlar, antik metindeki antropomorfik betimlemeleri kaldırmıştır;
'da Masoretik Metin'de (MT) "... Tanrı belki halimizi görür de yok olmayız..." diye yazarken Yunus Targum'unda bu pasaj "...belki Tanrı'dan üzerimize rahmet gelir..." yazmaktadır. Gemi kaptanının teklifi ilahi geleceği değiştirmekten ziyade ilahi acımayı elde etmeye yöneliktir. MT'de 'da "Belki o zaman Tanrı fikrini değiştirip bize acır, kızgın öfkesinden döner de yok olmayız" derken Targum'da "Her kimin idrakında günah varsa tövbe etsin ve Tanrı tarafından bize acınacak" yazar. Tanrı fikrini değiştirmemektedir; acımaktadır.
İslâm'da.
"Tanrı Âdem'i kendi biçiminde yarattı.
"Rabbimiz baldırını açar, her mümin erkek ve her mümin kadın O'na secde eder. Dünyada iken kendisine riya ve gösteriş olarak secde edenler geri kalırlar. Onlar da secde etmeye kalkarlar, ancak sırtları bükülmeyen yekpare bir tabakaya dönüşür."
İslamda Allah kızar-öfkelenir, "öç alma" yoluna gider, yatışır, düşünür, acır (Rahim), bağışlar; "efendi (Rabb) ve "kral" (Melik) olur, evi ve "tahtı" vardır. Kıyamette "8 taşıyıcı" üzerinde gelir. (Hakka 17) "Zorba" (Cebbar), "sevecen, "(Vedûd), öfkeli (Celil)dir. Kur'anda insansı bir dil ile Muğire Oğlu Velid'e zenim (18 yaşına kadar babası bilinmediği için soysuz denmiştir.) şeklinde hakaret edilir. (Kalem 8–13 Celaleyn 2/230)
Kur'an’da Allah'ın 99 ismi arasında verilen intikam alan, sabırlı olan gibi bazı isimler ile "(yemin etme, beddua etme,(Tebe 30, Zariyat 8–11, Münafıkun 4, Müddeessir 18–25, Tebbet 1-5) hikâyeler anlatma, kendisine dostlar ve düşmanlar edinme gibi)" bazı fiiller Kişisel tanrı olarak tanımlanan ve Tanrı’ya insanî sıfatlar atfeden diğer örneklerdir.
Batı'da ilk defa On Sekizinci Yüzyıl ortalarında kullanılmaya başlanılan "Antropomorfizm" kelamcılar tarafından İslâm'daki Müşebbihe i'tikadî mezhebinin eşdeğeri olarak algılanmış ve bu durum putperestliğe denk olarak gösterilmiştir.
İslam toplumunda Allah inancının teşbih-tenzih tartışmaları üzerinden belirli değişimler geçirdiği, Örneğin Kur'an ve hadislerde Gökyüzünde Arş' (Koltuk)ta oturan, iki eli (Sad 75), yüzü (Bakara 115; Rahman 27), "gözler"i (Hud 37, Mü'mimun 27, Tur 48, Taha 39), karnı, bacağı gibi insani sıfatlarla tanımlanan yaratıcı inancının daha sonra kelamcılar tarafından sorgulandığı, bu kapsamda farklı görüş ve mezheplerin ortaya çıktığı görülür.
Selef imamlarından İmam Mâlik istiva hakkında soru soran birine şöyle cevap verir:
"“Allah’ın istivası (lügat anlamı ile) malumdur ve sabittir. Keyfiyeti ise imkânsızdır (oturma, yerleşme Allah hakkında imkansızdır) ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında nasıl diye soru sormak bidattır.”"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15473",
"len_data": 5603,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.41
}
|
Pakize İ.Tarzi (1912, Halep - 18 Ekim 2004, İstanbul), Türk jinekologdur.
Türkiye'nin ilk jinekoloğu, ilk özel kadın doğum kliniği kurucusu ve İstanbul Boğazı'nı yüzerek geçen ilk kadındır.
Yaşamı.
Osmanlı döneminde Ziraat Bankası Suriye genel müdürü olan İzzet Saltık Bey'in kızı olan Pakize Tarzi, babasının görev yaptığı Halep'te dünyaya geldi. 1912 yılında doğmuştur ancak nüfus kağıdına 1909 yazılarak Tıp Fakütesi'ne gidebilmesi için yaşı büyütülmüştür.
Çocukluğu Şam'da, dört kız kardeşi, annesi, büyükanneleri, amcaları, dayıları ile yaşadığı büyük bir köşkte geçti. Ailesi, 1918'de İngilizler'in Şam'ı işgal etmesi üzerine Adana'ya, Adana'nın Fransızlar tarafından işgali üzerine Konya'ya taşındı. Pakize Hanım, ortaokul diplomasını Konya'daki Sörler Okulu'ndan aldı.
Delibaş İsyanı sırasında ablasının ölmesi, Konya Merkez Komutanı amcası Mustafa Tevfik Bey'in esir düşmesi üzerine Bursa'ya taşındılar. Lise öğrenimini Bursa Amerikan Kız Koleji'nde yatılı olarak tamamladıktan sonra tıp okumaya yöneldi. Ailesi, Pakize'nin okuması için İstanbul'a taşındı. Mahkeme kararıyla yaşını büyütüp Darülfünun'da fizik ve kimya bilimleri okumaya başladı. Hariciye ve histolojide amatörlük yılını geçirdi; yurt dışından gelen öğrenciler ile ilgilendiği görevler aldı. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'nın kız tıp öğrencilerinin köyleri görmesini istemesi üzerine geliştirilen proje kapsamında üç hafta Anadolu'da çalıştı; kadınların sorunlarını tespit etmeye çalıştı. Bu deneyim, kadın doğum branşını seçmesinde etkili oldu.
1932 yazında İstanbul Boğazı'nda yapılan yüzme yarışlarına katıldı. İstanbul Boğazı'nı yüzerek geçen ilk kadın ünvanını aldı.
1932 yılında Darülfünun Tıp Fakültesi'nden mezun oldu; üniversitedeki ilk kadın asistan olarak başında Wilhelm Liepmann'ın bulunduğu Haseki Kadın Hastalıkları Kliniği'nde çalışmaya başladı.
Kadın hastalıkları ve doğum alanında uzmanlık eğitimi aldığı sırada Profesör Liepmann ile pek çok ameliyata girdi ve zor tedaviler uyguladı. İhtisasını bir buçuk senede tamamladı ve İstanbul Üniversitesi 1. Kadın Doğum Kliniği'nin ilk kadın uzmanı sıfatını elde ederek üniversitede ayrıldı. Cağaloğlu'nda bir muayehane açtı.
İhtisası sırasında tanışıp nişanlandığı Fettah Tarzi ile evlendi. Fettah Tarzi, Mahmud Tarzi'nin oğlu, Afgan Kralı Emanullah Han'ın kayınbiraderi idi. Eşiyle üç yıl kadar Roma'da yaşadı. Roma'da iken üniversiteye başvurarak diplomasını onaylattı ve Tıp Fakültesi'nde doktorluk "yaptı." İlk çocuğunun doğumu için İstanbul'a döndü; İstanbul'da kalıp çalışmaya karar verdi.
Bir süre doçent vekili olarak Tıp Fakültesi Histoloji kürsüsünde ders verdi; 1939'da 1. Kadın Doğum Kliniğine uzman asistan olarak atandı. Üniversitede çalışmaları devam ederken muayenehane açtı. Üniversitede doçentlik sınavı için başvuran Tarzi, tezi kabul edildiği halde, uygulamalı ders anlatımı sınavında 45 dakikayı tamamlamadığı için doçentliği kabul edilmeyince üniversiteden ayrıldı. Tarzi, üniversiteden ayrıldıktan sonra muayenehanesinde çalışmaya devam ediyor ve İstanbul'daki özel hastanelerde doğum yaptırıyordu. Sadece kadın doğum hastalarına hizmet verecek bir klinik ihtiyacını gördü. 21 Temmuz 1949'da Şişli’de Türkiye'nin ilk kadın doğum kliniğini açtı. Klinikte, "heparin" denilen bir ilacın alerji yarattığı, kangrene yol açtığının saptanması ile Türk dünya basınında ilgi odağı oldu. 1966'da Şişli'deki binasını boşaltmak zorunda kaldı ve kliniğini Nişantaşı'ndaki yeni bir binaya taşıdı. 1998'e kadar klinikte aktif olarak çalıştı. Binlerce kişinin doğumunu gerçekleştirdi.
Bursa Amerikan Koleji'nden arkadaşları ile Hayvanları Koruma Derneği'ni, Müfide Ferit Tek ile birlikte İstanbul Soroptimist Derneği'ni (1948) kurdu. 25 yıl İstanbul Soroptomist Derneği'nin başkanlığını yaptı. Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği'nin (1949) kurucuları arasında yer aldı.
Anılarını 1993 yılında yayımlanan "Anılar" adlı bir kitapta paylaştı. Kalbindeki ritim bozukluğu nedeniyle yaşamının son yıllarında vaktinin çoğunu evde geçirdi. 17 Ekim 2004 tarihinde İstanbul'da Nişantaşı'ndaki evinde öldü.
Kliniği bir süre bir süre oğlu Mahmut Tarzi tarafından işletildikten sonra 2012'de el değiştirdi ve "Özel Nişantaşı Hospital Pakize Tarzi" (Nişantaşı Hastanesi) adıyla genel hastane olarak hizmet vermeye başladı.
Özel arşivi İstanbul'da Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı'nda bulunmaktadır.
Ailesi.
Pakize Tarzi, Fatma, Zeynep ve Mahmut isimlerinde 3 çocuk annesiydi. Eşi kanalıyla Afgan hanedanına akraba olan Pakize Tarzi, kızı Zeynep Tarzi'nin Sultan II. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu ile evlenmesi nedeniyle Osmanlı hanedanına akraba olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15474",
"len_data": 4621,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.5
}
|
Sosyal pedagoji, Alman bilim insanı Adolf Diesterweg (1790-1866) tarafından ilk defa ortaya atılan bu terim, toplumda mağdur duruma düşmüş, sosyal yönden tecrit edilmiş veya şahsî yönden problemleri olan insanların sosyal hayata yeniden kazandırılmaları, bağımsız ve üretken hâle gelmelerini sağlayan terapoytik, eğitimsel ve danışmaya yönelik hizmetlerin bütünüdür. Daha basit bir yaklaşımla sosyal pedagoji, sosyal sorunlu çocuk, genç ve yetişkinlerin okul dışı eğitim ve terbiyesidir.
Bazı sosyal bilimciler, sosyal pedagojiyi, toplumsal eğitim veya yaygın eğitim anlayışı ile daha çok halk eğitimi veya kitle-toplum eğitimi olarak tanımlamaktadır. Bazıları da sosyal pedagojiyi, halk eğitimi çerçevesinde dar anlamda sadece yetişkinler eğitimi olarak görmektedir.
Topluma yönelik eğitim faaliyetlerinin ortak noktası, okul dışı, bir başka ifadeyle örgün eğitimin dışında kalmasıdır. Dolayısıyla, sosyal pedagoji; mecburî eğitimini tamamlamış olan veya buna paralel olarak bazı sosyal sorunlu kişiler için, genelde kamu kurum ve kuruluşlarca düzenli, planlı ve sistemli bir şekilde yürütülen yaygın eğitim faaliyetlerinin bütünüdür.
Örgün eğitim sistemine hiç girmemiş veya herhangi bir kademesinde bulunan veya bu kademeden çıkmış gençlere ve bütün yaş gruplarına, örgün eğitimin yanında veya dışında düzenlenen eğitim, öğretim, rehberlik ve uygulama faaliyetleri, sosyal pedagoji kapsamına girmektedir.
Halk eğitiminin yöneldiği kitle; yaş, akıl, cinsiyet, eğitim düzeyi, öğrenme ihtiyacı-isteği, sosyal statü ve sosyal gereklilik bakımından birbirinden farklı kişilerden meydana gelmektedir.
Türkiye'de halk eğitiminden yararlanan kişilerin başında daha çok okuma yazma bilmeyenler, ev kadınları; beceri sahibi olmayan veya niteliksiz işsizler¸ serbest meslek erbabı; yaşadıkları ülkenin lisanını bilmeyen yabancılar, işçiler; işverenler; çiftçi; öğrenci; zanaatkâr ve esnaf gelmektedir.
Sosyal pedagojik faaliyetlerin kapsamına hemen hemen aynı sosyal gruplar girmektedir. Ancak, bu hedef kitlelerin içinde psiko-sosyal yönden sorunlu olan kişiler, asıl sosyal pedagojin ilgi alanına girmektedir.
Sosyal eğitim faaliyetleri, sosyal politikalar, sosyal hizmetler, gençlik hizmetleri ve aile hizmetleri aracılığı ile yürütülmektedir.
Avrupa'da sosyal pedagojik hizmetler, 19. yüzyılda kilise tarafından başlatılmıştır. Hedef grup, daha ziyâde sanayi devriminden olumsuz yönde etkilenen ve şehirlere göç eden büyük ailelerin çocukları olmuştur. Bu dönemde örneğin Almanya'da, özellikle büyük şehirlerde kilise örgütleri tarafından muhtaç gençlere, meslekî eğitim imkânı tanıyan yurtlar, dernekler ve okulların yanında özel çocuk bakım evleri açılmıştır.
Bugün, sosyal pedagojik hizmetlerin faaliyet alanları ile sosyal çalışmanın faaliyet alanları birbirine çok yakındır. Bir kamusal sosyal faaliyet biçimi olarak sosyal çalışma, kötü sosyal şartları ortadan kaldırmak ve sosyal sorunlu kişi ve ailelere aynî veya nakdî destek sağlamakla bu maddî sorunun ortadan kalkmasına yardımcı olurken, sosyal eğitim daha çok bu sosyal grupların eğitimleri ile ilgilenmektedir.
Türkiye’de Sosyal Pedagoji ve Halk Eğitimi.
Türkiye'de sosyal pedagoji ve sosyal çalışma faaliyetleri, sınırlı imkânlar doğrultusunda daha çok sosyal hizmetler çerçevesinde yürütülmektedir. Yaygın eğitim faaliyetlerinin büyük bir bölümü ise, iyi organize edilmiş bir şekilde daha çok Halk Eğitim Merkezleri tarafından düzenlenmektedir.
1956 yılında açılmaya başlayan ve sayıları 1960'ta 19'a, 1970'te 334'e, 1980'de 567'ye ve 1991'de de 767'ye ulaşan Halk Eğitim Merkezleri, il ve ilçelerde Millî Eğitim Müdür Yardımcılarından birine bağlı olarak çalışmaktadır.
Halk Eğitim Merkezlerinde eğitim hizmetleri, genellikle 4 değişik alanda olmaktadır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15495",
"len_data": 3717,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.01
}
|
Fatiha Suresi (Arapça: سورة الفاتحة), Kur'an'ın ilk suresidir. Sure, 7 ayetten oluşur.
Mekke döneminde inmiştir ve iniş sırasına göre 5. suredir. Kur'an'ın ilk suresi olduğu için, adını "başlangıç, açılış" anlamlarına gelen "fatiha" kelimesinden almıştır. Önemine ithafen Fatiha-ı Şerife olarak da hitap edilir. Sure ayrıca, ikinci ayetinin başlangıcına binaen Elham olarak da anılır. Surenin Ümmü'l-Kitab, es-Seb'ul-Mesânî (tekrarlanan yedi ayet), el-Esâs, el-Vâfiye, el-Kâfiye, el-Kenz, eş-Şifâ, eş-Şükr, es-Salât gibi adları da vardır. Sure, Müslümanlar tarafından her vakit namazın her rekâtında okunmaktadır.
Fatiha Suresi'nin ilk sure olarak Kur'an'ın başında yer alması, surenin içeriğinde Kur'an öğretisinin bir özetinin yer alması olarak açıklanmıştır. Surede övülmeye ve yüceltilmeye layık tek Allah'ın varlığı, hâkimiyeti, tek ilah oluşu, tapınmanın ancak ona yapılıp ondan yardım isteneceği özet olarak ifade edilir. Övgünün yalnızca Allah'a ait olduğunun söylenmesi, Kur'an'ın 34. suresi olan Sebe' Suresi'nde de tekrarlanır. Fatiha Suresi aynı zamanda bir dua ve yakarış olarak görülür.
Sure.
1: Bismillahirrahmânirrahîm
2: Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
3: O, Rahmân ve Rahîm'dir.
4: O, hesap ve ceza gününün (ahiret günü) malikidir.
5: (Allah'ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
6: Bizi doğru yola ilet,
7: Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.
Besmele ve Âmin konusu.
Besmele.
Fatiha Suresi'nin başında bulunan Besmele'nin İslam'da özel bir yeri vardır. Tevbe Suresi hariç bütün surelerin başlangıcında besmele bulunmaktadır. Ayrıca Neml Suresi'nin 30. ayetinde de zikredilir. Ancak besmelenin her surenin bağımsız bir ayeti mi, yoksa tüm surelerin başında okunan tek bir ayet mi olduğu konusu tartışmalı bir meseledir. Geçerli görüşe göre besmele sadece Fatiha Suresi ve dolayısıyla da Kur'an'ın ilk ayetidir. Bu sayede surenin ayet sayısı yediye tamamlanır ve Hicr Suresi'nin 87. ayetindeki ifadeye uygun hâle gelir: "Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur'an'ı verdik."
Fatiha her namaz rekâtında tekrarlanır ve ikişerli bir zincir oluşturur. Surenin 7 ayet olduğu konusunda görüş birliği bulunmaktadır. Surenin başındaki besmele konusunda mezheplerin görüşü farklıdır: Şâfiîlere göre Fatiha Suresi'nin birinci ayeti, besmeledir. Hanefilere göre besmele Fatiha'ya dahil değildir. Namaz kılınırken Fatiha Suresi'nden önce besmele çekmek ise sünnettir.
Âmin.
Cemaat ile kılınan namazlarda Fatiha Suresi okunduktan sonra, Kur'an'da bulunmayan ve Yahudilikten (İbranice) Hristiyanlığa da geçmiş olan âmin sözü, gelenek olarak cemaatçe söylenmektedir. İbraniceden Arapçaya geçen "âmin" kelimesi "kabul buyur" anlamına gelmektedir ve sözcük, İslam'da da kullanılmaktadır. Bu sözcük, Yahudiler ile Hristiyanlar tarafından âmen şeklinde telaffuz edilir ve aynı amaçla kullanılmasına dayanılarak İbranice veya Süryaniceden Arapçaya girdiği, Arapçada emn (inanmak, güvenmek) kökünden türediği düşünülmektedir.
Üç İhlas Bir Fatiha.
Fatiha Suresi namaz haricinde okunduğunda, genellikle "İhlas Suresi" de üç defa tekrarlanır ve bir dörtleme oluşur. Bu dörtlemeye halk arasında genellikle "Üç Kulhü Bir Elham" denir. Fatiha ve İhlas surelerinin beraber okunması suretiyle İslam'daki Allah kavramı da ana hatlarıyla özetlenmiş olur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15500",
"len_data": 3346,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.35
}
|
Rumuz veya takma ad; bir kimsenin bilinçli olarak gerçek ismi yerine kullandığı isim. Anlamlı veya tamamen uydurma olabilir. Gerçek ismini herhangi bir nedenle açıklamak istemeyen kişilerin internet dünyası veya gerçek dünyada kullandıkları sahte isimlerdir. Örneğin Güzin Abla ve Haydar Dümen gibi uzman ve köşe yazarlarına mektup gönderen okuyucular, gerçek kimliklerini gizlemek için rumuz kullanırlar.
Rumuzun İngilizce karşılığı nickname'dir (kısaca nick). Bir bilgisayar terimi olarak tüm dünyada yaygın şekilde kullanılmaktadır. İnternet yaygınlaştıkça orijinal halinde Türkçeye de girmiştir. Günümüz Türkçesinde, nickname, İnternet'te belli bir iletişim (haberleşme) hizmetini, düzenli olarak kullanmak isteyen kişinin, kendi adından farklı olarak, bu hizmeti, gerçek adını gizleyerek kullanmak için, kendine taktığı ad veya ad yamasıdır.
Lakap.
Lakaplar bir kimseye (veya bir sülaleye) belirli bir özelliğinden dolayı genellikle başkaları tarafından takılan adlardır: Uzun Hasan, Büyük İskender vb. Olumlu veya olumsuz anlamlar içerebilirler. Elbette bir kimse -eğer lakabı varsa- bunu çeşitli ortamlarda rumuz olarak kullanmayı da yeğleyebilir.
Mahlas.
Mahlaslar yazar ve şairler tarafından, eserlerinde gerçek adları yerine kullanılan takma adlardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15504",
"len_data": 1261,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.53
}
|
IV. Murad (; 27 Temmuz 1612 - 8 Şubat 1640), Murad Gazi ya da dîvân edebiyatındaki mahlasıyla Murâdî, 1623 ile 1640 yılları arasında hüküm süren 17. Osmanlı padişahı ve 96. İslâm halifesidir. Sert yönetim tarzı ve koyduğu katı yasaklarla tanınır; özellikle içki yasağı ve gece sokağa çıkma yasağıyla bilinir.
Sultan I. Ahmed () ve Kösem Sultan'ın oğlu olarak Konstantiniyye'de doğdu. Murad, aklî dengesi yerinde olmayan amcası I. Mustafa'nın () yerine, henüz 11 yaşındayken saray komplosuyla tahta çıktı. 18 Mayıs 1632'ye kadar mutlak iktidarı eline almadı; bu dönemde imparatorluk, annesi Kösem Sultan tarafından nāʾib-i salṭanat (naip) unvanıyla yönetildi. Saltanatı, özellikle Osmanlı-Safevî Savaşı ile öne çıkar; bu savaşın sonucu olarak yaklaşık iki yüzyıl boyunca Kafkasya, iki imparatorluk arasında paylaşıldı ve günümüzdeki Türkiye-İran-Irak sınırlarının kabaca temelleri oluştu.
Yaşamı.
Saltanatının ilk yılları.
Osmanlı Padişahı II. Osman'ın tahttan indirilerek öldürülmesi üzerine yerine akli dengesi bozuk olan I. Mustafa tekrar tahta çıkarılmıştı. I. Mustafa akli dengesindeki bozukluktan ötürü devleti yönetemeyecek bir durumda olması nedeniyle alınan karar gereği tahttan indirildi. Yerine ise 10 Eylül 1623 tarihinde tahta oturtulan IV. Murad geçti. Eyüp Sultan Türbesi'nde Aziz Mahmud Hüdayi’nin elinden kılıç kuşanan IV. Murad, tahta çıktığında sünnetsiz olduğu için cülûsunun 5. günü sünnet edildi. Çeşitli olumsuz olaylar sebebiyle kargaşa dolu bir ortamın olduğu dönemde tahta çıktı. Osmanlı'da can ve mal güvenliği neredeyse kalmamış ve hazine tükenme noktasına gelmişti. Çözülmesi gereken en önemli iç ve dış meseleler arasında Abaza Paşa İsyanı ve Bağdat'ın Safeviler'den geri alınması konusu önde geliyordu. IV. Murad'ın henüz çocuk yaşta olması ve tecrübesizliğinden dolayı devlet yönetiminde Sadrazam Kemankeş Kara Ali Paşa kısa bir dönem öne çıktıysa da sorunları çözme noktasında yetersiz kaldı. IV. Murad'ın saltanatının ilk 9 yılı annesinin kontrolü altında geçti.
Abaza Paşa isyanı.
II. Osman'ın öldürülmesi üzerine bulunduğu yerlerdeki yeniçerileri öldürterek cezalandırmaya başlayan Abaza Mehmed Paşa, IV. Murad devrinin de önemli bir sorunuydu. I. Mustafa'nın ikinci padişahlığı devrinde ayaklanan yeniçeri düşmanı Abaza Mehmed Paşa durdurulmak isteniyordu. Yeniçeriler diz kapağındaki yanık üzerinden tanınmaya çalışılınca ilgisiz halk da yeniçeri oldukları iddiasıyla Abaza Mehmed Paşa'nın adamlarınca öldürülüyordu. Ele geçirilen yeniçerilerin boyunlarını vurduran Abaza Mehmed Paşa, 1626'da Dişlenk Hüseyin Paşa'yı da öldürttü. Esir aldığı yayabaşı ve bölükbaşılarından ise dördünü dörder parça ettirip Erzurum Kalesi burçlarına astırdı. Abaza Mehmed Paşa sorunu ile meşgul olan Damat Halil Paşa bu hususta bir başarı elde edemeyince 1628 yılında IV. Murad tarafından görevden alındı. Bu sırada Abaza Mehmed Paşa'nın iki adamı İstanbul'da yakalanınca IV. Murad'ın emri üzerine oyulan omuz başlarına mumlar dikilip çarmıha gerilerek binek hayvanları üzerinde İstanbul sokaklarında teşhir edildiler. Sonrasında ise birinin başı kesildi, diğeri de çengele vurularak öldürüldü. Yeni sadrazam Hüsrev Paşa'nın 1628'de düzenlediği sefer neticesinde teslim olan Abaza Mehmed Paşa, IV. Murad tarafından yine de bağışlandı ve Bosna beylerbeyliğine atandı. Böylelikle Osmanlı için yıllardır sorun olan bir meseleye son verilmiş olundu.
Kösem Sultan iktidarı.
IV. Murad tahta geçtikten sonra hızlı bir eğitime tabi tutuldu. Bu süre içerisinde padişah adına annesi Kösem Sultan "saltanat naibesi" adıyla devleti yönetmek zorunda kaldı. Padişah adına devleti annesinin yönetecek olması Osmanlı tarihinde bir ilktir. Bu süre içinde imparatorluk anarşiye ve büyük iç karışıklıklara sürüklendi. Safeviler, Irak'ı ele geçirdi, Bağdat başta olmak üzere birçok yerde Sünniler kılıçtan geçirildi. Safevi orduları Mardin'e kadar ilerledi. Orta Doğu'daki Sünni - Şii dengesi bozuldu. Kırım, Yemen, Lübnan ve Mısır'da ciddi isyanlar çıktı. Abaza Mehmed Paşa, Doğu Anadolu Bölgesi'nde iki kez isyan çıkardı. Askerlere verilen maaşlar arttırılırken, vergi sistemi bozulduğundan gelirlerde azalma görüldü. Kuzey Anadolu'da işlevsizleşen tımar sistemi ve buna bağlı artan yolsuzlukları öne süren halk isyan başlattı. Safeviler'e karşı yürüttüğü seferde başarısız olan Sadrazam Hüsrev Paşa'nın azli üzerine 1632 yılında yeniçeriler sarayı basarak sadrazam ile 17 devlet yöneticisinin kellesini istedi. Yeni sadrazam Hafız Ahmed Paşa, yeniçerilerce öldürüldü, birçok devlet adamının evi yağmalandı. İkinci bir isyana kalkışarak padişaha güvenmediklerini söyleyen yeniçeriler, ileride padişah olacak şehzadelerin hayatlarından şüphe ettiklerini, sağ olduklarının bir ispatı olarak şehzadelerin kendilerine gösterilmesini, hatta bazı şehzadelerin yeniçeri ocağında kendi himayelerinde kalması gerektiğini söylemişlerdir. Padişah, şeyhülislam ve veziriazamın kefil olması ile yeniçerileri bu isteklerinden vazgeçirmiştir. Asilerin ayak divanına çıkartıp yaptıkları pazarlıklarla genç padişahı zor durumda bırakması, acizliği, yaşı itibarıyla sürekli küçümsenmesi ve annesinin himayesinde kaldığı düşüncesi onun ileride sert bir mizaca bürünmesine neden olmuştur.
Kösem Sultan Anadolu'daki isyanları bastırmak için birçok girişimde bulunmuş ve en dikkat çekici olan Abaza Mehmed Paşa İsyanı son bulmuştur. Kendisi anarşi döneminde ülkeyi toparlama konusunda yoğun bir çaba sarf etti. Dokuz yıllık saltanat naibeliği boyunca Kösem Sultan 8 veziriazam, 9 defterdar değiştirmiştir. Bunun yanında muhtaçlar için aşevleri açtı, hayır kurumları yaptırdı, borçları yüzünden hapishaneye düşmüş olan mahkûmların borçlarını ödeyerek onları hapisten kurtardı ve fakir kızların çeyizlerini düzerek onları evlendirdi. Bu icraatları ilk döneminde toplum ve bürokrasi çevrelerinde takdir görmüştür.
Mutlak saltanat yılları.
İdareyi ele alışı.
Bir çeşit saltanat naibi gibi devleti yöneten annesi Kösem Sultan ve bazı devlet adamlarının etkisi altında geçen saltanatının ilk yıllarında idareye etkisi kısıtlı olan IV. Murad, 1632'den itibaren yönetimde gücünü gösterir oldu.
Yasaklar.
Tütün ve kahveyi yasakladı. Yasağın sebebinin 1630'ların başındaki büyük İstanbul yangını olduğu bilinir ve yangın sonrası çıkabilecek bir ayaklanmaya karşı tedbir olarak İstanbul'daki kahvehaneler yıktırılır. Tütün içenlerin ise öldürülmelerine dair fetva çıkarılır. Tütün içenlerden orduya mensup kişiler tespit edilince eli, ayağı kırılıp boyunlarının vurulduğu da oluyordu. Tütün yasağı nedeniyle evlerin bacaları dahi koklatılıyor, tütün kokusu gelen evlerdeki kimseler ceza olarak öldürülüyordu. Ayrıca meyhane ve kahvelerin yeniçeri ve isyancıların toplanma mekânı haline gelmesi padişahı düşündürmüştü. Yasak, kaybolan devlet otoritesinin de bir nevi tekrar tesisinin bir göstergesi olacaktı. Padişah kendi yasağına ne derece uyulduğuna bağlı olarak otoritesini ölçtü. Bu nedenle yasak çok katı bir şekilde uygulandı. IV. Murad, yasağa uymayanların öldürülmesini emretti. Bizzat kendi özellikle geç saatlerde kıyafet değiştirerek yasağa uyulup uyulmadığını kontrol etti ve bulduğu şüphelileri öldürttü. Bu tebdil-i kıyafet teftiş uygulamasını sıklıkla yapmış ve birçok meyhaneyi gece kendi bizzat baskınlar ve infazlarla kapattı. Padişahın üstün ve kutsal bir figür olarak Topkapı Sarayı'nda bulunmasına alışık İstanbul halkı halk arasına karışan ve doğrudan gücünü sergileyen IV. Murad'a bu yüzden farklı bir gözle bakmıştır. Sultanın ölünceye kadar sürdüğü bu uygulaması sonucu hiçbir padişaha karşı üretilmeyen efsane ve menkıbelere neden olmuştur. IV. Murad'ın sözlü kültürdeki zengin konumu onun özlenen otoriter bir padişah figürünün bir tecellisi olarak yorumlanmıştır. IV. Murad içkiyi de halka yasaklamış, ancak kendi içki içmeyi sürdürmüş ve bu içki bağımlılığı ölümünün bir nedeni olmuştu.
IV. Murad dönemindeki bir diğer yasak ise yatsıdan sonra fenersiz dışarı çıkma yasağı idi. Kıyafet değiştirerek yatsıdan sonra sokakları gezen IV. Murad, fenersiz gezenlerle karşılaşınca ceza olarak onları öldürtmekteydi. Sabah olduğunda bu nedenle cezalandırılan kişilerin ölü bedenleri yerlerde görülüyordu. Yasağa uymayanları ölümle cezalandıran IV. Murad, bir defasında kıyafet değiştirip gezerken, camiden geç saatte çıkıp fenersiz evine giden bir imamın çocuğunu yakalamış ve onu yasağa uymadığı için öldürtmüştü.
Dini bir hareket olan Kadızadelilerin IV. Murad'ın yasaklarına destek ve etkileri olmuştu. IV. Murad'ın tütün yasağını getirmesi ve kahvehaneleri yıktırması gibi kararlarında ona destek veren Kadızadeliler ile bir birlikteliği vardı. Tütün ve kahvenin haram olduğunu ileri süren Kadızadeliler hareketi, yeniliklere karşı katı bir pozisyon almış ve ateşli vaazları ile halk kitlelerini peşlerinden sürüklemişlerdi.
Devrin olayları.
1634 yılında IV. Murad Bursa'ya giderken yoldaki karları temizletmediği gerekçesiyle soruşturma yapmadan İznik kadısını astırır. Yaklaşık iki yıl şeyhülislamlık yapan dönemin şeyhülislamı Ahîzâde Hüseyin Efendi'nin bu olayı eleştirmesi ise şeyhülislamın sonunu hazırladı. İznik kadısının öldürülmesi İstanbul'da duyulunca Şeyhülislam Ahîzâde Hüseyin Efendi bu olayı eleştirmekten geri durmaz. Bu eleştirinin cezası ise her ne kadar başta "derhal Kıbrıs'a sürgün" kararı olduysa da IV. Murad sürgünle yetinmedi ve Şeyhülislam Ahîzâde Hüseyin Efendi'yi boğdurtarak öldürttü. Cesedi bulunmaması için kumsala gömüldü. Ahîzâde Hüseyin Efendi'nin oğlu ise bindiği farklı gemi denize açılmış olduğundan dolayı öldürülmekten kurtuldu.
1638 yılında ise dönemin etkili isimleriyle anlaşmazlık yaşayan Osmanlı hekimbaşı Emir Çelebi, hakkında afyon kullandığı söylenerek IV. Murad'a ihbar edilir. Bunun üzerine IV. Murad'ın bir satranç oyunu sırasında Emir Çelebi'ye zorla fazla miktarda afyon yutturması üzerine Emir Çelebi zehirlenerek ölür.
Hafız Ahmed Paşa'nın isyancılarca öldürülmesi
1631 yılında Hüsrev Paşa'nın yerine ikinci defa sadrazamlığa getirilen Hafız Ahmed Paşa, ilk iş olarak bulundukları yerlerde rahatsızlığa neden olan serbest durumdaki askerleri İstanbul'a getirtmeye çalıştı. Bu sebeple devlet erkanının davet edildiği bir toplantı yapılarak konu görüşüldü ve alınan karar gereği davet mektupları yazılarak askerler İstanbul'a çağrıldı. Böylelikle çok kalabalık bir asker topluluğu İstanbul'da birikmiş oldu. Hafız Ahmed Paşa'nın makamına göz diken Topal Recep Paşa ise İstanbul'a gelenlerle temas kurarak Hafız Ahmed Paşa'yı onların hedefi haline getirmeye uğraştı. Şubat 1632'de kışkırtmaların sonucu öfkeli sipahiler At Meydanı'nda ayaklanarak Hüsrev Paşa'nın azline neden olanları IV. Murad'dan istediklerini beyan ettiler. Bu olaylar sırasında İstanbul'daki dükkanlar, çarşılar kapandı ve insanlar kapılarını kapatarak evlerine çekildi. Ayaklanan askerleri durduracak bir güç bulunmadığından herkes ne yapacağını şaşırmıştı.
Nihayet ayaklananlara sonraki gün bir yanıt verileceği duyuruldu. Hafız Ahmed Paşa da başına geleceklerden çekinmeyerek yola koyuldu. Saray kapısının önü koynu ve cebi taşlarla dolu olan sipahilerce tutulmuştu. At üzerinde geçerken kendilerine selam veren Hafız Ahmed Paşa'ya içlerinden biri taş atınca diğerleri de ona uyarak Hafız Ahmed Paşa'yı taş yağmuruna tutup atından düşürdüler. Paşa'nın muhafızları derhal onu kaldırarak Bab-ı Hümayun'dan geçirip bir odaya kaçırdılar. Paşa'yı koruyanlardan birinin göğsüne hançer saplayıp öldürdüler. IV. Murad'ın huzuruna çıkan sadrazam Hafız Ahmed Paşa, mühri hümayunu eliyle teslim ederek sadrazamlıktan çekildi. IV. Murad ise ona kaçıp saklanmasını söyleyince kıyafet değiştirip kayığa binerek Üsküdar tarafına geçti.
Bâbüssaâde önünde ayak divanı isteyen isyancı askerlere karşı enderun halkını silahlandıran IV. Murad ne istediklerini sordu. Verdikleri listedekileri öldürmek isteyen isyancılar, IV. Murad'a doğru hamlede bulununca padişah hızla geri çekilerek içeri girdi. Sarayda bulunan Topal Recep Paşa, Hafız Ahmed Paşa'nın geri getirtilmesini tavsiye etti. Hafız Ahmed Paşa gelince padişah ikinci kez ayak divanına çıktı ancak kalabalık isteğinden vazgeçmiyordu. Hafız Ahmed Paşa da bunun üzerine, "Padişahım! Hezar Hafız kulun yoluna fedadır ancak ricam budur, beni sen öldürtme, bunlar öldürsün, şehit olayım!" diyerek isyancılara doğru yürüyüp gitti. Hafız Ahmed Paşa pala ve kılıç darbeleriyle öldürüldü.
Mevlevi Şeyhi Ebubekir Çelebi'nin sürgün edilişi
Revan seferine giderken Mevlevi Şeyhi Ebubekir Çelebi ile de görüşen IV. Murad, ona iltifatta bulunup tekkesi için ödenek verdi. Padişahın yakınlığını kazanan Ebubekir Çelebi, bu sayede çevresinde daha güçlü ve sözü geçer bir hale geldi. Konya'daki hükûmet adamları ve kadılar ona başvurmadan bir iş göremez oldular. Bu durumundan rahatsız olanlar da IV. Murad Konya'ya tekrar geldiğinde şikayette bulundular. IV. Murad şikayetler dolayısıyla Ebubekir Çelebi'nin öldürülmesini emrettiyse de araya giren bazı kimselerin ricası üzerine Ebubekir Çelebi'yi bağışlayıp sürgüne gönderdi.
Nakşibendi Şeyhi Mahmud Urmevi'nin öldürülmesi
IV. Murad döneminin etkili Nakşibendi şeyhlerinden biri olan Mahmud Urmevi, IV. Murad'ın emri üzerine idam edilmiştir. Mahmud Urmevi'nin 40.000 kadar müridinin bulunduğu kaynaklarda yer alır. "Rumiyye şeyhi" olarak da bilinen Mahmud Urmevi, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde şöyle geçer: "Murad Han Diyarbakır'a geldiğinde Kimyacı Maanoğlu kızını ve Rumiyye şeyhi Aziz hazretlerini bir günde şehit edip İstanbul'a hicri 1048 tarihinde girdi ve yedi gün yedi gece şenlikler oldu."
Sakarya Şeyhi'nin cezalandırılması
Ilgın'da "Sakarya Şeyhi" diye tanınan Ahmed isminde bir şeyh mehdiliğini ilan ederek kendine inandırdığı köylüleri etrafında toplamıştı. İnsanlar para ve adaklarını ona veriyor, onun için canlarını vereceklerini söylüyorlardı. Durdurulması için üzerine asker gönderildiğini haber alan Sakarya Şeyhi, yaklaşık sekiz bin kişiyi toplayıp çarpışmaya karşı hazır bulundu. IV. Murad'ın Sakarya Şeyhi'nin üzerine yollattığı askerî kuvvet yenilince üç bin kişilik ek bir kuvvet daha gönderildi. Ancak bu kuvvet de mehdi olduğunu iddia eden Sakarya Şeyhi Ahmed'i ele geçiremeyince, anlaşmaya varılan bir yerli sayesinde baskınla yakalandı. IV. Murad'ın huzuruna çıkarılan şeyh, padişah tarafından azalarlandı. Parmakları kesilen Sakarya Şeyhi başında siyah bir sarık ile çıplak bırakılıp eşeğe bindirilerek teşhir edildikten sonra burnu, kulağı, elleri ve ayakları kesildi. Böylelikle Sakarya Şeyhi orada can verdi.
Bilim ve sanat.
IV. Murad'ın devrinde Nef'i, Hezarfen Ahmet Çelebi, Lagari Hasan Çelebi, Bekri Mustafa, Evliya Çelebi, Zekeriyazade Yahya Efendi gibi kişiler yaşamıştır. Şair Nef'i hicivleriyle ünlü divan şairidir, döneminin devlet adamlarını çarpık düzenini hicvetmektedir. Bazen hicivleri yüzünden başı derde giren Nef'i padişah tarafından defalarca uyarılmıştır, ancak padişaha söz vermesine rağmen hiciv yazmaya devam edip Veziriazam Bayram Paşa hakkında hiciv kaleme alınca IV. Murad'ın emriyle 1635 yılında boğdurularak idam edilmiştir.
Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi'nin uçuş denemeleri bu dönemin en dikkat çeken bilimsel gelişmeleri olmuştur. Sultan IV. Murad'ın izni ve bilgisi dahilinde önce Hezarfen Ahmet Çelebi kendi yaptığı dev kanatlarla Galata Kulesi'nden Üsküdar'daki Doğancılar meydanına bir uçuş gerçekleştirmiştir. Bu uçuşun Galata Kulesi'nden Kız Kulesi'ne yapılması planlanmışsa da rüzgâr uçuş rotasını etkilemiştir. Bu uçuş zannedildiği gibi padişaha rağmen değil bizzat padişahın da (Bağdat Köşkü'nün bulunduğu yerden) seyrettiği planlı bir faaliyettir ve uçuşun ardından Hezarfen yine padişah tarafından takdir ve yeni çalışmalar için destek görmüştür. Uçuş dünya havacılık tarihi açısından önemli bir yere sahiptir. Eğer gerçekliği genel kabul görürse Hezarfen o güne kadar gökyüzünde en uzun süre kalan, süzülen ve uçan ilk havacıdır. Dahası uçuşu kıtalararası ilk uçuştur. Ancak bugün yapılan bazı bilimsel çalışmalar Hezarfen'in sadece süzülerek boğazın bir yakasından diğerine kadar uçabilmesini şüpheli görür. Hem Galata Kulesi'nin yüksekliği hem de boğazdaki mevcut hava akımı bu uçuşu zora sokmaktadır. Sadece süzülerek mi uçtuğu, birikimini nereden sağladığı, nerede ve nasıl çalıştığı ya da taktığı kanatların mahiyeti bugün tam olarak bilinememektedir. Ayrıca bu uçuşun Hezarfen'in ilk deneyimi olup olmadığı da tartışmalıdır. Bazı deneme uçuşları yapmış olması muhtemeldir. Kendisi hakkındaki bilgiler çok kısıtlıdır ve çoğu söylence ve dedikodudan ibarettir.
Hezarfen'e gösterilen bu ilgiden cesaret alan Lagari Hasan Çelebi de yine IV. Murad'ın izni ve denetiminde uçuş çalışmaları için destek görmüştür. En önemli ve kayıtlara geçen uçuşu padişahın kızı İsmihan Kaya Sultan'ın doğum günü ya da düğün merasiminde 1633 yılında Topkapı Sarayı'nda, bugünkü Sarayburnu'nda gerçekleşmiştir. Lagari kendi yaptığı ve içinde bulunduğu bir füze ile tüm davetlilerin gözü önünde gökyüzüne dikey olarak uçmuş ve barutu tükenmeye yakın da kendi yapımı olan bir paraşütle boğaza atlamıştır. Bu uçuşu da doğru kabul edersek Lagari Hasan Çelebi yerden gökyüzüne bu derece yükselmeyi başarabilen ilk insandır. Dahası füzeciliğin ve roketli uçuşun da babasıdır. Kendisi de padişahın desteğini almış olmasına rağmen sonraki dönemlerde sürgüne gönderilmiştir. İddialara göre bu ilk uçuş denemelerine sempatiyle yaklaşan Sultan IV. Murad, hem Hezarfen'den hem de Lagari'den tedirgin olmuş ve ikisini bir daha bir araya gelemeyecek şekilde İstanbul'dan uzaklaştırmıştır. Hezarfen Ahmet Çelebi Fizan'a Lagari Hasan Çelebi ise Kırım'a sürgün edilmiştir. Fakat padişahın bu iki bilim insanına ilk aşamada gösterdiği destek gözden kaçmakta ve sürgün nedenlerinin üzerinde durulmamaktadır. Denemelerinin boyutları ve rahatsızlık nedeni tam olarak bilinememektedir. İddialar göre padişaha bazı devlet adamlarının telkinlerde bulunduğu ve "Allah insanların uçmasını isteseydi onları zaten kanatlarıyla birlikte yaratırdı, bu kişiler Allah'a karşı gelmektedirler." diyerek etkiledikleri söylenir. Padişahın bu iki kişiden tedirgin olması ve onları iktidarına karşı bir tehdit olarak algılaması da tartışmalı bir konudur. Çünkü Hezarfen ve Lagari Hasan Çelebi'ler İstanbul'da bulunmakta ve denetim ve destek görerek çalışmaktadırlar. Bundan başka bazı tarihçiler bu iki denemeye de şüpheli yaklaşır. Nedeni kaynaklardan teyit edilemiyor olmasıdır. Abartılı üslubuyla dikkat çeken Evliya Çelebi'nin seyahatnamesi'nin bu derece önemli bir iddiayı referans almak için güvenilir bulanamamasıdır. Çünkü uçuşlarla ilgili tek kaynak Seyahatname'dir. Günümüzde bu olaylarla ve kişilerle ilgili yanlış bilinen birçok bilginin ve iddianın Seyahatname'de yer almadığı ve tamamen kurgudan ibaret olduğu unutulmamalıdır. Tarihçi Erhan Afyoncu ise Evliya Çelebi'nin güvenilir bir kaynak olduğunu iddia eder. Ona göre Seyahatname'deki birçok bilgi, anlatı devrin başka kaynaklarıyla örtüşmekteyken Lagari Hasan Çelebi'nin tamamen uydurma olarak değerlendirilmesini doğru ve samimi bulmaz. Ona göre bu iki bilim insanı ve uçuş denemeleri gerçek kabul edilmelidir.
Kişiliği.
Oldukça sert, disiplinli bir kişiliği olan IV. Murad, emirlerinin kesin olarak yerine getirilmesini bekler ve verdiği emirlerin uygulanışını takip ederdi. Emirlerine uyulup uyulmadığını tespit etmek için kıyafet değiştirerek halk arasında gezerdi. Kızdığı zaman kolaylıkla birini ölümle cezalandırabildiği için etrafındakilerin yanı sıra halk üzerinde de büyük bir korku yaratmıştı. IV. Murad bir gün Beşiktaş'tan geçerken öküz arabasıyla oradan geçen bir köylü nedeniyle yolu kapanınca sinirlenerek köylüyü ok ile vurarak yaralamış, bununla da hırsını alamayarak öldürülmesini isteyince, yanında duran Duçe Mehmed'in köylüyü kurtarmak için öldüğünü söylemesi sayesinde köylü ölümden kurtulmuştu. Osmanlı tarihinde ilk defa bir Şeyhülislam Ahîzâde Hüseyin Efendi onun emriyle öldürülür. Kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu kabul edilir. Sporcu kişiliği ve güçlü bir yapıya sahip oluşu ile bilinen IV. Murad, ata binip dolaşmayı severdi. Tütün ve afyondan nefret ederdi. Mehmet Halife adlı bir Osmanlı tarihçisi, "Tarih-i Gılmâni" adlı eserinde Sultan IV. Murad ile ilgili şöyle söylemektedir: "Düşmanın kökünü kesti, eşkıyadan intikam aldı. O güruhun hiçbiri elinden canını kurtaramadı." "Revan ile Bağdat'ı alıp Kızılbaş'ı kahretti Sağ kalaydı eğer bütün İran'ı ve Turan'ı alırdı. Cihanda on yedi yıl saltanat sürdükten sonra sonunda Allah'ın emriyle onun da devri son buldu."
"Merhum Sultan Murat gayet yiğit, boylu boslu ve heybetli idi. Öylesine iyi cirit ve ok atardı ki, akranı bulunmazdı. Ciritine kimse dayanamazdı. Merhum, cirit ile sekiz Arnavut kalkanını delip Budin'e göndermiştir. Bir okla on iki zırhı delip Mısır'a göndermiştir." IV. Murad Arapça ve Farsça bilmekteydi.
Fiziksel kuvveti.
IV. Murad Osmanlı sultanları arasında fiziksel kuvvetiyle ünlüdür. Kaynaklarda geniş omuzlu, heybetli bir kimse olarak anlatılan IV. Murad'ın oldukça kuvvetli olduğu bilinir. Silâhdar Mûsâ Paşa'yı kuşağından tutup kaldırarak Has Oda'yı birkaç kez dolaştırdıktan sonra yere indirdiği söylenir. Devrin tanınmış pehlivanlarıyla güreştiği, 200 okkalık gürz kullandığı, kılıç, ok gibi silâhları kullandığı belirtilir. Ata binmeyi seven IV. Murad'ın cirit oyununa merakı vardı. Padişahın tek kolla 60 kilogramlık gürzleri ve 50 kilogramlık yayları ustalıkla kullandığı, Revan Seferi'nde top güllelerini tek başına topa sürdüğü, İran'dan hediye olarak gelen ve esneklik mukavemeti az olduğu için tek kişinin çabasıyla kurulamaz olarak kendine takdim edilen bir yayı çok kişiye denetmiş, ancak tek başına kimsenin kuramaması üzerine yayın iki ucunu içe doğru esneterek yay telini diğer ucada yetiştirerek tek başına 2 kez kurduğu söylenir. Bir gece Bağdat'ta onu öldürmek için odasına giren 4 celladı kendinin öldürdüğü iddia edilir. Konya'da ağabeyi Genç Osman'ın infazında rol oynadığı iddia edilen iki eski yeniçeriyi kalabalığın arasında tanımış ve gürzüyle öldürmüştür. Hindistan'dan gelen bir elçi heyeti IV. Murad'a çok sağlam ve her darbeye karşı dayanıklı bir kalkan hediye etmiştir. Kalkanın sağlamlığını denemek isteyen Padişah adamlarına kalkanı bir yere asmalarını söyler, kalkan asıldıktan sonra bu kalkana ok atışları yapmış bu kalkanı defalarca delmiştir. IV. Murad'ın gürzü ve yayı şu an Topkapı Sarayı'nda sergilenmektedir.
Askerî başarıları.
IV. Murad devrindeki en önemli askerî olay Safevîler'e karşı girişilen 1623-1639 Osmanlı-Safevî Savaşı'dır. Bu savaşta Osmanlı orduları Revan Seferi ile Doğu Anadolu Bölgesi, Ahıska, Revan ve Kafkaslar'ın önemli bir bölümünü ele geçirmiştir. Anadolu'da bozulan otoriteyi sağlamak adına bu seferi ve Bağdat seferini bir fırsat olarak görmüştür. Bu yüzden geçtiği birçok yerde hakkında şikayette bulunulan birçok devlet görevlisini, isyancıyı ve Safevi ajanını infaz ettirmiştir. Anadolu, Kanuni Sultan Süleyman'dan beri ilk defa padişahı Anadolu'da görme fırsatını bu seferlerle bulmuştur. 1638 yılındaki Bağdat Seferi ile 1624'ten beri İran işgali altında bulunan bu şehri yeniden Osmanlı topraklarına katmıştır. Bağdat Seferi, Osmanlı tarihinin en gösterişli seferlerinden birisi olmuş ve padişah büyük bir komutan edasıyla Doğuda varlık göstermiş, uzun ve kanlı bir kuşatmadan sonra Sünni üstünlüğünü doğuda tekrar tesis etmiş kendi de Bağdat Fatihi olarak anılmıştır. Kuşatma 40 gün sürmüştür. Sefer Genç Osman marşına konu olmuş ve dahası birçok efsane ve menkıbeyle süslenmiştir. Bağdat'ta kuşatma devam ederken tahrip edilen İmam Azam'ın türbesine yüzü olmadığını söyleyerek ziyarette bulunmamış, Bağdat'ı Safevî Şiiler'iden almadıkça da huzuruna çıkmaktan haya ettiğini söylemiştir. Fetihle beraber ilk burasını ziyaret etmesi Sünni İslam çevrelerinde onu bir kahramana dönüştürmüş ve Selahaddin Eyyubi ile kıyaslanmıştır. Sefer sırasında, Anadolu'daki tüm isyanları ve isyan etmesi muhtemel unsurları yok etti. Böylece devlet otoritesi yeniden ve kesin bir şekilde sağlandı. Safeviler, kesin Osmanlı zaferi karşısında çaresiz kalınca barış istemek zorunda kaldılar ve 1639 Mayıs'ında Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. Antlaşma neticesinde Mezopotamya Osmanlı egemenliğine girdi ve I. Dünya Savaşı'na kadar Osmanlı'nın toprağı olarak kaldı. IV. Murad, İstanbul'a döndükten sonra saygın devlet adamlarına, imparatorluğun eski parlak günlerine dönmesine yönelik ekonomik ve siyasi projeler hazırlanması emrini verdi. Ama hastalığı ve erken ölümü, onun imparatorluğu dönüştürme fikirlerine ve çalışmalarına engel oldu.
Ölümü.
IV. Murad, Revan Seferi sırasında ortaya çıkan hastalığı (siroz veya nikris) nedeniyle ciddi sağlık problemleri yaşar. Her ne kadar kısa bir dönemliğine düzeldiyse de 1639 Kasım'ında durumu tekrar kötüleşir. Sağlık durumu git gide kötüleşen IV. Murad, kardeşi Şehzâde Kasım'ı boğdurduğu odada henüz 27 yaşında iken 1640 yılında öldü.
IV. Murad dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama döneminde toparlandığı bir dönem olarak kabul edilir. Bu toparlanma ölümü ile bozulmuş ve 1656 yılında Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazam olmasına kadar da tekrar sağlanamamıştır. IV. Murad'a devlet idaresinde yol gösterici olması için Koçi Bey tarafından risaleler hazırlanmıştır. Bu risalelerde padişahın isteği üzerine devletin gücündeki zayıflamanın ve bozulmanın nedenleri ortaya konmuş ve çözüm için öneriler üretilmiştir. "Muradi" mahlasıyla hem divan hem aşık tarzı şiirler yazmıştır. Döneminde halk edebiyatı büyük gelişme göstermiş, manzumelerine şairler tarafından nazireler yazılmıştır. Yazdığı divan şiirlerini düzenlemesi için Vehbi Osman Çelebi'ye emanet etmiş fakat ölümüyle birlikte bu divan ortadan kaybolmuştur. Hattattır. talik yazıda kendi geliştirmiştir. İcazetini hat hocası Tulumcuzade Abdurrahman Efendi'den almıştır. Güzel yazıya ve musikiye ilgi duymuştur. Mehter müziğinin önde gelen bestekârları arasında sayılan IV. Murad'ın sözlü eserleri yanında saz eserleri de bestelediği bilinmektedir. Yılmaz Öztuna onun bestelediği 15 eserinin listesini vermiştir. Sözleri de kendine ait olan "Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan" ilahisi de bu bestelerden birisi olarak kaydedilir. (Bazı araştırmacılar bu ilahinin IV. Murad'a değil III. Murad'a ait olduğunu ileri sürer.) Dönemin önemli simalarından Evliya Çelebi, onun huzurunda yapılan edebiyat ve musiki cemiyetlerinden genişçe söz etmektedir. Bunlar arasında Kör Hasanoğlu Mehmet Çelebi'nin haftada iki gece padişahın huzurunda hayal oyunu sergilemesi de vardır. İtalyan düşünürü Machiavelli'nin "Prens" adlı eserini Türkçeye çevirtmiştir. Okçuluğa ve topçuluğa ilgi duymuştur. Hobi olarak yay ve kiriş imal eder, seferlerde kendi top atışları yapardı. Cirit atardı. Matrak oyununa (eski bir savaş sporu) ilgi duyar ve iyi bir icracısı (matrakbaz) sayılırdı. Saray ahırında 300'den fazla seçme binek, 50'ye yakın da yarış atı bulundurmuştur. Kendi şahsına mahsus 9 atı vardı. Bu atlar öldüğü zaman gelenek icabınca cenazesinde ters bir şekilde eğerlenerek kortejde yürütülmüştür. Revan ve Bağdat seferleri boyunca gördüğü vakıf eserlerini tamir ettirmiştir. Fırat Nehri'nin Elazığ'ın kuzeyinde kalan bölümü bugün onun adını taşır. Topkapı Sarayı'na Revan ve Bağdat köşklerini yaptırmıştır. Bizzat kendinin komuta ettiği iki büyük sefer icra etmiştir. Bu seferlerine sorguçlu bir miğfer ve zırh giyerek gitmiş ve aynı kıyafetlerle geri dönmüştür. Bağdat Seferi'nden yine aynı kıyafetlere ek olarak bir pars postu giyerek dönmesi dikkat çekici bulunmuştur. Doğu'ya yaptığı iki büyük sefer ve İstanbul dışındaki gezileri IV. Murad'ın haremden uzak kalmasını gerektirmiştir. IV. Murad donanmaya da büyük yatırımlar yapmış ve Otuz Yıl Savaşları'ndan faydalanarak Venedik üzerine bir sefer hazırlığı yaptırmıştır. Hazırlanan donanma Girit'in fethinde büyük faydalar sağlamıştır. Başarıları ve askerliğe yatkınlığıyla ordu ve halk tarafından saygı duyulan bir padişah olmuştur. Özlenen karizmatik padişah figürünü fazlasıyla sergilemiş bu yüzden de hakkında birçok menkıbe üretilmiş ve Anadolu'da birçok yerel yapıya adı verilmiştir. İlber Ortaylı, IV. Murad'ı "Prens Eugen ile birlikte 17. yüzyılın en büyük iki mareşalinden biri" ölümünü de "büyük bir kayıp" olarak tarif eder.
Ailesi.
Çocukları.
Sultanın dönemdaşı olan seyyah ve yazar Evliya Çelebi, IV. Murat'ın çocuklarının sayısını 32 olarak belirtir. Fakat Evliya Çelebi, kızı İsmihan Kaya Sultan dışında sayısını verdiği bu çocuklar hakkında özel bir malumat vermemiştir. Çelebi, İstanbul seyahatnamesinde Kaya Sultan'ın doğumu münsabetiyle İstanbul'da yapılan şenliklerde atılan havai fişeklerden bahseder. Ayrıca boğazda yine Kaya Sultan'a ait bir yalıyı tarif eder. Çok genç yaşta ölen Sultan IV. Murat'ın erkek çocuğunun olmayışından ötürü tahta kendinden sonra, veliahtı olan en küçük erkek kardeşi Sultan İbrahim'in geçtiği malum olmakla beraber çeşitli kaynaklar ona başka çocuklar da isnat etmişlerdir. Bunların isimleri şöyledir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15511",
"len_data": 28655,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
I. Ahmed (; 18 Nisan 1590, Manisa - 22 Kasım 1617, Konstantiniyye), divan edebiyatındaki mahlasıyla Bahtî, 14. Osmanlı padişahı ve 93. İslâm halifesidir. Sultan III. Mehmed ve Handan Sultan'ın oğludur. 1603'ten 1617'deki ölümüne kadar, yaklaşık 14 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na hükmetti. Saltanatı boyunca bizzat sefere katılmadı.
Ahmed, 22 Aralık 1603'te henüz 13 yaşındayken tahta çıktı. Osmanlı tarihinin en genç padişahı ve sancağa gitmeden tahta çıkan ilk padişah oldu. Tahta çıktığında kardeşi Şehzade Mustafa'yı öldürtmeyerek Osmanlı hanedanında yaygın olarak uygulanan kardeş katlini kaldırdı ve aklı başında en büyük erkek hanedan üyesinin tahta çıkmasını öngören ekber ve erşed sistemini getirdi. Tahta çıktığında Avusturya Savaşı devam ediyordu ve döneminde Peşte, Hatvan, Vác, Štúrovo, Vişegrad ve Tepedelen kaleleri fethedildi. Son olarak Estergon Kalesi de kuşatıldı ve fethedildi. Avusturya ile Zitvatorok Antlaşması'nı imzaladı, böylelikle Avusturya arşidükü ile Osmanlı padişahı protokolde eşitlendi. Doğu'da ise Safevîler ile savaş halindeydi. 1612 yılında yapılan Nasuh Paşa Antlaşması ile 9 yıl süren Osmanlı-Safevî Savaşı sona erdi. 1615 yılında Şah Abbas'ın antlaşmayı bozması üzerine barış sona erdi.
Saltanatı döneminde Celali İsyanları yeniden patlak verdi. Sadrazam Kuyucu Murad Paşa'nın sert politikaları sonunda isyanlar bastırıldı. Ahmed, İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya Sultanahmet Camii'yi yaptırdı ve 22 Kasım 1617'deki ölümünden sonra oraya defnedildi.
Şehzadeliği.
I. Ahmed 18 Nisan 1590 tarihinde babası Şehzade Mehmed'in sancak beyi olduğu Manisa şehrinde doğdu. Annesi Handan Sultan'dır. 1595 yılına gelindiğinde dedesi III. Murad vefat edince babası III. Mehmed ile beraber İstanbul'a geldi. Kendisinden önce Selim, Cihangir ve Mahmud isminde üç ağabeyi daha olan Şehzade Ahmed ve ikinci eş durumunda olan annesi Handan Sultan güçsüz bir konumdaydılar. Fakat Şehzade Selim ve Şehzade Cihangir'in erken ölümü ile Şehzade Mahmud en büyük şehzade olarak veliaht ilan edildi. Fakat Şehzade Mahmud'un annesi olan Halime Sultan'ın müneccime oğlunun tahta çıkması konusunda soru sorduğu mektup Safiye Sultan'ın eline geçince, muhtemelen Handan Sultan ile de iş birliği yapan Safiye Sultan torununu öldürmesi için oğlu Sultan Mehmed'i ikna etti. Tahta kast edebileceği yönünde dedikoduların artması üzerine III. Mehmed'in emriyle 7 Haziran 1603 günü Şehzade Mahmud dairesinde boğduruldu. Böylece hiç umut yokken Şehzade Ahmed'e tahtın yolu açıldı. Aradan 6 ay kadar geçtikten sonra da babası Sultan Mehmed aniden öldü.
Şehzade Ahmed kendisini yetiştiren annesi sebebiyle oldukça dindar bir padişah olarak bilinir ve yaptırdığı Sultan Ahmet Camii de bunun bir nişanesi sayılabilir.
Saltanatı.
Babası III. Mehmed'in vefatı üzerine hemen ertesi gün apar topar vuku bulan cülus töreni 22 Aralık tarihinde ya da 21 Aralık 1603 Pazar günü sabahı gerçekleşmiştir. Nasıl ki babası kendinden önceki sultanlara nazaran en genç yaşta ölmüş hükümdar ise I. Ahmed de o zamana kadar babasının vefatıyla tahta geçenlerin arasındaki en genç hükümdardır. Eyüpsultan'da kılıç kuşanarak tahta geçen ve I. Süleyman'dan sonraki padişahlar içinde devlet işleriyle yoğun şekilde uğraşan ilk padişah olarak kabul edilen I. Ahmed ilk yıllarında daha pasif bir padişahlık sürdürdü.
Saltanatının ilk iki yılı.
I. Ahmed tahta çok küçük yaşta çıktığı için yarı naibe rolüyle Handan Sultan oğlu için bir öğretici oldu. Bu konuda Leslie Peirce, Handan Sultan'ın oğlu döneminde çok güçlü biri olduğunu ve tecrübesiz oğlu için zihinsel anlamda pek çok şeyi aşıladığını ve geri planda devleti yönettiğini varsaymaktadır. Oğlu üzerinde etkili olan annesinin etkisiyle Sultan Ahmed ilk iş olarak tahta çıkışından 19 gün sonra büyük bir alayın refakatinde Safiye Sultan'ı Eski Saray'a göndertti. Böylece devleti kötü yönde etkileyen bir ekip de saraydan uzaklaştırılmış oldu. Sonraki diğer kararlarında da annesinin etkili olduğu açıktır.
Sultan I. Ahmet tahta geçtiği sırada Avusturya Savaşı devam ediyordu. Osmanlı kuvvetleri Belgrad'dan Budin'e doğru ilerlemekteydi. Peşte (25 Eylül 1604) ve Hatvan kaleleri savaş yapılmadan kolaylıkla ele geçirildi. Osmanlı ordusu ilerleyerek Budin'in kuzeyinde bulunan Vaç Kalesi'ni ele geçirdi (16 Ekim 1604). Osmanlı Ordusu, Sultan I. Ahmet'in buyruğu üzerine Belgrad üzerinden Budin'e yürüdü. 29 Ağustos 1605'te Estergon Kalesi kuşatıldı ve tam karşısındaki Štúrovo kalesi fethedildi. 8 Eylül'de Vişegrad, 19 Eylül'de Tepelenë (Tepedelen) kaleleri fethedildi. 3 Ekim 1605'te ise Estergon Kalesi teslim alındı.
12 Kasım 1605 günü annesini kaybeden I. Ahmed için yeni akıl alacağı kişi Derviş Paşa olmuştu. Devam eden zorlu seferler Osmanlı Devleti'nin belini bükünce artık paşalar diğer devletler ile daha iyi ilişkiler kurma yoluna girmek isteyecektir.
Zitvatorok Antlaşması.
Osmanlılar da, Avusturyalılar da art arda yapılan bunca savaştan dolayı sosyal ve ekonomik yönden çok yıpranmışlardı. Daha önce yapılan barış görüşmelerinden bir sonuç çıkmamıştı. Ancak 11 Kasım 1606'da Estergon-Komorom arasında Zitva suyunun Tuna Irmağı'na döküldüğü yerde imzalanan Zitvatorok Antlaşmasıyla barış sağlandı.
Antlaşmaya göre Eğri, Estergon, Kanije kaleleri Osmanlılar'da, Yanıkkale ve Komarom kaleleri Avusturyalılar'da kalacaktı. Avusturya bir kereye mahsus olmak üzere 200.000 altın savaş tazminatı ödeyecekti. Avusturya Arşidükü protokolde Osmanlı Padişahı'na eşit sayılacak ve Osmanlı padişahı Avusturya Arşidükü'ne yazışmalarda Kutsal-Roma İmparatoru (Sezar/Kayser/Caesar) unvanıyla hitap edecek, her üç yılda bir karşılıklı armağanlar gönderilecekti. Avusturya'nın Macaristan için ödemekte olduğu yıllık 30.000 altın vergi ise kaldırılacaktı. Zitvatorok Antlaşması, Osmanlı'nın lehine gibi görünse de Osmanlı Devleti artık eski gücünde değildi. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti'nin Avusturya karşısındaki üstünlüğü sona ermiş, siyasi dengeler Osmanlı aleyhine bozulmaya başlamıştır. Bu barış antlaşmasının Osmanlı Devleti'nin imzalandığı en istifadeli antlaşma olduğu kabul edilmektedir.
Dönemindeki Önemli Olaylar.
Anadolu beyliklerinin en uzun ömürlülerinden birisi olan Ramazanoğulları Beyliği, Yavuz Sultan Selim döneminde 1514 yılından sonra ise Osmanlı'ya tabi olmuştu. I. Ahmet dönemine denk gelen 1608 yılından sonra Adana'nın Halep'e; Kozan ve Tarsus'un da Kıbrıs Beylerbeyiliği'ne bağlanmasıyla Ramazanoğulları Beyliği sona ermiştir.
Safevilerle ilişkiler.
Sultan I. Ahmet tahta geçtiği sırada, Osmanlı İmparatorluğu batıda Avusturya, doğuda Safevi Devleti ile savaş halindeydi. Osmanlı ordusu Sinan Paşa komutasında Nahçıvan üzerinden Revan'a yürüdü. Bu arada yeniçeriler Van'a dönülmesini istiyorlardı. Osmanlı ordusu kışı Van'da geçirdi.
Tebriz'i geri almak için yapılan savaşta Osmanlı ordusu, Şah I. Abbas'ın ordularını Selmas yörelerinde yendi. Ancak Erzurum Beylerbeyi Sefer Paşa'nın çekilen düşman kuvvetlerini izleyip asıl ordudan ayrılmasını fırsat bilen Şah Abbas, ordu merkezine ani bir saldırıda bulundu. Yenilgiye uğrayan Sinan Paşa önce Van'a, daha sonra da Diyarbakır'a çekildi. Şah Abbas Şirvan, Şamahı ve Gence'yi kolaylıkla ele geçirdi. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'da devam eden Avusturya Savaşı ve iç isyanlarla uğraştığı için İran cephesinde başarılı olamıyordu. Sadrazam Nasuh Paşa, Şah Abbas'ın barış önerisini kabul etti.
1612 yılında yapılan Nasuh Paşa Antlaşması'yla 9 yıl süren Osmanlı-Safevi Savaşı sona erdi. Yapılan antlaşmayla, Safeviler Osmanlı Devleti'ne 200 deve yükü ipek vermeyi kabul ettiler. 1615 yılına kadar süren barış dönemi Şah Abbas'ın antlaşmayı bozması üzerine sona erdi. Yapılan savaşlarda Osmanlılar çok kayıp verdi. Sultan II. Osman döneminde, Nasuh Paşa Antlaşması temel alınarak yapılan Serav Antlaşması ile barış tekrar sağlanacaktır (26 Eylül 1618).
Celali isyanları.
Yavuz Sultan Selim döneminde binlerce taraftarı ile ayaklanan Bozoklu Celal, Osmanlı Devleti için büyük problem olmuştu. Bu isyanlar bastırıldı ise de Anadolu'da meydana gelen iç isyanlar ve karışıklıklara yine Celali İsyanları denildi. Sultan I. Ahmet döneminde Celali İsyanları tekrar patlak verdi. Tavil Ahmed, Canboladoğlu, Kalenderoğlu ve Deli Hasan ayaklanmaları bunlardan en önemlileridir. Sadrazam Kuyucu Murad Paşa'nın ısrarlı ve sert politikaları sonunda Celali İsyanları zor da olsa bastırıldı.
Ölümü.
Sultan I. Ahmed yakalandığı tifüs hastalığından kurtulamayarak 21 Kasım'ı 22 Kasım'a bağlayan gece 1617 yılında 27 yaşında öldü. Halkın sevdiği padişah Sultanahmet Camii yanındaki türbesine defnedildi. Kendisinden sonra getirdiği sisteme uygun olarak kardeşi I. Mustafa tahta geçti.
Islahatlar.
Yeni Veraset Sistemi.
I. Ahmed saltanatında hanedan veraset sistemini değiştirip kardeş katli kanununu kaldırmıştır. Yerine ailenin aklı başındaki en büyük üyesi padişah olur sistemini ("Ekber ve erşad sistemi") getirmiştir. Bu yeni kanunun şehzadeler arasındaki rekabetin ve taht kavgalarının taht için gerçekleştirilen kardeş katlinin önlenmesi açısından Osmanlı tarihinde çok büyük önemi vardır.
Ekber ve erşed sistemi.
I. Murad döneminde Şehzade İbrahim ve Halil'in boğdurtulmasıyla başlayıp Fatih Sultan Mehmed döneminde kanunlaşan kardeş katli kanununu kaldırmıştır. Yerine Ekber ve erşad sistemini (ailenin aklı başında olan en büyük üyesi) getirmiştir. Böylece oğullarından üçü padişah olmuştur. Bunlar sırası ile II. Osman, IV. Murad ve İbrahim'dir. Ayrıca kardeşi I.Mustafa'yı da önceki padişahlar gibi öldürtmemiş, yaşamasına izin vermiştir. Nitekim kardeşi Mustafa da padişah olmuştur. Bu yeni kanun, kardeş katlini önlemesi açısından Osmanlı tarihinde büyük bir öneme sahiptir.
Mimari çalışmaları.
Sultan Ahmet Camii
İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya yaptırılmıştır. 4 Ocak 1610'da altı büyük minareli ve 16 şerefeli Sultanahmet Camii'nin temel atma merasimi yapıldı. Dinine bağlı bir insan olan Sultan I. Ahmet, caminin temelleri kazılırken eteğinde toprak taşıdı. 9 Haziran 1617'de inşaatı biten Sultanahmet Camii ibadete açıldı.
Ayrıca Şehzadebaşı Kuyucu Murad Paşa Külliyesi, İstanbul Mesih Paşa Camii, Elmalı Ömer Paşa Camii onun zamanında yaptırılan önemli mimari eserler arasındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15512",
"len_data": 10140,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Din bilimleri, dinle teolojik bakış açısıyla ve normatif yöntemlerle ve apolejetik (dini savunma) amaçla ilgilenen ilahiyatın aksine dinleri sosyal bilimler perspektifinden ve herhangi bir dini veya dinleri apolejetik (savunmacı) gaye gütmeden ve ideolojik muhalefet tavrı içine girmeden olgusal temelde araştıran ve analiz eden çeşitli sosyal bilim disiplinlerinin ortak adı.
Araştırma Yöntemleri ve metodolojileri farklı olduğundan din bilimleri (veya ) ile teoloji (ilahiyat) birbirinden tümüyle olmasa da önemli ölçüde ayrılmaktadır. Bir teolog ile din bilimci arasındaki fark, birinin dini vahiy eksenli anlamaya diğerinin ise bilim perspektifi içinden bir dini veya tüm dinleri anlama ve açıklamaya çalışmasıdır. Hristiyanlıkta üniversitelerin teoloji bölümlerindeki Kutsal Kitap çalışmaları, misyonoloji (misyon bilimi); İslam'da ilahiyat fakültelerindeki fıkıh; hadis, tefsir, kelam gibi alanlarla dinleri sosyoloji; psikoloji, antropoloji, tarih gibi sosyal ve beşeri bilimler perspektifinden ele alan din sosyolojisi, din psikolojisi, din antropolojisi ve din fenomenolojisi gibi çeşitli alanlar birbirlerinden önemli ölçüde ayrılmaktadır.
Tarihçe.
Din araştırmalarına duyulan ilginin tarihi Miletli Hecataeus'a (MÖ 550-476) ve Herodotus'a (MÖ 484-425) kadar geri götürülebilir. Daha sonra Orta Çağ'da İslam bilginleri İran, Yahudi, Hristiyan ve Hint inanç ve pratiklerini araştırmışlardır. Dinler tarihi alanında ilk eser Müslüman araştırmacı Muhammed Şehristani'nin kısaca "El-Milel ve Nihal" "(Dinî Felsefi Gruplar üzerine Risale") olarak bilinen eseridir. 12. yüzyılda Peter the Venerable İslam'ı araştırmış ve Kur'an'ı Latinceye çevirmiştir.
Farklı dinlere olan bu ilginin tarihi eski de olsa akademik bir disiplin olarak dinî araştırmaların tarihi yenidir. Bir bilim olarak dinî araştırmaların on dokuzuncu yüzyılda başladığı söylenebilir. Oxford Üniversitesi'nde karşılaştırmalı dinler alanındaki ilk profesör Max Müller olmuştur. Müller'in bu alanın ilk önemli eserlerinden biri olan kitabının adı "Introduction to the Science of Religion" ("Din Bilimine Giriş")'tir.
18. ve 19. yüzyıllardaki bilim, biyoloji, kültür ve tarih şeklinde ayrımlaşan bilgi dallarından kültür ve tarih daha sonra yine 19. yüzyılda "beşeri bilimler" adını almıştır. 18. yüzyılda Almanya'da irrasyoneli; yani duygu, arzu ve hayalin rolünü ön plana çıkaran Fırtına ve Coşku hareketi ve Johann Gottfried Herder ile mitolojinin bir dünya görüşü olduğu ifade edilmeye başlanmıştı. Fransız ihtilali sonrasında geçmişe uygarlıklara yönelik (Hindistan, Mısır, İran medeniyetleri) araştırmalar ile arkeoloji, filoloji, etnografi gibi tarihi bilimler doğmuş böylelikle mukayeseli dinler ve filoloji çalışmalarına yol açılmış oldu. Bu gelişmeler sonucunda Hollanda'da C. P. Tiele (1830-1902) tarafından yönetilen düşünürler grubu, teoloji yerine dinler bilimini başlatmışlardır. İlk din bilimleri çalışmaları dinî fenomenin araştırmacının teolojik ve bilimsel yargılarını parantez içine almasını gerektirdiği fenomenoloji ile başladı.
Dinî fenomen üzerine yoğunlaşan araştırmalar Fransa'ya da sıçradı ve orada College de France'da tesis edilen Dinler Tarihi kürsüsü Albert Reville'e (1826-1906) teslim edildi. Ernest Renan (1823-1892) bu harekete katıldı. Tiele ekolü çizgisinde bu hareket; dinin tarihî formlarından çok, özü üzerine durdu.
18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında; Hollanda, Paris, Brüksel, Louvain'de dinler tarihi kürsüleri kurulmuş; Paris'te, "Revue de l'Histoire des religions" ve "Revue des religions" dergilerinin, Louvain'de de Meseon'un çıkmaya başlaması, 11-23 Eylül 1893'te Chicago'da World's Parliament of Religions'un toplanması gibi din bilimleri açısından önemli olaylar gerçekleştirilmiştir.
Doğmakta olan dinler bilimi, beşeri bilimlerin tarihi-kültürel ekseninde dokümanter bilgi ve teorik açılımlarla bugüne kadar gelişmiştir.
Din tanımları.
Farklı disiplinlere mensup bilim adamlarının dinlere getirdiği tanımlar bulunmaktadır. Din tanımlarını genel olarak; teolojik, ahlaki, felsefi, psikolojik ve sosyolojik kategoriler altında ele alınmaktadır.
Metodoloji.
Din araştırmalarında kullanılan araştırma yöntemleri çeşitli başlıklar altında kategorize edilmeye çalışılmıştır. Peter L. Berger “işlevsel ve özsel” ("functional and substantive"); Robert Wuthnow “ikilik ve bütünsel” ("dualistic and wholistic"); Robert Segal ise, diğer birçokları tarafından kullanılan, “indirgemeci ve indirgemeci olmayan” ("reductionistic and nonreductionistic") biçiminde ayrımlar yapmıştır.
Bazı araştırmacılar ise Dilthey'den aldıkları terimlerle kullanılan metodolojiyi iki ana başlık altında toplamaktadırlar. Buna göre din araştırmalarında kullanılan yöntem ""Verstehen" (anlama/"understanding") ve "Erklären"" (açıklama/"explanation") şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Anlama yöntemi dini inananın bakış açısından "anlamaya" çalışırken; açıklama yönteminde tümdengelimsel mantık kurallarını takip eden tabii bilimler model alınmıştır. Bu modelde inanan kişinin seçiminden bağımsız olarak dinî eylemleri "beyin faaliyetleri" veya "organizmanın çevresine tepkileri" şeklinde daha ziyade niceliksel yaklaşımla analiz edilmeye çalışılmaktadır. Marx, Freud, Ralph Burhoe, Radcliffe-Brown, Claude Levi Strauss araştırmalarında "açıklama" üzerine durmakta olan bilim insanlarından bazılarıdır.
Yukarıda kısaca ifade edilen iki metodolojik yaklaşım olmasına rağmen her iki yöntemi de kullanan bazı araştırmacılar bulunabilmektedir. Örneğin Weber, dinin kökenini ve tarihini açıklamaya çalışmakla birlikte karakteristik tipler ve fikri sistemleri de dinin anlaşılmasında kullanabilmektedir.
Din bilimleri ve teoloji.
Din bilimleri, dinin ve dinlerin teolojik metotlar yerine sosyal bilim alanı içinde araştırılması amacıyla Avrupa'da doğmuştur. Başlangıçta sosyoloji, antropoloji, tarih gibi çeşitli alanlarda gelişmiş ve uzmanlaşma ile bu dalların alt dalı olarak gelişmesini sürdürmüştür. Örnek olarak din sosyolojisinin kurucusu sayılan ve aynı zamanda sosyolojinin de isim babası olan Auguste Comte'dur. Durkheim ve Weber'in de din sosyolojisine katkısı olan eserleri bulunmaktadır.
Türkiye'de din bilimleri.
İslam ülkelerinin tarihi incelendiğinde farklı dinlere olan ilginin kaynağının oldukça eski tarihlere kadar geri gittiği görülmektedir. Özellikle Hindistan'daki Türk-Moğol hakimiyeti sırasında Hint dinlerine geniş bir ilgi olmuştur. Harezmli Biruni'nin gittiği Hindistan'da Sanskritçe öğrenip yazdığı Kitab'üt Tahkîk Mâli'l Hint, Hint dini ve kültürü hakkında geniş bilgi veren dikkat çekici eserlerden biridir. Yine Ekber Şah, Hint kutsal metinlerini çevirmiştir ve Din-i İlahi adında farklı dinlerden unsurları bir araya getirdiği senkretik bir hareket ortaya çıkarmıştır.
Türkiye'de İslam diniyle ilgili bilimsel çalışmaların tarihi de oldukça yenidir. Başta Ziya Gökalp olmak üzere Hilmi Ziya Ülken, Erol Güngör gibi yazarlar İslam'ın toplumsal yönü üzerine ilk öncü araştırmaları yapmışlar ancak genel olarak İslam ve özelde de diğer dinler üzerine Batı'daki sosyal bilim disiplini içerisinden yapılan araştırmaların çok kısıtlı sayıda kaldığı görülmüştür. Bunun başlıca iki ana sebebi olduğu söylenebilir:
1- Türkiye'de din bilimlerinin ilahiyat alanı içinde ve ona destek olmak üzere okutulması gerektiği şeklindeki inanç ve düşünce. Bu yaklaşım sebebiyle din bilimleri alanındaki çalışmaların bir kısmı temel yaklaşımları itibarıyla hala ilahiyat çizgisinden ayrılabilmiş değildir.
2- Dinin ve dinlerin sosyal bilim mantığı içerisinde araştırılmasının önünde duran engellerden diğeri din veya dinlerin ret veya kabul, iman ve inkâr şeklindeki ideolojik ve siyasi seçimlerin çerçevesi içerisinden değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Söz konusu iki kutuplu yaklaşımın tarihsel, siyasal ve kültürel bazı gerekçeleri olsa bile günümüzün sosyal bilimlerinin ve din bilimlerinin temel mantığının dinlerin kökenlerini araştırmak, bir "geneology" çıkarmak değil dinlerin toplum, kültür ve birey ile ilişkisini olgular düzeyinde araştırmak olduğu unutulmamalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15516",
"len_data": 7966,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.04
}
|
Kanal 7, 4 Temmuz 1994 tarihinde kurulan Kanal 7 Medya Grubu bünyesinde merkez stüdyoları Bayrampaşa'da olan İslami ve dinî içerikli yayınları, aile dizileri, gezi ve yemek programlarıyla ön plana çıkan ulusal televizyon kanalıdır. Günümüzde, Kanal 7 Televizyonu'nun Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman, Genel Yayın Yönetmeni Zahid Akman'dır.
Kanal 7'nin saat 18.00'da başlayan haber bülteni Kanal 7 Haber'i hafta içi Tümer Doğru sunmaktadır. 2022 yılına kadar Hafta Sonu Haberlerini Hülya Seloni sunmaktaydı. Hülya Seloni kanaldan ayrıldıktan sonra hafta sonu haber bültenlerini genellikle Merve Amaç sunmaktadır.
Kanal 7'nin ana haber bültenini geçmiş yıllarda Ahmet Hakan Coşkun ve Erhan Çelik gibi isimler sunmuştur. Bir Kanal 7 klasiği olan "İskele Sancak" programı uzun yıllar kanalda yayımlanmıştır. Yine Kanal 7'nin önemli programlarından olan "Başkent Kulisi" isimli haber ve sohbet programını kanalın Ankara temsilcisi Mehmet Acet sunmaktadır.
Kanalın uzun soluklu yardım programı olan "Deniz Feneri" uzun yıllar Uğur Arslan'ın sunumuyla Kanal 7'de yayımlanmıştır.
Kanal 7'nin Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman'dır.
Kanal 7, 19 Aralık 2014'ten itibaren geniş ekran formatına geçmiştir.
Tarihi.
Kanal 7 Televizyonu, 4 Temmuz 1994'te dönemin belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 8 iş ortağıyla beraber RTÜK kanunuyla kapatılan eski Büyükşehir Radyo Televizyonu'nun frekansı üzerinden Sarıyer'deki binasında yayın hayatına başladı. Kanal 7 ilk logosunu, 4 Temmuz 1994 tarihinden Eylül 1999'a kadar kullanmış, ikinci logosunu da Eylül 1999'dan 30 Eylül 2002 tarihine kadar kullanmış ve üçüncü logosunu da 30 Eylül 2002 tarihinden beri kullanmaktadır.
Kanal 7 Haber.
Kanal 7 Haber, 27 Temmuz 1994 tarihinden beri Kanal 7'de şimdi Merve Amaç ve Tümer Doğru tarafından sunulan bir haber programıdır.
Kanal 7 Avrupa.
9 Kasım 2009 tarihinde Kanal 7'nin Avrupa'da yaşayan Türkler'e yönelik yayın yapması için açılmıştır. Daha önce Kanal 7 int adıyla yayın yapmıştır. 23 Ağustos 2020'de HD yayına geçmiştir.
Kanal Türksat 3A uydusu üzerinden 12685 V 30000 2/3 frekansından izlenebilmektedir.
Kanal 7 HD.
Kanal 7 HD, 18 Eylül 2014'te kurulan, Kanal 7 ile eş zamanlı yayın yapan Kanal 7'nin yüksek çözünürlüklü kanalıdır.
18 Eylül 2014 tarihinde Türksat 4A uydusunun devreye girmesiyle birlikte Kanal 7 HD, Türksat 4A 12103 H 8333 2/3 frekansından, Turkcell TV+ 34. kanaldan, D-Smart 27. kanaldan, Digiturk 34. kanaldan, Türksat TKGS 7. kanaldan, KabloTV 27. kanaldan ve tivibu 28. kanaldan izlenebilmektedir. 2020 yılında logodaki HD ibaresi kaldırılmıştır.
Programları.
Günümüzde yayınlananlar.
Yaşam-Aktüel.
Programı)"
Kanal 7 Haber.
Haber Saati sunucuları.
"Kanal 7 Haber Saati"'i sırasıyla hafta içleri;
Radyo 7.
Kanal 7 Medya Grubuna bağlı olarak Türkiye genelinde yayın yapan, Türkçe müzik yayınlayan radyo kanalı. 1 Şubat 1999'da yayına başlayan Radyo 7, İstanbul, Bursa, Kocaeli, Sakarya ve Tekirdağ'da 104.6, Ankara'da 89.8, İzmir'de 101.3, Antalya'da 101.2, Adana'da 106.3, Mersin'de 103.0, Gaziantep'te 107.0, Konya'da 92.1, Kayseri'de 100.2 ve diğer illerde farklı frekanslardan yayın yapmaktadır. Günümüzde, "Hayata Müzik Katın" sloganını kullanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15524",
"len_data": 3188,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 2.46
}
|
İstanbul Park, Türkiye'nin İstanbul ilinin Tuzla ilçesinde, Akfırat mevkiinde bulunan dünya standartlarındaki yarış pistidir. 2003 yılında temeli atılan pist, dünyanın en büyük spor organizasyonlarından biri olan Formula 1 yarışlarına 2005-2011 yılları arasında, 2020 ve 2021'de toplamda 9 yarışa ev sahipliği yapmıştır. Toplam 2 milyon 215 bin m2'lik bir alanı kaplayan bir tesistir. Önce pistin adı "İstanbul Speed Park" (Türkçesi: İstanbul Hız Parkı) konmak istenmiş ancak toplumun Türkçe duyarlılığı sayesinde pistin adı İstanbul Park'a çevrilmiştir.
Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olan İstanbul park, 2003 yılında 20 yıllığına TOBB ve İTO iştiraki Formula İstanbul Yatırım A.Ş. (FİYAŞ) şirketine kiralanmıştır. FİYAŞ tarafından İstanbul Park tesisinin işletme hakları Nisan 2007'de Bernie Ecclestone'a verilmiştir, Ekim 2012'de ise Intercity şirketine verilmiştir. Pistin işletme haklarının Intercity tarafında bulunduğu dönemde pistin adı Intercity İstanbul Park olarak değişmiştir. 2 Nisan 2024 tarihinde yapılan ihalede de pistin işletmesi 30 yıllığına Can Bilim Eğitim Kurumları A.Ş. şirketine kiralanmıştır. 31 Aralık 2024 tarihinde İstanbul 11'inci İdare Mahkemesi tarafından verilen kararla yapılan kiralama ihalesi iptal edilmiştir. 16 Haziran 2025 tarihinde yapılan açıklamayla pistin işletme sorumluluğunun Türkiye Otomobil Sporları Federasyonuna devredildiği açıklandı.
Toplam uzunluğu 5 bin 338 m olan pistte 6 sağa, 8'i de sola olmak üzere toplam 14 dönemeç (viraj) yer almaktadır. Bu virajların en ünlüsü ise 8.viraj olarak bilinen 4 virajın birleşimiyle oluşan virajdır. Bu virajda sürücüler 6G kuvvetine kadar kuvvetle karşı karşıya kalabiliyorlar. Saat yönünün tersine koşulacak biçimde tasarlanan pist, 124 bin lastik bariyerle çevrelenmektedir. Pistin tasarımını Hermann Tilke yapmıştır. Toplam seyirci kapasitesi yaklaşık 150 bin kişi olan İstanbul Park Pisti'nde 12 bin araçlık da otopark bulunmaktadır.
Yarışlar.
Türkiye Grand Prix'si ilk defa 21 Ağustos 2005 tarihinde düzenlenmiştir ve McLaren Mercedes'in Fin pilotu Kimi Raikkonen bu yarışı kazanmıştır. İkinciliği Renault'un dünya şampiyonu İspanyol pilotu Fernando Alonso kazanırken, üçüncülüğü de yine McLaren takımından Kolombiyalı Juan Pablo Montoya elde etti.Juan Pablo Montoyanın elde ettiği yarış içi en hızlı tur rekoru halen daha egale edilememiştir.
2006 yılındaki yarışı Ferrari'den Felipe Massa kazandı. Renault pilotu Fernando Alonso ikinci, Ferrari pilotu Michael Schumacher üçüncü oldu.
2007 yılındaki yarışı da yine Ferrari'den Felipe Massa kazandı. Ferrari pilotu Kimi Raikkonen ikinci, McLaren pilotu Fernando Alonso ise üçüncü oldu.
2008 yılındaki yarışı Felipe Massa kazanarak, üst üste üçüncü kez birinci oldu. Lewis Hamilton 2. ve Kimi Raikkonen ise 3. olarak yarışı tamamladılar.
2011 sonrasında Türkiye GP'si sözleşmesinin bitmesi ve F1 patronu Bernie Ecclestone ile anlaşma sağlanamaması sebebiyle İstanbul Park, 2012 Formula 1 takviminden çıkarılmıştır.
COVID-19 pandemisi sebebiyle 25 Ağustos 2020 günü Türkiye GP'sinin 2020 Formula 1 takvimine girdiği açıklanmış, 15 Kasım 2020 tarihinde Formula 1 yarışı düzenlenmiştir. Bu kapsamda da 2020 Türkiye Grand Prix öncesinde pistin asfaltı yenilenmiştir, Formula 1 yarışı düzenlenmesi için gerekli olan FIA Grade 1 lisansı 12 Kasım 2023 tarihine kadar olmak üzere alınmıştır. 2020 Türkiye GP'sinde pole-pozisyonu Lance Stroll elde etmiştir, yarışı Lewis Hamilton kazanmıştır, Sergio Perez ve Sebastian Vettel de podyumu tamamlamıştır.
28 Nisan 2021 tarihinde Kanada'daki COVID-19 giriş kısıtlamaları sebebiyle Türkiye Grand Prix'sinin Kanada Grand Prix'sinin yerini alarak 2021 Formula 1 sezonu'na dahil edildiği ve 13 Haziran 2021 tarihinde Formula 1 yarışı düzenleyeceği resmen açıklanmıştır. Ancak; 14 Mayıs 2021 tarihinde İngiltere'nin Türkiye'ye uyguladığı seyahat kısıtlamaları sebebiyle takvimden tekrar düşürülmüş, yarış organizatörleri daha sonrasında yarış düzenlemeyi talep etmiştir.
Motor Sporları Geçmişi.
Formula 1.
2005 yılında ölçülen en yüksek hız 329,15 km/saat (204,281 mil/sa) oldu. 2006'da ise önceki yıl kullanılan 3.0 litrelik V10 tornetlerden daha küçük, 2.4 litrelik V8 motorlarla ulaşılan son hız 320 km/sa oldu. Ancak bu, motor güçlerindeki azalmadan değil, lastiklerin özelliklerinden kaynaklandı.
2005.
2005 Türkiye Grand Prix'inin galibi, McLaren-Mercedes adına yarışan Kimi Räikkönen oldu. Start-finiş arasında liderliği bırakmayarak 1:24'34.454 süreyle yarışı kazanan Räikkönen'in ardından Renault pilotu Fernando Alonso ikinci, diğer McLaren-Mercedes pilotu Juan Pablo Montoya üçüncü oldu.
Yarışın en hızlı turu Juan Pablo Montoya tarafından 1'24.770 süreyle geçildi. Bu turda ortalama hızı 226,693 km/saat idi.
2006.
2006 Türkiye Grand Prix, Ferrari pilotu Felipe Massa tarafından kazanıldı. Massa, start-finiş arasında liderliği bırakmayarak yarışı kazandı. Yarışın en dikkate değer olayıysa, 2005'in şampiyonu Fernando Alonso ile 7 kez Formula 1 şampiyonu olan Michael Schumacher arasındaki çekişmeydi. 2006 San Marino Grand Prix'inde Alonso'yu arkasında tutarak yarışı kazanan Schumacher, bu kez Alonso'yu geçmek için uğraştı ancak başaramayınca Alonso 2., Schumacher 3. oldu.
2007.
2007 Türkiye Grand Prix 2007 Formula 1 sezonu'nun 12. yarışı. 24 Ağustos ve 26 Ağustos tarihleri arasında İstanbul Park'ta yapıldı. Felipe Massa 1., Kimi Raikkonen 2. ve Fernando Alonso ise 3. oldu. Ortalama hız 218,360 km/saat oldu.
2008.
Felipe Massa üst üste üçüncü kez yarışı kazandı, Lewis Hamilton 2. ve Kimi Raikkonen ise 3. oldu. En hızlı tur Kimi Raikkonen tarafından 1:26.506 olarak kaydedildi.
2009.
2009 Türkiye Grand Prix'sini Brawn GP takımından Jenson Button kazandı. İstanbul Park'ta bir ilk yaşanarak pol pozisyonunu almadan kazanan ilk kişi Jenson Button oldu. Bundan önce İstanbul Park'ta yapılan 4 yarışı da pol pozisyonunu alanlar kazanmıştı.
2010.
2010 Türkiye Grand Prix'inde Lewis Hamilton 1., Jenson Button 2., Mark Webber 3. oldu
2020.
2020 Türkiye Grand Prix'inde 1. Lewis Hamilton, 2. Sergio Perez, 3. Sebastian Vettel oldu.
2021
2021 Türkiye Grand Prix'i ıslak zemin üstünde koşulurken 1. Valtteri Bottas, 2. Max Verstappen, 3. Sergio Perez oldu.
MotoGP.
2005.
2005 yılında İstanbul Park'ta 16. Yarışı gerçekleştirilen MotoGP Dünya Şampiyonasının birincisi 41'44.139 süreyle İtalya'dan Marco Melandri (Honda) oldu. İkinci ise yine İtalya'dan Valentino Rossi (Yamaha) oldu. Üçüncü Amerika Birleşik Devletleri'nden Nicky Hayden (Honda) oldu.
2006.
2006 yılında İstanbul Park'ta 4. Yarışı gerçekleştirilen MotoGP Dünya Şampiyonasının birincisi 41.54.065 süreyle İtalya'dan Marco Melandri (Honda) oldu. İkinci ise Avustralya'dan Casey Stoner (Honda), üçüncü Amerika Birleşik Devleteri'nden Nicky Hayden (Honda) oldu.
2007.
2007 Yılında İstanbul Park'ta 3. Yarışı gerçekleştirilen MotoGP dünya şampiyonasının birincisi 42.02.850 süreyle Avustralya'dan Casey Stoner (Ducati) oldu. İkinci ise İspanya'dan Toni Elias (Honda), üçüncü İtalya'dan Loris Capirossi (Ducati) oldu. Bu yarış İstanbul Park'ta gerçekleştirilen son MotoGP yarışıdır.
Diğer Yarışlar
İstanbul Park ilk senelerinde Formula 1 ve MotoGP dışında İstanbul Park'ta başka serilere ait yarışlar da düzenlenmiştir. 2005 ve 2006'da WTCC ve Le Mans dayanıklılık yarışları düzenlenmiştir. Bununla birlikte pistin açıldığı sene 2005'te DTM ve FIA GT serileri; 2006'da da Formula Renault yarışları düzenlenmiştir.
2011 sonrası Formula 1 takviminden düşürüldükten sonra İstanbul Park; 2012 yılında FIA Avrupa Kamyon Yarışları Şampiyonası'na, 2013'te WSBK ve Supersport Dünya Şampiyonası motosiklet yarışlarına ev sahipliği yapmıştır. 2014-2015 ve 2024 yıllarında ise FIA Dünya Rallikros Şampiyonası yarışları düzenlenmiştir; bu yarışlar için de özel olarak pistin son üç virajı çevresinde bir rallikros pisti oluşturulmuştur.
Formula 1 İstanbul istatistikleri.
8. viraj pilotların korkulu rüyası olmuştur. Yüksek yer çekimine (G kuvvetine) maruz kalan pilotlar bu virajdan korktuklarını her yarış başı söylerler. 8. viraj art arda 4 apex noktasına sahiptir. Bu anlamda dünyanın meşhur virajlarındandır.
Eleştiriler.
Formula 1 pisti arazisinin Ömerli Barajı su toplama havzası içerisinde olduğu, alanın Orman Yasası'na tabi vakıf alanı olduğu ve orman sınırları içerisinde olduğu gerekçeleriyle, aralarında Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ve Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi de olmak üzere 11 kurum 2003 yılında pist inşaasına itiraz etmişlerdir.
2024 yılında Formula 1 pistinin bakım onarım ihalesi de, ihaleyi alan şirkete havza içerisine binalar dikme hakkı verildiği gerekçesiyle basında çıkan haberlerde eleştiri konusu olmuştur. Pist çevresine AVM, macera parkı, eğlence merkezi, otomobil müzesi gibi tesislerin yapılmasının Ömerli havzasında betonlaşmaya ve yapılaşmaya neden olabileceği yönünde kaygılar dile getirilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15533",
"len_data": 8808,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.3
}
|
Jose Mauro de Vasconcelos (26 Şubat 1920; Rio de Janeiro - 24 Temmuz 1984), Brezilyalı yazardır.
Vasconcelos, 26 Şubat 1920'de Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu kasabasında doğdu. Yarı Kızılderili yarı Portekizli, yoksul bir ailede doğan Vasconcelos iki ayrı kültürün de izlerini taşıdı. Oldukça yoksul olan ailesi, onu öğrenimini devam ettirmesi amacıyla Natal kasabasındaki amcasının yanına gönderdi. Orada 9 yaşındayken Potengi Irmağı'nda yüzmeyi öğrendi ve ileride bir gün yüzme şampiyonu olmanın hayallerini kurdu. Liseyi Natal'da bitirdikten sonra 2 yıl tıp öğrenimi gördüyse de öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro'ya gitti. Orada ilk işi boks antrenörlüğü oldu. Tarım işçiliğinin yanı sıra garsonluk ve balıkçılık da yapan yazar, yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı. Bu durum, O'na yazdığı roman ve hikâyeler için önemli kaynak sağlamıştır. Değişik ortamlarda, değişik koşullarda farklı insanlar tanıdı. İyi bir gözlemci ve usta olan bu yazarın elinde bütün bu yaşamlardan pek çok roman çıktı ortaya. Bunlar yazarın çok yönlü kişiliğinin ve içinde bulunduğu arayışın bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Genellikle romanlarında, roman karakterlerinin yaşamlarındaki zorlu yaşam koşullarını, yoksulluğu ve şiddeti tüm çıplaklığıyla anlatır; ama özellikle Şeker Portakalı ile onun devamı olan Güneşi Uyandıralım ve Delifişek gibi bazı romanları tüm bunlarla birlikte duygusallık ve iyimserlik de içermektedir. Brezilya'nın ormanlarında ya da step bölgesi "sertaolar"da yaşayan insanların, elmas avcısı "garimpeiro"ların, yerlilerin, denizcilerin, değişik insanların yaşamlarından kesitleri ve ruh hallerini anlatır. 1968'de Şeker Portakalı ilk baskısından birkaç ay sonra 217 bin kopya sattı.
José Mauro de Vasconcelos'un yazdığı ilk eseri Yaban Muzu (1942)'dur. Beyaz Toprak (1945) isimli eseri en çok beğenilen eserleri arasındadır. Kayığım Rosinha (1961) ile ününün doruğuna çıkan yazarı dünya çapında tanıtan eseri Zéze'nin maceralarını anlatan üçleme romanın ilk kitabı olan Şeker Portakalı olmuştur. Bu romanı 12 günde yazdığını belirten yazar, eserine duyduğu sevgiyi “"Ama onu 20 yıldan fazla taşıdım yüreğimde"” sözüyle özetlemiştir. Eserin özgün adı O Meu Pé de Laranja Lima'dır (1968). 24 Temmuz 1984'te ölmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15541",
"len_data": 2266,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.61
}
|
Lev Davidoviç Bronştayn (Rusça: Лев Дави́дович Бронштейн) ya da yaygın bilinen adıyla Lev Troçki (Rusça: Лев Троцкий) (7 Kasım 1879 - 21 Ağustos 1940); Rus devrimci, Sovyet siyasetçi ve siyasi teorisyendir. 1905 Devrimi, 1917 Ekim Devrimi, Rus İç Savaşı ve Sovyetler Birliği'nin kurulmasında önemli rol oynayan Troçki, 1929'da sürgüne gönderildi ve 1940'ta Meksika'da öldürüldü. Troçki ve Vladimir Lenin, 1917'den Lenin'in 1924'teki ölümüne kadar Sovyet devletinin en önde gelen iki figürü olarak kabul ediliyordu. İdeolojik olarak bir Marksist ve Leninist olan Troçki'nin fikirleri, Troçkizm olarak bilinen bir Marksizm düşüncesine ilham oldu.
Troçki, 1898'de Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'ne katıldı ve faaliyetleri nedeniyle tutuklandı ve Sibirya'ya sürgün edildi. 1902'de Londra'ya kaçtı ve Lenin ile tanıştı. Troçki, 1903'teki parti bölünmesinde başlangıçta Lenin'in Bolşevikler'ine karşı Menşevikler'in yanında yer aldı, ancak 1904'te kendini tarafsız ilan etti. 1905 Devrimi sırasında Troçki, Saint Petersburg Sovyeti'nin başkanlığına seçildi. Tekrar Sibirya'ya sürgün edildi, ancak 1907'de kaçarak yurt dışında yaşadı. 1917 Şubat Devrimi'nden sonra Troçki, Bolşevikler'e katıldı ve Petrograd Sovyeti'nin başkanlığına seçildi. Ekim Devrimi'nin liderlerinden biri oldu ve Dışişleri Halk Komiseri olarak Brest-Litovsk Antlaşması'nı müzakere etti. Bu antlaşma ile Rusya, I. Dünya Savaşı'ndan çekildi. 1918'den 1925'e kadar Askerî İşler Halk Komiseri olarak görev yaptı ve bu süre zarfında Kızıl Ordu'yu kurdu ve iç savaşta zafere ulaştırdı. 1922'de Lenin, büyüyen Sovyet bürokrasisine karşı Troçki ile bir blok oluşturdu ve onun başbakan yardımcısı olmasını önerdi ancak Troçki bunu reddetti. 1923'ten itibaren Troçki, Yeni Ekonomi Politikası ile ortak bir çerçeve içinde daha yüksek düzeyde sanayileşme, gönüllü kolektifleştirme ve parti demokratikleşmesini destekleyen partinin Sol Muhalefet hizbini yönetti.
1924'te Lenin'in ölümünden sonra Troçki, kısa sürede onu siyasi olarak geride bırakan Josef Stalin'in önde gelen eleştirmenlerinden oldu. Troçki, 1926'da Politbüro'dan, 1927'de partiden ihraç edildi, 1928'de Almatı'ya sürgün edildi ve 1929'da sınır dışı edildi. 1937'de Meksika'ya yerleşmeden önce Türkiye, Fransa ve Norveç'te yaşadı. Sürgünde Troçki, Stalinizme karşı muhalif argümanlar yazdı ve Stalin'in tek ülkede sosyalizm teorisine karşı proleter enternasyonalizmi savundu. Troçki'nin sürekli devrim teorisi, devrimin ancak daha gelişmiş kapitalist ülkelere yayılması hâlinde hayatta kalabileceğini savunuyordu. "İhanete Uğrayan Devrim" (1936) adlı eserinde, Sovyetler Birliği'nin "yozlaşmış bir işçi devleti" hâline geldiğini savundu ve 1938'de Komintern'e alternatif olarak Dördüncü Enternasyonal'i kurdu. 1936'da Moskova'daki göstermelik yargılamalarda gıyaben ölüm cezasına çarptırılan Troçki, 1940'ta Meksiko'da Stalinist ajan Ramón Mercader tarafından öldürüldü.
Stalin döneminde resmî tarihten silinen Troçki, Stalin'in sonraki Sovyet liderleri tarafından siyasi olarak rehabilite edilmeyen birkaç rakibinden biriydi. Batı'da Troçki, Stalinist totalitarizme karşı daha demokratik, enternasyonalist bir sosyalizm biçimini savunması ve Marksizme entelektüel katkıları nedeniyle anti-Stalinist solun kahramanı oldu. Kızıl Terör'ü ideolojik olarak savunması ve Kronstadt Ayaklanması'nı şiddetle bastırması gibi bazı savaş zamanı eylemleri tartışmalı olsa da, akademisyenler Troçki'nin Kızıl Ordu'daki liderliğini tarihsel figürler arasında yüksek sıraya koymaktadır ve Sovyetler Birliği'nin askerî, ekonomik, kültürel ve siyasi gelişimine yaptığı büyük katkılarla tanınmaktadır.
Hayatı.
Çocukluğu (1879-1895).
Troçki, 7 Kasım 1879 yılında Güney Ukrayna'da bulunan Kerson bölgesinde doğdu. Ailesi Yahudi olmasına rağmen evde konuşulan dil Rusça ve Ukraynaca idi. Annesi Anna Bronstein (1850–1910), babası David Leontyevich Bronstein'dir. (1847–1922) Troçki'nin kız kardeşi Olga, Bolşevik Parti'nin ileri gelenlerinden Lev Kamenev ile evlenmiştir. Dokuz yaşlarında iken Odessa'da bulunan teyzesinin yanına giderek burada eğitim gördü. Daha sonra eğitimine devam etmek gayesiyle Nikolayev'e gitti. Matematik ve hukuk alanında yüksek öğrenim yaptı. Troçki, Rusça, Ukraynaca, İbranice, Almanca, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dillerini konuşabiliyordu. Troçki "Hayatım" adlı eserinde Rusça ve Ukraynaca dışındaki hiçbir dili akıcı konuşamadığını belirtmiştir. Fakat Raymond Molinier, onun Fransızcayı akıcı bir biçimde konuşabildiğini yazmıştır.
9 yaşındayken babası onu Odessa'daki Alman okuluna gönderdi. Troçki, devam eden yıllarını burada eğitim görerek geçirdi.
Devrimci Faaliyet ve Sürgün Dönemi (1896-1902).
Öğrenciliği sırasında sosyal demokrat çevrelerle temasa geçti ve devrimci gruplara dahil oldu. Marksizm görüşünü benimsedi. 1897 yılında Nikolayev şehrine taşındı. Burada Güney Rusya İşçi Birliği adlı gizli bir örgütün kurucuları arasında yer aldı. Sosyalist fikirleri halk arasında yaymak için çeşitli broşür ve bildiriler yazdı. Bu dönemde yazılarında "Lvov" ismini kullanıyordu. 1898 yılında bu gizli örgüte mensubiyetinden dolayı Çarlık polisi tarafından yakalanarak hapse konuldu. İki yıl tutuklu kaldı.
Hapis hayatından sonra Sibirya'ya sürgüne yollandı. Sürgünde iken Marksist bir felsefe öğrencisi olan Aleksandra Sokolovskaya ile evlendi. İkilinin Nina Nevelson ve Zinaida Volkova adlarındaki iki kızı bu dönemde dünyaya geldi. "Troçki" takma ismini bu süreçte kullanmaya başladı. Bu ismi Odessa Cezaevi'ndeki bir gardiyandan almıştı. Yaklaşık iki yıl sürgün kaldıktan sonra 1902 yılında Sibirya'dan firar ederek önce Viyana'ya, akabinde Londra'ya gitti. Burada Georgy Plekhanov, Vladimir Lenin, Julius Martov gibi devrimcilerin yer aldığı Iskra dergisinin editör grubuna katıldı ve "Pero" takma adıyla yazılar yazdı. Bir yıl sonra Londra'da toplanan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin kongresine katıldı. Bu kongrede parti içinde Bolşevikler ve Menşevikler olmak üzere iki hizip oluştu. Bolşevik Lenin'e karşı Troçki Menşevik kanatta yer aldı. Ancak bir yıl sonra Menşeviklerin görüşlerine katılmadığını belirterek Menşeviklerden ayrıldı. 1905 Devrimi'nin yenilgisinden sonra Sibirya'ya sürüldü ama firar etti. Firarın öyküsünü "1905" adlı kitabına yaptığı ek bir bölümde anlatmaktadır. 1917 yılında devrim öncesinde Lenin'in davetiyle Bolşeviklere katıldı. Lenin'in Nisan Tezleri'ni kaleme almasından sonra aralarında teorik bir fark da kalmadığından 1917'de Bolşeviklere katılmıştır.
1897'de mücadeleye Narodnik (halkçılık hareketi) düşünceleri savunarak atıldı. Sürgün şartlarında okuduğu Marksist klasiklerin etkisiyle bir süre sonra kendisini dönemin devrimci akımı olan 'sosyal demokrat' ilan etti. 4 Mayıs 1917'de ülkeye döndüğünde geçici hükûmete karşı Bolşevik Parti'ye yakın bir tutum aldı ve Enternasyonalistler ile birlikte hareket etti ve Bolşeviklere dahil oldu. Lenin "son yazıları" dahil olmak üzere iki metninde Troçki için "aramızdaki son Bolşevik olmasına karşın, kabul etmeliyiz ki en yetenekli Bolşevik odur" demiştir.
Rusya Devrimi (1917).
Troçki, Rusya'ya döndükten sonra Petrograd Sovyeti Başkanlığına seçildi. Bu sıfatıyla Rus devriminin alt yapısının hazırlanmasında, ayaklanmaların örgütlenmesinde ve yönetiminde etkin ve önemli bir rol üstlendi. Devrimin gerçekleşmesinde ve Rus Çarlığı'nın yıkılmasında büyük pay sahibi oldu. Devrim sonrasında Sovyetler Birliği'nin önemli adamlarından birisi haline geldi. Önce Dışişleri, daha sonra Savaş Bakanlığı'na getirildi. En önemli faaliyeti ise Kızıl Ordu ile ilgili olanıdır. Başkumandan sıfatıyla Kızıl Ordu'nun kurulması görevi kendisine verildikten sonra bunu gerçekleştirdi. Devrim sonrası meydana gelen karışıklıklar ve iç ayaklanmalar boyunca bu orduyu idare etti. Troçki, Komünist Enternasyonal'in kurulmasında da önemli rol oynadı. İlk dört kongrenin programları ve bildirileri kendisi tarafından hazırlandı. Meydana gelen sorunların çözümünde sergilediği farklı tutum ve fikirler sebebiyle, parti çoğunluğuyla ters düştü.
1918.
I. Dünya Savaşı'nda Rusya'nın yenilgisini onaylayan Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamak için görevlendirilmiştir. Lenin'e göre ilerleyen yıllarda devrimin dünya çapına yayılması kaçınılmaz olduğu için yapılacak barış ve kabul edilen yenilgi de ancak geçici olacaktır. Troçki, Sovyetler Birliği'nin yer altı ve yer üstü kaynaklarını başka devletlere bırakmasını öngördüğü gerekçesiyle bu anlaşmayı imzalamadan geri döndü. İnşa aşamasında olan Sovyetler Birliği'nin iç sorunlarıyla uğraşırken dışa karşı bu tavizin verilebileceği düşüncesiyle Brest Litovsk Antlaşması, Troçki'nin yerine görevlendirilen Kamenev tarafından imzalandı. Bu antlaşma ile Rusya, 1878 yılında ele geçirdiği Kars, Ardahan ve Iğdır'ı Osmanlı İmparatorluğu'na geri veriyordu.
Stalin'le mücadelesi ve sürgün.
Lenin'in 1924 yılındaki ölümünden sonra partinin elinde tüm yetkileri toplamaya başlamış olan Stalin ile iktidar mücadelesine girişti. Bu mücadelede giderek güç kaybetti ve teker teker elinde bulunan yetkileri kaybetti. Önce Savaş Komiserliği görevinden alındı. Daha sonra Siyasi Büro ve akabinde Komünist Enternasyonal yürütme kurulu merkez komitesinden alındı. Taraftarlarının Sankt-Peterburg'da sokak gösterilerine kalkışmalarından sonra parti üyeliğinden de atıldı. Böylece iki yıl zarfında tüm yetkileri elinden alındı.
1927'de yapılan XV. Komünist Kongre'de Parti üyeliğinden atıldı. 31 Ocak 1928'de Kazakistan'da Almatı yakınlarındaki Semyonov-Tiyanşansky bölgesinde sürgün hayatı başladı. Bu sürgün sırasında 9 Haziran 1928'de, 26 yaşındaki Nina adındaki kızını Moskova'da kaybetti. Nina'nın kocası da Troçki'nin sürgününden önce tutuklanmıştı. 18 Ocak 1929 tarihinde Sovyet Ceza Kanunu'nun 58/10 maddesine göre karşı devrimcilik ve yasa dışı Sovyet partisi kurmak suçlamasıyla Sovyetler'den kovuldu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'ın aracı olmasıyla Türkiye'ye geldi. İlk olarak Tokatlıyan Oteli'ne yerleştirildi. Daha sonra 1929-1933 yılları arasında İstanbul Büyükada'da yaşamaya başladı. İstanbul Büyükada'da bulunduğu süre içinde, kitaplarını yayımlamasına da izin verildi. Kaldığı yer çok sıkı güvenlik önlemleriyle korundu. Düzenli olarak balığa çıkar, yemek seçmez, sigara içmez, yanında da içilmesine izin vermezdi. Sakin bir hayat sürdü, bu sırada bazı hatıra ve düşüncelerini kaleme aldı ve yayınladı. Bu anlamda İstanbul yılları onun için verimli geçtiği gibi olaylı da oldu. 20 Şubat 1932'de Stalin tarafından Sovyet vatandaşlığından atıldığında İstanbul'daydı. Hatta avcılık yaparak zaman geçirdiği Şile taraflarında 1 gece bir imam Hafız Hakkı'nın evinde dahi kaldı. İstanbul'da yazdığı kitapları; Sürekli Devrim, Stalin Grubunun Hatası, Rus Devrimi Tarihi, Çin Devrimi'nin Sorunları, Hayatım ve diğer bazı eserlerdir. 1933 Ocak ayında diğer kızı Zina, Hitler rejiminin altında Berlin’de intihar etmeye zorlandı. Bu olay onun ruh dünyasını sarsmış olmasına karşın, mücadele disiplininden hiç kopmadı. (Daha sonra oğlu Lev Sedov da öldürülecektir.) 17 Temmuz 1933’te aldığı vizeyle İstanbul'dan ayrılarak Fransa'ya giden Troçki burada 2 yıl kaldı ve sınırdışı edildi. Akabinde Norveç'e gittiyse de burada da 2 yıl kaldıktan sonra terk etmek zorunda kaldı. 9 Ocak 1937'de Meksika'ya sığındı ve buraya yerleşti. Dördüncü Enternasyonal'in inşasına başladı.“Ekim Devrimi'nin kazanımları halka, o ancak daha önce Çarcı bürokrasi ve burjuvaziye karşı harekete geçtiği gibi Stalinist bürokrasiye karşı da harekete geçecek yetenekte olduğunu göstermesi şartıyla hizmet edecektir. (...) Bu ancak tek bir yolla olabilir: İşçilerin, köylülerin ve Kızıl Ordu askerlerinin; baskıcıların ve parazitlerin yeni kastının karşısına dikilmesiyle. Bu kitle kalkışmasını hazırlamak için, yeni bir parti gerekir, o da 4. Enternasyonal’dir. Mayıs 1940.” (Aynı eser, s.302-303.)Troçki bu yazıyı kaleme aldığında, Alman saldırısı başlamak üzeredir. Sovyetler Birliği içinde bulunan Alman ajanları ve provokatörleri tarafından da dillendirildi. Ancak ne var ki Sovyetler Birliği Alman faşizmi karşısında savaşı kazandığında, dünya çapında bulunan Troçki yanlıları güç olarak eridiler. Troçki'nin, Alman ordusu Sovyetlere saldırmak üzereyken gerçekleştirdiği Dördüncü Enternasyonal ve ayaklanma fikri, daha sonra Sovyetler Birliği'nde Troçki'nin Nazi Almanyası ile işbirliği yaptığı şeklinde yorumlandı.
Öldürülmesi.
1940 yılında NKVD ajanı olan Ramón Mercader adlı Stalinist, İspanyol gazeteci kılığına bürünerek röportaj yapmak bahanesiyle Troçki'nin kaldığı eve gitti. Fırsat bulunca başına buz baltasıyla vurmak suretiyle ağır şekilde yaraladı. Troçki, saldırganla boğuştuğu sırada odaya giren Troçki'nin korumaları Mercader'e saldırdı. Troçki, korumalarına "Onu öldürmeyin, bu adamın anlatacak bir hikâyesi var." diye seslendi. Troçki aldığı yara nedeniyle ertesi gün hayatını kaybetti. Ölümünden önce iki kez bilinci yerine geldi. İlkinde eşine "Burjuva basına iyi malzeme olduk" diyerek ölümle yüz yüze geldiği bir anda cesaretini yitirmediğini gösterdi. Bir sonraki bilincin geri gelişi ise son sözlerini sarf etmesini sağladı. Bu sözler: "Dördüncü Enternasyonal'in zaferinden eminim, ileri!" olmuştur.
Cinayetten kısa bir süre sonra Joseph Stalin, Mercader'in annesi Caridad'a operasyondaki payı için Lenin Nişanı vermiştir. 1961'de Sovyetler Birliği'ne taşınan Mercader, dönemin KGB başkanı Alexander Shelepin tarafından Sovyetler Birliği Kahramanı madalyası almıştır.
Kişiliği.
Troçki seçkin bir hatip,önde gelen bir teorisyen ve tarihçi Michael Kort'a göre "Kızıl Ordu'yu kuran ve yöneten" bir örgütçü olarak görülüyordu. Lenin'in hükûmetinde orijinal Politbüro üyelerinden biri olarak görev yaptı. Biyografi yazarı Isaac Deutscher onu Sovyetler Birliği'nin ilk yıllarında "planlı ekonominin ve sanayileşmenin öncüsü" olarak değerlendirmiştir. Tarihçi Laura Engelstein Troçki'yi kişisel olarak titiz, ancak Lenin ile paylaşmadığı kibir ve değişkenlik özelliklerine sahip olarak değerlendirmiştir. Engelstein ayrıca onu yetenekli ve dinamik, "ama sadece komutada ikinci" olarak tanımlamıştır.
Siyaset teorisyeni Ernest Mandel, Troçki'nin baskın imajını "kendine güvenen", "tarihi misyonuna olan inancı sarsılmaz", "başkalarına ve kendisine karşı katı" ve "maddi ayrıcalıklara ve hayatın küçük sevinç ve üzüntülerine kayıtsız" olarak özetledi. Mandel, bu imajın "Troçki'nin kişiliğinin, güçlü ve zayıf yanlarının belirli yönlerini" yansıttığını savundu.
Tarihçi Simon Sebag Montefiore Troçki'yi "devrimin dehası" olarak tanımlarken, biyografi yazarı Dmitri Volkogonov onu Meksika'da öldürülmesinden on yıllar sonra "nefret ve saygı, öfke ve hayranlıkla" hatırlanan "dünya figürleri galerisinde canlı, karmaşık, çok yönlü bir kişilik" olarak nitelendirdi. Volkogonov ayrıca Troçki'nin sürgünden sonra Stalin için sürekli bir "hayalet" olduğunu düşünüyor ve onun "örgütlenmeyi kavrayışı, konuşmacı ve yazar olarak yetenekleriyle entelektüel açıdan farklı bir kalibrede" olduğunu yazıyordu. Volkogonov, Troçki'yi Vyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç, Nikita Kruşçev, Andrey Jdanov gibi figürlerden "çok daha üstün" ve "Stalin'den de üstün ve Stalin bunu biliyordu" diye değerlendirmiştir.
Biyografi yazarı Robert Service onun "değişken ve güvenilmez", "kibirli bir birey" olduğunu, "1920'ler ve 1930'lardaki kişisel sıkıntı" dönemlerinde bile destekçilerini etkilediğini, ancak "onları tam anlamıyla ikna ve teşvik edemediği" yorumunu yapmıştır. Service, Troçki'nin "Yahudi sorununa en az zamanı ayırdığını" ve "Marksizm kökenlerinin tesadüfi kalıntılarını yakıp kül ettiği için önemli bir anlamda Yahudi olmaktan çıktığına" inandığını belirtmiştir.
Siyaset bilimci August Nimtz, Troçki'nin 1936'da yazdığı "İhanete Uğrayan Devrim" adlı eseriyle Marksist ve Marksist olmayan bazı entelektüel gözlemcilerden daha iyi bir öngörüye sahip olduğunu düşünmüştür. Troçki, Stalinist rejimin "geçici bir olgu" olduğunu savunmuş ve Nimtz de bunun daha sonra 1989'dan sonra Sovyetlerin çöküşüyle kanıtlandığına inanmıştır. Diğer akademisyenler de benzer şekilde Troçki'yi siyasi yazıları ve askeri doğruluk seviyeleri aracılığıyla Nazi Almanyası'nın yükselişi ve İspanya İç Savaşı gibi olaylar hakkında ileri görüşlü bir yargıya sahip olarak tanımlamıştır. Deutscher ayrıca Troçki'nin Merkez Komite, parti ve işçi sınıfı yerine "kendini ikame edecek" tek bir diktatörün ortaya çıkacağını öngörmedeki "esrarengiz açık görüşlülüğüne" de atıfta bulunmuştur.
Tarihçi Robert Vincent Daniels, Troçki'nin "şüphesiz Rus Devrimi'nin öne çıkardığı en parlak zeka olduğu, hem ilgi alanları hem de algılarının hayal gücü bakımından Lenin ve diğer teorisyenleri geride bıraktığı" görüşünü dile getirmiştir. Bununla birlikte, kişisel kibrinin komünist hareketin diğer üyelerini düşmanlaştıran temel bir zayıflık olduğunu vurgulamıştır. Daniels ayrıca Troçki'nin Lenin'in halefi rolünü üstlenmiş olsaydı, Stalin'in rejiminden belirgin bir şekilde farklı alternatif bir Sovyetler Birliği'ne başkanlık edeceğini ileri sürdü.
Service, Troçki'nin başa geçmesinin Avrupa kıtasında çatışma olasılığını arttıracağını ileri sürmüştür. Bununla birlikte, siyaset teorisyeni David North, Troçki'nin askeri politikalarının, Barbarossa Harekâtı ve II. Dünya Savaşı ile ilişkili yüksek insan kayıplarının yanı sıra Sovyet savunmasının parçalanmasını da önleyeceğini savunmuştur. Siyaset bilimci ve biyografi yazarı Geoffrey Swain, Troçki liderliğindeki Sovyetler Birliği'nin, planlama sürecinde "burjuva uzmanlara" güvenmesi nedeniyle çok daha teknokratik olacağına inanıyordu.
Çeşitli kaynaklara göre Troçki, Stalin'in entrikalarına karşı başarılı olacak siyasi zekâdan yoksundu. Tarihçi Peter Kenez, Troçki'nin Lenin'in vasiyetini kullanarak Stalin'i muhtemelen ortadan kaldırabileceğine, ancak belgeyi yayınlamama yönündeki kolektif karara "aptalca" razı olduğuna inanıyordu. Tarihçi Martin McCauley, Troçki'nin Lenin'in Halk Komiserleri Konseyi'nin başkan yardımcısı olma önerisini reddetmesi, Orgburo'ya karşı Lenin'le bir blok oluşturmadan önce bir güç tabanı inşa edememesi ve kendi halefliğini engellemek için bir üçlü yönetim kurulduğunu hemen fark etmemesi gibi birçok durumda "acınacak bir siyasi muhakeme eksikliği sergilediği" yorumunu yapmıştır. Rubenstein yorumunda farklı davranmış ve Troçki'nin Lenin'in teklifini reddetme kararını, bu pozisyonun "kendine ait çok az yetkisi" olduğuna ve diğer hükûmet ve parti yetkilileriyle çakıştığına inanmasına bağlamıştır. Deutscher, Stalin'in kurnazlığını, acımasızlığını ve azmini birkaç kez hafife aldığına inanmıştır.
Siyaset bilimci Richard B. Day, Troçki'nin sosyalizmi inşa etmeye olan ilgisinin kişisel iktidar arzusundan daha ağır basmasının daha muhtemel olduğunu savunmuştur. Rus tarihçi Vadim Rogovin de Troçki'nin 1930'larda devrimin yayılması umudundan vazgeçmediğini belirtmiştir. Rogovin, Almanya, Fransa ve özellikle İspanya gibi Avrupa ülkelerinin çoğunluğu "devrimci bir kriz döneminden geçerken" Troçki'nin dünya olaylarına ilişkin öngörüsünün makul olduğunu savunmuştur.
Troçki Marksist bir entelektüeldi. Rus tarihçi Vladimir Buldakov Troçki'yi bir açıdan "burjuva kökenli unsurlara" sahip "Rusya'nın radikal entelijansiyasının" "tipik bir temsilcisi" olarak görüyordu. [264] Nikolay Buharin gibi diğer Bolşevik teorisyenlerin ilgi alanlarını aşan çok çeşitli ve derin bir ilgi alanına sahipti.Edebiyata da kayda değer bir ilgisi vardı ve "günlük yaşam ve kültürel ilerlemenin yanı sıra günün daha alışılmış Marksizmi" üzerine yazıyordu. Troçki ve ikinci eşi Natalya Sedova Viyana galerilerinden hoşlanıyor ve belirli sanat koleksiyonlarını görmek için Avrupa'daki Louvre ve Tate Galerisi gibi müzelere sık sık ziyaretler gerçekleştiriyorlardı. Ayrıca bilime karşı, Odessa'daki Yeni Rus Üniversitesi'nde matematik ve fizik okumayı düşündüğü gençlik yıllarından kaynaklanan kişisel bir ilgisi vardı.
Kişisel sekreteri ve daha sonra matematiksel mantık tarihçisi olan Jean van Heijenoort, Meksika'daki son yıllarında Troçki'nin dost canlısı, meraklı ve zaman zaman yeni tanıdıklarına karşı çekici olduğunu düşünmüştür. Eski Bolşevik Anatoli Lunaçarski, Troçki'yi Rus Devrimi sırasında Sosyal-Demokrat liderler arasında en iyi hazırlanmış kişi olarak görmüş ve onun "devrimden muazzam derecede popülerlik kazanarak çıktığını, oysa ne Lenin'in ne de Martov'un etkili bir şekilde hiç popülerlik kazanmadığını" belirtmiştir.
Baş düşmanı Stalin bile onun yazılarının büyük bir kısmını okumuş ve bazen takdir etmiştir. Rubenstein'a göre Stalin, İç Savaş'ın sonunda "Lenin'den sonra Troçki'nin ülkedeki en popüler figür olduğunu" bile kabul etmişti. Ayrıca 1917 Pravda başyazısında Troçki'nin Ekim devrimi sırasındaki önemli rolünü de kabul etmişti. Stalin'in kendisi şöyle yazmıştı: "Ayaklanmanın örgütlenmesiyle bağlantılı tüm pratik çalışmalar, Petrograd Sovyeti'nin başkanı Troçki Yoldaş'ın doğrudan yönetimi altında yapıldı." Stalin'le olan düşmanlığı, İç Savaş sırasında Troçki'nin Kızıl Ordu'nun başarısı için vazgeçilmez olduğunu düşündüğü askeri uzmanları göz ardı etmesiyle gelişti. Tsaritsyn'de Stalin birkaç uzmanın Volga nehrinde bir mavnaya hapsedilmesini emretmiş ve subayların öldüğü yüzen hapishanenin batırılmasına nezaret etmiştir. Bazhanov ayrıca Stalin'in Troçki'ye karşı düşmanlığının Yahudi olmasından ve Rus İç Savaşı sırasında askeri emirlere uymayı reddetmesinden kaynaklandığını iddia etmiştir. Rogovin'e göre Troçki, Stalin ile Birleşik Muhalefet arasındaki parti içi mücadele sırasında anti-semitik yöntemlerin kullanıldığını bildiren yüzlerce mektup almıştır.
1929'da sürgüne gönderilmesinin ardından yakın akrabalarından on sekiz kişi Sovyetler Birliği'nde kalmış ve hepsi baskıcı önlemlere maruz kalmış, oğlu Sergei Sedov, kız kardeşi Olga Kameneva ve erkek kardeşi Aleksandr Bronstein dahil olmak üzere yedi aile üyesi kurşuna dizilmiştir. "Belirgin bir Rus aksanıyla" birkaç Avrupa dili konuşmuş ve kendisini kozmopolit ve enternasyonalist olarak tanımlamıştır. Troçki hayatı boyunca, çoğu çeşitli arşivlerde bulunan yaklaşık 30.000 belge yazmıştır. Deutscher, Troçki'nin Sovyet manifestolarının ve kararlarının çoğunu yazdığını, İzvestiyagazetesinin editörlüğünü yaptığını ve Kızıl Ordu için sadakat yemini kaleme aldığını belirtmiştir. Mandel'e göre Troçki, I. Dünya Savaşı'na radikal bir şekilde karşı olduğu için Zimmerwald Konferansı için Zimmerwald Manifestosu'nu yazmış ve Üçüncü Enternasyonal'e aktif katılımı nedeniyleKomintern 1. Kongresi'nin Toplanması İçin Çağrı'yı kaleme almıştır. Ayrıca ilk Kongre oturumlarında Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi üyesi olarak görev yapmıştır.
Troçki siyasi aktivizme olan ilgisinin yanı sıra istatistikçi ve gazeteci olarak da çalışmıştır. Troçki üç gazetede çalıştığını ve Aleksandr Parvus ile birlikte "Russian Gazette"yi yönettiğini belirtmiştir. Görev süresi boyunca tirajın 30.000'den 500.000'e çıktığını iddia etmiştir. Ancak tarihçiler Anthony Heywood ve Jonathan Smele bunun abartılı bir iddia olduğuna inanmakta ve Troçki'nin toplu eserlerinin editörlerinin tiraj rakamlarına atıfta bulunarak, rakamların aslında 100.000'e çıktığını, yine de etkileyici olduğunu ve Lenin'in Novaya jizn gazetesinin 20.000 önünde olduğunu belirtmektedirler.
Tarihçi Paul Le Blanc ve filozof Michael Lowy, Lenin ve Troçki'yi "Rusya'daki 1917 Bolşevik Devrimi'nin ve yükselen dünya komünist hareketinin son yıllarının önde gelen figürleri" olarak tanımlamıştır. Lenin ve Troçki'yi Rus sosyalist hareketinin ilk yıllarında "şiddetli düşmanlar" olarak nitelendiren yazarlar, ikilinin Ekim Devrimi'ni gerçekleştirme çabalarını çarpıştırmadan önce 1917'de bir yakınlaşma ve önemli bir anlaşmaya vardıklarını belirttiler. Ayrıca Lenin ve Troçki arasındaki karşılıklı takdir ve saygının da altını çizmişler, Lenin'in polemiklere yol açan anlaşmazlıklarından önce Iskra gazetesinde Troçki ile yakın çalışmak istediğini ve Lenin'in 1917'den sonra sürekli devrim teorisinin "doğru olduğunu" kabul ettiğini belirtmişlerdir.
Sinemada Troçki.
Lev Troçki tarihsel önemiyle orantılı olarak birçok sinema filminde canlandırıldı. Bunlardan en önemlileri aşağıdadır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15547",
"len_data": 23933,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.74
}
|
Ekmek, genellikle buğday, un ve su ile hazırlanan hamurun pişirilmesiyle elde edilen temel bir besindir. Tarih boyunca ve dünya genelinde birçok kültürün beslenme düzeninde önemli bir yere sahip olmuştur. İnsan eliyle üretilen en eski yiyeceklerden biridir; tarımın başlangıcından bu yana büyük önem taşımış, hem dinî törenlerde hem de seküler kültürde temel bir rol oynamıştır.
Ekmek, doğada kendiliğinden bulunan mikroorganizmalarla (örneğin ekşi maya), kimyasal maddelerle (örneğin kabartma tozu), endüstriyel olarak üretilen maya ile ya da yüksek basınçla hava verilerek kabartılabilir; bu yöntemler ekmeğin kabarıp gözenekli bir yapıya kavuşmasını sağlar. Ekmek mayasız da olabilir. Pek çok ülkede, seri üretimle yapılan ekmekler; tat, doku, renk, raf ömrü, besin değeri ve üretim kolaylığını artırmak amacıyla çeşitli katkı maddeleri içerebilir.
Tarihçe.
Ekmeğin, buğday ve benzeri tahılların gıda olarak kullanılmaya başlanması ve daha sonra tarımı ile Ortadoğu'da, özellikle Urfa, Şam, Kudüs arası bölgede ortaya çıktığı tahmin edilebilir. İlk zamanlarda ekmek yapmak için, iyice kızdırılmış yassı taşlar kullanılıyor, bunlarla bir çeşit peksimet pişiriliyordu. İlk zamanlar tahıl hafif çillendirilip elde olan başka tohumlarla birlikte kullanılırdı (bkz. İncil'de bulunan Hezekiel ekmeği tarifi). Ekmek pişirmek için zamanla tuğladan veya topraktan ısıtılabilir yüzeyler, küçük, ateşte kızdırılmış çömleğimsi kaplar, sonra da fırınlar, tandırlar ve sacayak üstünde metal sac icat edildi. Roma'da vatandaşlar ekmeklerini evlerindeki fırınlarda pişirirlerdi. Fırıncıların bir çeşit lonca meydana getirmeleri ancak Trajanus devrinde olmuştur.
Türleri.
Ekmek, Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika, Avrupa ve Amerika, Avustralya ve Güney Afrika gibi Avrupa kökenli kültürlerin temel gıdasıdır. Bu, pirinç veya eriştenin temel gıda olduğu Güney ve Doğu Asya'nın bazı kısımlarıyla tezat oluşturur. Ekmek genellikle ekmek mayası ile kültürlendirilen buğday unu hamurundan yapılır, kabarmaya bırakılır ve fırında pişirilir. Maya fermantasyonu sırasında üretilen karbondioksit ve etanol buharları ekmeğin hava ceplerine neden olur.
Yüksek glüten seviyesi (hamurun süngerimsiliğini ve elastikiyetini sağlayan) nedeniyle, ekmek yapımında en çok kullanılan tahıl olan ekmeklik buğday, dünya gıda tedarikine en büyük katkıyı sağlayan gıdadır.
Ekmek ayrıca diğer buğday türlerinin unundan da yapılır (kavuzlu buğday, kavılca buğdayı, tek çekirdekli buğday ve kamut dahil). Çavdar, arpa, mısır, yulaf, sorgum, darı ve pirinç gibi buğday dışı tahıllar ekmek yapmak için kullanılmıştır, ancak çavdar hariç, genellikle daha az glüten içerdiklerinden buğday unu ile birlikte kullanılırlar.
Glütensiz ekmekler, badem, pirinç, sorgum, mısır, fasulye gibi baklagiller ve manyok gibi yumrular gibi çeşitli malzemelerden elde edilen unlar kullanılarak yapılır. Bu yiyecekler glüten içermediğinden, bunlardan yapılan hamur somunlar kabarırken şeklini koruyamayabilir ve içleri az havalandırılarak yoğun olabilir. Ksantan zamkı, guar zamkı, hidroksipropil metilselüloz (HPMC), mısır nişastası veya yumurta gibi katkı maddeleri glüten eksikliğini telafi etmek için kullanılır.
Buğday ekmeği, tahıl ekmeği, yulaf ekmeği, sarı buğday ekmeği, köy ekmeği, çavdar ekmeği, kepek ekmeği, standart beyaz (Türk) ekmeği, ay çekirdekli ekmek, ruşeymli ekmek, haşhaşlı ekmek, zeytinli ekmek, cevizli ekmek, mısır ekmeği, nohut ekmeği, arpa ekmeği, pirinç ekmeği, tandır ekmeği, tatlı maya ekmeği, hububat ekmeği, darı ekmeği, patates ekmeği, ekşi mayalı ekmek, tuzsuz ekmek, viyana ekmeği, hızlı ekmek, francala, siyah ekmek, baget ekmek, lavaş ekmeği, susamlı ekmek, en bilinen ekmek çeşitleridir.
Pişirme tarzına göre ekmekler ikiye ayrılır: "Ev ekmeği", "fırın ekmeği". Ev ekmeği, hamuru evlerde elle yoğrulan, sacta, tandırda, fırınlarda veya ekmek makinesi ile pişirilen ekmeklerdir. Sacda pişirilen ekmeğe "bazlama" ve "yufka" denir. Tandır ekmeğinin en yaygın şekli "pide'"dir. Ev fırınlarında ise daha çok "somun" yapılır. Güllâçlar ise mayasız ekmekten yapılır. Fırın ekmeği, şehir ve kasabalarda, ordu birliklerinde, klasik odun fırınlarında yapılan ekmektir. Fırın ekmeğinin en yaygın şekli, altı düz, üstü bombeli, değirmi bir ekmek olan "somun"'dur.
Eskiden ekmek tedavide çeşitli alanlarda kullanılırdı. "Glüten ekmeği", suda eriyen kısımlarından ve nişastasından ayrılmış unla yapılır; "taze soya ekmeği", soya unuyla yapılır. Şeker hastalarının diyetlerinde genellikle bu tip ekmekler kullanılır. Diğer ekmekler azotemi ve damar sertliği hastalarının rejimlerinde verilir: "az azotlu ekmek" ve "tuzsuz ekmek" gibi.
Üretim.
Hazırlık.
Hamur genellikle fırında pişirilir ancak bazı mutfaklarda ekmek örneğin mantou gibi buharda pişirilir, kızartılır (örneğin puri) veya yağlanmamış bir tavada pişirilir (örneğin tortilla). Mayalı veya mayasız (örneğin matsa) olabilir. Tuz, yağ ve maya ve kabartma tozu gibi mayalama maddeleri yaygın içeriklerdir, ancak ekmek süt, yumurta, şeker, baharat, meyve (kuru üzüm gibi), sebze (soğan gibi), kuruyemiş (ceviz gibi) veya tohumlar (haşhaş gibi) gibi diğer malzemeleri de içerebilir.
Formülasyon.
Profesyonel ekmek tarifleri fırıncı yüzdesi gösterimiyle belirtilir. Un miktarı %100 olarak belirtilir ve diğer bileşenler bu miktarın ağırlıkça yüzdesi olarak ifade edilir. Ağırlıkla ölçüm, özellikle kuru bileşenler için hacimle ölçümden daha doğru ve tutarlıdır.
Doku ve kırıntıyı çok etkilediğinden ekmek tarifindeki en önemli ölçüm, suyun una oranıdır. Sert buğday unları yaklaşık %62 su emerken, daha yumuşak buğday unları yaklaşık %56 su emer. Bu hamurlardan yapılan sofra ekmekleri ince dokulu ve hafiftir. Çoğu zanaatkar ekmek formülü %60 ila %75 arasında su içerir. Mayalı ekmeklerde, daha yüksek su yüzdesi daha çok CO2 kabarcığı ve daha kaba ekmek kırıntısı ile sonuçlanır.
Hamur tarifleri genellikle 500 gram un gerektirir ve bu kadar undan ise bir somun ekmek veya iki baget ekmek yapılır.
Küf oluşumunu geciktirmek için genellikle ticari fırınlarda hamura kalsiyum propiyonat eklenir.
Ekmeğin yapımında başlıca üç işlem yer alır. "Yoğurma", "mayalama" ve "pişirme". Yoğurma, unu hamura çevirir. Mayalama, hamuru ekşitip kabartır, pişirme ise ekmek haline getirir.
Un, su, tuz ve maya bir kazan veya teknede birbirine karıştırılarak yoğrulur, una su karışınca eriyen kısımlar (glikoz, tuz vb.) dışında erimeyen kısımlar (gluten, nişasta) su emerek şişer. Tuz, ekmeğin lezzetini azaltır. Yoğurma, eskiden teknelerde ayakla yapılırdı. Şimdi köylerde ve küçük kasabalarda gene böyle olmakla beraber şehirlerde makineyle yoğrulmaktadır.
Yoğurma şekli ne olursa olsun, ekmeklik hamur, su ve un oranına göre üç çeşide ayrılır:
Yoğurma işlemi sırasında hamura bir miktar "maya" katılır. Bu maya, bir parça ekşi hamur olabileceği gibi fennî hamur mayası da olabilir. Birinci şekilde pişirici, ekmek hamurundan bir parçayı bir kenara ayırır, ertesi gün yoğuracağı hamura katar. Fennî mayalarsa, sıvı olarak hamur suyuna katılır. Sıcak bir yere konan hamurun içindeki mayalar şekerlerle karışınca alkol ve karbondioksit gazı oluşur. Gaz kabarcıkları hamuru kabartır; kabarcıklar arada bir patlar, gaz salıverir. Ekşime teknede başlar, hamur parçalara ayrılıncaya kadar sürer. Elverişli büyüklükte parçalara ayrılan hamur, istenilen şekil verilerek fırına atılır ve pişirilir.
Ekmeğin ortalama bileşimi:
Fırınların ortalama sıcaklık derecesi 230-270 °C'tır; fakat su oranı yüksek olduğu için ekmeğin sıcaklığı 100 °C'ı aşmaz. Fırında mayalı hamurun içindeki alkol, karbondioksit gazı ve suyun bir kısmı çıkar, ekmek hafifleyerek gevşek ve gözenekli bir yapı kazanır. Hamur piştikten sonra yaklaşık olarak kütlesi %18,45 oranında azalır. Ekmeğin kalitesi, kullanılan una ve pişirme süresine bağlıdır. 73 - 76 randımanlı unlardan "francala", 78 - 80 randımanlı unlardan "beyaz ekmek", daha yüksek randımanlı (kepekli) unlardan "kara ekmek" (kepekli ekmek) elde edilir.
Taze ekmeğin sindirimi zordur. Ekmek, fırından çıktıktan en az 6 saat sonra yenmelidir. Ekmek durdukça kendiliğinden değişikliğe uğrayarak sertleşir ve bayatlar. Bayatlama sadece su kaybından değil, ekmekteki maddelerin de değişikliğe uğramasından ileri gelir. Ekmekleri karıştırmak için içerisine baklagillerden çeşitli tohumların unları, patates unu, yemek sodası, ağırlaşsın diye barit sülfat gibi maddeler katılır. Bunun gibi hile ile karıştırmalara ve eksik ağırlıkta ekmek çıkarılmasına karşı belediyelerce sıkı mücadele yürütülür. Belediye nizamlarınca ekmek hamuruna ağırlaştırıcı (alçı, kil, kemik unu vb.) kabartıcı, bozuk unları ıslah edici (bakır ve çinko sülfat, şap vb.) maddelerin katılması, iyi pişmemiş hamur ekmeklerin satışa çıkarılması yasaktır ve belediyelerce cezalandırılır.
2004 yılından itibaren gıda üretimi yapan işletmelerin denetimi Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığınca yürütülmektedir. Bakanlığın yetkilendirdiği gıda kontrolörleri ekmek üretimi yapan işletmelerden üretilen ekmek partisi adına numune alarak bakanlık tarafından yetkilendirilmiş akredite laboratuvarlara analiz için numuneyi gönderir. Analiz sonucu, 5996 sayılı kanun kapsamında yayınlanan Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliği'ne uymadığı takdirde işletmeye kanun kapsamında ceza yazılır. Sorunlu parti miktarı tespit edilir ve ürünler imha edilir. İşletme cezaya maruz kaldıysa sebebi araştırılır ve denetimler sıkı şekilde devam ettirilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15571",
"len_data": 9321,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.54
}
|
Trigonometri (Yunanca "trigōnon" "üçgen" + "metron" "ölçmek"), üçgenlerin açıları ile kenarları arasındaki bağıntıları konu edinen matematik dalı. Trigonometri, sinüs ve kosinüs gibi trigonometrik işlevlerin (fonksiyon) üzerine kurulmuştur ve günümüzde fizik ve mühendislik branşlarında sık sık kullanılmaktadır.
Tarihçe.
Matematiğin doğrudan doğruya astronomiden çıkmış bir kolu olan "trigonometri"nin bazı ögeleri, daha Babilliler ve Eski Mısırlılar döneminde biliniyor, Sümerli astronomlar ilk kez bir çemberi 360 eşit parçaya bölerek açı ölçümünü yaptılar. Eski Yunanlar Menelaos’un küresel geometrisi aracılığıyla, bir daire içine çizilebilen dörtgenden yola çıkarak daire yaylarının kirişlerinin değerlerini veren çizgiler oluşturuyorlardı. Daha sonra Araplar, yay kirişlerinin yerine sinüsleri koyup; tanjant, kotanjant, sekant, kosekant kavramlarını geliştirdiler.[""].İlk kez Akdeniz'in çevresi trigonometre ile Abbasiler döneminde ölçülmüştür.
Batıda Nasîrüddin Tûsî’den büyük ölçüde yararlanan Regiomontanus’un üçgen üstüne adlı eseriyle gerçek trigonometri doğmuş oldu. François Viète ve Simon Stevin, hesaplarda ondalık sayılardan yararlandılar. John Napier logaritmayı işe kattı. Isaac Newton ve öğrencileri trigonometri işlevlerinin ve logaritmalarının hesabına tam serileri uyguladılar. Daha sonra da Leonhard Euler, birim olarak trigonometrik cetvelin yarıçapını alarak, modern trigonometrinin temellerini attı.[""].
Genel bakış.
Trigonometrik işlevler.
Trigonometrik işlevler bir dik üçgen ya da birim çember üzerinden tanımlanır. Temel olarak üç tane trigonometrik işlev ve bunların çarpma işlemine göre terslerinden oluşan üç tane daha işlev vardır. Yandaki ABC üçgeninde
Bir de bu işlevlerin çarpmaya göre tersi vardır. kosekant, sekant ve kotanjant:
Bu işlevler geometrinin dolayısıyla fiziğin ve mühendisliğin pek çok alanında kullanılır. Sinüs ve kosinüs teoremleri bir üçgenin açıları ve kenarlarını hesaplamakta kullanılır ki herhangi bir çokgen üçgenlerin birleşimi olduğundan çokgenleri incelemede de yararlıdır.
Birim çember ve esas ölçü.
Yukarıda dik üçgen üzerinden yapılan tanım sadece 0-90 derece aralığını kapsar (0-π/2 radyan).
90-360 derece arasındaki açıların trigonometrik değerleri birim çember üzerinden hesaplanır. 360 dereceden büyük açılar 360 üzerinden devrettirilerek 0-360 arasındaki esas ölçüsü bulunur.
Merkezi orijin ve yarıçapı 1 birim olan çembere birim çember veya trigonometrik çember denir.
Birim çemberin denklemi x2+y2=1 şeklindedir.
Sarma işlevi.
Gerçel sayılar kümesinden birim çember üzerindeki noktalara tanımlanan işleve sarma işlevi denir.
Sarma işlevini s ile, birim çemberi de C ile gösterirsek işlev
şeklinde yazılabilir ve formula_8 oldugunda formula_9 olur. Başka bir deyişle, sarma işlevi, gerçel sayılar üzerinde dönemi (periyodu) formula_10 olan bir işlevdir.
İşlevler arasındaki ilişkiler.
Yukarıdaki tanımlardan görülebileceği gibi, bu işlevler arasında
ilişkileri vardır.
Gerçek veya karmaşık değişkenlerin trigonometrik fonksiyonları.
Trigonometrik fonksiyon grafikleri.
6 ana trigonometrik fonksiyonun özelliklerini özetleyen diyagramlar:
Ters trigonometrik fonksiyonlar.
6 ana trigonometrik fonksiyon periyodik olduğu için birebir değillerdir yani ters çevrilemezler, ancak trigonometrik bir fonksiyonun alanını kısıtlayarak ters çevrilebilirler.
Kullanım alanları.
Trigonometri birçok fen biliminde, matematiğin diğer alanlarında ve çeşitli sanatlarda yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Trigonometriyi kullanan bazı dallar şunlardır:
jeofizik, kristalografi, ekonomi (özellikle de finansal pazarların analizinde), elektrik mühendisliği, inşaat mühendisliği, elektronik, jeodezi, makine mühendisliği, meteoroloji, müzik kuramı, sayı kuramı (ve dolayısıyla kriptografi), oşinografi (okyanus bilimi), farmakoloji (eczacılık), optik, fonetik, olasılık kuramı, psikoloji, sismoloji...
Trigonometri yukarıda örneklendiği gibi birçok farklı alana farklı katkılarda bulunmuştur. Örneğin Pisagor kuramının isim babası Pisagor matematiksel müzik kuramına ilk katkıda bulunan isimlerdendir. Oşinografide bazı dalgaların sinüs dalgalarına benzerliği ilgili incelemelerde trigonometrinin kullanımına olanak tanımıştır. Bunun dışında Fourier serileri sayesinde trigonometrik işlevler farklı fonksiyonları temsil etmekte kullanılırlar ve bu sayede trigonometri birçok yararlanılan dallarda kullanım olanağı bulmuştur.
Özdeşlikler.
Trigonometrik özdeşlikler.
Euler bağıntısı.
formula_14
Bu bağıntıyla iki matematiksel ifade olan i ve formula_15 birbirine bağlanmış olur.
de Moivre formülü.
formula_16
Diğer özdeşlikler.
Toplam fark formülleri.
Trigonometrik değerleri bilinen iki açının toplamının veya farkının trigonometrik değerlerini hesaplamak için kullanılan formüllerdir.
sin(α+β) = sin α.cos β + cos α.sin β
sin(α-β) = sin α.cos β - cos α.sin β
cos(α+β) = cos α.cos β - sin α.sin β
cos(α-β) = cos α.cos β + sin α.sin β
tan(α+β) = (tan α + tan β) / (1 - tan α . tan β)
tan(α-β) = (tan α - tan β) / (1 + tan α . tan β)
cot(α+β) = (cot α . cot β - 1) / (cot α + cot β)
cot(α-β) = (cot α . cot β + 1) / (cot β - cot α)
Yarım açı formülleri.
Yarım açı formülleri ya da iki kat açı formülleri, trigonometrik değerleri bilinen bir açının iki katının veya yarısının trigonometrik değerlerini hesaplamak için kullanılan formüllerdir.
sin2α = 2sin α.cos α
cos2α = cos2 α - sin2 α
cos2α = 2cos2 α - 1
cos2α = 1- 2sin2 α
tan2α = 2tan α / 1-tan2 α
tan2α = 2 / cot α - tan α
cot2α = cot2 α - 1 / 2cot α
Dönüşüm formülleri.
Dönüşüm formülleri, toplam durumundaki iki trigonometrik ifadeyi çarpım haline getirmeye yarar. Bu işlemin amacı bazı özel durumlarda işlem kolaylığı sağlamaktır.
formula_17
formula_18
formula_19
formula_20
formula_21
formula_22
formula_23
formula_24
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15572",
"len_data": 5730,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.8
}
|
İğne yapraklılar (Pinales), bitkiler (Plantae) âleminin açık tohumlular (Pinophyta) bölümünde bulunan tek sınıf olan Pinopsida'ya dahil bir bitki takımıdır ve servigiller(ardıç, sekoya servi, yalancı servi, su sediri, mazı, yalancı mazı ) çamgiller (sedir,çam, göknar, ladin) ve porsuk gibi soyu sürmekte olan tüm kozalaklı bitkileri içerir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15573",
"len_data": 341,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Pinopsida, bazı üyeleri fosil olmuş, erkek ve dişi kozalakları ayrı olan, genelde iğne yapraklı, ağaçsı bitkileri içeren sınıf.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15574",
"len_data": 127,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.41
}
|
Brakte veya Brahte, özellikle kozalak, çiçek ve çiçek durumu gibi üreme yapıları ile birleşik, değişken ve özelleşmiş bir yapraktır.
Brakteler çoğunlukla (her zaman değil) yeşil yapraklardan farklıdırlar. Büyük, küçük ve farklı renk, şekil ve dokuda olabilirler. Genellikle petal veya sepal gibi çiçek kısımlarından daha farklı bir görünümde olurlar. Brakteleri olan bitkilere brakteat veya brakteolat bitkiler; brakteleri olmayan bitkilere ebrakteat veya ebrakteolat bitkiler adı verilir.
Varyantlar.
Bazı brakteler parlak renklidir ve tozlaştırıcı ajanları ya periant ile birlikte ya da onun yerine çekme işlevi görürler. "Euphorbia pulcherrima" (poinsettia) ve "Bougainvillea" bu tür braktelere örnek olarak verilebilir. Bunların her ikisi de çok daha küçük, daha az renkli çiçekleri çevreleyen büyük renkli braktelere sahiptir.
Otlarda, her bir çiçekçik (çiçek) lemma (alt brakte) ve palea (üst brakte) adı verilen bir çift ince brakte içinde bulunurken, her başakçıkta (çiçek grubu) tabanında gluma adı verilen başka bir çift brakte bulunur. Bu brakteler, harmanlama ve toplama sırasında tahıl tanelerinden çıkarılan samanları oluşturur.
Yarasalar, "Marcgravia evenia'nınki" gibi tabak şeklindeki braktelerden gelen akustik sinyalleri algılayabilir.
Porofil, tek bir çiçek veya çiçek sapını saran, brakteol gibi yaprak benzeri bir yapıdır. Ayrıca bir çiçek durumu sapındaki alt brakteleri ifade etmek için de kulllanılır.
Genellikle "Lacantis" alt sınıfındaki Euphorbia cinslerinde tesadüf edilen gösterişli bir çift brakteye cyathophyll adı verilir.
Brakteler birçok kozalaklı bitkinin tohum kozalaklarındaki kozalak burgularını sarar. Burguların ilerisinde genişlemişlerdir. "Pseudotsuga" türleri örnek olarak verilebilir.
Brakteol.
Küçük brakteler, brakteol veya braktlet olarak adlandırılır. Teknik olarak brakteol çiçek sapını sarmak yerine ondan yükselir bir vaziyettedir.
İnvolukral brakteler.
Bir çiçek durumunun etrafını halka şeklinde saran brakte topluluğuna involukrum adı verilir. İnvolukrumun varlığı Apiaceae, Asteraceae, Dipsacaceae ve Polygonaceae familyalarında sıklıkla gözlenen bir özelliktir. Bir çiçek durumundaki her bir çiçek kendi braktelerine de sahip olabilir, bu durumda brakteler involusel adını alır. Çoğunlukla pul veya tüy şeklinde olan involusel; bürgü, başakçık bürgüsü, reseptakular brakteler gibi isimler de alır ve birçok Asteraceae familyası bitkilerinde gözlenir.
İnvolukrum terimi ayrıca bir çiçek salkımının tabanındaki oldukça göze çarpan bir brakte veya brakte çifti için de kullanılır. Betulaceae familyasında, özellikle "Carpinus" ve "Corylus" cinslerinde gelişmekte olan kabuklu yemişleri istilacı türlerden koruyan yapraksı bir yapıdır. "Bidens comosa'da" her çiçek durumunu çevreleyen dar bir involukrum ve bunların her birinin altında da tek bir brakte vardır. Ana gövdede ise bir çift yapraksı brakte ve bunların altında bir çift yaprak vardır.
Epikaliks.
Epikaliks, tek bir çiçeğin kaliksi etrafında onu çevreleyen değişken bir brakteol şeklidir. Başka bir deyişle, epikaliks, bir kaliks veya brakteole benzeyen bir grup olup, kaliksin dışında bir sarmal oluşturur. Kaliks benzeri bir çiçek uzantısıdır. Epikaliksin her bir parçası episepal olarak adlandırılır. Malvaceae familyasında ve Fragaria cinsinde görülebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15576",
"len_data": 3274,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.63
}
|
Darevskia rudis veya Trabzon kertenkelesi, "Darevskia" cinsine bağlı bir sürüngen türüdür. Gürcistan, Rusya, Azerbaycan ve Türkiye'de dağılım gösterir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15578",
"len_data": 151,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.34
}
|
Baran engereği ("Vipera berus barani"), engerekgiller (Viperidae) familyasından bayağı engereğin Türkiye'de endemik olan bir alttürü.
Sırt bölgesinin rengi genel olarak siyah ya da grimsi kahverengi. Kuyruk ucu sarımsı. Bazen sırt biraz açık renkli olur. Bu halde benekler zikzaklı olur. Genel olarak küçük kemiriciler, kertenkeleler ve çeşitli omurgasız hayvanlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Boyları 55 cm kadar olur.
Kısa boylu bitkilerin altında, taşlık yerlerde yaşarlar. Yüksekliği 400 metreye (bilinen) kadar olan yerlerde bulunabilirler.
İsmini Türkiye'nin önde gelen herpetologlarından Prof. Dr. İbrahim Baran'dan almaktadır.
Sakarya'da, Torosların Silifke civarındaki yerlerde habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15579",
"len_data": 774,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.65
}
|
Çayır engereği ("Vipera ursinii"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesinin rengi genel olarak soluk kahverengi, grimsi, sarımsı ya da açık yeşil olan bir engerek türü.
Sırtta baştan başlayıp kuyruğa kadar devam eden, zikzaklı ya da dalgalı koyu renkli bir şerit bulunur. bu şeridin kenarları iç taraflarına göre daha koyu renkli olur. Vücudun yan taraflarında da baştan kuyruğa kadar uzanan koyu benek sıraları bulunur. Baş kısmında iki tane büyük benek bulunur. Karın bölgesin sarımsı beyaz ve bunun üzerinde küçük siyah noktalar bulunur. En çok yedikleri besin çekirgedir. Bunun yanında diğer böcekleri ve az olarak da kertenkeleleri ve küçük kemiricileri de besin olarak alırlar. Kaya ve taş altlarında, kemirici hayvanların yuvalarında kış uykusuna yatarlar. Dişiler yazın sonlarına doğru (bir defada 10 kadar olmak üzere) doğururlar. Yeni doğan yavrular 13–14 cm kadar olur. Yetişkinlerin boyu 40–50 cm'dir, ama 63–80 cm uzunlukta olanları da bildirilmiştir.
Genel olarak açık yerlerin, taşlık ve otluk bölgelerinde yaşarlar. Ormanlık ve ağaçlık yerlerde az da olsa bulunabilirler. Yüksekliği 3000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler.
Kuzeydoğu Anadolu'da ve Akdeniz Bölgesinde sadece Elmalı (Antalya) civarında habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15580",
"len_data": 1293,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Şeritli engerek ("Montivipera xanthina"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesi genel olarak kül renginde ya da grimsi kahverengi bir engerek türü.
Özellikleri.
Sırtta baştan kuyruğa kadar uzanan siyah ya da koyu kahverengi büyük benekler bulunur. Bu benekler bazen birleşip baklava desenli, dalgalı ya da zikzaklı bir şerit oluşturur. Vücudun yan taraflarında da bir benek sırası bulunur. Başın üzerinde küçük siyah benekler ve arka kısmından yanlara doğru sarkan iki büyük siyah benek bulunur. Siyah renkli şakak bandı da açıkça görülür. Karın bölgesi sarımsı beyaz ve üzerinde küçük siyah noktalar bulunur. Boyları ortalama 70–80 cm (en fazla 150 cm) kadardır.Kendilerini koruma amaçlı saldırabilirler. Oldukça ağır hareket ederler ama saldırırken çok hızlı olabilirler. Sıkıştırılmadıkça insanı ısırmayan, zehirli bir yılandır. Zehirleri İnsanlar için tehlikeli olabilir.
Yavru olanları bile yetişkin bir insanı öldürecek kadar zehir taşır.
Yaşam alanları.
Dağlarda, ormansız ve taşlık olan yerlerde yaşarlar. Bazen orman içi ve harabelerde de görülür. Yüksekliği 2000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler.
Avlanma ve beslenme.
Genel olarak küçük kemiriciler. Yılanlar, kertenkeleler ve kuşlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Gündüzleri oyuklarda ve taş altlarında saklanan bu hayvanlar, avlanma işlerini gece yaparlar.
Üreme.
Bir dişi 2-15 yumurta bırakır.
Türkiye'de yayılışı.
Trakya, Orta, Güney ve Batı Anadolu'da habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15582",
"len_data": 1527,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.49
}
|
Kafkas engereği veya Hopa engereği ("Vipera kaznakovi"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesinin rengi genel olarak siyah, gri, sarı ve kırmızı renkli bir engerek türü.
Sırtın büyük bir bölümünü kaplayan ve baştan kuyruğa kadar uzanan zikzaklı bir şerit bulunur. Bu şerit bazen parçalı halde de olabilir. Vücudun yan tarafları küçük benekli ya da noktalı olur. Beyaz benekli olan karın bölgesinin rengi, siyah ve tonlarında olur. Genel olarak küçük kemiriciler, kertenkeleler ve çeşitli omurgasızlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Boyları genel olarak 50–60 cm kadar olur.
Türkiye'de sadece Artvin başta olmak üzere Doğu Karadeniz bölgesindeki yağmur ormanlarında, taşlık bölgelerde yaşarlar. Yüksekliği 2000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15583",
"len_data": 800,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Koca engerek ("Macrovipera lebetina"), engerekgiller (Viperidae) familyasından zehirli bir engerek türü. Orta Doğu'nun geniş bir alanı da dahil, Kuzey Afrika'dan Keşmir'in doğusuna kadar geniş bir habitatta yayılım gösteren koca engereğin beş alt türü bulunmaktadır.
Genel özellikleri.
Sırt bölgesinin rengi genel olarak grimsi kahverengi ve bu rengin tonlarında olur. Sırtta bazı yerlerde birleşik koyumsu benekler (bazen belirsiz) bulunur. Bunların yanında (sırtın ortalarında) kenarları koyu renkli, iç kısımları tuğla kırmızısı ya da sarı renkte benekler de bulunur. Başın üst kısmında bazen küçük siyah benekler bulunabilir. Kuyruk ucu sarımsı, beyazımsı ya da pembemsi olan karın bölgesinde nokta halinde siyah benekler bulunur.
Yaşam şekli.
Genel olarak fare gibi küçük kemiriciler, kertenkeleler, kuşlar, yılanlar ve çeşitli omurgasız hayvanlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Avlarını sabahın erken saatlerinde ya da geceleyin avlarlar. Yemeden önce zehirleyerek öldürürler. Hareketleri oldukça ağır olan bu hayvanlar gündüzlerini daha çok dinlenerek geçirirler. Genel olarak canlı doğururlar (5-7 kadar). Bazı bölgelerde de yumurtlarlar (4-7 kadar). Yumurta 1 ay içinde açılır. Boyları 150 cm kadar olabilir. Bir engerek rekor kırıp 3 m 8 cm'ye ulaştı(İskenderun).
Yaşam alanı.
Ovalarda, taşlık yerlerde, terk edilmiş evlerde, harabelerde, bahçelerde ve tarlalarda yaşarlar. Yüksekliği 1500 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler.
Dağılımı.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, Doğu Akdeniz bölgesinde habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler ve Türkiye'nin zehri en ölümcül yılanları olarak bilinirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15584",
"len_data": 1653,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.44
}
|
Boynuzlu engerek ("Vipera ammodytes"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesinin rengi genel olarak gri, sarı ve kahverengi renkli engerek türü.
Özellikleri.
Boynuzlu engerek yılanının baş tarafında küçük yapıda boynuza benzer bir yapıları vardır ve bu nedenle bu ismi almışlardır. Küçük hayvan grubu ile beslenirler hatta diğer yılan türlerini bile yerler. Yaz ortalarında 10 - 14 kadar yavru doğururlar ve boyları takriben 1m kadar olur. Tehlikede olduklarını hissetiklerinde saldırırlar. "Boynuzlu" denmesinin nedeni burun ucunun gergedan boynuzu gibi küçük ve yukarıya doğru olmasından dolayıdır. Sırtta ayrıca koyu kahverengi, baklava deseni benzeri zikzak desenler bulunur. beneklerin ortası kenarlara göre daha açık olur. Kuyruğun uç kısımları genç bireylerde sarımsı pembe renkli olur. Başın üst kısmında küçük ve belirgin benekler bulunur.
Karın bölgesi sarımsı beyaz ve küçük benekli olur. Hareketleri oldukça yavaştır. Eylül-Ekim'den Mart-Nisan'a kadar kış uykusuna yatarlar. Boyları genel olarak 50–60 cm (erkekler en fazla 90 cm) kadar olur.
Üst çenelerinin ön tarafında, içi enjektör iğnesi gibi delik ve büyük zehir dişleri bulunur. Zehirleri insan için tehlikeli olabilir. Ancak üzerine basılmadıkça veya rahatsız edilmedikçe insanı ısırmazlar. Eğer sıkıştırılırlarsa başlarını havaya kaldırarak tıslarlar ve kendilerini çok tehlikede hissederlerse saldırabilirler. Tür adı olan "ammodytes" Yunancada kum anlamına gelen "ammos" ve gömülen anlamına gelen "dytes" kelimelerinin birleşmesinden oluşur.
Yaşam alanları.
Türkiye'de kumlu yerlerden daha çok küçük boylu bitkilerin altlarında, orman açıklıklarında, çalılık ve taşlık yerlerde yaşarlar. Yüksekliği 2000 metreye kadar olan yerlerde bulunabilirler.
Avlanma ve beslenme.
Yüksek ve serin yerlerde gündüz, sıcak bölgelerde gece avlanır. Bilhassa ay ışığında çok sayıda ortaya çıkarlar. Besinlerini küçük kemiriciler, kuşlar, yılan ve kertenkeleler teşkil eder. Küçük memeli türlerini önce ısırarak zehirlerler, sonra ölmesini bekler ve ondan sonra yutarlar. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar.
Üreme.
İlkbaharda çiftleşen dişiler, Ağustos ayında 5-14 kadar yavru doğururlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15586",
"len_data": 2170,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.63
}
|
Wagner engereği ("Montivipera wagneri"), engerekgiller (Viperidae) familyasından, sırt bölgesi genel olarak kül renginde ya da grimsi kahverengi olan bir engerek türüdür.
Sırtta, baştan kuyruğa kadar iç sarımsı ya da tuğla renginde olan büyük benekler bulunur. Bu benekler bazen birleşip baklava desenli, dalgalı ya da zikzaklı bir şerit oluşturur. Vücudun yan taraflarında da bir benek sırası bulunur. Başın üzerinde küçük siyah benekler ve arka kısmından yanlara doğru sarkan iki büyük siyah benek bulunur. Siyah renkli şakak bandı da açıkça görülür. Karın bölgesi sarımsı beyazdır ve üzerinde küçük siyah noktalar bulunur. Genel olarak küçük kemiriciler, diğer yılanlar, kertenkeleler ve kuşlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Boyları ortalama 50–80 cm kadar olur.
Dağılımı.
Wagner engereğin yaşam alanı Türkiye'nin doğusunda Kars, Erzurum ve Ağrı il sınırlarının kesiştiği bölge ile sınırlıdır. Nüfusunun %80'den fazlası Aras Nehri vadisi'nde yoğunlaşmıştır.
2020 yılında Tunceli'nin Pülümür ilçesinde Wagner engereği tespit edilmiştir.
Yaşam Alanı.
Wagner engereği habitat olarak genellikle taşlık bölgeler, kayalıklar, vadi yamaçları, taşlık yamaçlar, açık yamaçlar gibi biyotopları tercih eder. Yüksekliği 1600-1900 metre arasında olan yerlerde bulunabilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15587",
"len_data": 1298,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.49
}
|
Ağrı engereği ("Montivipera raddei"), engerekgiller (Viperidae) familyasından sırt bölgesi genel olarak kül renginde ya da grimsi kahverenkte olan bir engerek türü.
Bu Türkiye'nin en zehirli engereklerinden biridir. Sırtta, baştan kuyruğa kadar iç sarımsı ya da tuğla renginde olan büyük benekler bulunur. Bu benekler bazen birleşip baklava desenli, dalgalı ya da zikzaklı bir şerit oluşturur. Vücudun yan taraflarında da bir benek sırası bulunur. Başın üzerinde küçük siyah benekler ve arka kısmından yanlara doğru sarkan iki büyük siyah benek bulunur. Siyah renkli şakak bandı da açıkça görülür. Karın bölgesi sarımsı beyaz ve üzerinde küçük siyah noktalar bulunur. Genel olarak küçük kemiriciler, diğer yılanlar, kertenkeleler ve kuşlarla beslenirler. Kemiricilerle beslendikleri için yararlıdırlar. Gündüzleri oyuklarda ve taş altlarında saklanan bu hayvanlar, avlanma işlerini gece yaparlar. Kendilerini koruma amaçlı saldırabilirler. Oldukça ağır hareket ederler ama saldırırken çok hızlı olabilirler. Boyları ortalama 70–80 cm (en fazla 100 cm) kadar olur.
Dağlarda, ormansız ve taşlık olan, az bitkili yerlerde yaşarlar. Yüksekliği 1000-3000 metre arasında olan yerlerde bulunabilirler.
Doğu Anadoluda Kars, Ağrı, Iğdır, Hakkâri ve Van civarında habitatın uygun olduğu alanlarda dağılım gösterirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15588",
"len_data": 1307,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Bu liste 20.yüzyılda eser vermiş bestecileri içermektedir. Doğum tarihi, ölüm tarihi, alfabetik, uyruğuna ve eserlerine göre sıralama yapılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15593",
"len_data": 146,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.31
}
|
Bu madde Gini katsayısı gibi gelir eşitsizliği ölçütlerini içeren bir listedir. Gini katsayısı, 0'ın herkesin eşit bir gelire sahip olduğu, 1'in ise tüm gelirin bir kişide toplandığı ve diğer kişilerde hiç gelirin olmadığını gösterdiği, 0 ile 1 arasında bulunan bir sayıdır. Gelir dağılımı, servet dağılımından farklı bir kavramdan ve bir ülkede iki değer birbirlerinden çok farklı değerlere sahip olabilir. Karaborsadan elde edilen gelirler bu metriklere dahil edilmemiştir.
BM, Dünya Bankası ve CIA verileri.
Z/F 10%, en yüksek ortalama gelire sahip en zengin %10'un, en düşük ortalama gelire sahip en düşük %10'a oranıdır. Aynı şekilde Z/F 20% en yüksek ortalama gelire sahip en zengin %20'nin, en düşük ortalama gelire sahip en düşük %20'ye oranıdır. Gini bir ulusun Lorenz eğrisinin katsayı cinsinden temsilidir. BM kısmı Birleşmiş Milletler verilerini, Dünya Bankası kısmı Dünya bankası verilerini, CIA kısmı ise Central Intelligence Agency'nin The World Factbook'da yayımlanmış verilerini içermektedir. Bu liste alfabetik, sayısal veya oransal değerlere göre sıralanabilir şekilde oluşturulmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15596",
"len_data": 1104,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.59
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.