text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Seferihisar, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin kuzeyinde Urla, kuzeydoğusunda Güzelbahçe ve Karabağlar, doğusunda Menderes ilçeleri, güneyinde ve batısında Ege Denizi bulunmaktadır. Seferihisar, 1884 yılında ilçe olmuştur. Tarihçe. Seferihisar ilçesi topraklarında en eski yerleşim yeri Teos olup, burasının MÖ 1000 yıllarında Akalar'dan kaçan Giritliler tarafından kurulduğu ve İyonyalıların bir kenti olduğu bilinmektedir. Böylece yörenin 3000 yıllık bir yerleşim yeri olduğu söylenebilir. 1884'te ilçe olmuştur. Bu kadar uzun bir süreç içerisinde birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı için tarih içerisinde bir sürü savaşa da tanıklık etmiştir. Dönemdeki değişim ve savaşların izlerini, bölgedeki kalıntılarda görmek mümkündür. Seferihisar’ın kuruluşuna ilişkin farklı görüşler bulunmaktadır. Bu tezlerden ilkine göre, ilçe M.Ö. 150–146 yılları arasında gerçekleşen III. Pön Savaşları (Roma-Kartaca Savaşları) sonrasında, Kartaca komutanı Anibal’ın Suriye’deki Selefkoslara sığınmak üzere Anadolu’ya geçmesi sırasında, Roma donanmasının konaklama ve üs ihtiyacını karşılamak amacıyla Romalı General Tysaferin tarafından kurdurulmuştur. Bu yerleşime Tysaferinopolis adı verilmiştir. İkinci görüşe göre ise Seferihisar, M.Ö. 7. yüzyılda Anadolu üzerinden İtalya’ya göç eden Hint-Avrupa kökenli Etrüskler tarafından kurulmuştur. Etrüskler, kıyıya yakın yerleşim arayışları çerçevesinde bölgeyi önce konaklama noktası olarak kullanmış, ardından Teos ve Sığacık limanlarını kullanarak göç etmişlerdir. Göç etmeyen Etrüsk nüfusunun bölgede kalması sonucu Seferihisar’ın M.Ö. 5. yüzyılda gelişmiş bir kent haline geldiği ileri sürülmektedir. İlçenin adıyla ilgili olarak, Seferihisar isminin kökeninin Romalı General Tysaferin’e dayandığı düşünülmektedir. Bölgenin, Selçuklu dönemine kadar Tysaferin veya Tysaferinopolis olarak anıldığı, Anadolu’nun Türkleşme süreci sırasında “hisar” ekiyle Tysaferinhisar adını aldığı ve zamanla bu ismin bugünkü “Seferihisar” şeklini aldığı değerlendirilmektedir. Ege Bölgesi’nin diğer kesimleri gibi Seferihisar da tarih boyunca çeşitli medeniyetlerin egemenliğine girmiştir. M.Ö. 7. ve 5. yüzyıllar arasında bölgede Lidyalılar, Persler, Atinalılar ve Ispartalılar hüküm sürmüş, daha sonra sırasıyla Persler, Bergama Krallığı, Makedonlar, Antik Yunan, Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiştir. ----Atatürk’ün Seferihisar Ziyareti 11 Nisan 1934 tarihi, Seferihisar için önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ilçe merkezi ile Sığacık Mahallesi’ni ziyaret etmiştir. Atatürk, ilçeye geçmeden önce Sığacık’a uğramış ve sahilde çeşitli incelemelerde bulunmuştur. Burada karşılaştığı bir ilkokul öğretmeninin not defterini incelemiş; Latin alfabesi kullanılmasına rağmen defterin eski harflerle yazılmış olması nedeniyle üzüntüsünü dile getirmiştir. Ziyaret sırasında küçük bir öğrenci olan Mehmet İnce ile sohbet etmiş ve onu takdir etmiştir. Atatürk, Sığacık’taki ziyaretinin ardından Seferihisar’a dönmüş, yerli üretim kumaştan yapılmış golf elbisesiyle askeri gazinoda ağırlanarak kahvesini içmiş, ardından halkı selamlayarak ilçeden ayrılmıştır. Coğrafya. İl merkezine uzaklığı 45 km'dir. İlçenin kuzeyinde Urla, kuzeydoğusunda Güzelbahçe ve Karabağlar, doğusunda Menderes ilçeleri, güneyinde ve batısında Ege Denizi bulunmaktadır. İlçe merkezi denizden 5 km içeride bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 375 km²'dir. Seferihisar'ın matematiksel konumu ise 26°45'00" doğu; 27°01'30" doğu boylamları ile 38°17'00" kuzey ve 38°02'00" kuzey enlemleridir. İlçe topraklarından demiryolu hattı geçmemekte, en yakın istasyon İzmir kent merkezinde (45 km) ve Adnan Menderes Havalimanı'nda (40 km) hizmet vermektedir. İlçenin deniz kıyısında yolcu ve yük taşımacılığına ait bir limanı bulunmazken, Sığacık'ta bir balıkçı barınağı ve 400 yat kapasiteli yat limanı bulunmaktadır. İlçe merkezinin kuruluş yeri deniz seviyesinden 18 m yüksektedir. Kent, kuzey-güney yönünde uzanan Kızıldağlar'ın (1080 m) batısında, denize inen yamaçlar ve Kocaçay Vadisinin düzlükleri üzerine kurulmuştur. Seferihisar ilçe merkezinin yakın çevresindeki yerleşmelere uzaklığı şöyledir: Yer şekilleri. Seferihisar, Urla Yarımadası'nın alçak depresyonlarından biri üzerinde yer almaktadır. Güzelbahçe'den Seferihisar'a doğru uzanan bu geniş depresyon alanı yer yer akarsularla parçalanmış olduğundan arızalı bir görünüm sunar. Bu alan, daha sonra Ulamış, Düzce ve Turgut köylerinin bulunduğu geniş depresyonla birleşerek güneybatı yönünde düz ve düze yakın eğimlerle Azmak Ovası'na ulaşır, oradan da denizle son bulur. Seferihisar morfolojik bakımdan bazı birimlere ayrılabilir. İlk ayırt edilen birim aşınım yüzeyleridir. Akarsu vadileriyle yarılan aşınım yüzeylerinin eteklerindeki yamaçlar ise ayrı bir morfolojik birim oluşturur. Seferihisar yöresinin yer şekillerinde akarsu aşındırması sonucu meydana gelen biriktirmenin rolü büyüktür. Nitekim Azmak Dere, Yassı Çay ve kollarının biriktirme şekillerinden alüvyal ova düzlükleri oluşmuştur. Azmak Dere ve kollarının oluşturduğu taban ovasına Azmak Ovası denilmekte, bir başka ova tabanı ilçe merkezinden başlayıp, Teos ören yerine kadar devam etmektedir. Seferihisar'da diğer bir morfolojik birim kıyılardır. Kıyılar, Urla Yarımadası'nın diğer kıyıları gibi girintili çıkıntılıdır. Bu kıyıların girintili çıkıntılı olmasının nedeni; dördüncü zaman (kuaterner) glasyel dönemi sonunda deniz seviyesinin yükselmesi ve bu arada tektonik hareketler sonucu meydana gelen kırılmalara bağlanabilir. Sığacık ovası ve güneyindeki kıyılar düz ve girintisizdir. Bu alanlar dereler tarafından getirilen alüvyonla dolmuş ve bugünkü şeklini almıştır. İlçe arazisinde en fazla yükselti 680 metre ile Çakmaktepe'dedir. İklim. İklim şartlarının belirlenmesinde planeter faktörlerden başka yükselti, rölyef, bakı, kıyı konumu, denizden uzaklık, kıyı akıntıları gibi fiziki coğrafya koşulları da etkili olmaktadır. Seferihisar'da ise morfolojik bakımdan yüksek alanlar az olduğu için rölyefin ve yükseltinin pek etkisi yoktur. Yörenin ikliminde en büyük etki denize aittir. Denize yakınlık ve denizin ılıman etkisiyle sıcaklık kış aylarında pek düşmez. Seferihisar'da ortalama yıllık sıcaklık, meteoroloji istasyonunun 1929-1995 yılları arası kayıtlarına göre 16,4 C°, aylık ortalama maksimum sıcaklık temmuz ayında 35,2 C°, aylık ortalama minimum sıcaklık 4,2 C°'dir. Seferihisar ve çevresinde yüksek yaz sıcaklıkları yaşanırken kışlar ılık geçmektedir. Bu duruma göre Seferihisar'ın Akdeniz termik rejim bölgesi içinde olduğu söylenebilir. Çünkü yılın 4 ayında (haziran-temmuz-ağustos-eylül) sıcaklıklar 20 C°'nin üstündedir. Seferihisar'da yıllık ortalama rüzgâr hızı, yaklaşık olarak 3,5 m/sn civarındadır. Ocak, şubat, mart aylarında rüzgâr hızında nispi bir artış gözlenirken mart ayından haziran ayına kadar bir azalma daha sonra tekrar yükselme gözlenmekte ise de bunlar önemli bir değer değildir. Diğer yandan kışın ve geçiş mevsimlerinde rüzgârın hızı zaman zaman oldukça artmaktadır. Seferihisar'da yıllık ortalama bağıl nem %64 olup, aylara göre değişmektedir. Sonbahardan itibaren bağıl nem oranı ilkbahar sonuna kadar yıllık ortalamadan fazla, mayıs ayından itibaren yıllık ortalamanın altındadır. Minimum nem durumuna bakıldığında; hiçbir ayda atmosfer neminin %10'un altına düşmediği anlaşılır. Batı sektörlü rüzgârların etkin olduğu, sıcaklığın azaldığı, bulutluluğun arttığı kış aylarında bağıl nem oranı artmakta, kuzey sektörlü rüzgârların görüldüğü ve bulutluluğun azaldığı yaz aylarında ise azalmaktadır. Kısaca söylenebilir ki deniz etkisinde olan yörede bağıl nem değerleri her ay yüksektir. Seferihisar'da yıllık ortalama yağış miktarı 588,1 mm'dir. En yağışlı mevsim kış mevsimi ve en yağışlı ay aralık ayıdır (142 mm). En az yağış ise yaz aylarında görülür (temmuz ayında 1 mm). Seferihisar yarı nemli, mezotermal, su noksanı yaz aylarında çok kuvvetli, deniz etkisi alan bir özelliğe sahiptir. Mayıs-eylül ayları arasında topraktaki su yetersizliği yörede tarım faaliyetlerini olumsuz etkilemektedir. Kasım ayından nisan ayına kadar olan dönemde ise buharlaşma az olduğu ve yağış miktarları da yeterli olduğu için toprakta su bulunmaktadır. Bitki örtüsü. Seferihisar ekolojik ve fizyonomik bakımından ortak özellikler gösteren bitki topluluklarına sahiptir. Bitki toplulukları iki ana formasyonda görülür. Bunlar; maki topluluğu ve orman topluluğudur. Maki olarak ayırt edilen ve baskın türlerini, delice, menengiç, zakkum, katırtırnağı ve yer yer fundaların oluşturduğu formasyonda maki - garig şeklinde topluluklar da vardır. Ayrıca küçük topluluklar halinde kızılçam ormanları ile yüksek yapılı, kalın gövdeli, tek ağaç şeklinde meşeler yayılış gösterir. Doğal bitki örtüsü arasında kültür bitkilerinden zeytin ve narenciye ağaçları dikkati çeker. Cittaslow. Seferihisar, Cittaslow ağına “yerel üreticilerin desteklenmesi” teması ile 2009 yılında başvurmuştur. Bütün kriterleri yerine getirerek Türkiye'nin ilk yavaş şehri seçilmiştir. Bu sayede, genellikle büyük şehirlerdeki hızlı yaşamdan farklı olarak, hızlı yaşamın getirdiği stresten uzak ve huzurlu yaşamı benimsemiştir. Cittaslow, Seferihisar şehrini bu sayede yavaşlığa ve yerelliğe teşvik etmiştir. Ayrıca bu kavramı benimsedikten sonra insanlar tarafından daha çok bilinmeye başlamıştır. Ulaşım. Hem Seferihisar'ın köklü olan tarihini görmek hem de sakin şehir olmasını deneyimlemek isteyen ziyaretçi ve turistlere açık bir yerdir. Seferihisar, İzmir'e yaklaşık olarak 45 km uzaklıktadır ve merkezine ulaşım, karayolu üzerinden sağlanmaktadır. Buraya ulaşmak isteyen kişiler İzmir'e gelip merkezden düzenli olarak kalkan otobüs seferleri ile Seferihisar'a ulaşımlarını sağlayabilirler. Alternatif olarak İzmir Adnan Menderes Havalimanını kullanabilirler. Bu havalimanının özelliği Seferihisar'a en yakın havalimanı olmasıdır ve merkeze yaklaşık olarak 70 km uzaklıkta bulunmaktadır. Ayrıca buradan hem Türkiye'de buluna diğer şehirlere hem de dünyanın birçok yerine uçuşlarını sağlayabilirler. Başka bir alternatif olarak deniz ulaşımını kullanabilirler. Yaz aylarında İzmir'den sakin şehrimiz olan Seferihisar'a deniz otobüsü seferleri bulunmaktadır. Ayrıca ilçede tekne ve marina turları da hizmet vermektedir. Şehir içi ulaşıma bakıldığında ise genellikle özel araç, dolmuş veya taksi kullanılmaktadır. Ayrıca burada bisiklet yolları da bulunur yani dileyen kişiler bisikletleri aracılığı ile de ulaşımlarını sağlayabilmektedirler. Ekonomi. Seferihisar ilçesi genelinde ekonomik faaliyetlerin temelini tarım ve onun içerisinde de zeytincilik oluşturmakta iken, narenciye ve enginar yetiştiriciliği ile süs bitkileri ağırlıklı seracılık, hayvancılık son yıllarda önemli gelir kaynağı olmaya başlamıştır. Öte yandan balıkçılık devam ederken, turizm; günümüzde ilçe ekonomisine katkı veren en önemli sektörlerden biri haline gelmiştir. Nüfusun %80'i tarımla uğraşmaktadır. İlçenin sanayi ve ticaret hayatında çeşitli alanlarda faaliyet gösteren işletme, fabrika, atölye ve imalathaneler bulunmaktadır. Bunları saymak gerekirse; İlçe merkezinde tanzim et satış mağazası ve otobüs işletmesi olmak üzere 2 adet belediye iktisadi teşekkülü, 11 adet un fabrikası, 9 adet mandıra, 8 adet zeytinyağı fabrikası, 11 adet yaş meyve-sebze paketleme işletmesi, 2 adet beşer tonluk süt toplama merkezi, 50 adet marangoz imalathanesi, 10 adet soğuk demir atölyesi, 6 adet alüminyum ve 4 adet plastik imalathanesi bulunmaktadır. Narenciye paketleme tesislerinde işlenen ürünler ihraç edilmekte, diğer imalathane ve atölyeler ise ancak ilçe ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Yönetim. Seferihisar'ın Beyler, Çamtepe, Düzce, Gödence, Gölcük, İhsaniye, Kavakdere, Orhanlı ve Turgut olmak üzere toplam 9 köyü ve Doğanbey ile Ürkmez beldeleri bulunmaktadır. Çamtepe Güzelbahçe ilçesinden 2001 yılında Seferihisar'a bağlanmıştır. Beyler, Orhanlı, Gödence, Çamtepe ve İhsaniye köyleri orman köyleridir. Kavakdere köyü ise dağınık yerleşme yapısına sahiptir. Orhanlı köyü 1979 tarihinden itibaren yeni yerleşim alanına kurulmuş, eski köyün yerinde bir mahalle kalmıştır. Seferihisar ilçe merkezi 7 mahalleye sahiptir. Bunlar, Akarca, Turabiye, Camikebir, Hıdırlık, Tepecik, Çolak İbrahim Bey, Sığacık ve Ulamış mahalleleridir. Kaynakça. Seferihisar Belediyesi. (t.y.). http://seferihisar.bel.tr/ .Erişim tarihi: 15.05.2023 Bilkent Post. (2021, 30 Haziran). Yavaşladıkça İlerleyen Şehir: Seferihisar. http://bilkentpost.bilkent.edu.tr/index.php/2021/06/30/yavasladikca-ilerleyen-sehir-seferihisar/ . Erişim tarihi: 15.05.2023 TAV Havalimanları. (t.y.). İzmir Adnan Menderes Havalimanı. https://adnanmenderesairport.com/
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15906", "len_data": 12606, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.54 }
Selçuk, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin kuzeyinde Menderes ve Torbalı, kuzeydoğusunda Tire ilçesi, güneyinde Aydın ilinin Kuşadası ve Söke ilçeleri, doğusunda Aydın ilinin Germencik ilçesi, batısında Ege Denizi bulunmaktadır. Ünlü Efes Antik Kenti, Şirince köyü, Meryem Ana Evi, Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri olan Artemis Tapınağı Selçuk'ta bulunmaktadır. Tarihçe. Selçuk eski adıyla Ayasuluk, 1304 yılında Aydınoğulları Beyliği'nin eline geçmiş ve 1426 yılında Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. 1914'te Ayasuluk olan adı Selçuk olarak değiştirilmiş ve Kurtuluş Savaşından sonra da Akıncılar adıyla anılan Selçuk, 1957 yılında İzmir iline dâhil edilmiş ve ilçe unvanını almıştır. Selçuk, dünyanın en büyük açık hava müzelerinden biridir. Antik Çağ'ın en önemli yerleşim yerlerinden biri olmuştur. Selçuk'ta bulunan tarihi yapıların büyük bir bölümü ayaktadır. Efes ören yeri, Türk ve dünya turizmi açısından çok önemli bir merkezdir. Efes her yıl yaklaşık olarak 2 milyon ziyaretçi tarafından gezilmektedir. Selçuk Efes Müzesi, sahip olduğu ve sergilediği sadece yerel eserlerle Avrupa'nın en önemli ve en zengin müzelerinden birisidir. Bu etkinlikler dışında, müzede verilen konferanslar ve açılan resim sergileri kültür hayatını canlı tutmaktadır. Selçuklu sanatının en önemli eserlerinden biri olan İsa Bey Camii Selçuk'tadır. Cami, hem avlulu Türk camii tipinin, hem de Anadolu sütunlu camilerinin bilinen en eski örneğidir. İlk çağın en ünlü şehirlerinden biri olan Efes, Küçük Menderes Nehri'nin sularını boşalttığı körfezin yakınında kurulmuştur. Tarıma elverişli toprakları, Doğu'ya açılan büyük bir ticaret yolunun başında oluşu, gerek Antik Çağ'da, gerekse de Hristiyanlık döneminde çok önemli bir dini merkez oluşu, tarihe büyük bir kent olarak geçmesini sağlamıştır. İlim ve sanat dünyasında da adını duyurmuş, ünlü kişiler yetiştirmiştir. Bunlar arasında, rüya tabircisi Artemidorus, şair Kallinos ve Hipponaks, filozof Herakleitos, ressam Parrhasius, gramer bilgini Zinodotos sayılabilir. Efes'in tarihi MÖ 6. binyıla kadar uzanmaktadır. Bu sonuca son yıllarda Arvalya ve Çukuriçi höyüklerinde ele geçen arkeolojik yerleşke bulgularıyla varılmıştır. Ayasuluk Tepesi'nde yapılan kazılar da burada Erken Tunç Çağı'ndan Hellenistik Çağ'a kadar kesintisiz yerleşmenin var olduğunu göstermiştir. Bu da eski Efes'in Ayasuluk Tepesi'nde olduğunu, buranın Anadolu kavimleri ve Hititler tarafından iskân edildiğini ispatlamaktadır. Ayrıca Hitit yazılı metinlerinde Apasas olarak geçen kentin bu kent olduğu da kesinleşmiştir. Strabon ve Pausanias gibi yazarlar, tarihçi Herodot, Efesli şair Kallinos gibi antik kaynaklar Efes'in Amazonlar tarafından kurulduğuna ve yerli halkın Karyalılar ve Lelegler'den oluştuğuna işaret etmektedirler. MÖ 1050'de Androklos, diğer eski Yunan kolonistleri gibi Anadolu'ya gelmiş, Efes ve civarını almıştır. Efes, MÖ 7. yüzyılda Kimmer istilasına uğrar ve Artemis Tapınağı yerle bir edilir. MÖ 560'ta kent Lidyalılarca Artemision çevresine taşınır. MÖ 386'da akdedilen Kral Barışı'nın sonunda Efes, Büyük İskender'in gelişine dek sürecek olan Pers egemenliği altına girer. Bugün gezilen Efes, büyük ölçüde, Büyük İskender'in generallerinden Lysimakhos tarafından MÖ 300'lerde kurulmuştur. Efes, Bizans döneminde tekrar yer değiştirmiş ve ilk kurulduğu Ayasuluk Tepesi'ne gelmiştir. 277 km2lik alanı kapsayan ilçe, merkez dâhil, 1 belde ve 9 köyden oluşmaktadır. Selçuk'un denize uzaklığı 8 km, denizden yüksekliği ise 16 metredir. Coğrafya. Selçuk, İzmir ilinin en güneydeki ilçesidir. İzmir-Aydın karayolu üzerinde yer alır ve denize kıyısı vardır. İlçenin kuzeyinde Menderes ve Torbalı, kuzeydoğusunda Tire ilçeleri, doğusunda Aydın ilinin Germencik ilçesi, güneyinde Aydın ilinin Kuşadası ve Söke ilçeleri, batısında Ege Denizi bulunmaktadır. İzmir il merkezine 74 km mesafededir. Yüzölçümü 317 km2dir. 9 km'lik sahili ile Türkiye'nin en uzun sahillerinden biri olan Pamucak Sahili ilçe merkezinin 9 km batısındadır. Batı Anadolu'dan doğan Küçük Menderes Nehri, geniş bir ova ile ilçeye 3 km kuzeyinden geçip, 9 km batısından denize dökülür. Doğusunda yükseklikleri pek fazla olmayan Maden, Kayser ve Sarıkaya dağları; güneyinde ise, eteğinde büyük bir medeniyetin kurulmasına sahne olmuş Bülbül Dağı vardır. Kuzeydoğusunda Belevi Gölü, kuzeybatısında Kuş Cenneti ve adları Çakal, Gebekirse, Cevaşır ve Kazan olmak üzere toplam 5 doğal göle sahip olan Selçuk'ta, doğa çeşitli kuşların barınmasına olanak sağlamaktadır. Selçuk yüzölçümünün, %52 gibi büyük bir bölümünün ormanlık alan olması, ilçenin doğal deseninin zenginliğini oluşturur. İklim. İlçede Akdeniz iklimi görülmektedir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçer. Nüfus. 2020 yılı nüfus verilerine göre toplam nüfusu 37.386'dır. Selçuk kış mevsimlerinde büyük bir kasaba nüfusuna sahip olmakla birlikte, yaz mevsimlerinde turizmin de etkisiyle nüfusu bazı küçük illerin nüfusunu aşar. Ekonomi. İlçenin ekonomisi öncelikle turizme dayalıdır, sonrasında sırasıyla tarım ve hayvancılık gelir. Zeytin, üzüm, narenciye (özellikle mandalina, şeftali, nar) tarım faaliyetlerini oluşturur. Hayvancılık olarak küçükbaş hayvancılıktan sonra büyükbaş hayvancılık gelir. Orta büyüklükte bir sanayi sitesi bulunmaktadır. İlçede her türlü sebze ve meyve yetişmektedir. Kültür. Pamucak Plajı 6 büyük otele, Selçuk Belediyesi'ne ait bir tesise, bir de Mocamp Tesisi'ne sahiptir. Şirince köyü, popüler bir kırsal turizm merkezidir. İlçedeki tarihî eserler arasında Artemis Tapınağı (Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri), Efes Antik Kenti (UNESCO Dünya Mirası), Meryem Ana Evi ve Kilisesi, St. Jean Kilisesi ve Mezarı, Selçuk (Ayasuluk) Kalesi, İsa Bey Camii, İsa Bey Hamamı, Yedi Uyuyanlar, Bizans Su Kemerleri ve Pollio Su Kemeri yer alır. Her yıl ocak ayının üçüncü pazarında Pamucak sahilinde “Selçuk-Efes Deve Güreşleri Festivali” düzenlenir. Festival deve güreşi otoriterlerince “en popüler ve en iyi organizasyon” olarak seçilmiştir. Ayrıca eylül ayında ilçe merkezinde düzenlenen “Uluslararası Selçuk-Efes Kültür Sanat Turizm Festivali ve Kurtuluş Şenlikleri” ilçenin gelenekselleşmiş kültür ve sanat etkinliklerindendir. Spor. Selçuk Efes Spor, 1943 yılında kurulmuş olup uzun yıllar 3. Lig'de mücadele etmiş, şu an İzmir amatör liglerinde mücadele etmektedir. İlçedeki diğer spor kulüpleri Selçuk Gençlik Spor, Selçuk Belevi Gençlerbirliği Spor ve Selçuk Çamlık Spor'dur. Eğitim. Selçuk merkezde 6, Belevi'de 1, köylerinde 6 olmak üzere toplam 13 ilköğretim okulu, 3 anadolu lisesi, 2 meslek lisesi, 1 imam hatip lisesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Türk Hava Kurumu Üniversitesi'ne ait 2 yüksek öğretim kurumu bulunmakta; 8300 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 375 öğretmen görev yapmaktadır. Altyapı. Sağlık. İlçede, sağlık hizmetleri 1 devlet hastanesi, 5 aile sağlığı merkezi tarafından verilmektedir. 1993 yılından bu yana Selçuk Devlet Hastanesi Uluslararası Hastaneler Federasyonu üyesidir. Ulaşım. Selçuk'a tüm ulaşım yollarıyla ulaşılabilir. Kara yolu ile İzmir-Aydın Otoyolu, hava yolu ile Adnan Menderes Havalimanı ve Selçuk-Efes Havalimanı, deniz yolu ile Kuşadası Limanı, demir yolu olarak İzmir (Basmane) - Selçuk - Denizli yönüne giden, günde 8 defa karşılıklı düzenlenen ve 75 dk süren tren seferleri veya banliyö hattı İZBAN kullanılabilir. Selçuk, İzmir-Aydın kara ve demir yolu üzerinde kurulmuştur. Denize kıyısı olmasına rağmen limanı yoktur. İl Özel İdaresi, Selçuk Belediyesi ve Türk Hava Kurumu işbirliği ile inşa edilen 1993 yılında faaliyete geçen Selçuk Efes Havaalanı'nın işletmesi Türk Hava Kurumunca yürütülmektedir. Havaalanı ilçenin batısında olup 3 km uzaklıktadır. Pist uzunluğu 1740 metre, pist eni 30 metredir. Orman yangınlarına uçak ile müdahale amacıyla meydan içerisinde 60 ton kapasiteli su havuzu mevcuttur. Aynı zamanda eğitim merkezi durumunda olan havaalanında paraşüt, planör, motorlu yelken kanat, yelken kanat ve motorlu uçak eğitimleri yapılmaktadır. Havaalanında hava taksi veya ambulans olarak kullanılabilecek 4 ve 6 yolcu kapasiteli 2 adet uçak her an hazır tutulmaktadır. Selçuk'a bağlı tüm köylerin ana yolları asfaltlanmıştır. Merkezde ise yolların büyük bir bölümü beton ve parke taş döşenmek suretiyle yenilenmiş olup, kalan kısımları program dâhilinde düzenlenmekte ve yenilenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15907", "len_data": 8279, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.53 }
Urla, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin doğusunda Güzelbahçe ve Seferihisar, batısında Çeşme, kuzeybatısında Karaburun ve Ege Denizi, kuzeyinde İzmir Körfezi ve güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır. Nüfusu TÜİK 2024 yılı verilerine göre 79.610'dir. Köken bilimi. Urla eski İyon Klazomenai kentinin harabelerini barındırır. Güzelbahçe'nin hâlâ kullanılan eski isminde (Klizman) bu ismin izi vardır. Bizans zamanında Bryela (Tanrının Kadını - Meryemana) ismini alan bu kent sonra muhtemelen bir sessiz harf transpozisyonu ile Vourla (Yunanca Sazlık) olarak anılmıştır. Urla ismi muhtemelen bu isimden kaynaklanmıştır. Tarihçe. Urla'da yapılan arkeolojik araştırmalarda İskele Mahallesi'ndeki Limantepe Höyüğü'nün MÖ 4000'lere kadar tarihlenebilen bir merkez olduğu ortaya çıkarılmıştır. Buluntuların en önemlilerinden birisi kent limanı olup Ege Denizi'nin bilinen en eski limanlarından biri olduğu kabul edilmektedir. Antik Klazomenai kenti de liman bölgesinde yer alır. Kent, Antik Çağ'da özellikle zeytinyağı üretimiyle önemli bir ticaret merkezi olmuştur. Urla, Aydınoğulları Beyliği ile 1330'lu yıllarda ilk kez Türk egemenliği ile tanışmış, 14. yüzyıl sonlarında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Urla 16. yüzyılda Ayşe Hafsa Sultan'ın Manisa'da inşa ettirdiği külliyenin gelirlerini karşılayan vakıf yapısı içinde yer almıştır. Denizli Mahallesi Camii, Kamanlı Camii, Sungurlular Camii, Hacı Turan Kapan Camii ve Fatih İbrahim Bey Camii ve Hacı Turan Şadırvanı 15. ve 16. yüzyıllarda yapılmış Türk eserleridir. Coğrafya. Şehir merkezine 35 km uzaklıkta yer alır. İlçenin doğusunda Güzelbahçe ve Seferihisar, batısında Çeşme, kuzeybatısında Karaburun ve Ege Denizi, kuzeyinde İzmir Körfezi ve güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır. Yüzölçümü 727 km²dir. Otuz altı mahallesi vardır. Belediye binası Hacıisa, Urla'da konumlanmıştır. Kültür. İlçede 2015 yılından beri her yıl bahar aylarında Urla mutfağının tanıtıldığı Enginar Festivali düzenlenmektedir. Buna ek olarak Urla'ya bağlı Özbek Mahallesinde her yıl Mart Dokuzu Ot Bayramı yapılmaktadır. Turizm. Güvendik sırtlarından Urla kıyıları ve önündeki 12 ada ile İzmir Körfezi seyredilebilmektedir. Bademler Mahallesi, tiyatrosu ve sera çiçekçiliği ile bilinmektedir. Barbaros, Özbek, Balıklıova ve Gülbahçe Mahalleleri de turizm açısından öne çıkmaktadır. Eğitim. İlçede 30 ilköğretim okulu ve 5 ortaöğretim kurumu bulunmaktadır. 6.764 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 441 öğretmen görev yapmaktadır. Yükseköğretim kurumları bakımından ise ilçede İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü'nün yerleşkesi, Ege Üniversitesi'ne bağlı Su Ürünleri Fakültesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz İşletmeciliği ve Yönetimi Yüksekokulu bulunmaktadır. Altyapı. İzmir-Çeşme Otoyolu ilçeden geçmektedir. Haziran 2017'den beri ilçeye yaz sezonunda İZDENİZ vapurları sefer düzenlemektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15908", "len_data": 2833, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.45 }
İyonya Uygarlığı, Yunanlar tarafından MÖ 1200'de Batı Anadolu'da kurulan bir medeniyettir. Batı Anadolu'da kabaca Gediz Nehrinden, Küçük Menderes nehrine kadarki kıyı bölgesine kurulmuş ve İyonya adını almıştır. Şehir devletleri halinde yaşamışlardır. 12 şehir devletinden oluşan bir birlik oluşturmuşlardır. Bu şehirler sırasıyla Miletos, Myos, Priene, Efes, Kolophon, Lebedos, Teos, Erithrai, Klazomenai, Phokaia, Samos ve Khios'dur. Smyra aslında Aiol birliğinde iken daha sonradan iyonlaşmıştır. Halikarnos ise Dor birliğinden atılınca, İyonya birliğine girmiştir. Ticaret yollarının bitiş noktasında bulunmaları, tarım ve deniz ticareti sayesinde zenginleşmeleri sonucunda kültürel ve bilim yönüyle Anadolu medeniyetlerinin en gelişmişini oluşturmuşlardır. Yerleşme amacıyla özellikle Marmara ve Karadeniz kıyılarından pek çok koloni kurmuşlardır. Şehir devletleri halinde yaşamaları, bilim insanlarının yetişmesine uygun hür ve bilimsel düşünceyi desteklemişlerdir. Bazı ünlü İyonyalılar; tıpta Hipokrat, tarihte Herodot, felsefe'de Diyojen, matematikte Pisagor, Tales gibi bilim insanları yetişmiştir. İnsan şeklinde düşündükleri çok tanrılı din anlayışı vardır. Özellikle Efes kentinde bir ana tanrıça figürü olan Artemis önemli tanrıçalardadır. Persler tarafından İyonyalılar'a son verilmiştir. Perslere teslim olan Miletos hariç diğer birçok İyonya kenti yağmalanmıştır. Atina'nın desteklediği bazı isyan girişimleri olduysa da bu girişimler sonuçsuz kalmıştır. Mimaride İyonya nizamını geliştirmişlerdir. (Örnek, Efes harabeleri, Artemis Tapınağı)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15910", "len_data": 1558, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.85 }
Daegu (, hanja: 大邱) veya resmî adıyla Daegu Metropol Şehri (, hanja: 大邱廣域市, Gözden Geçirilmiş Latinceleştirme: "Daegu Gwangyeoksi"), Güney Kore'nin metropol şehirlerinden biridir. Şehrin nüfusu 31 Aralık 2012 tarihi itibarı ile tahminen 2.527,566 olup ülkenin dördüncü büyük (Seul, Busan ve İncheon'dan sonra) şehridir. Fakat 1970'li yıllardan beri en önemli imalat sanayi olan tekstil üretimini kaybetmesi nedeniyle şehrin nüfusu da azalmaktadır. Şehir, ABD'deki buhranlı Detroit gibi, boş ve hatta yıkık merkezi binaları ve eski fabrikaları ile oldukça ürkütücü bir görünüm göstermekte ve fakirleşen bir nüfus merkezi olarak karakterize edilmektedir. Tarihçe. Arkeolojik araştırmalar tarih öncesi "Mumun Seramikleri Çağı"nda (yaklaşık MÖ 1500-300) dönemlerinde) Daegu civarında çok sayıda yerleşkeler ve önemli dolmenli büyük mezarlar olduğunu göstermiştir. Antik çağlarda günümüzde Teagu bölgesi olarak bilinen araziler Jinhan adı verilen bir tarihsel ülkeye bağlı idiler. Tarihten önceki "Üç Kore Proto-Krallığı" çağlarında Teagu bölgesinde bir siyasi küçük krallık ve etrafı süslü kasaba merkezli olan Dalgubeol bulunduğu belgelenmiştir. Bu küçük krallık M.S. 5. yüzyılda Silla Krallığı'na katılmıştır. MS 7. yüzyılda "Silla Krallığı" Çin'deki Tang Hanedanı İmparatorluğu desteği ile Kore Yarımadasını birleştirmesi ile Daegu Kore krallığının bir parçası oldu. MS 892-936'da Kore yine üç krallığa bölündü ve Daegu "Hubaekje Krallığı"'na bağlandı. 927'de kuzey Daegu'da yapılan "Gong Dağı Savaşı"'ndan sonra Daegu "Goryeo Krallığı"'na katıldı. Daegu'da bu savaşın anısına birçok mevki isimleri bulunmaktadır. Bu savaşa katılan ve sonradan Goryea Kralı olan general Wang Geon adına kuzey Teagu'da bir anıt bulunmaktadır. Bu krallık döneminde önemli bir tarihsel Kore belge/kitabı olan "Tripitaka Koreana"'nın ana kopyası Teagu'daki "Buinsa Tapınağı"nda saklanmakta idi. Sonra Kore Yarımadasını ellerine geçiren Moğol orduları 1254'te bu tapınağı ellerine geçirip talan etmişlerdir. Bu kitabın birinci edisyonu bu talan sırasında tahrip edilip kaybolmuştur. Geryong Krallığı'nın "Joseon Hanedanı" döneminde Daegu Seul ile Busan arasınadaki tarihsel "Great Yeongnam Yolu" ile diğer bir anayol olan Gyeongju-Jinju yolu ile kavsak merkezi olup önemli bir ulaşım merkezi idi. Teagu 1601'de geleneksel "Kore'nin Sekiz İli"'nden biri olan Gyeongsang-do ilinin merkezi oldu. Daegu şehri bu yerel idare önemini 1896'da Kore'de "il idare" sistemi kurulunca da Kuzey Gyeongsang ilinin merkezi olma görevinde devam etti. Daegu'daki önemli düzenli çarşı/pazarlar Joseon dönemi sonlarında önem kazandı. Bunlarda günümüze gelen en önemlisi Yangnyeongsi bitkisel eczalar çarşısı idi ve bu günümüzde de önemini korumaktadır. Bu pazar/çarşıya Kore'ye komşu ülkelerden tüccarlar çekmekteydi. Japonya'dan gelen tüccarlar Nandong Nehri ile gelmekte ama Teagu'ya girmelerine izin verilmemektedir ve bu nedenle Japon tüccarlar istedikleri Kore mallarına satın almak için Koreli aracılar kiralamakta idiler. 19. yüzyılın sonlarında Kore pazarları yabancılara açıldı. 1890'lı yıllar sonlarında birçok Japon tüccar ve işçi Teagu'ya gelmeye başladılar. Japonların baskısı ile 1895'te Teagu'da Kore'nin ilk modern posta merkezi açıldı. Teagu, 19. yüzyıl sonlarında yine Japon baskısı altında yapılan Gwangme Reformları arasında inşa edilen ve Kore'nin ana ulaşım omurgası olan Seoul-Pusan demiryolu hattı üzerinde önemli bir demiryolu merkezi oldu. Bu nedenle birçok Japon tüccar ve işçi Teagu'ya yerleştiler. 1905'te Teagu şehir surları imar edilme adına hemen hemen tamamen yıkıldı. Günümüzde bu şehir surlarından sadece "Birinci Yeongmam Kapısı" Dalseaong Parkı'nda ayakta durmaktadır. Fakat şehirdeki sokaklar bu surlarının anısını taşımaktadır. Örneğin eski yıktırılan surlar yerine açılan Döngseongno (doğu surları sokağı) ve Bükseongno (kuzey surlar sokağı). 1904-1905 Rus-Japon Savaşı'nda Kore iki büyük savaşan devlet arasında kalmıştı. 23 Şubat 1904'te Japon-Kore Temel Protokolü (Birinci Japon Kore Antlaşması) ile 17 Kasım 1905'te Eulsa Antlaşması ile Kore, Japonya'nın himayesi altına girdi. 1910'da Japonya tarafından ilhak edildi. Daegu Japonların tercihle yerleştiği bir şehir olmakla beraber şehrin Koreli yerlileri Kore'nin Japonlardan bağımsızlık kazanma çabalarına katkılar yaptılar. Örneğin 1919'da Daegu'da Japonlara karşı her birine 23.000 kişinin iştirak ettiği dört büyük miting yapıldı. Japonya'ya bağlanma döneminde Daegu'da hem özel sektörde hem de kamu sektöründe birçok okul ve kolej açıldı. Bunlar arasında önce Daegu Normal Öğretmen Okulu olup sonra bu 1945'te Kyungpook National Üniversitesi olan üniversite oldu. 1945'te Japonya idaresinin sona ermesi Daegu için karışık günlere yol açtı. İlk Amerikan USAMGİK askeri idaresi ve sonraki birinci cumhuriyet idaresi altında Daegu siyasal ve sosyal karışıklıklar merkezi oldu. 1940'lı yıllar sonlarında Daegu ve Kuzey Gyeongsang civarlarında çok ciddi ve sık gerilla ve eşkıyalık hareketleri görüldü. Şehir Joelel'daki çatışmalar dolayısıyla büyük sayıda mülteci çekti. Ekim 1948'da "Daegu Halk İsyanı" çıktı ve büyük sayıda öğrenci ile polisler büyük çatışmalara giriştiler. Bu 1 Ekim'de polisin üç öğrencinin ölümüne sebep olması nedeniyle ortaya çıkan polis-öğrenci çatışmalarında 38 polis öldürüldü. Ekim 1948'de Yeusu adasında tutuklanan solcu ve hükûmet aleyhtarlarının elimine edilmesi emrine karşı olarak ortaya çıkan halk isyanına ertesi ay Daegu'dan birçok grup katıldı ve bu isyanın hükûmet güçleri tarafından büyük katliamla bastırılması nedeniyle bunlar ortadan kayboldu. 1950-1953 Kore Savaşı başlarında 1950 yılı sonlarında Daegu Güney Kore ordusu ve Amerikan ordusunun güneye çekilip kurdukları Pusan Çemberi içinde kalmıştı. Daegu yakınlarında Kuzey Kore ordusu ile Nakdong Nehri kıyılarında çok ağır çarpışmalar yapıldı. Kuzey Kore birliklerinin Nankong Nehri'nin geçmelerini önlemek için Daegu Nehri civarında yapılan bu bir seri muharebeye toptan "Daegu Muharebesi" adı verilmektedir. Daegu Pusan Çemberi içinde kaldığı için Kuzey Kore ordusunun hiç işgaline uğramadı. Fakat Kore Savaşı'nın başından sonuna kadar rejimin aleyhtarlarının elimine edilmesi Daegu'daki rejim aleyhtarların da siyasi katliamlarla ortadan kaldırılmasına neden oldu. 20. yüzyılın ikinci yarısında şehir özellikle tekstil sanayinin ve diğer imalat sanayiinin gelişmesi ile çok hızlı büyüme gösterdi ve şehir nüfusu Kore Savaşı 1953'te sona ermesinden sonrasına nispetle 10 misli arttı. Daegu şehri ve bölgesi Güney Kore'de 1963-1979'da uzun müddet askeri diktatörlük rejimi kurucusu ve idarecisi General Park Chung-hee'nin muhafazakâr ana politikasının merkezi idi. Bu nedenle şehir merkezi hükûmetten çok büyük siyasi ve ekonomik destek ve yardım gördü. Günümüzde de Daegu Güney Kore'de muhafazakâr siyasi güçlerin ve muhafazakâr sağcı siyasal akımların ve siyasal partilerin merkezi olma niteliğini korumaktadır. Teagu Şubat 1960'ta o yılki şikeli cumhurbaşkanı seçiminden önce büyük siyasi mitinglere ve halk hareketlerine sahne oldu. 1980'li yıllarda Daegu şehri "Doğrudan Doğruya İdareli Şehir (Jikhalsi) statüsü kazandı ve etrafındaki il bölgesinden ayrı olarak idare edilmeye başlandı. 1995'te bağımsız şehir yerel idaresine "Metropoliten Şehir (Gwangyeoksi)" yerel idaresi adı verildi. 18 Şubat 2003'te bir ruh hastalığı geçiren bir erkek Jungangno istasyonunda duran bir "Daegu Metrosu" treninde kasten bir yangın çıkarttı ve ortaya çıkan büyük yangında yaklaşık 200 yolcu öldü. Coğrafya. Daegu Kore yarımadasının Güney Kore'ya ait kısmının güney-doğusunda, en yakın deniz kıyısından yaklaşık olarak 80 km uzaklıkta karasal bir şehirdir. Şehir Yeongham bölgesinin merkezi ovasında bulunan "Daegu havzası" adı verilen ovalık bir geniş vadide bulunmaktadır. Şehrin etrafında tepelik araziler vardır. Şehrin kuzeyinde Palgong tepesi; güneyinde Biseelul tepesi; doğusunda Gaya tepesi ve batısında çok daha düşük rakımlı tepelik arazi bulunmaktadır. Şehrin yakınından Gyeongsang-do'da Nakdong Irmağı ve onun yan akarsuyu olan Geumho Irmağı geçmektedir. Şehir etrafında bulunan Gyeongsangbuk-do ilinin en büyük şehri ve il merkezinin bulunduğu şehirdir. Fakat yerel hukuksal olarak 1995'ten itibaren bağımsız bir Metropoliten Şehir (Gwangyeoksi) olmaktadır ve Gyeongsangbuk-do iline bağlı değildir. Bu nedenle şehrin bulunduğu bölge çok kere Daegü-Gyeongbuk olarak anılmaktadır. İklim. Şehrin bulunduğu havzanın etrafındaki yüksek dağlar yaz mevsiminde sıcak ve nemli havayı şehrin bulunduğu havza içinde tutmaktadırlar; kış mevsiminde ise soğuk havayı havza içinde bırakmaktadırlar. Bu nedenle Daego'nun iklimi yılın büyük bir kısmında güneşlidir. Yazın bir yağışlı dönem hariç, hava nispeten çok az yağışlıdır. 1961'den itibaren yapılan resmî gözlemlere göre Daegu'da en düşük ortalama ısı 0.6 °C ile Ocak ayı ve en sıcak ayı 26.4 °C ile Ağustos ayıdır. Şehirde bu dönemde gözlemlenen en düşük ısı −20.2 °C ve en yüksek ısı 40.0 °C olmuştur. Şehrin güneşli ve yazları sıcak havası Daegü'da elma bahçeciliğinin gelişmesi için ideal iklim olup şehir etrafında elam bahçelerinin kurulmasına neden olmuştur. Daegu'da yetiştirilen kaliteli elmalar dolayısıyla şehir "Elma Şehri" olarak tanınmaktadır. Yönetim bölümleri. Daegu yerel yönetim bölümleri 7 semt ("gu") ve 1 ilçe ("gun")'den oluşşmaktadır: Ekonomi. Daegu bir imalat sanayi merkezi şehridir. 1960'lı yıllarda Güney Kore'nin tekstil üretim merkezi olarak büyümüştü. 1970'li yılların başlamasından itibaren Çin'in tekstil üretim ve ihracatı alanında büyük ilerlemeler göstermesi ve 1978'de Güney Kore ekonomik reformlar nedenleri ile şehir ve sanayileri büyük bir ekonomik buhran içine girmiş ve şehrin devamlı olarak iktisadi durumu çökme göstermiştir. Günümüzde Daegu'da yine önemli imalat sanayi olarak tekstil sanayi, metal sanayi ve makine sanayi bulunmaktadır. Şehirde "Daegu Bankası", "Korea Delphi", "Hwasung Corp." ve "DaeguTec" gibi büyük şirketlerinin merkezleri bulunmaktadır. Şehir bazı önemli Güney Kore şirketinin kuruluş merkezi olarak isim yapmıştır. Ünlü Güney Kore elektronik şirketi Samsung 1938'de bu şehirde kurulmuş ve idare merkezi 1947'de Seul'e nakil olmuştur. Şehrin batısında ve güneyinde imalat sanayii birimlerinin yerleşik olduğu Seongseo Sınai Kompleksi, Batı Daegu Sınai Kompleksi ve Daegü Tekstil Boya Sınai Kompleksi, adlarını taşıyan büyük sanayi merkezleri bulunmaktadır. Güney Kore merkezi ve yerel idareleri, neoliberal teorilere uygun olarak içindeki sınai ve ticari kurumları kamu kontrolünden ve vergilerinden arındıran "Daegu-Gyeongbuk Serbest Ekonomik Bölgesi" adli bir ekonomik bölge kurmuştur ve bunun yerli ve yabancı yatırımcı çekmesini beklemektedir. Diğer taraftan Ağustos 2008'den itibaren kamu kurumları moda tekstil-konfeksiyon ile yüksek-teknoloji sektörlerine yüksek teşvikler sağlamaktadırlar. Bunların Teagu'nun buhranına ne kadar etkili olduğu ve olacağı tartışmalıdır. Şehrin 2010 yılı kişi başına GSMH'si USD$18,887 olup bu Güney Kore şehirleri arasında en düşük yıllık kişi başına millî hasıladır. 2010 yılında Daegu'nun bölgesel GSYH değeri $5,387 milyon olup, aynı yıl reel GSYH büyüme hızı %7.2'ye yetişmiştir. Deahgu 2003 Yaz Universiade (2005'teki İzmir oyunlarından önce) oyunlarına ve 2011 Dünya Atletizm Şampiyonası'na ev sahipliği yapmıştır. 2002 FIFA Dünya Kupası oyunları içinde dört maça ev sahipliği yapmış ve Türk A Millî Futbol Takımı, 2002 yılında bu şehirde Dünya 3'üncülüğü kazanmıştır. Kardeş şehirler. Daegu şehrinin şu resmî kardeş şehirleri vardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15912", "len_data": 11440, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.59 }
Sicilya (İtalyanca: Sicilia, ), Akdeniz'in en büyük adası ve İtalya'nın 20 bölgesinden birisidir. İtalya'nın beş özerk bölgesinden biri olan Sicilya'nın nüfusu yaklaşık 5 milyondur. Coğrafya. Sicilya, kabaca üçgen şekillidir ve ona bu şekil" Trinacria "adını verir. Kuzeydoğuda Calabria'dan ve İtalyan anakarasının geri kalanından kuzeyde yaklaşık genişliğinde ve güneyde yaklaşık genişliğinde Messina Boğazı ile ayrılır. Kuzey ve güney kıyılarının her biri yaklaşık uzunluğunda düz bir çizgi olarak ölçülürken, doğu kıyısı yaklaşık 180 km; toplam kıyı uzunluğu tahmini 'dir. Adanın toplam alanı alana sahipken Sicilya Özerk Bölgesi (çevredeki daha küçük adaları içerir) alana sahiptir. Sicilya'nın iç kesimleri çoğunlukla tepeliktir ve mümkün olan her yerde yoğun bir şekilde ekilir. Kuzey sahili boyunca Madonie, , Nebrodi, sıradağları ve Peloritani, anakaranın Apennines bir uzantısıdır. Etna Dağı konisi doğu kıyısına hakimdir. Güneydoğuda aşağı Hyblaean Dağları vardır. Enna ve Caltanissetta bölgelerinin madenleri 19. yüzyıl boyunca önde gelen kükürt üretim bölgesiydi ama 1950'lerden beri kükürt azaldı. Sicilya ve çevresindeki küçük adalarda oldukça aktif bazı yanardağlar vardır. Bunun nedeni Sicilya'nın coğrafi olarak Afrika levhasının kuzey ucunda olmasıdır. Doğu Sicilya'nın iç kısmındaki Etna Yanardağı Avrupa'nın en büyük aktif yanardağıdır ve hala mevcut patlamalarıyla adanın üzerine kara kül dökmektedir. Halen yüksekliğindedir ancak bu zirve patlamalara göre değişir; dağ halen 1981'de olduğundan daha alçaktır. Alpler'in güneyindeki İtalya'nın en yüksek dağıdır. Etna bazal çevresi olan alanını kaplar. Bu, Etna'yı İtalya'daki aktif yanardağların üçünden açık arayla en büyüğü yapar ve bir sonraki en büyüğü olan Vezüv Yanardağı'nın yaklaşık iki buçuk katıdır. Yunan mitolojisinde, ölümcül canavar Typhon, gökyüzünün tanrısı Zeus tarafından dağın altına hapsolmuştu. Etna Dağı Sicilya'nın kültürel simgesi olarak kabul edilir. Sicilya anakarasının kuzeydoğusundaki Tiren Denizindeki Eolie Adaları volkanik bir komplekstir ve Stromboliyi içerir. Vulcano, Stromboli ve Lipari'nin üç yanardağı da halen aktiftir ancak ikincisi genellikle uykudadır. Sicilya'nın güney kıyılarında, daha büyük olan Empedocles Yanardağı'nın parçası olan Ferdinandea su altı yanardağı en son 1831'de patladı. Agrigento'nun kıyısı ile Pantelleria adası (kendisi uykudaki bir volkandır) arasındadır. Coğrafi açıdan bakıldığında Sicilya'nın bir parçasını da oluşturan Malta Takımadaları Malta Cumhuriyeti'ne ev sahipliği yapan adalardır. Özerk bölge ayrıca birkaç komşu adayı da içerir: Aegadian Adaları, Aeolian Adaları, Pantelleria ve Lampedusa. Sicilya ovalar açısından fakirdir. Çevresinde küçük adalara ev sahipliği yapar (Eolie veya Lipari, Ustica, Egadi, Pantelleria Adası ve Pelagie.) Nehirler. Sicilya'da çoğu merkezi bölgeden gelen ve adanın güneyinde denize boşalan birkaç nehir vardır. Salso, Licata limanından Akdeniz'e girmeden önce Enna ve Caltanissetta'ndan geçer. Doğuda, Alcantara nehri, Messina ilinden geçer ve Giardini Naxos'ta denize boşalır ve Katanya'nın güneyinde İyon Denizi‘ne akan Simeto nehrine girer. Adadaki diğer önemli nehirler güneybatıdaki Belice ve Platani nehirleridir. Flora ve fauna. Sicilya, adanın tarım alanına dönüştürüldüğü Roma döneminden bu yana oluşan, insan yapımı ormansızlaştırma'nın sık bahsedilen bir örneğidir. Bu yavaş yavaş iklimi kuruttu, yağışların azalmasına ve nehirlerin kurumasına neden oldu. Orta ve güneybatı illerinde neredeyse hiç orman kalmadı. Kuzey Sicilya'da üç önemli orman vardır; Etna Dağı yakınında, Nebrodi Dağları ve Bosco della Ficuzza'da (İtalyanca: Riserva naturale orientata Bosco della Ficuzza, Rocca Busambra, Bosco del Cappelliere e Gorgo del Drago) Palermo yakınlarındaki Doğa Koruma alanı. 4 Ağustos 1993'te oluşturulan ve kapsayan Nebrodi Dağları bölge parkı, Sicilya'nın korunan en büyük doğal alanıdır ve Sicilya'daki en büyük ormanı olan Caronia'yı kapsar. Sant'Alfio'da Etna Dağı'nın doğu yamaçlarındaki Yüz At Kestanesi ağacı (Castagno dei Cento Cavalli), 2.000– 4.000 yılları arasındaki yaşıyla dünyanın bilinen en büyük ve en yaşlı kestane ağacıdır. Sicilya'nın faunası çok çeşitlidir. Türler arasında Avrupa yaban kedisi, Kızıl tilki, Bayağı gelincik, Ağaç sansarı, karaca, yaban domuzu, tepeli kirpi, Batı Avrupa kirpisi, Siğilli kurbağa, "Avrupa engereği", Kaya kartalı, Bayağı doğan, İbibik ve Bayağı uzunbacak bulunur. Sicilya kurdu ("Canis lupus cristaldii"), 20. yüzyılda nesli tükenmek üzere alttür endemik bir kurttur. Zingaro Doğa Koruma Alanı, Sicilya'daki bozulmamış kıyı vahşi yaşamının en iyi örneklerinden biridir. Messina Boğazı dahil olmak üzere çevredeki sular, Büyük flamingo ve Oluklu balina gibi daha büyük türler de dahil olmak üzere kuş çeşitlerini ve deniz yaşamını barındırır. Demografi. Sicilya'da yaklaşık beş milyon insan yaşar ve bu nüfus miktarıyla Sicilya İtalya'nın en kalabalık dördüncü bölgesi'dir. İtalya'nın birleşmesi'nden sonraki birinci yüzyılda Sicilya, milyonlarca insanın Kuzey İtalya'ya, diğer Avrupa ülkelerine, Kuzey Amerika'ya, Güney Amerika'ya ve Avustralya'ya göçü nedeniyle İtalya bölgeleri arasında en olumsuz net göç oranlarından birine sahipti. Güney İtalya ve Sardunya gibi, adaya göç İtalya'nın diğer bölgelerine kıyasla çok düşüktür çünkü işçiler daha iyi istihdam ve endüstriyel fırsatlar nedeniyle bunun yerine Kuzey İtalya'ya yönelir. 2017'deki Ulusal İstatistik Enstitüsü (ISTAT) rakamlarına göre toplam 5.029.615 nüfustan yaklaşık 175.000 göçmen olduğunu gösterir. Göçmenlerin çoğu 50.000'den fazla Romenlerdir, sonra Tunuslular, Faslılar, Sri Lankalılar, Arnavutlar ve Doğu Avrupa'dan diğerleri gelir. İtalya'nın geri kalanında olduğu gibi, resmi dil İtalyancadır ve ana din Roma Katolikliği'dir. Göç. Sicilya göçü İtalya'nın birleşme sonrasından kısa süre sonra başladı ve o zamandan beri hiç durmadı. İtalya'nın birleşmesi sonrasında, tüm İtalyan yarımadası ile birlikte Sicilya'dan zorunlu göç yapıldı. İki Sicilya Krallığı'nın eski ulusal bankası "Banco delle Due Sicilie"nin varlıklarının çoğu Piedmont'a devredildi. Risorgimento'nun ilk on yıllarında, merkezi hükûmet tarafından uygulanan yüksek vergilendirme nedeniyle artan sayıda güney İtalya imalathanesi kapandı. Ayrıca, güney İtalyan imalatçılarından gelen mallara uygulanan ve onların kuzeye ve yurtdışına ihracat yapmalarını fiilen engelleyen ambargo da tüm bölgenin daha da yoksullaşmasına yol açan temel faktörlerdi. Yukarıda belirtilen faktörler başarısız toprak reformuyla birlikte, daha önce hiç görülmemiş bir Sicilyalı dalgasının önce 1880'ler ile 1920'ler arasında Amerika Birleşik Devletleri'ne, daha sonra Kuzey İtalya'ya ve 1960'lardan itibaren ayrıca Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre ve ayrıca Avustralya ve Güney Amerika'ya göç etmesine neden oldu. Bugün Sicilya, gurbetçilerin en çok olduğu İtalyan bölgesidir: 2017 itibarıyla 750.000 Sicilyalı, yani ada nüfusunun %14,4'ü yurtdışında yaşıyordu. İşsizlik nedeniyle her yıl birçok Sicilyalı, özellikle genç mezunlar, yurtdışında iş aramak için hâlâ adadan ayrılmaktadır. Günümüzde Sicilya dışında dünyada tahminen 10 milyon Sicilya kökenli insan yaşamaktadır. En büyük şehirler. Sicilya'nın en büyük on şehri: Sicilya idari bölgesi. ""İtalya'nın 1948 Anayasası ile 20 bölgesinden birisidir; ama bölge olarak özel yetkilerle donatıldığı için yarı-özerktir. Sicilya Özerk Bölgesi 9 ile ayrılmıştır: Agrigento ili, Caltanissetta ili, Katanya ili, Enna ili, Messina ili, Palermo ili, Ragusa ili, Siraküza ili ve Trapani ili. Bölgenin merkezi Palermo şehridir. Bu illerin içinde bulunan belde sayıları, alanları, (ISTAT, Mayıs 2010 tahminlerine göre) nüfusları ve nüfus yoğunlukları şu tablodan izlenebilir: Bölgede Latin dili olan İtalyancanın Sicilyaca lehçesi konuşulur. İlk mafya ailesi Sicilya'da kurulmuştur ve MAFIA ismini koyan da Sicilya'dır. Mafyanın en meşhur olduğu kasaba Corleone'dir. Ekonomi. Ayrıca bkz. İtalya ekonomisi Son yıllardaki düzenli büyümesi sayesinde Sicilya, toplam GSYİH açısından İtalya'nın sekizinci en büyük bölgesel ekonomisi oldu. Modern sulama sistemlerinin getirilmesi gibi tarımda yapılan birçok reform ve yatırım bu önemli sektörü rekabetçi yaptı. 1970'lerde bazı fabrikalar açıldı ve sanayi sektörü büyüdü. Son yıllarda hizmet endüstrisi, çeşitli alışveriş merkezlerinin açılması ve finans ve telekomünikasyon faaliyetlerinde mütevazı büyüme nedeniyle önemi arttı. Zengin doğal ve tarihi mirası nedeniyle turist çeken ada için turizm önemli gelir kaynağıdır. Günümüzde Sicilya, daha çok turist çekmek için konaklama endüstrisinin gelişimine büyük miktarda para yatırmaktadır. Ancak Sicilya, İtalya ortalamasının altında kişi başına GSYİH'ye ve İtalya'nın geri kalanından daha yüksek işsizliğe sahip olmaya devam etmektedir. Bu fark büyük ölçüde, geçmişe göre çok daha zayıf olsa da bazı bölgelerde hala faaliyet gösteren Mafya'nın olumsuz etkisinden kaynaklanmaktadır. Tarım. Sicilya, volkanik patlamalar nedeniyle verimli topraklarıyla uzun zamandır dikkat çeker. Adanın hoş iklimi yerel tarıma da yardımcı olur. Başlıca tarım ürünleri buğday, Elmas limonu, portakal ("Kan portakalı"), limon, domates "(Pomodoro di Pachino IGP)", zeytin, zeytinyağı, enginar, Hint inciri "(Fico d'India dell'Etna DOP)", badem, üzüm, Antep fıstığı "(Pistacchio di Bronte DOP)" ve şaraptır. Sığır ve koyun yetiştirilir. Ragusano DOP peyniri ve Pecorino Siciliano DOP sayesinde peynir üretimleri özellikle önemlidir. Ragusa, bal ("Miele Ibleo") ve çikolata ("Cioccolato di Modica IGP") üretimleriyle ünlüdür. Sicilya, Veneto ve Emilia-Romagna'dan sonra dünyanın en büyük şarap üreticisi İtalya'nın en büyük üçüncü şarap üreticisidir. Bölge esasen güçlendirilmiş Marsala şarabı ile tanınır. Son yıllarda şarap endüstrisi gelişti, yeni şarap üreticileri daha az bilinen yerel çeşitlerle deneyler yapmaktadır ve Sicilya şarapları ünlü oldu. Nero d'Avola en ünlü yerel üzüm çeşididir ve adını Siraküza yakınlarındaki küçük bir kasabadan alır. Bu üzümlerden yapılan en iyi şaraplar, Avola yakınlarındaki ünlü eski bir şehir olan Noto'dan gelir. Etna Rosso DOC şarabı yapmak için kullanılan Nerello Mascalese, Cerasuolo di Vittoria DOCG şarabı'nın üzümü Frappato, eskiden farklı Pantelleria şarapları yapmak için kullanılan Moscato di Pantelleria üzümü ("Zibibbo" da denir), Malvasia di Lipari DOC şarabı yapmak için kullanılan Malvasia di Lipari ve Alcamo DOC beyaz şarabı yapımında kullanılan Catarratto diğer önemli yerel üzüm çeşitleridir. Sicilya'da Syrah, Chardonnay ve Merlot gibi yerli olmayan üzüm çeşitleriyle de çok kaliteli şaraplar üretilir. Sicilya, Caltanissetta'da üretilen Amaro Averna ve yerel limoncello gibi likörleriyle de tanınır. Balıkçılık Sicilya için başka bir temel kaynaktır. Ton balığı, sardalya, kılıç balığı ve Avrupa hamsi balıkçılığı vardır. Mazara del Vallo Sicilya'daki en büyük ve İtalya'daki en önemli balıkçılık merkezlerindendir. Sanayi ve imalat. Sicilya'nın yol sistemindeki iyileştirmeler, sanayi kalkınmasını destekledi. Bölgede önemli üç sanayi bölgesi vardır: Palermo'da Ansaldo Breda gibi ünlü İtalyan şirketlerinin (Fincantieri gibi önemli tersaneler), mekanik fabrikaları, matbaa ve tekstil sanayii vardır. Kimya sanayi de Messina İli (Milazzo) ve Caltanissetta İl (Gela) sınırları içindedir. Güneydoğu'da (çoğunlukla Ragusa yakınlarında) petrol, doğal gaz ve asfalt sahaları ve Orta Sicilya'da büyük halite yatakları vardır. Trapani İli, İtalya'daki en büyük deniz tuzu üreticilerinden biridir. Ulaşım. Yollar. Karayolları son kırk yılda inşa edilmiş ve genişletilmiştir. Sicilya'nın en belirgin yolları adanın kuzeyindeki otoyollardır ( olarak bilinir). Adanın dağlık arazisi nedeniyle otoyol ağının büyük kısmı sütunlar üzerinde yükseltilmiştir. Sicilya'daki diğer ana yollar, Trapani'yi Messina'ya (Palermo üzerinden) bağlayan SS.113, SS.114 Messina-Siraküza (Katanya üzerinden) ve SS.115 Siraküza-Trapani (Ragusa, Gela ve Agrigento üzerinden) gibi "Devlet yolları"'dır. Demiryolları. Sicilya'daki ilk demiryolu 1863'te açıldı (Palermo-Bagheria) ve bugün tüm Sicilya illerine, çoğu büyük şehir ve kasabaya bağlanan demiryolu hizmet ağı Trenitalia tarafından işletilir. Kullanımdaki demiryolu hattının %60'ından fazlası elektrikli iken geri kalan ‘sine dizel lokomotiflerle hizmet verilir. Hatların %88'i (1.209 km) tek hatlıdır ve yalnızca 'si, bu bölgenin ana hatları olan Messina-Palermo (Tiren) ve Messina-Katanya-Siraküza (İyonya)'ya hizmet veren çift hatlı demiryoludur. Dar hatlı demiryolları arasında Etna Dağı çevresinden geçen Ferrovia Circumetnea, hala çalışan tek demir yoludur. Sicilya'nın büyük şehirlerinden Napoli, Roma ve Milano'ya seferler vardır ki bunlar da trenlerin Boğaz'dan geçen feribotlara yüklenmesiyle sağlanır. Katanya'da yer altı demiryolu hizmeti (Katanya metrosu) vardır. Palermo'da ulusal demiryolu işletmecisi Trenitalia banliyö demiryolunu işletir. Sicilya başkentine ayrıca 4 AMAT (Ortak Kamu Ulaşım İşletmecisi) tramvay hattı hizmet verir. Messina'ya tramvay hattı ile ulaşım sağlanır. Havalimanları. Sicilya'da çok sayıda İtalyan ve Avrupa ve bazı Avrupa dışı hedeflere hizmet veren birçok havalimanı vardır. Limanlar. Deniz yoluyla, Sicilya'ya çeşitli feribot güzergahları ve kargo limanlarından ulaşım sağlanır ve tüm büyük şehirlere yolcu gemileri düzenli olarak yanaşır. Turizm. Sicilya'nın güneşli, kuru iklimi, manzarası, mutfağı, tarihi ve mimarisi, anakara İtalya'dan ve yurtdışından birçok turisti kendine çeker. İnsanlar yıl boyu adayı ziyaret etseler de turizm sezonu yaz aylarında zirveye çıkar. Etna Yanardağı, plajlar, arkeolojik alanlar, Palermo, Katanya, Siraküza ve Ragusa gibi büyük şehirler gözde turistik yerlerdir ancak Taormina eski şehri ve komşu sahil beldesi Giardini Naxos, Eolie Adaları, Erice, Castellammare del Golfo, Cefalù, Agrigento, Pelagie Adaları ve Capo d'Orlando gibi yerler dünyanın her yerinden ziyaretçileri çeker. Capo d'Orlando'da antik Yunan döneminin en iyi korunmuş tapınaklarından bazıları vardır. Birçok Akdeniz yolcu gemisi Sicilya'da demir atar ve pek çok şarap turisti de adayı ziyaret eder. Birkaç Hollywood ve Cinecittà filminin bazı sahneleri de Sicilya'da çekilmiştir. Bu Sicilya'nın turistik bir yer olarak cazibesini artırdı. UNESCO Dünya Mirası Alanları. Sicilya'da yedi UNESCO Dünya Mirası Alanı vardır. Yazıt sırasına göre: Arkeolojik alanlar. Birçok farklı kültür adaya yerleştiğinden, adaya hükmettiğinden veya adayı istila ettiğinden Sicilya'da çok çeşitli arkeolojik alanlar vardır. Ayrıca, Yunan dünyasının en dikkate değer ve en iyi korunmuş tapınaklarından ve diğer yapılarından bazıları Sicilya'dadır. İşte başlıca arkeolojik alanların kısa bir listesi: Sicilya'nın en iyi bilinen arkeolojik alanlarından birinin, Agrigento'daki Valle dei Templi'nin kazısı ve restorasyonu Arkeoloji çevrelerinde basitçe "Serradifalco", Serradifalco'nun Beşinci Dükü olarak bilinen arkeolog Domenico Lo Faso Pietrasanta tarafından yapıldı. Ayrıca Segesta, Selinunte, Siraküza ve Taormina'daki antik alanların restorasyonunu da denetledi. Kültür. Sicilya'yı görmeden İtalya'yı görmüş olmak, İtalya'yı hiç görmemiş olmaktır, çünkü Sicilya her şeyin ipucudur.- Johann Wolfgang von Goethe Sicilya uzun zamandır sanat ile ilişkilidir. Birçok şair, yazar, filozof, aydın, mimar ve ressam bu adayla bilinir. Tüm zamanların en büyük matematikçilerinden Arşimet, Siraküzalı bir Yunan filozoftu. Gorgias ve Empedokles, diğer iki ünlü erken dönem Sicilya-Yunan filozofuyken, Siraküzalı-Yunan Epikharmos ise komedinin mucidi olarak kabul edilir. Sanat ve mimari. Baglio () Batı Sicilya'daki geleneksel yaşam yapılarıdır. Seramik. Sicilya adasının Terakota seramiği meşhurdur. Sicilya seramiği Yunan kolonizasyonu döneminde mükemmelleşti ve günümüzde de seçkin ve farklıdır. Günümüzde Caltagirone, seramik ve pişmiş toprak heykellerin sanatsal üretimi için Sicilya'daki en önemli merkezlerdendir. Ünlü Sicilyalı ressamlar arasında Rönesans sanatçıları Antonello da Messina, Pietro Novelli, Bruno Caruso, Renato Guttuso ve "Sürrealist sanat'ın babası" ve metafizik sanat hareketinin kurucusu Yunan doğumlu Giorgio de Chirico önde gelir. En tanınmış mimarları İtalyan Barok'un en önemli isimlerinden Filippo Juvarra ve Ernesto Basile'dir. Sicilya Baroğu. Sicilya Baroğu benzersiz mimari bir kimliğe sahiptir. Noto, Caltagirone, Katanya, Ragusa, Modica, Scicli ve özellikle Acireale, yerel kırmızı kumtaşına oyulmuş, İtalya'nın Barok mimarisinin en iyi örneklerinden bazılarını içerir. Noto, Sicilya'ya getirilen Barok mimarinin en güzel örneklerinden birini sunar. Sicilya'daki Barok tarzı büyük ölçüde kilise tarafından inşa edilen binalarla ve Sicilyalı aristokratlar için özel konutlar olarak inşa edilen saraylarla (palazzi) sınırlıydı. Bu tarzın Sicilya'daki en eski örnekleri bireysellikten yoksundu ve genellikle Roma, Floransa ve Napoli'ye gelen Sicilyalı ziyaretçilerin gördüğü binaların kötü taklitleriydi. Ancak bu erken aşamada bile taşra mimarları Sicilya'nın eski mimarisinin bazı yerel özelliklerini birleştirmeye başlamışlardı. 18. yüzyılın ortalarında, Sicilya'nın Barok mimarisi ana karadaki mimariden gözle görülür derecede farklıyken, kelimelerle nitelenmesi zor olan benzersiz bir tasarım özgürlüğüne sahipti. Bilim. Katanya'da, Ulusal Nükleer Fizik Enstitüsü'nün (İtalyanca: Istituto Nazionale di Fisica Nucleare) hem nükleer fizik deneylerinde hem de kanser tedavisinde parçacık tedavisi için (proton tedavisi) proton kullanan siklotronlu dört laboratuvarından biri vardır. Noto, jeodezik ve astronomik gözlemler yapan İtalya'daki en büyük radyo teleskoplarından birine sahiptir. Palermo ve Katanya'da (Ulusal Astrofizik Enstitüsü' (İtalyanca: Istituto Nazionale di Astrofisica) tarafından yönetilen gözlemevleri vardır. 1 Ocak 1801'de gök bilimci Giuseppe Piazzi "Palermo Gözlemevi" 'nde tanımlanacak ilk ve en büyük asteroit olan Ceres keşfetti (bugün cüce gezegen olarak kabul edilmektedir). Katanya'nın biri Etna Dağı üzerinde olmak üzere iki gözlemevi vardır. Siraküza aynı zamanda kombine çevrim gaz tesisiyle entegre ısı transferi ve depolama için erimiş tuzu kullanan ilk konsantre güneş enerjisi santrali olan Arşimet güneş enerjisi santrali projesinin yapımıyla güneş teknolojileri deney merkezidir. Tüm tesisin sahibi ve işletmecisi Enel'dir. Turistik Erice kasabası da tüm bilim dallarını kapsayan, kurslar, seminerler, çalıştaylar ve yıllık toplantılar sunan dünyanın her yerinden 123 okulu kapsayan Ettore Majorana Vakfı ve Bilimsel Kültür Merkezi sayesinde önemli bir bilim yeridir. Fizikçi Antonino Zichichi tarafından, Majorana denklemi ve Majorana fermiyonu ile tanınan adanın başka bir bilim adamı Ettore Majorana onuruna kurulmuştur. Sicilya'nın ünlü bilim adamları arasında ayrıca Stanislao Cannizzaro (kimyager), Giovanni Battista Hottura ve Niccolò Cacciatore (gök bilimciler) vardır. Mutfak. Adanın ünlü yerel mutfağının ve şarap yapımı eskiden beri vardır. Hatta bu yüzden Sicilya mutfağına bazen "Tanrı'nın Mutfağı" denir. Sicilya mutfağının her parçasının kendine özgü bir spesiyalitesi vardır (örneğin Granita gibi Sicilya'nın her yerinde olmasına rağmen Cassata, Palermo'ya has bir spesiyalitedir). Malzemeler genelde halk için ucuz kalırken zengin lezzetlidir. Çevre kıyılardan taze yakalanan ton balığı, çipura, levrek, mürekkep balığı, kılıç balığı, sardalya vb deniz ürünleriyle eşleştirilen domates, enginar, zeytin (zeytinyağı dahil), narenciye, kayısı, patlıcan, soğan, fasulye, kuru üzüm gibi taze sebze ve meyvelerle yapılan Sicilya yemekleri lezzetli ve sağlıklıdır. Güney İtalya'nın geri kalanının mutfağı gibi makarna da Sicilya mutfağında pirinç gibi önemli bir rol oynar, örneğin arancini ile. Sicilyalılar, diğer peynirlerin yanı sıra, Pecorino Siciliano ve caciocavallo gibi hem inek hem de koyun sütü kullanarak kendi peynirlerini yapar. Kullanılan baharatlar arasında Araplar tarafından tanıtılan safran, hindistan cevizi, karanfil, biber ve tarçın vardır. Maydanoz birçok yemekte bolca kullanılır. Sicilya mutfağı genellikle deniz ürünleri ile ilişkilendirilse de kaz, kuzu, keçi, tavşan ve hindi gibi et yemekleri de Sicilya'da bulunur. Adaya et yemeklerine olan düşkünlüğü ilk kez kazandıranlar Normanlar ve Swabians idi. Noto kasabasının yakınlarında yapılan Nero d'Avola şarabı gibi bazı şarap çeşitleri adaya özgü asmalardan yapılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15913", "len_data": 20229, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.44 }
Torino (IPA: [toˈriːno], Piemont dilinde: "Turin"), Kuzey İtalya'da Piemont bölgesinin ve kendi ismin taşıyan Torino ilinin başşehri olup, Alpler ile çevrili olan Po Nehri'nin sol kıyısında konumlanır. İtalya'nın kuzey-batısında bulunan bir kentidir. Torino adı Keltce'de "dağlar" anlamına gelen Tau sözcüğünden gelmektedir. İtalyancada Torino sözcüğü "küçük Boğa" olarak tercüme edilebildiği için, şehrin flamasında boğa resmi bulunur. Şehir eskiden Avrupa'nın siyasi merkezlerinden biriydi. 1563'ten itibaren Savoy Dükalığı'nın, ardından Savoie Hanedanı tarafından yönetilen Sardunya Krallığı'nın ve 1861'den 1865'e kadar İtalya Krallığı'nın ilk başkentiydi. Turin, Cavour gibi Risorgimento'ya katkıda bulunan önemli kişilerin doğum yeri olduğu için bazen "İtalyan özgürlüğünün beşiği" olarak adlandırılmaktadır. Siyasi önemini II. Dünya Savaşı zamanında kaybetmiş olsa da, Torino sanayi ve ticaret için önemli bir merkez haline geldi ve Milano ve Cenova ile birlikte ünlü "endüstriyel üçgenin" bir parçası oldu. Torino, ekonomik güç açısından İtalya'da Milano ve Roma'dan sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Torino aynı zamanda Fiat, Lancia ve Alfa Romeo'nun genel merkezleri dahil olmak üzere İtalyan otomotiv endüstrisinin çoğuna da ev sahipliği yapmaktadır. Şehir çok sayıda sanat müzesi, restoran, kilise, saray, opera salonu, meydan, park, bahçe, tiyatro, kütüphane, müze ile zengin bir kültür ve tarihe sahiptir. Torino, Rönesans, Barok, Rokoko, Neo-klasik ve Art Nouveau mimarisi ile tanınır. Torino'nun birçok meydanı, kalesi, bahçesi ve Palazzo Madama gibi sarayları 16. ve 18. yüzyıllar arasında inşa edilmiştir. Torino'nun tarihi merkezinin bir kısmı, Savoya Kraliyet Hanedanı Sarayları adı altında UNESCO Dünya Mirasları listesine yazılmıştır. Buna ek olarak, şehir Museo Egizio ve Mole Antonelliana gibi müzelere ev sahipliği yapmaktadır. Şehir ayrıca İtalya'nın en iyi üniversitelerinden, kolejlerinden, akademilerinden, lise ve spor salonlarından bazılarına ev sahipliği yapmaktadır. Bunlardan bazıları Torino Üniversitesi ve Torino Politeknik Üniversitesi'dir. Bunların yanı sıra şehir, Juventus ve Torino futbol takımlarına ev sahipliği yapmaktadır. 2006 Kış Olimpiyatları da Torino'da gerçekleştirilmiştir. Coğrafya ve iklim. Torino kuzeybatı İtalya'da konumlanmıştır. Kuzeyinde ve batısında Alpler tarafından çevrilidir. Doğusundan Monferrato tepelerinin doğal bir uzantısı olan bir yüksek tepe bulunmaktadır. Şehir doğudan batıya doğru az meyille (220m'den 280 m'ye) yüklesen bir ova üzerinde kurulmuş olmakla beraber yeni kısım ve varoşları tepelere doğru ilerlemiştir. Belediye sınırları içinde Turin'in en yüksek noktası "Faro della Vittoria" mevkii yakınında bulunan "Colle della Maddalena" tepesidır. Şehrin içinde 4 büyük akarsu geçmektedir. Bunlar Po Nehri, Po Nehri'nin iki büyük kolu olan (Po Nehri'nin soldan kolu "Dore Riparia" ve "Stura di Lanzo") ile Sangone Çayı'dır. Bu akarsular 16. yüzyıla kadar şehir surları dışında bulunmaktaydılar. Şehir yakınında etrafındaki yüksek arazilerde ulaşım sağlayan Fransa'ya bir doğal yol olan Susa Vadisi, Sangone Vadisi ve Lanzo Vadisi bulunmaktadır. Torino Piemont Bölgesi başkenti olup bu bölgede bulunan bazı diğer il merkezleri şehirler olan Asti'den 57 km, Vercelli'den 79 km, Novara'dan 96 km, Cuneo'dan 98 km ve Verbano'dan 155 km uzaktadır. Torino şehri, Akdeniz iklimi bölgelerinde bulunan diğer önemli İtalyan şehirlerine bir karşıt olarak, bir nemli sub-tropik bölgede (Koppen iklim sınıflandırılması "Cfa") bulunmaktadır. Kışlar nispeten soğuk ama kuru geçmektedir. Yazlar şehrin ovalık taraflarında epeyce sıcak ama tepelik taraflarında ılımlı geçmektedir. Şehirde gözlemlenen en yüksek sıcaklık değeri 37.1 °C; en düşük sıcaklık değeri −21.8 °C olmuştur. Yağışlar yağmur halinde en çok ilkbahar ve sonbahar aylarında düşmektedir. Yılın en sıcak aylarında yağışlar hacim bakımdan düşük olmakla beraber bu aylarda zaman zaman yıldırım ve gökgürültülü fırtınalar ortaya çıkmaktadır. Sonbahar ve kış aylarında ovalık kısımlarda çok kesif olan sis ortaya çıkmaktadır. Fakat bu sis Susa Vadisi sonundan ortaya çıktığı için şehrin daha yüksek arazilerdeki semtlerine tesiri azdır. Alplere mahsus olan Fön rüzgârları bu dağların doğu tarafında bulunan Torino şehrine kuru olarak tesir ederek (Alplerin batı yamaçlarına tezatla) yağış getirmezler. Tarihçe. Bölgeye Roma devrinden önce bir kelt-roman kabilesi olan Tauriniler yerleşmişlerdir. M.Ö. ilk yüzyılda (olasılıkla M.Ö. 28 yılında), burada Romalılar tarafından askeri bir kamp ("Castra Taurinorum") kuruldu. Daha sonra bu askeri üs İmparator Augustus'a ("Augusta Taurinorum") adandı. Modern şehir yapısında da Roma döneminden kalma şehircilik izlerine rastlanabilir. Torino o dönemde yüksek surlar içinde yaşayan 5.000 kişilik bir nüfusa ulaşmıştı. 1563 yılından beri Savoya Dükalığı'nın başşehriydi. O zamanın Sardinya Krallığı, Savoy Hanedanı tarafından yönetiliyordu ve sonuçta İtalyan Birliği'nin ilk başkentiydi. Nüfus gelişimi. İş ve kültür merkezi olduğu kadar büyük bir şehirdir. Şehir Kasım 2008 yılı nüfus sayımına göre belediye sınırları içinde 909.193 kişi olup, şehre ait alan ile 1,7 milyona ulaşmakta ve metropolitan alanlarıyla nüfusun 2,2 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Torino, ekonomik büyüklük bakımından Roma ve Milano'dan sonra sıralamada üçüncü durumdadır. Torino komününün belediye sınırları içinde nüfusunun 19. ve 20. yüzyıllarda gelişmesi resmî nüfus sayımı sonuçlarına göre şu gösterimde özetlenmiştir: Ekonomi. Şehir sık sık "Alplerin Baskenti" olarak ifade edilmektedir. Torino ayrıca "İtalya'nın Otomobil Baskenti" veya "İtalya'nın Detroit'i" olarak bilinmektedir. Fiat Group ve Mitsubishi Colt CZC'nin üretildiği Mitsubishi İtalya fabrikası bu şehirde bulunmaktadır. Harmony ve Columbus gibi pek çok Uluslararası Uzay İstasyonu modülü ayrıca Torino'da üretilir. İtalya'da şehir ayrıca "(La) città Sabauda" olarak adlandırılır. Torino'daki Otomotiv Sanayi Şirketleri Komşu komünler. Torino komunünün şu komünlerle ortak sınırları bulunur: Baldissero Torinese, Beinasco, Borgaro Torinese, Collegno, Grugliasco, Moncalieri, Nichelino, Orbassano, Pecetto Torinese, Pino Torinese, Rivoli, San Mauro Torinese, Settimo Torinese, Venaria Reale Kardeş şehirler. Torino şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: Resimler. Torino
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15914", "len_data": 6297, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Üsküdar (), İstanbul'un Anadolu Yakası'nda yer alan ilçedir. Kocaeli Yarımadası'nın batı kesiminde yer alan Üsküdar, kuzeyden Beykoz, kuzeydoğudan Ümraniye, doğudan Ataşehir, güneyden Kadıköy ilçeleri ve batıdan İstanbul Boğazıyla çevrilidir. İlçe 33 tane mahalleden oluşmaktadır. 2015 yılında gerçekleştirilen İstanbul'da Yaşam Kalitesi Araştırması'nda tüm ilçeler arasında 7. sırada yer almıştır. 33 mahalleden oluşan Üsküdar'ın nüfusu, 2023 TÜİK verilerine göre 517.348 kişi olarak tespit edilmiştir. 1926 yılına kadar il statüsünde olan Üsküdar aynı yıl yapılan yasal düzenlemeyle ilçe statüsüne getirilip İstanbul'a bağlanmıştır. 1930'da Kadıköy ve Beykoz'un, 1987'de Ümraniye'nin Üsküdar'dan ayrılarak ilçe olmaları, 2008'de de Örnek, Esatpaşa ve Fetih mahallelerinin Ataşehir'e bağlanmasıyla bugünkü sınırlarına ulaşmıştır. Etimoloji. Yerleşimin Antik Çağ'daki ilk adı Khyrsopolis olup Yunanca 'Altın şehir' anlamına gelmekteydi. Üsküdar adının, Roma döneminin Roma ordusunun zırhlı süvari birliklerden olan Scutarii ve buradaki Skutarion () Kışlası'ndan geldiği düşüncesi yaygındır. Özhan Öztürk Latince “zırhlı süvari” anlamına gelen Scutarii kelimesi ile Antik Çağ’da bozkırların atlı savaşçıları olarak anılan İskitlerin kendilerine verdikleri “okçular” anlamındaki skudat ismi arasındaki benzerliğe dikkat çekmiştir. Bizanslılarca Hrisopolis (Altınşehir) olarak adlandırılan Üsküdar, 12. yüzyıldan itibaren Skutarion olarak tanınmaya başlamıştır. IV. Haçlı Seferi ile İstanbul'a gelen Geoffroy de Villehardouin, "Histoire de la conquête de Constantinople" (İstanbul'un Zaptının Tarihi) adlı kitabında bu semt için “Escutaire” sözcüğünü kullanmış ve bu sözcük Fransızca kaynaklarda sık sık tekrarlanmıştır. "Skutarion" ismi zamanla Üsküdar'a dönüşmüştür. Tarihçe. İlçeye adını, güneybatı kesimdeki eski iskele yerleşmesi verir. Günümüzde hemen hemen Selman Ağa, İnkılap, Gülfem Hatun ve Rumi Mehmet Paşa mahallelerini içine alan bu tarihsel yerleşmeye Üsküdar denir. Bazı kaynaklara göre, Moda Burnu'nda oturan Halkedonlular teknelerini MÖ 7. yüzyılda Üsküdar kıyısında bulunan tersanelerde inşa ediyorlardı. Adının, Yunanca Skutarion (Skytarion) ya da Latince Skutari'nin (Scutari) zamanla değişime uğramasıyla bugünkü hâlini aldığı sanılır. Semt MÖ 5. yüzyılda kıyıdaki yerleşim bölgesini surla çeviren Atinalılar döneminden ve hatta daha da önceden beri önemli bir ulaşım ve konaklama merkeziydi. Boğaz'ın iki yakası arasındaki ulaşımda tarih boyunca büyük önem taşıdı. Bizantion ve Konstantinopolis'i ele geçirmek amacıyla değişik dönemlerde doğudan gelen farklı güçlerin düzenledikleri saldırılar sırasında hep askerî üs olarak kullanıldı. Ulaşım, konaklama, askerî üs olarak yararlanılmasının yanı sıra, ticari açıdan da büyük önem taşıyan Üsküdar, Konstantinopolis'in fethinden çok önce 1352 yılında Türklerin eline geçti. Orhan Gazi döneminden beri Osmanlıların denetiminde olan Üsküdar'a Türklerin geniş ölçüde yerleşmesi II. Mehmed (Fatih) dönemine rastlar. İstanbul'un fethinden sonra, kent ile çevresinde yönetim ve yargı düzeninin kurulması sırasında iki büyük birim belirlendi. Suriçindeki kentsel alanı İstanbul Kadılığı temsil ediyordu. Sur dışında banliyö durumundaki Eyüpsultan, Galata ve Üsküdar kadılıklarına ise Bilâd-ı selâse deniyordu. Üsküdar kadısı, öbür kadılarla birlikte padişah ve sadrazama bağlıydı. Anadolukavağı, Gebze, Kartal, Pendik ve Şile'de Üsküdar kadısının birer naibi vardı. Beykoz Kazası da Üsküdar Kadılığı'na bağlıydı ama naibini arpalık olarak bu kazayı yöneten müneccimbaşı belirlerdi. Kandıra ve Şile kazaları da 1581'de Üsküdar Kadılığı'na bağlandı. 1826 yılında İhtisab Nezareti, 1846 yılında da adı daha sonra Zaptiye Nezareti olarak değiştirilen Zaptiye Müşirliği kuruldu. 1867 yılında çıkarılan Vilayetler Nizamnamesi'ne göre İstanbul'da valilik kurulmamış, bu görev Zaptiye Müşirliği tarafından yürütülmüştür. Bu dönemde Dersaadet ve Bilad-ı Selase, Bab-ı Zaptiye'ya bağlı değildi. 1854 yılında şehremaneti kurulunca İhtisab Nezareti kaldırıldı ve 1877 yılında Beyoğlu, İzmit, Kaza-ı Erbaa'yla birlikte Üsküdar da mutasarrıflık yapıldı. Bu mutasarrıflıklar Zaptiye Nezareti'ne bağlıydı. Üsküdar Mutasarrıflığı'nın Beykoz, Gebze, Kartal ve Şile kazaları vardı. 1918 yılında İstanbul Vilayeti'ne bağlı Beyoğlu ve Üsküdar mutasarrıflıkları, Cumhuriyet'in İlanı'ndan sonra 1924 yılında tüm sancaklar vilayet yapılınca ayrı birer vilayet (il) oldular. 26 Haziran 1926 tarih ve 404 sayı ile resmi gazetede yayımlanarak 26 Haziran 1926 tarihinde aynı gün 877 kanun numarası ile kaza (ilçe) oldu. 1877 yılında İstanbul Şehremaneti 20 belediye dairesine ayrıldı. Bunlardan 4'ü bugünkü ilçe sınırları içindeydi. Anadoluhisarı ve çevresine On Dördüncü Daire, Beylerbeyi ve çevresine On Beşinci Daire, Paşalimanı ve çevresine On Altıncı Daire, Üsküdar ve Doğancılar çevresine On Yedinci Daire adı verilmişti. 1913'te daireler kaldırıldı ve 9 şube kuruldu. Üsküdar uzun süre 1930'da adı değiştirilen İstanbul Belediyesi'nin şube müdürlüklerinden biriydi. Henri Prost'un İstanbul'da planlama çalışmaları yaptığı 1940'lı yıllarda Üsküdar, Ankara-İstanbul bağlantısının başlangıç noktası olarak değerlendirilmiş, Bağdat Yolu, Anadolu Ciheti Nazım Plan etüdüne Üsküdar başlangıcı ile işlenmiş, 1950'lerde ise Haydarpaşa-Pendik Devlet Yolu açılmıştır. Eskiden doğuda Kartal'a komşu olacak kadar geniş bir alanı kaplayan Üsküdar'ın görünümü, tüm ilde olduğu gibi 1950'lerden itibaren hızla değişmeye başladı. Ülkenin çeşitli yörelerinden İstanbul'a yönelen göçten Üsküdar da payına düşeni aldı. 1960'larda Çamlıca, Bulgurlu ve daha doğudaki alanlarda hızlı bir gecekondulaşma yaşandı. Bu yıllarda sanayi bölgesi olarak belirlenen Ümraniye ve çevresinde gecekondular ve gecekondu mahalleleri oluştu. Buradaki hızlı nüfus artışı 1963 yılında Ümraniye'de belediye kurulmasını zorunlu kıldı. Boğaziçi Köprüsü'nün açılması Kadıköy'de olduğu gibi Üsküdar'da da yerleşimi özendirdi. Otomobil edinmenin yaygınlaşmasının getirdiği ulaşım kolaylığı ilçenin İstanbul Boğazı'na bakan semtlerinde de nüfus artışına neden oldu. İlçenin 1970-1980 arasındaki yıllık ortalama nüfus artışı yüzde 10'u aştı. Bunun nedenlerinden biri de Fatih Sultan Mehmet Köprüsü çevre yollarının geçtiği kırsal kesimde hızlı bir yapılaşma yaşanmasıydı. Bu gelişmeler Ümraniye'nin 1987 yılında ilçe yapılmasıyla sonuçlandı. Bu yüzden, 1985'te 490.185 olan Üsküdar'ın nüfusu 1990 yılında 395.623'e geriledi. 6 Mart 2008 tarih ve 5747 kanun numarası ile TBMM'de kabul edilerek 22 Mart 2008 tarih ve 26824 sayı ile resmî gazetede yayımlanarak yapılan idari düzenlemeyle, ilçenin güneydoğusundaki 3 mahalle (Örnek, Esatpaşa ve Fetih) Üsküdar'dan ayrılarak yeni kurulan Ataşehir'e katıldı. Önemli yapılar. İstanbul'daki önemli Türk yerleşmelerinden biri olan Üsküdar, Osmanlı dönemi boyunca büyük bir imar faaliyetine sahne oldu. O dönemin Üsküdar kasabası ve çevresi birçok külliye, cami, hamam ve çeşme gibi yapılarla, ilçenin Boğaziçi sahilleri ise saraylar, sahil sarayları, yalılar ve köşklerle süslendi. Kız Kulesi en önemli yapılardan biridir. Bunlardan başlıcaları aşağıdadır: Bir açık hava müzesine benzeyen ve Karacaahmet Sultan dergahını da içinde bulunduğu Karacaahmet Mezarlığı, İstanbul'un Anadolu yakasındaki en büyük Müslüman mezarlığı olma özelliğini yüzyıllardır korumaktadır. Diğer bir mezarlık Bülbüldere Mezarlığı'dır. Kuzguncuk'taki Ayios Panteleymon Kilisesi ve Ayazması, gayrimüslimlere ait Ayios Yeoryios Kilisesi, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi, İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi, Beth Yaakov Sinagogu (Kal de Abaso ya da Aşağı Sinagog ya da Büyük Sinagog) ve Kal de Ariva (Yukarı Sinagog) adlı dinsel yapıların ilçenin bir semtinde, yan yana bulunmaları ilgi çekicidir. Osmanlı döneminde ilçenin İstanbul Boğazı kıyısında birçok sahilsarayı ve yalı vardı. Yalnızca yalılardan çok az bir bölümü günümüze kadar ayakta kalabilmiş, yanmış ve yıkılmış olan eski yapıların yerine yeni yalılar inşa edilmiştir. Eski yalılardan günümüzde kısmen ya da tamamen ayakta olup görünebilen başlıcaları; Kıbrıslı Yalısı, Kont Ostrorog Yalısı, Abud Efendi Yalısı, Edib Efendi Yalısı, Recaizade Ekrem Bey Yalısı, Mahmud Nedim Paşa Yalısı, Sadullah Paşa Yalısı ve Fethi Ahmet Paşa Yalısı'dır. Kız Kulesi ilçenin simgesidir. Üsküdar, İstanbul ilinin en yeşil ilçelerinden biridir. Koruma altında olduğu sanılan bu yeşil alanlar kuzeyden güneye doğru sırasıyla Cemil Filmer, Kandilli Kız Lisesi, Vaniköy Rasathane, Vaniköy, Vahideddin, Cemil Molla, Münir Bey, Fethi Paşa, Demirağ, Hüseyin Avni Paşa, Abdülmecid Efendi, Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi, Büyükçamlıca, Küçükçamlıca ve Adile Sultan Validebağı korularıdır. Üsküdar'daki koruların halka açık bir bölümü aynı zamanda mesire yeri özelliği taşır. Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca tepelerinde yapılan düzenlemelerden sonra bu alanlar da gezi ve dinlenme açısından halkın ilgisini çekmektedir. İstanbul Boğazı kıyısındaki semtlerde birçok balık lokantası vardır. Bunlar ve Nakkaştepe gibi yerlerdeki manzara açısından zengin öbür tesisler özellikle tatil günlerinde büyük ilgi görmektedir. Coğrafya. İlçe toprakları İstanbul Boğazı kıyılarının güneydoğusunda kabaca kuzey-güney doğrultusunda uzanır. Bu toprakların genel eğimi doğu kesimde, Kocaeli Yarımadası'nın iç bölümlerine, güney kesimde Marmara Denizi kıyısına, batı kesimde ise İstanbul Boğazı kıyısına doğrudur. Orta kesimde kabaca kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanan bir sırt yer alır. Bu sırt güney kesimdeki Büyük Çamlıca Tepesi'nde 268 m yüksekliğe erişir. Büyük Çamlıca Tepesi, Üsküdar'ın en yüksek noktasıdır. Öbür önemli yükselti 227 m'lik Küçük Çamlıca Tepesi'dir. Üsküdar'da başlıca akarsu, Küçüksu Deresi'nin başlangıç kollarıdır. Beylerbeyi'nden denize dökülen İstavroz Deresi Kısıklı eteklerinden çıkarak akar ancak son yıllarda bu derenin üstü birçok yerde kapatılmıştır. İstanbul ilinde koruların azımsanmayacak kadar yer kapladığı ilçelerden biri de Üsküdar'dır. İstanbul Boğazına olan sahil uzunluğu 12 km'dir. Ekonomi. Üsküdar'da egemen ekonomik etkinlik ticarettir. Küçük çaptaki ziraat alanları dahi yerleşim alanına dönüştüğü için tarımsal faaliyet yok denecek kadar azdır. Su ürünleri alanında da bir adet su ürünleri kooperatifi vardır. Tarımsal faaliyetler gibi sanayi tesisleri de yoktur. Sayısı fazla olmayan küçük imalathaneler nüfusa göre kayda değer sayılmaz. Ancak Türkiye'nin önde gelen çok sayıda sınai ve ticari teşebbüsün yönetim merkezi ilçe sınırları içindedir. İlçede daha ziyade küçük esnaf ve sanatkâr ile emekli nüfus bulunmaktadır, faal nüfusun bir bölümü ilçe dışında çalışmaktadır. Haydarpaşa Limanı Üsküdar ile Kadıköy ilçe sınırının ortasındadır. Altunizade semti birçok plaza ve iş merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Nakkaştepe bölgesinde Koç Holding Yönetim Binası bulunmaktadır. Uncular Caddesi de Üsküdar'ın önemli ticaret merkezlerinden biridir. Bu cadde daha önceden elektrikçi ve nalbur gibi dükkanları barındıran ticaret caddesi olarak bilinirdi. 2022 yılı itibari ile adı Gastronomi Sokağı olarak değiştirilmiş ve yiyecek-içecek mekanları olduğu bir cadde olarak trafiğe kapatılmıştır. Ulaşım. İlçenin ulaşım açısından taşıdığı önem günümüzde de sürmektedir. Eskiden Üsküdar ile Kabataş ve Sirkeci arasında yapılan araba vapuru seferlerine, Boğaziçi Köprüsü'nün açılmasından bir süre sonra son verilmiştir. Araba vapuru seferleri günümüzde Harem İskelesi ile Sirkeci arasında yapılmaktadır. Bu iskele çevresinde bulunan Anadolu Yakası Otobüs Terminali olan Harem Otogarı, Anadolu'daki çeşitli merkezlerle İstanbul arasında yapılan karayolu ulaşımında eskisi kadar olmasa da hala önemli bir yer tutmaktadır. 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'nün Anadolu yakasındaki ayağı ilçe sınırları içindedir. Eskiden E-5 olarak tanınan D-100 Karayolu Harem'e kadar uzanır. Bu karayolundan Uzunçayır mevkiindeki köprülü kavşakla ayrılan çevre yolu 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'ne ulaşır. Bu çevre yolundan Küçük Çamlıca eteklerinden ayrılan bir başka yol Fatih Sultan Mehmet Köprüsü çevre yoluyla bağlantı sağlar. İlçe, karayollarının önem kazanmasından bu yana suyolu ulaşımından yeterince yararlanamamaktadır. İstanbul Boğazı kıyısındaki bazı iskelelerle (Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kandilli) karşı kıyıdaki belli iskeleler arasında (Üsküdar-Eminönü) şehir hatları vapurlarıyla tarifeli seferler yapılmaktadır. Üsküdar İskelesi'yle Eyüpsultan, Beşiktaş, Kabataş ve Sirkeci arasında yapılan “motor” seferleri de halkın ulaşım gereksinmesini karşılaması açısından önem taşır. 2013 yılında tamamlanan Marmaray Projesiyle İstanbul'un önemli ulaşım ve ticaret merkezi Üsküdar oldu. Marmaray Projesi tamamlandığı zaman Üsküdar'da yeni bir yeraltı istasyonu hizmete açıldı. İlçede son olarak faaliyete geçen Avrasya Tüneli ile, Koşuyolu ve Kumkapı arası özel araç ile seyahat süresi ortalama olarak 100 dakikadan 5 dakikaya inmiştir. Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçişte en pahalı karayolu ulaşım şeklidir. 2017 yılında tamamlanan M5 (Üsküdar - Yamanevler) Metro Hattı'yla İstanbul'un önemli ulaşım ve ticaret merkezi Üsküdar oldu. Metro İstanbul tamamlandığı zaman Üsküdar'da yeni bir yeraltı istasyonu hizmete açıldı. Eğitim. İstanbul'daki başlıca eğitim ve kültür kurumlarından bir bölümü Üsküdar sınırları içindedir. Eskiden Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binası olan ve daha sonra Haydarpaşa Lisesi'ne hizmet veren tarihsel yapıda günümüzde Marmara Üniversitesi'nin bazı birimleri bulunmaktadır. Bu üniversiteye ait hastane de Altunizade'dedir. Üsküdar'daki diğer yükseköğretim kurumları İstanbul Şehir Üniversitesi, 29 Mayıs Üniversitesi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Özyeğin Üniversitesi ve Üsküdar Üniversitesi'dir. Kandilli Rasathanesi 1982 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi'ne bağlıdır. Üsküdar'daki başlıca liseler Haydarpaşa Lisesi, Üsküdar Fen Lisesi, Hacı Sabancı Anadolu Lisesi, Bilfen Koleji, Çamlıca Kız Anadolu Lisesi, Kandilli Kız Lisesi, Kuleli Askeri Lisesi ve Üsküdar Amerikan Lisesi, Şemsipaşa İlköğretim Okulu, Halil Rüştü İlköğretim Okulu, Üsküdar Cumhuriyet Lisesi (Bağlarbaşı Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi), Üsküdar Cumhuriyet Ticaret Meslek Lisesi, Halide Edip Adıvar Anadolu Lisesi, İstanbul Üsküdar Lisesi, Üsküdar Ticaret Lisesi, Validebağ Kız Meslek Lisesi, Mithatpaşa Kız Meslek Lisesi, Cumhuriyet Kız Meslek Lisesi, İcadiye İlkokulu, Şeyh Şamil Lisesi, Özel Surp Haç Ermeni Lisesi ve Özel Sev Okulları. Adile Sultan Kasrı (Hababam Sınıfı'nın çekildiği bina) Üsküdar sınırları içindedir, Öğretmen evi ve Misafir Evi Olarak Kullanılır. İlçe sınırları içinde 36 okul öncesi öğretim kurumu, 65'i resmi 22'si özel 87 ilköğretim okulu, 21'i özel, 29'u resmi toplam 50 ortaöğretim kurumu bulunmaktadır. Sağlık. Üsküdar sınırları içinde bulunan devlet hastaneleri; Üniversite hastaneleri olarak da Özel Hastaneler; Kültür. Medya. İlçede haftalık olarak yayımlanan; Üsküdar Gazetesi ile günlük olarak yayınlanan "Tünaydın Gazetesi", bayilerde de satılmakta ve ilçe sorunlarına eğilmektedirler. Spor. İlçenin en büyük mazisine sahip takımı Üsküdar Anadolu SK 2019-20 sezonunda İstanbul 1 Amatör Ligi'nde mücadele etmektedir. Adını ilçeden alan ve eski adı Üsküdarspor olan Anadolu Üsküdar, Üsküdar'daki tesis sıkıntılarından ötürü 2017-2018 sezonu öncesinde Bölgesel Amatör Lig'den küme düşen Bağcılarspor ile birleşti. Kulübün merkezi Bağcılar'a taşınarak, adı "Anadolu Bağcılar SK" olarak değişti. Takım Üsküdar'da oynadığı dönemlerde maçlarını Beylerbeyi 75.Yıl Stadyumu'nda oynuyordu. Bir diğer Üsküdar takımı Beylerbeyi iç saha maçlarını Beylerbeyi 75. Yıl Stadyumu'nda oynar. Üsküdar Belediyesi Spor Kulübü'nün özellikle Bayan Hentbol Takımı hayli başarılıdır. Kulüp ayrıca atletizm, hentbol, judo, karate ve tekvando branşlarında faaliyet gösterir. Bu kulüpler dışında ilçede profesyonel ve amatör olarak çeşitli branşlarda faaliyet gösteren 60'a yakın kulüp vardır. Özellikle Bağlarbaşı Spor Kulübü ve İcadiye Spor kulüpleri Üsküdar takımlarına önemli Futbolcular yetiştirmektedir. İlçedeki spor tesisleri Bağlarbaşı Spor Salonu, Beylerbeyi 75. Yıl Stadyumu, kullanma hakkı Galatasaray Spor Kulübü'ne ait olan Burhan Felek Açık Yüzme Havuzu, Burhan Felek 50. Yıl Spor Salonu, Burhan Felek Kapalı Yüzme Havuzu, Marmara Üniversitesi kampüsü içinde yer alan Ekrem Koçak Atletizm Sahası'dır. Üsküdar Cumhuriyet Lisesi içinde voleybolcular için spor kompleksi bulunmaktadır. Vakıfbank Spor Kulübü'nün 2016 yılında açılan spor salonu olan Vakıfbank Spor Sarayı, Anadolu yakasının en büyük spor komplekslerinden biridir. Kardeş şehirler. Üsküdar'ın kardeş şehirleri şunlardır: Popüler kültürde. Üsküdar'dan, "Üsküdar'a Gider İken" olarak da bilinen 19. yüzyıl türküsü "Kâtibim"de bahsedilmektedir. Ayrıca 2011 yılında Kanal D'de "Üsküdar'a Giderken" adlı dizi yayımlanmıştır. 2003-2005 yıllarında yayımlanan "Kurtlar Vadisi" dizisinde de Üsküdar sıklıkla geçmektedir. Dizideki Polat Alemdar karakterinin zaman zaman oturduğu Salacak'taki bir bank dizi sayesinde popülerlik kazanmış ancak daha sonra olduğu yerden kaldırılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15916", "len_data": 16940, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.61 }
Bizans İmparatorluğu veya Doğu Roma İmparatorluğu ya da kısaca Bizans, Geç Antik Çağ ve Orta Çağ boyunca Roma İmparatorluğu'nun devamı şeklinde var olan ve başkenti Konstantinopolis (günümüzde İstanbul, önceleri Byzantion) olan ülke. 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu'nun dağılışı ve çöküşü sürecinden sonra ayakta kalan imparatorluk, 1453'te Osmanlı'ya yenik düşünceye kadar yaklaşık bin yıl boyunca var olmaya devam etmiştir. Var olduğu sürenin başı ve ortalarını kapsayan çoğunda, Avrupa'da ekonomik, kültürel ve askerî bakımdan en güçlü ülkeydi. "Bizans İmparatorluğu" ve "Doğu Roma İmparatorluğu" terimleri ülkenin yıkılışından sonraki tarihçiler tarafından yaratılmış olup imparatorluk vatandaşları kendi ülkelerine "Roma İmparatorluğu" (, tr. ; ), veya "Romania" (, "Rhomania"); kendilerineyse "Romalılar" demekteydi. 4. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar yaşanan bazı göze çarpan olaylar, Roma İmparatorluğu'nun Grek Doğu ve Latin Batı şeklinde ayrışma sürecini belirledi. I. Konstantin () imparatorluğu yeniden organize ederek Konstantinopolis'i başkent yaptı ve Hristiyanlık dinini yasallaştırdı. I. Theodosius () döneminde, Hristiyanlık ülkenin devlet dini olarak kabul edildi ve diğer dinler yasaklandı. Son olarak Herakleios zamanında (), imparatorluğun askerî ve idari sistemi yeniden yapılandırıldı ve Latince yerine Yunanca resmî dil olarak benimsendi. Böylece, her ne kadar Roma devleti ve devlet gelenekleri sürdürüldüyse de, Konstantinopolis çevresinde, Latin'den ziyade Yunan kültürü ve Ortodoks Hristiyanlık geleneklerine göre şekillendiğinden ötürü, modern tarihçiler Bizans'ı Antik Roma'dan ayırır. İmparatorluğun sınırları, ülkenin var olduğu süre içinde, bazı gerileme ve toparlanma döngüleriyle kendini belli eden kayda değer değişiklikler gösterdi. I. Justinianus () döneminde Kuzey Afrika, İtalya ve bizzat –daha sonraki iki asır elde tutulacak olan– Roma şehri de dahil olmak üzere Batı Akdeniz kıyıları yeniden ele geçirildi ve imparatorluk en geniş sınırlarına erişti. Mauricius () döneminde ülkenin doğu sınırları genişledi ve kuzey sağlamlaştırıldı. Ancak imparator bir suikaste kurban gidince Bizans-Sasani Savaşı (602-628) patlak verdi ve kaynaklar bakımından zayıflayan Bizans İmparatorluğu, 7. yüzyılda İslam'ın yayılışı sürecinde çok büyük toprak kayıpları yaşadı. Birkaç yıl içerisinde en zengin illeri olan Mısır ve Suriye'yi Araplara kaybetti. Makedon Hanedanı (10-11. yüzyıllar) süresince imparatorluk sınırları tekrar genişledi ve iki yüzyıl süren Makedon Rönesansı yaşandı. Bu dönem 1071 Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu'da başlayan büyük toprak kayıplarıyla son buldu. Bu savaşta yaşanan kayıp sonucunda Türkler Anadolu'ya yerleşmeye başladı. Komninos Restorasyonu sırasında imparatorluk yeniden toparlandı. Öyle ki, 12. yüzyılda Konstantinopolis Avrupa'nın en zengin şehriydi. Ancak 1204'te Dördüncü Haçlı Seferi sırasında başkent yağmalanınca ve ülke toprakları birbiriyle yarışan Bizanslı Yunan ve Latin krallıkları arasında bölüştürülünce imparatorluk büyük bir darbe aldı. Her ne kadar 1261'de Konstantinopolis geri alınıp toparlansa da, Bizans İmparatorluğu var olduğu son iki yüzyıl boyunca bölgede birbiriyle kapışan birkaç devletçikten biri olarak kaldı. Geriye kalan toprakları 15. yüzyıl boyunca Osmanlılar tarafından aşama aşama fethedildi. 1453'te Osmanlı İmparatorluğu Konstantinopolis'i fethedince Bizans İmparatorluğu sona erdi. Terimlendirme. Roma İmparatorluğu'nun son dönemlerinden bahsetmek üzere "Bizans" sözcüğünün ilk kullanımı, 1557'de Alman tarihçi Hieronymus Wolf'un tarih kaynakları koleksiyonu "Corpus Historiæ Byzantinæ"ye dayanır. Terim, kaynağını Konstantin'in başkenti Konstantinopolis olarak adlandırmasından önce şehrin ismi olan "Byzantion"dan alır. Şehrin bu eski adı, Konstantin'den sonra tarihi ve edebi kaynaklar dışında hemen hemen hiç kullanılmaz. 1648'de "Byzantine du Louvre" ("Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae") ve 1680'de Du Cange'ın "Historia Byzantina" eserleri yayımlanınca, "Bizans" terimi Montesquieu gibi Fransız yazarları arasında popülerlik elde etti. Ancak terim, Batı dünyasında 19. yüzyıl ortalarına kadar genel bir kabullenim görmedi. Bizans İmparatorluğu, kendi halkı tarafından "Roma İmparatorluğu", "Romalıların İmparatorluğu" (Latince: "Imperium Romanum", "Imperium Romanorum"; Yunanca: "Basileia tōn Rhōmaiōn", "Archē tōn Rhōmaiōn"), "Romania" (Latince: "Romania"; Yunanca: "Rhōmania"), "Roma Cumhuriyeti" (Latince: "Res Publica Romana"; Yunanca: "Politeia tōn Rhōmaiōn"), "Graikia" (Yunanca: Γραικία) ve ayrıca "Rhōmais" (Yunanca: ) gibi adlarla ifade ediliyordu. Vatandaşlar kendilerini "Romaioi" ve "Graikoi" şeklinde adlandırıyorlardı. Öyle ki, 19. yüzyıl gibi geç bir döneme kadar Rumlar sıklıkla kendi ana dillerini "Romaika" ve "Graikika" şeklinde tanımlamaktaydı. Her ne kadar Bizans İmparatorluğu, tarihi boyunca çoklu bir etnik karaktere sahip olsa da ve Romano-Hellenistik geleneklerini sürdürüp korusa da, döneminin batılı ve kuzeyli çağdaşları tarafından, sürekli artan Yunan bileşenleriyle tanımlandı. Bizans İmparatorluğu'nu Roma İmparatorluğu'nun prestijinden ayrı tutmak amacıyla batının yeni krallıkları arasında kullanılan "Grek (Yunan) İmparatorluğu" (Latince: "Imperium Graecorum") ve "Grek -Yunan- İmparatoru" ("Imperator Graecorum") gibi terimlere ara sıra rastlanılmaktadır. Bizans imparatorunun meşru Roma imparatoru olmasına yönelik otoritesi, Papa III. Leo 800 yılında Şarlman'ı "Imperator Augustus" olarak taçlandırınca sarsıldı. Roma'daki düşmanlarına karşı Şarlman'ın desteğine ihtiyaç duyan Leo, o sırada Roma İmparatorluğu tahtında bir erkeğin oturmayışı bahanesini kullanarak burada bir boşluğun bulunduğunu ve dolayısıyla kendinin herhangi bir imparatoru taçlandırabileceğini öne sürüyordu. Papalar ve batılı krallar "Roman" (Romalı) terimini Bizans imparatorları için kullandıkları zaman "Imperator Romanorum" (Türkçe: "Romalıların imparatoru") yerine "Imperator Romaniae" (Türkçe: "Romania'nın imparatoru") terimini kullanmayı tercih ettiler. Bunlardan birincisi Şarlman ve ondan sonra gelenler için kullanılmaktaydı. İslam ve Slav dünyasında böyle bir ayrım hiç olmamıştır ve Bizans, Roma İmparatorluğu'nun devamı olarak görülmüştür. İslam dünyasında Roma İmparatorluğu birincil olarak "Rûm" şeklinde ifade edilmekteydi. 20. yüzyıla kadar Millet-i Rûm veya "Roma devleti" terimleri Osmanlılar tarafından eski Bizans'a ait (Osmanlı toprakları içindeki Ortodoks Hristiyan topluluğu) kimseler için kullanılmıştır. Tarihçe. Erken tarih. Roma ordusu, Güneybatı Avrupa ve Kuzey Afrika da dahil olmak üzere Akdeniz bölgesinin tamamını kaplayan birçok kıyı bölgesini ele geçirdi. Bu bölgeler hem kentsel hem de kırsal halklar barındıran farklı kültürel topluluklara aitti. Genel olarak, doğu illeri, batıdakilere göre daha kentleşmiş durumdaydı. Doğu illeri Makedonya İmparatorluğu altında daha önce birleştirilmiş ve Grek (Yunan) kültürü etrafında Helenleştirilmişti. Batı, doğuya göre 3. yüzyılda yaşanan dengesizlikten çok daha ağır etkilendi. Yerleşik Helenleşmiş doğuyla daha genç Latinleşmiş batı arasındaki farklılık devam etti ve daha sonraki yüzyıllarda çok büyük bir önem arz etmeye başladı. Bu iki dünya arasındaki uzaklaşma da böylece gerçekleşmiş oldu. Gücün merkezsizleşmesi. Kontrolü sağlamak ve yönetimi iyileştirmek adına, 285-324, 337-350, 364-392 ve 395-480 yıl aralıklarında Roma imparatorunun işleri farklı kişilere dağıtıldı. Her ne kadar idari bölümlenmeler çeşit çeşit olsa da, genel olarak batı ve doğu arasında bir iş bölümünü içeriyordu. Her bir bölümlenme, bir güç paylaşımı (hatta iş paylaşımı) biçimindeydi. Temel olarak "imperium" bölünmez olarak kabul edildiği için, parçalanmış bölümleri yöneten eş imparatorlar birbirlerini rakip hatta düşman olarak kabul etseler dahi, ülke en nihayetinde yasal bir bütündü. 293'te imparator Diocletianus yeni bir idari sistem oluşturdu (tetrarşi) ve böylece imparatorluğun tehlike altındaki bölgelerindeki güvenliği garantilemeye çalıştı. Kendini bir eş imparatorla ("Augustus") ilişkilendirdi ve her eş imparator bunun ardından "Caesar" lakaplı genç birer meslektaş edinerek yönetimi paylaştı ve bu genç imparatorlar daha sonra daha kıdemli olan meslektaşlarının yerini aldı. Ancak, 313'te tetrarşi çöktü ve birkaç yıl sonra I. Konstantin imparatorluğun iki idari bölgesini birleştirerek tek bir Augustus olarak başa geçti. Yeniden merkezleşme. 330'da Büyük Konstantin, imparatorluğun merkezini Byzantion şehrinin bulunduğu yere ikinci bir Roma (Nova Roma) olarak kurduğu Konstantinopolis'e taşıdı. Şehir, Avrupa ve Asya ile Akdeniz ve Karadeniz arasındaki ticaret rotalarının üzerinde stratejik bir konumdaydı. Konstantin, imparatorluğun askerî, mali, sivil ve dinî kuruluşlarında önemli değişikliklere gitti. Özel olarak, sürdürdüğü ekonomik politikaları, bazı akademisyenler tarafından "tedbirsiz maliye" şeklinde tanımlanmaktadır, fakat bizzat kendinin ön ayak olduğu altın solidus, istikrarlı bir para birimi olarak ekonomiyi dönüştürdü ve kalkınmayı teşvik etti. Konstantin döneminde Hristiyanlık devletin resmî bir dini olmadıysa da imparatorluk tercihi olmanın ayrıcalığını yaşadı, çünkü imparator bu dini bonkörce destekliyordu. Konstantin, imparatorların dinî ilkeler üzerine sorgulama yapabilmesinin önüne geçen prensipler ortaya koydu ve imparatorlar artık bu iş için genel eklesiyastik konsillere başvurmak zorundaydı. Arles Konsili ve Birinci İznik Konsili'ni toplaması, Konstantin'in kilisenin birliğine olan ilgisini ve kendinin bunun başında olma niyetini göstermektedir. Çoktanrıcılığın ülke çapında yeniden canlanması için kararlı adımlarıyla bilinen Julianus 361'de başa geçince, Hristiyanlık dininin yayılışı kesintiye uğradı ve imparator kilise tarafından "Dönme Julianus" olarak adlandırıldı. Bu süreç imparator 363'te bir savaşta öldürülünce bitti. I. Theodosius (379-395), imparatorluğun doğusunu ve batısını beraber yöneten son imparatordu. 391 ve 392 yıllarında bir seri ferman vererek pagan dinin kökten yasakladı. Pagan festivalleri, kurbanları, pagan tapınaklarına ve ibadet mekanlarına girişler yasaklandı. Olimpiyat Oyunları'nın sonuncusunun 393 yılında yapıldığına inanılmaktadır. 395'te I. Theodosius, imparatorluk makamını oğulları Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında müştereken paylaştırarak idari yapılanmayı tekrar bölmüş oldu. 5. yüzyılda batının yaşadığı zorlukların pek çoğu doğuda kendini göstermedi. Bunun hatrı sayılır sebeplerinden biri doğuda daha gelişmiş kentsel bir kültürün oluşu ve daha zengin finansal kaynaklar sebebiyle düşmanların haraçlarla bastırılabilmesi ile paralı askerlerin tutulabilmesiydi. Bu başarı II. Theodosius'a Roma yasasının kanunlaştırılması ve Konstantinopolis Surları'na eklemeler yapılması gibi projelere odaklanmak için fırsat verdi ve şehir 1204'e kadar bütün saldırılara dayandı. Theodosius Surları'nın büyük kısmı günümüze ulaşmıştır. Hunlar'ı savuşturmak için, Theodosius Attila'ya çok büyük miktarlarda yıllık haraç vermek zorunda kaldı. Kendinden sonra gelen Marcianus bu haracı vermeyi reddetse de, Attila zaten ilgisini çoktan Batı'ya yöneltmişti. 453'te Attila ölünce Hun İmparatorluğu çöktü ve geriye kalan Hunlar'ın pek çoğu Konstantinopolis tarafından paralı asker olarak göreve alındı. Batı Roma İmparatorluğu'nun düşüşü. Attila'nın vefatından sonra, Doğu İmparatorluğu barışçıl bir dönemin tadını çıkardı. Ancak Batı İmparatorluğu'nda durum daha kötüye gidiyordu çünkü Cermen halklarının devamlı göçleri ve genişlemesi sürüyordu (bu ülkenin yıkılışı tam olarak Romalı Cermen general Odoacer'in Batı Roma imparatoru Romulus Augustulus'u görevden aldığı 476 yılına tekabül eder). 480 yılında Batı imparatoru Julius Nepos'un ölümüyle, Doğu imparatoru Zeno ülkenin tek otoritesi haline geldi. O sırada İtalya'nın hakimi olan Odoacer, sözde Zeno'nun astıydı ancak tam bir özerklikle hareket ediyordu ve sonunda da imparatora karşı beliren isyanlara destek sağladı. Zeno, Moesia'ya yerleşmeye başlamış işgalci Ostrogotlar ile anlaşmaya vardı ve Odoacer'den kurtulmak adına, Gotik kralı Teoderik'i "magister militum per Italiam" ("İtalya başkomutanı") vasfıyla İtalya'ya yürümek üzere ikna etti. Teoderik İtalya'yı fethedince, Zeno Doğu İmparatorluğu'nu böylesi başa çıkılmaz bir asttan (Odoacer) kurtarmış ve bunu imparatorluğun kalbinden uzakta birini (Teoderik) göndererek yapmıştı. Odoacer'in 493'teki yenilgisinden sonra Teoderik İtalya'yı fiilen yönettiyse de doğu imparatoru tarafından hiçbir zaman "kral" ("rex") unvanıyla tanınmadı. 491'de, Roma asıllı yaşlı kamu hizmet görevlisi olan I. Anastasius, imparator olduysa da yeni imparatorun askerî gücü İsaurya direnişine kadar kendini göstermedi. Anastasius, çalışkan bir reformcu ve iş bilir bir yönetici olarak kendini gösterdi. I. Konstantin'in tedavüle soktuğu para sistemini mükemmelleştirdi ve günlük hayatta kullanılan bakır "follis"in ağırlığını net olarak ayarladı. Bunun yanında vergi sistemi için reformlar getirdi ve khrisargiron vergisini kaldırdı. 518'de Anastasius öldüğünde, Devlet Hazinesi'nde 150 ton gibi devasa miktarda altın bulunmaktaydı. Jüstinyen Hanedanı. Jüstinyen Hanedanı, I. Justinus ile başlar. Okuma yazması olmadığı halde, askerî rütbe bakımından yükselerek 518'de imparator oldu. Kendisini, 527'de kendi hükümdarlığı sırasında da muhtemelen özel yetkilere sahip olan yeğeni I. Justinianus izler. Geç antik çağın en önemli isimlerinden ve büyük ihtimalle Latinceyi anadili olarak konuşan son Roma imparatoru olan Justinianus, nevi şahsına münhasır bir dönem dizayn etti. Bu dönemde hırslı fakat kısmen hayata geçirilmiş "renovatio imperii" veya "İmparatorluğun restorasyonu" ilkesi göze çarpar. İmparatorun karısı Theodora da yönetimde oldukça etkiliydi. 529'da Justinianus, Kapadokyalı İoannis tarafından yetki verilmiş on kişilik komisyon atayarak Roma yasalarını gözden geçirtti ve "Corpus Juris Civilis" adıyla bilinen yasaları ve hukukçu alıntılarını kanunlaştırdı. 534'te "Corpus" güncellendi ve Justinianus tarafından 534'ten sonra konulan yasalar ile beraber, geriye kalan Bizans döneminin hukuk sistemi büyük ölçüde çizilmiş oldu. "Corpus", birçok modern devletin hukuk düzeninin temelini oluşturur. 532'de, Justinianus doğu sınırlarını güvenceye almak adına I. Hüsrev ile antlaşma imzaladı ve Sasaniler'e yıllık büyük haraçlar vermeye razı oldu. Aynı yıl Konstantinopolis'te büyük bir ayaklanmadan daha da güçlenerek sağ kurtuldu (Nika ayaklanması) fakat bu olay sonunda imparatorun emriyle 30 ila 35 bin insan öldürüldü. Justinianus, 533'te batı fetihlerini, generali Belisarius'u, 429'dan beri, başkenti Kartaca ile birlikte Vandallar'ın hakimiyeti altında olan Afrika eyaletini tekrar ele geçirmek üzere gönderdiğinde başlatmış oldu. Bu fetihler beklenmedik bir kolaylıkla kazanılsa da, 548'e kadar büyük yerel kabileler bastırılamadı. Ostrogot İtalya'sında Teoderik, onun yeğeni, varisi Athalarik ve kızı Amalasuintha ölünce, Amalasuintha'nın katili Theodahad () başa geçti fakat bu yeni otorite daha güçsüzdü. 535'te Sicilya'ya yapılan bir Bizans seferi kolayca başarıya ulaştıysa da, Gotlar direnişlerini güçlendirdiler ve Belisarius'un başarılı Napoli ve Roma kuşatmaları sonucunda Ravenna'yı ele geçirdiği 540'a kadar herhangi bir zafer elde edilmedi. 535–536'da Theodahad, Papa I. Agapetus'u Konstantinopolis'e göndererek Bizans güçlerinin Sicilya, Dalmaçya ve İtalya'dan çekilmesini rica etti. Her ne kadar Agapetus, Justinianus'la barış imzalama görevinde başarılı olamasa da, Theodora'nın tüm desteğine ve korumasına rağmen Monofizit I. Anthimos kınandı ve en azından bu konuda başarılı olmuş oldu. Ostrogotlar kısa sürede Kral Totila komutası altında birleşerek Roma'yı 546'da ele geçirdi. 544'te İtalya'ya gönderilmiş olan Belisarius, sonunda 549'da Konstantinopolis'e geri çağrıldı. Ermeni hadımı Narses'in İtalya'ya 35.000 kişilik bir orduyla varışı (551 sonu), Gotik geleceğinde yeni bir yön çizdi. Totila, Taginae Muharebesi'nde yenildi; ondan sonra gelen Teya'da Mons Lactarius Savaşı'nda (Ekim 552) yenik düştü. Birkaç Gotik garnizonunda devam eden direnişe ve Franklar ve Alamanlar'ın ardışık işgallerine rağmen İtalyan yarımadası için yapılan savaş sona erdi. 551'de, Vizigot Hispania'sından bir asil olan Athanagild, Justinianus'tan krala karşı yaptıkları ayaklanma için yardım istedi ve imparator başarılı bir komutan olan Liberius'un altında bir birliği onlara gönderdi. Böylece Bizans, Herakleios dönemine kadar İber Yarımadası'nda bir sahil kesimini elinde tuttu. Doğuda Roma-Pers savaşları 561'de Justinianus ile Hüsrev'in elçilerinin elli yıllık bir barış imzalamasına kadar sürdü. 550'lerin ortalarına doğru Justinianus, Balkanlar haricinde savaştığı pek çok cephede galibiyet kazanmıştı. Balkanlar'da Slavlar ve Gepidler sürekli akınlarına devam ediyordu. Sırplar ve Hırvatlar'ın dahil olduğu kabileler Herakleios döneminde Balkanlar'ın kuzeybatısına yerleştirildi. Justinianus, Belisarius'u emekliliğinden geri çağırdı ve yeni Hun tehlikesini bertaraf etti. Tuna Nehri donanmalarının güçlendirilmesi, Kutrigur Hunları'nın geri çekilmesine ve Tuna'nın gerisine güvenli geçişleri garantileyen bir antlaşma imzalanmasına yol açtı. Her ne kadar çoktanrıcılık 4. yüzyıldaki Konstantin zamanından beri devlet tarafından bastırılmış olsa da, geleneksel Greko-Romen kültürü, 6. yüzyılda hâlen Doğu İmparatorluğu'nda etkiliydi. İoannis Filoponus gibi filozoflar, bu dönemde Hristiyan düşünce ve deneyciliğine ek olarak var olan neoplatonik fikirlere dikkat çeker. Ancak Helenistik felsefe yerini yavaş yavaş yeni Hristiyan felsefesine bıraktı. 529'da Platon Akademisi'nin kapatılması önemli bir kilometre taşıdır. Besteci Romanos tarafından yazılan ilahiler Kutsal Liturji'nin gelişimini işaret ederken, mimar Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius, Kutsal Bilgelik Kilisesi veya bilinen adıyla Ayasofya'yı, Nika ayaklanması sırasında yıkılan önceki bir kilisenin yerine inşa etti. 537'de tamamlanan Aya Sofya, Bizans mimarlık tarihindeki en göze çarpan eserlerden biri olarak varlığını sürdürmektedir. 6. ve 7. yüzyıllarda, imparatorlukta veba salgınları patlak verdi. Bu salgınlar, nüfusu tahrip ettiği gibi ekonomik kayıplara yol açarak ülkeyi güçsüzleştirdi. 565'te Justinianus öldüğünde, kendinden sonra gelen II. Justinus, Perslere yüksek miktarlarda haraç ödemeyi reddetti. Bu sırada Cermen Lombardlar İtalya'yı işgal etti; yüzyılın sonunda İtalya'nın sadece üçte biri Bizans elindeydi. Justin'den sonra gelen II. Tiberius, düşmanları arasında seçim yaptı ve Avarlar'a yardım ederek Persler'e savaş ilan etti. Tiberius'un generali Mauricius, doğu sınırlarında başarılı bir sefer yürütse de, Avarlar aldıkları yardımlara rağmen dizginlenmemişti. Avarlar Balkanlar'da ilerleyerek 582'de Sirmium kalesini ele geçirdi ve Slavlar Tuna'nın karşısında seferlere başladı. Bu sırada Tiberius'un yerini alan Mauricius, Pers iç savaşına müdahale etti, meşru II. Hüsrev'i tekrar tahta çıkartarak kızını onunla evlendirdi. Mauricius'un damadıyla anlaşması neticesinde, Bizans'ın sınırları doğuya doğru genişledi ve enerjik imparator dikkatini Balkanlar'a odaklama şansı buldu. 602 itibarıyla, başarılı Bizans seferleri Avarları ve Slavları Tuna'nın gerisine itti. Ancak Mauricius'un Avarlar tarafından alınan birkaç bin esiri için fidyeyi reddetmesi ve birliklerini kış ortasında Tuna'ya sürmüş olması onun şanını kısa sürede aşağıya çekti. Phocas adında bir subay, birlikleri Konstantinopolis'e geri getirerek bir isyan çıkardı. Mauricius ve ailesi kaçmaya çalışırken öldürüldü. Daralan sınırlar. Herakleios Hanedanı. Phocas'ın Mauricius'u öldürmesinin ardından Hüsrev, bunu Mezopotamya eyaletini işgal etmek için bir bahane olarak kullandı. Birçok Bizans kaynağında hiç değişmeden "zorba" olarak anılan ve halk tarafından tutulmayan Phokas, Senato önderliğinde kendine birçok komplonun kurulduğu bir isimdi. Herakleios, 610 yılında Kartaca'dan ucuna ikon iliştirilmiş bir gemiyle Konstantinopolis'e gelerek Phocas'ı yerinden etti. Herakleios'un başa geçmesiyle Sasani ilerleyişi Levant'ın derinliklerine doğru iyice yayıldı ve Sasaniler Şam ve Kudüs'ü ele geçirerek Gerçek Haç'ı alıp Tizpon'a götürdü. Buna misillemeyle yanıt veren Herakleios için bu mücadele bir kutsal savaş karakterindeydi ve askerî sembol olarak İsa'nın acheiropoietos görüntüsünü kullanıldı (benzer bir şekilde, Konstantinopolis 626 yılında Avar - Sasani - Slav güçleri tarafından kuşatıldıktan sonra elde edilen zafer, Patrik Sergios'un şehir surlarında yürüyüş eşliğinde taşıdığı Meryem Ana'nın ikonuna atfedilmişti). Yine bu kuşatma sırasında Bizans-Sasani Savaşı zirve noktasına erişmişti ve ittifak ordusu 626'nın Haziran ve Temmuz ayları arasında Konstantinopolis'i kuşatmış oldu. Bunun hemen ardından Sasani kuvvetleri Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldı. Bunun ardından Herakleios'un kardeşi Theodorus'un Sasani generali Şahin'i yenilgiye uğrattığı haberi gelince Pers yenilgisi kesinleşti. Bunun üzerine Herakleios, Sasani Mezopotamya'sına tekrar işgal kuvvetleri yolladı. Ana Sasani kuvvetleri Ninova'da 627'de yenilgiye uğratıldı ve 629'da Herakleios, Gerçek Haç'ı o sırada savaş nedeniyle anarşinin ve iç savaşın hüküm sürdüğü Sasani başkenti Tizpon'dan alarak büyük bir şölenle Kudüs'e götürdü. Nihayetinde Persler bütün kuvvetlerini geri çekip eskiden Roma'nın elinde olan Mısır, Levant, Mezopotamya ve Ermenistan topraklarını Bizans'a önceden 595 yılı dolaylarında yapılmış bir antlaşmaya tekrar uyarak geri verdi. Bu savaş Bizans ve Sasani imparatorluklarını oldukça zayıflattı ve onları hemen sonraki yıllarda ortaya çıkan Müslüman kuvvetlerine karşı son derece hassas hale getirdi. Bizanslılar 636'daki Yermük Muharebesi'nde Araplara karşı çok ağır bir yenilgiye uğradı, Tizpon ise 637'de düştü. Konstantinopolis Kuşatması (674–678). O sıralarda Suriye ve Levant'ı sıkıca kontrol altında tutan Araplar, Anadolu içlerine sık sık işgalci kuvvetler yolluyordu ve 674–678 arasında doğrudan Konstantinopolis kuşatıldı. Arap donanması Rum ateşi tekniğinin de yardımıyla püskürtüldü ve Emevîler ile otuz yıllık ateşkes imzalandı. Buna karşın Anadolu işgalleri son hız devam ediyordu ve buradaki halk, eski şehir surları içinde daha küçük alanlara duvarlar ördüğünden veya yakındaki kalelere taşındığından klasik kent kültürü iyice bozuldu. Konstantinopolis'in nüfusu bu süreçte 500.000'den 40.000–70.000 aralığına kadar geriledi ve diğer şehirler gibi kısmen kırsallaştı. Şehir, Bizans 618'de Mısır'ı önce Perslere, sonra Araplara kaptırınca ücretsiz tahıl taşımacılığı hakkını kaybetti ve halka buğday dağıtımı durma noktasına geldi. Eski yarı-özerk belediye kuruluşlarının yok olmasıyla ortaya çıkan boşluk, Anadolu'yu eyaletlere ayıran ve kent yönetiminin imparatorluk idaresine doğrudan sorumlu olduğu belirli ordulara bırakıldığı thema sistemiyle dolduruldu. Bu sistemin kökenleri Herakleios'un geçici kurallarından kaynaklanabiliyor olabilir fakat 7. yüzyıl boyunca imparatorluk yönetiminin yepyeni bir sistemi haline dönüştü. İmparatorluğun 7. yüzyılda yaşadığı toprak kayıplarını izleyen bu devasa kültürel ve kurumsal yeniden yapılanma, Akdeniz'in doğusundaki "Romalılık" kavramının kırılmasına ve bundan sonrasında Bizans'ın Roma'nın doğrudan devamı olmaktan ziyade herhangi bir başka ardıl ülke olarak okunarak daha iyi anlaşılır hale gelmesine yol açtığı söylenegelmiştir. Balkanlar'dan çok sayıda birliğin önce Persler, sonra Araplar ile savaşmak üzere ayrılması, Slav halklarının yarımadanın güneyine doğru yayılmasına zemin hazırladı. Bunun bir sonucu olarak, Balkanlar'da da Anadolu'da olduğu gibi birçok şehir küçük surlu yerleşimlere büzüştü. 670'lerde Bulgarlar, Hazarlar'ın gelişiyle Tuna'nın güneyine geçmeye başladı. 680'de bu yeni yerleşimleri dağıtmak üzere gönderilen Bizans kuvvetleri yenilgiye uğradı. 681'de IV. Konstantinos, Bulgar hanı Asparuh ile bir antlaşma imzaladı ve yeni Bulgar devleti, daha önce ismen de olsa Bizans yönetimini tanıyan birkaç Slav kabilesi üzerinde bağımsızlık elde etti. 687–688'de Herakleios Hanedanı'nın son imparatoru II. Justinianos, Slavlara ve Bulgarlara karşı bir sefer düzenleyerek kayda değer kazanımlar elde etti. Ancak imparatorun Trakya'dan Makedonya'ya kadar savaşmak zorunda kaldığı gerçeği, Bizans'ın Balkanlar'ın kuzeyinde ne denli hakimiyet kaybına uğradığının ipuçlarını vermektedir. II. Justinianos, şiddetli vergilendirme ve "yabancılar"ı idari konumlara yerleştirme yollarını kullanarak kent aristokrasisinin gücünü kırmaya çalıştı. Sonrasında, 695 yılında yetkileri elinden alındı ve önce Hazarlar'a, sonra Bulgarlar'a sığındı. 705'te Bulgar hanı Tervel'in ordularıyla Konstantinopolis'e geri döndü, tahtını tekrar aldı ve düşmanlarına karşı bir korku krallığı inşa etti. Son kez yine kent aristokrasisi desteğiyle tahttan indirildiği 711 yılı, Herakleios Hanedanı'nın sonunu getirdi. İsaurya Hanedanı'ndan I. Basileios dönemine kadar. III. Leon 718'de Arap istilasını geri püskürttü ve kendini Anadolu'daki "thema"ları yeniden organize edip sağlamlaştırmaya adadı. Kendinden sonra gelen V. Konstantinos, Suriye'nin kuzeyinde kayda değer zaferler kazandı ve Bulgar gücünü kırdı. Slav Thomas'ın 820'ler başında çıkardığı isyan sonrası Bizans'ın güçsüzlüğünden yararlanan Araplar toparlanıp Girit'i fethetti. Bunun yanında Sicilya'ya başarılı bir sefer düzenledilerse de, 863'te general Petronas, Melitene (Malatya) emiri Ömer bin Abdullah'yı ağır bir yenilgiye uğrattı. Krum Han önderliğindeki Bulgar tehlikesi de bu sıralarda tekrar ortaya çıktı, fakat 815–816 yıllarında Krum'un oğlu Omurtag, Bizans imparatoru V. Leon ile bir antlaşma imzaladı. İkonoklazm üzerine dinî tartışmalar. 8. ve 9. yüzyıllar boyunca imparatorluğun bir asırdan fazla ana gündemi olan ikonoklazm tartışmaları görüldü. İkonlar (burada her türlü dinî görsel ifade edilmektedir), 730 yılı civarında Leon ve Konstantinos tarafından yasaklandı ve bu durum ülke çapında ikonofillerin (ikonları savunanlar) ayaklanmasına neden oldu. İmparatoriçe İrini'nin çalışmaları sonucunda 787'de İkinci İznik Konsili toplandı ve ikonlara tapılmaması, sadece saygı gösterilmesi kararlaştırıldı. İrini'nin Şarlman'la evlenme planları bilinir, ancak Günah Çıkartıcı Theofanis'e göre bu planlar İrini'nin favorilerinden olan Aetios yüzünden suya düşmüştür. 9. yüzyıl başlarında V. Leon, ikonoklazm yasalarını tekrar yürürlüğe soktuysa da, 843'te imparatoriçe Theodora, Patrik Methodios'un yardımıyla ikonlara saygıyı tekrar yürürlüğe soktu. İkonoklazm, Doğu ve Batı arasındaki yabancılaşmanın artmasında önemli bir rol oynadı. Bu ayrışmalar, Papa I. Nikolas'ın Fotios'un patrik olmasına tepki göstermesiyle ortaya çıkan Fotios bölünmesi ile daha da kötüleşti. İki ikonoklazm arası dönem. Savunma önlemlerine de ağırlık veren I. Nikiforos 7. yüzyıldan beri süregelen toprağa bağlı stratiotes temelli savunma sisteminde ufak değişiklikler yapmıştır. Etkin bir ordu oluşturmak için sayıları yeterli olmayan ve kendi teçhizatlarının giderlerini karşılayabilecek maddi güce sahip olan stratioteslerin yanı sıra daha az gelirli köylüler de sistem içerisinde dahil edilmiş, teçhizat bedellerini toparlayabilmeleri adına da bağlı oldukları toprağı birkaç kişiyle paylaşma serbestiyeti tanınmıştır. Böylece ordu mevcudu çoğaltılmıştır. Aynı girişim o döneme dek böyle bir sisteme bağlı olmayan denizciler için de yapılmış, devlet arazileri yine devletin belirlediği fiyattan zorunlu olarak askerlere satılmıştır. Önceki yüzyıllarda görülen iskân siyasetine benzer olarak Küçük Asya'daki halkını Sklavinia'ya yerleştiren I. Nikiforos, bu kişileri de bu coğrafyada stratiotes nizamı kapsamına almıştır. Şarlman, I. Nikiforos'u edinmiş olduğu imparator unvanını tanıması için sıkıştırmış ve Dalmaçya kıyılarına baskın yapmıştır. I. Nikiforos ise buna cevap olarak Balkanlardaki Bizans egemenliğini güçlendirmek adına Peloponnessos'u ele geçirerek bölgede yeni themalar teşkil etmiş ve thema sistemini ilk kez Küçük Asya dışına taşıyan kişi olmuştur. Ayrıca Küçük Asya'dan bölgeye gerçekleştirdiği iskânlar ile bölgeye devlete güçlü bağlılık duyguları olan halkları yerleştirmiştir. I. Nikiforos, gerçekleştirdiği askerî ve mali tedbirler ile İrini döneminde bu alanlarda görülen gerilemeyi telafi edebilmişti. Bu ilerlemelere rağmen Hârûnürreşîd'in Ankira'ya kadar ilerlemesine mani olunamamış, haraç ödemek ve hem kendi hem de oğlu adına kafa vergisi ödemek suretiyle Araplara karşı küçük düşürücü bir hezimet yaşanmıştır. 809 yılında Hârûnürreşîd'in ölümü ve Araplar arasında iç karışıklık çıkmasıyla doğu toprakları bir süre için sorun olmaktan çıkmış olsa da Avarların Şarlman tarafından ortadan kaldırılmasından sonra bu rakiplerinden kurtulan Bulgarlar sorun haline gelmeye başlamıştır. Krum'un 809 yılında Bizans toprağı olan Serdika'ya girmesine karşılık 811 yılında büyük bir orduyla barış teklifini de reddederek Bulgarların başkenti Pliska'ya yürüyen I. Nikiforos, şehri yakıp yıkmıştır. İmparator, yeni bir barış teklifini daha reddederek dağ içlerine çekilen Bulgar ordusunu takip etmeye karar vermiş ancak 26 Temmuz 811 tarihinde arazi şartlarını iyi bilen Krum ve ordusu tarafından kuşatılarak öldürülmüş, ordusu da tamamen imha edilmiştir. Krum, büyük başarısını imparatorun kafatasını şarap kadehi yaparak kutlamıştır. Bizans'ın itibar kaybı askerî bozgunun önüne geçmiş, 378 yılında Valens'in Vizigotlarca Hadrianapolis Muharebesi'nde savaş meydanında öldürülmesinden beri ilk kez bir Roma imparatoru aynı sonu yaşamıştı. Makedon Hanedanı ve canlanma (867–1025). I. Basileios'un 867'de tahta geçmesi, iki buçuk asır boyunca devam eden Makedon Hanedanı'nın başlangıcı kabul edilir. Bu hanedanda Bizans'ın en becerikli hükümdarlarından birkaçı yer alır ve dönem boyunca yeniden canlanma havası hakimdir. İmparatorluk dış düşmanlara karşı savunma halinden, tekrar kaybedilen toprakları yeniden fetheden bir ülke konumuna dönmüştür. Askerî ve idari otoritenin toparlanmasına ek olarak, Makedon Hanedanı dönemi felsefe ve sanat gibi alanlarda kültürel bir uyanışa da sahne olmuştur. Slavların Balkan istilasından ve Arap istilalarından önceki Bizans'ta var olduğu kabullenilen aydınlığı tekrar canlandırmak üzere bilinçli çabalar görülmektedir ve bu çağ sıklıkla Bizans'ın "Altın Çağı" olarak gösterilir. Her ne kadar toprak bakımından imparatorluk I. Justinianus dönemindekinden kayda değer oranda küçük olsa da, önemli bir güç kazanımı görüldüğü gibi, daha az dağınık coğrafyanın getirisi olarak ülke siyasi, ekonomik ve kültürel olarak daha entegreydi. Araplar ile savaşlar. I. Basileios'un tahttaki ilk yıllarında Arap istilacıların Dalmaçya kıyılarına yaptığı seferler başarılı bir şekilde bastırıldı ve bölge bir kez daha güvenli Bizans toprakları arasındaki yerini aldı. Bu durum, Bizans misyonerlerinin içlere yayılarak Sırpları, günümüzde Hersek ve Karadağ çevresinde yaşayan halkları Ortodoks Hristiyanlığı'na çevirme fırsatını doğurdu. Malta'yı geri almak için çıkılan sefer, Malta halkı Arapların yanında yer alınca ve Bizans garnizonlarını katledince büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Buna karşın, Güney İtalya'daki Bizans egemenliği gittikçe sağlamlaştırıldı ve 873 yılı itibarıyla Bari, imparatorluğun bir parçası oldu. Güney İtalya'nın büyük kısmı sonraki 200 yıl boyunca da ülkenin bir parçası olarak kaldı. Daha önemli olan doğu cephelerinde, Bizans savunmasını yeniden inşa ederek hücuma geçti. Paulusçular yenildi ve başkentleri Tephrike (Divriği) alındı. Buna ek olarak Samosata'nın yeniden alınmasının ardından Abbâsîler'e karşı hücumlar başladı. Basileios'un oğlu ve ardılı VI. Leon döneminde, o dönem güçsüzleşmiş olan Abbâsîler'e karşı seferler ve toprak kazanımları devam etti. Ancak 902'de Sicilya Araplara kaybedilirken 904'te imparatorluğun ikinci büyük şehri Selanik bir Arap donanması tarafından yağmalandı. Bizans donanması, çok çabuk olarak düzenlendi ve 7. yüzyılda Araplara kaybedilmiş olan Kıbrıs ve Suriye'deki Laodicea birkaç yıl içerisinde geri alındı. Bu intikama karşın, Bizanslılar Müslümanlara karşı hâlen kesin bir darbe vurabilmiş değillerdi ve hatta 911'de Girit'i geri almak için yapılan sefer büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Bulgar çarı I. Simeon'un 927'de ölmesiyle Bulgarlar oldukça güçsüzleşti ve bu da Bizanslıların doğuya odaklanması için fırsat yarattı. 934 yılında Melitene (Malatya) kalıcı olarak ele geçirildi ve 943 yılında ünlü general İoannis Kurkuas, ataklarını Mezopotamya'ya çevirerek en önemlisi Edessa'nın (Şanlıurfa) fethi olan birçok önemli başarıya imza attı. Kurkuas özellikle, İsa'nın bir portresinin damgalandığı iddia edilen ve bu yüzden saygı duyulan Mandilo'yu Edessa'dan alarak Konstantinopolis'e getirmesiyle nam saldı. Asker imparatorlar II. Nikiforos () ve I. İoannis () ülkenin sınırlarını doğrudan Suriye'nin içine doğru genişleterek kuzeybatı Irak'taki emirleri yenilgiye uğrattı. 962'de büyük bir şehir olan Halep yine Nikiforos tarafından ele geçirildi ve 963'te Araplar, Girit'ten kesin bir zaferle atıldı. Girit'in yeniden alınması, Ege'deki Arap istilalarına bir son verdiği gibi Yunan anakarası tekrar gelişmeye başladı. Kıbrıs 965'te kalıcı olarak geri alındı ve 969'da Antioch (Antakya) ele geçirilip bir Bizans eyaleti olarak ülkeye katıldığında Nikiforos'un başarıları zirveyi görüyordu. Ardılı İoannis Çimiskes, Şam, Beyrut, Akka, Sayda, Kayserya ve Taberiye şehirlerini fethetti ve Bizans ordusunu Kudüs'e şaşırtıcı derecede yakınlığa yerleştirdi. Ancak İslam'ın güç merkezleri Irak ve Mısır'a dokunulmadı. Kuzeyde yapılan uzun seferlerin ardından son Arap tehlikesi olan zengin Sicilya eyaletine 1025'te II. Basileios tarafından sefer düzenlendi ancak Basileios sefer tamamlanmadan öldü. Yine de, bu dönemde imparatorluğun sınırları Messina Boğazı'ndan Fırat Nehri'ne, Tuna'dan Suriye'ye kadar uzanmaktaydı. Bulgar İmparatorluğu ile savaşlar. Roma Makamı ile yaşanan geleneksel mücadeleler Makedonya Hanedanı döneminde de devam etti ve yeni yeni Hristiyanlaşan Bulgaristan üzerindeki üstünlük tartışmasıyla iyice mahmuzlandı. İki devlet arasındaki seksen yıllık barışın ardından, güçlü Bulgar çarı I. Simeon 894 yılında saldırıya geçti ancak Macarlar'ın desteğini alarak donanmasını Karadeniz'de Bulgaristan üzerine süren Bizanslar'a karşı yenildiler. Bizans yine de 896'da Bulgarofigon Muharebesi'nde Bulgarlara yenildi ve onlara yıllık haraç ödemek zorunda bırakıldı. VI. Leon 912'de öldü ve düşmanlıklar kısa süre sonra tekrar su yüzüne çıktı; Simeon büyük bir ordu toplayarak Konstantinopolis'e yürüdü. Her ne kadar şehir duvarları zaptedilemez olsa da Bizans yönetimi düzensizlik içindeydi. Bu yüzden Simeon şehre davet edilerek Bulgar "basileus"u (imparator) tacıyla ödüllendirildi genç VII. Konstantinos'un Bulgar kralının kızlarından biriyle evlenmesi sağlandı. Konstantinopolis'te patlak veren bir ayaklanma bu hanedan planını suya düşürünce Simeon tekrar Trakya'yı istila ederek Adrianopolis'i (Edirne) işgal etti. Bizans böylece hem başkentinden birkaç gün uzakta güçlü bir Hristiyan devletle karşı karşıyaydı hem de iki cephede savaşmak durumunda bırakılmıştı. Leo Fokas ve I. Romanos önderliğinde başlatılan bir sefer 917'de Akhelou Muharebesi'nde ezici bir yenilgiyle sonuçlandı ve sonraki yıl Bulgarlar Yunanistan'ın kuzeyini yağmalamakta özgürdü. Adrianopolis 923'te tekrar yağmalandı ve Bulgar ordusu 924'te Konstantinopolis'e yürüdü. Ancak Simeon 927'de aniden öldü ve Bulgar gücü hemen kırıldı. Bulgarlar ve Bizanslılar uzun süren barışçıl bir döneme girdiler ve Bizans artık doğudaki Müslüman istilacılara karşı savaşmakta daha özgürdü. 968'da Bulgar toprakları Kiev Rusları tarafından I. Svyatoslav önderliğinde yağmalansa da, üç yıl sonra I. İoannis, Kiev Knezliği'ni yenerek Bulgaristan'ın doğusunu Bizans'a kattı. Bulgar Cometopuli Hanedanı sırasında ayaklanmalar tekrar canlansa da, yeni imparator II. Basileios () boyun eğen Bulgarları temel politikası haline getirmişti. Yine de Basileios'un Bulgaristan üzerine ilk seferi Trayan Boğazı'nda onur kırıcı bir yenilgiyle sonuçlandı. Sonraki senelerde imparator Anadolu'daki iç ayaklanmalarla meşguldü ve Bulgarlar ülkelerini Balkanlar içinde genişlettiler; savaş neredeyse yirmi yıl sürdü. Bizans'ın Sperkhios ve Üsküp zaferleri Bulgarları önemli ölçüde yavaşlattı ve yıllık seferler sayesinde Basileios, düzenli olarak Bulgar kalelerini ele geçirdi. 1014'teki Belasitsa Muharebesi'nde Bulgarlar yok edildi: orduları esir alındı, her 100 erkekten 99'unun kör edildiği ve geriye kalan 1 adamın hemşehrilerini eve götürmesi için sağ bırakıldığı söylenir. Çar Samuil, bu bir zamanlar yenilmez ordusunun kırık parçalarını görünce şok geçirerek öldü. 1018'de son Bulgar kaleleri teslim oldu ve ülke yine imparatorluğa katıldı. Bu zafer Tuna cephesini Herakleios döneminden beri ilk defa güvenli bir hale soktu. Kiev Knezliği ile ilişkiler. 850 ve 1100 arasında Bizans, yeni kurulan ve Karadeniz'in kuzeyi boyunca yayılan Kiev Knezliği'ne karşı karışık bir politika izledi. Bu ilişkiler, Doğu Slavları'nın tarihinde uzun süren yankılara yol açacaktı ve imparatorluk, hızlıca Kiev'in ana ticaret ve kültür partneri oldu. Ruslar Konstantinopolis'e ilk saldırısını 860 yılında gerçekleştirdi ve şehrin varoşlarını yağmaladı. 941'de Kiev Rusları Boğaziçi'nin Asya kıyılarında belirdiyseler de Bizans'ın 907 sonrası askerî gücü neticesinde ezici bir yenilgiye uğradılar ki Bizans, aynı güçlü sürecin başında Rusları sadece diplomasiyle geriye püskürtmüştü (907). II. Basileios Kiev Rusları'nın yükselen gücüne kayıtsız kalamadı ve kendinden önceki imparatorların yolundan giderek dini siyasi emelleri için kullanma yoluna gitti. Rus–Bizans ilişkileri 988'de Anna Porfirogenita'nın Büyük Vladimir'le evlenmesi ve sonucunda Kiev Ruslarının Hristiyanlaşması'nın ardından iyice yakınlaştı. Bizans rahipleri, mimarları ve sanatçıları, Rusların hakimiyeti altındaki birçok katedral ve kilisede çalışmak üzere davet edildi. Bu sayede Bizans kültürü daha geniş sınırlara ulaştı ve buna karşılık birçok Rus da başta ünlü Vareg Muhafızlar olmak üzere Bizans ordusunda paralı asker olarak çalıştı. İlişkiler Ruslar Hristiyanlaştıktan sonra bile her zaman arkadaş canlısı olmadı. İki tarafın çarpıştığı en büyük çatışma, 968–971 arasında Bulgaristan'da yaşandı. Bunun yanında Karadeniz limanlarına ve Konstantinopolis'e yönelik Rus istilacı seferleri zaman zaman kaydedildi. Her ne kadar bu istilaların çoğu Bizans tarafından geri püskürtülmüş olsa da, bunların sonunda sıklıkla antlaşmalar yapıldı ve bu antlaşmalar genellikler Ruslar yararına düzenlendi. Örneğin, Rusların Bizanslılarla bağımsız bir güç olarak kapışmaya olan isteklerini gösteren belirtilerle bilinen 1043 savaşından sonra, devletler arasında yine bir antlaşma imzalandı. Zirve. 1025'te II. Basileios öldüğü zaman imparatorluk doğuda Ermenistan'dan batıda Güney İtalya'daki Calabria'ya kadar uzanıyordu. Bulgaristan'ın fethi, Gürcistan ve Ermenistan'ın bir kısmının ele geçirilmesi, Girit, Kıbrıs ve Antakya gibi stratejik yerlerin tekrar fethedilmesi gibi birçok başarıya erişilmişti. Üstelik bunlar taktiksel kazanımlardan ziyade uzun süreli kazanımlardı. VI. Leon, Yunanca bütün Bizans kanunlarını yazdırdı. Bu 60 ciltlik devasa eser, sonraki bütün Bizans yasalarının temeliydi ve günümüzde hâlen üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. Leon idari sistemi de yeniden yapılandırdı ve idari bölümlendirmelerin ("Themata" veya "Thema") sınırlarını tekrar çizdi. Bunun yanında rütbe ve ayrıcalıklar sistemini düzene soktu ve Konstantinopolis'teki çeşitli esnaf loncalarının davranışlarını düzenledi. Leon'un reformları, imparatorluğun önceki parçalılığını azaltarak, onu tek merkezli bir güce evriltti. Buna karşın, ülkenin artan askerî başarısı köylülüğe karşılık eyalet soyluluğunu büyük oranda artırdı ve zenginleştirdi ve köylüler bir çeşit köle konumuna indirgendi. Makedon Hanedanı süresince Konstantinopolis tekrar canlandı ve 400.000'lik nüfusa eriştiği 9 ve 10. yüzyıllar boyunca Avrupa'nın en büyük ve en zengin şehri oldu. Bu süreçte Bizans, rekabetçi aristokratlar tarafından vergi toplama, iç işleri ve dış işleri konularında yürütülen, güçlü bir kamu hizmet sistemi yürütüyordu. Makedonyalı imparatorlar, ülkenin zenginliğini de Batı Avrupa'yla yapılan, özellikle ipek ve madeni eşyalar üzerine kurulu ticaretle oldukça artırmıştı. Ortodoks ve Katolik Hristiyanlık'ın ayrılması (1054). Makedonya dönemi, dinî önem arz eden bazı olaylara da sahne oldu. Bulgar, Sırp ve Kiev Rusu kavimlerinin Ortodoks Hristiyanlığa geçmesi Avrupa'nın dinî haritasını kalıcı olarak değiştirdi ve etkileri hâlen sürmektedir. Selanikli iki Bizans Rum'u kardeş olan Kiril ve Metodius, Slavların Hristiyanlaşması sürecine kayda değer katkılar sağladı ve bu zaman içerisinde Kiril alfabesinin atası olarak bilinen Glagol alfabesi geliştirildi. 1054'te Batı ve Doğu Hristiyan Kiliseleri arasında "Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması" adı verilen nihai bir kriz yaşandı. Her ne kadar 16 Temmuz'da resmî olarak kurumsal ayrışma bildirisi yayımlanlamış olsa da, bir Cumartesi öğlesindeki Kutsal Liturji sırasında üç papa elçisi Aya Sofya'ya girip kilise mihrabına aforoz boğası yerleştirdiğinde, yüzyıllardır aşamalı olarak artan büyük ayrışma zirve noktasına erişti. Kriz ve parçalanma. İmparatorluk kısa süre sonra, büyük oranda thema sisteminin bozulması ve askerî sistemin ihmal edilmesinden kaynaklanan zorluklarla dolu bir sürece girdi. II. Nikiforos, İoannis Çimiskes ve II. Basileios, askerî yapılanmayı (, "tagmata") acil müdahale eden, çoğunlukla savunmacı, vatandaşlardan oluşan bir yapıdan, profesyonel, sefere çıkan ve gittikçe paralı askerlere dayalı bir ordu haline getirmişti. İstila tehlikesi 10. yüzyıl itibarıyla azalmaya başlayınca bu oldukça pahalı paralı askerlere, büyük garnizonlara, pahalı savunma yapılarına ve dolayısıyla bütün bunların sürdürülebilirliğine duyulan ihtiyaç da azaldı. II. Basileios ölümünden sonra filizlenen bir hazine bıraksa da, kendinden sonra geleceklerin izleyebileceği bir plan yapmayı ihmal etti. Yakın dönem ardıllarından hiçbirinin özellikli askerî veya politik yeteneği yoktu ve imparatorluğun idaresi gittikçe kamu hizmeti sisteminin eline düştü. Bizans ekonomisini canlandırma girişimleri sadece enflasyona ve değeri küçültülmüş altın para sistemine yol açtı. Ordu şimdi gereksiz bir harcama ve siyasi bir risk olarak görülüyordu. Bu yüzden yerel birliklerin görevlerine son verildi ve ordu daha çok belirli kontratlar üzerinden yürüyen yabancı paralı askerlerle dolduruldu. Aynı süreçte, imparatorluk yeni düşmanlar edindi. Güney İtalya'daki eyaletler, 11. yüzyıl başında İtalya'ya gelen Normanlar'ın tehdidi altında kaldı. Konstantinopolis ve Roma arasında 1054'teki Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması ile sonuçlanan çekişmeler sırasında Normanlar, yavaş ama emin adımlarla Bizans İtalya'sına doğru genişlemeye başlamıştı. Calabria'nın tagma merkezi olan Reggio, 1060'ta Robert Guiscard tarafından ele geçirildi ve bunu 1068'de Otranto'nun kaybı izledi. Puglia'daki ana kale olan Bari, Ağustos 1068'de kuşatıldı ve Nisan 1071'de düştü. Bizanslılar bunun yanında, 1069 itibarıyla Dalmaçya kıyılarındaki etkilerini, Hırvat kralı IV. Petar Krešimir'e () kaybetti. Bunlara karşın bütün bu felaketlerin en kötüsü Anadolu'da yaşandı: 1065 ila 1067 yıllarında Selçuk Türkleri doğu Bizans sınırları dolaylarında Ermenistan içlerine keşiflere başladı. Bu acil durum, 1068'de kendilerinden biri olan Romen Diyojen'i imparator olarak seçen Anadolu'daki askerî aristokrasiyi etkiledi. 1071 yazında Romen Diyojen, Selçuklular'ı Bizans ordusuyla yüzleştirecek devasa bir doğu seferi düzenledi. Malazgirt Savaşı'nda Bizanslılar, sürpriz bir şekilde Sultan Alp Arslan tarafından yenilgiye uğradı ve imparator esir düştü. Alp Arslan, imparatora saygıyla yaklaştı ve Bizanslılara katı yaptırımlar empoze etmedi. Konstantinopolis'te ise bir askerî darbe sonucunda Mihail Dukas başa geçti ve bu iktidar, Nikiforos Bryennios ve Nikiforos Botaneiates'ten muhalefet gördü. 1081 yılı itibarıyla Selçuklular, Anadolu'da Ermenistan'dan Bitinya'ya kadarki Anadolu platosunu görünürde ele geçirmişti ve başkentlerini Konstantinopolis'e sadece 90 km uzakta bulunan İznik'e taşımışlardı. Komninos Hanedanı ve haçlı seferleri. 1081'den 1185'e kadar süren Komninos Hanedanı'nda beş imparator (I. Aleksios, II. İoannis, I. Manuil, II. Aleksios ve I. Andronikos) hüküm sürdü ve genel olarak Bizans'ın askerî, bölgesel, ekonomik ve siyasi pozisyonu üzerine süreğen, fakat sonuç itibarıyla tamamlanmamış bir restorasyon politikası yürütüldü. Her ne kadar Selçuk Türkleri Anadolu'da imparatorluğun kalbini ele geçirmiş olsa da, Bizans'ın çabalarının büyük bir kısmı bu dönemde Normanlar başta olmak üzere batı güçlerine yönelikti. Komninos altındaki imparatorluk, I. Aleksios'un da sebep olduğu Kutsal Topraklar'a yönelik Haçlı Seferleri tarihinde anahtar rol üstlendi. Bu süreçte özellikle İoannis ve Manuil dönemlerinde Avrupa'da, Yakın Doğu'da ve Akdeniz havzasında kültürel ve siyasi bakından büyük bir nüfuz gücü kullandı. Komninos döneminde, Bizans ile Haçlı devletlerinin de dahil olduğu "Latin" Batı arasındaki iletişim oldukça ilerledi. Venedikli ve diğer İtalyan tüccarlar büyük miktardaki nüfuslarıyla Konstantinopolis başta olmak üzere ülkeye yerleşti (sadece 300 ila 400 binlik Konstantinopolis'te 60.000 Latin yaşıyordu) ve buna ek olarak I. Manuil tarafından yerleştirilen çok sayıda Latin paralı askerin nüfusa dahil oluşu, Bizans teknoloji, sanat, edebiyat ve kültürünün Latin Batı'ya sızmasına ve aynı şekilde Batı fikirlerinin imparatorluk içinde kendine yer bulmasına yol açtı. Zenginlik ve kültürel hayat göz önüne alındığında Komninos döneminin Bizans tarihindeki tepe noktalarından biri olduğu söylenebilir. Bu dönemde Konstantinopolis'in, Hristiyan dünyasında boyut, zenginlik ve kültür bakımından lider bir şehir olarak kaldığı görülebilir. Bu sıralarda Antik Yunan felsefesine ve geleneksel Yunan edebiyatına dönük ilginin yeniden canlandığı görülebilir. Bizans sanatı ve edebiyatı Avrupa'da üstün bir yere sahip oldu ve bu etki oldukça uzun süreliydi. I. Aleksios ve Birinci Haçlı Seferi. Malazgirt sonrasında Komninos Hanedanı'nın çalışmaları sayesinde Komninos Restorasyonu da denilen kısmi bir toparlanma gözlemlendi. İlk Komninos hükümdarı I. İsaakios (1057–1059) idi. Bundan hemen sonra başlayan Dukas Hanedanı'nı (1059–81) izleyen süreçte I. Aleksios 1081'de başa geçerek Komninos'ların tekrar güç kazanmasına yol açtı. Tahta çıkışının başlangıcından itibaren Aleksios, Robert Guiscard ve oğlu Boemondo önderliğindeki Normanlar tarafından haşmetli saldırılara maruz kaldı: Dirrahium ve Korfu elden çıktı, Teselya'daki Larisa kuşatıldı. Robert Guiscard'ın 1085'te ölümü Norman sorununu bir süre yatıştırdı. Bir sonraki sene Selçuk sultanı da ölünce sultanlık iç rekabet nedeniyle parçalandı. Aleksios kendi çabalarıyla, 28 Nisan 1091'deki Levounion Muharebesi'nde sürpriz saldırı yaptığı Peçenekler'i ağır yenilgiye uğrattı. Batı'da istikrar sağlayan Aleksios, ekonomik sorunlara ve imparatorluğun geleneksel savunmasının bölünmesine eğilmek için zaman buldu. Buna rağmen, Selçukluların üzerine yürüyüp kayıp toprakları geri kazanacak insan gücüne sahip değildi. 1095'teki Piacenza Konsili'nde Aleksios'un elçileri Papa II. Urbanus'a Doğu Hristiyanlarının zulüm altında olduğunu söyleyerek, Batı'nın yardımı olmadan Hristiyanların Müslüman yönetimi altında zulüm görmeye devam edeceklerinin altını çizdi. Urbanus'a göre Aleksios'un bu talebi Batı Avrupa'yı güçlendirmek ve Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesini kendi boyunduruğu altında birleştirmek için iyi bir fısattı. 27 Kasım 1095'te Papa II. Urbanus, Clermont Konsili'ni topladı ve katılımcıları Haç sembolü altında birleşerek askerî bir hac görünümünde Kudüs'ü ve Doğu'yu Müslümanların elinden tekrar almaya çağırdı. Batı Avrupa'nın bu çağrıya yanıtı ezici bir "evet"ti. Aleksios Batı'dan paralı asker yoluyla yardım bekliyordu ve kısa süre sonra Bizans topraklarında beliren tamamen hazırlıksız, disiplinsiz ve kalabalık orduya hazır değildi. Gelen ordunun sekiz liderinden dördünün (hatta biri Boemondo) Norman olması Aleksios için iyi bir haber değildi. Yine de Haçlılar Konstantinopolis'ten geçmek zorunda olduğundan, imparatorun olaylar üzerinde belli oranda kontrolü vardı. İmparator, liderlerden Kutsal Topraklar'a giderken karşılarına çıkan bütün şehirleri Türkler'den alarak Bizans'a geri vermesi konusunda ant içmeyi şart koştu. Buna karşılık o da bu orduya rehber ve askerî refakat yardımı yaptı. Aleksios birçok önemli şehri, adayı ve Anadolu'nun batısını geri almayı başardı. Buna karşın, Katolik/Latin haçlılar Aleksios'un Antakya Kuşatması'nda kendilerine verdiği sözü tutmadığına inanıyordu (aslında imparator Antakya'ya doğru yola koyulmuştu fakat Blois Kontu Stephen tarafından, seferin çoktan başarısız olduğu iddia edilerek geri dönmeye ikna edilmişti). Kendisini Antakya Prensi olarak ilan eden Boemondo, Bizanslılarla doğrudan savaşa girdi ama sonunda 1108'deki Devol Antlaşması'yla Aleksios'un vasalı olmayı kabul etti ve böylece bu imparator dönemindeki Norman tehlikesi sona erdi. II. İoannis, I. Manuil ve İkinci Haçlı Seferi. Aleksios'un oğlu II. İoannis, 1118'de görevi devralarak 1143'e kadar hüküm sürdü. İoannis dindar ve kararlı bir imparatordu ve yarım asır önceki Malazgirt'ten aldığı darbeyi tersine çevirmek konusunda kararlıydı. Dinî yönüyle bilinen İoannis'in dönemi, gözle görülür biçimde ılıman ve adildi ve hatta gaddarlığın norm olduğu bir dönemde istisnai etik bir yönetici örneği gösterdi. Bu sebepten ötürü sıklıkla Bizans'ın Marcus Aurelius'u olarak adlandırıldı. Yirmi beş yıllık hükümdarlığı boyunca İoannis, Batı'da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile ittifaklar kurarak Beroia Muharebesi'nde Peçenekler'i ağır bir yenilgiye uğrattı. 1120'lerde Macar ve Sırp tehlikelerini saf dışı bıraktı ve 1130'da Cermen imparatoru III. Lothar ile Norman kralı II. Rugerro'ya karşı itttifak kurdu. Tahtta olduğu son dönemlerde Doğu'ya odaklandı ve kişisel olarak Anadolu'da Türkler üzerine seferler yönetti. Seferleri sonucu Doğu'da güç dengeleri uzun süreliğine değişti ve savunma durumuna geçen Türkler'den birçok şehir, kale, kasaba geri alındı. Melitene'deki Danişmentliler Devleti'ne son vererek Kilikya'yı geri aldı ve üzerine Antakya Prensi Antakyalı Raymond'u Bizans hükümdarlığını tanımaya zorladı. İoannis, Hristiyan dünyasındaki önderliğini kanıtlama çabasıyla Haçlı devletleriyle beraber birleşik ittifakla Kutsal Topraklar'a yürüdü. Seferin büyük coşkusuna karşın bazı Haçlıların ihaneti yüzünden imparatorluğun umutları suya düştü. 1142'de, Antakya'daki hak iddiası için bu şehre giden İoannis, 1143 baharında bir av kazası sonucu öldü. Raymond, hemen sonra Kilikya'yı ele geçirmeye cesaretlendiyse de, yenilerek imparatordan özür dilemek için Konstantinopolis'e gitmek zorunda kaldı. Yanni'nin kendi seçtiği varisi dördüncü oğlu I. Manuil, doğuda ve batıda komşulara agresif seferler düzenledi. Manuil, Filistin'de Haçlı Kudüs Krallığı ile anlaşarak Fatımi egemenliği altındaki Mısır üzerine büyük bir donanma gönderdi. Manuil, Antakya Prensi Renaud de Châtillon ve Kudüs Kralı I. Amalrik ile anlaşarak, yani Antakya ile Kudüs'ü egemenlik altına alarak Haçlı devletleri arasında amir pozisyonunu güçlendirdi. 1155'te Güney İtalya limanlarını ele geçirmek için gönderdiği sefer, koalisyon içinde çıkan tartışmalar nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Buna rağmen, Bizans güçleri 1167'de Sirmium Muharebesi'nin ardından Macaristan Krallığı'nın güney topraklarını başarılı bir şekilde ele geçirdi. 1168 itibarıyla neredeyse bütün Doğu Adriyatik kıyıları Manuil'in elindeydi. Manuil, Papa ve Batılı Hristiyan krallıklarla bazı anlaşmalar yaptı ve İkinci Haçlı Seferi sırasında orduların ülke topraklarından geçişi başarıyla kontrol altında tutuldu. Bunlara rağmen Manuil, 1176'da Türklerle yaptığı Miryokefalon Muharebesi'nde ağır bir yenilgiye uğradı. Ancak ülke kısa sürede toparlandı ve Manuil'in güçleri ertesi sene "seçilmiş Türkler"e karşı bir zafer elde etti. Bizans komutanı İoannis Vatacis'in Türk istilacı güçlerini yok ettiği Hyelion-Leimocheir Muharebesi'nde birliklerin sadece başkentten gelmiyor oluşu ve yol üzerindeki yerleşimlerden de asker toplamaları, Bizans ordusunun hâlen güçlü olduğunun ve Anadolu'da yürüttüğü savunmacı politikalarının hâlen başarılı olduğunun ipuçlarını verir. 12. yüzyıl Rönesansı. İoannis ve Manuil aktif askerî politikalar izledi ve her ikisi de kuşatmalar ile şehir savunmaları için büyük kaynaklar ayırdı; agresif tahkimat çalışmaları, her ikisinin de temel askerî planının kalbini oluşturuyordu. Miryokefalon'daki yenilgiye rağmen Aleksios, İoannis ve Manuil'in izlediği politikalar, büyük toprak kazanımları, Anadolu ve Avrupa'da sınır güvenliği gibi önemli getirilere yol açtı. Yaklaşık 1081 ila 1180 arasında Komninos ordusu imparatorluğunun güvenliğini sağlayınca, Bizans medeniyetinin zenginleşmesine yol açıldı. Tüm bu gelişmeler, yüzyılın sonlarına kadar imparatorluğun Batı eyaletlerinde ekonomik bir canlanma yarattı. Bazı akademisyenlere göre, Komninos dönemi, 7. yüzyıldaki Pers saldırılarından beri Bizans'ın en zengin olduğu dönemdir. 12. yüzyıl süresince, nüfus arttı ve geniş topraklar tarıma açıldı. Arkeolojik buluntular, bu dönemde hem Avrupa'da hem de Anadolu'daki yerleşimlerin genişlediğine ve yeni yerleşimlerin sayısında hızlı bir artış olduğuna işaret eder. Ticari etkinliklerde de kayda değer ilerlemeler görüldü. Venedikliler, Cenevizliler ve diğerleri Ege limanlarını ticarete açtı; Haçlı devletlerinden ve Fatımi Mısır'dan Konstantinopolis'e mal girişleri oldu. Sanatta, mozaik sanatının yeniden canlandığı, yerel mimarlık okullarının farklı kültürel kaynaklardan ilham alan özgün tarzlar geliştirdiği görülür. 12. yüzyıl boyunca Bizanslılar erken hümanizm modelini geliştirdiler; klasik dönem yazarlarına olan ilgide bir canlanma görüldü. Selanikli Efstathios'a bakıldığında, Bizans hümanizminin en karakteristik dışavurumu görülür. Felsefede 7. yüzyıldan beri görülmemiş bir şekilde klasik öğrenim yeniden dirildi ve klasik eserler üzerine yorumların bulunduğu eserler giderek artan miktarlarda yayımlanır oldu. Buna ek olarak, Yunan bilgi birikiminin Batı'ya ilk geçişi Komninos dönemi sırasında oldu. Gerileme ve dağılma. Angelos Hanedanı. Manuil 24 Eylül 1180'de ölünce, 11 yaşındaki oğlu II. Aleksios tahta çıktı. Aleksios görevinde oldukça beceriksizdi fakat onun saltanatını asıl kötü üne kavuşturan şey annesi Antakyalı Maria ile onun Frank geçmişiydi. Sonunda I. Aleksios'un torunu olan I. Andronikos, kendinden daha genç olan bu hükümdara karşı ayaklandı ve onu şiddetli bir darbeyle tahttan indirdi. Yakışıklılığını ve ordudaki popülerliğini kullanarak, Ağustos 1182'de Konstantinopolis'e ilerledi ve Latinlerin katledilmesi için tahrikte bulundu. Potansiyel rakiplerini yok ettikten sonra, Eylül 1183'te kendini eş imparator ilan etti. Sonrasında II. Aleksios'tan kurtuldu ve onun 12 yaşındaki karısı Fransalı Agnes'i kendi karısı yaptı. Andronikos yönetime iyi başladı ve idari reformları tarihçiler tarafından olumlu karşılandı. Georgiy Ostrogorskiy'e göre, Andronikos yolsuzluğun kökünü kazımak konusunda kararlıydı: Onun döneminde makamların satışı durdu; işe alımlar yandaşlıktan ziyade yeteneğe göre yapıldı; memurlara yeterli maaşlar verilerek rüşvete olan istek azaltıldı. Eyaletlerde, Andronikos'un reformları hızlı ve göze çarpan bir kalkınma yarattı. Aristokratlar ona karşı agresif bir tutum takındı ve imparator buna karşılık gittikçe şiddete dayalı bir tutum sergilemeye başladı. Sonuç olarak karşısına çıkanları idam ettiği ve onlara şiddet uyguladığı korku ülkesinde, imparatorluğu kendi için de istikrarsız bir hale soktu. Andronikos neredeyse bütün aristokrasinin kökünden kazınmasını savunuyordu. Bu tutumu neredeyse toplu katliamlara dönüştü ve kendi rejimini desteklemek için daha acımasız yasalara başvurdu. Askerî arka planına rağmen Andronikos, İsaakios Komnenos'a, Hırvat topraklarını Macar topraklarına katan III. Béla'ya () ve Bizans'tan bağımsızlığını ilan eden Sırp Stefan Nemanja'ya () söz geçiremedi. Üstelik bu sorunlardan hiçbiri 1185'te Sicilya kralı II. Guglielmo'ın () 300 gemi ve 80.000 kişilik orduyla Bizans'ın üstüne yürümesi kadar önemli değildi. Andronikos, başkenti korumak için 100 gemilik küçük bir donanmayla seferber oldu ve bunun dışında halka da kayıtsız kaldı. Sonuçta daha öncesinde bir suikast girişiminden sağ kalan II. İsaakios, halkın yardımıyla Andronikos'u tahtından etti ve onu idam ettirdi. II. İsaakios ve özellikle erkek kardeşi III. Aleksios'un dönemleri, Bizans'ın idari ve savunma açısından merkezi işleyişinin çöküşünün görüldüğü yıllardır. Her ne kadar Normanlar Yunanistan'dan atılsa da, 1186'da Ulahlar ve Bulgarlar ayaklanarak İkinci Bulgar İmparatorluğu'nu kurdu. Angeloslar'ın iç politikası devletin hazinesinin çarçur edilmesi ve finansal kötü yönetim etrafında şekillendi. İmparatorluk otoritesi ciddi biçimde zayıfladı ve ve imparatorluğun merkezindeki güç vakumu parçalanmayı destekler hale geldi. Önceki Komninos soyundan ileri gelen bazı kimselerin 1204'ten önce Trebizond'da yarı özerk bir devlet kurma girişimlerine dair kanıtlar bulunmaktadır. Tarihçi Aleksandr Vasilyev bu süreç üzerine şunları söyledi: "Rum asıllı Angelos Hanedanı, ... çoktan dışta zayıf içte parçalanmış haliyle imparatorluğun çöküşünü hızlandırdı." Dördüncü Haçlı Seferi. 1198'de, Papa III. Innocentius, yeni bir Haçlı Seferi'ni elçiler ve genelgeler yoluyla yaydı. Bu yeni Haçlı Seferi'nin amacının amacı Mısır ve Müslümanların güç merkezinin bulunduğu Levant'ı ele geçirmek olarak belirtildi. 1202 yazında Venedik'e varan Haçlı ordusu, beklenenden küçüktü ve donanması Haçlı devletleri tarafından kiralanan Venediklilerin parasını ödeyecek kadar zengin değildi. Yaşlı ve kör olduğu halde hâlen azimli Doçe Enrico Dandolo yönetimindeki Venedik otoritesi Papa ile olası bir anlaşmazlığa sürüklendi, çünkü Venedik Mısır'a ticari açıdan oldukça yakındı. Bunun sonucunda, Haçlılar Dalmaçya'daki (Hristiyan) liman kenti Zara'yı (bu şehir önceden Venedik'in bir vasalıydı fakat 1186'da ayaklanıp Macaristan'a katılmıştı) yeniden fethetmekte Venedik'e yardım ederek ödeme yapmayı kabullendi. Kuşatmanın ardından Kasım 1202'de şehir düştü. Innocentius bir Hristiyan şehrine böylesi bir siyasi saldırının yapılmasını yasaklamaya çalıştıysa da dinlenmedi. Haçlı Seferi konusundaki planlarını riske atmaya isteksiz olan Papa, Haçlılara değilse bile Venediklilere özel şartlı af çıkardı. Champagne Kontu III. Theobald ölünce Haçlı'nın liderliği, Hohenstaufen Hanedanı'ndan Svabyalı Filip'in arkadaşı olan I. Bonifacio del Monferrato'ya geçti. Hem Bonifacio hem Filip Bizans İmparatorluğu sarayından kimselerle evliydi. Hatta görevden alınıp kör edilmiş imparator II. İsaakios'un oğlu ve Filip'in kayınbiraderi IV. Aleksios, yardım istemek ve Haçlılar ile görüşmek adına Avrupa yollarına düşmüştü. Aleksios, Bizans kilisesini Roma'dakiyle birleştirmeyi, Haçlılar'a 200.000 gümüş marka vermeyi, Mısır yolunda onlara her türlü desteği sağlamayı teklif etti. Innocentius Haçlıların ikiye bölünüp bir kolunun Konstantinopolis'e gitmeyi planladığının farkındaydı ve bu şehre herhangi bir saldırıyı yasakladı, ancak donanmaya yazdığı mektup Zara'ya ulaştığında Haçlılar çoktan yola koyulmuştu. Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması (1204). Haçlılar Konstantinopolis'e 1203 yazında vardı ve hiç gecikmeden şehre saldırarak ve şehrin büyük kısmına zarar veren bir yangın çıkararak şehri doğrudan ele geçirdiler. III. Aleksios başkentten kaçtı ve Aleksios Angelos, "IV. Aleksios" adıyla kör babası İsaakios ile beraber tahta çıkarıldı. Ancak, IV. Aleksios ve II. İsaakios verdikleri sözleri tutamayınca V. Aleksios tarafından tahttan indirildiler. Haçlılar 13 Nisan 1204'te tekrar şehri kuşatarak yeniden ele geçirdiler ve şehir üç gün boyunca mevki ve unvanlara göre bir katliama ve yağmaya maruz kaldı. Birçok paha biçilemez ikon, eser ve diğer nesneler çoğu Venedik'e gitmek üzere Batı Avrupa'ya götürüldü. Khoniates'e göre bu süreçte patrik tahtına bir hayat kadını bile oturtulmuştu. III. Innocentius bu olanları duyunca Haçlıları derhal azarladı. Ancak durum kendi kontrolünün dışındaydı ve hatta Papa'nın kendi elçileri bizzat kendi kararlarıyla Haçlılar'ın Kutsal Topraklar'a devam etme görevini iptal etmişti. Yeni bir emir verildiğinde, haçlılar ve Venedikliler anlaşmalarını hayata geçirdi: Flaman Baodouin, yeni Latin İmparatorluğu'nun başına getirildi ve Venedikli Thomas Morosini Patrik olarak seçildi. Her ne kadar liderler Bizans'ın eski toprakları üzerinde kendi isteklerine göre bir paylaşım yapsalar da, Bizans topraklarının farklı yerlerinde İznik, Trabzon ve Epir başta olmak üzere direnişler görüldü. Venedik toprak fethetmekten ziyade ticaretle daha ilgili olsa da, Konstantinopolis'in en önemli noktalarını kendi kontrolü altına aldı ve Doc "Roma İmparatorluğu'nun Bir Buçuk Çeyreğinin Lordu" unvanını kazandı. Çöküş. Sürgündeki imparatorluk. Latin haçlılar 1204'te Konstantinopolis'i yağmaladıktan sonra iki Bizans ardılı devlet ortaya çıktı: İznik İmparatorluğu ve Epir Despotluğu. Bir üçüncü devlet olan Trabzon İmparatorluğu, Aleksios tarafından yağmanın birkaç hafta öncesinde kurulmuştu. Bu üçü içerisinde sadece Epir ve İznik Konstantinopolis'i tekrar ele geçirme fırsatları elde etti. Ancak, İznik İmparatorluğu sonraki yıllarda var olmak için mücadele verdi ve 13. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Güney Anadolu'nun büyük bir kısmını kaybetmişti. 1242–43 Moğol istilalarının ardından Anadolu Selçuklu Devleti de zayıflamıştı ve ortaya çıkan irili ufaklı beylikler ile gazveler Bizans'ın Anadolu'daki gücünü iyice zayıflattı. İlerleyen dönemlerde bu beylerden birisi olan Osman Gazi beylik sınırlarını genişletecek ve beylik Konstantinopolis'i fethedecekti. Yine de Moğol istilaları Selçukluların istilalarını geçici bir süre bir nebze yatıştırdığından İznik, kuzeydeki Latinler ile savaşa odaklandı. Konstantinopolis'in yeniden alınması. Laskaris Hanedanı tarafından kurulan İznik İmparatorluğu, 1261'de Konstantinopolis'i Latinler'den aldı ve Epir'i yendi. Bu durum Bizans'ın VIII. Mihail altında kısa süreli bir yeniden canlanışına neden olduysa da, savaş yorgunu imparatorluğun çevresindeki düşmanlarla savaşacak imkânı yoktu. Latinler üzerine yaptığı seferlerin devamlılığını sağlamak adına Mihail Anadolu'dan askerlerini çekerek köylülerden çok ağır vergiler toplamaya başladı ve bu durum halkta kızgınlık yarattı. Dördüncü Haçlı Seferi'ndeki hasarları gidermek adına Konstantinopolis'te devasa inşaat projeleri görüldü. Bunların hiçbiri Anadolu'da Türk akınları altında kalan çiftçilerin yararına değildi. Anadolu'da sahip olduklarıyla yetinmek istemeyen Mihail, imparatorluğu genişletmeye çalıştıysa da sadece kısa dönemde başarılı oldu. Başkentin Latinler tarafından bir kere daha yağmalanmasının önüne geçmek adına Kilise'yi Roma'ya boyun eğmeye zorladı ki bu da geçici bir çözümdü zira köylüler Mihail'den ve Konstantinopolis'ten nefret ediyordu. II. Andronikos ve daha sonraları torunu III. Andronikos Bizans'ın görkemini yeniden canlandırmak için son hakiki girişimleri yaptı. Buna rağmen II. Andronikos'un paralı askerleri sıklıkla ters tepiyor, Katalan Bölüğü taşraya saldırıp halkın başkente olan öfkesini artırıyordu. Osmanlı'nın yükselişi ve Konstantinopolis'in düşüşü. III. Andronikos öldükten sonra patlak veren iç savaşlar durumu daha da kötüye götürdü. Altı yıl süren bir iç savaş imparatorluğu mahvetti ve Sırp hükümdar Stefan Dušan () fırsattan istifade ülkenin büyük bir kısmını istila ederek Sırp İmparatorluğu'nu kurdu. 1354'te Gelibolu'daki bir deprem kaleyi yıktı ve böylece Osmanlılar (iç savaş sırasında VI. İoannis Kantakuzinos tarafından paralı asker olarak tutulmuşlardı) Avrupa'daki ilk topraklarına kavuştu. İç savaş bittiğinde, Osmanlılar çoktan Sırpları yenerek onları vasal halinde yönetim altına almışlardı. Kosova Savaşı'nın ardından Balkanların büyük kısmı Osmanlıların egemenliğindeydi. Bizans imparatorları Batı'dan yardım istedi, fakat Papa böyle bir yardımı sadece Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Makamı'nın birleştirilmesi karşılığında yapacağını söyledi. Birleşme düşünüldü ve zaman zaman imparatorluk hükmüyle başarıldı ancak Ortodoks vatandaşlar ve ruhban sınıfı Roma'ya ve Latin Kilisesi'ne büyük kızgınlık duyuyordu. Bazı Batı birlikleri Konstantinopolis'in Hristiyan varlığını desteklemek için geldiyse de, birçok Batı hükûmdarı kendi işleriyle meşguldü ve Osmanlı Bizans topraklarının geriye kalan kısmını ele geçirmeye devam etti. Konstantinopolis bu sıralarda terk edilmiş ve yıkık dökük bir durumdaydı. Nüfus düşüşü o kadar büyüktü ki, artık birbirinden tarlalarla ayrılmış köy kümelerinden fazlası değildi. 2 Nisan 1453'te, Fatih Sultan Mehmed'in 80.000 kişilik ordusu ve çok sayıda düzensiz birlikleriyle şehri kuşattı. Sayıca oldukça az sayıdaki Hristiyan kuvvetleri (yaklaşık 7000 erkek, 2000'i yabancıydı) umutsuzca kenti son bir şans savunmaya çalışsa da, iki aylık kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453'te Konstantinopolis düştü. Şehrin surları düşünce Bizans imparatoru XI. Konstantinos, son olarak imparatorluk kılığını fırlatıp göğüs göğüse savaşmak için sokaklara inerken görüldü. Siyasî sonuçlar. Konstantinopolis düştüğünde Bizans'ın elinde kalan tek toprak, son imparatorun kardeşleri Thomas Paleologos ve Dimitrios Paleologos tarafından yönetilen Mora Despotluğu idi. Despotluk, bağımsız olarak Osmanlılara yıllık haraç ödemek şartıyla varlığını sürdürdü. Beceriksiz yönetim, haracı ödeyememe, Osmanlılara karşı ayaklanmalar gibi sebeplerden ötürü Mora da Mayıs 1460'ta II. Mehmed'in ordusuna yenik düştü. Demetrios, Osmanlılardan Mora'yı işgal edip Thomas'ı çıkarmalarını rica etmişti ancak Thomas kaçtı. Osmanlılar Mora boyunca yürüdüler ve görünüşte bütün Despotluk'u yaz sonu itibarıyla ele geçirdiler. Demetrios, Mora'nın yönetiminin kendine kalacağını düşündü ancak yarımada tamamen Osmanlılar'a kaldı. Birkaç anlaşmazlık daha bir süre devam etti. Monemvasia adası teslim olmayı reddetti ve ilk dönemlerde kısa süre Aragonlu bir korsan tarafından yönetildi. Ada sakinleri bu korsanı kovunca Thomas'ın rızasını alarak 1460 yılı bitmeden Papa'nın koruması altına alınmayı kabul ettiler. Mora'nın güney ucundaki Mani Yarımadası yerel kabilelerin zayıf bir koalisyonu altında direnmeye devam etti ve bir süre sonra Venedikliler tarafından ilhak edildi. Direnişlerin sonuncusu Mora'nın kuzeybatısındaki Salmeniko'da yaşandı. Greças Paleologos buradaki Salmeniko Kalesi'nde askerî komutanlık yaptı. Kasaba bir süre sonra teslim olsa da, Graitzas, garnizonu ve bazı kasabalılarla beraber Temmuz 1461'e kadar kalede yaşadı ve bu tarihten sonra Venedik topraklarına göçtü. Konstantinopolis'in 1204'te Latinler tarafından ele geçirilmesinden hemen önce bağımsızlığını ilan eden Trabzon İmparatorluğu, Bizans'tan arta kalan son fiili devlet oldu. İmparator David'in Batı'dan Osmanlı'ya karşı yardım istemesi iki devlet arasında 1461 yazında bir savaşa neden oldu. Bir aylık kuşatmadan sonra 14 Ağustos 1461'de David teslim oldu ve Trabzon Osmanlı'ya geçti. Trabzon İmparatorluğu'nun Kırım eyaleti olan Theodoro Prensliği (Perateia'nın bir parçasıydı) olaydan sonra 14 yıl daha varlığını sürdürdü ve 1475'te Osmanlı'nın eline geçti. Son imparator XI. Konstantinos'un yeğeni Andreas Paleologos, Bizans İmparatoru olarak hak iddia etti. 1460'taki yenilgisine kadar Mora'da yaşamaya devam etti ve sonrasında Roma'ya kaçarak Papalık Devleti koruması altında yaşadı. Bizans imparatorluk makamı teknik olarak hiçbir zaman babadan oğula geçmediği için Andreas'ın hak iddiası Bizans yasaları altında dayanaksız da olsa doğru olabilirdi. Ancak, imparatorluk yok olmuştu ve Batılı devletler Roma Kilisesi tarafından tasdik edilmiş babadan oğula geçen iktidar sistemini kullanıyordu. Batıda yeni bir yaşam arayan Andreas, kendine "Imperator Constantinopolitanus" ("Konstantinopolis İmparatoru") unvanını taktı ve kendinin ardılı olma haklarını VIII. Charles ile beraber Katolik Krallara sattı. Ancak, kimsenin Andreas'ın ölümünden sonra bu unvanla ilgili bir teşebbüsü olmadı. XI. Konstantinos herhangi bir varisi olmadan öldü; eğer Konstantinopolis düşmeseydi tahta kendinden sonra muhtemelen ölmüş ağabeyinin oğulları çıkacaktı fakat şehir düşünce bu yeğenleri II. Mehmed tarafından saray hizmetine alındı. Büyük yeğen Has Murad adını aldı ve Sultan Mehmed'in favorisi olarak Balkan Beylerbeyi olarak görev yaptı. Küçük yeğen Mesih Paşa unvanını alarak, Osmanlı donanmasına amiral ve Gelibolu Sancağı'na Sancak Beyi oldu. Sonraki dönemde, Mehmed'in oğlu II. Bayezid'in yanında iki kez sadrazamlık yaptı. II. Mehmed ve ardılları 20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu parçalanana kadar kendilerini Roma İmparatorluğu'nun vârisi olarak gördüler. Onlara göre Osmanlılar tıpkı Konstantinos'un yaptığı gibi sadece ülkenin dinî temellerini değiştirmişti. Osmanlılar, ele geçirdiği topraklarda yaşayan Doğu Romalılara (Ortodoks Hristiyanlar) Rûm demeye devam etti. Bu sırada Tuna Prenslikleri de (bu ülkelerin yöneticileri de kendilerini Doğu Roma İmparatorları'nın vârisi olarak görüyordu) Bizans asilleri de dahil Ortodoks mültecilere ev sahipliği yapıyordu. İmparator öldükten sonra Moskova Grandükü III. İvan, Doğu Ortodoksları'nın patronu olarak hak iddia etti. Andreas'ın kız kardeşi Sofya Palaiologina ile evliydi ve torunları Korkunç İvan Rusya'nın ilk çarı oldu ("tsar" veya "czar", "caesar", yani "sezar" anlamına gelir ve Slavlar geleneksel olarak Bizans imparatorlarını bu şekilde adlandırır). Onların ardılları da Moskova'nın Roma ve Konstantinopolis'in varisi olmak için uygun bir şehir olduğu fikrini destekledi. Rus İmparatorluğu'nun bu Üçüncü Roma fikri, Rus Devrimi'ne kadar var olmayı sürdürdü. Ekonomi. Bizans ekonomisi, yüzyıllar boyunca Avrupa ve Akdeniz'in en ileri ekonomilerindendi. Özellikle Avrupa, Orta Çağ sonlarına kadar Bizans'ın ekonomik gücüne erişemedi. Konstantinopolis, zaman zaman neredeyse bütün Avrasya ve Kuzey Afrika ticaret ağının ana merkeziydi ve özellikle İpek Yolu'nun batıdaki ucuna tekabül ediyordu. 6. yüzyılın ilk yarısına kadar, gerileyen Batı'ya tezat oluştururcasına Bizans ekonomisi büyüme ve istikrar içerisindeydi. Justinianus Veba Salgını ve Arap istilaları ile beraber ekonomideki durumlar kötüleşti ve bir duraklama, hatta gerileme içine girildi. İsaurya reformları ve özellikle V. Konstantinos'un repopülasyonu, bayındırlık girişimleri ve vergi ölçülendirmeleri, sınır genişliğinden bağımsız olarak 1204'e kadar sürecek bir ekonomik canlanmayı işaret etti. 10. yüzyıldan 12. yüzyılın sonuna kadar Bizans, "lüks" imajına sahipti ve ülkeyi ziyaret edenler, başkentteki zenginlik karşısında etkilenmekteydi. Dördüncü Haçlı Seferi, Bizans'ın üretimde gerilemesine ve Doğu Akdeniz'deki Batı Avrupalıların ticari üstünlüğüne yol açtı. Bu durum, Bizans için ekonomik bir felaket anlamına geliyordu. Paleologoslar, ekonomiyi yukarı çekmeye çalışsa da Bizans bir daha hiçbir zaman dış veya iç ekonomik güçleri üzerinde tam bir kontrol elde edemedi. Aşama aşama, ticari usuller ve ücret mekanizmaları üzerindeki etkisini yitirdi ve değerli madenlerin ülke dışına, bazı akademisyenlere göre bazen basılan paradan daha çok, çıkışındaki kontrolünü kaybetti. Bizans'ın ekonomisinin temelinde denizci yapılanmadan beslenen ticaret vardı. Tekstil ürünleri çok büyük ihtimalle en çok ihraç edilen mallardı; ipek kesinlikle Mısır'a gönderildiği gibi, Bulgaristan ve Batı'ya da satılıyordu. Devlet, iç ve dış ticareti sıkı bir kontrol altında tuttu ve para bastırma tekelini hiç kaybetmedi. Böylece, sağlam ve esnek para sistemini sürdürürek ticaret ihtiyaçlarına uyum sağladı. Hükûmet, özel çıkarlarının olduğu loncalar ve kuruluşlar için parametreler belirleyerek faiz oranları üzerinde resmî bir kontrol sağlamaya çalıştı. İmparator ve memurları kriz zamanlarında, başkentin ön tedarik hazırlığını garanti altına almak ve tahıl fiyatlarını aşağıda tutmak için müdahale etti. Son olarak hükûmet, sıklıkla ihtiyaç fazlasının bir kısmını vergilendirme yoluyla topladı ve devlet memurlarına maaş dağıtımı veya bayındırlık yatırımları yoluyla tekrar dolaşıma soktu. Bilim, tıp ve hukuk. Klasik antik dönem yazıları Bizans'ta her daim işlendi. Bu nedenle, Bizans bilimi her dönemde antik felsefe ve metafizik ile doğrudan bağlantılı oldu. Mühendislik alanında, Aya Sofya'nın mimarı olan Yunan matematikçi Miletli İsidoros, 530 yılı civarında Arşimet'in çalışmalarını ilk defa derleyerek bir geleneğin işaretlerini verdi. Matematikçi Leo tarafından "Bizans Rönesansı" sırasında (c. 850) kurulan matematik ve mühendislik okulu aracılığıyla da canlı tutulan bu gelenek sayesinde birçok antik kaynak günümüze ulaşabildi (bkz: Arşimet Palimpsesti). Gerçekten de, geometri ve uygulamaları (mimarlık ve savaş aletleri mühendisliği) Bizanslılar'ın bir uzmanlık alanı olarak kaldı. Arap istilalarının getirdiği karanlık dönemlerde bilimsel çalışmalar duraklasa da, ilk milenyumun bitişi öncesi "Bizans Rönesansı" olarak da bilinen süreçte, Bizanslı bilim adamları, Arap ve Perslerin bilimsel ilerleyişinde özellikle astronomi ve matematik alanında ağırlıklarını ortaya koydu. Bizanslılar ayrıca özellikle mimarlıkta (örn. pandantifli kubbe) ve savaş teknolojisinde (örn. Rum ateşi) bazı teknolojik gelişmelerin de mucididir. Bizanslılar tarafından yapılan karmaşık dişlilerden oluşan mekanik bir güneş saati cihazının ortaya çıkarılması, astronomide kullanılan ve MÖ 2. yüzyılın sonlarında icat edilen bir tür analog cihaz olan Antikythera düzeneğinin Bizans döneminde kullanıldığını göstermektedir. Her ne kadar Bizanslılar bilimin uygulanması konusunda fevkalade başarılar (özellikle Aya Sofya'nın inşası sırasında) elde etse de ve antik dönemin bilim ve geometri bilgisini korusalar da, Bizanslılar 6. yüzyıldan sonra yeni teoriler üretmek veya klasik yazarların üzerine eklemek gibi yollara başvurmadılar ve bilime pek az özgün katkıda bulundular. İmparatorluğun son yüzyılındaki Bizanslı dilbilgisi uzmanları, bizzat kişisel ve yazınsal olarak Antik Yunan dilbilgisi ve edebi çalışmalarını erken İtalyan Rönesansı'na götüren bir numaralı kişilerdir. Bu süreçte, astronomi ve diğer matematik bilimleri Trabzon'da öğretilmekteydi ve tıp bilimi hemen hemen bütün bilim adamlarının ortak ilgi alanına giriyordu. Hukuk alanında I. Justinianus'un reformlarının, içtihat biliminin evrimine net bir etkisi olduğu açıktır. Yine III. Leo'nun "Ekloga"sı Slav dünyasında yasal kuruluşların örgütlenmesini etkilemiştir. 10. yüzyılda VI. Leon bütün Bizans yasalarını Yunanca olarak kanunlaştırmayı başardı ve sonraki bütün Bizans hukukunun temelini oluşturarak günümüze kadar devam eden bir ilgi alanı yarattı. Din. Bizans İmparatorluğu bir teokrasiydi ve Tanrı'nın ülkeyi imparator aracılığıyla yönettiğine inanılıyordu. Jennifer Fretland VanVoorst bu konuda şunları söyledi: "Bizans İmparatorluğu, Hristiyanlık değerleri ve fikirlerinin ülkedeki siyasî fikirlere zemin oluşturduğu ve ülkenin siyasî hedefleriyle iç içe geçtiği bir teokrasidir." "Bizans Teokrasisi" (2004) adlı kitabında Steven Runciman şunları söyler: Diyanet işlerinde imparatorluğun rolü hiçbir zaman sabit, yasal olarak tanımlanmış bir erke dönüşmedi. Roma'nın gerileyişiyle ve diğer Doğu Patrikhaneleri'ndeki anlaşmazlık yüzünden Konstantinopolis, 6 ila 11. yüzyıllar arasında Hristiyan alemindeki en zengin ve etkili merkez olarak kaldı. İmparatorluk kendinin bir gölgesi olacak kadar küçüldüğü zamanlarda bile, kilise ülkenin içinde ve dışındaki önemli etkisini sürdürdü. Georgiy Ostrogorskiy bu konuda şunları demiştir: Konstantinopolis Patrikhanesi, Bizans'a ait Anadolu ve Balkanlar'da, ek olarak ülke dışındaki Kafkaslar'da, Rusya'da ve Litvanya'da kendi astı olan metropolitan makamları ve başpiskoposlukları sayesinde Ortodoks dünyasının merkezi olarak kaldı. Kilise, Bizans İmparatorluğu'ndaki en sabit bileşen olarak varlığını sürdürdü. Devletin resmî Hristiyanlık doktrini İlk yedi ekümenik konsil sayesinde belirlenirdi ve bundan sonra bunu halka empoze etme görevi imparatora verilirdi. Daha sonraları "Codex Justinianus" ile birleştirilen 388 çıkışlı bir imparatorluk kararnamesi, ülke halkının "Katolik Hristiyan adını üstlenmesi" ve yasalara uymayan, "kafir inanışlar"ı takip eden insanların "deli ve aptal insanlar" olarak kabul edilmesini öne sürer. İmparatorluk emirlerine ve daha sonraları Doğu Ortodoks Kilisesi/Doğu Hristiyanlığı olarak bilinen devlet kilisesinin zorlayıcı duruşuna rağmen, kilise Bizans'taki bütün Hristiyanları temsil eden bir duruşa erişemedi. Mango'ya göre, imparatorluğun erken dönemlerinde "deli ve aptal insanlar" ile kilise tarafından "kafir" olarak gösterilenler nüfusun çoğunluğuydu. Bunun yanında 6. yüzyılın sonuna kadar var olan paganlar ve Yahudiler'e ek olarak halk -hatta imparatorlar- arasında Nasturilik, Monofizitizm, Aryanizm ve Pavlusçuluk gibi Ortodoks Kilisesi'nin duruşuna karşı belli duruşlarıyla bilinen farklı Hristiyan doktrinlerini takip edenler oldu. III. Leo imparatorluk çapındaki ikonların yıkımını emrettiği zaman, Hristiyanlar arasında bir diğer ayrışma da başlamış oldu. Bu durum, büyük bir dinî krize yol açtı ve ancak 9. yüzyılda ikonlar restore edildiğinde yatıştı. Aynı süreç içerisinde genel olarak Slav kökenli halklar arasında paganizm yayıldı. Bu topluluklar Hrıstiyanlaştırıldığında, özellikle imparatorluğun sonlarına doğru, Doğu Ortodoks Kilisesi Hristiyanların çoğunu ve genel olarak imparatorluğun içinde kalan halkların çoğunu temsil ediyordu. Yahudiler, Bizans varlığı boyunca önemli bir azınlık olarak kaldılar ve Roma yasasına göre yasal olarak tanınan dinî grup statüsü altında kaldılar. Bizans'ın erken döneminde genellikle hoş görüldülerse de, sonraları zaman zaman gerilimli ve zulüm dolu zamanlar yaşandı. Her halükarda, Arap istilaları sonrasında çoğu Yahudi topluluğu kendini imparatorluk dışında buldu ve Bizans içinde kalan Yahudiler özellikle 10. yüzyıl sonrası itibarıyla göreceli bir barış ortamında yaşadılar. Gürcü manastırları ilk defa 9. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla Konstantinopolis ve kuzeybatı Anadolu'daki Olimpos Dağı'nda görüldü. Bu süreçten sonra Gürcüler imparatorluk içerisinde gittikçe daha önemli roller almaya başladı. Sanat ve edebiyat. Bugüne kalmış Bizans sanatı, genel olarak din temalıdır ve birkaç dönemsel istisna dışında fazlaca gelenekselleştirilmiştir. Fresk boyamaları, ahşap paneller üzerine tezhip ve özellikle erken dönemlerde mozaik ana sanat eserleridir. Bunun yanında küçük parçalardan ibaret oyulmuş fildişi heykelcikler dışında figüratif heykel sanatı oldukça nadirdir. El yazması boyamacılığı sayesinde büyük ölçekte pek gözlenmeyen eski klasik gerçekçi sanat geleneği, sonraki çağlara korunarak ulaşmış oldu. Bizans sanatı oldukça prestjiliydi ve Batı Avrupa'da aranan bir sanattı. Burada neredeyse çağın sonuna kadar Orta Çağ sanatını etkilemeyi sürdürdü. Özellikle İtalya'da, Bizans tarzları 12. yüzyıla kadar modifiye edilmiş biçimleriyle kalmaya devam etti ve sonraki İtalyan Rönesansı sanatına formel ilham kaynağı oluşturdu. Buna karşılık, dışarıdan gelen çok az sanat akımı Bizans stili üzerinde bir etki bırakabildi. Doğu Ortodoks Kilisesi'nin genişlemesiyle beraber, Bizans biçimleri ve tarzları Ortodoks dünyasına ve hatta daha da ötesine yayılmayı başardı. Özellikle dinî binalardaki Bizans mimarisi etkisi, Mısır ve Arabistan'dan Rusya ve Romanya gibi farklı coğrafyalara kadar görülmektedir. Bizans edebiyatında dört farklı kültürel bileşen gözlemlenir: Yunan, Hristiyan, Roma ve Oryantal. Bizans edebiyatı sıklıkla beş grupta kategorilendirilir. Bunlardan üçünü tarihçiler ve analistler, ansiklopedi yazarları (Patrik Fotios, Mihail Psellos ve Mihail Honiatis Bizans'ın en büyük ansiklopedi yazarları olarak gösterilir) ve denemeciler ile din-dışı şairler doldururken geriye kalan iki grupta yeni edebi tarzlar yer alır: dinî-teolojik edebiyat ve popüler şiir. Buna ek olarak Bizans'ın tek epik destanı "Digenis Akritis"tir. Günümüze ulaşan iki ila üç bin ciltlik Bizans edebiyatı mirasından sadece üç yüz otuzu din-dışı şiir, tarih, bilim ve sahte-bilim üzerinedir. Her ne kadar din-dışı edebiyat 9 ila 12. yüzyıllar arasında gelişme gösterse de, Besteci Romanos'un en belirgin temsilcilerinden olduğu dinî edebiyat (vaazler, litürji kitapları ve şiiri, teoloji, ibadet tezleri vb.) çok daha önce şekillenmişti. Müzik. Yunanca metinler üzerine seremoni, festival veya kilise müziği amacıyla bestelenen dinî Bizans müzik formları en bilinen formlardır. Kilise ilahileri, müziğin en temel parçasını oluşturmaktaydı. Yunan ve yabancı tarihçiler, genel olarak Bizans müziğinin Antik Yunan ton sistemiyle yakından alakalı olduğu üzerinde hemfikirdir. Bizans müziği, bilinen müziğin en eski türü olmayı sürdürmektedir. Öyle ki performans usulleri, (5. yüzyıldan sonra yükselen doğruluk oranıyla) besteci isimleri ve hatta bazen müzik eseri hakkındaki açıklamalar bilinmektedir. 9. yüzyılda yaşayan Pers coğrafyacı İbn Hurdâzbih, müzik enstrümanlarının sözlüksel irdelemesinde, "lir"e (lūrā) ek olarak "urghun" (org), "shilyani" (muhtemelen arp veya lirin bir başka formu) ve "salandj" (muhtemelen bir tür tulum) gibi aletleri Bizans'a ait tipik enstrümanlar olarak gösterir. Bunlardan ilki olan yaylı Bizans liri, daha sonraları "lira da braccio" adıyla Venedik'te göründü ve birçok kişi tarafından yine aynı şehirde gelişip farklılaşan kemanın atası olarak gösterilmektedir. Yaylı "lira", hâlen eskiden Bizans'a dahil olan topraklarda çalınmaktadır: Yunanistan'da Politiki lyra (Türkçe: "Şehir lirası" yani Konstantinopolis), Güney İtalya'da Calabria lirası ve Dalmaçya'da Lijerica olarak bilinmektedir. İkinci müzik aleti olan org, Helenistik dönemden kalmadır (bkz: Hydraulis) ve yarışlar sırasında Hipodrom'da çalınmıştır. "Büyük kurşun borular"ı olan bir org, imparator V. Konstantinos tarafından 757 yılında Frank kralı Kısa Pepin'e gönderildi. Pepin'in oğlu Şarlman da 812 yılında Aachen'deki şapeli için benzer bir org talep ederek Batı kilise müziğinin ilk tohumlarını atmış oldu. Sonuncu müzik aleti olan tulum "dankiyo" (Antik Yunanca'dan: angion (Τὸ ἀγγεῖον) "konteyner"), Roma döneminde dahi çalınmaktaydı. Dio Chrysostom'un 1. yüzyılda yazdığı yazılarında, dönemininde bir hükümdarın (muhtemelen Neron), kavalı (Yunan kamış kavalına benzeyen tibia) hem ağzıyla hem de koltukaltına yerleştirdiği bir kese yardımıyla çalabildiği geçmektedir. Tulum, imparatorluk zamanlarından günümüze aynı topraklarda çalınmaya devam etti. (Bkz: Balkanlar'da gayda, Yunanistan'da tsampuna, Pontus'ta tulum, Girit'te askomandura, Ermenistan'da parkapzuk ve Romanya'da cimpoi.) Mutfak. Bizans kültürü, ilk dönemlerinde Greko-Romen'in son dönemleriyle aynıydı, ancak imparatorluğun var olduğu sonraki bin yıl boyunca yavaş yavaş günümüz Balkanlar ve Anadolusu'nun kültürüne benzer bir yola evrildi. Mutfak, Greko-Romen balık sosu çeşnisi garosa dayansa da, günümüz mutfağından aşina olunan tütsülenmiş et pastırma (Bizans Yunancasında "paston"), baklava (ya da o zamanki adıyla "koptoplakus" κοπτοπλακοῦς), tiropita (o zamanki adıyla "plakuntas tetiromenus" veya "tiritas plakuntas"), ve ünlü Orta Çağ tatlı şarapları (Komandarya ve bir halka ismini de veren Rumney şarabı) gibi birçok bileşene de sahipti. Çam reçinesi aromalı retsina şarabı da sıklıkla içilmekteydi ve günümüzde Yunanistan'da hâlen üretimi devam etmektedir. Cermen Kutsal Roma İmparatoru I. Otto tarafından 968'de Konstantinopolis'e büyükelçi olarak gönderilen Liutprando di Cremona, bu şarap için, günümüzde de şaraba aşina olmayan içicilerin tepkisine benzer biçimde, şunları söylemiştir: "Faciamız Yunan şarabına ekleme yapacak olursak, karasakız, reçine ve yakı gibi bizim içemediğimiz şeylerle karıştırılıyordu". Balık sosu çeşnisi garos da aynı şekilde aşina olmayan insanlar tarafından pek hoş karşılanmıyordu; Liutprando di Cremona, kendine "fazlasıyla kötü balık likörü"yle kaplanmış yemekler sunulduğunu belirtir. Bizanslılar bunun yanında çeşni olarak, mayalanmış arpadan üretilen murri adında soya sosuna benzer bir çeşni kullanıyorlardı ve bu sayede soya sosunda olduğu gibi yemeklerine umami tadı katıyorlardı. Eğlence. Bizanslılar tavli (Bizans Yunancası: τάβλη) oyununu severek oynarlardı. Oyun, günümüzde Türkiye (tavla) ve Yunanistan (tavli) ve diğer birçok Bizans ardılı ülkede hâlen oynanmaktadır. Bizans asilleri, başta günümüzde polo olarak bilinen tzykanion olmak üzere, atçılığa meraklıydı. Oyun, erken dönemlerde Sasani İranı'ndan gelmişti ve II. Theodosius () tarafından bir Tzykanisterion (oyun için özel stadyum) Büyük Konstantinopolis Sarayı'nın içine inşa edilmişti. İmparator I. Basileios () bu sporda epey ustaydı; İmparator Aleksandros () oyunu oynarken çok yorulduğu için öldü, İmparator I. Aleksios () oyunu Tatikios ile oynarken yaralandı, I.İoannis () ise oyun sırasında aldığı ölümcül bir yara yüzünden öldü. Konstantinopolis ve Trabzon dışında, Sparta, Efes ve Atina gibi şehirlerde de "tzykanisteria"ya rastlanması, gelişen kentsel aristokrasi hakkında bir ipucu verir. Oyun, özellikle oyuna karşı bir ilgi geliştiren Batı yanlısı imparator I. Manuil zamanında haçlı seferleri yoluyla Batı'ya ulaştı. Yönetim ve bürokrasi. Bizans devletinde imparator tek ve mutlak yöneticiydi ve gücünü ilahi kaynaklardan aldığı kabul ediliyordu. Senato gerçek bir politik ve yasa koyucu otoriteye sahip değildi fakat itibari unvanları olan onursal bir konsil şeklinde varlığını sürdürdü. 8. yüzyıl sonunda, başkentteki gücün saraya dönük birleştirilmesine odaklı bir kamu idaresi oluşturuldu ("sakellarios" makamının önem kazanması bu değişiklikle ilgilidir). En önemli idari reform, muhtemelen 7. yüzyıl ortalarında başlayan, thema sisteminin gelişiydi ve bu sistemde her bir bölümlenmenin askerî ve kamusal yönetimini "strategos" adı verilen kimseler üstleniyordu. "Bizans" ve "Bizantinizm" terimlerinin alçaltıcı terimler olarak kullanılışına rağmen, Bizans bürokrasisi imparatorluğun kendi durumuna göre kendini şekillendirebilen özel bir yeteneğe sahipti. Unvana ve kıdeme dayalı özenli sistem, saraya prestij ve etki bahşetti. Memurlar, imparatorun etrafında sıkı bir düzenle düzenlenmişti ve mevkileri için imparatorluk iradesine sıkıca bağlıydı. Bunun yanında gerçek idari meslekler de vardı ancak otorite memurlardan ziyade bireylere de devredilebiliyordu. 8 ve 9. yüzyılda kamu hizmeti, aristoktratik statüye en engelsiz yolu oluşturmuştu ancak 9. yüzyıldan sonra kamu aristokrasisi soyluluk aristokrasisi ile rekabete girdi. Bazı Bizans hükûmet çalışmalarına göre, 11. yüzyıl siyaseti baskın olarak kamu ve askerî aristokrasi arasındaki rekabet üzerinden şekilleniyordu. Bu süreçte, I. Aleksios bazı önemli idari reformlar yaparak yeni saray makamları ile memurlarını tanıttı. Diplomasi. Roma düştükten sonra imparatorluk için en büyük zorluklardan birisi kendi içinde ve kendi komşularıyla bir ilişki düzeni kurabilmekti. Bu milletler resmî politik kuruluşlar oluşturmaya giriştiklerinde, düzenlerini sıklıkla Konstantinopolis üzerinden kalıpladılar. Bizans diplomasisi kısa süre içinde komşularını uluslararası ve devletler-arası ilişkiler ağına çekmeyi başardı. Bu ağ, antlaşma yapımı etrafında şekillendi ve yeni hükümdarları krallar ailesine kabul etmeyi; Bizans toplumsal tutumlarını, değerlerini ve kuruluşlarını özümseyişi içeriyordu. Klasik yazarların savaş ve barış arasındaki etik ve yasal ayrımları verme eğilimlerine karşılık, Bizanslılar, diplomasiyi savaşın başka bir yolu olarak gördü. Örneğin, bir Bulgar tehdidi, Kiev Rusları'na para vererek bastırılabiliyordu. Diplomasi, o dönemde saf politik işlevinin üstünde, istihbarat toplama işlevine ağırlık veriyordu. Konstantinopolis'te bulunan Barbarlar Bürosu, protokol ve "barbarlar" ile ilgili kayıtları toplama işleriyle ilgileniyordu ve belki de bu şekilde kendi başına basit bir istihbarat işlevi üstleniyordu. John B. Bury'ye göre, bu ofis Konstantinopolis'i ziyaret eden tüm yabancıları denetleme görevini yüklenmişti ve Logothetis tu dromu gözetimi altındaydı. Görünürde bir protokol ofisi olsa da – yani asıl görevi yabancı elçilerle yeterince ilgilenildiğini teminat altına almak, bakımları için yeterli devlet fonu bulunup bulunmadığını kontrol etmek ve resmî çevirmenleri bulundurmak – muhtemelen kendi çapında bir güvenlik vasfı da taşıyordu. Bizanslılar birtakım diplomatik uygulamalarla kendilerine yarar sağladı. Örneğin, başkentteki büyükelçilikler yıllarca var olmaya devam ederdi. Diğer kraliyet müesseselerinden bir üyenin de rutin olarak Konstantinopolis'te kalması beklenirdi. Böylece sadece potansiyel bir rehine değil, siyaset ilişkileri üzerine bir piyon da kazanılmış oluyordu. Diğer bir önemli uygulama, ziyaretçileri şatafatlı teşhirlerle etkilemekti. Dimitri Obolenski'ye göre, Avrupa'da antik medeniyetin korunmasının nedeni, Bizans diplomasisinin yeteneği ve kaynaklılığıydı ki bu, Bizans'ın Avrupa tarihine çok uzun süren katkılarından birisi oldu. Bayrak ve işaretler. Bizans İmparatorluğu, tarihinin çoğunda, Batı Avrupa'da bilinen şekliyle armacılığı bilmiyor ve kullanmıyordu. Haç veya "labarum" gibi motifler içeren çeşitli amblemler (, "sēmeia"; tekil σημείον, "sēmeion") resmî durumlarda ve askerî amaçlarla, sancak veya zırhlar üzerinde kullanılırdı. Haç kullanımı, İsa, Meryem ve çeşitli azizlerin resimleri, memurların mühürlerinde kendine yer buldu fakat bunlar aile amblemlerinden ziyade kişiseldi. Kadınlar. Bizans İmparatorluğu'ndaki kadınların konumu, esas olarak, bazı hak ve geleneklerin kaybedilmesi ve değiştirilmesiyle, diğerlerinin kalmasına izin verilmesiyle, Hristiyanlığın gelişiyle dönüşen eski Roma'daki kadınların konumunu temsil eder. Eğitim başarılarıyla ünlü Bizans kadınları vardı. Bununla birlikte, kadınların eğitimiyle ilgili genel görüş, bir kızın ev işlerini öğrenmesinin ve Hristiyan azizlerin hayatlarını incelemesinin ve mezmurları ezberlemesinin ve İncil yazılarını çalışabilmesi için okumayı öğrenmesinin yeterli olduğuydu. Kadınlarda okuryazarlık, kötülüğe teşvik edebileceğine inanıldığı için bazen caydırılıyordu. Roma'nın boşanma hakkı, Hristiyanlığın gelişinden sonra kademeli olarak silindi ve yerini yasal ayırma ve feshetme aldı. Evlilik, bir kadın için ideal durum olarak görülüyordu ve yalnızca manastır yaşamı meşru bir alternatif olarak görülüyordu. Evlilikte cinsel aktivite sadece bir üreme aracı olarak görülüyordu. Kadınların mahkeme huzuruna çıkma hakkı vardı, ancak tanıklığı bir erkeğinkiyle eşit görülmedi ve bir erkeğinkiyle karşılaştırıldığında cinsiyeti temel alınarak çelişebilirdi. 6. yüzyıldan itibaren, kadınların peçe takmalarını ve yalnızca kiliseye giderken toplum içinde görünmelerini dikte eden, büyüyen bir cinsiyet ayrımcılığı ideali vardı ve ideal hiçbir zaman tam olarak uygulanmasa da toplumu etkiledi. İmparator I. Justinianus'un kanunları, bir erkeğin karısını izinsiz olarak tiyatro veya hamam gibi halka açık yerlere gittiği için boşamasını yasal hale getirdi. "Konstantinopolis'te üst sınıf kadınların özel bir kadın bölümünde ( gynaikonitis") kalmaları giderek daha fazla bekleniyordu, ve 8. yüzyılda evli olmayan kızların akraba olmayan erkeklerle tanışması kabul edilemez olarak tanımlandı. İmparatorluk kadınları ve leydileri, erkeklerle birlikte toplum içine çıkarken, imparatorluk sarayındaki kadınlar ve erkekler, 12. yüzyılda Komninos hanedanının yükselişine kadar kraliyet ziyafetlerine ayrı ayrı katılırlardı. Doğu Romalı kadınlar, Romalı kadının mülklerini miras alma, sahip olma ve yönetme hakkını elinde tuttu ve sözleşmeler imzaladı; bu haklar, her iki evli kadını da kapsadığı için, Orta Çağ Katolik Batı Avrupa'sındaki evli kadınların haklarından çok daha üstündü. Kadınların yasal olarak kendi paralarını idare etme hakkı, zengin kadınların iş yapmasına olanak sağladı, ancak aktif olarak geçimlerini sağlamak için bir meslek bulmak zorunda olan kadınlar normalde ev işlerinde veya gıda veya tekstil endüstrisi gibi ev içi alanlarda çalışıyorlardı. Kadınlar, devlet desteğiyle hastanelerde ve hamamlarda tıp doktoru ve kadın hastaların ve ziyaretçilerin refakatçisi olarak çalışabilirler. Hristiyanlığın ortaya çıkışından sonra, kadınlar artık rahibe olamıyordu, ancak kadınların kızlar için okul, tımarhane, yoksul evleri, hastaneler, hapishaneler ve kadınlar için huzurevleri işlevi gören manastırlar kurması ve yönetmesi yaygın hale geldi. Bizanslı kadınlar, meslekten olmayan kız kardeşler ve diyakozlar olarak sosyal hizmet uyguladılar. Dil. İmparatorluk makamı, yönetim ve askerî yapılanmadan farklı olarak, Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden önce dahi, doğu Roma eyaletleri ağırlıklı olarak Yunanca konuşuyordu ve Latince gelmeden yüzyıllar öncesinde de Yunancanın hakimiyeti devam ediyordu. Roma'nın doğuyu fethetmesinin ardından 'Pax Romana' adın verilen kaynaştırıcı siyasi uygulamalar ve kamu altyapısı, Yunancanın doğuda yayılıp kemikleşmesini kolaylaştırdı. Gerçekten de, Roma İmparatorluğu'nun erken dönemlerinde Yunanca zaten çoktan Kilise'nin, eğitimin ve sanatın dili olmuştu ve geniş çapta eyaletler arası, hatta milletler arası ticarette "lingua franca" konumuna erişmişti. Yunanca bir süre konuşma dili Koini Yunancası (sonraları Demotik Yunanca'ya evrildi) ve daha eski bir yazılı form, Diglossia halinde beraber varlığını sürdürdü ve sonunda Koini hem konuşma hem de yazılı biçimde bu ikililikten sıyrıldı ve genelgeçer hal aldı. Latincenin etkisi gittikçe erise de devlet dili olarak kullanımı devam etmiş, Theodosius'un hükümdarlığı döneminde Grekçenin kullanımı iyice artmış, 7. yüzyılda Herakleios'un devletin resmî dilini Grekçe yapmasıyla birlikte de Latincenin etkisi iyice azalmaya başlamıştır. Bilimsel olarak Latince hızla eğitimli kesim arasındaki popülerliğini kaybetti fakat imparatorluk kültüründe yer ettiği seremoni işlevini bir süre daha devam ettirdi. Ek olarak, özellikle Dalmaçya'da ve günümüz Romanya'sı çevresinde Halk Latincesi, imparatorluğun azınlık dili olarak konuşulmaya devam etti. Çok uluslu yapıda olan imparatorlukta birçok farklı dil var oldu ve kimi zamanlarda bu dillere sınırlı resmî statü verildi. Kayda değer bir örnek olarak, Orta Çağ başında Süryanice uzak doğu eyaletlerde eğitimli kesim arasında çok yaygın bir dile dönüştü. Benzer şekilde Kıptîce, Ermenice ve Gürcüce kendi eyaletlerindeki eğitimli kesim arasında oldukça popüler kaldı. Bunun yanında daha sonraları Eski Kilise Slavcası, Orta Farsça ve Arapça, bu dili konuşan halklarla etkileşime girildikten sonra, bu dillerin imparatorluk ve onun etki alanı içerisinde belirli bir öneme kavuşmasına yol açtı. Bunların dışında, Akdeniz'de ve ötesinde ana ticaret yollarının merkezinde yer alan Konstantinopolis'te, bir zamanlar Çince de dahil, bütün bilinen Orta Çağ dilleri konuşuluyordu. İmparatorluk son gerilemesine girdiğinde, ülke vatandaşları daha homojen bir hale geldi ve Yunanca bu halkın kimliği ve dinî hayatıyla iç içe geçmeye başladı. Kalıt. Bizans sıklıkla mutlakiyetçilik, ortodoks ruhaniliği, oryantalizm ve ekzotizm terimleriyle özdeşleştirilegelmiştir ve "Bizans" ve "Bizantinizm" terimleri sıklıkla yıkım, karmaşık bürokrasi ve baskılama terimleri yerine deyişler olarak kullanılmıştır. Doğu Bloğu'ndan 1980'lerde ve 90'larda çıkan Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde Bizans medeniyeti ve onun bıraktığı kalıt oldukça olumsuzdu zira Bizans'ın da "Doğu otoriterliği ve otokrasisi" ile ilintili olduğu iddia ediliyordu. Doğulu ve Batılı yazarlar sıklıkla Bizans'ı dinî, siyasi ve felsefî olarak Batı'ya zıt olarak konumlandırdı. 19. yüzyıl Yunanistanı'nda bile odak noktası her daim klasik tarihleri oldu ve Bizans sıklıkla olumsuz imaları çağrıştırdı. Bizans'a dönük bu yaklaşımlar, Bizans kültürünün olumlu yanları ve kalıtına odaklanan modern çalışmalar yoluyla kısmî ya da tümcül olarak tartışıldı. Averil Cameron, Bizans'ın Orta Çağ Avrupası'nın kuruluşundaki yer ettiği rolü 'inkâr edilemez' olarak gösterirken, Cameron ve Obolenski'ye göre Bizans'ın Ortodoks Hristiyanlığı'nı şekillendiren rolü, günümüz Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Rusya, Gürcistan, Sırbistan ve diğer ülkelerin tarihinden koparılamayacak kadar büyük önem arz etmektedir. Bizanslılar bunun yanında klasik el yazmalarını koruyup kopyaladılar ve klasik bilginin günümüze ulaşmasında başat rol oynadılar. Böylece modern Avrupa medeniyetine, Rönesans hümanizmine ve Slav Ortodoks kültürüne zemin oluşturdular. Avrupa'da Orta Çağ boyunca uzun dönemde istikrarlı tek ülke olarak, Bizans, Batı Avrupa'yı Doğu'nun yeni beliren güçlerinden uzak tuttu. Sürekli saldırı altında kalarak, Batı'yı, Persler, Araplar, Selçuk Türkleri ve Osmanlılar'dan korudu. Başka bir bakış açısıyla, 7. yüzyıldan sonra Bizans'ın evrimi ve yeniden yapılanması, İslam'ın varoluş sürecine ve yayılışına doğrudan etki etti. 1453'te Osmanlılar'ın Konstantinopolis'i fethetmesinin ardından, Sultan II. Mehmed "Kaysar-i Rûm" (Osmanlı Türkçesinde Romalı Sezar'a eşdeğer) unvanını aldı zira Osmanlı, Doğu Roma İmparatorluğu'nun varisi olma arzusu taşıyordu. Cameron'a göre kendilerini Bizans'ın "varis"i olarak görerek ve bazı önemli Bizans geleneklerini sürdürerek, Osmanlılar, dolaylı yoldan Doğu Avrupa ülkelerinin post-komünist dönemde "Ortodoks yeniden canlanması" anlayışına yönelmesine neden oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15917", "len_data": 96641, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.98 }
Hint Okyanusu, kuzeyde Asya, batıda Afrika ve Arabistan Yarımadası, doğuda Malay Yarımadası, Sunda Adaları ve Okyanusya tarafından çevrilen, dünyanın üçüncü büyük okyanusudur. Agulhas Burnu'nun güneyinde 20° Doğu boylamının geçtiği yerde Atlas Okyanusu'ndan; 147° Doğu boylamının geçtiği yerde de Pasifik Okyanusu'ndan ayrılır. En kuzeyde Basra Körfezi'nde, 30° enlemine kadar uzanır. Dünya sularının %20'sini kapsar. Afrika'dan Avustralya'ya kadar okyanusun genişliği 10.000 kilometre kadardır. Bu alanda yaklaşık olarak 73.566.000 km² yer kaplar. Hacminin yaklaşık olarak 292.131.000 km³ olduğu tahmin edilmektedir. Okyanus içerisindeki ada ülkeler Madagaskar, Komorlar, Seyşeller, Maldivler, Mauritius, Sri Lanka ve Endonezya'dır. Asya ve Afrika arasında önemli bir geçiş yolu niteliğinde olması nedeniyle ülkeler arasında anlaşmazlıklar çıkmaktadır. Bağlantı bölgesi Hindistan'ın kuzeyinde kıta sahanlığından çıkarak güneye doğru ilerleyen bir sap ve iki koldan oluşan ters bir Y şeklindeki Orta Hint Okyanusu Sırtı'dır. Doğu, batı ve güney havzaları bu sırtlar yüzünden bir kez daha bölünmüştür. Kıta sahanlığı ortalama olarak 200 km genişliğe kadar uzanır. Bunun yanı sıra Avustralya'nın batı kıyılarında 1.000 km'ye kadar çıkmaktadır. Ortalama derinlik 3.890 metredir. En derin nokta Java çukurunda deniz seviyesinin yaklaşık 7.450 m altındadır. 50° güney enleminin kuzey bölümü %86 oranında pelajit çökeltilerle; diğer %14'lük bölüm ise toprak tortularıyla kaplanmıştır. Bu enlemin altında kalan bölgeler ise daha çok buzul alanlardır. IHO (International Hydrographic Organisation) 2000'de aldığı bir kararla Hint Okyanusu'nun bir bölümünde beşinci bir okyanusun daha sınırlarını belirledi. Bu yeni okyanus Antarktika kıyılarından 60° güney enlemine kadar uzanıyor. "(Bkz. Güney Okyanusu)" Hint Okyanusu'ndaki önemli geçiş noktaları ve boğazlardan bazıları Babülmendep Boğazı, Hürmüz Boğazı, Malakka Boğazı, Süveyş Kanalı'nın güney girişi ve Sunda Boğazı'dır. Andaman Denizi, Umman Denizi, Bengal Körfezi, Büyük Avustralya Körfezi, Aden Körfezi, Mozambik Kanalı, Kızıldeniz okyanusun diğer bölümlerindendir. Muson Rüzgarları. Kuzey kesimlerde iklime muson rüzgâr sistemleri etki etmektedir. Ekimden nisana kadar güçlü kuzeydoğu rüzgârları eser; mayıs-ekim ayları arasında ise güney ve batı rüzgârları hüküm sürer. Bu rüzgârlar Umman Denizi'nden Hindistan alt kıtasına şiddetli muson yağmurları getirirler. Güney Yarımküre'de rüzgârlar genellikle daha yumuşaktır ama Mauritius yakınlarında şiddetli yaz fırtınaları yaşanabilir. Muson rüzgârlarının yönü değiştiğinde ise kasırgalar Arap Denizi ve Bengal Körfezi'nin kıyılarını vurmaktadır. Okyanus akıntıları genel olarak musonlar tarafından kontrol edilir. Biri Kuzey Yarımküre'de saat yönünde, diğeri ise ekvatorun güneyinde saat yönünün tersi yönde olmak üzere iki büyük dairesel akıntı hakim akış şeklini belirler. Kış musonları etkisini gösterdiği sırada kuzey akıntılarını da tersine döndürür. Derin sulardaki dolaşım ise Atlantik, Kızıldeniz ve Antarktika'dan gelen akıntıların kontrolündedir. 20° güney enleminin kuzey bölgelerinde deniz suyu sıcaklığı minimum 22 °C değerlerindedir. Doğu bölgelerde bu 28 °C'ye kadar çıkmaktadır. 40°güney enleminin güneyinde ise sıcaklık çok hızlı bir şekilde düşer. Suyun tuzluluk oranı 1000'de 32 ila 37 arasında değişmektedir. Tuzluluk oranı en yüksek olan yerler Arap Denizi ile Güney Afrika ve Güneybatı Avustralya arasındaki bölgelerdir. 45° Güney enleminden sonra su yüzeyinde irili ufaklı buz kütleleri ve buz dağları görülmeye başlanır. 60° Güney enleminin güneyindeki bölgelerde ise yıl boyunca bu kütlelere rastlanabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15919", "len_data": 3631, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.48 }
Güney Kutbu, Dünya ekseninin alt kısmında (Güney ucunda) kalan noktayı tanımlar. “Güneydeki efsanevi kıta”nın bulunması 200 yıllık bir arayıştan sonra ancak 1840’ta başarıyla sonuçlanmıştır. Yelkenlisiyle kıyılar boyunca yaklaşık 2.000 km yol alan Charles Wilkes, denizlerden oluşan Kuzey Kutbu’nun tersine, Güney Kutbu’nun olduğu yerde gerçekten bir kıta bulunduğunu kanıtlamıştır. 12,4 milyon km²’lik yüzölçümüyle bu kıta neredeyse Afrika’nın yarısı büyüklüğündedir. Bu bölgenin içinde Güney Shetland, Güney Georgia gibi birkaç takımada da yer alır. Güney Kutbu'nda; Kuzey Kutbu gibi Termik Yüksek Basınç görülür. Adı, “Arktika’nın karşısındaki” anlamına gelen Antarktika’yı ortalama 2.000 m kalınlığında büyük bir buz katmanı zırh gibi örter. Bir zamanlar “ulaşılamaz” diye adlandırılan kutup noktasında buzun kalınlığı 4.335 m'yi bulur. Bu buz kütlesi 24 milyon km³’lük hacmi ile yeryüzündeki bütün buzların %92’sini oluşturmaktadır. Kıyılarından kopan 350 m – 600 m kalınlığındaki buz parçaları günde 1 m – 3 m hızla ilerler ve birbiri üstüne yığılır. Bu tür yüzen yığınlardan biri olan Ross Buzlası 540.000 km’yi bulan alanıyla neredeyse Fransa büyüklüğündedir. Gelgit olayının buzlardan kopardığı büyük parçalar yüzerek çevreye dağılır. Bu tür buzdağları arasında 20 000 km² büyüklüğe ulaşanlar olur. Güney Kutbu’nda yeryüzünün en soğuk ve en fırtınalı iklimi egemendir. Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20°C’dir ve bu, güneyden fırtınalar estiğinde -70°C’ye kadar düşebilir. Coğrafi Güney Kutbu noktasında bulunan ABD gözlem istasyonunda yapılmış ölçümlerde sıcaklığın yıllık ortalamasının -50°C olduğu, en sıcak ayda ancak -29°C’ye yükseldiği belirlenmiştir. Yani yeryüzünün bu en büyük buzdolabının sıcaklığı Kuzey Kutbu’ndan ortalama 22 °C daha düşüktür. Bu durum doğal olarak yaşam koşullarını etkilemektedir. Kuzey Kutbu’nda 400’e yakın çiçek açan bitki türü sayılabilirken, Güney Kutbu’nda bir tane bile olmaması bunun bir belirtisidir. Buna karşılık kıtanın kıyılarında ve açık denizlerinde çok sayıda hayvan yaşar. Penguenler, martılar, foklar ve balinalar soğuk, ama besin maddesi açısından zengin Güney Kutbu denizlerindeki planktonları ve balıkları yiyerek yaşamlarını sürdürürler. Anlaşmalar gereği hiçbir ülkenin toprağı olmayan Güney Kutbu bu özelliğinden dolayı "Dünyanın Parkı" olarak adlandırılmıştır. Coğrafik Güney Kutup. Coğrafik Güney Kutbu, aynı zamanda Güney Karasal Kutup olarak da adlandırılır. Gökküredeki coğrafik Güney Kutbu tasarımı, Güney Küre Kutbu'nu verir. Halihazırda Antarktika Güney Kutbu üzerinde yer alır. Buz kütlesi 3 000 metre kalınlığındadır. Bu nedenle yüzey yüksek irtifadadır. Kutup buz tabakası her yıl kabaca 10 metrelik bir ölçüyle hareket eder. Kutbun kesin pozisyonu için işaretleyici kullanılır. Her yıl bu işaretleyicinin yeri değiştirilerek kutbun kesin pozisyonu saptanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15920", "len_data": 2834, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.81 }
Büyük Okyanus veya Pasifik Okyanusu, Amerika, Asya, Antarktika ve Okyanusya kıtaları arasında ve dünyanın en büyük okyanusu. Pasifik adını İspanya krallığı adına Dünya'yı dolaşan Portekizli denizci Ferdinand Magellan vermiştir. Magellan, günler süren zorlu ve fırtınalı koşullar altında adını verdiği Macellan Boğazı'ndan geçip bu okyanusa açıldığında, fırtınaların dinmesinden ve kendisini sakin suların karşılamasından dolayı Portekizcede "sakin" anlamına gelen "pacífico" sözcüğünden yola çıkarak bu adı vermiştir. 179,7 milyon km² yüzölçümüne sahiptir. Neredeyse Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu'nun toplamı kadar yüzölçümü vardır. En derin yeri 11.034 metre ile Mariana Çukuru olup burası aynı zamanda Dünya'daki en derin noktadır. En kalabalık ada Tahiti'dir. Ayrıca Dünya'daki depremlerin %90'ı ve büyük depremlerin ise %80'i Pasifik bölgesinde oluşmaktadır. Bunun nedeni Büyük Okyanusun çok derin olmasıdır. 708.000.000 km³ hacmi vardır ve kapladığı alan Dünya'daki toplam karaların alanından biraz daha büyüktür. Okyanusun 3.000-3.500 metreden daha derin her yerinde sıcaklık 2 °C derecenin altındadır. Üzerinde irili ufaklı yaklaşık 20.000 ada bulunmaktadır. Buna karşın toplam yüz ölçümünün yalnızca %1 kadarı karadır. Japonya, Endonezya ve Yeni Gine vb. volkanik adalarla çevrilmiştir. Bu adalara "ateş çemberi" adı verilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15921", "len_data": 1335, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.69 }
Kalay, periyodik cetvelde atom numarası 50 olan elementtir. Simgesi Sn olup Latince "stannum" dan gelir. Gümüşümsü gri renktedir. Havada kolaylıkla okside olmaz, korozyona karşı dirençlidir. Bu özelliğinden ötürü diğer metallerin (korozyondan korumak amacıyla) kaplanmasında kullanılır. Tarihçesi MÖ 3000 yıllarına dayanır. Antik Mısır'da ve Mezopotamya'da bronz alaşımında kalay kullanılmıştır. Allotropları. Kalayın alfa-kalay ve beta-kalay olmak üzere başlıca iki allotropu vardır. Düşük sıcaklıklarda gri veya alfa-kalay kararlı olup, silisyum ve germanyuma benzeyen kübik kristal yapıdadır. 13,2 °C nin üzerinde ısıtıldığında beyaz veya beta-kalaya dönüşür. Beyaz kalay tetragonal kristalin yapıdadır. Soğutulduğunda yavaşça gri formuna dönüşür ki bu durum kalay hastalığı olarak bilinir. Bu dönüşüm, aluminyum ve çinko gibi empüritelerin (safsızlıkların) varlığından etkilenir ve antimon veya bizmut ilavesiyle önlenebilir. Kalay elementinin Kalay çığlığı adı verilen karakteristik bir bükülme sesi vardır. Elementin iç yapısındaki kristalleşmenin sonucu element büküldüğünde cam ezilmesine, kırılmasına benzer ses üretir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15922", "len_data": 1128, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4 }
Kâfirûn Suresi, (Arapça: سورة الكافرون) Kur'an'ın 109. suresidir. Sure 6 ayetten oluşur. Mekke'de indiğine inanılır ve 6 âyettir. Bu sûre, adını ilk âyetinden almaktadır. Müslümanların kâfirler karşısında kesin kararlı olarak tevhide sarılmalarını, bununla beraber kâfirleri, dini kabul etmeye zorlamayıp kendi tercihlerine bırakmalarını bildirir. Müşrik yerine kâfir kelimesi kullanılarak İslam Peygamberinin dinine inanmayan bütün gruplara hitab edilmektedir. Kâfir kavramı hakaret anlamı taşımaz. Kâfirler “ Muhammed’in elçiliğini inkâr edenler ve getirdiği buyruklarından yüz çevirenler” demektir Sure Meali. Bismillâhirrahmânirrahîm 1 – De ki: Ey kâfir! 2 – Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. 3 – Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz. 4 – Ben sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet edecek değilim! 5 – Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz! 6 – O halde sizin dininiz size, benim dinim bana.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15925", "len_data": 927, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.75 }
Nas Suresi (Arapça: سورة الناس) Kur'an'ın 114. ve son suresidir. Sure 6 ayetten oluşur. Sure, ismini, her ayetin sonunda yer alan ve "İnsânlar" anlamına gelen "Nâs" kelimesinden almıştır. Mekke'de indirildiğine inanılmakta olan sure iniş sırasına göre 21. suredir. Felak Suresi ile aynı konuyu işleyen sure, insanların ve İslam mitolojisinde insanlara bir takım zararlar verebileceklerine inanılan cinlerin kötülüğünden Allah'a sığınmayı emretmektedir ve İlk 3 ayetinde Allah'ın “rab, melik, ilâh” sıfatlarına vurgu yapılmaktadır. Çeşitli İslam kaynaklarında şifa verici ve koruyucu özellikleri, yatmadan önce ve namazlardan sonra okunması vurgulanmaktadır. Felak suresi ile birlikte "Muavvizeteyn(İki koruyucu)" olarak anılmaktadır. Bu surede ayetler sin (س) harfi ile bitmektedir. Surenin meali. Râhman ve Rahîm olan Allah'ın Adıyla 1: De ki: İnsanların Rabbine sığınırım 2: İnsanların malikine, 3: İnsanların ilahına; 4: İnsanlara kötü Şeyler fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden. 5: O ki insanların göğüslerine (kötü düşünce, şüphe) vesvese verir. 6: Gerek cin, gerekse insanlardan (olan vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım.) Adı. "Nas" kelimesi çoğu çeviride "İnsânlar" olarak çevrilmiştir. Kimi çevirilerde ise "Halk" olarak kullanılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15927", "len_data": 1258, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.62 }
Felak Suresi (Arapça: سورة الفلق), Kur'an'ın 113. suresidir. Sure, 5 ayetten oluşur. Fil Suresi'nden sonra, Nas Suresi'nden önce Mekke'de indirildiğine inanılır. İniş sırasına göre 20. suredir. Sure, ismini ilk ayetinde yer alan ve "sabah aydınlığı" anlamına gelen "felâk" kelimesinden almıştır. İlk ayeti, "Rabbine sığın" emri ile başlar. Nas Suresi ile birlikte bu iki sureye "Muavvizeteyn (Sığınma sureleri)" denilir. Surenin 3. ayetinde zulüm ve cehalet karanlığı; insanın içine çöken, onun iç dünyasını karartan kin, öfke, şehvet ve kıskançlık gibi kötü şeyler karanlık olarak ifade edilmiş ve bunların şerrinden Allah'a sığınmak gerektiği bildirilmiştir. Son ayetinde kıskanç kişinin şerrinden Allah'a sığınmanın önemi vurgulanmıştır. Sure. Bismillâhirrahmânirrahîm 1: De ki: "Sabah aydınlığının Rabbine sığınırım; 2: Yarattığı şeylerden gelebilecek kötülüklerden; 3: Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden; 4: Düğümlere üfleyip büyü yapan büyücülerin şerrinden, 5: Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15928", "len_data": 1019, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.56 }
İhlas Suresi (Arapça: سورة الإخلاص), Kur'an'ın 112. suresidir. Sure, 4 ayetten oluşur. Mekke'de indirilmiş olan İhlas Suresi, Kur'an'ın en kısa surelerinden biridir ve İslam'daki tevhid (birlik) inancının en kısa ve öz ifadesi olarak kabul edilir. Surede Allah'ın mahiyeti; kısa, öz ve net bir şekilde belirtilmektedir. "İhlas" kelimesinin anlamı. İhlas, "samimi olmak, dine içtenlikle bağlanmak, esaslarını sırf Allah rızası için uygulamak" anlamına gelir. Allah'a bu surede anlatıldığı şekilde inanan, tevhit inancını tam anlamıyla benimsemiş ihlaslı bir inanan olacağı için, sure bu adla anılmaktadır. Surenin meali. Rahmân ve Rahim olan Allah'ın Adıyla başlarım. 1: De ki: "O, Allah'tır, bir tektir." 2: "Allah Samed'dir."(Her şey O'na muhtaçtır,o,hiçbir şeye muhtaç değildir). 3: "Ne doğurdu, ne de doğuruldu. 4: "Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir." Surenin tefsiri. İslam dinindeki inanç esaslarının birincisi ve diğerlerinin temeli Allah'a, onun varlığına, yani yaratıcı olarak ibadet edilmeyi hak eden tek Tanrı olduğuna, onun dışında ibadet edilen her şeyin ise 'batıl' olduğuna inanmaktır; yani tevhiddir. Allah'a iman, İslamiyet'teki iman esaslarının birincisidir. Müslüman inanışına göre tüm insanlar Allah'a muhtaç olmalarının yanı sıra, Allah'ın kendisi de hiç kimseye veya hiçbir şeye muhtaç değildir. Surede bu özellik, "samed" kelimesiyle ifade edilmektedir ve "samed", İslam'da Allah'ın 99 isminden biridir.Allah'ın, yaratılmışlara ait olan sıfatlardan münezzeh olduğunu ifade eden 3. ayette ise, Allah’a herhangi bir çocuk edinmeyi nispet edenler ve biyolojik soy kavramına giren her şey reddedilmektedir. Örneğin Müslümanlara göre bu ayet, aynı zamanda "İsa Mesih, Tanrı'nın oğludur." diyen Hristiyanların ve meleklerin de Allah’ın kızları olduğunu söyleyen dönemin Mekkeli paganların iddialarını reddetmektedir. Çünkü İslam inancına göre Allah'ın varlığının bir başlangıcının ve sonunun olmaması, onun bu tip niteliklere sahip olmadığını göstermektedir. Ayrıca, Allah’ın sıfatlarında ve fiillerinde denksiz ve benzersiz olduğu da son ayette belirtilmiştir. İnanca göre Allah, kendisinden başka var olan her şeyi yarattığına göre, onun yarattıklarının da O’na denk olması mümkün değildir. Etimoloji. Surede "hiçbir şeye muhtaç olmayan" anlamında geçen "samed" kelimesi, İslam inancında Allah'ın 99 isminden biridir ve bu isim, Mezopotamya'da Akadların güneş tanrısı Şamaş veya Kenanlıların güneş tanrıçası olan Şapaş ile benzer fonetiğe sahiptir ve muhtemelen aynı isimlerin farklı dil ve lehçelerdeki farklı telaffuzundan ibarettir. Bu ve benzeri durumdaki diğer isimler, Muazzez İlmiye Çığ tarafından (tanrı veya tanrıçalara verilen isimlerin Allah'a atfedilmesi) tektanrıcılığa giden yolda değişik adımlar atılması olarak değerlendirilir. Aynı değerlendirmeler, Mezopotamya'dan Mısır'a kadar olan bölgelerde bir savaş tanrıçası olarak tapınılan "anat" ile "ahad" arasındaki fonetik benzerlikler için de yapılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15929", "len_data": 2944, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.91 }
Nasr Suresi, (Arapça: سورة النصر) Kur'an'ın 110. suresidir. Sure 3 ayetten oluşur. Sure ismini ilk ayetinde geçen ve yardımcı anlamına gelen nasr kelimesinden almıştır. Medine'de indirildiğine inanılan surede Allah'ın yardımı ile Mekke'nin fethedildiğinden, insanların büyük kitleler halinde Allah'ın dinine girdiğinden bahsedilir. Sure Meali. Bismillâhirrahmânirrahîm 1: Allah’ın yardım ve zaferi geldiği zaman, 2: Ve insanların kafile kafile Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, 3: Rabbine hamd ile tesbih et ve O’ndan af dile. Çünkü O, tevbeleri çokça kabul edendir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15931", "len_data": 577, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.53 }
Kevser Suresi (Arapça: سورة الكوثر), Kur'an'ın 108. suresidir. Kur'an'ın en kısa suresi olan Kevser Suresi, 3 ayetten oluşur. Sure, ilk ayetinde Kevser'den bahsedildiği için bu ismi almıştır.Ehli Beyt kaynaklarına göre "Kevser" sözcüğünden maksad Fâtima Zehradır.Zâten bu sûre dikkatlıca okunur ise Muhammed Emînin soyunun Fâtimadan süreceğinin söylendiği anlaşılır. Kevser, cennette var olduğuna inanılan kutsal bir nehirdir. Surenin diğer bir ismi de "Nahr (kurban kesmek) Suresi"dir. Konusu. Surenin indiriliş sebebi üzerine üç rivayet bulunmaktadır: Muhammed'in ilk erkek çocuğu Kâsım, 17 aylıkken ölmüş ve ölümünden yıllar geçmişti. Kâsım'dan sonra kızları doğmuş, büyümüş ve evlenmişti. İkinci oğlu Abdullah'ın henüz bebekken ölmesi üzerine, Mekkeli paganlar onun soyunun devam edemeyeceğini yaymaya başladılar. Bu durum üzerine bu sure indi. Bu sure, "Duha" ve "İnşirah" sureleri gibi Muhammed'e has, onunla ilgili olan bir suredir. Kevser Suresi'nde Allah, Mekkeli muhaliflerin hakaret ifade eden konuşmalarına karşı Muhammed'e Kevser'i verdiğini söyleyerek, buna karşılık dua ederek ve kurban keserek teşekkür etmesini istemektedir. Sure. Bismillâhirrahmânirrahîm 1: Şüphesiz biz sana Kevser'i verdik. 2: O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes. 3: Doğrusu sana buğzeden (kin besleyen), soyu kesik olanın ta kendisidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15932", "len_data": 1331, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.5 }
Kureyş Suresi (Arapça: سورة قريش), Kur'an'ın 106. suresidir. Sure 4 ayetten oluşur. Sure meali. Bismillâhirrahmânirrahîm 1 – Kureyş’in güven ve barış anlaşmalarından faydalanmalarını sağlamak için, 2 – Kış ve yaz seferlerinde faydalandıkları anlaşmaların kadrini bilmiş olmak için, 3 – Yalnız bu Ev’in (Kâ’be'nin) Rabbine ibadet etsinler! 4 – Kendilerini açlıktan kurtarıp doyuran, korkudan emin kılan Rab’lerine kulluk etsinler! Sure ilk ayetinde geçen ve peygamberin kabilesini ifade eden kureyş kelimesinden ismini alır. Kur'an'ın 30. cüzünde yer alır. Kureyş, Muhammed'in kabilesidir. Kureyş'e İslam öncesi dönemde verilen bazı imtiyazlardan bahsettiği için bu adı almıştır. Tîn sûresinden sonra Mekke'de indirildiğine inanılmaktadır. İslam inançlarına göre bu sûre Kureyş ve Allah'ın minneti hakkında inmiştir. Kureyş kabilesi, Araplarca kutsal sayılan Kâbe'nin bakımını ve gözetimini üstlendikleri için diğer Arap kabileleri onlara saygı gösterirlerdi. Özellikle Kâbe'yi yıkmaya gelen fil ordusunun inanılmaz şekilde felakete maruz kalarak Kâbe'yi yıkma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kureyşliler kabileler arasında saygınlıklarını artırmışlardır. Kureyş suresinde Allah'ın onlara lütfettiği imkanlar hatırlatılmıştır ve Kâbe'ye vurgu yapılarak "Şu evin (Kabe'nin) Rabbine kulluk etsinler" buyrulmuştur. Bazı İslam araştırmacıları, Kur'anın 105 ve 106. surelerini birlikte ele alıyor ve Kureyş'i Muhammedin mensubu olduğu kabilenin adı ve Ebabil'i bir kırlangıç türü gösteren geleneksel açıklamaları tatmin edici bulmuyorlar. Buna göre Kur'anın 105. suresi olan "Fil suresi" Babil sürgününü; "Kureyş suresi" ise İran'da Ahameniş İmparatorluğu'nu kuran, Yahudileri bu sürgünden kurtararak onların Kudüs'e dönmesine izin veren, böylece Yahudiler arasında büyük bir kurtarıcı (veya mesih) olarak saygı kazanan Büyük Kiros'u işaret etmekteydi. (Kiros'un İbranice telaffuzu Quraish idi) (Ayrıca bakınız; Revizyonist İslam Araştırmaları Okulu)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15934", "len_data": 1960, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.81 }
Fil Suresi (Arapça: سورة الفيل), Kur'an'ın 105. suresidir, 5 ayetten oluşur. Sure, Yemen Valisi Ebrehe'nin Allah'ın evi olan Kâbe'ye saldırmasını ve karşılaştığı sonu anlatmaktadır. Bazı İslam araştırmacıları, Kur'anın 105 ve 106. surelerini birlikte ele alıyor ve Kureyş'i Muhammedin mensubu olduğu kabilenin adı ve Ebabil'i bir kırlangıç türü gösteren geleneksel açıklamaları tatmin edici bulmuyorlar. Buna göre Kur'anın 105. suresi olan "Fil suresi" Babil sürgününü; "Kureyş suresi" ise İran'da Ahameniş İmparatorluğu'nu kuran, Yahudileri bu sürgünden kurtararak onların Kudüs'e dönmesine izin veren, böylece Yahudiler arasında büyük bir kurtarıcı (veya mesih) olarak saygı kazanan Büyük Kiros'u işaret etmekteydi. (Kiros'un İbranice telaffuzu Quraish idi) Tarihsellik. Fil suresi, Kur'an'da temas edilen ancak ayrıntıları efsane ve mitolojik kültüre dayalı anlatımlardan oluşan Fil Vakası isimli anlatıyla ilgilidir. Anlatıların tarihi değer taşıyıp taşımadığı ile ilgili tartışmalar bulunmakta, Yemen'den böyle bir hayvan ile Mekke'ye sefer yapılıp yapılamayacağı eleştiriler arasında yer almaktadır. Bazı tefsir yaklaşımları ise mitolojik Kur'an anlatılarını aklileştirme kapsamında Ebabil kuşlarının attığı taşları mikroplar olarak yorumlama eğilimindedirler. Ayrıca, sure gönderme yapıyor gibi duruyor. Ayrıca fil halkının (fil sahipleri) aslında Yahudiler, Ebabil'in de aslında Babil olduğu şeklinde bir görüş te bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15935", "len_data": 1436, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4.22 }
Asr suresi, (Arapça: سورة العصر) Kur'an'ın 103. suresidir. Sure 3 ayetten oluşur. Asr, çağ, ikindi vakti veya uzun zaman anlamlarına gelebilen bir kelimedir. Mekke'de indirildiğine inanılan, surede kurtuluşun imana, iyi işler yapmaya hakkı ve sabrı tavsiye etmeye bağlı olduğu anlatılmıştır. Sure meali. Bismillâhirrahmânirrahîm. 1 – Asra yemin ederim ki, 2 – İnsan gerçekten ziyandadır. 3 – Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15937", "len_data": 523, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.63 }
Adiyat Suresi "(Arapça:" سورة العاديات, ")", Kur'an'ın 100. suresidir. Tamamıyla Mekke'de indirildiğine inanılmaktadır. 11 ayetten oluşmaktadır. Sure meali. Bismillâhirrahmânirrahîm. 1 – Gazilerin nefes nefese koşan, 2 – Koşarken tırnaklarıyla kıvılcımlar saçan, 3 – Sabah erkenden baskın basan, 4 – O esnada tozu dumana katan, 5 – Derken düşman kuvvetinin ortasına dalan atlarının hakkı için ki: 6 – Gerçekten insan, Rabbine karşı çok nankördür! 7 – Kendisi de buna şahittir. 8 – Ondaki mal hırsı pek şiddetlidir. 9-10 – Peki o insan, kendisinin ve malının âkıbetini hâlâ bilip anlamayacak mı? Kabirlerde olanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman, sinelerin içinde bulunan her şey derlenip ortaya konulduğu zaman, 11 – İşte bilhassa o gün, Rab’leri, onların bütün yaptıklarından haberdardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15940", "len_data": 792, "topic": "RELIGION", "quality_score": 2.94 }
İnşirah Suresi (Arapça: سورة الشرح), Kur'an'ın 94. suresidir. Sure, 8 ayetten oluşur. İniş sırasına göre 12. suredir. Mekke döneminde inmiştir. Sure, İslam peygamberi Muhammed'e İslam'ı yayma konusunda çekilen sıkıntılar karşısında verilen ferahlık ve yardımlar belirtmektedir. Bu nedenle bu surenin okunması, İslam inancına göre insanın sıkıntıların giderilmesini ve kalbinin ferahlamasını sağlar. Ayrıca surede, inananların karşılaşacakları sıkıntılardan ümitsizliğe düşmemeleri, daima Allah'a güvenmeleri ifade edilmektedir. Sure kısa olduğundan, pek çok Müslüman tarafından kolaylıkla ezberlenmektedir. Sure. Bismillahirrahmanirrahim 1: (Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? 2-3: Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? 4: Senin şânını yükseltmedik mi? 5: Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. 6: Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. 7: Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. 8: Ancak Rabbine yönel ve yalvar. Konusu. Surede Allah'ın Muhammed Peygamber'e olan manevi lütufları anlatılmaktadır. Vakti zamanında kendisinin daralan ve bunalan göğsünün açılıp genişlediğini, yani bu bunaltı durumundan uzaklaştığını, yüklerinin zamanla azaldığını ve itibarının zamanla yükseldiğini söylemektedir. 5. ve 6. ayetlerde "Her zorluğun ardından mutlaka bir kolaylığın olduğu" iki defa bildirilerek Mekke'de putperestlerin baskısı yüzünden sıkıntı çeken Muhammed'e ve diğer Müslümanlara teselli ve ümit verilmektedir. Müslümanlardan da Allah'a ibadet ve itaatlerini sürdürmeleri istenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15946", "len_data": 1531, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.54 }
Duha Suresi (Arapça: سورة الضحى), Kur'an'ın 93. suresidir. Sure, 11 ayetten oluşur. Mekke döneminde inmiştir. Sure, ismini ilk ayetinde geçen ve "kuşluk vakti" anlamına gelen "duhâ" kelimesinden almıştır. Sure, Güneş'in yükselişini sembolize eden kuşluk vaktine edilen yeminle başlar. Konusu. Rivayete göre Muhammed Mekke'deyken, Fecr Suresi'nden sonra ayetlerin inişi bir müddet durmuş, bunun üzerine Mekkeli paganlar da "Rabbi onu terk etti" diye onunla alay etmeye başlamışlardır. Muhammed de bu süreçte Allah'ın ona darıldığını düşünmüştür. Bu surenin inişiyle birlikte bu sessizlik sona ermiş ve ayetlerin inişi, Muhammed'in ölümüne kadar düzenli devam etmiştir. Surenin ilk iki ayetinde, sırasıyla kuşluk ve gece vakitlerine yemin edilir. Üçüncü ayetinde, Mekkeli paganların ona söylediği gibi Rabbinin onu terk etmediği ve Muhammed'in düşündüğü gibi Rabbinin ona darılmadığı belirtilir. Surenin sonraki ayetlerinde Muhammed'in hususiyetlerinden olan yetim oluşu, yolunu kaybetmiş oluşu ve fakir oluşu ele alınmış ve kendisi teselli edilmiştir. Surenin meali. Bismillahirrahmanirrahim 1: Kuşluk vaktine andolsun, 2: Karanlığı çöktüğü vakit geceye andolsun ki, 3: Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da. 4: Muhakkak ki ahiret, senin için dünyadan daha hayırlıdır. 5: Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın. 6: Seni yetim bulup da barındırmadı mı? 7: Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da yola iletmedi mi? 8: Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi? 9: Öyleyse sakın yetimi ezme! 10: Sakın isteyeni azarlama! 11: Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15947", "len_data": 1588, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.56 }
Fecr Suresi (Arapça: سورة الفجر, "Surat'ul Fecr"), Kur'an'ın 89. suresidir. İniş sırasına göre 10. suredir. Sure 30 ayetten oluşur. Sure, ismini ilk ayetinde kendisi üzerine yemin edilen 'sabah aydınlığı, tan yerinin ağarması vakti' anlamına gelen 'fecr' kelimesinden almıştır. Fecr Suresi'nin tamamı Mekke döneminde indirilmiştir. Surede genel olarak Âd Kavmi, Semûd, İrem ve Fir'avun toplumları gibi eski kavimlere dair bazı kıssalar, insanın kötülüğe yönelmesi, bunun sonuçları ve Âhiret anlatılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15951", "len_data": 505, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.7 }
Gestapo (Gizli Devlet Polisi), Nazi Almanyası ve Alman işgali altındaki Avrupa'da gizli polis teşkilatı. 1933'te Hermann Göring tarafından Prusya'nın çeşitli güvenlik polisi kuruluşlarının tek bir organizasyonda birleştirilmesi ile kuruldu. 20 Nisan 1934'te Schutzstaffel (SS) lideri Heinrich Himmler'in yönetimine geçti. Diğer taraftan Reinhard Heydrich ve Heinrich Müller'e yetki verildi. İlk olarak Fırtına Birlikleri'nden (SA) ve Alman polisinden seçkin görülenler alındı. Sivil üniformayla polis birliklerinden ayrıldılar. İlk adı Geheime Polizei Amt yani GPA'dır ama bu ismin basit olduğu düşünülmüş olmalı ki, Gestapo olarak değiştirilmiştir. Açılımı, Die Geheime Staatpolizei'dır. II. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 45.000 üyesi vardı. Ofislerine Gestapoleitstellen denirdi. Günümüzdeki istihbarat teşkilatları için örnek teşkil eder. Gestapo II. Dünya Savaşı sırasında önemli komutan ve generallerin korumalığını üstlenerek bir nevi askerî inzibat görevi yapmışlar, kimi zaman SS'lerle ortak çalışmışlardır. Gestapo ayrıca savaş sırasında Almanya'da bulunan Müttefik casuslarını yok etmek için de kullanılmıştır. Gestapo erleri genellikle önemli giriş kapılarına nöbetçi olarak bırakılırlardı; görevleri giriş kartlarını kontrol etmekti. Ayrıca toplama kamplarında aktif rol oynamışlardır. Savaş sonrası çoğu kaçmayı başarmış, yakalananlar savaş suçlusu sayılarak kurşuna dizilmiştir. II. Dünya Savaşı'nı anlatan filmlerde SS'lerle birlikte çokça boy gösterirler. Gestapoların bir diğer görevi de savaş ortamında olup bitenden habersiz halkı dolduruşa getirerek onların düşman kuvvetlerine karşı sivil bir güç olarak kullanımını sağlamak idi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15954", "len_data": 1652, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.72 }
Metal Fırtına, Orkun Uçar ve Burak Turna tarafından yazılan, Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye'ye saldırmasını konu alan politik kurgu tarzında 302 sayfalık bir romandır. Kapak tasarımı Kenan Özcan tarafından yapılmıştır. Yayınlandığında Türkiye'de en çok satan kitaplardan biri olmuştur. Bu dönemden sonra, iki yazar ayrı ayrı kendi versiyonunu yazarak hikâyeyi serileştirmiştir. Karakterler/Kuruluşlar. Gri Takım, devlet için çalışan kurgusal bir yeraltı haber alma örgütüdür. Metal Fırtına dizisinde sürekli adı geçen Gri Takım, Vaşington'u yok etmek, Sir Eli'yi ortadan kaldırmak, İsrail'i vurmak ve Atatürk'ün naaşını kurtarmak gibi eylemleriyle dikkat çekmektedir. En iyi ajanları Gökhan Birdağ ve Mert Han ve Koray'dır (kızıl şaman). Metal Fırtına üçlemesi. Sinema ve televizyon hakları 2005 yılında Özen Film tarafından satın alınmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15955", "len_data": 851, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 2.64 }
İskilip, Çorum ilinin bir ilçesidir. Hititler döneminde İskilip ile Kastamonu'ya bağlı Tosya ilçesinin bulunduğu bölge "Tarittara" veya "Turmitta" olarak adlandırılmaktaydı. Daha sonra ise İskila, Blocium ya da Bloacium, Iskelib, İskelib, İmad (Direklibel) gibi farklı şekillerde adlandırılmıştır. Kanuni sonrası Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı'ya ait -özellikle Fransız- kaynaklarda adı Esculape (Eskülap) olarak da anılmıştır. Tarihte İskilip sözcüğü ilk kez Sümer destanlarından olan Gılgamış Destanında "iškila-bi" biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Genel tarihi. Hatti - Hitit Dönemi. Bölgeye yerleşimin, çeşitli kaynaklarda Hititlerin Anadolu'ya gelmesine (MÖ 3000) kadar uzandığı belirtilmektedir. İskila kentinin de erken dönem Hatti uygarlığının yerleşme alanı olduğu düşünülmektedir. Başkent Hattuşa'ya iki saat yakınlıkta olması, bu tahmini güçlendirmektedir. Yivlik Kayası üzerinde yer alan geometrik figürlerin ve yivlerin bu dönemlerden kalma olabileceği iddia edilmektedir. Yine bu dönemde öne çıkan erken dönem yerleşim alanlarından Romalıların verdiği isimle Itlus, Osmanlı'nın verdiği isimle İmad - Direklibel'de tam olarak Yivlik Kayası eteğinden çıkan, bir akarsu yatağının oluşturduğu derenin, Taybı Ovası'na karıştığı yere kurulmuştur. Şimdiye kadar ulaştığımız bilgilerle bu alanın 15. veya 16. yüzyıla kadar bir İskilip banliyösü olarak kullanıldığı söylenebilir. Ebussuud burada doğmuştu. Tarihi kesin olmamakla birlikte 1509, 1514 ve 1543 yıllarında bu bölgenin Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde olan, büyük depremlerin birinde tümüyle yıkılmış olma ihtimali olduğu düşünülmektedir. Bunu destekleyen bir diğer veri de Ebussuud'un babası adına yaptırdığı mektep ve caminin yerinin İmad'da (günümüz adı Bağözü) değil, Meydan Mahallesi'nde olmasıdır. Frigler, Paflagonlar Dönemi. İskilip’in tarihi geçmişi, yazılı kaynaklar bakımından MÖ 700’e, Paflagonya Devleti'ne dayandırılmakla birlikte günümüzde tam olarak çözümlenememiştir. Ancak bölgeye yerleşimin Hititlerin Anadolu’ya gelmesine (MÖ 3000) uzandığı çeşitli kaynaklarda yer almaktadır ve İskilip'in bir Hatti uygarlığının merkezi olduğu kabul edilir. Hattuşa’ya iki saat yakınlıkta olması bu tahmini güçlendirmektedir. İlçede yaşadığı, bıraktıkları kalıntılarla resmen ispatlanan en eski millet Paflagonlardır. Paflagonlar Anadolu’ya MÖ 1000’den sonra gelmiş, Hitit İmparatorluğunun yıkılışından sonra bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmışlardır. Paflagonya - Demir Atlılar Ülkesi; Kastamonu, Çankırı, Amasya, Samsun hattına hâkim olmuştur. Eski çağda İskilip, Paflagonya adı verilen bir bölgenin ismi olarak MÖ 900-700'lerde anılmaya ve tanınmaya başladı, Homeros'un İlyada destanında ilk defa anılan ve eski Yunancada "Askilepiyon - Sağlık Tanrısı" ismiyle de Antik Çağ'da önemli bir yer olarak bilinen İskilip; ünlü gezginlerden Herodot ve Skymonos'un da ziyaret ettiği bir bölge olarak bilinir. Yine bu bölgenin eski haritalardaki sınırları kuzeyde Karadeniz, güneyde Aydos Dağları, doğuda Kızılırmak ile Kızılırmak Vadisi'nin doğu yamaçları ve batıda da Bartın Çayı ile sınırlanmıştır. Paflagonya'nın coğrafi alanında, Karadeniz'e dökülen akarsuları takip eden benzer ve başka antik yerleşme yerleri de bulunmaktadır. Eski Yunan'dan Bizanslılara kadar uzanan tarihî dönem içerisinde büyük ticaret yollarının Karadeniz'e ulaşmak için İskilip havalisinden geçmesi gerekmekteydi. Dört yol kavşağı olarak bilinen Sinop ve Alaca'nın arasındaki Boyabat ve İskilip'ten geçen önemli bir yol güzergâhının varlığının bunu gerekli kıldığı aşikardır. MS 2. yüzyılın sonlarında bölge Pont (Pontus) hakimiyetine girmiş, ancak bu egemenlik uzun sürmemiştir. Paflagonya prenslerinin yardım talebi üzerine Roma 72. Lüks Ordusunu göndererek bölgeyi Pontlardan geri almıştır. Daha sonra bölgeyi esas sahipleri olan Paflagonlara geri vermemiş olan Roma 72. Lüks Ordusu, bölgeyi kendi topraklarına katmıştır. Roma Döneminde İskilip önemini korumuş, I. Justinianus tarafından Helenepontus eyaletine katılmış ve eyaletin üç önemli yerleşiminden biri olmuştur. O dönemin en önemli ticaret yollarından biri olan Ankyra-Gangra yolunun önemli bir durağı olup; 2.Trajan tarafından yaptırılmıştır. Bu yol, İskilip ile birlikte Amasya ve Kalecik'ten de geçmektedir. Roma ve Bizans Dönemi. Roma döneminde de İskilip, jeostratejik ve jeoekonomik önemini korumuş, Roma döneminin de seçkin yerleşim birimlerinden biri olarak bu medeniyet ile de kültür alışverişinde bulunarak 1000 yıla yakın ev sahipliği yapmıştır. İskilip'te Roma dönemine ait üç eser dikkat çekmektedir. Dördüncüsü mermer bir kitabe olup çarşıda özel bir alanda sergilenirken 1970'lerin sonunda çalınmıştır. İskilip'in Bizans'ta bulunan üç önemli şehirden birisi olduğu da Eski Çağ tarihçileri tarafından belirtilmiştir. Bölgede 1000 yıla yakın süren Bizans hakimiyeti Danişmentliler tarafından sona erdirilmiş, 1071 Malazgirt Zaferinden sonra 1075'te Anadolu Selçuklu Devleti'nin egemenliği altına girmiş, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli yerleşim yerlerinden biri olarak tarihsel sürecini devam ettirmiştir. Eski Romalılardan Bizanslılara kadar gelen İslamiyet öncesi dönem Selçukluların Anadolu'ya yerleşmeleri ile son bulmuş ve tekrar İskilip adıyla anılmaya başlanmış ve Müslümanlaşmıştır. Danişmend, Selçuklu ve Erken Osmanlı Dönemi. Sultan Alparslan'ın 1071'deki Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'ya adım adım yerleşenlerce; Çorum, Tokat ve Osmancık, Emir Danişmend Ahmet Gazi tarafından 1074'te fethedilmiş ve Müslüman Türk hakimiyetine girmiştir. Zamanla diğer Türk boyları da bu bölgeye yerleşerek ve bölgede yaşayan halklarla karışarak bugünkü İskiliplilerin ataları olmuşlardır. Öte yandan bazı eserlerde İskilip'in Kıpçak - Tatar beyleri idaresinde Osmanlı dönemine kadar bulunduğunu kaydetmekle birlikte 13. yüzyılın başlarında zayıflayan Anadolu Selçukluları'nın idaresinden çıkarak Moğolların hakimiyetine geçmiş ve rivayete göre bir kısım Tatar aşiretleri İskilip'e yerleşmişlerdir. Neticede İskilip her dönemde Türk milletine mensup çeşitli boyların yaşamış olduğu bir beldedir. Bölgelerde kalan gayrimüslim yerli halkın bir kısmı bu suretle yerlerini bırakarak Batı Anadolu'ya çekilmiş, geriye kalanlar da kayda değer bir siyasi ve kültürel varlık gösterememişlerdir. Bu sebeplerle İskilip'te Anadolu Selçukluları döneminden kalma eserlere rastlanamamakta, buna neden olarak bir diğer sebep ise ilgili dönemde henüz yerleşik şehirleşmeye geçilememiş olması düşünülmektedir. İskilip Halk Kütüphanesindeki 1149 sayılı Tac-üt Tevarih isimli el yazmasının 152. sayfasında, Selçukluların Anadolu'daki yönetimlerinin son bulmasıyla İskilip Osmanlı idaresine geçmiş; Ankara, Yozgat, Çankırı ve Kastamonu bölgeleri için Çorum ve İskilip'te Anadolu'ya ilk gelen Türkmenler'ce yurt ve mekân edinilmiştir. 1390 yılı sonlarında Yıldırım Bayezid Han tarafından Anadolu'da Kadı Burhanettin Beyliği'nin bir tehlike haline gelmesi, bir Anadolu harekâtına girişilmesine sebep olmuş, 1391'de alınan Kastamonu ile birlikte Candaroğulları Beyliği'nin bölgedeki hakimiyetine son verilmiştir. Osmancık ve Amasya'nın Osmanlı himayesine katılmasından sonra Kırkdilim'de yapılan bir çatışmada Şehzade Ertuğrul öldürülmüştür. Savaş sonrasında Kadı Burhaneddin'in Moğollar'a Ankara, Kalecik, Sivrihisar ve İskilip'i yağma ettirmesinden sonra toparlanan Osmanlı kuvvetleri bu isyankar beyliğin hükümranlığına son vermiş; Kastamonu, Osmancık, Çorum, Amasya ve İskilip'te tamamen Osmanlı'ya bağlanmışlardır. Bu dönemin İskilip ve Anadolu tarihi açısından önemi oldukça fazladır. Kent tarihi açısından en büyük zorunlu dış göçler bu dönemde olmuştur. Kadı Burhaneddin'in baskınlarından yılan İskiliplilerin çoğunluğu dağlara ve daha sonra geriye dönemeyerek batıya, doğuya ve güneye doğru daha güvenli yerleşim alanlarına kadar göç etmişlerdir. Yapılan araştırmalarda günümüzde Ankara, Kayseri, Kastamonu, Kütahya, Balıkesir, Afyon, Aydın, Isparta taraflarına kadar gidilip yerleşilmiştir. 1395'ten sonra bir süre huzurun tesis edildiği İskilip ve havalisi, Yıldırım Bayezid Han ile Timur'un yaptığı 1402 Ankara Savaşı'nda Osmanlılar'ın yenilmesinden sonra Anadolu'da bozulan siyasi düzenden etkilenmiş ve bazı Tatar beylerinin Timur orduları tarafına geçmesinden sonra Yıldırım Bayezid Han'ın oğullarından Mehmet Çelebi'nin "eski düzeni" kurma çabaları küçüklü büyüklü birçok muharebenin de bu bölgede cereyan etmesine sebep teşkil etmiştir. Nihayet kesinleşen Osmanlı zaferlerinden sonra yapılan bazı yasal düzenlemelerle Timur ordularına destek verdikleri gerekçesiyle bazı Tatar beyleri ve aşiret mensuplarının Rumeli'ye nakledilmek suretiyle mecburi tehcire tabi tutuldukları rivayet edilmekte; Filibe'nin batısında bulunan Koniş bölgesindeki Tatarlarla mübadele edildiği sanılmaktadır. Osmanlı Dönemi. "Küçük Kıyamet" adı verilen 1509 tarihinde meydana gelen deprem sonucunda yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde idari olarak önceleri Kastamonu ilinin merkez livasına, 1890'da Amasya Sancağı'na, daha sonra Yozgat Sancağı'na, Ankara Sancağı'na ve şu an bağlı bulunduğu Çorum Sancağı'na bağlanmıştır. Fatih'in Trabzon'u fethinden sonra oraya gönderilen Müslüman aileler içerisinde İskilip'in de adı "Cemaat-i İskilip" şeklinde geçer. Evliya Çelebi, 17. yüzyıl ortalarında İskilip'e uğramış olup İskilip'in 150 akçelik Şerif kaza olduğunu, şehir teşkilatında Sipahi Kethüda yeri, yeniçeri serdarı, şehir subaşısı ve şehir kethüdası bulunduğunu ifade etmektedir. Kalesinin azametli ve muntazam, şehrin girişinin bağ ve bahçeli olduğu ve güzel evlerin bulunduğunu yazmaktadır. Bilginleri ve ziyaret yerlerinin çok olduğunu belirtilerek İskilipli Muhittin Yavsi, Şeyhulislam Ebussuud ve Şeyh Musluhiddin-i Attar gibi alimleri övmektedir. 1849 yılında İskilip'e gelen ünlü seyyah Fransız V. Cuniet’in Paris'te 1894 yılında basılan La Turquie d’Asie isimli kitabında İskilip'ten şöyle bahseder: “Şehrin genel nüfusu 43.442 kişidir. Kent içinde 48 Ortodoks ve 10.563 Müslüman yaşamaktadır. Şehirde 108 cami, 6 tekke, 6 medrese, 1 konk belediye sarayı, 5 kütüphane, 1 pazar, 510 dükkân, 2 han, 4 hamam, 18 çeşme, 3 fıskiye, 18 tabakhane, 63 un değirmeni, 6 fırın, 10 kahve, yaklaşık 2000 konut, 1 mahkeme, 1 vergi dairesi, iç hizmetler telgraf istasyonu, posta şubesi, sayım bürosu bulunmaktadır.” Çağımız kimya sanayisi bağlamında yapay boya üretimi gelişmeden önceki dönemlerde İskilip'i Cehri üreticisi olarak görmekteyiz. Öyle ki kentte 20. yüzyılın başına kadar olan dönemde cehriliği olmayana kız verilmediği vakıadır. Yapılan Osmanlı dönem tapu incelemelerinde de bu görülmüştür. Hemen her ailenin kendine ait bir cehriliği vardır. Diğer kökboya üretim malzemeleri açısından da oldukça zengin bir bitki örtüsü vardır. İskilip, Osmanlı'nın son elli yılında olan taht kavgaları nedeniyle sürekli sancak olarak değişik yerlere bağlanmıştır. Kastamonu Sancağına bağlı iken 1890 yılında Amasya sancağına bağlanan İskilip kısa bir süre sonra Yozgat ve Ankara sancağına daha sonra da Osmancık ve Sungurlu ile birlikte Çorumlu Yedi Sekiz Hasan Paşanın takdire şayan gayretleri sayesinde 1894'te Anadolu'nun parlayan yıldızı, Çorum'a bağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde ise Çorum iline bağlı bir ilçe olarak günümüze kadar gelmiştir. Cumhuriyet Dönemi ve Sosyoekonomik Yapısı. İskilip, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda idari anlamda en çok toprak kaybeden yerleşimdir. Osmanlı dönemi coğrafyasında İskilip'e ait olan birçok alan bugün Çankırı, Kastamonu ve merkez ilçeye (Çorum) dahil edilmiştir. Yine idari anlamda içinden en çok ilçe çıkaran Türkiye'nin ilk ve tek ilçesidir. İskilip'ten 1950'lerden günümüze üç adet ilçe çıkarılmıştır; 1958'de Bayat, 1987'de Uğurludağ, 1990'da Oğuzlar. İskilipliler uzun yıllar bağlı olduğumuz merkez ilçemiz Çorum ve Ankara'da olmak üzere hep devlet kadrolarında yer almışlardır. İskilip, modern çağın kent gereksinimlerine uymayan özel coğrafi konumunun da etkisiyle ekonomik faaliyetlerini 19. yüzyıl sonuna kadar sürdürdüğü gibi devam ettirememiş ve kentsel ticari avantajın coğrafi anlamda Çorum kent merkezine kaymasına neden olmuştur. Bunda Çorum kent merkezinin il yapılmasının yanında Ankara - Karadeniz ana yol güzergahına alınması da etken olmuştur. Asıl temel neden, İskilip'te gelişen yerli burjuvazinin yatırımlarını bölge dışına yapmalarıdır. Cumhuriyetin ilk 15 yılını kapsayan bir dönemde İskilip'in Kurtuluş Savaşı'nı izleyen süreçte yapılan değişimleri benimsediği görülmektedir. Atatürk ve İskilip'in bilinen tek ilişkisi Kastamonu dönüşünde, Çankırı'da olmuştur. Çankırı'ya Atatürk geldiği sırada bir İskilip Heyeti Atatürk'ü ille de İskilip'e götürmek istemiş. Atatürk: "Sevgili İskiliplilere teşekkürlerimi ve selamlarımı götürünüz. Gezimi uzatmaya imkân kalmadı. Başka bir zamana..." dedi. Bu dönemde İskilip halkı, ülke genelinde yapılan bağış kampanyasına katılıp toplanan parayla alınan uçağı devlete teslim etmiştir. İskilip'te bu dönemde öne çıkan bir isim olarak iki kez kaymakamlık yapan Baha Koldaş vardır. İlk Kızılırmak köprüsü Çorum Merkez-ilçe bağlantısının kurulabilmesi amacıyla bu dönemde ahşap olarak yapılır. Baha Koldaş döneminde İskilip okulları, cumhuriyet ile yapılan yeniliklere bağlanılması yönünde öne çıkmıştır. İskilip de onu benimsemiş olacak ki milletvekili olarak o yıllardan 1950'li yıllara kadar seçilmesini sağlamış ve adını bir mahallesine vermiştir. Atatürk zamanında yeni Türkçe sözlük hazırlanması faaliyetleri kapsamında TDK tarafından yapılan çalışmalara dönemin kütüphane müdürü aracılığıyla İskilip'ten 2000'den fazla Türkçe kelime verilmiş, Bu sözlük 1945 yılında yayımlanmıştır. Bunun dışında İskilip'in, tarama ve derleme sözlüklerine de birçok Türkçe kelime katkısı olmuştur. Bu dönemin İskilip odaklı kapalı ekonomik yapıya çok önemli zararları da olmuştur. Devletin yeni idari yapı oluşturulurken binlerce yıllardır İskilip'e ait coğrafi alanlar başta Çankırı, Kastamonu, Osmancık ve Merkez ilçe Çorum ile Sungurlu'ya bağlanarak bu bölge halkının pazar yönleri idari ihtiyaçları doğrultusunda yeni bağlandıkları idari birimlere yönlenmelerini de sağlamıştır. Elbette bunda merkezî devletin tasarruf gerekçeleri önemli rol oynamıştır. Cumhuriyetin ilk ortaokulu ancak Atatürk'ün ölümüne doğru faaliyete (1935) geçebilmiştir. İskilip'te okuma ve okullaşma bağlamında ancak 1970'lere doğru gelişme olmuştur. İskilip, İnönü sonrası Menderes dönemini ekonomik açıdan daha rahat geçirmeye başlamıştır. Bunda II. Dünya Savaşı sonrası şartların da etkisi olmuştur. İskilip esnafı, bu dönemde daha rahat geçinmiştir. İskilip Lisesinin eğitime başlaması (1968). 1970'lerde yaşanan büyük sel neticesinde ağaçlandırma çalışmaları yapılmıştır. Halk Eğitim Merkezine Metin Alkan'ın müdür olması ve ülke gündemine örnek rol model olan HEM çıkması. Kaymakamlık ve iki işyerinin topluca basılıp eşyaların dışarı atılıp yakılması olayı gerçekleşmiştir. İskilip'in güneye doğru kenti yönlendirmesi, yeni konutların inşa edilmesi sonucu bağ ve bahçe kültürü yavaş yavaş yok olmaktadır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başbakanın da İskilip'i ziyareti söz konusudur. Günümüzde İskilip'te ayakkabı sanayi ve yem sanayinde faaliyet gösteren firmaları mevcuttur. Organik gıdaların Türkiye'de son yıllarda ön plana çıkması ile yıllardır doğal yollardan gıdalarını temin eden İskilip ve çevresinin önemi, büyük pazarlara da yakın olması ile gün geçtikçe artmaktadır. Özellikle bölgede yetişen çeltik, yüksek kalitedeki makarnalık buğday, kapari, sumak, yarpuz, dağ eriği ve evlerde tamamen doğal olarak üretilen pekmez, sirke, Kuşburnu perverdesi, turşusu aranan ürünler olmaktadır. Yine bölgenin en önemli üretimlerinden birisi olan kara üzüm, gerek şarap üretimi için gerekse tüketim için aran ütümdür. Sağlık Meslek lisesi, Anadolu Lisesi, Yatılı Bölge Okulu ve yüksek okul günümüzde İskilip'te faaliyetlerini sürdürüyor. Nüfus. İskilip'in yazılı tarih açısından belgelenen ilk nüfus bilgileri 1576 yılına aittir. Ankara, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyud-ı Kadime Arşivi'nde bulunan 38 numaralı Çorum Mufassal Tahrir Defteri kaynak alınarak, İskilip'in XVI. yüzyıldaki kişi ve yer adları üzerinde tarihçi Prof. Dr. Yılmaz Kurt bir çalışmasında durmuştur. 1576 yılında İskilip şehir merkezindeki 11 mahallede yaşayan toplam 1072 nefer Müslim vergi nüfusunun 597'si evli, 475'i bekardır. Aynı çalışmada, kırsal yerleşmelerde tespit edilmiş 8162 vergi vermekte olan erkek nüfus belirtilmiştir. Elde edilen veriler ışığında bu dönemde kent ve kırsal toplam nüfusun 46.210 olduğu tahmin edilmektedir. İskilip bakır çağından, Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemine kadar önemli kentlerinden birisi olmakla birlikte bu önemini 20. yüzyılın başında yitirmiştir. Bu önem azalışı ilçe merkezi ekseninde oluşan nüfus daralması ile gözlemlenmektedir. 1970 yılında UNESCO adına Amerikalı Iris Kapil tarafından yapılan sosyolojik bir çalışmanın (Ankara merkezli) başlangıçta nesnesi iken sonuçta öznelerinden birisi olmuştur. Bu çalışmanın ikincisi 1985 yılında Prof. Dr. Melih Eroğlu tarafından yapılmıştır. İki toplumbilim alan çalışması verileri irdelendiğinde Türkiye nüfusunun %1.5- 2 arasında bir oranı köken olarak İskilip çıkışlı olduğu tespit edilmiştir. Oysa 2007 yılı nüfus verilerine göre ülke nüfusunun ancak %0,5 kadarı İskilip merkezli olarak ikamet etmektedirler. İskilip'te yerleşik olan nüfusun yaklaşık olarak 30 kattan fazlası ülkenin değişik kentlerinde ve yurt dışında yaşamaktadırlar. Yirminci yüzyıla kadar İskilip ülkesinin o zamanki dünyanın iktisadi gerekleri ile uyumlu ve entegre olarak varlığını sürdürürken Cumhuriyet Dönemi ile bu dışa açık yapısını kaybetmiştir. Dünya ile entegre yapıdan uzaklaşmak İskilip'i kapalı ekonomik bir yapıya dönüştürürken dışarıya doğru çok yoğun ve hızlı bir nüfus göçüne zorlamıştır. Kapalı ekonomik yapı İskilip'i hızla fakirleştirmiş ve Cumhuriyet Dönemi'nin sıradan görünümlü bir yerleşim birimine dönüştürmüştür. 1831 yılına ait veriler üzerinden İskilip ile İstanbul ve Bursa nüfusunu tarihsel süreç içerisinde kıyaslarsak son iki yüz yıl içerisinde değişim ve dönüşümün oranını ve boyutunu anlamak daha kolay olacaktır. 19. yüzyılın başında İstanbul nüfusu 200.000 kişi iken İskilip 11.450 civarındadır. Arada 20 katı bir oran vardı oysa 21. yüzyılın başında bu oran 600 katına ulaşmıştır. Arada oluşan bu korkunç sayılabilecek oransal değişim ve dönüşümde İskilip'in nereden nereye geldiğini anlamak için önemli bir veridir. İstanbul'un nüfusunun ülke ekonomisinin sağlıksız ve eşitliksiz gelişimin sosyolojik bir sonucu olduğu ortada olmakla birlikte aynı oranda İskilip nüfusu da artmış olsaydı 600.000 kadar kent merkezli bir nüfusunun olması gerekirdi. Köyler ile birlikte bu nüfusun bir milyondan fazla olacağı da ortadadır. 1831 yılında İskilip merkezinin nüfusu o yılın Bursa merkezinde yer alan müslüman nüfusundan daha fazladır. İskilip 11.450 kişilik bir nüfusa sahipken Bursa 10.552 kişi (müslüman olmayanlarla birlikte toplam 16.138). Burdur'un 8.505. Çankırı 12.205 (köyleri dahil) 1945 yılında dönemin Çorum valisince Haremi ile ırmak arasında kalan (Dedesli ovası doğu ucu) köylerde Çorum merkez ilçeye bağlanarak kırsal nüfusun önemli oranda azalması sağlanmış ve bunun uzun yıllar sürecek önemli sosyo ekonomik kayıpları da olmuştur. 1927 yılı ile 2007 yılı arasında İskilip kent ve kırsal alanı arasında nüfus değişimi kent lehine olmuştur. 1927 yılında nüfusun %80,8'i kırsal alanda %19,8'i ise kent merkezinde yaşamaktadır. 2007 yılında ise bu oran kırsal alan için %51,1, kentsel alanda ise %48,9 oranında olmuştur. 80 yıllık süreçte İskilip kırsal ve kent nüfusu arasında kırsal lehine olan nüfus dönüşerek kent merkezi lehine oluşmuştur. Son yirmi yılın nüfus verileri temel alınarak geleceği yönelik yapılan kestirimlerde 2100 yılında kırsal nüfusun 3000 (%9) civarına ineceği kent nüfusunun ise 30.000'in (%81) üzerine çıkacağı öngörülmektedir. 2020 yılında İskilip; 64 köy ve merkezde 14 mahalleden oluşmaktadır. Coğrafya, iklim ve flora. Anadolu'nun en eski yerleşim alanlarından birisidir. Çorum'a 55 km uzaklıkta olup, Çorum-Kastamonu arasında bulunmaktadır. Yüzölçümü 1.187 km²dir. Deniz seviyesinden 720 m yükseklikte bulunmaktadır. Nüfus yoğunluğu yüzde 45 olup, 51.855 nüfusa sahiptir. Bu nüfusun 19.709'u ilçe merkezinde, 32.146'sı İskilip ilçesine bağlı yerleşim alanlarında yaşamaktadır. İskilip, kent merkezinde 14 mahalle bulunmaktadır. İskilip ilçesinin ekonomisi tarım ve ticarete dayanmaktadır. 267,5 km²sinde hububat, 90,5 km²sinde baklagiller, yem bitkileri ve sanayi bitkileri ve diğer tarım ürünleri yetiştirilir. İskilip ilçe topraklarının 460 kilometre karesini ormanlar kaplar. İskilip ilçesinin içerisinden geçen Meydan çayı diğer birkaç derenin suyunu alarak Kızılırmak'a dökülür. Kızılırmak, İskilip-Uğurludağ ve İskilip-Merkez ilçe sınırını teşkil eder. İklim olarak ılıman karasal iklime sahiptir. Kışlar bol yağışlıdır. Yazlar sıcak ve nispeten kurak. Teke Dağı 1700 metre ile en yüksek dağıdır. Kayın, meşe, karaçam, sarıçam, kavak, gürgen, kestane, köknar, ıhlamur, kiraz, kızılcık, ceviz, ahlat, alıç, dut gibi ağaç türleri ilçe topraklarında yetişir. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Ordu Ziraat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Turan Karadeniz'in yaptığı çalışmalar ve tespit ettiği veriler ışığında; “İskilip'in tarım arazisi en az 30 vadiden oluşmakta ve yaklaşık 300 bin ceviz ağacı yetişmektedir. İskilip cevizleri, kızılcıkları, elma ve armutlarının seleksiyon (mevcut popülasyon üzerinden üstün özellikte olanları öne çıkarmak) çalışmalar çok yönlü sürdürülüyor". İskilip, mikro klima iklim özelliği nedeni ile ceviz üretimi için en uygun coğrafya koşullarına sahip. İskilip'in mevcut ceviz türlerinin bulunduğu yükseklik 700 ile bin 100 metre aralığında olduğu, bu aralığa uygun ceviz tiplerinin bulunduğu, dolayısıyla birbirinden farklı çok sayıda kıymetli tiplerin bu geniş yükselti aralığına uyumlu olduğu görülmüştür. "Ceviz", çok nemli hava iklimini sevmediği gibi çok da soğuk kış ve bahar ikliminden de hoşlanmamaktadır. Batı Karadeniz'in İç Anadolu'ya geçiş kuşağında bulunan İskilip ekolojisi ne nemli, nede İç Anadolu'nun step iklimi gibi sert iklimine sahiptir. Bu da İskilip'in ceviz üretimi için son derece uygun bir ekolojiye sahip olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca İskilip'te yöreye özgü 20 çeşidin üzerinde üzüm çeşidi tespit edilmiştir. Ayrıca, İskilip'te yöreye özgü 40'a yakın elma, 30'dan fazla armut, 10 civarında ceviz çeşidinin genetik yapılarının farklılığı uzmanlarca tespiti yapılmıştır. İskilip ayvasının bir zamanlar önemli bir ihraç ürünü idi. Meyvecilik potansiyelinin geliştirilmesi ve kapama bahçeleri, damla sulama sistemleri ile İskilip tarımının giderek kalkınacağı aşikardır. İklim Verileri Jeolojik Yapısı. Jeolojik yapısında iki ana kütle kayaç grubu göze çarpar. Bunlardan birincisi; metamorfik seri (başkalaşmış kayaçlar), ikincisi ise tortul kütlelerdir. Bölge asıl jeolojik karakterini 3. jeolojik zamanın sonları ile 4. jeolojik zamanda meydana gelen oluşumlar meydana getirmektedir. Alp - Himalaya dağ oluşumu (orojenezi) olarak bilinen sistem içerisinde yer alan Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde yer almaktadır. Doğal yaşam. Kuşlar. Toy, İskilip'in en özel kuşlarından birisi olup tarihte İskilipliler bu kuşun yaşadığı yerlerden bir tanesine köylerini kurup adına da Toyhana (Toy evi) demişlerdir. İskilip'in ovalarında, yaylalarında ve dağlarında tespit edilen kuş türleri: Küçük Ak Balıkçıl (Egretta garzetta), Gri Balıkçıl (Ardea cinerea), Leylek (Ciconia ciconia), Kara Leylek (Ciconia nigra), Küçük Akbaba (Neophron percnopterus), Kaya Kartalı (Aquila chrysaetos), Yılan Kartalı (Circaetus gallicus), Kara Çaylak (Milvus migrans), Şahin (Buteo buteo), Kızıl Şahin (Buteo rufinus), Gökdoğan (Falco peregrinus), Kınalı Keklik (Alectoris chukar), Bıldırcın (Coturnix coturnix), Dövüşken Kuş (Philomachus pugnax), Kaya Güvercini (Columba livia), Florya (Carduelis chloris), İbibik (Upupa epops), Kumru (Streptopelia decaocto), Tahtalı (Columba palumbus), Guguk (Cuculus canorus), Kukumav (Athene noctua), Ebabil (Apodidae), Ak Karınlı Sağan (Apus melba), Alaca Ağaçkakan (Dendrocopos syriacus), Boyun Çeviren (Jynx torquilla), Tarlakuşu (Alauda arvensis), Tepeli Toygar (Galerida cristata), Bozkır Toygar (Calandrella brachydactyla), Boğmaklı Toygar (Melanocorypha calandra), Sarı Kuyruk Sallayan (Motacilla flava), Dağ Kuyruk Sallayan (Motacilla cinerea), Ak Kuyruk Sallayan (Motacilla alba), Kızılgerdan (Erithacus rubecula), Bülbül (Luscinia megarhynchos), Taş Bülbülü (Irania gutturalis), Kara Kızılkuyruk (Phoenicurus ochruros), Kuyrukkakan (Oenanthe oenanthe), Kara Kulaklı Kuyrukkakan (Oenanthe hispanica), Taşkuşu (Saxicola torquata), Ökse Ardıcı (Turdus viscivorus), Karatavuk (Turdus merula), Ak Gerdanlı Ötleğen (Sylvia communis), Saz Bülbülü (Acrocephalus scirpaceus), Söğüt Bülbülü (Phylloscopus trochilus), Kara Sinekkapan (Ficedula hypoleuca), Benekli Sinekkapan (Muscicapa striata), Büyük Baştankara (Parus major), Çam Baştankarası (Parus ater), Sıvacı Kuşu (Sitta europaea), Kızıl Sırtlı Örümcek Kuşu (Lanius collurio), Kara Alınlı Örümcek Kuşu (Lanius minor), Saksağan (Pica pica), Alakarga (Garrulus glandarius), Küçük Karga (Corvus monedula), Ekin Kargası (Corvus frugilegus), Leş Kargası (Corvus corone), Kuzgun (Corvus corax), Sığırcık (Sturnus vulgaris), Sarı Asma (Oriolus oriolus), Ev Serçesi (Passer domesticus), Ağaç serçesi (Passer montanus) Kaya serçesi (Petronia petronia), İspinoz (Fringilla coelebs), Ketenkuşu (Carduelis cannabina), Saka (Carduelis carduelis), Kocabaş (Coccothraustes coccothraustes), Küçük İskete (Serinus serinus), Karabaşlı Kiraz Kuşu (Emberiza melanocephala), Tarla Kiraz Kuşu (Miliaria calandra), Turna (Grus grus), Yeşilbaş (Anas platyrhynchos), Kızılkuyruk (Phoenicurus phoenicurus), Uzun Bacak (Himantopus himantopus), Su Çulluğu (Gallinago gallinago), Toy kuşu (Otis tarda). Kültür. İskilip Kütüphanesi. Çorum ilinde kütüphane kültürü, İskilip (1258 yılında) ve Çorum (1756 yılında) şehirleri haricinde yeni olup, tümüyle Cumhuriyet Dönemi'ne ait olumlu gelişmelerdir. İskilip ve Çorum dışında bulunan yerleşimlerde kütüphane kültürünün oluşması ve gelişmesi tümüyle Cumhuriyet Dönemi'nin olumlu yansımaları olup, İskilip tarihinde öne çıkan, önemli tarihsel gelişmelerdendir. İskilip kütüphanelerinin esası Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı dönemi vakıf kütüphanelerine dayanmaktadır. İskilip'in kültürel olarak oldukça önemli bir yerleşme olduğunu belgeleyen tarihi belgelerden birisi de 1897 yılına ait Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin Bin Üçyüz Onüç Senesine Mahsus İstatistik-i Umumîsi'dir. İskilip'in bağlı bulunduğu Ankara Vilayeti genelinde toplam 18 kütüphane olduğu görülür. O tarihte Ankara vilayetine bağlı olan sancaklara (il) bakarsak sırasıyla; Ankara, Çorum, Kayseri, Kırşehir, Yozgat sancakları ve bu sancaklara bağlı olan kazalardan (ilçe) oluşmaktadır. 1897 yılında İskilip'te 6 adet kütüphanenin varlığı önemli olmaktadır. O tarihte adı sayılan tüm bu coğrafya da bulunan kütüphanelerin sadece üçte biri İskilip'te bulunmaktadır. İskilip Kütüphanesi, yakın coğrafyasında bilinen en eski kütüphane olup; 1258 yılında kurulan "Hacebey", 1272 yılında "Cece Bey", 1476 yılında "Şeyh Habib", 1480 yılında kurulan, sonradan adı Ebusuud olan; 1730 yılında "Hocazade" ile 1818 yılında kurulan "Terzi Bekir Ağa" ve 1841 yılında kurulan, "Camii Kebir" kütüphanelerinin 1924 yılında kanun ile 1272 yılında vakfedilerek kurulan Cece Bey Medresesi kütüphanesinde toplanarak, tek kütüphane çatısı altında faaliyete geçirilerek oluşturulmuştur. Kuruluşlarından Cumhuriyete kadar varlıklarını sürdürebilmeleri açısından ilin en eski kütüphanesi olduğu gibi Türkiye'nin de en eski kütüphanelerindendir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra 1924 yılında çıkan, "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" adlı devrim kanunu ile devlet sahipliğinde kamu adına yeniden açılması ile günümüzdeki yapıya kavuştu. Cumhuriyetin ilk yıllarında İskilip genelinde yaşanan devlete karşı duyulan güvensizlik sonucu birçok el yazması ve taş baskısı kitaplardan oluşan, ev kitaplıklarının sahiplerince yakılarak ya da bahçelere açılan derin çukurlara gömülerek ortadan kaldırıldığı da tarihsel ve üzücü bir gerçekliktir. Halktan toplanan kitapların, bir kısmının devlete gelir elde etmek üzere hurda kâğıt olarak yurt dışına devletçe satılmış olması da bu dönemki güvensizliğin oluşmasında öne çıkmaktadır. İskilip Halk Kütüphanesinde tarihi değeri olan 1443 adet Arapça alfabesinde yazılmış taş baskı basılı kitap ve 529 adet el yazması kitap ile 2006 yılında 38.046 adet toplam kitap vardır. 1999 yılında ise 32.203 kitap bulunmaktaydı. 1996 yılınında İskilip Halk Kütüphanesi içerisine, yaşlılar için özel okuma salonu, kütüphane müdürü Metin Kalyoncu tarafından hizmete açıldı. Bu salon Türkiye genelinde gerçekleştirilen türünün ilk uygulamasıdır. Kütüphane 1924 yılından bu yana üç değişik yerde hizmette bulunarak, günümüzde bulunan yere taşınıp, kendisine ait özel binasında faaliyetlerini sürdürmektedir. Türküler. İskilip Türküleri 1939 yılında Muzaffer Sarısözen ve arkadaşlarınca yerinde derlenip taş plaklara kayıt alınmıştır. Kasap Mustafa Çarkacı'dan çok sayıda İskilip türküsü derlenmiştir. İskilip Mutfağı. İskilip mutfağının kökeninde salça yoktur. Salça; İskilip halkı, Osmanlı Devletinin bir savaş veya benzeri bir durumda esir aldığı bir grup yabancıyı, İskilip'te esir kampında ikamet ettirdiği zamanlarda bu esirlerin hanımlarından 1875-1877 yılları arasında öğrenmişledir. Bu tarihe kadar İskilip Mutfağında topalak (domates), turşularda ve yemeklerde, yeşil renkteyken kullanılmaktaydı. Bu tarihe kadar İskilipliler kızaran domatesleri çürüdü diye çöpe atarlarmış. Yemek kültürü ve etnoloji ile yemek isimlerinin etimolojisi açısından birçok yemeğin ve yiyeceğin kökeni İskilip olarak karşımıza çıkar. İskilip'te tek bir kelime ile adlandırılan birçok yemek diğer Anadolu yerleşimlerinde ve günümüzde en az iki kelimeyle adlandırılmaktadır. Anadolu uygarlıklarına ve dünyaya bu kadar yemek ve yiyecek kültürü aktaran bir yerleşim alanının elbette ki tarihsel kökenleri yazılı tarihin çok öncesi olan tarım çağına kadar gidebilmektedir. Günümüzde bile İslami motiflerin arasında yapılışı ve sunuluşuyla kendini öne çıkaran, İskilip dolması, İskilip halkı için değerli bir yemektir. İskilip mutfağının kökeninin Orta Asya-Bozkır Mutfak Kültürüne kadar uzandığı, yemeklerin yapılış ve sunum şekillerinden anlaşılmaktadır. Özellikle İskilip Dolmasının yapımında kullanılan kazan, saçayağı, kepçe ve sunumunda kullanılan lengerler bu yemeğin yapılışı ve sunumu itibarıyla tamamen bir toy yemeği olduğunun bir kanıtı sayılabilir. Özünde de İskilip Dolması 5-10 kişiye yapılacak bir yemek değildir. Belediye. İskilip'te belediye teşkilatı ilk kez Osmanlı Döneminde 1872 yılında kurulup, Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan 389 adet belediye teşkilatından bir tanesidir. Seçildikleri yahut da atandıkları yıllara göre belediye başkanları, oy oranları ve siyasi partileri: Cumhuriyet Öncesi:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15956", "len_data": 30880, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
I. Kılıç Arslan ya da Kılıçarslan (Arap alfabesiyle: قلج أرسلان‎) (1079 - 13 Temmuz 1107), Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın oğlu ve ikinci Anadolu Selçuklu sultanıdır. I. Haçlı Seferi’nde mağlup olup başkent İznik’i Bizans’a teslim etmek zorunda kaldıktan sonra 1101 Haçlı Seferi’nde üç ayrı Haçlı ordusuna karşı kazandığı başarılarla Haçlı hareketini durdurmuş; İstanbul’dan Suriye’ye giden yolun hem Bizans, hem de Haçlı ordularına kapanmasını sağlamıştır. I. Kılıç Arslan, Haçlılarla yaptığı mücadelelerin yanı sıra Anadolu’da yaptığı seferlerle devletinin rakibi Danişmendli Beyliği’nin nüfuzunu kırmak için çalıştı; son döneminde Malatya'yı merkez yaparak devleti Doğu Anadolu'nun en güçlü devleti hâline getirdi. Dedesi Kutalmış’tan beri süregelen Büyük Selçuklu tahtını ele geçirme çabasını sürdürerek Musul'u ele geçirdi. Burada Büyük Selçuklu hükümdarı adına okunan hutbeyi kendi adına çevirterek Büyük Selçuklu tahtına adaylığını gösterdi. Genç yaşta ölümü ile Haçlılar’a karşı yürütülen mücadele ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasî birliği zaafa uğramış, Anadolu Selçukluları fetret devri içine girmiştir. Yetişkinlik öncesi. Doğum tarihi ve yeri kesin olarak bilinmez. Babası, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tır. Adı Bizans kaynaklarında “"Klitziasthlas"” olarak geçer; Latin kroniklerinde babasının adıyla ("Soliman)" zikredilir. Süleyman Şah'ın 1086 yılında Suriye seferinde Melik Tutuş'la mücadelesi sırasında giriştikleri Ayn Seylem Savaşı'nda ölümünden sonra oğulları Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, Tutuş tarafından Antakya'ya götürülmüştür. Daha sonra 1087 ilkbaharında bölgeye gelen Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah ise Kılıç Arslan ve Kulan Arslan'ı İsfahan'a götürmüştür. Böylece Melikşah, ölümüne kadar Süleyman Şah'ın bu iki oğlunu serbest bırakmamış ve 1086-1092 yılları arasında Kutalmışoğulları'nın Anadolu'da hakimiyetlerine müsaade etmemiştir. Bu yüzden Anadolu Selçuklu Devleti, Melikşah'ın ölümüne kadar altı yıl saltanat naibi Ebu'l-Kasım'ın hükümdarlığında kalmıştır. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, 1092 yılında Melikşah'ın ölümüyle beraber serbest kalmış ve İznik'e gitmişlerdir. Bazı kaynaklara göre Melikşah'ın ölümünden sonra meydana gelen taht kavgaları sırasında ortaya çıkan karışıklıktan yararlanarak kaçmışlar, bazı kaynaklara göre Büyük Selçuklu tahtına çıkan Sultan Berkyaruk'un izni ile Anadolu'ya geçebilmişlerdir. Tahta çıkışı. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan İznik'e ulaştıklarında Bizanslılar, şehri kuşatma altına almış durumdaydılar. Ebu-l Kasım'ın ölümü üzerine yerine geçen Ebu'l Gazi, Süleyman Şah'ın oğulları İznik'e gelince, idareyi onlara devretti. Büyük kardeş Kılıç Arslan, sultan unvanını aldı ve İznik'teki muhariblerin kadın ve çocuklarını getirerek şehirde yerleştirerek şehri kendisine payitaht (başkent) yaptı. Bu tedbirleri alan Kılıç Arslan, Ebu'l Gazi'yi başkentin kumandanlığından alarak yerine Muhammed'i beylerbeyi makamına çıkarmış ve diğer beyleri onun idaresine vermiştir. Geçmişte babasına tâbî olan Anadolu'daki feodal beyler, babasının ölümünden sonra müstakil hareket etmeye başlamış olduğundan tahta çıktığı sırada sadece kendisi gelene kadar Ebu'l Kasım'ın ve Ebu'l Kasım'dan sonra kardeşi Ebu'l Gazi'nin muhafaza etmiş olduğu yerler Kılıç Arslan'ın kontrolünde bulunmaktaydı. Bizans ile ilişkiler. İznik'te yönetimi ele alan Kılıç Arslan, bir taraftan babası Süleyman Şah'ın ölümünden beri dağılmış bulunan devletin birliğini kurmaya çalışırken, bir taraftan da Bizans'a karşı sürdürülen mücadeleyi devam ettirme taraftarıydı. İlk önce İznik'i kuşatmış olan Bizans ordusunu geri çekilmek zorunda bıraktı. Bizanslıların taarruza geçerek Marmara sahillerini işgale başlamaları üzerine beylerbeyi makamına çıkardığı "İlhan" lakaplı İlhan Muhammed'i Bizans üzerine göndermedi. İlhan Muhammed Apolyont ve Kapıdağ havalisini işgal edince Bizans imparatoru I. Aleksios, kendisine karşı denizden bir ordu gönderse de İlhan Muhammed, gölün girişinde şiddetli bir hücum yaparak Bizanslılar'ı bozguna uğratmıştır. Fakat imparatorun karadan gönderdiği ordu İlhan'ı esir ve mağlup etmiştir. Bizans'a karşı düzenlenen ilk sefer böylece sonuçsuz kalmıştır. Bu sırada Anadolu'nun batısında yeni bir Türk beyi adından söz ettirmeye başlamıştı. İzmir'i ele geçirerek kendi donanmasını oluşturan Çaka Bey, Bizans'a karşı seferler düzenlemekteydi. Çaka Bey, Ebu'l Kasım'ın devleti idare ettiği dönemde Selçuklularla ittifak yapmıştı ve geçmişte Midilli, Sakız, İstanköy ve Rodos adalarını da fethederek Bizans'ın başkenti İstanbul'u tehlikeye atmıştı. Çaka Bey'in günden güne gücünü artırarak bölgede etkili nüfuz sahibi olması üzerine Sultan Kılıç Arslan aynı düşmana karşı savaşan Çaka Bey ile ittifak kurmaya çalıştı ve kızı ile 1092 yılında diplomatik amaçlı bir evlilik gerçekleştirdi. Bu arada Çaka Bey, denize açılarak Çanakkale istikametinde ilerlemiş ve o dönem Bizans'ın doğu gümrüğü sayılan Abidos'u kuşatmıştı. Selçukluların Çaka Bey ile ortak hareket etmesini önlemek isteyen Bizans imparatoru I. Aleksios, Çaka Bey'in asıl niyetinin İznik olduğunu söyleyerek Kılıçarslan'ı kayınpederine karşı kışkırttı. Kılıç Arslan, Çaka Bey'in gittikçe güçlenmesini kendisi açısından endişe verici bularak Bizans ile ittifak kurdu. Abidos kuşatması sırasında Bizans donanması denizden, Selçuklu ordusu ise karadan Çaka Bey'e karşı harekete geçti. İki devlet arasındaki ittifaktan haberi olmayan Çaka Bey, I. Kılıç Arslan ile bir görüşme talep etti. Kendisini merasimle karşılayan I. Kılıç Arslan, verilen ziyafet sırasında kılıcını çekerek Çaka Bey'i öldürdü. Çaka Bey'in ölümünden sonra Kılıç Arslan ve imparator I. Aleksios aralarında varmış oldukları anlaşmanın devam etmesine karar verdiler. Ancak bu barış dönemi kısa sürdü. Türkler Bitinya bölgesindeki Bizans topraklarına akınlar düzenlemeye başladı. Balkanlarda Kumanlar ile savaşmakta olan imparator, bu savaşı bitirdikten sonra Türk akınlarına karşı Sapanca Gölü'nün güneyinden İzmit körfezine uzanan bir kanal kazdırıp içini su ile doldurarak Türklerin İzmit çevresine girmesini engellemek istedi. Fakat bu işe girişemeden Mayıs 1096'da Haçlı Kuvvetlerinin Tuna'yı aşarak imparatorluk topraklarına girdiğini öğrendi. Halkın Haçlı Seferi. İmparator Aleksios Komnenos, Türkleri Anadolu'dan atmak ve kaybedilen toprakları geri almak maksadıyla 1091'de Papa II. Urban'dan yardım talebinde bulunmuştu. Ne var ki Bizans'ın istediği küçük askeri yardımlar yerine çok büyük kitleler harekete geçmiş ve çoğu disiplinsiz, savaştan anlamayan insanlardan oluşan ilk Haçlı kitleleri Avrupa'dan yola çıkarak akın halinde doğuya ilerlemişlerdi. Keşiş Pierre L'Ermite'in idaresinde toplanmış Fransız, Alman, İtalyan ve diğer milletlerden oluşan ilk Haçlı ordusu, yağma ve çapulla yol alarak İstanbul'a ulaşınca İmparator Aleksios Komnenos, birliklerin kente zarar vermesini önlemek için harekete geçti. 1 Ağustos 1096'da İstanbul'a varan bu ordu hemen Boğaz'dan Anadolu'ya geçirilerek Yalova yakınlarındaki Kibotos karargâhına yerleştirildi. Haçlılar böylece Türkiye Selçuklu Devleti'nin sınırına ulaşarak yağma akınları yapmaya başladı. İmparator I. Aleksios'la, Bizans'ın kendilerine sağlayacağı yardıma karşılık Anadolu'da ele geçirecekleri yerleri bu devlete bırakacakları hususunda bir anlaşma yapan Haçlılar, Selçuklu başkenti İznik yakınlarına kadar ilerleyerek buradaki köyleri yağmaladılar. Eylül ayı sonlarına doğru 6.000 kişilik Alman-İtalyan birliğinin İznik civarındaki Kserigordos adında bir kaleyi ele geçirdiğini öğrenen Sultan Kılıç Arslan bir ordu göndererek kaleyi geri aldı. Selçuklu karşısında alınan bu mağlubiyetin intikamını almak üzere yaklaşık 20.000 kişiden oluşan Haçlı ordusu Kibitos'tan ayrılarak İznik üzerine yürüdü. Düşmanı karşılamak üzere yola çıkan Selçuklu ordusu "Drakon" ("Kırkgeçit") adlı köyde yapılan savaşta galip gelerek Haçlı karargahını da ele geçirdi. Ancak bunlar, Anna Komnini'ye göre İlhan'ın, İbnü'l Kalanisi'ye göre Kılıç Arslan'ın kardeşi Kulan Arslan'ın (bazı kaynaklarda Davud olarak geçer) komutasındaki Selçuklu ordusu ve Türkmenler tarafından İzmit'e ulaşamadan imha edilmiştir. Bazı kaynaklara göre Anadolu Selçukluları 60.000 Haçlıyı imha etmiştir. Malatya kuşatması. Keşiş Pierre L'Ermite'in ordusuna karşı kazanılan başarı, Kılıç Arslan'ın Haçlılar'ı küçümsemesine yol açtı. Haçlıların İznik'e kadar ilerleyemeyeceğini ve ülkesi için bir tehdit olamayacağını düşünerek 1095'te Kardeşi Kulan Arslan'ı yerine vekil bırakıp Ermeni Gabriel'in kontrolündeki Malatya üzerine yürüdü. Eski bir Bizans valisi olan Ermeni Gabriel, daha sonra Türk beylerinin hakimiyetini tanıyarak hakimiyetini korumuştu. Kılıç Arslan, Orta Anadolu'da güçlü bir devlet haline gelen Selçukluların rakibi Danişmendliler'den önce kenti ele geçirmek genişlemesini engellemek istiyordu. Malatya'yı günlerce kuşatmasına rağmen sağlam şehir surlarını geçemeyen Kılıç Arslan, bu sırada çok büyük ve askerî gücü yüksek bir Haçlı ordusunun İstanbul'dan Anadolu'ya geçerek İznik üzerine hareket ettiğini haber alınca kuşatmayı kaldırdı ve İznik'e dönmek için yola çıktı. Bundan sonra I. Kılıç Arslan uzun süre Haçlılar ile mücadele etmek zorunda kalmış ve 1105 yılına kadar yaklaşık on yıl doğuya karşı bir harekette bulunamamıştır. Birinci Haçlı Seferi. Disiplinsiz halk kitlelerinden oluşan ilk Haçlı ordusundan sonra Bizans'ın başkenti İstanbul'a kontların ve düklerin komutasındaki, disiplinli ve savaşçı şövalyelerden oluşan Haçlılar gelmişti. Miğferli ve zırhlı 100.000 askerden başka diğer asker, kadın ve çocuklarla beraber sayıları 600.000'i bulmuştur. Haçlılar, İstanbul'a ulaştıklarında I. Aleksios ile bir anlaşma yapmış ve Anadolu'ya geçirilmişlerdir. Bu antlaşmaya göre Haçlılar, Anadolu'da ele geçirdikleri yerleri Bizans'a teslim edecek, Bizanslılar da Anadolu'da Haçlılar'a rehberlik yapacaktır. Nitekim bu gelen Haçlılar ve Bizanslılar, Anadolu Selçukluları'nın başkenti İznik'i kuşattılar. İznik'in surlarla ve göl sularıyla çevrili olmasından dolayı kuşatma zorlaşmış ve şehirdeki Türkler, göl vasıtasıyla temel ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Bu sırada Kılıç Arslan Malatya şehrini kuşatmaktaydı ve İznik'ten gelen yardım çağrılarıyla kuşatmayı kaldırarak süratle batıya hareket etmiştir. Kılıç Arslan Mayıs ayı sonunda, 30 günden fazla süren bir yürüyüşten sonra İznik önlerine varabildi. Mayıs sonlarına doğru İznik'e ulaştığında Haçlı orduları şehri kuşatma altına almışlardı ve gönderdiği öncü birliği de başarılı olamamıştı. Kuşatma, ilk anda kara kesiminden yapılmıştı. Daha sonra, ilk başta kuşatamadıkları güney kapısını da sarmışlar, ardından kentin İznik Gölü üzerinden erzak sağlayabildiği görülünce göle hafif tekneler getirilmiş, erzak ikmali önlenmişti. Bu yüzden şehrin altındaki ovaya ordugah kuran Kılıç Arslan, kuşatmayı yarmayı denemiş ne var ki Haçlılar'ın sayıca üstünlüğü yüzünden kuşatmayı yaramamıştır. Bunun üzerine Kılıç Arslan, böyle tepeden tırnağa zırhlı bir ordunun karşısında kendi ordusunu yıpratmamak için geri çekilmiş ve İznik'teki müdafilerin yazdığı mektuplarda istediklerini tercih etmekte serbest bırakmıştır. Kent komutası, İmparator I. Aleksios'un Haçlılar'la birlik olduğunu, onun tarafından İznik gölüne gönderilen gemilerle kendilerine gelecek yardım yolunun kapandığını ve Haçlılar'ın yeni aldıkları takviye birlikleriyle bir hücuma hazırlandığını görerek, Bizans Kumandanı Manuel Butumites'le canlarını ve ailelerini kurtarmak koşulu üzerinde anlaşarak 19 Haziran 1097 tarihinde şehri ona teslim ettiler. Bizans imparatoru, çoğunu Peçenek Türkleri'nin teşkil ettiği 40.000 kişilik bir orduyu Tadık'ın komutasında şehri teslim almaya memur etmiş ve böylece İznik, Bizanslılar'ın eline geçti ve Selçuklu Devleti başkentini kaybetti. Kılıç Arslan'ın eşi ve çocukları İstanbul'a götürüldü. Bizans İmparatoru Selçuklu esirlerine çok iyi muamele yapmış; onları fidye karşılığı serbest bırakmıştır. Kılıç Arslan'ın eşi (Çaka Bey'in kızı) ve çocukları ise fidye almaksızın serbest bırakıldı. 325 yılında toplanan konsil ile meşhur olan bu şehir böylece tekrar Bizanslılar'ın eline geçmiş ve Orhan Gazi tarafından 1331 yılında ele geçirilmesine (İznik Kuşatması (1331)) kadar onların elinde kalmıştır. Bizans imparatoru I. Aleksios, İznik'in alındığını bütün Avrupa'ya mektuplarla bildirmiş ve Avrupa'da büyük bir sevinç yaratmıştır. Haçlılar İznik'in alınmasından sonra Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladılar. Kılıç Arslan ise ordusuyla İznik önünden çekildikten sonra Anadolu'daki Türk kuvvetlerini toplamaya çalıştı. Danişmendli Gümüştekin ile Kayseri emiri Hasan'ı (Kılıç Arslan'ın kardeşi Kulan Arslan'ın oğlu olduğu söylenir,)yardımına çağırdı. Konya ve kuvvetlerini Dorileon'da (Eskişehir) topladı. Türkler; Boemondo'un kumandasında Dorileon'a (Şarhöyük / Eskişehir) gelen ilk Haçlı kuvvetlerini eski taktikleriyle vurup çekilmişler ve Haçlılar'a kayıp verdirmişlerdir. Fakat Boemondo'dan sonra Godefroy de Bouillon, Hugue, Saint-Gilles, Robert Curthose, Tancred ve Blois kontu Stephen kumandasındaki bütün Haçlılar'ın yetişerek taarruza geçmişlerdir. Temmuz sıcağında cereyan eden Dorileon Muharebesi'ne şahit olan bir Haçlı yazarı; "Türklerin metanet, kahramanlık ve savaş kabiliyetlerini kim tasvir edebilir." der. Ayrıca Türklerin; Arapları, Ermenileri, Süryanileri ve Rumları korkuttukları gibi Haçlılar'ı da tehdit edebileceklerini sandıklarını kaydederek "Onlar Haçlılar ile aynı menşeden geldiklerini ileri sürüyor; Haçlılar ile kendileri müstesna, kimsenin şövalye olamayacağını iddia ediyorlardı. Buna kimsenin itiraz edemeyeceği hakikatini söyleyeceğim. Eğer onlar Hristiyan olsalar idi şüphesiz kudret, cesaret ve muharebe ilminde kimse onlara müsavi olamazdı" diyerek taraflı bir tutum izlemiş ve Türklere olan hayranlığını dile getirmiştir. Haçlılar bu muharebedeki Selçuklu gücünü gayet abartmaktadırlar; ama son araştırmalara göre I. Kılıç Arslan gücünün 6.000-7.000 kişilik bir hafif süvari birliği olduğu kabul edilmektedir. Bu muharebede ana harp gücü zırhlı ağır süvari şövalyelerinden oluşan Haçlı ordusu galip geldi. Bütün gün süren savaşın ardından gece olunca sultan ordusunu daha fazla yıpratmadan geri çekmeye karar verdi. Kılıç Arslan kuvvetleri Haçlılar ve Bizanslıların ağır süvari taarruzlarını en azından bir süre önlemişler ve 4.000 civarında zayiat verdirmiştirler. Böyle büyük ve baştan aşağı zırhlı bir orduya taarruz durumunda sarılma ve yok olma tehlikesini gören Kılıç Arslan; ordusunu muhafaza etmek ve düşmanı çete savaşlarıyla yıpratmak maksadıyla ricat etmiştir. 4 Temmuz 1097 tarihinde sona eren savaş sonrası Haçlılar; Kılıç Arslan'ın bıraktığı altın, gümüş, çok miktarda at, deve, öküz, katır, koyun ve türlü ganimetleri ele geçirmişlerdir. Bununla beraber Selçuklular hemen hemen hiç esir vermemiştir. Haçlı müelliflerine göre Türkler; savaş sonrası gittikleri şehirlerde Hristiyanlara neşeli görünmüşler ve zafer kazanmış gibi davranmışlardır, Kılıç Arslan'ın esirleri, başka yoldan götürdüğünü belirtmişlerdir. Diğer yandan Türkler bütün yol boyu ile Konya'yı terk ve tahrip ederek Haçlılar'ı yiyecek maddelerinden mahrum bırakmışlar; sıcak, yorgunluk ve ara sıra baskınlarla onlara kayıplar verdirmişlerdir. Dorileon Savaşı'yla beraber Türkler; Marmara ve diğer sahil bölgelerini kaybederek Orta Anadolu'da toplanmaya başlamışlardır. Haçlılar ise bir-iki gün Dorileon'da kaldıktan sonra Bizans kıtalarıyla beraber harekete geçmişler ve Bizanslılar onları, Emir Dağı ile Sultan Dağı'ndan önce Akşehir'e, oradan Konya'ya ulaştırmışlardır. Kılıç Arslan; Danişmend Ahmed Gazi, Hasan Bey ve diğer beyleriyle Haçlı ordusuna son bir darbe vurmak istemiş ve bu maksatla tüm kuvvetle Ereğli'de toplanmışlardır. Fakat Haçlılar'ın muhafaza ettikleri zırhlı kuvvetlerin karşısında mücadele edilemeyeceği anlaşılınca geri çekilmişlerdir. Haçlılar, Ereğli'de ikiye ayrılarak bir kısmı Gülek Geçidi'ni aşarak Kilikya'ya girmiş büyük kısmıysa kuzeye kıvrılarak Kayseri istikametinde ilerlemiştir. Kayseri emiri Hasan Bey, bu Haçlılar ile çetin bir savaş vermiş ve çekildiği dağ yamaçlarında çok zayiata uğramıştır. Hasan Bey, burada o kadar çok şehit vermiştirki kendi adını alan bu Hasan Dağı'nda onun namına yapılan bir takım türbe ve ziyaretgahlar asırlarca Türklerin hatıralarında yaşamıştır. Kuzeye kıvrılan Haçlılar; Türklerin tahliye ettikleri Kayseri, Komana (Tokat), Göksun ve Maraş yoluyla güneye ilerlerken, Kilikya'ya giren Haçlılar Tarsus, Adana ve Mamistra şehirlerini hücumla Türkler'den almışlardır. Tarsus'ta zayiat veren Türkler, diğer şehirleri mukavemet etmeden bırakmışlardır. Kılıç Arslan, Buldacı'nın liderliğinde Büyük Selçuklu sultanı Berkyaruk'a gönderdiği bir elçi heyetiyle yardım istemiştir. Berkyaruk ise gülerek "Dünyanın hiçbir milletinin Türklere bu kadar fenalık yapamaz" şeklinde bir yanıt vermiştir. Aynı şekilde Musul atabeyi Kerboğa da Kılıç Arslan'ın bu sözlerine hayret ettiğini, Keşiş Piyer'in İznik önlerinde imha edilen kuvvetlerini ve hala her tarafın cesetlerle dolu olduğunu belirtmiştir. Büyük Haçlı taarruzu Anadolu Selçukluları'nı büyük bir zaafa ve sarsıntıya uğratmıştır. Bizanslılar, Anadolu'nun tüm sahil bölgelerini işgal etmişler; Çaka Bey'in İzmir'de vücuda getirdiği devleti ortadan kaldırmışlar ve tüm Batı Anadolu ile Karadeniz sahillerini ilhak etmişlerdir. Gülek Geçidi'ni aşıp Kilikya'ya giren Haçlılar sebebiyle şehirler ve ovalarda yerleşen Türklerin çekilmesiyle beraberse Toros Dağlarına sığınan Ermeniler yavaş yavaş şehir ve ovalara inmeye başlayarak bir prenslik vücuda getirmeye başlamışlardır. Bu mağlubiyetten sonra I. Kılıç Arslan Haçlıların en çabuk bir şekilde Anadolu'dan geçmesine izin vermeyi ve onlarla doğrudan doğruya çatışmaya girişmemeyi tercih etti. Anadolu'da ilerleyen Haçlı ordusu önündeki insan ve hayvan iaşelerini önceden tahrip ederek, onları uzaktan takip etme stratejisini uyguladı. Bundan sonra bu Haçlı ordusunun Anadolu'dan geçişinde Haçlı ordusunun doğrudan doğruya karşısına çıkan Selçuklu ordusu bulunmadı. I. Haçlı Seferi ordularının Anadolu'dan geçişi Anadolu Selçuklu Devleti'ne büyük bir darbe vurdu. Bizans kuvvetlerinin karşı saldırısıyla Ege ve Marmara kıyılarına kadar ulaşan topraklar kaybedildi ve Selçuklular Orta Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldı. Eskişehir ve Akşehir'de savunma hattı kurdu. Kılıç Arslan bir taraftan Haçlıların topraklarına verdiği zararları gidermeye çalışırken, bir taraftan da Bizans kuvvetlerine karşı da mücadele verdi. Bundan başka, I. Haçlı Seferi arkasından durmadan Avrupa'dan gelen küçüklü büyüklü Haçlı gruplarına da karşı mücadele etmek zorunda kaldı. Bunlar arasında 1099 yılında Danimarka Kralının oğlu Sweyn the Crusader (Svend Korsfarer) idaresindeki orduyu Akşehir ile Ilgın arasında tamamen yok etti. 1101 Haçlı Seferi. Danişmend Gazi; 1100 yılında Suriye'de yerleşmiş bulunan Haçlılar'ı Malatya civarında mağlup ve esir ederek bazı Haçlı prenslerini Niksar'da hapsetmiştir. Bu esnada Kılıç Arslan'ın da Danişmend Gazi ile beraber bulunduğu veya yardım kuvveti gönderdiği bazı kaynaklarda belirtilse de bunlar kesin değildir. Nitekim Danişmend Ahmed Gazi'nin bu zaferi ve bazı Frank prenslerinin esir düşmesi sonucu Avrupa'dan yeni Haçlı orduları harekete geçmiştir. Bu 1101 yılı ek Haçlı seferi İstanbul'dan birbiri arkasından yürüyüşe geçen üç değişik sefer ordusu halindeydi. Birincisi Mayıs 1101'de İtalya'dan Lombardlardan oluşan 20.000 kişilik bir Haçlı ordusu Ankara üzerinden Niksar ve Merzifon'a yürüdü. İkinci ek Haçlı ordusu Haziran sonunda Nevers Kontu Giyom'un komutasında Fransızlardan oluşmaktaydı ve Ankara, Konya üzerinden Ereğli'ye ilerledi. Üçüncü ek Haçlı ordusu Akitanya'lı Giyom idaresinde Fransızlar ve Bavyera Dükü Wolf komutasında Almanlardan oluşmakta idi ve ikinci orduyu bir hafta arayla takip edip Bizans topraklarından sonra Anadolu'ya geçen bu Haçlı ordusu, İznik-Eskişehir istikametinde ilerlerken Kılıç Arslan'ın taarruzları karşısında kayıplar vermiştir. Daha sonra bu ordu; Çankırı ve Ankara'yı geçip Niksar'a ulaşmak isterken Kılıç Arslan ve Danişmend Ahmed Gazi tarafından Amasya civarında, 1101 yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bu ilk ordunun arkasından gelen; Nevers, Poitier kontları ve Saint Gilles kumandasındaki ordu, Niksar yolunun tehlikelerini görerek Birinci Haçlı Seferi'ndeki gibi Akşehir, Konya ve Ereğli yolunu takip etmiştir. Sultan, bu orduyu Eskişehir, Akşehir, Konya bölgelerinde çok kayba uğratmış ve Ereğli'de tamamen kılıçtan geçirmiştir. Bu zaferle beraber Türkler, Birinci Haçlı Seferi'nin intikamını almıştır. Kaynaklar, I. Haçlı Seferi'ne katılan 300.000 kişiden sadece birkaç bininin Antakya'ya ulaşabildiğini belirtirler. Birinci Haçlı Seferi'nden sonra uzaktan takip stratejisi uygulayan I. Kılıç Arslan, 1001'deki ek Haçlı seferi için stratejisini değiştirdi. Haçlı ordusunun yolu üzerinde ve yakınlarında bulunan bütün yerleşimleri ve yetiştirilen hububat ve yiyecekleri yakıp yıkmaya; Haçlı ordusuna iaşe ve hayvan yemi sağlanmasını önlemeye çalıştı. Önemli su, kuyu ve kaynaklarını battal etmeye veya zehirlemeye karar vererek Haçlıların susuzluktan zayıf düşmelerini sağladı. Bu yeni strateji daha başarılı sonuçlar verdi ve 1101 yılı ek Haçlı seferine iştirak eden üç Haçlı ordusu da, Anadolu içinde (birincisi Merzifon'da; ikincisi ve üçüncüsü de Ereğli'de) imha edildi. İznik'in kaybı ve Birinci Haçlı Seferi fırtınasından sonra Anadolu Türkleri kendilerini toparlamaya başlamış ve Kılıç Arslan, Konya'yı yeni payitaht yapmıştır. Daha 1102 yılında Konyalı Abdullah (el-Konevi) isminde bir alimin Konya'dan Şam'a gidip vaazlarda bulunması bu şehrin az bir müddet zarfında nasıl bir Türk - İslam şehri haline geldiğini göstermektedir. Kılıç Arslan'ın, Bizans'a karşı savunmada bulunduğu muhakkak olmasına rağmen, bir müddet onun faaliyetleri hakkında tafsilat bulunmamaktadır. Güneydoğu Anadolu'daki Faaliyetleri. I. Haçlı Seferi ile beraber Haçlılar; Anadolu'dan geçme ümit ve cesaretlerini kaybetmişlerdir. Yine Bizans imparatoru I. Aleksios; Haçlı seferlerinin artık tehlikeli olmaya başladığını görünce Kılıç Arslan'la temas kurmuştur. Amasya zaferinden sonra Danişmend Gümüştekin Gazi'in Malatya'yı fethetmesi ve diğer meseleler, Kılıç Arslan'ı şarka çekmekteydi. Böylece Anadolu Selçukluları ile Bizans arasında Haçlılar'a karşı bir antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşmayla beraber fiili olarak Bizans işgalinde bulunan Marmara sahilleri, İzmir bölgesi ve Antalya havalisi Bizans'a, geri kalan Anadolu Türklere bırakılmıştır. Ayrıca Müslüman ve Hristiyan kaynaklar, I. Aleksios ile Kılıç Arslan arasında Haçlılar'a karşı bir ittifak yapıldığını doğrularlar ve Bizanslılar'ın, Kılıç Arslan'dan aldıkları destekle Bohemond komutasındaki Haçlılar'ı mağlup ettiğini belirtirler. Kılıç Arslan, babası Süleyman Şah'ın fethettiği ancak 1097 yılında Haçlılar tarafından ele geçirilen Antakya'yı geri almak için 1103 yılında sefer düzenledi. Haçlılarla mücadelesi sırasında diğer Anadolu Türk beylerinin yanı sıra Danişmend Beyi Gümüştekin'le de işbirliği yapmış olmasına rağmen, Antakya seferine çıktığı sırada Danişmend Beyi ile arası, 18 Eylül 1102'de Malatya'nın Gümüştekin tarafından zapt edilmiş olması nedeniyle açıktı. Gümüştekin tarafından Niksar'da esir tutulan Antakya Kontu I. Boemondo fidyesi konusunda da aralarında anlaşmazlık vardı. I. Boemondo, serbest bırakılması karşılığında fidye ödemeyi teklif ediyor; Kontu kendisi için tehlikeli bulan Bizans İmparatoru ise onun hapiste tutulması karşılığında iki katını öneriyordu. Kılıç Arslan, hem Anadolu Sultanı olması ve hem de Amasya'daki haçlı yenilgisinde Danişmend beyi ile birlikte savaşması nedeniyle teklif edilen tutarın yarısını kendisine istiyordu. Kılıç Arslan, Maraş'a geldiği sırada Gümüştekin'in Boemond'un teklifini kabul edip onu serbest bırakıldığını öğrenince Antakya seferini yarıda bıraktı ve Danişmend üzerine yürümüştür. Kılıç Arslan ve Gümüştekin arasında 1103 yılı ağustos ayında Maraş yakınlarında yapılan muharebede Gümüştekin yenilgiye uğramıştır. Sivas'a çekilen Gümüştekin 1104 yılında ölmüştür. Gümüştekin'le yaptığı muharebeden sonra aynı yıl Maraş'ı ele geçirmiştir. Gümüştekin'in ölümünü ve ardından yaşanan taht kavgalarını değerlendirerek Malatya'yı kuşatmıştır. Kent, 1105 yılı 28 Haziran – 2 Eylül arasında kuşatma altında mücadele eden Gümüştekin'in oğlu Yağı-sıyan, daha fazla direnilemeyeceğini anlayarak şehri teslim etmiştir. Kılıç Arslan'ın şarkta yayılma siyasetini başlatmasıyla beraber Büyük Selçuklular ile Anadolu Selçukluları arasındaki ailevi rekabet tekrar alevlenmiştir. Babası Süleyman Şah gibi Kılıç Arslan ve haleflerini şarka çeken başlıca nedenlerden biri Büyük Selçuklular'la olan ailevi rekabettir. Başka bir nedense İslam medeniyeti hudutları içinde gelişen şarkın, Orta Anadolu'ya göre çok ileri bir medeniyete sahip olmasıdır. Bu dönem Doğu Anadolu'da, Büyük Selçuklular'a bağlı beyler hüküm sürmekteydi. Diyarbakır'da Yınal oğlu İbrahim, Siirt'te Kızıl Arslan, Erzen'de Alp-tekin, Hani'de Şahruh, Ahlat'ta Sökmen el-Kutbî, Harput'ta Çubuk oğlu Mehmed ve Meyyafarkin'de (günümüzde Silvan) Ziyaeddin Mehmed hakimdi. Kılıç Arslan buraları almak niyetindeydi ve Muhammed Tapar ile Berkyaruk arasındaki taht mücadeleleri kendisine fırsat vermekteydi. Haçlılar karşısında kazandığı savaşlar ve Malatya'nın ele geçirilmesi Kılıç Arslan'ın bölgedeki itibarını yükseltmişti. Nitekim Ziyaeddin Mehmed, Sultan'ı Meyyafarkin'e davet etmiş ve Kılıç Arslan onu vezir yaparak Elbistan'ı kendisine ikta etmiştir. Yine aynı yılda, 1105 yılında diğer Doğu Anadolu beylikleri de Kılıç Arslan'a bağlılıklarını bildirmişlerdir. Daha sonra Kılıç Arslan; babasının kölesi ve kendisinin atabeyi Humar-taş'ı (Sıbt, 144a) Meyyafarkin'e vali yapmıştır. Bütün Doğu Anadolu halkı, Haçlılar'a karşı Sultan Kılıç Arslan'ın idaresine girmekten memnun olmuştur. Doğu Anadolu'da sadece Erzurum'a hakim Saltuklu ve Ahlat'a hakim Sökmenli beyleri Büyük Selçuklular'a bağlılığı devam etmişlerdir. Meyyâfârikîn beyi tarafından şehir kendisine teslim edildi. Bölgede etkin beylerin büyük kısmı kendisine itaatlerini bildirdiler. Daha sonra Kılıç Arslan, topladığı Doğu Anadolu emirleriyle beraber Urfa kontu Baudoin'e karşı harekete geçmiştir. Çünkü Baudouin civar bölgelere ve Mardin Artuklu beyi Uluğ-salar'ın memleketine akın yaparak birçok ganimet elde etmişti. Kılıç Arslan 1106 yılında Urfa'yı kuşattı; ancak şehrin sağlam surlarını aşamadı. Bu sırada Musul Valisi Çökürmüş'ün Harran'daki adamları şehri teslim etmek üzere kendisini çağırmasıyla kuşatmayı kaldırdı ve Harran'a giderek şehri teslim aldı. Fakat hastalanan Kılıç Arslan, Malatya'ya dönünce Urfa kuşatması kalmış ve Anadolu Selçukluları'nın şarkta genişleme siyaseti bir müddet ileri gidememiştir. Kılıç Arslan'ın Güneydoğu Anadolu'daki faaliyetleri Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar'ın dikkatini çekti ve Musul valisi olan Çökürmüş'ün yerine Emir Çavlı'yı görevlendirdi. Çökürmüş Bey, Emir Çavlı tarafından yenilgiye uğratılmasına rağmen şehir halkı Musul'u vermediği gibi Kılıç Arslan'a haber gönderip şehri teslim almasını istediler. Şehir ileri gelenleri yapılan anlaşma uyarınca Kılıç Arslan 22 Mart 1107'de Musul'a girdi. Burada ilk iş olarak Muhammed Tapar adına okutulan hutbeyi kendi adına çevirerek Büyük Selçuklu Sultanlığı'na adaylığını gösterdi. Bu dönem de Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar, Musul eyaletini Çökermiş'in elinden almış ve yerini Çavlı'yı tayin etmiştir. Emir Çavlı'nın Çökermiş'i öldürmesi üzerine Musul ileri gelenleri Çökermiş'in oğlu Zengi'ye itaat etmişlerdir. Emir Çavlı'nın Musul'u kuşatması üzerine şehrin muhafızı olan Çökermiş'in kölesi Oğuzoğlu (Guzoğlu); şehri müdafaa etmiştir. Kuşatma sürerken Zengi'nin adamları Malatya'ya, Kılıç Arslan'a haber göndererek Musul'u kendisine teslim edeceklerini bildirmişlerdir. Bunun üzerine Kılıç Arslan Musul üzerine hareket etmiş ve Nusaybin'de Çavlı'yı mağlup etmiştir. 22 Mart 1107 tarihinde Musul'a giren Kılıç Arslan; Çökermiş'in oğlu ve adamlarına hilatler vermiş, Sultan Muhammed Tapar adına okunan hutbeyi kendi adına çevirmiştir. Askerlere çeşitli ihsanlarda bulunan Kılıç Arslan, Oğuzoğlu'ndan kaleyi almış ve onu Dizdar (kale muhafızı) yapmıştır. Ayrıca Kılıç Arslan halka adalet dağıtmış ve onların gönüllerini alarak ihdas edilen vergileri kaldırmış; Şehrizur'lu Ebu Muhammed Abdullah bin Kasım'ı Musul kadılığına ve Ebu'l-Berekat Muhammed bin Muhammed'i şehir reisliğine getirmiştir. Bu sırada Kılıç Arslan'ın yanında Diyarbakır beyi Yınal oğlu İbrahim ve Harput beyi Çubuk oğlu Muhammed'de bulunmuştur. Ölümü. Kılıç Arslan'ın bu başarıları Mardin Artuklu Beyi İlgazi ile Halep Selçuk Emiri Rıdvan'ı rahatsız etti ve bu Beyler Emir Çavlı'ya katıldı. Daha sonra bu destekle kuvvetleri artan Emir Çavlı, Kılıç Arslan'a itaat eden Rahle şehrini kuşatma sonrasında 1107 yılında ele geçirdi. Gelişen bu olayları haber alınca Emir Çavlı'nın üzerine yürümeye karar verdi. Kılıç Arslan, 11 yaşındaki oğlu Mesud'u (veya Şahin Şah) melik ve Bozmış Bey'i kumandan olarak tayin etmiş, yanlarında 6.000 süvari bırakmıştır. Zevcesi de oğluyla beraber Musul'da kalarak Anlaşma gereğince Bizanslılar ile beraber Haçlılar ve Bohemond'a karşı gönderdiği kuvvetlerini kendisine iltihaka çağırmıştır. Düşman kuvvetlerinin sayıca çok olmasına rağmen Anadolu'da dağınık halde bulunan kuvvetlerinin gelmesini beklemeden Halep'den Melik Rıdvan ve Artuklu İl-Gazi'nin kuvvetlerini yanına alarak ilerleyen Çavlı'ya karşı harekete geçmiştir. Kılıç Arslan rakibine nazaran daha az bir kuvvete sahipti ve Bizanslılar'la beraber olan askerleri kendisine henüz iltihak etmiş değildi. Buna rağmen yaz mevsiminin sıcağında, 13 Temmuz 1107 tarihinde Kılıç Arslan başlarda üstünlüğe elinde tutuyordu. Fakat Kılıç Arslan'a bağlılıklarını bildiren Doğu Anadolu beyleri şimdi eskiden bağlı oldukları Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar'ın kumandanı Çavlı'nın askerlerinin sayıca çok olmasından da endişeye kapılarak taraf değiştirdiler ve Sultan'ın bozguna uğramasına sebep olmuşlardır. Bu tehlikeli duruma rağmen Kılıç Arslan atılganlık göstermiş ve bizzat Çavlı'nın üzerine atlayarak onun savaş gömleğini (Kezagand) kesmiştir. Buna rağmen muharebenin sonucu değişmemiş ve Kılıç Arslan çekilmeye karar vermiştir. Bu çekilme sırasında atıyla Habur Çayı'nı geçmek isterken, 14 Haziran 1107 günü kendisinin ve atının zırhlarının ağırlığı sebebiyle boğularak ölmüştür. Birkaç gün sonra kıyıya vuran cesedi; civardaki Şemsaniyye köyüne ve oradan tabuta konarak Meyyafarkin'e (Silvan) götürülerek defnedilmiştir. Meyyafarkin valisi bulunan atabeyi Kılıç Arslan'a bir türbe yaptırmış ve bu türbe "Kubbet us-Sultan" adını almıştır. Daha sonra bu türbeye birçok Türk büyüğü ve bizzat Kılıç Arslan'ın kızı Sa'ide Hatun 1130 yılında defnedilmiş, buraya bir zaviye yapılmıştır. İlerleyen zamanlarda büyüyen bu yere Sultan mahallesi denmiştir. Emir Çavlı, kazandığı bu zaferden sonra Musul üzerine yürümüş ve mukavemet edemeyeceğini anlayan Bozmış Bey, şehri teslim ederek Kılıç Arslan'ın zevcesi ve küçük oğlu Tuğrul-Arslan'ı Malatya'ya götürmüştür. Kılıç Arslan'ın diğer oğlu Mesud (Şahin Şah) ise Çavlı tarafından yakalanıp Sultan Muhammed Tapar'a göndermiştir. Ahlat beyi Sökmen; 1109 Mayıs ayı esnasında, şiddetli bir kış içinde süren yedi aylık bir kuşatma sonucu Kılıç Arslan'ın atabeyi Humar-taş'ın elindeki Meyyafarkin'i almış ve onun me'un, a'şar, kist, darbhane, ihtisab ve emlak vergilerini kaldırmıştır. Kılıç Arslan; babası Süleyman Şah gibi Büyük Selçuklular'a karşı hakimiyet mücadelesine ve rekabete girişmiş, bu yolda iddialı bir şekilde ilerleyerek Musul'u topraklarına katmış ama daha fazla ilerleyemerek mağlup olmuş ve Habur Çayı'nı geçerken boğularak ölmüştür. Anadolu Selçukluları'nın mağlup olduğu ve Kılıç Arslan'ın, Habur Çayı'nda boğularak öldüğü savaştan sonra Büyük Selçuklu ülkesinde, Emir Çavlı'nın yine mağlup olduğu ve Kılıç Arslan'ın Bağdat şehrini işgal ettiği şeklinde bazı dedikodular yayılmış ve bunun üzerine endişelenen dönemin Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar; Haşhaşiler'e karşı ilan ettiği cihad hareketini durdurmuş ama Kılıç Arslan'ın zafer kazandığı şeklindeki haberlerin asılsızlığını öğrenince cihada devam etmiştir. Kılıç Arslan'ın Anadolu'ya gelişi, Türkler arasında nasıl bir sevinç yarattıysa ölümü de o derece bir hüzün ve matem yaratmıştır. Kılıç Arslan; Türkler arasında nasıl sevildiyse aynı şekilde egemenliği altında yaşayan diğer milletlerce de çok sevilmiştir. Öyle ki Ermeni tarihçisi Urfalı Mathieu; "Ölümü Hristiyanlar için bir yas oldu. Zira bu hükümdar çok alicenap ve hayırseverdi." der Yine Kılıç Arslan'ın, Haçlılar'ın İznik kuşatması öncesinde gerçekleştirdiği Malatya muhasarası esnasında şehrin Süryanileri, şehrin hakimi Gabriel yerine Kılıç Arslan'ı tercih etmişlerdir. Kılıç Arslan'ın ölümüyle beraber memleket, Süleyman Şah'ın ölümünden sonrakinden bile daha beter bir buhran yaşamıştır. Kılıç Arslan'ın ölümü esnasında Şahin Şah, Mesud, Arap ve Tuğrul Arslan adlı dört oğlu bulunmaktaydı. Bazı kaynaklar Göksün adlı bir oğlu daha olduğunu da rivayet etmektedir 12 Ocak 2021 tarihinde, Diyarbakır Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karakoç, kayıp mezarın Diyarbakır'ın ilçesi Silvan'da, şehir merkezindeki Orta Çeşme Parkı'ndaki türbede Kılıçarslan ve kızı Saide Hanım'a ait iki mezarın 2 tarihçi, 1 sanat tarihçisi, 1 arkeolog ve 1 yazma eser uzmanından oluşan komisyon ile bulunduğunu açıkladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15965", "len_data": 33219, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.47 }
Şemsi Yılmaz Susamış (d. 1937, Sivas), Türk semazendir. Semazen olarak Kültür Bakanlığından emekli olan ilk devlet sanatçısıdır. 1947'de semazenliğe başlamış, 13 yıl devlet sanatçısı olarak Kültür Bakanlığı'nda çalışmış ve 2004 yılında emekli olmuştur. Ailesi Sivas'ta Susamışlar Konağı'nın sahibidir. Semazenliğe Susamışlar Konağı'nda başlayan daha sonra Konya'da yıllarca semazenbaşılık yapan Şemsi Yılmaz, Sivas'ta bir semazen grubu kurmuştur. Oğlu ve torunlarını da semazen olarak yetişmektedir. Sivas ilinde Mevlana Tasavvuf Kültürü ve Sema Derneği Başkanlığını yapmakta olan Susamış, 1962 yılına kadar Şeb-i Arûs törenlerine katılmış ve halen Postnişinlik yapmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15972", "len_data": 674, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.21 }
Hesiodos (Yunanca: Ἡσίοδος "Hēsíodos"; d. MÖ 700 öncesi Askra, Boeotia, ö. bilinmiyor.) Yunan didaktik şiirinin babası olarak bilinen, bilim insanlarınca MÖ 750-650'li yıllarda aktif olduğu düşünülen ünlü ozan. "İşler ve günler" adlı eserinde verdiği bilgiler sebebiyle birçok bilim insanı tarafından ilk ekonomi ve iktisat tarihçisi olarak da kabul edilir. Hayatı. MÖ 8. yüzyılda yaşadığı düşünülmektedir. Yoksul bir çiftçinin oğlu olan Hesiodos, Aiolia'nın Kyme şehrinden, Yunanistan'da Boiotia'nın Askra şehrine göç etmiştir. Efsaneye göre, Helikon yamaçlarında koyun güderken musalar adı verilen ilham perileri ona şairlik bağışlamışlardır. Nerede ve ne zaman öldüğü bilinmeyen Hesiodos, Homeros'un yanında Yunan ilk çağı hakkında bugün edinilen bilgilerin temel kaynaklarından biridir. Hesiodos, tarihi her biri bir öncekinden daha zorlu ve daha bozulmuş olan Altın, Gümüş, Pirinç, Kahramanlık ve Demir Çağları olarak adlandırdığı beş aşamaya ayırır. Ona göre bereket ve huzur dönemi olan Altın Çağı bu dönemler arasında bir zirveyi teşkil etmektedir. O dönemde Olimpus tanrıları altın bir insan nesli yaratmıştı ve onlar yüreklerinde endişe, ağır iş ve zorluktan uzak keyif içinde tanrılar gibi yaşıyorlardı. Yaşlılığın düşkün günlerini yaşamıyorlar, sanki gözkapaklarına uykunun ağırlığı çökmüşçesine ölüp gidiyorlardı. Eserleri. "Erga kai Hemerai" ("İşler ve Günler"). Otantik bir şiir olan "İşler ve Günler", genel anlamda çiftçi yaşamını anlatmaktadır. Herhangi bir kahraman tasviri bulunmayan eserde insanın beş çağı anlatılmakta ve bazı nasihatlerde bulunulmaktadır. Yunan çiftlik hayatı üzerine bugün bilinenlerin çoğu Hesiodos'un bu eserine dayanmaktadır. "Theogonia" ("Tanrıların Doğuşu"). Üslup açısından "İşler ve Günler"e yakın olan Theogonia'da Hesiodos Yunan inanışını bir anlamda standart bir hale getirmiştir. Konusu genel olarak evrenin, dünyanın ve Tanrıların kökeni, varoluşları olan eser yunan tanrıları hakkında çok fazla bilgi vermekte ve bugün bile bir başvuru eseri niteliği taşımaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15973", "len_data": 2018, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.95 }
Emine Sündüz Beder, (d. 2 Ağustos 1960, Akşehir, Konya), Türk yemek uzmanı ve yazarı. Annesi, I. Dünya Savaşı sonrasında Selanik'ten Akşehir'e göçmüş Rumeli Türklerinin ikinci kuşağındandır. Beder yemek yapmayı Akşehir'in yerlilerinden olan babasından öğrendiğini söylemiştir. Meslek yüksekokulu elektrik bölümü mezunu olan Emine S. Beder'in 1980 yılında yaptığı evlilikten iki çocuğu vardır. 1994 yılında yurt çapında üç yemek yarışmasını kazanan Emine Beder, aynı yıl Sabah gazetesinin Melodi ekinde yazmaya başlamıştır. Uzun yıllar bu gazetede yazarlık yaptıktan sonra, 1 Numara Yayıncılık'ın çıkarttığı Sofra dergisinde yemek danışmanı ve baş yazar olarak çalışmaya başlamıştır. Aynı dönemde Sabah gazetesi ile birlikte verilen onlarca yemek kitapçığında imzası bulunan Emine Beder, çeşitli televizyon kanallarında ve radyolarda yemek programları sunmuştur. Emine S. Beder'in İnkılap Yayınevi'nden piyasaya çıkan, altı ciltlik kategorili yemek kitabı ve iki adet de toplu yemek kitabı vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15978", "len_data": 996, "topic": "FOOD_GASTRONOMY", "quality_score": 3.45 }
Küskünüm, 24 Haziran 1986'da Bayar Müzik etiketiyle piyasaya sunulan stüdyo albümüdür. Bu albüm, Müslüm Gürses'in Bayar Müzik etiketiyle yayımlanan ilk albümüdür. Bu albümün Türkiye'de devam eden satışlarla birlikte tüm zamanların en çok satan albümü olduğu söylenmiş, albümün sadece yasal olarak 12 milyonluk satışa ulaştığı söylenmiştir. Albüm, o dönem plak süresi nedeniyle albüme konulamayan şarkılarıyla birlikte dünya çapında dijital platformlarda 1 milyarı aşkın dinlenmeyle müzik sektöründe yoğun ilgi gören albümlerinden birisi olmuştur. Albümdeki şarkılar ve albüme konulamamış iki şarkı da dahil olmak üzere şarkıların hepsi Müslüm Gürses klasiği haline gelmiştir. Albümdeki bütün şarkıların bestesinde Burhan Bayar'ın imzası bulunmaktadır. Yapım görevlileri. Yapım görevlileri, "Küskünüm" plak kapağından alınmıştır. Listeler. Bu albümün yedek şarkısı olarak bilinen "Dinleyin Geceler" şarkısı 2023 yılında Kral Müzik'in yayımladığı "En Çok Çalan İlk 10" listesinde yer aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15982", "len_data": 987, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.92 }
Katipzade Nuh Naci Yazgan (1885, Kayseri - 7 Ekim 1947), Kayseri doğumlu hayırsever iş insanı ve politikacıdır. Milli Mücadele yıllarında Kayseri'de Erciyes gazetesini çıkardı; Sivas Kongresi'nde Kayseri delegesi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nde kurucu ve yönetim üyesi, TBMM II. dönem (İstifa: 22 Aralık 1924) Kayseri milletvekili olarak görev aldı. Adana'daki sahipsiz fabrikaları yeniden canlandırmak üzere 1924'te milletvekilliğini bırakıp Adana'ya yerleşen Nuh Naci Bey, Adana'daki ünlü dokuma fabrikası Milli Mensucat'ın ve pamuk üreticilerine finansman sağlamak için Adana'da yaşayan Kayseri işadamları tarafından kurulan Akbank'ın kurucularındandır. Kayseri ve İstanbul'da birçok hayır kurumu kurdu. Adı, Kayseri'de 2009 yılında kurulan Nuh Naci Yazgan Üniversitesi'nde yaşatılır. Yaşamı. 1886'da Kayseri'de dünyaya geldi. Babası, İbrahim Hakkı Bey'dir. Ticaret İdadisi'ni bitirdi. İş yaşamına Kayseri'deki Baruthane'de kâtiplik yaparak başladı. Bu işinden ötürü "Katipzade" olarak tanındı. Bir yıl kadar Kayseri İdadisi'nde (Lisesinde) Hüsn-ü Hat ve Meşk (Güzel yazı ve örnek yazı) dersleri verdi. Ticaret yaşamına ise halıcılık yaparak başladı. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında, Kalaçzade Ahmet Hilmi Bey ve Ömer Mümtaz İmamzade ile birlikte Sivas Kongresi'nde Kayseri delegesi olarak seçildi, ne var ki kongre çalışmaları sona erdikten sonraki günlerde Sivas'a gelebildi. Sivas'tan döndükten sonra Kayseri'de Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin kurulmasına önayak oldu. Kayseri ve civarında halktan toplanan yardımlarla ulusal müfrezeler oluşturulması ve görevlendirilmesi, işgal hareketlerini kınayan toplantılar düzenlenmesi, halkın dini ve milli duygularının canlı tutulması konularında öncülük etti. İşgal edilen yerlerde halka yapılan eziyetleri anlatmak ve Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki gelişmeleri halka duyurmak amacıyla yayın giderlerini şahsen karşılayarak "“Erciyes”" adında bir gazetenin çıkarılmasını sağladı. Kayseri Belediyesi'nde encümen üyesi iken 1923 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisine Kayseri milletvekili seçildi. Savaş sırasında Adana'daki fabrikasında Türk ordusu için kaput bezi üretti. Atatürk kendisine Adana'da kentten ayrılan azınlıkların terk ettiği, bacası tütmeyen fabrikaları yeniden faaliyete geçirme görevi verince, 22 Aralık 1924'te milletvekilliğinden istifa etti ve Adana'daki sanayi hamlesinin başına geçti. Nuh Naci Bey, Orhan Kemal'in romanlarında ölümsüzleştirdiği ülkenin en eski fabrikalarından Milli Mensucat'ı 1927'de dönemin diğer işadamları Mustafa Özgür, Nuri Has, Seyit Tekin ile birlikte Hazine'den satın aldı ve işletti. Burada üretilen "Aslan" marka vater ve ekstra iplikler, ülkede büyük talep gördü. 1948 yılında Akbank'ı kuran, hepsi ""Adana'daki Kayserililerden" ve her biri %15 hisseye sahip 6 arkadaştan birisiydi. Kayseri'de ilk köylü öğrenci yurdunu, Göğüs Hastalıkları Hastanesini yaptıran kişidir. Eşi Behice Yazgan' adına "Behice Yazgan Kız Lisesi"'ni yaptırmıştır. Kayseri'de Kayseri Yükseköğrenim ve Yardım Vakfı tarafından kurulan vakıf üniversitesi "Nuh Naci Yazgan"" adını taşımaktadır. 7 Ekim 1947'de hayatını kaybetti. Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi. Yaptırdığı hayır kuruluşları. Nuh Naci Yazgan tarafından yaptırılmış hayır kuruluşları şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15985", "len_data": 3247, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Millî Mensucat, Adana'daki tarihi dokuma fabrikası. Türkiye'nin tarihindeki yedinci, Adana'nın ise ilk tekstil fabrikasıdır. Kültür varlığı endüstri mirası' olarak tescillenmiştir. Adana'nın Seyhan ilçesine bağlı Döşeme mahallesindedir. Yazar Orhan Kemal'in Murtaza, Cemile gibi romanlarına ve filme esin kaynağı olması ile hatırlanır. Günümüzde bir müze kompleksi olarak yeni işlev kazanmıştır. Türkiye'nin en eski müzelerinden biri olan Adana Arkeoloji Müzesi içinde yer almaktadır. Tarihçe. Simyonoğlu Fabrikası. Fabrika, 1907'de Ermeni Simyonoğlu evlatlarından Aristidi Kozma tarafından "Simyonoğlu Fabrikası" adıyla kuruldu. Kozma, şehirdeki diğer azınlıklar ile birlikte Adana'yı terkedince fabrika Hazine'ye geçti ve İttihat ve Terakki Yönetimi tarafından adı "Millî Fabrika"' olarak değiştirildi. Adana Fransızlar tarafından işgal edildiğinde fabrika eski sahiplerine geçti. Milli Mensucat. Cumhuriyetin ilanınan sonra cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'den Adana'daki sahipsiz fabrikaları yeniden canlandırma buyruğunu alan Kayserili tüccar ve Adana milletvekili Nuh Naci Yazgan, 1924'te milletvekilliğinden istifa edip Adana'daki sanayi hamlesinin öncülüğünü üstlenmişti. Yazgan, 1927'de dönemin diğer işadamları Mustafa Özgür, Nuri Has, Seyit Tekin ile birlikte fabrikayı Hazine'den satın aldı ve adını "Millî Mensucat" olarak değiştirdi. Burada üretilen "Aslan" marka vater ve ekstra iplikler, ülkede büyük talep gördü. Bu yıllarda yazar Orhan Kemal, fabrikada memurluk yaptı; Millî Mensucat kimi romanlarına esin kaynağı oldu. Yazarın “Murtaza” adlı ünlü romanının kahramanı Murtaza, Millî Mensucat fabrikasının gece bekçisi olarak çalışmış bir karakterdir. 1944 yılında fabrikanın dört ortağından her birine 300 bin TL. Varlık Vergisi kondu ve fabrikaya pamuk temin eden Hacı Ömer Sabancı'ya da fabrikaya ortak olmadığı halde Varlık Vergisi Tahakkuk Komisyonu tarafından Mill Mensucat'ın ortakları gibi vergi konuldu. Fabrika, 1978 yılında bu kez biriken borçları nedeniyle tekrar Hazine'ye geçti ve üretime ara verildi. Milsan Mensucat. 1983'te Turgut Özal'ın direktifiyle Gaziantepli iş insanı Mehmet Özüzümcü'ye 49 yıllığına kiraya verilen fabrikanın adı "Milsan Mensucat" olarak değiştirildi. 1990'lara kadar üretim devam etti. Müzeye dönüştürülmesi. 2006 yılında Mustafa Özgür'ün torunu Fatih Özgür'ün de katkıları ile Kültür ve Turizm Bakanlığı, Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü'nün verdiği kararla 'Kültür varlığı endüstri mirası' olarak tescillendi. Fabrikanın "Çocuk, Mozaik ve Arkeoloji Müzesi" 'ne dönüştürülmesi için 2013'te çalışmalar başladı. Bu müzelere Kent, Tarım, Sanayi ve Etnografya Müzesi, resim ve sanat galerilerinin ilavesiyle büyük bir müze kompleksine dönüştürülmesi planlandı. Müze kompleksi projesinin ilk etabı 2017'de tamamlandı ve Adana Arkeoloji Müzesi, Milli Mensucat fabrikasının deposunda oluşturulan yeni müze binasına taşınarak ziyarete açıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15988", "len_data": 2926, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.4 }
Moraceae, Rosales takımına bağlı bir bitki familyasıdır. Meyve nus, bazılarında ise çekirdekli sulu meyvedir. Çoğu kez bunlar bir araya gelerek mürekkep meyveleri oluşturur. Öz odunları koyu, diri odunu sarı renklidir. Taksonomi. Moraceae familyasına bağlı cinsler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15989", "len_data": 265, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.18 }
Ulmaceae Rosales takımına bağlı bir bitki familyasıdır. Bu familyada yaklaşık 16 cins ve 230 tür olduğu bilinmektedir. Ağaç ya da çalı şeklinde olabilir. Yapraklar almaçlı dizilmiştir, kenarları dişli ve tüysüzdür. Tomurcukları sivri ya da küt şeklindedir. Meyve kanatlı nuks ya da sulu ve çekirdeklidir. Kışın yaprak dökerler. Yaprakları kısa saplıdır. Türlerinde çiçekler genellikle salkım şeklindedir. Periant otsu ve 4 - 8 parçalıdır. Endospermsiz tohum vardır. Yapraklar tabanda bazıları asimetriktir. Kışın yaprak dökerler. Tomurcukları kiremit gibi dizilmiştir çok sayıda pullarla örtülüdür. Ulmaceae de altı yedi cins öncelikle ılıman bölgelere dağılmıştır. Ailenin birkaç üyesi süs bitkileri olarak yetiştirilir. Erkek ve dişi çiçekler aynı bitki üzerinde birlikte veya ayrı olarak taşınır. Taksonomi. Ulmaceae familyasına bağlı cinsler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15990", "len_data": 846, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.39 }
At kestanesi, Sapindaceae familyasından "Aesculus" cinsinden ağaç ya da çalı formundaki kışın yapraklarını döken türlerin ortak adı. Yapraklar uzun saplı ışınsal tüysü 5-9 yaprakçıklı olup el görünüşünde kenarları dişli ya da düzdür. Sapı uzundur. Dizilişi karşılıklı; kenarları düz veya dişlidir. Çiçekleri bir evcikli ya da erdişidir. Bileşik salkım kuruluşundadır. Dik duran uzun bir eksen etrafında toplanmıştır. Meyve üzeri dikenli veya düz büyük bir kapsüldür. Üretimi tohum ve çelikle olur. At kestanesi ("Aesculus") olarak bilinen ağacın aynı adı taşıyan tohumları zehirli olup, kestaneden tamamen farklı bir bitki türüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15991", "len_data": 631, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.61 }
Kokar ağaç,Çin Cennet Ağacı ("Ailanthus altissima"), Simaroubaceae familyasından Mayıs-Haziran ayları arasında yeşilimsi sarı renkli çiçekler açan, kötü kokulu bir ağaç türü. Vatanı Uzakdoğu'dur. Buradan Avrupa ve Anadolu'ya yayılmıştır. Zararlı yabani bir ot, istilacı bir tür olarak kabul edilir. Ağaç hızla büyür ve 25 yılda 15 metre (50 ft) yüksekliğe ulaşabilir. Tür nadiren 50 yıldan fazla yaşarken, bazı örnekler 100 yaşını aşar. Ağaç, ipek üretiminde kullanılan bir güve olan ailanthus ipek güvesi için bir konak bitki olarak hem Çin'de hem de yurtdışında yaygın olarak yetiştirilmiştir. Menzilinin uzağında, uzun zaman önce dikilmiş bir sokak ağacı olarak bulunduğu şehirlerin bozulmuş bölgelerinde en yaygın şekilde büyür. "Ailanthus", diğer bitkilerin büyümesini engelleyen ailanthon adı verilen allelopatik bir kimyasal üretir. Ağaç ayrıca batıda yetiştiricilikte popülerliğini yitirmiştir çünkü kısa ömürlüdür ve gövdesi kısa sürede içi boş hale gelir ve çapı iki fitten (60 cm) fazla olan ağaçları kuvvetli rüzgarlarda dengesiz hale getirir. Tarihi. Ağaç ilk olarak 1740'larda Çin'den Avrupa'ya ve 1784'te Amerika Birleşik Devletleri'ne getirildi. "Çin tarzının" Avrupa sanatlarına hakim olduğu bir dönemde Batı'ya getirilen ilk ağaçlardan biriydi ve başlangıçta güzel bir bahçe örneği olarak görüldü. Ancak kötü kokusu ve sürgün vermesi nedeniyle popülerliği azaldı. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri dışında, bitki doğal yaşam alanının ötesinde birçok başka alana yayılmıştır ve uluslararası alanda zararlı bir ot olarak kabul edilmektedir .  Birçok ülkede, hem rahatsız edilen alanları hızla kolonize etme hem de allelopatik kimyasallarla rekabeti bastırma yeteneği nedeniyle istilacı bir türdür. Ağaç kesildiğinde ayrıca güçlü bir şekilde yeniden filizlenir ve bu da yok edilmesini zor ve zaman alıcı hale getirir. Bu, bahçıvanlar ve korumacılar arasında "cehennem ağacı" olarak adlandırılmasına yol açmıştır. Morfoloji. Yaprakları bileşik, 15-40 yaprakçıktan meydana gelir. Çiçekler büyük bir salkım halinde toplanmışlardır. Taç ve çanak yaprakları 5 parçalıdır. Erkek ve dişi çiçekler farklı ağaçlarda bulunur. Meyveleri önce yeşil, olgunlaştıktan sonra kırmızı renklidir. Kullanımı. Yapraklar reçine, tanen ve C vitamini; gövde kabuğu tanen ve acı maddeler ihtiva eder. İshal ve dizanteride, çayı kabız edici olarak kullanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15995", "len_data": 2352, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.77 }
Hilmi Yavuz (d. 14 Nisan 1936, İstanbul) Türk yazar, şair ve akademisyen. Şiir ve düzyazılarıyla kültür adamı, felsefeci, eğitimci, yazar ve özellikle de şair kimliğiyle çağdaş Türk edebiyatının önemli adlarından biridir. "İrfan Külyutmaz" müstear adıyla da bilinir. Yaşamı. Kabataş Erkek Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki eğitimini yarıda bıraktı. İngiltere'ye gitti. BBC'nin Türkçe bölümünde çalıştı. Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdi. Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri ve ansiklopedilerde görev aldı. Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Ortam gazeteleri ve çeşitli dergilerde "Ali Hikmet" imzasıyla inceleme, eleştiri ve denemeler yazdı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. İlk şiirleri Kabataş Erkek Lisesinde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil yönetiminde çıkan "Dönüm" dergisinde yayınlandı. Bu dönemde daha çok İkinci Yeni akımının etkisinde imgeci şiirler yazdı. Sonraki yıllarda gelenekçilikle çağdaş bir bakışı kaynaştıran, biçim ve özün dengelendiği bir düzey sergiledi. İslam mistisizmi, özellikle de tasavvuftan yararlanarak kendine özgü bir sözcük dağarcığı geliştirdi. Ali İhsan Özgür'ün teklifini kabul ederek bir süre Politika Gazetesi'nde yazılar kaleme almıştır. Hilmi Yavuz'un ilk eşi oyuncu Esin Eden'dir. İkinci eşi Nuran Hanım'ın dayısı Hasan Tahsin Banguoğlu'dur. Zaman gazetesinde kültür yazılarına ve Bilkent Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak 2016'ya dek çalışmayı sürdürdü. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından diğer birçok Zaman Gazetesi yazarı ile birlikte gözaltına alındıysa da sağlık sorunları sebebiyle serbest bırakıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15998", "len_data": 1724, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.45 }
Baobab ("Adansonia"), ebegümecigiller (Malvaceae) familyasının "Adansonia" cinsinden Afrika ve Asya'nın tropikal bölgelerinde yetişen, yapraklarını döken ağaç türlerinin ortak adı. Morfolojik özellikleri. Boyları 18 m'yi bulabilir. Gövde çevresi 30 m'yi, çapı 10 m'yi bulur. Bu yumuşak ve süngerimsi dev gövde, bir su deposu görevi yapar ve oran olarak yapraklar ile dallara göre çok büyük olduğu izlemini verir. Ağaç, dalların uçlarını aşağıya doğru sarkmasıyla bir kubbe biçimini alır. Kullanımı. Kabuğundan ve yapraklarından "adasonina" adı verilen ateş düşürücü madde elde edilen baobabın odunundan kâğıt yapılır. Portakal büyüklüğünde, yumurta biçiminde olan meyvesinin ekşi etli bölümü, şeker ekilerek yenir. Türler. Afrika baobabı ("Adansonia digitata") Büyük baobab ("Adansonia grandidieri") Avustralya baobabı ("Adansonia gregorii") Madagaskar baobabı ("Adansonia madagascariensis") Perrier baobabı ("Adansonia perrieri") Fony baobabı ("Adansonia rubrostipa") Suarez baobabı ("Adansonia suarezensis") Za baobabı ("Adansonia za")
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16000", "len_data": 1044, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.43 }
Hatice Suat Derviş (1905, İstanbul - 23 Temmuz 1972, İstanbul), Türk gazeteci ve yazardır. Türkiye'nin öncü gazetecilerinden biri ve döneminin en üretken yazarlarındandır: Gazetecilik mesleğine Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlamış; muhabirlik, köşe yazarlığı ve editörlüğü yapmıştır. Fosforlu Cevriye ve Ankara Mahpusu başta olmak üzere otuza yakın roman, pek çok hikâye, makale, eleştiri ve çevirileri vardır. Eserleri yabancı dillere çevrilen ilk Türk yazarlardandır. Adı, toplumcu gerçekçilik ile birlikte anılır. Türkiye'den Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın gazeteci, ülkenin ilk basın sendikasının beş kurucusundan biri ve ilk başkanı, Devrimci Kadınlar Birliği'nin kurucusudur. Kadın hakları, demokrasi alanlarında mücadele etmiş bir aktivisttir. Hayatı. Gençliği. İstanbul'un Moda semtinde, resmî kayıtlarda doğum yılı olarak 1903 olarak kaydedilmişse de, 1905 yılında dünyaya geldi. Varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu idi. Ailesi ona "Hatice Suat" adını koydu ancak Suat erkek ismi olduğundan kayıtlara "Hatice Saadet" olarak geçti. Babası, Darülfünûn’un kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın oğlu tıp profesörü İsmail Derviş Bey, annesi Abdülmecid’in mabeyncilerinden Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır. Osmanlı'da Telefon İdaresi'nde çalışmaya başlayan ilk kadınlardan Hamiyet Hanım’ın kardeşidir. Çocukluk çağında dedesi Kamil Bey'in ısrarı ile okula gitmek yerine Hamiyet Hanım ile birlikte evde özel eğitim gördü; Fransızca ve Almanca öğrendi. Eğitimine Kadıköy Numune Rüştiyesi’nde, ardından Darülfünun’da devam etti. Çocukluğundan itibaren yazmaya ilgi duydu. "Hezeyan" başlıklı mensur şiirini, çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet 1918’de Alemdar gazetesinin edebiyat ekine göndererek yayımlattı. Bu, onun yayımlanan ilk eseridir. Henüz çocuk yaşta olan Suat Derviş edebiyat dünyasına Mehmet Rauf tarafından “"hassas bir ruha sahip ve olgun bir müellifin habercisi"" olarak tanıtıldı. Bu yıllarda Nâzım Hikmet ile arkadaşlığının şairin ona duyduğu tek taraflı bir aşka dönüştüğü iddia edilir. Şair Nâzım Hikmet, 1920’de "Gölgesi" adlı şiirini Suat Derviş’e ithafen yazmıştır. İlk eserleri. Suat Derviş’in ilk romanı olan "Kara Kitap" 1921 yılında basıldı. Edebiyat dünyasında hayret ve şaşkınlıkla karşılanan bu eserde ölüme mahkûm güzel ve hassas bir genç kızın son nefesine kadarki yaşama arzusunu belirten iç seslerini ve duygularını anlattı. 1923'te yazdığı "Hiç Biri" romanını, "Ne Ses Ne bir Nefes" (1923), "Bir Buhran Gecesi" (1924), "Fatma'nın Günahı" (1924), "Gönül Gibi" (1928) ve Latin harfleri ile yazdığı ilk eser olan "Emine" (1931) romanları izledi. Bu romanlarında İstanbul’un üst düzey yaşamından kesitler sundu; ilişkileri anlattı; kadının toplumsal konumunu özgürlük talebini irdeledi. Ne Bir Ses Ne Bir Nefes romanı Ahmet Haşim ve Mehmet Rauf’tan büyük övgüler aldı. 1925’te ilk hikâyeleri Almanca’ya çevrildi. İlk gazetecilik deneyimleri. Derviş, ilk romanı yayımlandığı sırada Alemdar gazetesinde çalışmaktaydı. 1922'de Ankara hükûmetinin temsilcisi olarak İstanbul'a gelen Refet Bey’le ilk röportajı Alemdar gazetesi için yaptı. Refet Paşa röportajının ardından sonra Alemdar’dan ayrılıp İkdam’a geçti. Fransızcası çok iyi olduğu için 1923 yılında Lozan Konferansı’nı izleyip aktarmakla görevlendirilen gazeteciler arasında yer aldı. Bu görevi nedeniyle ""Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın gazeteci"” ünvanını aldı. 1926 yılında İkdam gazetesinde bir kadın sayfası hazırlayarak bu konuda öncü oldu. Berlin yılları. 1919-1933 arasında kimi vesilelerle belli aralıklara yurtdışında bulundu. İlk defa Almanya'ya gidişi ve hangi yıllarda orada yaşadığı konusunda kesin bilgi yoktur, farklı çalışmalarda farklı tarihler verilir. Kimi kaynaklara göre 1919'da Berlin'e gitti; kimine göre 1927'de konservatuvar eğitimi için kardeşi Hamiyet Hanım ile birlikte Almanya'ya gönderildi. Berlin'de Sternisches Konservatuvarı'nda piyano dersleri aldı ancak bir süre sonra ailesinden habersiz Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Suat Derviş Hanım anılarında babasının ölümü ile Türkiye'ye dönene kadar Berlin'de gazete ve dergilerde çalıştığını belirtmiş ve Almanya yıllarını gazetecilik mesleğini öğrendiği yıllar olarak tanımlamıştır. Bu dönemde yazıları çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinden siyasi gazetelere kadar pek çok yayın organında yayımlandı. Kanser teşhisi konan babası İsmail Derviş, 1931 sonbaharında tedavi için Suat Derviş ile Hamiyet Hanım'ın yanına geldi. Bu dönemde Suat Hanım, aldığı teklif üzerine Berlin'in büyük gazetelerinden Tempo'da tefrika edilmek üzere "Bir Haremağasının Hatıraları" adlı romanı 15 gün içinde yazdı; Almanca olarak tefrika edilen ve çok ilgi gören eser, birkaç ülkeye satıldı. Almanya'da iken Nazizmin ve Hitler'in yükselişine de tanıklık eden Suat Derviş, 1932'de fakülteden mezun olmadan Türkiye'ye döndü. Aktif siyaset deneyimi. Berlin'de bulunduğu sırada Türkiye'de 1930 yılında Belediye Kanunu ile kadınların belediye seçimlerine katılma hakkı elde etmişti. Suat Derviş, bu dönemde Türkiye'ye gelerek yeni kurulan Serbest Fırka'ya kaydoldu. 1930 Türkiye yerel seçimlerinde İstanbul'da fırkanın Eminönü bölgesinden aday listesinde yer aldı ve İstanbul'un çeşitli yerlerine seçim propagandası yaptı. Türkiye'de kadınların ilke kez oy kullandıkları bu seçimlerde Serbest Fırka büyük bir yenilgiye uğrayıp kendini feshetmiş ve belediye meclisine giremeyen Suat Derviş'in aktif siyasetle ilişkisi bu deneyimle sınırlı kalmıştır. Yurda dönüş ve 1930’lu yıllar. Suat Derviş, babasının ölümü üzerine 1932'de Berlin'den yurda döndükten sonra Babıali'nin başarılı muhabirleri arasına girdi; İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara'da çıkan pek çok gazetede yazılar yayımladı. Bir yandan da roman tefrika etmeyi sürdürdü. Daha önce Berlin'de "Saraylılar" adıyla tefrika edilen "Bir Haremağasının Hatıraları," Son Posta'da 21 Eylül 1933 – 3 Ocak 1934 arasında tefrika edildi. Ardından "Onu Bekliyorum" (1934), "Onları Ben Öldürdüm" (1935), "Baba Oğul" (1936) romanları çeşitli gazetelerde tefrika edildi. 1935 yılında Uluslararası Kadınlar Birliği'nin İstanbul'da Yıldız Sarayı'nda düzenlediği kadın sorunları ve barış konulu kongreye katıldı. Kongreye katılan kadınlarla birlikte hem kadın sorununu tartıştı; hem de mizah dolu söyleşiler yaptı. 1930'lu yıllardan başlayarak pek çok sokak röportajı yaptı. Röportajları ve daha önce hiç değinilmemiş konulardaki yazıları ilgi uyandırdı. Resimli Ay’da çalışmaya başlaması ile solcu basın dünyasına girdi. 1936 yılında Son Posta gazetesinde çalışırken Montreeux Konferansı'nı izlemeye gitti. 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde kadın sorunlarına değindi ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yaptı. Bu gazetede çalıştığı dönemde Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezi, düşünce dünyasını etkiledi. Dönüşünde yayımladığı "İ"stanbul-Moskova-Tahran Seyahat Notları"" başlıklı röportaj dizisi, "kıpkızıl komünist" olarak damgalanmasına ve gazeteden ayrılmak zorunda kalmasına neden oldu. Tan'dan ayrıldıktan sonra gazetecilik faaliyetine "Haber" gazetesinde devam etti. 1937'deki seyahatini 1939'da Ziraat Fuarı amacıyla tekrarladı. İlk Sovyet gezisini yaptığı 1937'de tefrika edilen "Bu Roman Olan Şeylerin Romanı" adlı eser, görüşlerindeki değişimi yansıtır. Gazetelerde nazizme, faşizmin yükselişine ve adaletsizliğe karşı yazılar yayımlarken romanlarında köşklerde yaşanan aşkları, yemek ziyafetleri ve davetleri yazmayı reddeden yazar, artık toplumcu- gerçekçi bir edebiyat anlayışına yönelmiştir. 1938'de "Bir İstanbul Gecesi" tefrika edildi, 1939'da "Hiç" romanı yayımlandı. Politik yaşamı ve mahkûmiyeti. Suat Derviş'in sol görüşleri, kısa süren ilk üç evliliğinin (Seyfi Cenap Berksoy, Selami İzzet Sedes, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile) ardından 1941 yılında Türkiye Komünist Partisi (TKP) genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile yaptığı evlilik ile pekişti. Baraner ve Derviş'i bir araya getiren, partinin talebi doğrultusunda çıkarttıkları ""Yeni Edebiyat Dergisi" olmuştu. Çift, Türkiye'de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan dergiyi 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yirmialtı sayı yayımladı. Derviş, dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazdı. Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Hasan İzzettin Dinamo gibi genç yazar ve şairlerin tanınmasına yardımcı oldu. 1944'te "Zeynep İçin" romanını yazdı. Aynı yıl "Biz Üç Kardeşiz", "Fosforlu Cevriye", "Çılgın Gibi" romanları gazetelerde tefrika edildi. "Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?"" adlı incelemesinin 1944'te yayımlanmasından sonra gazeteci kimliği ile hiçbir yerde iş bulamayan Suat Derviş, gerçek ismi olan “"Hatice Saadet Baraner"” yerine takma adla yazılar yazmaya başladı. Aynı yıl TKP Soruşturmaları ve tutuklamaları çerçevesinde eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte tutuklandı. Sorgu sırasında çocuğunu düşüren yazar, Reşat Fuat Baraner'i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi'ne katıldığı gerekçesiyle yargılandı, 8 ay tutuklu kaldı. Hapisten çıktıktan sonra büyük sıkıntı çekti. Geçimini sağlamak için Almanca, İngilizce ve İtalyanca çeviriler ve editörlük yaptı. Tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazdı. 1947'de "Büyük Ateş", 1950'de "Yaprak Kıpırdamasın" romanları tefrika edildi. Paris yılları. 1951'de tekrar tutuklanan eşinin 1953'te yargılanmaya başlaması üzerine kendisinin de tekrar tutuklanma olasılığına karşılık ülkeden ayrıldı; İsveç'teki ablasının yanına yerleşti. Avrupa'da çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayımladı; kendisini yurtdışında tanıtacak kitapları kaleme aldı. Bir Haremağası'nın Hatıraları'nı, başına Afrikalı bir çocuğun köyünden kaçırılması, hadım edilmesi, esirci evlerinde elden ele gezişine dair bölümler ekleyerek 1953'te Hürses gazetesinde yeniden tefrika ettirdi. Zeynep İçin romanını "Ankara Mahpusu" adıyla yeniden yazdı. Romanı, ablası Hamiyet Hanım Fransızcaya çevirdi. 1957'de "Le Prisonnier d’Ankara" adıyla yayımlanan eser on sekiz dile çevrildi ve o kadar beğenildi ki eleştirmenler tarafından Ivo Andriç'in Drina Köprüsü'nden bile daha iyi bulundu. Daha önce yayınlatamadığı "Çılgın Gibi" eserini Fransızcaya çevirdi. Eser, "Les Ombres du Yali (Yalının Gölgesi)" adıyla 1958'de yayımlandı. Yurda dönüşü. Reşat Fuat Baraner'in hapisten çıkmasının ardından 1963 yılında Türkiye'ye döndü. Bu dönemde takma isimle roman ve hikâyeler, çocuk masalları yazdı, tercümeler yaptı. "Aksaray’dan Bir Perihan" adlı romanı 1963'te Gece Postası'nda tefrika edildi. "Fosforlu Cevriye", öğrenci ayaklanmaları ve sert isyanların zirveye ulaştığı 1968'de May Yayıncılık tarafından "Ankara Mahpusu" ile birlikte yayımlandı. Son yılları ve ölümü. 1968 yılında eşini, 1970 yılında ise ablasını kaybetmesi onu derinden etkiledi. İki gözünde de ciddi sağlık sorunları çıkana kadar yazmaya devam etti. Moskova'da geçirdiği ameliyat sonrası gözlerinden birinin belli oranda düzelmesinin ardından arkadaşı Neriman Hikmet ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği'nin kuruluşunda görev aldı. Derneğin kapatılması üzerine yeniden yazarlığa ağırlık verdi. Sürekli göz altında tutulan Şişli'deki evini devrimci gençlere açıp onları gizledi. 1971'de evi basıldı, birçok solcu genci evinde sakladığı ortaya çıkınca tutuklandı. Ertesi sene "Fosforlu Cevriye" 'yi Gülriz Sururi için senaryoya dönüştürdükten kısa süre sonra şeker hastalığının vücudunda yarattığı tahribat sonucu hastaneye kaldırıldı. 23 Temmuz 1972'de Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi'nde 69 yaşında hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul Feriköy Mezarlığı'na defnedildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16005", "len_data": 11442, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Katana (Japonca: 刀, hiragana: かたな), kavisli, tek ağızlı, iki elle tutulabilecek kadar uzun saplı bir Japon kılıcı. Japon samurayı tarafından kullanılan, geleneksel tek-yönlü, kıvrık kılıç çeşididir. Vakizaşi veya şoto ile ya da tanto ile eş olarak bilinen katana, buşi sınıfı savaşçılar olan "buke"ler tarafından kullanılırdı. İki silah beraber olduğunda büyük-küçük anlamına gelen "dayişo" olarak adlandırılır ve samurayların kişisel onur ve sosyal gücünü temsil ederdi. Uzun kılıç açık alanda yapılan dövüşlerde kullanılırken kısa kılıç yan silah olarak taşınır ve saplama amacıyla ya da yakın dövüşlerde ve "seppuku" için kullanılırdı. Japonya'da "katana" için kullanılan resmî terim "uchigatana" (打刀) olup "katana" (刀) terimi genellikle dünyadaki tüm tek ağızlı kılıçları ifade eder. Kın (鞘, "saya") ve balçak yani el siperi kısımları (鍔, "tsuba"), özellikle Edo döneminin son yıllarında özel olarak tasarlanan sanat eserleriydi ve karmaşık bir dizayna sahipti. Asıl olarak kesmek için kullanılmasına rağmen hafif eğriliği sayesinde etkili bir saplama silahı olarak da kullanılabilir. Çift elle tutulacak şekilde tasarlanmış olsa da bazı eski Japon dövüş teknikleri en azından bir ya da iki tek-el tekniği içerir. Kesiciliği ve yapımı. Kurşunu kesen katanalar ayrıca dayanıklı kılıçlarıdır ve kolay kolay körelmez.Bu kılıçlar insanı ikiye bölüp birkaç cm'lik demir sopaları ayırıp bir insanın tek bir saç telini kesecek kadar hassastırlar.Bir tabanca ile samuray kılıcına ateş edilmiş ve kurşun ikiye bölünmekle beraber kılıç hiçbir zarar görmemiştir.Aynı test bu sefer uçaksavar mermisinde [50 cal.) denenmiş kılıç 7 tanesini kesip parçalanmadan dayanmış 8.sinde kırılmıştır Dünyanın en keskin objeleri olan samuray kılıcının zor bir yapım şekli vardır.İyi bir kılıcın yapımı Aylar sürmektedir. Katanaların kesiciliği olmakla beraber Şimşir gibi fazla eğimi olmadığı için saplama silahı olarak da kullanılır.Kılıcın bir diğer avantajı ise Avrupa kılıçları gibi fazla ağır olmamasıdır.Kılıç sadece cila ile bilenir. Katanalar kesiciliğini denemek için katanaların yapıldığı ilk yıllarda suç işleyen insanlarda suçun ağırlığına göre kolu, bacağı veya başı kesilirdi. Japon toplumunda kılıç. Kılıcın, samurayın ruhu olduğu düşünülür. Diğer silahlar zamanla popülerliğini yitirirken kılıç yerini korumuştur. Japonlar kılıca olağanüstü değer verirlerdi. Birçok Japon tarihçisine göre Edo döneminde sadece samurayların kılıç taşımasına izin verilirdi. Öyle ki, kılıç taşımak bile bir köylüyü öldürmek için yeterli bir sebep teşkil ediyordu.Hatta intikam peşinde koşan köylülerin her öldürdüğü asker için kılıcına bir inci takılırdı. Paraya ihtiyacı olan efendisiz kalmış samurayın ("Ronin") kılıcını satması Japon toplumundaki onursuz durumunu daha da kötüleştirirdi. Bunu yapanlar samurayın gözünde "ruhsuz" olurdu. Eski Japon kültürünün çoğu, kılıçlar etrafında dönüyordu. Özenle belirlenen kılıç taşıma, temizleme, muhafaza etme, keskinleştirme (ya da keskinleştirmeme) ve tutma metotları dönemden döneme gelişmiştir. Örneğin; bir başkasının evine giren bir samuray, diz çöktüğünde kılıcını nasıl yerleştirmesi gerektiğini bilmelidir. Kılıcı kolay çekebilecek şekilde yerleştirmek şüphe ya da saldırı hissi uyandırabilir; bu sebeple, kılıcın sağda ya da solda olması ve uzağa ya da bir kişiye doğru tutulmuş olması etik açıdan önemli bir noktadır. Ev sahibinin uzun kılıcı, "katana-kake" adı verilen bir rafta vakizaşinin üzerine yukarı doğru bükülmüş şekilde konur; "omote" ("tsuka" ya da kabzanın solu göstermesi) geleneklere göre bir uyarıdır. Diğer taraftan, "taçi", kuşanıldığı gibi bir duruşa sahiptir, "tsuka" tabandaki bir oluğa yerleştirilmiştir ve yukarıyı göstermekte olan "saya", keskin kısım aşağıda olacak şekilde bir girintiye yerleştirilmiştir. Çoğu samuray, kılıcını öncelikli silah olarak kullanmaz; önce yay, sonra mızrak, son olarak da kılıç kullanılır. Kılıç çekmek, son hadde gelindiğinde ruhun serbestçe alev almasına izin vermek gibidir. Teslim olmaktan başka çare kalmayana dek savaşmak olarak açıklanan ""Ken ore, ya mo suki" ("tam çevirisi : kılıcı kırılmış ve oku da yok") bir deyim olarak kullanılır. Japon kılıcının tarihçesi. 20. yüzyıl öncesi. 6. yüzyılda efsanevi imparator Jimmu, Japonya'nın büyük bir kesimini fethetti. Bu dönemde Japonlar kılıç yapma sanatını Çinli demircilerden öğrendiler. Eski kılıçlar Çin tarzında, düz, tek ya da çift taraflı idi. Bilinen en eski kenjutsu formu, Kofun dönemine tekabül eder (3-4. yüzyıl). "Kaşima no Taçi" (鹿島の太刀) adı verilen stil, Kaşima Tapınağı'nda ortaya çıkmıştır. Heian (8.-11. yüzyıl) döneminde Aynu bölgesinde, Rusya ve Japonya'nın kuzeyde yer alan Hokkaido bölgesinden alınmış tekniklerle kılıç yapımının geliştiği görülür. "Ainu" halkı, katananın ortaya çıkmasına etki eden -"varabati-tu" (蕨手刀)- "varabati" kılıcını kullanırdı. Efsaneye göre Japon kılıcı, "Amakuni" isimli demirci tarafından katlı çelik işlemiyle icat edilmiştir. Değişim sürecinde katananın tek yüzlü olması ve biçmek için daha uygun hale gelmesi, bu dönemde ortaya çıkan kenjutsu stillerine de yansımıştır. Savaş dönemi. 12. yüzyılda uzun bir çöküş döneminden sonra iç savaş patlak verdi. Beş asır boyunca Japonya kendi karanlık çağlarına damgasını vuran şiddetli savaşlar yaşadı. Ōnin Savaşı, Japon zırhında devrim yarattı. Muromaçi döneminde kanlı savaşlar artık gelenek halini almıştı ama tembel Shogun generallerinin kültür ve sanata değer vermesi adaların barbarlığa düşmesini engelledi. Bu dönemde birçok iyi kılıç imal edildi. Kılıçlara olan yoğun ihtiyaç sebebiyle demirciler imalat tekniklerini değiştirdiler. Bunun yanında, savaşmanın getirdiği barbarlık kılıç imalatının altın dönemi olarak da bilinen Kamakura döneminin hayli sanatsal tekniklerinin terk edilmesine, işlevsel ve tek kullanımlık silahlara yönelime sebep oldu. "Muromaçi" döneminde, Ming hanedanına yasal ticaret yoluyla en az 200.000 katana ihraç edildi. Sonuçta başarısız olan bu kararın nedeni, Japon silah üretiminin tamamını piyasadan toplamak ve korsanların silahlanmasını zorlaştırmaktı. Zaman geçtikçe, bu sebeplerden ve ateşli silahların savaş meydanında sonuca ulaştıran güç olarak ortaya çıkması sonucunda kılıç ustalığı unutulmaya yüz tuttu. Ünlü Moğol İşgali (元寇, "Genko"), Japon kılıcının gelişimi için dönüm noktası olmuştur. "Kokan Nagayama" şöyle anlatır: Ne yazık ki "Nagayama" yararlandığı Japon tarihi kaynaklarında Moğol kılıcının, Japon kılıcına üstünlüklerinden bahsetmemiştir. Diğer Japon âlimleri, bu dönemdeki bazı Japon demircilerin Moğol tehdidine karşı daha kalın sırtlı kılıçlar imal etmeye başladıklarının altını çizmiştir. Barış dönemi. Barış zamanlarında demirciler daha rafine ve artistik kılıç tasarımlarına yönelecek zamanı bulmuşlardır. Momoyama döneminin başlarında yüksek kaliteli tasarımlar görülmüştür. Önceki savaş döneminde eski demircilerin teknikleri kaybolunca bu kılıçlara "yeni kılıç" manasına gelen "şinto", daha eski kılıçlara da bariz bir şekilde "koto" ("eski kılıçlar") adı verilmiştir. MÖ 987 civarında kıvrık kılıçlardan sonra ortaya çıkan kılıçlara da "jokoto" denilmiştir. Edo döneminde, samuray sınıfının bürokrat ve polis sınıfına dönüşmesi gibi sebeplerle kaliteden yine vazgeçilmiş ve işleme ve süsleme gibi ilgili diğer sanat dalları zaman zaman gelişim göstermiştir. Horimono olarak bilinen bu basit ve zevkli süslemelerin eklenmesi esas olarak dinî sebeplere dayanır. Birçok "şinto" kılıcında bulunan daha karmaşık işin, artık güzellik taşımadığı ve özellik arz etmediği düşünülür. Tecrit taraftarı "Tokugava Şogunluğu" döneminde ateşli silahlar ve barut yasaklanmış ve dolaşımdan kaldırılmıştır. 18. yüzyıl ortalarında çoğu genç Japon, değil bir silahın ateşlendiğini görmek, ateşli silah bile görmemiştir. Bu dönemin sonlarına doğru silah imalatı tekrar azaldı ve usta demirci Munetsugu’nun çabaları sayesinde 19. yüzyıl başlarında sanatsallığa saygı geri döndü. Munetsugu, "şinto" sanatı ve tekniklerinin "koto" bıçaklarına nazaran düşük seviyede kaldığı ve ülkedeki bütün kılıç yapımcılarının, unutulmuş tekniklerin açığa çıkarılması için çaba sarf etmesi gerektiği yönündeki düşüncelerini açıkladı. Munetsugu, dinleyen herkese fikirlerini anlatarak ve bildiği her şeyi öğreterek ülkeyi gezdi. Kılıç ustalığı onun yol göstericiliği sayesinde tekrar toparlandı ve Japon kılıç imalatında ikinci yeniden doğuş yaşandı. Şinto metodundan vazgeçilmesi ve eski tekniklerin tekrar keşfedilmesi sebebiyle bu dönemin kılıçlarına "yepyeni" manasına gelen "şinşinto" denilir. 19. yüzyıl sonları. Matthew C. Perry'nin 1853'te gelişine kadar bir değişim yaşanmaz. Kanagawa Anlaşması, Japonya'yı zorla dış dünya ile tanıştırınca Meiji Devrimi'nin takip ettiği hızlı modernleşme süreci başlar. 1876'daki Haitorei döneminde silah taşımanın yasaklanması, samurayların halktan ayırt edilmesini zorlaştırmıştır. Katana bulundurmanın yasaklanmamış olması sebebiyle birçok katana saklanmıştır. Bir anda kılıç pazarı ölmüş, birçok demirci ticaretten yoksun kalmış ve değerli yetenekler kaybolmuştur. 20. yüzyıl sonrası. 20. yüzyıl başlarında askerlerin kılıç ile silahlandırılması ihtiyacı ortaya çıkınca, onlarca yıl sonra demirciler tekrar iş sahibi olmuştur. "Gunto" olarak bilinen bu kılıçlar, genellikle düşük kalitede, birçoğu yağ ile ısıtılarak ve keski ile yontulmak yerine damga basılmak suretiyle seri numarası verilerek üretilmiştir. Katana, birçok meslek dalında kullanılmaya devam edilmiştir. Polisler sadece suçluları yakalamak için değil, aynı zamanda katana kullanan suçlulara karşı kendilerini savunmak için de katana kullanmak durumunda kalmıştır. Bu dönemde Kendo, polis eğitim sürecine dahil edilerek polis memurlarının katana kullanmak için asgari eğitimi alması sağlanmıştır. II. Dünya Savaşı. Savaş döneminde astsubayların kullandığı "Tip 95", subayların "şin-gunto"suna benzer; standart makine çeliğinden metal kabartmalı ve boyanmış saplı geleneksel "tsuka"ya benzetilerek tasarlanmıştır. Bu dönem katana için karanlık olmasına rağmen özellikle imparatorluk sanatçıları olarak istihdam edilen azınlık tarafından ustalık canlı tutulmuştur. Bu demirciler Gassan Sadakazu ve Gassan Sadakatsu; imparator ve diğer yüksek rütbeli görevliler için eski kılıçlar ile yarışacak kalitede işler çıkartmakla meşgul olmuşlardır. Gassan Sadakatsu'nun öğrencileri, Japon kimliği için önemli olan bilgilerin vücut bulduğu, dokunulmaz kültür elçileri ya da yaşayan ulusal hazineler olarak düşünülür. 1934 yılında Japon hükûmeti ordusunu, "şin-gunto" – yeni ordu kılıcı – ile donatınca "Tip 94" katana ve buna benzer birçok makine ya da el yapımı geç "şinto" türleri II. Dünya Savaşı’nda kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası. ABD işgali sırasında tüm silahlı kuvvetler dağıtılmıştır. Belediye ve polis izni dışında keskin kenarlı katana imalatı da yasaklanmıştır. Daha sonra Dr. Homma Junji’nin General Douglas MacArthur’a başvurması üzerine bu yasak kaldırılmıştır. Görüşmeleri sırasında Dr Homma, Japon tarihinin çeşitli dönemlerinden kılıçları göstermiş ve çabuk kavrayan bir öğrenci olması sayesinde General Mac Arthur, hangi kılıçların artistik değeri olduğunu, hangilerinin ise gerçek silah olarak düşünülmesi gerektiğini kolayca tespit edebilecek hâle gelmiştir. Bu toplantının sonucunda genel yasak düzenlenmiştir. Böylece gunto sınıfı tamamen imha edilecek ve artistik değere sahip kılıçlara sahip olmak ve muhafaza etmek mümkün olacaktır. Hatta birçok katana, kelepir fiyata ABD askerlerine satılmıştır. Bazıları çalınmış, geri kalanlar ise muhafaza edilmiştir. 1958 yılındaki silahsızlanmaya bağlı olarak ABD’de Japonya’dan daha fazla Japon silahı bulunuyordu. Doğudan dönen ABD askerleri genellikle taşıyabildikleri kadar kılıcı beraberlerinde getirmişlerdir. Bu kılıçların 1.000.000 hatta daha fazlası gunto iken küçümsenmeyecek bir kısmı da koto, şinto ve şinşinto idi. Edo dönemi sonrasında demirciler giderek üretimlerini sivil ürünlere doğru çevirirken silâhsızlanma ve müteakip düzenlemeler neredeyse katana üretiminin sonunu getirdi. Pek az demirci ticaretini devam ettirdi. Dr. Homma, kendilerini eski teknik ve kılıçları korumaya adamış “Sanatsal Kılıçları Muhafaza Derneği” ("Nihon Bijutsu Hozon Token Kai") kurucu simgesi haline gelmiştir. Aynı fikirde olan diğer bireylerin de çabasıyla katana karanlık günlerinden kurtuldu ve birçok demirci Munetsugu'nun başlattığı işi, eski teknikleri ortaya çıkarıp bugünün kılıçlarının eski kılıçlar kalitesinde üretimini devam ettirdi. Bazı katanalar modern zamanda silahlı soygunlarda kullanıldı. Ne var ki, bu katanaların çoğu kılıca benzer, esasında düzgün olarak imal edilmiş bir katananın fiyatı ucuz bir tabancaya nazaran daha fazladır. Sınıflandırma. Uzunluğa göre. Bütün Japon kılıçları bu metoda göre üretilmiştir ve görünüşte bir bakıma benzerler. Farklı kılıçları birbirinden ayıran en belirgin özellik uzunluklarıdır. Japon kılıçları "şaku" birimine göre ölçülür (1 şaku = yaklaşık 30,3 cm ya da 11,93 inç; 1891'den itibaren "şaku" tam olarak 10/33 metre olarak tanımlanır, ama daha eski bilgiler bu değerden az da olsa sapmalar gösterebilir). Daha kesin ölçüm için, “sun”, “bu” ve “rin” (sırayla şaku'nun onda biri, yüzde biri ve binde biri) kullanılabilir. "Çisa-katana" sadece kısa "katana"dır. Bir "katana" 2 "şaku"dan uzundur. Ne var ki, "çisa-katana", uzunluğu 1 ve 2 "şaku" arasında olan "vakizaşi"den uzundur. Genellikle uzun boylular için "katana" ve daha kısaları için "vakizaşi" yapılmaya başlandığından beri "çisa-katana"lar ender görülmeye başlanmıştır. "Çisa-katana"lar için söylenen en bilindik şey, bıçaklar arasında bir benzeri olmayan kısa "katana"lar olmalarıdır. Genelde "Buke-Zukuri" yöntemiyle yapılmışlardır. Okul ve şehirlere göre. Japon kılıçlarının izi, her birinin kendi okulu, geleneği ve ticari markası olan birkaç şehirden birine kadar sürülebilir. Örneğin Mino şehrinin kılıçları başından beri keskinliğiyle ünlüdür. Bu gelenekler ve şehirler aşağıdaki gibidir: İmalat. Japon kılıçları ve diğer sivri uçlu silahlar, Çin yöntemi olan metalin tekrar tekrar ısıtılması, katlanması ve dövülmesi ile yapılır. Bu uygulama, erime esnasında düşük ısının verdiği kazançtan faydalanmadan eritilen karışık metallerin aynı anda kullanımı ile popüler hâle gelmiştir. Bunun tersine ve kılıçlardaki karbon içeriğini (bazı kılıçlara karakteristik bir katlanma deseni verir) homojenize etmek amacıyla, katlama geliştirilmiş ve işçilik hassasiyetine rağmen çok etkili olduğu keşfedilmiştir. Katananın tipik kıvrımı farklı daldırma yöntemlerinden kaynaklanır. Kılıcın arka kısmı, kılıç daldırıldığında uç kısmına göre daha yavaş soğumasını sağlayan yalıtım özelliğine sahip kille kaplıdır. Bu, esnek ve hâlâ keskin uca sahip olmasına imkân veren sert-martensit uç ve yumuşak-perlit arka kısımdan oluşan bir kılıç üretilmesini sağlar. Kılıcın uç kısmının arka kısmına göre soğurken daha az büzülmesine sebep olan bu işlem, kılıca kıvrımını verirken demirciye yardımcı olur. Katana ve vakizaşinin aynı şekilde yapıldığı sanılsa da çoğu zaman farklı şekilde dövülürler, farklı kılıç kalınlığına sahiptirler ve "niku" oranlarında farklılıklar vardır. Vakizaşi sadece kısa katana değildir, çoğunlukla katanada nadiren görülen hira-zukuri ya da diğer benzer yöntemlerle dövülür. Bir bilgiye göre, "dayişo"lar (kılıç çifti) her zaman birlikte dövülmezdi. Eğer bir samurayın "dayişo" almaya maddi imkânı yetiyorsa, bu genellikle benzer iki kılıçtan oluşan bir "sayişo" olurdu. Bazen de farklı demircilerin elinden çıkmış ve farklı stillerde yapılmış sayişo kullanılırdı. Bir çift kılıç içeren "dayişo" aynı demirci tarafından yapılmış olsa da her zaman birlikte dövülmez ya da bir kalıptan çıkmazdı. Çift yapılmış iki kılıçtan oluşan “gerçek” "dayişo", çift olarak kalıplanmıştır, birlikte takılır ve aynı kişiye ait olur. Bundan dolayı nadirdir ve özellikle orijinal kalıbını koruyorsa çok değerli kabul edilir. Bunlar, çift olarak üretilmiş olsa bile, sonraki kalıplara göre daha değerlidir. Japon kılıçları günümüzde oldukça zor bulunur. Yine de güvenilir kaynaklardan ve oldukça yüksek fiyatlara gerçek antikalar bulmak mümkündür. Modern katana ve vakizaşiler günümüzde, hâlâ bu ustalık gerektiren silahları yapmaya çalışan birkaç lisanslı pratisyen tarafından yapılmaktadır. II. Dünya Savaşından kalma "Tip 98" katanalarının çoğunluğu da eski versiyonları gibi günümüzde yok olmuştur. Üretim işlemleri alt bölümlerde detaylı anlatılmıştır. Bileşim. Geleneksel Japon çeliği, kılıç yapımı için en iyi çeliklerden biri kabul edilir ancak gerçek sebebi gösterişli olmasıdır. Çağdaş batı çeliği ve modern çelikler saflık ve sağlamlık konusunda daha üstündür. Çeliğin bileşimi ustaya ve çelik cevherine göre değişim gösterir. Kılıçta kullanılan çeliğin bileşimi (II. Dünya Savaşı Dönemi): Karbon miktarının yüksek olması bıçağa sağlamlık katarken, silikon esnekliği ve dayanma gücünü artırır. Yapılışı. Japon kılıçlarının dövülmesi genellikle saatler, günler hatta haftalar alır ve kutsal bir sanat olarak görülürdü. Tek bir zanaatkâr işinden ziyade, karmaşık hünerler gerektiren farklı sanatçıların yer aldığı bir süreçtir. Bu süreçte; kaba şekli döken bir demirci, katlama işini yapan genellikle ikinci bir demirci (çırak), uzman bir parlatıcı ve hatta kenar için ayrı bir uzman yer alırdı. Genellikle kın, kabza ve el siperi ("suba") uzmanları da işin içine dahil olurdu. İmalat aşamasının en ünlü kısmı çeliğin katlanmasıdır. Çelik defalarca katlanır, bükülür ve çekiçle düzleştirilirdi. Bu işlemler aşağıdakileri sağlar: Genel inanışın aksine sürekli katlama “süper-güçlü” bir bıçak yaratmaz. Saf olmayan maddeler yakıldıktan ve karbon içerik homojen hale getirildikten sonra uygulanan katlama işlemi çok az fayda sağlar ve karbonun azar azar yanmasına neden olur. Sonuçta, kenarı daha az tutacak yumuşak bir çelik ortaya çıkar. Kat sayısı kılıçtan kılıca değişiklik gösterir. Bir düzine kattan daha azına nadir rastlanır ve iki düzineden çok kata sahip otantik kılıçlar tamamen meçhuldür. 12 katlı bir bıçak başlangıçta 4.000'den fazla tabakaya sahip olacaktır. 20 kat ise bir milyondan fazla tabakaya sahip bir bıçak oluşturacaktır. Bundan daha fazlası bıçağın moleküler yapısı nedeniyle gereksizdir. Hatta bu noktadan önce, daha fazla kat, daha iyi bir kılıç manasına gelmez. Karbonun kontrol edilmesinin bıçağın işlevselliği üzerinde büyük etkisi vardır. Böylece en iyi sonuçlar genellikle 8-10 kat ile elde edilir. Genellikle kılıçlar, tahta kalastaki gibi damarlar ("hada") görünecek şekilde imal edilirdi. Düz damarlara "masame-hada", tahtaya benzer damarlara "itame", budağa benzer damarlara "mokume" ve eşmerkezli dalgalı damarlara "ayasugi-hada" denilirdi. Üç normal damar ("masame, itame ve mokume") arasındaki fark, ağacın büyüme yönüne kesit ("mokume"), açılı kesit ("itame") ve damar boyunca kesit ("masame") şeklindedir. En güçlü, güvenilir ve en yüksek kaliteye sahip kılıçlar "Mino", özellikle de "Magoroku Kanemoto" geleneğine göre yapılanlardı. "Bizen" geleneği "mokume" üzerinde uzmanlaşmıştı. "Yamato" geleneğindeki bazı okullar ise güçlü savaşçıların silahları üzerinde uzmanlaşmış olarak bilinirdi. Japon kılıcının en temel felsefesi tek bir keskin yüze sahip olmasıdır. Bu, bıçağın sırtının, keskin kenarı desteklemek için kullanılabileceği anlamına gelir ve Japonlar bu gerçeğin avantajlarını tüm yönleriyle kullanmıştır. Metal Avrupa metodunda soğutulmaz. Çeliğin esnekliği ve sağlamlığı ısı derecesine, ne kadar ısıtıldığına ve ne kadar sürede soğutulduğuna bağlı olarak değişir. Çelik yüksek bir sıcaklıktan hızlı bir şekilde soğutulursa daha sert ve kırılgan olan martensit hâlini alır. Daha düşük sıcaklıktan yavaş yavaş soğutulursa daha yumuşak ve esnek olan perlit halini alır. Soğumayı kontrol altına almak için kılıç ısıtılır ve yapışkan kil ile kaplanır. Kenar kısmındaki ince bir tabakanın hızlı ancak çeliği çatlatmayacak kadar da yavaş soğuması sağlanır (kılıcın kenarının son derece sert martensit olmasını sağlar). Kılıcın geri kalan kısmındaki kalın kil tabakası ise kılıcın yeteri kadar esnek olmasına izin veren daha yumuşak bir çelik için yavaş soğumayı sağlar (sırt ve orta kısmın perlit olmasını sağlar). Uygulama bittiğinde kılıç soğur ve doğru sertliğe sahip olur. Zamanla Japonlar değişik tip çelikleri kılıcın değişik kısımlarında kullanmaya başlamıştır. Örnekler aşağıda gösterilmiştir: Anatomisi. Her bıçağın kendine özgü bir profili vardır. Bu görünüş yapımcısına, imalat yöntemine ve biraz da şansa bağlı olarak değişir. En belirgin fark bıçağın orta sırtında, "şinogi"de görülür. Kılıç "şinogi"ye doğru daralabilir, sonrasında keskin kısma doğru da daralabilir ya da "şinogi"ye doğru genişleyip bıçak kısmında büzülebilir (ikizkenar yamuk şeklinde). Düz ya da daralan "şinogi"ye "şinogi-hikuşi" denilirken, şişman görünümlü olanlara da "şinogi-takuşi" denilir. "Şinogi", bıçağın arka tarafına yakın olacak şekilde konumlanırıldığında uzun, keskin ve kırılgan bir kılıç tipi oluşur. "Şinogi", bıçağın ortasına yakın olursa daha makul olacaktır. Katana, diğer kılıçlardan farklı net bir uç şekline sahiptir. Uç kısmı uzun ("ö-kissaki"), orta ("çü-kissaki"), kısa ("ko-kissaki") ve hatta geriye doğru çengel şeklinde ("ikuri-ö-kissaki") olabilir. Uç kısmının kavisli ("fukura-suku") ya da nispeten düz ("fukura-kareru") oluşu ayrıca önem arz eder. "Kissaki" ne keskiye, ne de batı bıçaklarının "tanto" ucu yorumuna benzer. Batı bıçaklarının, bilemesi kolay, düz, çizgisel bir eğimi vardır ve Japon "kissaki"ye üstünkörü bir benzerlik taşır. "Kissaki" kıvrık bir profildedir, kenara doğru olan yüzey boyunca yumuşak, üç boyutlu bir kavise sahiptir – buna rağmen sınır çizgisi ("yokote") nettir. Bıçağın kabzaya denk gelen metal ("nagako") kısmına "mekugi –ana" adı verilen bir delik açılır. Kabzada ("suka") yer alan boşluk ile bu delik içerisine yerleştirilen bambudan yapılmış pin ("meguki"), bıçak kısmı ile kabzayı sabitlemek için kullanılır. "Suka"yı çıkartabilmek için öncelikle "meguki"yi çıkartmak gerekir. Ayrıca kılıcı imal eden ustanın imzası ("mei"), "nagako" üzerinde yer alır. Süsleme. Bütün kılıçlarda süsleme mevcuttur ama pek azının görünmeyen kısımlarına süsleme yapılır. Kılıç soğuduktan ve kirden arındırıldıktan sonra çeşitli motifler ve oluklar işlenir. Kılıcın üzerindeki en önemli işaretlerden olan seri numarası, sonradan kabzanın altında kalacak olan pırazvana üzerine işlenir. Pırazvana asla temizlenmez, bu kısmı temizlemek kılıcın değerini yarıya indirir. Amaç, bıçak çeliğinin eskimesini görmektir. Yatay, yana yatık, kareli gibi çeşitli numaralandırma teknikleri kullanılır. Bu teknikler, "içi-monji, kosuji-çigayi, suji-çigayi, o-suji-çigayi, katte-agari, şinogi-kiri-suji-çigayi, taka-no-ha" ve "gyaku-taka-no-ha" olarak bilinir. Numarayı pırazvana boyunca çapraz işlemeye "higaki" denir. Eğer bıçak çok eski ise törpüleme yerine tıraşlama ("sensuki") uygulanır. Süslemenin dışında, pürüzlü bir yüzey oluşturması sebebiyle kabza ve pırazvananın daha sıkı tutulmasını sağlarlar. Böylece pin ("meguki") ikinci bir güvenlik sağlamış olur. Kılıç üzerinde bulunan diğer işaretler estetik amaçlıdır. Kanji ile yazılmış ifadeler ve imzalar, tanrıları betimleyen oymalar, ejderhalar ve kabul edilebilir diğer varlıklara "horimono" adı verilir. Fazladan esneklik ve hafiflik sağlaması amacıyla açılan oluklara ise "taçikaze" adı verilir. Kılıç kuvvetle savrulduğunda ürkütücü ses çıkartan bu oluklar farklı biçimlerde olabilir; geniş ("bo-hi"), dar çift ("futasuji-hi"), geniş ve dar çift ("bo-hi ni sure-hi"), kısa ("koşi-hi"), kısa çift ("gomabuşi"), birleşik uçlu uzun çift ("şobu-hi"), düzensiz kesiklere sahip uzun çift ("kuyiçigayi-hi"), balta tarzı ("naginata-hi"). Genel inanışın aksine, bu oluklar düşmanın kanını daha fazla akıtmaya yaramaz. Parlatma. Pürüzlü bıçak tamamlandığında, demirci bıçağı "togişi" adı verilen parlatıcıya verir. Parlatıcının görevi çeliği parlatmak ve bıçağı savaş için bilemektir. Bu, bıçağın her bir santimi için farklı taşlar ve azami dikkat gerektiren, saatler süren bir işlemdir. Eski cilacılar üç, yeni cilacılar ise yedi çeşit taş kullanırdı. Parlatma, neredeyse bıçak imalatından daha uzun sürer ve hüner gerektirir. İyi bir parlatma kılıcın daha iyi görünmesini sağlarken, kötü bir parlatma en iyi kılıçların bile "gunto" gibi görünmesine sebep olur. Hepsinden önemlisi, eğitimsiz bir parlatıcı kılıcın işlevine, tarihine, sanatsal ve maddi değerine kalıcı şekilde hasar verebilir, kılıcın geometrisini bozabilir ya da çeliğin çekirdek kısmına kadar yıpranmasına sebep olabilir. "Hadori" ve "saşikomi" olarak adlandırılan iki genel parlatma çeşidi vardır. "Hadori" (son 100 yılda keşfedilmiştir), beyazlatılmış "hamon"u (sert kısım ile yumuşak kısmı ayıran desenli hat) içeren pürüzlü asıl "hamon" ve koyulaştırılmış gövdeyi takip eden beyazlatılmış "hamon"un göze çarpmasını sağlayan modern metoddur. Yüz güzelliğini ortaya çıkartan makyaja benzetilir. "Saşikomi" ise eski yöntemlere daha yakındır ve "hamon"un hatlarını belli etmek yerine asıl "hamon"un ayrıntılarını daha rahat açığa çıkarır ve "hadori" ile kıyaslandığında ortaya daha parlak bir sonuç çıkar. Kılıçlar parlatmaya göre incelendiğinde;,kılıcın parlak yapısı ve "hamon", kılıcın eşsiz doğasını gösterir. Her bıçak kendi "hamon"u ve "hada"sına (dövülme izleri) göre kıyaslandığında farklıdır. Kilin uygulama şekline bağlı olarak oluşan "hamon", genel olarak demircinin kendi imzasının da ötesinde ve üstünde bir imza gibi kullanılırdı. Her demirci geleneğinin tercih ettiği yöntem diğerlerinden farklıydı. "Hamon", düz, dalgalı veya zikzaklı olabilir ve amacı dışında olsa da bıçak hakkında önemli gerçekleri ortaya koyar. İyi bir parlatma, kenarın hangi dereceden, ne kadar sürede soğutulduğunu ve çeliğin karbon alaşımını gösterir. Bunu "nayoyi"yi ya da "nayi"yi baskın bir şekilde ortaya çıkartarak yapar. Donanım. Bu aşamada kılıç, kabza yapımcısına devredilir. Kabzaların yapısı, kullanılan parçalar ve sarma stiline göre dönemden döneme değişim gösterir ancak genellikle aynı temel mantığa dayanır. En belirgin parça "suka" adı verilen metal ya da tahta saptır. El siperliği ("suba") ise küçük, yuvarlak bir metalden yapılır ve süslemelere sahiptir. En son kısımda "kaşira" olarak bilinen bir topuz yer alır. Çapraz sargının altında "menuki" adı verilen bir süsleme bulunur. Bambudan yapılmış bir pim ("meguki"), "tsuka" ve pırazvana ("nagako") üzerinde yer alan "mekugiyana" adı verilen deliğe takılır. Bu pim kılıcın kabzaya sabitlenmesini sağlar. Kılıcın tıngırdamasını engellemek için sap ile bıçak kısmının birleştiği noktaya "habaki" denilen bir kemer takılır. Kılıcın kınını yapma görevi hiç de kolay değildir. Her ikisi de güç ve yorucu bir emek isteyen iki kın ("saya") çeşidi mevcuttur. Biri, genellikle tahtadan yapılan ve dinlenme kabı olarak düşünülen ve muhafaza amaçlı kullanılan "şira-saya", diğeri ise daha süslü ve savaş için tasarlanmış olan, kayışla "obi"den dışarı sarkacak şekilde bağlanarak "Taçi-Koşiraye" olarak kuşanılacak ise "jindaçi-zukuri" veya "obi"nin içerisine yerleştirilmek suretiyle "katana-koşirae" olarak kuşanılacak ise "buke-zukuri". 20. yüzyıl ordusunda "kiyu-gunto, şin-gunto ve kayi-gunto" gibi kuşanma şekilleri de mevcuttur ama bu alt sınıf kılıçlar genellikle toplu şekilde üretilmiştir ve pek az gerçek Japon kılıcı bu şekilde kuşanılır. Teknik. Katana genel olarak, saplamaktan ziyade kesmek için tasarlanmış bir silahtır. Bu tarz silahlarla girişilen çatışmalarda fazla riske girmeden, rakibi en kısa ve etkili yoldan öldürmek esastır. Dolayısıyla darbeler kol ve bacak gibi uzuvlara değil, tümüyle gövdeye yönelir. Dikey savurmalarda hedeflenecek bölge, esas olarak köprücük kemiği bölgesidir. Rakibe bu ölçüde yaklaşılamıyorsa göğüs kafesinde derin bir yarma hedeflenir. Yatay savurmalarda ise hedef, boyun ya da bel bölgesidir. Yukarıdan aşağı darbelerde, uygun yapılmışsa köprücük kemiğinden bele kadar biçilmiş olunur, yatay darbelerde ise, yine uygun yapılmışsa vücut bel bölgesinden ikiye ayrılır. Kurban, ilk anda acı hissetmeyecektir, ilk birkaç saniye içinde vücuttaki kanın yaklaşık yarısı boşalacağı için bilincini yitirir. Katananın sapının iki elle tutulması esastır. Eğer kişi sağ elini kullanıyorsa sağ el daha yukarıdan, sol el ise aşağıdan kavramalıdır. Katananın kabzasını kavramada esas kuvvet bu durumda sağ elde olmalı, sol el, hareketler arasındaki hızlı geçişi sağlamada kullanılmalıdır. Sol el, kabzayı her an bırakacakmış gibi gevşekçe sarmalıdır. Eller arasındaki boşluk ve kavrama, kesmek veya bir silahı karşılamak için yapılacak manevraya izin verecek şekilde ayarlanır. Kesme sırasında birbirine daha yakın, karşılama -blok- hareketlerinde ise daha ayrık olmalıdır. Buna rağmen katana tek elle de kullanılabilir. Bu durumda, her parmağın kılıcın kabzasına uyguladığı kuvvet farklı olmalıdır. Kabzayı en sıkı tutan küçük parmaktır. Yüzük parmağı kabzaya biraz daha az bir kuvvet uygular; orta parmak biraz daha az, işaret parmağı ise belli belirsiz kavramalıdır. En kısa ve en güçsüz parmak olan serçe parmağının kavramada bu denli önemli rol üstlenmesi, uzun egzersizler gerektirir. Katana kullanım eğitimine başlamış bir kişinin, ilk birkaç hafta tüm günü mümkünse elde kılıçla geçirmesi uygun olur. Böylece kol sinirleri kılıcı iyice benimseyecektir, kılıç, kolun bir parçası olmalıdır. Kılıcın keskinliğini denemek veya kesme tekniği üzerinde pratik yapmak için insan dahil çeşitli materyaller üzerinde test yapmaya "tameşigiri" adı verilir. Japon kılıçlarının çeşitliliği göz önünde bulundurulduğunda, kılıç tekniğinin zaman geçtikçe değişim gösterdiği görülür. Gerek tek elle, gerek çift elle kullanımda, birbirini izleyen hareketler arasında bir geçiş bölümü olur. Kılıcın ve vücudun pozisyonu, bir hareketten diğerine geçiş yapacaktır. Bu geçiş hareketlerinde kol eklemleri önemli bir pozisyon değişikliği yapmak zorundadır. Özellikle tek elle kullanımlarda, hızlı hareketin kaslarda hasara yol açmaması için -hareketin momentumunu karşılamak üzere ters yönde çalışacaklardır- tüm kolun, omuz ekleminden döndürülmesi uygun olur. Ancak, harekete başlandığı andan itibaren bilek ekleminin kilitlenmesi gerekir. Kılıcın kolla yaptığı açı hiçbir zaman 180 derece olmamalıdır, en uygun biçme hareketi daha kapalı bir bilek pozisyonunda, örneğin 160 derecelik bir açıda sağlanır. Bu açı, savurma hareketinin başından sonuna kadar sabit kalabilmelidir. Savurma hareketi omuz ekleminden yapılmalı, dirsek eklemi de aynı bilek eklemi gibi kilitlenmelidir. Ancak dirsek eklemi 180 derecelik açıda olmalıdır. Omuz eklemiyle yapılan hareket, bel kemiği eklemleri, kalça eklemleri (kalça kemiği ile uyluk kemiği arasındaki eklem), diz ve ayak bileği eklemleriyle desteklenmeli, kuvvetlendirilmelidir. Belli dönemlerde kılıcın boyunun uzadığı ve at üzerinde kullanıldığı görülür. Aynı zamanda yaya askerler süvarilere eşlik eder ve daha kısa olan "katate-uçi" kuşanırlar. Bu, daha kısa boylu ve daha kısa saplı, sadece tek el ile kullanılmak üzere tasarlanmış bir katanadır. Aynı zamanda "vakizaşi" ve "kodaçi" olarak da bilinir. Zamanla zırhlar ve düşmanlar değiştikçe kılıçlar da ağır profilden hafif profile doğru, dövüş sırasında farklı kullanım amaçlarına uygun olarak değişim göstermiştir. Ağır olan kılıçlar ağır, yavaş ve daha güçlü savaşlar için uygunken, hafif kılıçlar hız ve keskinlik için uygundur. Kılıç çoğunlukla ok, mızrak ve olası uzun silahlardan sonra kullanılabilecek son silah olarak düşünülürdü. Buna rağmen Edo döneminde Japon samurayı "dayişo" kuşanmışken kullanacağı ilk silah katanaydı. Yıpranma. İmalattan veya yanlış uygulamadan kaynaklanan birçok hata mevcuttur. Avrupa kılıçlarıyla kıyaslama. Katanaların Avrupa'daki kılıçlara göre çok üstün olduğu genel ve yaygın bir inanıştır. Bu inanış FRP oyunlarında ve birçok filmde sıkça gündeme getirilmiştir. Fakat bu iddialar, çoğunlukla Avrupa kılıçlarının rolü ve üretim şekli hakkındaki yanlış anlamalardan ve en kötüleriyle kıyaslama yapılmasından kaynaklanır. Japonya demir açısından fakir bir ülke olduğu için kılıç yapmak pahalı bir girişimdi. Kaynaklar kısıtlıydı ve bir kılıcı gücünün yettiği malzemeyle yapmak demircinin bu işe ilgisine bağlıydı. Avrupa'da da üstün kılıç ustaları vardı, İspanya Toledo'da yapılan çelik kılıçlar, Japonya dışında yapılan efsanevi kalitedeki kılıçlara bir örnektir. Fakat demirin kolay bulunabilir olması, yüksek sayıda kaliteli silahın ucuza mal edilmesini sağlamıştır. Avrupalılar, pahalı ve ucuz kılıçlar arasında seçim yapma şansına sahipken, Japonlar pahalı kılıçlar ya da daha az pahalı kılıçlar ve kılıç üretmemek arasında seçim yapmak zorundaydı. Japon kılıçlarının katlanması, tüm kılıcın değerlenmesini sağlamakla kalmaz, kalitesi düşük demire sahip olan bir ülkede demirin içindeki fazlalıkların ayrılarak kılıç yapılmasını mümkün kılar. Eğer başlamak için daha iyi demiriniz ya da metali eritme imkânınız varsa buna gerek yoktur. Üretim esnasındaki dövme metodu sayesinde katana, çok sert martensit bir uç kısım ile yumuşak fakat esnek perlit bir orta kısım ve gövdeye kavuşur. Düz kenarlı bir kılıçta olmayan fevkalade çarpışma direncine ve keskinliğe sahip olmasını sağlar. Geleneksel olarak üretilmiş bir katananın 9 mm çapındaki bir silahla karşı karşıya kaldığında zarar görmeden etkiyi karşılayabildiği görülmüştür. Kurşun ikiye bölünmekte ve katana 50 kalibrelik ağır makineli silahtan çıkan 7 direkt vuruşa parçalanmadan dayanmaktadır. Ayrıca, silahla ateş edilmeden önce demir kesme makinesine karşı da kesilemez olduğunu kanıtlamıştır. Bu başarılar, kılıcın sert fakat esnek olan martensit/perlit yapısından kaynaklanır. Avrupa teknolojisinin, Japon demircilerin gizemli doğasının önünü kesecek önemli mesafe katettiği düşünülür. Avrupalılar, şekilli kılıçlar yerine daha kaliteli ama yapılması daha çabuk ve kolay olan katı demir çubuklardan kılıçlar üretmiştir. Avrupa'daki metalcilik demircileri düz uçlu ve pala gibi eğimli kılıçlar yapmaya teşvik ederken, benzer sebeplerden Japonlar, antik "Ken" tarzı modelleri bırakıp kıvrık kılıçlar yapmaya başlamıştır. Bazı Avrupa kılıçları farklı dövüş şekilleri için tasarlanmıştır. Keskinliği katanayı mükemmel kesici bir silah yapar fakat diğer uluslarca kesmek için yapılan modellerin de aşağı kalır yanı yoktur. Katana, bugün "şinkendo" ustaları kask kesme töreni düzenlese de, savaş sırasında bir zırhı delebilecek etkiye sahip değildir. Bu hafiflikteki belli başlı Avrupa kılıçları, kullanım gereklerine göre üreticilerinin düşündüğü limitlerin altında kullanılmaktadır. Maruz kaldıkları koşullar tanımlanmazsa karşılaştırma yapmak manasız olur. Avrupa kılıçları, Japon kılıçlarının dayanamayacağı bazı gerilmelere dayanma gücü veren daha fazla yanal esnekliğe sahiptir. Katanalarda ise Avrupa kılıçlarının dayanamayacağı bazı darbelere dayanmasına imkân veren yüksek bir çarpışma direnci vardır. Kılıç tarihinin başlangıcından beri, Orta Çağ ve rönesans döneminden 20. yüzyıla kadar birçok Avrupa kılıç tipi, Japon dövüş modelleri ile benzer şekilde hafif-zırhlı ve zırhsız piyadelerle savaşmak için yapılmıştır. Ağırlık farkları çok abartılmıştır. Hem uzun kılıçlar hem de katanalar 1,0 ve 1,5 kilogram (2-3 pound) arasında değişen tipik ağırlığa sahiptir. Avrupa kılıçları, aynı amaçla kullanılan Japon kılıçlarına göre daha uzundur. En uzun katana, yaklaşık, tek elle kullanılmak için tasarlanan bir Avrupa kılıcı uzunluğundadır. Tek elle tutulan Avrupa kılıcı, dövüşün niteliğini tamamen değiştiren bir kalkan ile birlikte kullanılmasına rağmen bir "vakizaşi'ye yakın uzunluktadır. Uzun Avrupa kılıcı ya da yarım kılıç, "odaçi" olarak sınıflandırılabilir, fakat kullanımda katana ya da "taçi"ye daha benzerdir. Daha çok "odaçi" gibi kullanılan büyük Avrupa kılıçları ile, sadece birkaç "odaçi" ile karşılaştırılabilecek boyuttadır. Kullanılan terimler ve anlamları. Terminoloji için Japon Kılıcı Terminolojisi maddesine göz atınız.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16024", "len_data": 35663, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.42 }
Bira, dünyadaki en eski ve en yaygın alkollü içeceklerden biridir. Su ve çaydan sonra en popüler üçüncü içecektir. Bira tahıldan üretilirː Yaygın olarak malt arpa kullanılır ama buğday, mısır ve pirinç de kullanılan ürünler arasındadır. Şıradaki (malt-su karışımı), nişasta şekerlerinin fermantasyonu birada etanol ve karbondioksiti açığa çıkarır ve köpüklü bira oluşur. Çoğu modern bira, biraya acılık ve farklı lezzetler katan, doğal bir dengeleyici ve koruyucu görevi gören şerbetçi otu ile hazırlanmaktadır. Şerbetçi otu yerine veya şerbetçi otu ile birlikte aroma katabilecek meyve ve çeşitli otlar da kullanılabilmektedir. Seri üretimde, doğal karbondioksit üretimi genellikle işlem sırasında çıkarılır ve yapay karbondioksitleme kullanılır. En popüler bira türleri arpa birası, buğday birası, çavdar birası, darı birasıdır. Bira, plastik şişede, cam bira şişesinde veya teneke içecek kutusunda dağıtılabilir. Ayrıca özellikle pub ve barlarda biralar bira bardağı, Maß, pint bardağı, schooner bardaklarda sunulur. Özel olarak biralar bira musluğundan süzülür. Modern biraların alkol yüzdesi genellikle hacimce yaklaşık %4 ila 6 alkoldür (ABV), ancak bu değer %0,5 ile 20 arasında değişebilir. Bazı bira fabrikaları %40 ABV ve üzeri örnekler oluşturur. Bira, birçok dünya kültürünün bir parçasını oluşturur. Bira festivali, bira bahçesi, bira salonu gibi sosyal geleneklerin yanı sıra pub gezintisi, pub yarışması ve pub oyunu gibi aktiviteleri içeren zengin bir pub kültürü vardır. Bira damıtıldığında ortaya çıkan likör bir çeşit viskidir. Tarihçe. Bira, dünyanın en eski hazırlanmış alkollü içeceklerinden biridir. Fermantasyonun en eski arkeolojik kanıtı, yarı göçebe Natufyanların ritüel şölenlerde kullandıkları lapa kıvamındaki biranın 13.000 yıllık kalıntılarından oluşur ve Kuzey İsrail'deki Hayfa yakınlarındaki Karmil Dağları'ndaki Raqefet Mağarası'nda bulunur. Çanak Çömlek Öncesi Neolitik Çağ'da (MÖ 8500 ila MÖ 5500 civarı) Göbekli Tepe'de bira üretildiğine dair kanıtlar vardır. Arpadan üretilen biraya dair en eski net kimyasal kanıt, Batı İran'daki Zagros Dağları'ndaki Godin Tepe bölgesinden yaklaşık MÖ 3500-3100'e tarihlenmektedir. Tahılın ilk kez yetiştirildiği MÖ 10.000'e kadar uzanması mümkündür, ancak kanıtlanmamıştır. Bira, Antik Mısır'ın yazılı tarihinde kayıtlıdır ve arkeologlar biranın medeniyetlerin oluşumunda etkili olduğunu ileri sürmektedir. Arkeolojik araştırmalara göre ilk kez MÖ 10000 yılı civarında Ortadoğu'da muhtemelen tesadüf sonucu, buğday çorbasının mayalanması ile keşfedildi. Bu keşif, insanların yerleşik uygarlığa geçmesi, böylece biranın ham maddesi olan tahılları bol miktarda üretip tüketmesinin bir sonucuydu. Sümer ve Mısır kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla yazının bulunmasından sonra da Ortadoğu'da başlıca içki olarak bol miktarda tüketildi. Günlük hayatta ve dinsel törenlerde bol miktarda tüketilen bira, aynı zamanda çeşitli meyve ve tatlandırıcılarla, mesela III. Ramses döneminde balla karıştırılıp ilaç niyetine de kullanılmıştır. Orta Çağ'dan bu yana özellikle Kuzey Avrupa, biranın ana yurdu haline gelmiştir. 14. yüzyıl öncesinde bira genelde evde yapılıp tüketilen bir içki iken, 14. yüzyıl itibarıyla birahanelerin ortaya çıkmasıyla biranın kalitesi daha da yükselmiş ve daha çok tüketilen bir içki haline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda bira. Bira, 1839 senesi sonrasında Batı'ya açılma sürecinde Osmanlı'ya girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda biraya ait ilk mevzuat 1847’de konulmuştur. Mevzuatın genellikle uygulamayı izlediği gerçeğine dayanarak arpa suyu veya biranın 1847 öncesi bilindiği, tüketildiği ve üretildiği söylenebilir. 1840'lı yıllarda ise birahaneler açılmaya başladı. Osmanlı'da bira üretimi 1896 yılında 12.000 hl idi (1,2 milyon litre). Bu oran hızla artmış ve 1913-1914 yılları arası 9,9 milyon litreye ulaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nde bu rakama ancak 1940'lı yıllarda ulaşılmıştır. Yapımı. Uluslararası bir içecek olan biranın yapımı ülkeden ülkeye değişiklikler göstermektedir. Belçika'da, tıpkı Fransız peynirlerinde olduğu gibi, bir yılın günleri kadar çok bira çeşidi sayılabilir, Birleşik Krallık'ın "a-le"leri, İrlanda'nın "stout"ları, Danimarka'nın "pilsner"leri, Almanya'nın "lager"ları ünlüdür. Ve tabii ki tüm Avrupa'da Çekya'nın Pilsen şehrinden adını alan, genelde tüm sarı biralara adını veren "pils"ler revaçtadır. Önce arpa taneleri yüksek sıcaklıkta filizlenme yöntemiyle malt haline dönüştürülür. Ardından kavrularak rengini alır. Kavrulma süresi biradaki renk değişikliğini sağlar. Daha sonra sıcak saf su ile karıştırılır. Bir litre bira elde etmek için 6-7 litre su gereklidir. Son aşamada ise şerbetçi otu katılır. Şerbetçi otunda 200’den fazla aromatik kokunun bileşimi vardır. Sıra, bira mayasının eklenmesiyle elde edilen, şekerleri alkole ve karbonik gaza dönüştüren fermantasyon işlemindedir. Bu işlem, yüksek sıcaklıkta yapılır (15-20 derece). Yoğun (kesif) biralar için 3-5 gün boyunca (özellikle esmer biralarda), sarı biralarda ise 6-8 derece arasında, 7-10 gün boyunca fermantasyon işleminin devam etmesi gereklidir. Alkol oranı. Alkol oranı "spéciales"lerin büyük bölümünde 5 ila 7 derece, "luxe"lerde 4 ila 5 derecedir, yemekte tercih edilen "light" biralarda 3,5 dereceden daha azdır. Yüksek teknoloji sayesinde üretilen alkolsüz biralarda ise bu oran 0,015 dereceye kadar düşer (örneğin ihracat ağırlıklı üretilen Efes Alkolsüz). Buna rağmen esmer biralardaki alkol oranı 12-13 dereceyi bulabilmektedir. Dünyanın en sert birası, Fransa'da "La Samichlaus" adı verilen biradır. Yılda sadece bir gün, Saint Nicolas gününde satılır ve bir yıl sonra içilir. Son yıllarda Avrupa'da, Atlantik ötesi biralar modadır; Amerika'nın hafif biraları, şerbetçi otunun az kullanıldığı biralar, yeşil limon eşliğinde içilen Meksika'nın Corona birası gibi. Türleri. Bira tipleri genel olarak 'ale' ve 'lager' olarak ikiye ayrılmaktadır. Ale tipi biralar üst fermantasyon, lager tipi biralar ise alt fermantasyon biralarıdır. Alt fermantasyon biraları. Pilsen: Kolay içimli, açık renkli, şerbetçiotundan gelen aromatik ve acılık tat karakteri dengelenmiş, alkol derecesi %4,8-5,1 arasında değişen bir bira tipidir.Lager: Lager dünyada en çok tanınan ve bilinen açık renkli, Pilsen'e göre daha düşük acılık karakterine sahip ve aromatik tat karakteri ön plana çıkarılmış bir bira tipidir.Koyu renkli bira: Koyu renkli malt ve isteğe göre belirli oranda kavrulmuş malttan da üretilen, %4,8-5,0 alkol ihtiva eden bir bira tipidir. Festival birası: Almanya'da özellikle Ekim ayında düzenlenen Bira Festivali için özel olarak üretilen yüksek alkollü mevsimsel bir bira tipidir. Bockbier: Yüksek doygunluk hissi veren, %6-7 alkol derecesine sahip, özellikle Almanya'da Mayıs, sonbahar ve yılbaşı dönemlerinde üretilen mevsimsel bir bira tipidir.Alkolsüz bira: Doğal yoldan oluşan alkolün belirli prosesler sonucu içinden uzaklaştırıldığı, normal biralara göre daha düşük kalorili bir bira çeşididir. Üst fermantasyon biraları. Ale: Ale ismi birçok farklı karakterde genellikle koyu renkli bir dizi Britan bira tipi için kullanılan genel bir tanımlamadır. Pale, Bitter, Mild ve Scotch olarak çeşitleri mevcuttur. Hefeweizen (Mayalı Buğday Birası): Miktar olarak en az %50 oranında buğday maltı kullanılarak üretilen, Almanya'nın özellikle Bavyera eyaletinde popüler olan bir bira tipidir. Kristallweizen (Filtre Edilmiş Buğday Birası): Hefeweizen olarak yukarıda belirtilen biraya benzer hammadde kullanılarak, filtrasyon sonrası mayanın uzaklaştırıldığı bir bira tipidir. Altbier: Koyu renkli buğday ve arpa maltının birlikte kullanıldığı, acılığı yüksek ve sert içimli bir bira tipidir. Kölsch: Açık renkli, mayhoş bir tat karakterine sahip, özellikle Almanya'nın Köln şehrinde popüler olan bira tipidir. Stout: Siyah renkli, özellikle çok koyu renkli malt ve bir miktar da kavrulmuş malttan imal edilmiş, acılığı sert karakterde bir üst fermantasyon birasıdır. Porter: Porter da Stout benzeri koyu renkli, bazı çeşitleri %9 alkol ihtiva eden bir bira tipidir. Sağlık etkisi. Bira içildiğinde içenin üzerinde kısa ve uzun süreli etkileri olan etanol alkolü içerir. İnsan vücudundaki farklı alkol konsantrasyonlarının kişi üzerinde farklı etkileri vardır. Alkolün etkileri kişinin içtiği miktara, biradaki alkol yüzdesine ve tüketimin gerçekleştiği zamana, yenen yiyecek miktarına ve reçeteli ilacın kullanılmasına bağlıdır. 2016 sistematik bir derleme ve meta-analiz orta düzeyde etanol tüketiminin, etanol tüketiminden ömür boyu çekimserliğe kıyasla mortalite yararı getirmediğini bulmuştur. Bazı çalışmalar az miktarda alkol (kadınlarda birden fazla ve erkeklerde iki bardak içki) içmenin, kalp hastalığı, inme, diabetes mellitus ve erken ölüm riskinde azalma ile ilişkili olduğu sonucuna varmıştır. Sürekli, orta veya ağır alkol tüketiminin uzun vadeli sağlık etkileri, alkolizm ve alkolik karaciğer hastalığı geliştirme riskini içerir. "Alkol kullanım bozukluğu" olarak da bilinen alkolizm sorunlara neden olan geniş anlamlı bir terimdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16027", "len_data": 8964, "topic": "FOOD_GASTRONOMY", "quality_score": 3.26 }
René Guénon, Şeyh Abdülvahid Yahya adıyla da tanınır (15 Kasım 1886; Blois, Fransa - 7 Ocak 1951; Kahire, Mısır), Fransız metafizikçi yazar. Eğitimi. 15 Kasım 1886 tarihinde Fransa'nın Blois kentinde doğdu. Babası Katolik bir aileden gelmiş bir mimardı. Guénon, formel eğitimini matematik, felsefe ve edebiyat alanında gördü. Üniversite eğitimini 1916'da modern matematikteki sonsuz sayı kavramına getirdiği özgün bakışını tezleştirdiği "Leibniz ve sonsuz küçüklerin hesaplanması" (Leibniz and Infinitesimal Calculus) adlı çalışması ile tamamladı. Ancak sonrasında 1921 yılında Jacques Maritain'in danışmanlığında "Hindu Öğretilerinin Tetkikine Genel Giriş" (General İntroduction to The Study of Hindu Doctrines) adlı doktora tezi jüri tarafından kabul edilmemesi üzerine akademik çalışmalarına son verdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16041", "len_data": 805, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.7 }
Mehmet Emin Rauf Paşa (d. 1780, İstanbul – ö. 28 Mayıs 1860, İstanbul), iki kez II. Mahmud ve üç kez Abdülmecid döneminde toplam 5 kez 14 sene 7 ay 36 gün sadrazamlık yapmış olan Osmanlı devlet adamıdır. Hayatı. Mehmed Emin Rauf Paşa 1780 yılında İstanbul'da doğdu. Babası çavuşbaşı ve nişancılık görevlerinde bulunmuş olan "Sait Mehmet Efendi"'dir. Iyi bir eğitim gördükten sonra ilk devlet görevi olarak "Sadâret Mektûbî Kalemi"’ne girip orada yetişti. 1806'da ser-halife, aynı yıl sadaret mektupçusu, 1811'de Rikab-i Humayun defterdarı ve 1814 yılında "şıkk-ı evvel defterdarı" unvanı ile başdefterdar oldu. 1 Nisan 1815'te Hurşid Ahmed Paşa'nin sadrazamlıktan azledilmesinden sonra vezir rütbesi verilerek ilk kez sadrazamlığa getirildi. Yenilikçi olduğu için yeniçerilerin koruyucusu olan ve II. Mahmut üzerinde etkili olan Mehmed Said Halet Efendi ile anlaşmazlık içine girdi ve Halet Efendi baskısıyla 5 Ocak 1817'de sadrazamlıktan azledildi. Halet Efendi onun idam edilmesine ısrar etmekle beraber Sultan II. Mahmut bunu kabul etmedi ve Mehmed Emin Rauf Paşa Sakız Adasına sürüldü. Fakat bundan sonra Mehmed Emin Rauf Paşa gayet temkinli ve çekingen bir tavır alarak yenilik hareketi ile meşgul olmadı. 1819'de bağışlandı ve vezirlik unvanı iade edildi. 1819'da Bolu sancağı mutasarrıflığına; takiben Teke ve Hamîd sancakları mutasarrıflığına, 1820'de maden eminliği ile birlikte Diyarbekir valiliğine tayin edildi. 1821'de "Şark Seraskerliği" rütbesiyle Erzurum Vilayeti valiliği kendisine verildi. Ama doğuya gitmedi ve Erzurum'a mütesellimini yolladı. Kaçar Hanedanından Feth Ali Şah'a karşı yapılan 1821-1823 Osmanlı-İran Savaşı nedeniyle bu görevlerden azledildi ve Alâeddin Paşa onun yerine eyalet valisi ve "Şark Seraskeri" olarak atandı. Bu savaşı sona erdiren barış müzakerelerinde ve 1 Haziran 1823'te Erzurum Antlaşması imzalanmasında Osmanlı Devleti delegesi olarak hazır bulundu. 1824'te Kastamonu valiliğine, 1827'de Halep valiliğine ve 1828'de Kudüs sancağı musarrififliği ve hac emirliği ek görevleri ile Şam valiliğine getirildi. Asakiri Mansure ordusunu kurmayı finanse etmek için yeni olarak konulan ve halk tarafından hoşlanılmayan "Ihtisab Vergisi"'nin toplanması sırasında Şam Vilayetinde ortaya karışıklıklar çıktı ama bunlar bastırıldı. Ama Ağustos 1831'de bu vergi toplama görevinde gevşeklik gösterdiği bahanesi valilikten azledildi ve vezirlik unvanı da kaldırılıp Bursa'ya mecburi sürgüne gönderildi. Aynı yıl 1831'de afolundu. Vezirlik unvanı geri verildi. Karahisar-i Sahip sancağı (modern Afyonkarahisar ili) ve Menteşe Sancağı Muğla Sancağı mutasarrifi olarak atandı. 1831-1833 Osmanlı-Mısır Savaşı başlamış ve Kavalalı İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu 1832'de Akka, Şam ve Halep'i eline geçirmiş Osmanlı ordusunu Belen Muharebesi'nde mağlup edip Çukurova'da Adana ve Mersin'i ele geçirmişti. Yeni bir Osmanlı ordusu serdar-ı ekrem olarak Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasında Anadolu'ya geçmişti. Ama Mısır ordusu bu sırada Torosları geçip Konya'ya gelmişti. Aralık 1832'de Osmanlı ordusu Konya'ya varıncaya kadar Kasım ayında Mehmed Emin Rauf Paşa Kütahya'da Anadolu Valisi görevi ile ordu kaymakamlığına tayin edildi. Kavalalı İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu arasında 21 Aralık 1832'de yapılan Konya Muharebesi'nde Osmanlı ordusu yenik düştü ve komutan Sadrazam Reşid Mehmed Pasa yaralanıp Mısır ordusuna esir düştü. 18 Şubat 1833'te esir olan sadrazam yerine Mehmed Emin Rauf Paşa ikinci kez sadrazam olarak atandı. Kavalalı orduları Kütahya'ya kadar ilerledi ve karşı gelecek Osmanlı ordusu bulunmadığı idin İstanbul yolu açıktı. Osmanlı Devleti Mısır ordusunun İstanbul'a girmesini önlemek için önce "Büyük Güç" devletleri desteğini istedi. Fransa Kavalalı yanlı idi. İngiltere ise Kavalalı'nın hanedanı değiştirmeden genç Abdulmecid'i padişah yapıp onun idaresinde Mısır'ı tabi olarak yöneteceği bildirdiği için Mısır ile İstanbul arasındaki anlaşmazlığı Osmanlı devleti içişleri kabul edip Osmanlı'ya destek vermekten imtina etti. Son çare olarak Rusya'dan destek istendi. Rusya 8 savaş gemisi ve 10 tabur askeri gönderdi ve 20 Şubat 1833'te bu Rus gücü Boğaziçi Büyükdere önünde demirledi. 8 Temmuz 1833'te Ruslarla karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık antlaşması mahiyetindeki Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı. İngiltere ve Fransa Mısır güçlerinin İstanbul'a ilerlemesini önlediler. Bunun üzerine Kavalalı İbrahim paşa ile Kütahya Antlaşmaşı imzalandı ve 1831-1833 Osmanlı-Mısır Savaşı sona erdi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır valiliği yanından Kavalalı İbrahim Paşa'ya Suriye ve Adana Valiliği verilmişti. Kavalalı İbrahim Paşa da ordusu ile Adana ve Suriye valilik bölgelerine çekildi." 30 Mart 1838'de sadrazamlık başvekilliğe dönüştürülünce ilk başvekil oldu. Ayrıca dahiliye nazırlığını da üstlendi. Temmuz 1839'da II. Mahmud ölüp yerine Abdülmecid tahta geldiğinde bir oldu bittiyle sadaret mührü Koca Hüsrev Mehmet Paşa tarafından elinden alındı. 1840-1841 arası üçüncü kez sedarete getirildi; ama yaşlılığı bahane edilerek azledildi, 1842-1846 arası dördüncü kez sadrazamlık yaptı. Ama yenilikçi Mustafa Reşid Paşa baskısıyla görevine son verildi. Ocak 1852'de tanzimatçılar ve Mustafa Reşid Paşa'nın nüfuzlarını kırmak için beşinci kez sadrazamlığa getirildi. Mart 1852'de Tanzimat yanlılarının baskısıyla görevinden alındı. Daha sonra Meclis-i Ali'de bir süre görev yaptı. 28 Mayıs 1860'ta İstanbul'da vefat etti ve kendine yaptırdığı türbeye gömüldü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16042", "len_data": 5498, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Muharrem Hicri takvime göre yılın birinci ayı. Muharrem Arapça bir kelime olup, kelime kökü itibarıyla "haram"dan türemiştir. Sözcük karşılığı, haram olan, yasaklanan anlamındadır. Araplar, İslamiyet öncesi dönemde (Cahiliye döneminde) dahi, kabile yaşantısının bencilliklerinden kaçınarak, Arabi ilk ay olan "muharrem" ayında birbirlerine savaş açmak gibi "yasaklanan" fiillerden kaçınır ve uzaklaşırlarmış. Muharrem kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de zaman birimi olan ay adı şeklinde geçmemektedir. Saldırıya maruz kalma dışında, savaşın haram olduğu aylardan bahsedilip Muharrem'le birlikte saygı gösterilmesi emredilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16045", "len_data": 620, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4.07 }
Safer, Hicri takvime göre yılın ikinci ayıdır. Arapça; yolculuk anlamına gelen "sefer" sözcüğü ile karıştırılmamalıdır. Safer; sözlükte, “boş kalmak, boşluk; sararmak, sarılık; karında yaşayan kurtçuk” anlamlarına gelmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16046", "len_data": 226, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.61 }
Rebiülahir, Hicri takvime göre yılın dördüncü ayı. Rebiülsani (ikinci Rebi) olarak da geçer. "Rebi" Arapça bahar demektir. Hicri Takvim'de kamerî usule göre Safer ayından sonra üçüncü aya rebîü'l-evvel ondan sonraki aya rebîü'l-âhir denir. Kelime manası, bahar yağmuru, bahar, bolluk ve bereket'tir. Rebi, (Arapça) mevsim adı olarak kullanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16047", "len_data": 344, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.6 }
Rebiülevvel, Hicri takvime göre yılın 3. ayıdır. "Rebî" kelimesi, Arapçada "bahar" anlamına gelir. Buna göre, "Rebiülevvel" aynın kelime anlamı "evvelki bahar" şeklindedir. Bir sonraki ayın isminin "Rebiülahir" (sonraki bahar) olduğu da dikkate alındığında, Rebiülevvel ayının kelime manası biraz daha iyi anlaşılacaktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16048", "len_data": 321, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.77 }
Cemaziyelevvel (, Hicri takvime göre yılın 5. ayı. Ayın adına kaynaklık eden "cemazi" sözcüğü "yağmursuz alan" anlamına gelmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16049", "len_data": 132, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.56 }
Cemâziyelâhir, "(cema:ziyela:hir, l ince okunur; Arapça cemāẕī + āḫir)," Hicrî takvime göre yılın 6. aydır. Cemâzîyelevvel'den sonra, Recep ayından önce gelir. Cemaziyelsani (İkinci Cemaziyel) olarak da geçer ve "küçük tövbe ayı" demektir. Dinî önemi. Cemaziyelahir'de faziletli ameller ve ibadetlere ağırlık verilir ve İslam'da kutsal sayılan Üç Aylar'a manevi hazırlık yapılır. Muhammed'in başından geçen birçok önemli olay, bu ayda gerçekleşmiştir. Müslümanlar bu ayda oruç tutmak, hayır işleri yapmak ve tövbe etmek gibi ibadetlerle manevi olarak kendilerini geliştirmeye çalışırlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16050", "len_data": 587, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.52 }
Recep veya Receb (Ar. ), hicrî takvime göre yılın 7. ayı. Receb, Üç Aylar'ın başlangıcı ve Haram Aylar'dan biridir. Kur'an'da "...bunlardan dördü hürmetli aylardandır..." derken Recep Ayı da kastedilmiştir. Recep Ayı'nın faziletiyle ilgili hadisler çoktur. Bunlardan bazıları “Recep Allah’ın, Şa’ban benim Ramazan ise ümmetimin ayıdır”, “Recep’in ilk Cuma gecesinden gafil olmayasınız. Zira o gece, meleklerin “Regâip” ismini verdikleri gecedir." Ancak bu hadislerin sıhhatı konusu ihtilaflıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16051", "len_data": 495, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.53 }
Şaban Hicri takvime göre yılın sekizinci ayı. İslam'a göre Recep ve Ramazan ile birlikte mübarek 3 aylardan biridir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16052", "len_data": 116, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.39 }
Şevval, Hicri takvime göre yılın 10. ayıdır. 1 Şevval Ramazan Bayramı'nın ilk günü, 3 Şevval ise son günüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16054", "len_data": 109, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.44 }
Zilkade, Hicri takvime göre yılın 11. ayıdır. Mübarek Aylar, Hürmet Ayları ya da Haram Aylar'ın (Arapça: "Eşhürü'l-Hurum") birincisidir. Üçü peş peşe biri ayrı olmak üzere, bu aylar dört tanedir: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb. İbrahim ve İsmail devrinden beri bu dört ayda her türlü kötülük, saldırı, zulüm ve savaşın yasak olduğuna inanılır. İslam peygamberi Muhammed'in bir hadisine göre "Haram Aylarda üç gün oruç tutana, Allahu Teâlâ 900 senelik oruç sevabı yazar."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16055", "len_data": 477, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.73 }
Salı, haftanın pazartesi ile çarşamba arasındaki günüdür. Uluslararası ISO 8601 standardında göre haftanın ikinci günü, ABD'de haftanın üçüncü günü, haftanın cumartesi günü başladığı bazı İslam ülkelerinde haftanın dördüncü günüdür. Arapça "üçüncü gün" anlamına gelen "yevm-es-sâlis", "yevme’s-selâse" ibaresinden, önce "salî", sonra "salı" olarak Türkçeye geçtiği düşünülmektedir. Salı gününe Eski Türkçede "üçünç" (üçüncü) denir. Türk halk kültüründe. Anadolu'da bazı yörelerde salı günü ile ilgili inanışlar yaygındır. Salı günü yola çıkmanın uğursuzluk getireceğine ve örgü örülmeyeceğine inanılırken kışlık yiyeceklerin ağzının salı günü açıldığında bereketli olacağı kabul edilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16058", "len_data": 686, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.56 }
Perşembe, Çarşamba ile Cuma arasında olan, haftanın dördüncü günüdür. Perşembe, Farsça-Süryanice beşinci gün anlamındaki "penc-şenbe" kelimesinden gelir, "Çarşamba" kelimesine kafiyeli olarak "Perşembe" olarak söylenir. Perşembe gününe Eski Türkçede "beşünç" (beşinci) denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16059", "len_data": 275, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.58 }
Cumartesi, haftanın cumadan sonra ve pazardan önce gelen günüdür. Cumartesi yaygın olarak kullanılan pek çok takvime göre haftanın yedinci ve dolayısıyla son günüdür, ancak ISO 8601 standardına göre haftanın sondan bir önceki (altıncı) günüdür. Latince adı dies Saturni (“Satürn’ün Günü”) Eski İngilizceye Saeternesdaeg olarak girmiştir. Cumartesi gününe, en geç 2. yüzyılda, Vettius Valens'e göre günün ilk saatini kontrol eden Satürn gezegeninin adı verilmiştir. Bundan önce Eski İngilizce adı sunnanæfen (“sun [güneş]” + “eve [arifesi]”) idi. Cumartesi gününe Eski Türkçede "yetinç" (yedinci) denir. Cumartesi Sebti. Ayrıca bakınız: Sebt Günü,Yedinci gün kiliselerinde Sebt Yahudiler, Mesihî Yahudiler ve Yedinci Gün Adventistlerine göre, Şabat (veya SDA'ya göre Sebt) olarak bilinen haftanın yedinci günü, Cuma günbatımından Cumartesi günbatımına kadar sürer ve istirahat günüdür. Geleneğe göre bugünde çalışılmaz. Tevratta yazılana göre: "Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi." Roma Katolik ve Doğu Ortodoks kiliseleri Cumartesi (Sebt) ve Rabb'in Günü (Pazar) günlerini birbirinden ayırırlar. Diğer Protestan gruplar, örneğin SDA ise Rabb'in Günü'nün Pazar değil Sebt olduğunu savunurlar. Kutsal Yazılar'da İsa'nın hazırlık gününden sonraki gün olan Sebt günü mezarda istirahat ettiği belirtilmektedir. Bu şekilde İsa, Allah'ın başlangıçta yaratılış sırasında istirahat ettiği gibi istirahat etmiş oldu. Kuakerler geleneksel olarak Cumartesi'ye “Yedinci Gün” derler ve günün “pagan” asıllı olan adını kullanmaktan kaçınırlar. [Bazı] İslam ülkelerinde Cuma haftanın son günü kabul edilir ve Perşembeyle birlikte tatildir; Cumartesiye (“Şabat” ile aynı kökenden gelen) Sebt adı verilir ve pek çok Arap ülkesinde haftanın ilk günüdür. Bu günün Eski Türkçedeki anlamı Şanba'dır. Şanba kelimesi Türkiye dışındaki bütün Türki cumhuriyetlerde cumartesi olarak kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16060", "len_data": 2092, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.66 }
Pazar, Cumartesi ile Pazartesi arasında, haftanın yedinci ve son günüdür. Eski medeniyetlerde haftanın ilk günü olarak kabul edilmiştir. Örneğin, birçok Avrupa dilinde bu gün Güneş Günü anlamında sözcükler (af:Sondag, als:Sonntag, ang:Sunnandæg, da:Søndag, de:Sonntag, cy:Dydd Sul, is:Sunnudagur, kw:Dy' Sul, la:Dies solis, lb:Sonndeg, Ing:Sunday) kullanılır. Anadolu'da Girey ya da Gira kullanıldığı da görülmektedir. Pazar gününe Eski Türkçede "birinç" (birinci) adı verilir. Pazar günü birçok ülkede tatil günüdür. Uluslararası normlara uygun olması için Türkiye'de de Pazar günü tatil günü olarak kabul edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16061", "len_data": 618, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.62 }
Haftanın günlerinin adlandırılmasında çeşitli dillerde çeşitli kaynaklar kullanılmıştır. Bu kaynaklardan en yaygın kullanılanları ise dini ve nümerik adlandırma kaynaklarıdır. Haftanın günleri yedi günden oluşup Türkçede aşağıdaki gibi isimlendirilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16062", "len_data": 257, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.54 }
Kulak ("auris"), işitme işlevini gören ve denge organını içinde bulunduran anatomik yapıdır. Vestibüler sistemi kullanarak işitmeyi ve vücut dengesini sağlar. Kulak; dış kulak, orta kulak ve iç kulak olacak şekilde üç kısımda incelenir. Yapı. Dış kulak. İki kısımdan oluşur. Dışa doğru çıkıntı yapan kısmına kulak kepçesi (Auricula) adı verilir. Kulak kepçesi sesin yönünün belirlenmesinde işlev görür. Burayı orta kulağa bağlayan kanal ikinci kısmı yapar ve dış kulak yolu (Meatus Acusticus Externus) adını alır. Dıştan içe doğru uzanan bu kanal yaklaşık 2,5 cm kadardır ve S harfi şeklinde kıvrılmıştır. Kıkırdak kısım (Meatus Acusticus Externus Cartilagineus) üzerinde "tragi" adı verilen kıllar vardır. Kanal içinde bezlerin salgısı ve bunların üzerine binen tozlar sonucu kulak kirleri (buşon) oluşur. Bu kirler birleşip kuruduğu zaman kanalı tıkayabilir ve işitmeye engel olabilir. Dış kulak yolu Concha Auricularis (kulak kepçesi) ile Membrana Tympanica (kulak zarı) arasında uzanır. Yolun ⅓ dış kısmı kıkırdak, ⅔ iç kısmı ise kemiktir. Dış kulak yolu kıkırdak ve kemiğe sıkıca yapışık ince bir deri ile örtülüdür. Bu deri Membrana Tympanica üzerinde yalnız epidermis tabakası olarak devam eder. Dış kulak yolunun biri kıkırdak kısmının sonuna doğru, diğeri ise kemik kısmında olmak üzere iki yerde darlığı vardır. Dış kulak yolunun kıkırdak kısmı 8 mm. uzunluğundadır. Kıkırdak kısım tam boru değildir, arka üst kısmı bağ dokusu ile kaplıdır. Kemik parçası (Meatus Acusticus Externus Osseus) 16 mm. uzunluğundadır. Ön-alt ve arka-alt kısımlarını temporal kemiğin timpanik parçası oluşturur. Arka-üst kısmını ise temporal kemiğin squamo parçası oluşturur. Kıkırdak kısmından daha dar olan bu kısım içe, öne ve biraz da aşağıya doğru uzanır. Bu kısmın sonunda Membrana Tympanica'nın yapıştığı Anulus Tympanicus denilen kemik bir halka bulunur. Dış kulak yolunun sonunda yarı saydam olan, sedef renginde kulak zarı (Membrana Tympanica) bulunur. Kulak zarı, dış kulak ile orta kulağı birbirinden ayırır. Her iki yüzü, atmosfer basıncı ile dengelenmiştir. Zarın iç yüzünü, östaki borusu aracılığı ile boğazdan gelen hava dengeler. Böylece kulak zarının içe çökmesi engellenmiş olur. Birbiri ile eklemleşen üç kemik timpan zarına çarpan ses dalgalarının amplitüdünü yükselterek iç kulaktaki sıvıya iletirler. Kulak zarına tutunan ilk kemik çekiç kemiğidir. Ortadaki örs, sondaki ise üzengidir. Üzengi kemiği oval pencere adı verilen açıklık üzerine oturur. Orta kulak. Temporal kemik içerisinde altı duvarlı bir kemik boşluğudur. Ön iç kısmındaki “östaki borusu” sayesinde yatakla birleşir. Bu durum kulaktaki iç ve dış basıncı dengeleme yönünden çok önemlidir. Östaki borusu normalde kapalı olup yutkunma ve esneme durumunda açılır. Üst kısmından kulak arkasındaki mastoid kemiğin hava dolu hücrelerine açılır. Bu ilgi orta kulak iltihaplarının bu kemiğe geçmesi açısından önemlidir. Orta kulakta bulunan önemli kısımlardan biri de kemikçikler zinciridir. Çekiç, örs ve üzengi kemikçikleri zar ile iç kulağın bağlantısını sağlar. Bu üç kemikçik vücudun en küçük kemikçikleri olup zara gelen titreşimi takriben 12-19 kat arttırırlar ve iç kulağın “perilenf” sıvısına iletirler. Çekiç kemiği zara yapışıktır. Örs, ortada ve üzengi ise iç duvarda yapışıktır. Üzengi kemiğinin yapıştığı nokta oval pencere adını alır ve iç kulağa titreşimlerin iletimi buradan olur. İç kulak. Çok karışık yapılardan oluşan ve önemli fonksiyonlar üstlenen kısımdır. Hepsi de temporal kemik içerisinde yer alan, birbirinden ayrı üç kemik boşluktan meydana gelir. Bu kemik boşluklara kemik labirent ("labyrinthus osseus") adı verilir. Kemik labirent üç bölümden oluşur. Oval pencerenin açıldığı kısma vestibulum (dalız) denilir. Diğer ikisi ise koklea (kulak salyangozu) ve semisirküler kanallardır ("canalis semisircularis osseus", kemik yarım daire kanalları). Dalız merkezde olmak üzere; önünde "salyangoz", arkasında yarım daire kanalları yerleşir. Her üç bölme de, "perilenfa" adı verilen sıvı ile doludur. Kemik labirentin içinde, labirentin kıvrımlarına uyan ve içi "endolenfa" ile dolu olan zar labirent ("labyrinthus membranaceus") bulunur. Zar labirentin, kemik labirent kısımlarına uyan bölmeleri şunlardır: Vestibulum içindeki kısmı, "utriculus" ve "sacculus"'tur. Koklea içinde kalan kısmı "ductus cochlearis" ve semisirküler kanallar içinde yer alan kısmı da "ductus semisircularis" adını alır. İşlev. Denge mekanizması. İç kulakta yer alan diğer duyu reseptörleri denge ve başın uzaydaki pozisyonu ile ilgilidir. Bu reseptörlerin bazısı semisirküler kanalların tabanında yerleşmiştir. Bunlar tamamen denge ile ilgilidir. Bir diğer kısmı ise vestibulumda yer alan "sacculus" ve "utriculus" isimli iki küçük zar kese içindedir. Semisirküler kanallar "sacculus" ve "utriculus" ile bağlantı hâlindedir. Bu keselerden biri başın uzaydaki pozisyonu ile ilgili bilgi alır. Diğeri denge duyusu olup kılların (silialar) hareketi ile ortaya çıkar. Baş hareket ettiği zaman, siliaların pozisyona kilitlenmesi ile sinir impulsu başlar. Buradan ve kanallardan başlayan denge siniri ("n. vestibularis"), işitme sinirine ("n. cochlearis") katılarak n. vestibulocochlearis'i oluşturur.<ref>
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16068", "len_data": 5174, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.7 }
Denizlispor, 1966 yılı Mayıs ayında Denizli ilinde kurulmuş olan, özellikle Profesyonel Futbol Takımı ile tanınan spor kulübüdür. Renkleri yeşil-siyah olan kulübün futbol takımı, maçlarını 18.745 kişilik Denizli Atatürk Stadyumu'nda oynamaktadır. Kulüp Futbol, Voleybol, Basketbol, Masa tenisi, Yüzme, Satranç, Buz Pateni ve Jimnastik branşlarında faaliyet göstermektedir. Kulübün Profesyonel Futbol Takımı, Süper Lig tarihinde en fazla puan toplayan takımlar arasında en iyi 21. takım konumundadır. Avrupa kupalarındaki en büyük başarısına ise 2002-03 sezonunda UEFA Kupası'nda 4. tura kalarak ulaşmıştır. Günümüzde Bölgesel Amatör Lig'de mücadele etmektedir. Tarihçe. 1959 öncesi. Denizli ilinde, geleneksel güreşler hariç Cumhuriyet devrine kadar diğer spor hareketleri mevcut değildi. Denizli merkezinde bugünkü anlamı ile spor hareketi ve kulüp teşkili 1922 yılında başlamıştır. Bu suretle ele alınan spor çalışmaları, ilk resmî spor teşekkülü olarak Denizli İdman Yurdu adıyla Denizli merkezinde 1922 yılında kurulmuştur. İdman yurdunun ilk kurucuları ve yönetim kurulu, veteriner Kenan Bey, eczacı Kadri Özbaş, öğretmen Şemsi Bey, idare memuru Mustafa Naili Bey, öğretmen Hamdi Beyden teşekkül etmişti. 17 Eylül 1922 yılında yukarıda adları geçen müteşebbisler tarafından Çaybaşındaki eski Türkocağı binasında kurulan İdman Yurdu bu suretle Denizlispor tarihinin ilki ve temeli olmuştur. Kulüp kuruluşundan bir hafta sonra da ilk futbol maçını yapmıştır. Futbol topuda ilk olarak bu tarihte şehre girmiştir. Futbol oynayan ilk oyuncular: Kadir Abanoğlu, Kadri Özbaş, Acemoğlu Rıza Bey, Fehmi Bey, Vasfi Bozkaya, Öğretmen Nevzat Bey'dir. Henüz futbol sahası olmadığından gelişigüzel bir sahada 1 Ekim 1922'de futbol çalışmalarına başlanmış, saha kaptanlığını da Enver Bey yapmıştır. Kale direği yerine de birer ceket koymak suretiyle işaretlenmiştir. 1930 yılında İdman Yurdu geliştirilmiş, aynı yıl ikinci bir kulüp olarak Menderes Gençlik kurularak, karşılıklı iki kulüp çalışmalara başlamışlardır. Sonradan 1936 yılında bu iki kulüp birleşerek Denizlispor adı altında faaliyete geçmiştir. Profesyonel takımın kuruluşu. 1966 yılına gelindiğinde futbol kulüplerinin sayısında büyük bir artış olmuş ve Denizli'de profesyonel liglerde mücadele edecek bir takıma ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 26 Mayıs 1966 tarihinde gerçekleşen genel kurul toplantısında Çelik Yeşilspor ve Pamukkale Gençlik kulüplerinin Çaybaşı semtinde kurulu olan bu Denizlispor Kulübü'ne katılmasıyla profesyonel futbol takımının teşkili ön görülüp karar altına alınmıştır. Genel Kurul'un bu kararı Futbol Federasyonu Başkanlığına bildirilmiş, Türkiye Futbol Federasyonu ise bu üç kulübün birleşimiyle profesyonel futbol takımı teşkilini Denizlispor Gençlik Kulübü adı altında onaylayıp, 14 Temmuz 1966 tarihinde Denizlispor'un Türkiye 2. Ligi'ne katılmasını uygun görmüştür. Üç kulübün bu birleşiminde, Denizlispor'da bir dönem basketbol da oynamış sportmen, Denizli Valisi Nezih Okuş'un da büyük payı bulunmuştur. Denizli halkının gözünde Türkiye Ligleri'nde mücadele etme isteğinin artması Denizlispor'un yaratılmasını zorunlu hale getirmiştir. Vali Nezih Okuş, Denizli'nin ileri gelenlerini harekete geçirerek ilk adımı atmış ve Okuş'un bu girişiminde dönemin Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak'ın da önemli katkıları bulunmuştur. Yapılan çalışmalar sonunda yeşil ve siyah renkleri alan Denizlispor'un Kurucu Başkanlığına Dr. Samim Gök getirilirken, Kurucular Kurulunda ise Fuat Özen, Birol Önder, İlhami Süner, Şükrü Sarıoğlu, Atilla Sayıner ve Yakup Ünel yer almıştır. Yönetim Kurulunun oluşturulmasından sonra teknik direktör arayışları başlar. Yakup Ünel, Fuat Özen ve Atilla Sayıner Altan Santepe'ye teklifte bulunmak için İzmir'e giderler. Altan Santepe futbolu yeni bırakmıştır ve Yeni Asır Gazetesi'nde spor yazarlığı yapmaktadır. Denizli'den giden üç yönetici Altan Santepe ile görüşüp kendisine teknik direktörlük önerirler. Görüşmeler sonunda Altan Santepe 30 maddelik şartları olduğunu söyler. Bunların zamana yayılması kabul edilince anlaşma sağlanır. 1966 ve sonrası. Denizlispor, ilk resmî maçını 11 Eylül 1966 tarihinde deplasmanda Beyoğluspor ile yapmıştır. Bu maç Beyoğluspor'un 3-1'lik üstünlüğü ile sonuçlanmıştır. Bu maçta Denizlispor'un tek golünü 20. dakikada Ati Göksu atarak Denizlispor'un resmî karşılaşmalardaki ilk golüne de imza atmış oldu. Aynı sezonun 2. haftasında ise sahasında Altındağ'ı 1-0 yenerek tarihindeki ilk galibiyetini almıştır. Denizlispor, 1966-67 sezonunda ilk kez mücadele ettiği Türkiye 2. Ligi'nde sezonu 7. olarak tamamlamış, sonraki üç sezonda ise ligi ikinci ve üçüncü sıralarda bitirmiştir. Türkiye İkinci Ligi'ne alınışının üzerinden 17 sene geçen Denizlispor 1982-83 sezonunda grup şampiyonu olarak tarihinde ilk kez Türkiye 1. Ligi'ne yükselmiştir. 1. ligdeki ilk sezonunda mevsimi 7. sırada bitiren Denizlispor, 1984-85 sezonunda Danıştay kararıyla ligde kalmayı sağlamış, 1987-88 sezonunda ise yeniden ikinci lige düşmüştür. 1993-94 sezonunda tekrar 1. lige yükselen Yeşil-Siyahlılar, 1996-97 sezonunda yeniden 2. Lige düşmüş, iki yıl aradan sonra 1998-99 sezonunda tekrar 1. lige çıkmıştır. 2003-2004 sezonuna gelindiginde Türkiye'yi UEFA Kupası'nda temsil eden yeşil-siyahlı ekip Fransa'nın Lorient, Çek Cumhuriyeti'nin Sparta Prag ve Fransa'nın Olympique Lyon takımını eleyerek 4.tura yükselme başarısını gösterdi. Bu turda Porto'ya elenen Denizlispor elde ettiği zaferlerle Türk futbolseverlerin gönlünde taht kurmuştu. Daha sonraki sezonlar bu başarıyı tekrarlayamayıp 2009-2010 sezonun sonunda 11 yıl boyunca aralıksız mücadele ettiği Süper Ligi ligi 17. tamamlayarak 1. Lig'e düşmüştür. 2018-19 sezonunu şampiyon olarak tamamlayarak 9 yıl sonra tekrar Süper Lig'e çıkmıştır. 2019-20 sezonunu 35 puanla 14. tamamlayan Denizlispor sonraki sezonda (2020-2021) bitimine 3 hafta kala Çaykur Rizespor'a 1-0 mağlup olarak son sırada 28 puanla tekrar 1. Lig'e düşmüştür. 2021-22 sezonunda mücadele ettiği 1. Lig'i 11. sırada tamamlasa da 2022-23 sezonunun bitimine 4 hafta kala Bodrumspor'a 1-0 yenilerek tarihinde ilk defa 2. Lig'e düşmüştür. 2024 yılı Ocak ayında FIFA'dan yapılan açıklamada kulübe transfer yasağı getirildi. 2023-24 sezonunun bitimine 2 hafta kala, tarihinde ilk defa 3. Lig'e düşmüştür. Renkler ve Arma. Denizlispor kulübünün arması, Denizli kentinin dünyaca ünlü horozunu simge alarak, kurucu üyelerden Yakup Ünel'in arzusuyla yeşil-siyah renklerden meydana getirilmiştir. Kulübün kuruluşuna ilişkin çalışmalar sırasında dönemin heyeti renkler konusunda içlerindeki büyükleri Yakup Ünel'e yetki verirler. Denizli'de Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü görevinde de bulunan Ünel, İstanbul'da Darüşşafaka Lisesi'nde öğrenim görmüştür. Ünel, Darüşşafakalı olması münasebetiyle Yeşil-Siyahlı renklerin tutkunudur. Denizlispor'a da bu renklerin mücadeleci ve kazanımcı bir ruh kazandıracağı görüşüyle kulübün renklerinin Yeşil-Siyah olmasını uygun görür ve kabul edilir. 1980'li yıllara gelindiğinde formalarda kırmızı renkli horozdan oluşan arma kullanılmaya başlanmıştır. Fakat bu armanın kullanımı uzun sürmemiş ve 90'lı yıllara gelindiğinde yeniden değişikliğe gidilmiştir. Yapılan değişiklikle kırmızı renkli horoz sadeleştirilmiş ve yeşil siyah renkler armada yeniden kullanılmaya başlanmıştır. 2000 senesinde Denizlispor'un kurumsallaşma sürecinin bir parçası olarak orijinal arma yeniden kullanılmaya başlanmış ve 2002 senesinde kırmızı horozun yer aldığı armanın kullanımına ise tamamen son verilmiştir. Denizlispor Store. Denizlispor'un orijinal ve lisanslı forma, antrenman kıyafeti, atkı, kaşkol, bere, swetshirt, ceket, gömlek, süs eşyaları gibi daha birçok değişik ürünlerin satışı Denizli Atatürk Stadyumu'nun yanındaki Denizlispor Store yapmaktadır. Stadyum ve Tesisler. Denizli Atatürk Stadyumu. Denizlispor kulübü futbol takımı iç saha maçlarını 18.745 kişilik Denizli Atatürk Stadyumu'nda oynamaktadır. 1950 yılında inşa edilen stad, Denizlispor'un 1. Ligdeki ikinci sezonu olan 1984 yılında çim sahasına kavuşmuştur. Çimlendirilen yeni stadyumda ilk lig maçı 4 Kasım 1984 tarihinde Denizlispor ile Eskişehirspor takımları arasında oynanmıştır. Ancak saha aynı sene içerisinde yanlış kullanımdan ötürü tekrar toprak sahaya dönüşmüştür. 1986 yılında yeniden çimlendirildiği halde bozulan saha, 1991 yılında bugünkü halini almıştır. 1996 yılında ise 10 yıllık inşaat sürecinin ardından kapalı tribün ilk kez kullanılmaya başlanmış ve Denizli Şehir Stadı olan stadyumun ismi günümüzdeki adı olan Denizli Atatürk Stadyumu olarak değiştirilmiştir. Işıklandırılan stadyumda ilk gece maçı, 29 Eylül 1996 tarihinde Denizlispor ile Altay takımları arasında oynanmıştır. Denizli Atatürk Stadyumu, Türkiye'deki ilk tel örgüsüz stadyum olma özelliğini taşır. 2018-19 1. Lig sezonu şampiyon olarak tamamlandı ve kulüp 9 yıl sonra tekrar Süper Lig'e çıktı. Bu kapsamda 13 Haziran 2019 tarihinde ilk kazma vurularak stadı yenileme çalışmaları başladı. Yenilenen stadyumda 14.979 olan kapasite 18.745'e yükseltildi. Haluk Ulusoy Tesisleri. Kulübün merkezinin de bulunduğu Haluk Ulusoy Tesisleri Denizli'nin Şemikler Mahallesinde yer almaktadır. Denizlispor Kulübü futbol takımı, antrenmanlarını, kamplarını ve bazı hazırlık maçlarını bu tesislerde yapmaktadır. 27 dönüm arazi üzerine kurulu olan tesis aynı zamanda Zafer Katrancı Altyapı Tesisleri'ni de barındırmaktadır. Taraftar Grupları. Denizlispor taraftarının profili takımın başarısına bağlı olarak zaman içinde değişiklik göstermiştir. 80'li yıllardaki 1. Lig mücadelesi sırasında ateşli bir taraftar profiline sahipken bu durum 90'lı yıllarda takımın ligi sürekli olarak orta sıralarda bitirmesiyle tersine dönmüştür. 2002 yılındaki UEFA kupası mücadelesi sırasında tribün desteği artış gösterse de ilerleyen yıllarda yeniden düşüşe geçmiştir. Genel olarak Denizlispor taraftarı centilmenliğiyle tanınır. Türkiye'deki profesyonel liglerde stadyumlardaki tel örgüleri kaldıran ilk takım olmuştur. Denizlispor 13.491 ortalama taraftar sayısıyla ligde en çok seyirciyle oynayan 5.nci takım konumundadır. 57 Gençlik. Denizlispor'un eski taraftar gruplarındandır. 57 Gençlik 2003-04 sezonu Türkiye Kupası Gençlerbirliği - Denizlispor çeyrek final maçındaki davranışlarından dolayı kulüp tarafından dağıtılmıştır. 2008-2009 sezonunun 26. haftası tribünlere tekrar dönen 57 Gençlik büyük bir ivme kazanmış kısa zamanda birçok taraftarı tek çatı altında toplamıştır. 1 Haziran 2009'da dernekleşmişlerdir. Topluluk ismini kurucuların 1957 doğumlu olmasından dolayı almıştır. 01 Temmuz 2019'da kendilerini fesh etmişlerdir ve Grup Karaordu ismiyle devam etmektedirler. Çamlıklılar. Çamlıklılar grubu 57 gençlik içindeki Çamlıklı gençlerin kurdukları bir gruptur. 2000'li yılların başında 57 Gençlik grubunun etkisini yitirmesiyle güç kazanmışlardır. Topluluk ismini Denizli'nin Çamlık semtinden almaktadır. Çamlıklılar grubu 2008'den beri Genç Denizlisporlular Derneği adıyla devam etmektedir. Genç Denizlisporlular. 2003 yılında dernek olarak kurulmuştur. Denizli Atatürk Stadyumunda Aygören Sitesi tarafındaki kale arkasında kendilerine ayrılan kısımda Denizlispor'a destek vermektedirler. Grubun tamamı 2009 yılında Çamlıklılar ile birleşmişlerdir. Yeşil Cephe. 2013 yılında kurulmuştur. En aktif ve en büyük gruplardan birisidir. Tribün lideri Fatih Eroğlu, 57 Gençlik taraftar grubu ile çıkan bir kavgada ölmüştür. GRUP KARA ORDU Grup Kara Ordu Taraftarlar Derneği Adında 2 Temmuz 2019(02.07.2019) Tarihinde Murat Akar ve Tanju Bayındır Önderliğinde Kurulmuştur.2019'dan Bu Yana Aktif Olarak Devam Etmektedirler. Maçlara Kapalı Tribünde Girerler. Bu yüzden 57 Gençlik ile araları kötüdür ve tamamen bağımsızdır. Maçlarda maraton tribününde orta kısımlarda olurlar. Lig ve kupa mücadeleleri. Denizlispor 19 sezonu Süper Lig'de ve 27 sezonu Türkiye Futbol Federasyonu 1. Liginde olmak üzere toplam 46 yıl Türkiye profesyonel liglerinde mücadele etmiştir. Kulüp, Süper Lig tarihinde en fazla puan toplayan 15. takım konumundadır. İlk olarak 1983/84 sezonunda Süper Lig'de mücadele eden Denizlispor'un elde ettiği iki 5.'lik, şu ana kadarki takımın bu ligdeki en iyi derecesi olmuştur. Denizlispor'un Süper Lig tarihinde aldığı en farklı galibiyetler, kendi sahasında 6 Şubat 2005 tarihinde oynadığı 6-1'lik Sakaryaspor ve 12 Ağustos 2001'de yine kendi evinde oynadığı 5-0'lık Yimpaş Yozgatspor karşılaşmaları olmuştur. Denizlispor aynı zamanda Süper Lig tarihindeki en erken gol rekorunu da elinde bulundurmaktadır. Denizlispor'un Trinidad-Tobagolu futbolcusu Darryl Roberts 29 Kasım 2008 tarihinde Eskişehir Atatürk Stadı'nda yapılan Eskişehirspor-Denizlispor karşılaşmasının henüz 12. saniyesinde attığı gol ile lig tarihinin bilinen en erken golünü kaydetmiştir. Kulübün elinde bulundurduğu bir başka rekor ise Süper Lig tarihinin en hızlı şutu olmuştur. Denizlisporlu Allysson Araujo dos Santos'un 9 Kasım 2007 tarihinde Denizli'de oyananan Trabzonspor maçındaki 127.7 km/s hıza ulaşan şutu Türkiye Futbol Liglerinin bilinen en hızlı şutu olmuştur. Kulüp, Türkiye Kupalarında ise 4 kez yarı finale çıkma başarısı göstermiştir. Takımın Türkiye Kupalarında aldığı en farklı galibiyet ise 6 Eylül 1989 tarihinde kendi evinde oynadığı 7-0'lık Yeni Salihlispor maçı olmuştur. Bu aynı zamanda Denizlispor'un tüm resmî karşılaşmalarda elde ettiği en farklı skor olmuştur. Aşağıdaki çizelgede kulübün kurulduğu 1966 yılından günümüze kadar olan profesyonel liglerdeki performansı yer almaktadır. Lig mücadeleleri. 1983-1988, 1994-1997, 1999-2010, 2019-2021 1966-1983, 1988-1994, 1997-1999, 2010-2019, 2021-2023 2023-2024 2024-2025 2025- Başarıları. Şampiyonluk (2) : 1982-1983, 2018-2019 Uluslararası Organizasyonlarda Denizlispor. 2001-02 Süper Lig sezonunu 48 puanla 5.sırada tamamlayan Denizlispor, 2002-03 yılında oynanacak olan UEFA Kupası'na katılmaya hak kazanmıştır. Denizlispor UEFA Kupası 1.Tur'unda Fransa'nın güçlü ekiplerinden ve Fransa kupasının sahibi olan FC Lorient ile eşleşmiştir. Denizlispor, kendi evindeki ilk karşılaşmayı 2-0 kazanmış, deplasmandaki karşılaşmada ise 3-1 mağlup olmasına rağmen deplasman kuralı gereği 2.Tur'a yükselmiştir. UEFA Kupası 2.Tur'unda da Çek Cumhuriyet'inin en üst düzey futbol ligi olan 1. liga'nın şampiyonu Sparta Praha ile eşleşen Denizlispor, ilk maçı deplasmanda 1-0 kaybetmiş, kendi evindeki rövanşta ise rakibini 2-0 mağlup ederek 3.Tur'a çıkmaya hak kazanmıştır. Denizlispor, UEFA Kupası 3.Tur'unda ise Fransa ligi şampiyonu Lyon ile eşleşmiştir. Kendi evinde oynadığı ilk maçta Lyon ile 0-0 berabere kalan Denizlispor, Fransa'daki rövanşta rakibini 1-0 yenip 4.Tur'a yükselmiştir. UEFA Kupası Çeyrek final maçında José Mourinho'nun çalıştırdığı Portekiz ligi şampiyonu Porto eşleşen Denizlispor, Portekiz'de oynanan ilk maçta Porto'ya 6-1 mağlup olmuş, maçın rövanşında da kendi evinde 2-2 berabere kalarak UEFA Kupası'na veda etmiştir. Denizlispor'un çeyrek finalde elendiği Porto, 2002-03 UEFA Kupası'nın sahibi olmuştur. İstanbul'un 3 büyükleri olarak tanınan takımlarının çoğu kez gerçekleştiremediği bu başarıyı Denizlispor ilk kez katıldığı UEFA Kupası'nda göstererek tüm Anadolu'nun dikkatini çekmiştir." Denizlispor bu çeyrek final başarısı ile Göztepe'nin ardından Gençlerbirliği ile birlikte UEFA Kupası'nda en çok ilerleyebilen Anadolu'daki en iyi 2. takım olarak yer almıştır. Bu sıralamada Denizlispor ve Gençlerbirliği' ni ,UEFA Kupası 3.Tur'u derecesi ile Trabzonspor ve Gaziantepspor takip etmektedir." Intertoto Kupası. (*) "4.Tur günümüzde UEFA tarafından kaldırıldı, ancak hâlen çeyrek final öncesi "Son 16" takımın birbirleriyle mücadele ettikleri turdur." Başkanlar. Denizlispor Kulübü tarihinde 41 başkan görev almıştır. Bunlardan Ahmet Dardar 8 sene ile en uzun süre Denizlispor'da görev yapan başkandır. Kulübün ilk başkanlığını Dr. Samim Gök yapmıştır. Denizlispor Kulübü tarihinde yönetimde görev almış başkanlar şöyle sıralanmaktadırlar: Resmi Kulüp Marşı. Söz ve müziği Denizlili müzisyen Ömer Faruk Canural'a ait olan Şampiyon Denizlispor'um isimli tribün marşı, 2012-2013 sezonunun başında kulüp yönetimine teslim edilmiştir. Kulüp yönetimi tarafından stadyumda ve özel günlerde çalınan marş birçok Denizlisporlu taraftarın takdirini toplamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16070", "len_data": 16156, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.4 }
Bakırköy, eskiden Makriköy, İstanbul ilinin Avrupa yakasında yer alan ilçelerden biridir. İstanbul'un batı yarısında, Çatalca Yarımadası üzerinde, Marmara Denizi'nin kuzeydoğu sahillerinde yer alır. 1926 yılında kurulan bu ilçe, 1992 yılında bugünkü sınırlarına ulaşmıştır. İlçeyi batıdan Küçükçekmece, kuzeyden Bahçelievler, kuzeydoğudan Güngören, doğudan Zeytinburnu ve güneyden Marmara Denizi çevrelemektedir. İsmi. İstanbul'un en eski ve gelenekli semtlerinden biri olan Bakırköy'ün tarihinin Roma İmparatorluğu'na kadar gittiği, imparatorluğun Avrupa kesimini Bizantion'a bağlayan anayol Egnatia Yolu (Via Egnatia)'nun üzerinde bulunduğu, o dönemde "Hebdomon" adıyla tanındığı bilinmektedir. Bizans'ın son dönemlerinde, bugünün Bakırköy'ü kimi kaynaklara göre "Makro Hori" (Uzun Köy), kimi kaynaklara göre "Makriköy" (Uzak Köy) adıyla anılıyordu. Osmanlı döneminde de kullanılan Makriköy adı, Cumhuriyetin ilanından sonra, 1925'te yer adları Türkçeleştirilirken Bakırköy'e çevrilmiştir. Coğrafya. 1989'a kadar sahip olduğu 275 km²lik alanıyla İstanbul'un en büyük yüzölçümlü ilçelerinden olan ve o dönem batıda Çatalca, kuzeyde Eyüpsultan ve Gaziosmanpaşa'yla komşu olan Bakırköy 1989 ve 1992 yerel seçimleri ile önce Küçükçekmece daha sonra Bahçelievler, Bağcılar ve Güngören ilçelerinin ayrılması ile hem nüfus, hem de alan olarak küçülmüştür. Bakırköy genelinde ortalama yükselti 20-30 metre kadarken ilçenin kuzeyinde bu değer 70 metreye çıkar. Sırtlar kuzey-güney doğrultuda Marmara Denizi'ne doğru eğimlidir. Bakırköy'ün kıyı uzunluğu da 13 km olup Yeşilköy ve Yeşilyurt mahallelerinde ufak boylu falezler yer alırken, Florya kesiminde kumsal gözlenir. Kuzeyinde E-5 Karayolu ile komşu olduğu Güngören ve Bahçelievler ilçeleri; güneyinde Marmara Denizi, doğusunda Çırpıcı deresi sınır olup, Zeytinburnu ilçesi, batısında ve kuzeybatısında ise Küçükçekmece ilçesi bulunmaktadır. Bu sınırlar içerisinde Bakırköy ilçesi 29,22 km² alana kuruludur. Toplam 15 mahalleden oluşmaktadır. 1926'da ilçe olan Bakırköy'den; 1957'de Zeytinburnu (Fatih'in batı mahallelerini de alarak), 1987'de Küçükçekmece ayrılarak ilçe olmuştur. 1992'de Bağcılar, Bahçelievler ve Güngören (Esenler 1994'te Bağcılar ve Güngören ilçelerinin bazı mahallelerinden oluşmuştur) Bakırköy'den; Avcılar ise Küçükçekmece'den ayrılarak ilçe olmuştur. İstanbul'un gelişmiş ve eski ilçelerinden biridir. 2024 yılında yapılan Bakırköy ve Zeytinburnu odaklı bir kentsel ekoloji çalışmasına göre Bakırköy'ün yeşil alanları 520 hektar olup ilçenin genel alanının %17,39'unu kaplar. Bu yeşil alanlar ilçenin mezarlıkları değil yolları, sokakları ve büyük parkları/kent ormanlarından oluştuğundan; Bakırköy, İstanbul ortalamasına göre daha yeşil bir görünüm sunar. İlgili çalışma ayrıca Bakırköy'de meskun mahalde 6 adet anıt ağaç (Üçü sakız ağacı, üçü çitlembik) da saptamıştır. Karşılaştırma yapmak gerekirse komşusu Zeytinburnu büyük çoğunluğu mezarlıklarda olan 151 hektarlık bir yeşil dokuya sahiptir, bu yeşil alanlar da ilçenin %13,02'sini oluşturur. Bakırköy'ün yeşil alan miktarı, Zeytinburnu'ndaki yeşil alan miktarından çok daha fazla olsa da Bakırköy ile Zeytinburnu'nun yeşil alan yüzdeleri (sırasıyla %17,39 ve %13,02) arasında beklenenden daha az fark olmasının nedeni; Bakırköy'de 9 km²yi aşan yüz ölçümleriyle Ataköy Atık Su Arıtma Tesisi, Atatürk Havalimanı gibi komplekslerin yer alması ve normal olarak bu yapılaşmış alanların, aslında daha yüksek olan yeşil alan oranını düşürmesidir. Tarihi. Bakırköy 4. yüzyılda, Büyük Konstantin döneminde saraylar, köşkler ve kiliselerle donanmış bir sayfiye yeriydi. Roma döneminde Antik Çağ'daki önemini koruduğu gibi, aynı zamanda askerî ve siyasi bir merkez olan "Hebdomon" adıyla anılmaktaydı. Roma döneminden sonra "Septimum/Jeptimun" adıyla anılan ve Bizans döneminde bir askerî merkez haline gelen yerleşim, sırasıyla Avar, Arap ve Bulgar saldırılarına uğradı ve yağmalandı. Sonraları 12. yüzyıldaki Konstantinopolis'in Latinlerce işgali sırasında büyük ölçüde yakılıp yıkıldı. Bizans'ın son dönemlerinde "Uzunköy" anlamına gelen "Makrohori" olarak adlandırılan yerleşim birimi, 14. yüzyılın ortalarında Osmanlıların eline geçince adı "Makriköy"e dönüştü. Yöreye müslümanların yerleşmesi 17. yüzyılda gerçekleşti. II. Abdülhamid döneminde gelişen ve köşklerle donanan Makriköy, 19. yüzyıl sonlarından beri İstanbul'un bir ilçesi durumundaydı. Makriköy, 1925'te ulusal sınırlar içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesi sırasında "Bakırköy" adını almıştır. İlçe sınırları içinde bulunan Yeşilköy (Ayastefanos) 1877-1878'de Rus işgaline uğramış, 3 Mart 1878'de Ayastefanos Antlaşması da burada imzalanmıştır. Burada yaşanan bir diğer önemli tarihi olay ise, 31 Mart Vakası'nı bastırmak için Selânik'ten gelen Hareket Ordusu'nun 1909'da buraya gelerek II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi kararını almasıdır. Tarihi gelişmesi içinde, Antik Çağ'dan günümüze çeşitli tarihî eser bırakan Bakırköy'ün önemli tarihî eserleri olarak, Bizans döneminden kalma Fildamı (Fildamı Sarnıcı), 17. yüzyıl Osmanlı mimarisini yansıtan Baruthane, aynı dönemde yapılan, ancak 1875'te Abdülaziz tarafından yeniden inşa edilen Çarşı Camii ve Çeşmesi, aynı dönemde yaptırıldığı sanılan Şifa Hamamı, 19. yüzyılda yaptırılan Bez Fabrikası (Bakırköy Pamuklu Sanayi Müessesesi), Yeşilköy yalıları, Bakırköy evleri, kiliseler, köşkler, Florya Deniz Köşkü sayılabilir. İstanbul'un kuruluşu ile işgal ortadan kalkarak Cumhuriyet dönemine geçildi. İlk yoğun ve yaygın gecekondu alanları da 1947'den başlayarak ilçedeki sanayi kuruluşlarının çevresinde ortaya çıktı. Öte yandan, II. Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya'dan gelen göçmenlerin önemli bir bölümü o yıllarda henüz Bakırköy'e bağlı olan Zeytinburnu'na yerleştirildi. Vakıf arazilerinde kurulan gecekondularla hızla büyüyen Zeytinburnu, 1953'te Bakırköy'e bağlı bir bucak merkezi ve 1957'de de 60 bin nüfusuyla ayrı bir ilçe yapıldı. 1950-1960 döneminde Baruthane arazisi üzerinde Türkiye Emlak Kredi Bankası (bugünkü Türkiye Emlak Katılım Bankası) tarafından Türkiye'nin ilk toplu konut yerleşimlerinden biri olan Ataköy kuruldu. Yerleşim, kıyıdaki plaj ve turistik tesislerle tamamlanıyordu. 1960 sonrasında nüfus hızla arttı. Bu hızlı büyüme sonucu; 1950'lerde kırsal nitelik gösteren Güngören, Kocasinan ve Sefaköy gibi yerleşimler hızla tapulu gecekondu alanlarına dönüştüler. Benzer bir gelişme de, 1970'lerde Halkalı ile Londra Asfaltı çevresindeki Esenler, Yenibosna ve Yeşilbağ'da yaşandı. Ancak, Bakırköy ilçe sınırları içerisinde ilk hızlı gelişmeyi gösteren ve 1956'da ayrı bir belediye haline gelen yerleşim Küçükçekmece'ydi. 1981 öncesinde Bakırköy ilçe sınırları içerisinde, Bakırköy Belediyesi'nden başka dokuz yerleşimde (Avcılar, Halkalı, Küçükçekmece, Sefaköy, Esenler, Güngören, Kocasinan, Yenibosna ve Yeşilbağ) daha belediye örgütü vardı. 1981'de yapılan bir düzenlemeyle Esenler ve Yeşilbağ, Güngören Belediyesi'ne; Yenibosna, Kocasinan Belediyesine; Avcılar, Sefaköy ve Halkalı da Küçükçekmece Belediyesi'ne bağlı birer şube haline getirildi. 1984'te yapılan yeni bir düzenleme ile Güngören, Kocasinan ve Küçükçekmece belediyeleri de Bakırköy Belediyesi'ne bağlandı ve Bakırköy, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı bir ilçe belediyesi konumuna getirildi. 1987 yılında yapılan yönetsel bir düzenlemeyle ilçenin batı kesiminde Küçükçekmece ilçesi kuruldu. 5 Mart 1992 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla da Bakırköy sınırları içerisinde Bağcılar, Güngören ve Bahçelievler ilçelerinin kurulmasına karar verildi. Ekonomi. Bakırköy, Türkiye'nin ilk metropolleşen kenti İstanbul'un organik bir parçasıdır. İlçe ekonomisi genel olarak sanayi ve ticarete dayalıdır. Bu yörede kurulan ilk sanayi tesisleri 1768'de açılan Baruthane ile 19. yüzyılın ikinci yarısında üretime geçen bez fabrikasıdır. Bakırköy, ekonomik anlamdaki asıl büyümesini ise 1950 sonrasında yaşadı. 1947'de Belediye İmar Müdürlüğü'nce yayımlanan bir yönetmelikle Yedikule-Bakırköy arası örgütlü sanayinin yerleşmesine açıldı. 1949'da yayımlanan ikinci bir raporla, sanayiye açılan alanlar genişletildi ve bu arada Bakırköy'ün dışı ile Yeşilköy, Küçükçekmece ve Zeytinburnu çevresi de bu kapsama alındı. İlçede bulunan Galleria, Atrium AVM, Carousel, Town Center, Capacity ve Marmara Forum gibi alışveriş merkezleri ticari hayatı canlı tutmaktadır. Mart 2013 istatistiklerine göre Bakırköy'de 11 olan AVM sayısı, Slovenya, Hırvatistan, İzlanda, Lüksemburg, Estonya, Karadağ, Makedonya, Malta, Kıbrıs Cumhuriyeti, Arnavutluk ve Bosna-Hersek olmak üzere 11 ülkeyi geride bırakmıştır. Bakırköy Belediyesi tarafından 1986'da yaptırılmaya başlanan ve 1989'da hizmete açılan Bakırköy Yeraltı Çarşısı'nda 2009 itibarıyla toplam 101 dükkân bulunmaktadır ve bu çarşı da ilçenin ekonomisine katkıda bulunan ögelerden biri olmaya devam etmektedir. Nüfus. 1990 yılında Türkiye'nin en kalabalık ilçesi olan Bakırköy, aynı zamanda İstanbul halkının beşte birini barındırmaktaydı. Mahalleler. Toplam 15 mahalle vardır: Sağlık. İlçenin en bilinen hastanelerinden biri Türkiye'de ilk açılan ruh ve sinir hastalıkları hastanesi olan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'dir. Hastanenin kurucusu ise Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman'dır. Hastane, 15 Haziran 1927'den beri hizmete devam etmektedir. Spor. Bir dönem Türkiye 1. Futbol Ligi'nde de mücadele eden Bakırköyspor ilçenin futboldaki en başarılı kulübüdür. Bunun dışında Emlakbank ve Yeşilyurt gibi spor kulüpleri Basketbol ve Voleybol gibi branşların 1. liglerinde, Bakırköy Rugby Kulübü'de Rugby ligi'nde ilçeyi temsil etmektedir. Ayrıca Bakırköy Gençlik Spor Kulübü; yüzme, su altı voleybol, paletli yüzme, bocce, çim hokeyi, jimnastik, atletizm ve tenis branşlarında da gençlere hizmet vermektedir. İnşaatı 2010 yılında tamamlanan Sinan Erdem Spor Salonu, spor faaliyetlerinde 16.500, konser, sanat gösterisi gibi organizasyonlarda 22.500 seyirci kapasitesi ile Türkiye'nin en büyük, Avrupa'nın 3. büyük spor salonu olarak hizmet vermektedir. 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası ve 2012 Dünya Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası'na ev sahipliği yapan salon, hâlen Anadolu Efes'in Türkiye Basketbol Ligi ve EuroLeague maçlarına ev sahipliği yapmaktadır. İlçe sınırları içinde bulunan bir diğer önemli spor kompleksi olan Ataköy Atletizm Salonu, Türkiye'deki ilk ve tek atletizm salonudur. Siyasi hayat. Sosyal demokrat seçmenin çoğunlukta olduğu bir ilçedir. Bu durumda halkın yaş ortalamasının ve eğitim seviyesinin yüksek olması etkilidir. Bu durum 2007 seçimlerinde de değişmemiştir. CHP, Bakırköy'de %50'nin üzerinde oy almıştır. 2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumu'nda da CHP'nin "hayır" isteğini %72,91'lik bir oranla karşılarken, %27,09'u ise "evet" oyunu kullanmıştır. Atatürk Havalimanı. Bakırköy ilçesinin batı kesiminde yer alan Atatürk Havalimanı, 11,77 km²lik (1178 ha) yüzölçümüyle ilçenin yaklaşık 3'te 1'ini kaplamaktadır. Atatürk Havalimanı, Yeşilköy, Yeşilyurt, Florya ve Sefaköy semtleri arasında bulunur. Havalimanı, askeri amaçlarla 1912 yılında Yeşilköy'de hizmete girdi. 1985'e kadar bulunduğu Yeşilköy semtinin adını taşıyan havalimanı, 1985 yılında Atatürk Havalimanı adını aldı. 29 Ekim 2018 yılında hizmete giren İstanbul Havalimanı ile beraber 6 Nisan 2019 yılında tüm sivil uçuşlar İstanbul Havalimanı'na aktarıldı. Havalimanında bir süre kargo uçuşları devam etti. 5 Şubat 2022 tarihinde kargo uçuşları da İstanbul Havalimanı'na aktarıldı. Kaynakça. https://secim.hurriyet.com.tr/31-mart-2024-yerel-secimleri/istanbul-bakirkoy-ilcesi-yerel-secim-sonuclari/
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16076", "len_data": 11484, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Mauritius (, Mauritius Kreolü: "Moris"), Morityus, resmî adıyla Mauritius Cumhuriyeti, Hint Okyanusu'nda Afrika anakarasının yaklaşık 2000 km açığında bir ada ülkesidir. Afrika'nın güneydoğusunda, Madagaskar'ın doğusunda yer almaktadır. Ülke ana ada olan Mauritius ile Rodrigues, Agaléga ve Cargados Carajos adalarından oluşur. Mauritius ve Rodrigues adaları, Fransa'nın bir denizaşırı ili olan Réunion ile Mascarene Adaları'nı oluşturur. Birçok endemik türe ev sahipliği yapan Mauritius, insanlarca nesli tüketilmeden önce dodo kuşlarının bilinen tek yaşam alanıydı. Ülkenin başkenti ve en büyük şehri Mauritius adası üzerindeki Port Louis'dir. Mauritius yalnızca 2040 km² yüz ölçümüne karşın 2,3 milyon km² büyüklüğünde bir münhasır ekonomik bölgeye sahiptir. Bazı kaynaklara göre o zamanlar ıssız olan Mauritius'u 975 yılında keşfeden Arap denizciler adaya "Dina Arobi" ismini verdiler, ancak bu iddia doğrulanmış değildir. Kesin olan ilk keşif 1507'de Portekizli denizcilerce yapıldı, ancak Portekizliler adaya ilgi göstermediler. Hollandalılar 1598'de adayı sahiplendiler ve 1710'a dek kısa ömürlü birçok yerleşim kurdular. 1715'te Mauritius'u kontrolüne alan Fransızlar adaya Isle de France ismini verdiler. 1810'da ada Büyük Britanya tarafından ele geçirildi ve dört yılın ardından Fransa Mauritius ve bağlı diğer adaları Britanya'ya devretti. Bir Britanya sömürgesi haline gelen Mauritius; Rodrigues, Agaléga, St. Brandon, Tromelin, Chagos Takımadaları ve 1906'ya dek Seyşeller'i içeriyordu. Tromelin Adası üzerindeki egemenlik Paris Antlaşması'nda açıkça belirtilmediğinden hâlen Fransa ve Mauritius arasında tartışma konusudur. Mauritius 1968'deki bağımsızlığına dek plantasyonlara dayalı bir sömürge olarak kalmıştır. Mauritius'un bağımsızlığından üç yıl önce, 1965 yılında, Birleşik Krallık Chagos Takımadaları'nı Mauritius'tan; Aldabra, Farquhar ve Desroches adalarını da Seyşeller'den ayırarak Britanya Hint Okyanusu Toprakları'nı oluşturdu. Bu adalardaki yerel nüfus güç kullanarak sürüldü ve en büyük ada olan Diego Garcia Birleşik Devletler'e kiralandı. Birleşik Krallık Chagos Takımadaları'na turist, medya ve yerel halkın ulaşımını yasakladı. Mauritius Chagos üzerindeki hak iddialarını sürdürmektedir. 2019'da Uluslararası Adalet Divanı Mauritius'un dekolonizasyonunun tamamlanması için Birleşik Krallık'ın Chagos Adaları'nı Mauritius'a geri vermesi kararını içeren bir istişarî görüş yayımladı. Coğrafi konumu ve yüzyıllar süren sömürge yönetimi nedeniyle Mauritius halkı etnik gruplar, kültür, dil ve din bakımından son derece çeşitlidir. Mauritius Hinduizmin en yaygın din olduğu tek Afrika ülkesidir. Ada yönetimi Westminster modelinde tasarlanmıştır. Ülkede demokrasi ile ekonomik ve siyasi özgürlükler üst seviyededir. Mauritius İnsani Gelişme Endeksi'nde "çok yüksek" kategorisinde tek Afrika ülkesidir. Dünya Bankası ülkeyi yüksek gelirli ekonomi olarak sınıflandırmaktadır. Mauritius ayrıca Afrika'daki en rekabetçi ve en gelişmiş ekonomiler arasında gösterilmektedir. 2019'da ülke Küresel Barış Endeksi'nde en barışçıl Afrika ülkesi olmuştur. Ülke ismi. Adanın varlığı Orta Çağ döneminde Araplar tarafından bilindiği tahmin ediliyor olsa da, adaya 16.yy başlarında ilk gelen Avrupalılar olan Portekizli denizciler üzerinde yaşam olmayan adaya ayak basmış, adaya isim olarak adaya geldikleri geminin adı olan "Cerne" adını vermişlerdir. Bu olaydan daha sonra adaya gelen başka bir Portekizli denizci adayı gördüğü diğer adalar (Réunion ve Rodrigues) ile birlikte "Mascarenes" olarak adlandırmıştır. 1598 yılında Wybrand van Warwyck önderliğinde Grand Port'ta adaya çıkan Hollandalı denizciler adaya Felemenk Cumhuriyeti adına el koyarak adanın adını Oranj Beyliği prensi Maurice van Oranje şerefine "Mauritius" olarak isimlendirmişlerdir. 1715 yılında Fransa'nın eline geçen adanın adı "Isle de France" olarak değiştirilmiş, Napolyon Savaşları neticesinde ada üzerindeki hakimiyetini kaybeden Fransa adanın yönetimini Birleşik Krallık'a devretmek durumunda kalmış, bu devir sonrasında da adanın adı tekrar "Mauritius" olarak değiştirilmiştir. Coğrafya. Ada olması nedeniyle kara komşusu bulunmayan ülkeye deniz sınırı bulunan Madagaskar takribi 870 km kadar batısında, Fransa'ya bağlı bulunan Réunion adası 200 km güneybatısında, Seyşeller adası 1.750 km kuzeyde yer alırken, Asya kıtasında bulunan Hindistan ise adanın 4.000 km kuzeydoğusunda yer almaktadır. Mauritius coğrafî olarak Réunion ve Rodrigues ile birlikte Mascarene Adaları'nın bir parçasını oluşturmaktadır. Mauritius adası ülkenin en büyük adası konumunda olup, ülkenin başkenti de bu ada üzerindedir. Rodrigues adası ülkenin ikinci büyük adası olup, Mauritius adasının 600 km doğusunda yer almaktadır. Rodrigues adası ile birlikte yakınında bulunan adacıklar toplamda 109 km² bir alan kaplamaktadır. Bu iki adanın haricinde 3,2 km² alan kaplayan Cardagos-Carajos adaları ile 24 km² bir alana sahip olan Agalega adaları bu ülkeye bağlı diğer adalar konumundadır. Cardagos-Carajos adaları Mauritius adasının 500 km kuzeydoğusunda yer almakta olup, Agalega adaları merkez adanın 1.100 km kuzeyinde yer almaktadır. Oval şekilde bir görünüşe sahip olan merkez ada, volkanik bir yapıya sahiptir. Güney kıyıları hariç bütün kıyıları sığ kayalıklar ve mercanlarla çevrilidir. Adanın kuzey bölgelerinde ovalar, orta kesimlerde ise yüksekliği 670 m'yi bulan yaylalar gözlemlenebilmektedir. Merkez adanın en yüksek noktasını 828 m ile adanın güneybatısında bulunan ve Black River Sıradağları'nın parçası olan Piton de la Petite Rivière Noire dağı oluşturmaktadır. Ülkenin ikinci büyük adası konumunda olan Rodrigues adası da volkanik bir yapıya sahip olup, ada etrafı neredeyse tamamen lagün ile çevrilidir. Bu adanın en yüksek noktasını ise 398 m ile Limon Dağı oluşturmaktadır. Rodrigues adasına bağlı adalar olan Île aux Cocos adası ile Île aux Sables adası doğal koruma alanları olarak koruma altındadır. İklim. Adada yarı tropikal bir iklim görülmektedir. Ada genelinde yıllık sıcaklık ortalamaları kıyı kesimlerinde 23,3 °C, yaylalar da ise 19,4 °C düzeyindedir. Ada güney yarımkürede yer alması nedeniyle kuzey yarımküre ülkelerine göre mevsimleri tam tersi yaşamaktadır. Kış aylarının yaşandığı Haziran-Kasım döneminde kurak bir süreç geçiren ada, yaz aylarının yaşandığı Aralık-Nisan döneminde ise en yağışlı dönem yaşanmaktadır. Rodrigues adasında iklim merkez adaya göre daha keskin yaşanabilmekte olup, yıllık sıcaklık ortalamaları yazın 29 °C-33 °C arasında, kışın ise 14 °C-18 °C arasında gözlemlenmektedir. Adalar genelinde güneydoğu alizleri özellikle doğu kesimde yer alan kesimlere bol yağış bırakabilmektedir. Merkez ada genelinde yıllık yağış ortalaması doğu kıyılarında 1.962 mm düzeyindeyken, batı kıyılarında kıyıya paralel dağların bulunması nedeniyle 782 mm düzeyindedir. Rodrigues adası merkez adaya göre daha kurak dönemler yaşamakta olup, yağışların uzun süre yağmadığı dönemleri daha sık geçirebilmektedir. Adalar topluluğu genelinde siklon adı verilen sert kasırgalar yaşanmaktadır. Mauritius'un da yer aldığı Hint Okyanusu'nun güneybatı bölümünde yıllık 15 tropikal kasırga gözlemlenebilmektedir. Rodrigues adasında daha da sık yaşanan siklon sezonu ada genelinde 15 Kasım ile 15 Mayıs tarihleri arasında yaşanmaktadır. Bitki örtüsü ve yaban hayat. Mauritius genelinde zamanında sık görülen yağmur ormanları neredeyse tamamen yok olma noktasına gelmiştir. Adanın %40'ı çorak arazilerden, fundalıklardan, çam ağaçlarından, akasyalı çayırlardan oluşmaktadır. Agalega adaları hindistancevizi ağaçları ile kaplıdır. Ülke genelinde sık bulunan ve yerel bir çiçek olan Ebegümecigiller ailesinden olan "Trochetia boutoniana" ulusal çiçek olarak kabul edilmektedir. Ada olması nedeniyle yaban hayatı da fazla çeşitlilik arz etmeyen adada, birçok yerel ve o ülkeye özgü türler bulunmaktadır. İnsanların adaya gelmesinden önce adaya özgü yarasalar hariç adada memeli hayvan bulunmamaktaydı. İnsan yaşamının başlaması ile birlikte adaya getirilen başta fare, sıçan, kuyruksürengiller ailesi mensupları, rusa geyiği ve köpeksi maymunlar ailesine mensup maymun türleri adanın yeni yaban hayatını oluşturmuşlardır. Bunların dışında yüzün üzerinde kuş türü ile birlikte gekogiller ile parlak kertenkelegiller ailesine mensup sürüngenler adada gözlemlenebilmektedir. Nüfus. Mauritius genelinde son olarak 2011 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 1,237,091 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2022 tahmini sayım sonuçlarına göre adada 1,308,222 kişi yaşamaktadır. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu merkez ada olan ve ülkeye de ismini veren Mauritius adasında yaşamaktadır. Mauritius genel olarak orta yaş bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun sadece %33,50'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin %11,08'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %19.44 (erkek 137,010/kadın 131,113) 15-24 yaş: %14.06 (erkek 98,480/kadın 95,472) 25-54 yaş: %43.11 (erkek 297,527/kadın 297,158) 55-64 yaş: %12.31 (erkek 80,952/kadın 88,785) 65 yaş ve üzeri: %11.08 (erkek 63,230/kadın 89,638) Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %40,8 olan ülkede nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %0,10 düzeyindedir. Etnik gruplar. Ülke nüfusunun üçte ikisi hint altkıtasından gelmektedir. Nüfusun geri kalan kısmı ise "kreol" olarak adlandırılan ve Afrika ile Madagaskar köleleri ile Avrupalıların karışımı ile ortaya çıkan gruplar oluşturmaktadır. Ülke genelinde %2 düzeyinde Çin kökenli toplum yaşamakta olup, beyaz Avrupalılar daha da az bir topluluk konumundadır. Ada üzerinde Avrupalılar gelmeden önce yaşam olmadığı ve sadece Arap denizciler tarafında geçerken ziyaret edilen bir yer olduğu için adanın yerel halkı bulunmamaktadır. Dil. Ülkede kesin olarak resmi dil belirlenmemiştir. Mauritius anayasısında her ne kadar İngilizce kullanımını meclis konuşmalarında belirtse de, meclis üyelerinin konuşmalarında Fransızca kullanımını da kabul etmektedir. Bu iki anadilin dışında Fransızcayı baz alan bir kreol dil türü olan Morisyen dili halkın %80'i tarafından günlük hayatta konuşulmakta ve bu kişiler tarafından anadili olarak kabul edilmektedir. Bu dilin yanı sıra İngilizce toplum arasında kullanılmakta olup, Fransızca genelini üst tabakanın oluşturduğu toplumun %4'lük bölümü tarafında kullanılmaktadır. Rodrigues adasında yine Fransızcayı baz alan ve "Rodriguais" olarak adlandırılan kreol dili konuşulurken, Agalega adasında "Agalega kreolcesi" konuşulmaktadır. Ada ülkesi Mauritius 2006 yılından bu yana Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu'nda gözlemci statüsü ile yer almaktadır. Din. Ülkede hakim olan din hinduizm dinidir. Buna göre nüfusun %48,5 ile nüfusun neredeyse yarısı hinduizm inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Hristiyan inancına göre yaşayanların oranı % 32,7 düzeyinde olup, bu oran içerisinde katolik mezhebine mensup Hristiyanların oranı %26,3, diğer Hristiyan mezheplerine mensupların ise %6,4 seviyesindedir. İslamiyet ülke içerisinde en yaygın üçüncü din konumunda olup, islami inancına göre yaşamlarını sürdürenlerin oranı %17,3 düzeyindedir. Sosyal durum. Sağlık. Ada ülkesi genelinde temiz su ve tıbbi malzemeye ulaşım oranları yüksek düzeydedir. Ülkede nüfusun %99,8 gibi yüksek bir oranı temiz su kaynaklarından faydalanabilmektedir. Nüfusun %90,8'i Afrika ortalamasına göre yüksek sayılabilecek bir oranda tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabilmektedir. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %1,2 düzeyindedir. Mauritiuslular hükûmete bağlı devlet hastanelerinde herhangi bir ücret ödemeden sağlık kontrollerini gerçekleştirebilmektedir. Eğitim. Ülke genelinde devlete bağlı ilk ve orta öğretim okullarının yanı sıra üniversitelerde ücretsiz eğitim görülmektedir. Mauritius'ta 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2011 verilerine göre %88,8 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %91,1 iken, kadınlarda %86,7 seviyesindedir. Tarih. Mauritius yazılı tarihi adanın Araplara ait eski dönem haritalarında gösterilmesi ile başlamakta ve günümüze kadar uzanmaktadır. Ada her ne kadar ilk olarak Arap tüccarların uğrama ve dinlenme adası olarak kullanılmaya başlanmışsa da, yerleşik bir düzen ada üzerinde Araplar tarafından kurulmamıştır. Adayı sömürge bölgesinden ziyade üs olarak kullanan Portekizlilerin adayı keşfetmesi ile yerleşik düzene geçilen adada, 1598 yılında hakimiyet önce Hollandalılara, 1710 yılından itibaren Fransızlara son olarak da 1810 yılında Britanyalılara geçmiş, ada 12 Mart 1968 yılında da bağımsızlığına kavuşmuştur. Koloni öncesi dönem. Adanın her ne kadar ilk keşfinin 1. yüzyılda Fenikeliler ve Malayalar tarafından yapıldığı düşünülse de, bu döneme ait bir kanıt bulunmamaktadır. Koloni öncesinde adaya dair en belirgin kanıtlar Arap haritalarda gözlemlenmektedir. 10. yüzyılda güzergâhı kullanan Arap tüccarlar ada üzerinde durarak dinlenip yollarına devam ettikleri düşünülmektedir. Portekiz hakimiyeti (1507-1598). Portekizlilerin güzergâh konusunda bilgi aldıkları Araplar bu yönde bilgilendirmelerde bulunmuş, Portekiz haritalarında da adanın ismi o dönem Araplar tarafından verilen "Dino Harobi" (Türkçe: "Terk edilen ada") Arapça ismi ile kaydedilmiştir. Araplar tüccar olarak adayı sadece dinlenme, yemek ve temiz su ihtiyaçlarını gidermek için kullanırken, resmî olarak adaya ilk gelen Avrupalılar olan Portekizliler Diego Fernandez Pereira önderliğinde 1507 yılında adayı keşfederek üs olarak kullanmışlardır. Adaya geldikleri geminin adını vererek "Ilha do Cerne" olarak adlandırmışlar, bu olaydan on yıl sonra da Pedro Mascarenhas bölgede yer alan diğer ada topluluklarını gözlemlemiştir. Bu keşif neticesinde de 1620 yılında itibaren Mauritius adası, Réunion ve Rodrigues adaları Mascarene Adaları olarak adlandırılmıştır. Ancak Portekizliler adanın o günkü konumu gereği herhangi bir maden ya da ürün sunmadığı ve coğrafi konumu olarak da izole bir şekilde bulunması nedeniyle yararlı bir toprak parçası olacağını düşünmemiş, Afrika'da ticari üs bölgesi olarak Mozambik'e daha fazla önem vermişler ve bu yüzden de Hindistan yolculuklarında Mozambik Kanalı'nı kullanmaya özen göstermişler. Aynı şekilde Komorlar'ın güney ve doğu Asya yolculuklarında daha iyi bir konumda bulunması nedeniyle Mascarene adaları Portekizliler tarafından koloni bölgesi olarak düşünülmedi. Hollanda hakimiyeti (1598-1710). Portekiz'in önem vermemesi neticesinde boş kalan ada, 1598 yılında Wybrand van Warwyck önderliğinde Grand Porta'da daya çıkan Hollandalı denizciler tarafından çıkılarak adaya Birleşik Hollanda Cumhuriyeti adına el koyarak adanın adını Oranj Beyliği prensi Maurice van Oranje şerefine "Mauritius" olarak belirlemişlerdir. Adaya her ne kadar 1598 yılında el konulsa da bu tarihe kadar sadece gemilerin uğrak noktası konumunda kalmış, ada üzerinde yerleşim ve adanın koloni olarak kullanılması 1638 yılında itibaren başlamıştır. Aynı yıl içerisinde Fransa'da komşu adalar Réunion ve Rodrigues'e el koyarak topraklarına katmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda yaşanan birçok kıtlık, kasırga, haşere gibi nedenlerin yanı sıra gıda azlığı ve hastalıklar nedeniyle 1710 yılında Hollandalılar adayı terk etmek durumunda kalmışlardır. Korsanların hakimiyeti (1710-1715). Hollandalıların adayı terk etmesi sonucunda oluşan boşluğu korsanlar doldurmuştur. Burada hakimiyet kurdukları süreç içerisinde Hint Okyanusu'ndan ve ada civarından geçen gemilere saldırmışlar ve ganimet elde etmişlerdir. Bu süreçte adanın neredeyse tüm ağaçları kesilmiş ve Dodo gibi yerel hayvanlar da tümden öldürülmüş ya da ciddi oranda azaltılmıştır. Yaşanan tüm olumsuzluklar neticesinde Fransa, korsanlara karşı saldırıya geçmiştir. Fransa hakimiyeti (1715-1810). Korsanların bölgeden uzaklaştırılması ile boşta kalan ada Guillaume Dufresne D'Arsel önderliğinde Hindistan'a giden gemiciler tarafından durak olarak kullanılmış, neticesinde de ada Fransa toprağı ilan edilerek hakimiyet Fransa adına ele alınmıştır. Adanın ismi değiştirilerek "Île de France" (Türkçe: "Fransa'nın adası") olarak adlandırılmıştır. Adayı 1715 yılında ele geçiren Fransa 1721 tarihinden itibaren de yerleşime başlamış, o dönem adada yaşayan 15 kişi ile birlikte birçok kölenin yanı sıra Fransızlar da adada yaşama başlamışlardır. Fransa hakimiyeti süresince ulaşım ağında ve yapılanmada önemli adımlar atılan adada, başta şeker kamışı olmak üzere tarımsal faaliyetlerde de üretimin arttırılması yönünde çalışmalar gerçekleştirmiştir. Yedi Yıl Savaşı döneminde adanın işletmeciliğini elinde bulunduran Fransa Doğu Hindistan Şirketi'nin iflas etmesi sonucunda adanın yönetimi 1767 ile 1810 yılları arasında Fransız Devrimi sırasındaki kısa bir dönem hariç direkt Fransa kraliyetine bağlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kraliyet yönetiminde de yapılanmaya önem veren Fransa, bu süreçte güney yarımkürenin en eski botanik bahçesi konumunda olan "Sir Seewoosagur Ramgoolam Botanik Bahçesi" genişletilerek dünyanın en güzel botanik bahçelerinden biri haline getirilmiştir. 1776 yılında Fransa tarafından yaptırılan resmi nüfus sayımlarında ada nüfusu 33.536 olarak belirlenmiştir. Bu nüfusun %85'ini köleler oluştururken, sadece 6.000 kişinin kökeni Avrupa'ya dayanmaktaydı. Fransız devrimi neticesinde köleliğin yasaklanması ile adada yaşayanlar Mauritiuslular Fransa'nın bu kararından ticari olarak etkilenmemek adına, bu ülke ile olan iş birliklerini azaltarak farklı ülkelere yönelmişler, bu doğrultuda Amerika Birleşik Devletleri ve Danimarka gibi ülkelerle ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Île de France'ın ticari başarıları nedeniyle Birleşik Krallık'ın dikkatlerini üzerine çekmiş, Napolyon Savaşları neticesinde ada üzerindeki hakimiyetini elde ederek adanın adını tekrar "Mauritius" olarak değiştirmiştir. Birleşik Krallık hakimiyeti (1810-1868). 1810 yılında Mauritius Seferi olarak adlandırılan sefer ile adayı ele geçiren Britanyalılar, Rodrigues'in yönetimini de elde etmişlerdir. Bu sefer neticesinde her ne kadar Réunion'da elde edilmiş olsa da, bu ada savaş sonrasında Fransa'ya geri verilmiştir. 1814 yılından itibaren ada Britanya kraliyetin bağlı bir bölge haline getirilerek Britanya İmparatorluğu'nun bir parçası olmuştur. 19. yüzyılda Britanya koloni yönetiminin köleliği yasaklaması neticesinde mevcut kölelerin serbest bırakılması ve yeni düzende çalışmak istememeleri üzerine adaya Hindistan'dan büyük bir göç yaşanmıştır. Bu göç neticesinde Hintlerin toplumun %60'ını oluşturması neticesinde Britanya koloni yönetimi 1871 yılından itibaren şeker kamışı tarlalarında sözleşmeli çalışmaya gelenlerin girişini durdurmuştur. 19. yüzyıl sonlarında şeker kamışı endüstrisinin yaşadığı kriz neticesinde bu işe bağlı olan ada nüfusunun büyük bir bölümü adayı terk etmiştir. Bağımsızlık. 1968-1992. 1947 yılından yürürlüğe giren yeni seçim yasası neticesinde okuma yazma bilen ve 21 yaşını geçmiş her bir ada sakinine seçme hakkı verilmişti. Bu gelişme adadaki güç dengelerini değiştirerek çoğunluğu oluşturan Hintlerin seçimlerde çoğunluğu ele almasına neden olmuş, söz konusu yılda gerçekleştirilen seçimlerde de yeni kurulan parlamentoya çok sayıda Hindistan kökenli Mauritiuslu seçilmiştir. Bu seçimler ile Avrupa kökenli Mauritiuslular ilk defa iktidardan uzaklaştırılmış ve çoğunluğu kaybetmişlerdir. 1959 seçimlerinden itibaren bağımsızlık yüksek sesle ifade edilmeye başlanmış, 1961 yılında koloni sahibi Britanya'nın özerklik hatta bölgenin bağımsızlığını dile getirmesi ile daha da fazla kişi bu yönde taleplerde bulunmuştur. 1967 yılında yapılan seçimleri Avrupa kökenlilere karşı kazanan Hint kökenli Mauritiuslar 150 yıllık Britanya hakimiyetine son vererek 12 Mart 1968 tarihinde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu bağımsızlık neticesinde Britanya İmparatorluğu'ndan ayrılan Mauritius İngiliz Milletler Topluluğu'na dahil olmuş, ülkenin ilk başbaşkanı olarak da Sir Seewoosagur Ramgoolam seçilmiştir. Britanya'nın ülkenin bağımsızlığa bırakılması konusunda tek şart olan ve o ana kadar Mauritius'un bir parçası olan Chagos adalarının hakimiyetinin kendilerine bırakılması isteği kabul edilmiş, bu adada daha sonra Britanya tarafından ABD'ye kiralanmıştır. Bu adada yaşayanlarda yıllar içerisinde Mauritius ve Seyşeller'e göç etmeleri konusunda zorlanmış ve ada üzerinde askeri ve gizli deneyler gerçekleştirilmiştir. Günümüzde konu ile ilgili olarak Mauritius ve ABD arasında hala anlaşmazlıklar yaşanabilmektedir. Ülkenin bağımsızlığına kavuşması ile ülkenin yönetimi İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlı olarak Birleşik Krallık kraliçesi II. Elizabeth tarafından gerçekleştirilmiş, 1990 yılında ülkede cumhuriyet ilan edilmesi ile ilgili çalışmalar gerçekleştirilmiş, bu çalışmalar muhalefet partilerinin kabul etmemesi neticesinde sonuçlandırılamamıştır. Mauritius Cumhuriyeti. 12 Mart 1992 yılında yeni anayasanın kabul edilmesi ile birlikte bağımsız parlamenter sistem ile yönetilen bir cumhuriyet olarak İngiliz Milletler Topluluğu'nda yerini almış ve ülkenin resmi ismi de Mauritius Cumhuriyeti olarak onaylanmıştır. Bu onay neticesinde resmi olarak ülkenin en tepesindeki isim olan II. Elizabeth'te bulunan yetkiler önce genel vali Veerasamy Ringadoo geçmiş, bu görev geçişi ile Ringadoo ülkenin ilk cumhurbaşkanı olmuş, bu görevi de daha sonra da yapılan ilk seçimlerde yeni seçilen cumhurbaşkanı Cassam Uteem'e devretmiştir. Siyaset. Ülke bağımsızlığını kazandığı günden bu yana Afrika kıtasının en sağlam temsilî demokrasilerinden birini oluşturmaktadır. Bağımsız seçimlerin gerçekleştirildiği ve insan haklarına önem verilen Mauritius'ta ulusal meclis en az 62 kişi olmak üzere 70 sandalyeden oluşmaktadır. Milletvekili seçimleri her beş yılda bir gerçekleştirilmekte olup, 21 seçim bölgesinden üçer milletvekili (Rodrigues adası sadece iki milletvekili) meclise gönderilmektedir. Boşta kalan sekiz sandalye için de her bölgeden birer olmak üzere "en iyi kaybedenler" olarak adlandırılan ve yeni seçimlerle birlikte az temsil edilen ve belli bir etnik gruba üye olan kişiler tarafından seçilerek sekiz milletvekili daha belirlenmektedir. Bu tür bir seçim 1970 yılından bu yana yapılmakta olup ülke içerisinde tartışmalara konu olmaktadır. Ülkenin en tepesinde cumhurbaşkanı bulunmaktadır. Mauritius cumhurbaşkanı, gerçekleştirilen meclis seçimleri sonrasında meclis tarafından belirlenerek seçilmektedir. Bu göreve gelen kişi daha sonra meclis sıralarından başbakanı seçmekte, başbakan olarak göreve getirilen kişi de kendi kabinesinde görev almasını istediği kişileri seçerek cumhurbaşkanının onayına sunmaktadır. Ordu. Mauritius dünya genelinde daimi ordusu bulunmayan 25 ülkeden biri konumundadır. Bağımsızlığını kazandığı 1968 yılında günümüze olağanüstü durumlar için oluşturulan küçük bir özel birlik haricinde bir de kıyı emniyetini sağlayan birlik mevcuttur. Ülkenin bu birlikler haricinde ayrıca başka bir ülke ile de koruma ya da himaye antlaşması bulunmamaktadır. İdari yapılanma. Mauritius toplamda dört ada bölgesinden oluşmaktadır. Adalar ülkesinin en büyük ve önemli adası, ülkeye de ismini veren Mauritius adasıdır. Mauritius adası toplamda dokuz bölgeye ayrılmış konumdadır. Ülkeyi oluşturan diğer üç ada ise Rodrigues, Agaléga Adaları, Cargados-Carajos Adaları'dır. Merkez ada konumundaki Mauritius adasının bölgeleri şu şekildedir: Ülkeyi oluşturan diğer adalar da şu şekildedir: Şehir. Ülkenin en büyük şehri aynı zamanda başkent olan Port Louis'dir. Mauritius nüfusunun büyük çoğunluğunun da yaşadığı Mauritius adasında bulunan başkent 2011 resmi sayım sonuçlarına göre 149.226 nüfusa sahiptir. Ülkenin yüz bin sınırını aşan diğer büyük şehirleri Vacoas-Phoenix ve Beau Bassin-Rose Hill'dir. Ekonomi. Ülkenin stabil siyasi yapısı nedeniyle bağımsızlık sonrası birçok yatırımcıyı adaya çeken Mauritius, bu sayede Afrika kıtasının en yüksek kişi başına düşen gelir verilerine sahip bir konumdadır. Ancak son yıllarda yaşanan doğal afetler ile birlikte şeker fiyatlarının düşmesi Mauritius ekonomisinin büyümesini yavaşlatmış ve olumsuz etkiler yaratmıştır. Ülkenin en önemli ihracat ürünlerini tekstil ürünleri, şeker, kesilmiş çiçekler, pekmez, balık ve primatlar (araştırmalar için) oluşturmakta olup, 2012 verilerine göre ihracatın sık yapıldığı ülkeler şu şekildedir: Birleşik Krallık %19.3 <br> Fransa %16.4 <br> ABD %9.9 <br> Güney Afrika %9.8 <br> İspanya %7.5 Ülkenin en önemli ithalat ürünlerini üretim malları, sermaye ekipmanları, gıda maddeleri, petrol ürünleri ve kimyasal ürünler oluşturmakta olup, 2012 verilerine göre ithalatın sık yapıldığı ülkeler şu şekildedir: Hindistan %23.1 <br> Çin %16 <br> Fransa %8.5 <br> Güney Afrika %6.5 Ülkede değerlendirilebilir madenler yoktur ve işlenebilecek toprak çok az sayıdadır. Ülkede işlenebilir konumda olan toprakların %90'ında ise şeker kamışı yetiştirilmektedir. Ülke kararlı ve sabit fiyatlarla Avrupa Ekonomik Topluluğu'nda (AET) mukaveleyle garantili pazara sahip konumdadır. Bu bitkinin yetişmesine elverişli olmayan topraklarda çay ve tütün yetiştirilmektedir. Turizm. Ada ülkesinin bir diğer önemli gelir kaynağını turizm oluşturmaktadır. Turizm ülke ekonomisinin önemli bir bileşeninin olmasının yanı sıra önemli bir döviz gelir kaynağı konumundadır. Mauritius adasının yanı sıra Rodrigues adasında da turistik tesisler bulunmakta olup, Agalega adasında turizm alanında bir geliştirme gerçekleştirilmemiştir. Ülkenin doğal güzellikleri, tropikal iklim, plajları ve yapılabilecek birçok aktivitenin yanı sıra etnik ve kültürel çeşitlilikleri de turistik hedef olarak belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Ülkeye 2008 verilerine göre 930.000 turist ziyaretçi olarak gelmiştir. Geçmiş yıllarda şeker ve tekstile bağlı bir ekonomiye sahip olan ülke, bu iki temele bağlı ekonomiden kurtulmak adına turizm sektörünü genişletmek adına adımlar atmıştır. Mauritius dünyanın en lüks turizm hedeflerinden biri konumundadır. Mauritius'ta bulunan ve dünyanın en önde gelen otelleri arasında bulunan oteller turizm alanında birçok ödül kazanmışlardır. Mauritius turizm alanında üç kez "World Leading island Destination" ödülüne layık görülürken, Ocak 2012'de de "World Travel Awards" ödülünü elde etmiştir. Ülke içerisinde en önemli turistik ziyaret noktalarını Yedi Renkli Toprak ve Chamarel Şelalesi oluşturmaktadır. Ulaşım. Demir yolu. Mauritius'ta güncel olarak herhangi bir demir yolu ulaşımı mevcut değildir. Geçmişte sanayide kullanılmak üzere kullanılan demir yolu hattı da günümüzde aktif değildir. 1860 yılından 1960 yılına kadar aktif olan demir yolu hattı, 1948 ile 1953 yılları arasında maddi zarar etmesi nedeniyle 1964 yılında tamamen kapatılmıştır. Ada genelinde artan trafik sorunu nedeniyle 2011 yılı itibarıyla Port Louis ile Curepipe arasında hafif raylı sistem yapımı planlanmıştır. Hava yolu. Ülke genelinde var olan 5 havaalanından sadece 2 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Mauritius adasında bulunan Sir Seewoosagur Ramgoolam Uluslararası Havalimanı ile Rodrigues adasında bulunan Sir Gaëtan Duval Havalimanı bu iki havaalanını oluşturmaktadır. Ülkenin ulusal hava yolu Haziran 1967'de kurulan Air Mauritius'tur. Merkezi başkent Port Louis'te bulunan hava yolu şirketi ilk uçuşunu Rodrigues adasına gerçekleştirmiştir. İlerleyen yıllarda uçuş noktalarını genişleten hava yolu şirketi 1972 yılında Hindistan'ın şehri Mumbai'e uçarak ilk yurt dışı uçuşunu gerçekleştirmiştir. Günümüzde Madagaskar, Réunion, Kenya, Singapur, Fransa ve Avustralya'da uçuş noktaları bulunan havayolu şirketi, güncel olarak 12 adetlik bir uçak filosuna sahiptir. Güncel olarak Rodrigues adasına günlük uçak seferleri düzenlenmektedir. British Airways, Lufthansa, Emirates, Air France, South African Airways'in yanı sıra Türk Hava Yolları'da ülkeye direkt uçuşlar gerçekleştirmektedir. Kara yolu. Ülkede mevcut olan 1.600 km kara yolunun çoğu asfaltlanmış konumdadır. Mevcut yolların belli bir kısmı çok dar ve bakım gerektirdiği için zaman zaman kullanıma uygunluk göstermemektedir. Kara yolu güzergâhı güney-kuzey yönde ilerlemektedir. Trafik Britanya koloni döneminin bir hatırası olarak sol şeritten akmaktadır. Deniz yolu. 1922 yılında ilk uçağın iniş yaptığı tarihe kadar sadece deniz yolu üzerinden ulaşımın sağlanabildiği Mauritius'ta, başkentte bulunan liman ülkenin en önemli limanını oluşturmaktadır. Bunun haricinde Port Mathurin'de bulunan liman da Rodrigues adasının en önemli limanı konumundadır. Spor. Ülkenin en sevilen spor dalı futboldur. Ülkenin futbol yönetimi 1952 yılında kurulan Mauritius Futbol Federasyonu tarafından gerçekleştirilmektedir. Ülke federasyonu 1963 yılında Afrika Futbol Konfederasyonu'na, 1964 yılında da FIFA'ya üye olmuştur. Ülkenin on takımın katıldığı futbol ligi mevcuttur. Ülkede bulunan "Champ de Mars" hipodromu güney yarımküre üzerinde bulunan en eski hipodrom olma özelliğine sahiptir. Burası aynı zamanda "İngiliz Jokey Kulübü" 'nden sonra en eski ikinci jokey kulübü olan "Mauritius Jokey Kulübü" 'nün merkezi konumundadır. Mauritius dünya genelinde golf sporunu uygulayan üçüncü ülke olmuştur. Britanyalılar'ın 1844 yılında Mauritius'a golf sporunu getirmesi ile bu spor ile tanışan ülkede bu 19.yy'de oluşturulan golf alanları ile bu spor geliştirilmektedir. Kültür. Ülkenin koloni geçmişi olması kültürel yapısında da kendisini göstermektedir. Kültürün her bir alanında adaya hakim olan iki büyük sömürge ülkesi ile Afrika ve Asya etkileri karışık bir şekilde bulunabilmektedir. Mauritius dünya genelinde posta pulları ile ünlenmiş konumdadır. "Kırmızı Mauritius" ve "Mavi Mauritius"(İngilizce: "Red Penny", "Blue Penny") olarak adlandırılan iki adet pul çeşidi, 1847 yılında basılmaya başlanmış, bu başlangıç ile Mauritius posta pulu basımını gerçekleştiren ve kullanan beşinci ülke olmuştur. Günümüzde bu posta pulları az sayıda mevcut olduğundan koleksiyoncular için kıymetli eserlerden birini oluşturmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16081", "len_data": 29744, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.54 }
Mavi ekran ya da BSoD ("Blue Screen of Death," Türkçe: "Ölümün mavi ekranı") Microsoft Windows'un bir şekilde üstesinden gelemediği sorunlarda kilitlenip ekrana getirdiği, üzerine birçok esprinin yapıldığı hata ekranı. Windows 98, tanıtıldığı ve tüm dünyada canlı olarak yayınlanan toplantıda bilgisayara bir tarayıcı takılması ile kilitlenmiş ve mavi ekran vererek "daha piyasaya sürülmeden herkesin gözü önünde çöken ilk işletim sistemi" unvanını almıştı. Mavi Ekran hataları Windows durma hataları olarak da bilinir. Mavi ekran hatalarının nedenleri çeşitlidir. Bazen yazılımsal bir sorun, bazen de donanımsal bir sorun mavi ekran hatası ya da orijinal adıyla BSOD almanıza neden olur. Yazılımsal sorunlar genellikle giderilebilir sorunlardır. Ancak donanımlardaki fiziksel sorunlar yazılımsal müdahale ile giderilemez. Mavi ekran hatalarının kaynağını öğrenmek için ekrana gelen hata kodu analiz edilebilir. Bunun için Microsoft tarafından sağlanan Windows Debugging Tools yazılımı kullanılabilir. Ancak son kullanıcılar için bu yazılımı kullanmak pek kolay değildir. Windows yazılımının NT çekirdeğine kurulu Windows XP ve ondan sonraki sürümlerinde mavi ekran hataları için birçok önlem alınmış ve de bu hatalar olabildiğince azaltılmıştır. Ayrıca Windows 8 ile beraber mavi ekranın tasarımında önemli değişiklikler yapılmıştır. Diğer işletim sistemleri. Mavi ekran ismi diğer işletim sistemleri için kullanılmasa da, çekirdeklerinin altından kalkamadıkları durumda son bir ekran gösterirler. Örneğin, UNIX ve türevlerinde buna "Kernel Panic" denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16084", "len_data": 1555, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.48 }
Nesin Vakfı, eğitim olanaklarından yoksun çocukların topluma yararlı bireyler olarak yetiştirilmesi amacıyla 1973 yılında yazar Aziz Nesin tarafından kurulan vakıftır. 1982'den beri etkinliklerini yürüten vakıf, ailelerin onayı ile ilkokul çağı ve öncesindeki çocukları İstanbul-Çatalca'daki vakıf binasında kendi istekleriyle vakıftan ayrılana ve kendi ayakları üstünde duracak olgunluğa erişene kadar yetiştirir. Vakıf, kırk dolayında çocuğa hizmet verecek kapasiteye sahiptir. Vakfın giderleri Aziz Nesin'in eserlerinin telif haklarıyla, gayri-menkul gelirleriyle ve bağışlarla karşılanır. 1972'den 1995'e kadar vakfı Aziz Nesin yönetmiştir. 1995'te vakfın yönetimini oğlu Ali Nesin üstlenmiştir. Ali Nesin, 2010 başında vakfın yönetimini eski vakıf çocuklarından Süleyman Cihangiroğlu'na devretmiştir. Vakıfta Aziz Nesin'in eşyalarının sergilendiği bir müze de yer almaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16086", "len_data": 880, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.47 }
Hüseyin Ali Nesin (18 Kasım 1956, İstanbul), Türk matematikçi. Hayatı. 18 Kasım 1956 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası tanınmış yazar Aziz Nesin, annesi Meral Çelen'dir. İlkokuldan sonra ortaokulu İstanbul'da Saint Joseph Lisesi'nde, liseyi de İsviçre'nin Lozan kentindeki College Champittet'de tamamladı. 1977-1981 yılları arasında Paris Diderot Üniversitesi'nden matematik alanında “maîtrise” (ustalık) derecesi aldı. Daha sonra ABD'de Yale Üniversitesi'nde matematiksel mantık ve cebir konularında doktora yapan Ali Nesin, 1985-1986 arasında Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsü'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Türkiye'ye kısa dönem askerlik görevi için geldiği sırada erlerin aynı şırıngadan aşı olmasına itiraz ettiği suçlaması ve başka suçlamalarla "orduyu isyana teşvik" iddiasıyla tutuklanarak yargılandı. Yargılanma sonunda beraat etti. 1987-1989 arasında Notre Dame Üniversitesi'nde yardımcı doçent, ardından 1995'e kadar Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampusü'nde doçent ve daha sonra profesör olarak görev yaptı. 1993-1994 öğretim yılını Bilkent Üniversitesi'nde misafir öğretim görevlisi olarak geçirdi. Babası Aziz Nesin'in 1995'te ölümü üzerine yurda kesin dönüş yaptı ve Nesin Vakfı yöneticiliğini üstlendi. 1996'dan 2022 yılına kadar İstanbul Bilgi Üniversitesi Matematik Bölümü Başkanlığı yapmıştır. Ali Nesin beş çocuk sahibidir. Kasım 2004'ten beri de Nesin Yayınevi genel yönetmenliğini yapmaktadır ve 2011 yılından itibaren Hrant Dink Vakfı danışma kurulu üyesidir. Ali Nesin'in "Matematik ve Korku", "Matematik ve Doğa", "Matematik ve Sonsuz", "Matematik ve Oyun", "Develer ve Eşekler", "Matematik Canavarı" ve "Matematik ve Gerçek" adlı popüler matematik kitaplarının yanı sıra, "Önermeler Mantığı", "Sayma" ve "Sezgisel Kümeler Kuramı" gibi yarıakademik matematik kitapları ve henüz birinci, ikinci ve dördüncü ciltleri yayımlanan "Analiz" kitapları mevcuttur. Bunların yanı sıra çeşitli dergilerde çıkmış bilimsel makaleleri ve Alexander Borovik ile birlikte yazdığı İngilizce bir kitabı ("Groups of Finite Morley Rank"), babası Aziz Nesin'in Osmanlıca el yazılarından çevirileri bulunmaktadır. Ali Nesin'in babası Aziz Nesin ile mektuplaşmaları (diğer kitapları gibi) Nesin Yayınevi tarafından iki cilt olarak yayımlanmıştır. Matematiksel araştırma alanı "Morley mertebesi sonlu gruplar"dır. Aynı zamanda, 2003'ten 2013'e kadar 11 yıl boyunca üç ayda bir yayımlanan ve Türk Matematik Derneği'nin sahibi olduğu Matematik Dünyası adlı derginin sorumlu yazı işleri müdürüdür. Ayrıca, TÜBA (Türkiye Bilimler akademisi) tarafından kabul edilmiş kümeler kuramı ve analiz konularında ders notları bulunmaktadır. Matematik araştırmaları, bölüm başkanlığı ve Nesin Vakfı yöneticiliğinin yanı sıra yağlı boya resim, desen ve portre çalışmaları da yapmaktadır. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) kurucu üyesidir. Nesin Matematik Köyü'nün kurucusudur. Bilim Akademisi üyesidir. Nesin, Ağustos 2018'de Uluslararası Matematikçiler Kongresi tarafından dört yılda bir verilen Leelavati Ödülü'ne layık görüldü. Siyasi görüşleri. Ali Nesin 2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumu'na evet oyu vermiştir, Evet oyu veren kişiler birçok kesim tarafından "Yetmez Ama Evet'çi" olarak adlandırılırlar, Nesin 2017'de "Bugün olsa yine 'Yetmez ama evet' derim" demiştir Kişisel hayatı. Manuela Rino ve Özlem Beyarslan ile olan birlikteliklerinden ikişer çocuğu olan Nesin'in Aslı Can Korkmaz ile olan birlikteliğinden de bir çocuğu olmuştur. Yani toplam 5 çocuğu vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16087", "len_data": 3492, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.4 }
Türk lirası (TL; sembol: ₺; kod: TRY), Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde resmî olarak kullanılan para birimidir. Alt birimi kuruş olan Türk lirasının basma ve yönetme faaliyetleri Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından sürdürülür. Türk lirasının küresel açıdan itibarını yükseltmek ve çeşitli karışıklıklara son vermek amacıyla paradan altı sıfır atılarak, Türk lirası 1 Ocak 2005'te geçici olarak tedavülden kaldırılmış ve yerine Yeni Türk lirası kullanılmaya başlanmıştır. YTL'nin alt birimi Yeni Kuruş'tur. YTL'den TL'ye geçişin tamamlanması nedeniyle 1 Ocak 2009 tarihinde yeniden tedavüle girmiştir. Bugüne kadar Türk lirasının ön yüzünde sadece Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'nün resimleri bulunmuştur. İsmet İnönü'nün resmi sadece cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde (1938-1950) Türk lirasının ön yüzünde yer almıştır. Bunun nedeni ise Osmanlı döneminden beri bir gelenek hâlini almış ve Osmanlı harici pek çok devlet tarafından da kullanılan bir yöntem olan paranın ön yüzüne o zamanki devlet başının resmini koymaktır. Bu gelenek 30 Aralık 1925'te kabul edilen 701 sayılı “Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun”la resmîleşmiştir. Bu yüzden cumhurbaşkanı olduğu süre içinde İsmet İnönü'nün resmi paranın ön yüzünde kullanılmıştır. Fakat bu kanun 1952'de Adnan Menderes'in başkanlık yaptığı hükûmet tarafından değiştirilmiş ve Türk lirasının üstünde o zamanki devlet başının değil sadece Mustafa Kemal Atatürk'ün resminin bulunması kararı alınmıştır. Bu yüzden Türk lirasının önünde resimleri kullanılan tek devlet büyükleri Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü olmuştur. Ayrıca Yunus Emre, Fatih Sultan Mehmed, Mehmet Akif Ersoy ve Cahit Arf gibi Türk büyüklerinin portreleri ise Türk lirasının bazı emisyonlarının arka yüzünde yer almıştır. Tarihçe. Osmanlı lirası (1844-1923). İlk lira Sultan Abdülmecid döneminde 5 Ocak 1843'te Osmanlı lirası adıyla basıldı. Kâğıt para basılmadan önce kullanılan bu Osmanlı altın parasına Sarı lira denirdi. 2 Haziran 1854'te çeyrek lira ve 18 Şubat 1855'te de iki buçukluk ve beşibiryerdelerin basılmasına başlandı. İlk Türk lirası (1923-2005). Cumhuriyet'in ilanından sonra 30 Aralık 1925 tarih ve 701 Sayılı Mevcut Evrak-ı Nakdiye'nin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun kabul edilerek ilk Türk banknotlarının bastırılmasına karar verilmiştir. Cumhuriyet dönemindeki ilk kâğıt paralar Türkiye'nin kendi merkez bankası henüz olmadığından 1927'de Birleşik Krallık'ta, Thomas de la Rue şirketi tarafından 88 bin Britanya altınına basılmıştır. (30 Haziran 1930 tarihinde Resmî Gazete'de 1715 sayılı Merkez Bankası Kanunu yayımlanmış, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyete geçmiştir.) 1927'de Harf Devrimi henüz gerçekleşmediği için paraların üzerinde Latin harfleri yoktu. 1927 yılında basılan 1, 5 ve 10 lirada Atatürk'ün portresi filigranda gözükmekteydi. Diğer paralarda ise Atatürk hem filigranda hem de resim olarak gözükmektedir. İlk paraların üzerinde Osmanlı Türkçesi ve Fransızca yazılar ile dönemin Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Renda'nın imzası vardı. Paraların yeniden Latin harfleriyle piyasaya çıkması büyük bir masraf olduğu için 1927'de basılan paralar 1928'deki Harf Devrimi'nden sonra da yıllarca yürürlükte kalmıştır. 1937'de tedavüle giren Latin harfli paraların hepsinde Atatürk portreleri bulunmaktaydı.Eylül 1927'den 11 Kasım 1938'e kadar basılan kâğıt paraların üzerinde Atatürk'ün portreleri yer almıştır. 1938 yılında Atatürk öldükten sonra İsmet İnönü cumhurbaşkanı olduğu için kanun gereği banknotlarda İnönü'nün portresi kullanılmıştır. 1952 yılında yürürlüğe giren 5. emisyon banknotlarında Demokrat Parti hükûmeti tarafından banknotlara tekrar Atatürk'ün portresinin konulması kararı alınmıştır. Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar 9 emisyon grubunda 24 farklı değerde, 126 tertip banknot dolaşıma çıkarılmıştır. İlk altı emisyon grubundaki banknotların tamamı ile Yedinci Emisyon Grubundaki banknotların bir kısmı değişik tarihlerde dolaşımdan kaldırılmış ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin sonunda değerlerini yitirmiştir. İkinci Türk lirası (2005-günümüz). 28 Ocak 2004'te Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk lirasından altı sıfır atılarak yeni bir para birimi oluşturulmasına izin veren bir yasayı kabul etti. Türk lirasının yeniden değerlenmesiyle birlikte, Rumen leyi, kısa bir süre için dünyanın en az değerli para birimi oldu (Temmuz 2005'te yeniden değerlendi). Aynı zamanda, hükûmet 50 ve 100 değerinde iki yeni banknot çıkardı. Yeni Türk lirası (2005-2009). 1 Ocak 2005'te Türk lirası'ndan altı sıfır atılmasından itibaren kullanılan resmî para birimidir. Ocak 2005 ile Aralık 2008 arasındaki geçiş döneminde, ikinci Türk lirası resmî olarak "Yeni Türk lirası" olarak adlandırıldı. Para birimi kodundaki "Y" harfi, Türkçedeki yeni kelimesinden gelmektedir. Resmî olarak "YTL" olarak kısaltılmış ve 100 yeni kuruşa bölünmüştür. 1 Ocak 2009'dan itibaren, ikinci Türk lirasından "yeni" ibaresi kaldırılarak, resmî adı tekrar "Türk lirası" oldu ve "TL" olarak kısaltıldı. Değeri. Lira, tarihî açıdan yüksek yıllık enflasyon oranlarına sahip olmuş bir para birimidir. 1930 yılında hükûmete ulusal paranın değerindeki dalgalanmayı engelleme yönünde cezai nitelikte yaptırımlarla desteklenen düzenleyici karar alma yetkisi tanıyan "Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun" TBMM tarafından kabul edildi. Başlangıçta İngiliz sterlini ve Fransız frangına sabitlenmiş liranın 1946'dan itibaren T₤2.8 = US$1 olması kararlaştırıldı. Bu sabitleme 1960'lara kadar stabil kalmış, bu tarihten sonra ise devalüe edilerek T₤9 = US$1 değeri verilmiştir. İlerleyen dönemlerde hükûmet tarafından liraya müdahalelerde bulunularak dolar bazlı devalüasyon devam etmiştir. Türkiye 1980'li yıllara gelene kadar TL'nin değerinin Merkez Bankası'nca belirlendiği ve o değerde sabit tutulduğu sabit döviz kuru rejimi kullanımına devam etmiştir. Bu tarihten sonra ülke kur politikası açısından kurlarının piyasada belirlendiği ancak Merkez Bankası'nın sürekli müdahaleleriyle yön verdiği müdahaleli dalgalı döviz kuru rejimine geçmiştir. 2000 yılında 2001 krizinde uygulaması durdurulacak bant içinde dalgalanma rejimi benimsenmiştir. Bu rejim çerçevesinde kur temelli stabilizasyon programı uygulanmış, kur rejimi de esnek bir çıpa olarak belirlenmiştir. Kriz sonrasında Türkiye dalgalı kur rejimine geçtiğini duyurmuştur. Yüksek enflasyon oranı nedeniyle birim bazında değer kaybetmiş lira, "Guinness Dünya Rekorları" tarafından 1995 ve 1996 ile 1999'dan 2004 yılına kadar en değersiz para birimi seçilmiştir. YTL'ye geçilerek 6 sıfırın atılması sonucunda birim bazında değeri yeniden düzenlenmiştir. 2001'den beri TL'nin yıllık enflasyon oranı, tarihi enflasyon değerleri ile karşılaştırıldığında düşüktür. Ancak Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olduğundan itibaren enflasyon yükselişe geçmiştir. 2018-23 Türkiye döviz ve borç krizi. 2018'in ortalarından itibaren lira kuru hızlı bir şekilde düşüş yaşamaya başladı. Genellikle ekonomistler arasındaki görüş, krizin Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın faiz oranlarında enflasyon karşıtı politikalar izlemesine engel olması sonucu oluştuğu yönündedir. Buna karşın Merkez Bankası Eylül 2018'de faiz oranlarında yükseltmeye gitmiştir. Erdoğan enflasyonu dış güçlere bağlamış olup, bu görüş o dönemde halkın %42'si tarafından da kabul edilmiştir. Bu iddia genellikle bir komplo teorisi olarak nitelendirilmektedir. 2020'de de değer kaybına devam eden liranın enflasyonu, düşük faiz oranları, Erdoğan hükûmetinin sınırdışı askerî operasyonları ile diğer jeopolitik problemler, 2020 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerinde Türkiye'ye yaptırım uygulaması olası olduğu düşünülen Joe Biden'ın seçilme olasılığı ve Türkiye'de COVID-19 pandemisi gibi nedenlerle açıklanmıştır. 2021'in başlarında faiz oranlarının artırılmasına bağlı olarak liranın değerinde iyileşme meydana gelmiş olsa da, Merkez Bankası lideri Naci Ağbal'ın görevden alınması 21 Mart 2021'de hızlı bir enflasyona sebep olmuştur. Aynı yılın Haziran ayında dolar-lira kurunun 8,8 olmasıyla tarihi düşük değerini gören lira, 2021'in en hızlı değer kaybeden para birimlerinden biri oldu. 2022 yılının başında dolar 18,88'e ulaşarak lira değer açısından tüm zamanların en düşük seviyesini gördü. Lütfi Elvan'ın istifa etmesi üzerine Erdoğan'ın faiz oranına ilişkin fikirlerine yakın olarak tanımlanmış Nureddin Nebati'nin pozisyona atanması, faiz indirimine devam edilmesi ve asgari ücretin açıklanması, 2021 sonunda liranın düşüşüne katkı sağlamış faktörler olarak nitelendirildi. 2021'de meydana gelen enflasyon krizi nedeniyle Adalet ve Kalkınma Partisi ile Recep Tayyip Erdoğan'a halk arasında destek oranı anketlere göre önemli bir düşüş yaşadı (Anketlere göre değerlendirilirse %15-20 oranında bir düşüş vardır). Simgesi. Türk lirası, başlangıçta TL olarak simgelenmiştir, Osmanlı lirası işaretinin karakterlerini ters çevirerek, LT'de "Fransızca: Livre Turque" anlamına gelen Fransızca ifadesini temsil eder. Tarihsel olarak İngilizce kaynaklar, para birimi için "£T" veya "T£" kullandı, ancak bu gösterim Türkiye içinde kullanılıp kullanılmadığı bilinmemektedir. Türk lirasının mevcut sembolü, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından 2012 yılında oluşturulmuştur. Yeni simge, ülke genelinde bir yarışma sonucunda seçilmiştir. Yeni simge, yarım çapa benzeyen harf L ve 20 derece açıyla eğilmiş çift çizgili harf T'den oluşmaktadır. Tasarım, Tülay Lale tarafından oluşturulmuş ve ülke genelinde yapılan bir yarışma sonrasında onaylanmıştır. Toplam 8,362 başvurudan seçilen yedi kısa listeden, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası yönetim kuruluna sunulan kazanan olarak seçilmiştir. Sembol, çift çizgili yarı çapa benzer şekilde, Türk para birimi olan L'nin ilk harfini temsil etmektedir. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, yeni sembolü 1 Mart 2012 tarihinde duyurdu. Tanıtımında Erdoğan, tasarımı "çapa şekliyle para biriminin 'güvenli liman' olduğunu ifade etmeyi umuyor, yukarı doğru çizgiler ise onun yükselen prestijini temsil ediyor" şeklinde açıkladı. Dönemin ana muhalefet partisi CHP'nin genel başkan yardımcısı Faik Öztrak, yeni sembolün Osmanlı padişahlarının tuğrasına atıfta bulunarak o dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan'ın baş harfleri TE'yi anımsattığını iddia etti. Yeni Türk lirası sembolü, aynı zamanda ters çevrilmiş Ermeni dramı sembolüyle benzerlik gösterdiği iddiasıyla eleştirildi. Mayıs 2012'de Unicode Teknik Komitesi, Türk lirası sembolü için U+20BA (₺) (TÜRK LİRASI İŞARETİ) adlı yeni bir karakterin kodlamasını kabul etti ve bu karakter, Eylül 2012'de yayınlanan Unicode 6.2 sürümüne dahil edildi. Microsoft Windows işletim sistemlerinde Türkçe-Q veya Türkçe-F klavye düzenleri kullanılırken, sembol şu kombinasyonla yazılabilir: . Banknotlar. 5083 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında Kanun"un 1. maddesi uyarınca, Bakanlar Kurulu Yeni Türk lirası ve Yeni Kuruş'ta yer alan "Yeni" ibarelerini kaldırmaya yetkili kılınmış olup "Yeni" ibarelerinin 1 Ocak 2009 tarihinde kaldırılmasına ilişkin söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı 5 Mayıs 2007 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanmıştır. Madenî paralar. 1 Ocak 2009 tarihinde dokuzuncu emisyon ile birlikte tedavüle çıkarıldı. Madenî paralar Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü tarafından üretilmektedir. Hatıra paraları. Hatıra paralar, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü tarafından basılmakta ve dolaşıma sokulmaktadır. Bunlardan bazıları aşağıda görsel halinde verilmiştir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16089", "len_data": 11483, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.48 }
Kuruş önceden guruş, birçok ülkede farklı zaman dilimlerinde kullanılmış para birimi. Ortaya çıktığı dönemdeki anlamı "büyük gümüş para"dır. 1687-1879 yılları arasında Osmanlı'nın temel para birimidir. Osmanlı dönemi. Kuruş, Türkiye'de ilk defa 1687 (hicri 1099) yılında sultan II. Süleyman döneminde kullanılmıştır. İçerdiği gümüş ayarı değişmek ile birlikte Türkiye'de saltanat döneminin sonuna kadar kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde de kullanılmış olup, 1989 yılında, 25 ve 50 kuruşluk madeni paraların tedavülden kaldırılmasıyla günlük hayattan çıkmışsa da, 2005 yılının başı itibarıyla yeni kuruş olarak yeniden tedavüle girmiştir. Ayrıca kuruşun altındaki para birimi "para" olup bu da cumhuriyet döneminin ilk yıllarında kullanılmıştır. 40 para 1 kuruş, 100 kuruş 1 liradır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16090", "len_data": 785, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.08 }
Sıkıyönetim veya askerî adalet; askerî otoritenin, genellikle resmî bildirgesi altında, adli yönetimi kontrol altına almasıyla işleme geçen kural sistemidir. Askerî adalet; ortaya çıkan savaş, doğal afet, , toprak işgali veya askerî darbe gibi durumlarda, normal adli kurumların yeni duruma hâkim olamayıp vazifesini yerine getiremediği veya yavaş getirdiği takdirde, askerî otoritelerin ve kurumların tercih edilmesi ile kullanıma girer. Sıkıyönetim; tabii afet, salgın hastalık, ağır ekonomik bunalımlar ve sıkıyönetimi gerektiren hâllerin daha hafifinin meydana gelmesi durumlarında ilan edilen olağanüstü hâlden farklıdır. Sıkıyönetimde yetki, askerî makamlarda; olağanüstü hâlde ise mülki makamlardadır. Olağanüstü hâlde sıkıyönetim mahkemeleri yoktur. Sıkıyönetim, sadece maddi düzen ve güvenin sağlanması ile ilgili olduğundan ülkenin her yerinde değil, yalnız kamu düzeni bozulan bir veya birkaç bölgesinde ilan edilir. Gerekirse tamamında da ilan edilebilir. Anayasa sınırları içinde ve önceden tespit edilen kurallara göre uygulanan, hukuka uygun bir yönetim şeklidir. Sıkıyönetimle ilgili her şey kanunla düzenlenmiş, keyfîliğe yer bırakılmamıştır. Sıkıyönetimin bütün işleri yargı denetimine tabidir. Fakat alınacak tedbir ve kararlar, 1982 Anayasası'nın 122. maddesine göre 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'yla düzenlenmiştir. 1982 Anayasası, 1961 Anayasası'na göre sıkıyönetimin yetkisini arttırmıştır. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun bazı maddeleri 1982 Anayasası'nın emirleri doğrultusunda 1982 tarihli, 2766 sayılı Kanun ve 1983 tarihli, 2836 sayılı Kanun'la değiştirilmiştir. Sıkıyönetim Kanunu, 2017 Türkiye anayasa değişikliği referandumuyla Anayasa'dan çıkarılmış, 31 Temmuz 2018 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan 7145 sayılı Kanun'la yürürlükten kaldırılmıştır. Türkiye'de sıkıyönetimler. Türkiye'deki farklı sıkıyönetimler farklı özellikler göstermekle birlikte birçok ortak noktaları da vardır. Bunların başında, sıkıyönetim komutanlıklarının, sıkıyönetim ilan edilme nedenleriyle tamamen ilgisiz alanlardaki tasarrufları ve yasaklamaları gelir. Örneğin toplantı yasağı konması tüm sıkıyönetim idareleri tarafından alınmıştır. Üstelik bu toplantılar siyasi toplantılarla sınırlı kalmamış, spor karşılaşmaları, nikâh, vaftiz törenleri, kooperatif toplantıları ve hatta ilkokul müsamereleri de dahil olmuştur. Trafik alanında düzenlemeler getirmek de bu ortak noktalar arasında yer alır. Korna çalmak, hız yapmak, yanlış yere park etmek, kapasite fazlası yolcu almak, yaya kaldırımını işgal ve hatta otobüse sırayla binmemek, sıkıyönetim suçları kapsamına alınabilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16100", "len_data": 2595, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.79 }
İmparatorluk, genellikle bir imparator olan tek bir yönetici otoriteye tabi olan birkaç bölge ve halktan oluşan egemen bir devlettir. İmparatorluk, "genellikle fetih yoluyla oluşturulan ve hakim bir merkez ile ona bağlı çevre bölgeler arasında bölünmüş" çeşitli bölge ve halklardan oluşan bir "siyasi birimdir". İmparatorluğun merkezi (bazen metropol olarak da anılır) çevre bölgeler üzerinde siyasi kontrol uygular. Dar bir tanımla imparatorluk, devlet başkanı imparator olan egemen devlettir; ancak yüksek otoritelerin yönetimi altında toprakları bulunan tüm devletler imparatorluk olarak adlandırılmaz veya bir imparator tarafından yönetilmez; ayrıca kendi kendini tanımlayan tüm imparatorluklar çağdaşlar ve tarihçiler tarafından bu şekilde kabul edilmemiştir (Orta Afrika İmparatorluğu ve erken İngiltere'deki bazı Anglo-Sakson krallıkları örnek olarak verilebilir). "Eski ve modern, merkezi ve merkezi olmayan, aşırı acımasız ve nispeten iyi huylu" İmparatorluklar olmuştur. Önemli bir ayrım, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veya Rus İmparatorluğu gibi yalnızca bitişik bölgelerden oluşan kara imparatorlukları ile Kartaca İmparatorluğu ve Britanya İmparatorluğu gibi imparatorluğun 'ana' ülkesinden çok uzakta olan bölgeleri içeren deniz gücüyle oluşturulan imparatorluklar arasında olmuştur. İmparatorluk kavramı, emperyalizm, sömürgecilik ve küreselleşme gibi diğer kavramlarla ilişkilidir; emperyalizm, uluslararasında eşitsiz ilişkilerin yaratılması ve sürdürülmesine atıfta bulunur ve bir imparator veya imparatoriçe tarafından yönetilen bir devletin politikası olmak zorunda değildir. Tanım. Bir imparatorluk, yüce bir hükümdar veya oligarşi altında birçok ayrı devlet veya bölgenin toplamıdır. Bu, özerk devletlerden ve halklardan gönüllü olarak oluşan geniş bir devlet olan federasyon ile zıttır. Bir imparatorluk, orijinal sınırlarının dışındaki bölgelerde hüküm süren büyük bir yönetim biçimidir. Bir imparatorluğu fiziksel ve siyasi olarak neyin oluşturduğuna dair tanımlar değişiklik gösterir. Bu, emperyal politikaları etkileyen bir devlet veya belirli bir politik yapı olabilir. İmparatorluklar tipik olarak çeşitli etnik, ulusal, kültürel ve dini bileşenlerden oluşur. 'İmparatorluk' ve 'sömürgecilik', güçlü bir devlet veya toplum ile daha az güçlü bir toplum arasındaki ilişkilere atıfta bulunmak için kullanılır; Michael W. Doyle imparatorluğu "emperyal bir toplum tarafından tabi bir toplumun resmi veya gayri resmi etkin kontrolü" olarak tanımlamıştır. Akademisyenler imparatorlukları ulus-devletlerden ayırmaktadır. Bir imparatorlukta, bir grup insanın (genellikle metropol) diğer insan grupları üzerinde hakimiyet kurduğu bir hiyerarşi ve farklı insan grupları için bir haklar ve prestij hiyerarşisi vardır. Josep Colomer imparatorluklar ve ulus-devletler arasında şu şekilde bir ayrım yapmıştır: Karakteristik. İmparatorluklar zaman içinde evrim geçirmiş ve tarih boyunca farklı şekillerde görülmüş bir devlet biçimidir. Genellikle güçlü bir monarşi ile karakterize edilirler ve farklı etnik, ulusal, kültürel ve dini geçmişlere sahip ayrı birimlerden oluşurlar. Bu çeşitlilik, yönetenler ve yönetilenler arasında belirli bir eşitsizlik düzeyine işaret eder ve bu da onları commonwealth'lerden ayırır. Tarih boyunca, büyük güçler sürekli olarak dünyanın diğer bölgelerini fethetmeye çalışmışlardır ve emperyalizm, büyük bir gücün, kaynaklarını ve insanlarını ana ülkeye fayda sağlamak amacıyla kullanma niyetiyle başka bir ulusu veya toprağı kontrol etme fikridir. Birçok imparatorluk askeri fetih yoluyla kurulmuştur, ancak seçim gibi başka yollarla da kurulabilirler. Atina İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu ve Britanya İmparatorluğu en azından kısmen seçimle kurulan imparatorluklara örnektir. Brezilya İmparatorluğu 1822'de Portekiz İmparatorluğu'ndan ayrıldıktan sonra kendisini bir imparatorluk olarak ilan etmiştir ve Fransa denizaşırı bir imparatorluğu elinde tutarken iki kez Fransız Cumhuriyeti olarak adlandırılmaktan Fransız İmparatorluğu olarak adlandırılmaya geçmiştir. "İmparatorluk" terimi Qing İmparatorluğu ve Babür İmparatorluğu ile Maratha İmparatorluğu gibi Avrupalı olmayan monarşilere de uygulanmıştır. Bazı monarşiler kendilerini gerçeklerin desteklediğinden daha büyük boyut, kapsam ve güce sahipmiş gibi göstermişlerdir. Sonuç olarak, bazı hükümdarlar "imparator" unvanını almış ve devletlerinin adını "... İmparatorluğu" olarak değiştirmişlerdir. İmparatorluklar, imparatorluk yapısını güçlendirmek için kültürlerini tabi devletlere empoze etme eğilimindedir ve bunun imparatorluğun kendisinden daha uzun süren hem olumlu hem de olumsuz etkileri olabilir. Çoğu imparatorluk tarihi düşmanca olmuştur, ancak bazı tarihçiler tebaaları için istikrar, güvenlik ve yasal düzen gibi olumlu niteliklere ve etnik ve dini düşmanlığı en aza indirme girişimine dikkat çekmişlerdir. Emperyal bir siyasi yapı kurmanın ve sürdürmenin iki ana yolu vardır: doğrudan fetih ve güçle kontrol ya da dolaylı fetih ve güçle kontrol. İlk yöntem daha fazla haraç ve doğrudan siyasi kontrol sağlar, ancak askerî güçleri sabit garnizonlara çektiği için daha fazla genişlemeyi sınırlar. İkinci yöntem daha az haraç ve dolaylı kontrol sağlar, ancak askerî güçlerin daha fazla genişleme için kullanılmasına izin verir. Bölgesel imparatorluklar (örneğin Makedonya İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu) bitişik bölgeler olma eğilimindeyken, deniz imparatorlukları (örneğin Atina İmparatorluğu ve Britanya İmparatorluğu) daha gevşek yapılara ve genellikle birçok ada ve diğer mülk biçimlerinden oluşan daha dağınık bölgelere sahiptir. Kutsal Roma İmparatorluğu gibi imparatorluklar da İmparatorluk seçimi yoluyla üye krallıklardan gelen oylarla imparatoru seçerek bir araya gelmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16101", "len_data": 5712, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.14 }
Sait Faik Hikâye Armağanı, her yıl yazar Sait Faik Abasıyanık anısına, ölüm yıldönümü olan 11 Mayıs'ta bir öykücüye verilen edebiyat armağanıdır. 1955'te Sait Faik'in annesi Makbule Abasıyanık tarafından kuruldu. 1964'ten itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından sürdürülen armağan, 2003'ten 2011'e dek Darüşşafaka Vakfı ve Yapı Kredi Yayınları iş birliği ile verilmiş olup 2012'den itibaren, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları iş birliğiyle verilmektedir. Geçmişi. Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine katılmıştı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka Lisesi'nde yapılandı. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için Abasıyanık'ı ikna etmişti. Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti. Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde malvarlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona "Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükafatı" vermesini istedi. Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan 1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın 1964 yılındaki vefatından sonra Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verildi. Armağanla ilgili olarak, 2003-2011 yılları arasında Darüşşafaka Cemiyeti ve Yapı Kredi Yayınları iş birliği içinde olmuştur. 2012 yılından beri söz konusu iş birliği İş Bankası Kültür Yayınları ile gerçekleşmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16102", "len_data": 1798, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.47 }
Karesi Beyliği, Karesioğulları Beyliği, Karasi Beyliği veya Karasioğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti'nin gerilemesinden sonra Oğuz boyları tarafından Balıkesir-Çanakkale ve Bergama yöresinde kurulan Anadolu Türk beyliğidir. Eşrefoğulları'ndan sonra en kısa hüküm süren beyliktir. Bu yöredeki ilk Türk devletidir. Karesi Beyliği'ni kuran Oğuz Türkleri, 24 Oğuz Boyundan biri olan Çepni boyundandır. Karesi Beyliğini kuran Türkmenler'in büyük kısmı ve yönetici sınıfı Oğuzlar'ın Çepni boyundan gelmektedir. Karesi Beyliğini kuran Türkmenler'in ataları Danişmentlilerdir, Kızılırmak havzası içinden yani Danişment ülkesinden gelmişlerdir. Kitaba göre Danişmentliler de Çepni boyundandır. Karesi Beyliği, komşusu olan Osmanoğulları Beyliği'nin genişlemesiyle bu beyliğe katılmıştır. Böylece Osmanlı hakimiyetine katılan ilk beylik olmuştur. İlerleyen dönemlerde Osmanlı Devleti içinde bu bölgede Karesi Sancağı kurulmuştur. Karesi beylerinin ve ileri gelen şahıslarının, Osmanoğullarının egemenliği altına girmelerini takiben, Osmanlı Devleti'nin Rumeli topraklarında yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Balıkesir ili Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına kadar idari taksimatta Karesi ismini taşımıştır. Etimolojisi. Arap kaynakları, bu beyliğe "Memleket-i Akirus" demektedir. Bu yüzden Akirus kelimesinden çıkmış olabileceği de ileri sürülmektedir. Akirus "Achirus" İslam öncesi bu toprakların adlarından biridir. 14. yüzyılın başında Batı Anadolu'nun Türk Beylikleri tarafından nasıl paylaşıldığını kaydeden Bizanslı tarihçi Nikiforos Grigoras'a göre Lidya ve Eolya'dan başlayarak Helespont (Çanakkale) ile sınırlanan Misya topraklarında "Kalames" ve onun oğlu "Karasis" hüküm sürmekteydi. Kantakuzenos'un eserinde ise Kalames'in oğlu Karasis'in hissesine Lidya'ya kadar olan Misya topraklarının düştüğü ve buraya "Karasia" denildiği belirtilmektedir. Tarihi. Kuruluşu. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Oğuz boyları, Anadolu'nun batısına yerleşmişler ve buralarda "Uç Beylikleri" kurmuştur. Uç Beyliklerinin görevi ise Anadolu Selçuklu Devleti sınırını korumaktır. Marmara sahilleri, Çanakkale bölgesi, Edremit Körfezi, Kizikos ile sınırlandırılan bu bölgeye, Anadolu Selçuklu Devleti'nin önemli komutanlarından Karesi Bey (Kara İsa), babası Kalem Bey ve Germiyanoğlu Yakup Bey, beraberinde büyük bir Türkmen grubu ile gelmiştir. Balıkesir ve çevresinin alınmasında Germiyanoğullarının katkısı olmuştur. Karesi Bey muhtemelen 1296-1297 yıllarında Erdek, Biga, Edremit, Bergama, Çanakkale hariç Balıkesir merkez olmak üzere büyük Misya sahasını Germiyan kuvvetlerinin desteğiyle ele geçirdiler. Karesi Bey, Anadolu Selçuklu Devleti'nde Marmara ve Ege kıyılıarının yönetiminden sorumlu bir uç beyi olduğu için kendisine "Sahiller Emiri" anlamına gelen "Emir-ül Savahil" unvanı verilmiştir. Karesi Bey'in soyu, Danişmendlilerin kurucusu olan Danişmend Gazi'den gelmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından önce diğer Uç Beyleri gibi Karesi Bey de Batı Anadolu'daki Büyük ve Küçük Misya'da bağımsızlığını ilan ederek, bölgede Karesi Beyliği'ni kurmuştur. Karesi Beyliği'nin kuruluş tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte 1296 ile 1300 yılları arasıdır. Fakat Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı uç beylerinin büyük çoğunluğu 1299 yılında bağımsızlıklarını ilan ettikleri için Karesi Beyliği'nin kuruluş tarihi 1299 yılı kabul edilmektedir. Karesi Bey dönemi. Bizans İmparatoru II. Andronikos, Batı Anadolu'daki Türk yayılmasını önlemek için Alanlar ile işbirliği yapmıştır. 1300 yılında oğlu IX. Mihail komutasındaki Bizans-Alan kuvvetleri, Manisa'daki Gediz Nehri civarında karargâh kurmuşlardır. Karesi orduları ile savaşan Bizans-Alan kuvvetleri başarısız olmuş, Alanlar geri çekilip savaşı bırakmışlardır. 1301-1302 yıllarında topraklarını savunamayan II. Andronikos, paralı asker olarak kiraladıkları adamları Karesi Türkmenleri üzerine salmıştır. 1304 Ocak ayının ilk günlerinde Bizans İmparatorluğu, "Katalan Paralı Asker Birliği" adlı bir askerî birlik kiralayıp bu askerleri Kizikos bölgesine göndermiş ve bu bölgenin altı mil ötesinde bir su kenarında eşleri ve çocukları ile yaşayan, Edincik bölgesine yerleşmek isteyen bir Türk boyunu katletmiştir. Katalanların ani hücumuna uğrayan Türkler, beş bine yakın kayıp vermiştir. Katalanlar, on yaşın üzerinde bütün erkekleri öldürmüş, bölgeyi yakıp yıkmıştır. Bu yüzden Karesi Beyliği, 1302-1308 tarihleri arasında bir durgunluk dönemi yaşamıştır. İlhanlı Devleti veziri Emir Çoban, Anadolu'ya teftişe geldiğinde "Ulubey" makamında bulunan Germiyanoğulları Beyi Yakup Bey kendine bağlı beyler ile birlikte Emir Çoban'ın makamına giderek bağlılıklarını arz etmişlerdir. Bu beylerin arasında Karesi Bey de vardır. Anadolu Selçuklu Devleti'nde Sarı Saltuk ismindeki bir reis kumandasında, 10.000 ile 20.000 arası nüfusları olan Batıni mezhebindeki bir Türkmen aşireti, Sinop sahillerinden gemilere binerek önce Kırım'a oradan da Aktav Tatarlarının reisi Şehzade Nogay'ın emri ile Rumeli'deki Dobruca (Dobriçe) bölgesine ve 1264 yılında Kiligria-Romanya'ya geçmişler ve oralara yerleşmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi'nin halifelerinden biri olan Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli'ye yardım için gönderilmiştir. Sarı Saltuk'un 1280-1281'de Babadağ'da ölmesi üzerine, daha fazla Bulgar ve Rumların baskısına dayanamayan Türkmenlerin bir kısmı 1306 yılında Ece Halil adlı bir reisin emrinde gemilere binip Trakya üzerinden Çanakkale-Lapseki Yöresi'ne geçmiştir. Bütün eşya ve hayvanatıyla bu topraklara gelen Türmenler, Karesi Bey tarafından iyi karşılanarak Karesi ve havalisinde iskan edilmişler ve beyliğin topraklarının değişik bölgelerine ve özellikle Kaz Dağı'nın kuzey eteklerine Dağobası ve Evciler bölgesine yerleşmişlerdir. Bu Türkmenlerin önemli bir kısmı da bugün Havran'a bağlı Sarnıçköy'nü yurt tutmuşlardır. Bu halk Şamanist inancına göre kutsal sayılan Kaz'ın adını da İda Dağı'na vermişlerdir. Karesi topraklarına yerleşen Türkmenler, bölgedeki Türk nüfus ve kuvvetleri artmıştır. Karesi Bey, kendi ismiyle anılan Beyliğinin sınırlarını, Bizans İmparatorluğu'nun zayıflığından ve beraberinde bulunan Ece Halil'in adamlarından faydalanarak daha da genişletmiştir. Ayrıca İç Anadolu'da Moğolların saldırılarından kaçan Türk boyları da Karesi Beyliği'ne sığınmıştır. Bu boylar arasında Çepni boyları da mevcuttur. 1308 yılında Bayramiç ve Ezine çevresinde bir "Türkmen Prensliği" kurulmuş fakat bu Beylik aynı yılda Karesi Beyliği'ne bağlanmıştır. Karesi Bey, 1330 yılından önce ölmüştür. Tam ölüm tarihi bilinmemektedir. Karesi Bey ölünce onun için bir türbe yapılmıştır. Karesi Bey'den sonra Beyliğin başına Aclan Bey geçmiştir. Aclan Bey zamanında, Osmanoğulları Beyliği ile iyi ilişkiler kurulmuştur. Hacı İlbey, Aclan Bey'in vezirliği hizmetinde bulunmuştur. Yine de Aclan Bey'in kimliği netlik kazanmamış, Demirhan Bey veya Yahşi Bey olduğu ileri sürülmüştür. Donanma. Karesi Beyliği, kara ordusu yanında önemli derecede etkin bir donanmaya da sahipti. Balıkesir beyi Demirhan, denizde Rumlarla pek çok savaş yapmıştı. "Gemileri denizde rüzgârın önünde sanki uçarak gider, şehirler o gemilerden titrerdi". Gerçekten de Demirhan Bey'in yaptığı akınlarda ne derecede etkili olduğu; Bizans imparatoru II. Andronikos'un bizzat onunla görüşerek, bir saldırmazlık anlaşması yapmasından anlaşılmaktadır. Beyliğin bölünmesi ve yıkılışı. Demirhan Bey geçmiştir. Aclan Bey'in ikinci oğlu Yahşi Bey ise Bergama'nın yöneticisi olmuştur. Aclan Bey'in küçük oğlu Dursun Bey ise Bursa'da Orhan Gazi yanında bulunmuştur. 1333 yılında seyyah İbn Battuta, Balıkesir'i ziyaret etmiştir. Karesi Beyi, hem Marmara hem de Ege sahillerine kıyısı olan beyliğinde büyük bir donanma kurarak Rumeli'ye iki kere sefer düzenlemiştir. Karesi Beyin (hangi hükümdarın olduğu belirsiz, büyük ihtimal Yahşi Bey) ilk deniz seferi 1331 tarihinde 70 tekne ile Akdeniz'den Ferres'e (Ferecik veya Kara Feriye) düzenlediği seferdir. İkinci deniz seferi ise 1333 tarihinde 60 tekne ile Akdeniz'den Aynaroz Yarımdası'na düzenlediği seferidir. Bu yıllarda Karesi Beyliği, deniz gücü bakımından komşusu olan Osmanoğulları Beyliği'nden daha güçlüdür. Demirhan Bey halkına kötü davranmıştır. Bu durumdan şikayetçi olan halk ve beyliğin ileri gelenleri; Bursa'daki Dursun Bey'i davet etmiştirler. 1345 yılında Orhan Gazi ile birlikte gelen Dursun Bey, Bergama kalesine sığınan abisi Demirhan Bey tarafından öldürülmüştür. Bu duruma çok üzülen Orhan Gazi, halkın ve ileri gelenlerin de isteği üzerine 1361 yılında Karesi Beyliği topraklarını Osmanlı topraklarına katmıştır. Beyliğin yıkılışından sonra. Karesi Beyliği'nin tarih sahnesinden çekilişi ve yerini henüz devlet olma aşamasında bulunan Osmanlı Beyliği'ne bırakışı, ileride güçlü bir devlet hâline gelecek olan Osmanlılar için askeri ve siyasi genişleme açısından önemli bir adım olmuştur. Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa, Rumeli'ye geçişim gerek hazırlık döneminde gerekse icraat sırasında Karasi ümerâsının yardım ve desteklerini gördü. Yeni fethedilen Rumeli topraklarını Türkleştirmek için Anadolu'dan getirilen Türk nüfusu arasında Karasi ilinden gelenler, Gelibolu yarımadasına yerleştirildiler Yıldırım Bayezid, Saruhanoğulları Beyliği'ni 1390'da ele geçirdikten sonra Saruhan ve Karasi vilayetlerini birleştirerek oğlu Ertuğrul'a verdi. Daha sonraysa Bayezid'in oğullarından İsa Bey, Karasi Vilayeti'ne tayin edildi. Karesi Beyliği, Ankara Savaşı sonrasında Timur'un kendilerine bağımsızlık verdiği öteki beylikler gibi yeniden bir canlanma dönemi yaşamadı. Bununla beraber Karasi adı Osmanlı idaresi altıda varlığını uzun süre korudu ve 1393'te kurulan Anadolu Beylerbeyliği'ne bağlı sancaklardan biri oldu. Kitabeler. Karesi Beyliği'ne ait, Tokat Müzesi'nde bulunan Kutlu Melek ve Mustafa Çelebi'ye ait iki mezar taşı dışında herhangi bir kitabe bulunamamıştır. Jeneolojik açıdan değer taşıyan Kutlu Melek ve Mustafa Çelebi'ye ait olan bu kitabelerde yer alan şecereye göre, Karesi Beyliği sülalesi, 11. yüzyılda kurulmuş bir Türkmen beyliği olan Danişmendlilere dayanmaktadır. Bu kitabe haricinde, Karesi Beyliği sülalesin Danişmendlilere dayandığını gösteren başka bir kaynak yoktur. Adı geçen kitabeler, ilk olarak İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından yayımlanmıştır. Karesi Beyliği zamanından kalma en eski kitabe 1300 tarihli (Hicri 700) olup Hakimzade veya Kurşunlu Camii'n kurucusu Mevlâna Yusuf Sinan'ın mezar taşıdır. Baş taşın iç tarafında şöyle yazmaktadır: Kâle'n-Nebiyyü aleyhisselam el-müminûne lâyemûtûn. Nukıle min dari'l-fenâ ilâ daril-bakâ. Baş taşın dış tarafında şöyle yazmaktadır: Tuviffiye el-merhûm el-mağfur el-âlim el-âmil Mevlâna Yusuf Sinan bin Habîb el-Kâdi bi İbn-i Hakîm fi'ş-şehri cemâziye'l-âhir sene seb'a miye.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16103", "len_data": 10646, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
Kongo Demokratik Cumhuriyeti, (), eski adıyla Zaire, Orta Afrika'da bir ülkedir. Yüzölçümü bakımından Sahra Altı Afrika'nın en büyük, Afrika'nın (Cezayir'in ardından) ikinci büyük, dünyanın ise 11. büyük ülkesidir. 105 milyonluk nüfusuyla en kalabalık Frankofon ülkedir. Ayrıca Afrika'nın en kalabalık 4. (Nijerya, Etiyopya ve Mısır'ın ardından), dünyanın ise 15. ülkesidir. Kongo Demokratik Cumhuriyeti, kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan, Uganda, Ruanda, Burundi, Tanzanya, Zambiya, Angola, Kongo Cumhuriyeti ve 40 km'lik bir sahil şeridi ile Atlas Okyanusu ile çevrilidir. Ülkenin başkenti Kinşasa'dır. Büyük ölçüde Kongo Havzası'nda bulunan KDC'nin ilk yerleşimcileri 90.000 yıl önce bölgeye ulaşan avcı-toplayıcı Afrika Pigmeleridir. 3000 yıl önce Bantu halkları havzaya yayıldı. Kongo Krallığı 14 ile 19. yüzyıllar arasında Kongo Nehri'nin denize döküldüğü bölgede hüküm sürdü. Kuzeydoğu, orta ve doğu bölgelerde ise Azande, Luba ve Lunda krallıkları 16 ve 17. yüzyıllardan 19. yüzyıla dek varlığını sürdürdü. Afrika Talanı'nın başlamasından kısa bir süre önce, 1870'li yıllarda Avrupalılar Kongo Havzası'na keşif seferleri düzenlediler. Bu seferlerin ilki Belçika Kralı II. Léopold'ün desteğiyle Henry Morton Stanley tarafından yapıldı. Léopold 1885 Berlin Konferansı'nda Kongo topraklarının tüm haklarını resmen aldı ve Kongo Bağımsız Devleti adıyla kendi özel mülkü ilan etti. Bu dönemde kralın sömürge askerî gücü olan "Force Publique" (Halk Gücü) yerel halkı kauçuk üretimine zorladı ve 1885'ten 1908'e dek milyonlarca Kongolu hastalık ve sömürü sonucu hayatını kaybetti. 1908'de Leopold sözde bağımsız Kongo'yu Belçika'ya devretti, böylece ülke Belçika Kongosu adını aldı. Kongo, 1960'ta Kongo Cumhuriyeti adıyla Belçika'dan bağımsızlığını kazandı. Aynı yıl yapılan seçimlerle Kongo milliyetçisi Patrice Lumumba ülkenin ilk başbakanı, Joseph Kasa-Vubu ise ilk cumhurbaşkanı oldu. Bağımsızlıktan kısa bir süre sonra yönetimde çıkan anlaşmazlıklar Kongo Krizi'ne yol açtı. Güney Kasai ile Moïse Tshombé yönetimindeki Katanga bölgeleri ülkeden ayrılma girişiminde bulundu. BM ve Batı yönetimlerinin müdahale isteklerini yanıtsız bırakmasının ardından Başbakan Lumumba Sovyetler Birliği dahil tüm ülkelerin yardımına açık olduğunu belirtti. Bunun üzerine ABD ve Belçika, Cumhurbaşkanı Kasa-Vubu'nun 5 Eylül'de başbakanı görevden almasını sağladılar. Lumumba 1961'de Belçika destekli Katangalı askerlerce infaz edildi. 1965'te sonraları kendini Mobutu Sese Seko olarak isimlendirecek olan genelkurmay başkanı Joseph-Désiré Mobutu bir darbeyle iktidarı ele geçirdi. Diktatör Mobutu 1971'de ülkenin ismini Zaire olarak değiştirdi ve ülkeyi kendi partisi Devrimci Halk Hareketi'nin yönetimde olduğu bir tek parti devletine dönüştürdü. Mobutu yönetimi Soğuk Savaş'taki antikomünist tutumu nedeniyle Birleşik Devletler'den kayda değer bir destek gördü. 1990'lı yılların başlarında yönetim çözülmeye başladı. 1994 yılındaki Ruanda Soykırımı ve Kongo'da yaşayan Tutsi kabilesine mensup Banyamulenge halkının vatandaşlık haklarının ellerinden alınması nedeniyle doğu bölgelerde yaşanan istikrarsızlık 1996'da Tutsi FPR yönetimindeki Ruanda'nın ülkeyi işgaline yol açtı. Bu olayla Birinci Kongo Savaşı başladı. Güney Kivu bölgesinden isyancı bir komutan olan Laurent-Désiré Kabila 1997'de Mobutu'nun Fas'a kaçmasıyla cumhurbaşkanı oldu ve ülkenin ismini Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ne çevirdi. Kabila'nın ülkedeki Ruanda ve Tutsi varlığıyla yaşadığı gerilim 1998'de İkinci Kongo Savaşı'nın çıkmasına neden oldu. Dokuz Afrika ülkesinin katıldığı savaş 2003'te sona erene kadar 5,4 milyon insanın ölümüne yol açtı. 2001'de Cumhurbaşkanı Kabila korumalarından biri tarafından suikaste uğrayarak öldü, ardından koltuk oğlu Joseph Kabila'ya geçti. Oğul Kabila yönetiminde ülkede gözaltında kaybolmalar, işkence, keyfî hapis cezaları ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması gibi pek çok insan hakkı ihlali yaşandı. 2018 genel seçimlerinde Félix Tshisekedi'nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle ülke tarihindeki ilk barışçıl güç teslimi yapıldı. Demokratik Kongo Cumhuriyeti, doğal kaynaklar bakımından çok zengin bir ülke olmasına karşın siyasi istikrarsızlık, altyapı eksikliği, yolsuzluk ve sömürgecilik nedeniyle çok yoksul bir ülkedir. Başkent Kinşasa dışındaki büyük şehirler Lubumbashi ve Mbuji-Mayi maden şehirleridir. İşlenmemiş madenler KDC'nin en büyük ihracat kalemidir ve 2012'de yarısından fazlası Çin'e gitmiştir. Ülke İnsani Gelişme Endeksi'nde 189 ülke arasında 175. sıradadır. DKC; Birleşmiş Milletler, Bağlantısızlar Hareketi, Afrika Birliği ve COMESA (Doğu ve Güney Afrika Ortak Pazarı) üyesidir. 2015'ten bu yana ülkenin doğusundaki Kivu'da süregelen bir savaş nedeniyle 2018 itibarıyla 600 bin Kongolu ülkenin orta ve doğu bölgelerinden kaçarak komşu ülkelere sığınmış, 4,5 milyon insan ise evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Hâlen iki milyon çocuk açlık riski altında yaşamaktadır. Ülke İsmi. Kongo Demokratik Cumhuriyeti geçmişinde birçok kez resmi adında değişiklik yaşanmış olup, belli dönemlerde komşu ülke Kongo Cumhuriyeti ile resmi olarak aynı isim kullanılmıştır. Aşağıdaki tabelada Kongo bölgesinin tarihsel isimleri yer almaktadır. <noinclude> Coğrafya. Afrika kıtasının en büyük ikinci yüzölçümüne sahip olan Kongo Demokratik Cumhuriyeti, sahip olduğu 2,344,458 km2'lik alan ile bir dönem sömürgesi konumunda olduğu Belçika'dan neredeyse 77 kat daha büyük konumdadır. Ekvator üzerinde kıtanın orta bölümünde yer alan ülke bitki örtüsü ve yaban hayat açısından zengin çeşitliliğe ve doğal alanlara sahiptir. Ülkenin toplamda sahip olduğu 10.730 km'lik kara sınırdan 2.511 km'si (251 km'si Cabinda ile sınır bölümünü oluşturmaktadır) Angola, 233 km'si Burundi, 1.577 km'si Orta Afrika Cumhuriyeti, 2.410 km'si Kongo Cumhuriyeti, 217 km'si Ruanda, 628 km'si Güney Sudan, 459 km'si Tanzanya, 765 km'si Uganda, 1.930 km'si Zambiya ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'nda 40 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır. Ülke toprakları tropikal yağmur ormanlarına sahip Kongo Havzası'nın neredeyse %60'ını kaplamaktadır. Ülkenin en yüksek noktasını 5.109 m ile Ruwenzori Sıradağı içerisinde yer alan Stanley Dağı'nın uç noktası olan ve Margherita Peak olarak adlandırılan zirve oluşturmaktadır. Ülkenin en büyük ve en uzun nehrini oluşturan Kongo Nehri, 4374 km'lik uzunluğu ile neredeyse tamamına Kongo Demokratik Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer almakta olup, nehir batı bölümlerinde Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin, Atlas Okyanusu'na dökülmeden önce Angola ve Kongo Cumhuriyeti ile sınır çizgisini oluşturmakta ve böylece bu iki ülkeye de kıyı şeridi oluşturmaktadır. Kongo Nehri, Afrika kıtasının Nil nehrinden sonra en uzun ikinci nehri konumumda olup, 39.160 m3/s ile taşıdığı su bakımından Afrika'nın en büyük, dünyanın ise en büyük ikinci nehri durumundadır. Kongo nehri ülkenin güney bölümünde Mitumba Sıradağı'nda kaynağından çıkarak kuzey yönde 1.000 km akmakta olup, burada da iç delta oluşturarak batı-güneybatı yönünde dönüş yapmaktadır. Bu dönüş neticesinde nehir Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile Kongo Cumhuriyeti arasındaki sınırı da oluşturarak ilerlemekte ve son olarak Atlas Okyanusu'na dökülmektedir. Kongo nehri ile birleşerek yoluna devam eden birçok nehir bulunmaktadır. Bu nehirler içerisinde 9.873 m3/s su taşıma kapasitesine sahip olan Angola'dan gelen Kasai Nehri açık ara en büyük nehir konumundadır. Ülkenin kuzey bölümünden ve büyük bölümü Orta Afrika Cumhuriyeti ve Kongo Cumhuriyeti ile sınırı oluşturarak gelen ve Kongo nehrine katılan en büyük nehir ise Ubangi Nehri'dir. Ülkenin sahip olduğu 40 km'lik tek sahil şeridi önemli bir yere sahip olup, bu sahil şeridi nedeniyle Atlas Okyanusu'nda zengin petrol yataklarına sahip olunmaktadır. Büyük Rift Vadisi göllerinin bulunduğu doğu bölümünde sınır çizgileri çoğu zaman göller ile oluşmaktadır. Bu bölgede Albert Gölü, Eduard Gölü, Kivu Gölü ve Tanganika Gölü gibi önemli göller yer almaktadır. Buradaki göllerin varlığı ülkeye yer altı zenginliklerini de beraberinde getirmekte olup, doğalgazın yanı sıra altın ve kalay gibi madenlerde bu bölgede çok miktarda yer almaktadır. Kongo Havzası'nda bulunan ve Oksisol toprak olarak adlandırılan ve sabit sıcaklık ile birlikte yüksek nemin yaşandığı alanlarda görülen aşırı yıpranmış kırmızı tondaki toprak ülke ekonomisi için ekim alanı olarak verimlilik arz etmemekte olup, ülkenin kuzey ve doğusunda yüksek yerlerde yer alan topraklar tarım arazisi olarak daha uygun oldukları için bu bölgelerde tarım yoğun olarak gerçekleştirilmektedir. İklim. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde coğrafi konumu nedeniyle Ekvator İklimi yaşanmaktadır. Bu sebepten dolayı ülke topraklarını çok büyük bir bölümünde sıcak, tropikal, nemli bir iklim yaşanmaktadır. Ülke genelinde yağmursuz geçen kurak dönemlerde ortalama sıcaklık 20 °C iken, yağmurun bol yağdığı yağmur sezonlarında ortalama sıcaklık 30 °C olarak ölçülmektedir. İklim mevsim geçişlerinde bile gözle görülür farklılık göstermemekte olup, ülke topraklarının genişliği nedeniyle bazı bölgelerde yerel olarak genelin dışında da iklim yaşanabilmektedir. Ülkenin kuzeyindeki orta kesimde yer alan Mbandaka ve Kisangani şehirlerinde geçen Ekvator çizgisi, ülke içerisinden geçtiği 300 km'lik hatta yıl boyunca 1500–2000 mm düzeyinde olan şiddetli yağmur geçişlerine sebep olurken sıcaklığı yıl boyu 26 °C dolayında tutmaktadır. Başkent Kinşasa'da yıl boyu ortalama sıcaklık 25 °C dolayında seyretmektedir. Başkentte yaklaşık olarak dört ay süren kurak dönem ile yağmur dönemlerindeki geçişler sırasıyla yaşanmakta olup, yağmur sezonun en yoğun yaşandığı dönem ise genel olarak Ekim-Nisan aylarıdır. Kinşasa'ya yıl boyu düşen yağmur ortalaması 1400 mm dolaylarındadır. Ülkenin kuzey bölgelerinde Ekvator iklimin de etkisiyle var olan ormanlık alanlar da Savan olarak adlandırılan geniş çayırlar gözlemlenmektedir. Bu bölgelerde kurak dönem güney bölgelerine göre yılın son iki-üç ayı başlamakta olup, yeni yılın ilk iki-üç aylık dönemine kadar sürmektedir. Yağmurların yağdığı dönem olan Mart-Ekim dönemlerin de ise yıllık yağış oranın %90'ı gerçekleşmektedir. Ülkenin güney bölgelerinde hakim olan tropikal iklim ile birlikte kurak dönemler genellikle üç ila altı ay arasında (genellikle Mayıs-Eylül aylarında), yağmur dönemleri ise yine üç ila altı ay arasında (genellikle Ekim-Nisan aylarında) yaşanmaktadır. Ülkenin en güneyindeki bölge konumunda olan Katanga bölgesi içerisinde yer alan Lubumbashi'de altı ay yoğun bir kurak dönem yaşanırken, hava sıcaklıklarında gece ile gündüze sıcaklık farklılıkları büyük olabilmektedir. Ülkenin doğu kısmında yer alan dağlık alanlarında ise dağ iklimi hakim olup, ülkenin diğer bölgelerine göre daha serin bir iklime sahiptir. Ülkenin en yüksek noktasının da bulunduğu bölgede, dağın zirvelerinde kar görülebilmektedir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti içerisinde en çok yağışta bu bölgelerde gerçekleşmektedir. Ülkenin en batı ucunda, Atlas Okyanusu'na kıyısı olan çok küçük bir bölgede ise Ilıman okyanusal iklim görülmektedir. Buna göre bu bölgede yer alan Boma'da yıllık yağış ortalamaları 800 mm'ye kadar düşüş göstermektedir. Bitki örtüsü ve yaban hayat. Kongo Demokratik Cumhuriyeti sınırları içerisinde Afrika kıtasının günümüzde de hala var olan en büyük yağmur ormanları bulunmaktadır. Ülke topraklarının neredeyse üçte ikisi tropikal yağmur ormanları ile dağlık orman arazilerinden oluşmaktadır. Ekvator çizgisine yakın yüksek yerlerde dağlık yağmur ormanları ile birlikte yoğun sisin yaşandığı sisli ormanlar sık olarak yer almaktadır. Bu tür ormanlarda daha çok uzun ve ince gövdeye sahip olan, sert yaprakları bulunan Kauçuk ağacı, Tik ağacı ve Mahagoni ağacı gibi ağaçlar ve Epifit, Salepgiller gibi bitkiler göze çarpmaktadır. Yağmur ormanları bölgesinin kuzeyinde ve güneyinde ise 200–500 km genişliğe sahip, nemli bir iklimin hüküm sürdüğü büyük çayırlık alanlar bulunmaktadır. Bu çayırlık alanlarda çok sık olarak Sütleğen bitkisi yer almaktadır. Nemli savan alanlardan daha kurak savan alanlarına geçişlerde ise Akasya ağaçları ve Sukkulent bitkisi görülmektedir. Yaban hayat açısından Kongo Demokratik Cumhuriyeti önemli bir zenginliğe sahiptir. Memeli hayvan sınıfından olan aslan, leopar, gergedan, fil, zebra, çakal, sırtlan ve antilop gibi hayvanlar çoğunlukla geniş çayırlara sahip savan bölgesinde yaşarken, ülkenin de çoğunluğunu kaplayan ormanlık alanlarda da yaşayan ve sayıları yüzlerle ifade edilen çok sayıda hayvan bulunmaktadır. Özellikle UNESCO tarafından da dünya mirası olarak konumlandırılan Garamba, Kahuzi-Biéga, Salonga, Virunga Ulusal Parkları ile Yaban Hayat Rezervi Okapi çoğunlukla Bonobo, Goril, Okapi, Afrika mandası gibi hayvanların barındırdığı için yaban hayat ile önemli bir konumdadır. Yaban Hayat Rezervi Okapi'de ise ulusal parka adını da veren Okapi'nin dünya üzerindeki tek yaşam alanıdır. Dünya üzerinde sadece Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde görülebilen Okapi'nin günümüzde nüfusu 5.000-10.000 arası olarak ifade edilmektedir. DKC'de bulunan ulusal parkların bir diğer özelliği ise dünya üzerinde insana benzeyen üç maymun türü olan Bonobo, Goril ve Şempanze'ye aynı anda ev sahipliği yapmasıdır. Doğada Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nden başka herhangi bir ülkede görülemeyecek hayvanların mevcudiyeti 3000'e yakın olarak ifade edilmektedir. Bu sayı 1980'li yıllarda 10.000 hayvan türü olarak dile getirilmekteydi. Ülkede memeli hayvanların dışında 268 farklı sürüngen çeşidi ve binlerce balık ve kuş çeşidi yaşamaktadır. Ayrıca böcek çeşitliliğinde bol olduğu ülkede, 1300 ile dünyada başka hiçbir ülkede olmayacak kadar kelebek çeşidi yaşamaktadır. Tarih. Erken tarih. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin bugün varlığını sürdürdüğü toprakların ilk yerlilerini günümüzde sadece çok küçük bir alanda yaşamlarını sürdüren Pigmeler oluşturmaktaydı. Yüzyıllar boyunca ilerleyen Bantu halkları, zaman içerisinde tarımdan, avcılığa kadar birçok alanda etkili olan topluluklar oluşturarak, söz konusu dönemde bölgede birçok devlet yapısını oluşturmuşlardır. Bu devletler içerisinde özellikle 14. yüzyılda kurulan ve Afrika'da bugüne kadar kurulan en güçlü devlet yapılarında birini oluşturan Kongo Krallığı ön plana çıkmıştır. Bunun haricinde Luba Krallığı ya da Lunda Krallığı gibi krallıklarda bu bölgede kendi yapılarını oluşturmuşlardır. 15. yüzyılda bölgeye ilk gelen Avrupalılar olan Portekizliler, Kongo nehrinin Atlas Okyanusu'na döküldüğü noktada keşifler yapmış, 1491 yılında ise ilk defa Kongo İmparatorluğu ile diplomatik ilişki kurmuşlardır. Bu dönemde düzenlenen karşılıklı ziyaretler ile daha da geliştirilen diplomatik ilişkiler, Kongo kralının dinini Hristiyan Katolik olarak değiştirmesine varacak kadar ilerletilmiştir. Yeni Çağ ile birlikte Amerika'daki kolonilere köle gönderen ülkelerden biri konumuna gelen Kongo Krallığı, bu sayede refah seviyesini yükselterek oluşan yeni zengin üst tabaka topluluk ile birlikte Afrika kıyılarında yeni liman şehirleri kurmuşlardır. 16. yüzyıl ile birlikte krallıkta başlayan çözülme ve çöküş, 17. yüzyılda özellikle Portekiz hakimiyetinin bölgede kaybolması ile birlikte zirveye ulaşmış, köle tüccarlarının ve Portekiz sonrası bölgeye hakim olmaya çalışan Hollanda ve Birleşik Krallık'ın da çökmüş olan ülkeyi sömürüp, yağmalaması neticesinde tamamen ortadan kaldırılmıştır. 18. yüzyıl başlarında da Kongo bölgesinde kurulu birçok ülke de aynı şekilde ortadan kaldırılmış, 1866 yılında da son Portekizliler bölgeden ayrılmıştır. 1870 yılında bölgenin iç kısımlarına ziyarette bulunan ilk Avrupalı olan Galli Henry Morton Stanley her ne kadar Birleşik Krallık hükûmetine bölgeyi krallık koloni sistemine bağlama önerisinde bulunsa da, bu öneri hükûmet tarafından Nil bölgesinin kendileri için daha öncelikli olacağı gerekçesiyle kabul görmemiştir. Kolonileşme. Birleşik Krallık tarafından bu öneri reddedilmesini fırsat bilen Belçika Kralı II. Léopold uzun bir süredir koloni imparatorluğu kurma hayallerini gerçekleştirme arzusundaydı. 1885 yılında Kongo bölgesinin geleceği ile ilgili olarak düzenlenen Berlin Konferansı'nda, Kongo'nun kendisine özel mülkü olarak kullanımına verilmesine onay alarak kolonileşme tarihinde ilk ve tek olacak şekilde uluslararası hukuka aykırı bir şekilde bir bölgenin bir şahsın özel mülkü olarak ilan edilmesini sağlamıştır. Koloni tarihinde kolonileştirilen tüm bölgeler bir ülke tarafından yönetilip, idare edilirken Kongo bölgesi yaşayan tüm insanları ile birlikte şahsın özel idaresine bırakılmış, bölge insanı ekonomik çıkarlar doğrultusunda özellikle kauçuk elde ediniminde zalim yöntemlerle kullanılmış, idarelerine uygun hareket etmeyenler ağır cezalara çarptırılmış ve öldürülmüştür. 10 milyondan fazla insanın yaşamına mal olan bu olaylar uluslararası kamuoyunda karmaşaya ve öfkeye neden olmuş, II. Léopold gelen yoğun tepkiler neticesinde 1908 yılında Kongo'nun idaresini 'normal' koloni olarak Belçika devletine bırakmak zorunda kalmıştır. Her ne kadar bölgenin idaresi bir ülkenin yönetimine bırakılmış olsa da, bölge insanını yaşadığı sıkıntılar ve olumsuzluklar da büyük oranda bir düzelme gerçekleşmemiş, bölge yağmalanmaya devam edilmiş, Kongolular otoriter koloni sahibi Belçika devleti tarafından acımasız yöntemler ile kullanılmaya devam edilmiştir. Kongo, dünya çapında gelişen kolonilerin bağımsızlık taleplerine uygun hareket ederek bağımsızlık söylemlerini güçlendirmiş ve ülkenin geleceğinin Kongolular tarafından tayin edilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Başkent Léopoldville'de ki ilk çatışmalar ve diğer devletlerin baskıları neticesinde Belçika 1959 yılında ani bir şekilde bölgeden çekilerek bölgede karmaşık bir yapıyı geride bırakmıştır. 30 Haziran 1960 tarihinde "Kongo Cumhuriyeti" adı altında bağımsızlığını ilan eden ülkede, ABAKO (Alliance des Bakongo) lideri Joseph Kasavubu ülkenin ilk devlet başkanlığına, Pan-Afrikanizm yanlısı ve bağımsızlık mücadelesinin önde gelen isimlerinden olan Patrice Lumumba ise yeni ülkenin ilk başbakanlık makamına getirilmiştir. Ancak bu yönetim Belçika, ABD ve Sovyetler Birliği'nin kendi menfaatleri doğrultusundaki müdahaleleri sebebiyle uzun ömürlü olamamış, Lumumba asker tarafından görevinden alınarak tutuklanmıştır. Her ne kadar tutuklanmasından itibaren kısa bir süre kurtularak kaçmayı başarsa da, tekrar yakalanarak rakibi ve ayrılıkçı Katanga bölgesinin lideri Moïse Tshombé'ye teslim edilmiş ve daha sonra da Tshombé'nin silahlı güçleri tarafından öldürülmüştür. Lumumba'nın öldürülmesinde ABD'nin ve özellikle de eski koloni sahibi Belçika'nın rollerinin büyük olduğu tahmin edilmektedir. Diktatör Mobutu. 1965 yılında Lumumba'nın eski bir asistanı olan Joseph Mobutu tarafından yapılan darbe ile Afrika tarihinin en uzun ve en düzeni bozuk diktatörlük sistemlerinden biri kurulmuştur. Ülkede belli dönemlerde ve belli bölgelerde Tshombé'nin Avrupa kökenli askerî birliklerinin Kongo'nun belli bölgelerini ara sıra eline geçirmesine rağmen tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Tshombé'nin Avrupa'ya ve Avrupalıya dayanan sisteminin aksine ülkeyi tamamen Afrikalılaştırma isteğinde olan Mobutu, tüm Avrupa menşeli işletmeleri kamulaştırarak ülke içerisindeki Avrupa etkisini azaltmak istemiştir. 1971 yılında ülkenin ismini Zaire olarak değiştiren Mobutu, oluşturduğu tek parti rejimi ve kişilik kültü ile ülke içerisinde yaptıklarının aksine ülkenin ve genelinde Afrika'nın Sovyetler Birliği etkisine girmesinden endişelenen Avrupalı devletlerin de desteğini alarak diktatör bir yönetim ortaya koymuştur. Mobutu, 1977/78 yıllarında Nathaniel Mbumba önderliğindeki ayrılıkçı Front de Libération Nationale du Congo ("FLNC") tarafından düzenlenen ve Shaba'nın (günümüzde Katanga) Kongo'dan koparmayı hedefleyen Shaba İstilası özellikle Fransa ve Belçika askerlerinin önderliğindeki uluslararası askerî gücü sayesinde püskürtülerek yenilgiye uğratılmıştır. Kongo savaşları. Zaire ekonomisinin tam anlamıyla çökmesiyle ve doğu-batı sorununun çözümlenmesi ile Mobutu 1990 yılında ülkenin yavaş da olsa demokratikleşmesi yönünde adımlar atmaya çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Ülkedeki tüm olumsuzluklara rağmen Mobutu iktidarının çöküşü komşu ülke Ruanda'da yapılan soykırım ile başlamış, Ruanda'da soykırımından sorumlu Hutu etnik grubuna mensup binlerce Ruandalının Zaire'ye kaçması Mobutu'nun gücünü olumsuz yönde etkilemiştir. Hutuluları takip eden Tutsi hükûmetine bağlı askerî birlikler ile ülke içerisindeki Mobutu karşıtlarının oluşturduğu birlik çok kısa bir süre içerisinde tüm Zaire'yi ele geçirmeyi başarmış, hasta olan ve uluslararası desteğini de kaybeden Mobutu'yu görevden kısa sürede uzaklaştırmışlardır. 1997 yılında isyancıların lideri konumunda olan Laurent-Désiré Kabila ülkenin yeni devlet başkanı olarak göreve getirilmiş, Kabila'nın ilk icraatlarından biri de ülkenin ismini Zaire'den tekrar Demokratik Kongo Cumhuriyeti olarak değiştirmek olmuştur. Mobutu karşısında oluşturulan bu birliktelik kısa sürede bozulmuş, 1998 yılında yine Ruanda merkezli isyancı güçlerin oluşturduğu birlik ülkeyi doğudan itibaren ele geçirmeyi hedeflemiş ancak bu ilerleyiş Angola ve Zimbabve askerî güçlerinin de Kabila güçlerine yardım etmesi ile fazla ilerlemeden geri püskürtülmüştür. Yaşanan bu gelişmeden sonra ülke kendi içerisinde farklı güç odaklarına bölünmüş ve yıllarca süren iç savaşlara neden olmuştur. Uzun yıllar süren müzakereler 2003 yılında olumlu yönde sonuçlandırılarak, tüm tarafların katılımı ile ülkede geçici hükûmet kurulmuştur. Bu savaşlar neticesinde zor durumda olan Kongo ekonomisi ve sosyal hayatı daha da ağır bir darbe almış ve çökmüş, ayrıca ülkenin birçok yerindeki bölgeler insansızlaştırılmıştır. Uzun yıllar süren bu savaş ülke nüfusuna da derin bir darbe vurmuş, tahminlere göre 3 milyondan fazla insan bu süreçte dolaylı da olsa olumsuz yönde etkilenmiştir. Savaş sonrası dönem. Savaşın henüz sona ermediği Ocak 2001 tarihinde devlet başkanı Kabila düzenlenen suikast sonucu öldürülürken, yerini 'miras' yolu ile oğlu Joseph Kabila almıştır. Barış görüşmelerinde kararlaştırılan 2006 genel seçimlerinde sandıktan zaferle çıkan Joseph Kabila 1965 yılından bu yana seçim ile başa geçen ilk kişi olma özelliğini elde etmiştir. Ülkenin başında 1960 yılından bu yana ilk defa ülke içerisindeki barış ve refah için gerekli görüşmeleri yapmaya hazır olduğunu açıklayan bir devlet başkanı bulunmaktaydı. Doğu Kongo sorunu. Ülkenin doğu kısmında yer alan Kivu ve Itru bölgelerinde silahlı çatışmalar barış anlaşmasına rağmen devam etmiştir. 2003 yılında yapılan barış görüşmelerinde yer almayan ve o bölgede bulunan bölgesel silahlı gruplar, bölgede yer alan Hutu topluluklarını şiddet yanlısı Tutsi topluluğundan korudukları gerekçesiyle mücadeleye devam etmişlerdir. 2008 yılında Congrès national pour la défense du peuple ("CNDP") örgütü ile yapılan barış görüşmelerinde sonuç elde edilememesi üzerine Kongo ve Ruanda hükûmetleri işbirliği anlaşması imzalamış, aynı yıl Kongo ve Ruanda askerî birliklerin ortak katılımı ile düzenlenen operasyonda birkaç gün önce mensubu ve lideri olduğu örgütü tarafından dışlanan Laurent Nkunda Ruanda'da yakalanarak tutuklanmıştır. Her ne kadar Mart 2009'da hükûmet ile Congrès national pour la défense du peuple örgütü arasında barış anlaşması imzalanmış olsa da, doğu bölgelerinde güvenlik hala tam olarak sağlanabilmiş bir konumda değildir. Nüfus. Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde Temmuz 2010 yılında yapılan tahmini nüfus sayımında 68 milyon nüfus tespit edilmiş olup bu oran ile ülke, Afrika kıtasının en kalabalık dördüncü ülkesi konumundadır. Ülke içerisindeki nüfus yoğunluğu 30,2 kişi/km2 ile toprak büyüklüğü ile orantılı bakıldığında düşük olup nüfusun büyüme hızı yıllık %3 ile çok yüksek bir orandadır. 1984 yılında yapılan son resmi nüfus sayım sonuçları ile karşılaştırıldığında geçen süreç içerisinde ülkenin nüfusunu ikiye katladığı gözlemlenmektedir. Nüfusun %46,9'u 15 yaşının altında olup bu oran ile dünyadaki en genç nüfusa sahip ülkelerden biri konumundadır. Sadece %2,47'si 65 yaş ve üzeri olduğu ülkede Beklenen yaşam süresi erkeklerde 60,03 yaş, kadınlarda ise 63,69 yaş düzeyindedir. Kongo Demokratik Cumhuriyeti genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre %65,80'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,47'si 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %46.38 (erkek 23,757,297/kadın 23,449,057) 15-24 yaş: %19.42 (erkek 9,908,686/kadın 9,856,841) 25-54 yaş: %28.38 (erkek 14,459,453/kadın 14,422,912) 55-64 yaş: %3.36 (erkek 1,647,267/kadın 1,769,429) 65 yaş ve üzeri: %2.47 (erkek 1,085,539/kadın 1,423,782) Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %46,8 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %3,14 düzeyindedir. Etnik gruplar. Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde tıpkı diğer kolonileştirilmiş ve sömürge konumda olan ülkelerde olduğu gibi yapay etnik gruplar oluşturulmuştur. Ülkede var olan etnik grupların birçoğu modern zaman öncesi kabile mevcudiyetlerine göre oluşturulurken, kimi etnik grupta tıpkı Baluba gibi baştan meydana getirilmiştir. Günümüzde ülkede var olan 200'den fazla etnik grubundan %80'i Bantu etnik grubuna mensup olmaktadır. Bantu etnik grupları içerisinde de Bakongo (%16), Baluba (%18), Mongo (%13) ve Banjaruanda (%10) en önde gelen gruplar konumundadır. Nüfusun geri kalan %20'sinden %18'i Sudan topluluklarından, %2'si Nilotan topluluklarından oluşmaktadır. Ülke genelinde ise 20.000 ila 50.000 arasında Pigme yaşamaktadır. Ülkenin bağımsızlığını ilan ettiği tarihte 100.000 civarında olan ve çoğunluğunu Belçikalıların oluşturduğu Avrupalılar, günümüzde 20.000 dolayında bir nüfus oluşturmaktadır. Belçika'nın ülkenin bağımsızlığını kabul etmeden önce etnik gruplar arasındaki yapay sorunlar ülkenin tarihindeki tüm savaşların ve problemlerin ana kaynağı olarak kabul edilmektedir. Dil. Ülke içerisindeki etnik grup çeşitliğine paralel olarak çok sayıda da dil kullanılmaktadır. Ülke genelinde 214 dolayında yerel dil konuşulmaktadır. Ülkenin eğitimde ve edebiyatta kullanılan resmi dili Belçika'nın kolonisi olmasının etkisiyle Fransızcadır. Ülke genelinde Fransızcanın kullanımı dışında dört adette resmi dil mevcuttur: Kongoca (Kikongo), Lingala, Svahili ve Ciluba (Tshiluba). Bu resmi diller farklı diller konuşan topluluklar arasında lingua franca görevi görür. Fransızcanın dışındaki resmi dillerin dört dil ile sınırlandırılması da Belçika tarafından karara bağlanmıştır. Kongoca, geçmişte Kongo Krallığı'nda da kullanılan bir dil iken günümüzde Angola ve Kongo Cumhuriyeti'nde yaygın olarak kullanılmaktadır. Ciluba dili sadece Kasai-Occidental ve Kasai-Oriental illerinde konuşulurken, Avrupalılar tarafından iletişim dili olarak kullanılan ve bu sayede yaygınlaştırılan Lingala ülkenin kuzey-kuzeybatı bölgelerinde Bangala topluluğu tarafından kullanılmaktadır. Lingala, özellikle Mobutu diktatörlüğü döneminde ülke içerisinde önem kazanmış, Mobutu ulusa seslenişlerini bu dil vasıtası ile yapmıştır. Afrika kıtasının doğusunda yaygın olarak kullanılan ve çoğu ülkede resmi dil olan Svahili dili, DKC'de de kullanılmaktadır. Özellikle ülkenin doğu kesimlerinde konuşulan dil, Mobutu rejiminin sona erdirilmesi ile birlikte ordunun resmi dili olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kongo kanunlarına göre yayımlanan bir kanun, en geç 60 gün içerisinde diğer resmi dillerde de yayımlanmak zorundadır. Din. Ülke genelinde nüfusun %80'i Hristiyan dinine mensuptur. Belçika sömürgesi olduğu dönemlerde yapılan yoğun misyonerlik faaliyetleri neticesinde yerel dinlerden Hristiyan dinine geçen Kongoluların birçoğu da Katolik mezhebine bağlı olarak dinini yaşamaktadır. Ülke nüfusunun %50'si Katolik mezhebinde iken, %20'si Protestan, %10'u ise bağımsız bir Afrika Hristiyanlığı olan Kimbangizmi benimsemektedir. İslamiyet Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde yoğun olarak görülen bir din olmayıp, ülke nüfusunun sadece %10'u İslami değerlere uygun yaşantısını sürdürmektedir. Ülke nüfusunun geri kalan %10'luk dilimi ise Senkretizm ve diğer Afrika yerel dinlerine inanmaktadır. Sosyal durum. Kongo Demokratik Cumhuriyeti dünyadaki en fakir ülkelerden biri olarak kabul edilmektedir. 2006 yılında Kongo hükûmetinin yaptığı bir araştırmaya göre nüfusun %76'sı çocuklarını okula gönderme imkanına sahip değilken, %79 yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürdürmektedir. Yine aynı araştırmada nüfusun %81'i evlerde yeterli oda sayısına sahip değilken, %82'si tıbbi bakım olanaklarından faydalanamamaktadır. Ülke içerisinde genel olarak nüfusun %71'i ise açlık sınırının altında yaşamaktadır. Özellikle Équateur (Türkçe: Ekvator) ili ile iç savaştan en çok etkilenen Kivu illerinde yaşayan nüfusun çok büyük bir oranı açlık sınırının altında bir yaşam sürdürmektedir. Sosyal sistem. Ülke genelinde var olan sosyal sistem dünyadaki en kötü sistemler biri olarak görülmektedir. Her ne kadar teorik olarak Belçika kolonisi olduğu dönemden kalan ve örnek alınabilecek bir sosyal güvenlik sistemi mevcut olsa da, pratikte hiçbir işlevi bulunmamaktadır. 1992 yılında hükûmet tarafından alınan karar ile tamamen sonlandırılan sosyal güvenlik sisteminin yanı sıra devlet memurlarına verilen maaşlarda da tümüyle kesintiye gidilmiştir. Her ne kadar Mobutu iktidarının devrilmesinin ardından tekrar devlet personeline maaş ödenmesi yönünde çalışmalar yapılmış olsa da, bu yöndeki çabalar sonuçsuz kalmış, zaman zaman ödenebilen maaşlar memurların geçimi için yeterli düzeyde olmamıştır. Tüm bu gelişmeler neticesinde ülke vatandaşları devlet tarafından yapılması gereken ancak yapılmadığı için aksayan işlerin ilerlemesi adına öğretmenlere, polislere, devlet memurlarına, doktorlara ücret öder bir duruma gelmiştir. Kongo-Fransızcasında "la motivation" olarak adlandırılan bu uygulama hükûmet tarafından yasaklanmak istense bile, görevliler ve sivil vatandaşlar tarafından yapılması gereken maaş ödemelerinin taahhütlere rağmen zamanında yapılamayacağı inancından dolayı pek kabul görmemiştir. Sağlık. Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde tıbbi imkansızlıklar had safhada yaşanmaktadır. Ülkede halkın sağlığını ön planda tutan bir sistem bulunmamaktadır, ülkede az sayıda var olan sağlık merkezleri de yıllar süren iç savaşlar nedeniyle kullanamaz bir hal almıştır. Ülkede doktor başına düşen hasta sayısı 10.000 dolayında olup, bu sayı KDC'ye benzer ülkelerin bazılarından bile 40 kat daha yüksek bir orandadır. 2005 yılında hükûmetin açıkladığı sağlık bütçesi 1 milyon Dolar'ın da altında belirlenmiştir. Ülkedeki sağlık problemlerin en büyük sebeplerinden biri olarak gösterilen temiz su bulamama olarak gösterilmektedir. Kırsal alanlarda halkın sadece %29'u temiz suya ulaşabilirken, şehirlerde bu oran %82 olarak ifade edilmektedir. BM'nin 2011 yılında yaptığı bir araştırmaya göre su kaynakları açısından çok zengin bir ülke olan KDC'de, ülke genelinde 51 milyon kişi temiz su sıkıntısı yaşamaktadır. Ülke genelinde kanalizasyonun yaygın olmaması nedeniyle ishal, yüksek ateşin yanı sıra sıtma, çeçe sineğinin neden olduğu uyku hastalığı ülkede yaygın olarak gözlenmektedir. 2003 verilerine göre KDC'de 1 milyondan fazla yetişkin HIV virüsü taşımaktadır. Bu oran yetişkinlerde ülke nüfusunun %4,2'sine denk gelmekte olup, sayı yüksek olmasına rağmen bu oran diğer tüm Sahraaltı Afrika ülkelerinin ortalamasının altında bulunmaktadır. Eğitim. Ülke genelinde okuma yazma bilme oranı %67,2 (2001 verilerine göre Erkekler %80,9, Kadınlar %54,1) ile Mali ve Nijer gibi ülkelerden yüksek bir konumda olmasına rağmen, bu sayılar yıllar geçtikçe yaşanan iç savaşında etkisiyle azalmaktadır. 1995 yılında yapılan bir araştırmaya göre nüfusun %77'si okuma yazma biliyorken, bu oran 6 yıl gibi kısa bir sürede %67 seviyesine gerilemiştir. Her ne kadar ülke genelinde devlet tarafından garanti altına alınan eğitim zorunluluğu bulunsa da, bu eğitimleri yapacak eğitim kurumları yok denecek kadar az konumda olup, var olanlar ise devlet desteğinden yoksun kalmaktadır. 2008 yılında bir araştırmaya göre ülkede 39 öğrenciye bir öğretmen düşmektedir. 1950'li yıllara kadar o dönemki Belçika-Kongo olarak adlandırılan bölgede herhangi bir üniversite bulunmamaktaydı. İlk üniversite 1953 yılında başkent Kinşasa'da kurulan ve Katoliklerin hakimiyetinde olan "Lovanium Katolik Üniversitesi" olmuştur. 1955 yılında ilk devlet üniversitesi olarak Lubumbashi'de kurulan üniversitenin haricinde üçüncü üniversite ise bu sefer Protestanların hakimiyetinde 1962 yılında Kisangani'de kurulmuştur. Mobutu'nun göreve gelişi ile birlikte 1971 yılında her üç üniversite de üç farklı şehirde kalmak üzere "Université Nationale du Zaire" adı altında tek çatıda birleştirilmiştir. 1981 yılında yapılan yeni bir düzenleme ile de bu duruma tekrar bir son verilerek her üç şehirdeki üniversite tekrar ayrı birer üniversite haline getirilmiştir. Siyaset. Kongo anayasasında 2006 yapılan düzenleme ile ülkenin laik, demokratik, yarı başkanlık sistemi ile yönetildiği belirtilmiştir. Ülkenin devlet başkanı genel ve bağımsız seçimler ile her beş yılda bir halk tarafından seçilmekte olup, seçimlere girdiği takdirde peş peşe ikinci bir beş yıllık görev süresine daha sahip olabilmektedir. Devlet başkanı ülkenin başbakanını ve hükûmetini atama yetkisine sahip olup, ülkede Çift meclislilik yapısına uygun olarak üst merci olarak senato ve alt merci olarak ulusal meclis bulunmaktadır. Senatoda yer alan 108 temsilci her beş yılda bir il meclislerinden seçilerek göreve getirilirken, ulusal mecliste görev alacak 500 temsilci ise yine beş yıllık bir süre için halk tarafından seçilmektedir. Ülke, 2006 yılında yapılan seçimler hariç, demokratik ve hukuk devletine uygun bir seçim süreci yaşayamamaktadır. Ülkedeki kuvvetler ayrımı sadece teoride bulunmakta olup, pratikte bağımsız bir yargıdan, medyadan bahsedilememektedir. Yasada var olan kanunlar uygulanmamakta, düzenlemeler kişilerin konumuna göre yapılmaktadır. Kongo Demokratik Cumhuriyeti 2012 Demokrasi İndeksi verilerin göre 167 ülke içerisinde 159. sırada yer almakta olup, otoriter rejime sahip ülkelerden biri olarak sınıflandırılmaktadır. Kongo Demokratik Cumhuriyeti yönetimi ülkenin egemenliğini doğu bölgelerinde buradan yaşanan ayrılıkçı hareketler ve savaşlar nedeniyle gösterememektedir. Her ne kadar ayrılıkçı gruplar ülkenin meşruiyetini sorgulamasa da, ayrılıkçı taleplerde bulunmasa da ülkenin her bölgesinde devlet gücünü gösteremediği için Kongo Demokratik Cumhuriyeti "Başarısız Ülke" sınıfında değerlendirilmektedir. 2006 seçimleri. 30 Temmuz 2006 tarihinde yapılan ve birçok adayın yarıştığı seçimlerin ilk turunda Joseph Kabila %44,8, Jean-Pierre Bemba %20,0 ve Antoine Gizenga %13,1 oy oranı alarak ilk üçe girmiş, hiçbir aday yeterli çoğunluğa ulaşamadığı için en çok oyu alan iki aday ikinci seçim turuna katılmışlardır. 29 Ekim 2006 tarihinde yapılan ikinci tur seçimleri neticesinde oyların %58,05'ini alan Kabile devlet başkanı olarak seçilmiştir. Bu seçimler ülke tarihinin en şiddetten uzak, demokrasinin büyük çoğunlukla uygulandığı seçim olarak ifade edilmektedir. 2011 seçimleri. 27 Kasım 2011 tarihinde yapılan yeni seçimler bir önceki seçime göre şiddetin ön plana çıktığı, çatışmaların yaşandığı bir seçim dönemi olmuştur. Bu çatışmaların ana sebebi Kabila'nın seçimler öncesi kendisi lehine olabilecek ve muhalefetin de şiddetle karşı çıktığı bir yasa değişikliği ile seçimlerde ikinci tura gerek kalmadan, ilk turda oy çoğunluğu sağlayan adayın devlet başkanlığına seçilecek olmasını sağlayan hükmü onaylaması olmuştur. Şiddetin gölgesinde yapılan 2011 seçimlerde oyların %48,95'ini alan Kabila, rakibi Étienne Tshisekedi'nin %32,33'te kalması ile ikinci bir beş yıllık süre için devlet başkanlığı makamına oturmuştur. 2018 seçimleri. Bir süredir ertelenen genel seçimler nihayet 30 Aralık 2018'de yapıldı ve bu, Félix Tshisekedi için sürpriz bir zaferle sonuçlandı. Ancak bir muhalefet adayı Martin Fayulu tarafından hile ile suçlandı. DRC Anayasa Mahkemesi, Fayulu'nun sonuca itirazını reddederek Tshisekedi'yi kazanan olarak onayladı. Joseph Kabila Ocak 2019'da istifa etti ve Tshisekedi 24 Ocak'ta DRC'nin 5. Başkanı olarak göreve başladı. Bu, 1960'ta bağımsızlığını kazandığından beri ülkede ilk demokratik iktidar geçişiydi. İnsan hakları. Kongo Demokratik Cumhuriyeti insan haklarına önem vermeyen ülkelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Özellikle çatışmaların yaşandığı doğu bölgelerinde insan hakları ihlalleri çatışan taraflar tarafından daha sık uygulanabilmektedir. Özellikle tecavüz vakaları KDC'de savaş silahı olarak çok yüksek oranda kullanılmaktadır. Ülkede yapılan bir araştırmaya göre kadınların %39'u, erkeklerin ise %24'ü hayatlarında en az bir kez tecavüz vakası ile karşı karşıya kaldığı belirlenmiştir. Bölgeden 2010 yılında Luvungi'de yaşandığı gibi sık olarak toplu tecavüz olayları bildirilmektedir. Uluslararası organizasyon üyelikleri. Kongo Demokratik Cumhuriyeti bir dizi siyasi ve ekonomik birliklerin içerisinde yer almaktadır. Bunlar şu şekildedir: İdari yapılanma. Kongo Demokratik Cumhuriyeti merkezi bir yönetim ile idare edilmektedir. Ülkede toplamda var olan 11 bölgenin 10 tanesi il statüsüne sahip iken, başkent Kinşasa hiçbir bölgeye bağlı bulunmadan kendi başına bir bölge oluşturan "Başkent Bölgesi" statüsüne sahiptir. 2005 yılında kabul edilen bir yasa merkezi yönetim yetkilerini oluşturulacak bölgesel yerel yönetimlere bırakmayı, güncel olarak var olan 11 adet bölgenin oluşturulacak yeni bölgeler ile 25'e çıkmasını, bölgelerin elde edeceği toplam vergi gelirlerin %40'ını merkezi hükûmete göndermeden kendisine alabileceğini öngörmekteydi. 2011 yılı için planlanan bu değişiklikler sadece teoride kalmış, Ocak 2011 tarihinde kabul edilen yeni yasa ile ülkenin bölgesel olarak yeniden yapılandırılması yasası tamamen geri çekilmiştir. Aşağıda bulunan tabloda ülkenin güncel olarak var olan tüm bölgeleri yüzölçümü ve nüfusu ile birlikte sıralanmıştır. Başkent Kinşasa resmi olarak hiçbir bölgeye bağlı olmayıp, "Başkent Bölgesi" statüsüne sahiptir. Ekonomi. 1960 yılında bağımsızlığını kazandığında Afrika ülkeleri içerisinde yüksek ekonomik verilere sahip gelişmiş bir ülke konumunda olan Kongo Demokratik Cumhuriyeti, sahip olduğu birçok doğal maden zenginliklerine rağmen yıllar içerisinde yaşanan iç savaş ve yolsuzluklar nedeniyle günümüzde en kötü verilere sahip ülkelerden biri konumuna gelmiştir. Ülkenin 2010 verilerine göre Satın alma gücü paritesi gayri safi yurt içi hasılası 23,117 Milyar Amerikan doları düzeyinde, kişi başı GSYİH ise 328 ABD Doları seviyesindedir. 2011 verilerine göre enflasyon %13,3 düzeyinde gerçekleşmiş olup, yıllardır ülkede ABD Doları ikinci para birimi olarak çok sık olarak kullanılmaktadır. Maden. Kongo Demokratik Cumhuriyeti dünya üzerindeki yer altı ve yerüstü doğal kaynaklar bakımından en zengin ülkelerden biri olarak kabul edilmektedir. Özellikle madencilik ürünleri ülkenin dış ihracat gelirlerinin ve döviz girişlerinin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. İhraç edilen ürünler arasında elmas, altın, koltan ve bakır önemli bir yer almaktadır. Ülkede koloni döneminden kalma maden yapıları ve gereçleri bakımsızlık nedeniyle neredeyse çökmüş bir konumda olup, günümüzde maden çıkartma işlemlerin çok büyük bir bölümü endüstriyel gereçlerden ve makinelerden yoksun, el ile yapılabilmektedir. Ülke nüfusunun önemli bir kısmına iş istihdamı sağlayan bu iş alanı devletin kontrolü altında bulunmaktadır. Savaş dönemlerinde hem devletin hem de ayrılıkçı grupların en büyük gelir kapısını elde edilen maden zenginlikleri oluşturmuştur. Hem diğer komşu ülkeler hem de özel şahıs ve firmalar sistematik olarak ülkenin doğal zenginliklerini yağmalamış ve bu şekilde kazanç elde etmiştir. Doğu bölgelerdeki madenlerin gelirlerinin çoğunu ayrılıkçı gruplar elde ettiklerinden dolayı, kendileri adına savaş teçhizatlarına finansman sağlayabilmektedirler. Hükûmet doğu bölgelerdeki yasa dışı yapıların madenlerden elde ettiği kaynakları sona erdirmek adına doğu bölgelerindeki tüm madencilik faaliyetlerine Eylül 2010 tarihinde tamamen yasak getirmesi, yasal olarak kazanç sağlamaya çalışan iş sahiplerini ve çalışanlarını etkilemiş, yasa dışı üretim ön plana çıkarak ayrılıkçı grupların daha çok kazanç elde etmesine sebebiyet vermiştir. Bu durum karşısında hükûmet Mart 2011 tarihinde getirdiği maden çıkarma yasağını sonlandırmak durumunda kalmıştır. Petrol ve Doğalgaz. Kongo Demokratik Cumhuriyeti tahmini olarak sahip olduğu 180 milyon varil petrol rezervi ile petrol yatakları açısından da zengin bir ülke konumundadır. 2011 yılında günlük 20.160 varil petrol üretimi yapılan ülkede, petrol üretimi devlet tarafından desteklenmektedir. Bu işlemler sırasında doğaya ve insan sağlığına saygı gösterilmemesi ve ciddi zararların verilmesi de eleştirilmektedir. Ülke şu anda daha henüz işletilmeyen 991,1 milyon metreküp rezervlik doğalgaz kaynaklarına da sahiptir. Tarım. Ülke Belçika kolonisi olduğu dönemlerde ihracatını yapabilmek adına halk meyve, sebze ekimini zorlanmaktaydı. Koloni döneminin son yıllarında da Avrupalıların kurduğu büyük tarımsal işletmeler ile ihracatta artış sağlanması hedeflenmiştir. Bağımsızlığın kazanıldığı 1960 yılından itibaren ise tarım alanlarında ve tarım ile uğraşan sınıfta sürekli azalma olmuş, özellikle 1973 yılında tüm verimli işletmelerin kamulaştırılması ile elde edilen mahsulün devlet tarafından alınması bu sektörü bitirme noktasına getirmiştir. Tarım ülke genelinde daha kazançlı bir zanaat olan madencilik nedeniyle ihmal edilmiş bir konumdadır. Ülkenin çoğu bölgesinde günümüzde tüm tarım faaliyetleri de şahsi tüketim ve satış için yapılmakta olup, büyük şehir pazarlarındaki olası şahsi satışlar ise var olan ulaşım sıkıntıları nedeniyle yaygın olarak yapılamamaktadır. Ülke genelinde tarım ürünü olarak manyok, muz, kahve, şeker kamışı ve kauçuk yaygın olarak işlenmektedir. Ayrıca kereste ticareti de yüksek oranda yapılmaktadır. Sanayi. Günümüzde sanayi sektörü ağırlıklı olarak çıkarılan madenlerin işlenmesi işlemi ile uğraşmaktadır. Genel itibarıyla var olmayan büyük sanayi kuruluşları nedeniyle daha küçük işletmeler bu işlemleri yapmaktadır. Madenlerin işlenmesi haricinde var olan diğer orta ölçekli işletmeler ise tekstil, ayakkabı ve tütün ürünlerinin üretiminde faaliyet göstermektedirler. Ulaşım. Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde ulaşım imkanları çok az gelişmiş durumdadır. Ülkenin batı ve güney kesimlerinde yer alan yerleşim yerlerinin ulaşım bağlantıları daha gelişmiş bir konumda iken, doğu ve kuzey bölgelerde özellikle siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı çok daha az seviyededir. Karayolu. Kongo Demokratik Cumhuriyeti bağımsızlığını kazandığında koloni sahibi Belçika ülke genelinde geriye iyi bir konumda olan 100.000 km karayolu bırakmıştır. Bu yolların büyük bir bölümü özellikle Mobutu iktidarı döneminde yapılmayan bakım, onarım çalışmaları nedeniyle 1990'lı yıllarda kullanılabilir karayolu uzunluğu 10.000 km'ye kadar düşüş göstermiş, kırsal alanda kalan bağlantı yolları ise tamamen kaybolmuştur. Günümüzde ülke genelinde var olan 150.000 km karayolunun sadece 3.000 km'lik bölümü asfaltlanmış olup, yolların büyük bir bölümü özellikle yağmur sezonlarında tamamen kullanılamaz hale gelmektedir. Demiryolu. Belçika hakimiyeti döneminde özellikle ülkenin iç bölgelerinde elde edilen maden zenginliklerinin bir an önce kıyıya ulaştırmak ve oradan da Avrupa'ya götürmek için yapımı hızlandırılan ve bu sayede daha fazla madeni daha kısa sürede Avrupa'ya ulaştıran demiryolu bağlantıları günümüzde ülke genelinde 5.100 km'lik bir uzunluğa sahip olmaktadır. Özellikle Lumumbishi'nin güzergâh üzerinde bulunduğu bazı demiryolu hatları ülke içerisinde başlayıp komşu ülkeler olan Zambiya ve Angola'ya kadar uzanmakta ve bu ülkelerde devam etmektedir. Ülkede var olan birçok demiryolu hattı herhangi bir plana ya da programa bağlı olmaksızın çalışırken, 1990'lı yılların başında bazı güzergahlardaki demiryolu seferleri iptal edilmiş, 2000'li yılların başında ise yeniden faaliyete geçirilmiştir. Denizyolu. Ülkenin en büyük limanı Aşağı Kongo bölgesinin başkenti konumunda olan Matadi'de yer almakta olup, uluslararası deniz taşımacılığı gerçekleştirilebilmektedir. Ayrıca ülke içerisinde karayollarının sağlam olmayan yapısı nedeniyle var olan ve taşımacılığa elverişli bulunan nehirler üzerinde yolcu taşımacılığı yapılmaktadır. Yolcu taşımacılığında çok sık olarak bu yolun tercih edilmesi nedeniyle ölümlü kazalar sık bir biçimde yaşanabilmektedir. Son olarak Temmuz 2010 yılında yaşanan faciada Bandundu bölgesinde bir teknenin haddinden fazla yolcu alması nedeniyle alabora olması 100 kişi hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Havayolu. Ülkede var olan 200 civarı havaalanından sadece 26 tanesinin asfaltlanmış pisti bulunmaktadır. Ülkenin en büyük uluslararası havaalanı Ndjili Havaalanı olmakla birlikte, Lubumbashi, Bukavu, Goma ve Kisangani'de de uluslararası standartlara sahip havaalanları bulunmaktadır. Ülke genelinde karayollarının uygun olmaması nedeniyle havayolları günümüzde daha yaygın olarak kullanılabilmektedir. Ayrıca özellikle doğu bölgelerinden çıkarılan madenlerin batı bölgelerine sevkiyatında ayrılıkçı grupların çoğu karayolu ve demiryollarını elinde bulundurduğu için güvenlik açısından havayolu ile taşınmaktadır. Spor. Ülke genelinde en sevilen spor türü futboldur. Her ne kadar ülkede var olan stadyumların fiziki yapısı günümüz şartlarına uygun olmasa da, yapılan futbol müsabakalarında stadyumlar seyirciler tarafından doldurulmaktadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti millî takımı 1968 ve 1974 (o dönemki adı Zaire) yıllarında Afrika Uluslar Kupası'nı kazanarak önemli başarılar elde etse de, ayrıca Zaire olarak 1974 yılında siyahi Afrika kıtasının ilk temsilcisi olarak Batı Almanya'da düzenlenen 1974 FIFA Dünya Kupası'nda yer almıştır. Ülkenin en üst düzey futbol ligi Ligue 1'dir. Ülkenin en başarılı takımı olarak Lubumbashi şehrinin takımı olan Tout Puissant Mazembe'dir. Takım son ikisi 2009 ve 2010 yıllarında olmak üzere dört defa CAF Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuş ve 2010 yılında da Afrika kıtasından giden ilk takım olarak FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nda yer almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16105", "len_data": 45816, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.62 }
Efkan Efekan (6 Mayıs 1935, İzmir - 7 Eylül 2005, İstanbul), Türk oyuncudur. Hayatı. Beyoğlu Ortaokulu'ndan mezun oldu. Sinemaya on yedi yaşındayken Sami Ayanoğlu'nun çektiği 1953'te “Battal Gazi Geliyor” filminde figüran olarak başladı. 1953-1958 yılları arasında Sami Ayanoğlu'nun ortağı olduğu film şirketinin yazıhânesinde çalıştı. Burada çalışırken, uzun boyu ve ilgi çekici fiziği ile devrin ünlü oyuncusu Atıf Kaptan’ın dikkatini çekti ve Atıf Kaptan’ın yardım ve himayesi ile 1958 yılında Ölmeyen Aşk filminde başrol oyuncusu oldu. Atıf Kaptan tarafından verilen Efgan Efekan adını kullanmaya başladı. Bu film Efgan Efekan’ı şöhrete kavuşturdu. Efekan, çoğunlukla Muhterem Nur ile ideal çift oluşturarak çevirdiği filmlerle ün sağladı.1964 yılına kadar aralarında Cilalı İbo’nun Çilesi, Mahallenin Sevgilisi, Felâket Kadını, Yangın Var Eski İstanbul Kabadayıları gibi yirmi beş filmde oynadı. 1965 Yılında Ankara’da ses sanatkârı olarak sahneye çıktı. İki yıldan sonra sahnelerde muvaffakiyetini sürdüremedi. Lütfi Akad, Memduh Ün, Halit Refiğ ve Metin Erksan gibi önemli yönetmenlerle çalışan Efkan Efekan, kariyerinin en parlak dönemlerini Yeşilçam'ın da çok güçlü olduğu ve film sayısının giderek arttığı 1960'larda yaşadı. Uzun süre başrollerde oynayan Efkan Efekan, zamanla ikinci rollerde ve yardımcı rollerde oynamaya başladı. Kısa bir süre ara verdikten sonra 1974 yılında Temel Gürsu'nun yönettiği “Kısmet” adlı filmle sinemaya dönüş yaptı. Efkan Efekan 1980'lerin sonundan itibaren TRT'nin dizilerinde rol almaya başladı. Efekan bu dönemde Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe ve Hanımın Çiftliği gibi tanınmış edebiyat eserlerinin televizyon uyarlamalarında rol aldı. 7 Eylül 2005 tarihinde akciğer kanseri tedavisi gördüğü Memorial Hastanesi'nde ölen Efekan'a, 42. Altın Portakal Film Festivali'nde Türk sinemasına katkılarından dolayı Altın Portakal Onur Ödülü verilecekti. Efekan'ın rol aldığı başlıca filmler arasında ise Yangın Var Eski İstanbul Kabadayıları, Mahalle Arkadaşları, Bekçi Kadın, Aşkın Gözyaşları, Yedi Kocalı Hürmüz, Keşanlı Ali Destanı ve Kısmet yer almaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16115", "len_data": 2094, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.44 }
III. Osman (Osmanlı Türkçesi: عثمان ثالث "Osmân-ı Salis") (d. 3 Ocak 1699 Edirne – ö. 30 Ekim 1757 İstanbul), 25. Osmanlı padişahı ve 104. İslam halifesidir. II. Mustafa'nın oğlu ve I. Mahmud'un kardeşidir. Annesi Şehsuvar Sultan'dır. Hükümdarlık dönemi 1754-1757 yılları arasıdır. Sadrazamların sahip olduğu nüfuzu azaltmak amacıyla pek çok defa bu makamda değişiklikler yaptı ve saraydan devlet işlerine karışarak sadrazamları zayıflatmaya çalıştı. Prusya Kralı II. Friedrich, gönderdiği bir heyetle Osmanlı ile ticaret ve dostluk antlaşması yapmak için girişimlerde bulundu, ancak Osmanlı İmparatorluğu tarafsız kalmayı tercih etti. Döneminde İstanbul'un en büyük yangınlarından birisi meydana geldi. Bu yangından sonra Bâb-ı Âli ve Deftedarlık yeniden inşa edildi. Şimşirlik binasında bazı değişiklikler yapıldı: duvarları alçalttırdı, binaya pencereler açtırıp, bahçe, havuz ve çeşmeler inşa ettirdi. Kıyafet konusunda bazı düzenlemeler gerçekleştirildi. Halkın devlet adamları gibi giyinmeye başladığı gerekçesiyle, samur gibi devlet ricalinin giydiği kürklerin halk tarafından giyilmesi ve atlarda gümüş takımların kullanılması yasaklandı. Ayrıca, genç kadınların fazla süslü ve moda giysilerle sokağa çıkmamaları ve bol ve geniş ferace giyinmeleri konusunda emirler yayınlandı; kadınların çarşı ve sokağa işleri dışında çıkmamaları ve Cuma Selamlığı'nda görünmemeleri de emredildi. Müslüman olmayanların kendilerine özgü kıyafetlerin dışında bir kıyafet giymemeleri de üzerinde durulan konulardandı. İzni olanların dışındaki gayrimüslimlerin ata ve üç çifte kayığa binmemeleri yolunda fermanlar yayınlandı. Bunun dışında, bu dönemde de İstanbul'a göçün engellenmesi için çabalar gösterildi. İlk yılları. III. Osman, 3 Ocak 1699'da Edirne Sarayı'nda doğdu. Babası II. Mustafa, annesi Şehsuvar Sultan'dır. I. Mahmud'un üvey kardeşiydi. 1703'te babası tahttan indirilince İstanbul'a geri götürülerek kafese hapsedildi. III. Osman 51 yıl Şimşirlik Dairesi'nde yaşadı. 1705'te diğer şehzadelerle birlikte gizlice sünnet edildi. Amcası Sultan III. Ahmed'in maiyetindeki şehzadelerle birlikte Edirne'ye gitti. Daha sonra şehir içinde ve dışında padişah gezilerine de katıldı. 1 Ekim 1730'da ağabeyi Mahmud'un tahta çıkmasıyla birlikte tahtı bekleyen en büyük şehzade oldu. Saltanatı. Babası tahttan indirildiği sırada henüz dört yaşındaydı. Babasının ölümünden sonra Edirne'den İstanbul'a getirilen III. Osman, 17. yüzyıldan itibaren uygulanan şehzadelerin sancaklar yerine sarayda yetiştirilmesi gereği Topkapı Sarayı'nda Şehzadegan Dairesi'ne kapatıldı ve burada 51 yıl kapalı kaldı. Yumuşak karakteri olmasına karşın, çabuk kızar ve sinirli hareket ederdi. Özellikle yalanı ve rüşveti sevmeyen bir insandı. Ağabeyi Sultan I. Mahmud'un aksine müziği sevmez ve kadınlara iltifat etmezdi. Sultan III. Osman musikiden nefret ettiği için müzisyen cariyelerin bir kısmını saraydan uzaklaştırdı. Sarayda dolaşırken cariyelerle karşılaşmak istemediği için ayakkabılarına demir ökçeler taktırmıştı. Ökçelerden çıkan sesi duyan cariyeler padişahın geldiğini öğrenip yoldan çekiliyorlardı. 2 yıl, 10 ay, 18 gün saltanat sürmüş ve bu süre içinde yedi tane vezir-i azam değiştirmiştir. 30 Ekim 1757 tarihinde şirpençeden dolayı ölmüş ve Yeni Cami Turhan Valide Sultan türbesine defnedilmiştir. Döneminde yapılan bazı eserler. İstanbul'da mimari çalışmalara devam edilmiş, I. Mahmud döneminde yapılmaya başlanan Nuruosmaniye Camii tamamlanmıştır. Bunun dışında Üsküdar'da İhsaniye Camii ve İhsaniye Mescidi'ni yaptırdı. Caminin yanına medrese, kütüphane, imaret, sebil ve çeşme de yaptırıp tamiratı ve masraflarının karşılanması için vakıflar tesis ettirdi. Midilli Adası Sığrı Limanı'nda, Malta korsanlarına karşı bir kale inşa edilerek tahkim edildi. Bâb-ı Âlî'nin inşası tamamlandı. Osmanlı Devleti'nin ilk deniz feneri olan Ahırkapı Feneri de III. Osman devrinde yapıldı. Popüler Kültür. Türk metal grubu Pentagram'ın Lions in a Cage şarkısı III. Osman'ı anlatmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16123", "len_data": 3963, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Selimiye Camii, Osmanlı padişahı II. Selim döneminde Mimar Sinan'ın yaptığı ve Osmanlı'nın önceki başkenti Edirne'de bulunan bir külliyedir. Mimar Sinan'ın 80 yaşında yaptığı ve "ustalık eserim" şeklinde nitelendirdiği Selimiye Camii, gerek Mimar Sinan'ın, gerek Osmanlı mimarisinin en önemli eserleri arasında sayılır. Caminin kitâbesine göre, yapımına 1568 (Hicrî: 976) yılında başlanmıştır. Caminin 27 Kasım 1574 Cuma günü açılması planlanmış olsa da ancak II. Selim'in ölümünün ardından 14 Mart 1575'te ibadete açılmıştır. Mülkiyeti, Sultan Selim Vakfı'ndadır. Bugün şehrin merkezinde bulunan caminin yapıldığı alanda inşasına Süleyman Çelebi devrinde başlanan, Yıldırım Bayezid devrinde geliştiririlen Edirne'nin ilk sarayı (Saray-ı elik) ve Baltacı Muhafızları haremi bulunmaktaydı. Kaynaklarda söz konusu bu alandan "Sarıbayır" ya da "Kavak Meydanı" isimleriyle de bahsedilir. 2000'de UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine dahil edilen Selimiye Camii ve külliyesi, 2011'de ise Dünya Mirası olarak tescil edildi. Tarihçe. Edirne'nin seçilmesinin nedeni. Sultan'ın caminin yapılacağı şehir olarak neden Edirne'yi seçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Evliya Çelebi "Seyahatname" adlı eserinde padişahın rüyasında İslam peygamberi Muhammed'i gördüğünü ve onun kendisinden Kıbrıs'ın fethi anısına bir cami yaptırmasını istediğini yazmıştır. Ancak caminin yapımına başlanmasından üç yıl sonra 1571'de fethedildiği bilindiğinden bu iddianın doğruluk payı olamaz. Bu konudaki daha gerçekçi yorumlarda ise o dönemde İstanbul'da yeni bir büyük camiye ihtiyaç duyulmadığı, Edirne'nin Rumeli'deki Osmanlı egemenliğinin merkezi konumunda olduğu ve Selim'in gençlik yıllarından beri şehre ayrı sevgi beslediğine dikkat çekilir. Kubbe. Bir tepe üzerinde bulunan Selimiye'de daha önceki hiçbir camide ya da antik çağ mabedinde görülmemiş bir teknik kullanılmıştır. Daha önceki kubbeli yapılarda, asıl kubbe kademeli yarım kubbelerin üzerinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii 43,25 metre yüksekliğinde, 31,25 metre çapında, tek bir lebi ile örtülmüştür. Kubbe, 8 sütuna dayanan bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnak, filayaklarına 6 metre genişliğinde kemerlerle bağlıdır. Mimar Sinan, bu şekilde örttüğü iç mekana verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekanın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlar. Kubbe aynı zamanda camiinin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler. Minareler. Caminin dört köşesinde bulunan, her biri özel üç şerefeli 380 santimetre çapındaki minareler 70,89 metre yüksekliğindedir. Minarelerin alem dahil yükseklikleri bazı kaynaklara göre 84, bazılarına göreyse 85 metredir. Cümle kapısının iki yakınındaki minarelerin şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Diğer iki minare tek merdivenlidir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabarıktır. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösterir. Bu caminin en büyük özelliği Edirne'nin her tarafından görülmesidir. İç süslemeler. Caminin mermer, çini ve hat işçilikleri de önemlidir. Yapının içi İznik çinileriyle süslüdür. Büyük kubbenin tam altındaki hünkar mahfili, 12 mermer sütunludur ve 2 metre yüksekliktedir. Çinilerin bir kısmı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında, Rus generali Mihail Skobelev tarafından sökülerek Moskova'ya götürülmüştür. Avlu. Yapının, kuzeye, güneye ve avluya açılan 3 kapısı vardır. İç avlu, revaklar ve kubbelerle süslüdür. Avlunun ortasında mermerden özenle işlenmiş bir şadırvan vardır. Dış avluda ise sıbyan mektebi, darül kurra, darül hadis, medrese ve imaret bulunmaktadır. Sıbyan mektebi günümüzde çocuk kütüphanesi, medrese ise müze olarak kullanılmaktadır. Geçmişte cami meşalelerle aydınlatılmakta idi. Meşalelerden çıkan is, hava akımı oluşturmak üzere özel olarak yapılan bir delikten dışarı çıkmaktaydı. “Ters Lale” motifi. Caminin müezzin mahfilinin mermer ayaklarından birinin altında ters bir lale motifi bulunmaktadır. Rivayete göre, caminin yapılacağı arsa üzerinde bir lale bahçesi bulunmaktaydı. Bu arsanın sahibi, başlarda arsasının satılmasını istememiştir. En sonunda, Mimar Sinan'dan camide bir lale motifi olmasını isteyerek arsasını satmıştır. Mimar Sinan da lale motifini ters olarak yapmıştır. Lale motifi bu arsada bir lale bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil etmektedir. Dünya Mirası Listesi. 28 Haziran 2011 Salı günü, Paris'te yapılan UNESCO Dünya Mirası Komitesi toplantısında Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi'nin Dünya Mirası Listesi'ne adaylığını değerlendirdi ve komite oybirliğiyle Selimiye Camii ve Külliyesi'nin Dünya Mirası listesine girmesine karar verdi. Böylelikle Drina Köprüsünden sonra bir Osmanlı eseri daha Dünya Mirası Listesi'ne girmiş oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16124", "len_data": 4686, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.59 }
II. Selim ( "Selīm-i sānī", divan edebiyatındaki mahlasıyla "Selîmî" ve "Tâlibî"), Sarı Selim veya Sarhoş Selim (28 Mayıs 1524, İstanbul - 15 Aralık 1574, İstanbul), 11. Osmanlı padişahı ve 90. İslâm halîfesidir. Kânûnî Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın oğludur. Kardeşi Bayezid'e karşı Konya'da yapılan ve tarihte Konya Şehzâdeler Muharebesi olarak yer edinen savaşı kazanarak, babasının desteğini aldı. Babasının ölümü üzerine, hayattaki tek oğlu olarak 24 Eylül 1566 tarihinde on birinci padişah olarak tahta geçti. Padişahlığı sırasındaki ilk sefer batı yönlü yapıldı. Ülke sınırları Orta Avrupa'ya kadar genişledi. Kıbrıs, Tunus, Yemen ve Fas kayıtsız şartsız teslim olanlar arasındaydı. Ülkesinin denizlerde de egemenliğini genişleterek, deniz egemenliğine önem verdi. Turgut Reis gibi kaptanlar onun zamanında yetişti. Sokollu Mehmed Paşa gibi çok güçlü bir vezire sahipti, devlet işlerinde en önemli yardımcısıydı. Onun zamanında İstanbul ve imparatorluğun birçok bölgesinde, türlü mimari eserler yapıldığı gibi, miras kalan önemli yapıların onarım faaliyetlerini de gerçekleştirdi. Döneminin usta mimarı Mimar Sinan'a, Edirne'de Selimiye Camii'ni yaptırdı. 15 Aralık 1574 günü 50 yaşında ölmüş, Ayasofya'daki türbesine gömülmüştür. 8 yıllık saltanatı boyunca ordunun başında sefere çıkmamıştır. Kendisinden sonra gelen bazı padişahların da sefere çıkmaması sebebiyle bir gelenek başlattığı görüşü bulunmaktadır. Ölümüne dek padişahlığını sürdürmüştür. Çocukluğu ve tahta geçişi. Şehzade Selim'in çocukluğu İstanbul'da Eski Saray'da geçmiştir. 27 Haziran 1530'da kardeşleri Şehzade Mustafa ve Şehzade Mehmed ile birlikte At Meydanı'nda bir hafta boyunca süren bir eğlence ve törenle sünnet edildi. 16 yaşına kadar sarayda kalıp derin bir saray eğitiminden geçirildi. 1542'de 16 yaşında iken Konya Sancak beyi olarak atandı. 1544'te Manisa Sancak beyi olarak tayin edildi ve 1558'e kadar bu görevi sürdürdü. Manisa'da zamanını eğlence ve av partileri ile geçirdiği bildirilir. 1558'de tekrar Konya Sancak beyliğine atandı ve 1562'ye kadar orada kaldı. Şehzade Selim babası Kanuni Sultan Süleyman hayatta iken, özellikle 1553'ten sonra, babasına varis olabilecek diğer şehzadelerle taht mücadelesine girişti. Kanuni'nin şehzadelerinden Mustafa, Mahmud, Murad, Mehmed, Abdullah ve Cihangir, babaları sağken ölmüşlerdi. Kanuni'nin çok bağlı olduğu karısı Hürrem Sultan kendi oğullarından Selim veya Bayezid'in taht varisi olmasını istemekteydi. Ağustos 1553'te Kanuni Nahcivan Seferi'nde iken Konya Ereğlisi'nde o sefere katılan Şehzade Mustafa, Hürrem Sultan'ın yakın adamı olan Sadrazam Rüstem Paşa'nın tavsiyesine uyan, babası Kanuni tarafından idam ettirildi. Tahta vâris olarak Hürrem Sultan'ın iki oğlu Şehzade Bayezid ve Selim kaldı. 1558'de Hürrem Sultan ölünce bu iki kardeş birbirleriyle açık mücadeleye giriştiler. Amasya sancak beyi olan Şehzade Bayezid daha atak ve isyancıydı. Sabırlı ve sağduyulu davranışlı görünen Şehzade Selim babasının desteğini kazandı. 29 Mayıs 1559'da iki şehzade taraftarları ve kendi sancak orduları ile birlikte Konya yakınlarında bir muharebeye giriştiler. Babasının desteğini almış olan Şehzade Selim bu çarpışmadan galip çıktı. Selim kaçan Bayezid'i Hınıs'a kadar kovalayıp Konya'ya geri döndü. Bayezid, oğulları ile birlikte, önce Amasya'ya ve sonra babasının kendi üzerine gelmek üzere Üsküdar'da ordugaha geçtiği haberini alınca, 2.000 kişilik ordusuyla İran'a Safevi Devleti'ne sığındı. Kanuni, Şah Tahmasb ile yapılan yazışmalarla isyankar oğlunun geri verilmesini istedi. 25 Eylül 1561'de Şah Tahmasb elinde bulunan şehzadeleri Kazvin'de boğdurtup naaşlarını geri gönderdi ve bu cenazeler Sivas'a getirilip gömüldüler. Böylece 1561'de, Konya Sancak beyi olarak bulunan Şehzade Selim, Kanuni'nin rakipsiz tek veliahtı olarak kaldı. Bu nedenle 1562'de devlet başkentine daha yakın olan Kütahya Sancak beyliğine atandı. Şehzade Selim babasının son seferi olan 1566 son Avusturya Seferi'ne katılmadı. Selim, Kütahya yakınlarında Sıçanlı sahrasında avda iken, babasının Zigetvar Kuşatması sırasında 7 Eylül'de öldüğünü, bu ölümü herkesten gizleyen Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa'nin güya "fetihname" olarak gönderdiği, gizli mektubundan öğrendi. Hemen lalaları Hüseyin Paşa, Hoca Ataullah ve muhasibi Celal Bey ile birlikte bir alayla İstanbul'a hareket etti. 30 Eylül'de Üsküdar'a vardı. Herkes Sultan Süleyman'ın ölümünden habersizdi. Üsküdar İskelesi'ne saltanat kayığı ile gelen Bostancıbaşı Davut Ağa, Sultan Selim'in padişahlığını ilk tanıyanlardan biri olarak, onu saltanat kayığı ile Topkapı Sarayı'na geçirdi. O sırada Tersane ve Tophane'den saltanat topları atılıp yeni sultanın tahta geçtiği halka ilan edildi. Sultan Selim Köşk İskelesinden şehir kapısına kadar özel murassa giyimle at üzerinde alayla geçti ve yolda etraftan gelen halka paralar saçıldı. Saraya gelen Selim tahta oturtuldu ve İstanbul'da bulunan devlet ricali (İstanbul Muhafızı İskender Paşa, Şeyhülislam Ebussuud Efendi vb.) tarafından egemenliği tanındı. Bu sırada yapılan harcamaları karşılamak için, devlet hazinesi açılmadı ve ablası Mihrimah Sultan tarafından borç verilen 50.000 altın kullanıldı. Sultan Selim hemen iki gün sonra orduyu ve babasının cenazesini karşılamak üzere İstanbul'dan ayrıldı. Edirne, Filibe, Sofya üzerinden çok hızla geçerek 15 günde Belgrad'a ulaştı. Kanuni'nin ölümü seferden geri dönmekte olan orduya Belgrad'a dört menzil kala açıklandı ve Sultan Selim üzüntüden perişan orduyu Belgrad'da karşıladı. Belgrad'da kılınan cenaze namazından sonra Kanuni'nin naaşı acele İstanbul'a gönderildi. Belgrad'da kalan Sultan Selim orada yeniden bir cülus yapılmasını reddetti. Askere dağıttığı cülus bahşişi de kapıkulu askeri tarafından az görülüp kızgınlıkla karşılandı. Sultan Selim kasım ayında Edirne'ye vardı ve orada bekledikten ve yollarda kapıkullarının yaptıkları isyankar hareketler altında aralıkta İstanbul'a gelebildi. Saltanatı sırasında savaşlar ve barışlar. II. Selim Osmanlı tarihinde devlet yönetimiyle ilgilenmeyen ve ordusunun başında sefere gitmeyen ilk padişahtı. Yönetimi kızı Esmehan Sultan'ın kocası olan ve çok başarılı sadrazam olan Sokollu Mehmed Paşa'ya bıraktı. Ayrıca cülûs bahşişinin ilmiye sınıfına da verilmesi âdetini ilk defa II. Selim çıkarmıştır. Sakız Adası’nın fethi (1566). Sultan II. Selim'in babası Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümünden sonra padişah olduğunda fethettiği ilk yer olarak bilinir. Sokullu Mehmed Paşa komutasındaki birlikler 1566 senesinde adayı fethederek boğazların güvenliğini sağlamışlardır. Ada Venedik ve Cenevizliler'den alınmıştır. Her iki tarafta da fazla kayıp verilmemiştir. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’yla savaş (1566-1568). Kanuni Sultan Süleyman döneminde imzalanan 1562 tarihli barış 1566 yılında bozulmuş, Zigetvar Savaşı ile Osmanlı ordusu, Avusturya ordusunun mütecaviz tavrını cezalandırmıştı. Sultan Selim'in babasının cenazesini karşılamak için Manisa'dan Belgrad'a harekâtı sırasında Drava üzerindeki Bobokça Kalesi Özdemiroğlu Osman Paşa komutasında fethedilmiştir. Her iki tarafın da barışa meyletmesiyle 17 Şubat 1568'de Edirne Antlaşması imzalandı. Yemen isyanı ve bastırılması (1567-1570). Yemen 1517 yılında Osmanlı egemenliğine girmiş, Hadım Süleyman Paşa'nın 1538 tarihli Hint deniz seferi ile kesin olarak Osmanlı topraklarına katılmıştı. 1567 yılında bölgede Zeydi İmamı Topal Mutahhar önderliğinde isyan çıkınca bölgedeki Türk egemenliğini yeniden tesis etmek amacıyla Özdemiroğlu Osman Paşa ve Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa Yemen Serdarlığına tayin edildiler. 1568 tarihli Yemen Seferi'nde Taiz ve Kahire kalelerinden sonra 15 Mayıs'ta Aden'i, 26 Temmuz'da da Sana'yı fetheden Türk ordusu ülkeyi tekrar Osmanlı topraklarına kattı. Sumatra Seferi (1569). Endonezya'ya bağlı Sumatra Adası'nın kuzeybatısında bulunan Açe Sultanlığı bölgedeki zenginliklere gözlerini diken Portekizlilerin hedeflerinden biriydi. Günden güne artan Portekiz baskısına dayanamayan zamanın Açe Sultanı Alaüddin Şah bir elçi heyetini yardım istemek amacıyla İstanbul'a gönderdi. Açe heyeti 1566 yılında İstanbul'a ulaştığında, o sırada Zigetvar Seferi'nde bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın ölüm haberi geldi. Kanuni'nin yerine tahta geçen II. Selim heyete her türlü yardımı yapacağına söz verdi. 1569 yılında Osmanlı'nın Kızıldeniz filosu amirali Kurdoğlu Hızır Reis komutasında 22 parçadan oluşan Osmanlı Donanması Hint Okyanusu'na açılarak Açe'ye vardı ve yardımı ulaştırdı. Açe Sultanlığı Osmanlı Devleti'ne bağlanırken, Portekizlilere karşı taarruza geçebilecek kudrete ulaştı. Don-Volga Kanal Projesi (1569). II. Selim döneminde, Osmanlı İmparatorluğu'nun genişleme politikaları, Karadeniz'e ulaşmayı ve ticaret yollarını geliştirmeyi hedefliyordu. Bu hedefler doğrultusunda, Don-Volga projesi önemli bir stratejik adımdı. Bu proje, Don Nehri ile Volga Nehri arasında bir kanalın inşası ve böylece Azak Denizi ile Kasp Denizi arasında bir su yolu oluşturulması anlamına geliyordu. Bu su yolunun açılması, Karadeniz'den Hazar Denizi'ne kadar uzanan ticaretin kolaylaştırılması ve Doğu Akdeniz ticaretini büyük ölçüde etkileyecekti. Ancak, Don-Volga projesi II. Selim döneminde gerçekleştirilemedi ve başka dönemlerde gündeme gelmedi. Bu proje, Osmanlı İmparatorluğu'nun ticaret ve denizcilik alanındaki genişleme çabalarının bir parçası olarak önemli bir yer tutmaktadır. Rusya'nın 1552'de Kazan Hanlığı'nı, 1556'da da Astrahan Hanlığı'nı ilhak etmeleri kuzeyde ilk kez bir Rus tehdidini ortaya çıkarmıştı. Sokullu Mehmed Paşa, Don ve Volga nehirlerinin bir kanalla birleştirilerek, Karadeniz ile Hazar Denizi'nin birbirine bağlanması sayesinde Rusların güneye doğru inmelerini engellemeyi, ayrıca İpek Yolu ticaretini canlandırmayı, İran ile yapılan savaşlarda donanmadan yararlanmayı ve Asya'daki Türk hanlıkları ile irtibat sağlamayı hedeflemiştir. 1569 Ağustos'unda Kefe Beyi Kasım Paşa tarafından başlanan çalışmalar Rusya'nın saldırıları, mevsimin kış olması ve Kırım Hanlığı'nın projeyi kösteklemesi sonucunda başarıya ulaşamamıştır. Astrahan Seferi ve Kırım Hanlığı’nın Moskova seferleri (1569-1572). Osmanlı Devleti Don-Volga Kanal Projesi'ne koşut olarak 1556'dan beri Ruslar'ın elindeki Astrahan'ın geri alınması için bir de sefer tertipledi. 1569 yılının Kasım ayında çok olumsuz hava koşullarında başlayan kuşatma Rus Çarı Korkunç İvan'ın bölgeye Prens Serebiyanov komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet gönderip Türk askerlerini iki ateş arasına almasıyla başladıktan 16 gün sonra sona erdi ve Türk ordusu bir huruç harekâtı yaparak kendini kuşatılmışlıktan kurtarmak zorunda kaldı. Kırım Hanı I. Devlet Giray Osmanlı Devleti'nin Don-Volga Kanal Projesi ve Astrahan seferi ile ulaşmak istediği Rus tehdidinin bertaraf edilmesi hedefine doğrudan Moskova’ya yürüyüp Rus gücünü örseleyerek ulaşılabileceğini düşünüyordu. 120.000 kişilik bir orduyla Oka Nehri’ni ve Serpukhov Tahkimatı’nı aşan Devlet Giray Han direnen 6.000 kişilik bir Rus ordusunu da mağlup etti ve Moskova önlerine geldi. Moskova’yı 24 Mayıs 1571’de yakarak yerle bir eden ordu, çok sayıda sivil Rus’un ölmesine rağmen Rus ordusunu örseleyemeden geri döndü. Bir yıl sonra yeniden Moskova’ya yürüyen Han bu sefer karşısında Moskova’nın 60 kilometre güneyinde 60.000 kişilik Rus ordusunu buldu. Molodi’de 30 Temmuz-3 Ağustos arasında yapılan Molodi Muharebesi’nde yakın savaşa zorlanan süvari ağırlıklı Kırım ordusu ağır kayıplar verdiği bir yenilgiye uğrayarak Kırım’a çekilmek zorunda kaldı. Bu başarısızlıkların sonucunda Rusya’nın fetihleri kabul edilmek zorunda kalındı ve ileride Osmanlı Devleti’ne büyük sıkıntılar çıkaracak bir devlet oluşmaya başladı. Osmanlı-Venedik Savaşı (1570-1573). Osmanlı-Venedik Savaşı veya Kıbrıs Seferi, Osmanlı-Venedik savaşlarının dördüncüsüdür. 1570-73 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasında yapılmıştır. Savaşın ilerleyen döneminde Venedik saflarına dâhil olan devletler olmuştur. Papa V. Pius’un girişimleriyle oluşturulan Kutsal İttifaka Venedik Cumhuriyeti, İspanyol İmparatorluğu, Papalık Devleti, Ceneviz Cumhuriyeti, Savoya Dükalığı ve Hospitalier Şövalyeleri katılmıştır. Kıbrıs’ın Fethi (1570-1571). Doğu Akdeniz, Kanuni Sultan Süleyman’ın fetihleriyle artık iyice Osmanlı iç denizi haline gelmiştir. Ancak Venedikli korsanların son bir sığınma yeri kalmıştı. Kıbrıs’ın fethinin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz: Dalmaçya harekatı (1571). 1571 senesinde Kıbrıs’ın fethi sırasında donanmanın Akdeniz’e inmesi sırasında fethedilmiştir. Fethin komutanlığını Sokollu Mehmed Paşa tarafından yapılmıştır. İnebahtı Muharebesi (1571). Kıbrıs’ın Türk ordusunca fethi Batı Avrupa’da önemli bir yankı uyandırdı. Venedik’in kışkırtmasıyla İspanyol, Ceneviz, Papalık ve Malta Şövalyeleri donanmalarının da dahil oldukları bir "Kutsal İttifak" oluşturuldu. Avusturyalı amiral Don Juan komutasındaki Haçlı donanması karşısında Müezzinzade Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması büyük bir yenilgiye uğradı. Osmanlı donanması ilk kez yakılmıştır. Bu yenilginin sonuçları kısa sürelidir. Dönemin sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa bu durumu Venedikli elçiye şöyle belirtmiştir:"Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu koparttık; siz donanmamızı yakmakla uzamış sakalımızı tıraş ettiniz. Kopan kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür çıkar." Donanmanın yeniden inşası ve Venedik ile barış (1572-1573). Osmanlı başkenti donanmasının yenilgiye uğradığını muharebede başarılı olan tek denizcisi Kılıç Ali Paşa sayesinde öğrendi. Uluç Ali Paşa kaptan-ı deryalığa getirildi ve Sokollu Mehmed Paşa'nın emriyle yeni bir donanmanın inşasına girişildi. Çok kısa bir zaman sonra oluşturulan donanma 1572 yazında Akdeniz'e açıldı. İspanya'nın da yeniden batıdaki mücadelesine yoğunlaşmasıyla yalnız kalan Venedik barış istedi. 1573 yılında imzalanan barış antlaşması ile Venedik Kıbrıs'ı Osmanlı Devleti'ne terk etti ve savaş tazminatı ödemeyi kabul etti. Tunus’un fethi (1574). 1573 yılında Venedik'i barışa zorlayan bu büyük donanmanın bir sonraki hedefi 1574 yılında İspanya'nın elindeki Tunus kenti ve kalesi oldu. Bu kent 1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa tarafından fethedilmiş, ancak ertesi yıl bizzat Alman İmparatoru ve İspanya Kralı V. Karl'ın komuta ettiği sefer sonucu Alman-İspanyol ordularınca geri alınmıştı. Özellikle Turgut Reis'in fetihleriyle Tunus ülkesinin tamamı Türk egemenliğine girmiş, geriye kukla Hafsiler'in İspanyol işgali alında hüküm sürdükleri Tunus kenti kalmıştı. Uluç Ali Paşa komutasındaki Türk donanması 13 Eylül 1574'te kenti fethetti. Aynı yıl Tunus Eyaleti kuruldu. Ölümü (1574). II. Selim, 1574'te 50 yaşındayken bazı kaynaklara göre hamamda düşme sonucu göğüs boşluğunda meydana gelen kanama yüzünden; bazı kaynaklara göre ise içkiye tövbe edip aniden bıraktığı için baş dönmesi sonucu ölmüştür. Cenaze namazından sonra Ayasofya Camii'deki türbesine defnedildi. Edebî kimliği. Selîmî mahlasıyla şiirler yazan Selim'in bir de divanı vardır. Yahyâ Kemâl'in; "Bir beyti bir de câmi-i mâ’mûru var" diye övdüğü; "Biz bülbül-i muhrık dem-i şekvâ-yı firâkiz Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden şeklinde bir beyti de bulunmaktadır. İkinci Selim, aynı zamanda îmârcı bir pâdişâhtır. Yaptırdığı Hayratlar. Mekke-i Mükerreme’nin su yollarının tâmiri, Mescid-i Harâm’ın mermer kubbelerle tezyini, Lefkoşa Selimiye Câmii, Azîz Efendi tekkesi, Navarin limanına hâkim bir mevkiye yaptırdığı kule, hayrâtı arasındadır. Edirne’ye yaptırmasının sebebi ise: Sultan’ın caminin yapılacağı şehir olarak neden Edirne’yi seçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Evliya Çelebi "Seyahatname" adlı eserinde padişahın rüyasında İslam peygamberi Muhammed’i gördüğünü ve onun kendisinden Kıbrıs’ın fethi anısına bir cami yaptırmasını istediğini yazmıştır. Bu konudaki daha gerçekçi yorumlarda ise o dönemde İstanbul’da yeni bir büyük camiye ihtiyaç duyulmadığı, Edirne’nin Rumeli’deki Osmanlı egemenliğinin merkezi konumunda olduğu ve Selim’in gençlik yıllarından beri şehre ayrı sevgi beslediğine dikkat çekilir. Eserleri. II. Selim zamanında Ayasofya Camii yeniden onarıldı. Selimiye Camii, Mimar Sinan tarafından onun döneminde inşa edildi. Babası gibi II. Selim divan edebiyatına birçok eser bırakmış bir şairdir. Selim’in özellikle Nurbanu Sultan için yazdığı şiirler divan edebiyatının en güzel eserleri arasında gösterilir. Ünlü bir beyti: "Biz bülbül-i muhrik-dem-i şekva-yı firâkız" "Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden" Ayrılığın şikayetinin yakıcı demlerinin adamlarıyız biz. Sabah rüzgarı ateş kesilir, gülistanımızdan geçse. Son devrin ünlü şairlerinden Yahya Kemal, II. Selim’in bu beyti için, Selimiye kadar güzel bir şiir, demiştir. Popüler kültürdeki yeri. 2003 yılında yayınlanan "Hürrem Sultan" adlı Türk televizyon dizisinde II. Selim’i Atılay Uluışık canlandırdı. 2011-2014 yılları arasında yayınlanan "Muhteşem Yüzyıl" adlı dizide Engin Öztürk canlandırmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16125", "len_data": 16762, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
III. Murad (Osmanlı Türkçesi: مراد ثالث "Murād-i sālis"), divan edebiyatındaki mahlasıyla Muradi (4 Temmuz 1546, Manisa – 16 Ocak 1595, İstanbul), 12. Osmanlı padişahı ve 91. İslam halifesi. Saltanatı sırasında Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlara ulaşmasına rağmen, saltanatı boyunca sefere gitmemiştir. Şehzadeliği. II. Selim'in Nurbanu Sultan'dan olan en büyük oğlu ve vârisidir. Nurbanu'nun anne ve babasının kimler olduğu ise kesin olarak bilinememektedir. İyi bir eğitim alan şehzade Arapça ve Farsça öğrendi. 1558 yılında babası II. Selim'in Manisa Sancakbeyliğinden Karaman Valiliğine atanması sonucu dedesi Kanuni Sultan Süleyman tarafından Alaşehir Sancakbeyliğine gönderildi. Babası II. Selim padişah olduktan sonra ise Manisa Sancakbeyliğine gönderildi. Babası II. Selim'in vefatından sonra 22 Aralık 1574'te İstanbul'a gelerek Osmanlı tahtına oturdu. Padişahlığı. Tahta çıkışı (1574). 22 Aralık 1574 "(Ramazan ayı)" Çarşamba sabahı, Osmanlı mülkünü devralır almaz fetva ile ilk iş olarak 5 kardeşini boğdurmuştur. Lehistan'da veraset sorunu (1575). Osmanlı Devleti, Lehistan yönetimine hakim olmakla Avusturya'ya komşu olan iki müttefik elde etmiş olacaktı. Fransızlar'la Kanuni döneminde iyi ilişkiler kurulmuştu. Fakat Fransız tahtının boşalması ile Lehistan'da iktidar boşluğu oluştu. III. Murad'ın isteği ile Erdel Beyi Bathary, Lehistan kralı oldu. Lehistan ile yapılan anlaşmalar sonucu kuzey sınırı güvenli hale getirildi. Osmanlıların Fas'a müdahalesi (1576-1578). III. Murad tahta geçtiğinde Kuzey Afrika kıyılarından sadece Fas Osmanlı topraklarına katılmamıştı. 1578 yılında Ramazan Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Fas'ı ele geçirerek bölgedeki Portekiz gücünü kırdılar. Osmanlı-Safevî Savaşı (1578-1590). Şah I. Tahmasb'ın oğlu Şah II. İsmail, Osmanlı Devleti ve Safevi Devleti arasındaki barış antlaşmalarına riâyet etmemiş ve Osmanlı'ya bağlı bazı Emirleri kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. Osmanlı hükûmeti Van Beylerbeyine talimat vererek orada huzurun sağlanmasını istemişti. Safeviler'in Luristan valisinin Osmanlı devletine sığınması zaten gergin olan ilişkileri daha da kötüleştirdi. Bu arada Şah II. İsmail ölmüş, Safevi Hanedanlığı'nda taht kavgaları başlamıştı. Bu durumdan yararlanmak isteyen Van Beylerbeyi, Safeviler'e saldırdı. İlk Safevi savaşı on iki yıl (1577 - 1589) sürdü. Özdemiroğlu Osman Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri Safevi kuvvetlerini Çıldır'da yendi. Bu savaştan sonra tüm Gürcistan fethedildi. 1578'de Tiflis, Osmanlı vilayeti durumuna getirildi. Aynı yıl Şirvan da Meşaleler Muharebesi ile Osmanlı topraklarına katıldı. Bu gelişmeler üzerine Safeviler barış istemek zorunda kaldı. 21 Mart 1590 tarihinde Ferhat Paşa Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Kars, Tebriz, Tiflis, Gence ve Şehrizur Osmanlı Devleti'nde kalacaktı. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti doğuda en geniş sınırlarına ulaşmış oluyordu. Sokullu Mehmed Paşa'nın öldürülmesi (1579). Kanuni Sultan Süleyman'ın son yıllarından beri azledilmeksizin kesintisiz 15 yıldır sadrazamlık görevinde bulunan Sokollu Mehmed Paşa, 11 Ekim 1579 tarihinde derviş kılığındaki biri tarafından bir ikindi divanı çıkışında kalbinden hançerlenerek ağır yaralandı. Ağır yaralarından dolayı Sokollu bir süre sonra 74 yaşında öldü. Eyüpsultan'da bulunan türbesine defnedildi. Sadrazamın katili konuşturulamadı ve ertesi gün öldürüldü. İngiltere'yle diplomatik ilişkilerin kurulması (1583). III. Murad zamanında Ceneviz, Venedik ve Fransızlar'a verilen kapitülasyonlar ile ticaret gemileri Osmanlı limanlarında ticaret yapma hakkına sahiptiler. 1583'te İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth bir elçi göndererek aynı imtiyazlardan faydalanmak istediğini belirtti. Venedik ve Ceneviz haricindeki kapitülasyonu olmayan devletlerin tüccarı, Fransız bayrağıyla Osmanlı limanlarına geliyordu. 1572'deki Bartalameos Katliamı yüzünden Katolikler'den yüz çevirmeye başlayan Osmanlı hükûmeti, Papa'nın koyduğu stratejik harp malzemesi ambargosunu kırabilmek için Protestan olan İngiltere'ye yakınlaştı. Böylece Akdeniz'de İngiliz-Fransız rekabeti başlamış oldu. Bu rekabetten Osmanlı Devleti de birçok siyasi menfaat kazanmış oldu. Kırım Hanlığı'na müdahale (1584). Azledildikten sonra isyan eden Kırım Hanı II. Mehmed Giray'ı cezalandırmak, Kırım Hanlığı'nda Osmanlı hakimiyetini tesis etmek ve yeni Han II. İslam Giray'ı tahta çıkarmak amacıyla 1584 yılında iki askerî harekât düzenlendi. Birinci harekâtta (Ocak-Haziran) Osmanlı birliklerine Özdemiroğlu Osman Paşa komuta ederken, Kılıç Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı Donanması Kefe'ye çıkarma yaptı. Başarıyla sonuçlanan birinci harekâtın ardından, bu defa idam edilen Mehmed Giray'ın oğulları Saadet Giray ve Safa Giray'ın (Rusya'nın da yardımıyla) Nogayların ve Don Kazakları'nın desteğini alarak, Eylül başında Kırım Hanlığı'nın başkenti Bahçesaray'ı saldırarak II. İslam Giray'ı yaralı bir şekilde Kefe'ye sığınmaya mecbur bırakmaları üzerine, Gazi Ferhad Paşa komutasındaki birlikler Kılıç Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı Donanmasıyla nakledilerek Kefe'ye ikinci bir çıkarma yapıldı ve isyan bastırıldı. 1584 yılındaki müdahaleden sonra, Osmanlı padişahları Kırım hanlarını doğrudan tayin etmek suretiyle Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı hakimiyetini sıkılaştırdılar. Ayrıca, II. İslam Giray zamanına kadar hutbelerde yalnız Kırım hanlarının adları okunurken, onun hanlığından itibaren ise hutbelerde ilk olarak Osmanlı padişahının sonra da Kırım hanının isimlerinin okunması kabul edildi. Venedik'le gerginlik (1584). 1584 yılında bir Yeniçeri isyanında öldürülen Trablusgarp Valisi Ramazan Paşa'nın ailesini İstanbul'a getiren gemiye Kefalonya açıklarında Venedik gemileriyle saldırı düzenlenmesi sonucunda Venedik ile uzun süredir devam eden barış sona erdi. Venedik senatosuna bir ültimatom gönderen III. Murad, Ramazan Paşa'nın ailesini ve mallarını Preveze'ye getirtmeyi başardı. Venedik'in de barışı korumak istemesi üzerine iki devlet arasındaki mesele çözüldü. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'yla Savaş (1593-1606). 1590'da Avusturya ile yapılan 8 yıllık barış antlaşması 1593 yılında, Telli Hasan Paşa'nın başıbozukların oluşturduğu Uskokların üzerine yürümesini savaş sebebi sayan Avusturya ile bozuldu. Avusturya İmparatoru II. Rudolf ödemekte olduğu vergiyi vermediği gibi Eflak, Erdel ve Boğdan beylerini de isyana teşvik etti. Telli Hasan Paşa Hırvatistan sınırındaki Siska kalesini kuşatma altında aldı. Ancak burada yapılan savaşta Hasan Paşa ve binlerce askerle birlikte Hersek Sancakbeyi de öldü. Bunun üzerine Sinan Paşa'nın ısrarıyla 1593 yılında Avusturya'ya savaş ilan edildi. III. Murad'ın ölümü (1595). Savaş devam ederken 16 Ocak 1595'te III. Murad İstanbul'da felç geçirerek öldü. Cenazesi Ayasofya Camii avlusuna defnedildi. Ölümünden sonra. 1574'ten 1595'e kadar 21 sene Osmanlı Devleti'nin başında bulunmuştur. Saltanatı süresince başveziri olan Sokollu Mehmet Paşa'nın etkisinde kalmıştır. Saltanatı döneminde eşi Safiye Sultan, özellikle Sokollu Mehmet Paşa'nın 1579 yılındaki ölümünden sonra devlet yönetiminde oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. Saltanatı süresince Osmanlı topraklarının genişliği 19.902.000 km²'ye yükselmiştir. Osmanlı Devleti en geniş toprağa bu zamanda erişmiştir. III. Murad 16 Ocak 1595'te 48 yaşında iken ölmüş, kabri Ayasofya Camii avlusundaki türbesindedir. Ayrıca Beşiktaş'taki Yahya Efendi Türbesini ve Topkapı Sarayı'ndaki Hasoda'yı yaptırmış, Fethiye Camii'ni de kiliseden camiye çevirmiştir. Avusturyalı tarihçi Hammer, III. Murad'ın saltanatı boyunca 11 defa sadrazam, 7 defa şeyhülislam değiştirdiğini, düşüncelerinde bir istikrar bulunmadığını, zevke, tasavvufa ve şiire eğilimli bir insan olduğunu, etrafında remilciler, müneccimler dolaştığını bildirmekte ve bu yönüyle eleştirmektedir. Edebî ve ilmî kişiliği. Farsça, Arapça ve Türkçe divanları bulunan III. Murad şiirlerinde ""Muradî", bazen de "Murad"" mahlaslarını kullanmıştır ve ayrıca Fütuhat-ı Siyam adlı tasavvuf konulu bir eser yazmıştır. Hat sanatı alanında da mahir olan III. Murad'ın Ayasofya Camii'nde asılı olan ayet levhasıyla kelime-i şehadet levhasının bulunduğunu Müstakimzade bildirmektedir ve ayrıca İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde ve Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nde hat sanatı eserleri vardır. Ayrıca döneminde Osmanlı'nın ilk rasathanesi olan "İstanbul Rasadhanesi" kurulmuştur. İddiaya göre rasathanenin tamamlanmasının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra beliren bir kuyruklu yıldız nedeniyle Sultan III. Murad, Takiyüddin'den kehanette bulunmasını talep etmiş, o da bu yıldızın bir mutluluk ve saadet devrinin habercisi olduğu tahmininde bulunmuştu. Ancak bunun tam aksine o devirde ortaya çıkan bir salgın hastalığın getirdiği felaket nedeniyle rasathanenin muhaliflerinin sayısında bir hayli artış olmuştu. Takiyüddin gözlemlerine bir iki yıl daha devam edebilmişti. Bazı kaynaklar ise bilime muhalif bir tarikatın yıkım kararının alınmasında etkili olduğunu belirtmektedir. İlber Ortaylı'ya göre İstanbul'daki bir depremden sonra halk ayaklanmış ve depremin rasathane yüzünden olduğunu söylemişlerdir. Sarayın önünde büyük gösteriler olmuş, bunun üzerine III. Murat, denizden top atışı ile rasathaneyi yıktırmak zorunda kalmıştır. Kimi araştırmacılar rasathanenin yıkılmasının gerçek sebebinin bir siyasal çekişme olduğu iddia edilmiştir. Rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi'nin Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi ile farklı siyasi gruplarda yer alması ve bu gruplar arasındaki çekişmenin yıkıma sebep olduğu sanılmaktadır. Özel hayatı. Safiye Sultan adında bir eşi vardı. Safiye Sultan ile kaynanası Nurbanu Sultan arasındaki çekişip didişmeler; o dönemlerde çeşitli saray oyunlarıyla, sadrazamların durmadan değişmesine neden olmuştur. Nurbanu Sultan, Safiye Sultan'ı öldüresiyle kıskandığı için, oğlu III. Murad'a yıllar boyu, onu unutturacak bir sevgili arayıp durmuştu. Söylentilere göre, bu yüzden tutsak pazarında cariye fiyatları iki yüz - üç yüz altından, iki bin - üç bin altına çıkmıştır. Not: Erkek çocuklarının sayısının 25 olduğu söylenmektedir. Diğerlerinin adları bilinmemektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16126", "len_data": 10050, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3 }
Jülyen takvimi, Jül Sezar tarafından MÖ 46 yılında kabul edilen ve Batı dünyasında 16. yüzyıla kadar kullanılan takvim. Artık yıl hesaplamasındaki ufak bir fark sonucu yaklaşık her 128 yılda bir günlük bir kayma oluşturduğu için, 1582 yılında yerini Gregoryen takvimi almıştır. Bununla birlikte Rusya ve Bulgaristan gibi Ortodoks Hristiyan bazı ülkeler kilisenin de etkisiyle 20. yüzyıl başına kadar bu takvimi kullanmıştır. Rusya'da Bolşevik devrimi sonrasında bu takvim bırakılıp yerine modern Gregoryen takvim kullanılmaya başlanmıştır. Ancak bu durumda dahi Rus kilisesi gibi dini kesimler bu takvime dönülmesi yönünde çağrılarını yinelemektedir. Oluşumu. Hem İslami takvimin (yani ay takviminin), hem Jülyen takvimin (yani güneş takviminin) kökeni eski Mısır'a dayanır. Zira eski Mısır'da tarım vs. uygulamalar için ay takvimi kullanılmış, daha sonra idari işlerin doğru zamanda yapılması ve tespiti için güneş takvimi icat edilmiştir, ancak Mısır güneş takviminde artık yıl yoktur. Bir yıl 365 gün olarak değerlendirilmektedir. Romalılar da Mısır güneş takvimini kullanmaktaydı ama takvimdeki hatalar karışıklıķlara yol açmaktaydı. Jül Sezar o zamana kadar kullanılan takvimdeki karışıklıkları çözmesi için İskenderiyeli astronomi bilgini Sosigenes'ten yardım alır. Sosigenes bir yılı 365,25 gün alarak oluşan mevsim kaymalarını düzeltmeyi hedeflemiştir. Böylece 4'e tam bölünemeyen yıllar 365 gün olmuş, bu yıllardan artan çeyrek günlerse 3 yılın ardından gelen artık yıla eklenerek, artık yılı 366 güne çıkarmıştır. Ayrıca bir yılın 12 ay kalabilmesi için artık yıllarda aylar 6 ay 30, 6 ay 31 gün olacak şekilde düzenlenmiştir. Artık olmayan yıllarda ise yılın son ayından 1 gün çıkarılmıştır. Bu da o dönemde yılbaşı mart olduğundan dolayı şubat ayının artık yıllarda 30, diğer yıllarda ise 29 gün olmasını getirmiştir. Ayrıca takvim düzenlemesini yaptığı için Jül Sezar temmuz ayının ismini değiştirerek kendi adını (July) vermiştir. Fakat Sezar'ın öldürülmesinden sonra takvimde yapılan bu ıslahat düzgün uygulanamamıştır. Takvim düzenlemelerini yapan Pontifeksler üç yılda bir artık yıl uygulaması yaparak takvimde tekrar bozulmalara sebep olmuşlardır. Bu uygulamanın yapıldığı yaklaşık 40 yıl boyunca 3 gün kayma meydana gelmiş ve MÖ 8. yılda Augustus 12 yıl boyunca artık yıl uygulamasını durdurarak bu kaymayı düzeltmiştir. Augustus tıpkı Jül Sezar gibi takvimde değişiklik yaptığı için o zamanlar sextilis olan ayın adını değiştirip kendi ismi olan Augustus'u vermiştir. Fakat ismi Sezar'dan gelen temmuz ayının 31, ağustos ayının ise 30 gün olmasından dolayı şubat ayından 1 gün alınıp ağustos ayına eklenmiştir. Böylece şubat ayı artık yıllarda 29, diğer yıllarda 28 güne düşmüştür. Bununla birlikte Jülyen takvimi de kusursuz bir takvim değildir zira dönencel yıl kesrini 0,2422 yerine 0,25 olarak almasından ötürü her 400 yılda bir takvim 3,12 gün yani yaklaşık 128 yılda 1 gün geri kalmaktadır. Bu sebeple günlerin bu zamanda ilerletilmesi gerekir. Bu hatalar nedeniyle Papa 13. Gregoryus takvimde tekrar reformlara girişmiş ve bugünkü anlamda kullanılan modern Gregoryen takvim icat edilmiştir. Gregoryan takvim de Jülyen takvim gibi her 4 yılda bir artık yıl uygulamasına gider ancak burada yüzyıl başlarında 400'e bölünmeyenlerde artık yıl uygulanmayarak sorun giderilmeye çalışılmıştır (Jülyen takvimde buna bakılmaz). Öte yandan 400'e bölünse bile 4000 yılında Gregoryen takvimde artık yıl uygulanmayacaktır. Zira Gregoryen takvim de kusursuz değildir, her 400 yılda 0,12 gün sapma payı olup bu sebeple 4000 yılında sapmanın bu şekilde giderilmesi hedeflenmektedir. Örneğin, yüzyıl başlangıcı olan 2100, 2200, 2300 yıllarında Gregoryen takvim (400'e bölünmediğinden) artık yıl uygulamasına gitmezken, Jülyen takvim her dört yılda bir artık yıl uygulamasına sıkı sıkıya bağlı kaldığından artık yıl uygulamasına gider. Buna karşın, yüzyıl başlangıcı olan 2000 ve 2400 yıllarında her iki takvim de artık yıl uygulamasına gider. 4000 yılında ise 400'e bölünmesine karşın Jülyen takvim artık yıl uygulamasına giderken Gregoryen takvim gitmeyecektir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16129", "len_data": 4071, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.75 }
İngiliz sterlini (İngilizce: "Pound sterling", sembol: £, ISO kodu: GBP), Birleşik Krallık'ta kullanılan para birimidir. İngiltere ve Galler bölgesinde resmî olan tek bankası Bank of England'dır. Ayrıca İskoçya ve Kuzey İrlanda'da da yine Bank of England gibi Royal Bank of Scotland, Bank of Scotland ve Clydesdale Bank gibi sterlin banknotları basmaya yasalarca yetkili başka bankalar vardır.Uluslararası para kodu “GBP”dir ("Great Britain Pound"). İskoç sterlini ve diğer bankalarının bastığı banknotları yurt dışında döviz büroları ve İngiliz turistlerin sık olduğu yerler kabul eder; başka yerler sadece İngiliz sterlini alır. Ayrıca İngiltere'nin yurt dışında, Avrupa ve dünya genelinde deniz aşırı bölgeleri vardır, bunlardan Guernsey, Jersey, Falkland Adaları, Man Adası ve Cebelitarık sterlini çok ünlüdür ve onların da ayrı ayrı bankaları vardır. Aynı zamanda İngiltere'nin Kıbrıs'taki hava üsleri olan Ağrotur ve Dikelya Hava Üsleri de vardır, ama onlar Kıbrıs Cumhuriyeti gibi Avrupa Birliği'nin para birimi olan Euro'yu (€) kullanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16131", "len_data": 1045, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.52 }
Sait Faik Abasıyanık Müzesi, İstanbul'da, Burgaz Adası'nda yazar Sait Faik Abasıyanık'ın yaşamış olduğu köşkte 1959'dan bu yana hizmet veren müze-ev. Sait Faik Abasıyanık Müzesi'nde ziyaretçilere ünlü hikâyecinin yaşamına tanıklık etmiş eşyalar, fotoğraflar, mektuplar, kartpostallar sergilenir. Türkiye'nin en fazla ziyaret edilen müze-evlerindendir ve 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti'nin sorumluluğundadır. Tarihi. Burgaz Ada'da Çayır Sokak No:15'te bulunan köşk, 1939'da Sait Faik'in babası Mehmet Faik Bey'in vefatından sonra annesi Makbule Hanım'ın yaşamını devam ettiği evdir. Yazar da kışları Şişli'de, yazları ise adada annesinin yanına kalmış; hastalığının da ortaya çıkması üzerine ömrünün son on senesinin çoğunu bu evde geçirmiştir. Yazarın ölümünden sonra evleri, annesinin isteği ile müzeye dönüştürülmüştür. Makbule Abasıyanık, 8 Kasım 1954 yılında hazırladığı vasiyetinde varlıklarının çoğunu, yazarın eserlerinin telif haklarını ve Burgazada'daki köşkü, müze yapılması şartıyla Darüşşafaka Cemiyeti'ne bırakmıştı. Bunun nedeni, 1954'te ölümünden önce oğlu Sait Faik'in bu lisede düzenlenen bir edebiyat matinesine katıldıktan sonra ortamdan çok etkilenerek, annesine malvarlıklarını bu kuruma bağışlamayı teklif etmiş olması idi. Müze, 22 Ağustos 1959 günü ziyarete açıldı. 1964'te vesiyetin Darüşşafaka Cemiyeti'ne intikal etmesi üzerine bu tarihten itibaren müze evin bakım, onarım gibi sorumluluklarını cemiyet üstlenmiştir. Müzenin açılması, edebiyat dünyasında da tartışmalara sebep oldu. Orhan Seyfi Orhon, Türk sanatında birçok önemli yazar varken işe Sait Faik'le başlanmasını eleştirdi. Orhon'un bu yazısına cevap veren Aziz Nesin ise makalesinde böyle bir müzenin kurulmasının ne kadar önemli olduğunu söyleyerek bu müzenin bir öncü olduğunu belirtti. Restorasyon. 2009-2013 yılları arasında müze restorasyon ve yenileme çalışmaları sebebiyle 4 yıl boyunca ziyarete kapatılmıştır. Müze çağdaş müzecilik anlayışıyla yeniden düzenlenerek 11 Mayıs 2013 tarihinde yeniden ziyarete açılmıştır. Sait Faik'in vasiyeti doğrultusunda ücretsiz olarak hizmet veren müze Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri 10.30-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Müze sanal olarak da gezilebiliyor. Sait Faik Araştırma Atölyesi. 2014 yılında müzenin içinde Sait Faik Araştırma Atölyesi kurulmuştur. Canan Cürgen, Zafer Yalçınpınar, Tekin Deniz ve Şükret Gökay tarafından kurulan atölye, Sait Faik'in edebiyatına ve yaşamına değinen “yeni” bulgulara ulaşmayı amaçlamaktadır. Atölye kapsamında arşiv tarama ve dijitalleştirme çalışmalarının yanı sıra Sait Faik'in eserlerindeki kavramlarla ilgili olarak bilişsel haritalama, mülakat ve diskur (söylem) analizi çalışmaları yapılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16133", "len_data": 2715, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.39 }
Hristiyanlık veya Hıristiyanlık, İsevilik veya Nasranilik; Nasıralı İsa'nın (Yeşua) yaşamına, öğretilerine ve vaazlarına dayanan, tek Tanrılı İbrahimî bir dindir. Günümüzde Hristiyanlık, dünya nüfusunun yaklaşık %30,1'ini oluşturmaktadır ve 2,8 milyarı aşkın takipçisi ile dünyanın en kalabalık dinidir. Takipçilerine, "Mesihçi" anlamına gelen "Hristiyan" veya Nasıralı İsa'ya ithafen "İsevi" veya "Nasrani" denir. Kitâb-ı Mukaddes'e inanan takipçileri, Yahudi metni olan Tanah'ta kehanet edilen İsa'nın Mesih olarak gelişinin bir Yeni Ahit (Yeni Antlaşma) olduğuna inanırlar. Hristiyanlar, İsa'nın "Tanrı'nın Oğlu", "Tanrı'nın enkarnasyonu" ve Eski Ahit'te geleceği haber verilen "Mesih" olduğuna inanırlar. Hristiyanlık, "teslis" adı verilen inanç üzerine kuruludur. Bu inanca göre Tanrı'nın kendini açıkladığı üç kimliği vardır: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. İnanca göre Hristiyanlığın inanç sistemi ve ibadetleri, İsa tarafından 1. yüzyılda, Roma İmparatoru Tiberius devrinde, yine Roma'nın hakimiyetinde olan Filistin'de ortaya konulmuş ve havarileri ve diğer takipçileri tarafından öğretilerek yayılmıştır. Bir kişi Hristiyanlık inancına, Kitâb-ı Mukaddes'teki ayetlerden biri olan "Romalılar 10:9" ayetinin yönlendirmesini uygulayarak geçebilmektedir. Hristiyanlığın kökenleri en azından, MS 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu yönetimindeki İsrail ve Filistin bölgesine değin uzanmaktadır. Hristiyanlık, temel olarak Yahudilik inancı üzerine kurulmuş ve daha sonraları Tarsuslu Pavlus'un da etkisiyle müstakil bir din olarak gelişmiştir. Hristiyanlığın kutsal kitabı olan Kitâb-ı Mukaddes'in Yahudiliğin kutsal kitabı olan Tanah'ı içinde barındırdığı göz önüne alınırsa, Hristiyanlığın erken döneminde Hristiyanlık ve Yahudilik arasındaki bağ daha net anlaşılacaktır. Kelime kökeni. "Hristiyan" sözcüğünün kökeni, "mesih" kelimesinin Yunanca karşılığı olan "khristos" (χριστός) kelimesine dayanır. "Mesih" sözcüğü, İbranicedeki "maşiah" (משיח) kelimesine dayanır ve "mesh edilmiş, kutsal yağ ile ovulmuş, kutsanmış kişi" anlamına gelir. "Khristos" (mesih) olarak adlandırılan İsa'ya inananlara, ilk olarak Antakya'da "Hristiyan" (Χριστιανός, "Khristianos") denmeye başlamıştır. "Hristiyan" sözcüğü ise "Mesih'in yandaşı" ve "Mesih'e bağlı" anlamlarına gelir. Türkçede kullanılan "Mesih" kelimesi ise, Arapçadan geçme (مسيح) olup İbranicedeki "maşiah" (משיח) kelimesi ile kökteştir. Yağ ile kutsama geleneği ve meshedilmek. Tarih öncesi İsrail kralları ve yüksek rahipleri, görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı. Tevrat'ın birçok yerinde bu işlemin yapıldığına dair ayetler vardır ("Örnek": Levililer 14:18, Mısır'dan Çıkış 29:7, Levililer 21:10). Geniş anlamıyla bu unvan, "Tanrı'nın bir görev vermek üzere seçmiş olduğu" kişileri de kapsıyordu. Eski Ahit'in Yeşaya kitabında, Yahudileri MÖ 500'lü yıllardaki Babil sürgününden kurtaran Pers Kralı Büyük Kiros'a da "mesih" unvanıyla hitap edildiği görülür. "Nasrani" ismi. "Nasrânî" kelimesinin Hristiyan geleneğindeki etimolojik açıklaması, Meryem oğlu İsa'nın memleketi olan Nasıra'ya izâfeten, kendinin ve getirdiği dinin mensuplarının da Nasıralı (Ναζωραίος, Nazoraios; ναζωραιων Nazoraion) olarak bilindiği anlamındadır. Bununla birlikte, araştırmacı yazar Ali Ünal'ın bu ismin etimolojisi hakkında getirdiği başka bir önerme de mevcuttur. Kur'an temel alınarak yapılan bu önermeye göre, "Nasrani" kelimesinin bir kökeni şudur: İsa'nın, yeni getirdiği dine "yardım" çağrısına havarilerin verdikleri cevaptır ve daha sonra da bu isim, "Nasrânî" (Yardımcılar) anlamında bir gelenek hâline gelmiştir. İsa, getirdiği din ve mensupları için hususiyetle Hristiyanlık ya da "Mesihîlik" anlamına gelen herhangi bir unvanla, getirdiği dini kendine izâfe eden bir yol tercih etmemiştir. Yahudi İsrailoğulları ise, onları Celileliler ya da Nasrânîler olarak anarlardı. Celileliler denmesinin sebebi, İsa'nın memleketi olan Nasıra'nın Celile'de bulunmasıydı. İbadetler. Sakrament. Sakrament, Tanrı'nın aktif olarak yer aldığına inanılan kutsal ayinlere verilen addır. İnanca göre sakrament, Tanrı'nın kutsamasını, merhametini, lütfunu iştirak eden, inananlara ulaştıran veya görünmeyen gerçekliğini temsil eden görünen semboldür. Buna örnek olarak vaftiz verilebilir. Vaftizde su, Kutsal Ruh'un hediyesinin lütfunu, günahların affını ve Kilise'nin bir üyesi olmayı temsil eder. Sakramente bir başka bakış ise, Kutsayıcı Lütuf'un onayının fiziki bir işareti olmasıdır. Vaftiz. Vaftiz kelimesi köken itibarıyla Grekçedir ve "suya batırma" gibi bir anlamı vardır. Hristiyan inancındaki simgesel bir ritüel olarak, bireyin hayatında sadece bir kez gerçekleştirilir. İnanca göre İsa da Vaftizci Yahya tarafından Ürdün Nehri'nde vaftiz edilmiştir. Hristiyanlık inancına sahip olup, İsa'ya iman eden kişiler vaftiz olurlar. Vaftiz, Ortodoks Kilisesi'nde suya girmeyi gerektirirken, Katolik Kilisesi'nde ise üzerine su serpmekten ibarettir. Dua. Kitab-ı Mukaddes'in Yeni Antlaşma kısmında da geçen, İsa'nın havarilerine nasıl dua edeceklerini göstermek amacıyla ettiği duadır:“Bunun için siz şöyle dua edin: ‘Göklerdeki Babamız, Adın kutsal kılınsın. Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de Senin istediğin olsun. Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver. Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, Sen de bizim suçlarımızı bağışla. Ayartılmamıza izin verme. Bizi kötü olandan kurtar. Çünkü egemenlik, güç ve yücelik Sonsuzlara dek senindir! Amin’. - Matta 6:9‭-‬13Ayrıca Katolik ve Ortodoksların inançları gereği (azizlerin şefaati) ettikleri dualar vardır. Bunlar da şu şekildedir:Selam Sana (Hail Mary): Selam Sana, lütufla dolu Meryem; Rab seninledir. Kadınlar arasında kutsalsın ve kutsaldır rahminin meyvesi İsa. Aziz Meryem, Tanrı’nın Annesi, biz günahkarlar için şimdi ve ölüm saatimizde dua eyle. Amin Selam Kraliçe (Hail, Holy Queen: Salve Regina): Selam Kraliçe, Merhamet Annesi, hayatımız, tatlılığımız ve ümidimiz selam. Biz Havva’nın sürgündeki evlatları sana yalvarıyoruz: bu gözyaşı vadisinde ağıtlarımızı ve gözyaşlarımızı ah çekerek sana yükseltiyoruz. Ey şefaatçimiz, o merhametli gözlerini bize çevir ve bu sürgünümüzden sonra rahminin kutsal meyvesi İsa’yı bizlere göster. Ey şefkatli, ey sevgi dolu, ey tatlı bakire Meryem. Amin. Fatima Prayer (Oh my Jesus): Ey İsa'm, günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem ateşinden koru. Tüm ruhları, özellikle merhametine en çok ihtiyaç duyanları cennete götür. Kutsal Kitap. Hristiyanlığın kutsal kitabı, "Kitâb-ı Mukaddes"tir. Kitâb-ı Mukaddes, Eski Ahit ve Yeni Ahit olmak üzere başlıca iki bölümden oluşur. Eski Ahit. Kitâb-ı Mukaddes'in ilk kısmı, "Eski Ahit" ya da "Eski Antlaşma" olarak adlandırılır. Yahudilerin kutsal kitaplarından olan Tanah ile bölüm adları ve sınıflandırmalar hariç hemen hemen aynıdır. Eski Antlaşma, İsa'nın doğumundan önceki çok uzun bir zaman diliminde Yahudi peygamberler tarafından yazılmıştır. Bu bölümde, henüz dünyaya gelmemiş oldukları için İsa ve annesi Meryem'den ismen bahsedilmez; ancak Eski Ahit'in bazı kitaplarında İsa'ya atıfta bulunulur. Yeni Ahit. Kitâb-ı Mukaddes'in ikinci bölümünü oluşturan Yeni Ahit ise, Nasıralı İsa'nın sağlığında ya da ölümünden sonra havariler ve elçiler tarafından yazılmıştır. Hristiyanlarca kanonik kabul edilen Matta, Markos, Luka ve Yuhanna incilleri, Yeni Antlaşma'nın ilk dört bölümünü oluşturur. Yahudi kutsal metinlerinden oluşmuş olan Tanah'ın Hristiyanlıkta "Eski Antlaşma" olarak adlandırılmasının nedeni, Tanrı'nın İsa'dan asırlar önce Musa ile Sina Dağı'nda yaptığına inanılan antlaşmadır. Hristiyanlar, Tanrı'nın İsa aracılığı ile yeni bir antlaşma yaptığına inandıklarından ötürü, Kitâb-ı Mukaddes'in İsa'dan bahseden ikinci bölümünü Yeni Antlaşma olarak adlandırırlar. İnciller. İncil, Kitâb-ı Mukaddes'in Yeni Ahit kısmının ilk dört bölümünün her birine verilen addır. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış olan dört İncil, yazarlarının adıyla anılır. İnciller, Nasıralı İsa'nın hayatını ve öğretilerini anlatır. Türkçeye Arapçadan geçen "incil" kelimesinin aslı, Yunanca "Ευαγγελιον" ("Evangelion") şeklindedir ve "iyi haber, müjde" anlamına gelir. İncil kelimesi, gerçekte Yeni Antlaşma'nın ilk dört kitabının (bölümünün) her birini karşıladığı hâlde, bazen Yeni Antlaşma'nın tamamı için de kullanıldığı olur. İsa (Yeşua). Türkçe literatürde yaygın olarak İsa adıyla anılan Yeşua, Hristiyanlığın temel figürüdür. Doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili olarak kimi tarihçiler ve araştırmacılar farklı görüşler belirtirler. Ancak yaklaşık MÖ 4 yılında, günümüzde Filistin bölgesi sınırlarında yer alan, ancak o dönemde Roma İmparatorluğu'nun egemenliğinde olan Yahudiye Eyaleti'nin Beytüllahim şehrinde, annesi Meryem'in bakire olduğuna ilişkin iddia edilen bir mucizeyle dünyaya geldi. İsa'nın doğum yeri Beytüllahim olarak kabul edilmekle birlikte, memleketi sıklıkla Nasıra olarak geçer. Hristiyan kaynaklarda İsa, "Nasıralı İsa" olarak da anılır. Bu nedenle de Hristiyanlık dini "Nasranilik" olarak da adlandırılır. İsa'nın erken yaşamıyla ilgili fazla bir şey bilinmemektedir, ama çok büyük olasılıkla Yahudi kutsal kitapları ve dini konusunda eğitim gördüğü düşünülür; ki zaten kendi de annesi de bir Yahudi'dir. Marangozluk işiyle uğraştığına, Nasıra'da yaşayıp çalıştığına inanılır. İsa'nın, Hristiyanlıkta mucizevi bir şekilde babasız dünyaya geldiği kabul edilir. Temel mesleği marangozluktur ve ayrıca şifa dağıtıcıdır. Yaklaşık 30 yaşındayken, Tanrı'nın mesajını ilan ederek bölgede vaaz verme ve şifa dağıtma hizmetine başladı. İncillere göre, çekici ve şaşırtıcı mucizeleriyle büyük kalabalıkları etrafında topladı; ancak 12 takipçisine ya da havarisine özel ilgi gösterdi. Çok geçmeden Tanrı'yla ilgili mesajı, yetkililerin engeliyle karşılaştı. Havarilerinden biri olan Yahuda'nın ihanetine uğradı ve inanca göre "Halkı isyana teşvik etmek" suçlamasıyla bazı Yahudi din adamlarının baskısı ve Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye valisi Pontius Pilatus'un emriyle tutuklanıp çarmıha gerilmiştir. "Nasıralı İsa" olarak da bilinir. Kitâb-ı Mukaddes'te kendine yer yer "İsa Mesih" denilerek atıfta bulunulur. Hayatı ile ilgili başlıca kaynaklar, kanonik incillerdir. Hristiyan teolojisinde İsa'nın kimliğini inceleyen dal, Kristoloji olarak bilinir. Hristiyanlar için İsa; Mesih'tir, bütünüyle insan ve bütünüyle Tanrı'dır, "Tanrı'nın Oğlu" ve "İnsanoğlu"dur. Bahsi geçen oğulluk manevi bir anlam içermektedir; biyolojik bir husus değildir. Baba (Tanrı) ile insanlar arasında aracı, beklenen kurtarıcı, Rab, Tanrı ile aynı "öz"den olan, güçlü Tanrı, tek insan, dünyanın tek kralı, Üçlü Birlik'te yer alan hipostaz veya kişilerden olan "Oğul"dur. Hristiyan kaynakları, onu "İsa Mesih" olarak anarlar. İsa'nın tanrısal ve insani özellikleri, farklı mezheplerce farklı yorumlanır. Hristiyanlığın Monofizit görüşüne göre insani tabiatı ile tanrısal tabiatı, tanrısal özü altında erimiş ve ayrılmaz bölünmez tek bir tabiat meydana gelmiştir. Çarmıhta, İsa'nın insani tabiatı gibi tanrısal tabiatı da acı çekmiştir. Meryem ise Theotokosdur, yani "Tanrı anası"dır. Diğer bir görüş olan Diofizit görüşüne göre ise, insani ve tanrısal olmak üzere birbirinden bağımsız iki tabiatı vardır. Çarmıha gerildiğinde ilahi tabiatı bedeninden ayrılmış, sadece insani tabiatı acı çekmiştir. Meryem, insan olan İsa'nın annesidir; dolayısıyla da ona Theotokos, yani "Tanrı anası" denemez. Ortodoks, Katolik ve Protestanlara göre İsa'nın "İnsani" ve "Tanrısal" iki tabiatı olup bunlar asla birleşmezler, karışmazlar ve ayrılmazlar. "İsa" adı. "İsa" adı Kur'an kökenli olarak Arapçadan gelmektedir (عيسى). Türkçeye İslam etkisi nedeniyle yerleşmiştir. İsa'nın orijinal adı Yeşua (Yahşuah) olarak geçer. Orijinal adın anlamı, İbranicede "YHVH Kurtarır" anlamına gelir. Arap Hristiyanlar İsa adını değil orijinal addan köken alan Yasû (يسوع) adını kullanır. Tarihi. Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinde, 1. yüzyıl Helenistik Yahudilik coğrafyasında, İkinci Tapınak dönemi sırasında bir Yahudi mezhebi olarak başladı. İnancın merkezi figürü olan ve Yahudi bir aileden gelen Yeşua'nın ilk takipçileri, apokaliptik Hristiyan Yahudilerdi. Yeşua yaklaşık MS 30 civarında, Yahudiye eyaletinde halka vaaz vermeye ve hizmet etmeye başladı. Yeşua, Hristiyanlığa göre beklenen Mesih ve Üçlü Birlik (teslis) inancının ikinci kişisi olan Oğul Tanrı'nın beden almış hâli, Yahudilere göre bir büyücü ve sahte Mesih, tarihçilere göre ise bir filozof ve din adamıdır. Hristiyanlık inancına göre yaklaşık 30 yaşındayken Filistin ve İsrail bölgesinde Tanrı'nın mesajını ilan etmeye başlayan Yeşua, özellikle şifa hizmetinde bulunma, doğayı kontrol etme ve ölüleri diriltme gibi mucizelerle çok sayıda taraftar topladı. Ancak Yeşua'nın kendinin Tanrı olduğunu ileri sürmesini küfür sayan dönemin Yahudi din bilginleri, ihbarcı havari Yahuda'yı kullanarak Yeşua'yı tutuklattılar ve Yahudiye eyaleti valisi Pontius Pilatus'a yargılattılar. Hristiyanlar, Yeşua'nın yeryüzüne gelişinin, Tanrı ile Yahudiler arasında yapılan Eski Antlaşma'dan sonra Tanrı ile bütün insanlık arasında yapılan Yeni Antlaşma'yı müjdelediğine inanırlar. Hristiyanlar, Yeşua'nın çarmıha gerilmesi, dirilmesi ve göğe yükselmesine büyük önem verirler. İnanca göre Yeşua acı çekti, öldü ve gömüldü; sonra dirildi ve Baba Tanrı'yla birlikte hüküm sürmek üzere göğe yükseldi. Yeşua'dan sonra elçileri, Yeni Antlaşma kanonunu tamamlayacak metinleri kaleme aldı. 1. yüzyılda Hristiyanlığın yayılması için çabalayanlardan biri, "Tarsuslu Pavlus" diye de anılan Elçi Pavlus'tu. Pavlus, önceden Yahudi bir din adamıydı ve başlangıçta Hristiyanlığa düşmandı. Bu dönemde "Tarsuslu Saul" olarak anılıyordu. Saul ve beraberinde yolculuk edenlerin Şam yolundayken "Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?" sesini işittiklerine ve bu olaydan sonra Saul'un Yeşua'ya iman ederek yeni inancı Yahudi olmayan uluslara yayma görevini yüklendiğine inanılır. Yeşua'nın ölümünün ardından ilk Hristiyanlar, hem Yahudi yetkililerinin hem de Roma İmparatorluğu'nun çeşitli zulmüne uğradılar ve birçoğu öldürüldü. Yine de inanç, ilk kilisenin liderliği altında varlığını sürdürdü. Roma liderleri Hristiyanlığa git gide daha hoşgörülü davranmaya başladılar. 313'te Roma İmparatorluğu'nda Milano Fermanı ilan edildi ve Hristiyanlık serbest bırakıldı. 325 yılında, evrensel bir Hristiyan amentüsünün kabul edildiği Nikaia (İznik) Konsili gerçekleşti. 380 yılında da Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu'nun resmî dini kabul edildi. Kavimler Göçü (375) ile birlikte Cermen kavimleri Avrupa'nın dört bir yanına yayıldı. Cermen kavimleri sonraları Hristiyanlığı benimsedi. Bu da Hristiyanlığın Avrupa'da iyice yaygınlaşmasına neden oldu. Roma İmparatorluğu'nun gerilemesi ve çöküşünden sonra Avrupa'da iktidar, havarilerin ve ilk din adamlarının doğal ardılları sayılan papalara geçti. 1054 yılında, Kilise içinde Papalığın otoritesi konusunda bir ayrılık yaşandı. Hristiyan tarihinde "Büyük Bölünme" denilen bu olay sonucunda Hristiyanlık, Katolik Kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi olarak ikiye ayrıldı. Hristiyanlık, 7. yüzyılda İslam dininin doğuşu ve 8. yüzyılda da İslam'ın yayılışında Müslümanların rekabetiyle karşılaştı. 12. ve 13. yüzyıllarda kutsal kent sayılan Yeruşalim'i Müslümanlardan almak için bir dizi Haçlı Seferi düzenlendi. 1096'da başlayan bu seferlerin ilki, Katoliklerin 1099 yılında Yeruşalim'i ele geçirip şehri savunan Yahudileri ve Müslümanları kılıçtan geçirmesiyle sonuçlandı. Katolik Kilisesi, Avrupa'da nüfuzunu korudu ve dogmaları Orta Çağ boyunca kültüre ve bilgiye egemen oldu. Felsefi ve bilimsel düşünceler çoğu kez sapkınlık olarak görüldü. 1274 yılında Thomas Aquinas, Aristotelesçi akıl yürütmeyi Hristiyan teolojiye uyguladı ve bu sebeple mahkûm edildi, ölümünden ancak yüzyıllar sonra Avrupa'da gerçekleşen bir dizi reformlar sayesinde büyük değeri anlaşıldı. 1453 yılında Osmanlı Türklerinin Konstantinopolis'i ele geçirip 11 asırlık Bizans İmparatorluğu'na son vermesiyle birlikte Doğu Ortodoks Kilisesi, Osmanlı himayesine girdi. 1517 yılında Martin Luther, 95 Tez'i yayımladı ve Protestanlık reformunun tetiğini çekti. Protestanlık, Kuzey Avrupa'da gelişmeye başladı ve yeni Hristiyan mezheplerinin yolunu açtı. Mezhepler. Hristiyanlıkta mezhepler, "kilise" olarak adlandırılırlar. Hristiyanlığın 3 ana mezhebi Roma Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi ve Protestan Kilisesi'dir. Katolik Kilisesi. Katoliklik mezhebinin dünyada yaklaşık 1,2 milyar mensubu vardır ve en çok takipçisi olan Hristiyan mezhebidir. Katoliklik; Kutsal Ruh'un kaynağı, İsa'nın ilahi (tanrısal) yönü, geleneklere verdiği önem, dini törenler ve Havari Petrus'un halefi kabul ettiği Roma başpiskoposuna (Papa) verdiği ayrıcalıklarla diğer Hristiyan mezheplerinden ayrılır. Papa'nın yanılamayacağı, 1870'te alınan bir kararla resmîleşmiştir. Katolik Kilisesi'ndeki bazı özellikler şöyledir: Ortodoks Kilisesi. Ortodoks Kilisesi, 850 milyona yakın mensubu ile Katolik ve Protestan kiliselerinden sonra sayısı ve yayıldığı alan itibarıyla Hristiyanlığın üçüncü büyük mezhebini oluşturur. Ortodoks coğrafyası büyük oranda Doğu Avrupa ve Anadolu ile sınırlıdır. Bununla birlikte, Ortodoksluğun Hristiyanlık içerisindeki tarihi önemi, coğrafi ve istatistikî büyüklüğünden daha ileri düzeydedir. Gerek tarihi gerekse politik nedenlerden dolayı içe kapalı bir atmosferde yaşayan Ortodoksluk, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden itibaren modern dünyaya entegre olma yoluna girmiş görünmektedir. Bu farklı tarihi gelişim çizgisine paralel olarak, Ortodoksluğun teolojisi de diğer Hristiyan mezheplerine göre değişiklik göstermektedir. Ortodoksların kendileri için kullandığı yaygın ibare, daha çok “Ortodoks Katolik Kilisesi” ibaresidir. Bu ifade, mezhebin hem doğru görüşü temsil ettiği, hem de evrensel olduğu iddiasını yansıtır. Büyük oranda Anadolu coğrafyasında gelişip yayılmaya başlayan Ortodoksluk, özel karakterini daha çok üzerine temellendiği Grek kültürünün Hristiyanlaştırılmasından alır. Bu temel yapı, gelişim çizgisini antik Latin düşüncesinden alan Katoliklik ile Ortodoksluk arasındaki farklılığın da zeminini oluşturur. Protestan Kilisesi. Protestanlık, Hristiyanlığın en büyük üç ana mezhebinden biridir. 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin'in öncülüğünde Katolik Kilisesi'ne ve Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin sonucunda doğmuştur. Papazlara ihtiyaç duymaksızın Kitâb-ı Mukaddes'i okuyabildikleri için, her vaftiz edilmiş inananın aracı bulunmadan rahiplik yetkisi olduğuna inanan Protestanlar, Kitâb-ı Mukaddes'i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Reform sonrası ortaya çıkan dini akımlar, öncelikle kendi içinde 3 ana kola ayrılmıştır. Bunlar şunlardır: Protestanlık, diğer Hristiyan mezheplerinden bazı ayrımlar gösterir. Katolik ve Ortodokslar gibi ruhanî bir başkanları yoktur. Protestanlık; Katolik ve Ortodoks kiliselerinin merkeziyetçi anlayışının tersine, çeşitli kiliseler veya mezhepler arasındaki kurumsallaşmamış bir topluluktur. Protestanlar, Katolik inanç sisteminin çoğunluğunu korusalar da, Katolik Kilisesi'nin Papa'ya verdiği geniş yorum ve uygulama yetkisini tanımama, dinî inançları daha kişisel düzeyde yaşama ve Katolik Kilisesi'nin dünyasallaşan ayin ve uygulamalarından uzaklaşma gerekçeleriyle Katolik Kilisesi'nden ayrılmışlardır. Teslisi reddedenler. Teslis'in reddi, ana akım Hristiyan öğretisi olan Tanrı'nın ebedi, eşit ve bölünmez bir şekilde tek bir varlık veya özde birleşmiş üç farklı hipostaz veya kişi olduğu inancını reddeden bir Hristiyanlık biçimidir. Öbür yandan, bu görüşe sahip olan kesimlerin çoğu, İsa'nın Tanrı'nın Oğlu olduğu fikrinde diğer Hristiyanlar gibi hemfikirdiler. Aslında bu durum, Birinci İznik Konsili'nden (MS 325) beri süregelen bir tartışmanın devamı niteliği olarak görülmektedir. Hristiyanlığın ilk yüzyılları sayılmazsa, günümüzde bu görüşü benimseyenlerin bir diğer ortak yönü de, yeni dini hareketler olarak kabul edilmesidir. Teslisi reddedenler arasında tarihsel ve modern akımlar veya gruplar vardır. Tarihsel akımlar ve gruplar: Modern akımlar ve gruplar: Demografi. Dünyanın hemen hemen her yerine yayılmış olmakla birlikte, en yoğun olarak Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralya'da bulunmaktadır. Diğer kıtalardan farklı olarak Asya ve Güney Afrika'da farklı dinlerle iç içe yaşayan Hristiyanlar, erken dönemlerden beri, kırsal kesimlerden ziyade şehirlerde yayılmıştı. Böylece kısa bir süre içinde "Hristiyan olmayan kişi" ile "köylü" neredeyse eş anlamlı hâle geldi. Hristiyanların sayısı yani "Mesih'i takip edenler", İsa'nın ortaya çıkmasıyla ve ona inanlarla birlikte genişlemiştir. Alışılagelmişin dışında, Kitâb-ı Mukaddes'te yer alan kayıtlara göre, İsa'nın, toplumun dışladığı fahişelere de yardım ettiği ve engellileri, körleri iyileştirdiği yer almaktadır. İsa'nın; Luka 16.13'te yer alan "Siz hem Tanrı’ya, hem paraya kulluk edemezsiniz" öğretisi, Yakup 2:6'da yer alan "Ama siz yoksulun onurunu kırdınız. Sizi sömüren zenginler değil mi?" gibi sözler, Hristiyanlık öğretisinin çoğunluğu oluşturan sıradan yoksul halk tarafından kabul edilip yayılmasında ve Hristiyanlığın desteklenmesinde etkili oldu. Öte yandan, yine Yeni Ahit'te yer alan kayıtlara göre, İsa'nın çarmıha gerilip üç gün sonra dirildiği zaman, kendine inananlara görünüp, "Müjdeyi bütün uluslara yayın" emrini verdiği yer almaktadır. Pavlus'un Galatyalılar'a mektubunun 3. bölümün 28. ayetinde yer alan; "Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür, ne erkek ne dişi ayrımı var. Hepiniz Mesih İsa'da birsiniz." ifadesi, aslında müjdenin hiçbir dil ya da hiçbir millet ayrım gözetmeksizin geçerli olduğunu göstermekle birlikte, birbirinden çok farklı uluslarında Hristiyanlık öğretisini kabul etmesinin mümkün olabileceğini söylemiştir. Bu düşünce, Hristiyanlığın farklı topluluklarda daha rahat yayılmasına fırsat sağlamıştır. Aslında, Hristiyanlar, ilk yüzyıllarda büyük zulümlere uğramıştır. Günümüzde, Katolik ya da Ortodokslar tarafından kabul edilen çoğu aziz ve azize, inancı yüzünden ölen ve bazen kafası bile kesilmiş olan ilk Hristiyanlardır. Hatta Pavlus, yazdığı mektuplarda aslında adının Saul olduğundan ve Hristiyan olmadan önce Hristiyanları öldüren birisi olduğundan bahsetmiştir. Pavlus'un, Korintlilere 1. mektubunun 9. bölümünün 19 ilâ 22. ayetlerinde Hristiyanlığı yaymak için ettiği mücadelesini anlatırken, "Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa'nın denetimi altında olmadığım hâlde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Tanrı'nın Yasasına sahip olmayan biri değilim, Mesih'in Yasası altındayım. Buna karşın, Yasa'ya sahip olmayanları kazanmak için Yasa'ya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için onlarla güçsüz oldum. Ne yapıp yapıp bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum" demesi, Hristiyanlık öğretisinin yani müjdenin hızlıca yayılması konusunda Pavlus'un rolünü ve önemini göstermektedir. Öyle ki, bu durum, kimi İslami kesimlerce, kendi hakkında Hristiyanlığın ikinci kurucusu olarak anılmasına bile yol açmıştı. Diğer İbrahimî dinlere göre Hristiyanlık. Yahudiliğe göre Hristiyanlık. İsa, Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinde Yahudi bir anneden dünyaya gelmiştir. Hristiyan kaynaklara göre Tanrı tarafından bir mucize eseri olarak babasız dünyaya gelmiştir. Yeni Ahit'te üvey babası Yusuf'un Davut peygambere kadar çıkan soyağacı verilir. İsa, annesi Meryem, babası Yusuf, kendine ilk inanan arkadaşları ve ilk takipçilerinden Yahudi olanlar terminolojide "Yahudi Hristiyanlar" olarak adlandırılır. Yahudi Hristiyan tabiri günümüzde Yahudi soyundan gelmekle beraber Hristiyan olmuş kimseleri tanımlamakta da kullanılır. Yahudiler İsa'nın mucize eseri olarak babasız doğduğuna, binlerce yıldır bekledikleri ve hâlen de beklemekte oldukları kurtarıcı Mesih ya da peygamber olduğuna inanmazlar. İsa, içinde yaşadığı Yahudi toplumunda "bekledikleri Mesih olduğunu" ileri sürdüğünde, halkın bir kısmı buna inanmıştır. Ancak buna inanmayan ve onun küfür içerisinde olduğuna kanaat eden Yahudi din bilginlerinin teşviki sonucunda, Yahudiye eyaletinin Romalı valisi Pontius Pilatus'un emriyle çarmıha gerilmiştir. İslamiyet'e göre Hristiyanlık. İslam dinine göre Hristiyanlık, semavi dinlerden biridir ve dünya üzerindeki diğer dinlere nazaran Yahudilikle beraber özel bir yere sahiptir. Hristiyanlar 'Ehl-i Kitap' yani kendine kutsal kitap gönderilenler olarak kabul edilirler: ""Muhakkak ki Allah seni, kendinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir." (Al-i İmran, 3/45)" İslam'a göre İsa, Allah'ın peygamberlerindendir ve Kur'an'da "İsa Mesih" olarak anılır. Bununla birlikte Kur'an'da İsa'nın Tanrı'nın Oğlu olduğu inancı ve çarmıha gerilmesi reddedilir. "Allah'ı bırakıp, hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. (Tevbe 30-31) Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kesinlikle kâfir oldu….(Maide 72) Bir de inkârlarından ve Meryem'e büyük bir iftira atmalarından ve "Biz Allah'ın peygamberi Meryemoğlu İsa Mesih'i öldürdük" demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar… (Nisa 157)" Eleştiriler. Hristiyanlık tarihinin sorgulanan ve eleştirilen tarafları arasında Kutsal Makam ve Papalık Devleti yer alır. I. Konstantin döneminde Kutsal Makam'ın getirilmesiyle felsefi Rönesans çağı "Din için uygun değil" iddiasıyla felsefe okullarının kapatılması ve felsefecilere değer verilmemesiyle sona ermiş oldu. Ayrıca din için Papa'nın izniyle alt sınıftan binlerce çocuk (aralarında yetişkin azınlık da vardı) Yeruşalim'i geri alma amacıyla yola çıktı. Çocuk grubun neredeyse hepsi (50.000) yol sırasında su ve yemek sıkıntısından telef oldu. Bunun gibi olaylar nedeniyle Katoliklik mezhebine eleştiriler getirilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16134", "len_data": 25702, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.76 }
Doğu Ortodoks Kilisesi veya Bizans Ortodoks Kilisesi, Bizans ayininin Reform öncesi kiliseleridir. Başlangıçtan itibaren hem katolik hem de havarilerin ardıllığında havariseldirler. 4. ve 8. yüzyıllar arasında toplanmış Ekümenik Konsillerin kanonik olduğunu kabul eden bir Hristiyan mezhebidir. Dünyada yaklaşık 225-300 milyon kişilik cemaati vardır. Bu yönüyle sayı bakımından Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi'nden sonra üçüncü büyük Hristiyan mezhebidir. Ortodoks Kilisesi, genellikle "Doğu Ortodoks Kilisesi" olarak anılır. Kilisenin başı (eşitlerin birincisi) İstanbul'daki Ekümenik Patrik ve İstanbul Başpiskoposu I. Bartholomeos'dur. Doğu Ortodoks Kilisesi'ni oluşturan başlıca kiliseler İstanbul Patrikhanesi, İskenderiye Patrikhanesi, Antakya Patrikhanesi, Kudüs Patrikhanesi, Rusya Ortodoks Kilisesi, Sırbistan Ortodoks Kilisesi, Rumen Ortodoks Kilisesi, Bulgaristan Ortodoks Kilisesi, Gürcü Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi, Rum Ortodoks Kilisesi, Polonya Ortodoks Kilisesi, Arnavutluk Ortodoks Kilisesi, Çek ve Slovak Ortodoks Kilisesi, Ukrayna Ortodoks Kilisesi, kiliseleridir. Bununla birlikte bazı Asya ve Afrika kiliseleri de Doğu Ortodoks Kilisesi sınıflamasına dahil edilebilirler. Etimolojik kökeni. "Ortodoks" kelimesi Yunanca "orthos" (ορθός) doğru, düzgün ve "doksa" (δόξα, δοξασία) düşünce, inanç sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur. Genelde iki şekilde kullanılır: Katoliklik gibi Ortodoksluk da 4. Ekümenik konsil olan Kalkedon Konsili'nin kararlarını tanıyan bir kilisedir ancak Ortodoks Kilisesi sadece ilk 7 konsili tanımış bundan sonra yapılanları geçersiz saymıştır. İsa'nın tanrısal doğası. İsa'da hem insani hem de tanrısal özellikler bulunmaktadır. Bu özellikler Meryem İsa'yı doğurmadan önce de bulunmaktaydı. İsa Tanrı olarak baba ile aynı özden, insan olarak da günahlar hariç insanlarla aynı özdendir. Dolayısıyla Meryem sadece insan olan İsa'nın değil, Tanrı olan İsa'nın da anasıdır ve ona Tanrı Doğuran anlamına gelen Theotokos denilmelidir. Bu farklı doğalar birleşmeden sonra hiçbir şekilde değişime uğramayıp kendi özelliklerini muhafaza etmişlerdir. Çarmıhta acı çeken İsa'nın sadece insani doğasıdır. Dolayısıyla bu acı Tanrısal Doğa'ya dokunmamıştır. Aslında Diofizit görüşe yakın olan bu karara itiraz eden Monofizit piskoposlar kendi bağımsız kiliselerini kurmuşlardır. Kilisenin yapısı. Ortodoks Kilisesi, her ülkede ayrı örgütlenmiştir. Her bağımsız Ortodoks kilisenin bir başpiskoposu ve ona bağlı piskoposları bulunur. Başpiskopos kendi piskoposlarını seçer ve piskoposlarından oluşturduğu meclis (Sen Sinod) ile şehirlerin veya bölgelerin başında bulunan piskopos ya da metropolitleri vasıtasıyla tüm ülkedeki kiliselerin dinî reisi olur. Patrik, Katolik Kilisesi'ndeki gibi devlet başkanı statüsünde değildir. Kendisi de bir başpiskopos olup sadece saygınlık bakımından diğerlerinden üst seviyededir ve diğer başpiskoposların yönetim bölgelerine müdahale yetkisi yoktur. Ortodokslukta Patriklerin ya da piskoposların yanılmazlık özellikleri yoktur. Katolik Kilisesi ile ayrılma. Katolik Kilisesi ile Kutsal Ruh'un kaynağıyla ilgili bir tartışma sonucu görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Ortodoks mezhebine göre Kutsal Ruh, Baba'dan çıkmışken Katolik mezhebine göre Baba ile Oğul'dan çıkmıştır. Bu ayrım sonucu Roma Kilisesi 1054 yılında Ayasofya'ya gönderdiği bir belge ile Ortodoksluk'la tamamen ayrı düştü ve iki kilise karşılıklı birbirlerini aforoz etti. 1204 yılında 4. Haçlı seferleri sırasında Haçlı ordusunun Konstantinopolis'i (İstanbul'u) yağmalayıp, Ortodoks kiliselerini basıp, Ortodoks rahiplerini öldürmesi üzerine nefret daha da artmıştır. 1964 yılında dönemin Papa'sı VI. Paul ile Ekümenik Patrik I. Athenagoras karşılıklı olarak aforozları kaldırmışlardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16140", "len_data": 3747, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.9 }
Arthur Asher Miller (17 Ekim 1915 – 10 Şubat 2005) Amerikalı yazar. Biyografi. Miller, yüzyılımızın en önemli Amerikalı dram yazarlarından biri kabul edilmektedir. Miller'in kahramanları, haşin bir toplum içerisinde, kendi vicdanlarıyla yaşayabilmek için bireysel suç ve sorumluluklarıyla uzlaşmaya çalışırlar. İlk bakışta oyunları, genellikle aile hikâyelerini anlatan bireysel dramlar gibi gözükse de, çağının önemli toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlarına eğilirler. Miller New York'un Harlem mahallesinde dünyaya geldi. Avusturya-Macaristan'dan ABD'ye gelmiş Yahudi bir göçmen olan babası, bir kumaş mağazasının sahibiyken dünya ekonomik buhranından sonra 1929'da iflas etti. Ekonomik durumun güvensizliği spora meraklı genci derinden etkiledi. 1934-38 yılları arasında Ann Arbor/Michigan'da edebiyat ve İngiliz dili yüksek eğitimini sürdürebilmek için Michigan Daily gazetesinde redaktörlük yaptı. Miller'in bu dönemde yazdığı ilk dramlar üniversitede takdirle karşılandı. Haziran 1956 tarihinde eşi Mary Slattery'den boşanan Miller, yine haziran ayının 29'unda ünlü fotomodel Marilyn Monroe ile evlendi. Monroe ve Miller Nisan 1951'den beri görüşmekteydi. Bu birliktelikleri 5 Ağustos 1962'de Monroe'nun ölümüyle sona erdi. 1947: All My Sons. 1938'de New York'a dönen Miller, burada federal hükûmetin bir tiyatro projesine katıldıysa da bu proje sözümona Komünist eğilimi nedeniyle 1939'da rafa kaldırıldı. Miller 1940 yılında kız arkadaşı Mary Slattery ile evlendi (iki çocuğu var). İlk romanlarından, röportaj ve pek başarılı sayılmayan bir dramdan sonra Miller, 1947'de All My Sons [Hepsi Oğlumdu](Bütün Oğullarım) adlı tiyatro oyunuyla ünlenmeyi başardı. İkinci Dünya Savaşı'nda orduya bozuk parçalar üretip satan bir iş insanı, o parçalarla yalnızca pilotların değil en yakınındakilerin de ölümüne sebep olacaktır. Daha sonraki yapıtlarının tümünde olduğu gibi, burada da, Norveçli yazar Henrik İbsen'in dramlarını örnek alan Miller, toplumu eleştirmektedir. 1949: Satıcının Ölümü (Death of a Salesman). Yazar bundan iki yıl sonra Death of a Salesman (Satıcının Ölümü) ile en büyük başarısını elde etti. 1985'te Volker Schlöndorff tarafından filme uyarlanan bu dramında Miller, uzun yıllardan sonra çalıştığı firma tarafından işten çıkarılan Willy Loman'ın yıkılışını gözler önüne sermektedir. Geriye dönüşlerle kaçırılmış fırsatları gözünün önünden geçirir, özel hayata bir dönüş yapar, oğulları tarafından reddedilir ve hayatına son verir. Miller'in dramları için karakteristik olan, başkişilerinin vicdanlarıyla hesaplaşırken aklanmaya çalışmalarıdır. Miller'in karakterleri, ahlaki tutumlarına bağlı olarak toplumda bir yere sahip olurlarken, bireyler tekrar tekrar toplumun istekleri karşısında başarısızlığa uğrarlar. Yalnızlıkları ve kendi suçlarıyla hesaplaşmaları, Miller'in sayısız deneme yazısında da işlediği ana konuları oluşturur. Yine 1949 yılında Miller Pulitzer Ödülünü aldı. 1950'li yılları McCarthy ile çelişmeleri. Zaman zaman sosyalist görüşlere yakınlık duyan Miller'in toplumsal eleştirileri Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesinin dikkatini çekti. Miller The Crucible (Cadı Kazanı) (1953, filme alınışı: 1956, senaryo: Jean-Paul Sartre) adlı tiyatro oyununda, adı geçen komite başkanı Joseph R. McCarthy'yi eleştirmişti. Bu oyunda Salem'de 1692 yılında cadı olmakla ve şeytanla işbirliği yapmakla suçlanan insanların idam edilmeleri dramını anlatır. (Bakınız : Salem Cadı Olayları) Yazar bu oyununda 1950 McCarthy dönemini eleştirmiştir. Bu dönemde Senatör McCarthy çok sayıda sanatçıyı komünist olmakla suçlamıştı. Bu dramın yorumlanmasına bağlı olarak Miller, komünizmi desteklemekle suçlanarak 1957'de ifade vermeyi kabul etmemesi üzerine komiteyi hiçe sayması nedeniyle sonradan ertelenen bir yıllık hapis ve para cezasına mahkûm edildi (1958'de düzeltildi). 1964: After the Fall. Miller, Marilyn Monroe ile yaptığı evlilik (1956-61) yüzünden gazete manşetlerine girdi. Monroe için The Misfits (Uygunsuzlar, 1959) adlı filmin (1960) senaryosunu yazdı. Monroe'nun kendi yaşamına son vermesi üzerine Miller 1962'de Avusturyalı Inge Morath ile evlendi. Eşinin intihar olayını ve 50'li yıllardaki özel sorunlarını Miller, After the Fall (Düşüşten Sonra, 1964) adlı dramında işleyerek her şeye yeniden başlayabilmek için gerekli güce kavuşabilmek üzere kendini bulmaya çalıştı. Aynı yıl içinde Incident in Vichy (Vichy'de Olay) adlı oyunu ilk kez sahnelendi. Miller bu oyununda rastgele yoldan geçen insanların masa başı Nazi suçluları tarafından "Yahudi" olarak tutuklanıp, sorguya çekilmelerini ve gösterdikleri tepkileri dile getirmektedir. Playing for Time (Zaman Kazanmaya Çalışırken, 1980) adlı televizyon senaryosunda da Nazi dönemini ele alarak bu sefer Auschwitz toplama kampının orkestrasını konu alır. Miller 70'li ve 80'li yıllarda yazdığı dramlarla eski başarılarına ulaşamadı. Miller'in diğer oyunları. 1955: A Memory of Two Mondays (İki Pazartesinin Anısı): Miller'in, 30'lu yılların başında çalıştığı bir araba yedek parçası deposundaki deneyimlerini anlatan otobiyografik yapıtı. 1955: A View from the Bridge (Köprüden Bakış): New York'ta yaşayan Sicilyalı göçmenlerin dünyasında geçen bir kıskançlık dramı ve toplumsal suçlama. 1968: The Price (Bedel): İki erkek kardeşin geriye bakarak hayatlarındaki suçlarla ve sorumluluklarla hesaplaşması. Arthur Miller'ın tiyatro dışındaki çalışmaları arasında ise, Anti-Semitizm üzerine ironik bir öykü anlatan 1945 tarihli romanı Focus, iki özgün film senaryosu; o zamanki eşi Marilyn Monroe için yazdığı The Misfits / Uygunsuzlar (1961) ile Everybody Wins / Kaybeden Yok (1990), bazı gezi yazıları (In Russia (1969), Chinese Encounters (1979)) sayılabilir. Ayrıca tiyatro üstüne denemelerini 1978'de bir kitapta toplamış, Satıcının Ölümü'nün Çin'deki sahnelenişi sırasında yaşadıklarını 1984'te yazdığı Salesman in Beijing'de anlatmış, 1987'de ise Timebends: A Life adıyla otobiyografisini yazmıştır. Elia Kazan'ın sahnelediği 'Satıcının Ölümü' ile 1949'da Pulitzer alan Miller, çağdaş tiyatroda trajedi sayılabilecek oyunlar yazılabileceğini ileri sürmüştü. 'Bütün Oğullarım'la ününe ün katan Miller bu konuda "Trajedi, ancak insanın iç dünyası varsa var olabilir. Benim amacım, toplumu yıkmak değil. Onu ahlak yoluyla yeniden kurmaktır. Burada, kurulu düzen ile özgürlük arasında bir savaşım söz konusudur. Ben iki şey arasında bir denge kurmaya çalıştım. İnsanın düşünen ve duyan bir varlık olduğunu hesaba katarak," demişti. 'Cadı Kazanı', 'Bütün Oğullarım', 'Bedel' ve 'Satıcının Ölümü' Türkiye'de de sahnelenmişti. Miller'ın Marilyn Monroe ile yaşadığı evliliğine gönderme yaptığı 'Finishing the Picture' adlı son oyunu prömiyeri 2004 Ekim ayında Chicago'da sahnelendi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16143", "len_data": 6678, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.51 }
Ada ülkeleri: Sınırlı tanınan ada ülkeleri
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16150", "len_data": 42, "topic": "POLITICS", "quality_score": 1.27 }
Posta kodu, bir adrese mektup gönderirken gerekli olan harf veya basamaklar serisidir. Bir kere posta kodu kullanıldığında, diğer işlemler için de mümkün hale gelir. Şubat 2005'te Dünya Posta Birliği'ne bağlı 190 ülkenin 117'sinin posta kodu vardır. Ulusal posta kodu sistemi kullanmayan ülkeler arasında İrlanda ve Gana da vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16153", "len_data": 331, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.66 }
Uzak Doğu, Avrupa merkezli yaklaşımda Asya'nın doğusu ve güneydoğusundaki ülkeler. Günümüzde genellikle Çin, Japonya, Endonezya, Filipinler, Malezya, Brunei, Singapur, Doğu Timor, Tayland, Laos, Kamboçya, Vietnam, Myanmar (Birmanya), Çin Cumhuriyeti (Tayvan), Bangladeş, Pakistan, Sri Lanka, Kuzey Kore, Güney Kore ve Moğolistan Uzak Doğu ülkeleri kabul edilir. Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler Uzak Doğu kavramına dahil edilmemektedir. Kuzey Amerika'da ve Avrupa'da Asyalı kavramı ile genellikle Uzak Doğulular kastedilir. Tarihçe. Uzak Doğu kavramı Dünya Savaşları'ndan önce İngilizlerin Hindistan'daki topraklarına işaret etmekteydi. Ancak Dünya Savaşları'yla bölge ülkelerine verilen genel isim halini almıştır. Kavramın temelinde Avrupa kıtasının merkez olarak kabul edilmesi yatmaktadır. Avrupalılar, Dünya savaşları dönemi başta olmak üzere, kendilerinin doğusunda yer alan Osmanlı İmparatorluğu'na yakın doğu, Güney ve Orta Asya'daki topraklara Orta Doğu ve daha uzakta kalan alanlar için de Uzak Doğu kavramını kullanmışlardır. Kültür. Bu bölge dünyanın en çok turist çeken bölgeleridir. Kültürleri çok zengin ve çeşitlidir. Tao, Şinto ve Budist tapınakları göz kamaştırır. Yaygın dinler İslam, Budizm, Konfüçyüsçülük, Taoizm, Şintoizm ve Hristiyanlıktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16162", "len_data": 1271, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.65 }
Gürcistan (, , ), Karadeniz'in doğu kıyısında, Güney Kafkasya'da yer alan ülkedir. Eski Sovyet cumhuriyetlerinden biri olan Gürcistan'ın kuzeyinde Rusya, doğusunda Azerbaycan, güneyinde Ermenistan ve güneybatısında Türkiye yer alır. Ülkenin batı sınırını Karadeniz belirler. Bugünkü Gürcistan'da Klasik Çağ boyunca Kolhis ve İberya gibi birkaç bağımsız krallık kurulmuştur. Gürcüler resmî olarak 4. yüzyılda Hristiyanlığı benimsediler. Gürcü Ortodoks Kilisesi erken Gürcü devletlerinin manevi ve politik birleşmesi üzerinde büyük role sahiptir. Birleşik Gürcistan Krallığı 12. ve erken 13. yüzyıllarda Kral Kurucu Davit ve Kraliçe Tamar döneminde Altın Çağı'na ulaştı. Bundan sonra krallık geriledi ve Moğollar, Osmanlı İmparatorluğu ve İran hanedanlıkları gibi bölgesel güçlerin hegemonyası altında kalan devletlere bölündü. 18. yüzyılın sonlarında Doğu Gürcistan Kartli-Kaheti Krallığı, Rus İmparatorluğu ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Ancak Rus İmparatorluğu, 1801 yılında Kartli-Kaheti Krallığı'nı ve 1810 yılında Batı Gürcistan İmereti Krallığı'nı ilhak etti. Gürcistan üzerindeki Rus yönetimi İran, Osmanlı ve Rus İmparatorluğu'nun 19. yüzyıl boyunca parça parça ilhak ettiği geriye kalan Gürcü bölgeleri ile yapılan çeşitli barış antlaşmaları sonucu kabul edildi. Gürcistan, Rus İç Savaşı sırasında 1917'deki Rus Devrimi'nin ardından kısa bir süre boyunca Transkafkasya Federasyonu'nun bir parçası oldu ve daha sonra bağımsız bir cumhuriyet olarak ortaya çıktı. 1921 yılında Kızıl Ordu Gürcistan'ı işgal etti ve işçilerin ve köylülerin Sovyetler hükûmetini kurdu. Sovyet Gürcistan yeni Transkafkasya Federasyonu'na katıldı ve 1922 yılında Sovyetler Birliği'nin kurucu cumhuriyetlerinden biri oldu. 1936'da Transkafkasya Federasyonu dağıldı ve Gürcistan bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ortaya çıktı. 2. Dünya Savaşı sırasında neredeyse 700.000 Gürcü Kızıl Ordu saflarında Nazilere karşı savaştı. Etnik bir Gürcü olan Sovyet Lideri Josef Stalin'in 1953 yılında ölümünden sonra Nikita Kruşçev ve onun de-Stalinizasyon politikasına karşı 1956'da neredeyse yüz öğrencinin öldüğü protesto dalgaları ülkeye yayıldı. 1980'li yıllarda bir bağımsızlık hareketi başladı ve büyüdü, Nisan 1991'de Gürcistan'ın Sovyetler Birliği'nden ayrılması ile sonuçlandı. Daha sonraki dönemin büyük bir kısmında Gürcistan iç karışıklıklar, Abhazya ve Güney Osetya'daki ayrılıkçı hareketler ve ekonomik krizle uğraştı. Gürcistan 2003 yılındaki Gül Devrimi'nin ardından NATO ve Avrupa Birliği üyeliğini hedefleyen güçlü bir Batı yanlısı dış politika izledi, ülkede bir dizi demokratik ve ekonomik reformlar yapıldı. Bu karışık sonuçları beraberinde getirdi ancak ülkenin kurumlarını güçlendirdi. Ülkenin Batı yanlısı politikası Rusya ile ilişkileri kötüleştirdi, Ağustos 2008'de Rus-Gürcü Savaşı ve Gürcistan'ın Rusya ile günümüzde de devam eden bölgesel anlaşmazlıkları ile sonuçlandı. Gürcistan, 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı'ndan sonra kısıtlı uluslararası tanınmışlık kazanmış Abhazya ve Güney Osetya olmak üzere iki de facto bağımsız bölgeyi kapsamaktadır. Dünyanın çoğu devleti bu bölgeleri Gürcistan'ın Rusya tarafından işgal altında olan bölgeleri olarak kabul etmektedir. Gürcistan, seküler, üniter ve başkanlı cumhuriyet olan bir temsili demokrasidir. Gelişmekte olan bir ülkedir ve yılı itibarıyla İnsani Gelişme Endeksi'nde . sıradadır. Ülke Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü üyesidir. NATO üyeliği ve ileride Avrupa Birliği'ne üye olmak için uğraş vermektedir. Etimoloji. "Gürcistan" kelimesi, muhtemelen 11. ve 12. yüzyıllarda Süryaniceye gurz-ān/gurz-iyān ve Arapçaya curcan/curzan olarak geçen Gürcüler anlamına gelen Partça ve Orta Farsça gurğān kelimesinden kaynaklanıyor. Gezgin Jacques de Vitry dini temelli teorilere dayandırarak, ismin kökenini Gürcüler arasında ünlü olan Aziz Giorgi'nin ismi ile açıklıyor, gezgin Jean Chardin ise, "Gürcistan" kelimesinin Gürcistan'daki gelişmiş tarım tekniklerinden etkilenen Yunanlar tarafından Yunanca γεωργός ("çiftçi") kelimesinden geldiğini düşünüyordu. Prof. Aleksandre Mikaberidze'nin söylediği gibi, Gürcistan/Gürcüler kelimelerinin kökeninin bu asırlık açıklamaları, kelimenin kökeninin Farsça gurğ/gurğān ("kurt") kelimesi olduğunu düşünen bilim camiası tarafından reddediliyor. Farsça kelime gurğ/gurğān ile başlayan kelime, daha sonra Slav ve Batı Avrupa dilleri de dâhil olmak üzere birçok başka dilde benimsendi. Bu terimin kendi, Gorgan ("kurtların ülkesi") olarak anılan, Hazar'a yakın bölgenin antik İran ismiyle oluşturulmuş olabilir. Ne var ki söz konusu bu kaynaklarda Farsça "Gurc" (گرج) ile kurt anlamında gelen "gurg" (گرگ) kelimesinin birbirine karıştırıldığı görülmektedir. Farsça "Gurc" kelimesi, Türkçe "Gürcistan" anlamına gelir. Türkçede "Gürcü" olarak yerleşmiş olan kelimenin aslı ise, Farsça "Gurcî"dir (گرجی) ve Gurc ülkesinden olan demektir. "Gurc" ülkeyi ifade ettiği halde bu kelimeden ayrıca "stan" (ستان) sonekiyle "Gurcstan" (گرجستان) kelimesi türetilmiştir. "Gurcstan" kelimesi Türkçede Gürcistan biçiminde yerleşmiştir. Farsça "gurg" (گرگ) kelimesinin bir anlamı "kurt" olup Gürcü kralı Vahtang Gorgasali'nin adının bu kelimeyle ilişkili olduğu kabul edilir. Ne var ki, Latin harfli transliterasyonu üzerinden "gurg" (گرگ) ve "gurğ" (گرج) kelimeleri birbirine karıştırılmış ve Gürcistan'ın anlamı "kurtların ülkesi" biçiminde aktarılmıştır. Gürcistan'ın Gürcüce ismi Sakartvelo (; "Kartvelilerin ülkesi "), 9. yüzyıldan itibaren kaydedilmiştir ve geniş kullanımıyla 13. yüzyıla kadar tüm Orta Çağ Gürcistan Krallığı'na atıfta bulunur, kelime merkez Gürcistan bölgesi Kartli'den türetilmiştir. Etnik Gürcüler tarafından kullanılan öz tanımlama Kartvelebi'dir (, yani "Kartveliler"). Gürcü kroniklerine göre Kartvelilerin atası, Kitabı Mukaddes’teki Yafes’in torunlarından Kartlos’tur. Ancak bilim adamları, kelimenin eski zamanlarda baskın bir grup olarak ortaya çıkan proto-Gürcü kabilelerinden biri olan Kartlar'dan türediği konusunda hemfikirler. Sakartvelo () adı iki bölümden oluşmaktadır. Kelimenin kökü olan Kartvel-i (), orta-doğu Gürcistan bölgesi Kartli'nin veya Doğu Roma İmparatorluğu'nun kaynaklarında bilinen ismiyle İberya'nın yerlilerini belirtir. Strabon, Herodot, Plutarkhos, Homeros gibi Antik Yunan ve Titus Livius, Tacitus gibi Romalı yazarlar ülkenin doğusundakileri İberler (Bazı Eski Yunan kaynaklarında İberoi), batısındakilerini de Kolhlar olarak adlandırmışlardır. Gürcüce çevre eki sa-X-o, X'in bir etnonim olduğu ve "X'in yaşadığı alanı" belirten standart bir coğrafi adlandırmadır. Bugün ülkenin tam ve resmi adı, Gürcistan anayasasında "Gürcistan, Gürcistan devletinin adıdır" şeklinde belirtildiği üzere Gürcistan'dır. 1995 anayasası yürürlüğe girmeden önce ülkenin adı Gürcistan Cumhuriyeti idi. Tarih. Tarih Öncesi. Modern Gürcistan Paleolitik Çağdan beri Homo erectus yerleşim alanıydı. Proto-Gürcü kabileleri ilk olarak MÖ 12. yüzyılda yazılı tarih sahnesine çıktılar. Şarap yapımına dair şimdiye dek bulunan en eski kalıntılar 8.000 yıllık şarap küplerinin ortaya çıkarıldığı Gürcistan'da bulunmuştur. Arkeolojik buluntular ve antik kaynaklar ayrıca göstermektedir ki erken devlet ve siyasal oluşumlar MÖ 7. yüzyıl ve ötesine giden ileri derece metalurji ve kuyumculuk teknikleriyle karakterize edilmektedir. Erken metalurji Şulaveri-Şomu kültürü ile ilişkili olarak MÖ 6. milenyum sırasında Gürcistan'da başlamıştır. Antik Dönem. Antik Çağ başlıca batıda Kolhis ve doğuda İberya olmak üzere çeşitli erken Gürcü devletlerinin ortaya çıkışını gördü. Kolhis, Yunan mitolojisinde Apollonius'un efsanesi Argonautika'da İason ve Argonotların Altın Post'u aradığı ülkeydi. Efsanedeki Altın Post'un bölgedeki nehirlerden altın tozunu toplamak için post kullanılması yönteminden kaynaklanabileceği düşünülmektedir. MÖ 4. yüzyılda - bir kral ve aristokratik hiyerarşinin altında kurulmuş gelişmiş devlet organizasyonunun erken örneklerinden biri - İberya Krallığı kuruldu. Roma Cumhuriyeti'nin bugünkü Gürcistan'ı kısa süreli ele geçirmesinden sonra bölge 700 yıldan uzun bir süre boyunca Roma-Pers jeopolitik düşmanlığı ve savaşının öncelikli hedefi haline dönüştü. Milattan sonra ilk yüzyıllarda Mitraizm, pagan inançları ve Zerdüştlük Gürcistan'da yaygın olarak inanılan inançlardı. MS 337 yılında Kral III. Mirian Hristiyanlığı devlet dini olarak ilan etti ve edebiyatın, sanatın gelişmesine büyük bir teşvik verdi ve sonuçta birleşik Gürcü ulusunun oluşumunda kilit bir rol oynadı. Hristiyanlığın kabulü MS 5. yüzyıla kadar İberya'da (doğu Gürcistan) ikinci bir yerleşik din haline gelmiş gibi görünen ve orada yaygın olarak uygulanan Zerdüştlüğün yavaş ama kesin bir şekilde gerilemesine yol açtı. Ortaçağlardan Modern Çağa Doğru. Yıllar süren Roma-Pers Savaşlarına sahne olan erken Gürcü krallıkları Orta Çağların başında çeşitli feodal bölgelere bölündüler. Bu kalan Gürcü krallıklarına karşı 7. yüzyılda ortaya çıkan Müslüman istilalarını kolaylaştırdı. Tao-Klarceti Krallığı. Guaramiani ve Hosroviani gibi farklı İberya kraliyet hanedanlarının soylarının devam etmeyişi ve Abbasilerin kendi iç savaşları ve Bizansla olan çatışmaları Bagrationi Hanedanı'nın büyük bir şöhretle güçlenmesinin önünü açtı. İberya'nın güney batı bölgesine göç etmiş Bagrationi Hanedanı'nın lideri Büyük Aşot Tao-Klarceti'nin başına geçti ve İberya Prensliği'ni 813 yılında yeniden kurdu. I. Aşot'un oğulları ve torunları üç ayrı kola ayrıldılar. Sürekli olarak hem birbirleri ile ve hem de komşu devletlerle savaştılar. Sonunda Kartli kolu galip geldi; 888 yılında IV. Adarnase, 550 yılından beri durgun olan kraliyet otoritesini yeniden diriltti. İberya monarşisinin canlanmasına rağmen geriye kalan Gürcü toprakları Arap işgali altında olan Tiflis ile birlikte birbirine rakip devletlere bölünmüştü. Egrisi-Abhazya Krallığı. 736 yılında Batı Gürcistan'a Mervan bin Muhammed liderliğinde yapılan Arap istilası I. Leon ve Lazikalı ve İberyalı müttefikleri tarafından geri püskürtüldü.  I. Leon daha sonra Mirian'ın kız kardeşi ile evlendi, bir varis II. Leon 770'lerde bu hanedan birliğini kullanarak Lazika'yı devraldı. Arap istilacılara karşı kazanılan zafer ve yeni topraklar Abhazya prenslerine Bizans İmparatorluğu'ndan daha fazla otonomi kazanma gücü verdi. Yaklaşık 778 yılında II. Leon, Hazarlar'ın yardımıyla tam bağımsızlığını kazandı ve Abhazya Kralı olarak taç giydi. Devletin bağımsızlığının kazanılmasından sonra kilisenin bağımsızlığı esas problem haline gelmişti. 9. yüzyılın başlarında Abhazya Kilisesi Konstantinopolis ile bağlarını koparttı ve Mtsheta Katolikosluğu'nun otoritesini tanıdı; Gürcüce okur yazarlık ve kültürel dil olarak Yunancanın yerini aldı. Abhazya Krallığı 850 ve 950 yılları arasında en müreffeh dönemini yaşadı. III. Demetre döneminde bir iç savaş ve feodal isyanlar başladı ve III. Teodos döneminde krallığı tamamıyla anarşiye sürükledi. Büyük çoğunlukla üvey babası III. Davit'in diplomasisi ve fetihleri sayesinde Kral III. Bagrat liderliğinde Abhazya Krallığı ve doğu Gürcü devletlerinin tek bir Gürcü monarşisi çatısı altında birleşmesiyle iç karışıklık dönemi son buldu. Birleşik Gürcistan Krallığı. Feodalizmin gelişme dönemi ve ortak düşmanlara karşı mücadele en az çeşitli Gürcü devletlerinin aynı inanca olan bağlılığı kadar Gürcistan feodal monarşisinin 11. yüzyılda Bagrationi Hanedanı altında manevi ve politik birleşmesi için büyük bir öneme sahipti. Gürcistan Krallığı 12. ve 13. yüzyıllarda gücünün doruğuna ulaştı. Kurucu Davit (1089-1125) ve onun büyük torunu Kraliçe Tamar (1184-1213)'ın hükümdarlıkları arasındaki bu dönem Gürcistan'ın Altın Çağı ya da Gürcü Rönesansı olarak bilinir. Batı Avrupa'daki benzerinden önce gelen bu erken Gürcü Rönesansı etkileyici askeri zaferler, bölgesel yayılma ve mimari, edebiyat, felsefe ve bilimde kültürel rönesans olarak karakterize edilir. Gürcistan'ın Altın Çağı geride muazzam katedraller, romantik şiir ve edebiyat ve daha sonra bir millî destan olarak kabul edilecek Kaplan Postlu Şövalye epik şiirini miras bıraktı. Davit, feodal lordların muhalefetini bastırdı ve yabancı işgalcilerle mücadele etmek için elindeki gücünü merkezileştirdi. 1121 yılında Didgori Muharebesi'nde kendinden kat kat büyük Türk ordularını bozguna uğrattı ve Tiflis'i özgürleştirdi. Gürcistan'ın ilk kadın hükümdarı Tamar'ın 29 yıllık saltanatı Gürcistan tarihinin en başarılı dönemi olarak kabul edilir. Tamar'a “krallar kralı” (mepe mepeta) unvanı verildi. Muhalefeti etkisiz hale getirmeyi başardı ve rakip devletler Selçuklu ve Bizansın çöküşüyle birlikte başarılı bir dış politika izledi. Tamar seçkin güçlü bir orduyla birlikte Kafkasya'yı ve bugünkü Azerbaycan, Ermenistan, Türkiye'nin doğusu ve aynı zamanda kuzey İran'ın büyük bir bölümünü hakimiyet altına alan bir imparatorluğu kurarak atalarının başarıları üzerine yenilerini inşa etti. Tamar'ın 1213 yılında ölümünden sonraki yirmi yıllık dönemde Moğol istilaları ile krallık zayıfladı. Gürcistan Krallığı'nın yeniden canlanışı Tiflis'in 1226 yılında Celaleddin Harezmşah tarafından ele geçirilip harap edilmesiyle gecikti. Ülkenin eski gücü ve Hristiyan kültürünü yeniden canlandırdığı için “Parlak” olarak anılan II. Demetre'nin oğlu V. Giorgi tarafından Moğollar kovuldu. V. Giorgi birleşik Gürcü devletinin büyük krallarından sonuncusuydu. Onun ölümünün ardından farklı yerel yöneticiler 15. yüzyılda krallığın kesin bölünüşüne dek kendi saltanatlarını kurmak için merkezi Gürcistan yönetimiyle savaştılar. Gürcistan daha sonra Timur'un istilaları ile zayıfladı. Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenlerinin krallığın güney bölgelerine yaptığı sürekli akınlarla birlikte istilaların devam etmesi krallığın yeniden canlanışına zaman vermedi. Üç Taraflı Bölünme. Gürcistan Krallığı'nda 1466 yılında iç karışıklıklar ortaya çıktı ve ülke üç bağımsız krallık ve beş yarı bağımsız prensliğe bölündü. Komşu büyük imparatorluklar bu iç bölünmeden yararlandılar, 16. yüzyılın başlarından 18. yüzyılın sonlarına kadar Safevi İran (Ardılı Afşar ve Kaçar hanedanları) ve Osmanlılar doğu ve batı Gürcistan'da hakimiyet kurdular. Bölgelerin yöneticileri kısmen özerk kaldı ve çeşitli dönemlerde ayaklanmalar çıkardılar. Ancak daha sonraki Osmanlı ve İran işgalleri yerel krallıkları ve bölgeleri zayıflattı. Sürekli Osmanlı-İran Savaşları ve sürgünlerin sonucunda Gürcistan'ın nüfusu 18. yüzyılın sonunda 784.700'e düştü. Doğu Gürcistan (Safevi Gürcistan), Kartli ve Kaheti krallıklarını kapsamaktaydı ve komşu rakip devlet Osmanlı ile imzalanan 1555 Amasya Antlaşması'ndan beri İran hâkimiyeti altındaydı. 1744 yılında II. Erekle Osmanlı-İran Savaşları'nda İran'a bağlılığı ve başarıları sonucunda Nadir Şah tarafından Kartli Kralı olarak tanındı. 1747 yılında Nadir Şah'ın ölümünün ardından iki krallık da İran hakimiyetinden kurtuldu ve Kral II. Erekle'nin liderliğinde 1762 yılında yeniden birleşti. 1783 yılında Rusya ve Doğu Gürcistan Kartli-Kaheti Krallığı Georgiyevsk Antlaşması'nı imzaladılar. Bu antlaşma ile Gürcistan, İran'a veya başka bir dış güce bağlanmayacak ve dış ilişkilerde bağlılığı karşılığında Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü ve yönetici Bagrationi Hanedanı'nın sürekliliğini garanti eden Rusya'nın sözde himayesi altında olacaktı. Ancak Gürcistan'ı savunma sözüne rağmen Rusya, İranlılar 1795 yılında Tiflis'i ele geçirip yağmaladığında ve şehrin ahalisini katlettiğinde hiçbir yardımda bulunmadı. Daha sonra 1796'da Kaçar İran'a karşı başlatılan cezalandırıcı bir sefere rağmen, bu dönem, 1801'de Rusya'nın Georgiyevsk Antlaşması'nı ihlal etmesi ve Doğu Gürcistan'ı ilhak etmesiyle sonuçlandı, ardından bunu kraliyet Bagrationi Hanedanı'nın yönetim haklarının ve aynı zamanda Gürcü Ortodoks Kilisesi'nin otosefalinin kaldırılması izledi. Pyotr Bagration, yönetim hakkı kaldırılan Bagrationi Hanedanı'ndan bir prens, Napolyon Savaşları'nda Rusya İmparatorluğu ordusunu yöneten önde gelen bir generaldi. Rus İmparatorluğu'nda Gürcistan. 22 Aralık 1800'de Çar I. Pavel, Kartli-Kaheti Kralı XII. Giorgi'nin sözde daveti ile 8 Ocak 1811'de kesinleşen Gürcistan'ın (Kartli-Kaheti) Rus İmparatorluğu'na katılması ilanını imzaladı ve 12 Eylül 1801 yılında Çar I. Aleksandr tarafından onaylandı. Bagrationi krallık ailesi krallıktan sürgün edilmişti. Sankt-Peterburg'daki Gürcü elçisi Prens Kurakin'e sunulan protesto notu ile tepki verdi. Mayıs 1801'de, Emperyal Rusya General Karl Knorring'in gözetimi altında, Doğu Gürcistan'daki yönetimi İvan Petroviç Lazarev'in başkanlık ettiği hükûmete devretti. Gürcistan asilleri Knorring'in soyluları Sioni Katedrali'nde topladığı ve Emperyal Rusya Tacı üzerine yemin etmeye zorladığı 12 Nisan 1802 tarihine kadar kararnameyi kabul etmediler. Yemin etmeyenler geçici olarak tutuklandılar. 1805 yazında, Rus birlikleri Zagam yakınlarındaki Askerani Nehri'nde 1804-1813 Rus-İran Savaşı sırasında İran ordusunu yenilgiye uğrattı ve şimdi resmi olarak imparatorluk bölgesi olan Tiflis'i yeni bir İran işgalinden kurtardı. Doğu Gürcistan üzerindeki Rus hakimiyeti 1813 Gülistan Antlaşması ile İran tarafından resmi olarak kabul edildi. Doğu Gürcistan'ın işgalini takiben Batı Gürcistan İmereti Krallığı I. Aleksandr tarafından işgal edilmişti. Son İmereti kralı ve Gürcü Bagrationi yöneticisi II. Solomon halkı işgalci Rusya'ya karşı harekete geçirme ve yabancı devletlerin desteğini sağlama çabalarının sonuçsuz kalmasından sonra 1815 yılında sürgünde öldü. 1803 yılından 1878 yılına kadar gerçekleşen sayısız Osmanlı-Rus savaşının sonucu olarak Gürcistan'ın daha önce kaybedilmiş birkaç bölgesi - Acara gibi- geri kazanıldı ve imparatorluğa dahil oldu. Guria Prensliği feshedilip 1829 yılında imparatorluğa katılırken Svaneti 1858 yılında kademeli olarak işgal edildi. Megrelya, 1803 yılından itibaren Rus İmparatorluğu vasalı olmasına rağmen 1867 yılına dek imparatorluğa katılmadı. Bağımsızlığın İlanı. 1917 yılı Rus Devriminden sonra Nikolay Çheidze başkanlığında Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti kuruldu. Federasyon üç ülkeyi kapsamaktaydı: Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan. Osmanlı'nın dağılan Rusya İmparatorluğu'nun Kafkasya bölgeleri üzerinde hak iddia etmesi üzerine Gürcistan 26 Mayıs 1918 yılında bağımsızlığını ilan etti. Menşevik Gürcistan Sosyal Demokratik Partisi parlamento seçimlerini kazandı ve Noe Jordania başbakan oldu. Sovyet işgaline rağmen Noe Jordania, 1930'lar boyunca Fransa, Birleşik Krallık, Belçika ve Polonya tarafından Gürcü Hükümeti'nin meşru başbakanı olarak tanındı. Gürcistan ve Ermenistan arasındaki çoğunlukla Ermeni nüfusa sahip tartışmalı bölgeler üzerine patlak veren 1918 Gürcü-Ermeni Savaşı İngiliz arabuluculuğu ile sona erdi. 1918-1919 yılları arasında Gürcü general Giorgi Mazniaşvili, bağımsız Gürcistan için Karadeniz kıyısında Tuapse'den Soçi'ye kadar ve Adler için hak iddia eden Moisev ve Denikin tarafından yönetilen Beyaz Ordu'ya karşı bir saldırıyı yönetti. Ülkenin bağımsızlığı çok uzun sürmedi, 1922'de Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi. Sovyetler Birliği'nde Gürcistan. Şubat 1921'de Rus İç Savaşı sırasında Kızıl Ordu Gürcistan'a ilerledi ve yerel Bolşevikleri iktidara getirdi. Gürcü ordusu yenilmişti ve Sosyal Demokrat hükûmeti ülkeyi terk etti. 25 Şubat 1921'de Kızıl Ordu Tiflis'e girdi ve Flipp Maharadze'nin başbakanlık yaptığı işçilerin ve köylülerin sovyetler hükûmetini kurdu. Gürcistan, 1921 yılında Ermenistan ve Azerbaycan ile birlikte 1922 yılında Sovyetler Birliği'nin kurucu üyelerinden biri olacağı Transkafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'ne dahil oldu. Endüstrileşmemiş ve sosyal olarak geri kalmış görülen Gürcistan'da Bolşeviklere karşı kayda değer bir muhalefet kalmıştı ve bu 1924 Ağustos Ayaklanması'nda doruğa ulaştı. Sovyet yönetimi resmi olarak ancak ayaklanma hızlıca bastırıldığında kurulmuş oldu. Gürcistan birinci beş yıllık plana dek SSCB'nin endüstrileşmemiş bir parçası olarak kalacak ancak birinci beş yıllık plan ile birlikte tekstil ürünlerinin büyük merkezi haline gelecekti. Daha sonra 1936 yılında TSFSC dağıldı ve Gürcistan bir birlik cumhuriyeti olarak ortaya çıktı: Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti. Josef Stalin, Gori'de doğmuş etnik bir Gürcü () İoseb Cughaşvili, Bolşevikler arasında önde gelen bir isimdi. Stalin en yüksek mevkiye ulaşacak ve Sovyetler Birliği'ni 1920'lerden 5 Mart 1953 yılında ölümüne dek yönetecekti. 1941 Haziran ayında Nazi Almanyası Kafkas petrol alanları ve cephane fabrikalarına ulaşmak hedefi ile Sovyetler Birliği'ni işgal etti. Naziler Gürcistan'a asla ulaşamadı ancak neredeyse 700.000 Gürcü işgalcileri kovmak ve Berlin'e ilerlemek için Kızıl Ordu saflarında savaştı. Savaşa katılanlardan neredeyse 350.000 Gürcü asker öldü. Texel'deki Gürcü Ayaklanması 2. Dünya Savaşı'nda Avrupa'daki son muharebeydi. Stalin'in ölümünden sonra Nikita Kruşçev Sovyetler Birliği'nin lideri oldu ve bir de-Stalinizasyon politikası uygulandı. Buna Kruşçev Raporu'nun yayınlanmasının üzerine neredeyse 100 öğrencinin öldüğü 1956 isyanlarının patlak verdiği Gürcistan dışında hiçbir yerde bu kadar alenen ve şiddetli bir karşıtlık bulunmuyordu. Sovyetler Birliği'nin geri kalan dönemi boyunca Gürcistan ekonomisi büyümeye devam etti ve giderek artan bariz yolsuzluklar sergilenmesine ve hükûmetin halka yabancılaşmasına rağmen önemli bir gelişme tecrübe edildi. Gürcü Komünist liderliği, 1986 yılında Perestroyka'nın başlangıcıyla birlikte değişikliklere ayak uydurmada yetersiz kaldı ve rütbeli Komünistler de dahil olmak üzere birçok Gürcü tek çözüm yolunun mevcut Sovyet sisteminden ayrılmak olduğuna karar verdi. Yeniden bağımsızlığın ilanı. 9 Nisan 1991'de, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından kısa bir süre önce, Gürcistan Yüksek Konseyi, 31 Mart 1991'de yapılan referandumdan sonra bağımsızlığını ilan etti. 26 Mayıs 1991'de Zviad Gamsahurdia, bağımsız Gürcistan'ın ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Gamsahurdia, Gürcü milliyetçiliğini canlandırdı ve Tiflis'in Sovyetler Birliği altında özerk oblastlar olarak sınıflandırılan Abhazya ve Güney Osetya gibi bölgeler üzerindeki otoritesini savunacağına söz verdi. Kısa süre sonra 22 Aralık 1991'den 6 Ocak 1992'ye kadar süren kanlı bir darbeyle iktidardan indirildi. Darbe, Ulusal Muhafızların bir kısmı ve "Mhedrioni" ("Süvari") adlı paramiliter bir örgüt tarafından kışkırtıldı. Ülke, neredeyse 1995 yılına kadar süren şiddetli bir iç savaşın içine girdi. Eduard Şevardnadze (1985'ten 1991'e kadar Sovyet Dışişleri Bakanı) 1992'de Gürcistan'a döndü ve darbenin liderleri olan Tengiz Kitovani ve Jaba İoseliani ile birlikte "Devlet Konseyi" adlı bir koalisyon hükûmetine başkanlık etti. Gürcistan'ın iki bölgesinde, Abhazya ve Güney Osetya'da, yerel ayrılıkçılar ile Gürcü nüfusun çoğunluğu arasında artan anlaşmazlıklar, etnik gruplar arası yaygın şiddet ve savaşlara dönüştü. Rusya tarafından desteklenen Abhazya ve Güney Osetya, Gürcistan'ın tartışmalı bölgelerde sadece bazı kısımları kontrolde tutmasıyla Gürcistan'dan de facto bağımsızlık elde etti. 1995 yılında, Şevardnadze resmi olarak Gürcistan cumhurbaşkanı seçildi. Abhazya Savaşı (1992-1993) sırasında, Abhaz ayrılıkçıları ve Kuzey Kafkasyalı gönüllüler (Çeçenler dahil) tarafından yaklaşık 230.000 ila 250.000 Gürcü Abhazya'dan sürgün edildi. Yaklaşık 23.000 Gürcü de Güney Osetya'dan (Tshinvali) kaçtı ve birçok Oset aile Borcomi bölgesindeki evlerini terk etmek zorunda kaldı ve Rusya'ya taşındı. 2003 yılında, (2000 yılında yeniden seçimleri kazanan) Şevardnadze, Gürcü muhalefeti ve uluslararası gözlemcilerin 2 Kasım parlamento seçimlerinin sahtekarlıkla gölgelendiğini iddia etmelerinin ardından Gül Devrimi ile görevden alındı. Devrim, Şevardnadze'nin iktidar partisinin eski üyeleri ve liderleri olan Miheil Saakaşvili, Zurab Jvania ve Nino Burcanadze tarafından yönetildi. Miheil Saakaşvili, 2004 yılında Gürcistan Devlet Başkanı seçildi. Gül Devrimi'nin ardından, ülkenin askeri ve ekonomik yeteneklerini güçlendirmek için bir dizi reform başlatıldı. Yeni hükûmetin güneybatıdaki Acara Özerk Cumhuriyeti'nde merkezi otoritesini yeniden sağlamaya yönelik çabaları, 2004'ün başlarında büyük bir krize yol açtı. Acara'daki başarısı, Saakaşvili'yi ayrılıkçı Güney Osetya'da çabalarını yoğunlaştırmaya teşvik etti, ancak başarılı olamadı. Bu olaylar, Gürcistan'ın İkinci Çeçen Savaşı'na karıştığı yönündeki suçlamaların yanı sıra, Rusya'nın iki ayrılıkçı bölgeye açık yardımı ve desteğiyle de kötüleşen Rusya ile ilişkilerin ciddi şekilde bozulmasına neden oldu. Giderek zorlaşan bu ilişkilere rağmen, Mayıs 2005'te Gürcistan ve Rusya, Batum ve Ahalkalaki'deki Rus askeri üslerinin (Sovyet döneminden kalma) çekildiği ikili bir anlaşmaya vardı. Rusya, 1999 İstanbul Zirvesi sırasında Uyarlanmış Avrupa'da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması'nın kabul edilmesinin ardından boşaltmak zorunda olduğu Abhazya'daki Gudauta üssünden geri çekilmediği halde, Batum ve Ahalkalaki'de bulunan üslerden tüm personel ve teçhizatı Aralık 2007'ye kadar geri çekti. Rus-Gürcü Savaşı ve sonrası. Gürcistan ve Rusya arasındaki gerilim Nisan 2008'de tırmanmaya başladı. 1 Ağustos 2008'de Gürcü barış güçlerini taşıyan bir arabayı hedef alan bombalı saldırı meydana geldi. Güney Osetyalı ayrılıkçılar, çatışmaların başlamasına neden olan ve beş Gürcü askerini yaralayan bu olayı kışkırtmaktan sorumluydu. Buna karşılık, birkaç Güney Osetyalı milis vuruldu. Güney Osetyalı ayrılıkçılar 1 Ağustos'ta Gürcü köylerini bombalamaya başladı. Bu topçu saldırıları, 1 Ağustos'tan itibaren Gürcü askerlerinin periyodik olarak karşı ateş açmalarına neden oldu. 30 Eylül 2009'da, Avrupa Birliği sponsorluğundaki Gürcistan'daki Çatışmaya İlişkin Bağımsız Uluslararası Gerçek Bulma Misyonu, aylar süren karşılıklı provokasyonlar sürmekteyken, "Gürcistan'ın Tshinvali kasabasına ve çevresindeki bölgelere yönelik geniş çaplı bir askeri operasyonuyla, 7-8 Ağustos 2008 gecesi açık çatışmalar başladı." şeklinde raporunda ifade etmektedir. 7 Ağustos 2008 günü saat 19:00 civarında, Gürcistan Cumhurbaşkanı Miheil Saakaşvili tek taraflı ateşkes ilan etti ve barış görüşmeleri çağrısında bulundu. Ancak, Gürcü köylerine (Güney Osetya çatışma bölgesinde yer alan) yönelik artan saldırılara kısa süre sonra Gürcü birliklerinin silah sesleri eşlik etti ve Gürcü askerleri daha sonra 8 Ağustos gecesi sözde Güney Osetya Cumhuriyeti'ne (Tshinvali) doğru harekete geçtiler, 8 Ağustos sabahı Tshinvali'nin merkezine ulaştılar. Bir Gürcü diplomat, 8 Ağustos'ta Rus Kommersant gazetesine verdiği demeçte Tiflis'in Tshinvali'nin kontrolünü ele geçirerek Gürcistan'ın Gürcü vatandaşlarının öldürülmesine müsamaha etmeyeceğini göstermek istediğini söyledi. Rus askeri uzmanı Pavel Felgenhauer'e göre, Oset provokasyonu, önceden planlanmış Rus askeri işgali için bir bahane olarak ihtiyaç duyulan Gürcü tepkisini tetiklemeyi amaçlıyordu. Gürcü istihbaratına ve bazı Rus basınında çıkan haberlere göre, normal (barış gücü olmayan) Rus Ordusu'nun bazı kısımları, Gürcistan'ın askerî harekâtından önce Roki Tüneli üzerinden Güney Osetya topraklarına taşınmıştı. Rusya, Gürcistan'ı "Güney Osetya'ya saldırmakla" suçladı ve 8 Ağustos 2008'de "barışı uygulama" bahanesiyle Gürcistan'a büyük çaplı bir kara, hava ve deniz saldırısı başlattı. Gürcistan içindeki hedeflere yönelik Rus hava saldırıları da başlatıldı. Ayrılıkçı Abhaz güçleri, Gürcistan'ın elindeki Kodori Geçidi'ne saldırarak 9 Ağustos'ta ikinci bir cephe açtı. Tshinvali, 10 Ağustos'ta Rus ordusu tarafından ele geçirildi. Rus güçleri, Gürcistan'ın Zugdidi, Senaki, Poti ve Gori şehirlerini (ateşkes anlaşmasının müzakerelerinin ardından sonuncusu) işgal etti. Rus Karadeniz Filosu Gürcistan kıyılarını ablukaya aldı. Güney Osetyalı militanlar, Güney Osetya'daki Gürcülere karşı bir etnik temizlik yürüttüler ve savaş sona erdikten sonra Tshinvali civarındaki Gürcü köylerini yok ettiler. Savaş 192.000 kişiyi yerinden etti ve birçoğu savaştan sonra evlerine dönebilse de, bir yıl sonra yaklaşık 30.000 etnik Gürcü yerinden edildi. Sözde Güney Osetya lideri Eduard Kokoity, Kommersant'ta yayınlanan bir röportajda Gürcülerin geri dönmesine izin vermeyeceğini söyledi. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 12 Ağustos 2008'de bir ateşkes anlaşmasını müzakere etti. 17 Ağustos'ta Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev, Rus kuvvetlerinin ertesi gün Gürcistan'dan çekilmeye başlayacağını duyurdu. Rusya, Abhazya ve Güney Osetya'yı 26 Ağustos'ta ayrı cumhuriyetler olarak tanıdı. Rusya'nın tanımasına cevaben, Gürcistan hükûmeti Rusya ile diplomatik ilişkilerini kesti. Rus güçleri Abhazya ve Güney Osetya sınırındaki tampon bölgeleri 8 Ekim'de terk etti ve Gürcistan'daki Avrupa Birliği İzleme Misyonu tampon bölgelere gönderildi. Savaştan bu yana Gürcistan, Abhazya ve Güney Osetya'nın Gürcistan'ın işgal altındaki toprakları olduğunu belirtiyor. Siyaset. Gürcistan, Cumhurbaşkanı'nın devlet başkanı ve Başbakan'ın hükûmetin başı olduğu, temsili demokratik bir parlamenter cumhuriyettir. Yürütme yetkisine Gürcistan Kabinesi sahiptir. Kabine, Başbakan tarafından başkanlık edilen ve Cumhurbaşkanı tarafından atanan bakanlardan oluşur. Salome Zurabişvili, 2018 Gürcistan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların %59,52'sini kazandıktan sonra şu anki Gürcistan Cumhurbaşkanı olmuştur. İrakli Garibaşvili 2021'den beri Gürcistan Başbakanıdır. Yasama yetkisi Gürcistan Parlamentosuna aittir. Parlamento tek kamaralı ve milletvekili olarak bilinen 150 üyesi vardır, bunların 73'ü tek üyeli bölgeleri temsil etmek üzere çok sayıda kişi ve 77'si partileri orantılı temsille temsil etmek üzere seçilmektedir. Milletvekilleri dört yıllık dönemler için seçilir. 26 Mayıs 2012'de Saakaşvili, gücü merkezileştirmek ve bazı siyasi kontrolü Abhazya'ya yakınlaştırmak amacıyla batıdaki Kutaisi şehrinde yeni bir Parlamento binasının açılışını yaptı. Ekim 2012 seçimleri, Başkan Saakaşvili'nin ertesi gün kabul ettiği muhalefetteki "Gürcü Hayali - Demokratik Gürcistan" koalisyonunun zaferiyle sonuçlandı. Gürcistan'daki siyasi özgürlüğün derecesine ilişkin farklı görüşler mevcuttur. Saakaşvili 2008 yılında ülkenin "Avrupa demokrasisi olma yolunda" ilerlediğine inanıyordu. Freedom House, Gürcistan'ı kısmen özgür bir ülke olarak listeliyor. Parlamento, 2012 parlamento seçimlerine hazırlık olarak, 27 Aralık 2011 tarihinde, sivil toplum kuruluşları (STK'lar) ve Venedik Komisyonu'ndan gelen birçok tavsiyeyi içeren yeni bir seçim yasasını kabul etti. Bununla birlikte, yeni kanun, Venedik Komisyonu'nun, tek mandalı seçim bölgelerini boyut olarak karşılaştırılabilir olacak şekilde yeniden oluşturarak oyların eşitliğini güçlendirmeye yönelik birincil tavsiyesini ele almadı. 28 Aralık'ta Parlamento, kampanya ve siyasi parti finansmanını düzenlemek için Siyasi Birlikler Yasasını değiştirdi. Yerel ve uluslararası gözlemciler, siyasi rüşveti belirleme kriterlerinin belirsizliği ve hangi kişi ve kuruluşların yasaya tabi olacağı da dahil olmak üzere çeşitli değişikliklerle ilgili endişelerini dile getirdiler. Mart 2012 itibarıyla, Parlamento bu endişeleri gidermek için başka değişiklikleri tartışıyordu. Dış İlişkiler. Gürcistan, doğrudan komşularıyla (Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye) iyi ilişkiler sürdürmekte. Gürcistan, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve Asya Kalkınma Bankası üyesidir. Gürcistan ayrıca Fransa, Almanya, İsrail, Japan, Japonya, Güney Kore, Sri Lanka, Türkiye, Ukrayna, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer birçok ülke ile siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri sürdürmektedir. Özellikle önerilen AB ve NATO üyeliği, ABD'nin Eğit-Donat askeri yardım programı ve Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının inşası yoluyla Gürcistan'da artan ABD ve Avrupa Birliği etkisi, Tiflis'in Moskova ile ilişkilerini sık sık gerginleştirdi. Gürcistan'ın Irak'taki koalisyon güçlerindeki varlığını artırma kararı önemli bir girişimdi. Gürcistan şu anda NATO'nun tam üyesi olmak için çalışıyor. Ağustos 2004'te Gürcistan Bireysel Ortaklık Eylem Planı resmi olarak NATO'ya sunuldu. 29 Ekim 2004 tarihinde, NATO'nun Kuzey Atlantik Konseyi Gürcistan'ın Bireysel Ortaklık Eylem Planı'nı onayladı ve Gürcistan, Avrupa-Atlantik Entegrasyonunun ikinci aşamasına geçti. 2005 yılında Gürcistan Cumhurbaşkanı'nın kararıyla, Başbakan başkanlığındaki bölümler arası Bireysel Ortaklık Eylem Planını uygulamak için bir devlet komisyonu kuruldu. Komisyon, Bireysel Ortaklık Eylem Planının uygulanmasını koordine etmek ve kontrol etmekle görevlendirildi. 14 Şubat 2005 tarihinde, Gürcistan ile NATO arasında Barış İçin Ortaklık irtibat subayının atanmasına ilişkin anlaşma yürürlüğe girmiş ve bu suretle Gürcistan'a Güney Kafkasya'dan bir irtibat subayı atanmıştır. 2 Mart 2005 tarihinde, ev sahibi ülkenin NATO kuvvetlerine ve NATO personeline destek ve transit geçişinin sağlanması konusunda anlaşma imzalandı. 6-9 Mart 2006'da IPAP uygulama ara değerlendirme ekibi Tiflis'e geldi. 13 Nisan 2006'da, Bireysel Ortaklık Eylem Planı'nın uygulanmasına ilişkin değerlendirme raporunun tartışılması 26 + 1 formatında NATO Genel Merkezi'nde yapıldı. 2006 yılında Gürcistan parlamentosu, Gürcistan'ın NATO'ya entegrasyonu için çağrıda bulunan tasarıyı oybirliğiyle oyladı. Gürcistan'daki Gürcülerin ve politikacıların çoğunluğu NATO üyeliğini desteklemektedir. Eylül 2019'da Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, "NATO'nun sınırlarımıza yaklaşması Rusya için bir tehdittir" dedi. Yalnızca Tiflis yönetimindeki toprakları kapsayan toplu savunma ile ilgili şartla NATO Gürcistan üyeliğini kabul ederse, (yani Gürcü toprakları Abhazya ve Güney Osetya hariç, her ikisi de şu anda Rusya tarafından desteklenen, tanınmayan ayrılıkçı cumhuriyetlerdir.) "Bir savaş başlatmayacağız, ancak bu tür bir davranış NATO ile ve ittifaka girmeye istekli ülkelerle ilişkilerimizi zayıflatacaktır." George W. Bush, ülkeyi ziyaret eden ilk ABD başkanı oldu. Tiflis Uluslararası Havalimanı'na giden cadde o zamandan beri George W. Bush Caddesi olarak adlandırılıyor. 2 Ekim 2006 tarihinde, Gürcistan ve Avrupa Birliği, Avrupa Komşuluk Politikası kapsamında kabul edilen Gürcistan-Avrupa Birliği Eylem Planı metnine ilişkin ortak bir bildiri imzaladı. Eylem Planı, 14 Kasım 2006'da Brüksel'deki AB-Gürcistan İşbirliği Konseyi toplantısında resmi olarak onaylandı. Haziran 2014'te AB ve Gürcistan, 1 Temmuz 2016'da yürürlüğe giren bir Ortaklık Anlaşması imzaladı. 13 Aralık 2016'da AB ve Gürcistan, Gürcistan vatandaşları için vize serbestliği konusunda anlaşmaya vardı. 27 Şubat 2017'de Konsey, AB'ye seyahat eden Gürcüler için herhangi bir 180 günlük süre içinde 90 günlük kalış süresi için vize serbestleştirme yönetmeliğini kabul etti. Ordu. Gürcistan ordusu ya da diğer adıyla Gürcistan Savunma Kuvvetleri (GSK) Kara Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri olarak iki bölümden oluşur. GSK'ın misyonu ve işlevleri Gürcistan Anayasası'na, Gürcistan Savunma ve Ulusal Askeri Strateji Yasası'na ve Gürcistan'ın imzaladığı uluslararası anlaşmalara dayanmaktadır ve Savunma Bakanlığı'nın rehberliği ve yetkisi altında uygulanır. Gürcistan'ın 2017 askeri bütçesi, 2016 yılına göre 78 milyon ₾ artışla 748 milyonlarıdır. Askeri bütçenin en büyük kısmı, %62,5'i zırhlı kuvvetlere hazır olma ve güç geliştirme için tahsis edilmiştir. Gürcistan, Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazandıktan sonra kendi savunma sanayisini geliştirmeye başladı. STC Delta tarafından yapılan ürünlerin ilk sergisi 1999'da yapıldı. STC Delta şu anda zırhlı araçlar, topçu sistemleri, havacılık sistemleri, kişisel koruma ekipmanları ve küçük silahlar dahil olmak üzere çeşitli askeri teçhizat üretmektedir. Irak Savaşı'nın sonraki dönemlerinde Gürcistan'ın Çok Uluslu Güç'te görev yapan 2.000'e kadar askeri vardı. Gürcistan ayrıca Afganistan’da NATO liderliğindeki Uluslararası Güvenlik Yardım Gücü'ne katıldı. 2013'teki 1.560 askerle, o zamanlar NATO dışındaki en büyük ve kişi başına en fazla asker katkısı yapan ülkeydi. 11.000'den fazla Gürcü askeri Afganistan'da rotasyona tabi tutuldu. 2015 itibarıyla, Afganistan'da 31 Gürcü askerin çoğu Helmand operasyonu sırasında öldü ve 35'i ampute dahil 435'i yaralandı. Kolluk Kuvvetleri. Gürcistan'da kanun yaptırımı Gürcistan İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülür ve sağlanır. Son yıllarda, Gürcistan İçişleri Bakanlığı'nın Devriye Polis Departmanı, artık polisin daha önce özel bağımsız devlet kurumları tarafından yerine getirilen pek çok görevi üstlendiği radikal bir dönüşüm geçirdi. Polis tarafından yerine getirilen yeni görevler arasında sınır güvenliği, gümrük işlevleri ve sözleşmeli güvenlik hükümleri bulunmaktadır ; ikinci işlev, özel 'güvenlik polisi' tarafından gerçekleştirilir. Ulusal güvenlik adına toplanan istihbarat artık Gürcistan İstihbarat Servisi'nin görev alanı olmuştur. 2005 yılında Başkan Miheil Saakaşvili, yolsuzluk nedeniyle Gürcistan Ulusal Polisi'nin tüm trafik polislerini (yaklaşık 30.000 polis memuru) kovdu. Daha sonra acemi erler etrafında yeni bir kuvvet oluşturuldu. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Uluslararası Narkotik ve Yasa Uygulama İşleri Bürosu, eğitim çabalarına yardım sağlamış ve danışmanlık sıfatıyla hareket etmeye devam etmektedir. Yeni "Patruli" kuvveti yaygın yolsuzlukla suçlanan trafik polisinin yerini almak üzere ilk olarak 2005 yazında tanıtıldı. Polis, 2004 yılında 022 (şu anda 112) Acil telefon numarası hizmetini başlatmıştır. İnsan Hakları. Gürcistan'da insan hakları, ülkenin anayasası tarafından güvence altına alınmıştır. Gürcistan Parlamentosu tarafından bu tür hakların uygulanmasını sağlamak için seçilen bağımsız bir insan hakları savunucusu bulunmaktadır. Gürcistan, Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi'ni 2005 yılında onaylamıştır. "Hoşgörü" STK'sı, uygulanmasına ilişkin alternatif raporunda, Azeri okullarının sayısındaki hızlı bir düşüşten ve Azeri okullarına Azerice konuşmayan müdür atama vakalarından söz etmektedir. Hükûmet, 26 Mayıs 2011 tarihinde Nino Burcanadze liderliğindeki protestocuları, Rustaveli Bulvarı'nı bağımsızlık günü yürüyüşü için açmayı reddetmelerinin ardından göz yaşartıcı gaz ve plastik mermilerle dağıttığı için gösteri izinleri ve alternatif bir mekan seçmeleri teklif edilmesine rağmen aşırı güç kullandığı iddiasıyla eleştirildi. İnsan hakları aktivistleri protestoların barışçıl olduğunu savunurken, hükûmet birçok protestocunun maskeli olduğuna ve ağır sopalarla ve molotofkokteylleriyle silahlandırıldığına dikkat çekti. Gürcü muhalefet lideri Nino Burcanadze, darbe planlamakla ilgili suçlamaların temelsiz olduğunu ve protestocuların eylemlerinin meşru olduğunu söyledi. Gürcistan, bağımsızlığından bu yana uyuşturucuya karşı sert politikalar sürdürdü ve esrar kullanımı için bile uzun cezalar verdi. Bu, insan hakları aktivistlerinden eleştiri aldı ve protestolara yol açtı. Sivil toplum kuruluşlarından gelen davalara yanıt olarak, 2018'de Gürcistan Anayasa Mahkemesi "marihuana tüketimi özgür kişilik hakkı tarafından korunan bir eylemdir" ve "[Esrarın] yalnızca kullanıcının sağlığına zarar verebilmesi sonuçtan kullanıcının kendini sorumlu tutar. Bu tür eylemlerin sorumluluğu halk için tehlikeli sonuçlara yol açmaz" şeklinde hükmetti. Bu kararla Gürcistan, esrarın çocukların yanında kullanılmasının hala yasak olmasına rağmen dünyada esrarı yasallaştıran ilk ülkelerden biri oldu. Coğrafya. Gürcistan çoğunlukla Güney Kafkasya'da yer alırken, ülkenin bazı kısımları da Kuzey Kafkasya'da bulunmaktadır. Ülke 41 ° ve 44 ° K enlemleri ile 40 ° ve 47 ° D boylamları arasında yer alır ve 67.900 km² (26.216 sq mi) alana sahiptir. Çok dağlık bir ülkedir. Lihi Sıradağları ülkeyi doğu ve batı kısımlarına ayırır. Tarihsel olarak, Gürcistan'ın batı kısmı Kolhis olarak bilinirken, doğu platosuna İberya deniyordu. Karmaşık bir coğrafi ortam nedeniyle dağlar, Svaneti'nin kuzey bölgesini Gürcistan'ın geri kalanından da izole eder. Büyük Kafkas Sıradağları, Gürcistan'ın kuzey sınırını oluşturur. Sıradağlardan Rusya topraklarına giden ana yollar, Şida Kartli ile Kuzey Osetya arasındaki Roki Tüneli'nden ve (Gürcü Hevi bölgesinde) Daryal Boğazı'ndan geçmektedir. Roki Tüneli, 2008 Rus-Gürcü Savaşı'nda Rus ordusu için hayati öneme sahipti, çünkü Kafkas Dağları'ndan geçen tek doğrudan yoldu. Ülkenin güney kısmı Küçük Kafkas Dağları ile sınırlanmıştır. Büyük Kafkas Sıradağları, deniz seviyesinden 5.000 metre yüksekliğe ve daha fazlasına ulaşan en yüksek zirveler ile Küçük Kafkas Dağları'ndan çok daha yüksektir. Gürcistan'daki en yüksek dağ 5.068 metre ile Şhara Dağı'dır ve ikinci en yüksek dağ deniz seviyesinden 5.059 m yükseklikteki Janga Dağı'dır. Diğer önemli zirveler arasında Kazbek Dağı 5.047 m, Şota Rustaveli 4.860 m, Tetnuldi 4.858 m, Uşba 4.700 m (15.420 ft) ve Ailama 4.547 m yükseklikteki bulunmaktadır. Belirtilen zirvelerden sadece Kazbek volkanik kökenlidir. Kazbek ve Şhara arasındaki bölgede (Ana Kafkasya Sıradağları boyunca yaklaşık 200 km (124 mil) mesafe) çok sayıda buzul vardır. Bugün Kafkasya'da bulunan 2.100 buzulun yaklaşık %30'u Gürcistan'da bulunuyor. Küçük Kafkas Dağları terimi genellikle Lihi Sıradağları ile Büyük Kafkas Sıradağları'na bağlanan güney Gürcistan'ın dağlık (yayla) alanlarını tanımlamak için kullanılır. Alan, iki ayrı alt bölgeye ayrılabilir; Büyük Kafkas Sıradağları'na paralel uzanan Küçük Kafkas Dağları ve Küçük Kafkas Dağları'nın hemen güneyinde yer alan Güney Gürcistan Volkanik Yaylası. Genel olarak bölge, çeşitli birbirine bağlı dağ sıraları (büyük ölçüde volkanik kökenli) ve yüksekliği 3.400 metreyi aşmayan platolar ile karakterize edilebilir. Bölgenin öne çıkan özellikleri arasında Cavaheti Volkanik Platosu, Tabatskuri ve Paravani gibi göller, maden suyu ve kaplıcalar bulunmaktadır. Gürcistan'daki iki büyük nehir Rioni ve Mtkvari'dir. Güney Gürcistan Volkanik Yaylası, yüksek sismik aktiviteye sahip genç ve dengesiz bir jeolojik bölgedir ve Gürcistan'da kaydedilen en önemli depremlerden bazılarını yaşamıştır. Krubera mağarası, dünyanın bilinen en derin mağarasıdır. Abhazya'da Gagra Sıradağları'nın Arabika Masifi'nde yer almaktadır. 2001 yılında, bir Rus-Ukraynalı ekip, 1.710 metrelik dünya mağara derinlik rekorunu burada kırmıştı. 2004 yılında, Ukraynalı bir ekip speleoloji tarihinde ilk kez 2.000 metrelik işareti geçtiğinde, üç seferin her birinde nüfuz derinliği artırıldı. Ekim 2005'te, mağaranın bilinen derinliğini daha da artıran CAVEX ekibi tarafından keşfedilmemiş bir bölüm bulundu. Bu keşif, mağaranın 2.140 metre olan bilinen derinliğini doğruladı. “Gürcistan Ulusal Atlası”, ülkenin kapsamlı bir portresini veriyor. Atlas, Gürcistan'ın onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı 2018'de tanıtıldı. İngilizce dilinde hazırlanan bu ilk Gürcistan Ulusal Atlası'na birkaç yıllık hazırlık çalışmaları sırasında 100'den fazla bilim insanı ve haritacı katkıda bulundu. 200'ün üzerinde geniş formatlı tematik harita ve rakamlar, fiziki ve beşeri coğrafyadan ekonomi ve politikaya kadar ülkeyle ilgili tüm konular hakkında bilgi içermektedir. Ayrıntılı içindekiler tablosu iki dillidir (İngilizce, Almanca) ve metinlerin ve haritaların kolayca bulunmasına yardımcı olur. Topoğrafya. Ülkenin sınırları içindeki manzara oldukça çeşitlidir. Batı Gürcistan'ın manzarası alçak bataklık ormanları, bataklıklar ve ılıman yağmur ormanlarından uçsuz bucaksız kar ve buzullara kadar çeşitlilik gösterirken, ülkenin doğu kesiminde küçük yarı-kurak ovalar bile bulunuyor. Ormanlar Gürcistan topraklarının yaklaşık %40'ını kaplarken, alpin/subalpin bölgesi arazinin yaklaşık %10'unu oluşturmaktadır. Batı Gürcistan'ın deniz seviyesinin altında kalan bölgelerinde doğal yaşam alanlarının çoğu, arazinin tarımsal gelişimi ve kentleşme nedeniyle son 100 yılda ortadan kayboldu. Kolhis Ovası'nı kaplayan ormanların büyük çoğunluğu, millî parklara ve rezervlere dahil edilen bölgeler (örneğin, Paliastomi Gölü alanı) dışında, şu anda neredeyse yok. Şu anda, orman örtüsü genellikle alçakta kalan alanların dışında kalmaktadır ve çoğunlukla dağ eteklerinde ve dağlarda yer almaktadır. Batı Gürcistan ormanları esas olarak deniz seviyesinden 600 metre yüksekliğin altında yaprak döken ağaçlardan oluşur ve meşe, gürgen, kayın, karaağaç, dişbudak ve kestane gibi türler içerir. Şimşir gibi yaprak dökmeyen türler de birçok bölgede bulunabilir. Gürcistan'ın 4000 yüksek rakım bitkisinin yaklaşık 1000'i bu ülkeye özgüdür. Acara'daki Mesheti Sıradağları'nın batı-orta yamaçları ve Megrelya ve Abhazya'daki çeşitli yerler ılıman yağmur ormanları ile kaplıdır. Deniz seviyesinden 600-1.000 metre yükseklikte yaprak döken orman, bitki yaşamını oluşturan hem geniş yapraklı hem de iğne yapraklı türlerle karışır. Bölge ağırlıklı olarak kayın, ladin ve köknar ormanlarından oluşur. 1.500-1.800 metreden sonra orman büyük ölçüde iğne yapraklı hale gelir. Ağaç örtüsü genellikle yaklaşık 1.800 metrede biter ve çoğu bölgede deniz seviyesinden 3.000 metre yüksekliğe kadar uzanan Alpin bölgesi görülür. Uçsuz bucaksız kar ve buzul bölgesi, 3.000 metrelik çizginin üzerindedir. Doğu Gürcistan'ın manzarası (Lihi Sıradağları'nın doğusundaki bölge), batıdakinden oldukça farklıdır ancak batıdaki Kolhis Ovası'na benzer şekilde, Kura ve Alazani nehir ovaları dahil olmak üzere Doğu Gürcistan'ın tüm alçak alanlarının neredeyse tamamı tarımsal amaçlarla ormansızlaştırılmıştır. Ayrıca, bölgenin nispeten daha kuru iklimi nedeniyle, alçak düzlüklerin bir kısmı (özellikle Kartli ve güneydoğu Kaheti) hiçbir zaman ormanlarla kaplı değildi. Doğu Gürcistan'ın genel manzarası, dağlarla ayrılmış çok sayıda vadi ve boğazdan oluşur. Batı Gürcistan'ın aksine, bölgedeki ormanların yaklaşık yüzde 85'i yaprak döken ormandır. İğne yapraklı ormanlar yalnızca Borcomi Boğazı'nda ve en batı bölgelerde hakimdir. Yaprak döken ağaç türleri arasında kayın, meşe ve gürgen baskındır. Diğer yaprak döken türler arasında birkaç çeşit akçaağaç, titrek kavak, dişbudak ve fındık bulunur. Yukarı Alazani Nehri Vadisi porsuk ormanları içerir. Deniz seviyesinden 1.000 metrenin üzerindeki yüksek rakımlarda (özellikle Tuşeti, Hevsureti ve Hevi bölgelerinde), çam ve huş ormanları hakimdir. Genel olarak, Gürcistan'ın doğusundaki ormanlar deniz seviyesinden 500-2.000 metre yüksekte bulunur ve dağlık bölge 2.000-2.300 ile 3.000-3.500 metre arasında değişir. Geriye kalan tek büyük, alçak ormanlar Kaheti'nin Alazani Vadisi'nde kalıyor. Uçsuz bucaksız kar ve buzul bölgesi, doğu Gürcistan'ın çoğu bölgesinde 3.500 metrelik çizginin üzerinde yer almaktadır. İklim. Gürcistan'ın iklimi, ülkenin küçüklüğü göz önüne alındığında son derece çeşitlidir. Kabaca ülkenin doğu ve batı kısımlarına karşılık gelen iki ana iklim bölgesi vardır. Büyük Kafkas Sıradağları, Gürcistan'ın iklimini yumuşatmada önemli bir rol oynar ve ülkeyi kuzeyden gelen daha soğuk hava kütlelerinin girmesine karşı korur. Küçük Kafkas Dağları, bölgeyi güneyden gelen kuru ve sıcak hava kütlelerinin etkisinden kısmen korumaktadır. Batı Gürcistan'ın çoğu, yıllık yağış miktarı 1,000-4,000 mm. arasında değişen nemli subtropikal bölgenin kuzey çevresi içinde yer almaktadır. Yağış, sonbahar aylarında özellikle yoğun olabilmesine rağmen, yağışlar yıl boyunca eşit olarak dağılma eğilimindedir. Bölgenin iklimi yüksekliğe göre önemli ölçüde değişir ve batı Gürcistan'ın alçak bölgelerinin çoğu yıl boyunca nispeten ılıkken, etek ve dağlık alanlar (Büyük ve Küçük Kafkas Dağları dahil) serin, yağışlı yazlar ve karlı kışlar yaşar (kar örtüsü çoğu bölgede 2 metreyi aşıyor). Acara, Kobuleti'nin doğusundaki Mtirala Dağı yağmur ormanlarının yılda yaklaşık 4,500 mm. yağış aldığı Kafkasya'nın en yağışlı bölgesidir. Doğu Gürcistan, nemli subtropikalden kıtaya geçiş iklimine sahiptir. Bölgenin hava durumu, hem doğudan gelen kuru Hazar hava kütleleri hem de batıdan gelen nemli Karadeniz hava kütlelerinden etkilenir. Karadeniz'den nemli hava kütlelerinin nüfuzu, ülkenin doğu ve batı kısımlarını ayıran sıradağlar (Lihi ve Mesheti) tarafından genellikle engellenir. Yıllık yağış batı Gürcistan'ınkinden önemli ölçüde daha azdır ve 400-1.600 mm arasında değişmektedir. En yağışlı dönemler genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında meydana gelirken, kış ve yaz ayları en kurak dönemdir. Doğu Gürcistan'ın çoğu, sıcak yazlar (özellikle deniz seviyesinin altında olan bölgelerde) ve nispeten soğuk kışlar yaşar. Ülkenin batı kesimlerinde olduğu gibi, 1.500 metrenin üzerindeki iklim koşullarının alçakta bulunan bölgelere göre önemli ölçüde daha soğuk olduğu doğu Gürcistan'da yükseklik önemli bir rol oynamaktadır. 2.000 metrenin üzerinde uzanan bölgeler, yaz aylarında bile sık sık don yaşar. Biyoçeşitlilik. Yüksek peyzaj çeşitliliği ve düşük enlemi nedeniyle Gürcistan, 648 omurgalı türü (dünya çapında bulunan türlerin %1'inden fazlası) dahil olmak üzere yaklaşık 5.601 hayvan türüne ev sahipliği yapmaktadır ve bu türlerin çoğu endemiktir. Ormanlarda kahverengi ayılar, kurtlar, vaşaklar ve kafkas leoparları gibi bir dizi büyük etobur yaşar. Bayağı sülün (Kolhis Sülünü olarak da bilinir), Gürcistan'ın endemik bir kuşudur ve dünyanın geri kalanında önemli bir av kuşu olarak yaygın şekilde tanıtılmıştır. Omurgasız hayvan türlerinin sayısının çok yüksek olduğu düşünülmektedir, ancak veriler çok sayıda yayına dağıtılmıştır. Örneğin Gürcistan'ın örümcek kontrol listesi 501 türü içermektedir. Rioni Nehri, nesli tükenmekte olan piç mersinbalığının üreme popülasyonunu içerebilir. Gürcistan'dan liken oluşturan türler de dahil olmak üzere 6.500'den biraz fazla mantar türü kaydedilmiştir ancak bu sayı tam olmaktan uzaktır. Henüz kaydedilmemiş türler de dahil olmak üzere Gürcistan'da meydana gelen gerçek toplam mantar türü sayısı, şimdiye kadar dünya çapındaki tüm mantarların yalnızca yaklaşık yüzde yedisinin keşfedildiği genel kabul gören tahmin göz önüne alındığında, muhtemelen çok daha yüksek olacaktır. Mevcut bilgi miktarı hala çok küçük olmasına rağmen, Gürcistan'a özgü mantar türlerinin sayısını tahmin etmek için ilk çaba gösterilmiş ve 2.595 tür, geçici olarak ülkenin olası endemikleri olarak belirlenmiştir. Gürcistan'dan mantarlarla bağlantılı olarak 1.729 bitki türü kaydedilmiştir. Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği'ne göre, Gürcistan'da 4.300 damarlı bitki türü var. Gürcistan dört ekolojik bölgeye ev sahipliği yapmaktadır: Kafkasya karma ormanları, Euxine-Kolşik yaprak döken ormanlar, Doğu Anadolu dağ bozkırları ve Azerbaycan çalı çölü ve bozkırları. Gürcistan 2018 Orman Manzarası Bütünlük Endeksi'nde ortalama 7,79/10 puanla 172 ülke arasında küresel olarak 31. sıradaydı. Nehirler. Mtkvari (Kura) (1515 km), Tergi (623 km) Alazani (351 km) Çoruh (438 km), Rioni (327 km), Enguri (213 km) Göller. Paravani, Hozapini, Paliastomi, Tabatskuri, Bazaleti Dağları. Şhara (5068 m), Kazbeg (5047 m), Rustavi (4960 m), Tetnults (4852 m) ve Uşba (4700 m) İdari Bölgeler. Gürcistan 9 bölge, 1 şehir ve 2 özerk cumhuriyete ayrılmıştır. Bunlar sırasıyla 67 bölgeye ve 12 kendi kendini yöneten şehre bölünmüştür. Gürcistan, biri bağımsızlığını ilan eden iki resmi özerk bölge içermektedir. Gürcistan içinde resmi olarak özerk olan fiilen bağımsız Abhazya bölgesi 1999'da bağımsızlığını ilan etti. Ayrıca resmi olarak özerk olmayan başka bir bölge de bağımsızlık ilan etti. "Güney Osetya" ifadesi Rus Kuzey Osetya ile siyasi bağları ima ettiği için Güney Osetya Gürcistan tarafından resmi olarak Tshinvali bölgesi olarak biliniyor. Gürcistan, Sovyetler Birliği'nin bir parçasıyken bu bölge Güney Osetya Özerk Oblastı olarak adlandırıldı. Özerklik statüsü 1990'da iptal edildi. Gürcistan'ın bağımsızlığından bu yana fiilen ayrı Güney Osetya'ya yeniden özerklik verilmesi için teklifler yapıldı, ancak 2006'da bölgede tanınmayan bir referandum bağımsızlık oyu ile sonuçlandı. Hem Abhazya'da hem de Güney Osetya'da çok sayıda kişiye Rus pasaportu verilmişti, bazıları Rus yetkililer tarafından zorunlu pasaportlaştırma sürecinden geçti. Bu, Rusya'nın bölgenin bağımsızlığını tanıdığı 2008 Güney Osetya savaşı sırasında Rusya'nın Gürcistan'ı işgalinin gerekçesi olarak kullanıldı. Gürcistan, bu bölgelerin Rusya tarafından işgal edildiğini ifade etmektedir. Her iki cumhuriyet de asgari uluslararası tanınırlık elde etti. Yerel diktatör Aslan Abaşidze yönetimindeki Acara, Rusya ile yakın bağlarını sürdürdü ve Batum'da bir Rus askeri üssünün kurulmasına izin verdi. 2004'te Miheil Saakaşvili'nin seçilmesiyle Abaşidze ile Gürcistan hükûmeti arasında gerginlikler yükseldi ve Acara'da gösteriler düzenlenmesine ve Abaşidze'nin istifasına ve ardından kaçmasına neden oldu. Bölge özerkliğini koruyor ve Acara'nın merkezi Gürcistan hükûmeti ile yeniden bağlantısının bir işareti olarak, Gürcistan Anayasa Mahkemesi Tiflis'ten Batum'a taşındı. Ekonomi. Arkeolojik araştırmalar, Gürcistan'ın büyük ölçüde Karadeniz'de ve daha sonra tarihi İpek Yolu üzerindeki konumu nedeniyle antik çağlardan beri birçok toprak ve imparatorluk ile ticaret yaptığını göstermektedir. Kafkas Dağları'nda altın, gümüş, bakır ve demir çıkarılmıştır. Gürcü şarap yapımı çok eski bir gelenek ve ülke ekonomisinin önemli bir dalıdır. Ülkenin oldukça büyük hidroelektrik kaynakları bulunmaktadır. Gürcistan'ın modern tarihi boyunca, ülkenin iklimi ve topoğrafyası nedeniyle tarım ve turizm başlıca ekonomik sektörler olmuştur. 20. yüzyılın büyük bölümünde, Gürcistan ekonomisi Sovyet komuta ekonomisi modeli içindeydi. 1991'de SSCB'nin çöküşünden bu yana Gürcistan, serbest piyasa ekonomisine geçiş için tasarlanmış büyük bir yapısal reform başlattı. Diğer tüm Sovyet sonrası devletlerde olduğu gibi, Gürcistan da ciddi bir ekonomik çöküşle karşı karşıya kaldı. Güney Osetya ve Abhazya'daki iç savaş ve askeri çatışmalar krizi şiddetlendirdi. Tarım ve sanayi üretimi azaldı. 1994'e gelindiğinde gayri safi yurtiçi hasıla 1989'dakinin dörtte birine geriledi. Batı'dan ilk mali yardım 1995'te, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu Gürcistan'a 206 milyon ABD doları ve Almanya 50 milyon DM verdiğinde geldi. 21. yüzyılın başlarından beri Gürcistan ekonomisinde gözle görülür olumlu gelişmeler gözlemlendi. 2007'de Gürcistan'ın reel GSYİH büyüme oranı yüzde 12'ye ulaştı ve Gürcistan'ı Doğu Avrupa'nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri haline getirdi. Dünya Bankası, Gürcistan'ı iş yapma kolaylığı açısından bir yıl içinde 112. sıradan 18. sıraya yükseldiği için "dünyanın bir numaralı ekonomik reformcusu" olarak nitelendirdi. Gürcistan, Dünya Bankası'nın 2019 Doing Business raporunda konumunu 6. sıraya yükseltti. Ülke %12,6 gibi yüksek bir işsizlik oranına ve Avrupa ülkelerine kıyasla oldukça düşük bir medyan gelire sahiptir. 2006 yılında Gürcistan'ın en büyük ticaret ortaklarından biri olan Rusya'ya Gürcü şarabı ithalatına getirilen yasak ve mali bağlantıların kopması, IMF Misyonu tarafından bir "dış şok" olarak tanımlandı. Ayrıca Rusya, Gürcistan için gaz fiyatını artırdı. Aynı dönemde, Gürcistan Ulusal Bankası, ülkede devam eden enflasyonun esas olarak Rusya'nın ekonomik ambargosu da dahil olmak üzere dış nedenlerden kaynaklandığını belirtti. Gürcü yetkililer, 2007 yılındaki ambargo nedeniyle oluşan cari açığın, "doğrudan yabancı yatırımların büyük girişinin yarattığı yüksek döviz geliri" ve turist gelirlerindeki artışla finanse edilmesini bekliyorlardı. Ülke ayrıca uluslararası piyasa menkul kıymetlerinde sağlam bir krediye sahiptir. Gürcistan küresel ticaret ağına daha entegre hale geliyor: 2015 ithalatı ve ihracatı sırasıyla GSYİH'nin %50 ve %21'ini oluşturuyor. Gürcistan'ın ana ithalatı yakıtlar, araçlar, makineler ve parçalar, tahıl ve diğer gıdalar ve ilaçlardır. Başlıca ihracat ürünleri araçlar, demir alaşımları, gübre, fındık, hurda metal, altın, bakır cevheridir. Gürcistan, Batum ve Poti limanları, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu, Bakü'den başlayıp Tiflis üzerinden Ceyhan'a ulaşan bir petrol boru hattı olan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı (BTC) ve paralel bir gaz boru hattı olan Güney Kafkasya Boru Hattı ile uluslararası bir ulaşım koridoruna dönüşmektedir. Saakaşvili yönetimi, iktidara geldiğinden beri vergi tahsilatını iyileştirmeyi amaçlayan bir dizi reform gerçekleştirdi. Diğer şeylerin yanı sıra, 2004 yılında sabit bir gelir vergisi getirildi. Sonuç olarak, bütçe gelirleri dört kat arttı ve bir zamanların büyük bir bütçe açığı bütçe fazlasına dönüştü. 2001 yılı itibarıyla nüfusun yüzde 54'ü ulusal yoksulluk sınırının altında yaşarken, 2006 yılında yoksulluk yüzde 34'e, 2015'te yüzde 10,1'e düşmüştür. yılında kişi başına düşen ortalama gelir idi.< hesaplamaları, Gürcistan'ın nominal GSYİH'sını olarak gösteriyor. Gürcistan ekonomisi, tarım sektöründen (yüzde 9,2) uzaklaşarak (2016 itibarıyla GSYİH'nin yüzde 68,3'ünü temsil eden) hizmet sektörüne daha fazla yaklaşmaktadır. Telekomünikasyon altyapısı ile ilgili olarak, Gürcistan, bir ülkenin bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmişlik düzeyini belirleyen bir gösterge olan Dünya Ekonomik Forumu'nun Ağ Hazırlık Endeksi'nde (NRI) sınır komşuları arasında son sırada yer almaktadır. Gürcistan, 2015 NRI sıralamasında 60. sırada iken 2016'da 58. sırada yer aldı. Turizm. Turizm, Gürcistan ekonomisinin giderek daha önemli bir parçası olmaktadır. 2016 yılında 2.714.773 turist ülkeye yaklaşık 2,16 milyar ABD doları kazandırmıştır. Hükûmete göre, Gürcistan'da farklı iklim bölgelerinde 103 tatil köyü bulunmaktadır. Turistik cazibe merkezleri arasında, dördü UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak tanınan 2.000'den fazla maden suyu kaynağı, 12.000'den fazla tarihi ve kültürel anıt (Kutaisi'deki Bagrati Katedrali ve Gelati Manastırı, Mtsheta'nın tarihi anıtları ve Yukarı Svaneti) bulunmaktadır. Diğer turistik yerler Uplistsihe, Ananuri Kalesi / Kilisesi, Siğnaği ve Kazbek Dağı'dır. 2018'de Rusya'dan 1,4 milyondan fazla turist Gürcistan'ı ziyaret etti. Ulaşım. Bugün Gürcistan'da ulaşım demiryolu, karayolu, feribot ve hava yolu ile sağlanmaktadır. İşgal altındaki bölgeler hariç toplam yol uzunluğu 20.553 kilometre ve demiryolları 1.576 km'dir. Kafkasya ve Karadeniz kıyısında bulunan Gürcistan, komşu Azerbaycan'dan Avrupa Birliği'ne enerji ithalatının geçtiği kilit bir ülkedir. Geleneksel olarak ülke, Avrupa Rusyası ile Yakın Doğu ve Türkiye arasında önemli bir kuzey-güney ticaret yolu üzerinde bulunmaktaydı. Son yıllarda Gürcistan, ulaşım ağlarının modernizasyonu için büyük miktarlarda yatırım yaptı. Yeni otoyolların inşasına öncelik verildi ve bu nedenle, Tiflis gibi büyük şehirler yollarının kalitesinin çarpıcı biçimde arttığını gördü; buna rağmen şehirler arası rotaların kalitesi hala zayıftır ve bugüne kadar sadece bir otoyol-standardı yol (ს 1) inşa edilmiştir. Gürcü demiryolları, Karadeniz ve Hazar Denizi'ni birbirine bağlayan güzergahın en büyük bölümünü oluşturduğundan, Kafkasya için önemli bir ulaşım arterini temsil etmektedir. Buna karşılık, bu, son yıllarda komşu Azerbaycan'dan Avrupa Birliği, Ukrayna ve Türkiye'ye artan enerji ihracatından yararlanmalarına olanak sağlamıştır. Yolcu hizmetleri devlete ait Gürcistan Demiryolları tarafından yürütülürken, nakliye operasyonları bir dizi lisanslı operatörler tarafından yürütülmektedir. 2004 yılından bu yana Gürcistan Demiryolları, sağlanan hizmeti yolcuları için daha verimli ve konforlu hale getirmeyi amaçlayan bir filo yenileme ve yönetsel yeniden yapılandırma programı uyguluyor. Demiryolları için altyapı geliştirme de gündemde üst sıralarda yer aldı ve kilit Tiflis demiryolu kavşağının yakın gelecekte büyük çapta yeniden yapılanmaya girmesi bekleniyor. Ek projeler arasında 30 Ekim 2017'de açılan ve Kafkasya'nın çoğunu standart hatlı demiryolu ile Türkiye'ye bağlayan ekonomik açıdan önemli Bakü-Tiflis-Kars demiryolunun inşaatı da yer alıyor. Gürcistan'da hava ve deniz taşımacılığı gelişmekte olup, birincisi yolcular tarafından, ikincisi ise yük taşımacılığı için kullanılmaktadır. Gürcistan halihazırda dört uluslararası havalimanına sahiptir; bunlardan en büyüğü, çok sayıda büyük Avrupa şehrine bağlantı sunan Georgian Airways'in merkezi olan Tiflis Uluslararası Havalimanı'dır. Ülkedeki diğer havalimanları, büyük ölçüde gelişmemiş veya planlanmış trafikten yoksundur, ancak son zamanlarda bu iki sorunu da çözmek için çaba harcanmıştır. Gürcistan'ın Karadeniz kıyısında, en büyüğü ve en yoğun olanı Batum Limanı olmak üzere çok sayıda liman bulunmaktadır; Batum şehrin kendi bir sahil beldesi iken, liman Kafkasya'da önemli bir kargo terminalidir ve genellikle komşu Azerbaycan tarafından Avrupa'ya enerji sevkiyatı yapmak için bir geçiş noktası olarak kullanılmaktadır. Tarifeli ve kiralık yolcu feribot hizmetleri Gürcistan'ı Bulgaristan, Romanya, Türkiye ve Ukrayna'ya bağlamaktadır. Demografi. Gürcistan nüfusu, etnik çeşitlilik göstermesiyle dikkati çeker. 4.483.200 (1 Ocak 2013) kişiden oluşan ülke nüfusun yaklaşık %83,8'ini Gürcüler, Lazlar, Megreller, Svanlar oluşturur. Diğer büyük etnik gruplar Azerbaycan Türkleri (%6,5), Ermeniler (%5,7), Ruslar (%1,5), Abhazlar ve Osetlerdir. Ülkede, Asuriler, Çeçenler, Çinliler, Gürcistan Yahudileri, Yunanlar, Kabardeyler, Kürtler, Tatarlar, Türkler, Zazalar ve Ukraynalılar gibi daha küçük gruplar yaşar. Gürcistan Yahudi cemaati, yeryüzündeki en eski Yahudi cemaatlerinden biridir. Gürcistan nüfusu, dilsel dağılım açısından da çok çeşitlilik gösterir. Güney Kafkas dilleri ailesinden Gürcüce, Megrelce, Svanca ve Lazca konuşan nüfus çoğunluğu oluşturur. Megrel, Svan ve Laz dilleri konuşan nüfusunun yanı sıra, Gürcü olmayan nüfus da kendi dillerinin yanı sıra Gürcüce konuşur. Gürcistan'ın resmi dili Gürcüce'dir; Abhazya Özerk Cumhuriyeti'nde Abhazca da resmi dil kabul edilmiştir. Güney Kafkas dillerini konuşan nüfusun oranı %83,8'dir (buna Gürcüce, Megrelce, Lazca ve Svanca dahildir). Kalan nüfusun %6,5'i Azerice, %5,7'si Ermenice ve %4,5'i başka dilleri konuşur. Sovyetler Birliği'nin 1990'ların başında dağılması sırasında Abhazya ve Güney Osetya olarak adlandırılan bölgede ayrılıkçı yönetimler ortaya çıktı. Abhazya nüfusunun %46'sını (1989 nüfus sayımı) oluşturan Gürcü nüfusu tamamen göç ettirildi ve bu nüfusun ancak küçük bir bölümü Abhazya'nın Gali bölgesine geri dönebildi. Güney Osetya'daki çatışmalar sırasında Osetlerin bir kısmı Kuzey Osetya'ya göç etmek zorunda kaldı. Bugün Gürcistan'da yaşayan Oset nüfusun büyük çoğunluğu ayrılıkçı Güney Osetya bölgesinde yaşar. 1944 yılında Gürcistan'dan göç ettirilen Mesheti Türklerine (Ahıska Türkleri), Gürcistan parlamentosunun 2007'de aldığı kararla ülkeye geri dönme hakkı tanındı (Gürcü kimliğini kabul şartı ile). Ancak herhangi geri dönüş gerçekleşmedi. Etnik Gürcü nüfusunun yaklaşık %5'inin yurt dışına göç ettiği tahmin edilmektedir. 2006 istatistiklerine göre Gürcistan en büyük göçü Türkiye ve Çin'den almıştır. Gürcistan nüfusunun büyük çoğunluğu Ortodoks Hristiyan'dır ve nüfusun %81,9'u Gürcistan Ortodoks Kilisesi'ne bağlıdır. Dinsel azınlıklar başında Müslümanlar (%9,9), Ermeni Apostolikler (%3,9), Rus Ortodokslar (%2), Katolikler (%0,8) gelir. Ayrıca başka dinlere mensup küçük gruplar vardır. Din. Doğu Ortodoks Hristiyanlık, Gürcistan'da %83,4 taraftarla en yaygın olan dini inanıştır ve nüfusun çoğu Gürcü Ortodoks Kilisesi'ne bağlıdır. Gürcü Ortodoks Kilisesi, dünyanın en eski Hristiyan Kiliselerinden biridir ve havari Aziz Andreas tarafından kurulduğunu iddia etmektedir. 4. yüzyılın ilk yarısında Hristiyanlık, Kapadokyalı Azize Nino'nun misyonerlik çalışmalarının ardından İberya'nın (bugünkü Kartli veya doğu Gürcistan) devlet dini olarak kabul edildi. Kilise, Orta Çağ'ın başlarında otosefallik kazandı; Rusya'nın ülkedeki hakimiyeti sırasında otosefallik kaldırılmış, 1917'de restore edilmiş ve 1989'da İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi tarafından tamamen tanınmıştır. Gürcü Ortodoks Kilisesi'nin özel statüsü resmi olarak Gürcistan Anayasası ve 2002 Konkordatosu'nda tanınmaktadır, ancak dini kurumlar devletten ayrıdır ve her vatandaşın din hakkı vardır. Gürcistan'daki dini azınlıklar arasında Müslümanlar (%10,7), Ermeni Hristiyanlar (%2,9) ve Roma Katolikleri (%0,5) bulunmaktadır. Bunun yanı sıra 2014 nüfus sayımına kaydedilenlerin %0,7'si kendilerini diğer dinlerin mensubu olarak belirtti, %1,2 reddetti ya da dinini belirtmedi ve %0,5 herhangi bir inanca bağlı olmadığını belirtti. İslam, hem Azeri Şii Müslümanlar (güneydoğu Gürcistan'da) hem Acara'daki Gürcü Sünni Müslümanlar hem de Laz Sünni Müslümanlar ve Türkiye sınırı boyunca Sünni Mesheti Türkleri tarafından temsil edilmektedir. Abhazya'da Abhaz nüfusunun azınlık bir kesimi yeniden canlanan Abhaz pagan inancının yanı sıra Sünni Müslüman'dır. Ayrıca ülkenin 1578'de Osmanlılar tarafından ele geçirilmesini sağlayan Lala Mustafa Paşa'nın Kafkasya Seferini takiben Gürcistan'a yerleşmiş Müslüman Rum ve Müslüman Ermeni azınlıklar bulunmaktadır. Gürcü Yahudileri'nin tarihi MÖ 6. yüzyıla kadar dayanmaktadır; İsrail'e yüksek düzeyde göç nedeniyle Gürcü Yahudileri'nin nüfusu son on yılda azalmıştır. Gürcistan'daki uzun dini hoşgörü geçmişine rağmen, Yehova'nın Şahitleri gibi "geleneksel olmayan inançlara" karşı daha sonra görevinden alınan Ortodoks rahip Basil Mkalavişvili'nin takipçileri tarafından dini ayrımcılık ve şiddet örnekleri olmuştur. Geleneksel dini organizasyonlara ek olarak, Gürcistan'da toplumun seküler ve ateist kesimleri (%0,5) ve dine bağlı ancak aktif olarak inançlarını uygulamayan bireylerin önemli bir bölümü bulunmaktadır. Eğitim. Gürcistan'ın eğitim sistemi, 2004 yılından bu yana tartışmalı olsa da kapsamlı bir modernizasyondan geçmiştir. Gürcistan'da eğitim 6-14 yaş arası tüm çocuklar için zorunludur. Okul sistemi ilkokul (altı yıl; 6-12 yaş), temel (üç yıl; 12-15 yaş seviyesi) ve orta öğretim (üç yıl; 15-18 yaş seviyesi) veya alternatif olarak mesleki çalışmalar (iki yıl) olmak üzere ayrılır. Ortaokul sertifikasına sahip öğrencilerin yüksek öğretime erişimi vardır. Yalnızca Birleşik Ulusal Sınavları geçen öğrenciler, sınavlarda alınan puanların sıralamasına göre devlet tarafından akredite edilmiş bir yüksek öğrenim kurumuna kayıt olabilir. Bu kurumların çoğu üç eğitim seviyesi sunar: bir Lisans Programı (üç ila dört yıl); bir Yüksek Lisans Programı (iki yıl) ve bir Doktora Programı (üç yıl). Ayrıca, üç ila altı yıl süren tek seviyeli bir yüksek öğrenim programını temsil eden bir Sertifikalı Uzman Programı da vardır. 2016 itibarıyla 75 yüksek öğretim kurumu, Gürcistan Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından akredite edilmiştir. Brüt birincil kayıt oranı 2012-2014 döneminde yüzde 117 ile Avrupa'da İsveç'ten sonra en yüksek ikinci kayıt oldu. Tiflis, özellikle 1918'de Birinci Gürcü Cumhuriyeti'nin kuruluşu Gürcüce dilinde modern eğitim kurumlarının kurulmasını sağladığından beri, Gürcü eğitim sisteminin ana damarı haline geldi. Tiflis, başta 1918'de Tiflis Tıp Enstitüsü olarak kurulan Tiflis Devlet Tıp Üniversitesi ve 1918'de kurulan ve Kafkasya bölgesinin tamamında en eski üniversite olmaya devam eden Tiflis Devlet Üniversitesi (TSU) olmak üzere Gürcistan'daki birçok büyük yüksek öğretim kurumuna ev sahipliği yapmaktadır. 35.000'den fazla öğrencinin kayıtlı olduğu TSU'daki öğretim üyesi ve personel (işbirlikçiler) sayısı yaklaşık 5.000'dir. Gürcistan'ın ana ve en büyük teknik üniversitesi olan Gürcistan Teknik Üniversitesi'nin yanı sıra Gürcistan Üniversitesi, Kafkas Üniversitesi ve Tiflis Özgür Üniversitesi de Tiflis'te bulunuyor. Kültür. Gürcü kültürü Kolhis ve İberya medeniyetleri ile oluşumundan itibaren binlerce yıl içinde gelişmiştir. 11. yüzyılda klasik edebiyat, sanat, felsefe ve mimaride bir rönesans ve altın çağ yaşamıştır. Gürcü kültürü, Antik Yunanistan, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, çeşitli İran imparatorluklarından (özellikle Ahameniş, Part, Sasani, Safevi ve Kaçar imparatorlukları) ve daha sonra 19. yüzyıldan itibaren Rus İmparatorluğundan etkilenmiştir. Gürcü dili ve şair Şota Rustaveli'nin Klasik Gürcü edebiyatı, 19. yüzyılda uzun bir kargaşa döneminden sonra yeniden canlandı ve modern çağın Grigol Orbeliani, Nikoloz Barataşvili, İlia Çavçavadze, Akaki Tsereteli, Vaja Pşavela gibi romantik yazarları ve romancılarını yetiştirdi. Gürcü dili, geleneksel kayıtlara göre MÖ 3. yüzyılda İberya Kralı I. Parnavaz tarafından icat edilen üç benzersiz yazı biçimi ile yazılmaktadır. Gürcistan, folkloru, geleneksel müziği, dansları, tiyatrosu, sineması ve sanatıyla ünlüdür. 20. yüzyılın önemli ressamları arasında Niko Pirosmani, Lado Gudiaşvili, Elene Ahvlediani; önemli bale koreografları arasında George Balanchine, Vahtang Çabukiani ve Nino Ananiaşvili; önemli şairler arasında Galaktion Tabidze, Lado Asatiani ve Muhran Maçavariani; ve önemli tiyatro ve yönetmenler arasında Robert Suturua, Tengiz Abuladze, Giorgi Danelia ve Otar İoseliani bulunmaktadır. Mimari ve sanat. Gürcistan mimarisi birçok medeniyetten etkilenmiştir. Kaleler, kuleler, tahkimatlar ve kiliseler için birkaç farklı mimari tarz bulunmaktadır. Yukarı Svaneti surları ve Hevsureti'deki Şatili kale kasabası Orta Çağ Gürcü kale mimarisinin en güzel örneklerinden bazılarıdır. Gürcistan'ın diğer mimari yönleri arasında Tiflis'teki Haussmann tarzındaki Rustaveli Bulvarı ve Eski Şehir Bölgesi bulunmaktadır. Gürcü kilise sanatı, klasik kubbe stilini orijinal bazilika stiliyle birleştiren ve Gürcü çapraz kubbe stili olarak bilinen stili oluşturan Gürcü Hristiyan mimarisinin en dikkat çekici yönlerinden biridir. 9. yüzyılda Gürcistan'da çapraz kubbe mimarisi gelişti; ondan önce çoğu Gürcü kilisesi bazilikaldı. Gürcü kilise mimarisinin diğer örnekleri Gürcistan dışında bulunabilir: Bulgaristan'daki Baçkovo Manastırı (1083'te Gürcü ordu komutanı Grigorol Bakuriani tarafından inşa edilmiştir), Yunanistan'daki İviron Manastırı (10. yüzyılda Gürcüler tarafından inşa edilmiştir) ve Kudüs'teki Kutsal Haç Manastırı (9. yüzyılda Gürcüler tarafından yaptırılmıştır). 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki en ünlü Gürcü sanatçılarından biri ilkelci ressam Niko Pirosmani idi. Medya. Gürcistan'daki televizyon, dergi ve gazetelerin tümü, hem devlete ait olan hem de reklam, abonelik ve diğer satışla ilgili gelirlere bağlı olan kâr amacı gütmeyen şirketler tarafından işletilmektedir. Gürcistan Anayasası ifade özgürlüğünü garanti eder. Geçiş halindeki bir ülke olarak, Gürcistan medya sistemi dönüşüm içerisindedir. Gürcistan'ın medya ortamı, sektörü etkileyen uzun vadeli siyasallaşma ve kutuplaşmaya rağmen Güney Kafkasya'daki en özgür ve en çeşitli ortam olmaya devam ediyor. Kamu yayıncısını kontrol etmeye yönelik siyasi mücadele, 2014'te de onu bir yönsüz bırakmıştır. Gürcü hanelerinin büyük bir yüzdesinin televizyonu ve çoğunun en az bir radyosu vardır. Gürcistan'ın medya şirketlerinin çoğu, başkent ve en büyük şehir olan Tiflis'te bulunuyor. Müzik. Gürcistan, öncelikli olarak polifoninin erken gelişimi ile bilinen bir antik müzik geleneğine sahiptir. Gürcü polifonisi, üç vokal bölüme, mükemmel beşliye dayanan benzersiz bir ayar sistemine ve paralel beşli ve uyumsuzluklar bakımından zengin bir armonik yapıya dayanmaktadır. Gürcistan'da üç tür polifoni geliştirildi: Svaneti'de komplike bir versiyon, Kaheti bölgesinde bir bas arka plan üzerinde bir diyalog ve batı Gürcistan'da üç parçalı kısmen doğaçlama bir versiyon. Gürcü halk şarkısı "Çakrulo", Voyager 2'de 20 Ağustos 1977'de uzaya gönderilen Voyager Altın Plaklarında yer alan 27 müzik bestesinden biriydi. Mutfak. Gürcü mutfağı ve şarabı, yüzyıllar boyunca gelenekleri her döneme uyarlayarak gelişti. En sıra dışı yemek geleneklerinden biri, aynı zamanda arkadaşlarınız ve ailenizle sosyalleşmenin bir yolu olan supra yani Gürcü sofrasıdır. Supra'nın başı tamada olarak bilinir. O son derece felsefi konuşmaları yönetir ve ayrıca herkesin eğlenmesini sağlar. Gürcistan'ın çeşitli tarihi bölgeleri kendine has yemekleriyle bilinir: Örneğin doğu dağlık Gürcistan'dan Hinkali (etli mantı) ve esas olarak İmereti, Samegrelo ve Acara'dan Haçapuri bunlardan bazılarıdır. Geleneksel Gürcü yemeklerinin yanı sıra diğer ülkelerin yemekleri Rusya'dan, Yunanistan'dan ve son zamanlarda Çin'den gelen göçmenler tarafından Gürcistan'a getirildi. Şarap. Arkeoloji, Gürcistan ve çevresindeki verimli vadilerin ve yamaçların asma yetiştiriciliğine ve neolitik şarap üretimine (Gürcüce: ღვინო, ğvino) ev sahipliği yaptığını göstermektedir. Kvevri kil kavanozlarını kullanarak eski geleneksel Gürcü şarap yapımı yöntemi 2013 yılında UNESCO tarafından UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listeleri'ne eklendi. Gürcistan'daki şarap üretiminin kapsamlı tarihi ve önemli ekonomik rolü nedeniyle, şarap geleneği ülkenin ulusal kimliğiyle iç içe ve ayrılmaz bir parça olarak kabul edilir. Gürcistan'ın Karadeniz'den etkilenen ılıman iklimi ve nemli havası, asma yetiştiriciliği için en iyi koşulları sağlamaktadır. Üzüm bağlarındaki toprak o kadar yoğun bir şekilde işlenir ki, üzüm bağları, olgunlaştıklarında sonunda meyve ağaçlarının gövdelerine sarkar. Bu yetiştirme yöntemine "maglari" denir. En iyi bilinen Gürcü şarap bölgeleri arasında Kaheti (Telavi ve Kvareli'nin mikro bölgelerine ayrılmıştır), Kartli, İmereti, Raca-Leçhumi ve Kvemo Svaneti, Acara ve Abhazya bulunmaktadır. Gürcü şarabı, son zamanlarda Rusya ile ilişkilerde tartışmalı bir konu olmuştur. Rusya ile olan siyasi gerilimler, 2006 Rus Gürcü şarabı ambargosuna katkıda bulundu, Rusya, Gürcistan'ın sahte şarap ürettiğini iddia etti. Bu "resmi" bir nedendi, ancak Rusya'nın ekonomik bağları siyasi amaçlar için kullanması nedeniyle Rusya ile olan ekonomik ilişkilerin istikrarsızlığı iyi biliniyor. Sahtecilik sorunları, yabancı üreticilerin yanlış etiketlemesinden ve Gürcistan dışında üretilen ve Gürcistan'da üretildiği iddiasıyla Rusya'ya ithal edilen şarapların üzerindeki sahte “Gürcü Şarabı” etiketlerinden kaynaklanmaktadır. Sahte şarap sevkiyatı, esas olarak, hiçbir denetim ve düzenlemenin yapılmadığı, Rus işgali altındaki Abhazya ve Güney Osetya'da Rusya tarafından yönetilen gümrük kontrol noktaları aracılığıyla gerçekleştirildi. Spor. Gürcistan'daki en popüler sporlar futbol, basketbol, ragbi, güreş, judo ve halterdir. Tarihsel olarak, Gürcistan beden eğitimi ile ünlüdür; Romalılar, eski İberya'nın eğitim tekniklerini gördükten sonra Gürcülerin fiziksel niteliklerine hayran kalmıştırlar. Güreş, Gürcistan için tarihsel olarak önemli bir spor olmaya devam ediyor ve bazı tarihçiler, Grekoromen tarzı güreşin birçok Gürcü unsurunu içerdiğini düşünüyor. Gürcistan'da en popüler güreş tarzlarından biri Kaheti tarzıdır. Geçmişte bugün yaygın olarak kullanılmayan birkaç başka stil vardı. Örneğin, Gürcistan'ın Hevsureti bölgesi üç farklı güreş tarzına sahiptir. 19. yüzyıl Gürcistan'ındaki diğer popüler sporlar polo ve daha sonra yerini ragbi birliğine bırakan geleneksel bir Gürcü oyunu olan Lelo idi. Kafkasya bölgesindeki ilk ve tek yarış pisti Gürcistan'da bulunuyor. İlk olarak 1978 yılında inşa edilen Rustavi International Motorpark, 20 milyon dolara mal olan toplam yeniden yapılanma sonrasında 2012 yılında yeniden açılmıştır. Pist, FIA Grade 2 gereksinimlerini karşılıyor ve şu anda Legends araba yarışı serisine ve Formula Alfa yarışmalarına ev sahipliği yapıyor. Basketbol her zaman Gürcistan'da önemli sporlardan biriydi ve Gürcistan'da Otar Korkia, Miheil Korkia, Zurab Sakandelidze ve Levan Moseşvili gibi çok ünlü Sovyetler Birliği millî basketbol takımı üyeleri vardı. Dinamo Tiflis, 1962'deki prestijli Euroleague yarışmasını kazandı. Gürcistan'ın NBA'de beş oyuncusu vardı: Vladimir Stepania, Jake Tsakalidis, Nikoloz Tskitişvili, Tornike Şengelia ve günümüzde Golden State Warriors pivotu Zaza Paçulia. Diğer önemli basketbolcular iki kez Euroleague şampiyonu olan Giorgi Şermadini ve Euroleague oyuncuları Manuçar Markoişvili ve Viktor Sanikidzedir. Spor, son yıllarda ülkede popülerliğini yeniden kazanıyor. Gürcistan millî basketbol takımı, 2011'den beri son üç turnuvada EuroBasket'e katılmaya hak kazandı. Halk dansları. 2005'ten beri Poti kentinde düzenlenen Karadeniz Ülkeleri Arası Çocuk Halk Dansları Festivali'ne her yıl yüzlerce kişi gelmektedir. Bu festivale katılan ülkeler: Türkiye adına 2006 yılında Anadolu Ateşi adlı halk ve modern dans grubu gitmiş ve festival yarışma olmamasına rağmen "En Beğenilen Dans Grubu (veya ülke)" unvanını almıştır. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından 2008 yılında 22.'si düzenlenen Uluslararası Altın Karagöz Halk Dansları Yarışması'nda 'Altın Karagöz' ödülünü Gürcistan kazandı. İş saatleri, resmî tatil günleri ve resmi tatil olmayan önemli bayram günler. Gürcistan'da çalışma saatleri 9.00-18.00 veya 10.00-19.00 arasındadır. Gürcistan ile Türkiye arasında yazın +1 saat ve kışın +2 saat fark vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16166", "len_data": 76038, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Kurmanci Kürtçesi () veya Kurmançça, İran dillerinin Kürt dilleri alt kolunda yer alan bir dildir. Kürtler tarafından en fazla konuşulan dildir. Konuşulan bölgeler. Türkiye'nin Adıyaman, Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Iğdır, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak ve Van illerinde, kısmen de Adana, Ankara, Ardahan, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Kars, Kayseri, Konya, Malatya, Mersin, Tunceli gibi illerinde konuşulmaktadır. Irak'ın Duhok, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Şengal gibi illerinde konuşulmaktadır. İran'ın Horasan, Urmiye, Hoy, Miyanduab, Bukan, Mahabad, Salmas, Maku, Nakade, Piranşehr, Serdeşt, Şahindej, Takab, Uşnu ve Siyahçeşme gibi illerinde konuşulmaktadır. Suriye'nin Afrin, Halep, Kamışlı, Kobani gibi illerinde konuşulmaktadır. Lehçeler. Kurmanççanın kabaca varyasyonları:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16184", "len_data": 852, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.22 }
Fatma Aliye Topuz veya Fatma Aliye Hanım (; 9 Ekim 1862, İstanbul - 13 Temmuz 1936, İstanbul), Osmanlı Türkü yazar, çevirmen ve aktivist. Tanzimat'tan İkinci Meşrutiyet'e uzanan süreçte roman, felsefe, İslam, kadın hakları ve tarih üzerine eserler vermiştir. Zafer Hanım'ın 1877 yılında yayımladığı "Aşk-ı Vatan" adlı bir roman mevcut olsa da, yazarın tek romanı olduğu için Zafer Hanım değil, beş roman yayımlayan Fatma Aliye Hanım ilk kadın romancı unvanını aldı. 2009 yılında 50 Türk lirası'nın arkasında portresine yer verildi. Kadın haklarına aile çerçevesinden baksa da radikal feminist düşüncelere sahip değildir. Ancak Fatma Aliye, kadın haklarına dönemine kıyasla sorgulayıcı yaklaşmıştır. Fatma Aliye, kadınların gelişiminin önündeki en önemli engeli erkekler olarak görmüş, Kadın haklarını İslamî bakış açısından kopmadan savunmuş, çok eşliliğe karşı çıkmış ve kadınların boşanma hakkını savunmuştur. Kadınların eğitimini önemsemiştir. Hayatı. 9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğdu. Hukukçu ve tarihçi Ahmed Cevdet Paşa ile Adviye Hanım'ın kızıdır. Kendisine özel bir eğitim verilmese de ağabeyi Ali Sedat Bey'in evde özel hocalardan aldığı dersleri dinlemesi sayesinde kendini geliştirdi. Fransızca merakının ortaya çıkması üzerine ders alarak bu dili çok iyi düzeyde öğrendi. Fatma Aliye Hanım, 17 yaşında iken 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'ndeki Plevne Savunması ile ünlü Gazi Osman Paşa'nın yeğeni Kolağası Faik Bey ile evlendi ve dört kızı oldu. (Hatice, Ayşe, Nimet, İsmet) Kızları hakkında geniş bir bilgi olmamakla birlikte İsmet Hanım'ın evden kaçarak din değiştirdiği, Katolik bir rahibe olduğu bilinmektedir. Evliliğinin ilk 10 yılında ancak eşinden gizli olarak kitap okuyabilen Fatma Aliye Hanım, eşinin bu konudaki tutumunun değişmesinden sonra onun izni ile tercümeler yapmaya başladı. Edebî yaşantısı 1889 yılında Georges Ohnet'in "Volonté" adlı romanını "Meram" adıyla çevirmesi ile başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla yayımlamıştır. Bu başarısıyla babasının dikkatini çeken Fatma Aliye Hanım, kendisinden ders almaya, fikir tartışmaları yapma olanağına kavuşmuştu. "Bir Hanım"ın gösterdiği çabalar, ünlü yazar Ahmed Midhat Efendi tarafından "Tercüman-ı Hakikat" gazetesinde övüldü ve yazar kendisini manevi kızı kabul etti. Fatma Aliye Hanım, bu ilk çevirisinden sonraki çevirilerinde "Mütercime-i Meram" takma adını kullandı. 1891 yılında Ahmed Midhat Efendi ile birlikte "Hayal ve Hakikat" adlı romanı yazdı. Romanın kadın ağzından olan kısmı Fatma Aliye Hanım'ın, erkek ağzından olan kısmı Ahmed Midhat Efendi'nin kaleminden çıkmıştı. Eser, "Bir kadın ve Ahmed Midhat" imzasıyla yayımlandı. Bu romandan sonra ikili uzun süre mektuplaşmış ve bu mektupları "Tercüman-ı Hakikat" gazetesinde yayımlanmıştır. Fatma Aliye Hanım, 1892 yılında "Muhadarat" adlı ilk romanını kendi adıyla yayımladı. Bu romanında, bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalıştı. 1899 yılında yayımlanan "Udi" adlı romanında görevi üzerine gittiği Halep’te yaşamına tanık olduğu bir kadın udiyi anlattı. Bu kitapta mutsuz bir evlilik yapan Bedia'nın hikâyesini dönemine göre çok yalın bir dille anlatmıştır. Reşat Nuri Güntekin, edebiyata ilgisini güçlendiren yapıtlar arasında lalasından dinlediği romanlardan sonra Fatma Aliye Hanım'ın "Udi" romanını sayar. Eserlerinde kadın gözüyle evlilik, eşler arasındaki uyum, aşk ve sevgi kavramı, birbirini tanıyarak evlenmenin önemi gibi mühim konuları işleyen Fatma Aliye Hanım'ın diğer romanları "Refet", "Enin", "Levayih-i Hayat" adlarını taşır. Yazar romanlarında bireyleşme çabasında olan, çalışan, para kazanan, erkeğe ihtiyaç duymayan kadın kahramanlar yaratır. Fatma Aliye Hanım, edebî eserlerinin yanı sıra kadın sorunları ile ilgili de eser vermişti. "Hanımlara Mahsus Gazete"'de kadın sorunlarına ilişkin makaleler yazdı ve muhafazakâr görüşlerden kopmadan kadın haklarını savundu. 1892'de yayımlanan "Nisvan-ı İslam" adlı kitabında Avrupalı kadınlara İslam'da kadının durumunu anlattı. Romanlarında daha modern kadın kahramanlar yaratan yazar, bu kitapta, makalelerinde olduğu gibi, eski gelenekleri savunmuştur. 1893 yılında Ahmed Midhat Efendi tarafından yazılan "Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu" ("Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti") adlı kitap ününü artırdı. Bu kitap Ahmet Mithat'ın Fatma Aliye'yi anlattığı yazıları ve Fatma Aliye'nin doğrudan kendisini anlattığı mektuplarından oluşmaktadır. Fatma Aliye mektuplarında, bitmek tükenmek bilmeyen öğrenme coşkusunu anlatır. Fatma Aliye Hanım'ın edebiyat dışındaki uğraşı alanlarından bir başkası ise yardım cemiyetleri idi. 1897 yılında 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda yaralanan askerlerin ailelerine yardım amacıyla "Tercüman-ı Hakikat" gazetesinde yazılar yazdı, "Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti" adlı bir dernek kurdu. Bu dernek, ülkedeki ilk resmî kadın derneklerinden biridir. Fatma Aliye Hanım, Hilal-i Ahmer Cemiyeti'nin de ilk kadın üyesidir. 1914 yılında yazdığı "Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı" son yapıtıdır. Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlamıştır. Resmî tarih tezlerine muhalefet ediyor olması, edebiyat dünyasından dışlanmasına yol açmıştır. İlk Türk kadın romancı olma özelliği ile Avrupa ve Amerika basınında kendisinden söz edilen Fatma Aliye Hanım'ın “"Nisvan-ı İslâm"” adlı eseri Fransızca ve Arapçaya, “"Udî"” adlı romanı Fransızcaya çevrilmiştir. Émile Julliard adlı bir Fransız yazarın "Doğu ve Batı Kadınları" adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdığı bir mektupla eleştirmesi Paris'te büyük yankı uyandırmıştı. Eserleri 1893 yılında Chicago'da "Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu"'nda sergilenmiştir. Fatma Aliye Hanım'ın II. Meşrutiyet yıllarına kadar yaygın bir ünü olmasına rağmen zamanla unutulmuştur. Fatma Aliye Hanım, soyadı yasasından sonra 'Topuz' soyadını aldı. Fatma Aliye, 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul'da öldü. Cenazesi Feriköy Mezarlığı'na gömüldü. Fatma Aliye Hanım, ilk Osmanlı kadın feministlerden Emine Semiye Önasya'nın ablası, tiyatro ve sinema oyuncusu Suna Selen'in anneannesidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16186", "len_data": 5990, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
Gavrilo Princip (25 Temmuz 1894 - 28 Nisan 1918), 28 Haziran 1914'te Saraybosna'yı ziyarete gelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Arşidük Franz Ferdinand'ı öldürerek, I. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olan Saraybosnalı Sırp milliyetçisi genç. Gavrilo Princip Sırpçada Prensip Müjdecisi anlamına gelmektedir. Bu suikast, I. Dünya Savaşı'nın gerçek nedeni olmamasına rağmen, barut fıçısına atılan bir kıvılcım etkisi göstermiştir. Yani kısmen günümüz Dünya düzeninin temeline sebep olmuştur. Suikaste neden olan ortam. Avusturya-Macaristan, 1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun iç karışıklıklar içerisinde bulunmasından yararlanarak, bölgeyi topraklarına kattı. Bosna-Hersek'te Avusturya-Macaristan'ın yönetiminden memnun olmayan ve burasını Sırbistan'ın bir parçası sayan önemli bir Sırp nüfus bulunmaktaydı. Bu ayrılıkçıları da Sırbistan destekliyordu. Gavrilo Princip de Avusturyalıları Bosna Hersek'ten çıkarmayı amaçlayan Mlada Bosna ("Genç Bosna") adlı bir örgüte mensuptu. Bütün bu gelişmeler neticesinde Avusturya-Macaristan Veliahtı Franz Ferdinand hem Bosnalı Sırplara hem de Sırbistan'a karşı bir gövde gösterisinde bulunmak amacıyla Saraybosna'yı ziyaret etmeye karar verdi. Gavrilo Princip ve içlerinde Muhammed Mehmedbasiç adlı Boşnak bir gencin de bulunduğu 4 kişiden oluşan bir grup, Arşidük'e Saraybosna ziyareti sırasında suikast gerçekleştirmeye karar verdiler. Suikast. Suikastı gerçekleştirecek kişiler yakalandıkları takdirde örgüt ve arkadaşları hakkında bilgi vermemek için yanlarında taşıdıkları siyanürü içerek intihar edeceklerdi. Franz Ferdinand'a karşı ilk suikast girişimi, Nedeljko Çabrinoviç tarafından el bombası ile gerçekleştirildi. Arşidük ve eşi arabalarının çok yakınında patlayan el bombasından yara almadan kurtulabildiler ve böylelikle ilk suikast girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Suikast teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandığından, yakalanacağını anlayan Çabrinoviç telaş içinde yanında taşıdığı siyanürü içererek, kendisini hemen yakınındaki nehre attı. Ancak içtiği siyanür bozulduğundan ve nehrin yüksekliği 10 cm kadar olduğundan, baygın bir halde askerler tarafından yakalandı (Temmuz Ültimatomu). Olay yerinin hemen yakınında bulunan Gavrilo Princip ve arkadaşları telaşa kapıldılar ve bulundukları yerden hızla uzaklaşarak ormana doğru kaçtılar. Suikast girişiminden yara almadan kurtulan Arşidük ve eşi, arabalarıyla Saraybosna'da kalacakları yere geldiler. Arşidük birkaç saat önce suikast girişimine uğramasına ve devlet görevlilerinin uyarılarına rağmen, eşiyle birlikte şehir turuna çıkmaya karar verdi. Bu sırada Gavrilo Princip de yemek yemek amacıyla ormandan ayrılarak, şehir merkezinde bir restorana geldi. Restorandan ayrıldığı sırada, tam karşısına Arşidük ve eşinin bulunduğu araba çıktı. Princip hemen silahına davranarak Arşidük'ü vurdu. Ferdinand'ın vücudundan çıkan kurşun karısına saplandı. Veliaht ve hamile eşi olay yerinde öldüler. Princip, suikastın hemen ardından kaçmaya çalışırken, çevredekiler tarafından yakalandı. Ferdinand'ın Saraybosna'da bir suikast sonucu öldürülmesi, Viyana'da büyük bir şok etkisi yaptı. Avusturya Polisi'nin olay ile ilgili yaptığı yoğun çalışmalar sonucunda, suikastle ilişkisi olduğu belirlenen bir kişi daha yakalandı. Dördüncü kişi olan Mehmedbasic ise kaçmayı başardı. Avusturya olayda Sırbistan'ın parmağının olduğunu düşünmekteydi. Yakalanan şahıslar ile ilgili yapılan soruşturmalar, Avusturya Hükûmeti'nin haklı olduğunu ortaya çıkardı. Suikastte kullanılan silahın, Sırbistan tarafından verildiği ortaya çıktı. Mahkemeye çıkarılan üç şahıstan Princip ve bir arkadaşı, o zamanki Avusturya-Macaristan İmparatorluk Yasalarına göre, 20 yaşından küçük oldukları için idam cezası almaktan kurtuldular. 23 yaşında olan diğer arkadaşı ise idam edildi. Aslında Ferdinand Habsburg Ailesi'nin onaylamadığı bir evlilik yapmış olduğundan, hiçbir zaman Avusturya-Macaristan tahtına oturamayacaktı. Bu yüzden de, olayın gerçekte bu kadar büyütülmemesi gerekiyordu. Fakat Avusturya-Macaristan'ın Sırbistan'a savaş ilan etmesi, I. Dünya Savaşı'na neden oldu. Princip ise savaşın son günlerine doğru, bugünkü Çekya'nın başkenti Prag'da bulunan, ünlü bir hapishane olan Theresienstadt'daki hücresinde tüberküloz hastalığından öldü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16187", "len_data": 4241, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.11 }
Abdi İpekçi (9 Ağustos 1929 – 1 Şubat 1979), Türk gazeteci, yazar ve insan hakları aktivistiydi. Türkiye'nin önde gelen günlük gazetelerinden biri olan ve o dönemde merkez sol bir siyasi duruşa sahip "Milliyet"'in genel yayın yönetmeniyken öldürüldü. Yaşamı. İlköğrenimini gördükten sonra Galatasaray Lisesini bitirdi. Bir süre sonra eğitimini Hukuk Fakültesinde sürdürdü. Yeni Sabah, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres Gazetesi gibi çeşitli gazetelerde spor muhabiri, sayfa sekreteri ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Ali Naci Karacan'ın çıkardığı Milliyet Gazetesi'nin yazı işleri müdürü (1954), bir süre sonra da genel yayın müdürü oldu. 1961 yılından öldürüldüğü 1 Şubat 1979 tarihine kadar aynı gazetenin başyazarlığını da yürüten Abdi İpekçi, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Basın Enstitüsü Başkanlığı, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Uluslararası Basın Enstitüsünün ikinci başkanlığı, Basın Şeref Divanı genel sekreterliği gibi vazifelerde bulundu. Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savundu. Ahmet Taner Kışlalı'ya verdiği röportajında siyasi çizgisinin demokratik sosyalizm olduğu söyledi. Eski Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile kuzenlerdir. Suikast ve ölümü. 1970'li yıllardaki kargaşa ve terörün önlenmesi için iktidar ile muhalefet önderleri arasında yapıcı bir uzlaşı sağlanmasından yana olan, devlet yönetiminde partizanlığın ve duygusallığın yerini akılcı, çağdaş, ılımlı bir uygulamanın almasını isteyen İpekçi, 1 Şubat 1979 gecesi İstanbul Maçka'daki evinin yakınlarında aracındayken Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü. Mehmet Ali Ağca'nın verdiği ifadede Abdi İpekçi'ye 5-6 el ateş ettiğini söylemiştir. Ancak olay yerinde 9 mermi kovanı ele geçirilmiştir. Bu da bir ikinci kişinin olduğunu göstermiştir. O da Oral Çelik'tir. Oral Çelik ile Mehmet Şener suikastı beraber tasarlamış, Mehmet Ali Ağca da tetikçi olarak sonradan aralarına katılmıştır. Mehmet Ali Ağca, İpekçi suikastından idamla yargılanırken 1979 yılında ülkenin en iyi korunan askeri cezaevlerinden biri olan Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçırıldı. Abdullah Çatlı, Bedrettin Cömert suikastinden aranırken 1978 Ağustos’unda Sakarya’da yakalandı. 48 saat sonra serbest bırakıldı. Uğur Mumcu’nun İpekçi cinayetinin kilit ismi dediği Çatlı 1982 Şubat’ında bu kez ‘MHP’ davasıyla aranırken, Zürih’te Mehmet Şener ile birlikte sahte pasaport ile yakalandı ve yine 48 saat sonra salıverildi. Uğur Mumcu: ""Şener geri verilirse İpekçi kıyası aydınlatılır, yitirilen her saniye önemli"." diye yazdı. Ama değil saniye aylar geçti, Şener yargılandı ve delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Oral Çelik, 1982 yılında İsviçre’de yakalandı. 10 gün sonra serbest bırakıldı. Türkiye’ye döndükten sonra Malatya’da süren bir cinayet davasında dosyada bir evrakın yitirilmesi üzerine salıverilmesine karar verildi. Ağca’nın, İpekçi cinayetinde tetik çektiğini söylediği Yalçın Özbey ise 1983 yılında Almanya’da işlettiği lokalde gözaltına alındı ve 2 ay sonra salıverildi. Mehmet Ali Ağca'nın açıklaması. “Yavuz (Çaylan), İpekçi'nin arabasının geldiğini bana bildirdi ve ben kaçmadan arabaya gidip çalıştırmasını söyledim. İpekçi'nin arabası köşede yavaşladığı zaman koştum ve 4 ya da 5 el ateş ettim. Tekrar koşarak arabaya geldim. Yavuz, çalışır vaziyetteydi ön tarafa oturduk son süratle kaçtık.” dedi. Anısı. 1980 yılında anısı için, Türkiye ile Yunanistan'da ortak bir çalışma çerçevesinde, iki yılda bir verilmek üzere Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü konuldu. İstanbul'un Zeytinburnu ilçesinde Yedikule Zindanları civarlarında bulunan spor salonuna Abdi İpekçi Arena ismi verildi. Öldürüldüğü Emlak Caddesi'nin adı da 6 Şubat 1979'da İstanbul Belediye Meclisinin kararıyla Abdi İpekçi olarak değiştirildi. İstanbul Pendik Kavakpınar Mahallesi' nde bir caddeye Abdi İpekçi Caddesi adı verildi. 2000 yılında, saldırıya uğradığı noktada, heykeltıraş Gürdal Duyar'ın eseri olan, 70 santimetre granit kaide üzerinde oturan 3,5 metre yüksekliğinde Abdi İpekçi Barış Anıtı anıt dikildi. Çağdaş Türk Romancılarından Ragıp Eşref Filiz'in 2013 yılında yayımlanan 'Raul Mendez Ölmeli' isimli romanında, Abdi İpekçi ismi, despotizmin ve ifade özgürlüğü karşıtı organizasyonların suikast kurbanı olan diğer Türk gazetecileriyle birlikte anılmaktadır.İzmir'in Bornova ilçesi Altındağ semtinde anısına adı verilmiş bir cadde vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16188", "len_data": 4360, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.3 }
Latife Tekin, (d. 31 Aralık 1957, Kayseri), Türk edebiyat yazarı. 1957'de Kayseri'nin Bünyan ilçesine bağlı Karacahevenk köyünde doğdu. 1966'da 9 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Ortaöğrenimini Beşiktaş Kız Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Telefon Başmüdürlüğü'nde kısa bir süre çalıştı. İlk kitabı "Sevgili Arsız Ölüm" 1983'te yayınlandı. Anadolu'daki köy yaşamı ve insanlarını masalımsı bir atmosferde ve "Yüzyıllık Yalnızlık" (Gabriel Garcia Marquez) tadında anlattığı bu ilk romanıyla büyük ün kazandı. Büyülü gerçekçilik akımına da yakıştırılan bu romanının ardından peş peşe diğer romanları geldi. Eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Farsça ve Flemenkçeye çevrildi. Değişik üslubu ve yaklaşımıyla kuşağındaki edebiyatçıların önde gelen isimlerinden biri oldu. Latife Tekin Bodrum Gümüşlük'te bir "Edebiyat Evi" projesi başlatmıştır. Garanti Bankası tarafından desteklenen proje, mimar Hüsmen Ersöz'ün 1998 yılında hazırladığı mimari proje ile inşaata başlamıştır (1999). Ressam Hale Arpacıoğlu'nun, Koç Grubu şirketlerinden aldığı destekle, aynı mimari projenin bir parçası olarak Sanat Evi'nin yapımına başlanmıştır. Latife Tekin, Bodrum Gümüşlük'te, herkesin yazabileceği, tartışabileceği, sanatçıların büyük şehrin dağdağasından uzak eser üretebileceği bir mekanın tamamlanması için çalışmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16197", "len_data": 1335, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.43 }
Şair Eşref, (d. 1847, Kırkağaç, Manisa - ö. 22 Mayıs 1912, Kırkağaç, Manisa), Türk şair ve kaymakam. Türk edebiyatının hiciv ustasıdır. Tanık olduğu yolsuzlukların üzerine çekinmeden gitti. Hicviyelerini daha çok gazel, kaside, muhammes ve özellikle kıtalar biçiminde yazdı. Yaşamı. Asıl ismi Mehmet Eşref'tir. Babası nüktedan ve hoşsohbet bir din adamı olan Usulizade Hafız Mustafa Efendi, annesi hafız ve şair olduğu rivayet edilen Arife Hanım'dır. Gelenbe'de dünyaya geldi. Doğum yılı farklı kaynaklarda 1842-1853 arasında bir yıl olarak belirtilmiştir; Kaynakların çoğuna göre doğum yılı 1847'dir. Mehmet Zeki Pakal'ın, resmi sicili üzerinde yaptığı araştırmalar ise 1853 doğumlu olduğunu gösterir Büyük dedesi Türk alim ve matematikçilerinden Gelenbevi İsmail Efendi’dir. İlköğrenimini Gelenbe'de tamamladı. Manisa'da Hatuniye Medresesi'nde Arapça ve Farsça dersleri aldı. Özel öğretmenlerden matematik, tarih öğrendi. 1870'te Manisa Vilayeti Tahrirat Kalemi'nde memur olarak göreve başladı. Turgutlu, Akhisar ve Alaşehir'de mal müdürlüğü yaptı. Fatsa kaymakamlığına atandı. Arkasından Ünye, Acıpayam, Buldan ve diğer birçok ilçede kaymakam olarak çalıştı. Doğu illerinde bulunduğu sırada Ermenice konuşmayı ve Fransızca okumayı öğrendi. Gördes kaymakamlığı görevi sırasında gördüğü yolsuzlukları şiirleriyle hicvetmesi ve gizli bir cemiyet kurduğu yolunda yapılan suçlamalardan dolayı bir yıl hapse mahkûm edildi. Cezasının ardından İzmir'de gözetimde tutuldu. Tekrar bir jurnalle hapse düşme kaygısından ötürü 1903'te Mısır'a kaçtı. Bir süre Fransa, İsviçre ve Kıbrıs'ta yaşadı. Tekrar Mısır'a döndü, "Curcuna" isimli mizah dergisinde yazılar yazdı. 1904-1908 yılları arasında altı kitabı yayımlandı. II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra yurda döndü. İzmir'de "Edeb Yahu", İstanbul'da "Eşref" (daha sonra "Musavver Eşref" adını aldı) isimli mizah dergisinde başyazarlık yaptı. Bu arada Turgutlu kazasında kaymakamlık (1908), Adana'da vali Muavinliği (1909) görevlerinde bulundu. 1909'da emekliye ayrılıp Kırkağaç'a yerleşti. Yaşamının kalan bölümünü burada geçirdi. Kimi kaynaklara göre 1910, kimilerine göre 1912 yılının 22 Mayıs günü hayatını kaybetmiştir. Kırkağaç Mezarlığı'na defnedilmiştir. Sanat Anlayışı. Şair Eşref’in yergileri, Divan şiiri geleneğinin uzantısıdır; şekil bakımından Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın şiirleriyle aynı çizgidedir. Yergi şiiri alanına getirdiği yenilik,içerik yönündedir. Kullandığı “nazım biçimleri”, “gazel”, “kaside”, “mesnevi” ve “kıt'a”dır. Ölçü olarak, hece ölçüsüyle yazdığı bir tek dörtlük dışında, “aruz ölçüsü”nü kullanmıştır. Eserlerinde daha çok toplumsal konulara yer vermiştir.. Ölümünden sonra. 1980 yılından sonra, Buldan belediye meclisinin aldığı bir kararla, Cumhuriyet mahallesinde Akçalar Camii'nin altındaki yola, Şair Eşref caddesi adı verilmiştir. İzmir ilinin Karşıyaka İlçesi'nde bir ilkokula adı verilmiştir. Izmir'in Alsancak semtindeki büyük bir bulvara adı verilmiştir. Şair Eşref Bulvarı. Manisa’ya bağlı Kırkağaç ilçesinin mahallesine, Şair Eşref Mahallesi adı verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16198", "len_data": 3048, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.4 }
Kaside (Arapça: قصيدة), genellikle din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan bir şiir formudur. Ancak kaside biçiminin şiirin farklı konuları için de kullanıldığı vakidir. Kaside sanatı, öncelikli olarak Araplar tarafından geliştirilmiştir. Kaside, klasik Arap şiirinin en yüksek hali kabul edilmektedir. Eski Arap edebiyatında kasideler birkaç farklı dahili kısımdan oluşacak şekilde nazmedilmiştir. Türk edebiyatına 13. yüzyılda Araplardan geçmiş bir nazım şeklidir. Türk edebiyatında Kaside şairlerine "kaside-gü" (kaside söyleyen), "kaside-sera" ya da "kaside-perdaz" (kaside yazan) denir. İsimlendirilmesi. Konularına göre. Kasidenin methiye bölümünden bahsedilene göre kasideler sınıflandırılır. Başlangıcına göre. Kaside, nesip (teşbib) bölümünde anlatılana göre isimler alır. Baharın tasviri yapılıyorsa: "Bahariye", Kışın tasviri yapılıyorsa: "Şitaiye", Temmuzun tasviri yapılıyorsa: "Temmuziye", Ramazanın tasviri yapılıyorsa: "Ramazaniye", Atın tasviri yapılıyorsa: "Rahşiye", Hamamın tasviri yapılıyorsa: "Hamamiye vb." Redifine göre. Kaside, redifindeki harf ya da kelimeye göre isimler alır. "Lamiyye", su kasidesi, Kerem kasidesi, Güneş kasidesi gibi Kaside ve tarihsel önemi. Kasideler, sosyal ve kültür tarihi araştırmacısı için önemli bir belge ve bilgi kaynağı olarak değerlendirilebilirler. Resmî tarihi vesikalar kadar, edebî metinlerin de tarih araştırmacısı için önemli bir belge olduğunu ispatlayacak mühim kaynaklar arasındadır. Kasideler, ideal devlet adamı profili çizme, sosyal ve ekonomik konularda devrin özelliklerini yansıtma, sosyal hayatın değişik sahnelerini anlatma, tarihî şahsiyetlerin biyografik bilgilerine katkıda bulunma, siyasal ve kültürel tarihin pek çok değişik safhası için yazılmış edebi eserlerdir. Namık Kemal'in "Hürriyet Kasidesi" buna örnek verilebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16199", "len_data": 1813, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.47 }
Gazel, Türkçe Divan edebiyatının en yaygın nazım şeklidir. Gazel sözcüğü sözlük tarifi ile "kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek" anlamına gelir. Gelişmesi. Gazel Arapça edebiyatta bir nazım şekli değildir bir kasidenin başında bulunan aşktan, sevgiliden söz eden kısımlara verilen addır. Diğer bir adla "nesîb" olarak bilinir. Fakat sonraları bir şairin bahar, aşk, sevgili, şarap vb. coşkulu haller karşısındaki duygularını, kısa veya uzun olarak, ele alan şiirlere gazel denilmiştir. Arap şiirinde nesib anlamında kadın ve aşktan söz eden kaside şeklinde yazılmış şiirlere "tegazzül" denir. Klasik Arap şiirinde gazel genel olarak üç başlık altında incelenmektedir. Bunlardan en önemlisi saf, temiz ve iffetli duyguların işlenmiş olduğu "'Uzrî Gazel"dir. Diğer ikisi ise "Sarih (Açık) Gazel" ve "Sınaî (Yapay) Gazel"dir. Her ne kadar Cemil b. Ma'mer'in ve Mecnunu Leylâ'nın öncülüğünü üstlendiği "'Uzrî Gazel" 2016 yılında dilimizde detaylı şekilde ele alındıysa da Arap gazelinin diğer iki kolu henüz Türkçede işlenmemiştir. Islâmiyet’i kabulünden sonra İran’da Arap şiirinin etkisi altında oluşturulan "yeni İran edebiyatı" içinde gazel lirik şiirin en tercih edilen nazim şekillerinden biri olmuştur. Yeni İran şiirinde Arap edebiyatında kasidenin bir bölümü olan gazel Fars edebiyatında nazım şekli haline gelmiştir. Farsça gazel söyleyen ilk "Şehidi Belhi"'dir. Batı Türkçesi ile ilk gazel 13.yy. ikinci yarısında ve Anadolu'daki ilk menakıbname olan "Menakıbı Evhaduddini Kirmani" adlı eserdeki gazel ile Mevlana'ya ait gazeldir. Yapısal terimler. Kafiye örgüsü "aa,ba,ca" şeklinde olur. İlk beyite "matla", matladan sonraki beyite "hüsn-i matla"; son beyite "makta", maktadan önceki beyite "hüsn-i makta" denir. En güzel beyite "beyt'ül gazel" ya da "şah beyit" denilir. Şairin "mahlas"ının geçtiği beyite "Taç Beyit" ya da "tahallüs" denir. Matla mısrası gazelin sonunda tekrarlanırsa "reddi matla" denir. Matladan başka mısra tekrarlanırsa "reddi mısra" denir. Bu uygulama Tanzimat döneminde yapılmıştır. "Sebki hint" şairleri iki matla kullanır. Böyle gazellere "zul metali" denir. Gazeldeki beyitler sadece kafiye, vezin değil anlam bakımından da birbirine bağlanmış ise buna yek ahenk denir. Bütün beyitler aynı güzellikte ise yek avaz denir. Mahlas beyitten sonra birkaç beyit eklenerek biri övülürse ona müzeyyel gazel denir. Arapça, Farsça, Türkçe ile karışık söylenmiş gazellere mülemma gazel denir. İki şairin birlikte veya beyit beyit söyledikleri gazele müşterek gazel denir. Matladan sonra gelen beyitlerin ortalarI ilk beyit ile kafiyeli ise musammat gazel denir. Kafiyesine de "iç kafiye" denir. Musammat gazeller mefâ'ilün mefâ'ilün mefâ'ilün mefâ'ilün ya da Müstef'ilün / Müstef'ilün / Müstef'ilün / Müstef'ilün şeklinde yazılır. Her mısrada aks sanatı yapılmış gazellere "mükerrer gazel" denir. Gazellerde beyit sayısı genellikle 5-15 arası değişir. Ortalama olarak gazel beyit 5-7-9 arası yazılır. Gazeller her aruzun kalıbıyla yazılır. Bir şairi aynı vezin ve kafiyeyle gazeline başka gazel yazmaya "tanzir" denir. Gazele de "naziri" denir. Eğer nazire ters anlamda yazılmışsa buna "nakize" denir. Gazelde en çok aşk konusu işlenir. Rindlik, tasavvuf, şarap zevki diğer konulardır. Aşkla ilgili gazellere "aşıkane"; beşeri aşkı anlatan gazellere "şuhane"; yaşamdan zevk almayı anlatan gazellere "rindane"; gazel öğretici gazellere "hakimane" gazel denir. Klasik Arap Edebiyatında Gazel. Klasik Arap edebiyatında gazel, şiirin en yaygın konularından biridir. el-Abbâs b. el-Ahnef, Kays b. Mulavvah, Ebû Nuvâs gazel söylemiş şairlerdendir. Konuyla ilgili yayınlar. Ayyıldız, Esat (2019). "el-‘Abbâs B. El-Ahnef: İdealize Edilmiş Ask Temalı Gazellerin Abbâsî Dönemindeki Özgün Bir Temsilcisi". Uluslararası Bilim, Teknoloji ve Sosyal Bilimlerde Güncel Gelişmeler Sempozyumu, 3, 209-216. Ayyıldız, Esat (2016). "Abbasî Dönemine Kadar 'Uzrî Gazel ", Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16200", "len_data": 3911, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.51 }
Şehrengiz, Divan edebiyatında bir şehri ve o şehrin güzellerini anlatan eserlerdir. Daha çok klasik mesnevî tarzında kaleme alınan bu yapıtlarda tevhid, münacaat, na't gibi Allah'ı, birliğini ve Muhammed'i anlatan kısımlara rastlanmaz. Bu eserlerin başında şehirle ilgili çok umumi bilgiler verilir ve şehre övgü düzülür. Bazen bahar ve tabiat tasvirleri yapıldıktan sonra, bir şehirdeki güzellerin bir veya iki beyitlik tanımları verilir. Bu güzeller güzellikleriyle şehri birbirine kattıklarından eserlere 'Şehr-engiz', yani Şehir Karıştıran denilmiştir. Türk edebiyatında ilk şehrengizler XVI. yüzyıl başlarında görülmeye başlanmış ve kısa sürede yaygınlık kazanmıştır. Priştineli Mesihi'nin Edirne'ye dair şehrengizinin ilk, Zâtî'nin aynı şehir hakkında kaleme aldığı eserin ise ikinci şehrengiz olduğu sanılmaktadır. Şehrengiz türü XVIII. yüzyılın sonlarında kendine has özelliklerini kaybetmeye başlamış ve klasik şekliyle ortadan kalkmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16201", "len_data": 948, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.75 }